Ülkü Halkevleri Dergisi - Sayı 101

Page 1



IÇINDEKILEB Bir Temsil Karşısında Bôzı Düşünceler . . . . . . . . .... . .. . . . . . . . . . Falih Rı fkı Atay . . .. . 385 XVl.-XVlll. Asırlarda Türk Bahçeciliğinin Macaristandaki Oskar Kolling (Macarca­ Tesirleri . . . . . .. .. .... . . ... . . . .. .. . . ... . . . . .. ..... . . .. .. ..... don çeviren : Sadrettin Karatay . .. . .. . .. .. . ...... 389 .

.

. . .

. .

Ortazaman Türk - lslôm Dünyasında Türk MilletlerindeProf. A. Mez (Almancadan Meşrutiyet Hakkı . ... .... .. ..... . .... .. . . . ,,çeviren : Cemal Köprülü . . . ... . ...... .. . . .. . Halide Nusret Zorlutuna Dağlar "Siir., .... .. . . ... . ... . . . . . . . .. . . .. .... ...... . . . . .... . . . Zeynel Akkoç . Şeytan Mefhumunun San'atkôrlara Tesiri . .. .. .. .. .... . . Nahid S ı rr ı .. . .. .. Bir Kastamoni Seyahatnamesi .. . .. . . . . . . . . ... . . . . . Delilbaşi Ali Süha .. . . . Kalanların Nafakası "Hikôye.. . . . . •

. . . .·

.. · . .

. .

·

. · . . . .. . . ·

·

. .

. .

.

.

399 -406 407

411 41 7

Tilkitepe Kazısında Bulunan Kemik ve Taş Aletler Mün- Prof Ş. A. Kansu - Tahsin nasebetiyle Şark ve Cenubi Şarki Anadoluya Bir Bakış Ozgüç ... ..... .. .. . .. .. . .. 425 . .

Doğduğum Köy "Şiir,, . .. .. . .. . . .. . . ... . .. ...... ... .. . .. .. .. . . .. . .. Ceyhun Atuf Kansu . . . . Oluşum : Sevket Aziz Kansu . . Thomas Moar'ın Şiirlerinden Parçalar . . . . . . . .. ... . . . . . . . . . . .. .. . . Çeviren : T. A. .... ... .. . Aşk için Romans "Şiir,, . . . Ceyhun Atuf Kansu . .. .

.

. .

. . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

. .

430 431 433

436 Acaroğlu rker T 93 Harbi ve Edebiyatımız . . .. .. . . .... . . . ........ . .. . .. ... . . . . . . . . . . .. ü ..... .... . 437 Goethe ve Wilhelm Meister . .... .... .. . ... ..... . . . .. ....... . .. Harry Maync (Almanca., dan çeviren : Dr. Şükrü Atala) .. . 445 447 . M. Fahreddin Çelik Dede Korkut Kitabı'ndaki Coğrafi Yazılar . . . . . . . .. . . . . . . . . .

. • .

. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . .

..

. . . . . .

Nômık Kemal Hakkında Türk

Suları . . . . .

. . . . . . . ..

.

.

.

.

. . . .

.

. . .. . . . . . . .

. . .

4S7 . Edip Ali Bôki O r Kerim Omer Ço0:cr "59

. _ .

. . . .

.

_

.

.

HALKEVLERl POSTASI Halkevleri ve Holkodalan Çalışmaları [Sosyal Yardım "Dr. M. Celôl Duru,, -. Musiki Hakkında Bir Cevap -. [Halkevleri NeşriyÔh) . ;....................... . .. . . . . . . . . . . .

.....

467

AYIN HADtsELERl Türk - Alman Dostluk Anlaşması Yurt Dışında . . . . .....

-.

C. H. Parti�inin Ressamlarımızı Himayesi -. .. . . . . .'......... ....... . . .. ..... ... .. .... .... .

-471

..........

476

.... .. . . . . . . . .. . . . .... . . . . . . . . . . . .....

.

....

.. .

..

FlKlB BAYATI Bir Okuyucunun Notları [Modcıme Butterfly Temsili] . .... ... . ... Nahid Sırrı

.

BlBIJYOGRAFYA Dr. Orhan, "Bizde Kooperatifçilik ve Kooperatif Kanunları,, Dr. N. 1. - Bulgar Ma.................. 478 arif Vekilliği Neşriyatından . . . . . ... . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . Türker Acaroğlu . .....

Yazılar, Direktör adına gönderilmelidir. İdareye fild işler için ÜLKÜ ldi.re Direktörlüğü Ankara adresine müracaat olunmalıdır. ÜLKÜ'ye yalnız yıllık abone yazılır ve abone çıkış yılı başmdan sayı� lır. Abone parası 250 kuruşdur; ilkmekteb muallimleri ile bütün talebeler için abone parası 175 lruruşdur. Abone parala.rı Ankara'da ÜLKÜ Direktör· lüğü'ne gönderilmelidir. VLKtl tdire Merkezi ANKARA, Ulus Meydanı Koçak ilan.

Telefon

:

2478


Sayı

:

101

TEMMUZ

1941

Cild

: XVll

01-1�-0

HALKEVLERİvEHALKODALARI DERGİSİ Direktör : 1'1. FUAD KÖPRt.lL"O

BİR TEMSİL KARŞISINDA BAzl DVŞ"ONCELEB

FALİH RIFKI ATAY

"... Bu büyük san'ata bir lnkıl6b hamlesi içinde başlamış bu lunuyoruz. Bu san'ot, san'otlar ın en y ükseöidir. Bu san'atı ileri götürecek sizlersiniz. lsrorla, bıkmadan, inkıl6b ve san'at · askıyla çalışacaksı nız. iSMET INONO-,, -

Bir program üstünde şu isim: «Madame Butterfly, opera 3 perde.» ve kabın içinde malôm tafsilat: eseri 3·azan ve dilimize çeviren, müzik ve sahne işlerini idare eden, oynayan ve söyleyen san'atkarlarm adlan! Bunda Trakya hudud.larmın bir kanş ötesinden garb aleminin sonuna kadar, yüz milyonlarca insan için hayret edilecek hiçbir şey olmayabilir. Halbuki Türk milliyetperveri için bu hi.dise, birbuçuk asınlanberi devam eden büyük mücidelenin esaslı zaferlerinde.O: birini teşkil eder. Eserin ne güft.esi, ne de bestesi bizimdir; sahneye çıkanlar, temelini henüz beş sene evvel atdığıınız bir mektebin talebeleridir. Birinci sınıf rol­ leri oynayanlar bile daha iki sene mektebde kalaca.kla.r, sesleri ve sa.n'at­ ları, talim ve terbiye devrini ta:kıyb eden yıllar içinde olgunluğunu bulaca.k­ dır. Hi.dise dediğimiz, Madame Butt;erfly operasının türkçe olarak, bir Türk orkestrası önünde, Türk san'atki.rlar tarafından ilk defa oyna.nmrun ka­ dar, inkılibunmıı bir büyük mes'elesinin halJedi.bniş olmasıdır. Belki b8.zı kimseler kendilerine §U suili sormuşlardır: bizim milli mfi­ Rlkimiz bu mu olaca.kdır? Belki b&zılan, birbu� asırdanberi, bizi garba doğru götüren her inkılib karşısmda tekrar edildiğinl lşitdlğimiz kaygıÜlkü

-

2'


386

O L KO, TEMMUZ 1941

ya kapılmışlardır: acabi milli môsiki an'anesinden o:ıakla.şarak, milli ben­ liğimizi kaybetmeyor muyuz! İyi niyet si.hiblerine, bu tereddüdlerinin yer­ siz olduğunu a.nJatmak için, bizim garbWaşma hareketimizin tarihini hatır­ latmak, hatta sadece edebiyat mhli\Jimizi zikretmek ki.fi gelir. Fakat bu hareketin başdanberi mi.nasını anlamayan veya. anlamak istemeyenler ve her fırsat.da milli an'ane demagojisini ileri sürenlerle müna�a hiçbir va­ lnt netiyceli olmamışdır. Eğer bütün alışdığunız müesseseler için milli an'­ ane ve yeni inkılablar için bid'at olmak mantıkı haklın kalmakda devam etseydi, Ocak ve Nizam-ı cedid, medrese ve mekt.eb, fes ve şapka, arab ve 13.tin harfi, hüıasa Şark ve Garb medeniyetçiliği arasındald teşkilat, kül­ tür ve şekle i.id kavgalara nih8.yet vermekliğimiz ve Türk Devlet ve mille­ tinin XVII nci asır sonlarından XX nci asrın bildiğimiz günlerine kadar süregelen sukut ve i.nhilil seyrini durdurmaklığınıız mümkin olur muyrlu ! Biz eskiden, başka bir yıldwla. oturmayorduk. Osmanlı Türb:'ü ola­ rak, Şark - İslam medeniyet 3.lemine mensubdu.k. Bu medeniyet Arablar, İranlılar, Türkler ve diğer milletler arasında müşterek idi. Bizim yalnız kendimize mahsus müesseselerimiz olduğu gibi, bu milletlerle müşterek müesseselerimiz, yam bir Şark - İslim beynelmileliıniz vardı. Hemen yarım a.smlan fazladır t.erketdiğimiz Divan edebiyatı Osmanlı iycadı mıdır? Fasıl môsı1risi, Osmaııh Tiirkö'nön de iştirik etdiği bir medeniyetin malı değil midir! Dinn edebiyatında bizim husôsi bir sözümüz, fasıl musikisinde husiısi bir sesimiz var ki bizim olan o idi. Nasıl Garb musikisinin içinde bir Alman sesi, bir Rus sesi, bir İtalyan sesi varsa, Şark musikisinin içinde d e bir Arab sesi, bir İranlı, bir Bizanslı, bir Osmanlı sesi olmuşdur. Bu ses, öğrenme, intibak ve taklid de\Tinden ibda de\.Tine erişdiğimiz vakıt, Garb musikisinin içinde de duyulacakdır. Şü.r ,.e edebiyatda, yolun büyük kısmım aldık. Nasıl artık, XIX uncu asır muhafaza.karlan gibi, roman ve tiyatro milli değildir, demeyor da, yalnız milli roman ve tiyatro mes'eleleriıniz üs­ tünde çalışıyorsak, yüzde yüz tercümeye benzeyen Edebiyat-ı Cedide'den Garblı ve milli edebiyata doğru takıyb etdiğimiz yolu, musikide de t.ekrar edeceğiz. Mekteblerde Divan edebiyatı değil, Garb edebiyatı usill.leri, Şark mô.­ sıkisi değil, Garb musikisi usiilleri, Şark tasavvufu değil, Garb felsefesi öğretiyoruz. Mfi.sıki dahi, bizinı terbiyeye, onun t,edrici, fakat saglam yu­ ğnruşuna emanet etdiğimiz büyük işlerdendir. Millet Meclisi'ndeıı ne, fes ve arab harfleri için olduğu gibi, fasıl miisıkisinin yasak olduğuna dair bir nehiy, ne de, şapka ve 13.tin harfleri için olduğu gibi, Garb mfi.sıkisi par­ çaları dinlemek ve söylemek mecbiıri olduğuna dair bir emir çıkmadı. l\'lu­ sıki bahsinde artık bir iytikadlar değil,bir iytiya.dlar mücadelesi içindeyiz. Bu memleketde kimse ne Divan edebiyatının dirileceğine, ne de Şark mu-


BiR TEMSiL ICAR$1SINDA BAZI DZSO NCELER sıksinin

derim edeceğine

inamyor.

Fasıl

musıklsini sevenler vardır. Doğ•

duklarmdan muayyen bir yaşa kadar onu duymuşlar, ve gençlik hatımlan onun bi1'takım beste ve güftelerine bağlanmışdır. Bu môsıkiyi sevmekde olmak bir kusur değildir: kusur, artık şahsi kalmağa, ve şahıslarla bitme­

edeceğimiz tarihi bir hatıra. olınağa mahkôın bir môsıkiyt, miDi saymak ve milletle beraber devam edeceğine kamna.k iddiasına k8" pıla.rak, mesel'1 Ttirk n.dyosunu saatleI"Ce bir masabaşı �gısı hWine getil'­ melk isteyenlerin döşünce sa.ı,atlığında.dır. Fasıl mfısıkislne günde bir saat

ğe, veya, iftihar

ve belki daha fazla zaman veren

Türk Ra.dyosu'nn,

man ayudığmdan dolayı itııa.m. etmek değil,

milli môsıkiye az za..

bili.kis y eni

môsıld

terbiyesi

saatlerhıden, şahsi zevkler için, bir saat feda etmek mttsa.rnalıasında bu• lunduğu için takdir etmelidirler. Halk türkülerinden ba.hsetmemekde ol­ duğumuzu göriiyol"SUDUZ.

R e m y

d e

G o u

an'anenin bir başlangıcı

rm

o n t :

olduğunu

«an'ane mi? fakat, her şeyin, hatti

kabôl etmeyor musunuz?» diyor. Garblı

Türk môsıkisinin an'anesi de, senelerdenberi,

Türk mektebinde ve )'eni

Türk Cemiyetinde ba...5lanıışdır. Biz inkılabçılarız.Demek ki bir tarafdan tasfiyeciler, diğer tara.fdan te'siscileriz. Her tasfiyemiz, bir an'anenin ölü­ münü, yani bir müstehase, her te'sisimiz bir an'anenin başlangıcını, yam bir hayat ve inkişaf ifade eder. Daha biz �cukken milli an'anelerin ba­

şında

gelen hi.nedancılık şimdi, öleli bin sene olmuş gibi, bir müstehase;

o zaman tam bir küfiir olan cüınhuriyet ve milli hakimiyet

şimdi, doğalı

ve yerleşeli bin sene olmuş gibi, bir aıı'anedir. Türkler'de

milli

şuôr, Garb terbiyesi ile başlamışdır.

O

za.mandanberi,

bizi Şal'klı olmakdan uzaklaşdıran lıerşey, Türk olmağa, milli olmağa ya.k­ laşdırdı. Bizzat millet, ümmete

karşı millet, bir Garb müessesesi değil nü­ sa.n'atın her kısmında kaybetmek değil, bilakis yeniden arama bulma devri içindel'iz. Garblı Türk­ dir?

Kendimizi ne tefekkürde, ne edebiyatcla, ne

ün yazdığı tarih mekteblerimizdedir: «Tabiat-ı kavm-i etrak-i biidrak» ta­

birini, XIX uncu asır başlannda garbcılıkla mücadele eden bir Osmanh vak'anüvisinin ldtabmda bulursunuz. N e f' i, Türk kelimesi ile küfre­ derek can verınişdi.

nk şapkayı giyen

başının

üstünde, ilk Garb felsefesi dersini dinleyen

kafasının içinde ne duymuşsa, ilk türkçe

operayı işiden belki his ciha­

nndan öyle bir yadırganlık ge!;diğini sezecekdir. Bunu m3.zu.r görmek 18.­ ımı gelir. Hedef bu millete, Garb medeniyet alemi içinde, eski Şark me­

deniyet alemi içinde olduğu gibi, maddi manevi vaziyfelerini görmek ve bö� olmak kudretini vermekdir. Teknik ve usôl intibakını bitiren edebiyat.da çokdan «milli» nn l"e bulmakdayız. Teknik ve usôl intibalonı

geçirmiş

yi isteyo­ y�

sayabileceğimiz


388

a L K a. TEMMUZ 1 9-'1

mimirimizden «milli» yi artık istemeğe başladık. Hiç olmazsa san'at şehirlerimizin bi.zı bölgelerinde ve muayyen birtakım binfilarda (belediye evleri gibi) müsabaka §artlannın başına «Türk sivil mimarisi esaslarına uygun olmak» kaydını ilave etmek sırası gelmişdir. Şimdi Garb havalarını iyi çalmalarını ve iyi söylemelerini istediğimiz san'atkirlan da yarın, ya­ ratmağa. davet edeceğiz. Bizim bestekarlar da, ç a y k o v s k ı Türk bozkınndan sesler topladığı gibi, folkloru, dağlarımızı ve sularımızı dinle­ yerek, bizim havamıza, renklerimize ve tabiatımıza ısmara.k, dinlendiği va­ kit Türk denecek sesi bulacaklardır. Madame Butterfly, bir başlangı� doğru, güzel ve ciddi bir başlangıç­ dır: bu üç vasıf, devi.m etmek li.zınıdıJ'. Milli Şef, dünld sözleriyle, işte bu cdevim» m derinliğine ve çetinliğine işi.ret etmişdir. San'at ibdiı güç, môsıki ibdaı belki hepsinden güçdür. Kemalizm inkı­ libmın hür ve mağrur çocuklan bu «çok güç» ö elde etmek a.,kı ve ihtirisı De !;&lışırlarsa, «güzel bir başlangıç» dediğimize, gözleriınizi. yummadan cbir mucize» diyeceğimiz sahneler görebiliriz. Di


T

R

Ü

K

K XVL

-

Ü

L

T

Ü

R

Ü

xvm. ASmLARDA

TVRK BAHÇEC1LtG1NtN MACARİSTAN'DAKİ TESİRLERİ•

OSKAR KOLLİNG

Karpatar havzası asırlarca müddet hazin harblar sahnesi olmuşdur. Bu uzun mücadelelerin bütün. siya.si mana ve te'sirleri zamanla tama­ miyle yok olmuş ve hatta onların izleri bile silinmişdir. Bu hareketli ve hadiselerle

dolu devirlerden, zamanın bütün

ederek bize kalan şey

değişmelerine mukavemet

ancak günlük hayatımızda

çarpmaksızın yaşayan ve zarıiri

mütevazıane ve göze

ihtiyaçlarımızın teminine yarayan bir

takım iktisadi ve ameli bilgiler ve bunların netiyceleridir. Bu iktisadi kül­ tür vak'ası, asıl ve sebebini bugünkü cemiyet adamının keşf ve te'min edemeyeceği hadiselerdendir. Fakat ehemmiyetsiz gibi görünseler de bun­ ların menbalarını araşdırmak faydalıdır. İktisad ve kültür tarihine sağ­

lam temel ancak bu sayede kurulabilir. İşte Türkler, Macaristan'ın istiyla etdikleri yerlerinde, zaman zaman silah patırdısı kesildikçe, kültür faaliyeti göstermişler, hakıyki kabiliyet ve zevklerini

bezletmek sU:retiyle

meyvacılık ve çiçekcilik,

yani

bahçe

ziraatı ile uğraşmışlardır. Eski - yazık ki az - vesiykalanm ız bize, harb etmesini bilen Türk milletinin barış zamanına mahsus işlerinde pek zi­ yade zevk aldığını göstermekdedir. Türk bahçeciliğinin, bu asil san'atı­ nın Macaristan'daki tesirleri pek şümfillü olmuşdur. Güzel ve asil işlere

karşı duygulu olan Macar milleti,

bu sahada yüksek kültüre

lunan Türkler'den birçok bilgiler almışdır.

mfilik. bu­

Bugünün adamı bu barış kül­

türü netiycelerinin harblar va.sıta.sıyle Macaristan'a girdiğini hiç bir za­ man hatırına getirmeksizin her günki hayatında onları görmekde ve on.. lardan faydalanmakdadır. Bu bakımdan şu ata sözü pek yerinde olsa ge­ rekdir:

N'mcsen olyan kar, mely haszonnal nem jar. c:Her zararın bir faydası vardır».

[it) Bu vazı makalenin yerde intişar etmemiştir.

oriiinalinden

tercüme

edilmiş ve

daha önce

başka


390

OLKO, TEMMUZ 1941

Esasen İtalyan rönesansı'nın tesiri altında XV inci asırda oldukça inkişaf etmiş olan bahçıvancılığımızın XVI ncı ve XVII nci asırlarda Türk idaresi devrinde her sahada yeni ve zengin bilgilerle genişlediği muhakkakdır. Her halde bu değerli inkişaf insanlığın ortak malına, y3.ni medeniyete sil8.hdan daha faydalı olınuşdur. Harb gürültüleri kesildikçe Türk Paşaları, beyleri ve diğer ileri ge­ lenleri kendi konaklarında, ka.Ielerinde, karargahlarında süslü bahçeler meydana getirmek ve bu bahçelerde büyük bir ihtisasla halis meyva ne­ vileri ve nadir çiçekler yetişdirmekde birbiriyle rekabet ederlerdi. Bu bahçe merakı Türkler'de eski bir an'ane olsa gerekdir. Mütareke zamanlarında Mac.ll.rlar'la Türkler umumiyet itiba:rıyle iyi geçi. ıirlerdi. Ufak tefek bazı hudud hadiseleri, küçük çarpışmalar olsa da siyasi münasebet kesilmez ve Macar asılzadeleri '!'ürk ileri gelenleriyle sık sık temasa gelirlerdi. Bu sayede Macarlar, Türkler'in hakkıyle öğü­ nebilecekleri birtakım şeyler öğrenmeğe vesiyle bulmuşlardır. Macar asilzadeleri arasında Türk bahçelerinden ve çiçeklerinden hoşlanub zevk alanlardan maada nadir meyva cinslerinden ve müstesna çiçeklerden aşılar ve tohumlar tedarik edenler de vardı. Bu bakımdan T a m a ş N a d a ş d y başda gelir. Bu zat pek fazla olan idari meşgfiliyeti arasın­ da kendi zevk ve merakını tatmin için Şarvar'daki malikanesinde bahçe işleriyle uğraşmağa vakıt buluyordu. Nitekim bu merak saikasıyle mev­ siminde Türkler'den iyi cins meyva fidanları tedarik eder ve bahçesine dikdirirdi. N a d a ş d y'nin k!hyalarından 1 ş t v a n, 5 Mart 1556 da, yani bahar mevsimine girerken efendisine gönderdiği bir mektubda yeniden tedarik edilen makarica, Zelenka, muskotaly adlı Türk ve Yunan armud cinslerini yerlerine dikdirdiğini bildirmekdedir. Renk 8.ile mektublarından 24. - (Karolyi - Szalair: T. Nadaşdy Ta­ rih ·arşivi: S. 553 - 1907) . Bu mektubdan N a d o r'un ( • ) , başka yerlerde meşgfil iken de, Türkler'den tedarik olunan meyva fidanlarına ne türlü bakıldığını merak etdiği ve bunlar hakkında malfunat istediği açıkça anlaşılmakdadır. Bu meyva ağaçları böyle zahmetlere de 18.yı.k.dırlar. Çünkü bunlar da öyle meyva yetişiyordu ki N a d o r familyası senelerce sonra Avusturya lmparatoru'nun bile takdirine mazhar olmuşdu. Bu ise oldukça büyük bir işdi. Çünki memleketin birçok ünlü eşrafı erken yetişen meyvalar takdimi ile hükümdarın teveccühünü kazanmağa çalışıyorlardı. N a[•] N a d o r "Paletin,. umumi vali.


TORK BAHCECILIGININ MACARISTAN'DAKI TE'SIRLERI

391

d a ş d y'nin Vaş vilayetindeki malikanesinde duranc kaysısı ve Besterce eriği de yetişdiriliyordu. Türkler'den ted8.rik etdiği bu meyva cinsleriyle «N a d a ş d y bü­ yük manevi muvaffakıyetler kazanınışdı. Avusturya 1mparatoru 1. F e r d i n a n d'ın, M a k s i m 1 i e n ve R u d o l f'un meyva bahçe­ lerine bu ağaçlardan aşı kalemi götürülüyordu. O sıralarda

N a d o r

ölmüşdü. 1563 de

Kral'a meyva fidanları

onun dul karısı tarafından gönderiliyordu. Mamafıh kral'dan başka bir­ çok Avusturya kibarları da bu gibi hediyeleri memnuniyetle kabul edi­ yorlardı. Bu kabilden olarak Prens E c h (Salın) 'in de 1569 da genç N a d a ş d y'den duranc kaysısı ve 2-3 yaşında Zelenka armud fidan­ ları istediğini görüyoruz. Bu fidanların nakil ve sevk işlerine çok itina gösteriliyordu. Güzelce ambalajları yapılıyor. Her cinsin üzerine ayrı etiket konuyordu. Meyva­ nın kendisine de çok kıymet veriliyor, ölecek hastalara bile meyva veri­ liyordu. Macarlar'ın Türkler'den aldıkları halis meyva cinslerinden birçoğu Macarlar vasıtasıyla komşu memleketlere, oralardan uzak ülkelere ya­ yılmışdır. Her nekadar bu komşu veya yabancılar hediye suretiyle ele geçirdik­ leri bu yeni meyva çeşidleriyle öğünmüşlerse de her halde bunlara Ma .. carlar, daha doğrusu Türkler sayesinde nail olduklarını meskut geç­ mişlerdir. O devirlerde zengin beyler arasında yalnız meyva fidanının değil, meyva mahsulünün de hediye suretiyle teatisi adetdi. Bunlar da güzelce ambalaj edilirdi. Nitekim M a r i a C h r a n da !mparator'a iri Acem kaysısı göndermişdi. Bu kaysı cinsinin de Macaristan'a Türkler tarafın­ dan sokulduğunu söylemeğe lüzum yokdur.

Bizzat P e t e r P a z m a n y - meşhur E s t e r g o n baş pis­ koposu - bahçeciliğe meraklıydı. Büyük meşgilliyetine rağmen çok z aman bahçesinde çalışırdı. Estergon'daki meyva bahçesinde yetişdirilmek üze­ re

doğrudan doğruya Türkiye'den şeftali aşıları getirtmişdir. Memleketin işgfil altında bulunmayan kısımlarında da Türk meyva ağaçlan yetişdirilirdi. Bestercebanya XVII. nci asrın ilk yansında el­ macılığıyla tanınmışdı. Bunların arasında Bosna elması nefasetiyle te­ mi.yüz etmişdi, ki bu da gene Türkler tarafından kazandırılmışdır. Bahçıvanlıkda muvaffakıyet elde etmek için birçok M acar beyleri hizmetlerine Türk bahçıvan alıyorlardı. Madam T a m a ş N a d a ş d y'nin, B. B a t h y a n y i'nin ve 1 s t v a n B o c s k a y'm bah­ ;rnnları hep Türkdü. Bu adamlar çalışdıkları yeri cennete çeviriyorlar-


392

a L K a , TEMMUZ 1 941

dı.

Böyle olmakla beraber bu kadar emekle meydana getirilen bahçeler hakıyki Türk bahçeleriyle boy ölçüşemeyorlardı.

1664 de Macaristan'ı dolaşmış olan meşhur Türk seyyahı E v 1 i­ y a Ç e 1 e b i Pecs (Peç) şehrinden bahsederken şehir etrafındaki meyva bahçelerinde bir günde 47 çeşid ve başka başka lezzetde armud tatdığını kaydeder. Ç e 1 e b i'nin rivayetine göre Peç civarında 160 çe­ şid armud tesbit edilmişdir (Şandor Takats: Arkeoloji mecmuası, Türk devrinden hatıraları 1920 - 22, S. 251) . -

Bunlara ilaveten söyliyebiliriz ki Eger'de yetişdirilmiş olub içlerin­ den briçoğunu Asya'dan getirmiş oldukları armud çeşidleri de Türkler'in meyvacılıkdaki terikkilerinin bir delilidir. (Tarih Mecmuası - Kolozsvar 1875. s. 354) . Türkler Arad vilayetinde de birçok elma nevileri yetişdirmişlerdir ki, bunların arasında en ziyade sicula cinsi tanınmışdır. Bu elma çeşidi o mıntakanın ekşi sulu arazisinde mükemmelen yetişmiş ve «Macaristan meyvacılığının ziyneti:. adıyla anılınışdır. Bu son turfanda elmayı merak­ la yetişdirenler arasında Borosjenö paşası da bulunmakda idiyse de onu asıl ilk yetişdiren 1665 tarihlerinde o havalide yaşamış olan S i c u 1 a Bey'i O 1 g e r {?) Bey idi. Türkler'in ziraatcılık ve bahçıvancılık hakkındaki görüşünü O g1 e r Bey'in ağaç dikimi ve bakımına dair Solymas kalesi muhafazasına göndermiş olduğu 1665 yılma aid mektubundan daha iyi hiç birşey anla­ tamaz. Bu mektub o kadar ileri bir düşünce 3.lemini göstermekdedir ki onu kültür tarihinin çok dikkate şayan bir vesiykası olarak aynen alıyoruz: «İşbu name Solymos Kalesi'nin hamasetlu muhafızı muhterem ve aziz komşumuz t s t v a n K i s s efendimizin dest-i valalanna vusul bula. Cenab-ı Kibriya'nın lfı.tf-ı rabbanisini temenni ve selam-ı naçizanemizi takdimden sonra hamasetlu efendimizin tarafımıza irsal buyurduğu mek­ tuba karşılık işbu name tastir olundu. Zatının refikası buradaki büyük efendimizin Temeşvar Paşası'nm nezdinde ve selametde bulunmakdadır. Nezdinde esir bulunan F a t m a bırakılmadığı cihetle hemen tahliyesi hususundaki tavassutum bir netiy­ ce vermedi. Paşamız'ın bu hususda dermeyan eylediği şerait melfiif mektubunda görülmekdedir. Diğer esirlere gelince, bunlar adam başına otuz fidan dikmeği ve iki kerre on kibla çavdar ekmeyi teahhüd ederler­ se kendilerini salıvereceğim. F e r e n c V i r a g ne tarafımdan ne de başka Osmanlı tarafın­ dan rahatsız edilmeyecekdir. Çünkü o iki kerre 50 ağaç fidanı dikmiş ve iki kerre 10 kibla buğday ekmişdir. Böylesi hiç bir zaman fena insan ola-


TDRK BAHCECILICININ MACARISTAN'DAKI TE'SIRLERI

395

Vergi olarak eşik başına iki (forint) 30 (filler) ödenecekdir. Bu çok değildir. Mamafih biz fakır tebaamızla uyuşuruz. Bir forint için ağaç diksinler. Bunu yapanlar Allah'ın lfıtfuna nail olurlar. Komşuluk hatın sayarak bunu siz de böyle yapın. Böylece hem sizin hem de bizim bilgimiz artar, sulh içinde ve dostlukla geçinir gideriz. Zatının bizim.kilerden bazılarının fakır tebaaya fena muamelede bu­ lunmakda olduğuna dair olan şikayetini elimden geldiği kadar bertaraf etmeğe çalışıyorum. Fakat nasıl oluyor da sizin içinizde de dikilmiş ağa­ cı sökecek kadar kötü insanlar bulunuyor ve bununla düşmana değil ken­ di memleketlerine zarar veriyorlar. Kahraman Macarlar eğer ağaçlara bakmış, topraklan işlemiş olsalar ve silah tutub birleşseler her biri bir (tam.erlin) [yazının sonundaki notlara müracaat] olabilir. Yurdunun toprağını işleyen millet kuvvetli olur ve mahvolmaz. Her Macar on kilba buğday ekse o zaman her biri iki yiğide bedel olur. Biri memleketi için öteki de kendi toprağı için. Halbuki şimdi her Macar'a bin peç düşüyor ve Cenab-ı Hak artık sizin kötülüğünüz yüzünden bize yardımcı olmuşdur. Bizde bahçesini iyi işleyen namuslu Osmanlı'dır. Macar'ın iyisi de ancak memleketinin toprağını işletir. Siz bir takvim-i vekayi yapın ve bu güzel memleket toprağının iyi iş­ lenmesini herkese farz kılın. Ta ki torunlarınız bundan ibret alsınlar. Yoksa bunun sonu kaybedilmiş harbden de galib olarak çıkan ve ka.zanıl­ mış muharebeyi de kaybeden sizlerin, kahraman Macar kavminin mahvı, esareti demekdir, ki doğru bir Osmanlı size böyle şeyler dilemez. Çünkü biz eski kanlarız. Gayri bu yolu terkedin ve illa sizi ezerler, dağıdırlar, perişan olursu­ nuz. Kaygısızlığınız yüzünden zamanla, halkdan iki ileri geleninin bu gün ödediği vergiyi bir fakir çiftçiden isteyeceksiniz. Mısırlılar, Gırnata­ lı'lar memleketlerinin toprağını kendileri işledikleri müddetçe kimseye yenilmediler, vak:ta. ki güzel libaslara meyletdiler. Zevk ve safaya düş­ düler, ruhlarını kaybetdiler ve mağlfı.b oldular. maz.

KavmıJar mahvolurlar. Fakat bu yerleri olmadığından değil atalet.e dü�r olarak bozulmalarından ileri gelir. Ben dünyanın ü� kıt'asmı do­ laşdım ve 18.kin �lışkan hallnn kötü ya§adığım görmedim. Umarım ki zatın bunu iyice düşüne ve bize bir parça hak vere. Za­ tına uzun ömürler, bütün Macarlar'a da yurdlarında ve kalblerinde ra­ hatlık ve selamet dileriz. Fi sene 1065 Hicri, (1665) Sicula ve havalisi muhafızı O 1 g e r B e y.> [•] (*] Bu enteresan mektub ilk defa 1857 de Osterreichischer Schulbote mecmuası­ nın 996 ncı sahifesinde çıkmışdır. 1868 de

de L e n a r t B ö h m Cenubi Maca­ ristan veya Bansag'ın Hususi Tarihi'nde 280-82 sahifelerde cöstermişdir.


O L K U TEMMUZ 1941

394

,

(Bu enteresan mektub ilk defa mecmuasının

996

1857

de österreichischer Schulbote

mcı sahifesinde çıkmışdır.

1868

de de Lenart Böhm «ce­

nubi Macaristan veya Bansag'm hususi tarihi) nde

280-82

sahifelerde gös­

termişdir.) Türk erki.nmdan olan bu dünya görmüş, tecrübeli zatın sözlerinde büyük hakıykat vardı. Bununla beraber Macaristan'da daha XI inci asırdan itibaren meyva yetişd.irdiği ve hatta bunun

daha eski zamanlara uzandığı nazar-ı dik­

katden uzak tutulmamalıdır. Bazı mıntakalarda bahçıvanlık yüksek se­ viyeye erişmiş idi. Mesela

XI. - XVI ncı asırlarda,

Csallokör havalisi

yani daha Arpadlar zamanında «Altın Bahçeı> adıyle ünvermiş idi. zık ki, XVI. - XVII. nci asırlarda kah Türk, vamlı iz'acına marfı.z kalmış olması

-

Ya­

kah Macar ordusunun de­

ki buna mektubunda

Ol g e r

Bey

de temas etmekdedir - ora halkının meyva ağacı yetişdirmesine mani ol­ muşdur. Çünkü dikecekleri ağacın meyvasından istifade ümidleri yokdu. Şurada burada kalmış olan meyva ağaçlarını da düşman eller kesüb ya­ kıyordu. Bu hazin hakıykatin, uzun harb seneleri zarfında halkın bahçe­ cilik işlerini tamamıyle unutuşunun sebebleri burada aranmalıdır. Mem­ leketin diğer yerlerinde, asayişin tam olduğu m.ıntakalarda hiç bir şey meyvacılığa engel olmayordu. Buralarda halk - tabii az veya çok bilgi ile . �ahçıvanlık yapıyordu. Asilzadelerin malikanelerinde ise meyva bahçesi­ ne ayrı mütahassıs bahçıvan bakardı. Şimdi Macaristan'ın bostan (kavun, karpuz) ziraatına geçiyoruz, ki bunda da Türk te'siri göze çarpmakdadır. Macar vesiykalarına göre memleketde

daha XII . nci asırda

kavun

karpuz yetişdirilmekde idi. Türkler İzmir ve Edirne cinslerini memleke­

timize idhal etmişlerdir. XVI ncı asra kadar Macaristan'da yalnız sarı iç­ li karpuz �fışken Enyingli F e r e n c T ö r ö k ilk defa içi kan kımızı karpuz yetişdirmişdi, ki nefaset itibanyle

tohumu şarkdan getirtilmişdi. Bu karpuz

daha üstün olduğu gibi fevkalade

Müsi.id yerlerde ve iyi hava şartları altında

36-50

büyük de oluyor.

font ağırlığı buluyordu.

Bugün dünya iktisadiyatında pek mühim mevkıi olan mısır da gene Türkler vasıtasıyla Macaristan'a girmişdir. Mısır ziraatı Amerika'nın keşfinden

(1492)

sonraki zamanlarda An­

tiller'de görülmüştür. Bu kıymetli nebat az sonra Avrupa'ya geçmiş ve burada çok çabuk intişar etmişdir. XVI. ncı asırda şarkda iyice yayılmış ve Türkler buna «kukuruc» demişlerdir. silvanya'ya geçmişdir. Erdel Bey'i buna «Türk buğdayı

=

Oradan

G a b a r

1611

de Erdel'e, Tran­

B e t h l e n

.zamanında

Triticum tudcium» adı verilmi§dir. Transilvanya

arazisi mısır ziraatına pek iyi gelmiş ve Macaristan'a geçmişdir.


TORK BAHÇECILIGININ MACARISTAN'DAKI TE'SIRLERI

395

Mısır ziraatı memlekete büyük fayda temin etmiş ve çok geçmeden

18.yık

olduğu ehemmiyetli mevkii

almışdır.

Halk tabakası, bilhassa ulah­

lar bunu pulisha ve male [Ulahlarca mısır ekmeğine ve bulamacına veri­ len isimlerdir] şeklinde ekmek yerine kullanılmışdır. Sonraları mısırdan rakı ve ispirto istihsal olunmuş. Gerek yeşil gerekse dane halinde hay­ van gıdası olmuş. Bilhassa b8.zı hayvanların

başlıca yemini teşkil et­

mişdir. Mısır ziraatinin diğer mühim bir te'siri de çapa nebatı olmak iti­ barıyle toprağı ıslah etmesinde görülmüş, hülasa mısır nebatı Macaris­ tan iktisadiyatında mühim bir amil olmuşdur. Türkler XVI ncı asırda

Macaristan'a daha az mühim olmayan bir

ziraat mahsulü daha getirmişlerdir: Tütün. Tütün Avrupa'ya

1559

da Aınerika'dan gelmişdir. Kısa bir müddet

zarfında bütün kıt'aya yayıldı.

1576

Tütün içimini ve çubuğu Türk seyyahları ve elçileri

senesinde

K r i s t of B a t h o r y'nin sarayında tanıtmışlardır (S o k­ f e 1 e, «şundan bundan» 1801 VII c. 118. Transiluania I. 110) . Erdel Bey'i

-

-

Başlangıçda yangın tehlikesi yüzünden tütün içimi

menolunmuşdu.

Çünkü açık pipolarda yanan tütünün ateşine pek dikkat Bununla beraber

1658

artık halk arasında

edilemiyordu.

tarihlerinde tütün içimi, her türlü yasağa rağmen,

yayılmış bulunuyordu.

Nihayet XVII nci asrın so­

nunda imparatorluk hazinesi tütünün iktisadi büyük ehemmiyetini takdir ile ondan fayda te'minini

düşünmüş

ve bütün

memlekete

şamil olmak

üzere tütün ticaretini mültezime vermişdir. Daha sonra tütün imalatını: inhisar şeklinde hazine idaresne almışdır. Tütün ziraatı ve imalatı bu su­ retle hazineye büyük gelir kaynağı olmuşdur. Macaristan arazisinin bir­ çok yerde tütün ziraatına pek ziyade elverişli oluşu çeşidli tütün yetişdi­ rilmesine imkan vermişdir. Macaristan'ın eski tütün istihsalatı mikdan hakkında şu rakkamlar bir fikir verebilir:

1790

yılında

300

bin kenta.ı. mahsul alınmış ve bunun

20

ihraç olunmuşdur (Tabakbau in Ungam und Galizien. - Wien

bin kent8.li

1790) .

