Şark İslâm Klasikleri
İHŞA'ÜL-ULÛM İlimlerin Sayımı F ar ab i
Şark İslâm Klasikleri
22
No. 9047 TOPTAN SATIŞ İstanbul Devlet Kitapları Müdürlüğü Ankara, İzmir, Adana, Samsun, Elazığ ve Erzurum Bölge Şeflikleri PERAKENDE SATIŞ Millî Eğitim Yayınevleri ve Bakanlık Yayınları satıcıı 6 KDV DAHİL FİYATI: (1887 Lira+113 Lira;
MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI YAYINLARI: 484 BİLİM VE KÜLTÜR ESERLERİ DİZİSİ : 57 Şark İslâm - Klasikleri : 22
it^^Jll Kitabın adı İHSÂ'ÜL - ULÛM İlimlerin Sayımı Yayın kodu 90.34. Y.0002.276 ISBN 975.11.0250.2 Baskı yılı 1990 Baskı adedi 20.000 Dizgi, baskı, cilt MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ
Yayımlar Dairesi Başkanlığı'nın 9.10.1990 tarih ve 8306 sayılı yazıları ile üçüncü defa 20.000 adet basılmıştır.
Şark - İslâm Klasikleri
ÎHSÂ'ÜL-ULÛM İLİMLERİN SAYIMI
Farabî Çeviren Prof. AHMET ATEŞ
İstanbul 1990
İÇİNDEKİLER
Giriş
FÂRÂBÎ Hayatı, Eserleri ve Felsefesi 1. Hayatı/1 2. Fârâbî'nin Eserleri/23 3. Fârâbî'nin Felsefesi/35 İHSA'-ÜL ULÛM İlimlerin Sayımı Hakkında Kitap 1. Dil İlmi Hakkında/57 2. Mantık İlmi Hakkmda/67 3. öğretme (Talim) İlimleri/92 Sayı (aded) ilmi/92 Hendese ilmi/94 Menazır ilmi/97 Yıldızlar ilmi/ilmilOl Musiki ilmi/104 Ağırlıklar ilmi/106 Tedbirler (hiyel) ilmi/107 4. Tabiat ve ilâhiyat ilimleri hakkında/111 İlahiyat ilmi (el-ilm-ül-ilâhî)/121 5. Medeni ilim, fıkıh ilmi, kelam ilmi hakkında/125 Medeni ilim/125 Fıkıh ilmi/132 Kelam ilmi/133 Notlar
ÎHSÂ'ÜL - ULÛM İLİMLERİN SAYIMI
Giriş FÂRÂBÎ I HAYATI, ESERLERİ ve FELSEFESİ
1. HAYATI
(874 - 950 /
260-339)
«Fârâbl, islâm feylesoflarının en an* layışlısı ve eski ilimleri en iyi bilenidir. Onlar arasında feylesof sayılmağa değen yalnız odur. ölümünden önce, kemale erişmiş, gerçeğe varmıştı.» İbn-ü-Sab'ln, Büdd-ül-ârif İslâm aleminde, ilk olarak, hakikî felsefeyi en iyi bir şekilde anlayıp yayan ve bundan dolayı, bütün dünyanın kabul ettiği üzere, kendisine, Aristo'nun «ilk öğretmen» sayılmasına karşılık, ikinci öğretmen (el- muallimüssâni) lâkabı verilmiş olan Fârâbî, Mâverâünnehr'de, Balasagun civarrıda, bugün yıkıntıları Karagöl gölü yakınlarında bulunan bir şehir ile onun dahil olduğu vilâyetin adı olan Fârâb'da doğmuştur. Fârâblı, mânasına gelen Fârâbî nisbesi işte bu Fârâb'dan gelmektedir. Ancak Fârâbî'nin bugün adı yerine geçmiş olan olan bu nisbesi, onun Fârâb vilâyetinde doğ-
2
CİRiS
duğunu kesin olarak göstermekle beraber, bu vilâyetin başşehri olan Fârâb şehrinde doğduğunu aynı kesinlikle göstermez. Fârâbî ile aşağı yukarı çağdaş olan Ibn Havkal (el-mesâlik-ü ve 'l-memâlik «Yollar ve ve ülkeler» adlı eserini 977/367'de, yani bizim Fârâbî'nin ölümünden 27 sene sonra, yazmıştır), onun küçük bir kale olan Vesîc'de doğduğunu söyler. Bu rivâyetin doğru olmaması için hiçbir sebep yoktur. Buna göre Fârâbî, aslında Vesîcli olduğu halde, nisbesini, örneği pek çok görüldüğü üzere, belki pek küçük olup, herkes tarafından bilinmeyen Vesîc'den değil, onun dahil olduğu ve herkesçe tanınan Fârâb vilâyetinden almıştır. Fârâbî'nin çok daha garpte, Horasan'ın büyük şehirlerinden biri olan Fâryab'da doğduğuna dair rivayetler, herhalde, bir isim benzerliğinden ileri gelmiş bir yanlıştan ibarettir. Fârâbî'nin babasının, doğduğu şehrin, yani Vesîc'in askerî kumandanı olduğu söylenir. Asıl adı kaynaklarda, dede adları ile türklüğünü açıkça gösteren şu şekillerde görünmektedir: Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Avzalag,1 veya Muhamed b. Tarhan b. Avza1 Bu ad umumiyetle Uzlug veya Uzluk şeklinde okunmaktadır. Fakat meşhur hal tercümesi müellifi îbn Hallikân bunun burada yazıldığı şekilde okunması icap ettiğini bilhassa açıklamıştır (Vefey&t, C 11, s. 102).
FARABİ.
İ.
hayati
3
lag, veya Muhammed b. Muhammed b. Nasr, veya Muhammed b. Avzalag b. Tarhan v.s. Kendi eserlerinde daha tam bir isme rastgelinmez, bunlar umumiyetle «Ebû Nasr-el-Fârâbî dedi» gibi bir cümle ile başlar ki, buradaki Ebû Nasr onun künyesidir. Ne olursa olsun, yukarıki kayıtlardan, onun tam adının Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Avazalag olduğu çıkarılabilir. Fârâbî'nin ne zaman doğduğunu da bilmiyoruz. Fakat en güvenilir kaynaklar onun hicrî 339 (milâdî 950) senesinde, 80 yaşına yakın olduğu halde, öldüğünü söylerler. Bundan dolayı hicrî 260 (milâdî 874) tarihi, büyük bir ihtimal ile, onun doğum tarihi olarak kabul edilebilir. Fârâbî'nin nasıl bir fikir çevresi içinde yetiştiği belli değildir. Şu var ki, onun doğduğu sıralarda, memleketi Sâmânîlerin (204 - 395 / 819- 1005) idaresi altında bulunuyordu. Bu sülâleye mensup hükümdarların himayesi altında, Maveraünnehr'de Yeni îran edebiyatının doğduğuna ve, başta Rûdekî olmak üzere, pek mühim şahsiyetler yetiştiğine şahit oluyoruz. Bunlar arasında, eserleri bugüne kadar gelmemiş olmakla beraber, Şehîd-i Belhî gibi büyük bir şair feylesof da bulunmaktadır. Arap dil ve edebiyatı da bu zamanda ve bu sahada son derecede inkişaf etmişti. Bundan dolayı I V . / X . yüzyılın ilk yansında yetişmiş olan
4
CİRİ3
es-Sa'âlibî bu devir şairlerinden bahseden Yetîmet-üd-dehr'inin büyük bir bölümünü, 4. cildin ilk yarısını, bu sahada yetişmiş olan ve bilhassa arapça, bazan da arapça ve farsça yazan mühim edip ve şairlere ayırmıştır. Bu ülke, bu devirde ilim bakımından da, son derecede verimli idi. Fârâbî'nin doğum yeri olan Fârâb'a gelince, bu vilâyetin eski devirleri hakkında elimizde kâfi derecede bilgi yoktur. Ancak aynı çağda bugün halâ kullanılmakta olan Sahâh-ül -Cevheri adlı arap lügatini yazmış olan îsmâil b. Hammâd-il-Cevherî (ölümü 393/1003) ile Dîvân-ül-edeb'i yazan Ebû İbrâhim Ishak b. îbrâhim-il-Fârâbî (ölüm 350/961)'yi anmak, bu şehrin islâm âlemine ve kültürüne büyük feylesofumuzdan başka şahsiyetler de verdiğini göstermeğe kâfi gelir. Elhasıl, ne olursa olsun, Fârâbî islâm ülkelerinin merkezinden, Bağdad'dan uzak, fakat fikir hareketleri bakımından çok canlı ve verimli bir sahada yetişmiştir. Fârâbî, ilk tahsilini her halde anayurdunda gördü. Bu tahsilin o zamanlar mutad olan arapça ve dinî bilgiler olduğu muhakkaktır. Kaynaklarımızdan bazıları, onun yalnız türkçe bildiğini, ancak Bağdad'a geldikten sonra bu şehirde arapçayı öğrendiğini söylerler ki, bu bir yanlış anlamadan ileri gelmiş olmalıdır; çünkü aynı kaynaklar, onun Bağdad'a oldukça tanınmış bir şahsiyet olarak geldiğini söyler-
FARABİ.
İ.
HAYATİ
5
ler. Yukarıdanberi verilen açıklamalardan, ona, doğduğu memleket ve çevrede, ilk tahsilini kazandıracak ve kâfi derecede arapça öğretecek hocaları kolayca bulabileceği görülmektedir. Esasen, görünüşe göre, onun hayatının sonlarına doğru veya olsa olsa belki 40 yaşından sonra geldiği Bağdad'da bu dili yeni öğrenmeğe çalışması, o zamanın kendisinden sonra İbn Sina'da da gördüğümüz ve başka örnekleri de pek çok olan, erken, pek küçük yaşta başlıyan ve programı birinci derecede arapça dil bilgisini ihtiva eden tahsil sistemine çok aykırı düşerdi. Nihayet Fârâbî, bazen «bizim dilimiz» dediği arapçada, büyük Arap ve İranlı ediplerin yapmağa muvaffak olamadıkları bir inkilâp yapmıştır: O, arapçayı, bütün eserlerinin açık olarak isbat ettiği üzere, her türlü felsefî fikirleri kolayca ve rahatça ifade edebilecek bir seviyeye yükseltmeğe muvafak olmuştur. Ondan önce, Süryanîler'in ve bizzat Arapların tercüme ettikleri ve yazdıkları felsefî eserlerde görülen kaba, cümleleri arasında irtibat bulunmıyan ve birçok mefhumları iyi karşılamıyan dil yerine, pürüzsüz, her mefhumu en güzel bir şekilde ifade eden ve felsefî düşüncenin zarurî kıldığı ve kısa ve kesik cümlelerden mürekkep olup rabıt edatları ve rabıt şekilleri çok az olan arapçanın hakikî bünyesi ile uzlaştırılamaz görülen türlü fikrî bağlar ile birbirine bağlı, müteselsil uzun fikirleri
6
CİRİS
ifade edebilecek bir Arap felsefe dili kurmağa muvaffak olmuştur. Bu bakımdan da, Arap dili ve edebiyatı tarihinde, parlak ve silinmez izler bırakan büyük feylesof, bu dili her halde çok geç bir yaşta değil, ancak çocukluk yaşında öğrenmiş olmalıdır. Bütün bu düşünceler ile beraber, Fârâbînin Bağdad'da arapçaya da çalıştığı ve İbn-üs -Serrâc diye tanınan Ebû Bekr Muhammed b. es-Serî'den (ölümü 3 1 6 / 9 2 8 ) arapça nahiv, yani gramer dersi almış olduğu, buna karşılık ona mantık öğrettiği hakkındaki rivayetler asla esassız olmıyacaktır. Fârâbî'nin, Bağdad'a geldiği zaman, pek çok halis Araplar, hattâ Arap edip ve şairleri gibi, klasik arapçanın gramerini tekrar etmek ve mükemmel bir surette kullandığı dilin hususiyetlerine daha fazla nüfus etmek istemiş olması mümkündür. Bu ders mübadelesinin mahiyeti, biraz ileride, daha esaslı bir şekilde gösterilecektir. Böylece, ilk tahsilini herhalde Vesîc'de gördüğü muhakkak olan Fârâbî'nin, bu sırada , ana dili olan türkçe ile beraber, muhitinde kısmen edebiyat dili olan farsçayı ve bu ilk tahsilin sonunda elde ettiği arapçayı bildiği muhakkaktır. Bunların dışında başka diller biliyor mu idi? Bazı eserlerinde, bir takım yunanca kelimelerin izahını verirken, veya bazı tabirleri kullanırken onların tekabül ettiği yunanca kelimenin harfiyen tercümesinin baş-
FARABİ.
İ.
HAYATİ
7
ka olacağını, meselâ Yunan gramerinde «fiil» İstılahına karşılık «harfiyen» kelime ıstılahının kullanıldığını söylerken, bu dili çok iyi biliyormuş gibi davranmaktadır. Şu kadar var ki, onun bu dili anayurdunda öğrendiğine dair bir kayıt bulunmadığı gibi, ne orada, ne de yakın civarında, Maverâ unnehir, Şarkî Türkistan ve Horasan'da bu dili bilip okutanların bulunduğuna dair elimizde herhangi bir delil mevcut değildir. Bazı kaynaklarda Fârâbî'nin biraz ileride bahsedileceği üzere, Halep'te veya Şam'da Seyf-üd-Devle ile ilk görüşmesinden bahsedilirken, bir münasebetle, 70 dil bildiğini kendisine söyletirler ki, bu ifadeyi olduğu gibi kabul etmek tamamiyle imkânsızdır. Fârâbî, uzun seyahatler ile dolu hayatında, bulunduğunu bazı yerlerdeki mahallî şiveleri biraz öğrenmiş olabilir. Bu mümkün kabul edilse bile bunların toplamının 70 etmesi imkânsızdır. Bu rivayeti, muhterem üstadımız A. Adıvar'ın gösterdiği üzere şu şekilde anlamak lâzımdır: Arapça seb'în ( = yetmiş), mutlak olarak söylendiği zaman, belli sayıya değil, ancak çok olan bir sayıya delâlet eder. O halde burada Fârâbi'nin hakikaten yetmiş dil bildiğinden değil, ancak çok dil bildiğinden bahsedilmiştir. Ne olursa olsun, memleketinde yapnbilecaği tahsilini tamamlamış olan genç Fârâbî, bundan sonra ne yapmıştır? O zamanlar is-
8
GİRİŞ
lâm ülkelerinde âdet olduğu üzre, onun da tahsilini tamamlamak için, civarındaki büyük şehirlere, Buhara, Belh, Semerkand ve Herat'a bilhassa bunların birincisine gitmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat maalesef buralardaki tahsili, hocaları ve üstadlan hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bazı kaynaklar, feylesofumuzun felsefeye başlamadan evvelki hayatı hakkında, inanılması imkânsız vakalar anlatmaktadır. Meselâ bunlardan birine göre, o Şam'da (Dımaşk) bahçıvan idi ve Aristo'nun eserlerini okuduktan sonra, felsefeye merak ederek, bu sahada çalışıp, zamanın en büyük feylesofu olmuştur. Başka bir rivayete göre, o musiki ile meşgul olurken, Aristo'nun kitapları kendisine emanet olarak bırakılmış, o da bunları okuyarak, feylesof olmuştur. Bütün bu rivayetlerin sebebi, Fârâbî'nin fevkalâde şahsiyetinin, sözde garip tesadüfler ile süslenmesi arzusu olmalıdır. Devrin âdetlerine bakılacak olursa, yukarda esasları tesbit edilen tahsilin sonunda, Fârâbî'nin ilk önce, bir kaynağımızın da söylediği üzere, kadılık veya bir başkasının söylediği üzere, babasının mesleği olan askerlik mesleklerinden birine girmiş olduğu kabul edilebilir. Bu kadılık veya askerlik vazifesi sırasında, yine aynı kaynakların söylediğine göre, kendisine emanet olarak bırakılan Aristo'nun eserlerini okuyarak, yahut da bu sa-
farabi.
i.
hayati
9
hada eline geçirdiği başka felsefî eserler üzerinden düşünerek, kendisini tamamiyle felsefeye vermiş ve asıl mesleğini bırakmış olmalıdır. Bu sırada Fârâbî, karakter ve ahlâk bakımından, kendisinin felsefe ve hikmet meraklısı bir gençte bulunmasını istediği meziyetlere sahip olması lâzımdır. Bunlar da şunlardır: «Hikmet ve felsefe öğrenmeğe başlıyanların, doğru ve tam mizaçlı bir genç olması, iyi kimselerin taşıdığı âdetleri taşıması, ilk önce Kuran, dil ve şeriat ilimlerini öğrenmiş bulunması, nefsine hâkim, iffetli ve doğru olması, ahlâksızlık, kötülük, haksızlık, hainlik, hile ve dolandırıcılıktan uzak bulunması, geçim gailesi ile kalbinin dolu olmaması lâzımdır. Şer'î, dinî vazifelerini yerine getirmeli, şeriatın esas ve âdâbından hiç birini terk etmemelidir. ilim ve alimleri büyük tutmalı, ilim ve alimlerinden başka bir şeyi saygıya değer saymamalıdır. Felsefeyi bir kazanç vasıtası yapmamalıdır. Bu sıfatlardan ayrı olanlar sözde hakimdirler». Fârâbî'nin, ileri de görülecek olan hayatında, daima bu yüksek ahlâkî vasıf ve meziyetlerin örneği olarak yaşamış olması, onun gençliğinden başlayarak, aynı şekilde yaşamış olmasına delâlet edebilir. İşte Fârâbî, kadılık veya askerlik, ne olursa olsun, resmî vazifesinden ayrıldıktan sonra, bütün hayatı boyunca devam eden uzun seyahatlerine çıktı. Biraz ileride görüleceği
10
CIRİ3
üzere, o zamanların imkânlarına göre, artık seyahat edememesi ve bir yerde oturup, sükûnet içinde, eserler yazması veya eski eserlerini gözden geçirmesi icap eden ihtiyarlık zamanlarında da devam eden bu seyahatlerini izah etmek için çeşitli sebepler ileri sürülmüştür. Halbuki bunlara, bilhassa o zamanki islâm âleminin, beşikten mezara kadar ilim öğrenilmesi lâzım geldiği fikrini ileri süren telâkkisi ile ve türlü yerlerde büyük üstadlardan ilim öğrenmek için pek uzun seyahatlere girişen bilhassa büyük hadis, fıkıh âlimlerinin adetleri göz önünde bulundurulursa, Fârâbî'nin bu seyahatlerinin sebebi kolayca anlaşılır. O, mütamadiyen bilgisini genişletmek ve en büyük üstadlar ile bizzat görüşerek, onlar ile türlü meseleleri münakaşa ve müzakere etmek için bu seyahatlere çıkmıştı. Kendini yalnız düşüncelerine vermek isteyen mizacı ve Türklüğünün kendine verdiği hareketli ruhu da onun seyahat arzusunu desteklemiş olabilir. Ne olursa olsun, uzun müddet süren seyahatleri sırasında, Horasan'da ve iran'ın şark taraflarındaki büyük şehirlerde oldukça kalmış olmalıdır. Fakat bu sahalardaki çalışmaları hakkında da elimizde herhangi bir kayıt yoktur. Ancak Ahlâk-ul-hükema («Hâkimlerin ahlâktı») adlı eserden alarak, Beyhakî'nin anlattığına göre, bu sırada Büveyh-oğullannın meşhur veziri ve devrinin en büyük edibi olan
FARABİ.
İ.
HAYATİ
18
es-Sâhip îsmâil b. Abbâd, iran'ın garbinde bulunup bugünkü Tahran'ın yakınında olan Rey şehrindeki sarayında, bilhassa onunla görüşmek istemiş ve bunun için imkânlar aramıştır. Fârâbî, bir gün tam bir Türk kıyafetinde ve kendisini tanıtmadan es-Sâhib'in bir toplantısına girmiş, es-Sâhib'in meclisinde bulunanlar, onu tanımayarak, onunla alay etmişler. Bir müddet sonra herkes biraz içki içip başlar dönmeğe başlayınca, Fârâbî bir çalgı aleti ile, herkesi uyutacak bir parça çalmış ; bunun üzerine, toplantıda bulunanlar, ölü gibi uykuya dalmışlar; Fârâbî çalgının üzerine «Fârâbî, yanınıza geldi, onunla alay ettiniz; o da sizi uyuttu, sonra kayboldu,» diye yazıp oradan uzaklaşmış. Bir müddet sonra, es-Sâhib ve davetlileri uyanınca, bu harikulâde şahsın kim olduğunu anlamadıklarına teessüf ederek, onunla bir daha görüşeceklerini temenni etmişler ve onun şerefine kadehlerini kaldırmışlar. Başka bir çalgıcı Fârâbî'nin üzerine yazı yazdığı çalgıyı alınca, yazıyı görüp es-Sâhib'e göstermiş; es-Sâhib bilinmeyen ziyaretçini Fârâbî olduğunu anlayıp, ona yapılan muameleden son derecede müteessir olmuş ve arkasından adamlar göndermiş ise de; onu bulamamış ve ömrü boyunca bu hadiseye teessüf etmiş. Bu vaka ilk bakışta, mümkün gibi görünüyorsa da, maalesef doğru olması ihtimal
12
CİRİS
dahilinde bile değildir. Evvelâ bu vak'a Fârâbî ile seyf-üd-Devle arasında vukua gelmiş gibi de gösterilmektedir. Sonra es-Sâhib İbn Abbâd 323 - 935 de doğmuştur; Fârâbî'nin 339-950 yılında öldüğü muhakkak olduğuna göre, o öldüğü zaman el-Sâhib, 15-16 yaşında bulunuyordu ki, onun bu yaşta Fârâbî ile arasında yukarıda bahsedildiği üzre bir vak'a değil, herhangi bir münasebet bile bahis mevzuu olamaz. Esasen biraz ileride görüleceği üzere, bu sıralarda Fârâbî Suriye ve Mısır taraflarında bulunuyordu. Bu rivayetin esassızlığı böylece tesbit edildikten sonra, yine zamanının âdetlerine de bakılarak, denilebilir ki Fârâbî, memleketinden çıkıp, iran'ın muhtelif şehirlerinde kaldıktan sonra, o zaman islâm âleminin büyük edebiyat ve ilim merkezi olan Bağdad'a geldi ve muhakkak olarak, göründüğüne göre, siyaset adamları müstesna, devrinin birçok mühim şahsiyetleri ile tanıştı ve görüştü. Biraz evvel bahsedildiği üzere, bu sırada, Fârâbî'nin bilhassa Ibn-üs-Serrâc'dan (ölümü 316-928) nahiv, onun da kendisinden mantık okuduğu rivayet edilir. öyle görünüyor ki, İbn-ü-Serrâc, birbirine müsavi iki âlim arasındaki bu ders mübadelesinin sonunda, Fârâbî'nin bu sahadaki noksan bilgisini tamamlamış olsa bile, kendisi tamamiyle Fârâbî tesirinde kalmış ve bu tesir
fArâbi.
i.
hayati
13
uzun nesiller boyunca devam etmiştir. Çünkü Ibn-üs-Serrâc'ın nahiv sahasında yazmış olduğu Usûl adlı eseri, hemen tamamiyle mantık ıstılâhları ile yazılmış olduğu gibi, onun talebesi olan el-Rümmânî (ölümü 384-994) de nahve dair eserlerini, bütün mantık ile dolduruyordu. Öyle ki, büyük arab dilcisi Ebû Aliel-Fârisî, — «Eğer nahiv el Rümmânî'nin dediği şey ise, bizde ondan birşey yoktur; yok eğer bizim dediğimiz ise, o bundan bir şey anlamıyor» demektedir. Fârâbî'nin bu büyük tesiri el-Rümmânî vasıtası ile, tbn-üs-Serrâc'ın çok muahhar talebelerinde de devam etmiştir. Fârâbî bu sırada, Bağdad'da Yuhannâ b. Hîlân'dan Kitâb-iıl-bürhâri ın sonuna kadar Aristo'nun mantığını okumuştur. Kaynaklarımızdan bazıları, onun Ebû Bişir Mettâ b. Yunus (veya Yûnân)'dan (ölümü 328-940) da mantık okuduğunu, bunlar muasır olmakla beraber, Ebû Bişir Mettâ'nın daha yaşlı ve Fârâbî'nin ise ondan daha zeki olduğunu söylerler. Fakat Fârâbî, bir eserinde, bir münasebetle Aristo'nun eserlerini Yuhannâ b. Hîlân'dan okuduğunu bizzat söylüyorsa da, bu ikinci şahıstan, kendine bir şey okutmuş bir şahıs olarak değil, Aristo eserlerini iyi öğrenmiş bir feylesof olarak bahseder. Bundan dolayı Fârâbî'nin onunla birçok meseleleri görüştüğünü, fakat bu münasebetin bir talebe-hoca münasebeti değil, iki meslekdaş münasebeti olduğunu kabul etmek icab eder
14
GIRİ5
Fârâbî'nin Bağdad'da oturmasının ne kadar sürdüğü belli değildir. Fakat burada, geçime o kadar ehemmiyet vermiyen Fârâbî'nin maddî vaziyetinin o kadar iyi olmadığı muhakkaktır. Bazı rivayetlere göre, geceleri bekçiler için yakılmakta olan fenerlerin ışığı altında durur. Ondan istifade ederek sabahlara kadar kitap okurdu. Bu rivayet ilk bakışta biraz mübâlağalı görünürse de bizzat feylesofumuz, mesela Aristo'nun Kitâb-ün- nefs'ini yüz defa, başka bir eserini kırk defa okuduğunu söylüyor. O halde gecelerini de, uzun müddet oturup eserler okumakla geçirdiği muhakkaktır. Maddî imkânları kâfi olmayınca, gece bekçilerinin fenerlerinden istifade etmesi tabiîdir. Fârâbî, bütün gittiği yerlerde bir türlü terk edemediği ve müverrihlerin bilhassa kaydettikleri Türk kıyafetiyle dolaşırdı. Geçim gailesine ve dünya servetine ehemmiyet vermediği için, bu hali ile, tam bir feylesof hayatı geçirmekte idi. Bu arada, Yunan felsefesini Arapçaya nakletmekte büyük hizmeti dokunan Sabeî'lerin merkezi olan Harran'a da bir seyehat yapmış - hatta, bazı rivayetlere göre, Yuhannâ b. Hîlân'dan burada felsefe okumuşturve tekrar Bağdad'a dönmüştür. Pek büyük bir Bağdad'da yazmış olacaktır. Ancak bu hususta da elimizde bir kayıt yoktur. Fârâbî, yaşı çok ilerlemiş olduğu halde, aşağı yukarı 70 - 72 yaşında Bağdad'ı terk
FARABİ.
İ.
HAYATİ
15
etti. Bu son sehahatlerine de sebeb olarak, bazılarınca, o zamanlar Bağdad'da mezhep münaferetinin son derece hâd bir şekil alması, üstelik ehl-i sünnetten olmıyan bazı mezhepler arasında da şiddetli münakaşaların çıkması gösterilmek istenmiştir. Bazıları da, bu seyahata sebeb olarak 330-941 de, Bağdad'ı zaptederek, şehri tahrip etmiş olan İbn-ül-Beridî vak'asiyle bunun neticesinde Bağdad'da çıkmış olan kıtlığı göstermektedirler. Fârâbî'nin Bağdad'dan ayrılmasının bu 330-941 senesinde veya onu takip eden senede vukua gelmiş olması pek muhtemeldir. Ancak onun gibi zaten çok az bir şeye kanaat eden, münzevî bir şahsın, herhangi bir suretle, bu, günlük hadiselerden müteessir olması mümkün değildir gibi görünmektedir. Bu seyahat de bize kalırsa, her şeyden evvel, Fârâbî'nin gezgin temayülü ve devrin âdetleriyle izah edilmelidir. Bir de biraz ileride gösterileceği üzere, elimizdeki kaynakların gösterdiği gibi, seyahatinin Haleb'e müteveccih olmayıp, o zamanki mutad yolu takip ederek, Şam'dan geçip Mısır'a doğru gittiğine bakılırsa, bu seyahat için başka bir sebeb de gösterilebilir: Fârâbî, biraz evvel kısmen temas edildiği üzere, asıl felsefenin Yunanistan'dan, iskenderiye'ye geçtiğini, orada Aristo'nun eserlerinin hükümdar hazinelerinde saklanıp nesilden nesile, muayyen hocalar sayesinde okutularak öğre-
ÇİKİŞ
tildiğini ve îslâmiyete de bu yol ile geçip, kendisinin bu ilmi oradaki son feylesoftan öğremiş olan Yuhannâ b. Hîlân'dan öğrendiğini söylemektedir. Binaenaleyh bu kadar yaşlı olmasına rağmen, felsefenin bu kaynağını bizzat yerinde görmek arzusunu duymuş olabilir. Fârâbî'nin herhangi bir hükümdar veya vezire intisap etmesi ve kendini bu yerlerde himaye edebileceğini düşüneceği herhangi bir şahsiyetin görünmemesi, üstelik Bağdad veya felsefe meraklısı çok olan İran ve cenubî Anadolu gibi daha ziyade kendisinin istifade edeceği, veya kendisinden istifade edilecek bir muhit de buralarda yoktu. Böylece büsbütün şebebsiz ve gayesiz kalan bu seyahatin sırf yukarda açıklanmış olan bu felsefe kaynağını yerinde görmek arzusiyle yapıldığı, oldukça kuvvetli bir ihtimal olarak, ileri sürülebilir. Kaynaklarımızda (Ibni Hallikân ve diğerleri) hemen ittifakla söylendiğine göre Fârâbî, Bağdad'ı terkettikten sonra, Haleb'e gelmiş ve o zamana kadar hiç yapmamış olduğu bir şeyi yaparak meşhur Hamdânî hükümdarı ve Arap - Bizans mücadelelerinin IV./X. asırdaki büyük ve muhteşem kahramanı Seyf-üd-Devle'ye (hüküm yıllan 333 - 356 - 945 - 956) intisap etmiştir. Fârâbî'nin onunla görüşmesinden başlıyarak, ölümüne kadar, kaynaklarda, birbirini takip eden ve şimdiye kadar, iyi ve esaslı bir tenkide tabi tutulmadan, hakikat
FARABİ.
I.
HAYAT!
