The Wise 1
2 The Wise
The Wise Editor
Hazır Olun! Bambaşka Bir Evrene Adım Atmak Üzeresiniz… Aslında herşeyin başlangıcında atlatılan bir trafik kazası vardı. O gece Susurluk’tan İzmir’e dönmek için yola çıkmıştık. Şoför koltuğundaydım ve bayağı da yorgundum. Fonda çalan müzik de yorgunluğumu destekliyor ve beni iyice mayıştırıyordu. Balıkesir çıkışına doğru arkadan bir kamyon sıkıştırmaya başladı aracımızı. Sürekli selektör yapıyordu en sağ şeritte olmamıza rağmen. Arkamızda manyağın teki olduğu belliydi. Birkaç kilometre bu gerginlik içinde yolculuğumuza devam ettikten sonra ilk bulduğum yerde sol şeride geçtim ki bu manyak arkamızdan gitsin. Adamın bizi sollamaya da niyeti yoktu hiç ve kenara çekilerek geçmesine izin verdim. Nasılsa geliş gidiş yoldayız diye düşünüyordum. Fakat bilmediğim şey, yol çalışmaları için yolun bir bölümünün kapanmış olduğuydu ve karanlıkta bunu gösteren tabelayı da kaçırmıştım. Karşıdan bir kamyon geliyordu ve ben onu, yol da virajlı olduğu için- diğer yolda sanıyordum. Aslında hızlıca birbirimizin üzerine gidiyorduk; sağımda da arkamdaki manyak vardı ve şerit kapalıydı. Derken arka koltukta uyuyan eşim birden uyandı ve bana “Ne yapıyorsun, kamyonun altına sürüyorsun!” dedi. Bir anda irkildim ve bir büyük hata daha yaparak sağa kırdım. Allahtan o manyak basmış gitmişti o anda ve şeride kamyonuna çarpmadan geçebilmiştik. Az sonra da karşımdaki kamyon yanımızdan geçti. Büyük bir kazayı atlatmıştık, ama ben şoka girmiştim. Sonra da arabayı kenara çekip direksiyonu eşime bıraktım... Bu olaydan birkaç gün sonra Çeşme’deydik ve denize giriyorduk. O geceden beri şoku atlatamamıştım, ama işin daha da garibi sürekli olarak bir vizyon gözlerimin önünde canlanıyordu. O kaza gerçekleşmişti ve ben kendimizi hastane odasında görüyordum. Ailecek sargılar içinde yatıyorduk. O kadar güçlü ve gerçek bir vizyondu ki odanın kokusunu bile duyuyordum. Fakat bir türlü gördüğümün ne olduğunu anlayamıyordum. Denizin içindeyken yine o hastane kokusu ve vizyon burnuma geldi. Yüzüyordum ama bir yandan da o hastane odasını görüyordum. Şaşkındım ve neler olduğunu anlamaya çalışarak sudan çıktım. Şezlonga oturdum. Bir yandan da eşimle iki çocuğumun denizden çıkışını takip ediyordum. Yavaş yavaş yanıma doğru gelişlerini izledim. Gittikçe yakınlaşıyorlardı. Yanıma geldiklerinde de kafamı kaldırıp eşimin yüzüne baktığımda şoka uğradım. Çünkü karşımdaki yüzün sahibi, bu hayattaki eşim değildi. Karşımdaki insanla evli olduğumu, iki çocuğumuz olduğunu, hatta onunla tanışmamızın hikayesini vs. herşeyi biliyordum. Ama o, benim bu hayattaki eşim değildi, başka birisiydi. Karşımdaki kişiyi, bu hayatımda da yakından tanıyordum ama aramızda duygusal bile ilişki de yoktu. Ağzım açık kalmıştı. Ben şaşkınlıkla ona bakarken, o bana birşeyler anlatıyor bir yandan da havluyla saçlarını kuruluyordu. Bu vizyon bir süre devam ettikten sonra kayboldu ve herşey normale döndü. Karşımda eşim ve çocuklarım vardı. Bildiğim, gerçek dünyadaydım... Acaba? Çeşme’den döndükten iki gün sonra, İzmir’de bir alışveriş merkezindeydik. Bir cafenin önünde çocuklarımın oyuncakçının önünden ayrılmalarını bekliyordum. İlgisizce kafenin içine bakarken birden kendimi kafede oturuyor gördüm.
Karşımda kırmızı kıyafeti içinde güzel bir kız oturuyordu ve ben de onunla konuşuyordum. Bir filmi izler gibiydim, fakat başrolünde ben vardım ve o anda masada oturan benin hissettiklerini aynen yaşıyordum. Çok yoğun bir andı ve duyguların yoğunluğundan bacaklarımdaki takat kesilecekti nerdeyse. Aniden masada oturan ben omzunun üzerinden döndü ve doğruca bana baktı. Sanki izlendiğini hissetmişti. O anda ürperdim ve görüntü kesildi... İşte bu deneyimlerden sonra “Paralel Evrenler” konusunu incelemeye başladım. Yaşadıklarım beynimin ürettiği fanteziler miydi; yoksa açıklaması daha zor deneyimler mi yaşamıştım. Fanteziler miydi diyorum, çünkü eşim olarak gördüğüm kişiden Facebook’ta gördüğüm ilk saniyede etkilenmiş ve arkadaş listeme eklemiştim. Fakat bu hayatımda aramızda özel bir ilişki hiç yoktu, sadece birlikte yaptığımız çalışmalar oluyordu. (Peki o kişiyi görür görmez etkilenmemin nedeni neydi acaba?) Kafede oturduğum kişiyi de tanıyordum ayrıca. İkisi de şimdiki hayatımdalardı, ama bambaşka rollerde. Acep beğenilerim bana hayal mi kurduruyordu? Yaşadığımın ne olduğunu sorgulamaya başladım. Bu noktada Facebook’ta duvarıma “Paralel evrenler’le ilgili deneyimleri olduğunu düşünen arkadaşlar, benimle bu deneyimlerini paylaşabilirler mi?” diye bir mesaj bıraktım. Gelen mesajlardan bazıları cidden hayal ürünü gibiydi; ama beni heyecanlandıran ve ortak özellikler barındıran mesajlar da olmuştu. Aynen benim yaşadığım gibi, kendini bambaşka seçimlerinden ötürü farklı bir senaryoyu yaşarken görmüş kişilerin deneyimlerini okudum. Sonrasında da yaşadığımın hayalden öte bir deneyim olduğunu kabullenmeye başladım. Hayatımda kırılma noktaları olmuştu ve bu noktalarda yaptığım ve yapmadığım seçimlerin her biri bambaşka evrenlerde yaşıyorlardı. Bir başka evrende ben farklı birisiyle evliydim ve yine iki çocuğum vardı. Bir diğer evrende ise ne bu, ne o hayatımdaki kişiler vardı; bambaşka biriyle flört halindeydim. Kimbilir farkında olmadığım daha ne gibi yaşantılarım vardı. Peki bu bilgi benim ne işime yarayacaktı? Aslında her zaman bu soruyu sorarım kendime: Elinde böyle bir bilgi var madem de senin ruhsal gelişimine nasıl hizmet edecek diye. Soruma uzunca bir süre yanıt bulamadım, hatta elimde daha da çok soru vardı: Hangimiz gerçek Ben’dik? Yaşadığım bu hayatı ben gerçek olarak algılıyordum ve muhtemelen onlar da; peki ben mi gerçeği yaşıyordum, onlar mı; yoksa hepimiz birlikte mi yaşıyorduk? Ayrıca “gerçek” neydi ki? Keza bu bilgi bana neyi anlatıyordu? Ruhsal gelişimim de bana nasıl yol gösterici ve geliştirici olabilirdi? Açıkçası bu soruların yanıtlarını halen tam olarak bilemiyorum ve sesli düşünmeye devam ediyorum. Nitekim “The Wise” üçüncü sayısında yazarlarımız da sesli düşünmeye katıldılar ve “Paralel Evrenler” üzerine yazdılar. Umarım yeni sayımızın yazıları, hepimiz adına ufuk açıcı olur. Bu ve diğer tüm evrenlerdeki sizlere sevgilerimle... The Wise 3
4 The Wise
The Wise İçerik
Öner Döşer
8
Paradigma Kayması Üzerine Astrolojik Değerlendirmeler
Cem Şen, Sonsuz
12
Olan Zaten Çoktan Oldu
Zeynep Sevil Güven
20
Paralel Evrenlerde Hayat Var mı?
Berk Yüksel
24
A. Kerim Soley
28
Paralel Evrenler, Sicim Teorisi, M Teorisi Sizin Evreniniz Hangisi?
Esra Erdoğan 32
Paralel Evrenlerdeki Benlerimle Buluşma
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş
36
Ben O (mu)yum?
Zeynep Sevil Güven
38
Acı Çemberleri
Sibel Oltulu
43
Herşeyi Olan Kız
Dost Can Deniz 44
En Mutlu Düşten Daha Mutludur Uyanmak
Hakan Arabacıoğlu
46
Kendinizi Tekrar Eden Durumdan Kurtarın
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş
47
Şimdi Değilse, Ne Zaman
Filiz Baştüzel 48
İkinci Travma
Pınar Derinbay 51
Çıkaramıyorsan Ekle
Tunç Pekmen
52
Sahte Psişikler
Nil Eldem
54
Kıskanç Gözler
Ertan Yurderi
56
İstanbul’un Tılsımları
Filiz Baştüzel 59
Hızır: Zaman Yolcusu Bir Mistik
Tamer Baran 60
Bir Melek Gibi Hissedin... Bir Melek Gibi Yazın...
Hasan “Sonsuz” Çeliktaş
70
Spiritüel Kadın Nasıl Tavlanır?
Gülüm Omay
74
Genç Kız ve Asker
Bora Eşiz
76
Kalbi Ege’de Kalanların Adası, Bozcaada The Wise 5
The Wise Yazarlar The Wise Yayıncı&Editor Hasan “Sonsuz” Çeliktaş The Wise English Editor Beatrice Vanni The Wise Çevirmenler Feride Sabuncuoğlu Nur Banu Uğurlu Sibel Oltulu Selin Kartal Ayşe Dağıstanlı The Wise Dizayn Tuğçe Gerek The Wise Yazarlar A. Kerim Soley Bora Eşiz Burak Eldem Cem Şen Deniz Kite Dost Can Deniz Ertan Yurderi Esra Erdoğan Filiz Baştüzel Gülüm Omay Hakan Arabacıoğlu Nil Eldem Pınar Derinbay Tamer Baran Tunç Pekmen Öner Döşer Sibel Oltulu Zeynep Sevil Güven The Wise Website & E-Mail www.thewisemag.com editor@thewisemag.com
SPONSORUMUZ
6 The Wise
Hasan Sonsuz Çeliktaş 1976’da Mersin’de doğdu. Toros Lisesi’nin ardından Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü bitirdi. 5 yıl süren üniversite araştırma görevlisi kadrosundan ayrıldıktan sonra kendini derKi’ye ve yazmaya verdi. Halen derKi dışında, Esquire, Cosmopolitan ve Yeni Aktüel dergilerinde yazıyor. “Bu spiritüalizm ne ola ki?” ve “Birileri kadınlarımızı fena kandırıyor” adlı iki kitabı mevcut. Yazar, evli ve iki çocuk babasıdır.
Burak Eldem , Boğaziçi Üniversitesi Turizm Yöneticiliği ve ardından da Marmara Üniversitesi İşletme Fakütesi’ni bitirdi. 1984 yılından bu yana gazetecilik ve yazarlık yapıyor. Stüdyo İmge ile başlayan dergicilik serüveni, Dönemli Yayıncılık’ta (Gergedan) ve Karacan Yayınları’nda (Playboy) sürdü. Gazeteciliği, 1987-95 yılları arasında çalıştığı ve “okul” olarak nitelediği Cumhuriyet’te öğrendi. Çok sayıda dergi ve gazeteye yazı yazdı, TRT televizyonuna ve özel radyolara program hazırladı, bir dönem müzik endüstrisinde de görev aldı. 2003 Temmuz’unda yayımlanan “’2012: Marduk’la Randevu” adlı kitabıyla “Saklı Tarih” adını verdiği üçlemenin ilk adımını attı. Dizinin ikinci kitabı “Fraternis: Kayıp Kitaplar, Gizli Kardeşlik”, 2006 Nisan’ında, üçüncü kitabı “Kozmik Okyanus” ise 2011’de yayınlandı “Seni Tılsımlar Korur” (2004) ve “Günbatımı Fandango” (2007) adlı, birbirini tamamlayan ya da birbirine eklemlenen iki romanı bulunuyor.
Esra Erdoğan, 2004 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası Ticaret Yönetimi bölümünü bitirdi. Doğaya ve de özellikle hayvanlara olan düşkünlüğü yüzünden vegan tarzı beslenmeyi tercih etti ve bununla ilgili olarak blog yazıyor. Ayrıca uluslararası bir gıda şirketinde gurme-line danışmanı.
Öner Döşer İstanbul doğumludur. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi İş İdaresi Bölümü mezunudur. Dört kuşaktan beri süre gelen aile geleneğini bozmayarak, tatlı mecburiyetler sonucunda başladığı ticaret hayatını, bu başlangıçtan tam 20 yıl sonra, 2003 Haziran ayında, gençliğinin büyük bir bölümüne ev sahipliği yapmış olan Kapalıçarşı’dan ayrılarak noktaladı. Bu tarihten itibaren sadece gönülden sevdiği astrolojiyle ilgilenmekte, astroloji danışmanlığı ve eğitmenliği yapmaktadır. Astroloji Okulu’nun kurucusu olan Öner Döşer’in, şu ana kadar yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır:
Filiz Baştüzel TED Ankara Koleji ve ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunudur. Çok uluslu firmalarda yönetici olarak çalışmış ve son 7 yıldır serbest AB danışmanı olarak görev yapmıştır. 1995 yılında yaşadığı ani ve travmatik bir hayat tecrübesinden sonra, metafizik alanında araştırmalar yapmaya yönelmiştir. Kendine ve başkalarına yardımcı olabilmek amacıyla ruh, beden ve zihni kapsayan birçok şifa çalışmasını incelemiştir. Farklı şifa uygulamalarını ve ruhsal çalışmaları bizzat deneyimlemiş, faydalı bulduğu konularda uygulayıcı ve paylaşımcı olabilmek için eğitimler almıştır.
Gülüm Omay 1957 doğumlu. Uzun yıllar Ankara’da kendi reklam ajansımda reklam-grafik konusunda çalıştı. 1985 yılında Tasavvuf ve Sufizm’e ilgi duyarak, bu konularla ilgilenmeye başladı. Yoga ve meditasyon eğitimleri aldım. 1995 yılında Reiki ile tanıştım ve 1997 yılından itibaren Reiki master/teacher olarak seminerler vermeye başladı. Reiki üzerine özellikle uygulamacılara yönelik bir kitabı mevcut.
Ertan Yurderi Emekli bir gazetecidir. Çeşitli edebiyat dergilerine şiir ve öykü ayrıca Türkiye’yi tanıtan internet sitelerine de turizmi tanıtan yazıyor. Frekans ve frekanslar üzerinden iletişime olan merakı sebebiyle 1987 yılından bu yana Amatör Radyoculuk hobisini sürdürmekte.
Tamer Baran, bir sinema eleştirmeni ve yazarıdır. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden ayrıldı, 1985’ten beri yazıları yayımlanıyor. Sinema Gazetesi ve Antrakt dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Üç sinema filmi senaryosu çekildi; bunlardan “Salkım Hanımın Taneleri” beğenilen ve ödüllendirilen bir çalışma oldu.
Zeynep Sevil Güven Şifacı ve eğitmendir. 1994 yılında merkezi Tel-Aviv’de bulunan “The İsraeli College for the Alternatif&The Complementary Medicines” Okulunun Shiatsu Bölümü’ne kayıt oldu. Söz konusu okulda, Geleneksel Çin Tıbbı ve Akupunktur başta olmak üzere, pek çok alternatif tıp dalında temel kurslar ve derin eğitimler konularında eğitim aldı. 1999 ocak ayından başlayarak spiritüel şifa alan alanında profesyonel olarak çalışmaya başladı.
Cem Şen 1968 yılında doğdu. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.
Sibel Oltulu Çevirmen ve yazar. Türkiye’nin önde gelen üniversitelerinden birinin Mütercim Tercümanlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra profesyonel yaşamına bankacılık sektöründe başladı. Ancak astrolojiye olan sevgisi önünde bambaşka yollar açtı. 2005’ten bu yana Susan Miller’ın aylık burç yorumlarını Türkçe’ye çeviren küçük ekibin içinde yer alıyor. Yazarımız harika bir kızı olan bekar bir anne.
Hakan Arabacıoğlu İşi, insanların kendilerine hiç sormadıkları soruları sormak. Ve böylece hiç bakmadıkları gibi bakmalarını, hayallerine doğru yeni adımlar atmalarını sağlamak. Boğaziçi Üniversitesi İşletme bölümü mezunu. Ford Otosan, P&G gibi firmalarda çalıştıktan sonra hayallerindeki işi bulup profesyonel koçluk yapmayı seçti. Web sitesinde bildiklerini, keşfettiklerini ziyaretçileri ile paylaşıyor. Hayali herkesin keyif içinde yaşadığı bir dünya.
Bea Vanni English Editor
Feride Sabuncuoglu Çevirmen
Ayşe Dağıstanlı Çevirmen
A. Kerim Soley 1977’den beri Hatha Yoga yapıyor. Dinler tarihi, Uzakdoğu felsefeleri özellikle Mahayana ve Zen üzerine çalışmalar yaptı. Krishnamurti’yi ve “Dördüncü Yol” düşüncesini derinliğine inceledi; Sufizm konusundaki araştırmalarına yaşam boyu kaydıyla devam ediyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi, Basın ve Yayın Yüksek Okulu (bugünkü İletişim Fakültesi), 1974 mezunu. Basılmamış iki kitabı ile deneme ve makaleleri var. Vakit buldukça klasik müzik ve caz dinliyor; tai c’hi, c’hi kung... ve diğer çalışmalarına devam ediyor.
Dost Deniz bir çok danışman, koç ve terapist yetiştirmiş olan ABD’deki Gestalt Institute Of Cleveland, Organizations & System Development Center’ın öğretim görevlilerindendir. 4 yıldan beri koç ve kurumsal gelişim danışmanı olarak çalışan Dost Deniz’in profesyonel koçluk deneyimi 2000 saatin üzerindedir. Dost Deniz’in ilk kitabı “Cesur Sorular” Kasım 2003’te yayınlanmış ve en çok satan kitaplar arasına girmiştir.
Bora Eşiz Klasik Arkeoloji ve Müzecilik eğitimi alan Bora Eşiz, çeşitli üniversitelerde görev aldıktan sonra dergi ve internet yayıncılığı alanında çalıştı. Uzun yıllardır gezi yazarı olarak çeşitli dergilerde yazan Bora Eşiz’in başta Türkiye ve KKTC olmak üzere pek çok gezi yazısı bulunmaktadır. Yazılarında arkeoloji, müzeler, yemek kültürü ve el sanatları vb. konularına odaklanan Bora Eşiz’in Türkiye’nin çeşitli şehirlerini anlattığı üç kitabı bulunmaktadır.
Pınar Derinbay 1976’da Ankara da doğdu. Ortaöğrenimini çeşitli okullarda tamamladıktan sonra 1993’te A.Ü. SBF İşletme Bölümü’ne girdi, 1998’de mezun oldu. O zamandan beri bir bankanın genel müdürlüğünde çalışmakta. Yaşamayı ve yaşamı güzelleştiren her şeyi seviyor. Şu sıralar favorisi hologram yapmak ve dans etmek.
Tunç Pekmen en büyük tutkusu çizgi romanlar olan yarıİskoç bir mühendis-yazardır. Henüz yayınlanmamış dört kitabı mevcuttur. Evli ve iki kedi babasıdır.
Nur Banu Uğurlu Çevirmen
Sibel Oltulu Çevirmen
Selin Kan Çevirmen
Tuğçe Gerek Dizayn
The Wise 7
The Wise Kapak
Öner Döşer
oner.doser@thewisemag.com
Ö
ncelikle, paradigma kavramının anlamını açıklamakla başlayalım. Paradigma, bireyler ve toplum olarak, günlük hayatımızın bir parçası gibi görünen, sorgulamaksızın varlığına inandığımız, bu yüzden test etmeye bile gerek görmediğimiz, içinde yaşadığımız gerçeklik anlayışımızdır. Aslında, her şeyi birdenbire farklı görene kadar hakkında çok da düşünmediğimiz, içinde yaşayıp nefes aldığımız ve kültürümüzün bilinçdışı inanç sistemi gibidir paradigma. Biz bu inanç sistemlerine göre düşünür ve iletişimde bulunuruz. Şimdi, bizi binlerce yıldır bulunduğumuz noktada tutan paradigmaların değişme zamanı gelmiştir. Artık eski kural ve kanunların bilimsel anlamda da yeterliliğinin sorgulandığı, daha da önemlisi, eski modellemelerin, insan hayatını acıdan, yoksulluktan, adaletsizlikten ve savaştan kurtarmak için yeterli olamadığı görülmeye başlanmıştır. İnsanoğlu, birdenbire uyanıp, kendisi hakkında baştan beri var olan, ama hiç farkına varmadığı bir şeylerin bilincine varmanın kapısına dayanmıştır. Paradigma kaymasına, kabul edilmiş gerçeklikte kayma da denilebilir. Eski görüşün eksik veya yanlış oldukları kanıtlandığında, bilgi paradigması evrim geçirir. Bu bazen yavaş, bazen çok hızlı bir biçimde olur. Biz şimdi bunun hızlı gerçekleşeceği bir dönemdeyiz. 2012 süreci, en çok düşünme paradigmalarındaki değişimle ilgilidir. İnsan ölçeğinde yaşanmakta olan ve hızlanacak paradigma kayması, toplumun genelinde de etkili olacaktır. Büyük döngü değişimleri, toplumların düşünce paradigmalarını değiştirmeleri anlamına gelmektedir. Yani, artık eski durumlara, yeni bir bakış geliştiriliyor. Biz astrolojik olarak buna “Çağ değişimi” deriz. Her çağ kendine özgü bir dünya görüşüne, kendine özgü bir paradigmaya sahiptir. İçinde bulunduğumuz çağ sonlanırken, bilimsel alanda da paradigma kayması gerçekleşmektedir. 8 The Wise
varlık olarak görürlerdi. Hiçbir şey sabit ve durağan değildi. Her şey sürekli akıyor, değişiyor ve yeniden doğuyordu. Hiçbir şey tek başına değildi. Her parça, bütünün diğer parçalarıyla ilişkideydi. Halklar, doğanın gelgitleriyle ve gökyüzünün ritmiyle uyum içinde yaşadılar. O dönemlerde bilim, Allah’ın yaratışının ihtişamını ve ilahi düzeni anlamak içindi. İlahi olanla, insani olan arasındaki bağı anlamaya çalışırken, ilahi olanı maddi dünyadan ayrı bir şey olarak görmüyor, tam tersine onu maddi dünyanın içinde deneyimliyorlardı. 16. yüzyılda, “bilimsel devrim” başlığı altında, bütün bu bakış değişmeye başladı. Bu dönemden itibaren artık bilgi, açık soruşturma ve gözlemle kazanılmaya, ancak genel kabul görmüş ilkelerle geçerli kabul edilmeye ve buna ‘bilimsel yöntem’ denilmeye başlandı. 17. yüzyıl sonrasında, filozof ve matematikçi Rene Descartes’le birlikte, bilim kuralı haline gelen beden ve ruhun birbirinden ayrılışı, bilim ile ruhun arasındaki bağı iyice koparmaya başladı. Descartes, zihnin vücudun fiziksel karakterini etkilediğini reddetti. Ona göre fiziksel olan vücut maddeden oluşuyordu, oysa zihin tanımlanmamış, ama açıkça maddeden oluşmayan bir özden oluşuyordu. Bu dönemden sonra, bilim alanında insan bedeni, bir makine gibi görülmeye başlandı.
Bilimsel olmak istiyoruz, bilimsel olduğumuzu sanıyoruz, ama değiliz. Gerçekten bilimsel olmak için, bilimin yeni keşiflerde bulundukça, her zaman değiştiğini hatırlamamız gerek. Maddeci fizik bizi asırlardır, gerçek olanın ölçülebilir olduğuna ve ölçülebilir olanın beş duyumuzla ve duyularımızın mekanik uzanımlarıyla algılanabilen şeyler olduğuna, bilgi edinmenin tek geçerli yolunun, bütün duygularımızdan ve öznelliğimizden kurtulmak, tümüyle akılcı ve nesnel olmak gerektiğine şartlandırdı. Bu mekanik modelde, bilinç ve ruha yer yoktur. Ruh, bilinç ve diğer metafizik kavramlar, bilimin kullandığı analitik metotlarla ölçülemediği için değersizmiş gibi düşünülür. Yeni bilimin mekanikleri, spiritüel bir özümüz olduğunu ve ölümsüzlüğümüzü gözler önüne sermektedir. Fizik ve hücre alanında elde edilen son bilgiler, bilim ve ruh dünyası arasında yeni bağlantılar olduğunu göstermektedir.
Maddeci Bilim Anlayışı 1900’lü yıllardan beri gelişmekte olan ve 2000’li yılların dünyasına çok önemli katkıda bulunan kuantum fiziğinin bize öğrettiği en değerli şeylerden biri, Newton’cu katı madde fiziğinin ardında, atom altı boyuttaki parçacıkların bilinen fizik ve lineer zaman kavramlarımızın dışında kurallara tabi olmasıdır. Bu durum, dünyamıza ve evrene karşı mekanik maddeci bakışımızı tamamen değiştirmiş, bunları bir bütün olarak algılamamıza imkan tanımıştır. Bu görüşe göre Dünya, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu, zaman ve mekan içine uzanan organik bir şeydir. Yani evren canlı bir varlıktır ve biz bu organizmanın birer parçasıyız, tıpkı gezegenler, düşüncelerimiz ve atom altı parçacıkları gibi. Bu görüş, aslında bizi kadim uygarlıkların dönemlerindeki gibi düşünmeye çekmesi açısından çok önemlidir. Eskiler, dünyayı canlı bir varlık olarak algılarlar, her şeyin bir ruhunun olduğuna inanırlar, kendilerini de bu canlılığın içinde birer daimi
Benzer şekilde dünyayı bir makine gibi gören Newton’la birlikte, evreni yaşayan, titreşen bir varlık olarak gören dünya görüşü sona ermiş oldu. Yeni görüş bizi, zihnimizin dışındaki dünyayı mekanik, herhangi bir ruhani veya canlı nitelikten yoksun, cansız maddeden ibaret olarak algılamaya sevk etti. Son dört yüz yıldır maddeci bilimin bize aşıladığı ve adeta bir slogan haline gelen “Beş duyuyla algılanmıyorsa, gerçek değildir!” görüşü, bilinç ve ruh gibi cisimsel olmadığı için ölçülemeyen görüngülerin göz ardı edilmesine yol açtı. Son dört yüzyıl içinde, bilimin ancak her şeyin maddeden yapıldığı fikri üstüne inşa edilebileceği inancını benimsedik. Materyalist bilimsel yaklaşımı, günlük hayatımızda yaşadığımız deneyimleri açıklamadaki başarısızlığına rağmen, geçerli olarak kabul ettik ve onun öngördüğü şekilde düşünerek, bilimsel olmamız gerektiğine ikna olduk. Böyle bir anlayışa dayanmayan her şeyi reddederek, günlük hayatımızın dışına ittik. “Kendini Bilen Evren” kitabında Amit Goswami bunu şöyle açıklıyor: “Bilimsel olmak istiyoruz, bilimsel olduğumuzu sanıyoruz, ama değiliz. Gerçekten bilimsel olmak için, bilimin yeni keşiflerde bulundukça, her zaman değiştiğini hatırlamamız gerek.” Goswami’ye göre, bugün birçok fizikçi, materyalist realizmde bir şeylerin hatalı olduğundan kuşkulanmakta, ama onlara bunca yıldır iyi bir hizmet vermiş olan sandalı sallamaktan korkmaktadır. Materyalist realizmin, modern insanın yaşam niteliği üstündeki olumsuz tesiri sarsıcıdır. Materyalist realizm, hiçbir ruhsal anlamı olmayan bir evren ortaya koyar.(Kaynak: Kendini Bilen Evren, Amit Goswami, Ruh ve Madde Yayınları, sayfa 35, 36). İlahi düzenden ve insanın gerçek doğasından habersiz bir materyalist bilimsel anlayış bizi ne yazık ki, bunalımın tam ortasına sürükledi. Özellikle batılı anlayış, materyalist bir dünyada yaşadığımız fikrini bilimsel bir görüş olarak kabul etmeye daha hızlı bir yatkınlık gösterdi. Her şeyin maddeden yapıldığı ve maddenin temel gerçeklik olarak görüldüğü dünyada, maddesel ihtiyaçlar da çabucak çoğaldı ve sürekli daha iyi şeyler elde etme arzusu baskınlaştı. Böylece insani yönlerimizden uzaklaşmaya, maddi hırslarımıza çekilmeye başladık. Halbuki bize ilahi düzene göre yaşamamızı öneren ilahi ve semavi kaynaklarımızda, materyalizmin dejeneresyona, hastalıklara, belalara ve yıkıcı sonuçlara yol açacağına dair uyarılar yer almaktadır. The Wise 9
Stanford Üniversitesi Madde Bilimi ve Mühendisliği bölümünde profesörlük, metalurji ve katı madde fiziği konusunda Amerikan hükümetine danışmanlık yapmış, Parapsikoloji ve Tıp Akademisi’nin kurucularından olan biri olan Dr. William Tiller, günümüzdeki bilimsel gerçeklik paradigmasının değişmesi gerekliliğine dair önemli bir nedeni şöyle açıklıyor: “Şu andaki paradigmamıza hiçbir bilinç, niyet, duygu, zihin ve ruh biçiminin girmesine izin yoktur. Çalışmalarımız bilincin fiziksel gerçeklik üzerinde çok kesin etkileri olabileceğini gösterdiği için, bu, eninde sonunda bir paradigma kayması olacağını gösterir; bu kayma, bilincin işe katılmasına izin verecektir. Evrenin yapısı, bilincin içeri girmesine izin vermek için şu anda olduğunun çok ötesine kadar genişlemek zorunda kalacaktır.” (Kaynak: Ne Biliyoruz Ki, İnkılap Yayınları). İnsanoğlunun tekrar kendini hatırlamaya, kendini bilmeye yöneldiği bu önemli süreçte içinde yaşadığı dünya ile kendisini tekrar bütünleştirecek, tüm dünya dinlerini kuşatan ve tüm insanlığın halini anlamak için onlarla çalışan bir bilimsel anlayışa kavuşmak üzeredir.
Gerçeklik Anlayışımız Değişiyor
Ne yazık ki, son birkaç yüzyıldır, daha önceleri evreni canlı bir varlık ve bizi de onun bir parçası olarak gören kadim anlayıştan uzaklaşarak, içinde yaşadığımız dünya ile sıcak bağımızı yitirdik. Daha iyi giysiler almak, daha iyi evlerde yaşamak, daha iyi teknolojik araç, gereçler kullanmak konusunda bir yarış içerisinde olmak, geçici olarak tatmin verse de, manevi değerler ve ruhsal gelişimden uzaklaşan insanoğlu, büyük bir boşluk içerisine düşmektedir. Dünyamızın maddeselliğe dayalı olması büyük uyumsuzluk, ekonomik istikrarsızlık, savaş, vahşet, suç, nüfus patlamaları, su ve besin yetersizliği ve çevresel kirlilik ve yıkıma yol açmaktadır. Ne yazık ki, son birkaç yüzyıldır, daha önceleri evreni canlı bir varlık ve bizi de onun bir parçası olarak gören kadim anlayıştan uzaklaşarak, içinde yaşadığımız dünya ile sıcak bağımızı yitirdik. Günümüz bilimsel paradigmasına göre mekanik olan ölü bir evrende ve dünyada yaşıyoruz ve makinelerde bilinçli deneyime yer olmadığı gibi, niyet, duygu ve ruh da yoktur. İşte, insanı ilahi düzenden kopartan, içinde yaşadığı büyülü dünyasına yabancılaştıran ve artık değişmesi gereken paradigma budur! 10 The Wise
Ancak bilim ve ruh yeniden bir araya gelirse, o zaman daha iyi bir dünya yaratma şansını elde edebiliriz. Kuantum evreni gerçeği, Descartes’in yüzlerce yıl evvel birbirinden ayırdığı bu iki alanı yeniden birbirine bağlıyor. Kuantum fiziğinin evren mekanizmasına dair önerdiği yeni anlayış, maddesel olmayan zihnin, fiziksel vücudu etkilediği gerçeğini ortaya çıkarıyor. Düşünceler, yani zihnin enerjisi, vücudun fizyolojisinin fiziksel beyin tarafından kontrolünü doğrudan etkiliyor. “İnancın Biyolojisi” kitabının yazarı Dr. Bruce H. Lipton’a göre bilinçli zihin, vücuttaki “zihni” oluşturan hücresel düzenleyici sinyalleri okumakla kalmaz, aynı zamanda sinir sistemi tarafından kontrollü biçimde salgılanan düzenleyici sinyallerle görülebilen duyguları da açığa çıkarır. Kendi kendine düşünebilme yeteneğine sahip, kendini bilen zihin çok güçlüdür. Dahil olduğumuz herhangi bir programlanan davranışı gözlemleyebilir, değerlendirebilir ve bilinçli bir şekilde değiştirmeye karar verebilir. Çoğu çevresel sinyale nasıl tepki vereceğimizi ya da tepki verip vermeyeceğimizi kendimiz seçebiliriz. Bilinçli zihin, bilinçaltının önceden programlanmış davranışlarını geçersiz kılan kapasitesi, özgür iradenin temellerini oluşturur (Kaynak: İnancın Biyolojisi, Dr. Bruce H.Lipton, Kuraldışı Yayınları, Sayfa 136-137). Kuantum fiziği, gerçekliğin bizim gördüğümüz gibi olmadığını söylüyor. Gerçeklik, onu nasıl algıladığımıza göre değişebilir mi? Bütün gerçeklik duygumuz, aslında bilincimizle mi alakalı? Yani fiziksel deneyimleri yaratan ve her şeyden sorumlu olan bilincimiz mi? “Ne Biliyoruz Ki?” filminin yaratıcılarının röportajlarıyla hazırlanan aynı adlı kitabı okurken, bu soruları kendime sorup, durdum. Bu kitapta kim olduğumuz, hayatın ne olduğu, neyin mümkün olup neyin olmadığı, bunların hepsi, neyin gerçek olduğunu düşündüğümüze bağlı olduğu; gözlerimizi yeni olasılıklara açmaya razı olursak, gerçekliğimizin değişebileceği gibi düşünceler ortaya konuluyordu.
Astrolojik Değerlendirmeler Konuyu astrolojik olarak ele aldığımızda, Uranüs-Plüton döngüsünün ilk dördün fazına doğru hızla ilerliyor olmasının, realite algımız üzerinde önemli değişimler ortaya çıkacağının işaretlerini görebiliyoruz.
Gezegenlerin ilk dördün fazı bir sonlanmadan ziyade, yeni bir başlangıcı gösterir. Bu dönem 2011 yıllında hız kazanacak ve 2012’de zirveye ulaşacak. Faza tam olarak girilmesi 24 Haziran 2012’de olacak. Bu tarihin hemen biraz gerisinde, 6 Haziran 2012’de Venüs geçişi yaşanmış olacak. Bu tarihler çok ama çok önemli. Büyük değişimler bu tarihlerden itibaren başlıyor. 2012 yılından itibaren, 2016 yılına kadar, Uranüs-Plüton arasındaki kare açı (dik açı) tam yedi kez kesinleşiyor. Bu pek de sık rastlanmayan, sıra dışı bir durum. Uranüs-Plüton karesi, hepimizin kontrolü ve hayal gücünün ötesinde büyük dönüşümlere işaret etmektedir. Bu iki gezegen kare gibi aktive edici bir açıyla bir araya geleceklerine göre, durdurulamaz ve geri dönülemez değişimlere, yıkılışı da beraberinde getiren global devrimsel hareketlere, alışılmadık ve beklenmeyen radikal gelişmelere, her şeyi yeniden yapılandırmak gereken durumlara hazırlıklı olmalıyız. Bu döneme doğru ilerlerken, realite anlayışımızı temsil eden Satürn gezegeni hem Uranüs’ten, hem de Plüton’dan zorlayıcı açılar almaya devam ediyor olacak. Yani Satürn’ün temsil ettiği değerler yıpranacak, zorlanacak, değişime uğramaya devam etmek durumunda kalacak. Satürn’ün sembolize ettiği, kalıplarını inatçı bir şekilde koruma ve değişime ayak direme güdüsü, aslında insanoğlunun kendisini, sahip olduklarını ve geleceğini garanti altına alma arzusundan kaynaklanır. Fakat, Satürn’ün gelişimi engelleyici kalıplar oluşturduğunu da görmek gerekir. Gelişim fırsatlarına yönelebilmek için, bazen garanti gördüğümüz şeyleri riske atmamız veya istemesek de terk etmemiz gerekebilir. Böylelikle, ister istemez değişimin vaat ettiği yeni gelişim fırsatlarına açık olabiliriz. Satürn korkularımızı yönetir ve geleceğe yönelik endişelerle ilişkilendirilir. Satürn’ün gerek Uranüs ile gerekse Plüton ile sert açılarını deneyimlemeye devam edeceğimiz 2011-2012 yıllarında, hayatımızda, alıştığımız kalıplarda, ardına saklandığımız ve bizi garantiye aldığını düşündüğümüz güvencelerimizde kayıplar, değişimler yaşayacağız. Uranüs ve Plüton’un bu sert açıları, alıştığımız düzen ve dengenin önemli ölçüde sarsılacağını göstermektedir. Baraj dolmuştur ve yakında çatlamak üzere planlanmıştır. Bu, evrensel planın bir gereğidir. Çatlaktan fışkıracak sularla birlikte her şey dışarı atılmak durumundadır. Yeni bir gelecek kurmak için dalgalarla mücadele etmek ve hayatta kalma çabası göstermek gerekecektir. Standart direnç kalıplarının benimsenmesi, bu gerilimi daha da arttıracak ve radikal olarak yaşanmasına sebep olacaktır. Bu yüzden dalga ile akmayı becermek gerekmektedir. Uranüs-Plüton enerjisini iyi anlayabilirsek, 2012’ye kadarki süreçte ve sonrasında beklememiz gerekenin ne olduğunu, entelektüel seviyede kavrayabiliriz.
Amerikalı astrolog Bill Herbst, Uranüs-Plüton ve 2012 üzerinde şunları söylemektedir: “Solumakta olduğumuz hava, bir kez daha Uranüs-Plüton tarafından elektrikle yüklenecek. Bazılarımız, psişik atmosferdeki bu arketipsel değişimi büyük bir rahatlıkla karşılayacak. Bazıları ise, bu durum karşısında şaşırıp kalacaklar. Tüm dünya üzerinde bireysel ve kolektif tepkiler görülecek ve hiç şüphesiz. oluşacak kriz sonrası evrim, devrim ve dönüşüm mümkün olacak. Ölüm ve yeniden doğum ile birlikte.”.
Yeni Enerji Formları Uranüs Plüton irtibatlarının ileri sıçratan güçlü bir enerjisi vardır. Bu enerjiden yararlanmasını bilmek çok önemli avantaj sağlayacaktır. Uranüs Plüton kombinasyonundan, yeni bir enerji formu ortaya çıkabilir. 2012 için kehanet edilen şey, enerji değişimidir. Kim bilir, belki de bu enerji formu, bazı bilim insanlarının bahsettiği foton enerjisi olacaktır. Değişimin baskılanmasının aslında, değişimin daha da durdurulamaz bir güç haline gelmesine sebep olduğu bir gerçektir. Koç burcundaki Uranüs yaşama, yeni fikirler, yenilikler, icatlar ve çözümler ile hizmet edişini sınırlandırmak ve kontrol altında tutmak isteyen her şeyi dümdüz etmek isteyecektir. Yapılması gereken reformlara ve değişimlere ne kadar çabuk ayak uydurursak, yeni ve daha iyi bir düzenin kurulmasına o kadar çabuk katkıda bulunabiliriz. Burada rejim değişiklikleri ve benzeri politik değişikliklerden ziyade, bilimsel, ekonomik, sosyal ve ruhsal değişimlerden söz ettiğimizin altını çizmemizde fayda var. Teknoloji, tıp, psikoloji, şifacılık, makineler, uzay bilimleri, ekonomi ve saymayı şu anda akıl edemediğimiz her şey, bu dönüşüm etkisinden uzak kalamayacak ve tüm bunlar insanoğlunu daha yüce bir gerçekliğe ulaştıracak. Bu ivme sayesinde kendi içimizdeki ilahi varlığı, kendi benliğimizi kavrayacağız. 2011 yılı Mart ayında, Uranüs’ün tam olarak Koç burcuna geçiş yapmasıyla birlikte, eski yöntemler artık yerlerini yenilerine bırakmaya başladılar. Bu yeniliklerin yaşamımızın her alanında uzun vadeli etkilerini göreceğiz. Yeni bakış açıları, yeni akımlar dalgalar halinde yayılmaya başlayacak. Koç, doğu burcudur. Bu şartlarda doğu felsefesinin batıyı daha fazla saracağını düşünebiliriz. Başlangıçlar denilince akla Koç burcu gelir. Uranüs’ün Koç burcuna giriş yapmasıyla yeni bir döngü başlamıştır. Koç çocuksu bir şekilde ister ve elde etmek için cesaretle üstüne gider. Uranüs Koç burcundayken, yeni bir şeyin parçası olmak hoşumuza gidecektir. Yeni bir dünya için taze enerjiye ve yeni bir farkındalık seviyesine ulaşacağız. İlerleyen günlerde radikal değişikliklere, Uranüs’ün uyarıcı ve uyandırıcı enerjilerine hazır olmalıyız!
The Wise 11
The Wise Kapak
Cem Şen & Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
Olan Zaten
Sonsuz
Çoktan Oldu
Sevgili Cem, seninle bu sayımız için şu konuda söyleşeceğiz: Madem olan zaten çoktan oldu, o zaman ne diye kasıyoruz. Hani geçen gün telefonda söylemiştin bunu bana: “Oğlum sen çok kasıyorsun, olan zaten çok oldu; uzak ayaklarını da izle” dedin. Benim de içime dert oldu, kurt düştü, günlerce yemedim içmedim, böyle nasıl diyeyim... Neyse işte anladın. Ne dedin sen yahu, biraz açar mısın?