Türkler'in zira.atımız üzerindeki tesirlerini anlatırken Macaristan'da yapılmış olan pamuk ziraatı tecrübelerini de kaydetmek icabeder. Türk - Macar ticaret münasebetleri asırlık harb devirlerinde de in­ kıtaa uğramamış. Çünkü an'anevi ticaret bağlan her iki tarafdan daima takviye edilmişdir. Buradan şarka giden hazır sanayi mamiilatına kar­ şılık Türkiye'den pek çok emtia gelmişdir. Bilhassa pamuk id.halatı fazla idi. Gerek memleketin pamuğa olan büyük ihtiyacı, gerekse pamuk id.ha­ latını ikidebir durduran veba salgınları, XVIII inci asırda hazineyi Türk pamuğunun memleketde istihsal ve tam.imi düşüncesiyle me@giil etmeğe başladı. Pamuk ekim.ine yurdun cenub hududlanna yakın yerlerinde baş-


396

O L K O , TEMMU Z 1 941

lanıldı. Fakat memleketin iklimi pamuk ziraatine elverişli gelmediğinden tecrübeler muvaffakıyetli netiyce vermedi. Pamuk kozaları kemale gel­ meden soğuklar başlayordu. Nihayet bu tecrübelere devam olunmadı (C s a p 1 o v i c s: Topografischer Archiv. 1821 l. 357-360- Szazadok (asır­ lar) 1929 - 1930 s. 500 - 500-501) . Türkler'in Macaristan'daki hükumetleri zamanında bahçe ziraatinde gösterdikleri gayretleriyle pek çok unutulmaz izler ve hatıralar bırakdık­ lan ve bilhassa çiçekcilik sahasında bugünkü Macarlığın en ziyade sevgi ve şükranla anmaları lazım gelen yadigarlar bırakmış oldukları görülür. Türkler daha istila devrinin başlangıcında beraberlerinde o zamana kadar tanınmamış birçok çiçekler getirmişler ve bunları yeniden meyda­ na getirdikleri bahçelerde yetişdirmişlerdir. Macarlar bu çiçekleri ilk de­ fa o bahçelerde görmüşlerdir. Yeriko gülü, katmerli menekşe, Türk ka­ ranfili, kral tacı, yasemin, güllerin envaı ve nerkis bu kabildendir. Çiçek bahçeciliğinin XVI. ve XVII. nci asırlarda bütün Avrupa'ya yayılmasında Türkler'in te'siri az olmamışdır. Avrupa milletleri birçok na­ dide nebatları şarkdan getiriyorlardı. Burada, İstanbul arasında gidüb gelen Macar elçileri, postacıları çeşid çeşid nadir nebatlar, çiçekler, to­ humlar ve çiçek soğanları getiriyorlar, zenginler büyük fedakarlık yapa­ rak bunlardan tedarik ediyorlardı. Macar aristokratları nadide bir çiçek çeşidi ele geçirmek için hiç bir masrafdan çekinmeyorlardı. B o 1 d i z s a r B a t t h y a n y i esa­ reti altında bulunan bir Türk Bey'ini serbest bırakmak için kendisine na­ dir Türk çiçekleri bulmasını şart koşmuşdu. Macar asilzadesinin A 1 i ismindeki bu esiri bu şartı yerine getirmiş ve ona saray bahçelerinden te­ darik olunmuş 36 tüveyçli katmerli nerkisler yollamışıydı. Macaristan'da yayılmağa başlayan bu çiçek kültürünün inkişafına bizzat Buda Paşaları da Macar dostlarına hediye olarak kendi bahçelerin­ den köklü çiçekler göndermek suretiyle yardım etmişlerdir. Bu güzel adeti Macar aristokratlan da benimsemişlerdir. Mesela B o 1 d i z s a r ı B a t t h y a n y i 1575 de Szolnok'daki meşhur bahçesinden Viyanalı alim Doktor C o r v i n u s Türk karanfili, sonra 1585 de Graz şehrinde Avusturya asilzadelerinden R u p r e c h t H e r b e r s t e i n gene baş­ ka nevi çiçek kökleri hediye etmişdir. Çok geçmeden bu hediye adetinin yayılmış olduğunu görüyoruz. Me­ sela 1587 de Marburg şehrinde B la t t h y a n y i J a n H o m e 1 i u s ya kendisinden yeriko gülü, katmerli menekşe, lale, nerkis ve daha baş­ ka çiçeklerin tohum veya soğanlarını istemişdir. B a t t h y a n y i'ye bu suretle müracaat edenler arasında bizzat kral M a k s i m 1 i e n ile Vürz-


TDRK BAHÇECILIGININ MACARISTAN'DAKI TE'SIRLERI

397

burg Peskoposu vesair ecnebi asilzadeler ve alimler de bulunmakda idi. Mevcud teşekkür mektublarının tevsiyk etdiğine göre bu büyük asilzade Macar Beyleri'ni de böyle hediyelere garketmekde idi. Her ne kadar eli­ mizde yazılı vesiyka yoksa da çiçek kültürü sahasında çalışan Macar ileri gelenlerinin B a t t h y a n y i'den ibaret olmadığı tahmin olunabilir. XVII nci asır sonlarındaki harbler esnasında pek çok çiçek bahçesi harab ol.muşdur. Çiçekcilik ancak harbdan masfın kalmış olan şehirlerde irızasız devam edebilmişdir. Bu devirde artık Pozsony şehrinde çiçek to­ humu ticareti de vardı. Macar Beyleri'nin çoğu ihtiyaçlarını buradan te­ min ediyorlardı. Prenses Z s u z s a n n a Lo r a n t f f y cPozsonny>'· den 131 lale soğanı ve 12 açmış nerkis aldırtmışdı. Türkler memleket­ lerinden bu çiçeklerin çok çeşidini getirmişlerdi. Edirne civannda muazza m gül bahçeleri vardı ve burada yetişen yüksek gövdeli güllerin yanına sırık dikmek adetdi. Bu sırıklar itina ile yapılmış süslü şeylerdi. Sarmaşık gülleri de vardı. Bunlar espalye veya asma halinde yetişdirilirdi (Tarih Arşivi s. 773 - 1880) . İstila altında bu­ lunan arazideki çiçek kültürü her bakımdan memleket çiçekcliğinden üs­ tündü. Seyahatnamesinin Macaristan kısmında büyük Türk seyyahı E v1 i y a Ç e l e b i bundan da bahsetmekdedir. Eserinde eski Buda'da ba.rUthanenin yanında pek güzel lale bahçesi gördüğünü bilhassa kayd­ ediyor. Peç şehrinde ise lalelerle bezenmiş, kuş cıvıltısı ile şen 70 bahçe gördüğünü anlatır. Yenö kalesinin güllüklerine ve sünbüllüklerine hayran ol.muşdur. O tarihlerde Buda kalesi etrafında uzanan yamaçlarda Türk sayfiyeleri vardı ve bunların etrafı güllük ve çiçeklikdi. Buda'daki türbenin gül bahçesi de meşhurdu. G ü l b a b a adını almış olan bu zat Türklerce veli olarak tanınmış ve takdis olunmuşdur. 1669-1670 senelerinde İngiliz hekimi ve seyyahı B r o w n, burayı ziya­ ret etmişdir. B r o w n türbeden ayrılırken dervişlere birkaç gümüş pa­ ra vermiş, onlar da memnuniyet ve teşekkürlerle kabul etmişlerdir. Gül­ babanın belinde el kadar bir taş bulunurdu. Türkler buna süt taşı der­ ler ve Kabe taşı gibi mübarek sayarlardı (lstvan Szamota: Macaristan'da­ ki eski seyahatler. 330-331) . Bu bahçelerin mühim kısmı Buda'nın istirdadında (1686) harab ol­ du. Bu gün bile her sene bahar geldiği zaman Buda dağlarında yabani nerkis, mavi zambaklar, Türk karanfilleri... eski Türk çiçekciliğinin sa­ yısız şahidleri gibi açarak kendilerini gösterirleP. Bütün bunlardan şunu anlayoruz ki i11RAnhğm ortak malı olan m.e-


398

CJ L K O , TEMMUZ 1 9.41

deniyeti ileri götürmek hususunda barış içinde tevazula meydana geti­ rilen yemişler harblardan alınan netiycelerden çok üstündür. Vaktıyla Türkler tarafından inkişaf etdirilmiş olub bugün de Macaristan'da izleri belli olan çiçekçilik ve meyvacılık bu cümledendir. Macarcadan çeviren : SADREDDİN

KARATAY

NOTLAR: Sikula beyi O 1 g e r'in 1665 deki mektubuna ŞU muşahedelerimizi kayde­ diyoruz: 1 Tamselin kelimesi tertib hatôsı ol­ malıdır. Metne göre bu timarlı, yôni çi ft­ lik sahibi olsa gerektir. 2 Kibla köböl cubulus, eski Macar ölçusu. 64 Viyana "pint ine ve­ ya bugunku ölçüye göre takriben 90 l i t­ reve muadildir. -

-

=

=

..

3 "O g 1 e r.. beyin bir Macar'a bin piç duşmekdedir, mütalaası iyzôha muhtaçdır. Bu noktanın halline yaraya­ cak eski vesiyka pek çokdur. Fakat bu e!Cıdum mevzuu itibarıyla bunların zikri­ ne ve işlenmesine musôid olmadığından burada sôdece hatırlatıyorum. Bu mev­ zu ayrıca 'Türk Devrinde Piç Macar­ lar,, başlıöı altında tahlil olunacakdır. -


i

R

A

T

ORTAZAMAN TCRK

-

H

ISIJ.M DONYASINDA

TtlBK Mİ L L ET L ERİ N D E

M E ŞRC1Y E'r

H AKKP

Prof. A. MEZ

Gök Tanrı, babam K a g a n"ı ve anam H ô t u n'u vükseltdi. Gök Tanrı onlara Devlet vermisdi; aynı Tanr; simdi beni Kaoan nasbetdi. -B i 1 g a K a o a n kitôbesi'nin şark cebhesinden !OrhonıOrtazaman Macar kaynaklarında

hükümdar

hanedanının

menşe'i,

Mythe'i iki tertib üzeredir. Varyantlardan birini, mufassalca olan kronik­ lerde buluruz, diğerini ise

M a g i s t e r

P.,

Gesta Hungarorum'da nak­

lediyor. Metinleri mukayese edince bugün için malum olan varyantlar, en yakın ihti.mailere göre, bir tek orijinale bağlanmakda ve bunun da kay­ nağını

S a i n t. La d i s 1 a u s zamanına aid C'resta Ungarorum'u teşkil

etmekdedir. Bu ihtimalin doğruluğunu her iki varyantın üslublarının bir­ birine uymasından başka esas noktasında zihniyetlerin de yekdiğerine uy­ ması isbat etmekdedir;

T u r u 1 A' 1 m o s'un asıl babası değildir; ha­

neda zürriyetinin ve şöhretinin çoğalacağını haber veren bir müjdecidir. Gesta Ungarorum'da hıfzedilmiş olan efsane aşağıdaki şekildedir; fakat kaynaklarda bulduğumuz veya bu kaynaklardan istintaç etdiğimiz bu şek­ lin ilk aslı örneğine bizzarure tevafuk etdiği manası çıkarılmamalıdır. Bu mes'ele hakkında bir hüküm vermek için

M a g i s t e r

P.'in eserindeki

şekilde asli metni buraya alalım: «Vgek.. longa post tempore de genere Magog regis erat quidanı no­ bilissimus dux Scithiae, qui duxit sibi uxorem in Dentumoger filianı Eu­ nedubeliani ducis, nomine Emesu. Sed ab eventu divino est nominatus Al­ mus, quia matri eius pregnanti per sompniwn apparuit divina visio in for­ ma asturis, quae quasi veniens eam gravidavit. Et innotuit ei, quod de utero eius egrederetur torrens, et de lumbis eius gloriosi reges prapaga­ rentur, sed non in sua multiplicarentur terra. Quia ergo sompnium in lin­ gua hungarica dicitur

al m u,

et illius ortus per sompnium fuit pronos­

ticatum, idea ipse vocatus est Almus

[1] ».

(*] Almancası : Gottescnadentum : fransızcası: leQitimite, lôtincesi: Dei gra-

tia (mütercim). [1] Cep. 1 11 MHK 397. 399


400

O L K O , TEMMUZ 19.tl

Bu metin göze çarpan ban muhalefetler arzediyor. M a g i s t e r P. evvela E m e s'in gebe olduğunu, Chronik'e uygun olarak, söylerken her iki eser asıl orijinali takıyb ediyorlar. M a g i s t e r P. başka bir yerde de gebeliği T u r u l'a isnad ediyor. Bu tezad ancak aşağıdaki şu ihtimal ile bertaraf edilebilir: M a g i s t e r P., başka birçok yerlerde olduğu gibi, burada da, efsanenin canlı şeklini, kendisince ayni suretle mfiliım olan yazı ile tesbit edilmiş şekle tercih etdikden sonra, her iki şekli herhangi bir suretle karşılaşdırmak teşebbüsünde bulunuyor. Macarlar'ın Antik devirlerinde T u r u l efsanesine benzeyen bir Mythe aramak beyhudedir; bununla beraber bu hususda mevcud olan bazı malumat bunların mana ve ehemmiyetini bir dereceye kadar aydınlatmak­ dadır. Ku m a n lakabını taşıyan La d is l u s IV. ·ün saray papası olan M a g i s t e r S i m o n Ke z a i, Gesta'sında ayni milletden te18.kkıy etdiği Hunlar'la Macarlar'ın A t t i 1 a' dan başlayarak ta Gez a zamanına kadar bayraklarında Turul kuşu işaretini taşıdıklarını yazı­ yor [21. Eserinin diğer iki yerinde de [3] G e n u s T u r u l Macar hüküm­ dar hanedanını zikrediyor. Bu hanedane aid menşe' Mythe'nin vaktıyle hakıyki bir din olduğunu M a g i s t e r P.'nin varyantla.rıyle Kez a'nın verdiği haberden anlayoruz: hükümdar hanedanı mucizeler gösteren Ba­ ba-kuş'un adını almış olduğu gibi halk da ayni işareti harb alameti olarak kullanmakdadır. Bu hakıykat, efsane varyantlarının doğruluğu mes'ele­ sini de kat'i olarak halletmekdedir. Menşe' Myhte'inde Turul'un, yalnız 'A l m o s'un doğumuna delfilet etmekle kalmayıb hakıykatde hükümdar hanedanmm ceddi de olduğu ka­ bfil edilir ki bu ismi ve iş8.retini kullanmakdaki mana ancak o zaman an­ laşılabilir. O halde. M a g i s t e r P. nin tezadlardan hali olmayarak nak­ letdiği varyant, S a i n t - La d i s 1 a u s zamanına aid ve hıristiyan kisveye bürünmüş olan Gesta Hungarorum'un varyantından ziyade Mythe­ deki antik putperest şekle daha yakındır. Bir kuş isminin hanedan ve şahıs ismi olarak kullanılması yalnız Tu­ rul efsanesinin bir husfuıiyeti olmayıb eski Macar isimlerinde de sık sık görülmekdedir. Z o l t a n G o m b o z [ 4] un Turul isminden başka kuş ve bilhassa yırtıcı kuş mani.sına gelen daha yedi hanedan ve şahıs isimleri zikretmekde olmasına göre, Turul efsanesi ile ona istinaden isim tevcihinin mücerred bir keyfiyet olınayıb daha geniş münasebetlerin bir cüz'ü olduğunu kabfile meylederiz. [2] Cop. 9 Flor. il 62 [3] Cop. 19 o. o. O. 72 und � l ebd 93.

oppen­

(-4] Arplıdkori Tör611: Sz:em61ynevelntı.

MNY 10 1191-41 241

ff.


ORTAZAMAN TORK

-

151.AM DONYASINDA

401

Hayvan cedde aid menşe' Mythe'i ile ona istinaden isim takınma han­ gi kültür dairesinin karakteristiğini gösterir? Bizi çok uzaklara götüre­ cek olan etnolojik mukayeseler yerine bu kuş ism� in etimolojisi bu sufile daha emniyetle cevab vermeyi mümkin kılar. G o m b o z, bizim ted­ kıyk etdiğimiz yırtıcı kuş manasına gelen soy ve aile isimlerinin hepsinin Türk aslından geldiğini isbat etmiş olduğu için isim takınma usul ve adet­ lerinin ve hükümdar hanedanına 8.id menşe' efsanesinin Türk aslından gel­ diğini kabfil etmek mecbıiriyetindeyiz. Filhakıyka İslıimiyet'den evvelki eski devirlerde kuş ve alel'ıtlak hayvan isimlerini şahıslara takmak adeti

taammüm etmişdi. R a ş i d - e d d i n, [5] b8.zı kabiylelerde bu hayvan isimlerine tesadüf edildiğini ve kabiyle efradının, adını kabfil etdikleri hay­ vanı avlayamadıkları gibi etini de yemekden mtn'edildiklerini söyleyor. Hayvan isimlerinin kabiyle ve hanedan ismi olarak kullanılması, Macar Turul efsanesinin gösterdiği tarzda, Türk milletlerinin menşe'lerini her­ hangi bir hayvan cins ile birleşdirdiklerini gösterir. Filhakıyka herhangi bir hayvan cinsinin, hanedanın ve bütün milletin cE:ddi olduğunu gösteren müteaddid menşe' Mythe'lerine eski Türk efsane dairesinin hazinelerinde tesadüf ediyoruz. An d r e a s A l f ö l d i [6] sonraki Latin ve Bizans müellifleri ta­ rafından bildirilen Geyik Mucizesi efsanesi ile Türkler'in Asyalı cedlerine 8.id Noin Ula hükümdar mezarlarının materyelleri arasında mukayeseler yapdıkdan sonra tarihin en eski Türk cinsi olarak kaydetdiği Hunlar'ın mukaddes hayvanlarının «porsuk» olduğunu isbat ediyor. Han sülfilelerinin yıllıklarında ekseriyetle zikredilen Türk O-sun kav­ minin menşe' efsanesini, bir Çin elçisinin Hunlar'dan işitmiş olduğunu �u şe­ kilde tanıyoruz: «0-sun Kralına Kunk-bok denildiğ'ini Hung-no'larda ika­ metim esnasında öğrendim. K u n - b o k'un babası Hung-no'nun garb hu­ dudunda küçük bir devlete sahib bulunuyordu. Hung-no'lar K u n - b o k­ un babasını mağlıib ederek öldürdüler; K u n - b o k diri olarak çöle sürüldü; orada gagasında et tutan bir karga onun başı üstünde bir daire çizdi. Bir dişi kurt gelerek onu besiedi. O zaman bu işlerden şaşırmış olan T a n - h u çocuğun ülıihiyetini tanıdı [7]. Türkler'in menşe'lerine aid yine Çin yıllıklarından öğrendiğimiz Myt­ he de yukarıki efsaneye çok benzer [8] : komşu devletin kralı millete te­ cavüz ederek hükümdarını öldürdü; yalnız küçücük oğlu hayatda kaldı. [5]

Metin,

H

G o m b o c v

o u t s m a'va göre tarafı ndan nakledilmiş­

dir. a. a. O. [6] Die theriomorphe

tung in den

Weltbetrach­ Hochasiatischen Kulturen

JBDAI (7) ltıJ ments

46 (19311

·

393 ff.

De Groot il 23. S t a n i s 1 a s J u 1 i e n, Doc� historİQtıe sur les Tou-Kioue. JA

vı 3 118641 326.

Ülkü

-

26


402

O L K O, TEMM UZ 1941

Askerler ona fenalık etmek istemeyerek onu bir çalılı.kda terkedib gitdi­ ler. O aralık dişi bir kurt geldi, çocuğu et ile besledi. Çocuk büyüyünce dişi kurt ile evlendi. Düşman kral vak'ayı haber alınca, çocuğu kurt ile beraber öldürtmek üzere tekrar askerlerini gönderdi. Dişi kurt kaçdı ; ıs­ sız bir yerde on oğlan doğurdu. İşte Türk kavmi bu kurt çocukların nes­ linden dünyaya gelmişdir. Nef'yedilen kadın ile puhu kuşunun evlenmesine aid Kırgız Mythe'i - ki Macarlar'ın Turul efsanesine çok benzer - bu karakteristik menşe' efsanesinin hala Türk kavimleri içinde yaşamakda devam etdiğini isbat etmekdedir [9] . Türk kavimleri dünyasında hayvan ceddin resimlerine farıka alameti olarak da tesadüf ederiz. Türk hükümdarlarının hassa efradı, Çin kayıd­ larına göre, kendilerine «:Kurb adını veriyorlardı, bunun da sebebi ken­ dilerinin kurtdan çıkmaları ve eski menşe'lerini unutmak istememeleri idi [ 10] . Ayni sebebden Türk Kaganları'nın çadırını kurt başı ziynetlendir­ mekdedir [ 11] . Çin Kayseri de Kagan'a, bir defa, kurt başını havi bir sancak hediye etdi [ 12] . Zikredilen misfillere istinad ederek Turul efsa­ nesinin, Türk kültür dairesi ile müşterek hayat yaşayan Macarlar'a aid eski müşterek medeniyetin abidesi olduğunda şübhe edilemez. Macar ilim mahfillerince şimdi umumiyetle kabili edilmiş olan bu nokta-i nazarın tes­ bitinden sonra bu yazımızın müteakıb kısımlarında bu vak'ala.rın, eski Ma­ car kraliyet fikirleri hususundaki ehemmiyetini tedkıyk edeceğiz. Şimdiye kadar Turul efsanesi veya onun mümasilleriyle meşgul olan­ ların hepsi, bu efsanelerde tezahür eden ruhi haleti, belki daha. doğru ola­ rak, hayat tarzını vazıh bir totemizm ile iyzah ediyorlar. tık defa Z o l t a n G o m b e c y [ 13] eski Macar isimlerine aid bazı vakıaların totem mahiyetlerine nazar-ı dikkati çekiyor. Macar ve Türk vakıalarında W: W u n d'un «çekinerek» söylediği ayni totemik t€zahürlerin mevcudiye­ tini tesbitden sonra Turul efsanesini bu sıraya idhal eden ilk defa bu zat olmuşdur. J u 1 i u s N e m e t h [14] de onun tarafından açılan ayni yolda yürümüş, isimlerin totemik mahiyetlerine aid bilgimizi, birçok yeni malumat ilavesiyle zenginleşdirmişdir. Turul efsanesini bir tedkıykinde işleyen diğer bir zat da G e z a R ô h e i m [ 151 dir. Ahistorique ve hatta antihistorique metoduna tabi olan G e z a, bu efsanede sadece psi-

[9] N e m e t h G v u 1 a, A hon­ foglalô magyarsag Kialakulasa. 119301 70. [10] JA VI 3 118641 333. [1 1 ] ebd. 350 und vı 4 118641 201 .

[ 1 2] ebd. vı 3 118641 360. [13] MNY 10 119141 245.

[14] A honfoglalô magyarslıg kialaku­ lôsa 68 ff. [ 1 5) A Kazar magyfejedelem lıs a Tu­ rulmonda. Ethn. Xlll 119171 58.


ORTAV.MAN TORK

-

403

ISLAM DONYASINDA

ko-a.nalitik bir doğum mahiyeti görmekde ve bunu F r e u d'un totem na­ zariyesi çerçevesi içine sıkışdırmağa çalışmakdaclır. Metodik tarihi ted­ kıykler silsilesi A n d r e a s A 1 f ö 1 d i [16] tarafından takıyb edilmiş ve bu zat eurasiatique hayvan mitolojisi hakkındaki bilgimizi arkeolojik araşdırmalar sayesinde tamamlanıışclır. Totemizmin mahiyetine hakkıyle nüfüz etmeden evvel Turul efsane­ sinin iyzahı imkansızdır. Tekamülcü mektebin kıymetini kaybetdiğinden­

beri Viya.na Mektebi mümessillerinin nazariyesi, bir sürü zıd fikirler ara­ sından, ortaya çıkıyor ki bunun en vazıh ve ayni zamanda en sabit şekli

P. W.

S c h m i d t'in şu sözlerinde ifadesini bulmakdadır : «geniş çoban

kültür dairesinde insan, hayvanı yetişdirib ehlileşdiredek hizmetine aldığı, tabii kuvvetinden, mahsfillerinden ve nihayet vücudundan istifadeye ceb­ ren çalışdığı halde, totemli kültür dairelerinde insanın, hürmetle karışık bir korkuya kapılarak hayvanı öldürmekden, ızrar etmekden ve etini ye­ mekden kaçındığı ve bu suretle o hayvanın mistik bir yardımını kendi hi­ sabına te'min etmeğe çalışdığı görülür

[ 17 ] » .

Totemizm, bu iyzaha göre,

gayet mahdüd ölçüde tabiate hakimiyetle vasıflandırılan bir kültürün tali bir tezahürüdür. Totemizmin mahiyetini, mesela T h u r n w a 1 d

[ 18]

B. M.

Lö h r

ve

R.

gibi Viyana Mektebi'ne tarafdar olmayan sosyo­

loglar da böyle görüyorlar. Bunlar totemizmin kat'iyen bir din olmadığını - olsa olsa zahiri bir kalıbıdır -, bilakis yaşanılan hayatın karakteristik mahiyetinden mütevellid bir hal olduğunu ısrarla kaydediyorlar. Fakat biz, totemizmin münferid kültür sahalarına yayılışı ve rolleri hakkında Viyana Mektebi'nin ve bilhassa yesini kabfil etmeyoruz.

P. W.

S c h m i d t'in nazari­

Bu nazariyeye göre «hayvan yetişdiren geniş ço­

ban kültür dairesinin, klasik vatanı eurasiatique yani bilhassa İran, uğru ve Türk binicilerinin en eski zamanlardanberi görüldükleri sahadır.

S c h -

m i d t'e göre, bu sahada, totemizmin en ufak izlerine, bir defa bile, tesa­ düf edilmemişdir. Birçok hakıykatler ise bu iddiaya kat'iyen uymayor. En eski uğru kelime hazinelerinden, haklı olarak, totemizmi çıkarabiliriz. İskitler'in san'atlarında, Hunlar'la diğer Türk kavimlerinin menşe' efsa­ nelerinde ve isim takınmalarında ayni totem fikrinin mevcudiyeti isbat edil­ mekdedir. Totemizmin, tabiata hakimiyet derecesi ile olan reddi gayr-ı ka­ bil alakası, hakıykatler karşısında, bu hayat tarzının Eurasyalı milletler­ de mevcudiyetini şüblıe ile teiakkıy etmemize hiçbir sfıretle hak vermez. F. Ke r n A l f ö l d i'nin elde etdiği netiycelerin te'siri altında, bu hakıykati

Son zamanlarda Kültür Tarihi Mektebi'nin mümessili olan de,

tasdiyk etmekdedir : «herhalde totemizmin çoban devrindeki rolü, Viyana

[1 6] Jb DAi 46 1 1 93 1 1 393 ff. [17] Völker und Kulturen (1924)

[ 1 8] Eberts Reallexi 225.

kon der Vorge­

schichte : Totem A und B.


404

O L K O , TEMMUZ 1 941

Mektebi tarafından bidayetde kabfil edilenden çok daha büyükdür [ 19] . Eğer avcı-totem kültür dairesi ile hayvan besleyen kültür dairesi arasın­ da, bu nokta-i nazardan bir fark bulmak istersek, totemizmin yalnız bi­ rincisinde, içtimai teşekküle yardım eden bir amil olduğunu, ikincisinde ise böyle bir amil vazifesinden mahrum bulunduğunu söyleyebiliriz. Avcı­ kültür dairesinde totem, elan teşekkülü ile alakadar olduğu halde [20] hayvan besleyen milletlerin sosyal ve siyasi nizamları bundan tamamıyle müstakıldirler. Kabiyle veya kabiyle toplulukları gibi içtimai seviyesi da­ ha yüksek olan taazziler'in, menşe'lerini rasyonel mahiyetde gruplanma keyfiyetine borçlu olduklarını kabfil edeceksek, o zaman aile ve soyda hay­ van cedden çıkma iytikadı ile bu hayvanlara karşı yapılan ayinlerin ma­ nası kalmaz. R a ş i d - e d - din'in bildirdiğine göre, totem hayvanına tapınmanın böyle taazzilere de teşmil edilmesi ile herhangi bir hayvan cedde uzanan menşe' Mythe'nin teşekkülü, hakıyki siyasi teşkilatın vücudu ile meşrut tali bir vetireden ibaretdir. F. Ke r n ayrıca şu isabetli iy­ zahatda bulunuyor : «munis sürüler, hatta ehli hayvanlar, müstakıl, ser­ keş, ürkek, muammalı olan, mevcudiyet ve hali ekseriya hisaba gelmeyen ve sihir vasıtasıyle sevk ve idare zaruretinde bulunulan vahşi hayvanlar gibi metafizik esrara artık malik bulunmayorlar [ 21] ». Hayvanların ras­ yonel istismarlarından sonra vahşi hayvanın da muammalı asliyetlerini kaybetdikleri ve binaenaleyh insanlarla alakalarının cemiyet teşekkülüne hadim bir amil olamayacakları ve totem hatırasını hala yalnız menşe' Myt­ he'lerinde, en eski aıametlerde, isim takmalarda ve san'at motiflerinde muhafaza etdikleri sabitdir [ 22 ] . !ç Asya'da çoban totemizminin bu ibtidai unsurları tecrid edilmiş bfr vaziyetde bulunmuş olsalardı, bunların tedkıyklerimiz için hiçbir kıymet ve ehemmiyeti olmazdı. Halbuki sırf vahşi hayvanlara bağlı olan totem fikri mücerred olmayıb şümullü bir alaka mahsulüdür. İşte bu şümullü alakalardan birine A n d r e a s A 1 f ö l d i [23] theriomorphe dünya telakkıysi adını vermekdedir. Hayvan mitcadele mo­ tifleri ile dopdolu olan eurasya san'atını, ona göre, hayvan mücadele ve [19] Die Anfaenge der Weltgeschichte (1 933) 48. [20] Völker und Kulturen 1 225 ff; R. T h u r n w a 1 d, Die menschliche Ge­ sellschaft in ihren ethno-soziologischen Grundlagen i l (1 932) 148 ff. (21 ) Die Anfaenge der Weltgeschich­ te 58. [22) K e r n ebd. und T h u r n w a 1 d, Tatem B. (Eberts Reallexikon

-

der Vargeschichte). lskitler'in ôbidelerin­ c:ie hayvan tezyinôtı arasında atın yerli lskitler'in yapdığı eserlerde bulunmayıb Pontuslu Rum işçilerin yapdıöı eserlerde bulunması tesadüf eseri deöildir. O. G. von W e s e n d o n k, Das Weltbild der l ranier (1 933) 200 IR o s t o v t z e f f tarafır.dan neşredilen resim malzemesine bak: 1 929). (23) Jb DAi.


ORTAZAMAN TORK

-

151..AM DCJNYASINDA

405

metamorfoz motiflerinden örülmüş olan Mythe'ler dairesi ile karşılaşdı­ rabiliriz. Bu kültür dairesine mensiib olan insan, tabiati, bütUn kısımları ile, şekilden şekile geçen ve esrarengiz kuvvetlerden müteessir olan canlı bir varlık olarak hisseder. O halde bu hayvan tezyinatı ile hayvan Mythe'­ leri ; insanı, tabiate yaslanmış olduğu ibtidai halinde telakkıy eden varlı­

ğını başlıca ezeli mücadele ve daimi tehavvül ve inkılablarla te'min edil­ miş gören bir hayat telakkıysinin ifadesi olmakdan ziyade hayatı bir nevi' duyuş tarzının ifadesidir. Theriomorphe hayat duygusu, gayr-ı müsaid tabiat şartlan altında idare edilen dfilmi mücadelelere, nomad ve çoban devletlerdeki mütemadi tehavvüllere aid hakıyki hayat safhalarının · ve dolayısıyle cemiyetin Mythe ve san'at sahalarındaki akislerinden ibaretdir. Halbuki Theriomorphe hayat duygusu totem unsurlarını da içine alan münasebetlerin yalnız ilk kısmını te�kil eder ; ikinci kısmı ise dini mahi­ yetdedir. Hayvan ceddin ortaya çıkması da ülfıhiyetin müdahalesine bir delildir ; nitekim O-sun efsanesinde karga ile kurtun rolleri- ki T a n - h u çocuğun Uliihiyetine bu sıiretle kani' bulunmakda idi - de bunu gösterir [ 24) . Türk Mythe'nin bir varyantına göre insan bir baba ile kurt bir ana­ dan doğan oğlan kış ve yaz perilerinin kızları ile yani tabiatın fevkındeki kuvvetlerle evlenmekdedir [ 25) . Macar menşe' Mythe'ni nakleden tarihci de, Turul'un rolünü böyle ilahi bir keyfiyet olarak iyzah etmekdedir. Di­ ğer hayvanlara mukabil bilhassa kuşun meydana çıkışı, ülfıhiyetin müda­ halesinin tipik bir tezahürüdür ; Fin-Ugru ve Türk kavimlerinin dini dai­ relerinde kuş fikri başkaca da büyük bir rol oynar : ölenin ruhu cuçan, bir şahin olur, Şaman'ın ruhu, baygın halde, bir yaban kazı, turna kuşu veya diğer bir kuş marifetiyle ruhlar alemine götürülür [ 26) ; Şaman'ın sihirli asasının oyuk başı bir kuş şeklindedir [ 27J . 1skit abidelerinde de kuş motifleri diğer hayvan motiflerine galebe çalmakdadır [ 28J . İnsanlar ile ruhlar alemi arasındaki bu tavassut rolünü, tabiatıyle, alakadar şah­ sın totemi olarak, soy veya millete en yakın bulunan bir hayvan üzerine alır. Emes rüyasında Turu! gebeliğ·e rağm.en yalnız Allah'ın iradesinin bir ifadesidir (innotuit) .

- Bitmedi Almancadan çeviren:

[24] Sasırmıs olan T a n h u çocu­ öun ilôhiliğini tanıdı. D e G r o o t 1 1 23. [25] JA VI 3118641 W f. [26] S o 1 v m o s s y S 6 n d o r, A magyar ösvallôs. MSZ XV 119321 1 141 -

CEMAL KÖPRVLU

G o m b o c v MNY 10 (19141 245ı R ô h e i m E t h rr X l l l (19171 82 ff. [27] A 1 f ö 1 d i o. a. O. 397. [28] W e s e n d o n k a. a. O. 200.


1

1

ş

D

A

G

L

R

B

Bu sabah dumanlı değil başlan, Güne§den taç giymiı:ı güzelim dağlar. Niçin bağnmıza basıb taşlan, Yüreklerimizi üzelim, dağlar?...

Seçerek en yeşil, en güzel yeri, Göğsünüzde uyur nazlı bir peri. Biz de yele verib gamı, kederi, Omuzlarınızda gezelim dağlar.

Nemize gerekir tasası ilin? Türküsü ne tatlı çağlaya.o. selin ! Şu deli dünyayı sizinle, gelin, Şöyle kuş bakışı süzelim ·dağlar ! HALlDE NUSRET ZORLUTUNA


G Ü Z E L

S A N ' A 1' L A R

ŞE'i'TAN MEFHUMUNUN S.AıfATKABl..ABA TE'SİRI

ZEYNELAKKOÇ

Ortaçağ ressamları büyük bir korku ile tehayyül etdikleri Şeytan'ı daima çirkin ve soğuk bir suretde tecessüm etdirmişlerdir. İnsanlar en ib­ tidfil devirlerden itibaren kendilerini iğfal eden, doğru yoldan ayıran ma­ nevi bir varlığa inanmışlardır. Tabiatin hakimiyetinden korkan ve yüksek bir manevi varlığa kendisini bırakan insan, Allah'a iyi görünmek ve onun takdisini kazanmak endişesini hiç terketmemişdir. Bu endişe ilerideki zevk-ı tabiilerinin, fena taraflarının harekat ve sebebini kendi vasfında bulmamak hodkamlığmı göstermiş ve bu saikıyeti fena bir mahlfika atfetmişdir. En ufak Allah tel8.kkıylerinden en yüksek dinlere kadar bu fenalığa sevkeden mahluk düşünülmüş, ismine· de Şey­ tan denilmişdir. Bu suretle tehayyüllerin en mühim mevzuu olan Şeytan, dimağların yorulmaz fafiliyeti ile binlerce şekilde tasavvur edilmişdir. •

Hazret-i .Adem Cennet'den koğuldukdan sonra şeytan mefhfımu in­ sanların zihnini kurcalamağa başlamış ve herkes Şeytan'dan gelebilecek fenilıkların te'siri altında daimi bir korku geçirmişdir. Türk atem.inde Şeytan muhtelif dinlerin te'siriyle beraber görünür. İslimiyetden evvel Şamanizm telakkıysine göre ozanlar ayni zamanda si­ hirbazdılar. Ozanlar, şarkılarında, nağmelerinde, şiirlerinde daima muzır bir varlıkla uğraşmışlardır, bu halk edebiyatında mühim bir yer tutar. BU; sfiretle hayır ile şer gerginliği başlamışdır.

·

Ayni fikirler mazdayenler'de de mevcuddur. Zerdüştler'deki «Hürmüz ve Ehremen» mefhumları ayni tel8.kkıynin temadi ve ifadesinden ib8.retdir. İslamiyet devrinde Şeytan Ye ondan ma401


408

O L K O , TEMMUZ 1 941

suniyet ibadetin başına geçmiş ve «Efi.z-u besmele:. duaların ayrılmaz bir baş cüz'ü olmuşdur.

Ortazamanlar'da, Şeytan tehayyülü, marazi bir şekil almış ve en son derecesine vasıl olmuşdur. He racaib şeyde, tabiatin şiddetli her hareke­ tinde Şeytan'ın te'siri ve rolü olduğu zihinlerde kat'i bir kanaat haline gelınişdir. Esasen bunun içindir ki : Ortaçağ'da bütün fikir ve san'at ha­ yatı uyumuş ve beşeriyetin terakkıysi

asırlarca

gerilemişdir. İnsanlık

benliğini idrak ve harici te'sirlere karşı koyabilmek, kuvvet ve kudretini kendinde bulmağa başladığı zamanlardan itibaren Şeytan korkusu da zail olmağa yüz tutmuşdur. Bugün artık cahiller arasında bile nüffi.zunu kay­ betmiş hayali bir karikatür hfiline münkalib olmuşdur. •

İnsandaki bu Şeytan korkusu, içtimai hareketlerde ve kültür- terak­ kıysinin müteaddid cebhelerinde birtakım te'sirler vücfı.de getirmişdir. Tabiatıyle güzel san'atlar da bu te'sirden azade kalamazdı. Çünki her hayal en iyi tatbıyk sahasını güzel san'atlarda bulur. Bilhassa bu mefhu­ mun san'ata te'siri ve san'at eserleri arasında kendini göstermesi ta Or­ taçağlar'dan Rönesans devrinin sonlarına kadar şiddetle devam etmişdir. Ekseriya san'atkarlar eserlerinde Şeytan'ı tecessüm etdirirken ona karşı duyduklan korku hislerini de canlandırmışlardır. Bunun içindir ki Şeytan korkusunun en kuvvetli olduğu

Ortaçağlar'da,

bu mefhum bütün

san'­

at eserlerinde pek çirkin olarak tebarüz ve tecessüm etdirilmişdir. Fakat gitdikçe fikirlerin tekamül etmesi, Şeytan korkusunu azaltmış, ve bunun netiycesi olarak da san'atdeki Şeytan da çirkinliğini kaybetmeğe, iğrenç­ liğini izale etmeğe ve yavaş yavaş

güzelleşmeğe başlamışdır.

Bu devir­

lerde en büyük üstadların şah eserlerinde bile Şeytan'ın mühim yer işgal etdiğini açıkca görmek mümkindir.

