YAZIN 2019
YAZIN EDEBİYAT DERGİSİ
1. BASKI HAZİRAN 2019 YIL 19, SAYI 19 Sahibi: Mehmet GÜNEŞ Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Necdet BEKEN Yayına Hazırlayanlar: Dilek ÖZÇELENGİR Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Gamze COŞKUN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Kezban MERT Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Emeği Geçenler: Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenleri Ali KONBAL Arzu AYAR Elif ŞAHİN Elife GENÇ Gülçin ERKMEN DARICI Gülten GÜZELIŞIK Hülya GÜLAÇ Nergis BÜYÜKÜSTÜN
Serkan Celil NAKAY Sinem DEMİRBAĞ ÇEKEN Ulviye TAYLAN Zahide GÖKTÜRK Zehra PEHLİVAN TUYGUN
Özel Şişli Terakki Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Fen Lisesi Öğrencileri Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi Öğrencileri Kapak Tasarımı: Berkay DELİBAŞ
YAZIN’da yer alan öğrenci yazıları ve resimlerinin her türlü yayın ve kullanım hakkı Terakki Vakfına aittir. YAZIN para ile satılmaz. Özel Şişli Terakki Lisesi, Fen Lisesi, Tepeören Anadolu Lisesi öğrencilerinin “Edebiyat” dergisidir. Baskı: Bilnet Matbaacılık ve Yayıncılık A.Ş. Dudullu Organize Sanayi Bölgesi Esenşehir Mahallesi 1. Cad. No: 16 Ümraniye / İSTANBUL 444 44 03 Sayfa 2
YAZIN
Editörden 4 Atatürk’ün Anılarından Oluşan Bir Derleme İnci Temur 11A 5 Anılarda Mustafa Kemal Atatürk Çağla Deren Yamen 11A 10 Nedim Gürsel’le Bir Edebiyat Yolculuğu 12 İkinci Tekile Mektup Emine İzem Genç 9C ŞTTL 15 Karanlık Bir Uğultu R. Bartu Günal HazırlıkB ŞTTL 16 Gece Sudenaz Çığlı HazırlıkB ŞTTL 16 Bir Kış Günü Berke Çurku HazırlıkA ŞTTL 17 Tahta Pencereden Pelinsu Buket Yalçınkaya 10B ŞTTL 18 Vasiyet Pelinsu Buket Yalçınkaya 10B ŞTTL 19 Yapboz Çağla Aydın F11 20 Alışmak Zeynep Gülce Erol 11H 21 İmza: Hamam böceği Ezo Naz Kimiran 11F 22 Sayfa Sayfa Yasemin İmre 11H 23 Hiçlik için Varlık Ekin Erbaş 10D (IB) ŞTTL 24 Eylül Romanı Üzerinden Kadın Figürünün İncelenmesi Lina Karasu 11H 25 Ağrıdağı Efsanesi Romanındaki Karakterler Üzerinde Geleneklerin Etkisi Sevgi Yılan 10B ŞTTL 28 Ağrı’da Geleneklerin Etkisi Duru Şan 10C ŞTTL 30 Ağrıdağı’nda Geleneklerin Bireyin Hayatına ve Karakterine Etkisi İrem Kaptan 10B ŞTTL 31 “Selvi Boylum Al Yazmalım”ın Dil Anlatım Özelliklerinin İncelenmesine Dair Ekin Erbaş 10D (IB) ŞTTL 32 Gelenekler Bireyleri Olumlu mu Etkiler Olumsuz mu? Kerem Münür Yıldız 10A 34 21. yy’da Küreselleşmenin Beslenme ve Yaşam Farkındalığına Etkisi Zeynep Erkeskin 11G 36 Aptal Fare ve Bencil Kedi Emine İzem Genç 9C ŞTTL 38 Civciv ile Karga Bahar Erken 9D ŞTTL 39 Düşle Düşme Projesi Yaratıcı Yazarlık Atölyesi: Ya Yeniden Yazarsak? 40 Uzun Bir Ömür Buse Özdemir 10A 48 Kiralık Dükkan Gamze Beyazbayrak HazırlıkB 50 Seher Yeli Zülal Tannur 10A ŞTTL 51 Anım Evreni İrem Enç 10B ŞTTL 52 Gece ile Gündüz Elmas Zeynep Bamyacı 9C ŞTTL 54 Anne Buse Özdemir 10A 55 Etiketlenmiş Aylin Pak 10C ŞTTL 56 Gülümse Cemre Şenlik 11A 57 Geç Kalmış Aklın İpleri Eylül Uzunyayla 10C ŞTTL 58 Fotoğrafla Yolculuk Ceren Özkaymak FEN 10 60 İnsanın Ederi Batuhan Şahin 10C ŞTTL 62 Reyhan İrem Şahinkanat 10B 66 Bulut Sokağı Sevgi Yılan 10B ŞTTL 68 Mecnun’un Leyla’sı Öykü Özdemir 10A 70 Kendine Yabancı Çağla Arpacı 10B ŞTTL 74 Sessiz İstek Zeynep Vehaplar 10C ŞTTL 76 Şiir Molası Nil Nalçakan 10C ŞTTL 78 Yalvarış Kaan Çalışkan 11A 80 Çocukluk Özlemi Ela Tuğrul 10E 81 İçimdeki Uçurtma Sarp Çağan Kelleci FEN 10 82 Birkaç Papel ve Bir Mendil Ege Dolmacı 10A ŞTTL 84 Garipler ve Ben Buse Minel Yavaş 9A ŞTTL 85 Kar Beyazı Bartu Büyükaydın 10A ŞTTL 86 Di Pelinsu Buket Yalçınkaya 10B ŞTTL 88 Suskun İris Naz Kayabay 10A 90 İnsan Denizindeki Melodi Türkan Hamza 10A 92 Arkadaşlığın Kokusu Elif Yağmur Gürel 9B ŞTTL 94 Sanat Hayattan İlham Alır Maya Çelem 11F 96 Huzur Maya Çelem 11F 97 Düşünceli Yürüyüş Arda Adalar 11A 98 Batman ve Robin Buse Minel Yavaş 9A ŞTTL 99 Unutulmaz Aşk: Tahin ve Pekmez İlknur Aras 9A ŞTTL 100
Y I L : 1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 3
İç Yazı Başlığı
yazıyorum ve bilmiyorum
editörden
Sayfa 4
Bu yıl sizlerle Murathan Mungan'ın bir yazısını paylaşmak istedik: Niye, niçin, neden yazdığımız hem bize çok sorulan sorulardan biridir, hem de bizim kendimize sorduğumuz sorulardan biri… Bu konuda bizden önce söz almış olanların söylediklerinde bizi de açıklayabilecek bir karşılık ararken ya da kendimiz bir açıklama yapmaya çalışırken, yanıtını bu kez bulacağımızı sandığımız o can alıcı sorulardan biri… Niçin Yazıyorum? Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de tam olarak bilmiyorum. Çünkü çoğu kez, yazarın kendi de tam olarak bilmez bunu. Dünyanın kendinden en emin yazarları bile, bu soru karşısında tutukluk çekerler; yanıtlarında her zaman bir belirsizlik, bir bulanıklık, sözün gelip dayandığı bir noktadan sonra seslerine yerleşen bir geçiştirme tonu vardır. Gene de, ne zaman bir yazarın, “Niçin Yazıyorum” başlıklı bir yazısıyla karşılaşacak ya da bu dolaylarda yapılmış bir konuşmasını görecek olsam, elimde olmaksızın sanki yıllardır aradığım yanıtı bu kez bulacakmışım gibi ilgiyle okumaya başlarım. Oysa her seferinde, doyurucu bir yanıttan çok, önceden örneklerini bildiğim, bana hiç yabancı gelmeyen benzer bir “açıklama sancısıyla” karşılaşırım. Biz yazarları birbirimize akraba kılan bir sancıdaşlıktır bu. Yaklaşık şeyler söylenir elbet, benzer ya da bildik şeyler yinelenir. Kimi kez kendimizinkilere benzeyen, kimi kez de başkalarınınkiyle çakışan nedenler, gerçekler okursunuz. Çok daha derinlemesine yapılmış köklü açıklamalar, daha iyi ifade edilmiş ya da yorumlanmış nedenler, kendi gerekçelerinizi zenginleştirmenize yarayacak yeni farkındalıklar, saptamalar da bulunabilir bütün bu söylenenlerde, yazılanlarda. Ama son toplamda, konunun etrafında kolaçan edip duran, sorunsalın çekirdeğine yaklaşmak için yaklaşımlar deneyen ama gene de sonuçta, sizi tam olarak ikna etmeye yarayacak güçte yanıtlar üretmeyen eksik sözlerdir hepsi. … Peki ya benim yanıtım? Niçin mi yazıyorum? Anlamışsınızdır. Benim de birçok yazardan farkım yok aslında. Yazıyorum ve bilmiyorum. Tek bildiğim, bunun iyi geldiği. Sözümü V.S Naipul’ün bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Amacım hakikatti, yazan benliğin bir tanımını da içeren belli bir deneyimin hakikati. Yine de bu kitabın sonuna geldiğimde yaratıcı sürecin her zamanki kadar gizemli kaldığının farkındayım.” Murathan Mungan Yazıhane’den
YAZIN
Atatürk
Atatürk’ün Anılarından Oluşan Bir Derleme Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır. -Mustafa Kemal Atatürk
Atatürk ve Kişiliği Anı (Hatıra) Türü Anı, TDK’nin tanımına göre, “Geçmişte yaşanmış çeşitli olaylardan belleğin sakladığı her türlü iz, hatıra” anlamına gelmektedir. Edebiyattaki terim anlamı ise “Yaşanmış olayların anlatıldığı yazı türü” olarak nitelendirilir. [1] Anı, önemli olayların olaylara şahit olanlar tarafından sanatsal bir anlatım ile kâğıda dökülmesidir. Hatıralar olay veya kişi temelli olabilir. [2] Anılar, düz yazı türleri arasından olay yazılarına örnektir ve içerik bakımından farklı türlere ayrılır. Bunlardan bazıları politik hatıralar, edebi hatıralar, iş dünyası hatıraları ve askeri hatıralardır. [3] Tarihî belge değeri taşımasa da gözleme dayalı olduğu için dönemin özellikleri ya da kişinin hayatı hakkında bilgi edinmemizi sağlar. Genelde ün sahibi veya toplumda önemli bir yeri olan insanların yaşantılarından bir kesit anlatılır. Olaylar yaşandıktan uzun bir süre sonra kaleme alınır ve anıyı günlük türünden ayıran en temel özellik de budur.[4] Geçmişin kalıcılığını sağlamak, olayları başkalarının bilgisine sunmak, deneyimleri başkalarıyla paylaşmak anının yazılış amaçlarından bazılarıdır. Geçmişi öğrenmek, ondan ders çıkarmak için başvurulan önemli bir türdür. Kişisel görüş ve izlenimler baskındır, dolayısıyla nesnel belge niteliğine sahip değildir. Anılar yazılırken sade, açık ve samimi bir dil kullanılır. Olaylarda çoğunlukla yazar ön planda olduğu için birinci kişi ağzından yazılır. [5]
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Mustafa Kemal Atatürk sadece tarihteki önemli bir devlet adamı olmakla kalmamış, her türlü hareketiyle topluma örnek olacak bir figür olmuştur. Küçük yaştan beri yaşadıkları ve kendini yetiştirme tarzı onun nitelikli ve çok yönlü bir kişiliğe sahip olmasını sağlamıştır. Hayatının her kesitinde birçok insandan sorumlu olmuş ve onları yönlendirmesi gerekmiştir. Bu da onu başarılı bir asker, komutan, devlet adamı, öğretmen ve iyi bir baba yapmıştır. İyi bir lider olması, ileri görüşlülüğü, vatan severliği, disiplinli oluşu ona komutan kişiliği kazandırarak Türk milletinin bağımsızlığına kavuşmasını sağlamıştır. Komutanlık doğru kararları, doğru zamanlarda verip insanlara öncülük etmesini gerektirmiştir. Özellikle Milli Mücadele dönemindeki birçok zaferde Atatürk’ün katkıları göz ardı edilemez. Aynı zamanda realist ve mantıklı düşünen biri olduğu için devletin başına geçtiğinde siyasi açıdan da ülkeyi olumlu yönde etkileyecek çeşitli yenilikler yapmıştır. [6] Ülke ilişkilerinin yanında Türk milletini çağdaşlaştıracak, bilim ve sanat alanlarında ileriye götürecek, ekonomik düzeyi ve refah seviyesini artıracak devrimlerde bulunmuştur. Sanat ve bilime verdiği önem dolayısıyla birçok eğitim kurumunun açılmasını sağlamış ve insanların bu alanlara yönlendirilmesini teşvik etmiştir. Halkın ancak okuma-yazma öğrenerek eğitim alarak kalkınabileceğini düşünmüştür ve amacını gerçekleştirmek için gerekli çalışmalar yapmıştır. Bu vizyona sahip olmasında Atatürk’ün kendine oluşturduğu temel, büyük önem taşımaktadır. İlim sahibi olması, çok okuması onu bilgilerini paylaşmaya ve insanları bilinçlendirmeye itmiştir. Sadece eğitim ve öğretimin toplumu özgürleştirebileceğini savunmuştur. Geometriden matematiğe, siyasetten politikaya çeşitli konularda kitaplar yazmıştır. Hatta kimi zaman kara tahta önünde halka okuma-yazma öğretmeye çalışmıştır. Atatürk’ün eğitimci kişiliği, Türk milletini kökten değiştirmeye katkı sağlamıştır. [7] Sayfa 5
İç Yazı Başlığı
Atatürk Lokantada Bir Kadın Avukat
Süreyya Ağaoğlu, Türkiye’nin ilk kadın avukatıdır. 1924-25 ders yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Ankara’ya ailesinin yanına döner. Bir arkadaşıyla birlikte Adalet Bakanlığı’nda staja başlar. İlk günlerin heyecanı geçince, bir sorunla karşılaşırlar: Öğle yemeği işini nasıl çözeceklerdir? Evlerine gidemezler çünkü evleri bakanlığa çok uzaktır. Lokantaya da gidemezler. Aslında o zamanlar Ankara’da yemek yenebilecek bir lokanta, İstanbul Lokantası vardır. Ama hep milletvekillerinin yemek yediği bu lokantada, kadınların yemek yediği görülmüş şey değildir. İki arkadaş, ertesi gün öğleyin lokantaya gider, küçük bir bölümüne geçip güzel güzel karınlarını doyurur. Ahmet Ağaoğlu'nu ve kızını tanıdıkları için kimse yüzlerine bir şey söyleyemez ama arkalarından konuşmalar başlar. Homurdanmalar ve şikâyetler yükselir. Şikâyetler aynı gün, zamanın Başbakanı 'Rauf Bey'e de iletilir. Rauf Bey de Ahmet Ağaoğlu'nu arayıp durumu anlatır. Süreyya, o akşam eve döndüğünde, babasının kendisini beklediğini görür. Ahmet Bey hemen konuya girerek, "Başbakan Rauf Bey, senin ve arkadaşının lokantada yemek yediğinizi ve herkesin bunu konuştuğunu anlattı. Bundan sonra öğle yemeklerine bana gelin." der. Süreyya çok üzülür ama yapacağı bir şey yoktur. Birkaç gün sonra, Atatürk ve eşi Latife Hanım, Ahmet Ağaoğlu'na misafirliğe gelir. Sohbet edilirken, söz bu konudan açılınca, Süreyya Hanım, olayı bütün açıklığıyla Atatürk'e anlatır. Onun, kendisini anlayacağını ve destekleyeceğini düşünmektedir. Oysa onu dinleyen Atatürk, "Babanın da Rauf Bey'in de hakkı var." der. Büyük bir hayal kırıklığına uğrayan Süreyya Hanım, ertesi gün bakanlıktaki odasında çalışırken bir yetkili telaşla içeri girer: "Süreyya hazırlan, Paşa seni yemeğe götürecekmiş!"
Sayfa 6
Süreyya şaşırır, apar topar kapının önüne çıkar. Yanında bir milletvekili ve yaveriyle arabada oturan Atatürk, onu görünce, "Latife, bugün seni öğle yemeğine bekliyor." der. Süreyya Hanım hem şaşkın hem sevinçlidir. O bindikten sonra hareket eden otomobil İstanbul Lokantası'nın önünden geçerken Atatürk, birden şoföre durmasını söyler. Bozüyük Milletvekili Salih Bey telaşla yanlarına gelince, Atatürk herkesin duyabileceği bir sesle ona, "Bugün Süreyya'yı bize götürüyorum ama yarın buraya gelecek, yemeğini lokantada yiyecek." der. Süreyya Hanım'ın şaşkınlığı daha da artar. Latife Hanım, yemekte onun kulağına eğilip, "Paşa, dün akşam bu lokanta olayına çok kızdı ama babanı senin yanında ezmek istemediği için kızgınlığını belli etmedi. Eve gelir gelmez, birkaç milletvekilini arayarak yarın mutlaka eşleriyle birlikte lokantaya öğle yemeğine gitmelerini söyledi." deyince durumu anlar.Süreyya Ağaoğlu, ertesi gün, arkadaşıyla İstanbul Lokantası'na gittiğinde, birkaç milletvekili eşinin de ilk kez orada olduğunu görür. Kimse onları bakışlarıyla bile rahatsız etmeye yeltenemez. Bu bir ilk olur. Atatürk ve Türkiye'nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu, kadınların, tıpkı erkekler gibi, bir lokantada yemek yiyebilmesine de öncülük etmiştir. [8] Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler-1 Süleyman BULUT
Özellikle esnafın çoğunlukta olduğu lokantalar, toplumun genelini yansıtmada büyük rol oynar. Herkesin yemek gibi temel bir neden için geldiği bir lokantada sadece erkeklerin olması, dönemin kadın-erkek eşitsizliğini gözler önüne seriyor. Cumhuriyetin yeni ilan edildiği 1920’li yıllarda Türk milletinin giderek çağdaşlaşması söz konusuydu. Kadınların üniversite seviyesinde eğitim alması yaygınlaşmaya başlasa dahi bulunmalarının garip karşılandığı birçok yer vardı. Anıda anlatıldığı üzere, bir lokantada kadınların olmasının anlayışla karşılanması ancak Atatürk’ün desteği ile olmuştur. Bunun nedeni de Atatürk’ün yaptığı devrimlerle ve kazandığı zaferlerle halk önünde saygı duyulan ve sözü dinlenilen bir kişi olmasıdır. Süreyya Ağaoğlu, Türkiye’nin ilk kadın avukatı olmasının yanında lokantalarda kadınların da kabul edilmesini sağladığı için zamane Türkiye’sinin kadınlara koyduğu engelleri yıkmaya çalışmıştır. Süreyya Ağaoğlu’nun bu aktivist davranışları dönemin kadın algısını değiştirmeye yardımcı olmuştur.
YAZIN
Bu yıllarda kadınlar günlük hayata daha çok dahil olmaya çalışsalar da erkeklerin bakış açısını değiştirmede ve kadınların özgüvenlerinin artmasında Atatürk’ün büyük bir yeri vardır. Toplumda yaptığı yeniliklerle bilinç uyandırarak kadın ve erkeklerin aynı ortamlarda bulunmalarını sağlamıştır. Olayda önemli rolü olan bazı insanlar da milletvekilleri ve eşleridir. Süreyya Ağaoğlu’nun ikinci kez lokantaya gittiğinde milletvekili eşlerinin orada rahatça bulunması, problemin çözülmeye başladığının göstermesi olmuştur çünkü devrimlere öncülük edenler olsa da arka çıkanlar olmadığı sürece köklü değişiklikler yapılamaz. Atatürk toplumsal ve sosyal problemler karşısında kayıtsız kalmamıştır. Kadın-erkek eşitliğinin geliştirilebileceği her alanda değişiklik yolunda gitmiştir.
rumu hoş karşılamadı. Bir iki kere sert bir şekilde uyardı onları. Bu uyarılarının bir işe yaramadığını görünce, ikisine de kapıyı gösterdi, “Çıkın sınıftan!” dedi. Kızlar önce çok şaşırdı. Doğru mu duyduk, diye öğretmenlerine baktılar. Öğretmen şaka yapmıyordu oysa. Bir kere daha tekrarladı: “Çıkın, diyorum size!” Sabiha ile Zehra, omuz silkip biz sana gösteririz havalarında dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz da Atatürk’e koştular. Ağlayarak, “Öğretmen bizi okuldan kovdu.” diye yakındılar. Hemen arkasından da asıl düşüncelerini söylediler: “Biz bu öğretmeni sevmiyoruz!”
Sabiha, Zehra ve Öğretmenleri Atatürk’ün manevi kızlarından Sabiha ile Zehra, Çankaya İlkokulu’na gidiyordu. Okulun genç öğretmeni onlarla yakından ilgileniyor, güler yüzlü ve anlayışlı davranıyordu. Onlar da öğretmenlerini çok seviyor ama onun bu yakın ilgisini yanlış anlıyor, işi şımarıklığa kadar vardırıyorlardı. Hatta bir gün ders saatinde, bahçeye çıkıp ip atlamak istemiş, öğretmenlerini zorlayarak bu izni bile almışlardı.Sabiha ve Zehra ile sadece öğretmeni değil Atatürk de çok yakından ilgileniyordu... Her akşam, onları karşısına alıyor, o gün işledikleri dersle ilgili sorular soruyordu. Ama aldığı yanıtlar, düş kırıklığına uğratıyordu onu. Çocuklarda bir gelişme görmüyor, üzülüyordu. Bir gün, bunun nedenini araştırınca, Atatürk olanları öğrendi. Ertesi gün, Sabiha ile Zehra okula gittiklerinde çok şaşırdılar: Derse, çok sevdikleri öğretmen değil, başka bir öğretmen gelmişti. Hiç hoşlarına gitmedi bu durum. Orta yaşlarda görünen yeni öğretmenlerine hemen cephe aldılar. Atatürk’ün kızları olarak her istediklerinin yerine getirilmesine alışmışlardı bir kere... Yeni öğretmenlerini, çeşitli tutum ve davranışlarıyla canından bezdirip kendiliğinden ayrılmasını sağlayabilirlerdi. O gidince, eski öğretmenleri de yeniden dönebilirdi belki! Aralarında anlaşıp yeni öğretmen ne söylerse karşı çıkmaya, ne isterse tersini yapmaya başladılar. Önceleri, onlara anlayışlı davranmaya çalışan yeni öğretmen, iş şımarıklık boyutlarına varınca bu duY I L :1 9 S A Y I :1 9
Atatürk, ne bir tepki gösterdi ne de bir yorumda bulundu. “Peki.” dedi, “Siz şimdi odanıza çıkın...” Kızlar odalarına doğru koşarken sevinç içindeydiler. “Oh olsun işte, Gazi baba çok kızdı.” diyordu Sabiha. Zehra da aynı kanıdaydı: “Kesin değiştirir... Biz de kurtuluruz bu öğretmenden!” Atatürk, onları yeniden çağırdığında sevinç içinde toparlanıp koştular. Ama yanına vardıklarında onu kaşlarını çatmış olarak buldular. Sevinçleri bir anda dağıldı. Atatürk, sert bir sesle: “Şimdi yaver sizi okula götürecek.” dedi, “Öğretmeninizin elini öpüp kendisinden af dileyeceksiniz.” Sabiha ile Zehra, hiç ses çıkarmadı. Başyaver Rusuhi Bey onları okula götürdü. Öğretmenlerinin elini öpüp özür dilediler. Sonradan öğrendiler ki olayı öğretmenden dinleyen Atatürk, onu kutlayarak: “Haklısınız, onları istediğiniz gibi yetiştirebilirsiniz.” demiştir. [9]
Sayfa 7
İç Yazı Başlığı
Atatürk Atatürk, kızlarının öğretmenlere karşı her zaman saygılı olması gerektiğini aşılamıştır. Sabiha Gökçen ve Zehra Aylin, Atatürk’ün manevi kızlarıdır. Atatürk’ün yanında her zaman çocuklukların yaşayabilmişlerdir. Küçük yaşta olmalarından ötürü kimi zaman öğretmenlerine karşı gelmişlerdir. Bu durumda Atatürk, olaylarla direkt olarak ilgilenerek yapmaları gerekenleri onlara öğretmiştir. Sabiha ve Zehra biraz daha büyüdüklerindeki alçakgönüllülüklerini buna borçludur. Olayı babasının ölümünden yıllar sonra anlatan Sabiha Gökçen. Atatürk çocuklarına her türlü imkânı sunmak istemiş, onların iyi bir eğitim aldığından emin olmakla beraber iyi birer birey yetiştirmeyi hedeflemiştir. Kızlarıyla her gün birebir ilgilenmiş, okulda öğrendiklerini merak etmiştir. Çocuklarının sadece akademik başarısını değil, aynı zamanda karakter gelişimini ve davranışlarını da takip etmiştir. Çocukları doğru olmayan bir harekette bulunduğunda ise Atatürk öfke ve sinirle yaklaşmamış, şefkatle onları yönlendirmiş, olaydan ders çıkarmalarını istemiştir. Ayrıca çocuklara öğretmenlerinden özür dilemeleri gerektiğini söyleyerek eğitime ve öğretmene karşı saygısını göstermiştir. Tüm bu yaklaşımları da onun iyi bir baba olduğunun göstergesidir.
Sayfa 8
Türk Dili, Soyadları Batılılaşma yolunda adımlar atılırken Mustafa Kemal Paşa, çok önemli saydığı bir konuyu daha ele aldı. Memleketimizde Batı memleketlerinde olduğu gibi soyadları kullanılmıyordu. Aile isimleri, lakaplarla veya baba adları ile anlatılmaya çalışılıyordu. Aynı küçük ismi taşıyan birçok insandan birini ayırabilmek ya takma ismiyle yapılıyor veya yabancılarla temasta olan bazı kimseler genelde, biri baba adı olmak üzere iki ad kullanıyordu. Mesela Milli Mücadele sonunda 6 tane “Kâzım Paşa”, İstiklal Mahkemesi üyeleri arasında 4 tane “Ali Bey” vardı. Bu kargaşalığa bir son vermek gerekiyordu. Her ailenin bir soyadı almasına karar verildi. Aile lakapları olanlar, bunları soyadı olarak kullanabilecekler ancak adın yeni Türkçe olmasına çalışılacaktı. Soyadları kullanılması konusu Haziran 1934’te kanunlaştı. Halka yardımcı olmak üzere, değişik soyadlarının manalarını da gösteren kitaplar alfabetik sıraya uyularak bastırıldı. Soyadları kısa zamanda benimsendi ve uygulamaya geçildi. Devlet dairelerine, soyadı olmadan işlem yapılmaması için talimat verildi. Halk bu nedenle zor durumda kalıyordu. Hatta soyadı bulmakta güçlük çekenlere, valiler, kaymakamlar, idari müdürler soyadları veriyordu. Devamlı üzgün görünen karamsar kişilere, “Üzman” veya devamlı neşeli görünen iyimser kişilere “Gülman” gibi soyadlarının verildiği bile görüldü. Mustafa Kemal Paşa, kendi soyadı ve arkadaşlarının soyadları konusunda ciddi çalışmalar yaptı. Ona, “Atatürk” soyadının verilmesi uzun tartışmalardan sonra, en beğenilen ad olarak kararlaştırıldı. Bu soyadını hiçbir zaman başkasının kullanamayacağını belirten bir kanun çıkarıldı. Yakın arkadaşlarının soyadlarını karşılıklı konuşarak dikkatle seçti. İsmet Paşa’ya “İnönü” soyadını verdi. Benim için bir ara “Sakarya” soyadını düşündü. Ancak adımın “Alp Kâzım” olması nedeniyle “Özalp” soyadını daha uygun buldu. YAZIN
Bazı soyadları kendiliğinden oluştu. Mesela Kılıç Ali, “Ali Kılıç” oldu. Bazı soyadlarında görülen yanlış anlamalar sonradan giderildi. Mesela Atatürk, İş Bankası Genel Müdürü Muammer Bey’i, işinin eri bir kimse kabul ettiğinden ona “İşer” soyadını vermişti. Sonradan yanlış anlamlara çekilen bu ad “Eriş” olarak değiştirildi. Atatürk sevdiği bir kimse olan fakat Meclis’te çok konuşan Besim Bey’e “Atalay” soyadını veriyordu. Ben de bugünlerde milli atlet Besim’e, isimlerde benzerlik var soyadlarında da benzerlik olsun diye “Koşalay” soyadını verdim. Artık bir Batılılaşma hareketi daha gerçekleşmişti. Bundan sonra, “Mustafa Kemal Paşa” veya “Gazi Paşa” isimleri kalkmış, sadece “Atatürk” ismi kullanılır olmuştu. [10] Atatürk’ten Anılar, Kazım Özalp - Teoman Özalp Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 1998 Atatürk, Batıdaki gelişmelerden haberdar olduğu ve o zamanın Türkiyesi’ndeki isim karışıklığına resmi bir çözüm bulmak için 1934’te Soyadı Kanunu’nu çıkarmıştır. Bu dönemlerde devlet dairelerinde daha modern sistemler kullanılarak işlem yapılması hedefleniyordu. Ancak resmi kayıt işlerinde sıkıntılar yaşanıyordu çünkü insanların adları ve lakapları onları birbirinden ayırmaya yetmiyordu. Bu nedenle İsviçre’deki kanun örnek alınarak günlük hayatta ve devlet işlerinde kolaylık sağlayacak Soyadı Kanunu’nun uygulanmasına karar verilmişti. Daha önceden soyadları yerine lakapların kullanılması hakkında birçok çıkarım yapılabilir. Aynı “Kılıç Ali” örneğindeki gibi, önceden insanlar bilindikleri özelliklerle anılmışlardır. Soyadı Kanunu’nun gelmesiyle soyadı seçilirken de yine benzer bir yöntem izlenmiştir. İşinin eri anlamında Muammer Bey’e “Eriş”, genelde üzgün olanlara “Üzman”, mutlu görünenlere “Gülman” gibi soyadlar verilmiştir. Sonuç olarak, insanların ad ve soyadlarında kişilik ve görünüşlerinin rolü büyüktür.
Kendisine Türklerin atası anlamında başkaları tarafından “Atatürk” soyadının verilmesi ve başka kimsenin bu soyadına sahip olamayacağı ile ilgili yasanın çıkarılması, insanların ona duyduğu minnettarlığı, verdiği değeri göstermektedir. Birçok insanın soyadının onun tarafından belirlenmesinden de Atatürk’ün fikrine önem verildiğini anlamak mümkündür. Verilen soyadlarının mümkün olduğunca Türkçe olmasını istemesi de dil hakkında yapılan bir diğer ilerleme olmuştur. İnci Temur 11A
Kaynakça: 1. Anı. http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama =gts&guid=TDK.GTS. 5c2f943b2bf3e3.55804411 adresinden alınmıştır. 2. Anı-Hatıra. https://www.edebiyatogretmeni.org/ani-hatira/ adresinden alınmıştır. 3. Anı Hatıra Türü ve Örnekleri. https://www.turkedebiyati.org/ani-hatira-veornekleri/ adresinden alınmıştır. 4. Yazı Türleri, Hatıra. https://www.turkedebiyati.org/yazi_turleri/hatira.h tml adresinden alınmıştır. 5. Hatıra (Anı). https://sonersadikoglu.com/hatra--an--.html adresinden alınmıştır. 6. Atatürk’ün Kişilik Özellikleri. https://www.ataturkhayati.com/ataturkun-kisilikozellikleri-3 adresinden alınmıştır. 7. Atatürk’ün Kişiliği Ve Özellikleri. http://www.erzurum.gov.tr/ataturkun-kisiligi-veozellikleri adresinden alınmıştır. 8. Bulut, S. (2009). Büyük Atatürk’ten Küçük Öyküler-1. Can Çocuk Yayınları. 9. İlk Kadın Tayyarecimiz Sabiha Gökçen. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/ GununYayinlari/0DFwBv2fPMEVgddr9iLXVQ_x3D__x3D_ adresinden alınmıştır. 10. Özalp, K., Özalp T. (1998). Atatürk’ten Anılar. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 9
İç Yazı Başlığı
Atatürk
Anılarda Mustafa Kemal Atatürk Türk tarihinde iz bırakmış en önemli isimlerden Mustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyıl dünyasını etkileyen evrensel etkilere sahip bir lider. İnsani özellikleriyle Mustafa Kemal Atatürk, sanata verdiği değerle, hayvan ve doğa sevgisiyle hafızalarımızda yerini almıştır. Çınar anısı da bu duruma bir örnektir. Köşkün çatısı ve duvarlarına zarar verdiği iddiasıyla kesilmesi gerektiği söylenen çınar ağacını kestirmek yerine köşkü raylara oturtarak kaydırmış. Hayatında ümitsizliğe yer vermemesi ve en zor durumda bile her zaman elinden gelinin en iyisini yapması da özellikle kazanılmasına imkânsız gözüyle bakılan savaşların kazanılmasında büyük rol oynamıştır. Çok yönlü bir insan olan Atatürk, asker ve devlet adamı olmasıyla da dikkatleri üzerine çeker. Devlet adamı olarak sabırlı davranmış, ani kararlar almaktan uzak durmuştur. Önem derecesi ne olursa olsun yeni bir adım atarken doğabilecek sonuçları hesaplamadan harekete geçmemiş. Toplumunu yakından tanıyan bir lider olarak Mustafa Kemal Atatürk tüm imkânsızlıklara rağmen 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarak milli mücadeleyi başlatmış ve bu yolda milletine rehberlik etmiştir. Atatürk, insanın yaşamı boyunca öğrenci olacağını göstermiş. Yeni bilgilere ulaşmanın yollarını bulmuştur. Atatürk, kararlıdır çocukluğundan itibaren. Ebeveynleri onun geleceğiyle ilgili planlar yapmış; annesi imam, babası tüccar olmasını isterken o, son derece kararlı bir şekilde asker olmayı kendine hedef edinmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük ideallerinden biri de vatanını tam bağımsız, çağdaş ve ileri uygarlık düzeyine çıkartmak olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk 10 yaşındayken … “… Yemek zamanlarında bütün aile bir arada toplanırdı. Babası Ali Rıza Bey sofrada yemek boyunca gümrük işindeki amirlerinden bahsederdi, titrek bir sesi vardı babasının, annesi Zübeyde Hanım eşiyle günlük sorunlarını paylaşır ve fikirlerini belirtirdi. Kız kardeşi Makbule genel olarak umursamaz bir karaktere sahiptir, sofrada yemeklerden başka ilgilendiği hiçbir şey yok gibidir. Genelde masada çocuklar konuşmaz, sadece anne ve babalarının konuşmalarını dinlerlerdi. Mustafa bir gün isyankârca yemek masasının ilk kuralını bozdu. ‘Baba, neden padişaha tabi oluyorsun?’ dedi. Korkutucu bir sessizlikten sonra ki Makbule bile yemeyi kesmişti, ilk konuşan annesi oldu. ‘Hemen masayı terk et!’ diye bağırdı. ‘Burada konuşmaman gerektiğini biliyorsun’ dedi. Umursamaz bir şekilde ‘Neden baba?’ diye tekrar etti Mustafa, ‘Bu sultan bizim babamız mı?’ diye sormasıyla da annesinin ayağa fırlaması bir oldu, öfkeden kıpkırmızı kesilmişti, Mustafa’ya bir tokat attı. Babası kararsız bir şekilde masada oturmaya devam etti. Makbule de oturuyordu, ağzının kenarında pirinç tanesi duruyordu hâlâ. Bir süre ayakta kaldılar, Zübeyde Hanım ve Mustafa birbirlerine bakıyorlardı, ‘Asla bir daha bana bunu yapma anne!’ diye sesini yükseltti Mustafa, ardından arkasını döndü ve sessizce Makbule’yle paylaştığı odanın karanlığında kayboldu. Metin bir şekilde tahta yatağının üstünde oturarak pencereden hilali seyre koyuldu.” (Ray Brock - Hayalet Süvari) Mustafa Kemal Atatürk ortaokulda … “Mustafa Selanik'te bu kez sivil bir ortaokula kaydoldu. Okul giderlerini Zübeyde’nin kardeşi karşılayacaktı. Altı aydan az bir zaman geçmişti. Notları fevkalâdeydi, özellikle de matematik, tarih ve coğrafya derslerinde. Ancak okulun katı disiplinine, sınıfta gösterilmesi istenen ve hiç esnek olmayan hareket tarzına ve öğretmenlerin mekanik ders anlayışlarına alışamadı, alışamayacaktı da. Tarih öğretmeniyle alınan vergiler ve yapılan baskılarla ilgili açıktan açığa ve sert bir tartışmaya girişti. Sultanın bile tereddüde düşeceği bir konuyu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap yarımadasındaki sınırlarını tam olarak açıklamasını bütün sınıfın önünde isteyerek coğrafya öğretmenini de mahcup duruma düşürmüştü. … Sormaya devam ediyordu: ‘Neden Afrika’daki meselelere burnumuzu sokuyoruz? … Hafız Bey önce bir öksürdü ve “Otur yerine!” diye bağırdı Mustafa’ya. ‘Sorduğum soruları cevaplayın!’ dedi bu kez ortaokul çocuğu. Ayakta durmaya devam etti duruşunu bozmadan. Hafız daha fazla dayanamadı. ‘Ders bitmiştir! Sen, Mustafa! Sen burada kal!’ diye kükredi. Onlarca çocuk sınıfı büyük bir sessizlik içinde terk ederken bir yandan da hâlâ durup öğretmene ters ters bakan bu atılgan çocuğa göz ucuyla baktılar. İçlerinden kıs kıs gülenler de yok değildi.” (Ray Brock - Hayalet Süvari)
Sayfa 10
YAZIN
Mustafa Kemal ve şapka … “…1925 Eylül’ünün birinci günü, Ankara ile Karadeniz arasında bulunan Kastamonu’da Mustafa Kemal, kalpağı atarak başına geçirdiği şapka ile şahsen örnek olmak suretiyle yurttaşlarına göründü. Genel bir heyecan içinde geleneklere ve önyargılara meydan okuyarak, onuruna düzenlenmiş olan tören boyunca başı açık durdu ve kendisini çevreleyen memurları da kendisi gibi yapmaya mecbur etti. Böylece, toplanmış kalabalık önünde reformun ahlaki yönünü de ortaya koyuyordu. ‘Uygar halkların ortak kıyafeti, milletimizinkiyle tamamen aynıdır. Biz de ayakkabı olarak potin giyiyoruz. Pantolon, gömlek, yelek, yakalık, kravat, ceket kullanıyoruz. Bundan böyle güneşliği olan bir baş giysisi, açıkça şapka takacağız, redingot, ceket, smokin, frak giyineceğiz.’ Konuyu genelleştirerek Mustafa Kemal sözlerine şunları ekliyordu: ‘Biz, cihanda bizim dışımızda kalanlardan farklı bir baş giysisi kullanarak kendimizi onlardan ayırıyoruz. … Artık duraklamamalıyız. Daima ilerlemeliyiz. Artık bilmek zorundayız ki uygarlık, davranışını ayarlayamayan, hareketsiz duran her şeyi yıkar, yok eder.’…” (Paul Gentizon - Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu) Kadın davasının savunucusu Mustafa Kemal… “…Gazi, Türk kadın davasının kararlı bir savunucusu olarak ortaya çıktı. O, zayıf yaratık denen bu cinsin cehaletten kurtulmasına, artık erkeklerin koruyuculuğunda kalmamasını, milli çabalarda erkeğe eşit oranda katkıda bulunmasını istedi. Bu konudaki savaşı sadece sözle değil, kişiliğiyle örnek olarak da yürüttü. Latife Hanım’la evlenmesi sırasında yapılan resmi törende, Türkiye’de çok eskiden beri uygulanagelen tüm gelenekleri bir yana ittiği bilinmektedir. Evlenme bir pazartesi günü oldu. Oysa, ülkede evlenme törenlerini Perşembe yapmak adetti. Tatil günü Cuma olduğuna göre perşembe arife sayılırdı. Sonra, evliliğe rıza sözü olan geleneksel ‘evet’ sözcüğünü kendisi ve nişanlısıyla hoca önünde ve tanıklar karşısında birlikte bulunarak söylemelerini istedi. Oysa, geleneğe göre, bu sırada da birbirini görmemeleri gerekiyordu. Dahası var: Gazi, genç karısını yüzü açık, çizmeleriyle askeri teftişlere ve lokantaya götürmekten çekinmiyordu.” (Paul Gentizon - Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu) İzmir suikast girişimi… Ölüm tehdidi altında yaşamak… İnönü hatıralarında Atatürk'ün hep ölüm tehdidi altında bir hayat sürdürdüğünü anlatıyor. “İşte bütün bu yollardan ve tehlikelerden geçen her insan gibi Atatürk de emniyet meselesine ehemmiyet vermiştir. Kendisinin, devletin başından ayrılıp hususi bir hayata geçmesi mevzubahis değildir. Tabii olarak devlet korumasından hiçbir zaman uzak kalmamıştır. Bu emniyet şartlan mevcut iken kendisi herkesten fazla emniyet mülahazaları içinde dikkatli ve tertiplidir. Etrafında ne kadar muhafızlar ve koruma tertipleri bulunsa da her ihtimale karşı kendini müdafaa etmek için daima hazırlıklıdır.” Mustafa Kemal, İzmir’den döndüğünde Hasan Rıza’ya duygularını şöyle etmişti: “Bak beri çocuk! Bu iş nihayet bir an meselesidir; olacağı varsa olur. Bununla tedbirde kusur edelim demek istemiyorum; elbette ki vazifeliler, makul her tedbiri almalıdırlar. ... fakat zinhar telaş ve evhama kapılmamalıdır, (...) şunu bilesiniz ki evhama kapıldığımız gün sıfır olmuşuzdur.” (Mustafa Kemal Atatürk – İpek Çalışlar) Çağla Deren Yamen 11A
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 11
İç Yazı Başlığı
nedim gürsel’le
söyleşi
Sayfa 12
Edebiyat yolculuğunda size en çok katkı sağlayan yazarlar kimlerdir, neden? Nedim Gürsel: Edebiyat yolculuğu terimi güzel bir terim. Gerçek anlamda bir yolculuktur, edebiyat. Her yolculuk gibi bir yandan da serüvendir. Başka yazarlar okunarak, onlardan yazma teknikleri öğrenilerek yazar olunur. Yazar kendi üslubunu bulmadan önce başka yazarlardan etkilenebilir, bunu doğal saymak gerekir. ”Başka yazarlar nasıl yapmışlar?” sorusu edebiyat dünyasına yeni adım atan yazarlar için yanıtlanması gereken bir sorudur. Bunun için de okumak gerekir. Gerçi okumadan âlim yazmadan kâtip olanlar da var. Ama onlar istisna. Örneğin, Maxim Gorki’nin bir romanı var: Benim Sinemalarım. Severim ben bu romanı. Maxim Gorki’nin üniversiteleri hayatın kendisi olmuş. Okuma tutkusu olduğu için edebiyat merakını da okuyarak geliştirmiş bir yazar. Beni etkileyen yazarlar da oldu. Türk edebiyatından örnek vermem gerekirse öykülerimde Sait Faik’in izleri görülebilir. Sait Faik, Türk edebiyatında modern düz yazının yenilikçisi, öncüsü sayılır. Sadece benim üzerimde değil benim kuşa-
ğım üzerinde de çok görülür bir etkisi vardır. Belki de onun için yıllar sonra Sait Faik üzerine bir kitap yazma gereğini duydum. Önümüzdeki aylarda yayımlanacak bu kitap. Roman tekniği olan “mise en abyme” tekniğinde roman içinde o romanın yazılma serüveni de anlatılıyor. Tarihsel romanım Boğazkesen’i örnek verebilirim. Tarihsel bir romanın nasıl yazıldığını da gösteren bir roman aynı zamanda. Andre Gide Kalpazanlar’da ilk kez “mise en abyme” tekniğini kullandı. Etkilenmek olumsuz bir şey değil ama taklit etmek olumsuz. Etkilenmekle öykünmek arasında bir nüans var, diye düşünüyorum. Türk edebiyatını günümüzde hangi noktada görüyorsunuz, genç öykü ve roman yazarları için önerileriniz nelerdir?
