The Wise - Sayı 4 (İnsanlığın Kayıp Kitapları)

Page 1

The Wise 1


2 The Wise


The Wise Editor

Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş sonsuz@thewisemag.com

Kollarımızı Açtık… 23 Ekim 2011 günü, Anadolu’nun doğusundaki Van ili 7.2’lik bir depremle sarsıldı. Van’la birlikte Türkiye’de sallandı ve bütün ülke yardım için harekete geçti hem göçük altında kalanlar; hem de depremden kurtulup da kışa girerken sokakta kalanlar için. Depremden önce özellikle de Doğu’da ve Güneydoğu’da yaşanan terör olayları nedeniyle yaşanan asker ölümleriyle gergin ve acı dolu olan ülke, bir anda tüm acısını bir yana bırakıp orada yaşayan insanlarının yardımına koştu. Van’da 600’den fazla insanımızı kaybettik, binlercesi de evsiz kaldılar. Hepsinin yolları ışık dolu olsun. Yaşanan bu deneyime dünyevi gözle baktığınızda çok acı dolu bir olayla karşılaşıyorsunuz, ama farkındalığınızı biraz daha evrensel boyuta çektiğinizde aklınıza şu soru geliyor doğrudan: Biz insanlar, insanlığımızı, birliğimizi, bütünlüğümüzü, dostluğumuzu, kardeşliğimizi… hatırlamak için illa acı olaylar mı deneyimlemek zorundayız? Mesela 1999’dan önce Türk ve Yunan ilişkileri çok gergindi. Her ne kadar halklar arasında yoğun bir gerginlik olmasa da, politikadaki gerginlikler insanları da etkiliyordu haliyle ve hatta neredeyse savaşın eşiğinden bile dönmüştük birkaç kere. Derken 17 Ağustos 1999’da Marmara Depremini yaşadık ve onbinlerce insanımızı kaybettik. O acı esnasında yanımıza birçok ülke koşmuştu ama en başta Yunanlılar’ın geldiğini görmüştük ve o günden sonra da iki ülke arasında ufak tefek politik sürtüşmeler yaşansa da halklar iyice kaynaşmıştı. Nitekim Atina’da deprem yaşandığında da bu sefer Türkler, Yunanlı kardeşlerinin yanındalardı. Peki insanlık olarak neden biz böyleyiz? Neden birbirimize sarılmamız için önce canımızın yanması gerekiyor? Neden kim olduğumuzu hatırlamak için önce kim olmadığımızı deneyimlemek durumundayız? Aslında bunun nedeni olarak bir ölçünün olmasının gerekliliğini gösterebiliriz. Beyazı görebilmek için siyah da şart bu evrende; siyah olmazsa, beyaz ortaya çıkmıyor çünkü. Bembeyaz oluyor etraf ama siz bunca beyazlığın içinde kaybolabiliyorsunuz. Bu yaşam süreci içinde her birimizin bembeyaz tuvalleri var önümüzde, keza içinde yaşadığımız toplulukların ortak bilinçlerinin de, hatta insanlığında. Bireysel veya grupsal veya ülkesel veyahut insanlık olarak resimlerimizi çizeriz önümüzdeki tuvalin üstüne. İşte insanlık bilinci de binlerce yıldır siyah rengini kullanmayı öğreniyor varlığında taşıdığı beyaz tuvalin üzerinde.

Beyazın zıddını öğrenmek içinde kapkara ne varsa yaratıyor ve deneyimliyor bu gezegende; ama artık karakalem çalışmasının sonuna geldik hani. Siyahı çok iyi öğrendik çok şükür de, fakat artık resmimize yeni renkler katmanın zamanı geldi. Nitekim 1.5 ay sonra tanışacağımız 2012 senesi de bir nevi yeni renklere geçisin yılı olacak. Elimize yeni renkler alıp, önce karakalemle eskizini yaptığımız çalışmaların üzerinden geçip onları renklendireceğiz (yaşananların ardındaki mesajları alarak), sonra da artık farklı renkleri kullanarak yepyeni eserler ortaya çıkaracağız bu seneyle birlikte başlayacağımız süreç içinde. Bu noktada “The Wise” olarak bizlere siyahı kullanmamızı öğreten o karanlık çağlara bir bakış atmak istiyoruz 4. ve 5. sayımızda. Bu sayımızda ise “İnsanlığın Kayıp Kitapları” başlığı altında karanlığı öğrenme deneyimini yaşamak için bildiklerimizi unutmayı seçişimizin tarihçesine değinmek istedik. Yaşananlara sadece dünyevi gözle bakarsanız, içiniz kan ağlar. Başta İskenderiye Kütüphanesi olmak üzere insanlığın binlerce yıllık birikiminin toplanma noktalarının nerdeyse hepsi sistematik olarak yokedilmiş geçmişimizde. Bu yokediliş de cehaleti, cehalet de karanlığı yaratmış. Fakat farkındalığı biraz genişletip yine tarihi - ama saklı tarihi şöyle biraz eşeleyince görüyorsunuz ki aslında o dönemin bilgeleri insanlığın böyle karanlık bir döneme girmek üzere olduğunun farkındalarmış ve durumla mücadele etmek yerine, bilgileri gelecek nesillere aktarmanın yollarını aramışlar. Başarılı olmuşlar ki sizler bu satırları okuyabiliyorsunuz. Ayrıca yine dünyevi açıdan bakıldığında bu evrende istediğiniz kadar uğraşın, enerjiyi yokedemezsiniz; hele ki insanın varoluşuna dair bilgileri asla; sadece belli bir süre gözlerden uzaklaştırabilirsiniz. Ama gün gelir o bilgiler yine yerin altından fışkırır. İşte gün o gündür arkadaşlar. Bizlerin binlerce yıl önce bugünler için çalışan insanların ektiği tohumları biçme ve karanlıkla fazlaca haşır neşir olmuş kardeşlerimize şu sözleri söylemenin günü: “Hadi bakalım evrenin paletinde daha başka bir sürü renk var. Elbette ki siyah da elimizin altında olacak her zaman, ama artık farklı renkleri de kullanmayı öğrenmemizin ve yaşamlarımızı renklendirmemizin vakti geldi.” Bizler hazırız ve Dünya’mızda hazır olan tüm kardeşlerimizi kollarımız açık bekliyoruz… Önce kucaklaşmak, sonra da insanlık için çalışmak adına… The Wise 3


4 The Wise


The Wise Künye

The Wise Editor Hasan “Sonsuz” Çeliktaş The Wise Çevirmenler Feride Sabuncuoğlu Nur Banu Uğurlu Sibel Oltulu Ayşe Dağıstanlı Derya Yüksek The Wise Dizayn Tuğçe Gerek

Berk Yüksel

8

Yakın Bu Kütüphaneyi!

Erhan Altunay

12

Necronomicon Efsanesi

Filiz Baştüzel

14

İhvan-ı Safa Risaleleri

Esra Erdoğan

16

Atlantisli Rahip Bruno

20

Neptün Eve Dönüyor

Öner Döşer

Hasan “Sonsuz” Çeliktaş Cem Şen 24

Spiritüalizm ve Üstadlar Üzerine

The Wise Writers A. Kerim Soley Arzu Pınar Demirel Aycan Aşkım Saroğlu Burak Eldem Berk Yüksel Burçe Boşnak Cem Şen Dost Can Deniz Erhan Altunay Esra Erdoğan Filiz Baştüzel Hakan Arabacıoğlu Orkun Bozkurt Öner Döşer Sibel Oltulu Metin Under Zeynep Sevil Güven

Zeynep Sevil Güven

Annelerini Arayan Erkeklerin

The Wise Website www.thewisemag.com The Wise E-Mail editor@thewisemag.com

28

Yaşam Yolculukları

A. Kerim Soley 34

Bir Yaşam Felsefesi Olarak Sufizm

Öner Döşer

Karakterlerimizi Değiştirirsek

38

Kaderimizi Değiştirebilir miyiz?

Hasan “Sonsuz” Çeliktaş

40

Geleceği Görebilmek Mümkün mü?

Dost Can Deniz

44

Karşılanmamış İhtiyaçların Sessizliği

Arzu Pınar Demirel

50

Kazanan Olmak! Ama Nasıl?

Sibel Oltulu

52

Çiçek Nasıl Yetiştirilir?

54

Ağaca Nasıl Çıkarım?

Hakan Arabacıoğlu

Aycan Bolazar 55

Hayatın İçinden Gelişigüzel Salınımlar

Aycan Aşkım Saroğlu

58

Kilo Kaybetmenin Spiritüel Anatomisi

Hasan “Sonsuz” Çeliktaş

62

Spiritüel Kadın Nasıl Tavlanır - Bölüm 2

Orkun Bozkurt

66

Tekerlekler Üzerindeki Yaşamım

Metin Under

69

Kaş: Begonviller Arasındaki Cennet

The Wise 5


The Wise Kapak

Berk Yüksel

berk.yuksel@thewisemag.com

YakIn

Bu Kütüphaneyi Muhteşem İskenderiye Kütüphanesi, Endülüs kitaplıkları, Maya kitapları ve insanlığın geçmişini ve bilgi birimini taşıyan nice kaynak; tarih boyunca benzer amaçlardaki insanlar tarafından yokedilmişlerdir. Peki bu katliamın ardında yatan sebep nedir?

T

arih işaret parmaklarını ileri uzatıp birbirlerini gösteren ama hiçbir zaman sorumluluğu üstlenmeyen farklı kültürlerin, birbirlerinin birikimlerini yaktığı küller üzerinde, her yıkımda daha da kadim bilgi birikimini azaltarak süre gelmiştir. Kitap ve onun sunduğu bilgi dogmanın hıncından insanlık tarihi boyunca kurtulamamıştır. Her topluluk kendi işine gelen bilgiyi kabul etmiş, kurduğu sisteme en ufak bir tehlike oluşturabileceğini hissettiği bilgi ve kaynağı kurutmak için büyük bir hızla harekete geçmiş ve tüm birikimi hatta o birikime yakın olan insanları dahi yakmaktan çekinmemiştir. Kendince kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya hizmet eden bu insana benzemez yaratıklar yüzyıllarca her toplumda inlerinde yaşamaya devam etmiş, vakti gelince meşalesi ile ortaya çıkıp eserleri ve sahiplerini acımasızca yakıp, kurutmuşlardır.

Mısır’ın Eşsiz Kütüphanesi M.Ö. 3. yüzyılda İskenderiye’de kurulmuş olan büyük kütüphane insanlık tarihinde meydana getirilmiş önemli eserlerden biridir. İskenderiye şehri M.Ö. 382 yılında, Makedonyalı Büyük İskender tarafından kurulmuştur.

6 The Wise


“Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyütmektir.” T. H. Huxley Zaman içerisinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat ve fizyoloji bilgilerini içeren binlerce eser, Mısırlıların kadim gelenek ve görenekleri ile de zenginleşerek bu büyük kütüphaneyi doldurmuştur. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathanesi de vardır. Devrin en büyük ilim merkezi olan kütüphanede metinler, Mısır’da bol bulunan papirüs üzerine yazılmıştır. “Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti varmış. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırmış. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlermiş. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış olurmuş.” İskenderiye Kütüphanesi Yunan eserlerini, Akdeniz, Asur, Çin, Roma, Ortadoğu ve Hindistan’daki çeşitli dillerden Yunancaya yapılmış tercümeleri de kapsıyordu. Bulunabilen Yunan, İran ve Hint elyazmaları, Yunanistan’ın ve Asya’nın bütün bölgelerinden Mısır’a getirilmiştir. “Hatta Yunan yazarı Galen’e göre (M.Ö. 2. yüzyıl) İskenderiye limanına yabancıların girmesi beyana tâbi tutulur ve yanlarındaki kitapların teslimi istenirdi.

İskenderiye Kütüphanesinde tahminen 500.000 – 900.000 rulo bulunmaktaydı. Değişik ülkelerden toplanan kitaplar standartlaştırılmış kopya tekniğiyle çoğaltılmış ve konularına göre ayrılmıştı. Kyreneli Kallimakhos, kütüphanenin 120 ciltten oluşan sistematik bir kataloğunu hazırlamıştı.” Kütüphanenin önem verdiği yedi özgür sanat şöyledir; Gramer, Diyalektik, Retorik, Aritmetik, Geometri, Müzik ve Astronomi. Bunların öğretilmesini amaçlayan okullar, kütüphaneler her çağda düşünce tarihinde etkili olan akımlara ve düşünsel gelişmelere etki etmişlerdir. “Kütüphane, hem bugünkü manasiyle bir kütüphane, hem akademi ve hem de yüksek tahsil veren bir müessesedir. Bu yüzden İskenderiye zamanla ilim âleminin merkezi haline gelip sanatkâr ve bilgin şehri olmuştur. Eski dillerin gramer kurallarını tayin eden lisan âlimleri, dünyanın ilk haritalarını çizen coğrafyacılar, eserleri sonradan meslekdaşlarına örnek olan şairler, ayrı bir felsefe ekolü kurarak insanlığa yeni bir dünya görüşü hediye eden filozoflar, şehre şeref vermişler, bu şehirden yetişmiş olmakla övünmüşlerdir.” “İskenderiye Feneri’ni bile gölgede bırakan kütüphanede günümüz biliminin bazı temellerini atan pek çok felsefeci ve bilim adamı da, ya burada araştırma yapmış ya da araştırmalarıyla kütüphaneyi zenginleştirmiştir. Arşimed, suyun kaldırma kuvvetini bu kütüphanede yaptığı çalışmalar sonunda keşfederken, Eratosthenes dünyanın çapını, Euclid ise geometrinin kurallarını İskenderiye ve kütüphanede yaptığı araştırmalarla ortaya koymuştur. Ptolemy ise yazdığı Almagest’i ile kâinatın oluşumu konusunda bilimsel bir çığır açmıştır.” The Wise 7


İskenderiye Kütüphanesinde, yoğun olarak hermetik bilgi mevcut idi. Kütüphanede bulunan eserler için “Jamblichus “Misterler” isimli kitabında son Toth aşığı olarak anılan Mısır’lı Rahip Manethon’nun Hermes-Toth’un 36.525 kitabı olduğunu söylediğini nakleder. İskenderiyeli Clement (M.S. 200) bu eserlerin Eski Mısır dini geleneği ile irtibatını açıkça belirtir ve Hermes-Toth’a 42 kitap atfeder ki bunun 10’u teolojiyle, 10’u ritüellerle, 2’si ilahilerle ve kralların riayet etmeleri gereken kurallarla, 4’ü astronomi ve astrolojiyle ve son 10’u da kozmografya, coğrafya ve diğer meselelerle ilgilidir.” Bir görüşe göre, putperest sayılarak Mısır’dan göç edenleri Bağdat sarayı kabul etmiştir. Arapların gelişiminin yolu bu göçmen kesimin de yardımı ile sağlanmıştır. Bölgede bir anda ilim ve fende beklenmeyen çıkışlar olmuştur. Benzer sıçrama aynı altyapıyı sağlayan rönesans ve reform Avrupasında olmuştur.

Ve Kütüphane Yakılıyor… Kütüphanenin yakılma teorileri çeşitlidir. İlk büyük yıkımın Sezar tarafından, İskenderiye’yi kuşattığı sırada gerçekleşmiş olduğu görüşü çeşitli eserlerde yer almaktadır. Bunun bilinçli bir yıkım değil, bir yangın olduğu söylenegelir. Kütüphane M.Ö. 47 yılında Sezar’ın İskenderiye’yi istilâsı sırasında tahrip ve kısmen yağma edilmiştir. Kütüphanenin bir kısmı zarar görmüştür. Geri kalan kitaplar Serapeum Mabedinin kütüphanesine taşınmıştır. Hıristiyanlık resmî din hâline geldikten sonra, 391 yılında pagan tapınaklarının imhası sırasında kütüphanenin, Bizans’ın Mısır Valisi Theophilos tarafından yıkıldığı en çok dile getirilen görüştür.

8 The Wise

Theophilos, dine yabancı olan bütün kitapları “dine aykırı boş şeyler” olarak ilân etmiştir. İskenderiye Kütüphanesi’ndeki tüm eserler şehrin hamamlarında yaktırılmıştır ve böylece insanlık tarihinin bu bilim ve kültür hazinesi yok olmuştur. Bir görüşe göre bu yıkımlardan geri kalan eserlerin de Hz. Ömer’in “Eğer bu Grek yazmaları Allah’ın kitabı ile uyumlu ise karışmayın, yok eğer Allah’ın kitabına ters iseler yakın.” veya “Bu kitaplardaki bilgiler Kuran’a aykırı ise haramdır, Kuran’da yazanlarla aynıysa gereksizdir.” emriyle Mısır Fatihi Amr İbnül-As tarafından 639 senesinde yakılarak tahrip edildiği ileri sürülmüştür. “Kütüphanenin yakılışıyla birlikte yok olan kitaplar arasında babilli rahip Berossus’un yazdığı söylenen üç ciltlik dünya tarihi de bulunmaktadır.” İster Julius Sezar tarafından, ister 4. yüzyılda İskenderiye’de puta tapanların çokluğuna bozulan Hristiyan İmparator I. Theodosius tarafından, isterse Mısır Fatihi Amr İbnülAs tarafından yok edilsin, İskenderiye Kütüphanesi’nin damla damla biriktirdiği kıymetli bilgiler zamanla bir okyanus olmuştur ve sonuçta bu kadim bilgelik kaynağı yok olup gitmiştir. Kurtarılabilen sınırlı bilgiler ezoterik sistemlerce kuşaktan kuşağa taşınagelmiştir. Tarihte bu tip kültürel yıkımlar sonrası birbirlerini parmakla gösterenler yüzleri kızararak sorumluluktan hep kaçmışlardır. Bu tip olaylara fanatik taraftar gömleği giyerek at gözlüğü ile bakmak hiçbir sonuç vermeyecektir. “Biz yapmayız, onlar yapar” deli gömleği ile hareket edip kesin yargılar vermek yerine tarihin er ya da geç neyin, nasıl olduğunu objektif kanıtlarla aydınlatması beklenmelidir.


“Sibylline Kitapları”, kutsal kitaplar, onların farklı yorumları, muhalif sesler, özgür düşünce her daim kibritin ucundadır. 13. yüzyılda Katharlar Katolik kilisenin kampanyasından kurtulamamış kendileri ve eserleri küllere karışmışlardır. 1562 de Maya kitapları meşalenin ucundadır. Aztek kültürünün birçok eseri de İspanyollarca eller avuşturularak ateşe verilmiştir. Martin Luther’in Almanca çeviri İncil’i 1624’te Papanın emri ile ısınma amaçlı kullanılmıştır. Naziler “dejenere” olarak nitelendirdikleri 20.000 eseri ideolojilerine uymadığı için yakmışlardır. Irağın işgalinde de ırak kütüphanesi ve içindeki eserleri büyük ölçüde zarar görmüştür.

Sadece “Benim” Düşüncem Var Olabilir! Bilimin insanları aydınlatma ve geliştirme işlevi vardır. Bacon’a göre bilim, doğanın özüne yönelmelidir. Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda şöyle der: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. (Sapare Aude! Aklını kullanma cesaretini göster!)”

Diğer Yakılma Hadiseleri Kütüphaneler çağlar boyu kör dogmanın hedefi olmuştur. Kitler, cehaleti ile gözü dönmüş biçimde koşarak birikime, bilgiye, kendinde olmayana, işine gelmeyene savaş açarak elindeki meşalesini fırlatmıştır. Diğer bir yakma çeşidi ise imparatorlukların, krallıkların ve inanç sistemlerinin kendi geleceklerini kurtarmak için doğruluğunu bildikleri bilgiye bilinçli savaşlarıdır. Kitaplar, Persepolis’te, İskenderiye’de, Bizans’ta yakılmıştır. Cengiz Han 13.yy.’da girdiği Bağdat’ta, Alamut’ta kitaplardan ısınmıştır. “Katolik Kilisesi 15yy.’da İspanya’daki Endülüs’teki kitaplıkları yok ettirmiştir. Eski Keltler’in onbin kadar eski elyazma ruloları kayıptır. Kumran Yazmaları ise ancak gizlenerek kurtarılabilmiştir. “Çin İmparatoru Qin Şi Huang. M.Ö. 212 yılında pek çok felsefe ve tarih kitabını yakar. Hıristiyanlığın ilk yıllarında Efes’te pek çok eser “tehlikeli” olduğu için yakılır. Ortaçağ’da Avrupa’da nerede ise bulunan tüm kitaplar yakılmıştır. Kilise İncil’in çevirilerine bile tahammül etmemiş ve ateşler hemen yükselmiştir. Nazilerin 1933’de Berlin’de Opera Meydanı’nda yaktığı büyük ateş hafızalardan hiç kaybolmamıştır. Musevi inanç sistemi de tarih boyunca belli aralıklarla en çok eseri yakılanlardan biridir. Birçok Batı dünyasında büyük bir dalga halinde yakılan kitaplardan biri de Amerika’daki çeşitli kiliseler “şeytani” buldukları için “Harry Potter” kitapları olmuştur.”

“Onlar”ın kitaplarını, eserlerini, birikimini ortadan kaldırıp “kendininki”ni benimsetmeye çalışmak hastalığı yüzyıllardır süregelmektedir. Kitap yakmanın tarihi milattan öncelere kadar gider. Ağzını açıp gökyüzüne bakarak ateşi körükleyenlerin hep bir bahanesi vardır. Din, ahlak, ırk, vs... Kitap yakmak sistematik kitlesel bir sansürdür. “Tarih boyunca, insanları boyunduruk altında tutarak onlara hükmetmek isteyenler, bilgi, belge ve kültür kaynaklarını yok etmekle işe başlamışlardır.” Bilgisizlikle savaşmak ve bilgilenip bu bilgiyi yaymak çok önemlidir. Arşivlerin ve kitaplıkların yakılarak ortadan kaldırılması yoluyla bilgilerin yok edilerek bilgisizlik ve cehaletin getirilmesi amaçlanır. Bu yolla bilginin yerine dogmaların konulması sağlanmış; bu da yıkım ve esareti beraberinde getirmiştir. Bilgiden korkanlar ve onu kendi menfaatine kullananlar için en büyük tehdit, kitlelerin ulaşabileceği bilgidir. Bu, edindiği bilgiyi kendi menfaatine kullananlar ya da dogmatik at gözlüklüler için kabul edilemezdir. Ezoterik eserler, bilimsel eserler, felsefi ve edebi eserler, hayata farklı bir bakış açısı verdiği bireye, sorgulama, düşünme, okuma, aklını kullanma ve kendi yolunu çizme imkânı sağladığı için yakılacakların başında gelir. Din kullanılır, ırk kullanılır, ahlak kullanılır, toplumların üzerine titrediği, en kutsal hangi değerleri varsa onun üzerine oynanır ve hedefe ulaşılır. Binlerce yılın birikimi bir alana yığılıp mümkünse düşünenleri de yakarak tehlikeden günü kurtararak uzaklaşılır. Bu insana benzemezler zaman kazanırlar fakat katlettikleri o yüce insanlar ve onların hayatını verdiği ölümsüz eserlerinin asla ölmeyeceği de onların alınlarına nesiller boyu kazınır. Alman yazar Heinrich Heine 1821’de, 15. y.y. İspanyol istilası sırasında geçmişe dair iz kalmasın ilkel mantığı ile Endülüs’te yakılan kutsal kitaplar için şöyle der: “Kitapları yaktıkları yerde, en sonunda insanları da yakacaklar.” Bir yüzyıl sonra Nazilerin yaktığı kitaplar arasında söz konusu yazarın eserleri de vardır...

The Wise 9


The Wise Kapak Erhan Altunay

erhan.altunay@thewisemag.com

E

Necronomicon Efsanesi

fsanevi yazar HP Lovecraft’ın sözünü ettiği “Necronomicon”, nicelerini peşinden koşturmuş ve varlığının ispatı için nice çalışmalar yapılmış efsanevi bir kitaptır. Peki gerçekten de böyle bir kitap varolmuş mudur? HP Lovecraft’ın kuşkusuz en önemli eseri, August Derleth tarafından “Cthulhu Mythos” diye adlandırılan ve 1925-1935 yılları arasında yazdığı eserler serisidir. Lovecraft’ın kalemi o kadar etkileyicidir ki onun eserlerini eski yazmalara ya da efsanelere dayandırdığını ve hatta yazdıklarının gerçek olabileceğini söyleyen birçok kişi ortaya çıkmıştır. Bu görüşlerin odağında ise gizemli bir kitap durur. Lovecraft eserlerinde, deli bir Arap Abd-ül Alhazred tarafından yazılan “Necronomicon”dan sözetmekte ve bu kitaptan alıntılar yapmaktadır. Lovecraft’ın sitili o kadar etkileyicidir ki aslında hiç varolmamış bir kitap birçoklarınca gerçek zannedilmiştir. Hatta Lovecraft, bu kitabı kendisinin uydurduğunu söylemiş olsa bile, kitabın gerçek olduğunu düşünenler iddialarından vazgeçmemişlerdir.

Necronomicon’un İçeriği Bu kitabın varlığına inananlara göre; öncelikle bu kitap öte alemlerin kapısını açan ve oradaki varlıkların evokasyonu için formüller barındıran en önemli kitaptır. Kitapta Kadim Varlıklar’dan da söz edilir (The Old Ones). Bunlar eski zamanlardan kudretli varlıklardır. Hatta Lovecraft bir yerde bunların “varoluş olduklarını, varolduklarını ve varolacaklarını” söylemiştir. Yine bu kitapta sık sık eski Mezopotamya tanrı/tanrıçalarını anımsatan formüller geçmekte ve bunların öte alemlerden varlıkları çağıracağı söylenmektedir. Kitabın adınınsa nereden geldiği meçhuldür. “Necro” Latince ölü demektir. Lovecraft’ın Latince-Yunanca kırması bir isim uydurduğunu söyleyebiliriz.

10 The Wise

Bugün piyasada birçok uydurma Necronomicon kitabı bulunmaktadır. Fakat birçoklarına göre bu kitap gerçekten de varolmuş, hatta John Dee ya da Nostradamus gibi kişilerin eline de geçmiştir. Bu kitabın Lovecraft’a nasıl geldiği net olarak bilinmemektedir. İnananları Lovecraft’ın eski karısı garip gazeteci Sonia Green’in gizemli bağlantıları sayesinde bu kitabı ona ulaştırdığını söylemektedirler. Yine inananları, sekizinci yüzyılda Abdul Alhazred tarafından Şam’da yazılan Arapça aslının yok olduğunu ancak, 1487’de yapılan Latince tercümesinin Avrupa’da dolaştığını ve zamanının ünlü isimlerinin eline geçtiğini söylerler. Nitekim Lovecraft’ın eline ise 17. yy.’da yapılan bir tercüme geçmiştir.

Efsanenin Kaynağı Necronomicon’un hayali bir kitap olduğunun söylenmesine rağmen, var olduğuna bu kadar kişinin inanmasının da bir nedeni vardır: Ortaçağ boyunca, özellikle Babil kaynaklı bu tür evokasyon kitaplarının varlığından söz edilmekteydi. Bunların çoğu da anlaşılamayan Arapça kitaplar olarak ortada dolaşmaktaydı. Yani birinin böyle bir kitap yazmış olması o kadar da inanılmayacak bir şey değildi. Ancak en önemli inanma motivasyonu kuşkusuz insanın bin yıllar boyu süren doğa üzerinde egemenlik kurma tutkusu ve bunun için de büyüyü kullanmaya çalışmasıdır. Oysa atalarımızın dini, belki de insan doğasına en yakın sistem olan paganizmde doğa ile uyumlanma söz konusudur. Bunu abartarak doğa üzerinde egemenlik kurma tutkusuna dönüştürenler, binyıllar boyu ortalarda dolaşan “eski” kitaplar efsanelerinin yaratıcıları olmuşlardır. Sonuç olarak, varolmayan bir kitabın başarılı bir yazar tarafından hayal edilmesi ve bunun gerçek olduğuna inananların yarattığı bir efsanedir Necronomicon. Ancak insanlığın hırslı arayışları içinde de önemli bir yer tutar ve her çağ kendi Necronomicon’unu üretir.


The Wise 11


The Wise Kapak

Filiz Baştüzel filiz.bastuzel@thewisemag.com

İhvân-ı Sâfa Risaleleri: İslamiyet’in Kayıp Felsefe ve Bilimler Ansiklopedisi Kimdir bu gizli kardeşler topluluğu? İhvân-ı Safâ, İslâm dünyasında onuncu yüzyılda ortaya çıkmış; dinî, ahlâkî, felsefî, siyasî hedefleri olan ve bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için de kardeşlik, dostluk, yardımlaşma ve dayanışmayı ilke edinen bir grubun adıdır. Bu grup yanlış bilgiler ve batıl düşüncelerle kirletilmiş olan dini, felsefe aracılığıyla temizlemeyi de düstur edinmiştir. Bu amacı gerçekleştirebilmek için de İhvan (yani Kardeşler), geniş tabanlı bir kültürel altyapı oluşturmak ve bu altyapıya dayanan bir bakış açısı geliştirmek için çalışmışlardır. Ayrıca grup herhangi bir mezhep tutkusundan uzak kalarak, doğru olduğunu düşündükleri her türlü düşünceyi, kaynağı ne olursa olsun alıp yararlanmayı ilke edinmiştir.

G

ünümüzden bin yıl önce gizemli bir grup tarafından yazılmış bilgi dolu bir ansiklopedi. İçerdiği bilgilerden o kadar korkulmuş ki yakılıp yokedilmeye çalışılmış. Peki nedir bu kayıp kitabın önemi ve özelliği? Rasail-i Ikhwan/ İkhvanus Safa ya da İkhvan al Safa Risaleleri gibi isimleri bulunan ve günümüzde İhvan-i Safa Risaleleri olarak bilinen eser, adını kendisini yazıp okutan ve düzenli bir şekilde çoğaltıp dağıtan bir kardeşlik topluluğundan almaktadır. Bazı kaynaklar bu yazmaların 961986 yılları arasında, dönemin bilginleri tarafından hazırlandığını iddia etse de aslında bu risaleler gizemli bir kardeşlik örgütü diyebileceğimiz bir felsefe cemiyeti tarafından hazırlanmıştır.

12 The Wise

Adeta gizemli bir felsefe derneği şeklinde faaliyetlerini sürdüren topluluğun merkezi Basra’ydı. Topluluğa ise ancak şahsi tanıdıklar ve güvene dayalı temaslar aracılığıyla girilebiliyordu. Risalelerde topluluk üyelerinin isimlerinin zikredilmiyor, çalışmaların gizliliğine önem veriliyor ve toplantıların yapıldığı evlere üyeleri dışında kimse kabul edilmiyordu. Topluluk, Abbasi Devleti’nin son dönemlerine doğru oluşan gerilimli ve karışık ortamda felsefi ve ilmi çalışmalar yapmayı; dini ahlaki gayretlerle birlik, beraberlik, kardeşlik ve dayanışmayı öne çıkarmayı; İslam toplumunu fikri bakımdan yeniden yapılandırmayı hedefleyen bir felsefe cemiyetiydi. İhvan-ı Safa’nın tarihteki en büyük önemi, faaliyetleri yazıya dökülen ilk gizli düşünce topluluğu olmasında yatar. Bu cemiyet doktrinlerini İhvan-ı Safa Risaleleri adlı ansiklopedik eserlerinde özetlemiştir. Ayrıca Risaleler içinde bir bölümde cemiyeti oluşturanların nitelikleri açık bir şekilde belirtilmektedir: erdemli, dost, nasihat eden, tefekkür ehli, kalp gözüyle bakan, aklın nuruyla gören, nefsini gaflet ve cehalet uykusundan uyandıran, ilimlerin güzellikleriyle mutlu ve huzurlu yaşayan, melekût alemine yükselmeye muvaffak olan, nefislerini arındırmış, ebedi nimetlere hak kazanmış insanların meclisi. Risalelerin, dinden kozmolojiye, psikolojiden metafiziğe, astronomiden matematiğe kadar ansiklopedik bir içerik ortaya koyduğu düşünülürse; bu eserin konusunda uzman kişiler tarafından yazıldığı ortaya çıkar.


Bununla birlikte risaleler o dönemde var olan bilgilerin bir sentezini yaparak, din ile felsefeyi uzlaştırma çabası içerisinde olmuştur.

Peki neler içeriyordu bu Risaleler ve neden yakılması emredilmişti? Risaleler’de dini motifler ve İslam filozoflarının, özellikle de Farabi’nin görüşlerinin ağırlıklı olarak yer aldığı görülmektedir. Bu dönemde zirvede olan İslam ilimlerinin bir özeti içerikte sunulur. Yazıldığı yüzyıldaki hayatın her alanını yansıtan Risaleler; yüzyılın İslam aklı, Antik yunan felsefesi, Hint hikmeti, Fars ve Arap edebiyatının ve diğer din ve kültürleri farkında olarak hepsini bir potada harmanlamıştır. Uzlaştırıcı bir içeriğe sahip olan Risaleler; matematikte Pisagor, mantıkta Aristo, metafizikte Eflatun, ahlakta Sokrat, din felsefesinde Farabi’ye bağlı kalmıştır. Risalelerde özellikle Pisagorculuk ve Yeni Platonculuğun etkisi bariz bir şekilde dikkati çekmektedir. Yazıya geçirilmiş ilk İslam felsefe ansiklopedisi niteliğindeki bu yapıtta, Pisagorun eserin en önemli özelliği ise, gayet açık seçik yazılması ve anlaşılması halk tarafından zor olabilecek düşünceleri bile, etkili şekilde basitleştirerek vermesindedir. Nitekim o güne kadar yalnız yüksek tabakanın malı olan Aristo felsefesi, İhvân-ı Safâ aracılığıyla halk tabakalarının felsefesi haline dönüşmüştür. İhvan-ı Safa için bilgi saflaşmaydı; ilme uygun olarak yaşamak da saf olarak yaşamaktı. Yine İhvan’a göre teorik ve pratik bütün ilimlerin başlıca iki amacı vardır: Bunlardan ilki beden sağlığını gerçekleştirmek ve insanın bedenen sağlıklı yaşamasını sağlamak, ikincisiyse ruh sağlığını gerçekleştirmek ve ruhun ölümden sonraki hayatta da mutluluğunu temin etmektir. Bundan dolayıdır ki, İhvan’a göre bütün zahirî bilimler beden sağlığını, batınî bilimler ise ruh sağlığını gerçekleştirmeye çalışır. İhvan bu anlayışı doğrultusunda, görünen ve görünmeyen (zâhir ve bâtın) diye ikiye ayırdığı bu alemde, önce görüneni tanımaya çalışır. Dolayısıyla, insanın kendini bilmesi, Risaleler’de metafizik bilginin ve Tanrıyı bilmenin ön şartı olarak görülür. Arapça dilinde yazılmış ve 52 parçadan oluşan Risaleler fizik, matematik, botanik (bitki), doğa, coğrafya, müzik, mantık, astroloji, sayısal ve felsefimetafizik bilimleri içermekteydi. Eserde 14 risale matematik, mantık ve yüksek eğitim sorunlarını; 17 risale psikoloji dahil doğa ve felsefeyi, 11 risale de ilahiyat, tasavvuf, mistik ve astroloji ve sihri kapsıyordu. Risalelerde, üç dinin bütün tecrübesi iç içedir, üstelik Zerdüşt düşüncesi ile Hinduizm’den de katkılar vardır. Risalelerin içeriğinin de günümüz lise ve yüksek eğitim programına benzer bir yapıda olduğu gözlenmektedir. X. yüzyılın akli ve fikri hayatının resmini önümüze koyan risaleler, felsefenin tüm alt disiplinlerini bir kitapta toplayan ilk eserdir. Risaleler bu açıdan toplumu ilmi ve felsefi yönden eğitme amacıyla yapılmış radikal bir girişimin ilk yazılı eseri olma özelliğini taşımaktadır.

Risalelerin ilk yakılışı ne zamandır? Bağdat Halifesi Müstencid, MS 1150 yılında bu eserin özel ve genel kütüphanelerdeki tüm kopyalarının toplatılıp yakılması emrini verir. (Aynı Halife İbn-i Sina’nın eserlerinin de yakılmasını emretmiştir.) Buna rağmen eser birçok ülkeye yayılmış, tercüme edilmiş ve yok olmamıştır. Eser, İslam Dünyası’nın hemen her bölgesine ulaşmıştır. Mezopotamya’da elden ele yayılan bu eser birkaç alim sayesinde Endülüs’e de ulaşır. Araştırmacılara göre daha önceleri astronomi ve matematiğe önem veren Endülüslüler risalelerden sonra felsefeye daha çok önem vermeye başlamışlardır. Ayrıca eserin zamanının ve gelecek kuşakların Sufileri ve düşünürleri üzerinde de etkisi büyük olmuştur

Yazıya geçirilmiş ilk İslam felsefe ansiklopedisi niteliğindeki bu yapıtta, Pisagorun eserin en önemli özelliği ise, gayet açık seçik yazılması ve anlaşılması halk tarafından zor olabilecek düşünceleri bile, etkili şekilde basitleştirerek vermesindedir. Eser, Gazali’den (1058-1111) Ibn Arabi’ye (1165-1240), Ibni Sina’dan ve Molla Sadra’ya (1571-1640) kadar döneminin ve sonrasının pek çok alimi tarafından okunmuştur. Risaleler İbni Arabi’nin tasavvuf felsefesine renk katmış ve onu etkilemiştir. Bu noktada bu eşsiz eser ortaya koyduğu fikirleri dolayısıyla İslâm’da tasavvufun gelişmesini de etkilemiştir.