S i n i o

rc11

i,

R a f a e l,

M i k e 1 a n j gibi büyük üstadlarm

eserlerinde sık sık şeytan mefhfımuna tesadüf ediyoruz. Bu san'atkarlan ta.kıyb eden devirlerde

R

G o y a,

R u b e n s,

R e m b r a n d

ve hatta

o d i n'e kadar uzanan bir zamanda şeytan mefhumu her san'atkarın

tasavvur ve duygusuna dahil olmuşdur . •

Şeytan mefhfı.mıyle en ziyade meşgfıl olan ve ondan en çok korkan san'atkarların

başında meşhur

ressam

G io v a n n i An g e 1 i k o


ŞEYTAN MEFHUMUNUN SAN'ATKARLARA TE'SIRI

409

gelir. Bu san'atkir, 1387 ile 1455 seneleri arasında yaşamış ve birçok gü­ zel eserler meydana getirmişdir. Bunların hemen hepsi dini te'sirler al­ tında yapılmış ve uhrevi mevzfıları ihtiva etmekdedir. Bu ressam san'a­ tıyle meşgfil olduğu zaman bir güçlüğe maruz kalırsa «Şeytan yanımda dolaşıyor> diyerek işini bırakır istavroz çıkararak dua etmeğe başlarmış. Hiçbir zaman yapdığı bir eser üzerinde ikinci bir defa uğraşmazmış. Çün­ ki onda birinci fikrin Allah'dan, ikinci fikrin ise Şeytan'dan geleceğine dair bir kanaat varmış. Kim bilir ! Belki bu korkudan olacak ki, bu san'­ atkar son zamanlarını rahib olarak manastırda geçirmişdir ! •

Şeytan mevzılunda yapılmış meşhur san'at eserleri meyanında Pa­ ris'deki «Notrdam> Reims ve Köln şehirlerindeki tarihi meşhur kilisele­ rin kabartma tezyinatı arasında korkunç şeytan resimleri mevcuddı.ır. Bu meyanda Orviyeto büyük kilisesinde S i n i o r e 1 1 i tarafından yapıl­ mış ve şeytanlara atfedilen freskleri de zikredebiliriz. Bu eserdeki şeytan türlü türlü tip ve pozlarda yapılmışdır. Acfilb mefhıim olan bu şeytan R a f a e 1 ve M i k e 1 a n j'ın muhayyilesinden de uzak kalmamışdır. XI. asırda şeytan resimleri, en çok Felemenk san'atkarlarında görül­ mekdedir. Bu sıralarda san'atkar G r e u g h e 1 ve B o s c h Şeytan'ı süje alarak değerli fantezi resimler yapmışlardır. 1470 senesinde J i r o m B o c h genç yaşında iken Leyda şehrinde san'atde ilk adımlarını atdığı sıralarda bir kilise için M e r y e m tablosu siparişini alıyor. Tablo bit­ mek üzere iken san'atkar birdenbire korku ile yanında bir Şeytan ·görü­ yor. Şeytan, san'atkarm telaşı üzerine : - Korkmağa lüzum yok, yalnız sana bir şey soracağım : M e r y e m'i bu kadar güzel yapdığın halde beni neden bu kadar çirkin tecessüm etdi­ riyorsun ?. diyor. Zavallı san'atkar şaşkın bir halde M e r y e m'in iyiliklerinden bahs­ ediyor. Gıiya iyilikden utanan Şeytan kayboluyor ! Bu hadiseden iki sene sonra Burgonya Dük'ü oradan geçerken kili­ seyi ziyaret ediyor ve bu macerayı san'atkarın kendi ağzından dinleyor. İşte bundan sonradır ki ressam J i r o m B o s c h Burgonya sa­ rayında Dük'ün ressamı oluyor ve zengin fantezisiyle sarayın duvarlarını çeşid, çeşid şeytan resimleriyle 2üsleyor . •

Yeni devir henüz belli olmayan idefilleriyle dini te'sirlerden kendisinJ tam olarak kurtaramamış ise de fikirler oldukça serbestisini kazanmışdır.


D L K O , TEMMUZ 1941

410

Akıl her şeye hakim olmağa başlamış, hayat, ve varlığı akıl iyzi,h etmek· le tela.kkıyleri de kendi süzgeçinden geçirerek birçok mübhem fikirletj aydınlatmışdır. Dörtyüz sene süren Engizisyon Mahkemeleri'nin mezalimi karşısında insanlar Şeytan korkusunu unutmuş hatta ona iyi bir nazarla bakmağa başlamışlardır.

Artık Şeytan'ın «Satan> ismi yerine

iyilikler bahşeden

manasına Mefistofel ikame edilmişdir. Garblılar Şeytan'ın şerrinden kur­ tulmak için kiliselere gidib dua etmekden bıkıyorlar ve onun yerine Me­ fistofel'e yaklaşmak gayeleri hakim oluyor. O zamanın 8.Iimleri bu mef­ huma yaklaşmak için esrarengiz usuller aramakla meşglıl oluyorlar. Mey­ dana

«Maji»

denilen usuller çıkıyor.

Bu fikirlerin ve araşdırmalann netiycesinde Doktor saneai meydana geliyor. «Mefistofeb Şeytan Doktor

F

F a u s t'un ef­ u s t'a gençlik

a

ve zenginlik veriyor ve mukabilinde onun ruhuna malik olmak isteyor. Bu efsanenin mevzuu san'atkarlara müdhiş bir sfıretde te'sir ediyor. G o e t h e Doktor F a u s t'un macerasını ebedileşdirdikden sonra bu eser için meşhur ressam

R e m b r a n t

bir kompozisyon yapıyor ve

Mefistofel'i insana çok benzer bir şekilde resmediyor. Bu sıralarda Şey­ tan'ı san'atkarlar güzelleşdirmeğe uğraşdıkları görülmekdedir. Bunların başında İspanyol ressamı G o y a gelmekdedir. XVI. asırda Fransız res­ samı J a k C a i 1 1 o t şeytan resimlerini muhtevi büyük bir album neşrediyor ; bu resimleri ilk devirlerdekinden tamamıyle farklı görüyoruz. Bir müddet sonra

M i 1 t o n

kıysine yol açınca ressam,

İngiltere'de yeni bir tip şeytan telak­

V i 1 y a m

B 1 a k e

romantik bir şeytan

tipi vücude getiriyor. Bu sıiretle san'atda yine Şeytan modası başlayor ve san'atkarlar bu mefhilma yeni bir alaka gösteriyorlar. Bu sıralarda meş­ hur fransız ressamı D e 1 o c r o i x,

G o e t h e'nin Faust eseri için resim­

ler yaparken Şeytan'ı büsbütün başka bir şekilde, - perişan bir Melek hfilinde - gösteriyor.

·


E D E B İ Y A T I

S E Y A H A T

B İR

KASTAMONU

SEYAHATNAMESİ

NAHİD smru

16 Mayıs 1941 cuma günü, beşi yirmi geçe,

Zolguldak treniyle hare..

ket. 1llc önce tek tük damlamağa başlayan yağmur Cebeci'den sonra hızını yavaş yavaş arttırdı. Bu yağmur yola çıkışımı daima gözetler ve yola re­ van olur olmaz didarını arzeder. Fakat bereket ki bu sefer uzun sürmedi, daha Irmak mevkıine varmadan kesildi. Trenden, Kastamonu'ya gitmek üzere Çankırı'da ineceğim ve yol oraya kadar malfunumdur. Bilmediğim bir cihet olarak, kendisine halk arasında bir zaman Asi Yozgat denen Küçük Yozgad'ın istasyonu isim değiştirmiş,

Elmadağ adını almış.

Bu bir ay

evvel vukua gelmiş imiş, gerideki nahiye merkezine şamil mi yoksa istas­ yona mı münhasır, bilmiyorum. Hava o derecede serin ki, vagonun tesiri­ ni kabil midir diye konuşuluyor. Cenuba ve şarka uzanacak hatla Zon­ guldak hattının ayrılış noktası olan Irmak'dan az sonra uzandım ve se­ · rinliğin derinleşmesine epey müddet imkan vermediği bir uykuya dalmağa gayret etdim. Zira gece yarısı başlayarak sabaha kadar devam edecek olan otobüs yolculuğunda uyuyabileceğimi tabii ummuyorum. Tamamıyle dalmışdım. ki Çankırı'ya varışımızı kompartiman arkadaşları haber verdi­ ler. Elimde bavul, kendime tamamen gelmemiş bir halde, trenden indim. Otobüs istasyonun hemen dışında : kamyondan muhavvel olduğu o kado.•t" aşikar bir otobüs ki, hele içine girip yerim-e oturdukdan sonra, itiraf ederim seyahat kararıma esefler etdim ve beni Kastamonu'ya davet etdiği için arkadaşım T a 1 a t M ü m t a z Y a m a n'a karşı içim adeta iğbirarla doldu. Anadolu'nun bu kamyon - otobüslerinde şoför yeri her itibarla en münasib veya ehven-i şer mevki sayıldığı için, ilk önce oraya talib oldum­ . sa da «tutuldu» dendi ve ilk sırada, şoförün tam arkasına tesadüf eden baş yer, üç lira mukabilinde bana tevcih edildi. Ancak bu bir lütuf değil, zira zaten ilk müracaat eden müşteriydim. Beni tökıyb edib gelenler arabayı

tıklım tıklım dolduracak mikdarda zuhur etmedi. Bir iki kişiyle fiat mü­ nakaşasından sonra ise, postahaneden postayı almak üzere yerlerimizi iş­ gfil etmeğe davet vaki oldu. Bu eyerleri işgil» pek güç bir 411

iş.

Şoförün


412

O L K O , TEMMUZ 1941

yanından içeriye biraz da bir bohça gibi, fakat içinde pek kıymetli ve na­

rin eşya bulunmayan bir bohça gibi itile yuvarlana geçdik. Gerideki boş sıralar daha ziyade içlerinde ne olduğu meçhfil bazı denkler ve yüklerle dolduruldu. Yolculardan bir ikisi hasta, birisinin yüzü gözü bağlı. Fakat bir ikisini de yolda otobüs tutup hastalandı. Otobüsün içine kötü, ağır bir koku sinmiş. Bereket ki oturur oturmaz yanımdaki pencereyi şoför mua­ vini açdı. Ankara'dan buraya pazar günleri için tenezzüh trenlerinin ilk tesi­ sinde, yani beş yıl kadar evvel gelüb görmüş olduğum Çankırı evleri bü­ tün ışıklarını söndürmüş, sade birkaç resmi bina ve kahvede aydınlık var. Postahaneden başka bir iki yerde daha temin etdik. Gece yarısını

durduk,

geçdikden sonra da

eşya ve bir iki yolcu kasabadan ayrıldık, ve

karanlık gece içinde ilk önce bir yokuş çıkdık. Epey bir müddet sonra da Çankırı'nın elektrikleri ta aşağıdan, ufacık ve solgun bir yuvarlak halin­ de bir kerre daha göründü. Ve yavaş yavaş karanlık gece aydınlanmağa başladı. Mehtab henüz yeni mi çıkıyor, yoksa gök yüzü bulutlarından ye­ ni mi sıyrıldı, bilmem. Fakat gecenin berraklaşmasıyla beraber soğuk da gitdikçe artdığından yanımdaki açık camın kapanması hususunda bir iki taleb serdedildi. Bunları geçişdirmeğe çalışdımsa da birden araba dur<lu ve şoför muavini reyimin inzimamını elzem saymayarak «çat ! » diyüb indir­

di. Bereket ki fena ve ağır havaya artık alışmışdım, kirli sıcaktan fazla bir rahatsızlık duymadan dışarıya bakmakda devam etdim. Az sonra ile­ risinde çıplak kayalar

sıralanan ve yanı uçurum

hissini veren bir yola

girdik ve ayni manzara devam etmek şartıyla bir kavis döndük. Buraya Temiz Dere denirmiş, fakat Temiz deniş sırf nezaket eseri olub asıl adı hayli kirli imiş. «Temiz dere çok arabanın, çok şoförün başını yemişdir ! > dediler. Araba ve şoförle beraber tabii yolcu başı da

yemiş olması icap

eden bir yer. Kenarı uçurum olan yol öyle geniş de d�ğil. Otobüsiin karşı­ sına virajdan bir araba çıkarsa işin içinden sıyrılmak hayli güç mesele. Buraya hiç değilse bir parmaklık yapdırmak pek isabetli olacakdır.

Az sonra, her halde otobüsün havası kadar bu geçidin verdiği heye­ canı takıyb eden gevşeklik tesiriyle olacak, oturduğum veya sıkışdığım yerde kendimden geçmişim. Gözümü açınca tam pencere öniinde bir be­ yaz ev, ve ilerilerde şekilleşen cisimler gördüm. Ilgaz kazasının merkezi bulunan yere varmışız, buradada posta alıb verecekmişiz. Postahane ev­ lerin nihayetinde ve yükselen bir yolun başında. Kamyondan yalnız indim ve mutlak bir sessizlik içinde uyuyan kasabanın öteki medhaline, mini mini çarşısına kadar yürüyüb döndüm. Bir meydanın ortasına düşen bir çeşmeye kadar gelen otobüs yolcularından b4i rahatsızlığının hasarını yüzünü yıkayarak tamirle meşgfildü ve yolları çok inişli çıkışlı olan kasa-


BiR KASTAMONU SEYAHATNAMESi

413

banın yollarında onunla benden başka hiç kimse ve hiç bir ses yoktu. Meh­ tabın ışığı altında bu 8.rızalı yolların daha büyükleşdirib karanlıklarını mübhem gösterdiği evleriyle Ilgaz karanlığı ziyade bir ofort çeşnisini ve­ riyordu. Gündüzün çiy aydınlığı altında bel.ki sadece bir köydür. Bir minare yükselişi farketmedim. Avdetde, Kamfis-ul-alam'ın burasını (Kas­ tamonu vilayetinin Kengırı sancak ve kazasında ve Kengırı'nın 40 kilo­ metre şimalinde olarak Devrek Çayı üzerinde nahiye merkezi bir kasaba olub) tarzında tarif ederek Koçhisar tesmiye etmekde olduğunu ve Da­ hiliye Vekfileti'nin 1940 tarihli idare taksimatı kitabının da Çankırı vilaye­ tine tabi Ilgaz kazasının merkezi Koçhisar-Bala olarak bildirdiğini göre­ cekdim. Fakat bu yolda kasabawn adı da kazası, dağı ve yaklaşmış or­ manı gibi topdan Ilgaz olmuş. Hareketi müteakıb müddetini tayin edemeyeceğim bir uyuklama devresi daha geçirdikden sonra orman başlarken gözlerimi açub yolu ta­ kibe koyuldum. nk önce seyrek olan ağaçlar sıklaşdı, büyüdü ve sabah olmadan evvel azametli bir orman başladı. Yolda parça parça karlar. Or­ talık tam.amıyle ağardığı sırada fasılalarla birbirini takıyb eden karakol­ lardan Derbend'in önünde durduk. Karşısında kameriye gibi bir şey yap­ mışlar ve çeşmenin bilek kalınlığındaki suyu gürül gürül akıyor. Hava cidden soğuk. İki yolcuya, o Ilgaz'da çeşme başında yüzünü yıkayan genç bir askeri mekteb talebesiyle gedikli bir jandarmaya şoförle muavini ka­ rakolda kağıdları gösterirken yürümeği teklif etdim ve bu suretle, belki bir daha hiç tekerrür etmeyecek cidden nefis bir seyran imkanını elde et­ miş bulundum. Ilgaz ormanı epey uzun olan hayabmda gördüğüm şeyle­ rin en güzellerinden biri. Çamları o deı:ecede heybetli ve muazzam ki, bun­ ları tamamen alıb götürerek mesela Burgaz'a, Heybeli'ye diksek, ağırlık­ larına dayanamayarak bu nazlı adaların adeta çökmelerinden korkulsa ye­ ridir. Dağların aralarından inen suların akışını duyarak, ötüşen kuşların şehirli kulağına büsbütün lezzetli gelen konserini dinliyerek ileriledim. Soğuğa mukavemet kadar, otobüs yetişmeden biraz fazla yol katetmek için adeta koşuyorum. Jandarma bu kadar yol yürüyebileceğime ilk önce ihtimal vermemiş demek ki : «Maşallah iyi yürüyorsun efendi amca ! » di­ ye iltifat etdi. Bol bol otuzluk görünen bu genç adamın amca hitabından duyduğum hüznün intikamını yol uzayınca onun yorulduğunu, sonra da Kastamonu'ya yaklaşdığımız sırada kendisini otobüs tutduğunu görerek alınış olduğumu niçin gizleyeyim ? .. Filhakıyka yol uzadı. Sonradan öğren­ dik ki, şoför - esasen pek de haklı olarak - bu Derbend mevkünde biraz uyumak ihtiyacını hissetmiş. cYeğenim� arabanın bozulmuş olmasına ih­ timal veriyor, ilk karakoldan telefon etmeğe karar vermiş bulunuyordu. Kastamonu'ya kırk kilometre kalmış olduğuna göre ben henüz yorulma-


414

O l K O , TEMMUZ 1941

dığım için çalım satıyor ve içden telişa başlamakla beraber ene olur, yü­ rürüz ! :. diyerek cyeğenimi> asabileşdiriyorum. Bir tarafımızda yüksek dağ­ lar, bir tarafımız inen bayırlar bulunmak ve her taraf yeşil çamlarla mes­ tur olmak üzere böyle beş kilometre kadar YC?l yürüdük. Arkamızda Ilgaz dağlarının iki tepesi karla bembeyaz yükselmekde, daha yakın ufuklarda ağaçların üzerleri bulutlaşan bir mavilik. Güneş artık çıkmış bulunu­ yor. Fakat yol kenarlarında birikmiş karlar hala kaskatı, ele alınmaları kabil değil. Nihayet otobüsün sesi duyuldu ve bizi aldıkdan sonra, gene inerken, yükselirken ve düz giderken hep ayn çeşidde sesler çıkararak inliye inliye, titreye titreye, fakat hiç bozulmadan, durmadan, tamiri icap etmeden yoluna devam etdi. Çam ormanı nihayet buldukdan sonra yeşil ovalardan mürekkeb bir memlekete dahil olduk ve Orta Anadolu köyle­ rinde maalesef hiç görülmeyen büyük, ikişer üçer katlı evlerden mürek­ keb ve birbirlerine gayet yakın köylerin yakınından geçe geçe ilerledik. Saat sekiz henüz olmamışken yolun aşağısından ve iki dağ arasından bir büyük kasaba belirdi, ve yolcular buranın yegane acemisi olan yol arka­ daşlarına, yam bendenize, «işte Kastamonu ! » diye «müftehir:. haber ver­ diler. -

Kastamonu'da ilk gün Şehrin bu ilk görünüşünün cidden güzel olduğunu tasdik etmek la­ zım. İnilecek noktadan ötelere kadar giden ve Olukbaşı denen bağlık bah­ çelik bir yerle Kastamonu başlıyor. Ta yüksekde, derli toplu bir eski ka­ lesi var ve daha ileriye varılmadan önce stadyum ve onun bir az yukarı­ sında mevkii mutena bir hastahane binası ve sanayi mektebi görülüyor. Sonra bir derenin ikiye ayırdığı karşılıklı tepeleri doldurarak, kesir olan minareleri ve bir kısmı pek büyüğe benzeyen ev ve bahçeleriyle Kastamo·· nu sizi istikbal ediyor .. Yokuşu indik ve Olukbaşı'nın büyük bahçeli birkaç konağının önünden geçerek - şapkanın kabulüne mebde' teşkil eden seya­ hatı esnasında Atatürk bir hafta kadar bu konaklardan birinde kalmış şehre diı.hil olduk. İki tarafı rıhtımlı ve köprüsü mebzıll bir ırmak, kendi­ sine tahsis olunmuş yerin bazı kısımlarını ıslatamayarak akıyor. Birden rıhtımın öbür cihetinden beni misafir edecek olan T a l a t M ü m t a z, milnis ve güleç çehresiyle göründü. Kendimi yabancı , garib hissetmediiğm anda otobüsden fırlamağa şitab etdim. Otobüs karargahına varıb üstünde iplerle sanlı eşyasını indirdiği zaman, bizim küçük bavulu da Bay T a l a t'ın çarşıda verdiği adrese bırakacaklar. Güneşli fakat serin bir sa-


BiR KASTAMONU SEYAHA'FNAMESI

hah.

415

Dere kenarından yürüdük ve bu dereye pek yakın olmakla beraber

sanayi mektebini bir müntehi olarak alırsak diğer müntehaya hayli yak­ laşan evine vardık. Dün gece Zonguldak treninin lokantalı ve yataklı gün­ lerinden birine tesadüf etmediği içiri ancak birkaç sandviçle doymağa ça­ lışmışdım. Buna on beş saatlik bir yolculuk, uykusuzluk ve ormanda beş kilometrelik bir yürüyüş inzimam edince öyle bir acıkmışım ki, misafirin nazla yemesi hakkındaki usfil ve kaideye riayet edemedim ve çeşidli ve bol bir sabah kahvaltısına iltifatım müdhiş oldu. na.ve edeyim ki, bu kah­ valtı mangal başında yapıldı. Hele dün gecenin yakmağı düşündürecek kadar

şerefime sobayı tekrar

soğuk geçmiş olduğunu

Talat Mümtaz'ın

Türk kadınlığının en ince misafirperverliklerini hakkımda gösteren refi­ kası söyledi. Bundan sonra temizlenmek ve yatıb dinlenmek ciheti de vardı ama, ben Kastamonu'ya bu kadar zahmet çekip temiz olmak ve yorgun olma­ mak için gelmediğimi düşündüm ve ağzımı havlıya siler silmez ev sahibi­ mi yola çıkardım. Eski, büyük ve ahşab evlerin sıralandığı sessiz, kaldı­ rım döşeli, önü mezarlıklı bir camün, bir de hamamın önünden geçen ve Bursanın eski mahallelerini hatırlatan yollardan şehrin merkezine dön­ dük. Bir köprüden karşı tarafa geçtik ve çarşıda bir az ilerliyerek Kasta­ monu'nun en seveceğim noktalarından birini teşkil eden bir noktaya var­ dık. Birinin etrafı camlı diğerinin etrafı açık iki şadırvanı bulunan Uç ta­ rafı sütunlu bir tarafı açık bir geniş kubbe altında oturduk. Şadırvanla­ rın üstünde fıskıye mütemadi bir şarkı mırıldanıyor ve biri gayet kalın

bir koldan durmaksızın su dökülüyor, bütün diğer musluklar da soğuk su­ larını akıtmak için emrinizi bekliyor. Girerken sağ tarafı teşkil eden dı­ varın oyuğuna ocağını kurmuş olan kahvecinin çayı bana nefis gibi geldi. Açık şadırvanın etrafında hasır ve tahta iskemleler var. Bu iskemlelerde

galiba namaz vaktına intizaren oturan ve zannederim şer'i hizmetler ifa eden ak sakallı, eski şark ilimlerine sahib iki yerli zat, yanımıza geldiler ve Kastamonu'nun mazisine füd olarak bir haylı şey anlatdılar. Sonra, yolu geçerek bu şadırvanlı kubbenin karşısında bulunan ve Kastamonu'ya aid bir iki kitabda kasabadaki en bi.iyük ve meşhur cami diye takdim edilen Nasrullah camiine gitdik. Bu Nasrullah sadece bir kadı ismi. Fakat bu büyük camii, camie vakıf olarak da arkasındaki büyük hanı yapdırmağa parası bolluk zamanlarında . olsa da bilmem ki nasıl yetmiş ?

Şadırvanlı

kubbe altı ve az evvel geçdiğimiz kargir köprü de onun hayırları. Nas­ rullah camii hicretin 915 inci yılında ve Yavuz Sultan Selim devrinde in­ �.c.. olunarak Birinci Mahmud devrinde Reis-ül-küttab Hacı Mustafa efen­

± namın da bir zat tarafından tamir etdirilmiş imiş. Daima açık bulunrul­ �-.;.ğ":ı için ayakkabılarımızı c;ıkarıb kapıda bıraka rak içine girib dolaşdık.


416

O L K O , TEMM UZ 1 941

Büyük, ferah, fakat bir hususiyet arzetmeyen tek minareli bir cami. Hılfı­ zamda yer tutuşunun asıl sebebi, yan tarafındaki merdivenle çıkılan kıs­ mındaki açık dolablarda metruk duran, bir kısmı tezhibli ve sayısız eski eser oldu. Bunların hepsi galiba kur'anı Kerim olup cümlesi yazma idi ve belki içlerinde pek değerlileri de vardı. Kaçı çalınmış, kaçı çalınacak, kaçı çürüyecek ? Nasrullah camiinden çıkup yukarı tarafına düşen hana geç­ dik. Ortası meydan, iki katlı ve oldukça büyük bir bina. İçindeki muhtelif mağaza ve depolardan birini, Orta Anadolu'da Ankara dahil olarak bir­ çok yerlere ihracat yapan bir bakır müessesesi işgal ediyor. Biraz küf kokan loşluğunda dolaşan neş'eli ve çok mütevazı kıyafetli patron, An­ kara ve tstanbul'da rivayete göre apartımanlara malikmiş. Daha ileride büyük ve oldukça harab medresemsi bir han için Cem Sultan vakfındandır dendi. Birkaç kargir bina ile başlayarak yokuşlu inişli ve eğri büğrü so­ kaklarda yapılan ahşab dükk3.nlardan mürekkeb, büyücek bir çarşı. Bu çarşıya aid bir manzarayı hafızam bir daha unutmayacak : bakır döğülen dükkanlar. Ortada ateşden çıkarılıb masamsı bir yere konmuş kızgın, pa­ rıl parıl yanan bir yuvarlak ve bunun etrafını almış, göğüsleri bağırları açık, gömlekleri yer yer ıslak beş yahud altı kişi ellerinden tutdukları kalın sopaları birbirlerini takiben, arada ancak birer saniyelik fasıialar bırakarak ve en küçük bir şaşırma, bir karışıklık olmadan, bu yavaş yavaş soğuyan, inceleşen ve yassılaşan alev gibi yuvarlağın üzerine indiriyor­ lar. Bu şeyler demin girdiğimiz depoda toplanacak ve bilahare, sessiz ve eski evlerin günfük eşyası olmak üzere kasabalara ve köylere kadar ya­ yılacaklar. Bundan bir iki kişi belki zengin de olacak ama, bu bakır iöğenlerin gündelik kazancı, bütün bir günün sa'yi mukabilinde lirayı geçmezmiş. Kısa yolun iki tarafı ayni dükkanlarla kaplı ve içerisi dışarıdan tamamıyle görülen bu ahşab dıvarları simsiyah dükkanların her birinde göğüsleri bağırları açık beş altı kişi, ayni işi adeta esrarengiz bir ayinin edası şeklinde yapmakdalar. Temmuzda bu işe gene devam edecekler. Ne kadar alışılmış olsa gene ne harab edici ve bedeli ne nankör iş !. Buna rağmenönünde durduğumuz dükkandakiler güler yüzlü, nazik, mülı:­ rimdiler. Bir danesinin artık saçlarına kır düşmüşdü. Dükkanın sahlbi mi, yoksa sadece bir işçi olup yakında başka bir zenaat tutunca bu yorgunlu­ ğu, bu ateşi hasretle mi anacak ? ... - Bitmedi -


t

H

A

K

KALANLARIN

y

E

NAFAKASI

ALİ SüHA DELİLBAŞI

Kış birdenbire basdırmışdı. Bir iki saat içinde, yerler, damlar, hatta otomobillerin üstleri, sokakdan geçenlerin şapkaları ve paltoları karla sıvanmışdı ; soğuk gözleri yakıyor, bir yağmur sağanağı şeklinde ince ve sık düşen kar parçaları nefes almağı güçleşdiriyordu. A h m e d S a b r i içinde kendisinden başka yaşayan hiçbir kimse yokmuş kadar sessiz du­ ran evinin kapısından, dört yaşındaki oğlunu sevib okşamadan çıkmışdı. Bu böyle ilk defa olmuyordu ki... Yollarda kayıb düşmemek için hiçbir dikkat sarfetmeyordu, bunu ayakları insiyakı çok keskin bir hayvan alış­ kanlığıyle yapıyordu. Sabahdanberi kaçıncı olduğunu bilmediği cigarası­ nı güçlükle yakıb dairesinin yolunu tutdu. tuhaf bir hayatı vardı onun. Otuzbeşine kadar, ne çok maceralı, ne de macerasız denebilecek bir ömür sürmüş, bu zaman içinde evlenmek aklından bir defacık bile geçmemişken, günün birinde, başına bir damdan düşen bir kiremid gibi bir kaza gelmiş, yirmiiki yaşında bir kıza aşık ol­ muş, kendisini de ona sevdirmiş, sonra evlenmişlerdi. Karısıyle on yıldan fazla bir zaman gayet güzel geçindiler, güzel yaşadılar, hayatlarında en küçük bir geçimsizlik rüzgarı esmedi. Cennet hayatı gibi birşey. Karı ko­ canın mizaclan birbirine çok benzediği için bu her günü, her saati birbi­ rini andıran yaşayış tarzı onları sıkmadı. Onlar hayatlarında başka türlü Ne

değişiklikler yapmanın sırrını biliyorlardı : birbirlerinin sözlerini dinlemek, kabfil etmek, arzularını, hatta fantezilerini hoş görmek. Gece saat ondan sonra karısı ona : hadi S a b r i, biraz sokağa çıkalım dediği zaman , hiç itiraz etmez, hemen hazırlanır, karısıyla kolkola verip çıkarlardı. Böyle bir teklif kendisinden geldiği zaman da karısı derhal razı olurdu. Böyle ne güzel geceler geçirmişlerdi. Kendilerine yabancı olanlar, onları böyle geç vakitler, zaman zaman İstanbul'un, Ankara'nın eğlence yerleriııde bir şarab, yahud şampanya şişesinin karşısında, gözleri etraflarındaki eğlen­ celerden ziyade birbirlerinin etleriyle, ruhla.rıyle meşgfıl gördükleri zaman, karı koca olduklarını akıllarından geçirmezler, iki ayrı yuvadan kaçıp 417

Oıkü

-

27


418

O L K O , TEMM UZ 1 941

birleşmiş iki sevdalı zannederlerdi. Çocukları olmamışdı. İlk zamanlar $.a b r i de kansı da bunu çok istemişlerdi. Fakat h�kimler N u r i y e'­ nin çocuk doğurmayacağını söyledikden sonra, bu hükme karşı ikisi de alakasız, teessürsüz göründüler. N u r i y e, kendisine bir çocuk vereme­ yeceği bu adama karşı suçunu affetdirmek için, S a b r i de ana olama­ yacak bir kadına bu ıztırabın tesellisini verebilmek için, birbirlerine daha çok sokuldular, daha çok bağlandılar. Fakat güzel bir rüya gibi geçen bu hayat günün birinde, gene bir rüya gibi silindi gitdi. Evlendiklerinin onun­ cu yıldönümünde, yine böyle çok soğuk, karlı bir havada, akşam yeme­ ğinden sonra N u r i y e'nin arzusuyla geç vakıt, bir gece lokantasına git­ mişler, alemi seyreder görünüb, bol, renkli ışıkların altında birbirlerini sey­ retmişler, mfısıkiyi dinler gibi yapıb kendi fısıltılarının musıkisinde ebe­ dı1iğin zevkıni bir daha tatmışlardı. Ertesi günü zatürrieye yakalanan N u r i y e, bir hafta içinde elinden, evinden çıkib gidince S a b r i mez­ bahada alnıma topuz yeyip de ölemeyen bir hayvan gibi sersemlemişdi. Gündüzleri işine gidiyor, akşamlan kansının boş bırakdığı yatağa yüzünü koyub saatlerce ağlayordu. Karısının ıztırabını zaman silib götüremedi. S a b r i, ölen karısının yerine onun ölümünün acısını koymuşdu. N u r i y e'yi ne kadar sevdiyse, onun arkasında kendisine yadigar bırakdığı bu acıyı da o kadar seviyordu. Artık hayatı dairesiyle evinin arasına miin­ hasır kalmışdı. Ne bir lokantada, ne bir sinemada, ne de karısı sağken ol­ duğu gibi ara sıra bir eğlence yerinde görülüyordu. Bu hayat böylece ge­ celi gündüzlü tam üç yıl sürdü. S a b r i çok zayıflamış, şakalarındaki saçlan bembeyaz olmuşdu. Yalnız kaldıkdan pek az bir zaman sonra ken­ disini tekrar evlendirmek için başının etini yemeğe başlayan arkadaşları, günün birinde onu zorla içkili, sazlı, sözlü bir aile sofrasına götürdüler ; otuz yaşlarında, bir genç dulla tanışdırdılar ; kadının hayatını acıklı bir ro­ man şeklinde anlatdılar ; hayatda hiç kimsesi yok, hali vaktı yerinde bir kadınmış ; evlendikden az bir zaman sonra kocası kendisini ihmal etmeğe başlamış, kendi servetini de, karısının malını mülkünü de yiyib bitirdik­ den sonra, bir kalb arızasından ölüvermiş ; kadın şimdi geçinebilmek için bir bankada çalışıyormuş. D ü r n e v yüzüne bakılır bir kadındı, herke­ sin arasında, ciddi, ağır başlı duruyor, içkiye, dansa, pokere iltifat göster­ meyordu. O akşam arkadaşları S a b r i'ye birçok içirmişlerdi. Serhoşlu­ ğun dumanı arkasından D ü r n e v'i bir roman kahramanı gibi gördü ; romanlarda olduğu gibi onun da, kendinin de kırılmış hayatlarını yanyana getirdi. Gene romanlarda olduğu gibi bu iki kınk hayatı birleşdirmeğe ka­ rar verdi. •

D

ü r n e v Hanım, evlenmek teklifine karşı pek fazla nazlanmadı.


419

KALANLARIN NAFAKASI

S a b r i'nin arkadaşları her şeyi bir iki gün içinde yoluna koydular ; D ü r­ n e v

Hanım işinden istifa etdi.

S ab r i

Bey,

eşyası varsa, odasına koyub kapısını kilidledi.

N u r i y e'nin ne kadar Orası unutulmuş bir tür­

be gibi sonuna kadar kapalı kalacakdı. Yeni kansı için şöyle böyle bir ya­ tak odası hazırladı ; sonra birgün, üç dört yakın arkadaşın önünde nikih­ lan yapıldı. D ü r n e v Hanım da bir iki sandığı sepetiyle birlikde yeni kocasının evine yerleşdi.

İlk zamanlan hayatları sükun içinde geçdi.

D

ü r n e v

Hanını iyi

bir ev kadınına benzeyor, evini güzel idare ediyor, israfdıı:n, savup savur­

makdan hoşlanmaz gibi görünüyordu. Evin içinde biri ötekinin hayatını tamamlayan, birinin

eksik bırakdığını

öteki bitiren,

erfaneyle yaşayan

iki ark adaş gibi geçiniyorlardı. Fakat az bir zaman sonra S a b r i'de ya­

:;andan umulmayan bir his belirdi. bir aşk taslağı bile değildi.

Bu bir ruh yakınlığı, bir aşk, hatta

Bu daha ziyade bir madde, bir vücud hazzıydı .

Bu hazzın tatlılığı gün geçdikçe artıyor, benliğinde şaha kalkmış bir azgın at gibi ele avuca sığmaz bir hale geliyordu.

D ü r n e v,

kocasının ilk za­

manlar gösterdiği hararetsizliğe olduğu kadar, bu yeni tezahürlerine de

tamamıyle itaatli, mütevekkil durdu ; bu tevekkül ta, evlendiklerinden b ir

yıl

sonra ,

T o s u n'un doğac ağı günlere kadar böyle sürdü. Gebeliği ilk

::neydana çıkdığı zamanlar Anadolulu gelinin

D

ü r n e v,

koeasının kar şısında , tıbkı bir

kaynatasına, kaynanasına

karşı yapdığı gibi,

utanır ,

sıkılır olmuşdu. Fakat lohusalık hazırlıkları zamanı gelince bu utangaç­ '.ık, adını adım her gün biraz daha azalmışdı : kadın yeni bir yatak odası

::;tedi, kadın yeni yatak takımı istedi, kadın kıymetli bir nazarlık istedi ; kadın kendisine elmaslar istedi ; kadın yeni bir yemek odası istedi ; istedi, :stedi, istedi. . .

S

a b r i'nin yüksek bir maaşı, epeyce hazır parası, mem ­

'.eketinde fındık bahçelerinden, tarlalarından, hama m ından ,

İstan b ul ' d a­

ki büyük bir apartımandan, dükanlarından, evlerinden gelen iradı v ardı.

Zaten hayatının ortasında bir evlad sahibi olmak, nele bunun bir oğlan ol­ :nası ihtim ali , onu çok sevi n dirmişdi ; bu biraz hüzünle karışık bir seviııç-

3.i, çok sevdiğ·i, hala un utamadığı N u r i y e'nin veremediği çocuğu, ken­ disine pek tatlı hazlar veren D ü r n e v hediye ediyordu. Onun için, hiç !lıasnı.fa bakmadan,

bir dediğini iki etmeden

Ebe hek im inin tam hisabladığı günde,

istediklerinin hepsini aldı.

T o s u n,

annesine fazla acı, ağ­

rı vermeden, dünyaya geldi.

T o s u n'un doğduğu gün bu karı kocanın hayatında bir dönüm nok­ tası oldu. D ü r n e v Hanım, ben

çocuk emzire mem ,

dedi.

S a

b r i'nin

buna canı sıkıldı, karısını kandırmak için bir iki kelime söylemek istedi,


420

O L K D , TEMMUZ 1941

fakat kadın, kaşlarını o kadar fena bir şekilde çatdı, . öyle korkunç bir ses­ le bağırarak cevab

verdi, ki

S a b r i, lohusayı

rahatsız

etmemek için

derhal itaat etdi. Artık tılısım bozulmuşdu.

D ü r n e v

Hanım, o eski halim, selim,

başı önünde, kuzu gibi kadın değildi. · S a b r i Bey buna şaşıyordu. Eğer hurafeye inananlardan olsa, cinlerin, perilerin lohusa yatağından

D ü r -

n e v'i aşırarak yerine bir başka kadın getirdiklerine hükmedecekdi. Şimdi ev sessiz, sadasız değildi. Şimdi, kendisine karşı hürmet, itaat kalmamış­ dı. Artık

D ü r n e v

Hanım, bağırıyor, çağırıyor, kendisini paylayor,

sütnineyi paylayor, mini mini

T o s u n'u tırtıklayor ;

nım tuvalet üstüne tuvalet yapdırıyor ;

sofra başında kavga çıkarıyor ; s u n

D ü r n e v

D ü r n e v

D ü r n e v

Ha­

Hanım hiç yokdan

Hanım gezib tozuyor ;

T o -

doğdukdan bir yıl sonra on yıl daha çökmüş görünen kocasını, sa­

bahlara kadar süren poker partilerine,

gece lokantalarına, balolara sü­

rükleyordu. Evde, misafirlikde, lokantada, her yerde, her işde, daima em­ reden

D ü r n e v,

baş üstüne diyen de kocasıydı. Avuç, avuç değil, etek,

etek para harcanıyordu. Bir küçük itiraz, aylarca süren kavgalara, dar­ gınlıklara fırsat veriyordu.

Bu hengame içinde

S a b r i'nin

bankadaki

paraları iyiden iyiye hafifledi. Artık, eski zamanlarda olduğu gibi para yatırmak için değil ; hisab-ı carisinden para çekmek için sık sık bankaya gider olan

S a b r i, ilk zamanlan kendisine hayretle bakan veznedarın,

önce hüzünlü, daha sonra da istihkarlı olan gözlerini görmeğe dayananıa­ yor, kaç yıllık tanıdığı olan veznedara selam vermeden çekini uzatıb pa­ rasını alıyor, suç yerinden kaçan bir suçlu gibi koşa koşa bankadan çıkıb gidiyordu. Dört beş yıl önce bir bankanın küçük, adeta sığıntı şeklinde bir me' murıı olan,

D ü r n e v

çalkanıyordu : met ediyor,

Hanımefendi'nin macerfilarıyle Ankara, İstanbul

Dü rn e v

D ü r n e v

Hanımefendi'nin evinde erkek hizmetçiler hiz­ Hanımefendi'nin tuvaletleri yüzlerce lira güm­

rük parası verilerek, Paris'den getiriliyor,

D ü r n e v

Hanımefendi ba­

lolara, ziyafetlere, eğlence yerlerine, bir fısıltı fırtınası kopararak giriyor, D ü r n e v

Hanımefendi her yıl otomobil değişdiriyordu. Şuradan bura­

dan gelen aylık, hatta yıllık iradların bazan bir gece içinde poker masa­ sında bırakıldığı

oluyordu.

