Ahmet Hikmet Müftüoğlu - Çağlayanlar

Page 1



Çağlayanlar/ Ahmet Fikret Müftüoğlu ALKIM

/ 165 •

Edebiyat

-

79 •

Öykü

-

16

Genel Yayın Yönetmeni: Enis Batur Kitap Editörü: Demet Elkatip Hazırlayan: Kapak ve

Doç. Dr. M.

İç Tasarım:

Fatih Andı

Bilgi Erdoğan

2006 975992061-1

©Alkım Yayınevi, ISBN:

Alkım Yayınları'nda Birinci Baskı: Baskı: Cem Web Ofset Alınteri Bulvarı No:29 Ostim

- Ankara •

Tel

Alkım Yayınevi

Mühürdar Cad. No: Faks

(0216) 44910 64 •

60 Kadıköy - İstanbul •

(0312) 385 3727

(0216) 449 10 60 (Pbx) • http/ /:www.alkim.com.tr

Tel

e-mail: alkim@alkim.com.tr

2006


Ahmet Fikret Müftüoğlu

ÇAGLAYANLAR Hazırlayan: Doç. Dr. M. Fatih Andı

alkıni\


İçindekiler Sunuş/ 7 Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Çağlayanlar / 9 Türk İli Zeybeklerine / 15 Alparslan Masalı / 19 Yarayı Kanatan / 35 Padişahım, Alınız Menekşelerimi, Veriniz Gülümü / 51 Altın Ordu / 61 Üzümcü/ 69 Sümbül Kokusu / 75 Turhan Nasıl Çıldırdı / 81 Ayşe Kız'la Vato / 105 Yatağan / 1 1 1 Rahat Döşeği / 125 Maviş/ 129 Bahar/ 133 Bayram / 137 Gözyaşı Çeşmesi / 141 Matemin Kuvveti / 145 inci ! 151 Yakarlş / 155



Sunuş Toplumların sanat ve edebiyat hayab içinde birtakım eserler vardır ki, bunlar oluşturuldukları dönemin ilgile­ rini, beklentilerini, tepkilerini, duygu ve düşüncelerini ka­ rar, yoğurur, kıvama getirir, yapar ve sonra da onu yükle­ nerek tarih içinde daha ötelere taşırlar. Bu özellikleri yüzünden biz bu tür eserlere "klasik" di­ yoruz. Klasikler, gerek estetik formatları, gerek çağlarına ta­ nıklıkları ve gerekse yüklendikleri "ileti"ler açısından o çağların olduğu kadar bu çağın da eserleridir. Gelecek çağların da... Milletin nesilleri, bu eserlerin üzerinden ge­ lecek zamanlara bir yol çizerler, rota belirlerler. Onlarla sırtlarını sağlama alırlar, onlarla bugünlerini daha iyi kav­ rarlar ve onlarla geleceklerini tahmin ederler. Klasikler, nesillerin, yılların, hatta çağların imbiğinden geçe geçe dönemlerinin bir "özüt"ü halinde bize ulaşırlar. Bu eserler, fikir ve ruh doyurucu olduk.lan kadar, estetik eğiticidirler de. ***

Çağlayanlar, böyle bir eserdir. Bugünün "okur-yazar" nesilleri için bu açılardan önemlidir. Biz bu önemli eseri, bugünün dili için eskimiş sayabile­ ceğimiz kimi kelimelerini, yazarın üslubuna saygı ve onu 7


koruma endişesi eşliğinde, kısmen sadeleştirdik. Metin­ lerde yazarının koyduğu birkaç dipnota, anlaşılmayı ko­ laylaşhracağını düşündüğümüz yerlerde birkaç dipnot da biz ekledik ve bunu (Hazırlayanın notu) diye de belirttik. Bugünkü dilde karşılığı olmayan yahut bugünkü kelime­ lerle karşıladığımızda metnin "hava"sının bozulacağını düşündüğümüz bazı kelime ve deyimlerin ise hemen kar­ şısına köşeli parantez içinde, anlaşılmalarını kolaylaşhra­ cak karşılıkları verdik. Ki bunların sayısı tüm metin için­ de çok azdır. Ayrıca kitapta geçen eski edebiyatımıza ait şiir metinlerini de hemen altlarında köşeli parantez içinde bugünkü dille düzyazıya çevirdik ki daha kolay kavrana­ bilsinler. Bu dikkat noktaları etrafında titizlikle hazırlandığını söyleyebileceğimiz bu sadeleştirme ve genç nesillere yeni­ den sunma çalışmasının niyet ve amacına uygun bir şekil­ de faydalı olması, dileğimizdir. M. Fatih ANDI

14.3.2006

8


Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Çağlayanlar Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 3 Haziran 1870 tariliinde İs­ tanbul'da doğmuştur. Dedesi, bugün Yunanistan sınırlan içinde olan Mora'da müftülük görevinde bulunan Abdül­ halim Paşa, babası ise Yahya Sezai Efendi'dir. Dedesinin bu görevi dolayısıyla, Ahmet Hikmet kendisine aile adı olarak "Müftüoğlu" adını almışhr. Önce Dökmeciler mahalle mektebinde, sonra Aksaray ve Soğukçeşme Rüşdiyelerinde okuyan Ahmet Hikmet, öğrenimini Galatasaray Sultanisi (Lisesi)'nde tamamla­ mışhr. Okulu bitirdikten sonra memuriyet hayahna Hari­ ciye Mekrubi Kalemi (Dışişleri Bakanlığı Sekreterlik Büro­ su)'nda başlamış, buradaki başarılı çalışması ile kısa za­ manda göze girmiş, bu yüzden de Dışişleri'nin yurt için­ de ve yurt dışındaki çeşitli görevlerinde bulunmuştur. Marsilya'da ve Pire'de görev yapmış, Kafkasya'da ve Po­ ti'de şehbender (ticari ilişkilerle ilgilenen konsolos) olarak çalışmışhr. Ardından Kırım'da Kreç şehrine atanmış, bu­ radaki çalışmasının ardından İstanbul'a dönerek 1908' e kadar Hariciye'nin çeşitli birimlerinde görev almışhr. Bu arada bir taraftan da daha ilk gençlik yıllarından iti­ baren edebiyata ilgi duymaya ve zamanla dönemin birta­ kım dergilerinde çeşitli edebi yazılar da yazmaya başla­ yan Ahmet Hikmet, 1896-1901 yıllan arasında Servet-i Fü­ m'.in dergisi çevresinde oluşan Servet-i Fünun Edebiyatı topluluğuna kahldı, mensur şiir, hikaye, makale ve sohbet 9


türünde yazılar kaleme aldı. Haristan ve Gülistan isimli eseri bu dönemin yazılarından oluşmuştur. il. Meşrutiyet'ten (1908) sonraki yıllarda Galatasaray Sultanisi'nde Türkçe ve edebiyat dersleri öğretmenliği de yapmaya başlayan Ahmet Hikmet, birkaç yıl sonra ise Da­ rülfürn'.'ı.n'da (İstanbul Üniversitesi'nde) Fransız ve Alman edebiyatı tarihi ve estetik dersleri de vermeye başlamıştır. 1912' de tekrar şehbenderlik (ticaret işleriyle ilgili konso­ losluk) görevi ile Peşte'ye atanan Ahmet Hikmet'in burada­ ki görevi 1918' e kadar devam etmiş, buradaki şehbenderli­ ğin kapatılması üzerine İstanbul'a dönerek, yine Harici­ ye'nin çeşitli birimlerinde çalışmasını sürdürmüştür. 1922 yılında eşi Suad Harum'ın vefatı onu derinden etki­ lemiş, bezginlik ve mutsuzluk dolu günler geçirmesine ne­ den olmuştur.

1925' te Halifelik başmabeyncisi, 1926' da UmCır-ı Şehben­ deriye ve Ticariye Umum Müdürü (Ticaret ve Şehbenderlik İşleri Genel Müdürü) olan Ahmet Hikmet, kısa bir süre son­ ra Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olmuştur. Ancak bu sıralar­ da Ahmet Hikmet hastadır ve görevinde bu yüzden uzun süre kalamamıştır. Emekliliğini isteyerek İstanbul'a dön­ müş ve Fransız Hastanesi'nde hastalığının tedavisi ile uğ­ raşmışsa da, yakalanmış olduğu kanserden kurtulamaya­ rak, 19 Mart 1927' de vefat etmiş ve Maçka Mezarlığına gö­ mülmüştür. ***

Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun edebiyat ve sanata ilgisi daha öğrencilik yıllarında kendini göstermiş, lise yıllarında ilk kalem denemelerini yapan, çeşitli Fransızca metinleri Türkçe'ye çevirmeye çalışan genç Hikmet'in imzası bu yıl­ larında dönemin kimi dergilerinde görülmeye başlamıştır. 10


Bu öğrencilik yıllarındaki denemeleri onun için adeta bir staj, bir alıştırma olmuştur. Bu yılların ardından Ahmet Hikmet, asıl edebi kimliğini Servet-i Fünun dergisinde ve dönemin önemli yayın organlarından olan İkdam gazetesin­ de yazdığı yazıları ile ortaya koymaya başlamıştır. Servet-i FünCın edebiyatı yıllarında (1896-1901) o da bu edebiyatın genel eğilimlerine uyarak Arapça ve Farsça keli­ me ve tamlamalarla yüklü, ağır bir dil kullanmış, karamsar ve içe kapanık metinler yazmıştır. Haristan ve Gülistan, böy­ lesi metinlerden oluşan bir eseridir. Ancak bu dönemde bi­ le diğer Servet-i Fünuncular'dan farklı bir tutum içinde olan Ahmet Hikmet'in bu tavrı kısa sürmüş, bir süre sonra sade bir dile, yerli ve milli konulara eğilim göstermeye başlamış­ tır. Bu eğilim ise Türk edebiyatına Ahmet Hikmet'in asıl ününü ve etkisini sağlayacak olan Çağlayanlar'ı kazandır­ mıştır.

Çağlayanlar, yazarın 1908 tarihinden itibaren ivme kaza­ ran Türkçülük hareketleri doğrultusunda yazdığı hikaye ve mensur şiir metinlerinden oluşan bir eserdir. Bu eserindeki yazılar, Ahmet Hikmet'in, 1911-1922 yılları arasında yazdı­ ğı metinlerden seçilmiştir. Bu eser, milli bir ruhu, Türk mil­ letinin maddi ve manevi değerlerini, onun ruh inceliklerini, güzellik algılayışını, tarihi derinliğini, soyluluğunu, buna karşılık Batı dünyası karşısında oyuna düşürülmüşlüğünü, aldanışlarını, zulüm görmüşlüğünü, Batı dünyasının iki­ yüzlülüğünü vurgulayan, yazılardan oluşmuştur. Bu me­ tinlerin bazıları hikaye, bazıları mensur şiir, bazıları ise mi­ tolojik masal türünde ve tadındadır. Bu kitabında yazarın dönemi için olabildiğince sade bir dil kullanmaya özen gös­ terdiğini, zaman zaman, anlattığı döneme uygun olarak, at11


mosfer oluşturmak amacıyla kimi eskimiş kelime ve deyim­ lere de yer verdiğini görürüz. Bu yazıların yazıldığı yıllar, Türk milletinin savaş üstüne savaş yaşadığı ve bu savaşın getirdiği acıları yoğun bir şe­ kilde gördüğü bir dönemdir. Yıkımlar, kayıplar, aldanışlar, acılar... Ve bunların ruhlarda doğurduğu tepkiler... Ahmet Hikmet'in bu kitapta ısrarla Türk milletine, içinden geçtiği bu zorlu dönemde bir aksiyon, bir dayanma ve karşı koyma gücü, bir atılım ruhu aşılamaya çalıştığını görürüz. Milletin maruz kaldığı fitneye, hile ve hainliklere, horlanmaya karşı, yazar, Batı dünyasına tepkisini "Turhan Nasıl Çıldırdı", "Ayşe Kızla Vato" veya "Yatağan" gibi hikayelerinde orta­ ya koymaya çalışır. Bu yazılar, o yılların maddi yahut ma­ nevi açıdan Avrupalı saldırısına maruz kalmış Türk aydını­ nın psikolojisini ve savunma reflekslerini de ortaya koyan önemli metinlerdir. Çağlayanlar, ilk olarak 1922 yılında İstanbul'da kitap ola­ rak yayımlanmıştır. Daha sonra değişik zamanlarda çeşitli baskıları yapılmıştır. 1908 sonrasında Osmanlı Devleti içinde hızla gelişen Türk milliyetçiliği hareketlerinin içinde önemli bir isim ha­ line gelen Ahmet Hikmet, bu yıllarda Türk Derneği, Türk Ocağı adıyla kurulan kültür derneklerinin de aktif bir üyesi olmuş, konferanslar vermiş, Türk Yurdu adıyla yayımlanan milliyetçi derginin yazar kadrosu içinde bulunmuştur. Bu yıllarda Türk asıllı bir millet olan Macarlar'la yakın ilişkilerde bulunan Ahmet Hikmet, bir süre sonra Türk-Ma­ car Dostluk ve Kültür Birliği adıyla bir demek kurmuş, yi­ ne bu yıllarda, üniversitedeki hocalığı sırasında Atina'da toplanan Oryantalistler Kongresi'ne katılarak bir bildiri sunmuştur. Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun, yine milli bir temayı iş12


!ediği ve sağlığında gazete tefrikası olarak kalmış olan Gö­ nül Hanım isimli bir romanı da vardır. Bu eseri, vefahndan çok sonra, 1971 yılında Milli Eğitim Bakanlığı 1000 Temel Eser kapsamında kitaplaşhrılmışhr.

13



Türk İli Zeybeklerine Bu kitabı sizi düşünerek, sizin için yazdım. Bela gecele­ rinde, yaşım sızarak, yüreğim sızlayarak yazdım. Ey Türk! Bu satırlarda mazinin destanlarını, bugünün ayrılık acılarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi... Bu kemanı anavatanın sinesinden yonttum. Tellerini kalbinin damarlarından çıkardım. İstedim ki bu sazın ez­ gisini yalnız sen duyasın. Bu acıklı iniltiler yalnız sana do­ kunsun. Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanamamıştır. Bu vatan ya senindir, ya kimsenin... Dünyanın her tarafındaki taşsız mezarların, yüceliği­ nin malikaneleridir. Göğsünde tutuşan gönül, gönül değil, cephane oldu. Bu uğurda parçalandıkça kinin ve feyzin çoğaldı. Ey zeybek! Bu kitabın yapraklarını hançerinle yırt ve hançeri onun kalbinin üzerinde bırak! Bundan sonra sila­ hının siperi bir kitap olsun. Ey yurttaşım! Senin boynuna geçirilmek istenen esaret halkası ne bir gem, ne bir tasmadır. Boyunduruk altında olduğun halde sen üşürken düşman ocakları için sana odunlar, sen aç iken düşman sofraları için sana buğdaylar taşıtacaklar. Gençleri kanda, tazeleri gözyaşında boğmak istiyorlar. 15


Yüzyıllardır, dinin, milletin aşkına başına yağan, sonu gelmez bir beladır... Yurdun nihayetsiz bir Kerbela'dır1 Memleketin, içinde cenaze namazı kılınan, cenaze duası okunan bir mabet halini aldı. Ne yoncan, ne yongan kaldı. Bir Allah'ın, bir de Muhammed'in kaldı. Çile çekmeyen, varlığını duyamaz ... Bundan sonra duy ve anla ki medeniyet denilen büyük gürültünün anlamı makinedir. Ve makineyi Avrupa'nın elinden aldığın za­ man, senin ruhunun onunkinden daha asil, senin kalbinin onunkinden daha temiz olduğunu meydana koyacaksın. Senin de dükkanını, tezgahını fabrika ile, sabanını, tırpa­ nını makine ile, pazının emeğini, öküzünün gücünü buhar gücüyle değiştirdiğin zaman alnının onunkinden daha yüksek olduğunu göstereceksin. Bunu göstermeye çalış­ malısın. Rahat bırakılırsa... Vaktiyle Çin ve Hind'in medeniyetleriyle İran'ın feyzi­ ni birleştirdiğin gibi, bugün de Avrupa'nın irfanını [bilgi ve uygarlığını] Asya'ya ileteceksin. Ey kervanbaşı yürü!.. Bir cuma namazından sonra çoluğun çocuğun ile bera­ ber, cılız davarlarının otladığı yamacın ötesinde, derenin başındaki çağlayanların yanında, çınarın gölgesinde otur. Mavi yeldirmeli, sarı başörtülü Ayşeciğini, güneşten saç­ ları sararmış, yüzü kararmış yavrularını etrafına al. Yara­ lı geniş göğsünü Allah'a ve rüzgara aç, Senin için ben ağlarım. Benim için kim ağlasın? diye gürüldeye gürüldeye çağlayan, köpüren, sinesini taşlara çarpa çarpa kabaran, atılan derenin karşısında ba­ şından geçenleri düşün. Tükenmez düşmanları, tükenmez savaşları, tükenmez kanları düşün ve bu çilelerin sebeple•• •

1 Bugün Irak sınırları içinde bulunan ve Hz. Peygamber'in torunlarından

Hz. Hüseyin'in şehit edildiği şehir ki, Şiilerce önemli bir dini merkezdir. (Hazırlayanın notu).

16


ri kalbinde, dimağında coşsun. Ve durulsun. O zaman ars­ lan gibi ölmenin karşılığı insan gibi yaşamak olduğunu anla! İnsan gibi yaşamaya, efendi gibi yaşamaya, ataların gibi yaşamaya gayret göster! Evladlarına temiz ve bayın­ dır, taştan bir ev, temiz ve bayındır, bilgi ile dolu bir di­ mağ bırakmaya söz ver. Ve sözünü ailenin, evladının alın­ larına kondurduğun sıcak öpücüklerle imza et!. .. İşte o za­ man Ayşeciğin beş yapraklı al kır gülüne benzeyen kınalı parmakları bu sayfaları çevirsin. Kanatlı hercai menekşe­ ler gibi kelebekler, ekinlerin sükununda uçuşurken bu ki­ tapçıktan birkaç sayfa okursun. O sırada çehrenizde par­ layacak bir tatlı gülümseyiş, bir ılık yaş çocuklarınızın hü­ zünlü ruhunda, belki bir ışık, bir rahmet olur. Akşamüstü gün batarken, ak öküz kağnıyı köyün çeş­ me yalağı önündeki çamurlu yoldan sürüklediği, caminin imamı minareden kızıl meydana gömülen güneşe telkin verdiği zaman çağlayanlar seyrinden kulübene dönerken ufukları delip daha öteleri görmek istercesine bakışların dalsın ve derinleşsin. İşte o zaman Hazret-i Muham­ med'in feyzinden gönlünde de bir sönmez ışık, Yavuz'un damarından sende de bir damla kan, Alparslan'ın yelesin­ den sende de bir tutam saç olduğunu hatırla ve evladını ona göre hazıra! Bu satırları yazarken masallarımı süslemedim. Senin ruhun gibi sade olmasını istedim. Ötesinde berisinde, eğer varsa, göreceğin özentiler sana beğendirmek, gururunu okşamak içindir. Gurur! O, her Türk'ün yaratılışındadır. Biz, birbirimizi bundan tanırız, değil mi?... Bu masallar ile arzu ettim ki senin firuze ruhuna tatlı bir renk, altın kalbine parlak bir cila vereyim. Görüyorum, o renk siyah oldu, o cila donuk ... Matem günlerinin suçu... Şişli, 20 Mart 1338 [1922] Ahmet Hikmet Müftüoğlu 17



Alparslan Masalı Eteklerinden Sarısu'yun1 akhğı Alhn Dağlar silsilesin­ den Ulu Kara Dağ'ın çorak yamaçlarında bir gölge ilerli­ yordu. Sabahtı. Güneş ilk tatlı ışıklarını tepeden dökerek, henüz serin ve taze akan nehrin dalgacıkları üstüne yayı­ yordu. Ağır yürüyüşünden, etrafına bir keklik gibi ürke ürke bakışından bu karaltının bir kadın olduğu anlaşılı­ yordu. Belinde ince bir ceylan postu, sırhnda ağaç liflerinden örülmüş kaba bir atkı vardı. Yumuşak ve korkak adımlar­ la bir küçük çalılığın kenarına gelmiş, yerden, kırılmış in­ ce dallar, kurumuş yapraklar toplamaya başlamışh. Çalı ve yaprakları eteğine doldurdu. Telaşla yamaçtan aşağı indi. Tan yeri ağarmış, gündüz olmaya başlamışh. Şimdi ka­ dının argın, uçuk benzi, yorgun, düşük kımıldanışı daha ziyade görünüyordu. Bir oyuğun önüne geldiği zaman kı­ sık bir çığlık işitildi. Bu yeni doğmuş bir çocuk sesiydi. Ka­ dın koştu. Yaprakları yere attı. Yavrusunu kucağına aldı. Emzirmeye başladı. Yarım saat sonra mini mini uyumuş­ tu. Getirdiği yaprakları bebeğin altına üstüne yaydı. Ört­ tü. Etrafına bakındı. Bir insan yuvası için yetişmeyen bu kuru ot ve yapraklara bir kucak daha ilave arzusuyla ora­ dan ayrıldı. Kırk, elli adım uzaklaşmamışh, iki iri kanadın

1

Diğer adı: Hu Ang Hu Nehri. 19


havada çarpmasından çıkan boğuk bir gürültü işitti. Kor­ karak arkasına bakhğı zaman yavrusunun bir kartalın pençeleri arasında, bulutlara doğru süzülüp, yükseldiğini gördü. Kadın bu gökler arslanının uçtuğu tarafa kollarını açarak birkaç adım koştu. Acı acı haykırdı. Yıldırıma uğ­ ramış ağaç kütüğü gibi, yere serildi, bayıldı. Kartal bu yumuşak ve pembe tenli avı pençesinde sıka­ rak yükseldi, yükseldi. Ulu Kara Dağ'ın arka tarafına geç­ ti. Onu kayanın tepesine bırakmak istedi. Fakat çocuk bir çalılığın arasına düştü. Tam bu sırada fidanların alhnda bir dişi arslan da iki yavru doğurmuştu. Kartal arslanı gö­ rünce avını düştüğü yerde bırakh. Çalılığın üstünde, tatlı avının etrafında, havada birkaç defa dolandı. Süzüldü. Hışımla uzaklaştı, gitti. Dişi arslan bu mini miniyi kendi yavruları yanında gö­ rünce onu da doğurduğunu sandı. Bağışlayıcı Tanrı bu ço­ cuğu esirgedi. Arslan kendi yavrularıyla beraber bu bebe­ ği emzirmeye başladı. Günler aylar geçti. Çocuk süt kar­ deşleriyle beraber büyüyor ve annelerinin avlayıp getirdi­ ği yabani hayvan etleriyle besleniyordu. Yaşı ilerledikçe gücü de arhyor, pazılarında, baldırlarında, arslan kuvveti beliriyordu. Kardeşleriyle oynaşıyor, güreşiyor ve onları yeniyor, yere seriyordu. Bu galibiyete zekası da yardım ediyordu. Çünkü bir Ademoğlu idi... Arhk kardeşleri bunu uzaktan görünce korkularından kaçıyorlardı. Bu yaşayış ona, "Alparslan" adını tabii ola­ rak vermişti. Yıllar geçti... Alparslan bu hayattan memnun değildi. Arkadaşları pek alık, kendisi pek yalnızdı. Ne kadar yese yine aç, ne 20


kadar içse yine susuz, ne kadar dinlense yine yorgundu. Sarısu ırmağının kuytu bir kenarına gider, nehirde yansı­ masını görür, sütkardeşlerine benzemediğini anlar; dima­ ğının düşündüğünü, yüreğinin çarptığını duyardı. İşte o zaman etrafında homurdanarak gezinen arslanlara birer sille çarpar, birer tekme atar, onların çıkamayacağı ağaçla­ rın tepelerine tırmanır, daldan dala atlar, bağırır, bağırır. Sanki doğan güneşe seslenir, uçan bulutları tokatlardı. Bu sırada diğer arslanlar bunun karşısında, dinelirler, kuy­ ruklarını yere çarparlar, yelelerini kabartırlar, dişlerini gösterirler, duygusuz gözleriyle ona hayretle bakarlardı. Böylece yıllar geçiyor, arslanların zürriyeti artıyor, la­ kin ona benzer bir yavru çıkmıyordu. Arslanlar ulusuna o hükmediyordu. Gün olurdu ki on, yirmi arslanı önüne katar, onları dağlara çıkarır, yarlar­ dan atlatır, avlara saldırtır. Sonunda can sıkıntısından hüngür hüngür ağlardı. Bir gün yine sürüsüyle beraber avlanıyordu. Dik bir te­ peye çıkarlarken yoldaşları gibi o da dört ayakla tırmanı­ yor, kükrüyor ve haykırıyordu. Bir geyik sürüsüne rast geldiler. Bir karışıklık, bir gürültü ... Atılmalar, sıçrama­ lar... Çalılar yarıldı, dallar kırıldı, taşlar yuvarlandı. Bu hengamelerden koşuşturma ve gürültülü çabalardan bık­ mış olan Alparslan bir but kavrayarak oradan ayrıldı. Ya­ macın arka tarafına geçti. Dinlenmeye, gerinmeye, iç sı­ kıntısıyla belki düşünmeye koyuldu. Saatlerce, hareketsiz gözleri ufuklara dikilmiş kaldı ... Bu sırada idi ki ansızın bir çığlık, kendi sesine benzer bir feryat işitmişti. Dağın eteğinde seğirterek, sesin geldiği tarafa koşmaya başladı. Uzaktan kendisine benzer birtakım gölgeler gördü: Bun­ lar üç kadın, üç erkek, bir de genç kız idi. Bir iki hamlede yanlarına yetişti. Dört tarafı saran ars21


}anlardan korkarak ağaçlara tırmanan, bu hiç görmediği, fakat kendine benzediklerini hemen anladığı iki ayaklı hayvanların imdadına koştu. Arslanları bir haykırışla ora­ dan savdı. Omuzlarını örten sarı saçlarıyla, gerdanından sarkan kumral sakalıyla, insan ile arslan arasında bir hey­ betle, bunların karşısında dikildi. Hayretle yüzlerine bak­ tı. Kımıldanışlarını, duruşlarını süzdü. Şimdi o da doğrul­ maya, onlar gibi iki ayak üstünde yürümeye, yanlarına yaklaşmaya başladı. Titreyen gözleriyle yalvaran, korku­ larından nefesleri tıkanan bu yedi zavallıya karşı, belki ömründe ilk defa olarak sırıttı. İnsanlığa ait bu tatlı işaret, korkanlara emniyet verdi. Şimdi bunlar yanık yanık yalva;­ rıyorlar ve elleriyle aman diliyorlardı. Alparslan bu sözler­ den ve kımıldanışlardan bir şey anlamıyordu. Yalnız bun­ ların kendisine benzediklerini sanıyordu. Yanlarına daha yaklaştı. En yaşlısı ağaçtan indi. Alp bunu kokladı. Elini omuzuna koydu. Artık alışmışlardı. Bu yedi kişi de arslan­ lar arslanının önünde eğilerek ondan merhamet, imdat is­ tediler. O, bütün bu durumlara baktı, baktı. Bu yabancıla­ rın cana yakın işaretleri, onu bir dakika için insancıl et­ mişti. Korkanlara işaretlerle güven vermek istedi. Bunlar da karşılarında duran yiğidin Ademoğlu olduğunu anladılar. Ama bunca canavara nasıl silahsız emrettiğine akıl erdire­ mediler. Alparslan ihtiyarın yanına biraz daha sokuldu. Onun elbisesine, sakalına eliyle dokunmaya ve onu okşa­ maya başladı. İhtiyar yine titredi. Daha ziyade merhameti­ ni kazanmak istedi. Usulca tuttu. Arslanın alnından öptü... Alp irkilmiş geriye sıçramış ve gözlerini açmıştı. Bu ikinci insanlık hasleti, yırtıcı delikanlıda, garip bir etki bırakmış­ tı. Çünkü ihtiyar kendisini ısıracak sanmıştı. İki dakika sessiz geçti. Şimdi genç, uzun, çitişmiş lüle lüle yelesini 22


sallayarak, bir çığlık kopardı ve sıçrayarak, koşarak yanla­ rından ayrıldı. Geride kalanlar neye uğradıklarını bilmi­ yorlar, bunun hayvan mı, insan mı, yoksa bir şeytan mı ol­ duğunu anlayamıyorlardı. Birkaç dakika geçmeden kuca­ ğında bir ceylan yavrusu olduğu halde tekrar yanlarına geldi. Ceylanı parçaladı ve her birine dağıth. Misafirlerini ağırlamak istedi. Fakat onun bu ikramı, karşısındakileri beklediği kadar memnun edemedi. Çiğ et yemiyorlardı. Uzun saçlı başını salladı. Homurdandı. Elindeki kaburga­ yı kemirmeye başladı. İhtiyar işaretle anlattı. Çalı çırpıdan, bir ateş yakh. Da­ ğarcığından bir tutam tuz çıkardı. Etin üstüne ekti, kor ateşte pişirdi. Bir parça da Alparslan'a verdi. Onlara baka­ rak hayatında birinci defa pişmiş yemek tattı. Evvela so­ murttu, sonra yalandı, kaşındı. Bir kere daha ısırdı. Dü­ şündü... Bu yemek hoşuna gitmişti, pek hoşuna gitmişti. Tuz, ete başka bir tatlılık vermişti. İhtiyardan aldığını, zev­ kinden, yine ona satmak istedi, kalkh, ihtiyarı alnından öptü. Bu kadarla da kanaat etmedi. Birkaç hamlede hepsi­ nin alınlarına birer sert öpücük kondurmak arzu etti. Sıra en geride oturan kıza geldi. Onun tarafına da sırıtarak de­ ğil, gülümseyerek gitti. Fakat, genç kız kızararak, titreye­ rek, kollarıyla yüzünü örterek birkaç adım geriye kaçh. Kadınlar bağırdılar. Alparslan şaştı. Diğerlerinin yüzlerine baktı. Bir adım ileri, bir adım geri gitti; durdu. Bir sürü ars­ lanı buyruğuna boyun eğdiren bu çöllerin hakanı, şimdi kızcağızın karşısında ürkmüştü. Döndü ihtiyarın yanına geldi. Kaşlarını çath. Gözlerini açtı.Yumruklarını sıktı. Dişlerini gıcırdath. Bu hali gören kız ağlıyordu. Zavallı baba bu anlaşılmaz durumu çözmek için ona bir şeyler anlatmak istedi. Bir dakika sonra arslan da bunu anlamış göründü. Başını önüne eğdi ve düşündü. 23