Cem Şen Bizler bir eylemde bulunduğumuzu, o eylemin tümüyle kendimiz tarafından tasarlandığını ve daha da önemlisi kontrol edilip yaratıldığını düşünürken; aslında o eylemin, o şekilde olmaktan başka bir şansının bulunmadığını göz ardı ederiz. Fakat bu, o kadar çetrefilli bir konu ki Hasan; Hz. Muhammed bile hemen her konuda tartışmayı serbest bırakırken, “kaza ve kader” olarak adlandırdığı bu konunun tartışılmamasını önermiş. Bu önerinin nedenini anlayabiliyorum: Konunun içine bir kez girdiğinizde, kendinizi sonsuz bir kısır döngü içinde bulabiliyorsunuz; tıpkı kendi kuyruğunu yutan bir yılan gibi ya da kuantum fizik hikâyeleri gibi. Yani gelecek geçmişi yaratıyor tarzı paradokslarla karşı karşıya kalınıyor bu durumda. Elbette her zaman olduğu gibi Taocular ve özellikle Tibet Budizmi’nin bazı alanları bu konuyu oldukça incelemiş ve kendi çalışmalarında kullanmaktalar. Benim sana verdiğim tavsiye de açıkçası bu öğretilerden yola çıkarak önerdiğim bir şeydi. Eğer işin basit kaza-kader tuzağından kurtulmayı başarabilirsen, bu durumun farkında olmak; senin tam anlamıyla 12 The Wise
Tanrı ile ya da Evren ile birleşmeni ve ego yanılgısından kurtulmanı sağlayabilir. Oysa insan zihni bu durumu kendi avantajına kullanmak yerine onu anlamaya girişmeyi deniyor. Yani bir anda, “İyi de gelecek zaten belli ise, bu anlamda olacak olan zaten çoktan olmuş ise buna karar veren kim?” sorusunu soruveriyor. Bu sorunun sonucunda; bu kararın Tanrı tarafından verildiğine inananların bir kısmı, özgür irade diye bir şeyin olmayacağına, bu durumda da eylemleri yüzünden yargılanamayacaklarına inanırken; bir kısmı da Tanrı’nın bizimle bir oyun oynadığını düşünüp ona öfkeleniyorlar. Özgür iradeye sahip olmadıklarını kabul etmeyenler ise geleceklerini kendilerinin tasarladığına inanıyor ve bunun için paralel evrenler alternatifini yaratıyorlar. Onlara göre, her seçim yeni bir evren yaratarak, sonsuz paralel evrenlerde gerçekleşiyor. Bu durumda bazen bu paralel evrenler arasında bilinen zaman-uzam sınırlarını aşan bir takım bağlantılar, bizim bazı olayları anımsamamızı ya da bilmemizi; hatta bazı insanları tanımamızı sağlıyor. Mesela bu dünyada bir kadınla arkadaş olabilirim ama bir paralel evrende o kadınla sevgiliyiz gibi. Peki bütün bunlar niçin oluyor? Bunun sebebi: asıl ruhun; benim gerçek ruhumun; o büyük şeyin, yaşananları zamansız bir şekilde deneyimlemesi gerekliliği. İşte ikinci görüş de bu minvalde hareket ediyor. Ancak her iki görüş de varolan bir gerçek durum ile ilgili bir takım varsayımsal kuramlardan öteye geçmiyor. Bu tür kuramların tamamında olduğu gibi, benim inanmak istediğim gerçekliğe hizmet ediyor; yani hiçbir şekilde tarafsız gerçek değil.
Dindarsam ona uygun bir açıklama geliştirirken, dindar değilsem ona uygun bir teori geliştiriyorum. Özgür iradeye inanıyorsam da ayrı, inanmıyorsam da ayrı. Peki ama gerçek olan ne? Olacak olan olmadan önce zaten oluyor mu? Eğer öyleyse bunu kim yapıyor? Buna kim karar veriyor. Buradaki determinizm mekanizmasının mimarı kim?
Sonsuz Hah, bu noktada aklıma süper sorular geldi: Olacak olan olmadan önce zaten oluyor mu? Eğer öyleyse bunu kim yapıyor? Buna kim karar veriyor. Buradaki determinizm mekanizmasının mimarı kim? Bir de sen ne dedin az önce: Özgür irademiz yok mu bizim? Çökerttin, yedin bir sürü spiritüel teoriyi şimdi...
Cem Şen Evet, işin bu kısmı zaten en çetrefilli kısımlardan bir tanesi. Eğer olacak olan zaten olmuşsa ya da olacak olanın olacağı zaten belliyse, bu durumda özgür iradeye ne oluyor? İşte yılanın kendi kuyruğunu yuttuğu yer de buradan başlıyor. Ve insan, tam da bu noktaya takılı kaldığı için aslında bu önemli gerçeği kullanamıyor. Arada öğrencilerime ders verirken yaşadığım bir durumu anlatayım ve öyle devam edelim: Bir inzivamızda, dağın içlerinde yaptığımız bir çalışmanın ardından eve geri döndüğümüzde; öğrencilerimin sık sık zihinlerindeki illüzyonun kaynağı konusundaki sorularına atfen, karşı tepede geçen sene yanmış olan bölümü işaret ettim: “Sizin durumunuz şu dağdaki orman yangını gibi. Orman yangını başladığında, gelip bana orman yangınını başlatan şeyin ne olduğunu soruyorsunuz. Bense size, orman yangınını başlatan şeyin ne olduğunu anlamanızın orman yangınını söndürmeyeceğini söylüyorum. Yangının sebebinin içinde bulunduğumuz duruma bir katkısı yok.” Anlatabildim mi Hasan? Bu mesele de buna çok benziyor. Ne yazık ki geleceğin belli olduğu bu durumla ilgili olarak zihnin takıldığı mesele, bunun nedeni ve işin arkasında nasıl bir şeyin olduğu; fakat bunun aslında mesele ile bir ilgisi yok. Asıl mesele bunu nasıl kullanacağımız. Eğer bu durumun mimarının, buna karar verenin ne olduğunu bilirseniz, durum şu an olduğundan daha kolay olmayacak. Bunu tartışmak sizi inanç ve inançsızlık denkleminde bırakacak ki işin komik yanı meselenin ne inançla, ne de inançsızlıkla bir işinin olmaması. Burada önemli olan sorular şunlar: 1. Bu gerçek mi? Yani olacak olan daha olmadan önce oldu mu? Gelecek zaten belli mi? 2. Geleceğin ne kadarı belli? Değiştirilebilir mi? 3. Değiştirilebiliyorsa nasıl? 4. Eğer gelecek değiştirilemiyorsa o zaman bunun anlamı ne? 5. Bu ne için var?
Sonsuz Bunu ben bilgisayar oyununa benzetiyorum. Yani bir oyun CD’sini
PC’nize kurduğunuzda, o oyunda yapılabileceklerin hepsi o CD’nin içinde mevcuttur. Kodun dışına çıkamazsınız, ama kodlama dahilinde herşeyi yapabilirsiniz. Sizi en özgür bırakan oyunlarda bile böyledir bu. Oyunun içinde özgürsünüzdür, ama o programda olmayan birşeyi yapamazsınız. Oyunu oynarken keyif alırsınız ve aslında da oyunu o keyif için oynarsınız. Yani oyunda o görevi tamamlamanızın aslında bir önemi yoktur, sadece oyun içindeki bir bölümü atlarsınız. Size, o süreç, keyif verir. Amaç aslında, dünyayı kurtarmak değildir ki zaten sanal bir dünyadır bu; oyunun tadını çıkartmaktır. Yaşamı da buna benzetiyorum ben.
Cem Şen Aslında sanal kavramı burada tahmin ediyor olabileceğinden çok daha büyük bir önem taşıyor. Bu durumda sanal bir şey var aslında. Zaten bütün mesele de bu sanal şeyin anlaşılması üzerine kurulu. Bu mekanizmanın yaratılmış olmasının ardındaki en büyük sebep bu. Bu olgunun belirleyicisi, deterministi işte bu. “Senin anlayacağın, bir gün ilk defa birisi bir Matriks’in içinde yaşadığını fark etti ve Matriks’ten ilk özgürleşen o oldu. Sonra da o, bizleri kurtarmaya çalıştı. Kehanet onun geri geleceğini söylüyor. Senin o insan olduğuna inanıyoruz Neo...” tarzında bir replik vardı hatırlıyor musun? İşte, bütün bu mekanizmanın varolmasının sebebi sevgili Hasan, Matriks’in içinde uyanmanızı sağlamak! Fakat siz, “Özgür irade var mı, yok mu?”, “Buna karar veren kim?” gibi sorular sorarak işin özünü kaçırıyorsunuz. Farkındaysan olaya bu şekilde baktığında, bu sorunun üzerinde oturduğu tüm zemin bir anda değişiveriyor. “Bir sınırsız evren var mı?”, “Bu kadın aynı zamanda şu evrende benim ablam mıydı?”, “Ben, bir başka paralel evrende çok kötü bir insan mıyım?”, “Paralel evrenler arasında geçiş olabilir mi?”, “Özgür iradem var mı?..” Bütün bu sorular çok lezzetli ve eğlenceli ama bir işe yaramıyor. En basitinden ben sana hemen burada bir soru soracağım ve ondan sonra tekrar bu durumun bizi Matriks’ten nasıl çıkaracağını, yani gerçekte niçin böyle tasarlandığını basitçe açıklayacak, ama fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Şimdi sana sorum şu Hasan: Özgür irade var mı, yok mu diye soruyoruz ya hani? Peki özgür irade nedir? The Wise 13
Sonsuz
Sonsuz
Özgür irade, bilgisayar oyununun içinde joystiği sağa veya sola çekme kararı gibi görünüyor; taa ki uyanana kadar külliyen Matriks’ten. Bu arada, gele gele “What is the matriks, ulan?” noktasına çıktık ya hani. Okuyanlar, “Sizi de böyle kalıplı malıplı adamlar sandıydık, çıka çıka buraya mı çıktınız?” diyecekler de baba; biz pop kültürde tüketiyoruz bu kavramları, ama özlerini anlamaktan uzağız. Bunu da böyle belirtmiş olayım. Şimdi açıkla Matriks’ten nasıl çıkılır anlat bakalım, sayın Morpheus?
İrade, benim isteğim olmalı; yani ruhumun derinliklerinden gelen istek. Benim doğamdan gelen istek. Fakat sen böyle söylediğinde, farkettim ki irademizle hareket etmiyoruz biz. Özgür iradeye gelene kadar, irade yok ki bizlerde. Ya da çok sık deneyimlediğimiz bir durum değil sanırım, özgür olsun. Yaşantılarımız özgür görüntüsü altında, birileri tarafından planlanan şekilde yaşanıyor. Sistem nasıl isterse o!
Cem Şen
Hasan bir tür uyanış yaşıyorsun şu anda sanırım. İlk olarak doğru soruları sormalı ve ezbere kullandığımız kavramları, ezbere kullanmayı bırakmalıyız. Bir karar verebilmek için ilk olarak özgür olman gerekiyor. Eğer özgür değilsen o zaman bir karar da veremezsin. Eğer özgür değilsen, asla rastgele bir harekette bulunamazsın. Ne yapacağın daima önceden kestirilebilir. En basitinden, bir kağıda rastgele bir çizgi bile çizmeyi başaramazsın.
Tamam elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım, ama lütfen seni biraz daha sorgulamama izin ver. Özgür irade, iki kelimelik bir kavram: özgürlük ve irade. Yani özgür olmayan bir irade olabilir mi? Eğer olabilirse, özgürlük ne, irade ne ve iradenin elinden özgürlüğünü alan ne? Rica etsem yanıt vermeyi dener misin Hasan?
Sonsuz Tam da adamına soruyorsun ha. Bana bu tarz sorular sorulduğunda bir kilitlenme hali yaşıyorum, sanki sınıftayız da öğretmen soru sormuş yanıt bekliyor gibi. Sanırım bu da benimle ilgili bir durum. Cem Şen: Hasan bunu bütün öğrencilerimden duyuyorum.
Sonsuz Neyse şimdi yanıtlayayım. Özgür olmayan irade olur mu? Özgür olduğunu sanan iradeleriz hepimiz. Yaşadığımız hayat tam da bu zaten. Aslında yaptığımız, ettiğimiz herşeyin belli bir sınırı var. Bize özgürsünüz gazını verip, aslında tüm seçimlerimizi yöneten bir sistemin içindeki insanlarız. Cep telefonun o ya da bu modelini seçmeyi, özgürlük sanıyoruz. Bu yaşam seçimlerimiz için de böyle. Bir sistemin içindesin ve sistem senin herşeyini belirliyor. Ahan da Matriks’i buldum beeee.
Cem Şen Hemen hemen buldun gibi Hasan. Çok kıyılarındasın ama olsun. Sonsuz: Zaten buldun desen şaşardım. Cem Şen: Bulduğunda aydınlanmış oluyorsun zaten. Şimdi irade nedir? Bir de buna yanıt verebilir misin lütfen? 14 The Wise
Cem Şen
Öğrencilerim çoğu zaman benim sorularımdan kaçarlar; çünkü onları en hazırlıksız zamanlarında çok hızlı, hemen o an yanıt vermeye zorlarım. Mesela arabada giderken karşımıza iki yol, özellikle iki yol da aynı yere varıyorsa, son dakikada “hangi taraftan gitmek istersin?” gibi sorular sorarım. Durakladığı anda özgürlük şansını kaybetmiştir. Anlatabildim mi? Bizler her an ama her an “Hangi tarafa?” sorusu ile yaşarız. Bu soru o kadar anidir ki, bu sorudan saklanamayız. Bu soru üzerimizdeki bütün örtüleri çekip bizi çırılçıplak bırakır. Örtülerden üzerimizden çekildiğinde eğer özgürsek, özgür eylemlerde bulunuruz ve bu asla önceden kestirilemez ya da özgür değilsek o zaman önceden belirlenmiş eylemlerde bulunuruz ve bu da engellenemez. Gerçek bir iradeden bahsedebilmek için ilk olarak özgürlükten bahsetmek zorundasın, peki ama nasıl özgür olabilirsin Hasan?
Sonsuz Sezgilerini kullanarak. Şimdi toplumun sana dayattığı kuralların tersine hareket etmeyi özgürlük sanıyor kimileri, ama o da özgürlük değil; sadece tepki ve yine aslında mevcut düzene bağlı birşey. Bence özgürlük yaşamın akışı içinde “durarak” gerçekleşir. Yani hareket etmeyerek, sonra da sezgilerinle hareket etmeye başlarsın. Tabii bunları yazarken birşeyi daha hissettim, içindeki ölüm korkusuyla yüzleşip, onu artık seni kontrol edemez hale gelmesiyle de özgürleşebilirsin. Çünkü yaşamlarımızın temelinde ölüm korkusu var, en temel sınırımız o. Ölüm korkusu kalktığında, artık seni sınırlayabilecek ve tutabilecek hiçbirşey kalmıyor. Matriks’ten de çıkıyorsun bir nevi, çünkü seni sisteme bağlayan en kalın kablo ölüm korkusu.
Cem Şen Anladım, yani özgürleşmenin içsel bir şey olduğunu düşünüyorsun. Özgürleşmek demek, en mutlakta ölüm korkusundan özgürleşmek demek. Eğer bu korkudan özgürleşebilirsen o zaman gerçek özgürlüğü yakalayabilir, o zaman da bir iradeye sahip olabilir, eylemlerini gerçek bir özgürlükle yapabilirsin. Bu durumda eylemlerin önceden kestirilemez. Söylediklerini doğru mu anlıyorum Hasan?
Sonsuz Evet aynen. Ölümsüzlüğün sırrı da burada yatıyor olmalı. Ölüm korkusu eşiğini geçince muhtemelen bedenin de buna yanıt veriyor ve bedensel olarak da ölümsüzleşiyor olabilirsin diye düşünüyorum. “Avatar” olma hali yani. Düşünsene sana tabanca tutan adama korkma tepkisi vermezsen ve gerçekten de korkmazsan; o adam sana ne yapabilir? Tetiği çeker en fazla. Sen mi bana anlatmıştın, kurşun işlemeyen ölümsüz üstatları. Tabii çok uç noktalara gittim ama bu kadar ilerilere götürmek mümkün olayı.
Cem Şen Evet. Demek ki anlattıklarını doğru anlamışım. O zaman bir ek yapayım ve sonra sana sorular sormayı sürdüreyim. Ölüm korkusunun arkasında da bir korku var aslında. Mesele eğer tek başına ölüm olsaydı belki o kadar önemli olmayabilirdi, ama insanoğlu “anlamını yitirmekten” korkuyor. Yani tanımlanamaz hale gelmekten, anlamının kalmamasından. Bir şeyi tanımlayamazsan, bir şeyin bir anlamı yoksa, onu bir kalıbın içine, bir anlam kalıbının içine yerleştiremezsen; bu durumda o şey, yaşayan bir şey de olsa senin için ölüden de beterdir. Anlaşılmaz ve ürkütücüdür. Bir anda anlamını yitirdiğini düşünsene, mesela bir anda seni tanımlayamasak... Senin için bir editör, bir baba, bir erkek, spiritüel bir insan, Hasan vs. gibi nitelendirmeleri kullanamasak ve seni tanımlayabilecek bir şey bulamasak... Daha da kötüsü sen, kendini tanımlayacak bir şey bulamasan... Bu durumda sen kim olursun Hasan? Ortalama bir insan, kendini tanımlayamadığı bir durumda yaşayabilir mi?
Sonsuz Şimdi orta boy bir spiritüel olsam hemen sana yanıtı basardım: “O”, olurdum. “O”, içimizdeki ışık; “O”, içimizdeki Öz; “O” içimizdeki esas ben... Sevgi... Birlik... Bla bla bla.
Ne olacak yahu, göt gibi kalırdık ortada! Götün bile bir anlamı var hani; seni tanımlayacak kelime bile yok. : ) Sanırım Matriks’ten çıkışın son durağı bu. Kapının önündeki son çeldirici, bölüm sonu canavarı. Hepimizin eninde sonunda yaşamak zorunda olduğu durum. Soyunduğumuz ve çırılçıplak kaldığımız hal bu. En son ölümle birlikte bedeni de bırakıp, çıkıyoruz kapıdan. Tabii illa fiziksel ölüm değil bu; yaşarken de bunu yaşayabilirsin.
Cem Şen Gene çok iyi bir noktaya geldin. Öğrencim olmayı düşünür müydün? İyi gidiyorsun
Sonsuz Hahaha Sensei’m ol Cem’im... Zaten informel olarak çok şeyi alıyorum senden. Ayrıca sen çok disiplinli bir hocasın, benim popom büyüktür yani. Kapışırız senle, böyle güzeliz hani.
Cem Şen Eyvallah. Öyle olsun.
Cem Şen Evet bu noktada yaşarken de bunu yapabileceğimizi söyledin ve çok doğru bir şeye parmak bastın. Önce, orta boy spiritüellerin söylediği bu şey tabi ki sadece boş laftan başka bir şey değil. Dönelim konumuza. Bu deneyim kendini iki şekilde gösteriyor: ilki gerçek fiziksel ölüm, ki Taocuların bir aşamada yaptıkları bu. Belli bir süre ölü kalıp yeniden canlanmayı deniyorlar bu deneyim için. İkincisi ise, fiziksel ölüm yerine tüm anlamlardan sıyrılmak; yani bir anlamda manevi ölüm. Fakat manevi ölüm terimi seni yanıltmasın Hasan, bence bu, fiziksel ölümden çok daha korkutucu bir deneyim. Bu deneyim için ustalar, küçük bir odada aç aslanla karşı karşıya kaldığında hissedilen korkudan bahsederler. Açıkçası ben ilk defa yaşadığımda altından kalkamayıp kendimi şeker hastalığı, panik atak ve depresyona sokmuştum. Çünkü yaşadığım şeyden de anımsadığım kadarıyla burada akıl almaz bir korku var. Tüm anlamın bir anda yok oluyor. “Koku” filminde, adamın beden kokusunun olmamasının, onu delirtmesini hatırlıyor musun? Bunu, tüm anlamının bir anda ortadan kayboluverdiği bir durumla kıyasla şimdi. İşte öylesine ürkütücü bir durum. Bizler, günlük yaşamda çok sık bu anlam kaybının eşiğine gelir ve oradan hızla uzaklaşacak bir şey buluruz. Bu, genellikle kendimizi uyuşturma ve hem kendimiz; hem de çevremizdeki bir durum için bir tanım geliştirme yoluyla olur. Dolayısıyla tanımlara sığınır, bu sayede bir durumu anlamlandırarak kendimizi “anlamlandırır, yani tanımlar” ve bunun sonucunda da artık “bir şey”e, “ego”ya dönüşebiliriz. Ego, “bir tanım”dan başka bir şey değildir Hasan. Eğer bir tanım varsa, o zaman tanımlanabilirsin. Bir şeyi biliyorsam, onun ne yapacağını da bilirim. Matara su taşır, ateş yakar, ağaç çiçek açar... Olgular ne için yaratıldılarsa, onu yapmak “zorundadırlar”. Bir çam tohumu, çam ağacı olmak zorundadır, bir kestane tohumundan meşe ağacı yaratamazsın. The Wise 15
Anlamı yok oluverir senin için kaybolan şeyin. Sonra o şey geri geldiğinde, “Haaaa evet bardaktı tabii” dersin. Senin anlattığın durum çok önemli. Aydınlanma deneyimi, varolan şeyleri ben onu değiştirmeden, olduğu haliyle görmeyi başarmaktan ibarettir. Bu nedenle dünyaya baktığımda kafamdaki bir imgeyi değil, olduğu haliyle dünyayı görürüm. Aynı şey ben Hasan’a bakarken de geçerlidir, kendim dediğim şeye bakarken de. Yani ne zaman ki gerçekten ama gerçekten zihnin kurgularından özgürleşebilirsem o zaman gerçekten kendim olabilir, gerçekten rastgele ve kestirilemez şekilde davranabilirim. Senin gelecekte ne yapacağın bellidir Hasan. Yani senin yapacağın bir eylem sen daha onu yapmadan önce bellidir; sen onu daha yapmadan önce olmuştur. Şimdi istersen yeniden tartışmamızın en başına dönebiliriz; çünkü artık gerekli bilgi donanımımızın büyük bir kısmını tamamladık. Alet çantamız doldu, artık işe girişebiliriz
Sonsuz
Bu durumda senin eylemlerinin ne olacağı da aynı mantıkla belirlidir. Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarım senin için bir anlam ifade ediyor mu? Çünkü gerçekten zor bir konu bu en başında da söylediğim gibi.
Sonsuz Gayet net. Hep şunu düşünmüşümdür... Biz dünyayı kavramlarla algılıyoruz. Yani masa, niye masa? Çünkü biz onu masa olarak anlamlandırmışız, yüklemeyi yapmışız. Ama kaldır o anlamı, başka birşey oluyor o. Mesela bak Mısır’da paralarımız çalındı hatırlarsan turda. Normalde Türkiye’de olsa öyle bir durum canım çok sıkılırdı. Ama orada sallamadım, çünkü Mısır parasının bir anlamı yoktu benim için. Üzerinde sfenks resmi olan kağıt parçaları idi. Gitmesinin sorunu yoktu. Ama bir başkasının o kağıt için neler yapabileceğini biliyoruz malum. Keza şunu da düşünmüşümdür hep, kavramların ötesine geçtiğimizde, esas o zaman yaşam başlıyor bizler için. Şu anda bizler halen körüz ve körler gibi yaşıyoruz. Spiritüel olduğunu iddia edenler bile. Bir kavram oluşuyor ve onun içine anlamlar ve imgeler dolduruyoruz, sonra da o kavramlar yaşantımız oluyor; ama aslını göremiyoruz. İnsanlar için de durum aynı. Cem deyince aklıma çağrışımlar geliyor bir sürü ve bir Cem imgesi oluşuyor zihnimde. Sonra da ben Cem’le konuştuğumu düşünüyorum, ama aslında konuştuğum zihnimdeki imge benim. Bu yüzden senin söylediklerini algılamıyorum bazen, sıradışı gelen hareketlerini yadsıyorum; ama hepsinden ötesi senin gerçekte ne olduğunu göremiyorum. Kör bir zombiyim halen.
Cem Şen Çok güzel. Hsu usta eğer keyfi yerindeyse bazen gözünün önünden bir şeyleri kaybediverir. Mesela, eline bardak alır ve pat! bir anda bardak ortadan kayboluverir. Bu çok ilginç bir deneyimdir, çünkü sen az önce bir şeyin kaybolduğunu bilirsin; ama kaybolan şeyin ne olduğunu bir türlü anımsayamazsın.
16 The Wise
Hmm bu yüzdeni, olan zaten çoktan oldu. Bunu durdurabilecek tek şey, senin tamamen değişmen oluyor. Yani Matriks’in dışına çıktığında, kapıyı aştığında artık işte tahmin edilemez durumdasın. Gerçekten özgürsün ve iradenle hareket ediyorsun. İşte baba esas soru bu noktada patlıyor; peki bundan sonra nasıl bir yaşam yaşarsın. Bak ben bu sorunun farklı bir tarzını yüzlerce kişiye sordum. Dedim ki, arkadaş; inanılmaz zenginsin, çok mutlu bir ailen var, bir insanın arzu edebileceği herşeye sahipsin, daha ötesi yok hani arzusal anlamda ve yaşayacağın bir 60 yılın daha var bu gezegende; ne yaparsın, nasıl yaşarsın? “Meet Joe Black” filminde Anthony Hopkins’in yanıtı ölmek olmuştu. O yaşlıydı ve gitmeyi seçmişti. Aslında Batı yaşam tarzının verebileceği öte bir yanıt yok. Çünkü dünyevi nimetlerin hepsine sahipsin artık, bitirmişsin olayı. Bu soruma yanıt veremedik kimse tatmin edici; çünkü insanlık olarak böyle bir kodlamamız yok. Ha en çok verilen yanıt şu oldu: Olamaz öyle bir nokta, insanın arzularının sınırı olamaz. Zaten o noktadakilerin çoğunun sapıtması da bundan oluyor sanırım. Ya acayip işlere girişiyorlar; ya da dünyayı kontrol etmeye çalışıyorlar, çünkü yanıt yok işte zihnimizde. Şimdi odanın ortasındaki fili konuşalım. Neo gibi uyandık artık, karşımızda savaşacağımız bir matriks de yok. Nasıl yaşarız artık?
Cem Şen Bence arada çok önemli bir şeyi atladın. Uyanmanın öncesinde yapmak gereken şeyler var daha ki zaten bu bize hem geleceğin niçin önceden kestirebilir olduğunu anlatıyor hem de bizim niçin bu durumdan çıkamadığımızı. Önce şunu bir düşün: Hsu usta bir anda elindeki bardağı ortadan kaybediveriyor ve bu esnada senin zihninden de “bardak tanımı” yok oluyor dedim ya hani? Ciddi ciddi kaybolan şeyin ne olduğunu anımsayamıyorsun. Hasan işte, eğer kendin ile ilgili tanımlar ortadan kalktığında sana olan şey bu oluyor. Anlatabildim mi? Ruhsal yolun ileri aşamalarına geçmeye kalkışan her öğrencimi bu noktada çok ciddi uyarırım. Bir aşamada anlamınızın kaybolması tehlikesi ile karşı karşıya kalacaksınız ve bu çok ürkütücü derim. Şimdi bardak ortadan kayboluverdiğinde nereye gidiyor sence Hasan? Çünkü ben onu göremiyorum. Peki ya senin anlamın kaybolduğunda sana ne oluyor?
Sonsuz Hemen söyleyeyim: Kendini çok değersiz hissediyorsun. Bildiğini sandığın herşey, artık hiçbirşeyleşiyor. Ben hiçbir şey bilmiyormuşum diye gezmeye başlıyorsun. Yaşam anlamsızlaşmaya başlıyor, bir nevi ölüyorsun.
Cem Şen İnan bana çok daha ürkütücü bundan Hasan. Anlamın ya da tanımın ortadan kalkması sanki hiç varolmamış gibi olmak oluyor. Şimdi, bir insan böyle bir duruma nasıl adım atabilir ki? Ego, kendisi bir tanımdan başka bir şey değilken tanımın ortadan kalkmasına nasıl izin verebilir ki? Şimdi hazırsan biraz geleceğin belli olmasını nasıl kullanabileceğimizi tartışabiliriz.
Cem Şen Biliyorsun ahtapot Paul, 2010 Dünya Kupası’nda Almanya’nın oynadığı 6 maçın tamamının sonucunu önceden bildi. Matematiksel olarak 6 maçı birden bilmesinin ihtimali ne kadardı bilmiyorum; ama bildiğim kadarıyla çok zor bir ihtimal. Şimdi eğer gelecek önceden belli olmasaydı sence ahtapot Paul’ün bu maçların sonucunu bilme ihtimali olabilir miydi? Sana bu sefer kendi ustalarımdan filan bir kanıt vermiyorum; hepimizin gözümüzün önünde gerçekleşmiş olan bir olaydan kanıt sunuyorum. Bu net bir şekilde geleceğin önceden belirlenmiş olduğunun ve bilinebileceğinin bir kanıtı. Eğer gelecek belirsiz olsaydı; o zaman bilinemezdi. Eğer gelecek biliniyorsa o zaman bir özgür iradeden bahsetmek ne kadar mümkün olabilir?
Sonsuz
Sonsuz
Kader olayına mı giriyoruz biraz?
Dinliyorum.
Cem Şen
Cem Şen İlk olarak gelecek gerçekten belli mi? Yani olacak olan şey zaten olacak mıydı? Bunun bir kanıtı var mı? Bunun bir kanıtını hatırlıyor musun Hasan? Geleceğin gerçekten önceden bilindiği bir durum var mı bildiğin?
Sonsuz Ayarlanmış futbol maçları.
Cem Şen Ya da ayarlanmamışları mesela? Düşün?
Sonsuz Şu var: Bir tohum dikersin ve onun büyüyeceğini bilirsin. Bu tarz şeyleri biliyorsun.
Cem Şen Tamam yorma kendini ben söyleyeyim. Fakat farkındalığını çevrendeki dünyaya daha fazla vermelisin; çünkü her şey gözlerimizin önünde gerçekleşiyor aslında. Ahtapot Paul sana bir şey ifade ediyor mu?
Sonsuz Suyu bol olsun rahmetlinin.
Peki ama zaten sen ne yaparsan yap gelecekte olacak olan şey olacaksa o zaman niçin çabalayasın ki? Gerçekten niçin çabalıyoruz? Niçin en mükemmel, en doğru, en iyi şeyi yapmaya çalışıyoruz? Niçin gerçekten geleceği “kontrol altına” almaya çalışıyoruz? Eğer gelecekteki bir durumu kontrol altına alamazsak o zaman tanımlayamayız da... Eğer tanımlayamazsak o zaman varolamayız. Kafamdaki tanımım aynı zamanda belli bir mükemmelliği de içerir. Belli bir eylemim hatalıdır ve ben onu gelecekte bir kez daha yaptığımda, bu kez mükemmel yapacağımdır. O nedenle de gelecek elbette belli olmamalıdır. Eğer gelecek belli ise o zaman bu durum benim özgür irademi, yani benim ben olmamı, “bir şey” olmamı engeller. Öyle ya eğer eylemlerim önceden belli ise gerçekten bunların üzerinde hiçbir kontrolümün olmaması gerekir. Tam bu noktadan iki tür tepki verebilirim. Ya bu durumdan gerçekten çok rahatsız olur ve kontrolümü daha da sıkılaştırır, dolayısıyla egomu derli toplu tutmaya çalışırım. Ya da geleceğin zaten belli olduğunu bilir, ne yaparsam yapayım “en mükemmel eylemi” yapamayacağımı bilirim. Mükemmel eylem bana bağlı değildir; benim hareketlerimi ne kadar kontrol ettiğime, olayların kontrolünün ne kadar bende olduğuna bağlı değildir. Hatta benim varolan her şeyi, en mükemmel eylemi gerçekleştirmek için kontrol altına alma çabam, zaten mükemmel olmayan eylemin yaratılmasına neden olur. Fakat tüm eylemlerin zaten önceden belli olduğunu biliyorsam; bu durumda gelecekteki eylemlerim için ya da ne yaşayacağım konusunda “endişelenmeyi” de bırakabilirim. The Wise 17
Hayatıma kimin gireceği, hayatımdan kimin çıkacağı; ne kadar iyi yetiştirmeye çabalasam da çocuğumun ne olacağı ya da olmayacağı; kötü kabul ettiğim bir eylemin gelecekte iyi olacağı ya da iyi kabul ettiğim bir eylemin gelecekte kötü sonuç vereceği zaten belli. Bu durumda gerçekten neyi kontrol edebilirim? Kontrol edebileceğim bir şey gerçekten var mı?
durmalıyız, ama gelecek önceden belli ve bunun böyle olması aslında geleceğin belirsiz olmasını sağlamak için var. Bu en başında söylediğim gibi tam anlamıyla kendi kuyruğunu yutan bir yılan meselesi.
Sonsuz Peki bu aydınlanmayı yaşamış birisi nasıl yaşar artık? Yaşam onun için nasıl olur? Bir köşeye geçer oturur da millet gelip ondan öğütler alır da, sonra o, ölünce türbesi dikilir de mum mu yakılır? İnsanın aklına hemen böyleleri geliyor da. Yoksa aslında bir nevi görünmez mi olurlar? Yani o kadar olağan yaşarlar ki, biz hep böyle aksakallı dede imgesi peşinde olduğumuz için, onları fark etmez miyiz? Keza bizi geç, kendisi için yaşam neye dönüşür?
İşte bu gerçeği algıladığım anda, kontrolü bırakmayı kabul edersem, bir anda kalbimdeki o ağır yük de kalkıverir. Bu aşamada çok ama çok tuhaf bir şey olur. Ben bu gerçeği kabul ettiğimde; geleceğin belirli olduğunu; ne yaparsam yapayım en mükemmel şeyi yapamayacağımı; kendimi ve çevremdekileri acıdan koruyamayacağımı; önceden bilinmeyen bir eylem yapamayacağımı kabul ettiğim anda, artık önceden kestirilemez hale gelirim
Sonsuz Peki bu dinlerdeki “kadere iman” ilkesinin karşılığı mıdır?
Cem Şen
Cem Şen İlk olarak eğer ego tam olarak ortadan kalkarsa bir Buda olur. Yani tarihi Buda gibi aydınlanmış bir varlık olur. Bu düzeydeki bir varlıkTanrı ile tam birlik durumundadır. Ama bu çok ileri bir aşama, son aşama. O nedenle bu insan şöyle yapar demek bile zordur. Düşünsene bana sorduğun şey, tanımlardan kurtulmuş bir insanın hangi tanım uyarınca hareket ettiği. Yani sence gerçekten böyle bir insanı, onun ne yapacağını, ne edeceğini tanımlayabilmek mümkün olabilir mi?
Evet kadere imanın işte gerçek anlamı burada. Elbette mesele burada sonlanmıyor; henüz bu sorgulamanın başındayız daha. Sohbetin başında seni bu konuda uyarmış ve bunun zor bir konu olduğunu söylemiştim anımsarsan. Dediğim gibi geldiğimiz bu nokta henüz sorgulamanın başı.
Sonsuz
Eğer geleceğin belli olduğuna yani bir anlamda kadere iman eder onu kabul edersem, ki Ahtapot Paul bunu bize geçenlerde kanıtladı, o zaman artık eylemlerim için endişelenmeme gerek kalmaz. Artık mükemmel olmaya çabalamama gerek kalmaz.
Aynen öyle Hasancım. Gel boşver sen bunları. Biz birer çay içip şu güzel manzaranın tadını çıkaralım. Zen ustaları öyle yapmaz mı? Hem tanımlanacak ne var ki? Ulaşılacak gerçekten de neresi var? Yanıtlanacak hangi soru var? Artık yaşamanın tadını çıkarabilir, hayatın mucizesini deneyimleyebiliriz. İşte o zaman birden Zen ustasının şu sözleri anlam taşır: Ne kadar muhteşem! Ne büyük bir mucize! Kuyudan su çekiyor, odun kesiyorum!
Bu duruma İslam terminolojisinde Tevekkül deniyor. Yani hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğini kabul etmek. Bu da Çince’de, Taoizm’de bizim Song Fa Gong, Budizm’de Jhana dediğimiz bir duruma yol açıyor. Gördüğün gibi aslında tüm öğretiler aynı şeyi söylüyor. Bu nedenle ben Budist’im, Taocuyum, Müslümanım, Hristiyan’ım. Song fa gong, yani çözünme, bir anlamda çok derin gevşeme. Bu öyle bir gevşeme ki, sen, seni yaratan boşluğa geri dönüyorsun. Yani tanım oluşmadan önceki yaratıcı malzemeye geri dönüş yapıyorsun. Burada asıl mesele, kaderi kabul etmenin, aslında bir anlamda seni kaderden çıkaracak araç olması ve bunun sonucunda da seni oluşturan kalıpların ortadan kalkarak seni yaratıcı kaynak ile, Tanrı ile birleştirmesi. Yani sanırım bu noktadan sonrası artık işi çok derinleştirmek olacağı için 18 The Wise
Baba, tanımlar olmayınca beyin basmıyor, nöronlar işlemiyor.
Cem Şen
Sonsuz Aslında teklifin harika. En güzeli biz seninle çay içmeye kaçalım. Bu arada çok teşekkürler sohbet için, Cem.
Cem Şen Ben de teşekkür ederim. Zor bir konu ve henüz kıyılarına ancak gelebildik aslında; yine de umarım bir başlangıç olur bu tür bir sorgulama için.
The Wise 19
The Wise Kapak
Zeynep Sevil Güven zeynep.sevil@thewisemag.com
Paralel Evrenlerde
2
Hayat Var mı?
007 yazının çok sıcak bir gecesinde internette gezinirken Ho’oponopono şeklinde uzun ve ilginç bir ismi olan bir öğretiyi tanıtan bir sayfaya rastlamıştım. Anlatılanlar oldukça ilginçti. Dr. Ihaleakala Hew Len adlı bir doktorun çalışmaları anlatılıyordu ki bu kişinin eski bir Hawai şifa tekniğini kullanarak hiç karşı karşıya gelmediği psikolojik sorunlu mahkumları tedavi edebildiği iddia ediliyordu. Konu o kadar ilgimi çekmişti ki Dr. Len’in kendisiyle tanışmak istedim ve sonrasında da kendisinden bu teknik üzerine ders bile aldım. Öğrendiğim çalışmalar kolay ve etkileyici olmasına rağmen, sanki birşeyler eksikmiş gibi hissediyordum. Bu eksiklik duygusunun peşinden gidip araştırmaya devam ettim ve sonunda da bu tekniğin Hawai’de kullanılan orijinal bilgilerine ulaştım. O bilgilere ulaşmamla birlikte de hayatımda yeni bir sayfa açıldı. Paralel Evrenler mi? O da Ne? Okuduğum metinlerde en çok dikkatimi çeken kavram, “paralel evrenler” olmuştu. Elbette daha önceleri bu konuda çok şey duymuştum ancak açıkçası hiç de ilgilenmemiştim. Bana göre fazla bilimsel bir konuydu ve ben zamanımı spiritüel olanlara ayırmayı yeğliyordum. Ama şimdi karşımda dibine kadar spiritüel bir öğreti vardı ki taa Lemuryalılar’dan kaldığı söyleniyordu ve bana “paralel evrenler”i anlatıyordu. 20 The Wise
Kadim Hawai bilgelerine göre, içinde yaşadığımız evrenle paralel olarak varlığını sürdüren toplam yirmi üç evren daha mevcuttu. Bunlardan birisi gerçek evrendi, diğerleri ise rüya alemi şeklinde tezahür ediyorlardı. Amma velakin rüyada olanlar, içinde bulundukları ortamı o kadar gerçekçi buluyorlardı ki hepsi de kendi evreninin gerçek olduğuna inanıyorlardı. Kişi, eşzamanlı olarak istediği kadar evrende bulunabiliyordu. Birinde zengin, birinde fakir; birinde güzel, diğerinde çirkin; birinde sağlıklı, berikinde hasta olabiliyordu. Hatta arzu ederse evrenler arasında yaşamsal model değiş tokuşu bile yapabilirdi. (Gerçi bu pek tavsiye edilen bir şey değildi. Ne de olsa diğer paralel evrende birlikte yaşadığı insanlarla kontratları vardı ve böylesi beklenmedik bir değişiklik yapmak, diğerleriyle kontratları tek taraflı bozmak anlamına da gelebilirdi.) Kafam karışmıştı. Bir daha, bir daha, bir daha okudum. Yazı İngilizce olduğundan tam olarak anladığımdan emin olmaya gayret ediyordum. Hayır, hiçbir yanlış anlama söz konusu değildi. Düpedüz varlığını yan yana sürdüren yirmidört evrenden söz ediliyordu. Üstelik onların pek çoğunda, buradaki her bir insanın birer de yansımasının bulunduğu da apaçık anlatılıyordu. Yirmiüç paralel evren daha var! Hepsinde birer yansıma olabilir! Bunlardan bir tanesi gerçek ve diğerleri rüya!
Zincirin Eksik Halkası
Oralardaki tüm insanlar da kendilerini gerçek sanıyorlar! Yani belki, ben burada gerçekten yokum da onlardan birinde gerçekten varım ve ben burada rüyada yaşıyor olsam da bunu bilmeme olanak yok! O kadar anlayamadım ki, bilmem, anlamam gerekiyorsa zamanı geldiğinde bilir anlarım, diyerek konuyu kendi haline bıraktım.
Derken “Fringe” dizisi Türkiye’de de moda oldu. Paralel evrenlerden söz eden bir dizi ortaya çıkınca bu konuda konuşmak kolaylaştı. Araştırmalarım arttı, kendime güvenim yükseldi ve içimdeki bilgi iyice açığa çıkabildi. Inner Speak öğretisi ile karşılaşmamla birlikte de zincirin eksik halkası tamamlanmıştı.
Neler Diyorum Ben? İki ay sonra bambaşka bir seminerde, apayrı bir konudan söz ediyordum. Birden durdum! İrkilerek durdum! Dudaklarımdan çıkan sözleri fark ettiğimde elimden daha fazlası gelmedi çünkü... Öylece kalakaldım bir süre… Bir yandan da konuşmaya devam ediyordum: … Belki de gerçek sandığımız bu evren gerçek değildir. Hawaili ustalar toplam 24 paralel evrenden söz ediyorlar. Onlara göre bunlardan sadece biri gerçek… Sustum! Kaldım! Bekledim! Herkesin şaşkın bakışlarını hissederken, belki de hayatımda ilk kez kendi sözlerimin etkisiyle paralize olmuş; istesem de konuşamaz hale gelmiştim. Ok yaydan çıkınca geri dönemez ya! Ben de susmaktan vazgeçip kendimi ağzımdan çıkan sözlere bıraktım: Bir ruh, bir yaşamda, bir ana ders içine doğar. Bu dersi hızlı ve kalıcı bir şekilde öğrenmeyi amaç edindiğinden, bu paralel evrenlerden birine geliverir. İlk olarak gerçek olanına mı, yoksa rüyalardan birine mi geldiğini bilmiyorum. Anladığım kadarıyla bunun bir önemi de yok. İlk geliş, deneme sürecini de başlatıyor. Ruh bu denemeden elde ettiği bilgilerle ruh grubuna, ustalara ve rehberlerine danışıyor ve asıl enkarnasyonu için plan yapmayı öneriyor. Bazen gelişi sadece birkaç gün için olup, henüz daha bebekken hayata veda ediyor. Elbette bilinçli hallerinde bunun ayırdında olmayan ebeveyn ve kardeşleri, bilinçdışı alanda kendisine onay vermiş olmasalar bu gerçekleşemez. Hiçbir ruh diğerine sebepsiz acı yaşatmak istemez. Bununla birlikte bazı ruhlar da oldukça uzun yaşarlar ve deneyimi iyice algıladıktan sonra asıl planlara geçerler. Bu sözleri ilk kez söylemekle kalmıyordum, ilk kez de duyuyordum aslında. Peki, nerden geliyordu bu bilgi? Nefes almak için durmuş gibi yaptığımda bunu düşündüm. Bir kısmı okuduklarımdan aklımda kalanlardı ama diğerleri o anda içimde bir yerlerden akmışlardı kesinlikle. O günden sonra da bu konu, kendini bana iyice açmaya başladı. Karşıma paralel evrenlerden söz eden bilimsel, yarı bilimsel ve bilimsellik kaygılarını hiç taşımayan pek çok spiritüel makale, kitap ve hatta film çıktı. Okudum, anlamaya ve özümsemeye çalıştım. Ama bazı bilgiler hep havada kalıyor; bir türlü istediğim gibi yerleşemiyordu.