Kaynaklar: Sayıların Gizemi ve Tasavvufun Dinamikleri-İhvan-ı Safa Modeli (Kitap); Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya Dünyanın İlk Ansiklopedik Yapıtı(Makale); Dr. İsmail Kaygusuz Işık Doğudan gelir(Kitap); Cemil Meriç İhvan-ı Safa’nın X. Yüzyıl İslam Dünyasının Felsefe ve Bilim Düzeyinde Işık Tutan Bir Sözlük Denemesi(Akademik Makale); Enver Uysal İhvan-ı Safa Düşüncesinde Temel Tasavvufi Kavramlar ve Düşünceler; Doç. Dr. Bayram Ali Çetinkaya

The Wise 13


The Wise Kapak

Esra Erdoğan

esra.erdogan@thewisemag.com

Bir Zamanlar Atlantisli

Rahip Bruno’ydum! H

avadaki duman insanı boğacak derecede yoğundu. Bir elimle, ıslak tuniğimle burnumu kapatmaya çalışıyor ama elimdeki yük nedeniyle bunda pek başarılı olamıyordum. Taşıdıklarım o kadar değerliydi ki zaten bir süre sonra burnumu kapatmaya çalışmaktan vazgeçtim ve zaten ölmek pek umrumda değildi; yeter ki kurtarmam gerekenleri kurtarabilecek kadar canım kalmış olsun. İskenderiye Kütüphanesi yanıyordu ve kütüphaneyle birlikte insanlığın hazinesi olan nice bilgi de. Yıllarca birlikte çalıştığım arkadaşlarım da ateşin içinde kalmışlardı, bana onları kurtarmam için yalvarıyorlardı; ama ateş öyle yoğundu ki onlara erişmeme imkan yoktu. Aslında o anda yapmak olduğum düşünüldüğünde, galiba hiçbirimizin canının pek de önemi yoktu. Önceden belirlenerek en önemli olarak işaretlenmiş bilgileri, kalın poşetlere sararak kütüphanenin suyla dolu gizli geçitlerine atıyordum. İlginç bir biçimde suya attığım rulolara bir şey olmuyordu. Bunda paketlemenin yapılışının iyiliğinden öte birşeyler olmalıydı ve hatta içimde bu bilgilerin binlerce yıl ötesine ulaşacağına dair güçlü bir his belirdi. Üstatlarımız bu bilgilerin tılsımları çok güçlüdür derlerdi çalışmalarımız esnasında. Şimdi buna şahit oluyordum. Ama bir yandan da ateş her dakika artıyordu ve durup bekleyecek zamanım yoktu… Uykumdan öksürerek kalktım. Sanki o kesif dumanın kokusu hala genzimi yakıyordu. Rüya olamayacak kadar gerçek bir sahne görmüştüm. Etrafıma baktım. Hava halen aydınlıktı. Aylardan Ekim, senelerdan 2010’du. Sık sık olduğu üzere ailemin soyağacını araştırma çalışma yapıyordum. Bu çalışma esnasında “kökenini bulmak için bilinçaltının da derinliklerine de inmem gerekiyor” şeklinde bir düşünce uyanmıştı içimde ve ardından da uyuyakalmış ve aktardığım bu sahneyi izlemiştim. Aslında uzun zamandır bilinçaltı çalışmalarına ilgi duyuyordum ve uygulamaya çalışıyordum. Kendimi katman katman soyarak; geçmişin tüm izlerini şefkatle sarmalayarak geleceğimi onların yaratmasına son vermeyi amaçlıyordum. Bilinçaltıma yaklaşıyor olmak, her şeyden önce kendime çok fazlasıyla güven duymama yardımcı oluyordu ve bununla birlikte kendime dair şüphelerimin ortadan kalkmasıyla birlikte algılarımda fazlasıyla açılmaya başlamıştı.

14 The Wise


Nitekim gördüğüm sahne bilinçaltı çalışmalarımın etkisiyle tetiklenmiş olmalıydı ve benim bu konunun peşini bırakmaya hiç niyetim yoktu. Bırakmadım da…

İskenderiye Kütüphanesi’nde Bir Atlantisli Ben İskenderiye Kütüphanesi’nde çalışmalar yapan ve bir önceki hayatında Atlantis’te yaşamış Rahip Bruno’ydum. Atlantisli olan hayatımla bağımın kopmamış olması ve o hayatımı da sanki halen yaşıyormuşçasına hatırlamam, beni kütüphanedeki diğer arkadaşlarımdan biraz daha farklılaştırıyordu; mesela hangi bilginin en önemli olduğunu herkesten daha önce kavrayabiliyordum. Ayrıca psişik yetilerim çok güçlüydü. Atlantisli hayatıma dair hatırladığım en önemli nokta, yapılan çalışmalarda elde edilen bilgilerin çoğunun insanlığın Tanrı olduğu gerçeğini içermesiydi. Biz rahiplerin temel görevi bilgileri tabletlere aktarmak ve böylece sonraki nesillere ulaşmasını sağlamaktı. Bu tabletleri yazdığımız çekiçler de çok özel ve kutsaldı. Çekiçler elimizde manyetik bir güç gibiydiler ve aslında bizleri aracı olarak kullanarak yazılması gerekenleri tabletlerde ortaya çıkartıyorlardı sanki. Nitekim bir seferinde çekici elimde tuttuğumu ve “Rahip” kelimesinin tablette ortaya çıkışını izlediğimi hatırlıyorum ve tabletlerde Mısır hiyerogliflerine benzer şekiller oluşuyordu ki Mısır yazısının Atlantis’le bağlantılı olduğunu bana hatırlatan bir deneyimdi bu. M.Ö. 3. Yüzyılda aslen Hellen olan Ptelomy Hanedanı tarafından yaptırılan İskenderiye Kütüphanesi, muazzam enerji güçleriyle doluydu. Hatta İskenderiye’den tüm evrene enerji aktarımı vardı. Bu öylesine güçlü bir aktarımdı ki saliseler içerisinde herşey olup bitiyordu. Fakat bir yandan da kütüphane fazla koruma altındaydı ve bu bende rahatsızlık yaratıyordu ve kendi kendime ‘’çok korunan çok saklanır ve bilgi açığa çıkmaz’’ diyordum.

Büyük Yangın Nitekim “sakınan göze çöp batar” misali, kütüphane cayır cayır yanmıştı. Bruno, elinden geleni yapmış olmasına rağmen ömrünün kalanını büyük suçluluk içinde geçirmişti. Kütüphanenin yanmasına da engel olamamıştı, arkadaşlarını da kurtaramamıştı. Bruno’yu izlediğim bilinçaltı çalışmalarımda şu bilgiyle karşılaşmıştım: Bilge insanların yanarak ölmelerinin özel bir sebebi vardı: Yanmak, zihnimizin beden illüzyonundan kurtulması ve çok boyutlu evrenlere geçiş yapabilmeye yardımcı oluyordu. Yanarak öldüklerini gördüğüm “eski” arkadaşlarıma da vizyonlarım esnasında bunu anlatmaya ve beden formlarımızdan özgürleşmenin önemini hatırlatmaya çalıştım. Hissettiğim suçluluk duygusu beni terk etmeye başlamıştı. Aslında bu yakılmalar, tarihten de bilinebileceği üzere ortaçağda da süregelmişti. Nitekim birçok bilge kadın, bilgilerini yok etmek ve halkın cehaletini sürdürmek amacıyla güç odaklarınca yakılmışlardı. Fakat bu odaklar, kısa vadede istediklerini elde etmiş görünseler bile; aslında uzun vadeli bakıldığında en istemediklerini gerçekleştirmişlerdi.

Bilgiler çözüldükçe de kütüphane kendisini kapatmıştı, bir “enerji kütüphanesi”ne dönüşmüştü; fakat evrensel plandan bakıldığında yakılma senaryosuyla biriken o enerji boyut değiştirmiş ve dünyaya yeniden döneceği zamana kadar hazır bekletilmişti. Bu bilgelerin enerjileri dönüşmüş ve ölümsüzlük kazanmışlardı. Bilgi ve enerji aktarımı çağların ötesine doğru akmaya devam edebilirdi. Nitekim İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılmasında da böyle bir dönüşüm gerçekleşmişti. Evet, insanlık binlerce yıl süren bir karanlığa gömülmüştü; ama bir yandan da enerji dönüşmüştü ve insanlığı o karanlıktan bir daha geri döndürülemez şekilde çıkartacak olan da dönüşen bu enerjiydi. Bilgi, İskenderiye’nin enerjilerini kullanarak kendini aktarıyordu ve bu aktarımda da önceki hayatlarıyla bağlantılarını koparmayan Atlantisli rahiplerin önemli bir görevi de vardı. Bilgiler çözüldükçe de kütüphane kendisini kapatmıştı, bir “enerji kütüphanesi”ne dönüşmüştü; fakat evrensel plandan bakıldığında yakılma senaryosuyla biriken o enerji boyut değiştirmiş ve dünyaya yeniden döneceği zamana kadar hazır bekletilmişti. İnsanlık o dönemde karanlık çağlara girmek üzereydi ve bu çağların temelinde “İnsanlık kendini yeniden hatırlamak için önce yeniden unutmalı ve zamanı geldiğinde hatırladığında da eyleme geçip, yepyeni bir dünya yaratmalı” yatıyordu. Kütüphane artık farklı bir boyuta geçmeliydi ve yanma bu geçişi hazırlamıştı.

The Wise 15


Derken uyandım. Bilinçaltı çalışmalarımın etkisiyle Bruno rüyalarım çok güçlenmişti ve rüyadan öte bir filmi izler gibiydim artık. Aldığım bilginin haddi hesabı yoktu; ama bir yandan da enerji çok güçlü akıyordu. Bu nedenle de bu dünyadaki bedenim, bu enerjiyi alırken zorlanıyordu. Nitekim eklem yerlerimin ağrıdığını ve damarlarımın çekildiğini hatta nerdeyse yok olduklarını fark etmiştim. Ama bedensel sıkıntılar çok da umurumda değildi. Bruno’yu tanımak istiyordum. Internet üzerinde yaptığım araştırmalarda kendisine dair bilgilere ulaşmıştım; ama bunlar kitabi bilgilerdi. Fakat kitabi bilgiler bilinçaltı çalışmalarını etkileyebiliyorlardı ve mümkünse pek alınmamalardı. Zaten ben de üzerinde fazla durmadım, ben doğrudan kendisini; kendimi tanımak istiyordum. Ve Rahip Bruno vehçesini bilincime davet ettim…

Rahip Bruno’yla Buluşma Hislerime olan güvenime rağmen; bir yandan korku duyduğumu da itiraf etmeliyim. Bilinçaltı çalışmalarında; özellikle de ilk başlarda bunun yaşanması gayet doğaldır. Çalışmanın akışkanlığı açısından korku duygusunun gelmesine ve sonra da aynı şekilde gitmesine izin vermek gerekir. Keza sezgilerinizle duygularınız ayırdına da varmanız gerekir; sezgiler şüphe duyulmayacak kadar durudur, ama duygular geçici olmakla birlikte karıştırıcıdır da; bu yüzden dikkatli olmak gerekir.

İskenderiye Sonrası Bruno Bruno, kütüphanenin yakılışından sonra Roma’ya kaçmıştı, daha doğrusu kaçmasına izin verilmişti aslında. Bruno, çok iyi bir tablet okuyucusuydu ve çalışmaları çok değerliydi. İnsanlık tarihi boyunca kütüphaneleri yakanlar hep tiranlar olsa da, her tiranın arkasında onu önplana çıkartarak kendi amaçlarını gizleyen karanlık gruplar vardı ve bu gruplar bilgiyi kendileri için elde etmeyi amaçlıyorlardı. Bir yandan kütüphanelerin yakılması için birilerini teşvik ederken, diğer yandan el altından bilgileri topluyor ve bunları kullanarak güçler elde etmeye çalışıyorlardı. Ama aslında onlar da evrensel planın parçalarıydı, gördüğüm vizyonlardan bunu anlıyordum. Her ne kadar bizler şu anda kızsak da evrensel planda yaşanması gereken bir olayı gerçekleştiren onların bu güdüleriydi; Bruno gibi bir adama değil kütüphane, rulo bile yaktıramazdı evren. Fakat Bruno bu güçler için çalışmayı reddetmişti ve kendi isteğiyle yakılarak ölmüştü. Bu şekilde bir ölüm tercihinin bizler için anlaşılmaz geleceğini biliyorum, ama görünenin ötesindeki görünmeyenleri bilmek gerekiyor ve Bruno da kendisinin enerjisel boyutunu değiştirmek için yakılmak istedi. Nitekim doğulu üstatların da bazılarının bu yöntemi seçtiğini bazı kaynaklarda okumuştum, hatta izlediğim bir filmde de bir Çinli üstadın dünyadan ayrılmak için bu yöntemi uygulayışını görmüştüm. Kulağa inanılmaz gelecek ama bu insanlar bizler gibi değillerdi; ölümsüzlük boyutunda yaşıyorlardı ve ölümsüzlerin de enerjilerinin dönüşmesinin yolu; tıpkı İskenderiye’deki arkadaşlarıma hatırlattığım üzere; yakılmaktı.

16 The Wise

Bruno veçhem ile karşılaştığımda onun çok farklı güçleri olduğunu gördüm. Bilgi yüklüydü; fakat bir yandan da yaşadığı suçluluk nedeniyle enerjisinde önemli bir blokaj vardı ve bunun çözülmesi gerekiyordu. Birlikte çalışmaya başladık. Açıkçası pek de kolay olmayan bir süreçti bu. İçim çok sıkıldı ve hatta çalışmayı bırakmak bile istedim; ama içimdeki o veçheye duyduğum şefkatten bunu yapamadım. Yorulup durduğumda ise yanan arkadaşlarımın yüzlerini -çok net olmasalar da- yeniden gördüğümü hatırlıyordum. Daha da ötesi, hafifleyip benden ayrıldığını sandığım o suçluluk duygusu yeniden içime dolmuştu. Hani bunu aşmıştık, suçluluğu daha önce atmıştık diye düşünürken; bir anda anlamıştım neden tekrar bu duyguyla yüzleştiğimi. Bruno anlamıştı önceden arkadaşlarına anlatırken, ama ben suçluluk duygusunun bu hayatıma nasıl etki ettiğini görememiştim henüz. Suçluluk, hayatımın ne kadarını bloke etmişti? Belki bir kısmını, belki de tümünü; ancak miktarın bir önemi yoktu. Önemli olan suçluluk duygusunun farkında olmadan yaşamış olmamdı. Ben Bruno’ya niyetlenirken aslında önce kendime yardımcı oluyordum. Çalışmalar ilerledikçe de hem o, hem ben üzerimizdeki suçluluk yükünden hafiflemeye; hafifledikçe de enerjimizin değiştiğini gözlemeye başladık. Ben kendi hayatımda büyük değişimler gözlemliyordum, Bruno’nun ise güçlerinin arttığını görüyordum. Bruno’yla halen bilinçaltı çalışmalarımda zaman zaman buluşuyoruz. Aynı ruhun farklı veçheleri olan bizlerin de bütüne hayırlı olması için sık sık niyet ediyor ve bu bağlamda çalışıyoruz. Ben sadece Bruno ile değil farklı veçhelerimle de çalışmayı sürdürüyorum, ama en başta kendime güvenerek ve emin ellerde olduğumu bilerek yapıyorum bunu. Sonuç mu? Yaşam yolculuğum devam ediyor… Daha da parıldıyarak…


The Wise 17


The Wise Astroloji

Öner Döşer

oner.doser@thewisemag.com

Neptün’le Manevi Değerlere Dönüş

M

odern dönem astrologlarına göre Neptün, Balık burcunun yöneticisidir. Klasik astroloji bilgilerine dayanarak, Balık burcunun yöneticiliğinde Jüpiter’i öncelikli olarak kullanmakla birlikte, Neptün’ün de Balık burcu özellikleriyle büyük ölçüde benzerlik gösterdiğini kabul etmek gerekir. Bir gezegen yönettiği burçta olduğunda, bu burcun özelliklerini güçlü ve doğru bir biçimde ortaya çıkartacak demektir. Gönüllü özveri, evrensel sevgi ve kardeşliği vurgulayan Balık burcunun özellikleri, Neptün’ün bu burçta olmasıyla, belirgin bir biçimde hissedilecektir. Balık burcu, hayal dünyasının uçsuz bucaksız evrenini temsil eder. Neptün’ün bu burçta olması, 2012-2025 yılları arasında, insanlığı yeni dünyalara açacaktır. Balık, 12 burcun en sonuncusudur. Bu yüzden döngünün tamamlanmasını, bireysel evrimin son aşamasını temsil eder. Aslında bu aşama, öncekilerin en zorudur. Çünkü artık, toplumsal kalıpların ötesine geçmeye, evrensel temalara yönelmeye, evreni bir yapan gücü idrak etmeye gelmiştir sıra. Bu son aşamada “Yüce” olana teslimiyet de gerekmektedir. Bu arada, son burç derken, Balık’ın bitişi temsil etmesinin yanı sıra, yeni başlayacak olana vücut verdiğinden de söz etmemiz gerekir. Zodyak sadece bir daire değil, aynı zamanda bir helezondur. Neptün, ruhsal bir merkez, sezgisel beynin merkezi olarak kabul edilen pineal bez (epifiz) ile yakından ilişkilidir. İç bilgeliği, yüksek idrak kapasitesini ve sezgiselliği, anlayış ve koşulsuz sevgiyi, fedakarlık 18 The Wise

bilincini ve affediciliği temsil eder. Balık burcuna benzer şekilde, teslimiyet ve kabulleniciliğin getirdiği kendini akışa bırakmanın yanı sıra, bu akışı kolaylaştırıcı bir şekilde, uyumlanma yeteneği de vardır Neptün’de.Olgunlaşmış bireyin teslimiyetini ifade eden döngünün sonundaki Balık burcundan geçmekte olan Neptün, insan-ı kamil olma yolunda aşama kaydetme adına önemli fırsatlar sunacaktır. Bu uyumlanmayı başaran insanlar, diğer insanlar için imkansız olan varoluş hallerinin sırlarını idrak edebilirler. Burada önemli farklılıklar ortaya çıkacaktır kuşkusuz. Olgunlaşmayı başarmış olan zihinler, evrende tam bir birlik olduğunu idrak ederken ve onunla uyumlanarak titreşimlerini yükseltirken, buna henüz hazır olmayanlar, kafa karışıklığı yaşayabilirler, yanılgı ve kaos içerisine düşebilirler. Bu yüzden kendi hayal dünyaları ve fantezileri içerisine sıkışıp kalabilirler. Neptün, giriş yaptığı burcun genel özelliklerini temsil eden temalarda çözülme meydana getirir. Balık burcu inançlarla ilişkilidir. 2012’den başlayan bu geçiş döneminde, insanın gerçekte ne olduğuna, neye hizmet ettiğine, kurumlaşmış inanç kalıplarına, dinsel kuralların geçerliliğine dair sorgulamalar yaşanabilir. Gerçeklik duygusu bulanıklaşabilir. Kolay aldanmaya açık olunan bu karmaşa ve kaos ortamında, insanların inançlarını suiistimal eden sahte peygamberler ortaya çıkabilir. Bu, gerçekten de çok dikkatli olmak gereken bir süreçtir!


İnsan-ı Kamil’in Ortaya Çıkışı Neptün, arındırma, maddecilikten uzaklaştırma, kalıpları ve formları çözerek üzerine çıkarma, esnekleştirme özelliği taşır. Sezgileri ve telepatiyi, bu sayede başkalarının ihtiyaçlarını hissedebilme yeteneğini arttırır. Maddi paylaşımlardan öte, manevi paylaşımlar ve bir olma, bütünleşmeye meyillidir. Neptün’ün Balık burcundan geçiş yapacak olması bizde manevi değerlerimiz, ideallerimiz, inandıklarımız uğruna kendimizi adama, paylaşma gibi değerleri ön plana çıkartacaktır. Balık burcundaki Neptün kişisel egonun, benmerkezciliğin karşısındadır ve toplumsal bütünleşmeden yanadır. Yapıcıdır ve sevgiyi ön planda tutar. Bu sevgi, hem kişisel ve toplumsal, hem de bunların çok ötesindedir. Engin, ucu bucağı olmayan, ilahi olanla kucaklaştıran, evrensel sevgidir. Benliğin sınırlarını aşmak, evrenle “bir” olmak arzusunu temsil eder. Bütünün hayrına hareket etmekle ilişkilendirilir. Bütünleyiciliği temsil eden bu haller “İnsan-ı Kamil” yani “Olgunlaşmış İnsan” modelini ortaya çıkartır. Gerçek bilgiye ulaşacağımız, her şeyin aslında tek bir kaynaktan türediğini akılcı bir şekilde idrak edeceğimiz bir çağa giriyoruz. Toplum için iyi ve faydalı insan tipi ortaya çıkacak ve böylelikle insan kemaline ulaşacak. Bu insan tipini, tasavvuftaki ifadesiyle “İnsan-ı Kamil” olarak nitelendirebiliriz. Büyük Mutasavvıflardan Azizüddin Nesefi’nin “Kamil İnsan” tarifi şöyledir: İyi sözler, iyi hareketler, iyi ahlak ve bilgi. Burada bahsedilen değerler arasında etik davranışların yanı sıra bilginin de olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bilgi ile kastedilen, sadece teknolojik veya bilimsel konularla sınırlı değildir. Bilgi, aynı zamanda, Yaradan’ı ve eserlerini anlayıp idrak etmek, kainatın işleyiş kurallarını öğrenmek, tekamülün amacının farkında olmak, ona bilinçli bir şekilde katılmak ve hizmet etmek içindir. İnsanın ruhunu tatmin edecek ve içindeki boşluğu dolduracak olan şey de işte budur. İlahi birliğin, evrensel sevginin ve varlığın sonsuz birliğinin farkına varmalı, kader yolumuzu çizen, evrenin ve alemlerin hareketlerini ve bunların dünyamızdaki hayatla bağlarını düzenleyen, hayatımızın manasını ve amacını kavramamamıza yardımcı olan, karanlık yolumuzu aydınlatan ilahi kanunların farkına varmalıyız. Astroloji, ilahi düzenin farkına varmamızı sağlayacak en önemli öğretilerden biridir. Manevi ve insani değerlerin günlük hayatımıza daha fazla girmesi; alçak gönüllülük, vericilik ve affedicilik gibi kavramların tekrar kazanılması, içinde bulunduğumuz bu zorlu sürecin üstesinden gelmemizde, olgunlaşmamızda ve en önemlisi toplu tekamül sürecimizde çok önem taşımaktadır.

Yanlış Düzenin Sonu İnsanoğlunun sadece maddi olana ağırlık vererek kurduğu bu düzen artık sona ermek üzeredir. Çünkü kurulan bu düzen, temelinden bozuk bir düzendir ve artık deforme olmuştur. Her şey maddiyata dayandırılmış, manevi değerlerden iyice uzaklaşılmış durumdadır. Gücü elinde bulunduran bazı unsurlar, her gün kendi çıkarlarına göre birtakım işler yapmakta ve güçlerini perçinleyen bilim ve teknolojiyle insana hükmetmek istemektedirler. Teknoloji arttıkça zaruretler de artmakta, gündeme ve şartlara yetişme gayretinde olan insanlık, sükunetten giderek uzaklaşmakta, büyük bir karmaşa ve kaos içerisinde sürüklenmektedir.

Çağımızın bilimi de insanın manevi doğasını tatmin edemez durumda, insanı sadece “maddi bir yapı” olarak görmekte, kurulan bu yanlış medeniyet anlayışı yüzünden manevi temalar zayıflamaktadır. Sadece maddi realitelere dayandırdığı metotlarla ancak maddi yapıyı inceleyebilmekte, deneysel metotlarla kanunlarını ispatlayamadığı hiçbir şeyi kabul etmemekte, insanın ruhsal yönüyle yeterince ilgilenmemekte, bu yüzden de insanın gerçek yapısıyla çelişkili bir medeniyet gelişimine sebep olmaktadır. Böyle çarpık bir düzen ve medeniyetin devam etmesi mümkün değildir. İnsanlık, kurduğu yanlış düzenin sarsılarak yıkılması gereken, hatalarının bedelini ödeyeceği kritik bir döneme varmıştır. İçinde bulunduğumuz ve gezegensel transitlerden de net bir biçimde anladığımız bu sarsıcı dönem, şuurlanma ve uyanma sürecinin bir parçasıdır. Bu süreçte, düşüncelerimize ne kadar egemen olursak, irade gücümüzü ne kadar ayakta tutar ve geliştirirsek, o kadar çabuk uyanır ve Yeniçağ’ın gerekliliklerine ayak uydururuz. Hızla ilerlemekte olduğumuz Kova Çağı, irade gücünün ve şuurlu düşüncelerin sonucunda, insanoğlunun tekamülünün bu aşamasında önemli sıçramalar yapacağı bir çağdır. Düşüncelerimiz ve eylemlerimizden sorumlu olduğumuzu bir kez anlarsak, artık şuursuz adım atmamaya koşulsuz bir şekilde özen gösteririz. Bu özgür iradenin ta kendisidir ve asıl özgürlük buradan doğacaktır. Unutmayalım ki, bu maddi alemde sürdürdüğümüz hayatın asıl hedefi şuurlanmaktır. Bu, içinde yaşadığımız Dünya Okulu’nda bizi, kendimizi bilmeye ve ardından da Rabbimizi bilmeye taşıyacak olan farkındalığın nihai uzantısıdır. Türkiye’de ruhçuluk akımının önemli temsilcilerinden rahmetli Ergun Arıkdal’ın çok güzel ifade ettiği gibi, “Kendini bilmeyenin Rabbi kendisidir. Kendisine, kendi realitesine tapar. Uyanmadan, insanın kendisine tapınmayı terk etmesi mümkün gözükmüyor. Kendini aldatmanın son kertesine gelen insanlığın acı uyanışı yakındır.” İçinden geçmekte olduğumuz bu zorlu süreçte, insanlık büyük sarsıntılar yaşamaya doğru ilerlemektedir. Büyük bir buhranın tam orta noktasına varmak üzereyiz. Pek çok büyük değişiklik olacak ve bu aşamalardan geçerken, her şey daha kötüye doğru gidiyor gibi hissedeceğiz. Ama her karanlığın ardından, bir şafağın sökeceği unutulmamalıdır. Bu şafak, Kova Burcu şafağıdır! Astrolojik olarak Kova Çağı’na girmekte olduğumuz bu süreçte amaç birliği, toplumcu ve evrensel düşünce, birlikçi bilinç, eşitlik ve adalet duygusu giderek güçlenecektir. Zihinsel perdemizin ortadan kalkacağı, çağımızın değer ve varsayımlarının değişime uğrayacağı bir süreçteyiz. Farklı yaşam formlarını ve bilinç düzeylerini hızlı bir şekilde keşfetmeye başlayacağız. Düşük bilinç düzeyinden kaynaklanan tüm çatışmalar, zaman içerisinde çözüme ulaşacak. Gerçek yeteneklerimizi keşfedip, onların kapasitesini genişletme, yüksek idrake ulaşma fırsatımız olacak. Zihnin özgürleşeceği, böylelikle insanoğlunun gelişimine ve evrensel prensipleri idrak etmesine engel olan hallerin ortadan kalkacağı, beynin daha fonksiyonel kullanılabileceği zamanlar çok uzak değil…

The Wise 19


geçişte, Uranüs-Plüton kavuşumu ve takip eden yıllarda bu ikilinin Koç burcunda ve daha sonra da Boğa burcunda, Satürn ile üçlü kavuşumu söz konusuydu. Neptün, genel olarak inançlarla, manevi ve ruhsal değerlerle ilgilidir. Neptün’ün Balık burcuna daha önceki girişlerine baktığımızda, insanların o dönemin kurumsallaşmış ve katılaşmış düzenini (Satürn) çözerek ve dağıtarak değiştirme eğiliminde olduklarını görürüz. Bu kurumsal düzen, bazen ekonomik, bazen dini, bazen de hukuk sistemi ve haklarla ilgili olarak görülebilir.

Denizler Tanrısı Poseidon Antik dönem bilgilerine göre, Neptün’ün Balık burcuna geçişi kaosları da beraberinde getirir. Mitolojide Poseidon olarak adlandırılan Neptün, denizlerin, okyanusların ve depremlerin tanrısıdır. Elinde taşıdığı ucu çatallı asasıyla, Dünya’yı sarsan dalgalar yaratabilecek güçte bir tanrı olduğu düşünülür. Bütün deniz yaratıkları, Poseidon tarafından yönetilir. Yunusların çektiği bir savaş arabasıyla, büyük dalgaları oluşturur. Denizlerle ve okyanuslarla olan bu bağlantısından dolayı bazı araştırmacılar, Neptün’ün Balık burcuna (denizler ve sularla ilişkilendirilir) geçişinin, suların yükselmesini ve tufan olarak adlandırılabilecek sel felaketlerini tetikleyeceğini düşünürler. Bazı görüşlere göre, Neptün’ün Balık burcuna geçişi, biyolojik savaş tehlikesini bile göstermektedir. Neptün petrol, sıvılar, içecekler, tütün, kimyasal maddeler, gazlar, uyuşturucular ve anestezik maddelerle de ilgilidir. 2011-2012 yıllarından itibaren, Balık burcunda hareket edecek olan Neptün, sularla ilgili sorunlarla yüzleşeceğimizi göstermektedir. Uzun bir süredir bilim insanları, buzulların erimesinin, deniz seviyelerinin yükselmesine sebebiyet vererek, sel felaketleri oluşturacağına, öte yandan içme ve tarım sularının azalmasıyla dünya nüfusunun yüzde 40’ını açlık ve susuzluğun beklediğini bildiriyorlar. Nüfusun büyük çoğunluğunun yaşadığı Asya kıtasındaki susuzluk, bölge insanının hayatiyeti açısından şimdiden önemli bir sorun teşkil etmektedir. Astrolojik olarak yaptığım değerlendirmeler, bu sürecin beklenenden hızlı gelişeceğini açıkça işaret etmektedir. Bu durum, haliyle, toprak mahsulleriyle ilgili sorunlar yaşanmasına da sebep olacaktır ki, Plüton’un toprak elementi burçlarından biri olan Oğlak burcunda hareket ediyor olması, bize bunun öncü işaretlerini vermektedir.

Tarihte Neptün’ün Balık Burcundan Geçişleri Diğer jenerasyon gezegenleri olan Uranüs ve Plüton gibi, Neptün de değişimi ifade eder. Ama bu iki gezegene nazaran çok önemli bir farkı vardır. Neptün’ün taşıdığı değişim enerjisi daha yumuşak ve suflidir. Baskıyla, patlamayla, şiddetle gelen değişimleri ifade etmez. Adeta sessizce gelen devrim gibidir. Kolektifin bilincine sızarak, değişimlerin daha içten ve güdüsel bir şekilde gerçekleşmesini sağlar. Pek tabii ki aynı dönemde denk gelen başka gezegenlerin döngüleriyle birlikte değerlendirmek, ama bunları birbirlerinden ayırmak gerekir. Örneğin, Neptün 1520-21 yıllarında Balık burcuna giriş yaptığında, aynı zamanda Satürn-Uranüs döngüsüne de girilmişti. 1848 yılındaki

20 The Wise

Neptün bir burçta ortalama 14 yıl kalır. Zodyak’taki tüm burçları dolanması yaklaşık 165 yıl alır. 1520-1534 yılları arasında, 1684-1698 yılları arasında, 1848-1862 yılları arasında Balık burcunda hareket etmiştir. Bu dönemler içerisinde Balık burcuna ilk girişten sonra bir müddet için Kova burcuna geri dönüş yapmış, ardından ikinci kez Balık burcuna giriş yaparak, bu burçta yaklaşık 13 yıl gibi uzun bir süre kalmıştır. Bu üç geçişten, diğer gezegen geçişlerinin, bizim ilerlemekte olduğumuz dönemle benzerliği olan iki tanesini inceleyeceğiz.

1520-1534 yılları arası Neptün’ün Balık burcuna giriş yaptığı 1520 yılında, Protestan reformu ile Katolik Kilisesi etkinliğini yitirmeye başlamıştı. O yıllarda Almanya’da ortaya çıkan Martin Luther adlı bir rahip (Neptün), bu egemenliği sarsan kişi oldu. Protestanlar Papa’nın otoritesini reddederken, onun yerine bir başka otorite koymamışlardı. Bu nedenle Protestanlık, Katolik Hıristiyanlık’taki düzenin aksine son derece dağınık ve “Hoşgörülü” (Neptün) bir din olarak gelişti. 1520’den sonraki yıllarda insanlar, tamamen değişik bir dünyada yaşıyorlardı. Pekçok ülke kendisine ulusal bir kilise kurdu. Bunların yanında daha pek çok farklı mezhep ve akım gelişti. Artık Kutsal Kitab’ı kendileri okuyorlar ve kendileri yeni baştan yorumluyorlardı. Bunun sonucunda bazı Protestanlar, çok az bir bölümü de olsa, çok önemli bir gerçeği (Neptün=Hakikat) fark ettiler: Katolik inancının temelini oluşturan üçlemenin Yeni Ahit’te bir dayanağı yoktu. Hatta bazı pasajların bu inancı yalanladığı ortadaydı. Bu pasajlarda Tanrı’nın “Bir ve Tek” olduğu anlatılıyor, “Üçlü birlik” inancına ise Yeni Ahit’in temel mantığı içinde bir yer verilmiyordu. Hz. İsa’nın Tanrı’nın biricik oğlu ve kurtarıcı değil, ama Yahudi peygamberleri geleneği içinde yer alan dini bir önder olduğu, Kutsal Kitap’ın akıl ve bilim ışığında incelenmesi gerektiği, kesin değişmez bir kaynak olarak değil, insan yazımı bir eser olarak görülmesi gerektiği söyleniyordu. Önce Luther’in sonra da Calvin ve Zwingli gibi rahiplerin önderliğinde gelişen Protestan akımı, Roma Kilisesi’nin ve Papa’nın otoritesine karşı büyük bir isyandı. İsyan büyük olduğu kadar kanlıydı da;


Avrupa bir yüzyılı aşkın bir süre Katoliklerle Protestanların bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarına sahne oldu. Neptün’ün Balık burcunda olduğu bu sürede, Plüton da şimdilerde olduğu gibi Oğlak burcundaydı. Bu yüzden, yakın gelecekle ilgili gelişmelere ışık tutacak bir dönem olarak görülebilir. Neptün’ün Balık burcuna giriş yaptığı 1848 yılı “Dünya Devrimi”nin başlangıç yılı olarak adlandırılıyordu. 1848 devrimleri denilen dönem, 22 Şubat 1848’de başlayıp ve Paris’ten Viyana’ya Berlin’e, Milano’ya, 1 ay içerisinde yayılan; İngiltere hariç, tüm Avrupa’yı kapsayan bir harekettir. Neptün de Balık burcuna 17 Şubat’ta giriş yapmıştı. Bu devrim hareketlerinin başlamasından sadece 5 gün önce!

1848-1862 yıll 1848 yılı, feodal sistemlerin ve kapitalizmin (Satürn) çöküşü olarak da görülür. Pek tabii ki bunu sadece Neptün’ün Balık burcuna giriş yapmasıyla sınırlı tutmamalıyız. Zira bu dönemde Uranüs ve Plüton Koç burcunda kavuşum yapıyorlardı. Dolayısı ile oldukça sert, yenilikçi, isyankar ve aktif bir dönemdi. 2011 ve daha sonra 2012 yılında Neptün’ün Balık burcuna tamamen geçiş yapacağı dönemde Uranüs yine Koç burcunda olacak. Gerçi bu kez Plüton da Koç’ta olmayacak, ama Uranüs ile kare açı yapacak. Bu şartlarda, bu dönemden de, 2012 dönemecine ilerlediğimiz süreç hakkında ipuçları toplayabiliriz.

