Agah Sırrı Levend - Türkçülük ve Milli Edebiyat

Page 1



TÜR�ÇÜLÜK VE MİLLİ EDEBİYAT AGAH SIRRI LEVE ND

TÜRKÇÜLÜK Türk milletinin tarihi, dili, dilinin çeşitli lehçeleri ve ağızlanyle dil bilgisi üzerinde yapılan inceleme ve araştırmalar, daha derinlere inerek, antropoloji, etnoloji ve etnografya ile ilgili çaJ.ışmalar, Tür­ koloji dediğimiz özel bilimin sınırlan içine girer. Bunu Türklük deyi­ miyle karşılıyoruz. Türkçülük deyimiyle de, Türk milleti için duyulan özel sevgi ve hu sevgi dolaysiyle Türklük bahislerine gösterilen üstün ilgiyi belirtmiş oluyoruz. Bu tanımlara göre, Türklükle ilgili konular üzerinde çalışan her bilgin Türkologdur; fakat her Türkologun Türkçü olması gerekmez. Buna karşılık Türkcü, Türkolog olmıyahilir; ama Türktür; Türklükle yakından ilgilidir. Bizim burada üzerinde duracağımız konu, Türklük. değil, Türk­ çülüktür. ı Türkçülük nasıl ve hangi zorunlar altında doğdu? Ne yolda gelişti? Bu soruları cevaplandırmağa çalışacağız. SARA Y , ME DRESE VE HALK :

Gelenek ve göreneklerine kuvvetle bağlı bulunan Türkler, yayılıp yerleştikleri yerlerde benliklerini ve dillerini kutsal bir varlık olarak kıskançlıkla korumuşlar, hatta dillerini yaymağa da çalışmışlardır. İ lk aykırı davranış hakanlardan gelmiştir. Yabancı ülkelerde büyük devletler kuran müslüman Türk hakanları, zengin ve şatafatlı saraylara kurulduktan sonra, saray hayatının göz kamaştırıcı göreneklerine ko­ layca alışmışlar, yabancı Şairlerin kendi dilleriyle yazıp sund�kları kasideleri büyük ihsanlarla karşılamışlar, halka serbest yaşama, kendi dilleriyle konuşup yazışma, gelenek ve göreneklerini sürdürme özgürlüğünü bağışlamışlardır. 1

Türklüğü ve Türklüğe hizmet edenleri belirten eserimiz "Türkiyede Türkoloji

çalışmaları"

başlığı

altında

aynca

hazırlanmaktadır.


148

AGAH SIRRI LEVEND

Bu davranışta o kadar aşırı gidilmiş, sultanların bu hltfü Türk milletinin o derece zararına gelişmiştir ki, bir daha Önlenememiş ve ileride büyük tehlikeler yaratacak olan şu iki sonucu doğurmuştur : a) Hakan halktan uzaklaşmağa başlamış, halk arasında kuvvetle yaşıyan milli gelenek ve görenekler sarayca bir yana bırakılarak yeni göreneklere uyulmuş, sarayla halkın arası gittikçe açılmıştır. b) Yabancı kültürün korunması, hızla yayılıp gelişmesine yol açmış, bu yüzden Türk dili ihmale uğramıştır. Saray hayatı genişledikçe, hükümdarlarla şehzadelerin çevresinde "bendegan" sıpıfı belirmiş, halktan uzaklaşmak isteği artmıştır. Gitgide saray ve konak sahibi olan vezirler de hükümdarları taklide yelten­ mişler, kapıkullarıyle taraf tutmağa başlamışlardır. Böylelikle halkı haraca kesen, yasa ve töre dışı davranışlarıyle topluma zarar veren imtiyazlı bir sınıf türemiştir. Medreseler de, kültür bakımından halkı ikiye ayırmıştır. Öğreni­ mini Arapca yapan çömez, içinden yetiştiği ve birlikte yaı;-adığı halkı küçümsemiş, yirmi yılda güçlükle sökebildiği Arapcasına dayanarak, Türkçeden başka bir .dil bilmiyen halkla alay etmeğe başlamıştır. Ba­ samakları aştıkça gururu artmış, o da kendini halktan ayn tutmuştur. Mehmed b. Receb Hoca, Tuh fet ü'l-uşşak adlı mesnevisinde, halk­ dan hoşlanmadığını şu beyitle açıkca anlatıyor : Değildüm halkun ag u karasında Oturmazdum avamun arasında Yalınız tarikat sahipleri, inançlarını yayabilmek ıçın halka yak­ laşmak, mümkün olduğu kadar onun diliyle yazmak ihtiyacını duy­ muşlardır. Bu hal, Osmanlı İ mparatorluğu'nun kuruluşundan, hele Fatih'in İstanbul'u fethinden sonra daha da genişlemiştir. Saray, hem İ slam kültürünün en büyük merkezi, hem de medresenin yetiştirdiği bilginlerle şairlerin barınağı olarak, cihanın gözünü kamaştırmağa başlamıştır.

Ö te yandan, Fatih "külliye" lerinden sonra kurulan Süleymaniye medreseleriyle büsbütün kuvvetlenen "ilmiye sınıfı" sesini yükseltmiş, fetvaları ve toplumsal işlerdeki tutumlarıyle saraya da cephe almağa başlamıştır. Yeniçeriler de, "orta"ları, örgütleri ve ağalarıyle ayrı bir sınıftı. Önceleri devşirme usuliyle toplanıp yetiştirilen delikanlılardan meydana


TÜRKÇÜLÜK VE MİLLİ EDEBİYAT

149

gelen Yeniçeri örgütü, sonraları gerek aralarına karışan ne oldukları belirsiz kişiler, gerek orduyu ihtiraslarına alet etmeğe kalkan vezirler yüzünden bozulmuş, toplumda karıştırıcı ve tehlikeli bir öge olarak yer almıştır. Halkın bu İmtiyazlı sınıflar arasındaki durumu kolayca anlaşıla­ bilir. Halk saraya yabancı, medreseden uzak ve Yeniçeriden yılgındır. Yurttaş ikiye ayrılmıştır. Mevki sahibi ve okumuş olanlar "havas", halk ise "avam" dır. Sanat, zevk, sefahet, mevki ve ikbal "havas"ın hakkı; tevekkül, kanaat, kaderine razı olma "avam" ın payıdır. Avam büyüklerine sayg ı gösterecek , emre boyun eğecek, görevlerini yerine getirecektir. Avamın gerçeği bilmesi ve her şeyi öğrenmesi gerekmez. Halk, ancak Hamza-name'den, Geyik destanı'ından hoşlanır. Osmanlı İ mparatorluğu içinde barınan yabancı ırktan müslüman­ lara bir üstünlük tanınmıştır. Yurttaşlık hakkı o kadar ileri götürül­ müştür ki, kimi "kavm-ı nccib", kimi� "şeci" yahut "bahadır" gibi sıfatlarla övülerek, her birine imtiyazlı bir mevki ayrılmıştır. Bununla birlikte halk, kendinden olmıyanları hakir görmüş, kendi seviyesinden aşağı saymış, sırası geldikçe küçümsemekten geri dur­ mamıştır. Türkleri, tarih boyunca önlerine çıkan bütün tehlikelere karşı koruyan, işte bu nefis yüksekliği olmuştur. Bu hal, yöneticilerin haksızlığına karşı içten gelen bir tepki sayılmalıdır. Osmanlı İ mparatorluğu'nu meydana getiren müslüman ve müs­ lümandan gayrı yabancı toplulukların, Türk yöneticilerinin gösterdiği bu lı1tfa karşı nasıl davrandıkları ileride görülecektir. Burada, Türklere ve Türklüğe karşı tarih boyunca beliren düşmanlığın nedenleri_ üzerin­ de duracağız. Bu düşmanlığı yalınız milliyet duygusunun gelişmesiyle açıklamağa çalışmak çok yanlış olur. TÜRK DÜŞMANLIGI VE NEDE NLERİ :

Türkler, tarih öncesi çağlardanberi, yabancı ırklardan komşula­ rıyle çarpışa çarpışa büyüyüp genişlemişler, aşiret halinden çıkarak büyük devletler kurmuşlar, Orta Asya'yı kapladıktan sonra Batıya ve Güneye yayılmışlar, Avrupa'ya geçerek Viyana önlerine, Afrika'ya atlıyarak Sahra'lara inmişler, milletleri buyrukları altına alıp nice devletlerin alın yazısını çizmişlerdir. Türkleri saran amansız düşmanlık çenberinin asıl nedeai budur; ırk düşmanlığıdır. Türkler, İ slamlığın kabulünden sonra, bµ dinin


150

AGAH SIRRI LEVEND

temsilcisi olarak milletlerin karşısına çıkmışlardır ki, hu tarihten sonra din düşmanlığı da huna eklenmiştir. Y ahancı tarihler, hu yüzden Türklere yönetilmiş iftiralar ve ardı arası gelmez yalanlarla doludur. Bu arada, eski kaynakların kaydet­ tiği Ye'cüc ve Me'cüc taifesinin Türklerden başka bir şey olmadığını söyliyenler, Türkleri "nesnas"a benzetenler, yamyani diye vasıflan­ dıranlar da görülmüştür. Bugün hile, Türkleri gerçek vasıflarıyle tanımıyan milletler vardır. Uydurulan masallar zihinlerde o kadar yer etmiştir ki, hellihaşlı kay­ naklarda, Türkler hala eski kıyafetleriyle gösterilir. Kahraman vasfı, onların edebiyatında "barbar" olmuştur. Bu yalanlar, söylentilere dayanarak ağızdan ağıza yayılmış, eser­ den esere geçmiştir. İ mparatorluğa sığınan ve Türklerden şefkat gören yabancı ırk­ ların durmadan yaptıkları "tezvirler", memleket dışındaki düşmanlığı körükliyen başlıca etken olmuştur. İ mparatorluk topluluğu içinde beliren kinin ve düşmanlığın ne­ denleri daha çok, ortamı daha geniştir: a) Türk sarayları, yabancı ırktan kadınlarla doldurulmuştur. Bunlar, zaman zaman yalınız yönetime değil, politikaya da karışmış­ lar ve devleti çıkmazlara sokmuşlar, tehlikelere sürüklemişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman'ın gözdelerinden Hurrem Sultan bir Rus kızıdır. Yabancı kaynaklar bunu Roxelan a.dıyle anıırlar. Kanuni'­ nin büyük oğlu Mustafa'yı öldürten ve kendi oğlu il. Selim'in tahta geçmesini sağlıyarak İ mparatorluğun alın yazısını değiştiren bu kadındır. il. Selim'in karısı Nur Banu Türk değildi. 111. Murat'ın karısı Safiye Sultan (Baffo) Venedikli idi. Sarayda bir Venedik elçis� gibi davranıyordu. ·

. Mahfiruz, Mahpeyker (Kösem Sultan) ların ve onlardan sonra bir çok hasekilerle· gözdelerin sarayda oynadıkları rol ve yaptıkları kötülük çok tehlikeli sonuçlar yaratmıştır. Sarayın yönetimi Darüssaade ağaları olan hadımların elinde idi. b) Memleketin yönetimi ellerine verilen vezirlerle büyük devlet adamlarının çoğu, Enderun'dan yetişmiş devşirme çocuklarıdır. Bunlar, önceleri Acemi oğlanları kışlalarında, sonraları da saray koğuşlarında eğitilip yetiştirilir, derece derece ilerleyip vezirliğe kadar yükselirlerdi.


TÜRKÇÜLÜK VE MİLLi EDEBİYAT

151

Fatih'in veziri olan Mahmut Paşa devşirilmiş bir Hırvat çocuğudur. Gedik Ahmet Paşa, Hadım Ahmet Paşa, Hadım Sinan Paşa, İbrahim Paşa, Rüstem Paşa, Semiz Ali Paşa, Uzun Mehmet Paşa ve daha bir· ço�arı devşirme olarak toplanmış veya köle olarak saraya alınmış çocuklardır. Bunların içinde devlete gerçekten hizmet etmiş, bir Türk gibi yararlık göstermiş olanlar çoktur. Fakat hepsinin de Türkleşmiş olduğu elbette söylenemez. İçlerinde eski dinini ve ırkını unutmıyanlar, Türk milletine kin besliyenler şüphesiz vardır. Halk yığınlarına yapılan zulümde, "eşkiya tenkili" adı altında topyekun öldürmelerde, bir öç almanın payı bulunabileceği unutulmamalıdır. c) Mezhep ayrılığı, müslümanları tarih boyunca birbirine düşüren büyük bir felaket olmuş ve bundan en çok Türkler zarar görmüştür. Sünniler ile şiiler arasında mezhep kavgaları Abbasiler zamanında başlar; kanlı ve korkunç olaylara yol açar. Selçukluların son zamanlarında Anadolu, şeyhlerle dervişlerin mezhep ve tarikat propagandalarına sahne olmuştur. Mogol yayılması yüzünden yerlerini ve yurtlarını bırakıp kaçmak zorunda kalan bu şeyhler, Anadolu'ya göçerek türlü bölgelerde yerleşmişlerdir. Oğlu Mevlana Celalettin Rumi ile birlikte Alaettin Keykubat zamanında Konya'ya gelip yerleşen Mevlana Bahaettin Mehmet bunlardan biri­ dir. Yine bu şeyhler arasında Horasanlı Baba İlyas da müritleriyle birlikte Amasya'ya gelip yerleşmiş ve Babai tarikatını kurmuştur. Baba İlyas'ın müritlerinden olan Baba ishak, Şeyhinin bu erkinden faydalanarak Babaileri başına toplamış ve kendi adına propaganda yaparak Batıniliği ve Aleviliği yaymağa çalışmıştır. Aralarına karışan daha birçok zındıklarla sayısı ellibini bulan bu topluluğun ayaklanması, Selçukluları haylı yormuş, sonunda Baba ishak öldürülmüşse de, Aleviliğin Anadolu'da kuvvet kazanıp yayılmasına sebep olmuştur. Sünnilik-şiilik kavgaları, Osmanlılar zamanında kanlı olaylarla devam etmiş ve birçok kurbanlar vermiştir. Gitgide Türkler sünniliğin, İranlılar da şiiliğin temsilcisi olarak görünmüşler, bu yüzden şii Türkler kendilerini Acem sanarak, sünni olan ırkdaşlarıyle karşılaşmışlardır. Türk düşmanlığının bir nedeni bu mezhep kavgalarıdır. Türk olan Aleviler, Kızılbaşlar, Tahtacılar bu yüzden Türklere cephe almışlardır.


152

AGAH SIRRI LEVEND

ç) Peygamber'in hadisleri arasında "dinde kavmiyyet olmaz", daha doğrusu "dinde asabiyet-i kavmiye yoktur" sözlerinin yanlış yorumlanması, Türk milliyetciliğini önliyen nedenlerden biri olmuştur. İşin aslı şudur: Araplar arasında gerek Cahiliye devrinde, gerek Peygamber zamanında kavın ve kabile geçimsizliği son derecede iler­ lemişti. Soyla övünme salgın bir hale gelmiş bulunuyordu. Bu yüzden Araplar birbiriyle vuruşuyorlar, boşuna kan döküyorl ardı. Bir kabile­ nin müslüman olması, rakibinin bu dini kabul etmemesi için yeter bir neden olabilirdi. Bu durumun önüne geçmek gerekiyordu. Peygamber'in "kavmiyet" iddiasını şiddetle yasak etmesi bundandır. Peygamber bu maksatladır ki,

t:�

'��] J

i::�:a_:ı;. u] "

[ı;.'�

,:;:,.

l'.::.,:'"

'�J

buyurmuştu. Şu anlama gelir: "Asabiyet davasına kalkışan bizden değildir; asabiyet üzerine vuruşan islam topluluğundan olamaz ve dava yüzünden ölen de bizden değildir". Peygamber başka bir hadisinde kötü sayılacak asabiyeti şöyle anlatıyor :

---

: tfl2l1 1..$.J.s.

-

,,,,. .....

ı.!.L.Jj

,

J

�j

o

....

.) 1

J;;

, -

:L::-:..a.:JI

"Asabiyet, kavmı-

na zulum yolunda yardım etmektir" anlamına gelir. Başka bir hadisinde ise şöyle buyurmaktadır :

·t1·� 0(C -d.�-J:� ·� �!ıl...:n °/5'��:>"En hayırlınız aşiretini savunandır; ancak şeriate aykırı savunup günaha girmemek şartiyle" demektir. Bu hadisler de gösteriyor ki, Peygamber'in yasak ettiği, kavın ve kabileyi savunma değildir. Bu yüzden birbirine girip kan dökme, İslam topluluğunu gevşetecek davranışta bulunmadır. İslamlık, aynı zamanda başka ırktan olan milletleri de dine çağırıyor ve hepsini bir bayrak altında toplamak istiyordu. Bunun için de müs­ lümanlar arasında kardeşliği aşılamağa çalışıyor, kavmiyet yüzünden birbirine düşmemeyi övütlüyordu:

" ' "

>

o :O

o

,;

ısı e ö.r>-_I .J.J-:,.µı r,\ had""d

bunun için söylemiştir ki, "Bütün müslümanlar kardeştir" anlamına gelir. Aynı düşünce ile söylenilen :

d...-ı:.J

��� \..

.ı..:->-"':1

�-><.�� �


TÜRKÇÜLÜK VE MİLLİ EDEBİYAT

153

Hadisi de "Hiç biriniz, din kartlaşma, kendisi için istediği şeyi istemezse iman etmiş olmaz" anlamınadır. İ slam dinini yayın.ağa memur olan Peygamber'in bu emri kadar tabii bir şey olamaz. Fakat bu emir, hiç bir vakıt "dinde kavmiyet yoktur" anlamında da yorumlanamaz. Başka ırklardan olan müslümanlar, kendilerinden söz açınca, mil­ liyetlerine sım sıkı sarılıp övünüyorlar, Peygamber'in hadislerini ancak Türkler bahis konusu olunca hatırlıyorlar, daha kötüsü, hadislerin aşılamağa çalıştığı kardeşliği de unutarak, hakaret etmekten de çekin­ miyorlardı. Nitekim XVI. yüzyıl şairlerinden Taşlıcalı Yahya, Usul-name adlı mesnevisinde kendinden şu beyitlerle bahsediyor : Fakir A mavud aslıyam gaaziyem O taşlu viliiyetlerün biiziyem Şecaat kılıcın çal anlardanam Şikarını evvel alanlardanam

Arnavudluğunu öven şair, Türkler hakkında, aynı eserde yer alan bir hikayesinde şöyle söylemekten çekinmiyor: Jmamun biri azıdur izini Alur bir yaban Türkinün kızını

Yine Usul-name'de bilgisiz yazıcılardan bahsederken şöyle söy­ liyor : Meded ah elin den ol Etrakün ah Nedür bilmez iken se fid ü siyah

-Virür hamesi nazmuma ıztırab Çeker bağçe beller gibi bir azab Eli ayn-ı eş 'arı ma'lul ider Se fahetle makbuli maktul ider

Yahya, Gencine-i riiz adlı mesnevisinde geçen bir hikayede de Türkü şöyle tasvir ediyor : Bir yoğurdı kara Türk-i ebter Şehri seyritmeğe meylitdi meğer Depesi benzer idi küh-siira Gözleri gaarun içinde niira


AGAH SIRRI LEVEND

154

B aşı üzr e v ar idi k ar a külah At eş üzr e nit ekim dud-ı siy ah Bin am az idi h em ol yüzi k ar a Düşm eyinc e b aşı inm ezdi yir e Eş eğini g etirüp oldı süv ar ' Bindi g fıy a ki h ar üstin e hım ar Nasıl vasıflandırmak gerektiğini bilemediğimiz bu kötü davranışta Taşlıcalı Yahya yalınız değildir. Türk ırkından olan, yahut o soydan geldiği sanılan bir çok şairler de aynı hezeyana kapılmışlar, Türk keli­ mesini, zalim, insafsız, dinsiz, imansız, kaba köylü yerine sıfat olarak kullanmışlardır 2•

TÜRKLERİN KİŞİLİGİ : Türkler kendilerini daima üstün görmüşlerdir. Kaşgarlı Mahmut

Div a!LÜ Lug ati't- Türk'de, Türke bu adı Ulu Tanrı'nın verdiğini bir ha­ dise dayanarak kaydediyor. Türkün yiğitliği, kahramanlığı, cenkciliği "mesel" haline gelmiş­ tir. Düşmanları bile zaman zaman bunu itirafdan kendilerini alama­ mışlardır. İran edebiyatında Türk, güzel,

sevgili

anlamında geçer. Türk

kelimesini yerinde kullanan şairlerimiz de vardır. Suzi Çelebi, G az a­

v at-n am e-i

Mih aloğlu Ali B ey adlı mesnevisinde

kullanmıştır.

Türkler

tarafından

kuşatılan

Hisarın

hep bu anlamda beyine,

yardım

göndermesi için kıralına yazdığı mektupta şöyle söyletiyor 4:

Bu Türk azdur diyü itm e b ah an e Od 'un bir şu'l esi b esdür cih ana Çoğ alm adın d ağılm ass a bu l eşk er Bul ar a durmıy a Fakfur u K ays er Bu l eşk er h er biri bir ejd eh adur Bu ıklim e Hudu'd an bir k az adur Bu konu için bk. Agah Sırrı Levend, Divan edebiyatı, kelimeler ve remizler-maz­ munlar ve mefhumlar, il. basım, 1943, s. 591-603. a Bak. aynı eser. 4 Bk. Agah Sırrı Levend, Gazavat-name ve Mihaloğlu Ali Beyin Gazavat-name'si, Türk Tarih Kurumu yayınlarından, Ankara 1956.


TÜRKÇÜLÜK VE MİLLİ EDEBİYAT

155

N e diy em s en d ahi ali-c en ab a Y etişm ezs en cih an v ardı h ar ab a Eğ er d ef 'ol maz is e bu b eliyy e N e lznık k al a n e Kost antıniyy e Şair

Muradi,

Fetih-n am e-i H ayr ettin

P aş a 5

adlı

mesnevisinde

Barbaros'dan ve Cezayir halkından bahsederken:

Öyl e kim Türk gibi at arl ar tüfenk lş b aş a düşs e id erl er y ahşi c enk diyor. Kim olduğunu tesbit edemediğim Hilmi adlı bir şair şöyle övü­ nüyor :

Hilmi n e A r abdur n e Ac emdur koyu bir Türk Duydukl arını Türkç e düzüp söyl em ek ist er Büyük

milliyetci Türk

şairi Aü Şir Nevai de,

lug at eyn 'inde 6 Türkten şöyle bahsediyor :

Muh ak em etü'l­

"Andak ma'lum bolur ki Türk, Sart'dın tiz-fehmrak ve bülend­ idrak ve hılkati safrak ve pakrak mahluk bolupdur". Türkler, kendilerini içten ve dıştan saran kin ve düşmanlık çen­ berini işte bu güvenle kırmışlar, tarihte hiç bir milletin uğramadığı tehlikelere bu inanca dayanarak karşı durmuşlar, varlıklarını koruya­ bilmiŞlerdir. Türkçülük de bu çirkin ve iğrenç iftiraların uyandırdığı tepkiden doğmuş, milli edebiyat fikri, tarih şuuru içinde böylece gelişip yerleş­ miştir. Türkçülüğün geçirdiği evreleri, M eşrutiyetten sonraki "milli ede­ biyat" bahsi içinde ve bu konu ile birlikte izleyeceğiz.