Yırhcı hayvanlardan korkusuzca Alparslan'ın himaye­ sinde birkaç hafta dinlenmek için; bu dağın eteğinde kal­ dılar. Arhk birbirlerini yadırgamıyorlardı. Alışmışlardı. Genç kız ki adı "Hanku" idi, Alparslan'a ağaç liflerin­ den mintan örüyor, ceylan postunda çarık yapıyordu. Bir sabahh. Hanku derenin kıyısında yüzünü yıkıyor ve saçlarını tarıyordu. Avdan dönen Alparslan sırtında bir geyikle beraber, kızın yanına geldi. Hanku ona da yüzü­ nü, ellerini yıkamasını anlattı. Suda aksini gösterdi. Saçla­ rını, sakalını, babası ve kardeşi gibi kesmesi için yalvardı. Arslan genç kızın, dediğini yaptı... Şimdi gencin gürbüz omuzları ve yiğit çehresi daha meydana çıkmışh. Kol ko­ la obaya döndüler. Alparslan'ın bu yedi kişi ile tanışhğından beri zekası yükseliyor, bir mesele hakkında insan gibi, etraflı düşünü­ yordu. Yavaş yavaş arkadaşlarının dilini anlamaya ve on­ lara tek heceli kelimeler söylemeye başlamışh. Bir gün sorduğu soruya cevap vermeye çalıştılar ve de­ diler ki: - Dünya yüzünde onlara benzer pek çok insan vardır. Onlar daha toplu ve kalabalık uluslar teşkil ederek yaşar­ lar. Bu cevapla gencin merakı daha arth ve sordu: - Nasıl oldu da ben sizden başka kimse görmedim? Nasıl oldu da siz buraya geldiniz? İhtiyar daha fazla ayrınhlı bilgi vermek istedi: - Buraları çorak yerlerdir. Otlak olmaz, ekin bitmez, insanlar daha ziyade yaylalarda, yumuşak topraklı yerler­ de ekip biçmekle, yırhcı olmayan hayvanları görmekle ya­ şarlar. Kendileri Çin'in kuzeyinden geliyorlardı. Obaları­ nı Çinli düşman basmış, ulusları dağılmış, mallan yağma edilmiş, kaçan kaçmıştı. Geride kalanlar ya öldürülmüşler 24


veya düşman tutsağı olmuşlardı. .. Bunlar da kaçmışlar, yollarını kaybetmişler, Ulu Kara Dağ'ın eteklerine düş­ müşlerdi. Aylardan beri böyle serseri dolaşıyorlardı. Ta­ tar'dılar.2 Bu kadar ayrıntıya karşılık, Alparslan, kendi cinsinden, babasından, annesinden onlara bir haber vere­ miyordu. Aklı başına gelince kendisini arslanlar arasında bulmuş, arslanlarla büyümüştü. Onun süt annesi arslan ölmüş, kardeşleri üremişti. Artık göçmek, kendisine ben­ zer insanlara kavuşmak şarth. Bunca yıllık alışkanlığın et­ kisiyle bu ıssız dağlardan ayrılmadan süt kardeşleri ars­ lanlara veda etmek, koklaşmak istedi. Fakat şimdi sarı ye­ lesini kesmiş, tırnaklarını yontmuş, adama benzemişti. Hanl<U elinden tuttu, çekti. Boynunu büktü ve yalvardı. - Gitme, belki gelemezsin! Bir sabah tan yeri ağarırken bu yedi kişi, güneşe karşı diz çöküp, boyun eğip dualar ettiler ve hepsi beraber ba­ tıya doğru yola düzüldüler. Alparslan tapmak nedir bil­ miyor, Güneş Tanrı nedir anlamıyordu... Yolda ihtiyar, herkese bir imanın şart olduğunu ona anlatıyor ve kainatı 2 Kaynaklar bunlann kendilerini tatar yani "serseri" adıyla Alparslan'a tak­

dim ettiklerini söylüyor. Doğu'da Tatar diye anılan bu kavme Av­ rupalılar Tartar namını verirler. Türk büyük neslinin bir kolu olan bu kavmin adı, Türk demek olan "Tat" kelimesiyle [(Masgari) Tatcık=Tacik ve Çincesi Tata] Türkboylannın isimlerinin sonlanna eklenilen (-er, -ar) ekinden oluşmuştur. Hazar, Avar, Macar, Boyar (Beğer) Hünkar (Hun­ ker, Hüner) gibi. Avrupalılar'ın kullandıktan "Tartar" şekli ise eski Yunanlılarca Jüpiter'in (Zeus'un) toprak alhndaki cehenneminin ismi olan Tartarus kelimesinden bozmadır. Tartarus kelimesi cehennem an­ lamında Latince'ye geçince bir zamanlar Ural-Altay kavimlerinin Av­ rupa'ya hücumlanna işaret olarak ve söyleniş yakınlığı ile bu isim Tatar­ lar'a ad olmuştur. Bu yorum Avrupalılar'a göredir. Ancak Şeyh Süley­ man Efendi'nin Çağatay Liıgatinde "tart"ın dağınık, perişan anlamına geldiği görülmekte olup bunun Tatar ve Tartar isminin aslı olmasının da ihtimali vardır. Fakat bu olasılık zayıftır. 25


canlandıran Güneş'e ve kansı Ay'a, yavruları gökteki yıl­ dızlara, yerde ateşlere tapmadan yaşamanın mümkün ol­ madığını hatırlatıyordu. Bu telkin günlerce, haftalarca de­ vam etti. Bir güzel sabahtı. Alparslan uyanmış, gözlerini ovu­ yordu. Çalılar arasından Hanku kız göründü. Çevik ve şakraktı. Alparslan'ı aldı. Şafak sökmeye başlamıştı. Arka­ larında kalan altın dağların tepelerinden gecenin, sanki bir siyah kadifenin incelerek, süzülerek, eriyerek gümüş renkli bir tül haline giren son karanlığı ilk gölgeye dönüş­ tüğü sırada, bunlar da bir tepenin üstüne çıkmışlar ve bir geniş çamın altında diz çökmüşlerdi. Çalıların arasında uyuyan kuşlar da uyanmışlar, gagaaklannı açmışlardı. Doğan güneşin, üstlerine serptiği her yudum renk bunla­ rın mini mini ağızlarında bir damla ahenk oluyor ve etra­ fı çınlatıyordu. Yabani güller, dağ çiÇekleri göğüslerini ışıkların okşayışlarıyla yavaş yavaş açıyorlardı. Han­ ku'yla Alp çevrelerine baktıkları zaman her zümrüt otun ucunda bir tane elmasın parıldadığını gördüler. Kendile­ rinden geçtiler ve bir hülya alemine göçtüler. Doğan gü­ neşe doğru boyunlarını büktüler, gözlerini diktiler, baktı­ lar, baktılar .. Şimdi Hanku, yavaş yavaş Alp'e, ne yaparsa taklit ve ne derse tekrar etmesini tembih etti. Beraberce yakarma­ ya3 başladılar. "Ey güneş, ey dünyanın ruhu! Gözlerimiz senin ışığın­ la görür, kanımız senin sıcaklığınla kaynar, yüreğimiz se­ nin gücünle çarpar. Ey güneş, ey güzelliklerin babası! Çiçekler, yanaklar se­ nin öpüşlerinle kızarır... Gökler, denizler senin okşayışla3 Yakarmak: Yana yana yalvarmak, dua e�ek. Yakanş: Münacaat, yalvar­ mak, yakarmak. 26


rınla göverir ... Elmaslar, gönüller, senin bakışlarınla par­ lar! Ey güneş! Siyah peçeli hatunun ay, sarı saçlı çocukların yıldızlarla başımızın üstünde dolaş ve bize doğru yolu göster! Ey güneş, ey yüksek ve parlak tanrı! Damarlarımıza kan ve davarlarımıza sıhhat ver... Bayırımız kalın öküzler, çayırımız ince aygırlarla dolsun... Kısrakların arkaların­ dan taylar koşuşsun... İneklerin artlarından buzağılar yü­ rüsün. Koyunların yanlarında kuzular sıçrasın... Sürünün bir ucu pınarda, bir ucu ağılda bulunsun! Ey güneş! Rüzgardan kanatlarını ger! Işıklardan saçla­ rını dök! Mavi bulutlardan tüllerine bürün! Bu güzellikle bize daima görün! Ruhumuzu bir çiy damlası gibi göğsü­ ne çek ki temiz doğup temiz ölelim! Ey güneş, ey hayahn sahibi! Bize boğa gibi kuvvetli, at gibi ilerlemek isteyen, tuğrul kuşu gibi yükselmeyi seven, koyun gibi sakin oğullar ve kızlar ver! Dünyayı ışıkların gibi soyumuz ile doldur! Soyumuz ile doldur!" Etraftaki dağlar, kayalar cevap veriyordu: "Doldur!... dur!" Gözleri güneşten kamaşmış boğazı kurumuştu. İkisi birden nemli yeşillikler üstüne kapandılar. Yavaş yavaş başlarını kaldırıp birbirlerinin yüzüne baktılar. İkisinin de gözleri parıldadı. Birbirinin kolları arasında kayboldular... Bu sekiz kişi şimdi doğuya doğru ilerliyorlardı. Yolda yıkılmış bir kulübeye, sönmüş bir ocağa rast geliyorlar, kı­ rılmış bir kazma, ezilmiş bir bakraç buluyorlar, yuvarlan­ mış bir tekerleğe tesadüf ediyorlar, ihtiyar, bu insan izle­ rinin sebeplerini Alp'a anlatıyordu. Bir gün başı boş bir kısrağa, birkaç gün sonra da bir 27


öküze rast geldiler. Ağaç gövdelerini yonttular, günlerce uğraştılar, bir kağnı yaptılar. Üstünü dallarla örttüler. Öküzü koştular, kona göçe aylarca yol aldılar. Vurdukları kurtların, tilkilerin derilerini giydiler, avladıkları geyikle­ rin etlerini yediler. Akşamüstüydü, bir tepe üstünden Hanku bağırdı: - Bakınız! Bakınız! Uzakta bir ışık görmüştü. Gecenin karanlık derinlikle­ rinden köpek sesleri geliyordu. Sabahleyin erken yola düzüldüler. İki saat sonra bir kö­ ye vardılar. Alparslan merakından titriyordu. Bir canavar ini ile insan evi arasındaki farkı anlamak istiyordu. Köyün kenarında üç cılız çocuk gördüler. Alp durdu, kendi de çocukken bunlara benziyordu, o da böyle ufak taşlarla, küçük değneklerle oynamıştı. Önlerinde bir sürü aygırlar kişniyor, sığırlar otluyordu. Oymak halkı şimdi bu yabancıların etrafına toplandılar ve onları bir ihtiyarın çadırına götürdüler. Bu ihtiyar, oyma­ ğın ağasıydı. Hikayelerini ağaya anlattıkları zaman, ka­ hinlerin haber verdikleri, ozanların çalıp söyledikleri yiği­ din, alnı karalı ak ayıyı öldürecek bahadırın bu genç olma­ sı lazım geleceğine inandılar. Ayının hikayesini Alp'a anlattılar: İki gözünün arasında bir kara lekesi olan bu hayvan vaktiyle bir insandı. Babasının mezarında kara aygırını kurban etmesini ihtar eden annesine kızmış, bir gece onu sarhoşlukla boğarak çadırıyla beraber yakmıştı. Gecele­ yin, güneş onun suçunu görmeyecek sanmıştı. Fakat Tan­ rı onu gördü ve ebedi ışığından mahrum etmek için don­ durdu, bir çığ haline getirdi. Bir mağaranın içine yuvarla­ dı. Amma şefkatli ananın ruhu güneşe yalvardı, yakardı. Tanrı'nın feyzinden oğlunun mahrum olmamasını istedi. 28


Güneş, nineye acıdı. Bu kar kümesine can verdi. Bir ak ayı oldu. Fakat cinayetinin azabını daima çekmesi için anası­ nın kömür olan yüreğini alnının ortasına yapıştırdı ve bu hayvanın ölümünün ana baba şefkati tatmayan bir kahra­ man eliyle olmasını diledi... Bu ayı ölüm korkusundan, yıllardan beri oymağın bütün yiğitlerini, bilhassa öksüz ve yetimlerini birer birer boğup eziyordu. Hafta geçmez­ di ki oymak bir iki kurban vermesin. Bu devin belasından, köy gittikçe tenhalaşmaya başlamıştı. Artık oymakta ne bir yiğit ve ne gürbüz bir çocuk kalmıştı. Bundan yirmi sene evvel, bu oymağa ıraklardan, ta Çin'in içerilerinden kimsesiz bir kadın gelmişti. Adı "Tür­ kan Hatun" du. Bu kadının başından geçenler pek garipti. Kocasını, çocuklarını Çin haydutları parçalamışlardı. Bir başına göçmen olmuştu. Yolda, Ulu Kara Dağ'ın yamacın­ da doğurduğu bir erkek evladını da bir kartal kaparak bu­ lutlar arasında kaybolmuştu. Bunca tecrübeler, felaketler gören bu kadın, hem geçmişten hem gelecekten haber ve­ rirdi. Türkan Hatun, kartalın kaldırdığı oğlunun yaşadığı­ na, zayıflayan Türk-Tatar neslinin bir gün onun sayesinde tekrar türeyeceğine ve dünyanın her tarafına kökler sala­ cağına inanırdı. Bunun için erkenden, uçan kuşlara yem­ ler serper, yuvalara kırıntılar atar, sabahlan doğan güneş­ ten, geceleri aydan, yıldızlardan oğlunu sorardı. Oymak halkı bu kadının tekin olmadığına inanmışlardı. Çok yaşa­ dı. Bir gece mehtapta aya doğru iki elleri açılmış olduğu halde onu ölmüş, donmuş buldular. Oymaktan uzak bir kavak ağacının gölgesine gömdüler. Şimdi nedense, ak ayı, bu kavağın dibinde in tutmuştu. Korkudan kimse ka­ dını ziyaret edemiyordu. Alparslan bu hikayeyi dikkatle dinledikten sonra hid­ detle gezinmeye başladı. Çadırına çekildi. Bir süre uyuya29


matlı. Sabaha karşı rüyasında Türkan Kadın göründü ve dimdik ona doğru yürüdü. Alparslan'ın göğsünü açtı. Si­ nesinde bir küçük hilal şeklindeki beni gösterdi. Alpars­ lan'ın kendi oğlu olduğuna bu nişan bir delildi. Onun ya­ kasını tuttu, sarstı: - Uyan! Yeryüzü seni ve oğullarını bekliyor ... Cihana kan ver, can ver... Yürü ve alemi arkandan sürü! Bu heyecanla uyandı, Hanku daha uykudaydı. Usulca karısının alnından öptü. Baltasını beline astı. Topuzunu omuzuna aldı. Bıçağını kemerine soktu, çadırdan çıktı. Oymağın çevresini gezmek üzere uzaklaştı. Birkaç saat yürüdü. Küme küme karların kımıldandığını gördü. Me­ rak etti. Bir ak ayı kendisine kızıl gözleriyle bakıyordu. Bir adım geri çekildi. Dineldi. Etrafına baktı. Biraz düşündü, ürperdi. Bir an içinde karar verdi ve hemen saldırdı. Kar­ ların içine dalmasıyla beraber orası karıştı. Şimdi kardan beyaz köpükler, dumanlar havaya uçu­ yor, etrafa sıçrıyor... Şaha kalkan hayvan, başına yediği bir balta darbesiyle yere yuvarlanırken arkasındaki kavak ağacını da devirmişti. Arslan, yine atılmak isteyen ayının gırtlağına iri bıçağını soktu, soktu. Artık canavar oraya yı­ kılıvermişti. Alp, bir iki dakika nefes aldı. Dinlendi. Sonra canavarın postunu yüzdü. Bu sırada kendisi de omuzla­ rından yaralanmıştı. Yarasını karla ovuşturdu, kanı din­ dirdi. Postu sırtladı. Oymağa döndü. Alp'ın bahadırlığını işiten yurttaşlar etrafına toplandı­ lar. Vurulan ayının alnında bir kara leke vardı. Bu işaretten anladılar ki yıllardan beri oymağın en ce­ sur gençlerini parçalayan ve engin bozkırları onlara dar eden, bu ayı kıyafetine girmiş devin postudur . Onlar bili­ yorlardı ki bu ayıyı kim gebertirse yurdun hakimi odur... Oymağın piri Alp'ın elini tuttu. Onu ayının inine gö30


liirdü. Orası Türkan Hatun'un türbesi olduğu için kutsal bir yerdi. Ayının şerrinden ve tehlikesinden, çoktan beri

hu ağacı ziyaret edemiyorlardı. Esasen Alparslan'ın anne­ sinin Türkan Hatun olduğunu da ihtiyar tahmin ediyor­ du... Devrilen ağaan kütüğüne oturdular. Batan güneşe doğru yakardılar. İhtiyar bu kavağın dibinde yatan ve se­ nelerden beri ziyaret edilmeyen Türkan'dan Alp'a bahset1 i. Genç de bu gece gördüğü rüyayı ·ona anlattı. Artık bü­ lün esrar meydana çıkmıştı. Arslan'ın Türkan Hatun'un oğlu olduğuna şüphe kalmamıştı. İhtiyar, Alparslan'ın al­ nından öptü: "Benim senin yanında artık işim yoktur!" dedi. Şimdi güneş batmış, bozkır tamamen kararmıştı. Alp'ın oturduğu ağaç dinelmeye başladı: Doğruldukça yavaş yavaş ışık kesiliyordu. Arslan, bir kalın dal ile kütüğün birleştiği köşeye büzülmüş, şaşırmış kalmıştı. Ağaç tamamen doğrulunca nurdan bir sütun ha­ line geldi, bir kere sarsıldı, topraktan kökü ayrıldı. Gökyü­ ı.üne doğru yükselmeye başladı. Bu olağanüstü halden iirken Alp yanına sarkmış olan elinin sıkıldığını duy­ du.Yanına baktı. Gece rüyasına giren annesiydi. Ağaç ka­ r,ınlık ve yüksek bir boşluk içinde, uçar yıldız gibi nurlu bir iz bırakarak güneye doğru gökte süzülüyordu... Bir za­ man yerdekilerin en güçlüsü olan Alparslan şimdi gökte Arslan burcuna benzedi. Kara bulutların içinden, parlak yıldızların arasından ışıklar saçarak kayıyor, uçuyordu. Ve bir dakika geldi ki ağaç Himalaya silsilesinden "Eve­ rest" dağının tepesine dikildi, sallandı, durdu. Bu sırada �ece, doğudan görünen büyük tanrının, güneşin huzu­ runda, kara çadırının eteklerini toplayarak, cihanın başka bir tarafına çekilmeye mecbur oldu. O zamana kadar dim­ dik ve sessiz duran Türkan Hatun, sağ elinin ayasıyla 31


Alp'ın gözlerini üç defa sıvadı. Gencin gözünden mesafe engelleri silindi. Yeryüzünün bir kısmını, Asya ve Avru­ pa'yı ve Afrika'nın kuzeyini bir bakışta görmeye başladı. Türkan Hatun bir al örtüye sarılmış, çitişmiş ak saçlarının bir kısmı omuzlarından aşağı sarkmış, bir kısmı başında ürpermiş ve bu halde ucunda beyaz dumanla tüten bir aleve benzemişti. Sol elini Arslan'ın omzuna dayamış, sa­ ğını da gökyüzüne kaldırmış, ırakları gösteriyordu. Saba­ hın pembe, beyaz tülleri sıyrıldıkça gitgide berraklaşan semada çıt yok. Rüzgar durmuş, bulutlar durmuş, Ars­ lan'ın kalbi durmuş ve gözleri açılmıştı. Türkan Hatun ya­ vaş, ağırbaşlı, heybetli, tatlı bir kadın sesiyle hitap etti: "Oğul! Ey Türk oğlu! Alnını yükselt, göğsünü ger, etra­ fına gururla bak! Ayağının altında görünen şu geniş ciha­ nın hakimi sensin, senin neslin olacakhr. Kainatın en bü­ yük kahramanları, cihangirleri bütün senden doğacaktır. Doğudaki Çin'in başkentinden, batıdaki Septe Boğazı'na kadar olan yol senin atlarının ayaklarının alhnda çiğnene­ cektir. Güneyin yanan çöllerinden, kuzeyin donduran bozkırlarına doğru bak! Yenus kıyılarında, Baykal, Aral gölleri etrafında doğuran kısraklarının tayları, Tuna'nın kaynağında hararetlerini gidereceklerdir. Azak ve Kara­ denizleri, torunlarının birer küçük havuzları, Pamir ve Ceziret'ül-Arab yaylaları cirit meydanları olacaktır. Kaf­ kas, Balkan, Karpat ve Ararat dağlarının eteklerini, savaş alanları; Ural geçitlerini ve Volga, Fırat nehirlerini akın yolları yapacaksın! Şu Altay'ın altınları, İran'ın gümüşleri yakınımızdaki Bedehşan'ın lal ve yakutları, Hind'in eteklerini öpen Am­ man'ın incileri, ötede bir kara yılan gibi kıvrılan Ural'ın demirleri senindir! Dünyanın rengi kızıl kanınla bezene­ cek, şekli kargınla düzelecektir. Gayretine, gücüne ne Go32


bi ve Tibet çöllerinin susuz kumları, ne Himalaya'nın yal­ çın tepeleri, ne Akdeniz'in beyaz dalgaları karşı durabile­ cektir. Altay, Ural arasından fışkıran Türk selleri Büyük Okyanus'u dolaşacak ve bu kıyılardan kabaran er yiğit dalgaları Atlas Okyanusu'na ulaşacaktır. Ne kaya kaleler, ne demir kapılar, ne çelik silahlar yo­ lunu kesemeyecek. ... Dünyanın yarısıyla dövüşeceksin... Ezdikçe gururlu, ezildikçe umutsuz olma! Daima didin ve öğren, daima iste ve yüksel. Adil ve merhametli ol! Kor­ kutmaktan ziyade sevdirmeye çalış. Asya'da Avrupa'da, Afrika'nın bir kısmında pençenin altında kıvranmayan hiçbir millet kalmayacak. Tepeleye­ ceksin, tepeleneceksin ... Etrafında çarpışacak kuvvet bula­ madın mı, kendilerini unutan kardeşlerini sarsacaksın. Kuvvetinle, gevşemiş damarları gerecek; ateşinle, soğu­ muş kanları kaynatacaksın ... Dünyanın üç büyük kıtasın­ da soyundan hükümdarlar ve yabancı hükümdarlardan aciz hizmetkarlar yapacaksın. Kahramanlık tacın için Türk ninelerinin döktüğü her damla yaş, birer elmas, Oğuz oğullarının akıttığı her katre kan birer yakut ola­ cak. .. Şu uzakta güneşin ışığıyla kaynar gibi, titrer gibi parlayan boğaz, Boğaziçi, o mavi şerit, bahadırlık kılıcın için bir firuze kemer olacaktır ... Bu öğütten sonra Alparslan, hiçbir hayal gücünün dü­ şünemediği bu heybetli manzaraya bir güneş yüceliğiyle baktı, baktı, baktı. .. Ve diz üstü çökerek annesinin iki elle­ rine sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak gök­ lere doğru yükseldi ve kuzey yönüne doğru uçmaya baş­ ladı. Ak ayının öldürüldüğü yer hizasında ağaç yere ineceği sırada kırmızı pelerin içindeki Türkan Hatun'un hayali de sönüveren bir alev gibi kayboldu. Alparslan obaya döndüğü vakit meydanda yurt kızla"

33


rının şarkılar söyleyerek dans ettiklerini gördü. Alp'ın, bu Türklerin ve Tatarların babasının bu sabah doğan ilk oğ­ lunun bayramını yapıyorlardı. Arslan'ı küçükken göklere kaldıran kartala işaret olarak bu çocuğun adını "Tuğrul" koydular ve Türk Tatar nesli de böylece birinci gaflet uy­ kusundan ayıldı ve evrene yayıldı. Budapeşte, 12 Mart 1334 [1918]

34


Yarayı Kanatan Eve gelince masall\ın üstünde şu pusulayı buldum: "Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin, güleceksin, ağlayacaksın. Herhalde memnun olacaksın. -Turgut" Bu merak verici pusulayı yazan Turgut Bey'in evime pek yakın olan evinin kapısını çalarken içeriden çalgı ses­ leri geliyordu. Salona girince, ortada büyük kanepenin üstünde uzun hırkasıyla, oyalı baş örtüsüyle, esmer, değirmi çehreli, şiş­ man, kısa boylu, elli yaşında kadar bir hanımın, henüz son vuruşun tesiriyle zilleri titreyen, elindeki defe dayanarak doğrulup bana selam verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüt ettim. Ev sahibi "Buyurun, bu­ yurun!" ısrarıyla: "Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesi­ dir" dedi. Pembe Hanım "gün görmüş, yaş yaşamış" bir nezaket­ le Turgut'un bu iltifatlarına alçakgönüllülük göstererek karşılık verdi. Defi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı. Gözleri yarı kapalı olduğu halde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp, iri dudaklarının hareke­ tiyle titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, ruhların en karanlık köşelerine kadar süzüle­ rek, zaman zaman kemanın inleyen ahengiyle dudak du35


dağa geliyor, bir kumru salınışı güzelliğiyle, gözlerde bu­ lut şeklinde ümit ve hayal kümeleri hasıl ediyordu. "Ey ah, söyle zahrn-ı dilimden, zebanım ol. Ey çak-ı sine! Nüsha-i şerh-i beyanım ol. Ey eşk-i dide! Ben diyemem yare derdimi, Sen ruy-ı zerdim üzre gelip tercümanım ol."

[Ey ağzımdan çıkan ah! Benim gönül yaramdan bahset, sen benim dilim ol. Ey yırtılıp parçalanmış bağrım, sözümü açıkla­ yan yazılı belgem ol. Ey gözyaşı, ben sevgiliye derdimi söyleye­ mem, sen sararmış yüzüme dökülüp halimin tercümanı ol. ] Köşedeki kanepenin üstüne bağdaş kurmuş uçuk be­ nizli, süzük gözlü, ince boyunlu, karışık saçlı, redingotlu [uzun ceketli] zayıf bir efendi, elinde tuttuğu bir küçük gonca gülü koklarken gözlerini sıkınca, onun sarı yaprak­ çıkları arasına iki damla yaş damladı. Yüreğinin gizlilikle­ ri musikinin ateşi karşısında erimişti. Şimdi aşkın en bunalımlı ateşlerini, özleyişin en acı da­ kikalarını, kemanın yanık titreyişleri, inleyişleri, yürekle­ re tattırdıktan sonra, arzuların, hayallerin hiçlikleri, kıvrı­ la kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor, uçuyor, sendeliyor, düşüyor... Kay­ boluyordu. Artık gözlerin önünde, görünmeyen, yalnız duyulan bir takım dağınık saçlar... Yumuşak eller.. Yaşlar... Gülüş­ ler ... Uzun kirpikler ... Ateşli gözler ... Öpen dudaklar... Karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendi­ lerine ait bir hayalin karşısında titreyerek yalvarıyordu. Üstat bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen, iniltilerden oluşan bir suzinak 36


taksimi, zaten açılan yüreklerin sırlarını çehrelere daha fazla aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyun­ lar bükülmüştü. Bu sakinlik içinde, yalnız kanepenin köşesinde dizleri­ ni birbiri üstüne koymuş, bıyığı, sakalı tıraşlı, saçları orta­ dan ayrılmış bir genç, Doktor Pertev Bey, gömleğinin ko­ lalı kollukları arasından çıkardığı ince, keten mendiliyle yüzünü silerken, sıkıldığını anlatırcasına sırıtıyor, musiki­ nin bu topluluğa verdiği etkiye karşı hayret ettiğini açığa vuruyordu .. Suzinak faslının eski yeni şarkıları birbirini takip eder­ ken bu hale gülen doktor gezinmeye başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu. Fasıl bitmişti, ama Pembe Hanım'ın neşesi bitmek bil­ miyordu. O demin ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işaret etti. Ve Kema­ ni Suzi Bey'e usulca "Nihavent yap" dedi ve eline çiçek­ likten pembe bir gül aldı. Uzun bir "ah" çekti; yanık bir "medet" dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk ile okudu: "Gülüm şöyle, gülüm böyle demektir yare mu'tadım Sever canım seni ey gül ki canana hitabımsın" ·

[Sevgiliye karşı alışkın olduğum hitap şekli, "Gülüm böyle, gülüm şöyle" demektir. Ey gül, seni canım sever, çünkü sen be­ nim sevgilime hitabımsın.] Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldı­ rıp indirerek bağırıyordu: - Yaşa Pembe! Var ol Pembe! Nur ol Pembe! Dert gör­ me Pembe! Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsü­ nün çenesinin altına gelen kıvrımlarını düzeltti, örtünün 37


uçlarını cilvelerle arkasına ath. Neşesinin etkisiyle sesi tit­ redi. Dudaklarıyla, gözleriyle gülerek bir küçük selamla­ ma ile "Teşekkür ederim" dedi. Hanende [şarkı söyleyen] Pembe Hanım İstanbul'un zevk alemlerinde meşhur bir simadır. Yenibahçe'deki evi­ nin kapısı, gün geçmez ki kendisini bir eğlenceye davet için çalınmasın. Gür sesi, coşkusu, terbiyesi, kendisini hem kadınlara, hem erkeklere sevdirmişti. Pembe, gençli­ ğinde de güzel değildi. Bazen itiraf ederdi, sesindeki güzel­ lik, çehresinde de olsaydı, sesiyle ağlattığı kadar, gözleriy­ le de ağlatabilirdi. Doktor Pertev Bey bir iskemle çekti. Yanıma geldi: - Bizim musiki hakkındaki fikriniz nedir? dedi. - Musikimiz, bizim durgun ruhumuzun, sakin düşüncelerimizin, uçuk benzimizin tercümanıdır. - Musikimizi sever misiniz? -Severim. - Batı musikisini? - Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim. - Ben musikimizi sevmem. Çünkü anlattığı mana da­ ima birdir: Umutsuzluk... Doğunun bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mana aramak boşunadır. Perde perde kara bir umutsuzluk. Nağme nağme akan bir yaş. Fakat ben daima ne umutsuz olurum, ne de aşık... Aşkın bile ümidi var, kavuşması, ayrılığı var. Çiçeklerin, fırtınaların, kelebeklerin, aslanların, zelzelelerin, şafakların, hiddetle­ rin, yalvarmaların da musikisi olabilir. Bütün bunların fır­ çayla çizilmesi, kalemle anlatılması olduğu gibi musikiyle de söylenmesi olmalıdır. Doğu musikisi bunlardan bahse­ demiyor. Bana ne bir saadet kokusu koklatıyor, ne de hid­ det ateşi gösteriyor. Ben musikimizle ne göğsümü gererim, 38


ne kollarımı sallayabilirim, ne de zihnim açılır; yalnız boy­ numu bükerim, dimağım örümceklenir. Musikimizin ver­ diği umutsuzluk o derece kesindir ki bazen bizi ya intihara veya cinayete sevk eder. Köylerde kadın yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini görgüsüzlükte, alkolde aradığımız kadar musikimizin etkisinde de aramalıyız. Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu hal­ de Kemani, Udi, Tamburi beylerin hepsini birden coştur­ du. Artık itirazlar, cahillikle suçlamalar, alaylar, kızgınlık­ lar birbirini takip ediyordu. - Siz musikimizi bilmiyorsunuz. - Birkaç gün Fransa'da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek körlüktür, nankörlüktür. - Batı musikisi yapaydır, kalpten gelmez. - Wagner bir koca davul, Bethoowen bir boş tenekedir. - Nihaventten pek güzel opera olur. - Doğu ezgilerinin inceliklerini piyano dile getiremez. - Karcigardan çıkan mana da umutsuzluk mudur? Şimdiye kadar ancak fikrine sahip olanlarda görülen bir ağırbaşlılıkla susan Pertev Bey: - Hayır! dedi. Bizde dans da yoktur. Bu inkar odadakileri yine harekete getirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi de işe karıştı: - Ah! dedi. Ah, Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, musikiyi inkara mecal kalır mıydı? Pembe Hanım da atıldı: - Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan'ı bulur, bu dinsiz doktoru imana getirmeyi ona bırakırdım, diyordu. Karar verilmişti. Gülistan çağrılacaktı. Udi ve Tamburi beyler bu işle görevlendirildiler ve hemen paltolarını gi­ yip çıktılar. Ev sahibi dava vekili Turgut Bey de bu sırada 39


kolları arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bırakh. Bunlar camedanları [yelekleri], dizlikleri, dolakları, sırmalı cep­ kenleri, yakası hilal biçiminde gömlekleri, pullu başlıkla­ rı, ipekli şalvarları, işleme pabuçlarıyla kadın erkek zey­ bek giysileriydi. Bunları Aydınlı Yavuz Bey'le Sirozlu Gü­ listan giyeceklerdi. Doktor Pertev Bey'e sordum: - Eski eserler araştırılıp seyahatlerle inceleme ve oku­ malar yapılarak elde edilecek sonuçları teknik bilgilere uyarlayarak musikimizi ıslah etmek mümkün değil mi­ dir? - Hayır değildir. Bu araştırma ve incelemelerimizden bir şey çıkmayacakhr. Çünkü Türkler hiçbir vakit şahsi dehalarını gösterir ne bir hüner, ne bir felsefe, ne bir ede­ biyat ortaya koymuşlardır. Hep taklitle vakit geçirmişler­ dir. Bunun sebebi şudur ki, bunların gerçek dehaları du­ rup düşünmekte değil, çırpınıp iş görmekte idi. Bunlar maddi ilerlemekten manevi yükselmeye zaman bulama­ mışlardır. Turan asıllı kavimler her şeyden evvel askerdir­ ler. İslamiyet'ten önce meydana gelen Türk toplulukları da bu şekilde harp uğrunda Asya'nın ücra bucaklarından toplanırlardı. Savaş bitince göçebe uluslar, yörük oymak­ lar yine dağılırlardı. Bir araya gelişleri süreksizdi. Bu açı­ dan düşünceleri bir, fikirleri de sakin olmadığından ne musikiye, ne edebiyata, ne mimariye dair özgün ve temel­ li eserler bırakmamışlardı. Ev sahibi Turgut Bey fesi başından atarak bir avukat şiddeti, akıcı konuşmasıyla cevap verdi: -Affedersiniz Doktor Bey, Fransa'nın birçok şehirleri­ ni gezdiniz değil mi? Acaba Anadolu'da Türkistan'da se­ yahat ettiniz mi? - Hayır. 40


- öyleyse Sivas'ta, Konya'da, Bursa'da mimarlığa ait incelemelerde bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski bina­ ların manevi bir ruhu, bir başkalığı, teknik ve estetik bir kıymeti var mıdır, yok mudur? Emin olun ki Konya'daki Selçuklu eserleri, Atina'nın Akropol harabelerine denktir. Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve yerinde incelemelerde bulunur­ sanız anlarsınız. - Bunlar alh yedi yüz senelik, kısmen yeni şeylerdir. Ben daha eski zamanlara ait medeniyet izlerini arıyorum. - Bundan iki yıl evvel Sibirya'nın güney doğusunda bulunan Turfan harabelerinde yapılan kazılarda çıkan hey­ kelleri görürseniz bunları ya Praksiteller'in veya Fidyas­ lar'ın ellerinden çıkma sanırsınız. Bu anda doktorun yüzünde oluşan güvensizlik üzerine Turgut Bey kütüphanesine koştu; elinde birkaç resimli ki­ tapçıkla döndü. Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibi­ nin başına üşüşmüştü. Doktor gururlu bir inatla: "Belki, olabilir, fakat bu kadarı yeterli mi?" diyordu ve ekliyordu. - Biz muhafazakar adamlarız ve yeniliğe düşmanız. Mesela din konusu... Bu korkunç başlangıç üzerine herkes sinirleri daha ge­ rilmiş, gözleri daha açılmış, yumrukları daha sıkılmış ol­ duğu halde harekete gelmişti. Artık ud tombul karnıyla yerde bitap uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir ke­ narına yorgun dayanmış, tambur uzun boynunu hüzünle uzatarak bir köşeye yatarken sıkıntıdan çatırtıyla kopan bir teli gerdanına sarılıvermişti. Zavallı Pembe Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu. - Mesela din konusu: Evet Türkler savunmasını yap­ mak için kucakladıkları İslamiyet'i kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir bağlılıkla müdafaa etti41


ler. Fakat bu hususta tenkide ve tartışmaya girişmediler. İşte mesele burada... Halbuki Araplar, Rafızilik, Mutezile­ lik, Vehhabilik gibi tartışmalar sonucunda mezhepler bul­ dular. Halbuki İranlılar Bahailik, Şiilik, Babailik gibi grup­ lar oluşturdular. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yo­ rulmadık, üşendik, ne bulduksa ona inandık, ne dedilerse ona razı olduk. - Azizim doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa ben­ ziyorsunuz. Biraz kendiniz araştırmada bulununuz. Aslen Türk olan Bedreddin Simavi ve Şeytankulu gibi bilginle­ rin veya Torlak Kemal gibi kişilerin dini felsefelerini, Bek­ taşiliği, Mevleviliği incelemeliydiniz. Eğlenceyle, musikiyle başlayan bu toplantı şimdi ciddi bir renge girmiş, davetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeye çalışan küçük bir bilgiçlik tavn uyanmıştı. Herkes gizli bir bekleyiş içinde gözlerini ara sıra kapıya çeviriyor, Gülis­ tan'ı bekliyordu. Vehhabiliği Gülistan tenkit edecek, Bed­ reddin Simavi'nin felsefesini Gülistan açıklayacak sanılır­ dı. Zayıf efendi kendi kendine söyleniyordu: -Türkiye yıpranmış, tozlu, ciltsiz, ama önemli, fayda­ lı bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip baskısını yapmak için sabır ve merak ister. öteden Kemani Suzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla; "Bu memleketin güzelliklerine görmeyerek bakıyorsunuz, şi­ irlerini anlamayarak dinliyorsunuz" dedi. - Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin varlığı aşka, kadına, bunların varlığına bağlıdır. Bizim ka­ dınlann daima sedirlerde, minderlerde, kanepelerde otur­ malan hareketlerinde hiçbir güzellik bırakmamıştır. Yok­ sa siyah çarşafları altında ördek gibi yürüyen harumlan görmüyor musunuz? 42


