Threapia Mag 4

Page 1

say覺 4


Önsöz Dördüncü sayımızda borderline kişilik yapısını ele alıyoruz. “Borderline” başlığı altında, bu alanla ilgili farklı metinleri bir araya getiriyoruz. Psikoterapiden geçmiş ve ismi bizde saklı bir danışan borderline’ın ne olduğunu, nasıl yaşantılandığını, neler düşündürüp neler hissettirdiğini “Paratoner” mahlasıyla aktarıyor. “Hayatın Kıyısında”, Alper Hasanoğlu’nun borderline kişilik yapısına şematerapi perspektifinden detaylı bakışını içeriyor. Sayın Prof. Dr. Doğan Şahin’le yaptığımız söyleşide değerli hocamız, borderline kişilik yapısıyla ilgili tüm sorularımızla birlikte, psikoterapinin Türkiye’deki gelişimi, nonspesifik etkenler ve psikoterapide etik gibi geniş kapsamlı diğer sorularımıza da detaylı ve açıklayıcı yanıtlar veriyor. Klinik Psikolog Sevgi Güney, “Borderline Danışanlara Krize Müdahale” başlıklı yazısında borderline kişilik yapısını, kriz ve borderline kişilik yapısı arasındaki etkileşimden krize müdahalenin basamaklarına dek uzanan bir çerçevede ele alıyor. Psikiyatri uzmanı Dr.Berk Murat Ergün ve Klinik Psikolog Sandy Kohen, “Bilişsel Davranışçı Terapi Perspektifinden Borderline Kişilik Bozukluğu’na Bir Bakış” başlıklı yazılarında borderline’ı başka bir pencereden değerlendiriyorlar. Alper Hasanoğlu “Borderline sınırlarını zorlarken...” başlıklı makalesinde ilk psikoterapi hastasıyla yaşadığı zorlu ancak son derece öğretici seansları içtenlikle anlatıyor. Klinik Psikolog Duygu Coşkun, borderline kişilik yapısıyla çalışmanın zorluklarını “Borderline Kişilik Yapısı ile Terapinin Kıyısında” isimli makalesinde dile getiriyor. Galatasaray Üniversitesi Öğretim Görevlisi Fuat Erman da yine borderline kişilik yapısıyla ilgili dokunaklı bir yazıyla bu sayıda yer alıyor. Sosyal medya kanalları üzerinden iki ay önce yapmış olduğumuz mini ankette okurlarımıza gelecek sayımızda hangi konuları görmek istediğimizi sormuştuk. En fazla tercih edilen iki konu hafıza ve sosyal psikoloji oldu. Ceylan Özge Kunduz bu iki konu üzerine yabancı kaynaklarda yayımlanmış iki makalenin çevirisini yapıyor. Hafıza konusunda “Déjà Vu’nün Nörolojisi” başlıklı çeviride hemen herkesin başına gelen fakat bir türlü tam olarak açıklanamayan “déjà vu” fenomenini hafızayla bağlantılı olarak aktarıyor. Sosyal psikolojinin geniş araştırma kapsamı içinden de yine günlük hayatta son derece sık yaşantıladığımız fenomenler olan dedikodu, söylenti ve şehir efsaneleri üçlüsünün incelendiği bir makalenin çevirisini aktarıyor. Ceylan Özge Kunduz, bu sayıdan itibaren “Keçinboynuzu” isimli köşesinde hayatın zorlukları, acıları, sıkıntıları ve karanlığı içinde bulmaya çalıştığımız mutlu ve aydınlık anların peşindeki yolculuğa dair kişisel yazılar kaleme alıyor. Pelin Onat “Mırıldanmalar” isimli köşesinde fotoğraf ve yaşamı “Kadraj” başlıklı yazısıyla ilintilendiriyor. “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı köşesinde Aydın Parmaksız bir önceki sayıda başlamış olduğu “Ardıç Ağacı” masalının analizini bu sayıda tamamlıyor. Klinik Psikolog Burcu Gençer-Türk borderline kişilik yapısını gelişimsel süreçteki faktörlerle bağlantısı açısından inceliyor. Alper Hasanoğlu Daseinsanaliz okulunun kurucusu ve varoluş psikiyatrisinin temel taşlarından biri olan Ludwig Binswanger’i ve kurduğu psikiyatri kliniği Bellevue’nün hikayesini anlatıyor. Keyifle okumanız ümidiyle...

Therapia

2

| Therapia Sayı 4


İçindekiler Dosya konusu Borderline

Borderline sınırlarını zorlarken – Alper Hasanoğlu Borderline / Sınırda Kişilik – Paratoner Doğan Şahin'le söyleşi – Ceylan Özge Kunduz Bilişsel Davranışçı Terapi Perspektifinden Borderline Kişilik Bozukluğu'na Bir Bakış – Berk Murat Ergün & Sandy Kohen Borderline kişilik yapısıyla terapinin kıyısında – Duygu Coşkun Borderline'e gelişimsel bir bakış – Burcu Gençer-Türk Borderline – Fuat Erman Borderline danışanlara krize müdahale – Sevgi Güney İrem S. – İmbat Taşkın Hayatın kıyısında – Alper Hasanoğlu Déjà Vu'nün nörolojisi – Jordan Gaines / (Çeviren: Ceylan Özge Kunduz) Ludwig Binswanger ve Daseinsanaliz – Alper Hasanoğlu Jacob ve Wilhelm Grimm Kardeşler'den Ardıç Ağacı-2 – Aydın Parmaksız Keçiboynuzu – Ceylan Özge Kunduz Kadraj – Pelin Onat Söylenti, dedikodu ve şehir efsaneleri – Nicholas DiFonzo & Prashant Bordia / (Çeviren: Ceylan Özge Kunduz)

Künye: Genel Yayın Yönetmeni: Dr. Alper Hasanoğlu Editör: Ceylan Özge Kunduz

Sanat ve Grafik: Dr. Doğu Çankaya Tasarım: Busy İstanbul

Therapia Sayı 4 | 3


Borderline sınırlarını zorlarken... alper hasanoğlu İsviçre Basel’de psikiyatri ihtisasıma başladıktan iki hafta sonra, yani taze ve acemi bile denemeyecek bir psikiyatri asistanıyken acilde gördüğüm bir hastayı değerlendirmek için uzmanımın kapısını çaldım. Dr. Tarık Yılmaz’ın. İstanbul Erkek Lisesi’nden abim, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden psikiyatri asistanıyken Cerrahpaşa Psikiyatri’nin koridorlarında peşinden ayrılmadığım asistan abinin, sonra dostum, daha sonra Basel’de şefim ve şimdi İstanbul’da tekrar dostum olan Tarık Yılmaz’ın kapısını. Kafam oldukça karışıktı. Çünkü Tarık bana karışık ve kitap ve dergilerden oturacak yer olmayan dağınık odasında “nesi var hastanın?” diye sorduğunda tam olarak ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Depresyonu da vardı, anksiyetesi de biraz, yeme atakları oluyordu ve cinsellik yaşarken zorlanıyordu da. Krizler geçirip kavgalar ediyordu iş yerinde. Zaten acile de böyle bir iş yeri krizinden sonra ambulansla getirilmiş sakinleştirici bir ilaçla ancak yarım saatte yatışmıştı. Konuşmamızı da ben değil o yönlendirmişti. Tarık’a yarım yamalak anlattıkça ve onun hasta hakkında sorduğu soruları yanıtlayamayıp ne kadar kötü anamnez almışım diye karşısında utandıkça, o yüzünde gittikçe genişleyen bir gülümsemeyle, onun için tipik olan davranışını yapıyor ve ofis koltuğunda aşağı doğru kayarak neredeyse yatar duruma geçip benim sinirim iyice bozuyordu. 45 dakikanın sonunda hızla yerinden kalktı, sanki kitaplar alfabetik sırayla diziliymiş de her kitabın yerini o nedenle bu kadar iyi biliyormuşçasına bir rahatlıkla Tölle’nin psikiyatri kitabını çıkarıp bana uzattı ve Borderline bölümünü okumamı ve hastayı psikoterapi eğitimim için psikoterapi hastası olarak her hafta görmeye başlamamı istedi. Yani beni buz gibi ve fırtınalı bir havada bir kayıktan yüzme bilip bilmediğimi bile sormadan suya itti. İyi ki de itmiş. İlk psikoterapi hastam en zor hasta grubundan biri oldu böylece. O hastaya yardımcı olamadım pek, bunu itiraf etmeliyim. Seanslarımızda beni bazen hiç bir şey anlamamakla suçlayan, bir sonraki seansta onu bırakmamam için suçluluk duygusuyla bana yalvaran, başka bir seansta çok sert olduğumu ve bir baş öğretmen gibi ev ödevleri veren sıkıcı biri olduğumu söyleyen, randevusu olmadığı halde polikliniğe gelip onu kabul edemediğim için intihar etmekle tehdit eden, bazı seanslar geç, bazılarına haber vermeden hiç gelmeyen, bazılarınaysa 4

| Therapia Sayı 4

çok erken gelip bekleme odasında sıkıntı ve endişesi gittikçe büyüyerek beni bekleyen ‘sevgili ilk terapi hastam’ 3. ayın sonunda, beni yeteri kadar sert bulmadığı için terapiyi sonlandırdı ve gitti. Ama ne olursa olsun her seanstan sonra kendimi bir şekilde yetersiz hissetmeme neden olarak. Tarık sağ olsun her seans sonrası bana destekleyici seanslar uyguladı da İstanbul’a kaçmadım. Ama yüksek standartlar şeması olan (yani kendinden beklentileri çok yüksek olan) ve henüz bunun bir sorun olduğunun farkında olmayan benim, gecelerce okumamı, her seans sonrasında bölüm kütüphanesine kapanmamı, Tarık’ın başının etini yememi sağladığı için de çok iyi oldu. Daha sonra asistanlarıma ben de aynısını yaptım. Hayır Tarık’tan dolaylı yoldan bir intikam almak için değil, böyle bir başlangıcın aslında iyi olduğuna inandığım için. Basel Psikiyatri Kliniği’nde 60’lı yıllara kadar psikiyatriyi seçen doktorların ilk altı ay şehre inmelerine izin verilmezmiş. 6 ay sonraki ilk ‘çarşı’ izninden sonra hala psikiyatr olup olmak istemedikleri sorulurmuş. Zorlanarak ve zorlayarak başlamak iyidir diye düşünen bir ekolden geliyorum ben. Bu hazırladığımız borderline dosyasının iyi bir dosya olduğunu düşünüyorum. İki eksiğimiz var. Bir tanesi Kernberg’in aktarım odaklı psikoterapisi açısından borderline kişilik yapısının değerlendirilmesi. Bu ekolle çalışan birini bulamadım. Yok mu, yoksa ben mi ulaşamadım bilmiyorum. Ama e-dergi çıkarmanın güzelliği burada işte. Daha sonradan ekleyebiliriz bu yazıyı. Eğer bu satırları okuyan ve Kernberg’çi açıdan bu makaleyi yazmak isteyen olursa sonradan ekleriz. Olmazsa ben kendi okumalarımı yapıp eksiği kapayacağım. Bir de İmbat’ın harika vaka sunumuna şematerapötik açıdan yaklaşmayı deneyecektim ama zaman bulamadığım için olmadı. Ama bunu da daha sonra ekleyeceğim. Biyolojik psikiyatriyle hemhal meslektaşlarım borderline bozukluğun nörobiyolojisinin eksikliğine işaret edebilirler. Yazarlarsa ekleriz. Şu an aklıma geldi. Bipolar nerede biter, borderline nerede başlar (ya da tam tersi) o da ilginç bir yazı konusu olabilirdi. Yazmak isteyen olursa sayfalarımız açık. Umarım sizi de, beni olduğu kadar doyuran bir dosya olur, eksiklerine rağmen.


BORDERLINE / SINIRDA KİŞİLİK Yorucu, garip, kendimin ve başkasının zamanının labirentini bir türlü çözemedim. Hiç kimse değilim ben. Kimseye kılıç çekmedim savaşta. Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben. » Jorge Luis Borges paratoner

Therapia Sayı 4 | 5


Benden; kendimi, hissettiklerimi, yaşadıklarımı anlatmam istediğinde, bir süre ne yazacağımı bilemedim. Yazmaktan korktum, paylaşmaktan da, şu ana kadar sınırlı sayıda insan arasında kalmışları yazacaktım, sözden-hikayeden çıkaracak gerçeğe, kaybolmayacak, kaçamayacak hale getirecektim, korktum... hâlâ da korkuyorum... Geçmişte, çok zorlandığım ve benim için “kriz” tanımının geçerli olduğu, ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda başvurduğum ve içimdeki çaresizliği dışarıya akıtmaya çalıştığım bir yöntemdi zaten - sıcağı sıcağına- yazmak. Ama onlar sadece ve sadece benimdi... Bu defa durum biraz farklı, kriz durumu yok ortada, terapistim benden yaşadıklarımı, olaylar karşısında hissettiklerimi ve düşüncelerimi, kısaca kendimi yazmamı istedi, süreci, neler olduğunu, nelerin olmadığını. “Bu sayıda, Therapia’da senin durumunu konu olarak seçtik”... “Korku ve heyecan bakalım hangisi yenecek?” derken, işte tam bu noktada beni genellikle zorda bırakan iç sesimi bastırdı diğeri, yeni ve tecrübesiz olanı... “Belki”, dedi “kendinden bahsetmek, cesurca davranıp bunu sözlerden çıkartman, yazıya aktarman ve hatta bunu paylaşman; kişiliğinle ilgili yeni şeyler keşfetmene ya da yaşama ihtimalinin fazla olduğu yeni krizlerine karşı daha az çaresiz hissetmene yardımcı olur, belki ne kadar yol kat ettiğini veya etmediğini daha iyi anlarsın! Ne dersin?” Umarım Therapia’nin diğer bölümlerindeki gibi, değerli birçok uzman veya profesyonelin yazıları arasında “hekimin değil, çekenin” satırlarını da okumaktan keyif alır ve fakat yine de kendinizden bir şeyler bulamazsınız. Özünde yaşadıklarım parça-parça da olsa birçoğumuzun yaşadıklarına çok benzer ve aykırı veya anormal de değil. Bendeki de sadece bana özel bir karışım, biraz karışık... renkleri de tatları da. Bu arada, bulduysanız da kendinizden fazlaca şey üzülmeyin, bir dolu acayiplik var hayatta, bu da onlardan 6

| Therapia Sayı 4

biri sadece, bazen katlanılmaz derece zor ve yorucu biliyorum, varsın olsun. Unutmayın ki biz istediğimiz sürece -bazen istemesek bilebize birbirinden çok farklı şekillerde yardıma hazır ve bizi asla yalnız bırakmayan bir dolu insan var. İşte benim olan o insanlara, bu satırlar...

NEYİM? NEREDEYİM? Kendimi bildim bileli var olan ve bir türlü ne nedenini anlayabildiğim, ne de çözümünü bulabildiğim; inişçıkışlarımın, bir mutlu, bir hüzünlü, bir coşkulu, bir yaşayan ölü hallerimden, bitmeyen mutsuzluk seferlerimden birindeydim yine, hiçbir şey olması gerektiği gibi gitmiyordu... Çok uzun zaman geçmişti tüm bunlara ve sormaktan da bir türlü vazgeçemediğim sorularımla aradığım cevabı bulabilmek için... Birçok insan böyle değil iken –ya da ben öyle sanıyordumben yine böyleydim? Bir nedeni olmalıydı? Neydim? Neler oluyordu? Hayatın ve geleceğim -varsa eğer- neresindeydim? Çoğu da cevabı ömür boyu bulunamayacak sorulardı biliyordum. Bir süre sonra bu sorular, derin sessizlikler, paylaşmamalar, yalnız kalmalar, yetinememeler, kayıplar, terk edilişler ve başarısızlıklar olarak sardı dört bir yanımı. Tıpkı soğukta donmak gibi, sıcacık bir karamsarlık yorganı serildi üzerime, öyle bir sıcaklıktı ki; beni yavaşyavaş uyuşturmaya ve hayattaki her şeyden koparmaya, boğmaya başladı. Ne hayata karşı duyduğum sevinç, ne evlat, kardeş, dost, sevgili olmak, ne de - ve bence en önemlisi- anne


bütün gece dans edebilecek kadar enerjik, bütün gün uyuyabilecek kadar yorgun, bir haftalık işi yarım günde bitirecek kadar hızlı, yarım günlük işi bir haftaya yayabilecek kadar yavaş...

olmak bile hayata olan doğal bağlılık yeminimi tutmama yardımcı olamadı. Tüm bunların bir cevabı, bir sonu olmalıydı veya benim. Defalarca denediğim ve neredeyse vazgeçmek üzere olduğum profesyonel yardımların en sonuncusunda karşılaştım ne olduğumla. Hemen olmadı ve kesinlikle tesadüf değildi, bu karşılaşma. “Genç” olarak nitelendirilebilecek bir yaşta olsam, belki bu karşılaşma hoş bir tesadüf bile sayılabilirdi. Ama değildi... Hayatın çok daha başında farkında olabilir, belki de içinden çıkmakta bu kadar zorlanmaz, o kadar da derinlere inmezdim. Ne olduğumu öğrendiğimde artık, kırk bir yaşında, uzun sayılabilecek bir evliliği yeni bitirmiş, ergenliğinin başında bir genç kız annesi ve profesyonel olarak da uzun yıllar çalışmış, başarılı olmuş hatta artık üst düzey bir yöneticiydim. Elbette bu görünen tarafıydı... Ya görünmeyen veya bilinmeyenler? Uzun bir süre boyunca, başlangıçta çoğu zaman morfinsiz diş-tırnak çektirmekten farksız, kelime-kelime ağzımdan alındı, ailem, çocukluğum, gençliğim, evliliğim, boşanmam, kızım, kısaca ben. Çoğunlukla ne söylediğim anlaşılmayacak şekilde ağlar, gözlerimin ağrısından duramaz, beynim uyuşmak için çırpınırdı psikoterapi seanslarında, her birinin sonunda, nerede ise tank çarpmış gibi çıkardım o odadan. Sonra yavaş da olsa değişmeye başladı bu durum. Kendiliğimden anlatmaya başladım, durmaksızın anlattım, neler hissettiğimi, neler düşündüğümü, ne istediğimi, nelere sahip olduğumu. Ve bana ne olduğu öğrenmek istediğimi ve bu şekilde devam etmek istemediğimi. Elbette bir tanımı vardı, belki de bir rahatsızlık? En iyi

ihmalle depresyondayımdır, zaten kim değil ki... Şiddeti veya boyutu ne olursa olsun bir açıklaması olmalıydı mutlaka... Ne kadar yorucu ve zor olsa da bana iyi geldiği fark ettim tüm bunların, hayatım boyunca ilk defa kendim için bir şey yapıyordum, sadece bana ait saatler... Özne ben, önemli olan da bendim, sadece ben. Belki de bu nedenle ne olduğumu öğrenmek de mutsuz etmedi beni... İşte bu seansların birinde paylaşıldı benimle, ne olduğum. Psikiyatrik tanımı ile bir “Borderline/ Sınırda Kişiliğim” ya da “Borderline / Sınırda Kişilik Bozukluğu”m var.

BORDERLINE/SINIRDA KİŞİLİK Nedir bu Borderline... Şöyle bir şey esasında; Yazan kimdir bilmiyorum -içinde bir miktar kendini beğenmişlik ifadeleri olsa da- beni anlatan birkaç satır . “bir bilgenin sabrını taşırabilecek kadar saldırgan, bir kediyi sakinleştirebilecek kadar uysal, bir topluluğu gülmekten kırıp geçirebilecek kadar pozitif, yanındakileri intihara sürükleyebilecek kadar negatif, bütün gece dans edebilecek kadar enerjik, bütün gün uyuyabilecek kadar yorgun, bir haftalık işi yarım günde bitirecek kadar hızlı, yarım günlük işi bir haftaya yayabilecek kadar yavaş, bir gelincik kadar narin, bir çam ağacı kadar güçlü...” Kısa bir araştırma ile benzer tanımlamalara ulaşabilirsiniz birçok kaynaktan. Kendi kelimelerimle borderline olmak ise, işte böyle bir şey; Sürekli, ara vermeden, belki nedenini bile anlayamadan, olumludan olumsuza veya tam tersine; gidip gelmelerdir benim yaşadığım, Abartılı, şiddetli, fazla ve değişken, hatta zıt yönlere çok Therapia Sayı 4 | 7


hızlı gider, saatler içinde değişen sürelerde birbirini izleyen öfke, üzüntü, kaygı, sevinç dönemleri yaşarım, Duygularım çok şiddetlidir, yoğun. Birçok şeyi sizden fazla hisseder, hissettiririm, Anlamak zordur zaman zaman neden böyle davrandığımı, (ben de bilmiyordum boş verin) Duygu-düşünce-davranış üçlüm abartıdır ama iyi niyetlidir özünde, Stabil veya sabit olmam zordur, elbette imkansız değil... fakat bu da sürelidir, hele sonsuz hiç değil. Çok zorlu işlerin altından kalkabilir veya sayılı insanın becerebildiği şeyleri yapabilirim, aktif ve eğlenceliyimdir, derin mavi sulara dalabilir, hayali bile olsa uçabilirsiniz benimle. Karar mekanizmamda renklerin tonları pek yoktur ya siyahlar vardır ya da beyazlar. Peki hayatın diğer renkleri? Bazen öyle renkliyimdir ki gözleriniz kamaşır. Dostluğum kuvvetlidir, eğer inanırsam özel olduğuma sizin için, perişan oluncaya kadar verici, paylaşımcı olurum... sizi kaybetmeyi hiç sevmem ...“Dileyin benden ne dilerseniz”. Sevgili deseniz, en şiddetlisinden severim, en şiddetlisinde yaşar ve yaşatırım. Sizi kaybetmemek için akla hayale gelmeyecek delilikler yaparım. Tüm bunların karşılığında özel olmayı isterim. Özel olduğumu hissetmek benim ve ilişkimiz için su gibi, hava gibidir. İlgi beklerim, beni sıradanlaştırdığınızda, hatta farklı nedenlerle benden uzaklaştığınız zaman çabucak hissederim. Benim için çanlar çalmaya başlar ve artık sonun başlangıcıdır her şey tersine dönüverir. Hele de bir de bu davranışlarıma anlam veremez veya sabrınız tükenirse, benden iyice uzaklaşırsanız ve hatta başkasını bana tercih ederseniz veya beni tamamen hayatınızdan çıkartırsanız, işte o an içime şeytan kaçar, ya da hep vardır da tetikte bir uykudadır, hemen uyanıverir. Kaçın kaçabildiğiniz kadar hızlı ve en uzağa, kaçın kendinizi ve hatta beni de biraz olsun seviyorsanız eğer. 8

| Therapia Sayı 4

Şiddetle ihtiyaç duyduğum sizden (sen), sevilmek, onaylanmak, takdir edilmek, istenmek, ihtiyaç duyulmak, arzulanmak ve vazgeçilemez olmaktan artık çok uzaktayımdır, büyük bir hayal kırıklığı yaşarım. Sizin adınıza savaştığım ve o beni de pek de sevmeyen tiz iç sesim artık duyulmaya başlar, küstah ve aşağılayıcı sözleri ile beni olduğumdan daha da değersiz bir yere sürükler, ses yükselir, başka hiç bir şey duyamaz olurum. Esasında derdim sizinle değildir. Sizi bunu yapmaya zorlarım. Sonucu bile bile kaçmanızı bekler, bazen beni terk etmeniz için size yalvarırım bile. Bu zamanlarda tek derdim benimdir, kendimi sevmez, değersiz ve önemsiz hisseder, deli gibi suçlar, sorgularım sürekli, kendimi, hayatı. Bulduğum cevaplar genelde acı vericidir, cezalar veririm kendime, istemem bu şekilde yaşamayı ve yine aklımdaki o derin yalnızlığa mahkum bırakırım kendimi. Araftayımdır kısaca, ne ölebilir ne yaşayabilirim. Size biçtiğim değer, anlamın derecesi sizi kaybettiğim için katlanarak artar; yaşadığım terk edilişin veya önemsizleştirmenin acısını günlerce, haftalarca veya aylarca hissedebilirim. Size ve en çok kendime bu duruma geldiğim için öyle çok kızarım ki, içim çok ama çok acır, bedenimde kocaman görülmeyen boşluklar oluşur. Bu görülmez acıyı yok etmek, o hiç kapanmayacak deliği kapatabilmek için, bedenimde yaralar açar ve tekrar bunu yaşamamak için kendime geçmeyen izler bırakırım. Unutuncaya, uyuşuncaya kadar içer, ya çok yer ya da bitkin düşüp hasta oluncaya kadar aç kalırım. İşte bu gelgitler, özellikle kendime kötü davranmalar yorar en çok beni ve üzer en yakınımdakileri, tüm bunlar nedeni ile tekrar-tekrar kaybederim sevenlerimi, sevdiklerimi, ilişkilerimi ve yaşamımı. Bu da benim ödülümdür; sevdiklerime, yanımda, yakınımdakilere...


ŞİMDİ NE OLACAK? Evet işte öğrendim bakalım neymişim. Ben bir Borderline kişiliğim, kendimi yapılmış psikiyatrik borderline tanımları ile karşılaştırdım ilk başlarda, kabullenmesi de zordu, biraz zaman aldı. Tutulan ayna ve dışarıdan görünüşüm pek de hoş değildi aslında. Kaldım kendimle baş başa ve fark ettim ki benimle hayat ne zordu. Sonrasında gerçeği ifade edebilme aşaması geldim, hele hele yakın çevrem ile paylaşılmak ayrıca zordu. Yazılar okudum hakkım(n)da, kendimi de onları da korkutmadan ifade etmeliydim durumu... Çoğu abarttığımı söyledi, kabul etmedi veya yakıştırmadı...Ne hastalığı , olur mu öyle şey! Olur, oldu, gerçek bu. Sıra neden olduğunu bulmaktaydı, gerçi ne olduğumla, neden olduğumu öğrenmem pek iç içeydi. Diğer bir çok psikolojik rahatsızlık gibi Borderline Kişilik Bozukluğu için de klasik nedenlerden biri olan ve kulağınıza çok aşikar olacağını bildiğim bir sonuç çıktı ortaya; İstenmeyen bir hamilelikle başlayan hayatım, sonrasında zorunlu olarak ailemden, özellikle annemden çok küçük yaşımda ayrı kalmamın ve sonrasında devam eden ailevi sorunların kişiliğime, çocukluğuma, ilk gençliğime verdiği zararlar... Güvenli bağlanmayı; olması gereken yaşta ve şekilde yaşayamamanın getirdiği ve çocuk aklımla oluşturduğum neden-sonuç ilişkilerinin çarpıklığını öğrendim. Belli bir süre tolere edebilmişim tüm bunları, en azından iş hayatımda önüme çıkmasına engel olabilmişim... Başarılı olmuşum ve yükselmişim. Benden beklenmeyecek derecede uzun süren bir evliliği de yürütebilmişim. Ancak daha önce de dediğim gibi stabil olmam zor, imkansız değil ama süresiz hiç değil. Hayatın getirdikleri ve götürdükleri, değişimler, sorumluluklar ile yavaş yavaş bozulan dengem, ilişkilerimi yürütmekte maalesef bana iş hayatımdaki kadar şans

vermedi. İlerleyen yaşlarda kurduğum güvenli bağlanma ipleri koptu, şemalar tetiklendi, ayrılık, terk edilme, anlaşılamama, istenmeme... Ve ben tipik bir borderline olarak, kolayca geçiş yaptım mevcut tanıma.

HAYAT DEVAM EDİYOR Üzerinden bir yıldan daha uzun zaman geçti artık; çılgınca yaptığım ayak diremelerim, kan kurutan sabit fikirlerimle bile, kelimenin tam anlamı ile aldığım “düzenli profesyonel” yardımın sayesinde; kendimi tanımayı, ifade edebilmeyi, duygularımın nedenlerini ve sonuçlarını sağlıklı yorumlamayı öğrenmeye başladım, her yeni günde, yaşadıklarıma karşı, duygu, düşünce, davranış prosesini yönetmeyi -henüz tam olarak başaramazsam da, artık becerilmiş bir kaç güzel örneğim var elimdeöğrenmeye de devam ediyorum. Sadece kriz anlarımı değil, coşkulu mutluluklarımı da paylaştım. Sabırla dinlendim, düşünce yapıma uygun olarak, sorularıma kendi cevaplarımı bulabilmem için cesaretlendirildim. Bir dolu egzersiz ile beni derinlere sürükleyen iç sesime kulak tıkamayı yavaş da olsa öğrendim. Artık içimde yeni, genç, pozitif ikinci bir iç sesim daha var. Tüm gerçekleri, zayıflıklarımı veya güçlü olduğum noktalarımı bilen ve bana destek olan, savaşmama yardımcı olan. Bu yazıyı bile o yazdırıyor işte şimdi bana. Daha önümde neler var bilmiyorum, kimse bilemez, sadece artık birçok şey daha net, cevabı ve tanımı var artık... Bilmediğim bir canavarla savaşmıyorum, bir şekli var, zayıflıkları var onun da, güçlü tarafları olduğu gibi. Tıpkı benim gibi. İşte tüm bunları, tekrar hissetmeme, düşünmeme yardımcı olan, beni karışık ve dengesiz kişiliğimle seven ve her şartta hep yanımda olan birkaç kişiye borçluyum. Bu birkaç kişinin hayatımdaki varlıklarını bilmek, onları yaşamak, kelimeleri, anları, hisleri, birkaç kadehi, hayalleri, geleceği paylaşmak, bana hep yola devam edebilmem için ışık oluyor... İyi ki varsınız...

Therapia Sayı 4 | 9


Söyleşi Prof. Dr. Doğan Şahin'le borderline kişilik yapısını ve psikoterapiye dair birçok şeyi konuştuk.

söyleşi: ceylan özge kunduz

10

| Therapia Sayı 4


Therapia: Borderline’ın ne olduğuna dair bir sürü soru alıyorsunuzdur ama ben size ne olmadığını soracağım. Borderline nelerin yokluğu ya da eksikliğiyle tanımlanabilir? Prof. Dr. Doğan Şahin: Eksiklik diyecek olursak, en önemli eksiklik kimlik bütünlüğünün olmamasıdır. Bu insanları nevrotik insanlardan ayıran en önemli şeylerden biri benlik algılarının süreklilik arz etmemesi, çok sık ve çok kolay değişmesidir. Tutarlı, bütünleşmiş bir kendilik yapılanmaları olmadığı için kendilerini küçük olaylardan, küçük dışsal faktörlerden çeşitli şekillerde algılayabiliyorlar. Bir sınavı iyi geçtiği zaman kendisini çok zeki, başarılı, bütün derslerin üstesinden gelebilecek, akademisyen olabilecek biri gibi hissederken bir sınavdan düşük not aldığı zaman okulu bitiremeyeceğini, geri zekâlının biri olduğunu düşünebilir. Yani “ben ortalamanın biraz üstünde zekası olan, çalışkan bir insanımdır” gibi tutarlı bir kimlik algıları olmaz. Çok çabuk değişirler. Kendilerine duydukları güven, kendilerine verdikleri değer gibi önemli konular dışsal olaylar tarafından bir uçtan bir uca çok çabuk sürüklenir. Dışarıdan bakınca en dikkati çeken özellikleri bunlardır. Başka insanlar tarafından da “tutarsız”, “dengesiz”, “uçlarda yaşıyor” gibi tanımlanırlar. Kendilik bütünlüğü olmadığı için çok çabuk karar verebilirler, herhangi bir olayın etkisinde bir taraftan diğerine çok çabuk savrulabilirler. Diğer insanlar tarafından bazen de bir marifetmiş gibi “anını yaşıyor” şeklinde değerlendirilirler aslında tutarlılığın olmamasına bağlı hızlı ve ani kararlar vermek gibi özelliklerdir bunlar ve başkalarının dikkatini çeker. Diyelim ki, otururken “haydi kalk şuraya gidelim” der, kalkar giderler. Bş dakika sonra önemli bir işi olabilir ama önemsemez.