Daha önceki gezegen döngüleri bölümlerinde, kadın hakları konusunun Satürn-Uranüs döngüsüyle ve Uranüs-Plüton döngüsüyle ilişkilerini görmüştük. Ama Neptün dişil cinsiyette bir gezegendir ve Balık da dişil bir burçtur. Bu şartlarda bu geçişi, feminist bir vurgu olarak görebiliriz. Fransa’da ilk olarak sömürgeciliğin kaldırılma tarihi 23 Mayıs 1848’dir. Balık burcundaki Neptün, evrensel insan hakları, vicdan ve bütünlük kavramlarıyla ilişkilidir. Aynı yıl Fransa’da “İkinci Cumhuriyet” kuruldu. Cumhurbaşkanlığına Louis Napolyon Bonapart seçildi, ama sonrasında tertiplediği darbeyle cumhuriyeti yıkarak 1852’de imparatorluğunu ilan etti. Zaten tüm hükümleriyle yürürlüğe girememiş olan İkinci Cumhuriyet Anayasası, böylelikle geçerliliğini yitirdi. Bu tarihte Satürn, Uranüs ve Plüton Boğa burcunda dizilim halindeydiler. 1684’te İngiltere tacını son kez bir Katolik Kral giydi. Bu iki geçişten bazı tüyolar aldık. Ama daha fazlasını, Neptün’ün Balık burcuna giriş haritasından edineceğiz…

Bu dönem, kapitalizme meydan okuyan ve onu şekillendiren, değiştiren bir dönem olmuştu. Ne enteresandır ki, krizin yoğun bir şekilde hissedildiği bugünlerde, ekonomistler kapitalizmin sonuna doğru gelindiğini söylüyorlar. Ayrıca, 1848 yılı tarihte, modern işçi sınıfı yükselişinin başlangıcı olarak tanımlanıyor. Bu dönemde, sosyalizm (Neptün) belirgin bir şekilde ön plana çıkmıştı. Aslında 1848 devrimleri, ekonomik ve sosyal bazı şartların siyasal bir beceriksizlikle çakışması sonucunda oraya çıkmıştır. Ne kadar da günümüze benziyor değil mi? Ekonomik kriz yiyecek fiyatlarını arttırırken iktidarların kendi iç anlaşmazlıları da krizin önünü açıyordu. Karl Marx, 1848’de yayınladığı “Komünist Manifesto” ile kapitalist sınıfının çökeltilerek, işçi sınıfıyla değiştirileceği fikirlerini getirmişti. Güçlü bir ihtimalle, biz de böyle bir döneme doğru hızla ilerliyoruz. Koç burcundaki Uranüs’ün, Oğlak burcundaki Plüton ile karesi ve Terazi burcundaki Satürn ile karşıtlığı, böyle bir senaryonun ortaya çıkmasına yol açabilir 1848 yılı, Seneca Falls Kadın Hakları Kongresi’nin de ortaya çıktığı yıldı. Bu hareket, bugünkü kadın hakları hareketinin başlangıcı “bir bilinç dönüşümüne ve özneleşme” hareketine yol açan bir girişimdi (Neptün). 1848’de, Cady Stanton ve bir başka kadın hakları savunucusu olan Lucretia Mott, New York’un Seneca Falls kasabasında, dünya tarihinde ilk kez, bir kadın hakları kongresi düzenlediler. Kongreye katılan temsilciler, kanun karşısında erkeklerle eşit haklar, oy kullanma hakkı ve eğitim ve istihdamda fırsat eşitliği talep eden bir bildiri yayınladılar. Burada Neptün’ün bütünleşme, kümeleşme niteliğini gözlemliyoruz. Kümeleşme niteliği, hareketlerin altındaki amaçları, ideolojileri, paylaşma kavramını ifade ediyor. Bu Neptün’ün, ortak bir paydada buluşturan, kümeye dönüştüren bağlarının güçlü bir özelliği olarak görülebilir. Neptün’ün, insanları bir araya getiren güçlü bir manyetizması olduğunu düşünüyorum. Güçlü bir empati yeteneğine sahip olduğunu zaten biliyoruz. 1848’i takip eden on yıl, radikal uluslar arası feminist hareketi vardı. Şüphesiz, bunu sadece Balık burcuna geçiş yapan Neptün’le açıklayamayız.

Neptün Giriş Haritası Neptün’ün Balık burcuna ilk girişini yapacağı 4 Nisan 2011’de iki toplumsal gezegen olan Jüpiter ve Satürn karşıt konumda olacaklar. 2000 yılında bu iki gezegen arasında Boğa burcunda kavuşum gerçekleşmişti. Boğa, tipik bir toprak elementi burcu olarak, maddi gerçekliklerin farkındadır ve kendini güvenceye almakla ilişkilidir. Fiziksel dünyadan hoşlanır. İçinde bulunduğumuz yaklaşık son on yılda, dünyada her şeyin çok maddileştiğini gördük. 2000’li yıllardan bu yana, daha iyi yaşamak için kredi alarak, borçlanarak yaşamak kabul edilir bir şey oldu. Neredeyse herkes daha iyisine sahip olup, bir an önce rahat etmek, hayatın zevklerinden daha çabuk istifade etmek peşine düştü. Elindekilerle yetinmek, sadece gelenekçi bir hayat tarzı olarak görüldü ve dışlandı. 2010’lu yıllardan itibaren, işte bu aşırı maddi eğilimlerin törpülenmesi, çözülmesi gereken bir sürece doğru ilerliyoruz. Neptün’ün bunu gerçekleştirmesine, Jüpiter ve Satürn de birbirleriyle karşıtlık yaparak yardımcı olacaklar. Puzzle’in bir başka parçası olan Plüton’un, 2007 yılı sonlarından itibaren Oğlak burcuna ilk girişiyle birlikte, dizginlenemez harcama ve ölçüsüzlüğümüzün sonuçlarını görmeye başladık bile. Neptün kapitalist sistemlerin baş düşmanıdır. Oğlak burcundaki Plüton da, kapitalist sistemi dönüştürme işini üstlenmiş durumdadır. Plüton ile aynı dereceden kare açı yapan Uranüs ve Mars, isyankar Koç burcunun, menfaatçi düzene başkaldıran, değişim isteyen ve üzerinde hiçbir kontrol kabul etmeyen enerjisini güçlü bir şekilde yansıtmaya hazır gözüküyorlar. Dünya değişim istiyor.

The Wise 21


The Wise Ruh

Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş & Cem Şen

Spiritüalizm ve Üstatlar Üzerine… S

piritüalizm nedir? Birçoğumuzun aşağı yukarı fikri vardır. Peki biraz daha derinlerine inildiğinde nasıl anlamlar karşımıza çıkar? Sonsuz ile Cem Şen’in sohbetinde

Önce herkesin dilinde olan ama aslında nedir bu denildiğinde kimsenin tam da yanıt veremediği bir kavramı sorarak başlamak istiyorum sohbetimize: Spiritüalizm. Spiritüalizm nedir sence? Sevgili Hasan, sanırım bir kavramı anlayabilmek için ilk olarak o kavramın kelime karşılığını anlamak lazım. Spiritüalizm senin de bildiğin gibi ruh kelimesinden gelen bir terim. Elbette kelimenin Latince ya da Yunanca kökünü incelediğimiz zaman (nefes/yaşam/

22 The Wise

ruh) karşımıza çok daha derin bir anlam çıkacak ama ilk olarak anladığımız haliyle ele alırsak ruh bilimi adını verebiliriz. Dolayısıyla insan ruhunun evrimi ya da anlaşılmasına ilişkin çalışmalara spiritüalizm diyebiliriz sanırım. Elbette kelimenin temel anlamı bu ama eğer bana spiritüalizmden herkes aynı şeyi mi anlıyor ya da herkes aynı şeyi mi anlamalı diye sorarsan bu iki soru konuşmamızın gidişatını değiştirebilir.

Güzel bir nokta. Herkes spiritüelliğin bir ucundan tutmuş çekiştirip duruyor, bu yüzden de aslında net olarak ifade edilemiyor. Peki sence herkes aynı şeyi anlamalı mı?


Herkesin spiritüelliği kendine gibi bir durum söz konusu olamaz mı? Soru için çok teşekkür ederim; çünkü bu, çok önemli bir soru oldu. Soruyu gerçek anlamını bilerek sorduğuna eminim. EVET! HERKES SPİRİTÜALİZM DEDİĞİNDE AYNI ŞEYİ ANLAMALI! Sorun da bu zaten. İnsanlar başka şeyler anlıyorlar. Bunun nedeni de “Gerçek” ile “Hakikat” kavramlarını birbirine karıştırmaları. Bir -izm olarak bahsedersek o zaman spiritüalizm “gerçek”ten bahseder ama en temel anlamıyla ruhun bilimi olarak ele alırsak o zaman “Hakikat”ten bahseder. Pek çok gerçek olabilir ama “Hakikat” bir tanedir. Bu nedenle spiritüalizm ruhtan bahsettiği için, ruh bir Hakikat olduğu için, tek bir spiritüalizmden bahsetmeliyiz ve herkesin onu tek bir şekilde anlaması gerekir. Fakat ne yazık ki insanlar, özellikle de günümüzde spiritüalizmi öğrenenler ya da öğretenler onu “Hakikat” düzeyinden algılamıyorlar. Sence ben ve benim gibilerin, bu yeniçağ akımlarından uzak durmamızın nedeni ne? Hakikatin gerçeklerle karıştırıldığını ve bozulduğunu gördüğümüz için uzak duruyoruz. Geçenlerde çok sevdiğim bir arkadaşım Biosphere çalışmalarını yapan bilim adamlarının bir toplantısına katıldı Kanada’da. Çok ama çok ilginç deneyimler yaşamışlar orada. Bu deneyimlerin ardından grubu yöneten bilim adamı hayran olduğum bir laf etmiş: “Don’t contaminate the information” demiş. Yani “bilgiyi bozmayın” anlamında bir kelime kullanmış. Fakat kullandığı terim “contamination”, yani mikrop kaptırmak anlamına gelen bir terim; senin anlayacağın onlara, evrenden gelen bilgiyi akıllarıyla, deneyimleriyle, yargılarıyla, korkularıyla bozmamalarını söylemiş. Ancak seçilen terim o kadar olağanüstü ki çok etkilendim: Contamination. Eğer bir şey kontamine olursa, yani mikrop kaparsa, o zaman mikrop kapmış haliyle bir kişiden diğerine aktarılabilir ve bunun sonucunda da epidemik olarak adlandırılan bir salgın başlar. Bu salgın, insanları hasta eder, onları bozar. İşte ne yazık ki hakikatten uzaklaşmış olan bir ruhsallık tam olarak bunu yapıyor.

Peki o zaman “hakikat” ile “gerçek”i birbirinden nasıl ayırdedebiliriz? Bunun için temel sufi öğretisinin bir önermesini kullanmamız gerekiyor: “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır,” diye. Biliyorsun sana sohbetimiz başlamadan önce şu anda, kendisi ölümsüz olan bir ustamın hatta olduğundan bahsettim; ve ardından onun da ustaları olduğunu söyledim. Ustamın bile ustaları var senin anlayacağın. Peki bu ustalar niçin var? Çünkü onlar bilginin ve Hakikatin koruyucuları. Tanrıya binlerce kez şükürler olsun ki onlar var. Bu sayede bilgi bozulmadan kalıyor ve bizler de aldığımız bu bilgileri bozulmadan bir sonraki kuşağa aktarmaya çalışıyoruz. Bu, çok önemli. Bunlar gerçek spiritüalizmden, Hakikatten gelen bilgiler ve bizi ruhun evrimine doğru ilerletiyorlar. Bu nedenle eğer gerçeği Hakikatten ayırmak istiyorsak ilk olarak gerçek bir usta bulmalıyız.

En zor olanı da bu değil mi zaten. Hadi senin şansların olmuş ve Çin’le de olan bağlantıların sayesinde, değerli üstatlarla tanışmışsın. Ama bu röportajı okuyan, kendisine yol gösterecek gerçek bir usta arzulayan

ama bulamayan sayısız insan var. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diyor sufizm ama etrafımız da “şeyh kılığındaki şeytanlar”dan geçilmiyor. Bu durumda ne yapmamız gerekiyor? “Hakikat”ın ustalarını nasıl bulacağız? Nasıl anlayacağız? İlk olarak, spiritüalizmin 2. önermesini kullanmamız gerekiyor: Öğrenci ustayı bulmaz, usta öğrenciyi bulur. Çinlilerin şöyle bir inancı vardır: Eğer bir insana 100 yıl iyilik yaptıysan bir sonraki hayatında onunla yolculuk yaparsın; eğer o insana 1000 yıl iyilik yaptıysan aynı yastığa baş koyarsın. Bir ustanın bizi bulması için bundan çok daha fazlası gerekli. Hakikatın ustasını bulabilmek ya da onun tarafından bulunabilmek için sayısız yaşam boyunca oluşturduğumuz iyi karmaya ihtiyaç var ilk olarak. Ama eğer bu yaşamda kalbimizde böyle bir çağrı varsa o zaman yolun büyük kısmını kat etmişiz demektir. Mesela ben, bilmeden kendi öğrencilerimi kendimin de üzerinde bir seviyeye çıkarmakla uğraştım. Bunu niçin yaptığımı bile bilmiyordum ama bir karma ödemek için yaptığımı çok geç öğrendim bir ustamdan. Bunun nasıl bir şey olduğunu hayal edebiliyor musun Hasan? Kendi öğrencini kendinin üzerinde bir seviyeye çıkarmanın. Onlara bunun için ön ayak olmanın? Master geçinen kişilerin bunu asla yapmayacaklarını çünkü kendi pozisyonlarını korumakla uğraştıklarını biliyorum. Dolayısıyla, sahte mesihlere ya da ustalara gelen öğrencilerin elbette kaybedecekleri şeyler var ama onların kaybı, usta geçinen bu insanların kaybı yanında hiçbir şey. Senin anlayacağın eğer ağlama yeteneğim olsaydı, usta geçinen, ya da kendilerine Master diyen bu insanlara, onların kaderine ağlamak isterdim. Gerçekten bir ölümsüzle tanışmak istiyor musun? İşte sana förmülü: Kalbin saf olsun, insanlara ruhsallık için gerçek motivasyonu ver, onlara yardımcı ol, öğrenmek için her kapıyı çal. Atalarınla, ölmüşlerinle bağlarını güçlendir, ailenle ilgili sorunlarını çöz ve para kazan; çünkü yolda paraya ihtiyacın olacak. Bunları yaptığında bir usta ile karşılaşma şansın olabilir. Bunlar olmazsa çok zor. Eğer gerçekten bir ölümsüzle, bir ustayla karşılaşmak istiyorsan o zaman karmanı temizle, çabala, doğru bilgiyi ara, hayalperest olma ve kalbinin saflığını yitirme. O zaman belki gerçek bir ölümsüz bulabilirsin. Geçenlerde bir bir organizasyonda kendine master diyen insanlarla tanıştım. Tanrım, gerçekten de çok üzüldüm. Nasıl bir hayal dünyasında yaşıyorlar ve insanları nasıl bir hayal dünyasına çekiyorlar anlatamam sana. Onlar için çok üzüldüm.

Bu söylediklerin üzerine sorabilecek çok şeyim var ama hemen şunu sorayım ki okurlarımızın kafasında netleşsin: Ölümsüzler diyorsun. Kimdir onlar? Onları böyle değerli kılan nedir? İnsanın bir ölümsüzle karşılaşması neyi değiştirir? Bir de tabii, bunlar gerçekten de fiziksel olarak da ölümsüz insanlar mı?

The Wise 23


Bize biraz kendi çalışmalarından ve öğrencilerine neler öğrettiğinden bahsedebilir misin?

Evet, fiziksel olarak ölümsüz insanlar ama yine de bu dünyada kalmıyorlar; çünkü başka boyutlarda yolculuk devam ediyor. Eğer bir ustamın bize anlattığı şemayı burada anlatabilirsem sanırım ne olduğunu daha net anlayabilirsiniz. (Umarım bunun yaparak bir kuralı çiğnemiyorumdur ya da ustalarımı gücendirmem.) Ruhun evrimi için birkaç temel yol var: Bu yollardan bir tanesi Lei Shan Dao denilen bir yol: Yani şimşek yolu. Lei Shan Dao’nun önemli aşamaları şu şekilde: 1. aşama insanın bedeninde yang enerjinin oluşturulması. 2. aşama, bilincin tam farkındalığa ulaştırılması. Bu aşamada artık ölsek dahi bilinç devam ediyor. Yani bir anlamda bilinç yitirilmiyor. 4. aşama bir dönüm noktası. Bu aşamada bedendeki yin ve yang enerji birleştiriliyor ve bedende tai chi yaratılıyor. Bu aşama ölümsüzlüğün ilk adımı. Bu aşama ile birlikte artık doğaüstü yetenekler belirgin bir şekilde kullanılabiliyor ve her şeyden önemlisi artık kişisel karma bitiyor. Bundan sonraki aşamaları umarım doğru anlatırım.

3. aşamayı atladın mı? Hayır atlamadım ama 3. aşama dönüm noktası niteliğinde değil. Ben sadece önemli aşamaları anlatacağım çünkü çok aşama var.

Hmm, peki devam edelim. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa 18. aşama bir sonraki dönüm noktası, bu aşamada ruh, bedenden ayrılarak evreni ve boyutları dolaşabiliyor. Yine eğer yanlış hatırlamıyorsam bu aşamada Kundalini enerjisi omurgada yükselebiliyor. Yani, hani ortalıkta kundalini meditasyonlarından geçilmiyor ya, şimdi sen düşün bakalım gerçekten o meditasyonlar bir işe yarıyor mu ya da kundalini ile bir ilgisi var mı yaptıkları çalışmaların. Senin anlayacağın kundaliniyi harekete geçirmek için zaten ölümsüz olmak gerekiyor. 40. aşamalarda bir yerlerde yanlış hatırlamıyorsam, artık ölüm diye bir şey kalmıyor. Bu aşamaya kadar uzun yaşam mümkün, yani bir kaç yüzyıl yaşayabilirsin ama bu aşamada artık fiziksel olarak ölmüyorsun. Yine eğer yanlış hatırlamıyorsam 48. aşamada ya da 52. aşamada gerçek aydınlanma yaşanıyor. Bu tam ve eksiksiz aydınlanma. 72. aşama (bi bu boyuttaki son aşama) son durak. Bu aşamada Tanrı ile bir oluyorsun. Yine ustalarımdan öğrendiğime göre bundan sonraki boyutlarda 2 tane daha 72 aşama var. İşte onları bu kadar önemli kılan bu anlattıklarım.

24 The Wise

Şu anda yaptırmama izin olan çalışmalar yalnızca hazırlık çalışmaları. Bunun üzerini çalıştırabilmek için bir ölümsüz olmam gerekiyor. Eğer öğrencilerim bu hazırlık çalışmalarını geçebilirlerse o zaman bir ölümsüz ile çalışma fırsatı bulabiliyorlar. Elbette tanrının ve kendi karmalarının da izniyle. Temel çalışmalar aslında çok basit. 3 temel çalışma var. Bunlar bedeni düzenleme çalışmaları, zihni düzenleme çalışmaları ve enerjiyi düzenleme çalışmaları. İlk adım bedeni düzenleme çalışmaları ile başlıyor. Bedeni düzenlemeyi, onun düzgün bir forma ulaşmasını başardıktan sonra zihin çalışmalarına geçiyoruz. Zihin çalışmalarında, ruha inebileceği bir tür platform hazırlıyoruz. Bu sayede ruh bedenin içine giriyor ve onunla birleşiyor. Bu aşamadan sonra, bedenin temel enerji deposu yaratılıyor ve burada enerji toplamaya ve zamanla, kitabımda da bahsettiğim “inciyi” oluşturacak simya çalışmalarına başlanıyor. Bu çalışmalar ise bizi ölümsüzlüğe ulaştırıyor. Elbette, bunlar için daha önceden de söylediğim gibi kalbi saflaştırmak, ilişkileri düzenlemek gibi şeyler çok önemli. Saf bir kalple, keskin bir irade ve bilinçle çalışmak gerekiyor. Elbette bu yol insanın nefesini kesecek kadar güzel bir yol olmasına karşın yine de düzgün bir çalışmayı gerektiriyor. Yani bir hafta sonu seminerinde kimsenin çakralarını açmıyorum. Kimseyi alfa ya da tetha kanalına filan sokmuyorum, bu tür şeylere de inanmıyorum. Bunların hakikatle uzaktan yakından ilgileri yok. Benim sunduğum tek şey, ustalarımın bana armağan ettiği temel bilgileri öğrencilerimle paylaşmak ve becerebilirsem onların ruhsal gelişimine katkıda bulunmak. Bu arada elbette bizler de inisiyasyondan geçiyoruz. Ama bu inisiyasyonlar inan bana orada burada söylenen şu inisiyasyonlara pek benzemiyor. Çoğu zaman sarsıcı deneyimler oluyor. Elbette ben inisiyasyon yapamam. Böyle bir yetkim yok henüz. Bunu yalnızca bir ölümsüz yapabilir. Neyse ki bu yol açık. Umarım bir gün gerçekten şu anda kalplerinde ruhsallığın çağrısını duyanlar gereksiz yollarla zaman yitirmeyi bırakıp ruhsal gelişim için gerçek adımları atmaya başlarlar.

Gereksiz yollar demişken, senin spiritüel çalışmaların son dönemdeki hali üzerine düşüncelerini biraz daha öğrenmek istiyorum. Aslında ben kısaca bu durumu kapitalizmin spiritualizmi keşfi olarak nitelendiriyorum. Arz-talep meselesi var ortada, birileri hapları talep ediyor, diğeri sunuyor. Ama hakiki aydınlanmayı arayan var mı, yok mu tartışılır... Evet, işin bir tüketim aracı olması gerçeği ortada duruyor. İnsanlar bu işten büyük paralar kazanıyorlar. Fakat burada, iki aşırı uç var. Bir yanda gerçekten bir işe yaramayan ama iyi süslenmiş çalışmalara dünyanın paralarını ödeyen insanlar var, diğer tarafta ise eğer bir çalışma ruhsalsa onun bedava olması gerektiğine inananlar. Yeni çağ guruları ya da masterları da kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar sanırım. Bunların bir kısmı gerçekten art niyetli insanlar ve diğerlerinin parasını almak, güç sahibi olmak gibi amaçlarla insanlara aydınlanma, sağlık vs. pazarlıyorlar. İkinci gruptaki gurular ya da masterlar ise gerçekten de yaptıklarının bir işe yaradığına inanıyorlar.


Bunlar ise gerçek anlamda bir halüsinasyonun içinde yaşıyorlar. Bilgiyi kontamine ediyor ve öğrencileri aracılığıyla onun yayılmasına neden oluyorlar. Her iki grup da çok tehlikeli. İkinci grup bazen çok daha tehlikeli olabiliyor çünkü temelde art niyetleri yokmuş gibi görünüyor. Ne yazık ki şu anda spiritüalizm ile ilgilendiğini iddia eden masterların %99’u (belki bu tahmin sana biraz sert gelebilir ama gördüğüm bu) ya ilk ya da ikinci gruba giriyor. Aydınlanmayı arıyor olduklarına bile inanmakta güçlük çekiyorum çünkü gerçekten onun ne olduğuna dair bir fikirleri yok. Öfkelenmemenin, vejetaryen olmanın ruhsal gelişim için yeterli olduğunu düşünenler var; inanabiliyor musun buna? Bir yol, yalnızca silsilesi kadar güçlüdür. Başka şekilde söylemem gerekirse, eğer bir yol güçlüyse onu güçlü yapan şey bundan önceki ustalarının gücü ve bilginin bozulmadan aktarılmış olmasıdır.

Bir insan okuyarak, konuşarak, dinleyerek, düşünerek, sorgulayarak, birçok bilgiyi harmanlayarak... kendi yolunu çizemez mi? Yani illa bir disiplini takip etmesi şart mıdır? Evet şart ne yazık ki. Okumak, bilgi derlemek, öğrenmek tabii ki çok önemli. Çok önemli çünkü bunlar bizi yola hazırlıyor. Bütün bu bilgiler, içten çabalarımız, kalbimizi saflaştırmamız bizi yola hazırlıyor. Hatta çok önemli ruhsal gelişimler kaydetmemizi sağlıyorlar; ama eğer daha ileriyi hedefliyorsak bu durumda mutlaka bir yola girmemiz gerekiyor. Biliyorum yeni çağ öğretileri bize bunun aksini söylüyor. İhtiyaç duyduğumuz her şeyin içimizde olduğunu söylüyor, zaten ölümsüz olduğumuzu söylüyor vs. vs. Ama yolu kat etmek istiyorsan bir süre sonra, ne olursa olsun bir usta ile çalışman, bir yola girmen gerekecek. Elbette istisnalar var. Böyle insanlar biliyorum. Ancak o insanlarda farklı bir şey var. Anlatamayacağım bir güç. Garip bir şey. Biliyorsun Budha da kendi yolundan giderek aydınlanmıştı. Ama bir sürü öğretmeni olmuştu oraya ulaşıncaya kadar. Bir usta zaten senin katedeceğin yolu geçmiş bir insandır ve o yolda sana rehberlik edebilir. Rehber olmadan ilerlemeye çalışmak olanaksız olmasa da olanaksız kadar zor ve ne yazık ki çok tehlikeli. Ruhsallık gerçekten şakaya gelir bir şey değil.

Ben kendi hesabıma elbette ki çok kişiden çok şeyler öğrendim. Ama “usta” olarak gördüğüm kişilerden öyle davranışlar gördüm ki açıkçası bu “usta” takımına güvenim kalmadı. Bu kişiler de baktığın zaman, “usta geçinenler”den çok daha gelişmiş insanlardı, ama onlarda da öyle acayiplikler görünce ne yalan söylim, usta aramaktan vazgeçer oldum. Kendi sezgilerimin yolunu izler oldum. Gerçek ustalar ile tanışmak gerçekten de çok ama çok ender bir şey. O ustaya ulaşıncaya kadar diğer öğretmenlerimiz ya da ustalarımız bizim yolculuğumuzda minnet duyduğumuz insanlar oluyorlar. Senin yaşadığın şeyi ben de yaşadım doğruyu söylemek gerekirse. Pek çok sözde usta geçinen ustam oldu. Pek çok iyi öğretmenim de oldu ama... Çoğunu bıraktım. Zaman içinde çoğundan daha ileri seviyeye geldim. Kendilerinden daha ileri seviyeye ulaştığım bazı ustalarıma halen büyük bir saygı duyduklarım var. Mesela İlhan Güngören bunlardan biridir; Eric Yudelove bunlardan biridir. Onlar benim minnetle her zaman andığım her zaman kalbimde sevgi duyduğum insanlardır. Fakat gerçek usta ile tanışmak bambaşka bir şey. Gerçek yolda olmak da öyle. Akıl karışıklıklarının bittiği bir nokta orası. Sürekli geliştiğin, nereye doğru ilerlediğini net olarak bildiğin bir nokta. Bİr yandan ustana hayatını emanet edecek kadar güvendiğin (ki güvensen iyi olur çünkü pek çok noktada seni ölümden kurtarıyor çalışma boyunca) bir yandan da onun için büyük fedakarlıklar yapabileceğin bir nokta. Umarım bu yaşamda herkes ama herkes böyle bir şansa sahip olsun. Umarım bu anlattıklarımız insanlara bir çağrı olsun. The Wise 25


The Wise Ruh

Zeynep Sevil Güven zeynep.sevil@thewisemag.com

Annesini Arayan

Başarılı Erkeklerin Yaşam Yolculukları

“Kişi anne sevgisinden uzak kalırsa ya âlim olur ya zalim.” demişler. Annemizle olan ilişkimizin hayatımızı ve hatta dünyayı nasıl değiştirdiğini gelin birlikte inceleyelim.

A

nneniz sizi, sadece sizi içeren o çok özel tohumun toprağıdır. Tohum ne kadar güçlü, önemli, değerli olursa olsun eğer toprağa ekilmezse zaman içinde çürür. Ürüne dönüşebilmesi ancak toprağa kavuşmasıyla olasılık kazanır. Anne sudur. Anne besindir. Anne kazançtır. Anne yaşamdır. Baba suyu sağlayandır. Baba besini getirendir. Baba kazancı taşıyandır. Baba yaşamın yoludur. Çocuk daha döllenme anında bu durumu bizzat deneyimleyerek öğrenir. Yaşamının ilk aylarını suda, besinde, kazançta ve yaşamda geçirerek anne ile yaşam boyu kopmayacak, kopamayacak bir bağ geliştirir. Ona bağlı adeta bağımlıdır. Baba o tohumu o toprağa tam da o anda ekmese o çocuk olamaz. Çocuğun yaşam potansiyeline ulaşması babasına bağlıdır. Bir kez tohum toprağa düştü mü başlayan yaşamda babanın rolü uzunca bir süre için çocuğun algı kapasitesinin dışında kalır. Onu görmeden, kendisi için yaptıklarına şahit olmadan, elinden su içip başı okşanmadan babanın önemini kavrayamaz. İçsel olarak bilir ancak bilinç düzeyinde kavrayamaz.

26 The Wise

Anne daha ilk andan başlayarak kendisine ait ne varsa çocuğun hizmetine sunar. Kendi aç kalsa da çocuk onun kaynaklarını tüketir mesela. Annenin dişi bebeğin kemiğine kalsiyum, eti hücresine protein olur, çocuk beslenir anne sürünür, çocuk ille de anneden alır, anne ille de çocuğa verir. Çocuk doğduğu anda anne bedeninden dışarıya doğru macenta renkli bir ışık küresi çıkar, bebeği koynuna aldığında bu küre ikisini birden sarmalar ve iki titreşimsel sistemi birbirine bağlar. O anda, anne ile çocuk arasında ömür boyu kopmayan bir bağ oluşur. Çocuk özellikle 0-2 yaş arasında her gereksinme duyduğunda annesini yanında ister. Uyandığında ağlar, annesi gelir. Acıktığında ağlar, annesi besler. Üzüldüğünde ağlar, annesi öper, okşar, sever, teselli eder. İki yaşından sonra bebek adım adım bireysellik kazanmaya başlar. Anne ile kopmayan bağına rağmen ona bağımlılık düzeyinde sarılmaktan artık uzaklaşabilmektedir. Kendi kimliği, kişiliği ortaya çıkmaya başlar, bireysel kararlar almakla tanışır. İster erkek olsun ister kız, bebeğin bu ilk iki yıllık döneminde annenin ölmesi, bebeği terk etmesi, evlatlık vermesi hatta hatta mücbir bir sebeple de olsa


15 günden fazla bir süre uzaklaşması bebeğin “erken dönem yönelim kesintisi” olarak adlandırılan zihinsel bir duruma düşmesine sebep olur. Bebek kendini çaresiz, korumasız, sevgisiz bulmuştur. Anne yoksa o da yoktur sanki. Ağlar, üzülür, kıvranır, umarsızca hırpalar kendisini annesi gelsin diye, nafile annesi gelmez, belki de gelemez. Çocuk daha yeni yeni alışmaya başladığı dünya üzerinde en büyük dayanağının olmadığını, sırtının havada kaldığını fark ettikçe kuşkuları endişeye, endişeleri korkuya, korkusu umutsuzluğa doğru değişim gösterir. Sonunda henüz yeterince mantığı gelişmemiş bebek zihniyle annem bile beni terk etti, ben kimseye güvenemem” demeye başlar. Yaşamla ilgili tüm bildiği “yaşamın güvenilmez olduğu” tümcesine sıkışmıştır artık. Özellikle erkekler “erken dönem yönelim kesintisi” deneyiminden hırpalanarak çıkarlar. Ataerkil dünya düzeni onlardan güçlü olmalarını beklemektedir. Aile kurmak, eşlerinin ve çocuklarının güvenliğinden, beslenmesinden, barınmasından ve tüm diğer dünyevi ihtiyaçlarının sağlanmasından kendileri sorumludur. Eş ve baba olduğunda, “ne garip benim yaslanabileceğim bir ağaç dalı bile yok ancak ben kendi köklerim üzerinde bütün bu insanlara dayanak olmalıyım” der belki de kendine. İçin için kendisini terk eden annesini arar. Ona kendini göstermek, başarısını, annesinin onu terk etmesine rağmen hayata devam edebilmesini, güçlenmesini, yükselmesini, Adem oluşunu annesinin görmesini ve takdir etmesini umar içten içe.

Adem’in Meyvesi Adem ismi açıkça Tevrat’tan, Eski Ahit’teki yaratılış öyküsünden gelir. Adama sözcüğü İbranice’de “toprak” anlamına gelir. “Topraktan gelen” anlamına bizzat Yaratıcı Kaynak tarafından ona bu isim konulmuştur. Âdem yaşamı boyunca topraktan gelenle beslenerek güç kazanır. Yasak meyveyi yediği o güne dek ve ondan sonra hep topraktan geleni yiyerek beslenir. Yasak meyveyi tatmadan önce yiyeceği için düşünmek, emek harcamak zorunda değildir. Toprak onu kendiliğinden besler. Ne gerekirse verir. Tıpkı anne karnındaki bebeğin hamilelik süresinde ve hatta ondan sonraki ilk yıllarında olduğu gibi. Toprak rahimdir. Doğurgan ve besleyendir. Sonra meyveyi yer, iyiliği kötülüğü bilme ağacının yasak meyvesi onun gözlerini açar, farkındalık kazanır ve ilk olarak çıplaklığının ayırtında olur. Meyveyi yemek için üretmesi gerektiğini fark eder. Meyve almak çabadır. Meyve almak emektir. Meyve almak özen ve adanmışlık ister. Meyve almak biraz da can acıtır. Rahimden çıkan bebeğin havadaki oksijeni almak için özel çaba göstermesi gerektiğini poposuna yiyeceği şaplakla fark etmesi gibi. Yaratıcı Kaynak durumu fark eder. Adem’e “madem biliş halini seçtin, bundan sonra elinin emeğinden yiyeceksin” der. Adem cennetten kovulmuştur. Bebek de atası gibi yapar. Anne karnından çıkıp büyüdükçe eli kaşık tutabilecek kadar da bilinçlenir. Annesi bir yandan onu beslemeye devam ederken öte yandan kendini beslemeyi de öğretmeye başlar. Sonunda Âdem avlanmayı, çift sürmeyi, hayvan beslemeyi öğrenir. Çocukları olur, aynısını onlara da öğretir.

Eş ve baba olduğunda, “ne garip benim yaslanabileceğim bir ağaç dalı bile yok ancak ben kendi köklerim üzerinde bütün bu insanlara dayanak olmalıyım” der belki de kendine. İçin için kendisini terk eden annesini arar. Tıpkı bebeğin önce kaşığı tutmayı sonra o kaşıkla kendini beslemeyi ve uzun yıllar sonunda çocuklarına kaşık tutmayı öğretmesi gibi. Eski Ahit’e göre Âdem 930 yıl yaşar ve pek çok deneyim yaşar. Bir sürü çocuğu olur, her birine başka bilgilerini aktarır. Öğrendikçe aktarmaktadır. Yalnızca biliş haline geçince yaşayabileceği sayısız deneyimle karşılaşır yolunda. Âdem 930 yıllık yaşamı boyunca tıpkı hayat yolu gibi davranır. Çocuklarına kendi doğru bildiklerini aktarırken onları yargılamamaya özen gösterir.

Başarının Sonunda… Hayat yolu kendine has bir içeriğe sahiptir. Herkes için aynı biçimde kıvrılıp uzar gider. İyi ve kötü, akıllı ve aptal, güzel ve çirkin, dürüst ve hilebaz, şerefli ve namussuz, var olan her türlü varlık yaşam yolunda kendine ait bir alana sahiptir. Biz o yolda yürüdükçe onlarla karşılaşır dururuz. Karşılaştığımız bu olgularla ne yapacağımıza da kendimiz karar veririz. Yol bize ve seçimlerimize karışmaz. Seçimimiz ne yönde olursa olsun bizi yargılamaz.

The Wise 27


Karar verirken köklerimizden gelen enerjiyi referans alırız genellikle. Kişi köklerinden gelen enerjiyle ilk olarak anne karnında tanıştığından mıdır yoksa tanışmasına ve içlerindeki acıyı, kederi, üzüntüyü, yas duygusunu, kararsızlığı, kötülüğü, cesaretsizliği, umutsuzluğu, sancıyı, ağrıyı ve hatta hayatta korkutucu diye adlandırdığımız her şeyi anne karnında tanıyıp anne kucağındayken bile onlardan korunduğu için midir bilinmez yaşam boyunca oraya sığınmak ister.

Erken dönem yönelim kesintisine uğramış her erkek gibi o da hem anne dediklerinden tekrar ayrılmak zorunda kalmış hem de annesini aramaya aralıksız devam etmiştir.

Tıpkı Âdem’in içinden çıktığı toprağı daha güzel ve verimli kılarak mutlu etmeye çalışması gibi, özellikle erkek olan insan da daima annesini mutlu etmeye çabalar. Annesi erken ölmüşse, onu terk etmişse ya da başka bir şekilde erken dönem yönelim kesintisine sebep olmuşsa çaresizlik hisseder. Bu duygu her yanını sardığında annesine kendini kanıtlamak adına başarı, güç ve yükseliş kazanmaya çaba gösterir. Genellikle bunları başarır, elde eder, en yüksek noktaya geldiğinde, en önemli kazanca elini uzattığında her şey yok oluverir. Kazandığı her şeyi yaşarken ve yaşlılığa yakın bir zamanda kaybedenler, orta yaşlarda tam da en verimli ve kazançlı oldukları zamanda ağır hastalıklarla, ayrılıklarla, keder ve yas duygularıyla tanışanlar ve hatta tamamen yaşamdan ayrılanlardan söz ediyorum.

Bütün bunların olduğu dönemde Musa’ya hamile olan annesi “erkek çocuğum olursa öldürecekler” endişesi taşımaktadır. Ne yapacağını düşünürken “bebeğini Nil Nehri’ne salması, yaşamının garantide olacağından endişe duymaması” vahyedilir kendisine. Anlaşılan anne çok imanlıdır ve denilene göre yapar. Sonrasında çocuk firavunun kızı tarafından bulunur ve evlat edinilir.

Hz. Musa’nın Arayışı

Musa’nın annesinden ayrılmasından tekrar kavuşmasına kadar geçen süre ne kadardır bilinmez. Anlaşılan o ki Musa’nın “erken dönem yönelim kesintisi” zihinsel durumunu geliştirmesine yetecek kadar bir süredir.