5 6

Bk. Agah Sırrı Levend, aynı eser.

Nevai, Muhakemetü'l-lugateyn, ikdam yayınlarından, lstanhul 1315, Necip Asım'ın Belin'den yaptığı çeviri ve Velet Çelebi'nin, eseri bugünkü dile çevirisi ile birlikte; TDK yayını, Ankara 1941, ishak Refet lşıtman'ın önsözü ve çevresi.


I

M İLLİ EDEBİYAT ARAYIŞ DEVRİ

Tanzimattan önce Osmanlı devletinin tebeası, "müslim" ve "gayr-ı müslim" olmak üzere ikiye ayrılmıştı. M üslüman milletlere, aralarında mezhep ve milliyet farkı gözetilmiyerek "millet-i hakime" deniliyor; müslüman olmıyan mi lletler ise, devletin koruduğu "reaya" sayılıyordu. "Millet-i hakime" sayıla,n müslümanların, "reaya" denilen "gayr-ı müslim" lere karşı bir takım hak ve imtiyazları vardı. Fakat müslü­ manların bu imtiyazına karşılık, ·

devlet hizmetinde bulunmıyan ve

askerlikten vergi ile kurtulan "reaya", ekonomi alanında üstün durumda bulunuyordu. Müslüman olmıyanlann,

müslümanların hak ve imtiyazlarından

faydalanamamaları, devletin kuvvetli olduğu devirlerde şikayet konusu olmuyor, belki "millet-� hakime" için "kılıç hakkı" sayılıyordu. Fakat, Osmanlı İmparatorluğu eski erkini kaybederek çökmeğe yüz tuttuğu andan beri iş değişti.

Hoşnutsuzlukların,

önce

şikayetlere,

daha

sonra da ayaklanmalara yol açtığı görüldü. Hırıstiyanlar için "ruhani" merkez olan patirikhaneler, hemen birer fesat ocağı halini aldı. Osmanlı İmparatorluğu'nu, Tanzimatı ilan ederek devlet yöneti­ minde Orta çağ anlayışını bırakmağa ve yeni bir sistem içinde "ıslahat" yapmağa zorlıyan başlıca etken, Hırıstiyanların, Batı devletleri tarafın­ dan şikayet konusu olarak ortaya sürülen durumlarına çare bulmaktır. Tanzimat, ilk anda "tebea" ile "reaya" arasındaki ayrılığı kal­ dırmak istedi. Türlü milletleri birleştirmek için bulduğu, "Osmanlı" deyimi oldu. Artık Müslüman ve Hırıstiyan bütün tebea,

Osmanlı

adı altında birleşmiş, eşit haklarla devlet yönetimine karışmış oluyordu. Burada dikkat edilecek bir nokta var: Tanzimatçılar, millet ve milliyet kelimelerini açıkca söylemekten çekindikleri gibi, bu anlam­ da kullandıkları Osmanlı kelimesine de açıklık verememişlerdir. Onlar, ' siyasal alanda kullandıkları "millet-i Osmaniye" deyimi ile, Osmanlı İmparatorluğu'nu meydana getiren türlü milletlerden toplanm1ş siyasal bir birlik kasdederler. "Millet-i Osmaniye" deyimi içine, bütün mil­ letleri sokmakla, bu birliğin meydana geleceğine inanmış görünürler. Halbuki,

öte yandan "edebiyat-ı Osmaniye" deyimiyle kasdettikleri


157

MiLLİ EDEBİYAT kav:ram, ayrılığı

ancak Türk edebiyatıdır. Görülüyor ki Tanzimatçılar, bir . hatırlatabileceğini düşünerek, burada bile Türk kelimesini

kullanmaktan

çekinmişlerdir. Gerçi Osfuanlı deyimi, İmparatorluğun bütün tebeasını kucak­

lıyan bir ad oldı; müslüman olmıyanlar da devlet hizmetinde yer aldı. •

Fakat bu topluluklardan hiç biri, bu yeni durumu devletin düşündüğü yolda benimsemedi;

onu,

ancak kendi

milliyetlerinin yararına kul­

lanıJacak bir silah saydı. Tanzimatçıların, "milJet-i Osmaniye" deyimi altında birleşeceklerini sandıkları bu t opluluklar, her fırsatta bu bağı koparmaktan çekinmediler.

Devletin git tikçe zayıf düşmesi, "gayr-ı

müslim" lerin durumunu kuvvetlendirdi Fransız devriminin doğurı:luğu milliyet akımı da bunların gözünü açmıştı. Yabancı devletler t arafından yapılan

kışkırtıcı hareketlerde buna eklenince,

"gayr-i müslim"ler,

haklarını aşan isteklerde bulunmağa başladılar. Tanzimattan sonra yer yer baş gösteren ayaklanmalar bunun sonuncudur. YENİ EDE BİYATA D OGR U : Divan edebiyatı, İslam dinine dayanıyor, bu dinin esaslarından esin alıyor, İslam uygarlığı çerçevesı içinde gelişen toplum hayatını a,ksett iriyordu. XIX. yüzyılda

Batı

dünyasıyle

başlıyan

temas,

Tanziıiıatın

ilanından sonra artmış, gittikçe değişen dünya anlayışına paralel ola­ rak yaşama şartları değişmiş, değerini kaybetmeğe yüz tutan Doğu uygarlığı, yerini Batı uygarlığına bırakmış, yeni bir hayat, iyi ve kötü yönleriyle birlikte

yerleşme yolunu tutmuştu.

Bu hayata uygun olarak, son sözünü söylemiş olan eski edebiyat yerine,

şiirleri,

romanları,

hikayeleri,

tiyatroları ve öteki türleriyle,

yeni hayat ı aksettiren bir edebiyat başlamıştır. Bu, bir kültür değişmesi idi. Bu kültür önceleri, en çok temasta bulunduğumuz

Fransadan

yetişme çağı olan

1860-1875

geldi.

Namık

Kemal

ve

arkadaşlarının

yılları Fransa'da romantik devir kapan­

mış, hikaye ve romanda Balzac ve Flaubert i!e realist, Emile Zola ile de naturalist devir açılmış, şiirde ise, François Copee, SuJly Prudhomme, Jose-Maria de Heredia ve arkadaşları ile "Parnassiens"ler hakim ol­ muşlardır. Ancak gerek romantik edebiyatın göz kamaştırıcı parlaklığı, gerek bu edebiyatın, vatan ve millet kaygısıyle dolu olan Tanzimat­ cı]arın ruhunu saracak sıcaklıkta oluşu, biraz eskimiş olan bu edebiyatın akislerinin

memleket imize

t aşınmasına

sebep

oldu.


AGAH SIRRI LEVEND

158

Fransızcadan Türkçeye çevrilen roman ve tiyatroların yanında, ilk defa Şemseddin Sami'nin T aaşşuk-ı T alat v e Fıtn at adlı romanıyle yerli konuları işliyen te'lif romanlar kaleme alınmağa başladı. Şiirde ise, V at an kasidesi gibi belirli bir ad taşıyan ve o güne kadar ele alınmamış bir konuyu ,topluca işliyen manzumeler görüldü. Tiyatroda ve başka türlerde de bir hayata atılış, bir canlılık göze çarpar. Toplumun hayrını ve yararını ön plana alan bu edebiyat, iyim­ ser, atılgan ve ülkücüdür. Bu niteliğiyle edebiyat tarihimizde, aşılması gereken önemli bir evre olarak yer alır. Namık Kemal,

şiirleri,

parlak

nesirleri,

romanları,

tiyatroları,

tarihi eserleri, gazete ve dergilerde çıkan yazıları ve eleştirmeleriyle, bu devrin odakı (mihrakı) olmuştur. Bunun içindir ki, Tanzimat edebiyatı deyince, ilk hatıra gelen Namık Kemal'dir. Bu edebiyatın temsilcisi odur. ESKİ E DE BİYATA KARŞI : Yeni edebiyatın gelişmesine yol açmak için, eski edebiyatı yıkmağa çalışanların

başında Namık Kemal gelir. Eski edebiyata ve bu ede­

biyat�n irili ufaklı temsilcilerine karşı onun kadar ısrarla hücum eden olmamıştır. Namık Kemal, T asviri efk iir gazetesinde Ed ebiy atımız h akkınd a b azı muliih az atı şamildir başlığı altında çıkan yazısında, eski edebiya­ tımızın dil, deyiş, düşünce ve duygu bakımından samimilikten uzak, tabiat dışı bir nitelik taşıdığını söylüyor. Edebi eserlerimizin söz sanat­ lanyle yüklü olduğunu, fikrin kelime oyunlarına feda edildiğini, bunlar atılınca, f ikir olarak beğenilecek bir şey kalmıyacağını kaydettikten sonra, alınacak tedbirler üzerinde duruyor. Gramer, sözlük, antoloji ve edebiyat kitaplarının meydana getirilmesi, halk arasında kullanılan kelimelerin yanlış da olsa, doğrularından yeğ tutulması gereğine işaret ederek bazı tavsiyelerde bulunuyor. Fars edebiyatının etkisi altında mubalaganın garabet derecesine vardığını, bundan her halde kurtulmak gerektiğini sözlerine ekliyor. Namık Kemal'in dil üzerindeki düşüncelerini bir yana bırakarak, edebiyatla

_

ilgili

düşüncelerini

gözden

geçirelim.

7

7 Dille ilgili konular için bk. Agah Sırrı Levend, Türk dilinde gelişme ve sadeleşme evreleri, ikinci basım, TDK yayınlarından, Ankara 1960.


MİLLİ EDEBİYAT

159

Namık Kemal edebiyatla millet ve milliyet arasındaki münasebeti şu cümlelerle belirtiyor:

"Ed ebiy atsız mill et dilsiz ins an k abilind en olur. Filh akik a t arih-i m ed eniy eti n az ar-ı hikm etl e mut al ea ed enl er ed ebiy atın muh afaz a-i milliy ette ol an t e'sirin e h er mill et-i munt az am ayı bir d elil-i natık bulmuşl ardır . . . . " Ed ebiy at ın r abıt a-i milliy ey e ait ol an hizm etind en ıs e o k ad ar m ahrumuz ki . . . Eski edebiyatın toplum ahlakı bakımından durumunu şu cüm­ lelerle belirterek,

zararlı olduğu sonucuna varıyor:

"Mü ell ef at-ı m ensur emizd e efkar ü gü ftarı t abii bir kit ab yoktur ki t abi at a t e'sir il e t ehzib-i ahlak a hidm et itsün. Rükn-i a'z amı mub al ag at-ı riy akar an e v e m eşr eb-i k al end er an ed en ib ar et ol .an m anzum atımız is e fes ad-ı ahlakı o k ad ar t erviç id er ki , div anı, "Fürs-i c edid l iıg atl erind e ş eyt an m an asın a m azbut ol an" divin sig atü'l-c em'i z ann ed enl erin k avlin e ş air an e bir t evçih ar anırs a bizim div anl arı göst erm ek . kifay et ed er. "Ed ebiy atımızd a m a'n a S!Jn' at uğrun a feda olun a g eldiğind en vüs' ati t as avvur o d er ec e ifr at a v armıştır ki, b azı k er e t ah ayyüld e ab' ad-ı mutl ak a d ahilin e bil e k an aat olunm az. V azife-i asliy esi t em yiz-i h akik at ol an efkar e is e böyl e asarın m az arr att an b aşk a n e t e'siri ol abilir . . . .

"Mü ell ef at-ı ed ebiy ed e s an' at v e ziyn et göst erm ek m aks ad-ı asli hük­ mün e girdiğind en, k elamın büny e-i vücudu olm ak lazım g el en m a'n a p ek çok asard a s atılık elbis eyi ir ae içün isti'm al olun an ağ aç p arç al arın a müm asildir. "Jfad ed e m ec az bir sur etl e müc az olmıy ac ak k ad ar r ev aç bulduğu içün asarımız l etafet-i t abiiy ed en m ahrum old ukt an b aşk a eks eri h aki­ k att en d ahi atıldır ". İran minyatürü ile edebiyatının muhalagaya kaçması ve perspektif gözetmemesi bakımından her ikisinin de tabiat dışı olduğunu hu satır­ larla belirtiyor:

"Erb abın a m a'lumdur ki eks er-i asa rınd a lr an'ın t ahriri t asvirin e b enz er. Birind e, elv an n e k ad ar dil-nişin is e diğ erind e elfaz o k ad ar r engin olm akl a b er ab er, biri m enazır a v e diğ eri mün az ar ay a mut abık olm adığı içün ikisi d ahi t abi atın hilafınd adır. Ac emin l ev ayıh -ı m ersu­ m esin e n az ar oluns a bir p ehl ev anın bıyığı mızr ağınd an uzun v e m ed ayıh-ı m anzum esin e b akınc a bir mız rağın tu lü m ah il e mahi b eynind e ol an bu'd-ı müc err ed den füsun g örülür.


160

AGAH SIRRI LEVEND

"M a'rifetin sınn-ı k em ali ıtl akın a ş ay an ol an bu asr-ı m ed eniy ett e öyl e bir t akım h ey akil-i hail e m edd ahl arını, hüsn-i t abi at esh abı, n asıl n edim-i efkar ed ebilir ? Düny ad a hiç bir s ahib-i rüşd v ar mıdır ki gul y ab ani hikay el erini istim a'd an m ahzuz olsun ?" 8 •

Namık Kemal, B ah ar-ı D aniş çevirisi için, 1873 (1290) da Magosa'­ da yazdığı önsözde yine eski edebiyatımızın kusurlarına temas ediyor. Vaktiyle "huccet-i bülega" ve dil bakımından "mu'cize-i kübra" sayı­ lan H ams e-i N ergisi basıldığı ve yüz paraya satıldığı halde yüzelli nüsha sürülmediğini, halbuki çocuk elinden çıkmış hikayelerin bin binbeşyüz müşteri bulduğunu, eski eserlerimizden çocuğunun "havas" için yazıl­ masının buna sebep olduğunu, bir fenne dair olmamak şartiyle, "havas" için kitap yazmak kadar dünyada "abes" bir şey olamıyacağını söyli­ yor. Daha sonra da Fars dili ve edebiyatının etkisi altında tabibat dışı mubalaga, teşbih ve cinasların, edebiyatımızda "erkan-ı asliye" sırasına girdiğinden şikayet ediyor:. "D evr-i M ahmudi şu ar asının Türkç el eştirdikl eri ş ey y alınız elfazdır. Yoks a t as avvurl arının asar-ı Ac emd en yin e z err e k ad ar farkı bulunm az ; yin e div anl arınd a d ağlı lal el erd en, y ak ası yırtık güll erd en, fel eğe b enz er nilüferl erd en, kıl k ad ar b ell erd en, yıl an gibi s açl ard an, s ervd en uzun "gul yab ani gibi" boyl ard an , kılıç gibi k aşl ard an, ok gibi k irpikl erd en, h anc er gibi g amz e/ erd en, b en efş e v ey ahud zümrüd gibi bıyıkl ard an, su k en arınd a bitmiş ç em en gibi s ak all ard an, hiç yok ağızl ard an, tuzlu dud ak­ l ard an, kuyu gibi ç en e çukurl arınd an, d ery ad an ziy ad e k anl ı y aşl ard an, düny ayı y ak ac ak k ad ar at eşli ahl ard an, Üz erl erin e p amuk y apışmış iğr enç y ar al ard an, sihr-b az k al eml erd en, b atm anl a ş ar ab iç er s erhoşl ard an , tim arh an ed en boş anmış f!,ibi sok akl ard a çıpl ak g ez er v e b ağır ar ak f!,Öğsünü döğ er aşıkl ard an, bir dilb erin s açın a t ar ak olmuş p arç a p arç a gönüll erd en g eçilm ez. 9

Namık Kemal, Ziya Paşa'nın H arab at 10 adı altında hazırladığı antoloji münasebetiyle 1874 (1291) da Magosa'da yazdığı T ahrib-i H arab at ile, 1 875 ( 1292) de yazdığı Ta'kib'de eski edebiyata dokun­ maktan geri durmıyor. H arab at'ın birinci cildinde yer alan kasideler 8 Tasviriefkar, 16 rebiıılahır 1 283 (1866), No. 416; Kemal Münıehabaı-ı Tasviriefkar "üçüncü kısım: edebiyat", Kitabhane-i Ebuzziya yayınlanndan, ikinci basım, 1311.

9 Namık Kemal, Bahar-ı Daniş, Hindli Şeyh İnayetullah'dan çeviri, Kitabhane-i Ebüzziya yayınlanndan, ikinci basım, 1303. ıo Harabat, 3 cilt, 1874 (1291).


MİLLİ EDEBİYAT

161

hakkındaki düşüncelerini T ahrib-i H arab at 'ta kaydederken sık sık aynı konuya dokunuyor. "Vakıa ed ebiy atımızın h al-i

hazırın a n az ar an Farisid en bir v akıt

istiğn a bizim içün k abil olmıy ac ağını inkar a m ec al yoks a da, lis anımızı z at en Farisi t elvis etmiş v easar-ı ed ebiy emizd egörül en faz ail-i akliy e v e l eta ­ fet-i hissiy e noks anı bütün Ac em muk allidliğind en n eş' et eyl emiş olduğunu 1 d ahi ıkr ar eyl em ek z aruriy att andır "1 • H arab at' ın ikinci

cildi için kaleme aldığı T a'kib'de de şunları

söyli.yor: "Yıl an yiy en hük em agibi yıl an s ev en şu ar ada, n ev ak ıa k ad ar Dol ab' ın ı2 bir nüsh asınd a ol an ç arş anb a k arısı yollu biz e o g üz el s açl arı, ekr eh-i m ahluk at ol an yıl an sur etind e göst er ec ek ! Eslaft a h er n e y apılmış, h er n e söyl enmiş is e v el ev k i ş er' a, akl a, t abi at a, ins aniy et e mug ayir olsun ; \ ta b ekıy am et bizd e m akbul olup gid ec ek mi ? . . . "Kolu, b ac ağı, başı, göğsü örümc ek inc eliğind e bir ad am r esmi y apıl­ s a d a bir k anlı ciğ erin üz erin e y apıştırıls a n e k ad ar güz el v e n e k ad ar dil-firib bir m anz ar a t eşkil ed er, öyl e d eğil mi ef endimiz ? 13

Namık Kemal, M ecmu a-i Irfan P aş a14 adlı eserinin önsözünde gençler için "kadir bilmiyen veya meslek-i eslafa muarız olan nev-re­ sidegan" diyen irfan Paşa 1874 ( 1291) ya Magosa'da yazdığı mektu­ bunda, Paşa'nın kitapta yer alan şiirlerini eleştirirken, sırasını geti­ rerek eski edebiyata çatmaktan geri durmıyor. Şu satırları alıyoruz :

"Bu t eşbih v e mub al ag ad aki hılaf-i t abi at h all erd en k at'-ı n az ar ed ebiy at-ı atik a. t ar af-d arı ol an z ev atc a bir k elim e v ezin v ey a k afiy e altın a girdikt en sonr a m a'n a ihtiy acınd an var est e addolu nduğunu görüyoru z . . . "Hila f-ı ör f-i ed eb k elim e isti'm alind e t avr-ı k adim t ar af-d arl arının mub alatsızlığın a M ecmu a-i d evl etl erind e m eşhud-ı aciz an em ol an "tutul­ m az ah enin z encir il e s evd a-g er an-ı ış k:' mısr amı bir d elil ittih az eyl es em h aksız bir h ar ek et

eyl em emiş olurum . . . .

"Ş uar amızın v ezin v e k afiy e uyunc a m a'k ulat v e hik emiy at a d ahi k eyfe may eş a t as arruf ed er ek, ist edikl eri gibi bir al em ic adın a k alkış a­ g eldikl eri, lis anımızd a ed ebiy atın ruh-ı asliy esi olm ak lazım g el en hik 11

Kemal, Tahrib-i Harabat, Kitabhane-i Ebüzziya yayınlarından, 1 303. İstanbul'da çıkan bir dergi, 1873 (1291), 18 sayısı çıkmıştır. ıa Kemal, Ta'kib, Kitabhane-i Ebüzziya yayınlarından, 1 303. 14 Mecmua-i Irfan Paşa, tarihsiz, 1874 (1291) olacak.

ı2 Dolap,

T. D.

Y.lhğı,

il


AGAH SIRRI LEVEND

162•

m ett en bütün bütün ayrıl ar ak, hırıstiy an m evt al arı gibi güz el giyinmiş bir c en az e hükmünd e k alm asın a s eb eb oluyor".

Sonunda yazısını şu satırlarla bitiriyor: " V aktiyl e env a' -ı h ati att an mür ekk eb söyl edikl eri bir k aç b eyti m eyd a­ n a koym ak içün bugün eli k al em tut an n e k ad ar esh ab-ı ed eb v ars a cüm­ l esini t ahkıri mukt az a-yı h al e d ah a muv afık add eyl ers e, kull arı d ahi o yirmiş er, yirmib eş er y aşınd a çoc !Jkl ar lis anınd an ol ar ak, y emin ed erim ki bund an böyl e v el ev k afiy esiyl e v ezniyl e olsun H amz a-n am e hikay atı v egul y ab ani riv ay atı dinl emiy ec eğiz . V e c anımız t end e olduk ça şu ümm et-i m erhum ey e d ahi dinl etm em ey e ç alış ac ağız. H er h ald e emr ü ferm an H azr et-i m en l ehü' l- emrindir" . ıs

Namık Kemal C elal eddin H arz emş ah adlı tiyatro kitabı için 1882 (1300) de Midilli'de yazdığı önsözde de sırasını getirerek eski edebiyata çatıyor: "Şii rimiz is e- eks eri mün ac at v e n a'tl ar v e birk aç ufak m esn evi il e güz el müfr edl er istisn a olunduğu h ald e-h akik at v e t abi at al eml erind en haric bir cih an-ı evh amd an ıktıb as olunmuş bir t akım nam erbut t as avvurl ard an ib ar et idi. "Eks eri şiirl erimizin b eyt v e mısr al arı b eynind e ol an m a'n a t el ev­ vünü p arç a boğç al arınd a r enk t el evviinünd en ziy ad edir. "Div anl arımızd an biri mut al ea olunurk en ,

ins an muht evi olduğu

h ay al atı zihnind e t ec essüm ettirs e, etr afını m a'd en elli, d eniz gönüllü, ay ağını züh alin t ep esin e b asmış, h anc erini mir rihin göğsün e s apl amiş m emduhl ar, fel eği t ersin e ç evirmiş de k ad eh d �ye önün e koymuş, c eh enn emi al evl endirmiş d e d ağ diy e göğsün e y apıştırmış, b ağırdıkç a arş-ı a'la s ar­ sılır, ağl adıkç a düny a k an tufanl arın a g arkolur aşıkl ar, boyu s ervid en uzun, b eli kıld an inc e, ağzı z err ed en ufak, kılıç k aşlı, k argı kirpikli, g eyik gözlü, yıl an s açlı m a'şukl arl a malam a! gör ec eğind en k endini divl er, gul

y ab anil er al emind e z ann ed er.

