KARA fanzin
KASIM2017 NO.8
1
BİZ KİMİZ? Üret-paylaş mottosu ile 2012 yılında TEDÜ’ye farklı bir renk olalım diye TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu’nu oluşturduk. 2016 yılına kadar birlikte gezdik tozduk, sergiler açtık, çeşitli sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptık, etkinlikler düzenledik ve aşırı eğlenip aşırı doyurduk ruhumuzu. Fark ettik ki bunlar bize yetmemeye başladı ve yaptıklarımızı, deneyimlediklerimizi paylaşmak istedik. 2016 yılının başlarında üret-paylaş platformunu kurduk ve 2016 yılının Kasım ayında bu platformundan beslenen Kara Fanzin’i yayın hayatına başlattık.
1 ÖNERİ
Zeki Can YILMAZ // TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu YK
EDEBİYAT
Ecem KAYA // TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu YK Deniz ALGAN // TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu YK Çağıl Mert KURTOĞLU
MÜZİK + SİNEMA Ateş Furkan AYDIN
1 MEKAN
Su ERTEN // TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu YK
GRAFİK + DİZGİ
Melis Özge GAYRETLİ // TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu YK Hakan CEYLAN // TEDÜ Kültür-Sanat Topluluğu YK
YAZI İŞLERİ Zeynep ÇAKIR Emir YILMAZ
KAPAK FOTOĞRAFI : Gizem CEBECİ
İÇERİK EDEBİYAT
Çağıl Mert KURTOĞLU | Ecem GÖNAL | Zeynep ÇAKIR Okan AYBEK | Deniz ALGAN | Özgür YOZGATLI |
Bagi ÖZMEN
Selin ALTUN | Pınar PÜRÇEK
İLLÜSTRASYON Melis Özge GAYRETLİ
MÜZİK
Ateş Furkan AYDIN
FOTOĞRAF
Ahsen Kübra ÇAYCI | Kübra SÖNMEZ | Gizem CEBECİ Feyza ASALIOĞLU | Hakan CEYLAN | Zeynep ÇAKIR
1 ÖNERİ
Zeki Can YILMAZ
ŞİİR
Zeynep ŞAHİN | Toprak TÜRKER | İlayda ÖZPOLAT Hakan CEYLAN
10 KELİME 10 HİKAYE
Online Etkinlik // Moderatör : Aysu GÜRMAN
ANKARA’DA 1 MEKAN Su ERTEN
KÜLTÜR-SANAT | ETKİNLİKLER
Fanzin Komisyonu 2
3 BİNBİR BİLİNMEYENLİ DENKLEM
ECEM GÖNAL
Omzumda çiçekler açtırdım, yalnızca bir kez eğil ve kokla diye Ama sen ne anlarsın rengarenk açmış çiçekten, hüzne saklanmış geceden, sana yazılan şiirlerin herhangi bir dizesinden? Kendini keşfe çıkmış bir kısrak gibi geçip gittin şehrimden Oysa benim atlarım seninle koşuyordu Seni siyah paltonla ilk gördüğümde, insanlığın isimlendiremediği büyük bir hisse isim vermişçesine gururlandım kendimle Şimdi ben dışında bütün dünya seni tanımlıyor -ona ismini veren bendim! diyememe utancıyla gömülüyorum bataklığıma -başım yerdeSenin dünyanda ben, tanrıyla münasebeti olmayan bir erkeğin yemini olamam Küçük bir çocuğun kaybetmekten çekindiği oyuncağı olamam Şu kalabalık caddede yürüyen milyonlarca insandan herhangi biri olamam Öfke olamam .. hele de sevgi. Güçsüz bedenimle senin için kocaman bir çağ devirdim Ve sen, manasız bakışların/iri cüssenle beni o çağa sığdıramadın Senden ucuz, bir demet çiçek istedim Yüreğimin kapısına bıraktığın kutudan binlerce demet solmuş papatya toplayıverdim Yine de dileğimdeki en mütevazı kelimeleri idrak edebilmiş olman beni yücelten ayrıntılardandı Senden sıyrılmaya çalıştığım her gece bana senli, fakat bin bilinmeyenli denklemler sunuyor Ne yazık ki benim artık o gecelerde uykum geliyor Şimdi beni mecbur bıraktığın; binbir bilinmeyenli denklemi çözmek; külfetini sana bahşediyorum Görmezden gelip yanından geçip gittiğin atlar, bu gece benim koynumda uyuyor.