17
imiş gibi kabul edilen bir sıra vakıalardan bahsedilmektedir. Bunların burada kısaca hulâsa edilmesi, tarihî bir kıymetleri yok ise de, halk nazarında Fârâbî'ye verilen kıymeti göstermesi bakımından, faydalı olacaktır. Bu rivayetlere göre, Fârâbî, Seyf-üd-Devle'nin meclisine ilk defa olarak girince, oturmasına müsaade edilmiş; Fârâbî Seyf-üd-Devle'ye— «Senin oturtduğun yere mi, yoksa, kendi yerime mi» — diye sormuş; onun kendi yerine oturmasını söylemesi üzerine, herkesi çiğneyerek, gelip hükümdarın yanına oturmuş. Hükümdar, bunun üzerine, etrafındakilere, sırf kendi aralarında kullandıkları bir dil ile, Fârâbî'ye bazı şeyler soracağı, cevap veremez ise dışarı atmalarını söylemiş, o da aynı dil ile, işlerin sonunun beklenmesi icap etdiği cevabını vermiş. Fârâbî, bu hususî dili nasıl bildiği sualine cevap olarak da, daha «yetmiş» dil bildiğini söylemiştir. Anlatıldığına göre, mecliste oturanlar onunla münakaşa edemeyip, ilk önce karşısında sükûtla oturup,cevaplarını dinlemişler; sonra defterlerini çıkararak, bu cevapları yazmağa koyulmuşlar. Az sonra, içki meclisi başlayınca, Fârâbî içki içmemiş, kendi icad ettiği kanunu çıkarıp, ilk önce güldürücü bir parça çalarak, herkesi güldürmüş, sonra ağlatıcı bir parça çalarak, herkesi ağlatmış, nihayet uyutucu bir parça çalarak, herkesi uyutmuş ve oradan gitmiştir. Bunun üzerine, Seyf-üd-Devle onu takdir ederek, yanından
18
GlRİS
uzaklaştırmamış; fakat Fârâbî, hükümdarın lütuflarını kabul etmiyerek, günde dört dirhem gibi, kaynaklarımızın sözüne göre, gayet cüz'î bir tahsisatla iktifa edip, kendini eserlerini yazmağa vakfetmiştir. 334/945 yılında, yine aynı rivayetlere göre, Fârâbî Seyf-üd-Devle'nin Şam muhasarasına ve zaptına iştirâk ederek, onunla beraber oraya girmiş ve, hayatının sonuna kadar, yani 339/950 yılma kadar, orada kalmış ve orada ölmüştür. Seyf-üd-Devle, bazı yüksek memurları ile birlikte, onun cenaze merasiminde hazır bulunmuştur. Ancak burada el-Beyhakî, diğer kaynaklarımızdan ayrılarak, Fârâbî'nin Şam'dan Akdeniz kıyılarındaki önemli limanlardan biri olan Askalan'a gitmek isterken, yolda eşkiyalann tecavüzüne uğradığını, kitapları geri vermeleri şartı ile, eşya ve hayvanlarını onlara bırakmağa razı olan feylesofu dinlemediklerini, bunun üzerine Fârâbî'nin onlar ile vuruştuğunu ve bütün adamları öldürdükten sonra, kendisinin de öldürüldüğünü söyler. Sonra, bunu duyan Seyf-üd-Devle'nin, son derecede müteessir olarak, bu eşkiyayı yakalattığını, Fârâbî'yi defnettirdikten sonra, onları mezarının başında idam ettirdiğini rivayetine ilave eder. Çok güzel bir hikâye gibi anlatılan bu rivayetlerde maalesef en küçük bir tenkide tamammül edebilecek bir vaziyette değildir.
-
fArâbI.
i.
hayati
19
ilk önce, Fârâbî'nin 330/941 e doğru Haleb'e Seyf-üd-Devle'nin yanına geldiği söyleniyor. Halbuki Seyf-üd-Devle'nin Haleb'i zaptedmesi ve saltanatının başlangıcı 333/944 senesindedir. Binaenaleyh bundan dört sene evvel, Fârâbî'nin Haleb'e ve onun yanına gitmesi ve bu sarayda geçmiş gibi gösterilen vakıaların cereyan etmesi mümkün değildir. Bu münasebetle anlatılan Fârâbî'nin sözde yetmiş dil bilmesi rivayeti daha evvel tenkit edilmiştir. Bu arada, bir de şu noktaya temas etmek lâzımdır: Kaynaklarımız ve onlardan nakleden müellifler, Fârâbî'nin sözde, Seyf-üd-Devle!den günde dört dirhem almağı kabul etmesi-, ni hakikî bir vakıa gibi gösterirler ve bunun da Fârâbî'nin kanaatkârlığının bir delili olduğunu ilave ederler. Halbuki bu dört dirhem hiç de zannedildiği kadar az bir miktar değildir. Ondan tam bir buçuk asır sonra, meşhur Gazelî, lhyâ-ü ulûm-id-dîrı adlı büyük eserinde, bekâr bir sûfînin muhtaç olduğu parayı hesaplamıştır. Onun hesabına göre, 4,5 dirhem bir sûfîye bir ay kâfi gelmektedir. Dirhemin kıymeti, bir buçuk asır içinde, artmayıp eksildiğine göre, bu para eğer Seyf-üd-Devle tarafından hakikaten Fârâbî'ye verilmiş olsa idi, o, günde bir insanın en az bir aylık ihtiyacına kâfi gelecek bir parayı kabul etmiş olurdu. Bu da, tabiîdir ki, Fârâbî'nin yaşayış tarzına
20
GİKİ3
ve prensibierine uymazdı. O halde, bu rivâyet de mümkün değildir. Nihayet Fârâbî'nin Şam'da (Dımaşk) ölmesine gelince, bu, sırada anlatılan şekli ile, asla mümkün değildir. Çünkü Seyf-üd-Devle gerçi 334/945 te Şam'ı almıştı, fakat bu şehirde iki yıl sonra isyan çıkmış ve şehir 337/948 de tekrar Mısır hükümdarı olan Ahşidî'lerin eline geçmişti. Binaenaleyh Fârâbî' nin orada ölmüş olması mümkün ise de, Seyfüd-Devle'nin onun namazını kıldırması mümkün değildir. Öldürülmesine gelince, onun muasırı olan büyük müverrih Mes'ûdî'nin (ölümü 345/956 veya 346) onun 339'da Şam'da öldüğünü söyledikten sonra, katil hususunda sükûtu muhafaza etmesi, bunun asılsız olduğunu göstermeğe kâfidir. Esasen bütün hikâye, büyük şair el-Mütenebbî'nin eşkıya tarafından, döğüşürken öldürülmesinin aynıdır ve, o hikâye göz önünde bulundurularak, uydurulmuştur. Fârâbî'nin hayatının bu son devrinin menbalardan anlatılandan büsbütün başka türlü cereyan ettiği bizzat onun ifadesi ile sabittir. Fârâbî, «Kitâb-ül-medinet-il-fâzıla ve 'l-medînet-il-câhile» adlı eserinin, bugün de bir yazmada (Şehid Ali Paşa kütüphanesi No. 674) mevcut bulunan ve yukarıki rivayetleri anlatan kaynaklarda da nakledilmiş bulunan mukaddemesinde bizzat anlattığına göre, bu ki-
FÂRÂBİ.
I.
HAYATI
21
taba Bağdad'da başlamış ve, 330 yılı sonunda, onu birlikte Şam'a götürmüş, 331 yılında orada tamamlamıştır; sonra yeniden gözden geçirerek, bâbiara bölmüştür. Bir müddet sonra da, onun mevzularını göstermek üzere, fasıllara bölünmesi kendisinden istenince, 337 yılında Mısır'da iken onu altı bölüme ayırmıştır. Fârâbî'nin bu sözlerinden, onu Bağdad'dan Haleb'e değil, Şam'a geldiği ve etrafında cereyan eden siyasî hadiseler ile, bu arada mesela Şam'ın Seyf-üd-Devle tarafından zabtedilmesi, orada isyan çıkması v. s. ile, her hangi münasebet gösterilmeden, orada bir müddet oturduktan sonra, Mısır'a gittiği ve, 337 yılında, ölümünden iki yıl evvel, orada bulunduğu muhakkak olarak anlaşılmaktadır. Fârâbî, biraz evvel sebebleri izah edilen bu Mısır seyahatini müteakip, yukarıki ifadeden de anlaşılabileceği üzere, tekrar Şam'a dönmüştür. Burada, belki artık çok ilerlemiş olan yaşının tesiri ile, tabiî bir ölüm ile, 339/950 yılında ölmüş olmalıdır. Çünkü bütün kaynaklar, onun mezarının Şam'da olduğunu söyledikleri gibi, kendisi de hâlâ Şamlılar tarafından bir evliya gibi kabul edilmektedir. Fârâbî'nin hayatının, bu tablosunu elde bulunan imkânlar nisbetinde, çizerken, onun şahsiyetini biraz daha açık bir tarzda gösteren kaynaklarımızın naklettiği bir kaç noktayı
22
ClRlS
da burada ilave etmek lâzımdır: Fârâbî inzivayı çok sever, insanlardan uzak yaşamaktan ve daima düşünmekten hoşlanırdı: Hatta bunu bir şiirinde şu şekilde anlatmaktadır: «Zamanın ters, sohbetin faydasız, her reisin bezgin olduğunu ve her başın bir ağrı taşıdığını görünce, evime kapanıp, şeref ve haysiyetimi korudum ve, izzet olarak bununla kaanat ettim. Yanımda bulunan ve avucumda ışlıdıyan hikmet şarabından içerim; içki arkadaşlarım mürekkep şişeleridir; musikim onların çıkardığı seslerdir. Aynı zamanda, artık ülkelerde mevcudiyetleri kalmamış olan hikmet ehlinin sözlerinden meyveler toplarım.» O dünya hayatımın değersiz olduğunu, dünyevî hazlann kıymeti olmadığını söyler; geniş, sonsuz gökler isterdi. Bunu da, yine bize kadar kalmış bir şiirinde, şöyle anlatmaktadır: «Kardeşim, beyhude ve kötü şeylerin sahasını bırak, hakikatleri kavrayıp, elde etmeğe bak! Ne bu dünya bizim için bir ebediyet evidir, ne de insan cihanda yenilmiyecek gibidir. Öteye gitme, biz nihayet bir küre üzerine düşmüş kararsız çizgilerden başka bir şey miyiz ki, kısılmış bir ibareden ehemmiyetsiz şeyler için, birbirimize rekabet ve haset ederiz? Göklerin çevresi nemize yetmiyor ki, bu merkezde, dünyada, sıkışıp duruyoruz,» (Nafiz Danışman tçrçümesi).
FÂRAB1.
2.
ESERLERİ
23
Bunlardan dolayı, o, ekseriya vakitlerini kırlarda geçirir, ırmak kenarlarında veya bahçelerde dolaşarak, tamamiyle geniş, temiz ve güzel tabiat içinde yaşardı. Kaynaklarımızda bulunan ve hayatının başlarında bir bağ bekçisi olduğunu anlatan rivayet, onun bu tabiat sevgisinden ve tabiat içinde yaşamasından ileri gelmiş olmalıdır. Fârâbî, eserlerini de böyle yerlerde yazarmış. Hâttâ kendisi defterlere değil de, ayrı ayrı kâğıtlara yazdığı için, bazan rüzgârların bu kâğıtları alıp götürdüğü ve Fârâbî bunlan bulamayınca, eserlerin bu yerlerinin eksik kaldığı da rivayet edilmiştir. Görülüyor ki, büyük feylesofumuz Fârâbî'nin hayatı, baştan sonuna kadar, tamamiyle öğrenmeğe ve öğretmeğe hasredilmiş, her bakımdan örnek olmağa değer, fedakârlık, feragat ve temizlikle dolu bir hayattır. 2. FÂRÂBÎ'NÎN
ESERLERİ
Fârâbî, bundan evvelki bölümde görüldüğü üzere, baştan başa düşünme ve ilim yolunda çalışmalara vakfedilmiş olan uzun hayatında, pek çok eser vermek imkânını bulmuştur. Bu gün el yazması, basma, latinceye ve ibranî diline tercümeler halinde elimize geçmiş bulunan eserleri ile, çeşitli kaynakların verdikleri listeler mukayese edilmek suretiyle tertip edilecek bir Fârâbî'nin eserleri
CİRİS
listesi, türlü isimler altında göründüğü halde bir eser olması muhakkak veya muhtemel olanlar bertaraf edildikten sonra, tam yüz altmış eseri ihtiva etmektedir. Yalnız bu miktar onun bu sahadaki çalışmalarının büyüklüğünü ve verimliliğini ispat etmek için kâfi bir delil teşkil eder. Fârâbi'nin eserlerinin bir kısmı, eski büyük feylesofların eserlerini tanıtma ve açıklama mahiyetinde eserlerdir. Ancak bunlar, asıllarının o zamana kadar ekseriya yeter derecede mükemmel bir şekilde yapılmış tercümelerinin bulunmaması ve onlar üzerine eser yazmış olan bazı kimselerin onları iyi anlayamamış olmaları yüzünden, islâm âleminde son derecede faydalı olmuş eserlerdir. Burada bu bakımdan örnek olmak üzere, yalnız bir vakayı zikretmek kâfi gelebilir: İbn Sina, çok genç yaşında olmasına rağmen, Aristo'nun Mâba'd-et-tabîa (Metafizik) sını 40 defa okuduğu halde, anlayamadığını ve anlamak ümidini büsbütün kaybettiği bir sırada, Fârâbi'nin eline geçen bu sahadaki bir eseri sayesinde, anlamağa muvaffak olduğunu bizzat talebesi el-Cüzcânî'ye anlatmış, o da bize nakletmiştir. Fârâbi'nin diğer bir kısım eserleri de, çeşitli ilimler ile Fârâbi'nin kendi felsefesine — tabiî Aristo, Eflâtun v. b. feylesofların tesiri altında kurduğu kendi felsefesine — dair eser-
FARAbl.
2.
ESERLERİ
25
lerdir. Bunlara umumî olarak bakıldığı zaman, göze çarpan ilk şey, onların ekseriya çok küçük risalelerden ibaret olmasıdır. Fakat Fârâbî, bu küçük risalelerle, başka âlim ve feylesofların büyük ciltlere sığdırmağa muvaffak olamadıkları düşünce ve bilgileri rahat rahat ve ferah ferah sığdırmış görünmektedir. O, hiçbir zaman, fikirlerini ifade ederken zahmet ve sıkıntıya düşmemiş gibidir. Bundan dolayı üslûbu, ilk bakışta, çok sade ve kolay göründüğü halde, bir bakıma göre, son derecede güçtür. Yukarıda kaydedildiği üzere, şüpheli olan eserler hariç bırakıldığı takdirde bile sayıları 160 olan bu küçük, fakat kıymetli eserlerin hepsini burada sayılıp tahlil edilemiyeceği meydandadır. Bunlar için şu makaleye bakmak kâfi gelebilir: Ahmet Ateş, Fârâbî'nin eserlerinin bibliyografyası, Belleten, sayı 57 (1951), s. 175-192. Burada ancak çok meşhur ve basılmış olan eserleri, oldukça sade bir tasnif içinde verilecektir. A. Felsefeye giriş mahiyetinde olan eserleri. 1. Kitâb-ü mâ yenbaği en mukaddeme kable taallüm-il felsefe («Felsefe öğrenmeden önce takdim edilmesi lâzım gelen şeyler kitabı»). Fârâbî, bu küçük eserde, Aristo felsefesini öğrenmeden evvel, sahip olunması icabeden bilgileri gösterir. Bunlar da felsefî meslekleri,
26
CİRİS
Aristo'nun her kitabındaki gayelerini, felsefeye giriş mahiyetinde olan ilimleri, felsefenin faydasını, felsefe öğrenmenin yolunu, feylesof olmak isteyen kimselerin hallerini bilmek v.s. dir. Bu eser, Almanca ve İbraniceye tercüme edilmiş olduğu gibi, Kahire, Leyden ve Dehli de basılmıştır. 2. Kitâb-u thsa-il-ulûm («İlimlerin sayımı kitabı»), tercümesi burada verilen eser olup, mahiyet ve tesirlerinden, basma ve başka dillere tercemelerinden ayrıca bahsedilecektir. 3. Merâtib-ül-ulûm («İlimlerin mertebeleri»), çok küçük bir eser olup, çeşitli ilimlerin mevzu ve mahiyetlerinden bahseder. Lâtinceye terceme edilmiştir. De ortu scientiarum admı taşıyan bu lâtinceye tercemenin birkaç elyazması nüshası (Paris ve Bodleian'da) ve bir de basması vardır: Baeumeker, Alfârâbî über den Ursprung der Wissenchaften. B. Mantığa dair eserleri. 4. Cevâmi'-ü kütüb-il-mantık («Mantık kitapları dergisi»), mantığın bütün kısımlarını ihtiva eden bir eserdir; XVIII. asırda, Aristo'nun eserlerini yeniden arapçaya terceme eden Esad Yanyevî için, talebesi Muhammed-ül-Üskübî'nin 1133'te istinsah ettiği nüshe, İstanbul'da Hamidiye Kütüphanesinde,812 numarada bulunmaktadır.
FARAbl.
2.
ESERLERİ
27
5. Kitab-ül müdhal fi'l-mantık («Mantığa giriş kitabı»), mantık için mukaddeme mahiyetinde küçük bir eserdir. İki defa ibranî diline tercüme edilmiştir; birisi Münih Kütüphanesinde (numara 307) bulunmaktadır. 6.Fusûl-u yuhtâc ileyhâ fî sınâat-il-mantık («•Mantık sınâatında muhtaç olunan fasıllar»), bu da mantığa giriş mahiyetinde bir eserdir, ibranî harfleri ile yazılmış arapça bir nüshası Paris'te (Bibliothèque Nationale, Nr. 303) bulunmaktadır; ibranî diline üç defa terceme edilmiştir. 7. Kitâb-ü kıyâs sagir («küçük kıyas kitabı»), mantıktaki kıyasa dair bir eserdir. Ibn Bâce tarafından şerh edilmiştir. Bunun ayrıca ibranî diline tercemeleri de vardır. 8. Kitâb-ün fî's-safsata («Safsata hakkın da kitab»), bu da ibranî diline bir kaç defa terceme edilmiştir; mantık ilmindeki safsatadan bahseder. 9.Kitâb-ün fi'l-hitâbe («Hitabet hakkında kitap»), kaynaklarımızda 20 cildlik bir eser olmak üzere gösteriliyorsa da, burada bir yanlış olacaktır; çünkü bu, umumiyetle kısa, fakat özlü eser yazmak itiyadında olan Fârâbî'nin âdetlerine muhalif olurdu. Bu gün yukarıda bahsedilen Hamidiye Kütüphanesinde (numara 812) yegâne nüshası bulunan eser olacaktır ki, bir defa Venedik'te, 1484'te, bir
28
CiRİS
defa da 1515'te basılmış olan latinceye tercümeler, bunun tercemeleri olmalıdır. C. Ta'limî ilimler. 10. Fârâbî, hendese sahasında, Uklides'in («Kitâb-ül-usul») adlı eserinin, 1 inci ve 5 inci kısımlarına şerhler yazmıştır. Bunlar 1270'e doğru ibranî diline terceme edilmiş olup, bu tercemenin yazmalarına tesadüf edilmektedir. 11. Kitâb-ün-nüket fî-mâ yesihhü velâ yesihhü min ahkâm-in-nücüm («Yıldızlar ahkâmından doğru olan ve olmayan şeyler hakkında nükteler hitabı»), türlü adlar altında, birçok el yazması nüshalarına tesadüf edilen, birçok defalar basılmış, kısmen türkçeye ve tamamen de almancaya terceme edilmiş bir risale olup, Fârâbî, burada yıldızlara bakılarak, onlardan hükümler çıkarmanın manasızlığım izah ve isbat eder. 12. Kitâb-ül-mûsîkî'l-kebîr («Büyük musiki kitabı»), vezir Ebû Ca'fer Muhammed b. el-Kasım-el-Kerhî adına yazılmış olup, R.d'Erlanger tarafından La musique arabe (Paris 1930) adı altında metni basılmış, sonra yine aynı şahıs tarafından, aynı eserin ikinci cildinde fransızcaya tercüme edilmiştir. 13. Kitâb-ül-müdhal fi '1-mûsîkî («Musikiye giriş kitabı»), İstanbul'da (Kılıç Ali Paşa Kütüphanesi 674 v.b.) ve dünyanın başka
FARAbl.
2.
ESERLERİ
29
büyük kütüphanelerinde el yazması nüshaları mevcut olup, bâzı parçaları H.G. Farmer tarafından, kısa tercemeleri ile, Collection of Arabic Writers on Music adlı eserinde (Glaskow, 1934) te neşredilmiştir. D. İlâhî ilimler. 14. Kitâb-ün fi'l-akl («Akıl hakkında kitap»), aklın mahiyeti ve dereceleri hakkında bir eser olup, biri büyük, diğeri küçük olmak üzere, iki şekli varmış. Bu gün,görünüşe göre, elimizde yalnız küçük olanının yazmaları, pek çok nüshalar haline (en iyisi, Fatih Kütüphanesi, numara 5416/4 nüshasıdır), bize kadar muhafaza edilmiştir. Bu eser üç defa latinceye terceme edilmiş olup, biri takriben 1314 senelerinde Kalonymos tarafından yapılmıştır. Bu latince terceme, fransızcaya tercemesi ile birlikte basılmıştır; Liber Alfarabii De intellectu et intellecto; texte latin édité et traduit par M. Gilson (Archives d'histoire doctrinnale et littéraire du Moyen Âge, c. IV, s. 123 ve devamı). Bu eser, ayrıca, yukarıda adı verilmiş olan Fatih Kütüphanesinde bulunan nüshasına göre, yeniden basılmıştır : Risâlat al-aql. Texte arabe intégral en partie inédit établi par M. Bouges, Beyrut 1938. Daha ewel de metni ve almanca tercemesi Dieterici tarafından verilmişti : Alfârâbî's phi losophische Abhandlungen (Leiden 1890, 1892)
30
CİRiS
15. Kitâb-ü uyûn-il-mesâil («Önemli sorular kitabı»), aslında 360 soruyu ihtiva ettiği söylenen bu eser, mantığa dair bir mukaddeme ile, tabiiyata ve ilâhiyata ait bazı soruları ve onların cevaplarını ihtiva eder. Son derecede veciz ve sağlam bir üslûp ile yazılmıştır. Öyle görünüyor ki, Fârâbî bunu, tam bir eser olmak üzere kaleme almış değildir; bunlar ancak ilerideki eserlerinde kullanmak üzere yazdığı düşünceleridir. Bu eserin el yazması pek çok nüshası olduğu gibi (meselâ Ayasofya Kütüphanesi, numara 2577/1 4600/2 v.s.), metni Schmoelders tarafından, 1836 da, Bonnae'da basılmıştır: Documenta philosophiae Arabum. Daha sonra Dieterici tarafından, adı geçen eserde neşr ve almancaya terceme edilmiştir. Bâzı parçalan da ibranî diline tercüme edilmişti. 16. Kitâb-ül-vâhid ve'l-vahde («Bir ve birlik kitabı»), «bir» mefhumu ile «bir» kelimesinin kullanıldığı türlü türlü manaları göstermek için yazılmış bir risale olup, henüz el yazması halinde durmaktadır. 17. Kitâb-ü agrâz -il-Hakim Aristötâlis («Feylesof Aristotalis'in maksatları»), Aristo' nun Mâba'de't-tabiâ (Metafizik) sının esaslı düşünceleri ile gayelerini göstermek üzere kaleme alınmış bir eser olup, İbn Sina ancak bu eser sayesinde felsefeyi kavnyabilmişti. Bu da Dieterici tarafından basılmış ve alman-
FARAbl.
2.
ESERLERİ
31
caya tercüme edilmiştir. Kahire'de, 1327 de, elİbâne'an garaz-il-Hakîm... («Feylesofun maksadının açıklanması») adı altında basılmıştır. 18. Kitâb-u felsefet-i Eflâtun («Eflâtun felsefesi kitabı»), Eflâtunun felsefesini izah etmek için yazılmış bir eserdir. Ayasofya Kütüphanesinde bulunan yegâne yazması (numara 4833), latinceye tercümesi ile beraber, F. Rosenthal ile R. Walzer tarafından basılmıştır: Alfarabius De Platonis Philosophia (Corpus Platonicum Medii aevi, 2), '¿London, 1943. Daha önce de, aslı XIII. asırda Samtob b. Yosep tarafından İbranî diline çevrilmiş ve basılmış idi. 19. El-mesâil-ül-felsefîye ve'l-ecvibet-ii 'anhâ («Felsefe soruları ve onların cevapları»), kaynaklara göre, 23 felsefî sorunun cevabı olması lâzım gelirse de, bugünkü nüshalarında 42 soru ile cevabı vardır. Görünüşe göre, bu risaleyi bizzat Fârâbî değil, talebeleri toplamıştır. Bu da Dieterici tarafından basılmış ve almancaya tercüme edilmiştir. Todros Todrosi tarafından latinceye çevrilmiştir. E. Medenî ilimler (ahlâk, siyaset v. s.) 20. Kitâb-ü tahsil-il saâde («Saadetin elde edilmesi kitabı»), bazı parçalan Ibranîye tercüme edilmiş ahlâka dair bir eser olup, 1345'te Haydarabad'da basılmıştır.
32
CİRİS
21. Kitâb-üt-tenbîh alâ sebil-il-saâde («Saadet yolunu gösterme kitabı»), çoğu zaman bundan evvelki ile aynı sayılırsa da, ondan ayrı, felsefî bir ahlâk kitabıdır. Haydarabad (1346) ve Bombay'da (1354) basılmıştır. 22. Kitâb-ün fî mebâdî âra-i ehl-ilMedînet-il-fâzıla («Faziletli şehir halkı fikirlerinin esasları»), tamamiyle hayalî olan faziletli bir şehrin nasıl olması lâzım geldiğini ve Fârâbî'nin felsefesinin esaslarını ve fikirlerini gösteren bir eserdir. Burada Tanrı'nın birliğinden ve başka sıfatlardan, akıl ve nefislerinden, derecelerinden; feleklerden ve onların akıllar ile alâkalarından, cisimlerden, meydana gelmeleri ve derecelerinden, insan kuvvetlerinden, reislrin nasıl olmsı ve nasıl olmaması lâzım geldiğinden, vahiyden, peygamberlikten v. s. bahsolunur. Metni Dieterici tarafından basılmış olup (Leyden, 1895), aynı şahıs taratarafından Der Musterscaat adı altında almancaya tercüme edilmiştir (Leyden 1900). 23. Kitâb-ül-siyâset-il-medeniye («Şehir siyaseti kitabı»), Mebâdi 'l-mevcûdât («Varlıkların mebde'leri») adını da taşıyan bu eserin konusu, bundan evvelki eserin konusu gibidir. Bunun da birçok yazmaları (Ayasofya Kütüphanesi, No. 4839/3,4854/3 v. s.) olduğu gibi, 1284'te, Mose ben Samuel tarafından İbranî diline de tercüme edilmiş ve bu tercüme basılmıştır (Londra, 1850).
FARAbl.
2.
ESERLERİ
33
24. Kitâb-ül-elfâz - il - Eflâtuniye («Eflâtunun sözleri kitabı»), kitapta verilen bilgilere göre, Eilâtun'un sözlerinden toplanmış bir ahlâk ve siyaset kitabı olup, Ayasofya Kütüphanesinde üç yazma nüsha (numara 2820-2822) hâlinde, basılmamış bir vaziyette, durmaktadır. E. Çeşitli eserler. 25. Kitâb-ül-cem-' beyn re'yey-il-hakîmeyn («İki feylesofun fikirlerini birleştirme kitabı»), Eflatun ile Aristo'nun fikirleri arasında görülen uyuşmazlıkları zahirî telâkki eden Fârâbî' nin, onların fikirlerini birbirleriyle uzlaştırmak için yazmış olduğu küçük bir eserdir. Dieterici tarafından almancaya tercümesi ile birlikte basılmış olduğu gibi, ayrıca Kahire'de de basılmıştır. Bugün el yazması hâlinde duran bir de farsçaya tercümesi vardır. 26. Kitâb-ü füsûs-il-hikem («Hikmetlerin yüzük kaşları kitabı»), tasavvufî hikmetleri ihtiva eden bir eserdir. Fârâbî, burada, büyük sûfîlerin nefislerini terbiye ile vasıl oldukları ve delilsiz ve isbatsız olarak anlattıkları makamlar ve bilgileri, bazen yüksek bir şairanelik derecesine varan bir ifade ile (Fürûzânfer) ve aynı zamanda delil ve kıyas kalıplarına sokup isbat ederek anlatmaktadır. Oldukça çok miktarda el yazması nüshalarına da tesadüf edilen bu eser (bk. meselâ Ragıp
34
CIRİ3
Paşa Kütüphanesi, numara 1469; Şehit Ali Paşa Kütüphanesi, numara 1385/6), üç defa şerh edilmiştir. Metin ve şerhlerinin birçok basmaları vardır, bir tanesi almancaya tercümesi ile beraber, M. Horten tarafından neşredilmiştir : Buch der Ringsteine al-Fârâbî's (Zeitschrift für Assyriologie, c. 18 ve 20; tercüme: Münster, 1906). Khalil Georr, 1947 de Revue des études islamiques'de neşrettiği bir makalede, bu eserle Fârâbî'nin öteki eserleri arasında, görülen bâzı fikir ve ıstılah ayrılıklarına bakarak, bunun Fârâbî tarafından yazılmamış olduğunu isbat etmeğe çalışmıştır. Bizce, Burada gösterilmek istenilen ayrılıklar, biraz mübalağa edilmiş olduğu gibi, mukayese de Fârâbî'nin bütün eserleri arasında yapılmış değildir. Şimdilik şu da muhakkak olarak söylenebilir ki, burada görülen fikirler ile umumiyetle tasavvufa teveccüh eden Fârâbî'nin diğer eserlerinde görülen felsefesi mükemmelen uyuşabilir. Ancak bu eserdeki tasavvuf ve onu isbat usulleri ile öteki eserleri arasında şu fark vardır: ilkeleri tasavvufun yollarını, ikincisi gayeyi gösterir. Esasen Kh. Georr da bu eserin müellifinin Fârâbî mekte bine mensup ve fikirce Fârâbî'ye çok yakın bir kimse olması icabettiğini söylemektedir. Bu da isbat edilmek istenilen eserin Fârâbî'ye âit olmadığı fikrini kabul etmek için şimdi-
FARABI.
J.
FELSEFESİ
35
lik bir sebep bulunmadığını ve bulunması çok az muhtemel olan yeni deliller çıkıncaya kadar, bu eseri Fârâbî'nin eseri saymak icabettiğini göstermeğe kâfidir. 27. Et-Ta'lîm-üs-sâni («İkinci öğretme»), bu eser, sırf her hangi bir merakı tatmin için, burada zikredilecektir. Sözde, Sâmânî hükümdarı Mansur b. Nuh, Fârâbî'den zamanına kadar Yunan felsefesinden yapılmış olan tercümelerin tashihli bir hülâsasını istemiş, o da bunu yaparak, yazdığı esere de et-Ta'lîm-üssâni adını vermiş; sonra îbni Sina, bunu İsfahan'da Sivân-ül-hikme Kütüphanesinde bularak, bütün felsefesini ondan öğrenmiş, ve bu kütüphaneyi yakmış v.s. Burada adı geçen hükümdar Fârâbî'nin ölümünden on sene sonra tahta çıktığı gibi, bizzat Ibni Sina, Fârâbî sayesinde felsefeyi anlamağa muvaffak olduğuna açıkça söylemiştir. O halde, bu rivayet baştan başa bir uydurmadan ibârettir.
