Terakki Vakfı Okulları
YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2017, SAYI 17
Şiir: Haiku Aşağı
Öykü: Zeytinli Bankın Öyküsü Midye Dolma ve Limon
Söyleşi: Murat Mungan Gökçenur Ç.
Deneme: Beklenti Sonsuz Hikâye
Eleştiri: Acı Çekme ve Yazın Mektupta Anne Yankıları
Dosya: Kulüpten Renkler ve Sesler
Terakki Vakfı Okulları
YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2017, SAYI 17
Şiir: Haiku Aşağı
Öykü: Zeytinli Bankın Öyküsü Midye Dolma ve Limon
Söyleşi: Murat Mungan Gökçenur Ç.
Deneme: Beklenti Sonsuz Hikâye
Eleştiri: Acı Çekme ve Yazın Mektupta Anne Yankıları
Dosya: Kulüpten Renkler ve Sesler
Terakki Vakfı Okulları
YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2017, SAYI 17
Şiir: Haiku Aşağı
Öykü: Zeytinli Bankın Öyküsü Midye Dolma ve Limon
Söyleşi: Murat Mungan Gökçenur Ç.
Deneme: Beklenti Sonsuz Hikâye
Eleştiri: Acı Çekme ve Yazın Mektupta Anne Yankıları
Dosya: Kulüpten Renkler ve Sesler
YAZIN 2017
YAZIN EDEBİYAT DERGİSİ 1. BASKI HAZİRAN 2017 YIL 17, SAYI 17 Sahibi: Mehmet GÜNEŞ Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Necdet BEKEN Yayına Hazırlayanlar: Dilek ÖZÇELENGİR Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Gamze COŞKUN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Gülçin ERKMEN DARICI Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Ulviye TAYLAN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenleri Ali KONBAL Elif ŞAHİN Elife GENÇ Gonca ÖZMEN Gülten GÜZELIŞIK Hülya GÜLAÇ Kezban MERT Serkan Celil NAKAY Sevi ÖZIŞIK Zahide GÖKTÜRK Zeynep TEKBAŞ Edebiyat Kulübü Öğrencileri Özel Şişli Terakki Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Fen Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi Öğrencileri Kapak Tasarımı: Berkay DELİBAŞ YAZIN’da yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfına aittir. YAZIN para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi, Fen Lisesi, Tepeören Anadolu Lisesi öğrencilerinin “Edebiyat” dergisidir. Baskı: Bilnet Matbaacılık Biltur Basım Yayın ve Hizmet A.Ş. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi Esenşehir Mahallesi 1. Cad. No: 16 Ümraniye / İSTANBUL 444 44 03 Sayfa 2
YAZIN
YIL:17 SAYI:17
Editörden Ben, Demir Yığını ve Deniz - Yağmur Bingül 9C Hayat Gıcırtısı - Ali KuzeyYanartaş 10A Merdivenli Sokak - Zeynep Çiloğlu 10A Ahmet - Mustafa Emre Topal 10A
4 5 6 8 12
Son Oyun - Berk Hakan Yılmaz 10F
13
Zeytinli Bankın Öyküsü - Pelin Su Yılmaz 10A
14
Satılmış Ruh - Zeynep Çomçuoğlu 10E
17
Ait - Aybüke Yüksel 10F
18
Sonlu Özgürlük - Aze Talha Koç 10F
19
Sınır Ormanı - Baran Ertürk 10A
20
Neyin Var Ahu - Doğa Atakanlı 10F
24
Son Umut - Beyza Doğa Yıldırım 10F
26
Camdan - Miray Aslan 12F
28
Bu Kan Yine O Kandır - Ayberk Tunay Salkım10B ŞTTL
30
Sel - Elif Köksal 10C
32
Son Karanfil Buketi - Sude Nur Demirci 11E
33
Sokak Çocukları - Zeynep Sarıfakıoğlu 10C
34
Ortaköy'de İki Çınar - Ömer Faruk Yazıcı 10A ŞTTL
35
Son Bakış - Elif İpek Uygun Fen10
36
Güneş Doğacak - Mertcan Baş 10A
38
Kulüpten
42
Murathan Mungan'dan Yazmaya Dair
52
Öğrencilerimiz ve Mungan
55
Haikularımız
58
Şiir Atölyesinde Gökçenur Ç. ile
60
küçük İskender'e
63
Turgay Fişekçi'ye
64
Altay Öktem'e
65
Ertan Mısırlı'ya
66
Cenk Gündoğdu'ya
67
Efe Duyan'a
68
İki Farklı Dünyam - Buse Özdemir Hz B
69
Beklenti - Sedef Dündar 12G
70
Derinliğin Ötesinde Bir Unutuş - Sedef Dündar 12G
71
Ruhumun Açlığı - Selen Turan 10E
72
Su Birikintisi ve Yaz Yağmuru - Elif Eriş 9C
72
Sonsuz Hikâye - Beyza Sağır 9E
73
İkililer - Emre Anıl Polat 9E - Zehra Nur Azeri 9C Aylin Çermikli 9E - Çağla Deren Yamen 9C
74
Kalemin Gücü - Deniz Ağdağ Hz A
76
Yazma Köprü - Melis Elda Koldemir Hz B
76
Yazmak ve Önemi - Zeynep Pakır Hz B
77
Yazmanın Sihri - Buse Özdemir Hz B
77
Herkes Bir Dahidir - Onat Karakuzu 11E
78
Kuş Kafesi - Fatma Ekin Erbaş ŞTTL Hz B
80
Yetmedi - Fatma Ekin Erbaş ŞTTL Hz B
81
Hiç Büyümedim - Fatma Ekin Erbaş ŞTTL Hz B
81
Aşağı - Büge İrem Sunar 11C
82
Kuş - Büge İrem Sunar 11C
82
Soğuk Katliam - Zeynep Saravin 10A
83
Renkler ve Sesler - Beyza Ergün 10C - Işıl Simay Aydemir 10C Öykü Yüksel 12F - Buse Kalafat 11E - Zehra Nur Azeri 9C
84
Mektup - Elif İpek Uygun Fen 10
86
Mektup - Fermude Neşe Ürkmez Fen 10
86
Kurtuluşumuzun Başlangıcı - Göksu Yıldız Fen 10
87
Mektup - Zeynep Sarıfakıoğlu 10C
88
Mektup - Dostoyevski - Şirin Yağmur Abacı Fen 10
89
Acı Çekme ve Yazın - Umut Selin Tuncer 10IB-I
90
Mektupta Anne Yankıları - Ezelbahar Metin 11H
92
Annemle İlgili Şeyler - Didem Madak
93
Bir Eylül Esintisi - Sude Nur Demirci 11E Kel Bayır Sorunları - Burak Erin Çetin 10 IB I
94 97
"Vereğen" Üzerine - Tuna Gümeli 11H
98
Kadınlar Kalkın ve Parlayın! Güç Sizde - Ece Özer 12IB-I
100 Sayfa 3
İç Yazı Başlığı
editörden
YAZIN’LA… Okuduklarımız mıydı bizi büyüten, yazdıklarımız mıydı? Yoksa yazdıklarımızı birbirimize okudukça mı devleştik böyle? Önce biriktik, sonra döküldük. Önce sayfalara, sonra birbirimize… Önce ürkektik, sonra birer dağ… Önce alkışlar güçlendi, sonra çoğaldı sözcükler. Her okuma sonrası soruldu o merak dolu soru: “Nasıl yazdın?” Hafif alaycı bir gülümseyişle yanıtlandı hemen: “Anlatılmaz, yazılır.” “Kalabalığın hiç kimsesinde onun yanında olmak, dünyaya bağıra bağıra yağmaktır yazmak.” Büge “Yazmak gökkuşağından bir renk seçip o rengi farklılaştırarak benliğine kavuşturmaktır.” Bengisu “Sonlu bir yaşamda sonsuzluğa atılan ilk adımdır yazmak, kalemin ucuyla yeni hayatlar ziyaret etmektir.” Aze Talha “Yazmak zincirlerimi kırıp kendi tutsaklığımdan kaçarak, sonsuzluğumda yankılanmaktır.” Aleyna “Gerçek anlamda yazmak, kelimelerin yetmediği yerde kalemini kırıp keman yayıyla devam etmektir.” Lara “Yazmak herkesin bağırdığı bu dünyada sessiz bir çığlık atmaktır; fısıltılarla anlatılan bir sonsuzluktur.” Sena Ecem Edebiyat Kulübü Öğretmenleri ve Öğrencileri Ulviye Taylan Gamze Coşkun Gülçin Erkmen Darıcı Aleyna Su Aktaş 10B Aze Talha Koç 10F Bengisu Akdeniz 11B Büge İrem Sunar 11C Lara Yener 11A Sena Ecem Altun 11A
Sayfa 4
YAZIN
öykü
Ben, Demir Yığını ve Deniz İstanbul'un kirli sokaklarına balkondan bakıyorum. Çocuklar yine çıkmış oynamaya, kırmışlar camı; azar işitiyorlar. İşe gitmek için erken, sokağa çıkmak için geç. Anadolu Yakası'nda oturan biri için karşı yakada işe gitmenin ne kadar zor olduğunu kimse bilemez. Yine elimde şemsiyem, çantam... Çantanın içinde evraklar... Bakıyorum ben de o kirli sokaklardayım. İskeleye giden birçok insan gibi... Zengin, fakir, mutlu, mutsuz... Bir adam bağırıyor oradan: Ne zaman gelecek şu demir yığını? Bir yandan sigarasını tüttürürken diğer yandan gözü saatinde... Görevli cevap veriyor: Amca on beş dakika, azıcık dayan ya! Herkesin elinde cep telefonu... Parmaklar gidip geliyor o ekranın üzerinde. Herkes kendi halinde beklerken hepimizin kurtarıcısı geliyor: Bizim demir yığını. En üst kata çıkıp denize yakın oturuyorum. Zaten göremiyorum bu nimeti bari gidiş gelişte yanımda olsun. Bakıyorum herkes öyle düşünmüş. Saniye geçmeden doluyor her yer. Ve demir yığını hareket edüyor. İşte en sevdiğim an... martıların havada yüzüşü... Geliyorlar, konuyorlar yanımıza; olmazsa yüzüyorlar havada. Bazıları suyun hemen üstünde, sanki bir şey umuyorlar aynı bizim gibi yaşamdan. Varıyoruz Avrupa'ya. Bebeğe, Beşiktaş'a. Çok alışık değiliz ama yine de para... Her gün buralarda koşuşturmaktan ayağımıza karasular iniyor, kimin umrunda. Her gün aynı senaryo tekrar tekrar oynanıyor. Bir aramız var bir saat. Çıkıyoruz sahile konuşuyoruz, konu yine sıkıntılar; ülke sıkıntıları, şehrin zorlukları yüzünden yüzümüz azıcık gülemiyor bile. Bunu kimse de istemiyor. İskeleye geldim yine. Şimdi yine göreceğim martıları, insanları ve denizi. Onlar görünmek istemiyorlar aslında biliyorum. Ama görüyorum her hallerini. Bu sefer tam zamanında yetiştik; on beş dakika, yok beş dakikada gelecek demir yığını. Arkasında koca beyaz bulutumsu su dalgaları bırakarak. Aynı yerime oturuyorum, monotonlaşmış bu hayatta tek dostum demir yığını ve sevgilisi. Tabii ki deniz. Onlar seviyorlar birbirlerini, insanlar gibi değiller, kötü duyguları yok onların. Her gün aynı hayatı paylaşıyorlar sevinçle. Düşünceler işte böyleyken zihnimde kendimi Anadolu topraklarında buluyorum. Ah o kirli sokaklar! Ömrümü çaldınız be! Dostlarımdan uzaklaştırdınız beni. Yine çocuklar. Patlak topları bu sefer camı kırmamış. Katılıyorum aralarına arada bir. Ama bugün olmayacak çünkü ben bir şeyimi kaybetmişim: Geçmişimi. Sev- diklerimi ve beni sevenleri aynı demir yığını ve deniz gibi. Yalnız olduğumu fark ettim fakat elimde bir fotoğraf... O fotoğrafta sevdiğim, ben, demir yığını ve deniz varız. Yağmur Bingül 9C
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 5
İç Yazı Başlığı
öykü Oradan olabildiğince uzağa koşuyordu, sanki yapmayı bildiği tek şey buymuş gibi koşuyordu, yolun sonunda onu bekleyen çok güzel bir şey varmış gibi koşuyordu ama keşke daha önce koşabilseydi. Hava kesinlikle evden çıkarken üşürüm korkusuyla size montunuzu unutturmayacak kadar yağmurlu ama aynı zamanda da bütün gün giymeden kolunuzda taşıttıracak kadar sıcaktı; bu durum benim için sinir bozucuydu. Korkusuzca bulutlardan yeryüzüne atlayan yağmur damlaları, düşüşün verdiği adrenalinle kendilerinden geçmiş bir şekilde yere çarpıyorlardı. İşte bu deli fişek yağmur damlalarının zaten tutunması zor olan dik bir yokuşu daha da kaygan hale getirmesi nedeniyle, yokuşun iki yanında bulunan ve korkularından kasılarak kaportalarını çatırdatan arabalar, düşmemek için ağırlıklarını iyiden iyiye geriye vermişlerdi. Ama arabaların bu derece korkmasına neden olan tek şey, sanki bir kez inen bir daha yukarı çıkamasın diye yapılmış bu yokuştan düşmek değil, aynı zamanda bu yokuşun sonunda onları sinsi bir avcı edasıyla bekleyen o binaydı. Yanından geçmeye cesaret eden insanları iliklerine kadar titreten ama aynı zamanda öğrencilerin yerinde olmadıkları için insanlara şükür duygusunu hatırlatan bu bina bir yatılı okuldu, yılların verdiği yorgunlukla birbiri üzerine çullanmış üç kattan oluşuyordu. Yılın çok büyük bir kısmı güneşin gösterdiği şefkatten uzak olan bu binanın perdelerinin sımsıkı kapalı olmasının nedeni büyük ihtimalle içerdeki esrarengiz durumu dış dünyadan saklamaktı. Yapının en korkunç yeri ise devasa bir yaratığın inine açılıyormuş gibi dikilen büyük kapısıydı, bu kapının üstünde bulu-
Sayfa 6
nan ve adeta cehennem bekçisi edasıyla içeri giren öğrencilere yan yan bakan çirkin bir baykuş heykeli ise kapının dehşetine dehşet katıyordu. Bu yatılı okul Hırisdilik dininin Pünnilik mezhebi değerleri üzerinden Tarkiye ülkesinin en zeki kız öğrencilerine eğitim veren bir kız yatılı okuluydu. Kurbanlarını kendine çekmek için en büyük silahı olan dipsiz yokuşunu kullanan bu okula yüz elli iki yıllık tarihi boyunca Pünnilik mezhebi dışında hiçbir öğrenci alınmamıştı ve böyle bir olasılığa da ihtimal verilmiyordu, ta ki bugüne kadar… Külüstür 78 model bir Hacı Murat yağmur sularını yolun iki yanına savurarak hızla dik yokuştan aşağı indi ve okulun önünde acı bir frenle aniden durdu. Okulun bekçisi olan Hürşit Efendi süratle büyük, siyah şemsiyesini okulun duvarına yaslayıp vücudunun geri kalanı gibi kısa ve bodur olan bacaklarıyla koşar adım arabanın bagajına yöneldi ve önceden kendisine tembihlendiği gibi bagajın içindeki tekerlikli sandalyeyi çıkarttı ve kurdu. Sandalyeyi kurması biraz uzun sürdüğü için biraz da okula yeni gelen bu yabancıya böylesine yağmurlu bir havada şemsiye tutmak aklına gelmediği için mahcup olan Hürşit Efendi, arabanın kapısını açtı ve yabancının sandalyesine oturmasına yardım etti. Bu yabancının adı Buğlem’di. Buğlem Tarkiye’nin komşusu olan Sormiye ülkesinde yaşanan iç savaştan kaçarken ailesini kaybetmiş ve sırtına aldığı sert bir darbe yüzünden belden aşağısı felç olmuş Pii mezhebine dahil on beş yaşlarında bir kızdı. Buğlem Sormiye’de iç savaş çıkmadan önce geleceğin en iyi satranç oyuncularından olacağına kesin gözüyle bakılan adeta bir
dehaydı ve hükümet tarafından bu okula gönderilmesinin nedeni de tam olarak buydu. Pii mezhebine dahil bir öğrenciyi Pünni mezhebi sempatizanı bir okula göndermek her ne kadar yavru bir kediyi vahşi köpeklerle dolu bir kafese koymak gibi görülse de bu durum hükümeti Buğlem’in ölüm fermanını imzalamaktan alıkoymamıştı. Buğlem karşısında onu bekleyen devasa okula çakmak mavi gözleriyle uzunca bir süre baktı ve ürperdi, kendi ağırlığını zar zor taşıyan sandalyesini gıcırdatarak okulun kapısında onu bekleyen okul müdürüne doğru sürdü. Okulun kapısından girmeden önce bir an duraksasa da sonrasında kaderine razı bir şekilde okulun o görkemli kapısından baykuş heykelinin tehditkar bakışları eşliğinde girdi. Okulun koridorları Buğlem’in sandalyesinin çıkardığı gıcırtılarla yankılanıyordu. Okulun aksine çok sevecen ve hoşgörülü olan okul müdürü Avni Bey bir yandan yeni öğrencisinin sandalyesini itiyor diğer yandan da hevesli bir şekilde okulu en ince ayrıntısına kadar anlatıyordu ama o sırada Buğlem’in tek duyduğu şey hem prangası hem de özgürlüğü olan sandalyesinin çıkardığı gıcırtıydı; gıcır, gıcır, gıcır… Buğlem için gıcırtı her yerdeydi, Buğlem için gıcırtı her zamandı, Buğlem için gıcırtı her şeydi. Ülkesindeki mezhep savaşından kaçmış ama yine kendini bir mezhep savaşının içinde bulmuştu. Buğlem için gıcırtı kaçınılmazdı. Sınıfına yaklaştıkça korkudan kalbi göğsünden fırlayacakmış gibi çarpan Buğlem boynunu koridorun zemini oluşturan soğuk mermerlere dikmiş derin derin bakıyordu. Sanki daha şimdiden ölüydü. Günler, haftalar hatta aylar geçti. Buğlem kıvrak zekası sayesinde YAZIN
YIL:17 SAYI:17
hissetti, bacaklarının her kemiği tek tek çatırdadı ve sonra olanca gücüyle merdivenlerden aşağı ardından da okulun dışına koştu, koştu ve koştu. Oradan olabildiğince uzağa koşuyordu, sanki yapmayı bildiği tek şey buymuş gibi koşuyordu, yolun sonunda onu bekleyen çok güzel bir şey varmış gibi koşuyordu ama keşke ölmeden önce de koşabilseydi. Ali Kuzey Yanartaş 10A
hayat gıcırtısı
okuldaki tüm öğretmenlerin gözdesi haline geldi, okuldaki neredeyse tüm öğrencilerle arkadaş oldu ve en önemlisi “Tarkiya Ulusal Satranç Turnuvasında” okulunu temsil ederek birincilik kazandı. Buğlem yanılmıştı. Burası onun için ölüm değil adeta hayatta ikinci bir şanstı. Kendini sanki yeniden doğmuş gibi hissediyordu, kendini evinde hissediyordu. Sağ duyulu, ince ruhlu Avni Bey ve onun mantalitesinde yetişen öğrencileri Buğlem’i tüm mezhep farklılıklarını bir kenara bırakarak aralarına kabul etmişlerdi. Buğlem elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen arkadaş olamadığı bir öğrenci hariç okuldaki tüm öğretmen ve öğrencilerle çok iyi anlaşıyordu. Buğlem bir gece yatakhaneden tuvalete giderken arkasında onu takip eden ayak sesleri duydu. Ayak sesleri gittikçe hızlanıyor ve yakınlaşıyordu. Arkasını dönen Buğlem, peşinden hızlı adımlarla ona doğru yaklaşan Fatma’yı gördü. Fatma, Buğlem bu okula gelmeden önce öğretmenler tarafından okulun en sevilen öğrencisiydi ve Buğlem’le arkadaş olamayan, o öğrenciydi. Sonra bir anda Buğlem’in gözü Fatma’nın elindeki parlak cisme takıldı, evet Fatma okulun yemekhanesinden çaldığı bir ekmek bıçağıyla hızla Buğlem’e doğru yaklaşıyordu. Var gücüyle eski, gıcırtılı sandalyesini süren Buğlem koridorun sonundaki merdivenler onu engelleyene kadar Fatma’dan kaçtı ama artık kaçacak başka bir yer yoktu, köşeye sıkışmıştı. Tek çaresi merdivenlerden aşağı inmekti ama bunun için de çalışan bacaklara ihtiyacı vardı. Fatma yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı ve elindeki bıçakla Buğlem’e doğru hamle yaptı ama tam o sırada bir mucize gerçekleşti ve Buğlem bacaklarını hissetmeye başladı. Buğlem ayaklarıyla soğuk mermeri
Sayfa 7
İç Yazı Başlığı
öykü
Merdivenli Sokak Minarelerinin bembeyaz bulutları keskin bir hançer gibi deldiği Sultanahmet’i, kimine üzerine düşecekmiş hissi veren, kimine ise ilahi kudretiyle huzuru hatırlatan devasa avizeleriyle Ayasofya’yı birçok kez gezmiş yerli ve yabancı turistlerin haftanın her günü doluştuğu bir sokaktı merdivenli sokak dedikleri yer. Bu sokak, güneş kabuğundan yeni çıkmışken bulutların yoruma açık dansını en güzel şekilde fotoğraflamanın, bir de fotoğrafa yoldan geçen bir sokak hayvanını sığdırmanın gurunu yaşatırdı fotoğrafçılara. Ayrıca İstanbul’un hâlâ atıyor olmayı başaran kalplerinden biri olan Balat’ın en eski ama bakımlı, en neşeli, ruhu her insandan coşkulu olan sokağıydı. Bu şehrin bir ruhu var der ya insan uzaktan gelen bir melodinin etkisiyle. İşte öyle bir semtti Balat. Dönemin yeni modası sosyal medyada bu fotoğrafların paylaşılmasıyla bu semt kısa sürede bugünkü ününü kazanmış olmuştu. Merdivenli sokakta yaşayan herkes o sokak ruhunun hakkını verir, tüm dertlerin üstesinden gelmeyi başarır, neşeli hallerini hiçbir belaya teslim etmezlerdi. Fakat bu sokakta bir adamın hikâyesi bir başka anlatılırdı herkese. Onun hikâyesi bu semtten de bu sokaktan da daha dokunaklıydı. Bu adam, o neşeli ruhu yasak meyve kılığına giren bir kavgada yitirmişti yıllar önce. Balkonları sahile bakan, bir yanı yıkık dökük, bir yanı hemen bitişiğindeki yoldaşından güç alarak ayakta kalmaya çalışan o eski binalardan pek de farkı yoktu Taylan denen bu adamın. Bir ressamın tuvaline yaptığı son dokunuşlar kadar dikkatle boyanmış, olağanüstü bir simetriyle yan yana dizilmiş evlerin bulunduğu o meşhur merdivenli sokaktaydı orta yaşlı adamın evi. Yazları babasının yanında çalışan kahveci çırağının elinde tepsiyle tüm gün dolandığı sokağın tam ortasında yer alan bu küçük ev bir insan boyunu fazla geçmeyen kapısı ve çoğu zaman insanı daraltan alçak tavanıyla bir kutu görünümündeydi. İnsanda saklı kalmış duyguları uyandıran semtin pek sıradan sayılan bu eski binası; hem kullanmaktan hem de eskilikten duvarda farklı şekillere dönüşen boyası, beyazın üstüne itinayla yerleştirilmiş yeşil pencereleri ve içinde tek tük eski eşyasıyla pek dikkat çekecek durumda değildi. Ancak yapımcıların ilgisini çek-
Sayfa 8
miş olmalı ki geçen günlerde bir dönem dizisinin çekimlerinde bu evin kullanılmak istendiği hakkında evin sahibiyle dizinin yönetmeni arasında bir konuşma geçti. Bir öğrenci grubunun toplantı yaptığı ev olarak diziyi izleyenlerin bir sonraki hafta sonu için ilk durağı olmaya hak kazanacaktı. Çevredeki kafelerin çay fiyatlarında bir artışa yol açacak kadar ünlü olmayacak olsa bile mahalle için büyük bir olaydı bu. Ayrıca şu hayatta merdivenli sokağın kalabalık oluşundan yakınıp sırtını o eve vererek fotoğraf çekilen genç kızların kadrajlarında yer almaktan ve kahveci çırağına günde birkaç çay parası bırakmaktan başka uğraşı olmayan orta yaşlı adama da bir miktar para kazandıracaktı. İstanbul’un plazalarla ezilmemiş, kendi halindeki mahallelerinde her türlü haber hızlı yayılır. Evin hemen önünde gerçekleşen anlaşma odaklı konuşmaya yanlışlıkla kulak misafiri olan kahveci çırağının bu konuşmayı babasına, babasının da kafalarını okey taşlarından çaydan bir yudum almak dışında pek kaldırmayan vefalı müşterilere anlatmasıyla bir mahalle klasiği gerçekleşmiş, yapımcıyla ev sahibi arasındaki konuşma tüm mahalleliye başarıyla ulaşmıştı. Dik yokuştaki evlerinin basamaklarındaki ev kadınlarını, epey eskimiş topun peşindeki çocukları, Balat’ın simgesi haline
Merdivenli sokakta yaşayan herkes o sokak ruhunun hakkını verir. gelmiş fotoğrafların başrolündeki çamaşırların sahibi teyzeleri, kısacası herkesi bir merak salmıştı. Sofrası sade, muhabbeti bir o kadar renkli evlerin hepsinde bir başka senaryonun heyecanı hâkimdi. Tek bir sorun vardı. Dizinin geçtiği yıllarda bitmek bilmeyen sağcı solcu kavgası yüzünden intiharın eşiğinden dönen ev sahibi için bu teklifi kabul etmek kolay değildi ancak birkaç meraklı komşunun olaya el atmasıyla çok geçmeden anlaşma imzalandı ve o komşular rahat birer nefes aldı. Her şey planlandığı gibi gidiyor, mahalle sakinleri orta yaşlı adamın başından ayrılmı-
YAZIN
yordu. Hayatında hiç bu adamla konuşmamış olanlar bile sokaktan başka bir yere adım atmaz olmuştu. Genç kızlar ve erkekler ev sahibi adama onları yönetmenle tanıştırması için yalvarıyor, böylece okulda ne kadar popüler olacaklarının hayalini kuruyorlardı. Küçük ve masum çocuklar televizyondaki haberlerde gördükleri gibi kameralara el sallayabileceklerini düşünüyorlardı. Bir sabah güneş kıpkırmızı beliriverse koca maviliğin tam göbeğinde, kimse kalkıp da neden diye sormazdı. Bir çocuğun tüm oyuncaklarını alsalar elinden yerinden kıpırdamazdı merakından. Herkes heyecana açmıştı kucağını. Heyecanlı olmayan tek kişi ev sahibiydi. Onun aklında sevgilisi vardı. Ancak kimse onu dinlemiyorken hakkında konuşabildiği o cesur kadın. İnandığı şey uğruna arkasında sevdiği adamı bırakma riskini alabilen o kadın. Çekim günü gelip çattı. Güneş bu sefer en tepedeydi, bu ışıkta fotoğraflar karanlık çıkacağından sokak nispetten ıssızdı, bulutlar danslarını başka semtlerde sergiliyordu anlaşılan. Derken bu ıssızlığı ve sessizliği meraklı komşuların bağrışmayla karışık konuşmaları ve yüreklerindeki koca heyecanın ağırlığıyla yere basan sert adımları bozmaya başladı. Yaklaşık bir saat sonra çekim ekibi, oyuncular ve yönetmen sokağa ellerinde insanı hayrete düşüren büyüklükteki kameralarının yanı sıra birçok çantayla geldiler. Meraklı bakışlardan bıkmış oyuncular hemen evin içine attılar kendilerini. Çekim yapılacak odanın her tarafına koca kameralar ve ışıklar yerleştirildi. Sahne çok da önemli değildi ancak çekim ekibinin tavrı tam tersini işaret ediyordu. İki dakikacık sürecek bu sahnenin çekimi için bu kadar telaş niyeydi? O sırada orta yaşlı ev sahibinin sıradan hayatında şaşırtıcı bir şey oldu. Yönetmen ona çekimi asla izleyemeyeceğini belirtiyor ve nedenini söylemekten kaçınıyordu. Onun bunu rica ederkenki tavrı gören herkesi meraklandırırdı. Bu konuşmaya şahit olan mahalleli ünlü olma ve oyuncularla tanışma heveslerinin kırılmasıyla sokağı bo-
YIL:17 SAYI:17
şaltmak zorunda kaldı. O heyecan dolu adımlar bu sefer ters yönde ve isteksizce atılmaya başlandı. Zaten tedirgin olan orta yaşlı adam ise daha da telaşlandı ve kafasında türlü senaryolar kurduğu sıralarda çekimi izleyebileceği bir yer aramaya başladı. Sabah alarmın çalmasını beklemeden uyanmıştı yine. Çoğu insanın aksine dertleri değil mutlulukları uykusundan alıkoyardı onu. Bu yüzden güzel bir gecenin sabahı hep erken başlardı onun için. Perdenin aralığından ona göz kırpan güneşe selam verip uçarcasına fırladı yataktan bu mutlu sabahta. Sevgilisinin kokusunun sarhoşluğu geçmemişti daha. Tek kişilik bir sofraya göre gayet özenli sayılabilecek kahvaltısını yaptıktan sonra umudun rengi beyazla kapladı bedenini. Ayrılığa, nefrete ve bitmek bilmeyen o kavgaya inat bir beyaz… Hızlı adımlarla her gün aynı saatte buluştukları Naftalin Kafe’ye gitti. Arnavut kaldırımlara konmuş, üstünde anneannelerin evindeki örtüleri anımsatan yeşil sarı örgüsüyle tahta bir masada saatlerce oturmaktan hiç gocunmadı. Garson kız da pek konuşmadığı bu genç ve yakışıklı adama aşina olduğundan her yarım saatte bir çayını tazeleyerek onu saatlerce misafir etti. Bu genç sevgilisiyle her gün bu kafede buluşmuyor olsa bile kafe çalışanı onu öğrenci aktivitelerinden ve mahallede o ve sevgilisi hakkında dolanan dedikodulardan rahatça tanıyabilirdi. Her ne kadar içinde oldukları kişisel meselelerini gizli tutmak isteseler de oturdukları mahallede bu pek mümkün değildi. Sevgilisiyle bu öğrenci dostları sayesinde tanışmıştı Taylan. İkisi de korkusuzdu, ikisi de doğru bildikleri için her şeyi yaparlardı. Taylan, Deniz’i ilk gördüğünde ciddi bir toplantıdaydılar. Bir bebeğinki kadar pürüzsüz cildinin üzerine insanüstü bir özenle yerleştirilmiş iki yusyuvarlak okyanus kırıntısı ve yüzünü iki eşit parçaya bölen burnu Taylan’ın tüm dikkatini dağıtıyordu. Birkaç toplantı sonrasında Taylan dikkatini çeken şeyin sade-
Sayfa 9
öykü ce genç kızın güzelliği değil aynı zamanda yüreği olduğunu fark etti. Onca kavga gürültünün arasında aydınlığa açılan bir yola girmek gibiydi onun elini tutmak. Kokusunu içine çekmek İstanbul’un kalabalığından kaçmanın en güzel yoluydu. Ayrıca örgüt de bu tür ilişkileri destekliyordu. Her insanın uğraştığı günlük şeylerle meşgul olmaları onların göze batmalarını ve dikkat çekmelerini engellerdi ne de olsa.
yakalandıysa kaçamadan.’ Kaçamamıştır tabii, nasıl kaçsın? Belgeleri yakarken yakalanmıştır belki ya da yakmaya bile zamanı olmamıştır. Ne yaparım ben?’ Bu kara düşüncelerle boğuşuyordu şimdi. Neredeyse her gün buluştukları kafeye gelmiyor, toplantılara katılmıyordu günlerdir. ‘Ya öldüyse benim sevdam?’ Neredeyse tüm mahalleli ve özellikle kafe çalışanı kadın orta yaşlı adamın bu garip davranışları karşısında pek bir tepki göstermeseler de şaşıp kalıyorlardı. Dizi çekiminden sonra adam, belgelerle suçüstü yapılan evinde polis tarafından yakalanan ve hapishanede ölen sevgilisiyle buluşmak için kafeye geliyor, kafe sahibine sevgilisini soruyor, kafe kapanana kadar eve gitmiyordu. Deli miydi, bu adam? Sevgilisinin ölüm haberini aldıktan sonra geçirdiği ağır depresyondan neredeyse tüm komşular haberdardı ancak bu durumu atlatmıştı. Hayatına devam etmiş, gülmüş, ağlamış, mahalle geleneğine uyarak karanlıkla savaşmayı asla bırakmamıştı. Yoksa bu umuda tutunma gösterisi iyi hazırlanmış bir oyun muydu sadece? Seyircinin gerçek sanacağı kadar başarılı bu oyunun arkasında bitmemiş bir kavganın korları mı saklanıyordu sinsice? Pek bir uğraşı olmayan bu adamın peşinde olduğu bir intikam mı vardı? Ve o intikam arzusu onu yiyip bitiriyordu yıllardır. Ya da… ………………………...
Hava karardıktan ve genç kız kafenin kapısını dikkatlice kilitledikten bir müddet sonra genç adam da yüreğindeki huzursuzlukla sabah aşkla yürüdüğü yoldan hayal kırıklığıyla geri döndü. Birbirini kovalayan birkaç gün boyunca hayatında farklı hiçbir şey olmadı. Sevgilisi karşısına oturmadı. Korkuyordu. Hem de çok. ‘Ya
YIL:17 SAYI:17
O gün mahallede tek el silah sesi duyuldu. Tüm mahalle işini gücünü bırakıp kalabalık neye yöne gidiyorsa o yöne doğru koşmaya başladı. Hızlı ve çevik olanlar Taylan’ın cesedinin hemen önünde yerlerini aldılar. Biri ambulansı aramayı akıl edene kadar eve girmeyi başarabilen herkes bir korku filmi izler gibi baktı taze cesede. Üzerinde tek damla kanın olduğu mektubu açmak ise kafe sahibi kadına nasip oldu. Kısa bir sürede mektubu tüm mahalle okudu ancak beklenenin aksine kimse bu konu hakkında tek kelime etmedi yanındakine. Kimi her dertle başa çıkabilen bu mahalle için kara bir leke belledi adamı kimi ise gururla anlattı bu hikâyeyi çocuklarına. Her ne olursa olsun Taylan Yükselen asla unutulmadı. Zeynep Çiloğlu 10A
Sayfa 10
17 Ekim 2016 Bir haftadan biraz süre önce iki adam geldi o eşsiz kokunun kapısından hiç çıkamadığı evime sevgilim. Bir dizi çekeceklerini ve evimi kullanmak istediklerini söylediler. İlk başta kabul etmedim. Korktum sevgilim. O adamlar evime adım attığında eşsiz kokunun kaçıp gitmesinden korktum. Günahtan bir yoldan yürüyorduk biz seninle ve sen o yolda kayboldun. Şimdi sadece hatıraların benimle ve onları da kaybetmek istemiyorum. Ama bizim mahalleyi bilirsin. Bir dedikodu yayıldı mı herkes işini gücünü bırakır, o dedikoduya odaklanır. Yönetmenin mahallemizde dizi çekeceğini öğrenen sevgili komşularımız da çekim gününe kadar asla peşimi bırakmadılar. Hatta bir alt sokağımızdaki bakkalın o hiç sevmediğin karısı benim yanımda olabilmek için seni ne kadar özlediğinden, kafana koyduğunu yapma gibi harika bir özelliğe sahip olduğundan, ölümünün gurur dolu olduğundan bahsedip durdu. Çekim günü tüm mahalle benim evimin önüne toplanmıştı. Oluşan curcunayı tahmin edebiliyorsundur. Genç yaşlı herkes kalabalığı yarıp oyunculara ulaşmaya çalışıyor, en sonunda kıyıya vurmuş balık gibi geriye savruluyorlardı. Oyuncuların yüzündeki ifadeyi görseydin bir de. Hani hep özenirdik ya televizyon artistlerine, güler yüzlü, vücutları mükemmele yakın o şanslı insanlara. Kıskanmaya gerek yokmuş sevgilim. Çünkü o gün hepsinin yüzü on karıştı, imrenerek baktığımız gözlerinde gurur ve mutluluk değil, bıkkınlık vardı. Onların tavırlarının ve yönetmenin çekimi izleyemeyeceğimiz hakkındaki sert uyarılarının etkisiyle kalabalık yavaş yavaş dağıldı bir süre sonra. Beni ise bir tedirginlik sardı. Yönetmene ve oyunculara görünmeden yukarı çıktım ve çekim yapmayacaklarından emin olduğum bir odada beklemeye başladım. Yaklaşık on beş dakika sonra tüm ekip evdeydi. Derken suratında maske olan bir adamın odaya bir şey sıktığını gördüm. Kokusu olmadığından ne olduğunu tahmin edemediğim bu gizemli sıvı birkaç saniye içinde tüm oyuncuları, sonrasında da beni- yan odada olduğumdan birkaç saniye geç etkilenmiştim- tatlı bir uyuşukluk haline soktu. Kendime geldiğimde birkaç dakika geçmişti. Oyuncular da yeni yeni açıyorlardı bıkkın bakışlı gözlerini. Kısa bir süre sonra çekim başladı, ekip tüm dikkatini sahneye vermiş, boş bakışlı oyuncular yine mükemmel ve özenilen hallerine dönmüşlerdi. Ben ise üzerime çöken halsizliğin etkisiyle, tüm merakımı bir kenara bırakıp evden dışarı attım kendimi. Naftalin Kafe’de saatlerce oturdum. Buraya kadar her şeyin çok normal olduğunu düşünüyorsundur ama işin aslı öyle değildi. Çekim sonrasındaki bir haftada her gün Naftalin Kafe’ye gittim. Seni bekledim. Gelmeyeceğini bilmeden bekledim. Yokluğunun farkında değildim. Bir hafta sonra anladım neden gelmediğini. Çünkü sen ölmüştün. O sonu olmayan kavganın cezbedici kollarında can vermiştin yıllar önce. Ben anlattığım bir hafta boyunca o adamın sıktığı fısfıs yüzünden kendimi otuz yıl öncesinde hissediyordum. Dönem dizisi oyuncularının o yılların atmosferini yaşaması için kullanılan bu ilaç, benim saçma endişelerim yüzünden alıştığım yokluğunla bir daha yüzleşmeme sebep olmuştu. İşte böyle sevgilim. Bir haftalığına varlığın umuduyla huzuru, yokluğun korkusuyla ölümü yaşadım. Asıl ölüm şimdi dayandı kapıma. Bu sefer yokluğunun korkusunu bastıracak bir umudum kalmadı. Ben de bu fani dünyadaki işlerimin çoktan bittiği üzerine karar kıldım. Yakında görüşürüz sevgilim.’ Taylan Yükselen
Sayfa 11
YAZIN
İç Yazı Başlığı
öykü Ahmet Ahmet. Ahmet kimdi? Ahmet herhangi biriydi. O kadar herhangi biriydi ki kimse onu görmezdi. O vardı, Ahmet’ti o. Herkes varlığını bilirdi ama kimse varlığıyla ilgilenmezdi. İnsanların Ahmet’ten başka yapacak işleri vardı. Belki yanından geçerken bir “Merhaba” sözü duyarlardı. Yok mu şu Ahmet, şimdi cevap vermek gerekti. Ahmet’in huyu suyu bilinmezdi. Kimse de bilmek istemezdi. Şu koca dünyada Ahmet’i seven, bilen bir anası bir de babası vardı. Sevilmezdi Ahmet ama sevmeyi bilirdi. Küçükken babasının tayinleri nedeniyle sürekli taşınmaktan arkadaş edinmeyi hiç öğrenememişti. Ahmet’in arkadaşı yoktu. Güler yüzle karşılardı her şeyi. Gülünecek hiçbir şey yoktu aslında. Gülerdi Ahmet işte. Gülmeyi bilirdi. Mutsuzluğunu, yalnızlığını, zavallı halini gülüşünün altında saklardı. Ahmet gülünce -bir gülümseme değil daha doğrusu sırıtınca yüzünde hiçbir duygu görülmezdi. Sadece ucu sararmış dişler, kırışan yanaklar, çatlak dudaklar ve iç karartacak kadar boş bakan iki kara göz vardı. Ahmet tüm yalnızlık ve hüznünü bu sırıtmanın arkasında tutardı. Ahmet’in yalnızlık ve hüznünü bastırmaya da çözümleri vardı. Alkol değildi, sigara hiç değildi. Hele öyle sevmek, hayal kurmak Ahmet’in hiç işi değildi. Ahmet’in hobileri vardı. Hem de ne hobi. Apartmanın pis kokan o arka sokağa bakan, boyaları sökülmüş küçük balkonunda saksıda biber yetiştirirdi. Kitap okuduğu söylenebilirdi ama o sadece küçükken eline geçmiş, küf kokan sarı yapraklı o kitabı tekrar tekrar okur, zaman öldürürdü. Spor yapardı, bazen eve dönerken minibüse para vereceğine yürürdü. Hele bir de her zamanki o kuru öksürüğü tutmuşsa sağlık ocağına uğramış, bir de eczaneden şurup almışsa demeyin Ahmet’in keyfine. Bunları herkes yapardı. Ama bunlar Ahmet’in hayatına renk katan önemli olaylardı.
Sayfa 12
Bir de hafta sonuna gün sayardı. Hafta sonu yapacak bir şeyi yoktu da küçüklüğünden beri öyle yapması gerekirmiş gibi hissederdi. Ahmet tam bir temizlik hastasıydı. Çamaşır sepeti ile birlikte girince içeride yer kalmayan banyosunun her köşesini çamaşır suyunun kokusundan fenalaşana kadar silerdi. Mutfağında asla kirli bulaşık olmaz, sehpalara toz kondurmazdı. Ev her an misafir gelecek gibi toplu olurdu. Dizleri tutmayan zavallı anası bile yılda bir kere gelirdi. Ahmet için fark etmezdi, o böyle severdi. Sanki bekar başına ayrı eve çıkması gerekmiş gibi kendine de bakamazdı. Belki evi temizdi ama gömlekleri hep kırışıktı. Mutfaktan ekmekten ve bir bardak çaydan başka bir şey çıkmazdı. Çok sıradan bir hayatı vardı Ahmet’in. Dedim ya sıradanlıktan saydamlaşmıştı artık görülmüyordu bu adam. Kafası çok çalışmasa da ara sıra bir düşünürdü. Üzüldüğü zamanlar hep neden hayatta olduğunu sorardı. Neden üzüldüğüne gelirsek neden mutlu olsun ki bu adam? Ne vardı bu hayatta mutlu edecek insanı? Ahmet nazikti ama kaba insanlar kadar arkadaşı yoktu. Para biriktirir ama hiç harcayamazdı. Sever ama sevilmezdi. Çalışır ama başaramazdı. O da zaten hayatı sevmezdi. Hatta yaşamak için sebep bulamazdı. Bir tek anası ve babasına ayıp olmasın diye yaşardı. Ahmet yine bir gün işine gidiyordu. İş de tam Ahmet’e göreydi; susar, yerinde otur, önüne yığılan işini yapardı. Hayatta on altı sene okumanın ona getirisi ele avuca sığmayan bir maaşla bu iç karartan işti. Fakat bugün farklı bir gündü Ahmet için. Televizyonun altında duran tozlu ayakkabı kutusunda bir şey bulmuştu bugün. O eski, köşeleri yırtılmış, ağırlıktan yassılaşmış kutuda ne saklıydı? Ahmet o kutuda eski aile fotoğraflarını buldu. Fotoğraflar ilk bakışta fark etmese de Ahmet’e çok şey ifade ediyordu. Ahmet ilk bakışta basit birkaç fotoğrafta sadece kendini
gördü. Ama sonra bir şey fark etti. Fotoğraftaki o değildi. Yok yok Ahmet’i görmemişti. Kendini görmüştü. Gülüşünün sahte olmadığı zamanı görmüştü. O kadar uzun zamandır öyle görmemişti ki kendini o zamanları beyninin en derinliklerinde bile bulamıyordu. Beyni “iş” ile doluydu. Boş kaygılar ile doluydu kafası. O fotoğraflara boş boş baktı. İş yerinde oturmuş ona ayrılan masanın başında öylece duruyordu, patron onu böyle görse fırçayı yerdi. İlk bakışta gördüğünden başka bir şey göremiyordu. Eski zamanları hatırlamaya çalışıyor bu sırada gözlerini dikmiş öylece bakıyordu. Hazır göz demişken belki merak edersiniz. Ahmet’in kaşı gözü, saçı başı karaydı. Kısa boylu sıska bir adamdı. Artık saçlar tepeden eksilmeye başlamış, gözlerin numarası oynamıştı. O kara gözlerini fotoğrafa dikmiş bakarken sanki kalbi atarmış gibi oldu. Sanki bunca zaman ölüymüş de haber vermemişler gibi hissetti. O an nasıl yapacağını bilse ağlardı. Ahmet ağlamayı da öğrenememişti. Küçükken ona ağlamak bir zayıflıkmış gibi gelirdi. O ağlayınca babası kızardı. O da odasında sessizce ağlardı. Sonra unuttu ağlamayı. Ama bugün farklıydı, bugün eski güzel anılar ile iki şeyi daha hatırlamıştı: Mutluluğu ve ağlamayı. İlk önce bir gözyaşı yanağından süzüldü. Sonra bir hıçkırık, hüngür hüngür ağlıyordu. İş yeri iki katlı büyük bir binaydı. Onun çalıştığı oda da alt katta tuvaletin yanındaydı. İş arkadaşı bugün hasta olduğu için utanacak kimse yoktu. Gözleri kuruyana kadar ağladı. En sonunda sakinleştiğinde bir boşluk hissetti ki... Bu öncekiler gibi içini saçma uğraşlar ile doldurması gereken bir boşluk değildi. Bu sefer sanki üstünden bir yük kalkmış, tüm sıkıntıları gözlerinden akmıştı. O akşam, çıkmış yayları beyaz çarşaftan belli olan yatağında yatarken kara kara düşündü. Ne olmuştu, neden bunca yıl hüzün ve
YAZIN
kederle yaşamıştı. Dünyada bunca insan varken neden o bu çileleri çekmişti, neden hep yalnızlığını sahte bir gülümsemeyle saklamıştı? Tüm cevapları biliyordu, ama çözüm aklına gelmiyordu. Tüm bu sıkıntıları nasıl düzelteceğini bilmiyordu. Sonra başucunda duran yıllarca sakladığı o kitaba baktı, yıllarca boş boş okuduğu o kitaba baktı. Sanki cevap oradaydı, hüznünü nasıl dindireceğini biliyordu. Bir hafta sonra kapısı kırılıp evine girildiğinde o kendi dünyasındaydı artık. Uğurlamaya da kimse gelmedi, yapayalnız gitti. Kitaba gelecek olursak kitap yokluğu teşvik etmiyordu, hüzünlü veya karamsar da değildi. Sorun Ahmet’in ondan ne çıkardığıydı. Ahmet yıllardır o gidişin hayalini kuruyordu. Kitap onun kendini görmesini sağlamış, ona ayna tutmuştu sanki. Mustafa Emre Topal 10A
YIL:17 SAYI:17
Son Oyun
Seneler önce kasabalardan birinde göklerin ününü kazanmış bir pehlivan yaşamaktaydı. Pehlivan spora o kadar âşıktı ki yumrukla bilediği hafızasında tam tamına dört yüz farklı oyun bulunmaktaydı ve karşısına çıkan diğer pehlivanları bu kırılmaz taş misali oyunlardan birkaçını deneyerek mutlaka yenmekteydi. Baykuş yürekli pehlivan, kasabanın gençleri tarafından büyük ilgi görmekteydi ve onlar için bir pehlivandan fazlasıydı. Günlerden bir gün usta pehlivan, sahip olduğu tecrübelerini kasabadaki gençlere aktarmak istedi fakat kuyulara sığmayan karamsarlığıyla birlikte umutsuzluğa kapıldı çünkü kasabadaki gençlerin, onun istediği türden öğrenciler olamayacağı kararına vardı. Ufuklara uzanan mevsimlerin ardından pehlivan, sonunda aradığı öğrenciyi buldu. Genç, bu sporu o kadar öğrenmek istiyordu ki usta pehlivanın gözüne girebilmek için buzulları eriten hevesiyle üç yüz doksan dokuz farklı oyunu bir çırpıda ezberledi. Aradan zaman geçti ve genç artık tam anlamıyla yetişmişti. Diğer ünlü pehlivanlarla güreşip onları, ustasının vermiş olduğu sonsuz kudretli oyunlarla hiç zorluk çekmeden yenmekteydi. Kısa sürede, kazandığı başarılar genç pehlivanı şımartmıştı ve güreş hakkında sahip olduğu onca deneyimi ustasına borçlu olduğunu unutarak akşam yemeği bittikten sonra ortaya çıkan fare cesaretiyle orada burada ustasına meydan okumaya başladı. Bu durumdan haberdar olan kasaba yöneticisi, genç pehlivana ustasıyla güreşmesini söyleyerek güreşin kasaba merkezinde yapılmasını teklif eder. Genç pehlivan bu teklifi kabul eder ve hazırlanmaya başlar. Güreşin yapılacağı gün halk merkeze toplanarak oracıkta bir çember oluşturur. Genç pehlivan sincap merakıyla müsabakaya hazırdır. Usta pehlivan ise akarsulardan uzanan bir mutlulukla birlikte yüzünden sessiz gülüşünü hiç eksik etmeyerek güreş için öğrencisinin yanına gider. İki eşsiz pehlivan da artık karşı karşıyadır ve birbirlerinin gözlerinin içine bakmaktadırlar. Genç pehlivanın gözlerinden tatlı bir açlık akarken, usta pehlivanın gözlerinden ise yaşanmışlıkları yüklenmiş deneyimler akmaktadır. Güreş başlar ve usta pehlivan sahip olduğu o sonsuz kudretli oyunlarından, öğrencisine öğretmemiş olduğu sonuncusunu kullanarak genç pehlivanı bir hışımla yere serer. Müsabakadan sonra genç pehlivan ustasının nasırdan ellerine sarılır. Sonra da şöyle der: -Son oyunu neden öğretmediğinizi merak eder dururdum. Şimdi ise hem son oyunu öğrendim hem de deneyimin önemini. Tabii yaptığım hatayı da… Berk Hakan Yılmaz 10F
Sayfa 13
İç Yazı Başlığı
öykü Zeytinli Bank’ın Öyküsü Buluşma günlerinin söküklerinden dikilen pazarlardan biriydi. Üç renkli hasır şemsiyelerin, en çok da mavi olanın üstüne denizle karışık güneş kokusu sinmişti iki ay evvelden. Sahil boyunca devam eden bu mavi, kırmızı ve sarı şemsiyelerin gölgesindeki şezlonglar birer birer uykularından uyandırılıyorlardı. Temmuz ayında öğlen on ikiden sonra yer bulamazdınız Basın Plajı’nda. Öyle ahım şahım bir özelliği de yoktu ama gelenlerin hepsi birbirini tanıyan, nerde ve ne zaman görse birbirine sıcacık davranan insanlardı ve şezlongların çoğunu onlar doldururdu. Emeklisi, genci, işin gücün pençesinden bir iki haftalığına nefes almaya geleni, evlisi, çocuklusu her tip insanı vardı. Onları birbirine bağlayan tek ve en kalın zincir bir bütünün parçaları olma duygusuydu. Yardımseverliğin, sıcaklığın ve dostluğun hâlâ yaşatıldığı nadide sahil kasabalarından biriydi. Uzun lafın kısası, Basın Sahil Sitesi yazın yenen dondurmanın tadı gibi bambaşka ve mutluluk veren bir yerdi. Sahilin bittiği yerden itibaren tepeliklere doğru ilerlediğinizde henüz olmamış acı zeytin kokusu ciğerlerinizi hafiften yakardı, sonradan buna alışır, açılırdınız. Yürüdükçe deniz seviyesinden daha da yükselirdi tepeler. Manzarayı en güzel bu tepelerden yakalardınız. İşte bu yüzden denize bakan sekiz bank vardı zeytin ağaçlarının diplerinde. Kimileri tekli, kimileri karşılıklı dört bank ve ortasına oturtulmuş bir tahta masa ile birlikteydi. Çoğu kızılla kahverengi arasındaki pul pul olmuş, yapıldığı ağacın rengini göstermeye başlamış boyalarından soyunmaktaydı. Bankları oluşturan tahtalar birleşik denecek kadar az boşluklu yerleştirilmişti. Bu Sayfa 14
yüzden birilerinin önem verdiği küçük eşyaları yutmaya bayılırlardı. Mesela, çocukların neşesini bir anda kaçırıveren ve hiç bulunamayan o eksik yapboz parçaları buradan çıkardı. Ya da henüz okuyamadan yok oluveren sakız falları… İnce zincirli kolyeler, kasten buruşturulup sıkıştırılmış market fişleri, kitap arasından sıyrılan bir çiçeğin solan yaprakları ve orada oturan yüzlerce insandan her birinin ufak bir parçası tahtaların dar aralıklarında saklıydı. En güzel bank en tepedekiydi. Dört zeytinin çevrelediği sessiz, kendi halindeki bu bank en yetenekli günbatımı fotoğrafçısıydı ve güneş en güzel danslarını onun için yapardı. Ayrıca kimse sizi görmez, rahatsız etmez gibi hissederdiniz oraya bir kez oturduğunuzda. Ancak bankın en önemli özelliği bu değildi. Yaz sıcağında tamamen gölgede kalması da değil. Bu bankı Zeytinli Bank yapan Nesrin, Çiğdem, Ali ve Çağrı adındaki dört arkadaşın hikâyesine ve kutsal sözlerine dayanıyordu: ‘’ Her yıl temmuzun ikinci pazarında Zeytinli Bank’ta olacağıma söz veriyorum.’’ *** Ali koşuyordu. Rüzgâr ensesindeydi, ha yakaladı ha yakalayacak. İlahi çocuk, rüzgârla yarışılır mıydı hiç? Ter içinde kalmış alnı siyah perçemlerinin aralanmasıyla bir serinliyor, sonra perçemler yeniden kirpiklerine kadar kaplıyordu alnını. Annesi, artık kestirelim diyordu şu saçlarını. ‘’İyice tiftik keçilerine benzedin.’’ Ali kestirmezdi ki... Seviyordu saçlarını, babasının saçlarına benziyor diye kimseye elletmezdi onları. Gerçekten de benziyordu Muhsin Bey’in saçlarına. Simsiyah ve parlaktı. Gerçi Ali ne kadar hatırlıyordu ki babasını? Ancak annesi fark etmesin diye babasının fotoğraflarından yapılmış kâğıt gemilerini ara sıra açıp baktığı kadarıyla tanıyordu onu.