ÇAĞIL MERT KURTOĞLU
FALEZDE ÖLÜM MARŞI
Zaman suskun bir devdir. Ya isteyerek eteğinden tutar gidersin, ya da avcunun içine alır seni. Mevsime ve keyfine göre, avcunda ezilebilir, öfkeye ve tırnak izlerine dönüşebilirsin. Ve şanslıysan, devin kaybolmadan önce göçüp gidersin. “Hoş bulduk da, neden kahvede buluştuk?” “Seviyorum bu ortamı. Hem kahveler bana sevdiklerimi hatırlatır. Hatırlamak lüks bu devirde Murat. Ustam! Bize iki baht, biri açık olsun, benim durum ortada zaten.” Bahtlarımız bitti, kalktık. Sıhhiye’den döndük. Geyiklere göz kırptım. Radyoda “Yaşayamadım” çaldı, Müslüm Gürses’ten. Çektik sağa, dinledik. Sonra açtık tekrar telefondan. Tek kelime etmeden yirmi kez dinlemişizdir. Sür lan, dedim. 560 kilometre. Sabah falezlerdeydik. Kale İçi’nde, Jazz’a oturduk. Sersemdik ama toparlanmaya da niyetimiz yoktu. Daha da dibe saplanmak istiyorduk ya da hiçbir şey istemiyorduk. Mighty Sam Mclain ile Müslüm Gürses düet yapıyordu beynimizde. Biz de dinliyorduk. “İki sene önce el değiştirdi burası. Blues çalıyor iki yıldır, bakma barın ismine.” dedim. “Ne farkı var?” “Boşver.” “Niye Blues diye değiştirmemişler?” “Gereksiz görmüşler, zaten farkını bilen de kalmadı.” Hava iyice karardı. Son şişeleri içip kayalıklara doğru yürüdük. Ambiyanstan sanırım, fethedilmiş hissediyordum burada kendimi -teslim olmuş değil-. Kim tarafından bilmiyorum ama soran olsa deniz derdim. Çünkü karaya zincirlenmiştim –en çok da denizin yanında-. Karaya hapsolmasaydım fethedilmezdim, o ayrı konu. Bu yüzden fazla özgürlük de iyi değil. Oturduk kayalıklara. “Ne zaman arayacaksın?” “Numarasını sildim gelirken.” Silmemiştim aslında. Umrumda da değildi herhangi bir sesi duymamı sağlayacak bir numara. Ama böyle söylemeseydim devamında gelecek soru ve yanıtlar öylesine alakasız ve sıkıcı olacakti ki, vazgeçtim. Ne için gelmek istediğimi bilmiyordu. Ben de neden geri döneceğimi bilmiyordum. “Niye geldik lan o zaman 560 kilometre?” “Geldik işte, farklılık oldu.” Gözüm dalgalarda sallanan tekneden falezlere doğru kaydı. Onlar için gelmiştim. Başımı döndüren esinti, ona kızamayacak kadar genç, hatta bir bebek gibi, önceden dokunmadığı bir saflık ve kurulukta, dizlerime uzandı, ya da tam tersi oldu, bilmiyorum. Evrenin herhangi bir noktasında, geçmişle bağını koparamayan bir zihin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya uğrar. Sonunda yaşam, refleksif bir kabullenmeye dönüşür. Ve bu durum, seni uçurumdan aşağı atabilecek güce sahip olabilir.
4
5
©Ahsen Kübra ÇAYCI
SES
İLAYDA ÖZPOLAT
Cümlelerimi bataklığa çekiyor özlemin. Anlatacak ne bir durum ne bir hüzün kalıyor. Gözlerim bu soğukta, Elleri kan çanağı işçilere takılıyor. Bileklerinde evinlerine bağlı zincirlerle üşüyorlar. Dışarıda insanlar hayatlarına devam ederken, Ufak bir bebek görüyorum. Çıplak ayaklarıyla basıyor yere. Elinde bir tef, Dudağında bozuk bir ıslık, Vücudunda üşümeye titreyişler. Gözleri, bebek saflığıyla kavrulan ateşten. Böyle devam ederken yaşama gayesi, Tırnaklarımı duvara geçirip İçini kemiren o sesi hissettirerek Çiziyorum duvarı. Ve ekliyorum, Her bir ayak sesi, bilek gücü; Nefes alınan bu hayat devamlılık gösterirken O duvarın sesi gibi İç gıcıklayıcı, çığlık attırıcı Ama öldürmeyen o seda gibi, Özlüyor sol yanımdaki çocuk; Seni, Senden geleni.
©Gizem CEBECİ
ATEŞ FURKAN AYDIN İkinci albüm laneti denen bir şey var. En azından öyle diyorlar. Şöyle ki; tüm benliğini çıkaracakları ilk albüme adayan ve müzikleri bir şeye benziyorsa ilk işleriyle patlama yapan gruplar, ikinci adımda akıl almaz bir baskıyla karşılaştıklarında her şeyi batırmaya müsait bir duruma geliyorlar. Düşününce, kim bilir kaç tane ilk albüm fatihi ikinci basamakta takılıp tarihe gömülmüştür... Neyse ki, bu satırların nedeni Nothing But Thieves’in bu sınavı başarıyla geçtiğini ilan etmek. İlk dinleyişte -dev sesli cüce vokalist Conor’ın etkisiyle“Muse lan bu?” tepkisi yaratabilecek bir müzik icra eden İngiliz grup, daha sonraları baştan aşağı yenilik sunmasa da gayet kaliteli bir alternative rock şöleni sunabileceklerini kanıtlayan iki tane albüm sahibi oldu. Özellikle turne sırasında yazılmasının etkisiyle daha konserde etrafı dağıtmalık şarkılar sunan Broken Machine, ilk albümün üstüne gelen harika bir devam olmuş. Şarkıların iyi anlamdaki çeşitliliği de başka bir pozitif nokta, henüz iki albümlük bir gruba rağmen kendileri gibi tınlamaya başlamışlar ve bu süreci grubun attığı adımlarla beraber izlemek bana büyük keyif veriyor. Grup aynı zamanda çevrelerinde olan bitene de boş kalmamaya karar vermiş. Ben onların yalancısıyım, bir yandan Trump bir
