Kara Fanzin no.17

Page 1

KARA fanzin

kasim 2019 no.17


BİZ KİMİZ?

2012 yılında okulumuzun Kültür Sanat Topluluğu olarak başladığımız

maceramız boyunca bir çok kültür gezileri, söyleşiler yaptık, sergiler açtık ve daha pek fazla kültür sanat etkinliği düzenleyerek yalnızca bedenimizi değil ruhumuzu da doyurduk. Yaptıklarımız yalnızca bunlarla sınırlı kalmamalıydı ve bir gün fark ettik ki, sesimizi daha fazla kişiye duyurabilmek, yaptıklarımızı, ürettiklerimizi ve deneyimlerimizi daha etkili bir şekilde paylaşabilmek için yeni bir mecraya ihtiyacımız var. Şu an elinizde tuttuğunuz Kara Fanzin 2016 yılında işte tam da bu ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıktı.

Halen ilk sayımızı çıkarırkenki heyecanımızı muhafaza ederek yolculuğumuza mutlulukla devam ediyoruz.

Kendi üretimlerinizin: yazılarınızın, çizimlerinizin ve çektiğiniz fotoğrafların

Kara Fanzin için şahane bir içerik kaynağı olduğunu biliyor muydunuz?

O halde içeriklerinizi tedukultursanat@gmail.com adresine bekliyoruz!!!

İçeriklerinizi yazılar için Word, görseller için jpg, png ya da pdf olarak gönderebilirsiniz.

KAPAK FOTOĞRAFI : Esra CİVELEK


İÇERİK YAZI

Ayşenur DAĞDELEN | Hâtice Türkan SEMERCİ Kübra KÖROĞLU | Özgür YOZGATLI | Sedef BOĞAÇ

İLLÜSTRASYON İlke ŞANLI | Melisa ONGUN

FOTOĞRAF Beyza Nur ATEŞ | Enise Şule ARISOY | Esra CİVELEK Hilal GÜNEŞ | Nezih Arda UÇAR | Şeyma ALTINBAŞ Umutcan AKTAŞ | Zelihe KUCUR

ŞİİR Esma AÇIK | Doruk Can ŞENELMİŞ | Rojin Deren ULUTAŞ|

O DA NE? PinGOin

?