S a b r i

artık düşünemez,

kendi kendisini

tanıyamaz olmuş, beş yıl önceki hayatını tamamıyla unutmuş bir hfile gel­ mişdi. Tarlalar, fındık bahçeleri, apartıman, evler dük3.nlar sırasıyla ipo­ tek edilmişti.

S a b r i, birkaç kavga bahasına ancak bunların fa.izlerini

ödeyebiliyor, borçdan kurtarılmalarını,

S a b r i

daima gelecek yıla bırakıyordu.

artık ipin iki ucunu bir araya getiremez olmuşdu. İşler tama­

men batak bir uekil al.ı:nış, gelirler

azalmış, kendisi için vaktiyle yapdığı


421

KALANLARIN NAFAKASI

yüksekçe bir hayat sigortasından başka, hiçbir sigorta kalmamışdı. Bunlar olub bitmekde iken evde kavga gürültü eksik değildi. Bunlan karısı çok defa bir yokdan yaratır, sonra iş uzayıb giderdi. O kadar ki, barışdıklan

zaman, S a b r i kavganın

D ü r n e v

neden çıkdığını

hatırlayamazdı.

artık kendisinden başka hiç kimseyi görmeyor, kimseyi

düşünmeyordu. Şimdi tosun gibi bir çocuk olan

T o s u n,

mesela ağla­

yacak olsa dadının başına yıldırımlar indiriyor, kocasına : «Susdur şu pi­ çini, ben zırıltı dinleyemem> diye bağırıyordu. Çocuk yalnız, ara sıra ken­ disini sevmeğe gelen babasının yüzünü görüyor, hayatı daima dadısının yanında geçiyordu. S a b r i artık bu hayatın,

bu yaşayışın sonu nereye

varacağını bile düşünmez, düşünemez olmuşdu. Karısının elinde bir köle, bir köpek değil, bir cansız robota halindeydi. O ne derse, o ne isterse onu yapıyor, bir makine gibi yeyip içiyor, yatıb kalkıyordu. D ü r n e v'in es­ kiden kendisine verdiği derin maddi haz, kovulan bir misafir gibi çekilib gitmişdi. Hanımefendi'nin hazza, kocasına verecek zamanı yokdu ki. . Ev .

hemen her akşam misafir doluydu... Yemekde misafir olmadığı zamanlar sofraya birinci yemek değilse bile, ikinci yemek olarak mutlaka sunturlu bir kavga konuyordu. Onun için

D ü rn ev

Hanım, yatacağı zaman çok

defa, ya çok yorgun oluyor, yahud başı ağrıyor, yahud da kocasıyla dar­

gın bulunuyordu. O gece evde sabaha kadar poker oynanmış, kansı ber­ mutad birkaç yüz lira kaybetdikden sonra saat altıda yatmışdı. S a b r i o saatden sonra yatmaya lüzum görmedi. Yazı odasına çekilerek bir iki kahve, birçok cıgara içdi, acı bir vücud ve ruh mahmurluğu içinde bir iki kitabı kanşdırdı. Daire vaktı gelince yanına para almak için yavaşça karısının odasına girdi.

D ü r n e v

mışıl mışıl uyuyordu.

Bu güzel et yığınına

S a b r i

acı bir hüzünle bakıb içini çekdi, fakat nasıl oldu bilinemez, çıkarken aya­ ğı bir iskemleye çarpdı, devirdi. Kadın yatağından dimdik fırladı, itizara hazırlanan S a b r i'nin yüzüne, bağıra bağıra birçok söğdü, saydı, O al­ çak sesle afdileyor, hizmetçilerin duymaması için yavaş söylemesini rica ediyor, fakat

D ü r n e v

dınyordu. Nihayet

Hanımefendi inadına perde perde kameti art­

susdu, yatağına girdi.

O zaman

S a b r i

sessizce

yeni birşey olmamış, hiçbir şey değişmemiş gibi, odadan ve evden çıkdı. Dairesine girib koltuğuna oturdukdan sonra ilk cıgarasını yakarken önünde duran gazetenin sahifelerini çevirirken, ellerinin titrediğini fark­ etdi. Tuhaf bir hali vardı : içi fena halde sıkılıyor, bütün benliğinde garib bir korku dolaşıyor, başındaki saçların dibleri karıncalanıyordu. Gazete­

nin rastgele bir yerindeki birkaç satırı birkaç kere okumuşken orada ne yazılı olduğunu anlayamayordu. Biraz sonra kapı açılınca kalbinin birdenbire şiddetle çarpdığını duy-


O L K O . TEMMUZ 1 941

422

du. İçeri giren odacı kendisine bir telgraf uzatdı ; adam dışarı çıkdıkdan sonra telgrafı açdı, bu kısa telgrafı dakiykalarca elinden bırakamadı ... Telgraf İstanbul'daki vekilindendi, dün geceki yangında en son ümid­ lerinden biri olan apartıınan, o semtde çıkan bir yangında tamamıyle yan­ mışdı. Bu haber kendisine başka felaket haberlerinin öncüsü gibi ge1di. Bundan sonra ne yapacakdı. Şimdiye kadar daima gelecek yıllara bırak­ dığı mes'eleler artık kendisine : «bizi temizlemenin zamanı geldi» diyorlar­ dı... Odacısına roeşgıil olduğunu söyleyerek gelecek ziyaretcileri yanma getirmemesini tenbih etdi. . . Hayatında ilk defa olarak getirilen kağıdları okumadan, bir tek söz söylemeden imza etdi ; hayatında ilk defa. olarak öğle yemeğine çıkmadı, evine de telefone etmedi Akşama doğru hususi kalem müdürü. Vekil'in kendisiyle görüşmek is­ tediğini haber verdi. Bir makina gibi düşünmeden, fakat yaralı bir hay­ van gibi sendeleye sendeleye gitdi. Vekil her zamanki gibi onu iltifatla, güler yüzle karşıladı, oturdu ; cıgara verdi, kibritini yakdı. Konuşmaya başladılar: o günlerde Meclis'e verilmek üzere hazırlanmakda olan bir la­ yihayı münakaşa ediyorlardı. Bu layihanın bir noktasında Vekil'le arala­ rında ihtilaf vardı. Bunun üzerinde birçok defa görüşmüşler, konuşmuşlar, alakalı daire müdürlerini dinlemişler, fakat bir türlü anlaşamamışlardı. Halbuki artık layiha tamamlanmak üzereydi. Onun için bu ihtilafın kaldı­ nlması zamanı gelmişdi... Bir müddet sonra Vekil'in yanından yüzü sapsarı, elleri, dizleri titre­ yer.ek çıkdı, odasına

girdi. S a b r i, Vekil'in daima

güler yüzle, iltifatla

konuşduğunu, kendi sesinin perde perde yükseldiğini, kelimelerin

yumu­

şaklıkdan sıyrılarak en acı manalar aldığımı, Vekil Bey onu teskin etmek istedikçe, kendisinin işi azıtarak adamcağıza ağır hakaret etdiğini, onun üzerine bir sesin : «peki, siz yerinize gidin de emrimi bekleyin» dediğini o zaman· hatırladı. «Yerinize gidin de emrimi bekleyin» ... Bu sözlerin manası açıkdı . . . Za­ ten emir de gelmekde gecikmedi : yarım saat kadar sonra süklüm büklüm odasına giren hususi kalem müdürü, bir resmi tezkereyle S a. b r i'ye Ve­ kalet emrine alındığını tebliğ etdi... S a b r i Bey, kendini yokladı, ruhunda hiçbir aksülamel duymadı ... Bir iki cıgara içdikden sonra kalkdı, daire arkadaşlarını birer birer ziyaret edib veda etdi. Sonra tatil zamanı gelince, hiçbir şey olmamış gibi palto­ sunu, lastiklerini giydi, odacısına bolca bir bahşiş vererek kendini sokak­

da buldu. . . . Birçok vitrin seyretdi...

Birçok dükanlara girdi,

çıkdı... Karısına,

T o s u n'a birçok giyecek, ayakkabı, kumaş, makiya.j malzemesi, oy.ımcak gibi şeyler aldı,

paralannı vereli, e.ve göndermelerini tenbih etdi... Her

ma-


KALANlARIN NAFAICASI

423

ğazada, her düki.nda kapıdan karşılanıb kapıya kadar selamlanan S a b­ r i, eskiden olduğu gibi bunlara karşı iltifat göstermeyordu ; yüzü tama­ mıyle renksizdi, başının içinden beyni, vücudundan ruhu çıkarılmış gibi herşeyden habersiz görünüyordu. Kendisini ancak

N u r i y e'yle

hazan,

D ü r n e v'le

her

zaman

gitdikleri büyük lokantada, birinci rakı kadehinin başında bulabildi : o za­ man ruh uyandı, şuiır da ayni zamanda işlemeğe başladı. Şimdi ne yapacakdı. Mühim bir irad getiren apartımanı sigortasız yaıı­

mış, idraksiz1iği yüzünden dairesi kendisini sokağa atmışdı. Borçlar öden­ meyecek bir haldeydi. Eski karısı sağ olsaydı, belki kalan malların bir kıs­ mını satarak, ötekileri kurtarmak, onların gelirine hükO.metden alacağı parayı da ekleyerek pek ala rahat yaşamak, olmak kabil olurdu. Fakat

T o s u n'u büyütmek, mes'ut

D ü r n e v'le bunu yapmak mümkin değildi,

sonra da kendisinde bunun için ne arzu duyuyordu, ne de bunları yapabi­ lecek kuvvet ve irade. . . Ta dibde bir masada oturmuş ve kendisini görüb yanma gelen olmasın diye lokantaya arkasını dönınüşdü. . . Cıgaranın birini söndürmeden bi­

rini yakıyor, bir kadeh rakı daha bitmeden ikincisini ısmarlayordu. r i'nin bu halini hiç görmemiş olan

rum garson bir aralık

S a b­

bütün cesare­

tini toplayarak : «bu aksam pek çok içiyorsunuz pasam, ben pasami hiç böyle çok içiyor görmem.is, korkuyorum hasta olacaksiniz . . » .

dandı. S a b r i cevab vermedi, yalnız

diye mırıl­

tuhaf bir gülümsemeyle

garsona

bakdı, eliyle dibinde az bir şey kalmış rakı kadehini ve boşalan meze ta­ baklarını gösterdi... Artık bu hayatı devam etdirmek kabil değildi ; karısını boşayıb, oğ­ luyla mütevizıane yaşamak da mümkin değildi : D ü r n e v'i, kendisi sağ­ ken yanından ayırmak, yapamayacağı bir şeydi. Eti, kanı, o kadar bu an­ laşılmaz kadına bağlıydı... Onu sanki derisinin içinde, etinde taşıyordu. Yeni bir kadeh rakıyı bitirirken

gözlerinde bir alev parladı :

dolgun bir hayat sigortası vardı ; me'muriyete gireli otuz oluyordu :

Vekalet emrine alınmışdı,

haklarını verirdi... D ü r n e v

kendisinin

seneden fazla

fakat kanun karısıyla,

çocuğuna

de daha gençdi ... Başka bir kocaya da va­

nrdı... Varmas a bile ellerine geçecek paralarla büsbütün nafakasız kal­ mazdı ... Onun için mutlak ölmek lazımdı. . . Fakat intihar edemezdi. Çünkü bir sürü dedi kodu olacakdı, sonra da karısıyle çocuğu sigorta parasını alamayacaklardı . . . Evet ama, ölmekden başka da çare yokdu ... Geç vak.ıta kadar, S a b r i'nin masasında

birçok rakı kadehleri bo­

şaldı ... Serhoş olmamışdı, yalnız kendisini neş'eli, keyifli buluyor, ara sıra başını çevirib danseden çiftleri seyrediyordu. Sinemaların boşalma saati gelince hisabını gördü, garsona hiç vermediği kadar çokça bir para verib


424

U L K O , TEMMU Z 1 941

sokağa çıkdı. Tahmini doğru idi : otobüsler, otomobiller, tekerleklerini kar­ lara gömerek, çarpışmamak için canbazca manevralar yaparak bir zevk fileminden çıkan halkı, bir başka haz ve rüya alemine götürüyordu. Oto­ mobillerin biraz daha fazlalaşmasını, biraz daha sıkışmasını bekledi, du­ daklannda tatlı bir tebessümle kendi kendine «Tosuncuğum> dedi, dadısı­ nın odasında uyuyan çocuğunu uzakdan ruhiyle öpdü, okşadı, sonra oto­ mobillerin önüne bir deli gibi fırladı. Bir çeyrek sonra, kulübde satranç oynayan Vekil'e Müsteşar'ını öl­ düren kazayı haber verdiler. Vekil çok faziletli bir insandı. Yüzü sapsan, yerinden kalkdı. Sesi titreyerek tafsilat sordu. Ölüm fazla serhoşlukdan, serhoşluk fazla teessürden, teessür de işinden ayrılmasından ileri gelm.iş­ di ; yüreği burkuldu. Hemen hususi kalem müdürünü buldurub teselli için S a b r i'nin evine gönderdi. Müdür, S a b r i'nin evini bir düğün evi ka­ dar neş'eli buldu : birçok misafirler, birçok kahkaha, oyun masaları, flört­ ler, kurlar, pokerler.... Ağır vaziyfesini yapmak için söze başlarken, mü­ dür, D ü r n e v Hamm'ın bir teessür buhranına tutulacağını zannedi­ yordu. Hiç de düşündüğü gibi olmadı, kadın gayet ciddi davrandı. Vekil Bey'in alakasına teşekkür etdi. Manası anlaşılamayan bir sesle misafirle­ rinden özür dileyerek odasına çekildi. Gazeteler.... Vekfileti Müsteşan'nın bir otomobil altında kalarak öl­ düğünü yazdılar. Vekil çok müteessirdi : cenaze masraflarını kendisi öde­ di. Cenazenin arkasından mezara kadar gitdi, Müsteşan'nın üstünı:! ilk kü­ rek toprağı kendi eliyle atdı, merhumun maaş, ikram.iye işlerinin çabuk bitirilmesi için kat'i emirler verdi. D ü r n e v Hanım metin bir kadındı ; kendisine başın sağ olsuna ge­ lenleri : «hiç acımadım ahlaksız herife, o kadar içecek ne vardı ?> diye tersledi. D ü r n e v Hanım iş bilir, aklı başında bir kadındı : bankada kalan parayla sigorta parasını aldı. Satdı, savdı, yapdı, yakışdırdı ; Hükiı.metin verdiği parayı da ekleyerek derli toplu bir irad haline koydu. T o s u n'u S a b r i'nin ihtiyar halasına gönderdi. Pek az bir zaman sonra da yirmiiki yaşında bir hukuk talebesiyle evlendi.


ME MLEKET T 1 L K 1 T E P E K EM 1 K

(SAMRAMALTI V E

T AS

ARAŞTIRMALARI •

VAN)

K A Z 1 S 1 N O A

B U L U N A N

AL E T L E R M O N A S E B E T 1 Y L E

ŞARK VE CENUB-1 ŞARKI ANADOLU'YA BİB BAKIŞ Prof. _Ş. A. KANSU

-

TAHSİN ÖZGCÇ

Milli ve ecnebi müesseselere mensub ilim hey'etleri Anadolu'nun muh­ telü bölgelerinde tedkıykatda bulunmakdadır. Yurdun eski büyük kültür merkezlerini tedkıyk etme gayesini güden bu kazılar, muayyen mıntaka­ lara teksif edilmekden ziyade, hiç araşdırılmayan bölgelerle, coğrafi hu­ susiyetleri ve tarihi coğrafyayı nazar-ı itibara almakdadır. Bu suretle Ana­ dolu'nun Eski Şark ve Avrupa kültürleri muvacehesindeki mevkıi, her kazı ile biraz daha iyi anlaşılabilmekdedir. Muayyen bir kronoloji taslağı kuruldukdan başka, kültürlerin menşe'leriyle, iç ve dış münasebetleri de gitdikçe aydınlanmakdadır. Şarkda merkezi van olan büyük mıntaka, Hurri, Urartu ve Asur ta­ rihleri bakımından eski tarihçilere daima mevzu olduğu gibi, prehistorya­ cıları da kuvvetle ilgilendirmekdedir. Bir tarafdan büyük İran yaylası. diğer tarafdan Kafkasya, İç Anadolu ve Şimali Mezopotamya kültürlerinin bir telakıy noktası olan Van m.ıntakasının tedkıyki, Anadolu'nun diğer sa­ haları kadar ehemmiyetlidir. Bizce Van'ın Prehistorik Önasya Arkeolojisi bakımından önemi, � şekilde iyzah edilmelidir : Son yıllarda Musul mıntakasında yapılan kazılar (Tepe - Gavra, � paciya ve Ninive) , buranın bilhassa prehistorik arkeoloji bakımından da çok ehemmiyetli olduğunu gösterdi. Burada takriben Kerkük'den daha cenuba inemeyen [ 1 ] ve Önasya'nın en eski iki kültürünü temsil eden Sak­ ça - Gözü ve Tel-Halaf kültür kademelerinin menşe' ve yayılış sahalarının aydınlanması için, tedkıyki zarfı.ri görülen ilk istasyonların daha şimfil kı­ sımlarda, yani Hakari ve Van Vilayetleri dahilinde bulunduğuna kaniiz. Daha garba gidilirse Fırat'a dökülen Habur nehrinin Cağcağa suyu ile teş­ kil etdiği münbit müselles içinde, ve dar bir şerid hfilinde şarka ve garba doğru uzayan ikinci bir kültür bölgesi daha görülür [2] . İsmini bu mm[21 M. E. L M o 1 1 o w a n'ın :ıikret­ diOimiz eseri, s. 2-5.

[1 ] M. E. L. M cavations

( 1 9361 s. 4.

o 1 1 o w o n ; The Ex· at Tail Chagar Bazar, lraq 111 .

,. � 425


426

O L K O , TEMMUZ 1941

takanın ilk buluntu yeri olan Tel-Halaf'a göre alan Tel-Halaf kültürü, yalnız Yukarı Habur vadisinde olub, Aşağı Habur vadisine kadar ineme­ mekdedir. Bunun için M a 1 1 o w a n ve hatta E. D. R e i 1 1 y Tel­ Halaf kültürü çanak - çömleğinin menşe'ini daha şimalde, yani Türkiye hududları dahilinde aramakdadır [3] . Tel··Halaf kültürünün son cenub hududunu teşkil eden sahanın şimale mensubiyetini kat'i olarak isbat ede­ bilmek için ; Nusaybin - Mardin mıntakalan ile, daha şimal-i şarkide ka­ lan Siird bölgesinde de, herhangi bir höyüğün tedkıyki şartdır. Ayni kül­ türlerin Hatay ve Çukurova'ya kadar eri şmesi, arada bağ rolünü gören Viranşehir - Urfa - Birecik ve hatta Gazianteb mıntakasının da tekrar ted­ kıykini zarfıri kılmakdadır [ 4] . Zikretdiğimiz bölgelerde İç ve Garbi Anarlolu'nun alışılan kültürle­ riyle değil, bil'akis Şimali Suriye ve Mezopotamya'ya has ayrı ve yeni bir alemin çok farklı kültürleriyle karşılaşılacağından, bu mıntaka hafirleri­ nin bilhassa Önasya kültürlerine derin vukufları lazımdır. İşte Van kazı­ larının ilk yeniliği, Tel-Halaf kültürünün son şimal hududunu göstermesi, ve yuka.rıdanberi zikretdiğimiz kültür mes'elesinin kısmen olsun aydın­ lanmasını te'min etmesindedir. Van mıntakasmm İç Anadolu protohistorik kültürlerinin iyzahın da da ayrı bir mevkıi vardır. Merkezi Anadolu Bakırçağı kültürünün nıenşe'i aranırken, Şamram­ altı, Hasankale, Nahçivan ve Kızılvank buluntuları bilhassa zikredilmek­ dedir [ 5 ] . Garbi Anadolu çanak-çömleğine şekil ve tezyinat bakımından mutlak bir aykırılık gösteren İç Anadolu Bakırçağı kültürünün geliş veya yayılış istikametinin - adlarını zikretdiğimiz yerlere göre - Şark olduğu, tedkiykat artdıkça hakıykate en yakın bir ihtimal dahiline girmekdedir. İç Anadolu'da takriyben Miladdan önce 2300 yıllarında başlayan ve çok dar bir sahaya inhisar eden ilk Tunççağı'na 3.id «Kültepe devri» çok boyalı çanak-çömleğin menşe'i V. C h r i s t i a n tarafından garbde, Ege alemi ile Sicilya ve Apulya'da aranırken, F r a n k f o r t ve Dr. B i t t e 1 tam aksini iddia etdiler [6] . F r a n k f o r t bu kültürün menşe'ini şark ve cenub-i şarkide aradığı gibi, malzemesini Türkistan ve Anav'ınboyalı çanak-çömleği ile de irtibata getirdi. Ayni netiyceyi, yani kültürün şarka mensubiyetini, Dr. B i t t e 1 ve Alişar hafirleri de bil­ hassa Tilkitepe'nin boyalı çanak-çömleğine istinaden tayin etdiler [ 7 ] . [3) E. B. R e i 1 1 v ; Tilkitepe'deki ilk Kazılar, TTAED iV (1 940) s. 1 45. [4) Afo, Cild XI, nüsha 1 -'.2. s. t!O-til . (5) OIP, XXX, s. 426 ve · R e i 1 : v s. 1 47.

[6) K u r t B i t t e 1 ; Prehistorische Forschung in Kleinasien, lstanbul 1 934, S. 1 Q9cJ l 1 .

[7] OtP, XXX,

s.

42.


ŞARK VE CENUB İ ŞARKI ANADOLU'YA BiR 8AKlS -

427


428

O L K O , TEMMUZ 1 9-41

Van kazılarının Anadolu Ön Tarihi kültürlerinin menşe' ve yayılış mes'eleleri için kazandığı ehemmiyeti de kısaca gördükden sonra, bulun­ tularımızın tedkıykine geçebiliriz. Van şehrine nazır Toprakkale'de ilk kazılar 1879 da, ve Vankale'nin altı kilometre cenubunda kalan Şamramaltı (Tilkitepe) höyüğünde de 1899 yılında yapılmışdı. Tilkipete'nin ilk hafiri W. B e 1 c k'in kazı netiy­ celeri J e n n y tarafından ancak otuz sene sonra neşredilebildiğinden hakıykati iyzah etmekden çok uzakdır [81 . Nihayet 1937 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden E. B. R e i 1 1 y Tilkitepe'de çok kısa süren bir tecrübe kazısı yaparak, prehis­ torik kültürlerin taakkubunu tesbit etmeğe muvaffak oldu [ 9] . 1939 yı­ lında da Amerikalılar L a k e idaresinde daha geniş ölçüdeki kazılarına başladılar. Neşretdiğimiz eserler, son Amerikan kazılarının meydana çıkardığı iskeletlerle birlikde bulunmuş ve tedkıyk edilmek üzere Dil ve Tarih-Coğ­ rafya Fakültesi Antropoloji Enstitüsü'ne gönderilmişdir (A) . Aletlerin çoğlınu geyik boynuzundan yapılmış çekiç veya baltalar teşkil etmekdedir. Tilkitepe'de dikkat nazarımızı çeken en mühim hususi­ yet, her kazıda bol mikdarda kemik alet ve bilhassa çekiçlerle, bızlerin ele geçmiş olmasıdır. Lev. 1, 4 de neşreddiğimiz kemik çekiç, iyi perdahlan­ mış ve ortasında da muntazam bir deliğe sahibdir. Geyik boynuzundan yapılan çekiçler, Alişar'ın kalkolitik [ 10] , Dündartepe'nin ikinci [ 1.1 ] ve Kusura'nın B [ 12 ] kültür tabakalanyle, Termi'nin ikinci şehrinde [13] de bulunmuşdur. Bütün bu buluntular, iyi perdahlı çekiç tipinin şark, şimal ve Garbi Anadolu'nun Kalkolitik ve Bakırçağı kültürlerinde umumi oldu­ ğunu göstermekdedir. Geyik boynuzu kökünden yapılan diğer üç çekiç (Lev. 1, 1-3) birincisi kadar iytinalı işlenmemekle beraber, yine delik ve uçları güzelce şekillen­ dirilmişdir. Son çekiçler Anadolu kültürlerine yabancı olmakla beraber, benzerleri Kukuteni'de (Romanya) bol olarak bulunmuşdur [ 14] . Avrupa­ da Neolitik devirlerdenberi kullanılan bu çekiçlerin Şarki Anadolu bölge­ sinde de mevcudiyeti, çok eski bir an'anenin devamını veya sadece ayni cins kemik malzemesinin (hepsi geyik boynuzu kökünden) bu kadar mü­ şabih şekilleri meydana getirilebileceğini göstermekdedir. [8] K u r t B i t t e 1, s. 83. [9] R e i i 1 y, zikretdiöimiz raporunda. [l OJ oır. xxvııı, s. 91, e 1 99'2. [1 1 ] Nesreciilmek üzeredir. [ 1 2] W. l o m b; Excavations at Ku­ sura near Afyon Karahisar, Oxford. 1 938.

s.272. [13]

W. L a m b ; Excations at Th,rml in Lesbos, Canıbridce, 1 936, s. 200, 203, Le·.... xxıv. 30- 1 06. [ 1 4] H. S c h m i d t ; Cucuteni, Leipzic 1 932, s. 55-59, lev. 28.


ŞARK VE CENU B - 1 ŞARKT ANADOLU'YA BiR BAKI$

429

Hayvan kemiklerinden yapılan üç bizin de benzerleri ( Lev,

1, 5-7)

Alişar'ın kalkolitik, Bakırçağı ve Eti kültür tabakalarıyle [ 15 ] , Ahlatlı­ bel [ 16] , Etiyokuşu [ 17 J , Demircihöyük [ 18] ve 'furuva'da da mevcut­ dur [ 19] .

R e i l l y

bu hızların devirlerini İç Anadolu kültürlerine göre tayin

etmek istemişse de, her saha ve her devirde bulunabilecek olan kemik hız­ ların devir tayinlerine imkan yokdur. Yeni 8rpaciya kazıları da ayni tip kemik bizleri meydana çıkartmışdır [ 20] . Kemik aletlerin sonuncu grupunda hemen hemen her kültür sahasın­ da ve her devirde bulunabilen karaca boynuzundan yapılmış aletler teşkil etmekdedir ( Lev. 1, 8-10) . Tilkitepe'de kemik aletlerden başka, en bol olarak tesadüf edilen eser­ ler, volkanik bir ca.m olan obsidiyen biçaklardır [ 21 ] . İki-üç ve daha faz­ la satıhlı olan bu aletlerin hepsi retuşsuzdur (Lev.

I, 11-14) .

Şeffaf siyah

renkli obsidiyenler Van mıntakasında yerli olduğundan, ham maddeleri hariçden idhal edilmiş değildir.

Tilkitepe, Yümüktepe ile birlikde Anado­

lu'nun en bol obsidiyen aletlerini veren bir istasyonudur [ 22 ] . Neşretdi­ ğimiz taş ve kemik aletlerin hepsi ayni kültür tabakasında bulunmuşdur. (B.) Fakat hiç birisi şimdiye kadar Van'da bulunan tiplere yeni bir şey ilave etmemişdir. Bununla beraber (Lev.

I, 1-3)

geyik boynuzlarından ya­

pılmış olan baltalar gerek morfoloji, gerek tipoloji bakımlarından bize Ne­ olitik kültür tekniğinin çok güzel bir ifadesi tarzında gözükmekdedirler. Bu hal Şarki Anadolu'muzda daha saf Neolitik bir kültür ufkunun belki birgün meydana çıkarılacağına da işaretdir.

[ısı oıP, xxvııı. s. 87, ş. 92; s. 1 9, ,. 1 93 ve xxıx. s. ZJ7, ş. 265. [i6j TTAED i l ( 1 934) , s. 74 (yalnız uç­ ları müselles biçimli olanları hariç tut­ mak lazımdır). [ 1 7] Dr. S. A z i z K a n s u, Etiyo­ kuşu Hafriyatı Raporu (1937), Ankara 1 940, s. 1 02, ş. 92 deki biz. [ 1 8] K. B i t t e 1 u nd H. O t t o ı Demirci - Hüyük; Berlin, 1 939, s. '27, Lev. 1 5,3. [1 9] H. S c h 1 i e n m a n n ; llioı, Leipzig 1881, s. 481 , No. 58 1 , s. 632.

[A] Tilkitepe iskeletleri de ayni Ensti­ tü tarafından neşredi lmek üzeredir. [20] lraq il ( 1 935) Lev. Xll. [21 ] K u r t B i t t e 1, s. 84 ve PSBA 34, 1 91 2. s. 1 98. [22] Liv. Ann. 26 (1 939) s. 53-54, 71 . [B] Tilkitepe'de Amerika lı hey'etle bir­ likde ça lışan C a h i d K ı n a y bu eserlerin Kalkolitik kültür kademesinin en üst seviyesinde, yôni R e i 1 1 y'nin üçüncü tabakasında bulunduklarını sôylentiş­ dir.


i

i

ş D

O

G

D U G U M

K O Y

Doğduğum köydeyim, bu mavi deniz, Bu renk, renk boyalı evler benimdir. tık bu gök altında yaşamışız biz, Bu otlar, bu kırlar her yer be:nimdi.r. Bu toprak benimdir, bu iyi toprak, Bu evde doğmuşum ben ağlayarak, Bu tepeler benim, yakın ve ırak, Dalgalar, dalgalar, hep benimsiniz. Bir sabah hayata �ış beni, Çam da.Ila.rmdaki ma\i renkli kuş, Hatırla, hatırla eşsiz anneni, Ki, o gii7.el ağaç seni doğurınu5. Kumaşını sermiş Allah'ıın suya. Çağırır bir ninni beni uykuya, Uyusam, uyusam ben doyasıya, Bütün düşler benim değil misiniz ?

Doğduğum köydeyim, ilk ağladığım, En güzel güldüğüm kutlu yerdeyim, Özleyib, özleyib kuş yolladığım, İlk çiçek �ığım bahçelerdeyim.

CEYHUN ATUF KANSU

430

R


F

1

i

K

o

R

V E

L

u

s

ş

A

N'

u

M

A

T

ŞEVKET AZ1Z KANSU

1

N i e t z s c h e'den biraz okudum. Derslerimin imtihanlarını bitirdikden sonra N i e t z s c h e'yi başdan aşağı okuya­ cağım. Zannediyorum ki ben eski pinti duygulardan, eski pinti hayat te­

192, . - Bu akşam .

.

lakkıysinden, eski gülünç yaşayıı:ı tarzından uzaklaşmak için kıınıldanacağım. N i e t z t s c h e'den «En St.:.ldt Saat» lan okudum. «Yıldızların da üstü­ ne geçmek, mefkurenin de yıldızlarını atlamak ve onlara yukarıdan bak­ mak, tırmanacak dağ, yükselecek bulut kalmadığ1 vakit, kafanın içinde ka­ fanın şahikalarına tırmanmağa başlamak ». Zannediyorum ki Z e r d ü ş t böyle diyordu ! Niçin düşkün, ruhen düşkün yaşamak ? Niçin kafa tasının içinde, asırlardan, «gayr-ı uzvi» den gelen «hayat» tecellisinin duyuşlarını, şuur anlarını, düşünüşlerini ve «hamle» sini, sıçrayışını görmemek, duy­ mamak için gözlerimi yummak ? Bir gün evvel, akşama yakın, çam korusundan geliyordum. o gün N i e t z s c h e'nin Zerdüşt'ünü nasıl yazmış olduğunu okumuşdum. Kırda, bir an, oturdum. Önümdeki yeşil koru, ileride sakit mavi deniz .. Koyu, derin gök ve ılık güneş gözlerimde tutuşdu. o ana kadar, günlerce yalnız­ lığı, kafanın tek ve bıkdırıcı uğultusunu dinleyen ruhumda hayatın, sahici hayata akan, uçan, giden, sarhoş, delice neş'esini dinledim. O, uçdu, akdı ve gitdi. Akşam olsaydı, gökde yıldızlarla beraber, onun toprakda kalan bana güleceğini, kahkaha ile güleceğini duyacakdım belki ! ve : ..

«Ruhunu gökde arama, o sendedir. Ve taşdan doğ·du. Fakat, toprak­ dan göğe uçuyor. Kadir isen onu kovala ve beraber git ! » böyle seslene­ ceğini , böyle diyeceğini zannediyorum ! Zaman ve mekan mefhumlarına en açık. en gergin ve en yaygın kıy­ meti vermek. Ve hayatı, bedeni, şuuru bu mefhumların şimdiye kadar 431


452

C L K O , TEMMUZ 1941

insanları kafalarında, bedenlerinde öldüren te'sirlerinden kahramanca ga­ lib çıkartmak ! Böyle diyeceğim, diyeceğim ki, yeni zamanın, yeni ufukla­ nn filosofu hayatı olduğu gibi görmekden, olduğu gibi kabfil etmekden, fenalığı, iyiliği, güzelliği, çirkinliği olduğu gibi ellemekden korkmamalıdır. Hayat, çünki, zaman ve mekan'ın içinde doğdu ! ve ona bağlı gidiyor. İle­ riyi, miziye bakarak tefe'ül etmek ne küstahlıkdır ! Mazinin kıymetini, hakkını soğuk kanlılıkla vermek, fakat istikbale bütün genişliği, bütün ümidi, bütün güzelliği, bütün herşeyi bağlamak ! İnsanlar hakkındaki kanaatlerim böyle oluyor. Hayat'ın kadir, yara­ tan, öldüren veludiyetini dar zincirlere bağlamayorum, ve diyorum : hayat, bakınız, gidiyor. Onun büyük dalgalarının altında boğulmamak için - bu dalgaların uçlarında hep ileriye, ileriye atlamak için çabalamak ! Yeniye kavuşmak. Onun için : Adam olmak!


D

E

TH OMAS

l

B

E

M O O R' U N

ŞİİRLERİNDEN ,

T

A

y

PAR Ç ALAR

T h o m a s M o o r, .28 Mayıs 1 779 da Dublin'de Aungier Street'de doğdu. Sii rlerini onüç yasında iken nesretmeğe basladı . ilk genç lik senelerinde, vaktinden evvel inkisaf eden zekôsiyle tanındı. 1 799 da londra'ya geldi, kibar muhitlerinde rağbet gördü. 1 903 de Bermu­ da'da Bahriye Nezôret'inde sicil kôtibliöi yapdı. Az za­ man sonra, esasen vekôleten çalışdığı bu isi bırakarak l ngiltere'ye döndü. 1 8 1 9 da Bermuda'daki veki linin hırsız­ lığı yüzünden vaziyeti karmakarışık oldu. Bi lôhare Kana­ da ve Birleşik Amerika'ya seyahat etdi. 1 822 de tekrar ln­ giltere'ye geldi. Burada geçirdiği sôkin bir hayatdan son­ ra, beş çocuğunun ölümü üzerine 1 825 de, kederinden Sloperton'da öldü. Baslıca manzum eserleri : Odes and Anacreon (1 800) , Little's Poem (1801 ı. Odes

and Epistles, (1 806), l rish Melodies dar) dir.

S E S S iZ

( 1 807 - 1834 e ka­

G E C E L E R D E

Sessiz gecelerde beni, uyku zencirleri bağlamadan önce tatlı hatıralar, geçen günlerin ışığıyle içi.mi sarar ; tebessümler, göz yaşları, çocukluk gün­ leri, sevgi dolu sözlerle parlayan gözler kararır ve söner. Neş'eli kalbler artık kırıkdır. Böylece sessiz gecelerde uyku zencirleri beni bağlamadan önce, hüzünlü hatıralar, bana geçen günlerin ışığını getirir.

Ne

zaman bağlandığım dostlarımı hatırlasam, etrafımda, bir kış hava­

sında düşen yaprakları görür, kendi.mi boşalmış bir ziyafet salonunda, yal­ nızca dolaşan biri gibi hissederim ; J.§ıklar uçmada, renkler ölmededir, ben de oradan ayrılmak üzereyim.

Ülkü

-

18


434

O L K O , TEMMUZ 1 941

Böylece, sessiz gecelerde beni uyku zencirleri bağlamadan önce hüzün­ lü habralar, etrafımı geçen günlerin ışıklanyle sarar •.

-

AKSAMLAR! ÇlôLER DOSERKEN

Sevgilim, akşamları denizin sakin, güllenen sularına çiğler düşerken, ekseriya, ışıkları, bana seni aydınlatan yıldızlara bakıyorum. Böyle zaman­ larda, senin, göklerden bana; 'Jakdığını duyar gibi olurum. Sevgilim, dü­ şünüyorum, yeryüzünde ebediyen kaybetdiğim sen, göklerde benim olacak mısın diye ! Burada, yüriidüğüm bahçe yollan yok.. Burada, gördüğüm bir çiçek yok .. Sevgilim, fakat bazen kalbime seninle ölen ümidlerim, seninle kaybet­ diğim neş'elerim geliyor. Ben artık, dostlan ve düşmanları unutduracak olan o saati bekleyo­ rum. Belki, acılarımız, burada bizi ağlatan ıztırablarımız, göklerde bir te­ bessüme dönebilir diye.. •

YENi AÇILAN GOL

Benim sana verdiğim, üzerinde çiğler parlayan o yeni açılmış gül, ak­ şamın tatlı tatlı öten kuşu için en kıymetli bir çiçekdi. O kuş, ekseriya ay ışıldarken onun alevlerine eğilerek vahşi nağmeleriyle öterken, yapraklar içden içe titrerdi. Oh, bu yeni açan gülü al, onun hayatı, senden aldığı bir nefesle uzaya­ cıtkdır. O, göğsünde senin nefeslerini hissetdikçe, akşam kuşunun tatlı ötüşlerini anarak, ha.Ia kendisine aşkını söylediğini sanacakdır.

-

SAHiLDE NELER GORDOM

Gün doğarken, sularda neş'e ile hareket eden bir kayık gördüm. Gü­ neş batarken oraya geldiğim zaman kayık ha.Ia yerinde duruyordu, fakat sular çekilınişdi.


THOMAS MOOR'UN ŞiiRLERiNDEN PARÇALAR

435

Hayatımızın ilk üınidlerinin de sonu tıbkı böyledir. Biliriz ki bir ilk­ bahar neş'esi de bir med gibi geçicidir. Sabahleyin üzerinde dans etdiğjm.iz dalgalar çekilerek, bizi akşamları, çıplak sahilde yapayalnız bırakır. Bana akşamların sakin güzelliğinden, batan gün ışıklarının parıltısın­ dan bahsetmeyin. Geri verin, bana sabahların vahşi tazeliğini geri verin ; onun bulutları, onun gözyaşları akşamın renkli ışıklarından daha güzeldir. Oh, yeni bir hayatın ufuklarında ilk aşkın uyandığı. dakıykaların, ge­ ri dönmesini istemeyen var mıdır ?. Ruhlarımızın tatlılığı, yanan bir odu­ nun parlayıb yanarak sönüb gitmesi gibi, aşkın en güzel alevleri arasında dağılmakdadır. -

A T E Ş B O C E C7 1

Bu sabah, gökler ve toprak bir bahar ışığıyle yanarken, zavallı ateş­ böceği, seni göremedim ve senin ışıklı kanadlarını düşünmedim bile .. Fakat şimdi, gökler renklerini kaybetdi. Artık, güneşin oynayan ışık­ ları da yok. Seni gördüm, karanlık, korkulu yollarda parladığın için seni takdis etdim. Oh, bırak bunu kendim için de böyle ümid edeyim, hayat ve aşk ba­ har çiçeklerini kaybedince, belki, senin gibi tatlı ve sakin ışıklar, aydınlat­ masa bile, ısıtmak için gelebilir. Poetical works'dan çeviren : F. A.


ş

ı

AŞK

ı

İÇİN

ROMANS

Bir ümid �çek açar dallarımıula, Buzlu bir

su

belirir ellerimizde,

Bir iğde kokusu ki yollarımızda, Altın arabalarla başlar yolculuk.

