Ömer Seyfettin - Bir Ermeni Gencin Hatıra Defteri

Page 1

Ö M E R S E Y F E T T İN

Malazgir Yayınevi P.K. 520 - İstanbul


Malazgirt Yayınları : Antoloji Serisi :

Ressam Dizgi Baskı Sene

: : : :

9 1

Ümit Sinan Topçuoğlu Başaran Haşmet 1972


— TAKDİM — i Küçük hikâye tarzının en mükemmel örnekle­ rini veren millî edibimiz Ömer Seyfeddin’in bu eseri; Devlet-i Osmaniyye’nin çöküş yıllânnda nıemâlik-i Osmaniyye dahilinde cereyan eden siyasî olayların münevver zümresi Üstündeki etkilerini ve çöküntünün verdiği içtimai kargaşalığın düşünce hayâtındaki tazahürâtını birâz güldürücü, birâz dü­ şündürücü farzda anlatan edebî bir şâheserdir. M üellif o günleri bizzat yaşadığından ve cere­ yan eden olaylardan iniisbet yahud menfî olarak et­ kilendiğinden vnknât ve eşhas okuyucunun gözün­ de tekrâr hayât bulacaktır. O devrin umumî man­ zarası bir Ermeni gencinin kaleminden çizilmekte­ dir. Babasını Ermeni ihtilâlinde yitiren Ermeni gen­ ci, tebaası olduğu devlete sadakatin farz olduğuna inanmaktadır. M illetini seven ve sayan bir insan ol­ masına rağmen gayet samimî, gayet içten «Osman­ lIyım!..» diyebilmektedir. Çüıiki, onun bildiği Os­ manlılık; yeni bir milliyyet değil, Türk ve gayr-i Türk anasırın bir bayrak gölgesinde, beraber yaşa­ malarım sağlayan İçtimaî bir mefkuredir. Bu ba­ kımdan «Osmanlı» ülkücüsü olan bir insanın mil­ liyet gerçeğini inkâra mecbur olmadığına inanmak­ tadır. Fakat, «Osmanlılık» mefkûresini güçlendire5


rek yüce devletin yıkılmasını önlemek gayesinde ol­ duklarını sandığı ba’zı üşilerra kurduğu bir dem e­ ğe girince düşünceleri değişir. Çünki, sözü geçen dem eğe hâkim zihpiyyetin sahibi Türk üyelerin «milliyyet» gerçeğinden bi-haber olduklarını görür. «MijDiyyet» mefhumuna hiç önem vermeyen bu ki­ şiler, Osmanh toplum yapısını teşkil eden kavml, topluluklara bir milliyyete mensub olduklarım unut­ turup yeni bir milliyyet teşekkülüne çalışmaktadır­ lar. Gûyâ İlmî görüşme ve tartışmaların yapıldığı demek toplantılarına katılan Ermeni genci, üyele-: rin düştüğü tezâdm gülünçlüğü karşısında hayâl sükûtuna uğrar. MÜjjiyyetine bağlı ve sadık diğer gayr-i Türk üyeler demekten ayrılırlar. Memleketin günden güne bir çıkmaza girdiğini ve istikbâlinin zohnete karıştığını gören Ermeni genci, demekte kalarak bu boş düşüncelere karşı *hakkı ve hakikati savunmağa karar verir. Yeni bir milliyyetin teşek­ külüne imkân olmadığım, milleti oluşturan mtieSsesatin te’sis olunamayacağım bir çok d efa belirimesine rağmen boş bir hayalin, bir fikri garibenin ca­ zibesine kapılmış olan bu bi-idrâk kişilere söz din­ letem ez. ' r ' Diğer yandan Devlet-i Üsmaniyye’yi sava* ala­ nında mağlûb edemeyen Türk - İslâm düşmanı ba­ tlıla r, kal’ayı içten fethe karar verıltişlerdir. Dev­ let tebaasını teşkil eden anasır araşma «milliyyet» ve «kavmiyyet» adına nifâk sokarak gayr-i Türk anasırm paytakta karşı ayaklanmasını sağlamışlar­ dır. A ltı yüz yıllık hâmisine karşı küçük- bir tahrike* kapılarak isyân eden gayr-i Türkrtopluluklar^* mfcmalik-1 Osmaniyye’yi bir savaş meydahı haline ge­ tirmişlerdir. «M illî varlık» ve «m illî istiklâl» adinâ ti


sömürücü (9 Devlet-i Osmaniyye’ye karşı girişilen savaşlar Osmanî hanedanının geleceğini tehdid eder­ ken mezkûr dernek halâ «ittihad-ı anasır» hayâlini gerçekleştirmeğe çalışmaktadır. Devletin hayâtına kasd eden nân-kör toplulukların hakka, hakikate sığmayan ayaklanmaları karşısında, Türk unsura da sirâyet eden «milliyyet» ve «kavmiyyet» cereyanı; «Türkçülük» adı verilen bir mefkûrenin ve «Türk­ çüler» adı verilen bir fikrî-siyasî zümrenin doğma­ sına sebeb olmuştur. Türkçüler, memâlik-i Osmaniyye dahilindeki ; büyük Türk varlığım inkârda ısrar eden mezkûr der­ neği teHn edici gösteriler düzenlerler. Halkın bu muhteşem galeyânmdan korkan demek üyeleri ka­ çacak delik ararlar. Hikâyenin kahramanı olan Er­ meni genci, derneğin lâğvmdan sonra, «Ermeni Osmanlı» olarak kalmanın yegâne kurtuluş yolu ol­ duğuna karar verir. Bu büyiik hikâye, Ömer Seyfeddin’in iki yön­ lü siyasi düşüncesini’yansıtmaktadır, ölçüyü kaçır­ mış bir Türkçü olarak bilinen müellif, Devlet-i Os­ maniyye’ye olan sadakatini Ermeni gencinin şahsın­ da vermektedir. Ordu mensubu olmasından dolayı savaşçı bir rûha sahıb olan Ömür Seyfeddin, üç kıt’aya hâkim devletinin yıkılışından büyük üzüntü duymuştur. O’nun Türkçülüğü, «devlet-i âliyye» nin hayâtına kasd eden ayaklanmalara karşı bir tepki­ nin ifadesidir. Devlete hâkim unsur olan Türk var­ lığını inkâra kaçmadan «ittihad-ı Osman!» nin lüzumuna inanır. Sözün özü, Ömer Seyfeddin «Os­ man!» ve «Türkî» kavramlarının mükemmel bir ter­ kibini yapmıştır. Bilmem kaç yüz yıl, kavmî bir

7


vahdeti olmayan bir karma toplunu — en küçük b ir kargaşalığa meydan vermeden — bir millet ola­ rak yöneten OsmanlI siyasetinin başarı sırrı, bu terkib değil inidir? Heyhat ki, her Türkçü Ömer Seyfeddin’e benzeyememiş. Yüce bir Türk devletini Türkçülük adına ber-hevâ edip enkâzı üstüne mil* lî (!) olanım kurmak uğrunda boşuna çabalayacak* lan yerde; hâzır olanı korumağa gayret gösterseletfdi, Türklüğe hizmetin şahikasına ermiş olurlardı... İlk olarak 1918 yılında «Ashab ı Kelıf’imiz» adı altında basılan bu eseri, 54 yıl sonra tekrar ya­ yınlayarak Türk yayın hayâtına kazandırmanın ya­ rarlı olacağını saniyoruz. Muhtevasının taşıdığı Önem bakımından değerini halâ muhafaza eden bu eseri çağdaş Türk - İslâm ülkücülerinin mutlaka okumasını isteriz. Çünki, hakkında bir çok söz söy­ lenen Ömer Seyîeddin’e dair en doğru değer yargı­ sı, bu kitabı okuduktan sonra verilebilir. — Bilge Türk ERDEMLİ — 1 6 -4 -1 9 7 2

8


ÖN

SÖZ

Bu küçük romanı beş yıl önce yazmıştım. Ga- yem edebî bir eser meydana getirmek değildi. Sa­ dece aydınlarımızın garib düşünüşlerini İçtimaî ger| çeklerle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyyetten sonra büyüklerimizin çoğuyla görüşmüştüm. Hepsi: nin fikri aşağı - yukarı şu neticede toplanıyordu : «Osmanlılık, müşterek bir milliyyettir. Osman­ lılık, ne yalnız Türkler’m, ne de yalnız Müslîmânliktır; Osmanlı devletinin idaresinde yaşaylan her ferd, cins Ve mezheb ayırimı yapılmaksızın Osmanlı milletine mensubdur!» ; Halbuki, bu düşünce gayr-i millî Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir ku­ runtudan, bir hâm hayâlden ibarettir. Dini, dili, terbiyesi, tarihi, harsı ve övünç kaynakları ayrı olan ferdlerin birleşmesinden «müşterek bir milliyyet» meydana getirmenin imkânı yoktur.' «Osmanlılık» gerçekte devletimizin namında» başka bir şey m idir? Avusturya’da yaşayan Almanlar’a «Avusturya milleti» denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Ahnan’dı. Türkçe konuşan bizler de beş bin yıllık bir tarihin, hatta çok eski'

91' 9


•bir esatirin sahibi olan bir m illet idik. Osmanlı dev­ letinin ülkesinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Tür­ kistan’da, Kaşgar’da hâsılı nerede yaşarsak yaşaya­ lım , gene halis - muhlis Türk’tü k ... -

Halbuki, «Osmanlılık» kelimesine aslı olma­ dan anlamlar veren aydınların siyasî düşünceleri ve İçtimaî gayeleri ise insanın gözünden yaş getirecek •derecede gülünçtü. Bu muhterem efendiler; Balkan Savaşı’ndan sonra da gerçeği görmüyorlardı. İşte o zaman bu kitabı yazdım. İçindeki düşünceler sırf Tanzimat ilhâm lan ol­ duğu için her hangi bir zata atf ederek şahsî örnek­ le r çizmeğe çalışmamıştım. Türk , köylüsü «dili dilime uyan, dini dinime uyan» diye milletin sınırını gayet güzel anlatırken münevver efendiler, son inkılâb esnasında ne diie, ne dine önem vermediler. Nihayet işte zaman onlara yaman bir . ders verdi. On yıl içinde her biri bir asra sığmayacak •olaylar başımızdan geçti. A rtık genellikle milliyyetin değeri bilindi.

Konuşulan tabiî lisâna, millî edebiyyata, millî san’ata, millî mefkûreve önem verilmeğe başlandı. Bu gün, ihtimal, şu kitabdaki kahramanların siyasî iddiaları, ahmakça hareketleri aşın birer mü-

10


balağa gibi görünecek. Fakat halâ millet-severliğe, Türkçülüğe aleyhdar geçinenlerin; lisânda, edebiyyattâ, san’atta, siyasette — açıkça itiraf edemedik­ leri — gayeleri nedir? Eğer varsa, hep bu boş hül­ yalar değil mi? Ömer Seyfeddin (Sarıyer - 1918)

11


YENİ BİR DERNEK


30 Ağustos 1908 - Moda

Şimdi gezmekten geldim. İçimde tatlı bir se­ vinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Rubeny anların yeşil iri papağanı, kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak : — Husagor, H usagor... Diye bağırıyor. Bahçenin gölgeli tarhlarında b ir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş dolu... Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir çalışma arzusu kaynaşıyor. Kitab okuyamıyorum. Okumak; abuş, güneşsiz kış günlerinin mecburî eğ­ lencesidir. «Ne yapayım?» diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? M utlaka yararlı, kârlı bir iş.... Çocukken, daha Karabetyan İ ’dadisi’nde okurken Bağda Seryan isminde garib bir coğrafya hocamız vardı. — Dünyada en birinci zevk, günlük tutmak­ tır... Derdi. Ben bunu boş, anlamsız ve çok uygun­ suz bulurdum. Kendi kendime «Günlük tutmak, tahrirî bir güzelliktir» derdim. Daha çok gençken öğrendiğim şey «ciddî olmak» tı. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbrek­ lerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı ça-

13


tardım. Bu adetim, yüzümde gayet derin, zamansız, çizgiler bıraktı. «Söz gümüşse, sükût altındır» diyen, ben, yazmak konusunda da perhiz yapıyordum. Mektublarım gayet kısa, gayet anlamlıydı. Ömrüm­ de fazla bir şey söylemediğim gibi fazla şey de yaz­ madım. Bu gün, amma bilmiyorum neden? Hep> yazmak, hatıralarım ı kâğıtlara geçirmek istiyorum. Gözlerimi ağaçların baygın yapraklan 'arasın­ da dinlendirerek hayâlimi ön beş yıllık bir geçmişe çeviriyorum. İşte m alûm Bağda Seryan... Şişman, kumral bıyıklı, kızıl yüzlü, ma’sum görünüşlü b ir adam. Diyor ki : — Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün size büyürken, dimağınız, düşünceleriniz de: büyüyecek; fazilete yaklaşacak, idrâksiz ve şuursuz geçen günleriniz için töesSüf edeceksiniz. Düşündük­ lerinizi, duyduklarınızı beş - on dakikaya acımayıpyazınız. Yarin yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. . Bir yıl önce yazdığınızı öbür yıl okurken ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksı­ nız.;. Üçüncü sıranın başında oturan Hayıkyan gü­ lümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak «Öyle boş; şeylerle uğraşacağıma yararlı bir şey okur öğreni­ rim» diyor. Zavallı dostum Hayıkyan! O zaman hocanım sözüne inanıp ukalâlık yapmasaydın bu gün ömrü­ nün, rûhunun ma’nalı izleri elinde kalır; onları üs­ tünde ne kadar feci’ olsa da uzaklaşıldıkça daha çok:

14


sevilen o muazzez maziye doğru gider, eğlenir, tatİL bir zevk bulurdun.;. Şimdi, işte kalem elinde; böyle düşünüyorsun!... Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. H atı­ ram yıpranmış, hayâlim yorgun... Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle dolu olan çocukluğumdan bu yana, her an .fikrim değişti. Okuduğum kitablar, bozulan inançlarım, kart­ laşan m a’sum melekelerim bu günki kişiliğimi do­ ğurdu. Bu günki gözüm, dünü gerçeğe en yakm renkleriyle göremez. Bedbaht oldum. Lâkayd ol­ dum. Mutlu oldum, me’yus oldum. Ümidvar oldum. Başarılı oldum. Düşüncelerim gibi duygularımda da, kısmetimde de sabitlik yok. H er şey değişiyor. Eğer gerçeğin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa. Söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa; artık ben­ ce şübhe yok ki, sabitlikte değil, değişikliktedir^ Dünyada sabit ne var? Hayât bir fırtına ki, bizi önü­ ne katmış, değiştirerek sürüp götürüyor. B ir dakika bir yerde, bir halde duramıyoruz. Olmayan şeyde gerçek mi olur? Olan mütemadi değişikliktedir. Bu gün elimde bir günlüğüm bulunsaydı, belki gerçeği anlayabilecektim. Şimdiden sonra bir çok düşüncelerim, duygu­ larım değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, his­ simin karanlığından kurtaracağım. Mâdem ki, doğ­ ru olarak dünü yazamıyorum. Bu günden i’tibâreır yaran yazmağa başlayacağım. On beş - yirmi gün içinde ne değişiklik Y âRabbîL