"E �faz-ı g arib e il e bir r engin m aaniyi s etr etm ek, bir güz el ç ehr eyi allı, b ey azlı düzgün/ erl e l etafett en m ahrum eyl em ek, bir çirkin m eali k elim e il e süsl em eğ e ç alışm ak is e, bir z enci k arısını t elli, pullu duv akl ard a s ak­ l am ak k abilind en olm az mı ? . . . 15

(1304).

Kemal,

.

irfan Paşaya mektub, Kitabhane-i Ebüzziya yayınlntırıdan, 1868


MİLLİ EDEBİYAT

163

"Bizd e is e hikay e kısmı m ahsul iit -ı ed ebiy em izin en nakıs cih etidir. Lis anımız da l ezz etl e okun ac ak b elki üç hikay e bulun am az. Elsin e-i g arbi­ y ed en aldığımız r om anl ar eks eriy et üzr e fen a t erc em e olunmuş, asar-ı milliy ed en m a'dud ol an hika) el er is e, n e k ad ar fen a y azılmış is e birk aç k at fen a düşünülmüştür . . . . "Türkç emizd e bir d e efail v e t efail k aydınd an b eri p arm ak h es abı d ediğimiz v ezin m evcud ol ar ak, Milli eş' arımız o k aid ey e t evfik olunm ak lazım g el ec eğind e şübh e yok is e d e.

ESAS

. . .

ı4

FİKİRLER :

Namık Kemal, ilk defa T asviri efkar'da eski edebiyata karşı bu savaşı açtığı zaman henüz yirmialtı yaşlarında idi. Edebiyata kendisi de divan'. şairi olarak girmiş ve 17 yaşında Sofya'dan İstanbul'a geldiği zaman divanını da birlikte getirmişti. Fakat Şinasi'yi tanıyıp onun tavsiyesiyle Fransızcayı öğrendikten sonra, Batı alemini tanımağa başlamış ve memleketin durumunu daha iyi kavramıştı. Bu uyanış ona şu gerçekleri öğretti: Halk bilgisiz ve memleketin durumundan habersizdir. Halkı bu bilgisizlikten kurtarmalı, ona gö­ revini öğretmelidir. Fakat nasıl, hangi araçla ? Memleketin yüzde doksanı okuyup yazmaktan yoksundur; ve eldeki imkanlarla onu ışığa kavuşturmak kolay değildir. Önce öğrenimi kolaylaştırmak gere­ kir. Diyelim ki bu kolaylık sağlandı ve halk okuma yazma öğrendi. Halka okuması için hangi kitabı vereceğiz? Yüzde yetmişi Arapça ve Farsça kelimelerle dolu, anlamadığı ve anlıyamıyacağı bir dille yazılmış eserlerden halk neyi öğrenecektir? Dilinden başka, aşılamağa çalıştığı fikirler ve gerçekler bakımından Türk ruhuna yabancı olan bu edebiyatın "tehzib-i ahlak" a hizmet etmesi şöyle dursun, "müf­ sid-i ahlak " sayılacak yönleri bile vardı. Dili ve edebiyatı bu durum­ dan kurtarmalı, milletin sevip benimsiyeceği duyguları, beğenip ina­ nacağı düşünceleri, anlıyacağı bir dille belirtecek yeni bir edebiyat meydana getirmeliydi. İşte Namık Kemal'i ve arkadaşlarını harekete getiren bu sosyal nedenler ve bu nedenlerin doğurduğu düşünceler olmuştur. Şurasını belirtmek gerekir ki, Namık Kemal gençlik adına söz söyler ve onları savunurken, bütün bir gençliğin kendisini takibettiğini 18

Kemal, Mukaddeme-i Celal, Kitaphane-i Ehüzziya yayınlarından, 1887 ( 1305).


164

AGAH SIRRI LEVEND

sanmamalıdır. Ekrem ve Hamit gibi Fransız dilini öğrenmiş ve bu edebiyatı tanımış beş on genç, kurumları ve eserleriyle yeni edebiyatı kurmağa çalışırken , divan dilinden başka bir dil bilmiyen ve bu ede­ biyatın etkisi altında yetişmiş bulunan genç kuşaktan çoğu, eskilere "nazire" söylemeği marifet sanıyor ve gazel edebiyatını devam etti­ riyordu. Henüz meydanı bırakmamış eski şairlerle eski kültürü benim­ siyen yaşlı yazarlar bunları koltuklıyor, yeni edebiyat taraflısı gençleri ya açıkça, ya da alttan alta kırıcı sözlerle küçümseyip yıpratmağa çalışıyorlardı. Namık Kemal, işte böyle bir hava içinde ortaya atılmış, ilk zaman­ lar hemen hemen tek başına eski edebiyatı yıkmağa çalışmıştır. Bir aralık Namık Kemal için: "eskiler gibi yazamadığından onlara hücum ediyor" diyenler de oldu. O da, Nergisi'yi bile kıskandıracak bir dil ve deyişle 1861 (1278) da kaleme aldığı Barika-i zafer'i 17 ortaya ata­ rak bu alandaki yetkisini isbat etti. MİLLET VE MİLLİYET :

Örnek olarak aldığımız parçalarda görüldüğü gibi, Namık Kemal'in yazılarında "millet" ve "milliyet" kelimeleriyle "asar-ı milliye", "milli eş'arımız" gibi tamlamalar geçmekte ve "edebiyatın muhafaza-i mil­ liyette olan tesiri" gibi ibareler yer almaktadır. Bunlar gelişigüzel söy­ lenmiş değildir; bilerek kullanılmıştır. Namık Kemal'den sonra bu konuya dokunan kalem sahipleri görülmeğe başlar. Ali Suavi, 1866 de önce İstanbul'da, sonra Londra'da çıkardığı Muhbir ıs gazetesiyle, 1869-1870 de Paris'de çıkardığı Ulum19 gazetesinde Türk dilinin sadeleşmesi gereğini savunmuş, bunu sağlıyacak çareler üzerinde durmuştur. Muhbir'de çıkan bir okuyucu mektubunda, gaze­ tenin kullandığı dil için "vatanımızın lisan-ı millisi" denilmektedir 20 • Ziya Paşa, 1868 de Londra'da Namık Kemal'le birlikte çıkardıkları

Hurriyet 21 gazetesinde yayınladığı Şi'r ü İnşa başlıklı yazıda, Necati,

Baki ve Nef'i divanlarında yer alan şiirlerle, Feridun, Veysi ve Nergisi münşeatlarında görülen yazıların Osmanlı (Türk demek istiyor) şiiri ı; ıs

19

20 zı

Namık Kemal, Biirika-i zafer, Kitabhane-i Ebüzziya yayınlarından, 1887 (1305). Muhbir, ilk sayı 1 ocak 1866 (25 şaban 1 283 salı). Ulum, ilk sayı 1869 (rebiulilhır 1286). Muhbir 1867 (29 zilhicce 1283), sayı 37. Hürriyet, ilk sayı ,29 haziran 1868 (1 rebiulevvel 1285).


MİLLİ EDEBİYAT

165

ve inşası olamıyacağını nedenleriyle uzun uzun "itnlattıktan sonra, bizim tabii olan şiir ve inşamızın halk arasında yaşamakta olduğunu kaydediyor; bu kötülüğü gidermek için tabiata uymağı tavsiye ediyor. Ziya Paşa bu yazısında "kitabet-i milliye o dur ki, eli kalem tutan, zih­ nindeki muradını iyi kötü kağıd üstüne koymalı" demektedir 22• Bu savaşa katılan gönüllülerden Ahmet Mitat, ,önce Basiret 23, sonra da kendi çıkardığı Tercemanıhakikat gazetelerinde ve "takriz" 24 yollu keleme aldığı bazı yazılarda Türk dilinin çeşitli sorunları üzerinde durmuş ve ele aldığı konuyu cesaretle savunmuştur. Onun dilde sadeliği savunan en önemli yazısı Dağarcık 25 dergisinde çıkan Osmanlıca 'nın isluhı başlıklı yazısıdır 26 • Türlü yazıları ve eserl�riyle bu konu üzerinde sistemle çalışan Şemsettin Sami, 1880 de çıkardığı Hafta 27 dergisinde yayınlanan Lisan-ı Türki ( Osmani) başlıklı yazısında, ilk defa, konuştuğumuz dilin Türk dili olduğunu, buna "Osmanlı lisanı" demenin doğru olmı­ yacağını kaydederek, dilimize girmiş olan Arapça ve Farsça kelimeleri çıkarıp atmanın her zaman mümkün olduğunu, bunların yerine dili­ mizin kaynağı olan Doğu Türkçesindeki unutulmuş kelimeleri uyan­ dırarak dilimize almanın daha doğru olduğunu belirtiyor 28 • Şemsettin Sami'nin dille ilgili bundan sonraki yazıları 1898 (1314) de Sabah 29, 1899 (1315) da Tarik, 1901 ( 1317 ) de Ikdam 30 gazetele­ rinde yayınlanmıştır. MİLLi E D E BİYAT ÖZLEYİŞİ ..

Bu yazılar arasında Sabah gazetesinde Lisan ve Edebiyatımız başlığı altında çıkan yazısında. Ş. Sami, edebiyatımızda klasik olmağa Iayik eski ve yeni hiç bir eserimiz olmadığını, eski şairlerimizin divan22

Hürriyet, 7 eylül 1868 (20 cümadelula 1285), sayı 1 l. ilk sayı 1869 (20 şevval 1286 cumartesi). 24 Mesela Mehmet Sadık'ın 1895 (1313) de yayınladığı Vss-i lisan-ı Türki adlı Çağatay gramerine yazdığı takriz. 25 Dağarcık, ilk sayısı 1871 (1 288). 26 Bu yazı derginin ilk sayısında çıkmıştır. 27 Hafta, ilk sayısı 1880 (22 ramazan 1298). 28 Hafta, 188 (10 zilhicce 1298, sayı 12). 29 Sabah, ilk sayısı 1876 (12 safer 1293). 30 Ikdam, ilk sayısı 5 temmıız 1894 (1 maharr�m 1312). 23 Basiret,


166

AGAH SIRRI LEVEND

ları içinde söz v�' anlam bakımından kabule değer birkaç beyit bul­ manın güç olduğunu söyledikten sonra sözler.ine şöyle devam ediyor : "Fetihten evvel ve ale'l-husus Sultan Osman Gazi ve Sultan orhan devirlerinde yeti şen bir kaç şairin kabaca ve l akin sade ve tabii sözlerinden belki intihab olunabilecek yerler bulunabilir ; l akin X. karn-ı hicride yeti şen hesabsız şuaranın Baki ve Yahya Bey gibi ancak bir iki şairin asarı ele alınabilir. XI. karnda yeti şen Nef'i'inin lisanı daha dü �gündür. XII . karnda Nedim gibi düzgün sözler söylemi ş şairler yeti şmi ştir. Bun­ larla Fuzuli ve Ruhi-i Bağdadi gibi şuaranın asarı yabana atılamaz. Bunlar edebiyat-ı kadimemizin üstadları sıfatıyle hürmete şaya �dır. Ve eserleri tarih-i edebiyatımızda mühim bir mevki i şgal eder. Lakin bugünkü günde ümem-i sairenin terakkiyat-ı edebiyet . erine mukabil, biz Baki'nin, Nabi'nin, Fuzuli'ni n, Nedim'in asarına pey-rev olarak, ihtiyacat-ı za­ mana göre . bir edebiyat-ı mil/iyeye malik olmak iddiasında bulunabilir miyiz ? Hele o zamanın nesri nazmından daha soğuktur. A rabi ve Farisi elfaz-ı garibeye boğulmu ş, bir takım bayat te şbihatla, sanayi-i lafzıye denilen sahte ve gayr-ı tabii tekellüfatla, zevk-ı selim eshabının kulak zarını yırtacak derecede barid ve sakil seci'lerle u şandıracak derecede beyhude ıtnab olunmu ş ibareleri okumak sabr-ı Eyyub'a muhtactır. "Karn-ı s abık evahirinde yeti şen iki üç büyük edib (Namık Ke mal, Ziya Pa şa ve Hamit gibi şairleri kasdediyor) o edeb iyat-ı kadimemizin binasını ta temelinden hedm ü tahrible bir yeni edebiyat binası kurdular. Gençler bu yeni usulü tehalükle kabul ettiler. İhtiyarlar tarz-ı kadimi muhafaza ve iltizam ettilerse de, mesle �-i mütte hazlarıyle beraber onlar da gittiler. Bu günkü günde artık Baki'lerin, Nabi'lerin, Nergisi'lerin, Veysi'lerin şive ve tarz-ı ifadesini takdir ve iltizam edecek kimsenin vücu ­ dunu tasavvur edemeyiz. Lakin o yeni edebiyatın da lüzumu kadar sade olmadığı da inkar olunamaz. V akıa, seci'den, te şbihat-ı barideden, eski­ mi ş ve isti'malden sakıt olmu ş ta'birattan salim dir, lakin lüzumsuz keli­ mat-ı A rabiye ve Farisiyesi yine çoktur . "O büyük müceddidlerin ettikleri hizmet lisanımızın sadeliği ve düzgünlüğü tarikinde birinci hatve idi. Orada durulamazdı. Daha ileri varılmak tabii i di. İyi dikkat olunursa, onlar lisanımızın edebiyat-ı kadimedeki tarz-ı ifadesini sadele ştirdiler. Lakin büsbütün deği ştirmediler. •

" XI V. karn-ı hicri ise büsbütün bir tegayyür getirdi . Bu karnın genç edibleri ( Servetifünün şairlerin i kasdediyor ) Baki'leri, Nab f,'leri


MİLLİ EDEBİYAT

167

asla ele almamı şlardır. Binaenaleyh karn-ı sabık üstadlarının bilaihtiyar bunları · taklid etmeleri gibi bir mahzurdan salim idiler. Lakin bunların da Garb üdebasını biraz ziyadece taklidettikleri inkar olunamaz . �

" Vakıa, bizden ileri bulunan ve hallerine gıbta-ke ş olduğumuz ümem-i mütemeddineye pey-rev olmak tabii ve zaruri bir haldir; Lakin taklid her halde müstahsen değildir. 31

Bu satırlar, Tanzimat ve Servetifünun edebiyatlarının kaba taslak çizilmiş bir krokisidir ve bu bakımdan çok önemlidir. Şemsettin Sami, Kamus-ı Türki ' 32 sini hazırladığı sırada Ser­

vetifünun dergisine gönderdiği Kamus-ı Türki ve Kamus-ı Arabi baş­ lıklı yazısında Türkçe sözlükten bahsederken, " lugat-ı milliye", "kamus-ı milli", Türkçeyi kasdederken de "lisan-ı milli" deyimlerini kullanıyor. 33

MiLLI

SIFATI :

"Millet" kelimesi gibi, "milli" kelimesinin de arasıra yanlış kul­ lanıldığı oluyor. Mesela Abdülhak Hamit, tiyatro üzerindeki düşün­ celerini açıklarken, "milli tiyatro", "eser-i milli" deyimlerini kullanıyor. Ona göre milli tiyatro, bir milletin tarihinde yer alan övünülecek bir olayı, yahut büyüklerinden birinin serüvenini hatırlatmış olmalıdır. Mesela Türkçe bir tiyatroya milli denilebilmek için, "millet-i Osmaniye" arasından Lazlar, Arnavutlar, Kürtler gibi gelenek ve görenekleri bizce pek bilinmiyen kavimlerin hallerini tasvir etmiş olmalıdır. D11hter-i Hindil nu n sonuna eklediği yazısında şöyle söyliyor : '

"Bir milletin tarihince fahr olunacak bir azemetini veya uzamasından bir m ştehirin sergüze şt-i fahiranesini ihtar �tmediği halde, efradının bu­ günkü suret-i imtizaç ve adetini bildirecek y olda bir tiyatr o yazmak, bir şahsın yüzüne kar şı ayna tutmak gibidir ki, şeklinin mü şahedesinde bildiği şeyi bir daha öğrenmi ş olmaktan ba şka f . azilet y oktur. O y olda bir eser-i mi !Uye, tiyatr o değil, ahlak risalesi denebilir. O y olda bir eser, namına milli denildiği için değil, hiidim-i ahlak olduğu içün mutalea olunabilir. Mesela, benim İçli Kız tiyatr osunun mevzuu bugün vukuu muhtemel bir vak'adan ba şka bir şey değildir. Sevabıkımızca hiç bir ma­ lumat arzetmez. Tarihimizden me'huz , hiç bir fıkrası y oktur. Halbuki . (27 temmuz 13 14), sayı 31 32. Şemsettin Sami, Kamus-ı Türki, İkdam yayınlarından, 1899 (1317). 33 Serveıifünun, 1899 (6 ocak 1315), c. 18, sayı 462.

3ı Sabah, 1898 32


168

AGAH SIRRI LEVEND

İçli Kız da milli namile çıkan tiyatrolar idadındandır. Halbuki lazım olduğu gibi milli değil, o da yalınız ahlak ri sale si addolunabilir. " Türkçe tiya tro oyununa milli denebilmek için, ya Lazlar ya A r­ navudlar ya Kürdler ve sair idadından yani millet -i O smaniye efradından olup da adet ve tabiatları halkımızca etrafiyle ma'l flm olmıyan akvamın ta svir-i ahvaline dair olmalıdır. Müelliflerinin himmet-i millet-pervera ­ ne sini inkara mecal olmıyan Ecel-i kaza gibi, Be sa gibi, Delile ile Ebü'l­ Ala gibi. Yahud tarih-i İ slamca bazı haviirik-ı vukuat ile yine i slamdan vücudu fahre sebeb bir şöhret-i azime sahibinin terceme-i kemalini m ü ş'ir olmalıdır. Üdebii-yı garbın tarihlerden i stihrac ile iilem-i ma'rifete pek çok mi salini yadigar ettikleri halde, bizde henüz bir e seri görülmediği gibi. Veyahud mündericatı, O smanlıların halde, mazide itila-yı şanını mucib bir vak'ayı mu savvir olmalıdır. Nazirini görmemekle mütee ssif olduğumuz Akif Bey ve Sili stire nam e serler gibi" 34•

Görüldüğü gibi Hamit, yerli hayatı tasvir eden eserlere "eser-i milli" demekle birlikte, milll tiyatroyu tanımlamak isterken yanılıyor. Bu yanılma, hiç şüphesiz "millet-i Osmaniye" deyimine bağlı kalmak­ tan ileri gelmektedir. Bu devirde, hece ölçüsünden bahsederken "evzan-ı millıye, ve %n-i milli" deyimlerini kullanarak, şiirde hece ölçüsünün bir " rabıta-i milliye" olduğunu söyliyenler 35, yahut eski masallarımızı konu olarak seçecek romanlar için "Türk romanı" ve asıl "edebiyat-ı milliye" diyenler görül­ mektedir. 36 Bütün bu çabalar, benimsemek isteğinden doğan bir özleyişin belirtisidir. Devrin fikir ve kalem sahipleri, yarı biliş, yarı sezişle, kimi de tam bir şuurla benimsedikleri milliyet duygusu içinde, kendilerinin malı olan değerli bir varlıkla övünmek ihtiyacını duyuyorlar ve bunı.l, "milli edebiyat, milli lisan, rabıta-i milliye" gibi deyimlerle belirtmek istiyoclar. *

Bununla birlikte "Osmanlı" deyimi toplumda yaygındır. Nasıl siyasal alanda Türk toplumuna "millet-i Osmaniye" deniliyorsa, Türk Abdülhak Hamit, Du/ııer-i Hindu'nun sonuna eklediği yazı. İbnürreşad Ali Ferruh, Evzan-ı milliyenin terkiyle evzan-ı aruziyenin kabulü Mir'atıulem dergisi, 1884 (1 300), c. 1, sayı 8, s. 1 18. 38 Coşkun, Yazıcı Rasim Efendi'ye , Tairk gazetesi, 1899 (15 mart 1 315), No. 4751. 34. 35


MİLLİ EDEBİYAT

169

edebiyatıyle ilgili konularda da "edebiyat-ı Osmaniye, şuara-yı Osma­ niye, tarih-i edebiyat-ı Osmaniye, belagat-ı Osmaniye, kavaid-i Os­ maniye" deyimleri kullanılıyordu. "Lisan Osman!, üç dilden toplanmış dil, "kavaid-i Osmaniye" de üç dilin kurallarından, toplanmış dil bilgisi diye tanımlanıyordu. TÜRK

SIFATI :

Bazı dil bilgisi kitaplarında bu istek görülmektedir. Ahmet Cevdet ve Fuat paşaların hazırladıkları .IW"edhal-i kavaid 37 adlı eserden sonra, Cevdet paşa önce Kavaid-i O smaniye' yi,38 sonra sıbyan mektepleri için Kavaid-i T ürkiye 39 'yi hazırlamış, daha sonra da Kavaid-i O s­ maniye "yi biraz değiştirerek Ter tib -i cedid-i kavaid-i O smaniye 40 adı altında yayınlamıştır. Abdullah Ramiz Paşa Em sile-i T ürki ye 4ı,

Süleyman Paşa da

llm-i sar f-ı T ürki 42 adlı eserlerinde "Osman!", yerine "Türki" keli­

mesini kullanmışlardır. Muallim Naci, lstılaha t- ı edebiye adlı eserinin başındaki şu iki cüm­ lede "edebiya t- ı T ürkiye" deyimini kullanıyor : "lstılaha t- ı edebiye nam ıyle meydana ç ıkma ğa başl ıyan bu bendler edebiya t- ı T ürkiyenin f - en olmak hay siye tiyle-kaffe-i leva zım ın ı bir yere cemi tmek gibi b üy ücek bir mak sadla ya zıl ıyor . "Bu lstılaha ta dair verdi ğim izaha t edebiya t- ı T ürkiyenin şimdiki haline ve i stikbaline göre dir. Ö tedenberi Arab veya Far s tar z- ı edebi sini aynen kabul e tmek fikrine iş tirak edenlerden de ğilim" .43