Yani dışarıdan çok eğlenceli insanlar olarak da görülebilirler mi? Aslında eğlenceli olabilirler. Kafa dengi denebilecek arkadaşlarımızdır ama bir yandan da çok canları sıkılır. Kronik bir can sıkıntısı, boşluk duygusu, huzursuzluk, bir şeyden tatmin olamama, hiçbir şeyin yetmemesi söz konusudur. Bir yere gittiklerinde çok eğlenebilirler ama hep bir eksiklik duygusu vardır. Yetmiyormuş, olmuyormuş gibi… Gülünce çok gülerler ama o coşku da tam değildir. Kendilerini tam olarak bir coşkuya, mutluluğa bırakamazlar çünkü bir yandan hep kronik bir boşluk duygusu, anlamsızlık, can sıkıntısı vardır. Neredeyse hiç geçmez. Dolayısıyla çok neşeli insanlar değildirler. Borderline’dan bahsederken bir kişilik bozukluğu mu yoksa kişilik yapısı mı demek daha doğru? Aslında bu bir kişilik örgütlenmesi, kişilik yapılanmasıdır. Borderline kişilik bozukluğu, borderline kişilik örgütlenmesi gösteren kişilik yapılarından sadece bir tanesidir. Borderline kişilik örgütlenmesinde yer alan çok sayıda farklı karakter vardır. Şizoidler, narsisistikler, şizotipaller, paranoidler, antisosyaller ve histrionikler de büyük oranda borderline’dır. DSM’de yer almayan “as if” karakter yani “mış gibi”, kendi karakterleri yokmuş gibi olan insanlar da aslında ilk tanımlanan borderline’lardır. İmrendikleri insanların kılıklarına girerler, onların kişiliklerine bürünüp onlar neye inanırsa ona inanırlar. Kendilerini değersiz ve olmamış gibi hissettikleri için beğendikleri kişiyi taklit ederler. Bir bakarsınız onlarla aynı kılığa bürünmüşler. O insanın kişiliğine geçtikleri zaman o kişilik içerisinde kendilerini anlamlı ve değerli hissederler, öbür türlü boş hissederler. “As if” karakter çok sık görülen bir şey değildir ama borderline’ların arasında ilk tanımlanan, dikkati çeken Therapia Sayı 4 | 11


Nasıl biri olduğumuz etrafın bize yansımasıyla oluşur ve biz oradan bir bütünlük oluştururuz.

karakterlerden biri olduğu için tarihsel bir önemi vardır. Peki siz borderline kişilerle nasıl çalışıyorsunuz ve bunun ne gibi zorlukları var? İstanbul Tıp Fakültesi’nin Çapa’da bulunan Sosyal Psikiyatri Servisi’nin işi budur. Biz burada 1990-1991’den beri esas olarak kişilik bozukluklarına, kişilik bozuklukları içerisinde de en fazla borderline’lara bakıyoruz. Aslında hastalarımızın neredeyse %80-90’ı borderline. Türkiye’de bizden başka, bir ekip olarak çalışan ve münhasıran bu hastalara bakan bir birim yok. Borderline’lar meslektaşlarımız, psikiyatrlar, psikologlar ve diğer ruh sağlığı elemanları arasında pek hazzedilen bir grup değildir. İnsanlar borderline’larla çalışmaktan hoşlanmazlar ve genellikle de başlarından atmaya çalışırlar. Zor bir hasta grubudur. Mesela psikotik hastalarla çalışmak konusunda çoğu insan o kadar zorlanmıyor çünkü onlara hasta gözüyle bakıyor. Onlardan gelen zahmeti, eziyeti hastalığına verip tolere edebiliyor. Mesela şizofren bir hasta kendisine küfrettiği ya da hakaret ettiği zaman “hasta, ne olacak” diyor ama borderline’lardan gelen saldırganlıkları öyle değerlendirip tolere edemiyorlar. Esas mesele, borderline’ların ilişkide bulundukları herkese karşı hem çok yüceltici hem de yerin dibine sokucu şekilde davranabilmeleridir. Karşıdakinin de ruhsal dünyasında sürekli inişler çıkışlar yarattıkları için uğraşmak istenmez. Halbuki neyi neden yaptıklarını anladığınız ve meselenin sizinle bir ilgisi olmadığını gördüğünüz zaman borderline’larla çalışmak da kolaylaşıyor. Kendi içinde halledemediği bir öfkeyi başka bir tarafa aktarması gerekiyor ve siz denk geldiğiniz zaman size aktarıyor. Bu öfke sizinle ilgili olabilir de olmayabilir de. Borderline’lar aşırı duyarlı insanlardır. Küçük bir ilgisizliğe veya özensizliğe karşı çok yoğun tepki gösterebilirler. Diyelim ki o gün günaydın derken bir şey düşünüyorsunuzdur ve o kadar 12

| Therapia Sayı 4

içten bir günaydın dememişsinizdir. Ya da elini sıkarken zihniniz bir şeyle meşguldür ve çok canı gönülden elini sıkmamış olabilirsiniz. Başka bir insan bunun çok farkına varmayabilir, farkına varsa bile aldırmayıp “Herhalde canı bir şeye sıkkındır” derken borderline’lar ciddi şekilde alınıp reaksiyon gösterirler. Meslektaşlarımı en çok zorlayan şeylerden biri de borderline’ların sizinle çok çabuk ilişkiye geçmeleridir. Diyelim ki nevrotik bir hasta gelir, kocasının ne kadar özensiz olduğunu, çocuğuyla problemlerini veya sevgilisiyle ilişkisini, yani sorunu, dertleri neyse anlatır. Sizinle bir meselesi yoktur. Borderline kişi ise hemen sizinle ilişki kurar. Size “Saçlarınızı taramamışsınız galiba”, “Kazağı nereden aldınız, güzel kazakmış bakabilir miyim?” gibi şeyler söylebilirler. Yoğun bir ilişki kurarlar ve sizi de hemen o ilişkiye çekerler. Onun dışında kalamazsınız, zaten kalmamanız da gerekir. Duvar gibi olup hastanın sizinle ilişki kurma çabalarını bertaraf ettiğiniz zaman hasta sizinle bağ kuramaz ve terapötik bir ilişki de kurulmamış olur. Gelişim sürecinde borderline kişiliğin oluşmasını sağlayan ne gibi faktörler var? Tek bir şeye bağlamak doğru değil, bir sürü faktör olabilir. Bazı kuramcılar bunun biyolojik bir tarafı olduğunu ve borderline’ların doğuştan, ortalama insana göre biraz daha fazla agresyonla geldiklerini söyler. Örneğin Kernberg… Olabilir ama bu konuda 20 seneden beri çalışan biri olarak böyle bir olasılığı reddetmiyorum ama çevresel koşullar çok daha önemli. Çocuğun çocuğun kimlik bütünlüğü geliştirip geliştirmeyeceğini ilk başta anneyle kurduğu ilişkinin mahiyeti esas olarak belirliyor. Tersinden söyleyecek olursak, her ne kadar biyolojik yatkınlıkları olursa olsun borderline’lar aşağı yukarı 5-6 sene terapi sonucunda kimlik bütünlüğü sağlayabiliyorlar. Demek ki biyolojik bir yatkınlık olsa bile uygun bir çevrede borderline olmak zorunda değiller. Neler


oluyor peki? Gördüğümüz en sık şey bir nesne sürekliliğinin olmaması. Örneğin arada büyüyen çocuklar… Anne çalışıyor, çocuğu sabahleyin anneanneye bırakıyor. Öğlene kadar anneanne bakıyor, akşamüzeri teyzesine gidiyor, son olarak da akşam anne alıyor. Karışık durumlar söz konusu. Çocuğun sürekli sabit bir nesne olarak algılayacağı bir anne figürü olmuyor. Burada nesne sürekliliği ve nesne tasarımlarının sabitleşmesi bozulmuş oluyor. Çocuğun annenin nasıl biri olduğuna dair bütünlüklü bir algısı olması gerekiyor ama bir tane anne olmadığı ve ortada karmakarışık bir durum olduğu için bu sağlanamıyor. İkinci faktör de çocuğa bakanların çocuğa davranışı. Nasıl biri olduğumuzu bize nasıl davranıldığıyla anlarız. Bize “çok güzelsin” ya da “çok zekisin” dedikleri zaman kendimizi güzel ya da zeki, tembelsin dedikleri zaman da tembel zannederiz. Nasıl biri olduğumuz etrafın bize yansımasıyla oluşur ve biz oradan bir bütünlük oluştururuz. Diyelim ki anneanne çocuğu çok yumuşak sıcak sevecen bulup çocuğa öyle davranıyor. Teyze ise çocuğu soğuk algılayıp o şekilde davranırken, anne çocuğu uslu görüp yine ona uygun davranıyor. Sonuç olarak çocuk da ne olduğunu anlayamıyor. Genel olarak borderline üç yaşa kadarki süreçte olan patolojiler sonucu gelişiyor. Anneyle uzun süreli ayrılıkların büyük önemi var. Anneden ayrı büyüyen çocuklar, annenin ölmesi veya yokluğu, annenin borderline olması ve son derece tutarsız, dengesiz davranıp çocuğa kimi zaman dünyanın en değerli varlığıymış gibi kimi zamansa başına belaymış gibi davranması da diğer faktörlerden. Borderline’lar dünyada giderek artıyor. En önemli neden de daha önce dediğim gibi, çocukların nesne sürekliliğinin olmaması. Borderline dediğimiz zaman ilk aklımıza gelen şey şu olmalı: Bu kişinin hem kendisinin hem de diğer insanların nasıl biri olduğuna dair kafası karışıktır ve bir anlamda bütünleşmemiştir. Bebeklikte annesini hem çok iyi hem de çok kötü bir şeymiş gibi algılar. Aslında bu, bir-üç yaş arası bütün çocuklarda görülür. Çocuk,

annesini kendisine iyi davrandığında iyi bir anneymiş gibi kötü davrandığında da kötü bir anneymiş gibi algılar. Bütünleştirme fonksiyonu henüz gelişmemiştir. Bir yaşından sonra ise yavaş yavaş gelişmeye başlar. Ortalama olarak üç yaşında da iyi ve kötü tasarımları birleşip tek bir tasarım olur. Problem, kendilik ve nesne tasarımlarının gelişmesine engel olan koşulların varlığıdır. Borderline birisi kendisini de bazen tamamen çok iyi bazen de çok kötü olarak algılar. Bazen kendisine çok güvenir, ortalamanın çok üstünde özel biri olduğunu düşünürken bazen de değersiz bir hiç gibi hisseder. Borderline’da ilacın tedavideki yeri nedir? Borderline’da ilacın tedavide bir yeri yok çünkü kendilik ve nesne tasarımlarını bütünleştiren bir ilaç yok. Ancak borderline’larda farklı süreçler vardır. Bunlardan en önemlisi kimlik bütünlüğünün olmamasıyken bir diğeri de ego zafiyetidir. Bu yüzden dürtüleri ve reaksyionlarını denetleyemezler, dolayısıyla impulsiv insanlardır. Hepimiz sinirlenebiliriz, hepimizin canı sıkılabilir ama bunu kontrol ederiz ve öfkemizi yerine, zamanına göre gösteririz. Borderline’lerda ego zayıf olduğu ve bir anlamda fen tertibatları bozuk olduğundan çok çabuk öfkelenip çok çabuk kavga ederler. Bazı borderline’lar terapiye bunun için, “çok çabuk sinirleniyorum, herkesle kavga ediyorum” gibi şikayetlerle gelir. Buna benzer başka impulsları denetlemekte zorluk çekenler de olur. Hızlı araba kullanma, başını belaya sokacak işler yapma, ödeyemeyeceği miktarda alışveriş yapma, rastgele cinsel ilişkiler kurma gibi… Bu hastalarda öfke kontrolünü ya da benzeri impulsları denetlemeyi kolaylaştırması amacıyla ilaç kullanırız. Ayrıca bütünlüğün olmamasına bağlı olarak da duygu durumları çok sık değişir. Diyelim ki sabah kalktı, annesi kahvaltı hazırlamış, güzel bir ortam var. Çok mutlu, neşeli hisseder. Okula gider, bir arkadaşı onu selamlamadı ya da bir espri yaptı ama Therapia Sayı 4 | 13


kimse gülmedi diye bir anda bütün dünyası kararabilir ve her şey mahvolur, kendisini çok kötü hisseder. Gün içinde duygusal olarak sürekli bir aşağı bir yukarı iner çıkar. Bunu engellemek için de duygu durum düzenleyici kullanırız. Yalnız, yanlış anlamayın her gelen borderline’a bir duygu durum düzenleyici, bir impuls kontrol ilacı vermeyiz. İsteriz ki terapiyle düzelsin ama çok zorlanıyorsa terapi bunları sağlayana kadar bir süreliğine bu ilaçları kullanırız. Bunlara ek olarak borderline’larda her türlü birinci eksen problemine rastlanır. Anksiyete bozuklukları, obsesyonlar, panik bozukluk görülebilir; kişi depresyona girip çıkabilir. Böyle bir şey olduğu zaman da onlara yönelik kısa süreli ilaç kullanırız. Bazen yoğun stres durumlarında kısa süreli paranoid tablolar da ortaya çıkabilir. O zaman da düşük doz ve kısa süreli antipsikotik kullanırız. Borderline semptomlarında kültürel farklar görüyor musunuz? Çok fazla… Örneğin batıda borderline özellikler gösteren kişilerde alkol kullanım oranı çok yüksektir ama bizde o kadar değildir. Yine batı ülkelerinde, örgütlenmenin kolaylığı sayesinde borderline’ların çok çabuk grup oluşturduklarını söyleyebilirim. Bu bir müzik grubu da olabilir bir kulüp ya da bir çete de… Bizde bu kadar örgütlü değiller, daha bireyseller. Türkiye içindeki kültürel farkla belirgin oluyor mu? Çok. Mesela doğuda impulsiv davranışlar çok hoş karşılanmadığı ve kişi davranışlarını her zaman kontrol ettiği için bunları genellikle sosyal olarak kabul edilebilir şeylere dönüştürmek, agresyonlarını sosyal olarak kabul gören bir ortamda göstermek zorunda kalıyorlar. Doğuda borderline bir çocuğun sinirlenip babasına kül tablası fırlatması ya 14

| Therapia Sayı 4

da annesinden zorla para alması kabul gören bir davranış değildir. Doğuda agresyon göstermeye hiyerarşik olarak çok fazla izin verilmez. Annene babana bağırıp çağıramazsın. Kültürel normlar agresyon göstermeye ne şekilde izin veriyorsa agresyon o şekilde ortaya çıkıyor. Başka bir hastaya hiç problemsiz uygulanabilecek ama borderline kişilerde çok dikkat edilmesi belki yapılmaması gereken terapötik müdahaleler nelerdir? Borderline kişilerde çerçeveye harfiyen uymak esastır. Zaten borderline kişilerin önemli özelliklerinden biri ilişki kurma konusunda bitmeyen bir gayrete sahip olmaları ve buna ek olarak terapistle terapötik ilişki dışında bir ilişki kurmak için özel bir çaba içerisinde olmaları, terapisti bir ilişkiye çekmeye çalışmalarıdır. Kimisi de çok manipülatiftir. Sizi de hastayı da koruyacak olan şey, çerçevedir. Çerçeveyi bozarsanız bundan esas olarak zarar görecek olan hastadır. Örneğin nevrotik bir hastada görüşmeyi bir kere 10 dakika uzatırsanız bundan kıyamet kopmaz. Ama borderline bir hastada bir kere çerçeveyi bozarsanız tekrar toplamanız çok zor olur. İkinci olarak, yorum yaparken genetik yani bir semptomun oluşmasıyla ilgili faktörlere ilişkin yorum yapmaya karşı çok dikkatli olmak icap eder. Nevrotik bir kişiyse yerinde ve zamanında olmak kaydıyla doğrudan genetik yorumlar yapabilirsiniz. Diyelim ki kendisinden yaşça büyük adamlara ilgi duyan nevrotik bir kadın hastaya, bunun babasıyla olan ilişkisiyle alakalı olduğuna dair bir yorum yapabilirsiniz. Borderline’larda “bu babanızla ilişkiizden kaynaklanıyor” anlamına gelecek yorumlar yapılmamsı gerekir. Bu yorum pozisyon olarak yapılabilir. Zaten borderline’larla terapide hep “şimdi ve burada” çalışacaksınız ve hep sizinle olan davranışlarını yorumlayacaksınız. Bunu yorumlarken şöyle diyebilirsiniz: Şu anki davranışınız onun isteğini karşılamayan bir babaya karşı gösterilen bir


Borderline terapisinde terapist daha aktif rol oynar. Hastayı nevrotik hastada olduğu gibi serbest çağrışımlara bırakmak söz konusu değildir.

isyan davranışına benziyor.” Genetik yorumlar borderline kişileri anne babalarına düşman eder. “Babam yüzünden hasta olmuşum” diyebilirler. İlişkileri tamir edilmez hale gelebilir, onları düşmanca algılamaya başlayabilirler. Ya da size davranışını annesiyle davranışına benzettiğiniz zaman sizi annesi gibi algılamaya başlayabilir. Sınırlar çok net olmadığı için transferanstan da öte, gerçekten öyleymişsiniz gibi algılamaya başlayabilir. Dolayısıyla yorum yaparken her zaman “şimdi ve burada” ve “mış gibi” üzerinden gitmek gerekir. Örneğin “neredeyse babasına karşı tepki veren bir çocuk gibi davranıyorsunuz.” yahut “şu anda adeta annesiyle tartışan bir kız çocuğu gibi davranıyorsunuz” gibi… Bir diğer fark da borderline terapisinde terapistin daha aktif olmasıdır. Hastayı olduğu gibi serbest çağrışımlara bırakmak söz konusu değildir. Nevrotik hastaya terapinin sonunda vaat ettiğiniz şey onun kendi kendisini anlamasını sağlamaktır. Nevrotik kişinin terapiden kazanacağı şey kendi davranışlarını niye yaptığının farkına varmaktır. Kendinizi bu misyonla sınırlı tutarsınız. İçgörü kazandıktan sonra ne yapacağı kendine kalmıştır. Değişebilir de değişmeyebilir de. Halbuki borderline bir hastada terapistin bir planı, niyeti vardır. “Ben onun kendisini anlamasını sağlayacağım” diye değil “kimlik bütünlüğü kazanmasını sağlayacağım, egosunu güçlendireceğim, savunma mekanizmalarını daha üst düzey savunmalara dönüştüreceğim” diye bir planı vardır. Bu plana ek olarak planı gerçekleştirmek için aktif çaba gösterir. Daha sorumluluk alan bir pozisyonu vardır. Nevrotik hastayla çalışırken sorumluluk daha çok hastadadır. “Ben sana ışık tutuyorum sen de gördüğün kadar görüyorsun” gibi… Borderline’la çalışmak ameliyat yapmak gibidir. Terapist, “onu alacağım, şuraya koyacağım, bunu yapacağım” gibi plan içerisindedir.

Borderline’larla çalışmanın tatmin edici tarafları neler? Çok tatmin edici tarafı var. Terapi uzun sürse bile borderline yüz güldürücü bir alandır. Psikotik hastaların tedavisiyle uğraşıyorsanız onları daha iyi durumda tutmaya, kötüye gitmelerini engellemeye çalışırsınız. Başaracağımız şey hastayı, hastalanmadan önceki düzeye getirmeye çalışmaktır. Halbuki borderline’da tedaviden maksat hastayı şimdiye kadar olduğundan yani en iyi halinden bile çok daha iyi duruma getirmek, kişilik örgütlenmesini değiştirmektir. Bu yüz güldürücü, güzel, keyifli bir şeydir. Hastada bu süreci izlemek, onun nasıl değiştiğini görmek, ruhsal yapısının ve kişiliğinin bu kadar değişiyor olduğunu gözlemlemek tatmin edicidir. Size iyi, yararlı ve güzel bir şey yaptığınızı hissettirir. Tedavi bittikten sonra dönüp baktıklarında ilk seansla terapi bitimindeki farkları kendileri nasıl görüyorlar? Çok göremezler, ya da sizin gördüğünüz kadar göremezler. Bu çok uzun bir süreçtir. Altı yıldan bazen on yıla kadar uzayabilir. Değişimleri o kadar yavaş gelişir ki sizin gibi net olarak göremezler. Eskisi gibi olmadıklarını, daha iyi olduklarını bilirler ama o dramatik farkı kendileri o kadar idrak edemezler. Borderline’dan biraz daha genel sorulara geçersek, terapinin başarısında nonspesifik etkenler deyince aklınıza ne geliyor? İnsan olmak… En önemli faktör budur. Ne olursa olsun, ister bilişsel ister analiz hepsinde en önemli şey hastayla kurulan sağlıklı ve insani bir ilişkidir. Hastaları tedavi eden esas şey de budur. Bir anlamda insan gibi davranmaktır diyebiliriz. Hastayı iyileştiren, onu suistimal etmeyecek şekilde davranmak, onun iyiliğini düşünerek hareket etmektir. Borderline’larda bu durum çok daha belirgin Therapia Sayı 4 | 15


olur. Kişiyle ne kadar düzgün, sağlam ve kararlı bir ilişki kurarsanız o hastayı o kadar başarıyla tedavi edersiniz. Normal hayatta insanlarla ilişki kurduğunuzda sizden ister istemez beklentileri olur çünkü her ilişki talep doğurur ve kendi içerisinde bir tutuculuk barındırır. Karşı tarafın davranışlarının bize dokunan kısımları olur. Biz onun iyiliğiyle ilgili bir şey söylerken fark etmeden kendimizle ilgili söyleriz. Halbuki terapide böyle bir şey yoktur. Terapide tek şey hastanın iyileşmesidir. Diyelim ki bir tane sevgiliniz var. “Geçen gün bir adama rastladım, çok hoşlandım, etkilendim. Cinsel olarak da bana çok cazip geldi.” diye konuşmaya başladınız mı sevgilinizin suratı düşer. Kısacası sıradan bir olayı bile paylaşmakta problem çıkar. Terapide hasta ne yaparsa yapsın bize bir şey olmaz, bizi ilgilendiren tarafı yoktur. Bizi ilgilendiren tek şey onun için iyi olup olmadığıdır. Orada ne kadar o pozisyonda kalırsanız hasta ondan o kadar yarar görür. Terapist bu pozisyonda kalma konusunda en çok borderline’da biraz zorlanabiliyor galiba? Elbette. Çoğunlukla üst düzey borderline’larla herkes çalışır ama düzey biraz aşağı düştü mü çalışmak zorlaşır. Hastalar çok yüklendikleri için terapist kendisini sürekli olarak tolere etme zorunluluğunda hissedip terapiye devam etmek istemeyebilir. Sizce başarılı psikoterapi nasıl olur? En önemli koşul sevgidir. İnsanları seviyorsanız onlara yardımcı olabilirsiniz. Hastalara karşı da olumlu bir duygunuz yoksa; onlara sempati, sevgi, yakınlık, sıcaklık hissetmiyorsanız başarılı olamazsınız. Hastayı onun iyiliğini isteyecek kadar sevmek, ona yakınlık ve sıcaklık duymak 16

| Therapia Sayı 4

şarttır. Baştan negatif bir duygunuz olan kişiyi terapiye almayın derim. Bir insanın ne kadar sevme kapasitesi varsa ve kendisini başka bir insana verebiliyor, bırakabiliyorsa o kadar iyi bir terapist olur. Tabii ki yeterli eğitimi ve düzenli süpervizyonu almış olması şartıyla... Ama bunun dışında önemli faktör terapistin sevme kapasitesidir. 20 sene öncesine baktığınızda ve şimdiyle karşılaştırdığınızda psikoterapi eğitiminin durumunu nasıl görüyorsunuz? Daha iyiye gidiyor. Eskiden psikiyatri eğitimi alan çok az insan psikoterapi eğitimi alırdı, şimdi yarısından fazlası alıyor. Tabii bu daha çok İstanbul için geçerli. Psikologlar ve psikiyatristler arasında arada bir alevlenen çatışmalara ne diyorsunuz? Saçma sapan işler, gereksiz yersiz hareketler... İki taraf açısından da en önemli olan problem yeterli eğitimi olmadan terapi yapmak. Psikologlara bunu söylediğiniz zaman çok ağırlarına gidiyor. Lisans mezunu olduğunuzda ne öğrenmiş oluyorsunuz ki mahalle kadısı gibi sohbet ediyorsunuz? Hasta geliyor ve anlattıklarından anlıyorum ki daha önce gittiği ve sadece lisnans eğitimi almış bir psikolog hastayla mahalle kadısı gibi sohbet etmiş ama “ben psikoterapi yapıyorum” diyor. Bu, olacak şey değil. Bunu söylediğiniz zaman kızıyorlar ama olmaz. Bu, psikolog yaptığı zaman da olmaz psikiyatrist yaptığı zaman da. Bu işi yapmak istiyorsan eğitimini alacaksın. Yeterli psikoterapi eğitimi aldıktan sonra psikolog olmuş, psikiyatrist olmuş fark etmez. Eğitim almadıktan sonra da ne olursa olsun. Psikiyatristlerden de “ben psikoterapi eğitimi almadan bu hastalara bakarım, terapisini de yaparım” diye düşünenler oluyor.


Sizce Türkiye’de biyolojik psikiyatriye doğru bir kayıştan söz etmek mümkün mü? Bütün dünyada böyle bir eğilim var ama bizde tersine bir gelişim söz konusu. Bizde 20 yıl evvel biyolojik psikiyatri egemendi şimdi psikoterapi çok büyük bir ağırlık kazanmaya başladı. Batıda ise psikoterapiye ilgi duyan insan sayısı azalıyor ve neuroscience (sinirbilim) gibi alanlara ilgi var. Ya sahaya çıkıp endüstri psikolojisi gibi şeyler yapıyorlar ya da araştırmalarda çalışıyorlar. Psikoterapiye duyulan ilgi azaldı. Özel sağlık sigortasının ve sosyal güvenlik kurumunun kapsadığı alanlara bakıldığında psikoterapi genelde bu sigorta kapsamının dışında oluyor. Diyelim ki bir problemim var bunu ya bedavaya yaptırabilirim ya da dünyanın parasını vererek. Bu durumda, o zaman bedava olanı yani ilaçla tedaviyi tercih edenlerin sayısı çok fazla. İnsanlar da bunu tercih edince psikoterapiye gelen insan sayısı azalıyor. Peki Türkiye’de psikoterapiye ilgi artışı sizce neden? Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, Türkiye’de uzun yıllar psikoterapi eğitimine ulaşmak çok zor bir şeydi. Bizim zamanımızda Türkiye’de analiz eğitimi almış bir veya iki kişi vardı. Analist yoktu ve uluslararası analiz birliğinin kabul ettiği tam yetkili eğitim analisti pozisyonunda kimse yoktu. Dolayısıyla analist olmak için çoğu insan Fransa’ya gidiyor sonra buraya dönüyordu. Şimdi analiz dernekleri kuruldu, paralel olarak diğer terapilere yönelim arttı. Bilişsel davranışçı terapi kolay öğrenilebilir ve ulaşılabilir bir terapi olmaya başladı. İnsanlar yıllardır bilmedikleri, ulaşamadıkları bir şey şimdi ulaşılabilir olunca ilgi göstermeye başladı. Sağlık sistemi de beş dakikada bir hasta bakılan yeni sisteme henüz dönüştü ancak bu sistem kurulur da devam ederse ister istemez psikoterapiye ilgi düşecek. Ben aynı zamanda Türkiye Psikiyatri Derneği’nin İstanbul şube başkanıyım ve dernek olarak birçok eğitim düzenliyoruz. Eğitimlere asistanlarımız, meslektaşlarımız o kadar ilgili ki bütün eğitimlerimiz doluyor. Bu, aslında şaşırılacak bir şey çünkü mezun olduğunda bir hastaneye

verecekler, beş dakikada bir hasta görüp reçete yazacak, yani bu öğrendiklerini neredeyse hiç kullanamayacak ama yine de öğrenmek istiyorlar, yine de eğitimlere geliyorlar. Hayranlık uyandıracak bir şey. Kısa dönemli terapiler de özellikle yurt dışında aynı sebepten yayılmaya başladı değil mi? Bazı sigortalar bunu kapsama alıyor. İki veya dört aylık terapileri ödeyen sigortalar mevcut. Bu yüzden kısa sürekli, problem ve çözüm odaklı terapiler de yayılıyor. Etik denince aklınıza gelen neler en önemli şey nedir? En önemli şey cehalet. Bence en büyük etik ihlal yaptığınız iş konusunda yeterli bilgi ve deneyiminiz olmadan o işe kalkışmaktır. Ben hem Türkiye Psikiyatri Derneği’nin onur kurulu üyesiyim ve 10 seneden fazla İnsan Hakları ve Etik Bilimsel Çalışma birliğinin koordinatörlüğünü yaptım. Hem etik kurulu hem de Türk Nöropsikiyatri Derneği etik kurulu üyesiyim. Bize en sık yansıyan problemler ve şikayetler cehaletle, bilmeden terapi yapılmaya kalkılmasıyla alakalı. En sık rastladığımız ikinci etik ihlal, nüfuz, güç, şöhrete ilişkin saçmalıklar. Mesela basın yoluyla işlenen etik suçlara çok sık rastlıyoruz. Televizyonda ya da gazetede saçma sapan bir şey söyleyenler, enteresan olsun diye saçma bir programa çıkıp orada bir hasta muayene edenler… CETAD’da eğitim veriyorsunuz, ne tip eğitimler bunlar? CETAD’da seks terapisti yetiştiriyoruz. İki senelik bir eğitimden sonra bu terapiyi yapacak düzeye geliyorlar. Eğitim üç modülden oluşuyor. Birinci modül üç gün, ikinci modül altı gün, üçüncü modül ise dokuz gün sürüyor. 144 saatlik bir teorik eğitimi oluyor, sonra 96 saat süpervizyon alıp vaka görülüyor. Oldukça yoğun bir eğitim; 16 kadar eğiticiden oluşan geniş bir kadro eğitim veriyor. Ürologlar, kadın doğumcular, halk sağlıkçıları, mikrobiyologlar cinselliğin her boyutunu anlatıyorlar. Bunun için de önceden klinik bir terapi eğitimine sahip olunmasını şart koşuyoruz. Therapia Sayı 4 | 17


Bilişsel Davranışçı Terapi Perspektifinden Borderline Kişilik Bozukluğu’na Bir Bakış Borderline kişilik bozukluğuna bilişsel davranışçı terapi nasıl yardımcı olur?

berk murat ergün sandy kohen

“Kendimi öldürmeye çalışmadım” dedi Gamze doktora. Doktor ona ne yapmaya çalıştığını sorunca da “yalnızca içimde yaşadığım bütün bu dayanılmaz saçmalıkları durdurmaya çalışıyordum” diye yanıt verdi. Gamze iki kutu antidepresan ilaç içerek gerçekleştirdiği intihar girişiminden sonra borderline kişilik bozukluğu (BKB) tanısı konularak psikiyatri hastanesinde 2 ay yatarak tedavi görmüştü. Gamze yaşadıklarını ve BKB’nun ne olduğunu şu sözleri ile tanımlar: “Ölmeyi istemenin ne demek olduğunu biliyorum. Gülümserken nasıl canımın acıdığını… Nasıl uyum sağlamaya çalıştığımı ama yapamadığımı… İçimdeki acıyı öldürmek için kendime nasıl zarar verdiğimi…”

18

| Therapia Sayı 4

BKB Nedir? BKB; duygu, biliş, davranış, kişiler arası ilişkiler ve kendilik algısı gibi alanlarda bozulmalarla kendisini gösteren bir regülasyon bozukluğudur. Emosyonel disregülasyonu, duygu durumundaki dalgalanmalar ve sonucunda düşünce ve davranışlardaki tutarsızlıklarla karakterizedir. Bu kişilerin emosyonel uyaranlara karşı düşük eşikleri ve hızlı tepkisellikleri vardır ayrıca emosyonel olarak normal sınırlarına dönme zamanları oldukça uzundur. Sonuç olarak, keskin duygusal iniş ve çıkışlar yaşarlar, hafif engellenmeye ya da onay alamamaya bile yoğun dürtüsel tepki gösterirler.


Kişiler arası ilişkiler, yoğun terk edilme, yalnız kalma korkusuyla birlikte duygu durumundaki düzensizliğin de katkısıyla oldukça kaotiktir. Gamze’nin annesi kızı ile ilişkisini şöyle tanımlamakta: “Bana bazen onun en yakını bazen de düşmanı olduğumu hissettiriyor. Onun neye ne tepki vereceğini ve benim ona nasıl davranacağımı bilememenin çaresizliğini yaşamak çok korkutucu”. BKB olan kişiler duygu durumundaki değişkenliğin ve kendilerini geçersiz kılan çevrenin etkisiyle tutarlı bir kendilik algısı geliştiremezler. “Ben kimim?” sorusuna

bütüncül bir yanıt bulamazlar. Bölünmüş bir kimlik algıları vardır. Sağlıklı, olgun bir kendilik algılarının olmaması ile birlikte hayattaki değerleri durmadan değişir. Yaşamlarında önemli bir yer tutan ancak tarif etmekte zorlandıkları boşluk duygusundan yakınırlar. Boşluk hissi dissosiyatif süreçlerle iç içedir. “Bazen sanki hayatta sadece bir gözlemciymişim gibi geliyor. Her şeye dışarıdan bakıyorum, ve hiçbir şey hissetmiyorum…”, diye tanımlamakta Gamze yaşadığı kopukluğu.

Therapia Sayı 4 | 19


BKB’nda davranışsal problemler olarak, kendine zarar verme davranışları, intihar girişimleri, psikoaktif madde ve alkol kötüye kullanımı, riskli eylemlerde bulunma yoğun olarak gözlemlenir. Hastaların %75’inden fazlasında en az 1 intihar girişimi öyküsü vardır. İntihar riski her zaman tedavinin en öncelikli maddesidir. Hastaların büyük çoğunluğu kendine zarar verme davranışları sergiler. Bu davranışlar yaşadıkları duygusal acıdan kurtulup şu ana dönme çabasıdır. Gamze kendine zarar verme davranışlarıyla ilgili kendisini şöyle ifade etmekte: “Kendimi kesiyorum çünkü acıtıyor, var olduğumu hissediyorum. Şöyle bir sarsılmış oluyorum ve gerçeğe dönüyorum.” Problemin bilişsel yansıması paranoid ve ambivalan düşünceler şeklindedir. Zaman zaman hastalar psikotik süreçlerin içerisine girebilirler. Aslında bizim kişilik bozukluğu olarak tanımladığımız şey onların yaşamının kendisidir. Kaosun egemen olduğu, bir türlü dengeyi bulamayan, zor ve fırtınalı bir yaşam.

BKB’nun Gelişimsel Öyküsü Sınırda yaşamanın temelleri, bu kişilerin gelişim süreci boyunca içinde bulundukları çevre ve yaşadıkları travmatik deneyimlerle atılır. Araştırmalar çocukluk çağında yaşanan travmalarla BKB arasında anlamlı ve güçlü bir ilişkinin varlığını göstermektedir. Travmatik deneyimler; cinsel istismar, fiziksel ve duygusal şiddet, ihmal gibi olumsuz yaşantılardan oluşur. Ebeveynlerin kendileri bu davranışları göstermeseler bile çocuklarını korumakta veya çocuklarının yaşadıkları olumsuz deneyimi duygusal olarak işlemlemelerine yardımcı olmakta başarısız olmuşlardır. Travmatik deneyimin kimin tarafından gerçekleştirildiği, şiddeti ve sıklığı da BKB semptomlarının yoğunluğu ve şiddeti ile yakından ilişkilidir. 20

| Therapia Sayı 4

Kendilik algısının sağlıklı gelişimi için dış dünyadan gelen mesajlar ile kişinin kendisi ve dış dünya hakkındaki algılarının tutarlı olması gerekir. Ancak BKB’nda gelişim sürecinde kişiye çevresi tarafından verilen geri bildirimlerin “her tanımın yanlış”, “deneyimlerinden çıkarttığın sonuçlar aptalca, anlamsız”, “tokum diyorsan aslında açsın demektir” gibi kişinin kendisi ve dış dünyayla ilgili algılarını, tanımlamalarını geçersiz kılan mesajlar içerir. Bu durum kişinin sağlıklı bir kendilik algısı geliştirmesini engeller. Gelişim çağında çocuğun kendilik algısı ile ilgili deneyimlere çevresindeki insanların değer vermemesi, çocuğun çevre ile kurduğu ilişkide kendi sezgilerine güvenmemesine neden olur. Çocuk için geçerli olan kendisinin algısı değil geçersiz kılan çevrenin ne dediğidir. Annesi tarafından beslenme konusunda aşırı kontrolcü ve müdahaleci bir şekilde büyütülen çocuğun açlık ve tokluk algısıyla ilgili annesine “anne ben doydum mu?” sorusunu sorması gibi. Ebeveynlerin çocuk için güvenlik alanı oluşturması gereken bir dönemde kötüye kullanılan veya çevresi tarafından durmadan geçersiz kılınan mesajlarla büyümeye çalışan çocuk için ebeveyn, tersine, korkunun kaynağıdır. Böyle bir çevrede büyüyen çocuk güvenli bağlanma oluşturmakta ve tatmin edici ilişkiler kurmakta zorlanır. Bununla birlikte terk edilme korkusunun hayatlarını yönetmesi, duygu durumundaki dalgalanmalar, düşüncelerdeki tutarsızlık, davranışlardaki bozukluk ve sınırlarda geçirilen bir yaşam aslında bir bütün olarak anlam kazanmaktadır. Terapist olarak borderline hastaların yaşadıkları bu döngüyü görmek o kişileri anlamayı sağlarken tedavinin de önemli bir parçasını oluşturur.


Aslında bizim kişilik bozukluğu olarak tanımladığımız şey onların yaşamının kendisidir. Kaosun egemen olduğu, bir türlü dengeyi bulamayan, zor ve fırtınalı bir yaşam.