3. FÂRÂBÎ'NİN FELSEFESİ Fârâbî'nin felsefesi, uzun zaman
Aristo
felsefesinin alelâde tekrarı veya Aristo ve Eflâtun felsefesinin iyi mezcedilmemiş bir kopyası gibi telâkki edilmiştir. Halbuki Fârâbî, felsefeyi bir ilim gibi kabul etmesine, Aristo ile Eflâtun arasında hakikî bir ayrılık olabile»
35
GİRİŞ
ceğini reddetmesine ve binenaleyh felsefeyi bütün mesele, usul ve neticeleri, mantıki olarak, bir olması lâzım gelen bir bilgi kümesi gibi görmesine rağmen, içinde yetiştiği çok cânlı fikir muhitinin ihtiyaçları, iman ettiği dinin getirdiği esaslar ile, serbest bir düşüncenin çarpışmasından doğan ve halli güç olan bir takım meseleler, nihayet bizzat kendisinin tabiat, cemiyet ve beşer hâdiselerini müşahede ederek, elde ettiği neticeler, onun felsefesini, birçok yerlerde, evvelkilerden esaslı bir surette ayırmıştır. Bundan başka, bu felsefe ortaçağlarda, gerek yahudi, gerekse diğer ortaçağfeylesoflarına şiddetle müessir olduğu gibi, bu tesir bazı yeni devir feylesoflarında da açık denilebilcek şekilde, kendini göstermektedir. İşte Fârâbî'nin, hiç olmazsa islâm âleminde eşsiz kalmış olan muhteşem yekpare felsefe sistemi, yukarıda temas edilmiş olan hususiyetleri ile, muhterem üstadımız Adnan Adıvar tarafından, mükemmel olarak, tavsif ve tahlil edilmiştir. (İslâm Ansiklopedisi, Fârâbî maddesi, cüz 34, s. 451-469). Burada billhassa onun bir hülâsası verilmekle iktifa olunacaktır. Fârâbî'nin Felsefesi, Aristo'nun eserlerinin, arapçaya tercümelerinin tetkik, şerh ve izahı ile, ondan evvel şark felsefesinde hüküm süren tabiat felsefesi yerine, bir zihniyet fe* sefesi getirmiştir, yani felsefede elkimyacılar
FARABİ. î .
felsefesi
37
ve tecrübecilerin yerini mantıkçılar ve mefhumcular (conceptualistes) aldı. Bu cereyan kelâmcılar üzerinde de müessir olmuştur: Bu sahada kullanılan deliller, sonraları tabiatın temaşasından ziyade, mantıktan alınmıştır. Ne olursa olsun, I V / X . yüzyıl, Fârâbî sayesinde, ilk hakikî islâm felsefe mektebinin kurulduğu yüzyıl olmuştur. Fârâbî'den evvel el-Kindî'de Aristo'nun meşşâ'un (peripatetiens) felsefesine doğru başlamış olan fikir cereyanı, asıl Fârâbî tarafından tam bir fikir sistemi haline getirilmiştir. Fârâbî, arapçayı çok mükkemmel bir tarzda kullandığı için, bir taraftan da İbni Sina'nın gelmesine yol açmıştır. Eğer Fârâbî bu dili hazırlamasaydı, belki İbni Sina o açık ve berrak dil ile felsefesini yazamazdı. Arap dilinde Fârârbî'nin felsefesi kadar ahenkli, biraz sun'î de olsa, insicamlı bir felsefe bulunamaz. Bu insicam ve ahenk arzusu sebebi ile, Fârâbî, eski Yunan'ın iki büyük feylesofunun, Eflâtun ile Aristo'nun ayrı ayrı felsefî meslekler yaratmış olmalarını kabul edememiş, ve netice itibarı ile bunların aynı felsefî akideyi iltizam ettiklerini isbata çalışmıştır. Bu yolda yürümek için, Fârâbî, en büyük cesareti o asırlarda Aristo'ya atfedilen ve hakikatta Plotinus'un Enneade lannın de ğiştirilmiş parçalan olan Kitab-u usûluciya (Thelogia)'dan almıştır. Elhasıl Fârâbî için fikir âlemine hâkim olacak bir tek felsefe
36
GtRIS
vardı ve bundan dolayı Eflâtun ve Aristo gibi büyük feylesofların, gayeleri hakikati aramak olduğu için, aynı felsefî fikre sahip olmaları lâzımdı. Bunların ikisi de felsefeyi «varlıkların, var olmak haysiyeti ile, bilinmesi» şeklinde tarif eder. O halde felsefe birdir ve felsefede birçok mesleklerin bulunması, siyaset fırkalarının çok olması gibi, zararlıdır. Bu fikrin neticesi olarak, başlıca feylesofların fikirlerini uzlaştırmakla kurulan bir felsefe sistemi manasında, «Fârâbî syncretisme» i denilen felsefî sistem kurulmuştur. Fârâbî, bundan sonra, kendi «syncretiste» felsefesini islâm akideleriyle uzlaştırmak istemiştir. O, bir de ruh temizliğine çok ehenH miyet vermiş ve felsefî düşüncenin temeline bunu koymuştur. Bundan başka tabiî ve manevî ilimlerde araştırmalar yapılırken, neticelere hendese ve mantık yolu ile varılmasını tavsiye ederdi. Felsefe bütün varlıklarının ilmi olduğu için, ona varan, biraz Allah'a benzemiş olur. «Burhan» ın gerçeği bulmak için, bir yoldan ibaret olmayıp, bizzat gerçeğin kendisi olması fikri, Fârâbî'nin kendine has bir görüşüdür. Fârâbî'nin fizik (tabiat) ve metafizik (maba'dattabia) sahasındaki felsefesi, hepsi bir gayeye varıp, bir kül teşkil eden üç kısım gösterir: 1 — Ülûhiyet, 2 — Akıl, 3 — Nübüvvet (peygamberlik) nazariyeleri; bunların ga-
FARABİ.
J.
FELSEFESİ
39
yeleri Aristo felsefesini islâm akaidi ile uzlaştırmaktır. Bu düşünüşün de Fârâbî'nin buluşudur, kendinden sonra gelenler aym fikri devam ettirmekte iktifa etmişlerdir. İlk nazariyede, Fârâbî'ye göre. Tanrı birdir, varlığı zatında zarurîdir, zatı ve varlığı başka hiçbir şeye ve illete muhtaç değildir; namütenahi derecede mükemmel olduğundan bu zatiyet ve varlık başka hiçbir varlıkta yoktur. Bu Tanrı tasavvuru, İbn Sina, îbn Rüşd ve Meymunides'in ibranî felsefesinde devam etmiştir. Gazâlî ise, meşhur Tehâfüt-ül-felâsife'sinde bu fikri, Tanrı'yı varlıklardan tamamiyle ayırdığı için, tenkid etmiştir. Şu kadar var ki, Fârâbî tasavvuf yoluna girerek Tanrı ile varlık arasındaki bu kesintiyi bağlar: İnsan, duygular âleminden, akıl âlemine geçince, ilk gerçek bilgiye ve kemâle erer: murakebe yolu ile, Tanrı ile birleşerek, onda kendisini unutur. Ancak bu düşünceye göre de duygular alemi ile akıl ve fikir alemi arasında bir uçurum hasıl olacaktır. Fârâbî, feyz («taşma») nazariyesi ile, bu uçurumu doldurur: Tanrının kendi cevherini bilmesinden, bilmek ve düşünmek, işlemek ve yaratmak olduğundan «birinci akıl» çıkar, (feyezan eder). Bunun varlığı, kendi zatında mümkün iken, Tanrı dolayısı ile zarurî olduğundan bunda çokluk vardır. Bu da ilk varlığı, Tann'yı bil-
40
CiRİS
diği için, bundan «ikinci akıl» taşarak çıkar (feyezan ve sudûr eder). Birinci aklın varlığı mümkün olduğundan ve o da kendini bildiğinden, maddesinden birinci felek, sûretinden o feleğin ruhu («nefs»i) çıkar. Aynı yollar ile, sırasiyle on akıl hasıl olur ki, bu onuncu akıl, akl-ı fa aldir: bunların karşısında da felekler hasıl olmuştur. Bu son akıl bir taraftan insan ruhunun, diğer taraftan feleklerin yardımı ile, dört unsurun illetidir; biri ayın bulunduğu felektir ve onun altındaki âlemi, yani yeryüzü âlemini, o idare eder. Bu akıllar, varlık ve kudretlerini bir Tanrı'dan aldıkları için, burada Fârâbî'nin Tanrı telâkkisi bozulmuş olmaz ve onca yegâne varlık yine Tanrı'dan ibarettir. Burada Fârâbî ile Spinoza arasında münasebet görülmektedir. Spinoza, Mûsa b. Meymûn (Meymunides) vasıtası ile, Fârâbî'den müteessir olmuştur. Bu iki feylesofta da Tanrı'ya verilen sıfatlar ile varlık birliği (vahdet-i vücut) müşterektir. Akl-ı faalden ilk madde (heyûlâ) çıkar, bunda suretleri almak istidadı vardır ve ayaltı alemindeki (yer yüzündeki) dört unsurun müşterek esası budur. Bu suretle fiziğe geçen Fârâbî'ye göre, bütün cisimler bunların oluş (birleşiş) ve dağılışlarından hasıl olur. Bu sırada fa'âl akıldan aldıkları suretler ile taayyün ederler. Bundan dolayı Fârâbî muayyeniyete (déterminisme) inanmaktadır; ona
FÂRABİ.
1.
FELSEFESİ
41
göre, eğer bazı hadiselerin illetlerini bilmiyorsak, bu onların illetleri olmadığı için değil, belki bu illetler kolay keşfedilemediği içindir. Fârâbî, akıl nazariyesinde bilhassa ruh (nefs) ile meşgul olur. Çünkü, onca, beden kemâlini ruhtan alır; ruhun varlığının kemâli ise, akıl sayesindedir; o halde hakikî insanı, ruh ve bedeni ile birlikte, akıl teşkil eder. Bundan dolayı, bunların hepsi bir bahis içinde toplanılabilir. Fârâbî ruhu (nefs) vazifeleri ile izah eder: Bunlar da fiil ile anlama ve idrâktir. Birincisi nebatî hayvanî ve insanî'dir. İkinciler ise yalnız hayvanî ve insanî'dir. Nebatî ruhun vazifesi ferdin yetişme ve gelişmesi, hayvanî ruhunki iyiyi elde edip, kötüden çekinmesi, insanî olanınki güzel ve faydalıyı seçmesidir. Anlama ve idrâk ise, dış (beş duygu) ve iç melekeler ile olur; sonuncular (hayvanlarda vehim, insanlarda müfekkire), dış melekelerin verdiği mu'talan toplayıp, dimağ işlerini yapar. Bunların neticesi ilim ve sanattır. Akla gelince, Fârâbî bunun çocukta bilkuvve mevcut olduğunu, ancak his mu'talanm alarak, bilfiil akıl haline geldiğini söyler. Bu dış âleme muhtaç olmadan kendini düşünebilir. Bir de «müstefâd» akıl vardır ki bu mücerret suretleri idrâk edebilir ve bu idrâk bir hads ile olur. Bu akıl derecelerinin sonunda, faâl akıl vardır ve bunun sayesinde kuvvede bulunan akıl ve makul fiil
CİRİ9
42
sahasına çıkar; nasıl ki karanlıkta görmezken kuvvede
kalan
görme
hisleri,
güneşin
doğması ile, fiil haline geçer (ortaçağlarda, şark ve garpte çok kullanılmış olan bu teşbih Fârâbi'nindir). Fârâbî'nin ahlâk nazariyesine gelince, bu amelî felsefe sahasında Fârâbî, ahlâklılık vasfının, iyi ile kötünün, akıl ile fark edilebileceğini iddia eder. En yüksek fazilet bilgi olduğundan, yüksekten gelmiş olan ve bilgi veren akıl, elbette hareketlerimize dair hüküm vermek imkân ve kuvvetine sahiptir. Ruhun (nefs) arzusu ve idrâk dolayısı ile bir iradesi vardır; bu iradenin aklî düşünceler üzerine kurulduğunu bilen insan, hür bir iradeye sahip olur. Bu hürriyet zarurîdir ve Allah'ın aklî mahiyeti ile muayyiniyet kazanmıştır. Böyle bir aklî düşünceden mahrum olan insan hayvana benzer bir insandır. Ancak madde akla mukavemet edebileceğinden insan hürriyeti asla tam ve kâmil olamaz; bu ancak aklın hatalardan kurtulduğu ruhlar âleminde mümkün olabilir. Fârâbî'ye göre sırf iyi olduğu için iyiye ulaşmağa çalışmak en büyük saadettir. Bu da insandaki ruhun kendi üstündekine teveccühüdür ve bu hal göklerdeki, feleklerdeki ruhların (nefs), Tanrıya teveccüh edip yaklaştıkça saadete erişmeleri gibidir.
FÂRÂBI.
3.
FELSEFESİ
43
Devlet nazariyesinde Fârâbi, Eflâtun'dan müteessir olmuştur. Tabiî ihtiyaçların şevki ile insanlar, iyi veya fena bir tek şahsın idaresi altında toplanıp, devleti (medîne=şehir) kurarlar. Bu şahıs, yani reis, kötü, cahil, ahlâksız ve hataya düşmüş bir kimse ise, devlet de kötü bir devlet (el-medînet-ül-câhile=cahil şehir) olur; fakat reis iyi ve feylesof ise, devlet iyi bir devlet (medîne-i fazda) tir. Bu iyi reis peygamber ile feylesofun bütün iyi vasıflarını nefsinden toplamalıdır. Fârâbî, bu münasebetle vahiy ile felsefeyi de uzlaştırmağa çalışır. İyi bir devlette, Fârâbî'ye göre, bütün ferdler, kendi ihtisasları olan işleri yapmalı ve hepsi birden tam bir bütün teşkil etmelidir. Öyle ki herhangi bir uzvun rahatsızlığı bütün devlette duyulmalıdır. Ahlâka gelince, bu dinî bir topluluk teşkil eden devlette kemâle gelir. Kötü devlette gaye yiyecek, içecek ve maddî lezzetten ibaret olduğu halde, iyi devlette ferdler birbirine yardım eder, cömert, alicenap ve doğru sözlü olurlar. Kötü devletin mesulü reislerdir. Fârâbî, iyi bir devlete reis olacak kimselerde, bu vazifeye ehil olmaları için icap eden bütün vasıflar bulunmazsa, bunlardan, birbirini tamamlıyacak şekilde bir kaçının birden reis tayin edilmesini söyler, yani münevver bir aristokrasi kurulmasını tavsiye eder. Bunlar ve idare ettikleri, bu dünyada kazandıkları bilgi ( — saa-
44
CIRİS
det) derecesinde, ahrette de saadet kazanacaklardır. Böylece yine her şey Allaha dönmüş olacaktır ki, bu Şark felsefesinde görülen «ittisal» dır. Umumî olarak bakılırsa, Fârâbî'nin felsefesi spritualiste veya daha doğrusu intellectualiste bir felsefedir. Duygularla aldığımız şeyler, ruhun tahayyüllerinden ibaret karışık tasavvurlardır; asıl varlık ise ruhtur. Tam, tek ve saf ruh Tanrı'dır; bundan sıra ile diğer ruhlar fezeyan etmiştir, insan da akıl halindedir. Kâinat bir bütün olup, iyilik ve güzellikle doludur, fenalık, ancak münferit şeylerde mütenahliğin zarurî neticesi olarak, vardır. Ruhun Tanrı'ya iştiyakı vardır. Bilgi ile yükselip, bir dereceye kadar tatmin edilir Fakat bunun sonu nedir? Fârâbî bu soruyu açıkça cevaplandırmaz, ancak bunlara peygemberlerin cevap verebileceğini söyler. Peygamberlik (nübüvvet), doğru rüya ve ilham gibi tahayyül âlemine aittir ve akıl ile duygu âlemi arasında yer alır. Fârâbî siyaset ve ahlâk felsefesinde dine yüksek bir mevki vermektedir. «Fârâbî, her vakit, fikir mülkünde bir hükümdar gibi yaşamıştır. Tabiat zenginliklerinin ortasında fakir bir hayat geçiren Fârâbî, muasırlarının büyük bir ekseriyetine hitap edememiş, ahlâkî ve siyasî talimlerinde
FÂRÂBI.
}.
FELSEFESİ
.45
bu dünyayı alâkadar eden maddelerden bahsetmemiş, saf ruhun tecrübeleri içinde gaşyolup kalmıştır. Pek az talebesi tarafından sûfî ve-mukaddes bir insan gibi, akıl ve hikmetin müşahhas bir misali olarak, büyük bir hürmete nail olmuştur» (A. A. Adıvar).
II KlTABt) IHS—IL—ULÛM HAKKINDA
<Fârâbî'nin, ilimlerin sayılması ve gayelerinin bildirilmesi hakkında yüksek bir kitabı vardır ki, kimse ondan önce böyle bir eser yazmamıştır. Kendinden sonra da kimse o yolda yüriimemiştir. Bütün ilimleri öğrenmek istiyenler bu kitabın rehberliğinden müstağni kalmazlar ve her şeyden evvel onu gözden geçirmelidirler» Kadı Ibn-ü Sâ'id, Tabakat ül-ümem.
Fârâbî'nin sayısı yüz altmışı bulan ve her biri ayrı bir kıymet ifade eden eserleri arasında, «İlimlerin sayımı hakkında kitabet, faydası ve ihtiva ettiği bilgi ve görüşlerin zenginliği bakımından, diğerlerinden daha az kıymetli değildir. Yukanya alınmış cümlelerde görüldüğü üzere, daha XI. yüzyılda Ibn-ü Sâ'id, bütün felsefe öğrencilerine bunu okumağı tavsiye ettiği gibi, daha sonraki yüzyıllar boyunca da, aynı takdir devam etmiştir. ileride gösterileceği üzere, latinceye üç, ibranî diline bir defa tercüme edilmiş olması
FARABİ.
II.
İLİMLERİN
SAYIMI
47
onun, aynı zamanda batıda da tesir ettiğini gösterir. Fârâbî bu eserini, amelî diyebileceğimiz bir gaye ile yazdığını söylüyor; çünkü o, — «Bu kitabı meşhur olan ilimleri bir bir saymak, bunların herbirinin şamil olduğu bütünleri tarif etmek, cüz'leri bulunanların cüz'lerini ve cüz'lerinin her birinde bulunan bütünü tarif etmek maksadı ile yazdık» — diye söze başlarken, insan bilgisinin hudutlarını, mevzularını v.s. yi tarif etmek, sonra aralarındaki bağlan göstermek istiyor gibidir. Fakat hemen biraz aşağıda «Bu kitapta bulunan bilgilerden istifade edilebilir...» diyerek, eserin amelî gayelerini anlatıyor: Her hangi bir ilim öğrenmek isteyen, bu kitaba bakmak suretiyle, çeşitli ilimlerin mevzularını, kendisine neler öğretebilip, kendisini nelerden müstağni kılabileceğini anlıyacağını, hangi ilmin daha faydalı olacağına karar verebileceğini, bir ilmi öğrenmek istediği takdirde, bu işe körü körüne girişmeyip, bilerek girişeceğini anlatır. Sonra, daha da ileri giderek, bilgiç geçinenlerin yalancılıklarını veya neyi, ne dereceye kadar bildiklerini bu kitap sayesinde anlamanın kabil olacağını söyler. O halde, kabul etmek lâzımdır ki, bu eser, esas bakımından, amelî gaye ile yazılmış, bir nevi ilimler ansiklopedisidir ve gayesi yukarıda anlatıldığı üzere, bir ilimler nazariyesi ve tasnifi değildir. An-
4 a
GIKİŞ
cak şunu ilâve etmek lâzımdır ki, arapça olarak yazılmış olup, bu güne kadar kalan en eski ansiklopedidir. Fârâbî, eserinin kolayca görülen bu mahiyetine rağmen, bahsettiği ilimleri gelişi güzel sıralamamış, onları diğer eserlerinde görülen felsefî sistemi ile alâkalı, ahenkli bir tertip içine koymuştur. Böylece burada, zımnî olarak ifade edilmiş olan bir ilimler tasnifi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Çünkü Fârâbî, bu eserinde, ilimleri ilk önce beş büyük kısma böler: 1. dil ilmi, 2. mantık ilmi, 3. ta'limî ilimler, 4. ilâhiyât, 5. medeni ilimler. Sonra, bunların her birinin içinde bulunan ayrı ayrı ilimleri mâkûl bir sıra ve tertip içinde gösterir; meselâ ta'limî ilimler şunlardır: Sayılar (hesap), hendese, menâzır ilmi, yıldızlar (nücûm) ilmi, musiki (çünkü bu da tamamiyle riyaziyeye dayanır) ilmi, cerr-i eşkal ve tedbirler (hileler) ilimleri (bunlarda da her birinin amelî ve nazarî kısımlarını göstermiştir). Görülüyor ki, Fârâbî burada mücerretlerden başlayıp, müşahhaslara doğru gitmektedir. Esasen o, Kitâb-i'ı tahsil-is-saâde («Saadeti elde etme kitabı») adlı eserinde, ilimlerin şu esaslara göre tasnif edilmesi fikrini ileri sürer : 1. Nazarî ilimler. Bunlar üçtür: a. ta'limî ilimler (riyaziye), b. tabiî ilimler, c. ilâhiyât (veya mâba'dettabia, metafizik).
FARABİ.
II.
İLİMLERİN
SAYIMI
49
2. Amelî ve felsefî ilimler. Bunlar ikidir: Ahlâk, felsefî siyaset ilmi veya siyaset ilmi. Bu tasnif, «îhsâ-ül-ulûm»da anlattığı ilimler dolayısiyle kendiliğinden meydana çıkan tasnif ile mukayese edilirse, görülür ki, Fârâbî, bu son eserde, bu noktai nazarı aynen takip etmiştir. Ancak Ihsa-ül-ulûm da, fazla olarak, dil ve mantık ilimleri vardır ki, birincisi ma'kulâta delâlet etmeleri bakımından kelimelerin, diğeri kelimelerin kendilerine delâlet etmeleri bakımından ma'kulâtın bilgisidir. Bunlar bütün ilimlerin ve ilimlerin şahıstan şahsa geçişinin zarurî vasıtalarıdır. Bundan dolayı bunlar hepsinin başına konulmuştur. Buna göre, Fârâbî, a. gayelerine bakarak, b. mevzularının basitliklerine ve bizi ulaştırdıkları vuzuh derecesine bakarak, ilimleri tasnif etmiştir ki, bu ikinci hususta tamamiyle kendi düşüncesi ile hareket etmiştir. Descartes, XVII. yüzyılda, güç meselelerde, onları cüzlere bölüp, küçük ve basitlerinden başlıyarak, karışık (ntudil) olanlara gidilmesi fikrini söylerken, eğer bu eserin latince tercümelerini okumamış ise, yedi yüzyıl sonra, Fârâbî ile aynı neticeye varmış demektir. Fârâbî, bu tasnif hususunda, kimseden mülhem olmamış ve tamamiyle orjinal bir düşünceyi ileri sürmüş görünüyor. Çünkü o zamana kadar bu şekilde bir ilim tasnifi mevcut değildir. Meselâ, malûmdur ki, Aristo ilim-
50
CIRI)
leri üçe ayırıyordu: 1-Nazarî felsefe (gayesi bilgi veya gerçekleri anlamaktır, riyaziye, tabiiyât ve ilahiyat), 2-Amelî felsefe (gayesi iyidir, ahlâk, tedbir-i menzil ve siyaset), 3-şiir veya güzellik ilmi (gayesi güzelliktir, şiir, hitabet ve cedel). Aristo'nun şarihlerinde ise ikili bir tasnif vardır: Nazarî ve amelî ilimler, tslâm sahasında ise, Şihâbeddin b. Muhammed, ilimleri üçe bölmüştür: 1. Yüksek ilim (ilâhiyat), 2. Orta ilim (riyaziye), 3. Alçak ilim (tabiiyât). Bunu da meşhur el-Kindî'nin Mâhiyet - ül - il m ve aksâmih («İlmin mahiyeti ve kısımları») kitabı ile Aksâm-ül-ilm-il-insî («İnsan ilimlerinin kısımları») kitabından aldığını söyler. Böyle olunca, Fârâbî'ye kadar olan ilim tasnifleri arasında, onunkine benzer bir tasnif bulunmadığı kendiliğinden meydana çıkmış olur. Üstelik de Fârâbî'nin tasnifi çok daha makul esas ve fikirlere dayanmaktadır. Fârâbî'nin bu eserinin meziyeti bunlardan ibaret değildir. O bahsettiği ilimlerin her birini en mükemmel bir şekilde anlatmış mevzularını gayelerini, dayandıkları prensipleri çok güzel bir şekilde göstermiştir. Bundan dolayı, meselâ İbn-ü Rüşd'ün talebesi olan îbn-ü Tumlûs, El-müdhal li-sınâat-il-mantık («Mantık smaatına giriş») adlı eserinde, bu sahada Fârâbî'nin burada verdiği bilgiden daha mü-
FARABİ.
II.
İLİMLERİN
SAYIMI
51
kemmel ve iyi tertip edilmiş bir eser görmediğinden, ve galiba kendisinin de Fârâbî'nin eseri elinde olduğu halde, o kadar iyi bir hülâsa yapamayacağına emin bulunduğundan, İhsâ-ül-ulûm'daki mantığa dair bölümü aynen eserini almıştır. Bundan başka, bu eser, mantıki bir tertip içine konulmuş bütün ilimleri ve felsefeyi içine aldığından îbn-ü Sâ'id ile birlikte denilebilir ki, hiç olmazsa şarkta, felsefeye başlangıç için okunacak en iyi kitap bu kitaptır. ilimlerin sayımı hakkında kitap, son derecede geniş ve devamlı bir tesir yapmıştır. Tereddütsüz olarak denilebilir ki, şarkta, îbn Sina'dan başlıyarak, yazılmış olan ansiklopedi mahiyetindeki bütün eserlerde, Fârâbî'nin bu eserinin tesirini açıkça görmek kabildir. Garpte ise, bu tesir kendini şöyle gösterir: İlk önce bu eser birkaç defa latinceye tercüme edilmiştir. İlk tercüme milâdî XII. asrın başlarında yaşamış olan Dominicus Gundissalinus tarafından yapılmıştır. Ve bu tercüme Guilielmus Camerarius tarafından 1638'de Paris'te Alpharabi philosophi opusculum de Scientiis adı altında basılmıştır. Ancak bu tercüme kâfi derecede sıhhatli ve tam bir tercüme değildir. Diğeri milâdî 1114 yılında şimalî italya'da Cremona da doğmuş olup 1187'
52
CİRİ9
de Tuleytala'da ölmüş ve 70 kadar arapça eseri latınceye tercüme etmiş olan Gerard de Cremona tarafından yapılmıştır: Liber Alpharabi de Scimtiis. Yine aynı asırda Sevilli John tarafından da De Scientiis adı altında latinceye tercüme edilmiştir. Bu suretle garp âleminde bu eserden kolaylıkla istifade etmek imkânı hasıl olmuştur. İlk önce, Gundissalinus'un De divisione philosophiae'smda verilen ilimler tasnifinde hemen tamamiyle bu eserden istifade edilmiştir. Milâdî 1264'de ölmüş olan V. de Beauvais, Speculum doctrinale' sinde, Sevilli John'in tercümesi vasıtasiyle «İlimlerin sayımt»ndan istifade etmiştir. Fârâbî'nin adını Batlamyus ve Oklides ile birlikte zikreden meşhur Roger B a c o n (takriben 1214—1280)'ın da bu eserden istifade etmiş olduğu Vogl tarafından, Die Physik Roger Bacons (Erlangen, 1904) adlı eserinde, meydana konulmuştur. thsa-ül-ulûm da bulunan musikiye dair bir bölümün başlı başına Avrupa'da uzun müddet müessir olduğu musiki tarihçisi H. G. Farmer'in Journal of the Royal Asiatic Society (1932)'de çıkan The Influence of Al Farabi's Ihsa' al-ulum (De scientiis) on the Writers on Music in Western Europe (El-Fârâbî'nin thsa-ül-ulûm'unun batı Avrupa'da musiki hakkında yazanlar üzerinde tesiri) adlı
FARABİ.
II.
İLİMLERİN
SAYIMI
53
makalede, bütün teferruatı ile, tetkik ve isbat edilmiştir. Ihsâ'-ül-ulûm'un Kalonymus ben Kalononymus (ölümü 1314) tarafından İbranî diline de tercüme edilmiş olduğunu buraya ilâve etmek lâzımdır. İhsa-ül-ulûm'un arapça metninin bu gün dört tane el yazması nüshası bulunmuştur ki, bunların en iyisi, istanbul'da Köprülü Kütüphanesi'nde (No. 1604) bulunan nüshadır. Bir başka yazması da İspanya'da Madrid civarındaki Escurial Kütüphanesi'ndedir. Arapça metni, ilk önce, 1921 yılında Sayda'da çıkan El-İrfân adlı mecmuada neşredilmiştir. Mısırlı felsefe tarihçisi Osman Emin de, bütün el yazmalarına istinat ederek, bunu yeniden neşretti (Kahire 1931). Arapça metindeki bazı güçlükleri halledebilmek için Angel González Palencia, bu metni, iki latinee tercümenin metni ve ispanyolca'ya tercümesi ile birlikte, bastırdı: Alfarabi, Catálogo de las Ciencias, Madrid, 1932. Nihayet Osman Emin, neşrini biraz daha islâh ve ikmal ederek, yeni notlar ile, ikinci bir defa daha bastırmıştır: Kahire 1949. Buradaki tercümede istifade edilmiş olan metin işte Osman Emin'in bu yeniden tashih edilmiş olan basmasındaki metindir.
KİTABÜ ÎHSÂ-IL-ULÜM ilimlerin Sayımı Hakkında Makale
Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed-il Fârâbi'nin İlimlerin mertebeleri hakkında kitabı\ Dedi ki-, Bu kitabı, meşhur olan ilimleri bir bir saymak, bunlardan her birinin içinde bulunan bütünleri, bölümleri onların bölümlerini ve bölümlerinin her birinde bulunan bütünleri tarif etmek maksadı ile yazdık. Kitabı beş bölüme ayıracağız : 1. Dil ilmi ile bölümleri hakkında, 2. Mantık ilmi ile bölümleri hakkında, v/'K
6-3. Öğretme3 ilimleri (sayı, hendese, menazır, yıldızlar, musiki, ağırlıklar (eşkâl) ilimleri ile tedbirler «hiyel4» ilimleri) hakkında, 4. Tabiat ilimleri, ilâhiyat ilmi ve bölümleri hakkında, 5. «Medeni» ilim, ile bölümleri; fıkıh ve kelâm ilimleri hakkında. Bu kitaptaki bilgilerden istifade edilebilir. Çünkü insan, bu ilimlerden birini öğren-
İLİMLERİN
SAYIMI
55
mek isteyip bu kitaba bakarsa, cesaretle ^neye giriştiğini, neye baktığını, bu bakışı ile ne fayda temin edeceğini, bütün bunlardan kazancının ne olacağını, bunlarla hangi fazileti elde edeceğini bilir. Böylece, ilimlerden neyi kazanmağa girişmiş ise, körükörüne ve aldanmalarla değil de bilerek ve görerek, ona doğru ilerler. İnsan, bu kitap sayesinde ilimler arasında bir mukayese yapabilir ve hangisinin daha üstün, hangisinin daha faydalı, hangisinin daha açık, hangisinin daha sağlam ve hangisinin daha kuvvetli olduğunu, hangisinin daha gevşek, daha kuvvetsiz ve daha zayıf bulunduğunu anlar. Bu ilimlerden birini iyice bildiğini iddia ettiği halde bunu blmeyen kimseleri meydana çıkarmak hususunda da bu kitaptan faydalanmak mümkündür. Çünkü kendisinden bu ilimdeki bütünü (cümle) bildirmesi, bölümlerini (cüz') sayması istenir ve her bölümde bulunan bütünler sorulur; o, buna cevap veremezse, iddiasının yalanlığı belli olur ve kendisinin de yalancılığı meydana çıkar. Bu ilimlerden
birini
güzelce
bilen
bir
kimsenin, bunun hepsinin mi, yoksa bölümlerinden birini mi iyi bildiği ve bu bilgisinin ne kadar olduğu, yine bu kitap sayesinde belli olur.
