MüftüoOlu Ahmet Hikmet
ve
GULiSTAN
VÇVNCV BASKI
lSTANBUL 1969
öTVKEN YAYINEVİ Nuruosmaniye Cad. Nu : Cağaloğlu - İstanbul Tel
:
27 84 41
36/7
Ötüken Yayınları
:
Nu
:
26
Edebi Eserler Serisi
:
Nu :
9
Birinci Baskı : İstanbul - 1317 (1901) İkinci Baskı
: İstanbul - 1324 (1908)
Kapak Kompozisyonu :
Mustafa Eren
Kapak Baskısı
Nam Ofset Halk Matbaası
Dizgi ve Baskı
"Dehainden nasibi olmayan ıicize ise, bir ormancığın dahilini kendilerine
mesken
ifti
kar ittiMz etmiş zayıf ve garib kuşlardır ki, kudret.i pervaneleri ancak bir ağaçtan diğerine gidebilmeğe, takat-ı avazları yalnız kendi ken dilerine müdavele-i hissiyat edebilmeğe kifa yet eder ..."
Naçiz - Üstad Ekrem
İ Ç İN D EK İL E R Sayfa : MÜFI'ÜOCLU HAKKINDA .
7
1
-
AH ŞU ERKEKLER
11
2
-
İLK
14
3
-
İKİ MEKTUP (Halit Ziya Beye)
4
-
SÜLEHA'NIN GÜNAHI
36
5
-
YECENİM
42
6
-
MUAMMA-! DİL
7
-
NAKİYE
8
-
NİNNİ
GÖRÜCÜ
.. .... . . ... .
19
48
HALA
55 64
9
-
LANE-1 MüNKESİR
10
-
ÇİÇEKLER
11
-
RENKLER
12
-
SAÇLAR
13
-
BİR MENEKŞENİN SERGÜZEŞTİ
112 120 126
73 103 108
........ .
.
.
14
-
HÜSN-Ü AŞK
15
-
YEŞİL YUVA
140
16
-
TEVCİH-İ VECİH
162
17
-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
171 196
18
-
ZEVK-İ HAYAL
19
-
BİR DAMLA KAN
203
20
-
İSTİYORUM Kİ
207
21
-
NAKARAT
209
22
-
.
LEYLAKLAR AÇARKEN
211
MOFTOOC;LU HAKKINDA O, bundan sonraki nesillerce de, Türk
edebiyatının
büyük mefkUrecisi olarak anılacak ve bir milli mefkure var olduğu sürece unutulmayacaktır. BeUt gecelerinde ya şı sızarak yazdıklart, gençliğimizin tükenmez bir heyecan ve güç kaynajı olarak değerini bulmuştur. Müftüoğlu, sanat gücünün yanında, milli meseleleri
mize bakışta, bu gün, yarım asır ve şu kadar belddan son ra bile, bir çoklarımızı kendi halinden utandıracak yüksekliğe sahiptir. Yaşadığı devrin fikir zaman zaman biribirine yaklaşan ve
bir
meydanında,
bazan kapışan
üç
akım vardı, Osmanlıcılık, Türkçülük, lsldmcılık. Abdullah Cevdet'in
batıcılığını, anılmaya değmez bir sapıklık diye
düşünürsek, bu üç akımın arzu edilen semereli bir uzlaş maya varamamış olmaları, bu günün nesilleri için acı ve bir az da anlaşılmaz görülmelidir. Ama fikir çevrelerimi zin görünüşü hiç de böyle değildir , zamanla pek az kon.troı edilmiş bir şekilde ve aşağı yukarı ayni havada üzere bu çatışmalar Mld görülmektedir.
olmak
Çatışanlar
da
kim1 Osmanlı, Türk, lsldm ... Ne ağlamaklık ve ne gülünç bir manzara ... Bu gün, bir yüz yılın tecrübesinden
sonra,
Ahmet Hikmet karşısındaki utancımız bu noktada
baş
lar. Burada, bu üç akımın gerekaiz ve ytpratıcı çatıpı<ı-
8
larını açıklayıp hikayesine girişecek değiliz. Kavgacıların en af/edilebilir oldukları çağda bile, kavgaların üstündeki gerçeği kavrayan Müftüoğlu'nu derin bir şükranla alkış layacağız, o kadar. Gerçeği kavrayan ve onu, hikayelerin deki sanatın gergefinde işleyerek gelecek nesillere sunan Müftüoğlu... mekanın cennet olsun ... Türklük, Osmanlılık, lsli'imlık :
bunlar Ahmet Hikmette, ayrılması düşünül meyen değil, ayrı ayrı telaffüz edilmesi düşünülemeyen havramlardır. Hikayelerindeki hava budur. Bir cümle içinde anlatmak gerekirse, Müftüoğlu, ta f'(lığı dünya Mkimiyetini temsil eden
sancakla Allah'a
secde etmiş olan bozkurtu tanır ve bu gerçeği, sanatının aynasından, geleceğin
Müslüman
Türk nesillerine istik
_
balin şaşmaz bir perspektifi olarak verir. Bu aydınlıkta yolunuz açık olsun.. *
*
·
*
Müftüoğlu Ahmet Hikmet 1810 de lstanlıul'da doğdu. Ve yedi yaşındayken babasını kaybetti· Ağabeyisinin des teği ile tahsiline Dökmecilerdeki mahalle mektebinde ba§ layan Ahmet Hikmet, sırasiyle, Aksaray
vakıf rüştiyesi,
Boğukçeşme askeri rüştiyesi ve Galatasaray mektebini bi tirerek 1888'de hariciye nezareti umur-u şehbenderi
ka
leminde bir memuriyete girdi. Bu yıllarında Fransızcadan tercümeler yapmakla meşgul oldu. Alexandre Dumas Füs, Baronne de Staff gibi Fransız yazarlarından roman
ve
değişik konularda kitapları dilimize çevirdi. 1890 yıllarında Kafkasya'ya gönderildi, 1891 yılında Bervet-i Fünun mecmuasında ilk
makalesi
yayınlandı.
1896 da lstanlıul'a döndü ve iki yıl sonra Galatasarayda öğretmenliğe ba§ladı. 1910 yılında da Dar-ül Fünun�a Al man ve Fransız ede'biyatları müderrisliğine tayin olundu. 191! de yeniden hariciyeye intisap etti ve Budapeşte baş ıehbenderliğine atandı. 1908 - 1912 yılları ara..<ıında Türk derneği, Türk Ocağı teşkili'itlannda fiilen çalıştı ve Türk Yurdunda yazdı. 1918 de lstanbul'a
döndü
ve
yeniden
Peşte, Viyana ve Berline vazifelerle gönderildi. 19!2 de,
9
Peşte'de iken hazırladığı ve Tasvir-i Efkar gazetesinde yayımlanmış olan hikayelerini "Çağlayanlar" adı altında yayınladı. Bu eser, zamanın edebiyat ve fikir çevrelerinde geniş yankılar uyandırdı. 1927 yılının 19 Mayıs perşembe günü ebediyete intikal edinceye kadar daha bir çok gö revlerde hizmetine devam etti· *
*
*
Edebiyatımızda, hikaye ve monoloğları ile ün yapan Ahmet Hikmet'i iki devrede incelemek gerekir; Servet-i Fünuncu ve Milli Edebiyatçı dönemler. ikinci devresinde mefkureciliğinin bütün coşkunluğu ile Müftüoğlunu rürüz. Duyguludur, heyecanları berrak ve derindir;
gö
fe emin
laket yıllarının yıkıntıları arasında değerlerinden
coşkun haykırışlar, yer yer içli bir isyan ve büyük bir teslimiyet içinde dualarla doludur. "Çağlayanlar" bu dev renin eseridir. Ahmet Hikmet, dilde
sadeleşmeyi ve ede
biyatın milli bir öze yönelmesi gerekliliğini savunmakta, Müslüman Türk insanının karakterini, değerlerini,
kay
gularını anlatmaya çalışmaktadır. Şimdi Bize sunduğumuz "Haristan ve Gülistan"
ise,
birinci devresinin ürünüdür. Bu kitatp, 1901 yılında Ede biyat-ı Cedide kütüphanesinin dokuzuncu kitabı
olarak
çıktı ve yazarımıza ilk büyük ününü kazandırdı. Bu ese rindeki bir çok hikliyeler, daha başka yazıları ile birlik te, A lmanca, Macarca ve Fransızcaya çevrilerek yayın landılar. Bilindiği gibi, Serfet-i Fünun, tanzimat edebiyatından sonra gelen ve şark kültürü ile ilgisi daha da zayıflayarak bütün gücü ile A vrupaya yönelen bir edebiyat çevresidir. Batı da, bütün sanat ve edebiyat anlayışı ile Bu devir şair ve romancıları güçleri
Fransadır.
yettiğince Frarnnz
parnesiyen, sembolist ve realistlerini edebiyat-ı cedide adı nı verdikleri akımları ile temsil
etmeye
çalışmışlardır.
Temel olarak, sanat sanat içindir görüşü benimsenmiş tir. Dil bakımından ise, bir nevi geriye dönüş görünümü içindedirler; Arapça, Farsçanın o zamana kadar kullanll-
10
mamış terkipleri el,e. alınmakta ve Fransız edebiyatında karşılarına çıkan yeni kavramları ifade edebilmek
için
yeni terk�ler yapmakta· bir mahzur· görmemektedirler. Üslup sembolist ve romantik ifadelerle yüklü ve değişik mecazlar, teşbihler içinde fevkolô.de süslüdür. Ahmet Hikmet bu edebiyat çevresi içinde iken "Ha ristan ve Gülistan" ı yazdı fakat, gerek şekil ve gerekse öz bakımından onlardan oUlukça farklı kaklı. Hikayeleri nin bir çoğunda konu bakımından, içinde bulunduğu çev reye göre yenilikler getirmiş ve içtimai meselelere daha içten el atmıştır. Bir çok hikayeleri, konuları ve
bunları
ele alış şekilleri ile Milli Edebiyatın Ahmet Hikmet'ine çok yakındır. Müslüman Türk insanın terbiyesi, duyguları, ondaki cevher rına
ve Osmanlı kültürünün insan davra,uşla
akseden incelikleri, gelenekler başlıca konular ara
sındadır. Bunların yanında, evlilik, zaman zaman tama miyle soyut ve bazan da ildhi bir hava içinde ele alınan aşk ve tabiat sevgisi de işlenen diğer konular arasındadır. Bu eserdeki bazı hikayeler Edebiyat-ı Cedidenin
bütün
dil ve üslup özelliklerini aksettirecek niteliktedir. Bir çok hikayeleri ise, dahil olduğu edem çevreye yabancı sayıla cak bir dil sadeliği içindedir. Biz, Haristan ve Gülistan'ı, mümkün okluğu kadar 1islup özelliklerini bozmama düşüncesi içinde, konuşma dilimize göre sadeleştirilmiş olarak sunuyoruz. Aslındaki güzelliğinden bir şeyler kaybettiğinden şüphe ancak, iyi niyetimize
bağışlayacağınız ve bu
etmiyoruz eseri ile
Müftüoğlunu bir kere daha sevip, rahmetle anacağınız ü midi içindeyiz. ÖTÜKEN
YAYINEVI
SOHBEI':
- Sinirli bir kadın;
geçici samimi bir
buhrandan sonra --
AH ŞU ERKEKLER
E
RKEKLER?.. Sinir illetinin
en
birinci
sebep-
leri?.. Biz kadınlar ne zavalhlanz?! Doğduk do
ğalı erkekler, o kibirli, inadcı, bencil, hırçın,
çeşitli
mahlukların hücumundan, cefasından ne çileler çek tik, ve neler çekiyoruz! .. Bu derece aciz, zayıf, mazıam kadınlar, bu yam yamlara yalnız leziz, hazmı kolay bir gıda olmak te cellisiyle yaşarlar. Evet, biz tabiatın gözü bağlı
kur
banlarıyız!. Cihanda her şey, her bir şey erkekler içindir : Kanunlar, imtiyazlar, şan, şeref, serbestlik,
kuvvet,
bütün insan haklan onlara aiddir; hatta biz kadınlan ekseriya perişan eden, ezen tabii elemlerden
bile on
laı', yaradılış kanunu hükmünce istisna edilmişlerdir. Esasen nazarında adi bir makine değerinde, bir oyun cak derecesinde bulunmak saygısızlığına karşı
şika-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
12
yete hazırlanırken, onlar daha evvel davranarak, biz zavallılardan, biz
biçarelerden türlü sebeplerle
şika
yet ederler; alim isen, sahte vekar derler; akıllı isen, fettan derler! Biraz temiz kalbli olduk mu, ismimiz miskin tavuktur. Sessiz isen, lakırdı bilmiyor derler!. Çok söylesek, söz ebesi oluruz!. Aracı olduk mu, adi likten kurtulamayız!. tltifat edici miyiz; yılışkanız! Ağır durduk mu; put gibi derler!. Hafif olunca çılgın derler, hoppa derler. Daha bilmem ne derler!. Zengin miyiz, kurumlu... Fakir miyiz, görgüsüz... Taşralı mı
yız, kenarın dilberi ! Bunlara insan nasıl tahammül etsin, can nasıl dayansın? Fakat daha bitmedi ki! Kazara mükedder bir tabiata malik olduk mu, ağlamış yüzlü, kasvetli... Keyifli miyiz; hafif meşrep... İdareli isek, tabiatsız... Cömert, alicenap olduk mu, kendini bilmez bir müsrif hükmünü giyeriz. Hasılı, ne olursak olalım, erkekler için daima hi çiz!.. Ah bu erkekler... Bu erkekler!. Halbuki onları teselli eden, eğlendiren,
onların
her elemine iştirak eden yine biziz. Yalnız biziz.
Bu
nimete karşılık bir şükran mı istersiniz? Bir
iyilik
mi beklersiniz? Hangisine isterseniz sorunuz,
yüzü
nüze lakayd bir istihza ile "Kadınlar gençlerin eğlen cesi,
ihtiyarların hizmetçisidir!" cevabını fırlatır ve
bıyıklarını bükerek başını çeviriverir.
İşte
nimetin
şükranı! ... Ah!! Daha çocuk iken kardeşlerimizin çimdiklerine, tokatlarına
ağlaya ağlaya
haksız
katlanarak
büyürüz. Sonra evleniriz; kocalanmız bizi terk rek, ötede beride eğlencelerde gezdikleri kadar,
ede
bi
zim ömrümüz evlerimizde masraf dolabıyla dikiş çek mecesi arasında geçerken, dönüşlerinde yine kendile
rini güler yüzle karşılamak mecburiyetinde
bulunu
ruz.
Nihayet vefatımızla da onlara,
evvela
bizden
13
HARİSTAN VE GÜLİSTAN kurtulmak, ikinci olarak evlenmek gibi iki teselli
bı
rakırız. İşte bu endişelerle hayatımız,
bitmez
tükenmez
iç sıkıntıları, sinir buhranları, baş ağrıları içinde sö ner... Onlar, faraza, bir kadınla
birlikte
bulunacak
olsalar, sadece bir müddet gönüllerini eğlendirmek ve sonra ona hakaret etmek, onu rezil etmek içindir. Ka dından bahsetseler maksatları mutlaka bir
girdaba
düşürmektir. Fakat görmeli!.. Ah bu zalimlerin zimle birlikte
bi
bulundukları zamanlar o titizliklerine,
o kaba tavırlarına, o kayıdsızlıklarına, o mürailikle rine geçici olarak pişman olmuş gibi cana yakın, acın dıracak vaziyetler
aldıklannı görmeli! .. Hemen
dakika mazlum, mütevazi, gönül alıcı, alicenap,
o fe
dakar oluverirler; yaltaklanırlar, ayaklarımızın
al
tında sürünürler, en güç isteklerimizi alkışlarla
so
nuçlandırmak için acelecilik gösterirler; en küçük ar zumuz için canlarını feda etmeğe hazır olduklarını te min ederler; bizi okşarlar, okşarlar... Okşayışlar, bu seler içinde şaşırtırlar. O zaman bir çiçek, bir şiir, bir melek oluruz.
Tecrübesiz gönlümüzü büyülemek için
şeytanca yalanlarla, hilelerle silahlı olarak bize hü cum ederler. Lakin bu hilekarların ahlakını nasıl anlamalı? Bu polat gönülleri nasıl yumuşatmalı? Of!.. Erkeklerin kalbleri, ruhları hatta elleri bile katıdır. Bu biçareliklerimizin çaresi de yok!. Hep tecrübelerimizle biliriz ki, onları reddetsek bizi takip edecekler, rahat bırakmıyacaklar... varsak bizi adilikle, bayağılıkla itham ederek caklar ,bizden nefretlerle kaçacaklardır. Ne yapmalı, Yarabbim, ne yapmalı?!..
Yal kaça
Bir kız lisanı ndan: Sohbet;
iL K
KAPININ
GOROCO
önünden süslü bir araba geçti. Yine; g�
ründü. Geçer a... Döner a... Bundan tabii ne olabilir? Çın... Çın!.. Kapı... Bu da tabü... Misafirler... Bu da tabii. Merdiven başına gittim,
başımı
uzattım: İki
hanım yanlarında bir cariye.. Bu da tabü.
Derken
aşağıda bir telaş, bir kıyamettir koptu. Bu tabii
de
ğil! Dadım etekleri ayaklarına dolaşarak basamakla rı ikişer - üçer sıçrayarak yukarıya çıktı. Soluk
sc
luğa : - Şey, dedi. Şey küçük hanım...
- �Y
ne, şey kim dadı? ..
- Onlar işte, şeyler canım! .. A, vallahi
şeyler! ..
Sen böyle şeyle olmaz... Şuraya, şeye gir.. Haydi, bu ralarda dolaşma!.. İşte şeyler geliyorlar!.. Şey.. Şey!.. Diye diye annemin yanına koştu. Yalnız "Ayol dadı! Aradan ne çok şeyler
çıkmış!.." diyebildim. Fakat,
bilmem ne için titredim. Annem oda kapısının ara lığından gözüktü. Ciddi bir olgunluk elini kaldırdı ve
parmağı ile
ve
resmiyetle
yukarısını
göstererek
"Haydi kızım, sen biraz yukarı çık" dedi. "Niçin" e
BARİSTAN VE GVL1sTAN
15
vakit kalmadı; dadım arkadan itmeye, kolumdan çr.k meye başladı. Bu dakikada içimden bir inat koptu : Gitmiyecektim, gelenleri görecektim. Fakat seslerini
ayak
işitince fırt!.. yukarı kendiliğimden kaçtım.
Hiç bir şey anlamıyordum ... Yok, yok, kapı açılıp da kadınlan görünce yüreğim ufacık bir hop etmedi de sem yalan söylemiş olurum. Anladım :
.. . ru . .. cu. il .....
Görücü! Gö ...
- Tanışmadan sonra -
Bu gelen görücüler bana, öyle mi?.. Daha dün - on
beş yaşındaki bütün kızlar gibi - bu günün geçtiğini dü şündükçe hayatımdan bıkıyor, ölümü istiyor, ufak bir şeye kızınca ev halkına "Allah canımı alsın da eliniz den kurtulayım!" diyordum. Ha, hangi kız benim gibi sebepsiz olarak "Allah canımı alsın da kurtulayım!" derse o kocaya varmak istiyor demektir; bunu anlayı vermeli!.. Kedim "Mestan" da onlardan korkmuş ki arkam dan o da çıktı, ayaklarıma sürünmeğe başladı. Mestan! Artık seninle dostluğumuzun
Pist!
mevsimi geç
ti... Görmüyor musun görücüleri?. Şimdi hiç belli edilmiyecek ... Nazlanılacak .. "Bil mediğim adamların yanlarına gidemem" denilecek... Dadım yine geldi. Yine burnundan soluyor : - Haydi! - Ne haydisi dadı ? Etrafımı aldılar. Nihayet penbelere karar verdik. Durmadan "Çabuk ol!" diyorlardı. Doğrusunu ister seniz bu durum
benim onuruma dokundu, öfkelen
dim, kendimi mevsimi geçmeden, fiat indirimiyle ace le satılmak için vitrinlere konulan ve bütün müşterile re gösterilen mallara benzettim.
Sinirlerim boşandı.
