Kara Fanzin no.5

Page 1

KARA fanzin

NISAN2017 // NO.5


BİZ KİMİZ?

ÜRET & PAYLAŞ mottosu ile 2012 yılında TEDÜ’ye farklı bir renk olalım diye Kültür Sanat Topluluğu’nu oluşturduk. 2016 yılına kadar birlikte gezdik tozduk, sergiler açtık, çeşitli sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptık, etkinlikler

düzenledik

ve

aşırı

eğlenip

aşırı

doyurduk

ruhumuzu.

Fark ettik ki bunlar bize yetmemeye başladı ve yaptıklarımızı, deneyimlediklerimizi paylaşmak istedik. 2016 yılının başlarında üret-paylaş platformunu kurduk ve 2016 yılının Kasım ayında bu platformundan beslenen

Kara Fanzin’i yayın hayatına başlattık.

Ecem KAYA

Su ERTEN

1

Zeki Can YILMAZ

Onur Deniz AKAN

Melis Özge GAYRETLİ

Ateş Furkan AYDIN

Aysu GÜRMAN

Zeynep ÇAKIR

Deniz ALGAN

Bora AKPINAR

Dizgi - Grafik Tasarım : Melis Özge GAYRETLİ Kapak Fotoğrafı : Melis Özge GAYRETLİ / İstanbul , 2015


İÇERİK EDEBİYAT

Feyza ASALIOĞLU | Canan ASLAN | Ataman İÇER Zeynep ÇAKIR | Deniz ALGAN | Okan AYBEK Aysu GÜRMAN | İrem ARIKAN | Sema YAPRAK Eren ALP | Ateş Furkan AYDIN | Ecem KAYA

İLLÜSTRASYON & GRAFİK

Didem ÖDEMİŞ | İdil Jeyan ATALAY | Melis GAYRETLİ

FOTOĞRAF

Çağıl Mert KURTOĞLU | Sena KOCAKAYA | Zeynep ÇAKIR

10 KELİME 10 HİKAYE

*Online Etkinlik | Moderatör: Aysu GÜRMAN

1 ÖNERİ

Zeki Can YILMAZ

ŞİİR

Sibel SAYYIDAN | Ecem GÖNAL | Onur Deniz AKAN

ANKARA’DA 1 MEKAN Su ERTEN

KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER

Fanzin Komisyonu

2


EDEBİYAT

Dış Gündemi // Ataman İÇER

üstelik bu durum daha da düşündürücüydü. Doksanlardan sonra yeşilçamdan iyice kopan Türk sineması, toplumsal gerçekçiliğe yakınsamıştı. Bu kopma edebiyatta da kendini göstermiş; ancak daha sonra sanatta varoluşçuluğa yaklaşma bizim de yokoluşumuz tarihlerine denk geldi. Çektiğimiz Fransız tipi varoluş sancıları sıkıntılı bir gebelik yaşamamıza sebep olmuş, beraberinde gelen baş dönmesi ve kusma halleriyle ve duyguların akraba olması münasebeti yeni doğan duyguların da sakat dünyaya gelmesine aracılık etti. Çektiğimiz acılar bünyemize yetmemiş, Stockholm Sendromu gibisinden rehin olduğumuz acılarımızla rehin-tutsak ilişkisinden ziyade aşık-maşuk ilişkisi yaşar hâle gelmiş, Mecnun misali tanrıya daha fazla acı vermesi için dua eder olmuştuk. “Vay yine mi keder; ama artık yeter” diyen Sezen’e inat, “ben sana küsüm aslında haberin yok” diyen Sezen’i özümseyip, küskünlüğümüzü dahi kendimizce yaşamaya meylediyoruz. Tam burada küstüm çiçeği’nden bahsetmenin sırası bence. Küstüm çiçeği; mimozagillerden bir tür olup, elle dokununca yapraklarını toplayarak içine çekilir. Sadece dokunmak, sevmek istemiş olsak dahi, o, kendisine zarar vereceğini düşünüp içine kapanıyor. Tıpkı geçen sefer bana uzanan yardım elini menfaat var düşüncesiyle geri itmiş olmam gibi. Düşünce deyince aklıma düşünce suçluları geldi. Düşünmenin de yasalarca bir sınırı var. Yiyebileceklerin, giyebileceklerin, gidebileceklerin de sınırlar çerçevesinde iken “bu sınırları ben seçmedim ki” diyorduk ki yeni sınırlamaların gelmesini ister miyim diye bir referandumla karşı karşıya geldim. - Madem ki bu kerre mağlubuz netsek, neylesek zaid, demiş büyüğümüz. Bu da bir Rus tipi varoluş sancısı mıdır bilmem. Ruslar, Oblomovluk’larıyla meşhur olsa da Katerina’nın Baltacı’yı ayartmasından da anlayacağımız üzere az çalışarak çok iş yapabilmenin sırrını kendilerinde saklıyorlar. Enver Paşa bunlara nasıl yanaşabildi onu da pek çözebilmiş değilim. Çözemediklerim arasında bir de dilimin bağı var. Belki de biz de birer küstüm çiçeğizdir de, kendi içimize çekilip yeşilçam filmlerini izleyerek Fransız tipi varoluş sancılarımızı bastırırken, Sezen şarkılarıyla Stockholm tatili hayalleri kurup, Rus turisti nasıl küstürdüğümüzü 3


Çağıl Mert KURTOĞLU // Bir Kuzgun İntiharı

ŞİİR

Çıksam bir şimdiyi bulup bu aralıktan, Duvarlar yüksek. Sesim “kuzgun”, Merdivensiz bacalardan sarkan. Ölü dirilere ölüyorum, Felçli bir protez bu kan. Gölgelerin arasında bu ağır kızıl. Bu güneş. Kalabildiğim yerden okuyorsun bunu dünya. Yakın göğü istiyorum. Bir devrim istiyorum paraşütümde. Erimeyen mührün dilindeki kokusuz susuş, Bu debi, Doymadım sana dünya. Tül batırırken güneşi, Kuyumdaki sukut, Sükûtun dudaklarımda, Orta doğu ağlıyor, Sen gülüyorsun. Annemi özlüyorum, Kıvrılmayan Anadolu gibi masif Hür telaşında gözyaşımla Huzurlu bir kabule aç Mezar paraşütüme, Devrim legaldir dünya.