56
İLİMLERİN
S A Y I M I 56
İyi bir şekilde yetişmiş ve türlü bilgileri bilen kimseler arasında her bir ilimdeki bütünleri güzelce öğrenmek isteyenlerle, ilimehlinden sanılmak için onlara benzemek isteyenler de bu kitaptan faydalanabilirler.
.Sl/taoJ ^ fojJo. fetÜt«! , Itfr İ&A- -• Birinci Bölüm DİL İLMİ8 HAKKINDA
Dil ilmi, bütün olarak, iki kısımdır: 1. Herhangi bir halk arasında bir mânaya delâlet eden kelimeleri ezberlemek ve onlardan her birinin delâlet ettiği şeyi bilmektir. 2. Kelimelerin «kanun» larını bilmektir. Her smaatta7 kanunlar külli yani umumî sözlerdir8^ ve bunlardan her biri yalnız başına bu sınaatta bulunan birçok şeyleri içine alır, ve kendileri için bir sınaat meydana getirilen şeylerin hepsini veya pek çoğunu kaplar. Bir sınaatta, kanunlar, ya kendinden olmayanlar içine girmesin, yahut kendinden olanlar dışarıda kalmasın diye, o sınaattan olan şeyleri çevrelemek için meydana getirilmiştir. Bazan da bir kimsenin bir husuSta yanlış yapıp yapmadığını sınayıp denemek için {imtihan), yahut bu sınaatın içine aldığı şeylerin öğrenilmesi ve ezberlenmesi kolay olsun diye hazırlanmış olur. i Çok olan tek şeyler, ancak insan ruhunda (nefs) belli bir tertip ve sıra ile hasıl olan kanunlara girmek suretiyle smaatlar haline gelir veya sınaatlardan birinin içine girer.
58
İLİMLERİN
S A Y I M I 58
Meselâ nazari ve emelî yazma sanatı, tıp, ziraat, mimarlık ve başka sınaatlar böyledir. Herhangi bir sınaatta kanun olan her söz, kanun olması ile, andıklarımızın ya biri veya hepsi için hazırlanmıştır. Bundan dolayı âlim ve feylesoflar, bir cismin kemiyetinde veya keyfiyetinde veya bundan başka bir şeyinde hissin yanlış yapması ihtimaline karşı her hangi bir deneme (imtihan) için yapılmış olan şakul, pergel, satır çizme aleti ve teraziler gibi aletlere, «kanun» 1ar derlerdi. Hesap cetvelleri ile yıldızlar için yapılan cetveller de «kanun» 1ar denilir. Uzun ve büyük kitaplardan akılda tutulmak için yapılan kısaltılmış kitaplar «kanun» lardır. Çünkü az sayıda şeyler çok şeyleri içine almaktadır. Onlar az sayıda olduklarından, onları bilmek ve ezberlemek suretiyle, çok sayıda şeyleri bilmiş oluruz. Şimdi içinde olduğumuz konuya dönelim. Deriz ki, her halkın dilinde bir mânaya delâlet eden kelimeler iki kısımdır. 1. Tek kelimeler, 2. Toplu kelimeler. Tek kelimeler, aklık, karalık, insan ve hayvan gibi kelimelerdir. Toplu olanlar ise «insan bir hayvandır», «Amr beyazdır» gibi sözlerimizdir. Tek olan kelimeler arasında varlıkların lâkabı, adı olanlar vardır: Meselâ
58 İLİMLERİN
SAYIMI
59
Zeyd ve Amr. Bunlardan eşyanın cins ve nevilerine delâlet edenler vardır: İnsan, at, hayvan, aklık ve karalık gibi. Cins ve nevilere delâlet eden tek kelimeler ya isimler, ya fiiller (kelime) veya edatlardır. [Arapçada] isim ve fiillerde (kelime) erkeklik (müzekkerlik), dişilik (müenneslik), tekillik (vahdet), ikilik (tesniye) ve çoğulluk (cemi) halleri bulunur; fiillerde (kelime) bilhassa zamanlar vardır. Zamanlar da geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zamandır. Her halkın dilini inceleyen dil ilmi yedi büyük bölüme (cüz') ayrılır: [_1. Tek kelimelerin ilmi, 2. Toplu kelimelerin ilmi, 3. Kelimelerin tek oldukları zamanki kanunları, 4. Kelimelerin toplu oldukları zamanki kanunları, 5. Doğru yazma kanunları, 6. Doğru okuma kanunları, 7. Doğru şiir okuma kanunlarıj Bir mânaya delâlet eden tek kelimeler ilmi, eşyanın cinslerine ve nevilerine delâlet eden bu dile mahsus veya ona dışarıdan girmiş kelimelerin nadir9 olanları ile herkes tarafından bilinenlerin birer birer neye delâlet ettiğinin bilinmesini, onların ezberlenmesini ve rivayet edilmesini içine alır.
58
İLİMLERİN
S A Y I M I 67
Toplu kelimeler ilmi, bu halk arasında, toplu olarak tesadüf edilen sözlerin ilmidir, bilinmesidir. Bu da bu halkın hatipleri ile şairlerinin yaptıkları (yazdıkları) eserlerin ve güzel konuşanları (beliğ) ile doğru konuşanlarının (fasih) söyledikleri sözlerin rivayet edilmesi ve ezberlenmesidir. Bunlar, uzun, kısa, vezinli ve vezinsiz olabilir. Tek kelimelerin kanunları ilmi, ilk önce, seslerin (huruf-ı mu'ceme)10 sayılarını ve bunlardan her birinin, ses çıkarma uzuvlarının (organ) neresinden çıktığını, bu sesleri çıkaran uzuvları aynı dilde bu harflerin birbirleri ile birleşenlerini ve birleşmiyenlerini, bir mânaya delâlet eden bir kelimenin meydana gelmesi için en az kaç sesin birleştiğini, en çok kaçının birleştiğini gösterir. İkilik (tesniye), çoğulluk, erkeklik (müzakerelik), dişilik (müenneslik), türeme ve başkaları gibi, kelimelerin hallerini gösteren ekler geldiği zaman kelimenin gövdesinde değişmeden olduğu gibi kalan sesleri, ekler aldığı zaman kelimeleri değiştiren sesleri (harf), yanyana geldikleri zaman birbiri ile benzeşen (indigâm) sesleri araştırır. Sonra, bunun arkasından, tek kelimelerin türlü hallerini gösteren çekim örneklerinin (emsile) kanunlarını11 verir. Başka bir şeyden türemiş olmayan ilk çekim örnekleri ile türe-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
61
miş (müştak) olanları birbirlerinden ayınr; türemiş kelimelere ait sınıfların çekim örneklerini verir. İlk çekim örnekleri arasında, kelimelerin kendilerinden meydana getirildiği mastarlar ile mastar olmıyanları birbirinden ayırır. Mastarların fiiller haline gelmesi için nasıl değiştiklerini gösterir. Fiillerin çekim örneklerinin çeşitlerini, emir ve nehi ile kemiyetlerine— bunlar üçlükler (sülâsî), dörtlük (rübâî) ve bundan çok harfli olan fiiller ile muzâaf" olan ve muzâaf olmıyan fiillerdir —, keyfiyetlerine — bunlar fiillerin sahih ve mutel13 olmalarıdır — ve bunlara benzer şeylere göre fiillerin nasıl değiştirildiklerini gösterir. Bütün bunların erkek (müzekker), dişi (müennes), tekil ve çoğul oldukları zaman nasıl olduklarını bildirir. Bir de fiillerin bütün hepsinde onların şahıslara ve zamanlara göre nasıl değiştiklerini gösterir. Sonra, ilk vazedildikleri14 sırada söylenmesi güç olup sonraları söylenmesi kolay olacak şekilde değiştirilen kelimeleri araştırır. Kelimelerin toplu oldukları zamandaki kanunlarını bildiren ilim iki kısımdır: 1. Kelimeler toplu oldukları veya bir tertip içine konuldukları zaman, isim ve fiillerin sonlarının nasıl olacağını gösteren kanunları verir. 2. Kelimelerin birbirleri ile birleştirilmelerinin ve yan yana gelmelerinin bu dilde nasıl olduğunu gösterir ve bunların kanunlarını verir.
62
İLIMLERIN
SAYIMI
isim ve fiillerde görülen değişikliklerin kanunlarını nahiv (syntaxe) ilmi bildirir. Nahiv ilmi, [arapçada] isim ve fiillerde (kelime) kelime sonlarının nasıl değiştiğini bildirir. Çünkü edatlar asla değişmez. Bu değişiklik bazan isimlerin başında olur; meselâ Larapçada] isimleri «ma'rife»15 yapmak için başına elif lâm'6 veya, başka dillerde, bunun yerini tutacak bir şeyin getirilmesi, isimlerin sonlarında olan değişmeler de vardır, bunlara «sonda bulunan değişme» denir I'rap harfleri" denilen şeyler bunlardandır. Fiilde ise, baş tarafta değişme olmaz, ancak son taraflarda olur. isim ve fiillerde sonda olan değişmeler, bunlann, arapçada meselâ üç tenvin, üç hareke ve cezm18 edatlarını almalarıdır. Arap dilinde, kelimelerin sonunda başka bir değişme varsa, o da bunlardan sayılır, isimlerden bazılarının, aynı halde bulunan başka isim münsarif19 olduğu, cümle içindeki yerine göre sonu değiştiği halde, «münsarif» olmadığını, sonlarının değişmeden kaldığını, yani «mebni»20 olduğunu bildirir. Bazı isimlerin de bazı hallerde «münsarif» olup, bazılarında olmadığını," yine isimlerden bütün hallerde «münsarif» olanların mevcut bulunduğunu bildirir. Bu ilim, isim ve fiillerin sonunda görülen bütün edatları ve değişmeleri sayar, isimlerin ve fullerin aldıkları edatları birbirlerinden ayı-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
63
rır. «Münsarif» isimlerin «münsarif» oldukları bütün halleri, ve fiillerin «münsarif» olduğu bütün halleri sayar. Sonra isimler ile fiillerin her birine hangi halde, hangi edatın eklendiğini bildirir. îlk önce, her bir halde isim edatlarından birinin kendisine eklendiği tekil ve «münsarif» isimlerin hallerini, teker teker, baştan başa sayar; ikilik (tesniye ve çoğul halindeki isimlerde aynı şeyi verir. Nihayet fiillere mahsus olan «edat» ların değiştiği bütün halleri, sonuna kadar, araştırır. Sonra, bazı hallerde münsarif olan isimlerin hangi hallerde münsarif olduklarını, hangi hallerde münsarif olmadıklarını bildirir. Sonra, her biri yalnız bir tek halde kalan «mebni» isimleri ve bunların hangi halde «mebni» olduğunu bildirir. Edatlara gelince, o dili konuşanların âdetlerine göre, bunlardan her biri bir tek halde kalıyorsa yani «mebni» ise, bunu bildirir. Bazısı yalnız bir halde mebni ise ve bazısı bazı hallerde münserif ise, bütün bunları bildirir. Bu dilde, edat mı, isim mi veya fiil mi olduklarından şüphe edilen kelimeleri, yahut bu dilde kelimelerin bazıları isme benzer, bazısı fiile benzer gibi görünüyorsa bunları, hangi kelimelerin isim yerine geçtiğini, hangi hallerde münserif olduklarını, hangi kelimelerin fiil yerine geçtiğini ve hangi hallerde münserif olduklarını bildirilmesine ihtiyaç hasıl olur.
58
İLİMLERİN
S A Y I M I 64
Kelimelerin birleştirilmelerinin kanunlarını veren kısma gelince, bu kısım, ilk önce, kelimelerin bu dilde hüküm ifade eden sözler haline gelebilmek için, nasıl ve kaç türlü yan yana getirilip, tertip edildiğini açıklar. Sonra bu dilde en doğru terkip ve tertibin hangisi olduğunu açıklar. Doğru yazma kanunlan ilmi, ilk önce, o halkın satırlar içinde yazılmayan ve yazılan harflerini biribirinden ayırır.22 Sonra satırlar içinde yazılanların nasıl bir tarzda yazılacağını açıklar. Doğru okuma kanunları ilmi, noktaların yerlerini, bir dilde yazanların bir harf satırlarda yazılmadığı (ve yazıldığı) zaman koydukları işaretleri, biribirine benzeyen harfleri biribirinden ayırmak için kullanılan işaretleri, biribirleri ile karşılaştığı zaman biribirleriyle benzeşen, veya biribirilerinden uzaklaşan harf ler için kullanılan işaretleri, sözlerin kesildiği yerlerde (cümle sonlarında), konulmakta olan işaretleri bildirir. Sözlerin az, orta derecede ve en çok kesildiği yerlerde kullanılan işaretleri biribirlerinden ayırır. Biribiri ile bitişik kelime ve sözlerin çirkinliğini göösteren işaretleri ve bilhassa araları uzak olunca biribirini bozan işaretleri açıklar. Şiir kanunları ilmi, dil ilmine benzemesi bakımından,23 üç bölümdür.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
72
Birinci bölüm, o halkın şiirlerinde kullanılan basit ve karmaşık vezinlerin sayılmasıdır. Sonra ayrı ayrı çeşitlerinden ayrı ayrı vezinlerinin çıktığı harf terkipleri sayılır. Harflerin bu terkiplerine araplarda «esbâb» ve «evtâd»,24 yunanlılarda ise «kesme yeri» ve «ayak» denilir. Sonra beyitler ile mısraların miktarları; ve ayrı ayrı vezinlerin, ayrı ayrı beyitlerin kaç harf ve kesinti (makta') ile tam ve mükemmel bir hale geldiğini araştırır. En sonra da, tamam olan vezni noksan ola^ nından ayırır ve hangi vezinlerin duyulduğu zaman daha parlak, daha güzel ve daha tatlı geldiğini gösterir. İkinci bölüm ayrı ayrı vezinlerdeki beyitlerin sonlarından" hangisinin o dilde bir tek şekilde kaldığını ve hangisinin değiştiğini inceler. Bu son çeşitte hangisi tamdır, hangisi artıktır, hangisi eksiktir (bunları araştırır). Hangi sonların bütün şiirin hepsinde muhafaza edilen bir tek sesten olduklarını, hangilerinin «kaside» boyunca muhafaza edilen birden çok sesler ile teşkil edildiklerini, o dilde beyitlerin sonlarının en çok kaç ses ve hece olduğunu gösterir.24 Sonra çok ses ile olanlarda bazı seslerin yerine söylenme ve telaffuz zamam kendine eşit olan başka seslerin konulmasının uygun olup olmadığını ve bunlardan hangisinin yerine, zaman bakımından kendisine eşit
&6
bir ses bildirir.
İLİMLERİN
konulmasının
SAYIMI
uygun
olabileceğini
Üçüncü bölüm, o dilde şiirlerde kullanılması yerinde olan kelimeler ile şiir olmayan sözde kullanılması yerinde olmıyan kelimeleri araştırır. Dil ilmi bölümlerinin her birinde bulunan bütünler bunlardan ibarettir.
ikinci Bölüm MANTIK iLMl HAKKINDA
(Bu bölümde mantık ilminin) içinde bulunan bütünü, sonra onun faydalarını, sonra mevzularını, sonra adının mânasını bildireceğiz; sonra da bölümlerini ve her bir bölümün içinde bulunan bütünleri sayacağız. Mantık sınaatı, bütün halinde, aklı düzeltmeğe (takvim) ve, yanlış yapılması mümkün olan bütün mâkul" şeylerde, insanı doğru yola ve gerçek {hak) tarafına yöneltmeğe yarayan kanunları ve insanı mâkullerde yanlıştan, sürçmeden ve hatadan koruyan ve muhafaza eden kanunları verir. Bir de yanlış yapan bir kimsenin mâkullerde yanlış yapmış olup olmadığından emin olunmazsa, onun denemesi (imtihân) için kullanılan kanunları gösterir. Bu da, mâkuller arasında, yanlış yapılması asla mümkün olmıyan bazı şeylerin bulunması ile mümkündür. Bunlar da, insan ruhunun, yaratıldığı zaman, onları biliyormuş ve kesin bilgi (yakîn) halinde kabul ediyormuş gibi bulduklan şeylerdir28. Meselâ bütün parçasından daha büyüktür; her üç
58
İLİMLERİN
S A Y I M I 68
tek bir sayıdır. Daha başka şeyler vardır ki, onlarda yanlış yapmak, gerçekten uzaklaşıp, gerçek olmıyan şeylere gitmek mümkündür. Bunlar, ancak fikir, derin düşünce (teemmül), kıyas ve istidlâl ile idrâk edilenlerdir. Bütün bunlarda, daha önce, kesin (yakîn) gerçeği isteyen insan, zaruri olarak bütün istediklerinde mantık kanunlarına muhtaç olur. Bu sınaat, nahiv sınaatına benzer. Çünkü mantık smaatımn akıl ile mâkulata nisbeti (oranı), nahiv sınaatının dil ile kelimelere nisbeti gibidir. Nahiv ilminin bize kelimeler hakkında verdiği bütün kanunların mâkullerdeki benzerini mantık ilmi bize verir. Mantık ilmi, bir de aruz ilmine benzer. Çünkü mantık ilminin mâkullere nisbeti (oranı), aruzun şiir vezinlerine nisbeti gibidir. Aruz ilminin şiir vezinleri için bize verdiği bütün kanunların mâkullerdeki benzerlerini bize mantık ilmi verir. Bundan başka aklın yanlış yapıp yapmadığından veya gerçek olanı idrâk etmekte kusur edip etmediğinden emin olmadığımız mâkullerde, onları deneme ve sınama (imtihân) aleti olan mantık kanunları, hissin aldanıp aldanmadığından veya miktarını idrâkte kusur edip etmediğinden emin olmadığımız birçok cisimleri kontrol etmek için alet olan terazilere ve ölçülere benzer; doğruluğunu id-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
69
râk etmekte hissin yanlış yapıp yapmadığından veya kusur edip etmediğinden emin olunmıyan hataları kontrol (imtihân) etmekte kullanılan satır çizme aleti (mistar) gibidir; dairelerde yuvarlaklığını idrâk etmekte hissin yanılıp yanılmadığından ve kusur edip etmediğinden emin olunmadığı zaman onları kontrol için kullanılan pergel gibidir. Bunlar mantığın gayesinin (garaz) bütünüdür. Sen, insana verdiği faydanın büyüklüğünü gayesinden anla! Bu fayda, kendimizde ve kendimizden başkasında düzeltilmesini istediğimiz her şeyde ve başkasının bizde düzeltilmesini istediği şeyde kendini gösterir, Elimizde böyle kanunlar bulunursa ve kendi kendimizde istenilen düşünceyi çıkarmak ve düzeltmek istersek, zihinlerimizi tashih edip düzelteceğimiz şeyi aramakta başı boş, sayısız, hudutsuz şeyler arasında yüzer bir halde bırakmayız; ona tesadüfi bir yerden ve hata yapıp, biz farkına varmadan, gerçek olmayan bir şeyi bize gerçek olarak göstermesi mümkün olan yönlerden varmak ister bir vaziyette de bırakmayız. Belki gerçeğe (hak)doğru giderken, hangi yolu takip etmemiz icabettiğini, hangi şeylerden ona gideceğimizi, gidişe nereden başlıyacağımızı, zihinlerimizin kesin (yakîn) bilgiye erdiğini nereden bileceğimizi ve, zaruri olarak istediğimize erişmek için, zihinlerimizi nasıl çalıştıracağı-
10
İLİMLtKIN
SAYIMI
mızı daha önceden bilmiş olmamız lâzımdır. Bununla birlikte bizi yanlışa (galat) düşüren ve bize karanlık görünen (mülbese) bütün bu şeyleri bilmiş oluruz ve, işe başlarken, onlardan sakınırız. Bu halde çıkardığımız düşüncelerde gerçek ile karşılaştığımızı ve yanlış (galat) yapmadığımız kesin olarak (yakîrıen) biliriz. Çıkardığımız bir düşüncenin hali bizi şüpheye düşürünce ve o hususta kendimizi yanlış yapmış sanırsak, hemen o zaman onu sınarız. İçinde yanlış varsa, o yanlışı anlar, sürçülen yeri kolaylıkla düzeltiriz. Kendimizden başkasında bulunup da düzeltmek (tashih) istediğimiz düşüncelerde de halimiz böyle olur: Çünkü başkasındaki fikri (re'y) ancak kendimizdeki fikirleri düzelten yollar ve şeyler gibi yol ve şeyler ile düzeltiriz. Ondaki bu fikri (re'y) düzeltmek (tashih) için ona söylediğimiz söz ve deliller hususunda anlaşmazlığa düşersek, bunun neden dolayı o fikri düzelttiğini ve zıddını düzeltmeden bu fikri nasıl düzeltebildiğim ve bu fikri düzeltmekle neden dolayı başkasından daha üstün olduğunu bizden sorarsa, ona bütün bunları göstermeğe muktedir oluruz. Bunun gibi, bir başkası, bizdeki herhangi bir fikri (rey) düzeltmek isterse, bu maksatla kullanmak istediği söz ve delilleri sınayacağımız şeyler, bizde önceden mevcut bulunur: Eğer gerçekten düzeltiyorsa, neden dolayı
58 İLİMLERİN
SAYIMI
71
düzelttiği meydana çıkar. Biz de bunlardan kabul edeceğimizi, bilerek ve anlayarak kabul ederiz. Eğer mugalata29 yapmış veya yanlışa düşmüş ise, ne bakımdan mugalata yaptığı ve yanlışa düştüğü meydana çıkar ve, biz de, bilerek ve anlayarak, bunlardan yanlış çıkaracaklarımızı yanlış çıkarırız. Eğer mantık ilmini bilmezsek, bütün bu şeylerde halimiz, mantık bildiğimiz zamanki halimizin aksi olur. Bütün bunlardan daha kötüsü, daha çirkin ve daha fenası, korkulup çekinilmeğe daha çok lâyık olanı, birbirine zıt düşüncelere bakmak veya bunlar hakkında çekişen iki kişi arasında ve her birinin kendi fikrini doğru ve karşısındakinin fikrini yanlış çıkarmak için getirilen söz ve deliller hakkında hüküm vermek istediğimiz zaman başımıza gelen haldir: Çünkü biz mantık ilmini bilmezsek, onlardan gerçeğe varmış olanın doğruluğunu, gerçeğe nasıl vardığını ve hangi yönden vardığını, delillerinin fikrinin doğruluğunu nasıl icap ettirdiğini kesin olarak nereden anlıyacağımızı bilemeyiz. Bundan dolayı onlardan yanlış veya mugalata yapanın yanlışını, hangi yönden yanlış veya mugalata yaptığını, delillerinin nasıl fikrinin doğruluğunu icap ettirmediğini bilemeyiz. Bu halde ya bütün fikirlerde şaşkınlığa düşüp, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu bilmeyiz; ya birbirlerine zıt oldukları halde, hepsinin hak ve
58
İLİMLERİN
SAYIMI 72
gerçek sanırız; ya onlarda, hatta her bir parçasında, hak ve gerçek yok sanırız, yahut da birini doğru bulmağa ve birini yanlış çıkarmağa başlarız. Neden dolayı öyle olduğunu bilmeden, doğru bulduğumuzu doğru, yanlış bulduğumuzu yanlış göstermeğe çalışırız. Münakaşa isteyen biri, doğru bulduğumuz veya yanlış çıkardığımız fikir hakkında, bizimle münakaşa etse, ona bunların yönlerini, (öyle olmalarının sebeblerini) gösteremeyiz. Tesadüfen doğru veya yanlış bulduğumuz şeyler arasında, gerçekte öyle olan bir şey olsa, o iki şeyden birinin gerçekte bizim düşündüğümüz gibi olduğunu kesin olarak bilemeyiz. Belki, düşüncemize göre, doğru olan şey hakkında, — «Mümkündür ki, yanlış olsun!», veya düşüncemize göre yanlış olan şey hakkında — «Mümkündür ki doğru olsun!» diye bir zan ve kanaat besleriz. Bu iki zannın ikisinde de taşıdığımız fikrin zıddına girmemiz mümkündür. Dışarıdan bize bir fikir gelmesi veya aklımızdan nefsimize (ruhumuza) bir düşünce gelmesi ve bizi bugün bizce doğru veya yanlış olarak kabul ettiğimiz şeyin aksine çevirmesi mümkündür. Bütün bu hallerde, darbı meselin dediği gibi, «geceleyin odun toplayanca30 döneriz. Bütün bu şeyler, aramızda, ilimlerde kemal iddia eden kimseler hakkında başımıza gelir. Eğer biz mantık bilmezsek ve elimizde
58 İLİMLERİN
SAYIMI
73
fikirleri sınayacak bir şey bulunmazsa, ya hepsi hakkında doğru olduğu zannını besleriz, ya hepsini itham ederiz, yahut onları birbirinden ayırmağa koyuluruz ve bütün bunlan tesadüfi bir şekilde ve kesin olarak bilmeden yapmış oluruz. Hakkında iyi zan beslediğimiz kimsenin şarlatan ve aldatıcı olup olmadığından emin olamayız; bu takdirde yanlış yapan kimse bizden nasip almış olur; biz de, bilmeden, bizimle alay etmiş olana yardım etmiş oluruz; yahut hakkında ithamda bulunduğumuz haklı olur, biz de bilmeden, onu atmış bulunuruz. İşte bu, mantık bilmeyişimizin zararları ve onu bilmemizin faydalarıdır. Bellidir ki, inançlarında ve düşüncelerinde zanlar ile yetinmek istemeyen kimseler için mantık zaruridir; (bunlar sahibinin nefsinde kendilerinden vaz geçip, zıtlarına gidilmeyen inançlardır); düşüncelerinde zanlar ile yetinmeği ve öyle kalmağı tercih eden kimseler için mantık ilmi zarurî değildir. Cedelî3' söz ve konuşmalar (muhâtebât) iyice alışmanın, yahut hendese (geometri) ve sayı gibi müsbet (talimi) bilgilere iyice alışmanın, insanı mantık kanunlarını bilmekten müstağni kılacağını, yahut bunun onların yerini tutacağını ve işini yapacağını, insana her sözü, her delil ve her fikri sınayacak kuvveti vereceğini ve başka ilimlerden hiçbir şeyde
58
İLİMLERİN
S A Y I M I 74
yanlış yapmayacak şekilde insanı gerçek (hak) ve kesin bilgiye götüreceğini iddia edenlere gelince, bu, şiir ve nutukları (hutbe) ezberlemeğe çalışıp, bu hususta büyük bir alışkanlık kazanmanın ve onları çok çok rivâyet ve tekrar etmenin, dilin düzeltilmesi -ve konuşurken hata yapılmaması bakımından, onu nahiv ilmi kanunlarından müstağni kılacağını, onların yerini tutacağını ve yaptığı işi yapacağını ve bunun insana her sözün «i'râb» mın 2 isabetli ve doğru mu, yahut yanlış mı olduğunu sınayacak kuvveti vereceğini iddia eden kimse gibidir. Orada, nahiv hususunda, ona verilmesi yerinde olacak cevap, burada mantık hususunda ona verilecek cevaptır. Ayni şekilde, herhangi bir zamanda, mantık kanunlarından bir şey bilmediği halde, gerçekte asla altlanmayan mükemmel akıllı bir insan bulmak bazen mümkün olduğu için, mantıcın insanın muhtaç olmadığı bir fazlalık olduğunu iddia eden kimsenin sözü de, insanlar arasında, nahiv kanunlarından bir şey bilmediği halde, asla konuşma yanlışı yapmayan kimseler bazen bulunduğu için, nahvin lüzumsuz bir fazlalık olduğunu iddia eden kimsenin sözü gibidir. Her iki söze verilecek cevap bir tek cevaptır. Mantığın konularına gelince, bunlar onda kanunları veren şeylerdir. Bunlar da kelimelerin kendilerine delâlet etmeleri dolayısı
58 İLİMLERİN
SAYIMI
75
ile, «mâkul» 1er ve, «mâkul» lere delâlet etmeleri dolayısı ile, kelimelerdir. Çünkü fikri, onu dikkatle tetkik etmek ve ruhumuzda yerine bu fikri düzeltmeğe yarayan şeyler ve mâkuller koymak suretiyle, kendimizde tashih ederiz. Başkasının fikrini de, ona sözler söylemek suretiyle düzeltiriz: Bu sözler sayesinde bu fikri düzeltmeğe yarıyan şeyleri ve mâkulleri kendisine anlatırız. Tesadüfen akla gelen bir fikri, yine tesadüfen akla gelen bir mâkul ile düzeltmemiz ve bu mâkulleri tesadüfen bulunan bir sayı, terkip ve tertipte buldurmamız kabil değildir. Belki düzeltmesini istediğimiz her fikirde, mahdut, ne olursa olsun, belli bir sayıda ve belli hallerde, terkipte ve tertipte mâkuller ile şeylere (umûr) ihtiyacımız vardır. Başkasındaki fikirleri düzeltirken, onu ifade eden kelimelerinin hali de böyle olmalıdır. Bundan dolayı, mâkullerde ve onları ifadede, bizi gözetliyecek ve bunlarda bizi yanlıştan koruyacak kanunlara kesin olarak ihtiyacımız vardır. Bunların ikisine, yani mâkuller ile onları ifade eden sözlere, eski feylesoflar «kelime ve söz (nııtk ve kavi)» adını verirler: Mâkullere «kavi» derler. Ruhta (nefis) bulunan ve mâkulleri ifade eden iç konuşma «kavil» dir. Ses ile dışarı çıkan ve insanın ruhundaki fikri düzelten söz (nutuk), ruhta bulunan «kavi» dir; insanın, ister ruhta bulunsun, isterse ses-
1104
İLİMLERİN S A Y I M I
le dışarı çıkmış olsun, başkasında bulunan bir fikri düzeltmesine yarayan söze (kavi), eski feylesoflar «kıyas» derler. Bu halde mantık, her iki sözün (kavi) ikisinde bulunan ve anılmış olan kanunlan verir. Mantık, kelimelerin (.lafız) kanunlarını vermesi ile, bir dereceye kadar, nahiv ile birleşir. Nahiv ilminin herhangi bir halkın (ümmet) kelimelerine mahsus olan kanunları vermesine karşılık, mantık ilmi de bütün milletlerin kelimelerini içine alan müşterek kanunlan vermek bakımından ondan aynlır. Çünkü kelimelerde öyle haller vardır ki, bütün halklar, bunda müşterektir. Meselâ, kelimelerin bir kısmı tek tektir; bir kısmı da toplu olarak bulunur; tek olan kelimeler, isim, fiil (kelime) ve edattır; bunlarda vezinli olanlar ve olmayanlar vardır.33 Bir dilde olup, ötekisinde bulunmıyan haller de vardır: Meselâ özne, «merfu», düz tümleç «mansup» tur34 ve bir isim tamlamasında belirtilene harf-i tarif olan «elif ve lâm» girmez. Bu ve daha bir çoklan Arap dilinin hususiyetlerini teşkil eder. Her milletin dilinde bunun gibi kendine mahsus olan haller vardır. Nahiv ilminde bulunup da bütün halklann kelimelerinde müşterek olan şeylere gelince, nahiv ile uğraşanlar, nahvi tesbit edilen bu dilde mevcut olması dolayısı ile, onlan al-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
77
mışlardır. Meselâ Arap nahivcilerinin «arapçada kelime çeşitleri isim, fiil ve edat (harf) tır» demeleri, Yunan nahivcilerinin de «Yunancada «kavi» in kısımları (cüz) isim, kelime ve edattır» demeleri gibi. Bu bölüş, yalnız arapçada, yahut yalnız yunancada bulunmaz, belki bütün dillerde bulunur. Arap nahivcileri onu arapçada bulunduğu için almışlardır; Yunan nahivcileri de onu yunancada bulunduğu için almışlardır. O halde, her dildeki nahiv ilmi, o halkın diline mahsus olan şeyler ile müşterek olması dolayısı ile değil de, bilhassa dillerinde mevcut olması dolayısiyle, kendisinde ve başka dillerde müşterek olan şeyleri tetkik eder. İşte nahiv ile uğraşanların kelimelere bakışı ile, mantık ile uğraşanların kelimelere bakışları arasındaki ayrılık budur. Çünkü nahiv herhangi bir halkın kelimelerine mahsus olan kanunları veriyor ve, müşterek olması bakımından değil, belki nahivin kendisi için yapıldığı dilde mevcut olması bakımından, kendisi ile başkasında müşterek olan şeyleri alıyor. Mantık, ancak bütün halkların kelimelerinde müşterek olan kelime kanunlarını verir ve onları müşterek olmaları dolayısiyle alır; herhangi bir halka mahsus olan şeylerin hiç birine bakmaz, belki bu hususta muhtaç olu-
&6
İLİMLERİN
SAYIMI