Bilmediğin, tanımadığın birine vekaleten görmediğin, görüşemediğin bir takım kadınlar gelsinler; salaçbur alır gibi enini, boyunu ölçercesine
insanı
muayene
16
HARİSTAN VE GVLlSTAN
etsinler; sen de karşılarında ruhsuz, hissiz,
kalbsiz
bir heykel gibi dim dik... Bir suçlu, bir mahkum gibi gözlerini yere eğip dUI'; üç dakikada içilecek bir kah veyi yarım saatde içsinler; istikbalin, hayatın kahve fincanıyla görücü hanımların dudakları arasında sı kışsın; "İnşallah yine geliriz!" mürüvvetli taltiflerini bekleyerek ev halkı çırpıntılara uğrasın; sonra da yi ne belki - böyle hiç çirkin olmadığım halde - Allah tan korkmadan beğenmesinler; herkese de "Beğenme dik .. Bizim aradığımız başka renk, başka boy, başka kırat, başka biçim..." desinler; "oğlumuz şöyle istiyor, böyle istemez ..." diye korkusuzca söylensinler de bizimkilerin "Kızımızın fikri bu, emeli budur..." diyebilmeğe hakları olmasın! Öfkemden ağlıyordum.. . Dadım, ukala dadım durmadan: "Ağlama kadınım .. . Hay Allah, gözlerin kızaracak!.. Hiç olur mu, h!s; olur mu? .." diyordu. Elim tuvalet m asasının üstünde ki kutuları biribirine karıştırıyor. Pudra tüyü diye fırçayı yüzüme sürüyor. Tarağı saç maşası zanniyle ateşe gösteriyordum. Hızlı adım atmamalı! Pek ağır yürümemeli! Et rafına bakmamalı, sırıtmamalı! Somurtmamalı! Göz lerini açmamalı, gözlerini kapamamalı! Fenlenmiş gi
bi görünmemeli! Pek alık gibi de davranmamalı! Bir parça - söz aramızda - irice olan elimi, ayağımı onla ra göstermemeli!.. imiş. Hele o geçen sene çıkartdığım dişin yeri gözükürse vay benim halime! .. imiş. Bu dizi dizi inci gibi canım talimatı, dadım bana tarağım la, firketelerimle beraber veriyordu. - Dur kordeleni düzelteyim... - Saçını kaldır.. Haydi, şimdi yürü... - Şöyle, hah şöyle, ağır ağır!.. Odadan içeri girdik. Karşımda iki karaltı, iki umacı! .. Karşılarına geçtim. Yorulmuştum. Dizlerim beni çekmedi. Kanapenin üstüne hızlıca oturuverme yeyim mi!.. Nazan dikkatlerini çektim korkusuyla kı-
1'1
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
zardım; dü!Sündükçe kızardım, kızarmamak istedikçe kızardım... Kızardıkça kızardım. Bari meşgul olayım da unutayım diye eteğimin katmerlerini yukarı doğru <;ektim, düzelttim. Biraz geri çekildim. "Şu baştaki oturan, hesapça kaynana" dedim; yeryüzündeki bütün kaynanalara benziyor : Bir ca daloz kurusu, kudret kavurması vücut... Kuru mu kunı, zayıf mı zayıf. Yosma görünmek, nazik dav ranmak için büzülüyor, süzülüyor. Durmadan par maklarını çıtlatıyor. Dudağını lakırdı söylerken o derece büzüyor ki arasından kelimeler yam yassı, eğ ri büğrü fırlıyor. İki gözünden fışkıran o iki mavi kı vılcım gibi bakışı iki mızrak gibi omuzlarımdan otur duğum iskemleye mıhlıyor... "Acaba oğlu da buna benziyor mu?" diyordum. Hele sönen sigarasını yak makla meşgulken bir daha yüzüne bakabildim.. Al lah için ... beğenmedim. Yanındaki mutlaka kızı olacak; bu da bütün dünyanın görümceleri gibi fitne ve kıskanç. Belli, o kadar belli ki... Annesinin savurduğu sigara duman ları arasında, ateş böceği gibi söne söne parlayan,. ye ·�il gözleriyle bana baktıkça, bakışının alnımda, ya naklanmda, saçlarımın arasında katı katı gezindiğini - inan olsun ki - duyuyordum! Kaynana kahvenin son damlasını ince dudaklarıyla emerken : "Bu ka dınlar meziyetlerimi nasıl anlayacaklar ? Bunlar sırf görücü; anlayıcı değil! .." diyordum. Yan gözle anne min yüzüne baktım. Biraz daha oturmak lazımmış... - Geniş bir soluktan sonra -
Ooh! .. Odamda büyük nefesimi aldım. Kimi oda da somurttuğurnu, kimi bilakis yüzümün kızarıklığı nın çehreme başka bir letafet verdiğini söylüyorlar. Yarabbi. benim şimdiye kadar hayatımı sarf ettiHarlstan Ve GWlstan
-
F
:
ı
18
RARISTAN
VE
GVLİSTAN
ğim
ma.Ifınıatım, udum, piyanom ne olacak? Bunlar bana ağız.. ağız değil, göz bile açtırmadılar ki, me
ziyetim bilinsin... Ah gönlümü, düşüncelerimi, hisle rimi anlayacak bir kocaya tesadüf etsem. Tesadüf di yorum; böyle ezbere evlenme için bundan baıjka ke lime bulamıyorum. Hanımlar gittiler. Oğullanndan bir çok bahset m�ler.. Medihler, sena.Iar, övmeler... Yine gelecekleri ni de söylemişler. Babam akşam bütün ciddiyetiyle· beraber bana acıyarak yan yan bakıyordu. Utanıyor dum .. Bir hafta, iki hafta geçti. Gelen yok, giden yok, arayan yok, soran yok, neden sonra işitildi ki, bu adem-i tenezzüle sebep... bilmem söyleyeyim mi? Aman yarabbim! söylerken güleyim mi, ağlayayım mı, bilmiyorum... Artık ben söyleyeyim de siz ister gülün, ister ağlayın : Evet, sebebi, hanımların yüzü ne dik bakmışım!!.. Karşısındakine bakan bu Iozı alıp da oğullannın hayatını tehlikeye koyamazlarmış... Görücüye çıkan bir kız gözlerini kullanmak hakkına sahip değilmiş!.. Anladınız mı? Bu zavallı, gözceğiz lerini kullanmak hakkına sahip değilmiş!...
i K i
M E K T UP - Halit Ziya Bey'e -
- .Azra'dan Selma'ya Ruhum, Başkasına edemiyeceğim
gevezeliklerimi
yazmak istiyorum. İstanbul'da değilsin ki
sana
geleyim,
çarşafımı çıkarmadan daha, yanaklarını öperken bü tün derdimi kucağına dökeyim. Selaruk, of!
Buraya
pek uzak. Senin kocan var, çocuklann var,
meşgul
sün; bakalım bana feda edilecek vaktin kalacak mı ? Bak, mektubuma "Nasılsın Selmacığım?"
diye
başlamalıydım, değil mi? Biliyorum ki bildiğim gibi sin. Hayatında ne eksik, ne fazla bir şey yok. Ya ben? Ya bende neler oldu? Sor da söyliyeyim... Dayanamı yacağım, sormasan da işte söyleyeceğim : Sana olan lar bana da oldu. İşte üç aydır ki gelin!! oldum. Se nin daima "deli bir kız" dediğin .Azra şimdi "akıllı bir kadın" oldu.
Yanın saat evvel y anımda entari ile
gezen bir devin pençesinden kurtuldum, lfıhavlelerle onu başımdan savdım. Yüreğimin
çarpıntısı durma-
HARİSTAN VE Gt)LtsTAN
20
şu satır1arı yazıyorum. Bunları üç aydan
dan
her gün
beri
yazmak istediğim halde sinirlerime
tenbellikten, daima yeni meçhulluğun
gelen
bir şey olacakmış gibi
bir
korkusu karşısında bulunmaktan·
do
layı perişanlıktan, vakit
bulamıyordum. Sabah
madan ,akşam oluyor. Öğleyin yemek
vakti
ol
ancak
odadan çıkıyorum, kahveler içiliyor, derken bizim dev pençe, dev cüssenin fesini
başına,
ne yığıp onu aşırıncaya kadar
paltosunu
acayip haller
üstü geçiri
yorum. Sonra misafirler... Sonra akşam için giyirune ğe çıkıyorum ve akşam oluyor; daha ben kendime gel meden o, eve gelmiş bulunuyor... Gece... Hay! Bu be nim için bir cehennem azabı, her tarafta sesler kesili
yor. Loş bir karanlıkta bir ben, bir de korkunç heykel karşı karşıya kalıyoruz. Korkuyorum.
bir
Yüre
ğimden kopan feryatlar, nasılsa dudaklarımın arasın da sıkışıyor. Bu işin nasıl olduğunu, düğünümüzün ni,
hikayesi
tarihini, mektubumu getiren Adile Hanım anlat
sın. Ben sana burada yalnız hicranlanmı dökeceğim. Şu üç aylık hayatı sana levha levha açayım da
bak
gör, ve bana acı, Selmacığım !
O kızlık hayalleri bir serçe kuşu hafifliğiyle ve küçücük kanat ikinci yani
vunışiyle uçup gitti. Düğünümüzün
cuma gecesi saat üçe doğru
piyanonun
başına geçmek için ondan bir davet bekliyordum, sö zü musiki vadisine döktüm ve muvaffak oldum.
- Sizi güzel piyano çalar diye işittim; laf
ola
rak... Bir taksim yapar mısınız? Hicazı pek severim . .
Dedi. Durdum.
- Efendirn taksim olmazsa... Gözlerimin içine bakarak :
- Astik Ağa'nın :
HARİSTAN VE GÜLİSTAN Çeşm-i mahmurun sebeptir nılle vü
ıt
feryadıma
Ha..�ta-i hicran-ı aşkım, gel yetiş imdadıma
(1)
Ve bütün aşk ve arzuyla tamamlıyarak Çare-saz ol vuslatınla luittr-ı na-şadıma
(2)
�arkısını IUtfeder misiniz ? Piyano iskemlesinin üstünde dönüp yüzüne
ba
kıı:ımdan bilmediğimi anlamış tavrıyla : - Yahut Nikoğos Ağa'nın alemin
harcı
olan
"Karadır gözlerin kara" şarkısını elbette bilirsini:t.... Demez mi? Gayri ihtiyari : - Astik Ağa, Nikoğos Ağa kimlerdir; efendim? deyivermişim. Saflıkla verdiğim bu cevabı alay kabul edip gülerek : - Astik Ağa, Nikoğos Ağa en seçkin bestekar lanmızdır, efendim ! cevabını verdi. niz ve sevdiğiniz
Ve "Rahatsız olmayınız. Biidiği
şarkılan çalınız... Elbette onlai· ter
cilı edilir!" nezaketiyle manalı bir tebessüm etti. Selmacığım, kardeşciğim, düşün
bütün çehrem
kızarmış, bayılacak bir hale geJmişim. Ah Madam dö Gazon, gel de öğrencinin piyano önünde taş kesildiği ni gör; "AJlah yalnız musiki için yaratmıştır" dediğin bu eJlerin, her biri bir ahenk perdesidir diye takdir edip öptüğün bu parmakların şimdiki zilletini Onüç senedir
gör;
gece gündüz yalnız böyle bir günü dü
!?Ünerek; böyle bir güne karşı tedarikli bulunmak sev dasıyla israf olunan çalışmaların neticesini gör ... Son ra Nikoğos Ağa iri eJleriyle gelsin, senin yakandan tutsun yüzüne tükürsün öyle mi? Fakat ben neye ça-
( 1) Benim inleyişime "\'e feryadıma senin mahmur göztin sebeptir. Aşk aynhğının hastasıyım, gel yetiş imdadıma. ( 2) Gelişinle benim bedbaht gönlüme çarebulncn ol.
HARİSTAN VE GVUsTAN lışmışım mademki bir şeye yaramıyacaktı, mademki bunu benden kocam
istemiyecekti, mademki
Men
delson Nikoğos Ağa'nın karşısında böyle kızarıp nup kalacak, sonra mağlı1p olarak düşe kalka edecekti...
Öyle ise,
melerimdeki fayda?
do firar
öyle ise, bu kadar senelik didin Söyle bana Selmacığım, söyle
bana da cevap isteyen kocamın şu zebani gözlerine fırlatayım. Evet kocam benden "Karadır gözlerin kara" şar kısını istiyor; şimdi buna "Bilmiyorum" demeli,
"On
demeli,
üç sene çalıştım da alaturka öğrenemedim"
değil mi? Lakin ben bunu dedim, "Alaturka ders al madım, efendim ... " dedim. O bütün nezaketini takınarak "zararı yok efen dlın, alafranga çalınız, bakalım!" dedi... Dikkat edi yor musun? "Bakalım?" Şimdi ben şaşırdım :
"Ne seversiniz efendim?"
diye sordum. - Ne olursa olsun! - Size Va:gner'in Tanhavzer'ini çalayım. Notanın karşısında gözlerim dumanlanmış, lanın sinirleşmiş, parmaklarım gerilmişti.
yanodan çılgın bir feryat (Bilirsin a, bu fikir Madam Roz dö
Gazon'undur)
fırladı;
kol
Şimdi pi zavallı
Gıyaseddin
("Gıyaseddin Bey?" Bu kocamın adıdır. Rica ederim, takdim edeyim!) bir dirseğini piyanonun üstüne
da
yamı� bu gürültüden ürkmüş gibi gözlerini açını�. din lemeği taklit ediyordu. Bir iki dakika dinledi. Galiba sabrı taşmış olmalı ki vaziyetini değiştirdi. Bir an da böyle dinledi. Oturdu, kalktı, yine oturdu, yine kalk tı. Bir sigara yaktı.
Odanın içinde bir enine, bir bo
yuna gezinmeğe ba!;)ladı. Nihayet ben parçayı ister is temez bitirip son notaya hiddetle bir tokat attığım sı rada o da içini çekerek usulca bir "Pek güzel... Lakin artık yatsak ... " dedi... Ve o kadar ! Şimdi o güreşecek bir pehlivan dürüstlüğüyle el-
23
HARİSTAN VE ffÜLİSTAN
biselerini kanapenin üstüne, öteye beriye fırlatıp du daklarıyla: Karadır gözlerin kara Sen açtın sinemde yara
teranesini kedi gibi m1nldanırken ben zavallı Roz dö Gazon'un bir tekmesiyle Mendelson'un çamurlar için de yuvarlandığını gören
Nikoğos Ağa'nın
kahkaha
larla bu sükuta güldüğünü hayal ediyorum.
Düşün,
gözüm! Musikiyi çılgın bir' hevesle seven ve onüç se nelik hayatını o yolda sevine sevine heba eden ben, bu gün bizim musikimizden "Üsküdar'a giderken bir
mendil buldum" dan başka bir şey bilmiyorum.
Öğ
retmenim : "Ellerin alışkanlığını kaybeder, kulaklan nın ahengini bozar" tehdidiyle bizim bir notamıza eli mi sürdürmedi. Annem, kızım filan madamdan alafı ranga musiki C-:ğreniyor, büyük hayalinin verdiği gu nu- sarhoşluğu ile bitap,
düşünemiyor; babamın esa
sen bizimle uğraşmaya işi müsait değil .. Böyle bir der bederlik içinde biz de Türk evıadından olacak koca mızın karşısına bir "Üsküdar'a giderken" teranesiyle çılcmağa mecbur olduk. Garibi neresi ?
Kendi kendime dalıp da şu her
zaman söylediğimiz : Dites-mois vos chagrins... romansını terennüm etsem Gıyasettin derhal kan, ya ra, ayrılık, vefa, kavuşma kelimeleriyle
karışık
bir
takım şarkılar okumağa başlar ki ne o benim söyle
diğimi.
ne ben onun mırıldandığını anlamayız; odanın
içi Babil kulesinin bir köşesi olur. Hele o sırada oda ya gil"en hizmetçi Katina'ya ben, başladım mı, Gıyas'm i.:te o zaman
rumca söylemeğe çehresi morarır,
alık alık boynunu büker, yüreği kabarır...
Bir gün
tac;;tı : Sofada hizmetçiye danlıyordum. Rumca zım çıktığı kadar bağırıyordum. diğim zaman dedi ki :
ava
Yanına hiddetle gir
HARİSTAN VE GtlLtSTAN Şaşırıyorum, sizin rumcanızdan, ingilizceniz den Atinada mıyım, Londra'da mıyım, yoksa İstan bul'da mıyım, bir türlü anlıyamıyorum ! Katina türkçe anlamıyor, Giyas n.ıınca bilmiyor. Oh, kardeş! Bir kere Bey'in sofrada "Dösa nerrooo ... Dösa ipsöma ... " diye bildiği şu iki kelimeyi çarpıta
rak, uzatarak dünyada ne kadar yanlış söylemek mümkünse o kadar bir telaffuz yanlışlığiyle rumca söyleyişi var ki... Selma, Selma! Gel halime bak; şaşırdım, buna dıın, tahammül edemiyeceğim! Karşında fasulyeyi kaşıkla yiyen bir adamla beraber ihtiyarlamak.. Bu akla, hayale sığar mı? Bütün gün ağladım : Fasul yeyi kruj1kla yemek! Oh! .. Bunları senden ba')kasına yazamam. Sen halimi anlamaz, ve bana bir yol gös termezsen, Azra erir, ölür, mahvolup biter... Selma cığım! Bir gün oturuyorduk, bana edebiyatı sevdi ğimi ve şairlerin hangisini tercih ettiğimi sordu. Ba bamın kütüphanesinde kırmızı kaplı bir kitap vardı; ekseriya okurdu, ben de birkaç kere süzmüştüm de pek çetin olduğundan bir şey anlamamıştım. Hemen sofaya çıktıtn. Kütüphanedeki cildin ismine baktım. Belli etmeyerek "Nabi" dedim. - Nabi'yi tercihinize sebep ne ? ! ? -
?
?
�! ! ... Anlıyorsun a, söyleyecek lakırdı bulamadım. O devam etti : - Ben Fuzıili'yi tercih ederim. Nedir o ha<>sas aşk, nedir o çok etkileyici, ayrılıktan şikayet! İhtimal ki siz onu bilmezsiniz. - :F'uzuli Bey... Şu yeni şairlerden midir, efen diın? Onlara Dekadan diyordu galiba?!... Gıyas kahkahalarla gülüyor, hem "Zavallı
Fu-
HARİSTAN VE G0LİSTAN züli Bey! Dekadan! Fuzüli Dekadan .. Dekadan!" di yordu ve ilave ediyordu : - Nasıl olur, Yarabbi? Küçük yaşınızdan bu ana kadar vaktinizi
boş
geçirmeyip üstadlar, öğretmenler
elinde tahsil ile meşgul olduğunuz halde, kendi lisa nınızda bu kadar hissesiz bulunuşunuz
nasıl
olur ?
Aklım ermiyor. Artık dayanamadım, dedim ki : - Siz de Miltonlan, Bayron'lan, Shakespeare'le ri,
La
Martine'leri, Mussetler'i
bilmiyorsunuz ...
Şimdi o kızdı : - Ben bir İngiliz veya Fransız olsa idim!.. Fa kat... Artık ikimiz de sustuk; başka söyleyecek müz kalmamıştı.
sözü
Benim dudaklarımı Fuzüli dilemiş,
onun kulaklarını Shakespeare tıkamıştı. Ne o benim sözlerimi anlıyor, ne ben onun suallerine cevap riyordum... Kendimi bir ecnebi ile evlenmiş dum. Selmacığım !
ve
sayıyor
Sokakta gördüğümüz o, yakası
kalkık, tıraşı uzamış erkeklerle eğlenir ve türlü söz ler bulur, gülüşürdük; şimdi Gıyas'm o peri!lan
du
rumla odaya girişini, o cüsseyi, o kalıp kıyafeti, tıpkı yalıya giderken eşyaları taşımak üzere gelen hamalla ra benzetiyorum da o kocaman ayaklardan, o pala bıyıklardan iğreniyorum. Hele kıllı iri odamdaki dolabı
elleriyle onu
kalduınağa gelmiş bekçi baba zan
nediyorum. Sonra bu hamalın ateş saçan kara kara gözlerinin vekar
ve heybeti karşısında - düşiin ki
-
lakırdı söyliyemiyorum. Sanki bütün kelimeler du daklarımın arasından ağzımdan çıkmadan �ısında adeta
çıkmağa
korkuyorlarmış gibi,
genzime kaçıyorlar. Onun
kar
safdil, belki aptal bir kadın tavrını ta
kınıyorum. Babamın ihmali meşhurdur, annemin ise büyük lüğ e
,
gösterişe tutkunluğunu sen bilirsin, sonra b0ni
BARİSTAN VE GtlLtSTAN bu verişlerine ne dersin? Ne zaman evlenmemizi dü şünsem, derhal gözümün önüne şu fikir, bütün kor kunç karaltısiyle gelir : Baştan savuldurn. Annem beni başından attı. Başına kalacağımı anladı, bir söz leşmeden sonra ilk kısmetten, ilk fırsattan istifade ye karar verdi, ve böyle oldu... Hayat hiçbir şey; de ğil mi? Evet! Fakat hayat her bir şey; değil mi? Bu na da evet! İşte bu her birşey olmak, işte bu ümit lerle dolu bir kısa zaman olmak kabuliyle hayatın kı)'meti, önemi artıyor... Ne tuhaf, Selmacığım, ne tuhaf? İnsan her eme line kavuşacak bir talihde, bir mevkide, bir mezi yette olursa bedbin, hırçın oluyor; dünyada iyilik, güzellik, ümit, saadet yoktur diyor. Bilakis her şc:ı den mahrum, talihsiz veya bahtı meziyetinden nok san olursa mükemmel bir nikbin olup kalıyor; ne güzel hülyalara, tatlı ümitlere düşüyor. Mesela ben diyorum ki: Gıyas bu ciddiyeti, bu serveti, bu namus kiirlığıyle beraber benim gibi terbiye görmüş, benim tahsilimi almış olsa... Akşam eve dönüşünde enta risiyle kürkünü giyip salkım saçak sofada gezmeğe can atmasa da yatıncaya kadar tuvaletiyle gezse... Mesutluğurnu tahrip eden şeyler bunlar... Kocamı bu haliyle gördükçe bütün saadet ümitlerim kay boluyor gibi... Mesut muyum? Değil miyim? Sana bü tün şu üç aylık vakaları yazayım da sen bir hüküm ver, ve bana hatırlat, bir de yol göster. Yola gelecek hangimiz? Ben mi onun yoluna gideceğim, o mu be nim katımla katlanacak? ... Kocamın içtimai mevkii fena değil: Zengin bir tacirin oğlu; babası vefat etmi13; l_{endisi mülkiye mek tebinden mezun. Şeklini tarif ettim zannederim, ve ya tariflerimden şimdiye kadar anlamış bulundun : Baştan ayağa sıhhat; kuvvetli bir vücut ,o kadar kuv vetli ki adeta bir pehlivan. Dağılırken beyaz dişlerine çarptıkça gürüldeyen nağmeli bir ses; yumu-ıak, pe-
llARİSTAN
VE
Gtl'LİSTAN
27
rişan bıyıklar; yumuşak, ince kara saçlar; kara kaş lar; onların altında beni daima korkutan o siyah gözler .... Onun bütün maddi hüviyeti bu gözlerde, bu merkezde toplannuş. Gündüzün karşımdan kaybol duğu zaman ben bütün bu gözleri, nefret ederek ... dü şünüyor'llm. Ben bu gözleri pek seviyorum gibi.. Bu gözler olamasa, bu entari ile gezinişlere, bu kaşıkla yemek yiyişlere, bu piyanomu tahkir edi.'ilere daya namıyacağım. Beni düşündüren, beni korkutan ateşli gözler, gönlümü soğumağa bırakmıyor ki... Şimdi de ahlakı: O derin bakışlariyle sevdiklerini aldatmağa hevesli; her şeye karışmak için bir düşkün lük; bulutlu hava gibi ne yapacağı anlaşılmaz; ne göz leri kamaştıran bir nur, ne gönlü boğan bir karanlık! İşte o kadar! Diyorlar ki : Konuşmasını biliyor; fakat ben onu dinlemesini bilmiyorum. O söyleyecek konu buluyor; ben fikirlerimi ona açamıyorum, bunalıyo rum. Gece yansı içimden yıldırım gibi bir inat ko puyor. Bütün ona Mozart'ın sonatlarını, Lizst'in çar daşlannı çalmak istiyorum. O bana gündüzki işlerini anlatırken ben esniyorum. İhtimal ki ben ona tuvale tim hakkındaki fikrini sorarsam uyuyacak. Peki la kin hayat boyunca bu böyle devam edecek mi? Ben bu anlaşılmamazlık yükünü ömrüm oldukça sürük leyebilecek miyim? Oh! Selmacığım ben böyle koca düşünmüyordum. Böyle koca aramıyordum. İnsan daima aramadığını buhrrmuş ! Emin ol kardeş ! Cismim Gıyas'm cismini belki sevecek, fakat hiçbir vakit ruhum, ruhunu; manevi yatım, maneviyatını sevemiyecek. Baki yanaklannı bin bin kere öpmek sevdası ! Seni pek seven ve göreceği gelen Azra *
*
*
HARİSTAN
28
VE
G'VLlSTAN
Selma'dan Azra'ya Elmasım, Bütün ciddiyetinle "akıllı kadın" olduğunu
an
latmak isterken bütün hafifliğinle bana eski Azriı.'yı hatırlatıyorsun. Evvela meni
ruhumun samimi
tebrik edeyim.
olgunluğuyle evlen
Şimdi yanında bulunup da si
yah saçlanna, al yanaklarına evlilik havasının durduğu titrek
kon
rengi görmek için, inan olsun ki, öm
rümün bir kaç senesini feda ederdim. Oh Azri.cığırn, seni
öpmek, bir çılgın gibi öpmek istiyorum.