©Çağıl Mert KURTOĞLU

4


İLLÜSTRASYON

EDEBİYAT

Zeynep Didem ÖDEMİŞ ‘‘Self’’

Umutlu Yarınlar // Canan ASLAN

Bu akşam patlamanın sesini duyacak, dumanı görecek yakınlıktaydım. Balkondan bakarken, n’olur bomba olmasın diye dua ederken dizlerim titriyordu.Sonrası telefon trafiği...Benim ulaşmaya çalıştıklarım, bana ulaşmaya çalışanlar. Dargın olduklarım dahil herkese ulaşmaya çalıştım. Daha onlar arayamadan, ailemi arayıp tonlarca yalan söyledim. Patlamayı ben de televizyondan duymuşum, iyiymişim falan. İyi olmadık, iyi olmayacağız. Çok değil geçen yıl, derste fırsatınız varsa bu ülkeden kaçın kurtulun diyen hocama “Siz yanmazsanız, ben yanmazsam nasıl çıkar bu karanlıklar aydınlığa?” dedim. Sonra, ülke yangın yerine döndü ve hepimiz yandık. O kadar yandık, yine de yetmedik bir parçacık aydınlığa. Bu dünyada her şeyin kölesi oldum, ama sevgisizliğin kölesi olmayacağım. Hala, içimde barışa inanan bir parça var engel olamıyorum. Eğer, kurtuluş mümkünse, eğer bu kadar korkunç şey son bulacaksa, bir insanı sevmekle başlayacak her şey. Elbette bunları lanet olası ideolojik argümanlarla da açıklayabiliriz; ama ben artık nasıl düşünmem gerektiğini bilemiyorum. Ben kafanızın içindekini umursamadan sevdim sizi. Birlikte oturup çay içebilecek, Galatasaray’ın son durumunu konuşacak kadar değer verdim. Beni ne düşündüğümü bilmeden arkadaşlığından men eden de oldu, canıyla sarılan da. Hepinizin canı sağ olsun. Sizden tek isteğim fikir birliğini umursamadan gönül birliği yapmanız.Yeter ki gönül bağlarının ülke sınırlarından daha mümkün olduğuna inanın. Yeter ki güzel, güneşli günlerin ancak ‘BİZ’ birlikte inanırsak geleceğini düşünün. Düşünün ki; o an güneşli güzel günlere inanan,mutlu bir yusufçuk havalansın. Yine tutamadım kendimi, umut doldum. Bu hayat nefret etmek için, kin duymak için, ayrı düşmek için çok kısa. Ölüm var ölüm, sarılın. 5


Ecem GÖNAL // Manaya Yakın

ŞİİR

Ne istemediğimi bilmediğim sanısıyla boğuşuyorum lakin ne istediğimi bildiğimden oldukça eminim. Mesela ayaklarımı yere vura vura, içimdeki her şeyi anlatmak istiyorum. Susmak hain, susmak anlamsız. Susmak koparır seni, beni, bir başkasını şeffaflıktan, pürüzsüzlükten, tutarlılıktan ya da her neyse. ‘İçine atmaya çalışmak’ devinimi vuruşuyor mevcudiyetiyle düşüncelerimin tam ortasında. Her eylem tehlikeli, her eylem bir sonrakine daracık bir kapı açıyor. Kendimi sığdırmaya çalışıyorum her birinin arasına, kapıları parçalaya parçalaya. Her şey bu kadar manadan uzak ve manaya yakın olmasa diye hayıflanıyorum. Keşke her şey bu kadar manadan uzak ve manaya yakın olmasa. Loş sarı ışıklı, küçük bir oda bu belirsizliği tarumar edebilir aslında. Belirsizlik; pencereden kafamı çıkardığımda koca şehrin tam ortasında, kendinden habersiz geceyi gündüz ediyor, Geceleri talan ediyor Belki karanlık birkaç saat kadar daha kalsa, bir güzellik belirir flu göğün tam ortasında Burası loş sarı ışıklı, küçük bir odaya dönüşüverir Bir şişe şarabı yarım bırakırız, mumlar eriyip kurur, kelimeler şarkıya dönüşmeye devam eder aldırışa boyun eğmeden. Şimdi; ‘Bizi konuşabilme yetisi kurtaracak!’ diye bağırıyorum avazım çıktığı kadar. Bildiğin bütün kelimeleri sırala art arda Bizi kelimeler kurtaracak. Unutmak’lar, paylaşmak’lar... Şehirdeki kaldırımlar kurtaracak belki Sabaha karşı saptığımız bahara dönen bir sokak... Daha önce paylaşmadığımız herhangi bir bomboşluğu ilk kez bir insanla paylaşmak ya da. Ağlamak devinimi bile, melankolide mana aramaktan vazgeçip, tam da burada yakınlaşacak manaya. Dileklerini; gökyüzünün lacivertliğini delip geçerek yıldız taklidi yapan uçaklara gönder, yıldız yoksa. Bunun bahanesi olmaz. Keder yükünü omzundan çıkar. Çünkü şayet tanrı varsa, bunca güzelliği alelade saçtığı dünyada, kedere sığındığın için ağzının kenarıyla sırıtıyordur sana. Derin bir nefes al. Bak, Kış geride kaldı. Nisan bir/iki gün öteden göz kırpıyor.

6


EDEBİYAT

Hiç // Feyza ASALIOĞLU

Cama vuran yağmurun sakinleştirici sesini dinleyerek, belki bu sesi bir ninni, bir masal yerine koyarak uykunun kollarına bırakıyordu kendini, yavaş yavaş. Bu yarı uyku halinde bile hala düşünüyordu. Ama neyi? Son kez etrafına baktı. Tavandan sarkan avize öylece duruyordu. Soluna baktı, çalışma masası her zamanki dağınıklığıyla ona göz kırpıyordu. Sanki çok çalışırmış gibi. Sağına çevirdi gözlerini. 3 adım uzağında balkona açılan kapı vardı, perdeler sonuna kadar kapalıydı. Bu da başka bir yoluydu uyumanın. Sonra, “Uyuma.” dercesine tiktaklayan, komodinin üzerindeki saate takıldı gözü. Hiç durmuyor, neredeyse sinir bozarcasına tiktaklarına devam ediyordu. Yıllar önce, çocukken, hayalini kurduğu odayı düşündü. Böyle değildi. Güya tavanda cam olmalıydı, olmalıydı ki güzelim yatağına uzandığında gökyüzünü görebilmeliydi. Odasına her adım attığında mutlu olmalıydı. Ama değildi. Peki sorun odada mıydı? Hayatındaki onca durgunluğu, boşluğu, gereksizliği - hayatının kendisini - yok sayıp odasına anlam yüklemek ne kadar doğruydu? Yavaş yavaş gidiyordu bilinci. Son kez baktı saate, gece yarısını geçmişti. Sonra, ve son olarak, küçük saatin önündeki cam ilaç kutusuna baktı. Boştu. Yavaş yavaş gözlerini kapatıp bilinçsizliğin hiçliğine bıraktı kendini. Aklında tek bir şey vardı. Tek bir soru. Özler miydi burayı? Dünyayı. Ölümü özlediği kadar.

