2016 | SAYI 1
M
ANLAMAK Sorun ร รถzebilen
Ergen ve Bedeni:
02 18
34 24
40
İçindekiler 01 Editörden - Revan Çoban 02 Motivasyonu Anlamak - Mehmet Artıran / Meltem Erdinç Cingöz 08 Mizahın Gücü - Elmas Özmen 12 Sorun Çözebilen Bireyler Yetiştirmek - Filiz Koçak / Yelda Arslan Baştımar 18 Yeni, Artık Klasik Olmayan Aile Yapılarında Anne-Babalık İşlevleri: Ezberler Bozulacak Mı? Klinik Psikolog Şeniz Pamuk ile Röportaj - Berna Ergun / Gülseren Kaya / Revan Çoban 24 Bağımsızlaşma Yolculuğu - Funda Tezer 30 Ailenin Geliştiren Yapısı ve İşlevleri - Demet Uysal 34 Ergen ve Bedeni: Erişkinlik Yolunda Bir Dönemeç - Psikiyatrist, Psikanalist Ayça Gürdal Küey 40 Duygusal Zekâ mı? Entelektüel Zekâ mı? - Çeviren: Aylin Germiyen Alioğlu 42 Bizden Haberler
Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Sahibi Mehmet Güneş Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü
Editörden
Yayın Direktörü Demet Uysal Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Koordinatörü
Değerli Okurlar,
Editör Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman
Bu yıl yeryüzünün bembeyaz bir örtü ile kaplandığı bir günle girdik yeni yıla. Yavaş yavaş yağan kar taneleri sanki geçmişte yaşanmış acıları, üzüntüleri, karanlık günleri teker teker sildi hafızalarımızdan. Çocuksu bir sevinçle izlerken tüm bu güzelliği, yeni yıl daha ilk gününden neşe ve umut ekti yarınlarımıza.
Yayın Kurulu Berna Ergun Uzman Psikolojik Danışman Gülseren Kaya Uzman Psikolojik Danışman Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman Tasarım ve Uygulama M A T S I Y A H / matsiyah.co.uk Redaksiyon Dilek Özçelengir Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Fotoğraf Ahmet Naci Tacer Katkıda Bulunanlar Bora Gönenç Terakki Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Banu Akbaşlı Kurumsal İletişim Koordinatörü Baskı APA UNIPRINT / www.apa.com.tr Yayın Türü Süreli (yılda 2 kez) Sayı 11 / Ücretsizdir Dergideki tüm yazılar Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi uzmanları tarafından hazırlanmıştır. Gelişim, Terakki Vakfı Okulları tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Gelişim’in ismi ve yayın hakkı Terakki Vakfı Okulları’na aittir. Gelişim’de yayınlanan yazı, fotoğraf, karikatür ve illüstrasyonların her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
gelisimdergisi@terakki.org.tr
Yaşamın getirdiği zorluklarla mücadele ederken hepimiz karanlıkta yakılan bir muma ihtiyaç duyarız. Bu mum bazen uzanan dost eli, bazen kulağımıza fısıldanan bir söz, bazen de satırların arasına gizlenmiş kelimeler olur. Psikolojik Danışma ve Rehberlik Sevisi olarak bizler de Gelişim dergimizin yolunuzu aydınlatan bir ışık olmasını arzu ediyoruz. Dergimizde ele aldığımız konularda sorun ne olursa olsun mutlaka bir çözüm olduğunu göstermeyi hedefliyoruz. Bu sayımızın da her şeyden önce size umut vermesini diliyoruz. Sevgili Anne Babalar, Her ne olursa olsun yaşama tutunmanın yolu umutsa, sevgi, hoşgörü ve barış da insanca yaşamanın temel ilkesidir. Rekabetin giderek arttığı, bireysel arzuların her koşulda ön plana çıktığı günümüz dünyasında çocuklarımıza vereceğimiz bu değerler yarınlarımızı inşa eder. Bunun için her şeyden önce onlara model olmak önemlidir. Soğuktan üşümüş, aç kalmış bir sokak hayvanıyla karşılaştığımızda duyarlı davranabiliyorsak, televizyonda gördüğümüz, başkasının başına gelmiş acı bir olayı derinlerimizde hissedebiliyorsak, toplumsal ayrımcılığa, hoşgörüsüzlüğe tepki gösterebiliyorsak çocuklarımız da bu duyarlılıkla var oluşlarını tanımlayacaklardır. Aksi halde sadece kendi ihtiyaçlarını temel alan ötekinin varlığını inkâr eden bir nesil yetiştirmiş oluruz. Çocuklarımıza bu değerleri kazandırırken aynı zamanda onların duygu ve düşünlerini ifade eden bireyler olmalarını desteklemek de önemlidir. Genellikle biz yetişkinler hayal kırıklığı, üzüntü, mutsuzluk, öfke gibi olumsuz duygular hissettiğimizde bu duyguları dile getirmekten kaçınırız. Sanki duyguları söylemek insanca zayıflıkları, eksiklikleri açığa vurmak gibi gelir bizlere. Oysaki duyguları paylaşmak öncelikle ilişkilerimizdeki duvarları yıkar. Çocuklarımız, anne babalarının da aynı kendileri gibi bir işte başarılı olamadıklarında üzüldüklerini, çaresiz ve yetersiz hissettiklerini bilirlerse onlar da kendi duyguları ile barışıp eksikliklerine tahammül edebilmeyi öğrenebilirler. Bunu yapabilen bir çocuk her şeyden önce kendi duygularına hoşgörü ile yaklaşabilir. Evet sevgili anne babalar, ne çok şey var değil mi çocuklarımızın bizden alacağı. Aslında yarınları şekillendirmek bizlerin elinde. Ne mutlu ki bu sorumluluğu hisseden, çocukları için en doğruyu yapmaya çalışan ebeveynlerle birlikteyiz. Dergimizde yer alan yazılara verdiğiniz önem, ilettiğiniz geri bildirimler, yüz yüze yaptığımız görüşmelerde, seminerlerde tüm içtenliğinizle yaptığınız katkılar yarınlar için umut ekiyor bizlere. Öncelikle size tüm bunlar için teşekkür ediyor, yeni yılın sizlere ve ülkemize hoşgörü, sevgi ve barış getirmesini diliyorum. Her zaman olduğu gibi dergimizle ilgili önerilerinizi ve sorularınızı gelisimdergisi@terakki.org.tr adresine iletmenizi bekliyorum. Sevgiyle Kalın.
Revan Çoban Uzman Psikolojik Danışman
01
MOTİVASYONU ANLAMAK Edison’un lambayı bin birinci denemesinde bulduğu söylenir. Gerçeğin kendisi böyle midir bilemeyiz; ama ilk denemesinde bulamadığını biliyoruz. Tüm başarısız denemelerine rağmen, araştırmalarından ve denemelerinden vazgeçmemesi Edison’un güçlü bir iç motivasyona sahip olduğunu göstermektedir.
Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Mehmet Artıran Psikolog Meltem Erdinç Cingöz 02
Kalabalık bir cadde ya da meydanın kenarında durup insanları izleyin. Herkesin hareket halinde olduğunu görürsünüz. Çeşitli yönlere doğru araba ile ya da yürüyerek gidenler, oturup etrafı seyredenler, telefonla konuşanlar… Acaba her sabah insanları yatağından kaldırıp sokağa çıkaran bu güç nedir? Hayatta kalmak ve yaşamımızı sürdürebilmek için hareket etmek zorundayız. Bunun en temel ve evrensel nedeni beslenmek zorunda olmamızdır. İlk çağlardan bugüne karnını doyurmanın daha iyi yollarını bulmuş olan insan, daha sonra psikolojik ve sosyal ihtiyaçları için hareket etmek zorunda kalmıştır; ancak harekete geçmek ve bu hareketi devam ettirmek görüldüğü kadar basit değildir
Bir ihtiyacı ya da isteği olup da hiçbir şey yapmayan kişilerle karşılaşmışızdır ya da yoğun çalışıp enerjisi hiç bitmeyen birileri için “ Bu adam bu enerjiyi nereden buluyor?” dediğimiz olmuştur. Bazen harekete geçmemiz için ihtiyacımızın ve bedensel enerjimizin olması yeterli olmayabilir, itici bir gücün devreye girmesi gerekebilir. Dışarıdan görülmeyen, iç dünyamızla ilişkili olan, adına psikolojik enerji diyebileceğimiz bu güç motivasyondur. Günlük dilimize yerleşmiş olan motivasyon kelimesi, hepimiz için bilindik bir anlama sahiptir; ancak iç dünyamızda oluşan bir durum ya da hal olmasından dolayı kavramın kendisini tam olarak tarif etmek zordur. Latince “movere” kelimesin-
den türetilmiş olan motivasyon kelimesinin Türkçe karşılığı “hareket” demektir. Dilimize Fransızcadan “Motivation; güdülenme, harekete geçiren şey.” anlamında geçmiştir. Motivasyon insanı harekete geçiren ve bu hareketin devamlılığını sağlayan bir tür katalizör gibidir. Kendiliğinden var olmadığı gibi kendiliğinden de yok olmaz. Çevremizde olup bitenlerden, duygu, düşünce ve kişilik yapımızdan hem etkilenir hem de onları etkiler. Motivasyonun tek bir tanımı yoktur. Bazı bilim insanları motivasyonu; hedefe yönelmiş davranışı canlandıran ve yönlendiren tutku ya da istek; davranışın yönüne ve yoğunluğuna dair ihtiyaç ve arzuların etkisi olarak tanımlamışlardır (Kleinginna ve Kleinginna, 1981).
03
Motivasyonun İç ve Dış Kaynakları Edison’un lambayı bin birinci denemesinde bulduğu söylenir. Gerçeğin kendisi böyle midir bilemeyiz; ama ilk denemesinde bulamadığını biliyoruz. Tüm başarısız denemelerine rağmen, araştırmalarından ve denemelerinden vazgeçmemesi Edison’un güçlü bir iç motivasyona sahip olduğunu göstermektedir. Kişisel olarak belirlediğimiz amaç ve hedeflerimiz, arzularımız, ilgilerimiz ve meraklarımız iç motivasyonumuzu oluştururlar. İş, spor, sanat dünyası gibi birçok alanda belli noktalara gelmiş insanların ilgilendikleri konuyla ilgili, iç motivasyonlarının diğer insanlara göre daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu tip bir motivasyonunun oldukça güçlü ve dirençli bir yapısı olduğu için dışarıdan gelebilecek olumsuzluklardan kolay kolay etkilenmez. Yapılan faaliyetin sonunda ulaşılacak beğenilme, takdir edilme gibi kişiye haz ve mutluluk veren durumlar da iç motivasyonu ortaya çıkarabilir. Sınıf birincisi olduğu için takdir edilen bir öğrencinin ders motivasyonu yüksek olur. İş yerinde yeni ve değişik fikirler ortaya çıkardığı için önemsenen ve beğenilen bir kişi, yeni fikirler üretmeye devam eder. Haz almak ve mutlu olmak gibi duygusal ihtiyaçlar, fizyolojik ihtiyaçlarımız kadar önemlidir, sürekli ve yoğun motivasyon kaynaklarıdır.
Motivasyon Nasıl Ortaya Çıkar? Farklı alanlardaki tüm ihtiyaçlar motivasyonumuzun ortaya çıkmasını sağlayan nedenleri oluşturur. Canlılığımızı sürdürmemiz için açlık ve susuzluğu gidermek gibi fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamak en temel motivasyon kaynağımızdır. Aç veya susuz biri başka bir şeyle ilgilenemez. Tüm algı ve dikkati bu ihtiyacını gidermek üzerine yoğunlaşır. Bunun hemen ardından barınma ve korunma ihtiyacı gelir. Bu ihtiyaç motivasyonu, iyi ve güvenliği olan bir ev sahibi olmak, besin değeri yüksek ve doğal yiyecekler alabilmek için maddi kazanç elde etmeye yöneltir. Sosyo psikolojik ihtiyaçlarımız ise; yaşantılarımız, deneyimlerimiz ve öğrendiklerimizle oluşturduğumuz algı ve düşünce sistemimizle ilişkilidir. Bu nedenle her birimizin kendine has amaç, istek, ilgi ve beklentileri vardır. Kişisel dünyalarımızdaki bu çeşitlilik herkesin farklı konularda farklı motivasyonlara sahip olmasına yol açar. İlgi ya da amaçları birbirine benzeyen insanların arasında bile, motivasyonun yoğunluğu ve gücü bakımından farklılıklar vardır. Günümüzde bilim, spor ve meslek gibi alanlarda çeşitliliğin olması farklı motivasyonlara sahip olmamızla yakından ilişkilidir.
04
Motivasyonun sosyo psikolojik yanı her zaman pozitif kabul edebileceğimiz amaçlarla ve isteklerle oluşmaz. Olumsuz durumlardan kaçınmaya çalışmak da insanları motive eden nedenler arasındadır. Hepimiz kayıp ya da acı verici durumlar karşısında önlem almaya çalışırız. Örneğin ekonomik sıkıntıların olduğu dönemlerde harcamaları kısıtlamak, zorunlu olmayan ihtiyaçları bekletmek motive olmamızla mümkündür. Sınıfta kalma riski olan bir öğrencinin son sınavlara çok yoğun çalışması da olumsuz durumların bizi motive etmesiyle ilgilidir.
Ödül, hediye, izin, fırsat, maddi kazanç gibi uğraş alanının kendisiyle direk ilgili olmayıp onun bir sonucu olarak elde edilecekler de insanları motive edebilen dış kaynaklardır. Bu tip motivasyon durumları, dış kaynağın sürekliliği, uğraşın ya da faaliyetin uzunluğuyla ya da kısalığıyla yakından ilgilidir. Dış kaynaklı motivasyonlar kısa süreçli uğraşlar için oldukça etkilidir ve kalıcılığı ve yoğunluğu bakımından uzun süreli uğraşlar için gelip geçici bir etkiye sahiptir. Örneğin; bir ürünün reklamı yapılarak insanların bu ürünü satın alma motivasyonları yaratılabilir. Çalışma alışkanlığı olmayan bir öğrenci telkin edilerek ya da ödül verilerek ders çalışmaya motive edilebilir. Her iki durumda da dış kaynağın cazibesi kadar motivasyon gücü korunabilecektir. Yaşamımızın büyük bir kısmını kaplayan iş ve okul gibi uzun vadeli süreçlerde insanların dış kaynaklarla motive edilmeye çalışılmaları ise taşıma suyla değirmen döndürmeye benzetilebilir. Bu hem zor hem de zahmetli bir durum yaratır.
Çocuklarımızı belli konularda motive ederken dış kaynaklı motive edicileri dikkatli kullanmamız gerekir. Sürekli dış kaynakla motive edilmiş çocuklar, kendiliklerinden hareket etmeyi bir süre sonra bırakırlar. Ödülün vermiş olduğu haz, uğraş ve faaliyetten alınacak hazzın önüne geçer. En ufak isteğinizde bile “Ne vereceksin?, Karşılığı ne olacak?” gibi sorularla karşılaşmaya başlarsınız. Ergenlik döneminde ise dış kaynaklı motive ediciler daha fazla çeşitlilik gösterir. Maddi şeylerin yanı sıra beğenilmek, farklı olduklarını hissetmek, ayrıcalıklı olmak yapacakları işlere karşı yoğun motivasyon hissetmelerini sağlar. Gençler ve çocuklar için neyi, ne zaman ve ne miktarda kullandığımız, dış motivasyon kaynaklarının olumsuz etkilerini kontrol etmek için önemlidir. Dış ve iç kaynaklı motivasyonları etkileri bakımından ikiye ayırsak da, insan doğası gereği her iki motivasyon kaynağına da ihtiyaç duyar. Kendi isteğimiz ve sık sık yaptığımız uğraşlarla ilgili olarak bile, başkalarından olumlu iletiler duymak isteriz. Bir teşekkür, bir aferin her zaman bizlere iyi gelir. İşimizde başarılı olduğumuz için para ödülü almak bizi sevindirir. Tersi durumlar hafif düşüşler yaratsa da motivasyonu ortadan kaldırmaz. Yemek yapmayı çok seven ve bu konuda yüksek motivasyonu olan bir kişi, akşam gelecek misafirlerinin yapmış olduğu yemekleri beğenip beğenmeyeceklerini merak eder. Konukların yemekleri beğenmesi kişiyi mutlu edeceği için motivasyonu daha da artabilir. Tersi durum ise kişiyi o anlık üzse de yemek yapmayı gerçekten seven birinin motivasyonunu yok etmez, aksine daha iyi yemek yapmak için çabasını arttırır.
Motivasyonu Etkileyen Unsurlar Yaşamı seven, olumlu ve pozitif kişiler potansiyel bir motivasyona sahiptirler. Bu durum onların hareketli ve canlı olmasını sağlar. Yaşama sevinçleri girdikleri her ortamda hissedilir. Çevrenizde bu tip insanlar varsa canlılıkları size de yansır. Beden ve ruh sağlığımızın korunmasında ya da tedavisinde yaşam motivasyonumuzun büyük etkisi vardır.
öğretmeniyle yaşadığı olumsuz bir durum sonrası derse olan ilgisini kaybetmesi bu duruma örnek olabilir. Başkalarının üzerimizde yaratabileceği bu tip etkileri kontrol etmemiz mümkün değildir. Yaşanan olumsuz diyalog çözülmeden içimizdeki motivasyonun istenilen seviyeye gelmesi oldukça zordur. Başarı ya da başarısızlık motivasyonu etkileyen en önemli faktördür. Çok çalışmış olduğu bir sınavdan zayıf alan öğrencinin derse olan
Sosyal bir canlı olarak insan ilişkileri hepimizi etkiler. Değer verdiğimiz ya da yoğun şekilde iletişimde bulunduğumuz kişilerle yaşayacağımız olumsuz bir durum, önce moralimizi daha sonra da motivasyonumuzu etkisi altına alır. İşini severek yapan bir çalışanın müdürü ile yaşadığı olumsuz bir diyalog sonucu iş veriminin düşmesi ya da matematik dersinde başarılı olan bir öğrencinin
05
motivasyonunu yitirmesi, son saniyedeki sayıyı kaçıran basketbolcunun kaybolan motivasyonu gibi durumlar başarısızlık sonucu ortaya çıkar. Bu durum motivasyonun kısa süreli ya da tamamen yitirilmesine yol açabilir. Başarısızlığa bağlı motivasyon sorunları ikna ya da telkin yoluyla giderilebilse de, bir sonraki performansın sonucuna odaklanmaya neden olur. Bu nedenle başarı başarısızlık durumlarının analizi iyi yapılmalı, özellikle başarısızlığa neden olan durumlar tespit edilerek tekrarlanmaması sağlanmalıdır. Beceri ve yeteneklerimiz, yaptığımız ya da yapmak istediğimiz şeylerle ilgili motivasyonumuzu sağlayan diğer önemli bir faktördür. Örneğin futbol oynamayı veya resim yapmayı çok istiyor olabiliriz. Bu durum motivasyonumuzu oluşturup bizi harekete geçirecektir; ancak tüm çabamıza rağmen istenildiği kadar oynayamıyor veya çizemiyorsak motivasyonumuz hemen ortadan kalkacaktır. Öğrencilerin, motivasyonlarının az olduğu derslere baktığımızda beceri ve yetenek açısından bu alanlarda zorlandıklarını görebiliriz. Kişilik yapımız da motivasyon durumumuzu belirler. Çevresindeki insanlardan çabuk etkilenen kişilerin, kendilerine gelen pozitif ya da negatif iletilere bağlı olarak motivasyon durumları değişebilmektedir. Dış odaklı diyebileceğimiz bu kişiler, iç motivasyon kaynaklarına sahip olsalar da, başkalarından olumlu ya da olumsuz şekilde etkilenmeye açıktırlar. İşini çok seven biri, yöneticisinden gelen olumsuz bir söz ya da yapmış olduğu bir iş sonrası kendisine teşekkür edilmemesi gibi bir nedenle motivasyon kaybına uğrayabilir. İş yerindeki arkadaşlıkların keyifli veya gerginlik verici olması da dış odaklı kişilerin iş motivasyonunu ve beraberinde iş verimliliğini olumlu ya da olumsuz şekilde etkileyebilmektedir. Benzer durumlar öğrenciler için de geçerlidir. Derslerinde başarılı olan bir öğrencinin, sınıf ortamı, arkadaşlık ilişkileri, öğretmenlerinin tutum ve davranışları motivasyonunu olumlu ya da olumsuz etkileyebilir. Çözümden çok soruna odaklanan, karamsar veya kaygılı kişiler de sık sık motivasyon sorunu yaşarlar. Bu tip kişilerin harekete geçmeleri zor olduğu için çevrelerinin desteği büyük önem taşır. Pozitif ve çözüm odaklı, sorun durumlarını öğrenme fırsatına çevirebilen kişilerin ise daha hızlı harekete geçebildikleri daha üretken oldukları ve çevrelerine daha fazla faydaları dokunduğu bilinmektedir.