’Ali hemen getir o aldığını buraya! Bak annen duyarsa etlerini döve döve dümdüz eder seni! Dayım söylediydi dersin!’’ Ali kulak asmıyordu. Sahili çevreleyen arka yoldan doğruca yukarı çıktı ve en tepede erzak deposu olarak kullandığı banka gitti. Ali çoğu zaman bu bankta geçirirdi zamanını. Dayısından saklanmanın keyfi burada bir başka oluyordu. Ancak burası artık o kadar da tekin değildi çünkü dün bir oğlan çocuğu daha buraya gelmiş, üstüne üstlük Ali’nin en sevdiği portakallı bayram şekerlerinden yemişti. Ali bunu görmüş ama ağzını açmamıştı. Sert çıkması için önce bu oğlanın kimin nesi olduğunu öğrenmeliydi, annesinin arkadaşlarından birinin oğluysa kedi gibi olmak zorundaydı. Tersiyse istediği haylazlığı yapabilirdi. Bankın solundaki ağacın dibindeki koca yaprak yığınını elleriyle temizledi. Ortaya kocaman bir delik çıktı. Hemen elindeki yemiş paketini içeri sokuşturdu ve yaprak, çalı çırpı ve birkaç da taşla deliği kapadı. Başını kaldırdığında yüzü anlamsızlık ve şaşkınlık karışımı bir duyguyla çerçevelenmişti. Karşısında o şeker hırsızı, iri mavi gözleriyle Ali’yi dikkatle izliyordu! Saçları yeni sulanmış toprak gibi koyu, parlak ve kısacıktı, gözleriyse farklı bir maviydi. Deniz mavisi değil, sanki cafcaflı ambalajların üzerindeki parlak, yanardönerli maviden. Ali, gözlerine baktığı an değişik bir şey daha fark etti. Bu bir oğlan çocuğu değildi ki! Tanıdığı hiçbir oğlanın gözleri, kirpikleri böyle olamazdı. Yanakları, dudakları, burnu, kaşı böyle olmazdı. Bu bir kızdı. Gene de Ali bu kızdan hiç hoşlanmamıştı. Ne kadar güzel görünürse görünsün o Ali’ye ait şeyleri izinsizce kurcalamış, üstüne üstlük en sevdiği şekerleri yemişti. Bunu düşüYAZIN
nünce sinirlendi. ‘’Sendin işte! O hırsız sendin. Portakallı bayram şekerlerimi yiyip ambalajlarını da burada bırakmışsın! Benim erzak depomda ne işin var senin?’’ dedi. Kız da sinirlendi. ‘’Asıl senin benim gizli yerimde ne işin var! Burası benim!’’ diye çıkıştı. Bir iki dakika sonra Ali: -Sen neden burayı gizli yerin yaptın? Hem ben seni daha önce hiç görmedim. Kimsin sen? -Benim adım Çiğdem. Annemler bu yaz için buradan ev kiraladı, beğenirlerse hep gelirmişiz, öyle dedi. Senin de mi burada evin var? -Yok, bizim yazlığımız yok. -Eee nerde kalıyorsunuz o zaman? -Buradaki bakkal dayımın. Bakkalda
oğlan iki davetsiz misafir daha göründü zeytin ağaçlarının arasından. ‘’Haydaa!’’ dedi Ali. ‘’Ne gizliymiş arkadaş! Her gün eksilen abur cuburlarımın tek sorumlusu şu Çiğdem değilmiş demek.’ Bu gelen iki çocuk Nesrin ve Çağrı’ydı. Kardeş çocuklarıydılar ve ikisi de aileleriyle birlikte yaz kış burada kalıyorlardı. Öyle benziyorlardı ki her gören önce kardeş sanıyordu onları. Yeşil elma kabuğu gibi lekeli, açık tonda gözleri vardı ikisinin de. Hafif ayrık dişleri, çıkmış olanların da etkisiyle, düzensizce yerleştirilmiş incileri andırıyordu. Farklı yönleri karakterleriydi. Çağrı daha ılımlı, uyum sağlayabi-
-Asıl buraya önce biz geldik akıllım! Gidin buradan! Ali de cevap vermekte gecikmedi: -Biz niye gidiyoruz! Hem böyle giderse daha kaç kişi gelecek merak ediyorum. O sırada Çağrı araya girdi: -Kavga etmemize ne gerek var? Kimse gitmek zorunda değil. Ali sinirlendi: -Nasıl anlaşacağız o zaman zekâ küpü? Saçmalık bu. Burası benim bankım, ben yokken gelir, ben gelince gidersiniz. Nesrin Ali’yi daha da sinirlendirmek ister gibi: -İstersen senin keyfine göre davranalım paşam?
kalıyoruz. Bana şekerlerimi geri ver! -Ooh, bakkal sizinse istediğini yiyorsundur! Bir de benden şeker istiyorsun. -Dayımdan gizli getiriyorum ben bunları. Ne kadar zor biliyor musun bayram şekeri aşırmak? -Dayın bencil mi senin? Ne var izin alıp yesen sanki! -İzin vermez ki! Sorsam döver. Hem bencilse bencil işte, sana ne? -Öfff, ne şekermiş be! Tamam, alırım sana. -Portakallısından ama. Onlar böyle konuşurken biri kız biri
len bir çocuktu. Annesini erken yaşta kaybetmenin verdiği olgunluk taşıyordu. Nesrin ise Çağrı’dan bir yaş küçüktü. Hareketli, neşeli bir kızdı ama sinirlendiğinde bardak çatlatacak ciyaklamalar duyulurdu bulunduğu yerden. Birbirlerini tamamlayan ve çoğu zaman birlikte hareket edebilme özellikleriyle birçok kardeşten daha kardeştiler. Ali ve Çiğdem’i banklarında görünce şaşırdılar. Çağrı, Ali’nin tepkisine karşı çıkmak için ağzını açacaktı ki, Nesrin ondan önce davranıverdi:
Ve ikisinin arasına kalın bir duvar gibi giren Çağrı heyecanla konuştu: -Ben buldum! Hepimizin bankı kullanma günleri olsun. Böylece herkes bankı kullanmış olur ve adil bir şekilde bölüşürüz. Bu fikir herkesin aklına yatmış gibi görünüyordu. Günleri bölmeye başladılar: Pazartesi: Ali’nindi. Çünkü Ali yalnızca pazartesi günleri izinliydi markette. Salı: Çiğdem’e verilmişti. Evlerinde salı günleri temizlik olurdu ve Çiğ-
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 15
İç Yazı Başlığı
öykü dem elektrikli süpürgenin sesinden, annesi ve ablasının çatışmalarından evde duramazdı. Çarşamba: Nesrin’indi. Perşembe: Çağrı’nındı. Cuma: Yarısı Çiğdem’in, yarısı Ali’nindi. Cumartesi: Yarısı Nesrin’in, yarısı Çağrı’nındı. Aslında Nesrin ve Çağrı’ya fazla gün verildiği konusunda bir tartışma yaşanmıştı fakat Nesrin ‘’Her zaman Çağrı’yla birlikte gelmiyoruz ki. Bu yüzden ikimizi ayrı kişiler olarak sayacaksınız.’’ deyip kapamıştı konuyu. Pazar: Pazar günü herkesindi. Nasıl olsa bugünkü gibi bir kargaşa bir daha yaşanmaz diye düşünerek uygun bulmuşlardı bunu. Yok canım! Bir kez daha hepsi aynı anda gelemezdi herhalde. Gelir miydi? *** Düşündükleri gibi olmadı. Günleri bölüştükleri haftanın pazarı, dördü de Zeytinli Bank’taydı. Hepsinin yüzünde buruk bir nar tadı vardı. İlkin tartışma başlayacak gibi oldu ama birbirlerinin o halini görünce sustular. O an, dördünün de birlikte sustuğu yegâne anlardan biri olarak, yıllar sonra hâlâ konuşuluyor olacaktı. Çünkü acılarını, sıkıntılarını paylaştıkları o günden sonra bir daha asla banka tek başlarına gelmediler. İkinci buluşmalarında kahkahalar ve Ali’nin çilekli jelibonları eşliğinde konuştular. Bir diğerinde Çiğdem en sevdiği bebeklerini getirdi Nesrin için, Çağrı ve Ali kan kardeşi oldular. Buluşmalar yıllarca böyle devam etti. Artık onları, en çok onlara sorar oldu insanlar ve istemsizce de olsa dördü de birbirini hep koruyup kolladılar, birbirlerine yardım ettiler. Yazı hep farklı bir hevesle beklediler. Büyüdükçe Sayfa 16
dostlukları da büyüdü. Hani küçükken sizinle birlikte büyümesi için bir fidan diker de büyütürsünüz ya, onlar da bir dostluk büyüttüler. Maalesef sonsuza kadar böyle devam etmedi atlıkarıncadan yaz günleri. 2010’un Eylül’ünde, okulların açılmasına iki hafta kala yağmurlu ve nefes alması zor bir perşembe günü bankta toplandılar. Yağmur düzensiz bir orkestra gibi rastgele ve ezgisizce yağıyordu. Ali gergin görünüyordu. Arkadaşlarına söyleyeceklerini daha kendine bile sesli söyleyememişti. Sonra bir anlık gelen cesaretle marketi sattıklarını söyleyiverdi: ‘’Ben üniversiteyi kazandım da annemin elinde avucunda bir şeyi kalmadı. Satıp marketi Manisa’ya dönüyoruz.’’ Tokat gibi çarptı bu sözler arkadaşlarının yüzüne. Çiğdem de dertli, içindeki siyah kelebekleri salıp salmayacağını düşünüyordu. Sonra söyle dedi içindeki siyah kelebek: (Söyle de kurtul.) ‘’Biz de kiradan çıkıyoruz. Ev sahibi kalacakmış artık burada. Ömrümün son yıllarında mutlu olmak istiyorum deyip duruyor.’’ Çağrı ve Nesrin söylenenlerin içlerine birer gülle gibi oturmasına izin verirken ‘Biz ne zaman söylüyoruz?’ der gibi baktılar birbirlerine. Çoğu zaman olduğu gibi Nesrin girdi konuşmaya ‘’Hepimiz dağılıyoruz demek. Annemle babam ayrılıyor, evde de babam kalacak. Annem, teyzem ve eniştem Çağrı’yı da beni de alıp İstanbul’a götürecek. Bundan sonra İstanbul’da yaşayacağız biz de.‘’ dedi. Hayal kırıklıklarının keskin uçları her an yüreklerine saplanacak gibiydi. Çağrı yineledi ana mesajı, ‘’Dağılıyoruz.’’ Hüzünlü gözlerle birbirlerine baktılar ve bir kez daha sustular aynı anda. Dertleri farklı, kırılansa dostluk fidanının dallarıydı. Sessizlik on dakika kadar sürdü. ‘’Gitme!’’ diye bağırdılar birbirlerine ama onlardan başka kimsecikler duymadı. Sonra Çağrı bir fikir attı ortaya.
‘’Buldum.’’ dedi. Hepsi tebessümlerle Çağrı’yı dinlediler: -Tüm yaz birlikte olamayız belki ama en azından sadece bir gün, pazar günü buluşalım burada. Temmuz ayının ikinci pazarında. Dostluğumuzun yitip gitmesine, bankın sahipsiz kalmasına izin vermeyelim. Hepimiz yapabilir miyiz bunu? Yılın bir gününü birbirimize ayırabilir miyiz? Başını salladı hepsi. Çağrı devam etti: ‘’O halde, her yıl temmuzun ikinci pazarında Zeytinli Bank’ta olacağıma söz veriyorum.’’ Nesrin, Çiğdem ve Ali tekrarladılar. Sonra da yaptıkları yemin törenine katıla katıla güldüler ve hepsi de sözünü tuttu. Her yıl buluştular ve bir kez bile kaçıran olmadı. Yazı aynı hevesle bekledi dördü de. Buluşmalar sonunda herkesin içinde bir parça özlem, burukluk kalıyordu. Gene de bir gelenek başlatmanın mutluluğu kapatıyordu kalplerindeki ufak sıyrıkları. Zeytinli Bank böyle güçlü dostluklara ev sahipliği yapmaya devam etti sayelerinde. Sevgililer ilişkileri uzun sürsün diye bu banka sıklıkla uğrar oldu. Rivayetler, hikâyeler ve gerçekler anlatıldı arkalarından. Banktan, dilek mendilleri bağlamak koşuluyla para kazanmak isteyenler bile çıktı. Biz bunları söylerken Ali, Çiğdem, Nesrin ve Çağrı Zeytinli Bank’ın yolunda göründü ve portakallı bayram şekeri ambalajlarının, sıkıştıkları tahtalar arasındaki neşeli hışırtıları duyuldu. Pelin Su Yılmaz 10A
YAZIN
Satılmış Ruh ... Gözler, gözler onun için dünyada bulunan en dürüst varlıklardı. ... Aynı sıradan güne açmıştı okyanus kadar derin buz mavisi gözlerini ya da açmak zorunda bırakılmıştı. İçinde yaşamakta olduğu kirli dünyadan bir tür kaçıştı onun için uyumak. Güvenli, kaçış noktasından yavaşça kalktı ve hemen karşısında bulunan pencereye yürüdü. Rahatsız edici, karanlık ve bir o kadar da uzun binaların üzerinden doğuyordu güneş alay edercesine yavaş yavaş. Dakikalarca gün doğumunu seyretti. Onun için milyonlarca umut vaat eden güneş, binaların camlarından gözüne yansıyor ve canını acıtıyordu. Bu duyguyu çok iyi biliyordu, umutların nasıl can yakabildiğini. Her gün yeni bir filme başlıyor fakat hepsi aynı sonla bitiyordu. Bir umut bu filmin finali farklı olacak diyerek evden dışarı attı adımını. Saat 07:30’du, yürümekte olduğu iki tarafı eski tahta evlerden oluşan arnavut kaldırımlı sokakta. Bu saatlerde okula giden, erkenden sokaklara düşen minik ayaklar ve beyinleri çoktan yıkanmış olan, sistemin esiri haline getirilmiş zavallı yetişkinler boyunlarına tasmalarını takmış yürüyor olurdu. Her sabah bu insanların arasında sürüdeki siyah koyun misali yürür ve farklılığından gurur duyardı. Biraz ilerledikten sonra bir banka oturur, geleni geçeni izlemeye koyulurdu. Her sabah bunu yapardı fakat sürekli aynı insanları görürdü. Aynı adamlar farklı tasma, farklı takım elbise, aynı yüz ifadesi, aynı telaş… Aynı çocuklar, aynı sırt çantası, aynı uykusuz gözler, aynı forma… Fakat o sabah bir farklılık vardı ilk kez. Şu ana kadar hiç görmediği bir kız görmüştü. O sokaktan geçenleri ve o sokakta işi olabilecek insanları çok iyi bilirdi, fakat bu kız çok farklıydı. Önce gözlerine baktı. Gözler, gözler onun için dünyada bulunan en dürüst varlıklardı. Kızın tüm kara parçalarından daha kara olan derin gözlerine takıldı gözleri. Görmekte olduğu tüm o sığ gözlerden sonra bu gözler içine çekmişti onu. Kızın yüzündeki ifade, yaşama sırtını dönen doksan yedi yaşındaki bir adamı bile canlandırmaya yetecek türdendi.
YIL:17 SAYI:17
Yürümekte olan kıza takılmışken sağ elinin orta ve işaret parmaklarının arasının yandığını hissetti, elindeki sigarada sadece uzun bir kül kalmıştı. Hemen yere attı sigarasını ve bir hışımla ayağa kalktı. Sönmüş olmasına rağmen alışkanlıktan ayağıyla izmaritin üzerine bastı, yeryüzü çoktan yanıp kül olmamışçasına. Kızın peşinden yürümeye başladı. Kızın peşinden yaklaşık bir saat kadar yürüdü, öylesine büyülenmişti ki nerede olduklarının bile farkına varamamıştı. Kız adeta bir girdaptı ve ona karşı koyamıyordu, kıza kapıldıkça kurtulması zorlaşıyordu. Kız ara bir sokakta durdu ve eski, harabe bir binaya dakikalarca bakmaya başladı. Binanın dış cephesindeki kahverengi boya çatlamış dökülmekteydi. Kahverenginin altından gül kurusu boya görünüyordu, belli ki bir zamanlar gül kurusu bir binaydı. Sadece iki pencereden dışarı hafif bir ışık süzülüyordu. Tam binayı incelerken kız içeri girdi. Peşinden içeri girdiği anda yüzüne rutubet ve sigara dumanıyla karışık bir hava çarptı. Kızın merdivenleri çıktığını ayak seslerinden anlamış peşinden usulca ilerliyordu, en ufak bir ses bile ortalığı ayağa kaldıracaktı neredeyse yankıdan. Merdivenleri çıkarken attığı her adımla yoğun bir toz kalkıyordu. Kızın peşinden üçüncü kata kadar çıktı ve gördükleri suratına sinirli bir babanın attığı tokat misali çarptı. Arkasına dönüp oradan uzaklaşmaya çalıştı fakat kızın gözlerindeki hüzün ve çaresizlik onu bir kez daha bağlamıştı kendine. Kendi kendine sordu; Tüm bu insanlara ruhunu, bu kıza da kendini feda etmeye iten sebep neydi? Zeynep Çomcuoğlu 10E
Sayfa 17
İç Yazı Başlığı
öykü
ait İlk girdiğimden beri orada herkes beni izliyordu. Sanki buraya ait olmadığımı gözlerini kocaman açarak, yanındakilerin kulağına bir şeyler fısıldayarak, parmakla birbirlerine beni göstererek ima etmek ister gibilerdi. Evet buraya ait değildim, bu insanların yaşayışına hiç alışık değildim ama ben de bir insanım. Diğer insanların bana bakınca gördüğü tek şey mülteci olduğumdu. Kimse nereden geldiğimi merak etmiyordu, sadece neden onların elit yaşamına izinsiz bir giriş yaptığımı merak etmekteydiler. Bakışlarıyla beni baştan aşağı süzen bir garson bana burada ne yaptığımı sorarmış gibi ‘Buyurun, ne istemiştiniz?’ dedi. Ben o sırada yemeklerin büyülü kokusuna kendimi kaptırmış en son ne yediğimi hatırlamaya çalışıyordum, tam o sırada garson sorusunu yineleyince kendime geldim ve birkaç saniye durakladım. Acaba ağzım kokuyor muydu? Çok pis gözüküyor muydum? Daha önce görmediğim yemeklerin tatlarını tahmin etmeye çalışırken ağzımı şapırdatmış mıydım? Bütün bu soruları zihnimin gerisine atmaya çalışarak garsona ‘Ben Haluk Bey’in misafiriyim!’ dedim. Adam, ilk başta söylediğimi idrak edermişçesine yüzüme bakakaldı. Sonra arkadaki arkadaşlarına bir şeyler söylemeye gitti, bense dışlanmış olmamın acısıyla baş başayken üstüne bir de yalancı konumuna düşmüştüm. Yaklaşık on dakikadır orda bulunmama rağmen etrafa o kadar dikkat etmediğimi fark ettim. Masalar ahşaptı, ışıkları çok parlak olmamakla birlikte ortam çok da loş değildi. Dikkatimi en çok çeken kısım ise yemeklerin bulunduğu yerdi. Gerçekten en son ne zaman yemek yemiştim? Zaten yediğim yemeklerin hiçbiri buradaki yemeklere benzemiyordu. Burada her şey daha parlaktı. Sayfa 18
Tabaklar, yiyecekler, dekorlar her şey parlıyordu ya da en azından benim gözüme öyle geliyorlardı. Etrafıma bakındım insanlar artık benden sıkılmış olacaklardı ki kendi ışıltı saçan hayatlarına dönmüşlerdi. Hemen önümde bir aile oturuyordu. Sanki dışarıdan çok mükemmel bir aile gibi gözükmek istiyorlardı ama kadın ve adamın gözlerinin içindeki grilik bütün bu ışıltıya gölge düşürüyordu. Onlara baktığımda sanki buradaki ışıltıyı bastıran bir yasları olduğunu görebiliyordum. ‘Gözler kalbin aynasıdır.’ derdi annem. Sanki bu insanların ruhları ölmüştü, onca ışıltıya rağmen kendi hayatlarına bu ışıltıdan katamamışlardı. Başka masaya döndüm ve o sıra garsonun bana doğru geldiğini gördüm, hemen kendime çekidüzen verdim ve Haluk Bey’in burada hatırı sayılır bir insan olduğunu anladım. Garsonun bana gelip kendimi daha kötü hissettirmesini dilerken garson gayet nazik bir biçimde ‘Evet, Haluk Bey de sizi bekliyordu.’ dedi ve ben sanki o an bir kelebek olmuştum. Bana da öyle nazik davranması, beni de buradaki ışıltının bir parçası sayması beni mutlu etmişti. Bunun nedeninin Haluk Bey olduğunu bilsem de kendimi buna inandırmak işime geldi. Haluk Bey’in yanına doğru giderken birkaç masa daha incelemeye fırsatım oldu. Masaların üstünde gümüş çatal ve bıçaklar, kristal bardaklar; masanın tam ortaya konmuş, güzel kokusunu sadece bakarak bile anlayabileceğiniz çiçekler vardı ve her şey çok mükemmeldi. Fazla mükemmel… Ben herhangi bir masaya oturmaya gittiğimizi zannederken bir kapıdan çıktık ve uzun bir koridor boyunca yürümeye başladık. Koridorun duvarlarında birçok tablo vardı, o an aklıma eskiden resim yaptığım geldi. Resim yapmaktan çok o boyaların sonsuz ahengini,
sanki hepsinin amacının bir bütün olup o resmi en güzel hale getirmeye çalışmak olduğunu sevdiğimi hatırladım. Yürümeye devam ederken gözüme bir şey takıldı. Bir fotoğraftı takılan gözüme. Bir çift göz, okyanusların engin maviliğini taşıyan ama bir o kadar da çocuk gibi bakan bir çift göz. Bu gözleri ben bir yerden tanıyordum. Çocukluğunu yaşayamamış, erken yaşta bütün sorumlulukları üstlenen, gözleri dışında ruhu bile yaşlanmış bir çift gözdü bunlar. Bu gözlere bakarken o engin maviliklerin derinliklerinde kaybolmak istedim, yaşadıklarımı o derinliklere gömüp oradan asla çıkarmamak istedim. Fotoğrafa baktıkça benimsiyor ve hatırlıyordum. Kalbimi milyonlarca parçaya ayıran olayları unutmam yıllarımı almıştı ama bu fotoğrafa bakmamla her şeyi tekrar yaşadım, hatırladım. Bunlar benim gözlerimdi. Savaşları görmeden önceki, ailesini kaybetmeden önceki, mülteci olarak oradan oraya savrulmadan önceki gözlerim. Dünyayı sadece kendi hayal dünyasından ibaret gören gözlerim. Kendimi hızlı bir şekilde toplayıp garsonun peşinden devam ettim ve altın desenlerin hakim olduğu asansöre bindim. Birden üstüme bir ağırlık çöktü, hatırladığım olayların yükleri beni o asansöre hapsetmiş boğuyordu sanki. Kapıların açılmasıyla kendime geldim; dışarı baktığımda gördüğüm manzara beni çok etkilemişti. Deniz manzarasıydı, aşağıdaki insanlara sorduğumuzda sadece bir denizdi ama benim için bir sığınaktı aynı zamanda hatalarımı, üzüntülerimi ve pişmanlıklarımı gömdüğüm bir mahzendi. Aynı benim gözlerim gibiydi, durgun ama hırçın, hüzün dolu ama görünce sıkıntıları unuttuğun bir sığınak. Masada oturan adamı fark ettiğimde yanına doğru yürüdüm ve hatırladım. O masum çocuğun YAZIN
gözlerine bakan son kişinin Haluk Bey olduğunu hatırladım. Karşısına oturduğumda utandım. Bu kadar pis olduğum için… Ama aynı zamanda kızgındım, benim hayatımdaki tek ışıltım olan gözlerim bile griydi artık. Hiçbir şeye sahip olmayan bir insandan daha ne isteyebilir diye düşündüm. Fotoğrafımı aşağıya astığı için kızgındım sanki benim o mavi derinliklere gömmek istediğim şeyleri gün yüzüne çıkamaya çalıştığını hissettim. Aynı zamanda mutlu oldum. Kendimi en son çocuk olarak hissedebildiğim zamanlara döndüğüm için.
Duygularım bir sel haline dönüşmüştü ve ben bu selin içinde boğuluyordum, ağlamak istemiyordum. Sanki ağladığım zaman o derinliklerdeki üzüntülerim, acılarım gün yüzüne çıkacak gibi hissettim ve ‘Merhaba!’ dedim. Haluk Bey’e dair hatırladığım tek iyi şey onu en son gördüğüm zaman benim en mutlu zamanımdı. Ailemle birlikteyken yaşadığımız şehre geldiği zamanı hayal meyal hatırlıyorum. Onu ilk gördüğümdeki bakışlarım, aşağıdaki insanların bana bakışlarından farklı değildi herhalde çünkü Haluk Bey yanıma gelip bana
korkacak bir şey olmadığını, fotoğrafçı olduğunu ve gözlerimin fotoğrafını çekmek istediğini söylemişti. Bu insanın kim olduğunu, neden gözlerimin fotoğrafını çektiğini asla anlamamıştım ama şimdi anlıyorum. O masum gözleri ben de görsem ben de ölümsüzleştirmek isterdim. Haluk Bey bana döndü ve sıcak bir şekilde’ Merhaba!’ dedi ve gülümsedi. Yüzümü bir süre inceledikten sonra bana ‘Gözlerin bana anlatacak çok şeyin olduğunu söylüyor dedi.’ Aybüke Yüksel 10F
Sonlu Özgürlük Hayata tekrar tutunabilmek için koşuyordu. Ardına bir kez bile bakmadan uzaklaştı o cehennemden. Kız çocuklarına bahşedilen özgürlüğün sınırlarını belirleyen bir toplumdan daha korkunç ne olabilir ki ? Yıllardır devam eden bu esarete “Dur!” demenin bedelinin ölüm olmasına karşın ısrarla koşuyordu. Kesik kesik alabildiği nefesini biraz olsun normalleştirebilmek için durdu. Etrafına göz gezdirdiğinde gökyüzüne kadar uzanan kavaklardan başka bir şey göremedi. Gökyüzüne bakmak için kafasını kaldırdığında kavak yaprakları arasından zorlukla görünen mavi dünya nefes almasını biraz olsun rahatlatmıştı. Yürümeye başladı. Attığı her adımda bir yandan ayağına batan sert toprağın acısını yaşarken bir yandan da toprağın verdiği özgürlüğün keyfini çıkarıyordu. Yeni yeni çıkmaya başlayan papatyalar ve adını bilmediği onlarca renkli çiçek toprağa halı gibi serilmişti. Toprak anadan yükselen çiçek kokuları dünyayı kucaklıyordu. Bu kokuları ezberlemek istercesine içine çekerken kendini hiç bu kadar huzurlu hissetmediğini fark etti. Gözlerini kapattı, kollarını iki yana doğru açtı ve kendi etrafında dönmeye başladı. Kendini büyülü doğanın kollarına bırakmıştı. Hafiften esen rüzgâr başındaki örtüyü yere savurunca ortaya çıkan altın saçları doğanın tüm eksikliğini tamamlamıştı. Gözlerini açtı ve ağaçların arasından süzülen göz kamaştırıcı ışığın peşine düştü. Işığın geldiği yöne adımını attığında karşısına çıkan berrak deniz bir anlığına da olsa dünyadaki bütün kötülüklerin yok olduğunu hissettirdi. Manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi, gözleri doldu. Ölüm yolculuğu sayesinde güzellikleri tatmış olması göz pınarlarında biriken yaşların akmasına neden oldu. Toprağa düşen bir çift gözyaşı bütün güzelliklerin üstünü örttü ve vücudunu derin bir acı kapladı. Daha ne olduğunu anlamaya çalışırken acı içinde yere yığıldı. Gözlerini son kez bu güzelliğe kenetlemek isterken bir çift kösele, görme alanını kapattı. Tüm güzel kokular, kuş sesleri ve manzaranın büyüsü köselelerin karanlığına saplandı ve ardından gelen küfürlerle hayalleri eridi. Aze Talha Koç 10F
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 19
İç Yazı Başlığı
öykü Sınır Ormanı Dışarıdan bakıldığında varlıklarının çok eski dönemlere şahit olduğu kolayca kestirilebilen ağaçlar, Ahlat’ın sınırlarını, çevresindeki diğer yerleşim alanlarından ayırma görevini üstlenirdi. Sık ve heybetli ağaçlar, şehre girmek isteyenlere karşı tehditkâr bakışlar atan gözler kadar ürpertici bir etkiye sahipti. Ormana adım attığınız an, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olmanız kaçınılmaz bir gerçeğe dönüşürdü. Birbirlerine adeta yeni doğmuş kurt yavrularının korunma içgüdüsüyle kenetlenen onlarca türde ağaç, güneş ışığının yeryüzüne inmesini engelleyen simsiyah bir perde gibiydi. Ormana adım atan zavallının kendisini her koşulda alt edebilecek ağaçlar karşısında düşünme yetisini ve zaman algısını kaybetmesi işten bile değildi. Ormanın derinliklerinden gelen sesler, herhangi bir canlıya ait olmayan gerçeklik dışı ürünlere benziyordu. Ağaçlarının sonunda başlayan bu şehre yabancı birinin girmesi imkânsızdan da öteydi. Bölgenin yerlileri bile bu uçsuz bucaksız ormandan çocukların geceleri yataklarının altındaki canavarlardan korktuğu gibi korkardı. Ahlat’ta yaşayan herkes birbirini tanırdı. Kışların çetin -karşı konulması zor- geçtiği bir yerde insanların birbirlerini koruyup kollaması gerektiğinin bilincindelerdi. Üstelik kendilerinden başka kimseleri yoktu. Dış dünya ile iletişime geçebilecek teknolojiye ve ormanı alt edebilecek güce sahiplerdi fakat bugüne kadar şehri hiç terk etmemişlerdi.
Sayfa 20
Bunun sebebi atalarına olan saygılarıydı. Anlatılanlara göre nesiller önce ormanın dışında yaşayan Ahlat halkı, güneydoğudan göç eden esmer, hantal ve garip görünümlü insanlarla birlikte yaşamak istememiş. Bölgeye gelen yabancıları öldürmeye çalışan Ahlatlılar bu konuda başarılı olamamışlar. Karşılarında güçlü bir ordu duruyormuş. Kendilerini korumak için tek çarenin ormana kaçmaları olduğu konusunda hemfikir olanlar evlerini bırakıp gitmiş. Diğerleri ise yeni gelenler tarafından öldürülmüş. Ahlatlılar hem kendi yurtlarından edildikleri hem de kendi insanlarının bir kısmını kaybettikleri için kin tutmuş ve bir daha asla ormanın dışına çıkmayacaklarına dair şerefleri üzerine yemin etmişler. O gün bugündür verdikleri sözü çiğnememişler. Ahlatlıların şehrin dışındakilere duyduğu kin, zaman çarkı döndükçe kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Şehrin önde gelen büyükleri, tehlike çanlarının sesini erkenden duymayı başardı. Kısa zamanda etkili bir plan yapamazlarsa kendilerinden sonraki nesillerin ormandan çıkma isteğine karşı gelemeyeceklerinin bilincindeydiler. Bunun üzerine atacakları ilk adımın çocukları eğitmek olduğuna karar kıldılar. Öncelikle çocuklara akıl hocalığı edecek bilge kişiler seçildi. Her beş çocuğa bir bilge düşüyordu. Bilgelerin izleyecekleri yol, atalarının yaşadıkları zorluklar karşısında akıttıkları kanın değerini pekiştirecek hikâyeler anlatmaktı. Eğitimin verileceği bina şehrin merkezinde bulunan “Kader” olarak seçildi. Kader, otuz
altı kolondan oluşan, her kolonuna farklı bir hayvan figürü işlenmiş, ana binası altın renginde, camları bıçak keskinliğindeki renklerde vitraylardan yapılma şatafatlı bir binaydı. Bu yapının çocuklarda uyandırdığı his çok farklıydı. Güzelliğine kapılıp saatlerce izleyen de vardı, büyüsüne kapılıp kendini sebepsiz bir şekilde rahatsız ve kaybolmuş hisseden de. Uzun süre boyunca yapılan çalışmalardan iç açıcı bir sonuç elde edemediler. Çocuklar anlatılanlara kulak asmıyor gibi görünüyordu. Bu yüzden bilgeler yeni bir plan arayışına girdi. Aralarında en yaşlı olan Mustafa Dede, tecrübesini ortaya koyarak parlak bir fikirle çıkageldi. “Çocuklara ormanın perili olduğunu ve tahmin bile edemeyecekleri canavarlara ev sahipliği yaptığını söylemeliyiz. Korku, ihtiyacımız olan en önemli silah.” dedi. Bunun üzerine oylama yapıldı. Mustafa Dede’nin fikri herkes tarafından kabul gördü. Yeni sistem olumlu etkilerini çabuk gösterdi. Çocukların geniş hayal dünyası, ormanda olabilecek her türden varlığı kafalarında canlandırmaya çalışmalarına neden oldu. Üç başlı devasa köpeklerin yaşadığını düşünenlerden tutun, yarı aslan yarı insan, uzaydan gelen yassı kafalı yaratıklar ve yerden bitme cüceler olduğunu iddia edenlere kadar bir sürü çocuk vardı. Bilgeler etraftayken çocuklar bu konu hakkında pek konuşmazlardı. Kendi aralarında ise kamp ateşi etrafında anlatılan türden korku hikâyeleri anlatır, daha hikâyenin ortasına gelmeden korkudan tir tir
YAZIN
titrer ve sonunu getiremezlerdi. Ormanın gerçek üstü özelliklere sahip olması onları derinden etkiledi. Her şeye rağmen anlatılanlara zerre kadar inanmayan bir grup vardı. Poyraz, Bora, Çağan, Eylül ve Berna, bilgeleri Dağtekin Dede’nin tüm çabalarına rağmen ormanın gerçek dışı unsurlarla bezenmiş olduğuna inanmıyordu. Daha ilk günden her şeyin düzmece olduğunu anlayan Çağan arkadaşlarına, “Elbet bir gün ormandan çıkacağımızı anladılar. Atalarımızla ilgili anlattıkları saçmalıklara inanmadığımızı biliyorlar. Buradan ayrılmayacağımızdan emin olmak için yeni saçmalıklar uyduruyorlar.” dedi. Grubun diğer üyeleri de aynı fikirdeydi. Çocukların zeki olduğu aşikârdı. Düşüncelerini Dağtekin Dede’ye açıklamaktan çekinmediler. İşin altından kalkamayan Dağtekin Dede, son çareyi bilgeler konseyini toplamakta buldu. Bilgeler, otoritelerini sarsma girişiminde bulunma ihtimali olan bu çocuklara karşı bir plan yapmak zorunda oldukları hakkında hemfikirlerdi. Konseyden çıkan karar, çocukların aileleri ile konuşmaları gerektiği doğrultusundaydı. Mustafa Dede tarafından seçilen beş bilge, her biri farklı evlere gidecek şekilde yola koyuldu. Görüşmelerin bilgelerin istediği gibi sonuçlandığı söylenemezdi. Poyraz’ın anne ve babası, evlerine gelen Çetin Dede’nin niyetini anladıkları anda bilgeye evden gitmesi gerektiğini söyledi. Bora’nın babası oğlunun arkasında durdu ve onu korumak için gerekli savunmayı yaptı. Çağan’ın ailesi, asi ruhlarının verdiği saf enerjiyle bilgeye karşı geldi. Eylül’ün anne
YIL:17 SAYI:17
ve babası beş yıl önce iki hafta arayla vefat ettiği için ailesinden geriye kimse kalmamıştı. Bu yüzden ona ilk günden beri samimi davranan, her türlü ihtiyacını karşılayan bir koruyucu aile ile yaşıyordu. Ebeveynleri, bilgelerle paralel düşüncelere sahip olduğu halde Eylül’ün fikirlerine saygı gösterdi. Tek sorun Berna’nın ailesindeydi. Bilgenin misafirliğinden sonra ailesi arkadaşlarıyla bir daha konuşmasını yasakladı. Berna ne kadar yalvarıp yakarsa da annesi ve babası geri adım atmadı. Mustafa Dede, işler daha da kötüye gitmeden önce ipleri eline aldı. Dağtekin Dede’nin bilgelik unvanını yeterli seviyede eğitim veremediği gerekçesiyle elinden aldı. Bundan sonra çocuklarla bizzat kendisinin ilgileneceğini konseye bildirdi. Çocuklar haberi duyduklarında bu zafer karşısında sevinmeleri mi yoksa endişelenmeleri mi gerektiğini algılayamadı. Mustafa Dede’yi ismen tanıyor, şehirdeki en yaşlı kişi olduğunu biliyorlardı. Nasıl göründüğü, hangi özelliklere sahip olduğu hakkında ise en ufak bir fikirleri yoktu. Derslerinin olduğu ilk gün erkenden kalktılar ve Kader’in önünde buluştular. Binanın çatlak mermer basamaklarından çıkarken arkalarında özgüven belirtisi olan tok sesler bıraktılar. İkinci kata çıkan spiral merdivenlere geldiklerinde bir an için durdular. Mustafa Dede’nin ofisine yaklaştıkça artan gerginlik, vücutlarında geri geri yürüme isteği uyandırıyordu. Kendilerine gelmelerini sağlayan yukarı kattan aşağıya inen öğrenci-
ler oldu. Toparlandıktan sonra yirmi dört basamak çıktılar ve düzlüğe ulaştılar. Koridor boyunca Çağan ve Eylül önde; Poyraz, Bora ve Berna arkada olacak şekilde yürüdüler. Soldan üçüncü kapıya geldiklerinde durdular. Derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı tıklayıp içeri girdiler. Mustafa Dede içeride yoktu. Böylece Kader’in en ferah odasını inceleme olanağını buldular. Odanın iki duvarını baştan aşağı kitaplıklar oluşturuyordu. Kapının sağ tarafındaki raflarda basıldığı yıla göre sıralanmış ansiklopediler duruyordu. Sol taraftaki kitapların ise alfabetik sıra göz önünde bulundurularak dizildiği belli oluyordu. Her sütunun en üst noktasına kitapların türünü sınıflandıran yazılar etiketlenmişti. Boydan boya bir pencerenin bulunduğu güney cephesinden erik ağaçları görünüyordu. “Uzansam dallarına dokunacağım.” diye düşündü hepsi aynı anda. Yasemin kokusunun ortama yaydığı huzurun uyuşukluğu ile pencerenin önünde konumlanmış, hem koltuk hem yatak görevi gören şiltenin üstüne oturdular. Raflardan birer tane kitap seçtiler. Uzun bir bekleyişin ardından kapı gıcırtısı duyuldu. Kitapların büyüleyici dünyasından ayrılmak için kapı gıcırtısından daha fazlasına ihtiyaç duyan çocuklar, Mustafa Dede’nin geldiğini fark etmedi. “Çocuklar!” diye seslendi bilge. Başlarını kaldıkları sayfalardan kaldıran çocuklar, hiç beklemedikleri bir görüntüyle karşılaştılar. Mustafa Dede’nin şehrin en yaşlısı olduğunu bilmeseler altmış yaşından fazla olduğunu düşünmezler-
Sayfa 21
İç Yazı Başlığı
öykü di. Bronz teni; kaz ayaklarını ve alnındaki yaş çizgilerinin görünmesini engelliyordu. Sakalları kirli beyazdı. Yakın zamanda ağaracak gibi de durmuyordu. Üst dudağı alt dudağından inceydi. Yüz hatları keskindi. Şakakları çıkık, burnu sivri ve hafif yamuktu. Eşek gözleri farklı bir yüze aitmiş gibi sırıtıyordu. Şaşkınlıkları yüz ifadelerinden okunan çocuklar, toparlanmak için biraz zamana ihtiyaç duydu. Tanışma faslı bittikten sonra konuşmaya başladılar. Mustafa Dede tahmin ettiklerinden daha iyi bir konuşmacıydı. Ağzından çıkan kelimeler, sihirli bir değnekten çıkıyormuş hissi uyandırıyordu. Çocuklar ne kadar etkilenseler de inandıklarından vazgeçmediler. Mustafa Dede bunun farkındaydı. Zaten çocuklarla yapacağı ilk görüşmede onları etkisi altına alamayacağını biliyordu. Her şey zamanla rayına oturacaktı. En azından buna inanmak istiyordu. Yoksa işler farklı noktalara gelebilirdi. * * * Saat 00.00 sularında ormanın girişinde buluşmak için sözleşen çocuklardan Poyraz, Çağan ve Eylül tam vaktinde buluşma yerine gitti. Yaklaşan fırtınanın habercisi olan şimşekler fotoğraf makinesinin flaşını andırıyordu. Bir an için hava aydınlanıyor, şehrin bir kartpostal manzarası gibi görünmesini sağlıyordu. Ormana girecek olmanın gerginliği, Bora ve Berna’yı bekleme süreleriyle doğru orantılı olarak artıyordu. Bora’nın geç kalmasının nedeni meşaleleri getirmesiydi fakat Berna’nın çoktan gelmiş olması gerekiyordu. Yağmur, sonbaharda ağaçlardan dökülen yaprakların yavaşlığında çiselemeye
Sayfa 22
başladı. Eylül, onlara doğru yaklaşan insan formunda bir gölge gördü. Arkadaşlarına gölgeyi gördüğü yönü işaret etti. Karaltı yaklaştıkça gelen kişinin Bora olduğunu anladılar. Bora, kendisini bekleyen üç kişi görünce “Berna hâlâ gelmedi mi?” diye sordu. Çağan, “Ormana girersek geldiğinde bizi göremez ve panikler. Biraz daha bekleyelim. Elbet gelecektir.” dedi ve beklemeye koyuldular. Aradan yarım saat geçmesine rağmen Berna gelmedi. Eylül, “Şafak sökmeden şehre geri dönmeliyiz. Eğer yokluğumuzu fark ederlerse başımız büyük derde girer.” dedi. Fırtına neredeyse şehre ulaşmıştı. Poyraz, hızlı hamlelerle meşaleleri yaktı ve ormana girdiler. Geceleri zifiri karanlık olan orman, meşalelerden yayılan yapay ışık sayesinde az da olsa aydınlanmıştı. Görüş açıları yeterliydi. Planları hiçbir yöne sapmadan dümdüz yürümek, ormanda doğaüstü varlıkların yaşamadığını kendi gözleriyle görmekti. Böylece diğer arkadaşlarına bilgelerin orman hakkında söylediklerinin bir yalandan ibaret olduğunu söyleyebileceklerdi. Yaklaşık iki saat süren yürüyüşün ardından mola verdiler. On dakika sonra yola koyuldular. Bir saat daha yürüdükten sonra ormanın çıkışına vardılar. “Haklıydık! Ormana girdiğimizden beri bir hayvan dahi görmedik. Yalnızca kurtların ulumalarını duyduk.” diye bağırdı Çağan. Birbirlerine sarılarak sevinç gösterisi yaptılar. Etrafı incelemek istediler fakat biraz daha zaman kaybederlerse şehre zamanında yetişemeyecekleri için
vazgeçtiler. Her bir saatte on dakika mola vererek ilerlediler. Ormandan çıktıklarında güneş doğudan yükseliyordu. Şehre içleri ürperten bir sessizlik hâkimdi. Bir şeylerin yolunda gitmediği kesindi. İşte tam o anda, karşılarında onları bekleyen insanları fark ettiler. Mustafa Dede ve Berna diğerlerinden birkaç adım öndeydi. Berna’nın arkasında anne ve babası duruyordu. Onların arkasında bilgeler, en geride ise Ahlat halkı… Dört arkadaş, yol arkadaşları tarafından ihanete uğramıştı. Berna, arkadaşlarının ona olan güvenlerini boşa çıkarmıştı. Ailesinin uyguladığı baskı, Berna’nın kaldırabileceğinden fazlaydı. Arkadaşlarıyla buluşmak üzere gece evden çıkarken yakalanması, bardağı taşıran son damlaydı. Nereye gittiğini soran babasına ne söylese inandıramadı. Bunun üzerine babası, “Ben de kendi yolumla öğrenirim. Sen çok olmaya başlamıştın küçük hanım. Adabı öğrenme vaktin geldi.” diyerek Berna’yı kolundan tutup evlerinin bodrum katına sürükledi. Gözlerinin çevresindeki morluklar, yanaklarından akan yaşlar ve sırtındaki sopa izleri –üstünde tişört olduğu için görünmüyorlardı- derin anlamlar taşıyordu. Dudakları “Özür dilerim…” dercesine aralandı fakat sesi çıkmadı. Çektiği vicdan azabı had safhadaydı. Poyraz, Bora, Çağan ve Eylül, emin adımlarla kalabalığa doğru ilerledi. Mustafa Dede’nin karşısına geçtiklerinde eşek gözlerinde geceleyin çakan şimşeklerin yansı-
YAZIN
masını gördüler. Bilge öksürerek boğazını temizledi. Hemen ardından Ahlatlıların kalbine hançer gibi saplanan kararın habercisi sözcüklere döküldü: “Bazı çizgiler vardır. Onları geçmek çok tehlikeli olabilir. Bu durumlarda bir seçim yapmak zorundasınız. Sonuçlarına katlanabileceğiniz bir seçim…” * * * Kader’in önünde toplanan kalabalık, birazdan şahit olacakları sahneye kendilerini hazırlama konusunda pek başarılı değildi. Gelmesin diye dua ettikleri – gece yastığa başlarını koyduklarında tanrıya yakardıkları su götürmez bir gerçekti - günün gelip çatması, onları derinden etkiledi. Çocukların ormanın girişinde yakalandığı günün üzerinden geçen üç gün, hayatlarının üç yılına bedeldi. Poyraz, Bora, Çağan ve Eylül’ün ailelerinin, çocuklarının öldürüleceğini anladığı andan itibaren yaşadığı acı tarif edilemezdi. Çocuklarını üç gündür görmemeleri ise cabasıydı. Bilgeler çocukların aileleri ile görüşmesine izin vermediğinden onların son günlerinde yanlarında olamadılar. Şimdi ise en ön safta çocuklarını bekliyorlardı. Dondurucu soğuğun yardımcı olduğu söylenemezdi. Kader’in kapılarının açılması uzun süren sessizliğe son verdi. Kapının girişinde görünen ilk kişi Mustafa Dede oldu. Ardından sırayla Bora, Eylül, Çağan, Poyraz ve diğer bilgeler çıktı. Birazdan olacaklardan haberi olmayan birisi geçit törenine geldiği yanılgısına kapılabilirdi. Bilgelerin yüz ifadeleri durağandı, “Çocukları affetmiş olabilirler. Baksanıza! Hiç üzgün görünmüyorlar.” diye düşünenlerin sayısı azımsan-
YIL:17 SAYI:17
mayacak kadar fazlaydı. Çocukların kendilerine ayrılan sandalyelere oturup beklemeleri tüm umutları yok etti. Mustafa Dede, konseyde yapılan oylama sonucu çocukların 18.02.1984 tarihinde zehirli iğne yoluyla infaz edilecekleri kararının alındığını bildiren bir konuşma yaptı. “Hepinizin bildiği gibi atalarımıza verdiğimiz bir söz var. Ormandan asla çıkmayacağımıza dair… Üç gün önce, verdiğimiz sözün basit bir kâğıt parçasıymışçasına yırtılıp atıldığına hep birlikte şahit olduk. Bu affedilemez. Poyraz, Bora, Çağan ve Eylül için yapabileceğimiz her şeyi yaptığımızın garantisini sizlere verebilirim. Daha önce yaptıkları hatalar kabul edilebilir düzeydeydi fakat sonuncusuyla sınırı aştılar. Şimdi büyük an geldi. Bilgeler, çocukların yanındaki konumlarınızı alın!” dedi ve sözlerini noktaladı. Ardından infazı gerçekleştirmek için özel olarak seçilen bilgeler birer adım öne çıktı. Çocuklar, anne babalarının “Merhamet gösterin. Onlar daha çocuk!” haykırışlarına karşın sakince ölümü bekliyordu. Birbirlerini rahatlatmak adına el ele tutuştular. Etrafa yasemin kokuları yayılıyordu. Bilgeler iğneleri enjekte ederken meydan okuyan gözlerle onlara baktılar. Yaklaşık bir dakika sonra kendilerinden geçtiler. Gevşeyen kaslar, bugüne kadar Ahlat’ın rastladığı en güçlü zincirin kırılmasına neden oldu. Çocukların gökyüzü mavisi donuk gözleri, onları izleyen kalabalığı tetikledi. Artık sadece çocuklarını kaybeden anne babalar değil, tüm Ahlat halkı haykırıyordu.