nan şeylerin bu dilde ilim sahibi olanlardan alınıp öğrenilmesini tavsiye eder. Adına, unvanına gelince, bellidir ki, o gaye ve maksadının hepsini göstermektedir. Çünkü nutuk («konuşma») kelimesinden türemiştir ve bu kelime eski ilim adamları ve feylesoflarca üç mânada kullanılmıştır: 1. Ses ile çıkan sözdür ve insanın içinde bulunan şeyi dil bununla ifade eder: 2. Ruhta bulunan sözdür ve bu da kelimelerin delâlet ettiği mâkullerdir; 3. İnsanda yaradılışından, (fıtrî olarak), mevcut olan ruh kuvvetidir. Başka hayvanlarda bulunmayan ve insanlara mahsus olan ayırt etme (temyiz) kuvveti ile varlıkları birbirinden ayırt etmek bunun sâyesindedir. İnsanlar mâkulatı, ilimleri ve sanatları bununla elde ederler; eşyanın dikkatle tetkiki bununla olur, güzel ve çirkin işler bununla birbirinden ayırt edilir. Bu, bütün insanlarda, hatta bebeklerde bile, bulunur. Fakat ayırt etme (temyiz) kuvveti, küçüklerde, zayıftır, işini yapacak dereceye erişmemiştir. Nitekim çocuğun ayağındaki kuvvet yürümesine kâfi gelmez; kütüğü yakacak dereceye gelmemiş olan az ışıklı ateşe benzer. Bu kuvvet, deli ve sarhoşlarda şaşı göze, uykuda olanda kapalı göze, baygın kimseler-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
79
de üzerinde buhar veya başka bir şeyden perde olein göze benzer. Dış konuşmanın (en-nutk-ül-hâricî) kanunları ile, iç konuşmanın (en-nut k-ül-dâhili) kanunlarını verdiğinden ve bu iki hususta verdiği kanunlar ile, insanda yaradılıştan mevcut olan üçüncü konuşmayı (en-nutk-üs-sâlis) kemale getirip, yukarıki iki konuşmadaki işini en doğru, en tam ve en iyi tarzda yapacak şekilde doğru olarak sevk ettiğinden, bu ilme, bu üç mânâda kullanılan nutk'tan («konuşma») türetilmiş olan bir isim verilmiştir. Nitekim nahiv sahasındaki ilim ehlinin kitapları arasında yalnız dış konuşmanın kanunlarını veren kitapların çoğuna «mantık» ismi verilmiştir." Besbellidir ki, konuşmanın her sahasında insanı doğruya götüren ilim, bu ada daha çok lâyıktır. Mantığın bölümlerine gelince, bunlar sekizdir. Çünkü bir fikrin veya bir «matlûb» un36 düzeltilmesinde kullanılan kıyas nevileri ve söz nevileri, bütün olarak, üçtür. Bunların mükemmel bir hale gelmesinden sonra, konuşmada (muhataba) kıyası kullanmağa yarayan sınaatların nevileri, bütün olarak, beştir: bürhanî, cedelî, sofistâî, hatâbî37 ve şi'rî sınaatler. Burhanî sözler38, bilinmesi istenilen «matlup» hakkında kesin bilgi vermeğe yarayan sözlerdir; bunu, matlubu çıkarmak için, insan
&6
İLİMLERİN
SAYIMI
kendisi ile ruhu arasında kullanır; yahut onunla başkasına hitap eder, yahut da başkası bu matlubu düzeltmek için, onunla kendisine hitap eder. Çünkü bütün hallerinde kesin bilgiyi ifade etmek için kullanılır. Bu kesin bilgiyi de aksi bulunması mümkün olmayan bilgidir. İnsanın bundan dönmesi mümkün değildir, bundan dönülebileceğini zannetmesi de mümkün değildir, onun hakkında yanlış yaptığı şüphesine de düşmez, mugalâta onu bu düşünceden vazgeçirmez, bir yön ve sebebten dolayı ondan şüphe etmez ve tereddüde düşmez. C e d e 1 î sözler (kavi)39 iki şeyde kullanılan sözlerdir: 1. Soran, cevap verenin, meşhur sözler ile korunmak veya zafer temin etmek istediğini görünce, kendisinin de ona karşı üstünlük ve galebe temin etmek için, bütün insanların kabul ettikleri meşhur şeyleri, sözleri kullanmasıdır. Soran, meşhur olmayan delil ve sözlerle cevap verene galebe çalmak isterse ve cevap veren de koyduğu sorunun korunmasını veya zaferini meşhur olmayan sözlerle temin etmek isterse, onların ikisinin yaptıkları bu iş cedel yolu ile bir iş olmaz. 2. İnsanın ya kendi kendisinde veya başkasında düzeltmek istediği bir fikir hakkında kuvvetli bir zan hasıl etmek için kullandığı
58 İLİMLERİN
SAYIMI
81
sözlerdir. Bunlar kesin bir bilgi olmadığı halde, insan onu kesin bir bilgi zanneder. S o f i s t â î sözler, insanı şaşırtmak, sapıtmak, ve yanlışa düşürmek için kullanılan sözlerdir; gerçek (hak) olmayan şey hakkında gerçek ve gerçek olan şey hakkında gerçek değil zannını verir; âlim olmayan kimseyi kuvvetli bir âlim zannettirir, hakim olan bir kimse hakkında da öyle değilmiş zannını verir. Bu isim, yani safsata ismi, söz ve şüphe ile, insanı mugalâtaya düşürmeğe, şaşırtma ve aldatmağa muktedir kılan meharetin adıdır. Bu da ya kendi hakkında olur ve insan kendini hikmet, ilim ve fazilet sahibi zanneder; ya başkası hakkında olur, gerçekte öyle olmadığı halde onun noksanlık sahibi olduğunu zannettirir; yahut gerçek bir fikrin gerçek olmadığım ve gerçek olmayan bir fikrin de gerçek olduğunu zannettirir. Bu kelime, yunanca «felsefe (=hikmet)» demek olan «sofiya» ile, «göz boyayan» demek olan«istis» ten mürekkeptir; o halde «göz boyayıcı hikmet» demektir.40 Sözler ile herhangi bir şey hakkında göz boyacılığına ve mugalâtaya muktedir olan kimseye bu isim verilir. Bir takım insanlar, — «Sofİsta eski zamanlarda yaşamış bir insanın adıdır, mezhebi de idrâkin ve ilimlerin kıymetini yok etmektir; onun fikrini takip edip, mezhebini destekleyen taraftarlarına «sofistâî» 1er adı verilir ve
&6
İLİMLERİN
SAYIMI
bu adamın fikri gibi fikir söyleyenler ile mezhebine yardım edenlere de bu isim verilmiştir» derlese de, öyle değildir. Bu, cidden ahmak olan bir kimsenin zannıdır. Çünkü geçmiş ve eski zamanlarda mezhebi ilimlerin ve idrâkin kıymetsizliğini kabul etmiş olan ve bu lâkabı taşıyan bir insan yoktu. Eskiler, sofista lâkabını taşıyan bir insanla ilgili gördükleri için, bir kimseye bu ismi vermiş değillerdir. Belki onlar mehareti, konuşma tarzı, aldatma ve yanıltma kudreti olunca, kim olursa olsun, halktan bir insana bu adı veriyorlardı. Nitekim bir insana, cedel lâkabını taşıyan bir insanla ilgisi olduğundan dolayı, cedelî denilmez; belki halktan kim olursa olsun, meharetinden, konuşmasının tarzından ve sınaatını iyi kullanmağa muktedir olmasından dolayı bir kimseye «cedelî» denilir. Kendinde bu kuvvet ve sınaat bulunan sofistâîdir; onun mehareti, sanatı, sofistâîliktir; bu sanatından ve maharetinden hasıl olan iş de, sofistâî bir iştir. H a t â b î sözler,41 insanı herhangi bir fikre kandırmak için kullanılan ve zihni kendine söylenilen şeyler ile sükûnet bulmağa ve, ister daha zayıf, ister daha kuvvetli olsun, herhangi bir şekilde o fikri kabul ve tasdik etmeğe meylettiren sözlerdir. Çünkü kandırıcı tasdikler (et-tasdîkat-ül-iknâîye), kuvvetli zandan daha aşağıdır ve bunlar birbirlerinden
58 İLİMLERİN
SAYIMI
83
daha üstün olabilir. Sözlerin ve onunla beraber kulanılan şeylerin bazılarının ötekilerden üstün olmasına göre, bazısı ötekilerden daha çok kuvvetli olur. Çünkü bazı kandırıcı sözler ötekilerinden daha çok tesir yapar, daha güzel söylenmiştir, ve ona daha çok güvenilir. Nitekim şahitliklerde bazen böyle olur. Çünkü şahitler çok oldukları nisbette habere kandırmakta ve tasdik elde etmekte daha tesirli olur ve daha çok inanç verir, ruh onların söyledikleri şeyle daha çok sükûnet bulur. Şu kadar var ki — kandırma kuvvetleri birbirlerinden üstün olmakla beraber—, hatâbî sözlerde kesin bilgiye yakın bir zan hasıl edecek bir şey yoktur. Bu bölümde, hitâbet, cedelden bununla ayrılır. Ş i ' r î sözlere gelince, bu da konuşulan şeyde, herhangi bir hal veya şeyi daha üstün veya daha alçak tasavvur ettirmeğe yarayan şeylerden terkip edilendir. Bu da güzellik veya çirkinlik, yükseklik veya alçaklık, yahut bunlara benzeyen başka bir bakımdan olur. Şi'rî sözleri duyduğumuz zaman, onun ruhumuzda hasıl ettiği hayalden, (meselâ) hoşa gitmeyen bir şeye benzeyen bir şeye baktığımız zaman ne duyarsak, öyle bir şey duyarız: Çünkü hemen bu şey hakkında, onun hoşlanılmayacak şeylerden olduğu tasavvuru hatırımıza gelir. Gerçekte onun bize tasavvur ettirildiği gibi olmadığını kesin olarak bilsek de,
&6
İLİMLERİN
SAYIMI
ruhumuz ondan nefret eder ve ondan uzaklaşırız. İşin ve şeyin, şi'rî sözlerin bize tasavvur ettirdiği gibi olmadığını bilirsek de, yine onun hakkında, onun bu sözünün bize tasavvur ettirdiği gibi olduğunu kesin olarak bildiğimiz zaman ne yaparsak, aynı şeyi yaparız. Çünkü insanların yaptıkları, zan veya ilimlerini takip etmekten ziyade, tasavvurlarını takip eder. Zira insanların, zan veya ilmi tasavvurlarına zıt olduğu halde, bir şey yapması, bu zan ve ilmine göre değil de, sık-sık tasavvuruna göre olur. Nitekim bir şeye benzeyen şeyler ile başka şeylere benzeyen şeylere bakmaktan ruhta, aynı duygu hasıl olur. Şi'rî sözler, herhangi bir şeye doğru süratle hareket ettirerek ve derece derece götürerek, onu yapmağa teşvik edilen bir insana hitap edilirken kullanılır. Bu da, ya derece derece iş yapmağa sevk edilen insanda, kendisine, doğru yolu gösterecek aklının olmaması ve binnetice tasavvur ile yaptırılmak istenilen işe kalkması ve tahayyülün aklın yerini tutması ile olur; yahut kendinden istenilen hususta aklı olan, fakat bu hususta düşündüğü zaman onu yapıp yapmıyacağından emin olunmayan bir insan olur; bu takdirde tasavvur ile aklı geçirmek için hemen şi'rî sözler söylenir, nihayet bu insan bu işe igirişir. Böylece, bu işi, sonunda ne olduğunu aklı ile iyice anlamadanğ acele ile yapmış olur; yoksa belki
&6 İLİMLERİN S A Y I M I
büsbütün ondan çekinir, yahut onu dikkatle, adım adım takip eder ve sonunda, bu hususta acele etmemeği ve onu başka bir zamana bırakmağı daha uygun görür, Bundan dolayı öteki çeşit sözler değil, bilhassa bu şi'rî sözler süslenir, bezenir; kelimelerine kuvvet verilir ve, «Mantık ilmi» nde zikrettiğim şeyler ile, onun parlaklık ve güzelliği artırılır. Kıyasların sınıfları, kıyas sınaatları ve bütün işlerde herhangi bir fikri düzeltmek için kullanılan konuşmaların çeşitleri bunlardır. Bunlar, bütün olarak, beştir: Kesin bilgi verenler (yakınî), zan verenler (zannî), şaşırtanlar (mugallita), kanaat verenler (muknia) ve hayaller verenler (muhayyile). Bu beş sınaattan her birinin, kendine mahsus şeyleri ile ötekilerle müşterek olan başka şeyleri vardır. Kıyasî sözler, ister ruhta bulunsun, isterse ses ile harice çıkmış olsun, birleştirilmiş (müellef) sözlerdir: Ruhta bulunanlar bir tek şeyi düzeltmek (tashih) için biribirine yardım eden biribirine bağlı ve tertipli olan birçok mâkullerdir; ses ile dışan çıkanlar ise, bu mâkullere delâlet eden ve onlara müsavi olan biribirine bağlı, tertipli birçok kelimelerdir. Bunlar, onlarla birleşerek dinleyendeki bir şeyi düzeltmeğe yardım eder.
8b
İLİMLERİN
SAYIMI
Sesle dışarı çıkan sözlerin en azı, iki tane ikişer ikişer kullanılan kelimelerden mürekkeptir, ruhta bulunan sözler de iki tane ikişer ikişer bulunan tek mâkulden mürekkeptir. Basit olan sözler işte bunlardır. Kıyasî sözler basit sözlerin birleştirilmesi ile meydana getirilir. Bunlar, o zaman mürekkep sözler olur. Mürekkep sözlerin en azı iki basit sözden mürekkep olanlardır; en çoğu ise hudutsuzdur. Her kıyası sözün en büyük bölümleri basit sözlerdir, en küçük bölümleri ise, bölümlerinin bölümleridir, bunlarda tek mâkuller veya onlara delâlet eden tek kelimeledir. O halde mantığın bölümleri, zarurî olarak, 8 olur ve her bir bölüm bir kitapta bulunur: Birinci kitapta, mâkuller ile onlara delâlet eden tek kelimelerin kanunları vardır. O da arapçada «mâkulât» (catégorie), yunancada «katîgorîyâs» adı verilen kitapta bulunur. ikincisinde, ikişer ikişer iki tek mâkulden terkip edilmiş mâkuller ile, ikişer ikişer iki kelimeden mürekkep olup, bunlara delâlet eden kelimelerden ibaret olan basit sözlerin kanunlan vardır. O da arapçada «el-ibâre» ve yunancada «Bârî erîminyâs» denilen kitapta bulunur.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
87
Üçüncüsünde, beş sınaatta müşterek olan kıyaslan sınayıp denemeğe yarayan kanunlar vardır. Bu da arapçada «el-kıyâs», yunancada €ânâlûtîka'l-ûlâ» adı verilen kitapta bulunur. Dördüncüsünde, burhanı sözleri sınamağa yarayan kanunlar ile felsefeyi mükemmel ve tam bir hale getiren şeylerin kanunlan vardır. Bu bölümde bir de işlerinin daha tam, daha üstün ve daha mükemmel bir hale gelmesine yarayan her şeyin kanunlan bulunur. Bu arapça «el-Burhân» ve yunanca «Ânûtâtîka 's-sâniye» denilen kitaptır. Beşincisinde, cedelî sözlerin sınanmasında kullanılan sözler, cedelî soru ve cevapların nasıl olacağı, bütün olarak, cedel sınaatını tamamlayıp mükemmel bir hale getirmeğe yarayan ve işlerini daha mükemmel, daha üstün ve daha tesirli bir hale getiren şeylerin kanunlan vardır. Bu arapça <Kitâb-ül-mevâzi' •il-cedelîye» («Cedel yerleri kitabı») ve yunancada *Tûbikâ» dır. Altıncısında, ilk önce, gerçek (hak) hakkında insanı yanıltmağa, aldatmağa ve şaşırtmağa yarayan şeylerin kanunları ile, ilimlerde ve sözlerde aldatmak ve yalan söylemek isteyen kimsenin kullandığı bütün şeyler sayılır. Sonra, bunun arkasından, yalan saçıp aldatanın kullandığı yanıltıcı sözlerin karşılanması için lâzım gelen bütün şeyler sayılır; bunların
6»
İLİMLERİN
SAYIMI
nasıl bozulacağı, neler ile reddedileceği ve insanın araştırdığı şeyde (matluo) yanlıştan veya yanıltmadan nasıl korunacağı gösterilir. Bu kitaba yunancada «Sofistikd» denilir ki, mânası «Yanıltıcı felsefe» (el-hikmet-ül-mümevvihe)' dir. Yedincisinde, hatâbi (hutbî) sözleri, nutukların ve güzel konuşan ve hatip kimselerin sözlerinin çeşitlerini sınayıp denemeğe yarayan kanunlar bulunur, ve bu sayede onların hitabet tarzına uygun olup olmadıkları anlaşılır. Bu bölümde hitabet sınaatını tamamlayıp mükemmel bir hale getirmeğe yarayan bütün şeyler sayılır. Hatâbî sözlerin, türlü işlerin ayrı ayrı her bir bölümünde nutukların nasıl yapıldığını ve hangi şeyler ile bunların daha iyi ve daha mükemmel bir hale geldiğini, işinin daha tesirli ve daha beliğ olduğunu bildirir. Bu kitaba yunanca Ritörikâ denilir ki, «Hitabet» demektir. Sekizincisinde, şiirler ve meydana getirilmiş olan (ma'mût) şi'rî sözlerin çeşitleri ile çeşitli işlerde ayrı ayrı yapılan şiirleri sınayıp denemeğe yarayan kanunlar vardır. Aynı zamanda şiir sınaatının mükemmelleştirilmesine yarayan bütün işler sayılır. Bunlardan her bir sınıfın sanatının nasıl olduğu, hangi şeylerden yapıldığı, hangi şeyler ile mükemmelleştiği, daha iyi, daha kuvvetli, daha parlak ve daha hoş olduğu, daha beliğ ve daha te-
&6 İLİMLERİN
SAYIMI
sirli olmak için hangi haller bulunması lâzım geldiği sayılır. Bu kitaba yunancada «Bâyötika» adı verilir ki, «şiir kitabı» demektir. Mantığın bölümleri ve her bir bölümün içinde bulunan bütünler bunlardır. Dördüncü bölüm, şeref ve başkanlığa en çok yaklaşanıdır. Mantıktan ilk önce dördüncü bölüm istenir. Geri kalan bölümleri dördüncü bölüm için yapılmıştır. Çünkü ondan önce gelen üçü, öğretme tertibinde, ona hazırlık, giriş ve yollardır. Ondan sonra gelen dört tanesi ise, iki şey içindir. 1. Onlann her birinde, dördüncü bölümün aletleri yerini tutmakta olmaları dolayısı ile, herhangi bir yardım ve destek, çok veya az bir fayda vardır. 2. Korunma bakımından. Çünkü eğer insan, bu sınaatlan, her birinin kanunlarını ötekinin kanunlarından ayn olarak bilecek kadar bilfii (en acte) birbirlerinden ayırmazsa, insan, gerçek ve kesin bilgiyi elde etmek istediği vakit, cedelî olduğunu bilmeksizin, cedelî şeyleri kullanıp kullanmadığından emin olmaz ve sonunda kesin bilgiden sapıp, kuvvetli zanlara düşer; yahut bilmeksizin hatâbî şeyler kullanmış olur ve böylece kandırma yoluna sapar; yahut bilmeksizin yanıltıcı (mugallit) sözleri kullanmış olur; o zamanda da bu sözler, gerçek (hak) olmayan şeyi ona gerçek
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
tasavvur ettirir ve o da ona inanır, veya kendisini şaşkınlığa düşürür; yahut kullandıklarının şi'rî sözler olduğunu bilmeksizin şi'rî sözler kullanmış olur ve böylece inançlarında hayallere, tasavvurlara istinat etmiş olur. Bu hallerde, aklınca gerçeğe giden yola girip, istediğini bulduğunu sanır; halbuki gerçekte ona tesadüf etmemiştir. Nitekim gıdalan ve ilâçları bilen kimse, alâmetlerini ve bilgisini kesin olarak öğrenecek kadar zehirleri bunlardan ayırmayacak olursa, bilgisizliği yüzünden, onları gıda ve ilâç sanarak, almak ve telef olmak tehlikesinden kurtulamaz. ikinci halde ise, dört sınaattan her birinin ehline, o sınaatın tam ve mükemmel olması için lâzım olan şeylerin hepsini vermiş olur. Öyle ki insan meharetli bir cedelci olmak isterse, kaç şeyi öğrenmeğe muhtaç olduğunu anlar; sözlerinde cedel yoluna girip girmediğini öğrenmek için, nefsinde veya başkasında, sözlerini ne ile sınayıp, kontrol edeceğini anlar; meharetli bir hatip olmak istediği zaman, kaç şey öğrenmeğe muhtaç olduğunu bilir; sözlerinde hitabet yoluna mı, yoksa başka bir yola mı gittiğini bilmek için hangi şeyler ile, ruhunda veya başkasında bunları kontrol edip sınayacağını anlar. Aynı şekilde, meharetli bir şair olmak istediği zaman, kaç şey öğrenmeğe muhtaç olduğunu anlar; sözlerinde şiir yoluna girip girmediğini,
58 İLİMLERİN
SAYIMI
91
veya ondan sapıp, ondan başka bir yolu onunla karıştırıp karıştırmadığını bilmek için, kendi ruhunu ve kendinden başka şairleri hangi şeyler ile sınayıp kontrol edeceğini anlar. Yine aynı şekilde, başkasını yafîıltmak için ve kimsenin kendisini yanıltmaması için kendisinde kudret bulunmasını istediği zaman, kaç şey öğrenmeğe muhtaç olduğunu anlar. Bir de, her söz ve her fikirde kendisinin yanlış yapıp yapmadığını veya yanıltılıp yanıltılmadığını ve bunun neden dolayı böyle olduğunu bilmek için, onu hangi şeyler ile, sınayıp kontrol edebileceğini anlar.
Üçüncü Bölüm TA'LÎM İLİMLERİ HAKKINDA
Bu ilim, kitabın başında saymış olduğumuz yedi büyük bölüme ayrılır. Sayı (aded) ilmi. Sayı ilmine gelince, bu ad ile bilinenler iki ilimdir: 1. Amelî sayı ilmi, 2. Nazarî sayı ilmi. Amelî sayı ilmi, sayısının tesbit edilmesi lüzumlu olan sayılı şeylerin sayıları olmak bakımından sayıları tetkik eder. Bunlar da insanlar, atlar, altınlar, küçük paralar (dirhemler) ve başkaları gibi sayısı olan cisimler ve cisimlerden başka şeylerdir. Halkın pazarlardaki ve şehirlerdeki muamelelerinde kullandıkları, bu sayı ilmidir. Nazarî olan sayı ilmine gelince, bu, sayıları zihinde cisimlerden ve sayılan her şeyden tecrit edilmiş olduğu halde, mutlak olarak tetkik eder. Sayılara, kendileri ile sayılması mümkün olan mahsusattan43 ayrı olarak ve
58 İLİMLERİN
SAYIMI
93
mahsusatın ve gayrisinin sayılan olan bütün sayıları içine alabilecek bir yönden bakar. İlimler bütünü arasına giren budur. Nazarî sayı ilmi, mutlak bir surette birbirine nisbet edilmeden, yalnız olarak sayıların kendilerinde hasıl olan her türlü halleri tetkik eder; meselâ çift (zevç), tek (ferd) olmaları gibi. Bir de birbirlerine nisbet (izafe) edildikleri zaman hasıl olan halleri tetkik eder. Bunlar da eşitlik (tesâvî), birbirinden çok olma (tefâzul), bir sayının bir başkasının bir bölümü veya onun bölümleri veya onun iki katı veya onun kadar, yahut bir bölüm veya birkaç bölüm ziyadesi olmasıdır; oranlı (mütenâsip), yahut oransız (gayr-ı mütenâsip), müteşâbih,44 yahut gayr-ı müteşâbih, müteşârik veya mütebâyin olmasıdır. Sonra, bazısının bazısına eklenmesinden veya onunla toplanmasından, birinden birinin çıkarılmasından veya ayrılmasından, bir sayının birkaç başka sayının birler (âhâd) sayısı ile çarpılasından ve bir sayının başka bir sayının birler (âhâd) sayısı ile bölünmesinden hâsıl olan halleri tetkik eder. Meselâ sayı murabba,45 yahut musattah, yahut mücessem, yahut tam, yahut tamın gayn olur. Çünkü sayı ilmi bütün bunlan ve iki sayı birbirine nisbet izâfe) edildiği zaman hâsıl olan halleri araştırır ve bilinen sayılardan sayıların çıkarılmasının, elhasıl, yolu ve hususiyeti sayılardan çıkarılma olan
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
her şeyin çıkarılmasının ne yoldan ve nasıl olduğunu bildirir. Hendese (geometri) ilmi: Hendese ilmine gelince, bu ad ile bilinen ilim iki şeydir: 1. Amelî hendese, 2. Nazarî hendese. Amelî hendese, bunu kullanan marangoz ise, ağaç cisminde; bunu kullanan demirci ise, demir cisminde; bunu kullanan mimar ise, duvar cisminde, çizgi ve yüzeylere bakar; mühendis (=ölçücü, kadostro memuru) ise, yerlerin, tarlaların yüzeylerine bakar. Böylece amelî hendeseyi bilen herkes, aklında, o amelî sınaatın konusunu teşkil eden maddeden ibaret olan bir cisimde olmak üzere çizgiler, yüzeyler, dörtgenler, daireler ve üçgenler tasavvur eder. Nazarî olanı, cisimlerin yüzey ve çizgilerine, mutlak ve umumî olarak, bütün cisimlerin yüzey ve çizgilerini kavrayacak şekilde, bakar. (Bununla meşgul olan) kimse ruhunda, hangi cisimde olduğuna ehemmiyet vermeden, umumî şekilde çizgiler tasavvur eder; yine ruhunda, hangi cisimde olduğuna ehemmiyet vermeden, en umumî yönden yüzeyler, dörtgen, daire ve üçgen tasavvur eder; yine hangi
58 İLİMLERİN
SAYIMI
95
cisimde, hangi madde ve mahsusta olduğuna ehemmiyet vermeden, en umumî yönden, hacimli şekillde tasavvur eder. Ruhunda ağaç, duvar, yahut demir olan bir hacimli şekil değil, fakat bunların hepsini içine alan bir hacimli şkil düşünerek, mutlak olarak, tasavvur eder. ilimler bütününe giren bu ilimdir. Bu, mutlak olarak, çizgi, yüzey ve hacımlarda şekillerini, miktarlarını, birbirlerine eşit oluşlarını, birbirinden fazla oluşlarını, duruşlarının ve tertiplerinin çeşitlerini inceler. Nokta, açı ve başkaları gibi onlarda bulunan şeyleri araştırır. Bir de orantılı (mütenâsip) olanlar ile olmayanları, onların nelerden elde edilmiş olduklarını, müteşârik olanlar ile mütebâyin olanları, muntak ve asam46 olanlarını, ve bu ikisinin çeşitlerini araştırır. Nazarî hendese, yolu bunlardan yapılmak olan her şeyin yapılmasındaki yönü, yolu bundan çıkarılmak olan her şeyin çıkarılması yönünün nasıl olduğunu bildirir. Bir de bütün bunların sebeblerini gösterir ve hakkında şüphe edilmesi mümkün olmıyan kesin ilim veren burhanlar ile bunların neden dolayı böyle olduğunu bildirir. Hendesenin baktığı araştırdığı şeylerin bütün bunlardır. Bu ilim iki bölümdür: 1. Çizgi ile yüzeylere bakar, 2. Hacimli olan şeylere (mücessem) bakar.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
Hacimli şeylere bakan, küp, piramit, küre, silindir, prizma ve koniler gibi, hacimli şekillerin nevilerine göre, bölümlere ayrılır. Bütün bunlara iki yönden bakılır: 1. Bunlardan her birine yalnız başına bakmaktır. Meselâ yalnız başına çizgilere, yalnız başına yüzeylere, yalnız başına küpe, yalnız başına piramide bakmak gibi. 2. Onlara ve birbirlerine nisbet (izâfe) edildikleri zaman hasıl olan şekillere bakmaktır. Bu da ya birini ötekisine kıyas etmekle olur. O zaman birbirlerine eşit olmalarına, bir birlerinden fazla olmalarına, yahut her ikisinden başka hallerde bulunmalarına bakılır; yahut da bir ötekisi ile birlikte bir araya konur ve tertip edilir. Meselâ bir çizgiyi bir cisme, yahut bir yüzeye, yahut bir hacmi bir hacme koyup tertip etmek. Bilmek lâzımdır ki, hendese ile sayılar ilminin, temelleri ve esasları ve bu esaslardan çıkmış başka şeyleri vardır. Esaslar mahduttur, fakat esaslardan çıkanlar hudutsuzdur. Uklîdes el-Fîsâgöri'47nin yazdığı söylenen kitapta, hendese ve savının esaslan vardır. Bu el-Ustukussât kitâbı diye tanınmıştır. Bunlarda bakış iki yöndedir: Analiz (tahlil) ve sentez (terkip). Bu ilmin ehlinden olan eski kimseler kitaplarında her iki yolu birleştiriyorlardı. Ancak Uklîdes böyle yapmadı, çün-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
97
kü o, kitabındaki bilgileri yalnız sentez (terkip) yoluna göre tertip etmiştir. Menazır
ilmi":
Menazır ilmi, hendese ilminin tetkik ettiği şekilleri, büyüklükleri, tertibi, duruşları, eşitlikleri, artıklıkları ve başka halleri tetkik eder; fakat, bunları, mutlak olarak çizgi, yüzey ve hacımlarda (mücessemlerde) bulunması bakımından tetkik eder. O halde hendesenin bakışı daha umumîdir. Hendesenin tetkik ettiği şeyin bütününe dahil olduğu halde, menazır ilmini ayırmak ihtiyacı şundan doğmuştur: Hendesede, herhangi bir şekil, duruş, tertip ve başka bakımdan belli bir halde bulunması lâzım gelirken, çoğu zaman kendilerine bakıldığı vakit, bunun aksi halde bulunurlar. Çünkü her hangibir uzaklıktan bakıldığı takdirde, gerçekte dörtgen olan şekiller daire şeklinde, birbirinden daha uzak olanlar (mütevali) birbirinden artık, birbirinden artık olanlar birbirine eşit görünür. Bir tek yüzey üzerine konulmuş şeylerin bir çoğunun, bazısı daha alçak, ba/-îsı daha yüksek görünür; önde bulunan birçok şeyler, arkada kalmış gibi görünür. Bunların benzerleri çoktur. Gerçekte bulunduğundan başka görünen Şeyler ile gerçekte olduğu gibi göze görü-
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
nenler, bu ilim sayesinde, birbirinden ayrılır. Bu ilim, bütün bunların sebeplerini, neden dolayı öyle olduklarını, kesin burhanlar49 ile, gösterir. Bu ilim gözün, hakkında yanlış yapması mümkün olan her şeyde, yanlış yapmaması, belki baktığı şeyde, miktarında, şeklinde, duruşunda, tertibinde ve gözün, hakkında yanlış yapması mümkün olan başka şeylerinde, gerçeğe erişmesi için alınacak tedbirlerin ne olacağım bildirir. Bu sınaat sayesinde insanın yetişemiyeceği derecede kendisinden uzakta bulunan büyüklüklerin ölçülmesi kabildir. Bir de bize nazaran boyutlarının miktarlarını ve, birbirlerine nazaran, boyutlarının ne olduğunu anlamak mümkündür. Bunlar da uzun, yüksek ağaçların ve duvarların yüksekliği, vadi ve nehirlerin genişliği, hattâ gözün görebildiği kadar, dağların yüksekliği, vadi ve nehirlerin derinlikleri, sonra içinde bulunduğumuz yere nazaran bulut ve başka şeylerin uzaklıkları, yerin hangi kısmının hizasında bulundukları; sonra, gökteki cisimlerin, yıldızların, ve kendilerine ayrı ayrı yerlerden bakılması mümkün olan her şeyin uzaklıkları ve ölçüleri gibi şeylerdir. Elhasıl bu ilim, göz ile görüldükten sonra, ölçüsü ve her hangi bir şeyden uzaklığı bilinmek istenilen her büyüklüğü verir. Bunların bazısı gözün yanlış yapmaması için, onu düzeltmek gayesi ile, kullanılan aletler sayesinde, bazısı da aletsiz olur.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
99
Bakılan ve görülen her şey, havadan, yahut gözlerimiz ile bakılan şey arasında bulunan saydam (şeffaf) cisimden geçip, o şeye varan ışıklar vasıtası ile görülür.50 Bakılan her şeye kadar saydam cismi geçen ışıklar, ya düz (müstakim), ya dönen (mün'atıf), ya akseden (mün'akis) veya kırık (münkesir) olur. Düz (müstakim) olan ışık, gözden çıktığı zaman, geçerek kesilinceye kadar, göz tarafına doğru uzayan ışıktır. Dönen (mün'atıf) ışık, gözden geçerek uzadığı zaman, yolunda ilerleyip gitmeden önce, önüne bir ayna çıkıp, yönü üzerinde ilerlemesine engel olunan, sonra aynanın taraflarından birine dönerek bükülen, sonra bakanın önünden geçip, şu şekilde olduğu gibi, döndüğü taraftan uzayan ışıktır.