Gazetelerimizden, ilk defa başlığında "millet" kelimesini kullanan Ba sire t, "Türk" sıfatını kullanan da ikdam gazeteleridir. Ba sire t'i çıkardığı için kendisine Basiretci sıfatı verilen Ali, gazetesinin başlığı altına: "Menafi-i vataniye ve havadis-i umumiyeye dair millet ga37

Ahmet Cevdet ve Fuat Paşalar, Medhal-i kavaid, İstanbul taş basması, 1B50

(1268). 38

Ahmet Cevdet Paşa, Kavaid-i Osmaniye, İstanbul 1865 (1 282). Ahmet Cevdet Paşa, Kavaid-i Türkiye, lstanbul 1875 (1292). 39 Ahmet Cevdet Paşa, Kavaid-i Türkiye, İstanbul 1875 (1292). •0 Ahmet Cevdet Paşa, Terbib-i cedid-i kavaid-i Osmaniye, İstanbul 1895. (13 13). H Abdullah Ramiz Paşa, Emsile-i Türkiye, İstanbul, 1866 (1283). '2 Süleyman Paşa, llm-i sarf-ı Türki, İstanbul, 1874 (1291). 43 Muallim Naci, lstılahat-ı edebiye, İstanbul, 1889 (1307). 39


170

AGAH SIRRI LEVEND

zetesidir" cümlesini koymuştur. Ali, yalınız bu cümleyi eklemekle kal­ mamış, sözünü tutarak, yazılarında millet yararını gözetmiştir. Türk­ lük başlığını taşıyan imzasız yazı bunlardan biridir. Yazar :

Şimdi i se cehalet ve betaat ım ız bi zi ol derece vadi-i tedenni ye ilka' etmiştir ki, vaktiyle satvet-enda z- ı çar guşe-i alem ve sebeb-i iftihar ü

bai s-i rahat u hu zurumu z olan ecdad- ı şecaat-nihad ım ız T ürk olduklar ı halde, T ürkl ük nam ın ı bi z kabul etme z olduk. Hatta birimi ze sen T ürk sün de seler dar ıl ıyoru z." 44

dedikten sonra zamanının alafrangalık taşıyan gençlerini taşlıyor. Ba siret'e yazı gönderenler arasında birinin Türk Ahmet adını kullanması önemle kayda değer.45 lkdam sahibi Ahmet Cevdet de, gerek gazetesine aldığı yazılar, gerek lkdam külliyatı arasında yayınladığı eserlerle Türklüğe büyük hizmetler etmiştir. DURGUNL U K VE BEZGİ NLİK :

Namık Kemal'in 2 aralık 1888 (1304) de ölümü, Türk kültür haya­ tında büyük boşluklar bırakan acı bir kayıp olmuştur. Yalınız bu kadar da değil; özgürlük uğruna yıllardır açılan savaşta, bu değerli komutanın şehit düşmesi, birdenbire çöken bir bezginlik yaratmış, bir duraklama meydana getirmiştir. Gerçi Namık Kemal, "ikamete memur" edildiği Midilli'de yıllar­ danberi canlı çalışma hayatından uzaklaştırılmış, çile doldurmağa mahkum edilmişti. Fakat bu haliyle bile, millete yine umut kaynağı oluyor, saraya da bir umacı gibi görünüyordu. Nite kim istibdat yöne­ timi, Namık Kemal'in ölümüyle geniş bir nefes aldı ve uyanık gençler üzerindeki baskıyı daha da artırdı. Namık Kemal'in ölümünden yedi yıl sonra, haftalık Servetif ünun dergisinde toplanan genç edebi kuşağın mey dana getirdiği edebiyatta aynı heyecan görülmez. Gerçi bu edebiyat, kendinden önceki edebiyata göre, sanat bakımından daha üstün, zevk ve anlayış bakımından daha olgundur. Fakat bir eksiği vardır: milli ruhu aksettirememek. Eğer duygu ve düşünceyi ölçü olarak alırsak, Tanzimat edebiyatını, kucak44 Basiret, 45 Basiret,

Türklük, 1 869 (19 zilhicce 1 286), sayı 40. Türk Ahmet'in mektupları, 1869 (30 zi'lka'de 1 286), sayı 30 ve 1869 (7 zilhicce 1 286), sayı 35.


MİLLİ EDEBİYAT

171

layıcı bir şefkatle millete seslenmesi ve millet ıçın yararlı olmağa ça­ lışması bakımından, daha milliyetçi saymamız gerekkir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, milliyet şuuru belli veya belirsiz hu devirde haşlamış, onu elde edememekten doğan bir kaygı, bir özleyiş ilkin hu edebiyatta kendini göstermiştir. . Halbuki Servetifünun edebiyatı devrinde bu duygu sönmüş, daha doğrusu söndürülmüştür. Sanat anlayışı, onları halktan uzaklaştırmış, baskının yarattığı kötümserlik umutlarını söndürmüş, kendilerini çevreleri içine habsetmiştir. Hemen belirtelim ki bu edebiyat, Batı edebiyatını, Batı edebiyatındaki çeşitli akımları, yeni zevkleri bize daha yakından tanıtmış, bu bakımdan kültür hayatımızda aşılması gereken önemli bir durak olmuş, fakat milletce beklenen canlılığa ulaşama­ mıştır. Servetifünun şairleri, dilde Tanzimatcılardan daha da geriye git­ mişler, zincirleme tamlamaları. bileşik sıfatları bol bol kullanmaktan çekinmemişlerdir. "Dilde sadele�me"' bahsinde de Osmanlıcayı savun­ muşlar, sadeleşmeyi, sanat seviyesini halka indirmek diye anlamışlar, fikri esasından küçümsemişlerdir. Ama bu, Servetifünuncuların milliyet duygusundan yoksun oldukları iddiasını taşımaz. Bu davranış, son­ radan kendilerinin itiraf ettikleri gibi, zamanın bir sanat cilvesinden başka bir şey değildir. Halit Ziya bunu açıkca belirttiği gibi 46 , Fikret de, halka hitabeden şiirlerin büyüleyici kudretini kabul etmiştir 47• YENİ BİR SES : Nitekim beliren bir fırsat, ta�mağa hazır bir halde ruhlarda saklı bulunan bu asil duygunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. 1313 Yunan harbinde Türk askerinin savaş meydanlarında kazandığı zafer, hepsini çoşturmuş, Recaizade Ekrem"e J.:ı rm ızı markuplar'ı; Ali Ekrem'e Va siyye t'i Halit Ziya'ya Osman · ı . Ahmet Hikmet'e Nakıye Hala' yı, Hüseyip. Cahit'e Topal'ı, Cenap Şahabettin'e Ey tam-ı ş üheda' yı, Tevfik Fikret'e Ha san'ın gazasi'nı yazd ırmıştır. Bu şiirlerin ve hikayelerin hepsi de içten gelen sıcak ve samimi bir . duygunun eseridir. 48 4 6 Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk yıl. c .ı. 1936, s. 141 ve 145; Sanala dair, c. 1, Hakkı . var, s. 2-5. 47 Tevfik Fikret, Çocuk bahçesi, Selanik, 1905 (21 temmuz 1321), sayı 25. 48 Bu şiirler ve yazılar, Servetifü nun dergisi tarafından şehit çocuklarıyle gazi­ ler yararına 1313 de çıkarılan "nüsha-i mümtaz�' da yayınlanmıştır. _


172

AGAH SIRRI LEVEND

Yine bu zafer dolaysıyle, yükselen alçak gönüllü bir sesin, ötekiler­ den büsbütün başka bir özlük ve özellikle ortaya çıktığı görülür. Rü­ sumat Emaneti Evrak Müdürü Mehmet E min imzasiyle Selanik'te, Asır gazetesinde yayınlanan bu manzume, Anadolu'dan bir se s yahud Cenge giderken başlığını taşımaktadır. Ben bir T ürk üm dinim , c ın sım uludur. Sinem, ö züm ateş ile doludur . In san olan vatan ın ın kuludur. T ürk evlad ı evde durma z; giderim! *

Yaradan' ın kitab ın ı kald ırtmam. O smanc ığ ın bayrağ ın ı ald ırtmam. D üşman ım ı vatan ıma sald ırtmam . Tanr ı evi viran olma z; giderim! *

Bu topraklar ecdad ım ın ocağ ı. Evim , köy üm hep bu yerin bucağ ı. işte vatan! işte Tanr ı kucağ ı! Ata yurdun evliid bulma z; giderim! *

Tanr ım şahid duracağ ım sö zümde. Milletimin sevgileri ö zümde . Vatan ımdan başka şey yok gö zümde. Yar yatağ ın d üşman alma z; giderim *

Ak gömlekle gö z yaş ım ı silerim. Kara taşla b ıçağ ım ı bilerim. Vatan ımç ün y ücelikler dilerim. Bu d ünyada kim se kalma z; giderim! 49

İ ddiasız görünen bu sesdeki özlük, çeşitli etkenlerin basıncı altın­ da benlik şuuruna bir türlü. kavuşamıyan Türk toplumunun ruhunda saklı duran asil duygunun birdenbire çoşarak "ben bir Türküm" diye haykırmasıdır. Şair manzumesinde "insan olan vatanının kuludur", "ceng olurken Türk evde durmaz", gibi gerçekleri belirtiyor. Bu top­ . rakların ata ocağı olduğunu, vatandan başka gözünde bir şey bulunma49

Asır gazet_esi, Se!anik 1897 (1313).


MİLLİ EDEBİYAT

173

dığını söylüyor; millet sevgisinden bahsediyor, vatanı ıçın yücelikler diliyor, ki hunlar hep özlenen, fakat bir türlü dile getirilemiyen dilekler ve gerçeklerdir. ..

Manzumedeki özellik ise, Türkçe kelimelere yer verilmesi, o zamana kadar hakir görülen hece ölçüsünün kullanılmış bulunmasıdır. İşte milliyet şuurunun edebiyattaki ilk görünüşü hudur. Bu sese saygı borç­ luyuz. Mehmet Emin hu tek manzume ile yetinseydi, o devirde hu nitelikleri taşıyan bir manzume kaleme almasını, yine övgüye değer bulmakla birlikte, geçici bir heves sayabilirdik. Halbuki o hu teşeb­ büsünde devam etti. Servetifünun'da çıkan Bi z na sıl şiir i steri z başlıklı manzumesinde programını açıkça belirtmekten çekinmedi : Bi z o şiiri i steri z ki çifte giden babalar, Ekin biçen genç k ızlarla odun ke sen analar, Yan ık se sin dinlerken gö z yaşlar ın sil sinler. 50

Şair amacını böylece belirttikten sonra manzumelerini yazmakta devam etti. Bu iki manzumeden başka Yunan sın ır ın ı geçerken, T ır­

hala kale sine bayrak dikditen sonra, Şehid yahud O sman'in y üreği, Yetim çocuk yahud Ahmet'in kaygu su, Ah anal ık yahud Zeyneb'in dua sı, Kur'­ an-i Kerim, G üzellik ve iylik karş ısında başlıklarını taşıyan 9 manzumeyi, T ürkçe şiirler adı altında topladı; hu yayınladığı eseri "Türk kanndaş­

larıma, çoban armağanı, çam sakızı" sözüyle okurlara sundu. 5 ı YAN KILAR :

Şair, aynca, hu 9 manzumeyi Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamit, Sami, 52 Rıza Tevfik, Fazlı Necip gibi zamanın tanınmış fikir ve kalem sphiplerine göndererek onların hu manzumeler hakkındaki düşüncelerini sormayı ihmal etmedi. Gelen cevaplar, hu manzumeler 50 Bu manzume ilk defa Servetifünun dergisinde (1898 = 11 haziran 1 314, c. 15, sayı 380) Güzellik ve kardeşlik karşısında başlığı altında yayınlanmış ve manzumede geçen "İylik" kelimeleri "kardeşlik" olarak çıkmıştır. 5ı Mehmet Emin, Türkçe şiirler, İstanbul, Ebüzziya basımevi, 1316 (Recaizade Ekrem, Hamit, Sami, Rıza Tevfik, Fazlı Necip'in mektupları, ressam Zonaro'nun üç tablosu, şairle ressamın resimleri ve Cenge giderken manzumesinin notasıyle bir­ likte). 5 2 Türk dilinde gelişme ve sadeleşme evreleri adlı eserimde bu konudan bahsederken (bk. il. basım, Ankara 1960, s. 265), bu Sami'yi, Şemsettin Sami olarak kaydetmiştim. Bu, her halde Süleyman Paşazade Sami olmalıdır.


AGAH SIRRI LEVEND

174

dolaysıyle, edebiyat adamlarının "milli dil, milli edebiyat, milli şiir" hakkındaki düşüncelerini ortaya koymalarına fırsat vermiş oldu. Recaizade Ekrem, bu manzumeleri "ruhlar ım ızın en derin, en malıfi köşelerinde be sledi ğimi z mahabbe t-i va taniyenin her biri bir nale-i a te şini"

diye vasıflandırıyor. Abdulhak Hamit: " T ürklere mah su s bir üslf.ıb, belki de va tan ım ızın

k üh sar- ı cuybarlar ın ı and ır ır sure tte tine t Ü milliye timi ze men sub demek ­

olan bu ı:adi-i şi're" devam etmeği şaire tavsiye ediyor.

Sami, bu manzumeler için: "Efkar ve h ıssıya t- ı milliyenin milli

bir li sanla ifade si : iş te şiir, iş te edebiya t!" diyor. Şu sözleri de mektubuna

ekliyor :

"Bu sebebe mebnidir ki Anadoluda e skidenberi el sine-i na sda deveran eden ve bi zim edebi) a t aleminde kaale al ınma sına da tene zzül olunm ıyan parmak u sul ünde ba zı şiirler, bence Nabi'nin, Baki'nin, Fu zuli'nin eş'­ ar ına tercih olunma ğa şayand ır. Onlar belki kabacad ır; lakin T ürkçedir. ifade e ttikleri efkar belki pek a'lu de ğildir ; lakin içlerinde bir hi s, bir hi ss-i milli vard ır . . . . . . "Eş'ar ım ızı T ürk li san ıyle ve T ürk efkar ü hi ssiya tıni havi olarak ya zılm ış görd üğümden, ve nev-re sidegan- ı şuaram ızın Acem mukallid­ li ğinden b üsb ütün frenk mukallidli ğine irca' - ı ınan e tmek ten i se, bira z da T ürk li san ve hi ssiya t ü efkur ı meydan ında a t oyna tma ğa ö zenmeleri terakkiya t- ı milliye nam ına ar zu olunmamak kabil olmad ığı cihe tle buna bir ç ığır aç tığın ızdan dolay ı si zi tebrike fi'l-i hayr ın ızı da si tayişe se za­ viir gör üyorum efendim". Rıza Tevfik, "milli şiirlerin şidde t-i te' siri nden tekrar tekrar "

bahsediyor. Gerek bu manzumeler, gerek bu yolda yazılan şiirler hak­ kındaki düşüncelerini açıkladıktan sonra, şaire : "hemen ya zın ız, gö s­ terdi ğini z yol şi'r-i millimi z için bir şah-rah- ı terakkidir" eavsiyesinde bulunuyor. Fazlı Necip ise, bu manzumelerle bu yoldaki yazılar için "ş'ir-i milli, edebiya t- ı milliye deyimlerini kulandıktan sonra: "böyle milli, ulvi bir şiir ç ığr ı açmak edebiya tım ızın en b üy ük leva zım ından, en ciddi ih tiyaca tındad ır" diyor.

Gerçekten, Mehmet Emin'le edebiyatımızda böyle bir çığır açıl­ mış oldu. Mehmet Emin'in bundan sonraki manzumeleri gerek Ser­ ve tifünun'da, gerek İzmir'de Muk tebe s, Selanik'te Çocuk bahçe si der­ gilerinde çıktı ve bu çığn izliyenler de bulundu. Bu çığnn bir akım halini alması asıl Meşrutiyet'ten sonradır.


UYANIŞ DEVRİ TüRKÇÜLÜGÜN D OG UŞ U : Meşrutiyetin hiç beklenmedik anda ilanı, büyük umudlar uyan­

dırdı. Özgürlüğe kavuşan halk, nasıl kullanacağını bir türlü kestireme­

diği bu özgürlüğün sevinci içinde kendini bir türlü ayarlıyamıyarak, günlerce,

haftalarca

"yaşasın

hürriyet"

sesleriyle

sokakları

dolaştı;

meydanlarda nutuklar dinleyip çoştu. Kötü davranışlarıyle tanınmış saray ve hükümet adamları, eski paşalar birer birer yakalanıp hapse­ dildi. Eski hafiyelerin çoğunun, göğüslerine taktıkları rozetlerle birer

hürriyet

kahramanı

olarak

meydanlarda

nutuk verdikleri

görüldü.

Sürgünler, bu arada vaktiyle türlü nedenlerle İstanbul'dan uzaklaş­ tırılan

çapulcular,

"men falar"

karıştılar.

ından

dönerek

hürriyet

alaylarına

Osmanlılık fikri de ilk günlerde yeniden kuvvet bulur gibi oldu. Türlü din ve ırktan olan toplulukların "uhuvvet" b ayrağı altında kardeşçe hağdaşacakları sanıldı. Fakat çok geçmeden ayrılma istekleri helirmeğe haşladı.

Bu defa ortaya çıkan yalnız hırıstiyan azınlıklar

değildi. Arap :ve Arnavut gibi müslüman topluluklar da ayrılma istek­

lerini gizlemiyorlardı. kım Kulübü",

Bu hava içinde çok geçmeden "Arnavut Baş­

"Kürt Teavün Cemiyeti"

gibi

derneklerin kuruduğu

görüldü . Suriyede kurulan ve Avrupada da temsilcisi bulunan "Arap Cemiyeti" de bunlara katıldı . Osmanlı adı altında kaynaşmak hunlara

da anlamsız ve gülünç gelmişti. Osmanlılık fikrine aldanıp bağlanan

yalnız Türkler oldu. Kararlarını gereksiz

çoktan vermiş olan

buldular.

turya-Macaristan,

Durumdan

3

ekim

1908

devletler daha

faydal '.'-nmakta

çok heklemeği

geçikmediler.

Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, de bağımsızlığını ilan etti.

1908

katıldı.

Avus­

de Bosna Hersek'i topraklarına kattı. Girit,

15

ekim

1908

5

ekim

de Yunanistan'a

Muhalif partiler kurulmuş, ihtiraslar azgın bir hal almış, huzurdan eser kalmamıştı.

1908

Bu gergin

hava

içinde

seçim

yapıldı.

17

aralık

de Mehusan Meclisi açıldı. Birbiriyle anlaşmasına ve uyuşmasına

asla imkan olmıyan Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Sırp, Ulah, Arap, ..


176

AGAH SIRRI LEVEND

Arnavut,

Kürt mebuslar,

Meclis'te yer almıştı.

Seçim bölgelerinden

en azılı olanlar mebus olarak gönderilmişti . Bunlann arasında Türk düşmanı olarak tanınmış ve böylece damgalanmış olanlar çoktu. Bu haliyle Meclis'in nasıl bir fesat kaynağı olacağı daha ilk günlerde an­ laşılmıştı. İlk çıkışı yapan Serfiçe mebusu Buşo oldu. Meclis kürsüsün­ d e : " Benim Osmanlılığım, Osmanlı Bankasının Osmanlılığı kadardır", demekten çekinmedi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, gayret harcadı.

10

temmuz

1909

bunun önüne geçmek için son bir da "İttihad-ı ' anasır-ı Osmaniye" adı

altında bir dernek kurdurarak, Türklerle azınlıkları biıleştirmek teşeb­ büsüne girişti. Fakat hiç bir sonuç vermedi. Beyoğlunda, Rum ve Ermenilerle tatlı su frenklerinin çıkardığı gazeteler, fesadı körüklüyor ve bağlı bulundukları toplulukları madan kışkırtıyordu.

dur­

Başta Araplar ve Arnavutlar olduğu halde, müslüman azınlıklar

ayrılma isteklerini açıkca belirttikleri ve Türkler aleyhindeki davra­

nışlannı gizlemeği bile gerekli bulmadıklan halde, bizde bir yandan Osmanlılık p olitikası devam ederken, bir yandan da "ittihad-ı İslam" fikrini savunanlar artıyordu. Birbirini

kovalıyan bu o\aylar Türklere

anlattı ki, Osmanlılık

ham bir hayal de olsa, İmparatorluğu kurtarmak için hükümetin güt­ tüğü bir politika olabilir; İslam birliği, muhafazakar çevrelerde benim­

senen bir ülkü olarak bir müddet savunulabilir. Ancak Türkler, kendi benliklerini tanımadıkça ve Osmanlı deyimi içinde varlıklarından vaz­ geçmeğe razı oldukça, eriyip gitmeğe mahkumdurlar. İşte bu anlayış,

Türk milliyetciliğinin ortaya çıkmasına yol aşçtı. İslam birliği politi­ kası yanında, bir de Turkçülük akımı başlamış oldu.

Türkçülük dediğimiz hareket, azınlıklann Türkler aleyhine açıkca saldırmalanna karşı uyanan bir tepkidir. Türk gençliği, artık sakla­ namaz bir hale gelen bu ihanetler karşısında, varlığını koruyabilmek için başka çare kalmadığını görünce "ben de varım" diyerek bir b ayrak altında toplandı.

Henüz Türk Ocağı ve T ürk Yurdu kurulmadan önce, Girit'teki

Türklerin uğradıkları felaketlere karşı, Emin Bülent Kin manzumesini yazıyor ve şöyle haykınyordu :

T ürk üm 53 Servetifünun

ve

d üşman ım sana kal sam da bir kişi, 53

!ergisi, 1910 (22 temmuz 1326), .

c.

39, sayı 1000 .


