KARA fanzin
mart2017 // NO.4
BİZ KİMİZ?
ÜRET & PAYLAŞ mottosu ile 2012 yılında TEDÜ’ye farklı bir renk olalım diye Kültür Sanat Topluluğu’nu oluşturduk. 2016 yılına kadar birlikte gezdik tozduk, sergiler açtık, çeşitli sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptık, etkinlikler
düzenledik
ve
aşırı
eğlenip
aşırı
doyurduk
ruhumuzu.
Fark ettik ki bunlar bize yetmemeye başladı ve yaptıklarımızı, deneyimlediklerimizi paylaşmak istedik. 2016 yılının başlarında üret-paylaş platformunu kurduk ve 2016 yılının Kasım ayında bu platformundan beslenen
Kara Fanzin’i yayın hayatına başlattık.
Ecem KAYA
Su ERTEN
Zeki Can YILMAZ
Onur Deniz AKAN
Melis Özge GAYRETLİ
Ateş Furkan AYDIN
Aysu GÜRMAN
Zeynep ÇAKIR
Deniz ALGAN
Bora AKPINAR
Dizgi - Grafik Tasarım : Melis Özge GAYRETLİ
1
Kapak Fotoğrafı : Onur Deniz AKAN / Kaş , 2014
İÇERİK EDEBİYAT Çağıl Mert KURTOĞLU | Ecem KAYA | Ataman İÇER Elifcan GÖNENÇ | Deniz ALGAN | Okan AYBEK Deniz DEMİRBAŞ | Müge GÜREŞ SİNEMA Ateş Furkan AYDIN İLLÜSTRASYON & GRAFİK Mina İNAL | İdil Jeyan ATALAY | Melis GAYRETLİ FOTOGRAF Selçuk Mert YILMAZ | Sena KOCAKAYA |Bestenur ÖZTÜRK 10 KELİME 10 HİKAYE *Online Etkinlik MÜZİK Ateş Furkan AYDIN 1 ÖNERİ Zeki Can YILMAZ ŞİİR Sibel SAYYIDAN | Ecem GÖNAL | Onur Deniz AKAN SANDIK İÇİ MÜZİK Ecem KAYA ANKARA’DA 1 MEKAN Su ERTEN KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER Fanzin Komisyonu 2
EDEBİYAT
Katil // Deniz ALGAN
İnsanlık denen çukura düşen herkes medeniyeti ağzında çiğnemiş demektir. İnsanlık : hepimizin içinde olan duygulardır. Bu duygulardan öfkenin diğer duyguları ezmesi insanlığın en üst seviyesine ulaşmasıdır. Medeniyet : İnsanın içindeki öfke duygusunu kan ile boğmasıdır. Ancak ‘’ boğmak’’ kelimesi herkes için uygun olmayabilir. Bazı insanlar için ‘’tatmin’’ kelimesi daha uygun olacaktır. Bir insanın bu çukura düşmesi göbek kordonunun kesilmesi ile başlar. Yere çakılmanın çıkardığı ses ile uyanır insan. Ancak insan sürekli yükseğe bakar. Işığı gören herkes gibi çukurdan çıkmaya çalışır. Ancak çıkış yoktur. Zaten insanın ulaşmak istediği şey ışık değildir. Bilinmezlik... Sicim duygularını tatmin eden biriydi. Bense duygularımla savaşan biri. Sicim bir keresinde ‘’ Sicimin anlamı ip demektir. O gerekli dayanıklılığa gelince, düzenin itlerinin boş beyinlerinin bulunduğu başlarını bedeninden ayıracak. Ama senin gibiler kurtulacak. Neden biliyor musun ? Çünkü sen ve senin gibiler böyle bir sonu hak etmiyorsunuz da ondan.’’ Demişti. Sokaktaydık. Yolun dümdüz uzandığını ancak hiç kimsenin nereye gittiğini bilmediği hatta merak dahi etmediği o sokakta. Sokağın etrafında hiç ev yoktu. Sadece kuru otların oluşturduğu düzlükler vardı. Bir de çok uzakta duran fabrika. Sicimin sağ elinde demir bir sopa vardı. Sol eliyle ise sırtını elektrik direğine dayamış olan endişeli adamın boğazını tutmaktaydı. Adam titriyor, terliyordu. Terden yüzü parlamış ve saçları ıslanmıştı. Ben bu olaydan hem 3 metre hemde 3 ışık yılı uzaktaydım. Oysa ben istemedim dünyaya bu kadar uzak olmayı. Sicim birden boğazını sıktığı adama bağırmaya başladı. Ne demeye çalıştığını anlamıyordum. Elindeki sopa ile adama vurmaya başladı. Adam yere düştü Sicim durmadı. Adam artık hareket edemiyordu. Kustum. O güne kadar yediğim her şeyi kustum. Bir gece önce içtiğim rus votkası,biraz pizza, anne sütü, ve azcık azar. Bütün geçmişim asfalta dökülmüştü. Meryem ise eliyle gözlerini kaparmış ağlıyordu. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu sanki. Sesini yükseltti ve ‘’Buna daha ne kadar katlanabiliriz ?’’ dedi Meryem. Düşünmeye başladım. Madem bütün geçmişim asfaltın üstündeydi, düşünmek için bundan daha büyük bir fırsat olamazdı. Düşündüm ; En son ne zaman harekete geçmeye karar verdim ? Hayır! Ben hep yüzümü başka yöne çevirdim. Peki gözlerini sımsıkı kapatarak ne kadar kaçabilirim ki bu düzenden ? Kaçamadım...