©İlke ŞANLI


ÖZGÜR YOZGATLI

TATLI RÜYÂLAR

Bir zamanlar bir kadın tanımıştım, saçlarında ay taneleri ve ayaklarında nasırlar vardı. Bir tanrıçanın suretiydi adeta ama suretler bile yanılır. Tanrılar ve tanrıçalar, insanlarla kedilerin farelerle oynadığı gibi oynar, ta ki insanlardan her şeylerini alana kadar. Sonra başka bir ölümlü iradenin rüyalarına girerler. Basit ve eminim ki çok eğlenceli bir kısır döngü, bu tanrıların ve tanrıçaların doğasında var, lakin suretlerin doğasında yok. Suretler aldatıcıdır ve suretler tanrı ya da tanrıça sıfatı yüklenmiş ölümlü ruhlardır. Tanrılara ve tanrıçalara şarap dokunmaz, bu ilahi varlıklara şarabın bir tesiri yoktur ama insanları gülümsetir, suretleriyse ağlatır. İşte bu kadın, ölümsüzlerin oyununu oynamaya kalktı. Dünyanın her yerinde kısır döngüler var, kimileri zararsız, kimileriyse çok tehlikeli ama benim ilgimi en çok çeken, kullanan ve kullanılan döngüsüdür. Bir kullanan aynı zamanda bir kullanılandır, bir kullanılan aynı zamanda bir kullanandır. Calypso’nun bir ipliğe dokunmasıyla dünya kaosa sürüklenebilir, tanrıçalara yakışan bir güzellik ve tehlike barındıran, bir ölümsüz. Bu tanrıçanın insanlarla nasıl oynadığını bir düşünün, güzel bir kadının kahkahasıyla kullanılan ölümlüler, hallerinden mutlu olsa gerek ama sonları felaketle biter. Bir suret ya da insan Calypso’ya benzemeye çalıştığında ne oluyor peki? Calypso’nun iradesi ölümlülerde bulunmaz. İradesiz bir kullanan, dünyada çokça gördüğüm gibi bir kullanılana dönüşür, kısır döngünün bir parçası olur. Bir zamanlar tanıdığım kızın da sonu böyle oldu. Yıllar sonra, ıssız bir köşe başında sigara içerken gördüm onu. Eski suretinden eser kalmamıştı. Sağda solda, kullandığı bir ölümlüden bahsederdi hep, sonra da kıkırdardı. Ölümlüden aldığı şeyler, biraz heyecan, biraz sigara ve bir cep dolusu para. Bunları karşılıksız aldığını zannediyordu ama kaybettiği şeyler arasında güven, sevgi ve özsaygı vardı. Nasıl aldığı şeyleri geri veremiyorsa, kaybettiği şeyleri de geri alamadı ama bir parantez açmam gerekirse, denedi. Gerçekten bir zamanlar olduğu surete bürünmeyi denedi lakin bazı şeyler tek atımlıktır. Bu arada, bu o kızın hikâyesi değil, bu kısır döngüye bir eleştiri. Ben de bir kullanan ve kullanılanım, dünyada ki çoğu ölümlü gibi. Yedi denizde ve dünyanın her yerinde birileri kullanmak ister, birileriyse kullanılmak. İlginç değil mi? Bazen kullanılmak isteriz, işte bizi tanrı ve tanrıçalardan ayıran özellik. Ölümsüzler kullanılmak istemez ve zaten onları kullanamazsınız. Ölümlülerse bir şey vermeden bir şey alamazlar. İçinde bulunduğumuz yüzyılda insanların birden fazla etiketi var, kimi bir cüzdan, kimi bir et parçası, kimi de dertlerinizi atabileceğiniz bir çöp kutusu olarak görülür. İnsan olmanın yükü, gök kubbeye eşit olsa gerek. Tanrılar uyumadan önce masal dinler mi acaba? Bilmiyorum ama insanlar dinler. Tatlı rüyalar küçük bebek, bol bol uyu, güzel rüyalar gör. Büyüdüğünde sen de bu sistemdeki bir oyuncak bebek olacaksın. Kullanacaksın ve kullanılacaksın. Sistemin seninle işi bittiğinde, kimsenin uğramadığı evinde, kedinle beraber akciğer kanserinden öleceksin. Tatlı rüyalar.


DÜNYAYI DURDURAN ANLAR

AYŞENUR DAĞDELEN

Rengini, yerini, kendini ve bildiğin her şeyi belirtmen gereken bir çağda; herkesten uzak olduğunu düşünürken attığın her adımın birilerinin belleğinde yer edindiğini bilmeden yaşamak. Belki de bizi birbirimize düşman eden, bizi bizden iten her şeyi bilmemiz, her şeyi görmemizdi. Nefretimizle kavrulurken, öylece yaşayıp gitmek varken bir şeyleri hep dert edinip anlaşmazlıklara yol açma nedenimiz de buydu. En iyisi hep bizim elimizdeki güç olmalıymış gibi, gülersek en çok biz; üzülürse en çok onlar düşüncesi bir numaralı kuralımızmış gibi. İnsanlıktan payını almış da kendi payına düşeni hiç yerine getirmemiş gibi. Birilerine yeni soluklar getirebilmek varken hep soluksuzlukları olmak istemek bir marifetmiş gibi. Yarışı hep başkalarını kovalama sanmak doğrusu da kendimizi geçmeye çalışmak en yanlışıymış gibi. Hoşgörü, saygı, merhamet sadece sıra bize geldiğinde altın tepsiyle önümüze sunulmalı da başkaları hep tırnaklarıyla kazıyarak bulmak zorundaymış gibi. Başkaları okuyup büyüsün de biz yerimizde sayarken bizi de bir yerlere getirsin düşünceleri çok akla yatkınmış gibi. Bencillik, açgözlülük herkeste sırıtırken bizim üzerimize uyabilecek en güzel desenlermiş gibi. Yerden bir çöp almak çok zormuş da çöp atanları ayıplamak ahlaklı bir davranışmış gibi. Bir kediyi, köpeği, bir hayvanı sevmek varken kendimizi sevmek en önemlisiymiş gibi. Bu kadar gürültü içinde en çok bizim sesimiz çıkmalıymış gibi. (!)Kısacası dünya hep bizim için dönüyor da, başkaları hep onlar için döndüğünü sanıyormuş gibi.(!)