İşte
kağıdımda şu satınn bulunduğu yeıi öptüm; ve,
zan
nederim,
ruh-u muhabbetimden orada bir iz
kaldı.
Orasını sen de öp! Dudaklanmızın bu suretle
bir
yerde kavuşması fikri, seni çok seven, hasretini çeken beni bahtiyar edecek!
Saadetin
için en saf, en sami
mi duacm benim, iki gözüm ! Fakat bana neler söylüyorsun? Mektubunda ucu, ortası
bulunamayan dağınık fikirlerin beni
rıaşırttı.
O dağınıklıkların içine karışmış parça parça elmas parçaları var ki bunlar mini mini birer parlak haki kate benziyor. Mektubunu okurken
ne kadar güldüm. Şuh, şen
Azril'nın parmaklarını çıtlatarak, gözlerini
süzerek,
kaşlarının ucunu kaldırarak, bütün vücudunun işveli oynaklığiyle bana dedikodularını anlatışları gözümün önüne geldi. Çok düşündüm, hem pek
çok!
Nazan
dikkatimden kaçan bir çok şeyleI'i bana hatırlatıyor sun. Ufak farklarla ikimiz de hemen ayni seviyede tahsil gördük. Fark dediğim, babamın bana biraz da ha fazla türkçe okutmasiyle,
altı ay kadar ud çalış
tırmasından ibaret. Madam Roz dö Gazon benim de piyano üstadımdı. M!ss Hanisin benim de bakıcım ol du. Nihayet benim karşıma Belçika'da tahsil görmüş bir mühendis Müeyyet Bey; senin karşına Gıy�settin
HARİSTAN VE GtiLl:sTAN
29
I3ey çıktı. Ailemiz hemen bizi onların kolları arasına atıverdiler... Bana kalırsa karı ile koca
birbirlerine
karl?I bir kat elbise gibidir. Biri ötekine yakışacak mı, nine ve babanın ilk araştırması bu olmalı; birinin ren gi, biçimi yani ahlakı, terbiyesi diğerinin çehresine, endamına göre midir? Buna bakmalı! Koca ve kadın sıkılma
seçiminde, ömür boyunca her biri diğeriyle dan lakırdı edecek
manevi
bir seviyede midir? İşte
en ziyade üzerine titrenecek bir durum! saadet, muaşeret
Düşünülse
bahsinde güzellik, servet hep ikin
ci derecede teferruat
gibi kalıyor.
Lakin, affedersin. Seni galiba sıloyorum.
Susa
yım mı? Fakat susmak da güç... Küçükten beri beni hayal-perestlik, ben seni
sen
hafiflikle itham eder
dik; şimdi sana ve bana bu kadar kocaların içinde bi rer koca düştü ki onlarla
evlenmeseydik
rinde on dakika bulunmakla sıkıntıdan uğrardık. Kendimizi örnek
alırsak
meclisle
çarpıntılara
onlar için biz de
belki ayni durumdayız. Sen bu adalete ne dersin? Ben hemen "evet" diyorum. Şimdi bu tezatlar için bir se bep olanı bulmalı, bir mesul aramalı, suçu ona yük letmeli. Ben ninemiz ve babamız diyorum. Bencillik olacak ise de affet; ben de hayatımı sa na açıklıyacağım; kocam Miieyyet nasıl bir adamdır?
Ne histedir?.
Ne fikirdedir?..
Kocamın hissini, fik
rini yazmak için mektup değil, kitap yazmalı, yahut ahlakını özetlemek için hemen şuraya mini mini sıfır
koymalı... Sen, seni şuh kahkahalariyle
recek, seninle
oynayacak bir
koca...
bir
güldü
ben, benimle
düşünecek, belki ölen bir kuşa, solan bir çiçeğe karşı ağlayacak, ince hisli bir erkek aradık. Halbuki Müeyyet gece yansı, belki sabaha kar&ı evine geldiği zaman uykum kaçacak
korkusuyla la
kırdı1anrp.a cevap
kaldığı günler,
vermiyor. Evde
udumu yahut piyanomu nepenin
çalacak olsam,
hemen ka
üstüne uzanıp uyuya kalıyor. Omrünü
öl-
HARİSTAN VE GVIJSTAN
30
çüyor, biçiyor da günün yirmi dört saatini şöyle tak sim ediyor: Saat ----
9 7 6 2
Uyku
İş Eğlence Evde
24 Anladın mı ? Günde yalnız iki saatini bana has rediyor ki bu hesapça, yılda kendisiyle ancak
bir ay
kadar görüşebiliyorum. Bu günde iki saatin içinde ço cukların terbiyesi de, ev işlerine bakmak da Mühendis efendi bu hesabı kesmiş ve
dahil!
bunu
açıkça
tekrar ediyor. Nasıl, Azracığım? Kan - koca arasın daki bu hayat bölünmesine ne buyurursun ? lerinin bütünü, herşey bana havale
Evin iş
edilmi!?.
hiçbir kayd ile bağlı olmak istemez, bana
da
Kendi karış
maz; gezeyim, çocuklarıma bakmayayım veyahut ba kayım, evi nakledeyim, evin eşyasını satayım, tekrar döşeyeyim, hizmetçileri, hizmetkarları kovayım...
O yalnız bir otel gibi eve yemek, içmek ve uyu mak için gelir; yalnız bu, üç
şeyde noksana taham
mül edemez. Benim hastalığımda bile
bu
saatlerin
taksimine halel gelmez; yalnız kendi hasta olursa de ğişiyor. Gülmez, sözleri mevzun ağzından ölçü ile pek az miktarda çıkar. Şimdi düşün, gözüm! melerin kavuştuğu
Küçükten beri fikri ilerle
derecelerin bütününü içine ala
cak bir terbiye gördüm; en kudretli, en yetkili ve bel ki fikirce en helak edici bakıcıların, kadın öğretmen lerin terbiyesi altında büyüdüm. Sonra hayali gaye min
benzeri sayarak yetineceğim
yet'e vardım.
ümidiyle MUey
Kocam arkadaşlığa önem yerine, bana
karşı kayıtsızlığını gösterir bir serbestlik verdi.
Bi-
HARİSTAN
VE
G"ÜLİSTAN
31
lirsin ki dayanılmaz derece çirkin değilim; ayna
ile
etrafımdakiler güzelliğimi gizlemiyorlar. Ne için ben bu terbiyemden, tahsilimden, güzelliğimden bir insan gibi bütün iffetimle faydalanmıyayım? Ben böyle dü şünecek manevi bir mevkie gelip de hayatımca süren bir hakaret zinciri altında bunala bunala bir gün "oh, elverir artık!" haykırışıyla bir roman zemini edemez miyim?
Bu bana hakaret eden
edemez miyim? Fakat maneviyatım bir maddiyatım diğer kolumdan tutmuş, her
teşkil
adamı rezil kolumdan. biri
beni
kendine çekmek istiyor. Kocamı gece yanlarına
ka
dar beklerken, kızlarımın yatağı ucunda, bu iki kuv vetin altında, bütün hüviyetim sarsılıyor. Kocamın e siıi olabilirim. Fakat karşılığını görmeliyim.
!stedi
ğim karşılık, onun tarafından bana karşı bir
feda içim
karlıktan ibaret! Ben bu karı;ılığı görmezsem, de buna kavuşmak için teşebbüse kalkıı:;mak oynamaz mı? Evet, ben bu yolda tahsil dim,
hisleri
görmeyey
ihtimal ki daha sathi görüşlü, daha dayanıklı,
daha sabırlı olurdum: hakarete kal'!?ılık vermek lez-· zetini duymaz ve belki bu muamelelerin bir hakaret olabilmek ihtimalini hatınma getirmezdim. Ne
ya
payım ? Kütüphanemde doksan cilt roman var ki ek serisi bu yolda başlayıp benim düşündüğüm gibi bit miş olaylardır. İnsan dünyaya bir defa gelir. İşte. bir fikir ki müthiş!.. Burada hoş sözlü bir ihtiyar kadın var; geçen gün bize gelmişti, konuşurken : "Evet. de di. evet, sabır, sabır... Fakat sabnn sonu kabir!" öze nilmiş değilse de kafiyeli bir söz... Kocamın
zorluk
Gekmeden her istediğini bende bulması, bu kolaylık belki onu benden bıktırmağa sebep olmuştur.
Uı.kin
ben de ondan usanamaz mıyım? Ya ben de onun ka rlar tahsil görmüş ve onun kadar düşünebilecek bir hale gelmiş isem.. Bu işin aksi bende de vuku bulmu!) . ., ıse . .. .
İşte ben hayatımı - seni güldürecek,
benimle
.32
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
eğlendirecek derecede - böyle ince ince açıklarken küçük kızım Nevire kollarımın arasına atılır ve "Ni neciğim, beni bugün öpmüyorsun!" çığlığiyle boynu ma sarılır, ve yanaklarımın üstünde UÇU§an kızımın öpü�leri, gönlümdeki bütün tırmık yaralannı teda vi eder. Hayatımın öpüldüğünü duyarım. Onunla oy narken gözümde biriken bütün yaşlar ona karşı gü lümseme şeklinde dökülür. O kadar ki nazarımda kız larım birer gül olur, ben bir gülbahçesi olurum; o gül ler öttükçe, o gülbahçesi güler. Azracığım, düşünüyorum; kocamla ilmi seviye miz ne kadar eşit olsa, yine ona karşı manevi bir üs tünlük hissediyorum ki sebebi şefkattir. Ben çocuk larımı öpünce ayrılıklarımı, mahrumiyetlerimi unu tuyorum. Müeyyet bu neş'eden mahrum; onda şef katten eser yok! Bugün kızlarımı alıp kaçsam, beni istemezse, arıları hiç arzu etmeyecek! Ben bu şefkat hissine, nasılsa kocama karşı bir üstünlük dedim; fa kat; iyi düşün, bu üstünlük en ziyade bizim düşüşü müz ve zilletimizin sebebi olur. Kocamın evde biricik eğlencesi, kızlariyle fran sızca görüşmektir. Onlara Fransız lisanının incelik lerini öğretmek için bazı tatil günleri saatlerce uğra şır.. Büyük kızım Mihriban'a iki senedir bir resim öğ retmeni tuttu. Öğretmeni kabiliyetine hayran! Ba balan bazen ikisini de alır, çiftliğe, ava giderler. On ları mükemmel avcı, nişancı etti.· Şimdi mükemmel ata biniyorlar. Lakin bütün bu özenmelerin gayesi,· sevgiden ziyade kocamın eğlencesine yol açan bir bencillik olup kalıyor. Okutulmayacak rom.anlan ken di eliyle getirip kızlarına veriyor; söylüyorum, söz lerime önem bile vermiyor... Görüyorsun a, gözüm! Ben de senin yaşında, senin mevkiine gelecek iki kur ban yetiştiriyorum. Bu terbiyeye nazaran bunların dü.5eceği hayat ·zorluklarını şimdiden takdir ediyorum. Nefis levha-
HARİSTAN VE GtJLİSTAN Iar resimleyen, mükemmel ata binip,
mükenunel
si
lah kullanan bir kızı sakin ve sessiz, zayıf mizaçlı bir efendiye ver; sonra karşılarına geç ,
geçinmelerine,
saadetlerine el çırp ! Müeyyet, işte on iki senedir ki karısıyım; elinde arazi planlarından başka bir kitap, kumar kağıtların dan ba'Şka bir kağıt görmedim ; bu bahislerin haricin de ruhuma aydınlık, gönlüme taşkınlık
verecek
bir
sözünü işitmedim ; kumarcılardan başka bir arkadaşı nın gelip kendisini aradığına rast gelmedim.
Dünya
da bir şeye önem vermez. Bunları da ayni zamanlar da, ayni aralarla yerine getirir. Felsefesi sırf bir bit k i gibi sessiz yaşamak, yaşadığını anlamak için
de
kumar oynamak. Hiç unutamam, bundan kaç
sene evvel idi, titt
gün coştum, yumruklarımı sıkarak üzerine yüriidüm ve bağırdım : - Bu sessizliğinin karşısında boğuluyorum.
Ne
olur, bir gün de bir iş yap, bir şey söyle de yüreğim çarpsı n ! Kanının dolaşmasını hissetmekle ben de bir erkeğe refakat ettiğimi anlayayım !
Git, hiç olmaz
sa bir kadını sev, bana hıyanet et! Kapımın önünden o kadın koltuğunda olarak geç ; bunu göreyim ; bu tat
sarsılsın !
Bu
oda bir mezarlık, sen bir mezar gibi, daima bu
ölü
sız, bu yekahenk hayatımız bir parça
hayatı m ı devam edecek? .. Yahut gel ! Beni döv, saç larımı yol... İşte sana hakaret
ediyorum,
işitmiyor'
musun ? Fakat bütün bu coşkunluğun kar'Şısında o, ne bir alay eseri, ne bir
hiddet belirtisi göstermeyerek yal
nız "paltomu bulunuz, parti başlamıştır, arkadaşlar beklerler!" diye kurulmuş makinalı bir bebek gibi
yü
rümeye başladı. Ve odadan çıktı. Ağlayarak mindere kapandım. Saatlerce böyle kaldım ... Haristıın Ve Gülistan
-
F
:
3
S4
HARİSTAN VE Gtl'LtSTAN
Bununla beraber bu adam hiç bir vakit benden ileri geçmez , odadan ben çıkmayınca çıkmaz, yeme ği ben almayınca almaz, her yerde şeref mevkiini ba na terk eder, karşımda entari ile gezmeği terbiyeye uygun bulmaz; fakat bunları özel bir hürmet olarak benim için, bana yaranmak için yapmıyor, o bir ma kinalı bebektir ki vaktiyle öyle kurulmuş ; sebebi his değil, alışkanlıktır... Bizi hariçten biri görse mesutlu ğuma inanır; lakin o gizli, o örtülü hakikat bir kere meydana çıkarsa... Azracığım, kocanı bana tarif ederken "bir yerde oturamaz, her şeye kanşır... " diyorsun. Demek ki ko can bir erkek, hareketli bir hayat ... Buna karşı sözüriı , yalnız seni bütün ruhumla tebrikten ibarettir. Onun o "sevdiklerini aldatmağa eğilimli derin bakışlar" ı nın karşısında kadınlığının bütün gizliliklerini göste rebilir ve bu kavgalarda muvaffak oldukça artacak cinsi gururun karşısında bencil bir ferahlıkla hayat sürersin. Fani dünyada mümkün olabilen mesutluk bundan başka bir şey olmamalı ! Terbiyenin zıtlığı, ki zahiri bir şeydir, ondan vazgeçilince esas bir hüviye ti, bir meslek hayatı var, sen o mesleğe dökülebilir sin. Ka:nape üstünde gecelik entarinle sen de bağ daş kurar, sofraya hırka ile oturan kocanın ahlakına, fikrine katılabilirsin. Bu ufak fedakarlık, saadet avı na karşı o kadar tahammül bitirici değil ! Ya ben ko camın o manasız, o hareketsiz muntazam sükı1neti ne nasıl uyayım? Onun o düşünmeksizin, bir ağacın sallanması gibi sonradan meydana gelen ve görünen saygılarına nasıl dayanayım? Evlenmemizden evvel - tabii hatınndadır - kocama zorba amir olmak isterdim. Bak , fikirlerim nasıl değişti ; şimdi istiyo rum ki o hürmet ve saygıyı ben kocamdan meziyye tim , sevgim, bilgimle zorla, kavga ile çekip kopara yım. O bana hürmet etmesin de ben hürmet ettire yim. O mevkie mücadele ile ulaşayım ki uğrunda çe-
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
35
kilen eziyetlerle o can atılan isteğin lezzeti daha yük sek olsun !
Oh!
Hayat çekişmek, çırpınmak, didin
mekle devam eder; . . . Çarpıntısız yaşamak için ölmek lazım ! İşte bütün sana benimle istediğin kadar eğlene cek mevzu gönderiyorum ; bunlar seni güldürebilir ki bence de maksat budur. "Bana bir yol göster" diyor sun, bilmem bu satırların arasında takip edecek bah tiyar bir yol bulabilir misin? Bak, ben ne diyorum : Kadınları şiddetle sevenler onlarla uğraşanlardır; ka dınlan aciz
ve hakir görenler onlara hürmet ederler
ki bütün bu hürmetleri bir bakıma acze karşı birer sadakadır ... Baki güzel göZlerinden, o siyah ipek saç lanndan, o
al yanaklanndan, hasretler, iştiyaklarla
milyonlarca öpücükler toplamak arzusu ! Hasretini çeken tutkunwı Selma
SULEHA'NIN GONAHI
EDİRİN yastığı üstünde duran o penbe kağıdı S belki yirminci defa olarak bu gece bir daha süz dü. Şimdi Suleha kocasının Beyrut'tan telgrafın yıpranmış
çektiği
bu
katmerleri a:rasında okumak is
tediği ilk evlenme hatıralarını anıyor. Suleha mindere uzanmış, telgrafın getirdiği ka vuşma müjdesine gönlünü açmış, Akdeniz'in lacivert dalgalan üstünden
sıçrayarak, çırpınarak, sendeli
yerek, silkinerek, koşarak her dakika kocasını yak laştıran vapurun içinde, yalnız kendisini düşünen Mü min'i, kocasını görüyordu. Şimdi kaynanası, oturduğu belini doğrultarak,
köşeden
tekrarlanan tecrübelerinden dolayı
ciddi bir kuru
lukla durgun bakışlarını gözlüğünün üst ağır
bükülmüş
senelerin ithaf ettiği hayatın çok kenarından
ağır sektire:rek : - Sakın kızım ,dedi, sakın Mümin geldiği zaman
boynuna atılmaya, sarılmaya kalkışma... - Niçin ? - Orucun bozulur. ·-
Oh ! .. Peki !
Suleha boynunu bükerek dine bağlı bir teslimi yet ile mavi iri gözlerini yere eğdi. Kavu<ıma hayali
HARİSTAN VE G"ÜLİS'.fAN
37
içinde kaldı. O şimdi böyle bir Ramazan gecesini dü şünüyor. Onu gördüğü, onu beğendiği, onu sevdiği geceyi. . . Geçmişi hatırlama... O hiçleşmiş uzakların ha rap diyarların terkedilmiş köşelerinden gelen bu heye can kasırgası hissiyatımızın en ölü noktalarına h aya tın diriliğini verdiği zaman, yaralı bir
vücut
tiyle, haşin ve cebri bir azim ile gözlerimizi
yumdu
mahşeri
or
adım adım takip,
da
ğumuz an, bizi çeviriveren hatıraların tasında geçen zamanlarımızı
eziye
kika dakika seyr ederek bu hayallerin karışıklığı için de yaşarız..
Oh, bu dakikalar !