06
Öğrenci Motivasyonu Toplum olarak ders çalışmayan ya da derslere karşı ilgi duymayan öğrenciler için hemen motivasyon yokluğundan bahsederiz. Aslında akademik yaşamla ilgili öğrenci motivasyonunu belirleyen birden çok faktör vardır. Bunlardan en önemlisi öğrencinin öğrenme merakıdır. Ülkemizdeki eğitim sistemi öğrenmekten çok sınavdan iyi not almaya odaklandığı için öğrenci motivasyonu da öğrenmekten çok ezber yapmaya yönelmiştir. Kişisel özellikleri de öğrencilerin derslere olan ilgilerini, dolayısıyla motivasyonlarını etkilemektedir. Matematik dersine karşı motivasyonu düşük olan bir öğrencinin, fizik dersinde oldukça motive olduğu gözlenebilir. Bu nedenle öğrencilerin başarıları ve motivasyonları ders bazlı değerlendirilmelidir. Yapabilmek insan için önemli bir motivasyon kaynağıdır. Dersler için de benzer bir durum söz konusudur. Bir derste zorlanan öğrencinin bu derse motive olması oldukça güçtür. Böyle bir öğrenci dersten sürekli uzaklaşır. Dersi can kulağıyla dinlemez, ödevlerini yapmaz. Sınıfta kalma riski yaşasa bile motive olamadığı için zihnini ve bedenini harekete geçiremez. Bu noktada öğretmenler ders konuları ilerlemiş olsa da, öğrencinin yapabildiği düzeye geri dönerek tekrar konuyu anlatmalı ve öğrenciyi yapabileceği basit sorularla çalıştırmalıdır. Öğrencilerin, öğrenim hayatıyla ilgili hedeflerinin olması arzu edilen bir iç motivasyon kaynağıdır. Uzun süreli hedeflerin yanında kısa süreli hedeflerin de oluşturulması motivasyonun devamlılığı için önemlidir. Uzun süreli bir hedef zaman içerisinde etkisini kaybedebilir. Belirlenen kısa süreli hedefler sayesinde öğrencideki motivasyonel iniş çıkışlar dengede tutulabilir. Öğrencinin arkadaş ilişkileri, arkadaş grubunun ilgi alanları, dünyaya bakış açıları, akademik hedeflerinin olup olmaması gibi etkenler de derslerine olan motivasyonlarını pozitif ya da negatif yönde etkileyebilir. Diğer önemli bir faktör ise öğretmendir. Dersini ilginç hale getirebilen öğretmen, öğrencilerinde
öğrenme merakını yaratır ve ders için gerekli olan motivasyonu ortaya çıkarır. Dış bir faktör olarak öğretmenin yapmış olduğu bu etki, öğrenciler tarafından içselleştirildiğinde, öğrenim yılı boyunca sürebilir. Öğretmenle kurulacak olumlu bir etkileşim de bazen ilgili derse karşı öğrencinin motive olmasını sağlar. Öğretmeninden olumsuz bir söz duyan, öğretmeninin adaletsiz davrandığını düşünen bir öğrenci derse olan motivasyonunu kaybedebilir. Bu konuda öğretmenlerin hem dikkatli hem de öğrencileriyle ilgili bilgi sahibi olmaları önemlidir. Görüldüğü gibi öğrenci motivasyonu birden fazla nedene bağlıdır. Kimi öğrenciler bir tek nedenle motivasyon sorunu yaşarken kimi öğrenciler birden fazla nedenden etkilenebilir. Motivasyon sorunu olduğu düşünülen öğrencilerin, kişisel ve çevresel tüm alanlarıyla ilgili bilgi sahibi olunmalıdır. Sorun alanlarını ve gelişim dönemi özellikleri bilindiğinde ve daha empatik bir yaklaşım sergilendiğinde öğrenciye motivasyonu konusunda destek olmak kolaylaşır. Bu bilgiler aracılığıyla öğrencinin motivasyonu için neler yapılabileceği ortaya çıkacaktır. Öğrencilerin öğütle, ödül ya da cezayla uzun süreli ve kalıcı bir motivasyona sahip olmaları mümkün değildir.
KAYNAKÇA • Atkinson, R., l. & Atkinson, R., C.& Hilgard, E., R. (1995). Psikolojiye Giriş. Sosyal Yayınları. • Cüceloğlu, D. (1991). İnsan ve Davranışı. İstanbul, Remzi Kitapevi. • Ertürk, Y. D. (2010). Davranış Bilimleri. 1. Baskı, Ocak. İstanbul, Kutup Yıldızı Yayınları. • Kleinginna, P., Jr., & Kleinginna A. (1981). “ A Categorized List Of Motivation Definitions, with Suggestion For A Consensual Definition.” Motivation and Emotion, 5, 263-291.
07
Yazan: Eğitim Uzmanı Elmas Özmen
MİZAHIN GÜCÜ Gülme, güldürme; kusurlarımızı incelikli bir şekilde ortaya dökmek, bilerek saflıklar yapmak, bizi dinleyenleri, izleyenleri şaşırtmak, başkalarının kusurlarıyla dalga geçmek, rakip gördüklerimizin hatalarından bahsetmek gibi pek çok yolla ortaya çıkabilir.
08
Günlük hayatta sıklıkla mizah ile gülme aynı anlamda kullanılsa da aslında gülme, kahkaha yalnızca mizahın eşlik edenleridir; çünkü gülme, öncelikle mutluluk ve hazzın, bazen sıkıntı ya da saldırganlığın ifadesi olmakla birlikte aynı zamanda bütüne uymayan şeylerin yarattığı bir şaşkınlık ifadesidir. Mizah ise daha çok düşünsel bir alışkanlıktır. Nesin (1973), mizahın sonucunda gülme ortaya çıktığı için mizah ile gülmenin birbirinden ayrı olamayacağını söylerken gülmeyi, mizah kapsamına giren durumların algılanmasıyla kişinin aldığı hazzın dışa vurulduğu psikofizyolojik bir durum olarak tanımlamıştır. Bu bakış açısıyla da mizah yerine gülmece kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Gülme, güldürme; kusurlarımızı incelikli bir şekilde ortaya dökmek, bilerek saflıklar yapmak, bizi dinleyenleri, izleyenleri şaşırtmak, başkalarının kusurlarıyla dalga geçmek, rakip gördüklerimizin hatalarından bahsetmek gibi pek çok yolla ortaya çıkabilir.
Mizaha Doğru Doğumla anne karnındaki güven ortamından ayrılan bebek yeni ortamında güvensiz hissettiğini, kaygılarını ağlamasıyla ve ağlamasına eşlik eden mimikleriyle çevresindekilere gösterir. Annesi tarafından “Bana güven, yanındayım, seni korurum.” mesajlarını alan bebeğin kaygısı azalır, hazzı artar ve yeni duygularını gülümsemelerle, gülücüklerle ifade etmeye başlar. Anneler bebeklerini eğlendirmek, güldürmek için çeşitli oyunlar oynar. Bu oyunlardan biri “cee” oyunudur. Hemen hemen her bebekle oynanan, hepsine neşe veren, güldüren “cee” oyununda elleriyle yüzünü kapatıp aniden açan annesini gören bebek, annesinin yüzünü kapatmasıyla hafif düzeyde bir gerginlik ve heyecan yaşasa da; annesinin yüzünü gördüğünde rahatlar ve gülümsemeye başlar. Bu gülümsemeye ilk mizah olarak bakılabilir. Bir de bebeklerle oynanan gıdıklama oyunları vardır. Gıdıklama oyunundaki şakacıktan saldırıyormuş gibi yapmalar ise bebeğe mizahın aslında gerçek değil sadece oyun, eğlence, şaşırtma olduğunu gösterir. Öğrendiklerini çeşitli şekillerde göstermeye, uygulamaya başlayan bebekler, yaptıkları şaşırtma oyunlarına verilen tepkilerden de her şaşırtmanın komik olarak algılanmadığını, yalnızca uygun olanların komik bulunduğunu deneyimlerler. Yürümeye başlamak bebekler için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu dönemin acemi yürü-
Mizahtan Korkulur Mu?
yüşlerinde sık sık düşüşler, kazalar yaşayan bebeklerin bu düşmeleri, kazaları komik bulunup gülündüğünde onlar da canları acımış olsa bile gülmeye başlar ve bir nevi acılarını bastırırlar. Böylelikle mizahın bazen de gerçeği gizleme özelliği olduğunu öğrenirler. Ayrıca bu tecrübeler onlara gülünen şeylerin bazen komik, bazen de komik olmayan özellikte olabileceğini gösterir. Konuşmaya başlayan çocuğun yasaklı, argo kelimeleri keşfetmesi ise yeni gülmeleri ve yasakları beraberinde getirir. Çocuklar bu tür kelimeleri kendi aralarında söyleyip gülüştükçe bir yandan da mizahın arkadaşlık kurmadaki önemini kavramaya başlarlar. Okul yaşantısıyla mizahın sosyal ilişkiler kurmadaki etkililiğinin önemi iyice gün yüzüne çıkar. Örneğin korkudan çıt çıkarılamayan bir öğretmenin dersinde sınıfı ve öğretmeni güldürmenin yarattığı popülerlik keşfedildiğinde mizahın insanı yalnızlıktan kurtardığı öğrenilir.
Mizahı bir savunma mekanizması olarak gören Freud, mizahın saldırganlık dürtüsü ile bağlantısına değinmiştir. Her insanda var olan saldırganlık dürtüsünün açıkça ifade edilemeyip çevre tarafından baskılanmasıyla kişinin bu dürtüyü şaka yoluyla ifade ettiğini söylemiştir. Fıkralar, karikatürler, bazı romanlar, hikâyeler ve çeşitli sahne sanatları ise mizahın, zayıfın güçlüye karşı kullandığı ortak araçlardır. Yöneticilerin adaletsiz tutumları, politika, gelenek-görenek ve törelerdeki tutarsız yönler birer mizah alanı yaratsa da ortaya konan sanat ürünleri muhalif olunca güçlü tarafı rahatsız edebildiği “korkutabildiği” görülmüştür. Bu toprakların yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan ve gerek fıkraları, gerekse fıkralarından doğan deyimlerle ne zaman başımız sıkışsa hemen imdadımıza yetişen Nasrettin Hoca: “Ya tutarsa diye göle maya çalarak, kazanın doğduğuna inanıyorsak ölebileceğine de…” gibi söylemleriyle dikkatleri çekerek aslında gerçek diye dayatılanlara karşı çıkmayı öğretmiştir topluma. Davalıya da davacıya da hak vererek doğrunun tek olup olmadığını sorgulatan da yine Hoca’dır.
09
Mizahi Mizaç Mizah anlayışının başta zekâ ve yaratıcılıkla Mizah anlayışının başta zekâ ve yaratıcılıkla ilişkisi olmakla birlikte birçok bileşeni ve zamanla öğrenilebilir olduğu bilinir. Mizah duygusunun gelişmesinde aile ortamı büyük önem taşır. Olayların, durumların eğlenceli yönünün görüldüğü, mizahtan zevk alınan aile ortamlarında büyüyen çocuklar, benzer tutumları ve davranışları benimserler. Karşılaştıkları sorunların çözümünde mizahı kullanan ebeveynlerin çocukları da aynı yolu izlerler. Hatta zaman içinde sorunların çözümünde mizahi yöntemleri kullanmada ebeveynlerinden daha donanımlı hale gelebilirler. Elbette burada yalnızca ebeveynlerin mizahi becerileri değil çocuklarına karşı tutumlarının pozitif, güven verici ve destekleyici olması da çok önemlidir. Mizahla iç içe olmak aynı zamanda etrafta olup bitenlerle daha fazla ilgili olmayı gerektirir. Mizah dolu ortamlarda büyüyen çocukların farklı konular ve olaylar hakkında bilgi ve fikir sahibi olmaları onlara genel kültür kazandırırken dil becerilerini de geliştirir. Gelişmiş dil becerilerine sahip olmak ise eğitim, iş ve sosyal hayat için gerekli temel becerilerin başında yer alır. Mizahın öğrenilmesinde kitapların ve filmlerin de katkısı vardır. Eğlendirmenin, güldürmenin yanı sıra eleştirme ve düşündürme işlevleri olan mizahi filmler ve kitaplar, çocukların bilişsel, duyuşsal ve toplumsal gelişimlerine önemli katkı sağlar. Çocuklar, kitaplardaki ve filmlerdeki karakterlerin sorun çözme becerilerini, duygu ve düşüncelerini ifade etme şekillerini model alırlar. Hayali kahramanlar aracılığıyla ikili ilişkilerdeki çatışmalı durumların mizahla nasıl aşılabileceğini, toplumsal sorunları eleştirmenin ya da kişisel/toplumsal ön yargıları aşmanın farklı yolları olduğunu okuyan, izleyen çocuklar benzer çözümleri yaşamlarında da kullanabilirler. Bir kitabın çocukta anlama ve kavrama değişiklikleri yapabilmesi için kitabın diliyle çocuğun dil becerileri gelişiminin paralel olması gerekir. Çocuklar için mizahi kitaplar arayanlara, çoğu çocuğun beğenisini kazanan Rıfat Batur’un “Kitap Doktoru”, Christine Nöstlinger’in “Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk” adlı eserleri önerilebilir. Ayrıca Muzaffer İzgü’nün, Aytül Akal’ın, Behiç Ak’ın da eserleri arasından çocuğunuza
10
uygun olanları seçebilirsiniz. Sözü edilen yazarların genelde 9 yaş ve üzeri için kaleme aldıkları eserlerinde uyumsuzlukların tehdit, kavga ve küslük olmadan da üstesinden gelinebileceğinin güzel örnekleri anlatılır.
Eğitimde Mizah Çok hızlı değişim gösteren günümüz dünyasında her ortamda olduğu gibi okullarda da stres kaynakları oldukça yoğundur. Ödevler, sınavlar ve sürekli değişen sınav sistemleri gibi. Öğrencilerin bu stres yaratan unsurlarla daha iyi baş edebilmeleri ve yaşadıkları duygusal zorlanmaların üstesinden gelebilmeleri için mizah önemli bir araç olarak devreye sokulabilir. Örneğin, sınav gerginliğinin azaltılmasında öğretmenlerin açıklamaları espri-
li yapması bile etkili olur. Ya da sınav sorularının bazılarının yine güldürürken düşündürecek nitelikte hazırlanması sınav kaygısını azaltabilir. Bu tür düzenlemelerle yaşanabilecek kaygının, endişenin, korkunun dağılması ve yerini olumlu duygulara bırakması sağlanarak öğrencilerin gerçek performanslarını ortaya çıkarmalarına yardımcı olunabilir. Okullarda gözlük takan, derslerine düzenli çalışan çocuklara her yerde hemen hemen aynı şekilde seslenildiğini, köşe yazarlarının bile beğenmediği meslektaşına yine isimler takarak hitap ettiğini ve bu durumun geleneksel mizah anlayışımıza sığınarak açıklandığını görüyoruz. Aristo tarafından ortaya atılan fikirlerin geliştirilmesiyle ortaya çıkan üstünlük kuramı, mizahın özünde alay olduğunu söylese de bu tür mizahın kişiler ya da gruplarla ilgili klişeler yarattığı, ön yargıları devam ettirdiği ve ötekileştirmeye çanak tuttuğu
da açıktır. Günlük yaşamda gülmeye neden olan olaylarla ilgili bir araştırmanın sonuçlarını aktaran Şahin (2012), gülmeye kaynaklık eden olayların %65’inin özünde alay olduğunu ifade eder. Etnik kökene, dine, azınlığa, cinselliğe kısaca her türlü farklılığa karşı üretilmiş olan fıkraların, deyim ve atasözlerinin kullanımına her ortamda olduğu gibi okullarda da dikkat edilmelidir. Dikkat etmek yerine kullanımın tamamen yasaklanması duyguların ifade edileceği alanları ortadan kaldırır ve başka sorunları beraberinde getirir. O nedenle bu tür mizahı hiç kullanmamak yerine ön yargıları ve ayrımcılığı önleyebilmede, eleştirinin nasıl yapılabileceğini öğretmede bir araç olarak kullanmak da mümkündür. Bilişsel süreçlerden kaynaklanan zekânın, dikkatin, analitik düşünmenin, yaratıcılığın ve gülmeyle dışa yansıyan neşenin, rahatlığın kaynağı olan fıkraların, özenle seçilerek eğitim ortamlarında kullanılmasının yaygınlaştırılması yararlı olur. Fıkralar her derste kullanılabileceği gibi özellikle Türkçe ve edebiyat derslerinde kullanıldığında genelde metin merkezli anlayışa renk getireceklerinden derslerde sıkılan, gülmekten ve güldürmekten hoşlanan çocukların okulu ve öğrenmeyi eğlenceli bulmasında önemli bir rol oynarlar. Fıkralar dışında öğretmenlerin yerine ve zamanına göre iyi espri yapma becerileri de öğrenmeyi sevdirir ve kolaylaştırır. Akademik başarının sadece ders çalışmaya bağlı olmadığı, öğrencilerin kendilerini rahat, huzurlu ve mutlu hissettikleri öğrenme ortamlarında daha kolay öğrenebildikleri bilindiğinden okullarda mizah unsurlarının kullanımının yaygınlaştırılması önerilir. Öğrencilerin hem öğretmenleriyle hem de birbirleriyle paylaşacakları olumlu duygusal deneyimler, birlikte gülüp eğlenmeleri “ben”leri kolayca “biz”e dönüştüreceğinden daha sonra yapılması planlanan pek çok etkinliğin, sosyal sorumluluk projesinin de birlikte yürütülmesini kolaylaştırır.
Mizah yapabilmek için de yapılan mizahı anlayabilmek için de öncelikle mizahın ne olduğunu anlamak gerekir. Bunu sağlayabilmek, öğrencilerin yaratıcı ve mizahi düşünme becerilerini geliştirebilmek için okullarda çeşitli etkinliklere yer verilebilir. Örneğin öğrencilerin komik olduğunu düşündükleri kitapları getirip arkadaşlarına tanıtmaları ve neden öyle düşündüklerini açıklamaları istenebilir. Belirlenen gün ve zamanlarda düzenli olarak yapılacak bu çalışma düşünen, tartışan, günceli takip eden, mizahi anlayışa sahip öğrencilerin yetişmesine katkı sağlar. Öğrencilerden komik fotoğraflar, karikatürler biriktirdikleri bir dosya oluşturmaları ve bu dosyalardaki ürünlerden bireysel ya da küçük gruplarla metinler üretmeleri istenebilir. Yaratıcı yazma becerilerini geliştirecek bu çalışma, mizah ögelerini de barındırdığından öğrenciler için daha keyifli olabilir. Ayrıca oluşturulan ürünler arasından belirlenen kriterlere uygun olanlar seçilip ders işlenişlerinde de kullanılabilirse bu durum öğrencileri daha da motive eder. Koridorlardaki ya da sınıflardaki bazı panolar mizah için ayrılarak işlenen konulara uygun, karikatürler, fıkralar, komik resimler araştırılıp asılabileceği gibi öğrencilerin kendi ürünleri de bu panolarda sergilenebilir.