Inner Speak öğretisinde paralel evrenlerden rüya yaşamları olarak söz edilmiyordu; bununla birlikte gerçek evren iddiası da yer almıyordu. “Paralel evrenler ve ruh grupları, kişinin bu dünyadaki yaşamında çok etkili olabilir” düşüncesi vurgulanırken; paralel evrenlerdeki yaşamların insanın üzerindeki etkileri ve bu etkiye verilen ruhsal tepkiler anlatılıyordu. Ayrıca verilen bu tepkinin madde dünyasındaki tezahürlerinden ve olumsuz sonuçlardan arınmak için yapılması gerekenlerin de altı çiziliyordu. Bu noktada artık paralel evrenler, öyle boş fantezilerin çok ötesinde, bir fenomen olarak karşımda duruyordu ve benim bu konuyu -konunun bilimsel kısımlarını bilim adamlarına bırakmakla birlikteruhsal gelişim yolculuğu açısından irdelemeye devam etmem gerekiyordu.
Çok Sayıda Paralel Evren Hawaiili bilgeler gibi net bir sayı verememekle birlikte çok sayıda paralel evrenin varolduğundan söz etmek mümkün. Ruh, bir dersi bütün yönleriyle öğrenmek istediğinde kendini bölerek, parçalarını bu paralel evrenlere dağıtabiliyor. Ruh sadece paralel evrenlere değil, aynı anda tüm zaman bölgelerine de parçalarını gönderebiliyor. Evrensel açıdan bakınca ruhun bu parçalarına “kişinin fragmanları” diyebiliriz. Kişi geçmişte henüz tamamlanmamış derslerde; gelecekte, geçmişten gelen bilgilere göre yeniden şekillenecek olan deneyimlerde ya da bambaşka evrenlerde kendi fragmanlarını bırakabiliyor. Bu fragmanlar da birbirleriyle sürekli bağlantıdalar ve iletişim kuruyorlar. Aynı zamanda ruh, tüm boyutlarda eş zamanlı olarak deneyim kazanma hakkına da sahip ve birçok ruh da bu haktan sevinçle yararlanıyor. Ancak dünyamızda üçüncü boyutta yaşayan fragmanlar, yani bizler bu bağlantıları bilinçdışı alanda; yani rüya veya meditasyon hallerinde fark edebiliyor ve iletişim kurabiliyoruz. Birbirleri ile olan bağlantı ve iletişim sayesinde farklı bölgelerdeki fragmanlar, birbirlerinin destek taleplerine yanıt verebiliyorlar. The Wise 21
Ayrıca bir fragmanda meydana gelen herhangi bir ilerleme, diğer tüm parçaların bundan yararlanmasına olanak sağlıyor. Aynı şekilde geri bir adım da diğerlerini aynı anda olumsuz etkileyebiliyor. Mesela yataktan yorgun kalkmamızın sebebinin altında –bu her zaman böyle olmasa da- diğer bir parçamızın imdat çağrısını gece uyurken yanıtlamamız yatıyor. Veya onulmaz bir hastalığa sahipken bir arkadaşımızın önerisi ile bir doktora veya şifacıya ulaşarak iyileşme sürecine girmemiz de imdat çağrımıza, bizzat kendi parçalarımız tarafından ulaştırılan bir destek olabiliyor.
…Ve Ruh Dünyaya Gelir, Ama Hangisine? Diyelim ki bir ruhun asıl amacı yardımseverlik konusunda gelişip kendine kalıcı bir etki sağlamak ve bunun için de ruh aynı anda birden fazla senaryo ile çalışmayı uygun buldu. Paralel evrenler, ona bu noktada eşi bulunmaz bir fırsat tanımakta. Mesela ruh, ilk olarak deneyimi en kolay yoldan elde etmek istedi. Bunun için önce bu evrenlerden birinde zaten yaşamakta olan ve onu evlat olarak kabul edecek bir anne baba arayışına giriyor. Bulunca da onlarla bilinçdışı alanda bir anlaşma yapıyor. Plana uygun doğum günü geldiğinde de, başkalarını çok destekleyen, yardım etmenin düzenlerine özellikle özen gösteren ve çocuklarına da bunu öğreten bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Böylece gerçek yardımseverlik hakkında ciddi bir bilgi elde ediyor. Yardım etmenin düzenlerini tam olarak öğreniyor. (Bu konuda Bert Hellinger’in “Yardım Etmenin Düzenleri” kitabını önerebilirim ayrıca.) Hayatına katıp öğrendiklerini de hayatında karşılaştığı diğer insanlara karşı da mükemmel bir biçimde uyguluyor. Ancak bu durum asıl gereksinmesini gerçekten karşılıyor mu? Bazen evet, bazen hayır. Kişi pek çok enkarnasyon boyunca bu dersle çalışmış; yeterince bilgi sahibi olmuş ve şimdi o bilgileri pekiştirmek; son bir tekâmül sıçraması yapmak üzere dünyaya gelmişse, yanıt “evet” olabiliyor. Ancak ruh daha önce pek çok kez bu ders için gelmemişse ya da gelip de yardımseverlik dersinin zıt kutbuna düşüp gaddar, zalim, benmerkezci kimlikler sergilemişse, yanıt “hayır” oluyor. Aynı biçimde kişi yardımseverlik konusunda ısrarlı olsa da başkalarından hiç yardım isteyememişse ya da verilen yardımı reddetmişse veyahut yardım istediğinde reddedilmişse de yanıt yine “hayır” oluyor. İşte bu tür karışık durumlarda paralel evrenlerin önemi ortaya çıkmaya başlıyor. Ruh, aynı dersi farklı sahne ve senaryolarla mesela yirmiüç farklı enkarnede almaya kalksa işi zor. Düşünsenize, hayatlarını da ellişer sene ile kısıtlı tutsa bile yirmiüç kez elli, tam bin yüz elli yıla gereksinme duyacak. Oysa eşzamanlı paralel evrenler deneyimi yaratırsa bu süre mesela doksan yıla inebilir pekâlâ ve de anlaşılan o ki ruh bize karmaşık gelen bu kısa ve efektif yolu yeğliyor. Bununla birlikte paralel evrenler ruha gereksinme duyduğu anda, yeni bir senaryo ile aynı derse eşlik etme olasılığı sağlıyor. Ayrıca ruh, herhangi bir senaryodan beklenen kazanç elde edildiğinde hemen o sahneyi terk edebilme, kısa bir hazırlıkla yeni bir sahnede yer alabilme özgürlüğü de kazanıyor. Aynı zamanda bağlı olduğu ruh grubu üyelerine de bu yolla daha fazla destek verme şansı elde edebiliyor. 22 The Wise
İnsanlığa Sunulan Yeni Bir Bilgi Dünyadaki deneyimlerden anladığım kadarıyla topyekûn tekâmül için çok önemli bir adımın zamanı geldi. Bana sorarsanız tekâmülde bu büyük ve sağlam adımları atabilmemiz için bize sunulan paralel evrenler desteğine her zamankinden çok gereksinmemiz var. Belki de sırf bu nedenle konu hiç olmadığı kadar çok irdeleniyor. Belki de bu yüzden bu konuda romanlar yazılıyor, filmler ve diziler çekiliyor. “Peki, ne yapalım, biz senin bildiklerini bilmiyoruz, bilenleri de tanımıyoruz?” diye soranlara da küçük bir önerim olacak. Dualarınıza “paralel evrenlerdeki kimliklerim” kavramını katın. Diyelim ki kıskançlık, yaratıcılık noksanlığı, özsaygı eksikliği ya da başka bir sorununuz var. Bunun dengelenmesini istemek için size, işe yarayacak küçük bir dua örneği vereyim: “Bütünün en yüksek hayrına, Yaratıcı Kaynaktan kıskançlığımın/ yaratıcılık noksanlığımın/özsaygı eksikliğimim (ya da sorununuz her ne ise onun adını zikredin) titreşiminin yükseltilerek, tüm zaman bölgeleri, tüm boyutlar, tüm paralel evrenler ve fragmanlarımın bulunduğu her yerde, alanımın tamamında herkese yararlı bir araca dönüştürülmesi için destek vermesini diliyorum ve ÖYLE’dir.” Bu ve diğer tüm dünyalarınız güzelliklerle dolu olsun.
ZSG Sinerjik Şifa ve SCIO ile Dengeleme Her iki yöntem de danışanın sinerjik alanının özel bir şekilde taranması ile başlar. Yolundan çıktığı fark edilen titreşimlerin yeniden düzenlenmesi esastır. Geniş (4500 çeşit) bir protokolden seçilen titreşimlerin ZSG Yöntemi’nde “düşünce ve elle” SCIO Yöntemi’nde (www.scioturkiye.com) Quantum Xeroid bilgisayar programı ve SCIO cihazı ile geri aktarımı uygulanır. Aknoktaların da iğnesiz olarak titreşim aktarımı ile dengelenmesi, ağır hasarlı çakra ve meridyenlerin onarılması ile son bulan çalışmalar sonucunda bedenin kendini iyileştirme gücünün açığa çıkmasına destek verilmiş olur. ZSG Derin Dengeleme Bert Hellinger (http://www2.hellinger.com/en/) tarafından geliştirilip dünyaya tanıtılan Aile Dizimlemesi ve Ruhun Aklı ile Çalışma Yöntemleri’nden yola çıkarak ZSG tarafından geliştirilen bir grup çalışmasıdır. Doğrudan danışanın görünen şikâyetini oluşturan gizlideki kayıtlara ulaşmayı amaçlar. Atalardan kalan kayıtların görünmesi ve onurlandırılması kısa zamanda danışanın yaşamında düzenin geri gelmesine destek verir. Inner Speak (İçsel Benlikle Konuşma) Psikolog Jean Adrienne (http://www.inner-speak.com/aboutjean.php )tarafından dünyaya tanıtılan ve görünen şikâyetlerin görünmeyen sebeplerini saptamaya yönelik bireysel bir çalışmadır. Her biri 36şar maddelik toplam 144 dosya içinden O Ring aracılığıyla saptanan bilgiler kişiye elle tutulan, anlamlı bir öykü sunar. Tıpkı ZSG Derin Dengeleme’de olduğu gibi görülen kayıtların kabul edilip onurlandırılması danışanın yaşamında düzenin hızla kurulmasına olanak sağlar. Ayrıca Ho’oponopono ile yeniden düzenleme, Ho’oponopono ve ZSG Derin Dengeleme Yöntemleri’nden yola çıkarak hazırlanmış Yüzdeyüz EVET ile reddedilenin geri alınması yoluyla enerjinin arttırılması, Acı Çemberleri Yöntemi ile alanımızdaki atıl enerjilerin kullanılabilir hale getirilmesi, ağır hasar görmüş meridyen ve çakraların onarılması uygulama ve eğitimleri için de bekliyoruz.
E-mail: katiliyorum@gmail.com GSM: +90-532 523 28 93 & +90-549 381 19 08
ZSG Enerji Sistemleri
The Wise 23
The Wise Kapak
Berk Yüksel
berk.yuksel@thewisemag.com
Paralel Evrenler, Sicim Teorisi,
‘M-Teorisi’(Her Şeyin Teorisi) Yaşayan ve düşünen bir evrende yaşamaktayız.” Spinoza “Sicim Kuramı, fiziğin temel modellerinden biridir. Yapı taşı olarak Standart modelde kullanılan boysuz noktalar yerine tek boyutlu uzanıma sahip sicimler kullanılmaktadır. Bu temel yaklaşım farklılığı, parçacıkları noktalar olarak tasvir eden modellerde karşılaşılan bazı problemlerden sakınılmasını sağlamaktadır. Kuramdaki temel fikir, gerçekliğin esas bileşenlerinin rezonans frekanslarında titreşen ve Planck uzunluğunda olan (10-35 m civarı) sicimler olduğudur. Sicim teorisine göre evrendeki her madde tek bir şeyden oluşuyor: titreşen ince sicimler. Farklı rezonanslarda titreşen bu sicimler evrendeki her şeyi meydana getiriyor. Sicim kuramı, evren'i oluşturan en temel, bölünemeyecek kadar küçük bileşenlerinin nokta gibi parçacıklardan değil, titreşen minyatür keman tellerine benzeyen sonsuz küçük oluştuğunu öne sürer.” 24döngülerden The Wise
“Sicim teorisi” son 10 yılda sağlanan gelişmeler sonucunda önce “süper sicim teorisi” adını almıştır. Son beş senede kaydedilen gelişmeler üzerine de “Her şeyin teorisi” olarak anılmaya başlanmıştır. Her şeyin teorisi demek atom altı parçacıklardan atomlara, kara deliklerden büyük patlamaya kadar her şeyi matematiksel olarak izah edebilen teoridir. Kozmosun genetik kodudur. Süper sicim teorisine göre de; doğada görülen atom altı parçacıklar, farklı gerilim altında, farklı frekansta titreşen ve farklı titreşmekten dolayı çevresinde farklı rezonans yaratan çok küçük sicimlerden ibarettir. “Sicimler, bir kemanın telleri gibi salınan, minicik iplikçiklerdi. Sicimler şimdiye kadar gözlenemedi; ancak, büyüklüğü matematiksel olarak hesaplanabiliyor: Bir sicimin bir atomun büyüklüğüne olan oranı, bir atomun bütün Güneş Sistemi’ne olan oranına eşit. Stephen Hawking, buradan yola çıkarak ‘kütle çekimin kuantum teorisi’ni geliştirdi.” “Madde, küçük sicimlerden/tellerden (strings) oluşmaktadır. Bu sicimler tıpkı bir keman teli ya da gitar teli gibi belli bir şekilde çekilirse belli bir frekans yaratılır, daha başka bir şeklide de başka frekanslar, başka notalar. Varlık, bu süper sicimlerin oluşturduğu küçük notalardan meydana gelmiştir ve fark ediyoruz ki; evren bir senfoni ve evrenin tüm fizik kanunları da bu süper sicimlerin/tellerin bir uyumudur.” İnsanoğlunda genelde olayları 1 veya 0; siyah ve beyaz şeklinde değerlendiren bir düşünce sistemi mevcuttur; griler yoktur. Kuantum fiziği, fotonun hem dalga hem parçacık olduğunu kanıtlayarak, bu mantığının atom altı parçacıklarda geçerli olmadığını göstermiştir. Evren aslında, sanki görünmeyen bir takım iplerle birbirine içten içe bağlı bir bütünlüktür. Burada her yapılan şey ve her türlü hareket, sistemin bütünü tarafından algılanır, hissedilir ve ona bir cevap verilir. Bir kelebeğin kanadını çırpmasından, bütün kâinatın haberdar olması gibidir. “Evreni açıklayan iki fizik teorisinden birincisi, yıldızlar, galaksiler gibi çok büyük boyutlu maddeleri açıklayabilen, Einstein’ın görelilik teorisi, ikincisi ise atomlar gibi çok küçük boyuttaki maddeleri açıklayabilen Kuantum mekaniğidir. Bu iki teorinin ikisi de aynı evreni açıkladığına göre, ikisini bir teoride birleştirmek
ve evreni bütünüyle anlamak mümkün olacaktır. Sicim kuramı ve M Teorisi ile bu iki teori birleştirilmiş ve bu birleşim, şimdiden bilim tarihinin en büyük adımı olarak kabul edilmektedir.” “Evren neden var oldu? Araştırmacılar, bu sorunun yanıtını “Her Şeyin Teorisi” adını verdikleri bir evren formülüyle yanıtlamayı umuyorlar. İngiliz astrofizik uzmanı Stephen Hawking, yeni bulgularıyla, içinde eşizlerimizin bulunduğu fantastik bir ‘hiper uzay’ın kapılarını açıyor. Şu sırada, siz bu cümleleri okurken, paralel evrenlerdeki eşizleriniz de bu cümleleri okuyor olabilirler. Paralel evren teorisine göre, biz burada yaşantımızı sürdürürken diğer evrenlerde başka ihtimaller dâhilinde var olabiliriz. Paralel evrenlerle aramızda sadece saydam bir zar var. Yaşadığımız evrenin ilk ve tek evren olmadığı gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu teori tamamen matematiksel temellere dayanıyor. Stephen Hawking: ‘Görülebilir evrenimizin dışında, iç içe geçmiş ve eşizlerimizin bulunduğu, görülemeyen sonsuz sayıda evrenler var.’ demektedir. 59 yaşındaki astrofizikçi, evrenin var oluşunu açıklamak amacıyla yıllardır üstünde çalışılan ‘Her Şeyin Teorisi’nin (Theory of Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna “M-teorisi” adını verdi. Buradaki “M” (magic, mysterios, mother) büyülü, esrarengiz ya da her şeyin anası olarak değerlendirilebilir.” “Albert Einstein tarafından geliştirilen ‘Genel Görelilik Teorisi’ zaman, uzay ve maddeyi bir birinden ayrılamaz bir bütün olarak düşünmüştür. Bütün kütleler, ister dev gökadalar ister küçücük asteroitler, uzayzamana şekil veriyorlar. Bu şekillenme, madde ve ışığın uzaydaki hareketini belirliyor. Stephen Hawking, sicimlerle ilgili çok sayıda hesaplama yaptıktan sonra şu sonuca ulaştı: Evreni üç veya dört boyutlu kabul ettiğimiz sürece, geliştirilen ‘Kütle Çekiminin Kuantum Teorisi’ bizi tek bir evren formülüne götürmemekteydi. Hawking, çözümü, çok boyutlu alanlarda aradı. Bu nedenle de sicimde takılıp kalmadı ve hesaplar yaparak, sicimlerden çok boyutlu kuantlar elde etti. Bunlara ‘membran’ adını verdi ve daha da kısaltarak ‘bran’ olarak kullandı. Bu branlar, birden fazla boyutta varlık gösteriyorlardı. Hesaplamalarına devam ederek bir sınıra ulaştı: Evrende on bir boyut vardı. Hawking bütün o boyutları algılayamama nedenini şöyle açıklıyor: Büyük Patlama’nın ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk, genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe dönüştü. Kalan yedi boyut, The Wise 25
konumlarını değiştirmeden, yani sicim kadar bir alanı kaplayacak büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar. Bilim adamına göre, böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında mevcut.” “M teorisine göre, evren 11 boyutludur. 11. boyut, sicimlerin birer membran gibi uzamalarına olanak veriyor. Teorik olarak, yeterli enerji sağlandığında, bir sicim bir evren kadar büyüyebiliyor. M teorisine göre 10 boyutlu evrenler, 11. boyutta süzülen membranlardan ibarettir. Bu membranları göz önünde canlandırmak için dilimlenmiş ekmeği göz önüne getirmek yeterlidir. Bu ekmeğin her dilimi bir evrendir. Bu evrenler bir araya gelerek bir multiverse oluştururlar. Bu evrenler evreninde, membranların bir yerlerinden çarpışması da muhtemeldir. ‘M Theory”nin sonuçlarının bir yorumuna göre evrenimizin bulunduğu membran ile diğer bir evrenin bulunduğu membranın çarpışması nedeni ile “Big Bang” olmuş ve bildiğimiz evren meydana gelmiştir.’ Teori, uzayı, içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak görüyor. Hawking, bu “kobold evrenler”in yaşayanlarını ‘gölge insanlar’ olarak nitelendiriyor. Yani, bizim evren olarak tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş, birbirini şekillendiren ve hatta belki birbiriyle iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir kesiti. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor.” “M-Teorisi’ne göre, evren iki boyutlu bran’larla kaplı. Bu branlar için üçüncü boyut, bran’ların frizbi plakları gibi, içinde oradan oraya uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları büyüklükte bir “hiper uzay”. ‘Üç boyutlu kütlecikler’ hiç fark edilmeden dört boyutlu bir uzaya, “dört boyutlu kütlecikler” beş boyutlu bir uzaya vb. giriyorlar.” Hawking, bu noktada kendi kendine şu soruyu sormuş: “Üstünde yaşadığımız Dünya nasıl yorumlanmalı?” Yanıtını ise şöyle vermiş: “Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de hiper uzayda süzülen üç boyutlu bir bran’dan öte bir şey değil. Ve evrenimiz bu uzayın 26 The Wise
içinde yalnız değil. Çünkü sürekli yeni evrenler, yeni bran’lar doğuyor. Bilim adamı, sürekli bir üst boyuta geçen branlar’la ilgili, hologram örneğini veriyor: Hologramlarda, doğru açıdan bakıldığında, iki boyutlu bir yüzeyde, üç boyutlu bir nesnenin görüntüsü fark ediliyor. Başka bir deyişle, daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki bir oluşumun içine kodlanıyor. Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya tarafından üretilmiş olabilir mi? Ya da bir paralel dünyanın sadece yansıması olabilir miyiz? Hawking’e göre bu soruların yanıtı evet!” “Hawking’in teorisiyle, yaşamımız, dünyalı olmayan yaratıklar tarafından oynanan bir bilgisayar oyunu, biz de bilgisayarlarla üretilmiş oyuncular olabiliriz. Belki de, sadece bakıp eğlendikleri hologramlarız. Bir hologramda, üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her noktasında kodlanmış olarak bulunuyor. Bu varsayımı geliştirirken Hawking’e eşlik eden evrenbilimci Alexander Vilekin, “Uzayda, Al Gore’un ABD başkanı olduğu ya da Elvis Presley’nin hâlâ yaşadığı paralel evrenler olabilir” diyor.” Hawking, evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak “Her Şeyin Teorisi”nin henüz tamamlanmadığını, bunun belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün olacağını belirtiyor. Ancak formül tamamlandığında da Tanrı’nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu noktanın da insan aklının nihai zaferi olacağını belirtiyor. “Her şeyin teorisi” ilerde mikro kozmos’tan makro kozmos’a kadar bütün olayları matematiksel olarak izah edebilecektir. Fizikçiler, sicimlerin varlığına dair kanıt bulmak konusunda çok kararlılar çünkü Lykken’in dediğine göre sicimler “aşırı derecede karmaşık olan fiziği, tek bir kâğıda sığacak kadar basit denklemlere indirgeyebilir”. Diğer boyutlara ait izler, fizikçiler parçacıkları dev hızlandırıcılarla çarpıştırıp açığa çıkan enerjiyi toplayınca ortaya çıkabilir. Eğer enerjinin bir kısmı kaybolursa, başka bir boyuta sızmış olabilir. “The Fabric of the Cosmos” kitabının yazarı Brian Greene, sicimlere ait kanıtın kozmik mikrodalga fonda (CMB) (gökyüzünün her yerinden görülebilen ışınım) bulunabileceğini düşünüyor. Greene, “Sicimlerin bize verdiği mesajı anlamayı öğrenmemiz gerekiyor” diyor. “Bizim görebildiğimiz kozmos’umuz, 3 uzay boyutu ve 1 zaman boyutundan ibaret olup 4 boyutludur. Dünyamız diğer 6 boyutu algılayamamakta ve görememektedir. Fizikçiler, büyük patlama sırasında 10 boyutun meydana geldiğini ancak 6 boyutun yoğunlaşarak kıvrıldığını, diğer 4 boyutun genişleyerek bizim algıladığımız kozmos’un ortaya çıktığını ve 10 boyutlu kozmos’un aslında iç içe olduğunu matematik olarak açıklayabilmektedirler. 10 boyutun iç içe olmasına rağmen diğer 6 boyut, bizim algılama ve ölçme imkânlarımızla tespit edilememektedir. Süper yerçekimi teorisi de 11 boyut olduğunu düşünmektedir. Farklı rezonanslarda titreşen bir keman teli çok farklı nota’lar yaratmaktadır. Farklı nota’lar, aynı anda aynı yerdedir ancak bizim kulaklarımız sadece duyabildiği nota’ları duymakta diğerlerini fark etmemektedir.”
“Berkeley, “Var olmak algılanmaktır” demiş olsa da, henüz bu boyutları algılayamıyoruz. Algılamamamız onların var olmadığını değil, bizim henüz yetkin olamadığımızı göstermektedir. Eğer, “tüm madde titreşen bir sicim üzerindeki notalardan başka bir şey değilse” yani Sicim Teorisi doğruysa ve bu evrensel müziği duyabilirsek 10. boyutu fark edebileceğiz. Titreşen teller 10. boyuttan bahsediyor, Süper yerçekimi teorisi, Paralel Evrenlerden yani 11. boyuttan. 11. boyut, bir milimetrenin trilyonda biri ölçüsünde 3 boyutlu dünyamızın her noktasında bulunmaktadır. Bize bizden daha yakın olmasına rağmen onu algılayamamaktayız. Cambridge’deki bir konferansta da M teorisinin öncüleri bir araya gelerek fikirlerini ortaya koymuşlar ve “Büyük patlama paralel dünyaların arasındaki bir çarpışma olabilir.” demişlerdir. Sonsuz sayıda evrenler ve her birinin kendine ait fizik kanunları olabilir.” Dr. Fred Alan Wolf şöyle diyor: “Evren, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologramdır.” “Eğer evren holografik biçimde organize olmuşsa, uzay-zaman koordinatlarının ötesine geçilmiş olmaktadır. Böyle bir planda; geçmiş-şimdi ve gelecek aynı yerde, aynı anda bulunabilmektedir. Lineer, tek yönde ilerleyen, yani geçmişten gelip, geleceğe doğru giden bir zaman anlayışı mevcuttur. Oysa örneğin tarihsel olaylarda gelişmelerin bir daire ya da bütünsel bir gelişim çizdiklerini görüyoruz.” Doğa ve dünyada sabit ve değişmez hiçbir şey yoktur. Doğadaki değişim ve dönüşümlerin nedeni; canlı cansız tüm varlıkların “hücreler”, hücrelerin moleküller, moleküllerin atomlar, atomların ise, enerji ile maddenin iç-içe olduğu, kuant denilen temel yapı taşlarından oluşmalarıdır. Her şey içlerindeki bir başka öğe tarafından oluşturulduğundan ve en temeldeki öğe ise sürekli değişken ve akışkan yani aktif ve canlı olduğundan, halkanın en son ürünleri olan doğa ve dünyamızın nesnelerinin de sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde olması kaçınılmazdır. Bu nedenle “zaman” denilen değişim ve dönüşüm göstergesi ortaya çıkar ve doğadaki her şeyde bir değişim ve dönüşüm yani evrim vardır ve bireysel ömürler bu evrimin sadece küçük birer adımıdırlar. “Fizikçi Michio Kaku: “Eğer evren bir patlama neticesinde harekete geçmişse bu patlama nereden geldi? Kuralları neydi? Bize uzay-zaman yapısını veren patlamanın denklemlerini kim yazdı?” diyor. Rölativite ve Kuantum Teorileri birleştirilerek üretilen ve on boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanan “Sicim teorisi” ve 11. boyutu da katan M-Teorisine göre, mikro sicimler
titreştiğinde evrende bulunan atom altı parçacıkları yani notaları üretiyor. Bu notaların oluşturduğu melodiler “madde”, bu melodilerin yarattığı senfonilere de “evren” deniliyor. Bu sicimlerin yarattığı armonilerin fizik yasaları olduğuna inanan araştırmacılar, sicimler hareket ettiğinde, etrafındaki uzay ve zamanı eğip, büktüklerini fark etmişlerdir. Bu teoriye göre hiper-uzaya yayılan rezonanslar halindeki bu müzik belki de Tanrının zihnidir.” “Stephen Hawking’in geliştirdiği evren teorisi, hesaplamalara dayalı yepyeni bir açıklama getirmiştir. Hawking, mantıksal olarak, beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Eğer Hawking haklıysa, daha pek çok olgu paralel evren teorisiyle açıklanabilecek. Kuantum Kuramı şu savı doğrulamıştır: “Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuş ise, o yapıyı parçalasanız dahi parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder.” Bütün, parçalarından fazladır. Bütünü oluşturan parçalar, bütünden ayrılsalar dahi bütünle etkileşmeye devam ederler. Parçalar bütünden tamamen bağımsız bir varlık sürdüremezler. Parçalar arası ve bütün ile parçalar arasında yerel olmayan bir etkileşim vardır. Parçalarda hem bütünü hatırlayan özel bir hafıza vardır hem de yeni dış etkilerden birbirlerini haberdar etme yeteneği vardır.” “Evrendeki tüm maddeler tek bir yapıyla birbirlerine bağlılar (bran). Bu fark edişle birlikte “Her şeyin teorisi”nin yardımı ile evrendeki her şeyi açıklamaya tekrar başlanabilir. Uygarlık Einstein denklemlerinden yararlanarak zamanda yolculuğa, paralel evrenleri araştırmaya hazırlanmaktadır. Dünyanın önde gelen üniversitelerinde, 20 yıl önce bir fantezi gibi görünen olgular birer birer kurgudan bilim haline gelmektedir.” Einstein: ‘Tanrının evreni nasıl yarattığını anlamak istiyorum’ demiştir. Bugün bilim, tanrının evreni nasıl yarattığını anlama çabasını sürdürmektedir. Denildiği gibi: “Yetkin insan olabilmek yolunda yürüyen akil birey, evrene ve insana mikro kozmik açıdan bakarken, aynı anda makro kozmosu da görebilmelidir.” Zihninizi açınız. “Her atom, bilgilerin tümü ve evrenin temelidir.” Einstein
The Wise 27
The Wise Kapak
A.Kerim Soley
kerim.soley@thewisemag.com
Sizin Evreniniz Hangisi? P
aralel evrenler kuramı, çağdaş kuantum düşüncesinin insan zihnine bir armağanıdır. Öncelikle onu alışılmışın dışında çalıştırmakta, daha sonra da insan aklının, zihninin, zekâsının, kısaca düşüncesinin sınırlarını zorlayarak yepyeni çözümlemelere ulaşmasını, ardından da olasılıklarla uğraşmasını sağlamaktadır. Paralel evren, görülebilir gözlemlenebilir fiziksel evrenin ötesinde bir başka boyutta başka evren veya evrenlerin de olabilirliğine dair paradokstur. Bir başka anlatımla, nasıl 14 milyar yıl önceki Büyük Patlama ile bizim evrenimiz oluşmaya başladıysa, boşlukta meydana gelen kuantum dalgalanmalarla başka evrenlerin de oluşmuş ve oluşmakta olabileceği düşüncesidir. Bu ve benzeri paradokslar eskiden sadece birer fantezi kabul edilirken, bugün en azından tartışılabilir durumdadır. Mesele üç boyutun ötesinin var olup olmamasıdır. Matematikçiler kavramsal olarak tanımlıyorlar da geriye kalanlarımız ne yapabilir?
Einstein-Rosen Köprüleri Sürekli iki veya üç boyutlu düşünmeye alıştırılmış beynin durup dururken dördüncü boyutu düşünebilmesi ve kabullenebilmesi oldukça zordur. 28 The Wise
Einstein da başlangıç olarak üç boyutlu uzayın dördüncü bir boyuta daha uzandığından ve paralel evrenlerin birbirlerine köprülerle (Einstein-Rosen köprüsü) bağlanabildiğinden söz etmişti. Paralel ya da alternatif evrenlerin aynı uzayda, ancak dördüncü bir boyutta mevcut olup diğer evrenlerle karadelikler aracılığıyla bağlanabileceği öngörülmüştü. Arada da zaman duvarı vardı. Ancak bu köprüler kullanılabildiğinde evrenin çok uzak noktalarına kısa sürede ulaşmak mümkün olabilecekti. İçinde bulunduğumuz evrene dördüncü boyuttan bağlantılar demek olan Einstein-Rosen köprüleri veya tünelleri, sonsuza kadar uzanmazlar; ancak başka bir boyuta ve evrene geçişin yolu ve aynı zamanda ilişki ya da geçiş oluşturdukları her iki evrenin de parçalarıdırlar. Sorun karadeliklerin muazzam ve dayanılmaz çekimgücünden kaynaklanmakta, bu da fizik bedenler veya ne denli güçlendirilmiş olursa olsun bilinen ya da tasavvur edilebilen uzay araçlarıyla yapılması düşünülen bir yolculuğu bugün için imkansız hâle getirmektedir. Karadeliklerin uzayın bilinen standart yapısını, geometrisini bozup zamanın akışını da saptırıp bükerek değiştirdiği son derece açıktır.
Sadece ana varoluş döneminin başlangıcından bugüne 14 – 14,5 milyar yıl geçmiş olduğu tahmin edilebiliyor; hepsi bu. Kuantum mekaniğine ve ‘sicim kuramı’na uygun olan Steinhardt’ın teorisi, bir bakıma sürekli oluşumu da evrenin kendisini durmaksızın yenilemesini de büyük ölçüde açıklayabiliyor. Ama nasıl ve nereden bakarsanız bakınız, büyük patlama sonsuz uzayın her neresinde meydana gelmiş olursa olsun, onun yanında-yöresinde veya ötesinde bir başka şeyler de vardır veya “olmuş – olmakta – olacak”tır. ‘Sıralı seyir’ ya da ‘ardışık varoluş’ esasına göre değerlendirirsek, paralel evrenlerden bir türü, bir önce bulunduğumuz yani ‘geldiğimiz’ yer; diğeri ‘şimdiki dünya’; bir sonraki ise bundan sonra ‘gideceğimiz yer’dir. Ama paralel evrenler bunlar değildir. O nedenledir ki tanımlanmaya çalışılan paralel evrenlerle karıştırmamak için, bize göre bunları ‘ardışık evrenler’ biçiminde adlandırmak daha doğru olacaktır. Bu evrenlerdeki yaşamlarımız her defasında fiziksel, mental ve diğer bedenlerin yeniden oluşumlarıyla veya vücut bulmalarıyla, yani reenkarnasyonlarla hiç durmaksızın sürüp gidecektir.
Mistik Açıdan…
Sıralı seyir’ ya da ‘ardışık varoluş’ esasına göre değerlendirirsek, paralel evrenlerden bir türü, bir önce bulunduğumuz yani ‘geldiğimiz’ yer; diğeri ‘şimdiki dünya’; bir sonraki ise bundan sonra ‘gideceğimiz yer’dir. Einstein kuramları paralel evrenlerin ‘mümkün olabileceği’ni öngörmekle birlikte, klasik-materyalist düşünürler bunu ‘mümkün görmemekte’, diğer bir kısım kuantum düşünürleri ise mutlaka ‘olması gerektiği’ni ileri sürmektedirler. Onlara göre sorun, üç boyutlu düşünen insan beyninin böylesi bir kavramsal tasarımlamaya uygun ya da hazır olmamasından kaynaklanmaktadır.
Steinhardt-Turok Modeli Çok sayıdaki evren kuramlarından son yıllarda en fazla taraftar bulanı ‘Steinhardt-Turok modeli’ olup bu kurama göre evren birbirini sürekli izleyen sonsuz sayıda ve sıralı olarak ‘genişleme’ (şişme) ve ‘büzüşme’ evrelerini yaşamaktadır. Böyle olunca zaten zamanın başlangıcı da sonu da anlamını yitiriyor, çünkü onlara gerek kalmıyor. Kaldı ki ‘başlangıçta ne vardı’ sorusu da gereksiz olduğundan, artık ‘sorulamaz’ hâle geliyor. Döngülerdeki ardışıklık esnasında oluşan entropiler (düzensizlikler), her sonraki evrensel oluşumda varoluş, aslî ve diğer yan unsurları gibi, bilinmeyen madde türlerinin de kaçınılmaz biçimde yenilenmesini sağlamaktadır.
Steinhardt’ın Teorisi Evrendeki genişleme tezi son yıllardaki gözlemlerle zaten doğrulanmaktadır. Bu periyottaki geri dönüşümünse ne zaman başlayacağı henüz kestirilemiyor
Oysaki bir de yaşadığımız âna göre varolan, ya da varolmakta olup da bizlerin farkedemediği, gerçekte kastedilen paralel evrenler söz konusudur. Kendisini yeterince geliştirebilmiş ya da belirli bir amaç için görevlendirilmiş olan çok ama çok az sayıdakiler de aynı anda bunların birden fazlasında bulunabilirler. O bakımdan geçmişe bakıp da, açıkça söylenmiş hattâ bazı kutsal kitaplara da girmiş olan “ben, filancadan önce de vardım” ve benzeri sözlerin hem ardışık evrenler söz konusu edildiğinde, hem de kuantum düşüncenin ışığında paralel evrenler konusu kısmen anlaşılabildiğinde, söylenilebilir olması da, anlaşılması da, açıklanabilmesi de mümkün olabiliyor. Tabii nasıl ki ardışık evrenler ancak biz onları farkedebildiğimizde var olabiliyorlarsa ve farkındalığımızdaki ya da yoldaki, idraktaki eksiğimizi, ancak bilmeksizin ya da algılamaksızın, ısmarlama inanç demek olan ‘iman etmek’le yapay biçimde giderebiliyorsak; aynı şekilde gerçek anlamdaki paralel evrenlerde varolduğumuzu deneyimleyebildiğimizde onlar vardır, edemiyorsak (bizim için) yokturlar. Kaldı ki paralel evrenler, ancak doğrusal dünya zamanının söz konusu olmadığı, daha doğrusu zamanın bulunmadığı kendi ortamlarında söz konusu edilebilir. Onların anlaşılabilmesi, burada iken yanılarak sarfettiğimiz ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ kadar ‘buşu-o’ kavramlarının da ‘zaman’la birlikte ‘bükülüp başkalaşması’ ve burada iken sahip olabildiğimiz sınırlı ve dolayısıyla yetersiz algılarımızla anlaşılabilmesi mümkün olmayan çok daha farklı bir anlayış ve idrake sahip olmamızla mümkün olabilecektir. Uzakdoğu inançlarındaki ‘boşluk’ ya da belki biraz daha nihilistçe bir tanımlamayla ‘yokluk’ işte bu demektir. Zaten, yine eski metinlere göre, herşey boşluktan gelir ve yine boşluğa dönecektir. Ama kuantum düşünce bize, evrende adına boşluk denebilecek öylesine ‘gereksiz’ bir yerin varolmadığını ya da varolamayacağını anlatmak ister gibidir. Bizler de haksız sayılmayız ki; bu duyularımız, bu algılarımız ve bu aklımızla bizler onları ‘boşluk gibi’ görebiliyor veya sözde-öyle gözlemleyebiliyoruz. Yani Russell, tanrının varlığı konusunda, ileride bir gün sorguya çekilirse; “O zaman ben de ‘Ne yapayım, yeterli kanıt yoktu ki’ derim” derken hiç de haksız ya da günahkâr gibi görünmüyordu. The Wise 29
Biz de bugüne kadar hep dördüncü boyuttan sonra, başka boyutların da olması gerektiğini söyleyip durduk. Çünkü aksi halde ‘sonsuzluk’ kavramı dördüncü boyutta takılıp kalıyordu ve doğrusal olmayan uzay-zamanı dahi sonsuzluğun kısmen anlaşılabilirliği ya da tasavvuru için yeterli olmuyordu.
Everett’ın Çoklu Evrenler Kuramı Bu konunun önemli teorisyenlerinden Everett’in çoklu evrenler kuramındaki farklılıkları basitçe şöyle açıklayabiliriz: a. Evren, kuantum düzeyinde bölünme
ne kadar alternatif kuantum
olasılığı varsa o kadar seçim yapabilir. b. Her evrendeki gözlemci, aslında eşi ve benzeri olmayan, çünkü oluşumu da koşulları da farklı olan özgün bir evrende yaşar. O koşullara ‘göre’ yaşadığı için de, varolsa dahi koşulları farklı olan diğer evrenlerle yeterli iletişimi kuramaz. c. Evren (ve tabii ki tüm diğer evrenler de) her an kuantum alternatiflerle karşı karşıya ve onlarla iç içedir. O halde her bir evrendeki kuantum oluşumlar da, kendine özgü kabul edilen koşullar nedeniyle durmaksızın değişebilecektir. Ama biz mi onların gölgesiyiz onlar mı bizim, bunu kestirebilmek zor. Belki de “hem o, hem de o”dur ve öyle olduğu için ‘her şey iç içe’ de olabilir. Zaten bir kez varoldularsa birbirleriyle iletişim ya da etkileşim içinde olmamaları mümkün değildir.
“M Teorisi” ya da “Herşeyin Teorisi” Stephen Hawking’in “Kütle Çekiminin Kuantum Teorisi”ni geliştirirken varmış olduğu ‘Evrende On bir Boyut’ olduğuna dair sonuç, bilim çevrelerinde hayli ses getirmiş ve ciddi heyecan uyandırmıştı. Ona göre, bilinebilen dört boyutun (uzunluk, genişlik, yükseklik ve zaman) dışında kalan yedi boyut yumak halinde ve sicimlere sarılı olarak evrenin her noktasında mevcuttur. Buna “M Teorisi” ya da “Herşeyin Teorisi” denilmektedir. 30 The Wise
Daha yüksek bir boyuta ait bilgilerin göreceli olarak daha düşük boyuttaki oluşumda gözlemlenebilir veya kısmen algılanabilir hâle gelebilmesi için önce o boyutta çözümlenebilecek durumda, yani kodu açılabilecek düzeyde olması gerekiyor; tabii kod açıcının da aynı düzeyde gelişmiş olması. Aksi halde bilinemiyor, ya da farkedilemiyor. Ancak bu sayede daha yüksek boyutlu bir evrenin oluşumu ya da üretimi olan nesneler, olaylar, şeyler üç boyutlu dünyamızda ‘anlaşılabiliyor’ veya ‘gerçekleşmiş’ kabul edilebiliyor. Bir başka göz veya akıl, bu duruma ‘paralel bir dünyadan gelen yansıma’ adını verirse, bu durumda buna da karşı çıkmamak gerekiyor. İşte fizikle metafiziğin, ya da üçü de aynı kaynaktan gelen “zaman + uzay + maddenin tekilliği” kavramı da bu algılayışı hem kolaylaştırmakta hem de yönlendirmektedir. Kaldı ki vahdet-i vücûd’un bir bakıma çağdaş denilebilecek kozmolojik izahına da böylelikle adım atmış oluyoruz.