15


O kadar kardaşımızı K ürt cellâdlarına doğra­ tan Kızıl Sultan’ın kuvveti, iktidarı birden bire sön­ dü. • îrdbdad, bahar sabahlarında uyanan bir kişi­ nin kabuslu rüyası gibi gülünecek bir hatıra bıraka­ rak silindi gitti. Dinler barıştı. M illetler kaynaştı. Papazlar, mütaassıb hocalarla öpüştüler. Çağlar bo­ yu birbirlerinin kanım emen, gözünü oyan unsurlar kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkış­ ladılar. H er şeyi kara gören bedbinler : — Bu bir sıtmadır, geçer... diyorlar. Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat, hürriyetin aslı olamaz. H er millet, bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altmda, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler. Fakat, olaylar onları yalancı çıkarıyor. Bu gün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavud’un, Sırp’ın, Bulgar’ın ,': Arab’ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi «Hür Osmanlılık» için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki göste­ riler, Rumlar’m ne kadar Osmanlılığa istekli, ne ka­ dar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Li­ sân mes’elesi ve diğer mes’eleleri açılacak bir meb’usan meclisinde millet vekilleri adalet dahilinde çö­ zümleyecekler... İki ay önce neler düşünüyordum; Emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağın­ dan kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak kaçınılması mümkün olmayan meş’um sonuca götürm ek... Ermenistan’da hiç ol-

16


V mazsa Rus himayesinde muhtar bir devlet kurmak... Kürfter’le illerde oturan Türkler’i bir asrın içinde Ermenileştirecek eski «Büyük Ermenistan» m te­ melini atm ak... Vakıa, mefkureler «olan» değil «olması iste­ nilen» şeylerdir. Fakat ne kadar münasebetsiz bir İııılya... Neden her m illet ayrı bir zümre, ayrı bir hü­ kümet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat ve komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalı­ lar mutlu değil mi? Biz neden Osmanlı olmayalım? Neden otuz şu kadar milyonluk bu cemiyeti yıka­ lım? Mantık ve menfaat, hülyalı mefkûre peşinde koşmamızı yasaklamaz mı? Halâ devam eden alkışlar, gösteriler benim mantıkımda esaslı bir inkılâb yaptı. Şimdi çok açık, çok sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım!.. Osmanlı kalacağım!.. Elveda ey eski ihtilâlci Hayıkyan, elveda sana!..

17


10 EyliU 1908 - Moda

Ben tenbelim! işte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyor, kendi kendime : — Bu akşam ... Diyorum. Akşam sabaha bırakıyorum. Sabah­ leyin de ertesi akşam a... M eşrutiyetin, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sarhoş gibiyiz. Memleketin içi karma-karışık! İşler pek öyle çabu­ cak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa M eşrutiyeti açıkça istemeyen yok. Lâkın, yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ, gibi üstümüzde duruyor* Tatsız olaylar eksik değil. ^ Beşiktaş’ta b ir İslâm bahçevanın kızı bir Rum’a kaçıyor. H erif karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücûm ediyor. Kızla Rum’u o kadar dövüyorlar ki, Rum. ölüyor: Rum’un ölüsünü alan Rumlar, Beyoğlu’nda gezdirdiler. Tür­ lü türlü gösteriler yaptılar. Bu adî zâbıta mes’elesine millî bir biçim verdiler. Ben nümayişçilerin 'arasmdaydım. B ir gün TürHer’den öç alacaklarım hay­ kırıyorlardı. Patrikhaneler «Eski hukukumuz, eski imtiyaz­ larımız» diye kımıldanmağ başladılar. Halbuki, K a,

18

:

!

ı ; i

. ■ ■■

■ ■


nûn-ı esasî, bütün Osmânlılar’a bir değil mi? Kanûn-ı esasi karşısında hususî bir hukuk, hususî bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması ma’kul mü? M antıkî mi? Bunun için bir çok tartışm alar yaptım .. İtiraf ederim, ki, Türkler çok samimî! Tanzimat, Kanûn-ı esasî, Osmanlılık uğrunda kendi milliyeüerinden vaz­ geçiyorlar. Mektebde okuttukları kitablarda, tarih­ lerinde, gazetelerinde hattâ bir tek «Türk» kelime­ si ağızlarından kaçırmıyorlar. «Bİz OsmanlIlar, hepimiz kardeşiz. Cam ilerin, kiliselerin dışında hiç ayrımız gayrımız yoktur. H er şeyin üstünde mukaddes, yüce Osmanlılık vardır!» diyorlar. Bu fikre Türkler’den hiç muhalif yok. Adeta Osmanlılık onlara mantık ve tartışm a götürmez bir din gibi olmuş. Runşlar, Arnavutlar, Bulgarlar, ba’zt E rm eli­ ler «Osmanlılık, bizim milliyetlerimiz için bir tehli­ ke teşkil eder» diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğ­ ru bulmuyorum. Patrikhanelerin ektiği tohum ... Papaslarsiysaî'kaynaşm anın güçlerini kıracağından korkuyorlar. Mes’eleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil... Lâkin bu gün papas asrında mıyız?.. Kanûn-î esasîsi olan meşruti bir memlekette «milliyet, kav­ miyet» teşkilâtı ne demektir?..

19


Kânân-ı sâni 1909 - Modat

Soğuk çok... Odun, kömür fiatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum yaşlı kadın : — Dünyanın sonul Diyor. Ömründe bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. H er ay üç yüz frankçığunı ayırıp bankaya teslim edemiyorum... İşler kesad, kesad, kesad.. . Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasete atıl­ mayı canım o kadar istiyor ki! Evet benim kamım­ da bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine girmeyi düşünüyorum. Fakat onların hiç birisini Kanûn-ı esaşî’ye uygun bulmuyorum. Zira «milliyet» esasına dayalı siyasî fırkalar, OsmanlI Kanün-ı esasîsi’ne aykırıdır. İttihad ve Te­ rakkiyi düşünüyorum. O rası da benim için meç­ h u l... İşitiyorum k i AvrupalIlar «Genç Türk» de­ dikleri bu adamlara Pan - İslamizm gibi emeller atf ediyorlar. Beklemek, acele etmemek lâzım. Hele bir yaz gelsin... Bakalım ne olacak?,.

20

i


17 Mayıs 1909 « Moda

Yazı yazmakta o kadar tenbelim ki...- Sözde duygularımı, hatıralarım ı günü gününe yazacaktım. Nerede?.. İhmalci bir Türk gibi kendi kendimi «elim değmiyor» diye teselli ediyorum. Bu gün işte işim yok, zorla masanın başına oturuyorum. K itablann, gazetelerin altında görünmeyen defterimi buluyorum. D ört aydır neler oldu, neler... A deta b ir tarih ... Düşmânımız Kızıl Sultan devrildi. Şimdi Selâiük’te m ahbus... A rtık jrticânm, istibdadın geri gelmek ihtimali yok.' İsyânın bütün safhalarında hazır bulundum. Bu irticâ asla yeniliğe karşı millî bir isyân değildi. İs­ tanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine «Hristi: yansınız!» diyen varmış gibi Müslimân olduklarını iddiâ ediyorlardı. Sabıkalılara, özellikle yabancılara dokunmu­ yorlar, hatta onlara fâzla saygı gösteriyorlardı. Genç Türk sanmasınlar diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da. şapka giydiler. Şapka ile ihtilâlcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli gün­ lerd i... Hükümet filân her şeyi sönmüş, adeta bu­ har olmuş, uçup gitmişti. Adi, küçük çavuşlar pay­ takta hâkim olmuşlardı. En meşhurları Hamdi Ça- vuş’tu. Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının

21


en şa’şaalı zamanında Ermenice bir gazetenin mu­ habiri sıfatıyle kendisiyle görüşüp bir mülâkat yap­ mak istedim. Taşkışla’nın muhteşem bir odasında beni kabul buyurdu. Halâ çavuş formasını taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı : ;— Ne istiyorsun? ' D edi. M uhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söy­ ledim. Vesika-filân aramadı. Fakat oturtmadı d a... Ayakta konuştuk. — Peki ne soracaksan, sor bakalım. — İhtilâlden maksadınız nedir? — Şeriatı çıkarm ak;.. — Şeriat ne demektir. Lütfen bana izahat ve­ rir misiniz? Bizim Ermeniler’in bu konuda1 bilgisi yok. — G it Öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de günaha gire- tim . ' . ' ' ; Şeriatı nasıl çıkaracaksınız? — Ne kadar mektebli zabit varsa hepsini öl­ düreceğiz. Genç Türk dedikleri dinsiz herifleri b ir darie,kalmaymcaya kadar yok edeceğiz... Heyhât!.. Biz Genç Türlder’in taassubundan, îttih ad -ı îslâm tarafdan olduklarından nefret eder, h e r fırsatta kendilerine hücûm ederiz. Türlder de onlara «dinsiz» derler. Öyle, bir tezad k i... Lâkin hangisi doğru?.. ! — Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz? — Hayır, Türk filân değilim ... — Arnavut musunuz? — Hayır; hiç bir şey değilim... — Y a nesiniz?

22


— Müslimânl.. Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O geee Beyoğlu’nda kaldım, gezdim. Biitün genelevler, meyhaneler ihtilâlcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek de­ recede sarhoştu. Aşüftelere sarılıyorlar : — Şeriat isterük!.. Diye bağırıyorlardı. Dünyada® bu kadar maksadsız, bu kadar mefkûresiz bir ihtilâl olamazdı. Hareket Ordusu gelince bir sabun köpüğü gibi isyanın rûhü söndü. Kahra­ manlar koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rum ili’ndeki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selânik’e gönderildi. Abdülhamid huzurunda Kabulî Beğ isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı. Bir Türk - Osmanlı arkadaşımla asılacaktan görmeğe gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sa­ bahleyin erkenden idam sehpalarının kurulduğu mey­ dana geldik. D aha güneş doğmamıştı. Harbiye Ne­ zareti tarafından bir gürültü koptu. M ahkûmları ge­ tiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün güçleriyle Tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma . zabiti dedi ki : — Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri us­ luydu. Şimdi Derviş Vahdeti teşvik ediyor. Sanıyor­ lar ki, Tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak. Son nefesinde dahi halkı ihtilâle kışkırtmaktan vaz geçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşı-

23


nıın tanıdığı zabitle berâber yanına gittik. 8 u ateş yüzlü, fakat vahşî, azmi olan bir adam dı.B iraz sararm ıştı. H alâ Genç Türkler’e sövüyor, onların gö­ receklerinden m ân bahs ediyordu. Çok söylendir­ mediler. A stılar... Kafası düşünce bizim şehid olan fedakâr ihtilâlcilerimizi düşündüm. Türkler ne garibdir. Kendi m illetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel, yüce, fedakârane olan- Ermeni ihtilâllerine «isyân» bile demeğe tenezzül etmiyor­ lar. Söz arasında geçerse yalnız «Ermeni gürültü­ sü» diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca.ihtilâl... Evet bu memlekette buna adeta bir «gürültü» deniyordu. Derviş Vahdeti b ir hayli büyük bir rol oyna­ mıştı. Fransızca b ir ad altında çıkardığı dinî gaze-tesinin sürümü otuz - kırk bini bulmuştu. Adeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, gayet mantıksız budalalıklar aradığına kanaat getiriyor­ dum. Âli mektebden çıkan en münevver gençler bi­ le Derviş Vahdetî’nin yazılarım satrı satrına oku­ yorlardı. Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir me’murdu. İhtilâl günlerinde meb’usanda idim. Onun cebinden yeşil, al iki bayrak çıkara­ rak : — Ya bu kazanacak, ya b u ... Diye şuh, hoppa sevindiğini gözümle gördüm. Bu bir Genç Türk’tü. Fakat mefkûre namına hiç’bir şeyi olmadığından irticâ, zulmet, cehalet de ona hoş geliyordu. Olayları yazıyorum ... Gazetelerin yazdığı şey­ leri yazmakta ne anlam var? Ben kendi düyguları24


: mı, intihalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor «Vak’anüvis» lik yapıyorum. Ne ise... İşte o fırtına da geçti... Şimdi rahat gibiyiz... Durma­ danhüküm et değişiyor. Vükelâya genç genç unsur­ lar giriyor. Kaderimiz Türkiye’nin kaderini ta’yin etmek üzere... Ben daha meslek ta’yin edemedim. Ermeni fırkalarına mı gireyim!..' O zaman bir mil­ liyetçi olmayacak mıyım?.. Halbuki ben Osmanlılığa inanıyor ve İktisadî bağların, din, taasstıb, milliyet bağlarından daha güç­ lü ölduğuna kanaat getiriyorum.

25


11 Haziran 1909 - Moda

Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi' «etki bıraktı. M utlaka aramızda geçen sözleri yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi B ey... M eşruti­ yetin ilânından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalı’dan farkı ol­ mayacaktı. Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci «derece diploma almıştı. Meb’us Mızıkıyan’m evinde bana tanıştırıldı. Siyasete dönünce ben İttihad ve Terakki hakkındaki şübhelerirfıi söyledim. K endisi/ ne hükümet fırkasından, ne de muhalif. «Bağımsı­ zım» iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar me­ denileşmişti ki, «Âh her Avrupa’ya giden Türk böy­ le gelse.,.» diye düşünüyordum.' «İttihad ve Terakk i’den şübheniz pek boştur!» >diyordu. Pan-Türkizm, Pan-İslamizm, falan Avrupa hayâlperverlerinin iftirasıdır. B ir d arb-ı’mesel vardır, biliyor musımuz? «Kişi kişiyi kendi gibi bilir» Av­ rupa’da kötü bir cereyan yaşar. M illiyet ve kavmi­ yet cereyanı! O rada her şeyi milliyet rengine boyar­ la r. Meselâ, Fransızlar’m ırkça b ir birlikleri olma­ dığı halde, milliyette o kadar m ütaassıbdırlar ki, Pa­ ris koketleri bile A lm anlarla münasebette bulunmaz­ lar. Almanya’da her şey millîdir. H atta sosyalizm bile... Böyle bir çevrede yargılar da millî olarak ve-

26


rilir. Meselâ, Rene Peyüun bir kitabında «Tiirkler aldıkları askerin, içinden ırkça Türk olanları İstan­ bul’da, Edirne’de, Makedonya’nın güzel yerlerinde istihdam ederler. Gayr-i Türkler’i, Yemen’e, Fizan’a, en uzak yerlere gönderirler.» diyor. Halbuki : Osmanlı hükümeti tamamiyle bunun aksini yapmış­ tır. Am avutlar ve Arablar, hep hassa ordusuna ge­ lirler. Yıldız’m rahat kışlalarında askerliklerini ya­ parlar. Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türk­ ler, yani Anadolu çocukları gider. H atta Yemen’e «Türk Mezârı» derler. Şimdiye kadar hastalıkla, sa­ vaşla bir milyondan fazla Anadolu’lu Türk’ün Yemen’de öldüğünü söylerler. Rene Peynon yalan söy­ lemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi man­ tıki Türkler’in böyle yapmasını, yani ülkenin kötü ve uzak yerlerine gayr-i Türlder’i göndermesini ka­ bul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmedi: ' yor. :

.