Therapia Sayı 4 | 21


BKB’nda Bilişsel Davranışçı Terapi Borderline hastalarının kişiler arası ilişkilerde yaşadığı problemlerin (yapışma-terk etme, değer vermedeğersizleştirme benzeri ikiliklerin varlığı) iyi bir terapötik ilişki kurmayı zorlaştırmasına ek olarak kendine zarar verme ve intihar davranışı gibi var olan riskli davranış kalıpları tedaviyi oldukça güçleştirmektedir. Buna karşın BKB’nun tedavisinde bilişsel davranışçı tedavi (BDT) ve BDT’den türeyen üçüncü dalga terapiler (diyalektik davranışçı terapi, şema terapi) bu hastalar için umut kaynağı olmaktadır. İlk olarak depresif bozukluk için geliştirilen BDT, anksiyete bozuklukları başta olmak üzere birçok eksen I bozukluğun tedavisinde süreç içerisinde etkin olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum BDT’nin eksen II bozukluklarının tedavisinde de kullanımını gündeme taşımıştır. Beck modelin BKB üzerine olan kavramlaştırmasında şemaların belirleyici rolüne vurgu yapar. Sonrasında Pretzer, Freeman, Layden ve Morse BKB’nda bilişsel modeli daha da detaylandırıp zenginleştirmişlerdir. BKB’nun BDT ile tedavisinde 3 temel öğe ele alınır: “Otomatik düşünceler, ara inançlar ve şemaları” içeren bilişler, telafi edici stratejiler ve eksik yaşam becerileri. Otomatik düşünceler bilişin en kolay farkına varılabilir ve en yüzeysel katmanını oluşturur. Ara inançlar şemalarla otomatik düşüncelerin arasında yer alan kural, tutum ve varsayımlardan oluşur. Bunlar bireysel deneyimler, aile ve sosyal etkileşim bağlamında öğrenilip geliştirilir. Tedavinin biliş olarak ana odağı şemalardır. Şemalar çocukluk çağlarında yaşanan deneyimlerle, ebeveynlerle ilişki ve dış çevreden gelen mesajlarla şekillenen kişinin kendi, dış dünya ve gelecek hakkındaki temel inançlarıdır. 22

| Therapia Sayı 4

Bu inançlar koşulsuz, katı ve değişime dirençlidir. Kişinin yaşam deneyimlerine anlam kazandırmak için genel biçimde düzenlenmiş prensiplerdir. Şemalar derinde yatan, sorgulanmayan kabullerdir; kişi tarafından değişmez doğrular olarak görülür. Uyumlu şemalar verilerin hızlı bir şekilde özümsenmesi ve uygun karar verme süreçlerinin oluşmasında işlevsel bir rol oynar. Buna karşın psikiyatrik bozukluklarda uyumsuz davranış ve olumsuz duygu durumuna yol açan “uyumsuz şemalar” vardır. BDT’nin en temel hipotezlerinden birisi uyumsuz şemaların stres oluşturan güncel bir yaşam olayıyla tetiklenene kadar pasif olduklarıdır. Ancak BKB gibi kişilik bozukluklarında şemalar her an güncel yaşam olaylarıyla tetiklenmeye hazır birer bomba gibi açıkta beklemektedir. Bu şemaların aktifleşmesi de ciddi duygu durum değişikliklerine neden olur. Borderline hastalarda bulunan ön plandaki şemalar: “ Dış dünya tehlikeli”, “diğerleri güçlü, acımasız ve kötü ” “ben güçsüz ve kırılganım”, “ben özünde kabul edilemez bir insanım” şeklindedir. Bu temel inançlar aşırı bir uyarılmışlık hali, zayıf kendilik algısı ve kişiler arası ilişkilerde güvensizliğe ve kaosa neden olur. Örneğin, bağımlılık varsayımı ( hastanın güçsüz ve kırılgan olduğu ve diğer kişilerin güçlü olduğu inancı) ile paranoid varsayımların (diğer kişilerin güvenilmez ve kötü olduğuna dair inanç) paradoksal kombinasyonu BKB hastalarında kişiler arası ilişkilerde görülen tutarsız ve uç davranışlara neden olur. Bu hastalar, bir taraftan diğer insanlara yapışma ihtiyacı içindeyken diğer yandan dış dünyaya güvensizliklerinden dolayı o kişileri kendinden uzaklaştırma eğilimindedirler. Bu inançlara ek olarak BKB’nda önemli bir diğer bilişsel özellik de kutuplaşmış düşünce kalıbıdır. Bu durum kişinin hayatı siyah ve beyaz olarak uçlarda yorumlamasına neden olup bir parçaya bakarak bütünü tanımlaması sonucunu doğurur.


İhtiyaçların karşılanmadığı, duygularını ifade etme özgürlüğü bulunmayan, geçerli kılınmayan bir ortamda büyüyen çocuğun yaşam becerileri de eksik kalır.

BKB hastalarının, durumları değerlendirmede grinin tonlarını kullanma becerisinin eksikliği duygusal kaosa ve tepkilerin aşırı şekilde uçlara kaymasına neden olur. Telafi edici stratejiler, çocukluk döneminde yaşanılan olumsuz deneyimler ve travmalarla belirlenmiş uyumsuz şemalara karşı geliştirilmiş işlevsel başa çıkma davranışlarıdır. Belli bir dönem boyunca işe yarayan ve kişinin kendisini korumasını sağlayan bu davranışları hayatları boyunca birçok durumda kullanmaya devam ederler. BKB’nda tipik telafi edici stratejiler; kaçınma, bağımlılık, kontrol, kendine zarar verme, saldırganlık ve dissosiyasyon şeklindedir. Bu stratejiler istenen sonucu vermediğinde hastalar farklı bir yol denemek yerine işlevsiz stratejilerini yeteri kadar iyi gerçekleştirmediklerini düşünürler ve aynı stratejiyi daha yoğun biçimde uygulamakta ısrarcı olurlar. Ancak çocukluk döneminde kötü sonuçları engellemek için kullanılan bu stratejiler yetişkinlikte probleme katkı sağlayan ve devam ettiren unsurlar haline gelir. Çocukluklarında duygu ve düşüncelerine değer verilmeyip geçersiz kılınan bu kişilere duygu ve düşüncelerinin yanlış olduğu mesajı verildiği için “duygularını dışa vurmama” gibi kaçınma stratejisi geliştirebilirler. Çocukken işlevsel olan bu stratejiler yetişkin olduklarında yaşadıkları ilişkilerde onlar için bir engel oluşturabilir ve kişiler arası sorunlara yol açabilir. İhtiyaçların karşılanmadığı, duygularını ifade etme özgürlüğü bulunmayan, geçerli kılınmayan bir ortamda büyüyen çocuğun yaşam becerileri de eksik kalır. Problem çözme, kişiler arası etkileşim, emosyonlarını düzenleme gibi temel yaşam becerilerini öğrenemezler. Bu eksik yaşam becerileri onların hayatla başa çıkmakta zorlanmalarına ve uygunsuz tepkiler geliştirmelerine neden olur.

Tedavinin hedefi, şemaları, kutuplaşmış düşünce ve telafi edici stratejileri daha işlevsel inanç ve davranışları içerecek biçimde yeniden yapılandırmak ve eksik yaşam becerilerini geliştirmektir. Depresyon, anksiyete bozukluklarında uygulanan BDT’ye göre BKB’nun BDT’si çok daha uzun soluklu bir tedavidir. Terapide konan hedeflere en az bir senenin sonunda ulaşılabilir. Uzun ve yoğun bir terapi sürecinde ilerlemenin belirleyicisi hayatı boyunca güvensiz ilişkiler kurmuş olan hastanın terapisti ile güvenli bir ilişki kurmasıdır. Bu ilişkinin istenilen noktaya gelmesi şüphesiz ki uzun bir süreç alacaktır ve zaman zaman da sekteye uğrayabilir. Borderline’ların terapistleriyle kurduğu ilişki diğer insanlarla kurdukları ilişki kalıbından farksızdır. Terapist onlar için bir an çok değerli ve sevdikleri kişiyken ertesi gün değersiz ve nefret edilen bir kişiye dönüşebilir. Terapistinin de onu terk edebilme ihtimalinin verdiği korkunun yoğunluğunda terapiste aşırı yapışma şeklinde bağımlı bir ilişki kurmalarını ya da hastanın terapiyi sonlandırmasını getirebilir. Bu nedenle terapistin hastayla kurduğu ilişkide iyi bir denge oluşturması gereklidir. Bu denge içerisinde terapi sürecinin sınırlarını iyi belirlemesi ve terapi hedeflerinin net olması çok önemlidir. İyi bir terapötik ilişki terapinin temelini oluşturmakla birlikte, BKB’nun tedavisinde ilk adım bu kişilerin kendilerine zarar verici davranışlarını ve intihar girişimlerini engellemektir. Bu ancak terapistle kurulan iyi bir ilişki, terapistin kendisini ulaşılabilir kılması ve terapistin hastaya krizi yönetmek için öğreteceği alternatif stratejilerle mümkün olur. Krize olabildiğince erken müdahale etmek riskli davranışların önüne geçmek için önemlidir. Krizleri yönetmenin ilk adımı hastayı sakinleştirmek, empatik bir dinlemeyle hastanın duygularını geçerli kılmaktır. Terapistlerin hastanın duygularını geçerli kılmadan pratik Therapia Sayı 4 | 23


önerilerle kolaycı çözümler üretmesi hastanın tepkiselliğini arttırır. Kişinin güvenliği sağlanıp, kendine zarar verici davranışları kontrol altına alındıktan sonra ancak bilişsel müdahalelere geçilebilir. Bilişsel müdahalelerin en önemli hedefi altta yatan uyumsuz şemaları ve kutuplaşmış düşünce örüntüsünü değiştirmektir. Davranışçı ödevlerle bu değişim gerçek yaşama aktarılır. BKB olan kişiler kendi duygu, düşünce ve davranışlarını anlamlandırmakta zorluk yaşarlar. Şemaları anlamak hastaların kafa karışıklığını azaltmakta ve davranışları üzerinde kontrol kazanmalarını sağlamakta önemlidir. Şemalarının gün içinde nasıl tetiklendiğini fark etmeleri için hastalara günlük düşünce kayıt formları tutturulur. Tedavide bilişsel anlamda hedef, şemaları tamamen ortadan kaldırmak değildir. Bu, kişilik bozukluğunun tamamen ortadan kalkmasını beklemeye benzer. Terapinin hedefi şemaların duygusal ve kişiler arası yaşantıyı nasıl kontrol ettiğinin öncelikle hasta tarafından farkına varılmasına yardım etmek ve hastanın günlük işlevselliği üzerinde uyumsuz şemaların etkinliğini azaltmaktır. Bunu yaparken kişinin şemalarını adlandırması, şemanın küçük parçalara ayrılması, başa çıkma kartları kullanmak, şemanın gerçekliğini sınayan davranışsal deneyler ve yeni hayat deneyimleri oluşturmak tedavinin iskeletini oluşturur. İşlevsel olmayan başa çıkma stratejilerinin, oluşturduğu olumsuz yaşam deneyimleriyle uyumsuz şemaları nasıl beslediğini ve şemaların devamına nasıl katkıda bulunduğunu hastaya göstermek bir diğer önemli aşamadır. Bu işlevsiz stratejilerin yerine konacak işlevsel başa çıkma yöntemleri beceri eğitiminin hedefidir. Beceri eğitiminde terapist ya hastanın repertuarında bulunmayan becerileri oluşturmalı ya da körelmiş becerileri bilemelidir. Seans içerisinde kurgulanan yeni stratejiler ve oluşturulan beceriler davranışsal ödevler ile gerçek yaşamda test edilir.

24

| Therapia Sayı 4

Layden BKB’nda seans içerisinde imgeleme, rol oyunu gibi yaşantısal tekniklerin kullanımına vurgu yapar. Özellikle travmatik deneyimlerin var olduğu hastalarda travmatik anıyla baş etmek için ” imgeleme yoluyla yeniden senaryolaştırma ve yeniden işlemleme” (IRRT, Smucker) gibi yöntemler tedavi içerisine yerleştirilebilir.

BKB’nda Üçüncü Dalga Terapiler BKB’nun tedavisinde BDT’den köken alan yaklaşımlardan birisi Marsha Linehan’ın geliştirdiği “Diyalektik Davranışçı Terapi”(DDT) diğeri ise Jeffrey Young’ın geliştirdiği “Şema Terapi” (ŞT) dir. DDT; batının rasyonel, doğunun uzlaşıcı bakış açısının diyalektik felsefenin dünya görüşüyle tümlenmesinden türetilmiş bir yaklaşımdır. DDT özellikle BKB ve kronik olarak kendisine zarar verme davranışı bulunan kişiler için geliştirilmiştir. DDT, BKB’nun tedavisinde kontrollü çalışmalarla etkinliği gösterilmiş kanıta dayalı bir terapi yaklaşımıdır. BKB’nun DDT modelinde kavramsallaştırılması biyososyal teoriye dayanır. Linehan’ın teorisine göre BKB temelde duygu düzenleme sistemi ile ilgili bir bozukluktur. Ayrıca DDT modeli, BKB olan bireylerde diyalektik bir sentez eksikliğin varlığına işaret eder. DDT bir denge terapisidir. Linehan’ın vurguladığı “kabul” ile “değişim” arasındaki denge tedavinin ana unsurudur. Birçok farklı yaklaşımdan öğeler almışsa da bu yaklaşımın çıkış noktası değişim odaklı bilişsel davranışçı terapidir (BDT). Uygulamada BDT ile benzerlikleri alıştırma (exposure), kognitif yeniden yapılandırma, problem çözme, beceri eğitimi gibi tekniklerin kullanımından geçer. Klasik BDT’den, hastanın kapasitesini ve o anki davranışlarını “geçerli kılma” ve “kabul” üzerine odaklanması, kabul ve değişim arasındaki diyalektik dengeye vurgu yapması, terapinin aslı olarak teröpatik ilişkiyi kullanması gibi özellikleriyle farklılaşır. Tedavi hedefleri dört ayrı aşamada tanımlanır. Birinci aşama terapinin en uzun ve belirleyici aşamasıdır. Bu aşamada hastanın kendine zarar verme ve intihar davranışlarını engellemek, tedaviyi engelleyen ve yaşam


kalitesini bozan davranışları azaltmak, davranışsal becerileri arttırmak hedeflenir. Tedavinin ikinci aşamasında eğer varsa travmatik deneyim ya da deneyimlerle ilgili problemler ele alınır. Üçüncü aşamada hayat kalitesini olumsuz etkileyen özel, sosyal ve mesleki alanlardaki çözülmemiş problemler ele alınır. Tedavinin son aşamasında da benlik saygısının arttırılması, bütünlük duygusunun sağlanması amaçlanır JeffreyYoung’ın ortaya koyduğu ŞT özellikle BKB için geliştirilmiş geleneksel BDT’nin kavram ve tedavisinin genişletilmiş bir formudur. Bilişsel davranışçı yaklaşım, kişiler arası ve yaşantısal teknikleri birleştiren bütünleyici bir teori ve tedavidir. Standart BDT’den temel farkları teröpatik ilişkiye, duygulanıma, geçmiş yaşam olaylarına daha fazla ağırlık vermesi; çocukluk yaşantıları ve gelişimsel süreçlerle daha yoğun çalışmasıdır. Young’un şema tanımı kavramsal olarak BDT’deki şema tanımından daha geniştir. Şema anılardan, duygulardan, duyumlardan ve bilişlerden oluşur. Şema modu kuram ve tedavideki bir başka önemli kavram olup o sırada içinde bulunduğumuz hakim durumu tarifler. Bir modun içerisinde olmak kişinin zamanın bu anında hangi şema faaliyet grubunun etkisi altında olduğunu gösterir. Şema modları belirli şemalara bağlı olarak ortaya çıkan düşünce, duygu ve davranış örüntüleridir. BKB’nda hastaların bu şema modları arasında hızlı ve ani geçişler yaşamaları şema terapiye göre temel problemdir. BKB için 5 adet şema modu tanımlanır:” Terk edilmiş çocuk”, “öfkeli çocuk”, “cezalandırıcı ebeveyn”, “kopuk korungan” ve “sağlıklı erişkin”. ŞT’nin hedefi uyumsuz modları ve mod geçişlerini hastanın fark etmesini sağlayarak sağlıklı yetişkin tarafını güçlendirmektir. BKB kişinin yaşamını derin bir kaos içerisinde sürdürmesine neden olan, dolayısıyla sosyal, akademik, mesleki ve özel yaşantısındaki işlevselliğini önemli derece etkileyen ve tedavisi oldukça güç olan bir bozukluktur. BDT ve onun türevleri olan yaklaşımlar BKB’nda hastalara yardımcı olsalar da problemin çözümünde kat edilmesi gereken oldukça uzun bir yol vardır.

Kaynakça Arntz, A., Genderen, H. (2009). Schema Therapy for Borderline Personality Disorder. UK: WileyBlackwell. Beck, Aaron T., Freeman A., Davis, D.D ve ark. (2004). Cognitive Therapy of Personality Disorders (2.baskı).New York: The Guilford Press. Ergün, B.M. (Temmuz, 2012). Psikiyatri hastanesinden terapi koltuğuna: Marsha M. Linehan ve diyalektik davranışçı terapi. Therapia, 2, 36-45. Leahy, R.L. (2004). Cognitive Therapy. Basic Principles and Applications . New York: The Guilford Press. Millon, T., Grossman, S., Millon, C., Meagher, S., Ramnath, R. (2004). Personality Disorders in Modern Life (2.baskı). New Jersey: John Wiley & Sons Inc.

Therapia Sayı 4 | 25


Borderline Kişilik Yapısı ile Terapinin Kıyısında Borderline kişilik yapısıyla çalışmak epeyce zorlayıcı olsa da getirileri ve sonuçları son derece yüz güldürücü. duygu coşkun

26

| Therapia Sayı 4


Terapist, kişinin tüm eyleme dökme davranışlarının ilk muhatabıyken hem sınır koyucu hem de bir o kadar da kapsayıcı olabilir mi?

Borderline kişilik yapısı üzerine benden bir yazı yazmam istenildiğinde aklıma gelen ilk cümlelerimin “yazı en fazla kaç sayfa olmalı” ya da “içerik açısından tam olarak beklenen ne?” gibi sınırları net bir şekilde çizmeye yönelik sorulardan oluşması sanırım tesadüfi olmamalıydı. Çünkü, bir terapist olarak karşı koltuğunuzda borderline kişilik yapısı olan biri oturuyorsa terapötik çerçeveyi korumanın bir hayli meşakkatli olacağını ve terapi boyunca sınırlarınızın ne denli zorlanacağını aslında daha ilk seanstan çok iyi bilirsiniz. Bir yandan haber vermeden iptal ettiği seansı hiç umursamayan bireyin, bir sonraki seansta sürenin yetersizliğinden nasıl büyük bir öfkeyle bahsedebileceğini görmek hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Benzer şekilde, terapist olarak siz, o kişinin gözünde bir anda “dünya üzerinde onu tek anlayabilecek kişi” kadar idealize bir imgeyken, bir sonraki seansta çok kolaylıkla yerle bir edilip “onu hiç umursamayan, işini hiç de iyi yapamayan” bir terapist haline dönüşebileceksinizdir. O halde böylesi kaygan bir zeminde dururken, bireyin ruhsal işleyişini keşfetme ve anlama çabası yorucu bir uğraş olmaktan çıkabilir mi? Terapist, kişinin tüm eyleme dökme davranışlarının ilk muhatabıyken hem sınır koyucu hem de bir o kadar da kapsayıcı olabilir mi?

Eğer borderline kişilik yapısında belirtilen en temel sıkıntılardan biri, kişiler arası ilişkilerin gözünde aşırı büyütme ve bir anda yerin dibine sokma uçları arasında gidip gelmesi ise ve bu kişilerde dürtüsel davranışlara sıkça rastlanıyorsa, terapide kurulacak ilişkinin bu durumdan nasibini almamasını ummak terapisti olsa olsa hayal kırıklığına uğratacaktır. O halde bu durumu görmezden gelmek yerine tam da bu inişli çıkışlı, dalgalı ruh hallerinin ve kişiler arası çatışmaların ortaya çıkabileceği terapötik bir ortamı yaratabilmek ve bu dinamikleri yorumlayabilmek terapiyi işlevsel kılacaktır. Diğer bir deyişle, terapistin sınırlarının zorlandığı alanlar aynı zamanda dönüşüme ve değişime açılan fırsat kapıları olacaktır. Kabul etmek gerekir ki, terapistin bu tip zor vakalarda kendisini bir araç olarak kullanmak durumunda kalması kimi zaman ruhsal kirlenmeye veya tükenmişlik hislerine sebebiyet verebilecektir. Ancak borderline kişilik yapısı ile yürütülecek terapötik çalışmanın neredeyse imkansız veya sancılı bir süreç olarak tanımlanmasından ziyade, sağlıklı ilişkiler geliştirmeye ve bireyselleşmeye fırsat verebilen, boşluk duygusunun yerini merakın aldığı, içsel dünyaya yapılan yolculuğun bir parçası olarak görülebileceği inancındayım.

Sanırım bu soruların cevabı, borderline kişilik yapısının doğasını yeterince kavrayıp, onu kabullenebilmekle ilişkili olsa gerek. Bu kişilerin kendilik sınırlarının yeterince belirginleşmemiş olması, kronikleşmiş boşluk hissi ve duygulanımlarını düzenlemekte çektikleri zorluklar sebebiyle terapistin, eyleme dökme davranışının muhatabı olması kaçınılmazdır. Therapia Sayı 4 | 27


Borderline'a gelişimsel bir bakış Genetik mi yetiştirilme mi? Biyoloji mi yoksa çevre mi?

burcu gençer-türk

28

| Therapia Sayı 4


Psikopatolojideki en büyük tartışma konusu, sorunların nedeninin genetik mi yoksa yetiştirilme mi olduğudur. Bulunacak kesin bir cevap aslında yaşanan sıkıntıyı çözebilmenin veya daha önemlisi, önleyebilmenin anahtarı olabilir.

Borderline kişilik bozukluğunu hep çok gizemli bulmuşumdur. Bir an kendini dünyanın en güvenli ilişkisinde zannederken, kısacık bir an içinde inanılmaz bir tehdit altında olduğunu hissetmek insanı ne hale sokar merak ederim. Borderline kişilerin ilişkileri, insanları algılayışları, kendileri hakkında düşündükleri aniden yön değiştirebilir. Günlük hayat onlar için adeta daimi bir belirsizlik içinde devinir. Bazıları için belirsizlik heyecan verici bir durumdur, farkındayım. Ben kendi adıma belirsizlikten hiçbir zaman hoşlanmadım. Bu yüzden özellikle ilgimi çekiyor borderline kişilikler. Acaba ne sebep oluyor bu gelgitlere, ansızın gelen şiddetli öfke patlamalarına, yanlış ilişkilerde ısrar etmelerine, tekrar tekrar kendilerine zarar verme çabalarına? Psikopatolojideki en büyük tartışma konusu, sorunların nedeninin genetik mi yoksa yetiştirilme mi olduğudur. Biyoloji mi, çevre mi? Bilimsel araştırmalar sıkça bu sorunun cevabını arar. Çünkü bulunacak kesin bir cevap aslında yaşanan sıkıntıyı çözebilmenin veya daha önemlisi, önleyebilmenin anahtarı olabilir. Mesela bilsek ki depresyonun tek ve kesin nedeni yanlış anne baba tutumları, o zaman bu yanlışlardan kaçınarak depresyonu önlemek mümkün olabilirdi. Ve çözüm ne kadar kolay olurdu. Ancak çoğunlukla, araştırmalar bu ikileme net bir yanıt bulamazlar. Çoğu psikopatolojinin nedeni biyolojik ve çevresel faktörlerin birleşimi olarak çıkar karşımıza. Borderline kişilik bozukluğu için de durum farklı değil.

Yakın geçmişte yapılan araştırmalar, borderline özelliklerin %60 oranında kalıtımsal olduğu sonucuna varıyor. Yani tartışmanın biyoloji tarafı az farkla önde gidiyor. Bu demek oluyor ki, doğuştan gelen bazı özellikler borderline kişiliğin gelişmesinde rol sahibi olabiliyor. Öne çıkan ortak mizaç özelliklerinden biri dürtüsellik. Dürtüselliği yoğun kişiler düşünmeden hareket etme eğiliminde olduklarından kendilerini tehlikeye atma olasılıkları yüksek. Aniden gelen dürtünün peşine düşmeleri mantıklı kararlar vermelerine engel oluyor. Hissettikleri olumsuz duygulara verdikleri orantısız tepki bununla açıklanabilir belki. Bir başka açıklama da duygularını dengelemekle ilgili yaşadıkları zorluklar olabilir. İlişki problemlerinin oluşmasına temelde bu becerinin eksikliği yol açıyor. Borderline kişiler diğer insanlara göre duygusal uyaranlara karşı daha hassaslar, daha çabuk öfkelenebiliyor, üzülüyor ve kaygılanıyorlar. Bu duyguları daha yoğun yaşıyorlar ve tekrar dengeyi bulmaları daha uzun zaman alıyor. Özellikle çevreden gelen negatif ipuçlarını daha çabuk ve aşırı algılıyorlar. Bu durum zihinsel süreçlerinin işleyişine de olumsuz olarak yansıyor ve yine mantıklı tepkiler vermek konusunda yetersiz kalıyorlar. Peki tüm bu biyolojik yatkınlıklara sahip insanlar borderline kişiliğe dönüşüyor mu? Hayır... ve burada da çevresel faktörler devreye giriyor.

Therapia Sayı 4 | 29


İhmal ve ayrılık gibi, fiziksel ya da cinsel taciz de uzun vadeli etkiler yaratır. Böyle bir deneyim çocuğun güvende olma algısını yok edebilir. Hele de taciz tanıdığı güvendiği birinden geliyorsa çocuk için dünya tamamen tehlikeli bir alana dönüşür.

Çevresel faktörler denince elbette ilk akla gelen çocukluk dönemi ve aile. Borderline kişilik sahibi insanların geçmişlerindeki ortak noktalar incelendiğinde ağır basan tablo; ihmal, ilgisizlik, küçük yaşta ebeveynden ayrılma, travma, fiziksel veya cinsel taciz şeklinde. Çocukluk çok önemli bir dönem insan yaşamında. Zihnin bambaşka çalıştığı, ironilere, metaforlara yer olmayan, her şeyin olduğu gibi algılandığı ve genellenerek kaydedildiği. Öyle ki o dönemde kazınan duygusal yaralar, yıllar geçse ve zihin büyüse bile kaydedildiği şekliyle kalıyor bazen, en acımasız haliyle. Artık herkes biliyor ki, yetişkinlikteki güven duygusunun temelleri çocuklukta atılıyor. Eskiden en çok benimsenen ebeveynlik tarzı çocukla pek yüz göz olunmayan katı disiplinken, günümüzde anne babalar çocuklarının duygu ve ihtiyaçlarına daha duyarlılar. Çünkü biliyorlar ki, temel ihtiyaçları yakınları tarafından karşılanan çocuklar temel güven hissini kazanıyor ve kendilerinden emin büyüyorlar. Zihinlerinde güvenli bir dünya, güvenebilecekleri insanlar gibi kategoriler oluşuyor. Peki ya en yakınındaki insanlar tarafından güvenliği tehdit edilen veya hiçe sayılan çocuk... Onun zihninde neler oluyor? Çocukluk döneminde ailesinden ayrılmak zorunda kalmış veya ihmal edilmiş çocuklar sevgiden yoksun büyüyorlar. Bir çocuk için çok önemlidir anne babasının gözüne girmek. Kendisini nasıl tanımladığı önceleri anne babasının gözüyle nasıl göründüğüne bağlıdır. Annesi “ne yalancı

30

| Therapia Sayı 4

çocuksun sen” diyorsa, hemen ona inanır. Çünkü yeterli tecrübesi yoktur hayatta ve en güvendiği insanın söylediği doğru olmalıdır. Kabul eder tek gerçek gibi. Ya da tekrar tekrar bir şey sormasına rağmen dönüp bakmıyorsa, cevap vermiyorsa babası; söylediklerinin, düşündüklerinin bir önemi olmadığını dolayısıyla değersiz olduğunu kazıyabilir çocuk zihnine. Şimdi diyeceksiniz ki hangimiz yaşamadık benzerlerini çocukken. Hepimiz elbet bir miktar ihmal edilmişizdir. Ben babamı suçlardım eskiden, ‘Ne kadar ilgisizsin.” diye. O da bana içini çekerek ; “Ah bir çocuğun olsun da anlarsın, bu çocuk milletine yaranılmaz!” derdi. Gerçekten çocuğum oldu ve anladım ki talepleri bitmez çocukların ve bir yanınızla hep eksik hissedersiniz ihtiyaçları karşılamakta. Elbette bahsettiğim ihmal ve ilgisizlik bu değil borderline kişiliklerin geçmişinde yatan. Hiçbir duygunuzun, düşüncenizin önemsenmediğini; açlık, susuzluk gibi fiziksel ihtiyaçlarınızın karşılanmadığını; ilgi, sevgi görmediğinizi ve bunu her gün tekrar tekrar yaşadığınızı düşünün. Bahsettiğim böyle bir ihmal... ve sonucunda bir borderline kişilikte olduğu gibi kırılgan bir kendilik algısı şaşırtıcı olmaz herhalde. Hayatta başına iyi şeyler gelmesini hak etmediğini, düşüncelerinin ve yaptıklarının yeterince iyi olmadığını düşünmesi aslında gayet anlaşılır böyle bakınca. İhmal ve ayrılık gibi, fiziksel ya da cinsel taciz de uzun vadeli etkiler yaratır. Böyle bir deneyim çocuğun güvende olma algısını yok edebilir. Hele de taciz tanıdığı güvendiği


birinden geliyorsa çocuk için dünya tamamen tehlikeli bir alana dönüşür. Geçmişinde buna benzer bir fiziksel veya cinsel taciz anısı olan borderline kişilikler genelde büyük bir boşluk hissi yaşadıklarını ve devamlı güvenebilecekleri bir ilişki arayışı içinde olduklarını tarif ederler. Ancak çelişki de burada başlar onlar için. Eskiden güvendikleri, sevdikleri insan onlara ağır bir ihanet etmiştir. Bir yandan onu sevmeye devam ederken, bir yandan da kendilerini devamlı korumaya çalışırlar. Bu patern ilerideki ilişkilerine de yansır ve bir gün çok yakın, ertesi gün fena halde mesafeli oldukları ilişkiler yaşamalarını açıklayabilir. Burada yine daha öncekine benzer bir soru geliyor akıllara. Her ihmal edilmiş, hiçe sayılmış, dövülmüş veya tacize uğramış çocuk bir borderline olarak mı büyüyor? Hayır... ve tekrar genetik yatkınlık, biyoloji açıklamalarına geri dönebiliriz. Çünkü bazı durumlarda çok yoğun bir ilgisizlikle büyüyen bir çocuk normal gelişim gösterebilirken, daha az ihmale uğramış bir başkası borderline özellikler sergileyebiliyor. Burada biyolojik yatkınlık sonucu, yaşadığı olumsuz duyguları aşırı algılama ve dengeleyememenin rolü düşünülmeli.

yönetmek ve düzenlemek konusunda yeterli beceriye sahip değilse, çocuğun rol modelinde bir sorun var demektir. Bu da aslında genetik yatkınlık dediğimiz duyguların doğru düzenlenememesi durumunun aslında çevreden öğrenildiğiyle açıklayabilir. Söz konusu psikopatoloji olduğunda her zaman kesin ve net sonuçlara varmak mümkün olmuyor. Ancak çok sayıda araştırma gösteriyor ki, çoğu patolojinin oluşumunda kalıtımsal özellikler ve çevresel etkenler birlikte çalışıyor. Borderline kişilik bozukluğu belki de bu ortaklığın en rahat gözlemlendiği alan.

Bu gibi konularda hep yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan sorusu geliyor aklıma. Bazı çocuklar genetik olarak belli farklılıklara sahip olduklarından ailelerinin davranışları da ona göre şekillenebiliyor. Örneğin daha dürtüsel, tepkilerin kontrol edemeyen veya öfkeli çocuklara karşı ebeveynler daha ilgisiz ya da tam tersi daha şiddetli davranıyor olabilir. Benzer şekilde, anne baba duygularını Therapia Sayı 4 | 31


32

| Therapia Say覺 4


BORDERLINE Derin acıları her zaman başkaları tarafından anlaşılmayan borderline hastalara... Firouzeh Mehran Klinik Psikolog

fuat erman

Aylardan Mayıs, bir iş seyahati nedeniyle Nice’deyim. Dışarıda mevsimle çelişircesine bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Otel odamın penceresini açtım ve gelmeden önce Le Monde gazetesinden kestiğim makaleleri okumaya başladım. İlk sırayı seyahat öncesi zamansızlıktan göz ucuyla baktığım BORDERLINES üzerine olan makale aldı. Okudukça aradıklarımı ve beklediklerimi buluyordum. Okumam bitince acaba çok mu aceleci davranıyorum deyip zihnimi soru işaretlerinin istila etmesine izin verdim. Kesinliğe yaklaşmanın yolu şüpheden geçmiyor muydu? Öğlene doğru güneş yüzünü göstermeye başlayınca güvenli olsun diyerek yanıma şemsiyemi de alıp Masena’ya doğru yürümeye başladım. İlk işim bir kitapçıya girip yazıda kaynakça gösterilen kitaplara yönelmek oldu. Bir tanesi vardı ki rastgele açtığım 75. sayfasında okuduğum bir cümle beni çarptı. Kitabın yazarı doktora, hastasının söylediği bir cümleydi bu: “Ne zaman âşık olmaya başlasam, bir uçak bileti alır uzaklara giderim”. Tanıdığım kadın da ikinci buluşmamız arifesinde aynı şeyi yapmamış mıydı, saat 02.00’de uçak bileti alıp İzmir’e uçmamış mıydı? Bu da mı tesadüftü? Ya tesadüfse? Belki o bir borderline? Peki niye böyle bi rşey yapardı bir borderline? Nedeni basit, borderline aynı anda hem sevmek ister, hem kaçmak. Partnerinin işi bu yüzden oldukça zordur, borderline onu hem çeker hem iter, çünkü bir gün o güzel ilişkinin bitmesinden ve de terk edilmekten korkar. “Terk edilme korkusu annesinin tavrıyla bağlantılı olabilir, çocuğuna çok yakın olma, hayatına müdahaleci olma veya ona uzak hatta dışlayıcı olmaktan

kaynaklanmaktadır”(1)Borderline’ların diğer bir yanı da ilişkilerinde sahici olamamalarıdır, ortama uyan devamlı değişken bir tavır sergilerler. Randevularına gelmemezlik eder veya geç gelerek bekletirler. Sosyal tavırları ile gerçek kişilikleri arasında bir uçurum vardır. Sosyal kimliklerinde kendilerini hep mutlu göstermeye gayret ederler, onları grup fotoğraflarında hep dost düşman kıskandıran bir gülümseme ile görürsünüz, bu içlerindeki boşluğu(emptiness) saklamak içindir. Gelelim kendi kendilerini yaralama gereksinimlerine, hemen akla uç örnek olan Betty Blue filmi gelebilir, ne var ki her şey gibi borderline’ların da “soft” versiyonu vardır. Kendi kendini yaralama isteği, gereksiz bir ameliyatı gerekli kılarak da gerçekleşebilir. Bu nedenledir ki estetik cerrahların kesinlikle minimum psikoloji bilgisiyle donanmış olmalarının şart olduğundan söz edilir. Ağır veya hafif şekilde kendi kendini yaralama işlemi ile borderline psikolojik gerilimini boşaltır. Borderline’ların terapisi için minimum iki yıl gerekli olabilir. Borderline hiçbir şekilde divan üzerinde klasik terapiye uygun değildir. Nedeni borderline terapisti ile göz göze olmak, onu görmek ve görülmek ister. Ülkemizde bazı terapistlerin nedendir bilinmez uyguladığı üç seanslık ön sınav ve sonrasında danışana “siz klasik analize uygun değilsiniz sizi başka bir meslektaşıma yönlendireceğim” metodu borderline’ı terapiden soğutmak için en güzel yoldur. Terapist fazla mesafeli de olmamalıdır, zira basit bir EVET veya HAYIR için hemen öfkelenen veya ağlamaya başlayan borderline çoğu zaman seanslarına geç gelecek, hatta bazen terapisine ara verecektir. Therapia Sayı 4 | 33


34

| Therapia Say覺 4


Duygusal ilişkilerinde çok sıcak bir eş olduğundan söz etmek oldukça güçtür. Anzieu “psişik ten” (la peau psychique) kavramını geliştirir bu kavram da tenimiz üzerinden geliştirdiğimiz duyum alışverişini açıklar. Tenimiz ile hem başkasını hisseder hem de onun bizi duyumsamasını gerçekleştiririz. Anzieu borderline’larda psişik tenin gelişmediğini iddia eder. İlişkilerindeki hem çekme hem itme duygusu onu ya çok soğuk ve mesafeli kılar ya da bu tarafını örtme çabası galip gelir ve fazla zevk almadan salt cinselliğe ağırlık verir. Dostlukta ve duygusal ilişkide idealize ettiği kişileri küçük kum tanesi kadar bir sorunda tamamen değersiz kılar. Bende tüm bunları araştırma merakını uyandıran kadın ne oldu diye soruyorsanız, tabii ki gitti, ufuklarımdan silindi Bir kez bir hastanede karşılaştık, hiçbir şey olmamış gibi ona yanaştım ve onunla sohbet ettim, birkaç saniyede yüzü giydiği bayrak kırmızısı kazağın rengini aldı. Acelesi olduğunu bahane edip izin istedi ve uzaklaştı. Büyük bir ihtimalle yeni ilişkisinde de aynı döngünün klasik etaplarından geçecek. Sonunda da ya terk edilmekten korktuğu için o terk edecek ya da tutarsız davranışları önüne çıkan partnerini yıldırıp uzaklaştıracak.