Mavi bir göl özlenir, sular geçilir, Rüzgi.ra imrenilir gökde, uçulur, Kapılar vurulur, bir sabah açılır, Karşılar hepimizi eşsiz bir çocuk. Dinler m888.lımızı sonuna kadar, Geçer, bir bulut gibi geçer bu bahar, Kmk desti boşalır, biter rüyilar,

çağmr hatıralar iklimi bizi. Gölgeler kuca.klar bir an rôhumu�u, Duyanz bir göz gibi dolduğumuzu,

İçimizde engin bir hayil havuzu,

Ara.nz, dalga, dalga sevdiğimizi. CEYHUN ATUF KANSU

R


E D E B I Y A T

9 S

H A R B i

V E

T A R İ H İ

E D E B i Y A T I M I Z

TCRKER ACAROOLU

Osmanlı İmparatorluğu'nun çözüm ve yıkılıın devrine tesadüf eden

93 Harbi ismiyle maruf Türk - Rus harbinin (1877-78) te'siriyle yazılmış olan edebi metinlerimizi araşdırmağa başlamadan önce, bu harbin sebeb ve netiyceleri üzerinde kısa bir tevakkuf büsbütün faydasız olmayacak­ dır. Acaba, 93 Harbi'nin böyle muvaffakıyetsizlikle netiycP.lenmesinin se­ bebleri nelerdi ? Bizce bunları herhalde iç idarede aramak d!llha doğrudur. Vakıa Devlet o sıralarda filo ve ordu cihetinden kuvvetli sayılabilirdi, fa­ kat mali ve iktisadi bir kri:ı içerisinde bulunduğu da muhakkakdı. Bir de üstelik, beş asırdanberi uyuyan Balkanlar'daki hıristiyan unsurlar arasın­ da yavaş yavaş başladığını gördüğümüz bir rönesans hareketi yüzünden kıyam ve isyanlar oluyor, Avrupa ise tamamıyle haksız olarak dahili iş­ lerimize uluorta müdahale etmek fırsatını kaçırmayordu. Bilhassa Rus­ ya'nın yapdığı daimi propagandalar sebebiyle Eflak, Buğdan, Girid, Sır­ bistan, Karadağ, Bosna, Hersek ve nihayet Bulgaristan'da isyanlar oldu. Netiyce şudur : Eflak ile Buğdan bizden ayrılıp birleşik bir komşu devlet haline geldi ; Girid'e muhtariyet verildi, ·Sırbistan muhtariyeti ise büsbü­ tün genişletildi ; birçok kanlı çarpışmalara rağmen, Karadağ'da sükfuı ve asayiş yerine gelmedi ; Bosna-Hersek kıyamı genişledikçe genişledi, ta İs­ tanbul karışıklıklanna kadar dayandı. Artık İmparatorluğumuz içinde is­ tiklilini almamış hıristiyan millet olarak bir Bulgarlar kalıyordu. İşte ni­ hayet onların da hak isteyerek bayrak açması üzerine «Bulgarlar pay-ı tahtı yakacaklarmış:. gibi asılsız şayialar bütün İstanbul'da telaş ve en­ diyşe havası yaratdı. Zaten Türk soyundan olmalarına rağmen ötedenberi Rus tel.kıynleriyle kendilerini Slav sayan Bulgarlar'la Boşnaklar'dan son­ ra Sırb ve Karadağ gibi öz Slavlar'm beylikleri de yine Rus teşviyk ve tah­ rikleri yüzünden Türkler üzerine saldırdılar. Lakin, Türk ordusu sayısız muharebelerde iktisab etdiği kahramanlık zırhı sayesinde birkaç hafta içinde bütün bir Sırbistan'ı çiğnediği gibi Karadağhlar'ı da epeyce ezdi ; Bosna-Hersek isyi.nını basdırdığı gibi Bulgarları da şiddetle uslandırdı. 437


438

O L K O , TEMMUZ 1 941

İşte Rusya bunun üzerine

24

Nisan 1877 tarihinde harb ilan etmek­

sizin Silistre, Ruscuk, Niğbolu, Vidin gibi Tuna kıyısı Türk topraklarına hücum etdi. Askerlerimiz uzun bir yol yürüdüklerinden yorgun olmakla beraber kendilerinin en az iki misli olan bir düşmana karşı büyük bir mu­ kavemet gösterdiler. Plevne şehri önünde

G azi

O s m a n

Paşa, harb

tarihinde bir dönüm noktası teşkil eden meşhur müdafaa hattında büyük Rus kuvvetlerini tam beş ay yerinde saydırdı. Eğer lstanbul'dan askeri bir yardımla iaşe maddesi yetişebilseydi, şübhesiz, Türk eri bu harbden de tam bir zaferle dönecekdi. Harb yalnız bu garb cebhesinde olmayor, fakat ötede, şark cebhesin­ de de oluyordu. Ordularımız Zivin ve Erzurum'da muvaffakıyetli muha­ rebeler yapmakda iken, İstanbul Hükfuneti daha fazla metin bir gayret göstermeden Ruslar'la anlaşma cihetine gitdi : «Ayastefanos Musalahası»­ ndan (3 Mart 1878) sonra «Berlin Muahedesi» (13 Haziran

13 Temmuz 1878) yapılarak Romanya, Sırbistan ve Karadağ Beylikleri büyütülmüş -

müstakil devletler haline geldiler ; Bulgaristan adı altında da nüfUsunun ekserisi Türk geniş bir Prenslik, daha sonra bir Krallık kuruldu ;

Besa­

rabya, Batum, Kars ve Ardahan'ı Rusya kendisine ilhak etdi ; Avusturya­ Macaristan Birleşik Devleti Bosna-Hersek taraflarını işgal eyledi ; Fran­ sızlar, Tunus'u zabtetdiler ; İngilizler, Kıbrıs'dan sonra Mısır'ı da askeri iş­ gal aıtına aldılar. Bakınız, bütün bu Türkler için trajik işler, beş yıl kadar çok kısa bir zaman içerisinde oluyordu. Mağlubiyet ıztırabları yetişmeyormuş gibi, bü­ yük bir vatan parçalanıyor, böylece cihan hegemonyası artık elimizden gidiyordu. Türk yurdunun mübtela olduğu bu kabuslu hastalıklardan an­ cak İngiltere yahud Fransa'daki örneklere benzer bir meşrutiyet idare­ siyle kurtarılabileceğine inanmış bazı genç Türkler'in çoğu idealist ve şa­ irdi. Bu itibarla bizde, Rusya'da da olduğu gibi, hürriyet ve vatan sevgisi hareketlerinin önce edebi sahada başladığı söylenebilir. Hürriyet aşıkı olan bu şair ve ediblerin vatan sevgisini terennümlerinde başlıca 8.mil, kahra­ manlıklarla dolu eski tarihimiz kadar,

kendi zamanlarında

vuku bulan

bu Türk-Rus Harbi de olmuşdur. Başda gelen

N 8. m ı k

d ü 1 h a k H 8. m i d M e h

m

sonra da

U.

ed

M u

ra

K e m a l'den sonra

T a

rh

d,

Eskizağralı

a n,

Muallim

C e n a b Ş e h a b e d d i n,

E 1 ö v e

Z i y a

N 8. c i,

R a c i,

Paşa,

Muallim

A b -

F e y z i,

ve uzak-yakın bir zaman

S ü 1e y m a n

N a z i f,

A 1i

v.s. şair ve muharrirler bu mevzuda bir hayli edebi eser

verdiler. Tanzimat'ı müteakıb yeni yolun ilk şiirlerinden sayılan E d h e m

P.

Paşa ile İ b r a h i m

Ş i n a s i

ise, bu harbden 4-5 yıl önce ölmüş

olduklarından, harb hakkında, bittabil, birşey bırakmış değillerdir.


93 HARBi VE EDEBIYATIMIZ N 8. m ı k

K e m a 1

(1840-1888)

439

mezkfir harb dolayısıyle en meş­

hur vatani ve milli manzftıneleriyle bazı gazellerini yazmışdır. Osmanlı tahtına

A b d ü 1 a z i z 1. yerine

A b d ü 1 h a m i d 11. cülus edince,

lstanbul'a dönen bütün diğer siyasi sürgünler arasında serbest bırakılan N a m ı k

K e m a 1

de vardı. Muhitinde cereyan eden her çeşid hare­

ketlerle yakın bir teması olan

N i m ı k

K e m a l,

harbin patlaması

üzerine «Hilil-i Osmani», «Bir Muhacir Kızının İstimdadı», «Vaveyli» ve cVatan Mersiyesb ni yazdı. Muasır edebiyatımızda, vatanın uğradığı bu acıklı mağlubiyeti şiirlerinde büyük bir kudretle ifade ve beyan eden ilk Türk şairi o olmuşdur. Esasen

N.

de ya zamanında yahud mazide

vuku

K e m a 1,

hemen bütün eserlerini

bulmuş tarihi harblerin ilhamı ile

yazmamış mıdır ? İşte, vatan Rus Harbi sonunda o trajik akıbete yuvar­ lanırken

K e m a

l

«yaralı bir matem halinde ve mısrilarını kalbinden

akan kanlara batıra batıra ağlamış»

[1]

ve felaketlerimizin coşkun şairi

olmuşdu. Bundan evvel Kırını Harbi

(1854) sırasında vuku bulan Silistre [ 2 ] harbde yaralanmayı asker

harebesine dair yazdığı bir -eserinde

bir nişan, ölümü ise son bir rütbe olarak telakkıy etmekde olan m a l'in «Hilil-i Osmani> manzıimesi

[3]

N.

Mu­ için

K e -

pek meşhurdur. Rus Harbi'nin

devamı sırasında İstanbul ve Anadolu'ya kitle halinde akın eden Rumeli ve Kafkasya göçmenlerinden yaralı bir Türk kızının acı feryadını şair «Bir Muhacir Kızının İstimdadı» nda bize nakletdi

[ 4] .

Samimiyet ve heye­

can dolu şiirinden şunu anlayoruz, ki asırlık düşmanlarımızda medeniyet ve insaniyet hislerinin zerresi bile yokdur, işte vatanımızı başdan sona bir mezar haline koydular.

N.

K e m a l'in «Vaveyli» sı

tastrofunda memlekete heyecanlı kalemiyle yapdığı

t5]

Rus Harbi ka­

hizmetin en parlak

örneklerinden biridir. Gazeteciliğe geçdikden sonra Tekirdağlı şair sadece mensfir eserler yazmağa başlamışken, harb gibi fevkalade müstesna ve gürültülü bir sırada manzfımeler de yazmak sfiretiyle millete sağlam bir ruh ve iyınan aşılamak istedi, ki cVaveylb bunlar içinde en kuvvetlile-

(1 ] 1 s m a i 1 H. S e v ü k : Edebi Yeniliğimiz, lstonbul 1 937, 3 üncü baskı, s. 89. [2] N ô m ı k K e m a I : Vatan· Ya· hud Silistre, lstanbul 1 873, s. 151 . M u s­ t a f a N. O z ö n, neşri, lstranbul 1 940 s. 77.

[3] Maddi imkônsızlık yüzünden eli­ mizdeki metinlerin burada neşredileme­ mesine mukabil, her metin için bir veya birkaç müracaat veri göstereceöiz. Hi-

181-i Os ma ni manzumesi için bk. S a d e d d i n N. E r g u n : Nômık Kemal, lstanbul 1 933, s. 1 87-188. [4] M u s t a f a N. O z ö n : Me­ tinlerle Muôsır Türk Edebiyatı Tarihi, ls­ tanbul 1 934, 2inci baskı, s. 44-45. [5] Yarısı için bk. A 1 1 C. Y ö n t e m : Türk Edebiyôt Antolojisi, lstonbul 1 931 , s. 21 . Bütünü için bk. S a d e d d 1 n N. E r g u n : NCımık Kemal, ls­ tanbul 1 933, s. 1 89-190. -

-


440

O L K O , TEMMUZ 1 941

rinden biridir. Daha fazla ve kısaca «Vatan Mersiyesb diye anılan «Be­ salet-i Osmaniye ve Hamiyet-i İnsaniye» kasiydesinde ise, harb başlamış ve düşman yurdun bağrına silahını dayamış olduğu halde kimsenin vatan imdadına koşmadığmdan şikayetle yurdun nasıl kanlar içinde inildediğini tasvir ve terennüm ediyor [ 6]

.

Arkadaşı

De 1 i

Hik m et

adında bir

şiirle müşterek olarak yazılmış olan ve bir destan kadar uzun bir manzu­ medir.

N.

K e m a l'in

sürmüş olan

harb biter bitmez başlamış ve tam otuzüç yıl

A b d ü 1 h a m i d II. nin kızıl zulmü için de bir hayli ateşli

ve keskin şiirleri mevcuddur. Harbden bir yıl önce Türkiye'de artık filen başlayan hürriyet ve meş­ rfıtiyet hareketlerinin hepsinde çok faal bir rol oynamış olan şair

Z i y a

Paşa ( 1825-1880) da, bu harbi hazırlayan sebeblerden bir diğeri olan Gi­ rid isyanını (1866) sadr-ı azam olduğu sırada basdırmağa giden (Temmuz

1867)

A 1 i Paşa'nın deniz seferini hicvi bir şekilde anlatan «Zafername»

adında manzum bir eser yazdı (1870) .

A b d ü 1 h a k

H.

T a r h a n

(1851-1937) bile azımsanmayacak

mikdar vatani şiirlerini yine bu sırada yazdı, ki onları Büyük Harb yıl­ larında « İ1ham-ı Vatan» adlı bir kitabda topladı. Memleketin geçirdiği harb kasırgalarıyle bilvasıta veya doğrudan doğruya alakadar bir kısım şiirle­

A b d ü l h a k H. T a r h a n, tıbkı N a m ı k K e m a 1 gibi, acıklı akıbetimizi anlatdı. « İb n-i Mus8.» da İspanya vesilesiyle bize bunu rinde,

nakleder (1881 ) . "Ev vatan, ev i lôhe-i ü m m et "Sana bak al kefen de bir ziynet 1,, [7].

Keza bu harbin ilhamlarından olan harb ertesinde neşretdiği «Eşber»

(1879) tiyatrosunda da askerinin azlığına bakmadan manevi kudretine güvenerek korkunç düşmanı Büyük t s k e n d e r'e karşı duran

E ş b e r'e

şair çok kuvvetli kahramanlık fikirleri söyletir. Yurdunun istiklalini koru. mak için çarpışan kahramanlara Hind hükümdarının sözleri iyi birer ör­ nekdir. Muallim

N a c i

(1850-1893 ) harbden sonra yazıb «Şerare» ( 1885)

ye aldığı bir gazelinde «misafirim vatanın bir harabezarında» mısraı ile

Rus harbinin vatana getirmiş. olduğu çöküntüye işaret ediyordu. O sıralarda şöhretli bir şair olduğu halde hiçbir edebiyat tarihimizin kaydetmediği Muallim F e y z i ( 1868-1910) ise, zamanında İ stanbul'da çıkan « İttihad» gazetesinde [8] « Osmanlılar'ın lnu Şanını Mübeyyin Güf(6) S a d e d d 1 n N. E r a u n : Namık Kema� lstanbul 1 933, s. 176-186.

[7] ·A b d ü 1 h a k H. T a r h a n llham-ı Vatan, lstanb.uJ 1 9 1 6, s. 2'2.

:


93 HARBi VE EDEBIYATiMiZ

441

yi neşretdi. Üzerindeki tarihden, 93 Harbi'ne tekaddüm eden aylarda Sırbistan ve Bosna-Hersek isyanlarını muvaffakıyetle bastırmış bulunan ordumuzun şan ve şerefini yükseltmek için yazıldığını anladığımız bu man­ zfuneyi, mezkU.r gazete «fuzala ve şuara-yı aı:ıırdan faziletlıi F e y z i Efen­ di'nin nazmetmiş olduğu vatan şarkısıdır ki hissiyat-ı osmaniyeyi hakıy­ katen münbesit eder asar-ı nefiseden olduğu için maal'memnıiniye derce­ dildi» diye takdim ve takdir etmekdedir. Bu şairin «Viveylh adlı bir mersiyeler kitabı da vardır. Yukarıda Z i y a Paşa vesilesiyle adı geçen Sadr-ı azam A 1 i Pa­ şa'nın yapdığı işler hakkında Manastırlı F a i k (1825-1899) tarafından hece vezniyle yazılmış bir de destan vardır. 93 Harbi'nden sonra gelen yeni bir nesilden olan S ü 1 e y m a n N a z i f'in (1870-1927) söylediği «Cenk Türküsil» büsbütün başka bir ka­ rakterdedir [9] . Türk askerinin kahramanlığından duyduğu hayranlıkla, S ü 1 e y m a n N a z i f, harbi terennüm etmekden fazla birşey yapdı : onu idealistik bir şekilde gösterdi. Türk çocuk edebiyatı sahasında eser verenlerden şair A. U. E 1 ö­ v e (1881) de V. H u g o'dan nakletdiğini söylediği «Muharebeden Son­ ra» adlı meşhur şiirinde, Rus Harbi'nden bir parçayı san'atkarane bir şe­ kilde tasvir etdi [ 10] . te:.

Bu yolda yazılmış mensıir edebi metinlere gelince, bunlar. ilkin zan­ nedileceği gibi, manzfuneler kadar fazla değildir. Eski-Zağra Müftüsü R a c i Efendi ( ?- ?) nin «Tarihçe-i Vak'a-i Zağra» adlı 93 Harbi'nin Eski-Zağra'daki safhalarını anlatır bir eseri var­ dır, ki bundan Re c i i z i d e M. E k r e m «Tilim-i Edebiyat» ında hareket ve heyecana bir misal olarak ve Y a h y a K. E r a t l ı da «Dergah» mecmuasında Balkanlar'a bir seyahat vesilesiyle yazdığı bir mü­ sahabede bahsetmişlerdir. «Nöbetçi şaşırıp tersan ve lerzan ufak ufak geziniyor ve tüfengini kurmağa çalışıyordu. Pencereden gördüm. - Ayol o silahla ne yapacak­ sın ? Kendini mi öldüreceksin ? Tüfengini oraya bırak da şu çocukların ka­ pısını aç, sen de helaya gir, biz seni kurtarırız - dedim. Elimden gelse sihihan kurtarmayı kurmuşdum. (Subhanallah - öyle hain için öyle bir vakıtde merhamet damarlarımın harekete gelmesine teaccüb olunmaz mı ?) Her ne ise titreyerek tüfengini duvara dayadı. Mahbusların kapılarını aç[8] lttihad gazetesi, lstanbul, 7 Sonkô­ nun 1 877, No. 1 1 6, s. 3. [9] A 1 i C. Y ö n t e m : Türk Ede-

biyCitı Antolojisi, İstanbul 1"31 , s. 203. [1 0] A 1 i U E 1 ö v e : Çocuklaninı­ z:a Neşideler, lstanbul 1910, s. 160-151 . .


442

O L K O , TEMMUZ 1941

dı, yavaş yavaş ellerini oğuşdurarak helaya girdi. Biçare mahbuslar ise gerçe gavga gürültüler işitiyorlarsa da ne olduğunu bizim kadar bilmedik­ lerinden kapılan açılmış iken delikden bakıb dışarı çıkmağa cesaret ede­ meyorlardı. Ne duruyorsunuz, çıksanıza - dedim. Kapıyı açdılar, yine bana bakıyorlardı. Korkmayınız canım çıkınız - dedim. Zincirden boşan­ mış arslanlar gibi nara urarak uğradılar, ve ellerine kimi balta, kimi küs­ kü, kimi demir parçası alıp altımızdaki mühimmat dolu odanın parmak­ lıklarını kırmağa başladılar» [ 11] . «Muharrir işgale uğramış bir Türk şehrinin hapishanesinden mah­ busların zincirden boşanır gibi, çıkışını naklediyordu, bu kadar. Bu satır­ ların ne muharririni tanıyordum, ne de hangi kitabdan alındığını biliyor­ dum. Mamafih daima yüreğimde te'sirini hissetdim. Senelerden sonra bir gün Fatih'den geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitab gözüme ilişdi : Tarihçe-i Vak'a-i Zağra, müellifi : R a c i Efendi. Kabda bir kıt'a vardı ki hatırımda kalan ilk mısraı bu idi : Aziz-i vakt idik ôdô zelil kıldı bizi !

Kitabı satın aldım. Okudum. Bu kıraatin teessürü iliklerime kadar geçdi. Zağ-ra Müftüsü R a c i Efendi 93 de (1877) , General G o r k o'­ nun Eski-Zağra'ya ilk defa nasıl girdiğini, müslümanların çoluk, çocuk, kadın, ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra S ü l e y m a n Paşa ordusunun meleküssiyane gibi yetişib Eski-Zağra'yı nasıl kurtardığını, müslümanla­ rın cehennemi bir matemden birdenbire delice bir sevince nasıl geçdikle­ rini, mağlfıbiyetden sonra da ikinci ve son felaketi, 1stanbul'a doğru o acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu. Lakin nasıl temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş ! Samimi bir eserin ne yaman bir kudreti vardır. Eski-Zağra'ya R a c i Efendi'nin çizdiği levha haricinde bakamadım. Şehirde bir iki cami ve minare kalmış, lakin müslümanlık daha o darbede bir defa dağılmış, ondan sonra da yavaş yavaş ana vatana hicret etmiş. Şimdi 93 ü hatırlar gibi düşüngen duruyor» [ 12] . Dağıstan Türkleri'nden olup çocukluğunda memleketinin Ruslar'ca feci istila ve işgalini görmüş, tahsilini Moskova'da tamamlayıp Rus Har­ bi'nden beş yıl önce 1stanbul'a gelerek harb esnasında kurulan «Muhaci­ rin Komisyonu» nda bizzat çalışmış olan muharrir M e h m e d M u r a d ( ? -1917) tarafından yazılan «Turfanda mı, Yoksa Turfa riıı ?> (1891) ro[1 1 ] R e c ô i z ô d e M. E k r e m : Talim-i Edebiyôt, lstanbul 1 882, s . 1 85- 1 86. [ 1 2] Y a h v a K. E r a t 1 ı : Bal-

kan'a Seyehat, Dergah mecmuası, lstan­ bul 1 8 Sonteşrin l�l, y. 1, c. il, No. 1 4, s. 1 7.


93

HARBi VE EDEBIYATIMIZ

445

manında Türk - Rus Harbi patlayınca romanın kahramanı idealist genç Dr.

Mansur

A b d ü 1 a z i z I. in son II. nin ilk günlerindeki sosyal hayatımızın çehre­

gönüllü olarak orduya yazılır.

A b d ü 1 h a mid

ve

sini gösteren bu «milli roman» m kahramanı yirmibir yaşındaki Cezayerli Türk çocuğu Varna'dan kalkan «Volkan» vapuru ile İstanbul'a gelir ise de burada ötedenberi hayalinde kurduğu İstanbul'u bulamaz (I. muvasalat) . Paris'de tıb tahsil etmiş, Türkiye'ye hizmet için doktor olmuşdur (II. maziye ric'at) . Kendi gibi idealist çocukluk arkadaşı

Z e h r a ile evle­

nir (XI. nakl-i yekfuı) . Nihayet, romanın son kısmında, 93 Harbi başlar

(XII. hatime) ve

Dr.

M a n s u r

harbe gönüllü olarak iştirak eder.

Doğru sözlü milliyetçi bir genç olduğundan, harbde bazı hallere iytiraz ederek kendi fikrini ortaya atar. Lakin «Moskof casusluğu» [ 13] gibi bir iftira yüzünden, kendi komutanlarının gazabına uğrar ; Suriye'de Şam ve Trablus'a sürülür. Artık harb bitmiş, memleket ıslah edilmeğe başlamış, Dr.

M an s u r

ise gıyabi bir muhakeme netiycesinde beraet etmiş, hat­

ta takdir bile almışdır. Fakat

Dr.

M a n s u r

sürgünde ölmüş bulu.

nur. Böylece, o devrin siyasi cereyanlarının tipik bir mümessili gibi gö­ züken ve hayatı pek az değişiklikle muharririnkine benzeyen bu roman kahramanının 93 Harbi sırasında gördükleri ve çekdikleri kendi idealine kuvvet katdığı anlaşılıyor. Muharrir, romanında, çizdiği kuvvetli tiplerle Rus Çarı

N i k o 1 a I.

in bir sözüyle «Hasta Adam» olan Osmanlı İmparatorluğu'nun artık çök­ müş ve çürümüş halini ne güzel teşrih ediyor !

Buna bir çare ararken

tenkıydlerinde coşkun bir kalb, taşkın bir heyecanla bağırıyor.

Hersek

İsyanı (1875) ve Plevne Harbi ( 1877) gibi tanhi vak'alarla mukayesesi yapılmış olan bu eserinde, o sıralardaki «askeri zaaf» ımıza (s. 369) teşhis koyuyor. Bununla beraber bu eserin asıl kıymeti, ilk defa olarak edebi­ yatımızda idealist tipleri seçmiş ve yaşatmış olmasındadır. A h m e d

H.

M ü f t ü o ğ 1 u

(1870-1926) bu harbden kırkdört

yıl sonra yazdığı «Turhan Nasıl Çıldırdı ?» adlı hissi bir hikayesinde söz gelişi olarak 93 Harbi'nden bahseder. Koyu bir Türk milliyetçisi olması bakımından muharririn kendisini andıran hikaye kahramanı

T u r h a n'ın

babası ve amucası Kafkas ve Balkan cebhelerinde Ruslar'a karşı ha.rbe­ derler. «

T u r h a n'ın babası K a r a m e

nisalı idi. Kardeşi

O s m a n

m i ş

oğlu

Sü1ey

m a n

Ma­

Çavuş ile 93 Moskof muharebesine iştirak

etmişlerdi. Biri Kafkas cebhesinde, diğeri Eski-Zağra'da bulunmuşlardı. (13) M e h

m

e d

M u r a d : Turfanda

mı,

Yoksa Turfa mı,, 1 891 ,

s.

404.


444

O L K O , TEMMUZ 1 9.41

S ü 1 e y m a n Kafkasya'da Ruslar'a esir düşmüş ve tüfenkçi ustası, O s m a n Çavuş harbden sonra köyüne dönmüşdü. . . . Kafkasya'da esir düşen S ü l e y m a n Rusya'da hastalandığından arkadaşlarıyle beraber memleketine avdet edemedi. Evvela Moskova'ya, sonra Kazan'a gitdi. Orada Hemşinli bir ekmekçinin yanında çalışdı.. . . Ruslar'ın 1293 (187778) muharebesinde Kars ve Plevne'den aldıklan toplarıınızdan, Petrograd­ da «Varşavski Vagzeb demiryol mevkıfi civarmda inşa etdikleri kule, da­ ima bir heykel-i kin hfilinde T u r h a n'ın karşısına dikilirdi» [ 14] . Babası Plevne'de şehid düşdükden sonra Rus bozgununda ailesiyle birlikde Manastır'dan lstanbul'a hicret etmiş olan C e n a b Ş e h a b e d d i n (1870-1934) Bulgaristan'a yapdığı bir seyahatde cPlevne'den geçerken» duyduklannı nesir hfilinde tesbit etmişdir. «Sabaha karşı Plevne'den geçiyorduk. Alaca karanlıkda pencereyi açdım. Plevne ovasını görmek, arz üzerinde bakir bir mezarı bile kalma­ yan zavallı babamın ruhunu biraz teneffüs etmek isteyordum. Eyvah, yüksek ve zengin ekinleri akşayan gece rüzgarı - madde ve hakıykat gi­ bi insafsız -, dedi ki : «babanın kanını emen bu toprak şimdi babanın ci­ sim ve ruhundan yabancı açlıklara gıda hazırlayor.». Şimdi şark ufku kızarıyor, kızarıyordu ; Türk bayrağı gibi al, kan gi­ bi al olmuşdu ; bir şehid riı.hu için bu sabah ufku ne güzel kefendi : «baba, seni bu ağustos ayının son seherinde Plevne ufkunun bu geniş kanlı men­ dili içinde kokladım ! » . Netiyce Harb karşısında Türk san'atkarmın aldığı vaziyet, diğer milletleı-inki­ nin ayni olmuşdur. 93 Harbi gibi trajik bir mağlubiyetle biten bir harbin Türk edibleri üzerinde bırakdığı te'sirlerle yazılmasında başlıca amil ol­ duğu şiir, destan, hikaye, hatıra ve roman gibi edebi mahsuller şimdiye kadar sanıldığından çokdur. Biz sadece bunların değerli ve rağbet görmüş olanlarına işaret etdik. Bu nevi' araşdırmalar diğer harblerimiz için de ya­ pılabilir.

(14] A h m e d H . M ü f t ü o ğ 1

u:

Çağlayanlar, lstanbul 1 922 ,

s.

87-89.


G A R B

GOETHE

E D E B İ Y A T I

VE

WİLH ELM

MEISTER

HARRY MAYNC

- Gecen sayıdan devam -

W i 1 h e 1 m, hakıyki bir aktör değil, sadece bir amatör, anadan doğ­ ma bir amatördür. Onun misyonu sadece mefrliz ve kendini aldatma ka­ bilinden bir şeydi. Sahne yalnız bir geçid yeri, en yüksek manasıyle teka­ mül yolunda yalnız bir basamakdı. Hülyalı amatör hakıyki işe göre yetiş­ dirilmişdir. Kendini «Üstad» zannederken talebe olduğunu kabfil etmişdir. H. H e t t e n e r'in zarif teşbihi mucibince tiyatro san'atını ararken hayat san'atını bulmuşdur. Bu yüksek tekamül, bu hakıyki ve tam adam oluş, tam terbiye tarafdarı insaniyetci asrının ve klasıkci G o e t h e'nin olduğu

gibi artık W i l h e 1 m'in idealidir. Sturm und Drang devrinin genç G o e t­ h e'si en yüksek merhaleyi S h a k e s p e a r e ve eserlerinde görmüş ve bir Alman S h a k e s p e a r e'i olmağı kendine «misyon» telakkıy etmiş­ di. Vayvar'daki on senenin G o e t h e'si ise, kendine başka bir misyon çiz­ mişdir : uzun bir zaman için edebiyatı bırakmak ve günün iycablarıyle ik­ tifa ederek umum için, büyük kül için yaratmak ! Genç W i l h e l m'in portresi altında artık kendi tekamülünü tasvir etmekdedir. W i 1 h e 1 m'in tutduğu yanlış yolda birer merhale teşkil eden sem­ bolik kadın tiplerinin çizdiği çiçekli halkadan, kuledeki kudretlerden gelen gizli ve esrarlı sevk kuvvetinden, eserin romantik ve şairane şahsiyetleri olan M i g n o n ile ihtiyar H a r p i s t'den ve uzun müddet tatmin edi­ lemedikden sonra nihayet dindirilen İtalya tehassürünün roman için haiz olduğu ehemmiyetden sarf-ı nazar edilirse, kısaca hfüisa etdiğimiz bu saniyetci ideale uygun yetişme fikri «Wilhelm Meisters Lehrjahre» nin esasını teşkil eder. ·- - .

Bidayetdenberi romana hakim olan temel, düşünce bu esas mı idi ? Yoksa başlangıçdaki hedef bu esasa yaklaşan daha başka bir hedef mi idi ? Tabir-i aharla «Theatralische Sendung» Unvanı harfiyen ve bir program gibi mi yoksa başka türlü mü tel8.kkıy olunmalıdır ? G o e t h e'nin ayni tarihlerde (1776) yazdığı «Hans Sachs'm Şiir Misyonu> nda olduğu gibi 445


446

O L K O , TEMMUZ 1 941

nihayet iyfa edilen ve muvaffakıyetle tetevvüç eden hakıyki bir misyon mu mevzU.-ı bahisdir. Yoksa daiına çırak olan W i 1 h e 1 m'e her iki me­ tinde gizli bir istihzadan ari olmamak üzere verilen Usta Meister ismi gi­ bi başdan itibaren mefrilz ve hatalı bir misyon mu '! M i n o r, seneler­ denberi bu sonuncu tefsiri kabfıl etmişdir. Bu kanaat yanlışdır. Ziri c:Ur­ Meister:ı>in vahdet göstermemesine, bilakis ilk plamn değişdiğine delilet et­ mesine ve yarı yolda kesilmesine rağmen, W i 1 h e 1 m'in evvelden itibaren bazı bazı sahnenin «kandırıcı ışığından» bahsetmesine ve şairin, «insanın gözündeki kendi kendini aldatma perdesi» (Kit. 3, 12 ; Kit. 5, 2) nden nadi­ ren kurtulan kahramanının maksadlarını gizli istihzaya tabi tutmasına, ve sahne hayatını hakıykaten yalnız ışıkdan ibaret görmesine rağmen, malu­ mumuz olduğu veçhile, W i 1 h e 1 m san'atkar oldukdan sonra milli Al­ man tiyatrosunu kurmağa maruf gayretlerin günün baş işi olduğu - Les­ sing ve Hamburg işi göz önüne getirilsin - ve bu keyfiyete umı1m Alman irfanı namına çok kıymet biçildiği o devirlerde, genç G o e t h e'nin ken­ di için bir aralık tehayyüt etdiği gibi W i 1 h e 1 m'in rejisör ve büyük ti­ yatro müdürlüğüne kadar yükselerek bir misyon üa etmesi hiç olmazsa romanın eski planı için variddir. Romanın tutduğu yol niçin değişmiyor ? Zira W i 1 h e 1 m, artık G o e t h e ile ayni şahıs değildir. 1782 de S c h a r 1 o t t e v. S t e i n'a yazdığı mektubda G o e t h e W i 1 h e 1 m için yine biraz mübalağa yaparak «kendi şahsının sevgili dramatik tasvi­ ri» diyordu. 12 sene sonra, yukarıda söylenildiği gibi, romandan yalnız «sahte bir fonksiyon:. diye bahseder. Bununla beraber «Meister» in eski şekli «Ur-Meister» yine tam bir tiyatro romanı ve G o e t h e'nin inkişafı, tiyatro hakkındaki tecrübe ve nokta-i nazarının bir makesidir. Şair bunda, seyyar tiyatro kumpanyası kısmına «Lehrjahre» sindekinden fazla derecede S c a r r o n'un Roman Comique'ine tabi kalmakda ise de ben bu hususda, son zamanlarda E u g e n W o 1 f f tarafından tekrar ortaya atılan iddia mucibince doğru­ dan doğruya te'sir altında kaldığına pek inanamayorum. Alelhusus biz­ ler için yepyeni bir alemi tasvir eden ve o kadar canlı olarak yazılmış olan 3 üncü ve 4 üncü kitablar onsekizinci asır tiyatro ve kültür tarihinin en mühim bir parçası olarak alakamızı uyandırmağa şayandır. Kendi tru­ pu ile

V i 1 h e 1 m'in

Belsazar'ını oynayan ve tiyatro san'atkarlığı ba­

kımından o derece istidadlı olan rur

d e R e t t i

de erkekçe enerjisi, mağ­

tahakkümcülüğü, cididyi sahneye koyma san'atı, hareketli hayat ve

aşk tecellileri, alman edebiyatının «tasfiyeci» !eriyle olan değişik müna­ sebetleri ve «ben Hans Wurst'u atdım» şeklindeki ifadesiyle meşhur N e u­ b e r i n'e hemen noktası noktasına benzemekdedir.


GOETHE VE WILHElM MEISTER

"47

'V Wilhelm Meister'in, nasıl meydana geldiği hakkındaki hülasamızdan anlaşıldığı veçhile el yazısı nüsha bulunmazdan evvel de «Theatralische Sendung» un karakter ve muhteviyatı hakkında muhtelif mfilfunata sahib­ dik. Bu mfilfunatm birbirlerini ne dereceye kadar te'yid etdiklerini ve ne dereceye kadar birbirine uymaz nazariyelere yol açdıklarını tesbit etmek halen fevkalade istifadelidir. Umumiyetle iki metin arasında-peşinen söy­ leyelim - kabfıle meyyal olduğumuz derecede, fark yokdur. Nasıl vaktiyle Faust'un eski şeklinin meydana çıkması birçok Faust nazariyelerini suya düşürdüyse, şimdi de birçok cür'etkarane faraziyelere ayni suretle cevab verilmiş olacakdır. W i 1 h e 1 m'le M i g n o n arasında vaki aşk birleş­ mesinin ve bir arada İtalya arz-ı mev'fıduna kaçmalarının «Theatralische Sendung» un nihai hedefi olduğu hakkındaki W o 1 f f'un nazariyesi bil­ hassa bu akıbete mahkumdur. Bizim «Theatralische Sendung» dan bildiklerimız yalnız Unvanla, dör­ düncü kitabdan tesadüfen bize kadar gelmiş bir kısımdan ibaret değildi. Bilakis her kitabın yazılış tarihiyle, G o e t h e'nin katibi V o g e 1 ta­ rafından saklanan ve her kitabın kaç forma olduğuna işaret edilmiş olan makbuzlar sayesinde, kitablann takribi hacimlerine de vakıfdık. Her . şey­ den fazla olarak da G o e t h e'nin yazılmakda olan eserinin kopyaların­ dan gönderdiği birkaç kişinin hatıraları da elimizde idi.