KAYNAKÇA • Freud, S.(1905). Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri (5. Baskı). (E. Kapkın, Çev.). İstanbul: Payel Yayınevi (Orijinal çalışma basım tarihi 1905). • Kılıç, Z. K.(2012). En Güvenli Doğum Kontrol Yöntemi. Psikeart Dergisi, Sayı: 22. Art Dergi. • Köknel, Ö.(2010). Gülerek Bilgilenmek(1. Baskı). İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. • Nesin, A.(1973). Cumhuriyet Döneminde Türk Mizahı (1. Baskı). İstanbul: AkbabaYayınları. • Smadja, E. (2013). Gülmek. (S. N. Arım, Çev.). İstanbul: Bağlam Yayıncılık (Orijinal çalışma basım tarihi 1993). • Şahin, A. R.(2012). Mizah duygusu. Psikeart Dergisi, Sayı: 22. Art Dergi. • http://www.birikimdergisi.com/sayi/166/toplumsalelestiri-soylemi-olarak-mizah-ve-gulmece • http://www.jret.org/FileUpload/ks281142/File/10a. kocer.pdf • http://www.hurriyet.com.tr/egitim/28990200.asp • http://www.egitimpedia.com/egitim-2/mizahi-sinifatasimak
Eğitim ortamlarında çizgi, fikir ve ironiden oluşan karikatürlerin de önemli bir yeri vardır ve bir eğitim aracı olarak kullanılmasının gittikçe yaygınlaşması sevindiricidir. Karikatürler yoluyla metinler ve kitaplarla yapılan yorumlama ve bir ana fikre ulaşma çalışmaları rahatlıkla yapılabilir. Özellikle uzun metinlerden çok da hoşlanmayan öğrencilerin ilgi ve dikkatlerini derse çekmede ve katılımlarını arttırmada etkili olabilen karikatürler aynı zamanda bir sanat aracı da olduğundan öğrencilerin bu alanlardaki gelişimlerini destekler.
11
SORUN ÇÖZEBİLEN BİREYLER YETİŞTİRMEK Bizi başkalarından ayıran, biricik kılan mizacımız, becerilerimiz, sergilediğimiz tutum ve davranışlarımızdır. Tez canlı olmak, çabuk öfkelenmek gibi kimi özelliklerimiz zaman zaman sorun yaşamamıza zemin hazırlarken, kimi özelliklerimiz ise sosyal ilişkilerimizin gelişmesi ve daha anlamlı hale gelmesini sağlar.
Yazan: Psikolojik Danışman Yelda Arslan Baştımar Psikolojik Danışman Filiz Koçak
12
“Bir varmış, bir yokmuş… Güzel, güneşli bir günde, masallar diyarında tatlı mı tatlı bir prens ve prenses dünyaya gelmiş. Varlıkları tüm ülkede bir bayram havası yaratmış. Çok istenerek dünyaya getirilen bu çocuklar, sevgiyle büyütülmüşler. İhtiyaçları her zaman ailelerinin öncelikleri arasında yer almış. Konuştuklarında dinlenmişler, sevdikleri yiyeceklerle beslenmişler, odaları onları geliştirecek oyun ve oyuncaklarla bezenmiş, iyi eğitim almaları yönünde tüm imkânlar seferber edilmiş, mutlu olmaları çok önemsenmiş. Onları mutsuz edebilecek her sorun bir şekilde ya önlenmiş ya da onlar adına çözülmüş. Prens ve prenses hayatları boyunca çok ama çok mutlu yaşamışlar… mı acaba?” Değerli okurlar, yukarıda anlatılan masal sizde neler çağrıştırdı? Gerçek hayatla ilişkilendirdiğinizde size tanıdık gelen noktalar oldu mu? Çocuklarımız, hayatımızdaki en değerli varlıklarımızdır. Ebeveynlik içgüdüsü ile ister istemez onları korumaya, kollamaya, yaşayabilecekleri sorunları önceden öngörüp çözmeye çalışırız; ancak bu tutumumuzla ne kadar doğru yapıyoruz? Karşılaşabilecekleri tüm sorunları önlemeye ya da onlar adına çözmeye çalıştıkça onların sorun çözebilme fırsatlarını ellerinden alıyor ve maalesef onları güçsüzleştiriyoruz. Yaşımız ne olursa olsun, her gün anlamamız ve karşılık vermemiz gereken sayısız sosyal etkileşimde bulunuyoruz. Bunlardan bazıları da sorun çözme becerilerini kullanmamızı gerektiriyor. Çocuklarımızdan da zaman zaman, “Bugün benimle alay ettiler." “Beni oyuna almadılar.”, “Ödevimi evde unuttum.” gibi yakınma ifadelerini duyabiliyoruz. Peki, bu durumlara nasıl müdahale etmeliyiz?
Sorun Çözebilen Çocukların Ortak Özellikleri Bizi başkalarından ayıran, biricik kılan mizacımız, becerilerimiz, sergilediğimiz tutum ve davranışlarımızdır. Tez canlı olmak, çabuk öfkelenmek gibi kimi özelliklerimiz zaman zaman sorun yaşamamıza zemin hazırlarken, kimi özelliklerimiz ise sosyal ilişkilerimizin gelişmesi ve daha anlamlı hale gelmesini sağlar. Aşağıda sıralanan özellikler de, sorunlarını etkin çözebilen çocukların ortak özellikleri olarak araştırmalarda yer almaktadır. Karşı tarafın ne yaşadığına önem vermek: Benmerkezci tutumdan sıyrılıp karşı tarafın ne yaşadığına önem veren çocuklar, onların gözünden de yaşanan sıkıntıyı görmeye çabalarlar. Empati becerisi ile destekledikleri bu tutumları, onların sorunları anlamalarını ve uygun tepki vermelerini sağlar. İyi niyetini korumak: İyi niyetini koruyan çocuklarda, karşı tarafa yüklenmeden önce onu anlamaya çalışma, ortak bir nokta bulabilme, iki tarafın da kazanabileceği çözümler üretebilme ve sorundan çok çözüme odaklanma yaygındır. Duygularını ifade edebilmek: Yaşadığı duygu ne olursa olsun, bunu içtenlikle ve rahatça ifade edebilen çocukların sorun çözme konusunda akranlarına oranla daha başarılı oldukları bir gerçektir. Duygularını beden dili veya kelimelerle ifade edebilen çocukların, yanlış anlama ve anlaşılma ihtimalleri azalır. Sorunların çözümünde aktif rol oynarlar. Daha önceden başarılı sorun çözme deneyimine sahip olmak: Sorun çözmede kullanılan yöntemlerin işe yarıyor oluşu, çocuğun bir sonraki sefer karşılaştığı sorun durumuna daha iyimser yaklaşmasını sağlar. Kendi yöntemlerinin işe yaradığını gören çocuk, saldırgan veya dürtüsel tepkiler yerine, çözüme yönelik yöntemler seçer. Kendine ve becerilerine güvenmek: Çocuklar sorun çözdükçe özgüvenleri tazelenir ve kendilerini olaylar üzerinde daha yetkin hissederler. Yetkin hissettikçe de sosyal ilişkilerinde ve yaşadıkları sorun durumlarında kendilerini daha rahat ortaya koyarlar.
13
Olumlu davranışı olumsuza tercih etmek: Olumlu davranışlarla ilgi almayı tercih eden çocukların, sorun çözmeye daha hazır oldukları bilinir. Eğer çocuk, uygun olmayan davranışları ile dikkat çekmeyi tercih ediyorsa yaşanan her sorun onun için kendini ortaya koyduğu bir sahneye dönüşür. Oysaki olumlu davranış sergileyerek benliğini geliştiren çocuklar, sorunlarını çözerek olumluluklarını sürdürürler. Sorun çözme becerisi zayıf olan çocukların özelliklerine baktığımızda ise aile ve akranları ile yeterli iletişim kuramama, kendini yeterince ifade edememe, bir gruba ait hissetmeme, sabredememe, hazzı erteleyememe, zaman planlamasın-
14
da güçlük yaşama, karar alıp eyleme geçmede zorlanma gibi durumlara rastlayabiliriz.
tamamlamış olması ve şu mesajları alması gerekmektedir:
Günümüzde daha çok karşımıza çıkan bağımlılık sorunları da (alkol, madde, internet, yeme, alışveriş vb) genellikle yukarıda saydığımız nedenlere bağlı olarak bireyin sorunlarını çözemediğinde, kaçıp başvurduğu bir alışkanlığa dönüşebilmektedir. Şunu da unutmamak gerekir ki, hepimiz zaman zaman yukarıda ifade edilen davranışları gösterebiliriz. Burada önemli olan, bu durumu tolere edebilmek ve olumsuz duyguda takılı kalmayarak devam edebilmektir. Bağlı ama bağımsız bir birey olabilme yolunda Doğan Cüceloğlu’nun da dile getirdiği gibi kişinin beş varoluş boyutunu
1) İyi ki varsın. 2) Seni olduğun gibi kabul ediyorum. 3) Sevilmeye layıksın. 4) Değerlisin, biricik ve teksin. 5) Güçlüsün, üretebilir ve başarabilirsin. Bu basamakları doğru zamanda ve doğru mesajlarla tamamlayan bireylerin sorun çözme becerileri için gerekli alt yapıyı da sağladıkları öngörülmektedir.
Araştırma Sonuçları Aşağıda yer alan araştırma sonuçları; etkili sorun çözme becerileri ile bilişsel yeterlilik, cinsiyet, yaş ve sağlıklı aile iletişimi arasında anlamlı bir ilişki olduğunu göstermektedir. • Okul öncesi çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada, çocukların kişilerarası problem çözme test puanları ile okula hazır oluşlukları arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Yer, zaman, miktar ve sınıflandırma gibi kavramlar, çocukların düşünme becerilerinin temelini oluşturur. Çocuklar kavramlar aracılığı ile nesneler arasındaki ilişkileri, kişilerin yerlerini ve özelliklerini, olayların sırasını anlayabilirler. Bu da, onların yaşanan problemlerin çözümünde daha başarılı olmalarına katkı sağlar. Bunun yanında yüksek oranda problem çözen, sosyal davranışlarda uyumlu olan çocukların, kişiler arası problemlerde çok çeşitli çözüm ürettikleri saptanmıştır. (Yoleri, 2014) • 9-11 yaşındaki çocuklarla yapılan bir araştırmaya göre; kızların nesne edinme (istediğini elde etme) ve arkadaş edinme durumlarında erkeklere göre daha fazla çözüm ürettikleri bulunmuştur. 10 ve 11 yaşındaki çocukların, 9 yaşındaki çocuklara göre nesne edinme durumunda daha fazla çözüm ürettikleri problemin çözümü başarısız olduğunda problem durumunu çözecek yeni stratejiler oluşturmada daha başarılı oldukları saptanmıştır. (Arı ve Yaban 2012) •Lise öğrencileriyle yapılan bir araştırmaya göre ise, cinsiyet, okul türü, yaş, babanın işi, bireyin sorunlarını konuştukları ve anlaşıldıkları kişilerin kimler olduğu değişkenleri problem çözme becerilerini değerlendirmede fark yaratmaktadır. Araştırmada elde edilen bulgulardan birisi de, arkadaşlarının yanı sıra ana babalarının kendilerini daha iyi anladığını düşünen gençlerin problem çözme becerilerinin daha iyi olduğu biçimindedir. (Korkut, 2002)
“ Problemler, onlarla nasıl başa çıkacağınızı bilirseniz, iyiye kullanabileceğiniz fırsatlardır.” - Henry J. Kaiser -
Çocukların Sorun Çözme Becerisini Geliştirmek İçin Anne Babaların Yapabilecekleri Sorunları Kişisel Gelişim Adına Fırsat Olarak Görün: Anne babalar olarak sorun durumlarına karşı takındığımız tutum ve davranışlar, çocuklarımızın bakış açısının temelini oluşturur. Eğer biz yetişkinler sorunlar karşısında telaşlanır, kaygılanır ya da öfkelenirsek, çocuğumuz da böyle davranmayı öğrenir. Çocukların, sorun çözme deneyimleri arttıkça, psikolojik olarak da güçlendikleri ve yapabilirliklerine olan inançları artar.
Yeterince Müdahale Edin: Bebekliklerinde elbette çocuğumuzun her sorununu üstlenir ve çözmeye çalışırız; ancak çocuğun yaşının ilerlemesiyle birlikte bu sorumluluğun yavaş yavaş, yaşı ve yeterlilikleriyle orantılı olarak, ona devredilmesi gerekir. Küçük yaşta çocukların kendi sorunlarını çözmelerine fırsat verilmesi, ergenlik çağına geldiklerinde kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlar. Ergenlik çağına gelindiğinde ise anne baba, yardım ve destek gerektiğinde danışılan bir gözlemci konumuna gelmelidir.
15
Sorunlar ve Alternatif Çözümlere Dair Farkındalık Yaratın: Yaşamın her anı içinde sürpriz sorunlar barındırabilmektedir. Gece yarısı eve geldiğinizde evin su bastığını görmek, bir mağazada kasaya vardığınızda cüzdanınızı evde unuttuğunuzu fark etmek, tam işe gitmek üzereyken çocuğunuza bakacak kişinin hasta olup gelemeyeceğini öğrenmek gibi. Sadece çocuklar için değil, biz yetişkinler için de ani karşılaşılan durumlara kolay adapte olabilmek ve hızlıca uygun çözüm yolları üretebilmek önemlidir. Çocukların hangi sorun durumunda en uygun tepki ya da tepkilerin ne olacağı konusunda düşünsel bir pratik yaşamaları gereklidir. Bu amaçla eğitici kitaplardan uyarlayacağınız hikâyelerden, yaşına uygun filmlerden, oyunlardan yararlanabilir, sohbetler yapabilirsiniz. Bir filmi birlikte seyretmek, bir kitabı ona okumak ya da büyük yaş grubunda aynı kitabı okumak ardından kitap üzerine konuşmak, çocuğunuzun bazı dersler çıkarmasına yardımcı olacaktır. Küçük yaş grubunda “Filmdeki / kitaptaki kahramanın yerinde sen olsan ne yapardın?”, “X kitabındaki Y karakteri bu hikayeye dâhil olsaydı nasıl davranırdı sence?” benzeri sorular alternatif fikirler üretmelerine katkı sağlayacaktır. Sorun Çözme Yöntemini Öğretin: Anne baba olarak yapabileceğimiz ilk şey, çocuklarımızın yaşadıkları sorunlarla ilgili öncelikle onları dinlemek ve anlamaktır. Sonrasında ise, sorun çözme yöntemini kullanarak adım adım çözüm bulma yolunda çocuğumuza destek olmaktır. Problem nedir? Çözüm yolları neler olabilir? Her çözüm için kendine sor. (Güvenli mi? Başkaları bunun hakkında ne hissedebilir? Adil mi? İşe yarayacak mı?”) Çözüm yollarından birini seç ve uygula. İşe yaradı mı? İşe yaramadıysa ne yapabilirim? Bu süreçte önemli olan, her basamakta çocuğunuza doğru sorular sorarak ve onu düşündürerek çözüm üretmesini sağlamaktır. Doğruluğuna inandığınız çözüm yolunu çocuğunuza empoze etmek o an için sorunu çözebilir ama onun değerli bir yaşam deneyimi kazanmasını engeller. Her koşulda sabırla onun kendi çözümlerini bulup uygulamasına yardımcı olmanız geliştirici olur. Çocukluğunuzdan Anılar Paylaşın: Kendi yaşam deneyimlerinizden ve anılarınızdan örnekler vermeniz, anekdotlar paylaşmanız çocuğunuz üzerinde “Annemin de / babamın da
16
başına benzer şeyler gelmiş.” duygusu yaratarak onu rahatlatır, durumu normalize etmesini kolaylaştırır. Yaşadıkları Üzerine Düşündürtün: “Ne olsaydı böyle sonuçlanmazdı?”, “Başka nasıl davranabilirdiniz?”, “Tekrar benzer bir sorunla karşılaşsan neyi farklı yapardın?” gibi sorularla onu düşündürtmeniz, olaylar üzerindeki etkisine dair ayna tutmanız, çocuğunuza etkin sorun çözme yöntemleri ile ilgili bir farkındalık ve bilinç kazandırır. Sorumluluklarını Artırın: Sorumluluk sahibi çocuklar sorunlarını çözme konusunda daha rahat inisiyatif kullanırlar. Bu nedenle yaşa uygun sorumlulukların çocuğa veriliyor olması çok kıymetlidir. Aile Toplantıları Düzenleyin: Duyguların paylaşıldığı, sorunların dile getirildiği periyodik “Aile Toplantıları” düzenleyebilirsiniz. Bu tür toplantılar çocuklarda, düşüncelerine değer verildiği duygusu yaşattığı gibi onların sorunlarını gönül rahatlığı ile sizinle paylaşmalarını da sağlar. Karar Alma Fırsatları Yaratın: Hayatları ile ilgili yaşına uygun kararları alabilme şansı edinmiş çocuklar, kendi sorunlarını çözme konusunda da daha istekli, güvenli ve yetkin olurlar. Sosyal Becerilerini Geliştirin: İlişki kurabilme, sürdürebilme, sabredebilme, sırasını bekleyebilme, dürtülerini kontrol edebilme ve kendini sakinleştirebilme becerileri (ortamdan uzaklaşma, tepki vermeden önce içten 10’a kadar sayma, nefes egzersizleri vb.) güçlü olan çocukların sorun çözme becerilerinin de gelişmiş olduğu gözlemlenmektedir. Onu Cesaretlendirin: Olayları sorgulama, soru sorma konusunda onu ne kadar cesaretlendirirseniz, analiz, sentez yapabilme ve yaşamı anlamlı kılma konusunda ona yol göstermiş olursunuz.
KİTAP ÖNERİSİ • “Ben Problem Çözerim” Prof. Dr. Belma TUĞRUL, Morpa Yayınları • “6 ile 18 Yaş Çocuklarıyla Sorunları Çözmede 5 Aşama” Phillip MOUNTROSE, Kariyer Yayınları
KAYNAKÇA • Arı, M. ve Yaban, E.H. (2012). 9-11 Yaşındaki Çocukların Sosyal Problem Çözme Becerilerinde Cinsiyet ve Yaş Farklılıkları. Hacettepe Üniversitesi, Eğitim ve Bilim, Cilt 37, Sayı 164. • Cüceloğlu, D. (2015). İçimizdeki Çocuk. Remzi Kitabevi, İstanbul. • Gordon, T. (1996). Aile İletişim Dili. Sistem Yayıncılık, İstanbul. • İnternet Alıntısı, http://www.guncedanismanlik.net/ images/stories/bultenler/2009_10.pdf • İkinci Adım Sosyal-Duygusal Becerileri Geliştirme ve Şiddeti Önleme Programı Posteri, (Second Step, Committee for Children, 2002). • Lindenfield, G. (1997). Kendine Güvenen Çocuk Yetiştirme. HYB Yayıncılık, Ankara. • Korkut, F. (2002). Lise Öğrencilerinin Problem Çözme Becerileri. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 22; 177-184. • Yoleri, S. (2014). Okul Öncesi Çocukların Kişiler Arası Problem Çözme Becerisi ve Kavram Gelişimi Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. Uşak Üniversitesi, Eğitim ve Bilim, Cilt 39, Sayı 173.
17
Hazırlayanlar: Uzman Psikolojik Danışman Berna Ergun Uzman Psikolojik Danışman Gülseren Kaya Uzman Psikolojik Danışman Revan Çoban
RÖPORTAJ: ŞENİZ PAMUK YENİ, ARTIK KLASİK OLMAYAN AİLE YAPILARINDA ANNE-BABALIK İŞLEVLERİ: EZBERLER BOZULACAK MI? Anne babalık işlevlerinin değişimi çocukları nasıl etkiliyor? Bu çağda çocuk olmak ne anlama geliyor? Tüm bu soruları sizler için Klinik Psikolog Şeniz Pamuk’a sorduk. Geçip giden zamanla birlikte yaşamımızda değişimler oluyor. Modern dünyanın getirdiği bu değişimlere kimi zaman ayak uydurabilirken kimi zaman da eski yaşantılara özlem duyabiliyoruz. Kalabalık bir ailede, anneanneler, babaanneler ve dedelerle bir arada geçen zamanlar yerini bakıcılara, anne baba ve çocuktan oluşan çekirdek aile-
18
lere bırakmış durumda. Değişen dünya ile birlikte artık ailenin işlevleri de giderek farklılaşıyor. Bu çağın anne babaları zamanla yarışıyor ve yarışa maalesef çocuklar da eşlik ediyor. Durup nefes almak, soluklanmak ve düşünmek nerdeyse geçmiş zamana ait bir ihtiyaç gibi algılanıyor. Peki değişen bu dinamiğin kökeni nereye dayanıyor? Anne
babalık işlevlerinin değişimi çocukları nasıl etkiliyor? Bu çağda çocuk olmak ne anlama geliyor? Tüm bu soruları sizler için Klinik Psikolog Şeniz Pamuk’a sorduk. Alanda uzun yıllardır sürdürdüğü çalışmalar ve klinik ortamdaki gözlemlerinden yola çıkarak Sayın Pamuk bizlere geniş bir perspektif sundu. Keyifle okumanız dileğiyle.