1)Pr.Bernard Granger et Daria Karaklic (2012)Les Borderlines s.75, Odile Jacob Therapia Sayı 4 | 35


BORDERLINE DANIŞANLARA KRİZE MÜDAHALE Borderline danışanlara yardımcı olmak için krize müdahaleden nasıl faydalanılır? sevgi güney

İki kıyıyı birbirine bağlayan bir köprü düşünün. Bu köprünün tam ortasında olduğunuzu varsayın. Bir uçta keyifli dostluklar, ilişkiler, neşe, mutluluk, yaşamdan alınan keyif, yaşamın güzel yanları, sosyal aktiviteler olsun. Diğer uçta acı, nefret, intikam, yanlış ilişkiler, ihanet, karamsarlık, kaygı, ajitasyon, manipülasyon, aniden tüketilen yakın ilişkiler, dengesiz, inişli çıkışlı kişiler arası ilişkiler olsun. Köprünün tam ortası da, yani sizin bulunduğunuz yer de, stabil, kendi halinde devam eden ve bu iki uçtaki her şeyden biraz olan bir yer olsun. Sınır kişilik organizasyonu ve sınır kişilik bozukluğu olan birey bu iki uça zıplayarak hayatını sürdürür, sizin bulunduğunuz orta noktada duramaz. Müdahale de bu gidiş gelişleri, durdurmaya, ortada, her şeyden biraz olan bölgede, yaşamını sürdürmeye devam etmesi hedeflenir.

Kriz Ve Borderline Kişilik Yapısı Arasındaki Etkileşim Gündelik yaşam içinde bireyin bir psikiyatrik rahatsızlığı olsun ya da olmasın, bir stresörle başa çıkma becerisi ve bu stresörün bir kriz durumuna yol açıp açmayacağı, bu stresörü deneyimleyen bireyin stres eşiği ve başa çıkma potansiyelleri ile doğrudan ilişkili olup, stres tolerans eşiği ile farklılıklar gösterir. Örneğin bir cerrah oldukça kritik ve 36

| Therapia Sayı 4

dolayısıyla stresörlerle dolu bir ameliyatı soğukkanlılıkla ve başarıyla yerine getirirken, aynı soğukkanlılığı özel hayatında oluşan aniden gelişen bir kritik duruma gösteremeyebilir. Burada işin içinde ruh sağlığı sorunlarına karşı bireyi yatkın hale getiren faktörler vardır. Yatkınlık faktörleri olarak isimlendirilen bu faktörler, bireyin o an içinde bulunduğu koşulları, karşılaştığı stresörle başa çıkmak için uygun seçenekleri görebilme yeteneği ya da etkili başa çıkma becerilerindeki yıkımlardan kaynaklı yetersizlikleri ile de ilişkilidir. Bu yatkınlık faktörleri var olan yaşamsal dengenin bozulduğu kriz durumlarında çok daha etkili olup, mevcut dengenin bozulmasına kolaylıkla yol açabilmektedir. Nedir bu faktörler? 1.Akut bir hastalık: Basit baş ağrılarından, ciddi viral enfeksiyonlar gibi fiziksel sağlığı tehdit edici hastalıklara kadar geniş bir ranj içinde olabilirler. Buna maruz kalmış birey o anda günlük yaşamının dengesinin bozulması durumu ile karşı karşıya kalabilir. 2.Kronik hastalıklar: Sağlık problemlerinin kronikleştiği durumlarda intihar fikirlerinin tetiklendiği gerçeği herkes tarafından bilinmektedir.


Therapia Say覺 4 | 37


3.Fiziksel sağlığın kötüleşmesi: Yaşlanma nedeni ile sosyal aktivite kaybı olabilmektedir. Sosyal aktivitenin azalması bireyi izolasyona sürükleyen önemli nedenlerdendir. Bu durum ruh sağlığında olumsuz düzeyde tetikleyici etkiler yapabilmektedir. 4.Şiddetli yeme ihtiyacı: Organizma açken yeterli yiyecek bulamadığında ciddi bir alarm durumuna girer. Ruh sağlığında bu alarm durumu da bir yatkınlık faktörü olarak işlev görebilmektedir. 5.Kızgınlık: Birey kızgınken uygun başa çıkma yollarını düşünüp, devreye koyma konusundaki becerilerinin bir kısmını ciddi ölçüde yitirebilir. Genellikle ruh hastalığı ile ilgili durumlarda bir stresör karşısında dağılma söz konusuyken, bu herhangi bir psikiyatrik hastalığı olmayan kişilerde de görülebilmektedir. Özellikle kızgın olduğunda birey kontrolünü kaybedebilir. Hatta diğer zamanlarda kolaylıkla geçiştirebileceği durumlara aşırı reaksiyon gösterebilir, etkilenebilir. 6.Zihinsel yorgunluk: Problem çözme stratejilerinin etkin ve organizmanın “alert” durumundaymışçasına kullanımı, dürtü kontrolünü oldukça azaltabilmektedir. 7.Yalnızlık: Birey yalnızken kendini izole olmuş hissedebilmekte ve intihar davranışını çözüm yolu olarak görebilmektedir. 8.Önemli kayıp(lar): Boşanma, ayrılma ve ölüm gibi nedenlerle kayıp yaşayan bireyin bu kaybı yaşamında önemli bir yer tutuyorsa, kendini yetersiz görme eğilimine girebilir. Yaşam enerjisi azalabilir, istekleri ve dolayısıyla yaşamsal alanlardaki verimliliği neredeyse yok olma seviyesine gelebilir. 38

| Therapia Sayı 4

9.Yetersiz problem çözme becerileri: Yetersiz problem çözme becerileri başlı başına bir yatkınlık faktörü olarak işlev görebilmektedir. Bazı bireyler küçük, detay problemlerle ilgilenme becerilerine ve belki de ayrıntıcı ve detaycı düşünce içeriğine sahip olabilirler. Fakat bu özellikleri problem çözme becerilerinde yeterli olacakları anlamına gelmez. Küçük, detay problemlerle ilgilenme konusundaki beceriklilik, bir kriz durumu ile baş edebilecek yeterli donanıma sahip olacağı anlamına gelmez. Tam tersine problemi çözme becerilerindeki geneli görme yeteneğinin olup olmadığını akla getirir. 10.Madde kötüye kullanımı: Genel olarak iki tip problemin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Birincisinde birey, madde kullanım sürecinde sağlıklı yargılama yetilerinden uzaklaşır. İkincisinde ise madde kullanım süresi arttıkça yani durum kronikleştikçe sağlıklı yargılamadaki bozulma daha çok artar ve neredeyse yaşamın tüm alanlarına genellenebilir. Bu intihar davranışını da tetikleyen bir faktör gibi işlev görebilir. 11.Kronik ağrı: Maruz kaldığı kronik ağrı durumuna son vermek, başka bir deyişle ağrıdan, ıstıraptan kurtulmak için gerçekleştirilen intihar girişimleri ve tamamlanmış intiharlar inkar edilemeyecek düzeyde yaygındır. 12.Yetersiz dürtü kontrolü: Organik ya da işlevsel sorunları nedeni ile bazı bireylerin dürtü kontrolü zayıflamakta, yetersizleşebilmektedir. Bu bağlamda bipolar, borderline, antisosyal ya da histriyonik kişilik bozukluğu tanıları akla getirilmektedir. 13.Yeni yaşam koşulları: Değişen iş koşulları, hatta işin kendisi, medeni durumun değişmesi, taşınma, göç etme ya da içinde yaşanan ailenin statüsünün değişmesi gibi


faktörler başlı başına birer yatkınlık faktörleri olarak işlev görmektedir.

kültürel alt grup ve içinde yaşanan toplumdaki yaşantılar ve birikimlerden oluşmaktadır. Şemaların etkisi;

Bu faktörlerden her biri kendi başına ya da birkaçı bir araya gelerek bireyin ruhsal ve yaşamsal dengesinin bozulmasında etkili olurlar. Başka bir anlatımla bireyin psikolojik direnme gücünün, stres eşiğinin aşağıya çekilmesinde etkili olurlar.

-İlgili şema/şemaların ne kadar güçlü olduğu ile,

Kriz merkezlerine sıklıkla kesi, sigara söndürme, yakma gibi kendine zarar verme davranışları, intihar düşünceleri ve çoğunlukla da bu fikirlerin intihar girişimine dönüşmüş haliyle getirilir ya da nadiren de olsa kendileri başvururlar. Bu popülasyonda etkili krize müdahalenin nasıl yapılacağına ilişkin çok az kanıta dayalı veri, karşılaştırmalı araştırma bulguları vardır. Berrino ve ark. (2011) yaptıkları çalışmada kendine zarar verme davranışı ile acil servise gelen borderline kişilik yapısındaki danışanlara uygulanan krize müdahalenin etkili olabileceğini belirtmektedir. Bu bulgular intihar girişim vakalarında geçerlidir. Bu popülasyona ilişkin yeterince bilimsel kanıt olmaması belki de, kişilik yapısının doğasında bulunan karmaşıklıktan, başka yapılarla karıştırılmasından ve modernleşmeyle birlikte var olan suç davranışlarındaki çeşitlilik ve yaygınlıktan da kaynaklanabilir.

Borderline Kişilik Yapısı ve Krize Müdahale Bilişsel ve bilişsel davranışçı yaklaşım borderline kişilik yapısında otomatik düşüncelere ve şemalarına odaklanmayı hedefler. Kişiliğimizin en temel yapı taşlarından olan şemalar, kodlanmış bilgi platformları, yaşam deneyimlerimizi anlamamızda, bilgi işleme süreçlerini organize etmede ve yol göstermede etkili olduğu varsayılan zihinsel yapılardır. Bu şemalar çeşitli durumlarda herhangi bir ruh sağlığı sorununa maruz kalmaya ilişkin yatkınlığı arttırmaya ya da azaltmaya da hizmet etmektedir. Cinsiyet, aile, bölgesel-

-Bireyin o şemaya ne kadar kıymet verdiğiyle, -Önceki deneyimlerin temel zorunluluk olarak görülen şemaya ne kadar katkı yaptığıyla, -Şemanın ne kadar erkenden oluştuğuyla, -Kimler tarafından ve hangi şiddetle bu şemanın pekiştirildiğiyle ilişkilidir. Beck (1967, 1976) ruh sağlığı bozuk bireylerde şemaların, sıklıkla gerçeklikten saptığı, bozulmuş ve genellenmiş olduğu bilişsel alt planlar şeklinde işlediğini belirtmiştir. Şemalar danışanın inanç sistemleriyle, içinde yaşadığı dünya ve geleceğe ilişkin varsayımları ve genel algıları ile çalışır. Bu yaklaşımda ikincil odak, kişiler arası ilişkilerdir. Bu odak daha üretken başa çıkma yollarının ortaya çıkarılmasına yardımcı olacak davranış değişimlerini gerçekleştirmeyi hedeflemektedir ve bu odaklanma yeni davranışların öğrenilmesini, olaylara karşı öğrenilen bu yeni davranışların yeri geldikçe tekrar tekrar denenmesini ve uygun sosyal kaynakların kullanımını gerektirmektedir. Krize müdahalede de, danışana çok kısa bir sürede varsayımları ve algıları modifiye edilerek, yaşadığı alt üst oluş halini kontrol edebileceği duygusu yeniden verilmeye çalışılır. Bunu yaparken de yaşamsal algıları ve çıkarımları (yani şemaları) ve bunların etkililiği göz önüne alınır. Bu anlamda, kriz profesyonelinin görevi yeniden formüle etmek ve yeniden çerçeve çizmenin çok daha ilerisindedir. Kriz profesyoneli kurduğu hipotezini paylaşır, test eder, doğru Therapia Sayı 4 | 39


olanlar doğrultusunda danışanını teşvik eder. Stabil bir otorite figürüne ihtiyacı olan borderline kişilik yapısındaki danışanına stabil kaynak olarak durur. Otoriteyi temsil eder hatta bazı durumlarda avukatı gibi çalışır. Kriz durumunda ortalama 12 – 20 seanslık bilişsel davranışçı terapiden çok daha kısa bir sürede müdahale etmek ve bir an evvel kriz oluşmadan önceki işlevselliğine kavuşması için teknikler modifiye edilmiş olarak kullanılmaktadır (Foa, Hearst-Ikeda & Perry, 1995; Linehan ve ark., 2006).

Tüm Yaklaşımların Ortak Noktada Birleştiği Müdahale Basamakları

hissediyorum” Problem davranışın bağlamı nedir? Bunun kişiler arası ilişkileri ile nasıl ve ne derece bir ilişkisi olabilir? Bağlamı anlamak için danışanın dışsal ve içsel kişiler arası ilişkilerini incelemek yararlı olacaktır. Kişiler arası ilişkilerine ilişkin tekrarlayıcı fantezileri ve dışarıya yansıtmadığı düşünceleri ve bunların eşlik ettiği duygu durumlarının olup olmadığı, içeriği (suçluluk duygularını besleyen bir katkısı var mı?) belirlenerek, varsa bu istek ve fantezilerini gerçekliğe dönüştürdüğünde reddedilip edilmediği, bir ret durumu yaşadıysa, bu reddedilişten sonra vazgeçmek zorunda kalıp kalmayışının belirlenmesi ile duygu durumunun detaylı incelemesi gerçekleştirilerek yapılır.

Problemin Belirlenmesi: Borderline kişilik yapısında problem alevlenen rahatsızlığın semptomları değil danışanın krize girmesine neden olan yaşam olayı ve bunun nasıl algılandığıdır. Kişilik yapısında olan kendine zarar verme eğilimi, kriz durumunda daha da artar. Kesi, sigara söndürme ya da başka bir yolla kendini yakma vb. zarar verme davranışları en yaygınlarındandır. Tüm terapilerde geçerli olan şu altın bilgiyi hatırlamak, problemin oluşturduğu davranışın söndürülmesinde en değerli çaba olacaktır. Danışanlar problemin kendisi ile değil sonuçları ile yardım ararlar. Bu bilgi ışığı altında problemi belirlerken 4 ayrı alanda çalışmak önem taşır.

3.Duygu durumu nedir?: Problem davranış, hangi durumlarda yapıldığının anlaşılması için duygu durumunun belirlenmesi ve sözelleştirilmesine yardım edilmesiyle söndürülebilir. Yaygın olarak karşılaşılan reddedilme, kayıplar, kırgınlıklar, hayal kırıklıkları ve panik duygusu içinde olmanın nasıl bir işlevi olduğunu anlamaya çalışmak, danışanın boşluk duygusu ve engellenmişlik duygularını anlamak için yararlıdır. Yansıttığı ile yaşadığı duygu durumu arasında fark var mıdır? Varsa ne kadardır? “Kızgın olduğun çok açık, bu durum seni gerçekten çok incitmiş gibi bir izlenim alıyorum ne dersin?”

1.Problem davranışın (kendine zarar verme davranışı, intihar davranışı) işlevi ne?: Sorun davranışın işlevi danışanın bireysel ve sosyal bağlamında nedir? Genellikle durağan olmayan bu durumun yarattığı gerginlik ve kaygının üstesinden gelmeye yönelik bir çaba mıdır? Bu noktada benliğin dengeli oluşunu bozan nedenleri ortaya çıkarmak gereklidir. “…. davranışını ilk yaptığın zaman ne hissettiğini anlatır mısın?” “biraz da o zaman ki yaşamın ve koşullarından bahseder misin?” 2.Bağlamı nedir?: “kendimi karanlık bir tünelde gibi 40

| Therapia Sayı 4

4.Motivasyonu nedir?: Problem davranışı niye yaptığını nasıl sözelleştiriyor? Üzerinde konuşabiliyor mu? Danışanın motivasyonuna ilişkin anlatımları, davranışı pekiştiren düşünceler ve hissedilenleri, zeminde olan dengesizliği, boşluk duygusunu ve ağır kaygıya neden olabilen öfke ve kızgınlık duygularının açığa çıkmasına yarayacak bir zemin oluşturur. Bu anahtar alanlara ulaşmak, sorun davranışın söndürülmesinde çok değerlidir. Krize Müdahale:“ben senin kendine zarar vermeni hatta kendini öldürmeni engelleyemem fakat bunu niye yaptığını anlamana ve kendine zarar vermeden seni zorlayan bu durumdan kurtulmana


yardımcı olabilirim” şeklinde bir söylem, farkındalık yaratmak açısından oldukça yararlı olur. Borderline danışan kendine zarar verme davranışlarının nedenlerini açıklarken, varoluşuna ilişkin şüphelerinin olduğu izlenimini uyandıran cümleler kurar; “Akan kanımı görünce var olduğumu hissediyorum”. Böylece düştüğü “boşluk” duygusundan kurtulduğunu belirtir. “Bu duygulardan kurtulmak için kendine yaptığına bak, ne yaptığının farkına varmalısın” hayal kırıklıklarından bahsettiğinde “ne derin bir hayal kırıklığı yaşadığın çok açık” gibi empatik ve destekleyici sözel müdahaleler, sorun davranışın kişiler arası bağlamını anlamak için detaylı hazırlanmış bir kayıt formuyla duyarlı noktaların ve yanlış kavramsallaştırmaların ortaya çıkarılmasında çok etkili olduğu gibi, düşünce sorunları nedeni ile artmış panik duygusunu azaltmaya da hizmet eder. İlk görüşmeden sonra her görüşmede bir önceki görüşmenin özeti kısaca yapılarak, oluşan değişikliklerin sözelleştirilmesi de varoluşu ile ilgili somut bilgiler edinmesine destek olur. Ayrıca süreç içinde yaşadığı bu değişimlerden haberdar olması danışanın sorunlarının üstesinden gelebileceğine, dengeli bir hayat yolunda ilerlediğine ilişkin inancının gelişmesine, yaşamına ilişkin kontrolünün oluşmakta olduğunu fark etmesine ve dolayısıyla boşluk duygularından uzaklaşmasına yardım edebilir.

Krize Müdahalenin Başarılı Olmasında Anahtar Unsurlar Müdahalenin başarısı danışanın bireysel koşulları kadar, yaşadığı krizin nedenleri ve düzeyi ile ilişkilidir. -Krizdeki borderline danışan yaşamında oluşan alevlenmelerle boğuşurken bir yandan da kriz durumunun zorlayıcılığı ile uğraşmaktadır. Müdahale, bir yandan alevlenmenin sonuçlarını nötralize etmeyi amaçlar, diğer yandan yaşanan krizin kendine zarar verme davranışlarını

ve intihar davranışını tetikleme potansiyelini yok etmeye yöneliktir. Bunu da mutlaka bir klinisyenin yapması gereklidir. Bu nedenle sadece klinik psikoloğun olduğu merkezler mutlaka bir ruh sağlığı hastanesi ile sıkı bir iş birliği içinde çalışır. -Borderline danışana hakları, sorumlulukları ve becerilerinin farkına varması için yardım edilir. Bunun amacı danışanın içinde bulunduğu zorlanma durumuyla hırpalanan benliğinin ve kendine olan inancının yeniden toparlanmasıdır. Örneğin, imrenilecek bir amacın gerçekleştirilmesi için verilen bir ödev, potansiyellerini ortaya koymasına yardım edecek bir hedefi gerçekleştirmesini istemek vb. -Yapılacak krize müdahale sürecinde kısa dönemli davranışsal-bilişsel terapi teknikleri ve problem çözme terapi teknikleri bu popülasyonda çok kısa yoldan kendine zarar verme davranışlarının durdurulmasında etkili olur. Davranışın söndürülmesinde diyalektik davranışsal terapi tekniklerinin oldukça etkili olduğu en sık rastlanan araştırma bulgularındandır (Linehan ve ark., 2002; Clarkin ve ark., 2007). -Müdahale kriz profesyoneline olası bir bağımlılık geliştirilmeden bitirilmelidir. Göreli olarak yoğun, kısa dönemli, yapılandırılmış ve yönlendirici bir müdahale gereklidir. -İntihar riski ve kendine zarar verme davranışları müdahale bitinceye değin değerlendirilmek ve göz önünde bulundurulmak zorundadır. Örneğin, intihar riski olan danışanın kullanacağı ilaçları, danışandan sorumlu bir yakınına vermek, riski azaltır.

Therapia Sayı 4 | 41


-Tüm kriz vakalarında olduğu gibi borderline danışanlara da krize müdahale sürecine sadece kriz profesyonelinin değil gerektiğinde polis ve ilgili kolluk kuvvetlerinin de dahil olabileceği bilgisi verilmelidir. Böyle bir bilgilendirme gizlilik ilkesinin ihlal edilmediği izlenimini de beraberinde getireceğinden, profesyonelle kurulacak ilişkinin bu nedenle zedelenmesi engellenebilir. Zira bu danışan grubu zor güven duymakta ve kurulan iş birliği ilişkisini çok kolay bozabilmektedir. -Kriz personelini bekleyen diğer bir durum da “tükenmişlik sendromu” dur. Stabil olmayan dezorganize danışan, kriz durumunda daha da ağırlaşacağından bu duygu durumu terapötik atmosfer içinde kriz profesyonelinde de iz düşümler bulabilir. Bu durumda profesyonelin süreci bırakması önerilmektedir.

Hastalık mı? Suça maruz kalmak mı? Modernleşmeyle birlikte toplumsal alt kimliğin sınırlarının belirsizleşmesi, madde kötüye kullanım oranında artışı ve giderek yaygınlaşan cinsel suçları ruh sağlığı gündemine taşımaktadır. Günümüzde cinsel suçların kurbanı olmak, artık marjinal gruplar ya da kişilerle arkadaşlık yapmayı gerektirmemektedir (Durak, 2011; Baştemur, 2002; Ertürk, 2012; Bianet 2012) . Bugün halen “kim bilir ne tür ilişkileri yüzünden böyle bir durumun kurbanı oldu” düşünceleri içinde bulunan ruh sağlığı profesyonellerimiz var mıdır? Bilinmez ancak bilinen, bilgi çağının en önemli sorunlarından birinin, bu tarz suç davranışlarındaki artış olduğudur. Bu noktada, günlük yaşamın sıradanlığında sağlıklı insanın süre giden dengesini tehdit edecek kadar sık rastlanır hale gelen, madde kullanarak, sosyal ortamlarda 42

| Therapia Sayı 4

ve/veya internet yoluyla yapılan cinsel saldırı suçlarının önlenmesi kolluk kuvvetlerinin olduğu kadar ruh sağlığı profesyonellerinin de sorumluluğu altındadır. İlgili ruh sağlığı profesyoneli karşılaştığı kurbana ruh sağlığı hizmeti sunarken, mağdur eden kişi ya da kişiler için kişilik bozukluğu uzantısında, aynı zamanda bir dürtü kontrol probleminin varlığını aklında tutarak, bunun bir suç davranışı olduğunun bilgisiyle, gerekeni yapmaya istekli olmalıdır. Öte yandan bu suç davranışına maruz kalan ve bu nedenle yardım ihtiyacı ile başvuruda bulunmuş kurbanı da aynı potada eritme eğilimi, bu tarzdan suçlara azmettirmek kadar güçlü bir destek sağlamaktadır. Zira bu tarzdan profesyonel müdahalelerde, kurban, suç davranışına maruz kalmış bir insan olarak değil, ruh sağlığı bozuk olduğu için riskli durumlar içine kendini sokan bir insan olarak ele alınmaktadır. “Hasta olduğu için başına geldi” yaklaşımı suçu azaltmaktan çok teşvik eder, var olan bir sağlığı sorunu varsa da bunu tedavi etmez, daha da kötüleştirir. Unutulmamalıdır ki kriz profesyoneli kolluk kuvvetleriyle iş birliği içinde çalışır ve kurbanın talebinin olduğu durumlarda, maruz kaldığı suç davranışı ile ilgili kanuni işlemlerin başlatılmasında etik düzeyde ön ayak olma yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülük, kriz ve travma profesyonellerini diğer ruh sağlığı profesyonellerinden farklı bir yere koyar, bu farklılık diğer ruh sağlığı profesyonellerinin ısrarla yapmaktan kaçındıkları ciddi bir “yanlılık” misyonunu yüklenmekle kendini gösterir. Kriz durumlarında en yaygın görünen ev içi şiddet olgularında bu farklılık çok net bir şekilde işlevsel kılınırken, cinsel istismar olgularında bu kuralın işletilmemesi düşündürücüdür.


KAYNAKLAR Aguilera, D. C. (1990) Crisis Intervention: Theory and methodology. St. Louis, MO: Mosby. Bateman, A. ve Fonagy, P. (1999) Effectiveness of partial hospitalization in the treatment of borderline personality disorder: A randomised controlled trial, American Journal of Psychiatry, 156: 1563 – 1569. Beck, A.T. (1990) Cognitive therapy of personality disorders. New York: Plenum Press. Berrino A., Oklendorf P., Duriaux S., Burnand Y., Lorillard Y. ve Andreoli, A. (2011) Crisis intervention at the general hospital: An appropriate treatment choice for acutely suicidal borderline patients. Psychiatry Research, vol.18, no: 2 – 3, april, 287 – 292. Binks, Claire, Fenton, Mark, McCarthy, Lucy, Lee, Tracey, Adams, Clive E. and Duggan, Conor (2006) Psychological therapies for people with borderline personality disorder (Review). Cochrane Database of Systematic Reviews (1). ISSN 1464-780X. Bianet (bağımsız iletişim ağı) (2012) Cinsel suçlarda % 400 artış, http:// www.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/141972-cinsel-suclarda-yuzde400-artis Brazier,J.,Parry,G.Tumur,I.,Holmes,M., Dent-Brown, K., Ferriter,M., ve Paisley, s. (2006) Psychological therapies including dialectical behaviour therapy for borderline personality disorder: a systematic review and preliminary economic evaluation, Health Technology Assessment , Vol. 10: No. 35

Ertürk, Y. (2012) The United Nations Special rapporteur on violence against women: Standarts and Barries, İnsan hakları standartlarının etkili uygulaması bağlamında kadına yönelik şiddetle mücadele konulu Uluslararası Sempozyum, 7 – 8 Haziran, İstanbul/Türkiye Foa, E.B., Hearst Theda, D. & Perry K.J. (1995) Evaluation of a brief cognitive behavioral program fort he prevention of chronic PTSD in recent assault victims. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 63, 948 – 955 Fonagy, P. ve Bateman, A.W. (2006) Progress in the treatment of borderline personality disorder, 188, 1 – 3. Laddis, A. (2010) Outcome of crisis intervention for borderline personality disorder and post traumatic stress disorder: a model for modification of the mechanism of disorder in complex post traumatic syndromes, Laddis Annals of General Psychiatry, 9:19, 1 – 12. Leichsenring F, Leibing E(2003) The effectiveness of psychodynamic therapy and cognitive behavior therapy in the treatment of personality disorders: a meta-analysis. Am J Psychiatry , 160:1223-1232. Linehan MM, Comtois KA, Murray AM, Brown MZ, Gallop RJHeard HL, Korslund KE, Tutek DA, Reynolds SK, Lindenboim N (2006) Twoyear randomized controlled trial and follow-up of dialectical behavior theapy vs. therapy by experts for suicidal behaviors and borderline personality disorder. Archieve General Psychiatry, 63:757 – 766. Macnab, F.A. (1991) The Contextual Modular Therapy: New Directions for Clinical Practice, spectrum publications, Victoria, Australia.

Burgess, A. W. Ve Roberts A.R. (2005) Crisis intervention for persons diagnoses with clinical disorders based on the Stress Crisis Continuum. In A.R. Roberts (Ed.) Crisis Intervention Handbook: Assessment, Treatment and Research (3rd edition, pp. 120 – 140). New York: Oxford University Press.

Moran, P., Borschman, R., Flach, C., Barrett, B., Byford S., Hogg, J., Leese, M., Sutherby, K., Henderson, C., Rose, D., Slade M., Szmukler, G. ve Thornicraft, G. (2010) The effectiveness of joint crisis plans for people with borderline personality disorder protocol for an exploratory randomised controlled trials, Trials, 11: 18, 1 – 8.

Clarkin, J.F., Levy, K.N., Lenzenweger, M.F. & Kernberg, O.F. (2007) Evaluating three treatments for Borderline Disorder: A multiwave study, American Journal of Psychiatry, 164: 922 – 928.

Sayıl, I. (2008) Krize Müdahale ve İntiharı Önleme, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara-Türkiye.

Dattilio, F.M. ve Freeman, A. (2007) Cognitive Behavioral Strategies in Crisis Intervention, Third Edition, Guilford Publications, New York, USA. Demirbaş, T. (2002) Suçun nedenleri ve suç etiyolojisi, Hata! Köprü başvurusu geçerli değil. Durak, M.(2011) Aileler çocuklarının kimlerle yazıştığını bilmeli, Milliyet Gazetesi, 11 Nisan,http://bebekvecocuk.milliyet.com.tr/aileler-cocuklarinkimlerle-yazistigini-bilmeli/ cocugum/haberdetay/11.04.2011/1376108/ default.htm Therapia Sayı 4 | 43


44

| Therapia Say覺 4


İrem S. Bir bordeline vakasının hüzünlü öyküsü… İmbat Taşkın

Onunla yollarımız asistanlığımın 6.ayında, çömezliğini yaptığım psikiyatri servisine yatmaya geldiğinde kesişmişti. Kıdemlilerimi ve hemşireleri, yatacağı haberi gelir gelmez almıştı bir telaş…’ Eyvahhh İrem geliyor yandık!’, ‘cüzdandı, cep telefonuydu, takıydı, tokaydı ne varsa işin yoksa sakla dur şimdi!’, ‘tühh, servisin kapısı da yeni tamir olduydu,bizimki kırar şimdi bunu’ gibi cümleler duyuyordum herkesten… Öğleden sonra yıpranmış görünümlü anne ve babasıyla servise geldiğinde, tüm anlatılanlardan bir canavar bekleyen ben, şaşırmıştım. Öyle ya, yirmilerinin ortasında, kısa saçlı, atletik yapılı, son derece bakımlı, çillerin ayrı bir sevimlilik kattığı bu uysal görünümlü genç kız, bunları yapmış olamazdı. Hocamız, hastayı benim ve kıdemlimin izlemesine karar verir vermez ilk görüşmeme başlamıştım bile. 26 yaşındaydı, bekardı, 2 kardeşti, İngilizce öğretmenliği eğitimi almıştı, çalışmıyordu, ailesiyle birlikte yaşıyordu. Bu, servisimize ikinci yatışıydı, daha önce bir kez de devlet hastanesinde yatmıştı. Foto: Eylül Hasanoğlıu

Therapia Sayı 4 | 45


Kendisi geldiğinde aşırı sinirlilikten, insanlara tahammül edememekten, bütçesini aşan alışverişler yapmaktan ve sık yalan söylemekten yakınıyordu. Ailesi ondan daha dertliydi. Kızlarının vaktiyle hayal ettikleri gibi öğretmenlik yapması, mutlu bir yuva kurması, huzurlu bir yaşamı olması gibi hayallerinden çoktan vazgeçmişler, sadece onun güvenliğini düşünür olmuşlardı. Çünkü er ya da geç başına bir şey geleceğinden korkuyor, onu zapt edemiyorlardı. İrem özellikle son bir aydır kendisini hayli tehlikeli durumlara sokuyordu. Karşı cinsle çok çabuk yüzeysel ilişkiler kurabiliyor, arkadaş ortamlarında ikram edilen alkol ya da çeşitli hapları kullanabiliyor, giyim-kozmetik harcamaları için babasından izinsiz para alıyor ve sık sık yalan söylüyordu. Bize başvurusundan bir hafta önce garnizonda görevli bir askerle mesai sırasında uygunsuz durumda yakalanmıştı. Asker disiplin cezası almış, İrem ise babasının tanıdıklarını araya koymasıyla ceza almaktan kurtulmuştu. Ailesi geçen yılki psikiyatri yatışı sonrası kısa bir süreliğine rahat ettiklerini söylerken hala tedirgindi. Yardım isteyecek başka yerleri olmadığını, çaresiz kaldıklarını anlatıyorlardı. İlk çocuktu İrem. Annesi evlendikten hemen sonra isteyerek hamile kalmıştı. Kayda değer bir çocukluk hastalığı geçirmemişti. İlkokulda, okuma yazmayı ilk öğrenenlerdendi. Matematiği, ders çalışmasa da hep ‘pekiyi’ydi. O dönemde bir haylazlığı olmamıştı. Ortaokulda ailesi ile çatışmaları, karşı cinse ilgisi başlamış; derslere ilgisi de azalmıştı. O zaman oldukça otoriter ve mesafeli bir tablo çizen babası İrem’in velisi de olduğundan; sık sık kızının dersteki uyumsuz davranışları, sınavlarda kopya çekmesi, devamsızlık yapması, sigara içerken yakalanması, düşen sınav notları gibi sebeplerle okula çağırılır olmuştu. Bu dönemde ailecek maddi sıkıntı çekmişlerdi, babası ortaokuldan itibaren 3-4 yıl kadar evi yatmadan yatmaya kullanacak kadar ilgisiz olmuş, ona ve annesine şiddet uygulamıştı. Annesi ve erkek kardeşi, yaşanan bunca adaletsizliğe rağmen babasına hiç karşı gelmemişlerdi. 46

| Therapia Sayı 4

Onun dediği her şeyi tartışmasız kabul etmeleri İrem’i çileden çıkarıyordu. Doğruları sonuna kadar dile getirdiğinden ailenin ‘kötü tohumu’ olarak damgalanmıştı. Bazen de anne ve babası bir olup, İrem’e gösterdikleri aşırı ilgiyle onu bunaltıyorlar, kardeşinin erkek diye fazla üzerine düşmüyorlardı. Ne öğrenciliğinde, ne de şimdi rahat huzur vermiyorlardı ona. Oysa gençti, arkadaşlarıyla rahatça görüşmek, gezmek onun da hakkıydı. Lisedeyken okul çevresinden tanıdığı bir arkadaşıyla her iki tarafın ailelerinin de ‘çok erken daha okuyorsunuz’ gerekçesiyle itirazlarına rağmen on sekiz yaşına gelir gelmez evlenip, üç dört ay kadar aynı evi paylaşmıştı. Eşi onu evliliklerinin en başından beri fazla alışveriş yapmak, evine ilgisiz olmak, olur olmaza sinirlenmekle suçlamıştı. İrem’in eşini aldatması sonrasında pişmanlık duyarak yaptıklarını ona açıklamasıysa pamuk ipliğine bağlı bu evliliğin sonunu getirmişti. Bu durumu hazmedemeyen eşi, onu babasına gönderdikten sonra boşanma davası açmıştı. Baba evine boşanma nedeniyle dönüş yapmak çok üzmüştü İrem’i. Anne ve babası sürekli ‘biz sana dememiş miydik…’ ile başlayan cümlelerle eleştiriyorlardı yaşadıklarını. Oysa olan olmuştu artık. Yetmiyormuş gibi, o güne dek hayırlı evlat portresi çizen mühendislik öğrencisi küçük kardeşi ile onu karşılaştırıyorlardı. ‘Umarım ilerde bizimkilerin başına çok büyük belalar açar’ diyordu İrem kardeşi için. Gözlerindeki öfkeye kayıtsız kalmak olanaksızdı o bunları söylerken. Lise bittikten sonra, babasıyla biraz daha yakınlaşsa da asla normal bir baba kız ilişkisi kuramamışlardı. Babasının eve ilgisinin yeniden başlaması, alkol alımının azalması, maddi durumlarının toparlanmaya başlamasıyla ikinci kez hazırlandığı üniversite sınavlarında başarılı olmuş, istediği şehir olmasa da istediği bölüm olan İngilizce öğretmenliğini kazanmıştı. Annesi ve kardeşine de kendisini yeterince yakın hissetmediğinden, uzakta okumak, evden kurtulmak demekti ve onu çok mutlu


etmişti. Yeterince harçlığı olmasa da, sık sık ailesi tarafından denetlense de, olabildiğince gezmiş ve anı yaşamıştı fakültedeyken. Bazen ‘ileride ne yapacağım?’ diye kaygılansa da bu endişelerin yerini çoktan yeni heyecanlar almıştı. Hüsranla sonuçlanan birkaç ilişkisi olmuş, alkol ve kafa yapan çeşitli haplar kullanmasına sebep olan yanlış arkadaşlar edinmişti. Neyse ki onların nankörlüğünün kısa sürede farkına varmış, büyük hatalar yapmamıştı. Ona haksızlık eden, dedikodusunu yapan ya da onu kıskanan arkadaşlarıyla anlaşamadığından sık sık kaldığı yurtları ve öğrenci evlerini değiştirmiş yine de hiçbir yerde yeterince huzur bulamamıştı. Annesinin sınav zamanları onunla aynı öğrenci evinde kalması, babasının sıkı kontrolleriyle dört yıllık eğitimini çıkan aflardan da yararlanarak yedi yılda bitirebilmişti. Ancak diplomasını almasıyla hevesinin kırılması bir olmuştu. Öğretmenlik yapmak istemiyordu artık. Dokuz beş mesai hiç de ona göre değildi. İçinden geldiği gibi yaşamalıydı. Oysa yatış için bize başvurduğunda bile ne yapmak istediğine karar verememişti. Belki tekstille veya kozmetik sektörüyle ilgili bir iş olabilirdi. Ne de olsa bütün kaliteli markaların yakın takipçisiydi.

sonuçları temiz çıkınca doktor ona çeşitli analjezikleri önermiş ancak ağrılar geçmeyince psikiyatri polikliniğine yönlendirmişti. Sinirlilik, tahammülsüzlük, uygunsuz davranışlar, aile ve özel hayatındaki sorunlar nedeniyle psikiyatri polikliniğinde değişik zamanlarda Risperidon, Olanzapin, Essitalopram, Venlafaksin vb ilaçlar önerilmiş ancak düzenli kullanmamış, kontrollerine de gitmemişti.