©Hilal GÜNEŞ


©Beyza Nur ATEŞ


DORUK CAN ŞENELMİŞ Çabalamaya ne zaman başladım ve yoruldum? Kendimi duymakta güçlük çekiyorum Beklentilerim benliğimi aşıyor Arşınlıyor ruhumun duvarlarını Açılan yeni kapılar duyuyorum kapanmayan Bir dizi odadan geçiyorum şeffaf Duvarda bir dizi portre bir dizi göz Uçurumlarımdan aşağı bakıyorum korktuğum O kadar da yüksek değiller Travmatik baş ağrım Alacalı gece, belirli siluetler Havlayan köpekler Duvarlar küçülüyor Yatağa gömülüyorum Uzaklaşıyorum gerçeklikten Gözlerim gözlerini arıyor bir umut Kanadını yitirmiş kuşlar gibi çaresiz Gittikçe zorlanıyorum görmekte Yorgun ve uykusuz Gecelerin iyi olduğu bir günden sandalyemden bildiriyorum hava serin ve karanlık ay yok

©Melisa ONGUN


©Nezih Arda UÇAR


©Şeyma ALTINBAŞ


©Umutcan AKTAŞ

ESMA AÇIK Mutluluğu gözlerinden okunan Aslında içindeki yalnızlığını kapatan Kimseler bilmesin, görmesin diye Yüzündeki hüznü saklayan Zaman geçtikçe Gülümsemeyi unutan Sevmeyi öğrendikçe Gözlerindeki asıl mutluluğu yaşayan Birisini sevdikçe Kalbindeki sevinci yüzüne yansayan Hayatı sevdikçe Mutluluğun değerini anlayan Seni sen yapan Diğerlerinden ayrı kılan Hayatı sevmektir Gözlerindeki asıl sevinci yaşatan


HATİCE TÜRKÂN SEMERCİ

BİNLERCE RENK

“Oh qu’elle est belle notre chance, aux milles couleurs de l’étre humain. (ZAZ-On Ira)”

(Ah ne şanslıyız, binlerce renkte insan.)

TDK için renk: Cisimler tarafından yansılanan ışığın gözde oluşturduğu duyum. O halde renkler olmasaydı hiçbir şey göremez, hiçbir şeyi birbirinden ayırt edemezdik. Kültürel farklılıkları biliriz. Türkiye’de normal olan bir şey başka bir ülkede normal karşılanmayabilir. Çünkü normali biz yaratırız. Daha da özele inelim. Gelenekler. Aynı ülkenin içindeki yöresel gelenekler. Daha da özel. Aileler arasındaki yetiştirilme farklılıkları. Daha da özele inebilir miyiz? Elbette. Dün kardeşinle tartıştığın o konu. Yani en özelde hepimiz bir diğerinden farklıyız. Hepimizin bir penceresi var. Doğduğumuz andan itibaren donatmaya başlıyoruz pencereyi. Anne-babamızdan öğrendiklerimiz, öğretmenlerimizden öğrendiklerimiz, arkadaşlarımızdan duyduklarımız, mahalledeki Ayşe teyzenin tavsiyeleri, okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, tanıklık ettiğimiz hikayeler, yaşadığımız olaylar, etkilendiğimiz ölümsüz hayatlar, anlatılan kahramanlar... Pencerelerimizin camlarının parçaları oluyor hepsi. Baktığımız her şeyi o camın ardından görüyoruz ve bu cam bizim inancımız oluyor. İsa’ya, Allah’a, Brahman’a ya da başka bir şeye olan inançtan bahsetmiyorum. Kişinin kendi doğruları ve yanlışlarından bahsediyorum. Ben gördüğümü inançlarımdan geçiriyorum ve bir sonuca varıyorum, sen de aynısını yapıyorsun, bir başkası da bunu yapıyor. Bu yüzden farklı görüyoruz. Farklı görüyoruz çünkü farklıyız. Hepimiz bir paletteki eşsiz renkler gibiyiz. Hepimiz farklıyız ve hepimizin apayrı bir güzelliği var. Şanslıyız çünkü hepimiz aynı değiliz ve birbirimizden öğrenecek çok şeyimiz var. ©Zeliha KUCUR