©Feyza ASALIOĞLU

7


Zeynep ÇAKIR // Baba Üzerine

EDEBİYAT

Herkese merhaba, sevgi dolu bir gün olsun! Tam şu an, Jehan Barbur dinleyicilerine buradan selam etmek isterim: pek çok şarkısında sevgimi, üzüntümü, sevincimi yaşadığım yegâne müzisyenlerden biri olduğu için gelecek satırlarda hem müziğini/müzisyenliğini hem de pek çok kişinin henüz tanışmadığını tahmin ettiğim bir yönü olan yazarlığını sohbetimize konuk edeceğiz. Jehan Barbur ile pek çoğumuz gibi müziği ile tanıştım. Üniversiteye başladığım ilk ay, iki dostun sohbeti eşliğinde konserine gidişim ile başlayan bir serüven bu. Konseri izlerken yüzünde oluşan mimiklerini, beden dilini, şarkıyı yaşayışını, sesinin tınısını, dinleyicideki etkilerini, seyirciyle kurduğu samimiyeti hayranlıkla izlemiştim ve albümlerini edinip dinlemeye başlamıştım. Günler, aylar, yıllar geçtikçe ilk zamanlardaki heyecan, yoğunluk azaldı tabii. Yakın zamanlarda Yekta Kopan’la Noktalı Virgül programını keşfettim YouTube’da. (Yekta Kopan’ın sohbetini yaptığımız zaman bu programı da irdeleriz, o zamana dek umarım siz de izleyicisi kitlesine dahil etmiş olursunuz kendinizi.) Yekta Kopan, programına Fırat Tanış ve Jehan Barbur’u konuk etmişti, eh, yakın dostlar tabii. İkisi de müzisyen olduğu için hem şarkılar söyleniyor hem de sohbet ediliyordu, oldukça keyifli bir bölümdü. Sohbetin içerisinde yeni bir kitabın yolda olduğunu söyledi Jehan. Aklımdan geçen ilk şey, böylesine duygu yüklü şarkılar besteleyen, yazan ve söyleyen bir kadının kitabının da müziği ile eşdeğer duygular ile yoğrulacağıydı. Öyle de oldu. “Baba Öyküler” adlı kitabı ile hakikaten sarsıldım. Babama oldukça düşkünümdür. Mantıksal kişiliğimin oluşumunda, kültür/bilgi birikimimi geliştirmeye dair sergilediğim çabalarımda, yazdığım satırlarda, ev alışkanlıklarımda, sosyal yaşamımda, hedeflerimde, sevgilerimde babamın izine hep rastlarım (şu an bunu okuduğunu biliyor, sevgiyle öpüyorum :) Durum böyleyken, her öyküden sonra boğazım düğümlendiği için kitapta ilerlemem biraz zor oldu. Edebiyat hayatımda bu kitap gibi öylesine kapıldığım, fakat aynı zamanda da zorlandığım pek kitap sayamam. Sevgili Jehan Barbur, “Annelikten bambaşka bir yerde duran ama anneden de ayrılamayan iki heceli bir etki-tepki konusudur bende ‘baba’. Kendi babamla ilgili sorularım oldu elbette ama zaman içinde hepsi bende bir şekilde cevabını buldu. Kendi hayatımı sağaltmak içindir ki başkalarının hayatına sarıldım.” diye anlatmış kitabının çıkış noktasını. İçerikten bahsedersem, bazı ünlü yazarların, oyuncuların, müzisyenlerin vb. babalarıyla olan ilişkilerini anlatıyor. Bahsettiğim ünlüler de Bülent Ortaçgil, Fazıl Say, Ali Nesin gibileri… Öncelikli olarak merak duygusu dürtüyor sizi çünkü sevdiğiniz sanatçıların hayatına tanıklık etme şansı yakalıyorsunuz. Sayfalar ilerledikçe saf, derin bir sevgi, saygı, vefa gibi duygulara sert bir geçiş yaşanıyor. Jehan Barbur öylesine güzel damıtmış ki kendisine anlatılanları, neresinden bakarsanız bakın bir şekilde kalbinizdeki sevgiyi bütün vücudunuzda dolaştırıp sizi bu kötü niyetli dünyadan koparıyor. Yeri gelmişken, Jehan Barbur’un 2014 yılında çıkan “Sizler Hiç Yokken” albümüne ait “Can” adlı şarkıyı da dinlemenizi öneririm, sanatçının babasına dair duygularını derinden hissedeceğiniz, her seferinde duygulandığım bir şarkısıdır. Kitabı okumadan önce tadında bir ruh hali sağlayacağını düşünüyorum. Yakın zamanda çocukluğumdan beri tanıdığım, bildiğim en iyi kalpli babalardan birini uğurladık gökyüzüne. Umarım gittiği yerde çok mutludur. Yazdığım tüm satırları ona ve onun kızına, yaşamımın en değerli insanlarından olan 15 senelik dostum sevgili İlayda’ya armağan ediyorum. Sohbetimizi sonlandırırken, yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm babalara selam ediyorum. Sırtımız daima size yaslı, kalbimiz daima sizinle atıyor olsun.

8


10 KELİME 10 HİKAYE

*

9

Moderatör : Aysu GÜRMAN İllüstrasyon : Melis Özge GAYRETLİ

Bedenime büyük gelen zırhımda zannettiğim kadar duramayıp özgürleşeceğim günlere ulaşıyorum. *Aysu GÜRMAN Kalkanımın içinde saklanan ben tüm umut ve mutluluklarımla özgürleşmeyi bekliyorum. *Ece KIRALİ İnsan bazen kendine köleleştirir. Özgürlüğünden kendini uzaklaştırır. Özgürlük denen şey ise klişelerden arınmaktır. Fakat insan tüm klişeleri üzerinde barındırmak ister. *Deniz ALGAN Özgürlüğe bir parça bırakman bile esiri olduğun tutsaklıktan kurtarır seni. *Zeki Can YILMAZ Özgürlüğümün bedeli kendimden koparıp attıklarımmış. Özgürlük kendine yabancılaşmak olabiliyormuş meğer. *Müge GÜREŞ Özgürlük daima ihtiyacımız olan ama hiçbir zaman kavuşamadığımız bir deniz. *Buse BİRİNCİ Hepimiz özgürüz aslında; kimimiz yaşadığımız hayatta, kimimiz kurduğumuz düş dünyamızda. *Begüm ÖZCAN Bana kalırsa özgürlük gelecek durakta nelerle, kimlerle karşılaşacağını bilmeden yolda olmaktır biraz da. *Beyza UÇKUN Keep the flight in mind the bird may die. (Farrokhzad) *Pınar BALOŞ