Sözün Özü… Sonuçta paralel evren(ler) düşüncesi (alternatif ve ardışık evrenler, köpük evrenler ve çoklu evren kuramları dahil), kimilerine göre sadece felsefî bir kavram; kimilerine göreyse kendi dinsel dünyalarının en önemli figürü olan ‘ebedî âlem’e inancı güçlendirmek ve bu düşünceye basitçe, ama yine ‘bilmeden’ çanak tutmaktır. Gerçekteyse, bir adım daha atıldığında, evrende hiçbir şeyin ‘ebedî olmadığı’ ve olamayacağı; yani gidileceği varsayılan âlemin de ebedî ve durağan olmadığı ve o durağın da son durak olmayacağı anlayışına erişilmiş olunuyor ki, bu da yine klasik dinlerin sonunun geldiğini, sığınmaya veya kanıt bulmaya çalıştıkları yeni felsefelerin de kendilerini aynı şekilde yadsımakta hattâ reddetmekte oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Bu durumda sizce de Buda-Tao-ZenSufî geleneğinin farklılığı ve zenginliği bir kez daha ortaya çıkmış olmuyor mu? Herşeye rağmen, kendi evrenimizi anlayamadığımız sürece paralel evrenlere dair kuramların doğruya yakın biçimde anlaşılabilmesi mümkün olamayacaktır. İçinde bulunduğumuz fiziksel evrende bugün için tahmin edilebilir 200 milyar galaksiden söz ediliyor. Peki sonrası, hatta öncesi...? O nedenle paralel evrenler ve benzeri kuramların, daha uzunca bir süre kuram olarak kalacağı, belki zamanla çeşitlenip geliştirileceği; fantezilerle süslenip içine bilip bilmeden bolca metafizik ve mistisizm karıştırılacağı ve her şeye rağmen bundan sonra da insan zihnini durmaksızın meşgul edeceği anlaşılıyor. Umarız bütün bunlar insanın ‘kendini bilme’ gibi çok daha gerekli olan çabasını askıya almasına, insan olarak şimdiki ân’a dair sorumluluklarının idrakine (tüm canlılara saygı, doğayı koruma... gibi) engel teşkil etmez.
The Wise 31
The Wise Kapak
Esra Erdoğan
esra.erdogan@thewisemag.com
Paralel Evrenlerdeki lerimle Buluşma
“Ben”
O
n yaşımdayken bir gece rüyamda, ertesi gün öğleden sonra bana bir yabancının geleceğini, bir adres soracağını ve ondan asla korkmamam gerektiğini söyleyen birşeyler görmüştüm. Üstüne üstlük rüyanın kokusu da vardı ki sanki herhangi bir yabancıya değil de; özellikle kokusundan tanıyacağım bir kişiye, adresi tarif etmemi tembihler gibiydi. Ertesi gün saat öğleden sonra arkadaşlarımla oyun oynarken aynı zamanda da bekliyordum. Yanıma yanaşan kim olursa kokluyordum ki birden rüyamdaki kokunun aynısına sahip birisi bana doğru 32 The Wise
gelerek adres sordu ve ben de hemen oyunu bırakarak ona yolu tarif etmiştim. Döndüğümde ise büyük bir görevi yerine getirmenin keyfi içerisindeydim. Beni tereddüt etmeden bu yabancıya yakınlaştıran bir diğer boyuttaki kendimdim. Bunu biliyordum çünkü o kişiye adresi tarif ettikten sonra, ne zaman istersem benim de onun rüyasına girerek birlikte olabileceğimizi söylemişti ve eklemişti: “Ben senin diğerinim.” 1993 yılı bir öğleden sonrasında kendimi derinden saran mutsuz içinde oyalarken çok güçlü bir sesle irkildim:
“Paralel evrendeki parçan üçüncü boyuta sıkıştı.” Bu ses, öylesine kesin ve belirgin gelmişti ki kendimi bir an da başka bir alanda, yer çekiminin olmadığı bir zaman diliminde hissetmiştim. Paralel evren de ne demekti? Üçüncü boyuta sıkışan neydi? Sanki birisi misafirliğe gelmiş de gidememiş gibi miydi? Algılamaya çalışıyordum ama zihnim izin vermiyordu; bilmediği bir alanın önüne ‘’tehlikelidir girilmez’’ levhasını çakmıştı resmen. Kendimi tuhaf hissetmeye başlamıştım ve herhangi bir kaynağa başvuramayacak kadar yetersiz şartlar altındaydım. Dahası bana bu konu ile ilgili açıklama yapacak birilerini de tanımıyordum.
Mutfakta Boğulan Bir Kadın Aradan uzunca bir zaman geçmişti ama ben hala sesin etkisindeydim. Bu etkinin enerjisini boşaltmak için en iyi bildiğim şeyi yapmaya, yani yazmaya kendimi verdim. Kalemimden satırların dökülmesiyle beraber de iki boyut iç içe geçmeye başladı sanki. Bir yanda mutfakta günlük hayatını sürdüren bir kadın vizyonunu yani kendimi izlerken; aynı anda da denizde boğulan bir kadını görüyordum ki iki filmi birden seyretmek gibiydi bu. Ama önemli bir farkla, ben iki filmi de canlı canlı yaşıyordum! Bir yandan mutfağımda oturuyordum, ama bir yandan da nefes alamamayı yaşıyor ve ölmek üzere olduğumu biliyordum. İnsanlara son vedamı yapamadığımı düşününce de ızdırabım daha da artıyordu; ama artık çok geçti, ölüyordum ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu... Derken aniden gözlerimin önünde denizde boğulmaktan son anda kurtarılmış ama yarı baygın halde yere yatırılmış olan bir kadın ve onun etrafını saran insan kalabalığı belirdi. Acil müdahale ekipleri onu hayata geri döndürmeye çalışırlarken sanki beni de bu müdahaleye dahil etmişlerdi ve de aynı anda ikimiz birden nefes almaya başlamıştık.
Eşikte… Artık yazarken sık sık vizyonlar görüyordum ve bununla birlikte büyük bir bilgi akışı da başlamıştı, tabii aklımdaki soru işaretleri de büyüyordu. Eğer o parçamla bütünleşebilirsem, o zaman iki kişilik birden mi sergileyecektim? Aklımı kaçırma olasılığım ne kadardı? Yoksa bu bütünleşme aynı anda diğer boyutlara da açılmamı sağlayarak, benim bu dünyadaki görevimi mi bitirecekti? Ayrıca çocukluğumdan beri iç içe geçtiğini hissettiğim yaşamlar; şimdimi mi, geçmişimi mi, yoksa geleceğimi mi kapsıyordu? Tüm bu olan bitene inanmak için kendimi çok zorladım. Zorladıkça da bilgi kendini daha fazla gizledi. Şükürler olsun ki bu hatamı fark etmek de beni kendime getirdi. Aslında bu zorlama falan değildi, kendiliğinden oluşan harika bir deneyimdi. Kendimi bu deneyime bu sefer rüya aracılığı ile ya da çok büyük bir sıkıntı enerjisi ile değil tamamen bilinçli bir şekilde açmaya karar verdim ve de iyi ki de öyle yaptım.
O zamana kadar sudan korkan ben, şimdi gayet iyi yüzmeye başlamıştım. Ayrıca gün içerisinde üzerime çöken boğulma hislerim de şifalanmıştı sanki ve yaşamaz olmuştum. Tüm bu hatırladıklarımın eşliğinde artık birşeylerin olmasını beklemek yerine, kendimi diğer boyutlarda bilinçli bir şekilde görmeyi arzuluyordum. Paralel evren adı verilen kavram, boşluk alanına girilerek; başka bir deneyim alanının yaratılması gibi bir şey olabilir miydi ve ben, bu boşluk alanına kendi başıma girebilir miydim? Sorularımın yanıtlarını almanın ve yaşadıklarımın ne anlama geldiğini anlamanın eşiğindeydim; ama yardım hiç beklemediğim bir şekilde karşıma çıkacaktı.
Aylardan Mayıs, Yıllardan 2005… Artık yazılarım vizyonlarla dolu bilinç çalışmalarına dönüştürmüştü. Nitekim bir gece çok yoğunlaşmış biçimde yazı yazarken birden bir varlığı çok güçlü bir şekilde hissetmeye başladım ve biraz sonra adının Loo olduğunu söyleyen bir ejderha karşımda duruyordu. Loo bana sırtına binmemi ve beni yedinci boyut adını verdiği yere götüreceğini söyledi. Ben yukarı çıkacağımızı zannediyordum ki; Loo, bana gülerek “Neden aşağıda da yaşamların var olduğunu düşünmüyorsun?” diye sordu. Nereye gidiyorduk hiç bir fikrim yoktu, ama kendimi benzersiz bir keyif içinde bulduğumu itiraf etmeliyim. Derken Loo bana, aklımdakileri sorabileceğimi söyledi ve ben de hemen başladım. Loo, paralel yaşamının amacı ne olacak? Yollarımın kesiştiği benlerimle ilişkilerim ne düzeyde olacak? Boğulan kadın parçam neden bana kendini bu şekilde gösterdi? Çok boyutlu olarak düşün kendini. Bir kere kesişme değil, bütünleşme olacak. İlişkilerse telepatik düzeyde olacak. Paralel evrende olan diğer ‘sen’lerin bazen senin dikkatini çekmek için travmatik yollara başvururlar. Bu da onlardan biriydi sadece. Diğer boyuttaki parçalarım, birbirlerini algılayacaklar mı? Yani fiziksel olarak birbirlerini görecekler mi? Dediğim gibi telepatik düzeyde algılayacaklar. Bir varlık bir düşünceye sahip olduğunda diğer tüm varlıklar da aynı düşünceyi bilirler, ama bu çok zayıf bir frekans içinde meydana gelir. Bazıları ama birbirine yakın olan bazıları buna “telepati” der. Bu iki kadın birbirini fiziksel olarak eğer isterlerse görebilecekler; on yaşında gördüğün kendin gibi. Eğer izin verirsen diğer boyutta olan ‘sen’lerini de görebileceksin, ama onlar önce “telepati” kuracaklar.
The Wise 33
Birisinin aklına gelen diğerinin de aklına gelecek. “Telepatik yetenek” diye bir şey yoktur; telepati bir yetenek değildir zaten, her insanda doğal olarak vardır. Bilgi akışını hissedeceksiniz. Unutma daha yolun çok başındasın.
Dünyanızda hastalıklar artınca Reiki, şifa kodu olarak iş görmeye başladı.
Nerden başlayacağımı bilemiyorum?
Bundan sonra ilişkimizi nasıl sürdüreceğimizi sordum. Bana istediğim an yedinci boyuta gelebileceğimi ve enerjiyi hissedebileceğimi söyledi. Bitkilerin ve şifanın da dışında da ne sormak istersem; bana, herşeyi anlatabileceğini çünkü artık birbirimizin farkında olduğumuz için enerjilerimizin bütünleştiğini söyledi.
O kadar basit ki... Sadece kendi yaşamındaki değişimlere bakarak başlayabilirsin. Peki deneyimleri kim koordine ediyor? Ben mi, diğer ben’lerim mi? İpuçlarını değerlendirmen için sana hemen bir sır vereyim. Diğer ‘sen’lerinin ne yaptığını anlamak çok kolay. Kendinde ani değişimler olduğu zaman bil ki diğer boyuttaki veçhelerinden-sen’lerinden biri ile bütünleşiyorsundur. Yani aslında yine benim parçam değil mi? Kesinlikle. O zaman bütünleşmenin ana fikri nedir? Seninle uyumlanmaya çalışan veçhelerin birbirleri ile dans ederek ortaya çok güçlü bir enerji yayıyorlar. O halde şimdi ‘’bu dansı bana lütfeder misin’’ diyen paralel evrendeki diğer ‘ben’e gitmek istiyorum. Şimdi seni düşünüyorsun?
nereye
götürdüğümü
Yedinci Boyutta… Yedinci boyut demişti az önce bana Loo. Çok heyecanlanmıştım. Aşağıya doğru süzülmeye başladık. Hissettiklerimi, gördüklerimi tarif edeceğim; ancak ne kadar başarılı olacağımı konusunda hiçbir fikrim yok. Yedinci boyutta her şey kutlama şeklinde yaşanıyor. Aşağıya iner inmez çok coşkulu bir şekilde karşılandık. Ben, yedinci boyuttaki kendimle karşılaştım. Bedenim çok yumuşak bir ışık demeti gibiydi. Boyum biraz daha uzundu. Saçlarım çok uzundu ve mor ve mavi karışımından oluşmuş bir renge sahipti. Bitkilerle uğraşıyordum. Kendime yaklaştım. Çok huzurlu bir andı. Adım Ahumika’ydı. Hiç konuşmuyorduk. İletişimimiz hisler üzerinden gerçekleşiyordu. Yedinci paralel boyutum bana insanların hamile kalmadan, yedinci boyuta geldiğini anlatmaya başladı. Travmaların olmadığı boyutun enerjisi bu yüzden çok fazlaydı. Reiki’yi sordum. Bana dünyaya getirdiğimiz Reiki’nin asıl amacının, şifa amaçlı olmaktan öte Kundalini enerjisini uyandırmak olduğunu söyledi. Bizlerin hastalık kodlu olmadığımız için Reiki bu amaca hizmet için değilmiş. Yedinci boyutta Reiki yani yaşam enerjisi kendiliğinden var. Bir yerden gelen enerjilere aracılık etmiyoruz. 34 The Wise
Reiki enerjisi, hastalıklara indirgenerek enerjisi düşük düzeyde kaldı. Çok az kişi bunun farkında olarak Reiki ile çalışıyor.
Bu yolculuğu basitçe yapmak kendime verdiğim en büyük armağandı. Şimdi diğer karşılaşmalarım için biletimi aldım. Tek yapmam gereken kendimden asla şüphe duymadan bu yolculuğumu gerçekleştiriyor olmam. Zira diğer ‘ben’lerimle bütünleşmek, dünyamın oyun alanındaki deneyimleri daha da zevkli hale getirecek.
The Wise 35
The Wise Ruh Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş sonsuz@thewisemag.com
İ
nsanlık dünyada varolduğundan beri sürekli sorulan ama bir türlü de net yanıt bulunamamış bir sorudur: “Ben kimim?” Verilen türlü türlü yanıtlardan, türlü türlü açılımlar oluşmuş, düşünce ve inanç sistemleri ortaya çıkmıştır. 21. yüzyılda ise artık yeni bir tür düşünce ve inanç sistemi olarak “maalesef” yeniçağ akımları yaygınlaşıyor. “Maalesef” diyorum çünkü bu öğretilerin özü, kişinin kendini tanımasının gerekliliği ve ruhsal özgürlük söylemleri üzerine kurulu olmasına rağmen; uygulamada mevcut sistemlerin biçim değiştirerek ve bir nev’i dönüşümle tekrar ortaya sunulması biçiminde yaşanıyor. Kişiler “biz dini aştık ve bırakıyoruz” çığlıkları ata ata; “Tanrı”nın yerine “yüksekbenlik” ya da “öz”ü, “şeytan”ın yerine “ego”yu, “dinsel ibadetler”ın yerine “meditasyon”u koyup, bir güzel kaldıkları yerden yollarına mutlu mesut devam ediyorlar ve bir yandan da esasında değişenin sadece cep telefonunun dış kapağı olduğunu fark etmiyorlar. Neyse bu nokta daha başka bir yazı konusu olsun çünkü uzar da gider. Benim esas değinmek istediğim nokta, yeni çağ akımlarıyla haşır neşir arkadaşlarımıza sorulan “ben kimim?” sorusu ve yanıtları üzerinden 36 The Wise
yola çıkarak, esasında kendi yanıtımı sesli düşünüp sizlerle paylaşmak. Yeniçağın yanıtları üzerinden gitmek istedim, çünkü ben de uzun yıllar onları kendi yanıtım olarak düşünmüştüm…
Yüce Ben’e… 1995’ten kalan bir ajandam var ve ben bu ajandayı kendi biriktireceğim yazılar için ayırmışım, ama not alma gibi bir huyum olmadığı için de bomboş bırakmışım ve bir köşeye koymuşum. Sonra tesadüfen elime geçti bu ajanda ve kapağını açıp girişe o dönem yazdığım yazıyı gördüm: “Ben’i Yaratan ve Ben Olan Yüce Ben’e”. Ba ba baaaa derler adama hani. Kimisi de “vay beeee çocuğun bilince bak o zaman ki” diye de lkış tutabilir. Açıkça şunu söyleyeyim ki o cümleyi yazarken, ne yazdığımdan haberim bile yoktu. Sadece sürekli olarak spiritüel bilgilerin içinde neredeyse 24 saat geçirmem nedeniyle, o kültürden etkilenmiştim ve haliyle de böyle şeyler karalıyordum sağa sola.
Lafa bak “Ben’i Yaratan ve Ben Olan Yüce Ben’e”. Onca sene geçti, bu yazdıklarının enerjisini kaç kere hissettin diye soruyorum kendime. Zaten hissetmeme de imkan yok esasında belki de, çünkü cümle kuruluşunda var bir sakatlık; “Ben ve O” ayrımı var her ne kadar sanki bütünmüş gibi düşünülse de. Sadede gelecek olursak bu satırlar benim için sadece yüzümü gülümseten nahif birer anıdan ibaret; .ünkü ne anladım, ne de hissettim bu kelimeleri. Keza bunca sene içinde birçok insanla tanıştım çeşitli yanıtlar veren “sen kimsin?” sorusuna. En absürdleri de kendilerinden geçmiş halde hülyalı hülyalı bakıp “Ben O’yum. Ben Yüce Yaradanın Işığıyım. Ben Bir’im…” deyip birbirlerine sarılan tiplerdir. Çünkü aynı tipleri ertesi gün psikiyatrlarından aldıkları Prozac paketleriyle de görmüşümdür veya daha da beteri birbirlerini çekiştirirlerken. Bu nedenle bana hep sahte gelmiştir böyle tavırlar. Direk refleks tepki; hani spiritüelsin ya, hani kitaplar bize “O” olduğumuzu söylüyorlar ya, hani bir de böyle başlıklı bir kitap da var ya…; - Sen Kimsin? - Ben O’yum -Peki O kim? (önce bir tıss, sonra anında) -Yaradan, yaratıcı, ışık, Tanrı. Yapma yahu, acaba sen gerçekten ne dediğinin farkında olmayan biri olabilir misin? Ben karşımda etiyle butuyla bir insan görüyorum, pek de Tanrı’ya benzetemiyorum hani? (Bu noktada şunu belirtmeliyim ki kesinlikle bu söylenen yanıtların anlamları son derece derin ve manalı ve esasında çok da güzel yanıtlar içeriyor. Amma velakin kopyala yapıştır yöntemiyle yaşayan bir insanda ise atın sırtına konmuş kelebek gibi duruyor kimse kusura bakmasın. Çünkü ortada sadece kelimeler var, ama enerjileri yok).
Spiritüel Trendler Bir de çeşitli spiritüel kimliklerin dönem dönem modaları çıkar ki herkes koşa koşa edinir. Bir kanal bilgisinde herhangi bir tanesi geçmeye görsün, etraf bunlardan doluverir. 2000’e giriş dönemlerinde moda “ışık işçileri” idi. Etraf şantiye gibi ışık işçilerinden geçilmiyordu. Sonra İndigolar çıktı ve bir anda her 3 kişiden 2’si İndigo olduklarını keşfetti. Arada Shaumbra belirdi ki halen modası süren bir kimliktir. Son dönemde ise Kristal veletler moda. Size ben şimdiden söyleyeyim, çok yakında kanal bilgilerinden Yakut çocuklar ve Elmas çocuklar bilgilerini de alacağız ve taş serisini tamamlayacağız. Etrafımız yakutlarla, elmaslarla dolacak.
Daha 2 sene önce “ben İndigoymuşum, hem de ilk gelenlerden” diye zıp zıp zıplayan 60 yaşında bir teyzenin, “Ayten Hanım’ın içgörüleri çok kuvvetli, bana baktı. Ben esasında elmas mışım” dediğini göreceğiz. Daha sonra da kanatlı at Pegasus’la sembollenen insan enerjileri gelecek ki umarım o zamana kadar aklımızı başımıza devşirmiş ve bunların, biz kimlik yapıp kartvizitlerimize takalım diye değil, çeşitli bilgileri aktarabilmek amacıyla anlatımı kolaylaştırmak adına kullanılan semboller anlamış oluruz.
Ben Kimim? Gerçekten? Arkadaşlar, bizler bu dünyada yaşayan insanlarınız öncelikle. Ben Hasan Çeliktaş’ım mesela ve bunca şeyi okumama, çeşitli kimlikler edinip kopyala yapıştırla satmama, “Ben O’yum” diye gek gek gezinmeme, “Tanrı’yız” gibi iddialı tartışmalara girmeme vs.’ye rağmen şu ana kadar hissettiğim tek “gerçek” duygu bu: Ben Hasan Çeliktaş’ım. Ne bir ışık işçisiyim, ne bir ışık savaşçısı, ne bir indigo, ne bir kristal, ne zümrüt ya da yakut, ne elmas, ne shaumbra, ne ışığın efendisi, ne tanrı, ne de O. Ben Hasan Çeliktaş’ım ve hissettiğim ve yaşamaya çalıştığım tek gerçek bu. Bu, bu söylenen yanıtların yanlış olduğu ya da onları reddettiğim anlamına gelmesin sakın. Özümüzde gerçekten değerli ve yüce varlıklarız (gerçi evrende hangi varlık değil ki?), fakat bu dünyaya geldiysek eğer, bu dünyayı yaşamalıyız. Maalesef biz yaşadığımız hayattan ve dünyadan memnun olmadığımız için bu kimlikleri bir kaçış olarak kullanıyor ve kafamızı gömecek kumlar olarak görüyoruz. Dünyamızı ve kendimizi değiştirmeyi başaramadığımız için hemen kimliklerimizi değiştiriyoruz ve bir de bakıyorsunuz etraf “melek” ya da “ışık işçisi” vb. olmaya çalışan bir sürü İNSANla dolmuş. İNSANı özellikle büyük yazdım. Çünkü bu dünyada isek elimizdeki en büyük gerçek budur! Ha yücelerin yücesiyizdir, O’yuzdur, bu’yuzdur vs. Zaten o halleri öldükten sonra yaşayacağız sonsuza değin (eğer söylenenler doğru ise tabii). Ama sen kalk taa oralardan dünyaya gel dünyayı deneyimlemek için ve sonra da tüm ömrünü “yüceleşmeye” ada. “Zaten ölünce kavuşacan tüm geride bıraktıklarına, madem o kadar meraklısıydın da bunların neden kalktın geldin bu gezegene?” diye sormazlar mı adama? “Ben O’yum” çok güçlü bir yanıttır kesinlikle, her ne kadar “Ben Ben’im” kadar olmasa bile. Ama o ya da bu yanıtı hissedebilmenin yolu, bu cümleleri sağa sola kopyalayıp yapıştırmak, çeşitli mail grupların atılan maillerin sonuna “BEN’İM” yazmaktan falan geçmez. Bu yanıtlara ulaşabilmenin yolu, varolan gerçeği kabullenmek ve yaşamaktan geçer. Gerçek OLmak budur işte… Ve kendi hesabıma elimde olan gerçek şu: “Ben dünya gezegeninde yaşayan bir insan, Hasan Çeliktaş’ım”. Peki sizin gerçeğiniz ne?
The Wise 37
The Wise Ruh
Zeynep Sevil Güven zeynep.sevil@thewisemag.com
ACI ÇEMBERLERİ Pek çoğumuz hayatın içine doğduğumuz zaman bölgesiyle kısıtlı olduğunu sanıyor. Oysa hayat en azından kendi DNA sarmalınızın içerdiği tüm kayıtlara ait, tüm yaşanmışlıkların bir bütünüdür. Kayıtlar atalardan, paralel evrenlerden, farklı boyutlardan ve herhangi bir yaşam diliminde doğrudan ya da dolaylı olarak temasa girdiğimiz her şeyin titreşiminin oluşturduğu sinerjik alanda tutulur. Yaşam üç boyutlu değil, çok boyutludur. 38 The Wise
Bölüm 1: Enerji Nedir? Var olan her şey, saf yaşamsal enerjinin farklı bir titreşim seviyesi nedeniyle form almış halinden başka bir şey değildir. Özellikle son yirmi yılda bu ve benzeri deyişleri ne kadar çok duyduk. Kimimiz kavradık söyleneni, kimimiz hala manasını çözmeye çalışıyoruz. Hele bir de işin içine pozitif/negatif, yüksek titreşim/düşük titreşim ve hele hele Yin/ Yang gibi sözcükler girdi mi, gerçekten söyleneni anlıyor muyuz diye çok merak ettiğim bir gerçek. Herkes bir enerji sözü edip duruyor. Peki! Ben de soruyorum. Enerji nedir? Vikipedi’ye göre: “Enerji, iş yapabilme yeteneğidir. Gözle görülebilen her türlü maddeye etki edebilmektedir. Enerji, asla kaybolmaz. Başka enerji çeşitlerine dönüşebilir” tümcesiyle açıklanan bir şeymiş. Şeymiş diyorum çünkü tümceye derinlemesine baktığınızda enerjinin ne olduğu hakkında fazla da bir açıklama yok. Bunun bir yetenek olduğu söylenmiş. Yani herkeste olması öngörülmemiş bir şey olabilirmiş. O zaman nasıl oluyor da “var olan her şeyde” bulunuyor? (Yanıt DNA kayıtlarında aslında ancak bu başka bir yazının konusu bence.) Ben anlatmak istediğim konuya girmeden önce enerji deyince ne anladığımı aktarmak isterim. Bana göre enerji, var olan her şeyin özünü oluşturan, her hareketi yapabilmek için gereksinme duyduğumuz ve her hareketi yaptığımızda yeniden ürettiğimiz bir titreşimdir. Ezelden başlamış ve ebede gidendir. Başlangıcı da sonu da yoktur. Hareket oldukça var olan ve olmaya devam edecek olandır. İster canlı ister cansız olsun her varlık enerjiyle beslenir ve böylece varlığını sürdürür ve aynı zamanda atomlarının hareketi sonucunda çevresindeki enerjiyi hem besler hem dönüştürür. Bence Vikipedi’nin açıklamasından öte, sadece gözle görülebilen her maddeye değil, var olan her şeye etki edebilir ve aynı zamanda var olan her şeyden de etkilenir. Bu etkileşim hali varoluşu ve dolayısıyla enerjiyi sonsuz kılar. Basit fizik bize “ışık ve ısı olarak algılayabildiğimiz titreşim kendi içinde iki ayrı ve birbirini hem tamamlayan hem tüketerek dönüştüren kutuptan ibarettir” diyor. Pozitif enerji, aktif olan ve merkezden dışarıya doğru hareket eden bir türdür. Negatif ise, pasif olan ve dışarıdan merkeze doğru hareket eden zıt bir türdür. Bu iki enerji ne kadar güçlü olursa olsun, kendi başlarına olduklarında çok da işlevsel değildirler. Isı ve ışık yani işlevsel enerji ancak iki karşıt kutup birbirlerine değerek etkileştiklerinde ortaya çıkabilir.
Bölüm 2: Yin ve Yang Bu yazıda ağırlıklı olarak bu iki kutuptan negatif eğilimli olan üzerinde konuşacağız. Uzakdoğu öğretileri açısından negatif titreşimli enerjiye yin diyoruz ve ama buradaki negatif “olumsuz” anlamına gelen bir sözcük değil. Yin sözcüğü, daha çok yang, yani daha aktif olana göre, daha az aktif olandan başlayarak en pasif olana kadar tüm yelpazeyi kapsayan bir kavramı açıklıyor.
İnsanın hareket etmenin dışında, enerji üretimi için kullandığı ikinci araç da düşüncelerdir. Kişi ister farkındalıkla düşünsün ister düşünceleri otomatik olsun, mutlaka bir biyokimyasal tepkime ortaya çıkar. Yin enerji doğası gereği dışarıdan merkeze doğru hareket eden, ürediğinde bulunduğu çevreyi destekleyen ve sakinleştiren bir titreşim türüdür. Dünyanın ve toprağın yin ile ilişkilendirilmesi bir rastlantı değildir. Dünya hiç kesintisiz sürdürdüğü dönüş hareketi ile yerçekimi enerjisini yaratarak bizi ve ürettiklerimizi üzerinde durabilecek şekilde destekler. Toprak ise gerek doğrudan gerek dolaylı yollardan beslenmemizi sağlayan her şeyi bize sunarak yaşamımızı aralıksız olarak destekler. İnsanın hareket etmenin dışında, enerji üretimi için kullandığı ikinci araç da düşüncelerdir. Kişi ister farkındalıkla düşünsün ister düşünceleri otomatik olsun, mutlaka bir biyokimyasal tepkime ortaya çıkar. Biyokimyasal tepkime bir harekettir ve her hareket gibi o da bir enerji üretir. Bu açıdan olaya bakınca düşünce etkin yani yang enerji ile ilişkilidir. Bu düşünceye bedenin verdiği biyokimyasal tepkiye hormon diyoruz. Hormon salgısının ruh alanı üzerinde yarattığı etki kendiliğinden oluşur ve biz bu etkiye duygu diyoruz. (Yüksek titreşimli duygular ruhsal alanda kabarmalara ve düşük titreşimli duygular ruhsal alanda çökmelere neden olur. Alan ise homojen, düzgün ve akışkan olmalıdır. Üzerinde ister tepecik olsun ister çukurcuk, bunlar varlıklarını sürdürdükçe enerjinin akışkanlığı sekteye uğrar. Bu nedenle her duygu sonuna dek yaşanmalı ve etkisi dönüştürülerek ruhsal alandaki akışkanlık devam ettirilmelidir.) Yukarıdaki açıklamalara göre bir değerlendirme yapacak olursak, düşünceler yang ve duygular yin titreşimlerden oluşur demek uygun görünüyor. Düşünce yang olduğu için merkezden dışarı doğru hareket eden ve açılan bir titreşim oluşturur. Birikmez ve biz düşünmeye devam ettikçe beslenerek gelişmeye, genişlemeye devam eder. The Wise 39
“Bir enerji bir kez üremişse asla kaybolmaz ancak form değiştirebilir” diyordu Vikipedi’deki açıklama. Acı çemberleri de asla kaybolmazlar. Onlar bir şekilde yeniden gündeme getirilip içine bakılarak, uygun bir yaklaşımla atıl katı maddeden akışkan kullanılabilir enerjiye dönüştürülebilirler, ancak yok edilemezler.
Yani zihnin genişlemesi öğrendiklerimizin değil, öğrendiklerimizi kullanarak düşünmeye başlamamızın bir sonucudur aslında. İşin doğrusunu isterseniz zihin o kadar dar ve kapalıdır ki, onun açısından bakınca her konudaki tüm yeni öğrendiklerimiz hemen kabul edilmemesi gereken, mümkünse zihin alanının dışında tutulması uygun olan yeniliklerdir. Bu yüzden yeni öğrendiğimiz her bilgiyi sindirmek için zamana gereksinme duymaktayız. Duygu ise yin olduğu için, dışarıda etkileşimin ilk olduğu noktadaki bir sınırdan başlayarak kendi içine doğru dönerek hareket eder ve alanın tamamını içeriden kat edebilir. Duygu hangi türde olursa olsun titreşimi yindir ve akmasına izin verildiğinde mutlaka destek sağlar. Üzüntü, keder, sevinç, neşe ya da başka bir şey olması onun destek sağlayıcı özelliğini hiç değiştirmez. Bu özelliği değiştiren tek şey yine o duygu hakkındaki düşüncelerdir. Üzüntüyü zayıflık, sevinci şımarıklık gören toplumlarda kimse duygularını tam olarak yaşayamaz ve enerjinin akmasına da izin vermez. Yaşanmayan duygu içine dönen ve tamamlanmış olsa da kullanılamayan bir enerji spirali olarak ilgili kişinin enerji alanında bir yerde kalakalır.
Bölüm 3: Acı Çemberi Yaşanmayan duygunun titreşimi zamanla acıya dönüşür. Acı hiçbir zaman kendiliğinden ortaya çıkan bir duygu değildir. Acı, oluşmuş duygunun akmasına, değerlendirilmesine ve titreşimsel olarak kullanılarak dönüştürülmesine gösterilen direncin sonucudur. Duygulardan oluşması nedeniyle doğası gereği yindir ve içine doğru dolarak yoğunlaşır. Bu takılmış ve hareketi düşünceler yoluyla engellenmiş, içine dönerek yoğunlaşmış spirallere biz acı çemberi adını veriyoruz. 40 The Wise
Eh! artık herkes duydu. Evrende benzer enerjiler birbirlerine çekilirler yasası (çekim yasası) vardır. Bir kez bir acı çemberi oluşturduğumuzda, aynı tür titreşime sahip tüm yeni oluşacak duyguların enerjileri otomatik olarak o çembere ulaşır. Çember içindeki titreşimin daha da çok kendi içine dönmesine ve giderek yoğunlaşmasına neden olur. Aynı duygu ne kadar ürer ve yaşanmasına izin verilmezse çemberin içinde o kadar çok enerji birikir. Sonunda bir acı çemberi fiziksel olarak görülebilecek kadar yoğunlaşabilir. Biz bu yoğunluktaki acı çemberlerine kist, polip, tümör gibi isimler veriyoruz. İster yağ bezesi olsun ister kanserli tümör tüm kistler aslında yaşanmaktan imtina edilmiş, bastırılmış duyguların artık gözle görülür hale gelmiş olanından başka bir şey değildir. Bir insanın yaşamı dediğimizde akla olsa olsa 80 – 90 yıllık bir süre geliyor. Oysa bir insanın yaşamı tüm atalarının tamamlanmamış işlerini de içeren bir DNA kayıtları bütünüdür. Ebeveynlerden çocuklara aktarılan kayıtlarda, bitirilmemiş işler gibi yaşanmamış duygular da söz konusudur. “Bir enerji bir kez üremişse asla kaybolmaz ancak form değiştirebilir” diyordu Vikipedi’deki açıklama. Acı çemberleri de asla kaybolmazlar. Onlar bir şekilde yeniden gündeme getirilip içine bakılarak, uygun bir yaklaşımla atıl katı maddeden akışkan kullanılabilir enerjiye dönüştürülebilirler, ancak yok edilemezler. Diyelim ki bir dede eşini genç yaşta kaybetti ve bu duruma çok üzüldü. Bulunduğu toplum onu bu üzüntüyü yaşamaktan men ettiyse dede ne yapsın? Duyguyu bastıracak ve içine gömecek. İçe gömülen duygu bastırıla bastırıla kistik bir spirale yani bir acı çemberine dönüşecek. Çember bir kez oluştu mu çaresiz enerji alanında bir yerlerde askıda kalacak. Çok üzüntülü olduysa başka bir örnek verelim ve biraz da şaşıralım. Diyelim ki dede beş kız çocuktan sonra bir erkek evlat sahibi oldu, çok sevindi, mutlu oldu ancak bulunduğu çevre itibarıyla sevinç gösterisi yapmak hoş karşılanmıyor. Dede ne yapacak, üreyen bu sevinç duygusunu bastıracak. Bastırınca yine bir duygu çemberi oluşacak ve baskı söz konusu olduğundan doğası acı çemberi ile aynı olacak: Duygusal kist. Bu acı çemberi de dedenin enerji alanında bir yerlerde askıda kalacak. Yıllar geçecek dede de ömrünü tamamlayacak ve bu dünyadan göçecek. Peki o acı çemberlerine ne olacak? Hiç! onlar bu dünyaya ait olduklarından dedenin enerji alanından çıkıp atmosferde benzer enerjilerin bulunduğu bir yerlere çekilerek sürüklenecek.
Doğrusal olmayan zaman da böyle bir şeymiş işte. Şimdilerde zamanın sadece alansal olmadığını, aynı alan üzerinde bir de spiraller çizen yollar olduğunu ve yolların üzerinde zaman bölgeleri olduğunu da söylüyorlar. Ben de yüzde yüz algılamıyorum ancak mesela 1998 yılı olarak adlandırdığımız dönem bu alanda bir zaman bölgesi olarak adlandırılıyor diyelim. Biz o alanda gezerken 1998 zaman bölgesine yaklaştığımızda, oradan daha önce de geçmiş (belki de atamız geçmişti ve bizde de kaydı var sadece veya yakında geçeceğimiz bir yer de olabilir) birilerinin titreşimleri içimizdeki oraya ait bilgilerle rezone olduğunda orada yaşananları hissedebiliyor hatta net bir dille betimleyebiliyormuşuz. Bu durumda, söz konusu dedenin deneyimi onun fiziksel olarak yaşadığı o zaman bölgesindeki bir yerde bir acı çemberi olarak takılı kalıyor demektir. Ya da gelecekteki kendimizin… Bir başka kişi o zaman bölgesine girip acı çemberine yaklaştığında kendi içindeki anı harekete geçiyor ve onu etkisi altına alıyor olabilir bu durumda.
Bölüm 5: Acı Çemberlerinin Etkileri
Kim bilir hangimizin alanında kaç tane acı çemberimiz var ve bizim kendisi ile ilgilenip içindeki duyguyu tam olarak yaşayarak dönüştürmemizi bekliyor. Bunun sayısını bilmesek de bizi daha çok üzen, kıran, öfkelendiren konuları tanıyabiliriz. Dededen önce yaşamış insanların bıraktığı diğer acı çemberlerine katılıp, kendisine en uygun olan, en kolay rezone olabildiği bir tanesine yapışarak onu güçlendirecek.
Bölüm 4: Zaman Bölgeleri Burada biraz da zaman bölgelerinden söz etmek istiyorum. Pek çok defa zamanın lineer olmadığını duyuyoruz. Bilim adamları zamanın bir algıdan ibaret olduğunu ve gerçek olmadığını kabul ediyorlar açıkça. Açıklamaya göre her şey adına zaman denen ucu bucağı belirsiz bir büyük alanda ve tam da aynı zamanda oluyor. Ancak biz bu aynı anda olan şeyleri algımızın dar kapasitesiyle, ancak olan şeyin alanda bulunduğu bölgeye yaklaştığımızda görebilir, duyabilir, dokunabilir ya da tadabilir hale geliyoruz. Biz yaklaşınca fark ettikse de onlar orada hep vardı diyorlar. Elbette 3 boyutlu algıya alışkın olan zihinlerimiz için bunu kavramak çok da kolay değil, ancak çok büyük bir alanın bir yerinde durduğunuzu düşünün. Sizden 37 km. ileride bir traktör duruyor olsun. Siz traktörü bulunduğunuz yerden göremezseniz de o oradadır ve ona yaklaşınca varlığını fark edersiniz.
Şimdi gelelim asıl konuya. Diyelim ki siz de benzer bir acı çemberi ürettiniz ya da DNA yoluyla miras aldınız. Sizin çemberiniz, sizin alanınızda bir yerde uykuda. Varlığını hiç bilmiyorsunuz veya çoktan unuttunuz. Yaşam içinde ilerliyor, dünyada çeşitli yerlere gidip geliyor, farklı bir sürü deneyimin içinden geçiyorsunuz. Nerede, hangi zaman bölgesi var? Hangi alanda/ zaman bölgesinde ne tür titreşimler var? Siz o tür titreşimlerle karşılaştığınızda neler olabilir? Bu konularda en ufak bir fikriniz bile yok çünkü siz sübtil enerjileri görme yeteneğine sahip bir psişik değilsiniz. Tatil için bir yere gidiyorsunuz ve birden bire kendinizi anlamsız bir keder duygusu içinde buluyorsunuz. Film izlemek, kitap okumak, yüzmek, ata binmek, serbest paraşüt, bungee jumping, rafting, partnerinizle söyleşmek/sevişmek ya da ne varsa çevrede sizi rahatlatabilecek hepsine takılıp huzuru geri almaya gayret ediyorsunuz ve nafile. O size yapışan keder duygusundan bir türlü kurtulamıyorsunuz. Belki de DNA sarmalınızda atalarınızdan veya sizin kendi deneyimlerinizden kalma bir acı çemberi vardır ve orada, o yerin içindeki, o zaman bölgesinde havada asılı başkalarına ait bir titreşimsel acı çemberinin içindeki kayıtla sizinki benzediğinden rezone olmuşlardır. Siz de bu rezone olarak aktif hale gelmiş acı çemberinin etkisini yeniden deneyimliyorsunuz. Bir de anlamlandırmadığınız için daha da bastırıp içindeki acıyı daha da güçlendiriyorsanız… Özetlemek gerekirse: Üzüntü ya da sevinç, hiç fark etmez, her türlü duygu serbestçe yaşanamaz ve içe destek enerjisi olarak aktarılmazsa mutlaka öfkeye dönüşür, Öfke bastırıldığında bir acı çemberinin oluşması kaçınılmazdır. The Wise 41
Karın ya da kalp bölgenizde her hangi bir hareket, his ya da algı oluştuğu zaman en azından bir acı çemberi yüzeye yaklaşmış ve kendini gösterir hale gelmiş demektir. Hazırladığınız dairenin içine girin. Kim bilir hangimizin alanında kaç tane acı çemberimiz var ve bizim kendisi ile ilgilenip içindeki duyguyu tam olarak yaşayarak dönüştürmemizi bekliyor. Bunun sayısını bilmesek de bizi daha çok üzen, kıran, öfkelendiren konuları tanıyabiliriz.
Bölüm 6: Acı Çemberlerini Şifalandırmak Bu konuda uzun zamandır yaptığım araştırmalar ve denemeler sonucu insanların hepsinde çok sayıda çember olduğunu gördüm. Epey alınteri döküp emekler verdikten sonra bu çemberlerin içindeki enerjiyi yaşayıp deneyimleyerek atıldan yararlıya dönüştürmek için de bir yol keşfettim. Şimdi hazır olun, bu yolu size anlatıyorum: Kendinize zaman ayırabileceğiniz bir dönemde, sakin ve mümkün olduğunca sessiz bir yere geçin. Her şeyden önce, yaklaşık 3 m. çapında bir daire oluşturabilecek uzunlukta bir sicim hazırlayın ve onunla yerde bir daire oluşturun. Odaklanma sorunu olmayanlar aynı şeyi imgeleme yoluyla da yapabilirler. Dairenin dışında kalın. İster oturarak ister uzanarak kendi etkili merkezinize odaklanın: Sezgileri güçlü olanlar için karın merkezi, duyguları güçlü olanlar için kalp merkezi uygundur. (Karın merkezi Dantien adını verdiğimiz göbekten 3 parmak kadar altta ve bedenin içine doğru 3/2 oranında girildiğinde fark edilen bir yerdir. Kalp merkezi ise yaklaşık olarak, iman tahtasının ortasında bulunan timus bezinden içeriye doğru 3/1 oranında ilerlendiğinde ulaşılan yerdedir.) Nefesinize odaklanın ve zihninizi dinginleştirin. Kafanıza ve düşüncelerinize hiç takılmayın. Aklınıza gelen düşünceleri bırakın gelsinler ve geçsinler.