Annesi başta olmak üzere tüm ailesini küçümsüyordu bu yüzden. Giyim kuşamdan anlamazlardı, görgüsüzlerdi. Arkadaşlarına tanıştırmaya utanırdı. Yanlış yerde doğduğunu Amerika ya da İngiltere’de doğsa çok daha mutlu olacağını anlatıyordu. Dinlediği müzikler, seyrettiği filmler, kullandığı ürünlerin markaları çoğunlukla Anglo-Amerikan kültürüne aitti. Babası cimrilik edip onu devlet okullarında okuttuysa da o genelde kolejde okuyan zengin ve kaliteli arkadaşlar edinmişti. Yaşadığı şehrin en pahalı semtinde geziyordu onlarla boş vakitlerinde.

Bir yıl önce bizdeki dosyasını incelediğimde, sinirlilik, aşırı alışveriş yapma, taşkın ve uygunsuz davranışlar yakınmalarıyla mani ön tanısıyla yatırıldığını ancak içeriğini tam olarak bilmediği haplar kullandığı ortaya çıkınca bu tanının ekarte edildiğini öğrenmiştim. Yapılan SCID II sonucunda sınırda kişilik özellikleri saptanmıştı.

Doktorlar ve hastanelerle haşır neşir olması 4-5 sene önce şiddetli baş ağrısı nedeniyle nöroloji polikliniğine başvurmasıyla başlamıştı. Kan tahlilleri ve beyin MR

İki yıl önce devlet hastanesi aciline konversif nöbet geçirince başvurmuşlar, ardından yine bu tanıyla on gün kadar hastanede yatarak izlenmiş, tedavisi sonlanmadan kendi isteğiyle taburcu olmuştu. Bir buçuk yıl önce ise, babasıyla yaptığı bir tartışma sonrası evdeki ilaçları içerek intihar girişiminde bulunmuştu. Acilde ilk müdahalesinden sonra psikiyatriye başvurmaları önerilerek taburcu edilmişti. Bir intihar girişimi de yatışının ikinci haftasında bizim serviste yattığı sırada gerçekleşmişti. Ailesi öğlen ziyaret saatinde onunla görüşünce tartışmışlar, onlar gidince öfkesini kontrol edemeyen İrem, lavabodaki sıvı sabunu içerek kendine zarar vermek istemişti. Bir hastamız onu yarı baygın bulunca da hemen gastrik lavajını yapıp toparlanmasını sağlamıştık.

Annesi ilkokul mezunu bir ev hanımıydı. Babasıyla yirmili yaşlarında görücü usulü evlendirilmiş ve aynı yıl isteyerek İrem’e hamile kalmıştı. Ezik ve ürkek bir görünümü vardı. İrem’le yeterince yakın değillerdi. Eşinin 13yıl önce dört yıl süren evlilik dışı ilişkisini, kendisine ve İrem’e şiddet uygulayışını, alkol kullanımını hep gideceği yeri olmadığı için çaresizlikten sineye çekmişti. İrem de erkek Therapia Sayı 4 | 47


arkadaşlarını hemen babasına yetiştirdiği için düşmandı ona. Küçümsüyordu, hor görüyordu annesini. Babası lise mezunu bir itfaiyeciydi. Hemen her görüşmemizde eritemli kocaman burnu ve ödemli göz çevresiyle bana akşamdan kaldığını düşündürmüştü. Alkolü bekarlığından beri alıyordu. İrem ortaokuldayken alkol tüketimi ile İrem’e ve eşine şiddet uygulaması artmıştı. Evlilik dışı ilişkisi nedeniyle dışarıda yaptığı harcamalar artınca maddi sıkıntı da çekmişler ancak ilişkisi sonlanınca yeniden işi ve eviyle ilgilenir olmuştu. İrem’le araları biraz düzelmiş, bazen karşılıklı oturup konuşabiliyorlardı bile. ‘Ama sinirlenince birkaç tane patlatmadan kendime gelemiyorum hocam, ne yaptığımı bilemiyorum’ diyordu utanarak. Sonra aslında böyle biri olmadığını, şiddeti hiç onaylamadığını anlatıyordu. En son bir ay önce babasının kredi kartını izinsiz alıp ünlü bir markanın eşofmanını satın aldığında şiddet görmüştü İrem. Babasının tokadıyla dudağı patlamış, çekip gitmişti evden. Ertesi gün geldiğinde, olaydan pişman olan babası tekrar kaçar diye bir şey soramamıştı. Erkek kardeşi çekingen içine kapanık bir mühendislik öğrencisiydi. Sorulanlara anlamlı düzgün cevaplar verebiliyor ama ek bir şey söylemiyordu. İrem’i veya ailenin diğer fertlerini fazla umursamıyordu. İrem kardeşten çok aynı evi paylaştığı bir yabancıydı sanki. Anne ve babasını izlediğimiz haftalık görüşmelerle tedavi süreci hakkında bilgilendiriyorduk. Bezmiş ve endişeliydiler. Erkek kardeşi ne uysaldı, bu kız nasıl böyle çıkmıştı? Nerede hata yapmışlardı? Taburcu olunca yine konu komşuya rezil olacaklarından emindiler. İrem’in rutin tetkiklerinde bir patoloji saptanmamıştı. Düzensiz de olsa kullandığından Venlafaksin 150 mg/gün ve 48

| Therapia Sayı 4

Risperidon 0.5 mg/gün olacak şekilde tedavisine başlamıştık. Haftada üç kez yapılacak görüşmelerinde ona iç görü kazandırmak ve desteklemeyi hedeflemiştik. Yatışı sırasında toplam iki kez Haloperidol ile ajitasyonuna müdahale etmiştik. Taburculuğunda yine Venlafaksin 150 mg/gün ve Risperidon 0.5 mg/gün önermiştik. Serviste kaçma eğilimine karşı onca aldığımız önleme rağmen İrem yatışının ilk haftasında iki kere kaçmıştı. Biraz çarşıda vakit geçirip dönmüş, cep telefonu ve parası hemşire odasında olduğundan fazla uzaklaşamamıştı. Diğer hastalarla tüm yatışı boyunca sorunlar yaşıyordu. Hemşireler ilaçlarını verdiğinde yutmuyor, banyo veya yemek için sıra beklemek istemiyordu. İstediği anda bu imkanların sağlanmaması veya servis kurallarının ona hatırlatılması onu öfkelendiriyordu. Çok ağır kelimelerle öfkesini dile getiriyordu. Birebir ben ilgilendiğim için, özellikle her gün en az iki kere fazladan talep ettiği görüşmelere sınır koyduğumda, onun hakaretlerinden epeyce nasipleniyordum. Yatışının üçüncü haftasında servis kurallarına uyumunda düzelme görünce eve çıkmasına izin vermiştik. Gidişiyle servis epey hafiflemişti çünkü bazı hastaların parfüm, toka, makyaj malzemeleri de kaybolmuştu ortadan. Yine de hemşire odasındaki para, takı ve cep telefonlarını kurtardığımıza seviniyorduk. Huzurumuzu kaçırmasına rağmen, sürprizlerle dolu İrem, bir yandan da servisin rengiydi. Onun servis içi uyumunda artma olduğunu düşündüğüm bir gün, monoton bir şekilde nöbetimi devralmıştım. Akşam yemeğinde hiç unutamayacağım bamya vardı. İşte o bamya dağıtılır dağıtılmaz, bir gümbürtü kopuverdi. İrem bir anda ortalığı savaş alanına çevirmişti. Bipolar bozukluk tanılı irritabl bir hastamızla tartışırken fazlaca üzerine gitmiş, atışmaları yetmeyince bamya dolu yemek tepsilerini kapıp havaya atmaya başlamışlardı. Ben ve


hemşire yetişene kadar 3-4 tepsi dolusu kaygan sulu bamyalar servisin zeminini kaplamıştı bile… Tam daha fazla tepsinin atılmasını kontrol altına aldığımı düşünürken, yetmiş yaşlarındaki depresif hastam bunlardan kayıp düşmesin mi? İrem’le bipolar hastanın sakinleşmesi, yaşlı hastanın acil tomografisinin çekilip konsültasyonlarının takibi derken bende ürtiker başlamıştı! Her şeye rağmen İrem ertesi gün bir melaike olarak uyanmıştı. Yaptıklarından çok pişmandı. Bana karşı mahcuptu. Bipolar hastamla arkadaş olmuştu bile. İyi ki onlar yüzünden düşen yaşlı hastamız beyin kanaması geçirmemişti, yoksa kendisini asla affedemezdi. Gözünü sevdiğimin şizofrenisi, depresyonu diye sıralıyordum tanıları kafamda. Bunu takip edeceğime on tane hasta takip ederdim ben. Ne zordu kişilik örüntüsüyle baş etmek… Servis kurallarıyla ilgili sorunlar yaşasa da, hemşirelerden birini onu kıskanmakla suçlasa da, hepimiz İrem’deki olumlu gelişmeleri yatışının dördüncü haftasında fark ediyorduk. Karşı cinse aşırı ilgisi, irritabilitesi, servis kurallarına uymaması belirgin derecede azalmıştı. Daha az yalana başvuruyordu. Kimsenin eşyası da kaybolmuyordu. Sonunda o ve ailesiyle taburculuğu hakkında görüşmelerimize başlamıştık. Yaşamında bundan sonra neler olacaktı, ailesi ve çevresiyle iletişimini nasıl sürdürecekti, psikiyatri kontrollerini ne şekilde düzenleyecektik… Evine dönerken, ailesi ve onunla vedalaştığımda, bir sonraki görüşmemiz için randevulaşmıştık. Artık en azından serviste onu izlemeyeceğim için ferahlamıştım. Az çekmemiştim son bir aydır. Bir hafta sonra; kontrole İrem’i beklerken, ailesi o olmadan gelmiş- daha kapıdaki duruşlarından bir şeylerin ters gittiğini hissederek huzursuz olmuştum Neden gelmemişti? Son üç gündür kayıptı İrem. Babasıyla şiddetli bir tartışma yaşamış, sonra da ‘yetti artık’ deyip çıkmış evden. Bir daha da gören duyan olmamıştı. Polis son iki

gündür her yerde onu arıyordu. Ya ona bir şey olduysa diye çok üzülmüştüm. Ya kendine zarar verirse? Yanlış arkadaşlar edindiyse yine? Ya birisi onu kaçırdıysa? En son onu gördüğüm anki vedalaşmamız gözümün önüne tekrar tekrar geliyordu. Uykularım kaçıyordu. Bir yandan da kötü haber tez yayılır diye düşünmeye zorluyordum kendimi. Başına kötü bir şey gelse çoktan haberimiz olmaz mıydı? Varlığı da yokluğu da ayrı bir dertti şu İrem’in… Onu takip ettiğim çömez asistanlık günlerimin üzerinden tam yedi yıl geçti. Hala hiçbir haber yok İrem’den. En ufak bir ipucu dahi yok! Ailesini en son iki yıl önce gördüğümde kabullenmişlerdi kızlarının kaybolmasını. Babası alkolü arttırmış, hemen her akşam içmeye başlamıştı- kendisini suçluyordu. Annesine, İrem’in vicdan azabıyla mıdır, nedendir bilinmez, artık hiç şiddet uygulamıyordu. Erkek kardeşi de mühendis çıkmış, iyi bir firmada iş bulmuştu. Hala günün birinde İrem’le bir yerlerde karşılaşmak istiyorum. Şimdi ona daha fazla fayda edebilirim gibi geliyor, hem eksik kalan taburculuk sonrası kontrol randevusunu da tamamlardık böylece. Belki ailesini en son nasıl gördüğümü anlatırım ona. Bir gün karşılaşamayacaksam da, en azından geçen yılların onu biraz olsun kendisiyle barıştırmasını diliyorum için için…

Therapia Sayı 4 | 49


Hayatın kıyısında Şematerapi perspektifinden borderline kişilik yapısına bakış...

alper hasanoğlu

50

| Therapia Sayı 4


Şemalar yıkıcı çocukluk anılarıyla bağlantıları olan anı, duygu, düşünce ve bedensel algılardan oluşan ve bireye hayatı boyunca eşlik eden kalıplardır. Borderline hastalarla daha hafif ruhsal rahatsızlıkları olan insanların şemaları birbirinden farklı değildir, fark zor kişilik yapısı olan hastalarda şemaların daha fazla sayıda olması ve var olan şemaların şiddetinin çok daha güçlü olmasıdır (terk edilme/instabilite, güvensizlik/suistimale uğrama, duygusal yoksunluk, yetersizlik/utanç gibi). Borderline hastayı ruhsal rahatsızlıkları daha hafif olan hastalardan ayıran başka bir özellik de sahip oldukları şemalar değil, o şemalarla başa çıkmak için kullandıkları stratejilerin çok şiddetli olması ve bu başa çıkma stratejilerini kullandıkları modlardır.

Borderline hasta hayatında olup biten yaşantılara bir moddan diğerine geçerek tepki gösterir. Daha hafif ruhsal rahatsızlıkları olan kişiler daha az sayıda moda sahiptir ve bir modda uzun bir süre kalır. Borderline hastanın daha fazla sayıda modu vardır, modları daha şiddetlidir ve durmaksızın moddan moda geçer. Borderline hasta bir moda geçtiğinde diğer modlar ortadan kaybolur. Hafif ruhsal rahatsızlıkları olan hastalarda iki ya da daha çok sayıda mod aynı anda bulunabildiği için bir mod diğer modun şiddetini hafifletebilir ama borderline hastada bir mod aktifken diğer moda geçiş mümkün değildir. Modlar birbirlerinden tamamen izole olarak yaşantılanır.

Borderline hasta çok kısa sürede bir duygudan bir başka duyguya hızla geçer. Örneğin bir saniye önce öfkeli olan hasta, birden şoka girebilir; hemen ardından kırılgan ve üzgün bir moda geçip sonunda dürtüsel bir davranış sergileyebilir. Duyguların bu ani ve hızlı değişimi, çok farklı bir insanla karşı karşıya olduğumuz izlenimi yaratır. Borderline hastalarda hemen hemen 18 şemanın tamamının değişik şiddetlerde bulunduğu görülür. Bu kadar çok şemaya birden psikoterapötik olarak müdahale edebilmek mümkün değildir. Derinde yatan ve yapıp ettiklerimizi yöneten kalıplar olarak tanımlayabileceğimiz şemalar, bir duygudan ötekine hızla geçişi açıklamaya yeterli değildir çünkü. Bu nedenle borderline hastanın hızla değişen duygularıyla başa çıkmak için şemalarla değil modlarla çalışılmaya başlanmıştır. Mod deyince kabaca anlamamız gereken şey, bir şema aktive olduğunda bireyin içinde bulunduğu ruh durumudur.

Borderline hastada esas olarak beş mod gözlenir:

İçimizdeki kalabalık: Modlar 1. Terk edilmiş çocuk modu 2. Öfkeli ya da dürtüsel çocuk modu 3. Cezalandırıcı ebeveyn yanı 4. Mesafe koyarak kendini koruyan mod 5. Sağlıklı erişkin modu Terk edilmiş çocuk modu acı çeken içsel çocuğu temsil eder. Bu mod neredeyse bütün şemalarla bağlantılı olan, hastanın acı ve dehşeti duyan yanıdır (örneğin terk edilmeyi, suistimal edilmeyi, duygusal yoksunluğu, yetersizliği, utancı, boyun eğiciliği hisseden, yaşantılayan çaresiz, küçük çocuk). Duygusal temel gereksinimler doyurulmadığında ortaya çıkan öfkeli ve dürtüsel çocuk modu hastanın öfkelenmesine ve dürtüsel bir davranış biçimi sergilemesine neden olur. Cezalandırıcı ebeveyn yanıysa hastanın kendini eleştiren ve cezalandıran ebeveyninden birinin ya da her ikisinin içselleşmiş sesidir. Bu mod aktive olduğunda hasta, kendi peşini bırakmayan sıkı bir takipçiye dönüşür ve bütün öfkesini kendine yöneltir. Mesafe koyarak kendini koruyan Therapia Sayı 4 | 51


modda ise kendini bütün duygulara kapatır, insanlardan kendini izole eder ve bir robot gibi dolaşır etrafta. Sağlıklı erişkin modu ağır borderline hastalarda oldukça zayıftır ve yeteri kadar gelişmemiştir. En azından terapinin başlangıcında… Bu, bir anlamda birincil sorunudur borderline hastanın. Çünkü o koruyan, sakinleştiren ve şefkat gösteren bir ebeveyne hiç sahip olmamıştır. Bu nedenle de ayrılıklara tahammül edebilmesi çok zor olur. Terapist sağlıklı erişkin modunun gelişimi için bir rol modelidir. Hasta zamanla terapistin düşüncelerini, duygularını, tepkilerini ve davranış biçimlerini içselleştirir ve sonunda kendi sağlıklı erişkin modu olarak kişiliğine entegre eder. En önemli terapi hedefi sağlıklı erişkin moduna ulaşmaktır. Sağlıklı erişkin modu terk edilmiş çocuk modunu koruyup ona şefkat gösterebilir, kızgın ve dürtüsel çocuk modunun öfkesini uygun bir tarzda ifade etmesine ve böylece temel duygusal gereksinimlerinin doyurulmasının sağlanmasına yardım eder, cezalandırıcı ebeveyn yanını susturur, kovar ve mesafe koyan modu yavaş yavaş o mesafesinden geri getirir. Bir modu sahip olduğu duygu tonundan çok rahat tanıyabiliriz. Her modun kendine özgü bir duygusu vardır. Terk edilmiş çocuk modu üzüntü, korku, kırılganlık ve değersizlik hisseder. Öfkeli ve dürtüsel çocuk modu sinirlenmiş ve kontrolünü kaybetmiş bir çocuk gibidir: Bağırır çağırır, ihtiyaçlarını karşılamadığı için yanındakine saldırır ya da ihtiyaçları karşılansın diye dürtüsel bir davranış biçimi sergileyebilir. Cezalandırıcı ebeveyn yanı sert, eleştirel ve soğuk bir tavırla kendini gösterir. Mesafe koyarak kendini koruyan modsa yüzeysel, duygusuz ve mekanik bir izlenim bırakır.

Terk edilmiş çocuk modu 52

| Therapia Sayı 4

Bu mod kişinin doğuştan getirdiği bir moddur ver her insanda zaman zaman ortaya çıkar. Borderline hastanın özelliği, terk edilmiş olduğu duygusuna takılıp kalmış olmasıdır. Bu moddaki kişi kırılgan ve çocuksudur. Kendini çaresiz ve tam anlamıyla yalnız hisseder. Kendisiyle ilgilenecek bir ebeveyn figürü bulma ihtiyacıyla yanıp tutuşur. Bu moddayken hasta suçsuz ve küçük ama korkan bir çocuk gibi bağımlı izlenimi bırakır. Kendisine biraz yakınlık gösteren birini hemen idealize eder ve onun tarafından kurtarılma hayalleri kurmaya başlar. Çaresizce, yakın olduğu insanların kendisini terk etmesini önlemeye çalışır. Bazen terk edileceğiyle ilgili kaygıları aşırı kuşkucu bir düzeye ulaşır. Hastanın çaresiz küçük çocuk modunun içinde bulunduğu “teorik yaş” bize hastanın düşünce biçimiyle ilgili çok şey anlatır. Daha hafif ruhsal rahatsızlıkları olanların çaresiz çocuk modları daha büyük bir yaşa sahipken, borderline hastanın çaresiz çocuk modu en fazla 3 yaşındadır ve nesne tasarımı henüz oluşmamıştır. Yani borderline hasta kendisine bakım veren en yakın insanın sakinleştirici varlığını, eğer o yanında değilse hissedebilmeyi beceremez. Terk edilmiş çocuk durmaksızın şimdiki zamanda yaşar, geçmiş ve gelecekle ilgili net algıları yoktur. Bu da hastanın saldırganlığını, sabırsızlığını ve tahammülsüzlüğünü arttırır.

Öfkeli ve dürtüsel çocuk modu Psikiyatr ve psikologların borderline hastalara atfettikleri ama aslında borderline hastaların en seyrek yaşantıladıkları mod budur. Klinik ortamda gözlemlediğimizde borderline hastanın içinde en fazla zaman geçirdiği mod mesafe koyarak kendini koruyan moddur. Deyim yerindeyse bu mod borderline hastanın hayattaki temel duruşudur. Bu moddan aniden cezalandırıcı ebeveyn moduna ya da terk edilmiş çocuk moduna geçer. Çok daha seyrek olarak ve kendilerini


tutmaları artık mümkün olmadığında öfkeli çocuk modu devreye girer. Uzun süre kendilerini geri çekmekten dolayı biriken öfkeden kurtulur ve dürtüsel davranışları aracılığıyla ihtiyaçlarını doyurmayı dener. Mesafe koyarak kendini koruyan mod ve cezalandırıcı ebeveyn yanı terk edilmiş çocuk modunun bütün duygu ve ihtiyaçlarını bloke ederek hastanın duygu ve ihtiyaçlarının çoğunu baskılanmış halde tutmaya çalışır. Belli bir zaman sonra bu ihtiyaç ve duygular birikerek hastanın içsel bir baskı hissetmesine neden olur. Baskı gittikçe büyür ve bir an gelir, sıradan herhangi bir yaşantı, örneğin terapist ya da partnerle yaşanan basit bir sorun, hastanın öfkeli çocuk moduna geçmesine neden olur. Kişi birdenbire büyük bir hiddet duyar. Bu modda hasta öfkesini ölçüsüz bir şekilde dışa vurur. Kendini kaybedebilir, aşırı talepkar olabilir, aşağılayıcı ifadelerde bulunabilir, küfredebilir, şiddete baş vurabilir. İhtiyaçlarını doyurabilmek için saldırgan bir tutum içine girebilir ve bu sırada çoğunlukla manipülatif ve özensiz davranır. Karşısındakini intihar etmekle tehdit edebilir ve intihar gibi gözüken kimi eylemlere girişebilir. Örneğin istedikleri yapılmazsa kendini öldürmekle ya da kesmekle tehdit edebilir. Bu talepkar ve manipülatif tutum çoğunlukla ilişkide bulunduğu insanların kendisinden daha da uzaklaşmasıyla sonuçlanır.

Cezalandırıcı ebeveyn yanı Bu modun işlevi, hasta herhangi bir şeyi yanlış yaptığı zaman onu cezalandırmaktır. Yaptığı yanlış, ihtiyaçlarını ya da duygularını ifade etmek gibi gayet doğal bir şey de olabilir.

Bu mod borderline hastanın çocukluğunda ebeveynin biri ya da her ikisinden gördüğü öfke, nefret, tiksinti, kötü muamele ya da küçümseme gibi tutumların içselleştirilmesinden oluşur. Bu modun belirtileri kendinden nefret etme, kendini aşırı eleştirme, kendini yok sayma, kendini yaralama, intihar düşünceleri ve kendine zarar veren davranış biçimleridir. Hasta bu modda bulunduğunda ebeveynin içselleştirdiği cezalandırıcı veya reddedici tutumlarını kendine karşı gösterir. Gayet normal olan ihtiyaçlarını dile döktüğü için ebeveynin yaptığı gibi kendine öfkelenir. Kendini keserek ya da aç bırakarak cezalandırır ve kendi hakkında yargılayıcı bir tonda konuşur. Örneğin kendini kötü, kirlenmiş veya iğrenç olarak tanımlar.

Mesafe koyarak kendini koruyan mod Çok ağır vakaları bir kenara bırakırsak hastaların büyük bir kısmı çoğu zamanlarını bu modda geçirir. Bu modun işlevi kişinin duygusal ihtiyaçlarıyla olan bağlantısını kesmek, insanlarla olan bağını engellemek ve cezalandırılmaktan kurtulması için boyun eğici bir davranış biçimi benimsetmektir. Bu modda borderline hasta gayet normal gözükür. İyi hasta olur. Yapması gereken şeyleri yapar, dikkat çekmeyen davranışlar sergiler. Seanslara zamanında gelir, terapide verilen ödevleri yapar vs. Duyguları üzerindeki kontrolünü kaybetmez. Bir çok terapist ne yazık ki bu modun güçlenmesine katkıda bulunur. Buradaki en önemli sorun, hastanın bu modda bulunduğu zaman diliminde kendi ihtiyaç ve duygularıyla bağlantısının kesilmiş olmasıdır. Nasıl olduğunu ve ne gibi ihtiyaçları olduğunu ifade etmek yerine terapistini her şeyin yolunda olduğuna inandırmaya çalışır. Terapist kendisinden ne isterse yapar ama aslında onunla gerçek bir iletişime girmez. Bazen bir seansın

Therapia Sayı 4 | 53


Borderline hastanın çocukluktaki sosyal çevresi, sık sık kriz çıkmasına neden olan bir kaos ortamıdır. Çocuk anne-baba arasındaki fiziksel ve ruhsal şiddete, birbirlerini ihmal etmelerine, şiddetli çatışma ve kavgalarına tanık olur.

tamamı, terapist hastanın mesafe koyarak kendini koruduğu bir modda olduğunu fark etmeden geçer. Hasta terapisinde hiçbir ilerleme kaydetmeden, seanstan seansa savrulur durur. Bu modun belirtileri arasında depersonalizasyon, boşluk duygusu, can sıkıntısı, madde kullanımı, yeme atakları, kendini kesme, psikosomatik yakınmalar, robot gibi terapiye gelip gitme sayılabilir. Borderline hastanın içinde bulunduğu bir mod başka bir modun ortaya çıkmasını aktive edebilir. Örneğin terk edilmiş çocuk modunda bir isteğini ifade etmişken birdenbire cezalandırıcı ebeveyn yanı ortaya çıkabilir ve isteğini ifade ettiği için kendini cezalandırır. Hasta bu cezalandırmadan etkilenmemek için mesafe koyucu moda girer. Hastalar çoğunlukla bu kısır döngü içinde dönüp dururlar. Bütün bu modlar arasında en yıkıcısı cezalandırıcı ebeveyn modudur.

Borderline’ı hazırlayan etkenler Güçlü duygular ve hızla değişen bir mizaç borderline hasta için tipiktir. Böyle değişken bir mizaç borderline kişilik yapısının oluşumu için gerekli olan biyolojik zemini de oluşturur. Borderline hastaların dörtte üçü kadındır. Bunun böyle olmasının nedenlerinden biri çevresel etkenlerdir. Kız çocukları erkek çocuklarına göre daha sık cinsel tacize uğrarlar ve borderline hastaların geçmişinde de çok sık taciz öyküsü vardır. Kız çocuklarına daha çok baskı yapılır ve öfkelerini ifade etmeleri daha çok engellenir. Ayrıca erkeklerde borderline tanısının daha az konması, erkeklerin kadınlara oranla daha az borderline olduğunu da göstermeyebilir. Borderline kişilik yapısı kendini erkeklerde 54

| Therapia Sayı 4

kadınlarda olduğundan daha farklı gösterir çünkü. Erkekler daha agresif bir mizaca sahiptir ve baskın olmaya meyillidirler ve bu nedenle de öfkelerini kendilerinden daha ziyade karşılarındakine yöneltirler. Bu da onlarda daha çok narsistik veya antisosyal kişilik yapılarının ortaya çıkmasına neden olur. Oysa kökende aynı şemalar yatar ve bu şemalar erkek ve kadında sözü edilen farklı kişilik yapılarının ortaya çıkmasına neden olur. Değişken bir mizacın varlığında belli çevresel etkenlerin çocuklukta görülmesi borderline kişilik yapısının oluşmasına neden olur. Bu çevresel etkenlerden biri güvenli olmayan ve dengesiz bir aile yapısıdır. Güven duygusunun eksikliği, kötü muamele, fiziksel ya da cinsel taciz ve ortada bırakılma benzeri yaşantılardan kaynaklanır. Borderline hastaların büyük bir kısmı ya cinsel olarak tacize uğramıştır ya da fiziksel ya da sözel kötü muameleye maruz kalmıştır. Hastalar kendileri fiziksel kötü muameleye uğramamışlarsa, ya sürekli bir şiddet tehdidi ve öfkeyle karşı karşıya kalmışlardır ya da sık sık aile içinde bir başkasının kötü muamele görmesine tanık olmuşlardır. Bunun yanında bu hastalar çocukluklarında sıklıkla yalnız bırakılmışlardır. Bazen yakınlarından birine ulaşma olanağı olmadan uzun süre kendi başlarına kalmış olabilirler. Ya da kendilerine kötü muamele ya da taciz uygulayan kişilerle uzun zaman geçirmek zorunda kalmış olabilirler. Örneğin ebeveynden biri çocuğa kötü muamelede bulunurken, diğeri bunu görmezden gelmiş ya da kötü muameleye zemin hazırlayacak koşulları oluşturmuş olabilir. Ya da en yakın bakım veren kişinin kendisi güvenilir biri değildir, örneğin aşırı duygusal dalgalanmalar göstermekte veya uyuşturucu, alkol kullanmaktadır. Ebeveynle olan bağ güven ve emniyet duygusu vermeliyken, dengesiz ve kaygı verici olabilir. Başka bir etken de aile yapısının yapıcı olmamasıdır.


Hastaların erken nesne ilişkileri çok zayıf olabilir. Yani ebeveyn çocuğun mutlak ihtiyacı olan şefkat ve ilgiyi gösterebilecek durumda değildir. Fiziksel ve duygusal yakınlık, empati, destek, yönlendirme ve koruma çok azdır ya da hiç yoktur. Ebeveynden biri, daha çok da en yakın bakım veren kişi duygusal olarak çok mesafelidir ve çocuğa minimum düzeyde bile empati göstermez. Hasta kendini duygusal olarak yapayalnız hisseder. Aile cezalandırıcı ve reddedici bir yapıda olabilir. Borderline hastalar kendilerini olduğu gibi kabul eden ailelerde büyümemişlerdir. Ebeveyn bağışlayıcı değildir, sevgiyle yaklaşmaz. Aksine eleştiren, reddeden, bir hata yaptıklarında çok sert cezalar veren aileleri vardır. Cezalandırma eğilimi burada çok belirgindir. Hastalara arada sırada yanlış davranan normal çocuklar oldukları değil, değersiz, kötü, kirlenmiş oldukları hissi verilmiştir. Bazı aile ortamları, çocukları alttan almaya ve kendilerini başkalarının altında konumlandırmaya iten bir atmosferde olabilir. Çocuğun duygu ve ihtiyaçları bastırılır. Böyle ailelerde çocukların neyi söylemeye ve yapmaya hakları olduğu, neye haklarının olmadığıyla ilgili yazılı olmayan kurallar vardır. “Dizin kanasa da ağlama! Biri sana kötü davranırsa sinirlenme! İstediğin bir şeyi istediğini belli etme! Bizin istediğimiz gibi ol ve davran!” Çocuk herhangi bir duygusal yakınmasını dile getirirse, ebeveyn öfkelenir, çocuğu cezalandırır ya da duygusal olarak kendini geri çeker.