HIRSIZ DA OLSA İNSAN İNSANDIR
yandan Brexit derken epey malzeme bulduklarını iddia ediyorlar. Fakat gençliğin etkisiyle bir şeylere itiraz etmeye meyilli olan ben, bir-iki şarkı dışında kişisel tecrübe ve arayışları konu edinen albümde yukarıda bahsedilen şaklabanlıklara dair bir gönderme bulamadım. Yine de heriflerle bunu tartışacak değilim elbette, onlar ne derse o. Bütün bunları geçtiğimizde ise, elimizde harika besteler ve vokal melodileri kalıyor. Nothing But Thieves iki albüm boyunca harika nakaratlar döşemek konusunu asla hafife almadı. Bir okul dönüşü otobüs macerasında uyukladığım yerde beni hayata döndüren açılış bombası Excuse Me, son albümden Reset Me ve I’m Not Made by Design gibi melodi harikası inciler, altta kalmayan diğer pek çok şarkıyla beraber grubun saçtığı potansiyele bir göz atmayı gerektiriyor. Burada bir de kısaca frontman Conor’dan bahsetmek lazım. Etkileyici vokal performansı ve ses rengi sebebiyle Matt Bellamy (Muse) ve Thom Yorke’a (Radiohead) benzetilse de kendisi kaliteli bir taklitten daha fazlası. Grup sound’unu oturttukça bu özel vokalist de bizi pek çok şekilde beslemeye devam edecek gibi duruyor. O zamana kadar, Conor’ın sarı saçlarını tekrar boyatması dileğiyle... 6
7
MOR ROMAN
ZEYNEP ÇAKIR
Sıcacık bir merhaba siz güzel insanlara! Uzundur görüşememiştik, umarım herkes iyidir. Yaz boyu süren mesleki birikimlerinin ve peşi sıra gelen kültür gezilerinin ardından o dil sınavı senin, bu yüksek lisans araştırması benim, biraz da okulla ilgileneyim falan derken, günler akıp gidiyor. En sevdiğim aydayız. Ağaçlar yapraklarını dökerken benim içimde çiçekler açıyor. Sonbahar gerçek bir mutluluk, bir tatlı huzur. İster henüz tanıştığım bir kişi olsun, ister çocukluk arkadaşım; edebiyat dünyası, yazarlar, kitaplar ve benzeri konularda sohbet etmeyi çok severim. Karşımdakine ulaşabilmek ve edebi bağlamda kendisine bir şeyler katabilmek, insan olabilmek adına muhteşem bir şey. Yeni tanıştığım her insan da bu bağlamda bana sayısız katkıda bulunabilir, bu çok güzel bir olgu. Geçtiğimiz dönem, okul dışında aldığım Almanca dersimin öncesinde sınıf arkadaşımla kantinde denk geldik, kitap okuyordu. Haftada birkaç saat gördüğüm birisi olmasına rağmen tanımak istediğim bir insan olduğuna kanaat getirmiştim, dolayısıyla okuduğu kitap önem teşkil ediyordu benim için, bu da ayrı bir yazı konusu. Birtakım günlük sohbetlerin ardından malum kitaba geldik: Cesare Pavese – Yalnız Kadınlar Arasında. Bana o sıralar İtalyan edebiyatına merak duyduğunu ve bu yazarı da o araştırması sonucu keşfettiğini, kitabı oldukça sevdiğini söyledi. Açıkçası, o ana kadar çevremle yaptığım edebiyat sohbetlerinde spesifik olarak İtalyan edebiyatının bahsi geçmemişti, dolayısıyla kitabı bir hayli merak ettim. Hemen adını not aldım ve ilk fırsatta kitaplığıma kattım kendisini. Pavese, internette okuduklarımdan bana kaldığı kadarıyla yazılarında/zihninde kadınları bir hayli irdelemiş. İçine kapanık, dolayısıyla yalnızlaşmış bir yazar. Ruhsal durumunu sanıyorum ki en iyi gözlemleyeceğiniz kitabı, günce olarak yayınlanan Yaşama Kaygısı adlı eseri. İlgi duyanlara öneririm. Ana konumuz olan Yalnız Kadınlar Arasında ise İtalya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden birisi olan Strega Ödülü’nü 1950 yılında alan, 160 sayfalık, mor kapaklı bir roman. Rengi de, ismi de kitaba dair bir hayli fikir veriyor tahmin ettiğiniz üzere. Şöyle bir tanım yapabilirim: hayatları kesişen kadınların mutluluk kavramını her bir kadının bağlamında, pürüzsüz bir olay örgüsü içerisinde irdeleyen bir kitap. Bahsi geçen olay örgüsü içerisinde karakterlerin psikolojik analizlerinin okura geçişi de oldukça başarılı bana kalırsa. Okuma süresince her bir karakter zihninize gerçekten berrak bir biçimde yansıyor. Güzel Yaz adlı romanı da aynı şekilde Strega ödüllü ve benzer bir tonda ilerliyor, bunun peşine tavsiye edebilirim. Kadınların büyük oranda yer aldığı bir dünyada gezinmekten dolayı olmalı, kendimi çok yakın hissettim kitaba, bana iyi geldi. Sürekli benimleydi gittiğim her yerde. Çevreme kitap hediye etmeyi çok seven ben, ilk olarak bu kitaba yöneldim. Kadınlar güzeldir. Hayatın akışındaki tüm negatifliği bir kenara koyarak, Nazım’ın da belirttiği gibi, hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşamaya, mutluluk kavramımızın içini her gün doldurabilmeye aksın içimiz. Bir çınar yaprağı kadar güzel günlere. Hep sevgiyle.