Nedim Gürsel: İkinci sorunuzdan başlayayım. Genç öykü ve roman yazarları için önerilerim olamaz. Çünkü her yazar kendi yolunu bulur, dedim daha önce. Kendi üslubunu geliştirir bir öykücü ya da romancı. Şöyle yanıtlayayım bu soruyu: Kelin merhemi olsaydı
YAZIN
bir edebiyat yolculuğu... kendi başına sürerdi. Sorunun ilk bölümüne dönersek, ben Türk edebiyatı üzerine çeşitli kitaplar da yazdım. Nazım Hikmet üzerine kapsamlı bir inceleme kitabı yazdım. Yine Yaşar Kemal üzerine bir kitap yazdım. Paris’te Sorbonne Üniversitesinde uzun yıllar Türk edebiyatı dersleri verdim. Dolayısıyla hem eski edebiyatımızı daha çok halk edebiyatını hem de Cumhuriyet Dönemi Edebiyatını biraz bildiğimi söyleyebilirim. Günümüz yazarlarını ne yazık ki yakından izleyemiyorum. Çünkü artık benim için zevk okumaları, keyif okumaları bitti; görev okumaları var. Özellikle gezi kitaplarımı yazabilmek için başka yazarları okumak zorundayım. O yazarların coğrafyalarını anlatıyorum çünkü genelde. Bu nedenle genç yazarları okumama fırsat kalmıyor. Örneğin, Hakan Günday’ı okudum. Hem dostumdur hem de kitapları Fransızcaya çevriliyor. O, bir çeşit underground edebiyatı yapıyor. Yazarlar gördüğüm kadarıyla pazardan gelen talep doğrultusunda kitap yazıyorlar. Dillerine hiç özen göstermiyorlar. Bir an önce kitabı kotarıp yayımlatmak istiyorlar. Şöhret çok çabuk gelsin, para çok çabuk gelsin istiyorlar. Bu kaygılar içinde görüyorum bazı yazarları. Ve hiç tasvip etmiyorum bu tavırlarını. “Piramitlerin Gölgesinde” adlı bir gezi kitabınız var, gezi kitaplarının edebiyat serüveninizdeki yeri
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
ve önemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Nedim Gürsel: Benim yayımlanmış son gezi kitabım “Piramitlerin Gölgesinde” ama bu kitaptan önce yayımlanmış 10’dan fazla gezi kitabım var. Ben öyküleri, romanlarım ya da gezi kitaplarım arasında bir ayrım görmüyorum. Çünkü röportaj niteliği taşımadıkça ve bir yazarın kaleminden çıkmışsa gezi kitapları da öbür türler kadar önemlidir bence. Bu kitaplar da yazarın bakışıyla kentleri, o coğrafyayı ve o coğrafyanın yapıtlarını etkilediği başka yazarları tanıyoruz bu bağlamda. Gezi kitapları da edebiyatın ayrılmaz bir parçası ve bir tür aynı zamanda. Evliya Çelebi’den bu yana seyahat diye de bildiğimiz bir tür, gezi yazıları. Ben bu kitaplarımı yazarken bazı okumalar yapıyorum. O okumalar hem söz konusu ülke hakkında olabiliyor hem de sözünü etti-
ğim başka yazarlar hakkında olabiliyor. O yazarların dünyasını kendi izlenimlerimle harmanlamaya çalışıyorum, böyle bir yöntem izliyorum gezi kitaplarımda.” Piramitlerin Gölgesinde” de öyle bir kitap. Mısır’ı anlatan bir kitap. Mısır’a birkaç kez yolum düştü, çok etkilendim Mısır’dan. Örneğin İskenderiye kenti büyük yazarların yapıtlarına yansımış bir kent. Hem Lawrence Durrell’ın İskenderiye Dörtlüsü romanında hem de bir zamanlar çok sevdiğim ve çok önemsediğim Yunan şair Kavafis’in kenti. Sonra Nil ve eski Mısır uygarlığı tek tanrı inancının ilk kez ortaya çıktığı yerdir. Kitabımın asıl ağırlık noktası hem Mısır uygarlığını hem de günümüz Mısır kentleri ve özellikle Kahire. Bu şehirde Necip Mahfuz’un izini sürdüm. Onun gittiği kahvelere gittim. Dilimize çevrilmemiş bir yazar var: Albert Cossery. Onun da kitaplarını ve Kahire izlenimlerini okudum. Hem günümüzdeki Mısır hem de Antik Mısır uygarlığını kendime göre anlattığım bir kitap oldu.
Sizce edebiyat alanında usta yazarlardan alınan tavsiyeler mi yoksa yazarın kendi istekleri, düşündükleri mi önemlidir? Nedim Gürsel: Az önce de dediğim gibi kelin merhemi olsa başına sürerdi. Yazarların öğüt-
Sayfa 13
İç Yazı Başlığı
söyleşi yat dergisiydi Yeni Dergi. İlk öykülerimi yayımlayan Vedat Günyol’dur. Bu iki eleştirmen ve dergi yöneticisinin üzerimde büyük emekleri olduğunu söyleyebilirim. Uzun zamandır Paris’te yaşıyorsunuz, Paris yapıtlarınızı oluştururken ilham kaynağı oldu mu?
leri bence çok önemli değil. Çünkü bir yazar adayı sonuçta yazar olmayı kafasına koymuşsa şu ya da bu şekilde zaten kendi cevherini ortaya koyacaktır. Ama bazen de deneyimli yazarlar genç yazarları olumlu yönde etkileyebiliyorlar. Örneğin benim üzerimde en çok emeği olan Mehmet Fuat’tır. Yeni Dergi’yi yönetiyordu 1960’lı yıllarda. Çok önemli bir edebi-
Sayfa 14
Nedim Gürsel: Tabii ki Paris’in bazı mekânları benim için ilham kaynağı oldu, diyebilirim. Örneğin Sorbonne. Sorbonne Alanı diye bir öyküm de var. Öğrencilik yıllarımda çok gittiğim bir mekândı. Paris’i ilk görüşüm babamın Paris’teyken bana attığı bir kartpostal olmuştu. O yıllarda daha okula yeni başlamıştım ve okumayı yeni öğreniyordum. Hecelediğim ilk sözcük de” Paris” olmuştur. Uzun yıllar Milliyet Sanat dergisine Paris mektupları yazdım. Paris’in
sanat ve kültür hayatını o alandaki etkinlikleri anlatmaya çalıştım. Sonradan “Paris Yazıları” kitabımda topladım bu yazıları. Müzeler de benim için önemlidir. Louvre Müzesi başta olmak üzere. Kütüphaneler de çok önemlidir sanat yaşamımda. Örneğin, Institut du Monde Arabe (Arap Dünyası Enstitüsü) önemli bir kurum var Paris’te. “Allah’ın Kızları”adlı romanımı yazamazdım. Çünkü bu romanda Cahiliye Dönemi’yle ve peygamberin yaşadığı dönemle ilgili birçok bölüm var. O bölümleri yazmak için bir sürü kitap okumam gerekti. Bu kitapların çoğunu sözünü ettiğim enstitünün kütüphanesinde bulabildim. Ulusal Kütüphaneye giderdim doktoramı yaparken. Paris benim sanat yaşamımda, yapıtlarımı oluştururken bir kaynaktı hep.
YAZIN
şiir
hiçbir bağlaç bağlayamıyordu seni bana hiçbir edat birliktelik kuramıyordu aramızda zamirlere uğrasam iyelik hep küstü hep arkasını dönüyordu diyemiyordum sana sen benimsin ve ben de senin olamıyordum sevdalın sevgilin üçüncü tekiller gülüyordu halime ne garipti şu ‘onlar’ susmuyordu biz desem biz diye bir şey zaten yoktu aramıza giren onlar değildi sevgili sendin sen ve beni biz etmeyen sendin pes etti tüm bağlaçlar yeter dedi bağlayamıyoruz onunla seni Emine İzem Genç 9C ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 15
İç Yazı Başlığı
şiir
karanlık bir uğultu karanlık bir uğultuda gökyüzündeki bulutlar hiç durmaksızın sıçrardı sanki içlerinde bir güç bir ağır üzüntü vardı dudaklarından süzülen ağır bir gözyaşı vardı ağlıyor gibi durdular dışarısında güçlüler oysaki onlar sadece ileriye gitmek için karanlık bir uğultuya muhtaç kalıp beklediler
R. Bartu Günal HazırlıkB ŞTTL
gece çocuklar geceden neden korkar karanlık bir yüzü olduğu için mi uğultulu bir sesi olduğu için mi ışıltılı gözlerini niye görmezler niye rüyalarından sıçradıkları zaman ağlarlar dışarı bakmazlar neden geceyi üzerler herkes uyuyor diye mi oysaki gökyüzünün en güzel tonunda gecenin sessizliğinde sanki dünya çok masum gibi gece seni çağırmış uykundan uyandırmış seni dudakların susamış bu zevki sana başka ne verebilir ki Sudenaz Çığlı HazırlıkB ŞTTL
Sayfa 16
YAZIN
bir kış günü karanlık bir kış günü ama öylesine karanlık öylesine soğuk
sanki ağlasam, gözyaşlarım donacak yine duymayacak, görmeyecek kimse benim pişmanlık gözyaşlarımı göklerde çakıyor şimşekler kavga edercesine ardından bir uğultu fısıldıyor “gözyaşların affettirmeyecek, affettirmeyecekler sana yaptıklarını” sanki tanrı’dan bir ileti ardından bir şimşek ve bir tane daha sıçrıyorum olduğum yerde sanki, sanki benim için geliyorlar
soğuk çatlatıyor dudaklarımı kuruyor vücudum yavaşça soluyorum dışarısı öylesine karamsar öylesine ölümcül evet, evet artık geliyor vakit çok yakın göçüyorum bu acımasız dünyadan buruşmuş ve soğuk bedenimden ayrılıyor ruhum gidiyorum kötü ve pişman bir insan olarak karanlık bir kış gününde gidiyorum Berke Çurku HazırlıkA ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 17
İç Yazı Başlığı
şiir
Tahta Pencereden Gök gürültüsü oldu kalbimin ritmi Kırık, yüzüne bakılmayacak Tahta pencereden sızan damlalar Birikip minik göletler oldu Öyle hoşuma gitti ki O taze soğuk Ama Beni içeri kilitledi Pencerenin arkasına zincirledi Sıcak suda dans eden kahve çekirdekleri Tutamadım Tutamadım kendimi Son yıldırım var ya nefesimi kesen Uyandırdı, hayallerimden
Eşeledim Yayları fırlamış yatağın üstündeki yumağı Paçavrayı bulup üstüme geçirdim Fırtınanın ıslak ellerine kendimi teslim ettim Kırık, yüzüne bakılmayacak Tahta pencereden Bakan baktı, dedi ‘Bu kız deli’ Uzaktan geldi, zayıf bir dal kırılma sesi Pelinsu Buket Yalçınkaya 10B ŞTTL
Sayfa 18
YAZIN
vasiyet Ben öldüğümde Bir daha açılmamak üzere kapandığında gözlerim Işığım bedeni terk ettiğinde Olmasın kirli beyaz bir taş üzerimde Taşın önünde bekleyen ıslak yüzler Her sonbahar solan, süslü çiçekler Yanımda olmasın çürümeyi bekleyen kemikler Ya da ruhu olamayan kılıfa gölgelik eden devasa bitkiler Bir zamanlar damarlarımda dolanan Artık köklerin olsun Saçlarımsa sabahın habercilerinin İzin verin, bana izin verin ki borcumu ödeyim Eşitleneyim artık Çıkarın beni Çıkarın küçücük bir kıvılcım için kıvranan huzursuz bedenimi Toza dönüştürün beni, dünya yapın Bırakın yapraklara solucana martıya dokunayım Bırakın balıklarla yüzeyim, baykuşların ipeksi tüyleri arasında gizleneyim Kurtların sıcak nefeslerinde dans edeyim Yakın beni, ateşe atın ki küllerim dünya olsun Bu boyutu terk ettiğimde ben Olmasın bir mezar taşım, üstümü kirleten Olmasın bir uyku zamanım, beni belirleyen Sonsuzluğa ulaştığım Çünkü beni bulmak isteyenin ihtiyacı yoktur Uydurma bir zamana İşlenmiş sahte bir taşa Bilmeli ki artık Dünyayım ben Dünya. Pelinsu Buket Yalçınkaya 10B ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 19
İç Yazı Başlığı
şiir
Yapboz Boşluklar var içimde İrili ufaklı Biraz fazla hissetsem hayatı, Bir sızlamadır tuttururlar Yamamaya çalışsam güç bela Daha beter olur, Büyüyüp dururlar. Yerine başka kalpler koymaya çalışırım kalbimin Zaman zaman Başka ruhlar, Başka hafızalar, Başka anılar… Fakat hiçbiri tutmaz yerini kendiminkinin Yabancı gelir, güvensiz ve sığ kalırlar Sonra derim ki: Boşlukların senin olsun Bırak aramayı kaybolan parçaları Doldurmaya çalışma Bir benzeri daha yok ki, Kopan parçaların. Dağılıp giden bir yapbozmuş kalbim aslında Çağla Aydın F11
Sayfa 20
YAZIN
Alışmak...
Alışmak
Alışmak Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sonsuz maviye bakıyorum Eskiden gördüğüm o duygular yok Bakıyorum ama ulaşamıyorum Başka şeyler üstünde birikmiş ama onlar yok Gökyüzü bir gizem perdesi gibi Eskiyi örtmeyi başardıysa da Ben unutmayı başaramıyorum Zor ki ne zor Alışık olmadığın bir şeye alışmak Onun istediği gibi olmak zor Oysaki ondan önce böyle bir şeye rastlamayan biri için alışmak zor Alışmadığım için biten bu şey Gökyüzünde hâlâ devam ediyor Gökyüzü bana seni hatırlatıyor Nedense senin o saçların Bana bulutları hatırlatıyor Oysaki o saçların artık yok Ama bana seni hatırlatıyor
Ne zaman görsem aynı gökyüzü gibi Şimşekler çakıyor Olmuyor sensiz olmuyor Seninleyken de olmuyordu Olmuyordu çünkü ben istemiyordum Olmuyordu çünkü çok hızlıydık Olmuyordu çünkü ben seni gökyüzünde görmeye alışamamıştım Gökyüzü bana seni hatırlatıyor Unutmak istesem de Gökyüzü bana seni hatırlatıyor Zeynep Gülce Erol 11H
Sayfa 21
İç Yazı Başlığı
şiir
Bir zamanlar sana koşarken, şimdi senden kaçıyorum. Bizli rüyalarım, senli kabuslar oluverdi. Nasıl oldu da mutluluğum, karabasanım oluverdin? Ama buna bile teşekkürler, karabasanım. Kafka’nın kader ortağı oldum sayende. Göğsümdeki senin attığın yeşil elmayı çıkarmaya çalışırken, beni odaya kapatanın senin gibi başka kardeşlerim olduğunu gördüm. Çıktım gittim beni koydukları fotoğraftan; berduş oldum, onlardan olmaktansa. Sayende... Şimdi kendimi kapattığım penceresiz bir odadayım. Kafka’yla sohbet ediyoruz. Seni yazmak istiyormuş, sana yeşil değil siyah bir elma atmışlar ama göğsünde kalmış. Kalp yerine o kara elmayı taşıyormuşsun onun dediğine göre karabasanım.
Ezo Naz KİMİRAN 11F
Sayfa 22
YAZIN
Sayfa Sayfa Yanımda bir iki parça benden Ufukta sen benden giderken Hissedebiliyorum yavaşça ve fark etmeden Kopuyorum sayfa sayfa Dalga dalga mavi Aldı seni sürükledi beni Ağzımdan kelimeler çıkmadı Ben de kâğıda döktüm ki Bulsun seni kalbimde yazarlar Rüzgâr her tarafımdan Yavaşça sayfalarım kanat Ben sana yakın Ve mesafe sanki hiç olmamış gibi Seni bana güneş getirdi Sırf ben istedim diye Sonum seninle olsun diye Yasemin İmre 11H
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 23
İç Yazı Başlığı inceleme
şiir
Artık hiç, hiçbir şey beklemiyorum yaşamdan, Sanki varlığımla kaybolmuş gibiyim. Fazlasıyla tat aldım bu hayattan, Acelem yok, hiç olmadığım kadar sakinim. Ağladığım kadar pişmanım aslında, Hangi denizde can buldu ki gözyaşları, Geç oldu ama anladım sonunda, Hiç uğruna var olmayı.
Nedir ki zaten insanoğlu dediğin, Bir nefes iki bakış. Et ve kemikten kıyafetin, İçinde bir telaş, bir arayış.
HİÇLİK İÇİN VARLIK
Denizler mi büyümüş ne? Eskiden sığmazdım gökyüzüne. İşe yaramaz boş bedenim, Bir yer bulamazdı kendine. Yüksekten uçan gibiyiz Yere değince huzur buldum. Bu oyunda şah yok. Bense basit bir piyonum.
Bildiğim kadar cahilmişim. Bitmiyor, devleşmiş her bir arzum. Artık son noktaya gelmişim. “Hiç” i arzuluyorum. Anlarsan anlamsız gelir, Ne cüret bilmem ama varlığı anladım. Bu mutluluk, huzur hali nedir? Eminim doğru yoldayım. Hiç olmadığım kadar yorgunum, Tenimi hissediyorum. Hiç olmadığı kadar sıcak. Hayalim bu tatlı rüzgârda kaybolmak.
Çıkardım o kelepçeyi, Artık sadece nefes değilim. Şimdi anladım değerimi… Hiç, çok iyiyim.
Ekin Erbaş 10D (IB)
Sayfa 24
YAZIN
İç Yazı Başlığı
inceleme “Eylül” Romanı Üzerinden Servetifünun Dönemi’ndeki “Kadın” Figürünün İncelenmesi Eylül romanındaki karakterlerin birbirleriyle ilişkilerinin incelenmesi ve kadın figürünün analiz edilmesi için öncelikle Servetifünun dönemindeki Osmanlı yapılanmasının, insan ilişkilerinin, kadına bakış açısının ve tüm bunların edebiyattaki yerinin incelenmesi gerekmektedir. Servetifünun dönemi 18961901 yılları arasına denk gelmektedir, yani incelenmesi gereken 20. yüzyılın başındaki Osmanlı Devleti’nin durumudur. Bu dönemde Osmanlı padişahı, sıkı bir baskı yönetimi uygulayan II. Abdülhamid’tir. II. Abdülhamid’in basına, sanata, edebiyata uyguladığı sansür ve getirdiği kısıtlamalar ve toplum üzerinde uyguladığı denetleyici yönetim bu dönemin “İstibdat Dönemi” adını almasına sebep olmuştur. Abdülhamid, yalnızca kendisinin övüldüğü dergi ve gazeteleri yayımlatmış, yönetim tarzını ve kendisini eleştiren her türlü içeriği sansürlemiş ve kaldırtmıştır. Bu durum, “Edebiyat-ı Cedide” yani “Yeni Edebiyat” adıyla anılan Servetifünun dergisinin ve dergiyle beraber Servetifünun döneminin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Servetifünun dönemi, edebiyatımızın tamamıyla Batı’yla yöneldiği bir dönem olmuştur. Toplumsal konular geride bırakılıp bireyin iç dünyasına, içinde yaşadığı sıkıntılara, modern hayatın zorluklarına, yabancılaşma konseptine yönelik konular ön plana çıkmıştır. İstibdat Dönemi’nin etkisi altında II. Tanzimat ve Servetifünun dönemlerinde verilen eserlerde karamsar bir hava, psikolojik tahliller ve betimlemeler sıkça yer almıştır. Mehmet Rauf’un ilk psikolojik roman olarak adlandırılan “Eylül” romanında karakterlerin iç dünyasına
Sayfa 25
yer verilen psikolojik analizler ve betimleyici iç konuşmalar bulunması da baskı yönetiminin edebiyata yansımasına verilebilecek en büyük örneklerden biridir. Eylül romanında yer alan psikolojik tahliller ve iç konuşmalar, okuyucunun, karakterin iç dünyasını daha iyi anlamasını ve karakterin içinde yaşadıklarıyla dışarıya yansıttıklarının farkını ayırt edebilmesini sağlar. Romandaki kadın karakterin iç dünyası ve diğer karakterlere karşı beslediği duygular da karakterin iç konuşmalarıyla yansıtılmış ve romandaki kadın figürü bu şekilde çizilmiştir. Romanın kadın kahramanı olan Suat, Osmanlı toplumunda objeleştirilen klasik kadın modelini yansıtmaktadır. Suat’ın çevresindeki herkesin ondan beklentisi evliliğini koruması, kocasını ve ailesini mutlu etmesi, iyi bir eş olması vs.dir. Suat maddi sıkıntılar yaşadığı bir aileden gelmektedir, bu sebeple kocasıyla birlikte yaşadığı hayata minnettardır. Kocasının isteklerini yerine getirmek ve insanların beklentisini karşılamak konusunda bir yere kadar sıkıntısı yoktur ancak kocasının onunla eskisi kadar ilgilenmediğini düşünmeye başladığında hisleri değişmeye başlar. Suat’ın eşi Süreyya’ya karşı değişen hislerini, Süreyya ile yaşadıkları problemlerin ondaki etkisini, Suat’ın Necib’e yönelişini ve Necib’e karşı hissettiklerini yazar psikolojik analizlerle kaleme almıştır. Buna kitabın ilk sayfalarından verilebilecek bir örnek,”Suad onlar konuşurken düşünüyordu ki kalabalık içinde büyümüş Necib Bey bile kendine bir eş bulursa burada zevcinin cehennem dediği bu köşede yaşamaya razı idi ve Süreyya’yı daima böyle neşe dolu ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden muarra tutamamak ona büyük bir felaket gibi geliyordu.” (Rauf,23) cümlesıdır. Bu cümle ile Suat’ın en büyük endişesinin Süreyya’yı sürekli mutlu ve neşeli tutmak olduğu anlatılmak istenir ve anlaşılabildiği üzere bu durum Osmanlıdaki klasik “objeleştirilmiş aile kadını” figürüne hitap etmektedir. “Suad onları sıkmadan akşamı etmek için bezl-i ruh
YAZIN
inceleme gizli aşkın yaşanmayacağını bilir. “Ah bir parça o kanaatkâr olsaydı, bilseydi ki kendi de istiyor, mümkün olsa bunun için her şeyi yapacak ve bir saniye ayrılmamak için onu mesut ve şatır tutmak için o kadar çalışacaksa da mümkün olmuyor...Bunu görüp Necib de kanaat etse onun kalbinden emin olsaydı, ’Ah Necib, bilsen!’ diye inlemek istiyordu.” (Rauf,246) cümlesınden de anlaşıldığı üzere Suat Necib’i içten içe çok sever ama ahlak algısı sebebiyle bir karşılık almadan bunu Necib’e söyleyemez, aralarında bir şey olamayacağını bilse de en azından onun da nasıl hissettiğini bilmek ister. Suat ve Necib’in içine düştüğü “yasak aşk” durumu ve Suat’ın sürekli olarak kendini ve Necib’le birbirlerine olan hislerini sorgulaması, sürekli mutsuz hissetmesi ve tüm bunlardan bir kaçış yolu araması, Osmanlı toplumu ve kültürünün kadın üzerinde yarattığı psikolojik baskıyı gözler önüne sermektedir. Osmanlı toplumunda kadından beklenen olduğu haliyle yetinmesi, eşini tatmin ettiği sürece başka bir şeyi umursamaması, evlilik dışında herhangi bir ilişkiye girmemesidir. Suat Necib’e karşı hissettikleriyle bu kültürel algıyla çatışmaktadır ve bu sebeple kendini gün geçtikçe daha da kötü ve baskı altında hissetmektedir.
etti.”, ”Necib’in müziği çok sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.”(Rauf,30) cümleleri de Suad’ın çevresindeki erkekleri eğlendirmek, onlara bir nevi hizmet etmek amacıyla yaşadığı yansıtılmıştır. Aynı zamanda Süreyya’nın ona olan ilgisizliğinden sıkılan Suad’ın yavaş yavaş Necib’e yöneldiğinin ipuçları verilmiştir. Suad’ın Necib geldiğinde onun müzikten hoşlandığını bilip piyano çalması ve sonrasında piyanoyu ve müziği ne kadar sevdiğinden bahsetmesi, Suat’ın aslında Necib’le ortak bir yönü olduğunu, onun da müzikten hoşlandığını ancak Süreyya’nın bu yönünü körelttiğini gösterir. Suat Süreyya’da bulamadığı ilgi ve anlayışı Necib’te bulmuştur. Romanın ilerleyen sayfalarında Necib ve Suat aynı evde yaşadıkları süreçte birbirlerine âşık olurlar. Ancak Necib, Suat’ın ahlak ve namusuna duyduğu hayranlıktan ve Süreyya’ya olan saygısından dolayı ona yaklaşmaktan çekinir. Suat da toplumdaki “sadık, ahlaklı” kadın algısından, yetiştirilme ve yaşama tarzından dolayı her ne kadar istese de içten içe böyle bir
Y I L : 1 9 S A Y I :1 9
Necib ve Suat arasındaki çatışmalı ilişkinin derinliklerine inilmesi, Suat’ın bir “kadın figürü” olarak incelenmesi için gereklidir. Necib ve Suat, birbirlerini tanımadan önce tamamen farklı hayat tarzlarına sahiptirler. Necib, arkadaşlarıyla geç saatlere kadar gezip eğlenen, gençlik yıllarını da bu şekilde geçirmiş biriyken Suat ailesiyle yaşadığı zamanlar hep ailesinin istediklerini yerine getiren ”namuslu aile kızı” görevinde olan, evlendiğinde ise eşi Süreyya’yı mutlu etmek dışında bir amacı olmayan biri olmuştur. Buradan iki karakterin aslında birbirleriyle çelişen yönleri olan kişiler olduğu anlaşılır. Ancak Necib ve Suad’ın karakterlerindeki farklılıklar ve çelişkiler, birbirlerini etkilemelerine ve değiştirmelerine sebep olmuştur. Suad, Necib’e karşı beslediği duygularla kendini daha iyi tanımaya başlamış, içindeki müzik aşkını ortaya çıkarmış ve ilk kez herhangi biri adına değil kendi adına mutlu hissetmiştir. Necib’in ise Suat’ı tanımasıyla kafasındaki “kadın modeli” değişmiştir. Necib, Suat’ın gördüğü tüm kadınlardan farklı olduğunu düşünmektedir. Suat için, Necib estetik ve duygusal güzelliği, uyumu, namusu, saflığı temsil eder. Necib de Suat için baskı altında yaşadığı hayattan bir kaçış, imkânsızlığa duyulan bir tutku, bir heyecandır. İki karakterin de birbirine karşı hissettiği, “Demek ki seviyordu, demek ki bir
Sayfa 26
seneden beri, belki daha evvelinden beri, belki senelerden beri seviyor ve bunu gizliyordu.” (Rauf,225) gibi cümlelerle sık sık ifade edilen bu his, ”yasak bir his” olması sebebiyle Suat’ta melankolik, karamsar bir hava ve iki karakter arasında büyük bir duygusal çatışma yaratmaktadır. Dikkat çeken başka bir çatışma ise Suat ve Necib’in kendi içlerinde yaşadıkları çatışmadır. Suat, Süreyya’dan başka bir erkeğe duygu beslediğinden toplum algısı ve ahlak sebebiyle utanç duymaktadır, Osmanlıda bir kadının eşi dışında bir erkeğe karşı duygu beslemesi veya ilişki içinde olması kesinlikle kabul edilemeyecek bir durumdur ve kadının “namusunun kirlenmesi” anlamına gelir. Suat’ın Necib’e karşı olan hisleri içten içe ona “namuslu kadın” kimliğini kaybettiğini hissettirmektedir. Suat bu sebeple Necib’e karşı duygularını kabullenmekte zorluk çekmekte ve bir iç çatışma yaşamaktadır. Necib ise Süreyya’nın yakın arkadaşı olduğunun ve onunla aynı çatı altında yaşadığının farkındadır ve yakın arkadaşının eşinde gözünün olması yine ahlaki açıdan yanlış bir durumdur. Necib de bunun farkında olmasına rağmen Suat’a olan hislerini inkâr edemez ve bu bir iç çatışma yaratır. Kitapta Suat için yazılmış iç çözümleme cümleleri olan, “Lakin bu arzuyu kendine bile, ruhuna bile itiraf edemiyordu. Evet, serbest olsaydı. Ama madem ki değildi. Ne olacaktı? Bunu sadece böyle günahsız devam ettirmek, bu aşkı bir çocuk muhabbeti gibi masum bir perestişle beslemek mümkün değil miydi? Bir hata ile üç hayatı mahvetmek neden lazım geliyordu?” ve “‘Ah, Necib, bilsen!’ diye inlemek istiyordu.” (Rauf,246) gi bi cümleler, Suat’ın Necib’e olan yoğun duygularını saklamak zorunda hissetmesi ve bunun için acı çekiyor olmasıyla ilgilidir. Yazar iç çözümleme anlatım tekniğini kullanarak Suat’ın iç çatışmalarını ve melankolik halini daha belirgin hale getirmiştir. Necib için yazılan “Niçin böyle budalaca hareket etmişti? Yeniden Suat’ın aşkıyla sersem, ne yapacağından emin değilken onunla beraber gezilen yerlerden geçmeyi düşündü.” (Rauf,251) cümlesı bır çözümleme cümlesidir ve Necib’in Suat’a karşı hissettiği aşka rağmen hâlâ hareketlerinden tereddüt ettiğini ve bu konuda bir iç çatışma yaşadığını gösterir.
da bitmesi, yine kitabın yazıldığı Servetifünun zamanındaki baskı yönetimine ve bunun sonucunda ortaya çıkan karamsar havaya bağlanabilir. Sonuç olarak, roman boyunca kadın karakter olan Suat’ın psikolojik değişimi gözler önüne serilmiştir. Başta ne deniyorsa onu yapan, ailesini mutlu etmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için var olan bir Suat, sonrasında Süreyya ile evlenip onu mutlu etmeye çalışan Suat ve en sonunda tüm içtenliğiyle aşk beslediği Necib’le tanışıp kendi içindeki kadını bulan ve âşık olduğu adamla birlikte can veren Suat vardır. Başta Osmanlı toplumundaki klasik “evli, ahlaklı kadın” modelini yansıtan ve toplumun tüm isteklerine hitap eden Suat, âşık olması ve kendini keşfetmesiyle birlikte Osmanlı toplum yapısıyla çatışan bir kadın figürü haline gelmiştir. Suat’ın değişim sürecinin ve bu süreç boyunca yaşadığı melankolik duyguların roman boyunca iç monologlar ve iç çözümlemelerle anlatılması ve karakterlerin psikolojik tahlillerine sıkça yer verilmesi Rauf’un “Eylül” romanının ilk psikolojik roman olarak anılmasının temel sebebidir. İlk psikolojik romanın Servetifünun döneminde yazılmış olması da baskı içeren yönetimin bireyleri melankolik, karamsar, kendine yabancılaşmış bir duygu haline sokmasıdır. Bu duygu haline de romanın trajik sonu başta gelmek üzere roman içinde birçok kez rastlanılmaktadır. Lina Karasu 11H
Kitabın sonunda Necib, Suad ve Süreyya’nın birlikte kaldığı evin trajik bir şekilde yanması ve Necib’in Suat’ı kurtarmak için canına kıyarak yangına atlaması ve bunun sonucunda ikisinin de ölmesi, Necib ve Suat’ın birbirlerini canlarına kıyacak kadar sevdiğini gösterir. Kitabın bu şekilde melankolik bir hava-
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 27
İç Yazı Başlığı
Ağrıdağı Efsanesi Üzerine...
inceleme
Sayfa 28
Ağrıdağı Efsanesi Romanındaki Karakterler Üzerinde Geleneklerin Etkisi Gelenek, bir toplumun atalarından onlara kalmış olan kültürel kalıntılardır. Bu alışkanlıklar, bilgiler, töre ve davranışlar toplumda önemli bir role sahiptirler. Toplumun inançlarını, sosyolojik ve dini boyutlarının sürekliliğini gelenekler üzerinde gözlemleyebiliriz. Gelenek olgusu insana aidiyet duygusunu hissettirir ve insanın yabancılaşmasını engeller. İnsanlar yaşamlarını gelenekler üzerine şekillendirir ve bu yaşam tarzını kuşaklar boyunca -süregeldiği- için içselleştirirler. Bu benimsemenin edebiyat, resim, müzik gibi sanat dallarında, sosyal ilişkiler ve sosyal yapılarda yansımasını görebiliriz. Bu gelenekler, kuşaklar boyunca veya coğrafyadan coğrafyaya değişiklik gösterebilir. Türk toplumunun tarihsel sürecine baktığımızda Türklerin göçebe bir yaşam tarzını benimsediğini söylemek mümkündür. Göçebe toplum yapısında da yaşam tarzı dolayısıyla yazılı hukuk yerine sözlü hukuk yani töreler, gelenekler ve görenekler yer almaktadır. Temelinin gelenek, görenek ve törelerden oluştuğunu göz önünde bulundurursak sonraki kuşakların da onlardan kopuk bir yaşam sürdürebilmesi olası değildir. Dolayısıyla birçok edebi eser de gelenek ve görenekleri içermektedir. Yaşar Kemal’in ‘’Ağrıdağı Efsanesi’’ romanı efsaneleşmiş, geleneklere, törelere yenik düşmüş bir aşkı ve ardından gelen büyük bir zulmü konu alır. İnsan topluluklarının yaşama biçimleri, gelenekleri, inançları o toplumun zihniyetini oluşturur. Bu inançlar, inanışlar ve onlara bağlı gelenekler insan aklının doğaya, tanrıya erişemediğinde veya toplumda düzeni kurmak için devreye girmiştir. Bu gelenekler, sadece manevi duygularla değil maddi kaygılarla da oluşmuştur. Romanda gelenek ve törelerden gelen sınıfsal farklılıkları; zengin-fakir, köylü-saraylı, halkdevlet şeklinde inceleyebiliriz. Bu sınıflar birbiri ile etkileşime geçmezler. Örneğin; Ahmet ve Gülbahar’ın aşkının kabul görmemesinin temel sebebi Ahmet’in bir dağlı, Gülbahar’ın da Osmanlı paşasının kızı olmasıdır. “Bir paşa, kızını hiçbir zaman bir dağlıya vermezdi.” (Yaşar Kemal 1993: 42) Gelenekler romanda görüldüğü gibi gerçek hayatta da toplumun onayı olmadığı için birçok sevgiyi, aşkı engeller. Örneğin; bir evlilik olacaksa damadın maddi durumu çoğu zaman Türk toplumunda ilk kriter olarak görülebilir, evlilik aşamasında geleneklere bağlı olarak gerçekleştirdiğimiz kına, nişan, söz, kız isteme, geline çokça altın, hediye götürme gibi düğün
öncesi etkinlikler maddi durum açısından da ayrıma sebep olabilir. ‘’Ağrıdağı Efsanesi’’nde aynı zamanda geleneklerin toplum içerisinde etkisi Mahmut Han Paşa’ya bireysel olarak yansımaktadır. Zulme maruz kalan köylüler ve dağlılar; devlet ile aralarındaki kopukluğa, ihtiyaçlarının karşılanmaması ve göz ardı edilmelerine, küçümsenmelerine sinirlenmişlerdir. Tepki göstermek, sinirlerini çıkarabilmek için bir açık, bir sebep arayışına düşmüşlerdir. ‘’İnsanları, şu dağlardan, ovalardan kopup gelen kalabalığı düşünüyordu. Bunlar bir erkek ve bir kadının mutluluğu için buraya toplanmışlardı. Dışardan bakınca öyle görünüyordu. Ama bunun altında çok şey vardı. İnanılmaz bir öfke vardı. Yüz bin yılın başkaldırma duygusu vardı. Şu konuşmayan, kıpırdamayan öfke... Bir delikanlıyla bir kızın sevdasını bahane eden öf-
YAZIN
ke... Gittikçe zaman bozuluyor ve halk azıtıyor. Bugün benim sarayımı tutarlar kız bahanesiyle, yarın İstanbul şehrini doldurur Padişahın kapısını tutarlar başka bir bahaneyle. ...” (Yaşar Kemal 1993: 106) Mahmut Han’ın geleneklere uygun davranmaması, bile bile atın peşine düşmesi, Ahmet’i aşağılayarak, ona hükmederek eziyet etmesi sadece Ahmet’e değil tüm halka karşı bir harekettir. Ahmet, Paşa karşısında halkı temsil eder. Toplumda geleneklere uymayan, gelenekleri umursamayan herkes elbet biraz garipsenir, dışlanır. Geleneklerin- göçebelerde kanun yerine geçtiği göz önünde bulundurulursa- ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Geleneklerin ne kadar keskin olduğunu Mahmut Paşa’ya olan etkisi üzerinden anlayabiliriz. Törelere ve geleneklere bağlı olarak ‘’namus’’ kavramı Türk toplumunda her yerde, her törede, inanışta büyük önem taşımaktadır. Literatüre bakıldığında, Yunanistan, Kıbrıs, İtalya, İspanya (Peristiany, 1965), Türkiye (Tezcan, 1999), Orta Doğu ve Arap ülkeleri (Kulwicki, 2002), Latin ve Güney Amerika (Johnson ve Lipsett-Rivera, 1998) gibi ülkelerin namus kültürü olarak ele alındığı görülmektedir. Bu gibi ülkelerde namusun olumlu, ahlaki sosyal durumu ve bireyin kendi değeri ve diğerlerinin saygısı ile ilgili övüncü içerdiği belirtilmektedir. Diğer bir deyişle, namus bireyin kendisinin ve diğerlerinin gözündeki
değeridir. Namus kültürlerinde erkeğin baskın ve güçlü olması, kadınların ise toplumsal cinsiyet kurallarına harfiyen uyması ve davranışlarında dikkatli olması gereklidir. Kadının cinsel hareketleri (bakirelik, evlilik dışı ilişki, aile dışı erkeklerle samimiyeti, cinsellikte utangaçlık vb.) namusu tanımlamada en önemli durumlardır. Bu açılardan ailenin saygınlığını, iyi anılmasını ve namus konumunu tehlikeye atacak her davranış toplum tarafından belirlenir (Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2013). Ahmet ile Gülbahar’ın Hoşap Beyi’ne sığındığında, Hoşap Beyi onlara oda vermiştir. Fakat Ahmet, Gülbahar’la aralarında hiçbir şeyin yaşanamayacağını aralarına koyduğu kılıçla anlatmaya çalışmıştır. Bu olayla Ahmet, Gülbahar’a ‘’Sen benim bacımsın, sana ailenin rızası olmadan dokunamam.’’ demek istemiştir. Ayrıca Ahmet, Gülbahar’ın Memo’yu ne karşılığında ikna ettiğini anlayamayıp bunu namus meselesi yapmış ve Gülbahar’ı terk etmiştir. Bu oluşan namus kavramı geleneği Gülbahar’ı doğrudan etkilemiştir. Gülbahar’ın ismini karalamıştır ve büyük aşkına da engel olmuştur. Gelenekler, töreler, toplumda oluşan algılar bireyleri direkt olarak etkiler. Bireylerin karakteristik özelliklerini, giyim-kuşamını, dillerini yani bütün yaşayış şekillerinin oluşmasında etkili olur. Neleri sevmeniz gerektiğini, âşık olduğunuz kişiyi bile belirleyecek kadar büyük bir etki alanı vardır. Bu gelenekler, yazılı olmayan toplum kurallarıdır. Toplumun her yapı taşını etkiler ki o toplum mevcudiyetini koruyabilsin. Aynı zamanda insan yaşamına, kişiler arasındaki ilişkilere sınırlamalar getirmesi bireyin özgürlüğünü kısıtlayıcı bir davranıştır. Bireylerin geleneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmasıyla çağdaşlaşamama, geri kalma başlayabilir ve böylece tüm toplum bir çöküş yaşayabilir. Sevgi Yılan 10B ŞTTL YAŞAR KEMAL’İN DESTANSI ROMANLARI ÜZERİNE (Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma Enstitüsü’ne Türk Dili ve Edebiyatı dalında Yüksek Lisans Tezi) Ayşe Dalyan Yasar_Kemalin_Destansi_Romanlari_Uzerine.pdf Namus Kültürlerinde “Namus” ve “Namus adına Kadına Şiddet”: Sosyal Psikolojik AçıklamalarNuray Sakallı Uğurlu Gülçin Akbaş (Türk Psikoloji Yazıları, Aralık 2013) http://www.turkpsikolojiyazilari.com/PDF/TPY/32/0 5.pdf Ağrıdağı Efsanesi-Yaşar Kemal (Yapı Kredi Yayınları 52.Baskı, İstanbul, Mart 2018)
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 29
İç Yazı Başlığı
Ağrıdağı Efsanesi Üzerine...
inceleme
Ağrı’da Geleneklerin Etkisi
rulmuş topluma yansımasının ve toplumun birlik ve beraberliğini kanıtlamasının en güzel örneklerindendir.
Gelenek, Ağrıdağı Efsanesi romanının anahtar kavramlarından biri olmakla beraber bireyin üzerinde yaratılan bir etkidir. İnsanları birbirlerine bağlayan, dayanışmayı sağlayan, en büyük etmenlerden biridir. Dolayısıyla bu birlik, beraberlik ve dayanışma Ağrıdağı Efsanesi’nde en çok üzerinde durulanlardır. TDK, gelenek sözcüğünü: ‘‘Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, anane, tradisyon’’ olarak tanımlamaktadır. Gelenekler, halkın birbirine olan güvenini artırırken bireylerin sergiledikleri her davranışta arkalarında onları destekleyen birilerinin olduğunu bilmeleri, kendilerine daha çok güvenmelerini sağlamıştır. Bu romanda ise hem ‘‘iyi’’ olarak nitelendirilen, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bireylerin yaşantıları ve inanışları anlatılmış hem de ‘‘kötü’’ olarak tanımlanabilecek, geleneklerinden kopmuş, geleneklerine gereken önemi vermeyen ve bunu hayatının bir parçası olarak görmeyen karakterlere yer verilmiştir.
Yapıtta geleneklerin bireye etkisi Ahmet, Gülbahar ve dağlılar tarafından yani genellikle ‘’iyi karakter” olarak nitelendirdiğimiz karakterler üzerinden anlatılmıştır fakat “kötü karakter” olarak nitelendirdiğimiz paşa, vezir ve saray halkı da geleneklerin yozlaşması sonucunda neler olacağını bizlere net bir şekilde göstermektedir. İlk olarak Sofi’nin, Paşa’ya “Sen Osmanlı olmuşsun Paşa. Yoksa bir at için bu işleri başımıza açmaz, evleri yakmaz, ocakları söndürmezdin.’’ ve ‘‘Babanı tanırım. Yiğit bir beydi. Sen paşa oldun.’’ (s.19) sözlerinden, Paşa’nın at ile ilgili geleneği bilmesine rağmen saray içinde büyüyüp gelenek ve görenekleri önemsemeden geçirdiği hayatının onu, bu sözleri duymaya ittiğini görüyoruz. Ayrıca Paşa’nın bu sözleri Sofi’den işitmesine rağmen hâlâ gözünde bir değeri olmadığını, Sofi’nin sözünün bitmesinin ardından onu zindana attırmasından anlayabiliyoruz. Aynı şekilde vezir de Paşa’ya ne zaman akıl verecek olsa, onun da hiçbir şekilde gelenek veya görenek gözetmeden, sadece kendini ve sarayın çıkarlarını düşünerek kararlar aldığını görmekteyiz. Yapıtın sonlarında Ahmet’in, Ağrıdağı’nın tepesinde ateş yakması beklenirken tüm halkın toplanmasının en önemli sebeplerinden biri de bu zamana kadar Paşa’nın aldığı kararların hiçbirinin Ağrı halkının menfaatlerini gözetmemesidir. Paşa’nın değer yargıları ile Ağrı halkının değer yargılarının çatışması geleneklerin bireye olan etkisini açıkça göstermektedir.