Erken çocukluk ilişkileri Borderline hastanın çocukluktaki sosyal çevresi, sık sık kriz çıkmasına neden olan bir kaos ortamıdır. Çocuk annebaba arasındaki fiziksel ve ruhsal şiddete, birbirlerini ihmal etmelerine, şiddetli çatışma ve kavgalarına tanık olur. Ya da kendisi bu şiddetin ve ihmalin kurbanıdır. Aile içinde olup

bitenlerden sorumlu gibidir ve çatışan anneyle baba arasında arabulucuk yapmak zorunda kalır. Bu, çocuğun hayatını çelişkili bir duruma sokar: bir yandan kaos onun için normal bir durum olur, diğer yandan hayat kestirilebilir ve önceden tahmin edilebilir bir şey olmaktan çıkar, yani dengesizleşir. Çocuğun içinde bulunduğu ilişkilerin tanımı, onun ilişki içindeki rolü ve işlevi sık sık değişir. Anne babanın, çocuğun duygusal ihtiyaç ve ifadelerine gösterdiği tepkiler de değişkendir. Böyle bir sosyal çevre sağlam, kararlı (stabil) bir kendilik algısının oluşumunu engelleyen bir yapıdır. Kaos, içindekileri ‘istikrarlı bir dengesizlik’ (stabil bir instabilite) durumunda tutan bir sistem olarak da tanımlanabilir. Bu sistemden çıkmak için yapılan her deneme, örneğin bağımsızlık vurgusu olan davranış biçimleri, sistem için kökten bir tehdit unsurudur. Bu nedenle de sert bir şekilde cezalandırılır. En sık başvurulan ceza, çocuk tarafından travmatik olarak yaşantılanan duygusal terk edilmedir. Yani ebeveyn çocuğa mesafe koyar, sevgi ve şefkatini geri çeker, çocukla konuşmaz bile bir süre. Çocuk bir yere kapatılır ya da bir süre evin dışına atılır. Bu tavır ve tutum çocuk tarafından travmatik olarak algılanır, çünkü o yaştaki bir çocuk için reddedilme varoluşsal bir tehdittir. Bu da çocuğun geleceği ve kaderi üzerine büyük kaygı duymasına yol açar. Kendisini cezalandırıcısının insafına bırakır. Bu cezayla bağlantılı olarak kötü olmayı da kabul ederek, paradoksal bir şekilde dolaylı yoldan şefkat ve ilgiyi deneyimlemiş olur. Çünkü cezalandırıcı ebeveyn yalnızca cezalandırdıktan sonra çocuğa belli bir yakınlık göstermeyi başarır. Bu nedenle şiddet mağduru çocuk öncesinde bir cezayla karşılaşmamış olsa bile, olumlu bir ilişki deneyiminin, ancak kendiliği yerle bir olduğunda mümkün olduğuna inanmaya başlar. Borderline hastanın yaşantıladığı bir başka ilişkisel deneyim Therapia Sayı 4 | 55


de ensesttir. Eğer tacizi uygulayan yakını, kurbanını herkesin önünde yüceltiyor, ardından aşağılıyorsa veya uyguladığı tacizden sonra şefkat ve ilgi gösteriyorsa, çocukta aynı kişinin birbirinin zıddı iki resmi oluşacaktır. Bunun sonucu olarak çocuğun yakını hızla iyiden kötüye (ya da tam tersi) dönüşecektir. Yukarıda özetlendiği şekilde borderline hastanın ilişki deneyimleri güvenli bağlanma ve bağımsızlık temel gereksinimlerinin sürekli engellenmesi demektir. Bununla birlikte hayatın kontrolünün elinde olduğu duygusu da gelişmez ya da zarar görür. Çocuğun değişmez bir şekilde yaşantıladığı tek şey kendi tartışılmaz kötücüllüğüdür. Bu mutlak gerçeklik kanıtlarını anne babanın travmatize edici davranış biçimlerinde bulur. Bu olumsuz yaşantılar sonucu kendilik değerinin korunması ve haz alma gereksinimi de doyurulmadan kalır. Korunma, güvenlik, dayanışma ve değer verilme gibi bağlanmayla ilgili ruhsal gereksinimler de cezalandırıcı anne babanın davranış biçimlerinden zarar görür. Sözü edilen gereksinimler ancak, çocuk anne baba tarafından dayatılan olumsuz kendilik tanımını üstlenir ve kabul ederse, o da kısmi olarak karşılanır. Bu da borderline kişilik yapısına özgü olan ‘kendiliğini sakatlama özelliği’nin gelişmesine neden olur. Bütün mutluluk ve başarı yaşantıları değersizleştirilir. Bahsedilen olumsuz ilişki deneyimleri, duygusal bir olumsuzluğun bireye sürekli eşlik etmesine neden olur. Durmaksızın deneyimlenen dengesizlik, huzurun ortadan kalkmasına yol açan sürekli bir güvensizlik duygusunun gelişmesine yol açar. Zaten az olan olumlu durumlar, olumlu bir kendilik tanımının eksikliği nedeniyle, tatminkâr bir şekilde yaşantılanamaz ve bir boşluk duygusu ortaya çıkar. Bu boşluk duygusu da olumsuz kendilik yaşantılarının 56

| Therapia Sayı 4

katlanarak artmasına neden olur. Bundan kurtulabilmek için birey kaosu kendi yaratmaya başlar. Tanımlanan kısır döngü borderline hastanın karakteristik duygusal dengesizliğinin en önemli özelliğidir. Diğer bir özellik de içsel nesne tasarımlarının çift taraflılığıdır. Yani ilişkide bulunulan kişilerin algıları hızla iyiden kötüye dönebilir. Başka bir ruhsal etken de terk edilme ya da cinsel ya da fiziksel taciz gibi travmatik olarak yaşantılanan durumlardır. Terk edilmek, kötücüllükle birlikte giden bir tek başınalık, ıssızlık duygusu yaratır. Bu duygu kendinden nefret etmeyle sonuçlanır ve borderline hasta ötekinin olumsuz davranışını içten bir şekilde inanarak haklı bulmaya başlar. Kendisi o kadar kötüdür ki her türlü muameleyi hak etmiştir. Büyük bir öfke büyür içinde kendine karşı. Benzer bir durum cinsel tacizde de görülür. Yaşananlar terk edilmede olduğu gibi borderline adayında kötü olduğu inancını ortaya çıkarır ve kendisine reva görüleni haklı bulur. Taciz durumu büyük bir çaresizlik ve başkalarının insafına kalmış olma duygusu yaratır ki, bu durumda kişinin içinde büyüyen öfke çok daha şiddetli olur. Taciz uygulayan kişi, başka koşullarda şefkat, yakınlık ve ilgi de gösteriyor ve çocuğa kendi hayatıyla ilgili bazı şeyleri kontrol edebildiği duygusunu veriyorsa, çocuk kendini belli sürelerle kötü olarak algılamaktan kurtulur. Böyle anlarda sevgiyi, sevilir olduğu duygusunu yaşantılar, ilişkide baskın olabildiğini bir zafer duygusuyla hisseder. Birbiriyle böylesine çelişen duyguların yoğunluğu nedeniyle tahammül edilmesi çok zor olan bir durum ortaya çıkar. Hastanın bununla başa çıkabilmesi dissosiyatif yaşantılar, kendine zarar verme ve kendini yaralamayla mümkün olur ancak. Kendini yaralama, kendinden nefret etmesi nedeniyle kendini cezalandırma


veya boşluk duygusuyla başa çıkabilmek için fiziksel bir acı duyumsama gereksinimi sonucu da ortaya çıkabilir. Borderline kişinin şemaları, kendisiyle ilgili algıları, onun içindeki dengesizliğin aynası gibidir. Bu şema ve algıların odağında kendi mutlak kötülüğü, terk edilme veya taciz gibi olumsuz yaşantılar bulunur. Bu şema ve algılara örnek olarak şunları sayabiliriz: Kendilik şemaları “ben kötüyüm, kabul edilemeyecek kadar işe yaramaz biriyim. Ne mutluluğu, ne başka olumlu bir şeyi hak etmiyorum.” der. İlişki şemaları “hiç kimse beni gerçekten istemez. Ben herkes için bir yüküm.” şeklindedir. Kendilik algıları “sevilmeye layık olmayan, yalnız veya kötü çocuk”tur. Ötekini “beni cezalandırmaya hakkı olan despot” şeklinde algılar. Travmatik yaşantılar birbiriyle çelişen kendilik ve nesne tasarımlarının ortaya çıkmasına da neden olabilir. Kendilik algısı ‘nefret dolu çocuk’tan ‘sevilen çocuğa’ gidip gelir. Nesne tasarımları ‘cezalandırmaya hakkı olan despot’ ya da ‘sadist bir sapık’tan ‘şefkatli, sevgi dolu bir baba’ya dönebilir.

Borderline başa çıkma stratejileri Yukarıda bahsedilen şemalar ve nesne tasarımlarıyla başa çıkabilmek için borderline hasta birbirinin zıddı iki strateji geliştirir. Bunlardan biri alttan alıp tabi olmak (“içsel ve dışsal olarak bana bakan kişiye kayıtsız şartsız teslim olacak ve elimden geldiğince onun dediklerini yerine getirmeye

çalışacağım”), diğeri de karşı çıkmak muhalif olmaktır (“bana bakan kişinin dediklerine ve isteklerine karşı çıkacağım”). Bu birbirinin zıddı iki strateji borderline hastanın ilişkilerdeki tutumuna da ayna tutar. Bir tarafta kendiliğin olumsuz algısı ve tanımının şefkat ve bakım yaşantılarıyla bağlantısı vardır. Diğer taraftaysa stabil bir kendilik algısının eksikliği söz konusudur. Çünkü stabil bir kendilik algısı için gerekli olan ve kronik bir “ben kötüyüm” duygusunun ortadan kalkmasına hizmet edecek iyi bir ‘öteki’ yoktur. İyi bir öteki aynı zamanda duygu ve duygulanımları onayladığından bireyin kendiliğini hissedebilmesine de olanak tanır. Bu nedenle de bu iyi ötekinin aranıp bulunması borderline hastanın hayatının odağına yerleşir. Çocukluk yaşantı ve deneyimleri borderline hastaya iyi ötekini bulabilmesinin alttan alması ve tabi olmasıyla mümkün olacağını vaaz eder. Başlangıçta iyi öteki idealize edilir, bağımlı bir ilişki biçimiyle birliktelik garanti altına alınmaya çalışılır. İyi ötekini kendine bağlaması bu şekilde mümkün olmazsa dramatik yöntemler devreye girer. Kaotik bir ilişki, krizler, intihar tehditleri gibi. Bu stratejiler başarıya ulaşırsa, yani borderline hasta bu yolla ilgi ve yakınlığa kavuşursa içinden çıkılmaz bir ikilem ortaya çıkar. Olumlu deneyimler olumsuz kendilik algısı ve tanımıyla bağlantılı olduğu için, aktive olmuş olumlu nesne tasarımları olumsuza dönebilir. Bu da büyük olasılıkla iyi öteki algısının da sadist, cezalandırıcı, kötü niyetli bir ötekine dönüşmesine yol açar. Bu da nefret dolu çocuk olarak adlandırılan bir kendilik algısının ortaya çıkmasına neden olur. Bu durum özellikle iyi ötekinin herhangi bir sebeple kendini geri çekmesi ya da bir davranışının böyle yorumlanması nedeniyle olur. Toplantıdaki sevgilinin telefonunu açmaması, terapistin randevuyu ertelemesi gibi gündelik, sıradan olaylardır bunlar çoğunlukla. Therapia Sayı 4 | 57


Buna karşılık gelişen tepkiler, öncelikle bastırılmaya çalışılır, çünkü iyi ötekinin kötülüğü o kadar içten hissedilir ki bu korku varoluşsal bir endişeye, dolayısıyla donup kalmaya yol açar. Ama bir süre sonra terk edilmiş olma duygusuyla ortaya çıkan olumsuz kendilik algısı öyle bir boyuta ulaşır ki içsel huzursuzluk ancak agresif davranış biçimleriyle kontrol altına alınabilir. Bu durumda da strateji değiştirilir. İlişkide muhalif bir tutum ortaya çıkar. Aktif bir mesafe koyma girişimi hayata geçirilir. Bunu da ötekini değersizleştirerek, kırarak, bağırıp çağırarak veya küçük düşürerek yapar. Bunun üzerine öteki kendini daha da geri çekerse terk edilmiş olma durumu bir gerçeklik kazanır ve borderline hastanın olumsuz kendilik algısıyla bağlantılı olarak ağır suçluluk duyguları ortaya çıkar. Borderline hasta bu duygudan kurtulabilmek için daha da alttan alarak ötekine yakınlaşma çabası içine girer. Bu birbirine zıt iki strateji tekrarlana tekrarlana daha da güçlenir. Borderline hastanın kendi üzerine yargıları ve yapıp ettikleri kendi kötücüllüğüyle ilgili yaşantıları tarafından belirlenir. Bu yargılar gerçeklik olarak algılandığı için oldukça özyıkıcı bir davranış biçimiyle sonuçlanır. Buna örnek

58

| Therapia Sayı 4

olarak ağır alkol ya da madde kullanımı, kendini yaralama, tehlikeli durumların istemli bir şekilde aranıp bulunması ve yaratılması sayılabilir. Sanki kaybetmek için Rus ruleti oynuyor gibidir. Bu özyıkıcı davranış biçimi sonucunda duyumsanan, kendinden nefret etme ve umutsuzluk duygularıyla başa çıkma hissidir. Başkalarıyla ilişkilerindeyse iletişime açık, ilgili bir insan izlenimi bırakır borderline hasta. Oysa sevgiliyi kaybedeceği endişesi sürekli içini kemirir durur. Terk edilme korkusu bir gölge gibi peşini bırakmaz. Sevgiliyle bağın kopması durumunda öfke ve korkunun hakimiyeti başlar, çevrelerine karşı bir mesafe koyar. Bu duygu ve davranışlara yalnızlık, boşluk ve suçluluk duyguları eşlik eder. Kendisinin kötü olduğundan o kadar emindir ki karşısındakinin gösterdiği ilgiden bir türlü emin olamaz ve ilişkiyi test eder. Bu da sıklıkla provoke edici ya da saldırgan, kırıcı bir davranışla olur. Eğer karşısındaki kişinin ilgi ve yakınlığında bir şey değişmezse, bu sefer de neden böyle davrandığıyla ilgili suçluluk duyguları ve gönül alma çabaları ortaya çıkar. Borderline hastanın günlük ilişki pratiği yakınlaşma ve mesafe koyma arasında bir sarkaç gibi gidip gelir.


Sorunlu alanlar

Sonuç

Tahmin edilebileceği gibi borderline kişinin sorunları daha çok ilişkilerde ortaya çıkar. Özellikle varsayılan veya gerçek terk edilme yaşantıları borderline kişinin olumsuz kendilik şema ve algılarını, duygusal olarak katlanamayacağı ölçüde aktive eder. Erişkin hayatta yaşanan cinsel ya da fiziksel taciz gibi olaylar da geçmişteki travmaların yeniden anımsanmasına yol açarak krizlere neden olabilir. Kriz, kişinin duygu düzenlemesinin bozulması, aşırı gerginlik ve duygu kontrolünün ortadan kalkması anlamına gelir. Bu da madde veya ilaç kullanımı, kendini yaralama veya yeme bozukluklarının ortaya çıkmasına yol açar. Kişi kaygı ve panik bozukluğuna, kronik depresyona yatkın hale gelir. Kronik depresyonda intihar riski oldukça yüksektir.

Borderline olmak görüldüğü gibi kişinin kendisi için de, çevresi için de yıkım ve mutsuzluklarla dolu bir yaşam anlamına gelebilir. Doğuştan gelen duygusal zemin, bahsedilen travmatik çocukluk yaşantılarıyla birleştiğinde, kaçınılması mümkün olmayan bir sondur borderline kişilik yapısı. Ama ileriki sayfalarda, kendine esprili bir şekilde ‘Paratoner’ demeyi seçen borderline hastamın yazdıklarından da anlayacağınız gibi, ömür boyu mahkum olunan bir kader de değildir asla. Zorlu ve uzun da olsa, uygun bir psikoterapi süreci kişinin kendi kişilik yapısını daha iyi tanımasını ve kriz durumlarında kendine her zaman olmasa da müdahale edebilir duruma gelmesini sağlar. Borderline kişi, kişilik yapısının kendine zarar veren yönleriyle başa çıkabildiğinde geriye kalan, belki de başka hiç kimsede olmayan, renkli, canlı, spontane, sevgi dolu, fedakar insandır. Terapistin mutlak hedefi de o’na ulaşmaktır.

Therapia Sayı 4 | 59


‘Déjà Vu’nün nörolojisi* ‘Déjà vu’, beynin oynadığı bir oyun mu yoksa geleceğe dair bir öngörü mü?

çeviri: ceylan özge kunduz

*Jordan Gaines'in Brain Babble’da 14 Ağustos 2012 tarihinde yayımlanmış yazısından...

‘Déjà vu’, en akılcı, en mantıklı olanlarımızın bile deneyimlediği bir şeydir: O sırada ya arkadaşlarınızla sohbet ediyorsunuzdur ya da ilk defa gittiğiniz bir yeri keşfe çıkmışsınızdır. Bir anda bir hisse kapılırsınız: Sanki aynı anı daha önceden, bire bir yaşamışsınızdır. Bu aşinalık ve tanıdıklık hissi son derece güçlü ve yoğundur. Oysaki bu anın size hiç de böyle tanıdık, bildik gelmiyor olması gerekir. Bu kuvvetli his, azalmadan önce daha da güçlenir; ardından tamamen kaybolur. Tüm bunların hepsi birkaç saniyede olup biter. Acaba bu anı, yani geleceği, çok önceden öngörmüş olabilir misiniz? Ne var ki bu önseziyi tam olarak ne zaman yaşadığınızı büyük olasılıkla saptayamazsınız. ‘Déjà vu’ Fransızca bir terimdir ve tam olarak “daha önceden görmüş” anlamına gelir. Bu durumun insanların %60-70’inde meydana geldiği bildirilmiştir. Özellikle de 15-25 yaşları arasında... Déjà vu’nun rastgele ve çok hızlı şekilde olması, üstelik de bir hastalığı olmayan kişilerde meydana gelmesi, bu olguyu çalışmayı zorlaştırıyor. Bunun neden ve nasıl meydana geldiği üzerine bir sürü fikir yürütülüyor, tahminlerde bulunuluyor. Psikoanalistler bunu arzu giderici düşünceye (wishful thinking) bağlarken bazı psikiyatristler ise déjà vu’nün beyinde meydana gelen ve şimdiki zamanı geçmişle karıştırmamıza neden olan bir uyuşmazlıktan kaynaklandığını düşünüyor. Parapsikologlar da bunun 60

| Therapia Sayı 4

geçmiş hayat deneyimiyle ilgili olduğunu iddia ediyor. Acaba, bir déjà vu yaşandığında neler olduğuna dair kesin bilgilerimiz nedir? Veri girişinin çok sınırlı olduğu durumlarda, beynimiz dünyamıza dair bütünsel algılar yaratmaya çalışır. Bazı araştırmacılar déjà vu’nün tam da böyle bir durumda meydana gelen bir uyuşmazlık sonucunda gerçekleştiğini tahmin ediyor. Hafızanız, çok ayrıntılı bir anımsama yaratabilmek için duyusal bilginin yalnızca çok küçük parçalarını (örneğin, tanıdık bir koku) alıyor. Déjà vu’nün bu duyusal veri girişiyle hafıza-hatırlama üretimi arasında bir çeşit “karışıklık” sonucu olabileceği öne sürülüyor. Ne var ki bu belirsiz kuram, déjà vu’nün neden ille de geçmiş, gerçek bir olaydan kaynaklanmak zorunda olmadığını açıklamıyor. Farklı ancak ilişkili bir kuram ise déjà vu’nün beyinde kısa ve uzun süreli bellek devreleri arasında gerçekleşen ancak çok kısa süren bir arıza olabileceğini öne sürüyor. Araştırmacılar, çevreden aldığımız bilginin “dışarı sızabileceğini” ve normal depolama transfer mekanizmalarını atlayarak kendisine kısa süreli bellekten uzun süreli belleğe kestirme -ancak hatalı- bir yol yaratabileceğini iddia ediyor. Yeni bir anı deneyimlerken –bu an o sırada kısa süreli belleğimizde bulunuyor- sanki çok uzak geçmişimizden bir olayı yeniden anımsıyormuşuz gibi hissedebiliyoruz.


Benzer bir hipotez, déjà vu’nün zamanlamada yapılan bir hata olduğunu öne sürüyor: Bir anı algılarken duyusal bilgi, yolunu değiştirip uzun süreli belleğe gidebiliyor; bu da bir gecikmeye sebep oluyor ve belki de bu anı daha önce yaşamış olduğumuza dair rahatsız edici bir his yaratıyor. Tüm déjà vu deneyimlerinde ortak olan bir özellik, bunları yaşadığımızın tamamen bilincinde olmamız. Bu da bu olguyu yani déjà vu’yü yaratmak için tüm beynin katılımının gerekli olmadığı anlamına geliyor. Beynin ventral (alt) görünümü, peririnal korteks (kırmızı) ve entorinal korteksleri (sarı) gösteriyor.

(duyguda aktif role sahip) elektroensefalografi (EEG) sinyallerinin paternlerini inceledi.

Araştırmacılar yıllar boyunca, déjà vu’nün ardındaki suçlunun medial temporal lob’da meydana gelen aksaklıklar olduğunu ileri sürdü. Epilepsi hastalarıyla intraserebral (beyin içine yerleştirilen) elektrotlar vasıtasıyla yapılan çalışmalar, rinal korteksin (anısal bellek ve duyusal işlemede aktif rolü olan entorinal ve peririnal kortekslerin) uyarılmasının bir déjà vu meydana getirebileceğini ortaya koydu. Clinical Neurophysiology’nin Mart sayısında yayımlanan bir çalışma, elektrik uyarımıyla déjà vu oluşturulan epilepsi hastalarında rinal korteksler, hipokamp (hafıza oluşumunda aktif role sahip) ve amigdaladan gelen

Déjà vu’nün nedeni ve kesin mekanizması halen bir sır olarak kalmaya devam etse de endişelenmeyin. Bu başınıza sık sık geliyorsa sağlığınıza dair bir sorun olduğunu düşünmeyin. Hatta anın tadını çıkartın ve sizi etkisi altına alan bu garip hissin zevkini yaşayın.

Fransa’dan araştırmacılar (zaten bu konuyu daha iyi kim bilebilirdi?) ise rinal kortekslerle hipokamp veya amigdala arasında gerçekleşen senkronize nöral ateşlemelerin déjà vu yaratan uyarımlar sırasında artış gösterdiğini buldu. Bu, medial temporal lob yapılarında meydana gelen bir çeşit rastlantısal oluşumun bellek sisteminin aktive edilmesini tetiklemiş olabileceğini gösteriyor.

Bartolomei F, Barbeau EJ, Nguyen T, McGonigal A, Régis J, Chauvel P, & Wendling F (2012). Rhinal-hippocampal interactions during déjà vu. Clinical neurophysiology : official journal of the International Federation of Clinical Neurophysiology, 123 (3), 489-95 PMID: 21924679

Therapia Sayı 4 | 61


62

| Therapia Say覺 4


Ludwig Binswanger ve Daseinsanaliz Daseinsanaliz okulunun kurucusu ve varoluş psikiyatrisinin temel taşlarından Ludwig Binswanger ve kliniği Bellevue'nün hikayesi...

alper hasanoğlu

Giriş 13 Nisan 1881 yılında İsviçre’nin Kruzlingen kasabasında psikiyatr bir dedenin torunu, psikiyatr bir babanın çocuğu ve psikiyatr bir amcanın yeğeni olarak dünyaya geldi. Orta ve lise öğrenimini İsviçre-Almanya sınırında yer alan Konstanz gölü kıyısındaki Konstanz şehrinde yaptı. 1900 ve 1906 yılları arasında Lozan, Zürih ve Heidelberg’de tıp eğitimini tamamladı. 1906 yılında Zürih Burghölzli psikiyatri kliniğinde Carl Gustav Jung’un asistanı olarak çalıştı. Bitirme tezi hocası Jung’du. 1907 ve 1908 yıllarında amcası Otto Binswanger‘in şefliğini yaptığı Jena Psikiyatri Kiniği’nde çalıştı. 1909 yılından itibaren 1857 yılında dedesi Ludwig Binswanger’in kurduğu ve yöneticiliğini babası Robert Binswanger’in yaptığı psikiyatri kliniğinde çalışmaya

başladı. 1910 yılında babasının ani ölümü üzerine 28 yaşında kliniğin yönetimini devraldı. 1956 yılında kliniğin yönetimini dördüncü kuşaktan Wolfgang Binswanger’e devretti. 5 Şubat 1960 yılında Kruzlingen’de hayata gözlerini yumdu. Ludwig Binswanger, Daseinsanaliz okulunun kurucusu ve varoluş psikiyatrisinin temel taşlarından biridir. Eserleri ve psikoterapi literatüründeki etkisi ancak Binswanger’lerin psikiyatri geleneği bilindiğinde daha iyi anlaşılabilir. Büyükbaba Ludwig Binswanger Almanya Bayern’in Osterberg bölgesinde 1820 yılında dünyaya gelmişti ve zamanının psikiyatri elitine dahildi. 1857 yılında İsviçre’nin Kreuzlingen bölgesinde “Bellevue” adında bir psikiyatri kliniği kurdu. Hastaların ve terapistlerle ailelerinin aynı yerde yaşadığı bir Therapia Sayı 4 | 63


klinikti burası ve bir başka örneği de yoktu. Tedavi edenle edilen arasındaki hiyerarşik ilişkinin, yerini demokratik bir varoluşsal karşılaşmaya bıraktığı Daseinsanaliz’in ilk sinyalleriydi bunlar. Bu nedenle ünü kısa sürede ülke sınırlarını aştı. 1880 yılında büyükbaba Binswanger’in ölümü üzerine kliniğin yönetimini en büyük oğul Robert Binswanger (1850-1910) üstlendi. Onun devrinde klinik, hastaların rahatsızlıklarının türü ve şiddetine göre farklı pavyonlarda barındırıldıkları ve tedavi edildikleri bir biçime dönüştü. O da ailesiyle birlikte klinikte yaşıyordu. Bellevue, birçok binadan oluşan modern bir klinikti artık. Yüzyılın sonuna doğru o zamana kadar nöroloji yönelimli olan psikiyatrinin psikanalizle flörtü başladığında, Robert Binswanger de bu yönelime uzak kalmadı. Hatta Joseph Breuer’in 1880-1882 yıllarında Viyana’da tedavi ettiği, psikanaliz tarihinin ilk hastası olarak kabul edilen Bertha Pappenheim (Anna O.) bizzat Joseph Breuer tarafından Kreuzlingen’e sevk edilmişti. Tıp eğitimine Lozan’da başlamış olan Ludwig Binswanger, eğitimine Heidelberg ve Zürih’de devam etti. Doktor unvanını 1907 yılında, Carl Gustav Jung’un gözetiminde ve şizofreni kavramını psikiyatri literatürüne kazandıran Eugen Bleuler’in yönetimindeki Zürih “Burghölzli” Psikiyatri Kliniği’nde aldı. Klinikte ondan önceki asistan Karl Abraham’dı. Bleuler ve Jung o yıllarda, psikanalizin psikiyatriye adaptasyonu icin çaba harcıyorlardı. 1907 ve 1908 yıllarında asistanlığını yaptığı amcası Otto Binswanger, bugün halen daha kendi adıyla anılan Alzheimer benzeri bir demans tablosunu tarif etmiştir. Nietzsche’nin de bir dönem doktoruydu. Ludwig Binswanger, onun yanında özellikle organik psikozları ve onların nörolojik muayene yöntemlerini öğrendi. Daha sonra da 1909 yılında babasının 64

| Therapia Sayı 4

yönetimindeki Bellevue Psikiyatri Kliniği’nde asistan olarak çalışmaya başladı. 1910 yılında Robert Binswanger’in ani ölümüyle, klinik, torun Ludwig Binswanger’in yönetimine geçti. Genç Ludwig Binswanger idareyi eline aldığında henüz 28 yaşındaydı. Klinisyen olmaktan ziyade, bir araştırmacı, bir bilim adamıydı. Ama sahip olduğu aile geleneği ve psikiyatri dünyasındaki geniş bağlantıları sayesinde kliniğin idaresinde büyük bir zorlukla karşılaşmadı. Hayata gözlerini yumduğu 1960 yılına kadar psikoterapinin felsefeyle ilişkisi üzerine kafa yordu. Özellikle Edmund Husserl ve Martin Heidegger’den etkilenmiş olup fenomenolojiyi ve Heidegger’in varoluş ontolojisini psikiyatriye uyarlamaya çalışmış ve 1947 yılında Daseinsanaliz adını verdiği, daha sonra Medard Boss tarafından geliştirilen psikoterapi okulunu kurmuştur. Su anda Almanya, Isviçre, Avusturya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Daseinsanaliz Toplulukları bulunmakta ve her iki yılda uluslararası bir Daseinsanaliz Kongresi düzenlenmektedir.

Freud’la olan Ilişkisi Binswanger’le Freud’un dostlukları 1907 yılında Jung sayesinde başlamış, psikanaliz konusundaki derin ayrılıklarına rağmen, Freud’un ölümüne kadar sürmüştür. Binswanger Freud’u Viyana’da iki kez ziyaret etmiş, ünlü çarşamba toplantılarına katılmıştır. Freud da 1912 yılında Kreuzlingen’de kendisine iade-i ziyarette bulunmuştur. 1937 yılında Hitler Avusturya’yı işgal ettiğinde ve Freud ile ailesi büyük tehlike altında bulunduğu sırada Binswanger büyük ustasını İsviçre’ye alabilmek için hemen harekete geçti, ama Freud Londra’ya doğru yola koyulmuştu bile. Freud 1938 yılında kanserden ölene kadar birkaç defa daha birbirleriyle haberleşebildiler. Psikanalizin temel kavramlarının felsefi derinlikten yoksunluğu ve bununla bağlantılı olarak metodolojik sınırlılığı Binswanger’i yeni arayışlara itmiştir. 1908 yılında


Therapia Say覺 4 | 65


Binswanger tarafından geliştirilen Daseinsanaliz psikiyatriye, somut, dolaysız algılanabilen psikopatolojik semptom ve sondromları fenomenolojik olarak anlama olanağı sunar.

Freud’u ikinci ziyaretinden sonra dönüş yolunda günlüğüne şu notu düşmüştü: “Freud’un felsefi gereksinimlerinin azlığı çok şaşırtıcı.” Binswanger’i rahatsız eden iki nokta vardı. Psikanalizin psikoz vakalarında başarısız kalması ve Freud’un doğa bilimlerine dayanarak ruhsal olanın tümünü spekülatif bir şekilde libido teorisiyle ve içgüdülerle açıklaması. Binswanger, Husserlci fenomenolojiyle içli dışlı olmasıyla paralel bu naturalistik açıklamalardan gittikçe uzaklaşıp ruhsal olanın doğa bilimlerince açıklanamayacak kendine özgü yanları olduğu düşüncesine daha yakın durmaya başladı. Binswanger ruhsal olanın öğelerine ayrılamazlığına zamanla daha çok inanıyor, ruhsal olanın özüne, bir doğa nesnesine yaklaşıldığı gibi yaklaşılamayacağına kani oluyordu. Insan “homo natura”dan daha fazla bir şeydi. 1927 yılında Heidegger’in “Sein und Zeit”ının yayımlanmasından sonra, psikanalize olan bakışı biraz daha değişti. Husserl ve Heidegger’den başka Martin Buber’e olan felsefi ilgisi Binswanger’i psikanalizden Daseinsanaliz’e yöneltti.

Husserl’den Heidegger’e Fenomenolojik Analizden Daseinsanaliz’e Daseinsanaliz ortaya çıkışını ve gelişimini her iki Dünya Savaşı’nı takip eden ruhsal yenilenmeye borçludur. Geçen yüzyılın 20’li yıllarında, kısmen psikanalizle olan ayrışmalar, kısmen de geleneksel ve sistematize edici klinik psikopatolojiye karşı var olan bilimsel memnuniyetsizlik psikiyatri dünyasında insan varoluşunun ve bozukluklarının anlaşılmasında yeni arayışların ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle doğa bilimlerine dayalı psikiyatri ve psikoterapi anlayışları bu eleştirilerden payını aldı. Binswanger, von Weizsäcker, Straus, Minkowski ve Kunz gibi araştırmacılarda insanbilimsel bir psikiyatriye kayış gözlenmeye başladı. İnsanbilimsel psikiyatri düşünsel kökenini 1927’den önce Scheler, Kierkegaard, von Brentano, Dilthey, Bergson ve özellikle Husserl ve Szilasi’nin eserlerinden alıyordu. 66

| Therapia Sayı 4

Ludwig Binswanger de, varolan psikiyatrik ve psikanalitik bilginin hastalık görüngülerinin açıklanması ve tedavisinde yeterli gelmediğini hissediyordu. Husserl’in fenomemolojisiyle olan teorik bağı nedeniyle başlangıçta yönelimini “fenomenolojik antropoloji” olarak adlandırmış, 1941 yılında ilk olarak Daseinsanaliz terimini kullanmıştır. O sıralar Binswanger Heidegger’in yapıtlarının, özellikle de 1927 yılında yayımlanmış olan “Sein und Zeit” adlı yapıtının etkisi altındaydı. Burada Dasein olarak anlaşılması gereken, insanın kendisidir. Binswanger Daseinsanaliz‘in psikiyatri içindeki işlevini, insan varoluşunun oluşum düzenini sağlıklı-hasta, normlara uygun ya da uygunsuz ayrımı yapmadan “anlayabilmek” olarak görmektedir. Binswanger’in Daseinsanalizi psikanalizde olduğu gibi terapötik pratikten değil, bilimsel bir yönelimden, yani psikopatolojinin bilgibilimsel bir zeminden yoksunluğu nedeniyle duyulan memnuniyetsizlikten köken alır. Binswanger tarafından geliştirilen Daseinsanaliz psikiyatriye, somut, dolaysız algılanabilen psikopatolojik semptom ve sondromları fenomenolojik olarak anlama olanağı sunar. Daseinsanaliz’in kurucusu, doğa bilimlerine dayanan düşünce yöntemlerinin insan davranışı alanında nasıl yetersiz kaldığını, özellikle insan varoluşunun kendine özgü insaniliğini nasıl kaçırdığını göstermeye çalışır. Bunu yaparken de dayandığı felsefi temel, Descartes’in özne-nesne bölünmesine yol açan düşüncesinin Heidegger tarafından çürütülmesidir. Bu özne-nesne bölünmesini Binswanger “bilimsel düşüncenin kanseri” olarak tanımlar. Yapmaya çalıştığı şey bu özne-nesne bölünmesine psikiyatri alanında son verebilmektir. Klinik semptomatoloji ve patolojinin yerini yardıma ihtiyaç duyan insan ve onun dünyası, dünyası içinde ve dünyasıyla birlikte insanın kendisi almıştır Daseinsanaliz’de. Dünya (Welt) her zaman birlikte varolunan çevre (Mitwelt) demektir; Binswanger’e göre insan daima dual bir oluş, “varoluşsal


bir iletişim” halindedir, bu varoluşsal iletişim aktarım karşıaktarım olarak değerlendirilen doktor hasta ilişkisine de son verir ve bu ilişkiyi birlikte ve birbiri için var olma (Mitsein) olarak algılar. Ne cansız varlıklar, ne de bitki ya da hayvan gibi canlılar DaSein olarak adlandırılabilirler. Dasein kavramında dünyaya açıklık, oluş (Sein) anlayışı, kendilik bilgisi mevcuttur. Dünyaya açıklık yalnızca sahip olunan şeylerin bilgisi değil aynı zamanda, kendi Dasein biçimleri aracılığıyla diğer insanların varlığını da anlayabilmektir. Yani, Dasein’ın dünyası esas olarak Mitwelt’dir. İnsan kendini, karşılaştığı insanı ve şeyleri ancak böyle anlayabilir. Bu dolaysız anlama olasılığı fenomenolojik metodu işaret eder. Fenomenoloji yalnızca psikoterapi alanında bu kadar verimli olmuştur. Daseinsanaliz fenomenolojiktir, çünkü an’a mahsus şeyleri, olduğu gibi, şeyin kendine yabancı eşleştirmeler ve yapılandırmalar olmaksızın göstermek ister. Böylece, edinilmiş teorik soyutlamalardan sıyrılıp, verili görüngülere dolaysızca ulaşabilmemiz mümkün olur. Açıklamak değil anlamak peşindedir. Günümüzde bu talebin yerine getirilebilmesi oldukça zordur. Modern insan ve onlarla birlikte bilim insanları, psikiyatrlar ve psikologlar giderek kendini gösterenin gerçek varlığını görebilme yetilerini yitirmişlerdir. Düşünüş tarzımız şu an kabul gören bilimsel düşünce biçimlerinin işgali altında ve biz de bu anlamda, kendimizi dolaysız olarak kavranabilecek şeyin anlaşılmasına bırakmak yerine, karşılaşılan varlığın dolaylı ve teorik açıklamasına meyledip, varlığın hesaplanabilir ve böylece tekrar üretilebilir bir hale gelmesine çalışıyoruz. Bu tektaraflılık nedeniyle bilim, halen daha bu mutlaklık isteğini sanki gerçeğe ulaşmanın tek bilimsel yoluymuş gibi övüp duruyor. Halbuki bilimsel olarak bilinen hiçbir şey hakim bilimsel görüşe kendini daha bilimselmiş gibi gösterme hakkını vermiyor. Özellikle de algılanan fenomenlerin sade

açıklamalarıyla yetinen, hep incelenen şeyin kendisinde kalmaya çalışan, hep farkları vurgulamaya çalışan ve ve özellikle nesnel kalmaya çalışan bir düşünüş biçimi varken… Nesnel kalmak zorunluluğu özellikle psikiyatri, psikoterapi ve psikosomatik alanları için önemlidir, çünkü bu bilim dallarının uğraş alanı insanın kendisidir. İnsanı kantitatif olarak ögelerine ayırabilmek diğer bütün şeylerden çok daha zordur. Daseinsanaliz’in sözü edilen alanlardaki üstünlüğü, nörotik, psikosomatik ve psikotik hasta oluşun varlığında temellenir. Bu hasta oluş hallerinin asıl ayırıcı özelliği doğa bilimlerinin tersine, hesaplanamayan kantitatif ögelerden oluşuyor olmasıdır. Hasta oluş hali ancak hastanın kendi dünyasının gerçekliği içinde, diğer hastalardan hep biraz daha farklı bir şekilde bozulmuş, kopmuş ilişkilerinin anlaşılmasıyla olasıdır. Bu gerçeklik doğaldır ki, insan varoluşunun bedensel düzeydeki hasta ve sağlıklı oluş halinin anlaşılmasında naturalisitik yaklaşımların işe yaramayacağını göstermez, ama hasta ya da sağlıklı oluş halinin kendine özgü insaniliğinin naturalisitik yaklaşımlarla yeterli düzeyde anlaşılamayacağını işaret eder.