Mesela Hz. Musa öyküsüne bakalım hep birlikte. Musa’nın atası Yusuf bilinen öyküsüyle, anavatanı olan topraklardan ayrı kalır. Rahim ondan çok uzakta olunca çaresiz kalan Yusuf kendi eliyle, emeğiyle hayatını kazanmalıdır. Bilgeliğini kullanır ve Mısır’da kendisi ve zürriyeti için imtiyaz kazanır. Mısır’da imtiyazlı olan Yahudi ırkı zaman içinde pek çok özel haklarını kaybeder. Aslında Tevrat’a göre, bugünkü anlamda köle dediğimiz bir duruma düşer. Her nedense (Kuran’a göre Musa için özel planlar yapmış olan Yaratıcı Kaynak böyle karar vermiştir) dönemin firavunu mezalim duygusunu tatmin etmek için Yahudi ırkını kurban seçmiştir. Mısır’da doğan tüm Yahudi erkek çocukların öldürülmesini emreder hikâyeye göre.

Kur’an Musa’nın evlat edinildikten sonra kimseden süt almayı kabul etmediğini söylüyor. Buna göre, her yöne haber salınır, ülkenin pek çok yerinden pek çok kadın prense sütannesi olmak için başvurur. Bebeğin öz annesi de bu denemeye katılır ve sonunda sarayda kendi öz oğlu için sütanne olarak görevlendirilir.

Daha sonra (bazı kaynaklara göre Osiris Rahibi eğitimi de alan) Musa adil bir Mısır Prensi olarak başlar yetişkin yaşamına. Yaşadığı topraklarda mutludur. Dirlik düzenlikten sorumlu hisseder kendini. Bir gün Mısır asıllı bir kişi ile bir Yahudi arasında çıkan tartışmayı ayırmaya gayret ederken Mısır asıllı kişinin ölümüne sebep olur. Hakkında ölüm fermanı çıktığını görünce ülkeden ayrılmak zorunda kalır. Spiritüel açıdan ülke de tıpkı toprak gibi, dişi enerji ilkesiyle, anneyle ilişkilendirilir. Yani Yusuf’un soyu, bu kez Musa kimliğiyle bir kez daha hem öz annesinden hem onu evlat edinen prenses annesinden hem de “anavatan” dediği Mısır’dan ayrılır. Erken dönem yönelim kesintisine uğramış her erkek gibi o da hem anne dediklerinden tekrar ayrılmak zorunda kalmış hem de annesini aramaya aralıksız devam etmiştir. Tek adımda üç annesinden ayrılmak nasıl hissettirmiştir kim bilir… Gittiği yerde Tsipora ile tanışır. Onu ve kız kardeşlerini oradaki çobanların tacizinden koruduğu bir deneyimin ortasında bulur kendini. O adil bir prens olarak yetişmiştir ve daima zayıf olanın yanında yer alıp onu koruması gerektiği öğretilmiştir kendisine. Bu adil ve cesur tavrıyla, kızların babalarının da gönlünü ve güvenini kazanmıştır. Tsipora’yı ister ve evlenirler. Bence yeni ülkesi Musa’nın bakış açısında asla “anavatan” konumuna ulaşamamıştır. Yani öz annesinin temsilcisi olamamıştır. Bu yeni, bir anlamda protez vatanı olsa olsa onu evlat edinen prenses annesini temsil edebilmiştir. Bu çok olağan çünkü Musa’nın o topraklardan desteklenebilen kökleri yoktur o toprakların içinde. Orası başka insanların ana karnıdır… Zaman geçer dönemin firavunu ölür. Musa eşi ve diğerlerini de yanına alarak “anavatan” olarak gördüğü Mısır’a döner.

28 The Wise


Musa saraya değil, Tevrat’a göre tüm imtiyazlarını kaybedip iyice köle konumuna düştükleri belirtilen asıl halkının yanına gelir. Kardeşleriyle buluşur ve ailesiyle birlikte onların yanına yerleşir. Bir zaman sonra Yaratıcı Kaynak onunla bağlantıya geçer. Acaba annesini ararken o mu talep etmiştir bu bağlantıyı? Burasını bilemeyiz. Yaratıcı Kaynak’la olan bağlantıda kendisine “ana halkını” o topraklardan çıkarıp “süt ve bal” ülkesine götürme görevi verilir. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf’un zürriyetinin kendi anavatanına, o zürriyeti dünyaya getiren rahme dönme zamanları gelmiştir. Onlara annesiz kaldığı için içlerindeki acı ve özlemi gerçekten anlayabilen, kavrayabilen bir önder tayin etmiştir Yaratıcı Kaynak. Annesiz büyümese belki o da anavatan özlemi çeken ve bunu hiç fark etmeyen halkının diğer bireyleri gibi firavunun malı olacaktı. O da diğerleri gibi “kölelik açlıktan ölmeye yeğlenecek bir haldir, iyidir” diyecek, vuslat başka bir bahara kalacaktı.

Erkek Annesini Ararken… Musa bilinçdışında annesini aradığını bilse de bilincinde bunun farkında olduğunu hiç sanmıyorum. Yine de annesine yönelik arayışında çok önemli bir kimlik kazanmış, mutsuzlukla başlayan öyküsü çok anlamlı bir göreve dönüşmüştü. Öykünün devamına bakınca, annesine yönelik ve farkındalık dışındaki kırgınlığı hiç bitemedi gibi görünüyor. Belki de kırk yılı çölde geçen büyük bir deneyimler senaryosu yaşarken de tek istediği annesine kendini kanıtlamaktı. Kanıtlayacak ve için için “bak sen beni terk etmeseydin benim başarılarımla gurur duyabilecektin” diyecekti. Musa aslında kanıtladı kendini annesine ve Tevrat’taki öyküye göre annesi de gördü bunu. Ancak kanıtlasa da annesinin onu ne sebeple olursa olsun terk etmesine kızgınlığından hiç vazgeçemedi. Annesine yüreğinde saygı ve sevgi dolu bir yer veremedi. Bu nedenle yine farkında olamadan, kendine çok kızdı. Kızgınlığından dolayı hem kendini hem annesini cezalandırma gereği duydu. Bütün adalet duygusuna rağmen, çöldeki deneyimler süresince “vaat edilen topraklara” girmesini engelleyecek adaletsiz edimlerde bulundu. Sonunda Yaratıcı Kaynak’ın “oraya gideceksin, orayı göreceksin ve içeri giremeyeceksin” demesine sebep oldu. Halkı oraya taşıdı, “işte mirasınız, alın sizindir” dedi ve halktan ayrıldı. Eski Ahit’e göre, bu andan sonra kendisine ne olduğu bilinmiyor. Kur’an da ise Hz. Muhammed’in Miraç’ta kendisini gördüğü ve hatta dış görünüşü ile bilgi bile verdiği yazılı. Benim anladığım kadarıyla Musa anasız büyümenin içindeki pozitif amaca ulaştı aslında. Âlim oldu. Öyle bir âlim ki bütün bir halkı, inançsızlıkları, güvensizlikleri ve hatta nankörlüklerine rağmen gönüldeşlik ve sevgi ile bağrına basabildi. Her türlü zorluğa karşın gücü yeten herkesi Yusuf’un yani atalarının anavatanına geri götürdü. Yol boyunca onları eğitti, onlara öğütler verdi ve içlerinde dirlik olmasına elinden gelen tüm desteği koşulsuzca sağladı. Musa ileriki yıllarda annesinin onu neden terk ettiğini öğrendi elbette. Onun bilinçaltına başka bir kayıt girmişti bir kere. Belki de o kayıt zaten atası Yusuf’tan dolayı vardı da annesinin hareketiyle açığa çıkıp içerdiği tüm pozitif amacı ona yüklemişti.

Âlim olması böyle olasılık kazandı. Ancak ilmi başkasına yararken kendi için pek çalışmadı. Kişinin kendine nesnel davranması çok zordur zaten. Sonuç olarak Musa kendisini terk eden annesine kırgın, hatta kızgındı. Aynı enerjinin diğer ucunda ise kendine yönelik “kim bilir ne yaptım ki annem bile beni terk etti” suçlaması olma ihtimali de çok yüksek. İşte bu yüzden vaat edilen topraklara, Yusuf’un ana rahmine halkını getirdi ve kendisi o rahme girmeyip dışarıda kaldı. Annesizlikten doğan öfkesi ve üzüntüsü onu başkaları için bir âlim kendisi için bir zalim haline getirmişti.

Buda’nın Üzüntüsü Bert Hellinger hâlihazırda dünyadaki iki buçuk milyar insanı kısmen ya da tamamen ve mutlaka olumlu yönde etkileyen Buda için: “ -Annesi doğumda ölen üzgün bir çocuktu, yaşamı boyunca annesinin üzüntüsünü bastırmaya veya annesine ulaşarak içini yıkamaya uğraştı ve bu durumdan ortaya muazzam bir yaşam felsefesi çıkarmayı başardı” diyor. Benim baktığım yerden gördüklerimle ona katılmamak elde değil. Ayrıca bu yazının düşüncemdeki temelini de onun bu sözleri oluşturdu. Kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Buda da tıpkı Musa gibi kendi halkına ve hatta tüm insanlığa yönelik bir âlim olmayı başarmıştı. Kendi hayatında ise karısını ve çocuğunu terk etmiş, onları kedere boğarak bir anlamda zulmetmişti öz ailesine. Ayrıca Yüce Yaratan onu seçmiş ve bolluk bereket içinde her şeye sahip bir prens olarak dünyaya göndermişti. Buda prensliğini ve ona ait tüm bolluğu bırakıp yaşamını tefekküre vermişti.

The Wise 29


Kendisine bağışladığı her şeyi reddederek dolaylı olarak isyan ettiği Yaratan’ı meditasyonda arayarak kendine karşı da haince davrandığının farkında bile değildi. Yaratıcı enerji de dişildir ve tabii anayla ilgilidir. Buda kendi yaratıcı enerjisiyle ancak annesini ararken tanışabilmişti. Acısını o yaratıcılıkla yoğurup büyük bir armağana dönüştürdü. Sonra o armağanı dünya anaya bağışladı. Muhtemelen annesinin onun doğumunda ölmesinden kaynaklanan suçluluk duygusuyla ona tahsis edilen armağanları ise hiç almadı, alamadı.

Zalim Hitler’in Alim Orduları Adolf Hitler de annesiz büyüdü. Annesi vardı, yanındaydı ancak zalim babası ve yaşam içinde kaybettiği dört çocuğun acısı ile oğluna hiçbir şey verecek durumda değildi. Mutsuz bir kadındı. Zalim kocası hayatta kalabilen iki çocuğundan birinin isteklerine karşı çıkıyor, dövüp zulmediyordu. Onun elindense hiçbir şey gelmiyordu. Adolf okulda başarılı bir çocuk oldu hep. Ressam olmak istedi, babası izin vermedi, anlaşılan annesi de bu isteğini çok desteklemedi ki, hiçbir zaman bu izni alamadı. Öyküye göre babasının ölümünden sonra akademiye başvurdu ancak resimleri iyi bulunmadığı için kabul edilmedi. Bugünkü bakış açımı kullanarak, konuyla biraz derinden ilgilenince Küçük Adolf’ün yaşamı boyunca boyunca hem annesini mutlu etmek hem annesine kendisini kanıtlamak için uğraştığını anlıyorum. O onca cinayetin, zulmün, acının mimarı olan büyümemiş, büyümediği için iyiyi kötüyü ayırt edememiş bir çocuk olarak sürdürdü bence yaşamını. Ona göre bütün o zulümden etkilenenler bir çocuk tarafından kuyruğuna kutu bağlanan, bıyıkları kesilip seyrinden keyif alınan bir kediden ibaretti belki de. Yaşamdaki adımları hep yükseliş yönünde oldu Hitler’in. Orduda ve Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi’ndeki görevlerinde hep çok başarılı oldu. Annesini mutlu etmeye bu kadarı yetmeyince n(ya da o öyle sandığında) anavatan dediği toprakları kendisi gibi olmayanlardan arındırmaya adadı yaşamını. Önce sözel olarak başladı eylemine.

Büyük küçük, ülkeme, atalarıma ya da tanımadığım bir ülkedeki her hangi bir orduya ait her türlü savaş düşünce ve anısını sevgiyle dönüştürmem şart. Arınma gerektiğini söyleyip insanları ikna edecek kadar âlim oldu sonunda. İkna ettikçe büyüdü. Belki de başlangıçta aklına bile gelmeyen sayıda yandaşa ulaştı. Avusturya doğumlu olmasına rağmen, onun anavatan adını verdiği yer, Almanya onun için ana rahminin dış dünyadaki büyük bir temsilcisiydi. Orada, o ana rahminde arı olmayan bir şey bırakmamaya karar verdi ve diğerlerini de buna ikna etti. Büyük bir kıyıma başladı. Ana rahminde kendi kanından olmayan ne varsa dışarı fırlatıyordu. Onun anasının rahmini kirletmelerinin bir bedeli olmalıydı ve bu yüzden sayısız işkence metodu kullandı diğerlerine karşı. Yandaşları yeterince çoğalınca, ana rahmi yerine koyduğu anavatan topraklarının büyümesi gerektiğine inandırdı kendini. Başka ülkelerden ya da buradaki anlamıyla başka insanların ana rahimlerinden kendisi ve yandaşları için alan kapmaya gayret etti. Savaş açtı, yaktı, yıktı, işkence etti ve arındırmak için bildiği ve yeni keşfettiği yolları hiç sıkılmadan kullandı. Küçücük bir çocuğun annesini mutlu etmek için ortaya koyduğu naif oyun dünya tarihinin en büyük zulüm öyküsüne döndü sonunda. Kuşkusuz bunları başarmak için çok çalıştı, çok okudu, çok öğrendi ve o da bir zalim-âlim oldu kendi yolunda. Onun deneyimindeki pozitif amaç neydi diye çok sordum kendime. Bir gün aniden bir ışık yandı bilincimde. Soykırımın bütün yönleri ve sonuçlarıyla tanışmayı sağladı onun durumu. Böyle bir eylemin içeriği ve insanlığa neler ettiği, tüm dünya tarafından net olarak kavrandı ve büyük bir uzlaşı ile bir daha olmasın denilerek, uzak durulmaya karar alındı. Zalim Hitler, eylemleriyle âlim orduların yaratılmasını tetikledi. Ordular artık “savaşmak için değil, barışı korumak için varız” felsefesiyle mevcudiyetlerini sürdürüyorlar. Bu bir bilinç değişikliğidir.

Ordusuz Bir Dünya için… Dilerim bir gün ordusuz bir dünya yaratma kararı da alabiliriz insanlık olarak. Ama ben bu niyetimi sadece bir umut olarak içimde tutup olanı izlemektense, etkin bir içsel arınma yoluyla destekleme kararı aldım. Benim etkinliğim herkese yüreğimde birer yer verip hiç olmazsa orada hep özlemini duydukları rahmi deneyimlemelerine olanak sağlamak. Ordusuz bir dünya ilk benim aklıma gelmedi elbette. Örneğin Kosta Rica 60 yıldan biraz fazla bir süreden beri tamamen ordusuz yaşıyor. Ben ise bu örneğin çoğalmasını, günü geldiğinde tüm dünyanın ordusuz ve silahsız bir yaşama geçiş yapmasını umut ediyorum. Böylesi bir arzunun gerçekleşebilmesi her şeyden önce askerlik, savaş, silahlar, silahların sağladığı ekonomik büyüme konusunda yeni bir içsel eğitim ve arınma gerektiğinin ayırtındayım.

30 The Wise


Enerjin dönüşmeye başladığını hissettiğimde kısa bir imgeleme yaparak etkinin güçlenmesini ve dönüşümün hızlanmasını sağlamaya gayret ediyorum. İmgelememde Yaratıcı kaynak’ın saf altın ışıklarının dünyayı aynı anda her yandan sarıp sarmaladığını hayal ediyorum (bazen hiçbir şey göremem ancak olduğunu düşünürüm ve bilirim ki “enerji düşünceyi izler yasası” gereği, bunu düşündüğüm anda gerçekleşir). Tüm dünyanın bu ışıkla sarmalandığını fark ettikten sonra aynı ışığın hızla dünyanın içine nüfuz edip magma tabakasına doğru ilerlediğini düşünürüm. Bütün bunlar olurken:

“- Her türlü savaşa % 100 EVET, içimdeki ve dışımdaki tüm savaşlara izinliyim ve ben daima barış içinde yaşamayı seçiyorum” diyorum “Dışarısı içerinin bir aynasından ibarettir” diyor kadim bilgiler. Bu durumda öncelikle kendi içimdeki ordu ve orduyla uzak yakın bağlantılı her titreşimi arındırmam gerekli. Büyük küçük, ülkeme, atalarıma ya da tanımadığım bir ülkedeki her hangi bir orduya ait her türlü savaş düşünce ve anısını sevgiyle dönüştürmem şart. Savaşın acısını silip sevgi ile ışık haline getirmem, “zarar görürüm” endişemi silip “paylaşım destekleyicidir, BİRLİK getirir” düşüncesiyle değiştirmem gerekli, bunu biliyorum. Bu konuda sürekli çalışma yapıyorum, arınıyorum, diğerlerinin arınmalarına naçizane destek sağlıyorum. İşin aslında her birey diğerlerine sadece ayna olabildiğine göre, tek bir insan bile bu konuda % 100 arınsa savaş ve ilgili tüm titreşimlerin kısa bir zamanda ışığa dönüşeceğinden de eminim. Kendimi arındırmak için, sürekli olarak, Ho’oponopono ve ZSG Derin Dengeleme Felsefeleri’nin karışımıyla oluşturduğum bir olumlama kullanıyorum. Öncelikle: “- Her türlü savaşa % 100 EVET, içimdeki ve dışımdaki tüm savaşlara izinliyim ve ben daima barış içinde yaşamayı seçiyorum” diyorum. Sonrasında:

“- Yaratıcı Kaynak’ın saf ışığından içimde ve dışımda bana ait olan savaşla ilgili ne varsa yıkayıp arındırmasını ve bir daha başka hiçbir şeyle yer değiştirmeyecek biçimde hücre boşluklarımda kalmasını diliyorum” diyerek arınmaya ve dönüşüp dönüştürmeye devam ediyorum. Bence işe yarıyor. Her gün çevremdeki insanların daha fazla diğerini kabul ettiğini görüyorum ve çalışmamın işe yaradığını böylece anlıyorum. Bana yardım etmek, çalışmayı hızlandırmak ve dünyada barışın olabilecek en kısa zamanda ordusuz bir şekilde yerleşmesine destek vermek isterseniz yukarıda yazdığım (bilinçaltını yeniden programlama çalışmasını) aynen ya da kendi yönteminize göre uygulayın. Son olarak annesini arayan savaşçı erkekleri de onurlandırabileceğiniz: “- Annesiz büyüyen ve ancak savaşarak ayakta kalabilirim diyen bütün insanlar, hepinizi şimdi görüyorum. Her birinizin kaderini bütün varlığımla onurlandırıyorum. Sizi bugüne dek zihnimde tuttuğum için özür diliyorum. Lütfen beni bağışlayın, teşekkür ediyorum, sizi seviyorum” Ho’oponopono olumlama tümcesinden yararlanarak dünyada kalıcı barışın kurulmasına katkılarınızı pekiştirebilirsiniz.

Kendi adıma: “- Bütün annesiz büyüyen başarılı erkekleri zihnimde canlı tutan anılar sizi şimdi görüyorum ve varlığınızı onurlandırıyorum. Bu yazıyı yazmaya ancak sizin zihnimdeki varlığınızı koruyarak ulaşabilirdim. Bunca zaman zihnimde bir anı olarak benimle kalmayı kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ediyorum. Şimdi sizin de ışığa dönüşme ve özgürleşme zamanınız geldi. Sizleri bu zamana kadar serbest bırakamadığım için özür diliyorum ve sevgiyle ışığa dönüştürüyorum. Lütfen kendi içinizdeki ışığın açığa çıkmasına izin verin, ışığa katılın, ışıkta kalın. Teşekkür ediyorum, sizi seviyorum” Diyorum ve yazımı sevgi ve ışıkla noktalıyorum.

“-Bugüne dek zihnimde canlı tuttuğum, bana atalarıma ve tüm insanlığa ait, kazanılan, kaybedilen tüm savaşlarla ilgili anılar, sizi bugüne dek zihnimde benimle yaşamaya zorladığım için özür diliyorum, lütfen beni bağışlayın, teşekkür ediyorum, sizi seviyorum” diyerek olumlamamı tamamlıyorum.

The Wise 31


The Wise Soul

A.Kerim Soley

kerim.soley@thewisemag.com

Bir Yasam Felsefesi Olarak

Sufizm

İkinci sayımızda “Bir Varoluş Felsefesi olarak Sufizm”i okumuştuk, Sufizm’in yaşamın içinde bir felsefe olarak nasıl yer aldığını da serinin bu bölümünde öğreniyoruz.

S

ufîlik yoluna girdiğinizde önceden belirlenmiş, sistematize edilmiş inanç biçimleri ve ritüelleri ile aşırı biçimde kodlanmış bir sistemin parçası olmazsınız. Aklı, zihni, kişiliği, benliği… kısacası ‘dünyayı’ terk etmeniz de gerekmez. Zaten onu öngörenler de gerçek anlamda ‘terk’ durumuna erişememişlerdir. Eğer bir sufî iseniz bu ‘terk’ işlemi tamamen doğal biçimde gerçekleşir. Hattâ öyle ki, eğer her şey yolunda giderse “ ‘terk’i de terk “ edersiniz… Eleştiri, kınama, yorumlama ve yargılamadan da, benlikten de tümüyle uzaklaşmış olmaktır bu. Ama ‘o vakte kadar’ bu araçlar gereklidir. O vakit geldiğinde zaten ‘yeterince arınmış’sınızdır. Öylesi bir arınmaya kadar, henüz iç içe olup birlikte yaşam sürdürdüğünüz ve paylaştığınız her şey ile ilgili olarak sormalı, sorgulamalı ve sorgulanmaya da hazır olmalısınız… Sufîler tıpkı, Tao, budist, Zen, ya da kadim Mısır ve şaman geleneklerinde olduğu gibi, bütünsel evrenin buradaki yaşam koşullarını şimdilik kaydıyla paylaştığımızı, ama sadece buraya ait olmayıp o sonsuz enerjinin tekâmül yolundaki bilinçli birer katılımcısı ve bütünleyeni olmamız gerektiğine inanırlar. Yani sufîlere göre bu dünya, bir bakıma ‘yaşamın sınırlandığı yer’dir. Zira ardımızda doğmadan önce başlamış, önümüzde ise ölümden sonra da devam edecek olan, ‘sonsuz’ bir yaşam vardır.

32 The Wise

Sufîler her yerin kendi yurtları olduğunu varsayarlar. Yani onlar geçmişte ve şimdide olduğu gibi her zaman ‘yurtlarında’ olacaklardır. Her yer, bütün Varoluş onların mekânıdır; öyleyse onlar için izafî zaman ile geçici mekânın çok da önemi yoktur. O nedenle de tıpkı taocular, budistler, şamanlar veya Zen izdeşleri gibi onlar da hiçbir yerde yabancılık çekmezler. Bir bakıma herşey onlarındır ve onlar da her şeyin parçasıdırlar. Çünkü sonsuz yaşam ne bu bedene, ne kişisel-öznel ruha ne de burada algılayabildiğimiz değişken ama sınırlı koşullara tâbi olabilir. Sufînin teslimiyeti koşullara değil, ‘Varoluşa’dır. O da zaten tutsaklığa razı olan değil, erdem ve tekâmül yolundaki şuurlu teslimiyettir. Senben veya ben-o ikilemleri aşıldığında, bu esasında ‘kendi kendini kabullenme’ ve ‘kendi kendine teslimiyet’ anlamına gelir. Böylesi konularda sorun da zaten sözcüklerin ve kavramların yüzeysel anlamlarına saplanıp kalarak ‘ötesine geçememek’ten, bu amaçla yeteri çabayı göstermemekten; öte yandan da yanlış anlaşılabileceği kaygısıyla yeterince açık anlatamamaktan kaynaklanmaktadır. Sufîlikte derviş olursunuz, tamam; ama sizden hiçbir zaman için rahip/rahibe, papaz, şeyh, baba, din âlimi… vb. olmanız istenmez.


Zaten sufîlikte böylesi rütbeler de yoktur. Dervişlik tevazu sahibi ve gönüllü olma yanında bilinçli olmayı da gerektirir. Keza bir sufî üstadı da yaşadığı sürece aynı zamanda bir öğrencidir, derviştir. Çünkü sufîlikte, gündelik yaşamda aşırı önem ve değer verilen makamların yeri yoktur. Din adamı vaaz verir, konulmuş olan kurallardan söz eder ve ideolojisini dayatır. Sufî ise her türlü fanatizmden, aşırılıktan ve kalıplaşmışlıktan uzak biçimde algınızı genişletir; tam anlamıyla makul ve sevecen bir ‘orta yol insanı’dır. Sufîlik zihinle uluorta çatışmadığı için ona karşı gibi de görünmez; zaten doğrudan ona da odaklanmaz. Zihinsel arınma, sufîlik yolundaki gelişimin yan ürünü olarak kendini gösterir. Çünkü asıl gelişme akılda ve onun işleyişinde, idrakte ve bilince erişmede yaşanmaktadır. Nedeni onun uyumlu ve gerilimsiz bir yolda sevgiyle ve aşkla çalışmakta olmasıdır. Kimi bilgilerin bilinmeyene erişmede engel oluşturabileceğini varsayacak kadar da özgür, bağımsız ve araştırıcıdır. Her sufî, kendisinin de, ona kulak verenlerin de eksik, kısıtlı, bir ölçüde zihinsel önyargılara sahip kimseler olduklarını bilirler. Zaten “kişi noksanın bilmek kadar âriflik olmaz” sözü de onlara aittir. O nedenle de âriflerin, zâhidlerin hiçbir zaman aramaktan, kendini ve hakikati bulma çabasından vazgeçmemesi gerektiğinin farkındadırlar. Keza bu noktada çok önemli bir başka temel gerçekliğin daha farkındadırlar: “Gerçeğin göreceli ve anlık olabileceği”…! Kısacası her sufî, yolda ne denli ilerlemiş olursa olsun, her zaman öğrenci olarak kalacağının bilincindedir… Örneğin Mevlânâ’ya göre; “İnsan bugüne kadar çeşitli gelişim aşamalarından geçerek gelmiştir ve önünde mevcut algılama, bilgi ve kavrayış biçimlerinin ötesinde, daha üstün tekâmül ve aydınlanma ‘hâlleri’ vardır.” Sufîler, öğrenci ya da mürit sayılarının artması hususunda özel bir çaba göstermemişlerdir. Hele de ‘cemaat oluşturma’ gibi bir hedefleri hiçbir zaman olmamıştır. Büyük sufî ustalarından Câmî’ye, kendisi gibi pek fazla öğrenci kabul etmeyen diğer büyük sufî üstadlarının bu davranışlarının nedenleri sorulduğunda şöyle demişti: “Sözde hakikati arayan çok kişi var. Ancak hemen hepsi kişisel çıkar peşindeler. Gerçekten ‘hakikat yolcusu’ olabilecek çok az aday görebiliyorum.” Olabileceğimiz her ne ise onu olabilmek, ancak ve öncelikle kendimizi doğru ‘bilmek’, ardından Varoluş’un gizemlerine birer birer erişebilmekle mümkündür. İyi bir mistik sabırlıdır, doğal olarak sebatkârdır da. Tıpkı bir Zen keşişi gibi hiç acele etmeden, mürşidinin gösterdiği yolda yürüyerek olgunlaşmaya çalışır; ama aydınlanmaya sadece ‘sınırlı akıl ile varılamayacağı’nın bilincinde olarak. İçsel yolculuğa hazır olan ‘mürid’in gerçek anlamı ‘kendi iradesi ile yönelen’ (murâd eden)dir Yani o aslâ ne taklit eden ne de bilinçsizce biat ve itaat eden birisidir. Zaten mürit olabilmenin başlangıçta dört koşulu vardır. Gerçek bir mürit; ince düşünen, tefekkür eden, samimi gayret sarfeden ve riyâzete yönelendir. İçsel yolculuk konusuna gelmişken, Gurdjieff’in bu durumu, daha yüksek ya da daha süptil enerjilerin kullanımı ile açıklamış olduğunu belirtmeden geçmemeliyiz... Ona göre her birimiz, kişisel-fiziksel bedenimizden başka ve onun ‘ötesi’nde, tüm Varoluş’la birlikte ve gelişmişliğimiz ölçüsünde giderek daha süptil enerjilerden ve onların farklı düzey ve oranlarda bir araya gelmesiyle oluşan geçici ve değişken yapı ve yapılanmalara sahibiz.

“İnsan bugüne kadar çeşitli gelişim aşamalarından geçerek gelmiştir ve önünde mevcut algılama, bilgi ve kavrayış biçimlerinin ötesinde, daha üstün tekâmül ve aydınlanma ‘hâlleri’ vardır.” Kimileri buna (tam ve doğru bir açıklama olmamakla birlikte) ‘öz’ diyorlar. Örneğin, fiziksel yapımızın gerçek olduğunu biliyoruz; çünkü duyumsuyor ve kolaylıkla farkedebiliyoruz. Ama sürekli değiştiğini, geliştiğini, yaşlanıp bozulduğunu unutuyor veya gözardı ediyoruz. O nasıl sonradan oluşup gelişen ve gerçekte sürekli olarak değişen bir organizma ise; bilgilerimiz, kişiliğimiz, inançlarımız ve egomuz da dahil hep sonradan ve zamanla, dışsal etkilerle meydana gelmiş oluşumlardır. O nedenle, gerçek öz’e doğru atılacak her yeni adımla öncekinden farklı bir gerçekliğin ya da yeni bir gerçeklik boyutunun farkındalığına erişilebilecekltir. Önemli olan öz’e doğru ‘yol alabilmek’tir (mistikler buna ‘yolda olmak’ diyorlar).

The Wise 33


Bu sayede kendimizi geliştirerek; daha kaba, yapay, hattâ sahte yapılanmalardan (zihin, benlik, ego... gibi) olabildiğince özgürleşmek mümkün olabilir. Bütün din ve inanç sistemlerinin başlangıçtaki ana fikri ve amaçlarının özeti de gerçekte bundan başka birşey değildir. Bu yaşamımızda ‘öze doğru gelişebilmek’ kuşkusuz mümkündür, ama bu öncelikle insanın ‘kendisi üzerinde özgürce çalışabilmesi’ne ve bu sayese ‘kendini bilmede alacağı yol’a bağlıdır. Kendisi üzerinde ‘çalışmaya’ başlayan kişi, bu çalışmasında özgürce, cesaretle ve bilinçle yol adığı sürece, hep bir adım önceki bilgisinin ne denli eksik ve yanlı; zihninin ne kadar yetersiz ve kusurlu; egosunun ise yapay ve yanıltıcı olduğunu farkedecek ve zamanla kişiliği ile gerçek özündekileri ayırt etmeye başlayacaktır. Çalışmalarında ilerledikçe fiziksel bedeninden başka ruhsal, zihinsel, astral... yapılanmalara da sahip olduğunu gözlemleyecek, bilecek, anlayacak ve ‘farkedecek’tir... Bu durumda, diğer ‘yaşam enerjileri’nin farkındalığı, yaşamın anlamına varmayı kolaylaştıracak; bizi sınırlayan sıradan fiziksel duyuların ötesine geçebilmek; oradan da ‘yaratıcı’ ve ‘birleştirici’ enerjilere ‘erişebilmek’ mümkün olacaktır. Büyük hint sufîlerinden Meher Baba’ya tanrıyı sorduklarında şöyle demişti: “Tanrı, Sonsuz Varoluş’tur”. Bu aynı zamanda bütün mistiklerin ve doğal olarak sufîlerin de ortak anlayışının en özlü anlatımıdır. Bize göre de, öznel akılla ‘kişileştirmeye’ kalktıkça aslında tanrısallıktan uzaklaşırız. Üstelik bütün ruhsal sorunlarımız, açmazlarımız, uyumsuzluklar ve acılarımız, görünen-görünmeyen, bilinen-bilinmeyen tüm fiziksel evrenden ve diğer evrenlerden izler içimizde olduğu halde, bizlerin Varoluş’a katılma yoluna girememiş ve onun zihinsel anlamda dışında kalmış olmamızdan kaynaklanmaktadır. Bunun başlıca sorumlusu ise ‘koşullu zihin’dir. O nedenledir ki bütün Zen ustaları ile büyük mistikler ve tabii ki sufilerle birlikte özgün İsa düşüncesi de, öncelikle ‘başlangıç zihnine erişmek’, daha sonra da bilgelik ve tekâmülün koşulsuz-kesintisiz yolculuğuna oradan başlamak isterler.

34 The Wise

Sufîlerin ne tür bir yaşam sürmelerinin uygun olacağına dair, farklı dergâhlar için yazıya dökülmüş çeşitli rehberler ve sözlü öğütlerden yapılmış derlemeler varsa da bunlar genellikle aralarına yeni katılan dervişlerin davranış prensipleri ile ilgilidir. Burada, biraz daha ileri aşamadaki çalışmalarda yapılması gerekenlerden sekizini verelim. Yazılı olan veya olmayan diğerlerini, bu yola girecek olanların, insanlık ve tekâmül mâbedinde görevli olan kendi üstadlarından, rehberlerinden veya kalfalarından edinmeleri daha doğru ve uygun olacaktır. Varoluş’a ‘evet’ diyebilmek; ‘insana saygı’ duyabilmek. Aydınlanabilmek için sevginin güneşine ve o güneşin ışığına kalbini açmak. Barış içinde ve ‘şiddetsiz’, yaşamın ‘doğal akışı’na ve ritmine uygun ‘latif’ ve ‘zarif’ bir hayat sürmek. Fırsat buldukça kalbe odaklanarak tefekkür’e (sufî meditasyonu) yönelmek. Zikirlerde üstadların vereceği, genelde esma’ül-hüsnâ’dan seçilmiş mantraları kullanmak. Akıl karışıklığını önlemek ve maddî yaşamın karmaşık yollarında kaybolmamak; farkındalığını artırarak sabır ve sabatla her türlü gerilimden kurtulmayı başarabilmek için, mürşitten sürekli destek almak; onun bilgisi ve deneyiminden yararlanmak. Yapay benlikten (ego) kendi rızasıyla ve bilinçli bir biçimde vazgeçerek, sabır ve kararlılıkla, gösterişsiz ve şatafatsız bir biçimde (riyâzetle), yeni bir yaşama yönelmek. ‘Olmak’tan da ‘olmamak’tan da korkmaksızın, Varlığın ve Yokluğun ‘Bir’ olduğunu idrak etmek...


The Wise 35


The Wise Ruh

Öner Döşer

oner.doser@thewisemag.com

Karakterimizi Değiştirirsek,

Kaderimizi Değiştirebilir miyiz? Gelecek, insanın dünya yaşantısında izlediği yola ve seçimlerine göre şekil almaktadır. İnsan, karşısına çıkan yollardan birini seçer ve o yolu seçmekle, yol üzerinde var olan her şeyle karşılaşmayı da beraberinde seçmiş olur.

B

elki de, etrafımızda oluşan pek çok travmatik durumları, hastalıkları bilinçsizce üretilen negatif düşüncelerimizle, biz insanlar var ediyoruz. Böylelikle aslında bedenimizi zayıf düşürüyoruz ve kendi kendimize zarar veriyoruz. Psişik kahin Edgar Cayce bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Düşünce ve girişimleri ile aynı çizgide olmak üzere bireylerin aktivitelerini etkileyen koşullar vardır ve spiritüel yasalar çerçevesinde bireyler ile bir etkileşim söz konusudur.” Günümüz bilim insanlarının araştırmaları da artık bizi, gezegenimiz ile üzerindeki yaşam formlarının tek bir canlı organizma olduğunu kabul etme aşamasına getirmiştir. Toplum yaşamında bir üst varlık noktasına geçmek istiyorsak, Amerikan yerlilerinin de söylediği gibi, Doğa Ana ile aynı dengede yürümemiz gerektiğini öğrenmeliyiz. Aksi şekilde davranmamız, büyük din kitaplarında ve kadim kültürlerin efsanelerindeki gibi, büyük bir yıkımla karşı karşıya kalmamıza sebep olacaktır. Kutup kayması olarak nitelendirilen fenomenin aktive edilmesinde belki de insanoğlunun düşüncelerini kontrol edememesi ve bunların negatif eylemlere dönüşmesinin de büyük payı vardır. İlle de böyle bir sonuçla karşılaşmamız gerekiyor mu? Belki de bu süreçte sorumluluğumuzun farkına varırsak, bilinçli bir şekilde bir şeyleri değiştirmeye çalışırsak, bu değişim dünyanın enerji matrisi üzerinde olumsuz etkileri azaltabilir, olumlu etkiler yaratabiliriz. Modern Astroloji’de çok güzel bir betimleme vardır: “Karakterimiz kaderimizdir. Karakterimizi değiştirebilirsek, kaderimizi değiştirebiliriz.” Bazı araştırmacılar, gruplar halinde meditasyonlar düzenleyerek, kolektif bilinci doğru bir odak merkezine yönlendirebilir uyumlu bir dalga yaratabilirsek, bu uyumlu dalga alanının gezegensel enerji ve manyetik alanları ile iletişime geçerek bu alanları etkileyeceğini ve alan ortamındaki kolektif bilince pozitif etki yapacağını öne sürmekte, kolektif niyetlerin zamanla bilinci yükseltmeye yardım edeceğine ve tüm gezegen için pozitif sonuçlar getireceğine inanmaktadırlar. Bilinçli olarak oluşturulacak bu yüksek uyum, gerçekten de savaş, sosyal huzursuzluklar, vahşetler gibi negatif global durumları pozitif olarak etkileyebilir mi?