Ateş Furkan AYDIN // Nefret

EDEBİYAT

Bu dünyada bir yer bulabildin mi kendine, seni tanımlamana izin vereceğin bir tutkun var mı? Her saniyesini aşındırdığın bir albüm, sayfalarından kopamadığın bir kitap, yolunu gözlediğin bir sevgili... Sana bu hayata sevgiyle tutunmak için sonsuz sebep veren bir şey. Yoksa başına en kötüsü mü geldi; kendini nefret’e mi bıraktın? Dip noktadayız. Öyle bir moda var ki şu an dünyamızda; insanlar kendilerine yer açmak, var olmak için başkasının varlığına, dahası o varlığa duyulan katıksız öfke ve nefrete ihtiyaç duyuyorlar. Öyle bir virüs ki bu, kendini sürekli olarak yenilemek, başka bir hedef bulmak, insanları da peşinden sürüklemek zorunda. Nefret’in basit ve kolaycı çekiciliğinden bir ısırık alanlar, neredeyse bir daha etkisinden kurtulamıyor, içinde hapsoluyor. Bilime saldırıyor bu Nefret; ilerlemek, kuşku duymak, eleştirmek onun için en büyük tehdit. Şüphe kabul etmeyen, soru istemeyen kendi gerçekleri var onun. Sanattan korkuyor; üretmek, düşünmek ve paylaşmak, sanatın evrenselliğiyle sınırları yıkmak bir kabus onun için, Nefret’in o sınırlara ihtiyacı var. Sevmek, sevişmek, gülmek, güzelliğin peşinden gitmek o kadar uzak kavramlar ki onun karanlık dünyasına, bir yerlerde karşılaşırsa eğer bunlarla, aklına sadece yok etmek geliyor. Gerçekten de pek güçlü, ama pek zavallı bir şey şu Nefret. Bence kıskanıyor. İşin kötüsü kazanıyor da. Arkasına pek çok takipçi topladı, ne Avrupa bıraktı ne Amerika. İstisna değiliz maalesef, sıra bizde. Nefret şu an bütün toplumda, meydanlardaki hoparlörlerde, televizyonda, “gazete”lerde, sokakta kulak kabarttığımız ve cesaretimiz varsa katıldığımız konuşmalarda. Bizi bölüyor, birbirimizden uzaklaştırıyor ve yaptıklarını bunları engellemek için yaptığını söyleyip bizi salak yerine koyuyor, böylesine de ukala. Nisan ayı, “yalnız ve güzel” ülkemizde Nefret’in ayı. Ya bizi ele geçirmesine izin vereceğiz, yada onu kapı dışarı edeceğiz. Elimizde şarkılarımız, filmlerimiz, kitaplarımız, aşklarımız, her sunulanı kabul etmeyen aklımız ve özgür yaşamaya değer bir hayat, parlak bir geleceğe dair umutlarımız var... Nefret’in karşısında dimdik durmak için daha ne lazım?

İLLÜSTRASYON

© İdil Jeyan ATALAY

10


EDEBİYAT

Kanla Doğan Güneş // İrem ARIKAN

Neredeyse bir yıl oldu evimden, ailemden ayrılalı, hem bölükte hem cephede durumlar karışık ama sağ olduğum sürece vatanımı düşmana bırakmamaya yemin ettim, canım pahasına da olsa bu sancak gökyüzünde dalgalanacak. Annem askere giderken kına yaktı bana, bizde evlenecek kıza, evine, yuvasına kurban olsun diye, askere gidecek erkeğe vatana kurban olsun diye; kurbanlık koyuna Allah’a kurban olsun diye kına yakılır. Bu sebepten ki bölükteki adım Kınalı Ali. Döndüğümde mektepte göreve başlayacağım bir de düğün yapacağım kırk gün kırk gece. Burada çoğumuz cephede değiliz fakat hepimiz savaşın soğuk yüzüyle karşı karşıyayız. Bırakın karın tokluğunu ayağımıza giyecek çorap bulamıyoruz, vatanın namusuna el sürülmesin de biz razıyız açlığa, sefalete, canımızdan geçmeye. Cepheden her gün yeni haberler alıyoruz, görevini layığıyla tamamlayıp o şerefli mertebeye ulaşan arkadaşlarımızın yerini almaya hazırlanıyoruz. Sırayla cephelere dağıtıyorlar hepimizi, sıra bana gelecek yakında biliyorum. Bugün cephede ilk günüm. Burası soğuk, açlık ve sefalet var durum bölükten farklı olmamakla beraber çok daha zor burada. Her anlamda zor şartlarda savaşıyoruz düşmanla. Düşman bizden çok daha kuvvetli ama bizim de yüreğimiz kuvvetli. Hem biz hem düşman çok can kaybettik. Cenazelerimizi üst üste defnetmek zorundayız. Farklı milletlerden insanların omuz omuza savaşıp yan yana yattığı yer burası. Kim bilir ne hayatlar ne hayaller yarım kaldı . Öyle özledim ki evimi, annemi, annemin yemeklerini, kardeşlerimi, nişanlımı, söz verdim ona dönünce nikâh kıyacağız diye. En çok da onları, namuslarını, istikballerini düşünerek savaşıyorum düşmanla. Annem beni hep rüyalarında görüyormuş, öyle yazmış son gönderdiği mektupta. Hayret onun beni gördüğü şekilde ben de kendimi görüyorum iki gecedir üst üste. Beyaz bir atın üstünde, bulutların arasından geçiyorum, sonra birden hiç bilmediğim bir yerdeyim, o kadar güzel bir yer ki, burası ancak cennet olabilir. Şahadet rüyası olduğunu biliyorum… Bunlar Kınalı Ali’nin son satırlarıdır. Bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra şehit olmuştur, kendinden önceki silah arkadaşları gibi. Komutanlar, cansız bedenini saran, şerefi için döktüğü al kanla boyanmış üniformasının cebinde bulur. Künyesi ve özel eşyaları ile beraber ailesine teslim edilir. Baba evinde gurur ve yas bir aradadır Kınalı Ali’nin. Arkasında gözü yaşlı bir aile, hayatının baharında gencecik bir kız, gerçekleşememiş hayaller, kendisini tanıyamamış, onları yetiştiremeden kendisini tanıyan öğrenciler, o’nu hiçbir zaman unutmayacak bilmem kaç nesil bırakmıştır. Bir Destandır Çanakkale; Türkün kaderini yeniden yazdığı, gücünü yedi cihana duyurduğu, vatanın bölünmez bütünlüğünün, her karışının Türk’ün kanıyla kazanıldığı, adı dünyaya nam salmış bir kurtuluş hikâyesi. Nice nesiller yetişti bundan sonra da yetişecek fakat hiç biri onlar gibi olmadı olamayacak. Kınalı Ali’nin, Fatih’in, Mehmet’in ve daha nicelerinin hayalleri, onları bekleyen sevdikleri vardı. Hemen hepsi ilk gençlik çağlarında delikanlıydı şahadet mertebesine ulaştığında. Nice nesiller vardı, onların peşinden giden, emanetlerine sahip çıkan ve değerlerini bilen, bundan sonra da var olacaktır. Bizler belki onlar gibi olamayız, ama en azından bıraktıkları emanetlere gücümüz yetip ömrümüz olduğunca sahip çıkacağız. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır. Bu vatan uğruna canını feda eden, bu toprakların ‘’Türk Yurdu’’ olması için mücadele eden başta Çanakkale Şehitleri olmak üzere tüm şehitlerimizi Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümü vesilesiyle bir kez daha saygı minnet ve rahmetle anıyorum.