Ağrıdağı Efsanesi adlı romanda sözü edilen geleneklerin bireyler üzerine etkileri, çoğunlukla bir bireyin gerçekleştirdiği bir eylemle başlayıp sonradan halkın tamamının dahil olduğu toplumsal olaylara dönüşmüştür. Yapıttan verilebilecek en basit ve güzel örnek ise hikâyenin Ahmet ile Gülbahar’ın aşkından yararlanarak aslında gelenek ve törelerin gücünü, birlik ve beraberliğin önemini anlatmasıdır. Yapıtta, asıl ön planda olan ve bize gösterilen Ahmet ile Gülbahar’ın aşkı olmasına rağmen aslında onlar üzerinden toplumun birliği ‘‘Bunlar bir erkek ve bir kadının mutluluğu için buraya toplanmışlardı. Dışarıdan bakınca öyle görünüyordu. Ama bunun altında çok şey vardı. İnanılmaz bir öfke vardı. Yüz bin yılın başkaldırma duygusu vardı. Şu konuşmayan, kıpırdamayan öfke… Bir delikanlıyla bir kızın sevdasını bahane eden öfke…’’(sf.106) gibi cümleler ile anlatılmaktadır. Ahmet’in Ağrıdağı’na çıkıp tepesinde ateş yakması gerektiğinde onu desteklemek adına tüm halkın gelmesi, Gülbahar’ı zindandan çıkarmak için civar köylerden insanların toplanıp onu kurtarması ve daha sonra bunu sarayın gözüne sokarak kutlamaya yine tüm halkın gelmesi de aslında iki sevdalının arasında geçen olayların töreler ve geleneklerle yoğ-
Ağrıdağı Efsanesi’nde, geleneklerin birey üzerindeki etkisi iki ana bağlamda incelenebilir. Bunlardan birincisi, “iyi karakter”lerin gelenekler sayesinde daha güçlü olması ve yine bu gelenekler sayesinde birbirlerine olan güvenin tam olması; ikincisi ise “kötü karakter”lerin geleneklerden uzak bir hayat sürmeleri sonucunda yozlaşmış bir gelenek algısına sahip olmaları ve bu nedenle de hiçbir zaman halk tarafından kabul görmemeleridir. Başlarda gelenek ve göreneklerini önemsemeyip değersizleştiren (saray halkının) daha mutlu ve güzel bir yaşamları varmış hissini uyandıran bu yapıt; güce, çıkara dayalı ilişkilerin önünde sonunda çökeceğini bize göstermektedir. Değerlerini korumuş, birbirine sevgi ve saygı duyan bireylerin (halkın) daha mutlu bir hayat sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Her zaman birbirlerini desteklemeleri ve aralarında herhangi bir çıkar yerine, saf sevgi ve güven olması asıl olarak anlatılandır. Duru Şan 10C ŞTTL
Sayfa 30
YAZIN
Ağrıdağı’nda Geleneklerin Bireyin Hayatına ve Kararlarına Etkileri İnsanın gelenekleri, doğup büyüdüğü coğrafya ve topluma göre şekillenir. Bu şekillenmenin temel altyapısı ise ailede oluşur. Ailemizin bize çocukluğumuzdan beri verdiği öğütler, aklımıza kazınan ve aklımızdan çıkmayan sözleri, sahip olduğumuz kültürün etkileri ile beraber geleneklerin birey üzerindeki etkilerinin oluşmasını sağlar. Önemli olan, bu geleneklere ne kadar bağlı olduğumuz, geleneklerin vereceğimiz kararları ne yönde etkilediği ve hayatımıza ne kadarını geçirebildiğimizdir.
Her insanın bağlı olduğu gelenek, örf ve adetler ve en önemlisi bağlı olduğu töreler farklıdır. Gelenek ve törelere bağlı kalmak aslında insanın zorluklara karşı nasıl direndiğinin göstergesidir. Bu direnç insanın karakterinin oluşmasında da belirleyicidir. Yaşar Kemal’in Ağrılı bir gencin geleneğe bağlılığının anlatıldığı ‘’Ağrıdağı Efsanesi’’ kitabında geleneklerin ve törenin üzerinde fazlasıyla durulmuş ve ne kadar önemli olduğu hissettirilmiştir. Kitap, ana karakter olan Ahmet ve bir gün ansızın onun kapısına Hak’tan yadigâr gelen güzeller güzeli bir atın töre pahasına korunması konusunu ele almıştır. Buna örnek olarak ‘’ Bu at Ahmet’e yadigârdır. Hak, onu Ahmet’e göndermiştir. Ahmet, atı kimseye veremez. Verirse olmaz. Bütün Ağrıdağı ölür, atı veremezler.’’ cümleleri gösterilebilir. Ahmet kitapta bir bölümde Beyazıt Paşası Mahmut Han’a ‘’ At, bana Hak’tan yadigâr verildi. At, sana geri verilmez. Senin soyun da bizim dağdan olur. Sen bu töreyi bilmez misin?’’ sözünü söyler. Ahmet’e atın Hak’tan yadigâr gelmesi ve töre uğruna canını dahi feda edebilecek bağlılık göstermesi onun törelerine ne kadar bağlı olduğunu ve yaşamını nasıl, ne derecede etkilediğini göstermiştir. Böylece yaşanan olaylar onun karakterinin oturmasını da sağlamıştır. Ahmet’i yiğit, korkusuz, mert ve geleneklerine bağı bir delikanlı yapmıştır. Bu örnekten törenin insan hayatına etkisi ve insanın yaşamını yönlendirecek bir etkiye sahip olduğu çıkarımını yapabiliriz.
har’ın zindancı Memo’ya saçından tel verdiğini öğrenmiştir ve Gülbahar ile Memo arasında duygusal bir bağ yani aralarında bir ilişki olduğu düşüncesine kapılmıştır. Geleneklere göre kadının saçı namusunu temsil eder. Kadınlar sadece âşık olduğu erkeklere saçlarını verirler fakat Gülbahar’ın amacı sadece Ahmet’i kurtarmaktır. Fakat Ahmet, duruma farklı yaklaşmış ve bu yaklaşım da onun ölümü ile sonuçlanmıştır. ‘’Gelenek ve görenekler bizi beşiğimizde karşılar ve ancak mezarımızda bırakırlar.’’ demiştir ünlü filozof Felicien Challaye. Aynı Ağrıdağı Efsanesi kitabındaki başkahraman Ahmet’in de yaşadığı durum gibi gelenekler bizim doğumumuz ile başlar ve ölene kadar hep peşimizdedirler. Biz ne kadar kaçmak istesek de yaşamın her alanında, aldığımız kararlarda gelenek hep bizimledir. Örneğin Ahmet’in yaşadıklarında töre ve gelenek olmasaydı Ahmet, atı Beyazıt Paşası Mahmut Han’a hiç şüphesiz geri verecekti çünkü karşısında duran kişi ‘’Osmanlı olmuş bir paşa’’ ve onun gücü karşısında Ahmet’in gücü pasif kalır ama gelenekler ve bu geleneklerin getirdiği bağlılık duygusu ve dağlıların da desteği ile Ahmet mert, korkusuz ve yiğit bir şekilde Mahmut Han’ın karşısında dimdik durmuş ve ona karşı çıkmıştır. Bu da geleneklerin Ahmet’in hayatına ve verdiği kararlara olan tutumunun bir göstergesidir. İrem Kaptan 10B ŞTTL
Geleneklerin insan hayatı üzerindeki olumlu etkilerinin yanı sıra olumsuz etkileri de vardır. Geleneklerin olumsuz etkisini, Yaşar Kemal’in ‘’Ağrıdağı Efsanesi’’ndeki ‘’Saçından birkaç tel isterim.’’ cümlesinden yola çıkarak açıklamak mümkündür. Bu cümle zindan bekçisi Memo tarafından Beyazıt Paşası Mahmut Han’ın kızı Gülbahar’a söylenmiştir. Memo, Gülbahar’ı sevmektedir, Gülbahar ise Ahmet’i sevmektedir. Memo, Ahmet’i bırakması karşılığında Gülbahar’ın sırma saçlarından birkaç tel istemiştir. Gülbahar da Ahmet’e olan sevdası yüzünden, töre’nin yaratacağı problemleri düşünmeden saçından birkaç tel koparıp zindancı Memo’ya vermiştir. Fakat daha sonra Ahmet, Gülba-
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 31
İç Yazı Başlığı
inceleme “SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM”IN DİL ANLATIM ÖZELLİKLERİNİN İNCELENMESİNE DAİR
Selvi Boylum Al Yazmalım bir aşk hikâyesi değil, bir emek hikâyesidir. Çünkü sevgi emektir.
Isık Göl’e gelir. Isık Göl, aynı zamanda aşkın ve mutluluğun bir imgesidir.
İmge; zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, hayal, düş hülyadır (TDK). İpuçları verilmiş ancak açıkça söylenmemiş imdir. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un “Selvi Boylum Al Yazmalım” adlı eserinde ‘kamyon’, ana karakter olan İlyas’ın özgür ve bağımsız ruhunun önemli bir imgesidir. İlyas, canı istediği zaman kamyonuna atlayıp istediği yere gidebilir. Kamyon İlyas’la özdeşleştirilmiştir ve İlyas’ın hayatındaki en önemli zamanlarda yanında hep kamyonu vardır. Oğlu doğduğu zaman kamyonuyla eve yetişmeye çalışır, römorkla diğer arabaları çekip büyük bir iş başardığı zaman yine kamyonu yanındadır, Asel’le (filmde Asya) ile karşılaştıkları zaman yine kamyonu yanındadır. Ama al yazmalısını, Asel’i ve oğlunu kaybettiğini anladığında kamyonunu da kaybeder.
Ayrıca İlyas’ın milliyetçi tavrı da Isık Göl üzerinden verilir ve böylelikle İlyas’ın kişiliği hakkında okur bilgilendirilir. " ’Görün işte Isık Göl’ümüz nasılmış? Var mı dünyada bir eşi daha?’ diye koltuklarım kabarırdı" (Aytmatov 14).
Isık Göl, Kırgızistan’da bulunan bir göldür. Cengiz Aytmatov, " Mehtabın, yeryüzünde en güzel şekilde seyredildiği yer." olarak anlatır Isık Göl’ü. Eserde Asel, (Asya) âşık olduğu adam İlyas ve çocuğuna, kendisine sahip çıkan Baytemir (filmde Cemşit) arasında bir seçim yapmak zorundadır. Isık Göl aşkın ve seçim yapmanın bir imgesidir. Isık Göl Efsanesi’ne göre: " Şehrın yukarısında, büyük ırmağın kenarında yaşayan fakir bir adamın çok güzel bir kızı varmış. Güzel kıza birçok yiğit âşık oluyormuş fakat o hiçbirini kabul etmiyormuş. Çünkü bir gün uyurken alaca renkli ata binen bir yiğit, beyaz bulutların üstünden yere inmiş ve kızın parmağına yüzük takıp ’Beni bekle. Bu yüzük parmağında olduğu sürece sana hiç kimse hiçbir şey yapamaz.’ diyerek gözden kaybolmuş. " Ama Asel yüzük parmağında olduğu sürece İlyas’ı beklememiş, aşkın değil emeğin peşinden gitmiştir. Bir başka efsane de şöyle der: " Güzeller güzelı bır genç kız olan Isık Göl, iki genci de sevmiş, birini öbüründen üstün görememiş. Yiğitlerden birini seçememesi, onu üzüyormuş. Zavallı Isık Göl, bu durumda ağlayıp duruyormuş. Gözlerinden akan yaşlar birike birike bir göl oluşturmuş. Bugün çalkalanıp duran Isık Göl, bu güzel kızın gözyaşlarının eseriymiş. " Efsanede de geçen seçme teması eserde de işlenmiştir. Eserin Isık Göl çevresinde kurgulanması bilinçli bir seçimdir ve kültürel ögeler eserin vermek istediği mesajı beslemektedir. Eserde İlyas ve Asel arasındaki aşk da Isık Göl üzerinden verilir. " Isık Göl’e kuğular yalnız güzün, bir de kışın gelirler. Baharda onları gören olmaz pek. Kuzeye doğru uçan güneyli kuğularmış bunlar. Görenlere mutluluk getirirmiş" (Aytmatov 36). İlyas ve Asel buluşunca görenlere mutluluk veren kuğular da Sayfa 32
Eserde yaşanan olaylar, değişimler ve karakterlerin ruh hali de Isık Göl aracılığıyla okura iletilir. İlyas, Asel’le tartıştığında Isık Göl fırtınalı olur; İlyas aşkı için çabalamaya, emek harcamaya karar verdiğinde ise mavi Isık Göl’üne, biricik aşkına dönmek ister. Anadolu kültürüne uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım filminde, eserde önemli bir yeri olan Isık Göl’den bahsedilmez çünkü Isık Göl Kırgız kültürüne ait bir ögedir. Ama filmde de uyarlama yapılırken eserin gerçekliğinden kopmamak için mekân, baraj inşaatının yapıldığı bir köy yani su kenarı seçilmiştir. Salıncak ise zamanın akıp geçtiğinin bir imgesidir. Samet büyümüş ve artık Asya için bir seçim yapma vakti gelmiştir. Filmde yararlanılan salıncak imgesi eserde yoktur çünkü eserde zamanın akıp geçtiği Baytemir’in ağzından şu sözlerle doğrudan aktarılmıştır: " Farkına varmadan yıllar geçti, Samet beş yaşına girdi. (Aytmatov, 138).
Filmde salıncak imgesi kullanılarak zamanın akıp geçtiği iletisinin verilmesiyle filmin görsel gücünden yararlanılmıştır. Aynı zamanda Cemşit salıncağı kırmızıya boyar ve Samet annesine seslenirken babasının salıncağı annesi için yaptığını söyler. Cemşit salıncak imgesiyle iletilen bu zaman zarfı süresince Asya’yı sevmiştir. Yani salıncak Cemşit’in Asya’ya duyduğu aşkın ve bekleyişinin de bir imgesidir. Simge ise duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işarettir. Bir kavramın uzlaşımsal ya da üzerinde uzlaşıma varılmış gösterimidir (TDK). Eserin tezini besleyen emek kavramı, eserin geçtiği zamandaki Kırgızistan’ın yönetim biçimi olan komünizmi simgeler. Emek her türlü değerin üstündedir. Asel’in yaptığı seçim de emekten yanadır.
1 Mayıs Bayramı yine emek kavramını besleyen bir simgedir. İlyas: " 1 Mayıs Bayramı yaklaşıyordu. Oğluma bir armağan alacaktım. " (Aytmatov, 111) der ve ailesine emek harcamaya ve çocuğuyla ilgilenmeye başlar. Evlilik yeni bir yaşamın, yeni başlangıçların simgesidir. Hayatı boyunca köyünden çıkmamış Asel, ailesine karşı gelerek aşkın peşinden gider. Filmde evlilik sahnesi ön plandadır. Çünkü film Anadolu kültürünün yaşandığı bir coğrafyada geçmektedir. İzleyiciye kendi YAZIN
kültüründen, tanıdık ögeler sunulmuştur. Eserde ise sadece artık eş olduklarını söyleyerek aralarındaki ilişki okura iletilir. Kırmızı renk ise aşkı ve bağlılığı simgelemektedir. İlyas’ın hayatında en çok değer verdiği iki kavram (Asya ve kamyonu) da kırmızı renge sahiptir. Yazmadaki kırmızı aşkın simgesiyken, kamyonun kırmızısı bağlılığın simgesidir. Eserde kamyonun rengine değinilmez ama filmde renklerin gücünden yararlanılır. İlyas kamyonuyla Asya’yı aldatmasına rağmen izleyici İlyas’a kızmaz çünkü kırmızı aynı zamanda Asya ile de özdeşleşmiştir ve kırmızı rengiyle birlikte İlyas’ın kamyonuna verdiği değer hissettirilir. Kitapta kamyon ile İlyas arasındaki bağ uzun betimlemelerle ve İlyas’ın kamyonu hakkında söyledikleriyle, diyaloglarıyla okura hissettirilir. Filmde kırmızı renk aracılığıyla bu kadar uzun bir anlatıma başvurulmaz. Bunun nedeni, izleyicinin zihninde verilmek istenen iletiyi hemen oluşturmak, sıkıcı bir anlatımdan kaçınmak ve kurguyu belirli bir zamanda işleyebilmektir. Eserde ve filmde ironik bir anlatım vardır. Eserdeki ironik anlatım İlyas’ın ve Baytemir’in hayatlarındaki önemli bir olayı, işi haber yapmak olan bir gazeteciye anlatması ve haber yapmamasını söylemeleridir. Aynı zamanda gazeteci, İlyas’ın öyküsünü dinlemeden önce Baytemir ile tanışmış ve onun öyküsünü öğrenmiştir. Bu anlatım tarzıyla gerçeğe vurgu yapılmıştır. İronik anlatımla aynı zamanda söylenenin tam tersi kastedilir. Filmde ironinin bu özelliğinden yararlanılmıştır. İlyas, " Bızımle konuşmuyor arkadaş, Pekı nıye konuşmuyor? Bizi adam yerine koymuyor mu, diyorsun? Ziyanı yok gülüşü yeter bize. " diyerek mizahi bir söylemde bulunmuştur. Eserde diyalog tekniğine sıklıkla başvurulmuştur. Bunun nedeni anlatıma doğallık katmak ve olayların gelişmesini sağlamaktır. Asel koştu yanıma: " Ne oldu İlyas? "
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Fakat durumu kavramıştı: " Hadi orda dikilme, gir içeri. Yorulmuş üşümüşsündür. Gir de soyun hemen. " " Bir şey mi oldu? Söyle, İlyas." " Bilmiyormuş gibi sorma. " Ayrıca üç nokta da sıklıkla kullanılmıştır. Örneğin " Elveda Asel... Elveda al yazmalım, selvi boylum! Elveda sevgilim, aşkım. Mutlu olman dileğiyle!.. " (Aytmatov, 142) derken üç noktaya başvurulmuştur. Bu, kitabın son cümlesidir. Kitap, olay örgüsü bitmiş fakat beklenen aşk hikâyesinde mutlu sona ulaşılamamıştır. İlyas’ın aşkı hâlâ devam eder ancak kitapta aşk değil emek ön plandadır. Filmde ise iç konuşmalarda, karakterlerin zihninden geçen düşünceleri ifade ederken tonlamayla, karakterin konuşma tarzıyla üç nokta kullanılmıştır. Asya, “Annem bir duyarsa…” dediği zaman izleyicinin zihninde cümle, üç nokta varmış gibi tasarlanır. Eserde, apa (anne), semaver, firkete, hara (kolhoz), kopuz, bozkır, türkü, ata, ağabey gibi Kırgız ve Türk kültürünü yansıtan sözcükler seçilmiştir. Bu sözcüklerle Kırgız ve Türk kültürü hakkında okur bilgilendirilmiştir. Filmde bu sözcüklerin hepsine değinilmez. Mesela kolhoz yerine İlyas baraj inşaatında çalışır. Eserden filme yapılan uyarlamada kültürler arası geçiş sözcük seçiminde de bazı değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Ama türkü, semaver gibi Anadolu ve Kırgız coğrafyasında ortak olarak bulunan kavramlara filmde de yer verilmiştir. Aynı zamanda bu ögeler görselleştirilmiştir. Kitabı okurken zihnimizde sözcükler bir resim oluşturmaya çalışırken filmi izlediğimiz zaman görseller sözcüğü oluşturur. Sahi neydi sevgi? Sevgi iyilikti, sevgi dostluktu, sevgi EMEKTİ. Ekin Erbaş 10D (IB) ŞTTL
Sayfa 33
İç Yazı Başlığı
inceleme
Günümüzde küreselleşen dünyada bireyler kökenlerini, atalarını ve atalarının nasıl yaşadığını, neler yaptıklarını merak etmeye başlamışlardır. Bu merak, Nostalji ve Retro akımlarını ön plana çıkarmıştır. İşte bu akımlar ve meraka ışık tutan en önemli kaynak “gelenekler”dir. Gelenekler, geçmişe ışık tuttuğu gibi bireyler üzerinde de birçok olumlu ve olumsuz etki bırakır ancak bireyin yaşayışına, kültürüne ve karakterine yaptığı olumlu etkiler daha fazladır. Gelenekler, geçmişten kültürel kalıntılar içeren töre ve davranışlar olduğundan toplumsal yaşamın her alanında küçük yaşlardan itibaren bireyin karşısına çıkar ve bireyde çeşitli olumlu etkiler bırakır. Gelenekler, öncelikle bireyin ahlak kavramını anlamasını ve yaşamına uygulamasını sağlar. Geleneklerini bilen insan, atalarının yaşayışlarından yola çıkarak ahlak ve etik gibi kavramları daha doğru anlar ve anladıklarını da yaşamına uygular. Gelenekler, bireye aile ve toplum içinde nasıl davranması gerektiği konusunda yol gösterir. Örneğin, geleneklerini iyi bilen bir birey toplum içinde nasıl yemek yiyeceğinin, toplu alanlarda yaşlılara ve çocuklara nasıl davranacağının, hangi konularda konuşurken hassas olması gerektiğinin bilincinde olur. Geleneklerini bilen insan; kendi kültürüne, diline, dinine, milletine, vatanına sahip çıkma bilincine sahip olur. Çünkü geleneklerini bilen insan kendi toplumunun kültürüne, diline, dini-
ne hâkim olur ve bu alanlardaki dış etkileri olabildiğince önlemeye, engellemeye çalışır. Böylelikle geleneklerin bir milleti bir arada tuttuğu ve toplumsal bağları güçlendirdiği yorumu yapılabilir. Peyami Safa da geleneklerin bir millet için önemini şu sözüyle belirtmiştir: “Bir millet, kendisine uygun müesseseleri ancak şuuraltı hayatının asırlarca süren devamında, gelenek ve görenekleriyle bulur.” Gelenekler, bir toplumun bireylerini farklı şekillerde mutlu etme özelliğine de sahiptir. Örneğin bayramlarda yaşlıları ziyaret etmek, bayramlarda çocukları ufak hediyelerle mutlu etmek, düğünlerde yeni evlenen çiftlere altın, para vb. takmak, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, evine gelen misafiri tanrı misafiri kabul etmek gibi gelenekler; hem bu gelenekleri gerçekleştiren bireyleri hem de geleneklerin uygulandığı bireyleri mutlu eder. Böylelikle gelenekler, bireyler arasında olumlu köprüler kurarak iletişimi güçlendirir. Pilav günleri, mevlutler, halk eğlenceleri (Hacivat-Karagöz, Kukla...) ve benzeri gelenekler de toplumsal bağları güçlendirerek toplumun temellerini sağlamlaştırır. Bireyler, kendilerini bir topluluğa ait hissedeceklerinden yalnız kalma korkusu ve buna bağlı psikolojik sorunlar azalır. Gelenekler, bireylerin karakterlerinde yardımseverlik, güzel ahlak, adaletli olma, fedakâr olma, merhametli olma, misafirperverlik gibi manevi değerlerin oluşmasında katkı sağlar.
Geleneklerin olumlu etkilerinin yanı sıra olumsuz
Bireyleri Olumlu mu Etkiler? Sayfa 34
YAZIN
bazı etkileri de bulunmaktadır. Bazı gelenekleri uygulamak bireye belirli kalıplara sıkıştığını, özgünlüğünü kaybettiğini, bir kısır döngüye girdiğini hissettirebilir ve bireyde tatminsizlik duygusu ile dolaylı olarak mutsuzluk hissettirebilir. Geleneklerin modernleşmeyi ve çağdaşlaşmayı engellediğine dair görüşler de bulunmaktadır. Örneğin, halk arasında, toplu ortamlarda büyüklerin yanında çocukların konuşması ve fikir beyan etmesi uygun görülmez. Bu konuda “Su küçüğün, söz büyüğün” gibi deyişler de ortaya çıkmıştır. Ancak böyle bir gelenek bireylerin küçük yaştan itibaren düşünmesini ve fikirlerini beyan etmesini engeller. Bu da çağdaşlaşmanın önünde büyük bir engel oluşturur.
bireyleri kalıplara, ön yargılara ittiği ve modernleşmeyi, yenilikleri engellediği görüşleri olsa da aslında gelenekler doğru bir biçimde hayata uyarlanırsa bu görüşler geçerliliklerini tamamen yitirecektir. Burada bireye düşen görev geleneklerini iyi öğrenerek hayatına olumlu etki edecek şekilde uyarlamak, geleneklerini koruyarak doğru bir şekilde gelecek nesillere aktarılmasını sağlamaktır. Yeniliklere açık olunurken geleneklerin sahip olunan kültürün temel ögesi olduğu unutulmamalıdır. Kerem Münür Yıldız 10A
Geleneklerin, tutuculuğu ve tekdüzeliği beraberinde getirdiği söylense de bireyler gelenekler ile beslenip yeniliklere ve yeni fikirlere açık olurlarsa böyle bir olumsuz etkinin ortadan kalkacağı söylenebilir. Çağdaşlaşma ve gelenekler arasındaki bağı iyi kurmak gerekir. Bu konuda Said Halim Paşa’nın “Her değişikliğin iyilik işareti olduğu inancını taşımak, acayip bir düşünce ve gaflettir. Çünkü gerileme ve çöküşler ancak örf ve adetlerin değişmesi ile olur.” yorumu durumu güzel özetlemiştir. Gelenekleri bilmek ve uygulamak; bireylerin karakterleri üzerinde olumlu bir etki yapmasını, milletlerin ve toplumların sağlam temellere oturmasını, birlikte huzurlu yaşamayı, bireylerin birbirleriyle daha iyi iletişim kurmalarını, bireylerin kendilerini bir topluluğa ait hissederek yalnızlık hissinden uzaklaşmalarını sağlar. Geleneklerin her ne kadar
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 35
İç Yazı Başlığı
makale
21.yy’da Küreselleşmenin Beslenme ve Yaşam Farkındalığına Etkisi 21.yy’da beslenme ve yaşam farkındalığının insan ömrünü artırmasında sayabileceğimiz birçok etken vardır. Bu etkenlerden en önemlisi de küreselleşmedir. Küreselleşme nedir? Küreselleşme finansın, ekonominin, ticaretin ve iletişimin uluslararası sahada etkileşimidir. Küreselleşme ile ülkeler, kültürler, gelenekler ve inançlar arası güçlü bir bağ kurulmuştur. Globalleşme bireyler, devletler ve şirketler arası dengeyi ve etkileşimi belirlemekte büyük role sahiptir. Dünya çapında bu kadar hacimli etkiye sahip olan globalleşme iletişim ve ulaşım sektöründe meydana gelen teknolojik ilerleme sayesinde olmuştur. Tarihsel Arka plan Zamanda geriye gidecek olursak 16.yy’ın Avrupası’na baktığımızda o dönemde feodal toplumlar yaşam sürmekteydi. Feodal toplumlarda toprak, derebeyleri tarafından yönetilirdi. İletişim ve ulaşım imkânları sınırlıydı ve bu durum derebeyliklerde toprakla çalışan serflerin topraktan elde ettikleri ürünleri kendi bölgelerinde pazarlama ve satma imkânı sunuyordu. Akrep ve yelkovan ilerledikçe insanlar kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeni buluşlar da yapıp yenileşmeyi sürdürmeye devam ediyorlardı. Örneğin, eskiden insanlar ilaç alabilmek için günlerce, haftalarca bazen aylarca beklemek zorundaydı. Bu sorunun üstesinden gelmek için üretimin hızlanması gerekiyordu. Üretimin hızlanmasını sağlamak için de gelişen teknolojiyle birlikte fabrikalar kuruldu. Tabi bu fabrikalar hemen ortaya çıkmadı; zamanla, süreç içerisinde belirmeye başladı. Kurulan fabrikalarla kütleli üretim başladı. Kütleli üretim sayesinde üretimde ani bir artış gözlemlendi. Sanayi alanındaki bu ilerleme I. Sanayi Devrimi olarak literatüre girmiştir. 20.yy’daki bu kütleli üretim Henry Ford’un yanan ampulünden ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Ford Motor şirketinin kurucusu olan Henry Ford Fordizm’in öncüsü olmuştur. Fordizm, fabrikalarda üretimde kullanılan bantlı sistemin yürürlüğe girmesini sağlayan sistemdir. 20.yy’ın sahip olduğu ulaşım araçlarının gelişmesiyle artı ürün başka ülkelerde hızlı şekilde pazarlanmaya ve satılmaya başlamıştır. Dış ticaretin yaygın ve gelişmiş
Sayfa 36
olması kültürlerarası ve devletlerarası etkileşimi canlandırmıştır. Zamanda biraz daha ileri gittiğimizde 21.yy’da iletişim alanında çok büyük teknolojik gelişmeler yaşanmıştır. Steve Jobs isimli dünyanın dengesini değiştiren dehanın, akıllı telefon olarak bilinen bir ürünü piyasaya sunmasıyla beraber bilgiye ve bireye ulaşmak oldukça kolaylaşmıştır. Beslenme ve Yaşam Süresinin Uzaması Var oluşundan bu yana insanların en temel ihtiyaçlarından biri, beslenmedir. İçgüdüsel olarak insanlar hayatta kalabilmek için boğazlarından geçecek besin arayışında olmuştur. İnsan bedenine giren besinler, yaşam süresinde etkili olmuştur. Tarihsel sürece baktığımızda geçmiş yüzyıllarda ortalama insan ömrünün daha az olduğunu görürüz. 10 Mayıs 2002 tarihinde yayımlanan Science isimli Amerikan dergisinin sayısal verilerine göre günümüzden yaklaşık olarak 2000 yıl önce ortalama insan ömrü 20 yıl iken günümüzde ise 82 yıla kadar çıkmaktadır. İnsan ömrünün bu denli uzaması gelişen teknoloji sayesinde olmuştur. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte besinler üzerinde daha verimli ve daha çeşitli deneyler yapılabilmiştir. Bu deneylerle besinlerin kimyası değişmiş ve bunun beraberinde insan vücuduna olan etkileri de değişiklik göstermiştir. Bu etkiler, dolayısıyla insanın yaşam süresini artıracak nitelikte olmuştur. Besin alanında bilim üzerine yeni fikirler ortaya atıldıkça bu fikirler medyaya yansımıştır. Medya sayesinde bilgiler dünya çapında yayılmıştır. Bilgilerin böylesine geniş bir alanda yayılmasıyla dünyanın dört bir yanında yaşayan bilim insanları, bilgileri bir sünger gibi çekip kendi deney ortamlarında incelemişlerdir ve bu şekilde ortak yargılara ulaşılıp uluslararası düzeyde sonuçlar kabul görmüştür. Bu durumda beslenmeye bağlı olarak ortalama insan yaşam süresinin nasıl arttığını inceleyebiliriz: Üretilen besinler, ulaşım sektörünün gelişmesiyle başka ülkelere ihraç edilmiştir. İhraç edilen ürünlerle diğer ülkelerin sahip olmadığı besinler farklı ülkelere ulaşmıştır. Bununla birlikte ülkelerarası besin çeşitliliği farkı en aza inmiştir. Kapanan bu farkla besin alanında küresel bir etkinlik olmuştur. Böylece dünyanın hemen hemen her bölgesinde insanların ortalama yaşam süresi
YAZIN
birbirine yaklaşmıştır. Şimdi Türkiye’den uçağa atlayıp Amerika’ya gittiğinizde ve canınız kebap çektiğinde orada da rahatlıkla kebap bulabilirsiniz. Yaygın internet ağının ürünü olan sosyal medya da sağlıklı beslenme ile ilgili arama yaptığınız arama motorları da hemen hemen aynı şeyi söyler. Bunun temel sebebi dünyanın birbirinden haberdar olması ve birbirini takip ederek her yeni adımda bir öncekinin daha iyisini elde etme çabasıdır. Bunu, daha iyi olma çabasıyla rekabet etme, birbirini kopyalama veya benzerini üretme çabası izlemiştir. Kim daha iyi olanı yakalarsa kendi unvanını yüceltmek için hemen bulduğunu paylaşma gereksinimi duymuştur. Sonrasında yeni olanın sözde farklı özde aynı biçimleri başkaları tarafından paylaşılmıştır. Bu takip süreciyle herkes birbirini kopyaladığından farkında olmadan herkes herkes olmuştur. Bu herkesin herkes olma durumu ister istemez yaşam biçimlerinin aynılaşmasına yol açmış, böylece beslenme şekilleri de aynılaşmıştır. Yani bilimle gelişip yaşam süresini uzatmayı sağlayan besinler, herkesin tabağına aynı şekilde pişip servis edildiğinden toplu halde ortalama insan ömrü uzamıştır. Yaşam Farkındalığı ve İnsan Ömrünün Uzaması Geçmişten bugüne dönüp baktığımızda insanların yaşam konusunda farkındalığının arttığını gözlemlemek mümkündür. Yaşam farkındalığını arttıran en temel unsurlardan biri, kitlesel iletişim araçlarıdır. Eski zamanlarda kitlesel iletişim araçları pek yaygın değildi hatta daha geriye gidecek olursak kitlesel iletişim aracı diye bir şey söz konusu bile değildi. Bu kitlesel iletişim araçlarından kastedilen geniş çaplı kitlelere ulaşan radyo, sinema, gazete, dergi, televizyon ve telefon gibi araçlardır. Bu şekilde kitlelere ulaşmak ve manipüle etmek daha kolay hale gelmiştir. Yaşam farkındalığının artmasıyla beraber insanlar kendilerine, sosyal çevrelerine ve doğal çevreye duyarlı hale gelmiştir. 20.yy’da kurulan fabrikalardan çıkan dumanlar, insanların doğal çevresini çok kötü etkilemiştir. Etraf kirlenmiş ve bunun ardından yeni hastalık türleri ortaya çıkarak insanların ömürlerini kısaltmıştır. Tabi o dönemlerde insanlar, fabrika dumanlarının ne gibi sonuçlar doğuracağının farkında değildi çünkü onlar için fabrikalaşma çok yeniydi. Zamanla bacalardan çıkan bu zehirli dumanların
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
ne kadar zararlı olduğunu fark ettiler ve bu farkındalık günümüze o dönemde yazılan gazeteler gibi çeşitli kitle iletişim araçları sayesinde ulaştı. Bu farkındalık hali insanları harekete geçirdi ve sorun çözmeye odakladı. Fabrika dumanları hâlâ çevreye zehir saçsa bile bu zehirin yoğunluğu en bilindik çözüm yolu olan fabrika bacalarına filtre takılarak azaltılmış ve fabrikalar yaşam alanlarının seyrek olduğu yerlere kurulmaya başlanmıştır. Bu sayede fabrika dumanlarının insanlara verdiği zarar azalarak yaşam süresinin artmasına olanak sağlamıştır. Ulaşım araçlarının gelişmesiyle insanların çeşitli ülkeleri ziyaret edebilme olanağı Afrika kıtasında yer alan Sudan gibi bazı ülkelerde yaşayan insanların yaşam sürelerinin uzamasını sağlamıştır. Gelişen ulaşım imkânlarının sunduğu ayrıcalıklar sayesinde insanlar Afrika’yı ziyaret edebilme fırsatını yakalamıştır. Afrika’yı ziyaret edenler orada yaşayan insanların nasıl yoksulluk içinde olduğunu fark etmişler ve onlara yardıma koşmaya başlamışlardır. Orada olup bitenleri yayıp dünyada farkındalık yaratarak o bölgeye destek olmaya başladılar. Bu destekler birçok alanda olmuştur. Bunlardan birkaçı: besin, sağlık, barınma ve eğitimdir. Bu yaratılan farkındalık sayesinde çok sayıda can kurtarıldı. Sonuç olarak 21.yy’ın getirisi olan küreselleşme, beslenme ve yaşam farkındalığını çoğaltarak insanların yaşam süresinin artmasını sağlamıştır. Makalede bulunan iki temel alt başlığın insan ömrünü uzatmasında yer alan iki ortak nokta ulaşım ve iletişim ağında meydana gelen teknolojik gelişmelerdir. Bu evreye hemen gelinmemiştir tarihin günümüze taşıdığı çeşitli olgular sayesinde gelinmiştir. Zeynep Erkeskin 11G KAYNAKÇA: https://evrimagaci.org/insan-omru-uzunlugu-veevrim-188 “Which of Your Friends Needs to Learn This Term?” BusinessDictionary.com, www.businessdictionary.com/definition/ globalization.html.
Sayfa 37
İç Yazı Başlığı
fabl
Aptal Fare ve Bencil Kedi Sevgi kıtlığı olan bir kentin en lüks evinde bir kedi ve bir fare yaşardı. Kedi çok şanslıydı çünkü sahibi kasaptı. Bir peynir dükkânı yoktu sahibinin. Fare bir küflenmiş peynir kırıntısına bile şükrederken, kedi doymazdı verilen ciğerlere de taze etlere de. “Bir ciğer dilimi verse niye iki vermedi bu sahip, iki ciğer dilimi verse niye üç ciğer dilimi vermedi bu sahip?” diye öfkelenir dururdu yerinde. Kedi anladığınız kadarıyla bencil ve kendinden başka her şeye kör bir karaktere sahipti. Fare onun tam zıttı bir karakterdi. Tüm fareler arasında alçak gönüllü olmasıyla ve fedakârlığıyla bilinirdi. Kedi geceydi, fare gündüz. Bir araya gelmeleri imkânsızın bile ötesindeydi. Fakat bu aptal faremiz onca hoş farenin arasından geldi, bencil bir kediyi sevdi. Kedi, onu en pahalı etlerle besleyen sahibine bile duygular beslemezken fare kediyi bir avuç sevdayla beslemeyi düşlerdi. Aynı evde yaşayan bu kedi ve fare birbirini gördüklerinde anlamazdı hiçbir zaman, birbirlerine duydukları hisleri. Ne kedi kovalamak isterdi fareyi ne de fare kaçmak. Diğer farelere esip gürleyen bu kedi susardı bizim faremize. Bırak esip gürlemeyi gıkını bile çıkaramazdı zaten. Fare bencil kedinin bu umursamaz hallerine ‘duygularım karşılıklı’ diye sevinirdi. Yerlerde bulduğu küflü peynir kırıntılarını alıp evin kuytusunda kendi yuvasına çekilirdi. Her akşam kediyi uyurken seyrederdi çünkü kedi ancak uyurken bencil değildi. Fare güzel bir rüyayı ancak böyle görebilirdi. Aptal mıydı fare yoksa âşık mı? Daha ne kadar kendini kandıracaktı fare? Ne zaman, yıprandığının farkına varacaktı? Fakat aradan zaman geçti, yoruldu bizim faremiz; belirsizlikten, kafasındaki soru işaretlerinden. Gitti ve kediye söyledi: “Gidiyorum ben kedi, yoruldum artık. Yanlış anlama, ne olur; ben seni sevmekten ve beklemekten yorulmadım, asla yorulmam. Beni yoran şey, senin asla beni sevmeyecek olman ve bana gelmeyecek olman. Sen gelmiyorsan kedi, bu fare niye seni beklesin ki!” Ve döndü kedi, tasına konmayan bir dilim ciğere öfkelendi. Emine İzem Genç 9C ŞTTL
Sayfa 38
YAZIN
Civciv ile Karga Bir civciv ormanda oyun oynarken yolunu şaşırmış, Kaybolmuş. Karşısına bir karga çıkmış. Karga kurnaz ve akıllı, Civciv ise küçük ve çelimsizmiş. Civciv hangi yöne gideceğini bilememiş, Civcivin kaybolduğunu anlayan karga “Gel sana yardım edeyim” demiş, Civciv ise hiç düşünmeden, Karganın ona yardım etmesine izin vermiş. Karga, küçük civcivi uzun patikalardan geçirmiş. Dere, tepe aşmışlar, Sonunda küçük civcivin evine ulaşmışlar. Küçük civciv, kargaya yardımları için teşekkür etmiş, Arkadaş olmayı teklif etmiş. Kurnaz karga ise teklifini kabul etmiş, Civciv ile karga çok yakın arkadaş olmuşlar, Her gün birlikte oynamışlar. Günler geçmiş küçük civciv büyümüş. Genç tavuk olmuş. Karga bir plan yapmış, Tilki ile anlaşmış. Tilkiye demiş: “Tilki kardeş bana yardım et genç tavuğu gidip avlayalım” Tilki de yardım etmeyi kabul etmiş. Karga ile genç tavuk beraber ormanda oynarlarken, Tilki de arkada bekliyormuş, Hemen genç tavuğu avlayıp karınları doyacakmış. Genç tavuk tilkiyi saklandığı yerden görmüş. Genç tavuk, karga arkadaşı olduğu için onu korumaya çalışmış, Kargayı uyarmış, Tilki durumu fark edince genç tavuğu avlamak yerine karganın üzerine atlamış, Genç tavuk durumun farkına varıp kaçmış, Tilki de kargayı kandırıp, genç tavuğu avlamak yerine kargayı avlamış. Böylece genç tavuk, herkese güvenmemesi gerektiğini anlamış. Bahar Erken 9D ŞTTL
Y I L :1 9
Sayfa 39
İç Yazı Başlığı
sosyal sorumluluk Düşle Düşme Projesi Yaratıcı Yazarlık Atölye Çalışması Düşle Düşme Projesi kapsamında, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından “kadın ve erkeğe dayatılan toplumsal rollere karşı duran öyküler” temalı metinlerin yazılacağı bir atölye çalışması yapıldı. Beş öğrencimiz tarafından yürütülen atölye çalışmasına Cemil Türker Ortaokulundan bir grup öğrenci de katıldı. Atölye çalışmasını yürüten her öğrenci, grubundaki öğrencileri önceden belirlenmiş içerikler bağlamında (kadının toplum baskısıyla yönlendirildiği meslekler, kadının toplum hayatındaki yerinin ev ile sınırlandırılması, kadına dayatılan güzellik algısı, erkeğe güçlü olma konusunda uygulanan baskı, erkeğin geçim sorumluluğunu alma zorunluluğu vb.) kurgusal metinler yazmaya yönlendirdi. Her grup farklı bir yazma çalışması ile (görsellerden yola çıkarak; anahtar sözcüklerden hareket ederek; öykü tamamlayarak; masal parçalarından çıkarım yaparak; zaman, mekân, kişi unsurlarını kullanarak...) öyküsünü kurguladı. Böylece bütün gruplar yaptıkları çalışmanın sonunda ortak bir konuya aynı edebi ürünle (öykü) ulaştılar. Atölye çalışmasının sonucunda ortaya çıkan ürünler / öyküler, önceden lise öğrencileri tarafından seçilen görsellerden hazırlanan fotoblok baskılara iliştirilip belirlenen sloganlar eşliğinde okulumuzda sergilendi. İşte her bir aşaması titizlikle yazılan o keyifli öyküler ve onların minik yazarları…
Sayfa 40
YAZIN
Nil Ecem’in “erkeklerin de duygularını göstermeleri gerektiği” düşüncesiyle başlattığı öykü Azra ve İshak’ın kurgusuyla son buldu.
Duyguların Yolculuğu Cebinden anahtarlarını çıkarıp kapıyı açtı ve eve girdiği anda yüzüne buz gibi bir soğuk çarptı. Dışarıda kar havası olmasına rağmen pencereler ardına kadar açıktı. Salona geçerek kendini koltuğa bıraktı ve gözlerini duvardaki fotoğraflarda gezdirdi. Karnı çok açtı ama mutfağa gidecek gücü bile kendinde bulamadan orada öylece yattı ve kendini uykunun teselli edici kollarına teslim etti. Kız kardeşi eve girdiğinde onu karşılayan soğuk karşısında irkildi. Koltukta yatan abisine hızlıca göz atıp pencereleri kapatmaya gitti. Sehpaya bırakılan anahtarların tok sesine uyanan abisine bakmaya tenezzül dahi etmeden seri ve ufak adımlarla odası-
na gitti. Cenazede olanlar için içten içe hâlâ kızgındı. Anneleri, tek başına iki çocuğu büyütüp okutmuş anneleri, öldüğünde tek bir damla bile gözyaşı dökmemiş; kenarda, adeta umursamıyormuşçasına, sanki bir yabancı gibi dikilmiş ve gözlerini yere sabitlemişti. Kızgın olmasına kızgındı ama ailesinden geriye bir tek abisi, bir gün olsun kendisine yakınlık göstermemiş, her zaman suskun ve biraz da asabi abisi kalmıştı. İç çekerek yatağının üzerinde duran battaniyeyi aldı ve içeri geçip battaniyeyi üstüne örttü. Gözlerini hafifçe kırpıştırmasından uyanık olduğu belli abisinden bir karşılık bekledi ve ısrarla bakışlarını onun kapalı gözlerinde sabitledi. Cevap yoktu. Hışımla odasına kapandı ve günlerdir ağlamaktan kıpkırmızı ve acıyan gözlerinden birkaç damla yaşın dökülmesine izin verdi. Kız kardeşi odadan çıktıktan sonra gözlerini açtı. Aklında babasının öldüğü gece dönüp duruyordu. Sabaha kadar odasında ağlamış, korkak ve titrek bir köşeye büzülmüş, ancak sabah olduğunda dışarı çıkarak ve hiç itiraz etmeyerek ailesinin tüm yükünü on altı yaşındaki genç omuzlarına almıştı. Şimdi ise bunaldığı zamanlarda kimseye derdini söylemediği, hep içine attığı halde halini yüzünden anlayan, yaşlı ve emektar elleriyle saçlarını okşayan annesi, gölgesine güvendiği, yaslandığı son köklü ağacı da yitip gitmişti. Artık kardeşine hem bir baba hem de bir ana olmalıydı. Yarı uyur yarı uyanık bir halde uzanmaya devam etti. Zihninde bölük pörçük canlanan sahneler yüreğini sıkıştırıyordu. Kendini cenazede, kalabalıktan uzakta beklerken gördü. Tüm gözlerin üstünde olduğunu, duygusuz ifadesini eleştiren birkaç ayıplayıcı bakışın delici gözleriyle buluştuğunu anımsadı. Öfkenin içinde kabardığını hissetti, anlayamazlar diye mırıldandı sinirle. Anlayamazlar. Bilmiyorlar ki ağlayamazdı, herkes ona bakarken, tüm mahalle oradayken bir kız gibi ağlayamazdı. Daha fazla yerinde duramayarak battaniyeyi yere fırlattı ve kendini dışarı attı. Kendini küçükken ailesiyle gittiği piknik alanına kadar tuttu ve orada kimse olmadığı için içini döktü. Doğduğunda babasının diktiği ağacı görünce aklına geçmişte yaşadıkları geldi. Karısı öldüğünde yaşadığı kulübeyi terk eden Hasan Amca mahallelerine taşındığında onları bulmuştu ve onlara babaları gibi
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 41
İç Yazı Başlığı
sosyal sorumluluk sahip çıkmıştı. Aklından babaları öldükten sonra Hasan amcanın bakkala olan borçlarını ödediği geldi. Şimdi de anneleri ölmüştü ama onlara sahip çıkacak bir Hasan amcaları yoktu. Kendini ona karşı borçlu hissediyordu.