DENİZ ALGAN
YOL VE YOK OLUŞ
Öfkeyi dindirmenin en iyi yolunun gitmek olduğunu söyleyen birisini tanımıştım. Bahsettiği gitme durumu kendinden kaçmaktan başka bir şey değildi. Kendini kontrol etmeyi öğrenmektense kaçmayı tercih ediyordu. Tabii ki bunları ona da anlattım. Gerçekleri yüzüne vurdukça sinirlendi. Çekip gitti. Yıllar sonra öfke ve gitmek arasındaki bağlantıyı kuracaktım. Yolun insanın kendine karşı açtığı savaştan başka bir şey olmadığını anlayacaktım. Seyahat etmenin bir öğrenme biçimi olduğunu yine yola çıkarak öğrenecektim. Bir zamanlar, sevdiği insanlarla yaşadığı evden gitmek isteyen birini tanımıştım. İnsan bir noktadan sonra kendine tahammül bile edemiyor demişti. Kendinden kaçabileceğini sanıyor musun demiştim. O da bir yerlere gitti. Şimdi elimde küçük bir çanta nereye gideceğimi bilmeden yürüyorum. Bir şeylerin bittiğini hissediyorum ama aynı zamanda bir şeylerin başladığını da. Umut ve umutsuzluk sanki aynı yerde: Kafamın içinde. Bir yolcu tanımıştım. Umut veya umutsuzluk bozuk bir plaktan çıkan ses gibi kafanın içinde tekrarlanan cümlelerdir. Demişti o yolcu. Bazen duymak isteyeceğimiz, bazen duymak istemeyeceğimiz dedim. Bu da umut ile umutsuzluk arasındaki farktı. Yolda yürüyorum. Gözlerim sımsıkı kapalı. Ellerimi iki yana açıyorum. Çarpabileceğim kimse yok. Ellerimi kulaklarıma götürüyorum. Kulaklarımı kapıyorum. Olabildiğince güçlü. Şimdi olabildiğine sessiz. Sadece kendimi duyuyorum. Kendi sesimi. Bu ses benim. Peki bu sessizlik kimin?
©Ebru Melike DEMİRBAŞ
©Hakan CEYLAN 8
9
LERZEDAR
ZEYNEP ŞAHİN
Bu dünyadan olmayan bir şey istiyorum Bir incelik, Hoş bir nida yürek titreten. Bulutların köpüğü, Yüreğimin uğultusunu dindirsin Ruhumun birbirine vuran telleri Vurdukça uzuyor, kendini gül bahçelerine katıyor Uzayan dallara göç eden turnalar konuyor Omzuma dokunuyor birisi, naif İçim ürperiyor Yalnızlığıma dahil oluyor Bu dünyada olmayan bir şey istiyorum Kelimelerde bile karşılığı olmayan Duygularda yaşanmayacak… Dünyanın çamurundan arınmış Kainatta kalan tek parlak yıldız. Düşlerle yıkanmış, Dolunayda raks etmiş Oturup bir gökkuşağının gölgesinde derince soluk almış. Takılıvermiş uçurtmanın ipine Tüm evreni dolaşmış. Bu dünyada olmayan bir şey istiyorum Güzde soluksuz türkü, baharda şiir misali İçip de yalnızlık meyinden Baş ucundaki sura üfler gibi.
‘‘Ulus’’ ©Hakan CEYLAN
©Zeynep ÇAKIR
ZEKİ CAN YILMAZ
1 ÖNERİ
Bir şarkıda; bazen dile getiremediklerinizi duysanız, aynı zamanda da yaşadığınız ani ruh değişimlerinin özetini dinlediğinizi fark etseniz, size de bir şekilde dokunurdu eminim. Keşfedilmemiş şarkılarda, tozlu raflarımızdaki “Frapan” grubunun, en son çıkardıkları 3. albümlerindeki “Okyanus” şarkısı bu dokundurmayı bana yaşatmıştır. İlk albümlerden tek bildiğim şarkısı, adı biraz saçma olan ve pek beğenmediğim, “Tavşan ve Ben” şarkısıdır. Kendi görüşümce; ilk albümlerine göre kendilerini baya geliştirmişler. “Okyanus” şarkısına gelirsek ani ruh değişimi; bir şarkıda en sevdiğim ve bence yapılması çok zor olan ritimdeki değişimdir. Ritim ve söz olarak hafif melankolik başlayan şarkı, ortalarından sonra eğlenceli bir ritimle ilerlemesi ama hala başlangıcıyla aynı hizadaki sözlerini de unutmamasıyla kendisine değişik bir hava vermeyi başarmıştır. Özetle 1 Öneri: Frapan – Okyanus
ÖZGÜR YOZGATLI Gözlerindeki ıslaklığı hafifçe sildi, hayatın vahşi bir kavga olduğunu çok küçük yaşta öğrenmişti, Bay hiç kimse. Yüzlerce kitap ve hikâye okumuş istisnasız hepsinde farklı duygulara kapılmıştı, hayatla ilgili bilgisi teori ve tecrübelere dayanıyordu. Terk edilmenin ne olduğunu biliyordu, terk edildiğinde annesinin korktun mu demesine, korkmadım sadece yalnız kaldım dediği, masum günleri hatırladı. Dünyanın her yerinde evrensel dil olan, kalp kırıklığını da iyi hatırlıyordu. İlk sevdiği kızın kapısında altı saat bekleyip, üzerine yağan karın sesini dinlediği günleri. Öfkeden deliye dönüp babasına bıçak sapladığı günleri de sonra neden değiştiğini hatırladı. Duyguların insanı zayıflattığını fark etmişti. Doğa kanunlarına bağlı yaşamaya çalışan Bay hiç kimse zayıflamak istemediği için duygularına uzun süre önce veda etmişti. İçinde en ufak bir duygu bile barındıran, şarkılardan uzak durmuştu. Kalbini paslı demirden bir kafese sürgün etmişti, peki duygular