3
Ecem KAYA
SANDIK İÇİ MÜZİK
Foucault, Cinselliğin Tarihinde der ki batıdaki cinsellik anlayışında önemli olan boyutlarken, doğu ülkelerinde önemli olan hazdır. Foucault’ya göre doğu için seks, ars eroticadır yani sanattır. Batı için ise scientia sexualisttir yani bilimdir. Bu sayıda, Foucault’ya itafen sevgiliye, özgürlüğe, duyguya ve sanata içten ve samimi yaklaşan bir doğu listesi yapayım dedim. Umarım beğenirsiniz. 1) Mohsen Namjoo- Nobahari 2) Souad Massi - Raoui 3) Khaled Mouzanar - Mreyte ya Mreyte 4) Emel Matlouthi – Naci en Palestine 5) Marjan Farsad – Khooneye Ma 6) Sari Galin- Hossei Alizadeh & Jivan Gasparyan 7) Figen Genç- Nazende Sevgilim
Çağıl Mert KURTOĞLU // Akut Farenjit
EDEBİYAT
Masalsı yaralara, Orta Doğu gerçeklerini sürdüğün günlerden bahsetmeyeceğim tabii. Bir yandan beyaz saçlar topluyordun, ucu kanlı izmaritlerime paralel, gençliğime paralel. Makarna yapıp doluyordun onları boynuma. Diğer yandan ucu keskin bir ıslık yükseliyordu sana doğru, saçlarına doğru. Yükseldikçe çığlıklaşan gökdelenler gibi. Ben kanadıkça sen dünyaya benziyordun. Bu son masumiyetin son yalnızlığı; yapış yapışken elleri sessizlikten, yorgunluğuma sebep damarlarıma sıkışan gözyaşımın ellerine dökülesi bir sonbaharı atlatacak fakat bu mevsim geçişini atlatamayacak olması, dünyanın da, senin de pek umurunda olmayacaktı. Olmadı da. Kaygan bir hüzündü yüzün, şimdi hatırlamıyorum. Kol saatim olsa, o da hatırlamazdı. Çünkü sert kapı kapanışlarını gerektirir gibi yaptı dünya. Çünkü ne bu kol, ne bu olmayan saat; yetişemiyordu bu uzaklığa, ışığa. Ve bu yüzden hep ‘var’ sanıyordum kendim ve bir takım şeyleri, dünyanın yanında. Hala sanıyorum. Yıllar geçtikçe biçimi değişti ‘kurtuluşun’. Yılları araya sokan ben, apaçık, ve neyse bu içimde bitiremediğim arayış, yoruldu. Çığlıklarımdan sarılsana bana dünya, onlar çok bırakılası. Artık deniz de ıslak.
4
FOTOGRAF
© Selçuk Mert YILMAZ
ŞİİR Oysa ki bu kaçıncı kaybedişim, Lakin ben hep senden oldum Ve bu son kalenin düşüşüyken Vuslat toprak altı Ben duman altı. Şimdi şehrin en uzak yerindeyken Sözlerim susmuşken Ama hala kelimelerime borcun varken, Ah’ım seneler kadar Vah’ım sen kadar. Oysaki bu kaçıncı kaybedişim, Lakin ben hep benden oldum Ve bu son zırhında düşüşüyken Yâr toprak altı Ben duman altı. Şimdi şehrin en karanlık yerindeyken Herkese bölünmüşken Ama hala canda canan olamamışken, Ah’ım seneler kadar Vah’ım sen kadar... 5
Sibel SAYYIDAN
Elif Can Gönenç // Mars’a Yolculuk
EDEBİYAT
Bu duruma geldiğimize inanamıyorum. Mars’a giden ilk insanlardan biri olma şansını yakalamışken, yaşadığımız kaza yüzünden Mars’ta ilk ölen insanlardan biri olacağım. Keşif gezisi için yola çıktığımız toplamda on kişiydik. Sorunsuz sayılabilecek bir yolculuğun ardından, Mars’a çok yakın bir noktada bu kazayı yaşadık. Mars’a zorunlu inişi başarmış olmama rağmen benim dışımdaki dokuz astronot hayatını kaybetti. Şu anda hayatta olmam da bir anlam ifade etmiyor. Çünkü oksijenim bir saat içinde tükenecek ve ben de öleceğim. Benim adım Sema. Bu keşif için Türkiye tarafından görevlendirilen astronotum. Bu kara kutu kaydını keşif robotlarından birinin bulup dünyaya ulaştırması umuduyla bırakıyorum. Dakikalarım tükeniyor ve ölümü gittikçe daha yakınımda hissediyorum. Aklım düşüncelerle dolu.Ölüm korkumu düşünüyorum. Hayatım boyunca ölmekten ve bir şeyleri yarım bırakmaktan korkmuştum. Bilirsiniz ölmeden önceki yapılacaklar listesinde yüzlerce eksikle ölmek herkes için korkutucudur. Ama artık böyle hissetmiyorum. Sanırım bir şeyin gerçekleşmesi kaçınılmaz olduğunda onu olgunlukla kabullenmekten başka çareniz kalmıyor. Ailemin Mars’ta ölmemi ve yaptıklarımı nasıl karşılayacaklarını düşünüyorum. Sonra kendi hislerime yoğunlaşıyorum. Dünya’da sevdiğim tek insanların ailem olduğunu fark ediyorum. Onları her şeyden çok seviyorum. Hayatınızın son dakikalarında süslü sözler anlamını yitiriyor ve sevginin önemini bir kez daha kavrıyorsunuz, sevgi kesinlikle en anlamlı duygu. Hatta daha önce üzerine hiç düşünmediğim ancak birçok insanın kafa yorduğu hayatın anlamının bile sevgi olduğunu iddia edebilirim. Sanırım bu insanlar içlerinde sevgi olmadığı için hayatın anlamını bulamadılar. Her şey bitip ölüm geldiğinde yanınızda yalnızca sevgi kalıyor ve bunu bilmek çok güzel. İntikam, korku, hırs, nefret şu an hepsi benden çok uzakta. Sevmek yerine bu duyguları yaşadığım için bir an pişman olacak gibi oluyorum ancak pişmanlığın da beni çoktan terk ettiğini fark ediyorum. Bütün kalbim sevgiyle dolu. Artık yaşadıklarımıza bile kızamıyorum. Sonuçta her şeyin mutlaka bir sebebi vardır. Hayatım boyunca insanların iyi olmaya çalışan kötüler olduklarına inandım. Şu an bu düşüncemden bile vazgeçiyorum. Sanırım herkes ölürken on saniyeliğine bile olsa iyi bir insana dönüşüyor. Etrafıma bakıyorum ancak çevremi değil yaşadığım mutlu anları görüyorum. Her an ölmenin güzel bir şey olduğuna karar verebilirim. Oksijen gittikçe azalıyor. Eğitimlerimizde düşük oksijen miktarının bizi delirtebileceği söylenmişti. Umarım bu başıma gelmez. Bir deli olarak ölmek istemiyorum. Benim ve diğer dokuz astronotun cesetlerini düşünüyorum. Muhtemelen çok sonra fark edilecekler ve kimse onları almaya gelmeyecek. Gerçi bu durum benim için pek önemli değil. Cesetlerimizi alıp almamaları öldükten sonra ne fark eder ki? Hem ben ölmek için harika bir yer seçtim. Şimdi gerçeklere gelecek olursak, Mars’ı seçtim diyorum çünkü gerçekten burada ölmeyi ben seçtim. İntiharımda benimle birlikte dokuz kişiyi öldürdüğüm ya da NASA’nın milyar dolarlık projesini patlattığım için pişman mıyım diye düşünüyorum. Ama dediğim gibi pişmanlık çoktan gitti. Evrene birileri tarafından izlenip izlenmeyeceğinden bile emin olmadığım bir intihar notu bırakıyorum. Bu arada intiharımla birlikte yok ettiğim Mars Keşfi projesi dünyanın son umuduydu. Zaten az zamanı olan dünyanın vakti yeni bir Mars Keşfi projesi hazırlamaya yetmeyecek. Dokuz kişiyi kendimle birlikte öldürdüğümü söylemiştim değil mi ah pardon dokuz milyar insanı kendimle birlikte öldürüyorum. Ancak kimse sevgisizlikten kavrulmuş bu gezegeni yok oluşa terk ettiğim için beni suçlayamaz. Ayrıca Dünya’nın sonunu getirmem için küçük bir kabloyu kesmem yetti. Bu hikâyedeki acımasız suçlu ben değilim, bütün insanlık. Ben Tanrı’nın Nuh Tufanıyla yapamadığını yapıyor ve insan denen varlığı evrenden siliyorum. Ben bu yok olan tarihteki en önemli kişiyim ancak hiçbir tarih kitabının bunu yazmaya vakti olmayacak. Tüm insanlıktan bir teşekkürü hak ettiğimi düşünüyorum ama geride bunu yapabilecek hiç kimse kalmayacak ve dediğim gibi ölmek için olabilecek en mükemmel yeri seçtim.