"ı *■ X

Çünki, Fransa’da b ir kaç unsur olsa, onlar m utlaka ilk önce Fransızlar’ı düşüneceklerdir. Keza, bu çağda Slav ittihadı, Cermen ittihadı, Lâtin ittihadı; Avrupa siyasetinin ana çizgileridir. Hep bu üç m efkure etrafında onların riyaseti sabit, değişik bi­ çimler ahr. Böyle mefkûrelerin doğduğu çevrede İn­ sanî, necib bir siyaset düşünülebilirmiş. AvrupalIlar her m illeti kendileri gibi sanıyorlar. Türkler’in de «Türklük» diye bir milliyetleri, tarihleri, gayeleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünki, liissî muhakeme1yapıyorlar. Bize dair hiç bir ince­ leme yapmadan, hiç bir'T ürk’ün akimdan geçmeyen Pan-Türkizm hayâllerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi dışımızı bilen ''Hıristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayâlperverle-

27


rinin düzdükleri yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda,, yaşadığımız memlekete kim «Türlüye* der? Yalnız.. AvrupalIlar’la Avrupa gazeteleri bu anlamsız ismi, çıkarmıştır. İşte Tanzimat maarifi meydanda.*. Hiç bir mekteb kitabında, hiç bir coğrafya ki­ tabında «Türkiye» diye bir memleket ismine tesa­ düf edemezsiniz. Avrupa’ya Osmanî, Asya’ya Os­ manî, A frika'ya Osmâiıî; ve sonra hepsine birden. «Meniâlik-i Osmaniye» deriz. Kendi tarihinizi ta­ biî bilirsiniz. Bir de bizim mekteblerimizde okuttu­ ğumuz tarihlere bakın. Bir «Türk» kelimesi bula­ mayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bil­ hassa Türklük aleyhinde düzenlenmiştir. Hülagü, Timur gibi dünyanın en büyük cihan­ girlerini sırf Türk oldukları için sövgülerle, lânetlerle anarız. Sonra Sezar, İskender, Napoleon hak­ kında tarihlerimiz saygıda kusur göstermezler. H at­ ta bunlar için şairlerimizin ba’züatt. övgüler bile; yazmışlardır. Hele İskender, edebiyatımızda a’detal b it telmih olmuştur. H er milletin şairleri kendi milliyetlerini, tarih­ lerini, geleneklerini terennüm ederler. Bizim şairler;/ ne yeni, ne de eski Türklüğe dair bir kelime yaz­ m adıkları gibi kendi milliyetlerinden söz etmek ge­ rekince «Etrâk-u bî idrâk» (Anlayışsız Türkler) de­ mişlerdir. Memleketimizin son şairi Tevfik Fikret, .meşhur «Rubab-ı Şikeste» sinde ilâç için olsun b ir «Türk» kelimesi geçirmemiştir. Mehmed Emin Bey, OsmanlIların nazarında bir fantazistten başka bic şey değildir.

28


İşte kendi milliyetini tarihiyle, maarifiyle, ede­ biyatıyla bu kadar inkâr etmiş bir millet kendi mil­ liy e ti esâsına dayalı bir birlik mefkûresi yapabilir mi? AvrupalIlar bizi incelemediklerinden böyle bir m efkûrenin varlığına ihtimal verebilirler!.. Aramızdakiler bu kadar saflık göstermemelidir. Memleke­ timizde «Türk», «Türklük», «Türkçülük» kelimeJerinin medlulleri olmadığı gibi «Türkçe» diye de bir lisan yoktur. Biliyorsunuz ki dil ilmi «Her lisan, bir. lisan­ adır» der. Biz OsmanlIlar bu kaideyi çağlar önce .bozmuşuz. Yeni, sunî bir lisan yaratmışız. Türkçe -şadım , Tiirkçe nahvim yalnız avamla kadınlar kul­ lanırlar. Düşünürlerimizin, âlimlerimizin, ediblerimizin .-ayrıca «Osmanlıca» adı altında üç lisanın birleşme­ sinden mürekkeb bir yazı lisanı vardır. Bu lisanda iiç lisanın kelimeleri, kaideleri bulunur. Vakıa, her lisandan her lisana kelimeler geçebilir. Meselâ, İn­ gilizce’nin bir çok kelim eleri. Fransızca’dır. Fakat İngilizleşmiş, İngilizce kaidelerine uymuşlardır. Os-manlıca’da ise aksi... Arabça kelimeler Arabça, Acemce kelimeler Acemce kalmışlardır. Avam ve "kadınlar, bunların telâffuzlarını bozarak Türkçe’nin ■selikasına, tecvidine göre değiştirdikçe; Osmanlı -âlimleri, bunları «galat» adı altında düzeltirler. Son-ra dünyanın hiç bir lisanında olmayan bir hâdise... Osmanlıca’ya Arabça, Acemce kaideler ve »edatlar da girmiştir. «Bir lisana tabiata aykırı, ya"bancı lisanlardan alınma sarf ve nahv kaideleri ko-mılamaz. Çünki, lisanlar bir . müessese olduğundan

2*


değiştirilemezler» diyenlerin yalanları ortaya çık­ m ıştır. Türkçe’nin esâsında «müzekkerlik, müeniıislik» yokken Arabça’nm bütiin müzekkerlik ve müennislik kaidelerini, birleşmelerini, Acemce’nin tefkib kaidelerini ve edatlarını kabul etmişiz. Her ne kadar köylüler ile avam, daha doğrusu halk, bu sunî ve zengin lisanı kabul etmemişlerse de; şairler, edıbler ve hükümet erkânı söz konusu olan «Os­ manlIca» lisanını yazmışlar ve konuşmuşlardır. Genç ediblerimiz lisanı daha fazla muğlaklaştırıyor­ lar. Bu konuda Fikret’in, Faik Âli’nin, Süleyman Nazif’in bilhassa Hüseyin Daniş’iiı büyük hizmetle­ ri sebket etmiştir., Osmanlıca, ilk vazı’larm ın ve es­ ki şairlerin lisânına doğru yaklaşmağa, başlamıştır.; Edebiyatta biraz daha çalışma olsa, bir kaç yıla ka­ dar nasılsa kalan Türkçe kelimeler, ısfatlar, fiîiller de yazı lisanından kaldırılacak... «îttihad» için bi­ rinci vasıta lisandır. * Kendi lisânını böyle öldüüheğe, millî edebiya­ tını kafiyen satırlara geçirmemeğe söz vermiş b ir m illet nasıl olur da milletdaşlarıyle birleşebilir •■Os­ manlIlar «Memâlik-i Osmaniye» nin dışındaki T iirkler’i asla tanımazlar. Onlarla hiç bir ilişkileri7yok­ tur. Hem olamaz d a ... A rtık söyleyiniz* Türkçü­ lük» iftirası kadar budalaca bir iftira olur mu? ' Ba’zı siyâsî fırkaların Türkçülük gibi, esâssızbir mefkuresi olsa bile Osmanlı hükümeti dâimâ^ Os­ manlI kalacak «Osmanlılık» dışında özel bir milli­ yet tanımayacaktır; ^ Osmanlılık, siyasî bir m ilhyetrir T arihle^ ge­ lenekle İliç bir münasebeti yoktur. Tanzimat ile ,be-

30


râber tesis edilmiştir. Bu tarihsiz milliyet, terakkiye: ye inkişafa son derece müsaittir. Muhtelif unsurlar­ dan bir m illiyet... Meşrutiyet, bu hâdiseyi doğura­ cak, tarihsiz olunca tabiî taassubsuz kalacak' olan, bu Osmanlı milliyeti, yarım asrın içinde dev adım­ larıyla tealiye ve terakkiye yükselecektir. Şark’ta he­ nüz her şey hükümettedir. Bab-ı Âli’nin teessüs et­ miş rûhu, öyle sağlam, öyle dinçtir ki, işte sizi te’m in ediyorum, ne İttihad-ı İslâm ’cıların, ne de Türkçü­ lerin hiç bir mefkuresi oraya giremez. Osmanlı hü­ kümetinin şian, «Cins ve mezheb ayırımı yapılmak­ sızın» cümlesinin içindedir. Hele bir Türk; asla bir Rum, bir Ermeni, bir Arnavut, bir Bulgar, ilâh__ gibi, tarihi ve milliyeti adına en küçük bir hak bile İddia edemez. «Türk sözü kanunlardan, tarihlerden, coğrafyalardan, hatta bütün dimağlardan silinmiş­ tir, Osmanlı!.. Osmanlı!.. Osmanlı!.. Hükümetin yü­ rüdüğü bu gaye o kadar necib, o kadar İnsanîdir k i, bunu anlamak için Tanzim at'ın insaniyetçi zihniye•tini araştırmak ister. Tanzimat’ta tarih, kin, garaz, milliyet yoktur. Eğer gerçek Osmanlılık teessüs etse dünyanın cenneti vatanımız olur. Lâkin buna yalnız Bab-ı Âli’­ nin geleneği başarılı olamaz. ... Niyazi Bey iki saat söyledi. Osmanlılığın .değerini anlar gibi oldum. Türkler gerçekten milli­ yet iddiasında değildiler. D inî taassublan, m aarif ilerleyince, yani terakki başlar başlamak uçup gide­ cekti. Bu görülüyordu. Hem bu ne alicenablıktı? Tarihinden, geleneğinden vaz geçmek!.. Şimdi hatır­ lıyordum. Sözde TürklCr’in içinde en demokrat, en milliyetperver olan Ahmed M ithat bile M eşrutiyetin


ilk günlerinde yayınladığı bir makalede padişahın hanedanından başka Türkiye’de hiç bir Tiirk ailesi . bulunmadığını yazıyordu. Ne tezad Y â R abbîL Halbuki biz Kürtler’in bile Ermeni olduklarmı. iddia ederiz.

32


15 Temmuz 1909, - Moda

Bugün vapurda Niyazi Bey’e rastgeldim. Yine konuştuk. Bu adam bana «Osmanlılık» âbidesinin yegâne san’atkârı gibi yüce, ma’sum necib görünü­ yor. H ele Fransızca konuşurken o kadar nâzik, o kadar kibar ki... Ah bu kaba Türkçe onun ağzına yaraşmıyor. Bana : — Yakında bir cemiyet teşekkül ediyoruz, dedi «Cins ve mezheb ayırımı yapılmaksızın» her­ kes girebilecek — Siyâsî bir cemiyet mi? D iye sordum. — Önce ilmi, içtim âi... Sonra, yani geliştik­ ten sonra siyâsî... '•? .1 Güldüm, işte Türkiye’de de muhtelif cereyan­ lar başlamak üzereydi. Tekrar sordum : — Gayeniz ne olacak efendim? — O sm anlılık... — Osmanlılık olan bir şey ... Var olan bir şey nasıl' bir gaye, bir hedef olabilir? Siyah gözleri parlıyor, yüzünde mahzun, fakat kesin bir azmin aksi gölgeleniyordu. — Mevcud «Osmanlılık» yalandan başka bir şey değildir. D edi, Rumların patrikhanesi var, ayrı

33


lisanı var, ayrı mektebleri var. Ermeniler’in keza,. Bulgarlar’ın öyle, sırplar’m keza, Â rablar’m öyle, Am avutiar’ın, sair Osmanlılar’ın da öyle... O hal­ de nerede hakiki, «Bir», «Yekpare, yek vücud» Os­ manlılık? Bab-ı Â lî bu ayrılığı inkâr ediyor. Lâkin gören bir gözden bu gerçek saklanamaz. Tanzimat’­ ın yaratmak istediği «Osmanlılık» daha doğamamıştır. — Fakat o nasıl doğabilir? Diye sordum. — Bütün

unsurları kaynaştırıp

•ile...

yerleştirme -A;

— Bunu mümkün mü sanıyorsunuz?, — Tamamiyle... Düşündüm. Niyazi Bey’in bu zânna bütün vat­ lığı ile inandığı, sözlerinin kesinliğinden anlaşılıyor­ du. Devam etti : — Eğer Osmalılık’taki bütün unsurların kay­ naşacağından, bir olacağından, bir an şüphelensin Osmanlılığı esâsından inkâr etmiş olmaz m ıyım ?... «Cins Ve mezheb aynım ı yapmaksızın»/ bu ne de­ m ektir bilir misiniz? «Hiç bir cins, hiçbir mezheb yok, yalnız Osmanlılık var!» demektir. Tanzimat cinsin, mezhebin arasında eşitlik ilân ederek, onların ya hiç olmamasını, yahud bir olma­ sını istemiştir. B u büyük in e li yalnız kâğıtlara yaz­ mış, kanunlara geçnmiş. Yani hayâlde bırâİanış. Fi’ile çıkaramamış. Meselâ o yekpare, yek vücûd Osmanlılık için tek bir lisan, tek bir mflüyeL tek

34


bir din, tek bir terbiye, tek bir tarih, tek bir maarif ib’da edememiş. — Lâkin bu nasıl mümkün olurdu? — Pekâlâ mümkün olurdu! Eğer mümkün ol­ masaydı «Osmanlılık» yalanım ihtira etmekten ne yarar sağlanacaktı? Haldkaten ben de düşündüm. Unsurların hep­ sini kaynaştırıp tek bir lisan üe konuşturmadan, tek bir terbiye ile, tek bir maarifle yetiştirmeden «yekpâre, yek vücûd» bir müessese temin olunamazdı. Evet TanzSnatçdar bu hayali mutlaka hakikat ya/ pacaklanna inanıyorlardı. İlk d efa kendilerinin -mensub olduktan Türk milliyetini Türkler’e unut­ turdular. «Türk» kelimesini tarihlerinden, edebiyat­ larından, «Türkiye» kelimesini coğrafyadan kaldır­ dılar. İşte başardılar. Demek bir millet kendi müesseselerini, gele­ neklerini, lisanım, hatta milliyetinin ismini bile unu­ tabilirmiş. Nitekim Hamdi Çavuş bana «Türk ol­ mayıp müslüman olduğunu» söylemişti. Türkler hâkim iken böyle milliyetlerini terk edip «Osmanlılık» milliyetini kabul ettiklerine, ve h a n de içlerinden henüz kimse buna itiraz etmedi­ ğine göre diğer milletler neden onları taklidden geri kalsınlar?... Düşünüyorum. Bu ne tuhaf olacak! Fakat bu ayni zamanda ne İnsanî, ne medenî, ne çağdaş bir milliyet olacak. Yeni bir lisanla, yeni bir ahlâkla,

35.


yeni bîr din île, yeni bir terbiye ile yiikseleceşk olan yeni «OsmanlI» milliyeti, ihtimal arzda umumî ve müşterek insaniyet, dinin vazı’ı gibi saadet, tcâli meş’aleleri tutuşturacak. Düşünüyorum... «Ah, bu hayâl, hakikat ol^

usu..*--'-'