Yeni nesil aile kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Çok yakın zamana kadar aile denilince akla anne, baba, çocuk ve anneanne, babaanne, dedeler gibi geniş aileyi de kapsayan bir yapı geliyordu. Yeni nesilde ise hem ailenin iç yapılanmasında hem de aileyi oluşturan bireylerin çeşitliliği anlamında çok büyük farklılıklar olduğunu görüyoruz. Günümüzde eğitim düzeyi yüksek ailelerde demokratik yaklaşım ön plana çıkıyor. Aslında bu yaklaşımın ailelerde büyük önem taşıması tesadüf de değil. Yeni nesil aileleri oluşturan anne babalar, eğitimlerine, meslek sahibi olup başarı elde etmelerine değer verilmiş, bireysel hak ve özgürlükleri korunmuş kadın ve erkeklerdir. Dolayısıyla, yeni kuşak anne babaların öncelikle “Anneyim/babayım ama aynı zamanda da bireyim ve benim ihtiyaçlarım var.” düşüncesine sahip olduklarını ve çocukları olduktan sonra da kendi ihtiyaçlarını geri plana atmadıklarını söyleyebiliriz. Hatta “Ben önemliyim, benim hayallerim önemli.” diye düşünmeleri çocuk yetiştirmelerinde de belirleyici bir rol oynuyor. Çoğu zaman çocuk, o hayalleri ve hedefleri oluşturmanın bir unsuru da oluyor.
nüyor. Anne babaya göre çocuk, “Bir an önce büyümeli, olgun davranmalı, yaşıtları kadar hatta mümkünse onlardan daha iyi olmalı.” Bu aileler sanki birçok alanda performans gösterme isteği ya da kaygısı ile kendilerini bir yerlere sıkıştırılmış, kıstırılmış hissediyorlar. Bir yanda da bu tempoya ayak uyduramayan bir çocuk gerçekliği var. Bu noktada anne baba çocuğun gerçekliği ve modern dünyanın beklentisi arasında bocalama yaşıyor. Yeni nesil anne babalarda birey olmanın bir parçası olarak genç ve dinç kalma arzusunun da ebeveyn rollerini etkilediğini düşünüyorum. Çocuk büyürken “hep arkadaş olalım” tutumu hiç de doğru bir yaklaşım değil; çünkü çocuğun anne babası tek ama aslında arkadaşı çok.
Günümüz anne babalarıyla sorun olan bir durum hakkında konuşmaya çalıştığımda, hemen bir “aksiyon planı” yapalım ifadeleri ile sonuca odaklanmaya, süreç içerisinde yaşanan duygulardan uzaklaşmaya eğilim gösterdiklerini görüyorum. “Az zamanımız var, çok keyif almalıyız. O yüzden çocukta da mümkün olduğunca her şey yolunda gitsin, sorun hiç olmasın ya da hemen çözülsün, hep birlikte gezelim eğlenelim.” gibi bir bakış açısının olduğunu gözlemliyorum. Aslında bir sorunun çözülmesi için hem anne babanın hem de çocuğun içsel yolculuğa çıkması, duygularının derinliklerine inebilmeleri önemlidir. Örneğin, öfke dolu bir çocuğa, 10 adımda ne anne baba ne de bir uzman öfkesini yönetmeyi öğretebilir. Öncelikle öfkenin altında hangi duygu yatıyorsa onu bulmak ve iç dünyada onu işlemek gerekmektedir. Ruhsal dünya maalesef bir matematik problemini çözmek gibi adım adım ilerlememektedir.
Araştırmalar çocukların belli bir mizaç yapısıyla dünyaya geldiklerini ortaya koyuyor. Güvenli bağlanmanın oluşması için anne babaların öncelikle bu donanımı kabul etmeleri önemlidir. Ayrıca kendi beklentilerini ve hayallerini bir kenara koyarak çocuğu izleyip anlamaya çalışarak çocukla ilişki kurmaları gerekiyor. Günümüzde ise yeni nesil olarak tanımlayabileceğimiz anne babaların beklentileri hem hamilelik hem de doğumdan sonraki süreçte her şeye rağmen daha ön planda görünüyor. Yani “Ben başka bir şey hayal etmiştim ama çocuğum tam da öyle değil.” düşüncesiyle anne baba, çocukla farklı bir ilişkiye giriyor ve çocuk beklendik kalıba uymadığı için bir hayal kırıklığı nesnesi olabiliyor. Yeni nesil anne babalardaki özgüven ya da “ben” bilincinin önde olmasının sonuçlarından bir tanesi de çok alanda başarılı olma arzusu diye düşünüyorum. Sanki anne babalık da, hobi sahibi olmak, işte başarılı olmak, iyi bir arkadaş çevresine sahip olmak gibi bir konu olarak algılanıyor. Bu nedenle çocuğun biraz “yavaş” olmasına, aslında yaşına uygun tempoda ilerliyor olmasına, sanki çocuğun çocuk olmasına da tahammül azalmış gibi görü-
19
Günümüz ebeveynleri genel olarak otoriter aile yapılarından gelirken kendi kurdukları ailelerde sınırları daha geniş tanımladılar. Sizce otorite artık yok mu oldu? Özellikle demokratikleşme kavramı “Hepimiz birbirimize dengiz.” gibi yorumlandığında sınırlar ortadan kalkabiliyor. Aslında bunun biraz kolaya kaçan bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum; çünkü çocuğa da bir rol verilmiş oluyor. Onun da bir şeyleri üstlenmesi ve altından kalkması beklenmiş oluyor. Aslında otoriter tutumdan uzaklaşılmış gibi algılıyoruz ama sanki otorite bir başka şekilde çocukların karşısına çıkıyor. Bu nesilde süper egonun artık kalkan parmak ya da ağır cezalar değil olumsuz duyguların konuşulmaması ve yaşanmaması olarak düşünebiliriz. Sanki öfkelenmek, üzülmek, hayal kırıklığı yaşamak yok sayılıyor. O zaman çocuk da yaşadığı öfkeyi anlamlandıramıyor. Yeni dönemde “Kızmak çok kötü bir şeydir.” “Çocuklar bağırmaz.” demek çocuk üzerindeki baskıyı oluşturuyor. Olumsuz duyguyu gizlemeye çalışıp bununla yüzleşmediğimizde ya da inkâr ettiğimizde kaygı bozuklukları, korkular gibi sıkıntılar ortaya çıkıyor. Korkuyu çalışmaya başladığımızda da hep altında öfke ve yetersizlik duygularının olduğunu görüyoruz. Yani o öfke birikiyor, sonra bir takım unsurlara, figürlere yansıtılıyor. Şiddet ve yıkıcılık duygusu her ne kadar bilgisayar oyunlarından öğreniliyor gibi algılansa da temelinde bunun bastırılan duygularla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Son yıllarda psikosomatik rahatsızlıkların da çok fazla artış gösterdiğini görüyorum. Bu da yine dille söylenemeyenin beden üzerinden söylenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir başka sorun ise bağımlılık, teknoloji bağımlılığı mutlaka herkesin dile getirdiği bir bağımlılık ama onun dışında arkadaş, alışveriş bağımlılığı ileriki yaşlarda da sigara, alkol, madde bağımlılığı olarak karşımıza çıkıyor.
20
Anneler daha otoriter ve kural koyucu, babalar ise koyulan kuralları yıkan oldu. Bu değişimin kökeni ne olabilir? Geçmişin otoriter babaları nereye kayboldu?
doğruyu” yapma çabasına giriyorlar. Anne baba iç sesi ile yaptığı bir şeyi daha değersiz ya da yanlış olarak yorumlayabiliyor. Konuştuğunuzda birçok anne baba “Aslında içimden başka bir şey geldi ama daha önce bir yerde okuduğumu ya da bir uzmandan duyduğumu söyledim.” diyebiliyorlar. Toplumda “en iyi” çocuğu yetiştirme yarışının da bunda bir payı var.” Bir gelişme varsa, biz de haberdar olalım, herkes ne yapıyorsa biz de yapalım.” bakış açısı ailelerde oldukça baskın bir anlayış.
Belki anne bebek bağının önceden kurulmuş olması anneleri çocukla ilişkide daha ön plana çıkarıyor. Ortada bir ihtiyaç olduğunda sanki sorumluluğu almak konusunda kadınların daha hızlı bir refleksi var. Babalar daha çok oyun arkadaşı olarak o üçlünün içinde kalmayı tercih ediyorlar. Sanki daha farklı bir tutum sergileseler anne çocuk bağının daha da dışında kalacaklar endişesi ile çocuğun hayatında daha uzakta konumlanabiliyorlar.
Değişen anne baba rolleri ile beraber bu çağda çocuk olmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gerçekten kural koyan sınır çizen baba olmak, hem kararlı hem de cesur olmayı gerektiriyor. Anneler de bu ilişkide babalara çok alan açmıyor. Ayrıca günümüzde pek çok kadın daha maskülen bir yapı da sergileyebiliyor. Bu da aile içindeki rol ayrımını zorlaştıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Güçlü kadın imgesi aileye, çocuk yetiştirmeye daha fazla damgasını vuruyor. Bunun yanında toplumda erkekle özdeşleştirilen sertlik, şiddet, yıkıcılık da, erkekleri ürküten, özdeşleşmek istemedikleri bir kimlik olarak var oluyor. Bu nedenle de babalar “otoriter, çekinilen baba” rolünden uzak durmaya çalışıyorlar. Bu noktada birçok babanın kendi konumlarını tanımlarken kafalarının çok karışık olduğunu düşünüyorum.
Anne babaların çocuk yetiştirme konusunda çok fazla kitap okuduklarını, bir uzmana danıştıklarını görüyoruz. Sizce bu ihtiyacın kaynağı ne olabilir? Yeni nesil ailelerde bilinç ve mantığın, duygulara göre daha ön planda tutulduğunu gözlemliyorum. Zaman içinde duygu okumanın ve duygunun da davranışın belirleyicisi olabileceği gerçeğinin göz ardı edildiğini görüyorum ve sanki bu aileler gün geçtikçe kendi duygularından da uzaklaşıyorlar. Bu noktada uzmanlardan ya da kitaplardan destek alarak “en
Bu dönemde çocuk olmanın zorlayıcı bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Hem birçok şeye sahipsiniz hem de mahrum olduğunuz alanlar var. Birçok çocuk aktivitelere koşturuluyor, durup düşünmemek için… Genel olarak anne babalar da çocukları daha iyi, daha mükemmel, daha donanımlı olsun diye yoğun bir çaba içerisindeler. Doğal olarak bu yoğun çaba anne babaları ve çocukları daha kaygılı bir hale getiriyor. Ailelere, hafta sonları ne yaptıklarını sorduğumda, aldığım cevapları dinlerken ben yoruluyorum. Çocuklar oradan oraya koşturuluyor. Bir iki aktiviteyi kaldırın, çocuk biraz da evde zaman geçirsin dediğimde, “Evde olduğumuzda tableti elinden bırakmıyor.” diye bir yanıt alıyorum. Bunun da nedeni aslında çocukluk dönemine dayanıyor. Çocuk doğduktan sonra zekâsı gelişsin diye hep zekâ geliştirici oyuncaklar alınıyor, yerde araba sürmeye ya da evcilik oynamaya çok değersiz bir şeymiş gibi bakılıyor. Hep çocuğa hangi oyuncağı alalım arayışı oluyor. Sanki oyuncak gelişim için tek yol. Hiç kimsenin boşluklara, oturmaya, durmaya tahammülü yok. Onun için de kaygı bozukluklarının son yıllarda daha da arttığını gözlemliyorum. Tüm bunlara rağmen insanın içindeki özün bir şekilde korunduğunu da düşünüyorum. İnsan doğası gereği bu hayat temposuna uyum sağlamakta güçlük çekiyor. Topluma bakacak olursak “Az alışveriş yapalım, daha organik beslenelim, doğaya dönelim, bisikletle gezelim.” gibi doğal yaşama dönüş isteği var. Dolayısıyla insanın dayanma sınırının sonuna geldiğini düşünüyorum; çünkü gerçekten biz bunun için yaratılmamışız. Bu kadar mekanik bir hayata uyumlu değiliz.
21
Yeni nesil anne babaların çocukları kendileri bir aile kurduklarında sizce yaklaşımları nasıl olacak? Uzun vadeli bakacak olursak ben bu kuşaktaki çocukların ileride muhtemelen anne babaları gibi performans ve sonuç odaklı olacaklarını, rekabete dayalı sistemi devam ettireceklerini, hep daha iyi olmanın peşinde koşacaklarını düşünüyorum. Buna karşılık onların çocuklarının tepki geliştirerek bildiğimiz ya da düşündüğümüz anlamda eski klasik kalıplara döneceği kanaatindeyim.
Günümüzde aile yapılarını incelediğimizde boşanan ebeveynlerin sayısının arttığını görüyoruz. Bu konudaki yorumunuz nedir? Türkiye’de bundan 20 yıl önce boşanma sayısı Avrupa ya da Amerika ile karşılaştırılamayacak kadar azdı. Bugün ise özellikle de büyük şehirlerde boşanma oranı giderek artıyor. Eskiden insanların zihinlerinde “Belli bir yaşa gelinir, evlenilir; herkes belli rolleri üstlenir, çocuklar doğar ve onlara bakılır.” düşüncesi vardı ve bu yaklaşım evliliklerin sürdürülmesini sağlıyordu. Oysaki Avrupa ve Amerika gibi batı toplumlarında insanlar çoğunlukla duygusal nedenlerle evleniyorlar. Şimdilerde büyük şehirlerindeki yaşantı batı toplumlarına daha çok benziyor. Evliliklere baktığımızda da görücü usulü evlenmelerin pek tercih edilmediğini, “Evleneyim de bir yuvam olsun.” düşüncesindense ilişkilerde duyguların ön planda tutulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla da çiftleri bir arada tutan bağ duygular. O duygular azalmaya başlayınca da bir arada kalmak zorlaşıyor. Çocukların da eskiye göre bu durumu biraz daha normal karşıladıklarını düşünüyorum; ama bu çocuklar boşanmadan etkilenmiyor gibi anlaşılmasın. Bu durum çocukların hayatlarındaki en büyük travmalardan bir tanesi. Sadece artık çocuklar çevrelerinde annesi babası boşanmış diğer arkadaşlarını daha çok gördüklerinden bu durumu biraz daha normal algılanmaya başladılar.
22
Boşanma sonrasında çocukların bu süreçle baş etmesi bazen zor olabiliyor. Bu noktada ailelere neler önerirsiniz? Anne babaların bu konuya, “Çocuğun bir yarası var, merhem sürelim de geçsin.” diye baktıklarını görüyorum. Çoğu zaman bana geldiklerinde bu süreci nasıl aktaracakları ya da çocuğun
hiç etkilenmeden anne baba ayrılığıyla nasıl baş edebileceğini soruyorlar. Aslında öncellikle anne babaların şu gerçeği anlamaları gerekiyor; boşanma çocuğun hayat hikâyesinde her zaman olacak ve her dönem buna başka bir bakış açısıyla baksa bile hiçbir zaman unutmayacak ve sıfır hasarla bu süreci atlatamayacak. Boşanmanın ardından yeni yaşam düzenini oluşturmak ve sürdürmek gerçekten çok zor oluyor. Boşanma ile birlikte anne baba çocuğun güvenini kaybediyor ve zaman içinde bunu yeniden oluşturmak ve tamir etmek gerekiyor. Do-
Genellikle anne babalar ayrılıktan sonra nasıl olsa biz arkadaşız diye varsaydıkları ve çocuğa da öyle anlattıkları için bir sürü programı bir arada yapmaya çalışıyorlar. Boşanmayı çocuğa anlatmak zaten zor, bunu yaparak çocuğun boşanmayı içselleştirmesi ve baş etme mekanizmasını geliştirebilmesi için fırsat vermemiş oluyoruz.
Tek ebeveynle yaşama, o ebeveynin yaşantısındaki değişime ayak uydurma geçmişe göre günümüzde daha çok karşımıza çıkıyor. Ezberleri bozan bu gibi değişimlerle yaşantılar sizce nasıl etkileniyor? Yeni aile yapıları ile ortaya çıkan değişimler psikoloji teorilerine de yenilikler getirecek. Kişinin ruh sağlığını farklı algılamamız gerekliliğini ortaya çıkaracak; ama bu elbette ki temel ihtiyaçların değişeceği anlamına gelmiyor. Sonuç olarak ilk dönem bağlanması olmazsa olmaz, çocuğun temel güven duygusunun oluşması, anne bebek bağının bir noktasında kendi kuralları ile babanın dâhil olması, üçlünün bir şekilde oluşması… Bunların değişmez ihtiyaçlar olduğunu düşünüyorum.
layısıyla çocuğun hayatını bir düzen içerisinde devam ettirmesini sağlamak çok önemli oluyor. Boşanmış ailelerde genelde çocuk kimde yaşıyorsa o diğer tarafa nazaran daha dezavantajlı diye düşünüyorum. Çocuğun anne ya da baba ile geçirdiği zamanın eşit paylaşılması önemli bir nokta. Onun için 5 gün anne ile kurallarla geçen bir yaşam, buna karşılık baba ile tatildeymiş gibi rahat vakit geçirilmesi hem ebeveynler hem de çocuklar için büyük bir haksızlık. Mümkünse baba da hafta içi çocuğu okuldan alıp onunla zaman geçirmeli.
Yapılan ikinci evliliklerle birlikte önceki evliliklerden olan çocukların da bir araya gelerek yeni aileyi oluşturduğu durumlara rastlıyoruz. Bu yeni ailede evlenen bir kadın ve erkek, öte taraftan birbirini tanımayan ama kardeş olmaya itilmiş çocuklar ve bir de dışarda kalan eski eşler var. Onlarla da bazen hayat çok kolay olmayabiliyor. Bu konuda hazır formüller yok ama yeni kurulan ailede kuralların ve rollerin baştan şekillendirilmesi önem kazanıyor; çünkü yaşadıkça, gördükçe sorunlara çözüm üretmeye çalışmak pek sağlıklı bir yere götürmüyor. Yeni bir aile düzenine alışmak çocuk için zor olurken aynı zamanda çocuğun bu ailenin dışında bıraktığı ebeveynine karşı da sadakat sorunları oluyor. Yeni kurulan ailenin içinde çok mutlu olup annesinin ya da babasının yanına gidip sıkıldığında ya da üvey anne babasına karşı da sevgi beslediğinde suçluluk duyguları da beraberinde geliyor.
Şeniz Pamuk Klinik Psikolog
1981 yılında Üsküdar Amerikan Kız Lisesini, 1985 yılında da Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirmiştir. Aynı üniversitede 1987 yılında lisansüstü programını tamamlamıştır. Pamuk, çocuklarla klinik alandaki çalışmalarına lisansüstü eğitimi sırasında İstanbul Tıp Fakültesi Çapa Çocuk Psikiyatrisi Kliniğinde başlamış aynı dönemde bazı okul öncesi kurumlarda da danışmanlık yapmıştır. Lisansüstü eğitimini tamamladıktan sonra, Özel Robert Lisesi Çocuk İnceleme Merkezinde iki yıl eğitimci olarak çalışmış, bu sırada Davranış Bilimleri Enstitüsü Çocuk ve Genç Biriminin kuruluşuna katkıda bulunmuş ve 2008 yılına kadar bu kurumda terapist olarak çalışmıştır. Mesleğe yeni katılan terapistlerin de eğitim süreçlerinde yer almıştır. Bu dönem içinde dışavurumcu sanat terapisi, EMDR ve çeşitli travma terapileri, bilişsel-davranışçı terapi, aile terapisi, oyun terapisi, dinamik terapiler alanlarında çok sayıda eğitime katılmıştır. 20052012 yılları arasında psikanaliz sürecinden geçmiş ve psikanalizini tamamlamıştır. Pamuk, 1999 depreminden ve Soma maden faciasından sonra sahada çalışmalarda bulunmuştur. Bunun yanında Beykoz Rehabilitasyon ve Sosyal Hizmetler Kurumunda 13-18 yaş arası kızlarla, travmalarına yönelik olarak beş yıl boyunca gönüllü olarak çalışmıştır. Şu anda Suriyeli kadın sığınmacılara yönelik bir sanat terapisi projesi yürütmektedir. Pamuk, 1986-2008 yılları arasında Davranış Bilimleri Enstitüsünde klinik çalışmalarını sürdürmüştür. Temmuz 2008’de ise B.E.Y.A.Z Bireysel Gelişim ve Danışmanlık Merkezini kurmuştur ve çalışmalarını halen bu merkezde sürdürmektedir.