Dört sene eve!
babasının Süleymaniye'deki
ko
nağında iftara gelen davetliler arasında bir akşam, o sene mektepten
çıkan Mümin Bey de babasiyle bir likte bulunuyordu. İftardan sonra konağın geniş di vanhanesinde uşaklar teravih için seccadeleri yayı yorlar; her akşam olduğu gibi haremde selamlık ka serilen
pısı arasına konulan kafesin arka tarafında
halUann, Irak seccadelerinin kıvrıklarını bir iki hiz metçi düzeltiyor. Selamlıkta beşizli bir kaç
şamdan
dan saçılan titrek mavimtrak ışığın zayıf izleri sofada gezinenleri okşuyor; sonra yatsı ezanı okununca, ge niş selamlık sofasında misafirler ağır ağır kollarını sıvayarak ve
birbirleriyle birer kelime teati ederek
abdest almağa başlıyorlar; arka safta ,
hazır
duran
müezzin efendiyle ona yardımcı bir iki kişi ayakta ce maatin hazırlanmasını bekliyerek le etrafa
gizli bir acelecilik
bakıyorlar; herkes yanındakinin ayağı
hi
zasına bakarak dolan safları düzeltiyor; imam efendi davudi, tesirli bir sada ile "Er-rahman" sure-i cemi İlahi tekrarlarını ruh okşayan
lesinin "Febieyyi ... "
ve heybetli bir sada ile okuyor ... Ve bir son oturuşta ki "Salli Ala Muhammed" demeden evvel okunan : "Tevbe edelim günahımıza tebbet ilallah" "Lutfun ile bize merhamet eyle aman Allah"
HARİSTAN VE GVLİSTAN
ss
ilahisinin te'sir-i masiva sözünü Suleha şimdi tekrar duyuyor, Teravihin son bulmasiyle vitir namazından sonra artık saflar eski intizamını biraz cemaatin kimi
fertleri biraz
kaybederek
ileri biraz geri çekilerek ve
bağdaş kurarak imam efendinin Arap
okuyu
şuna benzeterek okuduğu aşr-ı şerifi Suleha bu gece tekrar dinliyor gibi ruhfı.ni şevkinden yine ayni daJ ma ile safiyet sarhoşu oluyor . . . Suleha Mümin Bey'i ilk defa, işte b u gece
tera
vihten sonra boynunu bükmüş, ellerini açmış, ibade tin temiz
bir doğruluğiyle dua ederken aldığı dinda
rfı.ne teslimiyet durumiyle görmüştü. Bu ziyafet gecesinin üzerinden şimdi dört sene geçmişti. Bu dört sene zarfında evlenmesi, kocasının memuriyeti, annesinin, babasının
ölümü, Süleymani
ye'deki konağın varisler tarafından satılışı,
ailenin
dağılması, kaynanasının bu küçük eve nakli gibi ha yatın bir taze kız üzerinde bırakabileceği en acı, en gönül yakıcı değişikliklerini görmüş idi. Gece ilerliyordu. Saat sekize gelmişti. ramazan gecelerine
Sokakta
mahsus hareket gittikçe
azalı
yor; sokak çocuklarının billfırin na'raları sönmüş, bir iki fenerli yolcu, ökçelerinin kaldırım taşlarına çarp masından hasıl olan bir şakırdı ile geçiyor; karanlık lar içinde köpeklerin gamlı
ve tiz
havlamaları
işiti
liyor; tiyatro dönüşü geçen bir arabanın nal şakırdı larından, tekerlek gürültüsünden sonra ortalığa kesif bir sükfınet
yayılıyor; sokakların çarpıntısı, teneffü
sü, sesi, sadası kesiliyor; fenerlerin alevleri sararmış bir yaprak gibi kirli gözüküyor,
şimdi
birdenbire
uzaktan, pek uzaktan ; sükunun, inzivanın ötesinden sahur davulunun aralıklı, kısık
sesi inliyor :
Dan . . .
d an . . . dadan! .. Bir i k i dakika sonra, ansızın köşe ba şında dimağ yırtan bir diğer davul sesi rahatsız edi ci, müthiş bir gümbürtü ile kapının önünden,
bütün
evi sarsarak, ürküp uyanan mahalle köpeklerinin hav-
HARİSTAN VE GVLlSTAN
S9
lamaları arasından geçiyor, uzaklaşıyor,
gidiyordu ...
Suleha bu korkunç sadayı işitmemek ister gibi korkuyla gözlerini oğmağa başladı. Komşunun duva rında bir kedi ince ince miyavladı.
Iraktan bir horoz
öttü, diğer bir horozun ona mukabelesi uzaklara aks ede ede boğuldu gitti. Sonra sükut . . . Derin, korkunç, karanlık bir sükut ! .. Suleha kinli, gamlı bir dev yüzü ekşiliği ile ona kuzguni gözlerini açan ve paslı çelik bir pençe vetiyle yüreğini sıkan
bu
kuv
yalnızlığın, bu uzayıp gi
den tenha gecenin, bu yoğun siyah
perdenin
yarın,
vefalı bir yar eliyle yırtılıp parçalanacağını düşün dükçe o elleri şimdiden öpmek, onlar arasına şimdiden vücudundaki ayrılık sarhoşluğunu atmak için ellerini usul usul ileriye doğru
kendi
uzatıyor; sonra lam
banın titrek bir ışık yayışı odanın içindeki sakin ışı b'1 titretince bir çocuk çekingenliğiyle kollarını
ya
nına bırakıveriyordu. Ayrılığın bu
üçüncü
ramazanı, iki gündenberi
gelmişti. O, bir haftadan beri sokaklarda, evlerde yi ne ayni ramazan hazırlıklarını görmüş,
pencereden
baktıkça küfelerin üstünde kırmızı, yeşil bağlarla bir kaç gülaç demeti sallanan yüklü hamallar geçmiştL Sokağın köşesindeki kırmızı aşı boyalı
çarpık
evin
cumbasının altında komşunun çocuğu ufak davulunu boynuna takmış, ona, şiddetli sesi havada nokta nok ta lekeler meydana getiren telaşlı · silleler indiriyordu. San
evin çocuğu karşıdaki duvara mahye kurmak
işiyle kafesi açmış, elinde bir yumak sicim, eski makara, uğraşıyor, uğraşıyordu. camlarını
Mahalle
silmek, kandilleri temizlemek
Kıyem, şal örneği mintanıyla
bir
camiinin için
köse
sehpa omuzunda, şal
varını dalgalandırarak mescidin havlusunu dört dö nüyordu. Caddenin kaldırımları alt üst edilmiş, ta mir görüyordu. Dostların evlerindeki kadınlarda hep
hamam
hazırlıkları işitiliyordu. Her gün evin birin-
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
den koltuklarında koca birer bohça ile çarşaflı ka dınlar çıkıyordu. Kaynanası yine reçel kavanozlarını· yıkamış, iftar takımlarını temizlemiş, hoşaf kaşıkları nı torbasından çıkarıp birer birer silmiş, kileri yine ayni acelecilik ve itina ile yerleştirmişti. Sokakdan tesbih elinde geçenler tesbihlerinin san, yeşil, kırmızı püsküllerini bir Ramazan müjdesi şeklinde etrafa sallamakta idiler... Hemen her ramazan bir kayıtsızlık , bir dikkat sizlik içinde kayboluveren bu şeylere Suleha bir haf tadan beri ayn ayn dikkat ediyordu. *
*
*
Yürümek bilmeyen vapur Mümin'i ancak rama zan'ın üçüncü günü, ancak yarın, Suleha'ya geri geti recekti... Suleha yolculuk zahmetlerine tahammül e demiyen kaynanasının hatırı için - yine kocasının ricasiyle - Yemen'e kadar hayat arkadaşına refakat edememişti. Yalnız bir sene için diye bu seferi seçen Mümin üç sene sonra rütbesinin terfiiyle dönüyor du. Bu gece kulağına kavuşma ümidine benzer nük teler fısıldayan sükutlar içinde dakikalar, saatlar geçiyordu. Suleha şimdi kocasının karyola üstünde duran geceliklerini bir daha düzeltmek hevesiyle o danın köşesine doğrulduğu zaman, hizmetçi kapıyı vurarak sahur yemeğinin hazır olduğunu söyledi. Suleha odasına çıkıp da gündüz girdiği hamam dan hala nemli duran lepiska saçlarının, kenarı kır mızı oyalı beyaz tülbendini sıkılayarak yatağına uzan dığı zaman Mümin'in uzun boyu, siyah bıyıklan, iri gözleri, askeri elbisesiyle, mumun uçuk ziyası arka sından, kılıcını şıkırdatarak, kendisine doğru geldi ğini gördü. Ve bu okşayıcı hayalin yumuşak ve sıcak öpüşüyle aşk şarhoşu ola ola süzülen gözleri hafif tatlı bir uykunun kesif bulutuna büründü.
HARİSTAN VE GÜLlSTAN
4l
Şafak sökmek üzere idi ki derinden boğuk, uzun ağır bir uğultu, bir büyük vapur düdüğü sesi Suleha' nm
-
kulağına vurarak onu ürken bir kuş çabukluğuy
la yatağından fırlattı. Kö�ede hala
mahmur
mah
mur yanan mumun lepiska ziyası gfü:lerini okşaya rak, gıcıklayarak kamaştırırken genç kadın o yoğun şeffaflığın arasından Mümin'in baş ucunda asılı du ran resmine, ihtiraslı
bir özlem ile dudaklarını
uza
tıyordu . . . *
*
*
Suleha öğle namazından kalkmış, seccadesini top lamış, namaz bezini başından atmak
üzere idi ki bir
araba gürültüsünü müteakip sevinçli bir çığlık aşağı dan
koparak bir anda yukan kata çıktı. Suleha bü
tün evi dolduran bu sevinç heyecanının içine, merdi venlerden kayarcasına süzülerek
inerken,
Mümin'i
taşlığın ortasında, geniş göğsü, dik dayanıklı endamiy le görünce yüreği
parçalanırcasına çarpmağa
baş
ladı. Aşağıda şekillenmiş bir heykel heybetiyle du ran Milinin, bir an içinde kılıcının şıkırtısının arasın da kuvvetli ve dik bir şekil ile kollarını ona açıyordu; Ve
Suleha gayri ihtiyari bu kolların arasına
rak - kaynanasının
ihtarına
rağmen - uzun,
atıla arzu
dan çaresiz çılgın bir buse etrafı çınlattı.
19 Ramazan sene 1317
SOHBET :
Y EÖ E N I M
''
IRÇU.., çenber sakallı,
Kaşağı iliklemiş; açlk buruşuk
setresini yukandan aJnını gösteren toparlak fesi arkaya meyilli, omuzlan düşük, endamı öne eğilmiş, çehresinin hatlan alay etmeyi ima eder derecede tahrik edici bir ihtiyar... Yaşı elli ile elli beş arasında." Benim bir yeğenim var. . Paris'te tahsilini bitir .
di... Paris'te tahsilini bitirdi ne demektir, bilir misi niz? Beni yedi, bitirdi, demektir. Ben bitince benden tahsilat da bitti. Tahsilat biter bitmez pek tabii değil midir, tahsil de bitti.
Tahsilatı, benden çekdiği
pa
ralar .. Lakin tahsil nedir? Onu bir türlü anlıyama dım .. "Amca sen birşey anlamıyorsun. Ben üniver sitenin bütün fenlerini öğrendim." diyor ... Diyor ama, o üniversitenin bütün fenlerini öğreninceye kadar ben de tımarhanenin
bütün delilikleriyle delirdim!
kın, anlatayım size :
Yeğenim evvela mimarlık
renmek hevesiyle
bana birçok süslü kapılar,
lı kubbeler yaptı ;
girintili ve çıkıntısız
ralarımı
çekti.
Sonra bunda temel
Ba öğ
yaldız
planlarla
pa
tutturamayınca
HARİSTAN madeni kimyadan
VE
GVLİSTAN
43
izabe (eritme) tahsiline yeltendi; başladı.
izabe tahsili kızıştıkça altınlar da erimeye
Yeğenim bundan da sıkıldı. . . "Toprak tut altın olsun." feyzine mazhar olmak arzusiyle çiftçiliğe
başladığı
anda bir çiçekçi kızına yeşillenmek uğrunda ilk tecrübeleri kesemin dibine darı ekmek .. sorira ocağıma incir dikmek oldu... Nihayet bir sabah yeğenimi da gördüm :
karşım
Yakalığı bir mermer kuyu çenberi. gibi
gırtlağına sarılmış; uzun, kıvrık saçları, kalıpsız kır mızı fesinin altında, rüzgara tutulmuş hindi tüyleri gibi tersine dönmüş ; yeni doğan bir çocuğa şilte ola bilecek kadar
kocaman
göğsüne takmış ...
bir plastron boyun
Karşımda boyun kırdı ;
bağını
öptürmek
alışkanlığiyle ben elimi uzatırken o da kımıldamadan dudaklarını bana uzatdı, ikimiz de ne
yapacağımızı
birden anlayamadık... Benim elim havada kaldı. Ni hayet, boynuma sarılarak
laubali bir şekilde dudak
larımdan tekrar tekrar öptü. Öpülmeyen zavallı elim den utandım.
çaresiz geri çektim... Bu sırada dizle
rinden aşağı inen redingotunun arka cebinden bir be yaz mendil çıkarırken, parmaklarında allı, yeşilli, ma vili bir çok sahte, kaba yüzüklerin benimle eğlenir gi bi sınttıklarına dikkat ettim ... Bilmem dudağımı öptü ğü için midir, nedir? Mendiliyle bir tuhaf tarzda bur nunu, dudaklarını sildi... Bizim Hacı Bacı'nın bunca senelik devşirimine muhalif bir
devşirme
icad ile,
mendili ortasından büzdü, büktü, sardı . . . "Taklidini yaparak"
Mindere kendisini attı... Hacı yatmaz gibi sallan dı, sallandı, sonra dimdik kaldı ... Bizim yeğen bizim yeğenlilden çıkmış da acayibin acayibi bir makina şekline girmiş ... Minderde oturamadı .... Kanapede rahat
edemedi... Beni, sevgili amcasını
beğenmedi. . .
Sözleri.mi beğenmedi... Bakışımı beğenmedi. .. Vaziye timi · beğenmedi. .. Yürüyüşümü beğenmedi...
Nefes
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
alışımı beğenmedi... Of! Beğenmedi, bir şeyimizi be ğenmedi. .. Evin tertibini bozmağa, hepsini değiştir meğe kalkıştı. Uşaklara kahve getirirken beyaz eldi ven aiymelerini, ahçı lbiş'in kafasına bir beyaz keten takke geçirmesini, vekilharç Köse Kahya'nın her sa bah traş olmasını istiyor, yırtınıyor, ısrar ediyordu. Bir gece, biraz nasihat vermek için odasına girdiğim zaman, kendimi dehc:etli bir manzara karşısında bul dum : Bizim yeğenin burnunun altından kulaklarının hizasına kadar bir bezle bağlı çehresi sapsarı parlıyor ... Ayaklarını karyola demirinin üstüne dayamış . . . Ellerini pamuklara sarmış, gözleri kapalı, kendisinden geçmiş, yatıyor... Felaket ! dedim, felaket ! . . Odadan dışal'l fırladım . . . Hekim, aman hekim ? Evin içlnde biribirimize girdik, çıktık. Biz hekimle yavaş yava-ş odaya girerken yeğenim de şaşkın şaşkın kar yolasından kalktı... Sofadaki kadın !arın "kendisini öldürdü!" feryatları evi dolduruyor; yeğenim bu hal den ürkmüş, kaçmak istiyor; biz tekrar yatması için yalvarıyoruz; ellerine ayaklarına sarılıyoruz. Bir kar g�alık, bir gürültü, bir patırtıdır gidiyor... "Bir parça beklemeden sonra"
Nihayet iş anlaşıldı, yeğenim ertesi gün Kağıt hane'ye gitmeye niyet etmiş... Yeni potinlere ayakla rını sığdırmak, kanı aşağı vermek hülyasiyle ayak larını havaya kaldırmış... Yumuşasın , parlasın diye, yüzüne, ellerine kold krem sürmüş... Bıyıklarını dik durdurmak için bir cendere ile sarmış... Ve bu azap ve eziyet içinde uykuya, rahat uykuya dalmış ... Hem bundan sade, bundan tabii ne olabilirmiş?.. Bunlar o irfan diyarında beş senelik geceli gündüzlü, "güle rek ve öksürerek", geceli gündüzlü devamlı bir tah silin meyvesi imiş! .. Anladınız mı ? .. Beş seneden son ra, N apolyonvari bir vaziyet, Humbertvari bir saç,
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
45
Wilhelmvari bir bıyık ... İşte bu kadar! .. Yeni kafa ol mak için bu kadarı kafi imiş ... Ah ! "Geniş bir nefes alır"
Bir sabah da baktım ki aşağıdaki büyük odada bir curcuna, bir kahkaha, bir tepişmedir gidiyor... Ka pıyı araladım : Yeğenim kızkardeşini piyanoya oturt muş. Hacı Bacı ile Kahya kadın Nail Molla da dahil olduğu halde hizmetçilerin hepsine dekolte olmak için kollannı sıvatmış, göğüslerini açtırmış, onlara kankan oynatmıyor mu? .. "Lahavle !" dedim, "ya sabır!" de dim, olmadı ! Hemen odaya atıldım ; onun o pomatlı saçlarından yakaladım, selamlığa aldım .. Bizim yeğe nin "medeniyet yaymak" vazifesi imiş; kadın ninesine Bokas'ın hikayelerini anlatmak, hizmetçilere Mulen ruj maceralarını nakletmek, "medeniyet yaymak" imiş! .. Artık latifeye, şakaya mahal yoktu. Dedim ki : - Oğlum sen şarkın ve garbın yaklaşamayacağı nı anlamadın mı ? Sen Türkane ve Frengane terbiye nin bütün bütün biri birine zıt olduğunu anlayamaya cak mısın? .. Öyle ise dinle : Bütün ciddiyetimi topladım, setremi ilikledim, gözlüğümü taktım. Burnumu sildim "siler"; bir güze' de öksürdüm "öksürür"; dinle dedim ; bu bir : - Biz de başımızı açmayıp ayağımızı çıkarmak hürmet ; Frenklerde bilakis ayağını çıkarmayıp başını açmak saygı . . . Dinle bu iki : - Bizde öteden beri evin alt katı hizmetçilere, yukarı katı efendilere ; Frenklerde bilakis alt kat efendilere, üst kat hizmetçilere mah sus.. . Üç : - Bizim ayaklarımızın altına serdiğimiz halıları onlar baş uçlarına asarlar. . . Dinle, dört : - Bizde öteden beri sağda erkek, solda kadın Frenk lerde solda erkek, sağda kadın bulunur. . . Beş : Biz pilavı, makarnayı en son yeriz ; onlar en evvel yerler... Altı : - Bizde yemekte az söylemek ve ça buk yemek terbiyeden sayılır; onlarda aksine çok
46
HARİSTAN YE GtJLlSTAN
söylemek,
hikayeler nakletmek, ve kahveyi sofrada
içmek ve hatta Yedi :
ellerini sofrada yıkamak
mutad . . .
- Bizde küçüklerin büyüklerin sözüne kanş
ması büyük terbiyesizlik; onlarda bilakis büyük
bir
zeka örneği .. Sekiz : - Bizde saat oniki ya sabahtır ya akşam, onlarda ya öğledir ya gece yarısı ... Dinle . . . Baktım, yeğenim
gece yarısı sözüyle uyuklamağa,
horuldamağa başlamış ; sarstı m ; daha bitmedi, dinle ! dedim. . . Dokuz : - Onlarda şarkıyı mutlaka ayakta, !-)izde mutlaka oturarak söylemek elzem... On : Frenklerin neş'e
sene
şarabı
ile
ne başı bir matem
başı
eğlence
mesttir;
ile
bizde
geçer,
bunlar
muharrem,
günüdür, on gün kana kana
se su
bile içemeyiz . . . Onbir : -Bizde gökgöz fitneliğe, kem nazara alamet ve menhus;
onlarca mavi göz müba
rek, o kadar mübarek ki melekleri bile mavi gözlü itibar ederler ... Oniki :
- Biz yazıya sağdan
nz, Frenkler soldan... Onüç : -
Garb
başla
lisanlannda
fazla harfler yazılır, fakat okun maz; bizde
ise
ya
zılmaz, lakin okunur .. Dinle, ondört : - Biz mektup" lann tarihini altına koruz, onlar üstüne korlar. . . On � : - Bizde kanaat bir fazilet, onlarda miskinlik . . . Onaltı : şımı
- Hele bizde bıyıklannı tıraş... Derken ba
kaldırıp
baktığım zaman yeğenimi koydunsa
bul ... O çoktan sıkılmış, kaçmış . . . "Ayaklarını yere vurarak"
Artık bütün bütün hiddetlendim. Henüz hiddeti
mi teskin etmeden aşağıdaki mutbaktan
doğru
bir
gürültü, bir hınltı fışkırdı ... Bizim yeğen uzamış tır naklannın ucu ile, keşkül-i fukaranın ( 1 ) fıstığından almak istemiş.
( 1 ) Vstü, dövülmüş fmdık fıstık ve rendelenmiş hindis tan cevizi gibi şeylerden süslenmiş bir çeşit süt tat lısı.
BA.RİSTAN VE GÜLİSTAN
47
Ahçı İbiş, yeğenimin böyle pis tırnaklarını kes meden mutbağa girmekten men olunmasını benden rica için yerinden fırladığı sırada o da biçarenin ara bacı Pavli, ayvaz Haçadur vasıtasiyle elerini, ayakla rını tutturup daha şık, daha alafranga olmasını temi nen biçarenin bıyıklarım traş etmeğe kalkışmamış mı? İbiş'in kafası kızmış; oklavayı bir eline almış; yan mış odunu diğer eliyle kavramış ; savuruyor ve "Namusum bir paralık oldu.. Bu kapıda daha duramam .. . Ben giderim! .. " diye avazı çıktığı kadar gürlüyor .. . Baktım olmayacak; yeğenimi kurtardım, hareme tık tım... Buna bir ibret dersi vermek sırası gelmişti; dü !?Ündüm ,taşındım; hemen o günden itibaren buna bir iş bulmağa teşebbüs ettim; Anadolunun şöyle bir kıyıcığında bir tecrübe seyahati yapmasını kararlaş tJrdım ... Zonguldak hatırıma geldi; "Zonguldak ... Oh ! Zonguldak! !.. Şimdi görürsün sen Mulenruj 'da kankan diyerek oyununu... Ömrüne bereket Zonguldak ! .. " yeğenimi Zonguldak'ta bir maden mühendisliğiyle başımdan savdım.