yükselmeye başladı. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan Berna, üstüne kalın giysiler geçirdikten sonra annesini uyandırmamak için kapıyı yavaş hareketlerle kapatarak evden çıktı. Arka bahçedeki mis kokulu yaseminlerden bir demet yaptıktan sonra taşlı yoldan geçip şehir meydanına doğru ilerledi. Yolda karşılaştıklarına başını hafifçe eğerek selam verdi. Heykellerin konumlandığı noktaya varınca durdu. Bir haftadır her sabah buraya geldiğinde aynı ürpertiyi hissediyordu. Elindeki yaseminleri dört heykelin önüne paylaştırarak bıraktı. Daha sonra arkadaşlarının yüzlerini incelemeye koyuldu. Onlar kadar cesur olamadığı için üzgündü. Arkadaşlarını geri getiremeyeceğini biliyordu fakat bu, arkadaşlarının anılarına saygı göstermesi gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu. Poyraz, Bora, Çağan ve Eylül’ün ardından bilgelere karşı ayaklanan Ahlat halkı ormandan ayrılarak radikal bir karar aldı. Şehirde kalanlar ise bilgelerden ve fanatiklerinden ibaretti. Berna’nın babası da bilgelerle kalanlardan biriydi. Şehirden ayrılanların kurduğu yeni şehrin adı “Dörtpınar” olarak belirlendi. Kesin olan bir şey vardı: Gelecek, hiçbir zaman hayal ettiğiniz gibi inşa edilemiyordu. Baran Ertürk 10A
* * * Güneş, her zamanki noktasında
Sayfa 23
İç Yazı Başlığı
öykü Neyin Var Ahu Korkuyordum. Küçükken tek derdimin mahallemizin o dik sokaklarında düşmeden yürüyebilmek olduğu günlerde bile daha mutluydum. Şimdi ise sadece korkumun bir hırsız gibi benden alıp götürdüğü mutluluğumun yokluğuyla baş başa kalmıştık. Hepsi o bir zamanlar adını duymanın bile bana mutluluk verdiğini sandığım, gözlerinde bu mahalleden çıkamadığım için hiç görmediğim denizleri gördüğüm, saçlarının bu gri duvarlar arasında güneşten daha fazla parladığını düşündüğüm ve bir gün onun yüzünden acı çekeceğimi aklımın ucundan geçirmediğim Uzun Kadir yüzündendi. Ona ‘’Uzun’’ lakabını takmışlardı çünkü mahallenin en uzun erkek çocuğu oydu. Annem hiçbir zaman onunla konuşmama izin vermezdi, beni inciteceğini söyleyip dururdu fakat farklı bir şey vardı onda. Çok kişi tanımadım ben. Hep ağabeylerimin o heybetli gölgelerinin altında yaşadım. İlk kez Kadir için kaçtım evden. İlk kez onun için ağabeylerime karşı geldim. Karşılığı bu mu olacaktı? Annemi mi dinlemeliydim canımın acımaması için? Onun pamuk kollarından ayrılmayıp yağmur bulutu renginde dört duvarın arasında mı kalmalıydım, güvende olmak için? Her şey farklı olur sanmıştım. Onun farklı olduğunu sanmıştım, yanılmışım. Onunla konuşmak benim için tanımadığım bir şehirde yalnız kalmaktan farksızdı. Kendinden hiçbir zaman bahsetmezdi fakat ona kendim hakkındaki tüm detayları anlatmaktan hiç çekinmedim. Yanında olmak korkutuyordu fakat yanından ayrılmak istemiyordum. Onunla karşılaşmış gibi yapabilmek için yıllar önce kocasını kaybetmiş ama belki döner umuduyla sanki yağmur yerine çamur yağmış gibi pislenmiş pencerelerin arkasından dar sokağı göz kırpmadan izleyen
Sayfa 24
kadınlar gibi saatlerce göz kırpmadan onu beklerdim. Annem neye baktığımı sorduğunda ise hep Ela’yı beklediğimi söylerdim. Fakat Ela’nın babasının ölümünden sonra mahalleden taşınmasının üzerinden yıllar geçmişti. Neyse ki annemin bundan haberi yoktu. Malum ağabeylerim babam bizi terk ettikten sonra onun camdan dışarı
kızının gözlerine umutla bakan bir baba gibi gözlerimin içine bakardı. Nasıl olduğunu sormamı bekler ve sorduğumda ise cevabını alamadan meşhur sorusunu sorardı: ‘’Neyin var Ahu?’’ Her şey sadece o ses tonunun hayatımda duyduğum en sıcak ses tonu olmasından ve kesintisiz dinleyebileceğim tek kişi olmasına rağmen sadece dinleyip çok az
bakmasına bile izin vermiyorlardı, Ela’yı nereden görecek kadıncağız?
konuşarak beni sesine hasret bırakmasından olmuştu zaten. Ona hakkımdaki her şeyi anlatıyordum. Annemle ağabeylerime karşı çıkamadığı için ettiğimiz kavgaları, ağabeylerime beni bu perdenin altına sokarak kısıtladıkları için duyduğum kızgınlığımı, babamı özleyişimi ve aynı zamanda ona olan öfkemi, kısacası her şeyimi biliyordu. Ona ne anlatırsam anlatayım beni yargılamıyordu. ‘’İnsanız biz, hepimiz hatalar yaparız.’’ diyerek konuyu geçiştiriyordu. Bana hep masumiyetimi sevdiğini söylerdi, ben ise hep ona kanarak gülümseyip dururdum.
Kadir’in sokağın karşısından geldiğini gördüğüm an kapının önüne gizlice çıkar ve en sevdiği oyuncağını kaybetmiş bir çocuk edasıyla beklemeye başlardım. Tek istediğim üzüldüğümü görüp, bana ‘’Neyin var Ahu?’’ diye sormasını beklerdim. Bazı günler o kadar düşünceli olurdu ki vardiya saatini on dakika geciktirdiği için kovulmaktan korkan bir işçi gibi beni fark etmeden yanımdan geçip giderdi. Fakat iyi hissediyorsa asla beni es geçmez yanıma oturup ben konuşana kadar yeni doğmuş
YAZIN
Bir gün yine onu beklerken sokağın dimdik yokuşundan keyiflice indiğini gördüm. Yıllardır görmediğim babamı görmüşçesine aşağı koştum ve her zamanki yerime oturdum. Yanıma gelmesini beklerken bir yandan da ağabeylerim etrafta mı diye bakındım. Eve gelmelerine daha bir saate yakın bir zaman vardı oysaki ama korkuyordum. Yanıma geldi, uyuyan bir bebeği uyandırmamak için uğraşan bir anne
geçirdiğimiz en güzel iki saat korkuyla bitmek üzereydi. Ağabeylerimin geldiğini ürkek bir sesle ona söyledim. Alacağım cevabın gözlerimi doldurmak üzere olduğundan haberim yoktu. ‘’Korkma’’ dedi bana. Tıpkı babamın gitmeden önce söylediği şekilde sadece derin ve sevgi dolu bir ‘’korkma’’. Gözlerimin dolduğunu gördüğünde tedirgin oldu fakat neyim olduğunu sormasına fırsat
kadar sakin bir şekilde oturdu yanıma. O gün ilk kez benim konuşmamı beklemeden ‘’Neyin var Ahu?’’ diye sordu bana. O günün diğer tüm günlerden farklı olduğunu o an anlamıştım. Onun da anlatacak şeyleri vardı ilk kez. Mutluydu, uzun yıllardır görmediği kuzenleri gelmiş Hatay’dan. Kardeşini bir yangında kaybettikten sonra kalan tek akrabaları onlarmış. İlk kez o gün öğrendim onun hakkında bir şeyler. O kadar uzun konuştuk ki zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız. Konuşurken bir anda sokağın yukarı tarafından aşağıya doğru iki genç erkek indi. Ağabeylerim olduğunu anlamak zor olmadı. Konuşarak
vermeden evin kapısına doğru yöneldim. Tam içeri girecekken büyük ağabeyim sert bir şekilde adımı haykırdı ardımdan. Belli ki bizi görmüşlerdi ve sinirliydiler. O sırada sokağın karşısında duran Kadir’in yanına kuzenleri geldi. Bir yandan ağabeylerimin şüpheci sorularına cevap verirken bir yandan da onları gizlice izliyor ve içten içe uzaklaşmalarını umuyordum. Küçük ağabeyim bir anda sustu ve büyük ağabeyimle birbirlerine baktılar. Bir bakışmanın bu kadar uzun sürdüğüne daha önce hiç şahit olmamıştım. Belki de bana çok uzun gelmişti. Donakaldım bir anda. Kötü sonun
YIL:17 SAYI:17
yaklaştığını hissedebiliyordum. Onları durdurup açıklama yapmama fırsat kalmadan hızla dönerek Kadir’in yanına gittiler. Büyük ağabeyimin kolundan tutmaya çalıştım fakat sinirle beni savurdu. Yere düştüm. Kadir yere düştüğümü görünce yanıma gelmek istedi fakat izin vermediler. Kadir’e vurmaya başladılar. Ağabeyimin kolundan tutmaya çalıştım fakat sinirle beni savurdu. Yere düştüm. Kuzenleri onları durdurmaya çalıştı fakat hızlı iki darbeyle onları da yere düşürdüler. Olayı fark eden annem beni hızlıca evin içine soktu ve camdan bakmama izin vermedi. Sadece o bana huzur veren sesin acı çığlıklarını duyabiliyordum. Çıldırıyordum fakat engelleyemiyordum. Bağırarak ağlamak dışında elimden hiçbir şey gelmiyordu. Bir süre sonra çığlık kesildi. Kapı sesi geldi. Aşağıya koştum ve küçük ağabeyimin, elindekiyle içeri girdiğini gördüm. Üzerindeki beyaz tişört beyaz değilmişçesine kırmızıydı. Dilim tutuldu, konuşamadım. Annem Emrah ağabeyimin nerede olduğunu sordu Abdullah ağabeyime. Bana bakarak ‘’Geliyor, bir pisliği temizlemesi gerek.’’ dedi. O günden sonra Kadir’i de, kuzenlerini de bir daha hiç görmedim. Neler olduğunu da soramadım, korktum. Aylarca ağladım, yemek yemedim, annemle ve ağabeylerimle konuşmadım. Ve şimdi bu gün, o olaydan tam bir yıl sonra aynı gün, aynı yokuşta oturuyorum. Duvarlar her zamankinden daha gri. Sokak gün geçtikçe daha da sessizleşiyor ve ben gittikçe kendimi daha da eksik hissediyorum. Artık konuşmanın babamla konuşurkenki huzuru veren insan yok hayatımda. Korkuyorum. Korkuyorum çünkü her zamankinden daha eksiğim. Babamın yokluğunu dindiren kişi de yok artık. Anlatacak çok şeyim var fakat ‘’Neyin var Ahu?’’ eksik… Doğa Atakanlı 10F
Sayfa 25
İç Yazı Başlığı
Son Umut Erva o gün işlerini bitirmiş, dinlenmek için yer arıyordu. Zar zor bulduğu ve kimse elinden almasın diye sakladığı çeyrek ekmeği yemek için sabırsızlanıyordu. İstediği gibi kuytu köşe bir yer bulduktan sonra ekmeğini alıp yemeğe başladı. Çeyrek ekmeği yerken o yorgunluktan düşmüş olan mavi gözleri tıpkı bir yıldız gibi parlıyordu. Yanlarından geçen köyün çocuklarını ve Behnan’ı görünce dayanamayıp ekmeği ikiye böldü ve onlara verdi. Erva yaşadığı yoksulluğa rağmen her zaman sevecen, yardımsever, güleryüzlü ve hayalperest bir kızdır. Yemen’de yaşayan, kıtlığa ve yoksulluğa rağmen bu kadar iyi niyetli bir insan bulmak zordur. Çünkü orada yaşayan insanların çoğu ölümle savaşmak yerine onu kabullenmiştir ve ecelin onları alacağı zamanı beklemektedir. Oysa Erva her daim hayal kurarak bu hayallerini gerçekleştirmeyi beklemektedir. Bazı hayallerinin imkânsızlığının farkında olsa da hayal kurmanın ona güç verdiğini bildiğinden pes etmemektedir. Erva küçüklüğünden beri resimle uğraşır. Gördüğü her şeyi çizmeye ve çizdiği resimlere kendi duygusunu katmayı çok sever. Bu yüzden hayalinde hep mimar olmak vardır. Fakat koşullar ona bu imkanı sunmaz. Ama Erva hayatının bir döneminde şansın ona tebessüm edip tüm kapılarını kendisine açacağını ve bu hayalini gerçekleştireceğine adı kadar emindir. Erva eve girdikten sonra telleri sırtına iğne gibi batan yatağına uzandı. Yatağında uzanırken nasıl bir hayatın içinde olduğunu sorgulamaya başladı. Acaba annesi onun yanında olsaydı her şey yine böyle mi olurdu? Yoksa annesiyle beraber baş başa verip bu ülkeden çekip giderler miydi? Zaman zaman böyle karamsarlığa düşüyordu Erva. Bu gibi durumlarda köyün bilgesi olan Hüsrev Dede’yi ziyaret ederdi. Hüsrev Dede insanların rüyalarını yorumlar, karamsarlığa düştükleri zaman onları karanlık ve kötü düşüncelerden çeker alırdı. Yaşı da vardı; sanırım ellili yaşlardaydı. Karanlıkta bile belli olmayacak kadar koyu tenliydi. Koyu tenin üstüne kar düşmüşcesine beyaz sakalları vardı. Gözleri tıpkı kömüre benziyordu. Hüsrev Dede ile Erva arasında baba- kız ilişkisi kadar samimi bir ilişki vardı. Erva hiçbir zaman baba sevgisi nedir tanımamıştı. Babası, onu ve annesini terk edip gitmişti ülkeden. Ama Hüsrev Dede, Erva’nın hem annesiydi hem de babası. Erva düşüncelerinden kurtulmak için bir an önce uykuya dalmayı planlıyordu. Pek de fazla rüya görmeyen Erva, dün gecenin yorgunluğundan olsa gerek değişik bir rüya görmüştü. Gördüğü bu rüyayı Hüsrev Dede’ye bir an önce anlatabilmek için sabahın ilk ışıklarıyla yanına gitti. Heyecanla rüyayı anlatmaya başladı: -Hani İstanbul diye bir yer var ya, böyle kocaman binaları olan o yer, işte ben rüyamda ordaydım. Ama oraya nasıl gittim, beni kim götürdü; onu bilmiyorum. İstanbul’da bir tane köprü var. Koskocaman iki kıtayı birbirine bağlıyor. Karşı kıtaya baktığın zaman bulutları delebilecek kadar uzun binaları görüyorsun. İki kıtanın arasında da uçsuz bucaksız bir deniz var. İşte ben o denizin yakınlarında bir yerde üç ailenin bile sığabileceği kocaman bir ev yapıyordum. Elimde mimarların kullandığı özel aletler vardı. Deniz manzarasına karşı oturmuş, çizim yapıyordum. Erva gördüğü rüyayı anlatırken büyük bir heyecan içindeydi. Rüyasında da olsa hayallerinin gerçekleşmesinin mutluluğunu yaşıyordu. O mutluluk, masmavi gözlerinden bile okunuyordu. Hüsrev Dede kızı olmasa da en az onun kadar sevdiği Erva’nın mutluluğuna çok sevinmişti. Daha fazla bekletmeden Erva’nın rüyasını yorumlamaya başladı: -Bak kızım, dilemek başarmanın yarısı demektir. Bunu sakın unutma. Neyi istersen iste ama mutlaka önce dileğini tut. Sen o kadar temiz kalpli, sabırlı bir insansın ki er ya da geç istediğin bu dilek gerçekleşecek. Sakın umudunu yitirme. Bu dileğin nasıl gerçekleşir, ne zaman gerçekleşir o kadarını bilemem. Hayat sana şu ana kadar hep kapılarını kapattıysa da bundan sonra kapılarını hep senin için açacak. Senin için ferah olsun. Bu sefillikten kurtulup geleceğin kadını olacaksın. Erva bu sözleri duyduktan sonra dayanamadı ve ağlamaya başladı. Mavi gözlerinden gözyaşları inci gibi düşmeye başladı. Gökyüzüne kadar uzanan kirpikleri sırılsıklam olmuştu. Dayanamadı ve Hüsrev Dede’ye kocaman sarıldı.
Sayfa 26
YAZIN
Aradan birkaç gün geçti ve köye haber geldi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da köye zengin aileler gelmişti. Zengin aileler kimi zaman bu köye yiyecek veya kıyafet getirirdi kimi zaman ise orda bulunan küçük çocuklardan birini evlatlık edinirlerdi. Bu haberi duyan Hüsrev Dede, fırsatı kaçırmadan zengin ailelerden biriyle konuşma çabasına girmişti. Zaten konuştuğu ailenin de çocuğu olmuyordu. Bunu fırsat bilip hemen Erva’yı evlatlık edinmeleri konusunda ikna etmeye çalışıyordu. Sarrafoğlu Ailesi köyde Erva’yı aramaya koyuldu. Erva bu haberi öğrendikten sonra ne yapacağını şaşırmıştı. Hüsrev Dede’yi, Behnan’ı nasıl bırakıp giderdi? Peki ya dileklerini? Yıllarca kurduğu hayallerini gerçekleştirme şansı varken ve önüne böyle bir şans çıkmışken nasıl vazgeçecekti her şeyden? Bu onun için çok kritik bir karardı. Hemen karar vermesi gerekiyordu ve bu kararı Hüsrev Dede olmadan asla veremezdi. Yaklaşık üç saat boyunca Hüsrev Dede ile konuşan Erva kararını vermişti. Yeni ailesiyle gidecekti fakat burayı sık sık ziyaret edecekti. Tek şartı buydu. Erva ailesiyle vedalaşırken, Sarrafoğlu Ailesi, özel uçaklarını Erva için bekletiyorlardı. Erva uçağa korkar adımlarla yürürken birden arkasını döndü ve bir kez daha ailesine baktı. Onlara bir kocaman öpücük yolladı. Erva onlara son kez bakıyordu fakat onların bundan haberi yoktu. Gel zaman git zaman Erva yirmi yedi yaşına gelmişti. Genç kızlıktan çıkmış, kadın olmuştu. On yılda eski Erva’dan eser kalmamıştı. Erva artık hayal ettiği her şeye sahipti. Dünyanın en ünlü mimarlarından biri olmuştu, herkes onu tanıyordu. Yaptığı çizimler insanları hayran bırakıyordu. Alp Bey ve Handan Hanım söz verdiği gibi ona çok iyi bir hayat vermişti. Üstelik Erva, Handan Hanım’a anne, Alp Bey’e de baba diyordu. Erva verdiği sözü tutamamıştı. O kadar yoğundu ki Hüsrev Dede ve Behnan’ı bir türlü ziyaret edememişti. Fakat bulduğu ilk fırsatta uçağa atlayıp Yemen’e doğru yol almıştı. Erva’nın kalbi pır pır atıyordu. Yanında Yemen’deki sevdikleri için büyük bir hediye vardı. Erva İstanbul’da büyüdüğü dönemlerde heykele merak sarmıştı. Yemen’deki sevdiklerine yaptığı ilk heykeli armağan edecekti. Fakat Erva, Hüsrev Dede ve Behnan’ın vefat ettiğini öğrendi, dünyası başına yıkıldı. Kendisini asla affetmeyecekti. On yıl boyunca doğup büyüdüğü yere gelmemişti. İki gözü iki çeşme durmadan ağlıyordu. Yaptığı hediyeyi Hüsrev Dede ve Behnan’a armağan edecekti fakat artık bunun bir anlamı yoktu. On yıl boyunca uğraştığı heykeli gözyaşlarıyla beraber Yemen merkezinin ortasına dikmeye karar verdi. O heykeli sadece ailesi için dikiyordu. Yaptığı heykel kocamandı. Bir taşa Hüsrev Dede, Behnan ve mahalledeki diğer çocukların yüzlerini çizmişti. Altında da ‘Hayal etmek başarmanın yarısı demektir.’ yazıyordu. Erva heykeli yanında getirdiği yardımcılarla beraber diktikten sonra gözü yaşlı bir şekilde uçağına döndü ve evin yolunu tuttu. Hüsrev Dede’yi ve Behnan’ı ziyaret etmediği için kendini asla affetmeyecekti. Beyza Doğa Yıldırım 10F
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 27
İç Yazı Başlığı
öykü Camdan Ve şimdi çizginin tam önünde bağdaş kurmuş otururken çocukluğunu kaybediyordu küçük beden. İnsanların normal olarak adlandırabileceği bir sabahtı küçük çocuklar için. Uyanmış annelerinin sözü üzerine giyinip babaannelerine gitmişlerdi. İki kız kardeş hiç sevmezdi babaannelerine gitmeyi. Orada şefkat yoktu, sevgi yoktu. Babaanneleri yedi oğlan doğurmuş büyük bir kadındı, gelinleri ise anca kız doğuran işlevsiz insanlar. Küçük kızların kimi zaman bulutlar içinde asılı kalan, kimi zaman zikredilen bu düşüncelerden haberleri yoktu tabii. Babaannelerine her gidişlerinde onun oyuncağını kaybettiği için huysuz olduğunu düşünürlerdi büyük bir saflıkla. Huysuz olan babaannelerini rahatsız etmeden annelerinin ayakları altında sessizce oyunlarını oynarlardı hep. O gün bir farklılık olmuş ve anneleri içeri girip her zaman oturduğu koltuğa oturmak yerine kapıdan kızlarını öpüp işinin olduğunu ve akşam geleceğini söyleyip gitmişti. Küçükler babaannelerinin ‘ayak altında dolanmayın’ komutu üzerine oturma odasına geçmişlerdi. Başta gergin olan bedenler oyun oynamanın verdiği mutlulukla rahatlamışlardı. Biraz zaman geçtikten sonra kuzenleri de gelmişti. Onlar da kendileri gibi iki kız kardeşti. Kuzenlerinden biri kendilerinden iki el kadar büyüktü ve onlarla hiç oynamazdı çünkü o ablaydı, büyümüştü ve oyunla işi olmazdı. Diğeri ise onlarla yaşıttı ama
Sayfa 28
ablası ne derse onu yapmak zorunda hissettiği için genelde ablasının istediklerini yapardı, ne yapsındı ki böyle öğrenmişti minik yürek, büyüğe hizmet. Küçük çocuklar pek umursamadı ve oyunlarına devam ettiler. İki çubuk aşağı doğru düşmeye başlamıştı sayıların olduğu beyaz kağıdın üstünde. Çocuklar böyle anlardı geçen zamanı; çubukların değişen yerlerinden. Büyük kuzenleri kendini balkona kilitlemiş telefonda konuşuyordu kardeşiyse bir kenarda yüzü asık oturuyordu. Küçükler bu duruma çok üzüldü. Kuzenlerinin de oyun oynayıp mutlu olmasını istediler bu yüzden balkonun camlı kapısını çaldılar ama büyük kuzenleri cam kapının ardından bir el hareketiyle onları kovdu. Küçük kızlar sınırsız hayal güçlerinin verdiği izinle büyük kuzenini kötü kalpli cadı küçük kuzenini ise kurtarılması gereken prenses olarak hayal etti. Masallardan farklı olarak onlar kurtarıcı prens değil prenseslerdi. En küçük kardeş ben camı kırıp kötü kalpli cadıyı oyalarım sende prensesi alırsın dedi yüzünde kocaman tebessümüyle büyük kardeş tamam dedi. Aralarında sadece bir yaş vardı ve ikisi de o camı kırmanın sonuçlarını düşünemeyecek kadar masumlardı. Küçük kardeş dediğini yaptı ve koşarak cama doğru minik bedenini savurdu çünkü filmlerde kahramanlar öyle yaparlardı ve kapılar kırılıp açılırdı. Cam kapı da kırıldı. Ev zaten eskiydi, cam dayanıksız.
İki kız kardeşin oyunu kana bulandı. Küçük kardeşin her tarafı kan içinde kaldı. Çocuklar ağlamaya başladı. Babaanneleri ‘susun ne biçim veletsiniz siz’ diye bağırdı. Kanlar içindeki bedeni görüp sınırlandırılmış düşüncelerinin arasından ‘çocuktur bu düşe kalka büyür’ sözünü çıkarıp “Kalk da yaralarını sarmayı öğren, ahh ahh erkek olsan böyle zırlamazdın.” dedi ve salona geri döndü. Küçük kız, kardeşinin yanına gelip kalkması için destek oldu ona, göz yaşları arasından “Geçecek bebeğim, gel tuvalete gidip yıkayalım.” dedi çünkü anneleri hep böyle derdi. İki minik beden tuvalete gitti. Boyları musluğa yetmedi, yıkayamadılar. Sonra küçüğün gözüne tuvalet kağıdı çarptı belki diye düşündü, belki tuvalet kağıdıyla silersem geçer. Tuvalet kağıdıyla önce kardeşinin kollarını sildi, sonra yüzünü ama kan akmaya devam etti. Pes etmedi kan aktıkça silmeye devam etti. Peçetede beyaz bir yer kalmadı. Yenisini aldı, yine sildi. Kardeşinin gözyaşlarına bulaşmış acı inlemeleri durdu. Küçük kız sevinmişti kardeşinin acısını geçirdiği için ama kanlar geçmemişti, silmeye devam etti. Tek odağı kardeşinin kanayan yerleriydi, o sırada ne kapıda ona seslenen kuzenlerini duyuyordu ne de kardeşinin kapanan gözlerini görüyordu. Dikkâtini dağıtan şey annesinin çığlığı oldu. Babaannem kardeşimin bu haline da-
YAZIN
YIL:17 SAYI:17
sında milimler kala durdu. Bacakları acıyana kadar ayakta bekledi. Annesi hala ağlıyordu. Babası gelmişti. O da ağlıyordu. Bacakları acıyordu. İçerden kardeşi çıkmıyordu. O içeri giremiyordu. İlk defa küçük beden kötü bir duygu hissetti; nefret. O an nefret etti. Büyüklerin çizdiği sınırlardan. Yüzüne kapanan kapılardan Onu, ona sonsuz gibi gelen bir ana hapseden zamandan. Düşünceleri çelikten duvarlar arasına sıkıştıran beyinlerden. Ve şimdi çizginin tam önünde bağdaş kurmuş otururken çocukluğunu kaybetti küçük beden. Miray Aslan 12F
Kalk da yaralarını sarmayı öğren!
yanamayıp annemi aramış diye düşündü, babaannesine karşı sevgi duydu yine. Masum bir çocuktu işte. Annesi kardeşini kucağına alıp bir hışım kapıdan çıktı. Küçük kız da çok sevdiği kırmızı ayakkabılarını giyemeden annesinin ardından küçük ayaklarına rağmen büyük adımlarla koştu. Annesi kardeşini arabaya bindirmişti. Bu sefer annesine öne binmek için yalvarmadan arka koltuğa oturdu küçük kız. Kardeşinin kafasını kucağına aldı ve saçlarını okşadı, camdan arkasına baktı kuzenleri peşlerinden çıkmış ağlıyordu. Küçük kız onlara gülümseyip çok havalı olduğunu düşündüğü ve doğru zamanda yapmak için beklediği hareketi yaptı. Elini yumruk yapıp baş parmağını kaldırdı. Annesi gelmişti, kardeşi ağlamıyordu her şey iyi olacaktı akşam yine kardeşiyle oynayabilecekti. Araba durduklarında eve geldiklerini sansa da ona şeker veren doktorların olduğu yere geldiklerini anladı. Sevindi küçük. Kardeşine bakıp hadi kalk doktorlar bize şeker verecek dedi. Kardeşi kalkmadı. ‘Bak, seninkini de ben yerim!’ dedi. Ama yemezdi. Onlar her şeyi paylaşırdı. Sonra onlara şeker verenler gibi giyinen büyük insanlar aldı kardeşini. Küçük, peşlerinden gitti. Büyükler kardeşiyle beraber bir yere girdi. Küçük yine kapının dışında kaldı. Bu sefer mutsuz olan ve kurtarılmayı bekleyen prenses oydu. Yerdeki sarı çizginin tam önüne geçti. Üstüne bassa kızarlar korkusuyla ama kardeşine daha yakın olma inancıyla çıplak ayak parmaklarının ucuyla sarı çizgi ara-
Sayfa 29
İç Yazı Başlığı
öykü Bu Kan Yine O Kandır “Bozkırda Orta Asya’nın soğuk rüzgârları esiyordu. Havadaki soğuk insan donduran cinstendi fakat doğaya kafa tutarmışçasına yemyeşildi bozkır. Zaten her sene böyle olmaz mıydı? Soğuğa kafa tutarcasına yeşil kalmaz mıydı otlar. O kısacık otlar boylarına, kısalıklarına aldırmadan tüm sene dururlardı. Ta ki bir göçmen atı onları yiyene kadar. Ah o göçmen atları… Kahverengi yeleleri güneş gibi parlayan, asil mi asil lakin yeri geldiğinde de bir aygır kadar güçlü o göçmen atları… Ve asıl takdire şayan olan o atların üstündeki göçmenler… Tüm doğa hayrandı onlara. Bugün o göçmenlerin içinde bir sıkıntı vardı. Kabilenin lideri olduğu anlaşılan bir kişi bir göçten bahsediyordu, büyük bir göç. Büyük yeşil bozkırları bırakıp, yaban ellere yapılacak bir göçten. “Aklım almıyor,” diyordu “Kalbim elvermiyor doğduğum büyüdüğüm toprakları bırakmaya.”. Ona doğruyu anlatmaya çalışan yardımcısı ise “Kabilenin, kavminin geleceği için yapmak zorundasın. Sen bir lidersin ve kalbini değil beynini dinlemelisin.” diyordu. O sırada sanki yapmayın dercesine bir çığlık duyuldu. Yeni doğan bir bebek çığlığıydı bu. Yağmur doğmuştu. Kabile lideri Yalaz’ın oğlu Yağmur… Sanki bu göç işine karşı çıkıyordu, çığlığı bozkırı inletti, tüm donukluğuyla yıllardır orda olan otlar bile gözyaşı döktü bu çığlığa. Tek yaş döken otlar değildi ama. Senelerdir sertliğiyle, mertliğiyle bilinen Yalaz’ın gözünden de yaşlar gelmişti. Belki topraklarını bıraktığı için belki de Yağmur’un çığlığından sonra kendinden utandığı için belki de başka bir sebepten dolayı gelmişti o yaşlar. Fark eder miydi? O kılıç keskinliğindeki gözlerden, yaşlar gelmişti…
Sayfa 30
Kabilenin erkekleri ise klasik ritüellerini gerçekleştiriyordu. Demir bakışlı atlarıyla dörtnala koşuyor, çelikten kılıçları çarpıştırıyorlardı.” İşte böyle anlatmışlardı Yağmur’a adının hikâyesini, nesiller önceki dedesinden geliyordu adı. İlk anlattıklarında beş yaşındaydı. Bu hikâyeyi ilk duyduğunda çok etkilenmişti. O kadar etkilenmişti ki kahverengi gözleri fal taşı gibi açılmış, küçük göbeği içeri çekilmişti. Bu olayın üzerinden seneler geçmiş, Yağmur artık büyümüştü. O beş yaşındaki Yağmur gitmiş, onun yerine uzun boylu, sağlam yapılı, kahverengi saçlı, sert bakışlı fakat bir o kadar da cana yakın, dost canlısı bir erkek gelmişti. Her zaman çevresindekilere birçok konuda örnek olan genç, aynı zamanda ailesinin de gurur kaynağıydı. Lisesini ve üniversitesini dereceyle bitirmiş; aranan, ismi bilinen başarılı bir mühendis olmuştu. Bunların yanı sıra da babasının ölümünden sonra tek çocuk olarak hem ailesinin reisi olmuş, hem de kendine bir aile kurmuştu. Bu aile reisi geleneği onların ailesinde ve ülkesinde yüzyıllardır olan bir gelenekti. Çünkü bu sert rüzgârların estiği ovalarda, demirden dağların çevrelediği çayırlarda, yeşil ve beyazın sürekli çarpıştığı dağlarda hep bir reise ihtiyaç duyulmuştu. Evet, Yağmur dedesinin göç ettiği topraklarda yaşıyordu. Yağmur altı nesil büyük dedesi geri dönmüştü. Dönmüştü dönmesine de artık o ovalar eski ovalar değil, o demirden dağlar eski gücünde değildi. Yeni moda olan şehirleşme oralara da gelmişti. O kavgacı doğanın yerini uzun binalar, güneş yeleli atların yerini arabalar almıştı.
YAZIN
Yağmur ise geleneklerine çok bağlı biriydi. Çünkü onları gerçekten, yürekten severdi. Onu uyaranlara, o devirlerin değiştiğini söyleyenlere hep bir cevabı vardı. Kim olursa olsun cevap değişmezdi. “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır.” derdi. Bu sözü çok severdi. Hayatında da önemli bir bölüm tutan bu söze gönülden bağlıydı. Geleneklerine olan bu bağlılığından dolayı herkes Yağmur’u, dedesi Yağmur’a benzetirdi. At binişlerinden, geleneklerine bağlılıklarına hatta belki de inatçı olmalarına kadar… Yağmur uyarıları dinlemez, kendi bildiğini okurdu. Hatta o kadar dik başlıydı ki, eşini bile dinlememiş; o uzun betonlaşan, “gelişen şehrin” içinde bile sırf evinin küçük bir bahçesi olduğu için bahçede ailenin tüm atlarına baktırmıştı. Atları çok önemser, onlara isim verir ve sadece isimleriyle çağırırdı. Atlar da attı ama. Asalet abidesi, parlak, güçlü, sadık ve büyük atlar sanki kutsal bir bağ ile bağlıydı sahiplerine. Yağmur at binmeye de bayılırdı. Bazen her şeyden uzaklaşmak için at sürerdi. Şehrin içinde başlatırdı parkuru, ovalara, dağlara kadar gitmeden dönmezdi. Hatta bazen o dağlarda çadırlarda kaldığı bile olurdu. “Saraylarda süremem, dağda sürdüğümü…” derdi. Her fırsatta o dağlara çocuklarıyla gitmek istediklerini de dile getirirdi. Aslına bakılırsa sadece dağlarda gezmek için değil, genel olarak bir çocuk sevgisi vardı Yağmur’un. Yaşadığı yerdeki tüm çocukların adını bilir, onlara hediyeler verir, şakalaşır ve hatta onlarla oyun oynardı. Dağlara çıktığında ailesinin eski ritüellerini gerçekleştirir ve Tanrı’dan bir çocuk isterdi. Bir gün Tanrı ona istediğini verdi. Ona bir evlat verdi. Buna çok sevinmişti Yağmur ve eşi Almıla. O kadar sevinmişti ki Yağmur; yedi gün boyunca şölen düzenlemiş, fakir doyurmuş, kurbanlar kestirmişti. Tüm yoksulları doyurmuş, giydirmişti. Bu yardımseverliği onu yaşadığı yerde de öne çıkarmış, tabiri caiz ise önde geleni yapmıştı. Ve birkaç ay bu böyle gitti… Yağmur artık baba olmaya hazırlanırken şehirde bir yas havası vardı. At sesleri gelmiyor, insanların çekik gözleri gülmekten daha da çekikleşmiyordu. Bunun nedeni şehirden büyük bir kuraklığın olmasıydı. Yıllarca onları besleyen toprak sanki kurumuştu. Sararmış, çatlamış, ölü cildi gibi kaskatı olmuştu. Sert rüzgârlara bir kılıç gibi direnen otlar gitmiş, onun yerine kuru, verimsiz bir şey gelmişti. Kimse ne yapılacağını bilemiyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu lakin herkesin anlaştığı ortak nokta, Yağmur’a danışılması gerektiğiydi. Yağmur her zaman çalabilecekleri bir kapıydı onlar için…
YIL:17 SAYI:17
Olaylardan Yağmur da haberdardı ve onun da canı sıkılıyordu bu duruma. Bıyıklarını buruyor, düşünüyor, düşünüyor ve düşünüyordu. Bunun üstüne çevre halkı da ona gelince omuzlarındaki yük iki katına çıkmış gibiydi. Yapılan toy sonucu göç kararı çıktı. Seneler, yüzyıllar değişmişti ama kan değişmemişti. Tarih tekerrür etmişti. Yağmur’un aklı almıyordu bu göç kararını. Göç demek topraklarını, yaşadığın yeri bırakmak demekti. Göç hazırlıkları başlamıştı. Bu göç garip olacaktı. Kimisi arabasıyla kimisi atıyla göç edecekti, eskisi gibi çadırlarda kalınacaktı en azından yerleşecek bir şehre varana kadar… Bu günler, aylar alabilirdi ama artık geri dönüş yoktu. Her şey toplanıp yola çıkıldığında şehirli insanın doğayla mücadelesi görülüyordu adeta. Terden kıpkırmızı olmuş insanlar, şişmiş ayaklar, su gibi olmuş kıyafetler, ter kokuları birbirlerine karışıyordu. İlk gün güç bela bitmişti. Akşam olduğunda herkes çadırlarına çekilmişti. Beklenenden daha çok sorun vardı ortada. Örneğin bir erkeğin ayağı o kadar şişmişti ki artık ayakkabısına sığmıyordu. Ayakları ise nasırlanmış, tereyağı gibi yumuşaklaşmıştı. İlk gece de aynı zorluklarla açılmıştı. İkinci gün yola çıkıldığında en önde Yağmur ve çocukluk arkadaşı Baylan vardı. Yağmur içindeki sıkıntıdan, gönlünün bu topraklardan göç etmeye el vermediğinden bahsediyordu, Baylan ise ona lider olduğunu, kalbinin ve duygularının esiri olmaması gerektiğini söylüyordu. Lakin nasıl olmasındı… Yağmur’un gözünden yaşlar gelmek üzereydi. Tam bu esnada, Yağmur ve Baylan konuşurken arkadan bir çığlık duyuldu. Bu Almıla’nın çığlığıydı. Yağmur’un baba olduğunu duyuran çığlıktı. Sanki yapmayın diyordu bu çocuk. Bozkırı, dağları inletiyordu bu çocuk. Kahverengi, sert bakışlıydı o da aynı Yağmur gibi, Yağmur gibi yapılıydı. Ve kaderi de büyük dedesi gibi olmuştu. Göç esnasında, babasının kederine cevap verircesine doğmuştu bu çocuk da. Yağmur o an kararını vermişti. Bu yiğidin adı Yalaz olacaktı. O an koydu adını Yalaz’ın. Derken kabilenin atlıları ritüellerini gerçekleştiriyor, dörtnala at sürüyor, çelikten kılıçları çarpıştırıyorlardı ve hep bir ağızdan şunu söylüyorlardı: Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır… Ayberk Tunay Salkım 10B ŞTTL
Sayfa 31
İç Yazı Başlığı
öykü Sel
Gözlerimi masmavi göl suyunun üzerindeki ağaçların uzun ama şekilli dallarının yaptığı yansımadan alamıyordum. Her zamanki gibi dalıp gittiğimin farkındaydım. Fakat zihnimin içindeki korkunç düşünceler beynimi o kadar dolduruyordu ki artık düşünmemeye çalışmaktan vazgeçmiştim. Dört tane çocuğum vardı. Hayatımın odağına onları koymuştum. Çocuklarımdan birinin “Anne! Bak başardım artık yüzebiliyorum.” diye boğuk bir sesle bağırmasıyla irkildim. Yavaşça başımı kaldırdım ve suyun içinde üç çift parıldayan gözün bana baktığını görünce tebessüm ettim. “Aferin oğlum!” dedim sakince. Sesimdeki memnuniyet onu da tatmin etmişti. İki aydır her sabah çocuklarımı bu göle getiriyordum. Göl temizdi fakat pek çok insanın geldiği bir yer değildi. Gayet normaldi aslında gelmemeleri çünkü akarsuyun bitiminde gölün ucu başlıyordu yani oldukça tehlikeliydi. O Yüzden genellikle çocuklarımın gölün kenarındaki kömür siyahı taşların yanından ani hareketler yapmadan yüzmelerine izin veriyordum. Tek amacım onlara yüzme öğretebilmekti. Bunun da sadece bir tek bir sebebi vardı. Belirli zaman aralıkla-
Sayfa 32
rıyla selin gerçekleştiği bir yerde yaşıyorduk. Nasıl olduğunu anlamadan kendimizi suyun içinde yaşam mücadelesi verirken buluyorduk. Enkazlar, ölümler artık alışılmış bir şeydi bizim için. Bu yüzden temkinli davranıp yüzmeyi öğrenmelerini istiyordum. Her sabah onları buraya getirerek bir nevi pratik yapmış oluyorduk. ‘Gidelim buradan’ diyordu en büyük kızım. Fakat değil gitmek neredeyse yaşamak için bile yeterli paramız yoktu. Kocamı en son yaşanan sel vakasında kaybettikten sonra her şey daha da korkunç bir hal almıştı. “Hadi çıkın artık sudan. Eve dönelim.” dedim kafamdaki düşünceleri bir kenara iterek. Sudan çıktıktan sonra üstlerine eskimiş olmasına rağmen göz alıcı bir şekilde parıldayan havluları sardım. İyice kuruduklarından emin olduktan sonra da giydirdim ve güneşin sıcaklığı sayesinde kavrulan asfaltın üzerinde sakince yürümeye başladık. Eve yaklaştığımız zaman kızımın yüzündeki solgun bakışlar dikkatimi çekti. Dikkatli bir şekilde onu izlemeye başladım. Evin önündeki sararmış yapraklardan, kırılmış çalılardan ve ince fakat sert dallardan yapılmış olan kayığa gözlerini almadan bakıyordu. Onu izlediğimi fark edince boğazını temizleyerek sakin bir şekilde sordu. “ Eğer tekrar sel olursa bunun bizi koruyacağına inanıyor musun gerçekten?” Hayır dememek için kendime engel oldum. Çünkü hepsinin beni dinlediğinin farkındaydım. Onların korkması ve telaşa kapılması en son isteyeceğim şeydi. Cevap vermemenin üstüne tekrar konuşmaya devam etti. “Hava gittikçe daha da kasvetli bir hal alıyor. Herkesin dilinde de diğerinden daha şiddetli bir selin gerçekleşeceği dolaşıyor. İçimde kötü bir his var anne.” Uçlarından damla damla su akan parlak bir sarılıkta olan saçlarını yavaşça okşadım ve keskin cam mavisi gözlerinin içine bakarak ona hiçbir şeyin olmayacağını böyle şeyleri düşünmemesi gerektiğini söyledim. Evin önüne geldiğimizde eskiliğinden dolayı kırılmak üzere olan kapıyı zorlayarak açmamızla birlikte etrafı saran rutubetle karışık küf kokusu arasında sakince eve girdik. Bana ağır bir şekilde uyku bastırdığını fark edince acaba evdeki rutubet kokusundan mı yoksa zihnimdeki düşüncelerin yarattığı yorgunluktan dolayı mı bu kadar bitkin düştüğümü aklımdan geçirmeden duramadım. Eğer tekrar sel olursa… Göz kapaklarım ağırlaştı ve yavaşça gözlerimi kapadım. Kulak zarımın patladığını zannettirecek kadar büyük bir gürültüyle uyanmamla birlikte çocuklarımın yanına koşmam bir oldu. Evin içi çamurla karıştığından dolayı kahverengini almış olan sularla dolmuştu. İşte o an ölümle karşı karşıya kaldığımı fark ettim. Ne kadar zorlansak da büyük bir gayretin ardından evden dışarı çıkmayı başarmıştık. Çocukları kolumun altına aldım. Akıntıya ters yönde yüzmeye başladık. Suyun soğukluğu tüm vücuduma işliyor hare-
YAZIN
ket etmemi zorlaştırıyordu. Gölün ölüm kadar soğuk ve sert akıntısında karşı gelebilirsek çocuklarımı o teknenin üzerine koyup onların canını güvenceye alabilecektim. Teknenin üzerindeki ince dallarının yavaşça uzaklaştığını da fark etmiştim. Fakat aklıma bundan daha iyi bir fikir gelmiyordu. Su öldürücü bir soğukluktaydı. Hareket etmem gittikçe zorlaşıyordu. Suyun içinde çelimsiz bir şekilde titremem çocuklarımı da korkutuyordu. Rahat hareket edemediğimi fark edince oldukça gerildim. “Birbirinize sıkı tutunun.” dedim bağırarak. “Bacaklarınızı hareket ettirin sakın durmayın!” Üzerimdeki sırılsıklam olduğundan dolayı ağırlık yapan kan rengindeki kazağı çıkardım ve fazla suda kaldığından dolayı rengi akmış olan atletimle kaldım. Kazağımın akıntıyla beraber çamurla karışık suyun üzerinde yavaşça süzülerek ilerlediğini izlerken aynı zamanda da çocukları kendime doğru çektim. Üzerinden dallar sarkan kayığımız önümüzde ilerliyordu. Hızlanarak kayığa yetiştik ve çocukları büyük bir gayretle kayığın üstüne bindirmeyi başardım. Fakat atletime takılan bir dal parçası sayesinde sert bir şekilde savrulmam her şeyi mahvetmişti. Artık kayıktan çok uzaktaydım. Suyun akıntısı sayesinde savruluyordum. Ne yapacağımı kestiremiyordum. Büyük bir panik içerisindeydim. Çığlık atmak istiyordum. Gücüm yoktu yapamıyordum. Boğuluyordum. Korkuyordum. Nefesimi tutuyor bayılacak gibi olduğum zaman da nefes almaya çalışıyordum. Su ciğerlerime doluyordu. Acı bir yanma hissi vücudumu sarıyordu. Vücuduma sanki her yerime iğnenin ucu ısıtılmış ve batırılıyormuş gibi bir acı giriyordu. Çocuklarım ağlıyordu, duyuyordum. ‘Korkmayın’ demek istiyordum fakat yapamıyordum ağzımı açıyordum ama sesim çıkmıyordu. Tek yaptığım şey su yutmaktı. Daha fazla direnecek gücüm kalmayınca kendimi kapkaranlık suya teslim ettim. Sonrasında ise insanın illiklerine kadar işleyen bir yanma ve yırtılma hissi. Ardından sadece sakinlik ve dinginlik. Burnuma gelen naif çiçek kokularıyla beraber gözlerimi açtım. “Bak bunları senin için topladık.” diyerek önüme uzatılan değişik renklerdeki mis kokulu çiçekler gördüğüm kabusun etkisini hemen üzerimden atmıştı. Rüya olduğunu fark etmenin mutluluğuyla beraber gözlerimden yaşlar aktığını fark etmemiştim. “Anne niye ağlıyorsun?” diye sordu en ufak oğlum. “Bak sen ağladığında gökyüzü de ağlıyor.” Dedi masum bir şekilde. Dışarıya baktığımda yağmur yağdığını fark ettim. Çocuklarımın temiz kalpliliği ve saflığı içimi huzurla dolduruyordu. Onu kucağıma aldım ve öptüm. Çocuklarıma sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu kendime tekrar tekrar hatırlattım. Elif Köksal 10C
YIL:17 SAYI:17
Son Karanfil Buketi Gerçekleşemeyeceğini bildiği bir hayalle yaşamak çok zor gelir insana. O hayale tutunamayacak kadar bilirsin imkânsızlığını. Aklına geldikçe acı çekersin ama hayaldir işte; her daldığın dakika fısıldar sana. Hayatlarımız vardır; yaşamak istediğimiz ve yaşadıklarımız. Peki ya yaşamak istediğimiz hayatın içinde bulunan insanlar aslında şu anda yaşadıklarımızdaki insanlarsa ve biz bu insanlarla hayal kuruyorsak... Peki ya o insanlar ölürse? Hayatın anlamı ne olur o halde? Yalnızlardan biri oturuyor mezar başında. Elinde karanfiller, gözünde gözyaşları konuşuyor. ‘’Üşüyor musun Füsun? Beni mi izliyorsun yoksa? Tamam, tamam ağlamıyorum; bak sildim gözyaşlarımı. Ama yoksun sen artık. Niye gittin bilmiyorum ama belki bu senin için daha iyi olmuştur. Söyleyeceğim havadislerim var sana. Artık seni rahatsız edemeyeceğim. Yanına gelip gül bahçene bakamayacağım. Çünkü ben de gidiyorum ve bunlar sana son karanfillerim. Gittin gideli alabileceğim nefes kalmadı. Unutmam gerek, çabalamalıyım. Lütfen anla beni.’’ Yalnız adam, son kez sildi gözyaşlarını. Sevdiği kızın mezarına son bir kez baktı, son duasını okudu. Ve sonra yağmur başladı. Adam gökyüzüne tebessümle baktı. Ciğerlerini toprak havasıyla son kez doldurdu. Füsun’a getirdiği son karanfil buketini ıslak mermere bıraktı. Yağmur şiddetini artırmıştı. Yalnız adam artık gitmesi gerektiğini biliyordu. ‘’Yapamam bırakamam seni.’’ dedi fısıldayarak. Ses... Kuşlar çığlıklarla uzaklaştı. Yağmur yavaşladı. Füsun’un toprağı, sevdiği adamın kanıyla tanıştı. Karanfillerse kırmızı. Sude Nur Demirci 11E Sayfa 33
İç Yazı Başlığı öykü
öykü merdivenlere yanlarında getirdikleri örtüleri ve minderleri serer, üstlerine yerleşirlerdi. Her ağızdan bir sesin çıktığı bu akşamlarda sokak sakinlerinin keyfine diyecek olmazdı. Paylaşılan yiyecek ve içecekler, merdivenlerin basamaklarında dolaşan dedikodular... Çocuklar bu fırsatı kaçırmaz, hemen toplarını, misketlerini, bisikletlerini, gazoz kapaklarını alır, taş yolun üzerinde oyuna başlarlardı. Çocukların heyecanlı konuşmaları ile kadınların keyifli kıkırdamaları birbirine karışırdı. "Peki ya Suat Dede'yi hatırlıyor musun?" diye sordu İhlas Bey.