Bütün dinleyenler birden bağırdılar. - O! O! Ördek gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güvercin gibi, kumru gibi. - Evet hapis hayatı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini aktif olmaktan mahrum bırakmıştır. Bin Bir Gece Masalları'na benzeyen romanlara aldanıp da Türki­ ye'yi aşk memleketi sananlar aldanırlar. Burası sevme se­ vilme duygularına elverişli bir zemin değildir. Sevda için kadınlarda "eğilim ve yetenek" olmadığı gibi erkekler için de "imkan" yoktur. Bu memlekette genel duygu "muhab­ bet ve eğilim göstermek" değil, "nefret ve hükmetme"dir. Burada erkekler bencil, kadınlar kendini beğenmiştir. Bu defa da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin ne dediğini işitmiyor, anlamıyor... Yumruklar havaya kalkıyor. Fesler başlardan fırlıyor. Si­ gara dumanları hiddet ve süratle üfleniyor. Bir hayhuy­ dur gidiyor. Pertev Bey ise fikrinde, isyanında inat ederek son itirafı fırlatmaktan çekinmiyordu. - Ben vatanımı beğenmiyorum. Ne yapayım, beğene­ miyorum. Çünkü bana memleketimi beğendirecek, etra­ fımda ne bir olay, ne bir manzara görebiliyorum. Ben bel­ ki bir vatansızım! Artık doktor için bastonunu alıp davetli olduğu bu ev­ den çıkmaktan ve arkadaşları için kendisini sessizce uğur­ lamaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı ki dışarıdaki bir araba gürültüsüyle beraber kapının çıngırağının sesi evi doldurdu. Bir dakika sonra gevrek kahkahalarıyla, ba­ şına uzun bir başörtüsü almış, sırtına bol bir manto giymiş Gülistan içeriye girdi. Sanki bu kadın bir güneşti. Bütün bir fırtınalı gecenin karanlığını birden sıyırdı, attı. Herkes bir dakika evvelki hırsı, kırgınlığı unutmuş, çehreler yeri­ ne gelmiş, sigara dumanları dağılmıştı. Suzi Bey, Gülis­ tan'a köşedeki kanepeyi gösterirken Pembe Hanım da: 43


- Bu kafir doktor hala imana gelmedi mi? diyerek Pertev Bey'e serzenişlerle gülerek odaya girdi. Turgut Bey bir iskemle çekti. Gülistan'ın karşısına oturdu. Niçin onu rahatsız ettiklerini anlabyordu: - Burada çılgın bir adam var. Memleketimizin güzel­ liklerini inkar ediyor ... Musikimiz ağlarmış, raksımız geri­ nirmiş, kadınlarımız yatalakrnış, erkeklerimiz alık ... Anla­ dın mı şimdi. Artık şu zavallıya memleketini sevdirmek için senin yardımına sığınmaya mecbur olduk. - Doktor haksızdır. Evvelki gün Çamlıca'da Şatır Pa­ şa'nın düğünündeydim. O gece, bir müddet biz bize kal­ dık. Hanımlarla o kadar güzel dansettik ki ben de bayıl­ dım. Pembe Hanım gülerek ilave etti: - Göreydi o da bayılırdı. Udu bu defa Pembe Hanım aldı ve defi Gülistan'a verdi. Suzi Bey bir Hüseyni taksimi yapıyor ve bütün ruhu­ nu, bütün hünerini yayına yüklerken ezgilerinin coşku­ suyla Doktor'u büyülemek için ne derece kendisini zorla­ dığı dudaklarının kasılmasından, kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dini bir kendinden geçişle dinliyordu. Doktor Pertev Bey bu külfetlerin hep kendisi için olduğunu anlıyor ve duygusuz bir tavır alarak saati­ nin kösteğiyle oynuyordu. Gülistan dirseğini koltuğun koluna dayamış, elini ya­ nağına koymuş gönlünden kopan tatlı, pürüzsüz, zorlan­ madan, ruhani bir sesle okumaya başlamıştı. Sesinin ha­ vada dönen, kıvrılan her nağmesinden bir peri ruhu do­ ğuyor, yüksele büyüye kanatlanıyor, dinleyenlerin yanak­ larını öpüyor, göğüslerini okşuyordu. Gözlerin önündeki perde perde karanlığı sıyırıyor, yerine zerre zerre ışıklar damlatıyordu. Pertev Bey parmağına sarıp çözdüğü kösteğini usulca 44


yeleğini cebine koydu. Elini yanağına dayadı. Gözlerini kapadı... Artık odadaki herşey musikinin etkisiyle şeklini değiş­ tirmişti. Keçeler, kilimler çimenliğe, avize mumlarıyla bir lale tarhına benzemiş, duvardaki levhaların manzaraları­ na asıllarına uygun bir büyüklük, bir renk, bir can, bir ha­ reket gelmişti. Gülistan'ın dudağından uçan ruhlar, nağ­ melerin ruhları, perilerin ruhları herkesin kulağına mazi­ nin hayallerine, geleceğin ümitlerine dair bir şeyler fısıldı­ yordu. Şimdi Hüseyni peşrevi, semaisi bitmiş, seçilmiş şarkı­ lardan birkaçı da okunmuştu. Doktor Pertev Bey tatlı bir rüyadan uyanırcasına ya­ nında oturan Turgut Bey'e: - Evet ne kadar olsa millf şeylerde insan bazen güzel­ lik buluyor. Bu genetik bir gaflet olsa gerek! dedi. - Ah sihirbaz Gülistan! ***

Turgut, ciddiyetle Gülistan'ın yanına gitti. Bir şeyler söyledi. Odadan çıktılar. Bu sessizlikten istifade eden zayıf efendi, elindeki sol­ gun, sapı yumuşayan gülü masanın kenarına bırakarak ağırbaşlı bir hakim vaziyeti aldı ve dedi ki: - Doktor Bey, her kavmin yaratılıştan gelen ve tabii yerli ve ayrı bir medeniyeti vardır. Her memleket başkala­ rının yeniliklerini taklitle başladığı düzene kendisinin es­ kiliklerini araştırıp bulmakla ulaşır. Bu halde bir zamanki taklitçiler, sonra özgün olurlar. Her milletin medeniyeti zekasının, yaşayışının, tarihinin, geleneğinin, coğrafi du­ rumunun etkisi altındadır. Gerçi medeniyet herkesindir... Ama onu uygulayıştaki tarz başkadır. Düşünceler aykırı 45


olmasa bile çeşitlidir. O halde fikirlerin gelişmesinin de çeşitli olması gerekmez mi? Alemin maksadı, refah ve dü­ zenin yayılmasıdır; daha doğrusu iyiliği, güzelliği elde et­ mektir. Ama bu amaca her toplum bir başka yoldan var­ maya çalışır. Milletlerin kendi kimliklerinin doğrudan yansıdığı alanlara; musikisine, resmine, raksına, mimari­ sine, yemesine, giymesine, kendi yaşayışından, kendi özelliklerinden bir çeşni verdiği inkar olunur mu? Hollan­ da resim sanatı ile İtalya ressamları bir zevk mi izler? Al­ man yemekleriyle Fransız mutfağı bir örnek midir? İsveç edebiyatıyla Japon şiirleri denk midir? Rusya'daki evlerin biçimiyle İspanya binalarının arasında bir fark yok mu­ dur? Pertev Bey için cevap vermeye imkan kalmadı. Gülis­ tan'la Yavuz kıyafetlerini değiştirmiş oldukları halde içeri girdiler. Bu defa Pertev Bey bile ellerini çırpıyordu. Gülistan, altın sikkelerle süslenmiş küçük bir al fesin üstüne geniş, koyu kırmızı, kenarları sırma oyalı bir tül al­ mış, vücuduna geçirdiği pembe, ipekli yakası hilal şeklin­ deki gömleğin üstüne sırma dallarla işlenmiş, kadife came­ dan [yelek] ve altına aynı renk kumaştan, işlemeli bol şal­ var giymiş, beline o örnek bir yağlığı gevşekçe sarmıştı. Al­ tın pullu kırmızı pabuçlarının içinde ince, morumsu kırmı­ zı renkli çoraplara bürünmüş ayaklarının narinlikleri gö­ züküyordu. Yavuz, içi dolu, oyalı yemenilerle bezenmiş yüksek, uzun, püsküllü fesi, geniş sinesini ve çevik belini örteme­ yen ipekli, çizgili Şam kumaşı mintanı ve açık mavi işleme­ li çuhadan dar cepkeni, aynı renkte, kısa katmer katmer dizliği, iri baldırlarına geçirdiği o tür kumaştan tozluğu ve kızıl yemenileriyle daha erkek, daha yüksek daha korkunç gözüküyordu. 46


Bu giysiler alhnda ikisinin de yürüyüşleri, tavırları de­ ğişmişti. Biri çalımı ve heybetiyle tam bir güç, tam bir er­ kek, diğeri yumuşaklığı ve gösterişliliğiyle mükemmel bir kadın, bir şiirdi. Çalgıcılar bütün maharetleriyle telleri titretirken, kadın erkek bu iki vücut olanca zariflikleriyle, havada burula bu­ rula dönen nağmelerle uyum içinde kıvrılıyor, doğrulu­ yor, hafif ve parlak pabuçların, yemenilerin içindeki ayak­ lar bir ölçülü şiir düzgünlüğünde, keçenin üstüne konup kalktıkça göze çimende oynaşan bir çift kelebeğin birbiriy­ le uyumlu tavırlarını hatırlatıyordu. Kadın, başının üstünde uçan al tülün iki ucunu elleriy­ le tutarak yüzüne örtüp naz ve cilve gösterirken, erkeğin bu anda bir kartal süzülüşüyle, ölçülü adımlarla etrafında dolaşması ve bu sertlik içindeki yalvarış havası, hayahn bütün gizliliklerini raks ve ahenk güzelliğinde gözlerde parlahyordu. Derken iki vücut, biri kuvveti, diğeri işvesiy­ le bir vuruşmaya girişince, bir saniye içinde kah kuvvetin mağlup, işvenin muzaffer, kah sertliğin muvaffak, yumu­ şaklığın bitap olarak savaşması yürekleri hoplahyordu. Bu sırada ağır bir figürün çevik bir nağme ile canlanışı, sert bir perdenin yumuşak bir dönüşe bürünürken yumuşayışı, bu değişiklik, kalbe derin bir ferahlık veriyordu. Bu tabii hareketlerin uyumları, şiirleri koca bir milletin tarihini, Kosova, Çaldıran, Plevne kahramanlıklarını er­ kekte, bütün saray entrikalarını, Kösemleri, Roksalanları [Hürrem Sultanları] o iktidarların sırlarını kadında tasvir ederken, ruh bu birl<aç dakika içinde asırların samimiyet­ lerini tadıyordu. Pertev Bey yarım saatten beri kendi üzerine dönen sor­ gulayıcı bakışların altında ezilircesine perişanlığından "Ben göbek atma rezaletini bekliyordum" diyordu. Bu küstahlık da Gülistan'ın dargın bir bakışıyla cezasını çekti. 47


Ufak bir dinlenişten sonra oyuncular birinci başarının etkisiyle ikinci bir dansa başladılar. Pertev, artan bir dikkatle hareketlerdeki uyumluluğu, tavırlardaki soyluluğu, adımlardaki ölçülülüğü, dönüşle­ ri, kırıtışları, süzülüşleri izlerken ruhundan kopan içten neşe gözlerinden belli oluyordu. - Tuhaf, ben bu kadar ölçülü ve uyumlu bir dansın bizde var olacağına ihtimal veremezdim. Zayıf efendi ciddi bir hüzün ile Muhibbi'nin meşhur kıtasını usul usul okudu: Sayılmayız parmak ile, Tükenmeyiz kırmak ile. Taşramızdan sormak ile Kimse bilmez halimizi. Doktor, gittikçe artan bir hayretle, "Ama bu oyunların figürleri niye kayda geçirilmiyor? Niye öğretilmiyor? Ni­ ye yaygınlaştırılmıyor?" diye üzüle üzüle yavaşça oturdu­ ğu iskemleden aşağı kaydı; yere bağdaş kurdu. Samimi ve çaresiz bir takdirle bir taraftan bu iki dansçıya daha ziya­ de yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Pertev Bey bunalım içindey­ di. Bir dakika oldu ki kendisini kaybetti. Kalktı Gülis­ tan'ın, Yavuz'un ellerinden kavradı ve onları yürekten ge­ len bir istekle öptü, öptü. - Teşekkür ederim, teşekkür ederim, diyordu. Tatma­ dığım bir lezzeti tattırdınız. Görgüsüzlüğümü bana anlat­ tınız. Doktor, kibrini kırınca daha insaflı, daha sevimli ol­ muştu. Artık herkes etrafına toplanmış, ona Türklük ale­ minin sevimliliklerini, çekici yönlerini bin bir özen, bin bir mübalağa ile söyleye söyleye bitiremiyordu. Zayıf efendi deminki ağırbaşlılık ve hüznü ile dedi ki: 48


- Memleket düşünülmemekten, unutulmaktan, ihmal olunmaktan bıktı. Ona inandığınızı, onu saydığınızı, ona güvendiğinizi alem duysun ... Sanatlarıyla, musikisiyle, raksıyla, edebiyatıyla, güzellikleriyle, onu alem görsün. Sevgilinizi bırakıp da ellerin peşinde dolaşmayınız, gön­ lünüzde sevgilinizin aşkı, kolunuzda sevgilinizin bilekleri olsun! Artık bu hayhuya ben de karışmıştım: - Size bir Macar masalı söyleyeyim, dedim. Macaris­ tan' da bir inanış varmış. Katili bulunamayan ölülerin ce­ setleri önünden zanlıları geçirirlermiş. Eğer suçlu bunla­ rın arasındaysa, yaralı, tam ölenin hizasına gelince cese­ din yarası kanarmış. Vaktiyle bir Macar soylusunun cesedini kalbinin üs­ tünde küçük bir hançer olduğu halde bulurlar. Sarayına getirirler. Pederi bu gencin bütün düşmanlarını arar. Yata­ ğının önünden geçirir. Fakat yara açılmaz. Dostlar geçer, yara kanamaz. Sonra saray halkı, bütün şehir erkekleri ge­ çer, yara yine kanamaz. Nihayet gencin sevdiği kız ağla­ yarak gelir ve bakışıyla yaraya sanki bir hançer daha sap­ lar; yara hemen açılır ve kan tekrar boşanır. Pederi der ki: "Söyle, çocuğumu sen mi öldürdün?" Kız der ki: "Hayır ben öldürmedim, ama hançeri ben verdim O benim gön­ lümün sahibiydi. Fakat buna kanmıyordu. İstiyordu ki be­ ni sevdiğini herkes bilsin, benimle daima beraber bulun­ sun. Ben razı olmadım. Çünkü bazı kusurları vardı. "On­ ları düzelt!" dedim. "Buna razı olmazsan kendimi öldürü­ rüm" dedi. Ben inanmadım. Hançeri verdim, kalbine sap­ ladı... Zayıf efendi yine söyleniyor: - Evet bu zavallı vatanın yarasını kanatan sizsiniz, si49


zin gibi onu beğenmeyenler, ona güvenmeyenler, daima onun kusurunu gören onun sevgilileridir. Büyükada, 21 Ağustos 1327 [3 Eylül 1911]

50


Padişahım, Alınız Menekşelerimi, Veriniz Gülümü Samime Hanım kanepeye oturmuş, sarı abajurlu lam­ banın ışığında gazete okuyordu. Masanın üstünde ufak saatin gizli tıkırtısı, köşede yanan sobanın derin çıtırtısı bu odaya ölgün bir ruh veriyordu. Usulca kapı açıldı. İçeriye, kuyruğunu kaldırarak, kapının pervazına, minderin ucu­ na sürünerek bir kedi girdi. Sobanın yanındaki minderin üstüne çıktı, kıvrıldı. .. Arkasından, mavili penye entarisi, siyah kuşağı, lepiska [ipeksi], gür saçlarını yarı örten mavi yemenisiyle, pembe, yuvarlak çehresiyle bir kadın, çeki­ nerek ve başını sağ omzuna doğru bükerek duvarın kena­ rına dayandı, durdu. - Otur Ayşecik. Ayşe, küçük minderi çekti, diz üstü oturdu. Bu kadın, Beyefendi Trabh.ısgarp' a gideli, her akşam işini bitirdikten sonra gelir, minderin ucuna oturur, Hanım' a bir iki saat arkadaşlık ederdi. Ayşe'nin garip bir talihi vardı. Pederi beş yıldır Trab­ gusgarp'ta idi. Bu senenin baharında kurası çıkıveren ni­ şanlısı Tosun da Trablus' a gönderilmişti. Ailesi bir İstan­ bul' dan, bir de Bingazi' den mektup almışlardı. İkinci mektupta Yemen'e gideceğinden bahsediyordu. Fakat altı aydır ne pederinden kağıt almıştı, ne Tosun' dan haber vardı. Bir taraftan baba eksikliği, diğer yandan nişanlısı­ nın ayrılığı ve bu iki ayrılık acısına eklenen yoksulluk, Ay­ şe'yi İstanbul'a gelmeye mecbur etmişti. Hemşehrileri 51


onu Cihangir' de Erkan-ı Harbiye [Genelkurmaylık] binbaşı­ larından Tuğrul Bey'in yanına koydular. Beyefendi ona nişanlısıyla, babasından haber getirteceğini vaat etmişti. Fakat işte buna muvaffak olamadan Tuğrul Bey de yine oraya, Ayşe'yi diyarından, babasından, yarinden ayıran Trablus' a gidiyordu. Buralardan düşmanı kovduktan son­ ra ona, babasını, nişanlısını da beraber getirecekti. Bey harbe gider gitmez, hanımla hizmetçi, iki dert orta­ ğı oldular. Afrika sahili iki ruhun da daima yöneldikleri bir Kabe kesildi. Gözyaşlarıyla yıkanan dualar, hıçkırıklarla kanatlanan üzüntüler hep o çöllerin kenarında yükselen hurma ağaç­ larının gölgelerinde kaybolurdu. Tuğrul gittiğinde beri Ayşe'nin adı "Ayşecik", Sami­ me'nin namı da "Hanımcığım" olmuştu. Hanım hizmetçisine kah gazete kah eline geçen roman­ ları okur, anlatırdı. Uzayıp giden yalnız gecelerde, "Muh­ sin Bey"ler, "Solgun Demet"ler, "Sergüzeşt"ler, "Zavallı Necdet"ler okunur ve ağlanırdı. Ayşe'nin ruhu, duygusu bu okumalarla gittikçe parlıyor, inceliyordu. Kızılırmak kenarında yetişmiş bu pembe kır çiçeğine, başkentin bütün uçuk renkleri, baygın kokuları bir incelik veriyordu. Gaze­ telerden sonra elde hikaye olmazsa, söz Trablusgarp' daki sevgili vücutların hatıralarına geçerdi. Hanım kocasından bahsettikçe "gülüm" demeyi alışkanlık haline getirdiğin­ den, Ayşe'nin nişanlısına da "senin gülün" derdi. Bu iki kimsesiz kadın, yaprakları dökülmüş iki kuru dal gibi, rüzgarın sitemiyle karanlık gecelerde birbirlerine doğru eğildikçe yalnızlıklarını daha çok anlıyorlar, acılarını du­ yuyorlardı. Bu karşılıklı sohbetler esnasında, Samime'nin uzun siyah kirpiklerinde Tuğrul'un aşkı ağlar, Ayşeciğin gözlerinin mavi ışıklarında Tosun'un ruhu yanardı. 52


- Hanımcığım savaştan yeni bir haber var mı? Samime elinde tuttuğu İkdam gazetesini okumaya baş­ ladı: "On Üç Zırhlıya Karşı Bir Asker Salı sabahı düşman zırhlılarından on üçü Trablus'un doğu tarafında bulunan Hamidiye İstihkamı'nı dövmeye başlamışlardır. İstihkamda on bir neferle bir çavuş vardı. Neferlerin dokuzu bir süre sonra şehit olmuş, ikisi yara­ lanmış ve sağ kalan Mehmet Çavuş isminde bir kahraman henüz parçalanmayan birkaç topla, dünyanın hiçbir sava­ şında işitilmemiş, hiçbir memleketin tarihinde görülme­ miş inat ve dayanıklılıkla tek başına dört saat düşmana karşı koymuş ve sonunda o tunç toplarla beraber, o çelik vücut da başına yağan yüzlerce gülle alhnda parça para olmuştur. Böyle eşsiz erlere sahip olan millet, dünyanın en büyük milletidir." - Hanımcığım yetişir! Yetişir! O Mehmet Çavuş, benim babacığımdır!!! - İnşallah değildir. - Hamidiye İstihkamı'nda olduğunu biliyorum. Ayşecik bayılmıştı. Samime Hanım odasına koştu. Elinde lokman ruhu [eter], kolonya şişeleri olduğu halde Ayşe'nin şakaklarını, bileklerini ovuşturmaya başladı. - Babacığım ölümü kendi istedi. Tezkere bırakarak as­ kerde kaldı. Niçin bilmem? Fakat ölümü istedi. Ben bunu anlıyordum. Annem de korkuyordu. Her mektubunda yalvarıyordu. Zavallı babacığım! Başucuna bir taş bile di­ kilmeyecek. Yattığı yeri ot örtecek, yağmur silecek, rüzgar süpürecek. - Ah bu vatanda her şehide bir taş dikilseydi, memle­ ketimiz baştan başa bir kabristan kesilirdi ve bu türbelerin kandilleri için göğün yıldızları kafi gelmezdi. 53


Şimdi kocası Tuğrul Bey'in de maruz olduğu tehlikele­ ri düşünüen, belki yarın, belki öbür gün bir felaket haberi alacağından ürken Samime, vücudunu siyah tül gibi kap­ layan bir kara hülya altında bulunuyor, sararıyordu. - Ne mutlu ona! Şehit oldu. Sen de yetim oldun. Du­ adan gayri elimizden ne gelir? Dua edelim, Allah İslam'ı muzaffer etsin! Arhk Samime söyleyecek söz, verecek teselli bulamı­ yordu. İkisi de ağlaya ağlaya abdest aldılar. Başörtülerini örttüler, seccadelerini yaydılar. Sessizce namaza durdu­ lar. Birer melek gibi, Allah'a o derece yakınlaştılar ki, o de­ rece benliklerinden, varlıklarından geçtiler ki, o derece bittiler ki secdeye kapanan başları yerden kalkmak istemi­ yor; beyinlerine hücum eden yalvarış tufanı, biçareleri o halde eritiyordu. Namazdan sonra titreyerek kıbleye açı­ lan eller, dakikalarca hareketsiz kaldı. Tutuşan yürekler­ den kopan ateş damlalarıyla ağladılar. Bu kıvılcımların Allah dergahında birer iz bırakacağına iman ederek, yine o sakinlikle seccadelerini topladılar. - Ah Ayşecik! Benim de babamın Moskof Muharebe­ si' nde şehit olduğunu kıymetli anneciğim söylerdi. Ne ya­ palım? Erkekler vatanın kuzuları değil mi? Bir gün alınla­ rında yazılmışsa, elbette kurban olacaklar. Bu sırada masanın üstündeki çiçekliğin içinde duran bir beyaz gülü Samime gördü. Şimdi düşünüyordu: Bu vatanın her avuç toprağı bir şehit kanıyla yoğrulmuşken nasıl oluyor da bahçelerinde yine beyaz güller, ak zam­ baklar, sarı papatyalar yetişiyor? Her köşesi inleyen bir annenin , kahrolan bir sevgilinin acı yaşlarıyla sulandığı halde nasıl oluyor da çiçeklerinin göbeklerinden yine her arı bir içim tatlı, her kelebek bir parlak renk buluyor? Çocukluğumdan beri duyduğum, gördüğüm, okudu­ ğum; boğuşmak, savaşmak, vuruşmak! !! Her taraf nefret 54


ve kan!!! Her taraf kin ve ateş! Niçin? Niçin memlekete bir siyah bulut çöküp, tabiat bütün felaketlerinin birden ma­ temini tutmuyor? Bu hüznün sessizliği içinde olsun ruhu­ nu dinlendirmiyor ve acılarını doya doya tatmıyor? - Haydi Ayşeciğim yat! Allah babanı aldı. Belki gülünü sana bağışlar, bir gün onu gazi olmuş karşında görürsün. Ayşe usulca kalktı, odasına çekildi. Yatağın kenarına oturdu. Babasının ruhuna tekrar bir Fatihacık hediye etti. Yorganı çekti. Acıyan, yanan göz kapaklarına, biçarelerin biricik tesellicisi olan uyku bile yaklaşmıyordu. Sabaha kar­ şı dalmıştı. Rüyasında, mavi göğün kenarından, beyaz bir melek indi. Bu melek "Ben aşk'ım!" dedi. Ayşe'yi kanatları alhna aldı. Dağları aştı, denizleri geçti. Trablusgarb' a gö­ türdü. Çölün ortasına bırakh, uçtu gitti. Ayşe şimdi, şeffaf bir geceye bürünmüş, heybetli bir sessizlik içinde yalnız kalmışh. Gökte binlerce yıldız, parıldayan gözlerini kırpı­ yordu. Ayşe çölün ortasındaki hurma ağaçlarının arasına girdi. Kuyunun başında testisini dolduran bir Arap çocu­ ğuna yalvardı. İki dakika geçmemişti ki babasıyla Tosun koşarak geldiler. Babası: - İşte nişanlın, dedi ve kızını alnından öptü. Ben bura­ dan düşmanı kovmadan köye dönemem. Sen nişanlını gö­ tür. Onun hizmetini de ben görürüm. diyerek ağaçların arasından karanlığa kanşh gitti. Şimdi iki yavuklu karşı karşıya durmuşlar ve utandıkları için ko­ nuşamıyorlardı. Ayşe kendisini unutarak, birdenbire başı­ nı Tosun'un sağ omzunun üstüne bırakıverdi. Ağlamaya başladı. Arhk delikanlı da ona sarılmıştı. Böyle iki dakika kaldılar. Ayşe usulca: - Ya ben de senin yanında kalayım, ya memlekete gide­ lim. Beni yalnız bırakma! dedi. 55


Tosun güldü. Sevgilisini kolundan tuttu. Yakındaki ku­ yunun kenarında bir ağaç kütüğünün üstüne oturdular. Ayşe yalvarıyordu ve ağlıyordu. Gözlerinden dökülen yaş­ lar yanaklarının üstünden önüne yuvarlanıyordu. - Hay küçücük Ayşe! Hemşehrilerimin bağrını düş­ man kurşunu delerken nasıl ben seni sineme çekerim? Zavallı kız, elbisesinin koluyla gözyaşlarını silmek iste­ diği zaman eteğinin bir sedef gibi incilerle dolduğunu gö­ rür görmez sevincinden bir çığlık kopardı: - Tosun, Tosun; incilere bak! Ben bunları yarın padi­ şaha götürür, senin bedelini veririm - Sen kıymetli taş mı arıyorsun? İşte istediğin kadar! Bu sırada genç nefer düğmelerini sökercesine hızla çek­ ti. Göğsünü açtı. Sinesinden damla damla laller, yakutlar kumlar üstüne döküldü. - Ayşecik! Benim bedelim bir avuç inci mi, yakut mu­ dur? Benim bedelim bu çöllerin bütün kumlarıdır. Trab­ lus' tur. Ben bitmeyince Tra.blus gitmez. Sen padişaha he­ diye götürmek istersen, senin gibi günahsız şeyler götür. . Halifeler melek gibi masumdurlar, naziktirler. İnşaallah birkaç gün sonra buralardan düşmanı kovalım. İşte o za­ man padişah babamıza bir demetçik çiçek götür ve karşı­ lığında beni ondan iste. Padişahlar çiçekleri severlermiş. - Ben padişahımızı nereden göreyim? Nasıl vereyim Tosun? - Gönlüm diyor ki ben şehit olmamışsam mutlaka ve­ receksin. Bu esnada şafak sökmeye ve gök ağarmaya başlamışh. Hurma ağaçlarının arkasından muharebe meydanı bütün korkunçluğuyla gözüküyordu. Bir ağacın dibinde, parça­ lanan göğsünden dökülen kandan, bornozu al bayrağa dönmüş bir Arap mücahidi, beride bağırsakları kumlar üstünde sürünen birçok şehitler; onların yanında bir kafa, 56


bir bacak; ortada boyunlarını, ayaklarını uzatmış iki üç hayvan leşi... Ayşe bu levhanın dehşetiyle titrerken Tosun'un elleri­ ni sıkı sıkıya tutuyordu. Bu anda birbiri arkasından, derin­ den duyulan boru çığlıkları geniş sahrayı çınlattı. Tosun gülümsedi. Uzaktaki kulübelerden, çadırlardan, kumların arkasından, binlerce mücahit birden fırlayıverdi. Şimdi za­ vallı kızın başının üstünden, kulakları kemiren bir çahrh, gürültüyle nereden geldiğini anlayamadığı bir gülle yağ­ murudur başladı. Tam bu sıradaydı ki mücahitlerin orta­ sından başı yükselen iri cüsseli subayın kalın sesi kükredi. Bir yanardağ tepesinden fışkıran alev şiddetiyle etrafa ak­ seden yakıcı, eritici sözlerinden Tosun ile Ayşe'nin bulun­ duğu yerden ancak şu cümleler işitilebiliyordu: - "Ey mücahitler! Allah yolundan dönen kimdir? Ey gaziler! Hak yolunda geri kalan kimdir? Kabe sağımızda, cennet önümüzde, Allah her tarafımızda! Şehadete aşık olmayan kimdir? İnna li'l-vatan ve inna ileyhi raci'Cın! [Hepimiz vatan içiniz ve hepimiz ona döneceğiz.] İleri!!! Gökten iner gibi parlayan bu sesin etkisiyle her müca­ hit bir şimşek kesildi. Vatan gayretiyle kabaran göğüsler­ den fırlayan "Allah! Allah!" uğultusu bu subayın gökten geliyormuş sanılan seslenişine, ilahi. bir cevap oldu. Ay­ şe' nin gittikçe kenetlenen parmakları arasından Tosun el­ lerini sıyırdı, kurtardı. Arkasında asılı duran tüfeğini sır­ tına aldı. Tatlı tatlı gülümsedi ve sevgilisinin alnından öperek yalnız "Dua et!" dedi; seğirterek ağaçların arkasın­ da kayboldu. Ayşe "Ben de beraber, ben de seninle!" fer­ yadıyla koşarken düştü, kumların üstüne yığılıverdi. Kız bu çarpıntıyla gözlerini açtığı zaman, gördüğü rü­ yanın tesiriyle bütün vücudu kırılmış, güçsüz bir haldey­ di. Şimdi, sokaktan geçen salepçinin derinden gelen bağır­ tısını işitiyordu. 57


Bir saatten beri çektiği azabı düşünürken nişanlısının "Padişah babamıza bir demetçik çiçek götür" sözünü ha­ tırladı. Bu hediye Trablus'tan birkaç güne kadar düşmanı kovduktan sonra verilecek değil miydi? Ama babasının şehit oluşuyla Ayşe'nin korkusu çoğalmış, sabrı tüken­ mişti. Birkaç gün daha tahammül edemeyecekti. Saf bir bağlılık ve dini bir teslimiyetle bahçeye indi. Her zaman, sararmış yapraklarını ayıkladığı, topraklarını yumuşathğı menekşe tarhından, o sabah açılan mor koku damlaların­ dan yapbğı mini mini demeti ince ipek kağıdına sardı. Hanımcığı ona akşam anlatmamış mıydı ki "Çiçeklerin kokusu, renklerin lisanıdır." Belki padişahın ruhu bu me­ nekşelerin yalvaran sözlerinden anlar. Çarşafına titreyerek büründü. Kalın peçesini indirdi; "Besmele" çekti. Kapıdan çıkb. Çiçekleri çarşafının altın­ da sıkı sıkı tutarak yürüdü. Nereye gidiyordu? Padişaha bu çiçekleri nasıl verecekti? Düşünüyordu. Dolmabahçe Sarayı'nın karşısındaki duvara dayanacak, el bağlayıp du­ racak. Pencerelere gözünü dikecek. Padişah elbette pence­ reden bakacak, onu görecek. Uzaktan boynunu bükecek, menekşeciklerini gösterecek. Padişah merak edip kendisi­ ni huzura çağırtacak. O da hemen ayaklarına kapanacak, "Padişahım, alınız menekşelerimi, veriniz gülümü!" diye­ cek... Beynine hücum eden bu düşüncelerin kendi haline oranla büyüklüğü ile dizleri titriyor, yüreği çarpıyordu. Bu işi beceremeyecekti. Padişalun karşısında düşecek, öle­ cek, eriyiverecekti. Ya hükümdar, Tosun'una gazap eder­ se veya Tosun, " Ayşe hile etti. Ayşe yalan söyledi. Ben bu­ rada yurdum için, padişahım için ölmeye ahdettim!" der­ se ... Zavallı kız bunları düşünürken bittikçe bitiyordu. Samime Hanım' ın her gece okuduğu romanların, saf dimağına etkisiyle kurduğu hayallere aldanmışb. Şimdi 58


hakikatin çetinliği karşısında yapacağını şaşırdı. Düşün­ dü, düşündü. Nihayet damarlarındaki Türk kanı birden kaynadı. "Kim bilir, Allah büyüktür!" dedi ve bu defa kalpten gelen bir kuvvetle yürümeye başladı. Ama saray civarının havasında duyduğu heybet kokusu, yüksek du­ varlarından uçan yüce sessizlik Ayşeciğin yine cesaretini kırmış, sinirlerini titretmişti, gözlerinden sıcak yaşlar dö­ külüyor, kalbi göğsünü parçalayacakmış gibi çarpıyordu. Duvarlara sürüne sürüne, gölge gibi ilerledi. Nemli gözle­ rinin yöneleceği bir mihrap, çırpınan ruhunun uçup kona­ cağı bir pencere, bir kafes arıyordu. Tam bu dakikada, uzaktan kulağına bir muzıka [bando] sesidir geldi. Sabahleyin birkaç bölük asker talime gidi­ yorlardı. Tabur, kızcağızın önünden geçerken en arkada kızıl fesi, geniş omuzlarıyla, dik başı, sert yürüyüşüyle, kalın kaşları, iri dudaklarıyla Tosun'a pek benzeyen bir erin gözü, gözüne tesadüf etti; Ayşe ileri doğru bir adım attı; yaralı serçe çığlığı kadar zayıf bir sesle, "Tosun!" de­ di. Gözleri karardı. Sendeledi. Çamurların üstüne düşü­ verdi. Ayşe aldanmıştı, bir örnek elbise giyen her asker diğe­ rini andırır. Zavallı kız, bu simada Tosun'un hayalini gör­ müştü. Hemen bir polisle, oradan geçenlerden birkaçı Ay­ şe'yi ayılttılar. Kendisine gelince etrafına bakındı. Elinden düşen menekşelerin çamurların içinde ezildiğini gördü. İpek kağıdından beyaz kefenleri içinde cansız yatan bu mor çiçeklerin mini mini naaşları üstünde bir mezar taşı hüznüyle dimdik dondu kaldı. O dakika Tosun'un rüya­ daki, "Ben şehit olmamışsam çiçekleri mutlaka verecek­ sin!" sözleri yıldırım gibi beynini yaktı. "Demek ki bitti, o da bitti!" dedi ve ağlayan gözlerini matem rengindeki pe­ çesinin bulutu altında sakladı. 23 Kanun-ı evvel 1327 [5 Ocak 1912] 59