Akseden (mün'akis) ışık, bakan bir kimsenin gözünden çıkıp, ilk önce gittiği yolda
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
bulunan aynadan dönerek aynı kimsenin cismi üzerine düşen ışıktır. Bakan insan kendini bu ışık sayesinde görür. Kırık (münkesir) ışık, bakan bir kimsenin gözünden çıkarak, kendi tarafına doğru aynadan dönen ve ondan ayrılarak yönlerinden birine doğru uzayan ve bakan başka bir kimsenin arkasında, sağında, solunda veya üstünde başka bir şey üzerine düşen ışıktır, insan, o zaman, arkasında yahut öteki taraflarından birisinde bulunan şeyi görür. Bu şu şekildeki gibi olur:
Göz ile bakılan şey arasında bulunan aracı ve ayna, bütün olarak, saydam cisimlerdir. Bunlar da ya hava, su ve gökte bulunan her hangi bir cisimdir, yahut cam veya ona benzeyen şeyler gibi tarafımızdan yapılmış olan bazı cisimlerdir.
İLİMLERİN
SAYIMI
îöl
Işıklan çevirip, aldıklan yönlere doğru gitmekten alıkoyan aynalar, ya yanımızda bulunan demir veya başka şeylerden yapılmış aynalar olur, yahut nemli yoğun (kesîf) buhar, su ve buna benzeyen başka bir cisim olur. işte menazır ilmi, kendilerine bakılan ve bu dört türlü ışıklar ile ve aynaların her birinde görülen her şeyi ve bakılanda hasıl olan her şeyi araştırır, tetkik eder. Bu ilim iki bölüme ayrılır: 1. Düz (müstakim) ışıklar ile bakılan cisimleri tetkik eder, 2. Düz olmayan (gayr-i müstakim) ışıklar ile bakdan cisimleri tetkik eder. Bu da aynça «ayna ilmi» nde tetkik edilir. Yıldızlar ilmi:" Yıldızlar ilmine gelince, bu ad ile bilinen iki ilimdir : 1. Yıldızlardan çıkanlan hükümler ilmi. Bu da, yıldızların gelecekte meydana çıkacak şeyler ile, hâlâ mevcut veya geçmiş şeylerden bir çoklanna delâlet etmesini tetkik eden ilimdir.52 2. Müsbet (ta'limî) yıldızlar ilmi. ilimler ve öğretmeler (talimler) arasında sayılan budur. Ötekisi ise, ancak rüya tabiri, falcılık,
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
bakıcılık ve benzerleri gibi insana olacak şeyi haber vermek iktidarını kazandıran kuvvet ve meharetlerden sayılır. Müsbet (ta'limî) yıldızlar ilmi gökteki cisimlerde ve yer yüzünde üç bütünü tetkik eder: a) Gökteki cisimlerin şekillerini, birbirlerine nazaran duruşlarını ve âlem içindeki mevkilerini, cisimlerinin miktarlarını, birbirleri ile nisbetlerini, birbirlerinden uzaklıklarının miktarını ve yer yüzünün, bütün olarak, yerini değiştirmediğini ve yerinde de hareket etmediğini tetkik eder.53 b) Gökteki cisimlerin hareketinin kaç olduğunu, hareketlerinin hepsinin küre şeklinde bulunduğunu, gerek yıldızları, gerekse yıldızlardan başka şeylerin hepsini içine alan şeyleri, bütün yıldızları içine alan şeyleri, sonra yıldızlardan herbirine mahsus olan hareketleri, bu hareketlerin her birinin kaç çeşit olduğunu, kendilerine doğru hareket ettikleri yönleri, onlardan her birinde bu hareketin neden dolayı var olduğunu (araştırır) ve birer birer her yıldızın her türlü hareketleri ile, her bir vakitte, burçların bölümlerindeki yerlerini tesbit etmek için ne yapılacağını bildirir. Bir de gökteki cisimlerde meydana gelen şeyleri ve onların burçlardaki hareketlerin-
ILIMLERIN
SAYIMI
103
den meydana çıkan hallerin her birini, kavuşma (içtimâ), ayrılma (iftirak) ve duruşlarının birbirlerinden farkları gibi birbirine nisbet (izâfe) edildikleri zaman hasıl olan halleri tetkik eder. Bir de, bütün olarak, güneşin tutulması gibi, yer yüzüne nisbet (izâfe) edilmeden, onun kendi hareketlerinden hasıl olan bütün şeyleri ve ayın tutulması gibi, yer yüzünün ona nazaran, âlemde içinde bulunduğu yerde duruşu sebebi ile, onda meydana çıkan bütün şeyleri (tetkik eder). «Teşrik» ve «tagrib» 1er54 gibi olan bu şeylerin açıklanmasını, sayısını, hangi halde olduğunu, bunlann onlarda hangi vakitte meydana çıktığını ve ne kadar zamanda olduğunu (araştırır). c) Yer yüzündeki mamur yerler ile mamur olmayan yerleri tetkik eder. Mamur yerlerin ne kadar olduğunu, en büyük kısımlarının, yani iklimlerinin" kaç olduğunu açıklar. O zaman mevcut bulunan meskûn yerleri, her meskûn yerin nerede olduğunu, âleme göre tertibinin ne olduğunu sayar. Her şey için müşterek olan ve yer yüzünün içinde bulunduğu mekân sebebi ile, gece ve gündüzün bir biri arkasından gelmesinden ibaret bulunan âlemin bir defa dönmesinden56 iklimlerin ve oturulan yerlerin her birinde, zarurî olarak, hasıl olması lâzım gelen güneşin ve yıldızların doğma ve batma zamanlarını, gün
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
ve gecelerin uzunluk ve kısalığını ve benzerleri gibi şeyleri araştırır. Bu ilmin içine aldığı şeylerin bütünü budur. Musiki ilmi. Musiki ilmine gelince, bu ilim bütün olarak, melodilerin (lahn) çeşitlerini, neden, ne için ve nasıl terkip edildiklerini, daha tesirli ve dokunaklı olmaları için hangi hallerde bulunmaları icap ettiğini bilmeğe yarar. Bu ad ile bilinen ilim iki ilimdir. 1. Amelî musiki ilmi, 2. Nazarî musiki ilmi. Amelî musiki ilmi, duyulan (mahsûs) nağmelerin çeşitlerini, ister tabiî, isterse sun'î bir şekilde olsun, kendileri için hazırlanmış olan aletlerde bulunmasını temine yarayan ilimdir. Tabiî musiki aletleri gırtlak (hançere), küçük dil, bunun yanında bulunan uzuvlar, (organ), sonra burundur. Sun'î olanlar, flüt, udlar ve başkalarıdır. Amelî musiki ile uğraşan kimse, nağme ve melodileri (lahn) ve onlarda hasıl olan her şeyi, üzerinde onları çıkarmak itiyadında olduğu aletlerde bulunması bakımından tasavvur eder.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
105
Nazarî musiki ilmi ise, bunların ilmini verir. Bu akıl ile idrak olunan (ma'kule) bir ilimdir. Bir de melodileri (elhân) meydana getiren her şeyin sebeblerini verir. Bunların bir maddeden çıkarılması bakımından değil, belki mutlak olarak ve her alet ve her maddeden çıkarılması bakımından bu sebebleri verir. Bunlan hangi aletle ve hangi cisim ile olursa olsun, umumî olarak, duyulmuş olmaları bakımından ele alır. Musiki ilmi beş büyük bölüme ayrılır: İlk bölüm, bu ilimde bulunan şeyleri çıkarmak için kulanılan esas (mebde) ve ilk bilgilerden, bu ilk bilgilerin nasıl kullanıldığından bu sınaatın hangi yol ile çıkarıldığından, kaç şeyden terkip edilip kemale getirildiğinden, bu ilimde bulunan bilgileri araştıran kimselerin nasıl olması icap ettiğinden bahseder. ikinci bölüm, bu sınaatın usulünden bahseder. Bu da nağmelerin çıkarılmasını, sayılarının kaç olduğunu, nasıl olduklarını, çeşitlerinin ne kadar olduğunu ve birbirlerine nisbetlerini açıklar. Bir de bütün bunlar hakkında getirilen deliller üzerinde araştırmalar yapar; nağmelerin duruşlarındaki (evza) çeşitleri, isteyen onlardan istediğini alsın ve aldıklarından melodiler meydana getirsin diye hazırlan-
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
mış bir hale gelmesine yarayan tertipler hakkında araştırmalar yapar. Üçüncüsü, usul bahsinde meydana çıkan şeyler ile nâğmeler için hazırlanmış olan, hepsi çalgı âletleri üzerlerinde çıkan ve bunların üzerlerindeki yeri usuller bölümünde açıklanan tertipte ve miktar üzerinde bulunan bu sınaata mahsus âletlerin çeşitleri hakkındaki burhanlar ile sözler arasındaki uygunluğu araştırır. Dördüncüsü, nağmelerin vezinleri olan tabiî isa'ların sınıfları hakkındaki bölümdür. Beşincisi, bütün olarak, melodilerin (lahn) meydana getirilmesi, sonra tam melodilerin meydana getirilmesi hakkındadır. Bu bölümde bir tertip ve intizam ile terkip edilmiş şiirler ve ayrı ayrı melodilerin gayelerine göre, nasıl ayrı ayrı yapıldıkları hakkında araştırmalar yapılır. Melodilerin yapılmasına sebeb olan gayeye erişmek için onu daha tesirli ve daha dokunaklı bir hale getiren halleri bildirir. Ağırlıklar ilmi." Ağırlıklar ilmine gelince, bu ilim, ağırlıkları çekmek hususunda iki konuyu inceler: Ağırlıklara, ya ağırlıklarını tayin etmek, veya kendileri sayesinde başka şeylerin ağırlıklarını tayin etmek bakımından bakmakdır. Bu
58 İLİMLERİN
SAYIMI
107
bölüm teraziler hakkındaki sözün, bahsin esaslarını tetkik edip araştırır. Bir de hareket ettirilen veya hareket ettirmekte kullanılan ağırlıklara bakmaktır. Bu bölümde ağır şeylerin kaldırılmasında ve bir yerden bir yere taşınmasında kullanılan aletlerin dayandığı esasları tetkik eder. Tedbirler (hiyel) ilmi." Tedbirler (hiyel) ilmine gelince, bu bahsedilmiş olan öğretme (talim) ilimlerinde, varlıklarına burhanlar verilen her şey ile tabiî cisimler hakkındaki söz, bahis ve burhanların birbirine uyduklarını göstermek için alınacak tedbirin nasıl olduğunu gösteren ilimdir. Çünkü bu ilimlerin hepsi çizgilere, yüzeylere, hacimlere (mücessem) ve baktıkları başka şeylere, onları yalnız mâkul ve tabiî cisimlerden alınmış telâkki ederek bakarlar. Bunların tabiî cisimler ile duyulur cisimlerde (mahsusât) var edilmesi ve irade ile meydana çıkarılması istendiği zaman, daha önceden onlarda bunun meydana getirilmesini ve birbirleri ile uygunluklarını tertip ve nizama sokacak bir kuvvete muhtaç olunur. Zira madde ve duyulur (mahsûs) cisimlerde öyle haller vardır ki, burhanlar ile meydana çıkan haller tesadüfi bir suret ve tarzda onlara konulmak istenince, bu haller onların oraya konulmasına engel olur. O zaman, tabiî cisimlerin, üzer-
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
lerinde meydana getirilmek istenen şeyi kabul edecek bir hale getirilmesine, engel olan şeyleri ortadan kaldırmak için, bir muameleye tabi tutulmasına ihtiyaç hasıl olur. îşte tedbirler (hiyet) ilmi, tedbirler bilgisinin nasıl olduğunu, bunların tabiî ve duyulur (mahsus) cisimlerde sun'î olarak ve bilfiil meydana getirilmesi için muamelelerin yollarını veren ve onları bildiren ilimlerdir. Sayı tedbirleri (hiyeî) bunlardandır ve bunun birçok yönleri vardır. Zamanımız (IV.-X. yüzyılın başlan) halkı arasında, «cebir ve mukabele59» diye tanınan ilim ile benzerleri bunlardandır. Şu kadar var ki, bu ilim sayılar ilmi ile hendesede (geometri) müşterektir. Bu, Uklîdîs'in Üstukussât adlı kitabının onuncu bahsinde esaslannı verdiği «muntak» ve «asam» 1ar60 ile, o bahiste zikretmedikleri hakkında kullanılmağa yarayan sayılan çıkarmak için alınan tedbirlerin nasıl olduğunu gösterir. Çünkü «muntak» ile «asam» m birbirlerine nisbeti (oran) sayılann sayılara nisbeti (oran) gibi olduğundan, her sayı, «muntak» veya «asam», herhangi bir büyüklüğe benzer olur. Büyüklüklerin nisbetlerinin benzerleri olan sayılan çıkardığın zaman herhangi bir yönden büyüklükleri çıkarmış olursun. Bundan bazı sayılar, «muntak» büyüklüklere benzer olsun diye «muntak» yapılmış, bazı sayılar da.
58 İLİMLERİN
«asam» büyüklüklere «asam» yapılmıştır.
SAYIMI
benzer
109 olsun
diye,
Hendese {geometri) tedbirleri (Jıiyet) de bunlardandır. Bunlar çoktur. Binanın reisliği sınaatı bunlardandır61. Türlü türlü cisimleri ölçmek için alman tedbirler bunlardır. Yıldızlar için aletler, musiki aletleri yapmak, yaylar ve türlü silahlar gibi birçok amelî sınaatlar için aletler hazırlamak husundaki tedbirler de bunlardandır. Uzakta bulunan ve kendilerine bakılan eşyanın gerçekte nasıl olduğunu anlamak gibi görüşü kuvvetlendiren ve doğruya götüren aletlerin yapılması, aynalardan ışıkların dönmesine (mün'atif olmasına) aksetmesine (müriakis olmasına), veya kırılmasına (mürıkesir olmasına) göre, ışıkların geldikleri yerler hakkında bilgi kazanmak için alman menazır (optik) ilmi ile alâkalı tedbirler bunlardandır. Yine buradan, güneşin ışıklarını başka cisimlere çeviren ve aksettiren yerler hakkında bilgi kazanılır. Bundan da yakıcı aynalar yapılması ve onun için alınacak tedbirler meydana çıkar. Garip kaplar82 ve sınaatlar için birçok aletler yapılması için alınan tedbirler de bunlardandır.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
Bunlar ve benzerleri tedbirler (hiyel) ilimleridir. Bu ilimler bina yapıcılığı, marangozluk ve başkaları gibi cisimler, şekiller, duruşlar (evzâ), tertip ve bir şeyin (her husustaki) değerini ölçme huşunda kullanılan ve şehirlere mahsus olan amelî sınaatlara ait ilk bilgilerdir. Öğretme (talîm bunlardan ibarettir.
ilimleri
ve
bölümleri
Dördüncü Bölüm TABİAT İLMİ ÎLE İLAHİYAT İLMİ HAKKINDA
Tabiat ilmi: Tabiat ilmi, tabiattaki cisimleri (ecsâm-t tabiîye) ve varlığı (kıvâm)63 bu cisimlerde olan arazları" tetkik eder. Bu cisimlerin ve varlığı (kıvâm) onların içinde bulunan arazların hangi şeylerden, hangi şeyler ile ve hangi şeyler için bulunduğunu bildirir. Cisimler ya sunî, veya tabiî olur. Sunî olan cisimler, cam, kılıç, sedir, elbise gibi olanlardır. Bütün olarak, varlığı bir sınaat ve insan iradesi ile olan her şeydir. Tabiî olan cisimler ise, gök, yer yüzü, bu ikisinin arasındaki varlıklar, nebat ve hayvan gibi varlığı ne sunî, ne de insan iradesi ile olanlardır. Tabiî cisimlerin hali, bu hususlarda, sunî cisimlerin hali gibidir: Çünkü sunî cisimlerde öyle hususlar vardır ki, onların varlığı (kıvam) sunî cisimler iledir; onlar için öyle şeyler bulunur ki, sunî cisimlerin varlığı onlar-
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
dan doğmuştur; öyle şeyler de vardır ki, varlıkları onlarladır ve öyle şeyler vardır ki, varlıkları onlar içindir05. Bunlar, sunî cisimlerde, tabiî cisimlerde olduklarından daha belli ve açıktır. Varlığı (kıvam) sunî cisimlerde bulunan hususiyet, elbisede düzgünlük kılıçta parlaklık, camda saydamlık ve sedirde nakışlar gibidir. Sunî cisimlerin kendileri için var oldukları şeyler, onların yapılmasındaki gayeler ile maksatlardır; meselâ elbise. Çünkü elbise, giyilmek için yapılmıştır. Kılıç, düşmanla savaş yapmak için; sedir, yerin nemliliğinden korunmak için, yahut sedirin yapılmasında gözetilmiş olan bundan başka bir şey için; cam içinde kendinden başka bir kabın emerek çekip çekmiyeceğinden emin olunmıyan bir şeyi saklamak için yapılmıştır. Varlığı (kıvam) sunî cisimlerde bulunan arazların kendileri için mevcut kılındıkları gaye ve maksatlara gelince, bunlar elbisenin süslenmeğe yarayan düzgünlüğü; kılıcın düşmanı korkutmak için parlaklığı; sedirin görünüşü güzel olsun diye nakışları; camın, içinde bulunan şey görünsün diye saydam oluşu gibi şeylerdir. Sunî cisimlerin kendileri sayesinde mevcut oldukları şeyler, onların yapıcıları ve on-
İLİMLERİN
SAYİMİ
113
lan meydana getirenlerdir. Sedir dolayısiyle var olan marangoz, kılıç dolayısiyle var olan kılıç yapan gibi. Sunî cisimlerin kendileri ile var olduktan şeyler, her sunî cisimde, kılıçta olduğu gibi, iki şeydir. Çünkü onun varlığı iki şeydir: Keskinlik ve demir. Keskinlik onun kalıbı ve heyetidir, işini onunla yapar; demir, maddesi ve kalıbın konulduğu yerdir (mevzû'), bu onun kalıp heyetinin taşıyıcısı gibidir. Kumaşın da varlığı iki şey iledir: Eğrilmiş ve uzunlamasına konulmuş ipliklerin mekik iplikleri ile dokunması. Dokunma heyeti ve kalıbıdır, iplik ise dokumanın taşıyıcısı gibidir ve onun yeri (mevzû) ve maddesidir. Sedirin de varlığı iki şey iledir: Dört köşeli olma ve tahta, dört köşelilik onun heyeti ve kalıbıdır, tahta ise maddesidir ve o dört köşeliliğin taşıyıcısı gibidir. Geri kalan sunî cisimler de böyledir. Bu ikisinin birleşmesi ve birbirlerini tamamlayıp mükemmel bir hale getirmesi ile, onlardan her birinin varlığı, bilfiil mükemmelliği ve mahiyeti ile, meydana çıkar. Bunlardan her biri, kendi maddesinin için meydana çıktığı zamanki hali ile hangi iş için yapılmış ise, ancak o işi yapar, veya onunla o iş yapılır, veya o, o işte kullanılır, veya o işte kendinden istifade edilir. Çünkü kılıç işini ancak keskinliği ile
İH
1104 İLİMLERİN
SAYIMI
yapar; kumaş da ancak yanlamasına ipliklerinin uzunlamasına iplikleri ile dokunduğu zaman fayda verir. Sunî cisimlerin geri kalanları da böyledir. Tabiî cisimlerin de hali böyledir. Çünkü onların her biri, ancak bir maksat ve gaye için mevcut kılınmıştır. Varlığı (kıvamı) tabiî cisimlerde olan her şey ve araz da böyledir: Çünkü bu, muhakkak ki, her hangi bir maksat ve gaye için var kılınmıştır. Her cisim ve her arazın bir yapıcısı ve meydana getiricisi vardır ki, o onun sayesinde meydana gelmiştir. Tabiî cisimlerin her birinin varlığı ve kemal haline gelmesi iki şey iledir. 1. Yerinin kendine nisbeti (oran) kılıcın keskinliğinin kılıca nisbetinde eşit şeydir, bu da bu tabiî cismin kalıbıdır; 2. Yeri, kılıca nisbetle kılıcın demirinin nisbetine eşit olan şeydir, bu da tabiî cismin maddesi ve kalıbın konulduğu yerdir (mevzû) ve onun kalıbının taşıyıcısı gibidir. Şu kadar var ki, kılıç, sedir, elbise ve başka sun'î cisimlerin kalıp ve maddeleri göz ile görülür ve duyulur; meselâ kılıcın keskinliği ve demiri, sedirin dört köşeli olması ve tahtası. Tabiî cisimlere gelince, onların çoğunun kalıpları ve maddeleri duyulmaz, bunların varlıkları, bizce ancak kıyas ve kesin bilgi
58 İLİMLERİN
SAYIMI
veren burhanlar ile doğru olarak kabul edilir.
115
bilinir
ve
Şu kadar var ki, sunî cisimler arasında da, kalıpları (siyağ) duyulmayanlara sık-sık tesadüf edilir. Meselâ şarap. Bu, sunî olarak var edilmiş bir cisimdir. Onun sarhoş eden kuvveti duyulmaz, bunun varlığı ancak işi ve tesiri ile bilinir. İşte bu kuvvet, şarabın biçim (sûret) ve kalıbıdır. Onun şaraba nisbetle mevkii keskinliğin kılıca nisbetle mevkiine eşittir. Çünkü bu kuvvet, şaraba tesirini ve işini yaptırtan kuvvettir. Tıp sınaatı ile terkip edilmiş olan panzehir ve başkaları gibi ilâçlar da böyledir. Çünkü onlar vücuda ancak terkip sonunda kendilerinde hasıl olan kuvvetler sayesinde tesir eder. Bu kuvvetler de duyulmaz, ancak bu kuvvetlerden hasıl olan tesirler duyulmakla müşahade olunur. Her ilâç iki şeyle ilâç olur: Terkip edildiği karıştırılmış cisimler (halt) ve ona tesirini yaptıran kuvvet. Bu cisimler maddesidir, kendisi sayesinde tesir ettiği kuvvet de kalıbı (5Îga)'dır. ilâçtan bu kuvvet kaldırılırsa, ilâç ilâç olmaz; nitekim kılıcın keskinliği kaldırılırsa, kılıç kılıç olmaz. Ve yine nitekim kumaşta yanlamasına ve uzunlamasına ipliklerinin dokunması kaldırılırsa, o zaman kumaş kumaş olmaz. Tabiî cisimlerin kalıpları (siyağ), eğer duyulmakla müşahede edilmiyorsa, o zaman bun-
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
lar sunî cisimlerin madde ve kalıplan arasındaki görülmeyen madde ve kalıplar gibi olur. Çünkü bunlar, gözün cismi ile onda görmeği temin eden kuvvet gibidir; elin cismi ile yakalayıp tutmayı temin eden kuvvet gibidir. Uzuvlardan (organ) her biri bunun gibidir: Çünkü gözün kuvveti görülmez, bu, diğer duygu uzuvlanndan herhangi biri ile de duyulmaz, belki ancak akıl vasıtası ile kavranır, idrâk olunur. Tabiî cisimlerde bulunan öteki kuvvetlere, sunî cisimlerin suretlerine benzetme yolu ile, sûret («biçimler») ve kalıplar (siyağ) denilir. Çünkü kalıp, biçim (sûret) ve hilkat, halk arasında, hayvanlann ( = canlılann) şekillerine ve sunî cisimlerin kalıplanna delâlet eden hemen hemen aynı mânada isimlerdir. Sonra, bu mânadan alınarak, benzetme yolu ile, tabiî cisimlerdeki mevkii, sunî cisimlerdeki hilkatler, kalıplar ve biçimlerin mevkiine eşit olan şeylere ve kuvvetlere isim olarak verilmiştir. Çünkü sınaatlarda âdet, halk bazı şeylere adlar takmış bulunursa, bu adlan bu şeylerin benzerlerine de vermektir. Cisimlerin maddelerine, biçimlerine, yapıcılanna (faillerine) ve kendileri için var olduklan gayelere, «cisimlerin başlangıçlan (mebadî)» denilir; arazlar için olursa, «cisimlerde bulunan arazlann başlangıçlan (mebâdî)» denilir.