Hastalık Kavramı Eğer bir insana (hasta) oluş hali verilmişse, insan kendini nasıl oryante eder, duruşunu nerede bulur? Bir kere öncelikle ruhsal durumunda, ruh halinde, çünkü insan ancak ruh haliyle durumunun nasıl olduğunu algılayabilir. Bundan başka, bir çağrı karakteri taşıyan ve nerede duracağını imleyen vicdanıyla ve özellikle ölümle, insan oluşunun sonlulukla sınırlı olmasıyla. İnsan, oluşunun sonlu olmasıyla sürekli bir ilişki içindedir, ya ölümü kesin bir bitiş ya da sonsuzluğun başlangıcı olarak algılayarak yapar bunu. Her iki davranış biçimi de sonsuzlukla başa çıkmaya çalışmanın farklı biçimleridir. Eğer insan vicdanına ve dünyada-oluşun sonluluğuna kulaklarını tıkarsa, başka bir deyişle, bir kereye mahsus olan varoluşuna karşı savunma mekanizmalarına başvurursa, hasta olmaya Therapia Sayı 4 | 67


68

| Therapia Say覺 4


Binswanger sevgiyi kendi felsefi insan biliminde merkezi nokta olarak belirlemiştir. Sevgi, Binswanger tarafından insan bilimlerinde ve genel olarak insan yaşamında merkezi bilgi işlevine sahip olarak sunulmaktadır.

mahkumdur. Dünyaya açık, dünyayla ilgili bir canlı olarak insan, herhangi bir hayvan gibi belirlenmiş değildir, aksine, insani varoluşunun sonlulukla sınırlı olmasına rağmen özgürlükle belirlenmiştir. Açık ve özgür bir varlık olarak dünyada-oluş, dünyadaki diğer şeylere karşı açık ve özgür olmak anlamına gelir. Hastalık Dasein’a imkansızlığını haber verir. Her hastalık insana ölümlü olduğunun bir kere daha anımsatılmasıdır. Eğer ölüm doğrudan doğruya bir yok olmaysa, insan-oluşun sonu anlamını taşıyorsa, yani anlamsızsa (anlamın yokluğuysa), o zaman hastalık da anlamsızdır. İnsan-oluş ölüm bilgisine sahip olmaktır, bir anlamda Dasein’ın bu bilgiyle olan ilişkisidir. Hastalık halinde ölüm insana yaklaşıyor demektir, insana sonluluğu, sınırlılığı ve insan oluşunun geçiciliği gösteriliyor demektir. Hastalık bu anlamda, Dasein’ın dünyada-oluşunun sonluluk olarak kendini göstermesidir. Hasta oluşun ve iyileşmenin manası hekimliğin temel sorusudur. Geleneksel tıpta hastalık başka türlü yorumlanırdı. Hastalık adeta insanın yanı başında varlığını sürdürürdü, yapılması gereken hastalığın işe yarar hale getirilmesiydi. Freud’un önemli keşfi, doktorun sürece katılmayan izleyici rolünden sıyrılması ve hastalık olayının içine çekilmesidir. Doktor bu anlamda hastanın, tamamıyle ya da kısmen bozulmuş olan insanlar arası ilişkilerinde temsilcilik görevini üstlenir. Bununla, özellikle psikoterapide hasta ve doktorun birlikteliği kastedilir. Söz konusu olan, nörotik insanın Dasein’ının kendini ortaya koyma konusunda yaşadığı daralmadan kurtarılması sürecidir. Bir insanın kendisine sunulan davranış olanaklarının bir kısmının hayata geçirilmesinin bozulması, hasta olma halidir. Hasta oluşun farklı ifadeleri, varoluşun özgür ifadesinin farklı bağlamlarda zarar görmesinden başka bir şey değildir, örneğin özgür ve açık-oluşun, mekansal-oluşun, zamansal-oluşun,

duygudurumsal-oluşun ya da bedensel-oluşun zarara uğraması gibi. Hasta-oluşun fenomenolojisi, Dasein’ın varoluşsal ayırıcı özelliklerinin hasta-oluşun belli türlerinde belirli ölçüde bozulmuş olduğu kabulünden yola çıkmaktadır. Bununla birlikte hemen belirtilmeli ki, bu ayırıcı özellikler hiç bir şekilde ayrı ayrı incelenemezler, aksine Medard Boss’un ifade ettiği gibi, “insanı var eden yapısal bütünlüğün birbirinden ayrılamaz ve aynı kökenden gelen parçaları, uzuvları” olarak görülmelidirler. Her hastalıkta bütün insani karakter özellikleri etkilenmiştir, bunlardan yalnızca biri ön planda olsa bile. Buna karşılık hasta olmanın geçerli bilimsel anlamı, hasta oluşun tekil ifadelerinin bütünden soyutlanmasıdır. Belirli bir hastalıkta bedensel olanın dünyada-oluşunun bozulduğu göze çarparken, başka bir durumda, örneğin psikozda, agorafobi ya da klostrofobide mekansal-oluş bozulmuştur. Manik depresiflerde, melankoliklerde ya da anksiyetede ve çok sık olarak ortaya çıkmaya başlayan can sıkıntısı ve anlamsızlık nörozlarında duygudurumsal-oluş bozulmuştur. Sizofreni ve ağır takıntılı zorlantılı bozukluklarda Dasein’ın özgürlüğü ve dünyaya açıklığı ağır hasar görmüştür. Dasein’ın Mit-Dasein olmaktan uzaklaşmasını hemen her nörotik bozuklukta, ama özellikle şizoid kişilik bozukluklarında ve seksüel sapkınlıklarda görüyoruz. Hastalık her zaman insan özgürlüğünün bir çeşit kaybıdır.

Dasein ve Sevgi Binswanger Heidegger’de felsefe ve insan bilimlerinin büyük reformcusunu görmüş ve onu psikiyatri ve psikoterapinin Kopernikus’u olarak selamlamıştır. 1942’de yayınlanan, büyük eseri “Grundformen und Erkenntnis des menschlichen Daseins” (Insani Varoluşun Temel Formları ve Bilgisi) başlıklı 700 sayfalık kapsamlı eserinde Heidegger‘in Sein und Zeit’ından kopmalar görülse de etkilenmeler çok açıktır. Therapia Sayı 4 | 69


Heidegger Dasein’ı tek başına ve korkan bir “kökende suçlu olmanın kendini tasarlayanı”, “hayatın olağanüstü olasılığı olarak ölümün habercisi”, “kendisi nedeniyle endişe içinde yaşamaya karar veren ve beraberindeki insana (Mitmensch) ilişki türü olarak sadece şefkati sunan” olarak tarif etmiştir. Binswanger Heidegger’in bu varoluş analizinden çok etkilenmiş, ama onda en çok da bir varoluş yapıtaşı olarak sevginin eksikliğini hissetmiştir. Heidegger’i dünyada varolma’yı (in-der-Welt-sein) endişeye indirgemekle ve sevgi fenomeni aracılığıyla aşkınlığı (Über-die-Welt-hinaus) ihmal etmiş olmakla eleştirir. Mitmensch’in karşısına Martin Buber’in Ben-Sen ilişkisini (Ich-Du Beziehung) koymuştur. Binswanger sevgiyi kendi felsefi insan biliminde merkezi nokta olarak belirlemiştir. Sevgi, Binswanger tarafından insan bilimlerinde ve genel olarak insan yaşamında merkezi bilgi işlevine sahip olarak sunulmaktadır. Binswanger birlikte ve yanında yaşanan insanın (Mitmensch) anlaşılmasının ve kendilik bilgisinin ancak sevebilme temelinde (Ben-Sen ilişkisinde) gelişebileceğine inanmaktadır. Martin Buber “ben sende oluyorum” (Ich werde am Du) der. Insanlığın bu kadar çok sevgiden konuşmasına rağmen, sevgi felsefi ve bilimsel olarak en açıklanamaz fenomenlerden biri olarak kalmaya devam etmektedir. Binswanger sevgi fenomenini Heidegger’in fundemental-ontolojik analizlerinden ayrılarak incelemiştir. Onun eseri bir ölçüde Heidegger metinlerinin, “severek bir arada yaşamanın” Daseinanaliz doğrultusunda tamamlanmasıdır. Binswanger’de sevme yetisi olan Dasein, herkesin bir diğerini yerinden etmeye çalıştığı bir dünyada var olmayı reddeder. Gerçek sevgide yarışmacı ilişki tarzı bir kenara bırakılır. Kendileri için aynı zamanda bir vatan olan ortaklaşa mekanda olmaktan mutludurlar. Sevginin zamansallığı da Heidegger’in Dasein’ında olduğundan farklıdır. Heidegger’de Dasein an be an cesurca ölüme doğru ilerler, şimdide geçmiş ve geleceği zorla bir arada tutmaya çalışır. Oysa seven, an’da sonsuzluğu duyumsar, o, zamanın içinde olmasına rağmen, “zamanı aşmıştır” da. Aynı şey Heidegger’de Dasein’ın temel oluşturan kategorisi “dünyada olmak” için de geçerlidir. Sevginin dışında kalmış insan dünya tarafından kuşatılmış, sıkıştırılmış ve zapt edilmiş demektir. Seven ise bu durumda değildir; o sevdiği insanla birlikte hem bu “dünyada”dır hem de bu “dünyayı aşmıştır”. Bu dünyayı aşkınlık hali insana özgürlük, kendini oluşturma, yaratıcılık yeteneği sunar. 70

| Therapia Sayı 4

Binswanger için sevgi, içinden diğer bütün varoluş biçimlerinin doğduğu en önemli varoluşsaldır. Sevebilme halinin varlığı yokluğu ölçüsünde insanın dünya tecrübesi şekillenir. Sevgi dünyası ile sevgisizlik dünyası, Dasein’ın aralarında bir sarkaç gibi gidip geldiği iki zıt kutuptur. Sevgi eksikliğine yaklaştıkça patolojik ve yıkıcı yaşam deneyimleri ön plana çıkar.

Daseinsanaliz ve Psikoterapi Psikoterapinin amacı, insan özgürlüğünün ifadesinin korunması ve/ya da yeniden teşekkülüdür. Bu aslında her türlü özgürlük kısıtlanması ve her türlü tıbbi tedavide geçerli olan amaçtır. Örneğin bir kemik kırığının cerrahi tedavisi son tahlilde insanın hareket özgürlüğünün yeniden kazanılması için yapılan bir müdahaledir. Daseinanaliz odaklı psikoterapi de diğer bir çok psikoterapi okulu gibi hastanın hayat hikayesine odaklanır, ama hayat hikayesini ve patolojik özelliklerini açıklayıp kategorize etmez, onun yerine dünyada-varoluş yapısında meydana gelen dönüşüm olarak anlamaya çalışır. Hangi okuldan geldiğinden bağımsız olarak daseinsanalist hastasıyla aynı düzlemde karşılaşır. Hastasını bir nesne olarak değil, kendisi gibi bir özne, bir “daseinspartner” olarak algılar. Iki partner arasındaki bağlanmayı, psikolojik bir kontak olarak değil, Martin Buber’in tanımladığı gibi “varoluşun sonsuz derinliğinde” bir karşılaşma olarak tanımlar. Terapideki bu karşılaşma bir birlikte varoluştur (Mitsein). Bu anlamda Freud’un aktarım olarak tanımladığı olgu da bir karşılaşmadır daseinsanalistin gözünde. Dünyaya karşı alınan bütün tavırlar duygudurumsal olduğu için ve insanın dünyaya açıklığını önemli ölçüde duygudurumu belirlediği için, psikoterapide ilk hedef duygudurumun değiştirilmesidir. Bu tür duygudurum değişikliklerine insan, bilinçdışı olguları entelektüel analiz yoluyla bilinç düzeyine çıkarmak ya da yabancı bir yardımın pasif bir şekilde kabulüyle ulaşamaz. Amaç, hastanın kendisinin hastalığının anlamsal içeriğini keşfi ve iyileşmesinin sorumluluğunun büyük bir bölümünü üzerine almasıdır. Ayrıca analiz insanın hasta oluş halinden ve endişelerinden basitçe kurtarılmasını değil, bunların aslında hastaya geri verilmesini işaret eder. Bu geri verme ancak hastayı daha dayanıklı kılan bir arada duruşun sağladığı bir zeminde gerçekleşebilir. Daseinsanaliz, Heidegger’in olağanüstü tavsiyesine uyar, insanın dikkatini kendi üzerine yönlendirir.


Böyle bir dikkat çekiş kesinlikle hastanın kendi haline bırakılması demek değildir. Burada kastedilen, kendine ve ona büyük bir özgürlük olanağı veren, başkası için ve başkasıyla birlikte bir Dasein’dır. Daseinsanaliz nörotik, psikosomatik ve psikotik bozuklukların ardında yatan bilinçdışı fenomenlerin ya da hasta oluşun nedensel genetik açıklamalarının değil, sağlıklı ya da hasta insani varoluşun anlam içeriğinin ön plana çıkarılmasının peşindedir. Binswanger psikoterapi kavramına bir anlamda yeni bir tanım getirmiştir. Psikoterapiyi insan ve dünyayla birlikte oluşun (Mitwelt) etki alanına yerleştirir, çünkü psikoterapötik ilişkinin her çeşidinde insan başka bir insanla karşı karşıyadır ve her ikisi de herhangi bir şekilde birbirlerine bağımlıdır, birbirlerini anlayabilmek zorundadırlar. Bu açıdan bakıldığında Daseinsanaliz bir psikoterapi okulu değildir, terapiste hangi okuldan olursa olsun fenomenlerin keşfine yönelik başka türlü bir düşünüş biçimi sunar sadece. Terapiste insanı, insanın sorunlarını ve terapi ortamını açıklamaktan çok anlaması yönünde bir araç kazandırmış olur. Ludwig Binswanger’in kitaplarının zor okunurluğu ve iyi anlaşılmasının Edmund Husserl ve Martin Heidegger gibi başlı başına bir derya ve bir o kadar da zor anlaşılır olan başka ön okumaları zorunlu kılması onun felsefeyle yakından ilgili dar bir terapist çevresinde bilinir olmasına yol açmıştır. Biyolojik psikiyatrinin ve nörotransmitter çalışmalarının yeni teknolojiler sayesinde (PET, SPECT vb.) aynen 19. yy’ın sonlarında olduğu gibi indirgemeci bir tavırla ruhbilimsel yöntemleri bir kenara itip doğa bilimsel bakış açısını insanı anlama yolunda egemen kılmış olması, Daseinsanaliz’in 20.yy’ın başında bu bakış açısına karşı yürüttüğü onurlu savaşımı tekrar anımsamamızı zorunlu kılmaktadır.

KAYNAKLAR: Wyss D (1991) Die tiefenpsychologischen Schulen von den Anfängen bis zur Gegenwart. Vandenhoeck&Ruprecht, 281-295 Wucherer-Huldenfeld AK, Foerster HD (2001) Daseinsanalyse. Wien: Österreichisches Daseinalytisches Institut für Psychotherapie, Psychosomatik und Grundlagenforschung Neubrand A, Assfalg A (2004) Persönlichkeitstheorie des Existenzpsychologen Ludwig Binswanger. Mannheim: Universität Mannheim Max Herzog (03.03.2005 tarihinde) www.schrimpf.com/su/bw/ma.html C. George Boerree ((03.03.2005 tarihinde) www.ship.edu/~cgboeree/ binswanger.html

Therapia Sayı 4 | 71


72

| Therapia Say覺 4


Jacob ve Wilhelm Grimm kardeşlerden Ardıç Ağacı-2 Grimm Kardeşler’in kan ve suçluluk duygusu dolu ürpertici masalı Ardıç Ağacı ve analizi geçen sayıda kaldığı yerden devam ediyor.

aydın parmaksız

“Ardıç Ağacı” Masalı Üzerine Bir Çözümleme Denemesi Alper Hasanoğlu’nun esprili bir şekilde 18+ olarak nitelendirdiği bu masalın çözümlemesi ile ilgili literatürde çok fazla kaynak olmaması analiz sırasında biraz yalnız hissettirse de, zengin içeriği ve biraz da farklı bir masal ile karşı karşıya olmanın verdiği heyecan ile, analiz sürecinin keyifli bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Masalların çocuklara, olduğu gibi okunması gerektiğini düşünen biri olarak, bu masal özelinde var olan, olduğu gibi okunmalı – sansürlenerek okunmalı tartışmalarında bir taraf olmadığımı, ve bu yazıda da bu anlamda bir yönlendirme yapmak gibi bir niyetim olmadığını belirtmek isterim. Heuscher’in bu masal üzerinden yola çıkarak masallardaki şiddet içeren unsurlar sebebiyle çocuğa doğrudan okunması ile ilgili şüpheleri bir yana, taşıdığı mesajlar bakımından Ardıç Ağacı’nın diğer masallardan çok da farklı olmadığı söylenebilir. Masal dingin ve huzurlu bir manzara ile başlar. Sakin ve huzurlu girişin ardından gelen aşırı dozda şiddet, okura bir David Lynch filmi izliyormuş hissi yaşatmaktadır. Yönetmenin Mavi Kadife filmini izlemiş olanlar hatırlayacaklardır; film, küçük bir Amerikan kasabasında, mutluluğun tüm kasabayı kapladığı, huzurun ve dinginliğin

izleyiciye rengarenk aktarıldığı bir sekans ile başlar. Kameranın bir evin bahçesindeki çimlere yavaş yavaş yaklaşması, derinlere inmesi ile çimlerin arasında ilk bakışta fark edilmeyen bir insan kulağı görülür. Bu huzur dolu manzaranın altında, biraz derinlemesine bakıldığında, aslında her şeyin iyi gitmediği açıkça görülmektedir. Ürkütücü bir gerçek ile huzur dolu yaşamların küçük bir Amerikan kasabasında birbirlerine ne kadar yakın olabileceklerini, hayatın dışarıdan göründüğü kadar sevimli olamayabileceğini, biraz daha yakından bakıldığında mutlu, huzurlu, sakin yaşamların hemen yanı başında yoğun bir şiddetin ve kötülüğün gizlendiğini, gizlenmiş olabileceğini sert bir şekilde söylemektedir bu giriş sekansı. Ardıç Ağacı masalı da huzurlu bir girişten sonra, diğer pek çok masaldaki şiddet ögelerinin yanında masum kalacağı bir hale dönüşür. Bu iki eser arasında, huzurun ve dehşetin birbirlerine ne kadar da yakın durabileceklerini söyleyiş şekilleri açısından bir benzerlik olduğu söylenebilir. Zengin adam, onu seven bir kadın, mutlu bir yaşam... Tek eksikleri bir çocuktur. Çocukları olmasını çok istemekte, gece gündüz dua etmektedirler. Bu girişin, masalı dinleyen çocuğa ebeveynlerinin tam anlamıyla bir aile olabilmek için ona ihtiyaçları olduğu ve o gelince ancak tam bir aile Therapia Sayı 4 | 73


Geçen sayıda ve bu sayıda yer alan görsel, Jessica Krcmarik’in (admin@jessicakrcmarik.com) “The Juniper Tree” isimli çalışmasıdır. Sanatçının diğer eserlerini görmek isteyenlerwww.jessicakrcmarik.com web sitesini ziyaret edebilirler.

74

| Therapia Sayı 4


olabilecekleri mesajını verdiği düşünülebilir. Beklenen çocuk masalın başında anne tarafından, ‘kan gibi kırmızı, kar gibi beyaz’ olarak tarif edilmektedir. Bu tip tanımlamalar farklı masallarda benzer şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bruno Bettelheim, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalının hemen başında yer alan, Pamuk Prenses’in annesinin eline iğne batması ve karların üzerine üç damla kan düşmesi ile oluşan manzarayı, beyaz ve kırmızı renklerin yan yana gelişini, seks ile bağlantılı olarak değerlendirmiş, masumiyetin ve arzunun zıtlığı olarak yorumlamıştır. Bettelheim’a göre masaldaki üç damla kan, üç sayısının bilinç altında seksi, kanın da menstruasyon kanı ve sonrasında da ilk cinsel birliktelik ile karşılaşılan kanı simgelemesiyle, küçük bir miktarda kan ile karşılaşmanın ardından çocuğun doğabileceği ve mutlu bir olay öncesinde bir parça kanın karşımıza çıkabileceği mesajlarını çocuğa aktarmaktadır. Ardıç Ağacı masalında üç damla olmasa da bembeyaz karların üzerine düşen kırmızı kan ve peşinden gelen dileğin benzerliği için, kadının gece gündüz dua etmesine rağmen gerçekleşmeyen dileklerinin, karların üzerine düşen kandan sonra gerçekleşmesi göz önünde bulundurulduğunda, benzer bir mesaj ya da ima olduğu düşünülebilir. Masalda, üvey anneden gelen şiddetten ilk olarak çocuğun okuldan döndüğü dönemde bahsedilmektedir. Dolayısıyla, olayların gerçekleştiği dönemde masal kahramanının ödipal evredeki bir çocuk olduğu söylenebilir. Üvey annenin çocuktan nefret etmesinin sebebi olarak, öz kızına kalmasını istediği mirasa çocuğun rakip oluşu gösterilmektedir. Ancak, ilerleyen bölümlerde görülmektedir ki, iki kardeş arasında görünür bir rekabet yoktur. Ardıç Ağacı kardeş rekabeti odaklı bir masal değildir. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’deki gibi anne-çocuk arasında güzellik-cinsellik bağlamında bir rekabet de yoktur. Baba ya da prens için rekabet olmaması, masalda açık olarak ifade edilen ‘miras için rekabet’ olgusunun başka bir probleme işaret ettiği söylenebilir. Çocuk okul çağındadır, kız kardeşi ise okula gitmemektedir. Dolayısıyla, çocukların gelişimin farklı evrelerinde oldukları söylenebilir. Kızın annesinden istediği elma, ağır-büyük kapağının üzerinde, büyük demir kilidi olan bir sandıktan çıkarılacaktır. Burada bahsi geçen sandığın bir anlamda kadının rahmini simgelediği, çocuğun elma olarak gündeme gelen isteğinin kadının annelik fonksiyonu ile ilgili bir istek olduğu düşünülebilir. Masal Almancadan İngilizceye çevrilirken sandık için ‘chest’ kelimesi kullanılmıştır, bu kelime hem sandık hem de göğüs anlamı ile ilginç bir seçimdir. Elma ise, Edmund Bergler ve Geza Roheim’in Zaman Algısının Psikolojisi

adlı makalelerinde uzun uzun anlattıkları gibi ‘meme’yi simgelemektedir. Kızına sandıktan/göğsünden çıkardığı elmayı/memeyi sunan anne, artık bu hakka sahip olmayan oğlunu, elmaya (yasak meyveye, ya da en azından artık ona yasak olan meyveye) elini uzattığı anda cezalandırmaktadır. Çocuğun sandığa ve elmaya uzanmasının, ana rahmine dönüş arzusunu, başka bir deyişle gelişimin bir önceki evresine regrese olma arzusunu simgelediği düşünülebilir. Artık kendi ayakları üzerinde durması gereken, gelişimin bir sonraki evresine geçmiş olması beklenen, öyle ki annesinin yüzüne baktığında sesi ne kadar kibar ve yumuşak olsa da öfke dolu olduğunu algılayabilecek olgunluğa erişmiş olan çocuğun regresif eğilimler göstermesi, anne memesine ihtiyaç duyuyor olması, gelişime karşı direnmesi kafasının kopması sonucunu doğurmuştur. Masalda çocuğun kafasının kopması kastrasyonu simgelemektedir. Kastrasyon kaygısının, preödipal evredeki çocuğun anneden ayrılma kaygısının (separation anxiety) bir göstergesi/yansıması olduğu düşünüldüğünde, masaldaki ölüm şeklinin geçiş evresindeki çocuğun içinde var olan kastrasyon kaygısı ile ilgili olduğu söylenebilir. Masalda iki kez bahsi geçen mendil, farklı eserlerde farklı bağlamlarda karşımıza çıkan bir objedir. İçinde bulunduğu bağlama göre farklı anlamlar ifade edebilen bu obje, ‘Kaz Çobanı Kız’ ya da ‘Kaz Çobanı Prenses’ olarak Türkçeye çevirilen ‘The Goose Girl’ masalında, üzerindeki üç damla kan ile Bettelheim’a göre cinsel olgunluğu simgelerken, Halprin’e göre anne ile kızın arasındaki bağı da simgelemektedir. Benzer şekilde, Othello’nun psikanalitik çözümlemelerinde de ‘mendil’in farklı yorumları ile karşılaşılmaktadır. Bir başka mendil ile ilgili olarak, bir mendile dair belki de en güzel çözümlemelerden biri Oğuz Cebeci tarafından yapılmıştır. Sait Faik’in İpekli Mendil öyküsünü çözümlemesinde, mendilin öyküde yer aldığı şekliyle, ‘bir genç kızla, genç bir erkek arasında, ”bağlantı kurma aracı” olarak işlev görmektedir’, demiştir yazar. Oğuz Cebeci’ye göre bu mendil, aynı zamanda ‘libidinal enerji’yi de simgelemektedir. Ardıç Ağacı’nda ise, önce çocuğun kopan kafası ile vücudunu bir araya getirmek için, daha sonra çocuğun kemiklerini bir araya getirmek için kullanılmaktadır. Bu işlevi ile mendilin masalda birleştirici bir unsur olarak yer aldığı söylenebilir. Çocuk-anne ve çocukkardeş ilişkilerinde birleştirici bir unsur olarak değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan, ipek mendil Marlinchen’in en güzel mendilidir. Kanlı gözyaşları içinde kardeşinin kemikleri için en güzel mendilini seçmesinin, Marlinchen’in büyük üzüntüsünü ve hissettiği suçluluk duygusunu çocuk dinleyicisine yansıttığı düşünülebilir. Therapia Sayı 4 | 75


Masalda, üvey anneden gelen şiddetten ilk olarak çocuğun okuldan döndüğü dönemde bahsedilmektedir. Dolayısıyla, olayların gerçekleştiği dönemde masal kahramanının ödipal evredeki bir çocuk olduğu söylenebilir.

Babanın, önüne getirilen yemeği kendi çocuğu olduğunu bilmeden büyük bir iştahla yemesi, çocuğun gidişinin üzerinde çok durmaması, Marlinchen’i umursamaz bir şekilde teselli etmeye çalışması, masallarda sıklıkla rastlanan pasif baba figürü ile uyumludur. Bu bölümle ilgili küçük bir soru işareti de yok diyemeyiz; babanın, ‘Bu yemeğin tamamı benim’ ifadesi biraz şüpheli bir ifadedir. Bir an için dikkatli bir dinleyicide, yediği yemeğin kendi çocuğu olduğunu bildiği şüphesi uyandırmaktadır. Diğer taraftan, kuşun söylediği şarkıda babanın kendini ‘bilmeyerek’ yediğine dair bir ipucunun verilmemesi, annenin katletmesi ve Marlinchen’in kemikleri toplaması ile aynı tonlamayla ifade edilmesi de benzer bir şüphe uyandırmaktadır. Masallarda anne tarafından yenme, ‘yamyam anne’ sıklıkla karşılaşılan bir olgudur. Bunun preödipal bir yansıma olduğuna önceki yazılarda değinilmişti. Ancak baba tarafından yenme çok sık karşımıza çıkan bir durum değildir. Bunun baba ile girişilen ödipal bir rekabete işaret ettiği düşünülebilir. Ödipal dönemde anne için baba ile rekabet fikri ve bu rekabetin çocukta yarattığı ölüm/kastrasyon endişesi düşünüldüğünde, bu masalda ölüm/kastrasyon endişenin farklı bir şekilde ele alındığı söylenebilir. Masalın sonunda baba ile barış, uzlaşma gerçekleşmektedir; çocuk babaya hediye vermiş, baba da onun elinden tutup eve geri almıştır. Masalın çocuğun ölüm/kastrasyon endişesi ile ilgili bir rahatlama sunduğu düşünülebilir. İpek mendile sarılı kemiklerin dumanlar arasında yok olup, yerine çok güzel şarkılar söyleyen bir kuşun gelmesi, Yunan mitolojisinde Phoenix, İran mitolojisinde Simurg, ya da Arap mitolojisinde Zümrüd-ü Anka kuşu olarak bilinen hikayeleri hatırlatmaktadır. Farklı kültürlerde karşımıza çıkan bu benzer konulu hikayeler için bir yok oluş ve yeniden var olma, ya da yok oluş sonrası gerçek kendini bulma hikayeleridir, denilebilir. Jung, bu hikayeyi 76

| Therapia Sayı 4

Mysterium Coniunctionis’da “Phoenix mucizesi, bir dönüşüm ve yeniden doğuş, bilinç dışının aydınlanması” olarak yorumlamıştır. Masalda yer alan ipek mendile sarılı kemiklerin kuşa dönüşmesi, gelişimin bir sonraki evresine geçişi, bir çeşit aydınlanmayı simgelemektedir. Gerçekten de, dönüşümden sonra ortaya çıkan kuş, söyleyeceği şarkının karşılığını isteyen ya da bir anlamda istediği bir şeyi elde edebilmek için bir şeyler yapması gerektiğinin bilincinde olan bir birey gibi davranmaktadır. Çocuğun kuşa dönüşümünün, bir seviyede preödipal çocuğun ödipal çocuğa dönüşümünü simgelediği söylenebilir. Dönüşüm sonrası kuş, başına gelenleri karşılaştığı herkese anlatmakta, kendine yapılan tüm kötülükleri ayrıntılarıyla şarkısında dile getirmektedir. Şarkıyı ‘ne güzel bir kuşum ben!’ diye bitiren kuşun/çocuğun, yeni haliyle ilgili bir mutsuzluğu olmadığı söylenebilir. Şarkı, masalı dinleyen çocuğa, kahramanın başına gelen tüm kötü şeylere rağmen dönüşümün/ gelişimin iyi bir şey olduğu ve sonuçta kahramanın mutlu olduğu mesajını vermektedir. Masalda, dinleyen herkesin şarkıyı beğenmesi, tekrar tekrar dinlemek istemeleri, çevresindekilerin de dinlemelerini istemeleri, çocuğun gelişiminin herkes tarafından beğeni ile karşılanan bir olgu olduğu mesajını verdiğini düşündürmektedir. Kuş/çocuk eve dönüşünde anneye ceza, varlıklı babaya maddiyatı ifade eden bir altın kolye, ve belki de bir süre sonra gelişimin farklı bir evresine geçecek olan kız kardeşine de cinsel gelişiminin habercisi olarak yorumlanabilecek bir çift kırmızı ayakkabı getirmiştir. Tüm aile fertlerine hak ettiklerini vermesi kuşun/ çocuğun farklı bir bilinç düzeyine geçmiş olduğunun bir başka göstergesidir. Preödipal annenin ölümü, preödipal çocuğun ölümü, ödipal çocuğun doğuşu sırasıyla verilen ana izlek, preödipal evreden ödipal evreye geçiş yapan çocuğun meselelerine değinen bir masalla karşı karşıya olduğumuzu işaret etmektedir.


Masalda, çocuğun probleminin net bir şekilde anne ile ilgili olduğu görülmektedir. Ancak, baba da tarafından yok edileme korkusu ile ödipal rekabete de bir ölçüde değinilmektedir. İyi annenin ölümü, kötü anne ile yüzleşme, gelişimin bir sonraki evresine geçiş, kötülerin vahşi bir şekilde cezalandırılması ve evdekilerle uzlaşarak mutlu, yeni bir hayata başlama, benzerlerine sıklıkla rastlanabilecek bir masal olay örgüsüdür aslında.

Kaynaklar

Nedir Ardıç Ağacı’nın farklılığı? Öncelikle, benzerlerine göre çok daha sert bir masaldır. Kahramanın kafasının kopartılarak öldürülmesi, parçalara ayrılarak babasına yedirilmesi, küçük bir kızın suçluluk duygusuyla gözlerinden kan gelinceye kadar ağlaması, masalın dinleyicisi olan çocuk bir yana, pek çok yetişkine bile ağır gelebilecek unsurlardır. Diğer taraftan teknik olarak bakıldığında da, masallarda baba ile ilgili olarak vurgulanan baba tarafından öldürülme ya da kastrasyon korkusuna karşılık, anne ile ilgili olarak vurgulanan yamyam anne korkusu bu masalda yer değiştirmiş gibidir. Çocuğu yiyen ya da yemek isteyen genelde annedir; Hansel ve Gretel, Kırmızı Başlıklı Kız, Pamuk Prenses gibi pek çok masalda yamyamlık olgusu ‘anne yamyamlığı’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaygın olarak masallarda yer alan anne yamyamlığının baba yamyamlığına dönüşmesi özel bir anlam ifade etmemekte, baba tarafından öldürülme endişesinin farklı bir şekilde dile getirilmesidir aslında. Verilen mesajlarda bir karmaşa olmamasına karşın, mesajın veriliş şekli, çocuğun endişelerine değinme şekli bu masalda kısmen farklılaşmıştır. Bu tip bazı teknik farklılıklara rağmen masalın aktardığı temel mesajların olması gerektiği gibi olduğu, çocuğun problemlerine yeterince temas ettiği, çözüm önerdiği ve rahatlama sunduğu söylenebilir.

Halprin, L.S. (1996). “The Goose Girl”. Psychoanal. Contemp. Thought, 19:85123

Bergler, E. and Róheim, G. (1946). Psychology of Time Perception. Psychoanal. Q., 15:190-206 Bettelheim, B. (1975), The Uses of Enchantment. New York: Vintage, 1977.

Cebeci, Oğuz (2004), Psikanalitik Edebiyat Kuramı. İthaki Yayınları.