Bu vak'adan tam beş sene sonra o şampanya gi bi kabına sığmayan yeğenim, Zonguldak'tan avdet ettiği zaman, ayran gibi sakin ve durgun , apışmış kal
mıştı ... 8 Mart 1316
MUAMMA-1 DiL
B gibi
EN mezarlığı bir çocuğun mürebbiyesini sevmesi korkarak severim. Mezarlık başlangıç
.· ile
sonsuzluğun, yokluk ile varlığın gizli bir buluşma ye ridir. En saf, en garibane gözyaşları buraya dökülür.
En vicdani dualar buradan yükselir. ..
Hiç bir şeyle
nihayet bulamayan insanlık emelleri buracığa boşa lır . . . . Mezarlıklar sessizliğin bir sonbahar fidanlığıdır ki baharı ancak mahşer sabahı, rüzgarı yalnız İ srafil' in düdüğü olabilir. Ekseriya, güneş batarken, bir huzurunda titreye düşüşü;
sarı
titreye Allah'ına
yaprağın -
yalvarır gibi -
çıplak bir dalın rüzgarın tesiriyle
daima tit
remesi, bana gizlice ölümü gösterir, acı acı giilümse rim. Allah'ın rahmetine emanet' eylediğim akrabaları Üsküdar'daki Karacaahmet
mı ziyaret için geçende
mezarlığına kad;:ı_r gitmiştim. Hava güzeldiyse de iki gün evvel
yağan
murlardan meydana gelen rutubet halen yor..... Islak çimenleri çiğneyerek, ayağım murlara batarak, güçlükle yürüyordum.
yağ
devam edi killi
ça
Selvilerden
meydana gelmiş o hazır tufanın inleye inleye birbiri ne karışması karşıdan
gönül gözüyle bakışa tesadüf
HARİSTAN VE G1JLİSTAN
49
edince korkmağa başladım ve o yokluk denizinin ke narına ulaştığım halde içine girmeğe bir türlü cesa ret edemedim ! . . . .
San, yeşil kozalakların, kırık taşların, kuru dal ların , dikenlerin arasında
yürüyordum.
Mezarlığın
topraklarını - yalnız gözyaşlarıyla ıslanmış gibi - ayak altına almağa kıyamıyordum ; yüreğim titriyordu. Rüzgar şiddetlendikçe, yaprakları dökülmüş sel vi dallarının birbirleriyle çarpışması - bir çok çınl qıplak
insan
cesetlerinin birbiriyle çarpışması gibi -
korkunç bir velvele koparıyordu. Baykuşların kunç
kahkahasını ruhların çığlığı
kor
zannediyordum.
Bastığım toprak yığınlarının, çökmüş mezarların or ta yerlerindeki deliklerin altından,
toprak
�öz çukurlarının bana alay edercesine düşünürken, yanıma düşen
bir
bulaşmış
baktıklarını
kozalağın,
üstüne
bastığım bir dalın çıtırtısından korkuyordwn. Karşıdan - namaza durmuş bir
topluluk gibi -
her şeyin Allah'tan geldiğini kabul eden, sessiz,
saf
saf duran mezar taşlarının cephelerindeki düzensiz kırıkları, çatlakları, bunca senedir
yokluk
ülkesine
göçüp gidenlerin alın kırışıklığına benzeterek, o ahi rete ait ikaz edici kitabeleri okuya okuya gözümün önünde sanki sonsuzluk kapısının kanatlan açılıver di... Duvarda maddi arzulan gaye edinmiş düşünceler, bir yığın mezar taşı şeklinde karşıma dikildi... Dima ğıma çöken hislerin ağırlığından boynum büküldü. Ar tık düşünüyor, devamlı düşünüyordum . . . Selvilerin titrek gölgesi, ince siyah bir tül
gibi
mezarların arasına gayri muntazam serilmiş idi. Her tarafta yeşil , san, turuncu, siyah, renklerde yosunlardan lekelel'le örtülmüş, mezarlar, kırılmış mermer fesler,
beyaz çökmüş
meydana . çıkmış
kemikler, sararmış dikenler zihni yakan bir
manz�
Raristan Ve Gilltstan
-
F : t.
50
HARlSTAN VE GVLlSTAN
meydana getiriyordu. Ortalıkta çıt yok ; rüzgar esmi yor, yaprak kımıldamıyor... Yalnız bir iki karganın kanatlarının sesi bu koca mezarlıkta yankılar yapa yapa uçuyordu. Başım göğsümün üstüne düşmüş ... Beynim, göz lerim yorulmuş... Dalgın dalgın dönmeğe başladım. Gariptir! .. Gönlümde kötümser bir felsefe yapma ar zusu hasıl olduğu halde şimdi bir türlü düşünemiyor dum. Yakında bir karaltı gördüm. Benim gibi biri daha mezarın arasına oturmuş, başını önüne eğmiş, dirseğini mermere dayamış ... Hareketsiz duruyordu . Yanına gittim ·.;e hemen tanıdım : Mektep arkadaşla nmdan Celil imiş! Hem zavallı ağlıyormuc3. Ben! gö rünce memnun olmadı zannederim ki pek kısa l:ıiı yalonlık gösterdi... Biçareye dikkat ettim. Saçları ağarmağa başla mıştı. Eski arkadaşımı rahatsız edeceğimi bildiğim halde, belki teselli ederim ümidiyle, çekinerek ziya retinin sebebini sordum. Başını kaldırdı ; kuvvetsiz a henksiz bir sesle cevap olarak yalnız bir : - Of! Azizim ! ... diyebildi! .. Ukin birden bire coşan gözyaşları sözünü tamamlamaya müsaade etmedi. Yaralarının al kan larına bakıp da sararan yaralılar gibi bu talihsizin de -yanındaki mezann üzerinde bulunan güllere bakınca rengi uçuverdi. Ağladı, ağladı. Sonunda beni de ağlat tı. Kederine iştirak ettiğimi hissedince biraz teselli oldu. Başını sol omuzuma doğru bükerek · ve ceketinin yan cebinden çektiği mendili ile devamlı olarak dö külen yaşlarını kurutarak - kesik bir sesle - anlat mağa başladı : "Şu mermerleri sararmağa, kitabesinin yaldızla n dökülmeğe başlayan mezar, birinci kanının meza ndır. Ben onu pek çok severdim. Vereme yakalanmı!;, ne bileyim ben ?"
HARİSTAN
VE
51
G'ÜLİSTAN
"Beş senelik bir sevdadan sonra, bir gece
yan
sı, susuzluğun verdiği ateşin hararetiyle - zafiyetten incelmiş dudaklarını kuruttuğu zaman - titreyen kol larına dayanıp yatağın içinde doğrularak ve yüzüne düşen birbirine geçmiş saçlarını, ince parmaklariyle kulaklarının arkasına doğru iterek, uzun süren bir i nilti ile, benden istediği bir kadeh şerbeti elimden al dı; yüzüme
feri
uçmuş gözlerini dikerek içerken,
iki
sıcak gözyaşı da yanaklarının üstünde parladı. Du daklarını boş yere çarptı... Bir kelime söyleyemeden gitti. Beni de şu dünyada bir melek yavrusuyla yal nız bıraktı ! O hafta içinde iki kere intihara yelten dim. Çünkü kendisini pek severdim. Ne ise ! .. " "Rahimenin iki vasiyeti vardı : Biri eliyle yetiş tirdiği menekşeleri mezarın üstüne dikmem,
diğeri
kız kardeşiyle evlenmem ! Of! Takat bırakmıyan bir teklif!. Sanki mahrumluktan viri.ne
olmuş
yuvama
teselli edici başka bir peri gelirse o ilk sevdanın hatı rası olan kızım Huceste'ye
tamamiyle bakılamaya
cakmış.. A canım , bunlar hep, hep kadere için
boş
yardım
tedbirler, mübhem teşebbüsler! .. Akıl
ermi
yor ki ! .. " Bu sırada coşan rüzgardan selvilerin çarpışan dal lan - Tanrı'nın huzunına
doğru
yükselen
ve
liyle okunan bir mersiye gibi - o yerin ruhlara
usfı has
heybetini arttırıyordu. Celil sükfıt etti. Geçmiş hatıra ları gözünün önüne gelmiş gibi gözleri daldı. Yine ağ
lıyordu. "Evet, kardeşiyle bir sene yaşadım. Bu losa müd det zarfında çektiğim maddi ve manevi azapları Allah bilir. Latife'ye verem kardeşinden
daha çok yakışı
yordu. Ne incelikti o! .. Merhum ablasının ruhu ona tamamiyle geçmişti : Çehre o, boy bos, naz ve nezaket
o.. . Bu da en ufak bir şeye için için ağlardı ; en
adi
bir sevincime kahkahalarla ortak olurdu. Bu da o nun gibi yakında öleceğini düşünmüyor, gafil
bir
HARİSTAN
52
VE
GtiLİSTAN
kurtulma ümidiyle sıhhatinin yerine gelmesini
bek
liyordu. Hava değişimi de kaderini değiştiremedi.. Lakin ben bu manzaralara alışmıştım, ne
·
idim,
onun da tabutunu bir kış günü yağan kardan beyaz bir kefene sarılmış olduğu halde şuraya getirirken et rafımda ağlayanları bir kör gibi görmüyor, bir sağır gibi işitmiyordum, yürüyordum.
Gözlerimden
bir
damla yaş bile akmıyordu. Kendi kendime kızım sağ dır a, ne yapayım ! diyordum. Bir gün eve gelip de sıracadan yattığı yerden kımıldamayan yedi yaşındaki kızımın alnından öptü ğüm vakit, o parlak gözlerinden saçılan izahı zor kı vılcıma artık mana bulamadım. Nihayet üç ay sonra o masumu da şuraya göm düğüm zaman gözlerim siyah renkli matem hayalle ri ile dolu olduğu halde şu ulu mezarlıktan çıkarken çehremde hayata karşı nefret, alaycı bir
gülümseme
parladı. .. Gülüyordum, anlıyor musun ? Hem gülüyor, hem buradan
kaçıyordum. . .
Hikayem seni üzdü ; Lakin daha tamamlanmadı. Artık hayatımı
fazla sayıyordum. Te� eğlencem bu
rayı ziyaret idi. Şuracığa diktiğim menekşelere ba kar, boynumu büker . . . su damlacıklarını görür
ağ
lardım. Bir gün yine alışılmış bir ziyarete gelirken bu taraflarda bir kuzu sürüsünün otladığını gördüm. Bir de ne bakayım, bence dünyalar, dünyalar değen o geç mişin tek hatırasından eser bile kalmamış. Yerde ne kadar taş buldumsa bir çocuk gibi sürüye doğru fırlat tım; billah koyunlarla kavgalar ettim ! .. Heyhat, dün yada o zaman bütün bütün yalnız kaldığımı, artık he vessiz, emelsiz. .. Kimsesiz yaşadığımı anladım. İşte o vakitten beri birinci defadır ki buraya geliyorum. O mukaddes vücutların, o üçünün de hayali, kefensiz, ta butsuz, gönlümde gömülüdür. Bu ızdırap yüküne kim
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
53
dayanır, kim sabreder? .. Azizim ! Pek sefilim, pek se filim ! .. Cevap veremedim. Bir san yosun parçasına yö nelen bakışım dalmış gitmişti ; ikimiz de susuyorduk. Uçuk benizli sonbahann yumuşak, zayıf akşam güneşi Karacaahmed'in, selvilerden meydana gelmiş yeşil kefenini yırtarak, yıkılmaya yüz tutmuş bir me zann taşlarını nurlandınyordu. Onun baş ucunda ba harın badem çiçekleri kadar beyaz bir kelebeğin, sel vilerin dilsiz uğultustınu işitmeğe adanmış bir melek miş gibi ağır başlı uça uça, alın yazısının sonu bir fa tihadan ibaret olan o eski mezann üzerindeki papat yaların üzerine nur gibi inivermesi bizi uyandırdı. Aynlırken Celil : "Ben yaşayamıyacağım... Artık ya �ayamıyacağım !" diyordu... "
*
*
*
Bundan sonra Celil'i ekseriya görür, haline acırdım. Beli bükülmüş, rengi uçmuş, hareketlerine bir ağırlık çökmüş, yüzü bwuşmuş , dağınık bir mezara dönmüştü. Daima; talihsiz çocuk btınca felaketten, bu kadar belalardan sonra kurtulmaz, derdim ... İki sene geçti. Bir gün kaleme geldiğim zaman masanın üstünde süslüce bir zarf gördüm. Hemen te laşlı bir merakla zarfı yırttım. Bir davet pusulası ! . . Celil ! .. Celil ! .. Evet, Celil tekrar evleniyormuş ! Ya rabbi ! Dünyada en şaşılacak, en yapılmıyacak bir şey varsa o da bu idi. Ah !. Lakaydlık özelliği, Allah'ın in sanlığa bağışladığı en büyük bir merhamet eseridir. O gaflet karanlığı olmasa; teselli, ümit ... bu iki müş fik ve nazlı kelime, bu basiretin hayranlığı olamaz dı... Düğünde Celil'i gördüm. Tam bir sevinçle misa firlerini ağırlıyordu. Karşıdan beni görünce gözlerin de bir hatıra ışığı parladı. Siyah redingotunun arasın dan ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş, siyah u-
KARlSTAN VE Gtl'LİSTAN
fak boyunbağı bir parça intizamını kaybetmiş, kaşla nnın üzerine doğru inen fesinin püskülü - laubali bir sevinci belirtir şekilde - önüne gelmiş, yarı sevinçli bir halde bana doğru geldi; iki elimi avuçlarının içine al dı; beni kendisine doğru çekti; usulca kulağıma bü yük bir karan bildirir gibi : - Dünya böyledir, işte azizim! dedi. Ne iğrenç, fakat bir hakikat! .. Evet ! ... Sevgi hisleri masum bir kadının bebe ğine benzer : Evvela onu pek, pek sever, okşar, öper, onunla güzel güzel oynar; lakin ! . Kaza ile bir yeri kınldı mı, sinirli bir üınitsizlikle o da diğer bir uzvu nu kırmaktan çekinmez. Gözünü çıkarır, bacağını ko parır, çamura atar, isterse bir de tekme vurur... .
NAKiYE HALA GUSTOS nihayetinin en sıcak, en ağır, fakat yal-
A dızlı gibi duran bir akşamı idi. Erenköy'ün iç ta
raflannda, bir bağın köşesindeki kameriyenin albn
t!a, üstü eski bir kilim ile örtülü kiraz dallanndan ya pılnuş bir kanapenin üstünde bağdaş kurup, bir eliy
le çubuğunu içen, diğer eliyle kırmızı püsküllü öd ağa cı tesbihini çeken, Nakiye Hala'nın mor damarlan
çıkmış çilli, yumuşak elini alışkanlığım sebebiyle ale lade öptüm ... - Berhudar ol oğlum !. Her akşam eve dönüşümde bu sl!nelerin yıprat tığı kadının elini yarım ağızla öptükçe bunca seneden beri tarz ve şekli değişmiyen bu duaya
mazhar ola
ola, artık o kadar ehemmiyet vermemeğe, bazen ne dediğini bile işitmemeğe başlamıştım. Dünyadan elini, eteğini çekmiş, gittikçe yıkılmaya yüz tutmuş fani ömrüne rağmen ahiretini imara çalışan, sessiz, sakin, seksenlik bir "Nakiye Hala" herkesi ne derece meş
gul ederse, beni de o kadar meşgul eylerdi. Lakin bil-
IIARİSTAN VE GÜLİSTAN
56
mem herkes de öyle midir? Ben pek küçük çocuklar, bir de pek ihtiyarlarla konuşmadan hoşlanırım. Biri nin mazisi yok, diğerinin istikbali bilinmiyor. Bu do
ğuş
ve batış levhaları bana pek hoş, pek tabii geliı•! . . Gittim, Nakiye Halanın yanına oturdum. Kenarı
oyalı, yeşil namaz bezinin altından çıkan kökleri ka rarmış hayattan ak, uçları kınadan kırmızı saçları nın . . . bir tane bile dişi kalmadığından içeri doğru çök
müş ince, uçuk dudaklarının... aklan bile sanya, ya
lan soluk gözlerinin üstünde ağır ağır inip kalkan göz kapaklarının. . . Köhne çubuf,runun dumanını fosurda tarak savurdukça med ve ceziri pek belli olan buru
şuk yanaklarının . . . . . helali gömleğin altında
daima
açık kalan kemikleri çıkmış temiz, kırmızımtırak göğ sünün hali bu akşam bana pek dokundu ..... - Nakiye Hala, sıcaklarla nasılsın ? Bursa mı sı cak, İstanbul mu? Nakiye
Hala babamın sütninesinin büyük
kızı
imiş. Kendisi Mora'lı olup, muhaceretten sonra bi.itün ömrünü Bursa'da geçirmiş , orada evlenmi�. orada ço cuklarını askere göndermiş bir mübarek ihtiyar idi. Nakiye Hala askerliği, askerleri pek severdi. 1s tanbul'a geldikten sonra en büyük gezintisi
çoğu cu
malar, Kabataş'a kadar giderek buradan askerlerin dönüşünü seyretmekti. ... Karakolların önünden geçerken nöbetçiye larnün aleyküm oğlum !" diye mutlaka
"Se
yakınlık gös
termek alışkanlığı idi. Yolda gördüğü neferlerle, fır sat buldukça, lakırdı etmek pek merakı olduğundan o fırsatları hiç kaybetmez; bazen onlara yemiş alır, tütün alır, verirdi. Çok defalar Hala'nın kaldırım üs tünden sökülmüş iri ta')ları - oğlu gibi sevdiği asker ler ayağına çarpıp incitmesin diye - kaldırıp bir kena ra koyduğu vaki olm�tur. . - Oğlum Selirniye kışlası buradan çok uz ak rrıı dır ?
HARİSTAN
VE
GVLİSTAN
57
Selimiye kışlası tarafına bakarken - çubuğunun dumanlan ulaşılamayacak bir hayale karargah olan o nurlu soluk kara gözlerinin uzaklarda, pek uzaklar da hazin bir şeyler görür gibi
gülerek
yaşardığını
gördüm . . . . . Yumuşak tüylü, iri biı' sar ı yelpaze gibi kısmen ufka gömülmüş güneşin uçuk ziyası, yoğun, zayıf , koyu bir rüzgarla beraber, kameriyenin yarı sarar mış asma, yabani gül dallan arasında süzülerek, Ha la'nın yeşil namaz bezini hafif okşayışlarla öpüyor du ... Kfilnat korkunç bir sükut içinde; ağustosböcek lerinin uzaktan işitilen uğultusuyla, bağın
köşesinde
ki havuzun içinden kurbağaların fasılasız feryadı et rafa serpiliyor; üzüm kiitüklerinin gündüzün güneşin sıcaklığından ters dönmüş sarıya meyleden yaprak lan yavaş yavaş titriyor, sessiz sessiz,
serin
serin
esen akşam rüzgarı etraftaki ağaçlara, çimenlere, ge ce safalara baygın bir tazelik, cilveli bir tazelik veri yor; havaya pek ince bir "akşam kokusu" yayılıyor ; donuk mavi gökyüzünün ötesinde
berisinde
beyaz
bulut parçalar1 hareketsiz gibi duruyordu. -- Hala, Selimiye kışlasını niye sordun ? - Hiç! . . . Bu "hiç" ş u mübarek kadınin bütün ömrü, bütün hayat macerası, bütün mazisi idi. Renksiz dudakları nın arasından, h oş bir dua, bu akşamın manevi
gü
zelliğine karışarak icabet dergahına doğru uçtu. Oh !. Şu dakika önümde üç şehit annesi bu
kadın ne uıv; ,
n e melek gibi b ir güzelliğe büründü! .. Gözlerinin ucun dan uçan iftihar nunmun verdiği tebessüm, asil
bir
şefkat pırıltısı bana bir manevi üzgünlük sarhQ&luğu vermişti.
Başımı yanıma çevirdim. Duvarın kenarın
daki kalın bir gölgenin altında, yan yaprakları kum muş, dökülmüş, tozlar içinde ezilmiş, yarısı solmuş,
bükülmüş, bir çiçeğin uçukluğu . . . öte tarafta toprağa
HARİSTAN VE GtnJsTAN doğru çökmü5 bir kuru kiraz ağacının manzarası, da ha ileride köhne, boyasız kulübenin keder verici
ha·
rap hali gözüme ilişti : - Merhumları yad ettin değil mi? ... Yüzüme şefkatli bir bakışla bakarak, eski
yara
lannı gösteren ihtiyar bir gazi gibi hazin bir neşe ile yavaşça "evet" dedi : �
Böyle bir yaz akşamıydı. Hüseyinciğiml
mağa gitmiştim. Bir
sor
zabit deftere baktıktan sonra
"Yakında gelecek" dedi. Sonra çıkıyordum, bir nefer yanıma sokuldu, "Hüseyin ağa bizim erişemediğimiz rütbeye erişti... şehit oldu anne,, dedi. Ağlamadım. Zaten babası bana onlar memede iken "Ya gazi, ya ı:;ehit" diye stit
verdirirdi. Ne ona, ne Hasanıma, ne
de damadıma teessüf ederim. Ahirette beni bekliye cek şu üç kurbanımdan başka bir şeyim yok. Elbet onlar bana şefaat edeceklerdir. Gönüllü giden dımın şehadet
dama
haberi geldiği zaman, kızım ne kadar
ol<ın taze, cahil olduğundan hayli teessüf etti.