6
EDEBİYAT
Duman Yeşili // Ataman İÇER
fakat benliğim şimdi beni ansızın terk edebiliyor. Zaman zaman arayıp hatrımı sorsa da çoğu zaman kendisinden habersizim. Haberler daha çok hangi ünlünün hangi kıyafeti giydiğiyle ilgili olsa da güzel Türkçemizin küçük ünlü uyumuyla kelimenin Türkçe olup olmamasını anlamamız açısından bir tüyo vermesi dilimizin gücünü bir kez göstermiştir. Güç, belli bir kabiliyete sahip olma niteliği anlamına gelse dahi, anlamlar çoğu zaman kişisel olarak değişebiliyor. Burada izafiyet teorisi hakkında konuşup Einstein’a zeval getirmek istemem; ama kendinin Marilyn Monroe ile ilişkisi olduğu konusundaki dedikodular beni derinden yaraladı. Bugün 9 Mart 2017 ve seni seviyorum sana rağmen. Bana da yazıklar olsun bunu 99 dilde söyleyemiyorum. Gerçi anadilimde dahi birçok şeyi dile getiremediğim olmuştur. “Yazık”; Türk Dil Kurumu’na göre “herkesi üzebilecek şey” şeklinde tanımlansa da bana olan yazığın benden başkasını üzdüğünü düşünmüyorum, o halde yokum. Ohal ilan edilmesiyle başına buyruk hareket eden bir temsil gücüyle karşı karşıya kalsak da, kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmek canına kasıttan başka bir şey değil. Yeşil ışıkta da can verenler olduğu görülmüştür ve şirketimizin köklü geçmişi sizin de takdir edeceğiniz üzere sizi bu pozisyon için işe almamız mümkün gözükmemektedir. Pozisyon buz gibi penaltıyı gerektiriyor; ancak ohal’den etkilenen hakem, her yetkili kişinin dilediğince at koşturabileceğini zannederek sahayı hipodroma çevirdi. Yine de her şeyden öte beni o son sözlerin derinden yaraladı: Bunu ben de yazardım.. Şimdi bakıyorum da yazandan çok okuyan gibi duruyorsun. Yine de bunu bir sitem olarak algılama, zira sen hep duruyorsun. Durduğun yerde hiçbir şey yapmadan, sadece yapılanları senin de yapabileceğini iddia edip duruyorsun. Bu yazıyı da genç sanatçıları kırmamak için yazdım; ama yayınlanır mı bilmiyorum. Aziz milletimin her bireyi gibi ben de yumurta-kapı ikilisi hakkımı kullanarak, yumurtama süt, şeker, un ve yağı ekledim ve yediğim kek boğazıma durdu. Şimdi bu satırları boğaz manzaralı bir çay bahçesinde okuduğunu hayal edip “neler söylüyor bu deli saçması” dediğini duyar gibi oluyorum. Tüm bunlar yaşanırken ohal kapsamında Türk Dil Kurumu’na kayyum atanması gerekirken hükümetimiz Marilyn Monreo’nun başı açık gezmesinin günah oluşuna dem vuruyor ve muazzez benliğim seni
7
©Melis GAYRETLİ
Ateş Furkan AYDIN // Logan : Yaşlı Sansar’a Veda
SİNEMA
Bir süper kahraman filmi, salona vahşet ve metal pençeler için gelmiş seyirciyi tatmin edip aynı zamanda hüngür hüngür ağlatabilir mi? Ne ile karşı karşıya olduğumuzun farkında mıyız? Son X-Men ve ilk iki Wolverine filminde çuvallayan 20th Century Fox bu sefer turnayı gözünden vurdu. Filmin etkisinden çıkmak istemiyorum. Spoilerlar’dan sakınmadan Logan’dan bahsedeceğim, uyarıldınız. Hugh Jackman’a göre kendisinin karakeri son kez canlandırdığı (Deadpool 2?) bu üçüncü solo Wolverine filminde Logan yaşlı, her anlamda yorulmuş kendini sevgiden uzak tutmaya çalışan bir halde karşımıza çıkıyor. Yönetmen James Mangold’un karakter ve film için kafasında oluşturduğu vizyon etkileyici; renklerden ve umuttan arındırılmış bir dünyada neredeyse tamamen amacını kaybetmiş bir Logan’ın oldukça kişisel bir hikayesi bu. Film olgun, dramatik ve ciddi ama tam düzeyinde mizah kırıntıları da barındırıyor. Duygusal yoğunluğu ise insanı uzun süre avlayacak cinsten. Öte yandan Wolverine’i ilk defa R Rated bir filmde izleme şansı elde ettik ve film bu konuda kendini hiç sakınmıyor. Geçen yıl aynı şekilde Deadpool’u patlatan Fox, kan ve şiddeti sonuna kadar hak eden bir diğer karaktere de Rated R yaması yaptı ve bol bol uzuv koparan/parçalayan sonuç muhteşem, filmin aksiyonu üst düzey. Her ne kadar geçen yılın hayal kırıklığı X-Men: Apocalypse’de kayışı koparmış haliyle kısa süreliğine kendini göstermiş olsa da, benim uzun zamandır görmeyi beklediğim, yoluna çıkan her şeyi acımasızca deşen Wolverine bu filmde. Ancak işin asıl vurucu kısmı karakterler, asıl üçlümüz. Logan’dan yukarıda biraz bahsettim, yanında da kendisinin korumaya çalıştığı Prof. Xavier var. Aynı şekilde ve doğal olarak o da yaşlı ve yıpranmış durumda ancak Logan’ın tersine geleceğe dair ufak da olsa bir umudu ve amacı olması çok etkileyici. Profesörün ölümünden sonra ise Logan ile “kızı”, tehlikeli bücür Laura’nın birbirini umursamamaktan birbirleri için hayatını ortaya koymaya uzanan ilişkisine daha çok yoğunlaşıyoruz. Ne diyebilirim bilmiyorum; iki karakterin hem ayrı ayrı hem de birlikte geçirdikleri gelişim filmin asıl olayı; insanı en derinden etkiliyor, boğazını düğümlüyor. Zirve ise elbette ki Logan’ın ölümü. Evet, Wolverine bu filmde uzun zamandır aradığı huzuruna kavuşuyor ve ölüm anında Laura’yla arasında geçen diyalog en hafif ifadeyle kalp kırıcı. Beni asıl parçalayan şey ise Logan’ın küçük kıza verdiği “Asla olmanı istedikleri şey olma” tasviyesiydi. Hayatı boyunca kendisine verilen “vahşi hayvan” kimliğiyle mücadele eden biri için bundan daha değerli bir tavsiye olamaz. Logan çekilmiş en iyi süper kahraman filmlerinden biri fakat elbette ki bu filmi klasik anlamda bir “süper kahraman filmi” kategorisine sokmak da Logan’ı epey hafife almak olacaktır, zaten pek çok eleştirmen de Logan’ın aslında bir süper kahraman filmi olmadığını vurguluyor. Her şekilde, Wolverine’in vedası ancak bu kadar etkileyici olabilirdi ve böyle iz bırakan bir filme sahip olduğumuz için ne kadar mutlu olsak az.