Fatma Teyze: “Neden öyle diyorsun? Sen taş yürekli misin?”
Daha geçen gün Hasan amcanın hasta olduğunu öğrenen Ömer onu bütün yaptıklarına rağmen ziyaret etmeyi düşünmüyordu.
Fatma Teyze: “Şimdi git ve annenin mezarında içini dök. ‘Erkekler ağlamaz!’ cümlesini de unut. Bak oğlum, sen de insansın. Her insanın duygularını ifade etme hakkı vardır. Git de annenin mezarında içini dök, ne olacağını göreceksin.”
Ömer anne babasının mezarına doğru yürürken içinde kötü bir his vardı. Genç yaşında büyük bir yük alması, anne ve babasını kaybetmesi, kardeşiyle küs olması, evin geçim sıkıntısını üstlenmesini ona ağır gelmişti. Mezarlığa vardığında anne babasının mezarında dua eden bir teyzeyle karşılaştı. Ömer: “Siz kimsiniz?” Fatma Teyze: “Sen beni tanımazsın ama ben senin küçüklüğünü bilirim. Sen beş altı yaşlarındayken yan kapıda otururdum. Anneni çok eskiden beri tanırım. Başınız sağ olsun.” Ömer: “Teşekkürler.” Fatma Teyze: “Cenazede seni gördüm. Neden ağlamıyordun?” Ömer: “Eğer ben orada ağlasaydım mahalleden arkadaşlarım benimle dalga geçerlerdi. Erkek adam ağlar mı hiç?”
Ömer: “Ben orada ağlasaydım halim ne olurdu? Herkes gülerdi, onlar sizin gibi düşünmüyorlar.”
Mezar başında içini döken Ömer duygulanır ve ağlamaya başlar. Bir anda aklına gelen fikirle ayaklanarak Fatma teyzenin elini öper, teşekkür ettikten sonra hızla eve koşar. Eve vardığında kız kardeşini pencereden dışarı hüzünle bakarken görür. Yanına oturarak başından geçenleri anlatır. Cümlesini bitirdiğinde gözleri dolu doludur ve birbirlerine sarılarak barışırlar. Ömer çekmeceden çıkardığı mektubu kardeşine verir. Babası yerine koyduğu Hasan amcanın hasta olduğunu öğrenen kız kardeşi Melis, abisinin yüzüne şok içinde bakarak “Neden bunu bana daha önce söylemedin?” der. “Hasan amcanın kıymetini yeni anladım ama bunu düşünecek vakit yok. Hadi hemen hazırlanıp çıkalım!” Trenden indiklerinde Hasan amcanın evini bulmaya çalıştılar. Mahallede top oynayan çocukları görüp Hasan amcanın evini sorarlar. Çocuklardan biri evin yolunu gösterir ve korkuyla kapıyı çalarlar. İçeriden hiç ses gelmeyince Ömer içinden “İnşallah biz gelene kadar ölmemiştir.” diye geçirir. Kapı birden açılır. Karşılarında mektubu yollayan kadın vardır. İki kardeş kapı açılır açılmaz içeri girerler. Hasan amcaya sarılıp ellerini öperler. Yaşlı adam evladı olarak gördüğü iki kardeşi görünce çok duygulanır. O günden sonra Hasan amcanın yanına yerleşirler ve mutlu mesut yaşarlar. Ömer sonunda duygularını ifade etmenin önemini anlamış, her zaman sert görünmek zorunda olmadığını fark etmiştir. Azra Ebrar Sarıboğa (7A) İshak Nal (7C) Cemil Türker Ortaokulu Nil Ecem Tokat 10A Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi
Sayfa 42
YAZIN
Sıla “mesleklerin cinsiyetsizliği”ni vurgulayan fotoğraflar seçti, Beyza ve Halime Eda bu fotoğraflarla öykü evreninde bir gezintiye çıktı. değil, işini ne kadar iyi yaptığı olduğunu anladım.” Tam da bu sırada elindeki yiyecekleri dağıtmakta olan erkek bir hostes, amca ile Leyla Hanım’ın konuşmalarına kulak misafiri olmuştur. Amcanın şaşkın bakışları altında yanlarına gelerek yirmi birinci yüzyılda yaşadıklarını ve cinsiyetlerin meslek seçerken önemli olmadığını belirtmiştir. Bunun üzerine Leyla Hanım pilot kabinine geçerek uçağı başarılı bir şekilde uçurmuştur.
Geleceğe Nasıl Uçarız? Leyla Hanım pilot olduğu için yani işi nedeniyle bebeğine bakması amacıyla bir bakıcı aramaktadır. Akrabalarına ve komşularına danışıyordur. Yan komşusu Melahat Hanım geçmişte çocuğuna bakan bir bakıcıyı önemiştir. Leyla Hanım bu kişiyle ilk görüşmesinde ismi Deniz olan bakıcının erkek olduğunu görünce şaşırmıştır. Leyla Hanım erkek bir bakıcının bir bebeğe bakamayacağını düşündüğü için bakıcıya güvenememiş ve tereddüt yaşamıştır. Ama komşusuna çok güvendiği için bakıcı Deniz Bey’le bir deneme günü ayarlamıştır. Ne kadar aklı onlarda kalsa da Deniz Bey’in özgeçmişinin sağlam olmasından dolayı içi biraz da olsa rahatlamıştır.
Ertesi gün evine döndüğünde bebeğini çok iyi mutlu gören ve ona çok iyi bakıldığını anlayan Leyla Hanım bakıcı Deniz Bey hakkında düşündükleri yüzünden utanç duymuştur. Deniz Bey’e dün uçakta yaşadıklarını anlatmış ve ona karşı önyargılı davrandığı için ondan özür dilemiştir. Bundan sonra bebeğe bakması için Deniz Bey’le anlaşmıştır. Deniz Bey evden ayrıldıktan sonra Leyla Hanım bebeğiyle vakit geçirmiş ve uyku saati geldiği için onu uyutmuştur. İki gün boyunca yoğunluğundan dolayı günlüğüne yazı yazmaya vakit ayıramayan Leyla Hanım yaşadıklarını tüm detaylarıyla yazdıktan sonra mesleklerin kadın ve erkek işi olarak ayrıldığı bir dünyada geleceğe uçulamayacağını, gelişilemeyeceğini daha da iyi anlamıştır. Tek kanatla geleceğe uçamayız, diyerek de günlüğünü kapamıştır. Beyza Özbey (7B) Halime Eda Polat (7A) Cemil Türker Ortaokulu Sıla Akgül 10A Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi
Bebeğini bakıcıya emanet ettikten sonra havaalanına gitmiştir. O günkü uçuşunda yolcu kabininde ilerlerken insanların ona karşı olan tuhaf bakışlarından rahatsızlık duymuştur. İçlerinden gözlüklü, tahmini yetmiş yaşındaki bir amca ona “Uçağı sen mi uçuracaksın kızım? Daha önce kadın bir pilota rastlamadım.” demiştir. Bunun üzerine bu tip sözlere alışkın olan Leyla Hanım şunları söylemiştir: “Amcacığım meslekleri cinsiyetlere göre ayırmamalıyız. Örneğin benim de beş aylık bebeğime bakan bakıcı bir erkek. Dürüst olmak gerekirse ben de ilk başta biraz yadırgamıştım fakat aslında önemli olanın işi yapan kişinin cinsiyeti
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 43
İç Yazı Başlığı
sosyal sorumluluk Derya “kadının ve erkeğin ekonomik yükü paylaşmaları” düşüncesini vurgulayacak olan kurgunun zaman, mekân, kişiler gibi unsurlarını belirledi, Çağla ile Betül ise öykünün gidişatını. söyler ve o akşam eve geç geleceğinin haberini verir. Eşini artık üzgün ve yorgun görmekten bıkan anne eşini dinlemeyip İstanbul’un göbeğinde iş aramaya başlar. Bir fırıncının camında ‘’Eleman aranıyor’’ yazısı dikkatini çeker. Fırının sahibiyle konuşup işe alınır. Eşine de işe girdiğini söylememeye karar verir çünkü söylemeye cesaret edemez.
Hayatın Ağır Yükü -Anne? -Efendim kızım? -Geçen sene bana aldığınız mont küçük geliyor da bana yenisini alır mısınız lütfen?
Bu konuşmaları duyan baba odasına gider, içini bir hüzün kaplar ve ağlamaya başlar. O sırada odanın önünden geçen anne eşinin ağlama sesini duyup odaya girer. Baba odaya birinin girdiğini fark edince gözyaşlarını silmeye çalışır, titrek sesi ile:
Her akşam vaktinde hazır olan yemeği, bir akşam hazır göremeyince ve eşinin evde olmadığını fark edince, evlerinde kalan kayınvalidesine eşinin nerede olduğunu sorar. Kayınvalidesinden cevabı alamayınca dışarı çıkar ve eşinin bir telaşla eve koştuğunu görür. Eşinin nerede olduğunu merak eden adam ona sorular sormaya başlar. Eşi artık saklayamayacağını anlayınca işe girdiğini anlatır. Taksici baba eşinin çalışmasının bir sakıncası olmadığını görür ve eşine çalışmak istediğinde kızdığı için pişmanlık duyar. Yükün paylaşınca azaldığını, tek omuzdaki yük ile dengede durulamadığını anlar ve yorgun, üzücü günler sona erer. Çağla Edis (7A) Betül Coşkun (7A) Cemil Türker Ortaokulu Derya Ece Baş 10A Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi
-Gece gündüz çalışmama rağmen çocukların ihtiyacını karşılayamıyorum, der ve eşine sarılır. -Hayatım ben de çalışsam ve tüm zorlukların üstesinden beraber gelsek ya? -Hayır, olmaz öyle şey! Sen elinin hamuruyla erkeklerin işlerine karışma, otur oturduğun yerde; çocuklarına bak, yemeğini yap, der ve tüm duygusallığını bir kenara bırakarak yatağa çekilir.
Tüm yorgunluğunu üstünden atmak umuduyla kafasını yastığa koyarken telefonu çalar. Arayan çalıştığı taksi durağından arkadaşıdır ve müşterilerin olduğunu, hemen gelmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerinde soğuk bir şubat günü sıcacık yatağından ayrılmak zorunda kalır ve kimseyi uyandırmadan evden çıkar. Sabah, anne uyandığında eşini göremeyince eşinin taksiye çıktığını düşünür ama yine de meraklanıp eşini arar. Eşi telefonu açıp o anda çok yoğun olduğunu
Sayfa 44
YAZIN
Cansu “masallar ve bize dayatılan güzellik kalıpları” dedi, Edanur ve Furkan o kalıpları yıktı.
olamıyormuş. Çünkü herkes onu kendisi olduğu için değil, güzel olduğu için seviyormuş. Bir gün saraydan kaçarken padişaha yakalanmış. Padişah ona nereye gittiğini sormuş ve kadın şöyle demiş:
-“Ben artık olduğum gibi yaşamak istiyorum. Ben artık bu kalıpların içinde yaşamaktan sıkıldım.” Padişah bu sözlerin karşısında şoka uğramış ve diyecek bir şey bulamamış. Gitmesine izin vermiş. Köye giden prenses o günden sonra bir daha saraya dönmemiş. Köyde kimse padişah kadar kibirli değilmiş, kimse onu kıskanmıyormuş. Herkes birbirine yardım ederek dayanışma içinde yaşıyorlarmış. Prenses kalıplarını kırdığı için, kendisini başkalarına beğendirme zorunluluğunda hissetmediği için, onu seven ve onun sevdiği insanlarla özgür bir şekilde yaşadığı için geri kalan hayatını mutlu mesut geçirmiş.
Özgürlüğe Giden Yol Günlerden bir gün sarayında oturan güçlü, yakışıklı bir padişah varmış. Bu padişah kibriyle bilinirmiş. Padişahın karısı ise diğer tüm kadınlar tarafından güzelliği nedeniyle kıskanılırmış. Ela gözlü, sarı saçlı, uzun boylu kusursuz bir kadınmış ama içten içe kendisini başkalarına beğendirmeye çalışan biri olduğunun farkındaymış. Sarayda onu gören güzelliğinden etkilenip dönüp bir daha bakıyormuş. Padişah onun saraydan dışarı çıkmasına izin vermezmiş. Günlerini sarayda saray işleri ile ilgilenerek ve sürekli güzelliğiyle öne çıkarak geçirirmiş.
Edanur Coşkun (7C) Furkan Sevingen (7A) Cemil Türker Ortaokulu Cansu Köseoğlu 10A Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi
Sarayda sürekli güzel olma zorunluluğunun yarattığı baskılardan bıkmış. Baskılara dayanamayıp geceleri sarayın arka bahçesinden kaçarak köye gidiyormuş. Saraydan kaçarken makyajını temizler, o şaşalı elbiselerini çıkarır ve günlük kıyafetlerini giyermiş. Saraydan çıktığında kendisi olduğunu hissedermiş. Köylüler onunla arkadaşlık kurup birlikte iyi vakit geçirirmişler, geçirdiği her dakikadan mutlu olurmuş. Çünkü insanlar onu olduğu gibi severmiş. Saraya her geri döndüğünde kısıtlamalarına da geri döner yüzündeki çilleri makyajıyla kapar ve şaşalı kıyafetlerini tekrar giyermiş. Sarayda kimse ile çok yakın arkadaş
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 45
İç Yazı Başlığı
sosyal sorumluluk Nilsu’nun “erkek ve kadının hayatı evde de paylaşmaları” üzerine seçtiği sözcükler Hüseyin Emre ve Sude’nin kurgusuyla bir öyküye dönüştü.
Yıkılan Ön Yargılar Anne kızına “Git babana su getir. Sonra çorbanın altını yak, ağabeyin acıkmış.” diye seslendi. Elif ödevini bırakıp annesinin dediklerini yapmaya başladı. Tam ödevini yapmaya giderken, babası ona “Tavukları besle, sonra evi topla; bu ne dağınıklık? Git sor bakayım, Salih acıkmış mı?” dedi. Elif bu görevleri de yaptı. Ardından yeni görevler geldi ve Elif bitkinlikten ödevlerini yapamadan uyuyakaldı. Ertesi gün Elif okula gitmeden önce ağabeyi “Şu sobayı harla, ev buz gibi olmuş.” diye emirler yağdırmaya devam etti. Elif derse geç kalacağını bile bile ağabeyinin dediğini yaptı fakat aklında tek bir soru vardı: Neden evin tek kız çocuğu olarak tüm işlerin ona yüklendiği. Diğer erkek kardeşleri bir şey yapmıyor, bütün işleri Elif ve annesi yürütüyordu. Babası zaten onun okula gitmesinden yana değildi. Her fırsatta Elif’in kız başına okuyup ne olacağını sorguluyordu. Onun da sonunun annesi gibi ev hanımı ola-
cağını biliyordu. Zaman bu şekilde geçti ve küçük kardeşi Salih’in okul çağı geldi. Ailede eve ekmek getiren tek kişi olan babasının ikisinin birden eğitim masraflarını karşılayamaması üzerine, Elif okuldan alındı. Artık Elif annesi gibi evden çıkmıyor, arkadaşlarıyla zaman geçirmiyordu. Salih okuldan gelince onun ödevlerine yardımcı olup ev işlerini yapıyordu. Yavaş yavaş Elif’in evlilik çağı geldi. Babası onu mahallelerindeki tamircinin çırağıyla evlendirdi. Elif evlendikten sonra da yüzü gülmedi. Tek umut kaynağı kızı Fatma’ya tutunuyordu. Eşi sürekli emirler yağdırıyor, işten döndükten sonra her şeyin ayağına gelmesini bekliyordu. Elif’in değil çalışmasına çarşıya çıkmasına dahi izin vermiyordu. Zaten Şehmuz’un da eve geliş saatleri belli olmuyordu. Bazı akşamlar gece yarısı eve sarhoş bir halde gelip Elif ile tartışıyordu. Bir gün yine Elif, eşi ve çocuğu için yemek hazırlamıştı fakat Şehmuz o gün yine eve geç geldi. Yemek soğumuştu. Bunun üzerine Elif’e sert bir şekilde çıkıştı: “Tek görevin yemek yapmak, onu bile beceremiyor-
Sayfa 46
YAZIN
sun. Sen nasıl kadınsın? Dizini kır, evinde otur dedikçe iyice savsakladın!” diye bağırdı. Elif babasından bu sözlere alışkındı. Küçükken pek anlam veremiyordu, denilenleri anlamıyordu. Ama büyüdükçe yapılan muamele artık sabır sınırlarını zorluyordu. Bu kavga da bardağı taşıran son damla olmuştu. “Hayatımın en başından beri ne istedilerse yaptım, daha küçücükken eğitim hakkım elimden alındı. Evlendim; ‘Çalışma, çocuğuna bak!’ dediniz baktım. Ama artık yeter!” En sonunda kızı Fatma’yı alıp evi terk etti ve eski dostunun yanına gitti.
Şehmuz Elif evden gittiğinden beri karnını doyurmak için bir yumurta bile kıramıyor, çamaşırlarını yıkayamıyordu. Çünkü ne evlenmeden önce ne de evlendikten sonra bu gibi işleri hiçbir zaman kendisi yapmamıştı. Evlenmeden önce ya annesi ya da ablaları evlendikten sonra da Elif ona bakmıştı. Şehmuz işte o anda Elif’e büyük haksızlık ettiğini anladı. Elif’i bulmak için pişman bir şekilde yollara döküldü. Elif ve kızını bulunca onlardan özür diledi ve Elif’in geri dönmesini istedi. Artık eski Şehmuz gibi olmayacağına söz verdi. Onu eve hapsetmeyeceğini artık ev işlerinde yardımcı olacağını söyledi. Aynı zamanda evlerinde iki kişi çalışırsa ekonomik açıdan daha da rahatlayacaklarından Elif’in çalışmasına ılımlı yaklaştı. Bunun üzerine Elif çalışmaya başladı. Kendi oya işini kurdu. Bazen eve yorgun geliyordu. Geldiğinde bu sefer Şehmuz ona yemek hazırlamış oluyordu. Fatma’nın bakımını beraber üstleniyorlardı, evi eşit bir şekilde idare ediyorlardı. Çünkü bir vücutta ne kalpsiz ne de beyinsiz yaşanabilirdi.
Hüseyin Emre Günay (7C) Sude Tuncel (7A) Cemil Türker Ortaokulu Nilsu Balcı 10A Özel Şişli Terakki Tepeören Anadolu Lisesi
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 47
İç Yazı Başlığı
öykü
Uzun Bir Ömür Elindeki kalemin arkasını ısırarak önündeki zor matematik sorusunu çözmeye çalışırken oldukça ciddiydi. Sanki hayatında yeterince problem yokmuş, ağlamaktan gözü hiç şişmemiş, matematik sorusuyla- sanki hayatının en önemli şeyiymiş gibi -cebelleşiyordu. Önüne düşen bir tutam siyah saçını kulağının arkasına sertçe itelerken aklına şu anki yumuşak, temiz ve bakımlı saçı yerine, çok değil bir ay önce, altı yıldır tarak yüzü görmemiş, yağdan gözükmeyen saçının ne kadar berbat olduğu geldi. Bu görüntü gözünün önüne gelince kendinden yine tiksindi. Hayır, ezilmemeliydi, yıkılmamalıydı! Kendini o haliyle hatırlamamalıydı. Gözleri dolduğu anda hışımla kalktı ayağa. Sekiz yıl sonra onu evine alan, ona kol kanat geren babasına ağlamayacağına ve dik duracağına dair söz vermişti. Banyoya gidip kendine bakarken ne bir ay önceki gibi korkulu bakan gözlerini ne de kirden gözükmeyen yüzünü fark etti aynada. Güçlü olduğunu düşündü bir an. Gözünden süzülmemesi için büyük çaba sarf ettiği gözyaşları yavaş yavaş dökülürken aklına, gözyaşının elmaya kendinin de ağaca benzediği geldi. İncecik, masum dudaklarından zarif bir kıkırtı döküldü. Sonuçta elma da ağaçtan dökülüyordu tıpkı gözyaşının da döküldüğü gibi. Sahi, en son ne zaman elma yemişti? En son bir ay önce ekim ayında sokakta tanıştığı arkadaşı Salak ile elma ağacına çıkıp dalları sallayarak elmaların yere dökülmesini sağladıkları gündü galiba. O zaman en büyük sorunu, gelen kışa rağmen nasıl hayatta kalacağıydı. Neyse ki bir önceki yıl olduğu gibi kar, yeşil çimleri ve çiçekleri kaplarken dilenip peçete satmak zorunda
Sayfa 48
YAZIN
kalmamıştı. Arkadaşı Salak’ın dediğine göre bir zamanlar içinde olduğu dilenci kabilesinin lideri Cahit, para getiremeyenlerin bir yerlerini kesip insanların onlara acımasını sağlıyordu. Ona yapmamıştı ama Salak’ın serçe parmağı yoktu. O zamanlar arkadaşına çok üzülüyordu. Bir keresinde iki arkadaş dilenmeye çıktıkları sırada bir genç kadın yanlarına gelip onlara şefkat göstermişti. O gün o kadar mutlu olmuşlardı ki... Sonuçta hayatlarında ilk defa biri onlara gülüyordu. Onlara isimlerini sorduğunda arkadaşının adının Salak olduğunu öğrenen şefkatli kadın kahkahalarla gülmüştü. Ne yapabilirlerdi ki? Cahit, ona hep ‘Salak’ diye sesleniyordu. Herkes de adının o olduğunu düşünüyordu. Bunu düşününce ve arkadaşı Salak’ı hatırlayınca taze bir kıkırtı daha çıktı dudaklarının arasından. Kapı çalınca banyodan çıkan kız, odasına hızla girdi. Ya babası onu ağlarken görseydi! Zaten yanlışlıkla doğmuştu. Annesini hiç görmemişti. Annesinin onu bıraktığı yetimhanede çalışan Nezaket Abla’sının dediğine göre annesi bir hayat kadınıymış. Daha anlamını bile bilmezken Nezaket Abla’sı bunu ona ilk dayağını yediği gün, dört yaşındayken söylemişti. Kapı yavaşça aralanırken içeri babasının evinde çalışan Gül Abla girdi. ‘Ağça, canım, yemek yemek ister misin? ‘dedi. Ağça da yüzüne yalandan gülümsemesini takınarak ‘Hayır, Gül Abla! Sorduğun için teşekkür ederim.’ dedi. Gül Abla’sı balık etli bir bayandı. Çok yumuşak yüz hatları vardı. Babasından sonra ilk defa ondan sevgi görmüştü ve o yüzden onu seviyordu.
Babasının evi Çankaya adında bir yerdeydi. Burası, beş yıl kaldığı Altındağ Yetimhanesi’nin olduğu ve üç yıl da dilencilik yaptığı gecekonduların ve gece içip ona sarkan sapık adamların olduğu Altındağ’a benzemiyordu. Küçük kızın en büyük hayali polis olmaktı. Polis olup dilencilik yapmak zorunda olan diğer arkadaşlarını kurtarmak istiyordu. Kendisi zaten zor kurtulmuştu. Aklına yine kurtulduğu gün gelince her zaman olduğu gibi yüzüne samimi bir gülümseme yayıldı. Cahit genelde en az beş lira getirmezlerse her birini dövüyordu ve bu yüzden o da sokakta dans ederek para topluyordu. Sekiz yaşında olmasına rağmen çok güzel dans ediyor ve yaklaşık on lira topluyordu. Ancak bir gün Ağça çok hasta olmuştu. İlk defa bu kadar hasta olmuştu. Dans etmeye mecali yoktu ve o gün sadece üç lira toplayabilmişti. Cahit ise küplere binip ona tam elini kaldırmıştı ki bir adam ‘Dilenci Kabilesinin Yeri’ olarak adlandırdıkları harabenin içinden çıkıp geldi ve Cahit’i durdurdu. Çocuklar oldukça korkmuştu çünkü onlara göre onlar askerlerdi ve gizli mekânlarını korumaları gerekiyordu ama başaramamışlardı. Şimdi Cahit onları yine dövecekti. Korkmayan tek çocuk Ağça olmuştu ve o halinden gayet memnundu. Hayatında ilk defa dayaktan kaçabilecekti. O harabenin içinden gelen heybetli adam önce Ağça’ya sıkıca sarılmış sonra da Cahit’i bir güzel benzetmişti. Oradan heybetli adamın elini tutarak ayrılan Ağça, Cahit’in belli bir süre arkadaşlarını dövemeyeceğini bildiği için mutluydu. Sonradan babası olduğunu öğrendiği adamla da oldukça gurur duyuyordu. Onun babası dünyadaki tek kahramandı. Bun-
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
ları düşünürken pembe yatağına uzanan Ağça, tam uykuya dalıyordu ki telaşla kalktı yatağından. Matematik sorusunu çözmemişti. Çözmesi lazımdı. Okumalıydı. Arkadaşlarını korumak için, onları kurtarmak için çözmeliydi. Bir hışımla kalktığı yatağa tekrardan düştü. Sürekli başı dönüyordu. Doktorun dediğine göre o kanserdi. Neydi ki o kelime? Ağça omzunu silkti ve yavaşça yatağa yattı. Oldukça yorgundu. Soruyu uyandıktan sonra da çözebilirdi. Acelesi yoktu hiçbir şeye. Daha sonra da polis olmak için çalışabilirdi. Nasıl olsa önünde daha çok uzun bir ömür vardı. Ya da o öyle sanıyordu. Buse Özdemir 10A
Sayfa 49
İç Yazı Başlığı
öykü
Kiralık Dükkân Günün ilk ışıkları, Kunt Apartmanı’na vuruyordu. Her hafta sonu olduğu gibi apartman sakinleri erkenden kalkmıştı. 4 numarada oturan Selahattin Bey çiçeklerini suluyor, 7 numarada oturan Nebahat Hanımsa torunlarını kahvaltıya çağırıyordu. Kapıcı Mustafa, apartmandaki siparişleri not edip bakkala doğru yürümeye başladı. Kapıcı Mustafa’nın siparişleri getirmesiyle kahvaltılar yapıldı, kahveler içildi; çocuklar oynamaya, misafirler sohbete başladı. Öğlene doğru apartmandan birtakım sesler gelmeye başladı. ‘’Olur mu canım hiç öyle şey?’’ ‘’Saçmalığın daniskası!’’ ‘’Vallahi haklısınız komşu. Bu adam iyice bunadı yahu!’’ Apartmanda kaos ortamı oluşmuştu. Olayı anlamlandıramayan Bülent Bey, yan komşusu Nuri Bey’e sormaya karar verdi.
‘’Nuri Amca, ne oluyor Allah aşkına? Nedir bu tantana, bir haberin var mı?’’ ‘’Ben de bilmiyorum. Bizim oğlan olayı öğrenmek için aşağıya indi, o gelince sorup öğreniriz.’’
let! Hiç görülmüş mü böyle şey?’’ dedi Nuri Bey. ‘’Tüm apartman da bundan şikâyetçi zaten. Biri koku olur diyor, öbürü ses...’’ ‘’İt kopuk kaynar apartmanın önü, rezil oluruz tüm millete.’’ ‘’Vallahi haklısınız Nuri Amcacığım. Akşamları tıklım tıklım olur buralar.’’ dedi Bülent Bey. ‘’Adamların verdiği kira miktarı baya iyiymiş. Yönetici de bu yüzden kabul etmiş. Malum kriz zamanları...’’ ‘’Kriz, hepimize kriz oğlum. Yok, olmaz böyle. Şu yöneticiyle adamakıllı konuşmak lazım.’’ Nuri Bey ayakkabılarını giydi ve merdivenlerden inmeye başladı. Bülent Bey evine girerken Selim, babasının ardından aşağıya inmeyi düşündü ama vazgeçti. Büyüklerin baş başa konuşması daha mantıklı olurdu. Nuri Bey yavaşça Sami Bey’in kapısını çaldı. Çok geçmeden kapı açıldı. ‘’Merhabalar efendim, nasılsınız?’’
‘’Bu apartmanın da olayı eksik olmuyor. Kafam almıyor artık.’’
‘’Doğrusunu söylemek gerekirse yarım saat öncesine kadar keyfim yerindeydi ama kulağıma birtakım haberler geldi.’’
‘’Nereye gitsen aynı be oğlum!’’
‘’Nedir efendim o haberler?’’
‘’Orası öyle, Nuri Amca.’’
‘’Duyduğuma göre alt kattaki dükkânı kiraya vermişsiniz. Dükkânı kiraya vermek hakkınız ama kiraya verdikleriniz pek de nezih tipler değilmiş. Konu hakkında bilgi almaya geldim, ben de komşuların yalancısıyım.’’
Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle konuşmaları bölündü. Gelen Nuri Bey’in oğlu, Selim’di. ‘’Geldi bizimki. Olay neymiş bakalım?’’ ‘’Bizim alt katta dükkân var ya…’’ Onaylama mırıltılarıyla devam etti. ‘’İşte yönetici Sami Amca dükkânı birilerine kiraya mı ne vermiş. Adamlar da kafe gibi bir mekân açmak istiyorlarmış ama… Anlarsınız ya… Hani şu içkili, şarkılı olanlardan.’’ ‘’Amaaan! Nişantaşı’nda? RezaSayfa 50
‘’Daha kiraya vermedim ama öyle bir niyetim var. Verdikleri teklifi geri çevirme ihtimalim çok az. Şu sıralar biraz dardayız, malum kriz zamanları. Haliyle elimden gelen tek şey dükkânı kiraya vermek.’’ dedi Sami Bey, halinden umutsuz olduğu belliydi.
‘’Aman yapma, etme Sami Bey! Bizim oğlan söyledi, bar mı ne açacaklarmış. Böyle bir apartmana yakışır mı?’’ ‘’Zamanla alışılır Nuri Bey. İnsan nelere alışıyor buna mı alışamayacak? Siz de yani…’’ ‘’Hadi apartmanı geçtim. Nişantaşı’nda olur mu öyle şey? Yan apartmandakiler ne derler?’’ ‘’El âlem ne derse desin! Ben ne yapayım el âlemi?’’ ‘’Öyle demeyin Sami Bey. Gürültüden rahatsız olurlarsa imza toplarlar. Belediyeye şikâyet etmelerini saymıyorum bile. Hem kiradakiler hem siz davalık olursunuz. Demedi demeyin.’’ ‘’Benim aklımı kurcalayan da o.’’ ‘’Bakın Sami Bey, şunun şurasında kırk yıllık komşuyuz. Bu adamlardan sana hayır gelmez. Belayı peşinde getirir bunlar. Ne apartmandakiler ne de çevredekiler böyle bir şeye olumlu bakar.’’ ‘’Doğru diyorsun. Ben bir de bizim çocuklarla konuşayım. Bakalım onlar bu konuya ne diyor?’’ Sami Bey’le Nuri Bey biraz daha sohbet ettikten sonra Nuri Bey evine döndü. Gün boyunca kapıcı Mustafa, daireler arasında laf taşıdı. Öteki gün herkes Sami Bey’in kararını merak ediyordu. Kimi siparişleri alan Mustafa’nın ağzını yokluyor kimi muhabbete uygun bir ortam hazırlamak için çay saatini bekliyordu. Beklenen haberin gelmesi geç olmadı. Sami Bey, kapıcı Mustafa’dan apartmana haberi duyurmasını rica etmişti. Dükkân kiraya verilmiyordu. Kunt Apartmanı’nda o gün öylece geçip gitti. Bu konu bir daha açılmamak üzere kapatıldı ama apartmanda bu tarz olayların sonunun gelmeyeceği belliydi. Gamze Beyazbayrak Hazır-B
YAZIN
Biz, milyonlarca kuştuk. Kaf Dağı’na kanat açtık. Acı çektik, yaralandık. Bilmiyorduk, aldandık. Kimimiz kandık pınarlara. Dayadık avuçlarımızı. Kana kana kana karıştık. Kimimiz bir rüyaya, bir ümide yaslanıp yaralandık. Çakıl taşları bastık yaralarımıza. Tuz ise geride kalanların kirpiklerine döküldü. Ayna kırıklarından döşenmişti yollar. Birkaçımız kesik görüntümüze aldandık. Okumaya çalıştık ezberden. Ezberimizi gördük suda. Susayazdık. Tutunduk sevgilere. Düşe kalka hep yol aldık. Kırıkları toplardı ne de olsa art bekçileri. Ayna kırıkları birdenbire yok olur, açık yaralar acı kesikler içerisinde unutulurdu. Sudan semaya bir yolculuktu bu. Mavi tahtın Zümrüdüanka’sına adanırdı tüm kurbanlar. Kesik dualarla başlar, akkorlar ile sona ererdi. Karışırken sessizliğe, yenilme. Gel, yenilme. Gel, bak uçurtma bayramları var. Sen de tut cam kırığı ipleri. O zaman serçe parmakların yakalar pudra kokulu günleri. Bilyelerin saklanmıştır belki astarına. Kumbaranda biriken zamanını saydın mı hiç? Saatinin metronomuna yapışmış bir çocuk kelebek. Uçmayı düşler. Düşünde görür. Gördüğünü unutur. Bilmez mi ki unutan görünmez olur? Haydi sevin de gel. Ölümsüz, özgür çocukluğuna yeniden yol ver. Acısın özlemlerin. Pandoran solusun belleğinde kalan son keşkeyi. Eteklerine dökülürse birkaç yaprak, dert etme art bekçilerini. Süpürür görülen geçmiş zamanlar şimdileri. Geriye kalansa birkaç özne yalnızca. Öznelere sıkışmış cümleler, hiç bitmeyecek gibi uzanan parşömenler, oluklarına sığmayan yaralar… En çok da yaralar. Sızısını unutmuş. Unutunca da görünmez olmuş. Seher vakti gülünü arayan bülbüller konar bu yaralara. Birkaç damla yapışır, sallanır, nihayetinde de akar. El değmemiş yaralarda parmak izi kovalar üç beş dedektif. Spektrumlarda kırılan ışık huzmeleri aydınlatır boş sokakları. Rüzgâr eser evlerin arasından. Bir toz bulutu havalanır. Semaya karışırken dilinde yolculara özgü aynı dua. Belki de son istektir cam kırığı bir uçurtmayı tutabilme dileği. Haydi koş. Haydi gel. Bir avuç sevinç al annenden. Arta kalırsa buruk hüzünlerinden, bana da biraz ver. Hibesine saklanır saflık, beyazlık, temizlik ve niceleri. Ak kelebekler yakalayamasın diye seher yellerini semaya gün bakmaz olur. Doğan güneş batmaz olur. Bir şal alır boş sokaklar üzerine; seyre dalar kabuğu kırılmış su kaplumbağalarını. Öylesine, öylesine yalnızız ki... Şu koskocaman şehir ve biz, bak. Ne olur! Bari sen gel. Peşine tak süt lekelerini, mavi kubbelerini, asla açılmaz denen kilitlerini. Havada asılı duran son uçurtmayı vurmasınlar! Cam kesiği parmaklarımız tıkar belki olukları. Kana kana kanar ceylanlar pınarlarından. Cam kesiği parmaklar süt lekesi boyar; süt lekesi akar… Batmayan günün gecesinde uykuyu arzular kapanmaya direnen gözlerim, gözlerimiz. Yine gözler semaya dikilmeye korkar. Yıldızların çağrısını duymamak içindir bu çaba. Temiz ve bir o kadar da nafile. Kim bilir? Belki de aldatıldık. Belki dünya hiç dönmüyor. Hem dünya dönseydi tüm kaybolanlar, tüm kaybolmuşlara rastlamazlar mıydı günün birinde? Demir dağı eritmeye gerek kalır mıydı o zaman? Elle seçilmiş mevsimler, serpiştirilmiş yıllar, sıkıştırılmış kelebekler, kelebek tuzakları… Unutulacak olan bir rüyanın bahçesinde yetiştirilen kırmızı güllere koşar şafak vakti bülbüller. Soluk tenlere henüz ay düşerken Zümrüdüanka emanetini ister. Kesik kılıçlar, en az süt lekesi kadar temiz elbiseler, duru sular ve susayazanlar da boyun eğer, hıyanet etmez emanete. Batmayan günün gecesindeyse ilk buluşma vakti seferdekilerle. Seferden dönemeyecek birer gemide de olsalar. İmkânsız. Yanıldılar. Ölüm yok. Ölünmüyor çünkü yıldızlar hiç sönmüyor. İmkânsız. Ah imkânsız! Gel. Uçurtma bayramları var. Haydi sevin de gel. Ölümsüz, özgür çocukluğuna. Zülal Tannur 10A ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 51
İç Yazı Başlığı
öykü
Anım Evreni Herkes için nesnel özellik gösteren ve çeşitli yollarla sembolleştirilen birtakım olguların oluşturduğu hayali boyutlar vardır. Kimi zaman daha somut düşüncelerle oluşurken, kimi zaman da soyutlarla bütünleşir. Benim evrenimde ise her şeyin farklı anımsatıcısı, kişisi ve duygusu vardır. Herhangi biri için hiçbir şey ifade etmeyen küçük bir kağıt parçası bile, benim için her şeyden değerlidir. Kendi zihnimde kurguladığım küçük ama aslında kocaman olan o bütünlük de, bunlar gibi anlamlaştırdığım birçok şeyden meydana gelir. Benim bir parçam haline gelmiş bu evren aslında göründüğü kadar karmaşık değil. İçimi karartan güneşli bir öğlen saatinde yine aynı yerde, aynı şekilde duruyorum. Etrafımdaki her nesne aslında bir hiçten ibaret, ilgimi çeken tek bir şey bile yok. Kaybettiğim onca insan ve onca vakitten sonra hayata tutunmak için hiçbir sebebim yok, hâlâ aramama rağmen. Kabul görmüş gerçeklikten bağımsız var olan kendi dünyamdaki hâkimiyetim hâlâ sürüyor. Karmaşık değil. Basit. Yalın. Sade. Kırılmış kalbimin parçalarını toplamaya zamanım bile yok. Adeta hiçliğin ortasına sürüklenirken benliğim zayıflıyor, onun izlerinde kayboluyorum. Ben bitiyorum, belki de ölüyorum. En acısı da bunu paylaşabileceğim şey yalnızca aynada ağlayan silüetim. Hayatımda başıma gelip gelebilecek en güzel şey şimdi bir anıdan ibaret. Bitmiş bir anı, bir daha tekrarı olmayacak. Geri dönüşüm yok, ileri gitmem imkansız. Hayata tutunmaya çalışıyorum fakat gücüm günden güne tükeniyor. Yaralarım her geçen gün daha çok canımı yakarken havanın kapandığını, fırtınanın güçlendiğini görüyorum. Camı açıyorum ve bakıyorum dalgalanan denize doğru. Esen rüzgarın şiddeti artıyor ve her saniye yaralarım daha çok sızlıyor, geriye dönüyorum her anı tekrar yaşarmışçasına. Yine yanımda olan tek şeye bakıyorum. Çaresizliğimin görüntüsü yeni bir yaranın açılmasına neden oluyor. İzler hiç geçmiyor, değişmiyor. Beklemek beni ölüme mi götürüyor? Eğer öyleyse acaba daha fazla beklemeyip hemen mi gitmeli? Şöminenin yanında kendimi aramaya koyulduğum yeni bir zaman diliminde yine çayımı yudumluyorum. Her zamankinden daha farklı bir his var içimde. Anlamının ne olabileceğini düşünüyorum. Elimde yine sorular
Sayfa 52
YAZIN
var ama cevapları bulmak çok güç. Cevapsız sorularım o küçük evrenimin bir kısmında varlığını korumaya devam ediyor. İçime tamamıyla unuttuğum yabancı bir duygu doğuyor. Sanki bir umut gibi, ikinci şans gerçekten var mıdır? Buna inanmalı mı? Sıradan bir sabaha tekrar uyanıyorum. O yabancı his varlığını koruyor hatta daha yoğun, daha yorucu bir şekilde. Ne yapmalı? Bunu kendime yeni bir başlangıç olarak mı inandırmalıyım? Bunca zaman bunun gerçekleşme ihtimalini bile hayal edemiyorken nasıl olur da şu an düşünebilirim? Normal insanlar gibi bir gün yaşamaya karar veriyorum, dışarı çıkıyorum ve bu kış günündeki parlak güneşten sıkılarak gölge alan bir ağacın altına oturuyorum. Her şey değişti. Hayatım sanki yeniden şekillendi. Nasıl ikinci bir kez kalbim yine yerinden çıkacakmış gibi atıyor? Aşk yeniden beni mi buldu? İkinci şans gerçekten varsa ve buna inanıyorsam, ikinci aşklar da mı var? Buna da inanmalı mıyım tüm kalbimle? İkinci kez birini yine delilercesine sevebilir miyim? Kendimi bile unutmuşken ben, başka birini öğrenebilecek miyim? Kendimi buldum, onu buldum. Küçük bir evrenden bahsedip duruyordum. O küçük ama aslında kocaman olan bütünlük aşksız hep eksikti, bu yüzden yolumu bulamazdım. Yaralarım geçiyor, izler siliniyor, gücüm artıyor. Yaşadığım bu yenilenme bana kaybettiğim her şeyi yeniden kazandırıyor. Anım evrenim artık eksik değil ve ben artık tamamım.