Kendinizi hazır hissedip ilgili merkezinize odaklandığınızda çalışmaya başlayabilirsiniz.
tam
olarak
“Yüce Yaratan’ın izni ve ismiyle acı çemberlerimi deneyimlemeye niyet ediyorum. Şimdi ve burada tüm zaman bölgelerinde, tüm atalarımdan ve kendi deneyimlerimden kalmış olan ve kendi enerji alanımdakilerle tınılaşan aşk, para, cinsellik, yaratıcılık, terk edilme, değersizlik, yetersizlik (ya da her hangi başka bir tane, ancak her seferinde bir sübje) konusundaki acı çemberlerimle yüzleşmeye ve dönüştürmeye hazırım” diyerek tüm varlığınızla kendi etkili merkezinize odaklanın. Karın ya da kalp bölgenizde her hangi bir hareket, his ya da algı oluştuğu zaman en azından bir acı çemberi yüzeye yaklaşmış ve kendini gösterir hale gelmiş demektir. Hazırladığınız dairenin içine girin. “Şimdi ve burada bu acı çemberini oluşturan yaşanamamış tüm duyguları yaşamaya izinliyim” diyerek kendinizi içinizden gelen hale bırakın. Çemberin içinde oturabilir, ayakta durabilir hatta uzanabilirsiniz. İçinizden ağlama, gülme, şımarma, öfke ya da başka her hangi bir duygu ya da davranış isteği yükseldiğinde bunu durdurmayın. Bırakın o gelen her neyse tamamen yaşanana ve dönüşene dek sizinle olsun. O duygu, istek ya da hareket tam da zamanında izin verilmediği, bastırıldığı için acıya dönüşen titreşimin ta kendisidir ve onu yaşamaya izinli olmanız sıkışıklığın kapısını açacak olan anahtardır. Bir duygu tamamlandığında hemen dışarı çıkabilirsiniz ancak ben bunu yapmanızı pek önermiyorum. Çemberin içinde kalın ve kendinize zaman verin. Çemberler genellikle çok sayıda bastırılmış duygunun sıkışarak kristalize olmuş düğümlerinden oluştuğundan kendinize yeteri kadar zaman vererek aynı çemberi oluşturan birkaç düğümü bir çalışmada çözme olasılığı yakalayabilirsiniz. Özellikle imgeleme yoluyla çalışmayı yeğleyenler o günkü çalışmanın bittiğine inandıklarında kendi ürettikleri o imgesel çemberin ışığa dönüşerek yavaşça yok olduğunu fark edebilirler. Bu söylediğim şey bende çalışmanın gerçekten tamamlandığını gösteren bir içsel araç olarak işe yarıyor. Kim bilir belki sizde de aynı şey olur. Çemberle o gün için işinizin bitmiş olması ilgili konuda tüm acıların yaşanmış ve çözülmüş olduğu anlamına gelmez. Aynı çalışmayı ta ki çember içindeyken hiçbir şey hissetmeyene kadar yinelemeniz yararlı olabilir. Çemberden çıktığınızda kendinizi çok enerjik ya da tam tersine çok yorgun veya bitkin hissedebilirsiniz. Bu tür duygular çalışmanın işe yaradığının birer göstergesi olup, hemen iki en fazla üç gün içinde çok daha iyi hissedeceğinize inanıyorum. Çalışma basit gibi görünse de oldukça derinlerde uyuyan, size veya atalarınıza (inananlar için geçmiş yaşamlarınıza) ait çok büyük acıların anılarını arındırmaya yaradığından “aman bugün yine yapayım, hatta yarın da yaparım ve öbür gün de eksik kalmasın” gibi aceleci bir yaklaşımınız olmasa işiniz daha kolay olur diye düşünüyorum. Binlerce yıldır var olan bu acıların ve anıların hepsini mesela bir ay gibi kısa bir zamanda çözmeniz gerekmez . İşinize yaramasını diliyorum.
42 The Wise
The Wise Ruh Sibel Oltulu
sibel.oltulu@thewisemag.com
Herşeyi Olan Kız
Ayıcığıyla olan ilişkisinden öğrenmesi gereken birşey vardı belki de küçük kızın: Miadını dolduran herşeyin yaşamından çıkabileceği ve bunun doğal bir süreç olduğu!
K
üçük bir kız çocuğu yaşardı çok eskiden. Hepimizin çocukluğu gibiydi onunkisi de. Bir ayıcığı vardı mesela. Kimilerinin saçını taramayı çok sevdiği bir bebeği, kimilerinin elinden düşürmediği hani geri çekince ileri doğru fırlayanlardan kırmızı bir oyuncak arabası olurdu ya, onun gibi bizim kızın da bir ayıcığı vardı heryere yanında taşıdığı. Uzun yıllar boyunca nereye giderse götürdü ayıcığını; kimi zaman gezmeye gittiklerinde, kimi zaman otobüste unutuldu o ayıcık ama her seferinde sadık dostuna bir şekilde kavuştu.
O peluş ayıcığı kim bulsa, bilirdi bizim kıza ait olduğunu ve hemen bu iki dostu biraraya getirmek için elinden geleni yapardı. Böyle bir şeydi çocukluk zaten, herkes sen mutlu olasın diye seferber olurdu! Gel zaman git zaman küçük kız büyüdü, peluş ayıcık ise yaşlandı. Artık ayıcığı çamaşır makinesinde yıkamak veya lime lime olmuş tüyleri daha fazla yolunmasın diye el değmemek de kâr etmiyordu onu adam etmek için. Küçük kızın annesi, her annenin çocuklarından habersiz yaptığı gibi bir “oyuncak temizleme operasyonu”yla ayıcığı evden postaladı. Küçük kız çok üzülmüştü buna ama yapacak birşey de yoktu. Ayıcığın bu operasyon sonrasında nerede olduğunu hiçkimse bilmiyordu. Hem ayrıca artık bu iki dostun birarada kalmalarında bir lüzum görmüyordu kimse belli ki, kapıyı çalıp “ayıcığınızı bulduk” diye gelen de olmuyordu. Ayıcığıyla olan ilişkisinden öğrenmesi gereken birşey vardı belki de küçük kızın: Miadını dolduran herşeyin yaşamından çıkabileceği ve bunun doğal bir süreç olduğu! Bunu erken yaşta öğrenmişti küçük kız...Büyüdükçe de yaşamından çıkan diğer şeylere ilk başta üzülse de sonra büyük bir olgunlukla durumu kabul etmeyi bildi. Belki de en çok hiçbir şeye fazla bel bağlamamayı öğrenmişti. Kocaman olmuştu artık. Yaşamından ayrılan ve yaşamına katılan ne çok şey olmuştu o yaşa gelene kadar. Hiçbir şeyi sahiplenmemesi gerektiğini biliyordu şimdi. “Benim şuyum var, buyum var” demiyordu artık ama: “Herşeyim var” diyordu nedense. “Yaşına başına bakmadan neler yapıyor” diyenlere inat, kafasına papatyalardan yapılmış bir taç taktı. Onun herşeyi vardı çünkü, taçsız kraliçe olmaktansa tacını da takmıştı kendi kendine. Bu yaşamda eğer sahip olduğu birşey varsa o da şimdiye dek dokunduğu diğer yaşamlardı ve olmaya da devam edecekti. Bu yüzden hem hiçbir şeyi yoktu, hem de herşeyi vardı! The Wise 43
The Wise Ruh
Dost Can Deniz
dost.can.deniz@thewisemag.com
En Mutlu Düşten Daha Mutludur Uyanmak...
B
ir dostumla yemek yiyoruz, öğleyin. İyi durumda değilim. Biraz önce biten ve benim tanık olduğum bir karşılaşma, hiç de benim istediğim gibi gitmemiş. İki uykuda insan birbirine girmiş, kendilerini uyanık sanarak. Her biri diğerinin rüya gördüğüne emin, kendi yarattıkları canavarla savaşmışlar ve doğal olarak kurşunların ve sözlerin işlemediği bu canavara yenik düşmüşler. Ben ise kendi canavarımla boğuşuyorum şimdi. Bu halimi gören bilge dostum çiğnediği lokmaların arasında duruyor. Dikkatle ve endişe ile süzüyor beni. “Ya Dost’um,” diyor. “Ne yapıyorsun şimdi?”
44 The Wise
Sorusunu algılamaya çalışıyorum mücadelemin arasından. Sonra elimden geldiğince, dilim döndüğünce o olaydan, o rüyada, kabusta olan iki dostumdan bahsediyorum, nasıl gerçeği göremediklerinden, nasıl kendi yaptıkları şeyler için birbirlerini suçladıklarından, nasıl kendi yarattığı canavarlarla savaştıklarından ve yenildiklerinden bahsediyorum. Nasıl beni dinlemeyi reddettiklerinden ve kendi dramalarına aşık olduklarından, bundan nasıl beslendiklerinden dem vuruyorum. Sonra kendime dönüyorum, üstüme düşeni yapamadığımdan, zayıf düştüğümden, elimden bir şey gelmediğinden bahsediyorum.
Dostum beni dikkatli bir şekilde, ama düşünceli dinliyor. Gözleri bende ufacık bir uyanıklık pırıltısı arıyor herhalde. Baktı ki nafile, “peki dostum” diyor, “senin canavarın nerede şimdi, şu an?” Sorusunu anlamazlıktan geliyorum. “Sana şu an işkence yapmakta olan, kendi canavarın nerede?” diye tekrarlıyor. Yanı başımda. Ense kökümde. Boynumdan yakalamış. Devamlı konuşuyor, bu karşılaşmada bu iki insana nasıl destek olmam gerektiği ile ilgili kesin ve keskin fikirlerini avaz avaz bağırıyor, yapamadıklarım için canıma okuyor. Karşımda duruyor hiç bir zaman ulaşamayacağım, zaten ulaşamayacağım şekilde yarattığım o ideal, herşeyi her zaman ve her şekilde doğru yapan ve bu benimle ilgili bu ideale uymayan herşeye bütün gücüyle saldıran. Hani o ideale uyma çabamın pek de işe yarar bir iş olmadığını deneyimle öğrensem de ele geçiriyor bazen o idealist iç canavarım. Hatta bu son cümle bile onun söyleyeceği cinsten bir cümle, sinsidir canavarım benim! Rüyamı görüyorum. Dostum uyanmakta olduğumu görüyor, diyor ki “baksana çevrene” diyor, “bu andan başka an var mı?” Anlamaya çalışıyorum. “Bana dostlarını ve problemlerini göster şimdi.” Saçmalıyor olabilir mi? Anlamadığımı görerek açıyor: “Şu anda endişelendiğin, seni üzen şey hangi zamanda?” diye soruyor. “Geçmişte kaldı” diyorum, içim sızlayarak. Geri dönüp de değiştiremeyecek olmanın acısı sarıyor içimi. Sevgili canavarım bütün açıkları değerlendiriyor. “Dostum” diyor dostum. “Söylediklerin, pişmanlık duydukların, seni mutsuz eden şeylerin hepsi geçmişte kaldı, değil mi?” “Evet” diyorum. “Yani şu değiştiremezsin”.
anda
Doğal olarak. “Farkında mısın” diyor, “seninle ne zamandır sohbet edemedik”. Dostumla saatler süren edebiyat, felsefe, ekonomi, psikoloji, yönetim bilim sohbetlerimizi anımsıyor, gülümsüyorum.
“Ve benimle olmak yerine şu an, bu geçmişte kalan, hem de seni pek de mutlu etmemiş bu olayla beraber olmayı tercih ediyorsun.” Yavaş yavaş uyanıklık hali bedenimi sarıyor. Birden bedenime ve şimdiki zaman ve mekana geliyorum. İlk defa etrafıma bakıyorum, şaşkınlıkla. Çevremdeki ağaçları ve çiçekleri hiç fark etmemişim, arka plandaki inşaat gürültüsünü duymadığım gibi. Sanki ışınlanmışım buraya bir saniye önce gibi bir his geliyor içime. İlk defa gerçekten bakıyorum dostumun merakla bana bakan yüzüme. Bedenime ışınlandığımı o da gördü. “Hem,” uyandığımı görmekten aldığı cesaretle devam ediyor, “nereden biliyorsun yaptığının veya onların yaptıklarının kötü, yanlış, işe yaramaz olduğunu? Nereden biliyorsun bu tartışmanın ileride ikisinde de ciddi uyanmalar yaratacağını? Nereden biliyorsun bu iki kişinin arkadaş kalmasının veya olmasının her ikisi, sen ve hatta dünya için iyi olduğunu?” Hmmm, güzel nokta. İçimden, derinlerden bir ses “devam et, devam et!” diyor. “Dostum, farkında mısın, gerçekte olmakta olanla beraber olmaktansa ne olması gerektiği hakkındaki fikirlerinin seni şimdiden, buradan, buradaki, gözünün önündeki fırsat ve yaşamdan koparıp götürdüğünü? Kim demiş senin iyi olarak değerlendirdiğin şeyin iyi, kötü olarak değerlendirdiğin şeyin kötü olduğunu? Olanla beraber olmak varken, herşeyin nasıl olması gerektiği ile ilgili fikirlerinle ilgilenmenin nelere yol açtığının farkında mısın?” Yan gözle canavarıma bakıyorum. Şimdi gözüme çok küçük gözüküyor. Masum, küçük bir kedicik rolü yapıyor şu an. Havayı önce burnuma, oradan da ciğerlerime dolduruyorum. Kar kokusu doluyor genzime. Yemeğimden bir lokma atıyorum ağzıma. Hafif ekşi bir lezzetin içindeki çok hafif zeytinyağı tadını algılıyorum belli belirsiz. Beyaz masa örtüsündeki işleme çiçeklerin uyumuna takılıyor gözüm. Arka planda çalan müzik, tatlı tatlı kulağımı yalıyor. Eğik oturmakta olduğum için sırtımın ağrımaya başladığının ayırdına varıyorum. Aklıma Sheakespeare’in sözü geliyor: “En mutlu düşten daha mutludur uyanmak”.
The Wise 45
The Wise Yaşam
Hakan Arabacıoğlu
hakan.arabacioglu@thewisemag.com
Kendinizi Tekrar Eden Durumdan
B
Kurtarın
azen hayat bir bilgisayar oyunu gibi geliyor. Bir seviyeyi atlamadan öbür seviyeye geçemiyorsunuz. O seviyeyi geçene kadar da hep aynı tipte karakterler karşınıza çıkıyor. Gelenin tipi değişse de sizi hep aynı yerinizden vuruyor, sizi hep aynı şekilde incitiyor.
Diyelim ki çok sinirlendiniz, kendinize sorun: Benim aslında neye ihtiyacım var? Hangi ihtiyacım karşılanmadığı için sinirlendim? Bulduğunuz cevabı karşınızdaki kişiyle de paylaşın. “Şuna ihtiyacım vardı ve bu ihtiyacım karşılanmadığı için şu davranışın karşısında sinirlendim” gibi. Ve sonra ihtiyacınızı giderin.
Sizi inciten şey her ne ise, onu bir de genellediniz mi, o zaman işler iyice karışıyor: “Bütün erkekler, kadınlar, patronlar birbirinin aynıdır” gibi. Halbuki onu birçokları içinden siz çektiniz ve seçtiniz. Onunla yola devam etmeye siz karar verdiniz.
Önceki ilişkilerinizden getirdiğiniz birikmiş üzüntü ya da öfkeyi temizleyin. Bunu yapmadığınız sürece, yaşadığınız her olayı sizi yaralayan olaya benzetip otomatik tepki vermeye devam edeceksiniz. Geçmişle ilgili depoladığınız yükü temizlemeden hayatınızın değişmesini beklemeyin. (Temizlik için buradaki mektup şablonunu kullanabilirsiniz.)
İşin püf noktasını keşfedip bulunduğunuz seviyeyi atlayana kadar hep aynı tiplerle oynamaya devam ediyorsunuz. Gözden kaçırdığınız şeyi bulup düzeltene kadar... Bütün bu aynıların içinde artık yeniye merhaba demek istiyorsanız, yapabileceğiniz birkaç şeyi hemen burada sıralayayım: Tepkilerinizi değiştirin. Karşınızdaki kişiye kızmaya başladığınızı fark ettiğinizde genelde ne yapıyorsanız, gidin hiç yapmadığınız bir şey yapın. Mesela gidip dişlerinizi fırçalayın. Böylece kendini tekrar eden döngüyü kıracak, otomatik tepki vermeyi bırakacaksınız. Tepkileriniz sizi yönetmeyecek, siz tepkilerinizi yönetmeye başlayacaksınız. İletişimle ilgili neyi farklı yapabileceğinize bakın. Her olumsuz duygu, karşılanmamış bir ihtiyaçtan doğar.
46 The Wise
Olaylara büyük pencereden bakın. Kişiselleştirmeyin. Büyük resimde olan bitenin o an hiç bilmediğiniz bir anlamı olduğunu hatırlayın. O anki çatışmanın 10 sene sonra hiçbir anlamı kalmayacağını düşünün. “Yaşadığım bu durum bana ne öğretiyor, bundan ne ders çıkarabilirim?” diye kendinize sorun. Varsayımda bulunmayın. “Bana çiçek getirmedi, demek ki beni sevmiyor.” Neden çiçek getirmediğini öğrenmeye, anlamaya çalışın. Beklediğiniz şeyi önce siz verin. İlgi bekliyorsanız, ilgi; anlayış bekliyorsanız anlayış... Yani bulmak istediğiniz şeyi önce kendinizde yaratın. Bu yazıyı okuduktan sonra, “söylemesi kolay ama” diyerek söze başlamayın. Yazıyı tekrar okuyup gerçekten küçük küçük de olsa neleri değiştirebileceğinize bir daha bakın.
The Wise Yaşam Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş sonsuz@thewisemag.com
Şimdi Değilse,
Ne Zaman?
S
izi bilmem ama ben tarihi eser gezmeye bayılırım. Özellikle de antik kentlere özel bir ilgim vardır. O mermer sütunlu caddelerde yürürken, ah be zamanında burada yaşayıp, oraları görmek lazımdı diye de düşünmez değilim. Fakat mantıklı tarafım bazen bana şunu der: Birader, sen mesela o zamanın Efes’in de yaşasan, kardeşim ne şehir yaptık be, aslanlar gibi tapınağı da kondurduk, kütüphaneyi de yaptık, gelecek nesiller bakıp bakıp imrenecek, turizmden paranın gözüne koyacak diye mi düşünürsün; yoksa ulan balıkçı Yannis’e de borç gırtlağı aştı, Büyük İskender de yaklaşmış diyorlar, zaten ondan yırtsan Persler’e yakalanacan, n’apacaz, ne halt edecez bilmem ki! Zeus korusun cümlemizi! diye mi düşünürdün?
zaferlerimiz, korkularımız, kitaplarımız, bilgisayalarımız… hepsi ama hepsi bu 1 pikselde gerçekleşiyordu ki daha geniş bir evren resminde güneş sistemimiz ve hatta Samanyolu galaksimizin de büyüklüğü 1 pikselden öte olmayacak, bunu da biliyoruz.
Mantıklı tarafım gayet haklı bu konuda, tarihin hangi dönemine gidersek gidelim, yoldan yürüyen insanın aklından geçen binbir türlü derdi görürüz, tıpkı bizim şimdi yaşadığımız gibi. Bundan 1000 sene sonra yaşayacak bir eski eser meraklısı gencin, kardeşim İzmir’in o zamanki halini görmek lazımmış, ne şehir yapmışlar be paşalar gibi, diyeceğini hayal edebiliyor muyuz? Edemiyoruz. Peki ben bunları size niye anlatıyorum?
Nedir bu stresler, bekleyişler, erteleyişler, huzursuzluklar, sıkıntılar, umutsuzluklar, korkular, kederler ve daha ardı ardına ekleyebileceğimiz bilumum şey… Kendi adıma bu dünyadan yanımda götürebileceğim tek şey ruhumsa, ve benliğimle bu dünyada ne haltlar karıştırdığım ise o zaman en güzel deneyimi, insan olmayı ve insanlara insanlığını yaşatmayı yaşamış olarak buralara eyvallahı çekmek hoş olmaz mı?
Geçtiğimiz günlerde “Life after people” adında enfes bir belgesel izledim. Belgeselin amacı şu: İnsanlık şu dakika itibariyle, geride tek bir kişi bırakmadan aniden yeryüzünden silinse, o muhteşem(!) uygarlığımıza ne olur? Kısaca yanıtlayayım: 100 sene içinde geriye pek bir şey kalmıyor, 5000 sene sonra da insan mı, o ne? durumu ortaya çıkıyor. Yani anlayacağınız o uğruna ruhumuzu sattığımız paracıklarımız, evlerimiz, arabalarımız, mallarımız vs. en fazla 100 sene içinde doğaya karışıyor, 5000 senede de bizden geriye hiçbirşey kalmıyor nerdeyse. Yine geçtiğimiz gün bir belgeselde, Carl Sagan’ın bir evren resmine denk geldim. O kocaman (!) dünyamızın yerini işaretlemişlerdi resimde ve fotoğraftaki yerimiz sadece 1 piksel büyüklüğündeydi. Evet, onca savaşlarımız, gelişimlerimiz, uygarlıklarımız, sevinçlerimiz,
İşte bu gerçekten mikron düzeyimizdeki hayatlarımızdan, bu dünyadan ayrılırken yanımızda götürebileceğimiz ancak dünya üzerinde yaptıklarımız, yaşadıklarımız, anılarımız ve ruhumuza işlenmiş bilumum şeyler olduğuna göre ve bu akla hayale sığmaz evrende mikron kadar yer kaplarken, bu korkular, bu endişeler niye be Hasan’ım, Hristo’m, Walter’ım, Leyla’m, Marianna’m?
Paşalar gibi olur olmasına da, sen bana yarın yatırmam gereken kredi kartı borcundan, elektrik faturasından, kiradan haber ver hacı diyeceksiniz, eminim. Zaten İyonyalı’nın da derdi buydu, Romalı’nın da. N’oldular şimdi? Hepsi müzelik. Kendilerinden üç beş parça bir şey kaldıysa ne ala, hayatlarında bulamadıkları değeri, binlerce yıl sonra görüyorlar… Ama benim niyetim o değeri kendi hayatımda da görmek ve seçimimi insanca yaşamak ve yaşatmak yönünde yapıyorum ve bu seçim için hepimize soruyorum: Şimdi değilse, ne zaman!
The Wise 47
The Wise Yaşam
Filiz Baştüzel filiz.bastuzel@thewisemag.com
İkinci Travma
E
vde yazamayacağımı hissetmiştim. Kağıda dökmek istediğim duygularım çok yoğundu. Eskilerdi, ama olta ucu gibi yüreğime saplanmışlardı. Onları o kadar derine gömmüştüm ki çıkarılmaları da kolay olacağa benzemiyordu. Ama önce biraz temiz havaya ihtiyacım vardı.
Evden çıktım, aşağıya indim ve gördüğüm ilk taksiyi çevirdim. “Çengelköy’e…” dedim taksiciye. Belki o anda sadece sahile doğru götürüyor gibi görünüyordu, ama o taksi beni yılların ötesine de taşıyordu aslında. Aklımda editörüm Sonsuz’la yaptığım telefon konuşması vardı. Ona “The Wise” ikinci sayısında yayınlanan “İlk Şok” yazısının devamını yazmaya söz vermiştim. Aslında bunu kendim için yapacaktım, kendim için yapmalıydım. İçime gömdüğüm bu duygularla yüzleşmem ve onlarla vedalaşmam gerekiyordu. Yılların ilerlemesiyle içimde eskiyerek paslanan, ama acısı hafifleyeceğine gittikçe de ağırlaşan duygu yüklerimi sadece ve sadece yazarak hafifletebilirdim. Ama yazmak da ürkütüyordu beni açıkçası. Çünkü hadi kendine sakladığın yazılarda sorun olmaz, ama binlerce gözün okuduğu bir mecraya yazmak, hele ki gizlemeye en çok çalıştığın duyguları bir çırpıda ortaya döküvermek; bir stadyum dolusu insanın önünde çırılçıplak kalıvermek gibiydi. Profesyonel model olarak yıllarca podyumda herkesin önünde sakince yürümüştüm, ama bu kadar çıplak olduğum bir zaman olmamıştı hiç. Hem nasıl herkese söyleyebilirdim ki içimdeki yıllarca taşıdığım isyanı… Allaha yıllarca “Neden!” diye bağırdığımı; hayata, kadere inancımın nasıl zedelendiğini; koruyucu meleklerime küstüğümü. Hem annem bana “Annenin her dediğini yaparsan cici kız olursun” dememiş miydi ve hatta bu inançla hayatımdaki her şeyi, eşimi bile onun isteğine göre seçmemiş miydim? Ben çok “cici bir kız”dım, “Allah Baba” da beni seviyordu hani? Peki neden hayatımdaki her şey bir anda tuzla buz olmuştu? Gelecekle ilgili rengarenk hayallerim bir anda sabun köpüğünden bir baloncuk misali uçup gitmişti? Oğlumu kaybetmiştim ve üstüne bir de ailemce suçlanarak yapayalnız bırakılmıştım. İnsanın dayanma gücünün çok üstüne çıkan bu ruh işkencesini, kime nasıl anlatabilirdim ki… Ama deniyorum, öncelikle kendim; sonra da benimle benzer durumları yaşayan ama duygularını bir türlü ifade edemeyenler için... “İlk Şok” yazımdan sonra, “Ben de oğlumu/kızımı kaybettim ve yazın kalbimde yıllardır iyileşmeyen yaralara dokundu; bana yalnız olmadığımı hissettirdi” diye mektuplar atan ve sonra da birlikte buluşup çalışma grupları oluşturduğumuz ve acılarımızı paylaşıp birbirimizi şifalandırdığımız binlerce “Melek Annesi” için…
48 The Wise
Başlıyorsun Filiz… Hazır ol…
“İlk Şok”un Ardından… Telefonda bize “Oğlunuzu yoğun bakıma yatırdık; İstanbul’a acil dönün, çok hasta” dedikleri için yolda tanıdığım bütün doktorları aramış ve biz varıncaya kadar yapılacak birşeyler olabileceği ümidiyle hastaneye yönlendirmiştim. Bir yandan da içimde kopan fırtınalara dayanmaya çalışıyordum. Ağlayarak annemi aramıştım: “Anne, isim koyamadıkları ciddi bir hastalıktan Kaan Mert’i hastaneye yatırmışlar. Ne yapsak? Nasıl tanıdık bir doktor bulsak da biz varana kadar müdahale edilse…” derken hemen eklemiştim umutla “Çok kuvvetlidir benim oğlum. O, her şeyi atlatır, ama yeter ki doğru tedaviyi yapacak doktor olsun elimizde!” Uçak, İstanbul Atatürk Havaalanı’na inene kadar buz gibi anaforlar boşalmıştı içimde. Bayramın arife günü oğlumu, kayınpeder ve kayınvalideye bırakıp eşimle birlikte çatırdayan evliliğimizi kurtarmak için Antalya’ya doğru yola çıkarken; aynı saatlerde de annemle babam da Ayvalık’taki yazlıklarına doğru gidiyorlardı. Eve tam varacakları esnada araç telefonları çalmış ve sarsıcı haberi öğrenmişlerdi; ama ben annemle konuşurken o bana hiçbir şey belli etmemişti ve hatta benim telaşlı sesimi duyunca da “Ablanları yazlığa bırakıp, bu gece hiç uyumadan yola çıkıp İstanbul’a geliyoruz yanınıza.” demişti telefonda. Bunu duyunca biraz rahatlamıştım. Yaşadığım şokun etkisi, annemin de yanımda olacağının haberiyle bir nebze yumuşamıştı. Uçaktan indik ve aklımıza bile getirmek istemediğimiz gerçeği öğrendik… Sabah İstanbul’dan yola çıkarken vedalaştığımız 1,5 yaşındaki o ğ l u m u z , öğleden sonra 17:00’de, t a m a m e n ihmalden, d e n i z d e boğularak vefat etmişti…
Etrafındaki canlı cansız her şey uğulduyordu… Hiç bir şey düşünemiyordum… Sanki beynim uçmuştu kafamdan, felç olmuştum… Ne söylenenlere tepki veriyordum, ne kızdığımı ne de üzüldüğümü duyumsayabiliyordum… Bir çeşit rüyada olma hali gibiydi bu… Sadece gözden ve kulaktan ibaret, bir o kadar da duygusuz duyusuz şeffaf bir yaratıkmış gibiydim… Bastığım yeri bile fark etmeden öylece havada asılı gibi duruyor ve bakıyordum etrafa… Sadece uğultuları duyuyordum… Cevap bile vermiyordum çoğuna… Veremiyordum… Hem versem ne olacaktı ki sanki, giden gitti! diyor içimdeki… Ruh gibiydim… Her şeyi görüyor ve duyuyordum, ama müdahale edemiyordum… Bitkisel hayattaydım sanki… Olayı duyduktan sonraki şok; ne yapacağını ne diyeceğini bilememe, kabul edememe, isyan durumu sanki hücrelerimi susturmuş, durdurmuştu. Akabinde başlayan ve çaresizlik içinde yüreğime yerleşen garip bir girdapla kalakalmıştım… Bana gerçeğin söylenmesiyle kasılıp kalan zihnim ve bedenim aniden “ben annemi istiyorum” diye beynimden kalbime doğru bağırmıştı sanki… İlk aklıma gelen şey annemi babamı arayıp ağlamak, acımı paylaşmak oldu. Onlara çok ihtiyacım vardı. Annemi istiyordum yanımda. Aradım araç telefonları kapalı ya da çekmiyor… Allahım! Bu bir kabus olmalı… Üstüne üstlük on iki saatlik bir yolun ardından tekrar arabayla bir on saat daha yol gelecekler uykusuz perişan halde… Yoksa onlarda mı yolda kaza geçirip öldüler? Onları da mı kaybettim? Bu bir kabus mu Allah’ım! Ne olur rüya olsun uyanayım. Kimse ölmemiş olsun, ne olur Allah’ım yalvarırım! Arıyorum, telefonları halen kapalı. Annemle konuşmak istiyorum, Allah’ım! Sesini duymak, olanları anlatmak, telefonda da olsa katıla katıla ağlamak istiyorum… Acıyla hücrelerime yerleşen hissizlik bir anda kendini korku girdabına bırakmıştı. Korku ve endişe girdabıydı bu sanki. İki kaburgamın tam ortasında, döne döne içimi oyan buz gibi bir girdap. Tam göğsümün orta yerine buzdan bir tünel oluşturdu ve oraya kazık şeklinde bir buz kütlesi yerleştirdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde de o buz kütlesi sanki eridi de yerini boş ve soğuk yeller esen bir tünel bıraktı. Kocaman bir tornavidayla bura bura açılmış, bir ucu önde bir ucu sırtımda, içinden soğuk yeller esen bir tünel…
…Ve Annemle Karşılaşıyorum Sabaha kadar uyumadan annemleri aradım. O an her şeyden çok onların seslerini duymaya “Kızım, canım. Geliyoruz, yanında olacağız.” demelerini duymaya ihtiyacım vardı. Gün ağarırken bir saat, o da verilen sakinleştiricinin etkisiyle gözlerimi kapamıştım. Uyanır uyanmaz da dün yaşadıklarımızın bir kabus değil, ölümden beter bir gerçek olduğunu anlamam bir oldu. Hemen ardından da onları da kaybetmiş olabileceğim endişesiyle telefona sarılıp yine annemle babamı aradım. Hala cevap vermiyordu telefonları, kapalıydı. Allahım delirecektim! Bu kabustan biran önce çıkmak, sanalsa oyunu sonlandırmak; gerçekse de dünyadan inmek ve koşarak kaçmak; hemen yok olmak istiyordum… Cenaze, ikindi namazında kaldırılacaktı. Öncesinde evimize geldik. Eve girmeye gücüm yoktu. Onun odasına girmeye, onun eşyalarını görmeye nasıl dayanabilecektim ki? Birden gidip onun eşyalara The Wise 49
sinen kokusunu koklamak geldi içimden. Odasına girip, çoraplarını teni gibi sabun kokan, süt kokan mis kokan bodylerini kokladım da kokladım… Eşimin suratıma endişeyle bakan halini görünce de “hepsini verelim, hiç birini tutmayalım evde; hem ben dayanamam, hem de birinin işine yarasın” dedim aceleyle… Sadece bir çorabını ve bir de en sevdiği oyuncağı olan plastik çekicini aldım odadan ve hemen çıktım. Sonra da eşimin annesiyle babasının evine gittik. İnsanlar toplanmaya başlamıştı, ev kalabalıklaşmıştı. Derken kapı çaldı ben odaya girdiğimde. Annemler gelmişti. Oh Allah’ım çok şükür hayattalar! Annemin sesini duyar duymaz; herkesten kendimi uzaklaştırmak, kimseyle konuşmamak, bana küfür gibi gelen saçma tesellilerini duymamak için kendimi kapattığım, saklandığım odadan dışarı fırladım. Cenaze evinde erkekler salonu işgal ettiği için kadınlar daha çok mutfakta ve diğer odalardaydı. Annemi de mutfağa almışlardı. Koştum ve hemen görür görmez boynuna sarıldım. Sadece sıcak bir kucak arzusuyla sarıldım. Düştüğü zaman dizi kanayıp canı yanan bir çocuk gibi yüreği burkularak… Ruhum, canım çok acıyarak sarıldım. Bir yandan da “Anne, neredesiniz? Bütün gece sizi aradım, sizi de kaybettiğimi sandım. Çok korktum anneciğim. Çok üzgünüm anne! Kaan Mert gitti… Anneciğim ne yapacağım şimdi ben, anneciğim!” diye ağlamaya başlamıştım ki… baktım karşıdan bana sarılan kimse yoktu. Daha ilk saniyede kendini geriye çekip beni de iki eliyle itip, mutfağın orta yerde bırakmıştı. “Ben sana demedim mi; o çocuğa bir şey olacak o kadına emanet etme!” diye bağırmaya başladı. “Ben o deli kadına değil çocuk, kedimi bile emanet etmem. Sen getirdin bunları başına. Kocanın peşine düştün, evliliğimi kurtaracağım diye gittin; bıraktın çocuğunu. İşte başına bu geldi! Ben sana söylemiştim!” diye herkesin içinde bana bağırıyordu. Bu sözler gülle gibi oturdu ciğerime, tokat gibi patladı suratımda. Sivri uçlu, buz gibi bir bıçakla yüreğimin doğrandığını, parçalandığını hissettim o anda. Soğuk ama bir o kadar da içimi yakan, kanatan sivri uçlu keskin bir bıçaktı bu. Ne yapacağımı bilemedim… Kalakaldım mutfağın ortasında… Bana destek olur da; bu şaşkın, donuk, çaresiz kalmış kadına bir çift laf eder de; anne sıcaklığıyla sarar sarmalar umuduyla koşmuş ve ona sarılmıştım. Onca yabancı insanın arasında tutunmaya çalıştığım bir can simidiydi o. Varlığına, sıcak kucaklamasına, beni teselli etmesine ve daha önce hiç yapmamış olsa da omzunda ağlamama izin vermesine ihtiyacım vardı. Ama ona sarılmaya çalışırken beni itmesi, suçlaması ve tokat gibi patlayan o sözleri... 50 The Wise
Kendimi donmuş bir çölün ortasında bırakılmış, sisler içinde ne yöne gideceğini bilmez halde gibi hissediyordum. Delik deşik, yaralı bir şekilde yüzüstü kumlara bırakılmış ve bir o kadar yalnız kalmıştım. Sarıldığım anne görünümlü serap, yeni açılmış yaralarıma bıçağını sokmaya çalışan bir cani gibiydi. Şoka girdiğimi hatırlıyorum. Gerisi yok! Ama o durmuyordu. Arkasında kaybolmakta olduğum sisin arasından o hiddetli sesi zaman zaman ulaşıyordu bana: “Biz zaten akşamüstü yoldayken olayı öğrenmiştik de sana söylemedik.” Allahım, bu bir kabus olmalı! Bana gerçeği söyleyip telefonda bile olsa bana iki çift laf söyleyip destek olup; onlarla acımı paylaşmama bile izin vermemişlerdi. Hatta üstüne bir de telefonlarını kapatıp bir otel odasına saklanmışlardı. Bu nasıl bir bencillikti! Annem devam ediyordu bağırarak konuşmaya… Her sözüyle de soktuğu o bıçağı bir de içeride döndürüyor gibiydi. “Bir de nerede kaldınız merak ettim diyor şuna bak! Babanın gözüne kan oturdu zaten! Üzüntüden! Hep senin yüzünden! Kimseye telefonu açamadık. Utandık! Arlandık! Bizim ailede ihmalden ölen çocuk yok! Hep senin yüzünden! Ailesi cahil cühelek bir salak herifle evlendin de bunları başımıza sen getirdin!” diye bağırarak paylamaya devam ediyordu. Bir anda mutfaktaki onca kadının ve annemin görüntüsü kaymaya ve uzaklaşmaya başladı zihnimde… Sendeledim. İçimde mi, dışımda mı sendelemiştim aslında bilmiyordum. Ama yıkılmadım! Öylece karşısında ayakta dimdik dikiliyor, sözcüklerinden oluşan bıçak darbelerine karşı umarsızca duruyordum. Allah’ım hangisi gerçek, hangisi düş? Kabus üzerine bu kadar kabus görülür mü? Annem, “Baban çok üzüldü. Gitme yanına. Adamı daha fazla üzme” dediği için babama değil sarılmak, hiçbir şey diyemedim. Bu nasıl bir kaderdi, bu nasıl bir yalnız bırakılmaydı, bu nasıl bir kabustu Allah’ım! O gittikten sonra ha yaşamışsın, ha ölmüşsün bir farkı yoktu da; bir de üstüne sevdiklerin tarafından yaralı bir kalple yalnız bırakılmak… İşte o başlıbaşına bir işkenceydi… O günleri hatırlayıp, yüreğimde kabuk bağlamış o yaralara dokunurken birden taksicinin sesini duydum: “Abla, geldik Çengelköy’e” dedi. Ücretini ödedim ve iyi günler diyerek indim. Artık yazıma nasıl başlayacağımı biliyordum, ilk satırlar belirmişti beynimdeki kalbimde. Ama önce biraz temiz havaya ihtiyacım vardı… Ve sahile doğru yürümeye başladım…
The Wise Yaşam
Pınar Derinbay pinar.derinbay@thewisemag.com
Çıkaramıyorsan Ekle...
S
izlerle beni her yönüyle mükemmel bir yaşama yaklaştıran minik bir sırrımı paylaşmak istiyorum. Sır olarak bahsettiğim şeyi daha önce denememiş olanlar basitliğini gördükten sonra hayıflanmasınlar. Sırrı öğrenmek çok basit. Uygulamak mı? Orası size kalmış! Bu sırrı uygulamak için öncelikle hayatımızı nasıl geçirdiğimizi matematiksel olarak ortaya koymak gerekiyor. Kendiminkini örnek olarak sunabilirim. 8 saat uyumak bana iyi geliyor. Yedi saat uykuyla da idare edebilirim. 6ya düşünce çok verimli olamıyorum. Dolayısıyla günün üçte birini uykuda geçiren biriyim. Kalan 16 saatin 11i işe giderken, dönerken ve çalışırken geçiyor. Bunun bir saati öğle tatili olarak geçse de iş ortamından çok uzaklaşamadığım için onu da işten sayalım. Geriye hayatımın muhteşem 5 saati kalıyor! Formülümün ilk ayağı basit; bir gündeki saat sayısını 24’ün üzerine çıkaramayacağımıza göre değiştiremeyeceğimiz unsurları dışında kalan kısmına hoşumuza giden şeyleri eklemek. Tabii ki bu 5 saatin içine bir öğün, belki onun hazırlanması ve sonrasının toplanması, ertesi güne hazırlık ya da evin düzenini sağlamakla ilgili zaman alan başka şeyler yapması gereken insanlardansınız. Kendi başıma yaşamaya başladığım zamanlarda bunu kendi kendime bir meydan okuma olarak algılayıp ev ve mutfak işlerinin gözünü çıkarmıştım ve tüm bu muhteşem geçirebileceğim zamanlarımı çarşafları ütüleyerek ya da yerleri cilalayarak geçirmekteydim. Ev işi nankördür demelerinin nedenini anlamam uzun sürmedi neyse ki!
Ben de bu saatlerin hakkını verecek yeni aktiviteler ekledim hayatıma. Spor ve dans özgür saatlerimin muhteşem geçmesini sağlayan yeni uğraşlarım oldu. Haftanın birkaç gününü bu şekilde geçirmenin beni yormadığı gibi aksine şarj ettiğini fark ettim. Fiziksel aktiviteyi sakin olarak geçirdiğim başka uğraşlarla dengeledim. Bir hobi sahibi olmanın hayatımızı nasıl değiştireceğini anlatmam zor. Sadece keyif için yaptığın bir şeyde giderek ustalaşmanın keyfi bambaşka. Hatta biraz abartıp, bir konuya enerji ayırıp sabırla uğraşarak potansiyelini ortaya çıkarmanın güzelliğini yaşamaya ek olarak insanda herşeyi bu şekilde başarabileceğine dair bir inanç oluşturuyor diyebilirim. Yaşayıp görmek size kalmış... Belki yerler aynı sıklıkta cilalanmıyor ancak yaşanır bir ortam olmasını sürdürüyorum evimin... Birçok insan kadar tv izlemeye de vaktim kalmıyor ancak bunun da bir eksikliğini görmedim. Sırrımın ikinci ayağı, hayatımızın içeriğini değiştiremeyeceğimiz kısımlarını, belki işyerinde hergün yaptığımız işleri hep bir öncekinden farklı bir şeklide yapmak. Bunun hayatımızın otomatiğe aldığımız kısımlarında tam bir farkındalık getireceğinden emin olabilirsiniz. Yine kendi hayatımdan bir örnek; gün içinde birsürü imza atmam gerekiyor, mesela önceden kontrol ettiğim dosyalar bir yığın halinde imzalamam için geliyor. İnsanın hızla bitirmek isteyeceği ve zihnini hiç çalıştırmadığı gibi imzasının bozulmasına kadar varabilecek bir sıkıcılık içeren bu iş aslında gün içinde yaptığım en zevkli şeylerden biri oldu. Çünkü her imza atışımda kendimin veya sevdiğim insanların ağzından ismimle başlayan bir cümle duyduğumu hayal ediyorum: Pınar seni seviyorum. Pınar seni özledim, Pınar seninle gurur duyuyorum... Hayatımda daha bilinçli bir afirmasyon çalışması yaptığımı hatırlamıyorum ve bunu gün içinde çalıştığım saatlerde yapmış oluyorum! Hayatımın büyük bir kısmı değiştiremeyeceğim şeyleri değiştirmeye çalışmakla geçti. Değiştirmem gereken şey kendimmişim meğer... Herhangi bir iş yapıyor olabiliriz, ancak nasıl bir hayatımızın olacağı işimizle, hayatta sahip olduklarımızla ya da etrafımızdaki insanlarla ilgili değilmiş, nasıl biri olduğumuzla ilgiliymiş... Nasıl biri olduğumuzu bilmek yoldaki ilk durak, olduğumuz kişiyi olmak istediğimiz kişi haline getirmek ondan sonraki belki de son durakmış. Belki yol boyunca sürecek bu uğraş ise hayat yolculuğunu en zevkli yolculuk hale getiriyormuş. Daha iyi bir hayat olmalı diyenlere katılıyorum: Mükemmel bir hayat sürmek mümkün!