Altın Ordu Atlar kişner, kağnılar gıcırdar. Oklar, kargılar şakırdar. Yiğitler, delikanlılar bağırır. Öküzler böğürür. Köpekler havlar ... Kar yağar, rüzgar savurur; tipi etrafı sarmış, göz gözü görmez.... Koşan, düşen, bağrışan, gülüşen; kadın erkek, genç ihtiyar birbirine girmiş, telaş, çığlık, yeri göğü çınlatıyor. Ordu ordu; cihan cihan insan kümeleri bir diğerini itip kakıyor; birbirine girip çıkıyor. Gök kubbesi yaratılalı böyle bir kargaşalık, böyle bir mahşer görülmemişti. "Gel! Git! Dur! As! Kes! Yak! Yık! Sür!" gibi tek heceli sert, korkunç, kesin emirler havada gürlüyor... Her kafilenin önünde iri inekler, öküzler, yüklü kısrak­ lar, taylar, sevimli kuzular, köpekler... Onların arkasında kızlar, çocuklar; daha sonra yanlarında yayları, bellerinde okları, ellerinde kamçıları kısa boylu, hırçın, çevik atlarına binmiş yiğitler terkilerine kadınlarını, gönüldaşlarını al­ mışlar seğirtip haykırıyorlardı... Bu kargaşanın karşısında uçmasını şaşıran kargaları darmadağın ediyorlar, uzak­ larda uçuşan, kaçışan, seğirten iri kuşları, beyaz ayıları, aç kurtları ürkütüyorlardı ... Başında samur kalpağı, sırtında kurt postundan gocu­ ğu, elinde parlayan altın kargısı olduğu halde iri, gürbüz bir ata binmiş, iri, gürbüz pala bıyıklı bir süvarinin bir­ denbire görünüşü, bütün bu karışıklıkları, bu kargaşalık­ ları, bu çığlıkları, bu harıltıları birden sustururdu: İnsan61


lar susar, atlar susar, rüzgarlar susar, dünya susardı! Ve onun bir tek "Dur!" diye gürlemesi bütün bu akan, köpü­ ren canlı denizi dimdik durdururdu: İnsanlar durur, atlar durur, rüzgarlar durur, dünya dururdu! O zaman bütün dudaklarda korkunç ve kutsal iki kelime titrerdi: Ay Han!!! ***

Bu bir tufan, bir kıyamet, bir mahşerdi. Ta Tibet çölle­ rinden, Karahıtay vadilerinden, Karakurum bozkırların­ dan, Kıpçak çöllerinden akın akın toplanan bu adam tufa­ nı dalgalana dalgalana ilerliyordu. Rast geldiği engelleri kırıp eziyordu. Günler, geceler, haftalar, aylar geçti. Nuh tufanı gibi, dünyanın dönüşünü, tarihini değiştirecek olan bu ikinci tufan bir "Türk tufanı" idi. Bu tufanın her damlasında in­ sanlığın gelecekteki nesilleri için bir baba kimliği saklıydı. Bu tufan Avrupa'nın o zaman için, yıpranmış, paslanmış çehresini yıkayacak, bu tufan ruhlara cila, gönüllere mu­ habbet, adalelere kuvvet verecek. Çelimsiz kadınlardan gürbüz çocuklar dünyaya getirtecek. Bu Altın Ordu' da milyonlarca ikinci Hazret-i Adem, milyonlarca ikinci Ebu'l-beşer [insanlığın babası] özü vardı. Bu Türk tufanı, bu coşku tufanı, insanlığın olgunlaşma­ sı için bir uygun ortam, bir rahmetti. Bir içgüdü, bir güçlü irade gittikçe köpürüyor, gittikçe yayılıyor, gittikçe büyü­ yordu; önüne gelen ormanların koca koca ağaçları, çayır­ ların mini mini çimenleri gibi, atların ayakları altında ezi­ liyor, arkada bir yeşil ot bile görünmez oluyordu ... Deniz­ lere benzeyen büyük nehirler, bunların önünde yılan gibi kıvrılarak yataklarından çıkıyor ve yönlerini değiştiriyor, çağlayanlarında bir damla nem bile ışıldamaz hale geli62


yordu ... Dağlar bu tufana geçit vermek için, ya aşına aşına yarılıyor, ya ezile ezile gömülüyordu ... Bu şekilde, bitmez tükenmez ordu halkı, kara, kızıl, ak, batak kumlardan geç­ tiler; dağ, yar, dere, tepe ormanlardan aşhlar; çamurlara bulandılar, çığlarla yuvarlandılar... Yolda babalar, boğalar öldü, çocuklar, danalar doğdu; kısraklar düştü, kızlar, taylar büyüdü... Düşen düştü; ölen öldü! Denizden bir damla eksilmiş gibi tufan yine kabardı, yine ilerledi. Bir sonbahar sabahıydı. Ta Çin hududundan Baykal Gölü'ne kadar kuzey ve güney kıtalardaki halk, ağaçların kovuklarında, dağların oyuklarında, kulübelerde, çadır­ larda barınan insanlar uyanmaya, izbelerin önündeki kıs­ raklardan, kımız yapmak için, kadınlar, süt sağmaya baş­ lamışlardı. Bu sıradaydı ki tan yerinden doğru parlak bir bulut koparak ta tepeye geldi ve orada nurdan büyük bir insan şekli aldı. Artık atları hmar etmek, davarları gütmek için gözlerini ovuştura ovuştura dışarıya çıkanlar, göğün gürlemesini işitince, bulutun sıyrılıp başlarının tepesine geldiğini görünce yerlere kapandılar. Dünyayı sarsan bir heybetli ses duydular. Bu ses üç defa tekrarladı: Göç! Göç! Göç!. .. Ve bütün bir kıta ahalisinin kulaklarında bu ihtar çınladı. Neden sonra birbirlerine soruyorlardı: Gökten inen bu emri kim verdi? Nereye göçeceğiz? Bu ses aylarca devam etti. Her hafta cuma sabahı tan yerinden sıyrılan bir bulut, göğün ortasına gelir, nurdan insan şekline girer, üç defa: "Göç! Göç! Göç!" diye gürler­ di... Şimdi her oymağın uluları, önderleri buluşmuşlar, bir kurultay kurmuşlardı. "Evet bu ihtar Tanrı'dan geliyordu. Zaten bozkırlar senenin sekiz ayı karlar, buzlar altında kalmıyor mu? Onlara çiçek yüzü, yeşillik rengi gösteriyor 63


mu? Onların bahçeleri gök, çiçekleri yıldızlar olmuyor mu? Ama bu yetişir mi? Buralarda yer pektir, gök ırakbr. Tanrı'nın bu emri belki onları kurtarmak içindi. Fakat ne tarafa göçeceklerdi? Türkler'in bir küçük kısmı güneşin doğduğu tarafa doğru yürüyüp, Altın Dağları'nın tepele­ rine atlarını sürüp uzaktan gördükleri Çin ülkelerini be­ nimseyip "Burası bizim olacaktır" deyip ilerlemediler mi? Oraları zaptetmediler mi? Topraklara renk, vücutlara can veren büyük mabut Güneş'in izini gütmek, onun arkasın­ dan gitmek tabii bir ihtiyaç değil miydi? Kendileri için do­ ğudan batıya parlak bir yolu, varlıkları kımıldatan güneş çizmemiş miydi?" Az zaman içinde bu büyük kıtada, büyük bir hareket görüldü. "Güneş' in arkasından! Batıya! Batıya!" söylentisi bütün Asya'ya yayıldı. Bu karar üzerine oymaklar, uluslar dolusu çöller, dağ­ lar dolusu milyonlarca Türkler birden kımıldandılar hare­ kete geçtiler ... Darı, yulaf suyundan aşlıklar, kısrak sütün­ den mayalı, köpüklü kımızlar hazırlandı; kurt, koyun, sin­ cap, tilki, ayı derilerinden kürkler dikildi. Bölük bölük yo­ la çıkıldı ve: Tanrı'nın sözüyle, Güneş'in iziyle, Babya yollanın! Babya yollanın! şarkısı söylenerek, kona göçe, ağır ağır akmaya, ilerle­ meye başlandı. ***

64


Türkler' in ilk hanı olan "Kara Han" ölmüş ve onun ye­ rine ihtiyar "Oğuz Han" geçmişti. Fakat Oğuz Han ihti­ yardı. Onun göçmeye gücü yoktu. O buralarda yaşlılarla kalacak ve "Varan gelmez" diyarına yalnız yiğit erler ve körpe kadınlar gideceklerdi. Bunların başına Oğuz'un altı oğlu Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han geçecekler ve yollarda rastladıkları Gol, Mo­ ğol, Tatar, Macar, Bulgar, Kalaç, Kırgız, Tunguz, Başkır, Uygur, Yakut, Sart, Tacik, Tarançı, Buryat, Özbek, Türk­ men, Peçenek, Hun kardeşlerini hanlarıyla, beyleriyle, ağalarıyla, hünkarlarıyla beraber alacaklardı. Bu şekilde Oğuz Han'la beraber atalar, analar, bozkırlarda yurtların­ da kaldılar. Ağalar, gençler yola düzüldüler. ***

Türkler'e göre ademoğlu dam gölgesinde doğar, gök altında ölürdü ... Bir kimsenin değeri ilk önce gücüyle, sonra silahıyla belli olurdu. Türkler babalarından, analarından çok ulularını sayar­ lar, severlerdi. Alhn Ordu' da kanun, "yasak" [kural] iki kelimeden ibaretti: Sıra, saygı! Herkes sırasını, haddini, yerini bilecek, herkes büyüğü­ nü tanıyacak, sayacak .. İşte o kadar ... Bu iki kelimecik mil­ yonlarca halkı idareye yeterdi: Sıra, saygı! ***

Altın Ordu'nun göçmesi yıllar sürdü. Her lider oyma­ ğını arkasına almış, emrini dinletiyor. Gelecek hakkında umutlar besliyordu. Hanlardan kimi İran'ın hazinelerine, 65


baygın bakışlı, kumral saçlı dilberlerine, kimi Arab'ın sal­ tanahna, iri gözlü, uzun kirpikli güzellerine; kimi Batı'nın eğlencelerine, ak tenli, ince belli güzellerine kavuşmak is­ tiyor, emri alhndakilere o yolda öğütler veriyordu. Yolda hanlardan bir kısmı ecelleriyle ölüyor. Dağ Han'ın yerine Alhn Han, Deniz Han'ın yerine Kaya Han geçiyordu. Karanlık, yağmurlu, fırhnalı bir gecede, Ural dağları eteklerinde Ay Han ve Yıldız Han'ın beraberindeki oy­ makların yoldaşları yollarını kaybettiler. Doğuya doğru giderken kuzeye ve Kuzgun Denizi sahiline geldiler ve gölün kıyısını tutarak Türkistan'a doğru indiler. Artık Altın Ordu' dan ayrılmışlardı. Buralarda çata çarpışa, saldıra dövüşe, etrafı kapladı­ lar... Hindistan'a döndüler. İran'a girdiler, Kafkasya'ya çıktılar, Irak tarafına, Arabistan'a yayıldılar. Amir oldular, emrettiler. Rast geldikleri boyunları eğdiler, kolları büktü­ ler. Durmuş yürekleri çarptırdılar. Soğumuş kanları kız­ dırdılar. Bükülmüş belleri doğrulttular. İnsanlara büyük­ lük nedir, anlattılar. Şan nedir, tattırdılar. Hayat nedir, öğ­ rettiler. ***

Diğer taraftan Altın Ordu durmayıp ilerliyordu. Rus­ ya'nın güneyini, kuzeyini, Kırım'ı, Finlandiya'yı Lapon­ ya'yı kaplıyordu. Gün Han kumandasında- bir kısım Bul­ garlar ayrıldılar. Dobruca Ovası'ndan aşağı, Balkan dağla­ rının eteklerine sarıldılar. Koyunlarını saldılar. Buralarda kaldılar. Çelik Han kumandasındaki Macarlar, Hunlar Karpat 66


tepelerinin etrafında durdular. İlk yurtlarında bozkırlarda pek az gördükleri bu yeşil yaylaları, berrak dereleri sevdi­ ler. Çadırlarını kurdular. Atlarını ürettiler. Ordunun son kısmı Cermanya, Gol, ülkelerine kadar sokuldular. Ruhlarından, ateşlerinden, kuvvetlerinden oralardaki kansız, cansız insanlara ruh, ateş, kuvvet aşıla­ dılar ve böylece bugünkü canlı, ateşli, kuvvetli insanlık meydana çıkh. Meydana çıktı, fakat bunlar da kardeş ol­ duklarını unutuverdiler. O halde ki diğerine saldırmaya, birbirinin vücudunu dünyadan kaldırmaya başladılar... Acaba bunlar bir gün olup da damarlarında hala, kı­ mızla beslenen atalarının kanı mevcut olduğunu ve dede­ lerinin torunları hala Türkistan ovalarında, Sibirya çölle­ rinde, Ural eteklerinde sefil ve kimsesiz süründüklerini anlamayacaklar mı? Anlaşamayacaklar mı? Yoksa gafil, cahil birbirlerini yiyip gidecekler mi?

67



Üzümcü -Veled Çelebi Efendi'yeBüyükada' da Temmuz başları. Öğle üstü. Güneşin eri­ yip, toprakları, yaprakları kavrayıp kavurduğu, yalayıp parlattığı bir gün. Gökten dökülen sıcak, yanakları yakı­ yor, göğüsleri eziyor, nefesleri tıkıyor. Elle tutulabilir bir alev haline geliyor. Ortalık gözleri kamaştıracak derece aydınlık. Karşıdaki çamlar yanık, siyah birer leke gibi du­ ruyor. Bu kadar ışığa dayanamayan gözler, sönüyor ve kapanan göz kapakları altında kımıldanmak istemiyordu. Yer gök, bir kor halinde için için yanıyordu. Baygın, geniş sessizliğin içinden ta uzaklardan, iskele tarafından, yankılar oluşturarak korkunç, ağır başlı bir ses kükredi: - Kaarpuuz! Karpuz! Köşklerin camlarına çarparak, çamların tepelerinden aşarak, kızgın bir kartal heybetiyle dağların sırtlarından uçan bu sesten ürken bir küme güvercin karşıki çamlıktan havalandı. - Kaarpuuz! Bu sese Nizam tarafından, daha dik, daha iri bir ses yankı gibi cevap verdi: - Çaavuuş! Sessizlik. .. Sanki bu dik, kalın, büyük sesin heybetin­ den varlıklar bir saniye için, ürkmüş, titremişti. Sessizliğin altında sinmiş duran dağlara, denizlere bu iki sesin yük­ sekliği hakimdi. 69


- Çavuuuş! Çavuuş!. .. Sesi kadar yüksek vücudu, değirmi [yuvarlak] ve kır sa­ kalı, açık ve yanık göğsü, kalın tozluklu baldırları, saf çeh­ resi, arkasında seksen okka çeken iç içe geçmiş iki küfesiy­ le bu erkeklik heykeli şimdi karşımda duruyordu: - Baba sen kumanda eder gibi üzüm satıyorsun. Sesin gürlüyor! - Bağırmıyorum ki... Üzümünü verdi. Yukarıki tepeye tırmanmaya başladı. Etrafı çınlatıyordu. - Ça�uuuş! Ben bu sese, bu sesi oluşturan öze vurgunum. Şimdi yanımızdaki sokaktan bir satıcı daha geçiyor. Bi­ raz daha uzaktan "Çalı fasulyeee, kemer patlıcaan!" sesle­ ri alçaklarda paytaklanarak yayılıyor, bunların üstünde uçan "Çavuuuş!" haykırışının yanında bu yıpranmış, çat­ lamış sesler ne kadar aciz, ne kadar cılız kalıyordu. Evin arka penceresine koştum. Üzümcü tepeye varmış­ tı. Yolun kenarındaki kayanın üstüne küfesini koydu. El­ lerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafına soktu. Açık göğ­ sü, çıplak, sert baldırlarıyla bir kuvvet anıtı şeklinde dur­ du. Kibirli, kalın kaşları altında hükmedici, ağır dönen iri gözlerinden fırlayan bakışlarıyla, Marmara'nın dalgaları­ na, karşıki sahile, mavi göğü, lacivert deniziyle, altın kö­ püğü renginde güneşinin ışığıyla mavi gözlü, sarı saçlı bir kıza benzeyen sevimli, sevgili yurdunun taşına, toprağına derin derin baktı ... Bu bakıştaki esrar, bu bakıştaki feryat, memleketi için: "Allah! dedim yatağana dayandım; Ben seninçün al kanlara boyandım." beytinin gururlu bir açılımıydı. Pencerenin önünde bu canlı kaleyi hayretle, hürmetle

70


seyrediyor; bunun kura neferi halinde üstünde mavili, kırmızılı yemeni sarılmış, kalıpsız, püskülsüz fesi, ayağın­ da yırhk çarığı, sırtında alaca mintanının üstünde, koyun postundan dağarcığı olduğu halde sırayı bozmamak için bir kuzu gibi seğirte sıçraya, Harbiye Nezareti'nin büyük kapısından içeri girdiğini görüyordum. Bugün uçuk benzinle, yırhk cepkeninle bir vatan kur­ banı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker oca­ ğından, yann yeni elbisenle, kızıl fesinle bir amir kuru­ muyla çıkarsın. O zaman, bugünkü zayıf, yann güçlü bir kahraman olur; bashğın yerleri titretirsin! Ahn dizginini kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omzuna vurup, süngü­ nü takhğın vakit bugünkü köylü, yann korkunç bir asker olur; asileri sindirirsin! Tarlanı çapalar, davarını güderken hakaret görürsen bugünkü koyun, yann yırhcı bir kaplan kesilir; yuvanı bozanları ezersin! Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vücut yalnız asker elbisesi giymek, bu sert pençeler yalnız silah kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yarahlmışhr. Senin o tabur halinde bir çelik kütlesi kahlığında yü­ rürken takındığın o sağlamlığı, o ağır başlılığı görüp de, sana güvenmemek, seni sevmemek mümkün değildir. Sen gürbüz annenin, gür ve temiz sütünü daha emer­ ken, kendine güven, kararlılık ve dayanıklılık, itaat ve hükmetme gibi amir olmak için yarahlmış bir cinsin er­ demlerine sahip olmuşsun. Bu hakimiyet ilkelerini başka milletler mekteplerde, medreselerde anlarlar. Sana bu üs­ tünlükleri annenin iri siyah bakışı, babanın kükreyen dik sesi, Kur'an'ın esrarengiz ahengi öğretmiş. Yırhk poturunla [şalvarınla] da kendinden eminsin; mahkum olsan da hakimsin; yaltaklanmadan çok, büyük­ lenmeye yatkınsın; fikrinde azmin gibi sabitsin; sertsin, sertliğinde kabalıktan, bayağılıktan çok amirlik kuvveti, 71


soyluluk laubaliliği vardır. Hiddetle yıldırım gibi gürledi­ ğin halde, kalp inceliğiyle bir bulut gibi ağlarsın; saflıkta bir melek, ısrarda bir devsin .... Onun için dünyada eşi bu­ lunmaz bir millet olmuşsun. Düşündüğün zaman bir ars­ lanın ölçülü tedbiriyle ağır ve sakin duruşundan, kızdığın vakitki azim ve şiddetin anlaşılmaz. Uzun kirpiklerin al­ tında utangaç ve durgun düşünen iri gözlerin bir kere açılmasın; kalın kaşların bir kere çahlmasın; o zaman var­ lığın, benliğin köpürür taşar; o zaman büyüklüğün, haş­ metin parlar, yükselir. O zaman zorlayıcı olursun. Bu aca­ yip yarahlış sırrını bilmeyenler, yanılırlar. Büyüklere karşı saygın bizzat sayılmayı sevdiğinden­ dir; itaat etmen sana itaat edilmesini istemendendir. İnce işlere alışmaya vaktin olmasa bile, zor pazıya bağlı teşebbüslerden lezzet alırsın. Kara topraktan ak ekmeğini çıkarırsın. Fikrinde kararlı, sevginde kararlı, savaşta kararlısın. Yeniliğe çabuk alışmazsın, fakat bir defa da alışırsan bı­ rakmazsın. Safsın; seni çekemeyenler böbürlenmekle de­ ğil, genellikle sana yaltaklanmakla seni zarara sokarlar ... Ayakların, kolların bir boğa gibi ağır ağır kımıldarken tav­ rından, tükenmeyen bir tahammül, yılmayan bir azim açı­ ğa çıkar. O engin denize benzersin ki yavaş yavaş coşar ve coşunca da pek hırçın olursun. Maddi çıkarlara önem vermezsin. Para denilen maden parçasına itibar etmezsin. Suçun budur: Müsrifliği soylu­ luğun gereği sayarsın. Ağırbaşlılığın benliğine üstün gelir. Cananını canına tercih edersin. Ekseri başkaları için yaşar, başkaları için çalışır, başkaları uğruna ölürsün. Başkaları seni beğendiği halde sen kendini sevmezsin. Ne zaman köyünde, önüne bir önlük koyup makine başına geçecek, ne vakit eline pergel alıp masaya yaslanacaksın? Ne zaman dükkanının 72


tezgahında sermayenin karını hesap edeceksin? Fakat va­ kit kalıyor mu? Keseni doldurmak için değil, karnını do­ yurmak için kullandığın sabanın demirini tarlanın orta­ sında bırakıp tüfeğin çeliğine sarılıyorsun... O sınır bo­ yundan bu sınıra koşuyorsun. Bulgaristan' da ölüyor, Yu­ nanistan' da ölüyor, Acemistan' da ölüyor, Sırbistan' da ölüyor, yalnız yurdunda, köyünde ölemiyorsun. Sevgilin Ayşeciği doya doya öpemiyor, yavrun Mehmetçiği seve seve büyütemiyorsun... Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür inlemezsin... Kanınla çorak kumlukları sularken ekmeğini alnının teri­ ne batırır yer, yine düşman karşısına yaralarınla beraber her yerde bir korunak gibi çıkarsın ... Sen zalim heybetinle bir mazlumsun; ninenin atanın bucağında bir garip; ana­ nın babanın kucağında bir yetimsin! Dul analarla dolu olan şu Anadolu bir üvey anne kadar sana cefakardır ... Sen doğunun kınına giremeyen bir kılı­ cısın; dövüle dövüle tavlanır, vurula vurula kırılırsın. Yi­ ne her parçandan bir kıvılcım, her kıvılcımından bir şim­ şek çıkar. İlahi bir kuvvetin, sonsuz bir bereketin var ey Türk! 13 Teşrin-i evvel 1327 [26 Ekim 1 91 1 )

73



Sümbül Kokusu Bugün pazardı. Budapeşte Üniversitesi Tabii Bilimler Bölümünde okumakta olan Hüseyin Arif, Macar başkenti­ nin loş, rutubetli, güneşsiz sokaklarının birinde, bu mille­ tin talihi gibi gamlı, terk edilmiş bir apartmanında, fakira­ ne odasının kenarında, tahta bir masanın üstünde duran bir gün evvelki gazeteyi aldı. Tekrar okumaya başladı. Ça­ nakkale' ye dair İstanbul' dan, Berlin' den, Londra' dan ge­ len telgrafları süzdü. Karadan ve denizden hücum devam ediyor, Boğaz' a döktüğümüz torpiller toplanıyor, Kumka­ le'ye Seddülbahir'e Anafarta'ya çıkan İngiliz, Fransız as­ kerleri ilerliyorlar ... Her satır bir hançer, her nokta bir kurşun gibi beynine saplanıyordu. Darmadağın olmuştu. Yüreğini kaplayan ateşli bir acı göğsünü yakıyordu. Romanya, ülkesinden askeri malzeme geçirtmiyordu. Bizim de silah ve cephane tezgahlarımız yeterli değildi. İstanbul'un savunulmasın­ dan ümidini kesmişti. Halbuki İngilizler, Fransızlar, dün­ yanın bu iki ileri milleti yerden, gökten, denizden, yıldı­ rımlarıyla, volkanlarıyla, cehennemleriyle kapımızın önü­ ne gelmişlerdi. Onların savaş gemilerine, uçaklarına, de­ nizaltılarına karşı koyacak neyimiz vardır? Bir göğüs, bir pazu. İşte bu kadar! Hay Allah'ım! Bu göğüs çökecek, bu pazu kıvrılacak. Şimdi vatanı, İstanbul bütün camileriyle, saraylarıyla mavi göğü, mavi deniziyle, saz benizli narin kadınlarıyla, 75


ince, uzun boylu sinirli gençleriyle, ağır ve üzüntülü bir halde yürüyen ihtiyarlarıyla gözünün önüne geliyor ... İslam'ın gözü, Türk'ün kalbi olan bu renk ve nur dura­ ğı memleket pek temiz, pek bakımlı, pek güzeldi. Onun yıkık duvarları, Avrupa'nın dargın sisler, durgun isler al­ hnda kaba, kirli, kara, yaslı köşklerinden daha güler yüz­ lüdür... Onun çarpık kavuklu, yan fesli harap mezarlıkla­ rı buraların üniversitelerinden, kütüphanelerinden daha anlamlı, daha düşündürücüdür ... Oranın hamalları, fakir­ leri buranın lordlarından, milyonerlerinden, daha soylu, daha delikanlıdır ... Buranın düzgün, kara sokaklarından oranın beyaz, mavi kaldırımlı eğri yolları daha ışıklı, daha neşelidir. Avrupa'nın bir şehir büyüklüğündeki fabrikala­ rından, içlerinde bir usta ile bir çırak çalışan küçük dük­ kanların ürünleri daha sanatlı, daha kıymetlidir. .. Kalbinin e n derin, en ateşli köşesinden bir çığlık kopar­ dı: - Allah! Ey İslam'ın Allah'ı! Düşman, vatanımı çiğne­ mesin, çiğnetme! Bulutlu düşünceler zihnini kapladığı sırada uzun siyah kirpikleri arasından iki şimşek çakh. Damla damla ağladı. Bu bir rahmetti. Gözlerini sıktı. Dar ve karanlık odacığın­ da gezinmeye başladı... Sonra masasının gözünü çekti. Ufak, paslı bir rovelver [tabanca] çıkardı. Fişeklerini yokla­ dı. Annesinin, ablasının, sevdiklerinin hayallerini gözle­ riyle öptü. Kağıt ve kalem aldı ... Takatsizdi. Avluya bakan pencereyi açtı. Bir parça hava istiyordu. Pencere önünde duran ve dört gün evvel ev sahibesi­ nin hediye ettiği küçük saksıdaki sümbüle doğru eğildi. Onu kokladı... İrkildi... Çekildi.. Düşündü.. Ağlayarak tekrar saksının üstüne kapandı ... Kaldı. Sağ avucuyla çiçe­ ği yüzüne, gözüne çekti, sürdü. Yine kokladı, kokladı, 76


kokladı. Zihninde bir baygınlık, gönlünde bir aşk, bir sec­ de coşkusu vardı. Kendisini kaybetti. Bu sırada kapı vurulmuştu. Dudakları çiçeğin kıvrım­ lan arasında olduğu halde mecalsiz "Gel!" dedi. Karşısın­ da Mehmet Siyavuş'u buldu. Hemen saksıyı kavradı. - Şunu kokla, kokla Mehmet! dedi. Mehmet Siyavuş, arkadaşının perişanlığından, heyeca­ nından ürkmüştü. Yavaşça içine çekti. - Hayır, iyi kokla! Derin kokla! Gözlerini kapayarak kokla! Koklarken gözlerinin önüne ne geliyor? Neresi ge­ liyor? Söyle! Allah aşkına bütün ruhunla, bütün nefesinle kokla! Arkadaşının yüzüne doğru çiçeği tutuyor, itiyordu. Mehmet Siyavuş: - İstanbul kokusu! - Değil mi? Değil mi? Fakat neden böyle? - Hani mart içinde, nisan, mayısta Köprü [Galata Köprüsü] başında, sokak köşelerinde geniş işportalar, kola ta­ kılan ince, uzun sepetler içine laleler, zerrinler, şebboylar, menekşeler, "Bahariye kokuları!" diye bağıran kara yağız, bıçkın kıyafetli satıcıların önünde demet demet saçılan bu koku. Beşiktaş'ın, Eyüp'ün fulya tarlalarının kokuları... Ruhanf bir medeniyet, kutsal bir nezaket kokulan! Ah! Vatan! "Misk gibi kokusu canlarda tüter! " Güneşi böyle, göğü böyle kokar değil mi? Viranesi böy­ le, bakımlı yerleri böyle kokar. Sarayı böyle, kulübesi böy­ le kokar değil mi? Fakat bu mübarek bahçe elimizden gi­ diyor. İstanbul'u kaybediyoruz. Şimdi korkunç bir sessizlik. İki genç, boyunları bükül­ müş, kalpleri durmuş, gözleri fırlamış düşünüyorlardı. - Evet, nasıl karşı duracağız? 77


- Nasıl karşı duracağız? - Bu sefer mutlaka ... Yok, söylemeye dilim varmıyor. - Ooff! - Allah aşkına şu sümbülü bir daha kokla! İşte bir yaz akşamı, Kalender' in, yanakları, saçları, elle­ ri okşayan yumuşak, tatlı, ılık, iç gıcıklayıcı rüzgarı ki ru­ hu mavi ışıklara sarar... İşte küpeştesi mavi ipek örtülü iki çifte narin bir kayığın içinde ak bulutlaTa bürünmüş iki yıldız, iki yaşmaklı taze hanım, şair Nedim'in iki berceste mısraı, iki demet sümbül... İşte yıldızlı bir gece, Anadolu sahilinin arka koruları arasından gelen bülbüllerin nağ­ melerine, görünmez bir sandaldan yüksel bir "hey heey" ahengi bürünüyor, sanırsın ki yıldızlar ışık şarkıları söylü­ yor ve çiçekler koku ötüyorlar. - Şu sümbülü ver, bir daha koklayayım. İşte, Babıali Caddesinden geçen iki üç efendi ki sarımtırak simalarıyla, inceliği dünyanın hiçbir tarafında inkar olunamayan asil ve ağırbaşlı eğilişleriyle tanıdıklara selamlar veriyorlar. İşte Beyazıt Camii'nde bir teravih namazı ki bütün bir mil­ letin saf ruhu secde halinde, Allah'ın huzuruna serilmiş ... İşte bir eski kafesin arkasında doğunun bütün şiirsel inle­ yişlerini dile getiren bir ud sesi! İşte Bolayır'da Kemal'in mezarı! Azizim, camileri, medreseleriyle, imaretleri, sa­ raylarıyla, bütün bir medeniyetin, üç yüz milyon İslam'a ait bir medeniyetin, bir varoluşun dayanağı Türk'ün, Os­ manlı'nın güzellikleri, büyüklüklerin başkenti gidiyor. - Gidiyor ha?! Hüseyin Arif şimdi fırlamış: - Yaşamak alçaklıktır! diyerek revolverini tekrar kavramıştı. Siyavuş üstüne ahldı. - Hayır, sanırım ki böyle, odada ölmek alçaklıktır! de­ di. 78


- Ne yapabiliriz? - Çanakkale'de ölebiliriz! - Bundan ne olur? - Analarımızdan evvel kendimizi çiğnetmiş oluruz. Ben gidiyorum! Hüseyin Arif: - Ben de geliyorum Mehmet! Birbirlerinin ellerini sıktılar. O akşam lokantada rast geldikleri bir gazeteci bunlara demişti ki: - Çanakkale savunması yalnız hilafetin devamlılığını değil, Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın da kabalığı­ nı sağlayacak ve Rusya'nın çöküşünü hazırlayacaktır ve tarih Türkiye'nin önemini o zaman anlayacaktır. İki gün içinde eşyalarını sattılar. Üçüncü gün pasaport­ larını vize ettirmek için elçiliğe başvurdukları sırada: - Öğrencilerin askerlikleri ertelendi, diyen katibin duygusuz gözlerine baktılar ve ceketleri­ nin yakasındaki iliklerine taktıkları bir sümbül çiçeğini derin derin koklayarak ve önlerine bakarak usulca: - Biz gönüllü gidiyoruz! dediler. 3 Şubat 1334 [3 Şubat 1 918]

79



Turhan Nasıl Çıldırdı Turhan'ı İskenderiye'den İstanbul'a getiren vapur Adalar Denizi'nin lacivert suları üstünde kayıyordu. Ni­ sanın mehtaplı bir gecesi. .. Akşam yemeğinden sonra yol­ cular yemek salonundan birer ikişer güverteye çıkıyorlar, kadınlarla beraber olanlar konuşuyorlar, gülüşüyorlar. Bekar erkekler, kafeste arslanlar gibi aşağı, yukarı gezini­ yorlar. Yalnız seyahat eden kadınlar, katlanan iskemlelere uzanmışlar, uzaktan, uçan bulutlara, süzülen aya bakıyor­ lardı. Turhan da o gece bir hayli gezindikten sonra dü­ mencinin kamarasına arkasını dayamış, üstüne koyu şef­ faf tül çekilmiş, durgun göğe, uzaklardan, altın gözlerinin etrafındaki sırma kirpiklerini kırparak denizin beyaz gömlekli dalgalarıyla cilveleşen yıldızlara bakıyor, gözle­ ri Akdeniz'in alaca karanlığı arasında dalıyordu. Bir saat kadar böyle kaldı. Arhk yavaş yavaş herkes kamarasına çekiliyordu. O da indi. Beş dakika sonra arkasına kalın paltosunu geçirmiş olduğu halde tekrar göründü. Elektrik fenerinin alhndaki iskemleye uzandı. Cebinden çıkardığı ufak defteri, günlük hahralannı açh. Birkaç gün evvel yazdığı sahrları okudu. İçini çekti. Sayfayı çevirdi. Ortaya, "Cuma 1 8 Nisan 1327 [191 1 ]" tarihini attı, yazmaya de­ vam etti: "Üç gündür Akdeniz' de dolaşıyorum. Türk bayrağını çekmiş bir gemiye rast gelmedim. Yunan bayrağı, İngiliz bayrağı, İtalyan bayrağı, Fransız bayrağı ... Nerede Oruç Gaziler, Turgut Reisler, Barbaroslar, Piyaleler, nerede? Napolyon bir zaman Akka' da "Asya bir adam bekli81


yor!" diye ayağını yere vurmuş. O adam! Hani? O adam, o adam ben olacağım! Bu çeliği ben cilalayacağım.. Bu peygamberler yurdunda, bu kahramanlar diyarında alim­ ler, mucitler, zenginler yetiştireceğim. İlim ve düzen... Bu iki çakmaktan . Bir ışık çıkaracağım. Asya! İnsanlığın anası Asya! Türk! İnsanlığın babası Türk, evladının nefret ettiği bir varlık olamaz. Asya'ya nur, Türk'ün meşalesinden uçacak. Afrika'ya medeniyet, İstanbul' un medreselerinden geçecek. .. İstanbul' dan Teb­ riz' e, bir kolu Baku'ye, Tiflis'e uzanmak üzere, çifte hatlı bir demiryolu yapılacak. İran'ın, Türk ilinin halıları Avru­ pa'ya yayılacak. Kaf Dağından akan ateşler denizleri aşa­ cak. El-ariş'ten Akabe'ye açılacak bir ikinci kanalla Kızıl­ deniz'e başka bir geçit bulunacak. Bu kanal yalnız Türk­ ler'in malı kalacak. Havran'ın buğdayları, Irak'ın petrolle­ ri, dört hatlı bir demiryoluyla Basra' dan İskenderun' a dö­ külecek... Türk ilinin her bucağında ahalinin yeteneğine, ihtiyacı­ na göre mektepler, medreseler, kurumlar açılacak: Trab­ zon' a ticaret kaptan mektebi, Diyarbakır' a, Anteb' e, ilahi­ yat medreseleri, Erzurum'a askeri okul, Bursa'ya, Sivas'a, Uşak'a tekstil, Kastamonu'ya tıbbiye, İzmir'e, Kayseri'ye ticaret, Adana'ya ziraat okulları, Bolu'ya aşçılık, Erzin­ can' a demircilik kurumları açtıracağım. İzmit'te, İskende­ run' da gemi tersaneler kuracağım. Her ilin iklimine göre, köyler için birer ikişer odalı ka­ gir evlerin planlarını yaptırıp, inşaatlarının tarifleriyle be­ raber il ve ilçe merkezlerine göndereceğim. Temiz bir yu­ va, insanlara sıhhat ve şahsiyet yüceliği verir. Mimar mü­ fettişler gezdirerek bir iki sene kadar Türk ilinde telkinler­ de bulunacağım. Haydutları, hayvan hırsızlarını astıraca­ ğım. 82