UYANIŞ DEVRİ

177

GE NÇ KALEMLER : Selanik'te çıkan Genç kelemler dergisinin ilk sayısında imza yerine

büyük bir soru işareti bulunan Yeni lisan başlıklı yazı, sonlara doğru gençlere hitabediyor ve

onları

şu

satırlarla

" Unu tmay ın ız ki e trafın ızdaki Bulgar,

uyarmıya

S ırp,

çalışıyordu :

Karada ğ,

Yunan

h ük üme tleri ih ti zar dakikalar ım ızı bekle diklerini ·saklam ıyorlar. Rum­ lar ın, Bulgarlar ın, S ırplar ın Osmanl ıl ık va tan ındaki mek tebleri meydan­ da . . . Oralarda şidde tli bir T ürk d üşmanl ığı talim olunuyor ve bunu b ütün d ünya biliyor, ga ze teler ya zıyor. O halde, korkmay ın ız, si zin bilme­ ni zde bir beis yok tur. Mehme t Ali'nin çocuklar ı bir vak ıt M ıs ır' da " T ürk­ çe"nin tekell üm ün ü nas ıl menedip T ürklü ğü oradan tardeyledilerse bug ün Suriye'de de lisan ım ıza karş ı buna ben zer bir is ti ğna gör ül üyor, oralarda "İs tiklal fırkas ı" nam ıyle bir A rab cemiye ti oldu ğunu, ha tta cemiye tin reisi Avrupa ga ze telerine muhbirlik e tti ğini anl ıyoru z. Arnavu tlar ın bir k ısm ı tarih teki kardeşli ğimi zi unu tarak, milli bir lisan, milli bir edebiya t ihdas ına çal ış ıyor ve fe tvalara, islamiye t kaidelerinin esaslar ına ra ğmen h ır ıs tiyan harflerini, la tin harflerini kabul ve tumim için cehd ve gayre tte bulunuyorlar". 54 Milli bir uyanışı belirten şu satırlar, Türkçülüğün ve milliyet akı­ mının müjdecisi sayılabilir. Derginin ikinci sayısında Yeni lisan başlığı altında çıkan yazıda milliyet ve kavmiyet b ahisleri de ele alınmaktadır. Yazıda şu satırlara raslıy oruz :

"Milli tabirin den ba zı lisan bilme z ga ze tecilerin, poli tikac ılar ın anla­ d ığı manay ı murad e tmiyorum. Onlar mille t kelimesini "kavm" mana­ s ında kullan ıyorlar. Rum pa trikhanesi bu tabir gala tına kap ıld ığı içindir ki "Osmanl ı mille ti yok tur, Osmanl ı mille ti bir ta'bir-i lisanidir" sure­ tinde bir mugala ta yapm ış tı. Bi zce mille t siyasi bir n üfu za, yani bir devle t kuvve tine mulik bir cemiye ttir. Biaenaleyh " Osmanl ıl ık" mu tlaka bir mille ttir. Eaka t T ürk, Rum, K ür t, A rnavu t, Ermeni unsurlar ı gibi Osmanl ı mille tinin iç timai b ünyesine dahil olan heye tler birer mille t de ğil, bir "kavm" den ibare ttir. "Osmanl ı si) ase ti, bir milli siyase ttir ; kavmiye t esas ına m üs tenid bir siyase t takibi bir c ür üm, bir cinaye ttir. Lisan ve edebiya ta gelince, bunlar ancak "kavimi" olabilir. Osmanl ı lisan ı " T ürk lisan ı"d ır. Osman 64

Genç kalemler, Selanik, 1911 (nisan 1 327),

c.

2, sayı 1 . T. D .

Yıllığı,

12


178

AGAH SIRRI LEVEND

l ı edebiya tı " T ürk edebiya tı"d ır. Eaka t O smanl ı mille ti " T ürk mille ti" de ğildir. O smanl ı mille ti T ürk de dahil oldu ğu halde birçok kavmlar ı m üş­ temildir . . . "Edebi ya t bey nelmilel olmad ığı gibi milli de olamaz, edebiya t ancak kavmi olabilir. Memleke timizde T ürk edebiya tından başka Arab, Ermeni, Bulgar, Rum edebiya tlar ı da vard ır. T ürk edebi) a tı siya si bir k ıyme te malik olmad ığı için O smanl ı edebiya tı ad ın ı almak laz ım gelmez, T ürkler hiçbir kavma li san ve edebiya tlar ından vazgeçmeyi teklif e tmiyor . . . Yaln ız siya si haya tta O smanl ı olmalar ın ı i sti yor, ve bu onlar ın hakk ıd ır." 55 Böylece Genç kalemler, bir yandan milli edebiyattan bahsederken, öte yandan

da edebiyatın milli olamıyacağını söyliyerek çelişmeye

düşüyorlar Osmanlılığı millet, hu topluluk içinde bulunan milletleri de birer kavın sayarak, aykırı bir düşünceye saplanıp kalıyorlar. İLK H ÜC UMLAR : İstanbul, Selanik'ten gelen hu "yeni lisan" ve "milli edebiyat" iddialarını alaylı bir küçümseme ile karşıladı. Milli edebiyat konusunu ele alan Fuat Köprülü, Serve tifünun dergisinde çıkan Edebi ya t- ı milliye başlıklı bir yazı ile huna şiddetle

hücum etti.

Milli

edebiyat

tabi­

rinin o zaman uyandırdığJ yankılarla hu tabirin geçirdiği gelişme ev­ relerini açıklamak üzere hu yazıdan bazı cümleler alıyoruz :

"Si sli ve muzlim saha-i k ıyl ü kaal üzerinde boş aki slerle sür üklenen yeni bir fikir, "edebiya t- ı milliye" fikri, ş üphe siz, izale sini elzem adde t­ ti ğim bu mahdud tarz- ı telakkilerden biridir. "Edebiya t- ı milliye" ile bir ırk ın hu su siya t- ı ruhiye sini teha ssüsa t- ı samimiye sini mu savvir bir edebiya t murad e tmek i stiyenler, "Fel sefe-i san'a t" m üellifinin " ırk, muhi t, an" nazariye-i m ünderi se sine hala kaani' olanlard ır. Ten'in bu nazariye-i san'a tın ın bir k ıyme t-i k ısmiye si oldu ğunu hP-r zaman i' tiraf e tmekle beraber, ırk me s'ele si, ve ne tice ten ilm ü'r-ruh- ı milel hakk ında m ütefekkirin-i haz ıra tarafından dermiyan edilen mu tale­ a t- ı m ühimme-i tenkidiyenin nazar- ı dikka tte n dur tu tulmama sı taraf­ dar ıy ım . . . . ". "Bir kavmın bir zaman- ı muayyendeki hu su si; a t- ı ruhiye si - ta bii takribi bir sure tte - ta'yin edilebildi ği ilk devirlerde, edebiya t belki "milli" addolunabilecek bir mahiye ti haizdi ; Fran sızlar ın e ski milli de stanlar ı, 55 Genç kalemler,

Selanik 1911,

c.

2, sayı 2.


UYANIŞ DEVRİ

179

bizim mahdud baz ı e ski de stanlar ım ız mille tin ahval-i ruhiye sini, teha ssü­ sa t- ı samimiye ve hu su si) e sini belki bir dereceye kadar iraa edebildirdi; halbuki m üna seba t- ı bey nelmilelin fevkalade teve ssü' e tti ği bu yirminci a sırda hala "milli bir edebiya t" te' si s e tmek i stiyenler, "edebiya t- ı milliye" ile na sıl bir mfina ifade e tmek i stediklerini bilmiyenlerdir. Muhi t-i iç ti­ mainin te' sira t: ı ırk ıyeye tamamen galebe e tti ği, adem-i te savi-i urukun e ski bir efsane addolundu ğu, ırk- ı in saninin bir vahde t-i tammeye do ğru y ür üd üğü bir a sırda, m ütemeddin mille tlerin edebiya tı hiçbir vaki t yek­ di ğerinden birer sedd-i Çin ile ayr ılmazlar . . . . " 56 Fuat Köprülü, yine Serve tifünun dergisinde çıkan Halk ve edebiya t başlıklı yazısında aynı bahse temas ederek şu satırları kaydetmektedir :

"Diyorlar ki : Edebiya t cemiye tin ifade sidir. N üsg- ı haya ti sini ruh- ı mille tten alm ıyan a sar- ı san'a t, t ıpk ı kök süz bir çiçek gibi, mah­ kum- ı fena olur . . . . "Fel sefe-i san'a t m üellifinin pek az bir c üz-i hakika t ih tiva eden b u mu talea sı, fi sfir- ı san'a tı sırf birer ve sika-i tarihiye addedenler için ma'kul gör ül se bile, san'a ta bundan daha başka ı-e daha y ük sek bir mahiye t a t­ fedenler nazar ında daima m übalagal ı ı-e ha tia-dard ır. Ulum- ı tabiiye m üteha ssıslar ın ın "muhi te te tabuk" nam ın ı verdikleri kaide-i e sa siyenin mevluda t- ıfikriyeye mufri t ve ba si t bir tarz- ı ta tbiki demek olan bu tarz- ı telfikkiye "edebiya t- ı milliye" tarafdarlar ı b üy ük bir mahiye t-i ilmiye i snad ediyorlar ; ve "madem ki, diyorlar, edebiya t cemiye tin ifade sidir ; o halde her san'a tkar derununda yaşad ığı cemiye tin hu su siya t- ı ruhiye sini, teha ssüsa t- ı samimiye sini

terenn üme mecburdur. Mille tin hi ssiya tı) le

kendi hi sleri ara sında derin bir uçurum bulunduracak san'a tkarlar, e serle­ rinin -şera.i t-i muhi tiye ile i stina s edemiyen bir neba t gibi- solup ç ür ü­ d üğün ü göreceklerdir. Mahdud tarz- ı telakkilerin tevlid e tti ği mufri t ta'mimler saye sinde, her sil sile-i-hadi sa ta bir mahiye t-i ka t'iye vermek i stiyenler bu ba si t tarz- ı muhakeme ile ik tifa edebilirler ; ben kendi he sab ıma,

Ten'in nazariya t- ı

san'a tı na bahşe tti ği şa'şaa-i ilmiyeye karş ı ar tık tamamiyle Iakayd bu­ lundu ğum için, bu nazariyeyi biraz tedkik e tmek, ve edebiya t- ı milliye tarafdarlar ın ın yanl ış ve m ütezelzil bir nok ta-i i stinad in tihab e ttiklerini gö stermek i stiyorum". Yazar, bu başlangıçten sonra Ten'in "edebiyat cemiyetin ifade­ sidir" fikrini Emil Fage'nin bu konuda ileri sürdüğü düşüncelere daya­ narak çürütmeye çalışmakta ve yazısını şu cümlelerle bitirmektedir : 5 6 Servetifünun,

1911 (5 mayıs 1 327),

c.

41, sayı 1041.


AGAH SRRI LEVEND

180

" Vaktiyle yazm ış oldu ğum gibi , edebiyat ş üphe siz ki derununda tevell üd etti ği cemiyetin ifade sidir. Fakat bu cemiyet- Ten'in ve edebiyat- ı milliye tarafdarlar ın ın iddia sı gibi- b üt ün sunufu muhit olan daire-i ve sia , yani me sela lngiliz cemiyeti gibi bir cemiyet-i muayyene-i siya siye de ğil , o cemiyetin tam merkezinde bulunan ve adeta onun n üve sini teşkil eden z ümre-i g üzide-i m ütefekkiredir" 57 • Fuat Köprülü'nün hu yazısına, Genç kalemler Yekta Bahir (Ali Canip) imzalı bir yazıyle cevap veriyor. Yazıdaki ağırlık merkezi dildir. Türk dilinin ancak Türkçe olabileceği, bir kaç dilden meydana gelmiş bir dilin yaşıyamıyacağı söylenmekle birlikte, dil topluluklarına "kavın", mezhep topluluklarına da "ümmet': kelimesinin özelliğine dayanarak "mezhebiyet" denildikten sonra, şu sözler ekleniyor :

"Bunlar ın hep sini hukuki bir devlet n üfuzu alt ında tutan bir de "O smanl ıl ık" vard ır ki buna da "millet" i smini vermekteyiz. " T ürk kavm ı, T ürk ırk ı demek de ğildir. Irk ın ni sbi m üe ssiriyetini kabul etmekle beraber bu mefhumu "yeni li san" bah sinden hariç tl:ltar ız." Nihayet "kavmi", "ibdai" edebiyattan bahsedilerek şu gerçekler

ortaya konuluyor :

"E ski k ıymetleri y ıkan, yeni k ıymetler ibda' eden bir ink ılab dev­ re sinde , e debiyat bu tahavv üllere yabanc ı kalabilir mi ? Ve bu yeni k ıymetlerin idrak ve tervicinden ibaret olan yeni hayat ı mevzular ı saha­ sından na sıl dişar ı atabilir ? "Biz yeni ne slin yeni iştiyaklar ına " T ürk ruhu" diyoruz. Bu m üb­ hem iştiyaklar ın gayelerine verilen k ıymetler , bizde bir "yeni hayat" yaşatacakt ır. Bu yeni hayata " T ürk hayat ı" nam ın ı veriyoruz. · Bu hayat ı "vukua gelmemiş" , fakat vukua gelebilir" bir tarih suretinde bize hikaye edecek e serlere " T ürk edebiyat ı" diyece ğiz. Bizce T ürkl ük "laik" bir idealdir ki "yenilik" ta' birinin hemen m üradifidir" 58 • Nihayet, "Osmanlı milleti", "kavmi edebiyat", "milli edebiyat" deyimleri üzerinde düştükleri çelişmeleri kendileri de anlamışlar ve "milli edebiyat" Derginin

deyimini kullanmaktan vazgeçmişlerdir.

altıncı sayısında Yekta

Bahir imzasıyle çıkan yazıda

şu satırlar görülmektedir : 67

Serveıifünun, 1911 (12

mayıs

1327),

c.

41,

sayı

1042.

58 Genç kalemler, Milli, daha doğrusu Kavmi edebiyat ne demektir? 1 9 1 1 (13 mayıs

1 327),

sayı

4.


UYANIŞ DEVRİ

181

" . . ve işte bunun için bu mana sı anlaş ılmamaya ahdedilmiş olan iki kelimeyi Genç kalemler'den silme ğe karar verdik. � unun yerine fikrimi zi daha g üzel i zah edece ği ş üphe si z bulunan "ibdai edebiyat" terkibini kul­ lanaca ğız" 59• Genç kalemler bir daha bu bahse dönmedi. Yazarlar düşüncelerini

dil konusu üzerinde toplıyarak, Türkçeyi türlü yönlerden savunmakta

devam ettiler. Milli edebiyat konusuna dokundukları zaman da, onu "yaratıcı

edebiyat",

"asri

edebiyat"

tamlamalarıyle

açıklamağa,

"hacis, ibtikari" gibi vasıflarla belirtmeğe çalıştılar. Görüldüğü gibi, Genç kalemler "yeni lisan" gibi, "milli edebiyat" bahsinde

de

düşüncelerine

gereken

açıklığı veremediler.

"Osmanlı"

sıfatını bir türlü atamadıkları için, aykırılığa düşmekten kurtulama­

dılar. Türlü ırklardan meydana gelen siyasal topluluğa "Osmanlı mil­

leti" demekte devam ettiler. Böyle yapma ve zoraki milletin dili ola­

mıyacağı için, "Osmanlıca" ve "Osmanlı edebiyatı" da olamazdı. Bu siyasal toplulukta yer alan ırklardan her birinin dili ve edebiyatı, nasıl kendi adlarıyle anılıyorsa, Türklerin diline Türkçe, edebiyatına da Türk edebiyatı demek gerekirdi.

Genç kalem'ciler, "millet", "kavın" kelimelerinde de çelişmeden

kurtulamadılar. "Osm'anlı milleti" deyimini kullanırken, bu toplumda yer alan milletlere

"kavın" dediler. Bunları ayrı ayrı adlandırırken,

millet kelimesini kullandılar; ve ancak böylelikle "Türk milleti, Türk ruhu, milli edebiyat, milli vicdan" gibi kavramları adlandırabilildiler.

Bununla birlikte, Genç kalemler'in milli şuuru uyandırmaktaki rolü çok büyük olmuştur. Bu davada ışığı tutan Ziya Gökalp'dır. Selanik gençleri, Ziya Gökalp'ın önderliği altında, "yeni hayat" ihtiyacı içinde savaşa atılmışlardır. Bu başlık altında "milli hayat"

ın türlü yönlerini belirten kitapçıklar çıkardıkları gibi,

Yeni fel sefe

dergisiyle de · bu hayatı savunmuşlardır. TÜRKÇ ÜLÜGÜN

İLK

GÖR Ü N ÜŞ Ü :

Türk kimdir ve Türklük nedir ? Türklüğün şuuruna erebilmek için, Türk milletine tarihini göstererek kim olduğunu öğretmek gerekiyordu. Türk,

Osmanlı tarihi içinde

kaybolmuştu.

İmparatorluğu

meydana

getiren milletlerden müslüman olanlar manevi bakımdan, müslüman 69

Genç kalemler, Milli edebiyat meselesi, 1911 (25 haziran 1 327), sayı 6.


182

AGAH SIRRI LEVEND

olmıyanlar

da

maddi

yönden

onu

eritmişlerdi.

Selçuklularla

daha

önceki müslüman Türk devletleri zamanında da, onu bir bütün olarak bulmak mümkün değildi. Türkler bu çağda da başka bir ülküye kendi­ lerini kaptırmışlardı. Türkü daha uzak çağlarda aramak gerekiyordu. Öyle bir çağ ki, efsanelere kadar uzansın; ve Türk orada saf ve katıksız varlığıyle kendini bulabilsin.

BJ

ışığı

tutan

Ziya

Gökalp'tır.

Genç kalemler'in ilk cildinde,

henüz "Yeni lisan" sorunu ortaya atılmadan önce,

4

şubat tarihini ve

Tevfik Sedad imzasını taşıyan Turan manzumesinde Gökalp, "güzide, necib ırkım" dedikten ve "Atilla, Cengiz, Oğuz Han" adlarını andıktan sonra manzumesini söyle bitiriyor :

Vatan ne T ürkiyedir T ürklere ne T ürki stan Vatan b üy ük ve muebbed bir ülkedir Turan 60 de:

12

mayıs

1327

tarihli Demirtaş imzalı Meşhede do ğru manzumesine

Y üz milyonluk bir soy, bug ün : "duyuyorum, ben var ım Tq,rihimin e ski, yeni şanlar ın ı arar ım".

mısralarıyle başlıyor. Şu beytile son veriyor:

Ruhunuzda bug ün kendi kendi sini tan ıy an, " Turan benim mal ım" diyen biri si var : "O ğuz Han" 6 ı Demirtaş adıyle çıkan Altun yurd manzumesinde, Ulutaş'a şunları söyletiyor :

-Ey T ürk Hanlar ı, T ürk ün ayak ba st ığı Her yer ana vatandan bir parçad ır . . 62 .

Olaylardan

esin alan

ve kaynağı tamamiyle

realist olan Türk­

çülük hareketinin romantik bir evreden geçmesi gerekiyordu. Meşru­ tiyetin ilanından bu yana, iki yıl içinde birbirini kovalıyan olaylar, Osmanlılık fikrine saplanarak "İttihad-ı anasır" dan medet umanları uyarmağa yetmiyordu. Türklüğe inanan bir avuç gence ışık tutmak,

kutsal bir ülkünün kıvılcımlarını saçarak, mek gerekiyordu.

ruhlardaki imanı körükle­

Türk tarihinin kaydettiği

akınlar

"muhayyile"yi

60 Bu manzume, Hüsün ve şiir dergisinin devamı olan Genç kalemler'in ilk cil­ dini.n 14. sayısında çıkmıştır. İlk üç sayısı Manastır'da çıkan Hüsün ve şiir dergisi, 4. sayıda Selanik'e taşınmış, 8. sayısından sonra da Genç kalemler adını almıştır. 6ı Genç kalemler, Selanik 1911, c. 2, sayı 4. 62 Genç kalemler, Selanik 1911, c. 2, sayı 5.


183

UYANIŞ DEVRİ

harekete getirecek, milletimizin üstün vasıflan gururumuzu okşıyacak, önümüzde geniş bir ufuk açılacak, ona erişmek bir ülkü olacaktı. Türk­ lük fikri ancak o zaman kuvvetlenebilir, yayılıp genişliyebilirdi. Ziya Gökalp'ın bu fikirleri 63,

sonradan İstanbul'da çıkan T ürk 6 yurdu dergisinde 4 de türlü şekillerde yer bulmuştur. Rus baskısından kaçıp memleketimize sığınan Yusuf Akçora ile o zamanlar Agayef imzasını kullanan Ahmet Ağaoğlu da aynı düşüncede idiler.

Nitekim

Ağaoğlu T ürk Yurdu 'nun ilk sayısında Türk aleminin sınırlarını çizer­

ken: " T ürk un surunu havi, T ürk medeniye ti , T ürk haya tı , T ürk tar z- ı

maişe ti ile geçinen memfilik" diyerek, Türklerin yaşamakta olduğu bütün memleketleri bu T ÜRK OcAGı

sınırın içine VE

alıyordu.

T ÜRK YURDU :

Selanik'te Milli edebiyat" ve "yeni lisan" hareketinin başladığı sıralarda, İstanbul'da

1911 ( 1 1

mayıs

1327)

rafından yayınlanan bir beyannamede,

tarihinde tıbbıyeliler ta­

Türk kavmının "hayat-ı in­

kıraz" yaşadığından bahsedilerek Türk milleti uyarılmaktadır. Bu be­ yannameden sonra,

1911 (20

haziran

1327)

de, Mehmet Emin, Yusuf

Akçora, Ahmet Ferit, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Ali Tevfik, Emin Bülent, Fuat Sabit gibi fikir ve kalem sahipleri tarafından,

Tıbbıye ve Mül­

kiye okulları temsilcileriyle birlikte yapılan toplantıda bir dernek ku­ rulması kararlaştırılıyor. Derneğin tüzüğü yapılarak,

Fuat

Sabit'in

teklifi üzerine derneğe "Türk Ocağı" adı veriliyor. Bu suretle esası kurulan Ocak,

1912 (18

mart

Müzesinin karşısındaki binada,

1328)

tarihinde Divanyolu'nda Sağlık

Ahmet Ferit'in başkanlığında çalış­

maya koyuluyor. Aynı tarihlerde, İstanbul'da "Turan Neşr-i Maarif Cemiyeti" ve

"Türk Tamim-i Maarif Cemiyet-i Hayriyesi" adlarıyle iki derneğin kurulduğunu da görüyoruz.

Yine aynı yılın sonunda kurulan T ürk yurdu dergisi, 65 Türklüğe ve Türkçülüğe ait yazılar, şiirler ve hikayelerle sistemli yayınlara başlıyor. Bütün bu hareket ve teşebbüslerle,

1911

yılı, Türkiye'de milliyet fikri­

nin çabucak yayılıp genişlemesi bakımından mutlu bir yıl olmuştur. 6 3 Ziya Gökalp'ın bu düşünceleri, birbirini izliyen baş döndürücü olaylar kar­ şısında türlü evrelerden geçmiştir. 64 Türk Yurdu, 1911 (17 ikinciteşrin 1327, c. 1, sayı 1). 65 Türk Yurdu, İstanbul 1911 (17 kanunusani 1 327).


184.