8
10 KELİME 10 HİKAYE
İllüstrasyon : Melis GAYRETLİ Kadın güçtür, yapılamaz denenleri yapandır, yasaklara rağmen başarandır. Ben kadınım. Ece KIRALI Annedir, sevgilidir, şefkattir, aşktır,çiçektir, umuttur, gelecektir yani hayattır kadın. Su ERTEN Kadın, içinde dünyayı barındıran, yeşertendir. Ayça GÜRELİK Gelecek, kadının güzelliği ile yeşerttiği; sonu tahmin edilemeyen bir arazidir. Zeki Can YILMAZ Kadın zarafetiyle gülümsüyordu, gülümsemesiyle yağmuru yağdırıp gökkuşağını sermişti kalbimizin derinliklerine. Simay AKDAĞ Kadın kendi eliyle ve emeğiyle kendini yeşerten bir düşünce bahçesidir. Ozan ÇİÇEK Kadının kendi bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerle renklendirdiği iç dünyası, onun güzelliğidir. Aysu GÜRMAN ‘‘Kadın, kötü bi’ alışkanlık gibi kadın. Saçı falan var böyle, uzun. Bu şarkı tutmaz öyle, mesela çivilemek lazım. Saat sabah beş buçuk, müsadenle Rock N Roll... Kadın, kadın, ne desem yavan, ne desem yarım. ‘‘
9
Kadın- Halimden Konan Anlar
Ateş Furkan AYDIN // Hybrid Theory
MÜZİK
Hikaye şu; 2000 yılında altı tane ABD’li adam, dünyaya bir 37 dakika saldı. 37 dakika; pek de uzun olmayan, bir müzik albümü için bile kısa sayılabilecek bir süre zarfı. Ancak bu altı adam o süreye öyle şeyler sıkıştırdı ki ne kendi hayatları, ne de bizim hayatımız aynı kaldı. Hazır Linkin Park’ın yeni albümünden ilk (ve epey kötü) single’ı da yayımlanmışken, ama daha çok bu albümden sebepsiz yere bahsetmek istediğimden, geçmişin görkemli LP günlerine dönelim dedim. Hybrid Theory, Linkin Park’ın yeni milenyumun hemen başında insanlığa hediye ettiği ilk albümü ve Türk müzik yazarı Sadi Tirak’ın da (bir yerde) belirttiği gibi, ilk albümünü çıkartan bir grubu anında dünyanın zirvesine fırlatan son büyük rock olayı. Abartma yok, en başta pek çok şirket tarafından reddedilmiş olmasına ve dünya ötesi şarkı In The End yayınlanana kadar patlama yapmamasına rağmen albüm şu ana kadar Amerika’da 10, dünyada ise 27 milyonun üzerinde satmış durumda ve bir Grammy’si (Crawling) var. Hala 21. yüzyılın en çok satan çıkış albümü. Özellikle dönemim genç nesli üzerindeki etkisinin ise haddi hesabı yok; hala günümüzün taze grupları ilk LP albümünün kendilerine verdiği ilhamdan bahsediyorlar. Bense ne yazık ki Hybrid Theory dünyayı fethederken henüz sümüğümü emiyordum ama benliğimi albümün 10 şarkısına teslim etmem için çok da beklemem gerekmedi. Düşünün ki bir albümün ilk üç şarkısı Papercut, One Step Closer ve With You olsun. Bu acımasızlıktır, dinleyiciyi düşünmemektir. Hybrid Theory; gaz gitar riffler’i, hırçın Chester vokallerinin Mike’ın rap dizeleriyle olan enfes işbirliği, bağıra çağıra söylenecek vokal melodileriyle bir enerji patlaması olmasının yanında yalın, basit, dolaysız fakat duygu yüklü sözleriyle de insanlarla anında iletişim kurabildi. Her şeyin üstünde ise elbette ki bestelerin harikalığı yatıyor. Hepsi üç küsür dakika, vurucu ve insafsızca yakalayıcı besteler hala arasıra kendilerini hatırlatıyorlar. Gelişine bir şarkıdan birkaç saniye duymak bile 37 dakikayı en baştan yaşamak için yeterli istek doğuruyor. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Rock/Metal camiasında hatrı sayılır bir muhafazakar, yeniliğe kapalı, “saf” metal savunucus bir kitle var ve bu kitle, Linkin Park’ın ani çıkışına eve köylü gelin almış soylu aile tepkisi verdiler. LP’nin yeni rap/rock formülü onlar için “kirli”ydi ve grubun ergence ve duygusal sözlerini kendiyle özdeşleştiren LP hayranlarıyla epey dalga geçtiler. Nihayetinde nu-metal ve rap/rock soldu gitti, Linkin Park eski görkeminde değil ancak iyi müzik her zaman kalıcıdır. In The End ve A Place for My Head her zaman kalıcıdır. İyi müzik kalıp veya sınır dinlemez, zamanı yener. Linkin Park ilk albüm sonrası Meteora ile aynı yoldan devam edip sonra çok farklı müzikal kulvarlarda kendini denese de, ilk albümün reddedilemez mirası kendini yeni jenerasyonlarda da kutlatmaya devam edecek. 10
ŞİİR
Onur Deniz AKAN
I Hatırlar mısın bilmem? Haziranda bir cumartesi sabahı Parkta yürürken duymuştum sesini ilk. Sen, güzel bir bülbül gibi, Bense, alaca karanlıktan kalma bir Karga… “Ne güzel!” demiştim. Dünya ne güzel olmalı… Çimler, güneş, ağaçlar, müzik, Sen… Bir anlamı olmalı demiştim bu anın, Bir anlamı olmalı… Senin yoluna, Benim yoluma gideceğimi, Hiç düşünmemiştim sanki. Yine de, kimsenin görmediği bir taşın altına, “Hoşça kal” yazıp bırakmıştım senin için.