1706 da L. T i e c k Frankfurt'da kaldığı bir sırada, G o e t h e'nin annesini ziyaret etdiği vakit kadın ona - tercüme-i halini yazan K ö p­ k e'ye göre - eski Meister'i el yazması altı cild halinde, uzun zaman kitab etajerinde sakladığını ve bu eski metinde « W i 1 e h e m'le M a r i a'nın evlenmelerinin hatemeyi teşkil etdiğini» anlatmışdı. Bu tarz, hiçbir za­ man tahakkuk etmemişdir. Binaenaleyh T i e c k - K ö p k e rivayeti doğru ise yüksek fantezisi G o e t h e'nin anasına oyun oynamış demekdir. H e r d e r'den çıkma «Wilhelm Meisten e aid bir rivayet de daha baş­ ka türlüdür. H e r d e r 1795 de Kontes B a u d i s s i n'e şöyle yazmak­ dadır : «genç adam, çocukluğundanberi tanınmakda idi. Ona karşı y::ıvaş yavaş alaka duyulmuş ve hata etdiği yerde dahi iltizam edilegelmişdi. Şim­ di muharrir ona başka bir şekil verdi. Şimdi onu, görmek istemediğimiz yerde buluyoruz. Hatalarını ancak akılla iyzah edebiliyoruz. Fakat nasıl olursa olsun kendine meclub olacak derecede bizi alakadar etmiş değildir. Bu hususda muharrire mütalaa beyan etdimse de fikrinden caymadı.» Meister'in, eski şeklinin, W i 1 h e 1 m'i çocukluğundan itibaren tanıya­ cak derecede fark göstermesi hfilen teeyyüd etmişdir. Bu bakımdan H e r­ d e r'in «Lehrjahre» ye karşı diğer hususda haksız olan mülahazalarına


448

O L K O , TEMMUZ 19.41

biz de iştirak etmekdeyiz. On.dokuzuncu asrın modelini «Wilhelm Meister> den almiş telikkıy edilebilecek olan diğer mühim bir kültür romanına ba­ kalım : G o t t f r i e d K e 1 1 e r'in «Grüner Heinrich:. inin de iki metni olduğu mi.lfimdur. Eskisinde müellif kahramanını, Münih'de resim tah­ sil etmek için memleketini terketmek üzere bulunan bir genç adam h&­ linde huzfirumuza çıkarınakdadır. Münih'e gelince, daha memleketinde iken, çocukluk hatıralarını yazdığı bir defteri yenidıtın gözden geçirmekde­ dir. Kahramanın, baskıda hemen bin sahife tutan ve hikayenin seyrini he­ men hissolunur derecede bozan - müfred mütekellim üslfibiyle yazılmış­ bu çocukluk hatıraları bidayetden itibaren vakıf olunması daha hoşumu­ za gidecek olan hadisata bir nazar atmakdadır. Binaenaleyh K e 1 l e r'in bilahare romanını yeni başdan düzeltdiği vakit Heinrich Lee'sini bize ço­ cuklukdan itibaren tanıtmasını çok muvafık buluyoruz. G o e t h e, bu­ nun aksini yapıyor. Birinci metin hatt-ı müstakim istikametinde seyrede­ rek, kronoloji bakımından tabii bir hikaye tarzıyle bir insanın yetişmesini tasvir etdiği halde « Wilhelm Meisten in ikinci metninde kahraman şu­ rada burada çocukluğundan bahseden yetişmiş genç bir adam hi.linde karşımıza çıkıyor. «Theatralische Sendung» da W i 1 h e l m'i çocukluğundan itib� ren tanıdığımız için onun bu işi vaziyfe edinmesini de, hiç şübhesiz daha iyi kavrıyoruz. G o e t h e, en tatlı bir hikayeci şivesiyle kahramanının ço­ cukluğunu bize tanıtıyor ve sonra onun haya.tında dönüm noktasını teş­ kil edecek olan Noel Yortusu'nu samimi bir halet-i rfıhiyenin bütün c8.zi­ besiyle anlatıyor. W i 1 h e l m'in derhal bizim kalbimizde de yer tutan iyi kalbli, ihtiyar, büyük anasının ebeveyni tarafından ihmal edilen, çocu­ ğa kuklalar yapdığını görür gibi oluyoruz. İlk temsilin uyandırdığı te­ cessüs ve heyecanı bizzat görüyoruz, W i l h e l m'in bütün derinlikleri­ ne kadar nasıl mütehassis olduğunu bilhassa müşahede ediyoruz. Canlı fantezisi sayesinde kendine has, ve başkalarınca anlaşılmaz bir iç hayatı yaşayan, sessiz, hülyi.lı ve orijinal çocuk, başlangıçdan itibaren alakamızı çekiyor ve genç G o e t h e'nin tıbkısı olan çocuğun ve delikanlının ruhu­ na dikdiğimiz derin nazarlarla bu tekamülü takıyb ediyoruz. G o e t h e nin romanda sembolik bir makes bulan ilk gençliği burada «Lehrjahre» dekinden daha sadakatle tasvir edilmişdir. Bundan dolayı «Theatralische Sendung» daki çocuk W i l h e 1 m'i «Lehrjahre» ve hatta «Wanderjah­ re:. de çocukların aklı eremeyecek derecede büyük adam zekası gösteren çocuğu F e l i x'den daha tabii ve daha hakıyki buluyoruz. - Bitmed i -

Almancadan çevireıı :

Dr. Ş'OKRÜ ATALA


E D E B İ Y A T I

H A L K

DEDE KORKUT K İTABI'N D A K İ C OÔR AFİ İSİMLER

M. FAHREDDİN ÇELİK

Azerbaycan ve Türkiye'deki (veya Önasya'daki) ele geçen ilk Oğuz Destanı olan Dede Korkut kitabındaki hikayelerin, Türkler'in en büyük ulusal destanı . olduğu ve Türk dili ve edebiyatı bakımından olan türlü değeri iyi anlaşıldığı ve tanıtılmakda olduğu halde, bu hikayelerin aniat­ dığı ve düzüldüğü çağ için ortaya atılan düşünce ve hükümler çok eski ve yanlış bulunmakdadır. Bu da, hikayelerde adı geçen yerlerin bugün nereler olduğunun iyice araşdırılıb, belli edilmeyişinden, ve bu yerlerin geçmişde Oğuzlar'la olan ilgisinin belirtilmeyişinden ileri gelmişdir. Hikayelerinde adı geçen yer adlarına göre, en ufak bir coğrafya ya­ nılması ve uydurma yer adı görülmeyen Dede Korkut kitabı, Abbaslılar çağında yani vm.-X. yüzyıllar arasında Kür ve Aras ırmakları yukarı­ larına yerleşen Oğuzlar'ın, orta Kür boyunda (Kaket) , Ahıska (Cavaket Şavşet) ve Kütayıs (Başıaçık - Açıkbaş - !meret) bölgeleri ve Çoruh bo­ yu ile Doğugüney Karadeniz kıyısı ve Karasu (Fırat başı) ile yukarı Aras boyunda (Pasen'de) ki «Gürcü» genel adıyle anılan yerli hıristiyan - ki Urartu, Kaldi, Kaski, Kalip ve Kolk adlarıyle anılan Turanlılar'ın kalıkla­ ndır - ve Nahçıvan bölgesindeki hıristiyanlar (eski yerlilerle Part - Ar­ saklılar ) la olan savaşlarını destan biçiminde anlatmakdadır. Kitabdaki 12 hikayeden [ 1 ] üçü başka bölgelerde ve dokuzu Oğuzeli'nde geçen işlere 9.iddir. Hikayelerden birincisi «Derse Han Oğlu Bukaç Han Boyu», öteki Boylar'dan ayn olub, bütün bütüne Türkistan'daki «Kışda yazda karı bu­ zu erimeyen Kazılık dağı» eteğinde geçen, ve gözü kaldırmayanların bir baba ile bir oğulun arasını açarak çıkardıkları acıklı bozuşmayı ve sonun[ I ] Hikôye ve hikôyeler derken hep""� Dede Korkut Kitabı'ndaki hikayeler, ve Oğuzeli derken "Gence Bayburt, Nah· •

çıvan - Karadeniz ve Ahıska - Van Gölü,. arasındaki bölgeyi kasdetmiş bu"Jnuvo­ ruz.

449

Ülkü

-

29


lJ L K O , TEMMU Z 1941

450

da düzencilerin öldürülüşünü anlatmakdadır. V inci «Deli Dumrul Boyu:. ise, yine öteki boylardan apayrı ve Önasya'da «Rum'a, Şam'a» haber gide­ cek bir yerde bir delidolu yiğidin bir «delilik» yüzünden Azrail tarafından

y

canı alınacakken, Tanrı'ya yarar bir sözi le ömrünün, bir can yerine, ba­ ğışlanışı ve bu canı vermede bir sevgilinin, anadan babadan daha

özlü

sevgisi olduğu sınağını anlatır. VIII inci «Tepegöz Boyu» da öteki boylar­ dan apayrı olub,

O ğ u z h a n'ın ılkıcısı yani

O ğu z ha n

çağında (ve­

ya ondan az sonra) asrlan sütü ile beslenib, büyüyen bir bahadırın (Gün­ ortaç, Uzunpınar ve Salahanakayası) adlı yerler bulunan bir yerde (her­ halde Bab Türkistan'da ) Oğuz Türkleri'nin başına gelen büyük bir be­ layı yok etmesini canlandırarak anlatır Geri kalan

9

[2] .

hikayeden (II, iV, IX, XII nci) boylar, _Kiir Boyu'nda,

(fil üncü) boy hem Pasen'de hem de Bayburt'da «Çoruk Boyu» , (VI, VII nci) boylar, Karadeniz kıyısında : Trabzon ve Dizmert ile Trabzon yolun­ da «Çoruk Boyu>, (X uncu boy) Alınca (Nahçıvan'da) bölgesind� müslü­ man Oğuz - hıristiyan yerli savaşlarını, (XII nci) boy ile, lçoğuz (Alaş­ gert, Sahatçukuru - lravan, Şüregel - Arpaçayı boyu bölgeleri) Beği z a n

H

a n

ile

T a ş o ğ u z

bölgesi) beğlerinin ( A v r u z

K a -

(belki de Gökçe göly çevresi ve Gence Beğ'in) bozuşub, vuruşmasını anlatmak­

dadır. Bu dokuz hikaye, Selçuklular'dan önceki Oğuzlar'ın buralarda yaşa­ yış ve savaşlarını, Türkistan'da yaşamış veya efsanevi Oğuz bah8.dırları­ nın adı - tıbkı

Kör o ğ1u

ve

24

Bölükbaşı - delibaşının bugün de Kars

ve çevresinden yetişme ve buralarda yaşamış, savaşmış sanılıb, öyle de

[2] ı< ars'da 'Yerii,, ve "Türkmen,, ler arasında Dede Korkut Kitabı'ndaki hika­ yelerden yedi tônesi (biri Beğböğrek "türkülü.. ötekileri "kara,, hikaye olarak) bi li nib, anlatıldığı gibi, bunlara yak ı n ve bunlara benzer birçok t ürkü lü ve kara hikôyeler de a n laşılmakdadır. Mesela, Mahzuni a d l ı bir türkülü hikôyenin sonu Deli Dumrul boyu gibidir. Arslan, Arslan­ beğ, Arslanoğlu adlı hikayeler de Tepe­ göz boyundaki Pusatbeğ gibi bahôdırlar bulunduğu gibi, üç kara hikayede de, Dede Korkut'dakinden ayrı olarak " Tepe­ göz,, adlı devler, başka başka anlatılır. Eski Yunan masa l iarı nda, Hazardenizi

Doğ u:;; C neyi'nde "Ar· msab,, diye cıi'ısteri­ len ve a l ı nlarında tek gözleri bulunduğu anlatı lan ve tepegözlerden ibôret olan bu devlerin, bütün Kars, lravan, Ahıska ve Gürcistan'da Sibir,, de yaşamakda olduklarına inanılır, ve eskiden sürgün iken Sibir'den dönen bura lardan gitme kimseler, "tepegözlerin yerine yaklasdık­ larını,, "ve daha kara n l ı k yerlere gidib dönemeyen sürgün arkadaşla rının bunia­ rı gördüğünü,, a ndla inandırarak ania­ tırlar. Türkler'in bu eski Dede Korkut'da­ ki Tepegöz oelôsı efsanesi, askı lran IMedlerJ ıh "Dahhôk-i Môrôn,, belôsını çok andırmakdadır. ·


DEDE KORKUT'DAKI CO�RAFl iSiMLER

451

anlatılması gibi - , buralara yakışdırılarak [3] anlatmakdadır. Bu hi­ ka.yelerin Selçuklular'dan (XI inci yüzyıldan) önceleri ortaya geldiğini yazımızın ikinci bölümünde göreceğiz. Bunun için en özlü delilimiz olan yer adlarmdan, hikayelerdeki yerlerin nereleri olduğunu inceleyelim. Kır­ kı geçen bu yer adlarını yönlerine göre sıralayarak, buraların hikayeler­ de nasıl gösterildiğini gördükden sonra, her birinin eskiden nasıl tanındı­ ğını, adlarının çıkışı bilinenlerin anlamını ve buraların geçınişde Oğuz­ ·

lar'la olan ilgisini ve bugünki durumlarını görelim. Yönlerine göre adı geçen yerleri şöyle gösterebiliriz : I) Doğu'da (Dereşam, Dereşamsuyu, Alınca Kal'ası, Gökçedeniz, Gök­ çedağ, Berde, Gence) .

II) Kuzey'de «Tornanın Kal' ası, Ayasofya, Akhisar Ka!'ası, Akıska Ka­ l'ası, Kanlukın Devrenli, Başıaçuk, Dadıyan Kal'ası, Demürkapu, Gürcis­ tan Ağzı, Gürcistan». ill ) Batı'da «Karadeniz, Dizmert Kal'ası, Tırabzan, Parasarun, Bay­ burt Hisarı, Karuneli, Gürcistan». IV) Güney'de «Pasen, Avnik Kal'ası, Karadervent, Gürcistan». V) Oğuzeli'nde «Aladağ, Sürmelü, Ağaçkal'a, Şürök, Bambamtepe, Danazası, Karadere, Aygırgözlü (gölü) suyu, Karadağ, Göğsügözel dağlar, Ağlağan, Cızığlar, Akkaya, Ortaçkır, Aksaz, İçoğuz, Taşoğuz, Kalınoğuz­ eli». VI) Oğuzeli'nin uzaklarındakiler (Kaplardervendi, Demürkapu der­ vendi, Kan Apkazaeli, Rumeli, İstanbul, Rum, Şam, Hemit, Merdin, Aman denizi, Sancıdan) . VII) Türkistan'da olanlar (Kazılık dağı, Uzunpınar, Salahanakayası, Günortaç) . [3] Kaı slı lar'<J göre K ö r o ğ ı L· ile babası Kars'da dağmuşdur, H u r u ş a n o 1 i "Köroğ l:.ı. old ukdan sor- , a da, Kars'la Ardahan arasındaki "Khoçuvon,. (eski Koçucan - Koçuvan) yôni (koçu dadaş, alp) . (van yurd) ikisi birden (Koçuvan Koçak - alp yurdu) da yurd tutu nmuş olub "Buharô'dan, Hind'den, Yemen'den, Turan'dan, l ran'dan gelib ge­ çen kerva nlar,, dan bac alarak, bezirgôn, beğ, paşa ve Gürdi!er'le vuruşarak "kaç­ akl ık,, eylemişdir. l ravonlılar'o göre de, K ö r o ğ 1 u (Sahatçukuru - ! ravonl da doğub büyümüş ve Sohatçukuru'nu batı=

=

=

don çeviren iTekelti ve Buğutu) dağların­ da yaşayıb, l ran'dan gelib geçen ker­ vanlardan bac almakla ve "malyemez­ lerin,, malını alarak yoksullara ve keleş­ lerine paylayarak "kaçaklık., eylemişdir. Bunun için Kars ve l ra n ile çevrelerinde K ö r o ğ 1 u ile bölükbaşları ve keleş­ ierine maledilen ve yaslandırılan yüzler­ ce kale at ahırı, at sulağı (kurun), köy, ge­ dik, kışlak, çav1 r, bel, dere .. v.s. rin ço­ ğu K ö r o ğ 1 u'nun ve birtakım da bö­ lükbaşlarının adıyle anılmakda ve bun­ lara ôid birçok inan ve anlatmalar söy­ lenilmekdedir ..


452

CJ L K CJ , TEMMUZ 1 941

Şimdi bu yerleri sıra ile tanıyalım [ 4] . Doğu'daki yerlerin adı, (X, IV, IX, II inci) hikayelerde geçer : X uncu (Segrek Boyunda) , (Üç yüz cıdalı yiğit ile Egreg «Şürök'ün ucundan Göğçedeniz'e dekin el çarpdı, galebe doyum oldu. Yollu Alınca kal'asma uğramışdı». Altıyüz kara donlu kafir .bunların üzerine koyuldu­ lar... E g r e g'i tutdular, Alınca kal'asmda zindana bırakdılar». Yıllarca sonra bu salığı alan E k r e g'in kardaşı S c k r e g « . .. kara koç atma sıçrayub bindi,.... üç gün dünlü günlü yürütdü, Dereşam ucundan geçdi, ol kardaşı tutulan koruya geldi». Onu kurtardıkdan sonra iki kardaş bir­ likde Dereşam suyunu [ 5] depüb geçdiler, dün kayıtdılar, Oğuz'un serhad­ dma yetdiler. » ) . IV üncü hikaye «A v r u z B e ğ'in Tutsak Olduğu Bay» de, (genç oğlu A v r u z'a bahadırlık öğretmek isteyen İçoğuz Hanı K a z a n Beğ, sohbetine gelen beğlerine : «söhbetünüz dağıtmanuz, men bu oğlanı alayın ava gideyin, yedi günlük azuğ ile çıkaym, ok atduğum yerleri, kılıç çalub baş kesdüğüm yerleri göstereyim, kafir serhaddına, Çızıglar'a, Ağ­ lağan'a, Göğçedağ'a aluban çıkaym, sonra oğlana gerek olur a beğler» dedi ) . [4] S ı k sık a d ı geçecek olan eserlerin adı şöyle kısa ltıldı : 1 - Trabzonlu M e h m e d A ş ı k. Menazir- ül 'avalim IH. 1 006 da vazılmış­ d ı r, Nur-ı osmaniye Küt. No. 3032) Me­ nazir. 2- Gelibclulu f, 1 i , Künh-ü1 ah· bar Jbosılmamıs olen iV üncü cild, Oni­ versite - Yıldız Küt. Na. 2292) Künh. Ahbôr. 3- B e h r a m 1 D a m a ş k f, lôtinceden çevri le n Coğrafya-yı Kebir !Nurıa;;ma nive Küt. savı 2996) Coğ. Kebir. 4- K ô t i b C e 1 e b i, Cihan­ nüma (1 1 45 basması, yazmalarındaki de­ ğişen has isimler Mil let Küt. sindeki nüs­ halardan alındı) Cihannüma. 5- Kütah­ yalı R a h i m i z ô d e 1 b r a h i m C a v u ş, Zafername·i Sultan Murad Han, ve Kitab-ı Kencine-i Feth·i Gence (manzum bir Tebriz Seferi ile üçü bir ara­ da cildli) (On. Yı ldız Küt. sayı 23721 Zafername, F. Gence. 6- E v 1 i y ô C e­ l e b i, Seyahatname ( 1 3 1 4 lstanbul basması ve Beşirağa Küt. sindeki yazma­ sı) Ev. Çelebi. 7- A h m e d D e d e, Sahayif- ül ahbôr ( cami- id düvel' den çevrilen ve basma olanı ndan) Sh. Ah· =

=

=

=

=

=

=

bôr. 8- S e m s e d d i n S a m i, Ka­ mus- ül alam Kam. Alam. 9- A. Z e­ k i V a 1 ô d i, Bugünki Türkistan, Ka­ hire 1 929-40 B. Türkistan. Yine bu Profesörümüzün, Azarbaycan'ın Tarihi Coğrafyası, Azerbaycan Yurd Bilgisi, cild 1 Az. T. Coğ. 1 O- Dede Korkut Kitabı, Kilisli R i f a t neşri Kilisli R. ve O r­ O. saık. 1 1 - V i e­ h a n S ô ı k neşri t o r L a n g 1 o i s, Historiens de l'Ar­ V. menie, Paris 1 868-69. 1. inci cild. Langlois. 1 2- J o s e p h S a n d a 1 g i a n, Histoire de l'Armenie, Reme 1 9 1 7, i l cild Sandalcıyan. 1 3- L y n c h, Ar­ menia, 1 inci cild, 1 901 Lynch. 1 4- Ha­ rita U. Müdürlüğü' n ü n 1 :2,000,000 ölçü­ sündeki Türkiye Haritası Harita. 1 5Ruslar'ın 1 91 O da Petersburg'da bası lan =

=

=

=

=

=

-

=

=

=

Atlas Marksa adlı büyük atlaslarının 29

sayı lı ve 1 :2,000,000 ölçülü Kafkas bölgesi paftası Atlas. [5] K i 1 i s 1 i R. ve O. S ô ı k'de "Dedeşa m,, yazı lı ise bunun "r,, nin "d,, gibi okunuşundan ileri geldiği belli� dir. =


DEDE KORKUT'DAKI COGRAFT iSiMLER

453

IX uncu hikayede, (K a m g a n o ğ l u Han B a y u n d u r'un der­ neğine «İçoğuz, Taşoğuz beğleri yığnak olmuşudu, dokuz tümen Gürcüs­ tan'ın haracı geldi. Bir at, bir kılıç, bir çomak getürdüler.:. B a y u n d u r Han bunlan B e g i l adlı bir yiğide verdi. Bu da atına binib «hısımım, kavumunu ayırdı, evünü çözdü, Oğuz'dan köç eyledi. Berde'ye, Gence'ye varub vatan tutdu, dokuz tümen Gürcüstan ağzına varub kendü, karavul­ luk eyledi.» «Yılda bir kere B a y u n d u r Han divanına varurdu». Bir yol yine B a y u n d u r Han yanında iken, Han'ın bir sözünden inciyib, küsdü ; önceleri aldığı o bahşışılan verib yayan evine döndü geldi. Böyle gelişinin sebebini soran hatununa : «eli günü köçüren, dokuz tümen Gür­ cüstan'a gidelüm, Oğuz'a ası oldum bellü bilün» dedi. Sonunda özünü avut­ mak için yapdığı bir avda yüce bir yerden uçarak «sağ oyluğu kayaya do­ kundu, sındı». Sonradan bunu haber alan kafirin casusu Takavur'una L 6] duyuruyor. B e g i 1, üzerine düşman gelirken genç oğlunu yanına çağı­ nb, ayağının bozulmasından «Demürkapu dervendinden haber vannış, ala­ ca atlı Ş e v e k 1 i M e 1 i k katı pusmuş» diyor. Şimdi, Doğu'ya düşen bu yerleri ayrı ayrı tanıyalım : 1-2) Dereşam ucu - Dereşam suyu. - Kars'daki Nahçıvanlı göçmen­ ler diyorlar ki : «Dereşam denilen yer, Nahçıvan karşısınrfa ve İran topra­ ğında bulunan bir deredir ki buradan gelen su kıble yanından Araz'a ka­ rışır. Suyun boyu uzun ve çukur bir yer olduğuna «Dere-Şam» denilir.:. Haritalarda da Dereşam (Ruslarca Dara.şam) Alınca ve Nahçıvan karşı­ sında Aras'a sağdan karışan A.kçay ile Kızılçay'ın birleşerek Aras'a karı­ şacağı yere yakın olarak görülmekdedir [ 7] Hikayedeki «Dereşam ucu ) , bu derenin Aras'a kavuşduğu yer ve «Dereşam suyu» da, bu dereden ge­ çen sudur. .

[6] O. S ô ı k'de hep '"tekür,, yazılan ve M. S a k i r O 1 k ü t a ş ı r'ın Yeni Türk'deki O. S ô i k'i tenkıvdlerinde "tekvü r,, denilmesini ileri sürdücü bu söz "'takavur,, diye yazıl ı olduğundan öylece okunmalıd ı r. Arab harfleriyle birçok türk­ çe adların "ka,, ları "ke,, (kef) ile yazıl­ dığı bellidir. Meselô "Kağızman, Konk, (omuk, Sakman, Kaşgar, .. ,, adları gibi. Onun için bu sözü, bugün de müslüman ··e hı ristiyan yerlilerin söylediği gibi, (ta­ (cıvur) okumak gerekdir. Bu sözün aslı­ �ın ermenice olduğunu sananlar yanıl­ � ışlardır, (tak-avur) sözlerinden yapılma ::: :on bu adın başındaki (tak) arabçaya '::: rsçadan geçen (taç) demekdir ki bizim

(tac, tav, dağ-tepe, başın üstü anla mı­ na gelen türkçe bir sözdür ve Partlar'dan Fars ve Ermeniler"e: geçmiş olmalıdır. Çünki Arsak (Batı Part) lorda hanlıkdan sonra celen en büyük ünvan olan (tak­ atır veya tak-abahl lık - ki Musevi olan eski yerli bölgelerden Pakarat - Bagrad­ lar'a rnahsusdu - yı'ıni (tôcdar Vd taca bakan) lık adları ndc da bu sözü cörü­ voruz ıv. Langlois. s. 43) . [7] Atlasda biri Aras'ın sağ yanında ve Kızı lçay'ın solunda, biri de Aras'ın so­ lunda ve Culfa'nın kuzey yanında olmak üzere "Daraşamski,, ve "Darasam,, diye iki ver gösterilmişdir.


454

IJ L K IJ , TEMMUZ 1941 «Dere-Şam» adının, bu iki sözden, türkçe olduğu anlaşılıyor. «Şam» sö­

zü birçok türkçe yer adlarında görülmekdedir, mesela Kafkas .Azarbayca­ m'nda «Şamakı, Şamşabel, Şamkur - Şemkür, Şemşedin, ... » Kars'da «Şem­ şi, Şemik» ve adam adlarından «Şaınaşal, Şemsi, Şemisdan, . . . » gibi.

3)

Alınca Kal'ası. - Dereşaın'a yakın olarak gösterilen Alınca Kal'ası,

Nahçıvan ile Culfa arasındaki ve bugün «Elince» (Ermeniler'ce Erince)

Rus haritalarında (Atlas. 29 F 7) Nah­

denilen eski «Alıncak Kalesi» dir.

çıvan - Culfa şosesi üzerinde bir «Alenci»

görülmekdedir ki bunun eski

«Alınca» yerinde olub olmadığı henüz öğrenilemedi. Buradan geçerek sol­ dan Aras'a karışan çay da «Elince suyu» ve «Elince çayı» adıyle anılmak­ dadır. Ermeni yazıcıları buranın çok eski olduğunu ve adını «Erncek» di­ ye gösterirler «Sandalcıyan. 1, s.

48, 234) .

Bir «Elince» de Ahılkelek böl­

gesinde vardır ; bağlı, bahçeli olan bu Elince ( Alınca) yr- «Erince» denil­ mekdedir (Bakınız, thkü, sayı

96,

s.

511 ) .

Aran (Erran - Ağvan - Alvan ) ülkesinden olan Nahçıvan bölgesinde «Alıncak» kal'ası (Hamdullah-i Kazvini ve Menazir, s. lerde gösterilen yer, burasıdır (Cihannüma'da, s.

438

262)

diye eski eser­

«n» nin yazıcılarca

unutulmasından «Alıcak» diye gösterilmişdir) . Semerkand'a Hakan'ın yanma giden İspanyol elçisi

K 1 a v i y o,

1404

T e m ü r Haziran'ında

Maku'dan sonra uğradığı bu kal'a için şunları yazar (Ö m e r D o ğ r u 1

tercümesi, s.

111) :

R ı z a

«Alancak adıyle tanılan ve bir tepenin ba­

şında bulunan bir kal'aya vardık. Bu kal'a Aras nehrinin şimal tarafında idi. Kuleli bir duvarla çevrilmiş olan bu kal'anın içinde birçok bağlar ve bahçeler, kal'anın dışında tarlalar vardır.» C a 1 a y ı r'ı m ed

«1387

de T e m ü r,

A h m e d

mağlı'.ib etdiği sırada bütün bu havaliyi ondan almış,

A h -

C a 1 a y ı r bu Alancak kal'asına sığınarak selamete kavuşmuşdu.

T e m ü r,

A h m e d

C a 1 a y ı r'ı burada üç sene muhasara etmiş, . . . » .

«Alınca suyu», Keşfi Selimnamesi'nde (Süleymaniye - Esad Ef. Küt. sayı

2146,

yaprak

21)

Y a v u z'un

Tebriz'den dönüşündeki konak yer­

leri sayılırken, (Merend, Zanus, Karkm, Aras suyu (sol yaka) , oradan Ka­ rabağ'a gidilecekken geri dönüb

«tünd Alınca suyu üzerine» andan Ke­

sikkünbed'e, andan Nahçıvan'a mukabil Karabağ köyüne, ... » ) diye göste­ rilmişdir. H.

1012

de Şah A b b a s I. in Nahçıvan ve çevresini Osman­

lılar'dan alışını yazan

Ç e 1 e b i

K a t i b

lan nakleden Naima Tarihi'inde

«

«Fezleke» ve ondan bu vak'a­

Kal'a-yi sultaniyeden havali-i Nahçıvan'­

da salatin-i sabıka teshir edince muşak ihtiyar eyledikleri Alınca kal'ası

yazısı vardır. Bu kalenin bugün yıkık olduğu söylenilmektedir. 4) Göğçedeniz. - Oğuzeli'nde «Şlirök'ün ucundan Göğçedeniz'e

dekin

el çarpdı» dan sonra qolu Alınca kal'asma uğramış» olduğuna göre bu yer

bugün

yerlilerce yine «Göğçedenğiz» ve harita ile yazıda «Gökçegöl - Gök-


455

DEDE KORKUT'DAKI COCRAFI iSiMLER

çe Gölü» diye anılan göldür. Azarbacan ile Ermenistan S.S.C. arasında ve ortasından sınır geçen bu göl, 1393 Km2 ve 1932 m. yüksekliğindedir. Es­ kiden Hazar Denizi'ne de «Göğçedeniz» adı verilirdi (Adsız, Toplamalar, İst. 1935, s. 4) . Atalarımız «Göğçedeniz - Göğçegöl» e rengine göre bu adı vermişlerdir. B a t l a m y u s'un coğrafyasında (V, 12, 8) «Lişnitis» gölü ve V inci yüzyılda yaşamış olan Heranlı M e s e s'in tarihinde «Keğam Gelam denizi» diye a.nılmışdır (Sandalcıyan. C. I., s. 24) . XIII üncü yüz­ yıldaki Ermeni yazıcılarından Genceli G ı r a g e s eserinde buraya «Keğrak - unik = Kelark - denizi» denildiği yazılıdır (Türkiyat Mecmuası,

1928, C. II, s. 164) . İranlılar bu göle «Deryay-ı Şirin

=

Güzel - tatlı de­

niz» derler. Buranın Batıgüney kıyısındaki bir adada bulunan «Sevanğ­ Sefvank». yani «Kara Kilise» adlı manastıra göre Ruslar zorla «Sevanğ Gölü» adını yaymağa çalışmışlarsa da «Göğçedeniz» ve «Göğçegöl» adını asla unutduramamışlardır. Kafkas ülkesinin «nazar boncuğu» sayılan ve suyu göğe çalan ve tatlı sulu, bol balıklı bu ulu gölün ayağı, İravan (Sahat­ çukuru) ndan geçen «Zengi çayı» (eski adı Özengi idi) ile Aras'a kan-

Şll' [8] . Yenibayazıd sancağı sayılan çevresine ve daha çok Batıgüney'e ka­ lan yöresine (Basarkeçer bölgesi) bugün de «Göğçe» ve «Göğçemahalı denilir, ki, 1926 da 90 yaşında ölen ünlü aşıklarımızdan E l e s g e r «G ö ğ ç e l i E l e s g e r» diye anılmakdadır. . N a d i r Şah'ın Kars'ı kuşatmasını yazan Astarabadlı M i r z a M e h m e d i'nin «Cihanküşi» adlı tarihinde (1221 den sonraları Karslı H a c ı adh birisinin türkçeye çe­ virdiği_ bu eser Esad Ef. Küt. sayı 2179 dadır) bu gölün çevresindeki dağ­ lara «Göğçe Yaylağı» ve gölün çevresine de «Göğçe ülkesi» denildiği yazı­ lıdır. Türk hikaye ve masallarında bu «Göğçedeniz» in adı sık sık geçer, mesela, Tebrizli Aşık G a r i b, Tebriz'den Tiflis'e «putası Şahsenem'in yanına» gelirken Göğçedeniz'e uğramış ve buradan geçemeyeceğini düşü­ nerek «ağasını yardımına çağırınca boz atlı H ı z ı r Nebi yetişerek» ba­ cısı ve anasıyle G a r i b'i denizin öteki yakasına geçirmişdir.

5) Göğçedağ. - Göğçedenizi çukurunun çevresindeki dağlara «Göğçe dağları» ve adı söylenmeden anılan herbirine «Göğçenin Dağı» denilmek­ dedir. Kars'la Kağızman arasında da 2500 m. lik bir «Göğçedağ» varsa da hikayede Arpaçayı sol yukarılarında bulunan «Ağiağan» aan sonra söy­ lenen bu dağlardan batıda kalanların birisi hikayede anılmış oluyor. .•

6) Berde. - Gence ile birlikde Gürcüstan sınırında gösterilen «Berde» [8] Kars ve çevresinde büvük ve de­ göller için (deniz - dengiz - denOiz) denilir. Meselô bugün !Van denizi, Çıldır rin

denizi, Ayğır denizi "Kars'da,, , Çengili denizi "Kaöızman'da,, ) adları yine söv­ lenilmekdedir.


456

O L K O , TEMMUZ 1 941

Şirvan veya Kafkas Azarbaycanı'nda, Göğçe dağlanndaıı çı.kıb sağdan Kür'e karışan «Terter» çayı boyunda bulunan çok eski ve büyük bir Türk şehri idi. Aran ( Kür'le Aras ırmakları arasındaki ülke) ülkesinin merkezi olan Berde eskiden Şirvanşahlar'ın oturağı idi (Zeyneloğlu Cihangir, Şir­ vanşahlar Yurdu, İst. 1931, s. 37-39) ; sonradan 943 de yani bin yıl ön­ celeri Rus çapulcuları tarafından bozuldu ve ıssızlaşdı, ancak Moğullar çağında

(1240 dan sonralan) biraz şenelmişse de yine bozulub örenleşmiş­ 48) . Klasik Yunan ve Part-Ermeni eserlerinde «Bardav­

dir (Az. T. Coğ. s.

Partan ve Arablar'ca «Berda'a» diye anılmışdır. Eskiden ipeği ve mey­ vası ve meşhur olan ve iyi bir kışlak sayılan Berde'nin yerinde bugiin bu adda bir köy bulunınakdadır. Eskiden Berde'nin «Laçın:. ı (kartal veya büyük doğan) nın da ünlü olduğunu K ö r o ğ 1 u'nun Kars'da söylenen bir koşmasının şu hanasından anlayonız : Her yerde soruşdum onun suçunu Tazısı, tulası, Serde !açını Yıkın Kalôsını cezin içini Kı lıcın, ka lkanın, atın getirin.

7) Gence. - Eski Aran şehirlerinin ünlülerinden ve 951 den 1064 (bir 1084) yılına dek yerli Türkler'den Şeddadlılar'm oturağı olan

bakımdan

Gence, bugün de Azarbaycan'm ünlü şehirlerindendir. XV inci yüzyıldan

1804 yılma dek «Ziyadhanoğulları» nın hanlık merkezi olan Gence'yi, 1804 S i s i y a n o f, Ça­ riçe'nin adiyle şehre «Elizabetpol - Elizabet şehri» adını verdirmiş ve Bol­ şevikliğe kadar resmen bu adla anılmışsa da, bütün yakın ve uz& ğındaki yerliler Gence adını hiç bırakmamışlardır. Önasya'daki ulusal hi­ kayelerimizde en çok adı geçen şehirlerden birisi de bu Gence'dir ki, eski o:Ziyadhanlar> dan da «Köroğlu, Kurbani, Yaralı Mahmud, Abdullah» gi­ bi ünlü hikayelerimizde sık sık söylendiği gibi, «Gence narı, Gence bayağı, Gence ipeği» ve «Gence güzeli, Gence maralı» tabirleri de halk şiirlerinde çok kullanılır ve kullanılmakdadır. kışında alıb hanlığa son veren Rus kumandanı Gnl.


N O T L A R

N A M I K

V E

V E S İ Y K A L R

K E M A L

Ülkü'nün İkincikanun ve Şubat 941 sayılarında, N a m ı k K e m a l'in annesi hakkında yapdığım tedkıyk­ lerin bir tahlilini okudum. Bu değerli · ve vakıfane mütalaanın bir noktasını, iyzah etmeğe lüzum gördüm. Tahlilin sonunda : « E d i b A l i'nin ortaya koyduğu bu kıymetli vesiykalar A b d ü 1 1 a t i f Paşa'­ nın Kars'dan İstanbul'a dönmeden evvel bir müddet - iki veya üç, se­ ne - Afyon'da da muhassıl olarak bulunmuş olması ihtimalini orta­ ya atıyor. «Mamafih, bu ihtimalin ta­ hakkuku için daha bazı vesiykaların meydana çıkmasını beklemeliyiz» de­ niyor.

H A K K I N D A

muhakkakdır. Çünki Afyon'da, A b­ d Ü l 1 a t i f merhumun «efendi ve­ ya bey» Unvanını taşıdığı vesiyka­ larla sabitdir. K e m a l büyük ba­ bası ile Kars'a giderken biraz daha büyümüş olduğu ve kendisine fild ki­ tabların da yol eşyası arasında bu­ lunduğuna göre, paşalığm Afyon'dan sonra verildiğini kabfıl etmek iycab ediyor. Tedkıykatımız üç senelik bir me­ sainin mahsfılüdür. nk defa mezar taşını bulduğum vakit, işi ihtimalle karşıladım. ·O vakit N a m ı k K e­ m a l'in akrabası sandığım üstad şair M i d h a t C e m a l'den mektubla sordum. Mumaileyh cevabında Üni­ versite'den istifade edebileceğimi iş'­ ar etmişdi. Halbuki, A l i E k r e m merhumun «Namık Kemal» adlı ese­ rinde annesi hakkında malfunat ver­ mediğini görünce hadisatı beklemeyi

Nam ık Kemal'in, anne.� inin, ııakıf k ita?de­ rindeki mühürii. kazılmış

bu mühür 1 263

olub " V e

fa

,,

tarihinde

imzasını

taşıyor.

A b d ü 1 1 a t i f Paşa'nın, Afyon­ da bulunması Kars'dan dönerken de­ ğil, Kars'a gitmeden evvel olduğu

ve yanlış bir telakkıye meydan ver­ memek için

şahsi

araşdırmalarımı

derinleşdirmeyi muvafık buldum.1263 Hicri yılında muhassıl A b d ü l 1 a­ tif Bey'e yazılan medhiyede şöyle de­ niyordu [1] :

( l ] Şiirin, bilhassa ilk beyitleri çok bo­ zukdur. Bu belki, iyi okunamadıöından,

belki, metnin bozuk olmasındandır. Biz. aynen neşrediyoruz (Olkü). 457


458

OLKO

,

TEMMUZ 1941

"BôhusOs sôhib Karahisar beldesine bişşer "Gönderüb A b d Ü 1 1 ô t i f bendesin bil'ihtirôm "Ovle bir sôhib şivem kim re'v-i irfônın anın Görmemiş çeşm-i cihan devr-i zemôn aynı fa ham "Hem şecôat, hem zarôfet hem sehô-vü adli le "Cümle akrônını fôik dendi Serdôr-ül avôm "Böyle evsôf ile zlbô olduğu için o zat "Zikr-i hayrını idüb virdi zebô n ı n subh-u şôm.

Bu yazıdan A b d ü 1 1 a t i f'in A b d ü 1 m e c i d zamanının büyük­ lerinden olduğu ve kızı F a t ı m a z e h r a'nın mezar taşından da «ri­ cal-i Devlet'i Aliyye'den» bulunduğu sarahaten anlaşıldıkdan sonra, A b­ d Ü l l a t i f'in o sırada bey veya pa­ şa olması ikinci planda gelen bir şey­ dir. Gedik A h m e d Paşa Kütübha­ nesi'nde bulduğum vakıf kitabdan da Z e h r a Han ım'ın 1264 H. yılında öldüğünü mezar taşı kitabesine ilave­ ten tevsiykden sonra, Afyon'da mev­ cud eski Mevlevi çelebilerinden de K e m a l'in çocukluk hatırasına dair ba.zı malllnıat elde etdim. N a m ı k K e m a l'in annesinin Afyon'da öl-

düğünü, ve büyük vatanperveri sekiz dokuz yaşlarında öksüz bırakdığını kat'i sfıretde tesbit etdikden sonra, daha yardımcı vesiykalar bulabilir­ sek neşrine devam edeceğiz. Akşam gazetesinde bu tedkıyk hak­ kında yazı vazan ve K e m a l'in ak­ rabasının akrabası bulunan- B. M u s­ t a f a R a g ı b, paşa amucasmdan öğrendiği rivayet ve hikayeleri, ve­ siykaya istinad etmeyen mütalaala­ nyle, bizim buluşum.uzu şübheli bir eda ile karşılamışdı. K e m a 1 hak­ kında bilgiler için, yalnız «aile erka­ nı» malumatına müracaat kafi olabi­ lir mi ?. A 1 i E k r e m, şübhesiz babasının fazilet ve insanlığının en iyi akislerine varis olmuş ve daima hürmetimizi aziz şahsiyetinde topla­ mış bir edib ve alimimizdir. Büyük vatan şairi K e m a 1, vatan sev­ gisini anne, baba, aile, evlad gibi bü­ tün rabıtaiarın fevkınde tanıdığı ve vatanı bir hah derecesine çıkardığı için, sevgili oğlu'na, ancak vatan ve hürriyet sevgisinden bahsetmiş alına­ sı tabiidir. Büyük K e m a l'imiz için ve onun hayat ve hatırasını takdis ve tamiyk için ne kadar çalışsak yine azdır, samyorum..