11


İrem BAZ // Yağmur Yağarken

EDEBİYAT

Yağmurlu bir akşamdı yine. Dolmuşa binmektense yürümeyi seçmiştim. Hava biraz bozdu mu sokaklar hemen boşalırdı. Ben de kendimi sokağa atardım. Yağmurun değişik bir etkisi vardı bende. Bulutlardan ayrılıp yeryüzüyle birleşmesini, dükkânların ışıklarıyla yerde yaptığı dansı izledikçe huzur bulurdum. Öyle şemsiyeyle falan da çok gezmezdim. Damlaların bana dokunmasına izin verirdim. Bu akşam da öyle olmuştu zaten. Gözyaşlarıma karışıp, yanaklarımdan süzüldü damlalar. Serinliği içime çektikçe rahatlıyordum. Yürümek iyi geldi. Yanımdan geçen insanları düşündüm bir süre. Islanmamak için montunun yakalarını kaldırmış, atkılarına bürünmüş hızlı adımlarla yürüyen insanlar. Yağmura aldırmayan benim gibi biri daha vardı. Kaçışan insanlara aceleyle mendil isteyip istemediklerini soruyordu. Çoğu insan görmezden gelip koşmaya devam etti tabii. Ne ıslanması umrundaydı, ne de insanların onu görmemesi. Sadece işini yapıyordu. “Nasıl işler?” “Bildiğin gibi, havalar bozunca benim işler de bozuyor biraz ama buna da şükür.” 8-9 yaşlarında falandı. Ailesini küçükken kaybetmişti. Yalnızdı benim gibi. Kendine yetecek kadar üç beş kuruş kazanma derdindeydi. Sabahtan bu saatlere kadar durmadan çalışırdı. Onun yaşlarındayken n’aptığımı anımsamaya çalıştım. Mesela böyle bir havada... Üşümeyim diye babamın beni okuldan alıp eve getirmesi geldi aklıma. Sahi, Mehmet okula da gitmiyordu. Ama o yaştaki herhangi bir çocuktan daha çok şey biliyordu hayat hakkında. Oyuncaklarımı düşündüm sonra. Bir sepet dolusu oyuncak. Her çocukta olduğu gibi, yeni modeli çıktığında onu da alma isteği. Öyle çok şımarık bir çocuk da değildim oysa; ama Mehmet’i düşündükçe yüzüm kızardı. Onun oyuncakları, kağıttan yaptığı gemiler, uçaklardı. Bir apartmanın girişine oturduk beraber. Yorulduğunu gözlerinden anladım. Gözleri küçülmeye başlamıştı uykudan. Zaten kimse de kalmadı sokakta mendil satabileceği. Sokak lambasının ışığı altında, sokağı tüm pisliğinden arındıran yağmuru izledik sessizce. Yağmur bizim içimizi de temizler miydi böyle? Unuttuğumuz insanlığımızı yeniden gün yüzüne çıkarır mıydı? Etraf artık iyice sessizleşmişti. Yağmurun sesi arada duyulan siren seslerine karışıyordu sadece. İkimizin de konuşacak hali yoktu. Sessizce bir gemi yaptık kağıttan. İlk bulduğumuz su birikintisine bıraktık. Yağmurla beraber gidişini, sonra da ıslanışını seyrettik. Kim bilir neler geçiyordu ufacık kalbinden. Bir gün daha son bulmuştu hayalleriyle beraber. Yeni bir gün onun için dünün aynısı demekti. Yine hiç konuşmadan sessizce kalktık oturduğumuz yerden. Elinde kalan birkaç mendili de ceplerine sokuşturup, gecenin karanlığında kayboldu.

Onur Deniz AKAN // Eylül Dayanamazdım seninle aynı kareyi paylaşanlara. Nasıl kızardım içten içe mutlu gördükçe seni başka insanlarla, erkeklerle… Sorsan, sadece bana ait olmalıydı bakışların, kaşların, yaşam dolu gözlerin. Hiçbir yere değemezdi sevgiyle o incecik ellerin, narin parmakların… Ne diyeyim. Köpek gibi kıskançtım. Yalan yok… “Yalnız kal!” da diyemezdim ama. Ne zaman krize girip yeltenecek olsam, göğsümün ortasından bir sızı, bıçak kesiği kanayan bir yara misali, kalbimden ciğerlerime doğru yavaş yavaş dolar, ağzıma tıkıverirdi lafımı, sinirimi. İşte böyle masum olandandı benim günahım, dikenim.

ŞİİR

12


EDEBİYAT

Bir Anlatının Gerçekleri -1 // Okan AYBEK

* İnsan ne zaman okusa; sorgulama yetisi de aslında bir o kadar canlanıyor. Hemen hemen her kitap gözlerini satırlarından ayırıp belli veya belirsiz bir şekilde aklında sorularla yankı bulmasını sağlıyor. Bazıları çok yerinde, bazıları da bir o kadar saçma. Bunu bilinçli yapmaya başladığında ise işte insan, toplum manzaralarını çıkarmaya başlıyorsun. Ekranlardan çek o gözlerini ve etraflıca bak çevrene. Zamanla oluşan, biriken içsel yargılarını çalıştırmaya başla ve kendine anlat neler olup bittiğini. Zaten kullanacağın dil, nasıl bir izlenime sahip olduğunu sana belirtecek. Sana basmakalıp, klişe sözlerle neyin içinde yuvarlanıp gittiğimizi açıklamayacağım çünkü sen sorunları biliyorsun, çözümleri de. Sadece kendine itiraf edemiyorsun. Kendine itiraf edip harekete geçtiğin zaman bil ki kendine ermiş bir insan olacaksın, artık iplerin avuçların içinden kaymanın modası geçti. O ipleri tutup kontrolü eline geçir. Biliyoruz, zor olacak. Derini yüzecek ve acı çekeceksin ipi yakalarken, durdururken. İp belki de halata dönüşecek, pes etme. * Duygularımın şiddeti arttı, kendime yalan söylemekten sıkıldım. Kendime verdiğim sözlerden nasıl kaçıp bahane uyduracağımı daha sözleri dökerken bile biliyordum. * Şehirler arası dinlenme tesislerinde satılan kitaplardaki cesareti hiç fark ettin mi? Önünden geçerken aslında şaşırıyoruz birkaç saniyeliğine ama sonra düşünmeyi bırakıyoruz çünkü çok yorgunuz. Belki pazarlama örneği oraya konulan kitapların çeşitleri ama tekrar dönüp bakıp inceleyince şaşırıyorum ben. En uç siyasi propaganda kitabından dogmaların en dogmasından bir din kitabı. Birlikte orada duruyorlar, huzur içindeler ve herkes kendi rafında, “özgürlüklerin bitip başladığı” yerlerde. Onlar da yaşlanıyor, bakma. Cildindeki kırışıklıklar gibi sararırlar. Hayatını mahveden bir insan gibi kağıtları paramparça olmuş olabilir ama sorgulamanın temelini yitirmemişlerdir hâlâ. Biz neden böyle olamıyoruz? * Yozlaştık, çürüdük bu genç yaşta. Olmaması gereken şeylerle uğraşıyor, meşgul ettiriliyoruz. Bu kadar karmaşa içerisinde yaşamak ister miydin gerçekten geriye dönüp baktığında? Hepimizi belli kalıplara sokup birçoğumuzun olmayacağı, istemeyeceği yerlere getirme propagandası var modern dünyada. Başkalarının hayat örneklerini dinleyip kendinin de bu yerlerde olma isteği var, aslında hepimizde var. Eline yapışan sahildeki kum tanelerinin olasılığından bir farkı yok bu hayal kurdurtma çalışmalarının. Başkalarının yolunu takip edip zafer kazanamazsın, kendi yolunu bulmanın sırası geldi bile. En deli fikirlerini bile kağıda yaz, çünkü zamanı gelecek ve onu kullanacaksın. Kendi çapımda oldukça rasyonelleştiğim şu dönemlerde aslında yine sebebini bir kitapta buldum. Sadece yazmadığımızı yazmakla kalmayıp onu açıklayan, eleştiren bir yazarla tanıştım yüz yüze: Fernando Pessoa. Hayatını yazışma çevirileri yaparak sürdüren bu adam, farklı kimliklerle onlarca kitap yayımladı. Her biri farklı bir hayat içeriyor ama dibinde yine Pessoa’nın karakterini yansıtıyorlar. Huzursuzluğun Kitabı o öldükten sonra basılan bir kitap ve işte benim de tinimi saran hissiyatın sebebi de bu adam ve yazdıkları: ...”Soyut akla musallat olan bir yorgunluk var ki, en korkuncu o. Fiziksel yorgunluk gibi insana ağırlık yapmaz, duyguların öğrettiklerinin verdiği yorgunluk gibi kafa karıştırmaz. Sahip olduğumuz dünya bilincinin üzerimize çöken ağırlığıdır o, kendi ruhumuzla soluk alamaz oluşumuz.”... Esenliklerle.