Sokak Çocukları Arif Bey, eski dostuna çevirdi iri, ela gözlerini. Uzun zamandır görüşmemiş olmalarına rağmen sohbetlerinde aynı neşe, aynı çocukluk vardı... "İlahi Arif Bey!" dedi İhlas Bey gür sesiyle; hemen ardından patlattığı kahkaha, salaş kafede yankılandı. Birkaç kişi yan gözle iki yaşlı adamı süzdü. Çocuklukları aynı mahallede geçmişti. Arif Bey, o zamanlar annesi, babası ve üç küçük kardeşiyle İzmir’in yokuşlu, dar sokaklarından birinde otururdu. Sokak öyle dardı ki, herhangi bir otomobilin geçmesi imkânsızdı, bu da mahallenin çocuklarına mükemmel bir oyun yeri yaratmıştı. Büyüdüğü çevreyi, daha dünmüş gibi hatırlıyordu Arif Bey. Sokaktaki boyası dökülen rengârenk apartmanlar, birbirleriyle bitişik inşa edilmişti. Her pencerenin önünden en az birkaç saksı çiçek eksik olmazdı. Yazları bu çiçeklerin dalları alt katların pencerelerine kadar uzanır, sokağı bir renk cümbüşü haline getirirdi. Sokağın iki yanında geniş merdivenler uzanırdı. Çocuklar yaz akşamları bu merdivenlerde oynamaya bayılırlardı. Güneş ufukta kırmızı bir topa dönüşünceye kadar oynar, anneleri pencerelerden seslenerek onları çağırınca da kan ter içinde evlerine koşar, kimi zaman birkaç dakika daha oynamak için izin koparmaya çalışırlardı. Bazı yaz akşamları, çocukların babaları eve geç dönerlerdi. Bu akşamlarda mahallenin kadınları minderlerini, piknik örtülerini ortaya çıkarırlardı. Kuru yemiş, kurabiye, çekirdek, börek, çörek ve termoslarla doldurdukları sepetleri kollarına takar, kendilerini sokağa atarlardı. Mahallenin iki yanındaki
Sayfa 34
Elbette hatırlıyordu. Suat Dede, sokağın en yaşlısıydı. Vişneçürüğü rengindeki apartmanın en alt katında otururdu. Apartmanın önüne hasır bir sandalye yerleştirmişti, her sabah bu sandalyeye kurulur, akşama kadar kalkmaz, sokakta olan biteni izlerdi. Çevrede yaşayan çoğu çocuk Suat Dede'den korkar, yanına yanaşmazlardı; ancak Arif Bey ve İhlas Bey, bu görmüş geçirmiş adamcağızın anlattığı akıl almaz öyküleri dinlemeye bayılırlardı. Kedilerin tırmalamaktan aşındırdığı hasır sandalyenin önünde bağdaş kurar, Suat Dede'nin ağzından dökülecekleri heyecanla beklerlerdi. Suat Dede'nin beyaz ve seyrek ama bakımlı saçları, kalın, kır kaşları vardı. Her konuştuğunda ağzının etrafında, güldüğünde ise gözlerinin altındaki kırışıklıklar belirginleşirdi. Sol yanağının üstünde kocaman, kahverengi bir doğum lekesi vardı. Mahallenin çocuklarından bu doğum lekesini tavşan bacağına, uçağa, hatta tüfeğe benzeten bile olmuştu. Bu leke ve yaşlı adamın konuştuğunda ortaya çıkan çarpık, sarı dişleri çocukları çok korkuturdu. Arif Bey'in hatırında ise adamın daima buruşuk olan keten gömlekleri, askılı pantolonları, çarpık gülümsemesi kalmıştı. Arif Bey, beraber büyüdüğü mahalle arkadaşıyla yıllar sonra yeniden buluşmanın mutluluğuyla, İhlas Bey'e baktı. Yüz hatları aynı kalmıştı İhlas Bey'in, neredeyse hiç değişmemişti. Çilli, al yanaklarına birkaç çizgi, gözlerineyse biraz buğu eklenmişti, hepsi o kadar. Dağınık, gür saçlarının örtemediği kepçe kulakları ve yüzünden asla silinmeyen muzır gülümsemesi, aynı Arif Bey'in anımsadığı gibiydi. Arkadaşının yaşlı ellerini avuçlarına alıp sıkarken, çocukluğu sokakta oynayıp yaralanarak geçen nesil olarak ne kadar şanslı olduklarını düşündü... Zeynep Sarıfakıoğlu 10C
YAZIN
Ortaköy’de İki Çınar İki büyük medeniyetin ortasında güneş gibi parlayan, kültürlerin çok karışık ve bir o kadar da tatlı kıldığı şehir, yepyeni bir sabaha uyanmıştı. Sabahın erken saatlerinde başlardı koşuşturmaca. İnsanlar evlerine ekmek götürebilmek için kendilerini şehrin yorucu ve acımasız ellerine bırakırlardı. Akşam olur, herkesi eve gitme telaşı sarardı. Daracık yollarda biriken binlerce araba, bayram namazı sonrası dağılan insanlar gibi yavaş yavaş hareket ederdi. O araba kalabalığındaki korna sesleri adeta bir işkenceye dönüşür ve zaten iş başında baş ağrısı kapmış insanlara o an için en büyük dert olurdu. İstanbul her şeye rağmen güzeldi. Yoğun trafiği bile güzeldi bu tarih kokan sokakların. Korna sesleri ve sokakta bağıran satıcılar bir olmuş sanki bir orkestrayı andırıyordu. Dillerde bir şarkı vardı ve onun adı “İstanbul”du.
zaman. Yaşlarının getirdiği tecrübe ile yoğunlaşan şehrin eski haline özlem duyuyor ve Boğaz’ın ferahlık veren deniz kokusuna lütufta bulunuyorlardı. Gün batımı geldiğinde, dalgaların çıkardığı huzurlu ses, insan diyalogları ile birleşmiş, iki dost ise muhabbetlerinin son demlerini yaşıyordu. Güneş, şehri bir süreliğine terk ederken Kemal ile Mustafa Amca evlerine doğru yol almıştı.
Ertesi hafta yine buluşmak için karar vermişlerdi. Buluşma günü sabah vakitlerinde, İstanbul’da yoğun bir sis geziyordu. Bulutlar sanki şehir seviyesine kadar inmiş, buhar odasını andıran bu hava, İstanbul’a karamsar kimlik katıyordu. Vapurunun iptal edileceğini tahmin ettiği halde yola koyulan Kemal Amca aniden açılan hava ile kendine geldi. İstanbul yeniden gülüyordu ve Kemal Amca Ortaköy’e doğru Hac ziyaretinden yeni gelmiş Mustafa Amca, her sa- yola çıkabilmişti. bah olduğu gibi Beşiktaş sahilinde dünyanın en huzurlu insanını anlatan ruh haliyle yürüyüşünü yapıyordu. Cami yakınlarına geldiğinde bir süre arkadaşı Mustaİstanbul’un yoğun havası ve yorucu atmosferi onu hiç fa’yı aradı. Her zaman ilk önce o gelirdi hâlbuki. ilgilendirmiyordu. Hemen tepesinde oraya buraya uçu- Şaşkın bir şekilde arkadaşını ararken Mustafa şan martılar gibi huzurlu ve sabahın ilk satışını Amca’nın önceki buluşmalarda oturdukları yerden kalabalık turist grubuna yapmış bir simitçi kadar çok farklı bir yerde olduğunu gördü. Daha önce hiç mutluydu. Otuz yıllık arkadaşı Kemal ile uzun bir yeşil giydiğini de görmemişti ama yine de sözünde aradan sonra buluşacak olan Mustafa Amca, her durmuş ve buluşmaya gelmişti. zamanki buluşma yeri olan Ortaköy Camisi’ne çok yakındı. Buluşmalara her zaman Mustafa Amca önce Yavaşça Kemal Amca’nın yanına yaklaştı ve “Yine yaptın yapacağını! Bir an senden önce geldim gelirdi çünkü onun evi yakındı. sanmıştım.” dedi. Kemal Amca sesini çıkarmamıştı. Emekli bir asker olan Kemal Amca ise Boğaz’ın tam Ömer Faruk Yazıcı 10A ŞTTL karşısında, Üsküdar’da oturuyordu. Tıpkı kadim dostu Mustafa gibi o da mutluluğu ile göze çarpıyor ve vapura binip dostunun yanına gitmekten hiç bıkmıyordu. Sıcak bir çay ile birlikte paylaşacakları çok şey vardı. Gelenek ve kültürleri farklı olsa da beraber geçirdikleri vakitlerde ağızları kulaklarına varıyordu. Kemal Amca yaşça daha küçük olmasına rağmen, geç kalması ikili arasında bir sorun yaratmıyordu ve yine öyle olmuştu. İki büyük tecrübe bütün gün boyunca bankta oturup muhabbet ettiler ve hasret giderdiler. Yaşları onları olgun davranmaya değil, tam aksine çocukça esprilere ve tatlı kahkahalara itiyordu. İstanbul’u konuşuyorlardı zaman
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 35
İç Yazı Başlığı
öykü Son Bakış O günü çok iyi hatırlıyordu. Sıcak yaz rüzgârları eşliğinde en sadık dostu fotoğraf makinası ile yolun kenarındaki ağaçların gölgesi altından geçen bir cipte yolculuk ediyordu. Son iki aydır Pakistan’da savaş muhabirliği yapıyordu. Alnından damla damla akan ter, sanki vücudunun ona karşı isyanı gibiydi. Günlerdir doğru düzgün uyumamış, yeterli beslenmemişti. Üstüne üstlük ağaçların gölgelerine rağmen kavurucu sıcak onu mahvediyordu. Seyahat ettiği cipin içinde farklı milletlerden üç tane daha savaş muhabiri ve onlara eşlik eden bir asker vardı. Ormanın içinde, denizin kenarındaki bir köye gidiyorlardı. Burası savaş meydanına oldukça yakındı. Öyle ki silah sesleri arasında askerlerin son nefeslerini verişi bile duyuluyordu sanki. Tolga, o son nefeslerin çıkardığı sesi duydukça o nefeslerin sahipleri hakkında hayallere dalıyordu. Nasıl insanlardı onlar? Bir kurşunla veya bombayla ölmeyi hak etmişler miydi ki? Belki o da son nefesini veren askerlerden birinin yerinde olabilirdi. Bir süre sonra cip durdu ve Tolga’nın ayakları toprağa kavuştu. Köy meydanında durmuşlardı. Burası oldukça şirin bir yere benziyordu. Denizin kenarında, ağaçların koruduğu küçücük bir köydü. İnsanlar sanki sefalet içinde gibiydiler ve oradan oraya koşuşturuyorlardı. Fakat Tolga burada bir köy fotoğrafı göremedi. Buranın ruhu, çocukları yoktu ki… Normalde sevinç çığlıkları içinde oradan oraya koşarak oyun oynayan çocuklar burada yoktu. Hepsi oldukça korkmuş, annelerinin etekleri arkasına saklanmışlardı. Sevinç çığlıkları yerine duyulabilen tek şey silahların sesiydi. Tolga, meslektaşlarının sağa sola dağılarak fotoğraf çekmeye başladıklarını gördü. O da aynısını yapacaktı. Umutsuzluk, çaresizlik ve korkunun fotoğraflarını çekmeye başladı. Yeni görüntüler başkalarına doğru onu sürüklerken bir kız ve annesi kadrajına takıldı. Kız henüz çok gençti. Muhteşem deniz mavisi gözlerinin arkasında diğer çocuklar gibi korku değil, cesaret vardı. Yüzünün yarısı kapalı olduğu için Tolga mimiklerini görememişti. Fakat kızı ve annesini fotoğraflamaya başladı. Belli ki buralardan çok uzaklara gitmeyi amaçlıyorlardı. Bir süre sonra kız, fotoğrafçıyı fark etti. Meydan okurcasına Tolga’ya bakmaya başladı. Tolga bu bakışların da fotoğrafını çekmeyi başardı fakat bakışlar bir süre sonra onu büyülemeye başladı. Sanki kızın meydan okuması karşısında eriyormuş gibiydi. Dayanamadı ve kıza ve annesine doğru yürümeye başladı. Tam o sırada bir bomba, büyük bir gürültüyle çok yakınlarına düştü. Bir evin çatısından içeri giren bomba, evdeki eşyaları metrelerce uzağa fırlatarak patladı. Tolga, kız ve annesi birden kendilerini yerde buldular. Bombanın sesiyle birlikte Tolga kızın meydan okuyan bakışlarının etkisinden kurtulmayı başardı. Fakat bu
Sayfa 36
sefer de kulaklarındaki çınlamayla beraber bir toz bulutunun arasında kalmıştı. Başı dönüyordu. Birden etrafından korkunç çığlık sesleri yükselmeye başladı. Savaş buraya taşınmış, ağaçların koruması yetmemişti. Yine insanların son nefeslerini duymaya başladı. Bu sefer bir fısıltı gibi değildi. Bu sefer daha yakındaydı. Bunlar çığlıklardı. Yanı başında ölen insanların son çığlıklarıydı. Hemen en yakındaki evin kalıntılarına yaslandı ve etrafındaki tozdan perdeyi aralamaya çalıştı. Birden yanı başında büyüleyici gözleri olan kızın annesinin yardım yakaran çığlıklarını duydu. Kadın, birden Tolga’nın koluna yapışmıştı. Kadının gözleri, kızının gözlerine hiç benzemiyordu. Bu gözlerde daha çok korku, telaş, çaresizlik vardı. Arkalarından gelen silah sesleri arasında kadının çığlıkları duyulmuyordu. Zaten duyulsa da Tolga bir şey anlayabileceğini sanmıyordu. Sonra sorunu anladı. Kız yoktu. Etrafına bakındı. Toz bulutlarının arasında kızı aramaya başladı. İnsanların son nefeslerinden başka bir şey duymayan Tolga biraz da duyduklarından çok korkmuştu. Fakat sonra birden duruverdi. Diğer seslere göre daha farklı bir ses duyduğuna emindi. Evet, yanlış duymamıştı. Bu bir çığlık değildi. Ölüme meydan okurcasına bir fısıltıydı. Tolga bir an donakaldı. Bu, o kızın sesi olmalıydı. Bu sırada kızın annesi de Tolga’nın zihnine kazınan o ismi haykırmaya başlamıştı: “Anadia!” Kadın, son çığlıklarını atıyormuşçasına korkuyla kızının adını haykırıyordu. Haykırışlar hıçkırıklara dönene kadar kızı aramaya devam ettiler. Kadın sonunda umutsuzlukla, kanla su-
YAZIN
İç Yazı Başlığı
lanmış toprağa düştü. Sanki topraktaki kan, kızının kanıymış gibi toprağa sarıldı. Kızının adını artık haykıramıyordu. Genç kızın ismi annesinin üzüntü dolu fısıltılarına dönüşmüştü. Tolga büyük bir üzüntüyle ve korkuyla fotoğraf makinasındaki son görüntüye baktı. Kızın meydan okuyan gözleriyle yine karşılaşmıştı. Fakat bu sefer sanki kız Tolga’ya değil de ölüme meydan okurcasına bakıyordu. Sanki ölmeden önce o da bu fotoğrafın sonsuza kadar kalacağını biliyordu. Tolga, kızın annesinin yanına geri döndü. Kadın hareket edemiyordu. Toprağa bir şeyler fısıldıyordu. Gözyaşlarının toprağa her çarpışında Tolga sanki darbe yemiş gibi yüzünü buruşturuyordu. Kızı bulmaya karar verdi. Saklandığı yerden köy meydanına doğru göz gezdirdi. Sevinç çığlıklarını asla duyamadığı çocuklardan birkaçı yerde cansız yatıyordu. Birkaç dakika önce fotoğraflayarak ölümsüzleştirdiği insanlar, yanında olan insanlar şimdi yerde hareketsizdi. Etrafa dehşet ve ölüm saçan askerler gitmişti. Tolga yavaşça saklandığı yerden çıktı. Birkaç dakika önce kızı ve annesini ilk gördüğü yere yürümeye başladı, kız da saklanacak bir yer bulmuş gibiydi. Fakat yine de kurşunlara hedef olmuştu. Cansız bedeni bir duvarın altında kalmıştı. Tam o sırada kızın annesi de hıçkırıklar içinde kızına doğru koşmaya başladı. Tek başına duvarı kaldırmaya çalışıyordu. Tolga duvardan geriye kalanları kızın üstünden çekebilmek için kadına yardım etti. Kız kanlar içinde yerde yatıyordu. Fakat gözlerinde yine diğer çocuklarda olduğu gibi dehşet ve korku yoktu. Genç kız kurşunlara ve ölüme meydan okuyan bakışlarıyla Tolga’ya bakıyordu. Deniz mavisi gözlerinde, hafif morumsu kızıl kana bulanmış teninde herhangi bir canlılık belirtisi yoktu fakat yine de bakışları değişmemişti. Kızın annesi, biricik hazinesini kaybetmenin üzüntüsüyle çoktan gözyaşlarına teslim olmuştu. Kızına sıkı sıkıya sarılıyordu. Tolga ise gözlerini kızın deniz mavi gözlerinden ayıramamıştı. Yıllar geçse de o gözler Tolga’yı her yerde kovalıyor gibiydi. Kendisi o gün, Anadia gibi korkuya meydan okuyamamanın utancını yaşıyordu. Oysa kız son anlarında bile mücadelesinden vazgeçmemişti. O gün çektiği fotoğrafa baktı yine. En umutsuz anlarda o fotoğrafa bakar ve her zorluğa karşı o kız gibi meydan okuyabilmeyi dilerdi. Elif İpek Uygun Fen 10
Sayfa 37
YAZIN
öykü Güneş Doğacak Yazılarım artık eski tadında değil, halkın acıma duygusunu körüklemiyor. Satış oranları giderek düşmekte. Geceleri uykusuz dolunay denemelerime ortak oluyor, çöp kutusu fedakar bir dostummuş gibi kağıt parçalarını yerden topluyor. Haftada bir gelen temizlikçi kadın sanki yıllardır arkadaşmışız gibi bana tavsiyelerde bulunuyor. Haberler her zamanki gibi masanın üstünde duran gazeteden farklı bir türkü söylemiyor konuklarına. Fakat ufak da olsa mesajı almak isteyenlere dünyanın gerçek yüzünü anlatıyor. Akşamları belki birkaç malzeme yakalarım diye düşünerek rastgele açtığım kanaldaki son dakika haberi herkesin olduğu gibi benim de içimi yakmıştı. Bu haberi görünce camdan esen rüzgâr iliklerime kadar işlemiş, koltuğumu yerinden sallamış gibi hissetmiştim. Oysa rüzgâr değildi beni bu denli ürperten, vicdanımın sesiydi. Beni bir adım atmaya itiyordu. Bu esen rüzgâr da bunun habercisiydi. Eşini ve bir çocuğunu kaybeden baba iki kızını bağrına basarak döktüğü soğuk terleri siliyor, gözyaşlarını içine atarak kendini sımsıkı kasıyordu. Dişleri birbirini kıracak kadar sert kenetlenmişti. Ellerinde ölen oğlunun küçük haykırışları, yanağında ise eşinin anne bakışlı öpücüğü kalmıştı. O an bütün meslek hayatımı hiçe sayıp bu ailenin yanında olmayı istedim. Fakat içimde beni yola çıkmaktan alıkoyan büyük bir korku vardı. En sonunda yola çıkma kararımı aldım. Bu karardan sonra yüzüme çarptığım suyun her damlasıyla o ateşe çare olmaya karar verdim. Yanıma ne bir kalem ne de bir defter almaksızın sadece ceketimi sırtıma çektim. Temizlikçi kadına gelmemesi için telefon açtıktan sonra çıktım o dört duvar arasından. Hayatımda ilk defa bu kadar ani bir karar almıştım. İlk defa tek sorunum aynı yemeği yemek olmayacaktı. Gerçekten de acının kokusunu duyabilecektim hayatta. Daha önce hiç hissetmediğim bir fırtına vardı içimde; sanki uçurumdan düşerken bir güvercinin kanadına tutunmuştum, korkumdan çığlık atmak istiyor fakat ya düşersem diye nefes bile alamıyordum. Öyle bir baskı vardı üzerimde. Belki attığım adımlar beni ve geleceğimi sekteye uğratacaktı ama kalbimin sesinin beni asla yarı yolda bırakmayacağından emindim. Tek umudum olan insanlık bu sefer de bu küçük ailenin yüzüne gülecektir umuduyla yolu yarılamıştım. Gökyüzündeki küçücük yağmur tanesi bile toprağa karışıp bir tohumun filizlenmesine yardımcı olurken, o güne kadarki yaşamımın basitliği bir kez daha geç kalmışlığımı yüzüme vuruyordu. Belki herkes gibi ben de iki gözyaşı ile geçip gitmeliydim bu haberden ama beni etkileyen bu büyük adaletsizlikti işte! Bu şehre geldikten sonra burnuma ilk gelen koku acı ve bitikliğin kokusuydu. Bir dinin hiçe sayılarak vahşice aşağılanmaya çalışıldığı, insanların sanki idam cezalısı gibi hor görüldüğü, bomba ve silah seslerinin bedeninize işlediği bir topraktı burası. Yıkık dökük duvarlar sizi karşılayan komşularınızdı burada. ''Merhaba'' faslı bittikten sonra içeri buyur etti beni bu duvarlar. İkram ettikleri ilk şey ölü beden ve mermi şarapnelleriydi. Afiyetle sindirdikten sonra gözlerim kameraman ve bu yaşananları oyun zanneden muhabirlerle kesişti. Sanki bir gösteri izliyormuşçasına beni davet ettiler olanları seyretmeye. Az çok konuştuğum İngilizcem beni de kendilerinden saymalarına yetti bu vahşi ordunun ve izleyenlerin. Fakat ölenlerin birer beden değil birer insanlık olduğunu fark et-
Sayfa 38
YAZIN
gezi yazısı
meleri için saatlerce dil dökmem sadece öfkemi ve yorgunluğumu arttırıyordu. Bu kadar konuşmama değen tek şey haberde gördüğüm ailenin yerini öğrenmiş olmamın bana yaşattığı sevinçti. Aldığım en güzel haberdi bu. Gözlerimin kan kırmızılığı amacımın ne olduğunu bana çok iyi hatırlatıyordu. Yarım saatlik yürümenin ardından yemek sırasında tabağını açmış, yüzü gözü toz içinde, bir lokma ekmek için bekleyen cesur yürekli babayı o içli bakışlarından tanıdım. Yanına gittim sanki burada yokmuş gibiydi. Başına gidince iki üç dakika bakmadı yukarıya, ardından başını yerden kaldırdı ve yüzüme baktı. Tam ağlamaya başlayacakken sırayı ben aldım ve omzuna başımı yaslayıp, tasını da elime aldıktan sonra hüngür hüngür ağladım. Sanki ben de onun bir çocuğuymuşum gibi kucakladı beni. O an ne para ne de başka hiçbir gücün sağlayamayacağı mutluluğu bir an olsun yaşadım. Beraber konuşabildiğimiz tek dil insanlıktı, sağ olsun baya iyi bildiği için öğretmesi çok zaman almadı. Tasına koydurduğu çorbayı bir eline diğer eline de mutluluk tohumları alarak çocuklarını doyurdu. Hani herkesin dilinde bir cümle:'' dünyadan haberdar olmak için bir tuşa basın.'' Ne kadar yanlış bir kanı olduğunu buraya gelince anladım. Dünyadan haberdar olmak için tuşa basmak değil adım atmak gerekiyormuş, bunu öğrendim. İki hafta süreyle burada kaldım. İnsanlara hiçbir şey söylemeden sarıldım. Çünkü elimden gelen en büyük yardım onlara sarılmak, bir an olsun umut vermekti ve ben kendime pay ettiğim görevimi yerine getirmiş oldum. Gitme vaktinin geldiğini düşündüğümde o babayı ve çocuklarını son bir kez görmeye gittim. Yanlarına varıp elimi uzaklara doğru gösterip onların da benle gelmesini isteyince, baba yavaşça başını yere eğdi. Ardından kafasını bir an için kaldırdı. Yüzündeki anlamlı ifade bana hâlâ içlerinde ''Bir gün güneş doğacak'' umudunun olduğunu gösterdi. Son bir kez üçüne birden sarıldım. Bu sefer ağlayan ben değil baba olmuştu. Hayat yükü o kadar ağırdı ki sesimi bile çıkaramadım yanında. Daha fazla üstelemeden yoluma koyuldum çünkü bekledikçe ayrılmak daha zor oluyordu. Sonunda döndüm yalnızlığıma. Eskiden olsa hiç zaman kaybetmeden kağıda dökerdim yaşananları ya da birkaç fotoğraf çeker, güzel bir efektle yayımlardım bunları. Fakat yaşananların fotoğraflanamayacak veya üstünden prim yapılamayacak kadar değerli olduğunun artık farkındaydım. Bu yüzden ilk durağım deniz kenarı oldu. Çünkü beni anlayacak tek şey deniz havasıydı. Sürekli bir telaş içinde olan insanların sürdükleri arabaların fren sesleri, korna sesleri, sanki sırtına bıçak saplanmış gibi bağıran dolmuş şoförlerinin vahşi bağırışları kalbimi tırmalıyordu. Beni yoran insanların bu umursamaz tarafları, hiçbir şeyin farkında olmamalarıydı. İşte bu yüzden dostum bana yalan söylemeyen çimenlerdi. Beni her gün arayıp bulan güneşti, kontrolümü kaybettiğimde aklımı başıma getiren yağmur damlalarıydı, bana şarkı söyleyen hırçın dalgalardı. İşte bu yüzden geldim deniz kenarına, dostlarımla buluşmaya. Çünkü deniz hazırdı şarkı mırıldanmaya, çimenler moralleri yerindeyse güzel kokardı, güneş boş geçmezdi tebessüm etmeyi bana. Ama dostum yağmurun işi çıkmış bugün herkese selamı var. Benden etkilenmiş, anlattıklarımdan. O yüzden bugün oralara uğrayacakmış. Bu alçak insanlık suçunu temizlemeye. İşi biraz uzun sürebilirmiş fakat en geç haftaya burada olur. Beni ve İstanbul'u bırakmaz. Çünkü İstanbul'un da kiri hiç bitmiyor. Mertcan Baş 10A YIL:17 SAYI:17
Sayfa 39
İç Yazı Başlığı
Eleni'nin Elleri Bir gün Eleni'nin elleri geliyor Her şey değişiyor. İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor Bir çocuk ilk gülüyor Bir ağaç çiçek açıyor. Eleni'den önce Daha ben çocuktum daha tütüne daha kahveye alışmamıştım Sabahları, akşamları bilmiyordum daha Bir gün bakıyorum akşam ellerimde gözlerimde Bir gün sabah her yanım. Eleni geliyor Dünyaya bakıyorum Dünya sanıldığı kadar küçük değil o gün anlıyorum Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada O gün bütün şiirleri yakmalı yeniden yazmalı diyorum Brise Marine'i yeniden Yeniden Annabel Lee'yi. Eleni ile anlıyoruz Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz. Bir gün Eleni'nin elleri geliyor Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor. İlhan Berk (Saint-Antoine’in Güvercinleri’nden)
Sayfa 40
YAZIN
Şiirden Öyküye:
kulüpten...
Eleni’ye Dair...
“Eleni kim?”, “İstanbul’un hangi yüzü yakışır ona?”, “Neden yeniden yazılmalı tüm şiirler?”, “Gökyüzü ve deniz ya?” Yeni bir anlatı… Yeni bir yaratım… İlhan Berk’in anısına… Onun kahramanıyla…
Renklerin Ağıtı Ciğerleri durması için yalvarıyordu. Tüm kasları çığlık çığlığa bağırsa da daha sonra ona teşekkür edeceklerdi. Daha önce çok kez bunu yapmanın verdiği güvenle meydanı arkasında bırakarak sağa döndü. Yaşlı kadına çarpmamak için bir adım sağa, küçük kız dondurmasını düşürmesin, bir adım geri, müzik dinleyen çocuk dalgın sol kolundan teğet geç. Maviliğini yitirmiş kendi denizlerinde yüzen insan kalabalığını kendi kulaçlarına terk ederek meydandan aşağı indi. İnsanlık bugün de paltosunun içine karın sessizliğini giymişti. Vücutlarını ikinci bir deri gibi saran paltoları gözlerinden ayak tabanlarına dek engeldi. Eleni’nin ise ruhunun üzerine giydirilen her kılıf onu boğarcasına sıkıyordu. O, boğazlı kazak giyemeyenlerdendi. Onlarca paltonun arasından meydanın sonuna geldiğinde bacaklarına yavaşlamaları için komut verdi. Buraya kadar geldiğinde onu takip edemiyorlardı. Daha sakin adımlarla eskiden dillere destan güzelliği, şimdi griydi, kıyısına yürüdü. Artık burası eskiden olduğu kadar insanların ilgisini çekmiyordu. Yine de etrafı kolaçan edip her zamanki kayalığına oturdu. Şimdi sıra en sevdiği kısımdaydı: Ellerini özgürce açıp griliğin içine daldırdı. Her bir damlasını ellerinden geçen renklere zevkle boyadı. Hiçbir kural, engel, sınır yoktu. Gri suya siyahın asaletini, kırmızının asiliğini, mavinin özgürlüğünü ve daha nicesini karıştırdı. Eleni’den önce insanlık büyük bir kavgaya tutuşmuş; yeşille kırmızıyı kıyaslamış. Bir kısmı o daha iyi, bir kısmı bu daha iyi diye çekişirken ortaya dâhiyane bir fikir çıkmış ve karıştırmışlar. Kırmızıyla yeşili bulamaç haline getirmişler. İkisini karıştırıp mükemmelliği yakalamak isterlerken çamura batmışlar. Eleni işini bitirdiğinde her seferinde olduğu gibi eserinden hoşnuttu. Artık kırmızı olan kapüşonunu kafasına geçirdi ve İstanbul’un en sevdiği yüzünü izlemeye başladı. İnsanlar; sarıydı, kırmızıydı, yeşildi, maviydi, lilaydı. Ruhsuz birer makine olmaktan kurtulmuşlardı. Hüzün, sevgi, coşku… Hepsi hissedilmekte özgürdü. Onun da dediği gibi, bugün tüm şiirler yeniden yazılmalıydı. İki saatliğine de olsa gökyüzüne doymaya çalışıyordu. Gerçi bu, artık aynı atmosferi solumadığınız anneannenizi rüyanızda görmeye benziyordu. Eleni’den önce yöneticiler halkının görmesini engellemek için bardaktan boşalırcasına yağmur yağdırırlarmış ve daha sonra şemsiye bulunmuş. O da kendini her gün, en baştan güzelim İstanbul’un yağmurun silip süpürdüğü renklerini geri koymaya adamış. O daha gökyüzüne ve insanların paltosuz haline alışamamışken gürültüyle geldiklerini gördü. Onun sessiz sedasız, parıltıyla yaptığı her şeyi yıkıyorlardı. Önce, sprey boyayla ilmek ilmek işlediği her şeyi kocaman fırçalarla tutsaklığa boyadılar. Akvaryumun camı ‘tertemizdi’ artık. Kısa sürede tüm İstanbul eski, soğuk günlerine dönmüşü. Renklerin şarkısı ağıta dönüştü. İstanbul’un çığlıkları acılı iç çekişlere kaldı. İnsanlar soğuktan saklanmak için paltolarına geri sarınmışlardı. Yarın sabah İstanbul karlı bir sabaha uyanacaktı. Yarın sabah Eleni ellerini yeniden gökyüzüne uzatacaktı. İstedikleri kadar üzerini boyayabilirlerdi. Sabaha doğru gecenin sessizliğini bir ıslık böldü. Sesinde yaşları, kalbinde İstanbul’un kırıkları ve gözlerinde renklerin ağıtı vardı. O zamanlar hayat, hasta olacağını bile bile rüzgâra yüzünü dönmek demekti. Büge Sunar 11C
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 41
İç Yazı Başlığı
Eleni’ye Dair... Eleni Elimde kalem ve defter ilhamı kovalıyorum. Hayalden hayale atlayarak buraya geldim en son. Şimdi bir bankta oturuyorum, etraf sessiz sanki dünya bana kalmış. Serin meltem sarmalıyor beni, bülbüller eşlik ediyor yalnızlığıma. Boş sayfaların ağırlığını unutuyorum önümdeki ağaçlara bakarken. Ben kendi dünyamda kaybolmuşken eller beni çekti. Ben uzaktaydım aslında kimse görmedi beni. Ama yakındaydım gördüm her şeyi. Birbirini tutan eller geldi. Bir gün Eleni’nin elleri geliyor. Genç bir kadın geldi, küçük bir çocuğun elini tutuyordu. İkisi de gülüyordu, birbirlerini bırakmadan yanımdaki banka oturdular. Normalde dalgın biriyimdir, pek önemsemem insanları. Fakat bir tuhaflık vardı ikisinde. Nedense içimdeki anlatıcı konuşmaya başladı. Her ne kadar bilsem de doğru olmadığını sanki anlattığı her şey gerçekti. Her hikâye öyle değil midir zaten? Anlatıcı bu iki kayıp ruhun birbirleri için ne kadar önemli olduklarını fısıldadı bana. Tanıklık ettiğim buluşmadan sonra hayatlarında yeni sayfalar açılacağını… Her şey değişiyor. ‘’Biraz daha anlatsana Eleni ne olursun!’’ dedi çocuk kadına bakarak. Eleni, ne kadar da çok yakışmış kadına. Gizemli Eleni, çocukların mutluluk perisi. Eleni düşünüyor biraz gökyüzüne bakarak, gözlerini kapatıyor: ‘’Sana İstanbul’u anlatmış mıydım?’’, çocuğun cevabını beklemiyor, gözleri kapalı gülüyor: ‘’Kurşun kubbeler şehri… Gece görmek lazım aslında. Milyonlarca ateş böceği parlar. Tam bir ışık şöleni, her ışık bir evden, aradaki hayatlardan gelir. İstanbul hayatımda gördüğüm en canlı şehir.’’ Eleni gözlerini açtı, Boğaz belirdi ufukta, ötesinde ateşböcekleriyle. ‘’O kadar mı kalabalık?’’ dedi çocuk şaşkın bir ifadeyle. ‘’O kadar ya. Hepsi de gök altında sarmaş dolaş yürüyorlar.’’ Gülümsedi küçük çocuk, İstanbul sokaklarını arşınlamışçasına, her insanla oturup sohbet etmişçesine gülümsedi. İlk İstanbul şiirden çıkıp yerini alıyor. Bir çocuk ilk gülüyor. Eleni’den önce Çocuk doymuyor hikâyeye, Eleni’nin her kelimesi büyülü adeta ama her mutluluğun sonu vardır, her sabahın akşamı: ‘’Geç oldu şimdi. Hadi eve git.’’ Dedi Eleni son nefeslerini alan güneşe bakarak. Çocuk itiraz edemeden: ‘’Yarın sabah yeniden buluşacağız söz. Hem kahve ısmarlarım sana ne dersin?’’ Çocuk istemeye istemeye kabul etti.
Sayfa 42
Onlar ayrılırken ben de kalktım. Elimde boş sayfalar, aklımda Eleni… Sabahları, akşamları bilmiyordum daha. Eleni geliyor. Fark etmediler beni, elimde yine boş defterim. Neden oradayım ben de bilmiyorum. Eleni’nin büyüsü mü, çocuğun heyecanı mı beni çeken? Eleni anlatıyor, belki binlerce yer, belki binlerce hikâye. Dünyaya bakıyorum, çocuk kayboluyor kelimelerde: ‘’Ne kadar da büyükmüş dünya!’’ diyor kendi kendine. Dünya sanıldığı kadar küçük değilmiş o gün anlıyorum Eleni’nin gülümsemesine bakıyor: ‘’Ne kadar mutluymuş!’’. Sanıldığı kadar üzgün değiliz dünyada ‘’Okuduğum kitaplarda böyle değil.’’ diyor çocuk: ‘’Şiirlerde şairler hep üzgün, şikâyet ediyorlar.’’ Eleni omuz silkti: ‘’Ben şair değilim. Şairler yanılıyor o zaman.’’ Çocuk bir hevesle: ‘’Ben öyle olmayacağım!’’ dedi. O gün bütün şiirleri yakmalı, yeniden yazmalı diyorum. Nerede tanıştıklarını bilmiyorum, bilemeyeceğim de. Eleni kim diye sorarsanız size binlerce hikâye anlatırım ama hiçbiri gerçek olmaz. Onlara bakıyorum da, bir tuhaflık var onlarda. El eleler hala, bazen susuyor Eleni ama yine de bir şeyler anlatıyor sanki. Çocuğa benim duyamayacağım bir sır veriyor. Çocuk öğreniyor, büyüyor. Anlıyorum asla bilemeyeceğim onları. Meraklı olan ben saygı gösteriyorum buna. Kurcalamıyorum, onların sırlarını bülbüller duyuyor ancak. Eleni ile anlıyoruz. Bu gökyüzü niçin kalkıp gelmiş. Deniz niçin başını alıp gitmiş onunla anlıyoruz. Kapının açılmasıyla gözlerimi ayırdım kitaptan. Kahvemin son yudumunu aldım. Bir gülümseme yayıldı yüzüme eski bir dostu, arkadaşı görmüş gibi. Her zaman yanımda taşıdığım kalemi aldım elime. Kadın oturacak bir yer ararken ben kalkıyorum: ‘’Buyurun ben zaten kalkıyordum.’’ Kadın gülümsüyor, teşekkür ediyor. O bir şey diyemeden be kapıya varıyorum. Kadın kitap elinde kalakalıyor. Yavaşça yerine oturuyor. Peçeteye karalanmış yazıya bakıyor şaşkınlıkla. Eleni’ye yazının altındaki sayfa numarasını açıyor merakla. Bir gün Eleni’nin elleri geliyor. Kafeden çıkarken kafamda hayaller, elimde kalemimle gülümsüyorum. Serin bir esinti sarmalıyor beni. Çocuğun kahkahası hala kulaklarımda sanki. Bu sefer martıların çığlıkları eşlik ediyor bana. Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor. Sena Ecem Altun 11 A
YAZIN
kulüpten...
Kutudan Çıkan Sözcükler...
orkestra, Van Gogh’un yardımcıları, giyotine giden yol, Marx’ın Mercedes ile gezmesi, Zeus’un güneş dolu odada ağlaması, şeytanın izin günü, Batman’in maskesini çıkarması
Kemancının Maskesi Keman sesinin ağır bastığı bir orkestra… Adeta keman sesi kulaklarında yankılanıyor, yankılanıyor ardından tüm vücuduna yayılıyor. Kemanı çalan kadın ruhunu kemana kaptırmıştı sanki… Sürekli dik durmaya çalışıyordu ama kemana ruhunu vermemesi elinde değildi. İster istemez keman ile dans ediyordu. Arkada hayattan zevk almayan sarı saçlı acemi bir kız vardı. Kızın o orkestra da çalmasının tek nedeni annesiydi. Annesi mekânın sahibiydi. Kısa saçlı kadın şarkıcı kemana eşlik ediyordu. Ama hiçbiri kemanın sesinin üstüne çıkamıyordu. Keman her zaman üsteydi. Sanki Van Gogh’un yardımcıları gibiydiler. Keman çalan kadın bedenini, ruhunu kemana adamıştı. Hayatında herkesi maske takan birer yabancı gibi görüyordu. Maskelerin altında çok şey yattığını biliyordu. Kendisinin de maskesinin olduğunu biliyordu. Bu maskeden onu ancak kemanı ya da Azrail çıkartabilirdi. O gün üstünde kötü bir his vardı. Kemandan adeta mutsuz sesler çıkıyordu. Keman sanki işkence görüyordu, giyotine giden yolda ağlayan bir suçlu gibiydi. Kemancı kadın çok şaşkındı. Keman ona iyi davranmıyordu. Eski halinin tam zıttıydı. Mümkün olmayacak gibi… Sanki Marx’ın Mercedes ile gezmeye gitmesi kadar ürperticiydi. Anlayamıyordu, anlayamıyordu… O kemanı bugün bu kadar üzen ne olabilirdi? Oysa her zaman ruh ile beden gibiydiler. Keman kadının içinde büyülenirken, kadın keman ile dans ederdi. Kemancı kadın kemanını okşamaya başladı, onu sevmeye, neden böyle davrandığını anlamaya çalıştı. Keman ağlıyordu, hissedebiliyordu. Kadın akşamki solo gösteresi için prova yapmaya çalışıyordu. Keman ise çok çaresizdi. O kadar çaresiz ki Zeus’un güneş dolu odada kapanıp ağlaması gibiydi. Zaman yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kimine göre başlangıç kimine göre son olacak şey yaklaşıyordu. Solo gösteri başlamak üzereydi. Kadın kemana yalvarıyordu. Kendisini bu dünyadaki tek dostunun, tek yıldızının o olduğunu kemanına anlatıyordu. Kadın ağlıyordu, keman ağlıyordu… Sahneye çıkmıştı. Kemanı omzuna koymuştu. Derin bir nefes almıştı. Gözlerini kapatmıştı. Gözlerini kapadığında gözünün önünde bir manzara canlanmıştı. Mezarlıkta bir ağacın üzerinde oturuyordu. Altında binlerce özgür ruh. Tam üzerinde ise binlerce özgür bulut vardı. Kemancı kadın gözlerini geri açmaya çalıştı. Ama gözleri açılmadı. Keman ağlamaya, çığlık atmaya devam ediyordu. Bugün kemanın neden isyan ettiğini kemancı artık anlamıştır. Kemancının da maskesini çıkarma vaki gelmiştir. Elindeki kemanı yavaşça yere bıkarır, ona usulca dokunur ve “Bugün neden ağladığını anladım. Batman nasıl bir gün maskesini çıkartacaksa benim de maskemi çıkartma günüm bugünmüş.”der ve yavaşça yere düşer. Kadının ruhu cennete yükselir. Şeytan o gün izin günündeymiş gibi. Yavaşça o çok istediği maskesiz özgür ruhlara kavuşur. Aleyna Su Aktaş 10B
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 43
İç Yazı Başlığı
Kutudan Çıkan Sözcükler... Siyah ve Beyaz Onu gördüğü anda acelesi aklından uçup gitmiş, adımları kontrolü dışında yavaşlamıştı. Yüzündeki parıltılar gençliğin verdiği güzellik miydi, yoksa yüzünü yıkayan hüzün müydü? Karar veremiyordu, onu durduran da bu olmuştu zaten. İnsanların yürürken birbirine korku ve nefret harici bakmadığı, kalbi güvensizlikle atan bu güzelim şehirde genç kızı kimse görmüyordu. Ondan başka… Şehrin kulaklarında kalabalığın uğultusu çınlıyor, artık çakmağın alev alması gibi yanmak istiyordu. Sıcak nefesi olduğu gibi insanların üzerindeydi. Durmaksızın öksürüyor ancak hastalığı ciğerlerinde takılıp kalıyordu. Bunaltıcı havaya rağmen kapüşonu dünyanın kötülüğünü saklamak ister gibi saçlarının üzerindeydi. Elleri ceplerinde, hiç duymadığı bir şarkıyı dinliyor, gözlerini ayaklarından katiyen çekmeden inci tanelerini birer birer serbest bırakıyordu. ‘‘Adı yanlış konulmuş bu şehrin.’’ diye düşündü kadın. ‘‘Umursamazlar” olmalıymış. Şimdiye dek hayatını mıknatıs misali yaşamıştı. Hayır, birine falan çekildiği yoktu. Karşı kutup yaşamıysa eğer, onu hep öbür tarafa itmekle meşguldü. Bir şeyleri yapmadan önce düşünmek için kendine çok zaman vermemesini öğretmişti eskiyen yıllar. Eğer beklerse perona bile ulaşamadan trenin gidişini izlerdi yalnızca.
uzay savaşı, dünyanın görünmeyen yüzü, siyahın özgürlük beyazın adalet sembolü olması, her an kırılabilecekmiş gibi duran deney tüpleri, bir sürü köpek, son değerli eşya olan altın bilezik
Genç kızın önüne geçti, alev alev yeryüzüne ilk yağmur damlası indi. Sanki ona sarılıp kulağına kelimeleri fısıldayan o değildi, o yalnızca onları dışarıdan izleyen bir başkasıydı. Kadının çabasına alayla gülümseyen gökyüzü, genç kızın gözyaşlarını sildikçe onun yerine ağlayan birer yağmur damlası bıraktı aşağı. Genç kızın hıçkırıklarına karışan mırıldanmalarını duysa da verebilecek hiçbir yanıtı yoktu. Yaraya basılan tentürdiyot etkisindeki sözlerine devam etti: ‘’O zamanlar halk kendisini o gün için hazırlıyormuş. Gelmiş geçmiş tüm evrenin hâkimi iki güç kozlarını paylaşacakmış: iyilik ve kötülük. Zaman içinde insanlar onlara farklı adlar vermişler: merhamet ve zalimlik, güzellik ve çirkinlik, ateş ve su, siyah ve beyaz… Her yerde pankartları, destekçilerin gizli mitingleri, reklamlar… Tüm dünya bu uzay savaşıyla çalkalanıyormuş. Öyle ki, tüm insanlar kendinden bir şeyler vermeye başlamış. Bu savaş karşılıksız değilmiş. Eğer olmasını istiyorsanız duygularınızdan bir parça, gözyaşlarınızı feda etmek zorundaymışsınız. Fedakâr halk, her şeyini ortaya koymaya hazırmış. Bir yandan da bahisler dönüyormuş. İyilikçiler ve kötülükçüler arasında ölümüne rekabet varmış. Bir süre sonra yeni doğan bebekler ağlayamaz olmuş, ağladıkları duyulursa yetkililer tarafından anında susturuluyorlarmış. Küçük çocuklar gülemez olmuş, kahkahaları duyulursa anne babaları tarafından cezalandırılı-
Sayfa 44
YAZIN
Sözcüklerimiz
yorlarmış. En kolayıysa yetişkinler için olmuş. Sabah kalkıyor, çalışıyor, akşam yine aynı saatte uyuyorlarmış, her zaman yaptıkları gibi. Öyle ki robotlarınki gibi hareketleri keskinleşmeye başlamış. Şarkının hep aynı yerini dışlarından söyleyen sesleri neden orayı söylediklerini unutuvermiş. Gözyaşları yetmeyince şehrin sularını çalmış fanatikler. Yaşadıkları yerde ne bir damla gözyaşı ne de bir damla su kalmış. En büyük aşkların yazıldığı en kurak çölden bile daha susuz kalmış bu şehir. İşte bu yüzden kimsenin daha önce görmediği bir yerde olacakmış arena. Dünyanın hiç göstermediği bir yüzünde. Ruhun varlığı, duygunun, duymanın ne demek olduğunu unutan şehir için düello günü çatıp gelmiş. İyilik ve kötülükten çok, destekçileri bu düello için iliklerine kadar hazırmış. Saatin tik takları kanın damarlarda yaptığı basınca karıştığı an iyilik ve kötülük arenaya çıkmış. Kötülük son kez kararlılıkla rakibinin gözlerine bakacakken bir şey olmuş. Önce o da anlamlandıramamış bu hissi. Arkasında, sağında, solunda milyonlarca kişi; sadece bugün için icat edilen aletlerle onu izleyen milyonlarca daha kişi varken o ne yaptığını sanıyormuş? Kimseye fark ettirmeden silkinmiş. Bu sırada iyiliğin de aynı tereddüdü yaşadığından bihabermiş. Birbirlerine karşı ilk adım atıldığında haddinden fazla yaklaşmışlar. Bu durum ikinci ve üçüncü adımda da tekrarlanmış. Yaklaştıkça daha çok birbirlerinin çekimine kapılmışlar. Duygular ateş etmek üzere çekildiğinde siyah beyaza âşık olmuş. Birbirine temas etmek için yanıp tutuşan ruhları silahlarını düşürmüş. O an akrep yelkovanı kovalamayı bırakmış, Dünya dönmekten vazgeçmiş. İyilik, karşısındaki simsiyah gözlere dalmış ancak kulaç atmaktan yoksunmuş. Bir an sonra siyah beyaza, iyilik kötülüğe karışmış. Yanmak için tutuşan ruhları boğulmak isteyen şehrin kuraklığında kül olmuş, birbirinin gözyaşlarına karışıp Dünya’ya damlamışlar. Günümüz haritasında okyanuslara karşılık gelen su bendinin siyah özgürlüğün, beyazı ise adaletin sembolü haline gelmiş.’’ Kadının sözleri rüzgârın sıcak esintisine karıştığında kollarındaki genç kızın hıçkırıklarının kesildiğini fark etti. Sol tarafındaki buz kütlesi soğuk, her an kırılabilecekmiş gibi duran deney tüpleri gerginliğinden sıyrılmış; çocukken ağabeyiyle bir sürü köpeğin arasında oyun oynarkenki neşesine kavuşmuştu. Banktan kupkuru boğazıyla kalktı. Nefesinin tükenmesi çok konuşmasından değildi, bunun arkındaydı. Yeteri kadar, kanser hücrelerini görmezden gelmişti. Son kez banktaki umuda gülümsedi. Bu kapıdan geçtikten sonra kolay kolay gülümseyemeyecekti çünkü. Son değerli eşyası olan altın bileziğini satmak üzere kapının çıngırdaması eşliğinde tokmağı çevirdi.
kulüpten...