İLLÜSTRASYON
© Mina İNAL
11
II Nedense içim bir boşlukta. Koşarcasına kaçıyor kendinden. Yalnızlık… Yılların zımpara taşı. Kim bilir hangi kayaları yonttu, Bir o yana, bir bu yana. Aşk… Beni hep avlanırken avlayan, Her seferinde kafama vuran, Burnumu sürten tokmaklı Cevriye. Ya o bitmek bilmeyen kahve falları, Hep aynı dilekle kapanan fincanlar, Heyecanla beklenen kısmet. Hayat bir cümbüş olmalı! Derin soluklu bir atlayış! Tanımak isteyip, tanışamadığın insanlar, Nereye kadar dayanacaksın? Son damla ne olacak? Nasıl çıkaracaksın kafanı Gömdüğün o kumdan şatodan? Daha kaç tane hayal kırıklığı Kaldırabilirsin ki? Salakça değil mi yok yere Anlam vermek… Dakikalara, yaşantılara, yalnızlığa… Sana bir yol lazım arkadaş! Bir de yanına yoldaş.
© İdil Jeyan ATALAY
Ecem GÖNAL // Şizofreni
ŞİİR
Bir kadının çığlıkları yükseliyor şehrin asfaltından, egzoza bulanmış gökyüzüne doğru. Çünkü bir adam dans etti gözlerini kapatıp, salıncakta sallandığını hayal ederek, Salıncağın olmayışına aldırmadan. Nedensiz ve ısrarcı göz temasları tek bir kelimenin boyundurluğu altına girdi sığınabileceği en güçlü anlama sığınıp. Silkeledin beni. Göğüs kafesimden, kasıklarıma doğru bastırdığım içsel dürtülere bir dokunuşla can verebileceğini düşünmüştüm hep. Sonra seni yalanlamak için, sensizliği kabullenmek için ağzımın kenarıyla sırıtmıştım aynada kendime. Bakışlarımda, zoraki komediyi barındıran kahkaha efekti. Göğüs kafesimden, kasıklarıma doğru bastırdığım içsel dürtülere bir dokunuşla can verdin. Şimdiye dek, seni her düşündüğümde alev almadan küllerim süzülürdü yere istisnasız. Nasıl bir parodiyse şimdiye kadar sığındığım senli denklem ...inançlarımı yerden yere vurdum ben o gece. Üstelik nabzımın sesini duymandan korktum. Kalp krizlerim, duygusal kanamalarım, nefesimin kesilmesi, anlamsız parkinson başlangıcım Bayağı hafife almışım seni. Sanırım, kronik bir şizofreniden sesleniyorum sana. Gözlerimi kapatıp açtığımda bana alelade gülen bir sen daha görmek istemiyorum karşımda Çünkü ben bu şehri tüketmeye çalışırken on bir defa tükendim. On biri senden, sonuncu da sana ait olsun istemem Sana dair ettiğim bütün yeminleri bir güvercin kanadına tutuşturup tanrıya yollamak isterdim, sonsuzluğa kavuşsunlar/ bir daha geri dönmesinler diye. -tanrı aldığını geri vermezİsterdim. Güvercinin kanadına tutuşturdum, güzel. Nereye gideceklerini bilmeden uçar, yine odamın buğulu penceresine çarparlar muhtemelen. Tanrı yok, bağlanmak yok E sen de yoktun Seni yok etmek uğruna dişlerimi sıka sıka yazdıklarımı bir ben bilirim bir de.. Göz kapaklarımdan tut, ilk kez kendime doğru söyledim. Ve Uyumak İstemiyorum.