13


Sema YAPRAK // 25.III.17

EDEBİYAT

Buzdolabının rahatsız edici sesi durdu. Zamanın ileri aktığını bile bile gerinin düşüncelerinde takılı kaldı. Saatine baktı. 3 dakikadır buzdolabından ses çıkmamıştı. Fazlasıyla sessizlik hakimdi. Sessizlik fazlasıyla hakimdi. Sessizliğin hakimliği fazlaydı.. Rengi kremrengiden griye çalmış duvara dikkatlice baktı. Resimleri çıkardığı kısımlar hala kremrengiydi. Artık anıların da griye çalma zamanı gelmişti demek. Gözleri dalmışken, o’nun sıkça bahsettiği kitabi anımsadı. “her temas bi’ iz bırakır.” Evet , duvarda bile.. 7 dakika dolmak üzereydi. 7 dakikadır duyduğu tek ses uzaklardan gelen boğuk bi’ korna sesiydi. Buzdolabının sessizlik orucunu bozmaya hiç niyeti yok gibiydi. Gözlerini avizeye dikti. Kırık tarafi inceledi. İncelediği taraf kırıktı. Taraf, kırık olarak inceleniyordu.. Hatırladı. Topu fırlatırken olmuştu. Gülmüşlerdi. Ne garip. Geçmiş zamanlar için kullanılan -miş kipi , ‘kırık’ta kullanılamıyordu. Kırık hala kırıktı. Kiplerin gücü, kırık’ları tamir etmeye yetemiyordu.. 15 dakika. Zamanın durmasını istediği bütün vakitlere inat, akabildiği kadar akmasını istiyordu. Pencerenin önünde dizili bütün çiçekleri teker teker ve tekrar tekrar süzdü. Sağdan üçüncü, begonya mıydı nergis mi yoksa ? Nergis miydi sağdan üçüncü ya da belki begonya ? Üçüncü.. Ocak , Şubat, Mart. Mart ayında ekilmişti. Her ay için bir çiçek. Şimdi de her ayda kurumuş 7 çiçek.. Çiçek açma zamanı olan bahar , içinde ekilen tüm tohum fidelerini yeşertmeden kurutmuştu. Çiçeklerin de mezar taşları, tozlu cam kenarları.. 29 dakika. Biliyor musunuz , hiçbir şey olması gerektiği gibi olmayınca, olmaması gereken şeylerin yokluğunu özlüyordu insan. Usulca ayağa kalktı , bir itişle buzdolabını sürtündüğü yere doğru itti. Buzdolabının rahatsız edici sesi başlamıştı. Zaman hala ileriye doğru akıyordu Çünkü yelkovanın acelesi hep alışılmışa doğruydu.

Sibel SAYYIDAN

ŞİİR

Sarhoş olacağım, İçimden uğurlayamadığım devin ağırlığınca. Gitmeleri tasvir edeceğim, Ruhumu yüzdüreceğim kokusunun kıyısında Ve iklimlerim boyun eğecek İri gözleri kan kokusu kadar ağır gelecek. Sonra körpe umutların üzerine yığılıp kalacağım. Kefenli gecede hiçliğin tadını alacağım Denizin rengini Menekşenin kokusunu. Sığındığım dikenli kulübede En uzun aydınlığımız şimşek zamanı olacak Ve ben sarhoş olacağım...