36

■■


18 Ağustos 1909 - Moda

Hava o kadar sıcak k i... Başım ağrıyor. Ay­ nı zamanda dehşetli bir nezlenin görünmez gemledi altında nefes alamıyorum. Şimdi Niyazi Bey’den bir mektub aldım. Düşüncelerim karma kanşık« Bo­ ğucu bir kararsızlık buhranı geçiriyorum. Acaba ben de miliyetperver, ben de — haberim olma­ dan — mahdud bir adam, tıüyük insaniyet fikrini ihatadan aciz bir şoven miyim? Bu mektubun aslını. saklıyacağun. Şayet^yiti­ rirsem diye buraya da kopya ediyorunu


17 Ağustos 1909 ■ PangalhV

«Azizim Mösyö Hayıkyan, Geçen ay vapurda size bahsetmiş olduğum ce­ miyeti kurduk. Kulübümüz de açıldı. Hükümet is­ tediğimiz müsaadeyi hiç geciktirmeden verdi. Prog­ ramımız, esaslarımız Bab-ı Âlî’niıi, bütün mukave­ metlere rağmen ta’kip etmek istemesi lâzım gelen, gayeye çok uygundu. Evet yine bilâ tefrik cins ve. mezheb... Hükümete verdiğimiz beyannamede şun­ ları yazdık : 1 — «Osmanlı Kaynaşma Kulübü’ne — Bilâ tefrik dn s ve mezheb — her Osmanlı girecek.» 2 — Osmanlı namı altında toplanan milliyet­ lere umumî, müşterek bir terbiye verilecek, Türk­ lük gibi sair unsur ve milliyet duygulan yavaş ya­ vaş iptal olunacak. 3 — «Osmanlı» vatanının birliği temin, yeni bir «Osmanlı» vatanperverliği ihdas edilecek. 4 — Bütün OsmanlIlara umumî, müşterek bir . lisan öğretilecek. Bu umumî Osmanlı Lisanı, Os­ manlI maarifinin, edebiyatının, ilminin lisanı sayıla­ cak. 5 — Mekteblerde Osmanlılık haricînde hiç bir

38


kavmiyete, milliyete değer verilmiyecek. Osmanlı memleketi çocukları kendi eski milliyetlerinin ve kavmiyetlerinin tarihlerini, edebiyatlarını öğrenmiyecekler. 6 — Kulübümüz gayesine ulaşmak için; gaze­ teler, risaleler çıkaracak, konferanslar verecek. İlk adım olarak «İzabe-i ânasır» şu’beleri açacak, halk arasındaki mütekabil dinî taassubların, millî iştiyak­ ların söndtirülmesine çalışılacak. Faka bu esaslar üzerinde yürümek değil, hatta bunlara yaklaşmak için çok büyük gayretler istiyor. Şimdi idealimizi ilim, fen noktasından tedkik ile harekete başlıyacağız. Kulübümüzün idare heyeti, ilmî encümeninde yalnız Türk - OsmanlIlarından değil, Rum, Yahudi, Levanten, Arab, Bulgar da . var. Ben idare hey’etine, encümene Ermeni olarak «izin girmenizi arzu ediyorum. Arkadaşlarıma fikrimi söyledim. Sizin ^ördü­ rünüz yüksek tahsü yarınki müşterek insaniyete bir örnek olacak. «Osmanlılık» idealini nasıl necib bul­ duğunuzu anlattım. Arkadaşlarımız içinde hiç meç­ hul kimse yoktur. Namuslarım, irfanlarını bütün Osmanlı memleketi tanır. Siz de tanırsınız. Bakı­ nız :

'

Diyamandis Efendi Nikfor Aniklef Efendi Nikolaviç Efendi Fraşerli Nadir Bey Moiz Bori Efendi Salih Ayni Efendi Casim El-kürdî Bey 39


Devn Duran Bey Sâ’dullah Behçet Bey Hüsnî Rudî Bey Şair Sait Bey Çelil Mun’im Bey Hoca Yamî Efendi Doktor Sırnllah Natık Bey. Büyük emelimizinyayılmasma iştirak istiyor­ sanız iki satırla muvafakatinizi yazınız. Önümüzde­ ki pazar ertesi günü Süleymaniye’deki «77» numa­ ralı kulübümüze teşrif buyurunuz. Bakî iimid... «Osmank Kaynaşma» kulübü Muvakkat Kâtibi * Niyazi Ne yazsam? Evet mi, hayır m ı?... Bugün ak­ lım başımda değil, rahatsızım. Biraz düşüneyim. Zaten hemen muvafakat hoppalık olmaz mı?


20 Ağustos 1909 - Moda...

Rahatsızlığım devam ediyor. Nezle sandığım şey kötü bir «kurbatur» muş. Bu sıcakta nerede so­ ğuk almışım?... Aklım ermiyor. Yarın biraz kalka­ bileceğim. Doktor : — Yat, hiç dışarı çıkma... diyor. Bu onların adetidir. îyi olursam neden mahbiıs kalayım? Zaten pazar ertesine epeyce var. Ni­ yazi Bey’e şimdi cevabı yazdan. «Osmanlı Kaynaş­ ma Kulübü», ne gireceğim. İki üç gün boş yere dü­ şündüm. Böyle bir kulübe girmekte hiç bir salanca yok. Lâkin bizde kuruntu bir illet, hayır ikinci bir tabiat olmuş. Halâ kendi milliyetlerini çoktan terk etmiş olan zavallı Türkler’den çekinmek... Bu çok ma’nasız... Türk olmayan yalnız ben miyim? Rum, Arnavut, Sırp, Arab, hâsılı her milletten var. Be­ nim milliyetim tehlikeye uğrarsa, onlarınki de uğ­ rar...


1 Eylül 1909 - Moda;..

Daha iyi olamadım. Osmanlı Kaynaşma Kulü­ bü üyelerinden ne kadar Türk varsa hepsi mektub!a hatırımı sordular. Diğer milletlerden olin üyeler hiç aldırmıyorlar.

42


21 Teşrin-i evvel 1909 - Moda...

Bugün kulübe gittim. Beni hararetle kabul et­ tiler. Bina gayet büyüktü. Eşya pek muhteşemdi. Kulübün masrafını Türk üyeler karşılıyorlar. Niyazi Bey galiba çok varlıklı... Toplantı salonu küçük bir saray divanına benziyordu. Uşakların hepsi res­ ini elbiseler giymişlerdi. Toplantı gerçekten ilmi idi. «İçtimaî müesseseler kendi kendine mi teessüs eder, yoksa tesis mi edilir?» meselesi görüşülüyordu. Herkes söyledi. Gerçekten üyeler şimdiye kadar gördüğüm kişilerin en mükemmelleri... Tartışmadan bir sonuç çıkmadı, dağıldık. Baş­ kan Sait Bey... Bu çok değerli bir adam. Hakika­ ten şiarı : «Milletin nev’i beşer, vatanım ruy-i zemin» »olan bir âlim...

43


7 Mart 1910 - Moda...

Altı ay ne çabuk geçmiş... Benim işlerim bo­ zulmağa başladı. Ösmanlı Kaynaşma Kulübü’nee mensubiyetimi bizimkilerden kimsenin duyduğu yok... Çünki biz Uç gürültü yapmıyoruz. Henüz net: gazete, ne risale yayınladık. Görüşmelerimizden dai­ ma sabit bir netice çıkmıyor.'Başladığımız.iş o ka­ dar büyük, o kadar zor ki, kendim için de olmasam «bu ancak bir hayaldir» diyeceğim. Fakat, Niyazi Bey’in bir sözü hiç kulağımdan^' çıkmıyor : «Olmaz olmaz, deme. Olmaz, olmaz. Güzelin» âlem-i imkândır bu...»

44


11 Mayıs 1910 - Moda...

Âh güzel İstanbul!... Artık sana veda etmek ^gerekiyor. Bir haftaya kadar Marsilya’ya gidiyorum. .Seksen lira maaş... Turakyan kumpanyasının vekili . öldüm. Niyazi Bey hareketimi işittiğinde : -— Biz saha bu maaşı veririz kal, dedi. Hakikaten ne garip, ne varlıklı adam... Kabul - etmedim, iizüldü. Hiç olmazsa muhabir üye olmamı rica etti. Şimdiye kadar Avrupa’da yaşamamıştım. Ba­ kalım o hayât nasıl?... Bu adamı hiç bırakmıyacârğnn. Her fırsatta koşacak, yine bu manzaraya, bu dsükûn ve bu ş’ir içinde uyuyan fenere kavuşacağım.

45


23 Nisan 1912 - Moda

Dün İstanbul’a geldim. Doğru odama koştum. Âh işte yine yaz... Rubenyanlar’ın bahçesi yine.çi­ çek içinde... Siyaset patlamış bir lâğım iğrençliği ile memleketin her tarafını basmış, kaplamış... San­ k i iki yıl geçmemiş. Ben dün büroma gitmişim, bu sabah yedi vapuruyla odama gelmişim... Evet, ha­ yât rü’yadan başka bir şey değil. Kitablarmu dü­ zelttim. Koltuğumu yine pencerenin önüne çektim. Tıpkı eskisi gibi... Şimdi iki yıl geriye dönmüşüm* iki yaş daha kazanmışım sanıyorum.... Bu tuhaf, bü ma’sum duyguyla defterimi b u t dum. Yazdığım yirmi - otuz sahifeyi o kadar lez­ zetle okudum ki... Neden hergün yazmamışım?..,. Yazık, yazılmayan günlerim, başımdan geçen olay­ lar mazinin içinde yitip gitmiş. Halbuki işte yazdık­ larım ... Onlar dipdiri duruyor. Okudukça tekrar yazıyorum. Acaba Osmanlı Kaynaşma Kulübü de duruyor m u?... Gitsem, Niyazi Bey’i görsem... Yorgun muyum? Bir Türk gibi geriniyor: «Yarm inşa-Allah...» diyorum. Fakat acelesi ne? Y a -

46


vaşyavaş... Türkiye’nin hayâtındaki şiar «yavaş yavaş» dır. Şimdi çıkayım, iki yıldır görmediğim aydınlık sokakları rüyalı sahilleri gezeyim. Tatlı, serin rüz­ gârları koklayayım.

47


28 Nisan 1912 - Moda. . .

Dün kulübe gittim. Görüşmelere katıldım. İki yıldır üyeler yirmi defa toplanmış. Hiç bir müsbet sonuç çıkaramamışlar. Umumî kâtip Niyazi Bey : — Şimdiden sonra ayda iki d efa toplanaca­ ğız, diyor. Benim artık İstanbul’da kalacağımdan, % Marsilya’ya gitmiyeceğimden çok memnun... Encümen odasında kesin programın kararlaş­ tırılması lâzımmış... Önce lisan m eselesi... Lisan için iki yıldır söz söylenmiş. Kendisi «Esperanto» lisanının kabûlüne eğilimli... 'Üyelerden bazdan Lâ­ tin lisanını istiyorlarmış.

48


24 Mayıs 1912 - Moda...

X>ün Diyamandis ile görüştüm. Tokathyan’da bir arkadaşını bekliyordu. «Qsmanlı Kaynaşması» nın lisam «Esperanto» olursa, bunu hepsinin kabul • edip etmiyeceğini sordum, güldü .: .. —1 Türkler’in zaten lisanlan yok, dedi. Onlar belki kabul edebilirler fakat, Rumlar’ın beş - on bin yıllık mükemmel lisanlan, edebiyatları var. ■ Hiç Ermeniler Ermenice’yi bırakırlar mı? Ben de bunu düşündüm.

49


3 Haziran 1912 - M oda... . *\ ■ Ben encümene de devam ediyordum. Şimdi farkıma vardım. Toplantılarda Arab, Rum, Arnavut, Sırb, Bulgar, U lat, Yahüdi üyeler bulunmuyorlar. Biz sekiz kişi ile görüşmelerinim yapıyoruz, Türk üyelerle... Ben de artık bu kaynamış, «yekpare, yekvücûd» Osmanlılık mefkûresiniiı gerçekten çok uzak bir hayâl olduğuna inandım. Üyelerin yavaş yavaş kaçışmalarına sebeb, Niyazi Beyle Sait Bey’in İlmî nazariyeleri oldu. Bu zatlar diyorlar ki : «Osmanlılık içinde ayrı ayrı topluluklar var. Bu topluluklar ferdlerinin arzularını yutarak kavmî iradeler doğurmuş. Osmanlılığı kaynaştırmak için fertleri topluluklarından ayırmak gerek. Fert toplu­ luktan ayrılır, yani iradesiz kalırsa; o zaman ona yalnız kendi «arzu» su hâkim olur. Fert, çıkarın­ dan başka bir şey düşünmez. •Böyle yalnız kendi arzuları, yâlnız kendi çıkarlarıyla yaşayan fertler, iktisat bağlarıyla toplanır, Osmanlılığı teşkil ederler. Onun için ilk hücum edilecek noktalar cemaat müessesesinin direkleri olan milliyet, din ve ahlâktır. Bu direkler yıkılınca fertler kendi uzvî arzularıyle karşı karşıya kalacaklar...» Mensub oldukları topluluklardan ayrılmak gayr-i. Türk üyelerden hiç birisinin işine gelmedi..

50


Kulübe de uğramaz oldular. Ben ısrar ediyorum,, görüşmeleri hiç kaçırmıyorum. Bütün kararlarda im­ zam var. Görüyorum ki, bu Türlder namussuz kim­ seler değil fakat, hepsi ideolog... «Osmanlılık» veh­ mi onların bütün mantıklarım, muhakemelerini uyutmuş.


5 Temmuz 1912 - Moda... f ' İki yıl önceki düşüncelerim bugün tamamiyle değişmiş bulunuyor. Dün. defterimin baş taraflarını okudum; Aman Yâ Rabbî!... Ben, Dikran Hayıkyan, babası Ermeni milletinin yeniden canlanması için alevlenen İhtilâlde önderlik ederken öldürülen öksüz... Bir an Osmanlılığa inanmışım ha!... «Osmanlılık» nedir? Kaynaşma Kulübü bunun anlamını bana öğretti : 1 ■— Osmanlı adı altmda yaşayacak olan Türk mürk hangi milletten olursa olsun, bütün milletler kendi milliyetlerinden vaz geçecekler. 2 — Dinlerinden, müesseseleriııden, lisanla­ rından yavaş yavaş ayrılacaklar. 3 —- Toplulukların ilhamı olan «millî irade» leri sıraT bir nisyan ile unutarak, yalnız ferdî, yal­ nız şahsî, uzvî arzularıyle yaşayacaklar. 4 — «Osmanlı» adı altında birleşerek yem, tarihsiz bir milliyet meydana getirecekler. Bunların hepsi o-kadar boş, imkânsız şeyler İd!... Osmanlı Kaynaşma Kulübü üyelerinin nasıl böyle çocukça bir fikre kandıklarına şaşıyorum. Bu adamlar’ yalnız mantıklarıyla iş- yapmak istiyorlar. Bilmiyorlar ki tarihte, içtimaiyatta mantık iş gör­ mez. Tıpkı Fransız inkılâpçıları gibi düşünüyorlar. Onlar da mantıkla bir şey yapıyoruz sanmışlar, din-

52


lerini, tarihlerini hatta yılların adlarını bile değiştir-» mişlerdi. Çok sürmedi. Mantıkları da, kendileri de perişan oldular. Onların gayesi «insaniyet» idi. Os­ manlI Kaynaşma Kulübü’nün üyelerindeki mefkure de aşağı yukarı «insaniyet» fikri... Türkiye’deki un­ surlarda, ferdleri biribirine — şahsî çıkarların çok üstünde bir ihtiras ile — düşman eden topluluk rûhunu öldürmek... Özel olarak bir coğrafî «beynelmilliyet» kurmak... Yarın yine toplantı var. Ben bu sefer biraz on­ ları hirpalamak istiyorum.