Zaten
zayıftı... İflah olmadı, üçüncü ay o da merhum oldu.
T,�lik, yenj gel�ik 11e gatjptir, ayrıl4Jğı gece nasıl sa kocası kendi kendine :
Bulmak güzel olmaz
mı
f
Yann Hak divdntnda; Göğ8il al al yaralı, Nişanlım yanında...
diye bir türkü söylemiş. Kızcağız bütün hastalığında kendisini kaybettiği
zamanlar bu türküyü
tekrar
ederdi. Şimdi, f:İmdi ben de ancak onların bu hayalle riyle vakit geçirebiliyorum. Artık bunlar benim için dört kanattır, değil mi evladım? ... Ah !.
Zaten olacak
olunca böyle gazada, günahlarından silkinerek meleri evla değil midir ?
git
HARİSTAN VE GOLtSTAN
59
Arkadaşlarının söyleyişine bakılırsa üçü de al nından, göğsünden vurulmuş. Ah Hasancığım... yiğit, ne kahramandı !. Bana giderken :
Ne
"Nineciğim !
Beni arkamdan vurulmuş diye işitirsen sakın ruhwna
okuma.
Senden emdiğim süt bana haram olsun ! .. "
demişti. Zaten üçü de ölmek niyetiyle gitmişlerdi. Ha san'ın şehit olduğunu haber alınca ağladığımı babası bana darıldı. Kendisi şükür secdesine
gören kapan
mıştı. O zamandan beri ne vakit gönlüme bir merha met, bir acı gelse gözümü kapayınca onlar gözümün önünde yaralarıyla gelirler;
gülerek ellerimi,
mü öperler... İnşallah sen de evlatlarımn
yüzü
gilziliğini
görürsün. - Amin halacığım !.. Sonra göğsünden muska gibi ince bir müşambada
sanlı, buruşmuş, kat yerleri yıpranmış bir kağıt çıka rarak dudaklarına götürdü. Sararmış gözlerinden
ğır
a
ağır damlayan bir iki damla yaşla ıslattı ; Hüse
yin'in son mektubu diye bana uzattı. "Hakikatli babacığım, şefkatli nineciğim ! Enerinizden öpüp cümleye selam ve senalar ede
rim. Size bir şey söyleyeceğim, daha doğrusu dini mizce bir müjde vereceğim, ama acımıyacaksınız, ağ lamayacaksınız. Baba istersen nineme söyleme! Hani sen; "bu kadar muharebe gördüm, lakin bir türlü mu radıma nail olamadım ... " demez miydin ? İşte tamam Hasan maksadına nail oldu... Şehit oldu. Üç gün ev
velki muharebede bir geyik gibi çeviklik, bir arslao gibi yiğitlik gösterdikten sonra şehit oldu. Allah rah met eylesin ! .. Düşerken yanındaydım; hakkınızı he
Ifı.1 etmenizi rica etti.
Bir kurşunla ı)akağından, iki
kurşunla göğsünden yaralanmı!?, bir gülle de sağ elin i götürmüştü. Kendi elimle gömdüm. Toprağa girerken de çehresi gülümsüyordu. O,
ecdadımızın yadigarı,
senin hediyen olan yatağanı da beraber
defnettim.
60
HARİSTAN VE Gt!LİSTAN
Kınını da taş yerine baş ucuna diktim. Bilirsin ki rah metli bunca senedir, geceleri bile yatağına o bıçakla yatardı...
Ah dırdık,
babacığım,
düşmana
görseydin ?
muharebelerde
ne
Gözümün
ettiğin
hücumlar
şiddetle
önüne
sal
senin
geliyordu.
o On
lan bize ne tatlı anlatırdın ! .. Yaralarını ne sevinçle gösterirdin . . . Emin ol, babacığım, kardeşim latlığına layık olacak surette şehit oldu.
senin ev
Düşman ile
riden kara bulut gibi geliyordu. Biz iki bölükten iba ret idik.
Yıldırım gibi bir hücum gösterdik. tık ham
lede yüzbaşımızı kaybettik. Çavuşumuz da yaral anın ca kumandayı Hasan aldı. Ah babacığım, şöyle uzak ta bulunup da, Hasan'ın
"Ya
Allah" diye
bağırdığı
vakit ayağımızın altındaki topraklann, başımızın üs tündeki ulu ağaçların zangır zangır titrediğini görey din,
şaşardın ! .. Nihayet düşmanı tepeden püskürt
tük. Kovalamaya başladık. En önde çarıkları çözill mliş, fesi düşmüş, baş açık, yalın ayak Hasan koşu yordu...
Koşuyordu .. Kuş gibi, rüzgar gibi, alev gibi
koşuyordu. Bu sırada düşman bir defa daha geri dön meği tercübe etmez mi?. lşte o dakikada Hasan'ı yer de gördüm. Hırsından, hiddetinden ne yapacağını bi.1miyor; alnından dökülen kanlar içinde, kıpkınnızı ke silen dişleriyle tetiği çekmeğe çalışıyor; tüfeğin nam lusunu ısırıyordu. Gözleri kükremiş kaplan gözü gibi dışarı fırlanuştı. Onu çaresiz orada bıraktık, düşma nı tamamiyle perişan ettikten sonra yanına geldim. Geldiğimi duyunca gözlerini açtı... Sen her
zaman
dE!mez miydin ki : "Ben şehit oğluyum, inşallah şehit babası olacağım." İşte baba duan kabul oldu. O has retli yarına, şehadete kavuştu. Hem gazi oldu,
hem
P.ehit. ln�allah biz de kavu�uruz. Zannederim ki iki .�Un c:;onra yeni bir hücum daha olacak . . . Baki
senin
ve ninemin ellerinizden öperim. Duanıza muhtacım. Beni soranlara selam.
HARİSTAN VE GtiLİSTAN
61
Bu mektubu alayımızın mü18zımı . . . . beye yazdır dım. Kendisi de sizi tebrik ediyor ve ellerinizden öpü yor." Oğlunuz Hüseyin Onbaşı Sular kararmağa başlamıştı : Güneş İstanbul'un arkasına doğru batıyordu. Uzaktan, bir ishak,
ara sı
ra kesik kesik ötüyordu. Gözlerim sulanmıştı. Akşa
mın hüzünlü zayıf gölgesi altında - toprağının altında kıymetli bir vücudun kemiklerinin döküntüsü gömül müş , bir mezar taşına çehresine baktım.
benzeyen - Hala'nın
solmuş
Hareketsiz duruyor, tütünü
kenmek üzere olan çubuğunu içiyordu. Kağıdı
tü yine
evvelki gibi muntazam büktüm, iade etmek istedim. "Bana bir kere daha okusana. . . Ne olur ? ... " dedi. O kuyamadım ;
Hüseyin'in,
kardeşinin
şehadetinden
h asret çekel'ek, mahrumane bahseden zayıf vücutlu, sağlam yürekli civanmert gazinin şehadet hali gözü mün önüne geldi. tstanbul'a dönen arkadaşlarının rivayetine naza ran Hüse)in esir düşmüş, düşman ordugahına
götü
rülmüştü. Fakat bu hal nefsine pek ağır geldiğinden arkadaşlanyla aralarında
verilen karar üzerine fır
tınalı , yağmurlu, şim"ekli, yıldırımlı bir gece
yan
sından sonra kapılan önünde duran nöbetçiye hücum la, ateş verdiği yakındaki bir cephane sandığının pat lamasından
yararlanıp
kendisini takip eden düşma
nın eline geçmemek Üzer'e yüksek
den akan
ırmağa
atlamış. Ertesi
bir bayırın eteğin sabah' hunu ara
yan düşman askeri mübarek cesedini, parça derenin içinde bulmuşlar. Bu
parça
sayede arkadaşların
dan ekserisi de kurtularak Ordu-yi Hümayuna dön müşler. Bu Türk cevherinin, bu Türk terbiyesinin. Türk kalbinin, bu Türk
bu
şecaatinin birer nümlınesi
IIARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
62
olan, bu iki yiğitin, bu iki onurlu erkek arslanın, bu iki şimşek yaratılışlının-daha sadece - bu iki Osmanlı nın ulvi hayali arasında kalan , oyalı yemenisi, kınalı saçları, yasemin çubuğu, zayıf göğsünü yan örten te miz helali gömleği, kurduğu bağdaşın altından uçlan gözüken siyah meshiyle, bunca fedakarlığa karşılık şu üzüntülü gecenin başlangıcının uçuk gölgesi altın da temiz, masum, saf, dindarane bir teslimiyetle kar şımda bana gülümseyen Nakiye Halanın Allah'ın be ğeneceği hali gözümün önünde bir güzellik ve yüksek lik levhası teşkil etti. Derin bir şaşkınlık içinde gömü lüp kaldım.Uzaklardan, yükseklerden doğru dalgalana dalgalana gelen, titrek bir sesle okunan akşam ezanı beni ikaz eti.
Kameriye üstünden solmuş güller, ya
seminler akşam rüzgarının tesiriyle bu kadının şına, göğsüne, kucağına düşüyordu. Kalktım;
ba
Nakiye
Halanın ellerini öptüğüm zaman, Hasan'la Hüseyin'in, o iki mübarek şehidin annesi, kelime-i şehadeti tekrar ediyordu. *
*
*
Bu vak'amn üzerinden üç yıl geçmişti. Nakiye Hala bir haftadan beri ağırca hasta idi. Bir: sabah erken uyandım. Hiç unutmam, bir cuma sabahı idi. Evin içinde herkeste bir sükut, şaşırtıcı bir keder gö rünüyordu ... "Sizlere ömür, Hala gitti !." dediler. Ben bu acı neticeyi bir kaç gündür istemiyerek bekliyor dum. Yüreğime zehir gibi bir acılık, manevi bir korku çöktü. "Allah rahmet eyleye" duası o acının, o kederin korkutan yükünün altında ezilen gönlümden, bir uyu şukluk sessizliği dökülüyordu. Hala'nın tabutu, kırmızı yemenisi, üstünde eskice bir şalı ile camiye doğru gidiyordu. Cuma namazın dan sonra bütün cemaat cenaze namazında bulundu. Bu namazı eda eden cemaatin mühim kısmı askerler den müteşekkildi.
Edilen duaya bütün o mer'hume
nin çocuklarının silah arkadaşları
"Amin"
dediler.
HARİSTAN VE GVLlSTAN Dinimizin güzel
63
kaidelerinden olduğu üzere yine as
kerlerden mürekkep bir insan kalabalığı tabutun kol lanna girerek takip ettiler. O ahiretle ilgili tabut dal galana dalgalana manevi bir naz ile yokuştan iniyor du. Karacaahmet
mezarlığına gömülmek
üzere Üs
küdar'a geçirilmek için Kabataş'a geçildi. Caddeye gelince bizi bir muzika sesi karşıladı. İki üç tabur as ker, bu asker ann�sinin tabutu önünde - mazisini bi lirlermiş gibi - bir gıyabi
hürmet hissiyle, ruhuna
fatihalar okuyarak ağır ağır geçiyorlardı. Bu bir şe hit ninesine tesadüfün son bir mükafatı idi !
17 TEMMUZ 1313
NiNNi
() RADA bir beyaz bez
asılı,
kWldak buruşmuş duruyor;
şurada bu
san
köşede
abani beyaz
bohçanın bir katı açılmış, ortada ince basma şiltenin üstüne bağdaş kurmuş
bir kadın, bir beşik sallıyor;
şiltenin ucWlda kıvrılmış bir tülbent üstünde çıngı raklı bir oyuncak yatıyor; sandalyenin arkalığında
ufak .danteleli bir göğüslükle bir kaç tülbent asılmış . . . Ansızın beşiğin tül
örtüleri altından bir vaveyle
taştı ; kadının solgun gözleri açıldı, beli doğruldu, ince dudakları arasından titrek
hazin bir ninni dökülme
ğe başladı : "Uyusun yavrum, ninni! Büyüsün ya.vrum, ninni!"
Bir saati aşkın bir zamandır, beşiği kuvvetsiz kol lariyle sallayan bu annenin, bu eziyetten, tarife sığ maz samimi bir lezzet hissettiği, gözlerinde
okWlu
yordu. Beşikten çıkan çığlık hafifledikçe ninni de dur gun, ağır bir
inilti haline geliyor ve beşiğin
ba1
ta
rafına asılı beş pençe bir mavi bancukla bir tülbende sarılmış, çörek otu üzerliğin yanına ilave olWlmu�
HARİSTAN VE Gtn.J8TAN günlük parçasına kadının gözleri dikilmiş söylüyor
du : " Yuvanıızın bülbülü,
Bağımızın bir gülü
.•·
Uyusun canım, ninni! Büyii..mn yavrum, ninni,"
Kapı yavaşça gıcırdadı. Bu vakitsiz ziyaretten kadın ürktü. Kapı aralığından sıynlan bir tekir kedi miyavlıyarak odaya girdi, ve belini kümeleterek, kuy ruğunu dikerek kadının dizidibine kıvrıldı. Bu sırada bir feryat daha koptu : "Gözleri kudret sürmeli, KaJJl.an eeel karalt; Ağzı şeker hokkan, Burnu da KO/be hurması
Saçları sırma ipekli, Anneciğim meleği... Ninni!"
zahire'nin bütün emelleri, evliliğinin onuncu sene sinde ruiil olduğu bu zayıf çocuğa yönelmişti. Zaten hiddetli, haşarı olan kocası, tembellikten dolayı düş1 likleri mahrumiyet yüzünden bütün bütün titizleşmiş v� on senedir ayni evde, ayni sofada ,ayni tavırlarla kendisini karşılayan karısına eski sevgisi şimdi nef ı·ete benzer, şüpheli ve eski değerini kaybetmiş bir hisse dönmüştü. Bunu 28.hire de hissederdi. Geceleri k ocasının minder üstünde sızıp da lamba fanusunun Pt rafında uçan pervanelerin hareketinden başka ev iC'inde bir hayat izi bulunmadığı zamanlar, kucağın da ona küçücük gözleriyle gülen, bir evladı araştıra a raştıra saatlerce ağlardı. Ve saçlarının ucuyla oynar iken gözleri ile gaipten yardım beklerdi. Ayni senede, lıatta kendisinden sonra evlenen akranlarının hepsi t 'l )cuklarının yaramazlıklarından bahsettikçe bu ka� Rarlstan Ve Gülistan
-
F
:
15
66
HARİSTAN VE GÜLiSTAN
dm içini çekerdi. Komşu çocuğunun emeklerken düş mesinden doğan kahkahalan duydukça kanı damar larında kururdu. Görüyordu ve hissediyordu ki artık ihtiyarlıyor du. Ve ihtiyarladıkça kocasının yakınmaları, tehdit leri, hücwnları altında bunalıyor, eziliyordu. Seneler geçiyor; yalnızlık, evlatsızlık, kimsesizlik içinde sıt malı ve bitap, akşamı gelmez günlerin, sabahı olmaz gecelerin içinde tek başına, faydasız bir nebat gibi yaşıyordu. O zannediyordu ki o ıssız gecelerde, ağla malariyle ona yaşadığını, varlığını hatırlatacak biı bebek ; senelerdir bir türbe kederliğiyle, içinde hızlı bir kahkaha işitilmeyen evlerine bir hareket, bir ha yat, bir sevgi girecek... Her şeyden, hatta nefsinden usanan kocası daha çalışacak, daha kazanacak, daha şerefli olacak, daha az içecek. Her ak<iam evine gele cek; çarpıntısız duran yürekleri çarpacak ... zahire akrabasından, dostlarından gelen lohusa şerbeti sürahilerinin karşısında kollan yere düşmüı:,, şaşkın ve düşünceli kalır ve on senedir bu yolda teb riklere hediyeler tedarik ederken, gönlünde kıskanç lığa benzer bir nefret uyanırdı. Şimdi Zahir� gizli fısıltılarla söylenmiş, tesirinin güzelliği temin edilmiş ilaçlara, emel yanıltan bir iti mat ile müracaat ediyordu. Eyüp Sultan'dan bağ al dı, Merkez Efendi'den taş getirtti, Tezveren Dede'ye adaklar vadetti. Bir gün Baba Cafer'i ziyaretten dö nüşte Yağlıkçılar'dan geçerken yeşil bir duvak, abani bir kundak aldı ; sandığının köşesine gizledi... Evde yalnız kaldıkça pamuk bezler dikiyor, fakat kimseye göstermiyor, hatta kocasının alay etmesinden çeki nerek ona bile belli etmiyordu. Artık beklenilen çocu ğun soğuk bez gömlekleri, tulumları, danteleli tak keleri her şeyi, her şeyi hazır idi... Yalnız o hayal, o serap gerçekleşmiyordu. Bir gün Cihangir'de akrabasından birini ziya-
HARİSTAN VE GtJLlSTAN
67
retten dönüşünde Bonmarşe'den geçerken, bebeklerin şubesi önünde durdu, etrafına bakındı, çekinerek, kor karak, titreyerek yavaşça : "Şu bebeği bana çıkarın" dedi. Bebeğin mavi gözleri, yumuk penbe yanakları, kıvrık saçları onu kendine çekmişti. Şimdi hevesine mağlfıp olmuş, bu tıfılane arzulara uyarken utanıyor, kızarıyordu.
Düşünüyordu ki gebelik esnasında dai
ma bu bebeğe baka baka çocuğu buna benzeyecekti. Tabiata karşı edilen faydasız ve temiz hileyi bilmem ona kim telkin etmişti. Evde lazırri olduğu zaman ba kılacak bir hayli çocuk resimleri daha vardı. Seneler boşuna geçtikçe bu gibi gizli çocukluklar, mini mini çılgınlıklar artıyordu. Nihayet bir sabah giyinirken kocasının kulağına "Bey yavaş yavaş nazar takımını hazırla" diye fısıl dadı. Bu günden sonra evin içine aylarla devam eden bir bayram neşesi yayıldı. Halim artık evine erken dönüyor, içmiyor, kan sının nisyanlannı hoş görüyor, müstebit bir kocalık
tan
istifa ediyor,
kansına
karşı
itaatkar,
sa,dık,
vefalı bir hizmetçi oluyor! Evin işini o görüyor, şimdi kansı ondan su istiyor, Zahire'nin elbiselerini sandık
tan o çıkarıyor, kendisini giydiriyor, sabahleyin
gi
rterken mendil almağı unutursa artık kansına darıl mıyor. Her akşam kansının hatırını sorarken : - Sen otur ZB.hire, kendini gözet, sen üşüme, ra
hatsız olma, ben senin hizmetçin, ben senin kölenim! .. diyor. Ve ona kışın istediği kavunu buluyor, üzü mü tedarik ediyordu. Günler, haftalar birer birer, sa
yıla sayıla geçiyordu. Geceleri çocuğun ismi cinsiyeti konuşmalar açıyorlar;
hakkında uzun
ZB.hire kız arzu eylediği hal
de, kocasına muhalefet etmemek için erkek ediyor; gelecek
temenni
bebeğin ismini düşünüyorlar.
Bir
<;ok isimler tekrar ediyorlar. Hiç birini beğenmiyor
l ar. Yeni bir şey istiyorlar ; manalı olsun, ahenkli ol-
HARİSTAN
68
VE
GtlLtsTAN
sun. Halim dolaptan Osmanlıca lfıgatı çıkarıyor. ls
Jarn Tarihine, Osmanlı Tarihine müracaat ediyor. - Muhammet Müeyyet, diyor. Ahmet Mübin . . . bak bunlar hep yeni. Hele Neriman, Rüstemi Zalın ceddi imiş. Ne ahenkli. Sen Rüstemi Zalı bilir misin? Mücahidüddin ne büyük isim ! Sırf Türkçe olmak da var, mesele Alp Arslan ... Göz önüne bir Türk bahadırı getiriyor, değil mi ? Kocası bir bilgiçlik arzusiyle isimleri saydıkça �ire, neşeden sarhoş bir kadın anlayışlılığiyle isim den yakıştırarak kimini şişman, kimini uzun boylu buluyor ve kocasını güldürüyordu :
kız, diyordu, ya kız doğarsa ! - Oo ne gii.zel tesadlif ! İşte LO.li, bak güzel yüzlü kız demekmiş, Lfili... Oh ! Lflli aşağı, Luli yu karı; bir söylenişi var ki çok güzel, geçen gün biri bir Türk ismi söylüyordu : Bibi; tarihe ait Osmanlı bü - Ya
yüklerinden birinin ismi imiş; Ayşe Bibi bu ondan güzel. Daha Şemsa var, Necma var. Bunlar fena mı ? !stersen sana nisbetle Periz&d deriz a canım. . .
Peri
yavrusu senin kızına layık bir ad olmaz mı ? Gülüştüler; Halim ilave etti : - Aşıkane istersen, Dilnişin koruz. Emine
Dil
nişin. Hele 7..ahireciğim. Zühre'ye diyeceğin yok a ! -
O gülerek cevap veriyordu :
- Nasıl yok ? Zühre toparlacık bir isim. Zahire'ye bak ki telaffuz edince hatıra ne Şehlevent, ne çek me yüzlü bir vücut geliyor. Zahireye nisbetle
Züh
re dudakların arasında kayboluyor; o kadar ufak.
Kocası dayanamıyor :
kendini
"O, o... ne bencillik, ne
beğeniş ! . . . " diyor, gülüyor ve seviniyordu.
Artık karar verdiler erkek olursa asker yapa caklar ve o mesleğe münasip Ya kız olursa ? retecekler, onu
bir isim
vereceklerdi.