AGAH SIRRI LEVEND Selanik'te Genç kalemler'in ortaya attığı "Yeni lisan" ve "milli

edebiyat" istekleri nasıl geniş yankılar uyandırdı ise, T ürk yurdu dergi­

sinin savunmağa başladığı Türklük de, Osmanlılık fikriyle beslenmiş çevrelerde şiddetli tepkiler yarattı. İtalyanların ekim

1912

de

28

eylül

191 1

de Trablusgarb'a saldırmasından sonra,

Balkan Harbi'nin açılması ve bu harbin,

Rumeli'deki

geniş ve zengin ülkelerin elimizden çıkmasına sebep olan büyük bir

felaketle sona ermesi, Osmanlılık fikrine saplanmış olan bazı kalem sahiplerinin

T ürk yurdu'na ve Türk Ocakları'na saldırmalarına yol

açtı. Bunlar, her iki kurumu, İmparatorluğu meydana getiren topluluk­ lar arasına ayrılık tohumu saçarak Balkan felaketine sebep olmakla suçlan dırıyorlardı .

Süleyman Nazif "Darülfünun'ı Osmani Türk

tarih-i

medeniyeti

muallimi Ahmet Agayef Beyefendi'ye" başlığı altında içtihat dergisin­ de çıkan yazısında şöyle söylüyordu :

"Azi zim, M üdafaa-i milliyenin enc ümen-i mah su sunda da alenen söylemiştim ki, her mii sl üman O smanl ı gibi benim iki an'anem ve iki akide-i içtimaiyem var : biri dini, diğeri milli. An'ane-i diniyem hicret-i Nebeviyenin on sene evvelinden, an'ane-i milliyem i se 699 sene sinden başlar . . . . . "Si ze akanim-i sela se-i h üviyetimi şu suretle ta'rif edeyim : M üsl ü­ manl ık, O smanl ıl ık, T ürkl ük! . . . . . "Arab bi zim m ürşidimi z, üstad ım ız, m ürebbimi z, her şeyimi zdi r. Arab ınkini Araba, Aceminkini Aceme iade eder sek elimi zde u zun kollu bir h ırkadan başka bir şey kalma z. "Sö zlerimin bira z infial-ô.lud olma sı si zi ve rufakan ızı m ütee ssir etme sin. Ben milliyetine ve milliyetinin şan ü şevketine pere stiş eden bir T ürk üm. Bu ha stan ın mu zir ve m ühlik cereyanlardan vikaye ve siyanet olunma sın ı herke se ihtar ediyorum . . . . . Süleyman Nazif, son yazısında da şöyle diyor :

" T ürkç ülerin milliyet-perverliği tabiat- ı vakay ıa nam ülayim olduğu kadar mu zır, muhrib, m ühliktir. Bununla bir i stikbal-i ekmele tekarrub değil, Asya-y ı va sati ve kurun- ı vu staya doğru irtica' edilmek i steniliyor. Akl ı baş ında olan hiç bir kavm binni sbe daha m ükemmel olan, halini bir ma zı- ı m üşevveşe feda etmek i steme z. Si z O smanl ılar ın tarih-i hu su si­ sindeki mefahiri, me saibi, hat ırat ı tedvin ile vicdan- ı milliye bir e sa s-ı


UYANIŞ DEVRİ

185

metin ıh zar edecek yerde b üsb üt ün yabanc ı şeylerle iştigal -ta'birimi lut­ fen ma' zur gör ün üz-vicdan- ı O smaniyi ıdlal ediyor sunu z. Bi z bildi ğini z ve i stedi ğini z gibi T ürk de ğili z ve olamay ız. Li san ım ız bile Buhara'n ın, hatta K ır ım' ın lehçelerinden b üsb üt ün farkl ıd ır. Sultan O sman zaman ın­ da "kutlu ol sun" ta'biriyle te s'id-i id ü sur ederlermiş. S üleyman Dede'nin mi'raciye sindeki : Kutlu ol sun sana mi'rac- ıg üzin m ısra ında oldu ğu gibi! . . . . Fakat bu ta'bir Sultan Mehmet Han- ı Hami sin beşinci sene-i culu­ sundaki bir rama zan bayram ın ı tebrike ma sruf olunca g ül ünç olur . . " 66 .

Dr. Abdullah Cevdet lçtihat ta çıkan bir yazısında, "Yeni Turan" '

adlı bir dergi çıkarmak istiyen bir gencin kendisinden yazı istemesi

üzerine, hemen masasına oturup istenilen yazıyı yazdığını söyliyerek, yazdığı satırları yayınlıyor. Bu yazıda geçeri "Vatan hür ve muhterem olarak yaşanılan yerdir" cümlesi büyük bir tepki yaratmış ve türlü karşılıklara yol açmıştır. FELAKETTEN ALINA N DERS :

Balkan felaketi, Osmanlılık fikrine inatla saplananlar bir yana, aydınlan uyarmış, felaketin nedenleri üzerinde durulmuş, gerçekler büyük bir açıklıkla göz önüne serilmiş, siyasal ve sosyal bir çok değer­ lerin değişmesine

yol açmıştır.

Sarsılan Osmanlılık fikriyle, kuvvet

kazanan Türkcülük akımı, bu değişen değerler arasındadır. Gerçi harbin devam ettiği sıralarda Türk Ocağı bir sarsıntı geçirmişti. Fakat biraz sonra Türkçülük yeniden değer kazanmağa başlamış ve Türk Ocağı

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin de

yardımını sağladıktan sonra çalış­

malarını artırmış ve alanını genişletmiştir. Öte yandan, T ürk Yurdu dergisi de yine Cemiyet'in yardımıyle yayınlarına

kuvvet vermiş,

aynı ülkünün

gerçekleşmesi işine

hızla

devam etmiştir. Vaktiyle Genç kalemler'e hücum edenler de, hızlanan

bu akıma uymuşlar, önceleri gülünç buldukları yeni lisanla şiirler yaz­ mağa,

küçümsedikleri

milli

edebiyatı

savunmağa

koyulmuşlardır.

66 lçıihaı, 1913 ( 1 1 temmuz 1329), No. 71. Bundan sonraki yazılar: 1 ağustos 1 329, sayı 74; 8 ağustos 1 329, sayı 75; 15 ağustos 1329, sayı 76 ; 5 eylül 1 329, sayı 79. Ahmet Ağaoğlu'nun cevapları için bk. Türk yurdu, 1913, c. iV, s. 702-714; 1912, c. iV, s. 825-844.


186

AGAH SIRRI LEVEND Bunların başında Fuat Köprülü'yü kaydetmek gerekir. O, henüz

T ürk Yurdu'na geçmeden önce İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yardı­

mıyle Süleyman Nazif'in yönetimi altında yayınlanan Hak gazetesinin haftalık edebi ilavesinde çıkan bir yazısında 67,

gençlerde "inkılabın

ateşin esaslarına, hararetli fikirlerine tesadüf adeta muhal" olduğunu kaydettikten sonra,

gençliğin,

yüksek feryatları, kahramanca

hare­

ketleri garip ve gülünç bulduğunu söyliyerek, gençleri eleştirmektedir.

Bu davranış, bir yıl önce, Ziya Gökalp'ın Al tun de stan ' ını 68, belirtmek

istediği ülkü bakımından küçümsiyen yazar için bu bir hakka dönüş sayılır.

T ürk Yurdu dergisi'ne yazmağa başladıktan sonra Edebiya tım ızda milliye t hi ssi 69 ve T ürkl ük, İ slaml ık, O smanl ıl ık 7 0 gibi yazılarla milliyet fikrini savunmakta, "Selçuki edebiya tı, O smanl ı edebiya tı gibi ta snifler mana sız ve sah tedir"; ve "O smanl ıl ığ ı tece zzi ve inhilalden kur tarmak ancak T ürklerin de milli bir mefkureye malikiye tleriyle m ümk ün olacak­ tır" demektedir. Yakup Kadri, "fil dişinden bir sfır içinde" mahbus olan sanatcının, bu suru aşarak, kendini harbin yarattığı dert ve musibet içinde kıv­ ranan tolumun ortasına atmasını, benlik kaygısından kurtularak çev­

resiyle ilgilenmesini, Rahme t adlı hikayesinde, hiç bir sanatcıya nasip

olmıyan bir ustalıkla anlatıyor; daha doğrusu buruk ve ürpertici bir

esrar havası içinde aşılıyor. Sonunda "Zeyl ve hisse" başlığı altındaki bölümde okurlara seslenerek şunları söyliyor:

"Asr ın muharrirleri, ek seriya, yal ın ız ya zmak için ya zd ıklar ın ı söy­ liyorlar ve "mev zuun ne- h ükm ü var ? İfade g üzel, ta tl ı ve yeni ol sun; bu kafidir" diyorlar. Sak ın beni bu zümreye de sokma! Benim içimde sana tın ış ığ ından daha y ük sek bir alev yan ıyor . . . . " 71• Genç hikayecilerde yerli hayatı tasvir etmek, yerli tipler yaratmak isteğinin arttığı görülüyor. Ömer Seyfettin, eski ve yeni Türk hayatını, bazı kere zayıf yönlerine dokunarak, çok kere de kahramanlık anı· larını canlandırarak yaşatmağa çalışıyor. 67 Hak gazetesi, 1912 (20 nisan 1328). 6 8 Genç kalemler, Selanik 1912 (kanunusani 1327), 89

Türk Yurdu, 1913 (1329), c. 4, s. 667-678. 70 Türk Yurdu, 1913 (1329) c. 4, s. 692-702. 71 Yakup Kadri, Rahmet, İstanbul 1338, s. 31.

c.

111,

sayı 14


UYANIŞ DEVRİ

187

Rıza Tevfik, halk ve tekke edebiyatı üzerine folklor araştırmaları yapıyor, aynca, eski koşmaları örnek

tutarak yazdığı

şiirlerle halk

edebiyatını canlandırıyor. Türkçülük bir akım halinde gittikçe yayılıyor, gençlerin ve aydın­ ların saflara katılmasiyle kuvvetini artırıyordu. Ocaklar bu akıı:ı:ıın merkezi, Ziya Gökalp Ocağın odakı (mihrakı), Hamdullah Suphi de toplayıcısı idi.

Gökalp konferansları ve sohbetleriyle gençleri uyarı­

yordu. Çok kere Türklerle ilgili konular üzerinde yaptığı bu sohbetler, gençler için konferanslardan daha çok faydalı oluyordu. Ocağa katılmıyanlar ve Türkçülük akımından uzak duranlar da, bu uyanış hareketine açık veya kapalı katılmaktan, Balkan felaketinin etkisi

altında

içlerini

dökmekten

kendilerini

alamıyorlardı.

Cenap

Şahabettin, " Rumeli ah niçin beş asırda Türk ili olmadı ?" diye yakını-

yordu.

·

Bir eksiklik, bir cılızlık her konuda kendini göstermekte, yoksun olduğumuz değerlere karşı bir özleyiş duyulmakta idi. Edebiyatımızda kendini yaşatacak hayat gücü yoktu. Y akup Kadri bu gerçeği şöyle belirtiyordu:

" O smanl ı edebiya tı denilen şeyin T ürkl ükle hiç alaka sı yok tur, o Acemleşmiş, Fran sızlaşm ış bir Bi zan s edebiya tıd ır". Şahabettin Süleymen da şu yolda dertleniyordu :

"Eve t şimdiye kadar milli bir ceryan ile g ıda-yab olmuş, bu zavall ı memleke tin bu zaval ı diyar ın emra z- ı iç timaiye sini, me saib-i haya tiye sini, ih tiyaca tın ı, gaye sini gö sterecek bir mahiye t ke sbe tmiş edebiya ta malik de ğili z 72 • Öte yandan Ali Canip, Genç kalemler'de Yekta Bahir imzasıyle yazdığı yazılarda bir türlü açıklık veremediği "milli edebiyat" konu­ sunu yeniden ele alıyor ve üzerinde önemle duruyor. (

1913 sonra

12

yazdığı

olduğunu,

ekim

1329 )

yazıda, eski

milli hayatı

tarihinde,

B alkan

edebiyatımızın

_

Harbin'den

hayat

gücünden

bir

yıl

yoksun

aksettiremediğini, milliyet duygusu

vaktiyle

uyansaydı, kalblerimizde yer edecek olan "kavmi gururun",

yabancı

milletlerin edebiyatını taklitten doğan " Enderun edebiyatı" na

son

vereceğini, edebiyatın "halka doğru" giderek milletinin ruhundan ve 72 Ali

1918 .

Canip, Milli edebiyat meselesi ve Cenap Beyle münakaşalarım, İstanbul,


1B8

AGAH SIRRI LEVEND

o ruhun derinliğinden esin toplıyan bir sanat olacağını,

bunun "şiir

ve sanatla ilgisi olmıyan "halk için edebiyat" dan büsbütün başka bir anlam taşıdığını, yüksek, "haciz ve ihtikar!" bir edebiyat yapmanın, kalbinde milliyet sevdası taşıyan gerçek sanatcılar için bir ülkü oldu­ ğunu, bu edebiyatın "müşterek bir vicdandan mahrum", kalbinde milli

gurur

taşımıyan

kişilerden

açıklamağa çalışıyor 73•

toplanmış

milletlerde

bulunamıyacağını

T ürk Yur du'nun yayınlarıyle Türk Ocağın'daki çalışmalar, mem­ leket dışındaki Türkler üzerinde de yakın ve sıcak bir ilgi uyandırmış­ tır. Bu ilgi, hele Azerbaycan ve kuzey Türkleri arasında çok kuvvetle

1328 yılında Buhara'da çıkmaya başlıyan Farsca Buhara-y ı Şerif gazetesinin Turan adı ile haftada iki kere Türkçe ilave çıkarması, bir müddet sonra da Semerkant'da Semerkan t adlı Türkçe ve Farsca haftada' bir, Taşkent'te Sada-y ı T ürkis tan adı ile haftada iki, Havkant'­ sezilir.

da Sada-y ı Fergane adı ile haftada üç kere Türkçe gazete çıkmaya baş­ laması, Türkiyede canlanan bu hareketin uzak yerlerde uyandırdığı yankıların sonucu sayılabilir. Bununla birlikte bu gazeteleıin bazısı­ nın ömrü çok kısa olmuştur. "Osmanlı tarihi", "Osmanlı edebiyatı" gibi deyimler hala surum­

dedir. Devletin resmi sıfatı "Devlet-i Osmaniye" dir. Hükümetin po­

litikası "İttihad-ı anasır" fikrine dayanmaktadır. Öte yandan toplumda

hala

Ortaçağ hayatı devam etmektedir.

Taassup bütün şiddetiyle hüküm sürmekte, karanlık zihinlerde uyanan aydınlığı söndürmeğe çalışmaktadır. Kadın çarşaf ve peçe altında sak­

lıdır. Kadınla erkeğin birlik hayatı henüz yasak altındadır. İSLAMCILIK VE GARPCILIK :

T ürk Yur du dergisiyle Türk Ocağında gelişen Türklük akımından başka, İslamcılık ve Garpcılık da birer fikir akımı halindedir. Bunların

-

da çevreleri ve temsilcileri vardır. Sebil ür reşa t dergisi İslamcılığı savun­

makta, "ilmiye" sınıfıyle,

Osmanlılık fikrini savunanlar

bu akımı

desteklemektedirler. Sonradan, hem Türkçülüğü hem İslamcılığı koruyan ve politikada

zaman zaman birini, yahut ötekini tutan İttihat ve Terakki hükümeti, 73 Ali

1918,

Canip, Milli edebiyat meselesi ve Cenap beyle münakaşa/arım, İstanbul,

birinci bölüm.


UYANIŞ DEVRİ

189

T ürk Yurdu yanında lslfim dergisini de kurdurarak, taassuptaıi kaçınan

çağdaş bir lsla.mcılık programı gütmeğe çalıştı.

Kavmiyet iddiasının müslümanlıkta yasak olduğunu ileri sürerek,

Türkçülük akımına karşı koyma hareketleri devam etmektedir. Şeyhü­

lislam Musa Kazım Efendi'nin hu konu üzerinde lslam mecmuasında çıkan seri yazılarını, müderris dergisinde,

Ahmet Naim Efendi'nin Sebil ürreşat

i slamda dava-yı kavmiye t başlıklı yazıları takihediyor.

Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, son yazısında "iddia-yı cinsiyet ve kavmiyetten şiddetle menedilmezse o millet arasında uhuvetten eser bulunmaz. Binaenaleyh öyle bir milletin yaşaması da kahil olmaz"

diyor. Yazıda bahsedilen millet, tabii Osmanlı milletidir. Takib ve Ten­

kid dergisi sahihi Nüzhet Sabit, dergiye bir mektup göndererek bu fi­ kirlerin açıklanmasını istiyor. Bu soruların cavabını Musa Kazım Efen­ di yerine Ahmet Naim Efendi Sebil ürreşat'da veriyor.

N aim Efendi, yazısının başında milliyet fikrinin, yabancı kay­ naklardan gelme öldürücü bir akım olduğunu, kendisinin vaktiyle de Türkçülere karşı açılan "mücahede-i dindarane" ye katıldığını belirt­ tikten sonra, kavmiyet ve

cinsiyet

davasının "şer'an mezmum ve

merdud" olduğunu kaydederek bunu uzun uzadiye isbata çalışıyor. Garpcılığı temsil eden de Abdullah Cevdet'tir.

de kurduğu,

1907

de Mısır'da,

1908

de

1904,

74

de Cenevre'­

Meşrutiyet'in ilanı üzerine

İstanbul'a taşıdığı İçtihat dergisiyle bu akımı savunmaktadır. 75 DUR G U NL UK : bu

Türkiye,

durumda

1914 idi.

de Birinci Dünya

Hükümet,

Harbi'ne girdiğinde memleket

müslümanlar arasında birlik sağlamak

amacıyle, İslam politıkasını izlemek zorunda kalmış, bu hal Türkçülük akımının zayıflamasına sebep olmuştur.

İttihat ve Terakki Fırkası,

Türk Ocaklarını birer kulüp olarak tanımak istemiş, Ziya Gökalp da bu fikirde israr etmiştir. Harp yıllarında bir türlü toplanamıyan Türk Ocağı kongresi ancak son yıllarda yapılabilmiş, Enver ve Cemal Paşa­ lardan para yardımı sağlamak suretiyle durum biraz düzeltilebilmiştir . 74 Ahmet Naim, lslamda dava-yı kavmiyet, Cemiyet-i tedrisiye-i İslamiye yayını, İstanbul 1913 (1 332): 75 Bu konu için bk. Ziya Gökalp, Türkleşmek lslamla§mak, Muasırla§mak, Yeni mecmua yayınlarından, İstanbul 1918. Aynca bk. Akçııraoğlu Yusııf, Ali Kemal, Ahmet Ferit, Üç ıarz-ı siyaset, Istanbul 1327


190

AGAH SIRRI LEVEND Harbin ilk yılında bir durgunluk geçiren fikir ve sanat hayatı,

Fırkanın teşviki ile kurulan bazı dernekler ve dergilerle biraz canlanmış,

hele Ziya Gökalp'ın yönetimi altında çıkmağa başlıyan Yeni Mecmua harbin son yıllarında kültür alanında bir hareket meydana getirmiş­ tir. Türlü düşünce ve inançta bir çok gençleri çevresine toplıyan Yeni

Mecmua, türlü konudaki incelemeleri, şiirleri, nesirleri ve hikayeleriyle

Türk kültür hayatında önemli bir evre sayılır. Bir

aralık

Serve tifünun dergisinde toplanan gençlerin "Şairler

derneği"ni kurduğu görülür. şiirler

gittikçe

sürümünü

Hece ölçüsiyle ve sade bir dille yazılan

artırır.

T ürk Yurdu dergisi harp yılları içinde yayınına devam eder; fakat

polemiklerden çekinir. Türkçülük ve milli edebiyat tartışmaları dur­

muştur. Burada yalnız Fuat Köprülü'nün bir yazısına işaret edeceğiz. Fuat Köprülü, Yeni Mecmua'nın ilk sayısında çıkan milli edebi­

ya t başlıklı yazısında bu itirafı kaydetmektedir: "İ' tiraf edelim ki u zun m üdde t hepimi z bu mes'eleyi yanl ış, kar ış ık ha tta ters anlad ık : Ba zılar ı bunu "kavmlar ın eski seciyelerini gös teren bir edebiya t" tar zında te'vil ederek des tan ve koşma tar zına dönd üler ; ba zılar ı "mahalli renkleri akse ttiren bir edebiya t" sanarak eski "g ül, b ülb ül, lale, piyale, ney, mey" mefhumlar ından tekrar ilham almak is­ tediler ; milli edebiya tın ga zel den ve koşmadan ibare t oldu ğuna bir türl ü inanm ıyanlar da, b üsb ütün ma'kfıs bir d üş ünce ile hareke t ederek, "yer y üzünde tek bir medeniye t varken, bug ünk ü medeni mille tlerin edebiya t­ lar ı aras ına Çin' dekini ha tırla tan yeni bir sed çekilmiyece ğini iddia e tti­ ler . . . ". 76 Yazar, "Bir defa .mille t yani bug ünk ü manas ıyle asri bir cemiye t

mevcud olmay ınca edebiya t v ücuda geleme z" dedikten sonra, yazının son­

larına doğru : " Bi z milli edebiya tı ma zide de ğil ancak is tikbalde aramak

la zım geldi ğine kanii z" cümlesini kaydetmektedir.

Fuat Köprülü, yalınız milliyet ve milli edebiyat fikirlerini savun­

makla

kalmamış, dilde

sadeleşme akımını da benimsiyerek bu yolda

manzumeler kaleme almıştır. Milli edebiyat bahsi,

Ruşen

Eşref Ünaydın'ın harp

yıllarında

açtığı soruşturma ile, edebiyatcılar arasında bir kere daha canlanıyor. 76

Yeni Mecmua, 12

temmuz

1917,

c.

1, sayı 1.