36 The Wise


Küresel ısınmanın etkilerini tersine çevirebilir mi? Depremler, kasırgalar, volkanik patlamalar ve tsunami gibi doğal afetlerin yoğunluğunu etkileyebilir mi? Hastalık, kıtlık, yoksulluk gibi konularda çözüm bulma konusunda insanoğluna yardımcı olabilir mi? İnsan kalbinin potansiyelini keşfetmek üzere 1991’de kurulmuş kar amaçlı olmayan bir araştırma organizasyonu olan HeartMath enstitüsü araştırmacılarına göre cevap: evet! Araştırmacılar, tüm bu uygulamaların kalp uyumu katılarak nasıl kolaylaştırılacağını, hatta daha büyük ve daha uzun süren bir etki sağlayacağını açıklıyorlar ve bundan sonraki basamağın, uyumlu kişi gruplarının gezegensel enerji alanlarını kolektif bilinci pozitif etkilemek amacıyla değiştirebileceğini göstermek olduğunu söylüyorlar. GCI Araştırma Merkezi’ndeki araştırmacılar, zihinsel ve duygusal sistemlerimizi dengelemek ve yönetmek için kalbimizin zekasını kullanmakla, meditasyonla uyumumuzu arttırmakla kişisel frekans derecemizi yükselteceğimize ve enerjimizi bundan sonraki güneş aktivitesi döngüsü ile gelebilecek yaratıcı olasılıklar ve yararlar düzeyine çıkarabileceğimize inanıyorlar. Bu değerli araştırmalar hakkında detaylı bilgi almak için lütfen www. heartmath.org adresini ziyaret ediniz. Bütün bunlar doğru tespitler olabilir mi? Neden olmasın? Belki de gerçekten, çok sayıda insan tarafından bilinçli bir şekilde sevgi, şefkat ve takdirle kalp-uyumlu durum oluşturursa, mevcut gezegensel stres, uyumsuzluk ve anlaşmazlık dalgalarının üstesinden gelinmesine imkan verecek bir uyumluluk dalgası oluşturulabilir. Böylelikle bilinç kayması daha kolay hale getirilebilir ve birikmiş negatif enerjiyi pozitife dönüştürülebilir. Bu sayede olumsuzluğu aşabileceğimiz gibi, dünyamızı çok daha ideal bir biçime dönüştürebilir, kaderimizi değiştirebiliriz. “Ne Biliyoruz ki” kitabında okuduğum bir paragraf neyi kast ettiğimi çok güzel ifade ediyor: “Temel olan bilinçtir ve enerjimadde bilincin ürünüdür. Kim olduğumuz konusunda kafalarımızı değiştirebilirsek ve kendimizi fiziksel deneyimi yaratan, bilinç dediğimiz var oluş düzeyinde ona katılan ölümsüz, yaratıcı varlıklar olarak görebilirsek, içinde yaşadığımız dünyayı çok farklı bir biçimde görebilir ve yaratabiliriz.” (Kaynak: Ne Biliyoruz ki?, İnkılap Yayınevi).

Holografik Evren Yakın dönem psişiklerinin bize vermiş olduğu bilgilerden, geleceğin, Akaşik kayıtlarda ana hatlarıyla belli olduğu anlaşılmakta, bireylerin çaba ve gayretlerinin, genel akışta bazı değişiklikler meydana getirmekte olduğunu düşündürmektedir. Yani bilinçli çabalar olayların yönünde bazı değişiklikler oluşturabilir veya olayların oluşum zamanlarının ertelenmesini sağlayabilirler. Düşünce ve imajlarımızın kontrol altına alınması ve şuurlu bir biçimde pozitif değerlere yönlendirilmesi, olayların yönünün pozitife dönüşmesine veya en azından negatif etkilerin daha yumuşak atlatılmasına sebep olacak, geleceğimizi şekillendirmekte çok olumlu etkiler yaratacaktır. Bu noktada hologram kavramının temel felsefesini biraz açmak istiyorum. Hologram her parçanın özünde bütünün bilgisini tümüyle içermesi, her şeyin birbiriyle bağlantılı olması durumudur. Örneğin, bir elma resmini ele alalım. Bu resmi oluştururken mozaik tarzı küçük parçacıklar kullandığımızı ve her küçük parçanın üzerinde yapmayı tasarladığımız elma şeklinin aynısının olduğunu düşünelim. Biz büyük resmin ne olduğunu anlamak için, parçaya baktığımızda tamamını görmüş oluruz. Eskilerin ‘yukarısı aşağıya benzer’ önermesini bu holografi modeli ile anlayabiliriz. Evrende her şey bir bütünün parçasıdır ve bütünden ayrı düşünülemez. Parçada bütünün bilgisi saklıdır. Geçmiş, şimdi, gelecek gibi kavramlar bütünü ve parçayı “Bir” yapan hologramın içinde belli bir noktaya kadar saptanmış durumdadır, yani ana hatlarıyla bellidir.

Bir anlamda, parçayı temsilen biz üzerimizdeki elma resmini silip, yerine bir çiçek resmi koyabiliriz. Ancak, bu elma resminin bütünsel görüntüsünü değiştirmez. Ta ki, yeterince elma desenli parçacık özgür iradesiyle çiçek olmaya karar verir ve kritik çoğunluk aşılır, o bütün artık elma değil, çiçek olarak görünür. Bir anlamda, geleceğimiz kolektif bilincimizin kararı ile şekillenir. İnsanın seçim özgürlüğü gereği, yaşamındaki ayrıntılar kesin olarak saptanmamış, insanın özgür iradesine bırakılmıştır. Tasavvufta İnsan Meselesi kitabında Azizüddin Nesefi’nin ortaya koyduğu görüşü, bu konuda aydınlanmamıza yardımcı olacaktır: “Bil ki, felek ve yıldızların Levh-i Mahfuz ve Allah’ın kitabı olduğunda, alemde eskiden var olan, şimdi var olan ve gelecekte var olacak olan her şeyin Allah’ın kitabında yazılı olduğunda, kalemin kuruduğunda ve Allah’ın kitabında yazılı olan her şeyin bu süfli alemde zahir olacağında hiç kuşku yoktur. Ama bil ki, felek ve yıldızlarda yazılı olan hükümler cüz’i hükümler değil, külli hükümlerdir. Bu süfli alemde felek ve yıldızların hareketlerinden zahir olan eserler cüz’i olarak değil, külli olarak zahir olurlar. Bu sebepten bizde seçme hakkı (ihtiyar) vardır. Elde etmek ve defetmek istediğimiz şey bizim çalışma ve gayretimize bağlıdır. Eğer felekler ve yıldızlarda cüz’i hükümler yazılmış olsaydı ve felek ve yıldızların hareketlerinden bu alemde zahir olan eserler cüz’i olarak zahir olsalardı, bizim ihtiyarımız olmaz, çalışma ve gayretimiz zayi olurdu. Peygamberlerin daveti ile velilerin terbiyesi ve alimlerin edep öğrenmesi abes olur, akıl sahiplerinin tedbiri ve hekimlerin tedavileri faydasız kalırdı.” (Kaynak: Tasavvufta İnsan Meselesi, Azizüddin Nesefi, Dergah Yayınları) Gelecek, insanın dünya yaşantısında izlediği yola ve seçimlerine göre şekil almaktadır. İnsan, karşısına çıkan yollardan birini seçer ve o yolu seçmekle, yol üzerinde var olan her şeyle karşılaşmayı da beraberinde seçmiş olur. Yol değişiklikleri, karşımıza çıkacak şeylerin de değişmesine sebep olacaktır kuşkusuz. Sanki zaman şuurlu bir biçimde akmakta, mekan şuurlu bir şekilde değişmekte ve seçimlerimize göre ne türde olayların karşımıza çıkacağı belirlenmektedir. İnsan, iradesini güçlendirdikçe düşüncelerine egemen olur ve bu sayede geleceğini oluştururken, adımlarını daha bilinçli atar. Düşüncelerimize egemen olamadığımızda ise, tekamül sürecimizde ilerlememiz gereken asıl yoldan uzaklaşmaya, ana planla örtüşmeyen bir yola doğru yönelmeye başlarız. Böylelikle, birbiriyle çelişen isteklerimiz, planlarımız yüzünden iyice yönümüzü kaybeder, gereksiz korku ve endişelere düşeriz ve yaşamımız denetimsiz bir akış içerisine girer. Sonuç olarak, dünyaya geliş misyonumuzu başarıyla sürdürmekten uzaklaşmaya başlarız. The Wise 37


The Wise Gizem

Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş sonsuz@thewisemag.com

Geleceği Görebilmek

Mümkün mü?

“Senin evleneceğin kız, kitabını okuyarak gelecek sana… Uluslararası ilişkiler bölümünden mezun gibi görünüyor… Adı ise… Hmm… Maria mı? Yok yok değil, ama yabancı adlı gibi bir Türk kızıyla evleneceksin...”

2

003’te ilk kitabımın imza günü için İzmir’e gelmiş ve gelişimle de bu güzelim şehre aşık olmuştum. Bu aşk içinde dolaşırken sokaklarda, arkadaşlarım “Hadi Gül’e gidelim, hem güzel güzel sohbet ederiz, hem belki keyfi yerindeyse bize kahve falı bakar.” dediler. Ben de tabii kahve falını duyunca hemen atladım ve birlikte Gül’e doğru yollandık. Hoş beşten sonra, kahveler içildi ve Gül şöyle bir yoklandı keyfi hususunda. “Sizi mi kıracağım, hadi kapatın fincanları” cevabını aldıktan sonra da biz de hemen kapattık fincanlarımızı. Ben o gün, hem bir kadim dost; hem de bana çok fayda sağlayacak bilgileri verecek bir “görücü” ile tanışmak üzere olduğumu bilmiyordum…

38 The Wise

Gül’ün Falı Sevgili Gül (Yerlikaya), o gün bana birçok şey söyledi. Bunların birçoğu ruhsal gelişimim ile ilgiliydi ki benim için çok değerli bilgilerdi bunlar. Zaten Gül’ün kendisi de bir “Anadolu” ruhsal şifacısı olduğu için ruhani bilgilerle çokça haşır neşirdi ve haliyle de bu bilgileri rahatlıkla aktarabiliyordu. Ama beni esas şaşırtacak olan Gül’ün evleneceğim kişiyle ilgili söyledikleriydi. Nitekim bu sarışın, kıvırcık saçlı, dünya tatlısı kadınla tanıştıktan iki sene sonra eşimle onu ziyarete gitmiştik…


Eşim benim kitabımı okuyup bana mail atmıştı; kendisi uluslararası ilişkiler mezunuydu ve adı da Talia idi. Talia’yı Gül’le tanıştırırken Gül’e, “Yahu, hadi kitabı ve okulu anladım da; adını nasıl bildin arkadaş. Ben tanışana kadar Talia adının varlığından bile haberdar değildim. Helal sana.” dediğimi hatırlıyorum. İşte bu noktada insanın aklına şu soru geliyor: Geleceği gerçekten bilebilmek mümkün mü? Hadi eğlencesine yapılanları bir tarafa bırakalım da, çeşitli fal yöntemleri ile gelecek görünür hale gelebilir mi? Geliyorsa da nasıl yapıyorlar bunu bu insanlar?

Geleceği görebilmek mümkün mü? Heyecanla beklediğiniz yanıtı hiç uzatmadan vereyim: Hem evet, hem hayır. Bu yanıtı açıklamadan önce, “görücüler”in, geleceğe dair verileri nasıl elde ettiklerini kısaca anlatayım. Benim üniversitede Pırıl adında bir arkadaşım vardı ve kahve falına harika bakardı. Hani bilmediği şey yoktu, özellikle de mevcut durum ve geçmişi çatır çatır söylerdi. Fakat onun baktığı fallardan sonra ben deyim yerindeyse “yere yapışırdım”. Kafamı bile kaldıramazdım, çok yorulurdum. Sonradan ruhsal konuların içine girdiğimde anladım Pırıl’ın bunu nasıl yaptığını. Pırıl’ın bir nev’i telepatik yeteneği vardı ve size dair bilgileri auranızdan alabiliyordu. Bunu yaparken de, herşeyin enerji oluşundan gelen bir durumla ve yaşanan enerji aktarımı nedeniyle insanda yorgunluk baş gösteriyordu ki bundan Pırıl da etkileniyordu. Özellikle geçmişi ve bugünü çok iyi bilen “görücüler”in (“Falcı” yerine bu kelime çok daha uygun, bu kişilerin yaptıklarını ifade etmede.) farkında olarak veya çoğunun olmayarak kullandığı yeti, telepatidir. Ama insan aurasında sadece geçmiş ve şimdinin bilgileri bulunmaz, aynı zamanda geleceğe dair bilgiler de mevcuttur. (Şimdi bunun açıklamasını da yapabilirim elbette, ama “zaman”, “kuantum fiziği” gibi konulara da girmem gerekiyor ve konuyu pek dağıtmak istemiyorum; kısaca siz auranızda, size dair her türlü bilgiyi taşırsınız.) “Görücüler” ise bir nev’i dekoder cihazları gibidirler ve bu bilgileri çözebilirler. Telepati güçlü ise geçmiş ve şimdiye dair bilgileri algılayabilirler, ama konu gelecek olduğunda kod çözme tekniğine yeni bir kavram eklenir: Prekognisyon yani geleceği görebilme.

Hangi Gelecek? Tabii konu prekognisyon ve telepati olunca, bu fenomenlerin sadece “fal”la ilgilendirilmesi ve sınırlandırılması, onların içeriğinin büyüklüğü açısından yanlış olur. Pırıl, yeteneğinin farkında olmayan bir telepattı ve bu yetisi kahve falı bakarken ortaya çıkıyordu, çünkü “yoğunlaşıyordu”. Ama prekognisyon konusunda algısı daha azdı ki geleceğe yönelik tahminleri pek tutmuyordu. Gül de ise hem telepati vardı, hem de prekognisyon; aynı zamanda medyumluk özelliği de hafiften mevcut olduğu için baktığı “görüler”den daha elle tutulur bir sonuç çıkıyordu. Ama iki arkadaşım da bunu keyif için yaptıkları için bu yetilerinin üzerine gitmeyi akıllarından geçirmiyorlardı. Nitekim bu tarz kişilere hayatımızda rastlarız ve en çok da bizlere “fal” bakarken bu yetileri ortaya çıkar. Bu noktada akla şu soru geliyor: Peki bu kişiler, bu yetilerinin üzerine gitseler ve onları geliştirseler; onlardan geleceğe dair daha da net bilgiler alabilir miyiz? Yani az önce sorduğum soruya dönüyoruz yeniden: Geleceği görebilmek mümkün mü? Evet! çünkü geleceğe dair görüntüler alabilmek mümkündür; hayır! çünkü görülenler mutlak değil, sadece olması muhtemel geleceğe dair görüntülerdir.

Telepati güçlü ise geçmiş ve şimdiye dair bilgileri algılayabilirler, ama konu gelecek olduğunda kod çözme tekniğine yeni bir kavram eklenir: Prekognisyon yani geleceği görebilme.

Yani sıkı bir “görücü”, sizin o anki ruh haliniz ve seçimleriniz doğrultusunda, yaşamanızın en muhtemel olduğu gelecek senaryosuna dair bilgileri algılayıp, size anlatabilir. Ama hayatınızı etkileyebilecek birçok parametre vardır ve bu parametrelerdeki herhangi bir değişim, sizin geleceğinizi değiştirebilir. Veyahut siz, geleceğinize dair bilgileri duyduktan sonra senaryonuzu –bilinçli ya da bilinçsizce- değiştirebilirsiniz… Ben kendi adıma geleceğime dair öngörüleri, geleceğimi şekillendirmek için kullanırım. Yani bana “dikkat et” denilen noktalara cidden dikkat ederim veya “şunu yaparsan daha iyi olur” önerisini aldığımda da, bu öneri içime sinerse de uygularım. Tabii bu noktada “görücü”nün kim olduğu da önemlidir.

“Fal” korkutucu ve tehlikeli midir? Bu sorunun yanıtı tamamen “görücü”nün kim olduğu, yeteneğinin ne olduğu ve genel ruhsal halinin nasıl olduğuna bağlı olarak değişir. Benim Pırıl ve Gül ile yaşadığım deneyimlerde, onların “fal” bakmadıklarının, kahve fincanını aracı olarak kullanarak psişik bir deneyim yaşadıklarının farkındaydım. Ama karşıma çıkan bir sürü de “falcı bacı” oldu. Özellikle bilinç düzeyi düşük “falcı bacılar” bir fecidir. Bunlar fincana çok emin bakarlar ve size kesin tarihler ve olaylar söylerler. “Bir, iki, üç; evet üç vakte kadar araba alacaksınız…”, “Çevrende sinsi biri var, yılan görüyorum aman ha”, “Kız senin için kabarmış…”, “Sizin üzerinizde göz var göz, nazarlık tak” gibi sayısız “falcı bacı” cümlesiyle haşır neşir olmamış olanımız pek azdır. Bunların yaptıkları, kahve fincanındaki telveyi benzettikleri şekilleri, toplumsal kültürden aldıkları verilerle açıklamaya çalışmaktan ibarettir.

The Wise 39


ama sakın canını sıkma, sana sunduğu hediyeyi görmeye çalış” şeklinde ifade eder. Çünkü ruhsal boyutta “fenalık” yoktur, ruhların birbirlerine sundukları “deneyimler” ve “armağanlar” vardır, her ne kadar size günlük yaşamın akışında olan bitenler olumsuzluklarmış gibi hisettirseler de. Bu noktada, “falcı bacılar”la pek haşır neşir olmamanızı öneririm ve ayrıca “fal”ınıza bakan kişi, size “olumsuz” ifadeler kullanıyorsa, ona da bir daha “fal” amaçlı yaklaşmayın derim; kişilerin baktıkları “fallar”, onların da ruh hallerini yansıtırlar. Ben her zaman sevimli, canlı, pozitif arkadaşlarımın bana “fal” bakmalarına özen gösteririm, diğerlerinden uzak dururum. Hele ki profesyonel “falcılar”a asla bulaşmam.

Nerede bulunur bu “görücüler”? “Falcılar’a bulaşmayın dedin de, Hasan Kardeş; bu “görücüler”e nerden ulaşabiliriz? Çok merak ediyorum geleceğimi.” sorusu aklınıza gelmiştir eminim. Bu kişilere kulaktan kulağa bilgilerle erişebilirsiniz. Ama bu, her övülen kişinin de “görücü” olduğu anlamına gelmez. “Kııız, karşıda birine gitmiş geçenlerde bizim apartmandakiler, bir bilmiş bir bilmiş…” şeklinde yüceltilen kişiler, size hitap etmeyebilir. Mesela eşim hamileyken, bir arkadaşımız birisini çok övmüştü ve biz de baktırdık “hadi nasılmış” diyerek. Kadının, eşimi bir komaya sokmadığı kaldı. “Hastalanacaksın da… yataklardan kalmayacaksın da… daaa… daaaa… daaa…” Bir kere kadının enerjisinden hoşlanmamıştım ben. Nitekim eşiyle sorunları nedeniyle çok sıkkın olduğunu öğrendim sonradan ve o negatif haliyle bize fal bakmaya kalkmış ve canımızı sıkmıştı. Eşime “Aldırma bunun söylediklerine, kendi sıkıntılarını yansıtıyor sana” dedim. Nitekim eşim değil yatmak, doğumdan bir gün önce halen çarşı pazar geziyordu. Yine soruya dönecek olursak; “görücüler”, karşınıza hayat tarafından çıkartılabilirler; yani onları aramanıza gerek bile kalmaz, onlar sizi bulurlar.

“Deve” bereket demektir, çünkü toplumun geçmişinde “deve” kervanı yani zenginliği çağrıştırır. “Yılan” düşmandır, çünkü yine toplum özellikle de Havva-Adem hikayesindeki şeytan-yılan bağlantısı nedeniyle, “yılan”ı düşman algılar. Yine “ata binmiş erkek görüyorum kııız, büyük kısmetler geliyor size” yorumundaki “erkek murattır” ilişkisi de ataerkil toplumda erkeğin yeri ile ilintilidir. Yani bu tarz “falcı bacılar” aslında toplumsal bilinçaltını aktarırlar bizlere. Ayrıca bu tarz fallarda bir sürü olumsuz ve can sıkıcı bilgiler de söylenir ki bu tarz yorumlar aslında cidden tehlikelidir; çünkü “falcı” aslında karşısındaki insanı yönlendirir de. Yani siz onun yorumlarına inanarak, onun söylediği geleceği yaratabilirsiniz de. Toplumsal bilinç düzeyinde kimsenin farkında olmadığı gerçek; ağızdan çıkan her sözle, yürekten inanılan her düşünceyle geleceğinizi yarattığınızdır. Bir “falcı” size, “Kız senin evinde karalar görüyorum, yılan dilli birisi var, çok fenalıklar yapmak istiyor bu sana” dediğinde (okurken bile içiniz sıkıldı di mi?); siz otomatikman kim bu diye düşünmeye başlarsınız ve paranoyaya bağlarsınız. Halbuki ruhsal anlamda da gelişmiş bir görücü, böyle bir cümleyi kullanmaz size. Bu tarz bir enerji görse bile önce onun enerjisini içinde, kendinde dengeler; sonra da size aktarırken “Sana çok yakın birileri, sana büyük bir hediye sunacak; bunu önce olumsuz olarak algılayabilirsin,

40 The Wise

Kısaca özetlemek gerekirse, “falcı bacılar”a aman dikkat! İnsanı olumsuz enerjilerle dolduran “falcı bacılar”ı kendinize yaklaştırmayın! Bir “görücü” ile karşılaştığınızı hissediyorsanız da önce onun anlattıklarını ruhunuza bir sorun. Size yaşam yolculuğunuzda yardımcı olabilecek bilgiler ve öneriler sunuyorsa eyvallah; böylesi kişi için de bir fırsat olabilir. Bu arada tabiiki de hayat yolculuğunuzda böyle birisinin olması da şart değildir. Yaşanacaklar zaten yaşanacaktır. Böyle birisinin varlığı, biraz daha farkında ve dikkatli hareket etmenize yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca sevgili R. Şanal Günseli’nin söylediği bir cümle de beni çok etkilemiştir: “Geleceğinizi mi bilmek istiyorsunuz, o zaman bir kağıda geleceğinizde neyi yaşamak istiyorsanız onu yazın ve sonra da her gün o yazdıklarınızı okuyun. Onların gerçekleştiğini göreceksiniz.” Geleceğinizi öğrenmeye çalışmak veya herşeyi akışına bırakmak veya istediğiniz geleceği yaratmak için çabalamak… Seçim size kalmış… Neyi seçerseniz seçin, sizin için yaşanabilecek en hayırlısı neyse, onun olmasını dilerim…


The Wise 41


The Wise Yaşam

Dostcan Deniz

dostcan.deniz@thewisemag.com

Karşılanmamış İhtiyaçların Sessizliği Karşılanmamış ihtiyaçları, uzun zamandır sulanmadığı için kurumuş, çatlamış, ama verimli topraklar gibi düşünün. Eğer bu topraklar yeterince sulanabilirse, kendi içlerinde barınan o gizli bereketi açığa çıkaracaklar. O zaman hadi başlayalım! Şu an her ne yapıyorsanız durun. Bir dakika için durun. Tam bir dakika kendinizi, vücudunuzu, düşüncelerinizi, duygularınızı dinleyin. Size bir şeyler söylüyorlar, duyuyor musunuz? Mesela ağzınızın kurumuş olduğunu fark edebilirsiniz. Yani vücudunuz size suya ihtiyacı olduğunu söylüyor. Peki. Ben size durup da kendinizi dinlemeniz söylemeden önce farkında mıydınız susamış olduğunuzun? Ben sorunca aslında farkında olduğunuzu fark ettiniz. Anlıyorum. Yani vücudunuzun size göndermiş olduğu sinyalleri çok da bilinçli olmayan bir şekilde göz ardı etmekteydiniz. Ne duruyorsunuz? Bu yazıyı okumayı bitirmeyi mi bekliyorsunuz? Söz, yazının devamı siz gidip susuzluğunuzu giderene kadar kendini imha etmeyecek. Bu bir “Görevimiz Tehlike” görevi değil. İhtiyacınızı ertelemek size ekstra bir kazanç getirmeyecek gördüğünüz gibi. Bekliyorum…

42 The Wise


Bölüm 1: Karşılanmamış İhtiyaçların Sessizliği Peki susuzluğunuzu gidermek için ne yaptınız? Su mu içtiniz, yoksa başka bir şey mi? Kola? Meyve suyu? Çay, kahve? Ama siz susamış mıydınız? Adı üzerinde “su”samak! Bu her zaman yaptığınız bir şey mi? Su ihtiyacınızı başka bir şeyle ikame etmek... Sizden vücudunuzu dinlemenizi rica etmiştim. Sadece fiziksel ihtiyaçlarınızı mı sorduğumu sandınız yoksa! Oysa bedeniniz her türlü duygunuzun da saklı olduğu yer ve eğer bedeninizi dinleyebilirseniz, eğer günde birkaç dakika bile bedeninizde olmayı becerebilirseniz, size inanamayacağınız kadar çok ve değerli bilgi verecektir. Sadece boynunuzla bacaklarınız arasında oluşan duyguları izleyerek, onlara bakmaya istekli olarak ve onlardan korkmayarak kendinizi çok daha iyi tanıyabilirsiniz.

Sevgili Paradoks... Ne kadar basit, değil mi! Ama nedense, basit olan çoğu şey nedense pek kolay olmuyor! Yaşamın kendisi gibi. Aslında ne kadar basit her şey düşünürseniz, yaşama geldiğimiz ilk andan beri hep bir sonraki adımımızı o anki ihtiyaçlar belirliyor. Ve bu dünyayı paylaştığımız diğer bütün canlılar gibi yaşamımızı bu ihtiyaçları ve sadece bu ihtiyaçları karşılamak amacıyla yaşasak hepimiz, ne kadar kolay olacak her şey! Örneğin temel ihtiyaçlarımızdan biri oksijen. Ama hiç birimiz sabah kalkıp deliler gibi oksijen solumaya, depolamaya çalışmıyoruz, öğleden sonra bulup bulamayacağımız belli değil diye. Veya bize gelip de birisi iş yerinde, “biliyor musun, senin oksijene çok ciddi ihtiyacın var, muhtaçsın nefes almaya!” dediğinde, “bana bak, ne biçim konuşuyorsun sen, tabi ki öyle bir ihtiyacım yok” demiyoruz. Hiçbir danışanım şimdiye kadar karşıma oturup da “Dost, oksijene muhtaç olmak beni çok rahatsız ediyor” demedi.

Duygu mu dedin, nerede! Ama nedense duygusal ihtiyaçlar söz konusu olduğunda öcü görmüş gibi oluyoruz. Evet, bilmemiz gereken bütün bilgileri bedenimiz bize söylüyor, ama onu dinlemeye kimin cesareti var? Bırak ihtiyaçları, asıl duygularımızla yüzleşmeye kim, kaç kişi hazır? Yukarıdaki su örneğindeki gibi, önce farkına varmıyoruz karşılanmamış ihtiyaçlarımızın, görmezlikten geliyoruz onları. Eğer kazara ortaya çıkarlarsa, kendimize kötü davranmak için bir neden oluyorlar. Seslerini duymazlıktan gelemeyeceğimiz kadar bağırmaktaysalar, onlarla ilgilenmemek için elimizden geleni yapıyor, bahaneler uyduruyor, araya dünyanın bütün engellerini sokuyoruz. En sonunda da harekete geçtiğimizde gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şeyle değil, bambaşka bir şeyle karşılamaya çalışıyoruz onları.

Nedir bu bizi korkutan karşılanmamış ihtiyaçlar? Kabul edilme ihtiyacı, kontrol etme ihtiyacı, sevilme ihtiyacı, onay ihtiyacı, ilgi merkezi olma ihtiyacı, bağımsızlık ihtiyacı, netlik ihtiyacı, belirlilik ihtiyacı, güven ihtiyacı, başarı ihtiyacı, tanınma ihtiyacı, doğru olma ihtiyacı, şefkat ihtiyacı, iletişim ihtiyacı, güçlü olma ihtiyacı, takdir edilme ihtiyacı, ihtiyaç duyulma ihtiyacı... Ve sizin bu listeye ekleyebileceğiniz binlercesi... Neden bunları kendi kendimize itiraf etmenin riskli olduğunu görüyorsunuz değil mi? Çünkü itiraf ediyoruz işte, muhtacız biz, karşılanmamış ihtiyaçlarımız var, her ne kadar onlar yokmuş gibi davransak da onlar yönetiyorlar bizi, bir çatışmadan diğerine, bir işten diğerine, bir ilişkiden diğerine sürüklüyor. Ve biz onları görmezden geldikçe de daha da şiddetle ortaya çıkmaya çalışıyorlar, “hey” diye bağırıyorlar, “hey, bana bak, buradayım, HEY!” Bundan daha da önemlisi, benim ihtiyaçlarım var ve ihtiyaçlarım bunlar deyip de onları sahiplendiğiniz zaman, onların karşılanması sorumluluğunu da üstüne almak zorunda kalacaksınız. Yani artık o kendinizden bile çok iyi sakladığınız onay ihtiyacınızı kabul eder, bu ihtiyacınızın girdiğiniz bütün ilişkilerde, seçtiğiniz yaşam yolunda, kariyerinizi belirlemenizde sizi güdüleyen ana unsurlardan bir olduğunu görmeyi seçerseniz, o zaman bir başka şeyi de itiraf etmeniz gerekecek. Görmemeye çalıştığınız ihtiyacınızı bildiğiniz yollarla tatmin etmeyi beceremediniz! Kontrol kimde? Diyelim ki kendi kendinize, bir arkadaşınızla, bir yaşam koçuyla veya bir terapistle oturdunuz ve çaktırmadan sizi idare eden ihtiyaçlarınızı teker teker ortaya çıkardınız. Bu, size yaşamınıza bambaşka bir pencereden bakma şansı verecek; göreceksiniz ki birden yaşamınızın üzerindeki sis perdesi azalacak. Birden kendinizin sandığınız gibi oradan oraya sürüklenen bir yaprak olmadığınızı, ihtiyaçlarınız yüzünden kolaylıkla tahmin edilebilir şekilde davranan, tercihler yapan, davranışlarda bulunan bir insan olduğunuzu göreceksiniz. Bu ihtiyaçlar, kötü mü? Hiç sanmıyorum. Peki iyi mi? Bilmem. Sadece “ihtiyaçlar”, ve şimdi, buradalar. Her şimdi ve burada olan olguda olduğu gibi onları yargılamak ve iyi/kötü diye etiketlemek hiçbir yarar sağlamayacak, hatta ciddi zarar verecek. Bu yargılarımız yüzünden bu kadar süre perdelerin arkasından bizi idare etmediler mi? Ve karşılanmadıkları sürece de bunu yapmaya devam edecekler. Ama onları belirler, etkilerini gözler önüne sürerseniz o zaman işin rengi değişecektir. Çünkü eğer yaşamınızı bu ihtiyaçları karşılamak için çabalamakla geçirmekteyseniz, yaşamınızın kontrolü elinizde değil demektir. Siz normalde belki bu şekilde yaşamayı tercih etmiyorsunuz, ama ihtiyacınızın tercihi bu.

The Wise 43


İhtiyacınızı belirlerseniz, bu ihtiyacı sahiplenir, yaşamınızın kontrolünü elinize alır ve bu ihtiyacın karşılanması için sistemler kurarsanız, o zaman bu ihtiyacın nasıl bir acı kaynağı olmaktan çıkıp da kullanabileceğiniz bir kuvvet haline geldiğini göreceksiniz.

Bölüm 2: İhtiyaçların Dönüşü İhtiyaçlar deyince neden hemen savunmaya geçiyoruz, hemen hepimiz! İstemiyoruz kimseye, hiçbir şeye muhtaç olmak. Bütün ihtiyaçlarımız sanki hummaymış, bulaşıcı bir hastalıkmış gibi, utanılacak bir şeymiş gibi onları inkar ediyor, kabul etmiyor, su yüzüne çıktıklarında da direkt olarak onları karşılayacak yerde yan yollara sapıp tekrar unutmaya çalışıyoruz. Bu şekilde ihtiyaçlarımız, gölgede yaşamaya ve bizi idare etmeye devam ederler. Benim önerim artık ihtiyaçlarımızla oynadığımız bu oyunu bırakmamız. Fark etmemiz gereken şey, yaşamımızı ihtiyaçlarımızı gidermek için çabalayarak geçirdiğimizde kontrolün bizim elimizde olmadığı. Kontrol tamamen ihtiyaçların elinde, her ne kadar biz onların varlığını bile kabul etmek istemesek de, hatta özellikle de onları görmek istemediğimiz için. Birçoğumuz yaşamımızın bir yerinde “artık yaşamla mücadele etmeyi bırakıyorum, geldiği gibi yaşayacağım bundan sonra” deyip, sonra da kendimizi gizli ihtiyaçlarımızın ellerine bırakmadık mı? Sonuç genellikle hiç de beklediğimiz gibi olmadı, değil mi? Bir şekilde kendimizi yaşamla ve evrenle daha mücadele eder, kendimizi daha az sever, daha öfkeli bulduk. Belki de yaşama teslim olmak denen şey, ihtiyaçlarımıza teslim olmak değildir, ne dersiniz?

Tanışabilir miyiz? Fark etmeniz gereken ilk şey, ihtiyaçlarınızı masanın üzerine sererseniz, onlara kendilerini ifade etmeleri için bir ses verirseniz sizi şimdiye kadar perdenin arkasından yaptıklarından daha fazla incitemeyecekleri. İhtiyaçlarımız kendi başlarına kötü değiller aslında. Örneğin sizin hep birinci veya en iyi olmak ve görülmek gibi bir ihtiyacınız varsa, bu ihtiyacın adını koymadığınız sürece sizi rekabetçi olmaya, başkalarının ayağını kaydırmaya çalışmaya, geriye düştüğünüzde kendinize kötü davranmanıza, bütün bunların sonucu olarak da kimliğiniz hakkında kafanızda soru işareti oluşturmaya ve sonuçta depresyona düşmenize neden olabilir. Ancak bu ihtiyacı belirler, onunla barışır ve yüzleşirseniz, onu en yaratıcı ve size en mutluluk verici şekilde nasıl giderebileceğinizi düşünür ve uygulamaya geçebilirsiniz. Belki de böylelikle yaratacağınız eser hem size hem de başkalarına çok yararlı olacak ve size ummadığınız bir tatmin sağlayacaktır. İhtiyaçlar hakkında fark etmemiz gereken diğer konu ise, ihtiyaçların tek başlarına değil, buket halinde ortaya çıkmaları. Bazen birçok ihtiyacın altında bunlar güdüleyen temel bir ihtiyaç olabilir. Bazen de aynı duruma etki eden birbirleriyle çelişir gibi gözüken ihtiyaçlar ortaya çıkabilir. Örneğin benim için, özgürlük ihtiyacımla beraber bir başarı ihtiyacı her zaman el ele gitmekteydiler. Ben her ne kadar zamanımın daha çok bölümünü boş bırakmak istesem de bunun tercümesi benim için başarıdan feragat etmek oluyordu. Peki, ne yapacağız biz bu ihtiyaçlarla? Nasıl onları karşılayacağız veya vazgeçeceğiz onlardan? Sahip olmadığımız bir şeyden vazgeçmemizin ihtimali yok.

44 The Wise

Onun için bu ihtiyaçları karşılamamın ilk yolu onları fark etmek, kabullenmek ve sahiplenmek. Danışanlarımla karşılanmamış ihtiyaçlarını belirlemek ve onları sonsuza dek ortadan kaldırmak için uyguladığımız “İhtiyaçsız” programında ilk olarak 200 tane ana ihtiyaç kaleminin üzerinden geçerek onların arasından en çok önem taşıyan dört ana ihtiyacı belirleriz. Bu ihtiyaçların varlığını itiraf etmek ve onlara sahip olduğumuz için kendimizi yargılamadan, suçluluk, güçsüzlük, çaresizlik duymadan ihtiyaçlarımızla bilinç seviyesinde beraber olabilmek bile onların karşılanmasında o kadar önemli bir adım ki! Size de önerim şu. Mümkün olduğunca sakin ve rahatsız edilmeyeceğiniz bir ortam yaratın kendinize. Sıcak bir banyo yapın, biraz rahatlatıcı müzik dinleyin, sakinleşin, meditasyon veya her ne teknikle rahatlatıyorsanız kendinizi, onu uygulayın. Daha sonra kağıt kalemi elinize alın, ve bir bakın içinize. “Nedir karşılanmamış ihtiyaçlarım benim?” diye sorun kendinize ve gelen yanıtları dinleyin. Aklınıza ne gelirse, özellikle de hemen gelip de susturmaya, duymamaya çalıştıklarınızı dinleyin. Ve hiç yargılamadan bütün yanıtları yazın kağıda. Ortaya çıkan öfke, üzüntü, suçluluk, çaresizlik, acı, sevinç, hüzün gibi duygulara izin verin, içinizden geliyorsa ağlayın. İhtiyaçlarınızı ortaya dökmek, çoğu zaman uzunca zamandır hapis ettiğimiz, görmemeye çalıştığımız duyguların ifade edilmesine neden olabilir ki, şifa açısından bundan daha yararlı bir şey olamaz. Korkmayın, duygularınız sizi incitemez, en azından vücudunuzda gizli geçirdikleri bu kadar zamandan daha fazla değil! Aklınıza gelen bütün ihtiyaçları kağıda dökmenizi istiyorum. Bunu yaparken genellikle tepki verdiğiniz durumları, kimliğinizi tehdit altında hissettiğiniz olayları, kontrolü kaybetmiş olduğunuz anları hatırlayın. Bu durumlardaki davranışınız hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor olabilir sizce? Eğer başka biri bu şekilde davranıyor olsaydı, onun ne ihtiyacı olduğunu düşünürdünüz?