12
EDEBİYAT
Deniz DEMİRBAŞ
Gittiğim yerler sensizken daha güzel geliyor bu aralar bana. Aradığım sevgiyi başka yerlerde arıyorum ve gerçekten sevgimi hakkedecek birilerini bulmaya çalışıyorum. Burada olmakla yanında olmanın farkını ise hala anlayamadım, çünkü aramızdaki mesafeler somuta dökülmekten başka bir hale gelmedi. Oysaki gittiğim yerlerden sana dönmek için senden bir işaret beklerdim bugüne kadar ama yok artık, bunların hepsinin bittiği bir gün bu. Burada özgür sevmek istiyorum, kimsede esir kalmadan veya kimsenin oyuncağı olmadan. Sahiden, sen neden özgürce sevdirmedin kendini? Tabii sevgi nedir bilmezdin sen, vaktinin çoğunu boş işlerle geçirip dünyadan alacağın zevkleri tadamazdın. Sevmekten kaçardın günler boyu. Şimdi sana sesleniyorum buradan, artık ben yokum, gerçekten yokum bu sefer. Gittiğim yapmacıktan yolculuklar gibi değil bu. Ben artık senin için yokum, alıyorum kendimi senden. Ama belki bir gün bir şiir mısrasının virgülünde duraksarız ve yine bakarım sana doyasıya, fakat ne yazık ki kadın, sen şiirden anlamazsın; neresinde durulacak, neresinde beklenecek bilmeden okursun dizeleri, tıpkı beni okuduğun gibi. Eğer anlasaydın beni ve şiirleri, en güzel şiirleri yazmaya geldiğimi de anlardın saçlarında. Keşke yalnız bunun için sevseydin beni. Unutulmuş ve içimde yok saydığım duygularıma yolculuk yapmak istiyorum. Kalbimin eskimiş, çürümüş köprülerini aşıp meydana inmeyi ve orada bulduğum sana bakmak, yaptığın esere bir daha bakmak istiyorum. Çok oldu seni gömeli oraya, yarattığın harabeye mahkum ettim seni. Sana yeminimdir çıkartmam seni oradan. Yalvarsan bile günlerce, aylarca kalacaksın orada. Oraları gezmen için vakit vereceğim sana. (adresleri sana bir mektupla yollarım.) Çok güzel müzikler dinleyeceksin benim seni hep bulduğum. Resim sergilerine gideceksin gülüşünü çizdiğim. Daha da önemlisi, kendini bambaşka bulacaksın bende, olduğunu sandığından çok farklı. Kusurların yok orada, zaman yok, yaşlanmazsın, gülüşün değişmeyecek. Kırışıklıklar vurmayacak o mahzun yüzüne. Anlamlar yükleyeceğim baktığın her köşeye ki yüzüne bakıp söyleyemediklerimi anla diye. Sana isyan ederler orada, alınma, kırılma. Yemin ederim isteyerek olmuyor. Yangınlar çıkacak, ne olur affet. Depremler olacak, seller olacak çünkü ben çabuk kırılırım, ama geçer bu benim hayata karşı verdiğim, süregelen kavgalarım. Tam anlaşırız ve ben indiririm gardımı, o hemen çeker kılıcını. Hep zamanını kollar. Sen de hayatın bir oyunusun bana; ben indirdim gardımı ve sen güldün bana milyonlarca kılıca bedel. Hiç böyle yapmamıştı, sandığımdan acımasız bu hayat. Ben bir bir anlam yüklerken her şeye, sana, kendime, bize; hayat yine yıkmıştı bizi ansızın. Ne gardım, ne nefretim, ne de sevgim yetmezdi bu düş kırıklığını anlatmaya. Bilmezdim umudun insanı yeniden dirilteceğini ya da dirilme rolüme devam edeceğimi. Bu umut hep onun suçu. Bu yüzden onun gözlerine derin anlamlar yükledim ama bu kadarı da fazla değil mi? Hayır değil. Peki güldüğünde neden küçülüyor o gözleri? Bu da mı yasal? Haklısın, bu olmamış. Olan oldu artık, hep senin yüzünden. Ben meraklıyım biliyorsun, dayanamam yeni şeylere. Biliyordun bal gibi de ineceğime gözlerindeki derinliğe. Ah güzelim, hiç haberi yok o bende esirken benim onun gözlerinde neler yaşadığımdan. Şimdiye kadar hiç yardım istemedim senden biliyorsun, biliyorum. Ama bu bana fazla; ne o bende esir kalsın, ne ben onda. Çok şey istiyorsun benden be evladım. Çok karanlık ve derin buralar, ben korkarım karanlıklardan, hem merak ederim hem korkarım. Ben bi’ arkadaşa bakıp çıkacaktım hem, bu da mı olmadı? Peki o zaman, bir yol göster, bu da mı çok? Kaybolmayı sevmem ben bilirsin. Kaybolunca ağlarım ben. Ağlamak istemiyorum. Sen bunu mu istiyorsun, ağlayayım mı? Hayır ama— aması falan yok artık, yeter bu oyunun, sabrımı zorladın! O beni bu kadar karanlıkta bırakırken ben onu en güzel yerlerimde saklıyorum, bu yaşadığım en büyük haksızlık. Benim verdiğim sevginin çeyreği bile yok. Bırak çeyreğini, sevgiden eser yok. Bu kadar karanlıkta bırakır mı yoksa? Ben bırakmazdım. Ben ona güneşi getirdim. Bir mumun silik ışığına bile razıyken karanlıkta bırakıyor beni. Yoksa ona söylemedin mi karanlıktan korktuğumu? Belki bilse açar ışıklarını... Tamam biliyorum, açsaydı şimdiye kadar açardı, ama belki bir sıkıntı olmuştur. Türkiye’de yaşıyoruz, altyapıda çok fazla sıkıntı var. Senin hala umudun mu var? Umuttan fazlası var; adını bilmediğim, iyi şeyler olacağına dair bir duygum var. Senin acilen oradan çıkman lazım. Neden, sen istemiyor muydun burada kalmamı? Hayır, bu kadarı da fazla ama artık bende bi’ şey yapamıyorum çocuğum, sen ona aitsin. Ben ayarlarım senin için başka bir yollar, olmaz mı? Şu an olmaz, olamaz, korkuyorum; lakin merakımı giderecek cevapları bulamıyorum, yaptığı onca şeyi anlamlandıramıyorum. Aydınlığı seven birinin hareketleri değildi bunlar. Bu bir tür büyüydü o zaman, karanlığı aydınlık gösteren. Hayır, içinde aydınlık olmalı ama nerede? Uzun zaman oldu aramaya çıkalı. Zaten bu merakım olmasa kaybolmazdım. Ne vardı sanki karanlığı görünce dönüp çıksan? İlla zorlayacaksın şansını. Evet zorladın, böyle kaybolursun işte, sana bir daha ölsem yardım etmem. Canıma tak etti yaptıkların. Sorumsuz ve laçkasın. Bilmediğin yollara girilmeyeceğini öğretmediler mi sana? Azarlaman bittiyse ben yoluma devam etmek istiyorum sessiz sedasız.