SADECE: VARGİT ÇİÇEĞİ

KÜBRA KÖROĞLU

Vargit çiçeğinin açmasını bekliyorlar, “şimdi” gitmeye cesareti olmayanlar… İnsan ömrünün de “Vargit” çiçeği olsa keşke… Şartlar zorlaşacağı zaman açsa bir çiçek, “git” dese… Sahi, bilir misiniz Vargit çiçeğini siz? Anadolu’nun dağlarında açan en şikeste çiçektir belki de. Onun da kaderi ayrılık vaktinin geldiğini göstermektir. Çocukluğumun geçtiği topraklardan aklımda kalan en hüzünlü anılardan biri… Zorluğun, yoksulluğun içinde yoğrulsak da mutlu olmayı başarabildiğimiz günlerden… “Biz büyüdük ve kirlendi dünya!” diyordu şarkıda, biz büyüdük ve gülümsemeyi unuttuk. Belki de o yüzden bu kadar zor geliyor şimdi, yaşamla mücadele etmesi. Kara önlüğümde beyaz yakam, ayağımda lastik ayakkabılarım ve sırtımda tahta çantam varken her şey çok daha kolaydı sanki. Önlüğümün kolundaki söküğü saklamak, acımı saklamaktan çok daha basit bir eylemdi. Zorluklar içinde gelirdik okula kış bastırdığında ve gelir gelmez sobanın başında alırdık soluğu. Kıpkırmızı ellerimiz, buz kesiği ve yaka uçları kaskatı kesilmiş montumuz. Şanslıysak eğer biz okula varmadan öğretmenimiz yakmış olurdu sobayı. Bazen şanslı olmadığımız günler de olurdu. Soba yanıp da sıcaklığı sınıfı sarana dek titrerdi her yanımız. Yine de kolay kolay hasta olmazdık. Gözü tok çocuklardık üstelik her birimiz, aç kalacağımızı bilsek bile paylaşırdık ekmeğimizi bir diğerimizle. Mutluyduk, bir daha hiç olamayacağımız kadar mutluyduk o zor koşullar içerisinde. Büyüdük sonra, bıraktık bacası tüten okulumuzu, çıkardık kara önlükleri üzerimizden. Asfalt yollarda yürümeye başladık, kaloriferli evlerde oturmaya, büyük okullarda okumaya, iyi yerlerde çalışmaya… Zamanla incindi düz caddede, dağda gezen ayaklarımız. O şiiri hatırlayın! (Çamlıbel, Sanat)