gidince ne mi kaldı, biraz ego, biraz hayal ve bol miktarda irade. İtilip kakılmaktan nasır tutmuş cildini, çelik zırh zanneden biri olup çıkmıştı. Peki, bu gün ne olmuştu, parlamayan, ifade takınmayan ve hiç ıslanmayan gözleri ona neden ihanet ediyordu? Bu gün yeni bir yerdeydi öyle bir yerdi ki burası insanların birbirini okşamaktan korkmadığı bir yer. O kadar uzun süre okşanmamıştı ki çelik zırhının onu diğer insanlardan daha ışıltılı ve görkemli kıldığını düşünüyordu. Çelik zırh zannettiği nasırlar her dokunuşta yere düşmeye başladı, birden olmadı lakin zaman geçtikçe ne çelik zırhından ne de paslı kafesten iz kalmıştı. Tanrıların ve kutsal yaratıkların hissetmesi gereken duygular, onu sarmalamaya çalıştı, direnmedi. Yıllar önce
BAY HİÇKİMSE
kaybettiği masumiyeti sanki yanına oturmuş ve elini tutmuştu. Karanlıkta oturmuş, birasını yudumlayan Bay hiç kimse Sigurd Ragnarsson’un hikâyesini düşündü, öldürdüğü ejderhanın kanıyla yıkanan Sigurd yaralanamaz olmuştu tenine sallanan kılıçlar kırılıyor atılan oklar parçalanıyordu, ama bu hikâyede anlamadığı bir şey vardı. Sigurd kan banyosu yaparken bir ıhlamur ağacından koparttığı ıhlamur yaprağını, sırtına yapıştırmıştı sadece orası insani kalmıştı ve günün birinde sırtına mızrak saplanarak öldü. Şimdi anlıyordu, yaşamaktan daha çok değer verdiğimiz şeyler vardı. Bunlardan birisi insanlıktı galiba, çünkü insan olmak duyguların yükümlülüğüne girmektir. Yaşlı bir kadının anlattığı hikâye aklına, gecede süzülen bir yaprak gibi yapıştı. Tanrı bir gün dert yaratmış önce ağaca vermiş ağaç alev almış, sonra taşa vermiş taş ortadan ikiye yarılmış, sonra insana vermiş insan taşımış eğer dert duygulardan kaynaklanıyorsa duygular insanidir, diyebiliriz. Karanlıkta oturmaya devam eden Bay hiç kimse hâlâ nefes alıp almadığına bakmak için bir sigara yaktı sonra yavaşça ağzının kenarıyla güldü, nefes alıyorum, güzel dedi. Eskiden kendini geceyle özdeştirirdi. Yıllar sonra tekrar gecenin ciğerine dolduğunu hissetti, artık yeniden gece olduğuna göre, bir ay bulmanın zamanı gelmişti. Hayatın duraklayıp, melankolik düşlere daldığı gece saatlerinden, hayatın tekrar yürümeye başladı gündüz saatlerine geçmesini, beklemeye başladı. Hayat bile, büyülenerek geceyi seyrederken ona eşlik etti. Güneş yavaşça doğmaya başladığında. Bay hiç kimse oturduğu yerden kalktı, hayatın önüne attığı sınırsız olasılıklara doğru, sessizce yürüdü.
10
11 Bir “O” var kı… Sen Onlardan Olma
PINAR PÜRÇEK
Annem bile “o”nun karşısında titrerdi de bizi kucağından ayırmadığından mıdır çok küçükken fark edemezdik işlerin aslını… Yaşımız büyüdükçe gazabı da artıyordu sanki. Evinin sadece kendi bildiği ve tamam kabul ettiği bir düzeni vardı. Öyle ki evinde arka odaya çivilenmiş gibi yerinden kaldırılmanın yasaklandığı şekerlikler, kolonyalar, yastıklar, danteller yerinden oynadı mı onun da kan beynine sıçrayıverirdi. “O”nun evi kasvet, karşılıksız saygı ve binanın daha sokak kapısından başlayan ve bütün odaları, pencereleri sürekli şişen ama asla patlatılamayan bir balon misali dolduran bir kudret ve güç ile sarıp sarmalanırdı her gittiğimizde. Üstelik bu gücün tamamen soyut olduğu da söylenemezdi; sahibinin gücünden bitmeye korkmuş kaşlarında, çatlak dudaklarında, havada, asırlık halıda, işlemeli tüllerde, seyrelen gri siyah saçlarında, hemen kaş bitimindeki o varlığını kanıtlamak istercesine koyu kahve renk almış beninde bu gücü hissetmek işten bile değildi. Kimi zaman ağlayacak kadar gerilirdiniz onun karşısında, üstelik bunun için sizinle konuşması da gerekmez varlığı da yeterliydi, sonsuz kahrının sonu da vardı elbet, bekleyebilirsen lütuf ederdi gülümsemesini, iki tatlı sözünü. İşte böyle zamanlarda kendisi de kendinden sıkılıyor, bu kadarı ona da fazla geliyordur herhalde düşüncesi de alıp götürürdü beni onun gençliğine. Onu incelerken hayallere dalmak… Ne kadar büyük bir lüks ona bu kadar bakabilmek bir anlığına da olsa aslında… Sadece bunu düşünebilecek bir vakit içerisinde fark ediyorsun; alnının üstünde çatmaktan birikmiş sıra sıra çizgiler… Çizgi değil kitap onlar, aslında birini yakalayabilsek belki anlayacaktık, okuyacaktık onu yaşantılarından. Hem de oluşan çizgiler hayret edince yüzün aldığı şekilde, hayat boyu onu hayrete düşüren ne olmuştu acaba bu kadar iz