23
Yazan: Uzman Psikolojik Danışman Funda Tezer
BAĞIMSIZLAŞMA YOLCULUĞU Kendi istek ve arzularını ortaya koymak yerine ebeveyninin arzuların kendi arzuları gibi içselleştirme eğilimi gözlenir. Ben ve sen olma çalışması yapılırken ben ve sen birbirine karışır. Bu da ayrışmayı güçleştirir. 24
Bir geminin uçsuz bucaksız sularda akıntıya kapılmamak ya da fırtına çıktığında güvende olabilmek için kullandığı bir yöntemdir demir atma. Çıpanın bir ucu güçlü halat ya da zincirlerle gemiye bağlıdır, diğer ucu ise serbesttir. İhtiyaç anında kaptanın kararı ile kıyıya yaklaşılır çıpa denize bırakılır. Serbestçe yüzmekte olan gemi kara ile bir bağlantı kurar. Bizler korunaklı olan bu alana liman adını veririz. Bağımsızlaşma süreci beklendik bir şekilde geliştiğinde çocuk, genç ya da yetişkin ihtiyaç duyduğunda limana yanaşır, çıpayı atar, limanda dinlenir, fırtına dindiğinde tekrar derin sulara geri döner. Sürekli limanda kalma arzusu ya da denize açılamama hali bağımlı yapıları çağrıştırır. Amerigo Vespucci, bir çocuğun, bir gencin merakı ile ana karadan denize açılmış ve yeni bir kıta keşfetmiştir. Ana karadan yola çıkarak ulaştığı bu yeni kıtaya da kendi adı verilmiştir. Sanki kendi olabilme yolunda yelken açmış ve kendini bulma serüvenine atılmıştır. Bağımsızlaşma bir merak sonucu başlayan ve gerçekleşen keşifler gibidir. İnsanoğlu doğası gereği ancak belli asgari koşullar gerçekleştiğinde yaşamını sürdürebilir. Bu asgari koşullardan en vazgeçilmezleri hava, su ve beslenme ihtiyaçlarıdır. Ardından güvenlik, bağlanma, aidiyet gibi ruhsal dünyanın besini ve oksijeni olarak kabul edebileceğimiz ihtiyaçlar gelir. Tüm bu ihtiyaçların karşılanması sağlıklı bir yaşamı sürdürebilmenin temel koşuludur.
ğımlı yapıdan bağımsız yapıya geçişini “Mutlak Bağımlılık”, “Göreceli Bağımlılık”, “Bağımsızlığa Doğru İlerleyiş” kavramları ile açıklar. Mutlak Bağımlılık Mutlak bağımlılık, duygusal gelişim sürecinin en erken aşaması olarak ele alınabilir. Yeni doğan başlangıçta annenin rahmine ve onun oluşturduğu fiziksel koşullara bağımlıdır. Anne tarafından oluşturulan çevresel koşullar hem onun istikrarlı bir şekilde olgunlaşmasını hem de var olan potansiyelini ortaya koyabilmesini sağlar. Winnicott’a göre ebeveynler çocuk dünyaya getirirken bir ressamın tablosunu resmetmesi ya da bir çömlekçinin çömlek imal etmesi gibi bir üretim yapmazlar. Anne ve baba çocuk sahibi olma kararını alır ve ona arzu duyarlar. Fetüsün misafirliği ile anne karnında bir süreç başlar. Bebek oradan annenin kollarına daha sonra da anne ve babası tarafından hazırlanmış olan yuvanın içine yerleşir. Bu oldukça karmaşık bir süreçtir ve annenin bebeğinin ihtiyaçlarını anlaması ve gidermesi için gerekli koşulları oluşturması hiç de kolay değildir. Her şey zihinsel tasarımla başlar ve doğal akışında devam eder.
tüm dünyayı bu bağ ile kurgular. Sanki memeyi kendi parçasıymış gibi duyumsadığından anne ile bütün olur. Gözleri annesinin gözleri ile buluşur, annesinin bakışı ile sanki kendi varlığı da aynalanıyordur. Bu durum çift taraflı bir bağımlılık oluşturur; biri olmadan diğeri tanımlanamaz. Bebek büyüdükçe ve bağımsızlaşmaya başladıkça anne de birincil annelik tasası sürecinden çıkar, kendi yaşamına daha fazla yatırım yapar. Bu noktada “Tutma ve taşıma” kavramları ile açıklanan önemli bir dönem başlar. Annenin bebeğini hem ruhsal hem de fiziksel olarak kucaklayışı ve süreklilik içeren, keskin kesintilere uğramayan kavrayışı, bebeğin motor ve duygusal gelişimini olumlu bir şekilde etkileyerek anne sevgisini duyumsamasını sağlar. Bu durum zaman zaman kesintiye de uğrayabilir; çünkü özgür ara alanın inşa olabilmesi için bebeğin annesinin hem varlığını hem de yokluğunu duyumsaması gerekir. Yokluk ya da bir boşluk olmadan diğerinin varlığının tanımlanması mümkün değildir.
Özellikle bebeğin doğumunu izleyen ilk aylarda “Birincil annelik tasası” olarak adlandırılan dönemde anne kendini tamamen bebeğinin ihtiyaçlarına adar ve dünyayı tek bir birimmiş gibi algılar. Bebek de anne memesi ile beslenirken
Bebek dünyaya geldiğinde bağımsız bir şekilde yaşamını sürdüremez; bakıma muhtaçtır. Yaşamın ilk aylarında bebek için tüm koşulları hazırlayan ve bakımı sunan annedir. Anne ve bebek arasında çift yönlü bir ilişki vardır. Bebeğinin ihtiyaçlarını karşılayan anne bu ilişkiden duygusal olarak da beslenir. Böylece anne ve bebek arasında bağımlı bir ilişki oluşur. İnsanoğlu bu bağımlılık içeren durumdan, bağımsızlığa nasıl geçiş yapabilmektedir? Bağımsız olabilmek mümkün müdür?
Bağımlılıktan Bağımsızlığa Ruhsal dünyamızın gelişimi açısından erken çocukluk çağları büyük önem taşır. Temel taşlar bu dönemde yaşantılanan, deneyimlenenlerle atılır. Winnicott (2004), bir makalesinde bebeğin ba-
25
Göreceli Bağımlılık Anne, kendi işinin başına dönmeye, bir eş olarak sosyal yaşamın içerisinde olmaya başladığında bebeğine adanmış mutlak bağımlılıktan yavaş yavaş sıyrılır; göreceli bağımlılık olarak adlandırılan süreç başlar. Annenin bir süreliğine ayrılığı çocuğun kaygı ile baş etme kapasitesini devreye sokar. Bu yokluk anında çocuk, annenin gerekliliğini fark ederken anne de çocuğunu yalnız bırakmanın rahatsızlığını yaşar. Bu süreç 6 ay ile 2 yaş arasında devam eder. İki yaşına kadar çocuk kayıpla baş etmeyi deneyimler. Ego oluşumunun temelleri burada atılır. Anneanneler, babaanneler, bakıcılar, yakın arkadaşlar bu dönemde annenin ikame nesnesi olarak devreye girer. Baba da evi yuva haline getiren, güvenlik koşullarını sağlayan kişi olarak önemli bir role sahip olur. (Winnicott, 2004). İşte bu keskin olmadan gerçekleşen kesintiler sırasında bebek de tek başına kalarak annenin yokluğunu deneyimler ve bu durumla baş etme yolunda sağlılıklı savunmalar oluşturur. Annesi ve onun sağladığı bakım olmadan da kendini var edebileceğini fark eder. ( Habip, 2011) Bağımsızlaşmaya Doğru İlerleyiş Bebekler bağımsızlaşmaya başladıklarında tek başlarına kalabilme kapasiteleri artar. Anne memesini temsil eden bir geçiş nesnesine ihtiyaç duyarlar. Bu dönemde bebekler, tıpkı annelerinin onlara söylediği ninniler gibi melodiler mırıldanarak kendilerini yatıştırırlar. Ya da biraz daha ileri yaşlarda oyuncaklarına sarılarak uyur, annenin yatıştırıcılığını bu geçiş nesnesi üzerinden duyumsarlar. Bu yolla, annelerinden ayrıldıklarında da kendilerini yatıştırabilecek olgunluğa ulaşmış olurlar. Geçiş olgusu dönemi bebeğin annenin tutuşunu, sağladığı güvenli ortamı içselleştirme evresi olarak ele alınabilir. Winnicott geçiş nesnesi dönemini çocuğun kendi iç dünyası ve dışarıdaki gerçeklik arasında oluşan gerilim ya da kaygıyı dindirecek bir ara alan olarak tanımlar. Bu ara alanda bir nesne ile annenin yokluğu ile baş edilir, bebek kendi kendini bir oyun ile oyalar. Tam da yaratıcılığın devreye girdiği bir dönemdir bu. Oyun oynama kapasitesi iç dünya ve dış gerçeklik arasında bir yerde oluşan gerilimi dindirir. Bu süreç bebeğin bağımsızlaşabilmesi için çok önemlidir. Burada önemli olan nokta artık bebeğin ben olamayan şeyi, bir başka nesnenin varlığını kavraması ve bu nesneyi kullanmasıdır. Bebeğin yumruğunu ağzına sokması ile başlayan bu süreç, yumuşak ayıya, ardından bir oyuncak bebeğe, daha sonra
26
da yumuşak ya da sert bir oyuncağa bağlanmaya varan şekilde seyreder. Bebeğin nesne kullanımı bağımsız ve gerçek olarak diğerinin algılanmasıdır, öteki ile kurulan ilişkidir. Bu ilişkinin kullanılabilmesi için de anneye duyulan güven bir mekân yaratır ( Tükel, 2011). Bu durum bebeğin dünyasında iç ve dış gerçekliği ayrı tutmasını sağladığı gibi iç ve dış dünyasının birbiri ile bağlantılanmasını sağlar. Yokluk/yoksunluk ve tek başınalık ile baş edildiğinde bağımsızlık başlar. Bebek bu ara alanda yarattığı oyunlar ile özgürleşir. Çocukluk döneminde oyunlarla olurken büyüdükçe kültürel alana yapılan yatırımlar ve yaratıcılıklar olarak varlığı sürdürür. Bu ara alan yeterince sağlıklı bir şekilde gerçekleşmediğinde çocuk ileride gençlik ya da yetişkinlik döneminde bağımsız bir şekilde kendini ve arzularını ortaya koyamayabilir. Boşlukla, gerilim yaratan, olumsuz durumlarla baş etmekte güçlük çeker ve kendini var edecek yaşamsal yatırımlarını sürdürmekte zorlanır. Sabır kavramının inşası bu sırada gerçekleşir. Bu noktada annenin çocuğunun bağımsızlık ihtiyacını görmesi ve bu geçişte ona yeterli güvenliği sağlayarak eşlik ediyor olması önem taşır. Eğer bu gerçekleşmez ise çocuk sahte bir kendilik geliştirir. Kendi başına kalma kapasitesi olgunluğun en önemli işaretlerinden biridir. Bebeksi bağımlılıktan bağımsızlığa doğru ilerlerken kendilik oluşur. Kendilik duygusunun yapısı, canlılığı ve yaşamla olan sağlıklı bağı mümkün kılar. Çocuğun ebeveynle özdeşleşmesini içeren bir olgunluktur. Bu durum dış nesne yani ebeveynlerin olmadığı durumda kendi başına yaşama yeterliliği sağlayan bir olgudur. Winnicott, bebeğin sadece -başka birinin yanında- kendi başına olduğunda bireysel yaşamını keşfedebileceğini söyler. (Tükel, 2011). Bağımlı yapı yerini bağımsız yapıya bırakmadıysa, çocuğun ebeveynlerine rağmen bir birey olarak var olabilmesi o kadar da kolay değildir. Annenin ve babanın bu geçişte sağladığı destek ve çocuğun geçiş döneminde kendini yatıştırabilme kapasitesi, kendi başına var olabilmeyi ve bu sırada yaşamsal aktivitelerini de beklendik şekilde sürdürebilmesini sağlar. Anne ya da baba yakınındayken üretkenliği ve canlılığı artan bir çocuk düşünelim. Ebeveynlerinden ayrılarak okula gittiğinde eğer kendi başına kalma kapasitesinde bir sorun oluşmuşsa sunulan bilgiye ya da yerine getirilmesi gereken sorumluluklara ko-
layca bağlanamaz. Ayrılığın yarattığı kaygı öğrenmenin önüne geçerek çocuğun üretkenliğini ya da yaratıcılığını engeller. Bu ara alan yeterince sağlıklı bir şekilde oluşmadığında çocuk ileride gençlik ya da yetişkinlik döneminde bağımsız bir şekilde kendini ve arzularını ortaya koymakta zorlanır. Boşlukla, gerilim yaratan olumsuz durumlarla baş etmekte güçlük çeker ve kendini var edecek yaşamsal yatırımlarını sürdürmekte zorlanır. Sabır kavramının inşası bu sırada gerçekleşir. Bu noktada annenin çocuğunun bağımsızlık ihtiyacını görmesi ve ona yeterli güvenliği sağlayarak eşlik ediyor olması önem taşır.
Bağımlı Yapı Geliştiğinde Olgunlaşma sürecinde mutlak bağımlı halden bağımsızlığa geçişte annenin bebeğine alan açması önemlidir Örneğin, uyku yalnızlığa geçişi ve yalnız kalabilmeyi anlatan bir durumdur. Kimi çocuk bu konuda bazı zorluklar yaşar. Bazı ebeveynler çocukları ile aynı yatakta uyurlar. Uykuya geçişte yaşanan zorluklar, anne ya da bir yetişkin olamadan uykuya geçilemeyen durumlarda da ayrışamama sorunsalını göz önün-
de bulundurmak gerekir. Özellikle de ön erinlik dönemine gelindiğinde bu durum sürüyorsa karşılıklı bağımlı bir yapı üzerine düşünülebilir. Bu tür çocukların sosyalleşirken bazı güçlükler yaşayabildiği gözlenebilir. Ayrıca bu çocuklar birlikte uyumanın iç dünyalarında oluşturduğu gerilim ile farklı davranışsal ve duygusal sorunlar yaşayabilirler. Ayrışmayı çocuk ya da genç tek başına gerçekleştiremez. Bu noktada ebeveynin alan açıcı desteğine ihtiyaç duyulur. Ergeni denize açılma merakında olan bir denizci olarak düşünecek olursak ebeveynlerin halatları sıkıca kavrayışı ve bırakmaması da gencin ilerlemesini engelleyici bir tutum olur. Kendi olma
serüvenine atılamayan genç bağımlılık sorunsalını daha yoğun yaşayabilir. Bağımsızlaşma çocuğun ya da gencin ilkokul, ortaokul ve lise dönemlerinde akademik alana yatırım yapabilme becerisini etkiler. Güvenli bir bağı içselleştirmiş ve özgürleşme alanına sahip bir çocuk okulda yalnız kaldığında kendi başına ona sunulan malzeme ile baş başa kalabilir, bu alanda var olan potansiyelini de donma ya da tutulma yaşamadan ortaya koyar, başarının getireceği hazzı ertelemeden yaşantılar ve üretkenliğini ortaya koyar.
27
Eğer erken çocukluk döneminde bağımsızlaşma süreci sağlıklı olarak gerçekleşmez ise birey teknoloji, yemek, alkol ya da madde gibi dışsal nesnelere yaslanmaya ihtiyaç duyabilir ve kendini bu şekilde ayakta tutmaya çalışır. Ebeveynleri de benzer bir tutumun içindeyse çocuk bunu model alır. Tabii ki her çocuk ve genç için bu durum aynı etkiyi yaratmayabilir. Erken dönem ruhsal gelişiminde bağımlı yapıdan bağımsız yapıya sağlık bir geçiş gerçekleşmişse çocuğun/ gencin dış nesnelere yaslanma ihtiyacı daha az olur.
Ergenin Bağımsızlaşma Arzusu ve Sanal Dünya Ergenlik dönemi anne ve babadan ayrışmanın gerçekleştiği, pek çok sorunsalın tekrar ele alındığı bir dönemdir. Ergen bağımsızlaşmak ister, anne ve babası ile karşılaştıkça da bağımsız olmadığını anımsar, bir o kadar da onlara bağımlı olduğunu... Bu nedenle ergenler için en iyi yol araya mesafe koymak ve büyüme çalışmasını yapmak için kendine alan oluşturmaktır. Kapılar kapanır, ani ve sert sınırlar gelir yaşadığı alana. Anne ve babanın bu alana her dâhil olma isteği bir sanki bir sınır ihlali gibidir. Ergenlik dönemindeki değişimler sadece bedende ve duygusal dünyada olmaz, ailenin de çocuğundan beklentilerinde değişiklikler olur. Yaşadığımız çağda ergenler kendilerini daha çok eylem ile gösteriyorlar. Bir sorun alanı olarak bağımlılığı ele aldığımızda çevreye karşı daha pasif kalma anlamına geldiğini görürüz. Oysaki ergenler bunun tam tersi olarak arzu ve gereksinimlerini özerk bir birey olarak ortaya koymak isterler. Edilgen değil de etken bir rolde olmaya duyulan ihtiyaç ebeveynler tarafından fark edilmediğinde süreç zorlaşır. Aşırı bağımlı yapı olduğu durumda edilgen olmaya tahammülü olmayan ergen, başkası tarafından ele geçirilmiş hissedebilir. (İkiz, 2013) Kimi genç için bağımsızlaşma süreci daha az sancılı gerçekleşirken, kimisi için de bu sancı artar ve dayanılmaz olur. Kendi istek ve arzularını ortaya koymak yerine ebeveyninin arzuların kendi arzuları gibi içselleştirme eğilimi gözlenir. Ben ve sen olma çalışması yapılırken ben ve sen birbirine karışır. Bu da ayrışmayı güçleştirir. Bir başkasına rağmen “ben” olabilmek hiç de kolay değildir.
28
Marty (2013) bağımlılığın özgün bir yapılanma olduğundan bahseder ve öznenin nesne kaybı tehdidine karşı hissedilen temel endişe ile baş edebilme biçimi olarak tanımlar. Bağımlılıkta nesnenin konumu sağlamlaşmamıştır. Bu nedenle endişe yükselir. Ergen bu endişeyi yatıştırmak için dışsal bir nesneye yaslanma ihtiyacı duyar. Bir yandan da bireyselleşme ve anne babadan ayrılma sürecinde bir yas tutulması gerekir. Ergen bu nedenle hem enerji dolu ama bir yandan da hüzünlüdür. Bu dönemde ergen yası tutulamamış bir ayrılık yaşarsa, depresyon eğilimi başlar ve farklı savunmalarla bu durumla baş etmeye çalışır. Hüznün hâkim olduğu duruma tek başına katlanamadığında bu boşluğu dolduracak yol arar ergen. Bu nedenle bazı bağımlılık sorunlarını bu dönemde başladığını gözlemleriz. Madde ve alkol bağımlılıkları, sanal dünyaya olan şiddetli bağımlılıklar, aşırı ve kontrolsüz yemeler, kimi zamanda arkadaşlıklarıyla kurduğu bağımlı nitelikteki ilişkiler… Bu bağlamda ergenin sanal dünyaya olan yatırımı üzerine düşünmeden geçilmemelidir. Sanal dünya ergenlerin yaşamında önemli bir yer teşkil eder. Sosyalleşme ihtiyacını karşılar bir yandan da gencin duyumsadığı kaygı yaratan durumlara karşı bir geçiş nesnesi niteliğindedir. Oyalar, kendinden uzaklaştırır kimi zaman da yatıştırır. Özerkleşen gencin, tam bir bağımsızlık kazanacağı ana kadar bir ara alan oluşturduğu da söylenebilir. Ergen özellikle kendi korunaklı alanında iken de ergenliğin getirdiği tüm yeni durumlarla baş etmede bir eşlikçi olarak dış bir nesne devreye sokar. Odada kendi sınırları içinde ya da dışarıda tekinsiz dış dünyada tek başınalığına sanal dünyaya yaslanarak tahammül eder. Belki de sanal dünyanın sembolik anlamda bağlanmayı temsil ediyor olması da tesadüf değildir. Aynı zamanda sanal dünya bir ergen için merak duyduğu dış dünyaya istediğinde ulaşabileceği bir kapıdır. Kimi zaman iletişimini kolaylaştırıcı, kimi zaman da en güçlü duyguların farklı kimlikler ile rahatça ifade bulduğu alandır. Bir alış veriş söz konusudur. Sürekli elde tutulan telefon, bazen annenin yeni bırakılmış elinin, büyüdüğü için vazgeçilmesi gereken sıcak kucağının ya da babanın güvenlik sağlayan duruşunun yerini tutar. Denize açılmaya hazırlanan ergeni yeni duruma hazırlar. Kimlik inşa olduktan sonra sıkı sıkıya kavranan bu nesne ile vedalaşılır.