Zamanla kaybettik gücümüzü, inancımızı, dayanıklılığımızı… Bir sabah uyandığımda, sebepsiz yere gülümseyecek bir güç bile bulamadığımda kendimde, çocukluğumun o güçlü günlerine gitti aklım. Bizi yaylaya çağıran Vargel çiçeklerine ve yine yayladan gönderen Vargit çiçeklerine… Yaylaya ne zaman çıkılacağını Vargel çiçeklerinden anlardık biz, doğa işini şansa bırakmaz ya hani kendine has takvimi vardı. Narin yapraklarıyla başını toprakta gösterir göstermez çıkardık yaylalara, yeni doğmuş oğlak misali. Yaz geçip de kış yaklaştığında yerini Vargit çiçeklerine bırakırdı. Ayrılık kokan Vargit çiçeklerine… Onu toprakta görmek, gitme vaktinin geldiğini gösterirdi ve eğer gitmezsen hazırlamalıydın kendini zor koşullara… Hayat da veriyor bazen zorlukların haberini önceden ama insan yaşadığı anın içerisinde fark edemiyor. Çiçeğinin kokusuna dalıyor mesela, yapraklarının güzelliğine büyüleniyor, onu hiç solmayacak zannediyor, hiç kurumayacak… Aynanın karşısında kravatımı bağlarken her sabah, kara önlüğüme taktığım beyaz yakamı hatırlarım. Zaman bir çırpıda nasıl geçti, biz ne ara içi boş, dışı hoş insanlar olduk? Zorluklar karşısında çelik bir zırh gibiyken, hangi arada kuş tüyü gibi hafifledik? Hangi arada alıştık rahata, hangi arada bağlandık bu kadar sahip olduklarımıza? Sahi, insanlardan eşya yapmayı biz ne ara öğrendik bu kadar? Gitmeli! Dönmeli yeniden yaylalara, yeniden dokunmalı toprağa, koklamalı çayırı çimeni. Bak bu şehrin ışıkları yüzünden ölüyor her gece yıldızlar! Hayatında Vargit çiçeğinin açmasını mı bekliyorlar, ‘şimdi’ gitmeye cesareti olmayanlar?


©Enise Şule ARISOY


SEDEF BOĞAÇ

Belki gezdiğiniz, belki gezmediğiniz bir yerdi benim rotam. Gezmediyseniz gezmenize vesile olmak isterim, gezdiyseniz belki farklı bir gözden görmenizi sağlayabilirim. Ankara`ya geldiğimden beri gitmek istediğim yerlerden birisiydi, Ulucanlar Cezaevi Müzesi. Gitmeden evvel ne kadar etkileneceğimi düşünüyordum derken kendimi kapısında buldum zaten. Etkilenmemek elde değildi, ilk gidişimdi ama son olmayacaktı, gezerken içimden bunu geçirdim sürekli çünkü incelenecek o kadar çok şeyi içinde barındırıyor ki: Kibrit kutuları, ders notları, kalemleri, kravatları ve daha nice ince şeyi, nice hayat hikayelerini... Gezerken bir miktar şaşkındım mesela: “Yani nasıl ben şu an Nazım Hikmet`in yattığı yere mi dokunuyorum?” veya “Necip Fazıl şu an geçtiğim yerden mi geçmiş?” gibi içsel şaşkınlık konuşmaları. Gerçekten farklı bir duyguydu. Hilton koğuşu olarak adlandırılan bölümde orada bulunmuş pek çok tanınmış kişinin biyografisini okuyabilirsiniz. Tecrit odaları en etkileyici yerlerdendi benim için çünkü seslendirmeler, balmumundan heykeller, ışıklandırmalar... Odada bulunan fareye kadar figüre dökmüşler bu kısmı, işkence ve türkü sesi karışabilir kulaklarınızda. Bunları bu kadar ayrıntı düşünmeleri de beni şaşırttı, nasıl daha iyi aktarabiliriz diye düşünülerek tasarlanmış bir kısımdı sanki. Kapanmasına yakın gittiğim için doyamadım aslında gezmeye, daha geniş zamanlarda tekrar gitmek dileğiyle. Az kalsın önemli bir ayrıntıyı atlıyordum. Burada da güzel ülkemin çılgın aşıkları duvarları rahat bırakmamışlar sağ olsunlar onları atlayarak ayıp etmek istemem. Hangilerini mahkumların yazdığını hangilerini çılgın aşıklarımızın yazdığını görünce ayırt edeceğinizi bilerek yazımı sonlandırmak istiyorum. Bir sonraki gezi durağında görüşürüz belki, okur ve gezer kalın.