Tamam olduğunuzu hissettiğiniz zaman, yazdıklarınızı tekrar gözden geçirin. Listenizden sizin için en öncelikli olan, yaşamınızda en çok önem taşıyan dört tanesini seçeceksiniz. Bunu yaparken yazdıklarınızı birbiriyle karşılaştırın. “Daha çok X mi, yoksa Y mi?” diye sorun. Yazarken duygusallaştığınız, tepki verdikleriniz üzerinde özellikle durun.

Derinine inmek... Dört ana ihtiyacınızı belirledikten sonra bu ihtiyaçları defterinize veya bir kağıda yazın. Sonra her ihtiyaç için tek tek, bu ihtiyacı karşılamanın sizin için neden önemli olduğunu, bu ihtiyacın karşılanmasının yaşamınıza nasıl etki edeceğini, şu anda yaşamınızda bu ihtiyacın nerelerde karşılanıp nerelerde karşılanmamış olduğunu ve bu konuda aklınıza ne geliyorsa onu yazın. Bir sayfayı doldurmanızı rica ediyorum. Bu ihtiyacın sizin için önemi konusunda emin olun. Bırakın ihtiyacınız size ne demek istiyorsa söylesin! İhtiyacımıza kendisini ifade etmesi için ses verdikten sonra yapmamız gereken bu ihtiyacı kabul etmek ve onu sevmek. Bu ihtiyaca sahip olmamız değil sorunlara yol açan, onu tanımazdan gelmek, yaramazlık yaparken yok saymak. Acıkmış bir bebeği düşünün. Karnını doyurana kadar ağlayacaktır. Bunun için onu suçlayabilir misiniz? Fark edin ki hepimizin ihtiyaçları var. Çok iyi uyumuş ve dinlenmiş olarak kalkmanız, bir daha uykunuz gelmeyecek anlamını taşımıyor değil mi? İhtiyaçlarımızla tanışmak gerçekten de etkileyici ve yaşam değiştirici bir deneyim olabilir, eğer izin verirseniz. Unutmayın, ihtiyaçlarınız aslında iyileşmek istiyorlar. Bunun için de ilk adım onları gün ışığına çıkarıp kendilerini ifade etme şansı vermeniz. Onlara bu şansı verin!

Bölüm 3: Kişisel Sınırlar ve İhtiyaçlar Çalışmamızın önceki aşamasında ihtiyaçlarımızı ortaya dökmüş, onların arasından yaşamımızı şu anda en fazla etkileyen dört tanesini seçmiştik. Daha sonra ise bu ihtiyaçların her birini bir çeşit mülakattan geçirmiş, bu ihtiyaçları yakından tanımaya, onları kabul etmeye, hatta onları sevmeye başlamıştık. İhtiyaçlara sahip olmak insan olmanın bir parçası ve her yönümüzle insan olmaktan zevk almak, gerçekten yaşama kalite katmanın en kolay ve en ucuz yolu. Şimdiki aşama ise bu ihtiyacın karşılanması için gerekli yapı ve sistemleri kurmak. İhtiyaçlarımızı karşılamak demek, artık idareyi ele almak, onlar tarafından idare edilmeyip, onlara söz geçirebilmek demek. Onların sesini duymak ve onlara “sizi duyuyorum, ama istediğiniz şey ne size ne bana iyi gelecek” deyip doğrudan onları karşılamaya çalışmak demek. İhtiyaçlarınızın karşılanması için ilk ihtiyaç duyacağınız şey, ardında güvende olacağınız kişisel sınırlar. Etkin bir biçimde, başkalarının sizin yararınıza olmayan ve ihtiyaçlarınızla çelişen istek ve eylemlerine hayır diyemeden bırakın ihtiyaçlarınızı, yaşamınızı kontrol etmeniz mümkün değil. Bu konudaki en önemli kitaplardan biri olan “Sınırlar”da Cloud ve Townsend, “Tıpkı ev sahiplerinin arazilerinin çevresine fiziksel mülkiyet çizgileri çekmeleri gibi, bizim de yaşamımızda neyin bizim sorumluluğumuzda olduğunu ve neyin olmadığını ayırt etmemize yardımcı olacak zihinsel, duygusal ve ruhsal sınırlar belirlememiz gerekir.” diyor.

İhtiyacımıza kendisini ifade etmesi için ses verdikten sonra yapmamız gereken bu ihtiyacı kabul etmek ve onu sevmek. Bu ihtiyaca sahip olmamız değil sorunlara yol açan, onu tanımazdan gelmek, yaramazlık yaparken yok saymak. Acıkmış bir bebeği düşünün. Karnını doyurana kadar ağlayacaktır. Bunun için onu suçlayabilir misiniz?

Hayır Demek... Çalışmamız için etkin sınırlar demek insanlara size veya sizinle ne yapıp ne yapamayacaklarını açık ve değişmez biçimde bildirmeniz ve bu sınırları uygulamaya koymanız demek. İhtiyaçlarınızın tam ve kesin olarak karşılanması için kendinizi koruyacak sınırlara sahip olmalısınız. “Hayır” demeyi öğrenmelisiniz. Bu her zaman kolay ve kısa bir çalışma olmayabilir. Zaten bunca yıl bizi idare eden ihtiyaçlarımızı karşılamamız kabul edersiniz ki birkaç saatlik bir çalışmadan uzun sürecektir. Birçokları için sınır belirleyememek bireysel ve sosyal yaşamlarında istedikleri sonuçlara ulaşmalarıyla aralarında çok önemli bir engel oluşturabiliyor. Başkalarının bizi inciten davranış ve isteklerine sınır koyamamak başlı başına karşılanmamış ihtiyaçlardan kaynaklanıyor olabilir ve bu durum kendi kendini besleyen bir probleme yol açabilir. Etkin sınırlar belirlemek bir yaşam boyu sürecek çok önemli ve uzun soluklu bir çalışma! Bizim amacımız için önerim öncelikle kişisel sınırlarınızı ciddi olarak gözden geçirmek, belki de bu konuda destek almak.

The Wise 45


Yapmam gereken, günün belirli – ve kısa – zamanları dışında bu tip talep ve istekleri karşılamayı reddetmek. Bu sınırları belirlerken yapmanız gereken ihtiyacınızın şimdiye kadar karşılanmamış olmasında hangi kişisel sınırlarınızın zayıf olmasının katkıda bulunduğunu sorgulamak. Neye, nelere, kimlere hayır demediniz ki şimdi bu ihtiyacınız sizi idare ediyor? Her ihtiyacınız için üç adet sınır belirledikten sonra tabi ki sıra bu sınırların uygulanmasına geliyor. Dediğim gibi kişisel sınırlar belirlemek bazıları için daha kolay, diğerleri için çok daha zor olabilir. Eğer siz ikinci gruba giriyorsanız, bu konu başlı başına bir çalışma isteyebilir.

Bölüm 4: İhtiyaçlar: Tünelin Ucundaki Işık... Sınırlarınızı belirlemeye ve ilan etmeye başladığınızda tepki görmemeyi beklemeyin. Büyük olasılıkla hem kendi içinizden hem de dışarıdan çok ciddi tepki ve dirençle karşılaşacaksınız. Bu açıdan eğer ciddi bir sınır probleminiz olduğunuzu saptarsanız kesinlikle destek almanızı öneririm. Evet, sınırlar belirlemeye başlamak, onlara uyulması için hem kendinize hem başkalarına ısrarcı olmak, bu sınırları koymaya başladığınızda karşılaşacağınız direnç... Bunları düşündükçe zor, uzun ve korkutucu bir yol gibi gözüküyor, değil mi? Sınırlarla veya değil, şimdiye kadar rahat ettiğiniz bölge içindeydiniz. Şu ana kadar sınır belirlememiş olmanızın da tabi ki mantıklı ve geçerli nedenleri var. Belki yalnız kalmaktan korktunuz, belki onay görmemekten, belki sevgiyi kaybetmekten ve terk edilmekten, belki de içinizdeki “iyi insanı” kaybetmekten.

Karşılanmamış ihtiyaçları, uzun zamandır sulanmadığı için kurumuş, çatlamış, ama verimli topraklar gibi düşünün. Eğer bu topraklar yeterince sulanabilirse, kendi içlerinde barınan o gizli bereketi açığa çıkaracaklar. Kim bilir, belki de bir süre sonra bu bereketli topraklarda yetişen ağaçlar kendi iklimlerini yaratacakları, kendi yağmurlarını getirecekleri için sulanmalarına da gerek kalmayacak, kendi eko sistemi içinde verimli yaşamlarını sürdürecekler. İşte ikinci adım bir “otomatik sulama sistemi” kurmak! Amacımız bu sistemi bir kere kurmak ve daha sonra kendi kendine çalışmasına izin vermek. Bu sistemin tek amacı sizin ihtiyacınıza çözüm olması. Yani öyle bir şey oluşturalım, öyle bir değişiklik yapalım ki, ihtiyaçlarınız bundan sonra otomatik olarak karşılansın! Bu sulamanın tek amacı kendi, bencil ihtiyaçlarımızı tatmin etmek olduğu için gelin buna Bencil Otomatik Sulama Sistemi (BOSS) diyelim.

Ama fark etmeniz gereken bir şey var: Bütün bu korkularınız, bütün çabalarınıza karşın, sınır koymamanıza, “hayır” kelimesini çok cimri şekilde kullanmanıza rağmen bazen gerçekleşti ve sizin bütün öfkeniz, aldatılmışlık duygunuz, gücenmeniz ve karşılanmamış ihtiyaçlarınızla kala kaldınız. Ve eğer sınırlarınızı belirler ve uygularsanız onların çiğnenmesine izin vererek ulaşmaya çalıştığınız her şeye çok daha kolay ulaşabilirsiniz! Yaşamın o tatlı paradokslarından biri daha. Bana inanın, ben de oradan geliyorum! Zor gözükse de karşılığında alacağınız ödül o kadar büyük ki!

Peki nedir, ne olabilir bu BOSS? Hiçbir fikrim yok! Ancak şimdiye kadar bu çalışmayı yaptığımız, “İHTİYAÇSIZ” programını uyguladığım her danışanımla, hatta tamamen benzer ihtiyaçlar üzerine çalıştığımız kişilerde bile birbirinden çok farklı ve yaratıcı çözümler, BOSS’lar kurduk. Bu, gerçekten damarlarınızdaki bütün yaratıcı enerjiyi kullanacağınız, kendi ihtiyaçlarınızın karşılanması için ısrarcı, ve sonuna kadar gitmeye niyetli olmanız gereken nokta. Bu, gerçekten eğlenmeye başlayacağınız, bunun için kendinize izin vereceğiniz nokta.

Sınırlar ardında özgürlük...

Çözüm çok basit olabilir. Bir danışanımın sorumluluk alma ve liderlik etme ihtiyacı, o anda işyerindeki pozisyonu ve sorumluluğuyla uyuşmuyor, iş dışında buna fırsat yaratmak kendisi için önemli olan başka uğraşlardan vazgeçmek anlamına geliyordu. İş ve ev yaşamını olumsuz etkileyen bu ihtiyacı karşılamak için bizim bu konuda konuştuğumuz hafta mucize gibi bir fırsat çıktı ve danışanım apartman yöneticisi oldu. Kendi ifadesine göre apartman sakinleri kendisine yaptıkları için her gördüklerinde teşekkür ediyorlarmış.

Benim önerim artık kendi ihtiyaçlarınızı karşılamak için yeni bir yol denemeniz. Ve bunun da şimdiki adımı etkin sınırlar belirlemek. Sizden istediğim, belirlemiş olduğunuz dört ana ihtiyacınızın her biri için üçer tane “etkin sınır” belirlemeniz. Yani bundan sonra insanlar size ne diyemeyecek, ne yapamayacaklar? Hangi sınır ihlallerine kesinlikle hayır diyeceksiniz ki, bu ihtiyacınız karşılanmak için bir fırsata sahip olabilsin? Bir örnek vermek gerekirse, örneğin benim kariyerimde başarılı olmak gibi bir ihtiyacım varsa, başkalarının benim zamanıma karşı saygı göstermemeleri ve beni işimin ortasında her an durdurup kendi anlık ihtiyaçlarını karşılamamı istemeleri bu ihtiyacımla ciddi bir biçimde çelişebilir.

46 The Wise

Çözüm daha radikal değişiklikler içerebilir. Örneğin benim için özgürlük, yararlı hissetmek, insanlarla çalışmak ve başarı ihtiyaçlarımı karşılamak tam bir kariyer değişikliği ile gerçekleşti. Uzunca yıllar beni çok tatmin etmeyen, yeteneklerimi kullanmamı büyük ölçüde engelleyen ve benim için çok önemli olan insanlarla ilişkilerimi kısıtlayan bir mesleği, genel tanımlamalara ve kıstaslara göre “büyük


İhtiyacın ortaya dökülmesi ve anlaşılmasıyla oluşan atılım, çoğu zaman onu ortadan kaldırmakta en önemli süreç oluyor.

Kişisel Standartlar Yine de işi sağlama almak ve karşılanmamış ihtiyaçların yerlerini daha sağlam kişisel temellere bırakmaları için bir adım daha atmak gerekiyor: Kişisel Standartlarınızı yükseltilmenizi öneriyorum. Ne demek yüksek Kişisel Standartlara sahip olmak? Yüksek kişisel standartlara sahip olmak demek, yaşam içinde yol alırken, seçimlerini daha yüksek standartlara göre yapmak demek. Kendimizi kabul edilebilir minimum bir davranış biçiminden sorumlu tutmak demek.

başarı ile” icra ettikten sonra yaptığım bu değişikliğe bazen ben de inanmakta zorluk çekiyorum. Ancak yine de fark ediyorum ki bu sayede birçok ihtiyacımı bir arada karşılamışım. Çözüm cesaret ve içtenlik gerektirebilir. Bir danışanımın saptamış olduğu sevildiğini hissetme ihtiyacını karşılamak için büyük bir cesaret gösterdi ve kendisini sevdiğine emin olduğu insanlarla bu durumu konuştu. Beraberce kendisini sık sık aramaları ve sevgilerini ifade etmeleri için bir sistem oluşturduk. İnsanlara neye ihtiyacınız olduğunu söyleyebilmeniz ve bunları onlardan talep etmeniz başlangıçta cesaret isteyen bir şey gibi gözükebilir. Ancak bence bu ihtiyaçlar mevcut değilmiş gibi yaşamak çok daha büyük bir cesaret, bu bombanın ne zaman patlayacağı ve ne gibi hasarlara yol açacağı bilinemez çünkü! Bunları okumak sizi korkutuyor, değil mi! Şu anda rahatsız rahatsız gülmenizin ardında bu son örnekteki çözümü uygularken kendinizi hayal etmeniz yatıyor olabilir mi acaba? Belki de aklınızdan şöyle bir şey geçiyordur: Sevgi bu şekilde talep edilir, ifade edilirse değerini yitirir. Kim demiş! Neye ihtiyacınız olduğunu ifade etmez ve bunun karşılanmasını talep etmezseniz, o zaman yakınan, şikayet eden, tepki veren, mutsuz olan, tatmin olmayan olursunuz. Başka korkutucu ve rahatsız edici düşünceler geliyor mu aklınıza, bu süreçle alakalı? Örneğin ihtiyaçlarınızı karşılayabilmek için başkalarına bağımlı, “muhtaç” olma hissi?. Size bir iyi, bir de kötü bir haberim var. Kötü haberim şu: Hani derler ya komşu komşunun külüne muhtaçtır diye, bu da öyle bir şey. Her birimiz, her ne kadar itiraf etmek istemesek ve kabullenmesek de hemen hemen her türlü duygusal ihtiyacımız için birbirimize muhtacız. Bu gerçekle ne kadar çabuk barışır ve diğerleriyle ihtiyaçlarınızı karşılıklı olarak gidermek için bilinçli veya bilinçsiz işbirliğine giderseniz yaşamınız o kadar çabuk düzene girecek.

Bu standartlar, her ne olursa olsun doğruyu söylemekten ne söylediğimizin değil nasıl duyulduğumuzun da sorumluluğunu almaya, koşulsuz bir biçimde yapıcı olmaktan bedenimizi hiç bir şekilde kötüye kullanmamaya kadar geniş bir yelpazede olabilir. Kişisel standartların yükseltilmesi, ihtiyaçlarımızın sonsuza dek karşılanması için çok önemli, çünkü bir yanda kendimizi “daha yüksek” davranış biçimlerine tabi tutarak en önemli ihtiyaçlarımızdan birini, “öz-saygı” ihtiyacımızı besliyor, öte yandan daha bütün, daha doyumlu ve kendisiyle gurur duyacağımız bir yaşam yaratarak ihtiyaçlarımızın kendiliğinden tatmin olmalarını ve ortadan kalkmalarını sağlıyoruz. Tabi ki amacımız, belirlediğimiz dört ihtiyaçtan her bir için bu ihtiyaçla alakalı ve bu ihtiyacın karşılanmasına katkıda bulunacak en uygun olan üç kişisel standardı seçmek ve her ne olursa olsun bu standartları uygulamak. Örneğin eğer siz sevilme ihtiyacınızı en önemli dört ihtiyacınız arasına aldıysanız, belki de sizin için yüksek kişisel standartlar her ne olursa olsun iç diyalogunuzu pozitif tutmak, karşınıza çıkan insanları yargılamadan koşulsuz sevgi vermek ve zamanınızın belli bir parçasını toplum yararına harcamak olabilir.

Tebrikler! Bunu da hallettikten sonra sadece bir adım kalıyor. O da kutlamak. Hey, büyük bir iş başardınız, bunun kutlaması da büyük olmalı! İhtiyaçlarınızı karşılarken yararlandığınız yaratıcılığınızı burada da kullanırsınız sanırım değil mi? Bu, uzun ve zevkli bir süreç. Danışanlarımla uyguladığım “İhtiyaçsız” programının ana çatısını bu ilkeler oluşturuyor. Bu süreci uygularken odağınızda bulunması gereken şey, sonuçta elde edeceğiniz, sizin yönetiminizde olan ve ihtiyaçlar tarafından idare edilmeyen bir yaşam. Evet, uzun, bazen zorlu bir çalışma, ama sizce değmez mi!

İyi haberim ise şu: İhtiyaçlarınız şifa bulmak istiyorlar! Bir şekilde kendilerini ifade edebildiklerinde, kabul gördüklerinde ve karşılandıklarında ortadan kalkıyorlar, bazen de sonsuza değin.

The Wise 47


The Wise Yaşam

Arzu Pınar Demirel

arzu.demirel@thewisemag.com

Kazanan Olmak! Ama

Nasıl?

Bu yazıyı zamanını ve enerjisini çalışmak yerine olumsuz, insanı yerinde saydıran işlere ve düşüncelere ayıranlar okumasın. Bulundukları noktada kalmak isteyen, etraflarını da kendileriyle birlikte dibe çekmek isteyenler de…

Kazananların Tipik Özellikleri - Kazananlar, hep olumlu konuşuyorlar. Gandhi’nin şu sözlerinin öneminin ve gerçekliğinin farkındalar: Söylediklerinize dikkat edin, düşüncelerinize dönüşür, Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür, Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür, Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür, Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür, Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür, Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür. - Vizyonları, yüksek hedefleri, o hedeflere ulaşmaları için eylem planları ve stratejileri var. - Yapılması gerekenleri o an yapıyorlar, hiçbir işi ertelemiyorlar.

48 The Wise


- Hırslılar. - Kolay vazgeçmiyorlar. - Savaşçılar. - Sosyal sorumluluk tarafları gelişmiş. Topluma bir şeyler vermeye çalışıyorlar. (Bereket vermekle çoğalır.) - En önemlisi korkmuyorlar. Korksalar bile korkularına hakim olmayı başarıyorlar. - Kendi yazgılarını üstleniyorlar.

oluşturmanın

tüm

sorumluluğunu

Kazanmak ve Kaybetmek

Bizler için kazanan - kaybeden ikileminin ötesinin de var olmalı. Zaferin de, yenilginin de insan için bir olarak görüldüğü. Bu anlayışa erişmek için kayıpların şart ama. İnsanın iktidarını kaybetmesi, onundişil yani sezgisel yönünün ortaya çıkması için zemin hazırlıyor mesela.

- Hiçbirinde ‘kurban’ söylemi yok. ‘’Bana bunu yaptılar, böyle yaptılar, hayat çok zor, zavallı ben’’ gibi insanı aşağıya çeken girdaplara kapılmıyorlar. Geçmişe takılmıyorlar. Ders çıkarıyor, benlik duygularına zarar vermiyor ve devam ediyorlar. - Kazananlar dışarıdan çok şanslı görülseler de aslında fırsatları kaçırmıyorlar, risk alıyor ve çok çalışıyorlar. - Başarılı kişilerin çoğu ciddi anlamda ve düzenli spor yapıyor. Örneğin her sabah beşte kalkıp, buz gibi havada koştuklarından bahseden pek çok işadamı var. Bu insana disiplin kazandırdığı gibi, kendi kendini denetim altına almasını ve güçlü hissetmesini de sağlıyor. - Genellikle güne erken başlıyorlar. Fazla uyumuyorlar. Zamanı verimli kullanıyorlar. Dakikler. - Hangi konumda olurlarsa olsunlar, öğrenmeye devam ediyorlar. - İnsanlar tarafından kolaylıkla yönlendirilemiyorlar. Manipule edilemiyorlar. - Insan ilişkilerine önem veriyorlar, ancak enerjilerini düşürebilecek kimseyle zaman kaybetmiyorlar. - Gereksiz yere ve çok konuşmuyorlar. - Enerjilerini hedeflerine yönlendiriyorlar. Odaklanıyorlar. - Einstein ‘’Sorunlar onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez’’ diyor. Farklı bakmayı başarabiliyorlar. Sorun değil, fırsat görüyorlar.

Maalesef her şey zıddıyla var. Kazananların olmaları, bazılarının da kaybettiği anlamına geliyor. Bizim için maddi, manevi kazanmanın tanımı ne olursa olsun, hayatımızın her anının sürekli zaferle geçmesi mümkün değildir. Yenilgiler öğreticidir, insanları daha başarılı olmaya hazırlar. Başarılı işadamlarını, sporcuları, sanatçıları hep en parlak dönemlerinde görüyoruz. Sanıyoruz ki, onlar şanslı biz değil. Hayat onlara gülüyor, bize sırtını dönüyor. Belki onlar geceler boyu çalışıyor, didiniyor; biz mışıl mışıl uyuyoruz. Nasıl bir bedel ödediler, bilmiyoruz ki. Nitekim onların geçmişlerini de görmezden geliyoruz. Kazanan olmadan önce kendilerini nasıl yetiştirdiler? Kaç kere yenilgiye uğradılar? Neler yaşadılar ve nasıl baş ettiler. Mandela ırkçılığa karşı mücadelesinden dolayı 27 yıl hapiste yattı. Bizim için 27 yıl sözden, sayıdan ibaret. Şartlarını, o dar hücreden dimdik duran bir lider olarak çıktığını çok azımız düşünüyor. Atatürk 24 yaşında tutuklandı, 25 yaşında sürgüne gönderildi.30 yaşında işsiz bırakıldı, 38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden alındı.39 yaşında idam kararı çıkarıldı. Bu yıllar boyunca kazanan-kaybeden tanımından hangisine daha yakındı? Hayatı bir bütün olarak görmek, asla yılmamak, fırsatları iyi değerlendirmek; geri çekilmek, durmak gerektiğinde de şartları hırsla değil olgunlukla karşılamak ve bu dönemlerin de geçici olduğunu bilmek, hedeften şaşmamak çok önemli. Bizler için kazanan - kaybeden ikileminin ötesinin de var olmalı. Zaferin de, yenilginin de insan için bir olarak görüldüğü. Bu anlayışa erişmek için kayıpların şart ama. İnsanın iktidarını kaybetmesi, onundişil yani sezgisel yönünün ortaya çıkması için zemin hazırlıyor mesela. Benim için de “gerçek kazananlar” bu safhadan da geçenler aslında. Çünkü onlar her şeyin geçici, kırılgan ve değişken olduğunun farkına varabilirler. Büyük güçler alçakgönüllülükle, hoşgörüyle yönetilmeli. Aksi halde paranın, mevkiinin, gücün kölesi olur insan. Özgür insan ise gerçek kazanandır. “Bir işte başarılı olmak için 10 bin saatlik sıkı çalışma gerekiyor.” Malcolm Gladwell

- ‘’Her şeyi ben bilirim’’ diyenler değil, doğru ekip kuranlar kazanıyor.

The Wise 49


The Wise Yaşam

Sibel Oltulu

sibel.oltulu@thewisemag.com

ÇİÇEK NASIL YETİŞTİRİLİR

Y

ıllardır çiçek yetiştirme konusunda kitaplar okuyor hatta bu haliyle insanların alay konusu bile oluyordu. Oysa günün birinde kendi bahçesinde çiçekler yetiştireceğinin hayalini kuruyordu o kitapların sayfalarında. Başarmak istediği herşeyi okuyup öğrenerek başarmış, tüm çareleri kitaplarda bulmuştu. O rengarenk bahçe hayaline kavuşmanın ilk koşulu da bu konuda yeterli bilgi sahibi olabilmekti. Yeterli bilgi olduktan sonra herşey başarılabilirdi. Hayalindeki evin bahçesinde rengarenk çiçekler olacaktı, kırmızılar, pembeler, turuncular, sarılar... Çift kişilik bir salıncak olacaktı sonra filmlerdeki gibi. Yaz akşamlarında bu salıncakta oturup, başını birlikte yaşlanacağı adamın omzuna yaslayarak yıldızları seyredecekti kimi akşamlar, kimi zamanda kitabını okurken uyuyakalacaktı hafif hafif sallanırken, hatta çocuklarına masallar okuyacaktı kimbilir! Öyle kocaman kocaman ağaçlar olmayacaktı bahçede ama heryer çiçekli bir defter kabıyla kaplanmış gibi görünmeliydi.

50 The Wise

Bunu yapabilmesi için de “çiçek nasıl yetiştirilir?” konusunu sular seller gibi bilmesi gerekiyordu. Şimdiye tüm bildiklerini kitaplardan öğrenmişti ya işte o yüzden bu konuda da başlıca referansı kitaplardı elbette. O kadar çok şey okumuştu ki, hangi çiçek ne zaman dikilir, hangisi ne kadar sulanır gibi sorulardan oluşan bir “çiçek yetiştirme uzmanlık sınavı” yapılsa bizimkisi yüz üstünden yüz alırdı kesin. Artık bu konuda yeterince bilgiye sahip olduğuna inandığında Eminönü’nde buldu kendini. Birkaç paket tohum aldıktan sonra vapurla geri dönerken aklından bunları nasıl ekmesi ve sulaması gerektiğine dair bildiklerini sıralıyor, bir şey atlamadan, herşeyi kitabına uygun yapabilmek için o güne dek okuduğu tüm satırları hatırlamaya çalışıyordu.


Henüz bahçesinde çift kişilik salıncağı olan bahçeli bir evi yoktu. Şimdilik aldığı tohumları saksılarda büyütecek, böylelikle o güne dek okuduklarından öğrendiklerini de pratiğe dökebilecekti. Bir çeşit uygulamalı sınavdı bu da. Özenle yaptı işini, tam da kitaplarda yazdığı gibi. Elinden gelenin en iyisini yapmış, tohumları tam da olması gerektiği gibi toprağa vermişti. Bu noktadan sonra onun yapabileceği bir şey kalmıyordu. Doğa kendi düzenini biliyordu sonrasında, ona düşen ise beklemekti sadece. Kitaplarda yazılan herşeyi uygulamıştı ve saksının içinde gizli tohumun bir çiçek olup yaşama selam vermemesi için hiçbir neden kalmamıştı. Zamanında suyunu veriyordu, uygun ışık ve nem ortamında tutuyordu saksıyı üstelik. Oysa ki nedense ısınmadı havalar bir türlü, güneş yüzünü göstermedi ki can gitsin tohuma! Bekleyiş uzun sürdü, hem de çok... Kitaplarda yazanlara inancı azalmıştı. Herşey harfi harfine uygulanmış ancak beklenen zafere ulaşılamamıştı. Oysa başka evlerin balkonlarında rengarenk çiçekler açmaya çoktan başlamıştı. Nerede yanlış yaptığını düşünmüyordu ama nedense. Başarı, bilgilerin doğru uygulanmasına bağlı değildi tek başına. Birçok koşulun da uygun olması, yaşamın saatine uygun işlemesi ve hatta önce “hayrına” olması gerekiyordu herşeyin.

Bir sabah erkenden sanki birisi dürtmüş gibi uyanıverdi. Üzerine sabahlığını giyip biryandan da ayaklarına üstünkörü sokmaya çalıştığı terliklerini düzelterek balkona doğru giderken, banyonun önünde kısa bir süre duraksayıp şöyle bir saçına başına baktı. Sanki onu görecek birileri olacaktı da düzgün görünmesi gerekiyordu bu vakitte. Balkona çıktı. Sonunda saksıdan göğe doğru bir dal yükselmişti. Dalın hemen ucunda bir tomurcuk içinde beklettiği kırmızılığı bir süre daha saklamanın heyecanı ile titriyordu sanki. Onun da zamanı gelecekti, belki kitapta söylenen süre içinde değil ama er ya da geç bu tomurcuk da yapraklarını açacaktı keyifle gerinerek. Kendi zamanı geldiğinde... Kitaplarda bazı bilgiler asla yazmıyordu bu ama böyleydi işte. Herşeyin kendi zamanı vardı ve ne yaparsan yap, teorik bilgin ne kadar çok olursa olsun değiştiremiyordun hiçbir şeyin oluş anını. Bir gece önceki dolunayın ışığı sulamıştı belli ki toprağı ve tamamlanma zamanı gelmiş, bir çiçek yüzünü göğe dönmeye karar vermişti. Başka bir sabah olsa bu kadar erken uyanmış olmasına kızar, beş dakika daha uyusam iyi olur diye başını yastığına gömerdi. Oysa bu kez temiz havayı içine çekmek istedi günün koşuşturmacası başlamadan. Banyoya gidip saçlarını düzeltti, evet iyi görünmesi gerekiyordu onu birisi görecek olmasa bile. Eline bir fincan çay alıp, sabah serinliğinde küçük saksısının karşısında çayını yudumlarken bundan sonra başka kitaplar okuması gerektiğini düşünüyordu.

The Wise 51


The Wise Yaşam

Hakan Arabacıoğlu

hakan.arabacioglu@thewisemag.com

Ağaca Nasıl Çıkarım? H

ayatında bir şeyleri değiştirmek isteyip de “Nereden başlayacağımı bilmiyorum” diyenlerden mesajlar alıyorum. Koçluk aslında cevaplar vermek değil, sorular sorarak bakış açısını genişletmek. Kişinin kendi cevaplarını kendisine buldurmak. Yine de yol göstermesi açısından bana göre dikkate alınabilecekleri aşağıda sıraladım. Sorular Düşünmek soru ile başlar. Sorularını değiştiren; düşüncelerini, adımlarını ve sonuçlarını değiştirir. Soruları, güçsüzleştirici ve güçlendirici diye ikiye ayırıyorum. Örneğin “Ben neden ağaca çıkamıyorum, neden yapamıyorum?” sorusu güçsüzleştirici iken, “Nasıl ağaca çıkabilirim, nasıl yapabilirim?” sorusu güçlendiricidir. Birinci soru sizi bir girdabın içine sokarken ikinci soru harekete geçirir, bulunduğunuz durumdan çıkarır. Nedeni anlamaya çalışmak yerine, elde etmek istediğimiz duruma yönelik sorular sormak daha faydalıdır.

Düşünceler ve söylemler “Ağaca çıkmak istiyorum ama çıkamıyorum.” Bu cümlede söyleminiz isteğinize hizmet etmiyor. Yani çıkamıyorum diyerek çıkamazsınız, böyle demenin çıkmaya bir faydası yok. Üstelik böyle demekle sanki elinizde bir megafonla tüm evrene, tüm hücrelerinize “ben yapmam”

diye haykırmış oluyorsunuz. Bunun yerine en azından “Ağaca çıkmaya hazırım”, “Ağaca çıkmaya niyetliyim” gibi cümlelerle ilk adımı atabilirsiniz. Böylece odağınızı yapmaya doğru kaydırırsınız.

En küçük adımlar: “Ağaca çıkmak için atabileceğim en küçük adım nedir?” Bu soruyu kendinize sorun. Lastik ayakkabılar giymek, küçük bir ağaç seçmek gibi birçok cevap gelecektir aklınıza.

Odak: Kaç kere denemiş olursanız olun, istediğiniz sonuç gelmediğinde bile odağınızı hep “yapmak” üzerinde tutmalısınız. Yapamadıysanız, ağaca çıkılamayan bir yol daha öğrendiniz! Kendinize denemelerinizden sonra şunları sorabilirsiniz: Her seferinde aynı yerden aynı şekilde mi çıkmaya çalıştım? Bu deneyimimden ne öğrendim? Bir dahaki sefere neyi farklı yaparım?

Destek: Daha önce o ağaca veya benzerine çıkmış kişiler varsa onlardan destek alabilirsiniz. Nasıl çıktıklarını, hangi zorluklarla karşılaştıklarını ve bunları nasıl aştıklarını öğrenebilirsiniz. Yazının içindeki “Ağaca çıkmak” örneğini alıp, başarmak istediğiniz herhangi bir konu ile değiştirip yazıyı yeniden okuyabilirsiniz. Bir gün ıssız bir yere kampa gitmiştik. İmkansızlıklar içinde onu yapamayız bunu yapamayız derken bir arkadaşım “Âlemin arabası Mars’ta geziyor, sen ne diyorsun?” diye sormuştu. Birisi bana gelip yapamıyorum dediğinde aklıma hep “Âlemin arabası Mars’ta geziyor” sözü gelir. Onun için de “Ağaca çıkmak isteyip(!) çıkamayanlara” çok şaşarım. Son söz: Gerçekten ağaca çıkmak isteyip istemediğinize de bir daha bakın.

52 The Wise


The Wise Yaşam

Aycan Bolazar

aycan.bolazar@thewisemag.com

Hayatın İçinde Gelişigüzel Salınımlar

B

undan 15 sene önce, 20’li yaşlarımın başındaydım. Hayata, yaşamaya, varolmaya dair fikirlerim o kadar tutarlı, net ve sağlamdı ki, hayatımın geri kalanında ne yöne doğru evrileceğimi merak ediyordum. Sanki tüm soruların cevaplarını bulmuş, tüm yollardan geçmiş, varılacak yerlere varmış gibiydim. Sevgi, empati ve iyi niyet üzerine kuruluydu anlayışım. Daima yapıcı ve sonuç odaklı olmak, yaşanan ana odaklanmak, varılacak hedef kadar ona giden yolun da tadını çıkartmak benim için teorik zırvalar değil, hayatımın her anına işleyen, içselleştirdiğim bir oluş biçimiydi. Çevremde büyük trajediler yaşandığında, sevdiğim insanlar öldüğünde, akıl almaz haksızlıklara şahit olduğumda tepki duyuyor, öfkeleniyor, çaresiz hissediyor, isyan ediyordum. Ama kısa sürüyordu bu hal. Çünkü yaşama, tanrıya veya kadere değil, olan olaya veya yapan kişiye öfke duyuyordum. Genellemiyordum hiçbir şeyi. Kötü bir şey geldiği zaman başıma, kötülüklerin devamını bekler hale gelmiyordum hayattan.

Sonra… Farketmeden, yavaş sonraları farkettim.

yavaş değiştim. Değiştiğimi çok

Eminim, çevremdekiler benden çok daha önce fark etmişlerdir, çünkü yavaş yavaş uzaklaşıp gittiler hayatımdan, kimisini ben uzaklaştırdım ve zamanla yeni yol arkadaşlarım oldu. Dönüştüğüm yeni ben, sevgiyi ve empatiyi koymuyordu merkeze. Gücü, kararlılığı ve azmi koyuyordu. Aklına koyduğunu yapan, yoluna çıkan engelleri deviren, kendine bir şey katmadığını fark ettiği ‘asalak’ arkadaşlarını tek bir hamleyle kolayca hayatından çıkartan yeni bir ben. Anneydim çünkü… Sabahlara kadar beyin fırtınaları yaptığım, hayata ve sistemin dışına dair beraber fikir dövdüğüm bekar arkadaşlarım bu yeni ‘ben’e alışamamışlardı. Ve sonra… Bir yandan çocuk, diğer yandan kariyer, sonra ikinci çocuk… Bir kedi, bir köpek…

The Wise 53


Yahu, çocukluğumuzdan beri bize “iyi insan” olmayı öğretiyorlardı. İyi insan bu demekti işte. Kin gütmeyen, asla bencil olmayan, sevgi dolu kişiye “iyi insan” denirdi. Her çocuğa pompalanıyordu bu doğrular. Aynı zamanda, kendimi bildim bileli bir Atatürk sevgisi ile yetiştirilmiştim çoğu yaşıtım gibi. 10 Kasım’larda salya sümük ağlar, bir gün düşman yurda girerse, canımı bu vatan için vermeye hazır beklerdim. Diyorum ya, bu öğretildi bize.