13
Ecem KAYA // Günübirlik Günce
EDEBİYAT
“Canım insanlar sonunda bana bunu da yaptınız” diyerek Oğuz Atay gibi başlıyorum günlüğüme. Günüm bitti, Günüm çok. Ömrüm bundan fazlası olmalıydı. Ama bir kelebek naifliğinde bir güne sığdırdım. Önceleri yazmak, garip gelirdi utanırdım yaptıklarımdan. Çünkü insanlar ne derdi? Ne derdi vardı? Ne derdim vardı? Derdime, insanlar ne derdi? Şimdilerde ise insanların okumayacağından yenice emin olduğum üç beş müsvetteyi karalamak, rahatlatıcı, sakinleştirici ve ne bileyim biraz yatıştırıcı geliyor. Yatışmak dedim diye beni öfkeli sanmayın. Ben kibrime yenik düştüm. Beni kibirleriyle altüst ettiler. Bu menfur olayın en derinine inmek lazım… Hâkim Bey, şikâyetçiyim. Şikâyetçiyim tanrıdan. Beni bu kadar kibirli yaratan o. Dünyayı bu kadar kibre boğan o. Kibir… 7 günahın içinde en afili olanı. Tanrı, tüm melekleri insana secde etmeye zorladığında, o gün şeytanı var eden o gurur aslında. Her şeyden habersiz şeytanı dinlediler diye dünyaya düşmüş iki beşerle başlamadı mı dünya? Dünya’yı var eden şeytansa, şeytanı var eden kibirdir ve kibir bütün günahların en hoş görülenidir aslında. En çok işleneni, en çok görmezden gelineni… Ve kabul edelim ki Hâkim Bey tanrı bizi topraktan değil, kibirden yarattı. İtiraz ediyorum, Hâkim Bey! Ben kimseyi Ankara Savaşı’nı bilmiyor diye suçlamadım. Önceleri vardı böyle yermelerim ama konumuz bu değil. Öylesine silik ve görünmez yarattı ki beni. Sanki hiç var olmamıştım, ama öyle bir kibirliydim ki varoluşumu en derinden yalnızca ben hissediyordum. Sanki şeytanın ta kendi bendim ya da nefesini ensemde hissedecek kadar yakın... Kimsenin nefret etmeye bile tenezzül etmediği bana öyle bir kendini beğenmişlik vermişti ki herkese hakaret etme imtiyazını kendimde buluyordum. Biz Ruslar, doğuştan bu kadar gururlu oluruz aslında. Sadece Rus olduğum için bile tanrıdan şikâyetçi olabilirdim ama konumuz Büyük Rusya Çarlığı hiç değil. Hayır, hâkim bey, okumamışlığın cahilliği değil bu. Ben pazarlamaya çalıştıkları insanlar olmadıklarını yüzlerine vurduğum için dışlandım. Varlığın içinde yalnızlık çektiklerini haykırdığımda kenara ayrıldım. Ben olmadıkları insanlar olmaya çalışırken kıvrılan omurgalarını düzeltirken kırıldım. Artık konuşmuyorum Hâkim Bey. Senle de konuşmayacağım. Her birimiz ayrı birer bataklığız. Her birimiz kendi içimizde batıyoruz. Ne başkasını çekip çıkarmaya gücümüz var ne de kendi bataklığımızda debelenmeye. Sessizliğimiz, yeni erdemimiz hâkim bey. Ona iyi bak. Artık tanrıdan da şikâyetçi değilim. Günüm çoktu, günüm bitti, tanrı öldü Hâkim Bey.
Zeki Can YILMAZ
1 ÖNERİ
Bugün size çok büyük bir sır vereceğim... Hani bazı şarkılar vardır, onları sadece çok az bir kesim bilir ve o kesim o şarkının çok kişi tarafından dinlenmesini istemez. Benim de size önereceğim şarkıda kendimi bu az kesimden sayıyorum, bir şarkıyı bir yerden gelmeyip sadece bilenlerin dinleyebilmesi çok güzel bir his tabi ve sizinle paylaşmak istedim. Şarkı: Kuytu-Ada İlk albümleri ‘Düş İçime’ ile 2015’te çıkış yapan, tüm şarkılarının sözleri ve müziği solistleri Denizer Özveren’e olan grup müzik piyasasına da o zaman girmiştir, her şarkısı ayrı güzel ama benim favorim ‘Ada’ şarkısı. Şarkının sözleri ve müziğin uyumu o kadar iyi ki; şarkıyı dinlerken gitarın klavyesindeymiş gibi hayal ediyorsunuz kendinizi. Hatta müzikle içli dışlı olanlar için şöyle bir not düşmek istiyorum bir Aeolian ve Locrian bu kadar zengin kullanılamazdı. Benim için uzun zamandır ilk defa bu kadar bağımlılık yapan şarkıyı umarım siz de beğenirsiniz… Özetle; 1 öneri: Kuytu – Ada
14
FOTOĞRAF
Roma // ©Bestenur ÖZTÜRK
Doku // © Sena KOCAKAYA
©Bilgesu ŞEN
© Peyman JAFERİ
EDEBİYAT
İzmir, Kemeraltı // Müge GÜREŞ
Saat: 08.30. Gün başlıyor. Kemeraltı esnafı kepenklerini kaldırmaya çoktan başlamış. O çok bilinen meydan bomboş henüz. Ortada birkaç kişi var dolaşan, bir de gevrek, boyoz satanlar… Onların da henüz ağzına kadar dolu arabaları, belli ki şehir daha kahvaltıya uyanamadı. Vapur sesi duyuluyor uzaklardan, gittikçe yaklaşıyor. Vapurla birlikte ilk kalabalık da yaklaşıyor. Kalabalık geldiği andan itibaren ceplerinden bir şeyler çıkarıp buradaki insanlarla paylaşıyor. Kimi çantasından bir şey veriyor ve çantasına bir başka şey koyuyor. Kimi çantasından verdikleri karşılığında ellerini paketlerle dolduruyor. Kimi bir boyoz, kimi bir su, kimi bir pantolon, kimi bir kahve, kimi içten bir gülümseme, kimi ufak bir selam… Alınıyor, veriliyor… Herkes herkese dokunuyor. Herkes herkesten bir şey öğreniyor. Kimi bir gazete manşeti, kimi bir yol tarifi, kimi bir saç modeli, çoğuysa birlikte yaşamanın ne demek olduğunu öğreniyor. Saat: 12.00. Günün tam içindeyiz. Öyle sıcak, öyle nefis… Herkes kendi derdinde bu saatlerde, herkes çok meşgul… Karın doyurmak, mağazadan istediğini almak, pazarlık yapmak, Saat Kulesinin önünde fotoğraf çektirmek (ki kalabalık yüzünden en zoru bu olsa gerek)… Tıklım tıklım sokaklarda boş bir yer bulmak mümkün değil. Kızlarağası Hanı’na girmek çok zor. Önünde toplanan kalabalık, bir müzik grubunu izliyor. Macun satan amcanın keyfi yerinde... Kahve getiren garsonlar belki biraz şikayetçi… Herkes yorgunluğunu bir kahve eşliğinde atmak istiyor. Satıcıların sesleri, neşeyle oynayan çocuklar, pazarlarda balık ve meyve kokuları, tezgahlarda paketlerden yeni açılmış giysiler, Arnavut kaldırımı ve ışıldayan bir Cumartesi güneşi… Kemeraltı çok mutlu. Saat: 18.30. Kemeraltı kepenkleri indirmek üzere. Güneş batmadan vapurda olmalıyız. Güneş batarken dilek tutmalıyız çünkü. Güneşin battığı yön mora çalıyor. Bostanlı vapuru hareket ediyor. İnsanlar keyifli. Aheste esen rüzgar güzel haberler getiriyor. Denizden esiyor, batıdan geliyor, güneşin battığı yerden geliyor. Yani diyor ki; korkmayın, önümüz güneşli, önümüz aydınlık, yarından geliyorum her şey güzel olacak, mora boyadım buraları, çünkü yarın hava güzel olacak. Mart tüm coşkusuyla geliyor, baharı getiriyor. Ve çok yakınlarda bir yerde, İzmir’in dağlarında çiçekler açıyor…
15
Okan AYBEK // Okuyucu İçin Aziz NE’SİN?