EDİB ALt BAKI


HALKEVLER1

T

t}

B

K

K O NFERA N S L A R I

S

U

Su mevzuu Türkiye'nin ana işlerin­ den biridir. Şayan-ı şükrandır ki su işi yurdda büyük bir dava halinde te­ celli etmekdedir. Su bizde şimdi bir müddetdenberi tıbkı eski ray davası gibi cümhuriyetin başlıca mes'elele­ rinden biri haline gelmişdir. Ziraat ve sanayi denince her şey­ den evvel akla su gelir. Fazla, çeşid­ li, te'minatlı istihsal, bir tek kelime ile kalkınma ve müreffeh hayat bü­ yük su programının arkasından gel­ mekdedir. Bugün Devlet, Türk köylü­ sünün saadetini su işlerinin tanzimin­ de görmekdedir. Bunun büyük delili Kamutay'ca 31 milyon liralık tahsi­ satın kabulüdür. Su mevzuunu, __.: Şehircilik, Sağlık, 3 Teknik, 4 Ziraat,

1 2

-

-

-

gibi birkaç bakımdan tedkıyk etmek lazımdır. Her biri ayn bir etüd mev­ zfıu olabilecek, yukarıdaki dört nok­ tadan biz yalnız ziraate aid olan kıs­ mı gözden geçireceğiz. Fakat müsaa­ denizle sularımızın şehircilik, sağlık ve teknik noktasından kısa bir hüla­ sa.sını yapacağım. Suyun şehircilik noktasından tedkıyki denince akla gelen ilk nokta bu suyun sıhhi bir su olması, ikincisi de bol, bütün ihtiyaç-

·

L

A

B

1

ları karşılayacak mikdarda su bulun­ masıdır. Şehir sularını tedarik yolla­ rı muhtelifdir, bunlar o şehrin civa­ rından geçen bir dere suyu, yahud, toplanmış kaynak suları, yer altı su­ ları olabilir. Bugün suyun hıfzıssıhha tekniği o kadar ilerlemişdir ki velevki yer yüzünde akmış ve fena sıhhat şartları altında bulunmuş olsa bile bir su o şehir halkının sağlığına za­ rar vermeyecek hale getirilebilir. Bu­ nun ıçın muazzam süzgeçler, klor, ozon, vesair temizleyici vasıtalar kul­ lanılır. Şu halde şehirler için bugün sıhhi su bulmak zaruretinden ziyade bol su bulmak mes'elesi vardır. Te­ miz şehir de, sağlam, sıhhati yerinde hemşehri bol su kullanır. Suyun sağ­ lık bakımından etüdü ise bir taraf­ dan içme sularını, diğer tarafdan kap­ lıca ve içmeleri alakadar eder. Az ev­ vel temas etdiğimiz gibi, halkın temiz içme suyu bulması en tabii hakların­ dan biridir. Bu her yerde Belediye'­ nin isidir. Bizde de Belediyeler'imizin üzerlııde ehemmiyetle durmaları la­ zım gelen bir noktayı teşkil eder. Kaplıca ve içmeler ise bir bakımdan Belediyeler'i alakadar ederse, diğer tarafdan muazzam bir Devlet işi te­ lakkıy edilir. Bir memleket halkının sağlığını

459


460

O L K O , TEMMUZ 1 9.41

muhafazada bu �uların te'siri büyük­ dür. Yurdumuz kaplıca ve maden iti­ barıyle dünyanın en mes'ud memle­ ketlerinden biridir. Türkiye'de sayılı 500 kadar kaplıca, içme ve maden suyu vardır. Arazimizin teşekkülü iycabı bu tabiat servetlerine bizde adım başında denecek sıklıkda rastla­ nır. Bu suların şifa lıassalan yine emsaline faik bir haldedir. Anadolu sağlık suları, tarihde büyük bir ün kazanmışlardır. Havza, Galatya, Bıır­ sa, Yalova, Eskişehir vesair sular çok şöhret kazanmışlardır. Anadolu su­ larca cidden zengindir. Türkiye genç bir sanayi kuruyor. Teknik kurulması dlı�ünülünce her şeyden evvel suyun tedariki akla ge­ lir. Bunun sebebi basitdir. Zira bir fabrika ba�an 40-50 bin nüfusluk bir şehrin kullanacağından fazla suya muhtaçdır. Bundan ba;;ka fabrikalar her nevi' suyu kullanamaz. Mamafih bu noktada da endiyşeye yer yokdur. Yeter ki su bulunsun. Zira ilerleyen fen sayesinde mevcud sular fabrika­ ların istedikleri su haline kalbedilebi­ lir. Suya en muhtaç saha ziraatdir. Susuz ziraat olmaz. Zil'aatin ihtiyacı olan suyu ya tabiat te'min eder veya buna imkan olmayan yerlerde su in­ san elinin yardımıyle tedarik olunur. Türkiye ziraati böyle sun'i vasıta­ larla te'min edilmek iycab eden suya muhtaçdır. Yurdumuzda zira.atin ih­ tiyacına kafi gelecek kadar yağmuru bulunan yerler istisna edilirse diğer­ lerinde sun'i sulama yapılmalıdır. Su­ lama tatbiyk edeceğimiz yerlerimiz yalnız orta Anadolu'ya inhisar et-

mez. Diyebilirim ki yurdun her mın­ takasında buna ihtiyaç vardır. Bu­ nun sebebi nedir ? Türkiye, muhtelif iklim adalarına ayrılan bir yerdir. Yağmur bakımından hakim olan şart­ lar, birbirinin ayni değildir. Bazı mıntakalarımızda ekinlerimizin çok iyi yetişmesi için lüzumu kadar yağ­ mur yağmayor, yahud bu yağmurlar mahsfılün ihtiyacı olduğu devrelerde düşmez. Verimli topraklarımızdan tam bir randıman almak için noksan olan, lüzumu olıiuğu anda emre amade bu­ lunmayan bu sulan tedarik etmek lazımdır. Anadolu'nun en az yağmur yağan mıntakası Ankara, Eskişehir, Konya ve civarı vilayetlerini ıçıne alan sahadır. Buraya senede 250-300 milimetre yağmur ve kar yağar, ya­ ni beher metre murabbaına bir sene­ de 250-300 kilogram su düşer. Bu su nebatın en çok ihtiyacı olan yaz ay­ larında yağmış olsaydı, daha mes'ud netiyceler doğardı. Mamafih bu suyu ehemmiyetsiz te­ lakkıy etmemelidir. Eğer A t a t ü r k, Türk ulusunu dünya mede­ niyet seviyesinin üstüne çıkarmak iymanını bize aşılamamış olsaydı, bu su, şimdiye kadar olduğu gibi yarın da, on asır sonra da basit, kanaatkar, ibtidai bir hayatı doyurmağa kafi idi. Fakat biz atalarımız gibi bütün dün­ ya milletlerine önderlik etmeğe azm­ etmiş olmamız itibarıyle tabiatın biz­ den bütün e�irgediklerini kendi çelik kollarımızın kuvvetiyle elde edeceğiz. Yurdumuzda bir tı\ısım, kandan bahalı bir madde olan suyu yerin al-


461

TORK SULARI

tında da olsa yakalayarak ona iste­ diğimiz işi gördüreceğiz. Mahsulü su­ lamak ihtiyacı pek eskidir. Bu ilk ön­ ce güneşin te'sirini karşılamak üze­ re cenub memleketlerinde tatbiyk edilmişdir. En eski şayart-ı dikkat su­ lama te'sisatı, Orta Asya'da ve ora­ dan hicret eden Türkler'in işgal et­ dikleri Hindistan, Mezopotamya ve Mısır'da görülür. Fena bakım yüzün­ den Fırat ve Anadolu'daki sulama kurumları bozulmuşdur. Ancak şimdi Anadolu ziraatinde sulama yeniden yer almakdadır. Cümhuriyet Hükfı­ meti'nin gem vurarak istediği yola sevketmek istediği bu suların mahi­ yeti nedir ? Bu mevzuu aydınlatmak isterim. Suların dağılışı bakımından Türkiye beş bölgeye ayrılır. *

.Karadeniz ve m3.ilesi 1

-

Marmara

b8.rıyle en önemlisidir.

Denizi

Tali kolları

da dahil olmak şartıyle Çoruh, Yeşil­ ırmak, Kızılırmak, Sakarya, Harşid, Bartın, Filyos, Irma, Sürmene, Of ve­ sair sular Karadeniz'e dökülürler. Su­ surlu, Gönen, Kocabaş vesaire Marmara'ya akarlar.

de

*

-

Akdeniz M3.ilesi

-

Buraya akan sular şunlardır : Dalaman, Eşen, Aksu, Göksu, Tar­ sus, Seyhan, Ceyhan ve kolları. •

iV Hazerdenizi ve Basra Körfezi Ma.ilesi --

1 Hazerdenizi'ne Kura ve bu­ nun birinci derecede kollarından olan Aras. II Basra Körfezi'ne Fırat ve Dic­ le dökülürler. -

-

V

-

Akıntısız Mmtaka

Bu guru b, Anadolu'nun ortasında kalıb, suları yolda kuruyan veya iç göllere kadar varan bütün sular da­ hildir. •

Memleketin yarısını kaplaması iti­

il

m

Ege M3.ilesi

Buraya dökülen sular şunlardır : Gediz, Büyük ve Küçük Menderes, Meriç, Havran, Edremid vesaire.

Türkiye sularının üç mühim has­ sası vardır. 1 Az su akıtmaları, az derin ol­ maları, çoğunun asıl sulamaya lazım oldukları zaman pek az su taşımaları. II Sularımız hiçbir memleketde tesadüf edilemeyecek derecede i'vi­ caclı (zikzak ) akarlar. III Kaynakla döküldükleri yer­ ler arasında fazla irtifa farkı dolayı. sıyle su yatakları fevkalade meyilli­ dir, akışları sür'atlidir. Sularımız hala şiddetli bir cereyan ve tekamül devresindedir. Bunların taşıma kudretleri büyükdür. Kızıl ve Yeşilırmak sularının deltaları, sahil­ den denize doğru 20-30 kilometre iler· lemişdir. -

-

-


462

O L K O , TEMMUZ 1941

Bafra daha onbirinci asırda bir deniz şehri idi. Tarsus eskiden sahil­ de idi, şimdi 20 kilometre içeridedir. Fırat ve Dicle bütün Mezopotamya'yı doldurmuşlardır. Büyük Menderes 20 asırda 320 kilometre murabbaı geniş­ likde delta vücude getirmişdir. Kü­ çük Menderes ve Gediz ondan aşağı kalmamışlardır. Göllerimiz Marmara, Orta Anadolu'da göller mıntakası ve Doğu olmak üzere üç esas koicn \ teş­ kil ederler. Ayrıca yurdda münferid göller vardır. İyzah etdiğimiz bu vaziyet bize Anadolu sularının fizik dağılışlarını göstermeğe kafidir. Üzerinde ehem­ miyetle durulması lazım gelen nokta­ lardan biri de yeraltı sularıdır. Tür­ kiye toprağının hususiyeti ve arazi­ mizin fizik yapılışı iycabı yurdumuz yeraltı sularınca zengindir. O dere­ cede ki yeryüzündeki sularımıza yer­ altındaki su servetini katınca Anado­ lu en yüksek tekniği ve enkesif bir ziraati doyurmağa yeter suya malik­ dir. Bu iyzahat Anadolu'nun suca olan zenginliğini göstermeğe kafidir. Şimdi bu suları kimya bakımından tedkıyk edeceğiz. Bu sözlerimiz sula­ rımızın lüzumlu sahalarda kullanıl­ ma kabiliyetlerini anlatacakdır.

a - Tuzlu su gölleri, b - Tatlı su gölleri, c - Yarını soda gölleri, d - Orta derecede tuzlu ve sodalı göller. A - Tuzlu su gölleri : Bu gurupa giren suların terkibin­ de fazla mikdarda klorid, sülfat, ve karbonatlar vardır. Tuzlu göl, Bur­ dur, Marmara, Gölcük, Tödürge, Van, Moğan ve daha bazı göller bu guru­ pa dahildir. B - Tatlı su gölleri : Bu gurupdaki göllerin suları nor­ mal veya normale yakın tatlı sular­ dandır, Akşehir, Obruk, Uluabad, Terkos, Eğridir, ve daha birçok göl­ lerimiz bu arada sayılabilirler. C Yarım soda gölleri : İznık, Egneş, Gazlı, Kayalı. (To­ kat) , bu gurupdandır. Bu göllerin terkibinde litrede 500 miligramdan az soda bulunmakdadır. Bu itibarla Amerika'nın tipik sodalı göllerinden ayrılırlar. D - Orta derecede tuzlu göller : Türkiye'de bu gurup göllerden pek çok vardır. Sarıkum, Epher, Yeni Çiftlik, Marmaracık, Emir vesaire bu gurupa dahildirler. -

* •

1

D -

Göl Sulan

Türk sularını kimyevi vasıfları ba­ kımından muhtelif gurublara ayır­ mak mümkindir. Türk gölleri dört gurupa ayrılabi­ lir :

-

Dere Suları

Türk dere sularının da kendilerine göre vasıfları vardır. Bunlan da üç gurupa ayırmak mümkindir : a) Tuzlu sular, b) Tatlı sular, c ) Sodalı sular.


TOR� SULARI

Tuzlu dereler muayyen bölgelere bilhassa Orta Anadolu'ya mahsus­ durlar. Bu derelerin terkiblerinde bu­ lunacak tuz mikdarı da akdıklan böl­ geleye göre değişir. Hatta öyle sula­ rımız vardır ki bunlar bir yerde bir­ denbire tuzlanırlar. Mesela Kızılır­ mak böyledir. Bu nehirimiz kaynak tarafında güzel içilir tatlı bir suya malikdir. Fakat tuz yataklarıyle meş­ hur Sivas sahasına gelir gelmez, baş­ da Tödürge gölünden gelen Acısu ol­ duğu halde içine katışan birtakım tuzlu sularla gitdikçe tuzlanınağa başlar. Kızılırmak buradan itibaren Ankara Vilayeti hududuna kadar tuzlu olarak akar, sonra katışan tat­ lı derelerle bu tuzunu azaltır. Tuzlu dere sulannuzın en iyi nü­ muneleri Kızılırmak, Acısu ve Acur­ makdır. Bunların haricinde dereleri­ miz tatlı su taşırlar. Yalnız bir kısım akar sularımızda soda vardır. Soda, bu sulara Anadolu'da hakim olan ik­ lim şartlarının bir ınahs lılü olarak katışmakdadır. Bu nevi' sular, yük­ sek bir kaleviyet göstermekdedirler. *

Yeraltı Suları Türkiye'de, çok geniş mikyasda mevcud olan yeraltı sularının mah­ dud bir kısmı tuzlu ve sodalı olup di­ ğerleri tatlıdır. Tuzlu ve tatlı sular çukur ve kapalı yerlerde toplanmak­ dadır. Bununla beraber bir yerde tuz­ lu su bulunmuş olsa bile orada tatlı suyun olmadığı manası çıkarılmama­ lıdır. Zira derinlere gidildikçe rast­ lanacak su tabakaları arasında mutm

-

463

laka tathlanna rastlanır. Çok defa tuzlu suyun bulunduğu katın hemen altında tatlı su bulunmakdadır. Su­ larımızın g-Ormüş olduğumuz bu va­ sıflarının pratik kıymeti nedir ? Bir suyun zirai bir kıymet kazan­ ması için onun muayyen birtakım va­ sıflara malik olması iycab eder. Bu­ nun başında içindeki erimiş madde­ lerin muayyen mikdarların üstünde olmaması gelir. Mesela tuzlu ve so­ dalı sular sulama işlerinde kullanıla­ mazlar. Bunun birçok mahzurları arasında bir tarafdan ekinin diğer tarafdan toprağın üzerine yapdığı fena te'sirler gösterilebilir. Ekinler, tuzlu ve sodalı bir su ilo sulanırlarsa kurur.Toprak da, burada iyzahına ihtiyaç olmayan bazı kim­ yevi reaksiyonların cereyanı hasebiy­ le, güzel vasıflarını kaybeder ; iyi su tutan, iyi havalanan, kolay işlenen hülasa birçok meziyetlere malik olan bir toprakdan, fena, tuzlu su ile su­ lama netiycesinde çok fena bir top­ rak meydana gelir. Bu sebebdendir ki araziyi tuzlu su ile sulamak doğru değildir. Bu hakıykate rağmen yurdumuz­ da, buna ehemmiyet verilmeyerek tuzlu suların, ekinlere, bahçelere sa­ lındığı görülmüşdür. Fakat bunun za­ rarlı netiycesini görmekde gecikilme­ mişdir. Zira, tuzlu su, derhal fena te'­ sırını göstermiş suladığı mahsulü yakmış ve bunu yapanlar büyük za­ rarlara uğramışlardır. Takdir buyu­ rulur ki bunu bir insan bir defa ya­ par. Fakat bilmeyen, bunu duyma­ yan çiftçilerin birer defa yapmaları


464

a L K a ' TEMMUZ 1 941

da memleket hisabma büyük bir za­ rardır. Bunun için herkes bilmelidir ki toprağı sulamak mevziı.-ı bahs ol­ duğu zaman her şeyden evvel, suyu tahlil etdirmek 18.zundır. Devletin tahlil işlerini meccanen yapan mües­ seseleri vardır. Yüksek Zii-aat Ensti­ tüsü'nde Toprak Enstitüsü bu işlerle meşgfildür. •

Orta Anadolu Suları Bu umiı.mi bilgileri verdikden son­ biraz da memleket içinde yayıl­ mış olan sularımızın nevi'leri üzerin­ de duralım. Bunun için Anadolu'nun muhtelif bölgelerine göre sularımızı gözden geçirelim : ra

Ankara, Eskişehir, Bilecik, Kütah­ ya, Afyon, Denizli, Burdur, İsparta, Konya, Kayseri, Sivas, Niğde, Ço­ rum, Çankırı ve Kastamonu'dan tah­ lil etdiğim 520 su örneğinden birkıs­ mı dere ve göl, birkısmı da yeraltı suyudur. Ankara bölgesinden yalnız Kızılır­ mak tuzlu bulunmuşdur. Burada tuz­ lu yeraltı suları da vardır. Emir ve Moğan gölleri sodalıdır. Derelerin sertlik dereceleri 2,5 - 24,4 Alman derecesidir. Suların reaksiyonu kale­ vidir. Eskişehir'de Sarısu biraz klorlu­ dur. Porsuk'un bazı yerleri az sodalı­ dır. Suların sertlikleri 4-24 derece arasındadır. Bilecik suları 8,5 - 20, Kütahya su­ ları 1 - 25 derece arasındadır. Afyon mmtakasmm akar suları 5 - 29 de-

rece göstermekdedir. Denizli Vilaye­ tinden gelen sular soda karakteri göstermekde ve sertlikleri 6 - 14 de­ rece arasında değişmekdedir. Burdur suları Orta Anadolu'nun normal su­ larının evsafmdadır. Bu havalide en meşhuru Burdur gölü olmak üzere birkaç tuzlu göl vardır. İsparta'dan alman nümiı.nelerde azami 12 sertlik derecesi bulunmuşdur. Konya hava­ lisi sularının civar vilayetlerde bulu­ nanlardan büyük bir farkı yokdur. Suların çoğu sertdir ve azami 19 de­ rece göstermekdedirler. Kayseri'de Kızılırmak ve Burunde­ re'deki çay suyu tuzludur. Bazı dere­ lerde bir mikdar soda vardır. Diğer­ leri kalevi reaksiyonda ve sertlikleri 1 25 derece arasında değişen sular­ dır. Sivas havfilisinde tuzlu ve soda­ lı sulara rastlanır. Kızılırmak, Acısu bunların en iyi misfilleridir. Tödürge -

gölü tipik tuzlu bir göldür. Tokat su­ ları da Sivas sularının benzeridir. Ço­ rum suları, muhitin teşekkülatma uy­ gun olarak sertdir. •

Cenubi Anadolu Suları Cenub Anadolu'su derken mütalaa edeceğimiz sular, Antalya, Alaiye, Silifke, Adana, Mersin ve Maraş böl­ gesine aid sulardır. Yurdun bu parçasında orta derece tuzlu olmak üzere bir tek su bulun­ muşdur : Mersin Deliçay'ı. Öteki su­ ların çoğu Orta Anadolu sularını an­ dırırlar, yani kalevi bir reaksiyon gösterirler, az çok sodalıdırlar, kalı­ cı sertlikleri yokdur.


TORK SUl.ARI Suların bütün sertlikleri mikyasıyle şöyledir :

Alınan

9,5-14,7 5 -15,6 4,7-16,5 3,7- 7,7 11,2-14,8 8,6-15,4

Antalya Alaiye Adana Mersin Tarsus Maraş •

Batı Anadolu Sulan Batı Anadolusu'nda 200 den fazla ısu örneği tahlil edilmişdir. İzmit'de bir tek tuzlu dere vardır. Kiles dere­ si. Diğer muayene edilen 58 suyun evsafı hemen hemen birbirinin ayni­ dir. Birbirinden az fark eden bu su­ lar yumuşak ve sertdir. Sertlik dere­ celeri 0,89 dan 15,6 dereceye kadar değişir. Sulann bir çoğunun terkible­ rinde az mikdarda soda vardır. Re­ aksiyonları mfıtedilden, kuvvetli kale­ viye kadar değişir. İstanbul suları hafif sulardandır. Mamafih içlerinde 19 derece gösterecek kadar sert olan­ lar da vardır. Bursa bölgesi sulan da İstanbul sularına benzer, yani hem karbonatlı ve hem de normal sular bulunur. Çanakkale bölgesindeki su­ lar, sodasız olınakla diğer bütün su­ lardan ayrılırlar. Sular pek sertdir, (14 - 26 derece) ve daima kalıcı sert­ likleri vardır. Manisa ve civarında Bursa hav8.li sindeki sulara benzer sular buluyo­ ruz. Aydın ve Nazilli'de sular pek sertdir (13,6 - 26 derece) ve kalevi­ dir. Sodalı değillerdir. Muğla'da daha ziyade karbonatlı sular bulunur.

465

Batı Anadolnso'ııda Çubuk, Sünnet, İznik, Uluabad tat­ lıdır. Marmaracık, Yeniçiftlik ve Baf­ ra gölleri orta derece tuzludur. Hoy­ rat, Gölınarmara ise tipik Klorsod­ yomlu göllerdir. •

Trakya Trakya'nın morfolojik münasebet­ leri iklim ve toprak bakımından Ana­ dolu'nwı batı kısımlarının şimalinden ayrılmaz. Bu noktalar hidrolojik ba­ kımdan da tamamen tetabuk etmek­ dedir. İstanbul, Çatalca, Çorlu, Hay­ rebolu, Gelibolu, Kırklareli, Babaes­ ki, Demirköy, Lüleburgaz ve Edirne­ den getirib tahlil etdiğim 108 su ör­ neği birbirinden az farklar göster· mekdedir. Trakya bölgesindeki sula­ nn çoğu sodalı (karbonatlı) dır. Fakat pek az derelerde ve bu derele­ rin muayyen yataklarında bu mikdar 100 miligramdan yukarıdır. Sarih bir kalevi reaksiyon gösteren bu suların bütün sertlik dereceleri aşağıdaki cedvelde gösterilmişdir : İstanbul 10° Çorlu 3,9--22,6 Çatalca 1,0--12,7 Hayrebolu 10,2-18,2 Gelibolu 13,4--16,8 5,0--11,7 Kırklareli 2,4--14,3 Demirköy 10,0--24,0 Lüleburgaz 8,9--13,4 Edirne Etüd edilen Terkos, Doruyol ve De­ ringebit gölleri �irer tatlı su gölleri­ dir. Buna karşılık Köprülü gölünUn suyu tuzlu (Klorsodyomlu) ve soda­ lıdır. Ülkü

-

30


O L K O , TEMMUZ 1941

Şlm8.l Anadolusu Su1an Karadeniz bölgesinin ları yağmurlu olub

sulardan olub terkiblerinde bazan az doğu taraf­

burada ekinleri

mikdarda soda bulunur.

ları kalevidir. Alman derecesiyle bü­

sulamaya ihtiyaç olmadığı için ben

tün sertlikleri

de yalnız batı kısmının sularını etüd

gösterilmişdir :

etdim. örnekler Amasya, Sinob, Bo­

Erzurum

yabad, Ladik, Fatsa, Vona, Ünye'den

Erzincan

alınmışdır.

Elazığ

Bu bölgede yegane tuzlu dere Kı­ zılırmak'dır. Bununla beraber daki tuz mikdarı Sivas'daki

bura­ mikda­

rın ancak dörtde biri kadardır. ğer dereceler

Di­

Anadolu için normal

Reaksiyon­

aşağıdaki

cedvelde

2,8-20,7 2,4-24,2 2,3-20,0 5,0-13,0 5 -12 5,2-12,0 10,6-17,5 4,0--13,2 8,5--16,5

Diyarbakır Kars Hakkari Gazi Anteb Urfa

bir su, hafif sodalı su taşırlar. Sula­

Mardin

rın sertlik dereceleri aşağıdaki ced­

Elazığ'ın Gölcük gölü klordosyom

velde gösterilmişdir.

ve sodalı bir göldür.

3,5--10 4,4-18 11,7-18,5 6,7-10,6 2,0--16,8 1 -20 5 9

Amasya Sinob Boyabad

La.dik Fatsa Vona Ünye

-

Doğu Anadolusu Şark'dan 250 den

bu umôıni

Sularımızın da gördükden

dağılışını

sonra hülasalarımızı

yaparak sözümüzü bitirelim : Türkiye'de

sularımızın

kısmı istisna edilirse,

ufak bir

diğerleri nor­

mal ve her nevi' maksada hizmet ede­ cek evsafa malik sulardandır . Tabiatın yeryüzüne esirgediği su­ lar bazı mıntakalanmızda yerin altın­

fazla

su tahlil

etdim.. Bölgenin tuzlu sulan : Refahi­ ye' de Irmak klorsodyomlu ve sodalı. bir sudur. Kuruçay, Ehremi ve Kara­ budak çayı orta derece tuzlu sular­ dır.

da toplan.mışdır. Bu sular Türkiye'de en yüksek kültürleri besleyecek ka­ dar boldur. Bu konferansla ben, Ana­ dolu'muzun

bazı yerlerine yarı

çöl

diyecek kadar gaflet gösterenlere, id­ difilarının yanlışlızını anlatmak iste­ diın. Sözümü

tekrarlayorum :

Anadolu

Erzincan,

suyu, toprağı ve bütün tabii zengin­

Elazığ, Diyarbakır ve Urfa illerinde

lik kaynaklarıyle sevilmeğe, uğrunda

dağılmışlardır.

can verilmeğe değer bir vatandır.

Sodalı sular

Erzurum,

Öteki sular

normal

Dr. KERİM OMER ÇAGLAR


P O S T A S I

H A L K E V L E R i

BALKEVLERİ

VE

ihtiyaçları tatmin edecek şekilde bir

SOSYAL YARDIM Tenvir ve irşad dairesinde kalmak ve muhit iycablarına uymak şartıyle propagandadan sosyal yardım saha­ larında da istifade büyükdür.

Her

ilerileyişin en kuvvetli saiki ihtiyaç olduğuna göre, sosyal yardımın is­ tihdaf etdiği ülkülerin lüzum ve de­ ğerine karşı bir ihtiyaç

ve incizab

duyacakların bu alandaki gayret ve hareketleri, elbette,

daha kuvvetli,

daha verimli olur. Bundan dolayıdır ki,

bazı müte­

hassıslar sosyal yardım için koyduk­ ları. şartların başına

«istek»i geçi­

rirler. Bu, biraz da « ağlamayan ço­ cuğa meme veril.memesi» kabilinden olacağı için, bazı mütehasssıslar da ihtiyaçlının müracaatını beklemeksi­ zin ihtiyaçlıyı arayıb bulmayı tavsi­ ye ederler. Her iki halde de talebleri ve ihtiyaçları büyük elemana

karşılayabilmek

için

ve kapitale lüzum

vardır ; bunu temin etmek kolay ve hatta kabil olmadığı içindir ki, sos­ yal yardım hizmetleri evvela devletle millet arasında öleşildiği gibi mil­ let ferdleri de hisselerine düşen yar­ dımı nevilere

ÇALIŞMALARI

HALKODALARI

ve şekillere ayırarak

elden yapılması imkansızlığının zaru­ ri bir netiycesi olan bu �

bölümünde

her birliğin, hatta her birlik üyesinin iştirak ve ifa edeceği bir hizmet var­ dır ki, o da sosyal yardımın gayesi, şekli ve bundan ihtiyaçhlann fayda­ lanabilmesi

hususlarını

yaymak ve

duyurmak.dır. Halkevleri'mizin ödevi sosyal hiz­ !lletl�rden hiçbirini doğrudan doğruya ış edinmeyerek, ancak her hayır teşekkülüne arka olmak, bunların bu­ onların yokluk­

lunmadığı yerlerde

larını telafi etmek ve nihayet b8.zı yardım örnekleri göstermek olduğu düşünülürse, arkadaşlarımızın tenvir ve irşad yoluyla vatandaşlara fayda­ lı olabilmeleri için geniş bir sahaları mevcud olduğu

anlaşılır.

Bu itibar

ile, Halkevleri'mizi terkib eden kol­ lardan her biri yazıları ve sözleriyle, resim ve gösterileriyle Sosyal yardım ve Köycülük kollarının çalışmalarını kuvvetlendirecek

başarıları

mak, kalkınma ve ilerileme

arttır­

için

ze­

min ve imkan yaratmak vasıtalarına malikdirler. Kuru kuruya bin öğüd­ den, hakıykati bir vakıa ile canlan­ dıran bir temsilin, mesela, firengi.nin

her biri için ayrı birlikler ve kurum­

mucib olduğu sosyal

lar teşkil etmek mecburiyetini hisset­

latmak

mişlerdir. Bütün yardımların bütün

tesiri çok büyükdür. 467

ve belirtmek

felaketleri an­ hususundaki,


O L K O , TEMMUZ 19�1

468

Bazı Halkevleri'ndeki değerli ar­ kadaşlarımızın bu yolda gösterdikle­ ri himmet

ve muvaffakıyet cidden

çok yerinde ve çok yüksek olmakda­ dır ; bunu derin bir hürmet ve tak­ dirle kaydetmek isteriz.

Amasya Balkevi'nde Sosyal Yardım . Fa3.liyeti.

249 ve 1306 olmak üzere, al­ 1555 hasta muayene edil­

Halkevi muayenehanesinde köy gezilerinde tı ay içinde

miş ve iycab edenlerin ilaçları te'min olunmuşdur. Bundan başka b8zı yok­

sullara para yardımı da yapılmışdır. •

Kayseri Halkevi'nde Sosyal Yardım Fa3.liyeti. Ev muayenehanesinde, altı ay içe­ risinde, iki yüzden fazla yoksul has­ tanın muayenesi yapılmış, birçok ih­

Diyarbakır Halkevi'nde Sosyal Y� dım Fa3.liyeti. Buradaki arkadaşların sosyal yar­

tiyaçlılara para yardımında bulunul­

dımları daha

muş ve arkadaşlar

şeklinde tecelli etmekdedir ;

tarafından tah­

silleri deruhde edilen talebenin bütün levazımı temin edilmişdir. Köy gezi­ lerine iştirak edilerek köylülerimizin

ziyade para

yardımı

altı ay­ 800 liradan fazla yardım 51 hasta muayene ettiril­

lık devrede yapılmış,

mişdir. Bununla beraber yeni faaliyet

derdleriyle ilgilenmek, Çocuk Esirge­

devresinde bir poliklinik açılması

me Kurumu ile iş birliği

yapılarak

rarlaşdınlmışdır. Bundan başka ora­

hi­

lara yerleşdirilen göçmenlerle alaka­

içinde bulunduğu­

lanmak, köy gezisi adedini arttırmak

fazla mikdarda

kimsesiz çocuk

maye edebilmek,

muz yılın programında dahildir.

etdirmek, hayır cemiyetleriyle iş bir­ liği kurarak yardım sahasını geniş-

Burdur Halkevi'nde Sosyal Yardım Fa3.liyeti. Burdur'daki arkadaşlar Ev'in mu­

100

nın derdine çare

köy

ve bu seneki köy gezisinde yapıldığı gibi köylerde de hastalan muayene

ayenehanesinde

ka­

Dr. M. C. DURU •

den fazla hasta­

aramışlar, ayrıca

gezilerinde de

letmek de programlandırılmışdır.

müracaat eden

hastaların muayenesini yaptırmışlar­ dır. Bir, iki yoksula doğrudan doğru­ ya para yardımında bulundukları gi­ bi, Çocuk Esirgeme Kurumu'nun fa­ aliyetini kuvvetlendirmek için de nak­

di teberrularda bulunmuşlardır.

FASIL MUSiKiSi HAKKINDA BiR CEVAB Bir Halkevi'nin Fasıl musıkisi hakkında sorduğu bir suale karşı verilmi ş aşağıdaki cevabı, Halkevleri'nin müzik çalışmalarını aydınlatır mahiyetde gördüğümüz için ne,_ retmeği faydalı bulduk: Halkevleri'nde çalışılması ve öğretilmesi iycab eden musıki, talimatnamede sarahat­ le yazıldığı veçhile, "Türk halk musıkisi ve


469

HALKEVLEll VE HALKOOAlAll CAUSMALARI Garb tekniğine istinôd eden musıki,, dir. Su halde ud, tanbur veya kanun gibi aletlerle icrô edilen Türk musıkisinin Halkevleri'nde çalışılmaması ve öğretilmemesi iycab eder. Bu kararın alınmasının saikleri bu musıkinin kötü bir musıki oluşu değildir. Bilôkis bu mu­ sıki sistemi kullanılmak suretiyle birçok şeh­ kôrlar meydana gelmişdir. Esôsen Türk - ls­ lôm kültürünün inkişafının muhtelif san'at­ lerdeki akisleri musıkide de yerini bulmuş­ dur. Böylece edebiyatda F u z u 1 i veya 8 a k i'yi, mimôride s i n a n ve musıkide 1 t r i ile mukayese etmek hiç de yanlış ol­ maz. Diğer bir tôbirle "Leyle ve Mecnun,, veya "Hüsn-ü aşk,, ; mimôride "Yeşil cemi,, veya Süleymôniyede, tezyini san'atlarda hat ve tezhibin veya çiniciliğimizin sayısız şôh­ eserlerinde ve nihayet H a m m ô n i z a­ d e I s m a i 1 D e d e'nin, B u h u r i z a­ d e 1 t r i'nin veya T a b' ı M u s t a f a­ nın nefis karlarında akislerini bulurlar. Bu iytibôrla Halkevleri Talimatnamesi'nde bu musıkinin Halkevleri'nde çalışılması ve öğrenilmesi kaydının bulunmamasının sebeb­ leri bu eserlerin "kötü oluşları veya Türk olmayışları,, ile değil, büsbütün başka se­ beblerle iyzah etmek lazımdır: Evvela şunu söyleyebiliriz ki, bir san'at herhangi bir devirde ne kadar yükselmiş olursa olsun hayat şartları ve telakkıyler san'atın her sahasına te"sir icra etmekden bir an hali kalmazlar. Hattô ileriyi sezen büyük san'atkarlar içtimôi hayatın değişmemsinde amil olurlar. Binnetiyce her devrin hayatı diğerlerinden farklı olduğu gibi san'atı da farklı olur. Hakıyki san'atkôr ancak bu yol­ dadır ki ölmez eserler bırakabilir ve "o,, na muhôtab olan cemiyet ilkin bu hamleleri - iytiyôd dolayısıyle - yadırgasa bile ted­ ricen buna uyar ve ikinci hayat devresine intıbak ancak bu suretle tamam olabilir. Bu­ nu bir misal ile iyzah edelim : B a k i'nin yaşadığı devrin hayat şartları, içtimôi ve dini telakkıy ve iytiyadlar ile Tan­ zimat devrinin ve nihayet Cümhuriyet dev­ rinin tefekkür ve tahassüsleri büsbütün baş­ kadır. Bunun edebiyatdaki akislerini iyzaha bilmem lüzum var mı ? O zamanlardan bu

zamana dil de tahassüs de değişmişdir. Bu mütalaa cemiyet için vôrid olduğu gibi san'· atın her sahası için de vôriddir. imdi nasıl F u z O 1 i veya B k i gibi duyub düşün­ mek kabil değilse 1 t r i gibi duymak da mümkin değildir. Bunda ısrar edilirse evve­ la taklid sonra soysuzlaşmış eserler meyda­ na gelir. Keza gerek mekteblerimizde gerek Halkevleri'mizde Divôn edebiyatı ancak Türk edebiyatı tarihinde bir merhale diye ele alınmakdadır. Edebi eserlerin ele alınması musıki eser­ lerine nisbetle kolaydır. Çünki musıki eser· leri son zamanlara kadar tesbit edilmemişdi ve sadece ağızdan ağıza intikal ediyordu. Bunun netiycesi olarak eski musıkinin üsliibu kaybolmuş gibidir. Bunu hakkıyle bilen an­ cak bir iki kişidir. Elde mevcud notalar ara­ sında bile büyük bir mübayenet vardır. Js­ lubunda icra edilmeyen eserler de varlıkla­ rından büyük mikyasda kaybetmiş olurlar. -

H A LKEVLERI

N ES R I YA T I

Dergiler Halkevleri'mizden Adana (Görüşler s. 34, Nisan 1 941 ), Balıkesir, Denizli (inanç, s. 52, Haziran 1 941), Diyarbakır, Eskişehir (Halkevi s. 51 , Mayıs 1 941 ), Gazianteb, lstanbul (Ye­ ni Türk - H. B. Haberleri, Mayıs 1941 ), Kay· seri, Sinob (Dıranaz, s. 46, Mayıs 1941 ) ; der­ gileri neşredilmiş bulunuyor. Görüşler, her zaman olduğu gibi, edebi bir mahiyetdedir ve oldukça kıymetli şiirleri, hikôyeleri v.s .. havidir. Yalnız 19 Mayıs et­ rafındaki yazılardan ibaret olarak da Dra­ naz'ı görüyoruz.

Başpınar, Gaziant.eb llalkevi Aylık Dergisi, s. 26, Nisan 1941 ilk sayısındanberi, her nüshasında bir te­ kômül göze çarpan Başpınar'ın, Gazianteb ve muhitiyle alakalı, bu nüshasında da teri-


OLKO

470

TEMMUZ 1941

hi, edebi ve folklora ôid yazılar vardır. Mec­ muanın, ehemmiyeti hakkında okurlarımıza bir fikir verebilmek gayesiyle, muhteviyôtını zikretmeyi faydalı buluyoruz; ki bunlar: A. N ô d i O n 1 e r'in, Adetler ve Oyunlar; S. S. Y e n e r'in, Kitôbeler (Ga­ zianteb'e ôid ve 1 032, 1 200, 1 250, 1 25 tarihli dört kitabe) ; C. C. G ü z e l'in, merhum T e v f i k Y a 1 a b'dan bôhis ve şôirin, hôfızalardaki şiirlerinin, bestelerinin, ve toplanıb bir broşür helinde neşri­ ni temenni eden ve T e v f i k Y a 1 a b (lômi) ın, bir kıymeti hôiz eserlerinden ör­ nekler veren mekalesi; Y a s i n K u t­ i u ğ'un, lstiklôl Savaşı'ndan Hôtıralar'ı ; H. T. Dağlıoğlu'nun M ü n i f Paşa'ya ôid notlarıdır. •

Halkevleri dergilerimizde rastladığımız ehemmiyetli yazılar meyônında, Kaynak (Balıkesir Halkevi, s. 99, Nisan 1941 ) de, K. K ô n i A k p ı n a r 1 ı'nın, Karesioğlu lmir Vakfı ; Karacadağ (Diyarbakır Halkevi, s. 40, Mayıs 1 941 ) de, K. B a y k a l'ın Ar­ tıkoğulları ve Şehrimizdeki Eserleri ; Ş e v k e t K a v u t'un, Diyarbakırlı Şôir ve Ozanlar; Kayseri Halkevi'nin neşretmekde olduğu Halkevi Dergisi (eski ismi Erciyaş,

s. 1 7, Mayıs 1941 ) inde K e m a 1 E m r i y e K a r a m e t e'nin Kayseri Tıbbiyesi; H ô ş i m N e z i h i O k a y'ın Kayserili Bir Sôir başlığıyle neşretdikleri mekaleleri zikredebiliriz.