UYANIŞ DEVRİ

191

Tanınmış fikir ve kalem sahiplerinin hu konuda verdikleri cevaplar,

edebiyat dedikodulannın en ilgi çekici olanıdır. 7 7

Halit Ziya Uşaklıgil, h u konuya dokunarak şöyle söylüyor:

"Edebiya t- ı ka dime hakk ındaki mu talealar ım ı dinlerken dikka t e tmiş sini zdir ki, edebiya tım ızın tarih-i tekam ül ünde en b üy ük naki say ı, edebiya tın menabi' -i milliye sinden u zak d üşm üş olma sına a f t e tmiş tim. E ğer beni de dahil ediyor san ız edebiya t- ı cedide erkan ı ara sında hiç bir kim seye te sad üf edeme zsini z ki, her hangi bir mille tin edebiya tında en b üy ük me ziye t, onun secaya-y ı milliyeye ma'ru z olma sı, zavahiri ne olur sa ol sun, cildi tırmalanacak olur sa ç ıkacak olan kan zerre sinin ırk ıye tinin kan ından m ütereşşih olma sı l üzumunda m üttefik olma sın." Cenap Şahabettin, son edahiyat akımı ve genç yazarlar hakkındaki

soruyu şöyle cevaplandırıyor :

"Son cereyan (g ül üm sedi, ve tavana do ğru bakarak) he sabla ki tabla " Genç kalemler" in Selanik' ten sal ıverdi ği balondur. Bence edebi cere­ yanlar tehadd üs eder, ihda s edileme z; bu son cereyan i se ihda s bile de ğil de ika' edildi. Son derecede cebri ve sun'i gör üyorum! Haya tın ı da cebri ve sun'i şeylere mev'ud haya tlarla ölçece ğim . . . Bence bir "propaganda" mahiye tindedir, belki tecr übe si z ve te tebbu' su z gençleri bir m üdde tçik ce zbeder : Zira "meka tib-i re smiye" ye cebren idhal edildi, muallimler için çare-i terakki oldu, tabiidir ki hakika t h ükm ün ü icraya fur sa t bulun­ c ıya kadar yaşar. Bir li san bu kadar fakirleşme ğe ra zı olama z." Milli edebiyatı savunanlar arasında Ziya Gökalp, Fuat

Köprülü

ve Ömer Seyfettin bulunmaktadır. Ziya Gökalp'ın bu konular üzerin­ deki düşünceleri, sonradan

mıştır. 7 8

T ürkç ül üğün e sa slar ı adlı eserde toplan­

FELAKET YILLARI : Birinci Dünya Harbi, müttefik cephelerin çözülmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesiyle

1918

de sona erdi. Gerçi Osmanlı sal­

tanatı, Milli mücadele zafer kazanıncıya kadar bir süre daha ayakta durdu. Fakat bu tamamiyle bir görünüşten ibaretti. S aray ve hükümet, İstanhul'a yerleşen İtilaf kuvvetlerinin elinde bir kukla haline gel­ mişti. 77 78

Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki, İstanbul 1918 (1334). Ziya Gökalp, Türkçülüğün esasları, An.kara 1923 (1339).


192

AGAH SIRRI LEVEND Çözülme harpten önce başlamıştı.

1912

de ayaklanmış olan Arna­

vutlara özerklik verilmesi, Osmanlı hükümetince kabul edilmişti. Ermeniler,

Doğu

sınırlarında

hazırlıklara

girişmişler,

Ruslar'ın

teşvikiyle Anadolu'da bir yurt kurma hevesine kapılmışlardı. Doğu

illerimizde Ermeniler için iki bölgenin ayrılması, bu bölgelerin Batı devletlerince seçilecek iki yabancı müfettişin yönetimi altına veril­ mesi planı Ruslar tarafından ortaya atılmış, bu öneri öteki devletlerce kabul edildiği gibi, Osmanlı hükümeti tarafından da uygun görülmüştü. Öte yandan İttihat ve Terakki hükümetinin, müslümanları birleş­

tirmek üzere

23

kasım

1914

te

çıkardığı "cihad-ı

karşılık, Hicaz valimiz bulunan Hüseyin Paşa,

ekber fetvası" na

1916 da

düşmanla bir­

leşerek, cıhadı Mekke'de Türk askerine açmıştı. Türk kanı, Osmanlı İmparatorluğu'nu kurtarmak için Galiçya'ya

varıncıya kadar türlü cephelerde sebil gibi dağıtılırken, içimizde barın­ dırdığımız

azınlıklar

böyle

çalışıyorlardı.

Harp bu şartlar altında bitti. Dağılan Türk orduları silahsızlan­

dırıldı. Anadolu yer yer nüfuz bölgelerine ayrıldı.

Biraz sonra İzmir'e de Yunanlılar saldıracak, Anadolu ateşe ve­ rilecek, Türkler yok edilmek istenilecektir.

T ÜRKÇ ÜL ÜGE Y E Nİ H ÜC UMLAR : Harbin son yıllarında, milliyetciliği savunan T ürk Yurdu ile Yeni Mecmua kapanır. Mütareke yıllarında hükümet baskısı kalkınca dil­ ler çözülür, herkes içini dökmek fırsatını bulur. Gizlenen düşünceler açığa

vurulur;

Türklüğe,

Türkçülüğe

hücumlar

başlar.

Türkçüleri

İttihatcılarla bir tutarak, Türkçülüğü felaketin başlıca sebebi olarak gösterenler görülür. Bunlar arasında Ahmet Cevat'ın Meş'um me kure başlıklı yazısı ibretle

okunmalıdır.

Yazar,

Türkçülüğü

f

felaketlerin

nedeni olarak gösterdikten sonra şu yargıya varıyor :

"Biz hakiki Osmanl ı ve kavi m üsl üman kalal ım. Fakat kanl ı çetenin meş'um mefkuresinden acilen kurtulal ım . . . . ebediyen vaz geçelim . "79 .

T ürkç ül ük sevdalar ından

.

Mütareke devrinde çıkmağa başlıyan B üy ük Mecmua, ilk sayısın­ daki baş yazısında Ahmet Cevat'a verdiği cevabı şu satırlarla bitiriyor : 10

Yeni Gazete, 1919.


UYANIŞ DEVRİ

193

"Bug ün d üçar olduğumu z son felake tler T ütkç ülerin ne kadar hakl ı olduğunu meydana ç ıkard ı: T ürk olm ıyan un surlar ın sarih ve ha tta ek seriye tle tecav üzkar iftirak emelleri karş ıs ında e ski İ ttihad- ı ana sır­ c ılar ın "O smanl ıl ık" siya se tleri bir daha dirilmemek üzere olm üş tür. T ürkler, kaahir bir ek seriye t te'min et tikleri topraklar da milli ve a sri bir devle t kurmak, topraklar ında yaş ıyan ekalliye tler için en medeni devle tlerde verilen va si'ekalliye t hukukunu tan ımak, lakin ek seriye tin yani T ürk ün hakk ın ı da başkalar ına karş ı korumakla m ükellefdirler. Zira, milli bir devle t a sri bir devle t olabilir. "Son bir sö z daha : Mefkureler, cemiye tlerin en kud si duygular ı h ükm ünde olduğu için, onlar hakk ında "meş'um" sıfa tın ı kullanmak kim senin hakk ı ve had di değildir. Fikirler, hareke tler meş'um olabilir ; faka t mefkureler, a sla ! 80 B üy ük Mecmua, Ahmet Cevat'ın Yeni Ga ze te'de verdiği cevaptan bahsederek : kendi sinin e skidenberi " T ürkç ü olma dığ ın ı telaşl ı bir li sanla

ilan" ettiğini kaydettikten sonra, Ahmet Cevat'ın, Türkçülüğün "İ slam

ara sına nifak sok tuğu" iddiasına cevap veriyor.

81

Cenap Şahabettin Serve tifünun'da çıkan Ali Canip Beye başlıklı açık mektupta şunları söylüyor :

"EvlUd, · Ziya Gökalp' ın dergah·· ı da/alin de çöreklenen bir halka-i cehele vard ı; bunlar sanadid-i İ ttihad' ın himaye siyle muh telif mek teblere sıvaşm ışlar ve te dri s perde si al tında şebab- ı va tan ı ıdlal iderlerdi ; mak­ sadlar ı "İ ttiha t" menfaa tına her ziyay ı söndurmek ve remiid- ı siya se t al tında hiç bir lem'aya fur sa t- ı in tişar b ırakmamak tı. Sen, Ali Canip Bey, o tekyenin en bön dervişi sin . . . . "Bilmem hangi mu' zib : "edebiya t her makama gö tür ür" demiş ; galiba sen bu sö ze aldan ıp kaleme sar ılm ış sın ; ve bol ekmeği T ürkç ül ük te gör ünce e zdil ü can a tıld ın oraya ! Hakk ın var, hakk ın var ; bahu su s bu kah t- ı agdiye seneleri hakk ın ı b ütün b ütün ar tırd ı. Faka t kendin tJ, ibi hareke t e tmiyenlere ve e zanc ümle bana niçin k ızar sın ? . . . "Sen heva-y ı Turan ile be sleniyor sun ; seni tagdiye eden beni te smim eder. Ben Mavera ünnehir'de bilmem kaç bin sene evvel çiğnenmiş keli­ meleri ağ zıma almak tan, ay ıp değil a, iğrenirim. Geri ye dönmeğe akl ım erme z, ha tta hamiye t ha tır ı için bilir . . . " 82 80

Büyük Mecmua, 6 mart 1919, sayı 1. Büyük Mecmua, 20 şubat 1919, sayı 3. 82 Serveıifünun, 14 ağustos 1 919, (1335) c.· 56. 81

T. D.

Yıllığı,

13


AGAH SIRRI LEVEND

194 Yine

Servetifünun'da R f ı at Celal imzasıyle çıkan Doktor R ıza

Tevfik Beyefendiye başlıklı sıra yazılarda şöyle deniliyor: " . . . . Maksad- ı asli, Osmanl ı edebi yat ın ın edvar- ı muhtelefesine dair mücmel bir mukaddeme ) apt ıktan sonra an ın son şekl-i müteka­ miline karş ı Turanc ılar ın ald ığı tahrib-kar va ziyetten bahsetmek . . . . . " . . . . . Osmanl ı edebiyat ın ı,

şimdi

Yurdcular

devirmek

ıst ıy or,

diyorlar ki : Kendimi zi millete, Türk'e anlatal ım. Anlaş ılabilmekli ğimi zi te'minen evvela terkibleri atal ım ve şiirde de ve zn-i milli! ? ) i isti'mal idelim . . . . "Bu garabet, e ğer bir netice-i humk u beliihet ise musabinine halas temenni ederi z. Öyle olmay ıp da bir teammüde, musibet bir politikac ıl ığa müstenid bulunuyorsa (ki öyle oldu ğuna hiç şübhe yoktur) bundan büyük bir cinayet tasavvur olunama z. "Burada bir kere daha tekrar edeyim ki, Ergenekon efsaneleri, Karaku­ rum medeniyetleri, huliisa Asya -y ı vasati hadisat ı ma zalle-i nisyan ın en derin, en kesif nohtas ına gömülmüştür. O karanl ık hayattan bi ze gari ze halinde hiç bir şey intikal etmemiştir. "Se-ı:gili Yurd a ğalar ın ın bu mebhasda yürütmek istedikleri kavmiyet, milliyet davalar ı, çoktanberi ilan- ı iflas etmiş şeylerdi� . . . . . . "Efkar ı Karakurum medeniyeti enka zın ın zulümat ıyle kararm ış, asabiyetleri K ızılelma hummas ıyle felce u ğram ış olan bu efendilerin "Enderun argosu"nu y ıkmak istedikleri bir s ırada, meydana " Turan

argosu" ç ıkarmalar ı kadar gülünç bit hadise tasavvur olunma z . . . .

.

83

"Al'el-husus milli edebiyat demek, yal ın ız, mendil yerine çevre, fes yerine külah, pantalon yerine şalvar, potin yerine çedik, kolonya yerine kara misk ya ğı sö zlerini kullanmaktan ibaret de ğildir. Milli edebiyat, bir milletin ahliik- ı zemime ve fa zılas ın ın mümessili, şarihi, hamasiyat ın ın takdir-kar ı, daha do ğrusu milli yaralar ı, cengaverlikleri ifade suretiyle tabaka-i avam ın mürşididir . "Ma'amafi bu edebiyat, bir milletin tekamül-i fikrisini tasvir edeme z. Gaye başka olmakla beraber lisan ı da başkad ır. "Milli edebiyat bir orduyu yürütecek kadar belki kuvvetli olabilir ; fakat teheyyücat- ı bediam ızı ta'rifden aci zdir . . . . . " Yurdcular ın feci bir silsile-i mudhike teşkil eden müddeiyat- ı mütelevvineleri aras ında, bir de : -lstanbul'un gü zel Türkçesiyle ya zal ım83

Servetifünun, 1919 (2 teşrinievvel 1335),

c.

56.


UYANIŞ DEVRİ

195

garibe si yuvarlan ıyor.. Reca ederim, acaba I stanbul'un g üzel hangi şive­ sinden bah solunuyor ? Ka sımpaşa m ı, Sulumanas tır m ı, Firu za ğa m ı, Beyo ğlu, Ak saray şiveleri mi ?! . . . " 84 " T ürk Yurdu'nun bu mille te aç tığı ma zarra tlar ı şöyle b ırakal ım. Manevi ma zarra tlar ın ı hiç olma zsa, maarif na zır ı bulundu ğunu z zaman anlam ış olmakl ığın ız icabeder". 85 . İç tilıa t dergisinde de, Türkçülük harbin sebepleri arasında gös­ teriliyor. Abdullah Cevdet, C ıha t ve İç tiha t başlıklı yazısında şöyle söyliyor :

" C ıhad- ı mukadde s" ilan ına g üvenildi ği kadar olma sa bile yine b üy ük bir i' timad ile "pan türki zm" cereyan- ı mevhumuna da i stinaa ediliyordu. Bi' t- tab ı' bunun me s'uliy e ti Hayri Ürgubi Efendi'ye pek raci' olama z. Bunun ıtab ü a zab ı bi zim Ziya ile Agayef ve piş-revlerine raci' dir" . 36 Abdullah Cevdet, harp yıllarında Faik Ali'nin Ziya Gökalp için yazdığı bir manzumeyi Dergi'nin aynı sayısına alarak, başına eklediği bir yazıda Gökalp'tan şu satırlarla bahsediyor: •

·

"

.

. . On senedenberi kaa tillere, h ırs ızlara, ka tl-i amc ılara, kad ın,

çocuk, muharrir, m ütefekkir öld ür üc ü/ere ık tıdar ve c ür'e t tev zi' eden ve "İ ttiha t ve Terakki merke z-i umumi si" nam ın ı alan bir hey'e t ara sında ak ıl hoca sı olarak bulunmuş . . . " 87 Abdullah Cevdet'in

C�ha t ve İç tiha t başlıklı yazısına, Zinetullah

Nuşirevan adında biri cevap veriyor. T ürkç üler ve muharebe b aşlığını _ taşıyan bu yazıda şöyle deniliyor :

"Harbin ilan ında "pan türki zm" cereyan ına g üvenilmiş se, or tada siya si ve a skeri me s'eleler do ğuracak mahiye tte bir "pan türki zm" cereyan ı mevcud i se, ve hakika ten de harbe o cereyan ın m üme ssilleri sebebiye t ver­ miş se, T ürkç üler - si zin ta'birini zce "pan türki stler" !- bu me s'uliye ti b ütün şidde t ve sıkle tiyle beraber y üklenme ğe ha zırd ırlar. 84 Servetifünun,

1919 (23 teşrinievvel 1 335), c. 56.

86 Servetifünun,

1919 30 teşrinievvel 1 335), c. 56. Yazar, hu düşüncelerini, Rıza Tevfik'e gönderdiği 14 temmuz 1 332 tarihli mektupta daha önce ileri sürmüştür. Bu mektupla, Rıza Tevfik'in verdiği cevap için hk. Abdülhak Hamit ve mülahazaı-ı fel­ sefiyesi, İstanbul 1 334, s. 530-547. 86 Jçıihaı, 14 teşrinisani 1918, sayı 1 30. 97

Jçıihaı, ayw sayı.


AGAH SIRRI LEVEND

196

" Türkçüler, ve Türkçülerle beraber memleket içinde mevcud cereyan Zarı ta'kibedenler pek a'lii bilirler ki : siyasi ve askeri teşebbüslere, muharebe gibi büyük işlere badi olacak, istinad noktası teşkiledecek bir "siyasi pan­ türkizm" cereyanı dünyada yoktur. Ve Türk akvamı bu seviyede bulun­ dukça, cihan siyasetinde muvazene, kuvvet hüküm sürdükçe, hak , adalet ve hürriyet-i akvam esasları kat'iyyen kabul ve tatbik olunmadıkça, böyle bir cereyan mevcud olamaz da . . . . "Bir milletin şanlı ve müttahid tarihini, lisanını, zengin ve uzun asırlara, yaşlara malik edebiyatını, Şarki Avrupa'ya ve bütün Asya'ya yıkılmaz abideler bırakmış asar-ı medeniyet ve mimarisini, hulasa tarih-i temeddün ve mevcudiyetini tedkik ve tetebbu' etmek ; milletin efradı arasına bunları ta'mim ve neşre çalışmak ; milletin bugünkü efrad ve kabiiilini, şubelerini birbirine seviye-i içtimaiyeleri, derece-i medeniyeleri, mevki'-i coğrafileri, hal-i iktisadi ve ticarileri ve saire cihetlerden tanıtmak ; mil­ letin dağınık efradı arasındaki revabıt-ı ma'neviyeyi, camia-i milliyeyi takviyeye çalışmak. "İşte-sizin, "pantürkist" dediğiniz - o, "mes'ul" zümrenin gayesi budur. Ve emin olunuz ki ancak budur . Bundan başka bir emel tnkibet­ tiklerine, harbin mes'uliyet-i ma'neviyesine iştiraki mucib olacak bir harekette bulunduklarına dair -ben de eminim ki- bir vak'a veya bir vesika gösterilemez. Türkün yorganı için çıkan bir kavgada Türkleri, Türk­ çüleri müsebbib göstermek -affınıza magruran söyliyeyim- haksızlıktır, insafsızlıktır . " 88 İçtihat, bu yazının altına eklediği satırlarda şu açıklamada bulu­ nuyor : "Biz Türkçülük harbe sebeb oldu fikrinde kat'iyyen bulunmadık. Harbi yapanların güvendikleri mevhum veya mefhumlardan biri de pan­ islamizim ve pantürkizm mevhumu veya mefhumu idi dedik . . . " Ümit dergisinde, Tarık Mümtaz, Ordunun bülend ve ma'sum genç­ liğine başlıklı yazısında, sözü Meşrutiyet devrimini yapanlara getirerek şöyle söylüyor :

" Terbiyesini Balkanlardan, imanını Balkan barbarlarından alan yabancı ve mahlut bir hey'et-i içtimaiye ellerinde beşeriyetin ezelden müştak olduğu füsun-kar hürriyet bayrakları temevvüc ederek aramıza ve güzel İstanbul' a müstevli oldukları zaman, istiklal ve necata susayan 88

lçtihat, 21 teşrinisani, 1918, sayı 131.


UYANIŞ DEVRİ

197

feda-kar ve ma'sum ümmet-i Osmaniyeyi nasıl cuş u huruşa getirdiler ve bu ser-mestimizden istifade ederek köşe kapmaca oynar gibi en yüksek ve mümtaz menasıbı kendi kendilerine tevcih edip milli ve dini terbiyeleri­ mizin, an'anevi adab ve erkanımızın ziihtişam mahfili ve yegane mektebi olan selfitin-i ızam saraylarına, Babıaliye, parlamentoya ayaklarındaki tozlu çarıklarını, başlarındaki (Makedonya'da senelerce Türk kanı emmekle şöhret-gir olan ve nice genç Türk zabitinin, binlerce mubarek Anadolu evladının kanına, hayatına kastetmeği milli ideal tanıyan bir Bulgar Sandanski ve hem-palan gibi sefil a'da-yı din ü millimizle yek-meal ve yek-amal olan) hürriyet nam-ı mustearı menkuş keçeküliihlarını atmağa vakit bulamıyacak ve vicdan-ı umumiye külliyyen mechul olan o esrar-t hüviyetlerini tanıtmağa lüzum gürmiyecek mertebede büyük bir isti' cal ile koşuşup hepimize yaşa . . . diye hiç de ruhumuzdan gelmiyen heyecan­ larla nasıl cebren feryad ittirdilerse . . . . " . . . . . Ötede yine aynı post mücadeleleri gayesini istihdaf eden ve yine aynı merkezden sevk ve idare olunan Ziya Gökalp mektebinin hayal arkasında koşan coşkun ve pür heyecan gençliğin ruhuna pek mülayim gelen Turan akideleri yüz küsur milyonluk mütecanis, müttefikler ve biaman bir Moskof dünyasının, o mühlik sınırın mavera-yi baid ü fesi­ hine sıkışıp uzak asırlardanberi yabancı muhitlerin bel' ettiği o namevcud arz-ı mev'uda . . . doğru " Türkün ka'besi" diye çocukluk masallarından hatıratımıza intikal eden Cibal-ı Kaf arkasında yeni ve ikinci bir ka'be-i nifak u iftirak ibda' ediyordu . . " 89 .

Yine Ümit dergisinde Tarık Mümtaz, İstila ve temessül tehlikeleri

başlıklı yazısında,

Anadoluda

başlıyan milli mücadeleyi kasdcderek

şöyle diyor :

" . . . . Aile-i milliyemiz bir ferdinin bile ziyaından titretecek mer­ tebede azalmıştır. Artık Anadoluda askerlik oyunu oynamak ve dün ya­ şayan ölüler, diye cild cild şehid listeleriyle tahassüsat-ı milliyemizi ıgzab idecek ve kafile kafile vatan çocuğunu ademe gönderecek zamanlar çoktan geçmiştir . . . . " . . . İstila hareketlerine ve temessül tehlikelerine karşı gafil bulunmı­ yalım. Fakat silahla, süngü ile, çeteler ile değil . .. . . " . . . . Müşkilat-ı guna-gun karşısında çırpınan hükümet-i meşru­ amızın ve hassatan hepimizin en samimi mahabbet ve i'timadımıza layık s9

Vrniı, 1920 (19 ağustos 1336), sayı 7.