Kimi ergen için ise özellikle bağımlı yapı geliştiğinde sanal dünyaya çok daha fazla tutunma ihtiyacı olabilir. Ergen tarafından aranılan ruhsal olarak acılardan uzak, sınırların olmadığı çatışmasız bir dünyadır. Ergen kendiliğinin yok olması pahasına, bir dış nesneye bağlanarak iyi olma hali yanılsamasına kapılabilir. Bu nesne ile aktif yaşamdan, pasif yaşama geçer ve tehditlerden kendini uzakta tutmaya çalışır. Bu kimi zaman sanal dünya kimi zaman da bir madde ile gerçekleşebilir. Burada tehlikeli bir boyut oluşur gerçeklik o kadar çok kaybolur ki günlük yaşama devam etmek güçleşir. Bu nedenle sanal dünyanın ergenin gelişimindeki doğal destekleyiciliği ile daha kemikleşmiş olanı birbirinden ayırmak gerekir. Bu kemikleşmiş bağ söz konusu olduğunda düşünmemiz gereken şey gencin ergenliğin getirdiği çatışmalarla baş etmekte zorlanıp zorlanmadığı ya da bağımsızlaşma sürecinde yaşadığı güçlükler olmalıdır. Önemli olan ergenin bu doğal güçlüklerle baş edemeyecek noktaya gelerek kendi desteğini kimi zaman sanal dünya kimi zaman da bir madde olarak seçmeden önce ona ihtiyaç duyduğu desteği sağlayabilmektir.
KAYNAKÇA • İkiz. T. (2013). Ergenlikte Bağımlılık ve Ayrılmaya Dair: Ergenlikte Değişim ve Erişkin Yaşama Geçiş. Derleyen: Talat Parman, Bağlam Yayınları. • Habip, B. (2011). Özgürlük Arayışına Adanmış Psikanalitik Bir Yaşam: Donald Woods Winnicott(1896-1971) Düşüncesi ve Pratiği. Doğu Batı Dergisi, Sayı 56, s.197-213. • Marty, F. (2013). Ergenlik ve Bağımlılık: Ergenlikte Değişim ve Erişkin Yaşama Geçiş. Derleyen: Talat Parman, Bağlam Yayınları. • Tükel, R. (2011). Bebek ve Anne Arasında ki Mekânda Öznenin Yaratılması: Winnicott’un Çalışmalarına Bir Bakış. Psikanaliz Yazıları- Donald W. Winnicott, Baharlık Kitap Dizisi, No:23, 37-56. • Winnicott, D.W. (2010). Oyun ve Gerçeklik. Metis Yayınları. • Winnicott, D. W. (2004). The Maturational Processes and The Facilitating Enviroment- Studies in The Theory of Emotional Development . Page3-92, Karnac Books.nkara.
29
Yazan: Psikolog Demet Uysal
AİLENİN GELİŞTİREN YAPISI VE İŞLEVLERİ Sağlıklı ailelerde bağlılık, kıymet bilme, zaman geçirme, etkili iletişim, destekleme, cesaret verme önemsenir. Bu ailelerde roller açıktır ve gelişimi destekleyen yapılar söz konusudur. Böyle ailelerde bağımsız ve güçlü bireyler yetişebilir. 30
Eş seçmek, çift olmak, çekirdek aileyi oluşturmak, geçmişten geleceğe uzanan bir yolculuk gibidir. İki taraf da kendi ailelerinden getirdikleri gizli miraslarla, kökleri derinlerde olan bir ağacın geleceğe uzanan dallarında yeni, farklı yaşamlar oluşturmaya çalışırlar. Bu süreç bazen kolay gerçekleşse de çoğunlukla eşlerin çabası gerekir. Her birey aile kurma aşamasında kendi için en doğru seçimi yapmaya çalışır. Bu seçim bireylerin çeşitli ihtiyaçlarına göre şekillenir. Herkes olumlu bir ortam oluşturmak ve birey olarak gelecek nesillere bir parça bırakmak ister. Yeni kurulan aile iki eş tarafından şekillendirilmeye başlanır ve kendine has özellikleri içinde barındırır. Bu ortamın destekleyici oluşu ailedeki her bireyin gelişimini güçlendirir. Zaman zaman bu destekleyici yapının oluşamadığı da görülür. Ailenin özellikleri günlük yaşam içinde genellikle sorgulanmaz. Zaman içinde yaşanan problem durumları veya kriz dönemleri sırasında bu özelliklerin neler olduğu anlaşılmaya çalışılır. Ailenin yapısını ve işlevlerini anlamaya yarayan bu farkındalık krizlerin çözümüne yardımcı olur. Ailenin karşılaştığı süreçler, aileyi oluşturan her özellikten etkilenir. Bu nedenle her aile benzer süreçlerden geçse de olayları algılama biçimleri ve kendi ailelerinden getirdikleri bakış açıları nedeniyle kriz dönemini farklı yaşayabilirler. Bu durumu terapiste başvuran bir anne, baba ve çocuk örneği üzerinden açıklayabiliriz. İki çocuklu bir aile ergenlik döneminde olan oğullarının, bu döneme dair sorun yaşadığını düşünerek terapiste başvururlar. Baba kendi işinde başarılı bir noktaya gelmiş, anne ise bir şirkette üst düzey yönetici olarak çalışmaktadır. Bir süre sonra baba iflas eder. Babanın iflas edişini izleyen dönemde eşler arasında uzaklaşma başlar. Bu süreçle birlikte derslerinde başarılı olan oğullarının notları düşer. Terapi sırasında görülür ki; anne başarının çok önemsendiği bir aileden gelmektedir. İflas sonrasında eşi ile nasıl iletişim kuracağını, onu nasıl destekleyeceğini bilemediği için çift arasında uzaklaşma başlar. Anne aslında babanın yaşadığı başarısızlığı kabul etmekte zorlanmaktadır. Ders notları düşmeye başlayan oğullarıysa farkında olmadan annesinin önce kendi başarısızlığını kabul etmesini sağlamaya çalışır. Aslında bu yolla annesinin, babasının yaşadığı başarısızlığı kabul edebilmesini amaçlar. Yarı bilinçli bir şekilde problem yaratarak ailesini bir arada tutmaya çalışıyor. Anne baba tüm bu süreci ergenliğin getirdiği sorunlara bağlarken aslında oğulları so-
rumluluk alarak anne babasına yeniden etkileşim içine girmeleri ve asıl sorunu fark etmeleri için ortam yaratıyor.
Her Ev Ayrı Bir Dünya İlk defa girdiğimiz bir ev, içinde yaşayanlar hakkında bize bir sürü bilgi verir. Madalyaların, mezuniyet fotoğraflarının yer aldığı, konuşmalar sırasında okul ve kariyer başarılarının sürekli vurgulandığı ailelerde en önemli değerin “başarı” olduğunu hissederiz. Aile büyüklerinin, akrabaların fotoğraflarının yer aldığı bir köşe ile karşılaşıyorsak, “akraba bağlarının” gücünü hissederiz. Evde deterjan kokularının ağırlıklı olduğu, tozların özenle alındığı, eşyaların milimetrik düzen içinde yer aldığı bir ortamı gördüğümüzde ise “temizlik ve düzen konusunda” o ailede hassasiyet olduğunu varsayabiliriz. Şimdi hem kendinizin hem de eşinizin büyük ailelerinin evini hem de çekirdek ailenizle yaşadığınız kendi evinizi düşünün... Evler yıllardır tanıdığınız içinde yaşadığınız ailelerle ilgili neler söylüyor size? Farkları, benzerlikleri neler? Bu farkları oluşturan her ailenin kendi içinde ön plana çıkardığı değerler veya temalardır.
cukların geleceği ile ilgili baba çok fikir belirtmiyorsa anne endişelenme rolünü üstlenir ve eşini bu konuda düşünmeye teşvik etmeye çalışır. Büyük ablalar küçük kardeşlerin bakımını, anne babasının şiddetli tartışmasına şahit olan çocuk, arabulucu rolünü üstlenebilir. Aile içinde zaman zaman farklı rolleri üstlenmek kişiliklerin çeşitlenmesini ve zenginleşmesini sağlar. Farklı roller sadece çocuklar için zenginleştirici olmaz eşleri de zenginleştirir ve aralarındaki bağı güçlendirir. Önemli olan, ebeveynlerin çocuklarını yaşlarından büyük rollere mahkûm etmemeleridir. Bazı ailelerde çocuklar doğduktan sonra eş olma rolü geri plana atılır, eşler sevgili olduklarını unutur, flörtleşme ortadan kalkar. Bazen de eşler ebeveyn olduklarını unuturlar. Bu durumda da çocuklar kural koyucu olurlar. Çocuklar bu durumdan hoşlanıyor gibi görünseler de yaşamları ile ilgili tüm sorumluluk kendilerine bırakıldığı için güvenerek yaslanacakları ebeveynlerini kaybetmiş olurlar. Bu, uzun vadede başka sorunları da beraberinde getirir. Aile içinde ebeveyn, eş, çocuk olma gibi rollerin arasında hiyerarşinin olması ve dengede kalması çok önemlidir. Bazen bu denge bozulur ve aile içinde sorun durumunu çözmek için kurulan işbirliklerine rastlanabilir.
Başarı, temizlik, tatil, kültürlü olma, asalet gibi birbirinden farklı olarak düşünebileceğimiz birçok konu ailelerin temalarını oluşturabilir ve buna göre ailenin yaşam biçimi şekillenir. Aileler temalarının kendilerine getireceği zorlukları fark ettiğinde yaşanacak problem durumlarını önleyebilirler. Örneğin, tatil teması olan bir ailede, çocuğun okula başlamasının ilk yıllarında sıklıkla tatile gidilmesi çocuğun uyum sürecini olumsuz etkileyecektir. Okulun ilk yıllarının önemini ve gerekliliklerini bilen bir aile tatil planları ile ilgili bu durumu göz önünde bulundurur. Ailelerde anne, baba, çocuk, dede, torun gibi yapısal rollerin yanı sıra atanmış roller de vardır. Yukarıda anlattığımız örnekte çocuk anne babası arasındaki uzaklaşmayı fark edip, kendine göre onları bir araya getirmeye çalışmış ve aileyi bir arada tutma rolünü üstlenmiştir. Ailedeki herkes zaman zaman bakım verme, sakinleştirici olma, koruma, toparlama, rahat olma, öfkeyi dile getirme, problemi yansıtma gibi çeşitli atanmış rolleri üstlenebilir. Ailenin devamlılığı ve bir arada kalması için bu roller kendiliğinden oluşur. Ço-
31
Aile sisteminde yaşanan bir problem sonrasında geçici olarak kurulan koalisyonlar ailenin sağlıklı bir süreç geçirmesini sağlayabilir. Örneğin, annenin hasta olduğu dönemde baba ile çocuklar arasında bir koalisyon kurulması sorunla daha kolay baş edilmesini sağlayabilir. Kalıcı ve kemikleşmiş koalisyonlar aile içindeki alt sitemlerin dengesini bozabileceği için tehlikelidir. Tüm aile bireyleri arasında sağlıklı bir iletişimin oluşması ile koalisyonlar ortadan kalkar. Ailede kuralların, görev ve sınırların ebeveynler tarafından belirlenmesi gerekir. Bazı kurallar açıktır ve aile içinde sıkça ifade edilir. Bazı kurallar ise kapalıdır, söylenmez ama herkes tarafından bilinmesi beklenir. Konuşulan, netleşen kurallar tüm aile bireylerinin etkileşimlerini güçlendirir. Her aile farklı kurallara sahiptir ve birbirlerinden farklı sınırlar oluşturur. Bazı aileler kalın sınırlara, bazıları belirsiz sınırlara ve bazıları da esnek sınırlara sahip olabilirler. Fazla sayıda ve katı kurallar kalın sınırları oluşturur. Belirsiz sınırları olan ailelerde kuralların ne zaman, nasıl uygulanacağı bilinmez. Esnek sınırlar, aile içindeki bireylerin ihtiyaçlarına cevap verir. Ailenin en önemli özelliklerinden biri de iletişim biçimleridir. Bunlar açık, kapalı, kaçınmalı, saldırgan, manidar gibi aileden aileye çeşitlilik gösterebilir. Örneğin, bazen doğrudan iletişim kurmak yerine çocuk baba ile iletişimi anne üzerinden kurabilir. Bazen anne baba küçük çocuğun so-
32
rumluluğunu büyük olan kardeşe bırakır. Bazen de çocuğu ile konuşmakta zorlandığı bir konuyu aile dışından birinin konuşmasını bile isteyebilir. Örneğin, evcil hayvanı ölen çocuğa bu bilginin okuldaki öğretmeni tarafından söylenmesinin istemesi gibi... İletişim ve etkileşim ailedeki tüm bireyler arasında ve aracısız olabildiği zaman problemlere daha etkili çözümler bulunur. Genellikle aileler duygusal olarak baş edilmesi zor olan kayıp, hastalık, babanın hapiste olması, evlat edinme ve benzeri konuları sır olarak saklamayı tercih edebilirler. Özellikle çocukları korumak için gizlenen sırlar, çocuklar tarafından bir şekilde hissedilir. Aslında anne babasının kendisine dürüst olmaması çocuğun başka problemler yaşamasına neden olabilir. Bu yüzden yüzleşmek, konuşmak zor da olsa birbiri ile paylaşmak, dayanışma içinde olmak çocuklara “Yaşanılan zorluk ne olursa olsun, ailemle birlikte üstesinden gelebilirim.” mesajını verir ve güven duygusunu pekiştirir. Ailenin yapısı ve işlevlerinin kurgulanmasının yanı sıra dönemsel yaşanan krizlere de hazırlıklı olması önemlidir. Yeterince sağlıklı olmayan aileler doğal kriz dönemlerinde ailenin iyileştirici etkisinden yararlanamayabilirler. Anne babalar karşılaştıkları stresi aşamayacaklarını anladıkları zaman bir uzmanın desteğini almaya yönelebilirler. Bu yardım süreci ailenin iyileştirici etkisinin yeniden aktif olmasını sağlar.
Ailenin Yaşam Döngüsü Bireylerin gelişim süreçleri gibi ailelerin de gelişim süreçlerinden bahsedebiliriz. Evlilik, doğum, ergenlik, evden ayrılma, torun sahibi olma, yaşlılık gibi. Bu süreçler olumlu ya da olumsuz aile sistemini etkiler. Her bir sürecin sağlıklı bir şekilde geçiriliyor oluşu ardından gelen sürecin de sağlıklı deneyimlerle tamamlanmış olmasını sağlar. Örneğin; genç yetişkinlerin eş seçme ve aile kurma aşaması öncesinde kendi anne babası ile olan birlikteliğinden kopmaya ve yeni bir bağ kurmaya hazır olması gerekir. Bowen’ın (1978) bahsettiği gibi bu süreçte bağımsız bir birey olarak genç kendine ait değerler, inançlar, hedefler de oluşturmalıdır. Bunları sağlayamamış gençler kalıcı ilişkiler kurmaya yarayacak bağlar oluşturamayabilirler. Eşleri bir arada tutan bağlar, her birinin ihtiyaçlarına cevap vermiyorsa birliktelik sırasında yaşanabilecek problemleri çözebilme güçleri de zayıf olacaktır. Yeni bir ailenin kurulması pek çok değişikliği içinde barındırmaktadır. Çocuğun doğması ile birlikte aile içindeki dengeler değişir, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyulur. Genç çiftler, bu aşamada çocuğun bakımı, çalışma hayatları, sosyal yaşamları ve birlikte yaptıkları eğlenceli etkinlikleri düzenlemekte zorluk yaşayabilirler. Kendi aralarındaki iş bölümü de bu süreçte yönetilmesi gereken önemli çatış-
maları beraberinde getirebilir. Bowlby, (1988) bu dönemde bebeğin kalıcı bağ kurabileceği bir ortamın yaratılmasının ailenin en önemli görevlerinden biri olduğundan bahseder. Ardından, çocukluk dönemi, ergenlik dönemi anne babaların kendilerini sürekli yenilemeleri, ev ortamındaki sınırlar, kurallar, etkileşimler açısından da öz değerlendirmelerin yapılması gereken dönemlerdir. Her dönemin özelliklerine göre yeni stratejiler belirlenmesi ve ailenin yeni duruma göre yapılanması gerekir. Zamanında doğru yaklaşımlar ile pratik bir şekilde çözümlenebilecek problemler, tüm aileyi içine alan krizlere dönüşebilir. 8 yaşındaki oğulları ile 15 yaşındaki kızlarına aynı hakları, sınırları sunan ebeveynler farklı çatışmaları yaşamak durumunda kalabilirler. İlerleyen süreçte çocuklar genç yetişkin olduklarında, onlar da evden ayrılacak ve kendilerine yeni çekirdek aileler kuracaklardır.
Çifti Bir Arada Tutan Bağlar Çiftler arasındaki bağ her ilişkide farklıdır. Bazı çiftler birbirinden ilgi görme, bakım alma ihtiyacını karşıladıkları için duygusal nedenlerle birlikte olurlar. Bazı çiftler için arkadaşlık bağı daha önemlidir. Aynı yastıkta kocamak, mal mülk edinmek, iş ortaklığı kurmak, arzu ve cinsellik, adanmışlık, sosyal bağ ve maddi bağlar ise yine çiftlerin birbirlerine bağlanmalarını sağlayabilir. Zaman içinde bu bağlarla ilgili sorunlar da yaşanabilir. Örneğin; ortaklık ve sosyal bağları önemseyen bir çift düşünelim. Çocuklarının doğumunda ortaklık bağı nedeni ile iş bölümünü iyi yapmak isteyeceklerdir. Arkadaş çevreleri ile ilişkilerini de sürdürmeleri onlar için önemlidir. Bu süreçte eşlerden biri bu ihtiyaçlarını karşılarken diğeri mahrum kalıyorsa sorunlar yaşanabilir. Adanmışlık ve duygusal bağ ile bağlanan çiftler çocuklarının doğumu ile birlikte yaşamlarında oluşacak değişimleri daha kolay atlatırlar. Eşlerin kurdukları bağları fark etmeleri, bu bağı besleyecek etkileşimler içinde olmaya özen göstermeleri, yıllar ile birlikte yeni bağlar kurmayı öğrenmeleri de ilişkilerini güçlendirir. Yeni bağlar kurma ailenin gelişim süreçleri ile de şekillenir. Örneğin arzu ve cinsellik bağı veya sosyal bağı olan çiftler bir müddet sonra arkadaşlık bağını da geliştirmeyi başarırlarsa, daha da güçlenmiş olarak ilişkilerini devam ettirebilirler.