14


FOTOĞRAF

Nostalji // ©Zeynep ÇAKIR

EDEBİYAT

Doku // © Sena KOCAKAYA

Persona! // Eren ALP

Persona serisi lise yıllarında tanıştığım, zor zamanlarımda bana yol gösteren, kalbimde özel bir yere sahip olan ve hayat değiştiren bir “tecrübedir”. Kitaptaki teknik tabiri “video oyunu” dur fakat ülkemizde video oyunu denilince ilk akla gelen içi boş eğlencelikler olduğu için açılışı tecrübe kelimesiyle yapmayı daha doğru buldum (Futbol oyunları ve MOBA’lar, lafım size). Başarılı yazılmış hikâyeleri, değer verdiğiniz karakterleri, kendine has stili ve müzikleriyle size sıradan bir oyundan fazlasını sunar Persona serisi. Nisan başında Persona 5’e kavuşacak olmanın haklı gururunu ve sevincini yaşarken bilgi denizinin derinliklerinde saklı kalmış bu gizli hazineyi gün yüzüne çıkarma vaktinin geldiğini düşündüm ve siz okurlarında heyecanıma ortak olması için var gücümle yazmaya karar verdim. Anlatmaya girişmeden önce “Persona” ne demektir bunu açıklığa kavuşturmam gerekiyor bence. “Kişiliğin tezahürü, kişinin karşılaştığı zorluklarla yüzleşmek için taktığı maske” anlamlarına gelen “persona” kelimesi ilk defa 1900’lü yılların başında ortaya çıkmış olan Jung Psikolojisinde görülür. Persona serisi de, adından bekleneceği üzere, bu psikolojiye ait gönderme ve fikirlerle doludur. Serinin en bilinen ve oynanan oyunları olan Persona 3, Persona 4 ve yeni çıkacak olan Persona 5, Jung psikolojisinde yer alan gölge (shadow) kavramını etkili olarak kullanır. Oyunda en büyük düşmanımız, aynı zamanda da en büyük dostumuz olan gölgeler, insan ruhunun karanlık tarafları yüzünden ortaya çıkmış varlıklardır. İstisnasız her insanın bir gölgesi vardır ve bir grup insan gölgeleri olduğunun bilincinde iken kalan çoğunluk bunu reddederek gölgelerinin kendilerini yönetmesine izin verir, onların kuklaları olurlar (bkz. yozlaşmış toplumlar). Gölgelerini kontrol edebilen bu bir grup insana persona kullanıcıları denir, çünkü onlar kişiliklerinin karanlık tarafıyla yüzleşmiş ve kendilerini olduğu gibi kabul etmişlerdir. Personalar (yani kontrol altına alınmış gölgeler) persona kullanıcıları tarafından çağırılarak zapt edilememiş, başıboş bir şekilde etrafa dehşet saçan gölgeleri yok etmek için kullanılırlar ve oyunun önemli bir bölümü bu eğlenceli, bir o kadar da etkileyici savaşlarla geçer. Şu ana kadar çizdiğim karanlık portreden sonra ilginç gelebilir, fakat persona oyunlarında savaşlar kadar önemli (hatta daha bile fazla) yer tutan bir diğer bölüm ise okul hayatıdır. Ana karakterimiz bizim yaşlarımızda, okul çağındaki bir öğrenci olduğundan gün içinde okula gitmeli, ödev yapmalı, bir işe girip çalışmalı, kısacası sorumluluklarını yerine getirmelidir. Bu noktada “Oyunda bile okula mı gidicem yea!” diyen sevgili okur, sana büyük bir keyifle söylediklerini yutacağını bildiriyorum:) Çünkü okul hayatıyla birlikte yaşamımıza insan ilişkileri, arkadaşlıklar, sevgililer gibi kavramlarda giriyor ve Persona oyunları bu konularda gerçekten çok başarılı. Ana karakterimizin oyundaki hayatı, verdiği kararlar tamamen bize ait olduğu için zaman geçtikçe çevrenizdeki insanlarla kurduğunuz bağları önemsemeye başlıyor, onların hayatındaki sorunları ve sıkıntıları kendi hayatınızla ilişkilendirmeye başlıyorsunuz. Ve bu noktada persona kalbinizde yer etmeye başlıyor işte! Oyundaki karakterimiz hayatı tecrübe ederken bizde ekranın başında ona katılıyor, dersler çıkarıyor, etkileniyor, gülüyor, üzülüyor, kısacası herhangi bir günde yaşadığımız her türlü duyguyu yaşayarak muhteşem bir yolculuğa çıkıyoruz. Yolculuğun sonuna gelindiğindeyse ana karakterimizin kurduğu bağların personasını geliştirmesi gibi bizde kendi personamız gelişmiş bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz. Toparlamak gerekirse, hayatın boyunca tek bir oyun oynayacaksan, o oyun bu olmalı sevgili okur. Çocukluğumdan beri kitaplarla, oyunlarla, filmlerle ve dizilerle hep içli dışlıydım ve kaliteli gördüğüm her içeriği mümkün olduğunca takip etmeye çalıştım. Açık yüreklilikle söylüyorum ki Persona serisine harcanan emeği, zamanı ve özeni çok az eserde gördüm. Persona 4’ün 2008 yılında çıktığını göz önüne alırsak aradan tam 9 yıl geçmiş. Günümüz toplumunda her şey bu kadar hızlı üretilip tüketilirken bir eser üzerinde 9 yıl uğraşmak inanılmaz bir olay. O yüzden diyorum ki gel Persona 5, gel artık! Çünkü ben Playstation’ımın karşısında, uykusuz gözlerle seni oynamayı bekliyor olacağım.

15


Deniz ALGAN // Aynadaki Korku

EDEBİYAT

Bankanın çatlamış camından yüzümün yansımasına bakıyordum. Çatlamış camda, yüzüm parçalara ayrılmış gibi gözüküyordu. Sağ gözüm, sol gözümün iki-üç santim yukarısında kalıyor gibi gözüküyordu. Bu parçalanmış görüntüye bakakalmıştım. Önümden bir kadın geçti. Ancak camdaki görüntüsünde hiçbir kırılma yoktu. Camın karşısından başka insanların da geçmesini bekledim. Onların da yansımalarında hiçbir kırılma yoktu. Bankanın camına biraz daha yaklaştım. Elim ile cama dokundum. Camda hiçbir pürüz yoktu. Elimi yüzümün önünde tuttum. Görüntü düzelmişti. Elimi geri çektiğimde ise parçalara ayrılmış yüzümün görüntüsünü gördüm. Midem bulandı. Başım dönmeye başladı. Aslında nasıl hissettiğimi bile anlayamıyordum. Bankadan ayrıldım. Caddede yürümeye başladım. Kalabalık caddede, insanlara çarparak yürüyordum. Koluma çarpan -ya da benim çarptığım- bir insan tıpkı bir ayna gibi parçalara ayrıldı. Parçaları yere saçıldı. Bu durum karşısında ne yapacağımı bilemedim. Koşmaya başladım. İnsanların yüzleri parlak kusursuz elmaslara dönüşüyordu. İnsanların yüzlerinde yüzümün yansımasını görüyordum. Yansımamdan kaçmaya başladım. Koşarken çarptığım insanlar parçalanıyordu. Hızımı arttırdım. Yolun karşısında dar bir sokak gördüm. Oraya gitmeye karar verdim. Yönümü bir anda değiştirmiştim. Yolun karşısına olabildiğince hızlı koşmaya çalıştım. Yolun tam karşısına geçecektim ki, üstüme doğru gelen bir kamyon gördüm. Kamyona tıpkı bankanın camı karşısında bakakaldığım gibi durdum. Kamyon bana çarptığında kaldırımda koşarken bana çarpan insanlar gibi parçalandı. Parçalara ayrıldı. Bense, dimdik ayakta duruyordum. Bir süre sonra kaskatı bedenim öne doru düşmeye başladı. Yere çarptığımı hissettim. Paramparçaydım. Ne kadar koşarsam koşayım kaçamayacaktım. Bir gün parçalara ayrılacaktım. Ancak, bu durumu kabullenemeyip insanları parçalamaya devam edecektim. Ta ki, kendi ağırlığıma dayanamayıp parçalanana dek… Gözlerimi bir hastane odasında açtım. Her yerimde sargılar vardı. Karşımda bir doktor, doktorun yanında ise elindeki dosyaya bir şeyler yazan bir hemşire vardı. Doktor konuşmaya başladı: ‘’Bir trafik kazası geçirdiniz; ancak korkulacak bir şey yok. İyileşeceksiniz. Bir kaç sıyrık ve kırıktan başka bir şeyiniz yok.’’ dedikten sonra gülümsedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Konuşmaya devam etti: ‘’Şu anda yardımla yürüyebilecek durumdasınız. İstiyorsanız hasta bakıcımız sizi koridorda biraz gezdirebilir. Size de iyi geleceğini düşüyorum.’’ Başımı olur anlamında salladım. Bir koluma hasta bakıcı girdi öbür koluma bir koltuk değneği verdiler. Koridorda gezerken bir ayna gözüme ilişti. Aynadaki yüzüme baktım. Yüzümde kazadan kalma birkaç sıyrıktan başka dikkat çekecek bir anormallik yoktu. Koluma girmiş hasta bakıcının yüzü ise benim caddedeki yüzüm gibi paramparçaydı. Hasta bakıcının kolunu ittim. Odalara girip diğer insanların yüzlerine baktım. Hepsi paramparçaydı.