İLİMLERİN
SAYIMI
Tabiat ilmi, tabiî cisimlerde varlığı açık ve belli olanlarını her hangi bir duruş içine koymakla bildirir. Her tabiî cismin maddesini, biçimini, yapıcısını (fail) ve bu cismin kendisi için var olduğu gayeyi bildirir. Arazlarında da böyledir. Çünkü arazların varlıkları (kıvam) ne ile ise, onu yapıcı olan şeyleri ve bu arazların kendileri için yapıldığı gayeleri bildirir. O halde bu ilim tabiî cisimlerin başlangıçları (mebadî) ile arazlarının başlangıçlarını (mebadî) vermektedir. Tabiî cisimlerin bir kısmı katışıksız (basit), bir kısmı katışıktır (mürekkeb). Katışıksız (basit) olanlar varlıkları kendilerinden başka cisimlerin varlığından olmıyan cisimlerdir, katışık (mürekkeb) olanlar ise, hayvan ve nebat gibi, varlığı kendisinden başka cisimlerden olanlardır. Tabiat ilmi sekiz büyük bölüme ayrılır: Birincisi, ister katışıksız (basit), ister katışık (mürekkeb) olsun, tabiî cisimlerde olan müşterek başlangıçları (mebadî) ve bu başlangıçlara bağlı olan arazları araştırmaktır. Bunların hepsi «Tabiî duyma (es-Sema'-üttabiî)» bölümündedir. İkincisi, katışıksız (basit) cisimlerin mevcut olup olmadıklarını araştırmaktır. Bunlar eğer mevcut iseler, hangi cisimlerdir, sayıları kaçtır? Bu âlem nedir, ilk kısımları nelerdir,
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
bunlar kaçtır? Onlar bütün olarak, üç veya beştir, diye tetkik eder. Bu âlemin başka kısımlarından göğü tetkik eder. Bu «Gök ve âlem (es-Semâ'-ü ve 'l-âlem)» kitabının ilk makalesinin ilk bölümünde bulunur. Sonra, bunu geçince, katışık cisimlerin ustukuslarını66, onların varlıkları meydana çıkarmış olan o katışıksız (basit) cisimlere dahil olup olmadıklarını, yahut onların dışında başka cisimler olup olmadığını, eğer onların bir parçası ise, hangileri olduğunu araştırır. Bu, onların görülebilip görülemediğini ve «GöT: ve âlem» kitabında ilk bölümün sonlarına kadar araştırılan başka şeyleri araştırıp tetkik etmektir. Bundan sonra, ister ustukuslar ve katışık (mürekkeb) cisimlerin esaslarını olsun, isterse onların ustukusları olmıyan şeyleri olsun, bütün katışıksız (basit) cisimlerde müşterek olan şeylere bakar. Bu, gök ve onun bölümlerini tetkik olup, «Gök ve âlem» kitabında ikinci bölümün başından üçte ikisine yakın yerini kaplamaktadır. Sonra ustukuslardan olmayanlara has olan şeyler ile, onlardan ustukuslar ve onlara bağlı arazlar olanlara has olan şeylere bakılır. Bu «Gök ve âlem» kitabının ikinci bölümünün sonu ile üçüncü ve dördüncü bölümlerinde tetkik edilen şeylerdir. Üçüncüsü, umumî olarak, tabiî cisimlerin oluşlarını (kevn) ve dağılışlarını (fesad"') ve bununla tamamlanan bütün şeyleri tetkik eder.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
119
Bir de ustukusların oluş ve dağılışlarının nasıl olduğunu, katışık (mürekkeb) cisimlerin bunlardan nasıl hâsıl olduğunu (tekevvün) ve bütün bunların başlangıçlarının (mebadî) verilmesini araştırır. Bu, «Oluş ve dağılış (elKevn-ü ve 'l-fesâd)» kitabında bulunur. Dördüncüsü, katışık (mürekkeb) cisimlere değil de, yalnız ustukuslara mahsus olan arazlar ile dışardan tesir almalarının başlangıçlarını araştırır. Bu, «Yüksek eserler (el-Âsârül-ulviyye)»" kitabının ilk üç bölümünde gösterilmiştir. Beşincisi, ustukuslardan terkip edilmiş cisimleri, bunların bazısının parçalarının birbirine benzediklerini, bazısının parçalarının birbirinden ayn olduğunu; parçaları birbirine benzer olanlar arasında et ve kemik gibi parçaları birbirinden ayn olanlann terkip ettikleri parçalar bulunduğunu; onlardan tuz, altın ve gümüş gibi parçaları birbirinden ayn tabiî bir cisime asla parça olmıyanlar bulunduğunu tetkik eder. Sonra, bütün katışık (mürekkeb) cisimlerde, müşterek olan şeyleri araştırır. Sonra ister parçalan birbirlerinden ayrı olanlann parçalan olsun, ister bunlann parçalan olmasın, parçalan birbirine benzer olan bütün katışık (mürekkeb) cisimlerde müşterek olan şeylere bakar. Bu da *Yüksek eserler (el-Âsâr-ül-ulviyye)» kitabının dördüncü bölümünde bulunur.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
Altıncısı, — bu «Madenler kitabı (Kitâbül-maâdin)» dir — bu katışık (mürekkeb) cisimler ile, parçaları birbirinden ayrı cisimlerin parçaları olmıyan ve parçaları birbirine benziyen cisimleri — bunlar da taş ve türlü çeşitleri gibi maden olan cisimler ile bunların çeşitleridir — ve onlardan her bir neve has olan şeyleri tetkik eder. Yedincisi, — bu «Nebat kitabı (Kitâb-ünnebât)» dır — nebat nevilerinde müşterek ve her bir neve has olan şeyleri araştırmadır. Bu, parçaları birbirinden ayrı olarak katışık (mürekkeb) cisimler hakkındaki araştırmanın iki bölümünden biridir. Sekizincisi, — «Hayvanlar kitabı (Kitâbül-hayavân)» ile «Ruh kitabı (Kitâb-ün-nefs)» dır — hayvan nevilerinde müşterek olarak bulunan şeyler ile bunlardan her birine has olan şeyleri tetkik eder. Bu, parçaları birbirinden ayrı loan katışık (mürekkeb) cisimler hakkındaki araştırmanın ikinci böiümüdür. O halde, tabiat ilmi, bu cisimleri her bir nevinde dört başlangıç (mebâdi) ile bu başlangıçlara bağlı olan arazları verir. Tabiat ilminde bulunan şeylerin bütünü ile bölümleri ve bölümlerinden her birinde bulunan bütün bunlardan ibarettir.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
121
îlâhiyat ilmi (el-ilm-ül-ilâhî). Bunun hepsi Tabiat bîî)»*'' kitabındadır.
ötesi (Mâba'detta-
îlâhiyat ilmi üç bölüme aynlır. Birincisinde, varlıklar (mevcudât) ve onların varlıklar olması ile kendilerinde meydana gelen şeyler, haller, araştırılır. ikincisinde, bölümlere ayrılmış olan nazarî ilimlerdeki burhanların başlangıçları (mebadî) tetkik edilir. Bunlar da, mantık, hendese (geometri), sayı ve bu ilimlere benzeyen başka ilim bölümlerinin geri kalanları gibi, bu nazarî ilimlerden her birinin hususî bir varlığı tetkik etmek için ayrıldığı bölümlerdir. O halde, mantık ilminin, öğretme ilimlerinin, tabiat ilimlerinin başlangıçlarını (mebâdi) tetkik eder; onları düzeltmeğe, esasları ile hususiyetlerini bildirmeğe ve tarif etmeğe çalışır. Nokta, birlilik, çizgiler ve yüzeylerin cevherler olduğunu ve onların ayrılabileceğini (mufarika) sananların zanlan ile, başka ilimlerin başlangıçlarında (mebâdî) bulunan bunlara benzer zanlar gibi, bu ilimlerin başlangıçları (mebâdî) hakkında eski âlim ve feylesofların düşmüş oldukları bozuk zanları sayar, onların yanlışlıklarını isbat eder, bozuk olduklarım meydana çıkarır.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
Üçüncü bölüm de, cisim olmıyan ve cisimlerin içinde olmıyan varlıkları araştırır ve tetkik eder. İlk önce bunlar var mıdır, yok mudur, bunu araştırır; bunların var olduklarını burhanlar ile isbat eder. Sonra, bunların çok olup olmadıklarını araştırır ve çok olduklarını meydana kor. Sonra, sonlu (mütenâhi) olup olmadıklarını araştırır ve sonlu olduklarını burhanlar ile isbat eder. Sonra kemaldeki mertebeleri bir midir, yoksa mertebeleri birbirlerinden farklı mıdır, bunu araştırır ve kemaldeki mertebelerinin birbirlerinden farklı olduğunu, burhanlar ile meydana koyar. Sonra, çocuklarına rağmen, bunların en nakıslarından daha mükemmeline ve ondan daha mükemmeline yükselmek suretiyle, sonunda, kendinden daha mükemmel bir şey olması mümkün olmayan, her hangi bir şeyin kendi varlığı mertebesine benzer bir mertebede bulunması asla kabil olmayan, benzeri, eşi ve zıddı bulunmayan bir kâmile, kendinden önce bir ilk (evvel) bulunması mümkün olmayan bir ilke (evvel), kendisinden daha önde bir şey bulunması mümkün olmayan bir önde - bulunana (mütekaddim) ve varlığını bir şeyden almış olması asla mümkün olmayan bir varlığa (mevcût) ulaşıldığını, ve ezelî ve, mutlak olarak, önde - bulunanın (mütekaddim) yalnız bu varlık olduğunu, burhanlar ile, isbat eder.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
123
öteki varlıkların, var olmakta ondan daha sonra (müteahhir) bulunduğunu, kendinden başka her bir varlığa varlığım vermiş olan ilk varlığın o olduğunu, kendinden başka her şeye birliği kendisi veren ilk birin o olduğunu, kendinden başka gerçeklik (hakikât) sahibi her şeye gerçekliği veren gerçeğin (hak) o olduğunu ve bunu hangi balomdan verdiğini, onda hangi bakımdan olursa olsun çokluğun (kesret) bulunmasının mümkün olmadığım; belki bir adı ile bunun mânasına, varlık adı ile bunun mânasına, gerçek (hak) adı ile bunun mânasına, kendinden başka olup hakkında birdir, vardır ve gerçektir denilen şeylerden daha çok lâyık olduğunu meydana çıkarır. Sonra, işte bu sıfatlan taşıyanın aziz, ulu ve adlan mukaddes olan Tann (Allâh) olduğu inancının taşınması lâzım geldiğini meydana koyar. Sonra, bunun ardından, Tann'ya verilen sıfatlardan geri kalan şeyleri, hepsini tüketinceye kadar, dikkatle tetkik eder. Sonra, varlıklann kendinden nasıl hasıl olduğunu (hudûs), kendinden varlıklannı nasıl aldıklannı bildirir. Sonra, varlıklann derecelerini, onlann bu derecelerinin nasıl hasıl olduğunu, onlardan her birinin içinde bulunduğu derecenin içinde bulunmağa ne ile ehliyet kazandığını araştınr. Birbirlerine bağlanmalarının ve intizamlarının nasıl olduğunu,
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
birbirlerine bağlanmaları ile intizamlarının ne ile olduğunu meydana koyar. Sonra, varlıklarda aziz ve ulu olan Tanrı'nm geri kalan işlerini (ef'âl), hepsini tamamlayıncaya kadar, dikkatle sayar. Varlıkların hiç birinde hiçbir zulüm, hiç bir bozukluk (halel), uyuşmazlık (tenâfür), kötü nizam ve kötü birleştirme (te'lîf) bulunmadığı ve, bütün olarak, onlardan hiçbir şeyde noksan ve kötülüğün (şer) asla bulunmadığını meydana çıkanr. Sonra, bunun arkasından, aziz ve ulu olan Tanrı'nın işlerine noksanlık girmesi ile onun hakkında, işleri hakkında ve yaratmış olduğu varlıklar hakkında beslenen bozuk zanlann yanlışlığını gösterip, onları ortadan kaldırmağa girişir. Bunların hepsini, insanın içine tereddüt sokması veya şüphe karıştırması kabil olmayan ve kendilerinden dönülmesi asla mümkün olmayan kesin bilgi (yakîn) ve ilim veren burhanlar ile, çürütüp ortadan kaldırır ve reddeder.
Beşinci Bölüm MEDENÎ İLİM, FIKIH İLMİ VE KELAM İLMİ HAKKINDA
Medenî ilim.'0 Medenî ilme gelince, bu, irade ile yapılan işlerle (ef'âl) hareketlerin (sünen) çeşitlerini, bu işler ile hareketlerin meydana gelmesine sebeb olan meleke, ahlâk, seciye ve huylan ve bunların kendileri için yapıldığı gayeleri, bunların insanda nasıl var olmalan lâzım geldiğini, onların insanlarda bulunmalan lâzım geldiği yön üzere onlardaki tertiplerindeki yönün nasıl olduğunu araştınr ve tetkik eder. İşlerin kendileri için yapıldığı ve hareketlerin kullanıldığı gayeleri birbirlerinden ayırır. Bunlardan bazılarının gerçekte saadet olduğunu; bazılannın da saadet olmadıklan halde, öyle zannedildiğini; gerçekte saadet olan şeyin bu hayatta değil, belki bu hayattan sonra olan başka bir hayatta, yani ahiret hayatında bulunmasının mümkün olduğunu; zenginlik, cömertlik ve lezzetler gibi saadet zannedilen şeylerin gayeler haline getirildikleri zaman, yalnız bu hayatta bulunduğunu meydana koyar. İşler ile hareketleri birbirlerinden ayınr.
1104
İLİMLERİN S A Y I M I
İnsana gerçekte saadet olan şeyi kazandıranın iyilik, güzellik ve faziletler olduğunu, onlardan başka şeylerin kötülük (şer), çirkinlik ve noksanlıklar (nekais) bulunduğunu, bunların insanda bulunmasındaki sebebin faziletli işler ile hareketlerin şehirler ile halklar arasında bir tertibe göre dağılması ve müşterek olarak kullanılması olduğunu meydana kor. Bir de bunların ancak bir başbuğuluk (reîslik) sayesinde kabul olduğunu ve, şehirlerde ve halk lar arasında, bu iş, hareket, seciye, meleke ve ahlâkın ancak başbuğ' (reis) ile mümkün bulunduğunu; onun bunları, yok olmamaları için, korumağa çalıştığını; bu başbuğuluğun (reisliğin) ancak bir meharet ve meleke ile kabil olup, halk arasında inzibatı (temkin) te'min işleri ile aralarında inzibat altına ahnan şeylerin onlara karşı korunması işlerinin bundan çıktığını meydana koyar. İşte hükümdarlık, padişahlık ve ona ne ad vermek istenilirse o, bu meharettir; siyaset de bu meharetin yaptığı iştir.
Başbuğluk (reislik) iki kısımdır: 1. Gerçekten saadet olanı elde etmeğe yarayan ve irade ile yapılan işleri, hareketleri ve melekeleri inzibat altına alıp sağlamlaştırman bir başbuğluktur. Bu faziletli (fazıl) bir başbuğluktur. Bu başbuğluğa boyun eğen şe-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
127
hirler ile halklar faziletli (fazıl) şehirler ile halklardır; 2. Şehirlerde, gerçekten saadetler olmadıkları halde saadetler sanılan şeylerin elde edilmesine yarayan iş ve huyları inzibat altına alan başbuğluktur; bu cahilane (câhil) bir başbuğluktur. Bu başbuğluğun bir çok çeşitleri vardır. Her birine, kastettiği ve hedef tuttuğu gayelere göre, bir ad verilir ve bu, bu başbuğluğun arayıp istediği ve kendisi için gaye ve maksat haline getirdiği şeylerin sayısınca olur. Eğer zenginlik istiyorsa, «hasislik başbuğluğu» adım alır: eğer cömertlik istiyorsa, «cömerdlik başbuğluğu» adım alır; bu ikisinden başka bir şey istiyorsa, bu gayesinin adına göre, bir ad ile adlandırılır. Bu ilim faziletli hükümdarlık meharetinin iki kuvvetle tamamlanıp kemale erdiğini gösterir. 1. Külli71 kanunları öğrenerek kazandığı kuvvet, 2. İnsanın şehir, (cemiyet işlerinde uzun zaman çalışması ve uğraşması ile, şehirlerde ahlâk ve şahıslar hakkındaki tecrübe işleriyle uğraşması ile, tecrübe ve uzun müşahedeler sayesinde, bu sahalarda olgunluk elde ederek kazanılan kuvvettir.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
Bu, tıbbın dayandığı kuvvetlere benzer, çünkü doktor iki kuvvet ile bir tedavi edici (doktor) olur. Biri, tıp kitaplarından elde ettiği külli bilgiler sayesinde kanunlar üzerindeki kuvvetidir; diğeri hastalarda tıp işleri ile uzun müddet uğraşmakla ve şahısların bedenleri üzerinde uzun müddet tecrübe ve müşahadelerde bulunmakla bu hususta olgunluk kazanmak ile hasıl olan kuvvettir. Doktorun, türlü hallerde, türlü vücutlara göre, ilâç ve devayı ancak bu kuvvet sayesinde takdir etmesi mümkün olur. Tıpkı bunun gibi, hükümdarlık meharetine sahip olan bir kimsenin, türlü türlü zamanlarda, türlü türlü haller ve türlü türlü durumlara göre, işleri ancak bu kuvvet ve bu görgü ile takdir etmesi mümkün olur. Medeni felsefe, tetkik ettiği irade ile yapılan işlerde, hareketlerde, melekelerde ve başka tetkik ettiği şeylerde külli kanunlar verir. Bir de, bunların türlü türlü haller ve vakitlere göre takdir edilmesindeki kanunları, ne ile, nasıl ve kaç şey ile takdir edildiğini, sonra onları takdir edilmemiş bıraktığını, çünkü iş (fi'l) ile takdirin, bu işten başka bir kuvvetle olduğunu ve yolunun ona katılmak bulunduğunu bildirir. Bununla beraber, kendilerine göre takdir yapılan haller ile durumlar (avâriz) hudutsuzdur ve hepsi bir araya toplanıp kavranamaz.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
129
Bu ilim iki bölüme ayrılır: Saadetin tarifini, gerçek olanı ile saadet zannedilenini birbirinden ayırmağı; şehirler ile halklar arasında dağıtılmış bir halde bulunan irade ile yapılan ve külli olan iş, hareket, ahlâk ve huyların sayılmasını içine alan ve onlardan faziletli olanlar öyle olmıyanlardan ayıran bir bölüm. Şehirlerde ve halklar arasında, faziletli huy ve hareketlerin nasıl tertip edildiğini, faziletli hareketler ile işleri inzibat altına almağa ve bunların şehir halkı arasında bir tertibe sokulmasına yarayan hükümdarlık işlerini, şehirliler arasında inzibata ve tertibe sokulan şeyleri korumağa yarayan işlerin bildirilmesini de içine alır. Sonra, faziletli olmayan hükümdarlık meharetlerinin sınıflarının kaç olduğunu ve her birinin ne olduğunu sayar. Her birinin yaptığı işleri ve her birinin kendi reisliği altında bulunan şehirlerde ve halklar arasında hangi hareketler ile melekeleri sağlamca yerleştirmek istediklerini sayar. Bunlar Aristötâlîs'in (Aristo) «Bölîtika kitabı»'nda. bulunur ki, bu «Siyaset kitabı» demektir. Bu aynı zamanda, Eflâtunun «Siyaset kitabı*'nda ve Eflâtunun ve başkalarının başka kitaplarında açıklanmıştır. [Bunlardan hükümdarlık meharetlerine has olan işlere gelince, bunlar faziletli hü-
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
kümdarlık meharetlerinin hastalıklarıdır (emraz), onların şehirlerine mahsus olan hareket ve melekeler ise, faziletli şehirlerin hastalıkları gibidir]." Sonra, faziletli başbuğluklar ile faziletli şehirlerin hareketlerinin değişip cahilane hareketler ile melekeler haline gelip-gelmiyeceğinden emin olunmayacağına delâlet eden yönleri ve sebebleri sayar. Bunlarla birlikte, faziletli şehirler ile başbuğluklann bozulup, faziletli olmayan şehir ve başbuğluklara dönmemesi için, onları inzibat altına almağa yarayan işlerin çeşitlerini sayar. Aynı zamanda, bunlar faziletli olmayan bir şehir ve başbuğluk haline geçince onu eskiden olduğu gibi faziletli hale getirmek için alınacak tedbirleri, çareleri ve yapılacak şeyleri sayar. Faziletli hükümdarlık meharetinin kaç şey ile tam ve mükemmel bir hale geldiğini, nazarî ve amelî ilimlerin bunlardan olduğunu, bunlara şehirlerde ve halklar arasında uzun zaman uğraşmak ve çalışmakla elde edilen tecrübeden hasıl olan kuvvetin eklenmesi lâzım geldiğini meydana kor. Bu tecrübe kuvvetinin de ayn ayrı topluluklara, yahut şehirlere veya halklara göre, ayn ayn hallere ve vaziyetlere uyacak iş, hareket, ve melekeleri takdir etmeğe yarayan şartlan iyi ve kolayca bulup çıkarmak kudreti olduğunu meydana koyar. Bu ilim, faziletli şehrin (et-medlnet-ül-fâztla) hükümdarları ancak, yamanlar içinde,
58 İLİMLERİN
SAYIMI
131
«a'yani™» bakımından bir olan şartlara göre, birbiri arkasından gelip de, önce gelenin yerini almış olan sonra gelen ikincinin önce gelenin içinde bulunduğu haller ve şartlar içinde bulunduğu ve birbiri arkasından gelmelerinin kesintisiz ve aralıksız olduğu takdirde, faziletli olarak devam edeceğini meydana koyar. Hükümdarların, kesintisiz olarak birbiri arkasından gelmesi için ne yapmak lâzım geldiğini bildirir. Hükümdarların ve başkalarının çocuklarında aranması lâzım gelen tabiî şartlar ile halleri meydana çıkarır. Böylece kendisinde bu şartlar ve haller bulunan kimseler, bunlar ile, bu gün hükümdar olandan sonra hükümdar olmağa ehliyet kazandırılır. Kendisinde bu tabiî şartlar bulunan kimsenin hükümdarlık meharetini kazanıp, tam bir hükümdar olmak için, nasıl yetiştirilmesi lâzım geldiğini; nasd terbiye edilmesi icabettiğini açıklar. Bunlar ile beraber, başbuğlukları cahilane bir başbuğluk olan kimselerin asla hükümdar olmamaları icap ettiğini ve onların bütün hal, iş ve tedbirlerinde nazari ve ameli felsefeye asla muhtaç olmadıklarım, belki onların her birinin kendi reisliği altında bulunan şehirde ve halk arasında, istediğini elde etmesini temin eden işlerin cinsi ile meşgul olmasından hasıl olan tecrübe kuvveti ile, gayesine doğru yürümesinin mümkün olduğunu ve lezzeti,
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
cömertliği, yahut bunlardan başka istemekte olduğu iyiliği elde etmesini temin eden işlerden muhtaç bulunduğu şeyleri bulup çıkarması için, kendisinde tesadüfen anadan doğma iyi bir akıl ve anlayış kuvveti bulununca ve buna istekleri kendi istekleri olan eski hükümdarları iyi bir şekilde taklit etmesi eklenince ve tabiî şartlar ile iyi gayelerine ulaşacağını açıklar. Fıkıh ilmi. Fıkıh sınaatı, insana, şeriatı74 kuranın, tahdidi75 ile, ayrı ayrı takdirini açıkça göstermediği şeyin, tahdit ve takdir ederek gösterdiği şeylere bakılarak, bulunup çıkarılması ve peygamberlerin gönderilmiş olduğu halk arasında kurduğu dine göre, şeriat kuranın maksat ve gayesinde uygun olarak, bunun düzeltilmesine çalışma iktidarını kazandıran sınaattır. Her dinde fikirler (ârâ) ve işler (ef'âl) vardır. Fikirler, subhan olan Tann hakkındaki düşünceler ile ona sıfat olarak verilen şeyler hakkında, bir de âlem ve bundan başka şeyler hakkında şeriatın koymuş ve vermiş olduğu fikirler gibi şeylerdir. İşler ise, aziz ve Ulu Tann'ya ibadet ederken yapılan işler ile şehirlerde türlü muamelelerin yapılmasına yarayan işler gibi şeylerdir.
İLİMLERİN
SAYIMI
Bundan dolayı fıkıh ilmi iki bölümdür; bir bölümü fikirler (ârâ), öteki bölümü de işler (ef'âl) hakkındadır. Kelâm ilmi. Kelâm sınaatı, insana dini kuranın açıkça anlattığı belli düşünce, fikir ve işleri muzaffer kılmak ve onların aksi olan her şeyin söz ile, yanlışlığını göstermek iktidarım kazandıran bir melekedir. Bu sınaat da iki bölüme ayrılır: Fikirler hakkında bir bölüm ve işler hakkında bir bölüm. Bu sınaat fıkıhtan ayrıdır. Çünkü fıkıh âlimi (fakîh) dinin kurucusunun doğru ve gerçek diye kabul edilmiş olan açıkça anlattığı fikir ve işleri ele alır; onları esas yaparak, onlardan lâzım olan şeyleri (zarurî neticeleri) çıkarır. Kelâm âlimi (mütekellim), fıkıh âliminin kullandığı şeylerden başka şeyler istidlâl edip çıkarmaz, yalnız onları destekler ve muzaffer kılar. Bir insanda tesadüfen her iki ijimde birden iktidar bulunursa, o kelâm ilmini bilen bir fıkıh âlimi (fakîh-ün mütekellim) olur. Dini desteklemesi kelâm âlimi olması ile, ondan istidlallerde bulunması fıkıh âlimi olması iledir. Dinleri (milel) destekleyip muzaffer kılmak için lâzım olan yön ve fikirlere gelince, kelâm âlimlerinden bir kısmı, — «Gerçekten
İM
1104 İLİMLERİN
SAYIMI
dinler ile onlarda bulunan bütün haller, insan fikirleri, akıl ve zekâsı ile tetkik edilecek ve denenecek şeyler değildir; çünkü onlar, derece bakımından, bunlardan daha yüksekdirler; zira Tanrı'dan gelen vahiyden alınmıştır ve içlerinde insan akıllarının kavramaktanâciz kalacakları ve kendilerine ulaşamıyacaklan ilâhî sırlar vardır» — demekle, dini destekleyip muzaffer kılacakları kanatindedirler. Bir de (derler ki), — «İnsanların akıllan ile kavrayamıyacaklan ve anlamaktan âçiz kaldıklan şeyleri dinlerin kendilerine vahiy ile anlatıp bildirmesi tabiîdir. Yok eğer vahiy insana yalnız bilmekte olduğu, şeyler İle derin derin düşündüğü takdirde aklı ile kavraması ve idrâk etmesi mümkün olan şeyle ri bildiriyorsa, onun ne mânası, ne de faydası kalır. Eğer böyle olsa idi, herkes aklına güvenir ve ne peygamberlere (nebî) ihtiyaçlan olurdu, ne de vahye. Halbuki onlara bu iktidar verilmemiştir. Bundan dolayı dinlerin (millet) bildirdikleri şeyler, idrâki akıllarımızın takati içinde olmayan bilgiler olmalıdır. Sonra, yalnız bunu değil, belki akıllarımızın beğenip kabul etmediği şeyleri de vermelidir. Çünkü bizce en çok heğenilip kabul edilmeeyen her şeyin, en çok faydalı olması daha ziyade mümkün olmalıdır. Zira dinlerin getirdiği akılların kabul etmediği ve tasavvunann
İLİMLERİN
SAYİMİ
13S
çirkin ve imkânsız şeyler değildir, belki bunlar ilâhi akıllarda doğrudur.» «Gerçekten insan, insanlıkta, kemalin sonuna varsa bilejlâhî akıllara sahip olanlar yanındaki mevkii, kâmil insan yanında çocuğun, genç ve tecrübesiz bir kimsenin mevkü gibi kalır. Nitekim birçok çocuklar ve tecrübesiz kimseler, gerçekte çirkin ve imkânsız olmayan şeylerin bir çocuklarım, akıllan ile, uygun bulmazlar, ve bunlar kendilerine «imkânsız gibi gelir. İnsan akimin varabileceği kemâl derecesinin sonunda bulunan bir kimsenin mevkii ilâhi akıllar yanında tıpkı böyledir.» «İnsan nasıl tahsil görüp, olgunlaşmadan önce, birçok şeyleri uygun görmez, onlan çiıv kin bulur, imkânsız olduklarım tasavvur ederse ve ilimler tahsil edilip, tecrübelerle olgunlaşınca, onlar hakkında bu zanlan silinirse ve kendisince imkâsız olan şeyler değişip olması mümkün şeyler haline gelirse ve eskiden kendisini hayrete düşürmüş olan şeyler, zıddı ile hayrete düşülecek şeyler gibi olursa, öylece insanlığı kâmil olan bir insanın bazı şeyleri uygun görmüyor olması ve gerçekte öyle oldadıklan halde, ona imkânsız görünmüş olması imkânsız değildir.» îşte bu düşüncelerden dolayı bunlar, dinler hakkındaki fikirlerin düzeltilmesinde şu tedbiri aldılar: — «Gerçekten, anılması yüce
1104
İLİMLERİN S A Y I M I
olan Tann'dan bize vahiy getiren peygamber doğrudur, sadıktır ve yalan söylemiş olması caiz değildir.» — Şu iki bakımın birinden dolayı onun böyle olması doğrudur: Yaptıkları veya kendilerinden görülen mucizeler ile; ya ondan önce gelmiş olan doğru ve sözü kabul edilir kimselerin, bunun doğruluğuna ve peygamberlerin yüce ve aziz olan Tanrı'ya nisbetle yeri, mevkii hakkındaki şehadetleri ile; yahut her ikisi ile birden. Bu düşünceler ile doğruluğunu ve peygamberin yalan söylemiş olmasının caiz olmayacağını doğru diye kabul ettiğimiz zaman, o halde, bundan sonra, söylediği şeylerde akıl, düşünce, zekâ ve tetkikin (nazar) hareket edeceği ve işe yarayacağı bir yer kalmamış olması lâzım gelir. Bu kimseler, bu ve benzeri düşünceler ile, dinleri destekledikleri ve muzaffer kıldıkları kanaatindedirler. Kelâm âlimlerinden bir takım kimseler de vardır ki, dini (mille) şöyle destekleyip muzaffer, kılarlar: İlk önce, dini kuranm açıkça gösterdiği şeylerin hepsini, gayeleri için ifade edildikleri sözler ile, çıkarıp toplarlar. Sonra duyulan şeyleri (mahsûsât), meşhur şeyleri ve mâ'kulleri incelerler. Onlar veya onların zaruri sonuçlan (levâztm) arasın-
58 İLİMLERİN
SAYIMI
137
da, uzaktan da olsa, dinde olan bir şey için bir tanık görürlerse, dini bununla desteklerler. Onlar arasında, dinde bulunan bir şeyin zıddı olan bir şey bulurlarsa, ve dini kuranın ifadesinde kullandığı sözü tevil76 etmeleri mümkün olursa, uzak bir te'vil de olsa, onu tevil ederler- Eğer bu, onlar için mümkün olmazsa ve bu aksi, zıddı olan şeyin yanlış olduğunu göstermek veya onu dinde bulunan şeye uyacak bir yöne yormak (hami) mümkün olursa, bunu yaparlar. Eğer meselâ duyulan şeylerin (mahsûsât) veya onun zarurî sonuçlarının (levâzım) bir şeyi icap ettirmesi ve meşhur şeylerin, veya onların zarurî sonuçlarının bunun zıddını icap ettirmesi gibi, meşhur olan şeyler ile duyulan şeyler tanıklıkta biribirinin aksi olursa hangisinin dinde olan şeye daha kuvvetle tanıkhk ettiğine bakarlar ve onu alırlar, ötekini atıp, yanlış olduğunu meydana koymağa çalışırlar. Dindeki (mille) düşüncelerden birinin bunlardan birine uygun düşecek bir şeye yorulması (hami), veya bunların birinin dine uygun düşecek bir şeye yorulması mümkün olmazsa ve dinde bulunan bir şeyin aksi olan duyulan şeylerden, meşhur şeylerden ve mâkulâttan bir şeyin atılması veya yanlış olduğunun gösterilmesi mümkün olmazsa, şöyle demekle dini destekledikleri ve muzaffer kıldıkları kanaatindedirler: — «O gerçektir, çünkü yalan söy-
13«
İLİMLERİN
SAYIMI
lemesi veya yanlış yapması caiz olmıyan bir kimse tarafından bildirilmiştir.» — İlkin bahsedilen öteki kimselerin dinin bütünü için söylediklerini, bunlar, bu bölümünde söylerler. Bunlar, bu düşünceler ile dini destekledikleri ve muzaffer kıldıkları kanaatindedirler. Bu kelâm âlimlerinin bir takımı da, bu şeylerin benzerlerinde, yani haklarında kötü oldukları tasavvur edilen hususlarda, başka dinleri incelemekle (kendi dinlerini) destekledikleri kanaatindedirler. Onlar, başka dinde bulunan kötü şeyleri toplarlar; bu dinlerden birine mensup bir kimse, kendilerinin dininde bulunan bir şeyi kötülemek istedimi, bunlar, onların dinindeki kötü şeyler ile karşılarına çıkarlar ve böylece onlara karşı kendi dinlerini korumuş olurlar. Kelâm âlimlerinin bir başka takımı, buna benzer hususlarda, dine yardım için getirdikleri sözlerin yeter olmadığım görmüşlerdir. Çünkü bu delil ve sözler, karşılarındaki düşmanlarım, söz ile karşı durmaktaki acizlerinden dolayı değil de, bunların istenilen soruyu tam bir doğrulukla göstermesi ve isbat etmesi ile susturmahdır. Böyle olunca, onlar sözler ile birlikte, düşmanlarını ister utanıp sıkılmaları, ister başlarına gelecek bir fenalıktan korkmaları sebebi ile olsun, susmak
58 İLİMLERİN
SAYIMI
139
zorunda bırakacak şeyler kullanmağa mecbur kaldüar. Başka kelâm âlimleri de, kendi dinleri kendilerince doğru olduğundan ve doğruluğundan şüphe etmediklerinden, başkalarının yanında ne ile olursa olsun, ona yardım etmek, onu güzel göstermek, onun hakkındaki şüpheleri dağıtmak ve hasımlarını uzaklaştırmak lâzım geldiği kanaatini beslerler. Bunlar, yalan, yanıltma, şaşırtma ve zorla kandırma (gibi vasıtalar) kullanmakta uygunsuzluk görmezler. Çünkü bunlar, dinlere muhalif olanları, şu iki (cins) insanlardan biri olarak görürler: Ya düşmandır, onları, uzaklaştırmakta ve yenmekte, cihad ve harplerde olduğu üzere, yalan ve aldatma kullanmak uygundur; yahut düşman değildir, fakat akıl ve ayırt etme (temyiz) kuvvetlerinin zayıflığından, ruhunun (nefis) bu dinden alacağı nasibi bilmeyen bir kimsedir; insanın yalan ve aldatma ile ruhunun nasibini almağa sevk edilmesi, kadınlar ile çocuklara yapddığı gibi, caiz ve uygun bir iştir. *
• •
Ebû Nasr el-Fârâbî'nin ilimlerin bölümlere ayrılması, onların bölümleri ve dereceleri hakkındaki kitabımn yazılması, 640 hicrî yılı mübarek Ramazan ayının sonlarında tamamlandı. Bu kitaba «İlimlerin sayımı» adı verildi.