Hilafet merkezi İstanbul'u ikinci bir İslam Kabe'si ya­ pacağım. Şeyhülislamlık kurumunda, Mısırlı, Faslı, Hint­ li, Çinli, Cavalı, Cezayirli, İranlı, Rusyalı, Kafkasyalı Müs­ lümanların en alim ve etkili imamlarından meydana gelen bir dini danışma kurulu oluşturacağım .. Onlara din hü­ kümlerini düzenlettireceğim. Bu sayede tutarlı, düzenli bir dini kurallar kitabı meydana getireceğim. "Asya'daki Türk illerine bir bilim heyeti göndereceğim. Oraların tarihini, adetlerini, ziraatını, sanatlarını, dillerini araştırarak, bir Türk müzesi kurup, bir Türk ansiklopedi­ si yayımlayacağım. İstanbul'u bir İslam medeniyeti örneği yapacağım. Baş­ kente bir İslam ve Türk kimliği giydireceğim; burasını medreseleriyle, bahçeleriyle, şadırvanlarıyla, sebilleriyle, camileriyle; tekkeleriyle, kütüphaneleriyle, hamamlarıyla, saçaklı, avlulu, dehlizli, kagir binalarıyla, yarış, ok talim meydanlarıyla, güreş, antrenman, atış alanlarıyla, düzenli yazısıyla, üniversitesiyle, matbaalarıyla ve kongre salon­ larıyla, İslam dünyasının her tarafından gelecek öğrencile­ rin kalacağı yurtlarıyla, hastaneleriyle, tiyatrolarıyla, kon­ servatuarlarıyla, bankalarıyla, fabrikalarıyla, İslam ve Türk kavimlerine ait müzeleriyle bir İslam ve Türk feyiz [ilerleme, gelişme ve huzur] merkezi yapacağım. Milletim, o dünkü boğa, bugün bir kaplumbağa olmuş, onu kafesinden, eğreti kafesinden, umutsuzluk ve cehalet kafesinden kurtaracağım. Ona benliğini, ümidini, gururu­ nu, efendiliğini, hakanlığını iade edeceğim. Allah'ın sevgilisi olan Peygamber'in mübarek hırkası­ na sarınmış, kutsal sancağına bürünmüş, Hz. Ömer Fa­ ruk' un adalet kılıcına dayanmış, zeki, bilgili, cesur, alçak­ gönüllü bir halifeye dört yüz milyon İslam özlerini, gözle­ rini diksinler, onun yol göstericiliğiyle, onun ışığıyla, ba83


nş yolunda, hayat yolunda ilerlesinler, zenginleşsinler, mutlu ve kutlu olsunlar. Halifenin mukaddes adını ana­ rak camilerde okunacak bir hutbenin anlamı bütün İslam dünyasını dolaşmalı ve bütün inananlara ulaşmalıdır!" ***

Artık güvertede kimse kalmamış, herkes birer ikişer kamaralarına çekilmişti. Gecenin ıssızlığıyla daha gür yükselen çarkların gürültüsü, daha tizleşen denizin hışır­ tısı arasında Turhan, gizli benliği, gizli hayaliyle karşı kar­ şıya kalmıştı. Başını sandalyenin arkasına dayamış, gözle­ rini şimdi kendisine pek yaklaşan koyu kurşuni göğe, şimdi kendisine pek alışan ve yılışan oynak yıldızlara dik­ miş ve dalmış gitmişti. Rüyasında Yavuz Sultan Selim'i gördü. Cuma namazını beraber kıldı. Büyük hakanın hu­ zuruna çıktı. "Yazık ki dünya bir padişaha yetecek kadar büyük değildir!" sözünü tekrar işitti. Titredi. ***

Turhan'ın babası Kara Memişoğlu Süleyman, Manisa­ lıydı. Kardeşi Osman Çavuş'la 93 Moskof Savaşına katıl­ mışlardı. Biri Kafkas Cephesinde, diğeri Eski Zağra' da bu­ lunmuşlardı. Süleyman, Kafkasya'da Ruslara esir düşmüş ve tüfekçi ustası Osman Çavuş savaştan sonra köyüne dönmüştü. Süleyman ve Osman'ın Manisa' da kalan baba­ ları Kara Memişoğlu Selim Ağa ile anneleri Zehra Kadın vefat ettiklerinden, Osman Çavuş, mirasını kız kardeşine bağışlayarak Mısır' a göçmüştü. İskenderiye' de bir pirinç ve pamuk tüccarının yanına girmişti. İşleri öğrenerek tica­ rethane sahibinin güvenini kazandığından, patronu, üs84


man'ı kahve, biber, baharat alışverişi için Batavya'ya gön­ dermişti. Osman Çavuş, okuyup yazma bilmesi ve zekili­ ği yüzünden patronuna faydalı hizmetlerde bulundu. Alışveriş amacıyla Cava Adası'nın içerisine kadar gitti. "Selamet" şehri civarında kurulmuş küçük İslam hüküm­ darlıklarından biriyle ticaret ilişkisinde bulundu. Bu sıra­ da emirin [devlet başkanının] eski tüfeklerini tamir etti. As­ kerlerine talim etmeyi ve savaş tekniklerini öğretti. Hü­ kümdarın takdirini kazandı. Osman Çavuş, gürbüz, yakı­ şıklı bir zeybekti. Emir ona kızını verdi. Kendisini de veli­ aht etti. Osman'ın kaynatası iki sene daha yaşadıktan son­ ra öldü. Yerine Manisalı Kara Memişoğlu Osman Çavuş, hükümdarlık tahtına geçti. Küçük, harap memleketi bü­ yüttü. İmar etti. Kanunlar koydu, mahkemeler açtı. İstan­ bul' a öğrenci yolladı. Buradan bilim kitapları getirtti, ter­ cüme ettirdi. Herkesin sevgisini, hatta oralara hakim olan Hollanda hükümetinin bile saygısını kazandı. Kafkasya' da esir düşen Süleyman, Rusya' da hastalan­ dığından arkadaşlarıyla beraber memleketine dönemedi. Önce Moskova'ya, sonra Kazan'a gitti. Orada Hemşinli bir ekmekçinin yanında çalıştı. Manisa' da baba ocağında­ ki payını sattı. Ekmekçiyle ortak oldu. İşleri yolunda gitti. Birkaç sene sonra ayrı bir fırın açtı. Bununla da yetinmedi. Bir derici ile ortak oldu. Deri işleriyle de uğraştı. Bir otel satın aldı. Büyük şirketlere hissedar oldu. Zengin bir Ta­ tar'ın kızıyla evlendi. Biri kız, diğeri erkek iki çocuğu ol­ du. Çocukların eğitimine dikkat etti. Erkeğin adı Tur­ han' dı. Babası oğlunun gayret ve hevesini görerek onu sosyal bilimler ve hukuk eğitimi için Paris' e gönderdi. Turhan Paris'te eğitimini tamamlayıp babasının yanına döndü. Turhan, büyük sözlü, büyük fikirli, hırslı bir genç­ ti. Babası, oğlunu bir tüccar, bir iş adamı yapmak istiyor85


du. Genci kandırmak için harcadığı emekler boşa gitti. Turhan'ın arzusu siyasetle uğraşmaktı. Milleti için, İsla­ miyet için yaşamak, çalışmak istiyordu. Büyük bir isim bı­ rakmak emelindeydi. Bu ümit ateşi, bu iman nuru daima yüreğini, aklını yakar, geceleri uykusunu kaçırır, gündüz­ leri elinde kitap, harita saatlerce çalışır, saatlerce düşünür­ dü. İslamlar, Türkler, Tatarlar hakkında Fransızca' da, Rusça' da, Türkçe'de ne kadar kitaplar yazılmışsa okudu. Tatarların, Türklerin hatta Müslümanların geçmişteki güçlerinin ve bugünkü düşkünlüklerinin sebeplerini Ôğ­ rendi. Rusya'nın idaresindeki Tatarların milliyetlerini, dinlerini yavaş yavaş unuttuklarını gördü. Kazan' da çalış­ manın sonuçsuz bir gayret olduğunu anladı. Cava' da hü­ kümdar olan amcası Kara Memişoğlu Osman Sultan, nis­ peten bir cahil olduğundan yükselişi bir tesadüf sonucuy­ du .. İslam' a, istediği gibi hizmet edemeyecekti. Onunla haberleşmeye başladı. Amcası, Turhan'ı davet etti . Bu da­ vetten istifadeyle Avrupa'nın başkentlerini ve önemli şe­ hirlerini gezdi. Buraların müzelerinde, saraylarında, tapınaklarında İs­ lamlara ve Türklere ait, rastladığı levhaları, heykelleri, bi­ naları kalbinde gittikçe alevlenen bir ateşle inceledi. Rusların 1293 savaşında Kars ve Plevne' den aldıkları toplarımızdan Petrograd' da Varşavski Vagzal demiryolu civarında inşa ettikleri kule, daima bir kin heykeli halinde Turhan'ın karşısına dikilirdi. Viyana'da Stefan Kilisesi'ne kadar girmiş olan İslam düşmanlığını gösteren ve intikam hissini uyandıran ka­ bartma taş levhaya nefretle baktı. Belediye Müzesi'nde Kara Mustafa Paşa'nın resmini ve bahtsız kumandana ait olduğu söylenen kesik kelleyi ve gömleği gördü. Diğer müzede Bosna Hersek fatihi Kasım Bey'in kılıcını, Sokol86


lu Mehmed Paşa'nın, üstünde Esma-i Hüsna [Allah'ın gü­ zel isimleri] kazınmış tolgasını, Türk bayraklarını, Ziget, Petervaradin, Zanta savaşları tablolarını inceledi. Avusturya' da siyah şarapla şampanyayı karışhrarak "Türk kanı" namı verdikleri içkiyi içenlerin keyfine düş­ manlıkla bakh. Macarların kutsal saydıkları "Saint Etienne" (Sent İst­ van) tacının iç taraflarında "Türk kralı Geza" yazılı oldu­ ğunu ve hicretin beşinci asrından [XII. yüzyıldan] beri Do­ ğu imparatorları tarafından dahi Macarların Türk olduk­ larının kabul edildiğini öğrendi. Peşte'deki Macar Müze­ si' nde, Mohaç Muharebesi sırasında Macar kralı Layoş'un ölümünü, Belgrat kuşatmasını gösteren tabloları, Peş­ te' deki Köront meydanında ve Zigetvar kasabasındaki Zı­ rinyi namına dikilen heykellerde Osmanlı bayraklarının aşağılanmış halini gördü. Roma' da Sigistin kilisesinde Haçlı savaşlarını gösterir levhaları küçümseyerek seyretti. Floransa' da Galeri Ofis ve Galeri Pitti' deki padişahlarımızın, serdarlarımızın yir­ mi kadar portresini inceledi. Venedik'te Dojlar sarayında­ ki ve tersane müzesindeki deniz savaşlarımıza ait tablolar karşısında saatlerce daldı. Paris'te, Lüksemburg müzesinde "Şerifin Adaleti" na­ mıyla bir sarıklı herifin dört kadını kestiğini gösteren res­ sam Benjamin Konstan'ın tablosunu seyrederken bu kin­ dar hayal karşısında titredi. İnvalid kapısının önündeki, Birinci Abdülhamit zamanında dökülüp Cezayir' den Fransızların yağmaladıkları topları görmek istemedi. Ver­ sailles müzesindeki Kırım ve Cezayir savaşlarına dair re­ simler ve eski elçilerimizin Paris'te kabullerine ait tablolar karşısında düşündü. Almanya' da Heilbron şehrinde iki buçuk asırdan beri 87


her akşam saat beşte, ahaliyi Türk hücumuna karşı uyar­ mak için kiliselerde çalınan ve "Türk çanı" denilen çan se­ sini dinledi. Sekiz yüz sene İslam nurunun parıldadığı İspanya'ya geçti. Endülüs hükümdarı Birinci Abdurrahman tarafın­ dan yaptırılan ve bugün kiliseye dönüştürüldüğü için benzersiz süslerinin, oymalarının ve nefis Kur' an hatları­ nın üstüne badanalar sürülen 1083 mermer sütunlu ve 19 kapılı Kurtuba Camii'nin harabesini ziyaret etti v e nasılsa korunmuş olan mihrabının görkemi ve ruhaniyeti önünde secdeye kapandı. İşbilye'de tahrip edilen El-mansur Camii'nin Allah'ın birliğinden bir nişan gibi kalan minaresine, "Alkazar" ya­ ni El-kasr denilen Arap sarayından harem ve elçiler daire­ lerinin gözler kamaşhran gösterişine ve zarafetine hayran oldu. Gırnata'da Sierra Nevada dağları eteğinde, alçakgönül­ lü ve sade bir cephe altında, İslam medeniyetinin feyzini, gösterişini anlatan lacivertli, kırmızılı ve altın yaldızlı süs­ lerinin, güneşin yansımasıyla, bir cennet güzelliği halinde parladığı "Kal' atü'l-Hamra" veya sadece "Elhamra" deni­ len saraya hayran oldu. Dört yüz sene evvel, toplantı sa­ lonlarında dünyanın en derin bilginlerinin, en yüksek şa­ irlerinin, en büyük filozoflarının -ki hepsi Allah'ın birliği­ ne inanmış birer Müslüman' dılar- İslam hükümdarları ta­ rafından ne derece yüceltildiklerini bir daha hatırladı. Sa­ rayın arslanlar, iki kız kardeş, İbn-i Sirac ve adalet daire­ lerini ziyaret etti. Arslanlar avlusunda "El-bereke" deni­ len havuz başında daldı. Bu havuzun etrafında İbn-i Sirac ailesinden, İspanyolların boğazladıkları otuz altı kişinin kanlı başlarının bu havuz içine atıldıklarını gözünün önü­ ne getirdi. İslam'ın hoşgörüsü doğrultusunda Hıristiyan 88


yobazlığının ne ceheru:ıem gibi bir çirkinliği olduğunu bir kere daha anladı. Sarayın ilk önce mermerden zannettiği kabartma süslerinin alçıdan imal edildiğini öğrenince bunların beş buçuk asır sağlam kalması için, inşaatı sıra­ sında İslam mimarlarının ne gibi ustalıklara başvurdukla­ rını anlayamadı. Eski süslemelerin zarifliği ve inceliğiyle, son zamanda İspanyollar tarafından yapılan restorasyo­ nun kabalığı dikkatini çekti. Dünyada güzellikte eşi bu­ lunmayan bu zariflik mihrabının pirinçten kapısının ok­ kayla satıldığını, İbn-i Sirac dairesinin oymalı kapılarının odun diye yakıldığını ve bu süslerin kireçle nasıl kıyılma­ dan badanalandığını, Katoliklerin kıymet bilmezliğini dü­ şündü ve kan ağladı. Kastilya kralı "Zalim" lakabıyla hatırlanan Don Ped­ ro'nun sarayına davet ettiği Gırnata hakimi Ebu Said'i üs­ tündeki mücevherlere tamah ederek şehit eylediğini, bu İslam emirinden çalıp, bir müddet sonra bir İngiliz pren­ sine verdiği yakutun İngiltere kraliçeleri taam süslemek­ te olduğunu öğrendi Bugün İngiliz kraliyet armasının bir parçası olan bu yakutta bir damla İslam kanının parlayan ve titreyen sonsuz kederini duydu. Avrupa' dan sonra Fas'a, Cezayir'e, Tunus' a, Mısır' a gitti. Galip milletler tarafından "Boriko" yani eşek sıpası diye anılan bir kısım Arapların aşağılanışını gördü. İsken­ deriye' den Bombay' a geçti. Hintli Müslümanları araştırdı. Batavya'ya, amcasının yanına ulaştı. Onunla günlerce tar­ tıştı. Osman Çavuş Sultan, gerçi cahildi. Fakat geçirdiği tecrübeler, maceralar onu olgun bir insan yapmıştı. Parlak zekası, doğru akıl yürütüşü vardı. Turhan' a: - Oğlum, dedi. İslam toplulukları arasında Türki­ ye' den başka bağımsız hükümet, Türklerden başka çalı­ şan bir millet kalmadı. Dinin temeli İslam'ın koruyucusu 89


Türklerdir. İstanbul'a git, yine kendi milletinden olanlarla çalış! İstediğin verim ve ilerleme imkanını orada bulur­ sun! Amcasıyla dört ay kaldı. Yine Mısır yoluyla İstanbul'a gitmeye karar verdi. ***

Turhan'ın bindiği Hidiviye vapuru, seher vakti İstan­ bul limanına girdi. Gümüş rengi sisten tüller altındaki yüksek minareleriyle, muazzam kubbeleriyle İslamiyet'in başkenti birden göründü. Tereddütler içinde bir gerçek gi­ bi.... Ahırkapı fenerinin önünden gemi yavaşça ilerlerken, Turhan güvertede seğirtiyor. "İşte padişalumın sarayı, iş­ te Sultanahmet, işte "Süleymaniye!" diyordu. Ayasofya tarafına bakmak, onun ismini anmak istemedi. Mosko­ va' da tanıdığı bir kahpe kadının da ismi "Sofya" idi. Onun adını "Hidayet Camii" koyuyor, bu ismi beğenmi­ yor. "Muhammediye Camii" diyor, bu ismi daha anlamlı buluyordu. Rusya'da, Paris'te tanıdığı Türklerden İstanbul'u, Be­ yoğlu'nu, Boğaz'ı öğrenmişti. Türkler hakkında yazılan bildiği dillerde eski ve yeni kitapları okumuştu. Rıhtıma çıktığı sırada, bu İslam başkentinin yerden bir avuç toprağını aldı. Ahdetmişti. öptü. Yüzüne, gözüne sürdü. Gümrükten çıktı. Bir arabaya bineceği sırada rıh­ tımda boylu boyuna kahvelerdeki, meyhanelerdeki şap­ kalı Yunanlıları gördü. Şaşaladı. Utanmasaydı, "Yanlış ol­ masın, burası İstanbul mudur? Burası halifeliğin merkezi midir? Burası Türk başkenti midir? ... " diye arabaaya so­ racaktı. "Saadet Oteli' ne çek." dedi. Oteli beğenmedi. Dü90


zensiz, kirliydi. Karar vermişti. Beyoğlu'nda oturmaya­ caktı. O gün Miraç Kandili'nin ertesiydi. Küçüklüğünden be­ ri dini bir hürmetle icraatının hayranı olduğu Yavuz'un türbesini, bugün öğleden sonra ziyaret etmek istedi. Ab­ dest aldı. Mini mini En'am-ı Şerif'ini [Kur'an cüzünü] cebi­ ne koydu. Bir arabayla Sultan Selim Camii'ne gitti. Cami­ nin güzel ve yüksek avlusunun ötesine berisine yığılan toprak ve taş kümelerine, bu ihmale canı sıkıldı. Selim'in, dört halifeden sonra, İslam'ın en büyük hizmetkarı olan o büyük Selim'in camii böyle bakımsız mı olmalıydı? Avlu­ nun kenar setlerine dayandı. Turhan'ın Haliç'e, Eyüp'e, Sarayburnu'na doğru süzülen bakışları dolaştı, döndü, Yavuz'un türbesi eşiği önünde titredi ve yükseldi. Kahra­ man hünkar ezeli tahtını bir kartal heybetiyle bu tepeye kurmuş, fikri gibi, göklere yakın yatıyordu. Ruhani bir çekim gücü Turhan'ı türbeye çekti. Yüreği çarparak kapıyı itti. Kapalıydı. Türbedarı aradı. Bulamadı. Düşündü: - Garip! Kandil günü, Miraç günü bu türbe ziyaret edilmez mi? İslamları birleştirmek için perişan olmakla övünen İslam halifesine hürmet bu mudur? Mekke ve Me­ dine'nin hizmetkarına hizmet bu mudur? Çaresiz, pencereye başını dayadı. Tozlanmış camların arkasından secde eden ruhuyla, mezarı yüceltmeye başla­ dı. Büyük, heybetli, beyaz örtülü sandukanın etrafına se­ def kakmalı bir parmaklık çevrilmişti. Sedef parçaları dar­ gın birer göz gibi parıldıyordu. Bu sadelikte yücelik vardı. Baş tarafındaki uzun kavuğun üstüne burmalı bir sarık sa­ rılmış ve ucu yan tarafa sarkıtı.lmış, sarığın üstünden ka­ vuğun al tepesi bir kıvılcım kızıllığında fırlamıştı. Baş ve ayak uçlarına tesadüf eden büyük iki pirinç 91


şamdanın mumlarının üstüne geçirilen yaldızlı külahların Üzerlerinden kayarak, kubbeye asılı avizenin billfırlarına yansıyıp ayrılan ikindi güneşi, titreyen, dönen, uçan, yine konan yeşil, sarı, mor, damla damla ışıklarıyla bu sade, gösterişsiz türbeye ahirete ait bir feyiz, cennete ait bir ihti­ şam veriyordu. Burası sade ve gururlu milletin, sade ve gururlu vicdanının örneğiydi. Turhan türbeye bakh. Feyze baktı. Nura baktı. Büyük hakanın, büyük şairin: Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden

[Sabah rüzgarı, bizim gülbahçemizden geçse, ateş kesilir.] mısranın görkemini bir kere daha anladı. Bu İslam kahramanının: Ey nı'.'ı.r-ı zah lem' a-i cay-ı muvahhidin! Ey mushaf-ı muhabbeti canan-ı mü'minfn! Maksad senin rıza-yı şerffindir, ey Şefi! Diğer tarfka kılmadım it' ab-ı müslimin! Eyle Selim-i bendene şefkat, şefaat et, Ey Şafi-i gürı'.'ı.h-ı günahkar u müznibin!

[Ey nuru Allah 'ın birliğine inanan müminlerin makamının ışığı olan! Ey aşk kitabı, inanmışların sevgilisi olan! Ey şefaatçi Peygamber! Amacım senin gönlünü kazanmaktır. Ben müslü­ manları da bundan başka bir yola yönlendirmedim. Ey günah­ karların şefaatçisi, senin kölen olan bu Selim 'e şefkat eyle ve Al­ lah huzurunda onun günahlarının affı için şefaatçi ol!] naat-ı şerifini [Hz. Peygamber'e övgü şiirini] hatırladı. Resullullah'a karşı bu padişahlara yakışan boyun eğişin, bu heybetli yalvarışın huzurunda Turhan erimiş gitmişti. Türbenin lacivert zemin üstüne kırmızı beyaz çiçekli halı­ sına gözleriyle, ruhuyla yüz sürdü. En'amını [Kur'an cüzü92


nü] çıkardı. Yavuz'un mübarek ruhuna bir Fetih Suresi okudu. Sandukanın etrafındaki rahleler üstünde açık du­ ran bir kaç Kuran-ı Kerim'i o mübarek ruhun açılmış ka­ natlan sandı. Saygıyla türbenin parmaklıklarını öperken, milletin düşüşünü, bayağılığını düşündü. Kalben feryat etti: - Selim, Selim! Çekip kılıncını yüksel mezar-ı pakinden Nezare sal yine bu safiline bir nevbetP

[Kılıcını çekerek o tertemiz mezarından çıkıp yüksel ve bu aşağıdaki halkını bir süre daha gözetip kolla!] dedi ve çıkh. Sultan Selim Camii'nde ikindi namazını kıldı. Kalbi gu­ rurlu, zihni aydınlanmış olduğu halde otele döndüğü za­ man "Bu Hasta Adam, varislerinin birer birer kakırdadık­ lannı görecek ve ondan sonra yine yaşayacak!" dedi. ***

Turhan İstanbul' da ilk tatil gününü halifenin Cuma Alayı'nı seyretmeye ayırdı. Bu manzaradan, bu görkem­ den, gönlü gurur ve sevinçle doldu. Turhan, arhk Türk Ocağı'nda dostlar edinmeye, üni­ versite derslerine dinleyici sıfahyla devam sırasında hoca­ larıyla konuşmaya, gazete idarehanelerine girip çıkmaya, İslamlık, Türklük hakkındaki fikirlerine dair başkentin ileri gelen alimleri, memurlarıyla görüşmeye, çekişmeye başlamışh. ·

Düşünce açısından kendisine yakın olanlarda gayret 1 Abdülhak Hamid'in "Sultan Selim-i Evvel'in Kabrini Ziyaret" şiirinden

alınrnışhr. (Hazırlayanın notu).

93


göremiyordu. Gayretli olanlar da onun ateşini yakıcı, za­ rarlı buluyorlar ve "Daha vakti gelmedi!" diyorlardı. O şimdi her şeye karşı köpürüyordu. Bankalarda, şir­ ketlerde işlerin Fransızca yürütülmesine, subaylarda Al­ manca deyimlere, bahriyelilerde İngilizce tavırlara, tekke­ lerde Farsça münacatlara [Allah 'a yalvarış ilahilerine], ma­ betlerde Arapça dualara karşı isyan ediyordu. Dikkat etti: Bu Türk başkentinde, ticaret dünyasında, yalnız Türkçe bilen Türk, bir iş bulamıyor, aç kalıyor. Yal­ nız Fransızca bilen bir yabancı ise her zaman başarılı olu­ yor ve konfor içinde yaşıyor. Turhan'ın dostlarından bir Türk, Düyun-ı Umumiy­ ye' de2 girdiği bir yarışmayı benzersiz bir başarıyla kazan­ mıştı. Herkes kendisini tebrik etmişti. Sonuçta yerine bir şapkalı alındı. Büyük memurlardan biri kendisine bu yok­ sun kalışın sırrını açıkladı. . . Avrupa'da eğitimini tamamlayan bir diğer dostu hü­ kümetin resmi bankasına girmek istemiş ve Rumca bilme­ diğinden reddedilmişti. Halbuki aynı bankada Türkçe ko­ nuşamayan pek çok memur ve memure vardı. Turhan sokakta, duvarlarda ve vitrinlerdeki, dükkan­ ların üstlerindeki Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hatta Rumca ilanlara, afişlere, reklamlara bakar, "Yarabbi! Bu memlekette bir zabıta, bir belediye, bir basın yönetme­ liği yok mu?" diye feryat ederdi. Çünkü Avrupa'nın hiç bir tarafında, yerlilerin dilinden başka bir dil, başka bir yazıyla sokaklarda ilan, tabela görmemişti. Burası Babil kulesi miydi? Paris'te, Londra'da, Newyork'ta, İstanbul'dan pek çok 2 Osmanlı Devleti'nin XIX. yy. da Bahlı ülkelere olan dış borcunun tahsili

için kurulmuş olan ekonomik kurum. (Hazırlayanın notu).

94


yabancı bulunduğu halde İngiltere' de, Amerika' da sokak­ larda İngilizce' den başka bir yazı görülmezdi. Birçok kahvehanede "Ena isketo", lokantalarda "Ona kutleta", iskelelerde "Ena pedi" çığlıkları çaresiz Tur­ han' ın kulaklarını törpüler, delerdi. "Bu nasıl milli, resmi dil? Bu nasıl memleket? Bu ne kayıtsız, duygusuz millet?" derdi. Genç düşüncesinin, dayanma gücünün üstündeki bu hallere karşı daima isyan ederdi. Kalın bastonunu kavra­ yarak, koca fesini basardı. Polis müdürüne, basın müdü­ rüne gider, baştan savulurdu. Gazetelere makaleler yazar, fakat sansür çıkarırdı. Büyük makamlara raporlar takdim eder, "gizli" işaretiyle evrak odalarına gönderilirdi. Bu şe­ kilde başarılı olamayınca, yeni ve ateşli bir nesil yetiştir­ mek için önce özel bir okula gönüllü, sonra yüksek okul­ lardan birinde kadrolu bir öğretmen oldu. Bir süre geçti. Öğrenciyi dersten başka şeylerle meşgul etme suçlamasıy­ la kınanmaya maruz kaldı. İstifaya mecbur oldu. Nihayet son bir denemeye daha kalkıştı. Babasına Rus­ ya' daki mülklerini satarak, işlerini tasfiye eyleyerek elde edeceği toplu parayla İstanbul' a gelmesini yazdı. Bu ser­ mayeyle modern ve yatılı bir okul açıp öğrenciye dini ve milli terbiye, uygulamalı ve teorik eğitim vererek girişim ve yeterlilik sahibi imanlı ve becerikli, yılmaz ve yorulmaz gençler yetiştirecek, aynı zamanda bir şirket oluşturarak, memleketinin, millettaşlarını yuvarlanmak üzere oldukla­ rı uçurumun derinliğinden haberdar eylemek için büyük bir gazete yayımlayacaktı. Bu gazetenin idarehanesinde bir konferans, bir konser, bir de okuma salonu kuracaktı. Dilimizin, yazım kurallarımızın sakatlığına, kusurları­ na okuluyla, gazetesiyle çareler bulacaktı. "Türkçe'de bir 'yazım meselesi' yoktur, yalnız alfabe meselesi vardır." derdi. Alfabenin düzelip dilimizdeki bütün sesleri karşıla95


yacak harfler bulunduktan sonra, yazım yönünü, dili iyi bilen bir lise dilbilgisi hocasının alh ayda düzenleyeceği­ ne inanıyordu Yirmi ciltten oluşmuş bir ansiklopedi ya­ yımlamak da en ateşli emeliydi. Bundan sonra, Türk ilin­ de Muhammedi'nin, Musevi'nin, İsevi'nin [Müslümanın, Yahudinin, Hıristiyanın] bir eğitimi, bir öğrenimi, bir dili, bir şiiri, bir musikisi olacakh. ***

Turhan iki seneden beri, Fazılpaşa' da tuttuğu kagir bir evi sedirler, divanlar, kavukluklarla süslemiş, Hereke, Bursa kumaşlarıyla döşemişti. Duvarlara İslam ve Türk hakanlarının ve ulularının resimlerini, ayetleri, hadisleri ve Türk şairlerinin şiirlerini içeren levhalar asmış, Kütah­ ya'nın çini parçalarıyla odalarını süslemişti. Yazı odasının kapısının üstüne: "Ey iman edenler! Din uğrundaki eziyetlere sabredin ve düşmanlarınıza karşı sabırla karşılık verin, sınır boyla­ rında cihad için nöbet bekleyin. Allah' tan korkun ki kur­ tuluşa eresiniz."3 ve büyük kütüphanesinin üstüne: "Yaratan Rabb'inin adı ile oku. O ki, insanı bir kan pıh­ hsından yarattı. Oku! Senin Rabb'in sonsuz kerem sahibi­ dir. O, kalem ile yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri " "' tti 114 oğre .

3

Al-i İ mran Suresi, 200. ayet. (Kitabın orijinalinde bu ayetlerin Arapçaları verilmiştir. Biz okuyucuların anlamasını kolaylaşhrmak için Türkçe an­ lamlarını vermeyi tercih ettik ve her ayetin hangi surede olduğunu da belirttik.) (Hazırlayanın notu). 4 Alak Suresi, 1-5. ayetler. (Hazırlayanın notu). 96


ayetlerini, yazı masasının üstüne, Sami'nin: Bil geldiğini mülk-i vücfida ne içindir, Sa'y et, olasın padişah-ı kişver-i irfan!

[Varlık dlemine ne için geldiğini bil! Çalış ki, bilgi ülkesinin padişahı olasın.] beytini ve duvara: "Ümmetim tek bir vücut gibidir." hadisini ve: "Mü'minler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltiniz."5 ayetini ve diğer tarafa RO.hi'nin: Mar ise aduvv, biz yed-i beyza-yı Kelfm'iz Tufan ise, dünya gamı, biz keştf-i NO.h'uz.

[Düşman, yılan ise, biz onları yok eden Hazret-i Musa'nın nurlu eliyiz. Dünya gamı bir tufan ise, biz Hazret-i Nuh 'un ge­ misiyiz.] beytini içeren levhalar ve sedirin arka tarafındaki duvara, üstüne ta'lik yazıyla: Vatan ne Türkiye' dir Türklere ne Türkistan! Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan!6 beyti işlenmiş bir Hereke seccadesi ve yatak odasında karyolasının başucunda asılı ve yeşil ipekli atlasa sarılmış Qlan Mushaf-ı Şerif'in [Kur'an-ı Kerim 'in] durduğu sedefli rafın karşısında: Uyandır çeşm-i canı hab-ı gafletten seher-hfz ol! Çemen bülbülleriyle subh-dem zikreyle Mevla'yı!