Bana isteyerek kötülük yapan insanları bile affetmek, onları sevmek ve asla kimseye düşmanlık hissetmemek üzerine programlamıştım gençken kendimi. Ağır iş temposu, seyahatler, alınan 30 kilo… En yakın dostumla evlenmiştim, çünkü en çok onun sohbetini seviyordum. Ama bir baktık ki, sohbet etmek yerine, yorucu bir günün sonunda bir dizi film karşısında uyuklar hale gelmişiz… Silkindik birkaç kez. Güzel şaraplar, peynirler aldık balkon sohbetleri için. Kitap okuyabilmeye tekrar başlayabilmek için gerilim romanlarına dadandım. Bir piyano aldık eve, bir hevesle tekrar çalmaya başladım. İşyerinde geç saatlere kadar çalışmak yerine, istisnalar dışında saat 5’te kapatmaya gayret ettim bilgisayarımı. Ama dedim ya, topu topu silkindik birkaç kez. Ayağa kalkmadık, kalkamadık. Bolca teoriler ürettik aslında nasıl olabileceğimize dair. Geçmişte nasıldık, hatırlayabilmek için videolar izledik, fotoğraflara baktık, eski arkadaşları arayıp görüştük. Şaka değil. Kaybettiğimiz kendimizin peşine düştük resmen. Sonra, ben bir şeyler buldum. İlk paragrafta yazdığım şeyleri hatırladım. 20’li yaşlarda hayata nasıl baktığımı, gidilebilecek başka yer kalmadığını hissederek nereye evrileceğimi merak ettiğimi hatırladım. Nereden nereye geldiğime baktım. Tekamül, geriye doğru işlemez diye öğrendik ama, dejenere olmak diye de bir kavram var. “Eğer o sevgi, empati, barış üzerine kurulu bakış açısını sandığım kadar iyi hazmetmiş olsaydım, dejenere olamazdım, hiçbir güç bozamazdı o dengeyi”, diye düşündüm. Bana isteyerek kötülük yapan insanları bile affetmek, onları sevmek ve asla kimseye düşmanlık hissetmemek üzerine programlamıştım gençken kendimi. Çarmıhtaki İsa’nın, Nasıralılar için Tanrı’dan salah dilemesi, onların günahları için kendini cezalandırmasını talep etmesi gibi, egoyu tamamen öldüren ve kendini dışarıdakilere adamaya hazır bir anlayışı en makbulü sanıyordum.

54 The Wise

Sonra… Başkalarını kolladığım kadar kendimi de kollamam gerektiğini fark ettim. Otobüste istisnasız her seferinde kalkıp birilerine yer verirdim. İlk durakta otobüse bindiğim andan itibaren, her binen grupta yer verilecek insan arardım gözlerimle… Okula arabamla giderken, yoldaki duraklara yaklaşıp gideceğim güzergahta bırakılmak isteyen varsa arabama alırdım. Arada sırada değil, her gün. Kadın, erkek, genç, yaşlı ayırmadan. Arabama aldığım insan hırlı mı, hırsız mı düşünmeden. Hatta, bu insanlardan biri bir gün bana zarar verirse, abartılı bir tabir olacak ama hissettiklerimi iyi betimliyor, iyilik uğruna şehit olmuş hissedecektim kendimi. Saftiriklik değildi benim halim. Kuşlar, böcekler romantizmi de değildi. Başkalarına ne anlatıyordum çok iyi hatırlamıyorum ama, şimdi geri dönüp baktığımda şöyle bir şey görüyorum: “İyi kalpli olmak öğretiliyor biz çocuklara. Büyüklere de bu öğretilmiş onlar küçükken. Ama çoğu, zamanla kötüleşmiş, bozulmuş. Ben böyle olmayacağım. Nasıl ki en iyisiyim sınıfın ve en zekisiyim çocukların, işte iyilikte de en iyisi olacağım dünyanın!” Ne hırsmış ama… Şimdi bir kalemde hırslı veledin suni iyilik tripleri haline getirmemek lazım olayı. Anlamlı buluyordum ve ciddiye alıyordum iyi olmak meselesini ben. İnanıyordum buna. Herkes yanlış yapsa da, tek doğru yapan sen kalsan ve bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek olsa da, sonuna kadar doğrularına sadık kalman gerektiğine inanıyordum. Bunlar seçilmiş doğrulardı. Bir de… Seçilmemiş, içten gelenler vardı. İçgüdülerim, doğrunun ne olduğu konusunda pek seslerini çıkartmazlardı ama yanlışın karşısında avazı çıktığı kadar uyarırlardı beni. Göz göre göre yalan söyleyen, kendine ihanet eden, kötü niyet sergileyen birilerini gördüğümde veya böyle davranmaya zorlandığımda resmen midem bulanır, hasta gibi hissederdim kendimi. Derdim ki, seçimler zamanla değişebilir, ama insanın özü değişmez. Örneğin ben, hiçbir zaman hayvan sevmeyen birine dönüşemem. Dolayısıyla, kendime seçtiğim doğruları teker teker ayıklayıp bir kenara koyayım ve dibimde duran değişmez yapı taşlarımı bulayım. Yuh demek istiyorum kendime! Çünkü meşakkatli bir uğraştan sonra, seçmediğim, sadece ‘olduğum’ iki şey bulabilmiştim: Hayvanları çok seviyordum ve bir de yardıma ihtiyacı olan herkese yardım etmekten acayip zevk alıyordum. Geri kalan Atatürkçülük, çiçek çocukçuluk, spiritüel zırvacılık, hepsi ama hepsi benim şu veya bu nedenle seçip, aklıma yattığına karar verip, kendime düstur edindiğim şeylerdi. ‘Akla yatmak’. Nasıl bir şeydir bu? Akıl yerinde durmaz ki içine bir şey yatsın! Bugün, ateşli bir üniversite öğrencisiyken vatan uğruna canını vermek istersin, yarın anne olduğunda çocuğunun saçının teli için satmayacağın devlet sırrı yoktur. (Çocuk konusuna girmeyelim zaten. Adamda prensip, doğru bırakmıyor.


Hayvan sevgisine yapı taşım demiştim, çocuğuma zarar vermesi ihtimali varsa gözümü kırpmadan öldüremeyeceğim hayvan yok. Anne olmak arızalı bir durum. Maruz kalınan bir şey. İşte al sana yapı taşı! Seçmiyorsun, oluyorsun ve o, her şeyin önüne geçiyor.) İşte böyle neydim, ne oldum, ne olmak istiyorum diye debelenirken, bir şey farkettim: Yaptığım, aslında bir salınım hareketiydi. 20’li yaşlarda sarkacı alıp tepeye kadar kaldırmış, sevgi, çiçek, böcek eksenine oturtmuş ve sonra ucunu bırakmıştım. O hızla savrulup, fazlaca sistem adamı olmuş, ev-iş çıkmazına saplanıp kalmıştım. Orda da tepeye kadar vardım, bir an durakladım (debelenme haftaları) ve şimdi keyifle diğer yöne doğru süzülüyorum. Böyle sarkaç benzetmesi yapmak hoşuma gitti, yaptım, ama sanırım pek de 20’li yaşlardaki halime doğru gitmiyorum ben. Bir rota değişikliği olduğu kesin, ama yeni bir yön bu. “İyi ve kötü”nün çizgilerinin pek net olmadığı, prensiplerin yerlerini iç güdülere bıraktığı, yaşanan ve yaşanacak olayların kuralların penceresinden değil, kendi özgün konjonktürlerinin sunduğu amorf pencereden ele alındığı, durumsal, spontan, bak yine de ‘iyi niyetli’ bir yön… Hayat devam ediyor. Şimdilik. Kafamızdaki soruların hepsine yanıt bulacağımız, sıkıntılarımızı halledeceğimiz, gelişip güzelleşeceğimiz, bir sürü güzel hatırayla dolduracağımız bir hayatımız olduğuna inanıyor çoğumuz. Ben buna inanıyorum en azından. Bunun rahatlığıyla, ertelediğim o kadar çok şey var ki… Sarsıcı bir film seyrediyorum bazen. Veya ansız bir ölüm oluyor yanı başımda. Yaşamın nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu teyit ediyorum herkesle birlikte. Carpe Diem diyesim geliyor, onu bile erteliyorum. Daha iyi bir insan olmayı erteliyorum. İyi ne demekse… İtalyanca öğrenmeyi erteliyorum bir de habire… Ayışığı Sonatı’nı eski yıllardaki gibi çalabilmeyi, sigarayı bırakmayı, kilo vermeyi de... Hepsini birden yaparsam ne süper olacağını öyle canlı hayal ediyorum ki kafamda, hayalimin zevkiyle tatmin oluyorum ve gerçekleştirmek için motivasyonum kalmıyor. Hayat devam ediyor, şimdilik. “Şimdilik” devam ettiğini kendime hatırlatıyorum ve ertelediğim şeyleri gerçekten isteyip istemediğimi soruyorum kendime. Biliyorum, bir şeyleri erteledikçe, hayatı uzatıyoruz ve umut katıyoruz içine. Ama sonra, bazı şeylerin zamanla içi boşalıyor ve fark etmiyoruz bile bunu. Hala, Anna Karenina’yı yarım bıraktığım yerden alıp okuyacağım. İstemek istiyorum bunu, ama galiba istemiyorum. Filmini seyrettim, zaten kitabın yarısına kadar okumamın üzerinden 20 sene geçti. “Bu kitabı bir gün bitireceğim.” sözünü tutacak kadar sadık olmalı mıyım 20 sene önceki ‘ben’e. Hayat devam ederken, yazmayı da erteliyorum. Deniyorum arada sırada, şimdiki gibi, ama yazmayı bitirdikten sonra geri dönüp okuduklarımı beğenmiyorum. Sonra da siliyorum. Oysa, 15-20 sene önce yazdıklarımı okuduğumda hala çok beğeniyorum. Ne değişti? Eskiden, kendim için yazardım. Sonradan, yüzü olmayan, tanımadığım okuyucular için yazmaya başladım. Bu yüzden pek mahrem olamıyor yazdıklarım. Doğru anlaşılmak için çok debeleniyorum. Bu da sıkıcı kılıyor yazdıklarımı. Mesela, kendim için yazıyor olsam, “sıkıcı kılıyor” değil, “sıkıcı yapıyor”, derdim. Bunun gibi sıkıcılıklar işte… Hayat devam ediyor, şimdilik. Bir gün biteceği fikri aklıma geldikçe korkuyorum. Hem sevdiklerimin ölümünden, hem de kendiminkinden. Garip bir şekilde, içimde bir taraf, özellikle benimkinin önlenebilir olduğuna inanıyor. Çünkü o inanan taraf ‘var’; ve ‘yok’ olmayı tahayyül edemiyor.

Sırf bu yüzden, doğasında ‘yokluk’ olmadığından, hiç yok olmayacak sanırım. Kocamın ölümsüzlük inancı böyle ve seviyorum böyle düşünmeyi. Cennetimin ne olduğunu biliyorum. Uzun tüylü salon halımızın üzerinde sırt üstü yatmışım, küçüğüm boynuma oturmuş ata biner gibi, büyük yavrum ise karnıma. Bağıra çağıra zıplıyorlar üstümde… Küçük, yüzüme doğru eğilip gülerken tükürüğü damlıyor suratıma… Büyük, arkadan ona sarılıyor… Kocam bilgisayarının başından kafasını kaldırıp ekranın üzerinden gülümsüyor bize. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, biliyorum, anlıyorum suratından, vazgeçiyor. Lokum, kuyruk sallayarak dolanıyor çevremizde, yüzümü yalamaya meylediyor. Ben işten gelmişim, yorgunum, üstümde zıplandıkça bir yerlerim ağrıyor. Aklımın içinde, belirsiz bir geleceğe gidiyorum, ölmek üzere olduğumu bildiğim son anımda buluyorum kendimi. Oraya, bu hatırayı sıkı sıkı yapıştırıyorum. Kaç yaşında gelirse gelsin ölüm, sonrasıyla ilgili o vakit neye inanırsam inanayım, son bildiğim şey, üzerimde zıplayan çocuklarımın hatırası olsun istiyorum. Yaşama dair her ne yazılıp çizilmişse şimdiye dek, evrende ne fikirler uçuşmuşsa, ne düşünceler çarpıştırılmışsa birbirine, hepsini alıp damıttığımı hayal ediyorum. Ortaya çıkan şeye baktığımda, çağrıştırdığı ilk kelime masumiyet. Aynen tüm canilerin bir zamanlar bebek oldukları gerçeği gibi, tüm sapkın fikirlerin bebek hali gibi geliyor damıttığım o görüntü. Kulak kabartıyorum, bir şeyler fısıldıyor, kıpır kıpır, “Ben neden varım?”, diye soruyor. Tahminlerimizin çok ötesinde açıklamaların, boyumuzu aşan göndermelerle bezeli teorilerin, kitleleri peşine takan düşüncelerin, akımların içinden yürüyüp geçiyorum, uzanıp fısıldıyorum: “Kim bilir? Bilsek bu kadar eğlenceli olur muydu yol?”

The Wise 55


The Wise Yaşam

Aycan Aşkım Saroğlu

aycan.saroglu@thewisemag.com

Bir Zayıflamanın

Ruhsal Anatomisi... H

ayatında her türlü diyeti denemiş ama bir türlü istikrarlı bir kilo tutturamamış bir kadının kilolarıyla vedalaşmasının ve bedeniyle barışmasının hikayesi.

Zayıflık ve şişmanlık hakkında göreceli kavramlar denebilir tabii, belki öyledir de; ama yine de bir ruhun çok deforme bir bedende çok da mutlu olamayacağına inanıyorum. Elbette bunun aksini iddia edenler olabilir, o zaman en azından ben mutlu değildim diyeyim. Ben de birçok kadın gibi güzel bir bedene sahip olup, bir mağazaya girdiğimde köşe bucak saklanmadan alışveriş etmek isterdim. Ama bir yandan da yine birçokları gibi duygularımla baş edemediğimde ‘yedikçe yerdim’. Kısacası içimde iki kadın gayet kavgalı bir biçimde yaşıyordu, neredeyse 40 yıldır… Birinin canı gece yarısı sucuklu yumurta çekip pişirirdi, öbürü ince topuklar ve mini etekler giymek isterdi. Kimi zaman kadınlardan biri galip gelip bir süre boyunca sucuklu yumurta, makarna, pilav, çikolata, börek ve pastaya veda eder ve nihayet ince topuklar üzerinde salına salına gezerdi; ama diğeri o esnada sinsi sinsi bekler ve saldırı anı geldiğinde de yavaşça ruha süzülürdü. Genellikle yazları ince topuklu, kışları ise obez kadın iş başındaydı. Yıllarım iki düşman ruhun aynı bedendeki çarpışmasıyla geçti. Bazen biri, bazen de öteki galip geldi, ama benliğim hep çatıştı, ağladı, fenalaştı... Birisi beğenilmenin, iltifat edilmenin, dişiliğinin yüceltilmesinin keyfini yaşarken; diğeri çikolatanın serotinlerinde kendini aradı. Şaşkın ruhuma yolunu kaybetmiş perişan bir beden eşlik etti ve en sonunda yaş saati 40’ı gösterdiğinde zil çaldı. iyice deforme olmuş metabolizma durma noktasına gelmişti ve tüm bu sürecin de bir faturası vardı elimde artık: Hipotiroid.

Alarm Zilleri Kışın kilo alsa bile yazın incelip flörtöz takılan o ince topuklu kadının yerinde yeller esiyordu bir süredir ve tek bir kilo bile veremiyordum. En sonunda gittiğim doktordan elimde şu teşhisle dönmüştüm: Hipotiroid yani endorkin sistemin alt üst olması sonucu metabolizmanın yavaş çalışma hastalığı. Zaten kilo almaya son derece müsait bünyem de bu rahatsızlık da baş gösterince kavgalı iki kadın barışıp tek ruh, tek bedende bütünleştiler.

56 The Wise


Nitekim obezliğimle barışmak da tek seçenek olarak önümde duruyordu. Barıştım da… Ama bir yandan neden böyle bir hastalığa yakalandığımı düşünüyordum. Aslında sebeplerini bulmak çok da zor değildi: Düzensiz beslenme, hareketsiz yaşam, ağır stres, geç saatlere kadar uykusuz kalma, gece yenen yemekler ve sigara… Yetmedi mi? Buna ağır depresyonları da ekleyin. Hastalığa yakalanmam değil, yakalanmamam şaşırtıcı olurdu belki de böyle birikim karşısında. Panikle bir şeyler yapmak istedim ama nafile. Yıllarca diyetlerle kilo alıp veren bedenim de, ruhum da çok yorgundu. Yerimden kımıldamak bile içimden gelmiyordu. Bununla birlikte birşeyler de yapmam şarttı, ama ne?

Değişim Başlıyor… Hayatımdaki en büyük dönüm noktalarından birisi kuzenim Esra ile bir konuşmam sayesinde gerçekleşti. Esra öğretmendir ve bütün gün enerjik olmak zorundadır ve öyledir de... Ona sırrını sordum. Bana adı Tibet’in Gençlik Pınarı olan bir kitaptan bahsetti. Kitapta bahsedilen “Beş Ayin” adı verilen Tibet Yogası hareketlerini yapıyordu ve bu çalışma ona çok iyi gelmişti. Hatta öyle ki çok yorulduğu derslerin arasında bazen beden eğitimi salonuna gidiyor ve bu hareketleri yapıyordu. Tabii enerjisi de müthiş yükseliyor ve derslerine daha enerjik devam edebiliyordu. Bense o sıralar çok enerjisiz, moralsiz, şişko ve sigara içen biriydim ve üstüne üstlük işsiz kalmak üzereydim. İşsiz kalmak demek daha çok duygusal travma, daha çok evde pinekleme, daha çok yemek ve sınırsız tombullaşma demekti. Böyle bir haldeyken Esra’nın önerisi, bir mucize gibi gelmişti, derhal kitabı okumaya karar verdim. Kitap çok etkileyiciydi, Tibet’in yüksek tepelerindeki rahiplerin özel bilgilerinden söz ediyor, sadece 5 hareket yaparak sınırsız gençlik vaat ediyordu. 40 yaşına basmasına az kalmış biri için de sihirli bir sözcük barındırıyordu... Gençlik! Senelerce sedanter kalmış bedenim ve uyuşuk kaslarım ilk önce beş hareketi ancak beşer kere yapabildi ki etkili olması için o beş hareketin en az 21 kere yapılması gerekiyordu. Bedenim kan ter içinde kaldı; fakat hayrettir ki ruhum bir hayli enerjik ve iyi hissetti. Zaman ilerledikçe canım her sabah o hareketleri yapmayı istemeye başladı. İstedikçe yaptım, derken kalçalar hafif sıkılaştı, derken göbek hafif azaldı, derken enerji arttıkça arttı, sigara eskisi gibi hoş gelmemeye başladı. Ruhuma bir şeyler oluyordu, o değişiyordu. Zaman biraz daha ilerledi; önce sigarayı bıraktım, ardından bir miktar kilo verdim ve her gün Tibet yogası yapar oldum.

Yoga ile Tanışıyorum Çalışmaya devam ettikçe eski Aycan giderek silikleşiyordu ve nihayet artık yoga konusunda daha ileri gitmeye karar verdim. Henüz zayıf değildim belki ama çok daha sıkı ve enerjiktim. İnsanlar bana “Fıstık gibisin!” demeye başlamışlardı ama ben yağlı bir fıstık olduğumu biliyordum. Bir gün sevgili Bora Ercan’ın yönettiği Hariom Yoga merkezi çıktı karşıma. Bu merkezde haftada iki gün yogaya gidiyordum. Düzenli ve disiplinli çalışma sonucu bedenim giderek esnekleşmeye ve gençleşmeye ve ruhum da hafifleme başlamıştı. Sanki güneşli bir kapıdan girmiş de başka bir aleme doğru yol alıyor gibiydim.

Franz’la Tanışmam… Merkezde iki seneden fazla çalışmış ve bedenim iyice sıkılaştırmıştım, ama halen tam anlamıyla zayıf değildim; fakat artık incelmeye de ruhen hazırdım. Bu arada elime geçen bir kitaptaki ‘şükür’ bölümü dikkatimi çekmişti. Her gün hayatınızda olanlar için şükrettikten sonra; olmasını istediğiniz şeyler için de “varmış, olmuş’ gibi şükrediyordunuz. Ben de başladım: “Sağlıklı ve ideal kilomda olduğum için şükürler olsun, hamd olsun” demeye... Evet, tam olarak böyle dedim; çünkü zayıflama kelimesi, negatif çağrışım yaptığından kullanılmıyordu bu teknikte. Artık kendimi güzel hissediyor ve her gün şükür ediyordum. Derken karşıma bir adam çıktı ve hayatımı toptan değiştirdi. Benim için o, bir mucize gibiydi. Adı Franz Andrini’ydi. Slovenyalı’ydı. 18 yaşından beri yoga yapıyordu ve 10 yıl Hindistan’da yaşamıştı. Ayurveda’yı biliyordu ve uzmanlık alanı ‘Slimming (Zayıflama) Yoga’ydı. Ayrıca çok şirin ve sempatik bir yüzü vardı. Atalarından gelen Alman disiplinine ve İtalyan çekiciliğine sahipti ve de Hindistan’ın ona verdiği inandırıcılığa… Hariom Yoga Merkezi’nde Bora tanıştırdı beni onunla. Birden Franz’a baktım ve ona inandım. Benim gibi hipotiroid hastası olan bir arkadaşımı da ikna ettim ve başladık Franz’la birlikte çalışmaya…

Sütsüz Bir Yaşam. Franz öncelikle bizim Ayurveda’ya göre tipimizi tespit etti: Ben ‘kapha’ ağırlıklı bir insandım. Kaphalar, bünyelerinde toprak ağırlığını taşıdığından yavaş çalışan bir metabolizmaya sahip olmakla kalmayıp hareketi de sevmeyen insanlardı. Metabolizmaları sabahın erken saatlerinde ve akşam 18:00’den sonra neredeyse hiç çalışmıyordu ve özellikle süt ve süt ürünleri, soğuk yiyecekler, etler onlarda toksin etkisi yapıyordu. “Peyniri, sütü keseceksin” dedi Franz. “Ama nasıl olur, ya kalsiyum?” dedim. “Bedenindeki kilolardan dolayı yiyecekler sindirilemiyor, beden gaz yapıyor, zaten kalsiyumu kemikler ememiyor” dedi. “Peki!” dedim. Pekiyi oldu... Franz’ın programının en önemli özelliği ve kilidi ise nefes teknikleriydi; çünkü nefesle birlikte bedenin içinde bir ateş yakmayı başarıyorduk ve bu ateş sindirim sisteminin daha iyi çalışmasını sağlıyordu. Ayrıca bedene aldığımız besinler daha çabuk yakılıyordu. Keza nefesler metabolizmanın düzenli çalışmasını sağlamakla kalmıyor; bedenin acıkma tokluk manalarını da değiştiriyordu. Bedenin artık sucuklu yumurta istemez hale geliyor ve yavaş yavaş tamamen sağlıklı yiyeceklere yöneliyordun. Mucize gibi bir şeydi bu ve hakikaten giderek canım çok daha az sağlıksız yiyecek tüketmek istedi.

The Wise 57


En iyi sonuçlar 60 gün sonra alınmaya başlar. Ben özellikle zayıflama yogasının yanı sıra yoga terapisi ile de ilgileniyorum. Bu terapide sırt ağrılarından ülserlere, şekerden, kısırlığa, kalp problemlerinden sinirsel zayıflıklara kadar her şeyi şifalandırmak mümkün. Yoga’ya ve Ayurveda’ya geleneksel bir yaklaşımım var. Eğer Hindistan’dan getirebildiysem ya da doğru parçalarla burada kendim hazırlayabildiysem bitkisel ilaçları kullanıyorum. Daha kendisini adamış ve sakin insanlar için mantralardan da yardım alıyorum. Bütün bunlara ilaveten daha gelişmiş pratik uygulamalar yapıyorum. İleri sınıflarda daha ileri düzey nefes egzersizleri oluyor, yine tantrik meditasyonlar ve öğrencinin yapısına bağlı olarak daha ileri düzey asanlar yani yoga duruşları da bunu içeriyor.

Yoga kursunda beslenmenin rolünü biraz açar mısın?

Enerjim de giderek yükseliyordu. Elbette tüm program sadece nefes çalışmalarından ibaret değildi, ama nefes aktivitenin en can alıcı yeriydi. Dört temel nefes çalışması yaparak bedende bir ateş yakıyor ve Prana’yı yani enerjiyi içerde aktif hale getiriyorduk. Franz “hayatım boyunca temel bazı hareketleri yaparak ve nefesleri uygulayarak ince kalabileceğimi” söyledi, elbette biraz da beslenmeye dikkat ederek. Kaldı ki zaten bu yogayı yaptığında, başına silah dayamadıkça insanın kendini baklavalara, böreklere, pizzalara vurası da olmuyor. Yeme saatlerimi de Kapha tipinin ihtiyaçlarına göre ayarlamaya çalışıyorum, gece yemekle vedalaştım şükürler olsun. Zaten bir kapha tipinin en güzel öğünü öğlende, yani güneşin en tepede olduğu zaman olmalı. Nedeni çok basit; Kapha tiplerinin bedenlerinde ateş elementi az, bu nedenle yediklerini yakamıyorlar; ama güneş en tepede olduğunda, ateş elementi fazla olduğunda yakma kapasiteleri de artıyor. Mesela yine bir Kapha tipi sabahın erken saatlerinde yemek yememeli, çünkü o saatlerde de metabolizma vitesi boşa almış durumda. Sabah 10:30’dan önce ağıza bir şey atmamakta yarar var.

Beslenme en önemli bölümlerden biri. Her öğrenciye onlara uygun beslenme programını öneriyorum. Bazı diyet tarifleri her öğrenciye uygun ama bazıları tamamen kişiye özel. Bütün beslenme sistemi Ayurveda’nın sindirim sistemini temizleme ve ateşi tutuşturma prensibine dayanıyor. Başlangıçta, ilk ayda et, balık ve kuru meyveler yenmiyor. Daha sonra sindirim ateşini bozmayacak şekilde bunlar seyrek periyodlarla yenebiliyor.

Peki sence sağlıksızlığın nedenleri nedir? Sağlıksızlığın üç nedeni var: Toksinler, zihinsel stres ve yanlış hayat tarzı.

İnsanlar neden obez oluyorlar? Bu sence doğuştan gelen bir özellik mi yoksa yeme alışkanlıklarından mı kaynaklanıyor?

Ve artık bedenimle barışıktım.

Bazı insanlar doğası gereği biraz daha güçlüdür. Ayurveda’ya göre biz onları Kapha (ağır) beden yapısı olarak sınıflandırırız. Diğer iki yapı Vata (hava) ve Pitta (ateş) yapılanmasına sahiptir. Ama obezite illa güçlü bir yapı özelliği demek değildir. Obezitenin kesinlikle yanlış beslenme alışkanlığı, yanlış şeyleri yanlış zamanda yeme alışkanlıklarıyla ilgisi vardır. Beyaz şeker hatta kahverengi şeker bile çok zararlıdır ve ana suçlulardan biridir. Diğer zararlı şeyler ise yağlar ve işlem görmüş besinlerdir. Yanlış besinlerle beslendiğimizde hastalıklara karşı direncimiz azalır ve hastalıklar üremeye başlar. Bir kez bedenin zekası karıştığı zaman ve kötü yiyeceklerin bombardımanına uğradığı zaman vücudun bağışıklığı azalır ve salgı bezlerinin, karaciğerin fonksiyonunu aksatmaya başlar. İşte bu yüzden bu yoga programı öncelikle bedenin içindeki yaşam havasını Prana’yı, yani enerjiyi düzene koyar ve üç bileşen Kapha, Vata Pitta’nın dengeli çalışmasına yardım eder.

Franz Andrini ile Zayıflama Yogası Üzerine

60 günlük bir kursta ne kadar kilo kaybedilebiliyor?

Senin yoga öğretiminin temeli nedir?

Eğer programı haftada üç-dört kez uygularsa 15-18 kilo arasında kilo verilebiliyor. Bundan daha fazla veren de var. Eğer kişi benim talimatlarımı harfiyen izlerse iş çok kolay.

Sonuç mu? Peki tüm bu süreç ve çalışmalar sonucunda ne kadar mı kilo verdim? 20 kilo maşallah.

Zayıflama programı dört parçaya ayrılır. Bunlar nefes egzersizleri, fiziksel egzersizler, diyet ve hayat biçimidir.

58 The Wise


Bazı insanların daha çok zamana gereksinimi oluyor zira bu insanların nefes alma kapasiteleri zarar görmüş oluyor ya da bedeninide bir aksaklık olmuş oluyor. O insanlara da yardımcı oluyorum.

Aynı zamanda online olarak da bir kurs yapıyorsun, bundan da biraz bahsetsen... 60 Günde Yoga Andrini-Zayıflama kursu www.zendle.com’dan izlenebilir. Bu kurs, sınıfta uyguladıklarımın aynısı.

Kursuna katılan öğrencilere ne vaad ediyorsun? Onlara çok çalışma vaad ediyorum. İlgileri devam ettiği müddetçe onlara yoga pratiklerinde rehberlik etmeyi vaad ediyorum.

Ayurveda’ya göre Beden Tipleri Kuşkusuz bir kişi sadece bir beden tipinden oluşmaz. Ayurveda’ya göre her insanda bu üç özellik vardır ancak bu özelliklerin ağırlıkları oran olarak değişir. İşte bu değişime ve ağırlık oranına göre kişiye ‘sen kapha’sın ya da ‘pitta’sın denir. Kimi Kapha, kimi Vata kimi de Pitta ağırlıklıdır. Her bir beden tipi vücutta farklı yönleri yönetir. Her bir beden tipinin hastalıkları ve onlara uygun beslenme sistemi ayrıdır. Bedendeki kapha, vata ve pitta dengesizlikleri çeşitli hastalıklara neden olur. Ayurveda’nın yogayla birlikte temel amacı bu üç farklı yapıyı tek bir bünyede doğru enerji ile çalıştırmaktır.

Vata tiplerinin özellikleri

Öneriler: Kendinize sorun gerçekten ne istiyorum? Nasıl bir bedenim olsun istiyorum? (Bir kağıda yazın ve her sabah okuyun.) Gerçekten istediğiniz bir bedene sahip olduğunuzu hayal ettiğinizdeki yaşantınızı da olmuş gibi yazın ve her sabah okuyun. Doğru nefes alabiliyor musunuz? Doğru nefes almayı öğrenin. Beden tipinizi biliyor musunuz? Ayurveda’ya göre beden tipinizi saptayın. Gerekirse bir uzmana başvurun. Sedanter yaşam tipinden vazgeçmeye hazır olun. Sedanter yaşam tipinin sadece şişmanlığa değil neredeyse bütün hastalıklara neden olduğunu ve ruhunuzdaki enerjiyi çektiğini bilin. Sağlıklı kiloda olmanın geçici bir şey değil bir ömür boyu sürecek bir yaşam biçimi olduğunu kabullenin… (Bir süre kısıtlı yaşayıp, sonra istediğinizi yiyemeyeceksiniz, ara sıra kaçamaklar dışında, hakikaten ara sıra.) Yogaya başlayın, yoga hakikaten ruh-beden-zihin üçgeninin barışmasını sağlar. Bütün bunları yaptığınızda karşınıza size uygun sistem çıkacaktı; ama ben Andrini yogasını tavsiye ederim.

• Hafif, ince bir yapı • Etkinlikleri çabuk yerine getirme • Düzensiz acıkma ve sindirim • Hafif ve sık sık kesilen bir uyku, uykusuzluk • Coşku, canlılık, düşgücü • Kolay heyecanlanma, değişen ruh halleri • Bilgiyi çabuk kavrama ve çabuk unutma • Endişeli olmaya eğilim • Kolay yorulma • Patlamalar halinde gelen zihinsel ve bedensel enerji

Pitta tipinin özellikleri

• Orta derecede beden yapısı • Orta derecede güç ve dayanıklılık • Girişimci kişilik, mücadeleden hoşlanma • Keskin bir zeka • Öfke’ye ve gerilim altında asabiyete eğilim • Çoğunlukla çilli, açık ya da pembe cilt • Güneşten ve sıcaktan hoşlanmama • Açık ve tane tane konuşma • Öğün atlayamama

Kapha tipinin özellikleri

• Sağlam, güçlü bir beden yapısı, fiziksel güç • Düzenli enerji, yavaş ve zarif hareket • Sakin ve yumuşak kişilik, yavaş öfkelenme • Serin, düzgün, sert, soluk ve yağlı cilt • Yeni bilgiyi yavaş kavrama, iyi bellek • Ağır, uzun uyku • Şişmanlığa eğilim • Yavaş sindirim, hafif açlık • Sevecen, hoşgörülü, affedici

The Wise 59


The Wise Mizah

Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş sonsuz@thewisemag.com

Spiritüel Kadını Nasıl Tavlarsınız

Bölüm 2

S

piritüel bir kadınla tanışmak istiyorsanız, işinizi büyük yerden halletmeniz gereklidir öncelikle. Büyük yer derken, espri yaptığımı sanarak, “Cumhurbaşkanına mı başvuracam, hah, hah, hah” diye gülümsüyorsanız, derim ki size, “Hah, hah, hah ne komik, ama biraz daha yukarı çıkmanız lazım”. İşin özü şu güzel kardeşim, bunlarla karşılaşmayı ayarlayan kuruma “evren” denir ve bu gezegene düşmeden önce “evren”le bir kontrat yaparsınız. Bu kontratınızın değişmeyen maddeleri vardır; değişebilen maddeleri vardır: Değişebilen maddelerini düzenlemek için, adına “yüksek benlik” denen bir menejeriniz vardır ve sizin adınıza, tüm dokümantasyon işlerini o halleder. Buluşmaları ayarlar; ne yaşayacağınızı belirler; bazen seçim yapma fırsatı tanır vs. Eğer, “evren”le olan kontratınızın değişmeyen maddeleri arasında, “Bu iti ne zaman oraya yollasak sağa sola saldırıp duruyor; bu hayatında, değil kadın spiritüel sinek bile görmeyecek” gibi bir madde varsa, yandınız, cidden sineği bile göremezsiniz. Eh, böyle biri olsaydınız eğer, bu yazı karşınıza çıkmazdı değil mi ama! (Heyt be, arada kader dersi bile attırdım.) Kontratınızın değişken maddeleri arasında, “Spiritüel kadınlarla bir araya gelmesinde mahsur vardır/ yoktur” gibi bir durum varsa ve siz durumdan emin değilseniz, menajerle kontak kurmanız lazım. Eh, günümüz koşullarında bu daha basit olsa bile; sizin spiritüel muhabbetlerle sadece çıtır yemek için ilgilendiğiniz varsayımından hareketle, bunun için en kolay yolun dua etmek olduğunu söyleyebiliriz. Ama mümkünse, dua ederken araya “Beni ıslah et, beni kendime hatırlat” gibi cümleleri de eklerseniz, size bu kadar yardımcı olan bu yazı serisi için küçük bir bedel ödemiş olursunuz.

60 The Wise


Kontratınızın değişmez maddeleri arasında, “Spiritüelliğe bulaşmış herkesle, istediği muhabbete girebilir” gibisinden bir madde varsa, zaten bu yazıları okuyan değil, yazan biri olursunuz; o da eğlenceli bir şey olsa gerek. (Yani öyle diyorlar… Ben diyenlerin yalancısıyım.) Kısacası, anlamanız gereken, bu güzelim kadınlarla karşılaşmanız sizin taktiklerinizden öte, evrene bağlıdır.

Sabır, Ya Sabır!

Ama kısaca öncelikle spiritüel konu bazlı grupları bulmanız gereklidir. Gerçi bu ortamlardaki kızlar, genelde çok ciddidirler ve bilgisayarın başına geçen çoğu kadın gibi kasılırlar ve kasıldıkça da düşünceler arasında boğulur kalırlar. Çoğunun, size attığı mesajlardan veya maillerden pek bir şey anlamazsınız. Zaten anlayacak olsanız dünyaya kadın gelirdiniz di mi? Ayrıca kadın gelenlerin çoğu da kendinin ne dediğini anlamaz; erkeğin onu anlamasını bekler. Ama siz de “bu ne diyor yahu” modunda boş boş bakarsınız.

Tamaaaam, bir şekilde yüksek benliğinizle konuştunuz, o da size dedi ki: “Sen kafanı yorma, ben sana birilerini bulurum”, bu durumda n’apacaksınız? En güzeli, oturup beklemektir. “Gökten kafamıza mı düşecek bunlar?” diye düşünmeyin; evrenin işi bu, belli olmaz; yarın, Kızılay’da yürürken damdan atlayan bir kız kafanıza düşer ve -eğer yaşıyor olursanız- birbirinize aşık bile olabilirsiniz. Evrende buna “kozmik şakacı” derler. Bu fırlamanın çocuğu işinize burnunu soktuğunda, poponuza derece sokan hemşireyle sizi karı-koca eder.