-

Kitablar Ş e f i k T ü r k e r, Takvim ve Ta­ Kayseri Halke\.i, Dil, Tarih Edebiyat Komit.esi Neşriyatından s. 17, Sumer Basımevi 1940; 108 sahife, 30 kuruş. rih,

Kayseri Lisesi Tarih CoOrafya Muallimi Ş e f i k T ü r k e r tarafından hazırlanan eserde, takvimin môhiyeti ve tarihçesi üze­ rinde durulmuşdur. Ele alınan mevzu, Zaman ve Taksimôtı, Takvim ve Nevi'leri, Eski Milletlerde Takvim, Avlar Hakkında Tarihi Môlumôt, Takvimin Belli Günleri umumi başlıkları altınad yazıl· mışdır. Esere zeyl olarak inkılôb tarihimize ôid belli günlerin kronolojisi ve islômi günle­ rin iyzôhı ilôve edilmişdir. S e f i k T ü r k e r'in, herkesi alôkadar eden takvim mevzuu etrafındaki bu eserini faydalı buluyor ve okurlarımıza tavsiye edi­ yoruz. ·


H A D İ S E L E R i

A Y 1 N

Türk Alman Dostluk AnlB§JDM• C. B. Partisinin Ressamlanımzı Bimiyesi -. Yuıd Dışında -. Alman Bus Harbi Bir Sulh Tavassutu

Yurd İçinde

-.

-

-

-

-.

YURD iÇiNDE

Avrupa'daki mücadele şiddetini ve sahasını artdırdığı halde müdafaa tedbirlerini almış olan Türkiye, harb dışı kalan yurdnnda kültür çalışmala­ rını bütün hızıyle ilerletmekdedir. Haziran'ın ilk haftasında Ankara'da bir resim sergisi açılmış ve Birinci Coğrafya Kongresi toplanmışdır . Konservatuvar, bu ders senesi için hazırladığı Madame Butterfly opera­ sını, Milli Şef'in huzflrlarında 12-61941 tarihinde temsil ve geniş bir rağbet içinde bir haftadan fazla bu­ na devam etmişdir. Milli Şef 19 Haziran'da Dil Kuru­ mu'nun ve 20 Haziran'da da Tarih Kurumu'nun içtimfilarma riyasetle bu iki kültür müessesesinin çalışmala­ rıyle meşgul olmuşlardır. Tarih Ku­ rumu'nun bulunduğu Fakülte binasın­ da Coğrafya Kongresi de bulundu­ ğlından Milli Şef burada Kongre aza­ �arıyle de görüşmüşler ve çalışmalar : ıakkında iyzahat almışlardır. Coğrafya Kongresi onbeş gün sü­ ren bir içtimadan sonra Haziran'ın 21 inde mühim kararlar alarak da­ ğılmışdır. Başlıca kararlar şunlardır : A) Türkiye'ye aid coğrafya isimle­ rinden vilayet, kazA., nAh.iye, şehir,

kasaba ve köy adları Dahiliye Vekil­ liği'nce neşredilen İdari Taksimat ve Köyler kitabındaki imlalarıyle, dağ, nehir, göl, körfez vesaire gibi tabii coğrafyaya aid isimler Harita Umum Müdürlüğü'nce neşredilen 1/800,000 mikyaslı Türkiye haritasındaki imla­ larıyle yazılacakdır. B) Latin alfabesi kullanan yaban­ cı milletlere aid coğrafya isimlerinin yazılışlarına gelince : Bu gibi isimler bazı hususiyetler göz önünde tutulmak şartıyle asli im­ lalarıyle yazılarak Türkçeye göre okunacakdır. Yalnız Türkçeye göre okunması mümkin olma.yan isimlerin takriybi telaffuzları parantez içinde gösterilecekdir. C) Latin harfi kullanmayan ülke­ lerdeki Çerrapnci, Şanghay gibi coğ­ rafya isimleri için mahalli telaffuzun mümkin mertebe Türk fonetik kaide­ lerine tetabuk etdirilrnek üzere ya­ pılması esas prensipdir. Bu hususda birlik te'mini için Stieler's Hand - At­ las'ın endeksi esas tutulacakdır. Kongre, ilk ve orta okullar coğraf­ ya programları üzerinde hazırlanan raporları da münakaşa etmişdir. Birinci Coğrafya Kongresi merkezi Ankara'da bir Türk Coğrafya Kuru471


CJ L K CJ , TEMMUZ 1 941

472

mu teşkili temennisinde bulunmuş, Maarif Vekili H a s a n A 1 i Y il­ e e 1, kapanış nutkunda Kongre'ye bunun Milli Şef tarafından da arzu edildiğini bildirmişdir. -

TORK - ALMAN DOSTLUK ANLASMASI

Haziran'ın 18 inde Ankara'da Ha­ riciye Vekili'mizle Alman Büyük El­ çisi, ana hükümleri şu iki maddede toplanan bir muahede imzalamışlar­ dır : 1 Türkiye Cümhuriyeti ve Al­ man Reich'ı arazilerinin masfıniyeti­ ne ve tamamiyet-i mülkiyesine müte­ kabilen riayet ve doğrudan doğruya veya dolayısıyle yekdiğeri aleyhine müteveccih her türlü harekatdan te­ vakkıy etmeyi taahhüd ederler. 2 Türkiye Cümhuriyeti ve Al­ man Reich'ı müşterek menfaatlerine taalluk eden bütün mes'elelerde, bun­ ların halli için mutabakati te'min et­ mek üzere aralarında atiyen dostane temasda bulunmağı taahhüd eder­ ler. C. H. Partisi Meclis Grupiyle Müs� takil Grup'un ittifakla tasvib etdik­ leri . bu muahedenin mukaddemesinde iki Hükumet'in «aralarındaki müna­ sebetleri mütekabil iytimad ve sami­ mi dostluk esaslarına istinad etdir­ mek arzusıyle ve her birinin elyevm mevcud taahhüdleri kayd-ı ihtirazisi altında bir muahede akdetmeğe ka­ rar verdikleri» tasrih olunmuş ve -

-

maksad böylece ifade edilmişdir. Dostluk Muahedesi'nin akdi üzeri­ ne Milli Şefimiz ile Alman Devlet Re-

isi arasında telgraflar teati olunm.ut­ dur. Bunda Reisicümhurumuz «bu­ gün, iki memleketimiz ve milletimiz, karşılıklı bir iytimad devresine dai­ ma orada kalmak kat'i azmiyle giri­ yorlar» dem.iş, Alman Devlet Reisi de cevabında «iki memleketimizin bundan böyle devamıı bir karşılıklı iytimad devresine girdiği husfısunda­ ki kanaatinize iştirak ediyorum,. de­ mişdir. Türk - Alman Dostluk Paktı'nın başka memleketlerdeki akislerine ge­ lince «İngiltere'de halk ve matbuat, imza haberini Türk siyasetinin dü­ rüstlüğüne iytimad etmekden ve bu siyasete eskidenberi mesnedlik eden prensiplerle bu muahedenin tezad arzetmediğini bilmekden ve nihayet Türkiye vaziyetinin hususi iycabları­ nı takdir etmekden doğan iyi bir an­ layışla karşılamışdır,. . Alman matbuatı Pakt'ın değeri üzerinde ısrarla durdular ve İtalyan matbuatı ise bunun kendileri tarafın­ dan da imza edilmiş sayılacağını söy­ lediler. Pakt'ın imzasından sonra bir haf­ ta içinde Alman - Rus Harbi çıkdı ve Türkiye Hükumeti bu harbde bitaraf kalacağını resmen ilan etdi. •

C. H. PARTiSiNiN RESSAMLARIMIZI HiMA­ YESi.

C. H. P. Ge:ılel Sı>kreterliği ile se­ nedenberi ressamla rmıızdan seçdirdi­ ği onar kişilik grupJarı memleketin muhtelif mıntakalarma göndermek­ dedir.


47J

AYIN HADISaERI

git dikleri yerieroe ;

Bu r�ssamlar

Halkevi reisliğine teslim edilmiş ola­

tabii güzellik, yüksek kültür eserleri

cak ve

ve içtimai hayatım::.zın

de

içinde

!':eçdikleri

hususiyetleri

renk ve tespit atmek­

motifleri

san'at ımtizacı hi.lin<ie

29

biriııciteşrin

Ankara"da

sergisinde teşhir

Bu suretle büyük hususiyet

resim

bir jüri

heyeti tarafından lxğenilecek F:�erler

ve

Türk yurdunun

güzelliklerini

dırılacakdır.

tablolar

-

üzerinde temaşa etmek imkanı elde edildiği gibi, ressa.reJannıızın da san­ at ru.hu..tıu ve yUksek san'at görüşle­ rini milli varlık ve küJtürümüz İ!;inde harekete getirmek

maksadı giidül­

mekdedir. Bugüne kadar

30

edilerek,

Parti tarafından parrı ile mükafo.tlan­

dedirler.

telif

1941 tarihin·

açılacak olan

30

ressamımız, .nuh­

vilayetle bu vilayete bağlı ka­

za ve köyleri dolaşarak

(290)

tablo

hazırladılar. Bu esc-rJe.r bizi sevindi­ recek ve iftihar edilecek bir olgunluk gösterınekdedir

YURD DISINDA Haziran'ın ilk gününde Bağdad'da frak Hükı1meti'ni

temsil

eden

bir

hey'etle İngilizler arasında mütareke akdedilerek cenub komşumuzla müt­ tefik kuvvetler

arasında bir aydan

fazla süren silahlı ihtilaf sona ermiş­ dir. Bu muvaffakıyete mukabil ayni günlerde son İngiliz kıt'aları da Gi­ rid'i terk ve adayı tamamen Alman ordusune teslim etmişlerdir. Girid'in

Bu seneki seyahatlar, yurdumuzun

zabtmdan sonra Alman kuvvetlerinin

en uzak köşelerini Je içine alarak öl­

nereye teveccüh edeceği dünyayı gün­

çüde tertiblenn:ıiş ve bu seyahat a iş­

lerce meşgul etdi.

tirak edecek san'atkarlarımız da se­

sinde Brenner'de lAman Devlet Rei­

çilmiş bulunmakdadır. Geçen

siyle

senelerde

olduğu

gibi ,

Herkes

M u s s o 1 i n i

on ressamdan altısı İstanbul Güzel

meğe veya

geçileceğini ve Mısır'ın

sıtasıyla, İstanbul'daki muhtelif res­ sam gruplarına mensup san'atkarlar arasından,

diğer

dördü de Ankara

Halkevi Güzel San'atlar şubesi f�zala­ rı arasından seçilm1şdir.

Seyahat

1

temmuzda

başhyacak,

arasında ya­

pılan konuşmaların mevziıunu öğren­

Saıı'atla!' Akademisi

mütlürlüğ!i va­

ayın iki­

tahmin etmeğe

çalışdı.

Şark'dan da

Bilhassa Kıbrıs üzerinden

Suriye'ye

tehdid edileceğini hesablayanlar çok oldu. İngilizler İrak harekatındanbe­ ri Alman hava kuvvetlerinin Suriye'­ de bulunduğunu ileri sürerek ve Hür Fransız kuvvetleriyle işbirliği

yapa­

her resP-am gideceği vilayette (�D az

rak ayın sekizinde Suriye hududunda

iki ay çalışacak vo -9.sgari altı tablo

ileri harekete geçdiler. Suriye'nin is­

hazırlayacak dır.

tiklalini ilan ederek yerli halkın isti­

Hazırlanan f'serler eylul nihayetin­

laya yardımını istediler. Bu hal Vişi

de İstanbul'da, Güzel San'atlar Aka­

Hükumetiyle

demisi

harb hali değilse bile şiddetli söz mü-

MüdürlüğUne,

Ankara'da,

İngiltere arasında bir


O L K O , TEMMU Z 1941

474

cadelesine sebeb oldu. Fransız Başve­

yanname ile 1939 Ağustos'unda Rus­

kil Muavini Amiral

bir

lar'la yapılan Adem-i Tecavüz Paktı­

nutuk söyleyerek birçok sözler ara­

nı ve bundan sonra geçen hadiseleri

sında 1919-1920 senelerinde de 'l'ürk­

uzunca nakletdikden sonra Sovyetler

ler'e karşı

İngilizler'in

Birliği'nin «hazırlıklarını ileri götür­

Fransızlar'ı arkadan vurmak istediği­

meği ve sonra da İngiltere ile birlik­

D a r l a n

mücadelede

ni ve Türkler'i kendilerine karşı har­

de ve Amerika'dan malzeme yardımı

be teşviyk etdiğini söyledi. Türk mat­

görerek Almanya

ile İtalya'yı boğ­

buatı buna şiddetle mukabele ederek

mak» istediğini söyleyor ve bilhassa

İstiklal Savaşı'nın herhangi yabancı

garb hududunda Rus kıt'aları tahşid

bir tahrik eseri değil tamamen hür

edilmesini bunun en bariz misfili. ola­

ve müstakil yaşamak

rak ifade ediyor.

kararının bir

netiycesi olduğunu ifade etdi.

Alman Devlet Reisi beyannamesin­

Suriye'deki harekat ilerlerken Al­ man hava kuvvetleri İskenderiye ve Kıbrıs'a şiddetli hava hücumları yap­ dıkları gibi bilhassa Akdeniz'de İngi­

de

Garb Cebhesi'ndeki

sonra

Sovyetler Birliği

Hey'eti

Reisi

zaferlerden Komiserler

M o l o t o f'la Ber­

lin'de yapdığı bir konuşmayı nakle­

liz gemilerini tahribe çalışmışlardır.

derken Türkiye'ye aid şöyle bir mes­

İngilizler Suriye'deki ilerleyişleri es­

eleye de temas eylemişdir :

nasında Libya'da da

bir hücum te­

şebbüsünde bulundular. Ayın onaltı­ sında Sollum'a taaruz r edilmiş,

bir­

kaç günlük oldukça geniş bir meydan muharebesinden sonra eski mevzile­ re dönülmüşdür.

İngiliz

kuvvetleri

Haziran'ın 21 inde Suriye Hükumeti­ nin merkezi olan Şam'a girmeğe mu­ vaffak oldular. Sahil boyunca Sur ve Sayda'yı zabtederek ilerleyen kollar da Beyrut'a doğru yüriiyüşlerine de­ vam etdiler.

«

-

B.

M o 1 o t o f,

Sovyet Rus­

ya'nın Çanakkale'den serbestçe geç­ meğe kat'i sfıretde muhtaç olduğunu ve kendi himayesini te'min

maksa­

dıyle Çanakkale Boğazı'yle

Karade­

niz Boğazı sahilleri üzerinde bazı mü­ hinı üsleri işgfil etmek istediğini söy­ ledi ve Almanya'nın bu hususda mu­ tabık olub olmadığını sordu. Bu sufile

cevaben

Almanya'nın,

Montrö Mukavelesi'nde Karadeniz'de sahili olan devletler lehinde

tadilat

yapılmasına daima tarafdar olduğu­

nu fakat Rusya'nın Boğazlar üzerin­

ALMAN

-

RUS HARBi

22 Haziran Pazar sabahı orduları nulxla

şimalde Finlandiya Rumen

ordularıyle

de üsler almasına rıza göstermekden Alman ve ce­ birlikde

imtina etmekde bulunduğunu

söyle­

dim». Rumen Orduları Başkumandanı sı­

2400 kilometrelik bir cebhe üzerinde

fatıyle General

Anto ne s

k u da

Sovyet hududlannı geçmişlerdir. Al­

bir beyanname

neşrederek

Sovyet­

man Devlet Reisi neşretdiği bir be-

ler'in Besarabya'yı işgalinin kafi bir


475

AYIN- HADiSELERi

harb sebebi olduğunu hatırlatmakda­ dır. Yakın Fin - Rus harbinin Başku­ mandanı M n n e r h e i m tekrar Finlandiya ordularının başına geç­ miş bulunuyor. İtalya da Rusya ile münasebetini kesmiş, Üçlü Pakt'ın bir uzvu olan Japonya kararında ağır davranınışdır. Alman Sovyet Harbi üzerine Tür­ kiye bitaraflığını ilan etmiş, İngiltere daha ilk gününde Başvekili'nin ağ­ zıyle fikirlerini bildirmekde fayda mülahaza etmişdir. B. Ç ö r ç i 1, Alman hücfununun başladığı gün rad­ yoda bütün dünyaya yapdığı bir be­ yanatda hadisenin İngiliz - Alman mücadelesinde bir değişiklik yapma­ yacağını, bir rejim harbi olmadığına göre İngiltere'nin Sovyetler'e mem­ leketlerini müdafaa için teknik ve ekonomik her yardımı esirgemeye­ ceğini söylemiş ve sözünü şöyle bitir­ m.işdir : «Rus tehlikesi bizim de teh­ likemizdir. Amerika Birleşik Devlet­ leri'nin de tehlikesidir. Nitekim her Rus'un kendi ocağını müdafaa için savaşındaki dava, bütün dünyadaki hür milletlerin davasıdır. Bu gibi tec­ rübelerden daha evvel de öğrenilmiş dersi çıkaralım ve hayatımız, kudre­ timiz kaldıkça gayretlerimizi iki mis­ line çıkaralım ve müttehid bir kuv­ vetle duralım»� -

*

BiR SULH TAVASSUTU RiVAYETi

Royter İngiliz Ajansı ayın 27 sinde şöyle bir haber neşretdi : Ankara'dan öğrenildiğine göre,

Türkiye- Hariciye VEkili B. Ş ü k r ü S a r a c o ğ 1u Alman Büyük El­ çişi B. " o n P a p e n tarafmdan yapılan ve İngiltere ve Amerika bir­ leşik devletlerini alakadar eden bazı teklifleri, lngiltere'niu Ankara rnıyük Elçisi B. K n a t c h b u 1 1 H u­ g e s s e n'e bildirmiştir. B. S a­ r a c o ğ 1 u, bu teklifleri, H i t­ i e r'in Sovyetlt:r Blrliğine hüciımunu takib eden pazartesi günü ingiliz bü­ yük elçisini kabul f>ttiği zaman ken­ disine vermiştir. G5rüşmenin yalnız birkaç dakika sürmü� olınası, .iiıgiliz cevabınm tereddüde hiç bir s uretle mahal blrakmıyacak mahiyette oldu­ ğunu gö�termekdelfü ,

-

Bu habere Anadolu Ajansı şöyle bir not ilave etdi : Bu telgrafın ve &.ynı manada işaa olunan !:ıaberlerin hakiykata istinad etmediği ve uydum·, a olduğu, resmi mahfillerden Anadolu Ajansına bil­ dirilmişdir. Alman Ajansı da yarı resmi bir kaynağa atfederek şu tekzibi yapdı : Almanya'nın Ankara Büyük Elçi­ si B. v o n P a p e n 'in ingil�z bü­ yük elçisine sözde bi.r sulh teklifi yap­ mış olduğuna dair yabancı memleket­ lerde yayılan haberlerin hakiykata tamamıyla muhalif bulunduğu, bugün Hariciye Nezaretinde yabancı matbu­ at mümessillerine bildirilmişdir.


F

i

K

t

BİR

H

R

OKUYUCUNUN

A

y

A

T I

NOTLARI

NAHİD smru

MADAME BUTTERFLY TEMSiLi Devlet Konservatuvarı memleketimizde ilk defa olarak bir operayı tam olarak temsil etdi. Milletin bu feyzini ölmeden görmüş ol· mak c;ok güzel birşey ama, benim gibi Öm· rünün yarısını herhalde çokdan aşmış adam· lar ic;in daha pek c;ok şeyi idrakin müyes­ ser olamayacağını düşünmek hazin. Türkçe ve tam olarak temsil edilen ilk opera olmak nasibini kazanan Mademe Butterfly'ın mu· sıkisi, herkesin bildiği vec;hile, G i a c o m o P u c c i n i isimli ve môruf ltalyan beste­ karı tarafından yazılmışdır. Opera livresini vücude getiren müteaddid isimleri ise hafı­ zam saklamak istemedi. Zira bu livrenin ba· na hatırlatdığı isim P i e r r e l o t i'dir, ve c;ok eskiden Viyana'da seyretmiş olduğum Die Rose von Stamboul isimli ve latif operet l o t i'nin les desenchantees romanının so­ nundaki elem ve matem tatlı ve mes'Qd bir netiyceye tahvil edilmiş ve sırf buna istina­ den l o t i'nin anılmasına lüzum görmeye­ rek yapılmış bir adaptasyonu olduğu gibi, bu Japon hayatı operasında da yine adı anılmayarak Fransız romancısından istifade edilmiş, onun Mademe Chryzanteme'i elem ve ölümle bitirilmişdir... Vak'a şudur: belki bazı geri islam memleketlerinde de hala de­ vam . eden bir an'aneye tevfiykan, yolu Ja­ ponya'ya düşen Amerikalı bir bahriye za· biti, hayatında Japonya'dan hoş bir hatıra kalması ic;in c;ic;eklerden ve kôadlardan ku­ rulub şilteler ve saksılarla tefriş edilmiş bir Japon evinde güvey girmeğe karar verir. Asil fakat fakır düşmüş bir rakkase ile mu­ vakkat nikôh kıyılır. Fakat bu Japon kızı çok

hassasdır,, kocasına derin bir aşkla bağlanır, ve Amerika'da muvakkat nikôh olmadığını düşünüb bu izdivacın dôimi olduğuna ken­ dince hükmederek, zabit gitdikden sonra da kendisini evli saymakda devôm eder; môce­ rônın mahsulü olub altın saçları ve môi göz­ leriyle müftehir bulunduğu yavrusunu büyüt­ meğe netsini vakfeder. Gerçi parası kalma· mışdır. lôkin o kocasının mutlaka geleceğin· den emin, küçücük evinde, tam bir sakôkat ic;inde beklemekdedir. Filhakıyka zabitin gel­ diğini öğrenmekde gecikmeyiz : evet, gel· mişdir, fakat evli olarak, karısıyle berôber. Ve vaziyeti hepimizden sonra anlayan za· vallı Mademe B u t t e r f 1 y yavrusunun gözlerini bağladıkdan sonra intihar eder ve nihôyet yetişib kendisini kollarına alan za­ bitin sinesinde can verir. Eseri tam yirmi yıl önce Roma'da ve Ja­ pon kızı rolünde bir Japon artistiyle görü­ şüm ise sahne hatıralarımın en kuvvetlilerin· den biridir. Bu artist, imlôsını kat'i olarak bilemeyorum ama, T a b a k i M i y u r a isimli bir kadındı. Bana : "bütün Avrupa'yı büyük operalarda sôde bu rolü oynamak üzere dolaşır, mühim sahneler her Butterfly temsili için kendisini angaje etmeğe çalışır­ lar., denmişdi. Sevgili kocasının nihôyet gel­ diğini anlayıb fakat ne şekilde gelmiş oldu­ ğundan bihaber, ve pürsaadet, pürheyecan son perdede sahneye avdet ederek "Dove ? Dove?,, sözleriyle kendisini ararken yerim­ de - esasen bu yaşda da nôdiren hôkim olabildiğim - ôsôbımın bir galeyanıyle hıç­ kırarak ağlayıvermiş olduğumu hatırlayorum. Hayatımda ikinci defa olarak nihôyet göre-

476


BiR OKUYUCUNUN NOTIARI bildiğim Mademe Butterfly olan Türk kızı, M e s' O d e Ç a ğ 1 a y a n'a gelince, göz­ lerimi rikkatle yaşartmak için oyununda öte­ kinin kudretini göstermeğe muhtaç değildi. Bu böyle olmakla beraber, kendisine veril­ miş bilgi ve hele görgü imkanları içinde eri­ şebileceği muvaffakıyetin azamisine varmış ve hatta bunu geçmişdir. Rolünü bütün var­ lığıyle, eti ve kanıyle benimsemişdi ve en kudretli sahneler isteyen eserlere belki kifa­ yet edemeyecek olan sesi, P u c c i n i'nin enstrumentasion'u zaten mesela W a g n e r gibi pürvelvele olmayan mOsıkisine tamamen yetiyordu. Onun karşısında Ame­ rikalı zabit, A y d ı n G ü n, zaten silik ve hatta menfi olan rolünde biraz sönük ka­ lıyor ve tatlı sesi hele son perdede biraz gayr-ı kafi hissini veriyordu. Japon kızının sadık hizmetçisi rolünde N e c d e t'i, da­ yısı rolünde N e v z a d'ı ve ecnebi ile bu izdivacdan gazab içinde kalarak heykeli en· damıyle narin Japon evinin bahçesini çö­ kertmesine ramak kalan N u r u 1 1 a h S e v k e t'i ayrıca zikretmek isterim. ilk perdeyi dolduran ve rengarenk elbiseleriy­ le sahneyi şenlendiren Japonya ahalisi, yel­ pazeli kadınlar ve bahçe ile evin içi gözler için ayrı ayrı birer hazdı. Fakat vak'anın geçdiği ve programın (zamanımızda Naga-

477

zaki şehrinde şehrinde geçmekdedir) diye takdim etdiği bu aJponya ile Japonya'nın bugünki alem karşısında arzetdiği manzara arasında ne büyük bir tezad mevcud bulunmakdadır ve hakıykat bu sahnedeki hayalat ile ne acı bir şekilde istihza eylemekdedir 1 Daha bu asır başlamadan önce komşusu Çin'le harbe koyularak kazandığı şehirler, eyaletler ve kıt'alarla bir türlü doymak bil­ meyen ve kendisini ne zaman tatmin edilmit sayacağı maalesef meçhul bulunan bu emperyalist millet nerede, bu piyesin latif de­ korları içinde kuşlar gibi cıvıldaşarak ve ke­ lebekler gibi uçuşarak dolaşan ve iki alel8de Avrupalı önünde ipekli entarileri iki kat, dört kat olub eğilen bu acaib, oyuncak gibi insanlar nerede ? Onları velev ki bir opera sahnesinde olsun bu halde görmek bugünün birbirini yiyen Avrupalı milletleri için belki bir an bir teselli olur ama, magrur ve haris yeni Japon herhalde bu temaşaya taham­ mül etmese gerekdir. ... Fakat sözü nerelere götürmüşüm ? Böy­ le bir yazıyı siyasi mülahazalara bulaşdır­ mamak ve bu büyük san 'at muvaffakıyetin­ de hissesi bulunanları en yüksekden en mü­ tevazıına ve unutulmuşuna kadar tebrik et­ mekle bitirmek lazımdır.


B

t

B

L

i

y

K İ T A B L A R

G

o

tabevi. Bu sırada kooperatifcilik etrôfında derin bir alôkanın mevcudiyetine şôhid oluyoruz. Bir tarafdan teşkilôtlanma, diğer tarafdan neşriyat sôhalarında kociperatifciliği şu ve­ ya bu şekilde alôkalandıran hôdiselerle kar­ şılaşılmakdadır. Şimdi bahsedeceğimiz araşdırma, Hei­ delberg'de iktisad doktorluğu rütbesini ka­ zanmış değerli bir Türk gencilinin kalemin­ den çıkmışdır. Araşdırma iki fasıldan ibôret­ dir. Birinci fasıl, tarihi môlumôtı ihtivô ediyor. Hemen hemen bir asırlık môzisi olan Türk kooperatifciliği hakkında bu kadar toplu, kı­ sa bir tarihçenin bizde ilk defa yazıldığı id­ diô edilebilir. Şübhesiz muharrir, M i d h a t Paşa'nın ismini ve eserini hürmetle yôdet­ mekdedir. Dr. O r h a n'ın bu kısımda ehemmiyet verdiği nokta kooperatifcilik ru­ hunun bizde tamamıyle anlaşılmamış olma­ sıdır. Tabii bu ruhun iyice hazmedilmiş bu­ lunmasını temenni etmekdedir. Dr. O r h a n 'ın araşdırmasının ikinci kısmını, mevcud iki kooperatif kanununun türkçe tercümesi teşkil ediyor. Fakat türkçe tercüme ne demek oluyor, diyeceksiniz. Evet, muharrir, eserinin bu kısmında mütercimlik yapmakdadır. Zirô mevcud Türk Kooperatif kanunları türkçe olmayan bir lehçe ile yc­ zılmışdır. Dr. O r h a n, Türk mahkeme­ lerinde bu kanunun anlaşılmadığını vak'a zikrederek anlatmakdadır (Sf. 43). Koopera­ tifciliğimizle alôkadar olan Ziraat Bankası me'murlarının beş senedenberi bu sebebden

A

y

F

A

M E C M U A L A R

V E

Dr. O r h a � Bime Koo�raWcilik ve Kooperatif Kanmıla.n, lstaııbul, İt Mecmuası, N. 26, 1941, tl'niversite Ki-

R

uğradıkları tefsir müşkilôtını, hattô Ziraat Bankası'nın bu kanunun metnini anlamak için h ususi bir lugatçe tcnzim etdiğini de biz ilô­ ve edelim. "Bizde Kooperatifcilik ve Kooperatif Ka­ nunları., , gerek nazari iktisad mes'eleleriyle, gerek kooperatifcilik ameliyeleriyle, bilhassa köylerde ve kasabalardaki zirai kredi ve sa­ tış kooperatifi işleriyle alôkadar olanlara tavsiye edilecek bir araşdırmadır. lstanbul Oniversitesi'nin genç tedris elemanları ara­ sında bulunan Dr. O r h a n'ı tebrik eder­ ken araşdırmasını da alôkadarlara tavsiye etmekden kendimizi alıkoyamayoruz.

-

·

Dr. N. l.

BULGAR MAAR iF VEKILLICI NESRIYATINDAN l - B. B u n d e v: "Periodiçeski Peçat Predi Osvoboidenieto - lstiklôlden Onceki Mevkut Neşriyat.. , Bulgar Edebiyatı Kütüb­ hônesi No. 1 0, 24; k. 1. f. 1 5 ; k. il, f. 25 leva. Bu eserin birinci kısmı Türk hôkimiyeti za­ mônında çıkmış Bulgar mecmualarını, ikinci kısmı da bulgar gazetelerini ele almakda­ dır. 2 - Y o r d a n T r i f o n o v : "Tsar B o r i s - M i h a i 1 -- Kral B o r i s M i h a i ı.. , Meşhur Bulgar Şahsiyetleri Kü­ tübhônesi No. l, f. 1 0 leva : Tanınmış bir Bulgar tarihçisi olan Y. T r i f o n o v'un bu eseri, Bulgar Kralı B o r i s- M i h a i 1 1. nin içinde yaşadığı de­ vir, sürdüğü saltanat ve yapdığı şöhreti an­ latmakdadır.

478


KITABLAR VE MECMUALAR - St. M. P o p o v : "lvaylo,, , Genç­ KütübhCınesi, No. 6, f. 8 leva. 4 - R. P o p o v : "Kultura : Jirot na Predistoriçeskiya Çovek v Bılgariya. Çast 1. Wmnenna Epoha - Bulgaristan'da Tarihten Onceki insanın Hayatı ve Kültürü. Kısım 1. Taş Devri., , Halk Arkeoloji KütübhCınesi No 2, Sofya 1 928, s. 64, f. 20 leva (içinde 46 şekil vardır). 3

ler

Eserin mCıden devrinden bahseden ikinci kısmı için bk. Halk Arkeoloji KütübhCınesi No. 3, Sofya 1 930, s. 88, f. 25 leva (içinde 68 şekil vardır). 5 - Dr. H r i s t o T. S t a n b o 1 i s­ k i : "Avtobiografiya, Dnevnitsi i Spomeni - Otobiyografya, Jurnal ve Hatıralar .. , c. 1 (1 852-1 868), f. 1 50 leva ; c. il ( 1 868-1 877), f. 200 leva ; c. 1 1 1 n sn- 1 931 ), f. 60 leva. 6 8. P e n e v : "lstoriya na Novata Bılgarska Literatura - Yeni Bulgar Edebi­ yatı Tarihi,, , c. 1, f. 1 20 leva; c. il, f. 1 1 0 le­ va ; c. 1 1 1, f. 220 leva; c. iV, k. I, f. 1 60 leva ; c. iV, k. il, f. 160 leva. 7 - Dr. M. A r n a u d o v : "Bılgars­ kiya Folklor - Bulgar Folkloru .. , f. 250 leva. 8 - T. G. V 1 a y k o v : "Preiivenoto Detski Godini - Yaşanmış Çocukluk Yılla­ rı,, , mevcudu tükenmişdir: Bugünki Bulgar hikCıyecilerinin başında gelen muharrir, bu eserde, Türk hCıkimiyeti zamCınına Cıid çocukluk hCıtıralarını anlat­ makdadır. 9 - A. P. S t o y 1 o v : "Narodni Pri­ kazki - Halk Masalları., , f. 1 0 leva . --

10 L. K a r a v e 1 o v : "Bılgar ot Staro Vrema - Eski Zaman Bulgarları,, , f. 9 leva. 1 1 - L. K a r a v e 1 o v : Zapiski za Bılgariya i Bılgarete Bulgaristan ve Bul­ garlar Hakkında Notlar,, , Bulgar Edebiyatı Kütübhônesi No. 21 , f. 20 leva. 12 - K. V e 1 i ç k o v : "V Tımnitsa i Drugi Spomeni - HabishCınede ve Diğer Hatıralar., , Bulgar Edebiyatı KütübhCınesi No. 28, f. 25 leva. 13 - N. S t a n e v : "Tsar Simeon Kral Simeon,, , Meşhur Bulgar Şahsiyetleri KütübhCınesi No. 3, f. l O leva : -

--·

479

Eser, en büyük Bulgar Kralı sayılan S i m e o n'un yaşadığı devir, sürdüğü saltanat. yapdığı şöhret hakkında tarihi mCılOmCıt ver­ mekdedir. •

14 - St. M. P o p o v : "Krali Marko - KrQI Marko,, , Köy KütübhCinesi No. 6, f. 6 leva.

Manzum bir Bulgar halk masalı olan Kral Marko hikCıyesi, dedelerimizin Avrupa­ da göründükden sonra yapdıkları ilk ileri hareketler arasında Sultan M u r a d iV. Balkanlar'daki icrCıatını edebi bir dille an­ latmakdadır. 15 - A 1 e k o K o n s t a n t i n o v : "Bay Ganü., , Köy Kütübhônesi No. 1 2, f. 1 0 leva. 16 E m a n u i 1 p. D i m i t r o v : "Pesni za Rodnata Zemya - Anayurd Şar­ kıları,, , Gençler KütübhCınesi No. 5, f. 20 leva : -

Velud bir Bulgar şairi olmasına rağmen, üslubunu iyi kullanamadığ ıiçin şöhreti mah­ dud kalmış olan D i m i t r o s, bu kitab­ da, Balkan Harbl.e ri'ne dair yazdığı şiirleri bir araya toplamışdır. 17 - L. iv. D o r o s i e v : "Naşite Klasni Sredni i Spetsialni Uçilişta Predi Os­ voboidenieto - lstiklCılden Once Bizim Res­ mi Orta ve Hususi Mekteblerimiz,, , (Talim ve Tedris DCıvCısı Hakkında Malzemeler) No. l , f. 50 leva. 18 - R. M. K a r o 1 e v : "lstoriyata na Gabrosvkoto Uçilişte - Gabrovo Mek­ tebi Tarihi,, , {Talim ve Tedris DCıvCısı Hak­ kında Malzemeler No. 5, f. 75 leva. 19 - St. Ç i 1 i n g i r o v : "Bılgarski Uçilişta Predi Osvobojdenieto - lstiklCılden Onceki Bulgar Mektebleri., , (Talim ve Ted­ ris Dôvôsı Hakkında Malzemeler) No. 9, f. 200 leva. 20 Dr. İv. S e 1 i m i n s k i : "Poli­ tikata na Rusiya i Panslavizm -- Rusya Poli­ tikası ve Panslavizma,, , müellifin adını taşı­ yan külliyat No. 1 1 , f. 30 leva. 21 - R a ç o S t o y a n o v : "Les Maitres -- Ustalar,, , drame en 4 actes. Tra­ duction de Mme. L i d y a S i ş m a n o v a, -


D L K D , TEMM UZ 1941

Ecnebi Diller Kütübhanesi No. 3, f. 22 Ge o rg i Ase n D zi "Poetes Bulgares Bulgar Şairleri,, , tion Le Livre Bulgare No. 2, f. 1 25 -

10 leva. v g o v: Collec­ leva :

Ankara'da Bulgar Elçiliği'nde me'muri­ yetle bulunmakda iken geçen sene Tahran'a nakledilmiş olan genç ve değerli Bulgar şô­ iri G. A. D z i v g o v'un bu fransızca ese­ ri, Bulgar şairlerine dair umumi bir antoloji mahiyetindedir, resimlidir. 23

-

P. M u t a f o

v :

" Bulgaret et

Romaines dans l'histoire des pays Danu­ bienı - Tunakıyısı Toprakları Tarihinde BuJ­ garlar ve Romenler,, , Ecnebi Diller Kütüb­ hônesi No. 7, mevcudu yokdur. VI. D Cı k o v i ç : "Bılgarite v 24 Besarabiya - Besarabya'da Bulgarlar,, , f. 1 5 leva : "Türkiye'den Besarabya'ya Bulgarlann en önemli ve en kesif hicretleri Türk - Rus harbinden (1 828-29) sonra vukua ge(mişdir.,,. -

TORKER ACAR0<'.'7LU

imtiyaz sOhibi : Fevziye Abd ul lah, Umum neşriyatı idôre eden : Cevdet Kerim lncedavı Ankara Zerbamat Basımevi'nde basılmışdır.


R A L K E V L E RI . D E R G İ L E B İ

-

DERG i N i N ADI

ÇIKARAN HALKEVI

Akpınar Aksu Başpınar Burdur Çorumlu Oran az Doğ us 4 EvlOI Duygular Edirne Erciyeş Fikirler Gediz Görüşler H. B. Haberleri lçet i nan inanç Karacada() Koraelmos Kaynak Konya Küçük Menderes Ondokuz Movıs

Niğde Giresun Gazionteb Burdur Çorum Sinob Kars Sivas Bolu Edirne Kayseri lzmir Manisa Adana Eminönü Mersin Trabzon Denizli Diyarbakır Zonguldak

/

Ho lkevi

!Porsuk) Toşpınor Türk Akdeniz O lkü Uludaö On Yeni Türk

Bal ıkesir

Konya T i re Samsun Eskişehir Afyon Antalya Bursa Isparta Eminönu

KAÇ GDNDE BiR CIKDIGI Avda bir "

" H

"

" H

,, ,,

" " " "

il

Uç oyda bir "

iki ayda bir " ,, "

,, "

Avda bir Uç ayda bir Avda bir ,,

BEDEN TERBİYESİ VE SPOR MECMUASI BasvekOlet Beden Terbiyesi Genel DlrektôrlüOü tarafından neşredilen ve her sayısı gençliöln ovun, jimnastik, ve spor faOliyetlerlne yol gösterici môhiyetde olan avlık "Be­ den Terbiyesi ve Spor,, mecmuasını, okuvuculorımızo, bilhassa, Halkevlerl'nde bu sôho üzerinde çalışanlara, mesôilerini tanzim ve teşvik için, bir yardımcı olmak üzere tavsiye ederiz. Yıllık abonesi 1 80, a ltı avlıöı 90 kuruş. MürOcaat yeri : Ankara Yenişehir, Necati Bey Caddesl'nde "Beden Terbiyesi Genel Direktorlüöü,, , Telefon : 2405.

PREHİSTORYA ARAŞDIRMALARINDA METODLAR

Ankara Dil - Tarih - CoOrafya fakültesi Antropoloji Profesörü Dr. S e v k e t A z 1 z K a n s u tarafından yazılan bu eser, Ankara Halkevi'nln, Müze ve Sergi Sôbesi neşriya­ tındondır. Bu sôho üzerinde çalışanlara, metodlu çalışmak yollarını gösteren "Prehistorya Araşdırmalarında Metodlar,, ı tavsiye ederiz. ·

/'

Yedi vıldanberl lntl�ar eden bu felsefe mecmuasını kültür lllmlerivle l l isiöl olan bütün okullarımıza tavsiye ep eriz. Yıllık abonesi yalnız iki- liradır. Yazı ve idare işleri için şu adreae mürOcaat ı W MECMUASI - lstanbul.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.