5

6

Hucurat Suresi, 10. ayet. (Hazırlayanın notu). Beyit, Ziya Gökalp'ındır. (Hazırlayanın notu). 97


[Can gözünü gaflet uykusundan uyandır, erken kalk! Sabah vakti, bahçenin bülbülleriyle birlikte Allah 'ı zikret!] içeren bir levha asmıştı. Salonun köşesindeki rafın üstünde, kenarları altın yal­ dızlı bir çerçeve içinde güzel bir rik'a yazı ile merhum Na­ mık Kemal'in 'Vaveyla'sı [ Vaveyla başlıklı şiiri] _ yazılmış duruyordu. ***

Bir mayıs gecesi . . . Turhan başını açmış, göğsünü aç­ mış, masasına dayanmış, önüne kitapları yığmış, defteri­ ne bir şeyler kaydediyordu. Kapı çalındı. Pek sevdiği ar­ kadaşı Selim Paşazade Kamil Bey girdi. - Niye bir haftadan beri Ocak'ta görünmedin? Son konferansından sonra seni herkes arıyor. Neredesin? - Rahatsızdım. Birçok da yazılarım vardı. - Birçok da kederin... - Daima! - Zehra nikah olmuş... - Evet! - Rahatsızlığının bir sebebi de budur. Benden saklama. Turhan sen Zehra'yı pek seviyordun. Hatta bu mu­ habbetine sen de şaşıyordun. Bana daima ondan bahsedi­ yordun. Onun bütün hayatına, bütün fikirlerine katılaca­ ğını söylüyordun. - Katılmasını sağlayamadım .. Felaket de bundan çık­ tı. Bu, hem benim felaketim hem milletin talihsizliği... Bu memlekette ne kızlar, ne erkekler, şimdi ne dini ne milli bir eğitim görüyorlar. Cahil, gösteriş düşkünü analar, gör­ güsüz, duygusuz babalar kendilerini göreneğe kaptırmış­ lar, geleneği unutmuşlar, ciğerparelerini duygu, din, ırk 98


ve çıkarları açısından farklı, yabancı ellere, çevrelere ema­ net ediyorlar. Kediye ciğer emanet edilir mi? İtalyan oku­ lunda okuyanlar İtalyan, İngiliz kolejinde eğitim görenler İngiliz, Fransız eğitimi alanlar Fransız oluyorlar. Herbiri diğerine yabancı olan eğitim ve öğretime maruz kalanlar birbirlerine yabancı, hatta düşman vaziyeti alıyorlar... Zehra'nın eğitimi de bir yabancı okuldaydı. - Bunu daha önce tahmin edemedin mi? - Hayır, çünkü konferanslarıma en düzenli devam ve en çok dikkat eden o idi. Bu durum beni aldattı. Zehra'nın aklına, kültürüne güvendim. Eğitimin zekaya galip gele­ ceğine ihtimal vermedim. Bu kızı düşünceme ortak, eme­ lime ortak olacak sandım. Aldandım. Çünkü onu seviyor­ dum. Kamil kardeşim! Hem pek seviyordum. Turhan bunları itiraf ederken ağlamaya başladı. Bu za­ yıflığından kendi de utandı, kalktı, odada gezinmeye baş­ ladı. Yaşlarını sildi. Bir sigara yaktı. - Zarar yok, Kamil! Zarar yok. Ben onu düşünceme, milletime feda ettim. - Galiba o seni feda etti . - Hayır, işte ona yazdığım mektup. Onu ben reddettim. Evliliğimizden sonra ilçelerde, kasabalarda beraberce konferanslar vermek için bir iki sene kadar Anadolu' da gezmek istediğimi söyledim. Önce kabul etti. Sonra bu se­ yahatten önce Avrupa'yı görmek istediğini itiraf eyledi. Kendisine kaybedecek vaktimizin olmadığını, vatanın fe­ dakar, gayretli gençlere muhtaç olduğunu anlattım. Yal­ vardım, yakardım. "Sen bozmuşsun!" dedi. Ertesi gün va­ atlerimden, emellerimden, hülyalarımızdan ona tekrar bahsettim. Tekrar yakardım. O gün !ürk Ocağı'ndan bir­ likte çıktık. Düşüncelerini yazılı olarak bildireceğini söyle­ di ve benden ayrılmak istedi. Nereye gideceğini sordum. 99


Beyoğlu'na çıkıp beyaz patiska vesaire alacağını anlattı. Böyle şeyleri Tülbentçi Muhiddin Efendi' den almak mümkünken Beyoğlu'na çıkmanın günah olduğunu söy­ ledim. Bu haklı sitemime karşı: "Sen böyle küçük şeylerle uğraşa uğraşa çıldıracaksın, Turhan!" dedi. Hışımla ya­ nımdan çekildi. Küçük şeyler... Fakat asırlardan beri böy­ le küçük şeyler bir araya toplana toplana pek büyük bir şey oldu. Başımıza çöktü. Bizi ezdi. Değil mi Kamif? O ge­ ce kendisine son mektubumu yazdım. Türklüğün düşma­ nı olan bir kızdan nefret ettiğimi ve Zehra gibilerin yaşa­ malarından, gebermelerinin daha iyi olduğunu yazdım. - Fena etmişsin. İkna ve ıslah edebilirdin. - Hayır, hayır! Bundan sonra arhk herkese karşı isyan edeceğim. Bu yolda yükselmek, çalışmak istemeyen her­ kese, arkadaşlarıma, amirlerime isyan edeceğim ... Dünya­ yı durduracağım. Güneşi söndüreceğim! Denizleri kuru­ tacağım! Kubbeleri kalkan, minareleri süngü yapacağım! Dünyayı altüst edeceğim. Gerçi düşvar nümayed betu, asani-i ma.

[Gerçi sana zor geliyor amma benim için kolaydır. ] Bak! Pencereden başını çıkar. Şu evlerin yapılışlarında­ ki duygusuzluğa, milliyetsizliğe, biçimsizliğe bak! Benlik­ sizliğe bak! Artık yetişir! Herkese benliğini öğreteceğim. Benlik olmayınca varlık olmaz. Millet sanatkar olacak, sa­ natında Türk damgasını, Türk usulünü, benliğini göstere­ cek! Millet tezgahtar olacak, ürettiklerinde Türk düşünü­ şünü, Türk benliğini satacak! Millet zengin olacak, çalış­ masında benliğini rehber edecek! Dağlardan, yaylalardan, derelerden, denizlerden, sokaklardan, saraylardan, ko­ naklardan, evlerden, kulübelerden, döşemelerden, halı1 00


lardan, elbiselerden, yüzlerden bir Türk benliği, İslam benliği parlayacak. Bir İslam-Türk sanatı, medeniyeti taşa­ cak, bir İslam-Türk ruhu, zihni görünecek. Anladın mı? Bunları hep ben yapacağım! Yahut bu duygusuz, gönül­ süz, onursuz, muhabbetsiz, vatansız sürü arasında yaşa­ mayacağım. Öleceğim. . Kara Memişoğlu Turhan köpürmüş bağırırken elini göğsüne, alnına vuruyor, kalkıyor, oturuyordu. Gözleri fırlamış, dudakları morarmıştı, elleri titriyor, sesi titriyor­ du. · Kamil Bey, Turhan'ın bugünkü şiddetinin doğal olma­ dığına, biçarenin sinirlerinde, zihninde bir bozukluk bu­ lunduğuna inandı. Çekinerek dostuna dedi ki: - Turhan, bu bir idealdir. Bu dereceye kolay erişil­ mez .. Sanırım ki henüz hiç bir millet de ermemiştir. - Hayır, Kamil, hayır! Fransızlar, İngilizler, Almanlar ermişlerdir. İtalyanlar, Japonlar, İspanyollar ermişlerdir. Hatta Sırplar, Ulahlar, Bulgarlar ermişlerdir. Yalnız İslam memleketleri bu amaca ermemişlerdir. Gökler şahit olsun! Onlar da ereceklerdir. Kamil arkadaşını bir parça gezdirmek, parka veya Be­ yoğlu' na kadar götürmek istedi. Turhan: - Çıkmam, çıkarsam bütün erkeklerin, kadınların yüzlerine tükürürüm, dedi. Kamil odadan yavaşça çıkarken: - Zavallı genç, talihsiz memleket! diyordu. Turhan sürekli olarak babasına, amcasına mektuplar . yağdırıyor, birinin ticaretini, diğerinin hükümetini bıraka­ rak İstanbul'a gelmelerini istiyor, kendisiyle beraber ya İs­ tanbul' da veya Türk memleketinin bir köşesinde mesleki, teknik ve bilimsel bir okul açmak, özel bir üniversite kur101


mak, emel edindiği gazeteyi, ansiklopedileri, sözlüğü ya­ yımlamak ve zengin ailesine Türkiye' de fabrikalar açtırmak için çırpınıyordu. Mektuplar sıklaştıkça Turhan'ın babası­ na, amcasına karşı yazılan da şiddetleniyordu. Gencin ru­ hundaki kaynama mektuplarından anlaşıldığından, babası ona hemen Rusya'ya dönmesini yazıyor, amcası öğütler ve­ riyordu. Turhan milletin uyuşukluğundan, hükümetin ihmalin­ den, dini ve milli eğitime özen gösterilmemesinden şikayet eden pek şiddetli bir konferans verdi. Ertesi gün beş sivil polis gencin evini bastılar. Turhan serkeşlik etti. Bu sırada Boşnak bir polisten bir de tokat yedi. Kitaplarını, sandıkla­ rını karıştırdılar, kağıtlarını aldılar. Kendisini de bir hafta tutukladılar.. Bu darbe, bu ateşli ruhu bütün bütün alevlendirmişti. Karakoldan evine döndüğü vakit penceresini açtı. Bahar her tarafı renklere, kokulara bürümüştü. Pencere­ den başını çıkardı. Karşıki bahçede, erik, kiraz, elma ağaçla­ rı beyaz, pembe çiçeklerini açmış, serçeler cıvıldayarak uçu­ şuyorlardı. Birden feryat etti: - Leylekler gelmeyin, serçeler uçmayın, çiçekler açma­ yın! Burada bahar yoktur. Güneş sarı bir gölgedir. Yeşil ot­ lar toprağın küfüdür. Sıcak rüzgar cehennemin nefesidir. Şu mavi Boğaz, bir çirkef ırmağıdır ... Kelebekler çimen, çiçek arar. Burası çoraklıktır. Kemik, iskelet vardır ... Fikir geniş­ lik, yükseklik arar. Burası çamurdan bir izbeliktir. Çıyanlar, solucanlar barınır ... Kırlangıçlar! Hangi evin saçağına konsanız oradakilerin inlemelerini işiteceksiniz! Hangi ocağın üstünde tüneseniz onu sönmüş bulacaksınız ... Her tarafta kara hayaletler takla atıyor, her tarafta kara dişler sırıtıyor... Hep küfür, hep iha­ net, hep yumruk.... 102


Ya Rab! Ya Rab! Yurdumu ahirette olsun bana düşman­ sız göster! Turhan arhk kimseyle görüşmüyor, gündüzleri sokağa çıkmıyor, yemiyor, uyumuyor, eriyor. Sakalı uzamış, saçları yağlanmış, geceleri karanlıkta, ten­ ha sokaklarda geziyor. En fazla sevdiği, loş Yeraltı Camii'ne gidiyor. Orada saatlerce ibadetle meşgul oluyor, düşünü­ yor. Kendi kendine söyleniyor, duvarlarda gördüğü yaban­ cı dillerdeki ilanları sıyırıp yırtıyor, yere atıyor, üstünde te­ piniyor. Yolda bir yabana dille konuşan erkek, kadın yurt­ taşlarına çahyor, omuz vuruyor. Bir gün Bonmarşe'de, satıcı Rum ile Fransızca görüşen hanımın yüzüne tükürdü. Arkasındaki zenci dadıdan, başı­ na iki şemsiye darbesi yedi. Bir rezalet çıkacaktı. Fakat Tur­ han' ın yerine hanımlar korktular, kaçtılar. Genç, bu gece sabaha kadar sokaklarda hayalet gibi ge­ zindi. Ortalık ağarırken kendisini Sultan Selim Camii'nin avlusunda buldu. Yüksekten, alaca karanlıklarda bir hay­ dut gibi kuşkular, ürpermeler içinde uyuyan Fener'e, Be­ yoğlu'na baktı. Titredi. Türbenin dışında durdu, düşündü ... Caminin etrafını dolaştı, inledi... Bir küçük kapıyı itti. Mina­ renin merdivenleri gözüktü. Ağır ağır çıktı. Son şerefeye gelmişti. Etrafı, karanlık derinlikleri dinledi. Yükseklerde birer ikişer yıldızlar söndükçe kuytularda horoz sesleri ağ­ lıyordu. Boğaz'ı, Çamlıca'yı, Saraybumu'nu, Kağıthane sırt­ larını, Eyüp serviliklerini süzdü, süzdü. Onlara titremeden, gözleriyle ruhuyla veda etti. Şerefenin korkuluğunun üstü­ ne çıktı. Bir kartal gibi, göğsünü gerdi, kollarını açar açmaz, boşluğa yuvarlandı. Civardaki halk sabah nam(!zına geldik­ leri zaman şadırvanın önünde kafatası patlamış, kol ve ba­ cakları kırılmış, kan içinde bir ceset buldular. Kimliği anla­ şılmak üzere ceplerini aradılar. Şöyle bir kağıt çıktı: 103


"Ey Yavuz! Milletimin kurtuluşu için yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerim karardı. Sendeledim, düştüm. Allah güna­ hımı affetsin!"

12 Nisan 1338 [12 Nisan 1 922]

104


Ayşe Kızla Vato - Hamdullah Suphi Beyefen�i'ye İştah ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra, kö­ püklü kahveler arasında içilen sigaraların dumanlarından kulübün yemek salonu hayli sislenmişti. Bir tarafta av sohbeti, diğer yönde Meclis-i Mebusan [Millet Meclisi] tar­ tışmalarının devamı olan bir siyaset mücadelesi, şu köşe­ de birkaç soylu gencin, belki bir güzel kadın tarafından al­ datılmış bir arkadaşa karşı kahkahaları, devamlı müşteri­ leri genellikle yaşlı, ağırbaşlı kişiler olan bu mekanın ha­ vasını zevk ve neşe rüzgarlarıyla dalgalandırıyordu. Bizim sofrada konu, Türk, Macar ve Lehlilerin tarihi külah ve elbiselerinin benzerliğine aitti. Konyağın son damlasını emen Kont Geza iri sigarasını silkerken ataları­ nın eski kaftanlarıyla kendisinin biriktirdiği güzel eserler koleksiyonunu göstermek için bizi konağına davet etti. Benimle beraber Amerikalı, İtalyan ve Alman dört ye­ mek arkadaşı kulübün avlusunda bekleyen Kont'un oto­ mobiline bindik. On dakika sonra kendimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıkları tıraşlı bir uşak, sağ tarafta üstü koyu yeşil kumaşla kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde, bu ailenin atalarına ve tarihine ait birkaç yüz çarık, çizme, pabuç, terlik, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş se­ dirde ceviz dolapların parlak camları arkasında, sahte bi105


rer kibar tavrıyla duruşlarında, gizli bir tuhaflık vardı. Kontun sekreterinin arkasından diğer bir odaya girdik. Burada, oymalı iki abanoz koltuk ve iki iskemleden başka iki büyük demir kasayla, ortada bir camlı dikdörtgen ma­ sa vardı. Bu masanın cam yüzeyi altında firuze, mercan iş­ lemeli, gümüş oymalı telkari [tel örgülerle süslenmiş] bıçak­ lar, yatağanlar serilmişti. Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekmeceler içinde, gümüş tepsiler üstünde, bize gösterilen elmaslı, yakutlu sorguçlar, safirli, lalli ve firuze kılıç kemerleri, süslü kadın ve erkek düğmeleri, gümüşlü, mineli eski Türk ve Macar üzengileri, el aynaları, önümüze yığılıverdi. Bu hanedana atalarından kalan ve daima büyük oğula kalacak olan bu kıymetli aile hatıralarının, bu şekilde dikkatle saklanması­ nı takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük Ka­ run hazinesiydi. Geniş merdivenden yukarı kata çıktık, burada yemek odasından salona kadar gümüş leğen, ibrikten, ufak incili yastığa kadar bütün eşyanın bir kıymeti, bir inceliği vardı. Vitrinin içinde, Asya ve Avrupa'run hemen her tarihi mil­ letine ait olmak üzere pırlantadan akike, altından pirince belki üç yüz yüzük, kadife kumaşların yivleri arasında sı­ ralanmıştı. Duvarlardaki pastel ve yağlıboya nefis tablolara uzak­ tan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi Kont'un yazı odasındaydık. - İşte, dedi, Macaristan' da bir eşi bulunmayan bir tab­ lo, gerçek bir"Vato!"1 Bu tahminen seksen santim boyunda ve elli santim l Jean Watteau. 1684'te Valensiya'da doğmuş, 1 721'de veremden ölmüş

bir ressamdır. Kadın resimleriyle köy ve kır eğlenceleri, tiyatro levhaları, panolar, askeri levhalar ve bazı tasvirler, portreler yapmışhr.

106


eninde bir tabloydu. Ormanda bir pınar başında kurul­ muş bir sofra... Kenarda bir genç, saz çalıyor. İki genç kız uzanmışlar dinliyorlar, biraz beride iki kadın, arkasJ kat­ merli ve kabarık elbiselerle dans ederken görünüyorlardı. - Şimdi bundan kıymetli bir şey göstereceğim. Parmağıyla meşhur Fransız boyaganının2 tablosunun yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu bir Gördes sec­ cadesiydi. Şimdi bütün gözler bu nefis esere çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan Amerikalı ile yetenekli ve ressam İtalyan, seccadenin yanına yaklaşarak altından küçük il­ meklerine bakıyorlardı: Koyu mavi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı şerit­ lerle çevrilmiş ve ortası dört ve sekiz köşe madalyonlarla bezenmişti. Kenarın, şeritlerin ve madalyonların içleri an­ laşılmaz nakışlarla doluydu. Bunlar çapraşık, karışık fakat uyumlu; perişan, dağınık, fakat düzgün; hiçbir şekle uy­ maz fakat geometrik; ne çiçek ne yaprak fakat düşünce; ne resim ne geometri fakat inceydi. Vato'nun "Yaz" levhası yanında seccadenin bu hali başka türlü, sanki sırf tasavvu­ fi, ruhani, sembolik, manevi bir bahar şekli gösteriyordu. O derece renkler uygun ve tatlıydı. Kont, halının karşısına geçmiş: - Bakınız! Bakınız! diyordu; şu çiçeklerde maviden kırmızıya, kırmızıdan sarıya ne hoş bir uyumla geçiliyor. Boyalara bu garip uyumu, bu hayale gelmeyen güzel uyu­ mu veren hangi ilimdir, hangi eğitimdir? Sanmam ki Tür­ kiye' de bir halıcılık okulu bulunsun! diyordu. - Hayır! - Ben Hind'in, İran'ın o üstlerinde oklarla vurulmuş

2

Boyagan: Coloriste (kolorist), iyi renk vuran, renklerin tesirini takdir eden ressam... Boyagan: Olmak-olağan, ısırmak-ısırgan gibi [türetilmiş bir kelimedir.] 107


ceylan, kaplan resimleri, çelimsiz süvariler, bücür insan­ lar, kurbağalara benzer kuşlar işlenmiş halılarını sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu doğal varlıklar yarım ve ilkel şekilde taklit ve resmedilmiştir Türk halılarında doğayı taklitten eser yoktur. Bütün na­ kışlar içe doğuş ve icattır. Bütün bu hüner, cana yakın ve düşündürücü bir orijinalliktedir. Nakışları birbirine ben­ zer daha iki halı görmedim. - Hatta bir halıdaki karşılıklı iki şekilden bile biri di­ ğerine tamamıyla benzer değildir. Bu Gördes halısıyla Vato'nun tablosu karşısına denk düşen ipekli eski Kıbrıs kumaşı kanepe ve koltuklara oturduk. Şimdi ziyarete gelenler ev sahibinin verdiği pu­ ro ve sigaraları savuruyorlardı. Kont dedi ki: - Bir gün fakir düşsem belki Vato'yu satabilirim. Fa­ kat aile yadigarı eşyamla bu halıyı elimden çıkaramam sa­ nıyorum. Tarihi, değerli eşyalar ve güzel eserlerle dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bükük durması beklenen bu Türk sanatının, bu Türk fikrinin, bu Türk zevkinin, bu Türk kadınlığının saltanatı huzurunda gön­ lüm övünçle, hürmetle çarpıyordu. Gözlerim uzaklara doğru daldı. Kurutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve son­ suz bir çölün ortasında bir bardak buzlu su bulan yolcu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm, dü­ şündükçe ağlamak istedim. Gözümün önüne geliyordu: Harap Gördes kasabası. . . Balçıktan karanlık, ocak du­ manlarından sisli evleri... Bezgin ve sakin yaşayanları . . . Kapının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk benizli ihtiyar kadınları. Hah tezgahının önünde birkaç kırık tahta is108


kemlenin üstüne oturmuş başını önüne eğmiş bir Ayşe Kız ile iki küçük arkadaşı, halının erişleriyle argaçları ara­ sında kınalı parmacıkları titreyerek didiniyorlar ve en bü­ yüğü: Gece bir ses geldi derinden derinden Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden? türküsünü Arabistan'da silah altındaki Mehmed'ini düşünerek yavaş yavaş fısıldarken kara gözlerinde, üstü­ ne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mahru­ miyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhani bir şekil alı­ yor. Artık dumanlı gözler, önündeki örneğe bakmıyor, tit­ reyen eller argaçların tellerini saymıyor. Kederli fakat soy­ lu, yetenekli fakat esrarengiz bir ruhun yönlendirmesiyle gelişi güzel argaçlar renk renk ilmekleniyor .. . Ben bu levhayı böyle görüyordum. Ey tatlı kokulu kır menekşesi! Ey karanlıklar içinde nur ağlayan hüzünlü yıldız! Ey Ayşe Kız! Sen bu nefis şahese­ ri nasıl meydana getirdin? Okul, üstat görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vato ile sınav meydanına gir­ din ve aynı şeref rütbesini kazandın? Bu coşku, bu yete­ nek, bu zevk sana nereden geldi? Cevap ver Allah'ım! Ona nereden geldi? Koyu mavi bir yeldirmeye veya çubuklu bir peştamala bürünmüş sade, saf, fakir halinle, okuma yazma bilmeyen zihninle, yıllarca ihtiyar hocaların atölyelerinde çalışmış, tecrübeler geçirmiş, kitaplar okumuş, eski üstatların tablo­ larını incelemiş, renklerin kimyada, hikmette karışımları­ nı, etkilerini öğrenmiş, binlerce takdirler kazanmış, eleşti­ rilere uğramış ressam Vato'nun yanında zeka ve hüner aleminin huzuruna çıkarak aynı yere, aynı kıymete ulaş­ mana ne sebep bulayım? ... Eğitimsiz, yaratılıştan gelen 1 09


zevk.inle, kültürünle renklere verdiğin düzene, inceliğe si­ hir mi, mucize mi diyeyim ey Ayşecik? Ey Ayşecikler! Avrupa'run zeka merkezlerindeki mü­ zelerde sizin saf fakat eşsiz eserleriniz için ayn ayrı salon­ lar, sergiler açıldı. Korumalar atandı .. Hünerlerinizin ince­ liklerini anlamak için uzmanlar ortaya çıktı. .. Bu ne kud­ ret, bu ne feyizdir? Siz yalnız metodun ve örneklerin dışında bir sanatkar, bir ressam, bir mühendis, bir nakkaş değilsiniz. Türklü­ ğün ruhundaki sağlamlığı ve ağırbaşlılığı gösterecek an­ lamları, benzersiz nakışlarınızla, sembolik ilhamlarınızla ortaya koyan birer de şairsiniz. Onun için Anadolu halıla­ rının bütün bir tarihimizi gösteren kahramanlık ahengini, dayanıklılık anlamını İran ve Hint halılarının şuh ve ağır­ kanlı inceliklerinde göremem. Ey Türk ili! Yıkıntılarının enkazıyla görkemli yapılar süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki soğumuş küllerinde ateş­ ler gizlidir. Baykuşlarından bülbül sesi gelir . .. Ey Türk ka­ dını! Irkında ne eşsiz bir bereket vardır ki hem ölüme as­ ker yetiştirir, hem sonsuzluğa hüner eriştirirsin! Seni ben­ den çok önce takdir edenler, yine Vato gibi ressamların vatandaşları oldukları için beni affet! .. Ben b u düşüncelere boğulmuşken arkadaşlarımın ev sahibine veda ettiklerini görerek mahcup fakat övünçlü, seccadenin huzurunda kalben secde ettim ve odadan çı­ karken, belki, dedim, bu eserin eşsiz sanatçısı yoksulluk­ tan, eksik beslenmeden, hayatının baharında solmuş bir taze çiçektir. Budapeşte, 20 Nisan 1334 [20 Nisan1918]

1 10


Yatağan Beyoğlu caddesinden saparak, Ağa Hamamı'ndan Fi­ ruzağa'ya gidilecek dar sokaktan, güneşe, mehtaba, temiz havaya engel olan çirkin, yüksek apartmanların arasından geçiyordum. Gece saat dokuz. Keskin bir soğuk rüzgar derinden gelen "Kıhr simit! Sıcak simit!" bağırışlarını pen­ cerelere çarpa çarpa yokuştan aşağı yuvarlıyor. Karanlık­ lar içinde siyah tüllere bürünmüş gibi gamlı bir ışık saçan . fenerlerin altında insan siluetleri birer gölge sessizliğiyle süzülüyorlar, Cihangir'e doğru iniyorlar. İki haftadan beri görmediğim dostum Tuğrul Bey' in zi­ yaretine gidiyordum. Gönlüm arzuyla korkudan, muhab­ betle nefretten doğan duygularla dolmuş olduğu halde gi­ diyordum. Firuzağa caddesinden ilerleyerek karakolun yanından saptım, apartmanın ziline basacağım zaman, iki dakika sonra, arkadaşımın elini sıkacağımdan dolayı duy­ duğum memnuniyeti, onun hayatını bağladığı kadının bir kere daha karşısında kalmak azabı yok etti. Tuğrul' un ev­ de bulunmamasını istiyordum, arkadaşımın kapatması­ nın [metresinin] yüzünü görmeden dönmek diliyordum. Bilmem ne için bu gencin, üç yıldan beri beraber yaşadığı, ailesi, geçmişi, vatanı, dini, milleti belirsiz, her dili kötü konuşan bu kadınla karşı karşıya gelmek istemiyordum. Bazen dansöze ve oyuncuya ve bazen şarkıcıya veya öğ­ retmene ve bazen hem falcıya ve hem dikişçiye ve daima bir eski hizmetçiye benzeyen bu kadın bir akşam benim 111


kalbime dokunmuştu. Askerlerimiz için "kaba ve vahşi" demişti. - Niçin madam? Size sarkıntılık mı ettiler? - Hayır! Tavırları yontulmamış! - Alman veya Fransız askerlerinin hepsi üniversite mezunu mudurlar? Bu sırada Tuğrul: - Sen ona bakma, zavallı iyi kadındır, ama .. . demişti. İşte o dakikadan itibaren onun boyalı dudaklarından, yapma sarı saçlarından nefret ediyordum. Genç arkadaşım, İstanbul'un en iyi ailelerinden birine mensup, güçlü bir subay, zarif bir şair, bir müziksever, bir bilim adamı, bir düşünürdü. Kendisiyle her şeyden konuşulabilirdi. Bir fikri tartışa­ rak kütüphanesinin önünde sabahladığımız geceler olur­ du. Bu kadın, gül· ağacına . girmiş kurt gibi onun dehasını, hayatını, servetini emiyor, kemiriyordu. Tuğrul, babasını, annesini, kız kardeşlerini birer birer kaybettikten sonra bu kadına rastlamış ve onunla yaşamaya başlamıştı. Gönlüm­ deki korku ve ümit hissiyle merdivenleri çıktım. Apartma­ nın kapısı açıldığı zaman başı açık, boyun bağı çarpılmış, ayağında terlikler, her zamanki görüntüsünün dışında bir perişanlıkla Tuğrul'u karşımda buldum. - Ah gel! Ah gel! diye elimden çekti. Beni yatak adasına doğru sürükledi. - Madam hasta mı? - Gitti... Kaçtı azizim! - Oh! Kurtuldun... - Evet, fakat, oku!. .. diye elime bir kağıt uzattı. "Tuğrul, 112


Bu ezilmiş memlekette, umutsuz ahali arasında otura­ mayacağım. Gidiyorum. Yalnız iki senelik ortak hayatımı­ zın bir hatırası olmak üzere yatağanını [hançerini] alıyo­ rum. Bu silah işine yaramaz. Siz Müslümanlar, Türkler Avrupalıların esiri, Hıristiyanların kölesi oldunuz. Efendi­ lerinizi memnun etmek istiyorsanız bundan sonra yata­ ğanla, kalkanla oynamayınız. Artık belinize kılıç kayışı de­ ğil, boynunuza tutsaklık zinciri yakışır. Elveda... - Elena" Tercümesini şuraya geçirdiğim Fransızca kağıt elimden düştü. İkimiz de donmuştuk. Kardan yapılmış çirkin iki insan heykeli anlamsızlığıyla birbirimizin yüzüne bakıyor­ duk, tükenmiş, bitmiştik. İki dakika süren bu duygusuz­ luktan sonra bu üç dört satırın cehennem gibi içeriği anla­ şılmaya başladı. Şimdi dünyanın bütün yanardağları be­ yinlerimizde patlıyor, tütüyor, köpürüyor, taşıyordu. Ya­ nıyor, eriyorduk. Duvardaki tablolar dökülüyor, ayağımı­ zın altındaki halılar kıvrılıyor, etrafımızda her şey yıkılı­ yor, çöküyor sanıyorduk. Kadının çalıp kaçtığı, kını gümüşlü, firuze ve mercan iş­ lemeli bir yatağandı. Demirinin üstünde altın savatla [göm­ me harflerle süslenerek] yazılı olan: "Gerekmez bu silahla pençeleşmek Olur l'Il:U hiç ecel ile güreşmek?" beytinin altında 1030 [1 620] tarihinden üç asırlık oldu­ ğu anlaşılan bu kıymetli silah, arkadaşımın atalarından Tuğrul Subaşı'ya ait bir yadigardı. Zararının manevi öne­ mini gittikçe daha fazla duymaya başlayan arkadaşım: - Soysuz kadın, nankör kadın! diye bağırdı. Sonra sessizlik. .. Boynumuzu büken bir sessizlik. .. - Bir hafta önce bazı emlak işlerimizi yoluna koymak için İzmir'e gidecektim. Yokluğumda altı yedi gün Gedik­ paşa'da dadımın evinde oturmasını teklif etmiştim. Olum­ suz cevap verdi. Katlanılamaz bir burun kıvırma.... Atış1 13


tık. .. Bu sabah seyahatten dönüşümde evde şu kağıdı bul­ dum ... Ben onunla üç senedir ne gaflet içinde yaşamışım. Hayretim, kızgınlığım yok olmuştu ... Şimdi sakince dü­ şünüyordum. - Tuğrul! Sen Türkiye'nin küçük bir ömeğisin. Senin kısa ömrüne göre başına gelen bu felaket onun altı asırlık tarihinde defalarca gelip geçmiştir. İşte Macarlar, Sırplar, Ulahlar, Bulgarlar, Hırvatlar, Rumlar! .. Bu anormal sevgi­ lilerimizden ne hakaretler görerek ayrıldık. - Ah ben ona ne kadar çok güvenmiştim. - Evet hükümet de Gospodarlara, Boyarlara, Fenerlilere gösterdiği güvenin zararını görmemiş miydi? - Onun sağlığı ve mutluluğu için kendi eşiminkinden fazla çalışmıştım. - Bütün Türkiye saltanatının tarihini temsil ediyorsun. Fatih de, İstanbul'un fethinde Rum patriğine, Bizans İmpa­ ratorluğu'nun en parlak çağında erişemediği iktidarı ver­ memiş miydi? Ve onu dünya yüzündeki bütün Ortodoksla­ rın hatta Hıristiyanların ruhani lideri olarak tanımamış mıydı? Öyle ki Viyana surlarından Hindistan sahilleri, Kafkas­ ya dağları ve Dinyeper nehirleri arasında bulunan bütün Hıristiyanlar, hükmü İstanbul' dan Galata' ya bile geçeme­ yen o miskin Bizans' ın kilise reisinin asası etrafına, yalnız İslam kılıcı sayesinde toplanmışlardı. Dünya yüzünde Or­ todoksluk ortaya çıkalı hiçbir Hıristiyan hükümdar, hiçbir Bizans İmparatoru Rumlara, Rumluğa Türk padişahları kadar hizmet etmemişti. Cihangirliğimizin büyük kısmı Fener Patrikliği'nin fay­ dasına, Ortodoksların birleşmesine yaramıştı. Rum kilise­ sinin en büyük, en kuvvetli haçını Türk yatağanı [hançeri] yontmuş, Fener'in en parlak kandilini Türk meşalesi yak­ mıştı. 114