53


28 Temmuz 1912 - Moda

Önceki gön hava birâz yağmurlu idi. Kulübün toplantı salonunda hepsini hâzır buldum. Hepsi de­ yince, yalnız Türklet’i demek istiyorum. Aylardır ne Diyamandis, ne Angelof, ne Nikolaviç, ne de di­ ğerleri kulübe uğruydrlar. Gündemde lisan mes’elesi vardı. Doktor Sırrıllah Natık, Lâtince ile İbranice’den birisinin kabûlü3iü teklif ediyordu. Bilhassa : ‘ , \

— İbr&nice, en mükemmel lisandır! Diyordu. Lâtince’yi Hüsnü Rudi B ey, istiyor­ du. Bunun güzelliği genç bir bey... Gayet şık ve diğer arkadaşları gibi varlıklı. Ayni zamanda da ya­ zar. Her onbeş günde bir beşyüz saKifelik kitab ya•ymlıyormuş. Lâtince her ne kadar yaşamıyorsa da canlandırabiliriz. Baştan lisan aramağa ne hacet? Diyor, Sadullah Behçet’i kendine en sadık bir •yardımcı sayıyordu. Hoca Bâli Efendi itiraz ediyordu. Bu zat bi­ zim kulübe gelmekle beraber müthiş bir siyasîdir, «îttihad-ı ânasır» hususunda onun kadar ileri gitmiş daha kimse yok. Milliyetperverlerin aman vermez bir düşmanı...

54


Onun fikrini özetleyeyim : «Dinlerin maksadı insanları mutlu kılmaktır. Biz hocalar, sâbi’ ruhanileriyle, hahamlarla, Hıris­ tiyan rahibleriyle uyugmalıyız... Taassub aradan kal­ kar. Allah «bir» olduğuna göre, dinler neden bir kaç dane olsun? Hoca Bâli Efendi bu fikrini İstanbul basınmda da yayınladı. Hiç bir taraftan itiraz görmediğinden anladım ki, siyaset heyecanları arasında Türkler taassublarmı da unutmuşlar. O diyor ki : — Bugünki edebiyat lisanımız olan; bu Arabça ve Acemce’nin karışmasıyla hasıl olmuş Osman­ lIca, maksada, yeterlidir. Üç lisanın kaynaklarını, kaidelerini kendinin bildiği için, dünyanın en büyük : lisanıdır. Celâl Mün’im, Şair Hamid Bey de bu düşün' çeler... Yalnız onlar Osmanlılığı teşkil' eden her kavmin lisanlarından da kelimeler, kaideler alınma­ sını istiyorlardı. Doktor Sırrullah Natık Türkiye’nin en âlimi, en büyük filozofu olarak tanınır. Hatta bir Osmanlı Akademisi açılsa mutlaka o başkanı olacak. Şimdi o da Türkiye’de bütün milletlerin lisanlarmdan mürekkeb bir Osmanlıca tesis edilme­ sini tercih ediyor. •— Zaten Türkler’in lisanı yoktur. Onların söz­ lükleri Arabça, Acemce’dir. İcab eden kelimeleri, terimleri sözlüklerinden alırlar. Diyordu. Hatta daha ileri gidiyordu: Madem ki Osınanlıca baştan düzenlenecek; Rumca’dan, Bul­ garca’dan, Ulahça’dan; Ermenice’den, Sırpça’dan,

55


Arnavutça’dan kelimeler, hem bilhassa sarf ve nahv kaideleri alınacaktı. Bu lisana daha umumî bir ma* hiyet vermek için; nida harflerini İngilizce’den^ harf-i cerreleri Almanca’dan, resmî ve hususî lâkaba, ları Fransızca’dan, iktibas gerekirdi. \ Ben Ermenice’ye dair bir çok tafsilât verdim.' Doktor Sırrullah Natık, böyle> umumî, yüce, mükemmel bir Osmanlıca’nm bütün dünya tarafın­ dan bile kabul olunacağını söyledi. Sonra ben karşı çıktım : Lisanlar te’sis olunmaz, her müessese gibi ken­ di kendine teessüs eder. İçtimaiyatın bu gerçeğini kabul etmeyenler, bir çok defa aklanmışlardır. Hiç sun’î bir lisan yaşamamıştır, yaşamaz da... İşte ni­ tekim 1880 yılında icad olunan «Vulapuk» lisanı önce epeyce önem kazandı. Lâkin bu geçici bir mo­ da idi. Çünki bir lisan, yani bir müessese te’sis olu­ namazdı. On yıl içinde iki yiiz seksen kulübü olâb bu lisanın yirmi beş dane de gazetesi vardı. Yalnız Paris’te on dört dane «Vulapuk» dershanesi açıl­ mıştı. Ne oldu?... Birdenbire bu lisan o kadar çabuk unıltuldu ki, bugün bütün dünyada «Vulapuk» ça bilen bir adama rastgelmek ihtimali yoktur. Sonra «Esperanto» çıktı. O da şimdi yavaş yavaş sönü­ yor. Yerini «Lyda», «Ydo» lisanına bırakıyor. O da yaşamayacak. Mutlaka ölecek. Halbuki Ermeni­ ce... Memâlik-i Osmaniye’nin aslî lisanı budur. Çünki, Türkiye’nin dışında Ermenice konuşan top­ lu bir millet, bir devlet yoktur. Halbuki Yunanistan Rumca konuşur, Mısır Arabça konuşur, Bulgaris-

56


tan Bulgarca, Sırbistan Sırpça, Romanya Ulahça,. İspanya Yahudice, Kaşgar, Hive hanlıkları Türkçe; konuşur. Bütün bu lisanlardan mürekkeb bir lisan­ da mutlaka dış bir milletin izleri de kalacaktır. Er­ menice öyle değil. Bir def’a yazması gayet kolaydır. Türkiye’nin hemen her büyük şehrinde Ermeni bu­ lunduğundan bu lisanın kabulü halinde, pek çabuk, yayılabilir.» • Sonra devam etdim... Bâli Efendi kanaat geti­ riyor gibi oluyordu. Sait Bey düşünmeğe başladı. Lâkin Doktor Sırruîlah Natık, benim teklifimi ka­ bul .etmedi. — Vakıa «Memâlik-i Osmaniye» haricinde Ermenice konuşan toplu bir millet, bir devlet yok, dedi. Lâkin bu lisan tarihî bir lisandır. Biz uydur­ ma, pek yeni bir lisan istiyoruz. Dünyada «lisani­ yat» kadar efsaneden bir ilim yoktur. «Bir lisana, kendi tabiatına aykırı diğer lisanlardan alınan kai­ deler konulamaz...» deniyor, değil mi? Yalan!... İşte bugünki Osmanlıca... Türkçe’de olmayan, Arâbça, Acemce kaideleri pekâla bizim lisan-ül li~ santistikler koymuşlar. Türkçe’nin tabiatında olma­ yan «Atf-ı tefsiri» leri çoğaltmışlar. Edebiyatımız­ da otuz - kırk satırlık cümleler var. Bugün kibar , bir Osmanlıca asla Türkçe kelimeye, Türkçe sarf' kaidelerine tenezzül etmez. Zaten bizim 'tasavvur et­ tiğimiz Osmanlıca, kısmen başlamıştır. İçinde bir­ birine yabancı üç ayrı lisanın kaideleri var. Üç ay­ rı lisanın kaideleri bir araya gelip yaşayabilirse, ne­ den on lisanın kaideleri birleşip bir arada yaşama­ sın? Ben cevab vermedim. Fakat Sırrûllah’m dedi-

57


J i OsmanlIca yaşıyor' muydu? Görüyorum ki, ha­ yır... Dikkat ettim: Osmanlılık iddiasında bulu- ; nan Türkler bile yalnız yazarken, şi’r düzerken Arabça, Acemce kaidelerle, kelimelerle yapılmış yabancı terkibler kullanıyorlar. Konuşurken cüm­ leleri hep kısa, hep tabiî;.. Hatta Arabça, Acemce .kelimeleri kendi tecvidlerine uyduruyorlar. Lâkin yazarken tabiatın yaptığı temsili âlimane bir teha­ lükle düzeltiyorlar. Türkiye’de yaşıyan bütün unsurların lisanla. rrmdan miirekkeb bir Osmanlıca kabul edildi. Hüs­ nü Rudi «Memâlik-i Osmaniye» de Acem olma«dığmdan eskiden nasılsa girmiş Acemce kelimeler­ le kaidelerin lâğvını istedi. Hoca Bâli Efendi ona <cevab verdi : İstanbul’da, Anadolu’da epeyce Acem vardır. Bunlar Osmanİılar’dan kız alıp kız verebilirler. Ne­ den onların vaktiyle girmiş kelimelerini, kaidelerini atalım. Bilâkis Acemce, Osmanlıca’nın en güzel bir •ühsurudur. Zavallı Hoca Bâli Efendi. . . İstanbul’u, vilâyet merkezlerini dolduran; tömbeki, çay, kâğıt, kalem ticaretini ve ameleliği ele geçirmiş olan Azerbeycan’lı Türk oğlu Türkler’e giyimlerine bakarak .Acem diyordu.

58


30 Ağustos 1912 - M oda...

Dün Ermeni arkadaşlarından biri Fransızca «Mercure de France» risalesinin 16 Ağustos 1912 Sarihli sayısını verdi : . — Mutlaka oku, dedi... Kurşun kalemle işaret ettiği şey gayet uzun, -«Risal» imzalı bir makaleydi. Makalenin başlığı : «Türkler Millî Bir Rûh Aramakta...» Şimdi bitirdim. İşte şimdi acı bir hoşnutsuzluk duyuyorum. ' Eğer bu Mösyö Risal’in haber verdiği şeyler rioğru ise çok kötü... Türkler de bir millet oluyor demek... ötede, ■beride bir takım adamlar varmış; bir, Türk rûhu ararlar, Osmanlıca adı altında devam eden Arabça, Acemce karışık Hsanı bırakmağa, konuşulan ta­ b iî halkın lisaniyle edebiyat yapmağa çakşırlarmış. Evet, Türkler de kımıldanıyorlar. Bir İngiliz bana demişti ki : «Türkiye’de ondört milyondan fazla Türkçe konuşan tamamiyle Türk, — diğerleri de Türkleş­ miş — bir halk var... Halbuki ne kadar Ermeni, ne . kadar Rum var? Sanmam, ki, bu iki unsur üç mil­ yondan fazla olsun...»

59


Rumlar’m fikri İstanbul’u, İzmir’i filân işgâl edip bu on dört milyonu «Kızılırmak» m sağ ta,rafına atmak. Ermeniler’in fikri «Büyük Ermenis­ tan» ı teşkil edip ne kadar Türk varsa hepsini «Kı­ zıl ırmak» m sol tarafına atmak... Eğer bu iki mil­ let ayni zamanda muvaffak olursa, Anadolu’da b îr tek Türk kalmayacak, hepsi Kızıl ırmak’a döküle­ rek denize akacaklar. Lâkin! Türkler de Rumlar, Ermeniler, hatta. Arâblar, Arnavutlar gibi milliyetlerine sarılırlar­ sa!... Otıdört - onbeş milyonluk toplu bir kuvveti®., karşısında biz ne olacağız? Çok dağınık, çok az. olan bir Ermeniler bunu düşünmeliyiz. «Osmanlılık» müessesesini güçlendirmeliyiz*. Asla üç - dört milyon, onbeş milyona galebe çala— maz. Gayet muktedir Avrupa’Iı bir yazar diyor ki r;: «Türkler çok âli-cenabtır. Kendi milliyetlerini,, tarihlerini asla anmazlar. Onlar şimdi yalnız rahat*: yaşamak istiyorlar. Eğer Türkiye’deki Hırisiyanlaraşın milliyetperverlik göstermeyip onları uyandırmasalar Meşrutiyet sayesinde elli yıl içinde birTürk kalmayacak. Servet, ticaret, arazi, hatta hü­ kümet Hıristiyanların eline geçecek; Türkler yincçadırlarına girerek yaylalara çekilecekler. Namazla­ rım daha rahat kılmak için, geldikleri tenha, sâiÇ asude Türkistan’a dönecekler... Halbuki, H rristiyanlar milliyetperverlikte taassub gösterdikçe T ü rk - ; ler’e de bu.hal aksediyor. Bir takımları: «BEN"; TÜRK’ÜM, TÜRKLÜĞÜMDEN GURUR DUYA­ RIM !...» diye ortaya atılıyor, konuşulan tabiî' Türkçe ile şi’rler, kitablar yazıyor, konferanslar ve­ riyorlar. Hatta yavaş yavaş «Türkçülük» diye bâr.: mefkûre bile canlandırıyorlar.»