Therapia Sayı 4 | 77


Keçiboynuzu “Hayat bir kilo keçiboynuzu. Bir gram tat alabilene ne âlâ.”

ceylan özge kunduz

78

| Therapia Sayı 4


Dedem, yalnızca 3 yaşına kadar gördüğüm ama sakalını, bastonunun her adımda yere değen ucunu, gezmeye çıktığımızda tuttuğum elini hiç unutmadığım dedem şöyle dermiş: “Hayat bir kilo keçiboynuzu. Bir gram tat alabilene ne âlâ.” Yediyseniz bilirsiniz. Keçiboynuzu tatsız saman gibi bir şeydir ama dört beş tane yedikten sonra, şansınız varsa, altıncının ortasında bir tat gelir ağzınıza. Uzun bir süre tat almasa da geveler insan bu keçiboynuzunu ağzında. Galiba tadın ne zaman geleceğini kestirememek ama mutlaka bir yerde dilimize değeceğini bilmek sağlıyor bunu. Dedem çok haklı, hayatta da bence buna benzer bir şey yapıyoruz. Kötü ya da yavan yaşantılardan sonra güzel bir şeylerin geleceğine inanıyoruz ve bu beklentiyle ayakta kalmaya ve çoğu zaman savaşmaya devam ediyoruz. Varoluşçu felsefe hayatın anlamını sorgular. “İnsan yaşamının amacı var mıdır, varsa nedir?”, “Neden buradayız?” gibi sorulara yanıt arayan bu düşünce bütününün, özgürlüğe dair insanın tüylerini ürperten bir saptaması vardır: İnsanın hayatını biçimlendiren kendi özgür seçimleridir ancak bu özgürlük kişiye geniş bir hareket alanı sağlarken aynı genişlik insanın içinde ne yapacağını bilmediği korkunç bir denize dönüşme tehlikesini de taşır. Zira insan davranışlarında özgür olduğu gibi onların sonuçlarından da sorumludur. Kendimizi kaderin eline bıraksaydık her şey ne kadar kolay olurdu. Özgür iradeye sahip olmayı tercih etmiş, davranışlarının sonuçlarının sorumluluğunu üstlenmeyi seçmiş bireyin böyle bir lüksü yoktur. Hayatımızı bizim yerimize belirleyen bir güç yoksa, tüm sonuçları kendi nedenlerimizle kendimiz oluşturuyorsak hayatımızın anlamı da kendi çizdiğimiz bir resimden başka bir şey değildir. Evet, birileri ara sıra gelip muziplik eder. Kendi resmini çizerken fırçasıyla birkaç darbe de bizim tuvale indiriverir. Bazen kazara, tuvale olmadık bir renk sıçrayıverir. Ya da küçükken öğrendiğimiz şeylerden başka şekilde yapamayabiliriz resmi. Ama sonunda bu bizim resmimizdir. Resmi neden yaptığımız da cevabını ancak kendimizin verebileceği bir sorudur. Hayata verdiğimiz anlamlar bize nelerin öğretildiğiyle, nelerin içine doğmuş olduğumuzla ve nelerin eksikliğini çekip neye ihtiyaç

duyduğumuzla sıkı şekilde ilgilidir. Aynı anlam bazen hayal kırıklıkları sonucunda varlığımızı ve benliğimizi savunmak için kullandığımız mekanizmalarla da belirlenir. Örneğin ben kendimi bildim bileli yazıyorum ve okuyorum. Mutsuz olduğumda bunları daha da çok yapıyorum. Yazmak benim için konuşmakla ya da sorunlarımı birine anlatmakla eş değer değil, yazmak hepsinin üzerinde. Konuşurken ve anlatırken çok daha dolaysız oluyorum. Ama yazarken yaşadıklarımı, hissettiklerimi bir şeylere benzetiyorum, dolaylıyorum, metaforlar kullanıyorum, çoğu zaman da genelliyorum. Bana acı veren ya da beni rahatsız eden birçok yaşantı oldukları şeyin dışına çıkarak ve benden uzaklaşarak yabancı olmasa da bana ait olmayan şeylere dönüşüyor. Yazmanın benim için iyileştirici yanı bu. Yani yaşadığım, hissettiğim şeyleri başka bir şeye dönüştürmeme, onlara uzaktan bakmama olanak vermesi. Yaşamın anlamını nasıl kendimiz belirliyorsak onun karşımıza çıkardığı güçlüklerin üstesinden de yeni anlamlar yaratarak geliyoruz. Amerikalı yazar Don DeLillo “Yazmak bir tür kişisel bir özgürlüktür.” der. Ben yazmayı istediğim zaman kullanabileceğim bir özgürlük kadar, özgürleştirici bir eylem olarak da görüyorum. Ana dilini konuşmak gibi… En sevdiğim yazarlardan biri olan F. Scott Fitzgerald da yazmaya dair şöyle söyler: “Bir şey söylemek istediğin için yazmazsın, yazarsın çünkü söyleyecek bir şeyin vardır.”. Yazmak işte tam bu yüzden konuşmaktan çok farklı geliyor bana. Bir şey söylemek istediğin zaman konuşursun ama söyleyecek bir şeyin olduğunda, hele ki sözler yetmediğinde yazarsın. En azından benim için böyle… Söyleyecek birçok şeyim var. Keçiboynuzu da bu sebeple son derece kişisel olacak. İçerik mutlaka, dedemin keçiboynuzu hikayesine bir yerinden dokunacak. Hayat bir savaş, çoğu zaman tatsız bir geveleme. Ama bir yerlerde daha önceden aldığımız o tadı tekrar bulacağımızı umuyoruz. Keçiboynuzu da bu tada ve bu tadın peşinde çıktığımız yolculuğa dair kısa öyküler anlatacak her sayıda.

Therapia Sayı 4 | 79


Kadraj Kadraj nedir? Sadece bir fotoğrafçılık terimi midir? Yoksa kadraj bir ifade biçimi ya da kişisel bir seçim midir?

pelin onat Reklamcılıkta önemli bir terimdir kadraj. Karşılığı “çekim sırasında vizörden görünen görüntü, yani gösterilmek istenen her şeyin içine toplandığı bir çerçeve” olarak özetlenebilir.

Müşteri ilişkisi kurarken kadraj, başkasının gözüyle önemli olanı görebilme ve hedefi şaşırmadan ihtiyaca yönelik cevabı sunabilmedir.

Kulağa ilk etapta sadece fotoğrafçılıkla ilgili gibi gelse de, aslında tüm iletişim bileşenleri için gereklidir.

Tüm bunlar doğru şekilde birleştirildiğinde, kadrajın içinde kalanlar cilalanıp parlatılır ve tüketiciye algılatılmak istenenler başarıyla iletilmiş olur.

Çekim esnasında kadraj, fotoğrafçı veya yönetmeni diğerlerinden ayıran en önemli şeydir, sanatçı gözüdür. Planlama aşamasında kadraj, stratejistin cımbızla çekip çıkardığı, üzerine odaklanılması gereken mesajdır.

80

| Therapia Sayı 4

Tıpkı hepimizin yaşarken farkında olmadan yaptığı gibi. Hayatımıza dahil etmek istediklerimizi kadraj içine toparlayıp, seçmediklerimizi dışında bırakmamız gibi.


Kendimizi kadrajımızla ifade ederiz, sınırını belirlemek için etrafındaki çalılara işeyen köpekler misali izimizi onunla bırakırız. Sonunda da hayata nasıl baktığımızla, seçimlerimizle hatırlanırız. İstanbul’a âşık olmakla nefret etmek arasındaki seçimdir mesela kadraj. Bir apartman dairesini yuva ya da hapishane gibi hissettiren de orada neyi görmeyi seçtiğimizdir aslında... En basit örnekle aynı binanın cephesinde yan yana pencereler olsa da, penceresinin önüne bir saksı sardunya koyan bir başka görmez mi manzarayı?

Yani kadrajının içinde gördüğünü de, dışında bıraktığını da bir arada sergileyerek topu bizlere atmış. Sahi siz neleri kadrajınızın içine almayı, neleri dışında bırakmayı seçiyorsunuz? İstanbul’a âşık mısınız, nefret mi ediyorsunuz?

Bu kadar kolay mıdır hakikaten kötü dediğimizin başka bir bakış açısıyla iyiye dönüşmesi, çirkinin güzel, sıkıcının ilginç, eskinin yeni oluvermesi? O kadar kolaydır evet, çünkü hepimiz algıladığımız pencereden bakarız hayata, algıladığımız kadar yaşarız hayatı. Kadraj bir nevi gözlük aslında. Arada sırada gözlüğümüzü yanımızdakine verip “ biraz da benim gözlerimle baksana” demeye çalışsak da olmuyor işte. Bizler birbirimizin gözlüklerine ilişemediğimiz için dilin yetersizliği içinde her yere çekilmesi mümkün o küçük kelimelere muhtaç kalıyoruz ve birbirimize yakınlaşmak yerine gittikçe uzaklaşıyoruz. Sanat bu yüzden eşsiz, herkese geçici bir süreliğine de olsa aynı gözlüğü takıyor ve sanatçı bize “ben böyle görüyorum, ya sen?” diye soruyor. Keşke ilişkilerde de bunu yapmak mümkün olsa. Diyaloglarda bir an “pause” tuşuna basıp, olan kadrajı fotoğraflayabilsek ve baktığımızda karşımızdakini hemencecik tam da demek istediği şekilde algılasak. Ne yazık ki insan kaderi birbirini anlamaya çalışarak, yanlış anlayarak, kalp kırarak, öfke duyarak kelimelerden anlam çıkarmaya mecbur. Bu yüzden de bizler hep biraz eksik kalıyoruz. Dünyaca ünlü heykeltıraş Auguste Rodin “Taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor” demiş. Taşa bakarken onun içindeki estetiği görebilen bir sanatçı, ürettiği pek çok eserinde bu durumun altını çizmek için kaideleri oyulmamış ham taş olarak bırakmış. Ortaya çıkan kusursuz güzelliğin nereden geldiğini unutmamak – unutturmamak için. Therapia Sayı 4 | 81


82

| Therapia Say覺 4


Söylenti, dedikodu ve şehir efsaneleri*

Dedikodu nedir? Söylentilerin ne gibi işlevleri vardır? Şehir efsaneleri hangi bağlamlarda ortaya çıkar? Bu üçlü birbirinden nasıl ayrıştırılır?

çeviri: ceylan özge kunduz

*Nicholas DiFonzo ve Prashant Bordia’nın Diogenes’te yayımlanan makalesinden kısaltılmıştır

Therapia Sayı 4 | 83


‘Dedikodu’ ve ‘şehir efsanesi’ sıklıkla hem konu üzerinde bilgi sahibi olmayan mesleğe yabancı kişiler hem de profesyonel akademisyenler tarafından ‘söylenti’ ile birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılır. Mesleğe henüz yabancı kişiler olarak düşünebileceğimiz öğrencilerimizden ‘söylenti’ ve ‘dedikodu’ sözcüklerini belli boyutlarda değerlendirmeleri istendiğinde bu iki terimi neredeyse özdeş şekilde değerlendirdikleri görülüyor. Bir ‘söylentiyi düşünmeleri’ istendiğinde çoğunlukla skandal boyutlarında bir dedikodu örneği veriyorlar. Benzer şekilde meslektaşlarımızdan bazıları da –söylenti, dedikodu ve/ya da şehir efsaneleri üzerine çalışan profesyonel akademisyenlerbu terimleri birbirlerinin yerine kullanmaya eğilimli. Örneğin, söylenti ve efsane üzerine yakın zamanda gerçekleştirilen disiplinler arası bir konferansta katılımcılar söylentiyi efsaneden neyin ayırdığı konusunda bir fikir birliğine varamadılar; yakın zamanda gerçekleştirilen bir sosyal psikoloji konferansında ise söylenti ve dedikodu üzerine çalışan akademisyenler de söylentinin dedikodudan ayrıştırılıp ayrıştırılamayacağı üzerine tartıştılar. Bu kavramsal belirsizliğe bir süredir dikkat çekiliyor (Ojha, 1973). Her ne kadar söylenti kavramının keskinleştirilmesi üzerine çok ilerleme kaydedildiyse de (Fine, 1985; Rosnow and Georgoudi, 1985; Rosnow and Kimmel, 2000) belirsizlikler devam ediyor. Bununla beraber, anlamlı ve önemli farklılıklar gerçekten de var. Bu makalede söylenti kavramını biraz daha açıklığa kavuşturuyoruz ve onu iki yakın akrabasından, dedikodu ve şehir efsanesinden ayrıştırıyoruz.

1. Söylenti Söylenti belirsizlik, tehlike ya da tehdit durumlarında ortaya çıkarak etrafta dolaşan, insanların olayları anlamlandırmasına ve tehdit riskiyle başa çıkmasına 84

| Therapia Sayı 4

yardımcı olma işlevi gören, doğrulanmamış bilgi ifadeleri (DiFonzo and Bordia) olarak tanımlanır. Bu tanım sosyal söylemin üç yönünün altını çiziyor: Bağlam (söylemi doğuran durum ve/veya psikolojik ihtiyaç), işlev (insanların bu söyleme katılarak neyi elde etmeye çalıştıkları) ve içerik (dile getirilen ifade tipleri): Her birini sırasıyla inceleyelim.

Söylentinin bağlamı Söylentiler belirsiz, tehdit edici ya da potansiyel olarak tehlikeli durumsal bağlamlardan ve insanların anlama ya da güvenliğe dair duydukları psikolojik ihtiyaçtan doğar. Bir bağlamın ya da bir durum kolay anlaşılır değilse belirsizdir. İnsanların anlamak için temel bir motivasyonu vardır (Fiske, 2004); anlamamak sevimsiz ve rahatsız edicidir. Ünlü sosyolog Tamotsu Shibutani, bu durumları ‘belirsiz’ olarak adlandırır. Bu durumlar bilginin olmadığı ya da bilgi kaynaklarının güvenilir olmadığı durumlarda meydana gelir (Shibutani, 1966). Söylentiler ayrıca tehdit edici ya da potansiyel olarak tehlikeli durumsal bağlamlarda ve insanların güvenlik için akut bir ihtiyaç hissettikleri durumlarda ortaya çıkar. Bu tehdit hayatın tehlikeye girmesi de olabilir mal kaybı da. Yahut güvenliğin veya refahın tehlike altında olması da… İnsanlar bu durumlarda fiziksel olarak güvensiz hissedebilir ve güvenlik hislerini arttırma arzusu duyar. Tehdit/tehlike psikolojik bir doğaya da sahip olabilir. Bir kişinin benlik algısı, kimliği ya da değer verdiği herhangi bir şey tehlikeye girdiğinde kişi psikolojik olarak güvensiz hisseder ve benlik hissini iyileştirme arzusu duyar. Bir bireyin ait olduğu grubun sürekli olarak ayrımcılığa uğradığı durumlarda benlik hissinin tehdit altında olması gruba dair de olabilir (örneğin bir kişinin toplumsal kimliği).


Söylentilerin içeriği, bağlamları ve işlevlerinden doğar. Belirsiz ya da tehdit edici bağlamlarda insanlar söylentileri anlam yaratmak yahut tehditle baş etmek için kullanır ve yaygınlaştırır. Söylentinin işlevi Söylentiler belirsiz durumlara toplu şekilde anlam verme işlevi görür. Belirsiz durumlarda insanlar önce birey olarak –kişisel anlama çerçeveleri bazında düşünerekanlamlandırmaya çalışır. Bu işe yaramadığında resmî olmayan varsayımlar üretmeye ve bunları bir grup olarak tartışmaya ve değerlendirmeye başlarlar. Bu kolektif varsayımlar ve beraberindeki tartışmalar söylenti olarak adlandırılır (Rosnow, 1974). Belirsiz, anlaşılmaz ya da kafa karıştırıcı durumlarda insanlar anlama ihtiyacı duyar; söylenti de kolektif bir anlam yaratma işlevi görür. İnsanlar söylentileri tartışarak durumsal bağlamlarına dair bir grup yorumuna varmaya çalışır. R. H. Turner’ın belirttiği gibi, söylenti “normal kolektif bilgi arayışının” (1994: 247) bir parçasıdır. Doğrulama normları ve mesajın kaynağının güvenilirliği genellikle gevşektir ancak bu bir grup anlamlandırma aktivitesi olarak işlev görmeye devam eder. Fiziksel ya da psikolojik olarak tehdit edici bağlamlarda söylentiler bu tehditle baş etme işlevi görür. Fiziksel tehdit durumlarında insanların temel bir sosyal amaçları vardır: etkin davranabilmek için çevrelerini kontrol etmek (Fiske, 2004). Söylentinin sağladığı kontrol kişiyi tehdidi aktif şekilde yok etmeye yönelik davranamaya elverişli hale getirebilir. Bir barajın çökeceği söylentisi kişiye evini çabucak terk etme fırsatı verir. Deodorantların göğüs kanserine neden olduğu söylentisi bir kişiyi bu tip ürünler almaktan alıkoyabilir. Bu durumlarda söylentiye katılan kişi “birincil kontrol’ aramaktadır (Walker, 1996). Birinin beklentilerini azaltmak, hayal kırıklığına uğramamak için en kötüsünü öngörmek ya da olayı şansa bağlamak gibi durumlarda söylentinin sağladığı kontrol ikincil de olabilir (Rothbaum, Weisz and Snyder, 1982; Walker, 1996; Walker and Blaine, 1991). Arzu edilen olaylara dair söylentiler (Knapp, 1944) – ikincil kontrol sağlar ve zorluklar karşısında umudu arttırma işlevi görür. ‘Savaş sona erdi!’, ‘Bu sene yüklü bir yılsonu

ikramiyesi alacağız!’, ve ‘Öğretmen notları çan eğrisi metodu uygulayarak verecek “gibi söylentiler sırasıyla savaşın, kişinin finansal durumunun ve üniversite sınavlarının yarattığı streslerle baş etmeyi sağlar. Kişinin bireysel ya da kolektif benlik algısının tehdit altında olduğu durumlarda söylentinin işlevi benlik algısını korumaktır. Bu genellikle algılanan tehdide dair olumsuz söylentiler şeklinde ortaya çıkar. Söylentilerin başka işlevleri de vardır. Eğlendirme, grup normlarının iletişimi ve gruplar içindeki güç yapılarının ve sınırların tanımlanması gibi… Ancak bu, söylentinin öncelikli rolü değildir. Söylentiler, belirsiz durumlarda tehlike (yahut potansiyel tehlike) yönetimi yapma ve etrafı anlamlandırma işlevi görür.

Söylentinin içeriği Söylentilerin içeriği, bağlamları ve işlevlerinden doğar. Belirsiz ya da tehdit edici bağlamlarda insanlar söylentileri anlam yaratmak yahut tehditle baş etmek için kullanır ve yaygınlaştırır. Söylentiler her şeyden önce bilgi verir, tarif eder ve açıklar. Söylenti, enformasyon sağlayan bir fikir ya da bir fikir grubudur. İkinci olarak, bu bilgiler insanlar tarafından iletilip yaygınlaştırılır. Söylenti, kişinin kafasında yalnız başına düşündüğü statik bir olgu değildir. Anlam yaratma süreci kolektif ise yaratılan anlam da etrafa yayılmalıdır. Kısacası söylenti aktarılan bir şeydir. Üçüncü olarak, etrafta dolaşmakta olan bu bilgi ifadeleri ‘alıcıları’ tarafından görece olarak yararlı algılanır (Rosnow and Georgoudi, 1985). Söylentiler grupların etrafı anlamlandırmalarına ve/veya tehlikeyle baş etmelerine yardımcı olur; katılımcılar tarafından eğlendirici, ilgi çekici bilgiler (dedikodu) ya da genellikle ahlaki bir ders içeren ilginç hikayeler (şehir efsaneleri) değil, önemli sonuçsal bilgi içeren ifadeler olarak görülürler (Rosnow, 1991). İnsanların anlamlandırma ya da tehlike yaratan bir durumla Therapia Sayı 4 | 85


86

| Therapia Say覺 4


etkin şekilde baş etme çabasında duruma yeni bir bilgi parçası katan haberler olarak adlandırılabilirler. Shibutani (1966) söylentilere ‘doğaçlama haberler’ adını verir. Haber kaynaklarının olmadığı ya da güvenilmediği durumlarda söylentiler anlamlandırmaya ya da tehlikeli durumla başa çıkmaya yardımcı olan haberlerdir. Söylentilerin dördüncü önemli özelliği ise doğrulanmamış olmalarıdır. Rosnow’un belirttiği gibi, söylenti doğrulanmamış bilgi etrafında kurgulanır.

2. Dedikodu Dedikodu, kişiler hakkındaki değerlendirme içeren sosyal konuşmalardır. Bu konuşmalar sosyal ağ kurma, değiştirme ve koruma bağlamında ortaya çıkar. Eğlence, grubu bir arada tutma, grup normlarını, grup güç yapısını ve grup üyeliğini yerleştirme, değiştirme ve korumanın da dahil olduğu birçok temel sosyal ağ işlevi görür (DiFonzo and Bordia, 2007).

Dedikodunu bağlamı Dedikodu gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi muhtemel sosyal izolasyon durumlarına bir yanıt olarak ortaya çıkar ve aidiyet ihtiyacına işaret eder. Söylenti belirsizliği, tehlikeyi ya da tehdidi azaltma işlevi görürken dedikodu, gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi muhtemel sosyal izolasyonu azaltma işlevi görür. İzolasyon istenmeyen ve sağlıksız bir şeydir. İnsanın temel ihtiyaçlarından biri diğerleriyle ilişki kurmak ve bu ilişkiyi sürdürmektir (Fiske, 2004). Dedikodu insanların bunu sağlamasına yardımcı olur. Basit bir şekilde anlatmak gerekirse dedikodu, bir kişinin aidiyet ihtiyacını karşılamaya çalıştığı bağlamlarda ortaya çıkar (Smith, Lucas and Latkin, 1999).

Dedikodunun işlevi İnsanlar dedikoduyu sosyal ağları kurmak, değiştirmek ve korumak için kullanır (Foster, 2004). Öncelikle, insanlar dedikoduyu gruptaki diğer bireylerle ilgili önemli sosyal bilgiyi onlarla tanışmaya gerek kalmadan öğrenmek için kullanır. Gruba yeni katılana sessiz bir şekilde bilgi verilir: “Harry’nin sözünü kesmemelisin, o bu konularda çok alıngandır.” Ya da “Sally ile tanıştın mı? Çok sevecen birisidir.” Bu, sosyal ağ oluşturmada oldukça önemli bir bilgi kaynağıdır. Dedikodu bir anlamda, insanlarla tanışmadan, daha kısa sürede ve daha az çabayla onlara dair bilgi edinme yoludur. Dunbar (2004) dedikodunun sosyal grupların daha da büyümesi ve genişlemesini sağladığını söyler. İnsanların kişiler arası ilişkilere ayırabileceği belli bir zaman ve enerji vardır. Dedikodu bireye büyük bir grup ya da topluluk tarafından tanınma ve onları tanıma fırsatı verir. İkinci olarak dedikodu, insanları birbirine bağlayarak sosyal ağlar yaratmaya yardımcı olur. Bunu ortak gülünecek malzeme sağlayarak yapar. Birinin tuhaflıklarına ya da yaptığı komik şeylere diğerleriyle birlikte güleriz (Rosnow and Fine, 1976). Şu soruyu düşünün ‘Kiminle dedikodu yaparsınız?’: Ya arkadaşlarınızla ya da yakın olmak istediğiniz kişilerle... Düşmanlarınızla değil.” Dedikodu bize arkadaşlık ve ittifak kazandırır. Üçüncü olarak, sosyal ağlarımızı değiştirmek için de dedikodu kullanırız. Olumsuz dedikodu üçüncü bir tarafı dışlama işlevi görür (Smith et al., 1999). ‘Brittany çok fazla makyaj yapıyor!’ ‘Frank eşcinsel!’ ‘Agnes çok kendini beğenmiş!’ Bu tip dedikodular genellikle üçüncü tarafları yermek için kullanılır ve Britanny, Frank ya da Agnes ile yakınlaşılmaması gerektiğini ima eder. Dedikodu bu anlamda ‘ilişkisel bir saldırganlıktır” (Crick et al., 2001).

Therapia Sayı 4 | 87


Dördüncü olarak dedikodu, bir grubun içerisinde sosyal konum, güç ve prestiji arttırır (Kurland and Pelled, 2000). Başka insanları yererek kendimizi karşılaştırma yoluyla daha üst bir seviyeye çıkartırız. Bunu kişi bazında yapabileceğimiz gibi ait olduğumuz grup için de yapabiliriz. Son olarak dedikodu, bir sosyal gruba dahil olmak ve burada kalmak için neler yapmamız ve neler yapmamamız gerektiğini bildirir (Baumeister, Zhang and Vohs, 2004; Noon and Delbridge, 1993). Bize grup normlarını söyler, bunu genellikle de başka insanlarla karşılaştırma yoluyla yapar (Suls, 1977; Wert and Salovey, 2004).

Dedikodunun içeriği Dedikodu olumlu ya da olumsuz olabilir ancak çoğunlukla olumsuz, küçültücü ya da yaralayıcıdır (Rosnow and Georgoudi, 1985). Walker and Struzyk (1998) bir kolej kampüsünde duyulan dedikoduların içerik analizini yaptı: Dedikodunun %68’i hedefi ayıplamak için yapılırken yalnızca %2’si hedefle ilgili saygıdeğer bir ifadeye sahipti.

3. Şehir efsaneleri Şehir efsanelerini ‘çağdaş dünyaya dair konular içeren alışılmadık, mizahi ya da korkunç olaylar anlatan hikayeler olarak tanımlıyoruz. Bu hikayeler olmuş ya da olmuş olabilecek şeyler olarak anlatılır. Hikayelerin farklı zamanlarda ve yerlerde geçen versiyonları bulunur ve hepsi ahlakî imalar taşır. (DiFonzo and Bordia, 2007). ‘Şehir’ terimi aslında duruma çok da uygun değildir zira bu hikayeler daha çok, geleneksel hikaye konularına (şövalyelik, devler, cadılar, uyuyan prensesler) zıt şekilde çağdaş konulara (buluşmalar, teknoloji, kanserojen maddeler, otostop) dairdir (Mullen, 1972). Bu makalede şehir, modern ve çağdaşla değişimli olarak kullanılacaktır.

Şehir efsanelerinin bağlamı Victor Frankl insanların öncelikli motivasyonunun anlam bulmak ya da yaratmak olduğunu söyler. Kilisenin, 88

| Therapia Sayı 4

mahallenin ve okulun anlam yaratma sistemlerinin daha az etkili olduğu çağdaş zamanda birçok insanın amaçsızlık ve anlam eksikliği hissettiğini söyler ve buna noojenik nevroz adını verir. Bunu tedavi etmek içinse logoterapiyi (anlam terapisi) geliştirir. Modern efsaneler bir çeşit logoterapi anlamına gelebilir zira öncelikli işlevleri anlam yaratmak, ahlakî değerleri onaylamak ve yeniden teşvik etmektir. Şehir efsaneleri anlamın hikayeler aracılığıyla yapıldığı bağlamlarda doğar ya da yayılır. Burada yaşamın parçaları ya da öbekleri eğlenceli bir şekilde yorumlanır (Brunvand, 1981). Gündelik konuşmalar, kamp ateşi etrafındaki sohbetler, çocukları yatağa yatırma anları, internetteki sohbetler, vaazlar ve sosyal buluşmaların da içinde olduğu birçok sosyal karşılaşma iyi (anlam yaratan ve eğlendirici) bir hikaye anlatma fırsatı verir. Söylenti ve dedikodu da bu sosyal buluşmalarda yayılıyor olsa da motivasyonel bağlamları daha farklıdır. Şehir efsaneleri için bağlam, anlama duyulan genel ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç şehir efsanelerinin anlatımı yoluyla anlam yaratmaya olanak verir. Bu haliyle şehir efsanelerine yol açan ihtiyaç, dedikodu ile tatmin edilen aidiyet ihtiyacından ya da söylentiyle tatmin bulan belirsiz bir durumu anlamlandırma ihtiyacından farklıdır.

Şehir efsanesinin işlevi Çağdaş efsaneler ahlakî ve kültürel değerleri teşvik eden ve bizi eğlendiren hikayeler anlatma yoluyla anlam yaratma işlevi görür. Modern efsanelerin bir konusu ve bir anlamı vardır. Hikayelerde ahlakî bir öğüt bulunur. Kapferer (1987/1990) şehir efsanelerinin örnek teşkil eden hikayeler olduğunu söyler. Tıpkı fabllar gibi şehir efsanelerinin de işlevi ahlakî imalar çıkarılabilecek örnekler sunmaktır. Bir şehir efsanesi olan Erkek Arkadaşın Ölümü (The Boyfriend’s Death) hikayesinde olduğu gibi… Bir partiye gitmek için yola çıkmış genç bir çift radyodaki haberlerde akıl hastası bir katilin hastaneden kaçtığını duyar. Haberde civardaki halk, dikkatli olunması konusunda uyarılır. Bu sırada çiftin arabası teklemeye başlar ve sonunda durur. Arabayı çalıştırmaya çalışan ancak başarılı olamayan erkek, yardım


Therapia Say覺 4 | 89


aramak için kendi başına yola çıkar (kızın üzerinde dar bir parti elbisesi, ayağında da topuklu ayakkabılar vardır). Erkek kıza battaniyeye sarınmasını ve camda üç tık duyana kadar arabada kalmasını tembihler. Üç tık, onun geri döndüğünü gösterecek işarettir. Kız bir süre sonra arabaya tıklandığını duyar. Ancak tıklamalar üçü geçer. Bu tıklamalar, bacağından ağaca asılmış olan genç adamın sallandıkça arabaya çarpan cesedinden çıkmaktadır. Brunvand (1981) bu modern hikayenin tehlikeli durumlardan kaçınmaya dair ahlakî bir ders verdiğini ama bununla da kalmayıp evin güvenliğinin dışında hissedilen korku ve çaresizlik temalarını ifade ettiğini anlatır. Özellikle de genç kadınlar için… Dünya ne de olsa tehlikeli bir yerdir. Aynı şekilde LSD aldıktan sonra güneşe dakikalarca çıplak gözle bakan öğrencilerin hikayesini anlatan modern efsanede “Uyuşturucu kullanmayın!” demektedir (Wilke, 1986). Modern efsaneler bu yönüyle fabllara benzer; korkular, uyarılar, tehditler ve verilmiş sözler içerir (Bennett, 1985). Şehir efsaneleri hem komik hem de korkunç olanı içerir ancak korku öğesi genellikle toplumun geleneklerinden sapanları cezalandırmakta kullanılır (Van der Linden and Chan, 2003). Çıplak sürpriz hikayesi ‘Nude Surprise Story’ buna iyi bir örnektir: Bir sabah adamın biri kendisini çok üzgün hisseder zira karısı ve çocukları o gün onun doğum günü olduğunu unutmuştur. İş yerinde ise sekreteri bu özel günü hatırlamış ve onu öğle yemeği sonrası martini içmeye davet etmiştir. Sekreter yemekten sonra patronunu bir martini daha içmek üzere dairesine çağırır. Patronuna, içeriye gidip ‘rahat bir şeyler giyeceğini’ söyler ve kısa bir süre sonra bir pastayla geri döner, beraberinde adamın karısını, çocuklarını ve tüm arkadaşlarını da getirir. Ne var ki adam daha farklı bir sürpriz umduğu için tüm giysilerini çıkarmış sekreterini beklemektedir (Brunvand, 1981). Hikayenin baş aktörü evlilik dışı bir oyuna girdiği için cezalandırılır ve hikaye “eşinizi aldatmayın” ahlakî mesajını taşır. Şehir efsaneleri ahlakî değerleri iletirken aynı zamanda bunu eğlenceli ve ilgi çekici bir şekilde yapar. Bu hikayeler sosyal 90

| Therapia Sayı 4

buluşmalarda anlatması ilginç ve eğlenceli malzemelerdir. Bu yüzden yayılmaları kolaydır

Şehir efsanesinin içeriği Şehir efsaneleri her şeyden önce bir hikayeye sahiptir. Her birinde bir yer, bir öykü, bir düğüm ve bir çözülme söz konusudur. İkinci olarak, bu hikayelerde anlatılanlar sıra dışı, korkunç ya da komiktir. Bir Çin lokantasında İngilizce konuşmayan bir garsona köpeğinizi emanet ettikten sonra evcil hayvanınızın gümüş bir tabakta önünüze geldiğini fark etmek çok korkunçtur (Brunvand, 1984). Bu tip hikayeler son derece gariptir ancak bir tür gerçekliğe de sahiptir (Fine, 1992). Üçüncü olarak şehir efsanelerinin materyali çağdaştır (Fine, 1992) ve modern şehirliye hitap eden konulara sahiptir (teknoloji, gıda zehirlenmesi, buluşma, otomobiller, organ nakli, doğum kontrolü ve internet gibi).

4. Sonuç Bu makaleye söylentinin bazen dedikodu ve şehir efsanesiyle değişimli olarak kullanılabildiğini belirterek başladık, ardından her bir kavramın tanımlarını verdik; bununla beraber doğdukları sosyal bağlamları, gördükleri işlevi ve içeriklerini inceledik. Umuyoruz ki burada sunmuş olduğumuz incelemeler gelecekte yapılacak bu üç tip sosyal söylemi içeren kuramlaştırmalarda ve araştırmalarda yararlı olacaktır.


Referanslar Allport, G. W. and Postman, L. J. (1947) ‘An Analysis of Rumor’, Public

S. R. (2004) Rumors in Iraq: A guide to winning hearts and minds.

Opinion Quarterly 10: 501–17.

Unpublished Master’s Thesis, Naval Postgraduate School, Monterey, CA.

Bauer, R. A. and Gleicher, D. B. (1953) ‘Word-of-Mouth Communication

Retrieved 16 November 2004 from http://theses.nps.navy.mil/04Sep_

in the Soviet Union’, Public Opinion Quarterly 17: 297–310.

Kelley.pdf

Baumeister, R. F., Zhang, L. and Vohs, K. D. (2004) ‘Gossip as Cultural

Kless, S. J. (1992) ‘The Attainment of Peer Status: Gender and Power

Learning’, Review of General Psychology 8: 111–21.

Relationships in the Elementary School’, Sociological Studies of Child

Bennett, G. (1985) ‘What’s Modern about the Modern Legend?’, Fabula 26: 219–29. Bordia, P. and DiFonzo, N. (2005) ‘Psychological Motivations in Rumor

Development 5: 115–48. Knapp, R. H. (1944) ‘A Psychology of Rumor’, Public Opinion Quarterly 8: 22–7.

Spread’, in G. A. Fine, C. Heath and V. Campion-Vincent (eds), Rumor

Maundeni, T. (2001) ‘The Role of Social Networks in the Adjustment of

Mills: The Social Impact of Rumor and Legend, pp. 87–101. New York:

African Students to British Society: Students’ Perceptions’, Race, Ethnicity

Aldine Press.

and Education 4: 253–76.

Brunvand, J. H. (1981) The Vanishing Hitchhiker. New York: Norton.

Miller, D. L. (1985) Introduction to Collective Behavior. Belmont, CA:

Brunvand, J. H. (1984) The Choking Doberman. New York: Norton. Eder, D. and Enke, J. L. (1991) ‘The Structure of Gossip: Opportunities and Constraints on Collective Expression among Adolescents’, American Sociological Review 56: 494–508. Fine, G. A. (1985) ‘Rumors and Gossiping’, in Handbook of Discourse Analysis, Vol. 3, pp. 223–37. London: Academic Press. Fine, G. A. (1992) Manufacturing Tales: Sex and Money in Contemporary Legends. Knoxville, TN: University of Tennessee Press. Fiske, S. T. (2004) Social Beings: A Core Motives Approach to Social Psychology. Hoboken, NJ: John Wiley & Sons. Foster, E. K. (2004) ‘Research on Gossip: Taxonomy, Methods, and Future Directions’, Review of General Psychology 8: 78–99. Frankl, V. E. (1959) Man’s Search for Meaning: From Death-camp to Existentialism. Boston, MA: Beacon Press. Freedman, A. M. (1991) ‘Rumor Turns Fantasy into Bad Dream’, The Wall Street Journal, pp. B1, B5 (10 May). Georgoudi, M. and Rosnow, R. L. (1985) ‘Notes toward a Contextualist Understanding of Social Psychology’, Personality and Social Psychology Bulletin 11: 5–22. Gillin, B. (2005) ‘Tales of Mass Murder, Rape Proving False’, Rochester Democrat & Chronicle, Rochester, NY, p. 7A (28 September). Gluckman, (1963) ‘Gossip and Scandal’, Current Anthropology 4: 307–16. Heath, C., Bell, C. and Sternberg, E. (2001) ‘Emotional Selection in Memes: The Case of Urban Legends’, Journal of Personality and Social

Wadsworth. Mullen, P. B. (1972) ‘Modern Legend and Rumor Theory’, Journal of the Folklore Institute 9: 95–109. Noon, M. and Delbridge, R. (1993) ‘News from Behind My Hand: Gossip in Organizations’, Organization Studies 14: 23–36. Ojha, A. B. (1973) ‘Rumour Research: An Overview’, Journal of the Indian Academy of Applied Psychology 10: 56–64. Rosnow, R. L. (2001) ‘Rumor and Gossip in Interpersonal Interaction and Beyond: A Social Exchange Perspective’, in R. M. Kowalski (ed.), Behaving Badly: Aversive Behaviors in Interpersonal Relationships, pp. 203–32. Washington, DC: American Psychological Association. Sabini, J. and Silver, M. (1982) Moralities of Everyday Life. Oxford: Oxford University Press. Shibutani, T. (1966) Improvised News: A Sociological Study of Rumor. Indianapolis, IN: Bobbs-Merrill. Turner, P. A. and Fine, G. A. (2001) Whispers on the Color Line: Rumor and Race in America. Berkeley, CA: University of California Press. Verses, Foiled Again! (2004, August 23). Retrieved 5 December 2005 from http://www.snopes.com/politics/bush/bibleverse.asp Van der Linden, P. and Chan, T. (2003) ‘What is an Urban Legend?’, retrieved August 2003 from http://www.urbanlegends.com/afu.faq/index. htm Wert, S. R. and Salovey, P. (2004) ‘A Social Comparison Account of Gossip’, Review of General Psychology 8: 122–37.

Psychology 81: 1028–41. Hom, H. and Haidt, J. (2002) ‘Psst, Did You Hear?: Exploring the Kelley,

Therapia Sayı 4 | 91


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.