İrem Enç 10B ŞTTL
YIL:19
Sayfa 53
İç Yazı Başlığı
öykü
Gece ile O gün uyandım, perdeleri açtım sonuna kadar. Güneş ışığı içimin en derin noktalarına kadar işlemişti. Gazeteci çocukların bağrışmalarını, pazarcıların müşteri çekmek için verdikleri insan dışı ve kirli rekabeti, Ayşe Teyze ile Aliye Teyze’nin yaptığı dedikoduları, küçük çocuğu ekmek çaldığı için kovalayan Fırıncı Hasan Amca’nın azarlamalarını; alt komşum Feride’nin, nişanlısından ayrıldığı için iç çekmelerini duyuyordum. Ama o cıvıl cıvıl kuş sesleri, bastırmaya yetiyordu her şeyi. Yeni umutlar, yeni heyecanlar açılıyordu doğan güneşle. Kalktım, yürüdüm mutfağa; açtım buzdolabını, seçmekte çok zorlandım o gün ne yiyeceğimi. Peynir mi yesem zeytin mi? “Ah, bu zenginlik!” yordun beni. Sonra odama geri dönüp üstüme en sevdiğim beyaz gömleğimi giydim, annemin başucumda duran fotoğrafına uzun uzun baktım, sonra öptüm fotoğrafını. İşe gitmek için hazırdım artık. Otobüse doğru yürümeye başladım. Durağa geldiğimde elimi cebime attım, sonra otobüse binemeyeceğimi anladım. Ama zaten “Yürümeyi alışkanlık haline getirmeniz lazım.” demiyor mu doktorlar? Bugün de yürümeye karar verdim. Fabrikaya yaklaştığımı kilometrelerce öteden bacadan çıkan dumandan anlayabiliyordum. Fabrikaya gelir gelmez çalışmaya başladım. Hiç durmadan saatlerce çalıştım. Her şey aynı, her gün aynı... Zıtlıkların uyumunu hep garipsemişimdir; iyi ile kötünün güzel ile çirkinin, gerçek ile sahtenin ama en çok gece ile gündüzün. Geceleri bir melankoli çöker üstümüze, tüm günün yükü sırtımızda kambur etmişken bizi, yeni güne uyanmanın verdiği umut ile geçer gündüz. Ama bu iki zaman dilimi bir günü, uzun vadede bir hayatı oluşturur. Yani tamamlar birbirini. Çok zor bir gündü. Sabah yürümekten akşam yürümeye yetecek gücüm yoktu. Cebime baktım ama cebim yine boştu. Kaderime razı gelip yürüyecektim. Hava kapkaranlık, sokaklar bomboş. Gömleğimin üstüne bir şey giymemişim, üşüyorum. Sabah yediğim bir peynirle duruyorum, açım. Hasretliyim, annemin fotoğrafını defalarca öpmek istiyorum. Bıkmışım bir döngü üzerinden hayat sürmeye. En sonunda geldim evime. Rutubet kokuyordu her yer, pencereleri açtım. Gazeteci çocukların bağrışmalarını, pazarcıların müşteri çekmek için verdikleri insan dışı ve kirli rekabeti, Ayşe Teyze ile Aliye Teyze’nin yaptığı dedikoduları, küçük çocuğu ekmek çaldığı için kovalayan Fırıncı Hasan Amca’nın azarlamalarını, alt komşum Feride’nin nişanlısından ayrıldığı için iç çekmelerini duyuyordum. Ama bunları bastıracak kuş seslerini duyamıyordum. Elmas Zeynep Bamyacı 9C ŞTTL
Gündüz
Sayfa 54
YAZIN
Anne Karanlık odasının küçük penceresinden dışarıyı izliyordu. Küçük bir mahalle olmasına rağmen dopdolu bir yerdi odası. Orta yaşlı kadınlar ellerinde manavdan ne aldıkları görülen, içinde meyve sebze bulunan poşetlerle yürüyor, yaşlı teyzeler oturmuş gelinlerine söyleniyor, küçücük çocuklar her şeyden habersiz top oynuyorlardı. Mahalledeki evler sessizdi. Genelde kahverengi ve krem rengi olan evlerin duvarları çok kirliydi. Biraz ileride bir anne ve kıza ilişti gözleri. Kızın sırtında pembe bir okul çantası vardı. Altın gibi parlayan sarı saçları iki yandan örülmüştü. Üzerinde pileli, gri bir etekle turuncu bir penye vardı. Çorapları da penyesi gibi turuncuydu. Üzerinde ise eteğiyle aynı renk bir hırka vardı. Annesi ise kızının yanında olmasından çok mutluydu belli ki. Asil bir gülümseme vardı kadında. Mor uzun kollu bir elbisesi vardı. Saçları ise kızının saçı gibi sapsarıydı. Biraz daha dikkatli baktığında her ikisinin de aynı renk ve aynı model siyah pabuçlar giydiğini fark etti. Kız aniden durdu ve yere eğildi. Yerdeki beyaz papatyayı koparıp annesine verdi. Annesi ise kızına kocaman sarıldı. Genç kızın zümrüt yeşili gözlerinden bir yaş aktı. Yıllar önce o da annesiyle böyleydi. Annesi onu terk etmeden çok önce. Annesinden geri kalan ise kızının kırık kalbi ve kızıyla çekilmiş olduğu eski bir fotoğraftı. Sadece basit bir fotoğraf gibi görünse de kızı için çok önemliydi. Sahi ne demişti giderken: “Bir gün mutlaka geleceğim.” Ama gelmemişti işte. Gelmeyecekti de. O an kapının tok sesi evin içinde yankılandı. Babası evde değildi yine. “Kesin yine kumarhanede kumar oynuyordur.” diye düşündü genç kız bir an. Hiçbir şeyleri kalmamıştı. Babası bütün mallarını kaybetmişti. Saçları beyazlamış, göbeği çıkmıştı adamın ancak o bal gibi ela gözlerinden hiçbir şey eksilmemişti. Genç kız zümrüt yeşili gözlerinden inci gibi akan yaşlarını silerek aşağı doğru inen merdivenlere koştu. Kız daha aşağı inmeden kapının anahtarla açılma sesi geldi. Genç kız daha da meraklandı. Giriş kapısı salondaydı. Salonun kocaman, kahverengi ve kapalı bir kapısı vardı. Odanın kapısını açtığında gözlerine inanamadı. Salonun ortasında kızın gözlerinin renginin aynısından olan, kocaman dolu gözleri ve siyah saçlarıyla bir kadın duruyordu. Kadının giydiği kırmızı penye ve siyah pantolon kadının esmer tenini ortaya çıkarmıştı. Kadının elinde ise kızın küçükken sürekli oynadığı oyuncak bir bebek vardı. Genç kız kadına sarılmadan önce özlemle haykırdı: -Anne… Buse Özdemir 10A
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 55
İç Yazı Başlığı
öykü
Meşe odunu külleri ruhunun içinde saklambaç oynarken irislerine kelepçelenmiş kutular, ayak bileklerine dolanırmış gibi sessiz vaveylalarını küçük kıza çevirdi. Beline kıvrılmış siyah saç tutamlarını geride tutarak en üstte duran kutuyu ürkek bakışlarla taramaya başladı. Minik gemi motifleri ve yaldızlarıyla bezenmiş kutu, kızın adımlarını kendine çekmek istercesine vaveylasını susturdu. Saç tutamları bilinçsiz hareketlerle sağ omzuna kaydı. Başının bu meraklı davranışı ve masum tebessümlere gebe gözleri, sahip olma isteğini körükledi. Ufak adımlarında saatin tik takları saklıyken, kutuyu parmakları arasına sabitledi ve yeni boyandığı her halinden belli olan sarı sandalyeye oturdu. İstekli tavırlarla, içten içe tatmin olmayı bekleyerek kutunun kapaklarını araladı. Göz pınarlarına dolmuş kâğıttan bulutlar karşıladı dünyasını.
Parçalara ayrılmış bölümler arasında anımsamalar… Gökyüzünden çekip alınmış saydam gökkuşağının beline dolanması, bulutlarla aynı boya sahip olunması, yaptığı resimlerde gözleri kapalı “figürler” çizmesi, yıldızlarla sohbet etmek adına yeryüzünden göğe merdiven basamakları dayaması, bisiklet tekerleklerinin demirlerini boya fırçalarıyla süslemesi, sarı botlarla su birikintisi üzerinde iz bırakması, gezegenler arasına zincir dolayıp ip atlaması, sırıtmaktan yarısını dışarı üflediği balon havasının piyano sesi çıkarması, ters durmuş kozalakların tırnak uçlarında ıslık çalması ve köpükten binalardan uzakta gemi motifleri arasına hamak bağlamış otururken avuç içlerindeki sevimli dünyayı bir sağa bir sola sallaması… Kutunun içindeki anımsamalar küçük kızın hoşuna gittiğini her açıdan belli ediyordu. Etiketlenmiş ikinci kutuyu parmak aralarına sıkıştırdığında heyecanı pembeleşmiş yanaklarına öpücükler kondurdu. Etiketin üzerine ‘’kusursuz’’ yazılması, amaçlanmış cümlelerin oluşturduğu şarkı sözleri küçük kızın bakışlarını istemsizce soğutmuştu bu etiketten. ‘’Dün gece yaralı küçük bir kız bulunmuş Etrafına sarı kurdeleler sarılmış Son bir kez süslemek istemiş onu büyükler Yine yasaklarıyla
Dün gece ufacık bir çiçek solmuş Bugün yeniden güneş doğmuş Bak burada küçük bir kız ölmüş Ruhu büyüyüp kadın olmuş’’
(Sarı Kurdeleler/ Model)
İstenmeyerek kapakları aralanmış kutunun içi hiçliği benimsetip küçük kızı etiketlemişti. Zihnini bulandırmış, yasakları sorgulamamayı öğretmiş, hayallerine aldığı ufak darbelerle yalpalamayacak kadar büyük etiketlenmeye bağışıklık kazanmıştı. Masum tebessümlere gebe gözleri kaybolurken gülüşünün tomurcuklarından yükselen fidanların yaprakları boynuna sarılmış, şah damarını tehditkâr bir biçimle okşamıştı. Duygularına oturan yükün var ettiği ağırlık ‘arayış’ diye çırpınmaya başladığında, düşüncelerini emziren tilkilerin kuyruklarını tekrar bağlamayı isteyerek son kutusunu açmak için kemikli parmaklarını hareket ettirdi. Arkasında iki beden sessizlik kaftanı giyerek kenara çekilmiş bu boşluktan kurtarılmayı bekliyordu. En savunmasız anında umut olan keskin dalgalar ve yapması gerekeni fısıldayan rüzgâr en sadık dostuydu ama sırlarını bilen derinlikler bugün yardım etmiyordu. Buraya her çıkışında asi olan dalgalar bugün hiç olmadıkları kadar durgun, aşinası olduğu kayalara çarpan hırçın suyun sesi bugün kulaklarını tırmalamıyordu. Zihninin rotasını kaybetmiş, karanlıkta düşüncelerinin uçlarına basarken, havada hiç olmadığı kadar hafiflemiş şekilde aşağı süzülmeye devam ediyordu. Kaybolmuş hayalleri arayışta olan ikinci kutu da uçurum kenarından sallanınca; saydam gökkuşakları yüzerken, havada asılı kalmış bulut parçaları ağlarken, hamakta sallanan dünyası deniz dibini boylamıştı. Etiketlendiği kutucuklar hayallerine ok atınca, imgelerde arayış başlatınca ve uçurum kenarında umut sallandırınca; küçük kız kutucukların izinde hırçın saçlara boyanıp her geçen kapak açılınca ve tükenmiş çocukluğu büyüklerin yasaklarıyla süslenince sandalyeye kurulmuş ayakları altında yavaş yavaş yere basabilme, zemine konabilme hissi var oldu. Kapının sert çarpışıyla ‘’küçük’’ haline vuruldu. ‘’Kutu etiketleme süren doldu. Sıra bir sonraki küçültülmüş kızda!’’ Aylin Pak 10C ŞTTL Sayfa 56
YAZIN
Gülümse Okulun ilk günüydü. Elif, dönüş yolunu sokaktaki kuşlara kötü kötü bakarak yürüdü. Çok kızgındı. Eve gelir gelmez battaniyenin altına girdi ve gözlerini tatlı bir ikindi uykusu için kapadı. O sırada aklından güzel gözlü annesi geçti. Mahsun gülümsemesini gözlerinin önüne getirdi. Ah, ne güzel de gülerdi annesi! ‘’Keşke onun gibi gözlerim olsaydı.’’ dedi kendi kendine. O sırada kapı çaldı. Annesi içeri girdi. Ona kocaman sarılıp o lavanta kokusunu içine çekti. Saçlarını, kokusunu o kadar çok özlemişti ki bırakmak istemedi. Aksine o an, sonsuza dek sürsün istedi; bir kendisi biliyordu çektiği anne hasretini. Okulun ilk gününün bu denli kötü geçmesinin nedeni belki bu özlemdi. Çok sıcak olduğu için battaniyeyi ittirdi üzerinden, sonra annesine sanki bir daha hiç görmeyecekmiş gibi gülümsedi. Ona, onu çok sevdiğini söylemek istedi ama kelimeler ağzından bir türlü çıkmadı. Annesi de ona bir şey söyleyemedi. Sadece gözlerine uzun uzun baktıktan sonra, ‘’Ben de seni çok seviyorum, canım kızım.’’ der gibi gülümsedi. Elif’in köpeği birdenbire havlayamaya başladı. Elif, ağlamaktan ıslanmış gözlerini yastığının kenarına sildi. Ardından yavaşça yataktan kalkıp penceresine yöneldi. Dışarı baktığında sokak kapısından girmekte olan babasını gördü. Elif, köpek ve babası yaklaşık iki yıldır, annesinin ölümünden beri, bu yıkık dökük evde tek başlarına yaşıyorlardı. Cemre Şenlik 11A
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 57
İç Yazı Başlığı
öykü
geç kalmış aklın ipleri “Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.” diyordu çok sevdiğim bir kitapta. Herkesin hayatının dönüm noktası farklı şekillerde ve farklı yaşlarda yaşansa da belirli bir yaştan sonra bazı şeylerin farkına varmaya ve düşünmeye başlarız. Bu farkındalıklar yüzünden zamanla masumluğumuzu yitiririz, karşı koyuşlar başlar. Benim bazı şeylerin farkına varmaya başlamam on altı yaşındayken olmuştu ve ben o günden beri içten içe çürüyordum. “Kaçma!” diyordu bir ses. Koşmaya devam ediyordum. Deli gibi koşuyordum. Ailemden, geçmişimden, nasıl olacağı bilinen geleceğimden, sevdiğim kadından kaçıyordum. Belki de kendimden… Kulaklara zarar verecek kadar şiddetli dalgaların olduğu bir sahilde bembeyaz kıyafetler içinde nereye koştuğumu bilmeden devam ediyordum. Asla durmuyordum. Dalgaların sesi kesilmişti. Artık sadece ben ve kafamın içindeki sesler vardık. “Dur!” diyorlardı. “Yorulmadın mı?” Onlara kanmamalıydım ama kanmıştım işte. Durmamam gerekiyordu ama durmuştum. Yakalamışlardı beni. Görüntüleri yoktu ama sesleri bile beni delirtmeye yetiyordu. “Hadi ne duruyorsun?” dedi. “Öldürsene beni.” “Neden?” diye sordum. “Sen öldürmezsen ben öldüreceğim.” cevabını vermişti. Aralarından biri benimle konuşurken diğer ikisi görünmeyen vücutlarıyla beni tutuyorlardı. “Şimdi sana iki seçenek sunacağım: Kaçmaya devam edeceğim dediğinde seni öldürmem mi yoksa artık kaçmayacağım ve yüzleşeceğim deyip senin beni öldürmen mi? Unutma, şakam yok!” dedi. Kendime belki de ilk kez güvenerek “Kaçmaya devam edeceğim ve seni öldüreceğim.” cevabını verdim. Güldü ve “Sen asla akıllanmazsın.” dedi. Sinirlenmiştim, çok sinirlenmiştim. Yerde bulduğum taşla havaya vurmaya başladım. Sesler yine kesilmişti. Sanırım onları öldürmeyi başarmıştım. Anlam veremediğim bir şekilde üstümdeki bembeyaz kıyafetler siyaha dönerken yerde ölü bir şekilde yatan bir beden belirmeye başladı. O zaman anladım ki benimle uğraşan üç kişi değil yalnızca bir kişiymiş. Yüzünü seçmek için biraz daha
Sayfa 58
yaklaştım ve gördüğüm şeyle dehşete düştüm, lâl oldum. Yerde ölü bir şekilde yatan bendim. Kendimi öldürmüştüm. Kan ter içinde, on senedir gördüğüm bu lanet kabustan uyanmıştım. Ama bugün bir ilkti. On altı yaşımdan beri Allah’ın her günü gördüğüm bu kâbusun sonuna ilk defa şahit olmuştum. Normalde sonuna gelemeden uyanırdım. Artık nasıl dehşet içinde kalktıysam... Alev de telaşlı bir şekilde uyanmıştı. Alev, bu hayatta beni kendinden çok düşünen tek kişiydi. Sevdiğim kadındı. İki senedir tüm yıpratıcılığıyla devam eden bir ilişkimiz vardı. Beraber yaşamaya başlayalı yaklaşık bir yıl olmuştu. Yıpratıcı dediğime bakmayın. Benim tarafımdan yıpratılan bir ilişki desek daha doğru olur. Bana verdiği değerin karşılığını geri alamıyordu. Onu çok seviyordum. Kendimden çok seviyordum ama bunu ona yansıtamıyordum. Bu durum onun için yorucu bir hâl almaya başlamıştı. Hayatıma girmiş tüm kadınların yaptığı gibi o da beni bir gün terk edecekti. Haklıydı da. Ben olsam ben de beni sevmezdim. Bana iki saniye de olsa huzur veren sesiyle ne gördüğümü sordu. Her sabah bıkmadan, usanmadan sorduğu gibi… Umursamaz bir şekilde homurdandım ve “Yok bir şey!” dedim. “Her gün gördüğüm saçma rüya işte”. Onunla hiçbir şeyimi paylaşmıyordum. Oysa her şeyini… Bu durumdan çok rahatsızdı, çok üzülüyordu biliyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu. Hayatım boyunca böyle bir adam olmuştum. Aşamadığım bazı şeyler vardı. Kimseyle paylaşmazdım duygularımı. Küçük evimizin salonuna gittim. Alev, kahvaltı hazırlamıştı. Oturdum. Ölüm sessizliği vardı sanki. Normalde ben susardım, Alev konuşurdu ama bugün ikimiz de konuşmuyorduk. Anlamıştım ki artık Alev’in de takati kalmamıştı. Arada bana bakıyordu, göz göze gelince bakışlarını kaçırıyordu. Korktuğum ve duymaya alıştığım cümleleri söylemeye hazırlanıyordu. “Söyle Alev.” dedim. “Nasıl başlayacağımı bilmiyorum Özgür ama artık konuşmanın vakti geldi. Ben yoruldum. Gerçekten yoruldum. Bir senedir yanımda sen varken hiç olmadığım kadar yalnız
YAZIN
hissediyorum kendimi. Sanki tek başıma yaşıyorum şu küçük evde. Ne gülüyorsun ne konuşuyorsun ne anlatıyorsun. Bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey yok, kalmadı. Seni çok seviyorum ama bu böyle yürümez. Artık bazı şeylerle yüzleşmen ve onlardan kaçmayı bırakman gerekiyor. Hayatını düzene koyman gerekiyor. Bir iş bulman gerekiyor. Lütfen biraz zaman tanıyalım birbirimize. İkimiz için de en iyisi bu.” Konuşmaya devam ediyordu ki sözünü kestim. “Ayrılalım.” dedim. Şaşkınca suratıma baktı, gözleri dolmaya başladı, elleri titriyordu. Onu böyle görmeye dayanamıyordum. “Ara vermek boşa çaba. Ayrılmamız ikimiz için de en iyisi.” dedim. Oyuncağını kaybetmiş bir çocuk masumluğunda ağlamaya başladı. Dayanamadım ben de ağladım. O akşam, birbirimize sarılarak ve ağlayarak geçti. Sabah eşyalarını topladı. Annesine gitmek üzere kapıya yöneldi. Tam gidecekti ki geri döndü. İkimizin de gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı. Son sarılışımız olduğunu bilerek sımsıkı sarıldık birbirimize. Doyasıya kokladım saçlarını. Dudağıma son bir buse kondurdu ve “Bana bir söz ver. Ben gittikten sonra tüm kabullenemediğin, kendine bir türlü itiraf edemediğin şeyleri söyleyeceksin kendine. Kurtulacaksın kafanda dönen o seslerden. Kendine geleceksin.” dedi. “Tamam, söz veriyorum.” dedim. Aradan bir saat geçti, iki saat geçti ve benim tek düşündüğüm şey “Acaba bir gün affeder mi beni?” idi. O an kendimden bir kez daha nefret ettim. Yaşadığım her şeyi hak ediyordum. Gerçekler buydu. “Evet! Ben iğrenç, hayatı boyunca bir b... olamamış, her şeyden kaçmış korkak herifin tekiyim. Babam kim, onu bile bilmiyorum. Kimim ben? Annem benimle neden konuşmuyor? Yıllar boyunca kime baba dedim ben? Bu hayatta kime, ne katkım oldu?” diye tüm sesimle bağırdım. Sonra uzun bir sessizlik... Kafamın içindekiler bile konuşmuyordu artık. Alev kafamın içindeki seslerden kurtulmamı söylemişti. Kurtulmuştum. Ama bu şekilde iki dakika bile dayanamazdım ben. Onlarla yaşamaya alışmıştım. İlk defa naifliğin inciticiliğini, yitikliğin sakinliğini, deliliğe varışın ansızın gelişini iliklerime kadar hissediyordum. “İşte ben buyum sevgilim, özür dilerim.” dedim. Bunu onun yüzüne söyleseydim de bir şey ifade etmeyecekti. Hiçbir kadın geç kalmış bir aklın iplerini kesmekten kendini alıkoymazdı. Aklımın iplerini saldım ve o iplerle kendimi astım. Eylül Uzunyayla 10C ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 59
İç Yazı Başlığı
öykü
Fotoğrafla Yolculuk Güneş daha odayı aydınlatmadan dayaktan morarmış gözlerini açtı. Bir yandan kocasını uyandırmamaya gayret ederken bir yandan da yatağın kendine ait olan kısmını topladı. Dün gece kocası uyuduktan sonra toplamış olduğu bir iki eşyasını da alıp sessizce odadan çıktı. Çoktan evlenip gitmiş olan kızlarının odasına girdi, odada hâlâ onların kokuları vardı. Kızlarının kokusu çekebildiği kadar içine çekti, doyamıyordu bu kokuya ancak biliyordu ki bu sefer o kokuyu son kez içine çekiyordu. Kızlarının odasından da çıktı ve evin kapısına doğru yöneldi, askıda asılı olan uzun paltosunu üstüne geçirip ayakkabılarını giydi. Bir daha dönmemek üzere evden çıktı.
“Kafama koydum gitmeyi bir kere. Otuz iki yıldır karılık görevimi yerine getirdim, artık bu çileyi çekemem. Hem o kendisine yeni bir kadın bulur, sıkılmıştır benden. Engelleme beni Adile, uzun zaman düşündüm bunu ve en iyisinin bu olduğuna karar verdim.”
Sabah ayazında daha hiçbir dükkân açılmamışken yürüyordu bir belirsizliğe doğru. Beklemediği bir anda arkasından ona seslenen birini duydu. Döndü, baktı, sanki fark etmemiş gibi yürümeye devam etti. Arkasından hızlı adımlarla gelerek adını haykıran, tek güvendiği insan olan Adile’nin kalbini kırmak istemese de yürümeye devam etmeliydi. Sonunda dayanamayıp durdu.
Ünzile, çitleri geçtikten sonra oradaki bir ağacın altına dinlenmek için oturdu. Esen rüzgârlar yüzünden biraz üşüse de evden çıkarken giydiği palto azaltıyordu çevrenin soğuğunu. Yanında götürmek için topladığı eşyalarını çıkardı, aralarından otuz yıl kadar önce çekilmiş olan solmuş fotoğrafı çıkardı ve uzun uzun bakmaya başladı fotoğrafa. Bu fotoğraf çekildiğinde on bir yaşındaydı, hamileydi. Fotoğrafa baktıkça küçüklüğünü hatırlıyordu. Ünzile’nin dokuz kardeşi vardı ama ikisi zatürreden, üç abisi ise daha Ünzile doğmadan Menemen Olayı esnasında ölmüştü. Ünzile beş yaşına geldiğinden beri ailenin en alımlı, en narin, en güzel kızı olacağı belliydi. Öyle ki yedi yaşına bastığı günden itibaren görücüler gelmeye başlamıştı. O zamanlar neler yaşandığına tam aklı ermiyor olsa da yaşananlar hiç hoşuna gitmemişti, bir görücü gelmeyedursun annesinin yanına gider gözyaşları dökerdi. Bunları aklına getiren Ünzile’nin şimdi de gözleri dolmuştu, zor bir çocukluk geçirmişti. Özellikle de sekiz yaşına gelmesine birkaç ay kala yaşananlar onun gibi narin birini çok hırpalamıştı. Sekiz yaşında sayılırdı artık görücülere alışmaya başlamıştı. O gün bir görücü gelmişti, otuzlu yaşlarında bir adam. Ünzile’yi çok beğendiğini, onu çok istediğini söyleyip duruyordu. Adam, daha küçücük bir çocuk
“Bırak da gideyim ahiretliğim, izin ver de gideyim buralardan.” “Nereye gideceksin Ünzile bir başına, yanında erkeğin olmadan?” “Para biriktirdim. Çocuklarım varken kalmak için bir sebebim vardı ama onlar da gitti evden dayanamıyorum artık.” “...”
“Eskiden sanıyordum ki köyün son çitinin ötesinde dünya bitiyor, korkardım gitmezdim oralara ancak bitmiyormuş Adile. Büyük kızım anlattı, gezmiş köyün ötesini kocasıyla çok da güzelmiş.” “Ünzile yapma, etme, gel beni dinle ahiretliğim. Dön kocanın yanına üstünde çatı, ocağında yemek, yaşarsın güzelce.”
Sayfa 60
Son cümlesini de bitirip Adile’nin ne diyeceğini dinlemeden yoluna devam etti. Kendisini vermiş olduğu bu kararın en iyisi olduğuna ikna edebilmek için geçen baharın başından beri uğraşıyordu, en sonunda bugün bu sonbahar soğuğunda evden ayrılma kararını netleştirmişti ve şimdi yoldaydı işte. Kendi kendine düşünerek yürümeye devam etti, köyün sonu olarak bilinen çitlere vardı.
YAZIN
olan Ünzile’yi şeker verme vaadiyle kandırıp odasına götürmüştü. Yaşananları hatırlamak istemeyen Ünzile eskimiş fotoğrafa bakmayı bıraktı, ayağa kalktı ve tekrardan yola koyuldu. Yolda onu gören insanlar, yanında bir erkek bulunmadığındandır ki ona şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Uzun bir yürüyüşün ardından Ünzile, başka bir köye geldiğini düşündü. Ancak yanılıyordu çünkü burası kendi köyünün öbür ucuydu, çok sık gelmediğinden anımsayamamıştı. Farklı bir köy olarak gördüğü bu yerde tanıdık görmeyeceğini düşündüğü için rahatça geziyordu. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü ta ki burasının kendi köyü olduğunu anlayıncaya kadar yürüdü. En sonunda köy meydanındaki dükkânları, insanları görünce anladı burasının kendi köyü olduğunu. Hayallerini gerçekleştirememiş olmanın üzüntüsüyle evine doğru yola koyuldu.
rından pişman değildi. Bu istek içinde kalmamış sonuçta. Kocasının iş saati bitmişti, birazdan evde olurdu. Dört dakika sonra zil çaldı, yaşayacaklarından korkan Ünzile ürkek adımlarla kapıya doğru gitti, derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı. Ünzile kapıyı açtığında kocasının gözlerinde hiç beklemediği az da olsa mutluluk parıltıları gördü.
Ceren Özkaymak Fen 10
Saat on ikiyi dokuz geçiyordu eve girdiğinde. Odasına geçti, dün akşam bu kadar kısa süreceğini tahmin edemediği yolculuk için topladığı çoğu eşyayı yerli yerine koydu. Ağacın altındayken baktığı fotoğrafı ise eline aldı, kanepeye geçti, tekrar dolmuş olan gözleriyle fotoğrafa bakmaya devam etti. Bu fotoğrafın Ünzile üstünde gerçekten büyük bir etkisi vardı. Fotoğrafa bakınca sekizine varmadan onu kandıran adamla zorla evlendirildiğini ve hâlâ o adamla evli olduğunu anımsadı. Sanki her şey geçmişte kalmış gibiydi, kimse bu konuları açmıyordu. Daha on bir yaşındayken bu adamdan hamile kalmış ve on ikisinde de ilk kızını dünyaya getirmişti. Ünzile, oldum olası meraklı bir çocuktu; ailesinin neden onu bu adamla evlendirdiğini sorgulardı daima bu nedenle babasından da kocasından da çok dayak yemişti. En sonunda sorgulamamayı öğrenmişti. İlk çocuğunu doğurduktan iki yıl sonra diğer kızını dünyaya getirmişti. İki çocuğun da kız olmasına sinirlenen kocası, Ünzile’yi her gün dövmeye başlamıştı. Öyle ki üçüncü çocuk da kız olunca Ünzile dayaklara alıştı. Bugün de evden kaçtığı için kocası eve geldiğinde dayak yiyecekti, biliyordu. Ancak ne kadar dayak yiyecek olsa da bu yaptığından asla pişman değildi. Ünzile fotoğrafı bir kenara bıraktı ve kocası gelmeden yemek hazırlamaya başladı. Biliyordu ki eve geldiğinde çok sinirli olacaktı, bu nedenle öfkesini az da olsa azaltabilmek için elinden gelen yemeğin en iyisini yaptı. Yemeği hazırlarken bile bugün yaptıkla-
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 61
İç Yazı Başlığı
öykü
İnsanın Ederi Saat 22.25, son tren kalkış saati. Tren istasyonunda oturuyorum, dertlendim. Bir sigara yaktım anılarımın ve derin düşüncelerimin üstüne. Çocukluk travması derler ya, benim hayatım bir travma. Bir sürü çıkmazlarla dolu anılarımın ara sokakları. Artık girmeye korktuğum hep karanlık ve yağmurlu sokaklar var geçmişimde, gün yüzü görmeyecek. Fakir bir ailenin tembel çocuğuydum, okuldaki arkadaş ortamlarında hep dışlanan çocuk var ya, evet işte o bendim. Derslerim hep diplerdeydi, benim gibi. Çocukluk hatıraları önemlidir tabi, olacağımız kişiyi oluşturmak adına. Zaten bizi büyüten doğum günlerimiz değil, öldüğümüz halde yaşadığımız günlerdir. Şanssız da bir çocuktum, ne yapsam ters teperdi. Pek bir idealim, bir umut ışığım kalmamıştı daha ortaokulda bir çocukken; biliyorum bunu demek için çok erkendi. Lise zamanları… Herkesin askerlik anıları gibi gururlanarak anlattığı ve en mutlu zamanlar diye de eklediği zamandaydım. Babamı bana kitap almak için eşyalarını satarken görünce içimde fırtınalar kopmuştu o dönemde, belki de beni aydınlatacak umut ışığını yakmamda yardım etmişti babam istemeden. Lise rüyasına inanmıştım da aslında, lisenin güzel geçeceğine. Derslerimde bir tık da olsa daha başarılıydım, hayatım boyunca var olmayan bir heves vardı içimde. Pek sürmedi bu heves. İmkânsızı sevmiştim, olmayacak bir şeyi düşlüyordum. Bir kıza âşık olmuştum. Lara’ydı adı, ilkbahardı onu ilk gördüğüm zaman, her bir adımının arkasından çiçekler açıyordu, benim için çöldeki su damlasıydı aynı zamanda da kumsalımdı, tek bir bütünken bana hissettirdikleri içimdeki paramparça kum taneleri gibiydi. Ceylan gözlü, al yanaklı, sırma saçlı, bayram sevincinin yüzümüzü güldürmesi gibi güler yüzlü, incir ağacı gibi bir kızdı. Neden mi incir ağacı? Annem demişti, incir ağacından düşenin bir yerleri kırılırmış, öyle derlermiş bizim köyde. Ne zaman gözlerine kadar tırmandırsam gözlerimi dayanamaz düşerlerdi aşa-
Sayfa 62
ğıya, kırılan da hep kalbim olurdu benim; işte bu yüzden incir ağacı gibi bir kız. Bereketli dediğimiz bahar yağmurlarının yağdığı bir akşam, daraldığım için çıktım dışarıya hava almaya. Üzerime damlayan her damla tekrar aklıma getiriyordu onu. Her gece dışarıya çıktığımda onun evine gidiyorum, belki görürüm camdan diye. Yine gittim, yağmurun damlalarına karışmış ağlayan bir kaldırım vardı apartmanın dibinde. Lara idi o. Yanına gidip adımın anlamını taşıyan kıza dedim ki “İyi misin?” Döndü ve dedi ki: “Aktan sen misin?” Adımı bilmesi bile beni mutlu etmeye yetmişti. Üşüyordu, hırkamı çıkarttım, verdim, üşümesin diye. Oturdum yanına, her bir cümle başka bir kapıyı araladı. Anlatıyordu ardı ardına. Ailesi ile kavga etmediği, dayak yemediği gün olmuyordu. Ağlamasına bile kızıyorlardı, işte o yüzden bazen çıkıp kaldırımda ağlardı. O gün benim hayatımda hiçbir zaman unutamayacağım bir gündü çünkü üşüdü diye hırkamı çoktan asmıştım ömrüne. Bazı zamanlar olur yutkunamadığınız, konuşmak, bağırmak isteyip sustuğumuz… İşte o gece yağmurla beraber akıp gitmişti onlar. Okulda birbirimizden ayrı geçirdiğimiz bir teneffüs bile olmuyordu artık. Onunlayken zaman dursun istiyordum; ilerlemesin, bitmesin hep bu anda kalalım. Lise rüyası gerçek olmuştu. O benim tek derdimdi, anlamsız hayatıma anlam, katan asla vazgeçmeyeceğim derdimdi çünkü hiç söyleyemedim sevdiğimi. Eğer söylersem, belki de birbirimizin koltuk değneklerini kaydırmış olacaktım. Korkuyordum. Nereye kadar saklayabilirdim bilmiyordum, acıyla öğrendim. Bir gece deli bir hâl gelmişken yine üzerime ona koştum. Kaldırımdaydı. Bu sefer ağlamıyordu, ben gelirim belki diye çıkmış beni bekliyordu. Bu sefer
YAZIN
de ben ağladım, o dinledi. O gece bir karar verdik. Kaçıp gidecektik, reşit olmamıza birkaç ay kalmıştı zaten. Bulurduk bir yolunu, ağladığımız kaldırımlarda yatardık. En azından yeni bir başlangıç yapardık, unuturduk yaşadıklarımızı. O gece her zamankinden daha yoğundu duygularım, öleceğini bilmeden koşmaya devam eden bir at gibiydim, onun için koşuyordum. Geç olunca Lara’ya eve gitmesini söyledim, “Sen nereye gideceksin?” diye sordu. “Eve” dedim oysa kaldırımlarda yattım kedilerle beraber. Birkaç gün eve gitmedim. Durdum, gece çöpçülerini, para kazanmak için uğraşan taksicileri, evsizleri gördükçe düşündüm. Hepimiz bir öykünün yaprakları gibiyiz. Kimimiz önemsiz detaylar, kimimiz yön veren sayfalar… Gördüğüm ve olduğum kişiler, kitabın önemsiz sayfaları. Biz bu hayattan yırtılıp kopunca hikâye bozulmuyor üstelik kimsenin de umurunda olmuyor. Fakat yön veren sayfa kopsa haberler, televizyonlarda gösteriliyor. Bense bir oyun gibi ölüp canlanıyordum her seferinde, hep kaldığım yerden. Sanki sıfırdan başlamak benim için esas olmuştu. Ailem beni uzun bir süredir göremediği için bir hayli telaşlıydı. Onlara böyle bir acı yaşatmak istemezdim ama fırtınam durulmuyordu. Evde olmayacaklarını düşündüğüm bir zamanda eve girip eşyalarımı alıp çıkacaktım, bir de veda notu bırakacaktım. Veda gidene değil, kalana zordur. Üzmek istemiyordum ama tekrar tekrar yırtılmaktan yorulmuştum. Eve girip eşyalarımı aldım. Son kez içindeydim bu evin, gidiyordum, dönmemek üzere…
Lara söylediklerimi ciddiye almamış gibiydi. Kapısının önünde beni öyle görünce olayın farkına vardı. Düşünceli hali beni telaşlandırıyordu. Ailesinin onu bulmasından korkuyordu. Her şeyin güzel olacağına inandırmıştım onu, kendimi de. Çektiği çileye bir son vermek istediği için benimle gelmeyi kabul etti. Ertesi gün en uzağa giden trene bindik. Tek yaptığımız kara kara düşünmekti, korkuyorduk bir başımıza ne yapacağız diye. Çantamı açtığım zaman, bir tomar para çıktı içinden ve bir de not: “Oğlum” diye başlıyordu. Babam hissetmişti gideceğimi, bu parayı başımızı sokabileceğimiz bir ev bulmamız için vermişti. Araba almak için biriktirdiği para… Derin düşüncelerimizi babamın verdiği umut yok etmişti. Rahatlamıştık. Güneş gibi doğmuştu geleceğimize babam, önce buzları çözdü sonra ısıttı. Yol boyunca hem güldük hem de üzüldük. İlk defa kendi ayaklarımız üzerinde durmak zorunda olacağımız yeni hayatımıza, mahallemizdeki sevilmeyen köpeği besler gibi gizlice beslediğimiz bir tedirginlikle gidiyorduk. Hiç görmediğimiz, bilmediğimiz bir yerde kalacak olmamız bizi buna zorluyordu. Uzun bir tren yolculuğundan sonra gecenin bıraktığı soğuk bir sabahta bavullarımızla beraber şehre bakıyorduk. Bir şehirde yaşama başlamak için ne yapılır? En ufak fikrim yoktu fakat Lara’yı tedirgin etmemek için kendimden emin bir şekilde önce eve bakmamız gerektiğini söyledim. Paramızın yeteceği herhangi bir ev olsa bizim için yeterdi. Ucuz ve güzel bir ilan sırıtıyordu bize sokağın sonunda. Hızlıca gidip baktık. Bizim için gayet uygun, bir oda, bir salon ev. *
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 63
İç Yazı Başlığı
öykü
Beraber olduğumuz zaman hayatın hızlı geçtiğini de düşünürsek tam üç yıl olmuştu buraya taşınalı. Geldiğimiz yerden ne bir haber almıştık ne de bir sıkıntı yaşamıştık. Lara ile hiç tartışmıyorduk, aslında güzel gidiyordu her şey. İş sahibiydik, para kazanıyorduk ve mutluyduk. Yani öyle sanıyordum. Çalıştığım yer bölgenin en iyi restoranıydı, bana da o restoranın en iyi garsonu diyorlardı. Buraya taşınmamızın yıl dönümü olan günde patronum mesaiye kalmamı istedi; o gece eve döndüğümde Lara buz gibiydi. Uzun tartışmaların ardından bir kapı sesi… Ve Lara gitmişti. Belki de farkında olmadan fazlasıyla birikmişti. En sevdiği çantası kalmıştı ardında. Ben de hiç ses çıkarmadım. Anılarımızı sakladığımız kutuya koydum onu da. Aradan birkaç gün geçmişti; işe gitmiyordum, tüm paramı alkole harcıyordum. Sarhoş olmak unutturacakmış gibi, alkol onun yerini dolduracakmış gibi. Bu döngü bir ay devam etti. Artık param kalmamıştı, yemek alamıyor, evin ihtiyaçlarını karşılayamıyordum. İşe tekrar gittim ama restoranın girişinde bu bölgenin en iyi garsonu afişinin altında başka bir isim vardı. İçeriye girmeye tenezzül bile etmedim. Başka yerlere gittim başvuru yapmaya. İlk görüşmemde tek söylenilen cümle “Üniversite bitirmemiş adama iş yok.” oldu. Sanki artık bir insanın kalitesi üniversite belgesinde yazar olmuştu. Hayat okulunun belgesi olsaydı tepelerine bile çıkardım ama hiçbir yerde iş bulamadım. Bir gece daha aç uyudum. Sokakta değil de evde olmamın tek farkı üstüme yağmur yağmamasıydı. Hiçbir faturayı ödemediğimden her şeyi kesmişlerdi. Lara gitmişti, her şeyi de yanında götürmüştü sanki. Ruhumu, paramı, itibarımı.
Sayfa 64
Artık her ilanı okuyordum. Bir marketin girişinde dikkatimi çekti şehrin öbür bölgesindeki bir iş ilanı. Büyük harflerle “Vasıfsız eleman aranıyor.” yazıyordu. Son şansımı denemek için tren istasyonuna gittim. Trene kaçak bindim, fark edilmeden oturdum bir koltuğa ve trenin hareket etmesini bekledim. Bu sırada etrafımdaki insanları inceliyordum. İş sahibiydi hepsi, görünüşlerinden belliydi, evlerine gidiyorlardı. Süzerek anlamaya çalışıyordum benden ne farkları olduğunu. Fakat hiçbir şey bulamadım. Onlarla benim tek farkım damgalanmış olmalarıydı, “üniversite okudu” diye; her şey bir sınavla anlatılmıştı sanki. İnsanlık, dürüstlük, saygı, sabır sanki hepsini verebildiler. İş teklifi veren şirketin önündeydim, girişi umutlarımı biraz suya düşürmüştü. Pek gelecek vaat eden bir yer gibi değildi, gelecek vaat eden bir yer nasıl olur onu bile bilmiyorken anlamıştım. Başvuru yapıp mülakata alındım. Tekrar o meşhur kısma geldik: Üniversite. Okumadığımı söyledim, bunun üzerine herkesten duyduklarımı tekrarlamasına izin vermeden karşımdakini susturup düşündüklerimi kustum. Ve bana başvurunu değerlendireceğiz dediler.
Döndüğüm zaman karnım hâlâ açtı. Eve doğru yürümeye başladım, kar yağıyordu. Kimsenin yaşamadığı, kameraların olmadığı, yürümenin tercih edilmediği bir sokağa girdim. Bankta oturan bir kadın, karın yağışını izliyor. Karın açlığım beni kötü bir insan olmaya zorluyordu. Kadının yanına gidip çantasını vermesini istedim. Kadın vermedi, bunun üzerine çantayı tutup çekiştirdim. Kadın yer kaygan olduğu için kayıp düştü ve kafasını vurdu.
YAZIN
Çanta elimde kaldı. Bembeyaz karın üstüne yayılıyordu kadının kanı. Kanı görünce oradan hızlıca uzaklaştım. Tertemiz beyaz bir geleceği kan rengi ve ayak izleri kirletmişti. Beyaz bir çarşaf düşünün, üzerinde çamurlu ayak izleri, her biri bir günahı temsil ediyormuş gibi. Oradan uzaklaşırken karın üzerinde attığım her adım işlediğim bir günahtı. Çantanın içinden beş lira çıktı. Hemen alabileceğim en doyurucu şeyleri alıp yedim. Biraz da olsa karnım doymuştu. Cüzdanı uzun bir süre görmek istemiyordum ve onu anı kutusuna koydum. Aradan birkaç gün geçti. Her gün mailimi kontrol ediyordum acaba kabul ettiler mi diye ve büyük gün geldi. Kabul etmişlerdi başvurumu. Aslında çok şaşırmamıştım çünkü güzel rest çektiğimin ve etkilediğimin farkındaydım. İlk iş günümde yardım istedim. Ailemi anlattım, sevgilimin beni terk ettiğini ve paraya ihtiyacım olduğunu. İmkân varsa avans alıp alamayacağımı sordum. İyi kalpli insanlarmış ki verdiler. Artık karnım doyuyordu, para biriktirmeme yetecek kadar maaş alıyordum. Her şey yavaş yavaş yerine oturuyordu. İş yerimdeki insanlar tanıdığım herkesten daha iyi kalpli ve samimilerdi. Bana hoşgörüyü, insan olmayı daha iyi gösteriyorlardı. Yanlarında bulunduğum için istemsizce onlar gibi oluyordum. Gördüğüm tüm evsizlere, yardıma muhtaç insanlara yardım ediyordum çünkü zamanında ben de orda çok bulundum. Birçok evreden geçiyoruz ve öğreniyoruz. Hayatımız bir asansör gibi, bir yukarı çıkar bir aşağıya iner. Kötüyü, zoru, üzüntüyü bilmeliyiz ki bunlar yoluna girdiği zaman bunların değerini fark edelim. Yaşamasaydım diyeceğim bir sürü olay var fakat değiştirme şansım olsa hiçbirini değiştirmezdim, çünkü beni ben yapan şeyler bunlar… Daha fazla para kazanmak için neredeyse her gün mesaiye kalıyordum, o gün de kaldım. Son tren saatine yetişiyordum: 22.30. İşten çıkıp tren istasyonuna gittim, burada bu saatte burada ilk defa birini gördüm, çok şaşırdım. Orta yaşlarda bir adam ama biraz yıkılmış gibi. Gözleri şişmiş, altı morarmış ve umutsuz bir surat ifadesi, yanında da bir kadın çantası, öylece bankta oturuyordu. Ben banka oturmadım arkasına geçip gözlemlemeye başladım. Saat 22.20 gibi bir sigara yaktı. Hüzünlü bir şekilde çekiyordu her dumanı, sanki bir şeyler düşünüyordu. Saat 22.25, trenin gelmesine
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
beş dakika kadar kala sigarası bitti ve attı. Sonra yanında duran kadın çantasını alıp içinden bir silah çıkardı ve intihar etti. Ortalık kan gölüne döndü, yerimden kıpırdayamadım bile. Korktum, bu şehre ilk geldiğimde korktuğum gibi, ne yapacağımı bilemedim. Polisi aradım, geldiler ifademi aldılar, her şeyi olduğu gibi anlattım ve beni eve bıraktılar. Tüm gece uyuyamadım ve düşündüm. Bir insan neden intihar eder, hayatında ne yaşamış olabilir ki intihar etsin. Ben o kadar zorluk çektim, bırakıp gitmek istedim ama en sonunda bu hayata tekrar tutundum. O anda anıların olduğu kutuyu gördüm. Kutuyu alıp oturdum bir köşeye. Lara’nın en sevdiği çantası ordaydı, biraz hüzünlendim, sonra fotoğrafları görünce gözümden yaş geldi. Tüm fotoğraflarımıza uzun uzun baktım. Sonra bu şehre ilk geldiğimizde edindiğimiz silahı buldum ve hemen altında cüzdanı. Pişmanlık duygusu bastırdı bu sefer. Cüzdanı inceledim, açtım içine baktım, kartlara. Birinin canına kıymıştım ve kim olduğunu bilmiyordum bile. Sonra bir fotoğraf buldum, kadının fotoğrafı değildi, bir adam ve çocukların fotoğrafıydı, aile fotoğrafı gibiydi. Adamı gözüm bir yerden ısırıyordu. Biraz daha dikkatli bakınca tren istasyonundaki adamın fotoğrafı olduğunu anladım. Lara’nın çantasını alıp evden çıktım. Saat 22.25 tren istasyonundayım, trenin gelmesine beş dakika var. Bir elimde derin düşüncelerimin ve anılarımın üzerine içilmiş bir sigara, diğer elimde içinde silah olan bir çanta. İşte o zaman anladım hepimizin ederi beş lira. Batuhan Şahin 10C ŞTTL
Sayfa 65
İç Yazı Başlığı
öykü
REYH AN Peygamberler şehri Şanlıurfa’nın küçük bir köyünde sekiz çocuklu bir ailenin beşinci kızı olarak doğmuştu Reyhan.