198

AGAH SIRRI LEVEND

olan ve maa'l-esef daha hula bir kısım halka pek yanlış tanıtılmak istenen en büyük ve en samimi memleket adamı olduğuna vicdanımızın tamamen iman ettiği Reis-i vula-güherleri hazretlerinin arkasında müttehid bir küt­ le halinde toplanıp Avrupaya karşı vahdet ve tesanüdümüzü isbat edelim. 90 Cenap Şahabettin, Şebap

dergisinde çıkan Edebiyatta

Türkçülük

başlıklı yazısında şunları söylüyor :

"Edebiyatta Türkçülük, dediler ki, milletin sinesinden doğdu : işittiğim ve bildiğim tarihi yalanların işte en büyüğü budur. Zira ben bu yumurcağı daha Selunik'te Beyazkule dibinde dünyaya geldiği gün­ denberi tanırım. Bunu doğuran, Ziya Gökalp'ın meşime-i tasavvufu ol­ du. Bir mütenebbi-i kem-şuurun işkembe-i kübrasını "sine-i millet" le taglit edecek kadar dalgın olanlara hitab bile etmem. Fakat hakayıka hubb ü hürmet besliyen gençler bilmelidirler ki edebiyatta Türkçülük de bin bir ittihat . ve Terakki fırıldaklarından biridir. İttihatcılar cemiyet-i milliyemizi kendi keramet-i siyasiyelerine inanabilecek bir "cumhur-ı humaka" haline düşürmek istediler. Onlarca her vadide ammeyi aldatmak bir düstur-ı idare idi ; vudi-i edebde aldatmak için de " Türkçülük" ü icad ettiler ve biçare saf halka : "işte senin · edebiyatın !" dediler 91 • Mütareke

devrinde

Türklüğe

ve Türkçülüğe

yapılan

yalnız bunlardan ibaret değildir. Milli mücadele, başta

saldırılar

Peyam-ı Sabah

olduğu halde, günlük gazetelerin bazılarında her gün baltalanmış ve Anadolu'da düşmanla çarpışan kahramanlar amansızca taşlanmıştır. "Milli mefkure, milli şuur, milli edebiyat, milli tarih" gibi, "milli" sıfatıyle belirtilen her kutsal varlığa saldırılmıştır. Mütareke devrinin Maarif Nazırlarından

Rumbeyoğlu

Fahrettin'in,

"Türk"

kelimesini

okul kitaplarından çıkartması, "suikast"ın nerelere kadar uzandığını

göstermeğe yeter. Mütareke yıllarında Türk Ocakları fena bir duruma girmiş, Mü­ tarekeden önce Cemal Paşa tarafından yapılmış olan onsekiz bin liralık yardım hükümetce geri alınmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ye­

dek kuvveti sayılan Ocak, nihayet işgal kuvvetleri tarafından basıl­ mıştır. Mütareke ve Milli mücadele devrinde umudsuzluk korkunç bir sis

gibi gönüllere çöker. Hükümet çevreleri ve ona bağlı olan gazete ve 90 Ümit, 1920 (26 ağustos 1 336), sayı 8. 91 Şebap, 1920 (5 -teşrinisani 1 336), sayı 1 5.


199

UYANIŞ DEVRİ

dergiler, İtilaf devletlerine yaranmayı, mücadele ile değil, "hulul ve müdahene"

yolıyle

kurtuluş çareleri

aramayı

tavsiye

ederler.

Ne

kurtarılabilirse kar saymak gerektiğini söylerler. Mustafa Kemal on­ lara göre, bir çeteci, bir şakidir. Öte yandan Amerikan mandasını

kabul etmeyi salık

verenler,

Anadolu'nun "nüfuz bölgesi" ne ayrılmasını uygun bulanlar da görülür.


K U RTULUŞ D EVRİ MİLLI BİRLİGE D OGR u : Milli mücadelenin zaferi, milli sıfatıyle belirtmek istediğimiz var­ lıkların da zaferi oldu. Türk milletini bir ülkü etrafında toplıyarak zafere · ulaştıran mucize, milliyet şuurudur. Yakın tarihimize "Türk­ çülük" adıyle geçecek olan Türk milliyetçiliği, son sınavı da haşan ile vermiştir. Milüyetcilik uygarlıkla birlikte, bugün yeni Türkiyenin dayandığı iki temeldir. Cumhuriyet kurulurken, biri kuvvet kaynağı olmuş, öteki de ilerlemek ve çağdaş milletler katına yükselmek için hem amaç olarak belirmiş, hem de klavuz hizmetini görmüştür. Sonradan Avrupada "Jön Türk" adını alan "Yeni Osmanlılar'', keyfe göre yönetime son vererek memlekette kanunu egemen kılmak amacıyle savaşa

atılmışlardı.

İstedikleri,

değildi.

İttihatcılar özgürlüğü sağladı;

özgürlükten başka bir şey

fakat düzgün bir yönetim kura­

madı. Bu yüzden özgürlük de soysuzlaştı. Anlaşıldı ki, yalnız özgürlük,

memleketi huzura kavuşturmak için yetmiyor.

başına

Hem

bu

özgürlük, yasa ve töre tanımıyan başı boş davranışa yol açacak nite­ likte olursa, fayda yerine zarar veriyor. Cumhuriyeti kuranlar, günün şartlarını ve çağın bütün özelliklerini göz önünden ayırmadıkları için, ülkülerini gerçekleştirebildiler.

Geçirdiği evreleri tarih sırasıyle belirttiğimiz milliyetçilik, ancak

Atatürk devrinde bir ilke olarak benimsenmiş ve onun kurduğu par­

tinin programında altı oktan biri olarak yer almış,

1928

de de Anaya­

sa'nın ikinci maddesine konularak, devletin dayandığı esaslar sırasına girmiştir. riyeti,

1961

" milli,

Anayasası'nın ikinci maddesinde de, Tür

l?ye

Cumhu­

demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olarak

vasıflandırılmış bulunmaktad ır. MİLLİ E D EBİYAT KAVRAMI : Bu deyimle belirtilmek istenilen kavramı anlamak o kadar kolay olmamışdır. Hala anlamıyanlar da vardır. Milli mücadeleden sonra gazete ve dergi sütunlarında sürüp giden tartışmalar, biribirini izliyen soruşturmalara verilen cevaplar bunu gösterir, Zaferden sonra da za-


KURTULUŞ DEVRİ

201

man zaman milli edebiyat davası ortaya atılmış, bu esas dava dallanıp budaklanarak "edebiyatımızda tereddi", "tereddinin başlıca nedenleri", "sanatta samimiyetsizlik", "edebiyatta marazilik" gibi bir çok sorun­ ların

bu

bahse

katılmasına

yol

açmıştır.

En dikkate değer düşünceler, soruşturmalara verilen cavaplardır. Birinci Dünya Harbi yıllarında Ruşen Eşref'in açtığı bu çığır, sonra­ _ dan Hikmet Feridun Es ve Nusret Safa Coşkun tarafından takibedil­

miştir.· Hikmet Feridun Es'in

1932

de Bugün de diyorlar ki 9 2, Nusret

Safa Coşkun'un Milli bir edebiyat yaratabilirmiyiz

toplıyarak

yayınladıkları

93

başlıkları altında

bu cevaplar, edebiyatımızın türlü devirleri

ve her .birinde yetişen başlıca kişiler hakkında ileri sürülen düşünceler bakımından, fikir ve edebiyat tarihimiz için çok önemlidir. Yine bu konuda

Y azar'ın

Halit Fahri Ozansoy'un Edebiyatçılar geçiyor 94,

M.

Behçet

Edebiyatçılar ve Türk edebiyatı 95, adlı eserleri, aynı bakımdan

edebiyat tarihimizi türlü

yönlerden aydınlatıcı niteliktedir.

Asıl konumuzla ilgili olan :'.\" usret Safa Coşkun'un eseridir. Yazarın

sorularına zamanının fikir Ye kalem sahipleri tarafıridan verilen cevap·

lar,

1938

yılında da milli edebiyat deyimi üzerindeki düşüncelerin henüz

yeter derecede aydınlığa kavuşmadığını gösterir. Bununla birlikte konu oldukça

durulmuştur.

İleri sürülen düşünceleri şöyle özetliyebiliriz :

a) Bir eser, ister yeni ister eski olsun, mensup olduğu milletin be­

lirli bir dönemdeki duygularını, düşüncelerini, zevklerini belirttiği için millidir. Böyle olunca, milli edebiyat gereksiz bir deyim sayılır. Milli olmıyan edebiyat yoktur. Her milletin edebiyatı o milletin malıdır. Bir Fransızın yazdığı eser Fransızlar için ne kadar milli ise, bir Türkün Türkçe yazdığı eser de Türkler için o kadar millidir. b) Milli edebiyat değil, milliyetci edebiyat vardır. Nasıl ki Fransız edebiyatında "litterature p.ationale" diye bir deyim yoktur. " Litte· ·

rature nationaliste" vardır. Bu, milliyetciliği her vasfın üstünde tutan bir ' edebiyattır.

ç) Milli edebiyat, milliyet şuurıyle beslenip gelişen bir edebiyattır. Millet fikrinin ve milli şuurun bulunmadığı çağlarda milli edebiyat

Hikmet Feridun Es, Bugün de diyorlar ki, İstanbul 1932. Nusret Safa Coşkun, Milli bir edebiyat yaratabilir miyiz, İstanbul 1938. 9� Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar geçiyor, tarihsiz. 95 M. Behçet Yazar, Edebiyatçılarımız ve Türk edebiyatı, İstanbul 1938 : 92

93


202

AGAH SIRRI LEVEND

olamaz. Bir edebiyat, dili , özü ve özelliğiyle milletin olmalı, kendi ruhundan fışkırmalı ve onun bütününü temsil etmelidir ki, milli vasfına layık olsun. Bu bakımdan eski edebiyatımıza milli vasfını veremeyiz. Nusret Safa Coşkun'un sorularına cavap verenler arasında ben de

varım. İleri sürdüğüm düşünceler üçüncü kümeye girer. Bu 'düşünceler, birinci ve ikinci kümeye girenlerin iddialarını karşılamaktadır. MİLLİ E DEBİYAT NEDİR ?

Hiç bir dil, hiç bir edebiyat kaynağından çıktığı gibi saf ve katıksız kalamaz. Uluslar arasındaki ticaret ve kültür alışverişleri yolıyle dil­ lere yabancı kelimeler girip yerleşir.

Yeni fikirler sürüm kazanır.

Hele bir dinden başka bir dine geçiş, hayat ve kainat anlayışının büs­

bütün değişmesine yol açar. O dini kabul eden topluluklar,

benlikle­

rinden fedakarlık ederek yeni dinin özelliklerini benimserler. Dile, o dinin kelimeleri ve te ;imlcri girer. Edebiyat da, yeni düşünce ve duygu aleminin kavramlarını aksettirir.

Türkler için de hal böyle olmuştur. Ancak Türklerin- İslamlığı. kabul ederek kavın çağında n ümmet çağına geçtikten sonra uğradıkları değişiklik tabii çerçeveyi çok aşmıştır. Bunun içindir ki, gerek kavın, gerek ümmet çağlarındaki edebiyata milli sıfatını veremiyoruz . Milli edebiyat, milletlerin benliklerine kanıştukları, dillerini ve

tarihlerini benimsedikleri, millet çağına girdikleri anda başlar.

Batı dünyası, Rönesansla birlikte kendini tanımağa başladı. Ancak hundan sonradır ki, her millet en güzel eserlerini kendi diliyle verdi. Böylece milli edebiyatın müjdecileri belirdi. Fakat milli vasfını ala­ bilmesi için, milliyet çağına girilmesi, milliyet fikirlerinin açıkca anla­ şılması gerekti. Millet, çağdaş bir kelime olduğu gibi, milliyet de çağdaş bir kav­

ramdır. Fransiz devriminden önce, "nation" yerine "peuple" kullanı­

lırdı. O zamana kadar her yerde hiribirinden az çok farklı sosyal sınıflar vardı. Her sınıf kendi çevresi içinde kendi görenek ve geleneklerine bağ­

lı olarak yaşıyordu.

Vatandaş kanun önünde eşit değildi.

Her sınıfın

hiribirinden farklı hayatı, ayrı yasa ve töresi olunca, bireyleri hağlı­ yacak milli bir ülkü ve milli bir hayat heliremez. Milli hayat belireme­ yince de, milli edebiyat deyimi yersiz olur. Gerçi her edebiyat,

onu

meydana

getiren

milleti temsil eder.

Nasıl ki, edebiyatlar onları meydana getiren milletlerin adıyle anılır.


KURTULUŞ DEVRİ Türk edebiyatı,

Fransız edebiyatı,

203

Alman edebiyatı denir. Böylece

bu edebiyatların öteki edebiyatlara göre başkalığı,

ayrılığı belirtilmiş,

özel karakteri gösterilerek kendi damgası vurulmuş olur. Bundan başka,

Batıda "nationaliste" kelimesine verilen

anlam

ile bizim milliyetci kelimesine yüklediğimiz kavram birbirinden büs­

bütün ayrıdır.

Batıda "nationaliste"

deyince,

geçmişin övüncelerine

dayanan ve başka ülkelere yayılma amacını güden mutaassıp ve sal­ dırgan milliyetci anlaşılır. Bugünkü tutumu ile Batıdaki milliyetçilik, demokrasiye uymaz.

Diktatörlüğe ve emperyalizme dayanır.

Halbuki

bizde milliyetçilik, vatan ve millet sevgisini, onu koruma ve yükseltme isteğini belirtir. Saldırgan ve mutaassıp

değildir;

emperyalizme değil,

demokrasiye dayanır. Ayrıca, milliyetçilik Batıda ba�ka bizde başka ihtiyaçtan doğmuş­

tur. Batıda milliyetçilik, yabancı yayılmalardan ve büyük felaketler­

den kurtulma isteğinden, iç politikada ise kötü bir yönetimin otoriteyi

iyi kullanamamış olmasından doğan bir tepki

olarak ortaya çıkuııştır.

Bizdeki milliyetcilik ise, korunma ihtiyacından doğinuştur ; yok olma tehlikesine kar�ı bir davranıştır. Milliyet fikrinin uyanışı da her millette başkadır. Almanlar ve İtalyanlar, ancak Napoleon'un baskısından sonra uyandılar. Fransız­ lar ise tam tersine,

Napoleon'un başka ülkelere yaptığı akınlardan

duydukları gururla insaniyetcilikten milliyetçiliğe döndül�r. O zamana kadar insanlık yolunda bayrak açan ve bütün

dünyayı kardaşlığa

çağırnn Fransızlar, cihangirin peşine takılarak kendilerini her milletten üstün saymağa başladılar. Milliyetçilik, o zamandan bu zamana bir çok değişiklikler geçirdi. Hitler ile Mussolini'nin

anladığı milliyetçilik de bundan

başka

bir

şey değildi. Milli edebiyat sorunu da aynı yolda gelişmiştir. Mesela Almanlara ilk önce Cermen ırkının karakterini ve kudretini hatırlatarak, · milli edebiyatın kaynaklarını

gösteren

Klopştok ve Lessing, yurdseverliği

küçümsiyen şairlerdir. Alman edebiyatı, bu şairlerle uzun bir taklit döneminden sonra

geçmişe dönmeyi, eski Cermen kaynaklarından esin almayı denedi.

Bu bir kültür ve edebiyat uyanışı idi milli edebiyata doğru bir yöneliş­

;

ti. Fakat milletce uyanış, Napoleon akınlarından sonra oldu. O zamana kadar insanlığın ıztırapla çarpan kalbinden bahseden,

yalnız bir mil-


AGAH SIRRI LEVEND

204

letin düşünce ve duygularını belirtmeği bir gerilik sayan Alman şairleri, "önce Alman milleti vardır ve onun yararı ön planda gelir" dediler. Fransaya gelince, mesela Yunan ve Latin edebiyatlarından esin alan ve konularını yabancı tarihlerden seçen XVII. yüzyılın klasik edebiyatı, Fransız zekasını temsil ettiği için, XVII I . yüzyılın insaniyetci ve daha sonraki yılların devrimci edebiyatından daha milli sayılır. Gerçek şudur :

Sosyal olaylar,

çevreler ve şartlar gözetilmeden,

başka yerlerdeki benzerleriyle kıyaslanamaz. Her millet kendi tarihini kendi yapar. Batı edebiyatında milli edebiyat diye bir deyim olmıya­ bilir; ama bizim için milli edebiyat deyiminin de, milliyetci edebiyatın da anlamı vardır. Edebiyat tarihi, Türkçülük ve milli edebiyat akımı diye bir olay keydedecektir. Bu öyle bir olaydır ki, ondan önce sürüp

gelen edebiyatla, ondan sonraki edebiyatı birbirinden esaslı farklarla ayırmaktadır. S O N UÇ VE YARGI : Türklerin gerek kavın halinde yaşadıkları uzun çağlarda, gerek ümmet devrine geçtikten sonraki

900

yıllık süre içinde meydana getir­

dikleri edebiyat, Türk edebiyatıdır. Türk zeka ve dehasının yarattığı eserlerden

toplanmıştır.

Türkler," Bozkırlarda yabancı etkilerden uzak yaşarlarken, nasıl yasa ve törelerine bağlı, öz hayatlarını şakımışlarsa, İslam dünyası içinde meydana getirdikleri eserlerde de, yaşadıkları dini hayatı ..kset tirmişlerdir. Gerçi bu eserlerde hakim olan İslam ruhu, İslam manevi­

yetidir. Düşünceler ve duygular hep o meneviyetten süzülüp gelmiş, hayaller yine o alemin değer verip dayandığı esaslarla kurulmuştur. Fakat bu edebiyat, madem ki aynı çerçeve içinde meydana gelmiş olan

bir Arap, bir Fars edebiyatından ruhu ve özü bakımından ayrıdır; dili de, ne kadar melez olursa olsun, bir Arap dili, bir Fars dili değildir; o halde bizimdir,

bütün kusurları ve

artamlarıyle

bizim

malımızdır.

Ümmet devrindeki Türk edebiyatı içinde, divan edebiyatı da, halk şairleriyle tarikat adamlar;nın meydana getirdikleri edebiyat da

yer alır. Ancak divan edebiyatı, medrese öğrenimi görmüş sayılı ay­ dınların zevkına ve anlayışına seslendiği için, nasıl halkın ruhuna ya­

bancı kalmışsa, Türk toplumunu bir bütün halinde temsil etmiyorsa, halk ve tekke edebiyatları da, daha büyük ·çoğunluk tarafından benim-


205

KURTULUŞ DEVRİ

sendiği, Türk ruhunu daha kuvvetle aksettirdiği halde, milletin bütü­ nünü temsil edemez. Hepsi birden Türk edebiyatını meydana getirir. Her üç çağın bu konudaki esas karakteri şöyle özetlenebilir : a) Kavın çağındaki

Türk edebiyatı yabancı etkilerden uzaktır;

dili arı ve ruhu kendine özgüdür. Fakat bu ilk çağlarda millet fikri ve milliyet duygusu bugünkü anlamıyle birer kavram olarak belirmiş değildir. b) Ümmet çağında millet kelimesi yer alır ; fakat bu kelime kavın, halk ve yığın karşılığı olarak kullanılır. Milliyet fikri gütmek ise yasak­ . tır. c) Hele Türkler, "İslamlıkta kavmiyet yoktur" iddiasıyle varlık­ larını savunmaktan bile alıkonulmuştur. Milliyetten bahsetmeleri dini bir suç sayılmıştır.

ç)

Ümmet

çağında

kelimesi bilgisiz,

kaba

Türklük

hor

görülüp

küçümsenmiş,

Türk

ve köylü yerine kullanılmıştır.

d) Dini hayatın hakim olduğu çağda, edebiyatın dini karakter

taşıması çok tabiidir. Fakat bizim ümmet çağı edebiyatımız ya müslü­

manlığı, ya da Osmanlılığı tek ülkü olarak benimsemiş, bunun dışında bir kaynak tanımamış, bu yüzden köksüz kalmıştır. . e t mmet çağındaki Türk edebiyatı, dini etkikler altında gelişmesi

)

tabii olmakla birlikte, milletin ruhundan süzülüp kendi kendini yara­ tacak yerde, hem şekilde, hem esasda İslam dünyasının meydana getir­ . diği belirli kalıplara göre hazırlanmış, büyük üstadların yarattığı ör­ neklere

uydurulmuştur.

Ancak halk şairleriyle tarikat adamlarının

kaleme aldıkları eserlerde, Türk ruhu bir dereceye kadar aksettirilebil­ miş, şekil ve ölçü korunabilmiştir. f) :'.\Iillet ve milli kelimelerinin, bir özleyişin belirtisi olarak orta­ ya atıldığı yakın tarihlerde de, bu kelimeler bir türlü gerçek anlamıyle açıklanamamış,

sisli ve bulanık kalmaktan kurtulamamıştır.

g) :'.\Iilliyet şuurunun kök salmağa başladığı bu tarihlerde mil­ liyet fikrini Yar kuvvetleriyle baltalayan, İslam tarihini milli tarih sayan, Osmanlılardan önceki Türklüğü inkar ederek eski Türk tarihini

ve

edebiyatını

ortamı

bilmemekle

kolayca bulmu�lar,

ÖYÜnen _

hatta

şairler,

kendilerini

ba:ı;ındıracak

desteklenmişlerdir.

İşte bu nedenlerledir ki, her iki çağdaki Türk edebiyatına vasfını Yermek mümkün değildir.

milli


206

AGAH SIRRI LEVEND MİLLi E DEBİYA N VE MİLLi ŞAİR : Milli edebiyatı yaratan milli vicdandır. Milli vicdan, sanatcının,

içinde yaşadığı

toplumu,

başka toplumlardan ayırd edebildiği anda

belirir. Bugünün sanatcısı kendini tanıyor ve bağlı bulunduğu toplumun ruhunu ve ihtiyacını sezerek, yeni bir sanat anlayışı içinde, yeni bir zevkle hayatı aksettirmeğe çalışıyor. Dil, henüz bir yazı dili geleneği

kurulmamış olmakla birlikte, andır. Deyiş kendi özelliği içinde geliş­ mektedir. Sanatcının düşünceleri ve duyguları kendinin, kendi aleminindir. Hayalleri, yaşadığı dünyanın gerçeklerinden rengini almaktadır. Bunun içindir ki, eserlerinden hayat fışkırıyor.

Romanlarda

ve hikayelerde

yaşatılan Türk tipidir. Bizimle birlikte tabii hayatlarını yaşıyan in­ sanlardır.

Tasvir edilen köy, şehir, sokak, fabrika, tezgah hep tanıdığımız, dolaştığımız

yerlerdir.

Yazar,

yabancı

ıklimlerden

de

bahsedebilir,

tanımadığımız tipleri de yaratabilir; taşıdığı vasıflarla eser yine bizim­ dir.

Okuma yazma bilen hiç bir Türk yoktur ki -sanat değeri ve sanat

cilvesinden doğan çetinliği bir yana-bugünün eserlerini okuyup anla·­ mamış, onda kendinden bir parça bulmamış olsun. Demek ki bugünkü

edebiyat milleti temsil ediyor. Millet deyince de neyi kasdettiğimizi biliyoruz. O halde bugünkü Türk edebiyatı, şiirleri, romanları, hikayeleri

ve çeşitli yazılanyle millidir. Taşıdığı vasıflarla "bizimdir" diyemiye­ ceğimiz eser bulunmadığına göre, ayrıca milli vasfını eklemek gerek­ mez . Milli edebiyat, ümmet devrinin son kalıntılarını da atarak, milli şuur içinde kendini bulmak;

dilde,

anlayışte,

düşünce ve duyguda

özleşmek istiyen yeni edebiyatı belirtmek için ortaya atılmış bir deyim­ dir. Son devir edebiyatını geçmişten ayıran bir vasıf olarak tarihe

malolmuştur.

Milli şair ise, Türk dilini bütün incelikleriyle ustaca kullanabilen

ve Türk ruhıyle Türk zekasını kudretle . aksettirebilen şairdir.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.