The Wise 51
The Wise Gizem
Tunç Pekmen tunc.pekmen@thewisemag.com
S
Sahte
Psişikler
piritüel işlerle uğraşmış olan herkes, ilk başlarda en yakınlarını bu işlerin gerçek olduğuna ikna etmekle zamanını geçirir. Bu işlere bulaşan biri için en zorlu kısım budur. Arkadaşlarının “delirmiş la bu” bakışları altında ezilmeden ve alay konusu olmadan bir şekilde bu işin aslını anlatmaya çalışmak oldukça zordur. Çoğu kişi de bir iki direnişten sonra yılar ve genelde bu konuları insanın kendine saklaması gerektiğini anlar. Bu “üstü kapalı” ortam yüzünden iki farklı uçta sivrilme olmuştur. Birinci taraf, tarihten bu yana var olan bir meslek olan “sahtekarlık” tarafıdır. Şarlatanlar ya da sahtekarlar, bu işlere inanan saf insanları çok kolayca kandırabilmektedirler ve bu işten de çok yüksek para götürmektedirler. Bu tam anlamıyla, bir kişinin inancını kullanarak onu sömürmeye girer ve hangi kültür ya da hangi inançtan olursak olalım, etik dışı bir harekettir. İkinci sivrilen grupsa, bu işlere inananlar, fakat gerçek ile sahteyi ayırmaya kendilerini adamış olan kişilerdir. En zor da bu kişilerin yaptığı işlerdir, çünkü sahtekarlar izlerini çok ustaca sakladıklarından, bazen gerçek medyumlardan çok daha inandırıcı olabilmektedirler. Gerçek medyumlar ise her zaman isteneni uygulayamadıkları için, sahte medyumlardan daha fazla dolandırıcılıkla suçlanmışlardır. Peki, bir psişik’e danışmak istediğinizde bu kişinin gerçek mi yoksa sahte mi olduğunu nasıl anlamamız gerekiyor? İşte bu yazımda, gerçek psişiklerle sahte psişikleri birbirinden ayırt edebilmek için bazı ince püf noktalardan bahsedeceğim. Lütfen yanlış anlaşılmasın, bu vereceğim tekniklerin %100 doğru olduğunu savunmuyorum, bunlar sadece benim gözlemlerimden ve uzmanların önerdiklerinden topladığım verilerdir. En azından nasıl bir düşünce tarzı içinde olmanız gerektiğiniz konusunda yardımcı olacağına inanıyorum. 1- Unutmayın, gerçekten psişik güçleri olan bir kişinin hayatı kolay geçmemiştir. Sürekli itilmiş, kakılmış, delilikle sorgulanmıştır. Bu kişi ne olduğunu anlayıp güçlerini az çok kontrol altına 52 The Wise
alana kadar kendisi bile delirip delirmediğinden şüphe duymuş, ailesinden bile çekinen biri haline gelmiştir. Bu yüzden çoğu psişik güçlere sahip kişilerin anormal davranışlar sergilemesi normaldir. Hiperaktif, kuşkucu ya da manik- depresif davranışlar sergileyenler çok fazladır. Çok sessiz sakin konuşan psişiklerde bile obsesifkompulsif davranışlar görmek çok doğaldır. Çoğu şarlatan, sizinle konuştuğunda gayet normal davranışlar sergiler, bunun nedeni yıllardır kazandıkları tecrübe dolayısıyla insana güven verecek ses tonunu ve vücut hareketlerini bilmelerinden dolayıdır. Aşırı normal ve güven veren biri, bir psişik olduğunu iddia ediyorsa, o konuda biraz şüphe duymakta yarar vardır. 2- Bir şekilde bir psişiğe danıştığınızda, inanılmaz derece kendinden emin bir şekilde gelecekten tahminler veriyorsa ve verdiği tahminler genellikle finansal bilgilerle ilgiliyse (şu maçın sonucu şu olacak, şu hisse senedi şu kadar değer kazanacak) oradan hemen uzaklaşın. Eğer söyledikleri doğru olsaydı, kendisi multi-milyarder olur bu işlerle uğraşmazdı.
b) Büyücü, üstünüzde nazar olduğunu söyleyerek sizi nazardan kurtaracağına garanti verir. Eline bir metal para alarak üstüne bıçakla bir çarpı işareti atar. Önce kendi elinde tutar dualar okur, sonra parayı sizin elinize tutuşturur. Dua okuma bitince elinizi açmanızı ister, metal para kararmış bir şekilde avucunuzdan düşer. Büyücü nazarın oraya aktığını anlatır. Bu da çok basit bir sihirbazlık numarasıdır. Büyücü evvelden aynı tarz bir metal paraya çarpı işareti atarak alevde islenmesini sağlar. Dua okurken sizin dikkatinizi başka yöne çeker ve o anda parayı evvelden hazırladığı parayla değiştirir. Parayı sizin elinize o kadar çabuk ve hızlı verip avucunuzu sıkar ki, o paranın aslında değiştirildiğini görmezsiniz. 5- “Fishing” taktiği. Bu nerdeyse tüm şarlatanların kullandığı bir taktiktir. Bu teknik, gelen kişiye olta atarak, istenilen cevapları öğrenmek ve ona göre geleceği okumaktır. Bu da genelde şu şekillerde yapılır:
3- Bir sahtekar sadece kazanacağı paraya bakar. O yüzden karşısına gelen müşterileri etkilemek isteyecektir. Bunun için size çok süper haberler (şu kadar para kazanacaksın, terfi edeceksin, ev alacaksın) ya da tam tersi aşırı depresif haberler verirse (ölüm, ağır hastalık, trafik kazası) şüphe duymanızda fayda vardır. Şarlatanlar ya sizi sevindirerek ya da korkutarak içlerine çekmek isteyecek ve sömürecekleri kadar sömüreceklerdir. Bunun bir ileri aşaması büyücülüktür. “Başınızdaki felaketten kurtulmak için şunu şunu yapın” şeklinde isteklerde bulunacaklardır. Tabii ki bu yardım, belli bir ücret karşılığındadır. Unutmayın, gerçek bir psişik, sadece belirli şeyleri görme gücüne sahiptir, olacakları değiştirme gücüne değil. 4- Psişiğin karşısına çıkan biraz kuşkucu biriyse, şarlatan kendini ispatlamaya çalışacaktır. İşte bu en dikkatli olmanız gereken konudur. Hiçbir şekilde psişik gücü olmayan bir kişi bile, bazı hızlı el numaraları ve illüzyonlarla, karşısındakini kandırabilir. Şahsen yaşadığım iki olayı anlatayım. a) Medyum, evde yada herhangi aydınlık bir yerde sizinle buluşur. Sizi şüphelerinizden kurtarmak için gücünü gösterme gereği duyar. Size küçük bir karton kağıt ve bir keçeli kalem verir ve üstüne herhangi bir şekil çizilmesini ister. Siz resmi çizdikten sonra, resmi sizden alır ve bir yere koyar. Sonra o klasik “beyaz zemin üstüne siyah olarak çizdiğin resmi düşün” kelimesini kullanır ve sizin düşüncelerine girerek aynı resmi başka bir kağıda çizer. Bu çok hızlı yapılan bir hareket olduğu için hileyi fark edemezsiniz. Medyum, kağıdı kahve bardağının üstünden geçirerek alır, böylece resmin aksini koyu renkli kahvenin yüzeyinde görür. Düşüncelerinize girmemiştir.
a) Açık uçlu yorumlar yapılarak oltaya gelmesi beklenmek. “Etrafında kara bulut görüyorum” denir ve karşısındakinden tepki beklenir. Kurban safsa “Aaa evet annem geçenlerde düştü bacağını kırdı” diye atlar, böylece sahtekarın gideceği yol belirlenmiştir. “Aile fertlerine yapılan bir büyü görüyorum” der ve bu yoldan devam ederek müşterinin korkuları üstünden prim yapar. Eğer müşteri kuşkucuysa “ bu günlerde de bir şey yok ama “ gibi bir cevap verirse psişik “ … ama o kara bulutlar dağılmış… Var mı sarışın bir tanıdık, o dağıtmış gibi gözüküyor… ” gibi klişe laflarla durumu çevirerek başka bir yerden olta yakalamaya çalışır. b) Çok fazla sorular sormak. Bu şekilde kurban hakkında bazı veriler elde edilir. Mesela “Yakın zamanda ailenden birini mi kaybettin?” sorusu cevabı “Evet, teyzemi kaybettim” ise, psişik başka konulara daldıktan sonra birden “geçenlerde bir kaza atlatmışsın, ama teyzen seni öbür taraftan korumuş” gibi bir lafla kurbanı kandırabilir. İş yerinde her gün 2-3 ufak kaza yaşandığını göz önüne alırsak ( kalem düşürme, printer’in yazmaması vs…) bu taktiğin de aslında oldukça zekice olduğunu görebiliriz. c) Kurbana çok fazla “evet-hayır” sorusu sorarak tahminlerde bulunmak. “Etrafında bir balık burcu görüyorum. Var mı tanıdığın bir balık burcu? O balık burcu biraz dikkatsiz biri midir? Ailene yakın biri mi? ” şeklinde sorularla kurbanı kendi istediği tarafa doğru yönlendirmek. Verdiğim taktiklere baktığımda, bu işlerden cidden anlayan biri zaten işin ne kadar ciddiyetsiz olduğunu fark edecek. Çünkü genelde bir insan aynı anda hem psişik, hem medyum, hem de büyücü olmaz. Ama inanın, kafasında hafif soru işareti olan kişiler bile kolayca kanabilirler. Çünkü sahte psişikler rollerini o kadar iyi çalışmışlar ve ortamı o kadar iyi seçmişlerdir ki, siz de oyuna kendinizi kaptırırsınız ve ne olduğunu bilmeden bir şarlatanlığa kurban gitmiş olursunuz. Bu yüzden, bir psişiğe gideceğiniz zaman, kafanız her zaman net olsun ve bu kişinin sizi karizmasıyla ya da yarattığı etkiyle sizi etkilemesine izin vermeyin. Psişiğin sizi yönlendirmediğinden ya da etkilemediğinden emin olun ve ona göre okuma yapmasına izin verin. The Wise 53
The Wise Gizem
Nil Eldem nil.eldem@thewisemag.com
B
Kıskanç G zler
akışların sahip olduğu potansiyel güce dair inançlara, dünyanın her yerinde ve hemen her kültürde rastlamak mümkündür. Gözler ve bakışla ilgili gerilim ve endişeler, insanlığın en eski atalardan gelen bir tür mirası gibidir. Hayvan davranışlarını inceleyen bilim adamlarının belirttiği gibi, büyük bir yırtıcı hayvan gözlerini üzerinizde sabitlediğinde, başınız dertte demektir; çünkü bu hayvan davranışı, silahı doldurup üzerinize nişan almaya eşdeğer niteliktedir.
Kötü göz ve nazarla ilgili inançlar son derece yaygın olmakla birlikte, en tipik örneklerine Ortadoğu ve Akdeniz’de rastlanır ki bizler, binyıllardan bu yana üzerinde yaşadığımız topraklarda biçimlenmiş zengin kültürümüzün kapsadığı bu ve benzeri batıl inanışlara oldukça aşinayızdır. Ne tür insanların böyle bir bakış gücüne sahip olduğuna dair farklı görüşler vardır. Kimilerine göre, bazı bireyler, bakışlarını yönlendirdikleri nesneleri etkilemek gibi bir güce sahiptirler. Bunlar genellikle kötü niyetli kişiler olarak değerlendirilmekle birlikte, içlerinden bazılarının ‘iyi insan’ nitelemesini hak eden davranışlarıyla fark edildikleri ama doğuştan gelen bir güç nedeniyle, istemeden zarar verebildikleri düşünülür. Sözgelimi, Ortadoğu’da ‘ve hatta bizde de- çok ender görülen mavi gözlü insanlara, böyle bir güce sahip oldukları gerekçesiyle kuşkuyla bakılır. 54 The Wise
Bununla birlikte, diğer bir görüşe göre, nazar gücü her insanda vardır ve herhangi bir şeye, büyük bir kıskançlık ya da ilgiyle bakıldığında, açığa çıkabilir. Bebeklerin ve yeni evli çiftlerin nazardan en çok etkilenen insanlar olduklarına inanılır ve bu nedenle, ayrı bir koruma ihtiyacı duydukları düşünülür. Nazar aynı zamanda ekinler ve hayvanlar üzerinde de olumsuz etkilere sahip bir güç olarak görülmüştür.
Nazar değmesinin, kültürlere göre farklılık gösterse de, baş ya da mide ağrısı, bulantı gibi, daha çok fiziksel rahatsızlık olarak ortaya çıkan belirtilerle anlaşıldığına ve sonrasında da, şansın kötüye gitmesine neden olduğuna inanılır. Bu etkiler ortaya çıktığında, nazara inanan kişiler genellikle dostlarından, akrabalarından ya da şifacılardan yardım talep ederler. Çoğunlukla, nazar etkisinden arındırma ritüellerinde denizden alınan ya da tuzlu suyla arınma, çeşitli tütsü ve bitkiler yakma ya da kurşun dökme gibi yöntemlerle bedenden kötü enerjiyi çıkartma uygulamaları gerçekleştirilir.
Nasıl korunulur?
bakışları üzerinde toplayıcı unsurlar olarak aynı amaçla kullanılır.
Sosyal Kökenler Antropologlar çeşitli toplumların geleneklerindeki nazar anlayışını, ‘iyi şansın nadirliği’ söylemiyle açıklıyorlar. Bu saptama, eğer bir insan iyi şansı yakalayıp zenginleşiyor ve yaşamı gelişiyorsa, diğerlerinin aynı oranda şanssızlık ve yoksullukla karşılaşacakları varsayımına dayanır. Yani nazarın, toplumsal eşitsizlik ve gelir dağılımındaki dengesizlik sonucunda doğmuş bir inanış olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla toplumlarda zaten azınlıkta kalan ‘olumlu şansı’ yakalamış insanlar, buna sahip olamayan diğer yoksul çoğunluğa sürekli kuşkuyla bakarlar. Bu mantık uzantısında, tek tek kişilerin nazarından başka, şanssız çoğunluğa dahil insanların bir araya gelerek oluşturduğu toplumun da, bir tür ‘anonim’ nazara sahip olduğu inancına sık rastlanır. Buna karşılık olarak kırmızı bilezik ya da mavi nazar boncuğu gibi tılsımların görünür biçimde kullanılması, olumsuz anonim nazarından endişe duyulan topluma, ‘Bakışlarınızın farkındayım ve size karşı korunuyorum’ mesajını vermektedir.
İnanışlara göre, nazardan korunmanın en yaygın yöntemi, çeşitli tılsımlar taşımaktır. Bu sol bileğe takılan kırmızı bilezik örneğinde, kırmızının aktif bir renk olarak bakışları yakaladığı ve onlardaki saldırganlığı gerisin geriye sahibine gönderdiği inancı söz konusudur. Mavi nazar boncukları da en yaygın tılsımlar arasındadır ve muhtemelen ‘aynı kutuplar birbirini iter’ ilkesinden yola Nazar değmesinin, kültürlere göre farklılık çıkmaktadır. Çünkü daha gösterse de, baş ya da mide ağrısı, bulantı önce de söylediğimiz gibi, gibi, daha çok fiziksel rahatsızlık olarak mavi gözlüler Ortadoğu’da ortaya çıkan belirtilerle anlaşıldığına ve kötü bakışın sahipleri olarak sonrasında da, şansın kötüye gitmesine görülürlerdi. Bununla birlikte, neden olduğuna inanılır. mavi renk koruyucu kabul edilir; çünkü mavi aynı zamanda, Toplumsal nazar ve olumsuz gökyüzünün rengidir. Eski etkilerin yanı sıra, iyi niyetli kültürlerde yaygın olarak rastlanan ve bizim ‘Fatma Ana’mızın insanların güçlü bakışlarıyla bir tür ‘karşı-nazar’ etkisine Eli’ olarak bildiğimiz hamsas adlı tılsımın da rengi genellikle sahip oldukları inancına da rastlanır. Mesela restoran, kafe mavidir. Bu, beş parmağın ve avuç içinin belirgin bir şekilde gibi bir yerde, birisinin garsona çok kötü davrandığına tanık görüldüğü, ortasında bir göz işareti bulunan bir tür el ikonudur. olursunuz. Bu tür bir aşağılamaya maruz kalan garson, baş Bazı kültürlerde mavi nazar boncuklarına ek olarak, hamsas ağrısı, mide bulantısı gibi, nazarın etkilerini andıran belirtilerle tılsımları da pencere ya da kapıların kenarlarına koruma evine gidecektir. Ama olaya tanık olanlar, sert tavırlı müşteriye amacıyla asılır. kınayan bakışlarını yönelterek garsonun üzerindeki negatif etkiyi azaltmaktadırlar. Bu örnekler çoğaltılabilir ama bütün Bunların yanı sıra, çeşitli kuş tüyleri, taş ve kaya parçaları bunları bir yana bırakıp çevremizdeki her şeye iyi niyetle bakar ve ve üzerinde göze benzer şekiller seçilebilen deniz kabukları, birbirimize anlayışla yaklaşırsak, ne bu tılsımlara gerek kalacak, nazara karşı etkili olarak kabul edilip tılsımlarda kullanılır. ne de nazara inanılacaktır. Önemli olan bunu başarabilmemiz, Bunun mantığı, kötü bakışa sahip olan gözün dikkatini parlak mavi boncuklarımızı yine takabiliriz. ve cazip objelere çekmektir; çünkü nazarın tüm potansiyelinin, ilk bakışta açığa çıktığı düşünülür. Altın, gümüş ve turkuaz gibi değerli taşların kullanıldığı diğer mücevherler de, kimi zaman The Wise 55
The Wise Gizem Ertan Yurderi ertan.yurderi@thewisemag.com
İstanbul’un
Tılsımları
O şehri İstanbul ki tarihi onbinlerce yıl öncesine dayanır. Nice medeniyetler, krallar, halklar, olaylar görmüştür. Tarihin bu eşsiz şehrini koruyan da nice tılsımlar vardı. İşte hem o tılsımları bilelim, hem de bu muhteşem şehri bir kere daha övelim istedik.
İ
stanbul’da yapılan arkeolojik kazılarda insan kültürüne ait ilk izler, Küçükçekmece Gölü kenarındaki Yarımburgaz Mağarası’nda görülmüştür. Bu izler Neolitik ve Kalkolitik dönemlere ait ve günümüzden 300 bin yıl öncesine kadar uzanan insan yerleşim izleri taşımaktadır. Mağara, dönem dönem barınak ve tapınak olarak da kullanılmış; 7500 yıl öncesinden başlayarak da tarım kültürüne geçen insanlara mesken olmuştur. Bu mağaranın haricinde İstanbul’un çeşitli bölgelerinde bulunan mağaralarda yüz bin, elli bin ve yedibinbeşyüz yıl öncesine ait yerleşim izleri de bulunmuştur...
Körler Memleketinin Karşısı Orta Yunanistan kentlerinden biri olan Megara’dan bir grup, yeni bir yurt kurmak üzere geldikleri Boğaziçi’nden geçerek, M.Ö. 685-680 yılları arasında ilk önce Kadıköy’ü (Kalkedon) kurarlar. Ardından da M.Ö. 660-657 yılları arasında da bir başka Megaralı grup, başlarında grup lideri Byzas (Bizas) ile gelerek Sarayburnu’nda bugünkü İstanbul şehrinin temellerini atarlar. Bu kadim şehir kurucusundan dolayı da ikinci yüzyıla kadar “Byzantion” (Bizantion) olarak adlandırılır. Bu noktada eski Yunan mitolojisinden gelme bir meşhur efsaneden 56 The Wise
sözetmemiz gerekiyor: Megaralılar yola çıkmadan önce Delfi kahinine yeni kuracakları şehrin nerede olabileceğini sorarlar. Kahin “Körler memleketinin karşısı” yanıtını verir. Megaralılar dolaşa dolaşa Sarayburnu’na, bugünkü Topkapı Sarayı’nın bulunduğu tepeye gelirler ve buraya hayran kalırlar. Karşı sahilde de Kalkedon şehri vardır ve burası dururken Kalkedonyalılar’ın gidip orada şehir kurmalarını körlük olarak nitelendirirler. Kahinin bahsettiği “körler memleketi”nin “Kalkedon” olduğuna karar vererek şehirlerini Sarayburnu’nda kurarlar. Şehrin adını da krallarının adı olan “Byzas” koyarlar. İşte Şehr-i İstanbul bu noktadan filizlenmiştir. İstanbul daha sonra, Büyük Roma İmparator’u I. Konstantinus tarafından ilk defa bir imparatorluğun başkenti yapılmıştır. M.S. 324-330 yılları arasında altı yıllık bir yeniden inşadan sonra kent, dört kat büyüyerek 11 Mayıs 330 tarihinde büyük Roma’nın başkenti oldu ve başkent oluşu kırk gün süren eğlencelerle kutlandı. O zamanlar İstanbul’a Yeni Roma (Nova Roma) deniyordu; daha sonraki tarihlerde ise şehir “Konstantinopolis” olarak adlandırıldı.
Binbir İsmi Vardır O’nun… Evliya Çelebi’ye göre dünyada en çok ismi olan şehir İstanbul’dur. İstanbul’a Latinler “Makedonya”, Süryaniler “Yankoviçe, Aleksandra”, Yahudiler “Vizendovina”, Frenkler “Yağfuriye, Pozantiyam, Konstantiniye”, Avusturyalılar (Nemçe) ‘Konstantinopol’, Ruslar “Tekfüriye”, Macarlar “Vizendovar”, Felemenkler (Hollandalılar) “İstefaniye”, Portekizliler “Kostin”, Araplar “Konstantiniyye-i Kübra” (Büyük İstanbul), İranlılar “Kayser-i Zemin” (Yeryüzü İmparatoru), Hindliler “Taht-ı Rum” (Roma hükümdarlığı), Moğollar “Çakdurkan”, Tatarlar “Sakalya” adlarını vermişlerdir. “Bizantion” kentin tarihini başlatan ismidir. Latince’de “Bizantoum”, Grekçe’de “Vizantion”du. M.S. ikinci yüzyılda Ermeni kaynaklarında şehrin adının “İstanbol” veya “Istınbol” olarak yer alması da ilginçtir. 14. yüzyılda İbn Batuta da “Astanbul” olarak bahseder. Peygamber efendimizin hadis-i şerifine göre şehrin adı “Kostantiniyye”dir. Osmanlı döneminde şehrin adları o kadar çoğalmıştır ki bunlardan bazıları şunlardır: Dersaadet (Saadet Kapısı), Der-i Devlet, Deraliye, Asitane, Darü’sSaltana, İslambol... İstanbul’a “Konstantiniyye” denmesini Sultan III. Mustafa, 1762 yılında yasaklamasına rağmen, 19. yüzyıl sonuna kadar Türkçe’de bu ad kullanılmaya devam edilmiştir. Aynı zamanda Arapça olarak verilen “Belde-i Tayyibe” (Güzel kent) adı Ebced hesabına göre İstanbul’un fetih tarihi olan hicri 857 (Miladi 1453) rakamını ifade eder.
İstanbul’un Tılsımları Evliya Çelebi’ye göre; Bizans İmparatorları Yanko, Vezondan ve Konstantinus döneminde halkının gök ve yer afetlerinden korunmaları için İstanbul çok güzel imar edilmiş ve aşka ülkelerden
de İstanbul’a getirilen ünlü mühendis ve mimarlar tarafından, kenti türlü belalardan korumak amacıyla 27 tılsımlı anıt dikilmiştir. Bu tılsımlı anıtlardan en meşhur on beşi de şunlardır: Birinci tılsım; “Avratpazarı” (Cerrahpaşa) denilen yerde, bin parça beyaz mermerden, içi minare gibi boş merdivenli yüksek bir direkmiş (Arkadius Sütunu). Direğin tepesinde peri yüzlü bir heykel duruyormuş. Söylentiye göre bu peri yüzlü heykel yılda bir defa bir feryat koparırmış, yeryüzünde ne kadar kuş varsa o heykelin etrafında dönermiş. Kuşların binlercesi yere düşer, halk da bunları yermiş. İkinci tılsım; Tavukpazarı (Çemberlitaş) denilen yerdeydi. Kırmızı renkli som mermerden sütunun; hanedanı kötülüklerden, hastalıklardan ve fesattan koruduğuna inanılırdı. Konstantin’in diktiği bu yüksek sütun üzerindeki bir sığırcık kuşu timsali tılsımın, yılda bir kere kanat çırpması üzerine bütün kuşların gaga ve tırnakları ile üçer tane zeytin getirdikleri de belirtilir. Üçüncü tılsım; Saraçhane’de Büyük Pozantin’in kızının mezarı üzerine dikilmişti. “Kıztaşı” diye bilinen bu tılsım, İmparatorun kızını yılanlardan, çiyanlardan ve karıncalardan korumak için dikilmişti. Dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci tılsımların hepsi Altımermerli sütununun üzerindeydi... Altımermer şimdiki Kocamustafapaşa semtindeydi... Altı adet mermer sütunun her biri eski bilginler tarafından yapılmıştı. Her bir mermer sütunda bir tılsım bulunurdu...
The Wise 57
Dördüncü tılsım, Altımermer’den biriydi. Bunlardan birinin üstünde sürekli olarak vızıldayan bir sinek resmi vardı. Bu sayede İstanbul’a sivrisinek girmediğine inanılırdı. Beşinci tılsım; yine Altımermer’den biriydi. Bunda ise bir leylek resmi vardı. Bu leylek yılda iki kere çığlık atardı. Birinci çığlıkta bir anda her yer leylek dolar, ikinci çığlıkta İstanbul’daki tüm leylekler ortadan kaybolur diye inanılırdı. Altıncı tılsım’da ise bir horoz resmi vardı. Bu horoz 24 saatte bir öter ve bütün horozlara önderlik eder derlerdi. Yedinci tılsım; Altımermer’in birinde bulunan kurt resmiydi. Bu kurt sayesinde İstanbul’da koyun sürüleri çobansız gezer, akşam oldu mu beslenmiş bir halde eksiksiz olarak ahırlarına dönermiş. Sekizinci tılsım; tunçtan yapılmış genç bir erkek ve sevgilisinin birbiriyle kucaklaşmış haldeki heykelleriydi. Halktan karı-koca kim kavga ederse, içlerinden biri gelip bu heykeli kucaklarsa hemen barışırlarmış. Dokuzuncu tılsım; Bilgin Calinus’un beyaz mermer üzerine yaptırdığı ihtiyar adam ve kadın resmiydi. Bir erkek ile kadın geçinemezler de onlardan biri bu heykeli kucaklar ise hemen boşanırlarmış. Onuncu tılsım; Sultan Beyazid Hamamı’nın altında dört köşeli bir sütundu. Bunun sayesinde şehre taun (veba) hastalığı girmezmiş. Beyazid Hamamı yapılırken bu tılsım yıkılmış. O anda Sultan Bayezid’in bir oğlu vebadan ölmüş ve kentte veba salgını baş göstermiş. On birinci tılsım; Tekfur Sarayı’ndaki tunçtan bir ifrit heykeliydi. Bu heykel yılda bir kez etrafına ateş saçarmış. Bu ateşten bir kıvılcım alabilen çok sağlıklı olur, genç kalırmış. O ateşten bir kıvılcım alıp da evinde mutfağına koyarsa o adam, hayatta oldukça o ateş hiç sönmezmiş. On ikinci tılsım; Zeyrek’te Hz. Yahya Kilisesi bitişiğindeki bir mağaradır. Her sene kışın zemheri geceleri olunca nice “koncoloz” denilen cadılar bu mağaradan çıkarak arabalara binip dolaşırlarmış. On üçüncü tılsım; Ayasofya’da dört sütunlu bir anıttır. Azrail, Cebrail, İsrafil ve Mikail resimleri bulunan bu sütunların her biri 58 The Wise
bir tılsımdı. Cebrail kanat çırpıp bağırınca Doğu’da bolluk olur derlerdi. İsrafil resmi kanat çırparsa, Batı’da kıtlık olacağına inanılırdı. Mikail resmi kanat çırparsa, Kuzey’den bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırpınca dünyanın her yanına veba salgını başlarmış. On dördüncü tılsım; Atmeydanı’nda (Sultanahmet) “Milyonpar” (Örme Sütun) denilen bir anıttır. 300 bin taştan yapılma bu sütunun tepesinde çok güçlü bir mıknatıs vardır. Bu mıknatıs İstanbul’u depremlerden korurmuş. Evliya Çelebi bu dikili taşla ilgili şöyle bahseder: “Atmeydanı’nda Milyonpar adlı yapma yüksek bir sütundur ki usta zırai ile boyu 150 arşındır. Kostantin zamanında yönetimi altında olan padişahların ellerindeki kalelerin ve büyük şehirlerin sayısınca her padişahtan o kadar değerli ve muteber renk renk değerli taşlar isteyip geldiğinde Atmeydanı alanında dağlar gibi yığılıp tamam oldukta hesap ettiler üç kere yüz bin çeşit çeşit taş gelmiş. Ondan bildiler ki Konstantin üçer kere yüz bin kale ve şehre malik kral imiş. Mimarbaşı milin dibinde gömülüdür ki Uryarin adlı bir ustadır. Ayasofya’yı yapan Agnados Mimar’ın oğludur. On beşinci tılsım; Burma Sütun’dur. Üç başlı ejderha şeklindeydi. Başının birisini bir yeniçeri yiğidi kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O tarihten itibaren bunun tılsımı kısmen bozulmuş, İstanbul’da daha önce hiç görünmezken, birdenbire akrepler çıkmış. Tüm bu tılsımlar o günkü İstanbul’u korumakla kalmamış, günümüze kadar efsanelerin kulaktan kulağa anlatımıyla gelmiştir... Geçmişin tarihsel izlerini yok ederek geleceğe, geleceğimize yol açamayız... İnsanlık olarak hepimizin üzerine düşen görev, tarihsel hazinelerimize sahip çıkarak, onu geleceğe yine aynı güzellikte bırakmanın yollarını yaratmaktır. Çünkü; ”Geçmişine sahip çıkamayan toplumlar, geleceklerine umut bağlayamazlar...” KAYNAKÇA: “İstanbul’un İlkleri, Enleri” – Süleyman Faruk Göncüoğlu
The Wise Gizem Filiz Baştüzel filiz.bastuzel@thewisemag.com
Hızır:
Zaman Yolcusu Bir Mistik
G
eçmişe ya da geleceğe seyahat fikri çocukluğumdan beri aklımdadır, özellikle de sevdiklerimi, özlediklerimi, kaybettiklerimi… hiç olmazsa, senede bir kerecik görüp sarılıp öpüp koklamak isteği, bu konuya olan merakımı son yıllarda iyice körüklemişti. Bu konuya dair bir çok film izledim; kitap, bilimsel araştırma, ezoterik, metafizik bilgi okudum ve ilginç biçimde elime geçen hemen her kaynakta o isme rastlıyordum: Hızır.
genç bir delikanlı veya bir çocuk olarak karşınıza çıkabilir.
Ölümsüz Bir Efsane
Hızır’ın, velilik makamına erenlerden bir kısmına dersler verdiği de söylenir. Bu velilik makamına “Makam-ı Hızır” denmektedir. O makama gelen kişi Hızır’dan doğrudan ders alır veya onunla önemli olaylarda karar alırken görüşmektedir. İstanbul’da birçok veliyi Hızır’ın Ledün ilmiyle eğittiği rivayetlerdendir. O velilerin yanında fiziki olarak görünür. Onlarla yer içer konuşur. Temiz kalpli ve iyi niyetli olanları da bol keseden ödüllendirir. Ama söylenene göre her veliye de ilim öğretmezmiş Hızır; ancak, o veliye Allah Ledün ilmini vermeyi bahşettiyse bilgilerini aktarırmış. (Ledün, ilahi bir ilimdir ve sadece Allah’ın seçtiği kullarına bahşedilir. Kaderinde yazmayan bir kişi istese de öğrenemez.)
Hızır, İslam kültüründe ölümsüz olduğu düşünülen; başı sıkışanın her dönem yardımına koştuğu söylenen; bazen gelecekte olacak bir olayı önlemek için günümüze gelip tedbirler aldığına; ufak tefek değişiklikler yapmaya ehliyeti bulunduğuna; zaman ve mekanlar arasında geçişe pasaportu olduğuna inanılan efsanevi kişiliktir. Bir zaman ve boyut yolcusu mudur? Yoksa bir koruyucu mu? Ya da zamanda istediği gibi yolculuk etmesine izin verilmiş; karanlık tarafla savaşan bir ışık savaşçısı mıdır? Belki de o, Allah katından ilim bahşedilmiş sıradan bir kuldur? Hatta belki de gelecekten geliyordur… Çoğu kişinin bir peygamber veya melek sandığı bu efsanevi kişi, Kuran’da Ledün ilmi verilen kul olarak geçmektedir. Kuran’da Hızır’la ilgili anlatılanlardan, Hızır’a Allah’ın verdiği ilim sayesinde, onun geçmiş ve gelecekten haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Hızır’ın bir nevi zamanda yolculuk yaptığını gösterir. Bazı kitaplarda ise “Allah ona kendi ilminden öğreterek mevsimler arası, zaman ve mekanlar arası geçiş yeteneği vermiştir.” denmektedir. İlginç olan onun dünyanın birçok bölgesinde, farklı zaman dilimlerinde görülüyor olmasıdır. Nitekim Hızır’ın darda kalanlara yardımcı olma, bereket getirme ve gelecekte dilekleri gerçekleştirme vasıflarını anlatan hikayeler farklı kültürlerde, inanışlarda ve dinlerde de mevcuttur. “Hızır” inancı, Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük, Şamanizm ve Antik Yunan dinlerinde de yer almaktadır. Özellikle de Yahudilikteki “İlya” inancı, Hızır ile tıpatıp aynıdır. Kitab-ı Mukaddes’e göre İlya, Yahudi mistiklerine görünmekte; onlara gizli hikmetleri öğretmektedir.
Kadim Bir Süper-kahraman Gibi Çeşitli kaynaklarda anlatılan portresine bakılırsa Hızır bir şekil-değiştirendir. (Shapeshifter) Birbirinden çok farklı beden şekillerine bürünebilir; ihtiyar bir adam,
Göz açıp kapayıncaya kadar o uzun mesafeleri kat edebilir. Yardıma ihtiyaç duyulduğu bir anda görünüp, işini bitirince hemen kaybolur. Havada, boşlukta yürüyebilir; su üstünde batmadan dolaşabilir; simyâ ilmini bilir; birçok farklı meziyete sahiptir.
Bir Gün Hızır Karşımıza Çıkarsa? Sıkıntıdaki kulun imdadına gelenin Hızır olup olmadığını anlamanın tek bir yolu vardır: Hızır’ın sağ elinin başparmağının kemiksiz, her iki elindeki işaret ve orta parmaklarının aynı boyda olduğu ve ayrıca da ayak bastığı yerin yeşerdiği söylenir. Dolayısıyla Hızır’la karşılaştığına inanan kimse, onun ellerine ve ayağını bastığı yere bakmalıdır. Ama hikayelerde genellikle Hızır kaybolup gittikten sonra kişi onun kim olduğunu anlamaktadır.
Bir Gün Gelecek… Einstein-Rosen köprüleri adı verilen karadelikler arasındaki tünellerin içine girip, zamanda mı seyahat ediyordu acaba Hızır? Yoksa Amerikalı Fizikçi John Wheeler’in paralel evrenler adını verdiği yerlerde mi geziniyordu? Zaman makinesi, karadelikler, akdelikler, gereken büyük boyutlu bir enerji ve tabi ışık hızını aşmak… Tüm bunlar bilim adamlarının üzerinde çalışmalar yaptıkları bilinmezler. Belki de gün gelecek bilimsel araştırmaları takip eden teknolojik gelişmelerle, bizler de birer Hızır olup çıkacağız. Ama o zamana kadar Hızır efsanesi yaşayacak ve yaptıkları bilinmezliğini koruyacak… Hep düşlerdim Hızır’ın eteğine tutunmak ve zamanda bir ileri bir geri gezinmek ya da Hızır’a verilen ilimden bir parça olsa da tadabilmek… The Wise 59
The Wise Sinema
Tamer Baran tamer.baran@thewisemag.com
… . . . n i d e s s i H i b i G k e Bir Mel . . . n ı z a Y i b i G k e l e M Bir B
ugüne kadar binlerce film izlediniz ve muhtemelen içinizden “Ah bir de ben bir film senaryosu yazacaktım ki…” düşünceleri defalarca geçti. Nereden başlayacağınızı bir türlü bilemiyorsanız, işte size bir rehber. Sinema yazarı Tamer Baran’ın kaleminden –dergimizin konseptine uyarlanmış haliyle- bir spiritüel film senaryosu nasıl yazılır, öğreniyoruz. Tabii bir yandan yaşadığımız hayatın senaryosunu yazmaya dair ipuçlarını da alarak… Bir mısır tarlası varmış, sahibi orada “İnşa edersen, o gelecek” diyen bir ses duymuş, tarlanın ortasına saha yapmış, ölmüş sporcular gelip beyzbol oynamaya başlamışlar... Bir oda varmış, düşleri gerçekleştiriyormuş; bir Stalker, seçtiği kişileri oraya götürüyormuş... Bir kızılderili mezarlığı varmış, ölen biri oraya gömüldüğünde canlanıyormuş... Bir araba varmış, kendi kendine çalışıp insanlara saldırıyor, onları öldürüyormuş... Bir yaratık varmış uzayda, insanın midesine yumurta bırakıyor, karın bölgesini parçalayıp “doğuyormuş”... Bir katil varmış, insanlığa bir ders vermek amacıyla İncil’de geçen 7 büyük günahın her biri için bir cinayet işliyormuş ve “eserinin” tamamlanması için son maktulün kendisi olması gerekiyormuş... Şu senaristler çok garip adamlar vessalam: Nereden buluyorlar ki bu hikayeleri, o acayip fikirleri? 60 The Wise
Süreci yakından incelediğinizde kaynağın kesin bir açıklıkla belirlenemediğini görürsünüz; hangi öykü veya fikir yazarın bilincinden, hangisi bilinçaltından çıkagelmiştir, neyin kaynağı kolektif bilinçtir ve hangisi ilham edilmiştir, bilmek, anlamak kolay değildir. Tam da bu nedenle ilham kavramı çoğunlukla bu kaynakların hepsini birden kapsayacak biçimde kullanılır, “ilham perisi” dendiğinde yaratıcı faaliyetlere neden olan, yön veren ve/veya katkıda bulunan tüm etmenler kastedilir. Bazı filmlerin hikayeleri gerçek yaşamdan alınmıştır, bazılarının kaynağı edebiyattır, kimileri de efsanelerden, masallardan, çizgi roman sayfalarından peliküle uzanır. Kaynağı ne olursa olsun, gerçek olanlar dışındaki tüm hikayeler için aynı soruyu sorabiliriz: Nereden çıkıp geliyor bunlar? Kimileri, garip eserleri normal beyinlerin üret(e)meyeceğine, zombi, kurtadam, vampir ve benzerlerini konu alan Bram Stoker, Lovecraft, Stephen King, Thomas Harris vb. yazarların; Craven, Argento, Del Toro gibi yönetmenlerin ruh hastası olduğuna inanır. Oysa ürkünç öğelere hemen tüm toplumların efsanelerinde, masallarında rastlanır; anlaşılan bir zamanlar dünyada gerçekten bu tür varlıklar yaşıyorlardı, belki bugün de varlar. Yaşamlarını en azından kolektif bilinçaltında sürdürdükleri içindir ki sanat eserlerine konu olurlar. Andığım yazar ve yönetmenlerin ortak özelliği eserlerinde insanlığın korkularını, kabuslarını anlatmalarıdır. Bu durum, örneğin istilacı uzaylılarla ilgili senaryolar yazan senaristler için de geçerlidir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Holivud’da yapılan bilimkurgu filmlerinin çoğundaki uzaylılar, Amerikan toplumunun komünizm korkusunun yansımasıdır (Bu bağlamda, “yabancı” anlamına gelen “alien” sözcüğünün günümüzde uzay kökenli varlıkların ortak adına dönüşmesi çok anlamlıdır). Yani o filmlerdeki yaratıklar, yazarların kişisel korkularından değil, dünya üzerindeki milyonlarca insanın paylaştığı “öteki” korkusundan doğmuştur. Yani kolektif bilinçaltından...
İlham perisi Dışımızdaki her şeyle, yeryüzüyle, canlı ve cansız tüm varlıklarla, görünen ve görünmeyen alemlerle aramızda bağlantı vardır... İnternete girdiğimizde, bir takım kablolardan akan enerji aracılığıyla dünyanın öbür ucundaki bir sunucuya bağlanabiliyor, bir başka bilgisayarın belleğindeki dosyaları alabiliyor, mektup gönderebiliyor veya anında yazışabiliyoruz. Aynı biçimde, var olan tüm her şeye ve herkese göremediğimiz kablolarla bağlıyız, farkına varmasak da onlardan bilgi alıyor ve aktarıyoruz. İlham bu bağlantıdan alınan bilgilerin daha çarpıcı, daha fazla hissedilen bir biçimidir; bir insan ile Bütün arasındaki bağlantıyı somutlaştırdığı için dikkat çeker.