Sağlıklı Ailelerin Özellikleri Ailelerin kriz durumları ile baş etmelerini kolaylaştıran bazı ortak noktalar olduğu tespit edilmiştir. Bunlar; problemi fark edebilmeleri, her ailede olabileceğini bilmeleri, duygusal olarak karşılaşmaya hazır olmaları, problemi fırsat olarak değerlendirmeleri, yaşayan kişinin değil, ailenin problemi olarak kabul etmeleri, etkili iletişim becerilerine sahip olmaları, kriz durumlarını konuşmaktan kaçınmamalarıdır. Sağlıklı aile kriz yaşadığında, süreci değerlendirebilme, bazı yapıları yeniden düzenleyebilme, uyum sağlayabilme yeteneğine de sahiptir. Kriz durumunda aile alıştığı yaşam standartlarından vazgeçememek, geçmişe takılıp kalmak yerine yeni aile alışkanlıkları oluşturmaya odaklanabilir. Bu yaklaşım çocuklara gelecekte karşılaşacakları zorluklardan pes etmemeyi öğretecek etkili bir örnek oluşturur. Tahmin edilebilir olan şeyler herkes için ve özellikle çocuklar için olumlu etki yaratır. Bu nedenle ailede düzenli tekrarları sağlayacak ritüellerin olmasına özen gösterilmelidir. Yemekle ilgili ritüeller insanları birbirine bağlar ve sıcak ilişkiler oluşturur. Her akşam iyi geceler dilemek, banyo sonrası sıhhatler olsun demek, hafta sonu kahvaltıları, yılbaşı, bayram buluşmaları gibi... Yaşanan büyük krizler (kayıp, taşınma, boşanma vb.) sonrasında da yaşama devam edebilmek için ritüelleri hayata geçirmek önemlidir. Ailelerin kahramanlaştırdıkları figürler ve anlattıkları efsaneler aidiyeti güçlendirir ve çekirdek aileyi büyük aileye bağlar. Çocuklara bu efsanelerin aktarılması umut aşılamak için de önemlidir; çünkü kriz durumlarından çıkmak için gereken en temel şey umuttur. Yaşanmış zorlukların nasıl üstesinden gelindiği ve benzeri başarı öyküleri aileyi birleştirici etki yaratır. Sağlıklı ailelerde bağlılık, kıymet bilme, zaman geçirme, etkili iletişim, destekleme, cesaret verme önemsenir. Bu ailelerde roller açıktır ve gelişimi destekleyen yapılar söz konusudur. Böyle ailelerde bağımsız ve güçlü bireyler yetişebilir. Güçlü bir kişiliğe sahip bireyler ise yapısı ve işlevleri ile sağlıklı çekirdek ailelerini kurabilirler. Böylece büyük aile, köklerinden, yapısından, işleyişinden kaynaklanan güç ile çocuklarına en önemli mirasını aktarır.
KAYNAKÇA • Dölek, N. ve Özdemir, N.(2014-2015). Çift ve Aile Terapisi Sertifika Programı. Yayımlanmamış Ders Notları. Bakış Danışmanlık, İstanbul. • Keklik, İ. ve Yıldırım, İ. (2012). Aile Terapisi Tarihi, Kuram ve Uygulamaları. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği Yayınları, Ankara.
33
Yazan: Psikiyatrist, Psikanalist Ayça Gürdal Küey
ERGEN VE BEDENİ: ERİŞKİNLİK YOLUNDA BİR DÖNEMEÇ Farklılaşan beden kaygı nesnesine dönüşür. Hem değişen bedeni kabullenmek, hem de değişen beden ile ortaya çıkan, belirginleşen cinsiyeti karşılamak gündemdedir. Ergende beden kolaylıkla iç çatışmaların alanı haline gelebilir. 34
Ergenlik Nedir? Ergenlik, çocukluk ile erişkinlik arasında kalan; ruhsal ve bedensel değişimlerin birlikte ve birbirini etkileyerek yaşandığı bir dönemeçtir. Bu dönemeçte beden ve ruhsallığın yanı sıra cinsellik ve özdeşleşmeler de değişikliğe uğrar. Ergenin tüm bu değişimleri yaşayış süreci, erişkinlikte bedeni ve cinselliği ile kuracağı ilişkiyi ve yine erişkinlikte bu değişimleri nasıl taşıyacağını önemli ölçüde belirler. Bu önem, ergenlik döneminde ergenlere sunulacak desteği ve eşlik edişi yaşamsal kılar.
Parman’ın (2000), “Ergenlik ya da Merhaba Hüzün” kitabında ele aldığı gibi ergenlik biraz da hüzün demektir, “giden ve geri gelmeyecek olanın hüznü”. Çocuklukla birlikte kaybedilenlerin yasını tutmak gerekir. Belki de bu yüzden ergende mutlu anlar uzun sürmez, mutluluk ve hüzün yan yana akar. Veda edilen yalnızca çocuk bedeni değil, çocukluğun güvenli ve sıcak iklimidir. Ergen özdeşleşmelerini tamamlayıp kendi güvenli ortamını yaratmaya çalışırken anne babanın sunacağı güvenli bakış yeterince yakın, yeterince uzak desteği sağlayacaktır. Küçük çocuğun yürümeye başlarken
hem uzaklaşmak istemesi hem de kafasını çevirip annesinin orada olup olmadığını kontrol etmesi gibi; ergen de ardına bakmadan koşarak uzaklaştığı kimi anlarda, ihtiyacı olduğunda hemen yakınında anne babayı bulmayı umut eder. Koşarken onu durdurmaya yeltenmeyen anne babayı… Ergenlik döneminin kazançları da vardır. Varoluş, hayat, ölüm sorgulanır; kimlik yeniden inşa edilirken yeni özdeşleşmeler kurulur. Gruplara dâhil olunur. Arkadaşlıklar güçlü, aşklar tutkuludur. Bir yandan da ergenlik devrimci bir süreçtir. Ergen dünyayı değiştirebilecek ideallere ve güce sahip olduğunu düşlemler.
Ergenlik Nasıl Bir Değişim Sürecidir? Ergenlik döneminde, ruhsallıktaki ve bedendeki değişimlerin hızlı ve zaman zaman ani oluşu ergenin bu değişimlere uyumunu güçleştirir. Dürtüsellik artar, ergen adeta kabına sığmaz. Bir yandan da kabına sığmayan beden kendini tutacak, tutarken sınırlarını hissettirerek gelişimini kolaylaştıracak güvenli bir zarf arar. Ergenlik, ergenin kendisini anne babasından ayırdığı, otonomi kazandığı ikinci bir “ayrılma-bireyleşme” dönemi olarak değerlendirilebilir. Ergen, bebeklikteki ilk “ayrılma-bireyleşme” döneminde (6 ay - 36 ay arası) olduğu gibi kırılgandır, desteğe ve onaya muhtaçtır. İlk ayrılma-bireyleşme döneminde, insan yavrusunun anneden ayrılmaya başladığı altıncı ay ile girdiği birey olma sürecinde, çevreye olan ilgisinin artması gibi; ergen de, anne baba dışındaki dünyaya yönelik bir merak ve ilgi içindedir. İlk ayrılma bireyleşme döneminde oyunları keşfeden çocuk gibi, ergen de hayat oyunlarını keşfe çıkar. O güne dek seyrettiği erişkinler dünyasında gözlediklerini denemeye girişir. Bu denemelerdeki acemilikleri kimi zaman sevimli olsa da çoğunlukla riskler barındırır. İlk ayrılma bireyleşme döneminde çocuk cinslerin anatomik farklılığını algılar; ikinci ayrılma bireyleşme dönemi olan ergenlikte ise genç, cinslerin farklılığının neler getirebileceğini yani genital cinselliği fark eder.
35
Ergenlikte Beden Nasıl Etkilenir? Erinlik (Püberte, Buluğ) ile beden hızlı bir değişime girer. Boy ve beden ağırlığı artar. Her iki cinste de ikincil cinsiyet karakterleri ortaya çıkar. Kızlarda göğüsler ve kalçalar belirginleşir, erkeklerde ses değişir, her iki cinste de kıllanma artar. Tam da bu ikincil cinsiyet karakterleri gençlerde dikkatle takip edilecek ve kaygı duyulacak alanlara dönüşür. Duygular karmaşıktır, utanç, kaygı, gurur ya da alay nesnesi olabilir bu özellikler. Cinsiyetin ilanıdır bu işaretler; hem gösterilmesi ve süslenmesi, hem de gizlenmesi ve örtülmesi gerekir. Bedendeki bu değişimler dönemin çifte değerli duygularının bir alanı olur ve bu alan üzerine zihinsel uğraş çok artar. Ergen değer verdiği kişiler ve gruplar tarafından kabulünün bu bedensel işaretlerden geçtiğini düşlemler. Ayna karşısında saç biçimiyle saatlerce uğraşır. Karnı, kalçası bir türlü istediği ölçülerde değildir. Burnunun üzerinde çıkan sivilce bütün gün
36
zihnini kurcalar. Bütün bu olumsuz duygular mutsuzluk kaynağıdır ve çok az teselli bunu yatıştırabilir. Oysa gencin aslında uğraştığı “Kadın olmak nedir*, Erkek olmak nedir?” ve “Belirginleşen cinsiyeti ile kabul edilebilir midir?” gibi sorulardır. Ergen için, bedendeki fiziksel değişimlerin yanı sıra, bedenin simgesel temsilleri de değişir. Ergenin bedeni, çatışmalarının, ilişki biçimlerinin simgesel dışavurum aracı haline gelir. ( Marcelli & Braconnier, 1992). Örneğin, uzun ya da kısa saç belli bir tarzın yansıması olabilir. Ya da kulağa takılan küpe, giyilen bir tişörtün rengi. Bu şekliyle de ergen için anlamları çok yüklüdür, vazgeçilmezdir, uğruna kavga bile edilir. Farklılaşan beden kaygı nesnesine dönüşür. Hem değişen bedeni kabullenmek, hem de değişen beden ile ortaya çıkan, belirginleşen cinsiyeti karşılamak gündemdedir. Ergende beden kolaylıkla iç çatışmaların alanı haline gelebilir. Bilinçdışı çocuk kalma arzusu ile büyüme isteği ergenliğin ilk dönemlerinde ikili duygular yaratabilir. Bu tereddütte de yine ergene verilecek destek önemlidir.
Ergenliğe giren genç artık çocuk bedenine sahip değildir, zaten artık çocuk olmadığı da her ortamda ona vurgulanmaktadır; ancak henüz kim olduğunu da bilememektedir. Bedeni değişmekte, düşünce referansları farklılaşmakta, ebeveynler eski güvenlikli yerlerini koruyamamaktadır. Çocukluğu geride bırakan ergen artık annesinin kucağına sığamaz; çünkü bedenin sınırları değişmiştir. Sanki bu değişen sınırları ve dolayısıyla bedenini hissedebilmek için fiziksel olarak kendini zorlar; az uyur, spor yapar, aşırı fiziksel etkinlikte bulunur. Bedenin referansları altüst olmuştur. Üstelik bu değişim o kadar hızlı gelişmiştir ki, ergen bedeninin nerede başlayıp nerede bittiğini kestiremez. Kolları, bacakları uzamıştır; sürekli sağa sola çarpar. Bu beden şemasının değişimi öyle allak bullak edicidir ki ergen bedenini taşımakta, sınırlarını tasarımlayabilmekte zorluk çeker. Bu ani değişim ergenlerde yüksek kaza sıklığını açıklayan bir nedendir. Ergenlik. Anne Babalar ve Uzmanlar için Nirengi Noktaları kitabından aktarabileceğimiz 1990 yılına ait bir veriye göre, bu tür kazalar 15-24 yaş arasında Fransa’da birinci ölüm nedenidir.
Ergenlikte Cinsellik ve Beden Erinliğin başlamasıyla çocukluk cinsel yaşamını, normal ve son biçimine taşıyacak değişimler ortaya çıkar. Beden değişirken ve erişkin beden haline gelirken, tek vazgeçilen çocuksu beden değildir. Freud, (1905) Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme adlı yapıtında şöyle der: “Erinliğin başlangıcından önce, çocuksu cinsel yaşamı nihai ve normal biçimine taşıyacak olan değişimler ortaya çıkar. Cinsel dürtü buraya kadar aslında otoerotiktir, şimdi artık cinsel nesneyi keşfedecektir.” Değişen, cinsiyeti belirginleşen ve cinselleşen beden yeni nesnelere yönelecektir. Cinsel yaşam ve eylem artık olasıdır. Beden bütün sükûnetini kaybetmiştir. Büyüyen ve cinselleşen bedenin salgıları artmış, kokuları farklılaşmış, erotizm çağrışımları ile sarmalanmıştır. Olasılıklar ürkütücüdür. Yani ergenlik aynı zamanda çocuk cinselliğinden erişkin cinselliğine geçiş ve erişkin cinselliğini kabulleniş sürecidir. Cinsiyeti belirginleşen beden bir narsisistik kazanç olabileceği gibi; her değişiklik korku ve kaygı da uyandırabilir. Çocukluğun kaybının yası erişkin erkek / kadın kimliğinin vaadi ile birliktedir. Ergeni bu dönemeçte, bütün bunlara uyum sağlama çabası beklemektedir. Cinselleşen bedenin kabulü ile birlikte mahremiyet başlar. Ergen bu noktada da mahremiyetine saygı bekler. Tersi müdahaleler ergeni çatışmaya düşürecek, sınırlarını belirsizleştirecektir. Ergen kendi alanına yöneltilen saygıyı erişkinliğe doğru yol alışının onayı olarak görür, alanına yönelik müdahaleleri ise tam tersi çocuklaştırılma olarak alır ve şiddetli tepki gösterir. Ergen cinsiyeti belirginleşen bedeninin kabulü ile karşı karşıyadır. Oysa bu dönemeçte, cinsiyeti belli bedeni karşısında kolaylıkla anksiyeteye kapılabilir. Bu noktada, o güne kadar özdeşleşme nesneleri olan anne babasının onayı çok önemlidir. Ergen, onların bu değişimi destekleyip cesaretlendirmelerine karşı çok duyarlıdır. O artık çocuk bedenini kaybetmektedir ama acaba anne baba buna ne diyecektir? Ergen, bu değişimin anne babaya itici geleceğini düşünüp korkuya kapılabilir (Küey, 1999). Anne babadan onay görmüyorsa çocuksu bedenine dönmek isteyebilir. Oysa tam tersi, bu değişim sürecinde göreceği kabul, onun da artık cinsiyeti belirgin ve cinselliği yaşayan bedenini kabul etmesini kolaylaştırır.
37
Ruhsallık ve Beden Ergenlik sürecinde beden çok temel bir yerdedir. Bu süreçte bedendeki değişimler hem çarpıcı bir şekilde görünürdür; hem de ergene, geri dönülmesi zor bir yolda olduğunu hissettirecek ölçüde, biyolojik olarak da bedeni sarsıcı niteliktedir. Bedendeki bu değişimlere, ruhsal gelişme eşlik etmezse bedenin genç tarafından kabulü ve üstlenişi çok güçleşir (Küey, 2013). Anzieu’nün (1998), Freud’un Otoanalizi ve Psikanalizin Keşfi adlı yapıtında izi sürülen Freud’un otoanalizinde; Freud’un düşlemsel bedeni anlamaya çalışırken biyolojik beden modelinden kurtulduğu ve düşlemsel bedeni rüyalarda şekillendirilen beden, hazzın bedeni, arzunun bedeni, suçun bedeni olarak ifadelendirdiği okunur. Bu ifade; düşlemlenebilen erişkin bedeninin, hazzı ve arzuyu üstlenen beden olduğu şeklinde de anlaşılabilir. Zihinde bedenin temsili benliğin gelişimiyle birlikte şekillenir. Bedenin insan zihni tarafından algılanışı kişinin kendine dair beden imgesini belirler. Ergenlikte hızla değişen beden, bu algıyı da zorlar. Özellikle cinselleşen özne olarak kabul ile beden olarak kabulün, ergenin zihninde birlikte yol alışı; bu iki onayın da birbirlerini etkilemesine yol açar ve kendi kimliği içinde tam olarak varoluşunu hissedemeyen ergen, bedeninde de tam olarak yerleşemediğini algılayabilir. Bu beden imgesinde sorun yaratabilir ve imgeyle aşırı uğraşa yol açabilir. Beden imgesine bağlı patolojilerin ergenlik döneminde başlaması bu nedenlerle şaşırtıcı değildir. Ergenin kendisini olduğundan şişman bulduğu, diyetlere başvurduğu, kıyafet seçmekte zorluk çektiği az rastlanır değildir.
Beden Anneden Ayrı Düşünülebilir mi? Beden Nasıl Ayrışır? Beden imgesi, benliğin inşası sırasında gelişen bir temsildir. Ruhsal örtü olarak benlikğin oluşumu, çocuğun başlangıçta annesi ile paylaştığı koruyucu örtüden ayrılmasıyla gerçekleşir. Beden imgesinin sınırları, çocuğun annesi ile yaşadığı bütünlük durumundan çıkma sürecinde kazanılır (Anzieu, 1995).
38
İlk dönem etkileşim içerisindeki bebeğin anneyle ilişkisindeki aksamaların iki tür gelişime yol açabileceği akla gelir: Dizginsiz bir sınır arayışına yol açacak olan tutarsız, bulunamayan, hatta var olmayan bir zarf, ya da dıştan gelen içe girmeler sonucunda fazlaca sıkılaşmış, delinmiş ve korunması gereken bir zarf. Jeammet (1990), aynı durumu şu şekilde ifade eder: Çocuk anneyle iyi bir ilişkiyi içselleştirirse otoerotizm nesneyle ilişkinin izini taşır. Annenin göreli istikrar taşıyan içselleştirilmesi sayesinde yavaş yavaş otonomi kazanır. Tersine durumda; anneden aşırı uyaran yüklenmesi ya da uyaranların yokluğu, nesneyle bağı olmayan bir otoerotizmi kışkırtacaktır. Bu ikinci durum nesnenin yerine hatta ona karşı gelişecektir. Annenin içinden çıkıp ondan ayrılan, daha sonra da bedenini onun devamı sanırken giderek farklı olduğunu keşfedip ondan uzaklaşan ve kendi be-
deninin sınırlarını tanıyarak ayrışan insan yavrusu; ergenlik döneminde bir kez daha ve son kez anneyi kaybedecektir. Bu ayrılma, bedenin ancak erişkin bedeni özgürlüğünde ruhsal bütünlüğüne kavuşması ile tamamlanacaktır. Ergenlik döneminde gençler adeta bir bebeğin yaşamın ilk yıllarında bedenini keşfettiği, algılamayı zihinselleştirdiği gibi, yeniden bedenlerini keşfetmeye, nerede başlayıp nerede bittiğini duyumsamaya girişirler. Bu kez bir bebek gibi annenin bedeni dolayımıyla bu keşfi yapıyor olmamaları; tam tersi anneden bir kez daha ayrılarak bu keşfi gerçekleştirecek olmaları ise büyük bir farktır. (Küey, 2013) Bu ayrışma ruhsallıktaki ayrılma ve birey olabilme ile birlikte mümkün olur. Kendi zihninde anne babadan ayrılamayan ergen, bedeninin hala onlara ait olduğunu düşünebilir. Bu sorunsal özellikle genç kızdaki kadınlık ve kadınsının gelişimi göz önünde bulundurulduğunda anne kız arasındaki ayrışma güçlüklerini anlaşılır kılar.
Ergenin Bedeni ile İlişkisinde Ailenin Rolü Ergen, ne çocuk ne de erişkin dünyasına aittir, tam bir geçiş aşamasındadır. Ergen için anne baba yuvasının sıcaklığı kaybolmuştur, artık odalara sığınma ve kapıları kilitleme zamanıdır. Yüzlerine kapanan kapılar anne baba için ilk aşamada kolay kabul edilebilir değildir. O güne dek sıcak ilişkiler içinde oldukları çocukları onlardan yüz çevirmektedir. Oysa ergen kendi alanında ihtiyaç duyduğu otonomi ile, ruhsal ve bedensel alanındaki sınırlara duyduğu ihtiyacı da tanımlamaktadır. Bu mahremiyet onun için yaşamsaldır. Kendine ait oda, mahremiyet dışında onun için aynı zamanda koruyucudur. “Yapı halinde olan bedenini ve ruhunu birleştirmek için kapalı bir mekân yaratır” (Jacquet & Huerre,1993). Ergenin ihtiyaç duyduğu güvenli, esneyebilen ama bir yandan da tutan bir çerçevedir. Bu çerçeve alan bırakan, otonomi sağlayan ve kulak vermeyi ihmal etmeyen bir ilişki ve bağ sunabilir. “Ergen simgesel bir beşiğe ihtiyaç duyar yani yasaklar, kurallar, kendisiyle yapılan anlaşmalar şeklinde sınırlarla karşılaşabilmesi gerekir.” (Jacquet & Huerre,1993). Ergen, anne babasının bilgisinin göreceliğini ve iktidarının kırılganlığını keşfetmektedir. Bütün bu değişimler ve henüz yanıtı tam bulunmamış sorular gençte anksiyete kaynağı olabilir. Anne baba da ergenin anksiyetesini karşılayabilecek sağlamlıkta ve hazırlıkta olmalıdır. Çocuklarında karşılaştıkları dürtüsellik, değişen duygular, çatışmalar anne babayı da kendi ergenliklerine doğru bir yolculuğa götürebilir. Tamamlanmamış ve hesaplaşılmamış sorunların olduğu yaşam öyküleri bu dönemde anne babanın da çatışmalarla başa çıkmalarını zorlaştırabilir. Yetişmekte olan gençler, ailelerinden otonomilerine saygı duyulmasını bekler. Ebeveynin gencin otonomisine müdahalesinin sık yaşandığı ailelerde, bağımsızlaşmayı engellemeyle bağlantılı patolojilerin geliştiği görülebilir. Ergenin ruhsallığı için ihtiyaç duyduğu alanı ona sunmayan ailelerde "ait olma" hissinin otonomiden daha çok değer gördüğü ve bireyleşmenin ce-
saretlendirilmediği gözlenir. Bu durumda genç hem bireyleşme mücadelesi vermekte, hem de bağımlı olduğu aileden kopmakta zorlanmaktadır. Bu çatışma onu, kontrol edemediği aile ilişkileriyle mücadeleden vazgeçip bu kontrolü bedenine yöneltmeye sürükleyebilir ve tüm kontrolünü ailenin ona bıraktığı tek alan olan bedenine yöneltebilir. Bu yönelim, gerilim ve çatışma sonucu artık şiddet de taşımaktadır. Kendi bedenine yönelik şiddet gençte çaresizce bedenini tahrip etmeye yol açabilir. (10). Bu dinamiğin erkek çocuklarda bedene yönelik agresyona, kız çocuklarda yeme bozukluklarına zemin hazırlayabileceğine dikkat etmek gerekir.