İşte bu nimetin şükranı bugünkü nankörlük oldu. O kı­ rık asayı büyüttük, büyüttük, büyüttük. .. Bizi saran, ezen, boğan bir ejder yaphk. Sonuçta kendilerini koruyan Türk kılıcını elimizden al­ dılar. Zincir yaphlar ve boynumuza taktılar. Kapatman [metresin] ne önemli bir yaratıkmış. Bu ka­ dın değil, bir olay, bir millet, bir tarih, bir insanlıkhr. Sen ağırbaşlılığın, gafletin ve dayanıklılığın ile Doğu'nun bir örneği, o iki yüzlülüğü, düşmanlığı ve edepsizliğiyle Ba. .. tı ' nın b'ır orneğı., ... Ey sen, ey saf Türk, ey esir Müslüman! Geçmişle gele­ ceği bir düşün. Boynun esaret tasmasında, ellerin kelepçe­ de, ayakların bukağıda olduğı,ı halde bu pişmanlık ve umutsuzluk zincirlerini sürükleyerek gözlerinden, yarala­ rından akan kanların kızıl çamurları içinde sürün! Bu sözlerim artık Tuğrul'u çıldırtmıştı. Gözlerinden sa­ çılan kıvılcımları derin nefesleri alevlendiriyor, saçları di­ kiliyor, kolları geriliyordu. Bağırıyordu: - Artık medeniyetten, bu yalan medeniyetten, bu mad­ diyat düşkünü, bu haydut medeniyetinden nefret ediyo­ rum. Ortadan makineyi, makinenin ilerlemesini çıkar, me­ deniyetten ne kaldı? Ne ahlak var, ne vefa var! Ne şeref var, ne muhabbet var! Ne büyüklük var ne güzellik var! Hiç, hiç­ bir şey yok! Yalnız meydanda bir makine kuvveti, bir de hayvanca ihtirası var. Kuran-ı Kerim' de peygamberliği, ru­ haniyeti tasdiklenmiş olan Hazret-i İsa'nın mütevazı, yu­ muşak huylu, mazlum İsa'nın, bunlar dininin takipçisi de­ ğil, şeytanın kötülüklerinin varisidirler. Bunlardan nefret ediyorum. Medeniyet! Hial ve haç bağırtılarıyla bir ikinci Haçlı or­ dusunu Müslümanlar üzerine musallat ettiler. Dini yalan dolan tuzağı yaptılar. Medeniyet sözünü kıymetsiz bir 115


eşantiyon gibi etrafa dağıttılar. Bankaların tapınak oldu­ ğu, bankerlerin aziz sırasına geçirildiği, banknotların İncil sayfalarından kutsal sayıldığı böyle bir zamanda bile tu­ tuculuk zehriyle dünyayı simsiyah ettiler. Aslında öve öve göklere çıkardıkları Avrupa medeni­ yeti yok, Hıristiyan medeniyeti yok. .. Yalnız bir Yahudi medeniyeti, Yahudi sanatı var. Bankalarıyla keselere sa­ hip olan Yahudiler, gazete ve dergileriyle fikirlere hükme­ den Yahudiler, ticaretleriyle dünyayı yediren, giydiren onlar, savaşan, barışan onlar, ağlatan, güldüren onlar, hat­ ta gürültüsüzce dünyayı döndüren onlar! .. Batı'nın Doğu'ya saldırışına, haydutların çiftliklere sal­ dırısı dememek için haçın hilale, medeniyetin bedevfliğe [ilkelliğe, göçebeliğe] saldırısı adını veriyorlar. Haçın hilale saldırısı! Fakat bunu bir çok defalar daha denemişlerdi... Onlar böyle geriye doğru ilerledikçe, bir gün olur, bir noktada yine önlerine çıkacağız. Medeniyetin bedevlliğe saldırısı öyle mi? Biz yobazlık, kin, fesat, iki yüzlülük irinleri içinde, günlük kokuları al­ tında çürüyen Bizans'ı ne yaptık? İstanbul'u nasıl bulduk? Bugün ne haldedir? Bir güzellik sergisi yaptık, bir bahar levhası yaptık. Ayatodori kilisesini Gül Camii'ne çevirdik. Bu mudur tahribimiz? Onlar camilerimizi ne yaptılar. On­ lar . . . Medeni Hıristiyanlar! O camileri -ki göbeklerinde ruhani ve sonsuz çiçekler açmış, şirin, temiz halılarıyla üstlerinde Hazret-i İsa bile alnı tozlanmadan secde edebi­ lirdi- utanmadan onlar ne yaptılar? Ahır yaptılar. Tozlu kiliseleri, Ayasofyaları, Allah için görsünler, saçımızı sü­ pürge ederek nasıl temizledik? Bizim başımıza musallat ettikleri Slavların o eski He­ lenlerin gayrimeşru torunları olan Yunanlıların medeni­ yetine bakılsın! Parçalanan çocuklar, karnı yarılan gebe 116


kadınlar, ateşlerde yakılan ihtiyarlar, yıkılan okullar, has­ taneler, köprüler görülsün. Hayvanlığın insanlığa hücu­ mu nasıl olurmuş anlaşılsın! ! Ah! Dökülen kanların pıhtıları onların yüzlerine yapış­ madı mı? Bilenen demirlerin çıkardığı kıvılcımlar beyinle­ ri yakmadı mı? Daha dün yollar üstünde, çalılar arasında, köpeklerin ağızlarında sürünen masum kızların, çocukla­ rın bağırsakları bir gün boğazlarına sarılıp birer ejder gibi onları boğmayacak mı? Evet yenildik. İki sene büyük küçük beş devletle yaptı­ ğımız savaş sonucunda aşağılandık. Fakat düşmanlarımız yalnız Bulgar, Yunan, Karadağ, Sırp, İtalya değildi. Bütün Avrupa'ydı. Dünyanın yarısı yıkıldı ve biz ezildik, küçül­ dük; ama mahvolmadık. Daha toplandık, daha katılaştık. Evet düşmanlarımız bütün Avrupa'ydı. Son savaşın başında Düvel-i Muazzama [Avrupa'nın büyük devletleri] "Galip taraf araziden faydalanamayacaktır" ilkesini ileri sürdüler, halbuki Balkan hükümetlerinin aralarındaki an­ laşmalarda, alacakları arazi açıkça belirtilmişti ve bunu Avrupa da biliyordu. Bu tehdit yalnız Türkler içindi, ku­ mandanlarımızın . psikolojilerini kırmaya yaradı. Bulgarlar Çatalca'ya yaklaştıkları sırada Avrupa dev­ letleri İstanbul' da emin ve huzurlu yaşayan Hıristiyanları korumak için gemilerini Haliç'e ve gemicilerini elçilikleri­ ne soktular. Halbuki Edirne' de Selanik'te, Kosova'da, Ma­ nastır' da kesilen, yakılan Müslüman kadınlarını, çocukla­ rını kurtarmak için ufak bir harekette bile bulunmadılar. Taassup, taassup [yobazlık]! Bin dokuz yüz senelik ateş, kan, zehir saçan taassup! Tuğrul bu sırada kütüphanesinden bir kitap aldı. Say­ falarını hiddetle çevirerek söylüyordu: - Kardinal Ksimenes Gırnata' da seksen bin cilt Arap 1 17


eserlerini hayvancasına bir yobazlıkla yaktırdı. 1 Roma im­ paratoru büyük Theodos, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra meşhur İskenderiye Kütüphanesi'ni bir küme kül haline getirdi. Hele Havarilerden Saint Paul kara bir ceha­ letle, kendi yontulmamış fikrine uymayan felsefi, tarihi ki­ tap ve dergi ne buldurabildiyse bir meydana toplayarak ateşe verdi. Papa Gregoire düşüncenin ilerlemesine engel olmak için yine ateşe baş vurdu. Kütüphaneleri yangına verdi. İlk İstanbul imparatoru Romalı Konstantin, Hıristiyanlı­ ğı kabul eder etmez, tanrısına yaranmak için, akıl ve fikre ait eserlerle cehennemler tutuşturdu. İspanya' da engizisyon zamanında yobazlığın kültüre, İslam' a, insanlığa karşı zulümlerini saymak, özellikle Don Henri Dragon kütüphanesinin nasıl yakıldığını söylemek istemiyorum. İlim ve irfan aleyhine cehennemlerin oluşturulduğu memleketlere dikkat ediyor musun? İspanya, Roma, Bi­ zans, İskenderiye ... Yani nerede Hıristiyanlığın ilk ışığı gö­ rünmüşse, orada ilk iş, fikirleri yakmak olmuş, eserleri yık­ mak olmuş. Anlaşılıyor ki İslamiyet imdada yetişmemiş olsaydı, es­ ki ilmi eserler sonsuza kadar kaybolmuş, gitmişti. Irak ve Endülüs yalnız Müslümanlar yardımıyla kültür dünyası­ nın iki güvenilir merkezi oldu. İslamiyet'in zekası sayesin­ de, insanlığın bugüne gelmesi mümkün oldu. Bu çılgın, bu kanlı yobazlık özellikle İspanya' da o kadar ileri gitmişti ki banyo yapmanın abdest almaya benzeme­ sinden dolayı Arap ırkının yaşadığı şehirlerde papazlar Ka­ toliklere yıkanmayı yasak ettiler. Hatta hastalara, yaralılara soğuk, sıcak suyla temizlenmeyi emreden hekimleri dinsiz1

Bkz: Dr. Gustave Lebon, Medeniyet-i Arabiyye.

1 18


Jikle suçladılar. Böyle kapkara bir yobazlık ve kanlı bir ce­ haletin Hıristiyanları boğduğu bir sırada İslam'ın Kurtuba Medresesi'nde eğitimini tamamlayan Gerber, İkinci Silves­ ter adıyla tamamen Müslüman hocalarından öğrendiği fel­ sefeye, matematiğe, astronomiye, kimyaya, musikiye ait bilgiler sayesinde Roma' da papalık makamına geçiriliyor­ du ve Avrupalılara Arap rakamlarını, rakkaslı saati göste­ rirken Hıristiyanlar kendisini büyücülükle suçluyorlardı. 848 [1444] tarihinde Macarlarla Sultan Murat arasında on sene için imzalanan barış anlaşması Macar Kralı Ladis­ las' ın İncil üzerine yemin eylemesiyle karar altına alınmış­ tı. Papa Dördüncü Eugene'in teşviki ve "Müslümanlara karşı edilen yemin ne kadar ciddi ve kutsal olursa olsun, yine de tersine hareket etmek Allah'ın rahmetini kazandı­ rır" sözü üzerine bu on senelik barış anlaşması iki hafta, evet tam iki hafta sonra bozularak, düşmanlar Varna'ya kadar gelmişler, ansızın bize hücum etmişler, ama belala­ rını bulmuşlardı. Sultan Murat bu tanımadıkları barış söz­ leşmesini ve el bastıkları İncil'i geçirdiği iki kargının yanı­ na, galibiyetle sonuçlanan savaşın sonunda, iki mızrak da­ ha ekledi. Bunlardan birine Macar kralı Ladislas'ın sarı saçlı kesik başını ve diğerine anlaşmayı bozma yolunda vaazlar veren Kardinal Çezarini'nin İncil-i Şerif karşısında kindar gözleri kapanan kafasını geçirdi. Cihan cihan olalı, hiçbir milletin tarihi hak edişin böy­ le yüce bir görüntüsünü kaydetmemiş ve böyle feci bir in­ tikam tablosu çizmemiştir. Asırlardan beri insanlığın zul­ müne şahit olan güneş sabahleyin ışıklarını savaş meyda­ nına serperken, Türk ordusunun önündeki bu dört kargı­ nın oluşturduğu korkunç manzaranın derin anlamını geç­ mişe, geleceğe ve belki Hz. İsa'nın ruhaniyetine doğru gö­ türdü. 1 19


Daima hainlik, her zaman ihanet! . . . Fransa kralı Birinci Fransuva bir taraftan kendisini Şarlken'in esaretinden kurtaran Kanuni Sultan Süleyman ile bir savunma anlaş­ ması imzaladığı sırada, diğer taraftan Papa Onuncu Leon ve Navar kralıyla Türkiye'nin paylaşımı için senetler alıp veriyorlardı. 2 Ahlakın, namusun bu kadar ayaklar altına alındığı bu tarihi olay Hıristiyanların sözlerine, samimiyetlerine, vic­ danlarına ne derece inanmak gerektiğini gösterir. Eneas Silvio namıyla anılan Papa İkinci Pie, Türkler üzerine bilinen Haçlı ittifakını oluşturmadan önce, Fatih Sultan Mehmed'e bir mektup göndererek bütün halkıyla birlikte Hıristiyan olduğu takdirde kendisini Hıristiyan dünyasının hükümdarı ve dünyanın sahibi tanıyacağını ve boyun eğeceğini yazmış ve Fatih'ten aşağılayan ve bu­ yurgan bir eda ile kısa bir cevap almıştı. İşte on dört asırdan beri bu hainlikler, yobazlıklar, kin­ ler, ikiyüzlülükler arasında İslamiyet, vebalar, zelzeleler, ateşler üstünden bir güneş gibi yükselmişti. Geçeceği yol­ larda yakılan ateşleri kanıyla söndürmüştü. O halde ki Hazret-i Peygamber'in dünyadan göçüşünden yüz on bir sene sonra tevhide inanan Müslümanların saltanatı Bü­ yük İskender'in hükmettiği sınırları geçmiş, Kanuni Sul­ tan Süleyman'ın vefatındaysa İslamiyet'in sınırları Roma İmparatorluğu'nun sınırını pek çok aşmıştı. Hicretin 490 [miladi 1 096] tarihinden 670 [miladi 1272] senesine kadar tam 1 80 yıl devam eden Haçlı hücumları­ nın birinci sebebi Selçuklu Devleti'nin yükseliş zamanın­ da Türklerin Suriye'yi ele geçirişi olmuştur. Kudüs'ün Müslümanlar tarafından fethi Hazret-i Ömer' in halifeliği zamanına tesadüf etmekle o zamandan beri geçen dört 2

Bkz: Cent Projets de Partage de la Turq uie-Djuvara,

120


buçuk asır Avrupa Hıristiyanları buna ses çıkarmamışlar ve ancak Türkler karşısında Hazreti İsa'nın kabrini kur­ tarmak derdine düşmüşlerdi. O halde Haçlıların kini en fazla Türklere karşı olduğundan ilk hücuma Kılıçarslan göğüs germişti. Bu iki asır süresince Papaların3 teşvikleriyle hazırlanan ordular Fransız,4 Alman,5 İngiliz6 ve Macarların7 en meş­ hur hükümdar ve kumandanlarının idaresi altında akın akın Anadolu'ya ve Suriye'ye saldırmışlar, fakat granit kayalara çarpan dalgalar gibi Türk ve Arap kahramanları8 karşısında perişan olmuşlardır. Evet, bu sırada Mescid-i Aksa'yı da kilise yapmak giri­ şiminde bulunmuşlardı. Kanlar, kinler arasında ilerleyen İslamiyet, hicretin doksan ikinci yılında [miladi 71 0] Ku­ zey Afrika'yı bütünüyle ele geçirerek Endülüs'te bir salta­ nat kurmakla yetinmemiş, Fransa'ya geçerek Karkason, Burgoyn, Nim, Avinyon, Bordo ve Provens topraklarının büyük bir kısmını istila ve Sicilyateyn'i zapt ve Roma ci­ varını zorlamıştı .. Sekiz asırdan fazla bir zaman Avru­ pa'nın batısında en medeni bir devlet oluşturmuştu. O halde ki İslamiyet'in İngiliz, Hollandalı, İtalyan, Fransız, İspanyol, Avusturyalı, Macar, Alman, Slav ve Yunanlılar­ dan boyun eğdirmediği hiçbir millet kalmamıştı. 3 İkinci Urbin, Üçüncü Ojen, Ü çüncü ve Dördüncü Kleman, Üçüncü ve Dördüncü İnosan, Ü çüncü Honorios, Dokuzuncu Greguvar.

4 Godfroi De Bourbon, Yedinci Loui, Philip August, Saint Loui, Vil

Harduen. Konrad, Frederik Barberusse 6 Arslan Yürekli Richard 7 İkinci Andre 8 Musul beyleri Gerboğa ve Seyfeddin Gazi ve biraderi Nureddin ve Şam beyleri Dekkak bin Yunus ve Tuğtekin Atabek ve Muhiddin Enez ve Humus hakimi Cenahüddevle ve Mısır meliki Adil Eyyubl ve özellikle Selahaddin Evyubl. 5

121


Bir taraftan Roma' da kardinaller atayan Bayezid' in9 ye­ rine tahta geçen Selim, Moskova hükümdarı Vasili İvano­ viç'ten, soyunun Turani olduğunu hatırlatarak "Ataları­ mız karındaş oldukları halde biz neden birer kardeş gibi yaşamayalım" tarzında rica dolu mektuplar alıyordu .10 O zamandan beri gönüllerde yerleşen kinler, hasetler asırdan asıra geçmiş ve nihayet şu adi kadının, şu açlık­ tan, ölümden kurtardığım Elena'nın ruhunda yatağanımı [hançerimi] çalmak ve Türkleri, Müslümanları aşağılamak şeklinde ortaya çıkmıştır. Evet, mağlubuz, Avrupalıların esiriyiz. Belki şimdi Ele­ na'nın dediği gibi silahla oynamak bize yaramaz. Çünkü çoktan beri eski sevgililerimizi unuttuk: Barut, kılıç! Eski elbisemizi attık: Kefen! Eski rütbemizi bıraktık: Şehit, ga­ zi! Eski duygularımızla yüreklerimiz çarpmaz oldu: Din gayreti, milliyet bağlılığı! Şimdi bizi yoksul, çıplak, duygusuz buldular. Göz aç­ tırmadan kanlarımızla, yaşlarımızla bizi boğmak istiyor­ lar. Boğsunlar, parçalasınlar, kapışsınlar! Devlet kalmasın, hükümet kalmasın! Elverir ki dünyada bir dağın yamacın­ da, bir ağacın kovuğunda dört Türk, dört Müslüman kal­ sın. Bunların biri yine Ömer, Ebubekir olur, Selahaddin veya Cengiz olur, Birinci Selim olur, Attila olur, Yıldırım olur, onları yine yakar, yıkar. Ah! İşte! Ey ulu Tanrım! Türklerin, Arapların, Berberi­ lerin, Hintlilerin, Çinlilerin, İranlıların, Afganlıların, Ta­ tarların, Boşnakların, Çerkezlerin, Beluçların, Cavalıların, Kırgızların, Moğolların şu üç yüz elli milyon İslam' ın, şu üç yüz elli milyon esirin, insanlığın yarısının, birden göz9 Bkz: Kardinal Rocciardo, Şarl Mismer'in Kostantıniyye Müsamereleri. 10 Bkz: Şarl Mismer'in Kostantıniyye Müsamereleri. 1 22


lerinin bağlarını sıyırarak, zincirlerinin halkalarını, buka­ ğılarırun demirlerini şangırdatarak dünyanın her tarafın­ dan bir anda saldırdıklarını, "Allah Allah!" tekbirleriyle yerleri sarsıp, gökleri titrettiklerirıi, dünyaları altüst ettik­ lerini, ayları gülle, yıldızları şarapnel yaptıklarını, uçak diye yıldızlara bindiklerini, Avrupa'nın beynine indikleri­ ni şimdiden görüyorum. Göklere yükselen çılgın çığlıkların zorundan kiliseler­ deki haçların uçları yukarıya doğru kıvrılacak, birer hilal şeklini alacak. Havariler adına bina ettikleri ve gerçekte baskıyla, yobazlıkla, zulümle, cahillikle , halkın kemikleri­ nin tozunu onların kanlarıyla ıslatarak yaptıkları yalan, yılan yuvalarının kubbeleri, minarelerden mızraklarımız­ la dürtülerek, devrilecek. .. Ben bunları belki elli, belki yüz elli sene önceden söy­ lüyorum. Lisanın ömrü insanın ömründen uzundur. Bu cümlelerin anlamları yarım, bir asır sonra anlaşılacaktır. Yaşlar kurur, inlemeler durur, çukurlar dolar, yangın­ lar söner, mezarlar çöker, viraneler şenlenir, her şey bitti sanılır; yalnız kitapların sayfaları arasında hareketsiz du­ ran barut tozlarına benzer yazılar, hatıralar kalır. İşte bu görünmez kuvvetlerden lavlar, cehennemler çıkar. Yatağanlar silinir, kılıçlar paslanır, gazeteler susar, kin­ ler unutulur, dudaklar güler. Bu sırada şair başlar ... Top­ ların sarsamadığı siperleri bunların feryadı yıkar. Yurt sevgisinin coşturamadığı yürekleri bunlar heyecana geti­ rir. İşte o zaman, göğün yumuşak bulutları arasında biri­ ken inlemeler, birer yıldırım kuvvetinde Avrupa'nın bey­ nini kavurur. Yerin dibini dolduran masum kanları birer yanardağ olur, al alevleriyle bakımlı şehirlerin külünü sa­ vurur. 26 Mayı� 1330 [8 Haziran 1 914]

123



Rahat Döşeği 1334 [miliidf 1 918] senesi, Kanfın-ı evvel [Aralık] sonun­ da b.i r sabah Pangaltı' dan geçiyordum. Hava bulanıktı. Harbiye Mektebi'nin yüksek kapısının önündeki otomo­ billere, eşya arabalarına şilteler, karyolalar yükleniyordu. Herkes gibi ben de istemeden durdum. Arka tarafımda iki adam yavaşça mırıldandılar: " ... Mektebini işgal ediyor­ lar." Giden gelen beklenmedik bir olayla karşılaşmış gibi irkiliyordu. Karşı kaldırım hayli kalabalıktı. Gözlerde umutsuz bir sessizliğin bütün esrarı ağlıyordu. Kaşlar ça­ tılmış, yumruklar sıkılmış, dudaklar titriyordu. iki kadın: - Bakın! Şu zavallı hasta askerlere! Sokak ortasında. . . Büyük kapıdan kucak kucak koltuk değnekleri çıkardılar. Hastaların, yaralıların önüne silah gibi çattılar. Yağ­ mur çiseliyordu. Harap bir kale enkazı ihmaliyle, okulun duvarının ke­ narına yuvarlanan, çöken Mehmetçikler, yüzlerini elleriy­ le kapamışlardı. Dalgın ve dermansızdılar. Düşünüyorlar mıydı? Uzak karanlıklardaki Ayşeciklerinin nemli parlak gözlerini mi, anneciklerinin uçuk ve buruşuk yüzlerini mi görüyorlardı? Okulların, camilerin, kışlaların birden dev­ rildiğini görmemek, yıkılışın uğultusunu işitmemek için mi gözlerini kapıyor, kulaklarını tıkıyorlardı? ***

125


Yukarı katlardaki camlar açılmış, siliniyordu. Bu pen­ cerelerden giren rüzgar sanki alh yüz senelik güçlülük ve görkemin anılarını, şehitlerini, gazilerini, zenginliklerini, zafer şarkılarını, milli övüncü sürüp çıkarıyor ve unutuluş vadilerine doğru savuruyordu . .. Yağmur çiseliyordu ... Duvar kıyılarına birer kırık eşya alçak gönüllülüğüyle sinen hastalar ıslanıyorlardı. Islandıkça büzülüyorlardı. Uzaktan benizlerinin uçukluğu, güçsüzlükleri tamamıyla seziliyor, bıkkınlıkları, çekingenlikleri anlaşılıyordu. Açık kalplerindeki emel cevherleri artık dökülmüştü. Şimdi ruhlarında ne vatan muhabbeti, ne din gayreti, ne askerlik şerefi, ne hiçbir şey kalmamış gibiydi. Belki yükseklerden uçan bulutlardan bir yumuşak yatak, bir sıcak çorba, bir temiz elbise, bir şefkatli el arıyorlardı. Karşılarından ıslık çalarak rap rap geçen dünkü düşmanlardan nefret etmek hatırlarından geçmiyor; yağmur çiseliyor . .. V e bunlar sefaletlerinden habersiz görünüyorlardı. Kendilerini alıp götürecek, uzaklara, pek uzaklara götüre­ cek bir araba, bir sedye, bir tabut, bir kasırga, bir yıldırım, bir şey bekliyorlardı. Fakat yüzlerine bakan bulunmuyor­ du. Bir subay, bir hasta bakıcı yoktu. Yalnız birçok nefer yırtık, eskimiş eşyayı sürekli olarak at, eşek, öküz arabala­ rına yükletiyorlardı. Bunlar da yıkık birer ilahi bina değil­ ler miydi? Bu enkazı çamurdan kurtaracak dindar bir el yok muydu? Yağmur çiseliyordu.. . . Şimdi binanın pencerelerinden bir iki kırmızı çehre gö­ ründü. Tam bu sırada yoldan iki ihtiyar subay geçiyordu. Biri durdu. Kaskatı kaldı. Diğeri bir şeyler mırıldandı. Ar­ kadaşını çekmek, götürmek istedi. Beriki gitmedi. Müca­ dele birkaç saniye sürdü. İkisinin de gözleri dalmış, çene126


leri kilitlenmişti. Otuz, kırk sene evvelki okullarını, orada­ ki hayatlarını ve askerlik hayallerini düşünüyorlar, şehit ve gazi yetiştiren bu tezgahın, bunca senedir yeryüzünün üç kıtasına yayılan sınırlarımıza durmayıp akan kızıl kan­ ların kaynağı olan bu mabedin bütün tarihini, duvarların­ da vatan, cesaret, şan, kahraman, fedakar sesleri yankıla­ nan dersanelerini, Varna, Mohaç, Bizans, Kosova, Merci­ dabık' ın kahramanlık hikayelerini okuyan hocalarını, ta­ limlerini, talimlerden sonra geçen gecelerde zaferden za­ fere uçan heyecan dolu rüyalarına saha olan yatakhanele­ rini düşünüyor, sonra çamurlar içinde kalan vatan ve va­ tandaşlarının, kendilerinin hallerine yanıyorlardı. Gitti­ ler... Tekrar döndüler, baktılar, baktılar; sarhoş gibi sende­ leyerek gözden kayboldular. Uzunca bir arabaya lekeli şilteler, kirli yastıklar yığılı­ yordu. Yerleştirme işi bitmişti. Arabayı çeken sıska man­ daları, bir asker kalın bir değnekle dürttü. Tam o sırada kapıdan bir çavuş göründü. Etrafına ürkerek, utanarak bakındı. Kolları arasında uzunca bir şeyler saklıyordu. - Off! dedim, sancaklarımız. Arkadan aynı bahtsız emaneti kucaklarında taşıyan iki asker daha göründü. Üçü de birkaç saniye şaşalamış gibi çekinerek kapının önünde durdular. Yüklerini, bu rezale­ ti kimseye göstermemek istiyorlardı. Çavuş yürüdü. Çare­ siz verilen ani bir kararı gösterir kısa bir hareketle elinde­ kileri şiltelerin arasına sokuverdi... Bu saltanatın ve mille­ tin namusunun aşağılanışını yabancılara göstermemek gayretiyle üstlerine diğer bir döşeği çekti. Diğerleri de al­ tı buçuk asırlık hükmetme şanının izlerini bu rahat döşek­ lerine yatırmakta, tarihin mezarına gömmekte ona uydu­ lar. Zafer çağlarının anılarını taşıyan bu mübarek milliyet sembolleri, bu bağımsızlık sembolleri de bir anda kaybol­ du ve benden başka eminim ki kimsenin dikkatini çekme127


di. Artık bayraklar dürülmüş, kalpler durmuş, kanlar ku­ rumuştu. Sonra... Sessizlik ve çamur. Sıra hastalara gelmişti. Bunlar birbirlerine tutunarak birer gölge gibi duvara siftine inleye ıkına orada duran arabalara tırmanmaya başladılar. Pek kımıldanamayanla­ rın arkadaşları koltuklarına girdiler. Arabanın biri o kü­ çük yokuştan indi. Tramvay yolunda tam karşımda dur­ du. Bu dakikada yatan yaralılardan biri fırladı. Çömelen­ lerden birine hiddetle ve şiddetle bir tokat indirdi. Ardın­ dan ikisi de arabanın içine yuvarlandılar. Dayanamadım yanlarına sokuldum. - Hemşehrim! Ne oldunuz? Ne var? Herkes size bakı­ yor, dedim. Tokadı atan, pos bıyıkları altında, uçuk dudakları titre­ yerek ve gazapla soluyarak dedi ki: - Bak efendi! Bak şuna! Artık din bitti, millet bitti! di­ yor. Allah'tan ümidini kesiyor. - Çek arabacı! Yağmur çiseliyordu ve ben ağlıyordum.

20 KanO.n-ı sani 1334 [20 Ocak 1 918]

1 28


Maviş Bu nazlı kelime, ne zaman hatırama gelse, bilmem ne­ den kendimi bulutlarda, yıldızlarla kucaklaşır sanırım... Aynı duyguyu, aynı hayali Boğaziçi'nin güneşli bir saba­ hı, mehtaplı bir gecesi de verir. Sahilde, gemide yahut bir kayıkta Boğaz'ın bu şiirini, ışığını, rengini emdikçe, bu şi­ iriyle, ışığıyla, rengiyle okşandıkça kendimi göklerde sa­ nırım. Onun için hiç benimsemediğim "Boğaziçi" ismine ve tenezzül etmediğim "Bosfor" adına karşılık, Osmano­ ğulları'nın, ah, bu harap başkentine cennet güzelliği, arş-ı ala yüksekliği veren ikinci Kevser havuzuna pek samimi olan "Maviş" adını vermekte çaresiz kalırım. Dünyanın hiçbir noktasında benzeri olmayan, güneşi bile mavimtırak olan bu göğün altındaki mavi bir suya Maviş'ten başka ne isim verilebilir? Bazı az bulunan inciler, elmaslar vardır ki onların yeri yalnız saltanat tacı olabilir. "Maviş" de o mücevherler gi­ bi yalnız bu Avrupa ile Asya'nın, yer ile göğün güzellikle­ rinin toplaştığı, barındığı bucağın adıdır. Maviş'i ben hurilerle perilerin, ay ile güneşin gelin odası zannederim. Şair Nedim hatır için şiir söylememiş olsaydı; mutlaka: "Cedvel-i sfm içre adem binse bir zevrakçeye İstese mümkün varılmak cennetin ta yanına"

[Bu gümüş su içinde insan bir kayığa binse, o kayıkla cenne­ tin ta yanına varması mümkündür. Yeter ki istesin.] hayalini Maviş için söyleyecekti. Ben Maviş'in harap, 129


yıkık, virane sahillerini hiç görmem. Oralarda gül, süm­ bül, yasemin renginde saraylar, yuvalar, mabetler; züm­ rüt yeşili dağlar, koyu yeşil ormanlar hayal ederim. Ve bu ormanların arasından taşan bülbül şarkılarının, güneşin ışığıyla suların dalgalarını birbirine sardırarak dans ettir­ diğini düşünürüm. Asya sahilinde mermer rıhtımlar ke­ narındaki köşklerin, yalıların önünde İstanbul' a pek yakı­ şan o yüksek şemsiye fıstık çamlarının yeşil saçaklı dalla­ rı arasından pencerelerin içine süzülen tatlı kokulu akşam güneşini içmek isterim. Maviş' in saate, havaya, güneşin parlaklığına göre deği­ şen lacivert, mavi, cam göbeği renklerini yırtan, berbat eden o çirkin vapurları, o kara lekeleri silecek bir kuvve­ tim bulunsaydı bu periler bucağının hakanı olsaydım, Maviş'i yalnız beyazlı, kırmızılı, mavili narin kayıklar, kiklerle [ince yarış tekneleriyle] okşardım. Bu mavi atlası, bu ince ütülerle ütülerdim. Maviş'te dikkati en çok çeken, rüzgar uğrağı olan hare­ lerdir, mavişlerdir, girdaplardır. Bunların üstüne güneş vurdukça, uzaktan tavus sürüleri kanatlanmış, samanyol­ ları yürüyor gibi gelir. Bazı dakikalar gökle deniz birbiri­ ne o kadar karışır ki dalgın bir bakış denizde güneş, gök­ te köpük görmeye başlar. Deryada beyaz ve mavi dalgalar ne ise, gökte ak ve kurşuni bulutlar da odur; yalnız biri oynak, biri durgun, biri aceleci, biri ağırbaşlı ... Gökte de, denizde de sanki belirsiz, bir tül altında esrarlı bir mavi­ lik, bazen uçuk ve açık ve bazen koyu ve parlak mavilik görünmektedir. Güneşin ışığı bu ince tülü indirip kaldırır. Güneş açıldıkça renkler berraklaşır. Güneş bulut altına girdikçe renkler kah uçar ve kah koyulaşır, aktan açık gü­ müş rengine ve koyu kurşuniye kadar değişir. Gök ve de­ niz aynı cilveleri gösterir. 130


Maviş'in ne karanlığı siyah ve ne aydınlığı beyazdır; koyu menekşe rengi bir karanlık, altın rengi bir gündüz. Akşamları Maviş' in semasının koyu menekşe rengine geç­ mesi, peri hikayelerindeki hayali tasvirlere pek benzer. Göğün ve denizin üzerine gelişigüzel ince bir siyah kumaş örtülür. önce her dakika, sonra her saniye, bu kumaşlar katmerlenir. Bulutlar esmerleşir, denizdeki gölgeler koyu­ laşır. Bulutlar altında kalan peçeli yıldızlar, gelin olmak is­ teyen çapkın kızlar gibi fıkırdaşır. İki sahilde pencereler­ den damla damla taşan ışıklar güzel ay dedeye göz kırp­ makta yıldızlarla rekabet ediyor sanılır. Ufuklarda parça parça bir kızıllıktır� belirir. Bağrı yanık İstanbul'un gökle­ rine bu yangın kızıllığı ne kadar alışıktır? Bu ateş rengi her an değişir. Al, portakal, kırmızı, sarı arasında gider gelir. Alacalı bulut parçaları bir akikin içindeki lekeler gibi ba­ zen hareketsiz kalır. Maviş' in bir yürek titremesine pek benzeyen mini mini çarpıntıları, hareleri, şıpırtıları yalılardaki güzel, mahzun küçük hanımlara, gılmanlarla meleklerin muhabbet ma­ sallarını fısıldar. Artık iç açıcı bir sakinlik! . .. Samimi bir yalnızlık!. .. Berrak bir karanlık! .. Narin ve emin bir tenha­ lık yere, göğe ve denize hakimdir. Yıldızlar ve ay sabaha kadar Maviş'in köşelerinde süslenir, süslenir. Sulara da­ lar, silkinir, serpinir, köpüklerle yıkanır, seher rüzgarına bürünür ve ancak sabah olurken kaybolur. Sabah ... Şimdi Maviş dinlenmiş, tazelenmiş, körpeleşmiştir. Yavaş yavaş sıyrılan pek ince, pek ak bir sisin altında Maviş'in mavf suları daha berrak ve cilalı, mavi bulutları daha açık ve edalıdır. Saba rüzgarı eserken, sabah yolcularının yanak­ larını, saçlarını, görünmeyen pembe güneş, parmaklarıyla okşar, pembe güneş dudaklarıyla öper. Okşar ve öperken "Ben yalnız seninim, beni sev! . . " diye bir şeyler de söyler. 131


İşte bu ruhani mavi dakikalarda şu tepedeki köşkünün penceresini açan, saçları karışık, gözleri mahmur şair, 'Ma­ viş' e yukarıdan bakar, onda sevgilisi vatanın mavi damar­ larını görür. Boynunu büker. Bu kenardaki mescidin minaresinde seherin sislerine bürüne bürüne essalat veren müezzin bu cennet ırmağına doğru kalbinin bütün imanıyla yönelerek onun üstüne tit­ reyen sesiyle tekbir alırken ruhu mavi dalgaların aşkının . ateşiyle erir ve bir damla yaş şeklinde dökülür.

9 Teşrin-i Evvel 1335 [9 Ekim 1 91 9]

132


Bahar Pencereleri açın, kapıları açın! Hava girsin! Akan rüz­ gar bu odanın kokusunu, hayallerini, hatıralarını sürsün, götürsün! Güneş girsin! Yağan ışık, köşelerin gölgelerini bozsun, silsin! Pencereler açıldı. Hava yürüdü. Güneş yürüdü. Hayal­ ler, hatıralar, siyah düşünceler sürüldü, silindi. Ve ben de beraber ... Fesim bükülmüş, boynum bükülmüş, boyun bağım bü­ külmüş, belim bükülmüş. Ölü, küçük dalgalar gibi düzen­ siz mavi, tümsek kaldırım taşları üstünde, batıp çıkan bir çürük sandal çaresizliğiyle sallana sallana ilerlemek isti­ yordum, yürüdüm, yürüdüm. Sahile kadar geldim. Ha­ raptım. Issız viraneydim. Mavi deniz önümde, mavi gök üstümdeydi. Taze baharın serip serptiği ışıklara sarılmış­ tım. Denizin kenarındaydım. Arzın kenarındaydım. Dalga­ lar taşlara çarparak sinelerini yırttıkça ipliği kopan inci gerdanlık gibi, gözyaşlarım göğsüme dökülüyordu. Bugün hava pek tatlı, güneş pek şakrak, oynak, gök pek açık saçık idi. Fakat ben kahrolmuş, ben mahvolmuş, ben bitmiştim. Bir taşın üstüne yığıldım. Şakaklarımı avuçlarımın içine aldım. Bakışlarımın siyah nuru, denizin mavi atlası üzerinde kara lekeler bıraka bıraka uzanıyor. Karşı sahilin minarelerini kucaklıyor, kubbelerini öpüyor. Onlara gizli gizli veda ediyor ve "Sizi Allah' a ısmarladım! Sizi Allah' a ısmarladım!" diyordu.