Annesi, babasıyla evlendiğinde henüz on dört yaşındaydı. Yaşadığı yerde on dördüne gelen kızlar evlendiriliyordu ve Reyhan’ın on dört olmasına iki sene kalmıştı. Babasının, ablalarını yaşları gelir gelmez evlendirmesi; koyunları alıp ablalarını vermesi onu hem çok kızdırıyor hem de korkutuyordu. İtiraz etmek diye bir şey yoktu. Kızlar sadece emirlere itaat ederdi. Susarlar ve ne denirse onu yaparlardı. Bir yandan köyündeki ilkokula devam ediyor bir yandan evde annesine yardım ediyordu. Okuldan çıkınca da yaşıtı kız arkadaşlarıyla beraber tepelerden ot toplayıp sırtlarında köye taşıyor, hayvanlarını besliyorlardı. En büyük eğlenceleri, çobanlık yapan Masalcı Tacettin Amca’dan efsaneler dinlemekti. Tacettin Amca bir taşın üzerine oturur; beyaz sakallarını arada sıvazlayarak huzur verici sesi ve tüm bilgeliğiyle türlü türlü masallar anlatırdı. En etkilendiği efsane, gövdesi yılan başı kadın olan Şahmeran’ dı. Dinlerken uzaklara dalar, Şahmeran olduğunu hayal eder, geceleri rüyasında yer altı sarayında yaşadığını, görkemli bir altın sedirde yattığını düşlerdi. Okulunu çok seviyordu; en çok da öğretmenini... Reyhan dördüncü sınıftayken gelen öğretmen hanım, onlara Türk, İngiliz, Rus edebiyatından örnekler okuyor; hiç bilmediği dünyaları, hayatları insanları anlatıyordu. En sevdiği ‘an’larsa bir tiyatro eserinden parçalar canlandırdığı, Reyhan’ın kimi duygulandığı kimi meraklandığı kimi güldüğü ‘an’lardı. Genç, idealist bir öğretmen olan Sevgi Hanım adı gibi sevgi doluydu. Pırıl pırıl, yemyeşil gözleriyle Reyhan’ın, hayranlıkla kendisini seyrettiğinin farkındaydı. Babası en fazla ilkokulu okuyabileceğini söylediğinde Reyhan, içten içe isyan eder ama cesaret edip
Sayfa 66
de okumak istediğini söyleyemezdi. Okumak daha çok okumak, o hayatları yaşamak istiyordu. İçindeki bu arzuyu durduramıyor, zaman zaman arkadaşlarıyla Şahmeran hikâyesinden roller veriyor, aşkı için kendini feda eden Şahmeran oluyordu. Sevgi Hanım, Reyhan’ın tutkusunu ve yeteneğini yakından izliyordu. Bir ay sonra köye bir tiyatro topluluğunun geleceğini öğrenen Sevgi Hanım, Reyhan için bunun büyük bir fırsat olduğunu düşündü. Reyhan’ın okumasının hem de konservatuarda okumasının gerektiğini ailesine anlatması imkânsızdı. Yer yerinden oynardı. Reyhan ve arkadaşlarıyla tek perdelik bir piyes hazırlamaya karar verdi. Bunu dile getirdiğinde Reyhan sevinçten yerinde duramamıştı. Öğretmen eline metni tutuşturduğunda heyecandan bayılacak gibiydi. Sabahları erkenden kalkıyor, küçük kardeşlerini doyuruyor, nerdeyse uçarak okula gidiyor, sevinçten sırtındaki otların ağırlığını hissetmiyor, yorgunluk nedir bilmiyordu. Geceleri gözüne uyku girmiyor, mum ışığında ezber yapıyordu. Sabırsızlıkla beklenen gün gelip çatmıştı. İstanbul’dan gelen tiyatro topluluğunun konservatuarda öğretmen olan yönetmeni, okulu ziyaret etmişti. Sevgi Hanım’la tanışmış ve bu kültürlü akıllı kadına; öğrencilerinin gözlerindeki ışıltıya hayran olmuştu. Çocukların genel kültürlerine, tiyatro, edebiyat bilgilerine hayret etmişti. Sevgi Öğretmen, öğrencilerinden birkaçıyla küçük bir piyes hazırladıklarını söyleyince hepsini oyunlarını sergilemek üzere kurdukları sahneye davet etti.
O sahneye çıkmak Reyhan’ın hayatının dönüm noktası oldu. Yönetmen ve oyuncuları; başta utanarak, yanakları kızararak sahneye çıkan ama oyun başladıktan sonra rolünün hakkını veren, doğuştan yetenekli, azimli, kararlı Reyhan’ı ayakta alkışladılar. Yönetmen böyle bir yeteneğin gizli kalmasına, çocuk gelin olup yok olup gitmesine izin veremezdi. Ne yapıp edip ailesini ikna edecek-
YAZIN
ti. Sevgi Öğretmen’ le birlikte Reyhan’ın ailesini ziyarete gittiler. Evlerine gelen misafirlerin anlattıklarını önce şaşkınlıkla sonra kızgınlıkla dinleyen babayı ikna etmek için uzun süre dil döktüler. Reyhan’ın konservatuara girmek için önce sınava hazırlanması gerektiğini, eğer başarırsa tam bursla okutacaklarını, aileye de maddi yardım yapacaklarını söylediklerinde evden bir boğazın eksilmesinin de iyi olacağına karar veren baba; “Peki.” dedi. Reyhan gözyaşlarını tutamıyordu. Kardeşlerinden, anasından babasından doğup büyüdüğü yerden ayrı olmanın endişesini yaşıyor ama hayallerine koşmanın tarifsiz mutluluğunu yaşıyordu. Reyhan en yüksek puanla yetenek sınavlarını geçti ve okulun en çalışkan, en çok okuyan, en çok araştıran, en başarılı öğrencisi olarak mezun oldu. Yıllar sonra çok ünlü bir yönetmenin Şahmeran filminde başrolde oynaması teklif edildiğinde hiç düşünmeden kabul etti. Bu film, ona uluslararası film festivallerinde ödül kazandırdı. Dünyanın tanıdığı ünlü bir aktris olduğunda Şahmeran’ın hüzünlü sonunu da değiştirdiğine inandı. Kaderini değiştiren, ona hayaller kurduran ve onun hayallerine ulaşmasında destek olan Masalcı Tacettin Amca’sına, Sevgi Öğretmeni’ne ve köye gelen tiyatro hocası Hasip Bey’e minnetini ve sevgisini hiç esirgemedi. İrem Şahinkanat 10B
Y I L :1 9
Sayfa 67
İç Yazı Başlığı
öykü
Bazen gerçeklerden ne kadar korksan da kaçsan da zamanı belirsiz bir an geliyor ve bir tokat gibi çarpıyor tüm gerçekler yüzüne. Umursamamak istiyorum, memleketi, öleni, düşeni, olup biteni. Hiç mi hiç umursamamak! Aynalardan dönünce kendime, şu uzadıkça uzayan Arnavut kaldırımlı sokakta, orta yerinden çatlayacak kalbimi hissediyorum. Sanki an geliyor ellerim, ayaklarım, boynum uzuyor, kırılıyor. Şu elektrik tellerinin arasından dam üstünde tüten bacaları görüp o kömür kokulu havayı içime çekince kimin masum olduğunu sorguluyorum. Her adımda farkına varıyorum ki ne sen masumsun ne ben ne biz masumuz ne de onlar masum! Peki suç kimin? Suç sen kapıdan çıktığında hepimizindi. İlerlediğim şu Bulut Sokağı’nın sonunda, fırtınanın harap ettiği apartmandaki kapıdan çıktığın anda suç hepimizindi. Şu yolları her geçtiğimde, herkes gibi ben de biliyorum bir daha dönmeyeceğini. El yazından dökülen satırları cebimden çıkarıp ilk sayfayı okuduğumda bana sonsuz aşk, güzellik, hayat biçtiğini fark ettim yazdıklarının. Bu satırlar, şimdi yolunu bile bilmek istemediğimiz mahallede bana yazdığın sözler: ‘’Ben sana göğsümde papatyalarla geleceğim, o gün dilimin ucuna takılacak yüreğimin har-
Sayfa 68
bi.’’ diyordu. Kahveye yaklaşmıştım, İlyas Abi ile çırak, fırtınanın düşürdüğü tabelayı takıyordu. İlyas Abi ‘’Oğlum! Elini çabuk tut, donduk!’’ diye bağırıyor ve tahta merdiveni tutuyordu. Çırak, ‘’Tamam İlyas Abi, bitti bitecek.’’ dedi. Bir an İlyas Abi bana baktı, göz göze geldiğimiz an içim yandı. Onun abiliğini, kardeşliğini, dostluğunu özlemiştim. Adımlarımı hızlandırdım, girdim içeri. Yıllar önce oturduğumuz o masa boştu yine. Çırak fırtınaya, tabiat anaya sövüyordu. İlyas Abi dumanı üstünde tüten iki bardak çay getirdi. Sonra Bilal Abi girdi içeri. Halimi hatrımı sorduklarında “İyiyim!” dedim. Hepimizin gözleri başka bir yöne yöneldi. O an dizlerimiz titredi. Sonra Bilal Abi: ‘’Sen böyle gittiğinde, gittiğini mi sanıyorsun oğlum? Nereye gidersen git, ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş; yine dönüp dolaşacağın yer bu şehir, bu sokak, bu ev olacaktır.’’ dedi. İlyas Abi: “Gün gelecek bu zamanlar da geçecek.’’ dedi. Düşecekmişçesine doğruldum yerimden. Öylesine amaçsız, bilinçsiz adımlar attım. Anılarımın o güzel yuvası, eski eve yöneldim. Sokağın sonuna geldiğimde, o eski kapı öylesine duruyordu. Işıkları açınca öyle bakakaldım, ağlayamadım bile. Bedenime sarılmış hüzünle yeşil koltuğa yığıldım. Her
YAZIN
yanımı bir aitlik duygusu sarmıştı. Hiç bu kadar susmak istememiştim çünkü söylediğim hiçbir şeye inanmıyordum. Gözlerimi kapadığım an, kendime bir son yazıyorum, nasıl biteceğine karar veremiyorum sadece. Sanki yüzyıl sürecek bu gece. Uyku ile uyanıklık arasında yarım yamalak o korkunç düşüncelere dalıyorum. Sabahına aralık perdeden sızan ışığın yüzüme uzanmasıyla uyandım. Gözüm kitaplıktaki eski, yığılmış kitaplara takıldı. Elim kapağa uzandı, araladığımda içerisinde biriktirdiğimiz fotoğraflar çıktı. Sen, ben, çocuklar… Fotoğraflardan o derin, ela gözlerinle bana bakıyorsun. Sanki ‘’Bu son seni de boğuyor mu?’’ diye bakıyorsun. O fotoğrafları çektirdiğimiz günü, dün gibi hatırlıyorum. Balkona yöneldim. Avuçlarımdaki seni dikkatlice taşıdım. Gökyüzünün mavisi her yeri kaplayan sise yenik düşmüştü. Derin bir nefesin ardından, kalbime vuran özlemin acısı ile gözlerimden yaşlar döküldü. Sanki yıllardır ağlamamıştım. Şu eve ikimizin son kez girişini, şu sokağa ikimizin aynı anda son kez çıkışını anımsıyorum. Son olduğunu bilmeden her keyfe keder yaşadığım anları bilememek beni üzüyor. Geç kalınmışlık değil de gerek kalınmamışlık beni üzüyor şimdi. Niye yollara düşüp de geldiğimden haberim yok. Demem o ki insan yollarda akar, süzülür gider. Sabahın altısında yola koyulan işçileri izliyorum. Yüzlerini okuyorum. Herkes gitmek istiyordu lakin istedikleri yere varabiliyor muydu bilinmez. Bana gelince ben öyle izliyorum sadece. Aklım ve bilincim
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
henüz buraları terk etmek için bir sebep bulamıyordu. Beden değil kalp yola çıkmalı, ilkin kalp gitmeyi bilmeli. Sisin arasından iki gölge hızla yaklaşıyordu buraya. Mehmet ve Bilal Abi “Abi! Çıktı, sonunda çıktı!” diye bağırıyorlardı. Heyecanla kapıya dayandılar. ‘’Ne bağırıyorsunuz oğlum! Ne çıktı?’’ Mehmet yineledi: ‘’Abi çıktı! Çıktı diyorum işte?’’ -Ne çıktı oğlum, delirtmesenize adamı! -Piyango bileti abi! İlyas Abi tezgâhın çekmecesine koyup da unuttuydu ya, çıktı işte abi! Bugün yeniden başlamak için güzel bir gün mü karar veremedim. Bir şenlik içerisinde kahveye yöneldik. Mahalleli başımıza toplanmış, Mehmet’in bağırışlarını dinliyordu. O kalabalıkta Asiye Mehmet’e yaklaşmış: -Anama ana, babama baba diyesin. Beni güllerle gelip isteyesin.’’ dedi. Sevincimize diyecek yoktu, bu şenliğin içinde öyle sonsuza dek kalmak istedim. Eski ev tekrar yuvam olsun, istedim. Mehmet ile pastaneye doğru yola koyulduk ve Asiye’nin en sevdiği tatlıları aldık. Mehmet’in annesini de ikna edince Asiye’nin evinin yolunu tuttuk. Sevgi Yılan 10B ŞTTL
Sayfa 69
İç Yazı Başlığı
öykü
"Ya Rab bana cisme ü can gerekmez Canan yok ise cihan gerekmez" diye Fuzuli’yle söyleşirken buldum kendimi. Bir beyit daha kuşattı yüreğimi. “Aşk imiş her ne var âlemde İlme bir kıyl u kal imiş ancak” Fuzuli çınladı derinlerimde. Bir başkadır tutuşan kalbim... Şimdi sen bambaşkasın. Mecnun kavurucu sıcakta, güneş altında bitkin gözlerle çalışırken Leyla her zamanki ritüelini bozmadan havuz başındaydı, bitki çayını yudumluyordu. Mecnun her ne kadar insanların ayak işlerini yapmaktan, bir oraya bir buraya koşuşturmaktan yorulsa da bugün okulun ilk günü olduğunu hatırladıkça hafiften bir heyecan basıyordu içini. Bir başkaydı dünya onun için bugün; içindeki ses, yalnızlığının sesi onu derinden sarsıyordu. Kayışı kopmak üzere olan saati zamanı gösterdiğinde patronunun yanına gitti."İsmail Ağabey iznin olursa erkenden çıkabilir miyim?" diye sordu. Bu soru karşısında şaşıran babacan patronu, nedenini öğrenmek istedi. Bugün okulunun ilk günüydü ve erkenden gitmek istediğini öğrenen yüce gönüllü adam küçüklüğünden beri tanıdığı Mecnun'un maddi sıkıntılardan dolayı bir sene ara verdiği eğitim hayatına devam edeceğini duyduğunda mutlu oldu. Mecnun'un babasının işleri yolunda olmalıydı. Belki de artık Mecnun'un çalışmasına bile gerek kalmazdı. Cebine harçlık koyarak merkezdeki Mustafa Kemal Anadolu Lisesine bıraktı onu. Okulun uzun bahçesinden heyecanla geçerek içeri girdiler. Müdür yardımcısı olduğunu tahmin ettiği kısa ve çelimsiz adamdan sınıfını öğrendikten sonra 12/A yazan köşedeki sınıfa heyecanla ve aklında onlarca soruyla "Zaman! Ah zaman! Hem dost hem düşman. Hem mazlum hem zalim. Aktıkça köpüren bir nehir." sözünü okuduğu sayfalardan şimdilere taşıdığı kırık kalbiyle girdi. Kocaman sınıfta sadece üç kişi vardı. Erken gelmiş olmalıydı. En sondaki orta sıraya yerleşti. Sınıfta bulunan kişilerle tanışmayı düşünse de sonradan bundan vazgeçti hemen.
Sayfa 70
Sınıftakilerden biri -soldaki ilk sırada oturan- horul horul uyurken diğer iki genç yalnızlıklarından sığındıkları telefonlarına gömülmüştü. Bir süre beklemeye karar verdi. İçeri uzun boylu, saçları jöleli, ağzında sakızını geveleyen bir çocuk girdi. Mecnun'a bir süre baktı, başıyla selam verdi ve Mecnun da aynı şekilde karşılık verdi. Bu çocukla arkadaş olabilir miydi? Yanına gitmeli miydi, emin olamadı. Arkadaş edinebilecek miydi kendine yoksa Arap oğlu olduğunu öğrenince önceki okulunda olduğu gibi ayrıştırılacak mıydı bu dünyadan? Bu düşüncelere dalmış giderken birkaç erkek grubunun başında toplandığını fark etti. "Selam!" dediler hep bir ağızdan. Nereden geldiğini, önceden hangi okulda olduğunu, nerede oturduğunu sordular Mecnun'a. Mecnun da bütün sorulara cevap vermeye çalıştı. Eskiden ailesinin durumunun çok iyi olduğunu, sonradan işlerin hiç de iyi gitmediğini, bir sene eğitime ara vermek zorunda kaldığını anlatmasa da ayrıntıya girmeden cevaplar verdi. Arap olduğunu duyduklarında bir yabancılaştırma bakışı görmedi Mecnun ki buna da çok sevindi. Erkeklerle sohbet iyice derinleşmişti, konu tam futbola gelmişken Mecnun'un gözleri bir çift yeşil göz ile karşılaştı. Esmer, saçları omuzlarında bir kız, meraklı gözlerle kalabalığa bakıyordu. Mecnun bir an nefes alamadığını hissetti. Neredeydi, ne yapıyordu? Sadece kalp sesini duyabiliyordu. Elleri buz kesmişti. Etrafındakileri artık duymuyordu, gözlerini kızdan alamadı. Kendisinden önce davranan Aras kıza Mecnun'u tanıttı. "Bak Leyla. Bu Mecnun. Yeni geldi okula." Mecnun kıza gülümserken Aras, Leyla'nın kulağına "Tam senin tipin." diye fısıldayarak göz kırptı. Leyla Aras'a gülen gözleriyle elini Mecnun'a uzattı. "Selam, ben Leyla. Hoş geldin okula." "Hoş bulduk. Ben Mecnun." dedi Leyla'nın elini sıkarak. Mecnun tam konuşma açacaktı ki öğretmen geldi. Kalabalık dağıldı ve herkes sırasına geçti. Leyla'nın en ön sırada oturduğunu görünce arkaya geçtiği için bir pişmanlık duygusu yayıldı Mecnun'a.
YAZIN
İlk ders olduğu için herkes tatilde neler yaptıklarını anlattı. Üniversite giriş sınavına hazırlandıkları için heyecanlı olup olmadıklarını anlatıyorlardı. Bir zamanlar iyi bir üniversite Mecnun'un da hayallerini süslüyordu ama artık kuramıyordu büyük hayaller. Öğrenciler konuşurken Mecnun kimseyi dinleyemedi Leyla'ya bakmaktan. Bir yıl boyunca kar, güneş demeden çalışma anılarını da anlatmak istemiyordu. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan dersler bitti. Öğretmenlerini sevmişti, sempatik ve içtendiler. Leyla'yla konuşamamıştı bir türlü. İçi içini yiyordu. Çekingen bir yapısı onu durduruyordu. Öğle zili çaldığında Leyla'yla göz göze geldi. Leyla, "Okulu gezmek ister misin?" diye sordu. Beraber okulu gezmeye başladılar. Leyla ona tek tek spor salonunu, resim odasını, heykel odasını, reviri ve bahçeyi gösterdi. Mecnun'un en çok dikkatini çeken şey yüzme havuzu oldu, Leyla'dan gözlerini ayıramıyordu. Yürürken birbirlerini tanımaya çalıştılar. Leyla'nın nerede oturduğundan kariyer planına kadar... Kafeteryaya geçtiler. "Okulun yemeklerinden çok da bir şey bekleme." dedi Leyla gülerek. Yemeklerini aldılar ve arkadaşlarının bulunduğu masaya geçtiler. Yemek boyunca Mecnun, Leyla'ya akşam kahvesi içme teklifinde bulunmak için kendi kendini cesaretlendirmeyi düşünmekten kendini alamadı. Yemek bitince masadan kalkıp bahçedeki bankta oturdular. Kısa bir sessizlikten sonra Mecnun "Bu okul çıkışında benimle bir kahve içmek ister misin?" diye sordu. Leyla'nın vereceği cevaptan dolayı da heyecanlı bir bekleyiş içindeydi. Leyla bu teklife çok sevindi. "Tabi isterim ama eve geç dönmemeliyim. En fazla bir saat oturabilirim yoksa annemler beni keser." dedi. "Tabi, tabi hiç sorun değil. Ne kadar istersen... İstersen ben götürürüm seni evine. Çok yakınız zaten." Olur cevabını aldıktan sonra, Mecnun’un ayakları yerden kesildi heyecandan. Zil çaldı,
YIL:19 SAYI:19
sınıfa geçtiler. Leyla'nın tebessümü onun içini ısıttı. Kalan son dört ders geçmek bilmedi. Sürekli saati kontrol ediyordu Mecnun. Nihayet gün bitmişti. Bakır rengi saçlarını elleriyle taradı, kıyafetlerini düzeltti. Leyla ise makyajını özenle tazeliyordu. Sınıfın önünde buluştular ve okuldan çıktılar. Güvenliğin oradan yürüyerek Starbucks'a geçtiler. Mecnun bu kadar para harcamayı anlamsız bulsa da- sade filtre kahvelerini aldıktan sonra iki kişilik bir masaya geçtiler. Birbirlerini uzun yıllardır tanıyan iki arkadaşmış gibi, aralarda Leyla'yı arayıp konuşmalarını bölen kız arkadaşları sayılmazsa, aralıksız konuştular. Zevkleri çok uyuşuyordu. Aralarındaki sosyal hayat farkı hiç hissettirmedi kendini. Zaten onlar için bunlar hiç sorun değildi ama bazıları için sorun yaratabiliyordu... Leyla ayağa fırladı. "Eyvah Mecnun! Üç buçuk saat geçmiş!" Masadaki eşyalarını çantasına sokuştururken "Senle zaman nasıl bu kadar çabuk geçti, bunu ben anlamadım. Annemler beni merak etmiştir!" dedi kaygılı sesiyle. Mecnun da Leyla'ya ayak uydurup hemen kalktı. Alnını ovuşturarak; " Pardon ya, ben de hiç fark edememişim gerçekten. Mecnun yürümeyi teklif etse de Leyla bu teklifi reddetti ve şoförünü çağıracağını söyledi. Leyla, Mecnun'a döndü ve her şeyin çok güzel olduğunu söyledi. Sarıldılar ve Leyla arabaya binmeden bir kez daha Mecnun' a baktı ve arabaya bindi. Mecnun da elleri cebinde yürümeye başladı. Yürürken de buluşmanın her bir saniyesini tekrar tekrar düşündü. Eve vardığında kırıklardan helak olmuş telefonunu eline aldı ve Instagram'dan Leyla'ya istek attı. Profil fotoğrafına uzun uzun baktıktan sonra mutfağa geçti. Birkaç parça peynir attı ağzına. Okulun nasıl geçtiğini soran babasına tanıştığı arkadaşlarının ve öğretmenlerin gayet iyi olduklarını anlattı. Leyla'nın isteğini kabul ettiğini gördüğünde mutlu oldu. Birkaç ay boyunca birlikte güzel anlar paylaştılar, çıkışlarda buluştular. Bir cumartesi yemeklerini yerken Leyla, "Annem seninle tanışmak istiyor." deyince Mecnun'un yemeği boğazını takıldı. "Neden ki?"
Sayfa 71
İç Yazı Başlığı
öykü
sorusuna "Sürekli buluştuğumuz için seni tanımak istiyormuş." cevabını verdi Leyla. "Tamam, ne zaman?" dedi. "Bu akşama ne dersin?" Bu kadar da erken olacağını tahmin etmiyordu Mecnun. "Eh, tamam o zaman. Akşam sekiz gibi sizde olurum." Nereden çıkmıştı ki bu buluşma? Bir daha konuşmadan yemeye devam ettiler ve kalktılar. Bütün yol ne yapacağını, nasıl konuşacağını aklında evirip çevirip durdu. Annesinin de Leyla kadar tatlı bir kadın olduğuna emindi. Dolabını açtı ve giyeceği kıyafete karar verdi. Gömlek giymeyi hiç sevmese de açık gri bir gömlek ve simsiyah bir pantolon seçti. Gömleğini ütüledi ve yatağının üzerine düzgün bir şekilde koydu. Leyla ise evindeydi aynı anda, kıyafet odasında hoparlörden en sevdiği şarkıyı açmış ne giyeceğine karar vermeye çalışıyordu. Yapılan onca denemeden sonra siyah, uzun kollu, ince kazağını ve pembe renklerdeki ince pileli eteğinde karar kıldı. Salonda oturan annesinin yanına gitti. Mecnun'un bu akşam geleceğini ve Mecnun’a samimi davranması gerektiğini hatırlattı annesine. Annesi de 'Tabi ki, merak etme!' diyerek telaşlı kızını sakinleştirdi.
Saat sekize gelirken Mecnun evden çıktı. Beş dakika sonra Leyla'nın evine varmıştı. Beyaz, güzel görünümlü ev onu annesi ölmeden önce yaşadıkları eve götürdü. O zamanlar artık çok geride kalmıştı. Evin kapısını çaldı. Leyla açtı kapıyı, sarıldı ona ve 'Hoş geldin!' dedi. Mecnun'u salona götürdü. Annesi Elçin ayakta onu karşıladı. Leyla'yı gördüğü ilk gün gibi heyecandan yüreği buz kesmişti. Nasılsın, ne yapıyorsun gibi havadan sudan muhabbetler bitince oluşan sessizliği Elçin Hanım bozdu. "Ee, nereliydin Mecnuncum?" diye sormaz mı! Bir yerli olmak onun için önemliydi, demek ki… Leyla ortamı değiştirmeye çalışsa da annesi Mecnun'a annesiyle babasının mesleklerini sordu. Mecnun için bu sorular yersizdi. Onu kendisini tanımak için mi çağırmışlardı yoksa sınıfsal durumunu öğrenmek için mi? Kendini saklamak istemiyordu. Babasının şu anki durumunu, dünlerini, bugününü ve annesinin intihar ettiğini anlattı. Mecnun anlattıkça ortamın gerildiğini hissediyordu. Geçmişinin tüm sorumluğu omuzlarında yüktü zaten, kendisi için. Elçin Hanım, onun kızı için uygun olmadığını söyle-
Sayfa 72
mese de bakışlarıyla ve mimikleriyle fazlasıyla belli ediyordu ve her bakışında Mecnun kırılsa da yaşamın aslında kendini beslediğinin farkındaydı. Dün onu yıldırmamıştı, bugün de ayakta kalacağını biliyordu. Saat ilerledi, daha fazla orda bulunmak istemediği için kalktı. Leyla onu kapıya kadar geçirdi. Kapıda Leyla annesi adına ne kadar özür dilese de Mecnun aralarındaki duygusal gücün bir daha asla olamayacağını biliyordu şimdi. Bir daha o kıvılcımı çakmayacaktı. Leyla annesini dinlerken Mecnun’u sevdiğini ve onunla birlikte çok eğlendiğini söylese de annesi dinlemedi ve onunla görüşmesini yasakladı. Leyla odasına çıktı ve hayata arkasını döndü. Annesi Leyla’nın aşağıda unuttuğu telefonundan Whatssapp'tan - Mecnun'un numarasını engelledi, kızını koruması gerektiğine inanıyordu. 'Sonuçta ne yapacağı belli olmaz. İlerde bana teşekkür edecek.' diye düşündü. Mecnun, Leyla'nın şu an çok üzgün olduğunu düşünerek ona bir mesaj atmak istedi. Profil fotoğrafının silindiğini fark etti. Durumu aşabileceklerini yazdı ancak mesajının iletilmediğini görünce onu engellediğini anladı. 'Bu kadar çabuk mu silindi yaşananlar? Ne kadar duygusalım. Tabi ki annesini dinleyecekti.' diye düşündü Mecnun. Ertesi gün okula gitmek istemese de sınav olduğu için okula gitmek zorundaydı. Gün boyunca Leyla'yla konuşmadı. Leyla'nın onu çoktan sildiğini düşünüyordu. Ona bakmıyordu bile. Mecnun böyle davranınca da Leyla da onunla konuşmak istemedi. 'Annemle olan konuşmadan sonra gururu incinmiş ve ne kadar kolay beni silmiş!' diye içlendi, durumu en yakın arkadaşlarıyla paylaştı. “Mecnun… Dert mülkünün çilekeşi…” Mecnun'un erkek arkadaşları yanına geldi, neler olduğunu sordular. Mecnun da Leyla ile konuşmadıklarını söyledi detay vermeden. "Bir daha da konuşabileceğimizi sanmıyorum" dedi. Mecnun'un çok üzgün olduğunu anlayan erkekler;" Ya arkadaş, dert etme sen! Sanki sana kız mı yok?" sözleriyle onu teselli etmeye çalıştılar ve akşam eğlenceye gideceklerini söyleyip onu da çağırdılar, kafa dağıtabileceklerini söyleyince Mecnun bu teklifi
YAZIN
kabul etti. Okul çıkışında gerçekten de çok eğlendiler, Leyla'yı düşünmüyordu o an. Onsuz da gayet mutlu olabileceğini anladı. “Gel zaman; git, zaman!..” diyordu ya İskender Pala “Leyla ile Mecnun’unda. Zaman giderken geliyordu da… İki ay böyle geçti. Mecnun’a zaman iyi gelecek ve acısına son verecekti, dün olduğu gibi. Leyla da Mecnun'un onu tek bir kalemde çizdiğini düşündüğü için zamanın akışına bırakmıştı kendini ancak Mecnun'un bakışlarını aramaktaydı baktığı gözlerin derinliklerinde. Mecnun için de zaman hızla akıp törpülüyordu yaşananları. Mecnun kararlıydı, farklı denizlere yelken açacaktı. Arkadaşlarıyla bir akşam eğlenmeye gittiklerinde bu kararını zor zamanlarında hep yanında olan arkadaşlarına da söyledi ve arkadaşları onu destekledi. Farklı aşklara gönlünü açması gerektiğini söylediler. "İnsan hep en umutsuz anlarında aşık olmak ister. Şanslıysan o aşkı yakalayabilirsin. Sadece gözlerini Leyla için kapatma yeter." dedi arkadaşı Kuzey ve onun sözünü dinlemekte kararlıydı. Tam bu sırada içeri mavi gözleri, açık pembe elbisesiyle bir kız girmişti. Mecnun kızdan gözlerini alamadı. Bardağını alıp yanına gitti ve izin istemeden yanına oturdu ve 'Merhaba, ben Mecnun. Sen?' dedi ve "Leyla" cevabını duyduğunda yüzünde oluşan gülümsemeyle Mecnun "Beraber bir kahve içelim mi?" dedi tüm içtenliğiyle…
Zaman! Ah zaman! Hem dost hem düşman.
Öykü Özdemir 10A
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 73
İç Yazı Başlığı
öykü
Yabancıydım. Cevapsız sorular evreninde kaybolmuştum. Bir yanım beni buradan hep uzaklaştırıyordu. Evimin koridorları o kadar dar geliyordu ki bedenim ayrılarak geçmek zorunda kalıyordu her seferinde. İçimde bir his vardı, yalan olamazdı. Buraya ait değildim sanki. O kız ben olamazdım. Cevabımı aramaya çalışıyordum. Ama bulamıyordum. Kendimden başka soracak kimsem yoktu. Belki de tanrıya sormam gerekirdi. Nasıl soracaktım, bunu bile bilemiyordum. Bir oyunun içinde hapsolmuştum, geçmişimi öğrenmek istiyordum. Ben kimdim? Neden buraya gelmiştim? Bu soruları oyun içinde sormak yasaktı ama kendimi merak ediyordum. Ben mızıkçı değilim sadece soruyordum, kuralların böyle olmasına gerek var mıydı? Siyah, korkunç bir evde yaşıyordum. Birbirlerini delilerce seven(!) annem ve babam, bir de küçük erkek kardeşim vardı. Kardeşimle odalarımız yan yanaydı. Böylelikle geceleri her korktuğunda yanıma gelebiliyordu. Yaşadığım mutlulukları ve üzüntüleri sadece onunla paylaşabiliyordum. Zaten kendimi kimseye anlatamıyordum. En azından meraklı gözleriyle beni anlamaya çalışan ve dinleyen tek kişi oydu. Annemleyse hatırlayabildiğim kadarıyla çocukluğumdan beri hiç iletişimimiz olmadı. Aramızda her şey çıkar üstüne kuruluydu. Sadece bir ihtiyacım olduğunda yanına gidip ihtiyacımı gidermemi sağlıyordu. O istemişti böyle olmamızı sanki. Her geçen gün daha da uzaklaşıyordu benden. Şimdi ise iki yabancı olmuştuk. Babama gelecek olursak oyunun kurucusu oydu. Belki de bundandır ona olan nefretim. Kuralları sadece kendine, anneme ve erkek kardeşime göre koyardı. Uymak o kadar zordu ki bu kurallara, çoğu zaman kendimden vazgeçmem gerekmişti. İstediği kişi olabilmek için hayatımı bir kenara koymuştum ve istediği kız olmaya çalışmıştım çocukluğumdan beri. Ama sonunda olamadığımı fark ettim. Ku-
Sayfa 74
rallar beni de onun olmasını istediği kişiyi de yormuştu. Sabahları uyanıp dedemin eski kütüphanesinde şiirler yazmak beni bu hayata bağlayan tek şey olabilirdi. Bu sabah da uyanıp yine aynı şeyi yaptım. Sabahlığımı giyip doğruca kütüphaneye gittim. Ben ve babam hariç kimse girmezdi kütüphaneye. İçerisi çok pis olduğu için annem de girmeme kızardı her seferinde. Babam buraya kurduğu oyunun kurallarını yenilemek için girerdi. Kütüphaneden her çıkışında oyun daha çok zorlaşırdı. Bu yüzdendir ki şiir yazmak bana kendimi hatırlatıyor ve bana beni tanıtıyordu. Yazdığım her şiiri dedemin büyük sandığına koyup saklıyordum. “Hava yağmurlu ve karanlık olmasına rağmen bir şey yazamamak benlik değil. En sevdiğim hava var bugün. Karamsarlığın canlı hali sanki... Bu kitaplık da artık temizlenmeli. Neredeyse örümceklerin yeni yuvası haline gelmiş. Ama bir dakika bu sırada diğerlerine göre hem daha az kitap var hem de çok daha pis. Bu kadar saçma bir şeye neden takıldım şimdi? Yaz Evren şiirlerini... Ama dur ya neden orası farklı? Bu kadar çok merak ediyorsam belki de tanrı bana bir işaret gönderiyor oraya bakmam için. Tamam tamam galiba tanrı var. Peki gerçekten varsa, neden bunca yıl beni cevapsız bıraktı?” Birden kendimi ayakta, kolumu o sıraya doğru uzatmaya çalışırken buldum. Elimi attım, gördüğüm tek şey hareketlenen örümceklerdi. Ama hepsi aynı yöne doğru hareket ediyordu. Gözlerimi onlardan alamadım ve izlemeye devam ettim. İki sıra alta indiler ve duraksadılar. Durdukları sırada bir kitap vardı. Tertemiz ve simsiyahtı. Elime almamla birlikte yere bir fotoğraf ve bir de minik bir anahtar düştü. Fotoğraftakiler annem, babam ve küçük erkek kardeşimdi. Üçü de biraz daha gençti. Birkaç yıl önce çekilmişti sanki. Ama burada biri daha
YAZIN
vardı. Küçük bir kız... Ben olmadığıma emindim. Zaten o sarı saçlıydı bense siyah. Peki bu kız kimdi? Neden ilk kez görmüştüm? Kendime cevabını bulamadığım soruları her sorduğumda hep buraya, kütüphanenin balkonuna, gelirdim. Bu sefer de aynı şeyi yaptım. Yağmur dinmişti ama yine de hafif bir serinlik vardı havada. Sonbahar her geçen gün etkisini göstermeye başlamıştı. Gökyüzünde kuş sürüsü uçuyordu. Hava soğuduğu için göçmeye başlamışlardı anlaşılan. Karşımızdaki evin çatısında yuvarlak çizip duruyorlardı. Bir gariplik vardı sanki. Neden ilerlemiyorlardı? Az önceki örümcekler birden yanımda belirmişlerdi ben kuşları izlerken. Hem kuşlara hem de onlara bakmaya başladım. Hayvanlarla aramda hep bir bağ olduğuna inandırmıştım kendimi. “Az önceki örümcekler bana bu fotoğrafı göstermişken neden bu kuşlar da bana bir işaret göndermesinler?” diye düşündüm. Daha sonra kendimi tutamadım ve elimdeki fotoğrafla evden çıktım. Zaten karşımızdaki ev de bizimdi. Ama kimsenin ağzından bugüne kadar bu evle ilgi tek bir kelime bile çıkmamıştı. Bunu düşününce iyice kuşkulandım. Ayaklarım çıplak bir şekilde karşımızdaki eve gittim. Kapı kilitliydi. Kuşlara bakıp bir işaret bekledim. Bunu yaptığımı fark edince iyice delirmeye başladığımı düşündüm. Ama bu kız kimdi? Neden bugün belirmişti? Onun yüzünden mi yabancı hissediyordum? Belki de yıllardır sorduğum soruların cevapları bugün son bulacaktı. Daha sonra tekrar kuşlara baktım. Başları evin arkasına doğru yönelmişti. Doğruca o yöne koştum. Ayaklarım üşümeye başlamıştı. Ama aldırış etmeden kendimi bir bahçede buldum. Bahçenin köşesinde dedemin sandığına benzeyen bir sandık gördüm. Hatta aynısıydı. Yanına gittim ve kilidini aramaya başladım. Fotoğrafla düşen o minik anahtarın bu kilidi açabileceğini düşündüm. Denedim ve kilidi açtım. İçin-
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
den bir kız fotoğrafı ve üstüne şiirler yazılmış yüzlerce kâğıt çıktı. İçimdeki cesaret duygusu bu sefer bir korkuya dönüşmüştü. Fotoğrafı elime aldım ve fotoğrafa bakmaya başladım. Aile fotoğrafındaki kızla bu kız birbirine çok benziyordu. Hatta galiba aynı kişilerdi. Ama bu kız kimdi? Sandığı daha çok karıştırmaya başladım ve en altta bir mektup buldum. İçinde bir iki cümle yazıyordu.
“Burası benim savaşımın bahçesi, hoş geldin. Ben istedikleri kız olamadım, buraya geldiğine göre sen de olamadın.” Bunu okuduktan sonra arkamda babam belirdi. Bir elinde şiirlerimi koyduğum dedemin sandığı ve diğer elinde siyah bir namlu vardı. Her şeyin cevabını işte şimdi almıştım. Eski beni o kızı gibi öldürmüştü. Şimdi ise başaramadığı beni öldürecekti. Ben buraya yabancıydım. Onların kızı değildim. İstedikleri kız da olamamıştım. Ben kimseydim. Sadece bir yabancıydım. Onlara değil aslında, kendime yabancıydım.