NOTLAR
L bilimlerin mertebeleri hakkında kitap». Burada metinde aynen böyledir. Ancak, Fârâbî'nin bu adı taşıyan başka bir kitabı vardır ve burada tercüme edilen İlimlerin aaytmt hakktnda kitap'tan ayrıdır. Bunun için bu isim buraya yanlışlıkla yazılmış olmalıdır. 2. «Dedi ki» İslâm yazarları arasında, çok eskidenberi, kullanılmakta olan bir esere başlama usulü olup, ancak Avrupa tesiri ile terkedilmiştir. Aslında, bilhassa Fârâbl devrinde (X. ve daha sonraki yüzyıllarda), yazar eserini yazmaz, kendisi söyler, talebeleri yazarlardı. Talebe de notunun başına Kale filân ( « . . . . dedi» diye başlamak itiyadında idi. Arapça, eski farsça ve türkçe eserlerin başında görülen yazar adının anılması işte bu âdetin devamından ibaretir. 3. öğretme ilimleri (aşağı yukarı = müspet üimler). Bunların tarifleri ve mevzuları için burada 42. nota bakınız. 4. Tedbirler (hiyel) ilimlerinin mevzu ve mahiyetleri için burada s. 102 ve devamına, bir de not 58'e bakınız.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
1
5. «Medeni ilim». Bu ilim mevzuu İçin burada, s. 119'a bakınız. Burada şunu ilâve etmek lâzımdır ki, Fârâbl şehir (medine) kelimesini belli bir gaye ile, bir şehirde toplanmış olan kimselerin meydana getirdiği «topluluk» mânasmda kullanmaktadır. Bundan dolayı, bilhassa kendisinin, hakkında birkaç eser yazmış olduğu bu bölümde, ahlâk, siyaset, insanların hayattaki gayeleri ve başka konulan incelemekte olduğu gibi, faziletli bir şehrin, yani faziletli bir şehir teşkil eden faziletli kimselerin düşüncelerinin ne olacağını veya ne olabileceğini incelemek dolayısiyle, bütün felsefesini de bu ilim bölümünde anlatmak ve açıklamak imkânını bulmaktadır. 6. «Dil ilmi». Bu bölümdeki düşünceleri iyi kavramak İçin, her şeyden önce, bilhassa Arap dili ile onun gramer anlayışının esas almdığı daima gözönünde bulunmalıdır. 7. «Smaat». Bu kelimeyi Fârâbl, hemen her vakit, İlimle sıkı bir bağı bulunan işler ve tatbiki ilim mânasında kullanmıştır; yani her ilim, sırf İlim olarak tasavvur edilirse, ilimdir; ameli bir fay* dası ile birlikte düşünülürse sınaattır. Bundan dolayı, meselâ mantık smaatı, tıp sınaatı, ziraat sınaatı, mimarlık sınaatı v.s. denilmektedir. Aynı kelime, İbn Sina'da da, aynı mânada, hattâ bir defa metafizik (mâba'dettabia) ve felsefe mânasmda kullanılmıştır. Fakat bu feylesoflar,
1104
İLİMLERİN S A Y I M I
tou kelimenin tarifini vermemişlerdir. (Fransızcada, klâsik mânada: discipline, art). 8. «Söz ve sözler», arapçada kavi (ve çoğul akavil) karşılığı olarak kullanılmıştır. Tek tek kelimelerden tertip edilmiş ibare (1er) mânasındadır; bunlar «tam» (meselâ: geldi, güneş doğdu, güneş parlaktır, gibi) veya «tam olmıyan(gayr i tam)» (meselâ: güneşin ışığı, evde) olabilir. Bu tercümede, daima söz, bu mânada olan kavi karşılığı olarak kullanılmıştır. 9. «Nadir (çoğul: nevâdir) kelime». Bir dilde az kullanılan veya herhangi bir ilme mahsus bir ıstılah terim olmadığı halde, umumi konuşma dilinde geçmiyen kelimelerdir. Bu türlü kelimeler, her dilde bulunursa da, bilhassa kelime hazinesi çok zengin olan arapçada çoktur ve bunlar öğrenciler ve edebiyatçılar tarafından ayrıca ezberlenirdl. Bundan dolayı bazı eski büyük Arap edebiyatçı ve dilcileri tarafından, yalnız böyle kelimeleri toplayan ve adlanna izafe edilerek tanınan eserler yazılmıştır: Nevâdir-ü Eb\ Zeyd, Nevâdir-ü tbn-H-AraM, Nevâdir-ü Ebİ Ararm-il-Şeybâni gibi. 10. Aslında: «harfler». Harf yazıda kullanılan işaretler ve şekillerdir; burada ise, bu işaretlerin delâlet ettikleri sesler kastedilmiş olduğundan, bu mânada harf (ve çoğul hurûf) ses (ve sesler) İle tercüme edilmiştir.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
143
11. Yani, meselâ isim veya fiil çekimlerini (tasriflerini) cetveller halinde gösterir. 12. Burada geçen tabirlerin hepsi arapçanın gramer ıstılahlarıdır ve arapçaya mahsustur, üçlük (sülâaî) arapça bir fiilin-di'li geçmiş zamanın tekil üçüncü şahsı yalnız üç sessizden meydana gelen fiildir : KaTaBa ( = yazdı) gibi; dörtlük (rübaî), aynı şahsı dört harften mürekkep olanlardır: DaHRaCa (=yuvarladı), AKRaMa («ikram etti) gibi; muzaaf olanlar üçlük (sülâsi) lerinde bulunan iki sessizi aynı olanlardır: FaRRa (= kaçtı) gibi. 13. tMu'tel fiil», kökünü teşkü eden seslerden biri A, V, Y'den biri olan füldir : KALa ( = söyledi), DaVVaRa ( = döndürdü), ZaYYaNa ( = süsledi) gibi. tSahîh» fiUler ise, köklerini teşkü eden harflerden biri yukarıda gösterilmiş olan A, V, Y'den biri olmıyan ve örnekleri bundan evvelki notta bulunan evvelki notta bulunan fiillerdir. 14. Vaz', arapçada koymak demektir. Eski dilciler, umumiyetle kelimelerin toelH manalara gelmek üzere vaz'edilmiş, konulmuş olduğunu kabul, sonra kelimeleri delâlet ettikleri manaya vaz'edenin (vazi') Tanrı mı, yoksa insanlar im olduğunu münakaşa ederlerdi Fârâfol, burada bir kelimenin vazedildiği sıradaki şefldi ile, ilk şeklini kastetmektedir.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
15. Ma'rife, belli bir şeye veya mânaya delâlet eden isimdir ; «bir adam»a karşılık «adam» gibi (iranEizcası : défini 16. Elif İdm arapçada bir ismi ma'rife (muayyen bundan evvelki nota bakınız) yapmak için isimlerin baş tarafına getirilen el- ( = elif ve lâm) harf-i tarifinden ibarettir : el-beyt ( = ev ; belli, muayyen veya daha evvel bahsi geçmiş olan ev) kelimesindeki el- gibi. 17. Arapçada i'râb, isimlerin (ve, bazı yazarlara, bu ar ad t. Fârâbl'ye göre, fiillerin) cümle içinde mevkilerine, hallerine (özne, tümleç, tamlayan v. b.), göre sonlarına isim çekim ekleri almasıdır, t'rab harfleri de isimlerin sonlarına aldıkları Arap yazısında ekseriya yalnız işaretlerle gösterilen bu eklerdir : el-kitab-u (=kitap), el-kitab-a ( = kitabı) el-kitâb-i (kitabın v. s.) ve kitâb-ün (bir kitap), kitâb-en ( = bir kitabı), kitâb-in ( = bir (kitaJbın)'daki -w, -a, - i ; -ün, -en, -in ekleri gilbi. 18. Tenvitı, bundan evvelki notta gösterilen ve Arapçada isimlerin -un, -an, -in eklerine, harekade -ii, •e, -i'ye denir ; cezrn ise, fiilin sonunda hiç bir seslinin bulunmamasıdır : lem yaktüb ( = yazmadı)'da olduğu gibi. 19. Arapçada munsarif, çekimlerde, bundan evvelki notlarda gösterilmiş olduğu üzere, Uç hali bulunan isimdir.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
145
20. Afefeni, arapçada çekimde yalnız bir hali bulunan zamirler, işaret sıfatları v. b. gibi kelimelerdir : hâzâ ( = bu, bunu, bunun v. s.). 21. Munaarif olmayan isimler, arapçada çekimde yalnız iki hali bulunan isimlerdir : Zü/er-ü ( = Züfer has, isim), Züfer-e ( = Züfer'i, Zûfer'in v. s.) gibi. 22. Fârâbl, burada da Arap yazışım göz önünde bulundurmaktadır. Malumdur ki, Arap yazısında yalnız sessizler ile uzun sesliler gösterilir; kısa sesliler ise, hareke denilen ve yazıda bazen hiç gösterilmeyen işaretler ile ifade olunur. 23. Metin harfiyyen böyledir. Fârâbl, şiirde iki esas görmektedir: 1 — Kelimeler, 2 — Onların terkibindeki esaslar. İşte şiirin, dil ilmine benzeyen değil, dil ile sıkı bir alâkası bulunan birinci kısmı burada bahis konusu edilmektedir. İkincisinden ise, mantık kısmında bahsedilecektir. 24. Esbâb, sebep ( = çadır ipi, bağ) kelimesinin çoğulu olup, aruz ilminde bir kapalı hece ( = — ) veya iki açık hece ( ^ ) ' dir. Evtâd ise, veted ( = çadır kazığı) kelimesinin çoğuludur ve aruzda birincisi açık, diğeri kapalı (— — ) veya birincisi kapalı, diğedi açık ( = — — ) iki hecedir. Bunlardan müstef'ilün, mefâUün, failatün gibi <tef'Ue»ler, onlardan da müstef'ilün müstefüün müstef'ilün veya f&ilAtün fâüAtün v.b. gibi aruz vezninin bahir ( = deniz) leri, yani kalıplan teşkil olunur.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
25. Fârâbl, beyit sonraları İle kafiyeyi kastetmektedir. Burada şunu da ilâve etmek lâzımdır : Fârâbl eserini yazarken, aslında beyit ve sonra şiir demek olan kafiye kelimesi bu günkü manada kullanılıyordu, fakat bu mana, o zamanlar yeter derecede kabul edilmemiş olduğundan, Fârâbl bunu hiç kullanmamaktadır. 26. Kafiye, arapça şiirde, basit olarak, beyitlerin sonunda, şiirin sonuna kadar aynen muhafaza edilen sestir, diye tarif edilir. Bundan kafiyenin bir tek ses veya heceden ibaret olduğu anlaşılıyor gibi ise de, gerçekte bu yalnız başına bir kafiye teşkil etmez, ondan önce gelen bir veya birkaç hecede de belli bir uygunluk olmalıdır. Meselâ arapçada mütekûvis denilen kafiye — vezninde tam dört heceden meydana getirilir. 27. Fârâbl. malcul kelimesini, tbn Sina gibi, akıl ve zekâ ile kavranan veya kavranılabilen ve bu sıfatı taşıyan şey ve fikir mânasmda kullanılmaktadır. Bunun çoğul şekli olan ma'kulât da aynı sıfatı taşıyan şeylerdir. 28. Ruhiyatta «ilk prensipler» denilen düşüncenin bu esaslarına Fârâbl bazen «zarûriyât» veya «fıtri ma'kulât» («yaradılışta var olan ma'küller») demektedir. Başka mantıkçılar, bunu umumi olarak, evveliydi derler. 29. Mugalata. Sekli, konusu veya her ikisi birden bozuk olan bir layas demektir.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
147
30. Arapçası hâtübü'l-leyl olan bu tabir, karanlıkta odun toplamak isteyen, fakat göremediği için eline geçen her şeyi odun sanıp devşiren kimseden mecaz olarak, kullandığı kelimelerin manasım iyi anlamadan, abuk sabuk konuşan kimseleri göstermek için kullanılır. 31. Cedel (dialectique), meşhur veya esasen kabul edilmiş hükümlerden teşkil edilmiş «kıyas» demektir. 32. l'râb. bak. burada, not 17. 33. Metinde aynen böyledir. Bu ibare ile Fârâbl belki, «gerek çekimleri ve gerekse başka hususiyetleri bakımından kıyasî olanlar, bir ölçüye uyanlar ( = mevzun) ve müstesnalar, yani bir ölçüye uymayanlar vardır» demek istemektedir. 34. Merfu, arapçada bir cümle içinde özne (fail, müpteda) mevkiinde bulunup da, sonuna bu yerde bulunduğu için, -ü veya -ün ekleri gelmiş olan isimdir. Mansup ise, cümlede tümleç (meful) mevkiinde bulunduğundan sonuna -e, veya -en ekleri gelmiş olan isimdir. 35. Gerçekten mantik, arapçada, «konuşma» manasında olup, dile ve edebiyata dâir bazı eserlerin adında, bu kelimeye, bu manada olarak, tesadüf olunur. Bu arada İbn-ül-Sikkît (ölümü 243/867)'in düzgün ve güzel arapçayı öğretmek gayesi ile yazdığı tslâh-ül-manUk («Konuşmantn düzeltilmesi») ile VH./XEH. yüz yılda yetişmiş sûfi İran
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
şairlerinden Feridüddin Attâr'ın eseri olup, türkçeye birçok defa tercüme edilmiş olan Manttkut-tayr («Kuşların konuşması»)'ım burada hatırlatmak icabeder. 36. Matlûp, umûmi olarak, aranan, sorulan ve halledilecek olan mesele, soru demektir. Hususi olarak da, mantıkî bir kıyasta çıkacak olan netice mânasına gelir. Bir kıyas yapılarken çıkarmak ve isbat edilmek istenilen şey, eğer doğru ise, bizzat kıyasın neticesinde ifade edilmiş olacaktır. Bundan dolayı matlup hem soru, hem de sorunun cevabı mânasına gelebilir. 37. Hatabi. Aynı mânada olmak üzere,hutbi ( = nutka mensup) şekli de görülen bu tabir, hakiki ve mantıki fikirlere değil, umumiyetle kabul edilmiş fikirlere dayanan muhakeme ve düşünüş tarzı demektir. 38. Burhanl sözler ( = démonstration), öncülleri kesin bilgilere dayanan, ve bundan dolayı kesin sonuçlar (neticeler) veren kıyaslardır (îbn Sina). 39. Burada not 8'e bakınız. 40. Sophistique karşılığı olarak kullanılan bu kelime, esassız ve ciddi olmayan kıyas ve fikirler demektir. Fârâbî'nın burada verdiği iştikak ve kelime mânası doğru değildir. Çünkü bu kelime yunancada «meharçt» ve«ıhazâkat» mânasına
58 İLİMLERİN
SAYIMI
149
olan sofizma'dan gelir ve bileşik bir kelime değildir. Ancak şunu ilâve etmek lâzımdır ki, Fârâbi'nin burada yanlış bir türeme vermesi, onun yunanca bilmediğini gösteren kat'i bir delil teşkil etmez. Çünkü örnekleri pek çok görüldüğü üzere, bir insan pek iyi bildiği bir dilde, hatta ana dilinde bile, kelimelerin türemesinde aldanmış olabilir. 41. Bak. burada not 37. 42. öğretme (ta'lîm) ilimleri veya ta'limî ilimler. Serbest olarak, «müsbet ilimler» diye tercüme edilebilecek olan bu tabir ile eskiden riyaziyeye dayanan ilimler kastedilirdi, ve bazan da metafizik (maba'dettabia) karşılığı olarak kullanılırdı. «Umumiyetle tabiat ilimleri veya tabiîyât, değişmekte olan varlıkları incelediği halde, ta'lim ilimleri, varlıklardan tecrid edilmiş bir halde miktarları inceler» (îbn-ü Rüşd). Bu ilm eskiden hesap (aritmetik), hendese (geometri), yıldızlar ilmi (astronomi) ve başka bölümlere ayrılırdı ki, bunlar burada da sayılmaktadır. 43. Mahsûsât, varlıkları dış duygu uzuvları vasıtası ile bilinen ve idrâk olunan şeylerdir, gök, mavi, yeşil, yaprak gibi. Aynı vasıtalar ile yapılan «iasdifc» 1er, yani verilen hükm 1er için de kullanılır : Gök mavidir, yaprak yeşildir, gibi. 44. Müteşâbih, iki sayının biribirileriyle çarpılan sayıları orantılı (mütenasip) olan musattah veya
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
mücessem (not 45'e batanız) iki sayı demektir. Meselâ 4x3=12 ile 8x6=48 gibi, çünkü -Jo
o
'dir.
Gayri müteşabih ise, böyle olmayan sayılardır. 45. Murabba, kendi kendisi ile çarpılan, meselâ 4x4, 7 x 7 gibi sayılara denilir; musattah başka bir sayı ile çarpılana (5x4, 7 x 3 v. s.), mücessem de musattahm sayılarından birine çarpılandır (meselâ 4 x 5 x 4 , ve 5 x 5 x 4 gibi). 46. Riyaziyede (matematik) umumiyetle kullanıldığına göre muntak (rasyonel), kökü (cezri) bulunan sayıya denilir, 9=32 vs 121=112 gibi; asam ise, tam bir kökü (cezir) olmayana denilir. Fakat Fârâbî, bu tabirleri burada biraz başka bir manada kullanmaktadır. 47. Uklides (Euclide) el-Fîsâgurî. Milâttan önce III. asırda İskenderiye'de yaşamış bir riyaziyeci (matematikçi) olup, arapçası Ustukussât («Unsurlar», fransızca: «Eléments») adını taşıyan hendeseye dair meşhur eseri yazmıştır. Bu eser. hemen yazılmasından sonra, büyük bir şöhret kazanmış, bütün islâm memleketlerinde ve Garpte, hendesenin (geometri) esası olarak, okunmuş ve okutulmuştur. 48. Menâzır ilmi fransızcada «optique» denilen ilimdir. 49. Burhan için burada s. 76'ya ve not 38'e batanız.
İLİMLERİN
SAYIMI
151
50. Bu ibarelere göre Fârâbl, görme olayını, Uklides'in fikrine uygun olarak, gözden çıkan ışıkların havadan veya göz ile bakılan şey arasında bulunan saydam şeffaf, bir cisimden geçerek bakılan şeye varması ile izah etmektedir. 51. Yıldızlar ilmi, bugiin astrologie ve astronomie dediğimiz ilimlerdir. Açıkça görülüyor ki, Fârâbl'nin gösterdiği ve ilim saymadığı bölüm astrologie, ilim saydığı bölüm de astronomie karşılığıdır. 52. Yıldızların duruşlarından ve bunun neticesi olarak, yer yüzündeki hadiselere tesirinden bahseden ve şimdi de bazan ilm-i nücum denilen sözde ilmin hiç bir esasa dayanmadığını, Fârâbl, ayrı bir eserinde de izah etmiştir. Bak. burada, eserleri, No. 11 : Kitâb-ün-nüket. 53. Bundan anlaşılıyor ki, Fârâbl de, ortaçağlardakl bütün âlim ve feylesoflar Ue birlikte, yer yüzünün gerek kendi mihveri (eksen) etrafındaki ve gerekse güneş etrafındaki hareketini kabul etmemekte idi. O zamanlar dünya sabit ve kâinatın merkezi sayılırdı. Dünyanın sabit değil de, hareket etmekte olduğu çok geç devirlerde, ancak XVI ncı yüz yılda Copernic ve Galilée tarafından isbat edilmiştir. Bu gerçeğin uzun mücadelelerden sonra kabul edildiği malumdur. 54. Teşrik, bir yıldızın güneşten önce doğmasıdır; tağritfde güneşten sonra batmasına derler.
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
55. iklim, eski coğrafyacılarda, şimdi olduğu gibi bir yerle alâkalı hava şartlarının toplu olarak hepsine birden denilmezdi. O zamanlar, burada Fârâbl'nin yaptığı gibi, aşağı yukarı büyük bir bütün teşkil eden «ülke» mânasına kullamlırch. Eski bir taksime göre, yedi iklim vardır: Güneyde : Hind, Hicaz; ortada, doğudan batıya doğru : Mısır, Babil, Orta ve doğu Asya; Kuzeyde: Anadolu ve Avrupa'nın kuzeyi, Rusya (Hazer ülkesi). (Bir başka taksime göre, ortada bir iklim olmak üzere diğerleri onun etrafında, daire gibi sıralanmışlardır: Hintlilerin ülkeleri, Arap ülkeleri Berberlerin ülkeleri — dördüncü ve ortada— İran ülkesi, Rum ve Saklap (îslavlar) ülkesi, Hazer ve Türk ülkesi ve nihayet Çin ve Tibet ülkesi. 56. Fârâbl, devrindeki telâkkilere uygun olarak, ge ce ve gündüzün uzunluklanndaki değişiklikler üe meselâ güneşin ve başka yıldızların doğup batmalanndaki değişiklikleri dünyanın hareketleri Ue değil, göğün hareketi ile olduğunu söylüyor. Burada not 53 ile karşılaştırınız. 57. Ağırlıklar ilmi, eskiden ağırlıkları çekmek ilmi (Um-i cerr-i eşkal) denüen ilimdir ki, şimdiki mekanik ilminin bazı konularım incelerdi 5& Tedbir (hiyel) ilmi, şimdiki mekanik denilen ilmin bazı kısımları ile, diğer müsbet ilimlerin tatbikatım inceleyen İlimdir.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
153
59. Cebir ve mukabele, aslında riyaziye (aritmetik) de İki ameliyenin adıdır. Cebir, bir eşitliğin (müsavatın) bir tarafında bulunan menfi (negatif) bir haddi (terim), eşitliğin (müsavat) her iki tarafına ona eşit müsbet (pozitif) bir had ilâve ederek yok etmektir, meselâ : 5xl — 6 x + 2 = 4 x J + 7 eşitliğinde (müsavat), ilk tarafta bulunan — 6 x'i yok etmek için, her iki hadde + x ilâve edilmek sureti ile, 5x, + 2=4x, + 6x+7 elde edilmesi cebirdir. Mukabele ise, eşitliğin her iki tarafmdan eşit veya «mütecanis» hadleri •kaldırmakdır. Meselâ yukarıdaki eşitlikte eşit hadlerin (terim) kaldırılması ile x2=6x + 5 elde edilir. Bu tabirler orta çağda Avrupa'ya da geçmiş, meselâ fransızcadaki algèbre ( = cebir) (ıstılahı (eZ-cebtr)'den çikmıştır. FârâbI bunun bazı esaslarının Uklides'in kitabından çıktığını söylüyorsa da, şimdiye kadar bu isbat edilmiş değildir. Bunun Hind'den gelmiş olduğu veya, daha kuvvetle muhtemel göründüğüne göre, islâm müellifleri tarafından bulunduğu söylenmektedir (İslâm ansiklopedisi). 60. Burada not 46'ya bakınız. 61. Metnin, olduğu gibi, kelime kelime tercümesi budur. Bütün ilimlerden bahseden eserlerde, böy-
O t VT1 İT
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
»e bir ilmin varlığına ve nasıl bir ilim olduğuna dair bir bilgiye tesadüf edilmiyor. Fârâbî, belki, bir bina yapılırken, çökmemesi veya yıkılmaması için alınacak tetfbirleri gösteren bir ameli ilmi, bir sınaatı anlatmak istemektedir. 62. Garip kaplar Arapçası evân-in acibe; el yazması bir nüshada evaz-in-, latinceye «ağırlıklar (— eı> zân) sınaatı» mânasında tercüme edilmiştir. Burada Kahire, 1949 basımasında bulunan yukarıki şekle göre tercüme edildi. 63. Kıvam, var oluş ve varlık mânalarındadır. Bu bakımdan kıvam bir arazın (accident) ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğu, fakat var olmak için araza ihtiyacı olmıyan bir yer, bir mevzu demektir. 64. Araz, varlıklarda cevherin zıddı olup, bir cisimde bulunup da, onun cevherini teşkil etmiyen şeydir. Bunlar, ya o varlığa — onun var olmasını temin etmeden — hususiyetini verir, yahut umumi olur : Kar ve kirecin beyazlığı gibi. 65. Görülüyor ki, Fârâbl, biraz aşağıda daha da açıklıyacağı üzere, tabü cisimlerde, dört «illet» (sebeb) görmektedir: 1. Maddi illet: cismin maddesi, meselâ masanın tahtası, 2. «sûrl» illet: maddenin aldığı şekil, meselâ masanm dört köşeli olması, 3. Yapıcı ve hareket ettiren illet: cisme o şekli veren, meselâ masayı yapan marangoz, 4. Gai illet : cismin ne için yapıldığı, meselâ masanın üzerinde kitap okumak için yapılması. Şunu da ilâve etmek lâzımdır ki, bu tasnif aynen Aristo'da vardır.
58 İLİMLERİN
SAYIMI
155
66. Ustukus, «mürekkepleri (bileşikleri) teşkil eden asıl» mânasına gelen yunanca bir kelimedir. İbn Sina bunu şöyle tarif etmektedir : «Ustukus, ilk cisim olup, kendisine zıt ilk cisimlerle birleşmesi dolayısiyle ona ustukus denilir. Bundan dolayı, cisimlerin tahliyesinde en son varılan unsur (élément) ustukustur». 67. Oluş (.kevn) maddenin suret alması, dağılış (/e8âd) da suretin maddeden silinip kalkmasıdır. Fârâbi'ye göre, oluş, bir terkip veya ona benzer •bir şeydir; dağılış da bir çözülme, terkibin açılması veya ona benzer bir şeydir. 68. «Yüksek eserler», yer yüzü ile gök arasında, gök boşluğunda, meydana gelen yağmur, kar, ebemkuşağı ve başkaları gibi olayların araştırılıp incelenmesinden bahseden ilim bölümüdür. 69. Burada ayrı bir ilim gibi telâkki edilen bu mabadet-abia (Tabiat-ötesi, métaphysique) veya ilâhiyat ilmi, şimdi metafizik denilen asıl felsefe konularını inceler. 70. Medenî ilim, tabiî ihtiyaçların zorlaması ile bir şehir ( = medine) kuran insanların irade ile yaptıkları hareketlerini, seciyelerini, ahlâklarını ve bir de siyasete dair hususları araştıran ve inceleyen ilimdir. Bak burada not 5. 71. Külli (universel) ayrı ayrı birçok şeyleri içine alan söz, mâna v.s.'dir. «Külli mânası birçok şeyler hakkında kullanılmasına engel olmayan düşünce ve başka şeylerdir» (İbn Sina). 72. Burada köşeli tırnak içindeki ibareler, bir nüsha hariç, başka bütün el yazması nüshalarda mevcuttur. Fakat, konu ile alâkasız olmamakla
1104
İLİMLERİN
SAYIMI
beraber, aslında sahifenin kenarında bulunan ve sonra yanlış bir yere konulmuş olan bir nota benzemektedir. 73. A'yan. arapçada ayn kelimesinin çoğul şeklidir. Felsefede belli bir şahısta, müşahhas (somut) bir halde, var olan varlık mânasında «varlık» demektir. Bundan dolayı da fert ve şahıs mânasında kullanılır. Meselâ «şey, akıl veya tasavvurda mevcut bulunan müşahhas (somut) bir varlık ( = ayn) veya bir surettir» (îbn Sina) 74. 5eriat, Kelime mânası «suya giden yol» demek olan şeriat, umumiyetle «din» mânasında kullanılır ve şöyle tarif edilir : «Tanrı'nın bir peygamber aracılığı ile kullan için çizdiği yol». Bu da iki şeyden meydana gelir: 1. İnanılması emredilen inançlar (itikatlar), 2. yapılması emredilen işler lameller). Bunların birincisi kelâm ilminin, ikincisi fıkıh ilminin konusunu teşkil eder. Burada şeriat kelimesi daima bu mânada kullanılmıştır. 75. Tahdîd, felsefede bir şeyin tarifini ( —had) vermek, bir şeyi tarif etmektir. Şeriatta ise, kurucusunun iş (ef'al) ve inançlar (itikad) hakkında sınırlar ( = had, cemi hududJ tesfoit etmesi, yani bu hususlarda verdiği hükümlerdir. 76. Te'vil, bir mânayı uzalk bir mânaya çekmek, bir hadiseyi yorumlamak mânasına gelir. Kelâm alimlerince, dine ait bir fikir ve işte, Kur'an'daki bir âyeti veya bir sözü, kesin deliller ile değil de, zanna dayanan deliller ile yorumlamak, açıklamak demektir.