60


Düşünüyorum! Biz Ermeniler, Rumlar, hatta ,-Arablar, Arnavutlar miliyetimizde taassub göster­ mesek;. Türkler «Osmanlılık» adını verdikleri koz­ mopolitlikten ayrılamıyacâklar. Hükümeti elinde tutan fırka tamamiyle sustu­ ruldu. Buna Rumlar’la çalışan ve bizim Kaynaşma 'l&dubü’nden daha mu’tedil, daha siyasî olan «iti­ lâf» fırkasıyla milliyetperver Arnavut ihtilâlcileri ve millî düşünceden yoksun bulunan Osmanlı subay­ la rı muvaffak oldular. , Halâskâran-ı zabitan -gurubu, şimdilik mevki’e fıakim... Kabinede Tanzimat rûhunun yetiştirdiği Tmyük simalar var. Meselâ dünyada kim tasavvur edebilir ki, Kâmil Paşa ğibi Tanzimat dahisi bir •Osmanlı, Türklüğü düşünerek hareket etsin... O "lam bir OsmanlIdır. ,, Âh, lâkin savaş ihtimalleri... Eğer olursa; ya •mağlubiyet, ya galibiyet... Ben en çok mağlûbiyetten korkuyorum. Mil­ letleri uyandıran büyük felâketlerdir. Y a Türkler’de bir felâkete uğrayıp, uyanırlar■'sa!..~ ■■

61


Teşrin-i evvel İ9İ2 - Moda...:

Savaş başladı... Bulgarlar, Sırplar, Karadağlı­ lar, Yunanlılar hatta bir parça da Amavutlar Türkler’e savaş açtılar. Bizim kâinat umurumuzda de­ ğil. Yine kulübümüzde toplanıyor, görüşmelerimize devam ediyoruz. Dün toplantı günüydü. Gündemde . «din» mes’elesi vardı. Sırrullah Bey tanzim olunacak yeni «OsmanlI» milletinin mutlaka bir dini olması gerektiğini soy- ; ledi. ■ Hoca Bâli Efendi İslâm’ın; Musevilik, İsevi­ lik ve Sabi’lik dinlerinin birleşmesinden meydana gelmiş bir din olduğunu ve biraz değiştirilerek bü­ tün OsmanlIlar’a kabul ettirilmesini teklif ediyor. / Sadullah Behçet, bütün bütün dinin aleyhinde... Hüsni Rudî «Japonlar gibi dinsiz olalım!» diyehaykırıyordu. Görüşme epey sürdü. Yayma başla­ nınca halkın galeyânından korkuluyordu. Yeni b ir din bulmak, yeni bir lisan bulmaktan daha zordu. Nihayet şimdilik «dinsizlik» te karar kıldılar, Rum, Bulgar, Sırp, Arnavut, Arab, Ermeni hasılı bütün* Oşmanlılar yavaş yavaş dinlerini terk edecektiler. Sait Bey «ihmal», diyordu. «İhmal bütün ocak­ lara incir diker!» böyle tafsilât veriyordu : «İlk Tanzimatçılar bir kalemde milliyetleri sil—

62


diler; Türk’e Türklüğünü unutturdular. Lâkin dine; dokunamadılar. Çünki, onlar da bizim gibi, belki bizden fazla yüzyıllardan beri köklenmiş taassubtan korkuyorlardı. Taassub izale edilince tabiî din ■de kalmazdı. Bulduklan çâre «ihmal» idi. Çalışan, demir ışıldar. Nasıl çalışmayanı pas tutarsa; bir müessese de genelleştirilmez, kendi halinde bırakı­ lırsa ihtiyarlar, yıkılır ve dağılır. «Memâlik-i Osmaniye» de en çok mü’mini. olan din Islâmdı. İslâm’ı yıkmak için ihmal gere­ kiyordu. I Tanzimatçılar da memleketin her tarafım tan­ zim ederken medreselere hiç bakmadılar. Dinî mü­ esseseler! hep eski halinde bıraktılar. İhmal ettiler. . Biz de onların gittiği yoldan gideceğiz. Dini çağ- daşlaştırmayacağız. Çağdaşlaşmayan dine tabiî çağ­ daş OsmanlIlar yabancı kalacaklar. Bizim gayemiz de gerçekleşecek.» Kulübteki gayr-i Türk üyelerin gelmeyişine^ halâ hiç biri dikkât etmiyordu. Dalgm, her şeyden? bihaber kararlar veriyorlardı. Bab-ı Âli’den aşağı inerken Sırrullah, bjTiyazi yanandaydılar. Asker sevkiyatma hiç bakmıyorlar, hatta o ka­ dar gürültüleri işitmiyorlardı bile...

N 63’ »


Teşrin** sani İ912 - Moda...

İşlerim bozuldu. Savaş hemen etkisini göster-, *di. Piyasa durgun... Para yok... Bugün İstanbul’a geçiyordum. İskelede bir çok kalabalık gördüm. ^ Diyorlar ki: «İstanbul ahalisi Üsküdar’a, Kadı­ köy’e göç ediyor.» Fakat ne çabuk... Demek İstan­ bul’a Bulgarlar girecek. Haftalar var ki, Çatalca hattını zörluyorlai. Her taraf muhacir doldu... Se­ falet son derecede! Vapurda gözlerimi Ayasofya’nm "kubbesinden ayıramadım. Yan kamaradaydım. Gü­ zel, şişman bir Rum kadını ancak dört yaşında tah-r ~mİn olunabilir oğluyla karşımda oturuyordu. Hava çok güzeldi. Uzaklardan top sesleri geliyor gibiy­ di... Çocuk dizlerinin üstüne kalkmış dışarıya ba­ kıyordu; Rumca : — Ayasofya bu değil mi anne? diye sordu. Kadın bir'defa bana baktı. Başımda şapka vardı. Şüphelenemezdi. Zaten artık İstanbul’da Türkler’-. den kimsenin çekindiği yok ya... Çocuğuna cevab verdi : — Evet yavrum. — Âh, ne'güzel... Sonra kadm da eğildi. Pencereden dışarı bak-mağa başladılar. Yavaş yavaş konuşuyorlardı. Ben elimdeki gazeteyi okur gibi yaparak dinliyordum* — Ne zaman gelecek Kostantin? 1 ■M


. . — - Müttefikleriyle birleşecek. Onbeş - yirmi güneş kadar... : : — Neden Bulgarlarla, Sırplar girip almadılar gimdi? 1 — İstanbul’un gerçek sahibini bekliyorlar... . — İstanbul’u)! gerçek sahibi kim? —r Yorgi’nin kahraman oğlu Kostantin. Tâ köprüye yanaşmcaya kadar dışarı baktılar. Onlar da benim gibi İstanbul’un son günlerini yaşa­ dığına inanıyorlardı. İstanbul’da herkes bunu bek­ liyordu... Köprüde rastgeldiğim bir jandarma su­ bayı; elçiliklerle Kâmil Paşa’nın anlaştığını, Bulgar askeri girer girmez Osmanlı jandarmaları ve elçilik maiyetiyle vapurlardan çıkacak olan ecnebi nefer­ lerin bir ellerinde Osmanlı bayrağı, bir ellerinde mensub oldukları devletin bayrağı olarak devriye gezeceklerini söyledi. Bravoo!... Gerçekten şimdiye kadar Osmanlı lar’dan Kâmil Paşa kadar büyük adam yetişmemiş­ tir, yetişemez de... Elçilikleri İstanbul’a asker çı­ karmak hususunda ikna’ etmek... Bunu her işiten Osmanlı, paşanın maharetine şaşarak, sevinerek «Yaşasın siyaset piri!» diye rahat nefes alıyor. Bul­ gar Kralı Ferdinand’ın Ayâsofya’da «tâç giyme» tö­ reninde giyeceği esvabla formalar Paris’te yapılmış. Avrupa gazeteleri yazıyor. Ey ihtiyar Ayasofya!..* Demek beşyüz bu ka­ dar yıl sonra kubbene yine haç dikilecek ha...

65


28 Kanun-! sanî 1313 - Moda. . .

Hıristiyan müttefiklerinin orduları İstanbul’a • giremedi. Top seslerini işittikçe ne kadar seviniyor­ duk. .. Bütün kiliselerde ... gizli değil, alenî — muzafferiyet duaları ediliyordu. Rum ili’nden Türider kovuldu. Bulgarlar geçtikleri yerlerde cami, minare, İslâm bırakmadılar. Yaktılar, yıktılar, öldürdüler... pomaklar’m hepsini Hıristiyan yaptılar. Bütün Av­ rupa genç Balkan milletlerinin cesaretine, azmine, şiddetine şaştı. Bulgarlar’ın millî rengi Paris’te bu senenin modası... Hatta Beyoğlu’nda bile Bulgar modası adet oldu. Bulgar renginde kumaşlar İs­ tanbul’da bile satılmağa başladı. Ben Kaynaşma Kulübü’müze devam ediyor­ dum. Arkadaşlarım o kadar dalgın, görüşmeleriyle o kadar meşgul ki, savaşlardan haberleri yok... Galiba her gün kafamızı inleten top seslerini bile;1 duymuyorlar. Dünki görüşmede Sırrullah Natık, Hıristiyanların medeniyetinden, Türkler’in, İslâmlar’m barbarlıklarından bahsetti. «Bizim memleketi Hıristiyanlar alsa asıl o zaman hürriyeti, serbestliği görürüz. İşte Mısır gözümüzün önünde... O ne re­ fah, o ne saadet» dedi. Gazeteleri okumadığı için Balkanlıların yap­ tıklarından haberi yoktu. Ben itiraz etmedim. Bu ezelî uyku içinde görüşme uzadı.

66


Sait, Sa’duİlah, Behçe't hatta Hoca Bâli Efen­ di Osmanlılar’ı kaynaştırmak için ilk yapılacak işin «Bilâ tefrik cins ve mezheb» kız alıp kız verine ola­ cağında ısrar ediyorlardı. Vakıa İslâmlar Hıristiyanlar’dan kız alabili­ yordu» Lâkin veremiyorlardı. Gayet mükemmel bir mahtilt kullanıyorlardı : «Alınsın da neden, verilmesin?» Hoca Bâli Efendi fikrini söyledi : «Din nedir? Sabî’lik, Musevîlik, İsevîlik, İslâm­ lık değil mi? Biz bunların hepsini birleştireceğiz. [11 Aslına döndüreceğiz. «Din-i İbrahimî» yi meydana , çıkaracağız. «Din-i İbrahimî» milletlerle dinler ara­ sında ;fark görmeyeceği için «Bilâ tefrik cins ve mezheb evliliğe de müsaade edecek.» Bâfi Efendi’ye kimse itiraz edemezdi. A rtık programımız tekâmül ediyordu. Bugün dağılırken Doktor Sımtllah Natık : — Yakında faaliyete geçeceğiz, dedi. Hakikat ilerliyor, onu hiç kimse tutamaz... Fakat hangi hakikat Yâ-Rabbî!...

,[1] Mezhebleri birleştirmek gibi dinleri de birleştir­ mek. Dinleri birleştirmek için de önce mezhebleri bir’Meştirmek. Bir nev’i akla uygun «Protestan» tevhidçiliği. — Tevhid-i Protestan —

67


7 Mart 1913, - Moda...

Hakikat ilerledi. Henüz kimse onıi tutmadı. ÇünM ilerleyen şeyden kimsenin haberi yok.

Kaç senedir inceleyerek çizdiğimiz esâslarımızı neşre, ta’mime başlayacağız. Önce bir gazete... Bu­ nu şimdilik haftada bir çıkaracağız. Lâkin gazete­ mizin ismini bulmak çok güç oldu. Kulüb’te sekiz kişiyiz. Sekizimiz de »ayrı adlar bulduk. Ben «Babil Kulesi» dedim. Bu, gerçekten Osmanlılık kaynaş­ masını iddia eden bir risale için tam bir f«ad>> idi. Sırrullah Natık, Alfred lupye’nin «İde’e - force» ta­ birini bozdu. Bundan bir anlam çıkmadığını söyle- di. «İde’e - forte» haline koydu. «Kuvvet - zinde» diye tercüme etdi. Kuvvet yerine «fikr» konulursa maksadımızı neşr edecek gazeteye tam uygun bir ad olacaktı: Fikr-î zinde... Sadullah Behçet i — Gazeteye addan önce bir şiar bulmalıdır, diyordu. Bulduğumuz şiarlar da hiç birbirine uymadı. Gazetemiz için bulduğumuz sekiz ad şunlardı, : - Babil Kulesi, Fikr-i zinde, Şeinş-i yegâne, İzabe-i anasır, İhsanlık, OsmanlIlar kaynaşalım!, vic­ dan hür, irfan hür... Nihayet kıır’a çekmeğe karar verdik. Bu se-

68


ldz ismi kâğıtlara yazdık. Bir tane çektik, «İnsan­ lık» çıktı. Baş yazar Sait oldu. ■ Felsefeye aid kısmını Sırrullah Natık yazacak­ tı; İçimaiyat kısm ım : Sadullah Behçet, Hüsnü Rudi, Edebiyat kısm m ı: Niyazi Bey; Fen kısmım : Celâl Bey; Din kısm m ı: Hoca Bâli Efendi; Değişik konuları da ben... İlk sayımızı bakalım ne zaman çıkarabilece­ ğiz? .

69


15 Nisan 1913 . Moda. ;.

Dün, ilk nüshanın münderecatını görüştük. Sait Bey «Nev-i beşer» in bütün bir millet ol'duğuna, «Vatan» m da «Ruy-i zemin» olması lâ­ zım geleceğine, ancak bu hakikati anlayanın insan sayılabileceğine dair, uzun bir şi’r yazmıştı. Bu, gayr-i millî yani «Bilâ tefrik cins ve mezheb» edjebiyatmm hakikaten bir şâheseri. idi. Dinlerin, milli­ yetlerin, muhitlerin, vatanların hep efsane olduğu­ nu terennüm ediyordu. Suıulİâh Natık’m makalesi elli sahifeden fazla idi. Bir çok ecnebî adlan söy­ lüyordu. Lâkin ne yalan söyleyeyim, makale gayet büyüktü. Ben de beğendim. Sadullah Behçet, Hüsnü Rudi, bütün iktidar­ larım göstermişlerdi. Hüsnü Rudi dört - beş sahifenin içinde içtimaiyatdan, gariziyetden, tarihten, ' "hayvanattan, metafizikten, patolojiden bahsediyor, septizm ile spiritualizm arasında hiç, bir fark olma-, dığmı, bütün ilimlerin saçma olduğunu isbat ediyor; nihayet de kendisinin âlim olduğundan iftihar edi­ yordu. Niyazi Bey her lisanın bir lisan olmadığını, li­ sanların müesses olmayıp te’sis edilebildiğini, bir li­ sandan diğer lisana kelimeler olduğu gibi kaideler

70


■de alınabileceğini iddia ediyor, mütekâmil OsmanlI­ ca için tafsilât veriyor, Arabça, Acemce, Rumca, Arnavutça, Sırpça, Bulgarca, İspanyolca kelimeler­ le, kaidelerle yapılmış cümlelerden misaller getiri­ yor, bu karmaşık lisanın ahengini, güzelliğini anlata anlata bitiremiyordu.