“En karanlık sırlar eve en yakın olanlardır.” Soyut dünyamın somut hali, “Seni seviyorum, baba!” Çağla Arpacı 10B ŞTTL
Sayfa 75
İç Yazı Başlığı
öykü “ 21 Mart 2006. Kırmızı krizantem. Bugün uzun zamandır defterimde açmadığım bir bölümü açıyorum, tekrar. Üzüldüğünüzü biliyorum. Ama en çok da korktuğunuzu... Ya her şey eskisi gibi olursa diye de telaş ediyorsunuz, bunun da farkındayım. Yine aynı iki cümle ile başladım. Kalemi her elime aldığımda hissettiğim duygular değişse de bu seferki daha yakın eskiye. Her şey değişir mi, diye soruyorum kendime; yazdığım sayılar, çiçekler gibi. Hatta yaşadıklarımız aynı noktaya geri döner mi, diye de. Birçok şey duydum, öğrendim bu yaşıma kadar. Belki de değiştim bilmiyorum. Mesela eskisi gibi değilim artık. Korkmuyorum ondan. Ama tabi bana yardım eden birkaç şey daha var. Biliyor musunuz, bir tek çiçekler değişmedi hayatımda. Sizce annem üzülüyor mudur, beyaz bulutların üstünde? Özür dilerim, anne! Belki de hayal etmeyi sevdiğin şeyler arasında benim mutlu olmam da vardı. Fakat hep açmamı dilemediğin sayfalar arasında yazdıklarımı yetiştiremezken buldum kendimi. Olsun. Senden kalan bu yer belki de tek sığınağım benim. Bugün seçtiğim çiçek diğerlerine çok benzemiyor, değil mi anne? Senin en sevdiğin çiçeği bugün de seçemedim. Yine aynı yerdeyim. Ama en garibi ise şimdi beni bulduğu yerde onun için ağlıyorum yıldızların altında. Artık sonu olmayan bu kederde benimle bir dalgalar var bir de sen varsın, anne. Çok uzun yazamam yazıyı bugün. Belki bir gün anlarsın nedenini. Gidiyorum. Ama merak etme, onun gibi seni bırakıp
sessiz gitmiyorum. Gidiyorum. Ama senin de beni bırakmayacağını bilerek ve benim de seni bırakmayacağımı bilmeni isteyerek. Hoşça kal.” Kapı çaldı. Kapıyı açmasam düşünceleri bir süre sonra anlamını kaybetti yine. Kaçamazdı. Babasıydı o, yapamazdı. Aslında korkusundan buna sığınırdı hep. Babasıydı. Nasıl atabilirdi ki onu hayatından değil mi? Açtı. Karşısında diğer günlerden farksız bir adam duruyordu, her zamanki gibi. Gömleğindeki her gün birbirinden farklı rujlara bir yenisi daha eklenmişti. İçmişti. Leş gibi kokuyordu. Komşular birazdan duyacakları seslere çoktan hazırlanmıştı bile. Kadının içindeki üzüntü her geçen gün artıyordu ama sebebi vücudundaki zamanla geçen yaralar değil kalbinde açılan hiç geçmeyen yaralardı. Hayatta en sevdiği kişiyi öldürmüştü. Annesini öldürmüştü bu adam. “14 Ocak 2001. Sarı karanfil. Biliyor musunuz, diğerleri kahramanlarını anlatırken sizin onlara hiçbir şey diyememeniz? Hep dua ettim. Ama kahraman olması için değil. Çok bekledim, belki sever diye. Beni de sevmedi annemi de. Hep düşünürüm, neden böyle diye. Annem çok sevmişti halbuki. Ya ben de böyle olursam çok sevip sonunda sevdiğim adam tarafından olursa ölümüm diye çok korktum. Yazarken acılarımı hafifleten tüm sayfalar şimdi sırılsıklam tekrar. Şimdi yine kaloriferimde kurumayı bekleyen kıyafetler, sırasını kâbus dolu bu sayfalara bırakacak. Kapadım kendimi, hayalini kurduğum her şeye. Bitecek. Söz veriyorum tekrar buraya geldiğimde benimle gurur duyacaksın, anne.” O gün o kadar yazabildi. Kapı çalmıştı. Her gün tekrar eden bu ıstırap senfonisinin artık sonlanması gerekiyordu. Kapıyı polislerle açtı. Belki de polisler gelip bu adamı aradıklarını söylemeseydi hiçbir
Sayfa 76
YAZIN
istek zaman cesaret edemezdi. Ama polisler bu halde bulunca kadını, anlattırmışlardı tüm gerçekleri. Alıp götürdüler onu. Çaresizliği ve onunla yaşadığı tüm gerçekleri. Bitti her şey. Ağlamaya başladı. Kendini yıldızların altında buldu her zamanki gibi. Sığındığı bu özel çiçeklerden sonra belki de ikinci limandı orası onun için. Her zamanki gibi dalgalar, yıldızlar ve çiçeklerle dolu defteri… Altın kadeh sayfasını açtı. Tam yazmaya başlayacakken puslu gözlerinin arasında gözyaşının dudağına değdiği sırada bir adam belirdi karşısında. Gözlerinde gökyüzünü gördü kadın. Annesine hiç bu kadar yakınlaşabileceğini düşünmemişti belki de. Daha önce hiç hissetmediği bir duyguyu hissetmeye başlıyordu. Adam yanına oturdu. Onunla çocukluğuna indi. Hiç tanımadığı biriyle sabaha kadar dertleşti kadın. Uzun zamandır dışındaki sessizliği, belki de içindeki fırtınanın bir gün kopmasını bekler gibi döküldü sözcükler dudağından. Konuşurken rüzgârdan açılan kırmızı gül sayfası da bir işaretti belki de. Âşık olmaktan korkan kadın için artık bu adam vazgeçilmez bir tutkuydu. Biraz zaman geçirdiler birlikte. Her gün daha çok bağlandılar birbirlerine. Kadın, ilk kez annesinden sonra birine güveniyordu. Korksa da onunla yeniyordu tüm korkularını. Ama uzun süre saklamıştı adam kadından, adaya neden geldiğini. Gerek de duymamıştı gerçi. Fakat o gün karar verdi her şeyi söylemeye. Bilsin istedi, yaşadığı ne varsa... Söylemeliydi de.
tu çünkü neler yapabileceğini hatta yaptığını tahmin edebiliyordu adam. Çok çekmişti bu kadından. Takıntılı kadına zorla anlattırdı. Şimdi ne düşünüyordur acaba? Ona söz vermiştim, hiç üzmeyeceğim diye. Ama herkesin verdiği sözler gibi değildi bu söz, onu asla üzmezdi gerçekten. Zaten o da her kadın gibi değildi, bunun çok farkındaydı. Gecenin bir vakti, olanlardan sonra nerede bulacağını biliyordu kadını. Koşmaya başladı adanın bir ucundan diğerine. Fakat her şey için çok geçti artık. Kadın yıldızların ve dalgaların huzurunda veda etmişti tüm yaşananlara. Koca kızılçam ağacına koştu adam, attığı her adım sevdiği kadının ölümünü biraz daha hissettirirken. Adamın gözleri puslu. Kumların üzerinde kucağına yatırıp saçlarını okşadığında dünyadan ayrılıp gökyüzüne çıkan adam, şimdi boynunda morluklar içinde yatan mutsuz, ölmüş bir kadının saçlarını okşuyordu. Gözleri normale dönmeye başladığında kızılçam ağacının altında kadının hiç yanından ayırmadığı defteri gördü. Aldı. Kaleminin durduğu sayfayı açtı ve okurken hiç dinmedi gözyaşları. “21 Mart 2006. Kırmızı krizantem…” Zeynep Vehaplar 10C ŞTTL
Ama her şey için çok geçti artık. Adama takıntılı kadın, adaya gelip öğrenmeseydi sevdiğinin bir başkası için ölebileceğini belki de gidip yalan yanlış şeyler uydurmazdı kadına. Soluğu yıldızların altında alan kadın başladı yine yazmaya. O sıralarda öğrendi adam takıntılı eski sevgilisinin adaya geldiğini. Karşılaştıkları ilk an sanki onun için bir kâbus-
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 77
İç Yazı Başlığı
öykü
Saat 06.30. Tamı tamına altı yıl, iki ay, yirmi beş gün sonra gelebildim yanına. Affet, hiç cesaret edemedim seninle yeniden karşılaşmaya. Her şey yerli yerinde, hiçbir şey değişmemiş, nasıl gittiysem öyle geri geliyorum. Sen temizliğe önem verirdin oysa. Bakıyorum da yokluğunda en değer verdiğin şeyler sensizlikten kararmış, üstlerindeki tozlardan ne olduğu anlaşılamayacak hale gelmiş. Sağımda, solumda, baktığım her yerde senden izler var, ne hoş! İçeri girerken gözüme ilk çarpan tabloların oldu; anımsıyorum da tuvalle nasıl da bağ kurardın! En kıymetlilerindi, bilirim. Ne uğraşırdın onlar için; fırçalarından daha çok değer verdiğin, yaptığın tabloları birlikte anlam bulacağı kişilere verebilmek için gece gündüz demeden kalkmazdın şövalenin önünden. Birer birer karşımdalar şimdi, geçmişten bana göz kırpıyorlar. Çekiyorum sandalyeyi karşılarına, izliyorum anıları teker teker… Yanımdaki kitaplığından elime gelen ilk kitabı alıyorum. Tozdan okunamayacak halde, örümcek ağlarından çürümeye yüz tutmuş bir kitap geliyor elime. Nazım Hikmet şiirleri… Karlı kış akşamlarında cam kenarında oturmuş; masada orta şekerli Türk kahvesiyle küllük, sol elinde sigara, sağ elinde bu şiir kitabı... Öylesine bir ahenkle okurdun ki şiirleri, ev içinde yankılanan sesini duymak için yanına nasıl da büyük bir heyecanla gelirdim. Otururdum koltuğun yanına, koyardım kafamı dizine, sigarayı bırakıp beni içmeye başlardın. Aynı kitap, aynı yer, aynı koltuk… Bir tek eksik var: sen. Biliyorum sen de benimlesin, burada yanı başımda oturuyorsun. Rastgele açtım kitabı, sararmış sayfalarda okunabilen ilk şiiri okuyorum:
“Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi Geceleyin ateşler içinde uyanarak ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi Ağır posta paketini neyin nesi belirsiz telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi Seviyorum seni denizi ilk defa uçakla geçer gibi İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık içimde kımıldayan bir şeyler gibi Seviyorum seni Yaşıyoruz çok şükür der gibi”
N. ikmet
Sayfa 78
YAZIN
şiir molası
Bu kadar aradan sonra seninle buluşmak garip hissettirdi, gözlerimden sel boşalıyor sanki. Elimdeki kitabı karıştırıyorum, sayfa 102, içinden siyah beyaz bir fotoğraf çıkıyor. Bunca yıllık ömrümde hiç karşılaşmadığım bir fotoğraf. İçimde tekrar tekrar can bulan “İyi ki buraya gelmişim!” sesleri… Fotoğraf renksiz olmasına karşın bütün ihtişamıyla içindeki kişiler bana gözlerini dikmiş, kucağında oturuyorum. Bütün yüzler gülüyor, yokluğunun bu kadar ağır bedelleri olacağını nereden bilebilirdik ki? Kitaptaki şiirlerden sana anlamlı gelenleri, hoşuna gidenleri işaretlemişsin; bazılarında birtakım fotoğraflar bazılarında ise senin yazdığın notlar var. Her şiir sana ne hissettiriyorsa çevrende onunla bütünleştireceğin şeylerin fotoğraflarını koymuşsun. Muhabbet kuşumuz vardı, hatırlıyor musun? Peki ya ona ne yaparsan yap en çok seni seven kediyi? Her birinden izler bulmuşsun küçücük kâğıt parçalarında. Bir şiiri işaretleyip bir de not yazmışsın, söylemeden geçemeyeceğim: Beni öyle bir ana götürdü ki, hayatımda en unutamadığım -yeniden yaşamayı isteyebileceğim sayılı anlardan biri olsa gerek- gün o gün olabilir. Bize gelmiştin hani, arkanda bir arabaya zor sığacak kadar insanla. Vakit geçirmiştik birlikte, sanki yıllardır birbirini görmeyen iki dost gibi sohbet etmiştik. O gün kendimi eksiksiz hissetmem bir tesadüften ibaret değilmiş, yeni anlıyorum. “Kocaman ağacımızın bir dalında pembe bir çiçek açtı bugün.” Boğazım düğüm düğüm, gözlerim tekrar okumak için geri geri gidiyor, ev içinde yankılanan sesimi defalarca dinliyorum. İçimdeki hüznün yerini sevinç alıyor. Sana verdiğim sevgi, saygı ve değerin aynısını bana hissetmen ne kadar kıymetli; keşke karşımda olsan da sana da anlatabilsem. Birlikte parka giderdik; kuşların göç ettiği zamanlar her gün dışarı çıkar, kuş sürülerini izlerdik. Diğer şiirleri birer birer yudumlarken kuşların adeta bir senfoni içinde kanat çırpma sesleri kulaklarıma çarpıyor. İçimi ayrı bir huzur kaplıyor, sanki yukarıdan bir yerlerden beni izlediğine dair bir mesaj gönderiyorsun. Kapıdan biri giriyor. Hayır, hayır… Yavaş yavaş siliniyorsun. Anılar, sen, ben, biz… Usulca yaklaşıyor beyazlar içinde kadın: “Süreniz doldu. Hadi, benimle gelin. Yemek vakti, en sevdiğiniz yemekleri yaptım sizin için.” diyor. Götürüyor beni senden. İçimde senin değil, küçük kadının dedikleri dönüyor. Aklımda ise kitabın son sayfasında kalan son söz: “Seni düşünüyorum, seni düşünüyorum. Hepsi bu kadar işte… Seni düşünüyorum.” Son olarak iki gözümün çiçeği, sana çocukluk bahçemden bin selam gönderiyorum. Nil Nalçakan 10C ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 79
İç Yazı Başlığı
öykü
Saat, gecenin üçüydü. Yakamozlar tarafından aydınlatılan bir gölün kenarındaki eskimiş, tozlu bir bankta oturuyordu. Ne yapıyordu burada? Elleri ve yüzü ıslanmıştı. Ellerini gölün pırıltısıyla mı kutsamıştı acaba? Sonra, bir anda hatırladı her şeyi. Hatırlamıştı, neden burada bulunduğunu, ellerinin ve yüzünün neden ıslak olduğunu ve neden saat üçte evindeki sıcacık yatağının içinde Bay Yumoş'la derin rüyalara dalmadığını…
Yalvarış
Zihnindeki soruları cevaplamak için derinlere yürüdü, sakin zamanlara dönmek için neler vermezdi. Gerçeklerle yüzleşme düşüncesi bile tir tir titremesine neden oluyordu. "Bunlar birer kabus!" diye geçirdi içinden. Kabullenmek çok zor geliyordu ona. Daha önce hiç böylesi bir olay başından geçmemişti. Nasıl bu gerçeği bilerek yaşayabilirdi ki? Hayatına onsuz nasıl devam edebilirdi? O, kendisinin bir parçasıydı. Şimdi gittiğini ve bir daha gelmeyeceğini aklına getirdikçe bir mızrak saplanıyordu kalbine, ellerine, yüzüne. Kendisinden olduğunu düşündüğü her parça acı çekiyordu. Acaba kendisini aramaya çıkmışlar mıydı? Etrafta hiç kimseyi göremiyordu. Belki kaçtığını daha fark etmemişlerdi. Ne de olsa evdekiler de hüzünlüdür, onun gidişine. Kimsenin gözleri görmüyor, kulakları duymuyor ve akılları çalışmıyordu. Bu gece yatmadan konuşmuştu onunla. Bu gece -her gece olduğu gibi- Bay Yumoş'la kimin yatacağı hakkında kavga etmişlerdi. Genelde hep kendisi kazanırdı. Küçük olmasını avantaj olarak kullanır ve "Ben, Bay Yumoş olmadan uyuyamıyorum." diye yalan söylerdi. Bu sefer yalanlar işlememişti. Bay Yumoş'u kaybetmişti. Gecenin bir yarısı bağırışlara uyandığında ise Bay Yumoş'u kanlar içinde gördü. O an, gözlerinden aklına kadar tırmanmıştı. Bir pire gibi yapışmış, gördüklerinden uzaklaşmak hatta unutmak istese de bütün kapılar o ayrıntılara açılıyordu. Ayağa kalkacak gücü kendisinde bulamıyordu. Bacakları yatağına tutunmuştu. Kıpırdayamıyordu. Buz kalıbı gibi kalakalmıştı orada. Her saniye ortam daha da gergin, daha da korkunç oluyordu. Artık yatakta duramaz hale gelmişti. Gücünü toplayıp odalarından çıktı, küçük ve sessiz adımlarla koridorda ilerledi. Mutfağın ışığını fark etti o an. "Annemler uyanık mıdır acaba?" diye aklından geçirdi. Mutfağın kapısını hafifçe aralayıp bir göz attı içeri. İkisi de ağlıyordu, birbirlerinden güç alırcasına sımsıkı sarılmışlardı. İşte tam o anda bildi; o, geri gelmeyecekti. Gitmemişti o, götürülmüştü ama neden, nereye? Ayakları, kendisini bir anda alıp evden dışarı atmıştı. Hiç bilmediği yollardan, hiç görmediği sokaklardan geçiriyordu. Eski ve tozlu bir bankın üzerinde buldu kendisini. Elleriyle yüzünü kapattı, hıçkırıklarını kontrol edemiyordu; yüzünü kapattığı elleri sırılsıklam olmuştu. İlk defa gerçekten ağlıyordu. Daha önceki ağlamaları ya ilgi çekmek ya da haklı çıkmak içindi. Bu seferki ise başkaydı; içten bir yakarışla buluştu duyguları. Olanları unutmak istiyordu hemen. Bir saniyeliğine bile olsa aklından silebilmek ne mümkün? Tekrar mutlu, huzurlu ve sıkıntısız hayatına geri dönmek istiyordu. "Yalvarırım, unutayım bunları!" diye bağırdı bütün gücüyle. Ne olduysa o birden… İşte o an kederi, yerini şaşkınlığa bıraktı. Aklına tonlarca soru üşüştü, anlam veremediği biçimde. Ne yapıyordu ki burada? Kaan Çalışkan 11A
Sayfa 80
YAZIN
Çocukluk Özlemi
10 Nisan, babamın doğum günü... Oğlum ve ben uçakla İzmir’e babamın yanına gitmek için erken kalktık. Babam, ben evlendiğimden beri yani 10 senedir İzmir’deki evimizde tek başına yaşıyordu. Onu sık sık ziyaret etmek istesem de çok kolay olmuyordu. Şimdi, babamın evinde senelerdir değişmemiş koyu yeşil kadife koltuklarımızda oturup sohbet ediyoruz ve babam kahvesinden bir yudum aldıktan sonra bana dedi ki ”Baksana kızım, yetmiş yaşıma girdim; ne çabuk yaşlandım. Nerede o özgür, dünyadan bihaber olduğum çocukluğum!”. Babamın her doğum gününde yüzünde olan buruk gülümsemenin sebebini şimdi anlamıştım, babam yaşlanıyordu. Her doğum gününde çocukluğundan daha da uzaklaşıyordu. Babam bana bunu söyledikten sonra ona yaşlanmadığını ve hâlâ çocukluğundaki sevinci yaşayabileceğini göstermek için bir hediye yapmaya karar verdim. Tabii ki bunu yapmak çok da kolay görünmüyordu. Tam ne yapabileceğimi düşünürken eski, ahşap ve üstü birçok resim çerçevesiyle dolu olan dolabı gördüm. Bu resimlerin yıllardır yerleri hiç değiştirilmiyor ve dolaba her geçen yıl yeni bir aile fotoğrafı ekleniyordu. Resimlere bakarken arkada bir yerde babam ve küçükken erkek gibi kısa kestirdiğim için oğlan çocuğuna benzediğim bir resim buldum. Resim, babamla her bahar istisnasız gittiğimiz uçurtma bayramında çekilmişti. Her bahar uçurtma bayramına gitmemizin sebebi ise babamın çocukluğuydu. Dedem, babama kendi uçurtmasını kendi yapmayı öğretmiş uçurtma bayramı yaklaştığı zaman da onu uçurmaya götürürmüş. Babam dedemden sonra aynı şeyi benimle beraber yapmaya başladı ve uzun zamandır uçurtma uçurmadığımızı fark ettim. Babam ve Kaan’a markete gittiğimi söyleyip dışardan uçurtma malzemeleri aldım, eve gidip babam ve Kaan’ı çok büyük olmasa da bizim aileye yeten bahçemizde masaya oturmaya çağırdım. Masadaki malzemeleri görünce babamın yüzündeki o içten gülümseme ve o mutluluk dolu bakış beni tekrar çocukluğuma götürdü. Yine bir masada beraber uçurtma yapacaktık, eskiden olduğu gibi. Kaan yedi yaşına kadar hiç uçurtma uçurmamıştı, ben de bu yüzden bu işi babama bırakıp bize uçurtma yapmayı öğretmesini rica ettim. Uçurtmayı yaptığımız o bir saat bana yeniden çocukluğumu yaşattı. Babamı ise uzun zamandır ilk kez bu kadar mutlu gördüm, o yüzündeki çocuksu mutluluğu hiç unutmayacağım. Uçurtmalarımızı yaptıktan sonra babam bizi evimizin yakınındaki parka götürdü ve oradaki açık alanda uçurtmalarımızı uçurmaya başlayacaktık ki ben uçurtma uçurmanın nasıl bir şey olduğunu unuttuğumu fark ettim. Doğal olarak Kaan da bilmiyordu. Bu yüzden babam ikimize de uçurmayı öğretti, babamın bana gösterdiği birkaç hareketten sonra hemen hatırladım nasıl uçuracağımı. Kaan daha ilk kez öğrendiği için babam, yere onun yanına dizlerinin üzerine oturdu. O sırada babamın Kaan’ın kulağına, “ Hadi, bir sevinç al annenden, bana da biraz ver.” dediğini duydum. Bunu duyan Kaan tabii ki hiçbir şey anlamamıştı, fakat ben babamdaki o çocukluk özlemini bir kez daha hissettim. İki saat boyunca parkta oynayıp uçurtma uçurduktan sonra eve döndük ve herkes günün yorgunluğuyla hemen uyudu. Sabah olduğunda ailece kahvaltı yaptık ve artık gitme zamanı gelmişti. Babam da bizi uğurlamak istiyordu ve beraber arabaya binip yola koyulduk. Havaalanına geldiğimizde babam da arabadan inip bizimle vedalaştı. Kaan’a sıkı sıkı sarıldıktan sonra bana da aynı şekilde sarılıp kulağıma “ Öylesine yalnızız ki şu kocaman şehir ve biz; bak, bari sen gel!” Babamın bu sözlerinden sonra gözlerim azıcık dolmuş olsa bile ona belli etmeden Kaan’la havaalanına girdik. Fark ettim ki babamın doğum gününde ona verebileceğim en güzel hediyeyi vermiştim. Ela Tuğrul 10E
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 81
İç Yazı Başlığı
öykü
içimdeki Denizden esen ılık rüzgâr yavaşça yüzümü okşuyor ve saçlarımı şekilden şekile sokuyordu. Ayaklarım sanki kafamın içinde kopan fırtınalardan habersiz bir şekilde hareket ediyordu. Yüzümde yaşadığım sıkıntıların sonucunda oluşan buruk bir ifade vardı. Güneşin batmaya yüz tuttuğu bu saatlerde sahil, birazcık hüzünlüydü. Ben hem biraz kafamı dağıtmak için hem de bu amansız yürüyüşe bir son vermek için gördüğüm ilk banka oturdum. Beynimin içinde halen dönmekte olan çeşitli düşünceler ve senaryolar, adeta birbirleriyle savaşıyorlardı. Belki de bana yaşama sevinci veren son insanı kaybetmek, beni ucu belirsiz bir girdaba itmişti. İşte o an kendimi bu koskocaman şehir içinde yapayalnız hissettim. Bu şehirde benim imdadıma koşacak bir kişi bile kalmamıştı. Kendimi bu topluluğa ait hissetmemenin verdiği etkiyle de iyice içime kapanmıştım. Ağacın dalından yeni kopmuş bir yaprak gibiydim. Ait olduğu yerden uzaklaştırılmış ve yalnızlığın içinde uçuşan bir yaprak… İçimdeki yaşama sevinci her rüzgâr esintisinde azalmaya başlamıştı. Sanki her rüzgâr estiğinde, her dalga kıyıya çarptığında bu şehirdeki çaresizliğim yüzüme bir tokat gibi inmekteydi. Bu karamsar düşünceler içerisinde bir anne ve bir çocuk yanıma oturdu. Çocuğun elinde tahta ve kâğıttan yapılmış masmavi bir uçurtma vardı. Annesinin çocuğa uçurtmayı sımsıkı tutmasını tembihlediği o kadar belliydi ki çocuk tüm gücüyle uçurtmanın elinden kaçmaması için çabalıyordu. Anne çantasından telefonunu çıkarıp çocuğun denize karşı bir fotoğrafını çekti. Annesinin kameraya bakmasını istemesine rağmen çocuk gözlerini uçurtmasından ayırmıyordu. Yüzündeki hafif gülümsemeden aslında uçurtma ile çocuk arasındaki bağ çok kolay anlaşılabilirdi. Fotoğrafı çektikten sonra, anne ve çocuk usulca banktan kalkarak sahil yolu üzerinde yürümeye devam ettiler. Onları, tepelerinde yer alan masmavi uçurtma dönerek takip ediyordu. Çocuk ve annen kafamdaki düşünceleri dağıtmış, beni çocukluğuma götürmüştü. Küçükken ben de uçurtma uçurtmaya bayılırdım. Çocukluğumu geçirdiğim köyde baharın gelmesiyle bütün köy çocukları babalarının onlara yaptığı uçurtmaları alır ve köy meydanında uçururlardı. Bu zamanlar köy adeta bir şenlik havasına bürünür, etrafı çocukların bağırışları sarardı. Her çocuk gibi ben de babamın benim için hazırladığı uçurtmayı uçurmaya çıkar ve kaygısızca koşardım. Hiçbir zaman ilk seferde rüzgârı tam arkama alamaz, uçurtmayı yükseklere çıkaramazdım. Bu noktada babam bana yardımcı olup uçurtmayı bulutların yanına çıkarır ve ipi benim elime tutuştururdu. Çocukken şimdi sahip olduğum sıkıntıların hiçbiri
Sayfa 82
YAZIN
uçurtma yoktu. O zamanlar dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi hissederdim. İçimdeki yaşama sevinci yüzüme yansır, çoğunlukla gülerdim. Hayatın zorluklarıyla karşılaşmamış olmam belki de beni daha özgür kılıyordu. Çocukluğumu düşünerek uzun süredir oturduğum banktan kalktım ve eve doğru yol almaya başladım. Çocukkenki rahatlığım ile şu anki hayatımın kalitesi hakkındaki düşünceler beni çepeçevre sarıyordu. Evin kapısından girmemle gözümden bir yaş damlası düşüverdi. Hemen dolabımın üstünde yer alan küçük kutuyu çıkardım. Üstünün biraz toz tutmasına rağmen kutunun içerisinde bir uçurtma ve o günden zamanlardan kalma fotoğraflar yer almaktaydı. Babamın bana uçurtma uçurmayı öğretirken annem tarafından çekilen siyah beyaz fotoğrafı buldum. Hem benim hem de babamın yüzündeki gülümseme siyah beyaz fotoğrafa renk katıyordu. Fotoğrafa bakınca aklıma, küçükken hep geleceğim hakkında kurduğum düşler geldi. Çoğu zaman ileride oğluma uçurtma uçurmayı öğreteceğimi düşlerdim. Bulunduğum durumda ise bu ev dışında kimsem yoktu ve yalnızlığın içerisinde çırpınmaktaydım. Annem ve babamdan sonra onun da ölümü beni iyice yıpratmıştı. Muhtemelen o yaşasaydı bu durum farklı olacaktı ama artık elimden gelen çok bir şey yoktu. Uçurtmayı kaptığım gibi tekrar sokağa indim. İçimde çocukken hissettiğim o tuhaf his vardı. Karnımda hafiften bir ağrı belirdi ve heyecandan ne yaptığımın farkında bile değildim. Sahile geldiğimde elimdeki uçurtmayı aynı babamın bana öğrettiği gibi yavaşça kaldırdım. Yıllar sonra uçurmaya çalıştığım uçurtmanın çoğu tahtası çürümüş ve kâğıtları yıpranmıştı. Uçurtma, birkaç saniye havada süzüldükten sonra parçalarına ayrıldı. Uçurtmamın kırılması beni hiç üzmemişti, aksine içimdeki umutların tohumlarını ekmişti. Bu uçurtma aslında benim hayatımı temsil ediyordu. Bir ümide yaslanıp yaralanmıştım. Bu yaralanma belki de benim sonumu getirecek kadar derindi. Sevgiye tutunup düşe kalka ilerlemiştim. Belki aldatılmıştım belki de dünya hiç dönmüyordu ama her şeye rağmen bu hayattan kopmamaya ve içimdeki çocuğu öldürmemeye çalıştım. Birkaç saat önce depresif olarak geçtiğim bu sahilden, geleceğe umutlu bir çocuk olarak ayrılıyordum. Artık çocukluğumdaki gibi ölümsüz değildim ancak yenilmeye de hiç niyetim yoktu. Sarp Çağan Kelleci Fen10
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 83
İç Yazı Başlığı
öykü
Bembeyaz, yuvarlak bir külçe dağların üstüne yerini almaya çoktan başlamıştı. Yağmurun sesini bir bıçak edasıyla kesen ayaz rüzgârları hissedilmeye başlamış, yağmurun yağdığına yalnızca yerdeki su birikintileri şahit olmuştu. Issız sokakları, derme çatma gecekondularıyla çoktan uykuya dalmıştı şehir. Her bir adımda sokaklar daha da yalnızlaşıyor, sokak lambaları sayısı azalıyordu. Sokaklar tenhalaştıkça daha da tanıdık gelmeye başlıyordu her yer. Son sapağı arkasında bıraktıktan sonra ayazın keskin soğuğunu hatırlatan taş duvarlar ve gıcırdamaktan kenarları soyulmuş tahta bir kapı karşılamıştı onu. Taş bina; camından yansıyan loş ışığıyla karanlığa, kapısından sızan ince ve narin kadın sesiyle rüzgâra meydan okuyordu adeta. Yavaşça şemsiyesini kapattı içeri girerken. Fötr şapkasını koluyla vücudunun arasına sıkıştırdı ve ışıkların sönmesiyle tekrardan başladı son perde oynanmaya. Her zamanki gibi her zaman oturduğu köşedeki masasına oturdu, her zaman yaptığı gibi önce etrafı tanıdık bir ifadeyle kolaçan etti, ardından yanına çağırdığı garsona eski sesinden eser bırakmayan sigaranın yarattığı pes bir tonla “Her zamankinden.” diye sessizce mırıldandı. Birkaç dakika içinde elinde birasıyla dönmüş garsondan, “Buyurun, Bay Michelle.” sözlerini duyması bir kez daha asla cevabını bulamayacağı sorular arasında kaybolmasına sebep oldu.” Üzerindeki siyah tozlu ve eskimiş paltosunun yarattığı ciddi görünüm mü yoksa hiç kimseyle konuşmayan, bir veya iki saat oturup ses seda çıkarmadan kalkıp giden en sadık müşterisini kaybetmemek için bir şovdan mı ibaretti garsonun ona ‘bay’ diye hitap etmesi?” Michelle, bunca yıl sorulardan yoksun bırakılan hayatının acısını, kırklarından sonra çıkarmaya kararlıydı. Kırk yıl boyunca bir gün öncesini bugünden farkı kalmayacak şekilde yaşayan Michelle, tekdüzelikten sıkılmış ve her zaman ifade ettiği gibi monoton hayatın eşiğinde ölmüş ancak soru işaretlerinde tekrar hayat bulmuştu. Duyduğu ince kadın sesi ona neden orada olduğunu hatırlattı. Alışkanlıklarından kurtulduğunu sanarak kendine her gün yalan söylemesinin, her akşam bu mekâna gelmesinin ve çekip gidememesinin nedeni olan kadının sesi. Kendine olan güvenini çoktan yitirmişti Violet. Her gün yüzüne binlerce hakaret edilen bir mekânda şarkı söylemek kendine güvenen bir kadının yapabilecekleri arasında değildi. Bunca hakarete rağmen Violet, ne zamandır bu mekândan çıkmayı istese de asla bunu başaramamıştı. Varoluş sebebini şarkı söylemekle bağdaştıran bir kadın için şarkı söylediği bir mekânı öylece terk edip sokaklardaki eski yaşamına geri dönmek, hiçbir zaman kolay bir karar olmamıştı. Kendini topluma sesiyle kabul ettirmişti Violet. Ne renkli mücevherlerden ne de karmaşık projelerden ibarettir Violet, sesiyle hayata sıkıca bağlanmış ve bırakmamaya kararlı olan bir kadındır. İnce ve uzun basamaklardan çıkıp yavaşça koyu kahverengi, eskimiş tahta platforma ilerledi. Bir kol mesafesi kalana kadar mikrofona doğru yürüdü ve etrafı şüpheli bakışlarla kolaçan etti. “Bu sefer de gelmiş miydi?” “Evet, evet her zamanki köşesinde çoktan yerini almıştı.” Hâlâ tanışmadığı ama her akşam onun için şarkı söylediği adam yine onun için oradaydı. Hayatında asla değer görmemiş bir kadın için bir mucizeden öteydi onunla tanışmak. Violet, reddedilmekten değil bir gün bu mekândan birlikte çıkabileceklerine karşı duyduğu umudu kaybetmekten korkuyordu. Sonuçta ne pahalı kıyafetleri ne de kabarık bir banka hesabı vardı. Sadece sesinden ibaret, basit bir kadındı Violet. Bir gün Violet “Neden böylesine basit bir kadının, bir adamın her gün aynı saatte aynı yerde saatlerce sıkılmadan, kendisiyle tanışmaya bir kere bile çalışmadan dinlenileceği” sorusuna cevap bulmak istedi ve adamla tanışmaya karar verdi. Önce adamın yerinde olup olmadığını kontrol etti ve ardından üzerindeki giysileri düzeltmek için sahnenin arkasına geçti. Kendinden emin olduğunda derin bir nefes aldı ve titreyen bacaklarını kontrol etmeyi başardı. Masaya yaklaştığında adamın çoktan gitmiş olduğunu ama masada birkaç papel bahşiş ve bir mendil bırakıldığını fark etti. Mendilin üzerinde hiçbir kadının bir iki cümleden ibaret olmadığını tarihe kalın harflerle kazıyan şu cümleler yazılıydı: “Bunca zaman seni dinleyememek beni sadece yaraladı ancak bugün sana cevap verememek öldürecekti.” Ege Dolmacı 10A ŞTTL Sayfa 84
YAZIN
garipler ve ben... Babam harpten benim için birkaç saatliğine gelebilmiş, gitmesi gerekiyormuş. Öyle söylüyor. Daha gözlerimi dahi açmadım ancak yıkımı görüyorum. Duymam gereken kendi ağlamalarım ve çığlıklarım. Annemin bana ilk defa adımla seslenişi…Duyduğum ise oğlunu kaybetmiş kederli ve gamlı annelerin ağlamaları, yaralı askerlerin acıdan kıvranışları. Koklayamıyorum henüz lakin burnumda kanın keskin kokusu. Nedir bu etrafı bütünüyle etkisi altına alan gam? Gözlerimi açıyorum. Anlamaya, etrafı tanımaya çalışıyorum. Birtakım gariplikler bana endişeyle bakıyor.Halen anlayamıyorum, ne yaptım da bana böyle hüzünle bakıyorlar. “Bu garip şeyler de ne!” diyorum kendi kendimde. İşte tam o an bunları iterek gelen başka bir garip. En çok da o endişeli, dizleri üzerine çöküyor ve ağlamaya başlıyor. Diğer garipler ona sarılıyor, öğreniyorum ki o gördüğüm yıkımdan, dünyayı baştan sona bozan harpten gelmiş. Nedeni ise benmişim.Üstü başı kan. Sonradan anlıyorum ki baba deniyormuş bu garibe, diğerleri de akrabaymış. Bu akraba dedikleri de bana bakmıyormuş meğer. Beni doğururken ölen, anne denen, ‘garip’ deme fırsatı bile bulamadığım kadına bakıyorlarmış akraba’larım. Şunu da ekliyorlar sonradan, babam beni çok seviyormuş ve bana onun yokluğunda onu hatırlamam için bazı şeyler bırakmış. Bu da beni düşünmeye sevk ediyor. O da mı ölecek yoksa annem gibi? Dünya bir ‘garip’ daha mı kaybedecek? ‘Akraba’larım beni yorgan dedikleri bir şey içinde annemin ve babamın eskiden birlikte yaşadığı eve götürüyorlar. Nefret dolu bakışlar atıyorlar bana, ah şu gariplikler…Her suçu bir bebeğe atmamayı öğrenseler keşke. Yorganım düşüyor. İçlerinden biri ‘’Aman be! Az kaldı zaten üşüyüversin biraz, annesine olanların acısını çekiversin.’’ diyor. Yolda gelirken gördüğüm askerlerin kıyafetlerinin renginde bir eve geliyoruz, yeşil deniyormuş bu renge. Birtakım sesler duyuyorum, ‘’Gak…Gak!’’ başımı kaldırdığım anda bir şey havayı yırtarcasına geçiyor. Şaşırıyorum tabi, ben de havada olmak istiyorum. Zaman geçiyor. Belki az, belki çok. Bir bebeğin zaman kavramının olmasını beklemeyin zaten. Bazı kelimeler ve kavramları öğreniyorum, eve giderken gördüğüm havada süzülmeye ise uçmak deniyormuş ve bunu sadece kuşlar ve uçaklar yaparmış. Babam da yaparmış bunları eskiden. Ölmüş kendisi ben doğduktan kısa bir süre sonra. Bir “garip” daha kaybetti dünya. Harpte pilotmuş, bıraktım dediği hatıralarda resimleri var. Her neyse, ‘akraba’larımın beni götürdüğü evde aç ve susuz bırakıldım. O günden beri onlardan ses ve soluk çıkmadı, şükürler olsun. Bir komşumuz, yetmişlerinde oğlunu kaybetmiş bir kadın, çığlıklarımı ve ağlamalarımı duyup gelmiş, bulmuş beni. Büyüttü beni birkaç ay. Adını dahi öğrenemedim kadıncağızın. Öldü hemencecik. Üç ‘garip’ kaybetmişti artık dünya. Ancak bütün bir ömür onu hatırlayacağım, hatırladım daha doğrusu. Her gün yeni garipler tanımaya başlıyorum. Küçük bir mahalledeyiz. Sisten ve silah seslerinden doyum yok. Beni gören acıyan gözlerle bakıyor. ‘’Ah be yavrucağa bakın kimsesiz kalmış.’’ Gönüllerinden koparsa bir hafta bana bakıyorlar ve bir diğer komşuya veriyorlar beni. Böylece bana bakan garipleri tanımış oluyorum. İsmim bile yok ancak bir aile bana Adalwolf diyor, soylu asil kurt demekmiş. Bana bakıp bir gün baban gibi olacaksın, ‘İhtişamlı Adalwolf’ diyorlar. İhtişamlı…Bir bebek olarak bu ne demek bilmiyorum ama babama benzettiklerine göre iyi bir şey olsa gerek. Umarım ben onun gibi erkenden ölmem. Başka bir aileye geçiyorum, çok ağlamamdan şikâyetçiler ama çok zeki bir bebek olduğumu söylüyorlar. Harpten etkilenmeyen tek aile olsa gerek. Kan renginde koltuklar var her yerde, zengin deniyormuş onlara. En çok yanlarında kaldığım aile onlardı. Evlerinde garip bir şey var. Renkli renkli şeyler gösteriyor. Yol gösterirmiş gibi elini tutup da bıyıklarıyla tanıdığım bir adam var. O varmış hep bunların başında. Adını bilmiyorum, umrumda da değil zaten. Garip şeyde çıkıp duruyor tüm gün. Televizyon deniyormuş buna. Başka bir aileye geçiyorum. O tanıdığım bıyıklı adamın resmini görüyorum. Bir sürü insanı annem ve babam gibi öldürmüş. Bu aileden birini cepheye çağırmışlar, bir öğle vakti tahtadan oyuncağımla oynarken haber geldi. Eve bir an sessizlik çöktü, cephedeki ağabey ölmüş meğer. Daha yirmilerindeymiş oysaki. Dünya dört ‘garip’ kaybetti. Diğerlerine kıyasla çok daha fakir bir aileyle kaldığım bir vakit, gece yarısı dışarıdan bağrışmalar geliyor. Ailede baba zaten harpte, onun dışında bir de anne ve oğulları yaşıyor. Evin demir kapısı gıcırdıyor ve siyah mantolu birkaç adam eve giriyorlar, ailenin en küçük oğluna gözleri takılıyor. Aralarından biri öne çıkıp kirli sakalını okşayarak onu süzüyor. Sigarasından bir nefes çekip üflüyor ve ağzından şu sözcükler dökülüyor. ‘’Ah be çocuk! Zayıfsın…Ancak eğitilebilirsin. İstediğin bir fotoğrafı al yanına ve diğerlerinin yanına sıraya geç. Her gece ağlarken fotoğrafa bakarsın.’’ Adamlar gülüşmeye, anne ağlamaya başlıyor. Çocuk şok geçirmiş bir şekilde donakalıyor. İşte o an anlıyorum ki daha bağcık bağlamayı bile bilmeyen çocukları da harbe alıyorlar. Bir garibin daha elden gideceğini anlıyorum. Öyle de oluyor kısa bir süre sonra oğulun cesedi geliyor. Dünya beş ‘garip’ kaybetti. Acaba benim yaşımdakilere sıra ne zaman gelecek? Artık üç yaşıma bastım. Bazı şeyleri daha iyi anlıyorum. Durumu önceki aileye kıyasla daha iyi bir ailedeyim, radyo denilen bir şey var. Garip sesler çıkarıyor. Şöyle bir şey kulağıma geliyor oradan: ‘’Lacivert, beyaz ve kırmızı bayraklılar gün ve gün ilerliyor.’’ Kendi kendime soruyorum, kim bunlar? Bu sorunun cevabını öğrenmem çok da uzun sürmüyor. Evin önündeki merdivende, oyun oynayan çocukları izliyorum. Lacivert, beyaz ve kırmızı renklerini seçiyorum. Üstümüze doğru bir şey fırlatılıyor. Etraf beyaz bir sise bürünüyor ve kulağımı yırtarcasına ince bir ses işitiyorum. Doğduğum andaki gibiyim. Etraf bembeyaz ama yıkımı görüyorum. Kulağımı parçalayan bir ses var ancak hâlâ çığlıkları duyabiliyorum. Ancak koklayabiliyorum, bu sefer başkasının değil…Kendi kanımın kokusunu. Hissedemiyorum ancak farkındayım. Ölüm damarlarımda geziyor. İşte o an anladım ecelin yaş tanımadığını. Dünya altı ‘garip’ kaybetti. Ancak annem, babam, yaşlı kadın, cephedeki ağabey, küçük çocuk ve ben- hiçbirimiz bir yok uğruna ölmedik. Buse Minel Yavaş 9A ŞTTL Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 85
İç Yazı Başlığı
öykü Saat 19.45 Yolda yürüyorum, havada kar soğuğu var, akşama yağacak belli. Etrafta seyyar satıcılar, okuldan çıkmış gençler, günün yorgunluğunu kahve içerek gideren yetişkinler ve sabahtan akşama kadar kahvehanede oyun oynayan yaşlılar... Kadıköy’ün en sevdiğim yanı da bu aslında; toplumun her köşesinden insan bulunuyor burada. Kafamda bu düşüncelerle yürürken en sevdiğim köşe başındaki kafenin önünde soluğu aldım. Buranın kahvesinin tadını hiçbir şeye değişmem. Kahvemi yavaş yavaş yudumlarken aklıma son kez yapılan şeylerin unutulmaz olacağı takıldı ki sanırım bu kahvenin kırk yıl hatırı olmayacak. Sokaktaki insanların telaşlarını gözlemlerken derin düşüncelere dalmışım ki iki saatin ne kadar hızlı geçtiğini anlamamışım. Saat 21.45 Kar taneleri havada dönmeye başlayınca evin yolunu tuttum. Çocukluğumdan beri hayalim olan evin. Yüksek tavanlı, duvarları mat siyah, mutfak ile salon birleşik, Kadıköy’ün unutulan sokaklarından birinde diğer apartmanların arasından yükselmiş göğü delen bir minare edasıyla ve heybetiyle önümde işte bu ev. Paslanmış dış kapıya anahtarı takıp kilidi çevirdim ve her zaman nefret ettiğim gıcırtıyı duydum. Sevgilim sen de sevmezsin bu gıcırtıyı, yani sevmezdin. Eve girdiğimde eski kitapların o akıl almaz derece güzel kokusu geldi burnuma fakat ev, biraz dağınık. Senden sonra bir kadın eli değmediği çok belli. Salona geçtim ve en sevdiğim koltuğuma oturdum, seninkinin hemen yanına. Kütüphanemizin dip köşelerinden, o eski kitapların arasından bir tanesini çektim. Her satırı ezberimde olan bir kitap aslında Stefan Zweig’ın ‘Meçhul Bir Kadından Mektup’ kitabı. Birer ikişer atlarken sayfaları aradığım, herkesten gizlediğim o şeyi buluyorum, senin fotoğrafını. Her fotoğrafta neşelisindir aslında ama bu fotoğrafı onlardan ayıran özelliği durgunluğun. Dünyanın omuzlarına yüklediği onca yükü, ilk defa göstermişsin çehrende. Fotoğrafa bakınca bir anda o güne geri dönüyorum, altı ay öncesine, hayatımdaki her şeyin tepetaklak olduğu güne. Hayatta birçok yanlış yaptım fakat en büyüğü sana yalan söylememdi. Ufak, sıradan bir yalandı, belki de değildi ama senin kırmızı çizginin olduğunu bilmem gerekirdi. Kalkıp gittiğinde yanımdan, zaman durdu sanki, her şey sıradanlaştı. Açıkça söylemem gerekir ki sevgilim, beni terk ettiğini anlamam zaman aldı. Kafamdaki düşüncelerden kaçmak için fotoğrafı kitabın belirsiz bir sayfasına sıkıştırdım ve kitabı rafa kaldırdım. Koltuktan yavaşça kalktım ve kahvenin boğazımda bıraktığı tat ve kuruluktan dolayı su
Sayfa 86
YAZIN
içmeye mutfağa gittim. Koridora çıktığımda duvardaki aile portremi görünce iç geçirdim. Annemin, babamın, kız kardeşimin kısaca her birimizin yüzünden anlaşılıyordu aile olmayı beceremediğimiz. Yavaşça hazırlanmaya başlıyorum sanki gece dışarı çıkacakmışım gibi. Ben giyinirken ev hediyen ötüyor ve bana saati söylüyor. Eskiciden alınmış bu guguklu saat, yuvasının kırmızı rengi solmuş ve tüyleri her saat devam eden mesaisinden yorulmuş bir kuşa ait aslında. Saat 24.00 Evin kapısını bir daha açmamak üzere kilitlerken arkamda küçük bir çocuk beliriyor. Ne yapmak istediği hakkında bir fikrim olmadığından çocuğun yüzüne anlamsız bakışlar yolluyorum. Çocuk sessizliğini korumakta ısrar ederken onun o sıcacık siması bana bir yerden tanıdık geliyor. Çok önce kaybettiğim, özlediğim birini hatırlatıyor bana. Çocuğun yanından geçiyorum ve her zaman yaptığım gibi merdivenlerden inmek yerine merdivenleri çıkıyorum. Emin adımlarla ilerlerken, boynu bükük bir şekilde beni izlediğini fark ettim. Ona gitmesini söylediğimde tahmin ettiğim gibi yanıt alamadım. Çatıya açılan kapıyı açmadan önce üst komşum Bergüzar Hanım’ın köpeği yine havlıyor. Belki de beni uyarıyor kim bilir. Ona aldırış etmeden kapıyı açtım ve dışarda uçsuz bucaksız gökyüzünde süzülen kar taneleriyle buluştum. Çocuk bana eşlik etmeye devam ediyordu fakat değişen bir şey var ifadesinde, onca kat boyunca yere bakan o çocuk şimdi doğrudan gözlerimin içine bakıyordu. Saat 01.15 Kar tanelerinin o eşsiz güzelliklerini izlerken vakit su gibi akıyordu veya durmuştu da yanımdaki bu çocuk ile benim haberim yoktu. İçimde gün boyunca aklımda olan şeyin merakı, heyecanı ve korkusu vardı. Çatının kenarına yavaşça yürüdüm. Çocuk bu sefer beni izlemek yerine geride kaldı. O da anlamıştı yapacağımı ve galiba kararıma saygı duyuyordu ama bu kadar küçük çocuk nereden bilebilirdi ki ölümü. Bu düşünceleri kafamdan çıkarmam çok kısa sürdü. Kar taneleri yavaşça hızını kaybetti ve yok oldu. Caddeden aşağıya baktığımda kimseler yoktu. Çocuğa son kez baktığımda onu nerede gördüğümü hatırladım. Evimdeki aile portremde annemin, babamın, kız kardeşimin yanındaki çocuk. Ona gülümsedim, o da bana gülümsedi. Ve gecenin karanlığında yol aldım. Bartu Büyükaydın 10A ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 87
İç Yazı Başlığı
öykü
de kendi isminin yazıldığı bir faturaydı elinde tuttuğu. “Siyah, kim siyah zarf gönderir ki? Şaka falan mı acaba? Gizli sapığım? Çok da dışarı çıktığım yok ki kim beni görecek? O bugün müydü? Artık benim yüzüme bakmaz bile. Çok oldu Sam’i görmediğim. Kırmızı kupa, o da kırıldı değil mi? En iyisi kek falan almalı. Bu zarf anneme mi gönderildi acaba? Belki eski takıntılı hastalarından biridir.” Kafasında kurduğu çeşitli senaryolar sonrasında gizemli zarfı açıp nefesini tutarak okumaya başladı. Son cümle hariç beyni hiçbir kelimeyi algılayamamıştı. “…12.03.2011 tarihinde vefat etmiştir. Taziyelerimizi sunarız.” Hava güzeldi, hem de nasıl, sokağın başındaki beyaz leylağın kokusu hafif esen bahar rüzgârıyla terasa kadar ulaşmıştı. Kargalar her zamanki arayışlarındaydı. Yemek ya da yıldız. Her çaldığında yarın değiştireceğim dediği kapı zili, koro halindeki köpek havlamaları ve durmadan koşturan minik ayaklar. Lu’nun baba yadigârı eski evinde sıradan bir cumartesi sabahıydı. Bir bacağıyla tüylü yaratıkları içeride tutmaya ve altında pijama olmadığını belli etmemeye çalışırken kapıyı araladı. Rob’a yarım bir gülümsemeyle “Günaydın” deyip yaşlı adamın elindekileri bir hışımla çekti ve ağır, demir kapıyı yüzüne kapattı. Rob’ un homurdanmasını hayal etti, ona ettiği hakaretleri; o onaylamayan yaşlı adam mimiklerini kafasında canlandırdıkça gerçek bir gülümseme oluştu dudaklarında. Çocukluğundan beri insanların olaylara karşı gösterdikleri tepkileri tahmin etmeyi çok severdi. Bazen ruhunun bedeninden sıyrılıp insanların zihinlerinde gezindiğini hayal ederdi. Mutfağa doğru giderken Cansın ve Daisy’e bağırıyor, onları ses tellerini aldırmakla tehdit ediyordu. Köpeklerin yarattığı karmaşada boncuklu girişin önündeki çürümüş meşe ağacı parkeyi unutup sol ayağını içine sıkıştırmasıyla ani acı vücudunu ele geçirdi ve dış dünyayla buluşmak üzere bekleyen sulu bir şişlik oluştu bileğinde. Evdeki çoğu eşya gibi artık ömrünü tamamlamış olan buzdolabından mavi jeli aldı ve sekerek masaya doğru ilerledi. Elinde unuttuğu zarfları ayırmaya başladı. “Borç, borç, banka ekstresi, fatura, borç, hayran mektubu, hayran mektubu, fatura, hayran mektubu…” mırıldanarak gruplandırmaya devam ederken siyah bir zarf dikkatini çekti. Ne bir hayran mektubuydu, çünkü üzerlerinde her zaman annesinin ismi yazılırdı, ne
Sayfa 88
Lu, tuttuğu nefesi unutmuştu; refleksleri devreye girmese o gün iki ölü olacaktı. Yukarıdan biri iplerini çekiyormuşçasına hızla ayağa kalktı, seri adımlarla – ayağının acısını hissetmiyordu bileğinden kemik dahi çıksa bu onu durdurmazdı- evdeki tüm aynaların üzerini eline ne geçerse onunla kapattı. Yukarıya çıktı, bazı kıyafetleri siyah çöp torbalarına tıktı ve yarı çıplak haliyle sokağa çıkıp onları toplama kutularına attı. Tüm bunları yaparken yanaklarını ıslatan bir damla yaş yoktu, gözleri sabit ve ifadesizdi. Cansın’ı kapının dışında unuttuğu iğrenç stresli anlarda olduğu gibi durduğu yerde sıçradı. Banyoya gitti, çamaşır suyundan soluk pembeye dönmüş kovayı kaynar suyla doldurdu, içine çeşitli sabunlar ve birkaç bez attı. Çatırdayan merdivenlerden aşağıya bir elinde ağır dumanı tüten kova, bir elinde devekuşu tüyünde eski toz alıcısıyla aksak aksak iniyordu. Duruma bakılırsa bileğindeki şişlik ona varlığını hatırlatmıştı. Salona geldiğinde kitaplıktan bir kalem alıp kafasındaki karga yuvasına taktı. Parmaklarının yanmasına aldırış etmeden dizlerinin üzerinde önce yerleri sonra ortada duran yün halıyı ve bronz zımbalı kızıl kadife koltukların her bir köşesini sildi. Sıra örümceklerin koloniler oluşturduğu eski kitaplığa geldiğinde hem yorgunluktan hem de anıların ağırlığından on dakika boyunca tozlu rafları izledi. Parmaklarını kitapların kapaklarında sanki yürürken evlerin önündeki demir çitleri sayan bir çocuk misali gezdirdi. Her birine dokunduğunda zihninde babasının tok sesi yankılanıyor, oturduğunda içinde kaybolduğu deri koltuktaki görüntüleri geliyordu aklına. Durdu ve kendine çekti. İlk sayfasını araladı, gözleriyle düşen kâğıdı takip etti. Öylece yerde yatıyordu, zamanın ne kadar da vahşi olduğunu kanıtlayan aile fotoğrafı. Çömeldi ve yanına uzandı. Uyku kirpiklerinin üzerine oturdu.