Sarışın bir kız olursa ona keman öğ musikişinas yapacaklar,
güzide bir
terbiye verecekler . . . Lakin istedikled gibi bir koca
llARİSTAN VE GCL1STAN
69
bulabilecekler miydi ? Bu şüpheli yön onları düşün dürüyordu. Zahire, önceden düşünülmüş bir aceleci likle : "Doğrusu ben kıyamam !" diyor, gözleri do luyordu. Bu sırada kocasının sarf ettiği bir latifeye kahkahalarla karşılık veriyordu. Bu bebeğin neşesi, ızdırabı, sessizlikleri, hareket leri, ufak parmaklarının oynayışı, yumuşacık çıplak bacaklarının çırpıntısı dalına yenilenen bir manzara gibi onları meşgul edecek, eğlendirecekti ; dizlerinde uyutuvereceklerdi. Bu taze ömrün baharının, yavaş yavaş açılan nadir bir çiçek gibi, üstüne titreyecekler di. Zfıhire diyordu : - Bey ben onu hergün ölçeceğim, her gün be şiğin tahtasına kücillc bir çentik keseceğim, bakalım, haftada ne kadar büyüyecek... Evet, süt nineye lüzum yok, bu kararlaşmış ; Za hire'nin çocuğu annesi sağ iken öksüz bir dilenci gibi başkasına ait bir gıdaya muhtaç olmayacaktı ; kendi kucağı hazır iken onu başka kucaklarda görmek fik rine karııı isyan ediyordu. Bu hal on senedir taşan ana olmak his ve hevesine dokunuyor, annelik gururunu, şefkatini incitiyordu. Zfthire bütün bu geçen çılgınca heveslerirtln bir hülasası olan oğlunun beşiğine doğru eğildi ; alnından tülbendi kaldırarak ona bakan ,ona gülen gözlere derin, uzun bir buse kondurdu. Kollarını çözdü. Do ğuşundan beri beş aydır zayıflayan bu ümidinin hüla sası, bu geleceğin neşesi ciğer paresinin yorgun, dü� kün ellerini kıınıldatışına baka baka gözleri daldı. Gözleri dala dala ağladı ; şimdi "Rabbim, bu niçin? Bu niçin? .. " diye söyleniyordu. Ağladı, ağladı. Sonra ço cuğu çözdü. Sıcak ve saf şefkatin derin hisleriyle yu muşatılmış, ezilmiş, ufaltılmış yanın kelimelerle şim di kucağında tuttuğu oğlunu övüyor, onunla dertleşi yordu : - Sen büyük, büyük olacaksın, kocaman bir
70
HARİSTAN VE GVIJ:sTAN
asker olacaksın, değil mi yavrum? Ben o zaman ihti yar olacağım. Pencereden kılıncının şakırtısını işitin ce yüreğim hoplayacak, sevineceğim ... değil mi cicim ? En temiz elbiselerini, başlığını giydirdi. Çamlığa çıktı. Doktorların tavsiyesi üzerine yirmi günden be ridir Heybeli Ada'da bir ev tutmuşlardı.
Zahire
her
akşam, her sabah çam kokulan, adanın yeşillikleri, göz yaşlan arasında Allah'tan evladına kurtuluş ümi di dua ediyordu. Bir çok doktora gösterdiler, bir
hocaya nefes
ettirdiler , her çareye baş vurdular. Bütün çareler ça resizliklerini anlatmaktan başka bir şeye
hizmet et
medi. Kocası Halim on beş gün için mecburi bir işten dolayı lzmire kadar gitmişti. Şimdi Zahire evde, bir dadısiyle yalnızdı. Çamlıkta çocuğu dizlerinin üstüne bıraktı. Batan güneşin ince çı;ı.rn yapraklan arasında, rüzgar katrelerine karışan ziyasından, şimdi
boynu
bükük evladına can, kuvvet, sıhhat dileniyor uzaktan geçen gezinenlerin kahkahaları içinde bir ümit parıl tısı araştırıyordu. Talihin, korktuğu darbeyi vurma yacağını, kendisine elbette acıyacağını zannediyordu. Lakin, lakin, bütün ümitler kesilirse, bir seneyi aşkındır , sevinç yuvası olan evleri, gamlı bir matem hane, karanlık bir kabristan sessizliğine boğulursa, sonra yine eski kimsesizlikler, eski yalnızlıklar başlar sa . Oh Allahım ? ..
Akşam eve döndü, çocuk sabaha kadar uyumadı. Göğsü gittikçe sıkışıyor, meme almıyor, ağlaması din miyor, küçük bir kuş göğsü kadar narin olan bu gö ğüs, bu zehirli ızdıraba tahammül edemiyor, kesik hınldıyordu. Yuvamızın bülbülü, Bahçemizin bir gülü ... Uyusun yavrum, ninni ! Büyüsün yavrum, ninni !
kesik
HARİSTAN VE G'ÜLlSTAN
71
Sabah oluyor, doktor geliyor, çocuğun bir
iki
gün çamlığa çıkarılmasını, eski tedaviye devam olun masını tavsiye ile gidiyor. Tesadüfen, akşam halasıy la eniştesi geldiler. Gece aynı uykusuzluk, aynı kunluk, bütün meyus çaresizliklerle tekrar
coş
çağnlan
Doktor yine bir ilaç vermeden dönüyor, artık zahire büyük kederlerle beraber gelen tahammüle
benzer
bir şaşkınlıkla ağlamıyordu; kuru, yakıcı bir sükfınet ile susuyordu. Sabahleyin halası beşiğin örtüsünü açtığı zaman, bunca zamandır beslenen, büyütülen emellerin kesil diğini gördü; ve yan gözle Uhireye dışan
çıkmasını
ihtar ettiği vakit bu kadın, anneliğe bu kadar senedir delice bir aşkla büyülenen, eriyen bu zayıf kadın
bir
�:ikayet katresi dökmeden odadan çıktı. Bekçi bir tah ta parçası üstünde şala sarılmış bu küçük vücudu ka
pıdan çıkarırken bile, Zahire yine bir şey söylemiyor, yine feryat etmiyor, ateşler içinde ızdırab humması acı bir azap altında bunalmış, bir keder heykeli
gibi
�i aşkın duruyordu. Uhire'yi o akşam lstanbul'a indirmek istediler, inmedi. Lakırdı söylemiyor, verilen tesellileri anlamı yor, işitmiyordu. Akşama kadar gözlerinden ancak iki üç damla yaş dökülebildi. Hala gece yansı bir nağme ile uyandı. Zahirenin sesi : Yuvamızın bülbülü, Bahçemizin bir gülü; Saçları sırma ipekli,
Anneciğinin meleği... Uyusun yavrum, ninni !
Koştular. Zahire yanında yatan dadısını uyandır madan boş beşiğin yanına geçmiş beyinleri eritecek, göğüsleri yakacak acıklı bir sada ile alışkanlığı olan ninniyi okuyordu :
72
HARİSTAN VE GVLİSTAN SQ.fları sırma ipekli Anneciğinin meleği... Uyusun yavrum, ninni !
Kapıyı açıp içeri girdikleri zaman bu çaresiz an-· nenin kahkahalar fırlata fırlata bayılı verdiğini gör düler. Bu kahkahalarla bu ninni artık
Zahire'nin ye
gane kelamı olmuştu. Hiçbir tedbir ne bu ninniyi, ne bu kahkahayı tedaviye muvaffak olamıyordu.
Artık
sokaktan geçenler Zahire'nin kahkahalarından,
bu
harap annenin ninnilerinden mahzun ve kederli olarak başlarını önlerine eğerlerdi...
27 Ağustos
1316
lAN E-1 MONKESIR (Kı rık Yuva)
- Saçlarını öyle kıvırmalıydık ki, yönelen ba kışlar onlar arasında takılıp kalmalıydı. - Böyle çirkin miyim ? - Siyah peçenin ümitsiz rengi altında sarı saçlar ağlar gibi .. Daha ince peçen yok mu ? - Gül rengi çanmla peçemi giyeyim mi ? - Çehrenin bu aJ rengini örtecek. Yazık değil mi? - Bu gün sen beni giydir ! - Gözlerinin etrafındaki sürme az; kirpikledn o kadar siyah ,o kadar siyah olmalı ki arasında uçan bakışlann seyyarelerin mahmur ışıklarına benzesin! .. Bakışlarındaki ruhilniliğin süzgünlilkleri huzurunda, gönüllerde şiddetli sevgi çılgınlıklan uyandırsın ! - Peki ! .. Gel yaklaş, daha gel ! Gözlerime sürme yi de sen sür. Bu gün sen beni süsle... Ben gözlerimi kapayayım... Sen istediğin gibi süsle, giydir. Beni bir levha gibi resimlendir. Güzel zevkini göster. Mihriban gözlerini kapamış, kocasına gülerek vücudunu teslim etmişti. Neriman sürme kabını eli-
14
HARİSTAN VE GVLİSTAN
ne aldı. Titreyen elleriyle kirpiklerini açtırarak, ye şile bakan o mai gözlerin etrafına bir siyah hale çek ti. - Bu gözler istediğim gibi bakmasını biliyorlar mı ?
- Öyle ise dur! .. Gözlerinin içine bakayım, elle rini avuçlarımın içine koy! .. Böyle. Oh ! .. İşte böyle ! .. Gözlerini gözlerimle öpeyim. Bakmasını biliyorlar mı ? Neriman'ın hararetli ve baygın kaynayan kanı nın bütün vücudunu dolaşması başını ateşler içinde bıraktı. Dizleri titriyor, elleri titriyor, dudakları tit riyordu ve her zaman söylediği : -- Erkeklerin kadınlar huzurunda kucakları açılır; çiçeklerin güneşe karşı yapraklan açıldığı gi bi, sözleriyle kansını kucakladı. Ve Mihriban'ın kıv rık saçlarının parlak karanlığı içinde Neriman'ın göz lerinden çakan titrek ı:ıimşekler, hararetli izler bıra ka bıraka kansının sedef renkli ensesinde dağılarak, dudakları bir tatlı meyve yer gibi mahmur lezzet şa pırtılanyla ,tatlı ve ışıklı tenden gıcıklayıcı, o, insa nı bir dakika için acı acı yakıp sonra tatlı ateşi baştan aşağı vücuda yayıla yayıla bütün sinirleri kıran, kıvı ran, bayıltan uzun öpücükler toplamaya başladı. Bu dakika sarhoşluk içinde Mihriban "Saçları mı bütün dağıttın, pudralanmı uçurttun" avaziyle sıynldı, çıktı. - Oh !. Bu dakika ne güzelsin ! .. - Her zaman değil miyim ? - İsterim ki evdeki güzelliğini, şiiriyyetini sokakta da muhafaza edesin. Gönül okşayıcı ve zeki ayaklarınla kaldırımları okşadığın vakit... - Ben yalnız senin güzelin, se nin şiirin olmak isterim .. - Yok ! O kadar bencilim ki, seni sokakta gö renler, bu pek güzel mahlfık, Neriman'ın karısıdır.
HARtSTAN VE GV'LİSTAN
75
Bahtiyar adam, mesud fani desinler. Bu incinin
se
defi ben, bu gülün saksısı yine ben olduğum fısıldan sın. - Hayır fısıldanmasın. Hatta o kadar fısıldan masın ki işte ben seni o şereften mahrum etmek için bu gün çıkmayacağım ve bu gün elinle tamamladığın süslerim yine karşında dağılsın, sen de çıkma ben de seni giydireyim. Boyun bağını elimle bağlıyayım. Bı yıklarını elimle kıvırayım, sana tatlı kumru hikayele ri söyleyeyim ... - Ben senin eğlenmeni, gezmeni istiyorum. Seni mesela Maden yolunda gezerken görünce, ah bu gü zel kadın, bir periye benziyor, onun izini takip edeyim hülyasiyle seni takip edeyim, seni kaçıracakmışım, uçuracakmışım gibi çarpıntılarla , eziyetlerle gizli hic- ranlar, azaplar çekerek, ümitsiz bir sevda perişanlı ğıyla peşinden ayrılmıyayım.
Sonra sen benim ol.
Hasretinin acılığı, kavuşma zevkini böyle tatmış bu lunayım ve yaşadığımı anlıyayım. - Evet biliyorum . . . Sus biliyorum ! Bu "sus" Mihriban'ın bu danteller, bu süsler al tında gizlediği bütün bir felaketi, kocası
Neriman'a
anlatmak isterken, döktüğü bir damla yaştı. O böyle öpüle öpüle penbeleşen yanaklarla,
okşana okşana
dürtülerek, itilerek seyre gitmenin ne demek olaca ğını keşfediyordu... Kocasının gözleri şimdi bir yıldı rım ışığıyla parlayarak ona diyordu ki :
"Hayır. Yü
rürken göğsün vücudundan ileri gitmeli. Ruhun göğ sünün üstünde çırpınır
gibi, uçmak ister gibi yürü
meli. Hamra Hanım'ın yürüyüşü bütün işve ; dikkat etmiyor musun? ...
"
Evet yine Hamra, yine o laz ! Kocasının dilinden her gün, her gece bir suretle fırlayan bu kıvılcım , her defa başka işkencelerle kıvrılarak Mihriban'ın kalbi ne sarılıyor.
78
HAR1STAN
VE
GtJLtsTAN
- Araba hazır! Belki yolda birbirimize tesadüf ederiz. Diyasgalos bu akşam kalabalıktır. Mihriban Harum, vilayetlerden birine mensup, on ısene önce İstanbul'a gelen, gayet zengin bir ailenin tek kızıydı. Babasının serveti pek az zaman içinde, tstanbul'un kibar filemi arasında, kendisinden gıpta ve serzenişlerle bahs ettire ettire, evlenme için bir çok namzetlere engin hülyalar veren Mihriban'ın, bir buçuk sene önce ansızın Neriman Bey'le evlenmesi, hayli dedikoduya sebeb olmuştu. O gün şirketin Bey lerbeyi'ne uğrayan vapurları, birbirlerinden fazla bil-· gi almak isteyen seyirci kadınlarla dolmuştu. O per şembe gününden sonra iki ay bütün bu düğünün şilnı. ı}Aşaası İstanbul'un seçkin haremleri arasında müba lağalarla çalkalana., kabara, yayılarak yaşadı. Servet ve asaletin bu şekilde kaynaşması en parlak bir ev lenme olarak kabul edilmişti. Bu günden bahsetmek için kendilerinde, usanmaz bıkmaz bir heves bula.n meraklı hanımların nağmeleri şu nakaratta karar kılıyordu : - "Fakat daha gelin bir bebek, güveği, bir ço cuk!" Mihriban'ın babası 1stanbul'da yerleşmeğe karar· verdikten sonra yalnız gösteriş düşkünü bazı vilayet halkında görülen tecrübesiz bir acelecilikle kızına mükemmel bir tahsil ve terbiye vermek telaşına düşe rek konağına Alman mürebbiye, İtalyan musiki üs tadları, Fransız öğretmenleri üşüştürdü. Mihriban bu hay - huy telftş ve gürültü arasında asabi bir ze kayla onbeş yaşına kadar üzerinden vilayetin etkisini ve yalruzlığını atarak şuh, neşeli bir şehirli kız ince liğiyle, gördüğü, görüştüğü genç, asil kız arkadaşları nın arasında üstün bir mevki işgal etmeğe başladığı bir sırada, izdivacı vuku buldu. Mihriban bugün bu gezintinin görünüşüyle ört meğe çalıştığı, derin, me'yus bir infialin gizli acısıyla,
RABİSTAN VE GV'LİSTAN Büyükada'nın
T1
çamlar arasındaki ywnuşak tozlu yol
lan arasında arabanın önünde
başlarını gururlu bir
şekilde sallıyarak bir çift iri Macar beygirinin ölçülü yürüyüşünden meydana gelen bütün gösterişini, dal gm dinlerken gözlerinin önünde bütün bu okşayışlar,
nimetler, kibarlıklarla açılan güllerin insafsız diken leri, onun ruhunu incitiyordu. araba çamlık.Jann arasında
Diyasgalos yolunda ' şfile tarzında inşa olun
muş bir tirşe köşkün önünden geçerken şimdiye ka dar, arabada kendisine bir şey şöylemeyen kaynana sı, siyah iri kaşlarını kaldırarak alaylı
Mihriban'a :
bir
bakışla
"Bak, dedi, Kamra ve Hamra sana ses
leniyorlar !" Ve arabacıya durmasını işaret etti. Şimdi bu
iki
taze, ansızın kafeslerinin kapısı açı
lıveren bir çift kanarya şakraklığıyla çırpınarak, sü riilerek, sekerek, koşarak köşkün demir parmaklı ka pısından çıkıp arabanın yanına geldiler. Ve
Mihri
için liti
ban'ın kaynanasından müsaade koparmak
feler icat edip, Kamra güle güle , "vallahi efendim, bu akşam kaynanayı gelinden kurtarmak istiyoruz" feryadiyle Mihriban'ı hemen zorla, yanın saat kadar �urada, bahçede kanapelerin üstünde, geleni geçeni seyretmek bahanesiyle çektiler, aldılar.
çaresiz nazik bir gülümseme ile
Kaynanası
müsaade
ederken,
Hamra "hem o kadar anlatılacak şeylerimiz var ki ... " diyordu. Mihriban Kamra ile Hamra'nın, bu iki kızkarde
�;in arasında bulunmaktan büyük bir azab hissediyor du. Nefes darlığına uğramış bir hasta eziyetiyle ken disinde lakırdı söyleme gücünün , yüreğinin çarpıntı lanyla, azaldığını duyuyordu. ban'ın
Şimdi Hamra Mihri
süsünü, tenkid eden süratli bir bakışla süze
rek : Kardeş bu yeni manton mu?. Bilmem ki fes rengi manto yaptırmak nereden hatırına gelir. - Bunu Bey istedi.
78
RARISTAN VE GVL1STAN
Artık ikisi de dayanamadılar. Kahkahalarla gü lerken : - O ! .. Beyin zevkine de diyecek yok ! Şimdi bu radan geçti. Söyleseniz de fesini o kadar kaşlarının üstüne indirmese. Bu sırada Neriman arabasıyla geçiyordu. Ara basırv durdurmak istedi, cesaret edemedi. Karısıyla Hamra ve kızkardeşinin akrabalığından faydalana rak yanlarına gitmek istemişti. Neriman'ın göster diği bu tereddüt ve tel3.şa karşı köşkün bahçesinden fırlayan kahkahalar, uzaklaşmakta olan Neriman' ın kulağına kadar geldi. Şimdi kırılışıyorlar ve ilave ediyoI'lardı : - Beceriksiz. Allah için beceriksiz ! Yanımıza gelmek istedi, baksana. İhtimali yok. Karar vereme di. Hamra dedi ki : - Benim Neriman Beyden kaçmak hatınma bile gelmez. Eniştemden kaçmak manasız olmaz mı ? Ne dersin Mihriban? - Tabii ! Bazen dudakların bitiremediği cümleleri gözler tamamlar ve kaşlar tefsir eder. Mihriban'ın bu yanın ve müphem cevabı da kapalıydı, şimdi mantosunun katmerlerini elleriyle kıvırırken, onların üstüne düşen feryatlı, seri titrek bir bakış tamamlamaya, amca zadelerini tehdit ve ikaza kafi geldi. Demin manto sunun kıvrımlan üstüne düşen o bakı<;, saadetini yık mak için sarsan gizli darbelerin şiddetinden, ışık saçan ve coşkun bir kıvılcım idi ki şimdi yanında, kendisinin kalbinin saflığından faydalanarak, yalnız kocasının aşkına bürünmüş gönlünü böyle azap verici alaylarla çimdikleyen amcazadeleri Hamra ile Kamra'nın, bu iki eşsiz rakibenin cüretlerini yıkmağa kafi gelecek zannetti. Hamra Mihriban'ın neşesizliğinden bu ko nunun devam edemiyeceğini anlamakla beraber ye niden ayağa kalkarak :
HARİSTAN VE GVIJSTAN - Bu güzel havada kanepeye mıhlanmakta bir mana göremiyorum. Hiç olmazsa yolda gezinelim, iş tahamız açılır, dedi. Üçü de kalkmışlardı. ' Bu iki kardeşin riizgar ha Mihriban,
fifliğiyle yürüyüşlerini görmek istemiyen
yanında yürüyen bu iki güzel rakibenin süslerine an sızın baktı. Hamra'run pempe bangalinden, pelerinli bol
mantosu, yukarıdan aşağı kat kat
risinde idi.
kıvnklar içe
Hamra ikisinin ortasına girmiş ve şimdi
arkalarından Hiristos tepesinden kayarak, çamlığın üstünden süzülerek üzerlerine gelen güneşe engel olmak rahatlığıyla
baygın, solgun
illizyon dedikleri,
ince, ipek tül köpükleriyle kabaran şemsiyesini · aç mıştı. Başına örttüğü açık pempe ipek örtünün altın dan ve alnının üstünden fırlayan lüle lüle saçlar, ak şam rüzganrun küçük fiskeleriyle kıvrıla kıvrıla tit riyorlardı. Kardeşi Kamra'nın tuvaleti de Hamra'nın sarısıydı. Mihriban bu iki kardeşin tantanası
karşısında
küçülmüş gibi gözlerini kırparak, boynunu bükerek kocasının bunlar için ne dediğini düşünüyor. Vaktiyle Neriman bunları böyle kıvrım kıvrım tuvaletleriyle, katmer katmer tülleriyle, lüle lüle san saçlanyla : Birini pembe, öbürünü
san "kınzantem" e benzet
miş ve içini çekerek "ne şairane halleri var... " itirafın da bulunmuştu. Artık hiç şüphe yoktu. Aralarında küçükten beri süregelen bir ,rekabet hissi Hamra'yı , Mihriban'ın ko casını
kendi elinden çelmek hiyanetinde bulunmağa
sevketmişti. Ona demişlerdi ki dilberine Neriman gibi
koca
"kendi gibi kenarın
memnudur."