Fen kısmı gayet parlaktı. Yegâne hakikatin fen­ de olduğu, fennin dışındaki her şey’in bir kuruntu, bir hayâlden ibaret olduğu isbat olunuyordu. , i * v Hoca Bâli Efendi kaynaşmış Osmanlı milletinin müşterek dinini izah ediyordu. Bu «Din-i İbrahim?» idi. Sabilik, Musevîlik, İsevîlik, İslâmlık karıştırıl­ malı, geriye gidilerek Hazret-i İbrahim'in dini hulunmalıdır. Bu nüsha adeta meslek sayışıydı. Kay­ naşma Kulübü’nün esasi düşüncelerini ihtiva ediyor­ du. Son sahifeye «Bila tefrik cins ve mezheb evli­ lik» ilânları koyacaktık. Din, millet farkına bakma­ dan evlenecek gençlere yardım edecektik. Benim makalem çok alkışlandı. Sırrullah Natık : ' \ — Bu nüshanın en mükemmel parçası budur, ' dedi. Hüsnü Rudi bu düşünceleri daha önce kendi­ sinin de yazdığını söyledi. Şair Sait, benim tarihte etnografyadaki vukufumu yeni anlıyordu. Makalemin başlığı: «Memâlik-i Osmaniye’de ırkî ve cinsî bakımdan bir tek olsun Türk yok­ tur!...» cümlesiydi... Tarihe, etnografyaya dayanı­ yordum. İlmen iddiama kimse itiraz edemezdi. Ma­ kalemin özü şu idi : 71


«Memâlik-i Osmaniye’de hiç Türk yoktur! Ahmed Mithat Efendi bunu tasdik ile berâber yal­ nız Âl-i Osman hanedanının Türk - Tacik ırkına, mensub olduklarım yazmış ise de o da yanılmıştır. Âl-i Osman’m dahi Türk - Facik ırkından ^olmadık­ larım isbat etmeden önce bütün Memâlik-i Osma­ n iye’de hiç bir ferd Türk bulunmadığını anlataca­ ğım. [Anadolu’da hiç Türk bulunmadığı] hakikatinin en büyük şahidi Fransız gezgini «Tavrunye» dir. On yedinci asırda üç def’a bütün Memâlik-i Osmaniye’yi İran’ı, Hindistan’ı dolaşan bu zat, neşr etdiği tarihte Tokat’tan Tebriz’e kadar olan büyük mesafede ancak yüzde iki nisbetinde müslüman bu­ lunduğunu yazıyor; Şundan anlaşılıyor ki, Anadolu’­ da 200 sene önce Türk değil hatta müslüman bile yokmuş. Bunun aksini isbat edecek bir tek delil olsun bulunamaz. Bir takım çıkarcı, mutaassıb milli­ yetperverlerin «Türk» dediği Anadolu ahalisi kılıç zoruyla müslüman olmuşlardır. Evet, Anadolu halkı vakıa Müslümandır, lâkin kat’iyyeü Türk değilidir; Herkesi kandırıp hasis çıkarlarım istihsalden başka bir şey düşünmeyen miliyletperverler, «Memâlik-i Osmaniye» de hiç Türk olmadığını görünce Atab,, Acem, Bizans tesirlerinden bahs ederler. Bu üç te­ sir altında «Türklük» ün yok olduğunu söylerler. Olmayan bir şey sonra nasıl yok olur? M emâlik-i Osmaniye’deki müslümanlar, dinlerinden dönmüş eskİ R um larla Ermeniler’dir. Bu zavallılar yeni din­ lerini bırakıp tekrar eski Rum larla Ermeniler’dir. Bu zavallılar yeni dinlerini bırakıp tekrar eski mil­ liyetlerine dönemezlerse asla Türklüğü de kabul et­ mezler. Nitekim Memâlik-i Osmaniye’de kimse : . — Ben Türk’üm.

72


Demez. Milliyeti sorulunca yalnız : — Müslüman’ım Elhamdülillah, der. Milliyetperverler İçtimaî hakikatin bu esrârmı. bilmezler. Dünyada seksen milyon Türk olduğumu uydurarak ötekini, berikini kandırırlar. Hele mefku­ releri olan «Tûran» kelimesinin manâsı bile aleyhlerinedir. Rus âlimi meşhur (Bartolt) bu çıkarcıla­ rın mazaratmdan ürkerek «Tûran» kelimesinin ne demek olduğunu herkese ilân etmiştir. (Bartolt) gibi bir Rus âlimi bize temin ediyor ki: «Tûran» İran’ın bir vilâyeti imiş. Hem Farsça bir ad imiş.». . O kadar tafsilât veriyor, Avrupa âlimlerinden o kadar şahidler getiriyor, hatta dünya yüzünde bu­ gün «Türk» adında bir millet olmadığım o kadar mükemmel isbat ediyordum ki... İtiraz mümkin değildi... Haksız yere kendüerine «Türk» diye iftira edilen OsmanlI arkadaşlarım, arzın üzerinde hiç Türk olmadığına son derece sevmiyorlar, beni ku­ caklıyorlardı. Hoca Bâli Efendi ahumdan öpüyor­ du. Çünki o, milliyetperverliğin dinsizlik olduğuna inanıyordu. Sevincin verdiği heyecanla titreyerek : . — Var ol Hayıkyan Efendi evlâdım, diyordu.. . Şu rezîllere son sözü söyledin. Onlar şimdi TürkoV lojilerinden - mürkolojilerinden bir cevab çıkarıp verebilecekler mi bakalım?... Hem ilâve de ediyordu : —- Onların mazaratmdan yalnız biz OsmanlI­ lar değil, Rus «devlet-i Fahime-i muazzama» si ([1]'

(l) Devlet-i Fahime-i muazzama: Büyük ve muazzam devlet.

73


dahi endişededir. İhtimal bu makaleni elçilik tercümam tercüme edecek, sana «Patersburg Cemiyet-i İlmiye-i İmparatoriyesi» nden bir mükâfat, bir nişan gelecektir.

ON İKİ YIL SONRA... ,

75 '74



«Hayat bir uykudur, A şk onun rüyasıdır!»

Derler. Ne kadar doğru! Ben de sevdim, söy­ ledim. Güzel, şefkatli Hayganoş’uma Haçikler’in evin­ de rast gelmiştim. Bu âli kalbe, bu zarif kıza besle­ diğim hürmet yavaş yavaş aşk oldu. İnsanları tatlı hülyalarla yaşatarak en mühim şi’rlerin manâsını öğreten bu âli heyecan, sonunda bana da yaşama­ nın lezzetini öğretti. Bu lezzeti tatdıktan sonra zev­ ce, evlâd, aile, sonra da milliyet muhabbetini duy­ dum» Hayganoş’u görmeden önce sanki rûhum, san­ ki hissim yokmuş... Şimdi o benim karım... Aşağıda oynayan ço­ cuklarımızın seslerini duyuyorum. Ne kadar mes’udum... Her taraf kar içinde... Sobanın odunları tatlı, ılık bir çıtırtı ile yanıyor. İşim yok, kitablarımı karıştırıyorum. Senelerce önce yazdığım şu defteri bu■:'v luyorum. Kırk - elli sahifelik bir şey... Bekârlığımın eksik, dağınık, perişan bir faslı... Bir roman ki ben­ den başka kim okusa bir şey anlıyamaz. Eminim ki, dünyada bu kadar düzensiz bir günlük tutulmamış­ tır. Fakat okudukça hatıram alevleniyor. Osmanlılık ' kaynaşması kuruntusuyla toplandığımız günleri, o masum, ideolog, saf. arkadaşlarımı hatırlıyorum. Yıllardan beri unuttuğum şeyleri birden hatırlamak beni tahrik ediyor. Vücudumun harareti çoğalıyor. Gayr-i ihtiyarî yine yazmak arzusuna düşüyorum. Yazacağım... Yazmak, eğlencelerin en güzeli, en ' yararlısı değil midir? 77


Her geçen yıl hafif bir sis tabakası bırakmış,., manevî bir duman... Ben bu dumanın içinden yi­ ne yazıyorum: Oynadığımız budalalık komedisinin son perdesini — sanki şimdi kapanmış gibi — nok- , tası noktasına hatırlıyorum: İşte Nur-i O sm aniye-deki «Osmanlı Kaynaşma Kulübü!» Sanki daha. «İnsanlık» risalesinin birinci sayısmı. çıkarmışız. Bugün yine görüşmelerimiz var. Ben pencerenin..;, yanındaki koltukta sigara içiyorum. Şırfullak Natık, konferansını hazırlamış her fırsat bulduğu y e r-de söylemeğe başlıyacak. Ne kadar seviniyoruz. Satış çok. Sekiz bin sa-yıdan bir tek kalmamış. İkinci baskıyı da yaptırmağa karar veriyor, da- ğılıyoruz. Herkes gelip «İnsanlık» mecmuasından istiyor. Hatta bazı kitabcılar beş kuruştan satmış- , lar. Niyâzi Bey : — Âh keşki dışarılara gönderdiğimiz bin adeti. de — tehir edip — burada dağıtsaydık, diyor... Evet, kaç gün sonraydı, iyi hatırlamıyorum. Yine toplantı günüydü. Kulübde toplanmıştık. Sait:: yeni yazdığı bir şi’ri okuyordu. Masanın üzerinde bir yığın kâğıt gördüm* Niyazi Bey’e bunların ne * olduğunu sordum : — Milliyetperverlerin teşvik ile protesto telgrafları...

çektirdikleri i

Diye güldü. Hoca Bâli Efendi sarığım salladı;: — «Atarlar seng-i ta’rizi diraht-i meyvedar üz- re» dedi.

78


Ben yaklaştım. Bu kâğıtlara bakmağa başla­ dım. Uzuri; kısa, hepsi bize «Ey milletini inkâr eden, alçak sefiller!... Biz Türk’üz, ne milletimizi inkâr ederiz, ne de dinimizi değiştiririz,» diyorlardı. Telgrafların bir çoğunda Türk vilâyetleri beledi­ ye başkanlarinın imzaları vardı. j i''

Galeyan müdhişti. Lâkin kulübdekilerden kim­ senin önem verdiği yoktu. Hatta ikinci sayı için ya­ zılar getirmişlerdi.Türk Yurdu, Türk Ocağı, Türk Gücü, Altun Ordu, Yeni Tûran Türk Birliği cemiyetlerinin birer . makale kadar uzun telgraflarını okuyordum. Kalbİnr çarpıyordu. Varlığı inkâr edilen büyük bir milletin bir tayfundan daha müdhiş olan mukaddes, yüce hiddeti kabarıyor, taşıyordu. Edime, Bursa, Konya, Kastamonu, İzmir, Adana, Trabzon, Haleb, Ankara vilâyetlerinin sancaklarından, kazalarından, nahiye­ lerinden telgraflar yağmıştı. «İhsanlık» mecmuası galiba, daha şark vilâyetlerine gitmemişti. Bütün Anadolu «Ben Türk’üm» diye haykırıyordu. Kulü­ bümüzün İlmî, İçtimaî kasdi, Türkiye’de yaşayan bütün milletleri müteessir etmişti. Osmanlılık kay­ naşmasına yalnız Türlder değil, Arablar, Rumlar, ■Ermeniler de kızmışlardı. Arablar İslâmî bozmağa, yeni bir din çıkarmağa kalkan Hoca Bâli Efendi’nin idamını istiyorlardı. Patrikhane bir beyanname yaymlamıştı. «Rumlar Rum’dur, Elenus’tur, diyordu. Başka bir milliyet tanımazlar. Osmanlılık onların yalnızca resmî, siyasî ünvanlarıdır. Türkiye’deki bir 79


JRum’la Atina’daki, Girit’deki, buradaki bir Rum’un arasında ne lisanca, ne gelenekçe, ne harsça, ne dince, he de mefkûrece hiç bir fark yoktur. Rum millî harsı (Culture - nationale) bütün dünyada bir­ dir. Kendi milliyetlerini mahv etmeğe kalkan bir ta­ kan inançsızlar, Büyük Rumluğu asla bozamazlar.» Ermeni Patrikhanesi, Ermeni mahfili, bu kay- j maşma teşebbüsünü gayet gülünç buluyordu. Kâ­ ğıtları okudukça İçtimaî müesseselerin, milliyetle di­ nin aleyhinde bulunmaktaki mantıksızlığı, zirzopluk gu anlıyor gibi oldum. Uzaktan bir takım gürültüler yaklaşıyordu. Birbirimize bakıştık. Geniş pencereye doğru yak­ laştık. Nûr-i Osmaniye caddesinden bayraklı bir kalabalık geliyordu. Kırk - elli bin ağızdan çıkan bir manzûmenin müdhiş bir, tehdid, canlı bir .ya­ lanlama gibi yükselen uğultusunu duyuyor, sesimizi çıkarmadan sararıyorduk : «Biz Türkler’iz, biz Türkler’iz.. . . Mukaddestir ilimiz. «Birlik» tedir kuvvetimiz, Birdir bizim dilimiz...» Uşaklar işi anladılar. İstanbullular bize, karşı nümayiş yapıyorlarmış. Kulübün kapısını polisler 'koruyorlarmış. Sırrullah Natık bazulannı, dişlerini, 'bacaklarını sıktı. v;V — Âh bu Türkçü serseriler! Bütün. OsmanlI­ la r! kandırıyorlar, diye inledi.

80


Sadullah Behçet bu müdhiş kalabalıktan ürk­ müş : — Faule, faule! İnconseiente, elle veut nous ecraser, diye titriyordu. Hüsnü Rudî : — Ana tarafından galiba Türk unsuruna men­ subum... Demeğe başladı. On dakika içinde bütün cad­ de doldu. Kalabalık o kadar çok, o kadar sık idi ki, kimse kımıldayamıyordu. Bir genç —- sonradan kim ,• olduğunu öğrendim, Türk Ocaklûrı’nın hâtibi imiş — bizim kulübün peronuna çıktı. Gayet gür bir sesle; Osmanlılık kelimesinin düvelî bir tabir­ den başka bir şey olmadığını; dinler gibi milliyet­ lerin de muhterem, kudsî, ihmâl olunmaz müesse­ seler olduğunu; Türkiye’de on dört milyondan, fazla Türkçe konuşan müslümanm Türk sayıldığını; az­ lığı teşkil eden Rumlar’la Ermeniler’in de kendi milliyetlerini muhafaza etmelerini Türkler’in mem­ nuniyetle karşılayacaklarını haykırdı. Sırrullah Natık kulübün penceresinden Osmanlılığı da müdafaa ile «Türk» diye bir milliyet meydana getirilmesinde­ ki münasebetsizliği nutuk halinde söylemek istiyor­ du. Hepimiz mâni olduk. Korkuyor, sararıyorduk... Genç Türk hatibinin nutku bir konferans gibi uzu­ yor, sürekli alkışlar içinde derinleşiyordu. En so­ nunda bizim pencereye doğru elini kaldırarak : ■— Dikkat ediniz ey dalgın cahiller! Türkiye’de hiç Türk yok diye yazıyorsunuz. Yalnız İstanbul’un bir köşesinde ne kadar çok Türk olduğunu görü­ nüz, dedi...

81


Bilmiyorum, bir emir mi verildi?... Sımsıkı duran kalabalık köşeden yavaş yavaş bir yol açıldı. Uyanmış bir milletin dinç, ateşli rûhundan taşan neşideler bir bahar, bir saadet fırtınası gibi dalgalan-dı. Asker adımlarıyla manga manga Türk mekteblerinin, dar-ûlfünun’un, tıbbiye’nin talebeleri geçiyor-' du. Ondan sonra husûsî mektebler... Ondan sonra Türk Ocağı, Altu Ordu, Türk Gücü, sair birçok ce­ miyetlerin üyeleri... Türk Esnaf Cemiyeti, Spor hey’eüeri, havacılar, izciler, biniciler, makinistler, Elektrikçiler cemiyeti... Hepsi, hepsi geçti. Belki bu geçit resmi, üç saatten fazla sürdü. Ben bunları seksen binden daha çok tahmin ettim. Arkadaşlarımız bir afyon uykusundan uyanir gibi gözlerini oğuşturuyorlardı. Hiç konuşmuyor, susuyorduk. Kulübün önünden geçen her Türk hey’eü : — Lânet milliyetini, tarihini, mazisini, ceddi­ ni inkâr edenlere!... diye haykırıyordu. Akşama doğru nümayişin kalabalığı azaldı. Kaçacaktık. Sadullah Behçet fena halde korkmuş­ tu. Sırrullah Natık malûm bir hayvan kadar inat­ çıydı. — Ben umutsuz olmam, dedi. Bütün Türkis­ tan, bütün Tûran ayağa kalksa ben yine yekpare, yek vücûd Osmanlılığı vücuda getireceğim. ( Geç vakit uşaklara getirtdiğimiz arabalara bi­ nerek kaçıyorduk. Yollara biriken h a lk : «Milletle­ rini inkâr eden bunlar mı?» diye birbirlerine bizi gösteriyorlardı.