YAZIN
Yüzünde ıslaklıkla karışık karıncalanmalar hissettiğinde güneş ufku delmeye başlamış, çocuklarını kuş yuvalarına dağıtıyordu. Lu, salyayla kaplanmış gözlerini yavaşça açtı, kollarını iki yana sallayarak karnının ve dolmuş mesanesinin üzerinde baskı yapan minik köpekleri itekleyip doğruldu. Gün, öğlene kadar temizlik ve Lu’nun hiç alışkanlığı olmamasına rağmen defterlerine birbirine girmiş harfler yazmasıyla devam etti. Saat 13.00’e gelene kadar midesinde su bile yoktu, sonra dayanılmayacak raddeye gelen açlık onu mutfağa sürükledi. Önce her zaman can yoldaşlarını düşünürdü. “Köpeklerin yemeklerini verdin mi canım?” diyerek salona doğru bağırdı. Cevap gelmeyince kilerden mamayı alıp kaplarına boşalttı. Kapların içinde olduğu kadar dışında da mama tepeleri oluşmuştu ama Lu bunun farkındaymış gibi gözükmüyordu. Ayaklarıyla bir yandan saçılan parçaları eziyor bir yandan da dolaptan hiç kullanmadığı Meksika fasulyelerini çıkarıyordu. Biraz fasulye, biraz yeşillik ve üzerine Lu’nun deyişiyle kedi maması gibi kokan ton balığı. Ortaya karışımı koyup diğer tabağı da yanındaki sandalyenin önüne yerleştirdikten sonra yine bağırdı: “Hadi sofraya, en sevdiğinden hazırladım.” Evden kuru mama tıkırtısından başka ses gelmeyince yemeye başladı. Aldığı ilk lokma normalin tersine doğru harekete geçince Lu, lavaboya doğru aniden koştu ve Tanrı’ya şükür ki yetişti. Bütün o tadı giderdikten sonra dolu kâseyi çöpe boşalttı; bunu yaparken etrafına bulanık, ne olduğunu anlamlandıramadığı bir şekilde bakıyor, sanki kaybolmuş bir çocuk edasıyla kendi etrafında dönüp ortamı inceliyordu.
“En tatlı hayranım Ally’ e, Bir kahve ikram etmeyi çok isterdim fakat anne kız günü ‘Anlarsın ya!’ Belki başka zaman... Beni nerede bulacağını biliyorsun. Unutma! Zihninle tartışmayı asla bırakma.” Beth Ally, daha beş dakika önce olanları algılamakta zorlanıyordu ve öylece donup kalmıştı. Bu kelimeleri yazan kişi ile gördüğü aynı değildi. Ally o akşam evde haberlerde gördüğü bir bilgiyle öğlen yaşadıklarını daha da anlamsız bulacaktı. Kafası karışık kadın hâlâ dikilip dururken Lu merdivenleri yarılamış terasa doğru gidiyordu. Hava güzeldi, hem de nasıl, sokağın başındaki beyaz leylağın kokusu hafif esen bahar rüzgârıyla terasa kadar ulaşmıştı. Lu, sıcaktan çürümüş saksıların başına gidip tohumları havadan uçup gelen ayrık otlarını ayıklamaya başladı. Ortancaların dibinden güneş gözüne çarptı. Kargaların hediyesini eline aldı ve sadece kendine baktı, annesine değil. Pelinsu Buket Yalçınkaya 10B ŞTTL
Kapının çalmasıyla durdu, denge taşları yerleşti ve Lu beklenmedik misafiri karşılamaya gitti. Kapıda duran; hafif kambur, orta yaşlı, beyazlarını beceriksizce saklamaya çalışan, sıradan bir kadındı. Onu özel yapan ise elindeki kitaptı. “İmza mı istemiştiniz? Bir dakika lütfen!” deyip eşiğin önünden ayrıldı. Kalemle geri döndüğünde kitabı aldı, kitabın ilk sayfasını açtı ve kadının ismini sordu. “Adım Ally fakat ben başka birini…” sözünü bitirmesine izin vermeden sayfayı karalayıp kadının eline tutuşturdu ve kapıyı kapattı. Demir kapının arkasında Ally kitabı açtığında şunları gördü:
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 89
İç Yazı Başlığı
öykü
Suskun Gün ağarmadan ahırın yolunu tuttu Ünzile. Kovaları iyice yıkadı, ineklerin memelerini temizledi ve itinayla süt sağmaya başladı. Tam kova dolmuştu ki aynı süt renginde, bembeyaz bir kelebek, yanı başına kondu. Ünzile, kelebeği tutmaya çalıştı ancak yakalayamadı. Kelebek, etrafında daire biçiminde uçuyor, onunla adeta oyun oynuyordu. Ünzile, kelebeğin peşinden koşturuyordu ki o anda ayağı kovaya takıldı ve süt dolu kova devrildi. Telaş içinde kovayı kaldırdı, sütün hepsi dökülmüştü. Düşen kovanın sesini duyan babası, ahırın kapısının önünde belirdi. “Ne oluyor burada?” diye bağırdı. Ünzile hiçbir şey söyleyemiyor, yalnızca ağlıyor ve tir tir titriyordu. Baba, “Dilini mi yuttun, kız?” Ünzile’den yine cevap yoktu. Babasının sinirle Ünzile’ye, inekleri sağıp sağmadığını sorması ve düşen kovayı fark etmesi bir oldu. “Sen beni katil mi yapacaksın be!” diyerek öyle bir tokat attı ki Ünzile yere yığıldı. “Bir işe yarasaydın şaşardım zaten, seni yarın akşam vereceğim. Hem böyle bir işe yaramış olursun, bu evden bir boğaz eksilmiş olur.” diyerek çıktı babası. Az sonra, annesi geldi. Ünzile hâlâ toparlanamamıştı, gücü yoktu. Annesi “Ah kızım, vah kızım!” diyerek kızını yerden kaldırdı. O akşam Ünzile uyuyamadı, kardeşlerini uyandırmamak için kımıldayamadı da. Sabaha kadar tavana bakıp için için ağladı. Yataktan kalkıp her zamanki gibi güneş doğmadan süt sağdı, bağ bahçe işleriyle ilgilendi ve eve su taşıdı. Düşünceliydi, akşam olacaklardan korkuyordu. Akşam karanlığı olmadan eve karanlık çökmüştü. Görücü gelmişti. Ünzile, annesinin yanına vardı. “Ana, beni verme.” dedi. Annesi, “Babana karşı gelme, kızım. Babana söz geçmez.” dedi. Ünzile, annesine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladı. Ruhusi Efendi’nin ikinci kadını olarak beş koyun karşılığı evden gitti. Ruhusi Efendi; yaşı geçkin, altı çocuklu, omuzları geniş, uzun ve heybetli bir adamdı. Evde altı çocuk, Ruhusi Efendi’nin annesi ve ilk karısı Kevser beraber yaşıyorlardı. Ünzile,
Sayfa 90
eve geldiğinde ne yapacağını bilememiş, köşeye sinip kalmıştı. Kevser, “Kalk kız, kalk! Akşama yemek hazırla, bebelere bak, çamaşırı çitile, bulaşığı yula, boş durma öyle!” diye bağırdı. Ünzile, sessizce doğruldu ve her söylenene itaat etti. Gündüzleri bir Kevser’in dediklerine bir Ruhusi Efendi’nin yatalak annesine bir de evdeki altı çocuğa koşturup duruyordu. Kevser, Ünzile’yi bir köle gibi kullanıyor, itip kakıyor ve üstüne üstlük akşamları Ruhusi Efendi’ye kötülüyordu ancak Ünzile tek kelime etmiyordu. Zaman böyle akıp giderken Ünzile, Ruhusi Efendi’ye ikiz çocuk verdi. Ardından sırasıyla altı çocuk daha... Üç çocuğunu ise doğurup kaybetmesi bir oldu. Onun çocuk kalbi, evlat acısıyla yanıyordu. Bal rengi gözünden dökülen yaşlar, bembeyaz ve narin tenine süzülüyordu. Kucağında çocuklarını tutuyor, pencereden top oynayan çocukları seyrediyordu. Onları seyrettikçe yaşayamadığı çocukluğu ve bir zamanlar kurduğu hayaller aklına geliyordu. Kurabildiği tek hayal, baytar olmaktı. Köyün inekleri ve koyunları hastalandığı nadir günlerde kasabadan gelen baytara imreniyordu. Ünzile, daldığı uzak hülyalardan Kevser’in sırtına vurmasıyla uzaklaştı. “Ne boş duruyorsun; git, eve su taşı! Sen, iyice rahata sardın.” diye çıkıştı. Ünzile, sözü ikiletmeden kuyunun yolunu tuttu. Neredeyse kendinden ağır bidonları, eve kadar taşıyordu arta kalan gücüyle. Sofradan ise çoğu zaman, çocuklarının boğazlarından bir lokma fazla geçsin diye aç kalkıyordu. Aç biilaç ve yorgundu, kimseye derdini anlatamıyordu. Konuşacak kimsesi yoktu. Ünzile, acısını içine attığından çocuk vücudu iflas etti, hasta düştü. Kalkmak bir yana kolunu kıpırdatacak hali yoktu. Kevser, söylene söylene Ünzile’ye çorba yaptı çünkü bir an önce iyileşip işlere dönmesini istiyordu. Ünzile hasta yatarken işler aksıyordu. Ruhusi Efendi ise tüm gün kahvede oturuyor arada sırada da kasabaya gidip hayvan satıyordu. İşi rast gitmeyince de hıncını evdekilerden alıyordu. Ünzile hasta yatarken altı yaşından bu yana ilk kez hayal kurdu. Kendini sokaktaki çocuklarla top oynarken, okula giderken düşündü. Elinde kitaplar vardı. Gülümsedi. Sonra yaşadıkları gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti; tek odalı evlerinde beş kardeş aynı yatakta yatmaları, her gün
YAZIN
su taşıyıp ellerinin kesilmesi, pencereden bakıp çocukları ağlayarak seyretmesi, bunu fark eden babasının onu kemikleri kırılıncaya kadar dövmesi, sekiz yaşında zorla evlendirilmesi, Ruhusi Efendi’nin evine gelin geldiği gün Kevser’in onu itip kakması, on iki yaşında ikiz çocuk doğurması ve sonrasında altı çocuk... Daha kendi çocukken… Babam kaderimi ben doğduğumda çizmişti bir kere, diye düşündü. Okumak yasak, konuşmak yasak, soru sormak yasak… Annesinin çocukluğunu düşündü. Annesi ona hiç çocukluğundan bahsetmemişti. Gözünden yaşlar döküldü, sonra o yaşlar yerini öfkeye bıraktı. Kaşlarını çattı. Annesi ona yardım etmek, onun kaderini değiştirmek için hiçbir şey yapmamıştı sadece yüzüne kederle bakmıştı. Kardeşleri için bir daha ağladı Ünzile. Gözünden dökülen yaşlar, solgun, bembeyaz tenine süzüldü. Kardeşleri de aynı kaderi yaşayacaktı. Kara yazgı… Gözünü sıkıca kapadı Ünzile. Çocuklar ağlıyor, Kevser çığlık atıyor, Ruhusi Efendi bağırıyordu ancak hiçbirini duymuyordu. Uykuya dalmıştı. Rüyasında, bembeyaz bir kelebek ona doğru uçuyordu. Ünzile beyaz kelebeğe bakıyor, başka hiçbir tepki göstermiyordu. Beyaz kelebek, Ünzile’nin etrafında uçtu ve sonra çitlerin üzerinden uçup gitti.
İris Naz Kayabay 10A
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 91
İç Yazı Başlığı
öykü
Yağmurlu bir sonbahar akşamı, Tokyo’da melankolik bir hava vardı. Şehrin ortasındaki evden duyulan sinirli, gergin bir havada geçen konuşma nihayet bitmişti. Genç kız; sağ elinde valizi sol elinde ise asla yanından ayırmadığı defteriyle evden çıkmış, hızlı adımlarla yürüyordu. Kızgınlığın ve hayal kırıklığının gözyaşları yağmurla birleşiyordu. Islanmak onun için problem değildi, şu an için tek isteği kendini ait hissettiği bir yere ulaşmaktı. Gidecek uzun bir yolu vardı, yağmur hiç durmayacakmış gibi yağıyordu. Yağmura seslendi: ‘’Benim için bir süreliğine duramaz mısın? İlerlemek artık çok zor ve hâlâ rüzgâr da esiyor.’’ Bunu görmezden gelen ve yağmurdan dolayı hızlı adımlarla yürüyen insanlar, sanki çok önemli bir yere yetişmeye çalışıyorlarmış gibi görünüyordu. Ait oldukları yeri bilen insanları kıskandı. Sıradan olmaktan korkarak hayallerini oluşturmuştu ama şimdi sıradan şeyleri kıskanıyordu. Hayalleri artık bir valizdeydi. Genç kızın hayali, bir söz yazarı olmaktı; kalbini boğan her bir duygu bulutunu yazıya döküp şarkılarla canlandırmaktı. Boş duygular değildi onun yazdıkları. İnsanlara kendi hikâyesini, hislerini aktarmak istiyordu; birilerinin onun müziğiyle benliklerini bulmasını istiyordu. O akşam, korkak kalbi titrercesine ilk defa kendini bulmanın özlemiyle ailesine bundan bahsetmişti. Tabii ki yine aynı sözleri duymuştu: ‘’Aklını başına al!’’ ve ‘’Bu sadece bir heves.’’. Gittikçe alevlenen kavga, iliklere kadar hissedilen hüzün, ortamı iyice germişti. Yazdığı şarkıları eline aldığı gibi valizine koymuş ve daha önce sözünden hiç çıkmadığı ailesine ilk isyanını çıkartmıştı. Ondan her zaman istenen neydi? Elde edebileceklerinden daha yüksek bir değere ulaşmak mı? Dünya standartları Everest’le yarışıyor; daha üste doğru gittikçe stres, bir dağ gibi birikiyor. Endişelerini unutturacak bir uyku hapı da yok. Genç kız, bir adım daha atmak için acele ediyordu lakin önüne baktığında bir tepedeydi. Bu mekân, her türlü sanatçının sıkça ilham gelmesi için uğradığı bir yerdi. Şehri tamamen gören yerde bir banka oturdu. Gökyüzü ve şehir onu dinliyormuş gibi hissediyordu. İnsanlar mutluluğu daima ellerinin altında olduğunu düşünürler. Gerçekte ne kadar mutlu olmak zorundalar? Bu kızın içine bastırdıkları su altındaki batıklar gibi. Yaraların ne kadar derinde olduğunu bilmeyenler, neden kaçmaması gerektiğine dair tavsiye verir. Bu kız artık boş sözler duymak istemiyor. Yağmur, uzun süre önce durmuştu; doğanın sakin huzurunda ve yıldızların şehirle yarattığı parlaklığın uyumunda kendini daha önce hiç hissetmediği bir sessizlikle kaybetmişti. O sırada manzarayı görmeye gelmiş bir kadın yavaş adımlarla oraya doğru geliyordu. Onu fark eden kıza banka oturup oturamayacağını sorduğunda aldığı yanıtla oturdu. Garip bir sessizlikten sonra hâlâ manzaraya odaklanmış kadın, konuşmaya başladı: ‘’Çocukken dünyanın benim etrafımda döndüğünü sanırdım. Uyuduğumda dünyanın durduğunu düşünürdüm. Bensiz bir dünya hayal edemi-
Sayfa 92
YAZIN
yordum. O zamanlar...Dünyadaki her şey benim için vardı. Ne zamandı acaba, dünyanın ben olmadan da döndüğünü fark etmeye başlamıştım? Ne zamandı acaba, dünyanın ekseni olmadığımı fark etmiştim? Ne zamandı acaba, insan denizinden sadece biri olduğumu fark etmiştim? Genç kız biraz düşündükten sonra ‘’Bunları bana neden anlatıyorsunuz?’’ diye sordu. ‘’Bilmiyorum!’’ cevabını aldığında ise merakına yenik düştü ve usulca sordu: ‘’Peki, sizce sadece insan denizinden biri olsak bile bu denizde kendimiz olmayı başarabilir miyiz? Doğrusu şu an kendimi bulmuşken vazgeçmenin eşiğindeyim. İnsanlar bulduğum benliğimi kabullenmeyecekler, beni korkutuyorlar.’’. Kadının sanki bunları hep biliyormuşçasına bir bakışı vardı, hafifçe gülümsedi ve cevap verdi : ‘’Benliğimi bulamasaydım şu an bu manzarayı izlemektense bu uçurumdan atlıyor olurdum. Benliğinden vazgeçerek yaşayan insanlar umutsuz ve aslında ölüdürler fakat topluma uyum sağladıkları için ise birer melektirler. Valizinden dolayı evden kaçmış olabileceğini tahmin edebiliyorum. İnsanlar normalde kendilerini bulmakta çok geç kalırlar. Peki, söyle bakalım, kendini nasıl bulabildin?’’. Genç kız, valizini açtı ve heyecanla eline aldığı kâğıtları ve defterini yanına koydu. Gözlerindeki ışıltı ve sesindeki titremeyle ‘’Bunlarla, ah yani yazarak, yazarak buldum. Şarkı sözleri yazıyorum. Hâlâ yeterince iyi olmadığımı biliyorum ama yazmak beni mutlu ediyor, kendimi bu kâğıtlara ait hissediyorum.’’ dedi. Kadın, genç kızın tutkusu karşısında hem şaşırmış hem de mutlu olmuştu. İzin isteyerek şarkı sözlerine göz gezdirdi. Doğrusu gerçekten yetenekliydi ve şarkı sözleri katı bir eleştirmen olan kadını bile etkilemeyi başarmıştı. Kadın yavaşça çantasından bir kartvizit çıkardı ve genç kıza uzattı. Kız eline aldığında sanki donmuştu. Bu en büyük müzik şirketlerinden biriydi ve kadın oradaki yetkili biriydi. İçinden geçirdi ‘’Ne? Hayır, olamaz. Ya bu kadın bir dolandırıcı ya da hayat bana acımaya başladı. Hayır, değildir. Kesinlikle böyle bir şeyin tam da bu gece, bu mekânda olmasının imkânı yok.’’. Gözlerime inanamamakla geçen saniyelerden sonra kadın sordu: ‘’Şarkı sözlerine bakarken sendeki potansiyeli gördüm. Gerçekten bunları bir şirkete hiç göstermemiş miydin? Eğer müzik sektöründe olduğuma inanmıyorsan yarın şarkı sözlerini şirkete getirebilirsin. Şu aralar söz yazarları arıyoruz. Eğer yeteneğini görebilirsek stajyer olarak şirketimize alınabilirsin, kim bilir?’’ Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki ve hâlâ kendini gerçek hayatta hissetmeyen genç, duyduklarını yavaşça kafasında sindirmeye odaklanmıştı. Banktan kalkan kadını gördüğünde sesini yükselterek ‘’İnanamıyorum, çok teşekkür ederim.’’ dedi. Kadın gülümsedi, ‘’Hadi şimdi evine git, ailen endişelenmiştir.’’. Kadın ortadan kaybolduğunda kız hâlâ rüya görüp görmediğini kontrol ediyor, kendini çimdikliyordu. Kendine geldiğinde saate bakmasıyla ne kadar geç olduğunu fark ederek koşar adımlarla evinin yolunu tuttu. Hayatında hiç bu kadar heyecanlı ve mutlu koştuğunu hatırlamıyordu. Koşmasının ardında artık ayaklarının ve kalbinin bir nedeni vardı. Türkan Hamza 10A
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 93
İç Yazı Başlığı
öykü Arkadaşlığın Kokusu Ihlamur ve iğde kokularının birbiriyle dans ettiği ve kokusuyla insanları büyülediği bir yaz akşamıydı. Her akşam olduğu gibi aynı saatte evlerden telaşlı, tabak çanak sesleri geliyor; patlıcan ve biber kızartmalarının kokusu yayılıyordu. Yemek yenen saatlerde sokaklar bomboş oluyor, yemek bittikten sonraysa yavaş yavaş dolmaya başlıyordu. Yemek saati yaklaşınca her yaz akşamı olduğu gibi çocuklarını eve sokmaya çalışan annelerin bağırışları duyuluyordu. Mahallemiz küçük ama huzurlu; komşuluğun, arkadaşlığın bol olduğu bir yerdi. Bense ne o dışarıda oyun oynayan çocuklardandım ne de çocuğunu eve çağıran bir anne. Ben o mahallenin gençlerindendim. Bir arkadaş grubumuz vardı. Bazı akşamlar deniz kenarında çekirdek çitler bazen çay bahçesinde oturup sohbet eder bazen de gece sinemalarına giderdik. Uzun süredir arkadaştık ve yaptığımız her şey bir olmuştu. O akşam da yemeklerimizi yedikten sonra hepimiz sokağa çıktık. Yine herkesten önce çıkıyorduk sokağa. Peşimizden biri kovalıyormuş gibi hızlıca yemeğimizi bitirip yine aynı hızla hazırlanıp sokağa fırlıyorduk. Artık biraz da yarışa dönmüştü. Kim daha önce çıkarsa sanki ödül verilecekti ona. İlk çıkan ben olmazdım genelde. Yemeği yemem ve hazırlanmam uzun sürerdi biraz. Sadece sokağa çıkmak bile sorundu, benim için. En iyi halimle çıkmam gerekirdi. Çıktığımızda her akşam nereye gidilecek ve ne yapılacak tartışma konumuz olurdu. Aslında yapacaklarımız az çok belliydi. O akşam yürüyecek ve daha sonra karar verecektik. Mahallemizin ezberlediğimiz sokaklarında yürümeye başladık. Yürürken aynı zamanda düşünüyordum. Arkadaş grubumuz dört kız, iki erkekten oluşuyordu. Kızlardan biri, Ceren’di. Bildiğimiz kadarıyla ailesiyle arası kötüydü ve ailesiyle yaşadıkları son zamanlarda bize de yansıyordu. Diğeri, Eylül’dü. Aramızdaki en konuşkan kişiydi. Mahallede yaşanan her şeyi o bilirdi. Diğer kızsa Nil’di. Nil, aramızdaki en uysal kişiydi. Son kız da bendim. Bense arkadaşlığa çok önem veren kararları ve fikirleri net olan biriydim. Erkeklerden biri Arda, diğeriyse Deniz’di. Arda, uyumlu biriydi. Deniz’se hiç kimseyi dinlemeyen, dik kafalı bir çocuktu. Başlarda çok iyi giden arkadaşlığımız zamanla bozuluyordu ve bunu kimse fark etmek istemiyor gibiydi. Aslında bozulmasının asıl sebebi bir yanlış anlaşılmaydı. Bir gün yardım amaçlı bir yaz partisi düzenlenmişti, bilet
Sayfa 94
fiyatları da oldukça yüksekti. Hepimiz bu bileti satın alabilecek ailelerin çocuklarıydık, en azından öyle düşünüyorduk. Aylar öncesinden bu partinin olacağı belliydi. Biz hep birlikte gitmeye karar vermiştik fakat partiye bir hafta kala Arda’nın gelmeyeceğini öğrendik. Sadece “Canım istemiyor.” demekle yetindi. Aramızdan su sızmamasına ve birbirimize verdiğimiz sözleri her zaman tutmasına rağmen Arda’nın bu şekilde davranması canımızı çok sıkmıştı. Böylelikle ufak tefek kopmalar başlamıştı grubumuzda. Daha sonra öğrendiğimize göre babası iflas etmişti ve maddi durumları iyi değildi. Bu yüzden de partiye gelememişti. Bu olaydan sonra da küçük, önemsiz gibi duran tartışmalar olmuştu aramızda. Bu tartışmalar arkadaşlığımızı zedelemeye başlamıştı. Belki biraz da her akşam zaman geçirdiğimiz için sıkılmıştık birbirimizden. Son zamanlarda sadece akşamları zaman geçirmek için bir arada gibiydik ama kimse sanki bunu farkında değildi. Ben bile… Bu düşündüklerimin doğru olmadığına inanmak istiyordum, o yüzden düşüncelerimi dağıttım ve konuşmak için bir konu açmaya çalıştım. Bunu çocukken de yapardım. Ailede bir problem olduğunda derin bir sessizlik olurdu ve onu bozmak için elimden geleni yapardım. Yine aynı şekilde bir konuşma başlattım: “Evet arkadaşlar! Ne yapacağız?” dedim. Herkes bir şeyler söylüyordu ancak kimse birbirinin fikrini önemsemiyor kendi dediği yere gidilmesini istiyordu. Ne zaman böyle bir durumda kalsak arkadaşlığımız konusundaki fikirlerim aklıma geliyordu. Ortak bir karar vermemiz gerekiyordu. En son dört kişinin isteğiyle gece sinemasına gitmeye karar verdik. O akşam sinemada eskisi
YAZIN
kadar eğlenmemiştik artık ortak yaptığımız hiçbir etkinlik bizi eğlendirmiyordu. Herkes evlerine dağıldı ve böylece bir günü daha bitirdik. Günler birbirini kovaladı. Gün geçtikçe arkadaşlığımız sona eriyor gibiydi. Eskiden çok güzel gelen yaz akşamları şimdi hüzün doluydu. Dans ederek gelen ıhlamur ve iğde kokuları sanki artık ağlamış bir ağaçtan geliyordu. Her geçen gün kötüye giden arkadaşlığımızın bir şekilde biteceği belliydi ama kimse böyle bir bitiş hayal etmemişti. Aslında her zamanki gibi bir yaz akşamıydı ancak bu sefer eskisi gibi hızla çıkmadık sokağa. Yavaş yavaş yemeğimizi yedikten sonra vakit geçirmek için dışarıdaydık. Herkes yine aynı yerde toplanmıştı. Gideceğimiz yeri uzun süre sonunda deniz kenarı olarak kararlaştırdık. Gittiğimizde çekirdek bile almamıştık. Ben aslında onları hâlâ seviyordum ama farkındaydım ki onlar için bu böyle değildi. Konuşmaya başladık ancak kimse istekli değildi. Mahalleye yeni taşınan kızın ailesiyle problemleri olmuş, kavga etmiş ve evden çıkmış. Bunu Eylül söylemişti. Yine dilini tutamamıştı oysa Ceren’in de ailesiyle yaşadıklarını biliyordu. Ceren duyduktan sonra sinirlendi ve Eylül’e bağırmaya başladı. Ceren’i ilk defa öyle görüyordum, sinirli ve kendini kaybetmiş bir şekilde. Eylül ne kadar uğraşsa da Ceren’i sakinleştiremedi ve o da Ceren’e karşı çıkmaya başladı. Ortada bir kavga vardı artık. En son Ceren sinirine yenik düştü ve Eylül’ü denize attı. Kimse bu kadarını beklemiyordu. Eylül’e yardım ettik ve Ceren’i de yanımıza getirmeye çalıştık. Artık bir şeyleri konuşmanın vakti gelmişti. Hep beraber oturduk ve arkadaşlığımızın iyiye gitmediğini, birini denize atacak noktaya geldiysek bu arkadaşlığı bitirmemiz gerektiğini söyledik. Herkes onayladı. Başta bu kadar iyi olan arkadaşlığımızın nasıl oldu da bu hale geldiğini anlamıyordum ve bir yandan da hepimiz üzülüyorduk aslında. Biz üzülüyorduk, deniz üzülüyordu ve dalgaları kıyıya daha sert
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
vuruyordu artık. Aylardır bir dal tanesi bile oynamayan bu mahallede rüzgâr esmeye başlamıştı. Kızıyordu bize doğa ancak ne kadar kızsa da biz de ne kadar üzülsek de bu kararın verilmesi gerekiyordu ve işte bitmişti her şey. Hiçbir şey olmamış gibi son kez beraber yürüdük evlerimize. Üzerinden zaman geçti. Yazın son günleriydi artık. Doğa, soğuk yüzünü göstermeye hazırlanıyordu. O günden beri ne Ceren ne Eylül ne de Deniz’le konuşmuştum ancak özlüyordum onları. Anlamsız kavgalar yüzünden bitmişti arkadaşlığımız. Yaptığımız çok saçmaydı. Her şey iyi gidiyordu, her akşam beraber eğleniyorduk ve aramızın bozulmasının bir anlamı yoktu. Duyduğuma göre diğerleri de üzülüyordu, özlüyordu onlar da. Onların da akşamları hüzün dolu geçmişti. Onlar için de akşam yemeklerinin bir anlamı kalmamıştı; gece sinemaları, çekirdek zevk vermiyordu artık. Biliyordum bunu. Bir gün sadece eskiyi anımsamak için - aslında kendime yalan söylüyordum, biraz da onları görme umuduyla- her yaz akşamı toplandığımız yere gittim ve gittiğimde herkes oradaydı. Herkes içimizden birinin orada olma umuduyla çıkmıştı evden. Her yaz akşamı olduğu gibi yine beni bekliyorlardı. Eskisi gibi birbirlerinden sıkılmış değillerdi bu kez. Yanlarına gittim. Hiç sarılmadığımız kadar sevgiyle sarıldık, hiç gülmediğimiz kadar birbirimize güldük. Yaz artık bitmek üzere olduğundan sinemalar yoktu ama hâlâ çekirdek çitleyebileceğimiz bir deniz kenarı vardı. Hiç konuşurken bu kadar eğlenmemiştik. Aslında anlamıştık arkadaşlığımızın ne kadar sağlam olduğunu ama hiç yoktan sebeplerle konuşmayı bıraktığımızı. Bir söz verdik birbirimize: “Bir daha asla birbirimizi bırakmayacağız ve hep beraber olacağız!” Elif Yağmur Gürel 9B ŞTTL
Sayfa 95
İç Yazı Başlığı
deneme
Sanat Hayattan İlham Alır Vietnam Savaşı, diğer bir adıyla İkinci Çinhindi Savaşı, Amerika Birleşik Devletleri ve onların yanında yer alan Güney Vietnam ve Kuzey Vietnam’la aynı tarafta yer alan Çin ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleşen bu savaş 1965 yılında başlamış ve yaklaşık olarak 1975 yılına kadar sürmüştür. Bu savaş, Kore Savaşı’ndan sonra soğuk savaş olarak ikinci sırayı almıştır. 1940’lı yıllarda Fransa’nın sömürgeciliğine karşı örgütlenen Vietnamlıların 30 Nisan 1975’e kadar verdiği mücadeledir. Vietnam, 1.5 milyon vatandaşını ve zehirlenme sonrası topraklarının üçte birini kaybetmesine karşın savaştan galip çıktı. Amerikalılar ise bölgede elli sekiz bin ölü bırakmış; savaş sonrası Vietnam’dan ülkesine dönen askerlerin önemli bir kısmı da intihar ederek yaşamlarına, düşman kurşunları ile değil, kendi elleri ile son vermişlerdir. Sonuç olarak ABD’nin Vietnam’ı bölme planı suya düşmüş, Kuzey Vietnam ve Güney Vietnam 1975 yılında birleşmiştir. Böylesine büyük bir katliamdan sonra elbette, herkesin aklı savaş ve savaşın neden olduğu sayısız ölümdeydi. Bu korkunç savaştan sonra The Rolling Stones isimli grup, insanların acısını paylaşan ‘’Paint It Black’’ adlı şarkılarını çıkarmıştır. Ölümle başa çıkmak, bu dönemde gündelik hayatın bir parçasıydı. Şarkının ilk kısmında da buna alışmak zorunda kalan insanların acısı, tuttukları yas ve cenazeler anlatılarak vurgulanmış, bu cenazelerin ne kadar günlük yaşamın bir parçası haline geldiği anlatılmıştır. Bu dönemde, bu olayları yaşamış insanlar genellikle ağır bir depresyon geçiriyordu; bu nedenle de şarkı, olayları uzaktan izleyen bir insanın gözünden değil depresyondaki her şeyi siyah gören bir insanın gözünden yazılmıştır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı gazileri çoğunlukla evlerinde kahraman olarak kabul edilirken Vietnam’dan dönenler çoğu kez yabancılaştırılıyor, sıcak karşılanmıyor; savaş için suçlanıyorlardı. Şarkıda da anlatıcı, bununla ilgili olarak izolasyon, yabancılaşma ve paranoya duygularını açıkça yansıtır; insanları görünce kafasını çevirip kendini uzaklaştırması gerektiğini söyler. Bütün bunlardan anlayabileceğimiz üzere şarkı, Vietnam Savaşı’nda mücadele edip eve dönmüş bir askerin ağzından yazılmıştır. Bu eser, gerçek hayattan ilham alınarak yaratılmış milyonlarca sanat eserinden sadece biridir ve bu kadar önemli bir olayı konu edindiği için çok değerlidir. Zamanla da bu sanat eserlerinin sayısı gittikçe artacaktır çünkü sanat hayattan ilham alır. Maya Çelem 11F
Sayfa 96
YAZIN
Huzur
Vladimir Kush
Nedir huzur? Sizin için en huzurlu yer neresidir? Huzura ulaştığınız yer gerçekten gidebileceğiniz bir yer mi olmak zorundadır? Tabii ki hayır. Huzur bazen sadece bir düşünce, hayal, koku veya görüntüdür. Benim hayalimde huzur; denizdir, doğadır, kendinle baş başa olmaktır, gökyüzüne yakın olmak, geceyle gündüzü aynı anda yaşamaktır, her şeyi istediğim gibi en uçta yaşamaktır. Hatta bazen sadece saatlerce öğlene kadar uyumak, en sevdiğin yemekleri yemek, en sevdiğin müzikleri dinlemektir. Huzur, bu kadar basit anlatılırken neden huzura ulaşmak bu kadar basit değildir peki? Biz onu zor kıldığımız için. Hayatın yoğun temposunda hep huzur istediğimizle ilgili beklenti içinde olur, sahip olduğumuz küçük şeylerde huzur bulmaya, kendimize huzur yaratmaya çalışmayız. İnsanlar farkında değildir ki hayata on dakika mola verip hayal kurmak bile bakış açımızı değiştirebilir, bizi mutlu edebilir. Bir şekilde uyanmanın, ağaçların arasında en sevdiğiniz şarkıları dinlemenin, en sevdiğiniz tatlıyı yemenin hayali. Huzura ulaşmak için hayallerinize, isteklerinize ulaşmanız gerekmez. Bu yolda da huzura ulaşabilirsiniz. Tek gereken hayata bir mola vermek ve her zaman bu huzur hayalinin verdiği mutlulukla yaşamak.
Maya Çelem 11F
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 97
İç Yazı Başlığı
deneme
Düşünceli Yürüyüş Sonbaharın soğuk günlerinden biriydi. Berkay, okuldan eve doğru sıkıntılı bir şekilde yavaşça ilerlemekteydi. Okuldaki dersler ve arkadaşlarıyla yaşadığı sıkıntılar onu bunaltmış ve üzmüştü. Öğretmeninin, derslerdeki kötü performansı yüzünden onu eleştirmesi ve sınıf içindeki kendi durumunu düşünüyordu. Sadece ödevini yapmayı unutmuştu, öğretmenin eleştiri dozu yüksek sözlerini anlamak mümkün değildi. Ödev yapmayanlara bu kadar tepki göstermemişti de neden kendisine farklı davranıyordu ya da kendi mi yanlış değerlendiriyordu öğretmeninin tavrını? Derslerde ne zaman konuşsa onu uyarıyor adeta sadece onu görüyordu. Ayrıca arkadaşlarıyla yaşadığı problem de bir hayli canını sıkmıştı. Arkadaşına söylediği küçük bir yalan, ortaya çıkmış ve arkadaşı bu duruma sert tepki vermişti.
Böylesi durumlar onu yoruyor, günlük yaşamını olumsuz şekilde etkiliyor, hiçbir şey yapmak istemiyor ve bu durumlar hakkında sürekli düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. Bir an durdu, yolda geçen kedi ve köpeği gördü kavga etmeden sakince önünden geçiyorlardı, kendisinin de sakin ve mutlu bir günü olabileceğini düşündü. Tüm bu problemlerinin sona erdiğini ve rahatladığını hayal etti; duyguları yenilenmiş, mutluluğa kavuşmuş gibiydi. Ta ki öğretmenin annesine attığı mesajı görene dek sürdü mutluluğu. Hayallerinden sıyrılmış günlük hayata dönmüştü ki öğretmeni annesine, ödevini yapmadığını aktaran bir mesaj yazmıştı. Sorumluluk benimdi, yanlış yaptım diye geçirdi içinden. O sırada ayaklarının onu eve götürdüğünü fark etti; o, uzun ev yolu kısalmıştı sanki. Düşüncelere dalmışken eve nasıl vardığını anlamamıştı.
Arda Adalar 11A
Sayfa 98
YAZIN
Batman ve Robin Hepimizin az çok bildiği Batman; günü kurtaran, hayallerimizi süsleyen filmlerin başrolü, tüm şöhret ve ihtişamıyla Batman... Ha, bir de Robin! Batman’ın yardımcısı, en yakın dostu, bazılarına göre ise ayak bağı. Alın size bir örnek: Hiç küçükken gittiğiniz kostümlü partilerde Robin gördünüz mü? Eğer gördüyseniz kendinizi dört yapraklı yonca bulmuş kadar şanslı sayın. Görmediniz mi? Normaldir. Şimdi bir diğer açıdan bakalım. Hiç, Batman görmeyeniniz oldu mu? Aynen öyle! Basit bir soru, cevap hayır! Düşünmeden bile cevaplayabileceğimiz bu soruların ardından biraz da düşündürücü bir soru:” Robin’siz Batman, bunca insanın imrenerek baktığı Batman olabilir miydi?” Nedir Robin ve Batman’i bu kadar efsanevi kılan? İkisinin de güçlü olması mı? Amaçlarının aynı olması mı? Aynı fikir doğrultusunda ilerlemeleri mi? Bana sorarsanız onları efsanevi kılan, bunlardan ziyade dostlukları. Hatta güçlü, aynı amaç çerçevesinde, aynı fikirler doğrultusunda ilerleyen iki dost. Aslında ‘’ İyi dost kara günde belli olur.’’ sözüne tamı tamına uyan unutulmaz ikili. Bu iki karakter için her günün kara geçtiğini varsayarak daha mantıklı geliyor aslında. Her an birbirleri için kendilerini feda etmeye hazır, ‘’değer vermek’’ sözünü tam olarak karşılayan, hayatımızın büyük bir parçası olan dostlarımızı bize hatırlatan bu kurgusal karakterler bize çok da uzak olmasa gerek. Sevdiğimiz, umursadığımız, değer verdiğimiz arkadaşlarımız, bizi asla yarı yolda bırakmayanlar, en mutlu anımızdan en mutsuz anımıza kadar bizi destekleyen insanlar, bizi ne olursa olsun sevecek ailemiz, eve adım attığımızda koşarak gelen evcil hayvanımız, hatta belki de kendimizi konuşurken bulduğumuz cansız bir nesne… Bunlar olmadan bir hayat düşünün. Robin’siz Batman’e benzemez miydi? Özetleyecek olursak bir bağ kurduğumuz, kendimizden ayrı hayal bile edemediğimiz herhangi bir şey, Batman’imize Robin olabilir.
Buse Minel Yavaş 9A ŞTTL
Y I L :1 9 S A Y I :1 9
Sayfa 99
İç Yazı Başlığı
deneme
Bazı çiftler vardır; birlikte tahin ve pekmez gibi vazgeçilmez, ayrıldıklarında ise bir o kadar da katlanılmaz. Bazı insanlar tahin gibidir, kimse onu yalnız başına olduğu gibi kabullenmek istemez. Aksidir, inatçıdır, e biraz da katı kalplidir bu tahin. Ta ki önüne pekmez çıkana kadar… Pekmez diğerlerinin aksine, kabullenir o katı kalpli tahini. Alır onu yanına ve yumuşatır kalbini. Tahin daha önce böyle birini görmemiştir hayatında. Kapılıverir pekmezin o eşsiz tatlılığına. Daha önce kimse tarafından bu kadar mutlu ve yumuşak görülmemiştir tahin. Sert ve acı olan o tahin gitmiş yerine sanki ezelden beri hep var olan muhteşem ikili tahin ve pekmez gelmiştir. Bundan sonra da kimsenin aklına o çifti bir daha ayırmak gelmeyecektir. Herkes böyle mutludur çünkü. Bu çifti örnek alan birçok yeni çift oluşmuştur sonradan. Bal ile kaymak çifti mesela... Çiftlerin her birinin ortak noktası ise her zaman yan yana, bir uyum içerisinde dolaşmaları olmuştur. İşte herkesin yanında kendini tahin ve pekmez gibi sımsıkı ve vazgeçilmez hissedeceği birine ihtiyacı vardır. Ona diğerlerinden farklı hissettirecek ve onu hep tamamlayacak birine. İlknur Aras 9A ŞTTL
Sayfa 100
YAZIN