Kutudan Çıkan Sözcükler...
Sözcüklerin ritmi Kalem izi Kitap kokusu Kirli eller Perdede yaşamak Bir kelime olsaydın? Bir renk olsaydın? ve çağrıştırdıkları…
Şiir Roman için En çok sevilen Kitap yazmak Tiyatro Dürüstlük ve sevgi, dünyayı kurtaracak Yeşil, doğa Necdet Beken
Lirizm Yol Küf Cinayet Tiyatro Sevgi Yeşil, hayat Dilek Özçelengir
Piyanoda yürümek Kumsaldaki ayak izi Beklenmedik bir şey yaşamak Ellerini renklere daldırmak Başkasının gözünden bakmak Ay, göremediğimiz yüzü olmasına rağmen herkes başka görüyor Açık mavi, imkânlının içindeki imkânsızlık Büge İrem Sunar 11C
Büge İrem Sunar 11C
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 45
İç Yazı Başlığı
Kutudan Çıkan Sözcükler... Mucizeye Kaçış Kalp kırıntılarını süpürüp gözyaşlarını silerken kaleminin bütün zorlukların üstesinden gelebilecek güçte olmadığını fark etti. Acısında, tatlısında kısacası her anında sığındığı ince uçlu kalem bu sefer ona yardımcı olamamıştı. Bir hışımla eline aldığı kalemine bütün günahlarını yükleyip tüm gücüyle kırdı. Birkaç saniye boyunca ortadan ikiye böldüğü kalemine baktı. Nefretin sevgiyi öldürüp ağlamaya başladığı günden beri omuzlarında büyüyen yükten yine kurtulamamıştı. Kapının altından sızan duman tüm odayı kaplamıştı. Esen rüzgârın etkisiyle aralanan perdenin ardından görünen itfaiyeciler büyüyen âlemlere müdahale edemiyordu. Gözlerindeki yaşları bir kez daha sildikten sonra ayağa kalkarak dış kapıya doğru yöneldi. Ciğerlerine dolan duman nefes almasını engelliyordu. Tüm gücünü toplayarak hayal meyal görünen demir kapıya koştu. Kapı kolunu tutmasıyla elini koldan çekmesi bir oldu. Yanan elinin acısına rağmen tekrar tutunduğu kapı kolunu yenmesi çok uzun sürmedi. Karşısında itfaiyecileri ve dedikodu ararcasına toplanmış mahalle halkını buldu. Onu durdurmaya çalışan sağlık görevlilerini bir kenara ittikten sonra derin bir nefes sonrasında koşar adımlarla, meraklı bakışlar arasında oradan uzaklaştı. Çok geçmeden elinin acısını bir kez daha hissetti. Avuç içine baktığında derisinin kabardığını ve büyükçe bir yara oluştuğunu gördü. Bir an gözleri kararsa da kendini birkaç adım ötedeki kaldırımın üstüne atmayı başardı. Kaldırıma oturduğunda taşların soğukluğu bir anlığına da olsa onu rahatlatmıştı. Karşı kaldırım boyunca devam eden birkaç dükkân ve apartmanı inceledi. Bir vitrinin ardında parlayan göz alıcı renkteki maske, onu kaldırımdan kaldırıp bu çok eski görünümlü oyuncakçı dükkânın içine çekmeyi başarmıştı. İçeriye adımını attığında binlerce oyuncak ve maske onu karşıladı. Tüm bunlar karşısında öylesine etkilendi ki kalbindeki parçalar birleşti, elindeki yara iyileşti ve gözyaşları akmamaya yemin etti. İçeriye doğru ilerlediğinde tezgâh arkasında çalışan bir maske yapımcısı güleç yüzle onu karşıladı. Yanaklarındaki gamzelerin derinliği, gözlerinin çekikliği, kirpiklerinin uzunluğu ve daha binlerce muhteşem detay kalbini tekrar hissetmesine yetmişti. İşte o an anladı ki sevdiğinin gözlerinin içindeki yer bu oyuncakçı dükkânıydı. Maske yapımcısı Mert Bey’e tebessüm ettiğinde sanki yıllar
Sayfa 46
nefretin sevgiyi öldürüp ağlamaya başladığı gün, itfaiyeciler, eski görünümlü oyuncakçı dükkanı, İstanbul’un ağladığı gün, kule ve içindeki ejderha, yazarların ressam ressamların da yazar olması
sonra ilk defa gülümsüyormuş gibi hissetti. Kısa süreli onu inceleyen Mert Bey elindeki yarayı ve üstündeki yorgunluğu fark ederek onu dinlenmesi için arka bölmeye davet etti. İlaç dolabında bulduğu birkaç işe yarar ilaç ile eline pansuman yaptı. Gözlerini gözlerinden alamadığı bu adam İstanbul’un ağladığı günde onun karşısına çıkmıştı. Onu dinlenmesi için bir sürekliliğine içeride bırakan Mert Bey tezgâha geri döndü, terleyen avuç içlerini sildikten sonra içindeki tuhaf mutlulukla işine devam etti. Gamzelerinde uyumak istediği adam tezgâh bölümüne döndüğünde uzandığı sedirin karısından duran bir kule ve içindeki ejderha dikkatini çekti. Kimsenin dilinden düşmeyen bu efsanevi yaratık, gücün sembolü olabildiği gibi nefretin de odak kaynağıydı. Herkesin korktuğu ama sırf gücü eline geçirebilmek için istediği ejderha bir kuleye hapsedilmişti. Sevdiklerini ateşiyle yakıp yok ettiğinden kendi özgürlüğünü kısıtlayarak insanların mutluluğu için kendisini bu kulede yaşamaya hapsediyordu. Bir oyuncak ejderhanın kendi hayatındaki gerçekleri hatırlatması onun yeni sayfasında bir yol çizmesine yardımcı olmuştu. Ayağa kalktı ve yakarak kurtulduğu o cehennemden çıktığı gibi ejderhayı da kulesinden çıkardı ve tezgâh bölümüne yöneldi. Mert Bey’in yanına geldiğinde arkasında bir şey sakladığını fark etti. Mert Bey heyecandan titreyen bacaklarıyla ona doğru ilerledi. Üçe kadar saydıktan sonra kocaman gülümsemeye sahip ve eşsiz taşlarla bezenmiş maskeyi ona uzattı. Birbirlerinin gözlerinin içinde kendilerini görmek istercesine derin derin bakıştıktan sonra birbirlerine olan ilgilerini dile getirdiler. İşte o an yazarların ressam, ressamların da yazar olabileceği bir dünyaya “merhaba” demiş oldular. Mucizelerin tesadüfleri sevdiği ve beraberinde getirdiği mutlulukların kanıtı olmayı başardılar. Birbirlerinin eksiklerini tamamlamak için geldikleri bu dünyada kalplerini birleştirerek açılan yaraların yüklediği acıların üstesinden gelmeye daha şimdiden başlamışlardı. Aze Talha Koç 10F
YAZIN
kulüpten… Uyum Yazı Yaşanmışlık Oyun Yansıma Kırmızı, seviyorum Ali Konbal
Denizci Hayata o kadar ön yargılıydı ki o yüzden hep şemsiye açık gezenlerdendi. Yalnızdı hem de çok. Belki de ön yargılarının sorumlusu yalnızlığıydı. Alışmıştı artık eskisi kadar yaralamıyordu onu yalnızlığı ya da öyle düşünmek onu iyi hissettiriyordu. Aslında yalnızlığının en büyük yaratıcısını biliyordu ama değil söylemek aklından geçirmek istiyordu. Yıllarını vererek severek yaptığı mesleğine laf söyletmezdi. Derin bir nefes aldı, sakalını okşadı başını gökyüzüne çevirdi. Uzun uzun baktı sonra bir güvercin dikkatini çekti, kanatlarını endişe içinde çırpıyordu. Sanki savaşın ortasında kalmış bir güvercindi. Güvercinin gözlerine baktı göz bebekleri irileşmişti, düşündü, Azrail’i görmüş gibiydi. Bu düşüncesiyle birlikte dudakları yukarı kıvrıldı. Neler düşünüyordu böyle… Gemiye çarpan dalgalarının sesi dikkatini dağıtmayı başarmıştı. Gemiye vuran her beyaz dalga sanki onun sakalına geliyor, sakalını ağartıyordu. Evet, herkesin tanıdığı bir denizciydi o. Uzun seferlere çıkar, vatanını özlemle yanıp kavururdu. Gemisini dünyanın merkezi diye tanımlardı ya da şehrin her yerini gören bir binanın çatısı. Çünkü güvertesine gelince onun kafasındaki tüm düşünceler silinirdi. O sadece dalgaları izlerdi. Ama her güzel şeyin bir kötü tarafı vardı. Ya da bir başka deyişle gülü seven dikenine katlanıyordu. Mesleğinin en acı tarafı bekleyeninin olmamasıydı. Denizin dalgaları sanki bekleyenleri yok ediyordu. Dalgalar sahili temizler gibi, bekleyenlerini alıyordu ondan. Yaşlı adam durdu güneş doğmaya başlamıştı. Sigarasının bitmişti, izmariti denize attı. Yüzünde bir ıslaklık hissetti adam; afalladı, yağmur mu yağmıştı? Şaşkınlık içinde gökyüzüne baktı. Hayır, hava güzeldi. Yaşlı adam gözlerine dokundu bir ıslaklık hissetti. Ağlamış mıydı? Hızlıca gözlerini sildi. Bir anda zil sesini duydu. Güverteden aşağı indi, yemek vakti gelmişti. Bengisu Akdeniz 11B
YIL:17 SAYI:17
Güzel ve Çirkin'deki dans ve müzik Bıçak Yaşlı bir adam Masumiyet Korku Yazar, kendini ifade etmek Koyu mavi, içinde kaybolduğum sonsuzluk Sena Ecem Altun 11A
Parmak izi Ağacın kokusu Emek Askıda yaşamak Firuze, rengini ve şarkısını severim Siyah, hayat siyah ve beyaz Zahide Göktürk
Nota Karakalem Eski sahaf Çocuğa şiddet Dışarıya bakan yaşlı teyze Sevgi, pozitif Mavi, derin sonsuzluk Aze Talha Koç 10F
Sayfa 47
İç Yazı Başlığı
Tahsin Yücel’in “Gene Ağlatmışlar Kara Gözünden” Adlı Öyküsünün İzinden…
Beyaz Gömlek “Neden susuyorsun, söyle neden susuyorsun? “ diyordu. Söyleyeceklerim çoktu, bitmezdi. Hepsini söylemek istiyordum, söyleyemiyordum. Yüzüne bakıyordum, gözlerinin içine bakıyordum yalnız. Tuhaf şey… Yüzünde de gözlerinde de sevgiye, dostluğa benzer bir şeyler vardı. Bir gün olur silinirdi ama şimdi gerçekti. Alıp vereceğimiz bir şey yoktu, bir beklediğimiz, bir çıkarımız yoktu da ondandı. Yoksa böyle bakmazdı her zaman, insandı, bilirdim, nerde, gözlerinde böyle sevgi, böyle dostluk parlamazdı, gözleri gözlerimdeydi, soruyordu: “Neden susuyorsun?” Tahsin Yücel O gözlere baktığımda dalıp gidiyordum. Hayallere, rüyalara… Duru bir göl gibi sakin, dünyanın varlığı gibi esrarengiz, şiddetli bir kış gibi fırtınalıydı. Dünya beni hapsetmişti. Boğuluyordum dünyanın içinde, üstüne basılmış bir böcek misali… O gözler de unuttuğum benliği hatırlıyordum. Dünyada var olmayan bir saflık vardı onda. Bütün düşüncelerim, söyleyeceklerim bir boşlukta yankılanıyordu. Çaresiz çığlıklarım içimde saklanmış duruyordu. Anlamazdım insanlığı, o yüzden susuyorum aslında. Yine tekrar etti: ”Neden susuyorsun söylesene!” diye. Anlatacaktım, o boşluktan çıkmam gerekiyordu sadece. Gözlerine bakınca hep aynı şey geliyordu aklıma, çaresiz küçük bir çocuk… Bakışlarımı sanki anlıyordu. O çocuğu sanki sadece gözlerimden görebiliyordu. Susmaya devam ediyordum, bakıyordum. Sonsuz dünyada kendi kâbusumun içinde direniyordum. Biliyordu direndiğimi, biliyordu susmam gerektiğini. O yüzden o da susuyordu… İçim de kendi hikâyemi anlatmaya başlamıştım, o da gözlerimi izliyordu. Her pazar beyaz gömlek giydirirdi annem, her pazar babam gibi olurdum. Onun güzelliği için de büyüleniyordum. Bazen solmuş bir gül gibi olurdu. Yardıma ihtiyacı var gibi hissederdim ve beyaz gömleği alır giyerdim. Sanki beyaz gömleği giydiğimde annemi kurtaracak gibi hissederdim. Bazen de yeni tomurcuklanan bir gül gibi mutlu olurdu. İşte o zaman kahkahalarını duyardım duvarlarda. Ama sanki o kahkahaları sadece duvarlar duyuyordu. Kahkahaları ardıma düşüyordu. Ağlamak geliyordu içimden, ağlayamıyordum, gözyaşları gözümde donuyordu, dökülmüyordu. Yel yerdeki karları havalandırıyor, döndürüyor, kahkahalarla karıştırıp yüzüme çarpıyor. Olduğum yerde duruyordum. O susuyordu ben susuyordum. Kahkaha atıyordu, ağlıyordu, kendi içinde medcezir yaşıyordu. Duvarların solgunluğu sanki o kahkahaları duymak istemiyormuş gibi gözüküyordu. Ben büyüdükçe, annem de ruhum da küçülüyordu. Sıkılı-
Sayfa 48
YAZIN
yordum artık beyaz gömlek giymekten… Ters giden bir şey vardı farkındaydım. Ona baktığımda anlam çıkarmak isterdim o okyanus gözlerinden… Beni alıp boğmasını isterdim bazen. Ama ona baktığımda hissedebiliyordum bu okyanusun bir sonu olduğunu. Ne arkadaşı vardı ne akrabası. Dışarıdaki insanlar bırak bu kadını, hasta derdi; ama ben biliyordum… Nasıl ben şimdi susuyorsam o da o zaman o yüzden susuyordu… Bir gün yanıma geldi sordu: “Neden yanımdasın?” dedi. Sustum. Biliyordu neden olduğunu. Onun bu okyanusunda benim de boğulmam gerekiyordu. Gün geçtikçe işler garipleşiyordu. Kontrol edilmez bir hâl almıştı. Ruh sağlığına bir şey yapamıyordum, hatta benimki de karmaşık bir hâl alıyordu. Hiçbir şey yapamadığım zaman oturup sadece ona bakıyordum. Hissedebiliyordum… Saçlarına her gün bukleler yapan, her gün farklı elbiseler giyen güzel, bir o kadar hayatta sıkışıp kalmış bir kadın. Hissetmemek mümkün değildi. Yine bir pazar günüydü. Hâlâ içindeki ruhu çözemediğim annemin, o güzel gözlerin sırrını çözemediğim annemin, yanına gittim. Sordum: ”Sen neden susuyorsun ?” Birkaç dakika geçti cevap gelmedi. Tam kalkıp gidiyorken… “Ben bir sonsuzun içinde kayboluyorum. Kaybolurken yanımda birini alıp götürmek istemiyorum. Ben öldüm diye seni de öldürmek istemiyorum.”dedi. Anlayamadım ne dediğini, bana ne anlatmak istediğini? Nasıl yaşarken öldüm diyebilir ki! Şimdi bakıyorum da o öldüm dediğinde beni de hapsetmiş gözlerinin içine. Sordu tekrar karşımdaki: ”Neden susuyorsun söylesene!” diye. Bu sefer cevap verecektim. Kafamı kaldırdım. Resimdeki kadına baktım ve cevap verdim: ”Gözlerinin içinde boğulmayı sevdiğim için anne…” dedim. Resimdeki annemin gözlerine yine dalıp çocukluğuma gittim. Yerde kendini öldürmüş, bir anne… Okyanusun sonuna gelmişti annem. Bu sefer beyaz gömlek onu kurtaramamıştı. Konuşacak durumda değildim. Apak, yepyeni gömleğimi anam ısıtmış da giydirmişti sırtıma. Ama ben içinde donuyordum, soluğum kesiliyordu. Kurşun gibi çöküyordu omuzlarıma, gövdemi yakıyor, donduruyordu. O dediğim yüz yaklaştıkça mengeneler gibi sıkıyordu, elimi de dilimi de bağlıyordu. Çıkarıp atmak istiyordum, yırtmak istiyordum, aylarca yıllarca, uğraşmıştım, yırtamamıştım. Bütün soğukluğuyla sarılıyordu, bütün ağırlığıyla çöküyordu. Ölmeden kefen giymeye can dayanmıyordu, eziliyordum. Ölüler kefenin ağırlığını bir duysalardı, bir duysalardı! Ölüler o zaman ölürlerdi. Susuyordum…
kulüpten...
Tempolu dışa vuruş İlk gençliğimin gölgesi Geçmişimden geleceğime çırpılan kanat Olmasın Reddine inandığım Gamze, sevgilinin yan bakışı Lacivertimsi mavi, denize aşığım Gamze Coşkun
Müzik Silgi Kütüphane Madenci Tiyatro Papatya, en sevdiğim Mor, dikkât çekici Bengisu Akdeniz 10B
Dans Hasat yarası Huzur Çalışmak Tutsaklık Gülücük, gülmek insanı mutlu eder Mor, çekici Aleyna Aktaş 10B
Bale tap dans karışımı bir dans Yara izi Cennet Çamurda kirlenirsin ve mutlusun Kendini saklamak Destan, derin anlamlı yolculuk Mavinin her tonu, okyanus dalgasında ışık Lara Yener 11A
Aleyna Su Aktaş 10B
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 49
Tahsin Yücel’in “Gene Ağlatmışlar Kara Gözünden” Adlı Öyküsünün İzinden…
Sevgilim, Bu kalemi elime almak ne kadar zor oldu bilemezsin. Cılız ışık altında titreyen vücudum ve yaşlı gözlerimle oturdum masa başına. İnsanlık uyumuş, geceye baykuşlar ve avcılar hâkim. Kâbustan ter içinde uyandım, bana en çok acı veren anıları tekrar tekrar yaşadım, sonsuz bir azapta dönüp duruyorum ama o kâbus bu kalemle kıyaslanamaz bile. İnsanlar bazen inanmıyor yazar olduğuma, kimse bilmiyor adımı. İstemiyorum da zaten. İnsanlar kolay bir şey sanıyorlar yazmayı, bilmiyorlar kalemin ne kadar acıttığını. Kalem benim bıçağım, ruhumu kesiyorum şimdi. Mürekkep damlıyor kâğıda, kandan daha kalın, daha siyah… Çaresizim. Beni en çok yaralayan kalem tek dostum şimdi, çaresizim işte. Geceleri her zaman yaptığımı yapıyorum ben de, sana sığınıyorum. Senin gözlerinin aydınlatmasını bekliyorum kâbusumu. Mektup yazmayı sevmem normalde bilirsin. Kısıtlı gelir, özellikle sanaysa. Ama buradayım işte! Çaresizim. Ne yazdığımı okumaya cesaret edemiyorum. Bavulum tonlarca kâğıt dolu. Hatırlıyor musun o eski oteli? Tek şahidimiz yıldızlar ve kalemim, ben utançtan yüzümü senin omzuna gömmüşüm, senin bir elin saçlarımda, diğer elin kâğıtları tutuyor. Fısıldıyorsun kelimelerimi, gece susmuş seni dinliyor adeta. Her karakterime ayrı bir sesin var, karakterlerimi başka bir sesle hayal edemiyorum artık. Arada durup şu sözü çok beğendiğini söylüyorsun; ben gülümsüyorum, yazar gibi hissediyorum. Hepsinin sonunda yorum yapıyorsun, aklından geçenleri paylaşıyorsun benimle, bütün gece tartışıyoruz şimdi kapağını açamadığım bavulda hapsolmuş hikâyeler hakkında. Hiç dedim mi sana bilmiyorum, o eski otel odasını özlüyorum. Yıldızları, sıcağı özlüyorum. Seni özlüyorum. Fazla kanattım ruhumu, yara kapanmıyor. Böyle gecelerde senin hayalin duruyor bıçakla aramda. Gözlerindeki huzur sayesinde bastırıyorum çığlığımı, hâlâ kalemi tutuyorsam senin gülüşün sayesinde. Ben seni her zaman sevgiyle hatırlayacağım. Sen bana dünyadaki tüm renkleri verdin. Mürekkebin siyahını ve kanın kırmızısını da verdin ama. Kızmam lazım sana. Ağlayıp çığlıklar atmam, lanetler okumam lazım. Ağlayamıyorum ama işte, konuşamıyorum, susuyorum. Soruyor birkaç kişi bana ‘’Neden susuyorsun?’’ diye. Cevap veremiyorum kalem benim tek tercümanım şimdi, sense tek dinleyenim. Ayrılmam lazım aslında senden, bir lanet okuyup ayrılmam… Yapamıyorum, renklerinden kopamıyorum, bu yüzden bağlıyımdır belki siyah ve kırmızıya. Kâbusumu bilmek ister misin? Bu da senin hediyen sevgilim, uykusuz gecelerin yanında. Ben burada kendimi öldürürken uyuyor insanlar. Ne güzel şey olmalı gözlerini kapatıp hiçbir şey görmemek, düşünmemek, hissetmemek! Uyku en son ne zaman uğradı bana? En son uyuduğumda senin elini tutuyordum. Senin son nefesindi uykunun vedası. Bana kalan içinde boğulduğum kâbuslardı. Sen vardın kâbusumda. Yakama yapışıyorsun, normalde her dokunuşun sıcaktır, bu sefer ürperiyorum. Gözlerinde sana ait olmayan bir nefret parlıyor, yakıyor beni. Etrafımız karanlık, mürekkeple boğuluyorum sanki. Bakamıyorum sana, yere düşüyorum. Yalvarmak istiyorum, sesim çıkmıyor. Boğazımı kavrıyor narin ellerin, sıkıyor öfkeyle. Konuşamıyorum, boğuluyorum. Gözünün içine bakıyorum son bir umutla. Deniz mavisi gözlerin fırtınalı, kendinde değilsin. ‘’Neden?’’ diye gürlüyorsun. ‘’Neden susuyorsun?’’ Her şeyi anlatmak istiyorum, yapamıyorum. Sen beni her türlü anlamaz mısın, sevmez misin? diye kızmak istiyorum. Üzgünüm diye ağlamak istiyorum. Ama boğuluyorum sadece, susuyorum. Kıyafetim üstümde kefen gibi ağırlaşıyor. Ellerin gevşiyor, düşüyorum. Senin kefenin de bu kadar ağır mıydı sevgilim? Uyandığımda zaman aldı bunların gerçek olmadığına kendimi ikna etmek. Odada gezindim, dışarıyı izledim, yastığıma sarıldım… Hiçbiri fayda etmedi. Çaresizdim, elime kâğıtla kalemi aldım. Gözüm yeşil bavuluma takıldı o sıra. Nefret ettiğim ama atamadığım kâğıtlarımı düşündüm. İnsanlar sitem ediyor bana saklı tutuyorum diye. Bir tek sana okudum, bir tek sana güvendim ben. Anlamıyor insanlar. Ben kendi ruhumu akıtmışım o sayfalara. Yazdığım her kelime benden koptu, ne yazarsam yazayım aslında hep kendimi yazdım. Nasıl yayımlarım kendimi? Nasıl gösteririm? Güneş doğuyor sevgilim, zamanım tükeniyor. Sana söylemek istediğim o kadar çok şey var ki aslında. Merak etme, birbirimizi tekrar gördüğümüzde, tek bakışımla anlayacaksın biliyorum. Yine güleceksin. Elimi tutacaksın ve ben uykuya dalacağım. Her zaman seninle Yazarın Sayfa 50
YAZIN
kulüpten... Öğretmen kitabı masaya koydu. Bu mektubu her okuduğunda yüzüne yayılan hüzünlü gülümsemeyle sınıfa baktı. Arka sırada uyuyan öğrencileri görmezden geldi. O tanıdık hisle göz gezdirdi. Her akşam yorgunlukla koltuğa yığıldığında, sabahın köründe kendini yatağın sıcağından sokakların soğuğuna attığında düşünürdü, niye yapıyorum ben bunu? Bu histi işte cevap. Birkaç kelimenin onu büyülemesi, hiç tanımadığı biriyle üzülmek, adını bilmediği bir sevgilinin yasını tutmak… Ve bütün bunları gençlere anlatmak. ‘’Ee ne düşünüyorsunuz?’’ Birkaç saniye sessizlik oldu. Bir öğrenci :‘’Adam aşk acısı çekiyor ya.’’ dedi. Bu ‘edebi’ yorum karşısında iç çekti öğretmen: ‘’Haklısın, yazar ölen sevgilisine yazmış bu mektubu. Aşkı ve aşkın getirdiği acıyı anlatmış.’’ Bu sırada not alan bir öğrenci: ‘’Yazarı kimdi bunun?’’ dedi Önündeki kitaba baktı: ‘’Buraya yazılmamış.’’ Öğretmen sevindi, en sevdiği kısım gelmişti. Bu sırada cevabı bilen biri hevesle el kaldırsa da öğretmen onu susturdu. ‘’Yazar.’’ dedi hınzır bir gülümsemeyle. Sınıfın yarısı güldü, yarısı iç çekti. ‘’Yazarın adı ne?’’ dedi kız sabırsız bir tavırla. ‘’İşin ilginç tarafı da bu ya. Kimse bilmiyor.’’ Birkaç saniye sınıfın şaşkınlığını izledi öğretmen. ‘’Bu mektup tozlu bir tavan arasındaki bir bavulda bulundu. Bu yeşil bavulun içinde birçok hikâye vardı, kimi tamamlanmış kimi yarım kalmış. Hikâyelerin en üstünde bu mektup vardı. Hepsi aynı kişi tarafından yazılmış ama hepsine atılan tek imza ‘Yazar’. Bazı teoriler olsa da kimse Yazar’ın kim olduğunu tam olarak bilmiyor. Ne yazık ki sevgilisi de en az onun kadar bir gizem. Yazar yazdıklarının yayımlanmasını istemese de bavulu bulan kişi bir yayıneviyle anlaştı. Böylece Yazar edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden ve gizemlerinden biri oldu. Bu mektubun yazdığı son şeylerden biri olduğu düşünülüyor.’’ Öğretmen kafalarını kaldırıp onu dinlemeye başlayan öğrencilere mutlulukla baktı. Tahtaya mektubun içeriği hakkında önemli notları yazarken duvar kenarında oturan bir kız mektuba baktı. Hayallere dalarken kendi kendine gülümsedi. Yazarla sevgili birbirlerinin elini tuttu. Sena Ecem Altun 11 A
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 51
İç Yazı Başlığı
söyleşi
Murathan Mungan’dan öğretti. Çok gençsiniz, belki çok daha yolun başındasınız ama insan en çok kendi hatalarından, kendi beceriksizliklerinden öğreniyor öğreneceklerini. Eğer öğrenmeye açıksanız, eksiklerinizi kabullenmeye, yüzleşmeye açıksanız.
Beni ne kadar tanıyorsunuz, bilmiyorum. Ne kadar okudunuz, bilmiyorum. Dolayısıyla bazı bildiğiniz bilgilerle canınızı sıkabilir miyim, bilmiyorum. Kısaca, sanki hiç bilmeyen biriyle konuşuyormuş gibi bazı bilgiler paylaşmak isterim. Bazı notlar aldım, sorularınız önümde. Yol gösterici olacağını umuyorum. Gelmişken aklınızda soru işareti oluşturan, merak ettiğiniz şeyleri yanıtlamak isterim. Edebiyatın birçok alanında ürün vermiş ve çok sayıda kitap sahibi biri olarak, kendimin neresinden tutacağımı da bilmiyorum. En iyisi akışına bırakalım, günün deyişiyle. Galiba yazmaya sekiz yaşında başladım. Bir ajandaya, bir banka ajandasına adı ‘Emine’ olan köyde geçen bir oyun yazayım diye oturdum. İlkokul ikinci sınıftaydım. Şimdi olduğu gibi o zaman da iddialıydım. Bazı özellikleri değişmiyor insanın. Fakat yöreye özgü, Mardin yöresine özgü o kürsüye Arapça kürsüye dediğimiz üstü nasır, alçak, ahşap tabureyi bir türlü tarif edemediğim için, tanımlayamadığım için ‘’Ya galiba ben bu işi yapamayacağım, bıraksam iyi olur.’’ dedim. Bugün eserlerimi okuduğunuzda eğer birtakım betimleme başarıları, tanımlama başarıları, mekân tanımlama, eşya tanımlama, tarif etme gücü görüyorsanız ben bunu ilkokul ikinci sınıfta sekiz yaşındayken uğradığım o hezimete borçluyum. Bana bir şey Sayfa 52
Dil tarih coğrafya fakültesi tiyatro bölümünde tiyatro -sinema eğitimi yaptım. Mastır tezim, doktora tezim, doktoradan ayrıldım çünkü 12 Eylül geldi. Biliyorsunuz ülkemizde ne zaman bir askeri darbe olursa, ihtilal olursa, şu bu olursa önce birtakım insanlar bir şeyleri bırakıyorlar, bir şeylerden uzaklaştırılıyorlar ya da ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ondan sonra da kendimi tamamen yazmaya verdim. Yalnız gene fakülte sırasındayken yazdıklarımı okutmak istediğim, devlet tiyatrosunun baş dramaturguna götürdüğümde yirmi yaşında yazdığım oyunlardı onlar. “1975 Kapı” diye bir oyundu. Adından da anlaşmışsınızdır. Yıl 1975. Üç tane oyun götürdüm ve gözünün içine baktım ne diyecek diye. Bürosuna gittim. Murathan dedi, ‘’Sen çok akıllı, zeki, yaşına göre kültürlü, yetenekli bir çocuksun. Sana zaman kaybettirmek istemem. Senden yazar olmaz.’’ dedi. Demek ki her büyüğün sözünü dinlemeyeceksiniz. Hangi büyüğün hangi sözünü dinleyeceğinize, hangisini kulak arkası edeceğinize karar vereceksiniz. Kulak demişken, tekrar söylemek isterim. Eğer işinizde başarılı olmak istiyorsanız hangi mesleği seçerseniz seçin, hangi işi yaparsanız yapın, ta başından itibaren hayatta kime kulak açacağınızı, kime kulağınızı tıkamanız gerektiğini erken yaşta kararlaştıracaksınız. Bu size çok yol aldırır. Herkesin alkışını, herkesin aferinini bekliyorsanız yaptığınız iş ne olursa olsun tökezlersiniz. Eğer şairliğimde, yazarlığımda herhangi bir başarım söz konusuysa bunda kimin aferini kimin alkışını istediğim, kimin sözüne kıymet vereceğimi; biraz hayvani bir içgüdüyle, biraz burnum koku aldığı için, biraz da kendimi sevdiğim, ben yapmak istediğim şeyi erken yaşta seçtiğim için erken karar verdim. Bu da bana yol aldırdı. En azından şu anda karşınızda duran biri olarak kendiyle barışık olmayı öğrenmiş, kendini sevmeyi öğrenmiş biri olarak oturuyorum. Yazdıklarımın arkasında durabildiğim gibi hayatımın da arkasında durabiliyorum. Hayatta hesabını veremeyeceğiniz hiçbir şeyi eserlerinizde de hesabını vermezsiniz. Bunları da iyi seçmek gerekiyor. Biraz, genç arkadaşlara hayat bilgisi dersleri gibi oluyor konuşmalarım farkındayım ama zaman za-
YAZIN
yazmaya dair… man hepimizin bir başkasının sesine, sözüne, alışkın olmadığımız sözlerine ihtiyacımız oluyor. Yaşımız kaç olursa olsun. Demin de söylediğim gibi, nasıl en çok hatalarımızdan, eksiklerimizden bir şey öğreniyorsak ben de en çok kendi yazdıklarımdan bir şey öğrendim. Yaza yaza öğrendim, yapa yapa öğrendim. Bunu önemsiyorum, dünyamı biraz, ilgi alanlarını biraz tanımak istiyorsanız özellikle yani kurmaca eserler dışındaki işlerle ilgili olarak “Hayat Atölyesi, 227 Sayfa, 189 Sayfa, Meskalin: 60 Draje, Bir Kutu Daha, Tuğla” kitaplarında ilgi alanlarım hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. Sigara konusunda yazdığım kitap kullanılmış bir rehberdir. Bunu şunun için söylüyorum: Bir edebiyatçı sadece edebiyattan beslenmez. Diğer sanat disiplinleriyle ne kadar sık ilişkisi varsa onlardan öğrendikleri, onların öğrettikleri daha çok olur. Beslenme kaynaklarınızı ne kadar geniş, zengin tutarsanız ufkunuzu o kadar açık, geniş tutmuş olursunuz. Kendi adıma şu yaşımda şu kadar kitaptan sonra inanın en az sizin kadar ders çalışıyorum. Hâlâ çok okuyorum, çok takip ediyorum. Bu sadece kendi işimle ilgili de değil. Müzikten sinemaya, tiyatrodan plastik sanatlara restorasyon sanatlara kadar yakıt tazeliyorum. Çıktığınız yol ne olursa olsun, o yola hangi yolcu olarak çıkmış olursanız olun, en önemli şey yol alırken yakıtınızı nasıl tazelediğiniz, kumanyanızı nasıl tazelediğiniz, kendinizi nasıl donattığınızdır. Ne olmak istiyorsunuz, ne kadar yaşamak istiyorsunuz? Ne kadar hayatta kalmak istiyorsunuz? Yaptığınız işi niye yapmak istiyorsunuz? Bütün bunlar benim masamın arka tarafı, birkaçı da kendi yaşam deneyimlerimden bildiklerim ve öğrendiklerim. Edebiyatla ilgili ve kendimle ilgili söyleyebileceklerim bir
YIL:17 SAYI:17
diğer şey şudur: Arkadaşlar aslında edebiyat demode bir sanattır, eski bir sanattır geçmiş yüzyılın bir sanatı vakti geçmiş bir sanat. Peki, hala niye uğraşıyorsun sorusunun çemberi kafanıza takılabilir. Diyeceğim o ki peki neden edebiyat? İnternetin başından kalkmıyorum, play station oynuyorum, sinemaya gidiyorum, film indiriyorum, müzik dinliyorum bir de neden edebiyatla uğraşacağım diyenlerin hayatı nasıl kaçırmış olacaklarına, olduklarına ait şunu söyleyebilirim: Bizim kültürümüz hazza düşman bir kültürdür yani hazzın her türüne düşmandır. Ten hazlarına düşmandır. Cinsel hazlara düşmandır. Hayattan keyif alma hazlarına düşmandır. Gerek geleneksel gerek dini gerek toplumsal anlamda mümkün olduğu kadar hazzın yerine keder, içlenme, yakınma, ağlaklık mümkün olduğu kadar dertçi dinin gösterişi, gösterisi dinmiştir. Hazdan söz etme nedenim şu: Edebiyat size başka hiçbir disiplinin hiçbir alanın veremediği özel bir haz alanı tanır. Okumanın, okuduğunu hayal etmenin, imgeleri birleştirmenin, yeni bir dünya inşa edebilme gücünün potansiyelini, tahammül edebilmenin hazzıdır. Bunu bir tek edebiyat yapar. Edebiyat sizi aktive eder, pasifize etmez. Sizi düşünmeye, hayal etmeye, kurmaya, imgeler inşa etmene yol açar. Baktığınız zaman bilimsel gelişim öncüllerinin büyük edebiyatçılar olduğunu görürsünüz. Uzağa gitmeye gerek yok hepinizin çocukken okuduğu kitapları düşünün. İlk fantezi kitaplarını düşünün. Onların hepsi insan aklının tahammülünün eseridir. Şimdi edebiyat hazzın dışına bir de bilgi verir. Bu edebiyat bilgisidir. Başka bir alanın vermediği edebiyata özgü bir bilgidir. Ancak okur olmayı keşfettiği-
Sayfa 53
İç Yazı Başlığı
söyleşi nizde başarırsınız. Kitap okurken kendinizi kitap okuyor zannetmeyin siz sadece cümleleri, harfleri okuyorsunuz. Ancak alt metin okumayı öğrendiğinizde, sizde çağırışım uyandırmaya teşvik eden bir anlatım biçimi olduğunda, sırlarını çözdüğünüz zaman gerçek bir okur olursunuz. Edebi eser dediğim zaman herhangi bir gazete yazasını kast etmiyorum. Hakiki olan bizim has edebiyat dediğimiz edebiyattan söz ediyorum. Gençken zaman sonsuz, hayat sonsuz, ömrümüz sonsuz zannederiz. Ama hayat küt diye gelip küt diye geçiyor. Dolayısıyla kötü kitaplarla, kötü müziklerle, kötü filmlerle ve kötü insanlarla vakit kaybetmemenizi öneririm. Zamanınızı iyi değerlendirin. Bunun iyi yoları iyi kitap okumaktan, iyi müzik dinlemekten, iyi film izlemekten gelir. Edebiyatın bir özelliği de kendimizi tanımamıza yardımcı olur. Ben nasıl biriyim ya? Kendi kendinize kaldığınızda gece yatağa başınızı koyduğunuzda bir içinize baktığınızda ne gördüğünüzle çok alakalıdır. Bu size tek başınalığın bütünleşmesini verir. Edebiyat bir yalnızlık sanatıdır. Kendi algınız kendi yaşantınızdan oluşur. Kendi öğrendiklerinizle o metin arasında kurduğunuz ilişki birliğidir. Dolayısıyla hiçbir kitap hiçbir roman filme alınamaz. Mümkün değildir. Filme alınan, alınabilen bir roman bile yoktur. Yönetmen biz kendi okumasını yansıtır. O kitabın kendi okumasını çekmiştir. Dolayısıyla kitabı yazan bile filmi çekse filmi kitapla aynı değildir. Bu yüzden Murathan Mungan olarak bugüne kadar hiçbir romanımı hiçbir öykümü filme alınmasına izin vermem. Çünkü okurun elinde kendi imgelerini alma kurma hakkını almak istemedim. Her okurun okuduğu kitabı hayal dünyasında oluşturma hakkı vardır. Edebiyat kendinize ifade etme gücünü verir. Hissettiğinizi yansıtır. İnsan ilişkilerini güçlendirir aklı ve ruhu terbiye eder. Ruhumuzun terbiyeye ihtiyacı vardır. Kendi kendinizin terbiyesine ihtiyaç vardır. Siz her yaşta birisiniz. Bir kitap önerdiğinizde konusu ne diye sorarlarsa konusu yok deyin. Edebiyat bir konu sanatı değildir. Konu antik yunan yazarlarından dolayı tükenmiştir. Bir şeyin konusundan ziyade nasıl onun nasıl işlendiği, nasıl anlatıldığına, akılda zihinde nasıl kapılar açtığına ve sizde kendine özgü disiplin diliyle nasıl haz bıraktığına bakın. Çoğunluk ile tekillik arasındaki ilişki bilinmelidir. Biz okudukça imkanları gözden geçirmeye, değerlendirmeye, başkalarını anlamaya kendimizi tanımak kadar başkalarını tanımaya, başkalarının sancıları, acılarıyla da empati kurmaya da yatkınlaşırız. İnsanoğlu süreci bir olma sürecidir çünkü. Buna en çok da edebiyatın yardım ettiğini düşünüyorum. Kendim yazar olduğum için edebiyatla uğraştığım için değil edebiyatın hakiki olduğunu dile getirmek için bunu söylüyorum. Edebiyat denince daha çok roman ve şiir akla geliyor. Sizden bir yazar olarak ne olur ama ne olur deneme kitaplarını ihmal etmeyin diyorum. Denme kitaplarının kıymeti aslında ne yazık ki günümüzde eğer biraz twitter a giriyorsanız, facebookta dolaşıyorsanız ki ben de dolaşıyorum çoğunuz gibi orada hayat kırıntısı yerine geçebilecek üç beş tane toparlayıcı sözün çok daha derininde hiç de o kadar kolay olmayan hiç de o kadar göz korkutmayacak derinlikte denemelerle karşılaşırsınız. Deneme sanatımız gelişkin bir sanat. Bunu dile getirmemin nedenlerinden biri de kendi kişisel yaşamımdan da örnek vereyim “Meskalin 60 Draje” kitabım 2000 yılında yayınladığımızda yirmi bin yayımladık bu çok büyük bir rakamdı. Bugün için de büyük bir rakam ve kısa bir sürede mevcutta tükendi ikinci baskı yaptık denme kitabında içinde 60 tane yazı var adından da anlaşılacağı gibi. Geçen yıl güne söylediklerim adlı bir kitabım yayımlandı. 5.000 civarında bastık ve hala tükenmedi. Fikre ihtiyacı olmayan insanlar beğensin
Alt metin okumayı öğrendiğinizde , sizde çağırışım uyandırmaya teşvik eden bir anlatım biçimi olduğunda , sırlarını çözdüğünüz zaman gerçek bir okur olursunuz.
Sayfa 54
YAZIN
ya da beğenmesin başkalarının fikirleriyle yönetilmeye mahkûmdurlar. Bu anlamda ve bu bağlamda sadece kendi derdi üstüne değil hayat üstüne insan ilişkileri üstüne değer verirsek kesinlikle aklınızın çok geliştiğini göreceksiniz. Bugün sözünü ettiğimiz Mahmut ile Yezida adlı oyunun Müslümanlar ve Ezidiler arasında geçen bir oyundur ve kabul edersiniz ki hem bu kadar emekten hem de bu kadar sonra sahip olduğum bu dil becerisiyle yazmış olduğum halde içinde yaşadığımız şu günler dahil olmak üzere insanlık tarihinin en ağır zulümlerine maruz kalmış Ezidiler burnumuzun dibindeki Ezidiler kadınları ve kızlarını esir pazarında sattığı İŞİD Yezidiler üzerine yazılmış bir denemeye, kimse kusura bakmasın yalancı alçakgönüllülük yapacak değilim Murathan Mungan diliyle yazılmış bir denmeye ihtiyacı olmayan bir ülkenin acaba savaşlara mı ihtiyacı var? Tır kamyonlarıyla İŞİD’e silah taşıyan tırlara mı ihtiyacı var diye düşünüyor insan. Asıl zalimlik bir şeyi size bizzat yapmanızla değil sessiz kalmanızdan, bilgisiz kalmanızdan kenarında durmanızdan gerçekleşebilir. Sadece kendi yazım için söylemiyorum. Hayatla temasınız için söylüyorum. Hayata dokunmanız için söylüyorum. Bu bakımdan denme kitaplarının sizlere kazandıracaklarına dikkat çekmek istedim. Şiir vurur, iyi şiir çarpar, demlenir, zamana yayılır, iyi bir roman sahneleriyle aklınızda kalır ama sizin serinkanlı ve çok taraflı düşünmenizde yardımcı olacak şeyler denemelerdir.
Öğrencilerimiz ve Mungan Gece, gündüz, yalnız, sessiz gibi ortam ve zaman seçimleriniz oluyor mu? Ben daha çok geceleri çalışıyorum. Bir gece hayvanıyım. Duygularım, antenlerim gece çok açılıyor. Sabahları klasik müzik dinlerim. Akşamüzeri benim için Fazıl saatidir. Onun dışında metalci kılığımdan da anlaşıldığı gibi rock kültürünün içinden geçmiş biri olarak rock dinlemeyi severim. Bütün bunlar beni çok besler. Ama ertesi sabah kalktığımda mutlaka bir gece önce yazdıklarımı gözden geçiririm. Gecenin gözü ile gündüzün gözü farklıdır. Yazma süreci bitti tamam demem bir kenara koyarım bekletirim, demlendiririm. Hiçbir iyi pişmiş yemek o gün servis edilmez özellikle zeytinyağlı sarma ertesi güne bırakılır. Bu da bunun gibidir yazdıklarınıza zaman gerekir ve soğuk kalmanız gereklidir. Mahmut ile Yezida sadece bir töre eleştirisi midir, yoksa ülkemizde pek çok duruma uyarlanabilecek bir sembolizasyon mudur? Bütün iyi eserler hem kendisidir hem hepsi. Başka bir magma tabakası sunar. Bir şey anlatırken sadece o konuda bir söz almazsınız YIL:17 SAYI:17
aynı zamanda benzeri konulara ışık tutarsınız. Mahmut ile Yezida’nın bu kadar yıldır yaşamasının nedenlerinden biri budur. İsterseniz Mahmut ile Yezida’nın konusu açılmışken onu nasıl yazdığımdan söz edeyim. Ben Mahmut ile Yezida’yı on beş günde yazdım. Yirmi dört yaşındaydım. O zamanlar bilgisayar yok, tarih öncesinden bahsetmiyorum. Zaman çok hızlandı. Bir arkadaşımla beraber sabaha kadar dokuz kopya yazdık. Çünkü çok parasızdım. Hayatımın çok uzun bir süresini parasız geçirdiğimi söyleyebilirim. Hala da çok paralı olduğum söylenemez. Bir banka yarışma açmış oyun yarışması ama çok ciddi para veriyorlar. Hayatımı kurtaracak, diye katıldım ona. Kaç zamandır notlarını almışım, defterlerimde var. Sekiz yaşında başladığım Emine’yle başlayan bir süreç. Ezidiler üstüne çok özdeşlik geliştirdiğim bir süreçten çıktı. Sabahlara kadar ben yazıyorum birlikte temize çekiyoruz. Yarışmaya katıldık. On jüri üyesi var içinde ikisi benim tiyatro bölümünden hocam. Rumuzla katıldığımız için kimin katıldığını bilmiyorlar. Onlar benim oyun yazdığımı da bilmiyor. Ödülü kazanınca, adım açıklanınca hocalar bizim Murathan bu demiş-
ler. Hocalardan iyi aferin almanın yollarından biridir. Gizli aferin, diyorum ben buna. İlk işim eve telefon almak oldu, evde telefon yoktu çünkü. Diyeceksiniz ki acemilikleri var mı oyununuzun, belki vardır ama ben o acemilikleri çok özlüyorum. Ustalaştıktan sonra bazen gençlik yıllarınızı özlediğiniz gibi acemilik yıllarınızı da özlersiniz. Acemilik yıllarıdır ilk öpüşme, ilk sevişme. İlk acemilik bir daha tekrarlanamaz bir kere öpüştünüz. Bir kere yazdınız, bir kere o acemiliği geçtiniz ama onu özlersiniz bir tür nostaljidir bu. Mahmud ile Yezida’yı 2017 Türkiye’sinde yazsaydınız eserde neler farklı olurdu? Bu her eser için geçerlidir, her yılar için geçerlidir: Eser yazıldığı tarihin damgasını yaşar. Bugün yazsam, muhtemelen aynı fantastiğe kayan efsanevi bir şeyi korumak isterdim ama asla aynı olur muydu bilmiyorum. Bunu kimse bilmez; bunun cevabı yoktur. Bunun cevabı, geçirdiğiniz hayat içinde saklıdır. Bunu Çehov’a da sorsanız, Dostoyevski’ye de sorsanız farklı bir şey söyleyeceğini sanmıyorum. Pişmanlık duyduğum hiçbir eser yok; keşke yazmasaydım, keşke yapmasaydım dediSayfa 55
İç Yazı Başlığı
söyleşi ğim hiçbir yazı, şiir, eser söz konusu değildir. Hatta asıl sizi yaratan şey zamanınızdaki hatalarından öğrendiklerinizdir, bunu özel hayatınız için de söyleyebilirim. Yazdığınız eserlerde karakterleri, olayları kendi hayatınızla bağdaştırarak mı yazıyorsunuz? Bu hassas bir konu. Şöyle söyleyeyim, bazı yazarlar döner dolaşır kendilerini yazarlar. ‘Edebiyat kimsenin hatıra defteri değildir kardeşim; o kadar da çok merak etmiyorum senin hayatını,’ dersiniz, haklı da olursunuz. Ama her yazdığınıza kendi hayatınızdan şeyler karışır. Bir gözlem, bir tanıklık, bir söz; kendi özelliklerinizden de katarsınız, ama aslında o siz, o siz değilsinizdir. Bir eserde seçtiğiniz bir karakter artık sizin yarattığınız biridir; eğer Ahmet Efendi ve\veya Ayşe Hanım’dan yararlandıysanız, bu kalem sizin elinizde, bu kalem, iktidarınız, o zaman Ayşe Hanım’ı da, Ahmet Bey’i de başkaları, yakınları için tanınmayacak hale getirecek kadar silgi ile silmeniz gerekir. Ona başka beylerin, başka hanımların özelliğini katmanız gerekir. Hatıralar için de geçerlidir bu, kurmaca eserler için de. Mezopotamya Üçlemesi’nin son kitabı Geyikler Lanetler’i ‘biriktirdiğim her şeyi verdiğim bir yapıt’ sözleriyle tanımlamışsınızdır. Nedir bu oyunu özel yapan? Benim klasiğimdir diyeyim. On dört senede yazdım. On dört senede çocuk yapsanız ortaokulda okuyor olur, biliyorsunuz. O güne kadar biriktirdiğim her şeyi verdim; çok kuvvetli bir eser olduğunu düşünüyorum. Çok inandığım bir oyun olduğunu düşünüyorum. Şahsi bir şey de var: bir oyunun katmanları, tiyatro gramerinde yaptığım, tiyatrodan öğrendiklerim, dünya tiyatrosundan öğrendiklerim, geleneksel tiyatroda öğ-
Sayfa 56
rendiklerim, halktan açılır tiyatrosundan , İran-İslam anlatılarından öğrendiklerimi harmanladığım bir oyundur. O yüzden Mezopotamya Üçlemesi, arkadaşımın sözünü ettiği Mahmud ile Yezida, Taziye, Geyikler Lanetler’den oluşur. O, son halkasıdır. Eserlerinizi kaleme alırken başka edebi eserlerden ilham alıyor musunuz? Sizden önce üretilmiş metinlerin izleri sizin metinlerinizde bulunuyor mu? Tüketmeden üretemezsiniz. Çok okumak bunun şartlarındandır. ‘Taklit mi ediyorsunuz?’ Hayır, ihtiyacım yok. ‘Öğreniyor musunuz?’ Evet, öğreniyorum. Ama kitabı kitap yapan, sizin gözünüzdeki iris tabakası, parmak iziniz ya da sesiniz gibi şahsi bir şeydir. Onu, kendiniz kılmanız gerekir. Gönderme yapıyorsanız o göndermelerin işaretlerini o kadar sezdirmeniz gerekir. Bir örnek vereyim: Şairin Romanı da Geyikler Lanetler gibi benim çok kıymet verdiğim bir kitabımdır. On beş yılda yazdığım bir eserdir. Eğer Türkçe değil başka bir dilde de yazılmış olsaydı dünyanın birçok yerinde okunulacak olduğunu düşündüğüm bir eserdir. Çevrilmesi çok güç; kullandığım dil çok yüksek Türkçe gerektiriyor. Dünyada az sayıda Türkçe çevirmen var, iyi çevirmen var diyelim daha doğrusu. Orada bilge şair Bentak, kendi anakarasının dışında gezdiği yerkürede gittiği şehirleri sayar. Uydurma şehirlerdir. Kitapta çok şey uydurdum; ülke uydurdum, hayvan uydurdum, şehir uydurdum. Ama Bentak’ın saydığı şehirleri eğer bilmiyorsanız hiçbir şey kaybetmezsiniz, anlamazsınız niye uydurma isim verdiğimi, uydurma şehir uydurmuş dersiniz. Ama biliyorsanız, ah! Murathan Mungan, yazar, burada bana göz kırpıyor çünkü bahsettiği şehir adları İtalo Calvino’nun “Görünmez Kentler” kitabındaki şehir adları, dersiniz. Gene fantastik bir kitap; edebiyat tarihine bir göz kırpma;
okurla aramda kurulmuş entelektüel bir haz alanı... Zaman zaman çok gönderme yaparım, ama yaptığım gönderme kendi içinde bir yere katlanır. İsmet Özel’in bir dizesini alırım belki ama o dizenin üzerine iki taş koyar, başka bir yere gönderme yaparım. İzler, bu anlamda izlerdir. Aslında, öyle baktığınız zaman, Shakespeare’ın Hamlet’inin bile kendisinden önce yazılmış bazı oyunlara gönderme sahneleriyle yüklü olduğunu görürsünüz. Bir hikâye veya romanı yazarken yazmaya başlamadan önce yazılmak istenen konuyla ilgili araştırma yapmak yazılacak romanı veya hikâyeyi nasıl etkiler? Eğer bölgeye ait bir şey yazıyorsanız, herhangi bir bölgeye ait, çok iyi araştırma yapmanız gerekir. En hayali kitap bile sizden araştırma ve inceleme bekler. Uyduramazsınız. Üç Aynalı Kırk Oda öyküsünün ilk öyküsü olan Alis Harikalar Diyarında’yı yazarken Carl Sagan’ın bir sözü hep kulaklarımda çınladı: Asla, evrende, hiçbir gezegende, bizimkine benzeyen başka bir canlı olamaz. Mümkün değil, çünkü dünya organizması bunu yaratmıştır. Bütün bilim kurgu filmlerinde bakıyoruz insan formunda kaşı, gözü olan, ama biraz büyük gözü ve kulağı var, bacağı iki değil üç tane... Mesela o öyküyü motive eden şeylerden biri buydu. Sakın bu hatayı yapma, çünkü önünde bilim var. Fantastik bir şey yapacaksan bilime rağmen yapamazsın. O güne kadar bilimin sana öğrettiklerinin üstüne yaparsın. Mesela geçen okuduğum kitapların birinde enteresan bir bilgi vardı; Osmanlı ordusu, bir yere saldırdığı zaman asla Yeniçeriler “Allah, Allah, Allah!” diye saldırmazmış. Bu tamamen Yeşilçam uydurmasıymış. Dolayısıyla böyle bir film çekecekseniz öyle bir şey yapmazsınız artık. Hayır, televizyon dizisi çekiyorsanız her türlü tarihi hatayı yapabilirsiniz, zaten her şeye inanmaya hazır bir kitle var karşınızda.