Zeki Can YILMAZ

1 ÖNERİ

Keşfedilmemiş şarkıları, keşfetme rehberinde bugün; 2015 yılında kurulmuş daha yeni sayılabilecek Birileri var. Birileri derken grubun ismi ‘BİRİLERİ’. İlk albümleri olan “Bir ileri” 2016 Kasım ayında çıkmıştır. Kendi fikrimce; bu albümdeki 8 şarkıdan en iyisi ‘Halledebilirdik’ isimli çalışmaları. Şarkının sözlerinden, çok aşık birinin çaresiz ve aynı zamanda bir o kadar samimi çabalamalarına şahit oldum. Beni en çok çeken ise; şarkının geçişleri oldu. Bana göre, bu geçişler çaresiz ve samimi çabalamayı bize en çok yansıtan unsurlar. Özetle 1 Öneri : Birileri - Halledebilirdik 16


ANKARA’DA 1 MEKAN

Su ERTEN

Orta Dünya // Kızılay

Güzel üniversitemin güzel insanları, merhaba :) Bu ay sizlere özellikle akşamüstleri gitmeyi çok sevdiğim cafeden bahsedeceğim, --Orta Dünya! Hani her daim uğrayabileceğiniz ve gitmek isteyebileceğiniz yerler olur ya, tam öyle burası. Hem arkadaşlarınızla hem yalnız, hem öğle yemeğine hem akşam yemeğine, hem kahveye hem de biraya uygun burası :) Özellikle sinema çıkışları için vazgeçilmez. Hem kafa dinleyebilirsiniz hem de harika vakit geçirebilirsiniz. Hepimiz için önemli bir konudan daha bahsedeyim, yemekleri epey leziz. Hem biranızın kahvenizin yanına küçük atıştırmalar alabilirsiniz hem de gayet doyurucu bir öğün geçirebilirsiniz. Ayrıca belirtmeliyim ki içecekleri de gayet iyi. Kahve de çay da taze ki bence bu gayet önemli bir detay. Biraya gelince klasiklerin dışına çıkılmış biraz. Bir sürü farklı çeşit bira bulmanız mümkün. Benim gibi yeni şeyleri -özellikle biraları- denemek isterseniz mutlak uğrayın. Minik bir öneri vereyim, eğer denemediyseniz Bomonti Red Ale güzel hafif bir seçim olabilir. :) Mekandan da birazcık bahsedeyim. Çoğunuzun hoşuna gidecek, eminim. Yüksek tavanlı, çok çok ferah. Ve bence en önemli şeylerden biri de rahat olması. İnsan yayıla yayıla muhabbetini edebiliyor :) Hem de böyle her an masalardan kahkahalar yükselecek gibi. İnsanlar rahat, özgür. Çalışanlar da mis hani, yüzlerinde tebessüm. Hani böyle hem tavsiye alabileceğiniz hem de minik hoş sohbetler yapabileceğiniz kimseler. Bence bu kadar güzellik kaçmaz :) Uzun lafın kısasııı, anlat anlat bitmez :) Umarım güzel anılar biriktirip huzur bulabileceğiniz bir yer olur. Güzel günler dilerim :)

EDEBİYAT

© Su ERTEN

Çok Var Sabaha // Ecem KAYA

Dünyanın tüm kirlenişini izledik izlemesine de biz ne kadar etkilendik Irak’a giren Amerikan askerinden? O sıralar çocuktum ve kırmızı bir Mercedes’in çarpışını izledim bir arkadaşıma. Irak beni o kadar bağlamadı çünkü arkadaşımın minicik bedeninden oluk oluk akan kan; sıcaktı, kokuyordu. Ve ben ilk defa kanın kokusunu almıştım. Keşke o kanda boğulsaydım dediğim çok oldu ama yüzmeyi tam da o yaşlarda öğrendim, bir rüzgârın peşinden sürüklenen top yüzünden. O gün çok kızmıştım o topa. Ne vardı bir rüzgârın peşinden her şeyi unutup gidecek? Büyüdükçe sadece o top, bırakıp gitmedi o rüzgârın peşinden. Rüzgâr kudretliydi, güçlüydü, soğuktu ve karşısında duranı hırpalardı. Güvenpark’ta esmişti o rüzgâr ilk defa o kadar sert. Bir 12 Mart akşamıydı, kalabalıktı her yer. Bir çocuk kaybolmuştu, binlerce kişi meydanlara dökülüp onu aradık. Ben hala çocuktum üzerime gaz kapsülleri yağarken. Sonra her yer 2003 yılı kadar kanlandı. Bu sefer hem arkadaşımın narin bedeninden çıkan kanlar kadar yakın ve sıcak hem de Bağdat kadar büyüktü. Cehennemi tasvir etmem istenseydi, cennetin bombalar patlamış bölümü derdim. Bombalar patladı ve biz bir takım seçimler yaptık. Seçimler yaptık ve bu hain saldırı sonucunda 2’si çocuk, 5’i ağır yaralı olmak üzere… Artık tüm renkler kırmızı veya siyah. Turuncuyu özledim. Havucun önce dışındaki halkasını yiyip tatlı kısmını sona bırakmayı isterdim, yavru portakallara rastlamayı, güneşin batışını izlemeyi ve milyonlarca hayır’ı şu cümlenin sonuna iliştirmeyi: O ıkı gunluk kısıyı secdı sozde gecen seneden berı benı sevıyomus. “HAYIR”, o iki günlük kişiyi seçmedi. Hala seni seviyor.

17


Neler Yaptık?

KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER

KARA fanzin

KARA fanzin

ARALIK2016 // NO.2

KARA fanzin

subat2017 // NO.3

KASIM2016 // NO.1

KARA fanzin

mart2017 // NO.4

*Online etkinlik olarak açtığımız ve gönderdiğimiz görsel üzerinden üyelerimizin 10 kelimelik hikayeler yazdığı ‘‘10 Kelime 10 Hikaye’’ fanzinimizde yer aldı. * Dönemin ilk etkinliği : Tolstoy ve Anna! 24 Şubat akşamı kontenjanımızı jetgiller hızıyla dolduran arkadaşlarımızla birlikte merakla beklediğimiz bu oyunu izledik. * Sütün Birleştirici Gücü Kara Fanzin yazarları ile bir araya geldi! 4 aylık deneyim üzerinden fanzin tartışıldı, olumlu ve olumsuz detaylar eleştirildi. Grup daha sık bir araya gelmek üzere olaysız dağıldı.

18


Üret & Paylaş Platformu Ürettiğiniz & Paylaşmak istediğiniz içeriği bize gönderin:

tedukultursanat@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.