EDEBIYAT
Gülmece hikayeleriyle beni şaşırtan Aziz Nesin bana bir ilham olmakla kalmıyor, düşündürüyor. Aslında hepimiz için geçerli, değil mi yoksa? Sanat tutkusundan ziyade ideolojik yaklaşımları insana “işte bu” dedirtir Aziz Nesin için. Yazdığı sürülerce kitap, kurduğu vakıf... Modern edebiyatımızda böylesine önemli bir yere sahip bir yazarın değerinin bilinmemesi; üstüne üstlük adını duyunca “hö?” diyenler de eklenince vahim durum gözüme çarpa çarpa beni kahrediyor, onun ise kemiklerini sızlatıyor. Hikayeleri güldürme, düşündürme dışında klasik Türk halkının yaşantısını, bakış açılarını, saçmalıklarını ve türlü türlü saflıklarla dolu ömürlerini anlatıyor. Ha bir de bazı çakalları. öyle ya bi’ zamanların yani 20. yüzyılın insanını bize gösteriyor, yazıyor(du). Büyük mizahcı. işte aziz nesin’in “film hamdi” kitabından “yepetaş” hikayesinden birkaç kesit: - “uzun zaman işsiz güçsüz gezdikten sonra, bigün köprü üstünde giderken, intiharın cesaret mi, yoksa korkaklık mı olduğunu kendi kendime ve yüksek sesle tartışıyordum. biri koluma yapıştı. -çıldırdın mı nuri? okul arkadaşımı tanıdım. adını birden hatırlayamadım. -bilmem, belki de çıldırmışımdır, farkında değilim......” - “-burada ne satıyorsun? -hiç!.. -nasıl hiç? -basbayağı hiç. şu koskoca mağazaya bak. bir şey görüyor musun? gerçekten koca mağazada birkaç büyük saksıda palmiye ve geniş yapraklı süs bitkilerinden başka bir şey yoktu.....” - “-fiyatını hiç sormayın. insan söylemeye utanıyor. öyle namussuz, cibiliyetsiz bir pezevenk ki.. anasının nikahını ister. yüz liradan aşağı vermez hergele... aşağlılık, namussuz, karaborsacının biri, milleti soyup soğana çeviriyor. allah belasını versin!.. köylüler yüz lirayı verdiler. ben hala sayıp döküyordum: -tıynetsiz dürzü... yüz liraya vantilatör kayışı olur mu?.....” Onu anlamak veya yaşatmak için ne yazdığını okumak en iyi yol. Sosyal medyada 25 yıl önce ne dediğini paylaşmak hiçbirimize bir şey katamaz zira bu yol onun imajını da zedelemekte. Sadece hakikat içerikli eleştirilerini paylaşmak onun gerçekte toplumdan uzak, yaban biri olduğu izlenimini istemsizce oluşturmakta. Oysa kitaplarındaki sert kritikli toplum portreleri bize her şeyi çok iyi açıklıyor ve aslında nasıl bir insanın bir kalemle bir toplumun fotoğrafını bu kadar iyi çektiğini anlıyoruz.
16
ANKARA’DA 1 MEKAN
Su ERTEN
Koala Coffe Shop / Tunalı
Güzel üniversitemin güzel insanları! Merhaba :) Yakın zamanlarda rastladığım ve uğramak istediğim bir üçüncü dalga kahveciye gittim bu ay. Rotamızı çok sevdiğim Tunalı’ya çevirelim. :) Hep olur ya hayatta, yolun üstünde bir yer olur lakin bir türlü onu ve güzelliğini farkedemeyiz, hah işte tam öyle bir yer. Çok rahatlıkla bulup oturabileceğiniz ama muhtemelen farketmediğiniz bir yer. Küçücük ve sıcacık bir yer. Her üçüncü dalga kahvecide olduğu gibi bir sürü kahve çeşidi var. Denemediyseniz demleme kahveleri de şiddetle öneriyorum :) Günlük taze kekleri, tatlılarıyla hem atıştırabileceğiniz hem de çok lezzetli taptaze kahveler tadabileceğiniz bir mekan burası. Dükkanın önüne de sandalye masalar koymuşlar, tam saatler geçirmelik. Bu arada özellikle sorduğum bir konuyu da sizinle paylaşayım. Şayet evcil hayvanınız varsa, rahatça gelip oturabilirsiniz. Buranın sahipleri seve seve hayvanları kabul ediyormuş. Sevmek isterseniz de simsiyah muazzam bir kedisi var bu şirin dükkanın. Hazır havalar ısındı, ya kitaplarınızla ya da dostlarınızı alın mutlak uğrayın Umarım güzel anılar biriktirip, mutlu ve huzurlu vakit geçirirsiniz.. :)
17
© Su ERTEN
KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER
Neler Yaptık? KARA fanzin
KARA fanzin
ARALIK2016 // NO.2
KARA fanzin
subat2017 // NO.3
KARA fanzin
mart2017 // NO.4
KASIM2016 // NO.1
*Online etkinlik olarak açtığımız ve gönderdiğimiz görsel üzerinden üyelerimizin 10 kelimelik hikayeler yazdığı ‘‘10 Kelime 10 Hikaye’’ fanzinimizde yer aldı. * Dönemin ilk etkinliği : Tolstoy ve Anna! 24 Şubat akşamı kontenjanımızı jetgiller hızıyla dolduran arkadaşlarımızla birlikte merakla beklediğimiz bu oyunu izledik.
Mart Etkinlikleri Neler? *TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu renkler maratonu başlıyor! Her ay bir ana rengi konsept olarak belirlediğimiz workshop maratonumuz için hazırlanıyoruz. İlk konseptimiz : KIRMIZI Bu konsepte uygun festival filmi gösterimleri ve hemen ardından gelen kısa film workshopları ile sizlerle buluşuyor olacağız, takipte kalın !
* KaraFanzin yazarları + okuyucuları ile buluşuyor!
24 Mart Cuma günü utanmaca sıkılmaca olmadan fanzin üzerine konuşuyor olacağız. Gelin tanışalım, detaylar en kısa sürede sosyal medya hesaplarımızda olacak. 18
Üret & Paylaş Platformu Ürettiğiniz & Paylaşmak istediğiniz içeriği bize gönderin:
tedukultursanat@gmail.com