YAZIN
Bu “kavuşamayan aşıklar” hikayeleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Edebiyatımızda yerleri nelerdir? Eğer biraz felsefi ve biraz da ironik bir cevap vermek gerekiyorsa, zaten bütün aşk hikâyeleri kavuşamama hikâyeleridir diyebilirim – ya da, iyi aşk hikayesi kavuşamayanların hikayesidir. Bana soruyorlar, “Siz aşıkken mi yazdınız o aşk şiirlerini?” diye. Ben aşıkken niye şiir yazıyım arkadaşlar? Aşkımızı yaşarım paşa paşa! Vakit mi kalıyor şiir yazmaya aşıkken? Yaşayacağını yaşıyorsun. Hee, işler tökezlemeye başladı, ayrılık çanları çalmaya başlıyor, pürüzler çıkıyor, derdin var, söyleyeceğin başlıyor. Türk edebiyatında tabii kavuşamayan aşık derken bizim Binbir Gece Masalları var eskilerden gelen, toplumsal bir yapının getirdiği bir durum var. Toplumsal yapının kapalılığı tabii ki Leyla ile Mecnun’u yaratmış. Ama Hüsn-ü Aşk, aslında mecburen öyle yazılmış, çünkü yazıldığı gibi, bir erkeğin bir kadına aşkı değil, bir erkeğin diğer bir erkeğe aşkından söz ediyormuş. Onu, o zaman, o tarihte bu biçimde ifade edemeyeceğini, ederse başına neler gelebileceğini bilen biri, onu öyle yazmış. Yani, kavuşamayan aşık metinlerinin altını kazıdığınızda çok zengin bir dağarcıkla karşılaşabilirsiniz. Yazı yazmaktan vazgeçtiğiniz anlar oluyor mu? Valla, olmuyor gibi. Yani, böyle var oluyorum. Yalnız bu son bir sene Türkiye’de yaşananlar, zaman zaman ilk defa bu yaşımda, “Ya, yazıyorum da ne oluyor?” sorusunu aklıma getirmiyor değil. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Yazmak, bugüne kadar yaraya merhem olan yazmak, bazen geçmiyor. Çocukluğunuza dair bir anınızı anlatır mısınız? Harita Metod Defteri, Paranın Cinleri diyorum ve susuyorum.
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 57
İç Yazı Başlığı
şiir atölyesinden... G üm g Açtım üm çalın d Yalnı baktım k ı kapım i zlığım m ış Ce m al Sü reya
HAİKULARIMIZ Haiku (Japonca
俳句
, Türkçesi eğlenceli mısra) bugün tüm dünyada meşhur olan geleneksel
bir Japon şiir türüdür; dünyanın en kısa şiir türü sayılır.
Seken bir taş mıydı? Çalan alacakaranlıkta Kapısız evi Naz Tunç 11A
Kanatsız bulutlar deniz kabardığında üşüyorum. Büge İrem Sunar 11C
Üşüyor mu yapraklar? Savrulurken rüzgarla, kaldırımın üzerinde Yükselen uçan balonlar baloncu ağlıyor gökkuşağının altında
Aleyna Su Aktaş 10B
Aze Talha Koç 10F
Bir at leşi tiksintim katlanıyor insanlar katlandıkça Ateş böcekleri ışıklar söndüğünde sidallarında
Ada Dönder 11A
Simay Aydemir 10C
Sayfa 58
YAZIN
Bir uğurböceği gün doğarken yaprakların arasında Bengisu Akdeniz 11B Işık telleri dalgayla buluşuyor. Utanır apaçık gizemlere Okyanusun dibimdeki ormanda Lara Yener 11A
Beyaz dumanlar karanlık uçurumda titriyor yaprak Sena Ecem Altun 11A
Yasemin midir? Yüreğimi sızlatan sensizliğimde Sevi Özışık
Mor menekşe kokusunu içine çekerken ellerinde Beyza Ergün 10C
Titreyen kuş tutunamayışıyla ölüm döşeğindeki bir hasta Zeynep Saravin 10A
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 59
İç Yazı Başlığı
söyleşi ŞİİR ATÖLYESİNDE GÖKÇENUR Ç. İLE... ALEYNA SU AKTAŞ: Sizin hakkınızda biraz araştırma yaptık. Elektrik mühendisliği bölümünden mezun olduğunuzu biliyoruz. Sizi şu an şair olarak tanıdığımız için kulağımıza bu durum ilginç geliyor. Sizi edebiyata âşık eden bir şey ya da olay var mı? GÖKÇENUR Ç. : Bunu sorunca anlatıyorum aslında dürüst cevap verirsem şöyle bir şey çıkar: Benim hoşlandığım bir kız vardı lisedeyken. O şiirden çok hoşlanıyordu. Belki onu tavlayabilirim ümidiyle şiir yazmaya başladım. Ama tabi ki nasıl yazmaya başladığının çok önemi yok. Herkes aşağı yukarı benzer bir hikâyeyle yazmaya başlar. Ya heves etmiştir ya da bir şeyi görüp beğenmiştir ve aynı şeyi yapmak ister. Belki de bir eksikliği doldurmaya çalışıyordur. Önemli olan niye yazmaya devam ettiğindir. Sonra neden bir tutku olduğu, nasıl bir alışkanlık haline geldiğidir. Şiir bir dil meselesidir. Dil de bizim hayatımızı çok etkileyen bir şey. Biz dil ile düşünüyoruz, dünyayı dil ile algılıyoruz. Dilimizde olmayan şeyleri algılamakta güçlük çekiyoruz. Şiir de bize başka bir dilin mümkün olduğunu gösteriyor. Başka bir dil mümkünse, başka bir dünya da mümkün demektir. Başka bir dünyayı mümkün kılmak için şiire bağlandım. ALEYNA SU AKTAŞ: Şiirlerinizi yazarken belli bir tema üzerinden mi, yoksa o an içinizden gelen bir duygu ile mi ilerliyorsunuz? İlham kaynağınız var mı? GÖKÇENUR Ç. : Ben esine çok inanırım. Mesela ünlü bir şairin söyle bir sözü vardır: İlk dize Tanrıdan, devamı matematiktir. Sadece birinci dize değil ama mutlaka esinin bir yanı vardır bu işin içinde. O esin, geldikten sonrası o şiirin üstünde çalışmaya, ilerlemeye Sayfa 60
dayanır. SENA ECEM ALTUN: Hangi şairin sizin şiirlerinizi okuyup değerlendirmesini isterdiniz? GÖKÇENUR Ç. : O kadar çok var ki. Ama bugün için Melih Cevdet Anday. SENA ECEM ALTUN: Hangi edebi dönemi daha çok seviyorsunuz? Türk edebiyatından ya da dünya edebiyatından. GÖKÇENUR Ç. : Türk edebiyatında ellileri ve altmışları severim. Dünya edebiyatından da tüm dönemlere çok hâkim olmasam da Latin edebiyatını severim. LARA YENER: Şiir yazmayı sürekli hale getirdiğinizde hayatınızda veya iş dünyanızda değişikler hissettiniz mi, ne gibi değişiklikler oldu? GÖKÇENUR Ç. : Tabi ki. Sürekli şiir yazdığın zaman gündelik hayattaki dil yerine, kendine yeni bir dil edinmiş oluyorsun. O dilin imkânları o gündelik hayatın dilinden farklı olduğu için yeni bir ifade alanı buluyorsun. O yeni ifade alanında farklı şeyler söyleyebilmeni farklı şeyler düşünmeni sağlıyor o alışkanlık bütün alanına dağılıyor. LARA YENER: Şiir yazmaktaki asıl amacınız nedir? İnsanlara dokunmak mı, yoksa kendinizi ifade etmek mi?
GÖKÇENUR Ç. : Hepsi. Etrafındaki dünyayı daha iyi anlamak ve onu daha iyi anlatabilmek. AYŞE BENGİSU AKDENİZ: Günümüz dünyasında sanatçıya verilen değer hem maddi hem de manevi anlamda azalmasına rağmen bu mesleğe hangi motivasyonla devam ediyordunuz? GÖKÇENUR Ç. : Yaptığım şeyin meslek olduğunu düşünmüyorum. Hayatımı kazanma yöntemi olarak görmüyorum. Her ne kadar nüfus sayımlarında mesleği diye sorulduğu zaman şair desem de. Onu sayımlarda bir fazla çıksın diye yapıyorum. Bunun bir yaşam biçimi olduğunu düşünüyorum çünkü insanlar hayatlarında çalışırlar, çalışırlar bir gün gelir emekli olurlar. Ben mesela bir gün gelecek mühendislik yapmayı bırakacağım. Ama şairliği, şiiri hiç bırakacağımı düşünmüyorum. Bir şekilde hiç yazamasam bile mutlaka okuyor olacağım, düşünüyor olacağım. Şairlere, sanatçılara giderek daha az değer verildiğinden bahsediyoruz ama aslında bugün baktığımız zaman temel problem sanatçılara daha az değer verilmesi değil, insanlara daha az değer verilmesidir. Şair olarak, sanatçı olarak hak ettiği değeri buluyor mudur toplumda? O ayrı bir sorudur. Çok açık
YAZIN
bir şey var ki insan olarak her birimiz hak ettiğimiz değeri bulmuyoruz. Onun için her ne kadar eksikte olsa, insana kendisini iyi hissettiren bir şeydir şiir. Birisinin hayatına dokunabilmeyi ümit edersiniz. Birisinin hayatını değiştirmiş olmayı ümit edersiniz. Şanslıysanız bunu yaptığınızı öğrenme fırsatı olur. Bunu bilmeseniz bile, bunun olma ihtimalinin olması kendini iyi
hissetmek için bir sebeptir diye düşünüyorum. LARA YENER: Çok hızlı bir çağda yaşıyoruz. Okul ortamında, sosyal hayatımızda, aile yaşantımızda olsun sürekli bir bilgi akışına maruz kalıyoruz. Sosyal medya bile biz farkında olmadan, bizi bilgiye boğuyor. Biz istemesek de seçemesek de. Sizce bu hızlı akışta bize ileriki yaşımızda kalması gereken bilgiyi diğerlerinden nasıl elemeyiz? Şair olarak siz bilgilerinizi nasıl oluşturdunuz? GÖKÇENUR Ç. : Aslında benim birkaç yıldır çok düşündüğüm konulardan bir tanesi. YouTube girdiğiniz zaman bulabilirsiniz. Birkaç sene önce bir video seyretmiştim. Sony’nin yönetim kuruluna yaptığı bir sunum var. Orda birkaç rakam veriyor. Mesele diyor ki radyonun bir milyar kişiye ulaşması şu kadar yıl almıştır. Televizyonun ki şu kadar yıl aldı. Facebook’un ulaşması bir sene içindedir. Verdiği
YIL:17 SAYI:17
rakamlardan bir tanesi şudur 2013 yılı yanlış hatırlamıyorsam. Diyordu ki geçen yıl dünyada üretilen toplam bilgi miktarı, insanlık boyunca toplam bilgi miktarından daha fazladır. Öbür taraftan benim yakındığım, nedenini anlamaya çalıştığım bir şey vardı. Bu seyrettiğim video onu anlamama faydası oldu. Dünya da çok değişik zamanlar yaşıyoruz. Aslında Dünya dediğimiz şeyi yaratan düzeninin içinde bir sürü şey değişmeye başlıyor. Geçtiğimiz birkaç yıl önce kapitalizm sona erdi. Aslında o bildiğimiz kapitalizm sona erdi, adını koymadığımız başka bir dönem başladı. Ultra kapitalizm, süper kapitalizm denebiliyor. Teknolojinin getirdiği şeylerle hayat değişiyor. Hayatlar bu kadar değişiyorken, devletler bu kadar değişiyorken, yoğun şekilde felsefe üretiliyor olması lazımdır. Dünyada hep böyle olmuştur. Dünya ne zaman büyük dönüşümler, değişimler geçirse orada önden giden bir felsefe varmış. Felsefeciler herkesten önce dünyayı anlamaya çalışıyorlarmış ve yeni dünyaya ilişkin modeller üretiyorlarmış. Eski dünyadaki problemleri aşmak için öneriler geliştiriyorlarmış. Doğruyu arama, iyiyi arama anlamında felsefe yapıyorlarmış. Ama bugün dünyada böyle bir felsefe üretildiğini görmüyoruz. Dünyada bu olağan şeylere ilişkin ya da olacak şeylere ilişkin bir felsefe üretilmiyor. Örneğin, sanayi devrimi gelip dünyayı değiştirdiği zaman Marx, Engels bunların hepsi yeni düzenin neler getireceğine ilişkin ve nasıl o problemlerin aşılacağına ilişkin binlerce sayfa fikir üretmişler. İşte bugün yok bu. Bu niye yok diye düşündüğüm zaman, aslında biraz bu senin
sorduğun soru bana yol gösterdi. O kadar çok bilgi var ki artık ve bu bilgilerin çoğu o kadar gerçek değil ki internette eriştiğimiz bilgilerin ne kadarının gerçek olup olamayacağını artık bilemiyoruz. Mesela eskiden ansiklopedi güvenilir bir şeydi. Şimdi vikipediadaki okuduğunuz bilgiler o kadar doğru değil. Birçok zaman hatalı şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu kadar çok bilgiye erişebilince, bu bilgilerin içindeki doğruyla yanlışı ayırma yeteneğini kaybedince, insanlar doğruyu bulmak için felsefe yapmaktan vazgeçtiler. Bunu yapabilecekleri ilişkin ümitlerini kaybettiler. Bilmedikleri şeylerin miktarının, ne kadar çok olduğunu görünce ya da bilseler de işleyemeyecekleri kadar çok bilgi olduğunu görünce, bu bilgiyi edinmekten, edindikten sonra işlemekten vazgeçtiler. İnsanlık eğer bir şekilde tepe noktasını aşıp aşağı doğru gitmeye başladıysa, bu belki de felsefe üretmekten vazgeçmesiyle olabilir. Biz ne yapabiliriz dersek bence hala basılı olan şeylere itimat etmekle başlayabiliriz. İnternette gördüğünüz yazılar, şiirler içlerinde harika şeyler olsa da, bir kolaylık içeriyorlar. Bugün hiçbir bedel ödemeden çok kolayca bütün yazdığınız şiirleri internette yayımlayabilirsiniz. Bedel ödemek derken sadece maddi şeyden bahsetmiyorum. Çabadan da bahsediyorum. Bu bir kitabın içine girdiği zaman, kitabı yayınlayan yayımcı da çok emek harcıyor. Bir bedel ödediği için yayıncı, baskı parası, kâğıt parası, bunu okumak, düzeltmek, sayfalarını hazırlamak, kapağını hazırlamak gibi… Bir şekilde doğru şeyler yapmaya gayret ediyor. Basılı şeylere güvenmeye devam edebiliriz. BÜGE SUNAR: Wattpadd hakkında düşünceleriniz? GÖKÇENUR Ç. : Paçavra kitaplar. BÜGE SUNAR: Şiirleriniz ve dil ilişkisi desem, aklınıza neler gelir?
Sayfa 61
İç Yazı Başlığı
söyleşi GÖKÇENUR Ç. : Etrafımızda her an milyarlarca olay aynı anda meydana geliyor. Biz bunların sadece bazılarını algılayabiliyoruz, algılayamadıklarımız sanki hiç olmamış gibi. Etrafımızdakiler bize bir elekten geçip geliyor. Bu elek dilimizdir, dil ile ifade edemediğimiz, dilimizde karşılığı olmayan şeyleri beynimiz görmüyor. Bununla ilgili bir hikâye vardır çok anlatılan: Kristof Kolomb’un gemileri Güney Amerika’ya yanaşırken yerliler gemileri görmüyorlar, çünkü dillerinde gemilerle bağdaştırabilecekleri bir kavram yok. Demek ki biz dünyayı dilimizle algılıyoruz, dilimizle ne kadar çok şey ifade edebilirsek o kadar çok şey algılayabiliyoruz. Aynı zamanda dilimizin yetenekleri kadar düşünebiliyoruz. Dil sabit kalan bir şey değil, sürekli geliştiği gibi geriye de gidebilir. Eğer bizim sadece belirli şeyleri algılamamız isteyen bir güç varsa bu güç önce dile saldıracaktır. İşte söylediğimiz paçavra kitaplarla, reklamlarla, O Ses Türkiye ve Survivor gibi programlarla saldırır. Böylece sözcüklerin içi boşalmaya başlar. Sözcükler alınır ve başka anlamlarda kullanılır aslında. Örneğin ‘hak’ sözcüğü bazılarına göre çalışılarak elde edinilmiş, kazanılmış bir şeydir. Başkalarına göre ilahi bir şeydir, Allah’la ilgilidir. Ama bir grup insan ‘hak’ sözcüğünü ‘rüşvet almak bu adamın hakkı’ şeklinde sıklıkla kullanırsa ‘hak’ toplum içinde bu anlamı kazanır. Televizyonlarda ‘Deterjanda devrim’ diye bir slogan dönüyorsa o reklamı seyredenler devrimden benim anladığım şeyi anlamayacaklardır. Toplum içinde bir kelimenin kullanılması herkesin o kelimeden aynı şeyi algılamasına bağlıdır. Devrim sözcüğü böylece anlamını yitirecektir. Burada ‘verili dil’ denilen şeyi anlatmaya çalışıyorum. Toplumun veya devletin bize verdiği sözcüklere verili dil denir. Mesela geçtiğimiz gün Emekçi Kadınlar Günü’ydü. O gün ‘Adam ol’, ‘Adam gibi davran’ gibi ifadelerin ne kadar kadın hareketlerine ve kadınlara nasıl zarar ver-
Sayfa 62
diğinden bahsedildi. Gerek toplum gerek devletler biz belirli şeyleri düşünmeyelim diye dili daraltır. Şiir yazdığımız zaman ise kelimeleri verilen anlamda kullanma zorunluluğundan vazgeçiyoruz. Normalde söylenmeyecek şeyler söylüyoruz. Grameri (Bunun Türkçe karşılığı dil kuralları mı oluyor tam kestiremedim? Yoksa böyle bırakalım mı?) bozuyoruz, cümlenin yapısı değişiyor, fiiller ortadan kalkıyor… Yani biz dille oyuyoruz, onu eğip büküyoruz. Burada yapmaya çalıştığımız şey algılayamadıklarımızı anlamak ve elimizdeki sözcüklerle anlatamadığımızı anlatmaya çalışmak. Orhan Veli’nin de dediği gibi: ‘’Bir yer var, biliyorum. Her şeyi söylemek mümkün. Epeyce yaklaşmışım duyuyorum. Anlatamıyorum.’’. Aslında her şiirde dille oynuyoruz anlayabilmek ve anlatabilmek için. AYŞE BENGİSU AKDENİZ: Şiire genellikle nasıl başlıyorsunuz? Bir planla mı yoksa aklınıza gelen bir şeyi o anda devam mı ettiriyorsunuz? GÖKÇENUR Ç. : Ben genellikle bir dizeden başlarım. O an çok iyi bir dize gelmiştir aklıma öyle başlarım. Çok iyi bir hikâye de başlangıç noktam olabilir veya bir andır, hayattaki bir saniye ve o saniyedeki kişilerin durumudur başlangıç noktam. ALEYNA SU AKTAŞ: Şiirlerinizde sanatın diğer alanlarından yararlanıyor musunuz? GÖKÇENUR Ç. : Çok severim aslında. Örneğin bir resme baktığım zaman onun bende çağrıştırdıkları şeyler metaforlar kurmama, dizeler başlatmama yardımcı olabilir. Ama burada bir şey var benim benimsemeye çalıştığım aksinden de çok hoşlanmadığım: Dinlediği-
miz müziklerin, baktığımız resimlerin veya heykellerin bizde bir karşılığı olmalı. Bizde bir şey uyandırıyorsa bu eserler o zaman yazdığımız şey daha da gerçek olacaktır. Öbür türlü gördüğüm her resmi bir yazıya çevirmek bir şeyi bir şeye bahane etmek gibi bir sonuç doğurabilir. ALEYNA SU AKTAŞ: Yazma isteğinizin arttığı bir yer ya da zaman var mı? GÖKÇENUR Ç. : Öyle bir lüksüm hiç olmuyor aslına. Ben gece yazamayan insanlardanım ne yazdıysam gün ışığında yazdım. Tam zamanlı bir işte üst düzey yönetici olarak çalışıyorum, ne yazıyorsam ofisimde yazıyorum. Tatilde dinginlik içinde yazdığım şeyler yazdıklarımın yüzde beşi bile değildir. Genellikle iki toplantı arasında yazıyorum ama yazmak istediğim zaman işlerimi bir kenara itip yazacak zamanı açmaya çalışıyorum. Yazmak isteyip de yazamayanların şöyle bir sözü vardır: Koşul arıyorum. Ben o koşulları hiç bulamıyorum. Ben illa koşul olması gerektiğine inanmıyorum bunu bir bahane olarak görüyorum. Yazmak istiyorsanız o koşulları imkânsızlıkların içinde bile yaratırsınız. Ben derste çok hikâye ve şiir yazdım mesela. “Oradasınız ama değilsiniz şiir tam o anda oluşur.” BÜGE SUNAR: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.
YAZIN
şiir, şiir, yine şiir, ille de şiir… Şiir Kulübü Öğrencilerimizden Naz Tunç ve Zeynep Saravin, Şiir Festivali Jüri Üyelerimize Sordu:
küçük İskender’e... Şiir yazmak içinizdeki karanlığı mı aydınlatıyor, yoksa içinizdeki ışığı söndürerek sizi karanlığa mı atıyor? Şiiri tabi ki her şair kendine göre farklı farklı değerlendirir. Dünyayı algılayış biçimine göre, aşk hayatına göre ya da varlık nedenine göre şiirini ve kendi oluşumu belirli bir yola koyabilir. Bazen bir bakarsınız sadece barış şiirleri yazan insan vardır. Bir bakarsınız sadece aşk şiirleri yazar. Bazısı belirli bir akımın temsilcisi olur ve belirli bir tarzda şiir yazar. Benim daha çok ironik yanım yoğundur. Aslında çok lirik şiir yazsam bile bazen o lirizmin içindeki ironiyi insanın bu kadar aşkla dolu olup hayata karşı mahcup kalması çok komik gelir bana. Tabiata karşı mahcup olmaktır çünkü doğal olmak her zaman bana göre sahici bir şeydir. Her şeyi tadında yaşamak lazım. Beyazı da siyahı da ara tonları da. Belirli bir tona şiirini mahkûm etmek bir şeyin emilimine vermek gibi düşünüyorum o zaman şiiri, edebiyatı. Hayat sizi nerede indiriyorsa ya da nereleri görüp de geçiyorsanız tıpkı bir yolcu otobüsünde cam kenarına oturduğunu düşünürseniz neyi görüyorsanız acısı, tatlısı, güzel olanı, çirkin olanı hepsini şiire almakta fayda var diye düşünüyorum. Dil nasıl ve neden tehlikeli bir silah kimilerince? İletişime geçen ender canlılardanız. En azından biz birbirimizi biliyoruz. Dilin bir iletişim aracı olduğunu. Bir silaha döndürmek mümkün olabiliyor. Çok kırıcı da olabiliyorsunuz, sevdiğinizi söyleyip aldatabiliyorsunuz da. Önemli olan edebiyat yaparken bunu yapmamak, okuru ya da çevrenizdeki insanları aldatmamak. Dil, insanın zaten aciz olan doğanın ve bütün tarihsel dokümanlar içindeki yeryüzündeki aciz varlıklardan biri. Varsayalım ki bir aslan yavrusunu götürüp ormana bıraksanız hayatta kalır ama küçük bir bebeği götürüp ormana bırakırsanız hayatta kalma süresi tahmin edemeyeceğimiz kadar kısadır. İnsan hayatta kalabilmek ve var olabilmek, yeryüzüne yayılabilmek için dili bulmuştur. Bu en büyük silahıdır. İkna etmesi, konuşması, şarkılar söyleyebilmesi, şiirler yazabilmesi, politika yapabilmesi o yüzden dil hem kendinizi korumak hem de saldırabilmek ve var olabilmek için en büyük korunağımızdır. Şiire neden ihtiyacımız var sizce? Eğer şiirin dışında ki her şey sizi mutlu ediyorsa zaten şiire ihtiyacınız yoktur . Yaşadığınız dünyada, coğrafya da şiirin dışındaki her şey de mutlu olan insanlar varsa zaten bizim de şiir yazmamıza gerek kalmamış demektir.
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 63
İç Yazı Başlığı
söyleşi Turgay Fişekçi’ye İlk şiiri yazmanızda ilham kaynağınız ne oldu? İlk şiirimi yazdığımda on altı yaşındaydım. O sırada edebiyat öğretmenimizin önerisi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ve Behçet Necatigil’in şiir kitaplarını okumuştum. O şiirlerin etkisiyle yazdım. Sizi şiir yazmaya iten güçler nelerdir? Şiir yazmaya iten güçlerin başında aslında aşk geliyor. Özellikle genç yaşlarında insan âşık olduğunda kendini çok coşku dolu, dünyaya karşı heyecanlı hissediyor ve bu da şiire dökülüyor bir noktadan sonra. Dünyanın bütününe, bütün insanlara ve dünyadaki her şeye duyulan bir sevgiye ve ilgiye dönüştü zamanla. Dünyada olan biten ne varsa ağaçların çiçek açması, güzel şehirler, güzel doğa parçaları, güzel insanlar, güzel sanat, kültür eserleri ve her şey beni şiir yazmaya yönlendirdi diyebilirim. Şiir yazmak; içinizdeki karanlığı mı aydınlatıyor, içinizdeki ışığı söndürerek sizi karanlığa mı hapsediyor? İlki daha doğru. Şiir yazınca kendimi aydınlanmış düşünüyorum. Hem de dünyaya daha güzel baktığımı hissediyorum. Şiir yazdıkça dünyanın ve hayatımın daha güzelleştiğini hissediyorum. Bu yılki şiir festivalimizin konusu bildiğiniz gibi “su”; su sizin için bir esin kaynağı oldu mu? Somut olarak hatırlamıyorum ama mutlaka olmuştur. Çünkü su gerçekten yani varoluşumuzun kökenindeki nedenlerden biri. Su ırmaklardaki görünümüyle, derelerden akışıyla; denizdeki su, yağmur olarak hayatımızda zaten, şiirime de girmiştir. Son derece önemli bir esin kaynağı benim için.
Ne zaman şiirlerinizi defterlerinizin sayfalarının sessizliğinden çıkarıp başkalarına okutmaya karar verdiniz? Doğrusu on altı yaşımda yazdığım ilk şiirlerden sonra üniversiteye geldiğimde on sekiz, on dokuz yaşında ilk kez yazdığım şiirleri arkadaşlarıma göstermeye başladım. Bir arkadaşımın cesaretlendirmesi şair olmaya karar vermemde etkili olmuştur. Şiire neden ihtiyacımız var? Şiire en başta dünyayı daha iyi anlayıp, anlatabilmek için ihtiyacımız var. Çünkü bizim günlük konuşma dilimiz dünyanın, insanın ya da hayatın gizlerini yeterince anlatmaya yetmiyor. Şiirin doğuşundaki temel etken budur. Şiir düz yazıyla ya da konuşma diliyle anlatamadığımız durumları, duyguları anlatma biçimidir, bunun için doğmuştur. İnsanlığın ortaya çıktığı ilk dönemlerden bu yana şiir var ve bundan sonra da olmaya devam edecektir. Bilemediğimiz, kavrayamadığımız durumlarla karşılaşıyoruz. Bunları anlatabilmek için şiire ihtiyacımız vardır ve olmaya devam edecektir.
Şiirlerinize gelen olumsuz eleştirilerin şevkinizi kırdığını mı, kaleminizi güçlendirerek sizin için yararlı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bu sorduğunuz soru aslında günümüz edebiyatı için de çok önemli bir soru. Bence edebiyat olduğu yerde mutlaka eleştiri de olmalı. Eleştiri olmadan edebiyatın gelişmesi, ilerlemesi mümkün olmaz. Fakat günümüzde ne yazık ki şiir eleştirisi neredeyse yok düzeyde; eleştiriyle karşılaşmıyoruz. Nurullah Ataç, şiirimizin ilk önemli eleştirmeni; çok sert yazılar yazardı. Eleştirileri şiirimizin gelişmesinde çok etkili olmuştur. Ben kendi adıma bugün eleştirinin yokluğunun acısını çekiyorum diyebilirim. Şiirim hakkında eleştirel yazılar olsa gerçekten mutlu olacağım. Ama yok, ne yazık ki!
Sayfa 64
YAZIN
Altay Öktem’e... Şiir yazmak içimizdeki karanlığı mı aydınlatıyor yoksa içinizdeki ışığı söndürerek sizi karanlığa mı hapsediyor? Elbette şiir yazmak hiçbir zaman yani sadece yazmak değil, şiir okumak ya da şiirin hayata kattığı şey, her zaman karanlığın karşısında olmaktır. Yani hiçbir zaman karanlığa hapsetmez insanı. Şimdi orada şu var bir şiir yazarken içinizdeki karanlığı da aydınlatabilirsiniz, bu bir çözüm. Bir ikincisi içinizde hiçbir karanlık olmayabilir ama buna rağmen şiir sizi aydınlığın farklı boyutlarına taşıyabilir. Yani şiir yazmak her zaman insanı hem aydınlığa götürür hem de eğer zaten aydınlıktaysa da aydınlığın hiç bilmediğimiz yerlerine doğru, farklı aydınlıklara doğru da taşıyabilir. Çünkü şiir yazarken insan şunu fark ediyor: Çok çok farklı, birbirinden bağımsız bir sürü aydınlık var aslında ve insan bu aydınlıkların hepsini birden görebilir, birlikte bunları bir araya getirebilir, paylaşabilir. O zaman da aslında çok daha ileriye doğru gitmesi için hem kendisinin hem bireylerin hem toplumların çok daha geniş bir perspektif yönünde açılabilir ve şiir bunları sağlıyor hep. Ne zaman şiirlerinizi defterlerinizin sayfalarının sessizliğinden çıkartıp başkalarına okutmaya karar verdiniz? Şöyle söyleyeyim ben ilk şiirleri yazmaya başladıktan sonra, belki böyle bir dört beş yıl kendi kendime, hem şiir okumayı çok seviyordum, çok fazla şiir okuyordum, lise yıllarında ortaokulda başladım. Sonra belki böyle beş altı yıl gibi hep şiirlerimi kendi kendime şiir defterleri yapıyordum, defterlerde saklıyordum şiirlerimi. Sonra üniversitenin ilk yıllarında artık şiirlerimi, kendime güvenim de geldi şiirlerimin artık yavaş yavaş insanlarla paylaşabileceğim düzeye geldiğini düşündüm ve bazı edebiyat dergilerine göndermeye başladım. Tabii bu söylediğim çok eski tarihler sizin için. İlk şiirim 1988’de yayımlandı, üniversitedeydim o zamanlar. Ondan sonra 88’den sonra da çok hoşuma gitti, tabii bir dergide şiirimi görmek. Çok mutlu edici bir şeydi bu. Sonra dönem dönem hoşuma giden, takip ettiğim dergilere şiirlerimi gönderiyordum ve böylece şiirlerim yayımlanmaya başlandı. Tabii bir süre sonra 92’de ilk kitabımı çıkardım. O aralar yani kitap çıkana kadar 88’den itibaren dediğim gibi kaç yaşlarındaydım, 24-25 yaşlarında şiirlerimi yayımlamaya başladım. Dil neden ve nasıl tehlikeli bir silah? Aslında insan sadece konuşurken dili kullanmaz. Dili düşünürken de kullanırız. Yani, insanın bütün düşünceleri aslında dille oluşur ve dil hazinemiz kadar ne kadar genişse o kadar geniş düşünebiliriz. Çünkü düşünceyi de sonuçta bildiğimiz kelimeler ve kavramlarla düşünebiliyoruz ve beynimizde kodladığımız şekilde bir düşünce geliştiriyoruz. O yüzden bütün buluşlar, insanlığı ileriye götüren şeyler, tarih açısından, edebiyat açısından, tüm fizik kimya açısından onun dışındaki bütün keşifler aslında biliyoruz ki önce yaratıcılıktır. Düşünce ve hayal gücü aslında hepsini sınırlayan şey, dilimiz. Dil çok önemli, dil iyi kullanılırsa çok çok başarılı ve iyi şeylere ulaştırabilir insanı. Kötü kullanıldığı zaman da aslında çok zararlı ve tehlikeli şeylere de neden olabilir. O yüzden elimde aslında dil var.
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 65
İç Yazı Başlığı
söyleşi
Ertan Mısırlı’ya... İlk şiirinizi yazmanızda ilham kaynağınız ne oldu? İlk şiir, ilk dize şiirde çok önemli. Hatta ilk dize için şiirin kılavuzu der ustalarımız. İlham kaynağımız, benim dönemime ilişkin soruyorsan, toplumsal olaylardı. 1970’li yıllardı. Sıkıntılı yıllardı ülke için. Değişik hareketler içinde yer almış biri olarak tabii ki ilk bağlamda toplumsal sorunlar, dönemin yaşanan acıları, itici güç olarak bunlar öne çıkmıştı, hatırlıyorum. Bu ilk şiirler, ilk defa dergide yayımlanan şiir anlamında değil. Onlar daha sonra; şu anda bahsettiğim 70’li yıllar. Ama ilk şiirim 1991’de “Argos” dergisinde yer aldı. Ancak dediğim gibi, ilk şiirlerden farklı bir şiir çizgisine doğru evrimleşmişti. Yani daha inceltilmiş, daha imgeye yönelik, imge ağırlıklı, toplumsal sorunların daha estetik bir şekilde ele alındığı şiirler. İlk şiirlerimden oluşmuş dosya hala durur çekmecemde, yani 70’li-80’li yılların başındaki o şiir serüveninin dosyası kitap olarak basılmadı. Çünkü fark ettim ki Türk şiirini ve diğer şiir yazan arkadaşlarımı incelediğim zaman, benzer duyarlılıklar, ortak sorunlar ele alınmıştı. Ben de buna bir tekrar olacağını düşündüğüm için o dosyayı kitap olarak ortaya çıkarmadım. Yıllar sonra farklı bir kitapla şiir yaşantıma başladım. Şiir yazmak, içinizdeki karanlığı mı aydınlatıyor yoksa içinizdeki ışığı mı söndürüyor, sizi bir karanlığa mı gönderiyor? Karanlığın ışığını çalarak yaşıyorum şiir yazarken. Bilemiyorum, ikisini bir araya getirelim mi? İkisini de içeriyor; güzel bir soru sormuşsun. Şiir yazarken ışığı söndürüyoruz ama tabii ki sözcüklerin aydınlığı… Bir madenci gibi düşünürsen, madencilerin
Sayfa 66
madene inişini hatırla; baretleri vardır kafalarında ve baretlerinde bir ışık, el feneri gibi, deniz feneri gibi yollarını aydınlatır yerin 600-700 metre altında, o karanlıkta kafalarının hareketine göre. Şairi de böyle düşünebilirsin şiir yazarken. O aydınlatır, bir yandan da kazmaya devam eder. Nasıl oradaki işçilerin kömürü kazarken… Elmas maden işçilerini düşünün Güney Afrika’daki. Şairin çabası da aynı o madencinin elmasa ulaşma çabası gibidir. Işığı böyle anlatabilirim size. Kömür benzetmesi yaptınız; bu yoldaki kömürleriniz neyi temsil ediyor? Ben biraz önce elmas işçilerinden bahsetmiştim. O kömür de binlerce yıl sonra elmasa dönüşür, değil mi? Aynı şey. Sözcükleri de düşünelim o zaman: nasıl bir heykeltıraş koca bir mermeri alıyor eline, blok halinde düşün, bunu başlıyor yontmaya… Yonta yonta yonta küçük bir kurda dönüştürüyor. Dişi kurttan süt emen Romulus ve Remus heykelini düşün. O koca bloktan küçücük bir şey çıkıyor. Onun gibi düşün. Bizim şiir yazarken koca bir sözcüğü elimizde aldığımızı düşün. Sözcükleri ata ata 150 sözcükten 30 sözcüğe indiriyor, en az sözcükle en çok şeyi, duyguyu elde etmeye çalışıyoruz. Aynı bir heykeltıraşın taşı yonttuğu gibi; bütün fazlalıkları attığını düşün, ortada son kalan şey şiirdir. Şiirlerinize gelen olumsuz eleştirilerin şevkinizi kırdığını mı yoksa her seferinde kaleminizi güçlendirerek sizin için yararlı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ben yararlı olduğunu düşündüm her zaman. Aslında bütün bu olumsuz bakışları ya da eleştiri dediğimiz şeyi kendi içimde de yapmaya çalışıyorum. Olumlu gözle baktım hep; onu yapan arkadaşları da, edebiyatçıları da – kimini tanıyorum, kimiyle muhabbettim var – hiçbir zaman olumsuz anlamda düşünmedim. Sevinerek karşıladım. Ondan bir şey çıkartmaya çalıştım; ondan dolayı üzüldüğümü veya rencide olduğumu hissetmedim hiçbir zaman. Kendimi iyileştirmek için bir fırsat olduğunu düşündüm; hatta ne kadar çok yapılırsa o kadar iyidir bana göre; yapılmadığı zaman üzülürüm. Bir eleştiri yapılmamışsa veya eksik yapılmışsa diye düşünürüm. Onun için eleştiri çok önemlidir, faydalıdır kişi için. Yeter ki onu göğüslemesini bilsin, kendini düzeltmek için üstüne gidebilsin.
YAZIN
Cenk Gündoğdu’ya... Sizi şiir yazmaya yönlendiren nedenler nelerdir? Okuduklarım, hayal gücüm, kişisel serüvenim, hayatın karşıma çıkardığı çatışmalı haller ve gerilimden çıkma isteği; farklı farklı etmenler, okumalar, okuduklarımın beni getirdiği yerler, düşündürdükleri, hayalimde kurduğum, zorladığım şeyler; sunulanın dışında arama isteğim ve bir de hayatın önüme sunduğu çatışmalı halden çıkma çabasıdır.
Sizce şiire neden ihtiyacımız var? Bu sorunun karşılığı tarih kadar eski bir şeydir, aynı şiir gibi. Başlangıçta söz olduğunu düşünürsek, nasıl mağara insanlarını çizdikleri bizon resimlerinden tanımlarız, kendilerini ifade etme çabasını nasıl algılarız – o çizdiği resimde avlanma törenini çiziyor, günlük hayata dair bir şeyler çiziyor, bize bir mesaj gönderiyor aslında. Tıpkı bugün uzaydan gelen mesajları konuşuyoruz, ilk insanın mesajı da bir çizgiyle, kendini söze dönüştürüp bir şey anlatmak istiyordu. Bu anlamda şiir, o ilk insanın da hakkını arayan, araması gereken bir gerçekliktir. Şiirin bu anlamda hem insanların, hem toplumların incelticisi olduğunu düşünüyorum. Duygu anlamında, bilinç anlamında bir inceltici görevi gördüğünü düşünüyorum.
YIL:17 SAYI:17
Şiire neden ihtiyacımız var? Nefes almaya ihtiyacımız olduğu için sanırım. Yani nefes almak istediğimiz için şiire ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Aksi halde nefes alamayacağımızı düşündüğümüz için şiirle soluk alıyoruz. Bir nevi oksijen sahası, şiir bizim için. Bu yılki şiir festivalimizin teması bildiğiniz gibi “su”, temamız sizin için esin kaynağı oldu mu? Şiir için bende esin kaynağı oldu. Suyun çağrıştırdığı başka alanlar oldu. İlk şiirinizi yazarken ilham kaynağınız ne olmuştur? Yalnız kalıyor olmak. Yatılı okula gittim. Yatılı okula gitmemle birlikte yalnızlık duygusu ve insanın kendini, hayatını sorgulaması, tartması, tek başına kalıp bir çıkış arıyor olması, belki bir tünelin dibinde gibiymiş gibi hissediyor olması, kendine de dışarıdan bakabilecek bir hali yaşıyor insan. Bütün bunların hepsini gördüğümde daha çok okumaya, daha çok kendime, aramaya ilerledim; ilerlemenin sonrasında, o günlerde, ilk şiirlerimden birini yazmıştım. Yani yalnızlık, uzaklaşma ve yatılı okul yılları diyebilirim.
Sayfa 67
söyleşi Efe Duyan’a... İlk şiirinizi yazmanızda ilham kaynağınız ne oldu?
Bu yılki şiir festivalimizin konusu bildiğiniz gibi su. Su sizin için bir esin kaynağı oldu mu?
Eyvah, eyvah çok zor bir giriş oldu bu, damardan girdin. İlk şiirimi yazmamda ilham kaynağım o zaman beğendiğim kızları tavlamak düşüncesiydi. Yani ilk başlarda hiçbir edebi amacım yoktu.
Bilseydim size suyla ilgili şiir yazardım. Şaka tabii ki… Su beni için bir esin kaynağı oldu çok oldu. Özellikle iki açıdan oldu. Ben doğma büyüme İstanbulluyum, ömrü vapurla geçmiş bir insan olarak dolayısıyla İstanbul ve deniz çokça yer tutar yazdığım şiirlerde. Ayrıca suyun kendisi de özellikle son dönem şiirlerimde tüm çağrışımlarıyla yer buluyor. İnsanın, hayatın maddeselliğiyle çok ilgileniyorum. Su, insan, madde ilişkisi pek çok çağrışıma kapı aralıyor. Suyun dönüşümleri ilgimi çekiyor. Su temel besin maddesi, ter, erotizm, yorgunluk, hayatını sürdürme isteği dolayısıyla su kadar hayatın temelinde yer alan bir kavram son dönemlerimde benim şiirlerimde de geniş bir yer alıyor.
Sizi şiir yazmaya iten şeyler nelerdir? Şu an için mi, genel olarak mı yanıt vermeliyim bilemiyorum ama insanın edebiyata şiire başlamasıyla uzun yıllar hayatında sürdürmesi çok farklı şeyler. İlk gençlikte bir sürü insan şiir yazıyor. İşte benim şiire başlamam gibi kız tavlamak, yaşamla ilk karşılaşmanın verdiği şaşkınlık ve heyecan, edebiyatı ve şiiri sevmek, beğendiklerini ve beğenmediklerini dile getirmek ihtiyacı… Kısaca kendini ifade etmeyi istemek, kendini dünyada konumlandırmaya çalışmak. Herkes bu ifadeyi farklı yollarda arar, şiir de bu yollardan biridir aslında. Başlangıç için böyle tabii ama şiir yazmak sürdürmek bambaşka bir durum. Dünya değişiyor, insanın dünyası değişiyor. Bir kere işin içine girdikten sonra bunu on sene, yirmi sene, otuz sene sürdürmek farklı. İnsanın yaşamının bir parçası, ikinci bir meslek gibi şiir yazmak. Bundan para kazanıyor olsak belki de tek mesleğin olacak. Üretmek, okumak, yazmak, kendini ifade etmek hem bir haz yaşatıyor hem de olumlu anlamda bir alışkanlığa dönüşüyor.
Şiire neden ihtiyacımız var? Bir kere herkesin ihtiyacı yok bence. Ben şöyle düşünüyorum: Kime sorsan şiir çok gereklidir efendim diyecektir. Ama okuyor musun deyince “hayır” diyecektir. Pek çok insan gibi bir şey söyleyip onun arkasında durmamak benim tarzım değil. O zaman hayatta bazı ezberlerimiz var. Ezberler üzerinden hareket etmek doğru değil. Şiir kendini ifade etmek için gereklidir. Kendi duygularını, düşüncelerini yeniden yaratmak, onları başka formlara sokmak isteyenler için şiir gereklidir. Hatta kendinin bile fark etmediği durumları ortaya çıkarmak için, bu durumların adını koymak için şiir gerekli. Bir şeyin adını koymadığında o şey var mı yok mu tartışılır. Bu felsefi bir tartışmadır biliyorsun. Dil neden ve nasıl tehlikeli bir silah kimilerince? Şiirin hayatta birkaç tane kardeşi var. Onunla aynı teknikleri kullanan başka alanlar var. Dilsel ya da görsel teknikler bunlar. Bir tanesi reklamcılık, bir tanesi siyasi propaganda mesela. Pek çok reklamcının şairler arasından çıkması bir tesadüf değil aslında. Aynı şeyi çok farklı şekilde ifade edebilirsin. Mesela meşhur bir hikâye var. Galiba Fransız şair Aragon anlatıyordu: Bir tane dilenci varmış. “Körüm lütfen bana yardım edin.” yazan bir yazıyla dileniyormuş. Günde birkaç kuruş kazanıyormuş. Bir gün bir şair gelmiş “Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim.” yazmış ve herkes o dilenciye yardım etmeye başlamış. İkisinin arasındaki etki ne kadar farklı öyle değil mi? Dolayısıyla aynı gerçekliği çok farklı yoğurup ortaya koyabiliriz dille. İnsanların duygu ve düşüncelerini tetikleyebiliriz. Yeni duygular, düşüncelere kapılar açabiliriz. İşte bunu tekniğini bilen insan bunu farklı yönlerde kullanabilir. Dil çok tehlikeli ama her açıdan tehlikeli yani iktidar sahipleri açısından hakkını arayan, özgürlük arayan insanların dili kullanımı bir tehlike oluştururken, tam tersi insanları baskı altında tutmak isteyen iktidar odaklarınca kullanıldığında da bu defa toplumun bütünü için de tehlikeli.