bırakan, düşündürüp dururdu kendini oysa kafa yormaz insan insana enine boyuna bu zamanda. Gençken bile yaşlı bakmıştı o fotoğraflarda… En büyük şok belki de buydu hayatında simasını afallatan; evlendirildiği adam onu küçük çocuklarıyla bırakıp kaçmış, yıllar sonra hiçbir şey olmamış gibi de dönüvermişti. Yoksunluk, acı, yük dolu bu ezici sürecin ardından adamın bir de şu bahanesi vardı ya hani “Vasıta bulamadım”… “O”, adamı ve beraberinde kalbini olabildiğince uzak tutmayı başarmıştı hayat boyu kendinden. Bunca kaçın kurası zamandan sonra da utanırdı insan iyi niyetinden bile onun, konduramaz, yakıştıramaz olumsuz niteleyicileri gene lakin… Haftalar öncesinde de gittiğimizde ise ufak tefek, bedeni iyice yere eğilmiş, cılız bir yaşlı kadın görüntüsüne bürünmüştü hali, nerede laf söylenemeyen “o” şimdi? Çoğu zaman bilirdi de vermeye kalksak cevabımızı, eğlenirdi dile getiremeyişimizle sanki… Dile getirmek kolay da ağızdan çıkıverdi mi cam kırığı misali toplaması zor, dip köşe kelimeleri. Aslında ona söyleyebilsen özgürce ne derdin desen, düşünüyorum da: ne denir ki… Birden, elimden çekti aldı yazı kâğıdımı yaşlı bir el… Yere eğik bedeniyle gözlüklerinin içinden gözlerini kısa kısa okudu yazdığımı: Sonra seyrek, çatık kaşlarıyla alnında sıra sıra çizgiler belirdi, afallamış siması yüzünde… Çatlak dudaklarından sitemler döküldü okur okumaz: - “Hayır, tabii ki seni yazmadım olur mu öyle şey, senin için böyle şeyler düşünmek ne haddime, senin lafının üstüne laf mı söylenir, estağfurullah, işte böyle bitirecektim yazıyı zaten ben de”. -“İyi, sen yine kanı beynime sıçratacaksın değil mi! Kolonya hep burada duracak demedim mi ben sana, nerede gene yeri değişmiş” “B..be.. be…ben unutmuşum, tabi hemen içiyorum, aman getiriyorum…
1 ANALOG + ILFORD FİLM 400 ASA
©Melis Özge GAYRETLİ
HAKAN CEYLAN
©Melis Özge GAYRETLİ
CEBELİTARIK
Ah be şapkam, Abayı dumana boğmaya çalışırken tüm kadırgaları yaktım Cebelitarık alev alev Ne deniz söndürebilir ateşi ne de rüzgar sürükler demir atmış gemilerimi Dalgalardan boğuldu bütün leventlerim ateşten kaçmaya çalışırken ama ben çaktım kibriti tüm abalar kül olmuştu zaten yetmezdi ona kalanlar, Ben de tüm kadırgaları yaktım Cebelitarık alev alev Gözlerinde kaybettim kendimi ne pusulam aklıma geldi ne aklım bana, dümeni zincire vurmuş bir geminin kaptanıyım ne fırtına ne de deniz feneri umursuyorum Ah be şapkam ah, bozkırın ortasında kahve fincanını saran rakı kokusunda hissediyorum denizin serin gelgitlerini mehtap etmiş izliyorum gözlerine hapsettiği yıldızları, şehirdeki bütün bacalar isten kapkara ben tüm kadırgaları yaktım Cebelitarık alev alev 12
13
10 KELİME 10 HİKAYE
Online Etkinlik*
Felaketler, dost sayısını indirger. W.Shakespeare
©Melis Özge GAYRETLİ Bu sefer kıyamet yağmur olarak geldi, bu sefer ıslanmayanlar kurtulamadı. Tuğçe Çelinay ŞAHİN Can dostları ırak düşmüş canından, savruladururken bir bela eteğinde yapayalnız insan. Pınar PÜRÇEK Başıma gelenler mi yoksa başımdan geçenler mi beni tedirgin etmeli? Zeki Can YILMAZ “Sen de mi Brütüs!” diyebildi, tanıdık bir yüz aradı gözleri; ama nafileydi... Ömer CECEOĞLU Bir belaya düşsem ansızın,kaç kişi çıkıp gelir ki sorgulamaksızın? Yaren Sena YURTOĞLU Bașına gelen her felakette çevresindeki insan sayısını kontrol eder insan. Selin ALTUN Sanırım felaketler dostlarıma uğruyor bu aralar yoksa kapımı çoktan çalarlardı. Aysu GÜRMAN
©Nilay MEŞECİ
©Çağıl Mert KURTOĞLU
SELİN ALTUN
©Kübra SÖNMEZ
DOKUNDU
Dokundu. Son dokunușu olduğunu, bir daha asla kolunu kaldıramayacağını, anın hazzıyla nefes aldığını hissettiği teninin nasıl da hızlı çürüyeceğini bilemeden dokundu. Nasıl da ruhunun doyușuyla rahatlamıștı, nefesi kesilene kadar bırakmadı o eli. Çok kez el ele tutușmușlardı ama ilk defa hissediyordu sanki. Niye böyle olmuștu? Neden vakti varken bu kadar doyum alamamıștı? Durumun kendisiyle mi yoksa tamamen zaman kavramıyla mı alakalı olduğunu düșünmek istedi vakti olmayacağını bilemeden... Tutulan elin sahibi elini bırakıp koșmak doktor çağırmak canını verip onu yașatmak istiyordu. Böyle bir șeyin mümkün olmadığını bilip bilmezden gelerek. Ama șansları olmadığı o andan sonra bașka hiç ortak vakitleri olmayacağı barizdi. İyice yapıștı yatağın beyaz renginin üzerinde parlayan hastalıktan sararmıș tene ve ele...