PinGOin Türkiye’de yaklaşık 8 buçuk milyon engelli birey yaşadığını biliyor muydun? Fakat günlük hayatta karşılaştığımız engelli birey sayısı ile bu rakam neden örtüşmüyor? Çünkü mekanlardaki fiziksel eksiklikler ve davranışsal sorunlar bu kişileri sosyal hayattan koparıyor. PinGOin ekibi olarak biz; dışarda sosyalleşen, mutlu ve özgür insanlar görmek istiyoruz. Bu hedefe ulaşmak için tasarladığımız web sitesi, kişinin erişim kriterine en uygun mekanları listeliyor ve kişiyi mekansal eksikliklerden haberdar ediyor. Diyelim ki tekerlekli sandalye kullanıyorsun, www.pingoinapp.com senin için engelli tuvaleti, rampa gibi erişimin için önemli olan kriterlere göre mekanların uygunluğunu ölçüp bu konuda sana bilgi veriyor. Ya da köpeğinle hangi kafede oturabileceğini henüz evden çıkmadan öğrenmeni sağlıyor. Pingoin, sadece tekerlekli sandalye kullanıcıları ve evcil hayvan sahipleri için değil; aynı zamanda tüm ortopedik engelliler, görsel ve işitsel engele sahip olan bireyler, ayrıca çocuk ve bebek sahipleri için de en uygun mekanları ‘‘pinlemeye’’ devam ediyor. Erişilebilir mekanların sayısını arttırmak için mekanlara mimari ve davranışsal hizmetler vermeyi amaçlıyor. Bunu da iç mimar ve psikolog ekibi ile birlikte hazırladığı erişim kitleriyle mekanın fiziksel özelliklerini iyileştirip, davranış sorunlarını çözen danışmanlıklar sağlıyor. Ekibimizin bir parçası olup mekanları bizimle birlikte pinleyerek, PinGOin ile birlikte herkes için erişilebilir bir şehir inşa etmemize yardımcı olabilirsin. Tek yapman gereken aşağıdaki QR kod’un yönlendirdiği sayfaya gidip bulunduğun mekan hakkında pinleme formunu doldurman. Ne kadar çok insana ulaşabilirsek bu hayalimize o kadar çok yaklaşırız. O zaman sen de çevrendeki bir arkadaşına bizden bahseder misin? Web Sitemiz : www.pingoinapp.com Mail: pingoinapp@gmail.com İnstagram : @pin.goin Twitter : @PinGOinapp


KÜLÜN SİLDİ İZLERİNİ

ROJİN DEREN ULUTAŞ

Güneşi bir ağrı gibi taşıdık kalbimizde onca zaman, Sönük bir sızı, şehrin en orta yerine hediye ettiğin ateş gibi… Bak, duruyor şimdi orada güneşi bizden emanet alanlar. Külüne düşüyorum yine, batıyorum hatta. İki şehir arasında gidip gelen bir tuzak, Silmiş izlerini kovulmuş sonra. Külüne düştükçe anlıyorum. Sadece oyun arıyorduk aslında, tehlikeli Hiç uyumayacağımız ve kopuk kopuk devam ettireceğimiz bir oyun. Ama ne zaman bir adım atmaya kalktık, silahına davrandı herkes. Erişemedik oyunun uykusuz gecelerine bile. Penceresi olmayan ama her gün saklıkentin penceresine bakan o evlerden bir sihir yükseliyor şimdilerde, Yıldızımızı örtüyorlar bak, yavaş yavaş. Onca uzaklığı, onca yalanı onca iniltiyi tutuyor bazen sıradan rüyalarımız, Ve hatırlatıyor bize kimi zaman, iki şehir arasında gidip gelen.


31 OCAK CUMARTESI

Kara Fanzin ile Karşılaşma İhtimali : + TED Üniversitesi (Merkez üssü)

+ Sarkaç Kafe, Kızılay

+ Last Penny (Bahçelievler, Büklüm)

+ Dost Kitabevi, Kızılay

+ Fahrenheit 451, F. Kennedy Caddesi + Latife Kahve, Bahçelievler + ODTÜ Kütüphanesi, ODTÜ Grano Kafe

+ Ankara Üniversitesi Kütüphanesi

+ OrtaDünya Kafe, Kızılay

+ Kakule Kahve, Kızılay

tedukultursanat

TEDÜ Kültür-Sanat

karafanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.