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 68
deneme
İki Farklı Dünyam Bazen çok sıkıldığımız anlar olur. Çok bunaldığımız hatta “Neden ben?” diye sorguladığımız zamanlar olur. Böyle zamanlarda herkesin bir sığınağı olmalı. Yaşadığımız bu yerden, çevremizdeki insanlardan uzak, kendimiz olabildiğimiz bir dünya. Benim için farklı iki dünyaya açılan iki anahtar var. Biri kitaplar, biri ise dans. Kitaplar kurtarıcımdır. Saklandığım, sığındığımdır. Kötü bir olay yaşadığım zaman kitap okurum hep. Tuhaftır ki birkaç yıl önce kitap okumanın bana böyle duygular yaşatacağı aklıma gelmezdi. Çocukken annem sürekli kitap okumamı söylerdi.”Kitap” kelimesinden bile nefret ederdim. “Okuma ihtiyacı barut gibidir, bir kere tutuşunca artık sönmez.” demiş Victor Hugo. Ben bu sözün canlı örneklerinden biriyim. Tam iki yıl önce yağmurdan kaçmak için şemsiye ararken, kitap sayfalarını çevirirken buldum kendimi. Nasıl oldu bilmiyorum ama beyaz atlı prensim oldu kitaplar bir anda. Dans ise asiliktir. Dörtnala çıkmış bir atın yelelerindeki rüzgar gibidir. Özgürdür. Dans ederken aklımdaki bütün düşünceler koca bir silgiyle silinir sanki. Müzik yankılanır beynimde Bir köşeden diğerine. Üç yaşımda baleye başladım, yedi yaşımda da dansa. Belli bir zaman sonra her müzik duyuşumda bir ürperti kapladı vücudumu. Elimde olmadan sallanmaya, küçük hareketlerle dans etmeye başladım. İnsanların “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” sorusuna cevabım “Dansçı olacağım ben.” oldu. Bale ve dans her ne kadar birbirine benzetilse de aslında çok farklı şeylerdir. Dans bir başkaldırıyken bale teslim olmaktır. Bale mükemmeliyetçidir, hata kabul etmez. Dans serbesttir, kural tanımaz. Baleyle dans arasındaki en büyük farklardan biri ise terimleridir. Dansta çok fazla terim vardır. Balede ise terimleri saysam baleyi bilmeyenlerin kesinlikle anlamayacağı kelimeler ortaya çıkar. Bu terimler balenin alfabesi gibidir. Nasıl alfabeyi bilmeden kitap okuyamazsak bu terimleri bilmeden de bale yapamayız. Kitap dünyam sürekli yağmurlu ama huzurun buram buram koktuğu yer, dans dünyam ise oldukça güneşli ama çatışmanın her santiminde var olduğu bir yer oldu. Müziğin ve düşüncelerimin çatışması. Ben kendi dünyalarıma ayak basan ilk insanım, iki dünyanın da sahibiyim. Aslında ben bu dünyaların ta kendisiyim. Buse Özdemir Hz B
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 69
İç Yazı Başlığı
deneme
beklenti Bir yazar söylemiş ki, “Eğer sevgiliniz bir yazar ise siz çoktan ölümsüzsünüzdür.” Tam bir yazar kimliğim olduğu tartışılabilir. Yazılarımın her birinin sana olduğu ise tümüyle gerçek. Bak, ben halen buradayım. Gözlerim kapanmakta. Belki de kızarmışlardır çoktan. Kapandıkça nemlenmesinden, nemlenip de sızlamasından anladım. Çok mu beklemiştim, çok mu yorgundum? Bilmiyorum. Gözlerim “belki” kızarıktı, ellerim bir ateş parçası!
Yastığım yumuşak, gözlerim hayli zor kapandı. Bir damla uyku bana da bağışla, Ne olur gelme bu kadar gecikmişken, Korkma, ben yarın seni yine beklerim… Sedef Dündar 12G
Bu gündüz ayazı da hiç gelmeyecek gibi. Hem yerinde duruyor zaman bu gecenin ay ışığında hem de seni karşılamak için saat kovalıyorum. Beş geçe. On geçe gelmezsin. Yirmide burada olacaksın ama. Bak şimdi, oldu mu? Yine geciktin, saat yarım... Bu gün ayazı hiç gelmeyecek. Söylemiştim. Başkalarının da beşer dakikaları topladığını bilmek isterdim. Ah, senin de bu ıstırabı çekeceğin günleri de. Belli mi olur, belki bir zaman gelir saçlarım yavaş yavaş kayar göğsünden. Telleri kalır. Soluk, kırık, iz gibi fakat pek anlamsız. Bir bekleyenin olmadığı sevda tatsızlığı yaşanır aramızda. Çok önemser misin bilmem. Takviminin hergelesinden bir öpücük kaçamağı yapamamayı. Çünkü takvim kış, yalnız ateş parçası ellerim yanaklarımda. İki sözüne hasret dudaklarından yoksun. Belli mi olur belki de ağrıtmam başını. Gerçekten umursamaz olmanın kötücül özgürlüğüne ulaşırım. Bu, yazar olmayan kimliğimden de çıkarır belki beni. Ama çocuk gibi basit olmayı öğütlediğim gibi, “oyunun değişmesi”ni ben de kabullenirim. Başka rol bulurum olmaz mı? Bugün şifacı doktor hanım, ertesi günü kaba bir aşifte. Aman ne mümkün böyle sözler bir çocuğun ağzından. Olmadı bak gene... Otuz beş, kırk, elli. Saat yine bölüyor ikiye günü. İkiye bölüyor sevdaları böyle. Biz de ne mümkündük böyle olmaya. Az kaldı bırakacağım kalemi kâğıdı. Bir avaz kudreti gelecek. Yedi tepenin yedi camiinde aynı anda okunacak ezan misali... Senin yüzüne söylenecek bin bir kelimeyi dizeceğim. Biçim biçim. Yazılan onca kâğıdı oku diye önüne savurmaktan, edebiyatın yalnız kişiye iyileştirici gücü olmasından daha iyidir bu. Ben o kudreti bekleyeceğim.
Sayfa 70
YAZIN
derinliğin ötesinde bir unutuş İnce çizgiler var. Yazamadığım cümlelerde ve açtığım kapılarda. Aralanan düşünceler var. Bir özlem mevsimi sanılıp yalnız bir esinti olduğu kanıtlanan bu odalar. Hangi pencereyi açsam bucaksız ilerisi. Gitmek istediğim her yer oranın berisinde. Bir coşku var içimde. Hayalinin, birden aklıma düştüğü sokaklar var. Çıkıp gitsem diye geçirdiğim birkaç küçük an, bu saatlerin arasında. Gitseydim, yalnız, bir kuşa uğrardım; bir kiliseye bakardım. Çok önceden diktiğim mumların meraklı isini koklardım. Tasvir edebileceğim bir çizgi olsaydı seni, sayfayı boş bırakmayı seçerdim. ‘Artık’lardan yola çıktığım bir şiir yazardım. Gururla yakama takardım, sen anlamazdın. Övünmek değil de, büyümek derdim buna. Küçük sızılar beslerdi içimi ve defterimi. O pencereden nefes alırdım ve artık buna pişman bile olmazdım. Kendine emanet bir ruhu salıverirdim. Yaka paça biraz. Çünkü yazık ki gecikmiş bir ruh o. Getirir bana haberlerini, neleri keşfettiğini ve artık durmadığını müjdeler. Bir çakıl taşı toplamıştır belki benim için ufalanmış beyaz bir sahilden. Sırf bana benzettiği için. Yüzyıllardır denizin üzerimden aktığı; bir türlü ulaşamadığım derinliğin anısına... Bunu bana o ruh yollasaydı, mektubun adresinde ‘derinliğin ötesinden’ yazardı ve ben ancak mutlu olurdum.
Sedef Dündar 12 G
YIL:1
Say
deneme
Ruhumun Açlığı Kendi ülkemde, kendi şehrimde, kendi mahallemde hatta kendi evimde, kendi odamda bile özgürlüğe açım. Sözlerimin önü kesildikçe fikirlerim birer birer birikiyor. Düşüncelerimi benden almak istiyorlar. Konuşmama izin verilmedikçe, benim sözlerim başkalarını rahatsız eder ve doğru bilinen yanlışları söylemek suç olur zihniyetiyle susturuldukça kısıtlanıyorum. İnsanların ne düşüneceğini, bir söz söylerken neler olacağını, kimin beni haklı ya da kimin suçlu bulacağını düşünmekten özgünlüğümü, fikirlerimi, özgürlüğümü kaybettim. Başkalarının sözleri, otoritenin düşünceleri, kendini halktan üstün gören kesimin istekleri yüzünden fikirlerim yalın, sözlerim sahipsiz ve özgürlüğe açım. İnsanlar özgürlükten uzak kaldıkça toplumu bir kenara bırakıp yalnız kendilerini düşünür oldular. Özgürlüğünden alıkonan sanatçılar yeni şarkılar yazamadılar, kimse fırçalara dokunup tuvallerine hayat vermedi. Kulaklarım bir tını işitmeyeli, gözlerim boyaların karmaşasına tanıklık etmeyeli uzun zaman oluyor. Bir melodi mırıldanamıyorum, bir resim hakkında yapacak bir yorumum yok. Bize izin verilenden ötesi yasak. Ruhum sanata, bir melodiye, iki üç fırça izine aç. Kendi benliği dışında algılarını kapatan insanlık yüzünden; sokaklarda annesinin eteğinden tutan çocuklara, el ele yürüyen sevgililere, aşk mektuplarına, sevgi için ağlayan gözlere hasretim. ‘Merhaba!’ deyip gülümseyen, ‘Hoşça kal!’ derken bükülen dudaklara özlem duyuyorum. Ruhum sevgiye, sevginin beraberinde getirdiklerine aç. Bir otorite, bir üst sınıf, akran baskısı önce benliğimi çaldı, sonra ruhumu aç bıraktı. Selen Turan 10E
Su Birikintisinde Yaz Yağmuru “Atlama işte şu su birikintisinin de içine.” Etrafta kimse yoktu oysa. Ama şu cümle beynimin her köşesine çarpıp dolanıp duruyordu kafamın içinde satır satır. Satırlardan yoksun bir kağıda yazmış olmamdandır kafamın içini satırlara bölmem. Şu an ben de yoksun olmak istiyorum o cümleden. Karşımda bir su birikintisi, kafamda güneş ve ben yanıyorum. Yaz yağmuru söndürür alevleri. Derslerde bahsetseler ya. Yahut boş versinler, içimi ders kitaplarından toplamaktansa tercihen satırlı kağıtlardan toplamayı yeğlerim. Baksanıza, nasıl da eğlencelidir şu bulutlarla güneşin oynadığı kovalamaca veya saklambaç mı demeliydim. Ah, yanımda olsa ne güzel oynardık! O kaçardı, ben kovalardım. O saklanırdı, ben arayıp dururdum onu. Bir dakika, yoksa oynuyor muyuz? Bulamıyorum, saklandı mı acaba? Akşama doğru bir kez daha kolaçan ederim her yeri. Yine de siz de görürseniz haber edin. Bu oyun da burada bitmiş olur. Ama yağmur bitmesin. Hüzün havası derler, hüzün ismi. Sonbahar da hüzün mevsimiymiş hani. Siz aldırmasanıza canım onlara. Hüzünlü olan insan yazın güneşinde de hüzün doldurabilir ciğerlerine veya kışın ayazında da. İlla eşlik mi etmeli mevsim, hüznü akıtan yaşlara? Şimdi içinizden soruyor olabilirsiniz, “Şu an bir yazı ya da bir kışı yaşıyor olsaydık ya da bir ilkbahar sabahıyla buluşsaydık bunları yazabilir miydin?” diye. Size verilecek ilk cevabım: “Bu yazı satırsız işte! Boşuna mı böldüm sanıyorsunuz kafamın içini.” İkinci cevabım: “Bu yazdığım zaten bir yaz yağmuru. Buraya sonbahar yağmurunu yazmaya yeltensem beynimin işi olmaz. Zaten de yazabilecek durumda değilim şu vakit çünkü kalbim bir hayli yorgun. Kalan enerjimi de etrafımı kontrol etmeye ayırmalıyım. Şayet bu gece de bulamazsam siz söylersiniz artık, oyun bitti.” Elif Eriş 9C
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 72
İç Yazı Başlığı film eleştirisi
Sonsuz Hikâye Bizler bir kitabı okumaya başlamadan onun hakkında aşağı yukarı aynı bilgilere sahibizdir. Bildiklerimiz de kitabın kapağının bize çağrıştırdıkları ve arkasındaki tanıtım yazısında anlatılanlarla sınırlıdır. Sayfalar boyunca karşılaşılacaklardan kimsenin haberi yoktur. Beklentilerimiz vardır sadece. Biraz merakla biraz da kafamızdaki soru işaretlerinin yarattığı endişeyle tanışırız kitabın ilk sayfasıyla. Okudukça tanımaya başlarız. Kitabın sayfalarını çevirdikçe aklımızı kurcalayan soru işaretleri gizli cümlelerde yanıtlarını bulmaya başlar. Merak etmeye devam ederiz, sorgularız, düşünürüz. Kimi zaman çekiniriz devam etmeye. Belki de sonraki sayfalarda öğreneceklerimizden ürkeriz. Biraz bekleriz. Fakat bir süre sonra, devamını bilmeye hakkımız olduğunu düşünürüz ve kaldığımız yerden devam ederiz. Adeta ikinci şans veririz sayfalara ve kendimize. İlerledikçe benimseriz kitabı. Sanki bu kitap bize yazılmış, bizden başka onu kimse anlayamazmış gibi hissederiz. Zaman tanıyıp kitabı okumaya sabretmekle haklı çıktığımızı düşünürüz. Kitaba başlamadan önceki bütün soru işaretleri ve kaygıların yerini kitapla tanışmanın verdiği doyumsuz mutluluk alır. Peki ya gerçek sevgiye de böyle ulaşmaz mıydık zaten? Karşımızdaki kişiye, dış görünüşünün etkisiyle ulaşabildiklerimiz ve başkalarından duyduklarımızla yaklaşsaydık tadabilir miydik sahiden de sevgiyi? Açıkçası bizler karşımızdakilere başka gözlerin yorumlarıyla yaklaştığımız için hiçbir zaman göremiyoruz içlerindeki sevgiyi. Fakat unutmamalıyız ki tıpkı kitabın kapağından onun içinde neler olup bittiğini öğrenemediğimiz gibi bir insanın dış görünüşünden de içindekileri göremeyiz. Sevgiyi ancak zaman ve sabrın sonunda bulabileceğimizi bilmeliyiz. Kitabın sayfalarını çevirmeye devam eder gibi insanı da tanımaya devam etmeliyiz. Korkmamalıyız bundan. İçindeki sevgisini gördükten sonra da bağlanmaktan çekinmemeliyiz insana. Tıpkı kitabın her kelimesini bir kelimesini bile atlamadan okur gibi her an’ı dolu dolu yaşamalıyız. Bu kitabın, bu hikâyenin sonu var diye düşünerek durdurmamalıyız kendimizi. Yarıda bırakmamalıyız hiçbir şeyi. Kendimizi kitaba kaptırdığımız zamanki o duyguların tadına varmalıyız. Sevginin bize hissettirdiklerine bırakmalıyız kendimizi. İşte, bir kitabı benimsediğimiz gibi o sevgiyi de benimsediğimizde hiçbir hikâye bitmezdi. Hiçbir son bizi durdurmazdı, kendimiz onu yaşatmaya devam ettirirdik. Ancak o zaman sevginin ne olduğunu konuşabilirdik. Beyza Sağır 9E
Sayfa 73
YAZIN
İç Yazı Başlığı inceleme
deneme Midye Dolma ve Limon
ikililer...
Kimisi sokaktan alır, kimisi ise lokantada yer; hatta bazıları evde yapmayı bile dener midye dolmasını. Evde yapanların sayısı azdır ama benim en çok o hoşuma gider. Çünkü evde yapanlar adeta sokakta ve lokantada satanlara meydan okuyordur. Kendi gerçek emeğini katar lezzete evde yapanlar, bunun sebebi kendilerinin de yemesidir. Gelgelelim limona, limonsuz midye dolma olmaz benim için. Midye dolmada eksik kalan tadı limon tamamlar. Fazla koyarsanız ekşi, az koyarsanız etkisi görülmez olur. Bu nedenle limonun görevi kritiktir. Limon hep arka plandadır. Midye dolmadaki o tat limon ile ayarlansa da kimse limondan bahsetmez, çok ekşi olunca herkes limondan hesap sorar. Ancak limonu kıvamında olunca limonun adı geçmez, çok güzel olmuş der geçerler. İkisinin de emeği apayrıdır ama kazanan hep midye dolma olur. Emre Anıl Polat 9E
Soğuk Havalar ve Eve Dönüşler Soğuk havalar ve eve dönüşlerde bir şeyler vardır, Efendim. İnsanları güzelleştiren bir şeyler. Sizi bilemem ama hiçbir şeye değişmem montuma sarılmış eve yürürkenki o güne ait solgun düşünceleri. Hiçbir şeye değişmem tüyler ürperten soğuk havadan sıcacık evimin girişinde botlarımı özensizce iteklemeyi. Soğuk havalar güzel olur muydu ısınacak bir ev olmasa? Evin sıcaklığı hatırlanır mıydı soğuk havalarda eller ovuşturulmasa? Abimin uykuyla gözlerini ovuşturması, annemin telaşlı ama dudağındaki şarkıyı düşürmeden anahtarları araması, babamın bagajdaki her şeyi kolunun altına sıkıştırmaya çalışması hep soğuk havalarda. Ve yine eve dönüşlerde hepimizin yorgun ama huzurlu bir tebessüm atması asansör aynasına. Soğuk havalar ve eve dönüşlerin kendisi güzeldir, minik ayrıntılarda yaşayanlar ve kalbini nedensizce hep evde ısıtanlara efendim. Değişmezler, değişmem, değişmeyin bir eve dönüşü milyonlarca sıcak havaya. Zehra Nur Azeri 9C
Sayfa 74
YAZIN
Sonsuz Yapraklar Sonbahar geldiğinde yapraklar sararıp teker teker dökülmeye başlar. Bazı ağaçların yaprakları daha fazla, bazıları daha az ama sonuçta o yapraklar dökülür ağacından. İlkbaharda açan çiçekler de yoktur artık. İlkbaharla herkesin hayranlıkla baktığı o çiçekler sonbaharda kaybolurlar. Yeri geldiğinde ağaçlardan toplanan, vazolara özenle yerleşen çiçekler bir süre sonra canlılıklarını kaybederek yerlerini yapraklara devrederler. Çiçeklerin değerleri zamanla azalır, zamanla ağaç için daha kolay vazgeçilir olur. Ağaç bilir ki bir sonraki ilkbaharda dallarından filizlenen daha güzelleri, daha başkaları çıkacak. Zaman geçtikçe çiçeklerdeki güzellik, yapraklardaki canlılık herkesin aklını karşılaştıracak. Ağaç değişime ayak uydurmuş bundan da şikayetçi değildir aslında, bilir bunun yaşanması gerektiğini. Ağaç artık yapraklarıyla devam eder yola, artık bir sonraki ilkbaharı bekler. Yaprakları teker teker dökülmeye başlar bir zaman sonra yine, yeniden. Sonbaharın sonunda yapraksız kalmış olur. Tek başına kalmıştır, kendisi mi seçmiştir böylesine tek kalmayı? Soralım ona ... Aylin Çermikli 9E
ikililer...
Vapur ve Simit Aralık ayının gelişi ile iyice bastıran soğuk havaya rağmen kararlı bir şekilde Haliç Vapur İskelesi’ne yürüyorum. Bugün koydum aklıma, işe vapurla gideceğim. Yolda gördüğüm ilk simitçiden tazecik bir simit aldıktan sonra vapur iskelesinin önündeki banklardan birine oturup simitten bir parça kopartıyorum. Düşünüyorum da acaba kaç yıl oldu? Koşuşturmaya kapılıp sürüklenerek, tam vaktinde işte olmam gerek diyerek yaşadığım; yüksek gökdelenlerin küçücük odalarına tıkılıp tek arkadaşımı bilgisayarım seçeli kaç yıl oldu? Kaç yılımı para denen bir hırs için çöpe attım? Birden vapurun sesini duyuyorum. Hemen gişelerden geçip soğuk havaya rağmen vapurun üst katındaki açık kısımda bir yere oturuyorum. Vapuru beklerken aldığım simidin çeyreğini bitirmişim. Bir çeyrek daha kopartıp kalanı simitçinin verdiği naylon torbaya koyuyorum. Simidi kemirmeye başlıyorum. Ne zaman simit yesem dişime kaçan her susam tanesinde, her küçük ısırıkta aklıma çocukluğum gelir. Her seferinde de merak ederim, acaba üst mahallenin çocukları bilir miydi simidin o uzun ve havalı isimlere sahip bin bir çeşit yemekten daha güzel, daha özel olduğunu? Çeyrek simidi de bitirdikten sonra ayağa kalkıp tuz kokan rüzgârın suratıma çarpmasına izin veriyorum. Birden seslerini duyuyorum, bilgisayardan önceki gerçek dostlarımın seslerini… Naylon torbadan, kalan yarım simidi alıyorum. Kalan yarım simidi de yiyip bitirebilirdim elbet ancak çocukluktan kalma bir alışkanlıkla yarım simitten bir parça kopartıp eski dostlarımın her birine, martılara atıyorum. O anda aklıma vapura ilk bindiğim gün geliyor. Babam elimden tutmuştu ve yine bir simit almıştı bana. Ben hemen simidi yemeye başlamıştım. O an babamın dediğini hiç unutmam: “Simidin yarısını kendin yersin, yarısını martılarla paylaşırsın.” İşte o günden sonra ne zaman vapura binsem simidimin yarısını hep martılarla paylaşırım. Onlara attığım her simit parçasında dertlerimi de denize atarım. Attığım her parçada daha çok hafiflerim. İnsanlar dinlemedi beni ama deniz de martılar da vapur da hep dinlediler beni yargılamadan. Beni, yüklerimden kurtulduğum zaman kavuşacağım özgürlüğe inandırdılar. O sırada telefonum çalıyor. Arayan sekreter. “Müdür Bey toplantınızı hatırlatmak için aramıştım.” diyor. İsteksizce onaylayarak telefonu kapatıyorum. Vapur Beşiktaş’a yanaşıyor. Vapurdan inerken kalbimin hafiflediğini hissediyorum. Hafiflemiş kalbimle gökdelen kente selam çakıp yine şehre karışıyorum. Çağla Deren Yamen 9C
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 75
İç Yazı Başlığı
deneme Kalemin Gücü Yazmanın tartışmaya açık olmayan bir kudreti bulunur. Bu nadir bulunan güç, paylaşmaktan gelir. İnsan düşüncelerini yazdıkça ve bu düşünceler okunup benimsendikçe anlam kazanır. Aslında farkındalık yaratmak, böyle küçük adımlara bağlı bir değişkendir. Nice yazılar yazılmıştır bu güne kadar. Hatta öyleleri vardır ki ufku geliştirmekle kalmaz, gözler önündeki siyah, kirli perdeyi kaldırır. Aldanılan haksızlıklara karşı direnen yazılar, bize de öğretir bunları görebilmeyi. Bilgiye aç olan toplumu doyurabilecek en lezzetli yemektir. Evet, tıpkı yemek gibidir diyorum. Her daim aç olan insanoğlu, bu kez de bilgiye, öğrenmeye acıkır. Martin Eden en büyük ispatıdır bu sözlerimin. Hiç tatmadığı bir tadı denemek için başlarda endişeli olsa da bir kere öğrenmeye başladığından ardı arkası kesilmez. Öğrenir, okur… Fakat bir yerden sonra tatmin olmaz bir türlü işte böyle zamanlarda gelen ilhama “umut” deriz. İnsanların sesi olmak, onları aydınlığa ulaştırmak ister. Öğrendiği onca bilgiden sonra etrafındaki insanları yetersiz bulur. Eskiden onlardan çok daha kötü durumda olduğunu hatırlar. Yayınlanan yazıları büyük ilgi görür fakat Ruth bu zamana kadar hiç beğenmemiştir. İşte tam bu arada yazmanın sınıf farkı tanımadığını anlıyoruz. Yazar seçmemeyi, duvarda yazan en ufak bir yazının bile büyük anlamlar barındırabileceğini bize gösterir. Son olarak eklemek istediğim şey, düşünceler çok şeyi değiştirir. Gerçeklere ışık tutmakla kalmaz yüreğinize dokunan bir el olur. Bu denli içimize erişebilecek şeylerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Bu yüzden kutsaldır yazmak, fikirleri ortak insanları tanımak. Yazılar doğmamış düşüncelerin tohumlarını barındırır. Ve bu tohumlar bir kere ekildiğinde, mutlaka büyürler. Fikirlere kurşun işlemez derin anlamlara sahip bir sözdür bu yüzden bana göre. Korkmadan konuşmalı ve yazmalıyız özellikle ne de olsa söz uçar, yazı kalır. Elbet bir gün hiç beklenmedik yerlere ulaşmaya başarır. Deniz Ağdağ Hz A
Yazma Köprü Her yıl milyonlarca yeni yazı basılıyor ve okunuyor. Her yıl on binlerce yeni yazar aramıza katılıyor. Peki, neden yazıyorlar? Neden bu kadar çok yazılıyor? Yazarlar eğer evde oturup çay kahve içselerdi, yazmasalardı dünya bugün böyle olmazdı. Onlar yazarak çok önemli bir şeyi başarıyorlar. İnsanlara dünyayı gösteren göz, duyuran kulak, hissettiren yürek olmayı. Bir düşünün yazarlar yazmasa yeni diyarları nasıl görürdük? Yeni diyarlarda akan şelalenin sesini nasıl duyardık? Oradaki manzarayı izlerken duyduğumuz o heyecanı nasıl hissederdik? Aynı olmazdık bugünle. Geride kalırdık. Eğer yazarlar göz, kulak, yürek ise yazılar da görüntüdür, sestir, duygudur. Yazmaksa bunların bize ulaştırabilmesi için yapılan bir eylemdir. Gerçeklerden, dünyadan, duygulardan yalnızca bir yazı uzaktayız. O da elimize geçince tam olarak. Bileceğiz dünyayı, hissedeceğiz duyguları, göreceğiz o muhteşem manzarayı. Bunların hepsi tam bir yazı uzakta. O gerçek ile bizim aramızda… Yazmak ile bunları karşıya götürüyorsun. Tıpkı bir köprü gibi: göz ol, gör, görüntüyü köprü ile okuyucuya aktar. Asma köprüyle ile değil, yazma köprü ile… Melis Elda Koldemir HZ B
Sayfa 76
YAZIN
Yazmak ve Önemi Yazmak; benim için hayal gücümü konuşturabileceğim bir alan, rahatlamamı sağlayan bir hobi, düşüncelerimi toparlamama yarayan bir yöntem, duygu ve düşüncelerimi paylaşmamı sağlayan bir araç, bir iletişim yoludur. Benim yazma amacım gerçekten yazabilenlere göre basit kalıyordur çünkü onlar yazdıklarını bir silaha dönüştürebilirler. Birçok kişi yazmayı sevmez çünkü nasıl yazılacağını bilmezler. Konuşmak çok daha kolaydır onlar için. Ne de olsa tek amaçları düşüncelerini gösterebilmek. Oysa basit bir düşünceyle bile iddialı bir esere dönüştürüp insanları nasıl etkileyeceğini bilseler, yazabilmek için neler yapmazlardı ki… Toplumda yer edinen başarılı, sanatçıların sırrı da budur bence. Onlar anılarını gösteriyorlar, teorilerini anlatıyorlar, düşüncelerini duyuruyorlar, kendilerini hissettiriyorlar. Bunu verebilecekleri tüm duygular ile veriyorlar. Onlar; hepimize bir göz, bir kulak ve kalp oluyorlar. Bunu yazıyla başarıyorlar. Yazmak, insanlara göre şekillenen bir şeydir. Hem somut hem soyuttur. Yazıya güzel veya kötü diyemeyiz çünkü o özneldir. Herkesi farklı etkiler. Zaten herkesi etkileyip ona yol gösterendir başlıca eserler. Onlara ne diyeceğimizi bilemeyiz çünkü kalbimize dokunur. Zeynep Pakır HzB
Yazmanın Sihri Yazmak, bir aktarımdır. Duygu ve düşüncelerin, bilgi ve bakış açısının aktarımıdır. Bazen okuru şaşırtan, bazen ağlatan, bazen kahkahalara boğan büyülü bir şeydir yazı. İster şiir, ister düşünce yazısı, ister roman, ister öykü fark etmez. Türü veya amacı ne kadar farklı olursa olsun yazmanın verdiği haz, tatmin olma duygusui hep aynıdır. Bir yazı dünyanın iyi veya kötü yanlarını anlatan bir ders kitabıyken, yazıyı yazan öğretmendir. Farkındalık sağlar yazar. Okuru dünyaya karşı uyaran, uyandıran, öğreten kişidir yazar. Farklı yöntemler kullansa bile amacı aynıdır: öğretmek. Her insan yazabilir. Ünlü bir yazar olmasa da her insan güzel şeyler yazabilir. Zaten bugün ünlü olan yazarlar, eskiden çalışıp didinerek bu üne sahip oldular, okuduğum ‘‘Martin Eden’’ adlı bir romanda da bir gemicinin yazmaya karşı olan merakı anlatılmaktadır. Yazar olmak isteyen bu genç, yazmaya çok gayret ederek ünlü bir yazar olur. Martin’in de tek isteği insanlara dünyayı anlatmaktı. Yazı yazan her insan farklıdır. Bir sihirbazdır. Okurun yüzünde farklı mimiklerin var olmasını sağlar. Farklı duygular yaşatır ve okuru farklı diyarlara uçurur. Okuru düşünmeye iter. Bu sihirbazlık değil de nedir? Farklılık yaratır yazar. İnsanların bakış açısını değiştiren önemli biridir yazar. Duyguları yanardağdan taşırırcasına taşırır. Yazmak bir nehirdir. Duyguların üzerinde aktığı bir nehirdir. Sihirli bir nehirdir. Hem okuru hem yazarı farklı hissettirir. Öğretir, bilgi verir, değişim yapar, kiminde milat olur. Yazmak sihirdir. Sözcüklerin sihridir. İnsan halden hale sokan bir sihirdir yazı. Buse Özdemir HZ B
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 77
İç Yazı Başlığı
deneme
Herkes bir dâhidir… Albert Einstein bir zamanlar demişti ki: “Herkes bir dâhidir ancak bir balığı bir ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız tüm hayatını aptal olduğuna inanarak yaşar.” Demek istediğim şudur ki modern eğitim sistemi, bir balığı ağaca tırmanmaya zorlamaktan başka bir şey değildir. Eğitim sistemimize sormak isterim, hiç düşündünüz mü ülkemizin makineleşmiş insanlarla dolma sebebi nedir? O balığa ilişkin birçok öğrencinin içinde sakladıkları cevherleri sınırlandırmayı, hatta yok etmeyi ve onları herkesten bir farkı kalmayan birer robota dönüştürmeyi nasıl kabul edersiniz? Eminim ki “Onlar sadece genç, onların dışında dünyayı değiştirebilecek çok fazla insan var.” diyenleriniz olacaktır. Haklısınız, onlar daha birer çocuk ve ülkeyi değiştirebilecek tonlarca olgun insanlar var. Ancak gençler, öğrenciler, popülasyonumuzun yüzde yirmisini oluştursa da geleceğimizin yüzde yüzü onlara bağlı. Eğitim, severek ve eğlenerek öğrenilir denen kalıplaşmış bir yargı var. Bu sistemimiz gerçekten öğrencilerin mutlu olduğunu, onların eğitimi sevdiğini mi düşünüyor? Biliyor musunuz son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre en mutsuz öğrencilerin Türkiye’de olduğu belirlenmiş. Bunu, öğrencilerin hayatlarıyla oynamayı, yeteneklerini kısıtlamayı “eğlenceli mi” buluyorsunuz? Bu acınası bir durum ve otoriteler, bunu düzeltmek ve önlemek için hiçbir şey yapmıyor. Bir yenilik yapalım diye akıllı tahtaları geldi sınıflara, değişen bir şey oldu mu? Hayır. Öğrenciler hâlâ mutsuz ve okula stresle geliyorlar. Kimseyi suçlamak istemem ama ülkemizde yıllardır değişen bir şey olmadı. Bir düşünsenize yirmi otuz yıl önceki arabayı, şimdi kim kullanır? Şimdi size eski model bir araba verseler kabul bile etmezsiniz. Haksız mıyım? Tekrar gözünüzde canlandırmanızı istiyorum, otuz yıl önceki telefonları, dinlemek ve konuşmak için ayrı yerleri olan, duvarlara asılmış, bir metreden fazla gidilemeyen telefonları. Bir de şimdiki telefonları düşünün, ne kadar değişmişler değil mi? Bir de otuz yıl önceki eğitim sistemimizi düşünün; yaşınız tutmuyorsa araştırın, sonuçta bugünün yapısıyla aynı mı? Haklısınız aynı. Eğitim sistemimize sormak isterim, öğrencileri geleceğe hazırladığınızı söylü-
Sayfa 78
yorsunuz, peki ya gerçekte onları geleceğe mi yoksa geçmişe mi hazırlıyorsunuz? Öğrenciler paralel sıralarda oturtulmuş, sanki bir fabrikada çalışmak için hazırlanıyorlarmış gibi. Gene kara tahta var, gene sınıflar aynı, değişen sadece tahtanın rengi... Dediğim gibi sanki herkesi bir fabrikada çalıştırmak için eğitiyorlar. Düz sıralara oturttular, konuşmak için parmak kaldırılmasını istediler, yemek yemek ve ihtiyaçlarını gidermek için kısa bir ara verdiler ve haftanın beş günü, sekiz saat boyunca düşünce yapılarını şekillendirdiler, yani hayalleri yok olmuş birer robota dönüştürdüler. Sınavlar ve testler hakkında demek istediğim tek bir şey var, bunlar kullanılmak için çok kaba ve acımasızlar. Ama benim sözümü dinlemeyin, Frederick J. Kelly, testi icat eden kişinin sözünü dinleyin: “Bu testler kullanılmak için çok kaba ve acımasızlar.” Peki ya hâlâ neden kullanıyoruz bu testleri, bir çocuğun, öğrencinin hayatını belirlemek için? Herkesin farklı bir parmak izi, farklı bir düşünce yapısı, farklı bir tarzı var, bu dünyadaki her insanın başarılı olduğu farklı bir alan var, neden belirlenmiş birkaç ders verip onları bu derslerden sorumlu tutuyoruz sınavlarda? Sistemimiz derslerde başarılı olmayanları tembel, gereksiz ve yararsız buluyor. Sadece sistemimiz değil, öğrenciler de kendilerini yararsız buluyor ve tüm hayatlarını bir balık gibi yaşayıp her konuda başarısız olduklarına inanıyorlar. O kadar öğrenci bu yüzden hayatlarına son verdi ki, size anlatmama sayılar yetmez. Ve bunun sorumlularını bulamazlar çünkü asıl sorumlu sistemimizdir. Keşke onların notlarından çok psikolojilerini de düşünseydik. Size kendi düşüncemi söyleyeyim, bana göre bu eğitim sistemi nedeniyle, insanlar on iki ile on yedi yaş aralığında ölürler ve kalan ömürleri boyunca sadece gömülmeyi beklerler. Eğitim sistemimiz biz çocuk ve gençleri o kadar fena bir ruh haline sokuyorlar ki ne yaratıcılığımız kalıyor, ne de okul sevgimiz. Artık okula gitmemek, sevmediğimiz insanların yanında olmaya zorlanmamak için hasta numarası yapıyoruz. Aynı zamanda biz öğrencileri
YAZIN
birbirimizle yarıştırıyorlar, sırf bir not almak için, sıfır ve yüz arasında veya harflerle “F ve A+” Tıpkı aynı fabrikada üretilen bir eti sınıflandırmak için verilen derecelendirmeye benzemiyor mu? Sizi bilemem ama bu, benim bakış açımdan bir geleceğin yok olmasıdır. Bir bilim adamına sorsanız iki beynin birbiriyle her yönden farklı olduğunu söyleyecektir ama neden eğitim sistemimiz her öğrencinin beyninin birbirinden farklı olduğunu düşünemiyor? Düşünsenize bir doktor dünyadaki tüm hastalarına aynı ilacı veriyor. Sonuçlar trajik olurdu. Ama aynı durum eğitime gelince neden değişiyor? Her çocuğun farklı bir düşünce yapısı ve yeteneği var. Neden onların düşünce ve yetenek farklarını gözetmeksizin aynı konuları verip aynı sonuçları almayı bekliyorsunuz. Üstelik eğitim sistemi öğretmenlere de böyle davranıyor. Size anlatayım, doktorlar bir hastayı, hatta ölmek üzere olan bir hastayı tedavi edip iyileştirebiliyorlar ve emeklerinin karşılığını alıyorlar. İyi bir öğretmen bir öğrencinin içindeki cevhere ulaşabilir, gerçek düşünce yapısı ve yeteneklerini ortaya çıkararak onun hayatını yönlendirmesine katkıda bulunabilir. Ancak biz artık geçmişte yaşamıyoruz ve durumu değiştirmek için hiç de geç değil. Dünyayı yönetmek için kalıplaşan, sabit düşünen insanlar değil; yaratıcı, yenilikçi ve özgür düşünen insanlar gerek. Ben inanıyorum ve bir hayalim var… Biz istersek sosyal medya hesaplarımızı, giyinişimizi, zevklerimizi kolayca değiştirebiliriz. Şimdi sıra eğitim sistemimize gelmedi mi? Eğitimin yapısına fazla güvenmiyorum ama açık fikirli ve farklı düşünebilen öğretmenlere güveniyorum. Biz yeni bir eğitim çağı başlatabiliriz. Öğrencilerin mutlu bir şekilde okula geldikleri, sevdikleri insanlarla oldukları, hayal kurabildikleri, hayallerini hayata aktarabildiği ve yenilikleri gerçekleştirmek için zemin hazırlayan eğitimcilerin olduğu bir çağ… Onat Karakuzu 11E
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 79
İç Yazı Başlığı
şiir
Kuş Kafesi Güneşi gösterdin cam, Güneşi gösterdin bana. Işığını da değil, Sıcaklığını da. Ayakkabılarım çok eskimişsin,
Bu sefer yemini de,
Ayaklarımı vura vura.
Unutmayacağım,
Boyan da soyulmuş,
Koyacağım.
Beyazdan siyaha.
İçimde küçük bir heves.
Yorganımı da,
Bu sefer evimi yıkmışlar,
Sökmüşler.
Evimi.
Geceleri üşüyorum.
Güneş, cam, yorgan…
İplikleri düşmüş yere,
Hepsi gitti.
Üzerinden geçiyorum.
Ayakkabılar kaldı ayağımda, Soyulmuş, eski.
Ne iğne tutmayı biliyorum, Ne de dikmeyi.
Kafesimi çalmışlar,
Uyumam ya da,
Güzel kafesimi.
Bu da sorun mu ki?
Demek ki, Yoktu bir gireni.
Serçemi öldürmüşler,
Fatma Ekin Erbaş ŞTTL Hz B
Küçük serçemi. Daha koyamamıştım yemini. Arkasından ağlamak kaldı, O da gitti. Ama kafesi var elimde, Beyaz kafes. Kapısını açık bırakacağım, Girsin herkes.
Sayfa 80
YAZIN
Yetmedi Hırs pençeleri Yüzünü çizdi Siyah canavarlar İçini Sabun, su Yetmedi temizlenmeye Hiçbir şey bağlı değildir Tek bir özre Silahım yok diyorlar Mermi taşıyorlardı Zaten de
Hiç Büyümedim
Bırakmamışlardı silahı Hayallerimden uzaklaştım, İsabet ettiremediler Hiçbir kalbe Hep sıyırdılar
Sevdiğim, dilediğim anılarım. Ama anladım da anladım. Bu kar yağmayan son baharım.
Değmedi ellere Ama çok dokundu Yaşlı gözlere Fatma Ekin Erbaş ŞTTL HazırlıkB
Sevdiğim kadar, Sevilmedim belki. Ya da sevildiğim kadar sevmedim. Güldüğüm kadar hiç ağlamadım da, Ağlamayı da hep bildim. Küçük bir çocuktum kendime, Hâlâ hiç uslanmadım. Büyümedim senelere, İnsanlar en güzel oyuncaklarım. Fatma Ekin Erbaş ŞTTL HazırlıkB
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 81
İç Yazı Başlığı
şiir
Aşağı kaybolan yıldızlar eşliğinde kaçışan umutlar
aşağı koşan damlalar boyutunda kıyıya vuran dalgalar varmış
hak edilmeyen şarkılar ve bir damla gözyaşı
yapılması gerekeni bilen çığlık çığlığa suskunlar nasıl nefes alındığını unutmuş evden çok uzaklarda
sarmalamak isteyen ellere karşı duymuyormuş gibi gözler
sahte gülüşlerin esiri boğulan kartpostallar Kuş zorlanan maskeler bal rengi gözleri kapadılar.
uçmayı bilmeyen bir kuş gökyüzüne salındı korkmasına güldüler kararlılığıyla dalga geçtiler
Büge İrem Sunar 11C
çabalamayınca pes etti dediler denedikçe olmayacak ki gün geldi en sevdiği, kanatlarını kopardı bulut hayalleri güneşin sıcaklığında eridi çığlıkları gürültüye çarpıp yok oldu kuşa kuş olduğu için acı çektiren dünyanın karanlığına külleri birer birer saçıldı kuş olmayı bıraktığında soğuk ellere yaslandı en acı huzura sarıldı ağlarken güler gibi Büge İrem Sunar 11C
Sayfa 82
YAZIN
Renkler ve Sesler Resimlerden İlhamla Yazılan Şiirler Şiir Kulübü Öğrencileri Soğuk Katliam Sen gidiyorsun Ayaklarına değen kum tanelerini kıskanıyorum Anlamıyorsun, üşüyorum Beni soğuk bırakmazsın biliyorum Gitme daha çok erken Okumadığın sayfalarım var içimde Bak bu karanlık gece Rengini benden almış Oysa senin gidişin bile sarı Anlasana üşüyorum
Ellerim küçük, kollarım kısa Müziğine ulaşamıyorum Bilmiyor musun yalnızlık en büyük korkum Nefesini götürdüğünden beri ensemden Sessizliği bastıramıyorum Ben üşümekten bıktım Sen anlamamakta ısrarcısın Bana armağan ettiğin mürekkeple Ne şiirler yazdım bu çöle Sanki inadına Hep senin kokunu taşıyan rüzgarlar Aldı götürdü kum tanelerini Ben neremin üşüdüğünü unutmaya başlıyorum Sen Sahi sen neredesin Sakın ha başka bir kadının üstünü örtmek için canını verme Onlar senin katillerin Üşümeyi hak etmekte Aslen üşüyen benim Ve onların aksine Beni ısıtan senin nefesin Anla artık Hava soğuk Gitmemeliydin Zeynep Saravin 10A
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 83
İç Yazı Başlığı
şiir Kahve, Sütlü Nasıl bir gün geçirdiğimi bilmiyorum Belki biraz tuzlu Belki bir pointten akan kan kadar kurumuş Hereditoryden kalma beyaz Her seferinde biraz daha mizahşör Aynı ayna Aynı ayin Aynı Amerika Fa kadar ritmik Sol kadar bilinmez bir Si Kopup giden kuyruklar Kaçakaç tütüler Sesinden rahatsız olan Do Beyaz kadar kirlenmiş bir Sütlü kahve *Point: balerin ayakkabısı *Hereditary: cadılığın nesilden nesile aktarılması *Kaçakaç: ermeni olayları esnasında Arpaçay’dan Azerbaycan’a oradan da İran’a sonrasında dönebilenin Arpaçay’ a döndüğü döngü veya bir olaydır. Beyza Ergün 10C
Hüzün sarmış her yanımı Umutlarımı bıraktım güneşe İçimden geçenleri o anlatsın diye Gözlerimden süzülen yaşları O kurutsun diye Renklerimi hüznümden aldım Sadece kendimi değil Etrafımı da boyadım Korkularımı karanlıktan çıkardım Aldatılmışlığımı dünyaya haykırdım Işıl Simay Aydemir 10C
Sayfa 84
YAZIN
Zaman gibi akıyor saçların boynundan Saçların sessizlik kokuyor sabahın 5.30’unda Akreple yelkovanın yarışını yelkovan kazanıyor Nefretle aşkın yarışını tutku kazanıyor Zaman geçiyor ve ben yine seni düşünüyorum Susarak seni düşünüyorum Yüzünün her karesini adım adım gezişimi düşünüyorum Olmayan insanların koymadığı kuralları çiğniyorum Hatırlıyorum değil, unutamıyorum Öykü Yüksel 12F
yalnızlık bu kadar korkutur mu insanı? karanlıkta bırakır mı? tek başımayım, bu kadar bağırmak istedim, bağırdım işte, bu kadar yalnızlık bu kadar korkutur insanı yağmurun ardından göğün gelmemesi gibi Buse Kalafat 11E
Söyleyin bana kötü bir dost mu daha lanetlidir, iyi bir düşman mı? çizdiğin seni tanrılaştıran adam mıdır, kendi karanlığın mı? alayla kalkan bir kaşta mıdır bütün nefretin? yoksa iyi bir düşmanın kıymetini bilişinden midir onu resmedişin? söyleyin bana, ressamın kendisi mi lanetlidir, düşmanı mı? Zehra Nur Azeri 9C
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 85
İç Yazı Başlığı
mektup Zodiac konuşuyor: Dedektif, Bu sefer gerçekten de çok yaklaşmıştınız. Şu küçük oyunbozanların beni görmeleri sizin için büyük bir ipucuydu fakat bu sefer de beceremediniz. Eğer biraz daha dikkatli olsaydınız benim yakındaki parkta, gölgelerin arasında saklandığımı fark ederdiniz. Memurlarla konuşurken gerçekten de başardığınızı sanmıştım, dedektif. Fakat beni yine hayal kırıklığına uğrattınız. Ayrıca isteğimi de yerine getirmediğinizi üzülerek belirtirim. Şu ana kadar sokakta benim rozetimi takan birilerini görmedim. Bu gerçekten çok üzücü. Beni sürekli hayal kırıklığına uğratıyorsunuz. Bana yardım edeceğinize o kadar inanmıştım ki… Yapamayacağınızı tahmin etmiştim ama yapacağınıza dair çok büyük umutlarım da vardı. Bu yüzden, sayın dedektif, bundan sonra size ipucu vermeyeceğim. Öteki dünya için köle toplamama engel olamazsınız. Kimi öldürdüğümü söylemeyeceğim, sizi aramayacağım, mektup göndermeyeceğim ve hatta çözemediğiniz şifreli mektupları da göndermeyeceğim. O şifreli mektupları çözeceğinizi de düşünmüştüm, dedektif. Şu yaşlı çift olmasa bir tane bile çözemeyecektiniz! Fakat ben sabırlı bir insan olarak size yazdığım bu son mektubumda, pek ümitli olmasam da, son bir şifreli mektup gönderiyorum. Eğer bunu çözerseniz benim gerçek adımı öğrenirsiniz. İyi şanslar, dedektif. Elif İpek Uygun Fen10
Sevgili Celal Öğretmenim, Mektubuma öncelikle size teşekkür ederek başlamak istiyorum. Çünkü ben, siz başta olmak üzere tüm idealist öğretmenlerimin, Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ve kurumlarının başarısıyım. Sevgili öğretmenim, siz benim başarımda etkili olan ilk öğretmenimdiniz. İdealist ve özverili bir insandınız. Bana Atatürk ve memleket sevgisini; kendime güvenmeyi, çalışmayı, hizmet etmenin ne kadar önemli olduğunu aşıladınız. Sizin sayenizde her şeyi yapabileceğime dair güven kazandım. Geleceğime ışık tutarak hayatımın akışına yön verdiniz. Bana çalışarak hayatta her şeyi başarabileceğimi öğrettiniz. Bu sayede hayatımda karşıma çıkan zorlukları çalışarak yendim. Beni farklı yapan sizin bana öğrettiğiniz çalışma azmi oldu. Sizin bize aşıladığınız bilim aşkı benim hayat yolumu çizdi. Ben, siz başta olmak üzere tüm öğretmenlerime vefa borçluyum. Aldığım Nobel ödülü aynı zamanda sizlerin madalyasıdır. Bana layık görülen bu ödül hiçbir zaman benim hayattaki gayem olmadı. Ben bilimle uğraşırken insanlığa faydalı olmak, dünyada eşitlik, adalet ve barışı sağlamak, tabiatın sırlarını keşfetmek amacını güttüm. Beni aldığım ödüle götüren Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı eğitim devrimidir. Bu yüzden aldığım Nobel Kimya Ödülü’nü ödülün gerçek sahibi olan Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden Anıtkabir’e bıraktım. Ben de bu ödülden elde etiğim maddi kazanımları Türk gençliğinin eğitimi için kullanmaya karar verdim. Memleketimin bana sağladığı imkanları ben de Türk gençlerine aktarmak istiyorum. Sevgi ve saygılarımla... Aziz Sancar Fermude Neşe Ürkmez Fen10
Sayfa 86
YAZIN
Kurtuluşumuzun Başlangıcı Uyandığımda her taraf karanlıktı ama sonradan bu karanlığın gecenin karanlığı değil benim duyduklarımın karanlığı olduğunu anladım. Dışarıda herkes çığlık çığlığa koşuşturuyor, alabildiğince çok şey almaya çalışıyordu. Bana babamdan yadigar kalan bir silah vardı . Onu aldım ve kendimi dışarı attım. Bedenimde pijamalarım vardı ancak kalbimde vatanıma olan sevgim. Biliyordum ki o beni koruyup kollardı. Hiç düşünmedim, silahımı kaldırdım ve o paralı köpeklerden birisini vurdum. Mermim korkuları, çığlıkları, o derin uykudaki coşkuyu sıyırıp geçti ve bir düşmanın tam alnının ortasına isabet etti. O zaman anladım. Bu bir savaş değildi. Bu benim vatanımın kurtuluşunun başlangıcıydı. Göz pınarlarımda hapsolmuş mutluluk gözyaşları parmaklıklarını kırdılar. Yanaklarıma hücum ederlerken bedenim kanlar içinde yere yığıldı. Hiçbir şey hissetmiyordum paşam. Etrafıma baktım. Halkım canla başla bu karabasanları tekrardan karanlığa gömmeye çalışıyordu. Düşmanların coşkusu, kardeşlerimin kalbindeki vatan sevgisinin kayalıklarına çarpıp paramparça olmuştu. O zaman anladım paşam. Türklüğün ne demek olduğunu anladım. Türk olmak bir zincir gibiydi. Koparılmaya çalıştıkça daha da el acıtan bir zincir. Birbirine ruhlarıyla kenetlenmiş bir zincir. Gözlerim kapanıyordu. Birazdan karanlığa gömülecektim. Ama kalbim aydınlıktı. Çünkü paşam biz aslında çoktan kurtuluşumuzu ilan etmiştik. Göksu Yıldız FEN10
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 87
İç Yazı Başlığı
mektup
Değerli Sabahattin Ali, Ben insanın içine işleyen eserlerinizin çoğunu, bir solukta okuyup bitiren binlerce hayranınızdan yalnızca biriyim
ancak bilmenizi isterim ki
kitaplarınız
kütüphanemin ra-
flarında çok ayrı bir yere sahipler. Ne yazık ki sizi benim kadar severek okuyan pek fazla yaşıtım yok çevremde oysa ben, sizin gibi yetenekli bir yazarın kaleminden çıkanları bir kez okuduktan sonra, onların da aynı benim gibi eserlerinizin peşini bırakamayacaklarından adım gibi eminim. Birçok öykünüzü, şiirinizi ve romanınızı keyifle okudum, sayın Sabahattin Bey. Ancak, günlerce etkisinden sıyrılamadığım ve en sevdiğim kitaplar listemin başında yerlerini alanlar, "Kürk Mantolu Madonna" ve "İçimizdeki Şeytan" oldu. Beni etkileyen akıcı ve insanın başını döndüren kurgunuz muydu, yoksa sıcacık üslubunuz mu, bilemiyorum ancak her ikisini de bitirdikten sonra kitapların dünyasından çıkıp gerçek dünyaya dönebilmem hayli zaman aldı. Günümüzde edebiyat anlayışının ve değer verilen eserlerin vardığı noktayı görseydiniz gerçekten çok üzülürdünüz. Ben, şimdilik amatör bir yazar ve profesyonel bir okur olarak kendimi bildim bileli okuduklarımın edebi değerine dikkat etmiş, her türden ve çeşitli yazarlardan eserler okumuş ve kendimi geliştirmeye çalışmışımdır. Gün geçtikçe yazılanların çoğunun edebi değerden uzak olmalarına rağmen "eser" sözüyle kitapçıların raflarında yerlerini almaları beni üzüyor. En çok da yalnızca tanınmak amacıyla kalıcı olamayan, özensizce yazılmış yazıların, edebi zevkleri körelmiş bir grup "okur" tarafından göklere çıkarılması kızdırıyor beni. Size ve sizin gibi yazma aşkıyla yanıp tutuşan, özenli ve yetenekli yazarlara daha çok önem verilmeli ve toplum bu konuda bilinçlendirilmeli bence. Sizinle paylaşmak istediklerim şimdilik bu kadar, Sabahattin Bey. Eserlerinizin hayatımda önemli yerlere sahip olduklarını bir kez daha belirtmek ve size teşekkür etmek istiyorum. Umarım bir gün ben de sizin izinizden giderek çağlar boyu eskimeyen bir yazar olabilirim. Sevgilerimi ve saygılarımı sunarım.