82


. Ertesi günki «İz’an» gazetesi baş makalesinde v bizim Kaynaşma Kulübünden, düşüncelerimizden, sonra bir gün önceki muazzam nümayişten ' babs ediyordu. Bu makalenin başlığı «Ashab-ı Kehf» idi. O zaman bile bu gazeteden elli bin dane satılıyor­ du.. Bu «Ashab-ı Kehf» tabiri Kaynaşma Kulübü’ndeki arkadaşlara âlem oldu. Herkes onlarla alay ediyor, kulübümüzün kapandığını «Ashab-ı Kehf» uyandı diye alay ederek yazıyorlardı. «İz’an» m ma­ kalesi gerçekten pek mükemmeldi. Bugün münderecatını hayâl - meyal hatırlıyorum. -

1

.

«Bir takım dehrîler toplanmışlar, diyordu. «Osmanlı Kaynaşma Kulübü» adı altında bir ce­ miyet kurmuşlar. Geçen gün mesleklerini ta’mim maksadı ile yayınladıkları «İnsanlık» mecmuasının ilk sayısı çıktı. Türkiye’de bütün milletlerin lâ’netini üzerine çekti. Bu gurubun gayesi, vakiî siyasî bir mecmuanın düveli bir tâ’biri olarak bilinen «Osman­ lılık» kelimesi altında milliyetleri, dinleri yok et­ mekmiş. İlk def’a bütün kuvvetleri ile Türklüğe hücûm ettiler. Onlarca değil Türkiye’de, dünyada bile bir tek Türk yokmuş. Fakat dünki. İstanbul Türk derneklerinin muhteşem nümayişleri onlara canlı bir cevab oldu. Dikkate değer bir şeydir ki, bu Os­ manlılık'kaynaşma iddiasmı güden zatlar içinde Türk’ten başka unsurlardan kimse yok. Ermeniler’in, Rumlar’ın, Arab kardeşlerimizin milliyetle­ rinde ne kadar mutaassıb, ne kadar muhafazakâr olduklarını herkes bilir. Bu izaleci güruh uyuyor... Bir şeyden haberleri yok. Hatta felâketlerimizi, bu geçen savaşı, bu savaşta Osmanlı adı altında yaşa­ yan Hıristiyanların Türlder’e yaptığı yolsuzlukları, Arablar’ın Çatalca hattında top patlarken Paris’te

83


aleyhimize konferans verdiklerini bilmiyorlar. Türklüğü, dört bin yıllık bir tarihi, lisanımızı, varlığımı­ zı inkâr ediyorlar. Hatta Türkiye’de husule getire­ cekleri coğrafî beynel-milliyet için din icad etmeğe, kalkıyorlar. İnsan bunların deliliklerine hükmet­ mekten başka bir şey yapamaz. On asırdır Trakya’­ ya, Anadolu’ya yerleşen Türk unsuruna, «Onlar Türk değildir...» diyecek kadar mantıksızlık göste­ riyorlar. Siyasî, idarî «bilâ tefrik cins ve mezheb» îa ’birini, içtimaiyata, cemaatlara da tatbik etmek is­ tiyorlar. Hatta birleştirip tarihsiz, geleneksiz bir «Ösmanlı» yapacakları Rumlar’ı, Ermeniler’i, Müs­ lüm anları birbirlerinden kız alıp - vermeğe teşvik ediyorlar; Hükümet bunları tutup tımarhaneye koy­ malıdır. Bu kadar cahil, bu kadar kuruntulu yaşa­ yan kimselerin ellerinde kalem, serbest serbest iç i-' mizde gezmeleri toplum için zararlı ve tehlikelidir. Allah korusun bunlar bir ihtilâle de sebeb olabilir­ ler. Bir millete, ba-htisus Türklüğe. «Sen yoksun!» demek ateşli bir küfürdür. Türkiye’de son felâket­ lerin uyandırdığı millî rûh büyümüş, alevlenmiş, her tarafı sarmıştır. Anadolu’nun en hücra köylerinde bile bütün Türk çocukları «Turan, Tûran» diye ba­ ğırıyorlar. Kaynaşanı Kulübü’nün üyeleri; tiyatro-' lara gitmemişler, gazeteleri, mecmuaları, romanları, ■şi’rleri, hasılı yeni millî Türk edebiyatının bir sahifesini olsun okumamışlar. Kulüblerine tıkılmışlar, hiç durmadan kendi hülyâlarına nizam vermişler. Kulüblerinden çıkınca dün cihânı gördüler. Gördü­ le r ki, Türkiye eski bildikleri uyuyan, milliyetinin farkında olmayan Türkiye değildir. Evet, dünki nü­ mayişe tahminen otuzbin kişi iştirak etdi. Yükselttikleri hakikat sesi, Türklüğün varlığını onlara gös-


terdi. Hiç şübhesiz şimdi uyandılar. Ashab-ı Kehf’im mağaralarmdan çıkıp dünyayı değişmiş görünce-şaştıkları gibi, onlar da şaşırdılar. «Yok!» dedikleri, milletin binlerce evlâdı, millî iştiyâklanm haykıra­ rak mağaralarının' önünden geçti. İçlerinden tama-: miyle deli olmayan varsa o anladı ki, yaşayan dinç bir milletin ne adı, ne tarihi değiştirilemez. ' «Ey Ashab-ı Kehf! Sizin Türkiye’de dilinizi anlayan yoktur. Yine mağaranıza kapanınız. Ezelî, uykunuza daimiz!» • «Iz’an» m milliyetperver baş yazarı heyecanlı,. • vakur, kinli, hakaret dolu ifadesiyle tam beş sütun doldurmuştu. Artık kimse «Osmanlı Kaynaşma Ku­ lübü» nden bahs etmiyor, hep Ashab-ı Kehf konu­ şuluyor, onlarla anlatılıyordu. Mizah gazeteleri Sait’in, Sırrullah’m, Sadullah Behçet’in, Hoca Bâlİnin, Celâl Münim’in karika­ türlerini yapıyorlardı. Hele Niyazi’nin karikatürünü sıska bir köpek şeklinde yapmışlar, altına «Kıdmir» . yazmışlardı. Ben ihmal olunuyordum. İsmim söy. lenmiyordu. Yalnız Ermenice gazeteler «Türkler’in .. Ashab-ı Kehf’i içinde uyuyan bir Ermeni de var­ mış,» diye biraz benden bahs ettiler. Bir kaç gün eğlendiler. Herşey unutulacaktı. Lâkin Sırrullah Natık durur mu? «Kaynaşma» idealinde ısrar etti. Tek başına konferanslar vermeğe kalktı. Dinleyenlerin onu küçük yumurtalarla, limon kabuklariyle, yuhalarla kürsüden indirdiklerini gazetelerde okudum. Tam bu esnada bir gece Hayganoş’uma rast geldim. Beni takdim eden :

85


— İşte Türkler’in Ashab-ı Ermeni!...

Kehf’ine

karışan

Diye şaka etti. Âh o sevgili, hassas Hayganoş... Benim gerçekten «eritme» larafdarı olduğu­ mu, Ermeniler’i «Osmanlı» diye kozmopolit yapa­ rak tarihlerini, milliyetlerini, lisanlarım yok ettirmek istediğimi sahih sanıyordu. Büyük kaşlarının gözle­ rine düşen görünmez.gölgelerini daha ziyade koyu­ laştırarak : — Buna vicdanımız nasıl razı olacaktı?... di­ ye soruyordu. Mahsustan onların araşma girdiğimi, hiç bir zaman milletimin sevgisini «Osmanlılık» gibi boş: f kozmopolitlik iddialarına değişmeyeceğimi söyledim. Ayrılırken bana, : ■ .\

.

— Mösyö Hayıkyan, milletini sev!... Milleti­ ni sev!... diye rica etti. Her karşılaşmamızda bu ri­ casını tekrarladı. Haftalar, aylar geçiyordu. Bu gü­ zel Ermeni kızı bana : — Milletin? sev!... Dedikçe, ben onu sevmeğe başladım. Zaten hakiki bir kadın sevgisi ile millet sevgisinin arasın-: da ne fark vardır? Birincisi bizi «aile» neticesine, kincisi «cemaat, umumî vicdan» iradesine götürür. Aşksız aile olamadığı gibi, kinsiz, taassubsuz bir milliyet de olamaz. Hayganoş’un aşkı bana «Ashab-ı Kehf» i, öyle uygunsuz, anlamsız meşguliyetleri unutturdu, Onunla Fener’de ne tatlı, ne heyecan verici istiğrak geceleri geçirdik. 86

:


Rüyada boğulmaktan zor kurtulan nefretinden Marmara’yı unuttuğu gibi, tatlı pınarın başında da Marmara’yı unutur. Hep o gecelerde gökteki yıl' dızların «Seviniz, seviniz! Birleşiniz!» diye titredi­ ğini gördüm. Gurubun rengini, fecrin seslerini, bül­ büllerin ne söylediklerini hep ondan öğrendim. Ha­ yat uykusunun içinde artık o âli rüyayı görüyordum. Ashab-ı Kehf’i o kadar unuttum ki, ne ol­ duklarını merak etmedim. Hele bu defter... İşte kaç yıl sonra elime geçiyor... Şimdi yine hatırlıyorum. Sait için «deli: oldu» diyorlardı. Sadullah Behçet banker oldu. Adını malî mecmualarda görüyorum. Hüsnü Rudi hariciye me’muru imiş... Sırrullah Nabk tekrar mağazasına girmedi, Kıdmir’le dışarda ■kaldılar. Bilmem kaç yıl önce intihar edeceğini, vasiyetnâmesinin metnini ilân etdi : «Benim ilmimi, fazlımı, irfanımı tanımayan bu memlekete “yuf” olsun!... Üç milyon kitabı okuya­ rak vücude getirdiğim altıyüz bin sahifelik , eserle­ rimi ateşe atıyorum. Kendini öldürüyorum. Halef•?. lerimden bir kaç yüz yıl sonra mezarımın üstüne so­ makiden bir heykelin dikilmesini taleb ederim. Baş­ ka vasiyetim yoktur,» diyordu. Ertesi günü hakikaten Sırrullah Natık intihar etmişdi. Lâkin sıktığı kurşun gecelik kulâhmm bir . 'tarafmdan girip öbür tarafından çıkmış, tepesinin saçlarını .da yakmıştı. Mizah gazeteleri mersiyelerle doldu. Bizim jErmenice basın bile alaya başladı. Tüflder ne âlicenabdır. Milletini inkâr eden bu hok­ kabaza yine darılmadılar. «Kaynaşma Kulübü» ne ilk önce giden gayr-ı

87


Türkler’den Diyamandiş Selanik meb’trslüğa ile Ati­ na’ya gitmişti. Galiba orada nazır da olda. Angelelof savaştan sonra Bulgaristan’ın İstanbul elçiliğine/ müsteşar olmuştu. Moiz Yuri ihtila daleveresinden mahkûm oldu, kovuldu. Lui Duran’ın da ipliği pa­ zara çıktı. İşitmiştim ki Beyoglu’nda bir pansiyon işletiyor. Friaşer’li Nadir, Arnavutluk Krallığı mat? buat müdürü olmuş. Müslümanlığı bırakıp Katolik olduğunu İstanbul gazeteleri bir vakit büyük harf­ lerle yazmıştı. Diğerlerinin ne olduklarını bilmiyorum. On iki yıl içinde cihan alt - üst oldu. Bütün hayat değişti. Avusturya, Rusya gibi Osmanlı İmparatorluğu da iflâs etti. Şimdi Arablar’m, Eımeniler’in hatta Ku/diis’de Yahudiler’in de ayrı birer devletleri var. Bana gelince; ben ne oldum?... Ben... Ben... Gel zaman - git zaman mütaassıb bir milliyetperver oldum. Hayganoş beni sevdikçe, beiı milletimi sev­ dim. Anladım İd, aile ile milliyet arasında hiç, hiç fark yok... Enseme tatlı bir sıcaklığın dokunduğunu duyu­ yorum. Başımı çeviriyorum, Hayganoş... Sevgili Moiz’im, melek zevcem. . . Omuzumda ne yazdığıma bakıyor, soruyor : ~

O ne, muharrirlik mi?...

— Eski hatıralarımı yazıyorum. S8


,

Cevab vermiyor. Büyük, mahzun gözlerini gözlerime dikiyor. Öyle duruyor. Bakışında o kadar güzel, o kadar hassas bir durgunluk var ki... Soruyorum : . ' — Neden öyle bakıyorsun? Cevab vermiyor. Sanki ağlayacak... Kalbim çarpmağa başlıyor. Acaba bir kıskançlık vehmi mi?... Fakat mümkün değil... Sağ gözünün uzun kirpiklerinde büyücek bir inci parlamağa başlıyor. Dönüyor, kalkıyorum. Alnından öperek tekrar so­ ruyorum : '— Söyle sevgilim, senin elemin ne? ; — Senin yazdığın ne? — Eski hatıralarım... Hıçkırıyor :

— Neden Türkçe yazıyorsun,- Ermenice fena mı? Kaba mı, adi m i?... Diyor. Kirpiklerinden kopan inci yanağına dü­ şüyor. Oh, necib kadın? anasının lisanını seven bü­ yük kadın.., “>•

: Türkçe’yi kıskanıyor, Anlıyorum; Türkçe’yi —. 5 kıskanıyor. Yine anlıyorum ki, kadınlar olmasa aşk, :: ailö, saadet olmadığı gibi, milliyetler de olmayacak. Biz msanlar dünyada sefil, ahretsiz, şanssız, tekabetsiz,..miskin, perişan bitkiler gibi gelip geçecek-, ■ tik. ■■■■' < :: -Bize aşkı öğreten kadın aileyi de öğretiyor.. Ailede mukaddes milliyet duygularım bizim dima, ğımıza ekiyor. 89


Onu teselli etmek istiyorum : — Ağlama rûhum! Bu çok eskiden yazdığım »defter... — Öyle ise yırt onu... ★ Âh zavallı Türkçe defter! Seni şimdi yırtayım mı? Lâkin hayır, hayır... Ben kadın değilim. Asla Hayganoş kadar hassas bir milliyetperver olamam. Seni, onun göremiyeceği bir köşeye atacağım: Ora­ da tıpkı Ashab-ı Kehf’in mağarasına düşmüş bir demet yosun gibi uyu... Ama sakın Türkçe satırla­ rınla sevgilimin gözüne ilişme... O’nu kıskandırıp ağlatma... 29 Kannn-i sanî 1925 - Moda...

■90



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.