Ayça Gürdal Küey Psikiyatrist, Psikanalist Ayça Gürdal Küey, İstanbul Psikanaliz Derneği kurucu üyesi ve formatör analistidir. Paris Psikanaliz Kurumu ve Türkiye Psikiyatri Derneği ile Türk Nöropsikiyatri Derneği üyesidir. TPD Yeme Bozuklukları Çalışma Birimi ile Dünya Psikiyatri Birliği “Psikiyatri içinde psikanaliz” çalışma birimi kurucusudur. Ayrıca Psikanaliz Yazıları Dergisi Yayın Kurulu üyeliği ile Bağlam Yayınları düş/düşün dizisi editörlüğünü yürütmektedir.
KAYNAKÇA • Anzieu, D. (1995). Le Moi-Peau. Dunod, Paris. Türkçesi Tura Demiryontan, N. Deri-Ben (2005). İstanbul, Metis Yayınları. • Anzieu, D. (1998). L’Autoanalyse de Freud et la Découverte de la Psychanalyse. Paris, PUF. • Türkçesi Tura, N. Freud’un Otoanalizi ve Psikanalizin keşfi (2003). İstanbul, Metis Yayınları. • Freud, S. (1905). Trois Essais Sur la Théorie Sexuelle. Paris, Gallimard,, 1925, 127. • Gürdal, K., A.( 1999). Ergenlik: Cinsiyet ve Beden İçin Bir Dönemeç. Nöropsikiyatri Arşivi; 36 (4): 165-169. • Gürdal, K., A. (2003). İnce Beden Hastalığı. Kadın Yaşantıları. (Yay. Haz. Yaraman, A). İstanbul, Bağlam Yayınları,161–169. • Gürdal K., A. (2013). Erişkin Olmanın Önündeki Engeller. Ergenlikte Değişim ve Erişkin Yaşama Geçiş (Yay. haz Parman, T) içinde, İstanbul, Bağlam yayınları, 259-269. • Marcelli, D.& Braconnier, A. (1992). Psychopathologie de I’adolescent, 3. Baskı. Paris: Masson, 15-17. • Jacquet, Y. & Huerre, P. Dönüşümler. (1993). Adolescences (Yay haz.Jeammet, PH) içinde. 5. Edition. Editions La Découverte, Paris, 19-40. Türkçesi Ertüzün, l. Ergenlik. Anne Babalar ve Uzmanlar için Nirengi Noktaları (2012). İstanbul, Bağlam Yayınları. • Jeammet, Ph. ( 1990). Destins de l’autoerotisme a l’adolescence. In Devenir Adulte . Paris, PUF. • Parman, T. (2000). Ergenlik ya da Merhaba Hüzün. Ergenlik ya da Merhaba Hüzün içinde. İstanbul Bağlam yayınları.11-16ra.
39
Çeviren: Psikolojik Danışman Aylin Germiyen Alioğlu
ÇEVİRİ: DUYGUSAL ZEKÂ MI? ENTELEKTÜEL ZEKÂ MI? Geçmişte IQ bir işe kabul edilmek için yeterliyken bugün IQ ve EQ birlikte aranıyor ve duygusal zekâ ise işte yükselme ölçüsü olarak görülüyor. Ebeveynler olarak birçoğumuz çocuklarımızın sadece akademik alanda başarılı olmalarını değil aynı zamanda birey olarak kendi ayakları üzerinde durmalarını, problemlerini çözebilmelerini, kendini tanıyan, yönetebilen, empati ve iletişim kurabilen bireyler olmalarını arzularız. Aslında çocuklarımızın bu doğrultuda yetişebilmeleri için sadece IQ olarak bilinen entelektüel zekâlarını değil aynı zamanda EQ olarak adlandırılan duygusal zekâlarının da desteklenmesi önemlidir. Yapılan son araştırmalar bu konunun önemini sıklıkla vurgu-
40
lamakta ve günümüz eğitim sistemleri de her geçen gün bu bakış açısına göre şekillenmektedir. Duygusal zekâ, 1995'ten itibaren iş dünyasının da literatürüne girmiştir. Başlangıçta duygusallıkla karıştırılan ve biraz da küçümsenen duygusal zekâ, bugün artık meslekte yükselmenin vazgeçilmez parçası olarak görülmektedir. Geçmişte IQ bir işe kabul edilmek için yeterliyken bugün IQ ve EQ birlikte aranıyor ve duygusal zekâ ise işte yükselme ölçüsü olarak görülüyor. Biz de bu çeviride sizler için hem sosyal yaşamda hem de iş
yaşamında önemli olan duygusal zekâ kavramını bilimsel kaynaklardan derlediğimiz çevirilerle ele almaya çalıştık. 1990’lı yıllarda “Duygusal Zeka” Harvard Üniversitesi’nden Salovey ile New Hampshire Üniversitesi’nden Mayer tarafından ele alınmıştır. Onlara göre duygusal zekâ; kişinin kendisinin ve diğerlerinin duygularını izlemesi, bunlar arasında ayırım yapabilmesi, bu bilgiyi düşünce ve eylemlerinde kullanabilmesini içeren bir zekâ türüdür.
Duygusal zekâ kavramı, Goleman’ın (1995),“Duygusal Zekâ Neden IQ’dan Daha Önemlidir?” kitabında daha kapsamlı ele alınmış; bireylerin kişisel başarılarında duygusal zekânın önemli bir rol almaya başladığı ve entelektüel zekâya göre daha çok geliştirilebilir ve iyileştirilebilir olduğu örneklerle açıklanmıştır. Goleman duygusal zekâyı, kendimizin ve başkalarının duygularını tanıma, harekete geçirebilme, başkalarının duygularını anlama, kendi içimizde ve sosyal ilişkilerimizde duyguları iyi yönetebilme yeteneği olarak tanımlamaktadır. Goleman, bu tanımı yaparken Salovey ve Mayer’in duygusal zekâ tanımında sözü edilen beceri alanlarından yola çıkarak duygusal zekâyı kişisel yetkinlikler ve sosyal yetkinlikler olarak iki ana başlıkta ele almıştır. Kişisel Yetkinlikler: Kendimizi nasıl yönettiğimizi belirleyen yetkinliklerdir. 1) Kendini tanımak: Kendinin farkında olmak, içsel durumunu, tercihlerini, kaynaklarını ve sezgilerini tanımaktır. 2) Kendini yönetme: Kendini yönetme becerisinin temelinde öz bilinç yatar. Bu bilinç oluşmadığında kişi başkaları tarafından yönetilir. 3) Motivasyon: Kişinin kendini harekete geçirmesini, hedeflerine ulaşmasını kolaylaştıran duygusal süreçlerdir. Sosyal Yetkinlikler: Bu yetkinlikler ilişkileri nasıl yönettiğimizi belirler.
kurması kişiye “Sen benim için değerlisin, duygularına önem veriyorum.” mesajını verir. Başka bireylerin duygularını ifade edebilmesi için ne hissettiğini sormak, bireylerin duygularını tanımalarına ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olur. Kişinin problemi görmesi, kabul etmesi, uygun çözüm yolları araması ve gelen eleştirilere ön yargısız bir şekilde bakması kurulan iletişimi güçlendirmektedir. Bir tartışma ortamında karşılıklı olarak duyguların dile getirilmesi ilişkide saygıyı ve özeni beraberinde getirir. Goleman, aile ortamının duygusal zekânın gelişiminde önemli rol oynadığını, çocukların ilk duygusal deneyimlerini aile içinde edindiklerini söyler. Bu deneyimlerin sadece anne babanın çocuklarına söyledikleri ve yaptıkları ile değil, kendi hislerini ifade edişleriyle ve aralarındaki etkileşim modeliyle de aktarıldığını belirtir. Araştırmalar duygusal zekânın gelişmesinde genetik özelliklerin payı olduğunu söylemekle beraber, duygusal zekânın en çok çocukluk döneminde geliştiğini vurgular. California Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada duygusal zekânın desteklendiği çocukların ileriki iş ve özel yaşantılarında daha başarılı olduklarını hatta daha az depresyon, kaygı bozukluğu yaşadıklarını ve uzun süreli ikili ilişkiler kurabildiklerini göstermektedir. Pacific Üniversitesi’nde yapılan başka bir araştırmada ise duygusal zekâsı yüksek olan çocukların okuldaki performanslarının ve arkadaş ilişkilerinin oldukça iyi olduğu ortaya çıkmıştır.
1)Empati: Başkalarının duygularını anlamaktır. İnsan ilişkilerinin temelinde yatan empati kurma becerisi kişinin kendini tanıması ile gelişir. Empati kurabilmek başkalarının neye ihtiyacı olduğuna, ne istediğine karşı duyarlı olabilmeyi gerektirir. 2)Sosyal Yetkinlik: İletişim, liderlik, ekip çalışması, çatışma çözümü gibi beceriler karşımızdaki kişilerle sağlıklı ilişkiler kurmamızı sağlar.
Anne Baba Olarak Çocuklarımızda Duygusal Zekâyı Geliştirmek İçin Neler Yapabiliriz?
Goleman, duygusal zekâyı geliştirmenin önemli unsurlardan birinin bireyin kendini tanıması olduğunu söyler. Bu zor bir süreç gibi görünsede kişinin kararlılığı, kendi duygularının farkında olması ve kendini kontrol edebilmesi ile bu süreç kolaylaşmaktadır. İletişim kurma becerisi kendini tanıma aşamasında önemli bir rol oynamaktadır. Kendini anlamak için kişinin duygularını gözden geçirmesi kadar duygularının sorumluluğunu üstlenerek ifade edebilmesi de önemlidir. İletişim kurarken bir kişinin karşısındakini anlayabilmesi adına empati
• Anne babaların yaşanan duyguyu net bir şekilde isimlendirmesi önemlidir. Böylelikle ebeveynini gözlemleyen çocuk kendi duygusunu da tanımlayabilecektir. • Duyguyu tanımlarken zengin bir kelime dağarcığı kullanmak önemlidir. Mutlu ve üzgün olma dışında pek çok duygu vardır. Bazen, duygular daha karmaşık ve iç içe geçmiş olabilir. Bu noktada zengin kelime haznesi kullanma duygunun daha iyi açıklanmasını sağlar.
•Çocuğun duygusunu anlamak, onaylamak ve kabul etmek önemsendiğini görmesini sağlar. Özgüvenini destekler. Duygusunu görmezden gelmek ise öfkesini artırır. • Anne baba olarak başka kişilerin acılarına saygı göstermek ve empati kurmak çocuğun da başkalarının acısını görebilmesini, paylaşabilmesini ve bu yolla empati kurmasını destekler. • Çocuğun her bireyin farklı duyguya ve düşünceye sahip olabileceğini görebilmesini sağlamak önemlidir. Bu nedenle farklı bakış açılarını kabul eden bir tutum sergilemek gerekir. • Etkili iletişim kurma becerisini geliştirmek önemlidir. Anne baba arasında kurulan iletişim şekli çocukların tecrübe edecekleri ilk iletişim modelidir. Bu nedenle ebeveyn olarak iletişim kurarken seçtiğimiz kelimelere, kurduğumuz cümlelere dikkat etmek yararlı olacaktır. KAYNAKÇA • Cherniss, C. (2000). Emotional Intelligence: What it is and Why it Matters. Rutgers University. Graduate School of Applied and Professional Psychology. • Goleman, D. (1996). Emotional Intelligence: Why It Can Matter More Than IQ. London: Cox & Wyman Ltd. • Jensen, S. & Kohn, C. & Rilea, S. & Hannon, R. & Howells, G. (2007). Emotional Intelligence A Literature Review. University of the Pacific Department of Psychology. • Internet Alıntısı. www.free-managementebooks.com Understanding Emotional Intelligence. People Skills. Team FME (2014)
41
BİZDEN HABERLER Önleyici Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Çalışmaları Gelişim dergimizin her sayısında, Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi olarak öğrenci, veli, öğretmen, yönetici ve diğer paydaşlarımıza yönelik gerçekleştirdiğimiz çalışmalardan örnekleri sizlerle paylaşıyoruz. Bu sayımızda ise bölümümüzün değerlerinden bahsetmek, çalışmalarımızı nasıl yapılandırdığımızı paylaşmak ve bu yıl ana tema olarak ele aldığımız “Bağımlılık” kavramı üzerinde durmak istiyoruz.
42
Terakki Vakfı Okullarında Psikolojik Danışma ve Rehberlik hizmetleri 1964 yılında yapılanmaya başlamış ve okulumuz alanının öncülerden olmuştur. Bu bizim için önemli bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Terakki Vakfı Okullarında PDR sistemin temel ve önemli unsuru olarak değerlendirilmektedir. PDR çalışmaları konusunda yönetim kadrosu ve eğitimciler ile işbirliği içinde çalışılmaktadır. Çalışmalarımızı hayata geçirirken kendi kaynaklarımı-
zı da güçlü tutmak ve doğru bir yol izlemek adına bölüm olarak farklı kişilerden süpervizyon desteği almaktayız. Bu yıl vaka süpervizyonu için psikodinamik yaklaşım temelli Göver Kazancıoğlu ve sistemik yaklaşımlı aile terapisi konusunda Doç. Dr. Kemal Kuşçu ile çalışmaktayız. Kariyer planlama ve yönlendirmeye verdiğimiz önem nedeniyle sınav sistemleri ve yurt içi üniversite danışmanlığı konusunda eğitim uzmanı Oktay Aydın’dan destek almaktayız.
Öğrencilerin kişisel-sosyal, akademik ve kariyer gelişimlerinin eşit oranda önemli olduğuna, duygusal açıdan desteklenmelerinin, risk grubu öğrencilerine yönelik bireysel takibin önemine inanmaktayız. Öğrenci takibinde olumlu etkileri olduğu için aynı psikolojik danışmanın kendi öğrencilerini ilkokul, ortaokul veya lise dönemlerinde takip etmesine özen gösteriyoruz. Programların belirlenmesinde, öğrenci ve ailenin değişen özelliklerinin takip edilmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması bizler için önceliklidir. Bu süreçte ailelerin ihtiyaçlarını cevaplayacak etkinlikler, grup çalışmaları, konferanslar programlarımızda yer almaktadır. Psikolojik danışmanlarımız ve alanında uzmanlaşmış değerli akademisyenlerle gerçekleştirdiğimiz konferanslar anne babalarla ortak bakış açısı oluşturabilmemizi sağlamaktadır. Yılda iki kez sizlere ulaştırdığımız Gelişim Dergisi de siz velilerimizin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek içeriklerle hazırlanmaktadır. Velilerimizin yanı sıra meslektaşlarımızla da paylaştığımız dergimizle ilgili aldığımız geri dönüşler amacımıza ulaştığımızı göstermektedir. Kendimize ait web sitemiz ile anne babalara ve meslektaşlarımıza yönelik paylaşımlarımızı sürdürmekteyiz.
edecek bir komisyon oluşturduk. Süpervizyonlar ile hangi sınıf seviyesinde, hangi konularla çalışılmasının önleyici etki yapacağına karar verdik. 13 yaşına kadar bazı becerilerin geliştirilmesinin bağımlılığın önlenmesinde önemli bir rolü olduğunu tüm eğitimcilerimiz ile paylaştık. PDR Servisimizdeki ön hazırlıklarımızı anaokulundan liseye bir bütün olarak ele almaya başladıktan sonra, okul müdürlerimizi, zümre ve bölüm başkanlarımızı bu süpervizyonlara davet ederek çalışmalarımızın hedefini birlikte ele aldık. Çalışmalarımızı daha geniş bir zemine yaymak için tüm öğretmenlerimize bir eğitim gerçekleştirdik; bu sayede çalışmaların yıllara yayılmış olması ve derslerde yeri geldiğinde farkındalığı arttırıcı etkinliklerle desteklenmesinin önemini tartıştık. Bu çalışmalarda Prof. Dr. Kültegin Ögel ile yol haritamızı belirlerken bizim için ön plana çıkan, siz velilerimiz ve meslektaşlarımızla paylaşma sorumluluğunu taşıdığımız noktaları şöyle özetleyebiliriz: “Genç bir bireyin kendisini tehlikeli olabilecek şeylerden koruyabilmeyi öğrenmesi için bebeklikten
13 yaşına kadar her yaşın özelliklerine uygun, ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde ortamlar yaratılmalıdır. Karar verme, hayır diyebilme, hazzı erteleme, problem çözme, yönerge takibi yapabilme becerilerinin geliştirilmesi önemlidir. Ortamda sınırların olması koruyucu bir etki yaratmaktadır. Bireyin kuralları fark etmesi ve kabullenebilmesi yaşamını planlayabilmesi açısından önemli bir beceridir. Küçük yaşlarda sağlıklı - sağlıksız yiyecekler, gereksiz ilaç kullanımı, sağlıklı yaşamak konusunda bilinçlenme bu süreçte çocukların becerilerini güçlendirecektir. Doğru rol modellerin varlığı, sigara ve alkolün zararlarının öğretilmesi de destekleyici ortamlar yaratır. Çatışma çözme, sorumluluk üstlenebilme 13 yaşına kadar kazanılması gereken beceriler olarak ele alınmalıdır. 13-17 yaş arasında; çatışma çözme becerileri, sorumluluk üstlenebilme, hayır diyebilme, sınırlar, kurallar yaşın ihtiyaçları doğrultusunda ele alınmaya devam edilerek çalışılmalıdır. 17-21 yaş arasında; sınırlar, gelecek planları, araç kullanımı, toplumsal yükler konularında önleyici çalışmalara yer verilebilir.”
Bağımlılık Çocukluktan gençliğe geçerken eğitim süreci tüm öğrenciler için çeşitli fırsatlarla dolu bir yolculuktur. Bu süreçte çağın getirdiği çeşitli riskler ve tehditlerden uzak kalabilmeleri ve sınırlarını koruyabilmeleri büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle önleyici çalışmaları planlamak, aile danışmanlığı hizmetlerini yürütmek, öğretmenleri destekleyici programları organize etmek, bireysel psikolojik danışma hizmetlerini etkili bir şekilde planlamak da servisimiz için önemlidir. Çalışmaları planlanırken çağın getireceği etkilerle yaşanabilecek sorun durumlarının göz önünde bulundurulması önem kazanmaktadır. Okumak, yapılan araştırmaları incelemek, alan uzmanları ile günceli ve geleceğe dair olan değerlendirmeleri takip etmek de bu planlamalarda yardımcı olmaktadır. Geçen yıl çağımızın önemli konularından biri olan “bağımlılık” teması üzerine kapsamlı ve gelişimsel rehberlik yaklaşımı ile çalışmaya başladık. Teknoloji bağımlılığından, zarar verici maddelerin kullanımı riskine kadar birçok sonucu olabilecek bağımlılık teması ile ilgili Prof. Dr.Kültegin Ögel’den süpervizyon alarak okul programı içinde nasıl çalışabileceğimizi değerlendirdik. PDR Servisi içinde bu çalışmaların yürütülmesinde liderlik
43