14
15
YENİ BETİMLER
OKAN AYBEK
Bu ziyaret ilk değildi ama benzersiz ve öncekilerden çok daha farklı bir döneme denk gelmişti. Kazanılan tecrübeyle doğan alışkanlıkların çuvalladığı bir ziyaretti. Sıcak rüzgârın yüzünü yalamadığı, güneşin cildini yakmadığı bir dönem. Bazı anlar vardır; ilk defa duymak, ilk defa görmek, ilk defa konuşabilmek. İşte ayağını bastığı bu yer, ona ilk defa farklılıklarını göz önüne sermişti. Gözlerine çarpan renklerin çeşitliliği ve muntazamlığı başka hiçbir yerde görülebilecek gibi değildi. Zamanın doğaya getirdiği huydan olsa gerek; kahverengiden bir anda yeşile çalan geniş ovalarda her şey sanki birbirlerini çok iyi tanıyormuşçasına uyum içinde yansıyorlardı. Kulağa gelen sesler de bu renk kalabalığı içerisinde kendine yer edinmişti, haliyle farklıydı. Beşerî ya da doğal olan her ses onun için yeni bir deneyim gibiydi. Şehre indi. Zaman burada kaybolmuştu. Her doku biraz daha eskimiş, biraz daha şahsiyet kazanmıştı. Geçen birkaç ay içerisinde gözle görülür bir şekilde yeni ve taze ama sıradanlaşmış tatlar kurmuştu bu şehir. Dönemdeki farklılıklar insanların davranışlarını da değiştirmişti. Daha sakin, sessiz ve rahat. Şehrin o çok sevdiği Arnavut kaldırımlarında yürümek için tepeyi tırmandı. Burası çok eski ve sınırlı sayıdaki renklerin hâkim olduğu bir bölgeydi. ‘Yukarı’ deniliyordu burası için. Sarı taş evlerin gri kaldırımlarla kesişmesi, iki yakın insanın birbirinden huy edinmesi gibiydi. Sarı griden çalıyor, gri sarıdan. Acı gerçekler gittikçe belirginleşiyordu. Yukarı artık insandan uzaklaşıyordu, yalnızlaşmıştı. Bu yalnızlığı yabancılar doldurmaya çalışmıştı ama yine de nafile. Yukarı mutsuz görünüyordu. O da artık emeğin savrulup talebin hâkim kılındığı bir yere dönüşmüştü. Bu yüzden de nicelikle açıklanamayacak bir yalnızlığa bürünmüştü belki de. Zamanı burada yakalayabildi sonunda. Akşamı bekleyip ovanın meddücezir misali denize dönüşmeye başladığı vakti iple çekiyordu. Güneş gitmemekte ısrarlıydı ama karanlık dalgalarıyla bu dönüşümü başlatmıştı bir kere. Kıyıya vuran su gibi gittikçe ilerleyen karanlık Akdeniz lodosunu andıran rüzgârlarla tepeyi vuruyordu. Her yer dinginleşti, insanlar evlerine çekildi. Yukarı yalnızlığını karanlık ile giderdi. Binlerce yıllık dostluk hep sürekliydi.
©Feyza ASALIOĞLU
Zamandaki kayboluş yine baş gösterdi. Kısa zamandaki mekân değişimleri birçok duyguyu körükledi ama artık aeş sönmüştü…
BAGİ ÖZMEN Buyurun, bayım. Evet, biliyorum bu Corona’yı siz sipariş etmediniz. Müsaade var mı efendim? Teşekkürler. Gözlerinizdeki çizikli kedere daha yakından şahit olabilmek adına oturdum tam karşınıza. Hayır, efendim, Ilosu değildi. Doğrusu Ihou. Evet, sıradışı bir isim olduğunu ilk söyleyen siz değilsiniz. Tıpkı üç ay önceki gibi, canınızın sıkkın olduğunu görüyorum. Lâkin gözlerinize hakim olan karanlık ve dudaklarınızdaki anlamsız sırıtış beni oldukça korkutuyor. Bunları daha önce de görmüştüm. Sanırım hayata dair bazı problemler yaşıyorsunuz, işiniz ile ilgili olduğunu tahmin ettiğim sıkıntılar. Paylaşmak isterseniz tüm dikkatimle dinlemekten keyif alacağımı bilmelisiniz. Bu noktada söylemek istediğim şey işlerinizin bozulmuş olması beni üzdü. Sizin ile hayatınız arasında sağlam ve sıkı ip vazifesi görüyordu. Attığınız her e-mail ip sayısını artırıyordu. Her ihale daha sıkı bir düğüme dönüşüyordu. İşlerinizin bu aşamada bozulmuş olması bana iplerinizi gözden geçirmeniz gerektiğini söylüyor. Bilinciniz bu düğümleri açmaya çalışıyormuş gibi. Sanki artık bu düğümlere, bu iplere gerek kalmadan yaşayabilecekmişsiniz gibi. Bu kadar temele inmeye mi gerek yok ? Bütün suçu hala piyasaya atacaksanız buyrun daha detaylı anlatın.Çöpe atabileceğim 15 dakikam var. Buyurun. Bütün bu anlattığınız piyasa hikayesinin tek sebebinin sizin savunma mekanizmanız olduğunu biliyorsunuz değil mi? Bakın bayım, siz hayata bağlı bir adamsınız. Siz hayata bağlanabilmiş, düğümleri atabilmiş bir insansınız. Hayatı seven, hobileri olan, hayattan zevk almaya çalışan bir adamsınız. Bu yüzden şirketiniz bu kadar büyüdü. Tabii, bu durumda zekanızı da göz ardı etmiyorum. Kendi enerjinizi ve zekanızı bu alana kanalize edebildiniz. Bu yüzden bu kadar “başarılı” oldunuz. Çalıştıkça, para kazandıkça, gücünüz artmaya başladıkça farkettiniz ki yaşamak güzel şey. Hatta haddimi aşarak diyorum ki, siz küçükken bunların hayalini kuruyordunuz.