Yazar ilhamını aldığı hikayeyi zihnini kullanarak işler, “kendi” eserine dönüştürür. Tabi bu süreçte bilinçaltı da devrededir, yazar fark etmese de bazı öğeleri bilinçaltı şekillendirir, en azından satır aralarına sızar. Çoğu kişi ilhamın sadece sanatçılara geldiğini/verildiğini düşünür, oysa ilham herkese açık bir iletişim yoludur; istisnasız her insan bu mekanizmadan şu ya da bu düzeyde yararlanır, edindiği fikirleri işinde, yemek yaparken, elbise dikerken veya ilişkilerinde kullanır. Bunun aksini düşünmek tuhaftır: Sanatçılar o görünmeyen kablolarla her şeye bağlılar da diğer insanlar neden bağlı olmasın?.. Bu konuda bir ayrım yoktur, farklılık alınan ilhamın konusu ve derecesiyle ilişkilidir. Herkes kendisini ilgilendiren konularda ilham alır, çünkü herhangi bir kişiye aktarılan bilginin onun işine yaraması önemlidir. Ve tabi bir de gerçekleştirilmesi. Çünkü ilham can bulmak ister…
Senaryo için ilham almak Senarist olmak isteyen kişinin dikkatini senaryo yazmaya yöneltmesi yeterli olacaktır. Buna karar verdiği an, çevresinde kanat çırpmakta olan ilham perisi bu değişikliği anlar, kanatlarının rüzgarı film hikayeleri (daha doğrusu öykü parçacıkları), kimi görüntüler veya replikler taşımaya başlar. Eğer senarist adayı kararlıysa ve sürecin gereğini yerine getirip yazmaya başlarsa ilham da artarak sürer. İlhamın derecesi ve derinliği ise periyle değil, insanla ilişkilidir; ortalama ürünlerden çok daha ilginç ve/veya etkili senaryolara dair ilhamlar almak istiyorsanız, yoğunlaşmayı öğrenmeniz ve var olan her şeyle aranızdaki görünmeyen kabloları temizlemeniz gerekir. Yoğunlaşmak üzerinde durmak demektir; öncelikle “artık bir senarist olduğunuzu” unutmamanızdır: henüz senaryo yazmamış olsanız da şimdi dünyaya bir senaristin gözleriyle bakıyorsunuz. Yoğunlaşmak, ilgilendiğiniz konu ya da temaları, aklınızdaki fikirleri, size ilginç gelen insanlık durumlarını kafanızda taşımanız, her dakika üzerinde durmasanız da (bu imkansızdır zaten) onlarla ilişkinizi, onlara ilginizi sürdürmeniz demektir. Temizlik ise parazitleri azaltmak... Radyonun ayar düğmesi belirli bir frekansa yakınsa dinlemek istediğiniz yayın cızırtılar arasından tam duyulmaz, doğru yere geldiğinde istenmeyen sesler kaybolur, asıl ses netleşir. Bir sanatçı için parazitler önyargılar ve düşünce kalıplarıdır, bunlar kişiyi sınırlar, kısırlaştırır. Ruhunuz/zihniniz ne kadar özgürse o kadar fazla ve/veya derin ilham alırsınız. Özgürleştirmek, aynı zamanda kişiliğini genişletmek, “her şey olabilen”e dönüşmektir. Yazmak; cesur, korkak, kararsız, harekete geçemeyen, çekingen, atak, hoşgörülü, açık fikirli, bağnaz, şiddete The Wise 61
karşı, şiddet eğilimi olan... kişileri işlemektir. Yazar olmak, gerektiğinde 4 yaşında bir çocuk ve 72’sinde bir ihtiyar olabilmektir. Yeni fikirleri daha kolay benimseyebilen, yeni durumlara başarıyla uyum sağlayabilen yazarlar daha bol ve derin ilham alırlar.
tehlike, yaşadığınız bir sevinç anı... Ayrıca bilincinizde milyarlarca an, belleğinizde duyduğunuz milyonlarca söz, izlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar var. Bunlar inanılmaz bir zenginlik oluşturuyor.
Çünkü bir kaba ancak onun alabileceği kadar su doldurulabilir.
Hazine dolu bir sandığın üzerinde oturuyorsunuz, ama yoksul olduğunuzu sanıyorsunuz. Tek yapmanız gereken, üzerinden kalkıp o sandığın kapağını açmak...
Gücünüzü keşfedin
Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağız.
Senaryo yazmak kolay bir iş değildir, ama bu işi yeterince isteyen herkes yapabilir. Çünkü her insanda bu zor işin üstesinden gelmesine yetecek güç vardır, sadece gizlidir. Henüz keşfedilmemiş olabilir, ama açığa çıkartılabilir.
Biraz pratik yapalım
Başarmayı istemek ve yazabileceğine inanmak yeter... Senaryo yazımıyla (aslında her türden sanatsal faaliyetle) yeni uğraşmaya başlayan herkesin en önemli gereksinimi gücünü keşfetmektir. Yazabileceğinize inanmanız buna bağlıdır. Yeterli olduğunuzu bilirseniz endişeleriniz zayıflar, kendinize inancınız artar, an be an başarmaya yaklaşırsınız. Gücünüz yeterli bile değil, çok daha geniş, sınırsız diyebileceğimiz kadar geniş, çünkü çok önemli silahlara sahipsiniz. Bunlardan ilki ilham… Her şeyle ve herkesle aranızdaki bağlantı öyle bir yaratıcılık pınarıdır ki asla suyu kesilmez, giderek artar, siz aldıkça daha da fazlasını verir. Bu mekanizmanın bilincine vardıktan sonra herhangi bir konuda kaygılanmaya gerek kalmaz. İkinci en büyük silahınız ise sizsiniz. Benzersizliğiniz. Her insan diğerlerinden farklı genlere, bilinçaltına ve yetiştirilme sürecine sahip. Her insan benzersiz. Bu farklılık çok değerli. Özellikle sanatsal faaliyetle uğraşanlar için. Çünkü sanat üretimi bu zenginlikle yapılıyor, bunlara bağlı, bunlardan güç alıyor. Bilinçaltınızda çoğunu anımsayamadığınız binlerce an, yüzlerce etki yatıyor. Örneğin 2,5 yaşındayken gördüğünüz bir yüz, atlattığınız bir 62 The Wise
Gücünüzü görebilmeniz için bir alıştırma önereceğim size. Eğer varsa, önceden ilhamını aldığınız öykü parçacıklarını, film hikayesi fikirlerini şimdilik bir kenara bırakın. Çünkü bu alıştırmanın amacı, daha önce üzerinde hiç çalışmadığınız, sizin için tamamen yeni olan bir konuda bile aslında ne çok şey bildiğinizi, inanılmaz yüksek sayıda fikre sahip olduğunuzu ve onlarca yeni fikrin ilhamını alabileceğinizi görmeniz. Bu alıştırmanın çıkış noktası “melek” kavramı olacak; çeşitli zorlukları yüzünden bu temayı seçtim. Ya siz de çoğu insan gibi onların var olduğuna inanmıyorsunuzdur, ya da meleklerle kişisel ilişki kurma imkanı bulamamışsınızdır. Yani melekleri tanımıyorsunuz, onlarla empati kurmanız kolay olmayacak. Öte yandan melekler hakkında çeşitli bilgilerimiz var, örneğin günahsız olduklarını biliyoruz. İnsanlara yardım ettiklerini de. Ayrıca özellikle Hıristiyanlıkta “koruyucu melek” kavramı var; insanların daima yanlarında bulunan, onları koruyup gözeten varlıklar ve bir de filmleri biliyoruz, ana karakterlerden biri melek olan epey eser var. Kimi yazar uzun ve yoğun araştırma yapmaktan hoşlanır, örneğin Milcho Manchevski (“Before The Rain / Yağmurdan Önce”) hikayesini geliştirirken konuyla ilgili onlarca kitap okuyan bir yönetmen. Christopher Nolan ise “Inception / Başlangıç”a çalışırken yoğun araştırma yapmadığını, kendi rüyalarını incelemekle yetindiğini anlatıyor röportajlarda. Doğal olarak siz de, kişiliğinize uygun yöntemi izleyeceksiniz, ancak araştırmaktan hoşlanmıyorsanız bile filmleri incelemeniz gerekecek, en azından daha önce yapılmış bir eserin taklidini yazmış konumuna düşmemek için.
Ayrıca yapılmış eserleri incelemek insanın ufkunu geliştirir, bilgisini çoğaltır, hiç düşünmediği noktalara dikkatini çeker, kısacası çok yararlı ve gereklidir. Çekilmiş filmleri iyi bilirseniz, çalıştığınız öyküyü tarif etmeniz –öncelikle kendinize- anlatmanız kolaylaşır. Çünkü şu aşamada nasıl bir melekli senaryo yazacağınızı henüz bilmiyorsunuz.
Filmin ana cümlesi Her film bir şey anlatır. Filmlerde birden fazla konu olabilir kuşkusuz, bunlardan biri asıl mevzuudur, diğerleri yan unsurlar. Yazacağınız senaryoda asıl işlemek istediğiniz konuyu/temayı bir cümleyle özetlemenizi öneririm, senaryoda hangi öğelerin yer alıp almayacağını, aklınıza gelen bir fikrin bu filme uygun olup olmadığını bu cümleye bakarak belirleyeceksiniz. Bu aşamada bu senaryoda asıl neyi anlatmak istediğinizi bilememeniz normal, zaten en büyük güçlük o ana cümleyi kurmaktır, bu konuda acele etmemenizi öneririm (William Goldman sonunda “Hearts in Atlantis / Gizemli Yabancı”ya dönüşen öykü kitabını uyarlarken ana cümleyi altı ayda belirlediğini anlatır, senaryoyu yazması ise üç ay sürmüş). Ana cümle hazır olmadığı için yazmaktan vazgeçmeyin, çalışmayı sürdürün, eninde sonunda aslında neyi anlatmak istediğinizi bileceksiniz. Bu, düşünme aşamasıdır. Melek kavramı ve meleklerle ilgili sahip olduğunuz bilgileri düşünün, not alın. Bu faaliyet bilinçaltınızın bu konu üzerinde tam kapasite çalışmasını sağlayacak ve sizi ilhamlara daha açık hale getirecektir. Meleklerle ilgili en kesin bilgi insanlara yardım ettikleri. Bu, insanların büyük çoğunluğunun da kabul ettiği bir veri, meleklere inanmayanlar da bu fikre yaslanan bir filmi yadırgamayacaklardır. Tamam, ama bilgimiz yetersiz. Örneğin hangi koşullarda ve nasıl yardım ettiklerini bilmiyoruz. Kafalarına göre hareket edip diledikleri an insanların işine karışıyorlar mı, yoksa bizim yardım istememiz mi gerekiyor? Ve yardımı nasıl yapıyorlar? Örneğin “Always / Daima”da (Steven Spielberg, 1989) olduğu gibi hep yanımızda duruyor ve bize fikir mi veriyorlar?
Düşüncelerimizin bir kısmı aslında onlara ait de biz onları kendi fikrimiz mi sanıyoruz? Bu ve benzeri sorularla meleklerin gerçekliğine yaklaşacağız. Bu düşünme faaliyetiyle nihai hedefimiz “melek olmak”tır; onlardan biri gibi hissetmeye, düşünmeye başlayamazsanız melekleri yazamazsınız. Yazarsanız yüzeysel bir senaryo olur, yaşamayan, silik karakterler çıkar ortaya, hikaye kimsenin kalbine dokunmaz. O yüzden bu çalışmadaki asıl meydan okuma şudur: Bir melek olmaya hazır mısınız? Melekleri tanımıyor, belki onların varlığına inanmıyorken bir melek olabilir misiniz?
Bir melek gibi… Meleklerle ilgili yazacaksanız, böyle bir işe kalkıştığınız bilinciyle davranırsınız, konuyu kafanızda taşırsınız. Böylece konunuz, ilham mekanizmasında öncelikli yer sahibi olur, durup dururken aklınıza, melekler veya insanlarla ilişkileri hakkında bilgiler, sahne ve diyalog fikirleri gelir, hikaye yavaş yavaş kurulmaya başlar. Üzerinde ne kadar çok durursanız o kadar çok ilham alırsınız. Dahası da var: Evren size bu konuda yardım etmeye başlar. Örneğin kanal gezerken meleklerle ilgili bir tartışma programına veya diziye rastlarsınız, otobüste meleklerle ilgili bir sohbete kulak misafiri olursunuz, düşünüzde onlardan birini görürsünüz veya bir melek sizinle iletişime geçer. Yazmaya ne kadar kararlı olursanız, evren de size o kadar yardım eder. Yan gelip yatarsanız ilham/yardım azalır, bir süre sonra da biter. Çalışmaya, yani düşünmeye devam etmeniz gerekir. Hikaye tamamlanana ve siz melek olana dek... Kan ter içinde çabalamanıza gerek yoktur, kararlı olmak yeter. Bir de -işte bu zordur- alçakgönüllü olmanız gerekir. “Ben” yazacağım, hikayeyi “kendim” bulacağım, “benim” yaratıcılığım The Wise 63
sayfalara akacak, biçiminde inat ederseniz, belki egonuz kazanır, ama siz kaybedersiniz, çünkü kendi iç sesinizin gürültüsü ilhamı bastırır. Egonuz ilhamını aldığınız fikirleri beğenmez, sonunda oluşacak muhteşem yapıyı önceden göremediği için direnir, başka yapılar oluşturmaya kalkışır, işleri arapsaçına çevirir. İnanın bana, en güzeli ve uygunu ilhama kulak vermektir, egonuz kontrol altına girene ve siz kendiniz dışında şeyler de (örneğin bir bebek, bir alkolik, frijit bir kadın, aç bir köpek veya bir melek) olabilene dek.
Örneğin melek üşümeyi bilmez. Parasızlığı. Özlemeyi. Efkarlanmayı. Korkudan titremeyi. Kendini değersiz hissetmeyi. Diş ağrısından kıvranmayı. Bir yakınını yitirmenin acısını. Terk edilmenin yarattığı boşluğu. Oğlunu savaşa yollamayı. İntikam planlamayı. Nefreti. Öyleyse melek için insanın kendisi büyüleyici. Acısı tatlısıyla her türden deneyime açık yaşadığından. Meleğinkine kıyasla insanınki süngü ucunda yaşamak. Bıçak sırtında. Uçurum kıyısında. Çoğunlukla boşlukta...
Kendiniz kadar başkaları da olamazsanız başkalarına hikayeler anlatamaz, onları yüreklerinden vuramazsınız.
Senaryonuzun önemli temalarından biri daha çıktı böylece: İnsana saygı.
Melekler hakkında yazacaksanız, hiç çaresi yok, melek olacaksınız.
Zaten insana secde etmesi istenmişti.
Ben bir meleğim...
Meleğin yapmadığı bir şeyi yapmayı kabul ettiği için: Bedenlenmeyi. Dünya üzerindeki bu zor hayatı yaşamayı.
Başka bir şey olmak fikri size ters geliyorsa “ben bir meleğim” cümlesini (mümkün oldukça yüksek sesle) tekrarlayın. Çıkın balkona, çevrenizdeki hayata bakın, bir meydanda, caddede durup insanları seyredin ve tekrarlayın: “Ben bir meleğim.” İnsan gibi görmeyi bırakın, melek gibi görün. Yatağınıza uzanın ve bırakın zihniniz gezinsin çevrede. Bir melek gibi düşünün.
Ben bir meleğim. Çiçek nedir biliyorum ama hiç çiçek koklamadım. Hiç dikmedim de, büyümesini seyretmedim. Hiç yıkanmadım, yüzmedim, derinlere dalmadım. Yağmur nedir biliyorum ama hiç ıslanmadım. Çocuğuma sarılmadım hiç. Bir domatesi ısırmadım. Kendimden geçercesine dans etmedim. Araba kullanmadım. Hamakta uyumadım. Bir stadyumda binlerce insanla birlikte haykırmadım. Resim yapmadım. Sevgilimi omzundan öpmedim. Meleklerin en önemli duygusunu yakaladınız böylece: İnsanların yaşadığı pek çok şeyi büyüleyici buluyorlar. Bize imreniyorlar… Onların sadece (bizden görerek) bildiği milyonlarca deneyimi ve duyguyu bizzat yaşadığımız için. 64 The Wise
Meleklerin en güçlü duygularından birinin insanlara yardım etmek olması çok doğal; bizim hayatımız onlara çok karmaşık, görkemli ama aynı zamanda korkutucu geliyor (Anlaşılan Wim Wenders bu yüzden “Wings Of Desire / Berlin Üzerinde Gökyüzü” ve devamı “Faraway, So Close!”un meleklerle ilgili bölümlerini siyah-beyaz, insanlara odaklanan kısımları renkli çekmiş). Onlar sadece melek, oysa insan tam karşıtını da içinde barındırıyor: Şeytan dediğimiz varoluş biçimini, kötücüllüğü... Bu iki yan sürekli çatışıyor. İnsan yüreğiyle zihni arasındaki gerilimden yorgun düşüyor. Ruhu alt üst oluyor, kafası karışıyor. İçindeki sevgi ile korku arasında savruluyor. Hayat zor ve melek bunu biliyor. Belli başlı melekli filmler Tam da bu yüzden melekleri konu alan filmlerin hemen tamamı insanlara yardım temasıyla o ya da bu şekilde ilgileniyorlar. Meleklerin varoluş biçimi ve duygularıyla ilgileri ise farklı seviyelerde. Gelin bunları daha yakından inceleyelim, önce melekli filmleri kabaca gruplayalım: Dini eserler… Haliyle bunlar melekleri de İncil’de yer verildiği biçimiyle işliyorlar. Bu kategorinin en önemli filmleri ise “Lot in
Sodom” (James Sibley Watson & Melville Webber, 1933), “The Bible: In the Beginning... / Peygamberler Tarihi - Kisasi Enbiya” (John Huston, 1966) ve “The Last Temptation of Christ / Günaha Son Çağrı” (Martin Scorsese, 1988). Meleğin insan(lara)a yardım ettiği eserler… Bu kategorinin en ünlü ve başarılı filmi olan “It’s A Wonderful Life / Şahane Hayat”ta (Frank Capra, 1946) ana karakter intihar etmeye kalktığında koruyucu meleği karşısına çıkıp ona, hiç doğmamış olsaydı hayatın nasıl şekilleneceğini gösterir, yaşamının değerini anlamasını sağlar... Kısa özetinden anlaşıldığı gibi bu film insana yardım ve insana saygı temalarını işleyen bir “hayata övgü”dür, yaşamın aslında ne kadar muhteşem olduğunu gösterir, izleyicisine moral ve ilham verir. Aşılması zor bir klasiktir, herhalde bu yüzden yeni çevrimini yapmaya kimse kalkışmamıştır. Ondan alınan ilhamla kotarılan “Mr. Destiny / Bay Kader” (James Orr, 1990) ve “The Family Man / Aile Babası” (Brett Ratner, 2000) ise, literatüre kayda değer bir katkı yapamamış, orta halli filmlerdir. Bu da bir açıdan normaldir çünkü türleri şekillendiren zamandır, yani dönemin ruhu… “Fantezi” üst başlığıyla anılan filmlerin asıl popüler olduğu dönem ise 1940’lar, hemen her dalda olduğu gibi meleklerle ilgili eserlerde de asıl başyapıtlar bu dönemde yapılmış, belli şablonlar oturtulduğu gibi, yenilikler de aynı dönemin eserlerinde gerçekleşmiş. Örneğin “The Bishop’s Wife” (Henry Koster, 1947), meleğin insana yardım etmesi temasını ustalıkla işlemekle kalmaz, çok önemli bir ek de yapar: Meleklerin bakış açısına göre insan o kadar mükemmel ve saygıdeğer bir varlıktır ki, bir meleğin bir insana aşık olması da mümkündür… Aynı tema 40 yıl sonra bir Alman filminde karşımıza çıkar: Sinema tarihinde ilk kez Wim Wenders, insanlara değil, meleklerin varoluş biçimine ve duygularına ağırlık vermiş, “insana aşık olma” temasını da derinleştirmiştir: “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün ana karakteri bir kadına aşık olur ve onunla birlikte olabilmek için insan olmayı kabullenir, sonsuz yaşamdan vazgeçip dünyaya “düşer”... Filmin Holivud versiyonu “City of Angels / Melekler Şehri” (Brad Silberling, 1998) ise meleklerin yaşamıyla pek ilgilenmez, aşk hikayesine odaklanır. 1993’te çektiği devam filmi “Faraway, So Close!”da Wenders ikinci bir meleği insanlaştırdı, bu kez ana karakter bir kız çocuğunu kurtarmak için dünyaya indi. Bu ikinci film, melekle insan arasındaki farkları ve –meleklerin bakış açısına göre- insan yaşamının zorluklarını daha geniş biçimde irdeliyordu. Wenders melekleri insanlaştırırken, Spielberg insanı melekleştirdi: “Daima”nın ana karakteri yangın söndürme pilotudur, bir görev sırasında ölür ve genç bir meslektaşına yardımcı olmakla görevlendirilir.
Filmin ilginç (ve çok önemli) özelliği, öykü ilerledikçe ana karakterin dönüşmesi, kişisel arzularını, hırs ve kıskançlıklarını terk edip aynen bir melek gibi davranmaya başlamasıdır. Özellikle insana saygı ve kendini insanlığa hizmet etmeye adama bakımından. Fakat bu fikrin doğuşu da yine 1940’lara dayanır, çünkü “Daima” bir yeniden çevrimdir, orijinal filmi 1943’te Victor Fleming çekmiş, “A Guy Named Joe” isimli eserde “meleğe dönüşen” ana karakteri muhteşem Spencer Tracy oynamıştır. Her iki film de insanlar arasında yaşanan aşka önemli yer ayırır, her ikisi de dünyaya geri yollanan kahramanımızın sahip olduğu ve -ölerek- yitirdiği şeyleri bir başkasının kazanmasına yardımcı olmasındaki gururlu hüzne odaklanır. Ama arada çok büyük bir fark vardır: Orijinal senaryonun sahibi Dalton Trumbo, “özgürleşme” temasını çok daha derin biçimde işlemiş, böylece insan ile melek arasındaki çok önemli bir ayrıma dikkat çekmiştir: Melek tamamen özgürdür, insan ise “benlik hapishanesinde” tutsaktır, özgürleşebilmesi için egosundan kurtulması gerekir. Yine 1940’lardan, ama bu kez İngiltere’den çıkagelen “A Matter of Life and Death / Aşk Ve Ölüm” (Michael Powell, Emeric Pressburger, 1946) insana saygı ve hayatın kutsallığı temalarını, türün çok popüler iki ayrı izleğiyle, yani ahret ve ikinci şansla birleştirir: Vadesi dolan pilot Peter, “öbür taraf”ta yapılan küçük bir hata sonucu olması gereken zamandan 20 saat sonra “çağrılır”, fakat bu arada bir kadına aşık olmuştur ve yaşamaya devam etmesi hakkının kendisine tanınması gerektiğini iddia eder. Aynı yolu izleyen “What Dreams My Come / Aşk İçin” (Vincent Ward, 1998) beklenebileceği gibi başarılı görsel efektlerle benzersiz bir “öbür dünya” portresi çizerken, temel izleklere de bir yenisini ekler: Reenkarnasyon… 1994’te başlayıp 9 sezon devam eden “Touched by an Angel / Meleklerin Dokunuşu” isimli TV dizisinde ise melekler “bedenlenerek” insanlar arasına karışırlar. Eseri tasarlayan John Masius’un belli başlı temalar açısından seleflerini takip ettiğini, arada sırada hoş hikayeler anlatsa da külliyata ciddi bir katkı veya yenilik yapmadığını söylemek mümkün.
Farklı eğilimler Görüldüğü gibi bu ikinci kategorideki eserler de dini çerçeveden ayrılmıyor, yan temalar açısından farklılık gösterseler de temelde İncil kökenli melek tarifine bağlı kalıyorlar. Bu tarifin dışında çıkan, hatta onu yerle bir eden filmler de yapıldı, bunları da bir grupta toplayalım: 1996’da Nora Ephron “Michael”la “dolu dolu yaşamak isteyen” bir melek tarifi yaptı, ünlü Başmelek, bu kez zincirleme sigara içen, kadınlara bayılan, gerektiğinde kavga eden bir varlık olarak yansıdı perdeye.
The Wise 65
Cinayet masasında görevli bir dedektif olan Grace ve laboratuvarda çalışan arkadaşı Rhetta, farklı nedenlerle de olsa aynı hedefe kilitlenirler: Adli tıbbın imkanlarından yararlanarak Earl’ün kanadının tüyünü vs analiz etmek, gerçek bir meleğe ait kanıtlar toplamak… Bu dizi Holly Hunter’ın ikinci melekli projesidir: 1997’de Danny Boyle’un yönettiği “A Life Less Ordinary / Olağanüstü Bir Hayat” isimli romantik komedi, uyuşmaları imkansız gibi görünen iki genci tanıştırmak ve birbirlerine aşık olmalarını sağlamakla görevlendirilen iki meleğin çabalarını anlatır. Delroy Lindo ile Hunter, olağanüstü bir “melek ikili” oluşturmuşlardır ve insanları korkutmak amacıyla onlara ateş etmek de dahil olmak üzere din kökenli tarife aykırı pek çok şey yaparlar. Fransız filmi “Ricky” (François Ozon, 2009) de literatüre önemli bir katkıda bulunur: Filme adını veren karakter bir bebektir ve doğduktan bir süre sonra kanatları çıkar… Fakat film melek temasıyla hiç ilgilenmez, hoş bir öykü anlatmakla yetinir. Aynı durum, sembollerle yüklü gerçeküstücü bir çalışma olan “Nortfolk” (Michael Polish, 2003) için de geçerlidir. Baraj yapımı yüzünden yakında su altında kalacak olan bir kasabanın son birkaç sakinine ve onları da tahliye etmeye çalışan görevlilere odaklanan film, arada, kanatları “çıkartılmış” bir çocuk-meleğin hikayesini de anlatır. “Skellig”te (Annabel Jankel, 2009) de ana karakterler çocuktur, buldukları bir meleğe yardım ederler çünkü zor durumdadır. Yardıma ihtiyacı olan melek temasını ilk işleyen Gabriel Garcia Marquez’dir, 1955’te yayımlanan “Yaprak Fırtınası” kitabındaki “Büyük Kanatlı Çok Yaşlı Adam” adlı öyküde yazar, zor durumdaki bir meleğin durumundan yararlanarak insanların hırslarını, komik inançlarını ve yersiz şüphelerini eleştirir. Öyküyü bizzat Marquez uyarlamış, 1988’de, Fernando Birri yönetiminde “A Very Old Man with Enormous Wings” isimli film ortaya çıkmıştır. Tüm bu aykırı örnekler literatürü tamamladı, artık elimizde dini tarif açısından değerlendirirsek en iyi, en düzgün melekleri gösteren filmler de var, tam öteki uçta yer alanlar da.
Benzer bir yolu Luc Besson da izledi, 2005 tarihli “Angel-A”da bir insana yardım etmek için dünyaya gelen meleği uzun boylu, sarışın, hayli seksi bir kadın olarak sundu. Tipik Besson çekiciliği taşıyan film, bu yazıda bahsi geçen hemen tüm klasiklerin yaklaşımını harmanlıyordu, bu açıdan eleştirildi. Nancy Miller’ın tasarladığı “Saving Grace” dizisinin (2007-2010) aykırı tarafı ise ana karakterin (projenin yapımcısı da olan Holly Hunter’ın canlandırdığı Grace) “ilahi yardıma rağmen dönüşmeyi reddetmesi”dir. Yardıma gelen kişinin gerçekten melek olduğuna ikna olan Grace tanrıtanımaz olmaktan çıkar, ama melek Earl’ün tavsiyelerini dinlemeye yanaşmaz, beğendiği her erkekle yatmaya, aşırı içki ve sigara tüketmeye ve yalan söylemeye devam eder. Bu özellikleri Grace’a benzer yapımlarda karşılaşmadığımız bir gerçekçilik katarken tüm literatürde ilk kez rastlanan birkaç yenilik daha vardır projede: İlahi yardım “lütfedilen” kişinin kendisine gönderilen meleğe mecburen katlandığı bir insan gibi davranması, örneğin terslemesi, kapıyı yüzüne kapaması vs ve doğaüstünün bilimle sentezlenmesi çabası: 66 The Wise
Önemli tek bir eksik kaldı: Kısaca bahsettiğim tüm bu melekli filmler Batı’da yapıldı ve hepsi Hıristiyanlıktan hareket ediyorlar, karşı çıkanların da muhalif oldukları tarif İncil’e ait. Başta İslam olmak üzere diğer büyük dinlerin tarif ettiği biçimiyle melekler perdeye yansımadı henüz…
Olası tercihler Dini kökenli ve dolayısıyla gayet iyi bilinen melek tarifinden yola çıkmak veya tam tersini yazmaya çalışmak bir tercihtir. Yapılmış filmleri ve bunlardaki seçimleri alıcı gözüyle ve hayatı “bir melek olarak” inceler, yeterince üzerinde durursanız sizin tercihiniz de netleşmeye başlayacaktır. Kuşkusuz tercihinizde kişiliğiniz ve yaşam görüşünüz ağırlıklı rol oynayacak. Örneğin bir yazar melekler kadar “melek gibi” insanlar sayesinde de hayatın güzelleştiğini anlatmayı yeğlerken bir diğeri çeşitli insanlara yardım etmekte başarısız olan melekleri işlemeyi ve böyle bir hikaye aracılığıyla ilahi yardımlara rağmen dünyada işlerin kötüye gittiği çünkü insanoğlunun çiğ süt emmiş olduğu mesajını vermeyi tercih edebilir.
Bu aşamadaki eylem planınız basit: Mümkün olduğunca malzeme toplayın ve ilham alın, sonra kafanızdaki her şeyi tek bir cümleyle ifade edin. Ve sıkıştığınız, kendinizden şüpheye düştüğünüz her an bu yazıdaki örnekleri anımsayın: Dünyanın dört bir yanında yazarlar, bahsi geçen yirmiden fazla filmin ilhamı almış, senaryoya dönüştürmüşler. Benzer bir çalışmayı sizin yapamayacağınızı kanıtlayabilecek hiçbir şey yok yeryüzünde, yeterince ister ve sıkı çalışırsanız, özgün bir fikre yaslanan yeni bir melek filmi senaryosunu siz yazabilirsiniz…
“Alooo… Bana Tanrı’yı bağlayın”… Diyelim ki senaryonuzda Cennet’te geçen bir sahne de olacak, nasıl tarif edersiniz orayı? “Aşk İçin”deki gibi sakinlerinin havada zarifçe süzüldüğü, şelaleleri, ırmaklarıyla dünya dışı bir güzelliği olan bir mekan mı? “Olağanüstü Bir Hayat”taki gibi bembeyaz, ama bunun dışındaki tüm özellikleriyle dünyaya çok benzeyen, örneğin Başmelek Cebrail’in kapısında adı yazılı bir odada, dosyalara gömülmüş çalıştığı ve gerektiğinde Tanrı’ya telefon açtığı bir yer mi? Yoksa örneğin “Heaven Can Wait”deki (Warren Beatty, Buck Henry, 1978) gibi tamamen boş mu? (Ki o filmdeki tasarım da “A Guy Named Joe”dan aynen alınmıştır). Peki ya melekler… Yazacağınız senaryodan hareketle çekilecek filmde onlar nasıl görünecek? Bu konuda bir öneriniz var mı? Olmalı mı? Bir başka deyişle, “nasıl görünecekleri” senaristin sorumluluk alanına mı girer? Bu soruları yanıtlamak için de temel başvuru noktanız “bir cümle” olacak. “Bir cümle” inşaata başlamadan önce çizilen mimari tasarımdır; yani nasıl bir bina yapmak istediğimize ilişkin bir tarif. Hikayeyi üzerinde yürüteceğiniz ana eksen… Daha önce örneklediğimiz filmlerden örneğin “Angel-A” ile “A Bishop’s Wife” arasında dağlar kadar fark var. Aynı filmden hareketle, Holivud’da ve birbirine çok yakın tarihlerde çekilmiş olmalarına rağmen “Bay Kader” ile “Aile Babası” arasındaki benzerlikleri çoğu seyirci hiç fark etmeyebilir bile. “Berlin Üzerindeki Gökyüzü” de melek filmidir, “Skellig” de, ama başka da bir ortak noktaları yoktur.
Şu nokta da çok önemli: Bu ikinci “bir cümle”, bir durumu sergileyeceğinizi söylüyor, oysa başyapıtları incelerseniz gözlemlemekle yetinmediklerini, tespitler yaptıklarını, sorular sorduklarını ve çoğunlukla -kendilerince- yanıtlar verdiklerini görürsünüz. Hakikaten başarılı bir melek filmi yazmak istiyorsanız, sizin insanları/ insanlığı nasıl gördüğünüzü ortaya koymak durumundasınız. Bunu yapamazsanız sadece bir hikaye anlatmış olursunuz. Binlerce aşk filminin yaptığı gibi. Öte yanda aşk hikayesi anlatmakla kalmayıp seyircisine aşkla ilgili bir şeyler de öğreten, düşündüren, ruhlarını başka bir düzeyde de etkileyen filmler vardır, başyapıt dediklerimiz. İnsanları düşündürmenin gerekli olup olmadığını sorgulamanıza gerek yok, seyircinin ne düşündüğü değil, ne derece etkilendiği önemli. Söyleneni anlamayabilirler, ama etkilenirler. Zihinlerinde bir karşılık oluşmayabilir ama ruhları alt üst olur. Önemli olan da bu. Felsefeye, bu alt üst oluşları elde etmek için gereksiniminiz var. Felsefe otomatikman oluşan anlam katmanlarını çoğaltır, yani filmi derinleştirir. Çeşitli katmanları anlayabilen seyirci hissettiklerinin yanı sıra düşündüklerinden de etkilenir. Ayrıca filmin katmanları çok sayıda ise aynı seyirciye değişik zamanlarda farklı biçimlerde seslenme imkanı doğar.
Anlam katmanları Katmanlarla ilgili örneğimiz “The Godfather / Baba”nın (Francis Ford Coppola, 1972) açılış sahnesinden: Bir adam Don Vito Corleone’den yardım istemektedir. En sıradan seyirci bile konuşulanları anlar, başkarakterin gücünü, karizmasını görür, etkilenir. Biraz daha ehil bir seyirci her ikisinin de, ama özellikle Don Corleone’nin psikolojisini anlar, temel karakter özelliklerini görür, bunlardan da etkilenir. Çok daha az sayıdaki seyirci, hatta film eleştirmenlerinin bile pek az bir kısmı, ricada bulunan adamın “Amerika’ya inanıyorum” cümlesiyle başlayan (ki bu filmin ilk repliğidir) monoloğunun anlamını çözer, neden filme konduğunu anlar. O adam çağdaş toplumun yasalarına ve kurumlarına hep güvenmiş bir İtalyan kökenli Amerikalıdır, hayal kırıklığına uğramıştır ve kendine benzeyen insanların ülkelerinden
Demek ki bir senaristin “melek temasını işleyeceğim” diye yola çıkması yetersiz olur; “bir cümle”niz daha geniş bir tarif yapmalı. Ayrıca bu alt başlık altında sorduğumuz (ve benzeri) her türden soruyu “bir cümle” aracılığıyla yanıtlayacağınıza göre ana cümlenizin sağlam bir referans noktası oluşturması gerekir. Genişletelim: anlatacağım”.
“Meleklerin
insanlara
yardım
etmelerini
İlkine kıyasla biraz daha ileri bir adım attınız ama hala yeterli değil, felsefi açıdan eksik. “Yardım ediyorlar da ne oluyor?” sorusunun yanıtı yok.
The Wise 67
ABD’ye taşıdıkları mafya kurumuna başvurmaktadır. Böylece o sahne filmin, herhangi bir mafya hikayesi anlatmayacağını, mafyanın, çağdaş kurum ve yasaların bıraktıkları boşluktan doğmuş ve besleniyor oluşuyla daha ilk sahneden ilgilendiğini, yani mafyayı ve dolayısıyla ABD’yi tarif edeceğini belirtir.
Tabii ki bu yaşama sevinci ve şükretme duygusu seyirciye de geçer.
Ve bu tarif (filmin adından belli) insan merkezli, yani psikolojik derinliği üst seviyede olacaktır. İlk sahnede gördüklerinin anlamına tam olarak vakıf olabilen bir seyirci, filmin geri kalanında oluşturulmuş anlam katmanlarını da (en azından çoğunu) anlayacaktır.
Doğal olarak bu tür filmler “hata yapabilen bir Tanrı” tarifini sunarlar, o filmleri yazan senaristler, “alt tarafı bir hikaye” anlattıklarını düşünseler de…
Meleklerin ayırt edici biçimde görünmeleri, film onları insanlarla yan yana gösterecekse gerekli. Örneğin “Berlin Üzerinde Gökyüzü”nün (açılışta ana karakterlerinden birini genel planda gösterirken sırtında kanatların belirip yok olması dışında) film boyunca kullandığı ayırt edici özellik, meleklerin benzer giyimli ve kısa at kuyruğu saçlı olmalarıdır (Hatta devam filminde Cassiel yeryüzüne “düştüğü” an at kuyruğu da bedeninden kopup düşer). Böylece bir caddeyi, bir kütüphaneyi gördüğümüzde perdedeki kişilerin hangilerinin melek, hangilerinin insan olduğunu bir bakışta anlarız. İnsanlarla melekleri yan yana göstermek ise hayatı tarif etmek açısından çok önemli bir bakış açısına yaslanıyor. Bahsettiğim filmlerden sadece “Berlin Üzerinde Gökyüzü” meleklerle ilgili “her yerdeler, hep yanımızdalar” türünden bir cümleyi aktarır izleyicisine Sizin “bir cümle”niz böyle bir vurgu yapacak mı?
Birkaç tavsiye Tam bir film hikayesi ilhamı alsanız bile acele etmeyin, yazacağınız senaryonun ana cümlesi yetersiz olursa senaryonuz başarısız olur, hatta süreç, eserinizi ne yaparsanız yapın tamamlayamayacağınız kadar karmaşık bir hal alabilir. Çünkü ana cümle sadece hikayenin omurgasını belirlemez, bir bakış açısını da tespit eder. Sizin hayatı nasıl gördüğünüzü ve izleyiciye nasıl bir bakış açısı (hatta bazen yaşama biçimi) önerdiğinizi de içerir. Örneğin tarif ettiğiniz meleğin –“The Bishop’s Wife”taki gibi- neşeli, canlı, sevecen, şefkatli olması, öncelikle onları bu şekilde yaratan Tanrı’ya ve dolayısıyla tüm hayata ilişkin bir tespit yapar, ona kıyasla “Melekler Şehri”ndeki melekler fazla ciddi, hatta bazen asık yüzlü ve korkutucu tiplerdir. Ki “Legion / Kıyamet Melekleri”nde gerçekten korkunçturlar, o filmde meleklerin ölümüne dövüştükleri sahneler bile vardır. Bu üç filmde Tanrı hakkında en küçük bir bilgi, ufacıcık bir replik olmayabilir, fakat üçü de bir Yaratıcı tarifi yaparlar. Büyük ustalar, sadece hikaye anlatmadıklarını, oluşturdukları anlam katmanları aracılığıyla çoğunlukla en geniş anlamıyla hayata ilişkin bir tarif yaptıklarını iyi bilirler. O yüzdendir ki “Şahane Hayat”ı “hayata övgü” olarak nitelendirdim; intihara kalkışan birinden söz etmesine rağmen neredeyse her sahnesinde yaşama sevinci vardır o filmin, aldıkları her nefes için şükreden, böyle bir bilince sahip sanatçılar tarafından tasarlandığı çok bellidir.
Öte yandan, verdiğim örnekler arasında bir hataya yaslanan filmler de var, “öbür tarafta” bir yanlışlık yapılmıştır, diye başlayan hikayeler…
Sizin melekleri nasıl gördüğünüz, bir de bu açıdan önemli. Melekleri tarif ederken, mecburen Tanrı’yı, dolayısıyla –O yarattığına görehayatı da tanımlayacaksınız, bu tarif sadece satır aralarında kalsa da, izleyici zihnen değilse bile kalben bu tarifi de anlayacak ve alacak. Yani yazmanın sorumluluğu büyük… Bu sorumluluk gereği, hiç olmazsa bu yazıda bahsi geçen filmleri dikkatle incelemenizi öneririm, özellikle her birinin hikayesini, ille de ana cümlesini ve bakış açısını. Bu arada eksikleri de tespit edin: Örneğin “The Bishop’s Wife”ın mükemmele yakın bir senaryosu vardır, fakat meleklerin her an zaten yanımızda olduklarını göstermez. Her iki Wenders filmi de çok başarılıdır, ama özellikle ikincisinde “dünyada işlerin yolunda gitmediği” duygusu çok yoğundur. Oysa artık biliyorsunuz, filmlerin yaslandığı ve seyirciye önerdiği bu ve benzeri her cümle sadece melekleri değil, hayatı ve Tanrı’yı da tarif eder; dünyanın feci durumda olması, Tanrı’nın performansının çok kötü olduğu anlamına gelir. Tüm bu melekli filmlere spiritüel bakış açısıyla yaklaşırsanız, çoğunda çok ciddi sorunlar olduğunu görürsünüz. Eserin temeli sağlam değil, veya sundukları tarif çok yetersiz ya da yanlış. Örneğin bazıları Cennet’i dünyaya benzer şekilde güç hiyerarşisi olan bir yer olarak tarif ediyor, mesela Cebrail’in “emrindeki” meleğin yüzüne dosya fırlattığını gösteriyorlar. Bu eksiklik bir açıdan çok doğal; “aydınlanma çağı”na yeni giriyoruz, insanlık (ve onun bir parçası olan sanatçılar) ancak şimdi dört başı mamur tariflere yaslanan eserler çıkarabilir. Bir başka deyişle: O ilhamın vakti geldi, siz içinizden gelmesine rağmen melek temalı bir senaryo yazmazsanız, başkaları yazacak. Fakat bu uzun yazıyı bu cümleye kadar okuduğunuza göre, siz de aslında bu iş için güçlü adaylardan birisiniz. Haydi öyleyse, geçin bilgisayar başına, not almaya başlayın: “Ben bir meleğim”…
68 The Wise
The Wise 69
The Wise Humor
Hasan ‘Sonsuz’ Çeliktaş
sonsuz@thewisemag.com
E
Spiritüel Kadın Nasıl Tavlanır?
trafınızda sayıları gittikçe artıyor. Kimisi meditasyon yapıyor, kimisi yoga, kimisi Reiki, kimisi Feng Shui… Bazılarının elinden astrolojik haritaları eksik olmuyor hatta sizinle ilişkisini bile yıldızların o an ki konumuna göre belirliyor. Kryon, Ramtha, İçinizdeki Güç tarzı kitapları okuyorlar ve bazıları size de okutturmaya çabalıyor. Gizemli ve egzotik havalarını inkar etmek olanaksız. Bir spiritüel kadınla karşı karşıyasınız; peki, ona nasıl yaklaşacaksınız? Hepsinden önce nedir yahu bu spiritüel kadın? Ne yer, ne içer; nerelerde gezer; özellikleri nedir ve nasıl tavlanır?… Başlıyoruz…
Bölüm 1: Spiritüel Kadın Kimdir? Spiritüel kadın, görmüş geçirmiş ve halen ders alamamış kadındır. Bunların kontratı, sürdürülebilir gelişim ilkeleri doğrultusunda yazıldığı için, ha babam tecrübe yaşayıp, ders çıkartıp dururlar. Tabii, bu arada bol bol da kazık yerler ve kalpleri kırılır.
70 The Wise
Spiritüel kadın, iyi niyetinden dolayı az buçuk saf, bu saflığın suiistimali sonucu kalbi kırık, bu kalbi kırıklıklar sonucu da özünde mutsuz bir kadın tipidir. Bu yüzden, sürekli mutluluk arayışı içindedir. Nice nice kitapları devirir; herkese mutluluk öğretmeye çalışır; fırsat buldukça vaaz verir; ortam yavşayınca da ciddiyete davet eder. Kendisi, özünde mutsuz olduğu ve mutluluğu böyle faaliyetlerde arayıp, aslında pek bir şeyi “enjoy” etmediği için de, siz orda eğlenip hayatın tadını çıkartırken, sizi ciddiyetsizlikle suçlayabilir. (Bunların bir üst modeli ise sürekli kuşlardan, çiçeklerden falan bahseder; zaten erkek milletinin şanlı evlatları olarak onlara hiç yaklaşmadığınızı varsayıyoruz.) Spiritüel kadın, diğer kadınlardan farklı bir imaj çizmekle birlikte, sonuçta kadındır.