Biraz ötede, döne döne, ağır ağır kalkan tozların arasın­ dan zayıf, dermansız bir genç hayal kolhık değneğine da­ yanak ta yanıma geldi, bir taşın üstüne ohırdu. O da be­ nim hüznümle daldı, o da çekingendi,o da ağlıyordu. Uzaktan bir ses, kaynaşan güneşin arasından süzülerek bize doğru erişti: - Bahar kokuları, bahar kokuları!.. Bir sepetin içinde sümbüller, fulyalar, zerrinler, me­ nekşeler, şebboylar dalga dalga renkler, damla damla ko­ kular sıralanmıştı. Çiçekçi ta yanımızdan geçiyordu. Dikkat ettim. Genç hasta da gözlerini kapamış, başını arkaya bırakmıştı. Va­ tanın bu tatlı kokularını titreyen dudaklarıyla emmek, öp­ mek istiyordu. Bu kokular bana ve ona ne gösterişli ve görkemli tarih sayfaları, ne tantanalı ve büyük zafer tablo­ ları gösteriyor, ne ince ve yüce şiir ve hayat şarkıları oku­ yordu. Yerim, Sarayburnu'nun en yüksek bir noktasıydı. Sinan Paşa'nın Üçüncü Murad için yaptırdığı İncili Köşk'ün yıkıntıları üstündeydik. Sanıyorum ki bugün baştan başa vatan, evladlarının kan ve yaşlarıyla yakutlu ve incili bir görkemli binadır. İkimiz de içinde iki ufak lav gibi hıhışan kalplerimizi örten sinemizi Kabetullah'a çe­ virdik. Bu kokulara bürünen ruhlarımız sanki güneşten kanatlar takınarak Kur'an'ın sahibinin eşiğine çarpa çarpa erimek için bizden ayrıldı. O dakika o da, ben de o derece dünya kaygısından ay­ rılmış, o derece Allah' a yakınlaşmış, ben bir hayal, o bir gölge olmuşhık. İkimiz de birbirimize yaklaştık. - Ey genç adın nedir? - Mazlum! - Bak! Bahar esintileri, güneş renkleri, meltem kokuları bütün önüne dökmüş. Daha ne istiyorsun? Neden hü­ zünlüsün? 134


Sepette ne kadar çiçek varsa aldım. Gencin kucağına, etrafına yığdım. - Bak! Bu kokular senin mahrem dünyandır. Sarayla­ rının, pınarlarının, kulübelerinin, analarının, mihrapları­ nın kokularıdır. Kırılmış kalbini bu çiçeklerin özleriyle perçinle! Mazlum, önünde bir sayfa gibi açılan Topkapı Sara­ yı'nın etrafına solgun bakışlarını gezdirdi. İçini çekti, kol­ ları birer kırık dal gibi kıvrıldı ve yanına düştü. - Hayır, dedi. "Bütün kokuları bir siyah tülle örtülü sanıyorum. Lale bir açık yara, gonca bir kan pıhtısı, süm­ bül çitişmiş bir hasta saçı, menekşe mavi gözlerin damla damla yaşı. .. - Bütün bir senenin gün doğumu bahar! Bak sana ne neşeli dakikalar vaat ediyor. - Bende şimdi bir zevk kaldı: Ağlamak zevki ... Bir ümit kaldı: Mahşer ümidi. - Baharın annesi yağmurdur. Babası güneş. Bütün bun­ lar aile fertlerini sana, senin mutluluğuna adadılar. - Meltem esirliği, kuşlar inleyişi, kokular matem bu­ ğularıru hatırlatıyor... Bence şimdi gök bir türbe, güneş bir kandil. - Görüyorum ki hem hastasın hem umutsuz. Benden gizleme, söyle niçin umutsuz, neden hastasın? - Peki dinle: Benim bir sevgilim, sevgili eşim vardı. Gü­ zel, gürbüz çocuklarım vardı. Babam ve üvey anam sevgi­ limin kıymetini bilmediler .. Onu sevmesini bilmediler. Bi­ çare kadın bu ihmale dayanamadı, öldü. Sonra çocuklarım da öldü. Sonra evim de yandı. Sonra servetim de mahvol­ du. Sonra işte ben de bittim. Bahar! Bahar! Bahar! Ben baha­ rımı mezarımda açılacak dikenlerde görüyorum. 1 7 Mart 1336 [ 1 7 Mart 1 920] 135



Bayram Anılarımın sınırını geçen uzun bir zamandan beri tatlı bir Şeker Bayramı, mutlu bir bayram geçirdiğimi bilmi­ yordum. Çarpıntıdan yorulan kalpler çarpıntısız, sürekli buruşturulmaktan pörsüyen yüzler sarkık... Akraba ve ahbabın bayram ziyaretine neşesiz, gönülsüz gidilirken, bayramlaşma sırasında da söylenecek umut veren bir söz bulunamazken böyle günlere nasıl bayram diyebileceği­ mize yıllardan beri şaşıyorum. Çocukken arife gecesi annemiz, dadılarımız bizi erken yatmaya mecbur ederlerdi. Çünkü erken kalkmak lazım­ dı. Fakat ertesi günün bize vaat ettiği sevincin hayaliyle uyumak mümkün müydü? Bin türlü emellerle yatağın içinde bir sarhoş gibi döne döne sabahı bulurduk. Henüz şafak atarken dışarıdan gelen hafif, terlikli bir ayak patır­ tısı bize vaat edilen sevinç dakikalarının yaklaştığını bildi­ rirdi. Yatağımızda doğrulur, bir iki dakika sonra yanan ve ince beyaz bir çiçeklikteki açık pembe bir lale goncasına benzeyen mumun alevi karşısında uykusuz gözlerimiz dalardı. Oh! Bu sabahleyin, alacakaranlıktaki mumun so­ luk ışığını hiç bir zaman unutamam. Avrupa' da köylerde pek erken kalktığım günlerde bile yanan bir muma rastla­ sam, bayram sabahını, onun manevi bereketini anar, şim­ di toprak olan, öpülen ellerin hasretiyle yanardım. Uyanır uyanmaz ilk bakışım, beni bir kenarda bekle­ yen, bana kollarını açar gibi duran yeni elbiselerimin, gı1 37


artısı kulaklarıma gelen yeni potinlerimin güzel duruşla­ rına rastlardı. Namazdan sonra anne ve babamın ellerini öperken aldığım dualarla insan ile melek arasında güzel ve hafif bir varlık gibi yükselirdim. Bir müddet sonra me­ muriyet hayatına girişimde bayramlık yeni elbiseler yeri­ ne amirlerimden göreceğim takdir ve iltifatlar beni ken­ dimden geçirirdi. Bugün bu mutluluk tasvirlerinin üzerine birer siyah tül çekildi. Kaç bayram var ki ben de gülmedim. Kaç bayram var ki gözlerimden yaş yerine ateşler saçarak gizli gizli ağ­ ladım. Zavallı milletimle beraber... Milletimle beraber her bahar, dalları budanan asma gibi can acısıyla ağlarken, yi­ ne devri gelince, bolca meyve verebileceğimizi umuyor­ dum. Fakat her mevsimde bir kasırga bütün tomurcukla­ rımızı koparır, ezer ve bizi yerlere çarpardı. Bu ulu ağaç yerlerde sürüne sürüne kurudu ve etrafını dikenler, ısırgınlar bürüdü. Bu otlar büyüdü ve o çürüdü. Zavallı koca asma! Talihsiz milletim!. .. Bedbaht Türkler! Sizin elmas ruhunuz bir kuyumcu eline düşmemiş. Yük­ selen alnınızı daima kaba taşçılar birer mezar taşı kazımak için çekiçlemişler. Bütün Doğu bir Meşhed,1 bir Kerbela'dır.2 Türk onun ezelf kurbanı, sürekli şehididir. O şehidin hayatında, bela elbisesi ve gam gıdasıydı. Azap eğlencesi, yoksunluk alış­ kın olduğu bir şeydi. Onun doğuştan belaya uğramışlığı­ m en milli ve en samimi şairinin inlemelerinden anlamalı­ dır. Bu harabenin cana yakın bülbülü bir baykuştur. 1

Şii mezhebinin büyüklerinden İmam Ali Rıza'nın şehit olduğu ve mezarının bulunduğu ve bir zamanlar İran'ın başkentliğini de yapmış olan şehir. (Hazırlayanın notu). 2 Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin'in şehit edildiği ve mezarının bulunduğu şehir. Bugün Irak sınırlan içindedir. Bilhassa Şii'ler için önemli bir dini' merkezdir. (Hazırlayanın notu). 138


Türk'ün milli şairi Fuzull'dir. İnsanlara bir saadet vaat eden aşk bile Türkler için bir beladır. Ah, Doğu' da bela olan aşk, safa olan sevgiden bin kere çok değil midir? İşte Fuzull'nin, o ölümsüz Türk'ün Mecnun'la birlikte istekleri: Ya Rab, bela-yı aşk ile kıl aşina beni! Bir dem bela-yı aşktan etme cüda beni! Az eyleme inayetini ehl-i derdden Yani ki çok belalara et mübteıa beni! Oldukça ben, götürme beladan iradetim Ben isterim belayı, çün ister bela beni. Temklnimi bela-yı muhabbette kılma süst, Ta dost ta'n idüp dimeye hl-vefa beni.

[ Ya Rab! Beni aşk belasıyla tanıştır. Bir an bile beni aşk be­ lasından uzak tutma. Dertli kimselere yardımını sakın azaltma, yani ki beni çok be­ lalara müptela et. Ben var oldukça isteğimi, irademi beladan uzaklaştırma. Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister. Aşk belasındaki kararlığımı gevşetme ki sevgili/dost ayıpla­ yıp benim için vefasız demesin.] Her mısrada, her nefeste tekrarlanan "bela"lara dikkat eden bir yabancı, bu duygudan, bu arzudan bir şey anla­ yamaz, bir zevk hissedemez. Fakat bu duygu ne kadar bi­ zimdir! Ne kadar Türk'ündür! Bu bela düşkünlüğü, bu bela tanışıklığı hangi millette vardır? Hangi milletin edebiyatında bela, felaket bu dere­ ce aşkla coşkuyla dile getirilmiştir? 139


Bu sahrları kara bayramın simsiyah arifesinde yoksun­ luk ve hayal kırıklığı ile yazarken bir dakika durdum. Sanki yazımı, bir son nokta yerine, bir damla gözyaşıyla bitirmek istedim. Teravihten sonra bir köşeye büzülerek tespihini çeken akrabadan ihtiyar bir kadına sordum: - Teyze! Bayramda benden ne istersin? Durdu, düşündü. Bir ahirete ait bir hayal huzurunda gözlerini kapadı. Bütün endişesini derin bir ah içinde top­ lamak ister gibi acı aa içini çekti: - Evlat, dedi. Benim bu yaştan sonra arzum ne olabi­ lir? Kabe-i Mükerreme'de can vermek isterdim. Fakat Müslümanların kıblesi elimizden gitti. Şam' da kabrimin kazılmasını temenni etsem, ah, o da ... Susayım oğlum!. .. Yarabbi! Yarabbi! Müslümanlara sen merhamet eyle! Bun­ dan daha kara bayramlar gösterme ilahi!.. Ve iki ellerini yüzüne kapayarak acı bir çığlıkla hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu feryat on dört asırlık inanç dünyasının korkunç zelzelesiydi. Ramazan1338 / Mayıs 1336 [Mayıs 1 920]

140


Gözyaşı Çeşmesi Fasih ve Beliğ Beyler, iki şair arkadaş, bu akşam kol ko­ la vermişler, yalnız kalplerinin inlemelerini dinleyerek sessizlik ve huşu ile yavaş, pek yavaş, parkın geniş ve toz­ lu yolundan deniz kıyısına, Saraybumu'na doğru yürü­ yorlardı. İkisinin de boyunları bükük, ikisinin de benizleri uçuk­ tu. Gözlerinin öyle bulutlu bir nuru vardı ki kuytu bakış­ larının derinliklerinde bin hayal ve emel binasının enkazı ve karaltısı seçilebilirdi. Fasih'le Beliğ iki girift mısra gibi gizledikleri anlamı açığa vuramadan, parkın yeşil kitabeli uzun sütunu ara­ sında, durur gibi, yavaşça ilerliyorlardı. Bu iki gencin zihinleriyle kalpleri o derece umutsuz­ lukla yüklü, o derece heyecanlanmış idi ki, bu duygusal ve fikri faaliyet, pozitif ve negatif elektrik uçları gibi, bu bahtsızların gözlerinden dumanlı kıvılcımlar taşırıyordu. Sessizlik. .. Servi ve mezar ve tabut sessizliği... Beliğ bir.den durdu ve mavi bakışlarını göklerin belirsiz maviliklerine karıştırdı. "Düşüp üstüne ağlamak dilerim Söyle ey Tanrı! Dizlerin nerede?" feryadını ağladı. Bu feryat o kadar müthiş, bu feryat o kadar keskindi ki, etraftaki ulu ağaçların titrediğini, bu iç­ li insanlar görür gibi oldular. Fasih içini çekti. Kutsal bir taş heykelden yardım uman 141


bir biçare tavn aldı. İki elinin parmaklarını birbirlerine ki­ litledi. - Doğu şiirinin en keskin hnılı orgu olan Cenap [ Ce­ nap Şehabettin]! Cenap! Neden, neden bu dille, bu lisanın vatanı için inlemezsin? Bizi günahlarımızdan kurtulmak, arındırmak için böyle bir şiir ateşine, aşk ateşine, kutsal bir ateşe ihtiyaamız vardır. İmdat!. .. diye haykırdı. Yine sessizlik! Servi ve mezar ve tabut sessizliği! Yürü­ yorlardı. Nihayet bir sırhn kenarında solmuş çimenlerin üstüne yığıldılar. Güneş kuru bir kütük ateşi gibi kımılda­ mayan al alevler arasında batıyordu. Kızıl yansıması deni­ ze vurmuştu. Yel esmiyor, yaprak kımıldamıyor. Bulutlar uçmuyor ... Gökyüzü durgun, kainat yorgundu. Beliğ, güneşin battığı yere doğru bakh. - Gök kan, yer kan, deniz kan, dedi. Kainah kan boğu­ yor. Arkalarına döndüler; bir tahta kanepenin üstüne hasta bir tıbbiyeli oturmuş ağlıyordu. Yanındaki siyah iri gözlü, siyah gür saçlı, siyah peçeli, pembe yüzlü bir kıza "Gitme, gitme, beni bırakma!" diye yalvarıyor ve ağlıyordu. Kız bir saniyede yerinden fırladı. Başını düzeltti ve elindeki beyaz bir gül ile ağlayan gencin yaşlarını duygusuz bir iş­ veyle sildi. Ayrılık yaşlarıyla ıslanan bu gülü koklayarak ve yapraklarını beyaz dişleriyle ısırarak, oradan bir gölge hafifliğiyle uzaklaştı, gitti. Genci tek başına ve garip bırak­ tı. Genç kuvvetsiz ve dermansızdı. - Evet, kan ve gözyaşı. .. İki arkadaş düşünüyorlardı. On dakika onlar da hareketsiz kaldılar. Beliğ dedi ki: - Bu memleket bir gözyaşı pınarıdır, bir harabede ... Fasih, kasıtlı bir gülüşle cevap vermek istedi: 142


- Bilir misin Beliğ? Fakir bir şair olacağıma, zengin bir mühendis olaydım, bir tarihçi gibi, şu tarihi dönemin ke­ narına binlerce senelik Türk soyunun geçmiş ve gelecekte­ ki görüntüsünü bir mermer kütlesinde özetlerdim. Bir "Gözyaşı Çeşmesi" şeklinde... Mengili Giray, Bahçesaray' da, ölen eşine bu isimde bir çeşme yaptırmış. Ben de, benim daha bahtsız sevgilim, va­ tanım için böyle bir çeşme inşasını düşünüyorum. Marmara'nın şu noktası hizasına, yalnız yoğun servi­ lerden bir mihrap şeklinde bir koru yapardım. öyle bir or­ mancık ki uzaktan göklere çıkan, yas renginde bir bulut güzelliği, anlamı anlaşılsın. O mihrabın mescidine, or­ mancığın göbeğine, büyük ve lekesiz beyaz mermer kütle­ sinden bir çeşme yontar ve inşa ederdim ki her saniye her ince oluğundan bir inci damlasın. Ve her taştan mısrasın­ da bir anlam ağlasın. Ve bu damlalar ve bu anlamlar hü­ zünlü ve derin bir şeyler fısıldayarak dökülsün, saçılsın. Bu damlalar İslam aleminin, Türk aleminin yanık annele­ rinin, dul yavuklularının, yetim yavrularının gözyaşları gibi temiz, bir şefaat zemzemi gibi saf olsun! Birbiri ardın­ ca yuvarlanan damlalar, çeşmenin eteğinde toplanarak sessiz akan bir olukla denize, ilahi rahmet denizine karış­ sın. Düşünen ve duyan insanlığa hediye edeceğim bu ar­ mağana ben başlık olarak yalnız "Gözyaşı Çeşmesi" tamlamasının kazınmasını isterim. , Bu anıtın üzerine inşa edildiği tarih alanı ve inşa zama­ nı, bu mermer kayanın ne demek istediğini anlatır ve zu­ lüm ateşinden kanı kuruyan bir milletin bu selsebil [gör­ kemli ve suyu tatlı çeşme] gibi akıttığı yaşların ağıtını, gele­ cek asırların göğünde çınlatır, değil mi? 1 1 Temmuz 1336 [1 1 Temmuz 1 920]

1 43



Matemin Kuvveti Şehzadebaşı ile Laleli arasında, yangın harabeleri kena­ rında göze çarpan bir kagir ev vardı. Bu ev yüzü, bağrı ka­ rarmış olduğu halde sanki bir mucize kuvvetiyle yangın­ dan kurtulmuştu. Bu akşam evin bütün pencerelerinden aydınlık taşıyor, uzakta viranenin, terkedilmiş kabirlere benzeyen yarım bacaları, yıkık duvarları, çökmüş çukur­ ları arasında mühendis Neşe Bey'in evinin ışıkları, bu ulu mezarlıktaki kemiklerden fosforlar kaynaşıyor kuruntusu veriyordu. Mühendis Neşe Bey'in üç ay önce büyük bir resmi da­ irenin inşası için girdiği yarışmaya dair çizdiği planlar, el­ li kadar yerli, yabancı yarışmacılar arasında takdir gör­ müş ve dairenin inşası kendisine ihale edilmişti. Genç mü­ hendis bu sayede ismini ölümsüzleştirmeye, geleceğini sağlama almaya muvaffak olacaktı. Bugün arkadaşlarının bahtiyarı ve belki insanların en mesudu idi. O gece pek sevdiği arkadaşlarından Server Bey de tesa­ düfen kendisine uğramış ve Neşe de onu yemeğe alıkoy­ muştu. O gece tanıdıklarından güzel sesli bir kişi ile iki müzisyen buldular, keyiflenmek istediler. Neşe Bey' in ba­ şarısını dinleyen Server birden bağırdı: - O halde Neşe, sen de beni tebrik et. Benim de Dila­ ram ile dün nikahımız kıyıldı. Bu büyük haber üzerine Neşe yerinden fırladı. Ser­ ver'in iki yanaklarından uzun uzun öperek tebrik etti. Di145


laram, Server' in tam üç seneden beri sevdiği güzel, zengin bir genç kızdı. Genç, bu kız uğruna iki defa intihar etmek istemişti. Gerçekten böyle bir hazineye sahip olduğundan dolayı Server de dünyanın en mutlu insanı sayılabilirdi. Çünkü bu kızı İstanbul' da istemeyen kalmamıştı. Genç için bu başarı hem bir mutluluk ve hem bir gurur .mesele­ si oldu. İki arkadaşın bu gece sevinmek, gülmek, eğlenmek haklarıydı. Yemek, neşe dolu geçti. Yemekten sonra kah­ veler içilirken geçici olarak saza ara verilmiş, fakat bu me­ sutların pembeleşen simalarında musiki nağmelerinin tat­ lı tebessümleri, okşayışları, renkleri henüz uçuyordu. Ser­ ver elini Neşe'nin dizine vurarak dedi ki: - Mutluyum, ama bu mutluluğun kıymetini bilecek miyim? Bahçedeki şu söğüde bak! Şu berrak havuzun üs­ tüne nasıl kanat açmış, nasıl sevdiğinin üstüne gülerek tit­ riyor? Ben de hayatımda böyle aralıksız bahtiyar olmak is­ terim. Mühendis Neşe Bey üç dakika kadar sessizlikten sonra: - Evet, dedi. Duygularımızın lezzetini bize tattıran tek sebep mutluluktur. Mesut olmak için başarılı olmalıdır. Başarı ise çalışmakla sağlanır. Çalıştığım zamanlar saade­ ti damla damla emdiğimi duyarım. Öyle sanırım ki insan, zekası oranında mutlu olur. Bu sırada kapının pek yavaş ve pek cansız çalınmasının farkına varamadılar. İki üç dakika sonra salona omuzlan düşmüş, boynu bükülmüş, fesinin püskülü ön tarafa gelmiş, gözleri ağla­ maktan şişmiş, benzi uçmuş, uzun boylu, zayıf biri girdi. Neşe ve Server, bu mahzun misafiri karşılamak için yerle­ rinden: - Ooo! Yavuz Bey buyurun!

146


diyerek fırladılar. Ev sahibi samimi bir tavırla ekledi: - Keşke yemekten önce geleydin Yavuz! Sevdiğin ye­ mekler yenildi. Beğendiğin şarkılar söylendi. Yavuz etrafına bakh. Tereddüt ederek geri çekildi. Hü­ zünlü ve yavaş bir sesle: - Bu akşam ziyafetin olduğunu bilemedim, beni affe­ diniz, çekileyim, dedi. İtiraz ettiler. Ve perişan halinin ve üzüntüsünün sebe­ bini sordular. Yavuz, dudaklarını büktü. Gözlerini sıktı ve dört gün evvel eşini gömdüğünü ağlayarak söyledi. Neşe ve Server Yavuz'un eşini ne derece hürmetle sev­ diğini biliyorlardı. Genç, kederli gözlerini Neşe'ye çevirdi. - Bense bu gece bir tesellinin siyah ışığını aramak için sana gelmiştim! dedi. Bu felaketten haberleri olmadığını söyledikleri zaman: - Evet! Kimseye haber vermedim. Sakin, mütevazı ve kalabalıktan kaçan ruhunu incitmemek için onu, birkaç kişiyle sırtımda ebedi makamına ben götürdüm. Yavuz'u zorla oturturlarken, piyanonun beyaz dişleri üzerine kara dudakları kapandı. Def yuvarlanarak kane­ penin altına gitti. Keman siyah örtüsüne sarındı. Odaya ruhani bir sessizlik geldi. Felaket mutluluğa galip gel­ mişti. - ki senedir, dayanılmaz bir hastalığın kahrı alhnda kıvranırken "Of!" demedi. Şikayet etmedi. Ona kendi elimle bakmayı manevi bir ihtiyaç, bir ibadet farz eder­ dim. Başarılarımın ödülü, onun gözlerinde göreceğim bir memnuniyet ışığıydı. Ona beğendirmek için söyler, ona beğendirmek için yazardım. Ona yaranmak için çalışır­ dım. Hiçbir kederim yoktu ki onun bir tatlı sözüyle gide­ rilmesin. Hiçbir sıkıntım bulunmazdı ki onun sade ve de­ rin bir fikriyle çözülmesin. Ben ceset, o ruh idi. Ruh uçtu. 147


Ceset göçtü. O benim dayanağımdı, destek kırıldı ve ben yıkıldım. Benim düşüncelerime kahlır, benim arzularımı payla­ şırdı. Ne kadar kusurlarım varsa onda görününce arınır, birer fazilet kutsallığı kazanırdı. Hayahm boyunca kendi­ sinden bir acı söz işitmedim. Bütün kabalıklarını onun karşısında inceldiğinden, ben de bir sert söz söylemedim. Ah! Mutluydum. Oh! Saadet boş, anlamsız bir düşünce. Çünkü hayah­ mız boyunca ne o, ne ben saadetimizi istediğimiz gibi tak­ dir edemedik. O daima hüzünlü ve ben daima gamlıydım. Mühendis Neşe Bey deminki hükmünü unutarak: - Evet, insan, zekası oranında ümitsizliğe düşer. Yavuz pencerenin önüne gitti. Bahçeye baktı. Mehtap vardı. - Bu havuz, şu ağlayan söğiidün gözyaşları mıdır? Neşe ile Server acı acı gülümseyerek birbirlerine bakh­ lar. Biçare Yavuz aynı siyah düşünceyi takip eyleyerek sö­ züne devam etti: - Oh! Saadet geçici bir kuruntu, elem temelli bir ger­ çek. Geçen saadetimden ne kaldı? Gittikçe dağılan, uçan bir bulut! Gelen felaketse sonsuza kadar kalıcı. Sonsuz ol­ mayan elem, felaket değildir. Saadetin sebepleri sayılır, elemlerin sebepleri sayılamaz. Elini kaybedersin, gözünü kaybedersin. Sevgilini kaybedersin, Suad' mı, saadetini kaybedersin. Sonra aynı ele, aynı göze ulaşabilir misin? Hayır! Çocukluğunda kızamık çeken bir adam o acıları unutamaz, fakat en şirin vakitleri bir hayal, hem de acı bir hayal gibi uçar. Dünya bir çiçek ve meyve bağı değil, bir gözyaşı ırmağıdır. Elem asıl, mutluluk geçicidir. Şimdi Neşe ve Server ikisi de Allah'ın hitabına ulaşa­ bilmiş Hazret-i Musa gibi, bu elem suresinin karşısında 148


secdeye kapanıp büyülendiler. Coşkunluklarını unuttu­ lar. Deminki ışık ışık gülümseyişleri gözlerinden damla damla döküldü. Mutluluk kuruntusunun paslarını, keder gerçeğinin yaşları sildi, temizledi... Yavuz kalktı .. Veda etti. İki dost, sevgili arkadaşlarını yalnız bırakmak istemediler. Mehtap çekilmişti. Neşe ve Server de gecenin keder elbisesine benzer karanlıkları ara­ sında o yas karaltısıyla beraber kayboldular. 10 Ağustos 1336 [10 Ağustos 1 920]

149



inci Yıldız Hanım, bu gece siyah tüllerine büründü. Yeşil gözlerini kara kirpiklerinin arasında gizledi. Alacakaran­ lık kumların üstünde, melekler sultanı gibi, ağır ağır yü­ rüyerek, çamın alhndaki siyah mermer koltuğun üstüne dimdik oturdu. Güzel çehresi, güneş endamı, kara tüller altında tutul­ muştu. İri gözleri, ateş dudakları, kara hülya içinde tutuş­ muştu... Kan dalgalarında boğulan gözbebeklerine ağlı­ yordu. Karanlıkların avuçlarında kararan göz nurlarına ağlıyordu .. Anavatan gibi... Rüzgar sinmiş, yıldızlar sönmüş, goncalar solmuş, ağaçlar burkulmuş, fidanlar bükülmüş, ocaklar yıkılmış, çatılar çökmüş .. Her yer karanlık, her yer ıssız. Çıt yok. .. Derinlerden gelen öd ve günlük kokuları etrafı ve ha­ vayı sardı. Bahçeyi, tüyleri ürpertecek bir ahiret kokusu bürüdü ... Bu kadın, bu güzel, bu pek güzel kadın bir ümitsizlik ve kin heykeli gibi hareketsiz duruyordu. Bahçe, buluttan çimen sofalarıyla, aya benzeyen yosun­ lu havuzuyla fırhna doğuran karanlık bir gökyüzüne dön­ müştü. Öd ağacı dumanları arasında Hilal Bey çelik zırhı içinde göründü. Güzel kadının yanına gitti. Çelik kılıcına dayandı. Boynunu bükerken zırhı o sessizlikler içinde ça­ tırdadı. Güzel kadın başını kımıldatmadı bile. Gözünü aç­ madı bile ... Hilal, boynu bükük bekledi, bekledi... Niha­ yet, seher rüzgarı gibi yavaş bir sesle inledi. 151


- Ey kadın, açım! Aşkınla doyur beni!. .. Senin için yıl­ lardır göklerde, denizlerde, dağlarda, sahralarda dövüşü­ yorum. Yorgunum, sev beni! . .. Neden mahzunsun? Kalk! Elini elime ver. Neşe, gözlerin çiçeğidir. Ben, sen yürürken saçlarından aşağı o neşe çiçeklerinden serpmek isterim. Dudaklarının arasında o goncalardan daima bir tanesi gülsün isterim. Kalk! Pembe topuklarını, bir ocak hararetiyle yanan al­ nımın üstünde, iki güvercine benzeyen ayaklarını, bir sa­ at rakkası gibi vuran şakaklarımın kenarında gezdirmek isterim. Kalk ve karşı dağlarda yanan top ve süngü alev­ lerine bak! Alevler ateşlerin çiçekleridirler. Gözlerinin ışı­ ğı karşısında onların nasıl solduğunu, söndüğünü gör­ mek, bilmek isterim. Kalk, sabah oluyor bak! Al, sarı, mavi, beyaz bulutlar göklerin gülleri, nergisleri, sümbülleri, yaseminleridir. Se­ ni bu çiçeklerin arasında güneş gibi ilerler görmek isterim. Sabah rüzgarı, doğan güneşin titreyen dudaklarıdır. Onun koklamadığı gonca ağız, öpmediği pembe yanak olamaz. Güneşin ağzı, saçlarının arasına konup siyah ve ipek tellerinden aldığı iksirle bütün esirlerin, sultanların, tanrıçaların yüzlerine, gözlerine nur veriyor. Ben seni ka­ inattan kıskanıyorum. Kalk! Güneşin pınarından yüreğimizin siyah kadehini biraz aydınlıkla dolduralım. Kalk, elini elime ver!.. Benden bir şey mi istiyorsun? Ne vereyim sana? Uğrunda viran ve perişan oldum. Değeri­ mi sarf ettim. Kanımı harcadım. Bir şeyim kalmadı. Ben­ den artık bir şey isteme. Kara toprağı yağmurlarıyla diril­ ten mavi bulutlar ödül istiyor mu? Mehtap, karanlık vira­ nelerden minnet bekliyor mu? Akarsular, çarpan dalgalar, cilaladıkları çakıllardan teşekkür arıyor mu? Güller sine-

1 52


terini delen, göğüslerini emen arılardan aşıkcasına bir kar­ şılık görüyor mu? Öyle ise güzel kadın, sen de benden bir şey bekleme, arama, isteme!. .. Başını kaldır, gözlerini göz­ lerime dik! Gözlerimin nuru, saçlarının arasında bir taç ol­ sun! Kollarım boynuna bir gerdanlık güzelliğinde sarılsın! Hasret yaşlarım, göğsüne inciler döksün. Güzel kadın başını ağır ağır kaldırdı. Gözlerinin yeşil nurunu ağır ağır serpti. - Aç kucağını, ben yalnız seni istiyorum! dedi ve göz­ leri incilendi. Tıpkı yıllardır ağlayan Anavatan gibi... 20 Nisan 1338 [20 Nisan 1 922]

ı s:ı



Yakarış Ulu Tanrı! Gün batıyor; sevgili korkun gönlümde doğuyor. Kum­ ral akşam bana sessizlikler içinde büyüklüğünü fısıldı­ yor... Bu alaca karanlıklar arasında bir kulun, tercüman kullanmadan, öz bilgisiyle sana diller dökmek istiyor ... Ödünç giyim almadan, kendi çaputlarıyla karşına çıkmak diliyor. Onun yalvarışlarını dinlemez misin? Kanadı incinmiş, karnı acıkmış bir serçenin ötüşçüğü­ nü anlarsın! Boynu bükük, benzi uçuk bir çiçeğin istekçi­ ğini duyarsın ... Bugün bir Türk'ün yıpranmamış sesini bi­ rinci olarak sana eriştirmek isteyen suçunu bağışlasan ge­ rektir. Ey yüce gökleri ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri köpük­ lü dalgalarla süsleyen Tanrı!.. Kullarını kendilerini tanı­ mak, kendilerinde özünü tanıtmak üzere onlara beyin, gö­ nül verdin. Onlardan yüz binlerce Türk, sevgili son Pey­ gamber' inin doğru izinden bu akıl, bu duygu kanatlarıyla yüksele yüksele cennete ermek istediler. Yeryüzünün en büyük ulusu olan Türklerin, yürekleri­ ni donduran soğuk bozkırlarını, yurtlarını bırakarak söz­ lerini anlamak, senin öz birliğini tanımak, sana tapmak üzere yalınayak, baş açık, yabancı ellere düştüler... Sıcak çöllere üştüler .. O, genişliklerde koşuşturanlar, tutsağın oldular. Yorgun, urganına sarıldılar. İlk çağda aya, güne tapan bunlar, şimdi ayın günün sahibini buldular. Kutlu oldular. Peygamber'inin söylediği emirlerine boyun eğdi155


·

ler. Yaradanlannı bildiler. Doğru yola girdiler. İstedikleri­ ne erdiler. Ey bizi yoktan var eden Allah!.. Sonra senin yü­ celiğini söylemek, birliğin sancağını yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna iletmek, gönlü gözü kör olanlara, se­ ni tanımayanlara seni göstermek, seni tanıtmak üzere sa­ vaşmaya başladılar. Şimşeklerine baktılar, kılıçlarını çekti­ ler. Yıldırımlarını işittiler, toplarını kullandılar. Kanlarını uğrunda döktüler. Başlarını yoluna koydular. Koca deniz­ leri geçtiler. Yüce dağları aştılar... Yeryüzündeki sayısız kullarından, çok, pek çok, onlar senin uğrunda çabaladı­ lar. Sen de onlara ödüller verdin, dirlikler bağışladın!. .. Senin ve peygamberlerinin adlarına ayırdığın ünlü yer­ leri bütün onların yurtlarının bucaklarında sakladın. O, köyde yarattığın Türklerin sana bağlılıkla yükseldiler... Bu yücelikten onları indirme, ey sevgili Tanrı! Onları in­ dirme ... Ak bulutlardan, kara çamurlara düşürme! Düşür­ me ki onların yüreklerinde senin korkun, senin sevgin vardır. Sen varsın!... Bilmeden yaptıkları suçlan varsa dünkü emeklerine bağışlamaz mısın? Bağrı karalarını bugünkü gözyaşlarıy­ la yıkamaz mısın? 'Yürekleri karardıysa, eşiğinde yerlere sürünen alınları aktır, yüreklerinin karaltısını aydınlatmak, düştükleri uçurumdan bileklerini tutmak, onları doğru yola getirmek sana güç değildir, ey ulular ulusu!.. Güç değildir! Şimdi, önünde çıplak gönlüyle kekeleyerek söylenen bu kulun, bütün yurttaşlarıyla bir bağışlayıcı bakışının yoksuludur. Ey büyük Allah! Sen yine onları unutma! Sen yine onları esirge! Bak sızan gözyaşları ne ağlıyor? ... Sızlayan yürekler ne inliyor?!

SON 156



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.