IHOU2
Siz daha genç bir adam iken, büyük evlerin, hızlı arabaların hayalini kuruyordunuz. Bu yüzden daha çok çalıştınız. Daha çok mail attınız. Daha çok ihale aldınız. Attığınız her mail aslında sizi sahip olmak istediğiniz o yeni daha büyük eve, daha hızlı arabaya yada yeni takım elbisenize götürdü. Sizin varmak istediğiniz noktaya atılan adımlardı hepsi. Yola, yolun sonunu bilerek çıktınız. Fakat ilerledikçe, kendinizi o kadar kaptırdınız ki, yolun sonunu unuttunuz. Ya da unutmak istediniz. Bu da bilinçaltısal ve içgüdüsel bir yaklaşım. Çünkü şunu da biliyordunuz ki bu dünyaya geldiniz ve geçirmeniz gereken 40 yıl olduğunu fark ettiniz. Gördüğüm kadarıyla bu süreyi parayla ve pahalı zevklerle harcamayı seçmişsiniz lâkin kökleriniz toprağın altında nefes alamamaya başlamış.Bunun için sürekli herkes iplere ihtiyaç duyuyor. Sadece iplerimiz farklı. Çünkü hayatta kalmanızı sağlayacak ve zamanınızı dolduracak şeylerin bunlar olduğunu biliyorsunuz. Evet, her şeyin “bir” olmasıyla ilgili bir durum bu kesinlikle. Evet, her şeye “bir” gözüyle bakmaya başladığınız için ipleriniz kopmaya başladı, düğümleriniz açılmaya başladı. Kendinize neden diye sormaya başladınız. Öyle yada böyle yaşayacağım zaten. Neden bu kadar emek ve çaba harcıyorum dediniz. Hayır bayım, fikirlerim değişmedi. Sadece biraz gelişti. Her şey hala “bir”. Hala hiçbir şey fark etmiyor. Tek farkla. Olmazsa olmazlarımız olmalı. İpler gibi. Bu diyarda geçirebileceğimiz 30-40 yıl gibi bir süremiz var dimi ? İntiharı denklemden çıkardığımızda bu süreyi yaşamak zorundayız. Önemli olan bu süreyi nasıl doldurduğumuz. Bu dünyadaki davranışlarımızla değerlendirileceğimiz bir öteki diyar olduğu için değil, kesinlikle değil. Üzgünüm, hararetim engel oldu düğümlerinizi sıkmanıza. Buyurun, şimdi lütfen açın ısrarla çalan telefonunuzu.
16
17
ANKARA’DA 1 MEKAN
SU ERTEN
Güzel üniversitemin güzel insanları, merhaba! Bu ay sizlere sanırım şuana kadar yazdığım en muazzzam mekanı yazacağım. Rotamız Bahçeli, NUOVO MOD! Öncelikle mekandan başlayayım anlatmaya. Gayet sakin ve bir o kadar da canlı küçük bir dükkan burası. Hafif ve muazzam müzikler çalıyor. Çalışanlar da ayrı güzel. Ayaküstü sohbet kurabileceğiniz, yüzlerinden tebessüm eksik olmayan insanlar çalışıyor burada. Belki bilirsiniz, İtalya’da köşebaşı makarnacıları vardır. Karton kaplarda makarnanızı alıp ayaküstü yersiniz. Hah! Tam olarak amaçları buymuş bu harika insanların. Yemeklere gelecek olursak, öncelikle tüm malzemeler doğal ve taze olarak memleketlerinden -Balıkesir’den- geliyormuş. Her gün iki-üç çeşit, günün her saati bulabileceğiniz çok lezzetli çorbaları var. -Ispanak sevmediğim halde tattırdıkları ıspanak çorbasına bayıldığımı itiraf ediyorum.- Makarnalara gelirsek, onlar da el yapımı. Dört farklı makarna çeşidi var, pancarlı, mısırlı, brokolili, köz biberli. İnanın hepsini denedim ve hepsi birbirinden lezzetli. Bir sürü de sos var makarnalarınız için. Ben beşamel ve alfredoyu denedim, inanın ikisi de birbirinden güzeldi. Burayı keşfetmenin heyecanıyla, tüm kültür sanat yönetim kurulunu götürdüm bu şirin mekana. Hepimizden hem lezzet hem fiyat hem de yemek sonrası bergamotlu çay açısından tam not aldı. Umuyorum ki siz de bizim gibi çok sever, keyifli vakit geçirirsiniz.. :)
© Su ERTEN
GEÇMİŞ // KARAFANZİN KARA fanzin
KARA fanzin
ARALIK2016 // NO.2 KASIM2016 // NO.1
KARA fanzin
subat2017 // NO.3
KARA fanzin
mart2017 // NO.4
ALTERNATİF KÜLTÜR SANAT | ETKİNLİKLER Sokak Festivali (Siya Siyabend, Kökler Filizleniyor, Agapi) Nefes // 27Kasım2017 Can Gox 6:45 KK // 8Kasım2017 Fazıl Say Congresium // 8Kasım2017 Evrencan Gündüz IF Performance Hall // 14Kasım2017 Müzede Müzik (Salı Konserleri) Erimtan Müzesi /14-29Kasım2017 David Helfgott Congresium/ 18Kasım2017 Ödenmeyecek! Ödüyoruz! Ankara Sanat Tiyatrosu // 17Kasım2017 Gaye Su Akyol IF Performance Hall // 22Kasım2017 Dolapdere Big Gang 6:45 KK // 24Kasım2017 TAKTiKSEL DURUŞ CerModern EV Müze Evliyagil // 09Eylül2017 - 04Şubat2018 IVAN MARCHUK Cermodern // 22.09-19.11 Kolombiya Büyük Elçiliği: Türkiye’de Altı Verimli Yıl Türk Amerikan Derneği // 16Kasım Lacan-Badiou-Hegel ve Ontoloji üzerine Seminerler Route // 2-9-16-30Kasım
© Hakan CEYLAN
18
TEDÜ Kültür-Sanat tedukultursanat karafanzin