Dünyadaki bir kadında görebileceğiniz süslenme, dırdır etme, dedikodu, kapris yapma vs. vs. gibi birçok özelliği, yumuşatılmış ve biçim değiştirmiş olarak bu hanımkızlarımızda görebilirsiniz. Ayrıca, bu modelin en büyük özelliği, kendisinin asla kalıba koyulamayacağını ve böyle sınırlamalar içinde anlatılanların kendisi olmadığını üstüne basa basa vurgulamaktır. Bol bol gülümser; etrafa az buçuk ürkek ve biraz safça bakar; ying yang sembollü dövmelere bayılır; siz erkek olarak binbir şebeklik yapmanıza rağmen, lotus pozisyonunu beceremezken, bunlar annelerinden lotuslu gelmişlerdir; çoğunluğu ortalamanın üstünde güzelliğe sahiptir (birçoğu da taş gibidir); hızma gibi şeylere hastadırlar; sigara içmeyeni yoktur; kavga ortamında lafları beş beş geçirirler; büyük çoğunluğu üniversite mezunudur; konu teknoloji olunca mutlaka bir erkeğin yardımına ihtiyaç duyarlar falan… Aralarında psişik yetenekleri olanlar çıkar. Bunlar, genelde medyumluk yapıp otomatik yazı yazarlar; birçoğu da geleceği görebilir, astral seyahat yapar. Allahtan, telepat olan nerdeyse hiç yoktur, eğer çıkarsa da ondan çekinmeyin; açık olun iyice, zaten o ana kadar her haltınızı bilip halen karşınızda oturuyorsa, sizden hoşlanıyordur. Reiki’ye, nerdeyse yüzde 90’ı bulaşmıştır ve güzel kızların çoğu Reikici’dir. Hele kanka bir master’ınız varsa, yaşadınız.
Karşımda Bir Spiritüel Kadın Var… Şimdi masaya oturdunuz ve o gün buluşacağınız okul arkadaşınız Şermin, yanında taş gibi bir afet getirmiş ve sizin içiniz eriyor bir anda, eee n’apacaksınız? Öncelikle şunu bilin ki, gerçek hayatta, arkadaşınız Şermin’in yanında afet gibi bir hatun getirmesi ihtimali, Moğolistan’ın Avrupa Birliği’ne girme ihtimali kadardır. Diyelim ki oldu, Şermin’in sizi önceden bilgilendirmesi veya ayarlayacağı ihtimali de, Ramtha’nın İstanbul milletvekili adayı olma ihtimali kadardır. (Diyelim ki, bunların hepsi oldu ve Şermin size kızı ayarlayacak, o zaman bu yazıyı okuma be güzel kardeşim. Bu yazı sana, tek başına kaldığında yardımcı olacak, bir hayatta kalma rehberidir.) Nerde kalmıştık? Hah, kız karşınızda oturuyor. Şu anda, onun spiritüel aleme ilgisini bilmiyorsunuz, ama varsayıyorsunuz. Öncelikle, böyle bir kızla iletişim kurabilmek için, altyapınızın çok iyi olması şarttır. Spiritüel literatürün temel taşlarının hemen hepsini okumuş olmanız,
Bazılarının eril enerjileri çok uyanmıştır ve resmen kodumu yamulturlar. Ayrıca, zeki oldukları için, mizahı algılama yetenekleri de çok gelişmiştir, ama hepsi aynı ölçüde mizahla karşılık veremeyebilirler. Tanrı ile Sohbet’leri hatmetmeniz, Kryon’u tanımanız (mümkünse Lee Carroll’u şahsen), birkaç ruhsal deneyim yaşamanız, ruhsal aktivitelere aktif biçimde katılmış olmanız, ama en önemlisi astrolojiden az buçuk çakıyor olmanız gerekmektedir. Dünya üzerinde, nerdeyse hiçbir kadın burç muhabbetine dayanamazken, spiritüel kadında, bu olay aşılmıştır. Bunların bazıları artık burç uyumlarını, yükselen burç olaylarını falan aşmış, doğum haritalarına göre falan konuşmaktadır. Gerçi, erkeklerden pek bir şey ummadıklarından az buçuk bilginiz bile yetecektir böyle bir kadına. Kısaca burç muhabbetinden girebilirsiniz olaya.
Siz Ne Kadar Biliyorsunuz? Tabii, bu arada tüm bu tavsiyeler, sizin spiritüalizmden ne kadar çaktığınıza bağlı. Spiritüel kadınlar, genelde çok zeki ve sezgileri çok kuvvetli olurlar ve ortalamanın altında bir performans vermeniz, onun entelektüel ilgisini çekmeyeceği için, şansınız zayıflayacaktır (her şeyin başı eğitim yani). Eğer bu konularda bir şey bilmiyor da böyle bir kıza aşık olmuşsanız ve derin alemlere dalıp bilgilenmek istiyorsanız, derneklere veya gruplara falan takılın. Hem belki kazayla iç yolculuğunuz başlar da, faydası dokunmuş olur kızın size. Hele sırf onunla tanışmak için bu çabaya girmiş bir erkeği görmek, spiritüel kızı havalara uçuracaktır. Bu garibanlar, genelde hep kendilerinden bir şeyler verdikleri ve karşılığında da havayı aldıkları için; kendileri için bir şey yapıldığında, acayip mutlu olurlar. (Bir kısmına da bu dozaj fazla gelebilir ve bir anda algılayamayabilir neler olup bittiğini; kaçarsa vazgeçmeyin sakın. Zavallı kıza kendini o kadar değersiz hissettirmişler ki, değer verilmeye alışması zaman alabilir.) Gerçi şunu da unutmamak lazım, spiritüel kadınların ortalama kadınlara göre, kendilerine güvenleri çok daha fazladır. Bazılarının eril enerjileri çok uyanmıştır ve resmen kodumu yamulturlar. Ayrıca, zeki oldukları için, mizahı algılama yetenekleri de çok gelişmiştir, ama hepsi aynı ölçüde mizahla karşılık veremeyebilirler. (N’apalım artık, bu da onların ‘bug’ı)
O Ne Kadar Biliyor? Diyelim ki, burç muhabbetine girdiniz ve onunla iletişim kurdunuz; peki, nerden anlayacaksınız onun spiritüellikle alakası olup olmadığını. Böyle durumlarda, lafı dolandırıp mistik muhabbetlere getirin konuyu: “Ya, geçen gün uyurken, kendimi bedenimin dışında buldum; rüyaydı sanırım, çok korktum; size de oldu mu?” falan gibisinden dalın muhabbete. “Hey koçum hey, o dediğine astral seyahat derler, biz gidip geliyoruz” mealinde bir cevap verirse, bilin ki, karşınızdaki konuya hakimdir ve açığınızı bulursa sizi yer. Ama “Yaaa, bizim arkadaşın da başına öyle bir şey geldi” falan diyorsa, istediğiniz kadar bilgi satıp hava atın. Bu konuda az bileni tavlamak daha kolaydır, ama ruhsal evrimin henüz başında olduğu için, The Wise 71
ilişki, beklediğiniz gibi olmayabilir. Evriminde yükselmiş kızların hem enerjisi çok yüksektir, hem tavırları çok farklıdır ve resmen “tadından yenmez”ler, ama onlar da her kula nasip olmazlar.
Bölüm 2: Spiritüel kadın hakkında bilmeniz gereken gerçeklerden biri de şudur: Bunlar, nerde psikopat, manyak eskisi, sadist, sorunlu tip varsa, gidip onları bulup aşık olmakta, eşine rastlanmayacak kadar tutarlı bir tavır içindedirler. Siz, onu tavlamak için amuda kalkıp, ayak başparmağınızla, havada Reiki’nin 3’üncü sembolünü çizmeyi başarabilseniz bile, onlar sizi çok iyi bir dost olarak görüp; gidip psikopatın tekine vurulmaktan vazgeçmeyecektir. Kadınların evrensel ‘bug’ı olan “Ben nasılsa onu düzeltirim” havaları, bunlarda öyle yoğunlaşmış bir misyon halini almıştır ki, farklı dinde olanı kendi dinine çekip cennete girmeyi hayal eden sıkı dindarlar bile bunların yanında “cola light” kalır. Öyle mazoşistlerdir ki, herif bunların iflahını gevretir; yerden yere vurur; bunlar bana mısın demez. Bir de herif bunları terk ettikten üç sene sonra bile, bazı geceler onu düşündüğünü söyleyip, sizi fitil ederler. Aslında, böylelerine bu tipler müstahak demekten başka bir şey demek gelmiyor içimden. Bunların bir üst modelleri, gidip bu hastalarla evlenirler; akılları o zaman başlarına gelir, ama iş işten geçmiş olur. (Bazılarının ikinciden sonra bile aklı pek başına gelmez ya…)
Peki, Bu Neden Böyledir? Evrensel “seveni öpersin, öpeni seversin” kuralı ve kaçan kovalanır ilkeleri dışında, spiritüel olanlar birilerini düzeltmeyi kendilerine misyon edinirler. Aslında, karşıdakini düzeltmek falan değildir dertleri; birilerini düzelttiklerini ve “hakkın yolu”na kavuşturduklarını düşünüp, kendilerini tatmin etmektir olay. Ama bu amaç öyle güzel maskelenmiştir ki, kendinizi bir an Florence Nightingale ile karşı karşıya bulduğunuzu düşünürsünüz.
72 The Wise
Siz, karşıdakinin size sunduğu bu bahanelere kendinizi kaptırır da, oyununa girerseniz yandınız; tövbe gözüne giremezsiniz onun. Çünkü, bunları öne süren kızımız, size aynı anda da, “Bakalım beni anlayabilecek kadar zeka ve anlayış kırıntısı taşıyor musun, o hoş suratın altında. Sonra anlarsınız ki, karşınızdaki Steve Wonder’dan daha kör; Avarel Dalton’dan daha saf; Hazerfan Ahmet Çelebi’den daha idealist bir tiptir. Eğer böyle birini tavlamaya niyetliyseniz, “Sakın ha!” derim size. Onu kendi haline bırakın ve sessizce uzaklaşın. Nasılsa evren onun aklını başına getirecek yolu bulacaktır; arada siz de heba olmayın. Çünkü, bir de gidip ona yardımcı olmaya kalkmak gibi idealistlik yaparsanız, kendinizi bir anda aşık olduğunuz kadının psikopat sevgilisiyle yaşadıkları sorunları çözmeye çalışan iyi arkadaş rolünde bulabilirsiniz. Bu da zamanla insanda mide bulantısı, kusma, ishal gibi sorunlar yaratabilir; uyarmadı demeyin. Pekiiii, diyeceksiniz ki “Ulen amma genelledin, hepsi mi böyle?”. Ben de derim ki, daha bir tanesini görmedim ki bunları yaşamamış olsun. Toplu sözleşme yapan işçi sendikası gibi bunlar. Sanki gelmeden tüm kızların kontratına bir zorunlu madde konmuş, “En az bir kere olmak şartıyla, bir psikopat düzeltilmeye çalışılacak” diye. Arada nice koçyiğitler heba olmuş, umurlarında mı? Erkek dediğin kiloyla mı sanki, di mi?
Diyelim Çok Sıkı Bir Tanesi Karşınızda… Kadın adı verilen hayat formunun en temel özelliklerinden biri de, “Kolay kadın olarak algılanma korkusu”dur. Bu yüzden, size karşı ne kadar istekli olsa da bir ‘kanırtma’ devresi yaşatacaktır. Biz erkekler, duygularımıza kolayca kapılıp, kendimizi akışa hemen bırakma konusunda ‘sabırsız’ davranabilirken, kadınlar en deli aşık durumlarında bile kendilerini tutmayı başarabilirler. Ortalama bir kadın, bu ‘kanırtma’ evresinde ‘naz yapmak’ olarak algılayabileceğimiz tavırları sergilerken; spiritüel olanlar karmalarını, kendi iç hesaplaşmalarını, dünyada yeni var olan enerji değişimlerinin kendi ruhsal titreşimlerine olan etkilerini, ruhsal kontratlarını vs. ortaya süreceklerdir. Siz, karşıdakinin size sunduğu bu bahanelere kendinizi kaptırır da, oyununa girerseniz yandınız; tövbe gözüne giremezsiniz onun. Çünkü, bunları öne süren kızımız, size aynı anda da, “Bakalım beni anlayabilecek kadar zeka ve anlayış kırıntısı taşıyor musun, o hoş suratın altında.
(Gerçi, siz en iyisi gidip ‘camia’ dışından birilerini bulun; hem kafanız da rahat olur. Zaten sürekli spiritüelliğin içinde yaşayıp duruyoruz, evde bunlardan uzak bir kadınla olmak sizi yeni deneyimler için şarj edecektir.)
Peki Spiritüelliğe İlginiz Yoksa? Eğer spiritüel konulara uzak bir erkekseniz ve hoşlandığınız kızın böyle konulara ilgisi çoksa, emin olun, zamanla istemeden de olsa bu camiaya dalacaksınız. Spiritüel kadın milletinde en illet olduğum şey: Konuya ilgisiz sevgililerini, hemen olayın içine sokma çabalarıdır. Bırakın artık yahu, şu birilerini değiştirme işini. Hıristiyan’ı Müslüman yapsan, ne değişecek. Onu Hıristiyan olarak sevsene be kadın, ne diye uğraşır durursun, kendi istediğin forma sokmak için. Ondan sonra da, hüngür hüngür ağlarsın sağda solda, “Beni bir türlü kimse anlamıyor, sevmiyor” diye. Sen kendini düzeltememişsin ki, gidip başkasını düzelteceksin: Senin, bir kere bir insanı olduğu gibi sevme; sadece o olduğu için sevme becerin yok ki, karşından bekliyorsun. Neymiş, “Ben bunlara ilgiliysem, o da beni anlamak için bunları bilmeliymiş”. Ondan sonra, zavallı adamlar gelip şaşkın şaşkın bakarlar toplantılarda, “Bunlar ne diyor?” diye. Bir de üstüne üstlük, garibime yorum falan yaptırırlar, kız da gözlerini herifin üzerine öyle diker ki, vatanımın asil evladının dili damağı kurur. O, kendini değiştiremeyip, zavallı heriflere kabir azabı çektiren kadıncıklara, hep şunu demek istedim: Hadi len, sen önce kendin ne denildiğini anla da, sonra herifin tepesine çök! Oh beeee, rahatladım… Valla yıllardır içimde birikmiş bu olay, o kardeşlerimizin acılarını da dile getirmiş oldum. :-)
Hiç mi Güzel Bir İlişki Olmaz ki?
Bırakın artık yahu, şu birilerini değiştirme işini. Hıristiyan’ı Müslüman yapsan, ne değişecek. Onu Hıristiyan olarak sevsene be kadın, ne diye uğraşır durursun, kendi istediğin forma sokmak için. Eğer bana layık olabilecek bir şeyler varsa, direk bunların ardındaki ‘sevilmeyi isteyen’ kadını görürsün; yok oyunlarıma gelirsen, aylarca karmalarımla uğraştırır dururum seni; taa ki beni anlayabilecek birini bulana kadar” demektedir. Valla spiritüel tür oldukça zeki ve yediği kazıklardan bayağı tecrübe sahibi olduğu için ciddi emek, sabır ve zeka isteyen kadınlardır; “kanırtma” evresini aştığınızda ise çok sağlam bir aşkınız olacağına emin olun.
Yahu, amma olumsuz gittin be kardeş, hiç mi yok şöyle tadından yenmeyecek bir ilişki, spiritüel female’lerle derseniz, “Vardır tabii” derim de… bu işin “de” eki var. Açıkçası, ben bugüne kadar, bir defa çok büyük bir aşk yaşadım ve o kızın da bu olaylarla zerre ilgisi yoktu, hatta korkardı bile. Ondan ayrıldığımdan beri ‘spiritüel female’ arkadaşlarım oldu. Gerçekten, harika kızlardı her biri, ama o tadı hiç bulamadım. :) Gerçi bunun spiritüellikle falan ilgisi yok. Aslında, tüm bu deneyimlerimin bana öğrettiği bir şey oldu: Karşındaki insan dünyanın en güzel, en zeki, en etkileyici, en enerjik, en bilmem ne kişisi de olsa, ona aşık olacaksın diye bir olay yok; çünkü, aşk bambaşka bir şey. Hele, benim gibi “tutkularıyla” yaşayan biri iseniz ve aşk, her sabah uyandığınızda yanınızdaki kişiye tekrar tekrar, taa en başındaymış gibi hissedilen bir duygu ise, tamamen bambaşka bir şey. O ruhsallık, başarı, zaman, durum vs. dinlemiyor. Geliyor, ‘çotank’ diye sizi buluyor ve daha onu görür görmez anlıyorsunuz. Ayrıca, gerçek aşk hiçbir taktiğe ihtiyaç duymaz; zaten taktiğe ihtiyaç duyan kişiyle de işiniz pek olmasın derim, ben. Burada güya komik bir yazı yazacaktık, yine ciddileştik; bir de üzerine asabiyet yaptık, iyi mi? Neyse, burada kesiyorum. Tüm bu konuştuklarımızdan almanız gereken dersi tekrarlayarak yazımı bitiriyorum: “Spiritüel mipirituel hikaye; kadın, dünyanın her yerinde kadındır… O kadar!” :-) (Devam edecek.) The Wise 73
The Wise Soul
Gülüm Omay gulum.omay@thewisemag.com
S
Genç Kız ve Asker
avaş yıllarıydı. Ormanda Nazilerden kaçan bir genç kadın soluk soluğa bir ağacın altına çöktü. Yorgun ve uykusuz olduğu çok belirgindi. Saklanmak zorundaydı. Yoksa onu da bulurlardı ve götürecekleri yer belliydi. Üzerinde kalın kumaştan yapılmış bol bir pantolon ayağında kaba kalın botlar vardı. Elindeki kaba kumaştan yapılmış çantaya baktı. Az bir yiyeceği vardı. Belki birkaç gün idare edebilirdi, sonra... Sonrası yoktu bu günlerin. Üzerindeki ağaçların arasından güneş ışığı çok hafif sızıyordu. Uzandı biraz dinlenmeli ve sonra ne yapabileceğini düşünmeliydi. Uyandığında gece olmuştu. Ormanın nemli soğuğu içini ürpertiyordu. Etrafta hiç ışık yoktu. Başını yukarı kaldırdı ay ışığı bile saklanmıştı. “Bu savaş bitsin tanrım” diye geçirdi içinden. İnsanlar tükenmişti artık. Nasıl bir kavgaydı bu... Tekrar uykuya daldı. Sabahın erken saatlerinde tekrar uyandı biraz su içti. Kuşları duymak için kulak kabarttı, sonra gülümsedi hayal kuruyordu. Böyle bir cehennemde kuş olmazdı ki. Gürültü etmekten korktuğu için ayağa kalkmakta zorlandı. Günlerdir kaçıyorlardı. En sonunda onu bu ormana bırakmışlardı. Canını kurtarır ümidiyle. Henüz çok gençti. Okulunu bitirdikten sonra kendini savaşın içinde bulmuştu. Babasının ölümüyle her şey çok hızlanmıştı. Önceleri sadece savaş karşıtı birkaç toplantıya katılmış, sonra... sonra işte buradaydı. Farklı bir dine bağlı olarak dünyaya gelmiş olmaktan başka hiçbir suçu yoktu. Günler geçiyor ve hiçbir şey yapamıyordu. Çünkü askerler her yerdeydi. Yiyeceği bitmek üzereydi. Ayrıldığı arkadaşlarının ne olduğunu merak ediyordu. Belki hepsi ölmüştü. Kim bilir? Neyi bekliyordu burada. Yakınlardan gelen bir sesle irkildi. Bir inilti... Sesin geldiği yana doğru yürüdü. Ve O’nu gördü. Yaralı bir asker. Sol omzundan kanlar akıyordu. 74 The Wise
Kendinden geçmek üzereydi, son gücünü toplayarak bir kez daha baktı ve elini uzattı. Çok kan kaybediyordu. Sarı saçları toz ve terle karışmış çamurlanmıştı. Ne kadar genç ve masum olduğunu düşündü. Gücünü toplayıp ona fazla acı vermemeye çalışarak kendi saklandığı kuytuya kadar sürükledi. Çantasından kalan suyu çıkarttı bir kısmıyla askerin yüzünü sildi. Cebinden çıkarttığı eskiden mendil olan paçavrayı ıslatarak dudaklarını nemlendirdi. “Tanrım bu savaş bitsin” diye geçirdi içinden. Üzerindeki ceketi çıkartıp kollarını yırtarak yaranın üzerine tampon yapmaya çalıştı. Kendini çok çaresiz hissediyordu, ağlamaya başladı. Kanlanmış elleriyle yüzünden yaşları sildi, ceketinin kalan kısmıyla yarayı sıkıca sardı. Askerin başının altına çantasını yerleştirdi. Artık her şey tanrıya kalmıştı. Bacağından sızan kanı görünce askerin yakınında devrilmiş duran motosikleti hatırladı. Onu da taşıması gerekiyordu. Yoksa yine bulabilirlerdi onları. Yerinden kalktı motosiklete doğru yürüdü... Şimdi bir başka sorumluluk almıştı. Bir can daha... Asker bile olsa yaşamalıydı o da... Kendine geldikçe su içirmeye çalıştı ona. Asker gözlerini açıp ara sıra da olsa bakıyor ve tekrar bayılıyordu. Yaşıtı gibiydi, belki bir kaç yaş büyük... Günlerce başında oturarak ayılmasını bekledi. Aralarında oluşmaya başlayan bağ inanılmazdı. Sanki çok eski bir dost, sanki kardeşi, sanki çocukluk arkadaşlarından biri gibiydi. Bilmediği bir zamandan tanıyordu onu. Kim bilir belki savaştan önce birkaç mahalle ötede o da top oynuyordu. Bu nasıl bir kavgaydı. Asker mucize gibi iyileşti. Çok mutluydu bir can daha kurtulmuştu. Ama artık gitmesi gerekiyordu.
Zaten yiyecek bir şeyleri kalmamıştı, hem biraz yiyecek getirmeliydi. Gitti... tekrar geldi. Tekrar gitti, tekrar geldi. Şimdi artık günler onu bekleyerek geçiyordu. Bu garip savaşın içinde bu garip duygular onu biraz teselli ediyordu. Bazen gecelerini de onunla geçiriyordu. Çok az konuşuyorlardı. Hatta konuşmaya gerek duymuyorlardı. Günler böyle bekleyerek geçerken ormanda bir çocuk buldu. Dokuzon yaşlarındaydı. Bütün ailesini kaybetmişti. Bir rahip onu ormana bırakmıştı. Eğer yaşamayı başarırsa kurtulur diye. Kahverengi gözünün içine giren düz saçları vardı. Üzerinde eskimiş bir bol bermuda, her yanı yırtılmış kaba bir gömlek. Bir bacağı aksıyordu. Kaçarken yaralanmıştı. Adının Patrick olduğunu söylemişti. Şimdi artık yanlarında bir de bu çocuk vardı. Olsun bu günahsız çocukla yiyeceğini paylaşmak ona biraz daha güç verecekti. Belki onu da kurtarabilirdi. Ela gözleri o kadar saf ve çaresiz bakıyordu ki. Çocukla birlikte civar köylere inmeye çalıştı, belki onu birilerine teslim edebilirim diye düşünüyordu. Her yerde hala dumanlar tütüyordu. Her yer harabeye dönmüştü. Kimseler yoktu. Bu kadar insan nereye gitti diye düşündü. “Hepsi mi tanrım” diye sordu. Yine çaresizlik duygularıyla ormana geri dönüp beklemeye başladılar. Asker neredeyse her gün geliyordu. Ama son gelişlerinde sanki bir farklılık vardı. Belirgin bir şey olmamasına rağmen, içgüdüleri yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissettiriyordu ona. Bu düşünceleri kafasından atmaya çalıştı... Bir gün asker gelmedi. Huzursuz oldu ama, daha önceleri de gelmediği olmuştu. Olabilir savaş bu diye düşündü. O günün ertesi günü gözlerini gürültülerle açtılar. Askerler gelmişti. İkisini de içinde bir sürü insanın bulunduğu bir kamyona bindirdiler. İşte son geliyordu. Savaş esirlerinin toplandığı kampın tellerle kaplı yüksek duvarları görünmüştü bile. Kimse konuşmuyordu. Kimse ağlamıyordu. Rengi sararmış bir kamyon dolusu kadın, erkek, çocuk indirildiler.Uzun koğuşlar vardı. Soğuk duvarlar. Dışarıda toprak kazanlar, içeride patates soyanlar. Yorgun yüzler. Arada silah sesleri geliyordu, başlarını kaldırıp bu sefer kim diye bakıp tekrar işine dönüyordu herkes. Ümitler tükenmişti. Bir gün kadınları dışarı çağırdılar. Bekleşen çocukların yanına dizdiler. Çocuk da oradaydı. Büyük binayı işaret ettiler. Hep birlikte büyük binaya doğru yol alındı. Binanın kapıları açıldı, İçerisi çok büyük ve bomboştu. Tavanlar yüksek ve yuvarlak aydınlatmalara benzeyen deliklerle döşeliydi. Kadınlar ağlıyor, çocuklar titreşiyorlardı. İçinden “ben burada olmayacaktım, hani beni bulamayacaklardı ?” diye geçirdi. O neredeydi? Şaşkındı... Kadınlara döndü “ağlamayın, dua edin dedi.” Ve her yanını yoğun gri bir sis kapladı. “Hani beni bulamayacaklardı!” dedi içinden…
Bu öykünün oluşmasında kullanılan ışık köprüsü çalışması, karmik bilgilerin depolandığı bilgi havuzundan gereken veriyi alarak bu yaşamdaki tezahüründe meydana gelen olumsuzlukları temizlemek için yapılan bir uygulamadır. Reiki sembolleri ile gerçekleştirilen çalışma, klasik sistem de var olan bir uygulama değildir. Yani Reiki’nin öğretilen 3 aşamalı eğitimlerinin dışında tutulmuştur. Tibet kökenli bir tekniktir. Özellikle ileri aşamadaki öğrencilerle yapılan eğitimlerde öğretilir. Türkçe’ye tercümesinde Işık Köprüsü adının kullanılması, uygulama sırasında geçmiş yaşamla şimdiki yaşam arasında bir köprü kurularak çalışıldığı içindir. Çalışma içinde bazen de bilinçaltında rahatsızlık yaratan bazı sorunlar ortaya çıkarak, temizlenmesi sağlanabilmektedir. Tüm çalışma Reiki yardımıyla yapıldığı için güvenli bir tekniktir. Hipnoz ile hiçbir bağlantısı yoktur. Uygulanan kişi çalışma sırasında, bulunduğu ortamla bağlantısını hiç kopartmamaktadır. Geçmiş yaşam bilgilerini aktarırken, bulunduğu mekanın ve zamanın bilinçli olarak farkındadır. Dolayısıyla istem dışı oluşabilecek bir yaptırım mümkün değildir. Bir çok sorunda, ciddi sonuçlara ulaşılabilmektedir. Gaz odası kısmına gelindiğinde film geri sarıldı. Genç kadın gaz odasından çıkarılıp askerle buluşturuldu. (Şaşkınlık ve affetme duygularını çözebilmek için…) Tek penceresi olan bir barakada bir tahta masa başında iki tahta sandalyede karşılıklı el ele oturdular. Hala aşk vardı. Askere neden yaptığı soruldu. Zorla konuşturulduğunu söyledi. O zaman askere ait duyguların ifadesi istendi kadından, alınan cevap sadece “görevini yapmış” oldu. Askeri affetmesi istendi. Cevap “olan oldu artık” oldu. Affetme gerçekleştirilemedi. O zaman Reiki ile bütün duyguların temizlenip ışığa kavuşturulması istendi. Reiki yapıldı ve bir ışık içinde el ele pencereden uçup gittiler. Görüntüde hiçbir şey kalmamıştı. Affedildi mi? diye sorulduğunda cevap “Hayır!” olunca, tekrar geri getirildiler. Yeniden binbir güçlükle affetme gerçekleştirildi. Yeniden gaz odasına dönüldü kapıları açılıp herkes serbest bırakıldı. İnsanları aileleri karşıladı. Genç kadın evine yalnız başına döndü. Bir kardeşi olduğunu söyledi ama askerler tarafından bir başka şehirde vurulmuştu. Kardeşinin vurulma sahnesine dönüldü. Kardeşi askerlerin olduğu yerden onlara görünmeden geçti ve kurtuldu. O da evine geri döndürüldü. Kardeşinin adının B… olduğunu söyledi. B…, günümüzde Almanya doğumlu. Sol göğsünün altında nedeni bilinmeyen (bir kurşun büyüklüğünde) bir leke var. Işık köprüsü çalışmasının başında bir nehir olduğundan bahsedilmişti. Belçika-Fransa sınırı olabilir denmişti. Atlasa bakıldı Belçika-Fransa sınırında Belçika’dan Fransa’ya doğru akan bir nehir tespit edildi. Bu yaşamdaki kadın: Orman sevmez – motosikletlere ilgi duyar ama ürker – ateşli silah sevmez ama eline ilk kez aldığında tam hedef isabet ettirmişti – esmer erkekleri sarışınlara tercih eder – yıllarca almanca eğitimi aldığı halde neredeyse tek kelime hatırlamıyor – trene binmeyi sevmez – resmi kıyafetlilerden hoşlanmaz – nefesini daralttığı için çok buharlı yerleri sevmez – çoğu zaman uykudan boğuluyormuş duygusuyla uyanır – uzun yıllar (farkında olmadan) Hitler ve Naziler ile ilgili bilgileri araştırdı. Soykırımı anlamaya çalıştı. Bu yaşamdaki erkek: sol omzunda belirgin bir yara izi var – motosiklet sevmez – ateşli silahlardan nefret eder (oyuncak silaha bile tahammülü yoktur ) – esmer kadın özlemi çekip genel olarak sarışınları tercih eder – Almanca bölümü mezunu (iyi derecede Almanca biliyor) – yıllardır çalıştığı işyerinin sahipleri Yahudi – askerlik yaptığı dönemi anlatmaktan nefret eder – resmi kıyafetlilerden hoşlanmaz – sıklıkla (farkında olmadan) “Hitler haklıydı” lafını kullanır.
The Wise 75
The Wise Soul
Bora Eşiz bora.esiz@thewisemag.com
K
albi, aklı, benliği Ege’de kalanların en sağlam sığınaklarından biridir Bozcaada. Ege’nin alabildiğince uzanan bağlar, asırlık çınarlar, incir ve zeytin ağaçlarıyla süslü, deniz kokan, gelenekçi bir yaşam şekli olduğunu bilenlerin adresidir. Çanakkale-Geyikli limanından kalkıp, Ege’nin lacivert sularında ilerleyen feribot, karşısındaki sarı rengin tek hakim olduğu adaya yaklaşırken yolcularda bir hareket başlar. Kimi adanın adının, bu boz görüntüsünden aldığını söyler adanın tepelerini işaret ederek, kimileri de fotoğraf makinelerine sarılır Ege’nin maviliğine başını yaslamış huzurlu adayı ölümsüzleştirebilmek için. Bu sahnenin kahramanları her konuşmada değişir; adanın her karakteri sırası gelince başköşeye kurulur bu ada masalında. Bazen vakur Bozcaada Kalesi gelir yerleşiverir tüm meraklı bakışlarla pekişen sohbetlere. Kâh sağlamlığından söz edilir, kâh nasıl da görkemli olduğundan. Sonra liman alır sırayı, limandaki restoranlar, kafeler… Sanki aralarında, kim daha çok konu olacak Bozcaada tutkunlarının anılarına diye gizli bir rekabet varmışçasına boy gösterir tüm Bozcaada’lı karakterler… Feribot limana yaklaşıp da artık anılar, yerlerini yeni yaşanacak Bozcaada deneyimlerine bırakmaya başlayınca unutulmaz bir ada masalına ortak olursunuz farkında olmadan. Sanki adaya yaşam getiren feribotmuşçasına bir anda etraf kalabalıklaşır, ortam hareketlenir bu saatlerde.
76 The Wise
Kimileri evine ulaşmanın mutluluğunu yaşar, kimileri de müdavimi olduğu adayla tekrar buluşmanın hazzını yaşar yüreğinin derinlerinde. Antik çağdaki adı Tenedos olan Bozcaada’yı gezmeye başlamak için ilk durak kaledir kuşkusuz. Tüm Ege havzasının en önemli kalelerinden olan bu yapı, tarih boyunca pek çok kez el değiştirmiş ve saldırılara maruz kalmış. Ceneviz ve Venedikler’in de önem verdiği kale, 1464 yılında ada ile birlikte Osmanlı topraklarına katılmış. 19. yüzyıldan kalma minyatürlerde kale içinde evlerin ve iki caminin varlığı görülmektedir. Kale, Bozcaada’nın önemli konumu nedeniyle pek çok kez saldırıya uğramış ve onarım görmüştür. II. Mahmud zamanında (1815) yapılan onarım, kalede bugün görülebilen kitabeye yazılmıştır. Müzesi ve manzarasıyla kale, Bozcaada gezginlerinin hafızalarında özel bir yer edinen etkileyici bir yapıdır. Adadaki diğer tarihi yapılar arasında Alaybey Camisi, Köprülü Mehmet Paşa Camisi, Meryem Ana Kilisesi, Köprülü Hamamı, Namazgâh Çeşmesi ve yel değirmeni kalıntıları ilk akla gelenlerdir. Bunların dışında, Bozcaada Yerel Tarih Müzesi ise Bozcaada’nın geçmişine yolculuk yapmanızı sağlayacak belgeler, fotoğraflar ve etnoğrafik eserlerle dolu, keyifli bir müze. Özellikle akşam yemeklerinin ilk adresi olan Bozcaada Limanı, balık restoranları ve barları ile ada yaşamına hareketlilik getiren bir yerdir.
Rengârenk kayıkların, teknelerin soluklandığı, Bozcaada akşamlarına dost meclislerinde hazırlananların mekânı olan liman, gündüzleri fotoğraf meraklılarını, akşamları ise Ege Denizi’nin nimetlerinin nasıl olup da tadına doyulmaz lezzetlere dönüştüğüne tanık olmak isteyenleri ağırlar. Elbette akşamları deniz ürünlerinin, Ege’nin iştah açan otlarının ve birbirinden leziz mezelerin süslediği Bozcaada restoranlarında ev sahibi ünlü Bozcaada şaraplarıdır. Antik çağlardan beri bir ada geleneği olan şarapçılık Bozcaada’da çok eskilere uzanan bir meslek, hatta bir yaşam biçimi. Şarap tanrısı Dionyssos’tan yadigâr bu kültür, tanrılarını, tanrıçalarını çoktan unutmuş olsa da geleneksel lezzetinden ödün vermemiş. Bağın, üzümün, şarabın günlük yaşamda önemli bir rolü var Bozcaada’da. Bozcaada’ya gelenlerin mutlaka ziyaret ettikleri şarap evleri ve mahzenleri, adanın kaliteli ve lezzetleri üzümlerinden elde edilen şaraplardan tatmak ve satın almak için en iyi adreslerdir. Merkezde yer alan ve Ege kasabalarının değişmez klasiği olan çay bahçeleri, Bozcaada’da da önemli bir mola yeridir. Ağaçların koyu gölgeleri altında huzur içinde kahvaltı edilebilen, çay-kahve molası verilebilen özel bir buluşma yeridir bu çay bahçeleri. Molanızın ardından bahçe etrafındaki hediyelik eşya tezgâhlarından, Bozcaada’ya özgü hediyeliklerden, ada üretimi reçellerden, ünlü ada üzümlerinden hatta asma fidelerinden almak da mümkün.
Bozcaada’nın tarihi kent dokusunun en yoğun yaşandığı yeri, kale arkasında kalan kesimidir. Rum Mahallesi olarak da anılan bu kesimde taş evler, daha ilk bakışta tüm dikkatleri üzerinde toplar. Renk renk boyalı evlerin kapıları, pencereleri ve kapı tokmakları tek tek incelenmeyi hak eder Bozcaada’da. Bazen bir taş evin kenarına işlenmiş bir figür, bazen de ana girişin üzerinde asırlardır duran bir çiçek motifi geçen zamana inat, anılarını anlatmak ister gibidir. Merdivenli girişler, ahşap kapılar, dar sokaklar ve hâlâ yaşayan akşamüstü kapı önü sohbetleriyle kentin bu kesimi, yerli-yabancı tüm Bozcaada ziyaretçilerinin mutlaka görmek istedikleri bir yerdir. Meydandaki asırlık çınar yüzyıllardır Bozcaada’da olan biten her şeyin tanığı gibidir. Mağrur ve dimdiktir yaşına ve yaşadıklarına aldırmaksızın… Şimdilerde gölgesine sığınan köy kahvesinin müdavimlerini serinliğiyle rahatlatan çınar, her zaman adanın en gözde mola yerlerindendir. Çınaraltı Kahvesi olarak tanınan kahvede asırlık çınarın gölgesi ile birlikte, Bozcaada ziyaretçilerini serinleten ve Madam Sofi’nin tarifine uygun olarak hazırlanan limonata da giderek bir ada klasiği halini alıyor. Ahşap sandalyeleri ve kareli masa örtüleriyle göz okşayan bu köy kahvesinin en özel ikramı kuşkusuz damla sakızlı Türk kahvesidir. Kahvenin geleneksel tadına eklenen Ege nimeti damla sakızı, alışılageldik kahve keyiflerine bambaşka bir lezzet katıyor. Keramet sadece damla sakızında değil elbette, damla sakızlı kahvenin sunumu da farklı… Fincanın kenarında bir parça çikolata ve aromalı bir sigara ile sunulan kahve, belli ki hem göze hem de damağa seslenmeye hazırlanır gibidir. Küçücük bir kadehte, kahvenin yanında servis edilen acıbadem likörü ise bu kahve şölenin son sürprizi olarak masanızda yerini alıyor. Bozcaada’ya gelip de adanın sahillerini, koylarını dolaşmadan, serin sularına bedeninizi teslim etmeden adadan ayrılmak düşünülemez bile. Adanın en popüler kumsalı Ayazma’dır ve yaz aylarında serinlemek, deniz keyfini doyasıya yaşamak için tercih edilen ilk kumsaldır. Denizin buradaki rengini görünce insan burası cennet midir diye düşünmeden edemiyor. Sakin ve huzurlu bir şekilde yüzüp, güneşlendikten sonra kumsalın arkasında sıralanmış restoranları, yiyecek-içecek gereksiniminizi karşılamak için ziyaret edebilirsiniz. Ayazma kumsalına adını veren ayazma, kumsala inen tepede bulunuyor. Aya Paraskevi Ayazması, tarihi bir mekân olmasının yanı sıra, önündeki anıtsal çınarlarla da ün yapmış bir yer. Serinliği ve görkemiyle huzur veren bu çınarlar, rüzgârın her esişinde sanki yüzlerce yıllık Bozcaada söylencelerini bir bir anlatıveriyorlar eski dostları görmüşçesine… Bozcaada’da kendinizi Ege’nin söylencelerle dolu maviliğine teslim etmek isteyeceğiniz pek çok koy var. Sulubahçe, Habbele, Tuzburnu ve Akvaryum ilk akla gelenlerden. Mavinin, kıyılarda turkuazla cilveleştiği, açıklarda ise lacivertle raks ettiği bu kumsallarda aslında tek efendinin doğa olduğunu çok geçmeden hissedersiniz. The Wise 77
Güneşin asırlardır doğaya yarenlik ettiği kumsallarda “el değmemiş” sözcüğünün tam karşılığını bulmak ve hatta yaşamak mümkün. Bozcaada’da gezerken mutlaka ya bir üzüm salkımı çıkar karşınıza ya da bir denizfeneri görseli. Bozcaada’nın denizfeneri tutkunlarına en büyük armağanı Polente Feneri’dir. Adanın Batı Burnu’nda yer alan fenere giderken elektrik üretimi gerçekleştirilen dev rüzgâr pervaneleri, insanda teknolojiye karşı hayranlık uyandırıyor. Sert rüzgârların tanrısı Boreas’tan miras kalan rüzgâr, Bozcaada’nın özellikle bu bölümünde, Ege’nin söylencelerini bir o yana, bir bu yana savuruyor. Bozcaada ziyaretçilerinin hemen hepsinin önünde hatıra fotoğrafı çektirdiği bu pervaneler, az ilerdeki Polente Feneri’nin naif ve sakin görüntüsüyle zıtlık oluştursalar da, fener ve pervaneler, fotoğraf karelerinin en güzel unsurları olarak popülerliklerinin tadını çıkartıyorlar. Güneşin son ışıklarını Ege’nin karşı kıyısına, yerel Bozcaada şarapları eşliğinde yolcu etmek adanın son dönemlerdeki en ünlü geleneklerinden biridir demek yanlış olmaz. Fener geziniz sonrasında, aklınızda benzersiz Ege Denizi manzaraları, fener ve pervaneler kalacaktır kuşkusuz, bir de aklınıza, yüreğinize işleyen keskin kekik kokusu size eşlik edecektir bir sonraki fener ziyaretinize dek…
78 The Wise
Bozcaada’da ne yenir sorusunun ilk yanıtı elbette deniz ürünleridir. Balık, ahtapot, ıstakoz, yengeç, deniz börülcesi gibi birbirinden lezzetli yiyecekler adaya gelenlere unutulmaz ziyafetler sunuyorlar. Bunlardan başka domates reçeli, incir reçeli, çavuş üzümü ve kaliteli ve lezzetli ada şarapları Bozcaada ziyaretlerinde iz bırakan tatlardandır. Tarihinde yaşanmışlık adına ne varsa her şeyden bir parça koruyabilen Bozcaada, huzurlu, sakin ve Ege esintileriyle süslü keyifli bir tatil vaat ediyor ziyaretçilerine. Bozcaada’ya gelirken unutmamanız gereken, bu ada deneyiminden sonra tatil anlayışınızda büyük bir değişiklik yaşanacaktır. Hatta yüreğinizin, aklınızın bir köşesinde hep Bozcaada olacaktır yeni tanışılan ama çok anı paylaşılan eski bir dost gibi…
Bozcaada’nın Modern Simgesi, BOZCA HANIM Kalesi, limanı, Polente Denizfeneri, rüzgâr pervaneleri ve üzümlerinin yanı sıra, son zamanlarda Bozcaada yeni bir simgeye daha kavuştu. Adayı ziyaret eden yabancı turistlerin de büyük ilgisi ile karşılanan Bozca Hanım figürleri, her geçen gün biraz daha popüler oluyor Bozcaada’ya gelen yerli-yabancı ziyaretçileri, sevimli bir ev sahibesi edasıyla karşılayan Bozca Hanım’lar, Sinem ve Tonguç Kayacık çiftinin ürettikleri seramik rüzgâr çanları aslında. Bozca Hanım’lar kısa sürede Bozcaada’da pek çok evde ve kafede başköşeye kuruldular. Bozcaada ziyaretlerinizin sonunda Bozcaada’nın yerel ürünlerinin yanı sıra, evinize, bahçenize götürebileceğiniz sevimli Bozca Hanım’lar, hem Bozcaada anılarınızı tazeleyecekler, hem de Bozcaada’yı tekrar ziyaret etme zamanınızın geldiğini hatırlatacaklardır.
The Wise 79
80 The Wise