Zeynep Sarıfakıoğlu 10C
Sayfa 88
YAZIN
Sayın V. Byelinski,
Sağlıcakla kalın. F. M. Dostoyevski
YIL:17
Şirin Yağmur Abacı Fen 10
Sizden bir şeyler duymayı ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezsiniz. Hele ki şu son zamanlarda içim sıkılıyor, sıkıldıkça da insanoğlundaki kusurları bulma arayışına giriyorum. Buldukça da buluyorum ve içinde bulunduğum bu kasvetli dünya bana gittikçe daha da boğucu geliyor. Şu sıralar yeni bir roman yazıyorum fakat eserlerimin ilgi görmemesi yazma isteğimi az da olsa köreltmiş durumda. I. Nikolay’ın baskıcı rejimi yüzünden kaynaklanan iç sıkıntımı da ilk olarak size karşı dile getiriyorum. Bu konu hakkında nedense gerçekten bir şeyler yapma ihtiyacı hissediyorum. İlk bulduğum fırsatta eylem yapmaktan çekinmeyeceğim çünkü elimin kolumun bağlı olması asla alışabileceğim bir şey değil. Kendimi anlatmaktan sizin halinizi soramadım, siz nasılsınız? İki yıl önce ilk romanımı yayımladığım andan beri bana destek oldunuz, ben de sizin eleştirilerinizi takip etmekten hiç geri kalmadım. Çok beğendiğim bir üslubunuz ve olayları ele alış tarzınız var, kitap yazmayı hiç düşündünüz mü? Size daha uzun yazmak isterdim ancak çok önemli bir işim olduğu aklıma geldi. Sorularıma mutlaka bir cevap bekliyorum.
Sayfa 89
İç Yazı Başlığı
eleştiri
“Acı çekme” ve yazın…
“Acı çekme”nin roman kişisinin gelişimine etkisi…
Sayfa 90
“Acı çekme”nin roman kişisinin gelişimine etkisini Sadık Hidayet, ‘’Kör Baykuş’’ adlı romanında anlatıcı üzerinden, Gabriel Garcia Marquez ise ‘’Kırmızı Pazartesi’’ adlı romanında Angelia Vicario üzerinden okuyucuyla paylaşmıştır. Hem Sadık Hidayet hem de Gabriel Garcia Marquez yarattıkları karakterlerin gelişiminde toplumsal namus algısından ve aile geçmişinden kaynaklanan acıları aktarırken sözcük seçimleri ve yaslandıkları tekniklerle durumu okuyucunun gözleri önüne sermiştir. Marquez toplumdaki namus algısının kadın üzerinden yaşandığını, Vicario ailesinin kızlarının yetiştiriliş biçimiyle anlatır. Her türlü ev işi yapmayı bilen kızlar, annelerinin deyimiyle ‘’acı çekmek için” yetiştirilmiştir.’’ Angela Vicario, kalıplaşmış namus algısına ters düşecek bir davranışta bulunup bekâretini evlenmeden önce kaybedince baba evine gönderilmekle kalmamış, aynı zamanda kasabadan da ayrılmak zorunda kalmıştır. Baba evine gönderildiği gün annesi tarafından dövülürken ölmeyi bekleyen Angela, kasabadan ayrılmak zorunda kaldığında annesinin tüm baskılarına rağmen bir ‘’canlı cenaze’’ olmayı reddetmiştir. Baba evine gönderilmenin ve annesi tarafından dövülmenin yarattığı manevi acıyı kanıksamamış olan Angela, başından geçenleri merak eden herkese anlatarak namus algısının kendisinde yarattığı acıyı başkalarının emirlerini yerine getirmek zorunda olmayan bir birey olmak için kullanmıştır. Kendi seçimiyle hayatına devam ederek gelişimini tamamlayan Angela, acıyla barışık yaşamayı öğrenen bir birey olmuştur.
şar. Anlatıcı bu durumdan bahsederken ‘’kahpe’’nin kendisini bir ‘’canlı cenaze’’ye dönüştürmesinden yakınır. Her iki eserde de benzer karakterlerin betimlenmesi için kullanılan sıfatların bu noktada eşleşmesi dikkatli okurun dikkatini çeker. Toplumun aşıladığı ‘’kontrol etme’’yi hayatına uygulayamayan anlatıcı, acısını kısa bir süreliğine unutmak, sonrasında ise daha şiddetli hissetmek için kendini afyona teslim eder. Anlatıcı eserin sonunda dizginleyemediği şehvet ve cinselliğin bir sonucu olarak ‘’kahpe’’ dediği karısını öldürdüğünde birey olma yolunda başarısız olur. Namus algısı kaynaklı acısını bir cinayetle tamamlayan anlatıcı her ne kadar olumsuz bir süreç yaşamış olsa da acının bu roman kişisinin gelişiminde oynadığı rol göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür.
“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.” Marquez ve Hidayet roman kişilerinin gelişimlerini farklı noktada bitirmişlerdir ancak her iki yazar da toplumsal namus algısının bahsi geçen gelişimlerde sembolize ettiğini okuyucuya başarıyla iletmişlerdir. Hidayet’in anlatıcı karakterinin derin acılarla boğuştuğu su götürmez bir gerçek olsa da bu karakterin acılarının tek kaynağı namus odaklı değildir. Anlatıcı kişisi hayata zaten bir sıfır geriden başlamış bir roman karakteridir. Kendisinin ailesiyle ilgili verdiği bilgilere dayanarak anlatıcının bir ‘’günah meyvesi’’ olduğunu ve temsil ettiği toplum günahlarının bir sonucu olarak dünyaya geldiği yoru-
Sadık Hidayet de Gabriel Garcia Marquez gibi namusun kadın üzerinden belirlendiği bir toplumda kurguladığı eserde anlatıcı karakterin, modern kadın olgusunu içselleştirememesi ile bu acıyı okuyucuya vermiştir. Toplumun tüm hastalıklı yanlarını temsil eden anlatıcı, temsil ettiği sıradan bir kadının “kendi bedeninin sahibi olması” zihniyetini benimseyemez. Bu nedenle karısını aşağılayıcı sıfatlarla tanımlar. ‘’Kahpe’’ olarak bahsettiği karısı, anlatıcıyla manevi veya fiziksel bir birliktelikte bulunduğundan anlatıcı daimi bir acıyla yaYAZIN
Marquez de kurguladığı muhafazakâr ailede dünyaya gelen Angela’nın geçmişinden taşıdığı acıları okuyucuya yansıtmıştır. Böyle mükemmel bir ailede acı çekmek için büyütülecek bir kız çocuğu olarak doğan Angela, yaptığı her şeyde ailesinin namını gözetmek zorundadır. Ailesi istiyor diye tanımadığı biriyle evlenir, ailesi istiyor diye yıllarca yas tutar, ailesi uygun gördü diye doğup büyüdüğü kasabayı terk eder. “Evlenilecek kadın” olarak muazzam bir aile baskısıyla yetiştirilen Angela, bu baskıların etkisiyle yaşamaktan dolayı acı çekmektedir. Sözü
edilen baskıların yarattığı eziklik göstergesi, Angela’nın sokakta başı öne eğik bir şekilde yürümesidir. Bütün bu aile baskılarından ve baskıların yarattığı eziklik duygusundan kurtulmak için bekâretini evlilik dışı kaybeder. Kendi bedeninin sahibi haline gelip bu “günah”ı işlemesi, Angela’nın hem fiziksel hem de manevi acılarının daha da derinleşmesine yol açar. Ailesinden taşıdığı acı, Angela’nın kasabadan ayrıldıktan sonra tamamladığı birey olma yolundaki gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır. İki eserdeki iki karakterde de ailelerinden getirdikleri, adeta miras aldıkları bu acıları kişisel gelişimlerinde kullanmışlardır ancak gelişimlerini kullanmışlardır ancak gelişimlerini tamamladıkları noktalar farklıdır. Marquez’in Angela’sı ve Hidayet’in anlatıcısı iki yazarın konu alınan eserlerinde “acı çekme”nin roman kişilerini süregelen değişimlerine örneklerdir. Angela Vicaro acıların tetiklediği ve beslediği bu gelişimi birey olarak olumlu bir noktada tamamlarken Hidayet’in anlatıcısı yine acılarla kavrulmuş gelişimini bir cinayet işleyerek olumsuz bir noktada tamamlamış ve birey olmayı başaramamıştır. Hatta birey olmanın aksine o aşağıladığı ayak takımının bir parçası olmuş ve toplumdan farksızlaşmıştır. Bu iki roman karakterin gelişim sürecinden anlaşılacağı gibi “acı çekmek” insanı iki noktaya götürebilir. Hangi noktaya gideceğini seçmek kişinin kendisine kalmıştır: Ya acıyla barışarak birey olur ya da birey olma savaşını kaybederek acılarında kaybolur. “Canlı cenaze” olmamayı seçip her şeye rağmen bu birey savaşını sürdüren insan, toplumumuzun ihtiyacı olduğu insandır. Umut Selin Tuncer 10IB-I
YIL:17 SAYI:17
“Her erkek onlarla mutlu olur çünkü acı çekmek için yetiştirilmişlerdir.”
muna ulaşılabilmektedir. Bütün bu dünyevi acılara karısını öldürdüğünde aynı zamanda annesini ve annesiyle gelen geçmişini öldürmüş olmaktadır. Zaten anlatıcı, ‘’kahpe’’ dediği karısıyla evlenme gerekçesini halasına ve sütannesine benzemesi olarak gösterir. Karısının annesininkini andıran çekik Türkmen gözleri, anlatıcı için kurtulmak istediği tüm dünyevi açları simgeler çünkü Türkmenler atalarından gelen genlerinde dünya işleriyle ilgili mücadelerden gelen dayanıklılığı taşır. Anlatıcıya her şey acılarının kaynaklarını hatırlatır. Geçmişinden taşıdığı acıları karısını öldürerek sonladığında kişisel gelişimi açısından ölümün soğukluğuyla buluşsa da bu acıların kendi gelişimindeki büyük etkisini okuyucuya aktarmış olmaktadır. Bütün bu acılarla yaşarken sadece ölümü bekleyen anlatıcı, karısının ölümüyle kendi ölümünü de yaşamış olur.
Sayfa 91
İç Yazı Başlığı
eleştiri Mektupta Anne Yankıları Hayatlarında önemli bir yere sahip olmuş insanları kaybedenlere duygularını, düşüncelerini o insana anlatmaları önerilir. Kaybeden insana doğrudan hitap eden monologlar ve mektuplar düşlenir, bazen diyaloglar bile kurulur akılda. Bu bir başa çıkma mekanizmasıdır ve bazı kişiler için sevdikleri ölümünü kabullenme yoludur. Didem Madak da bu mekanizmayı kullanan sayısız insan arasında bir şairdir. “Annemle İlgili Şeyler” şiirinde doğrudan annesine seslenen bir mektup yazmış ve ölümünün ona getirdiği hüznü ve bir tutam da kırgınlığı anlatmıştır. Madak’ın annesinin ölümünden dolayı hissettiği hüzün, şiirinin geneline hâkim olan bir duygudur. Annesinin resimlerinde sürekli gülümsediğini belirtmesi, sesini neşeli bir şehre benzetmesi ve eğer yaşasaydı “hayatının ortasına güller yığan “ bir eşi ve kendisinin de “çocuk romanı annesi” olmasını istemesi Madak’ın annesine duyduğu sevgiyi göstermektedir. Ancak annesinin ölümüyle hissettiği az miktarda kırgınlık “Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için / bu acımazsız ölü anne sesini” dizeleriyle görülmektedir. Şairin burada gösterdiği sitem aslında annesinin kendisine değil, onun ölümüne yol açan şartlara yöneltilmiştir. Annesinin “ çocuklar üşüyecek rengi” saçları olması onun çocuklarına beslediği sevgiyi açıkça göstermekte, dolayısıyla ölümüyle şaire bıraktığı “ölü anne sesi”ni isteyerek bırakmadığı çıkartılabilir. Şiirde annenin aslında öleceğini bildiği iması vardır.” Aklının ortasında mavi bir yıldız varmış gibi ne o yıldız karanlık bir şubat akşamında / durmadan soluyormuş gibi.” Dizelerinde annenin aklındaki “mavi yıldız” öleceğinin bilincinde olduğunu göstermektedir. Renk olarak mavi genelde hüzün, üzgünlük gibi duyguları anlatmakta kullanılmaktadır. Bunun beraber astronomide yıldızlar Dünya’ya ne kadar uzaksa o kadar mavidir. Bunlardan yola çıkarak bahsedilen mavi yıldızın, uzakta olan ve üzgünlük getirecek bir olay olduğu söylenebilir. Bununla beraber yıldızın “ karanlık bir şubat akşamında durmadan solması” annenin hayat enerjisini giderek silikleştiğini ve karanlığa gömülerek bitmek üzere olduğunu simgelemektedir. Şiirin ikinci bölümünde verilen kış imgelerinin zıttı olarak üçüncü bölümde bahar mevsiminden bahsedilmektedir. Bahsedilen vişne bahçeleri, vişne ağaçlarının baharda çiçek vermesi ve yazın meyvelenmesinden yola çıkarak baharı simgelemektedir. Şiirde olumlu ve umutlu bir atmosfere sahip olmasına rağmen bölümün altıncı dizesiyle bu atmosfer dağıtılmıştır.(Yeniden doğmak) Madak, şiirini bir kelime oyununa temelleyerek yazmıştır. “Şimdi mucizevi bir yerdeyim / Muc’un ucuz evinde” dizelerinde şair “mucizevi” sözcüğünü üç parçaya ayırarak bir cümle oluşturmuştur: Muc-ucuz-evi. Devamında duvarlarda annesinin resmi olduğunu söylemesi aslında bir nevi “Muc’un ucuz evi” nin kendi hatırları, geçmişi olduğunu ima etmektedir. Bu evin içinde yaşaması şairin geçmişe, özellikle annesinin hatırasına, ne kadar takıldığını göstermektedir. Özellikle “mucizevi” kelimesinin seçilmesinin ise bir başka nedeni vardır. Şiirinin altıncı bölümünde ki “Ben bu eve Muc’un ucuz evi diyorum. Yokluğunda böyle oldum. Mucize öldükten sonra, buraya taşındım.” Dizelerinde, annesinin ölmemesi için bir mucize beklediğini ancak annesinin ölümüyle o mucize beklentisinin de öldüğü anlamı vardır. Bu mucize beklentisi bir hastalıktan dolayı ölmekte olan kişilerde ve yakınlarında vardır. Annenin aklındaki mavi yıldızın da giderek silikleştiği imgesi, onun bir hastalıktan dolayı zayıf düşüp öldüğü anlamını desteklemektedir. Şiirde sıkça doğayla ilişkili kelimeler kullanılmıştır. Dağ lalesi, vişne bahçeleri, Burdur gölü vb. Doğayla ilintili bütün bu sözcükler arasında ki tek tezat kelimeyi şair, annesinin sesini benzetmesinde kullanmıştır. ”Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin” Bu tezatlık, şairin annesinin ne kadar diğerlerinden ayrıldığını göstermek için kullanılmıştır. Yazar bir başka benzetmeyi ise annesinin hastalığı ve ölümü üzerinden kurmuştur. “Şalına sarınırdın, toprağa sarındığın gibi” dizesinde şala sarınmak hastalığı, toprağa sarınmak ise ölümden sonra annenin toprağa gömülmesini simgelemekte ve iki olay arasında bir bağlantı kurmaktadır. Didem Madak, “Annemle ilgili şeyler” şiirinde sadece annesiyle ilgili yazmamış, annesinin kendisine bir mektup yazmıştır. Onun ölümüyle duyduğu üzgünlükle bütün üzgün oluşlarının adı “Anne” olmuş, Muc’un ucuz evinde geçmişte takılı kalmıştır. Yaşadığı mucizevi yerde annesiyle acısını, hüznünü yazdığı mektupla paylaşmaktadır. Ezelbahar Metin 11H
Sayfa 92
YAZIN
Annemle İlgili Şeyler Sevgili Anneciğim Binlerce kez açıldım, binlerce kez kapandım yokluğunda Kocaman bir dağ lalesi gibi Ve kapkara göbeğini dünyaya fırlatacakmış gibi duran. Şimdi mucizevi bir yerdeyim Muc'un ucuz evinde Sanki mürekkebi rutubet olan bir kalem Duvarlara hep senin resmini çiziyor Dili geçmiş zamanda birçok resim, Hep gülümsüyorsun Aklının ortasında mavi bir yıldız varmış gibi Ve o yıldız karanlık bir şubat akşamında Durmadan soluyormuş gibi. Hatırlar mısın? Mavi saçlı bir Tanrı gibi severdim Burdur gölünü O göl şimdi içimde kocaman bir anne ölüsü Vişne bahçeleriyle dolu, Neşeli bir şehre benzerdi senin sesin. Bazen ölmek istiyorum. Beni yeniden doğurman için İri, ekşi bir vişne tanesi gibi Kışbaşında bir ton kömür yığarlardı kapıya Bazen görülen rüyalar gibi kapkara Bir ton rüya çıtırdarken Sen kar yağmadan önce başkaydın, Kar yağdıktan sonra bambaşka. Sanki hep buluğ çağındaydın. Kuşlar zaptederdi sonra her yeri, sabahları Binlerce kez söylerlerdi, söyleyeceklerini. Bizim hiç anlamayacağımız bir şeyi. Senin şarkıların aç kuşlara buğday saçardı. Kediler yusyuvarlak dururdu karın ortasında Kar manzaralı bir resmin ortasında durur gibi Gri kediler sarmıştı etrafımızı, gri dağlar... Bir tek senin çocuklar üşüyecek rengi saçların vardı.
Şimdi mucizevi bir yerdeyim Zaman bir salyangozun vücudunda yaşıyor burda Ve çok ağır ilerliyor. Yüzümdeki çillerden başka İsyan eden biri yok hayatımda.
Ben bu eve Muc'un ucuz evi diyorum. Yokluğunda böyle oldum. Mucize öldükten sonra, buraya taşındım. Ve inan Muc bu evi bana ucuza verdi.
NOT: Ölen her kadın için bir şiir yazdım. Onları Muc'a evin karşılığında verdim Çok ucuza. Artık bütün üzgün oluşlarımın adı: Anne.
Yaşasaydın, hayatının ortasına Güller yığan bir adam olsun isterdim babam. Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim. Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri diye başlayan bir çocuk romanında... Şalına sarınırdın, toprağa sarınır gibi Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, bu acımasız ölü anne sesini.
YIL:17 SAYI:17
Didem Madak
Sayfa 93
İç Yazı Başlığı
inceleme Eylül’de kadının izinden… Bir Eylül Esintisi Ünlü yazarlarımızdan biri olan Mehmet Rauf’un adı geçtiğinde akla ilk gelen ‘’Eylül’’ adlı eseri oluyor, öteki eserleri bir yana Eylül onun kız çocuğu gibi. Servetifünun dergisinin kapatılmasının ardından II. Meşrutiyet’e kadar sessiz kalan Mehmed Rauf, Meşrutiyet’in ilânından sonra tekrar yazı hayatına geri döner ancak artık yeni bir edebiyat anlayışı ve yeni bir edebî nesil vardır. Mehmed Rauf ’un ilk uzun hikâye denemelerinden biri olan “Garâm-ı Şebâb” da Halit Ziya’nın yardımıyla İkdam gazetesinde yayımlanır. Mehmed Rauf’un eserlerindeki ortak özellik ana tema olarak genellikle aşırı bir hassasiyet (santimantalizm), alınganlıklar, marazî ve sonu intiharlara varan karşılıksız aşklar, hastalık, ölüm fikri ve bunların vermiş olduğu kötümser atmosferin işlenmiş olmasıdır. Bunlara yine aşırı derecede müzik düşkünlüğünün de (melomani) eklendiği görülür. Eserlerinde sıkça rastlanan ruh tahlillerinde de aşırılık vardır. “Evlilikleri, aşkları, gönül maceraları dönemin ahlak anlayışıyla çatışır. Nitekim, bunu da - dönemin evlilik anlayışı, ahlaksal yaklaşımları - Eylül romanında görürüz. Üç kez evlenen Mehmet Rauf, ilk evliğini Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım ile yapmış ve bir anlamda Rumeli Hisar’daki Fikret’in oturduğu yalıya içgüveyi olarak girmiştir. Eylül romanındaki aşk öyküsünün bu yıllardan kaynaklandığı ve Mehmet Rauf’un Fikret’in eşine âşık olduğu da söylenmektedir’’.[1] Bu yasak aşkın izlerini biz okuyucular Suad, Necib ve Süreyya arasında izleriz. Peki ya Eylül? Köklü yazarımızın günümüze dek uzanan bu romanından bahsetmek gerekirse romandaki küçük kız, ruhsal çözümlemeleriyle sayfalarda yerini almıştır. İlk psikolojik roman olmasının sebebi de budur, olay akışını değil de karakterlerin iç seslerini izleriz Eylül’de. Romanın sayfalarında… Beş yıllık bir evlilik sürdüren Süreyya ile Suad, Süreyya’nın ailesi ile beraber yaşadığı evden çıkıp Boğaz’da bir eve taşınırlar. Bu yeni evleri bir süre sonra onlara sıkıntı verir, ne de olsa kalabalık ve curcunalı bir evden çıkıp sadece iki kişinin olduğu koskoca bir eve yerleşmişlerdir. Bu sıkıntıdan kurtul-
manın tek çözümünü ise Necib’te bulurlar. Necib, Süreyya’nın halasının oğludur. Necib, bu aile için bir akrabadan çok yakın bir arkadaş, sıcak bir dosttur aslında. Öte yandan Süreyya ile karısı Suad arasında tam anlamıyla bir zevk uyuşmazlığı vardır. Süreyya çocuk gibi basit heveslere kapılırken Suad aksine ciddi ve realisttir. Süreyya’nın bitmek bilmeyen deniz hayranlığının yanında Suad’a piyanosu ve müzikleri yeter. Hatta Suad ne zaman notalara değmeye başlasa, Süreyya balkona kaçıp hayranlıkla denizi izler. Süreyya’nın en büyük hobisi ise sandalına binip denize açılmaktır. Süreyya denizde çocuklar gibi gönlünce eğlenirken Suad evde bir başına kalır, kocasına yetemediği düşüncesine kapılarak kendisinde bir eksiklik hatta eziklik hisseder. Ama ortada aşktan öte bir husus olacak ki… Suad, kocasını bir sevgili gibi değil, bir anne şefkatiyle sever. Buna karşılık Suad ile Necib’in pek çok ortak zevkleri vardır. Her ikisi de güçlü bir müzik tutkusuna sahiptir. Zamanlarının çoğunu piyano başında geçirirler. Necib, saatlerce Suad’ı piyano başında hayranlıkla dinler. Bir süre sonra aralarındaki arkadaşlık, zamanın ve ortak zevklerinin birliği ile aşka dönüşür. Birbirlerine bağlılıkları gün geçtikçe artar hatta Necib aşkından yataklara bile düşer. Ama acı olacak ki bu sadece ruhsal boyutta yaşanır, bedensel boyuta geçmez. Çünkü arada Süreyya vardır ki Suad ona bir eş olarak bağlıyken Necib ailesinden biri olan Süreyya’ya bu nankörlüğü yaşatmak istemez. Duygularını sözle dile getirmeye cesaret edemediklerinde ise ortak sesleri olan müziğe sığınırlar. Aşklarını müziğin yarattığı bir hayal âleminde yaşarlar. Bir süre sonra bu aşk gözlerde, kaçamak bakışlarda, gülüşlerde yaşanır. Romanın sonuna doğru Necib, Suad’ın ellerinden ve titreyen gözlerinden öperek bu aşka veda eder. Biz de okuyucular olarak ilk defa bir vedanın aslında bu iki sevdalıyı buluşturduğunu görürüz. Bu aşkı yaşadıkları dünyaya taşıyamayan Necib ile Suad yanarak can verir ve birbirlerini yeni hayatlarında - en azından okuyucular olarak buna inanmayı seçiyoruzkarşılarlar. Bu zamana kadar sayısız aşk hikâyesi okuduk. Hepsi orijinal, yaratıcı, gizemli hikâyeler, romanlardı. Ama
[1]: http://www.atillabirkiye.com/icerik-mehmet-rauf-eylul-ve-imknsiz-askin-atesi.html
Sayfa 94
YAZIN
bana göre hiçbiri Aşk-ı Memnu ve Eylül’ün yerini tutamaz çünkü bu iki roman bizim karşımıza çok farklı kadınlar getirdi. Biz Servetifünun romanında töre görmedik, törenin toplum ve özellikle kadın üzerindeki ezici baskısını görmedik, geleneklere sıkı sıkıya bir bağlılık yoktu ve ilk defa aşkta sessiz bir derinlik gördük. Farklı olan erkeklerin baskısı, gücü değildi. Farklı olan kadınlardı. Öncesindeki romanlarda kadının yeri çok başka iken, kadınlar zayıf düşen tarafken, ezilen tarafken Aşkı Memnu’da ve Eylül’de birbirinden farklı kadınlar görüyoruz: Suad, Bihter ve Firdevs. Suad geri kalan iki isimden çok daha farklı. Aşk-ı Memnu’nun kadınları yasak ilişkiye açıktı ve evliliklerine bağlı değildi. Hatta Bihter’in Adnan ile evlenme sebebi maddiyattı. Firdevs Hanım da eşini aldatacak kadar güçlü ve taştan bir kalbe sahipti. Aşk-ı Memnu’dan bu iki kadının (anne ve kızın) farklılıkları olduğu kadar benzerlikleri de vardı. Suad’ın eşiyle evlenme sebebi ile Bihter’ in Adnan ile evlenmesinin arasında dağlar kadar fark var. Her şeyden önce Suad’ın maddiyat gibi bir sıkıntısı yok. Suad’ın evlenme sebebine gelecek olursak Suad, belki de gerçekten bu evliliğe ruhen ihtiyaç duymuştu. Sonuçta Süreyya’dan daha zengindi, paraya ihtiyacı yoktu. Neden evlendiği değil de asıl önemlisi neden Necib’e gönülden vurulduğuna gelirsek tek sorunun Süreyya olduğu inancındayım. Eğer Suad, bu beş yıllık evlilikte bir heyecan, bir tutku ve gerçek sevgiyi tadabilseydi, bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Süreyya gerçekten eşiyle ilgilenseydi, ona tutkulu bir aşk hayatı yaşatabilseydi; Suad’ın gönlü belki de hiç Necib’e kaymayacaktı. Öte yandan Suad, ihanet edemeyecek kadar - Bihter ve Firdevs’in aksine - naif yürekliydi. O bu yasak ilişkinin olamayacağının farkındaydı ve zaten bu acıyı Süreyya’ya yaşatamazdı. Evliliğe bu kadar bağlı bir kadının sonu depresyona gidebilecek boyutta, karamsarlık oldu. Bu yasak ilişki sonrasında kendi gururunun kırılacağının farkındaydı belki de. Evet, ona kimse bir şey diyemezdi, kimseye bu gücü vermedi. Ama kendine ne diyecekti? Süreyya’nın gözlerine baktığında ne görecekti? “Fakat Süreyya… O Süreyya’ya ne olacaktı? Ondan korktuğu için değil; onu yalnız, bedbaht görmeye dayanamadığı için mahvoluyordu…”
Suad içine hiç girmek istemediği bir aşkın ortasında yavaş yavaş öldürdü kendini. Bu yasak aşk belki de o güzel kalbini bir süre aydınlıkta bıraktı, ona yeni heyecanlar tattırdı. Ama her güzel şeyin bir sonu olacak ki bu yasak aşk ilkbaharda yeşerdiği gibi sonbaharda can verdi. Yazıldığı dönemdeki kadına bakış da var yazarın dünyasında. Mehmet Rauf, yaşadığı dönemdeki kadınları gözlemleyerek kurgusunu oluşturmuştur. Çünkü yazar, yaşadığı sosyal çevresinden izler taşır. ‘’Servetifünun kadınları nasıldı peki?’’ sorusuna tek bir sözcük söyleyebilirim: yenilikçi. Bir Batı sevdası süren bu zaman diliminde yaşayan kadınlar artık yeniliklere açık olduğu gibi ilgi alanlarını genişlettiler. Aynı Suad gibi piyano ve müzik aşkına sahip yüzlerce kadın vardır o dönemde. Bu dönemin kadınları roman, şiir, tiyatro gibi edebi türlere uzunca bir zaman tanık olmuşlardır. Son sözlerimle, ben bir okuyucu olarak ilk defa bir aşkın bu kadar acı verdiğine tanıklık ettim. Bir okuyucu olarak kadının gücünü, vefakârlığını ve zarifliğini ilk defa Eylül’de tattım. Her aşkın peri masallarındaki gibi olmadığını, her aşkın mutlu sonla bitmediğini ilk defa Eylül’de okudum. Mehmet Rauf’un bu küçük kızı bana o kadar çok şey anlattı ki… Eylül, hüzün ayıdır. Ayrılık, ayıdır.
İşte Suad böyle böyle, kendini bitire bitire ruhsal bir sıkıntıya girdi. Bu ruhsal sıkıntıyı da okuyucular şu ifadelerde gördü: “Ah bu aşk ne acı bir yaraymış, ne kötü şeymiş!” “Keşke Necib’e âşık olmasaydım, keşke bu aşk illetine yakalanmasaydım,”
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 95
İç Yazı Başlığı
inceleme
SON SÖZ… Son sözlerimi belki de en iyi ve en edebi şekilde, Mehmet Rauf’a yazacağım bir mektupla ifade edebilirim. Çünkü bu kitabı o ölmeden okusaydım ona bir teşekkür mektubu yazardım. Mehmet Rauf, Beni bütün gerçekliği ile aşkla tanıştırdığın için çok teşekkür ederim. Çünkü ben bu zamana kadar kadınların erkeklere muhtaç olduğu hikâyeler okudum. Ben bu yaşıma kadar Pamuk Prenses masallarındaki prenses tiplemesinden başka bir kız ile tanışmadım. Ama senin küçük kadının Eylül, bana zarafeti, kadının gücünü ve her şeyden önemlisi aşkın ne kadar acı verebileceğini gösterdi. Çünkü her aşk mutlu sonla bitmiyor ama ne yazık ki biz aşkı her daim mutlu biteceğine inanarak harcıyoruz. Bana farklı bir aşk yaşattığın için teşekkür ederim. Suad’ın aşkını, Süreyya gibi bir eşi ve daha fazlasını bana bütün gerçek ihtimalleriyle anlattığın için teşekkür ederim. Eylül’ün sonu beni biraz üzdü. Ama üzülme, gerçek olma ihtimalini gördüğüm için, içinde bulunduğum masaldan koptum. Bana aşkın asıl yüzünü gösterdiğin için sana minnettarım. Teşekkür ederim, beni gerçeklerle yüzleştirdiğin için. Sude Nur Demirci 11E
Sayfa 96
YAZIN
Kel Bayır Sorunları “En büyük yorum, olayın kendisidir.” (“Paf ve Puf”tan Salah Birsel) Salâh Birsel edebiyatın kurmaca dünyasından, tarihin sert ve acımasız gerçeklerine dümen kırarken okurunu hiç şaşırtmayan ustalıklı söz manevralarıyla daldan dala atlıyor. Tecimenliklerini çiçeklerde saklayanları anlatan, Salah Birsel’in denemesi Kel Bayır, yakın tarihimizde gördüğümüz zorbaları anlatır ve anları karşılaştırır. Çiçek sevgisi sergileyen Amerika gangsterlerini anlatmakla başlayan deneme, sonrasında Hitler, Mussollini ve Napoleon gibi tarihin tozlu sayfalarında tozun altında kalmış, eli kanlı köstebekleri anlatır. En son, Al Copone’un Napoleon yorumu ve Brecht’in zorbalarla ilgili sözü ile eser biter. Eserin genelinde zorbaların benzer veya farklı özellikleri tartışılır. Denemenin iletisi “İnsanlıktan uzak kalan katillerin en başarılı katiller” olduğudur. Denemede bazı katiller doğa güzellikleri ardına saklanırken bazıları da doğanın yıkıcı gücünü örnek almıştır. Bazılarının içinde bir parça da olsa iyi niyet vardır fakat bazılarında kalp veya sanat ruhu yoktur. Benzerlik ve zıtlıklar, eserin nihayete erişinde Al Capone’nın sözüyle sonlanır: “Acımasızlık, güçsüzlüktür.” Al Capone, kendi başarısızlığını Napoleon’unki gibi içinde bir parça da olsa merhamete bağlar. İçinde acıma duygusu olan kişi, büyük zorba sıfatını elinde bulunduramaz. Bulundursa bile sonunda kaybeder. Hitler anlatıldığı üzere sanat, kadın, çocuk, güzellik, çiçek sevmeyen bir adamdır. Entelektüel birikimi çok olan insanları sevmeyen Hitler, güzelliğin bayrağı doğayı sadece mutlak gücü dolayısıyla sever. İçinde en ufak merhamet, acıma dahi bulunmayan Hitler, insanlıktan uzaklığını katlettiği on bir milyonluk sözde “başarısıyla” gösterir. Yani Hitler, acımasız olduğu için esere göre başarılıdır. Başarı kelimesi, katillerin işlerinde ne kadar çok insana zarar verdiğini anlatır. Katillerin başarısı âlemin başarısızlığıyla orantılıdır. Denemede bahsedilen katiller, insani yönlerine göre sıralandığında en acımasızı Hitler olacaktır. Üzerinde çokça durulan Hitler, Brecht’in dediği gibi başı ezilmesi gereken biridir çünkü o yazarın da dediği gibi, insanların yüreğine ateş basmıştır, gaz basmıştır. Brecht’in deyişi ve en son cümle, tüm anlatışı Al Capone’nin sözüyle sonlandır. Brecht’in dediği siyasi katillerin aslında tüccar oluşları, onların cinayeti değerli varlıkmışçasına bir sonraki siyasete bırakmamasıdır. Bu tüccarların sonu gelmelidir ki solucanlar köstebeklere üstün gelebilsin. Burak Erin Çetin 10 IB I
YIL:17 SAYI:17
Sayfa 97
İç Yazı Başlığı
inceleme
Vereğen hiç de hayata ait değil kahkaha annem demişti mukayyet ol ağzına çok gülme çok konuşma çok görünme insana önce haya lazım … işte böyle dedi de ben kızdım ne alaka diye bazı şeyler değişmiyor birkaç ömürde
Deniz Meriç Tuna 9E
yoksa seni vereğen sanırlar a kızım
gülmenin de bir cezası var, mutlu olmanın insan önce ağlamakla tanışıyor elbet okyanuslar böyle doluyor, magma böyle yakıyor biraz namus ile heyecan ölüyor, rahatlıyoruz biraz inanç ile ruhu doğrayıp biçiyoruz hep bir ayar gerekiyor ama düğmesi yok dünyanın bir de namaz niyaz, bir de solcular, bir de salaklar ve seks işte hepsinin ortasında bir havuz fiskıyesi hep bozuk olan … gizli gizli mutlu olmayı öğrenmeliyim fısıltıyla kahkaha atmayı kimseler duymadan kimseler görmeden yoksa vereğen sanırlar allah muhafaza sonra dünyanın bu korkunç halini anlamayan bir hain ve kim bilir daha neler … Emel İrtem, Mühür 32 (2010)
Sayfa 98
YAZIN
“Vereğen” Üzerine… Emel İrtem, kaleme aldığı “Vereğen” şiirinde, toplumun insanlar üzerindeki baskısını eleştirmiştir. Eleştirisini, şiir öznesini genç bir kız seçerek onun arzularını, yerine getiremeyişi üzerinden anlatmıştır. Şiir boyunca korunan olumsuz ve mutsuz hava; gerek metaforlarla gerek toplumu temsil eden kişilerin şiir öznesine verdiği öğütlerle, zaman zaman yaptıkları eleştirilerle desteklenmiştir. Şiirin birinci bölümünde, açık ve sade bir anlatım kullanılmıştır. Emel İrtem’in, eleştirilerini yansıtmadan önce konuya giriş yapması, insanların onun neden bahsettiğini anlamaları içindir. Fakat buna rağmen, şiir boyunca devam eden ve adeta bir protesto niteliği taşıyan kızgınlığını daha ilk satırdan okuyucuya belli ediyor. Şiirin ilk bölümünde kızına çok gülmemesini, çok konuşmamasını ve çok görünmemesini öğütleyen anne figürü, toplumu temsil eden ve bundan dolayı kızgın bir havayı besleyen bir metafor konumuna gelmektedir. Ayrıca “insana önce haya lazım” dizesi de ahlaksız, terbiyesiz ve utanma duygusundan yoksun insanların toplum tarafından kabul edilmeyeceklerini göstermektedir. Aslında şiir, şiir öznesinin küçüklük, çocukluk yıllarından itibaren, yetişkinlik yıllarına kadar geçen süre boyunca asla toplum baskısından kurtulamadığını anlatmak istemektedir. Bu da “işte böyle dedi de ben kızdım, ne alaka diye” dizeleri ile ikinci bölümün ilk dizesi arasındaki bağlantıdan anlaşılmaktadır. “işte böyle dedi de ben kızdım” dizesinde Emel İrtem, tevriye yaparak hem kızgınlığı anlatmış hem de annesi ona bu öğütleri verirken daha küçük bir kız olduğunu söylemiş; neden kahkaha atmaması gerektiğini anlamamış, bu yüzden de “ne alaka” gibi bir sitem göstergesinde bulunmuştur. Bu dizelerin, nasıl bir hayat sürecini anlattığı ise ikinci bölümün ilk dizesindeki büyüdüğünü simgeleyen “bazı şeyler değişmiyor birkaç ömürde” sözleriyle anlatılmıştır. Şiirin ikinci bölümü, birinci bölümüne göre daha kapalı bir dil kullanımına, daha derin bir protest tavrına sahiptir. Fakat topluma getirilen eleştiriler metaforlarla simgelenirken aynı zamanda bir kabullenme durumu da söz konusudur. İnsanın en önce özgün olması gerektiğini, mutlu olursa toplum tarafından cezalandırılacağını şair, ikinci bölümün ikinci ve üçüncü dizeleriyle anlatmıştır. Bu zorunluluk sonucu doğan hüzün
YIL:17 SAYI:17
havasının ciddiyeti “okyanuslar böyle doluyor, magma böyle yakıyor” dizelerindeki metaforik anlatımla sergilenmiştir. Ayrıca, toplumun töreleri insanlara dayatması ve dinin zorlayıcı yanı gibi durumlar da eleştirilmiştir. Bu eleştiriler namus cinayetlerinin anlık heyecan ile işlendiğini, gözünü kan bürümüş ve resmen kitlesel bir güce dönüşmüş insanları, dini millette dayatan ve teoride ruhu iyileştirmesi gereken bir unsurun dogmatik ve baskıcı yönü gibi konularda yapılmıştır. Bu kadar güçlü geleneklere ve milyonlarca sempatizanı olan bir inanca karşı geliştirilen bu protest tepki “biraz namus ile heyecan ölüyor, rahatlıyoruz” ve “biraz inanç ile ruhu doğrayıp biçiyoruz” dizeleri ile anlatılmaktadır. Şiir öznesi bu durumu, dünyanın ayarının bozulmuş olduğu bahanesiyle açıklıyor ve dünyanın ne yazıktır ki bu durumları düzeltecek bir düğmesi olmadığını, metaforlar yardımıyla anlatıyor. Bu yüzden dünyaya bir ayar gerektiği tezini savunmakla kalmıyor, aynı zamanda, toplumun aşırılaşmış unsurlarını eleştiriyor. Gerek din (namaz, niyaz), gerek ideolojik unsur (solcular), gerek sorgulamadan monoton ve boyun eğmiş bir hayat sürenler (salaklar), gerek de dünyevi zevkler (seks), şiir öznesini toplumdan soğumaya iten unsurlar oldukları kadar, homojen bir havuz yaratınca o topluma dayanılamayacağını sergilerler. Şiirin son bölümünde ise şiir öznesi, protest tavrını koruyarak pasif bir eylem gerçekleştiriyor. Gizli gizli mutlu oluyor, toplumun ona dayatmış olduklarını geride bırakarak fısıltıyla kahkaha atıyor ve annesinin öğütleriyle, yirminci ve yirmi birinci dizelerdeki kullanımlarıyla dalga geçiyor. Ancak yine de şiirin son iki dizesinde, toplumun köleleştirdiği insanlara karşı bir korku ve tedirginlik belirtileri gösteriyor. Sonuç olarak, Emel İrtem’in şiiri, toplumu eleştirmekle kalmayıp ona tavır da koyuyor. Dikkat edilmesi gereken noktalardan biri ise Emel İrtem’in bu şiiri 2010 yılında kaleme almış olmasıdır. Yani, “mahalle baskısı” kavramının bir kez daha ortaya çıktığı veya çıkmaya başladığı yıllar. Aynı zamanda kadın cinayetlerinin ve muhafazakâr kesimin baskılarının arttığı yıllar. Emel İrtem’in bu şiiri kaleme almasındaki en büyük nedenler, belki de bunlardır. Eleştirel bir şair, kendi dönemine ve şartlarına göre yazmakla, aynı zamanda gündemi değerlendirmekle yükümlüdür. Tuna Gümeli 11H
Sayfa 99
sunum “Public Speaking”de Ece Özer: Kadınlar kalkın ve parlayın! GÜÇ SİZDE! Sevgili Konuşmacılar ve Saygıdeğer Jüri, Her zaman uslu bir kızdım. Altı yaşımda oynamam için bana barbieler verildiğinde, oynadım. On yaşımda bir kız gibi oturmam, konuşmam ve bir kız gibi görünmem söylendiği zaman yaptım. On üç yaşımda arkadaşlarımdan biri bir kız gibi koştuğumu söylediği zaman koşmayı bıraktım. Ve şimdi on yedi yaşımdayım ve mühendis olmamam gerektiğinin daha iyi olacağı söyleniyor. Çünkü bu bir erkek işi ve burası erkeklerin dünyası. Ama bu sefer onları dinleyeceğimi düşünmüyorum çünkü bence artık değişimin tam vakti. BM İnsan Hakları Bildirgesi Madde 1 belirtir ki “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” Madde 6 devam eder ki “Herkesin, her nerede olursa olsun, hukuksal kişiliğinin tanınması hakkı vardır.” Tüm bu maddeler akıllıca kurgulanmış ve kağıt üzerinde güzel gözükseler de asıl önemli soru uygulamada, bizim gerçekliğimizde doğrular mı? Maalesef durum yazıldığı ve kurgulandığı gibi olmamaktadır. Gerçekte… Dünyada 31 milyon kız çocuğu eğitim alması gerekirken zorla evde oturturuluyor. Her sene bu kızların 15 milyonu daha on üç yaşındayken evlendirilmeye zorlanıyor. Annelerin büyük çoğunluğu bu vahşete durdurabilecek güçleri olduklarına inanmadıklarından sessiz kalıyorlar. Sadece 2015 yılında ülkemde, yurdumda 284 kadın öldürüldü, 370 kadın yaralandı ve 133 kadın tecavüze uğradı. Bunlar sadece resmi olarak kayda geçen istatistikler… Çoğu kadın belki de mahkemeye bile gitmiyor, gidemiyor ve sessiz kalıyor. Öyleyse şimdi, neden bu kadar kadın, kızçocuğu ve anneleri kendi hakları için ayağa kalkmadı? Sözde eşitlik nerede? Eşit güç? Altı çizili problem bütün bu kadınlar karşılaştıkları adaletsizlikle savaşabilecek kadar “güçlü” oldularını düşünmediler. Dünyada kadınların büyük çoğunluğu sistematik olarak her geçen gün erkeklerden daha güçsüz olduklarına inandırılıyor. Toplum değerleri ve medya ile manipüle edilerek “yegane amaçlarının” erkeklere hizmet etmek olduğu empoze ediliyor. Tam şu dakikada bile biz bu salonda otururken tüm dünyada kadınlar gölgede bir hayat yaşıyorlar, görünmez kalmaya çalışıyorlar; yemek yapıyor, evlerini süpürüyor ve psikolojik olarak sadece “ev hanımı” olmanın yeterince iyi olduğu tek tipleştirmesiyle savaşıyorlar ya da fabrikaların seri üretim bantlarında çok daha düşük maaşla çalışıyorlar. Alice Walker'ın da dediği gibi “İnsanlara ellerindeki gücü bıraktırmanın en kolay yolu, onlarda olmadıklarına inandırmaktır.” Bu dünyada kadınların çoğu bu ataerkil düzenden kaçacak gücü olmadıklarını düşündüklerinden, daha güçsüz olduklarına inandırıldıklarından sessiz kaldı. Ben buna “susturulmuş güç” diyorum. Bu güç ki korkuyla örtülmüş bir varoluş içinde. Gücün bizde olmasına rağmen biz de olmadığına inandırılan manipüle edilmiş bir psikoloji… Bu sessizliği kırmanın zamanı ve “Kadın olmak sizi daha az insan yapmaz” diye bağırmanın… Akıllarımızı ve kalplerimizi değiştirmenin zamanı… Bir kadın olarak yeteri kadar iyi olmadığımı; yeteri kadar güçlü, ince, akıllı ve edepli olmadığımı duymaktan bıktım. Ve inanıyorum ki hepimiz “parlamasına” olanak sağlanmamış tüm kadınlara, çocuk gelinlere, kendi bekâretlerinin en önemli benlikleri olduğuna inandırılmışlara “derin” bir özür borçluyuz. Kültürü, dini ve toplumu tarafından aşağılanmış tüm kadınlara... Tecavüze uğramışlardan öldürülmüş olanlara… Bu konuşma her türlü etnik farklılıklardan, sosyal sınıflardan, yaşlardan ve ırklardan olan kadınlara bir “çağrı”dır. Siz olduğunuzu inandırıldığınızdan daha fazlasısınız. Kadınlar kalkın ve parlayın*! GÜÇ SİZDE! *İngilizcesi “Rise and Shine” kelime anlamı olarak “kalk ve parılda” demek olsa da günlük dilde “uyan” olarak kulanılmaktadır. Ben de bu konuşmayı İngilizce sunarken de iki anlamını da düşünerek kullandım. Ece Özer 12IBI
Terakki Vakfı Okulları
YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2017, SAYI 17
Şiir: Haiku Aşağı
Öykü: Zeytinli Bankın Öyküsü Midye Dolma ve Limon
Söyleşi: Murat Mungan Gökçenur Ç.
Deneme: Beklenti Sonsuz Hikâye
Eleştiri: Acı Çekme ve Yazın Mektupta Anne Yankıları
Dosya: Kulüpten Renkler ve Sesler
Terakki Vakfı Okulları
YILLIK EDEBİYAT DERGİSİ 2017, SAYI 17
Şiir: Haiku Aşağı
Öykü: Zeytinli Bankın Öyküsü Midye Dolma ve Limon
Söyleşi: Murat Mungan Gökçenur Ç.
Deneme: Beklenti Sonsuz Hikâye
Eleştiri: Acı Çekme ve Yazın Mektupta Anne Yankıları
Dosya: Kulüpten Renkler ve Sesler