Bu durumdan çıkmanın en kolay yolu, “he” deyip geçmektir. Gerçi, “Bu herif beni dinlemiyor” gibisinden bir tepki alırsınız bu şekilde, ama zaten dinleyince de bir şey değişmiyor pek. Bir de kadınlar, ilginç yaşam formlarıdır. Onları çok iyi dinler, anlamak için yırtınırsınız; sonra da “Sen benim en iyi dostumsun, beni anlayan tek insansın, seni hiç kaybetmek istemem” sözlerini duyar oturursunuz. Üstüne de onun erkek arkadaşlarıyla problemlerini dinler durursunuz, dişlerinizi sıkarak...

“Eee birader, güzel hoş da ben evden çıkmayan bir tipim, bunlar evime giremezler ya; evrene yardımcı olmak için bir şeyler yapsam diyordum” derseniz, eh peki, elimizden geleni yapalım.

Kendini Avuçlamak…

Bu kadınları en yoğun bulabileceğiniz mekanlar, dernekler veya ruhsal gruplardır. Buralardaki spiritüel kadın yoğunluğu öyledir ki bağda bekleyen üzümler gibi yirmisine, otuzuna birden rastlarsınız. Gerçi, çoğu teyzeniz yaşındadır, ama aralara serpiştirilmiş gençler de bulunabilir. Ayrıca da tecrübeyle sabittir ki, bu teyzelerin çoğunun güzel kızları vardır. Hele hele siz onların gözüne girdiğinizde, sırtınız yere gelmez. Kadın milleti, bir diğerinin referansıyla yaşar. Bir erkek hakkında söylenen olumlu sözler; hele bir kadından, hele ki annesinden geliyorsa, daha başlarken sizin hanenize bir artı yazılır. Spiritüel kadınlar, internette de bol bol bulunurlar; ama sanal alem bir yarının, diğer yarıyı götürme çabalarıyla fazlasıyla dolu olduğu için burası biraz zorlu bir alandır. Bir defa, her şeyden önce sanal alemi iyi tanımanız gereklidir. Bu da, burada birkaç kelimeyle geliştirilebilecek bir konu değil, başlıbaşına bir kitaptır nerdeyse.

Internet muhabbetlerinin en önemli safhası dışarıda gerçek hayatta buluşmaktır. Eh, burada artık ne çıkarsa bahtınıza. Her ne kadar kızlar sanal alemde “ruhun”, “paylaşmanın” önemli olduğunu falan söyleseler de, çoğunlukla onlar da sizin tipinize bakarlar. Ama tipten daha önemlisi zekanız ve ağzınızın laf yapmasıdır. Tabii, ağzı laf yapmayı bazı arkadaşlarımız salak salak sırıtıp, meşhur internet esprilerini kıza satmak olarak algıladıkları için, çoğunlukla mosmor kalırlar. Kızların çoğundan duymuşumdur: “Tipi çok hoştu, ama keşke konuşmaya başlamasaydı” gibilerinden.

The Wise 61


Ben, hayatımda ilk aşık olduğum kızın yanına gittiğimde ne konuşacağımı bilemediğim için, “Sırplar Makedonya’ya girerse, ne savaş çıkar be” demiştim de, kız biraz açık sözlü olduğu için “Çok sıkıcısın be Hasan”ı suratıma yapıştırmıştı, ordan biliyom. Şimdi yazarken bile, tüylerim diken diken oldu valla. Ulan, sen git lise ikideki kıza, Makedonya’daki savaştan bahset. Boşuna değil, benim lisede hiç sevgilim olmadı. :))))) (anlayacağınız üzere bol bol da avuçladım... kendimi…) Üçüncü seçenek ise, onların gelip sizi bulmasıdır. Eh, böyle gelen bir kız, zaten kontrat usulü size geleceği için, çok yüksek oranda “özel” biri olacaktır. Eğer hıyar değilseniz, bu ‘özel’liği iç etmezsiniz ve çok güzel şeyler yaşayabilirsiniz. Zaten, böylelerine aşık olma potansiyeliniz yüksek olacağı için, bu seriye pek ihtiyaç duymazsınız. Ama şu da var ki, her kontratın bir süresi vardır ve hiçbir kontratın geçerlilik tarihi kısmında “sonsuza kadar” ibaresi bulunmaz. ;)

Abim Sadede Gel! Gelelim beklediğiniz sadede: Kardeşim iyi diyon, güzel diyon da, bunlar verir mi, vermez mi? Bunun yanıtı çok açıktır: Dünya üzerinde, vermeyecek kadın yoktur; yeter ki, erkek istemesini bilsin. Gerçi “vermek” biraz kaba kaçıyor, ama buraya da en uygun bu oluyor be. Biz erkekler, doğal ilkel güdülerimiz gereği, olabildiğince çok dişiye tohumlarımızı saçmak isteriz ve ilkel dürtülerimizi medenîleştirdikçe de, içimizde tek eşlilik dürtüsünü hissetmeye doğru yönleniriz. Tıpkı, ilkel toplumların geliştikçe tek Tanrı’ya gittikleri gibi. Eh, siz zaten o tek eşe doğru gidiyorsanız, “Verir mi, vermez mi?” derdiniz olmaz ve zaten siz ruhen o derece medenîleştiyseniz, size vermeyecek de bulunmaz. (Bayılırım evrenin işleme prensiplerine.)

Eh, moronsanız biz n’apalım. Kendini yetiştirseydin be kardeş. Hem senin spiritüel kızlarla işin ne? Bence şansını başka alanda denemeye bak; buradakiler sana kokusunu bile vermez, kusura bakma. Haa, bir de bunun tam zıt ucu vardır: Kendinin zeki, ağzı laf yapan vs. olduğunu ispatlamak için Stephen Hawking’in teorilerini, karşısındaki kızla konuşup, tartışma açmak isteyenler... Eh, onlar da havalarını alırlar, ya da karşısındaki kız da kendisi gibi psikopat çıkarsa, saatlerce konuşurlar, ama o masada çiçek miçek falan varsa, solar gider. Çünkü bu muhabbetler, karşınızdakini B-A-Y-A-R. Hele hoşlandığınız kıza, “Seninle yarın ki buluşmamızda, şu kitabı tartışmak istiyorum” gibi bir girizgah yaparsanız, şeyinizi avuçlarsınız (her anlamda).

62 The Wise

Kadınlarda da “Ulan bu bebeğin babası kim?” dürtüsüyle başlayan tek eşli olma ve medenîleştikçe de “ben özelim”e doğru giden bir gelişim süreci vardır. Eh, ona ne kadar “özel” olduğunu hissettirirseniz, şansınız da o kadar artar. Ama bunu sürekli bir şeyler alarak, ya da her yerde bulunan sözlerle sağlayamazsınız. Öncelikle, sizin “özel” birisi olmanız lazımdır. Yok, ortalama biriyseniz, gidin kendinize IQ’su seksen-doksan düzeylerinde birilerini ayartmaya çalışın. Onlar “özel” olmak isteyecektir doğal olarak da, en azından standartları daha düşük olacaktır. Ama şunu hiç unutmamak lazım: Erkeklerde ne kadar cinsellik varsa, kadınlarda da o kadar var ve biz ne kadar istekliysek, onlar da o kadar istekli bu konuda. Sadece, onlar yapıları gereği bunu daha çok örtüyorlar. Bir de cinsellik tüü-kaka bir şey değildir; eğer siz kafanızda, bunu tüü-kaka diye nitelendirip, bir de üstüne karşınızdakiyle konuşmalarınızda, “Benim kötü bir niyetim yok” gibi cümleler kullanıyorsanız, yüksek IQ’lu kadınlarda yine yanarsınız. Çünkü, o anda o kadının aklından “Ama benim var ve sen bu niyet için fazla zayıfsın be güzelim. Bana kendiyle barışık bir herif lazım; bir de senin suçluluğunla mı uğraşacam, abazan herif” gibi cümleler geçiyor olabilir ve o kadın sizi üslubuyla sepetleyecektir. Eee, çok açık sözlü olmak lazım mı; o da batırır. Hiçbir kadının “Şimdi, seni yatırıp şööle bi güzel ...”le başlayan konuşmalara olumlu bakacağını sanmıyorum. En güzeli, olayı olduğu gibi kabullenip, kendinizi reddetmeden dürüst olmak; zaten gerisi kendiliğinden gelir.


The Wise 63


The Wise Öykü

Orkun Bozkurt

orkun.bozkurt@thewisemag.com

Tekerlekler Üzerinde Yaşam Kıbrıslı yazar-şair ve basketbolcu Orkun Bozkurt’un ilham verici hayat hikayesini; kendi cümleleriyle paylaşıyoruz sizlerle…

A

nnem ve babam doktor kapılarına koştuklarında, daha kim olduğumu bilemeyecek yaştaydım. Aldıkları sonuç kendi ifadelerince “şok edici”ydi. Artık ‘sakat’ bir çocuk sahibiydiler ve eğer bu ‘sakat’ çocuğun yaşamasını istiyorlarsa ağır ve yaşamsal ameliyatları kabul etmek zorundaydılar. Önce iki kalça ameliyatı olmuşum. Arkasından göğüs kafesime doğru eğrilip kalp ve ciğerlerimi tehdit eden belkemiğime, platin bir çubuk takmak için kritik bir ameliyat daha... Bitmemiş, beden platin çubuğu reddedince ikinci bir ameliyatla belkemiğindeki eğrilen kısım sabitleştirilerek sorun çözülmeye çalışılmış. Bütün bunlar olurken büyüyor, kendimi keşfediyordum elbette. Ameliyatların ardından aylarca hastane koğuşlarında, hastane dışında ise tüm bedenimi saran alçılar içinde çocuk olmanın gereklerini yerine getiriyordum hiç istisnasız.

Uzun uzun anlatmaya gerek yok; bu ağır ve yaşamsal ameliyatların ardından anne ve babamın, daha doğrusu ailemin elinde tekerlekli sandalyeye ‘mahkûm’ bir çocuk olarak kaldım. Bu durumda ailemin önünde iki seçenek vardı: Ya pek çokları gibi kendilerini utanç denizi içinde boğulmaya bırakıp beni herkesten saklayacak, elbebekgülbebek dünyadan izole ederek büyüteceklerdi; ya da zor olanı seçip tüm bilgisizliklerine ve başvurabilecekleri bir kurum, bir kişi olmamasına rağmen beni ‘sağlam’ bir insan gibi yetiştirmeye çalışacaklardı. Şanslı bir ‘sakat’tım. Ailem zor olanı seçti ve bugün, yayınladığı kitaplarla Kıbrıs Türk Edebiyatı’nda yeri olan ödüllü bir yazar ve şair; ülkesi adına ilkleri gerçekleştiren bir takımda ve milli takımında görev yapmış ve halen yapan olimpizm ödülü sahibi bir sporcu; çeşitli sivil toplum örgütlerinde toplumun gelişmesine katkı koymaya çalışan üst kademelerde bir yönetici ve iki dergide editörlük yapan bir oğulları var. Onların bana yarattığı yaşama, bana sağladıkları şansa başka türlü karşılık verseydim, sanırım dünyanın en mutsuz insanı olurdum.

A Student on Wheels (Tekerlekler üzerinde Bir Öğrenci) Çocukluğuma dönüp baktığımda tüm ağırlığına rağmen iyi bir çocukluk geçirdiğimi görüyorum. Onca ameliyata, onca tedaviye rağmen bir ‘sakat’ gibi değil, bir çocuk gibi yaşadım çocukluğumu. Girişken, insan canlısı biriydim. İlkokul yıllarında her etkinliğin içinde ve en ön sıralarındaydım. Teneffüslerde yapılan futbol maçlarında; defalarca üzerinde oturduğum tekerlekli sandalyemden yere atlayarak kalecilik yaptığımı hatırlıyorum.

64 The Wise


bile. Beden eğitimi derslerinde raporlu sayılmam nedeni ile sınıfta kalıyordum. Teneffüslerde dışarıya çıkmıyordum. Bunlar beni manevi olarak zorluyordu elbette ve bilinen ergenlik sorunlarıyla birlikte birleşince daha kapanık biri olmama neden olduğunu itiraf etmem gerek. Umursamamaya çalışıyordum ki bu hepsinden daha da yorucuydu. Burada yaşadığım sorunlar beni üniversiteye gitme fikrinden soğutmuştu. Lise binası üç katlı tek bir binaydı. Üniversite ise onlarca bina. Bir yandan derslere yoğunlaş, bir yandan ‘sakat’lığın getirdiği sorunlarla uğraş. İlk gençlik yıllarını buna harcamaya değer miydi? Bugün olsa tam tersini yapardım kesinlikle ama, ah o ‘deli’kanlılık günleri!.. Sonunda ağabeyimin “gerekirse sınıfta kalır, okulu sen bitirmeden bitirmem, birlikte gidip geliriz” gibi ısrarlarına rağmen liseden sonra okul hayatımı noktalamaya karar verdim. Zaten bana adanmış iki can vardı ve daha fazlasını kaldıramazdım herhalde.

Tekerlekler Üzerinde Bir Candostluğu İnsanoğlunun hayatında dönüm noktaları vardır. Bu dönüm noktalarını farkederseniz hayatınızı gidişatı değişir. Benim de liseden sonra hayatımdaki dönüm noktası 5 Eylül 1992 tarihi oldu. O günleri düşünüyorum da, biraz bezmiş, içine kapanmış “Bezgin Bekir” benzeri biri olup çıkmıştım. Kaldığım köyde açtığım küçük bir kırtasiye dükkânı ile ev arasında gidip geliyordum, arada bir tiyatro ve sinemaya uğruyordum o kadar.

Teneffüslerde dışarıya çıkmıyordum. Bunlar beni manevi olarak zorluyordu elbette ve bilinen ergenlik sorunlarıyla birlikte birleşince daha kapanık biri olmama neden olduğunu itiraf etmem gerek. Bedenimin alçıyla kaplı olduğu zamanlar da oyuna tekerlekli sandalye ile katılır, -özel kurallar gereği- kafayla gol atmaya çalıştığımı... Ortaokul-lise yıllarımda ilk kez, artık hayatım boyunca mücadele edeceğim ‘engel’lerle karşılaştım. Bunlar hem somut, hem de soyut ‘engel’lerdi. Karşıma çıkan ilk ‘engel’ okulun mimari yapısıydı ve hayatımda ilk defa mimari sorunların yaşayışıma etki edeceğini anlamıştım. Evet, ben bir ‘sakat’tım, tekerlekli sandalyeye ‘mahkûm’dum ve devleti yönetenler güne kadar bir ‘sakat’ın da okumak isteyeceğini düşünmemişti. Babamın girişimleri ve maddi katkılarıyla sınıfıma gidebileceğim rampalar yapılmıştı. Ama sorun orada bitmiyordu ki. Tuvaletlere gitmem imkânsızdı, nitekim altı senelik öğrencilik hayatım boyunca okulun tuvaletlerini bırakın ziyaret etmeyi, kapılarının ne renk olduğunu bile görmedim. İlerleyen zamanlarda yine mimariden kaynaklanan sorunlar ortaya çıktı. Örneğin okul laboratuvarı üçüncü kattaydı ve ben ya derslere girmeyecek, ya da riskleri göze alıp arkadaşlarımın yardımıyla kısa bir zaman için üçüncü kata çıkıp inecektim. Arkadaşlarım sağolsun, benim dersi kaçırmamı kabullenmedi. Her seferinde beş-altı kişi tekerlekli sandalyenin etrafını sararak üç kat çıkarıp indirmeye başladılar. Kaç kez düşme tehlikesi geçirdiğimi hatırlamıyorum

O tarihte tanıştığım ve sonrasında “Candost” dediğim Mustafa Çelik adlı ‘kötürüm’ sayesinde ‘sakat’ olmanın ne demek olduğunu, tekerlekler üzerinde nasıl yaşanacağını öğrenmeye başladım. Mustafa Çelik kendi deyimi ile ‘kötürüm’dü, ama bir ‘sağlam’dan daha sağlam insandı. İtiraf etmem gerekirse o güne kadar ‘sakat’ olmanın, tekerlekler üzerinde yaşamanın ne olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Çocukluk yıllarımda çok hareketli bir çocuktum. Tekerlekli sandalyeye pek oturmuyor, yerde emekleyerek hareket ediyordum. Bu yüzden önüme hiçbir ‘engel’ çıkmıyordu. Tekerlekli sandalye ile çıkıp inmenin ise benim için oyundan farkı yoktu. İlk gençlik yıllarında ise, özellikle ortaokula başladıktan sonra, mimari sorunlar yüzünden zorluklar yaşamıştım. Ama daima yanımda yardım edecek biri bulunduğu için ‘sakat’ yaşamanın incelikleri konusunda en küçük bir bilgim yoktu. Üstelik o kadarcık sorun bile, ilerleyen yaşlarda kendimi toplum içinde yaşamaktan soyutlamama yetmişti. Mustafa Çelik kimi zaman öğretmenim oldu, kimi zaman ağabeyim, babam, arkadaşım... Tekerlekler üzerinde nasıl dik durabileceğimi, hayatın dikine nasıl gidebileceğimi, nasıl mücadele edeceğimi öğrendim. Ailemin bilinçsizce üzerime ördüğü koruyucu örgüyü farkettim ve Candost’umun da katkılarıyla bunu üzerimden yırtıp attım. Tabii bu kolay olmadı. Benimle birlikte ‘sakat’lığı öğrenen anne ve babam hatalarını farketmelerine rağmen koruyucu örgüyü kaldırmaya fazla yanaşmak istemediler. Hâlâ daha zaman zaman aynı sorunu yaşadığımı söylemek zorundayım. Ama suç onlarda değil, onları bu konuda yalnız bırakanlarda.

Nasıl Birşeydir Tekerlekler Üzerinde Yaşamak? Tekerlekler üzerinde yaşamanın ne olduğunu anlatacaktım güya. Aslında bunu anlatmak pek kolay sayılmaz. Tekerlekler üzerinde oturmadan ne olduğunu anlamak zor.

The Wise 65


Yine de bunu örneklerle anlatmaya çalışayım... Sokakta bir yürüyüş yapmaya karar verdiğimi düşünelim. Beni ilk karşılayacak olan kaldırımlar olacaktır. Kaldırıma çıkmak için ya bir rampa bulmak zorundayım ya da canım pahasına trafik içinde yoluma devam etmeyi tercih etmem gerekir. Bir rampa aradığımda, büyük olasılıkla önüme rampadan başka herşeye benzeyen bir yükseltiden başka bir şey bulamam. Zamanında konu ile ilgilenen sayın kaldırım mühendisi(!) öyle yapılmasını uygun görmüştür her nasılsa. Zar-zor çıkarım... kendi ellerimle ya da başka ellerin yardımıyla. Tabii bu olayın iyimser kısmı. Öyle bir rampa dahi bulamadığım çok zamanlar olmuştur. Yola devam edersek... Bir süre sonra kaldırım biter. Bu sefer gerçekten, nasıl olduysa, çağdaş bir rampa bulurum ama inemem. Büyük olasılıkla bir araç gelip tam rampanın önüne park etmiştir, sahibi de ortada yoktur. Kazara sahibini bulursam, sadece iki dakika için oraya park etmiştir. Oysa ben en az on dakikadır ordayımdır. Aslında orada bir rampanın olduğundan, o rampayı ‘sakat’ların yanısıra bebeğini gezdiren annelerin, yaşlı insanların da kullandığından –ki bunların arasında kendi anne-babası, karısı vs. de vardır- bihaberdir. Geçenlerde yaşadığım bir olay... Birkaç arkadaş bir yerde yemek yedikten sonra ayrılmaya hazırlanırken, arkadaşlarımdan birisi bizi görmüş -evi yandaki apartmanın dördüncü katı-. Kahve içmeye davet etti. Apartmanda asansör bulunduğunu ve çıkabileceğimizi söyleyince de kabul ettik. Keşke etmesek. Doğruydu, apartmanda asansör vardı. Ama onbeş basamak yukarıdan başlıyordu. Daha böyle pek çok örnek verebilirim. Ama anlatabileceğim olayların yüzeysel tarafları. Bir başka deyişle buzdağının sadece görünen kısmı.

Tekerlekler Üzerinde Bir Yolculuk Bu! İnsanoğlu doğar, yaşar ve ölür; kaçınılmaz bir süreçtir bu ve bu süreç başlı başına bir sanattır, insanoğlu ise sanatçı. Kimi sanatçı iyi yaşar, kimi kötü. Bunu pek çok şekilde adlandırmak mümkündür: Kader, tesadüf, şans, hayatın cilvesi vs. Sanatçının iyi ya da kötü yaşaması, onun iyi ya da kötü sanatçı olduğunu göstermez, çünkü her sanatçının koşulları farklıdır ve bu koşulları ne kadar iyi değerlendirirse, o kadar iyi yaşar. Benim koşullarım bir savaşı gerektiriyordu, hâlâ da gerektiriyor. Bu bir savaştı ve savaşım devam ediyor. Beni bu savaşa çeken Candost’um Mustafa Çelik, “bu savaş özürümüzle değil, kişiliğimizle tanınma savaşıdır” der her zaman. Ben bir ‘sakat’ım, hayatım tekerlekler üzerinde geçiyor. ‘Sakat’ olmam bazı hareketlerimi kısıtlıyor olabilir. Ama bu eksiği bir şekilde gidermenin yolu her zaman vardır. Çok sevdiğim bir öyküdür: Küçük bir çocuğun en büyük hayali Uzakdoğu sporlarında başarılı bir sporcu olmaktır. Ama bir araba kazası sonucu sol kolu omuzundan itibaren kesilir. Ailesi hayata küsmesini engellemek için bir Uzakdoğu sporları hocası ile tutar. İlk derste hoca çocuğa tek koluyla yapabileceği bir hareket gösterir ve çocuk çalışmaya başlar. 66 The Wise

Aradan haftalar geçmekte hoca ısrarla aynı hareketi çalıştırmakta, çocuğun yakınmalarını dinlememektedir. Çocuk hareketi mükemmel yapmaya başlamıştır artık. Bir gün hoca çocuğa artık bir turnuvaya katılma zamanının geldiğini söylediğinde çocuk karşı çıkar. Tek bir kolu vardır ve sadece tek bir hareket öğrenmiştir, ama hocasının ısrarlarına dayanamayıp turnuvaya katılır. İlk maçına çıktığında korkuyla titreyerek son ümitle hocasına bakar, ama hocası “çık, hareketini yap” der ve çocuk arka arkaya tek hareketle rakiplerini elemeye başlar, finale kadar çıkar. Finalde karşısında yıllardır şampiyonluğu kimseye bırakmayan ve hiç yenilmemiş bir sporcu vardır. Ancak çocuk kendi de şaşırarak, tek hareketiyle onu da yenip şampiyon olur. “Hocam, bu nasıl oldu” der çocuk. Hocasının cevabı şudur: “Bak evlat, sana öğrettiğim harekete karşı tek bir savunma hamlesi vardır. Rakibin sol kolunu tutmak...” Öyküde de anlaşılacağı üzere önemli olan bedenin biçimi, eksiği, fazlası ya da bedenimizin hangi parçası ile hangi işi yaptığımız değil, eksik kalan, yitirdiğimiz ya da kısıtlandığımız hareketlerimizden geriye kalanlara yükleyeceğimiz görevdir. Bedenden eksilenler yaşamı etkilemez, etkilememeli. Ben bunu eksiklerimin yerine aklımı ve yüreğimi koyarak yaşamda diğer ‘sağlam’ insanlardan geri kalmıyorum. Hatta pek çoğundan daha önde olduğumu da söyleyebilirim. Ama... Bir İngiliz atasözü “eğer cümlenin ortasında ‘ama’ varsa, ‘ama’dan önce söylenenleri unutun” der. Ne yazık ki ‘sağlam’ olarak anılan insanlar ile benim gibi ‘sakat’ların önüne ‘engel’leri yığan insanlar aynı kişiler. Eh! Bunu da savaşın bir parçası sayıp mücadeleye devam etmek gerek!


The Wise Gezgin

Metin Under

metin.under@thewisemag.com

Begonvillerle Bezeli Cennet:

Kaş Ü

zeri begonvillerle kaplı beyaz boyalı apartmandan çıkıp, Akdeniz’in eşsiz güneşi altında denize doğru usul usul ilerlerken, tüm heybetiyle göğe yükselen dağların serinliğinin bir bakış uzaklıkta oluşu ne hoş. Bu iki komşu antik kent, isimlerini birbirlerinden almışlar. Yukarısı, MÖ 4’üncü yüzyılın oldukça önemli kentlerinden biri olan Phellos ve sokaklarında gezindiğim tam karşısındaki limanı Antiphellos, yani Kaş. Ve tabii yanı başındaki denizin ortasından Kaş’a selam duran, Yunanca göz anlamına gelen Meis. Her şeyden önce, binlerce yıllık tarihin koridorları gibidir Likya uygarlığının bu iki kenti. Yüksek dağların oyuklarından, denizin ve sakinliğin tadını çıkaran konuklarına göz kırpan kaya mezarları o tarihi bugüne taşıyan başlıca kanıtlar. Ve tabii Kaş’ın her yerinde rastlanan diğer lahitler. En ünlüleri ise Kaş’ın merkezindeki Uzun Çarşı’nın sonunda, halıcı dükkanlarının arasında bulunan ve Kaş’ın simgelerinden birine dönüşen tek bloktan oluşan Kral Lahdi. Bir efsaneye göre, bir Likyalı erkek öldüğünde karısı da lahde onunla birlikte girer ve kayadan oyulmuş mezar kapağını içeriden kapatırmış. Hayatını kocasının cansız bedenine armağan etmekten çekinmemesi,

Kaş ve civarı, trekking, dağcılık, rafting gibi doğa etkinlikleri için sayısız fırsat sunuyor. Ayırca yamaç paraşütü için de Türkiye’deki en uygun yerlerden biri burası.

savaşçılığıyla ünlü Likya’nın her tarafını saran esrarengiz lahitlerin gizemlerinden biri olarak kalmaya mahkûm bir başka kahramanlık hikâyesi ne yazık ki. Ancak bilinen şu: Phellos zamanla eski önemini yitirirken, Antiphellos ormanlarında bulunan sedir ağacı ticareti ve süngercilik sayesinde önemli ve zengin bir kente dönüşmüş.

Etkinlik merkezi Onlarca antik kentin merkezindeki bu büyülü coğrafyanın bugün de Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden olması boşuna değil. Kaş’tan batıya ilerlerseniz her biri bir cennet olan Kaputaş, Kalkan, Patara, Xantos, Letoon, Sidyma, Pınara, Ölüdeniz, Fethiye ve Göcek’e varırsınız. Doğuya ilerlemeyi seçen de pişman olmaz. Bu kez sırasıyla Üçağız, Kekova, Kyneae, Simena, Trysa, Demre, Myra, Finike, Adrasan, Olympos, Tekirova, Phaselis, Kemer, Göynük derken, Antalya’ya ulaşırsınız. Kaş’ın, sıradan bir yaz tatili için gelenler kadar, tarihe meraklı turistleri kendine bağlamasının, antik bir kerteriz noktası olması dışında da nedenleri var. Meis’e bakan yüzündeki muntazam sur kalıntılarını geçip, Kaş’ın batı kısmında kalan ve denize uzanan Çukurbağ Yarımadası’na giden yola yürüyerek ulaşılan amfitiyatro mesela. Helenistik dönemden kalan ve 26 oturma sırasına sahip dört bin kişilik bu tiyatro, duvarlarındaki müstesna taş işçiliğiyle dikkatleri çeker. Tabii denizi kendisine fon yapan konumuyla da.

The Wise 67


Meis Adası’na en yakın nokta olan Kaş, aynı zamanda bir doğa cenneti de. Çukurbağ Yarımadası 3 km’lik bir yürüyüş parkurunu barındırırken son yıllarda dünyanın dört bir yanından ziyaretçi çekerek popüler hale gelen Likya Yolu parkuru da Kaş’ın içinden geçiyor. Özellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında Kaş ve Kekova çevresi yoğun bir yürüyüşçü trafiğine sahne olur.

Deniz ve Dağ Arasında Doğa ile baş başa olmak isteyenler için ise oldukça özel yerler var: Kaş’a 60 km mesafede ve 1800 metre yükseklikteki Gömbe Yaylası’nda bulunan Yeşil Göl ve Uçarsu Şelalesi gibi. Muhteşem Sedir ağaçlarının büyüsü eşliğinde çıktığınız Gömbe Yolu’nda sizi önce doğa harikası bir volkanik göl karşılar. Uçarsu’ya Gömbe Yaylası’ndan 8 km’lik toprak bir yolla ulaşılıyor. Uçarsu’daki küçük göletin buz gibi kaynak suyuna girmek ise cesaretinize kalmış. Ama buraya kadar çıkmışken bir deneyin, derim. Gömbe’nin üzerinde, Yeşilgöl’ün güneybatısındaki Aygır Gölü’nden doğan suların 60 metreden dökülmesiyle oluşan şelale görülmeye değer. Gömbe yakınlarındaki Abdal Musa Dergahı’nın bulunduğu Tekke Köyü ve civarındaki Aleviler, her yıl haziran ayında düzenledikleri şenliklerde, şelalede dilek tutup sema törenleri düzenliyorlar. Gömbe’de özellikle mayıs ayında oğlak eti yemenin tadına da doyum olmaz. Deniz kenarındaki Kaş köylerinden yaz aylarında Akdağ eteklerinde yer alan yaylalara göçün başladığı dönemde bölgenin trekking sezonu da başlar. Yürüyüş tutkunlarının en çok tercih ettiği parkur ise burada. Yeşilgöl’ün üzerindeki Subaşı Yaylası’ndan başlayan ve buzul göllerinden geçerek Akdağ zirvesine tırmanan rota. Yürüme mesafesindeki Akçagerme, batıda Büyük Çakıl, Küçük Çakıl, güneydoğuda Bayındır liman, İnceboğaz ve Limanağzı, Kaş’ın plajları. Kaş’ın içinde kum plaj yok. Araçla 10 dakika mesafedeki ünlü Kaputaş Plajı hariç. Dünyada böyle bir renge çok az denizde rastlanır. Yer altından akan suyun deniz kıyısında kumlar arasından süzülmesi nedeniyle su, berrak, soğuk ve turkuaz rengindedir. 187 basamak inilerek ulaşılan plaj, özellikle akşam saatlerinde görülmedik bir renk cümbüşü sunar. Kaş’a gelmişken görmeden gidilmemesi gereken yerlerden biri Kekova. Kaş’tan tekne ile gidilebildiği gibi, karadan Üçağız’a gidilip, kayıkla da gezilebilir. Kayık gezintisi sırasında batık kentlerle karşılaşmaksa tüyler ürperten deneyimlerden biri. Üçağız’da sıralanan restoranlar ise gün batımı balık-rakı tutkunları için paha biçilmez.

Dalış ve Doğa Sporları Cenneti Kaş’ı bugün popüler kılan başlıca özelliklerinden biri, dünyanın en güzel dalış merkezlerinden biri oluşu. Kaş’ın bulunduğu körfezde 70 kadar dalış noktası mevcut. Kaş’ta batık dalışı, kanyon dalışı, mağara dalışı, nif dalışı, duvar dalışı ve tünel dalışı gibi çeşitli dalış olanakları mevcut. Türkiye’nin en zengin sualtı bölgesi burası. Hidayet’in Koyu adlı koyda da 2006’nın Ekim ayında kurulan sualtı arkeoloji parkı bulunuyor. Ayrıca batıklar amatör ve profesyonel dalgıçlar için bölgeyi oldukça cazip kılıyor. Çok sayıdaki lisanslı dalış okulundan birinde, beş günlük bir eğitimin ardından uluslararası geçerliliği olan sertifikanızı alarak dalgıçlığa adım atmak tatildeki en iyi girişim olabilir. Kaş ve civarı, trekking, dağcılık, rafting gibi doğa etkinlikleri için sayısız fırsat sunuyor. Ayrıca yamaç paraşütü için de Türkiye’deki en uygun yerlerden biri burası.

68 The Wise

Dünyada böyle bir renge çok az denizde rastlanır. Yer altından akan suyun deniz kıyısında kumlar arasından süzülmesi nedeniyle su, berrak, soğuk ve turkuaz rengindedir Şehir merkezinden ciplerle 45 dakika mesafedeki uçuş noktasına geliniyor ve deneyimli pilotlarla tandem uçuşunuzu gerçekleştirirken manzaranın keyfini çıkarıyorsunuz. Adrenalin düşkünüyseniz pilotunuzdan akrobatik hareketler de talep edebilirsiniz. Bu müthiş deneyim, Kaş Limanı’na süzülerek sona eriyor. Kaş ilçe merkezine 50 km mesafedeki Kıbrıs Kanyonu’nda yürüyüş, bisiklet, cip safari ve kanyon geçişi turları düzenleniyor. Kaş’ın en popüler deniz sporlarından biri de deniz kanosu. Kekova çevresinde deniz kanosu turunda beş ayrı antik yerleşim görmek mümkün. Başka bir rota da Kaş’tan turlarla da gidebileceğiniz Saklıkent. Saklıkent kanyon yürüyüşü Bey Dağları’ndan akan soğuk kaynak sularının üzerinde yapılan, yaklaşık bir buçuk saat süren 15 km’lik bir yürüyüş. Yürüyüşü tamamladığınızda suyun üzerindeki köşklerde yiyeceğiniz yemeğin tadını da unutmayacaksınız. Saklıkent turlarının çoğu aynı zamanda Türkiye’nin en uzun plajlarından 18 km uzunluğundaki Patara’yı da kapsar. Yine bir antik Likya kenti olan Patara’da halen arkeolojik kazı çalışmaları devam ediyor.


- Bahçe Restoran: İşte rakı balıkçıların ve mezecilerin uğramadan edemeyeceği mekân da burası. Rezervasyon şart. Fiyatlar, kalite düşünüldüğünde çok yüksek sayılmaz. - Çınarlar Restoran: Pideden kebaba, balıktan fast food’a oldukça zengin menüsüyle herkese hitap ediyor. Fiyatlar makul.

Nerede Yüzelim? Çınarlar: Kaş’ın merkezinde hem denize girip hem de yemek yiyebileceğiniz, Meis manzaralı setlerden oluşan plaj. Fiyatlar ucuz. Kaputaş: Kaş Kalkan arasındaki 187 basamak inilerek ulaşılan plaj Kaş yakınındaki tek kum plaj. Limanağzı: Kaş limandan kalkan motorlarla 15 dakikalık kısa bir yolculuktan sonra daha tenha, daha kumsalımsı havasıyla sizi kendine bağlar. Üçağız: Kaş’a biraz uzak, arabayla gidebilirsiniz ama dert etmeyin. Denize bir adım mesafede enfes mezeleriyle ünlü restoranlarına gidip Kaş’a dönmeyen, geceyi burada geçiren çoktur. Doğa, deniz, tarih, arkeoloji, dinginlik ve sınırsız etkinliğin buluştuğu bir merkez Kaş. Düşmana teslim olmamak için topluca intihar edecek kadar onurlu kadim Likya halkının eşsiz ve bereketli toprakları. Kekik kokusu, sedir ve elma ağaçları ile her yerde beliren begonvillerin görsel şöleni eşliğinde sokaklarında yürüdüğünüz ve yapabileceklerinizi kısa tatil süresinde asla bitiremediğiniz için “seneye tekrar geleceğim” diyerek ayrıldığınız cennet parçası. Her şeyden önce ruhunuzu dinlendirdiği için unutamayacağınız bu güzellikler diyarı sizi bekliyor.

Nereye gidelim? Barlar - Mavi bar: Kaş’ın meydanında her yaştan insanın buluşma mekânı. Bardan yükselen müzik eşliğinde karşısındaki kaldırım taşında gece toplanan kalabalık Kaş’ın ruhunu yansıtır. - Red Point: Yok benim için tatil müzik ve danstır diyorsanız, doğru adres burası… - Hide Away: Güzel müzikler dinleyebileceğiniz barın yeşilliklerle bezeli serin bahçesi ve lezzetli

Restoranlar - Bilokma Restoran: Rezervasyonsuz giderseniz kapıdan dönme ihtimaliniz hayli yüksek. Ev yemekleri tercih edenler için bulunmaz nimet. Fiyatlar uygun.

Tüyo: Işıksız yolda dönüşte bir kenara çekip, kafanızı göğe kaldırın. Samanyolu’nu seyretmeye doyamayacaksınız.

Kaş Çevresindeki Antik Kentler Kaş’ın önemli bir ayrıcalığı aynı zamanda tarihte yolculuk için de bir referans noktası olması. Kaş’a gitmek, Likya uygarlığının kalbine inmek demek; kaya mezarları, amfitiyatro, eşsiz mimari yapılar eşliğinde antik uygarlıkların izini sürmek demek.

Kaş, Antiphellos Felen Yaylası, Phellos Kalkan, Kalamaki Gelemiş, Patara Minare Köyü, Pınara Kumluova, Letoon Arif, Arykanda Kekova, Kaleköy Üçağız, Theimussa Sıçak İskelesi, Aperlai

The Wise 69


70 The Wise


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.