Bu
söz
Hamra'nın idi. Lakin bu hiç sevmediği Büyükada'ya, bu kendisinin yok olmasına bir hile tuzağı olmak için bulunmuş bu sayfiyeye niçin gelmeye razı olmuştu ? Kocasının Ada'ya gelmek hususundaki isranna niçin karşı koymakta direnmemişti ? Demek ki bu günden
HARlsTAN VE Gtl'LİSTAN sonra önünde bir rekabet meydanı
açılmıştı. Esasen
güzelliğföe, güzelliklerinin şaşaasına kapılan gençle· ri bile, kötü
şöhretlerinin şiı.yialarıyla geri dön.meğe
mecbur eden bu iki dilber ile uğraşmanın göründüğü gibi kolay olmadığını anlamakta
Mihriban gecikme
di. Şimdi kendisine refakat eden, saadeti için zararlı
ve rahatsız edici bir düşman olan
amcazadelerini,
ipekli elbiselerinin sürtünmesinden çıkan fışıltısı, ha yatını ısıımak
isteyen bir yılanın ıslıklı kini gibi onu
titreterek, bunların bütün hainliklerini, söylenmeye cek hakaretlerle
yüzlerine çarpmak ve sonra bura
dan kaçmak ve kocasını bunların elinden çekip
kur
tarıp, kaçmak istedi. Hamra bir iki dakika devam eden heyecanlı ses sizliği bozmak isteyerek : - Mihriban ,diyordu, iki haftadır Ada'dasımz ; �ezmiyorsun, eğlenmiyorsun ! - Ben Ada'yı hiç sevmiyorum. - Neriman Bey bilakis pek seviyor galiba! Siz taşınmadan her cuma ve pazar burada idi. Kah bize gelir, babamla görüşür; son vapura kadar Ada'da bir kaç tur attığını göriirdtik. Sen ne kadar insanlardan kaçıyorsan ,kocan o kadar neşeli. Bize geldiği zaman selamlıkta babamla konuşurken kahkahalarını
içeri
den işitince neden bahsolunduğunu bilmediğimiz hal
de biz de gülerdik. Böyle adamlar keskin olur. Kardeş, sana nasihatım olsun ,tetik davran ! Mihriban bu son darbeye tahammül edemedi : - Ben değil, onun arkasından koşanlar tetik dav ransınlar! İki ra.kip arasında harp ilanı vuku bulmuş tu. Bu sırada köşkün önünde duran
araba içinden,
kaynanasının kendisini çağırdığını gören Mihriban kı sa bir veda ile amcazadelerinden ayrılırken
bunlar
arabanın yanına gelerek "efendim gelin hanıma
bu
adayı sevdirmeli !" diyorlardı. Mihriban köşke dönüp
odasına
atıldığı
sırada
HARİSTAN VE GVIJSTAN
81
kendisini, dadısının elindeki oyuncaklarla eğlenen kı zının karşısında buldu. Kocası Neriman'ın kara göz rengi ke
lerinin küçük bir nümfınesi bebeğin, henüz
sinleşmeyen koyu kurşuni gözlerine bakarak, bir an nenin o yalnız suçsuz bir evlat karşısında
döktüğü
sessiz, sakin gözyaşlarıyla, ağlamaya başladı. Pek genç,
pek
Hamra
tecrübesiz olan ,kocası,
gibi oynak, hercai, ihanete meyilli, mütecessis parlak gözlere sahip bir kadının, bilebile yaptığı süsler, ara yışlar, şuhluklar huzurunda, dengesini
kaybederek,
ruhu
sendeleyeceğini ve bir gün gönlü parçalanmı§,
paslanmış olduğu halde, o pek korkunç, pek karan lık ve
pek
derin
olan
felaket uçurumuna
yuvarlanırken kendisini de, evladını bütün desteklerini de beraber
da,
doğru
saadetinin
sürükleyeceğini
dü
şünüyor ve bu zamanın şimdiki hale göre pek yalan olduğunu görüyor ve bir
taze kadının
coşan
guru
ruyla bu uçurumdan onu, o sevdiği kocasını zayıf kol larıyla kucaklayarak yalnız
kendisi kurtarırken, u
çurumun derinliğinden kindar
yumruklarını
göste
ren ifritlerin, canavarların yüzlerine tükürmek isti yordu. Bütün bu dramlar, sinirli bir kadın üzerindeki mübalağalı tesiriyle, Mihriban'ı sıkıyor ve aczin me sut bir cilvesiyle geçici olarak cüretin
kazandığı
ateşli bir
sevkiyle, çaresizliğin, üzüntünün verdiği son
bir şaşırtıcı kuvvete kapılıp; kendi kendine harp mey danına atılmak ve kendisinin gözyaşlarıyla eğlene rek
ve kahkahalarla
lamak. isteyen
ciğerini, ciğerparesini parça
bu felaket
badiresini ince parmakla
rıyla boğmak, gözlerinden saçılan yıldırımlarla yak mak istiyordu. Aşk rekabetinden meydana gelen kinler, dalına gizli yaşarsa, feci kuvvetini muhafaza eder... Kalpte, Bartstan Ve Gtwstan
-
F
:
1
82
HARİSTAN VE Gtl'LlSTAN
kalbin karanlık bir köşesinde barındıkça şürsel nüyle büyür. His ile ruh onun iki hicran
hüz
aşinasıdır,
iki yardımcı tarafıdır. Onlarla beraber yükselir, yine
onlarla beraber alçalır. Çoğunlukla aşka ait en yakıcı rekabetler, düştükleri gönüllerde barınacak, esraren giz bir köşe bulamıyarak zayıf ahlakı ima eder
bir
tedbirsizlikle herkese duyrulduğu dakika, adi yıpran mış bir kıskançlık kisvesine bürünerek halkı güldür mekten başka bir şeye yaramaz.. ·
Kadınlar ki dünyada bütün sahip oldukları şey
lere tecavüzü,
güzelliklerine taarruza tercih ederler:
Sırf güzelliklerine ait gururlarını ayak altı eden re kabetleri kimseye itiraf edememek
mecburiyeti, on
ların en harap dakikalarında memnun görünmelerini gerektirir ki erkekler
çoğunlukla böyle gizlilikler
karşısında bulunmaktan hayrete düşerler. Mihriban şimdi gizli sırriyle karşı karşıya kalmış ve kendisini tehdit eden yakın bir felaketin adım adım yaklaştığını görüp feryat etmek isterken, dizlerinin dibinde oyuncaklarıyla aldanan kızının, bu birbiri ar
dına gelen felaket kabusuyla alay eden gevrek, pü rüzsüz sesiyle "nineciğim" diye gülüşünden saçılan sevinç ışıklan, bütün kara hülyalarını altüst eylemiş ti ... Evladını kucakladı ve ona hücum eden ejdere bu inci dişlerden dökülen bir bebeğin temiz gülümseme siyle karşılık
vermek isteyerek, onu bir siper gibi
kavrayıp havaya kaldırdı ... Ve kenarları pempeleşen o küçük gözlerin içinde muhtaç olduğu ümit
ışığını
buldu. *
*
*
Neriman çamların kütüklerini kayaların üstünden
ayağı
tutarak,
kayarak,
küçük
sendeleyerek
temmuz gecesinin durgun semasında parlayan, yedi sekiz günlük bir hilalin ışığında gözlerini köşkün arka kapısına dikti. Kapı açıldı. Gecenin sessizliği ortasın-
HARİSTAN VE Gt!LİSTAN
8S
dan bir deste ipekli kumaşın hışırtısı arasında bir gev rek kahkaha titreye titreye çamlar altına yayıldı. İki ywnuşak gölge "A!. Vallahi tuhafsın kardeş !"
ava
zesiyle ilerledi. Neriman göğsünden çıkardığı bir ufak deste menekşeyi Hamra'ya, müsaade edin şu demet cik dudaklarınızı koklasın, diye uzatırken eteğine doğ ru eğildi. Hamra hafü bir çığlıkla "destur, dedi,
bu
kim ?. Gece kuşu mu?." - Size vurulmuş bir kuş ! .. Neriman'ın titreyen dudaklarından dökülen limelerdeki titreme, sözlerini anlaşılmayacak cede bölüyordu. Kanıra
ke
dere
kızkardeşine dedi ki
- Ay Neriman Bey imiş ! Hamra ilave etti : - Sizin burada ne işiniz olabilir? .. Bu da acaib ! Ne işiniz olabilir? .. Yok, cevap verin ! Çabuk, çabuk!. Neriman zor bir durumda idi. cümlelerin
Tedarik
ettiği
hepsini şimdi unutmuş, söze nereden baş
lamak lazım
geldiğini şaşırmış :
- Bilir miyim efendim. Bu akşam kızkardeşinize, ben geçerken, bu kapıdan
çamlığa çıkacağınızı söy
lüyordunuz. Benim de size o kadar anlatılacak şeyle
rim ...
ayaklarınıza dökecek göz yaşlarım
vardı ki...
Şimdi Hamra gözleriyle, dudaklarından kahkaha şimşekleri saçarak : - Ne garip ! Ayaklarımıza dökecek gözyaşları varmış !
�an ne garip şeyler bunlar?
Peki olsun !.
Fakat o yaşların hepsini birden dökün de çabuk bit sin!
Kıvrılıp bükülen, sürünüp ezilen
hoşlanmam. Hemen lakırdı mı sa ağlayacak mısınız?
merasimden
söyleyeceksiniz,
yok
Haydi beş dakika içinde biti
rin! . . Ve yürüyün, şöyle ileri gidelim ! Hamra ile Kanıra önde eteklerini kaldırarak yü rürken Neriman
arkada bu iki pek nazik vücudun
takat kesen cazibesiyle atıldığı sevda kasırgasının a:. teşli
tesiriyle
hfilsiz ve
her
türlü
ihtimale
karşı
84
HARİSTAN VE G'ÜLİSTAN
meydana gelebilecek neticeleri, engelleri çiğneyip ge çebilecek derece gözleri dumanlanmış, kararmış çoğunlukla meşru
ve
bir aşka karşı girişilen ilk teşeb
büslerde kalbe gelen, mağdur ve
ağlayan,
ikaz edici
bir hayal "beni unutma! beni unutma!" iniltili yalva rışı kulaklarında uğuldayarak, yeni ve leziz bir sevda ile telaş içinde çırpınan gönlüne kadar nüfuz edemi yordu. Bir kaç adım atmışlardı ki Hamra : - Biliyor musunuz Neriman Bey, bu akşam Mih riban, sizi bize göstermeğe bir türlü razı olmadı. Ak rabanın birbirinden
kaçmasının
uygun
olmadığını
söylediğim halde ... - Ondan şimdi bana bahsetmeyiniz efendim ! Daima yürüyorlardı. Sık ağaçlı bir tepeye geldi ler. Hamra ilave etti :
- Lakin hareminiz değil mi?. Onu yalnız köşk te bırakıp bize ne söylemeye geldiniz ? - Sizin aşkınızın beni öldüreceğini
söylemeğe
geldim. Hamra bu defa artık bütün kuvvetiyle gülüyor du ve : - Oh !. Aşk, sevda, muhabbet, sevmek! Ne yıp ranmış, kullanılmış, pörsümüş lakırdılar ! En çok si zin gibi bir evli adamın ağzından bunları işitmek ! - Sizi seviyorum, çıldırasıya seviyorum ! - Zevcenizi sevmiyor musunuz ? . . - Sizi çılgınca seviyorum ! - Fakat siz Mihriban'ın kocasısınız ! - Sizin kölenizim. - Niçin ? - Sizi ölmek için seviyorum ! - Peki, fakat o bu sözlerinizi duyarsa... - O duyarsa herşeye hazırım! Fakat siz aşkımı,
beni kahredecek aşkımı reddederseniz ölüıilın, yaşa mam. Beni kurtarın; karşınızda gördüğünüz şu Ne-
.HARİSTAN VE GVL1STAN riman ruhsuz bir
85
vücuttur ; anını ruhu şu gül rengi
avucunuzun içindedir .. - Fakat sizi, onu sevdiniz de aldınız, diyorlar. - Sizi çılgınca seviyorum. Beni reddetmeyiniz. Eğer aşkımın şiddetini bilseniz siz . . . - Zevcenizi düşününüz ! - Ona sahip olmaya idim, size köle olmayacaktım. Ruh vardır ki yansı başkasındadır.
Onlar bir
başkasıyla tamamlanmak için yaradılmışlardır.
Biri
diğerini karanlıklar, hüsranlar içinde arar, doğan aya sorar... Bir mevzun , edalı gidişin ahengine
sorar...
Bir kumaşın hışırtısına sorar. İpek saçların kıvrımla rında arar... Mesut gülümsemelerin titrek nağmele rinde, gamlı gözyaşlarının şemsiyenin esmer
sükfınetinde
arar...
Bir
semasında arar... Bakışların gizli
manalarında arar... Eşini arayan bir kumru gibi onu her yerde, her an gönlüyle arar ... Akliyle
arar. Ha
yaliyle arar ... Hissiyle arar. Yoruluncaya kadar, ölün ceye kadar
arar. Bulmadan ölürse saadetten mah
rum ; gülmeden, yaşamadan bahtsız olur. Bulursa, be nim gibi her engeli çiğneyerek, tabii bir cazibe
ile
özlediğine kavuşmak ister. Ben sizin , yalnız sizin için yaradılmışım. tımı tamamlayınız.
narin elbisenizden yayılan koku Saçlarınızın rengi
Haya
Ben sizsiz yaşayamam. Sizin şu benim
benim ruhumdur...
ruhumdur.
katmerleri benim ruhumdur...
Harmaninizin
Şu küçücük ayaklar
benim ruhumdur. Bütün gülümsemeleriniz, düşünce leriniz, ümidleriniz, şuhluklanruz,
benim ruhumdur.
Ben yalnız sizin için yaradılmışım. Hayatımı tamam layın. Sizsiz yaşayamam ... - Neriman Bey coştu ve ben üşüdüm. Hemşire artık gidelim. Şimdi Neriman hararetli bir buhran içinde ümit siz ve perişan ağlıyor ve delilik hislerinin kaynama sıyla dumanlanan gözleri hareketlerinin
sının aştı-
HABİSTAN VE GVLlSTAN
86
ğmı
görmüyor. Sözlerinin
şuh kadın üzerindeki tesi
rini anlamak istemiyordu. Öldürücü bir sevda ile sev diği Hamra'run karşısında, gönlünün bütün sımnı dö ke döke yalvarmak ve böylece hayatı terketmek gibi acı bir hisle dehşete düşmüştü. Hamra'run
kızkarde
şiyle bütün bu figanların perişan buhranından ürk müş gibi, kaçtıklarını görünce, onları alıkoymak ve ayaklarına kapanmak
istediği zaman, onlar köşkün
kapısını Neriman'ın göz yaşlarına karşı kapamışlar dı bile... Hamra hemen odasına giderek, mantosunu, baş örtüsünü başından fırlatıp. "Oh Allah'ım!. ne
vak'a,
ne vak'a?" diyordu. Ya Mihriban duyarsa, işte o za man bu komedi bir faciaya dönecek. Bir çok dedikodu olacak. İki ailenin fertleri birbirine girecek.
Sonra
hadise Ada'ya, Boğaziçi'ne, İstanbul'a yayılacak. Bü tün dostlar duyacak. Her yerde kendisinden bahsolu nacak : Neticede ömründe bir defa eğlenmiş olacak . . . Lakin Neriman'ın aşkı, çılgın, cesaretli bir aşk ise ; y a zevcesini bırakıp kendini almağa kalkarsa... kal karsa : Otur yavrum diyebilecek mi? .. Hamra kalktı ; sedefli, sekiz köşeli bir iskemle üs tünde yan açık duran sigara paketinden , eğildi , bir sigara aldı. Kibriti çakarak uzanmış dudakları arasın acele
da sıkışan sigarayı, iki küçük alev darbesiyle
yaktı ve kibriti söndürmiyerek boy aynasının yakı nında duran üçüzlü bir şamdanı yaktı. Şimdi
parlak
bir ufuğun bir köşesine benzeyen, iri aynadan
akse
den ışıklan, pembe döşemeli bu odanın içini, bir şafak bulutunun
uğrak yerine benzetti. Ucu iri dudakları
nın içine gömülen sigarayı büyük bir iştahla içerken aynanın önüne geçti, durdu. Kendini seyretmeğe, saç larının o tabire gelmeyen; sonbahar sabahlarında esen kuru rüzgarla kavrulmuş, yanmış
yaprakların
kır
mızıyı andıran rengine benzeyen saçlarının taze yu muşaklığını, yüzünün pembe rengini, gözlerinin işve-
HABİSTAN VE GVIJSTAN ler meydana getiren
bakışlarını
seyrederken
"pek
hoş, pek hoş" itirafını sezdirir bir vaziyetle, endamı nın görüntüsüne, küçük bir takdir gülücüğü ve
ba
şıyla dostça bir selam yolladı. Beyaz, kusursuz dişle rine baktı, bol yenli kollarını kaldırarak birdenbire çıplak olan bileklerini inceledi. Ellerini
kalçalarına
dayayarak ve yan tarafa eğilip sihirli bir tavırla bo yunu, belini, boynunu süzdü, süzdü. Şimdi düşünüyor du :
"Hayır, Mihriban! Maksadım seni
üzmek, aza
metine basıp yükselerek gururunun nasıl kırıldığını görmek, Hamra'yı
çekememenin,
Hamra'yı rastla
dığına çekiştirmenin cezasını tertip edivermek... İşte bu oyun bu kadarla bitecek ... Neriman ! Sen de yır tınma! Bu vücuda sahip olmak Iiyakatını henüz kim sede göremiyorum ... Gözyaşlarına acıyorum fakat ... " Evet, samimiyetle akan yaşlar hiç bir zaman te sirsiz olmazlar. Bu katrelerin düştüğü zemin, ne de rece çorak olsa yine orada küçük bir şefkat fidanı be lirmek ihtimali vardır. Hamra'nın üzerinde bu daki ka Neriman'ın gözyaşlarının bir tesiri vardı ... Fakat bu tesir o yaşların kurumasıyla beraber yok olacak derecede geçici olabilir. Hamra soyunup yatağa diği
sırada bu günkü geçen
dakikaların
memnun ettiğinden dudaklarında,
gir
kendisini
gözlerinde bir se
vinç tebessümü uçuyordu. *
*
*
Bu ikinci mektupdu ki Mihriban kocasının cebinde bulup okuyor. Demek ki şimdi kocasının gönlü ta mamiyle Hamra'da ... Kendisi hayatı beyhude,
fazla
duran bir bahtsız, bir kimsesiz.. . Şu dakika ölse kim se ona acımıyacak, hatta Neriman sevinecek, Hamra sevinecek. Ömrü onlar için ağır bir yük!
Neriman
kendisiyle işte, bir aydan beri lakırdı bile etmeğe ya naşmazken ona şarkılar düzenliyormuş. Şimdiye ka
dar dilinden bir
m anzum söz işitınemişken bu kadı
nın aşkiyle Neriman şair olmuş :
88
HARİSTAN VE GÜLİSTAN "Hande-i gülrü-yi ıetafetsiniz; Nursunuz ruh-i mahabetsiniz; Alihe-i arş-i meldhetsiniz; A fet-i hengah-ı şebdbetsiniz! Etmiş idi lutfunuz ihya beni; Öldürüyor; şimdi o hülya beni; Korkutu'!Jor ah! .. bu sevda beni; Korkulacak mertebe afetsiniz! ..
"
Bilmem kaçıncı defadır, Mihriban bunu ruhu ya narak, okuyor ve düşünüyordu : "Etmiş idi lfıtfwıuz ihya beni! !." Kocası bu kadının lütfuna da nail olmuş ! Oof ! ! Bu fikir, Mihriban'ın sabnnı altüst
ediyor.
Bu
hayatının bir kıyametiydi. Buna tahammül edemiye cek. Gönlü bu yükü çekemiyecek... Belki şimdi kendi bu eziyetlerle kıvranırken kocası ona "hande-i
rfı-i letafetsiniz!" diyor. Fakat
bu
iltifatlara
·
gül
hedef
olmak yalnız kendi hakkı değil mi? .. Hamra ne sela hiyetle, ne nam ile kendisine ait bu hakka sahip çı kıyor? .. Şimdi Hamra ile Neriman'ın arasındaki mü nasebetin derecesini, gerçek tafsilatıyla anlamak için bir çare arıyor. Mihriban bu dakika nefsinde şiddetli bir kıskançlık duyuyor. Yalnız hakikatı aramak;
çin, neden, nasıl aldatıldığını bilmek istiyor.
ni
Hcila
o kocasını ciddi, menfaatsiz, ihtiyatsız derin bir hür metle seviyordu. Bu mektup, bu şarkı aşkını yarala maktan çok, izzet-i nefsine dokunuyor ve bütün so rumluluğu Hamra'ya atfederek saf ve temiz kocası nın doğru yoldan ayrılma sebebinin bu kadının sahte işveleri olduğuna karar verince, dimağı zehir bulaş
mış niyetler, kahredici fikirlerle dolarak, bütün dü şüncelerini birden tatbik etmek için v�ceği sırada,
ani
bir karar
zayıflık ve aczinin araya girdiğini
anlayarak, ağlamaya başlıyordu. Sevda rekabeti öyle
JIARİSTAN VE Gtl'LİSTAN bir sevgi çocuğudur ki annesini zehirleyen bir yılan yavrusuna benzer... Mihriban böyle bir niyet ve emel neticesiyle, sırf
dişilik sevki tabiisi ile kimsesizliğin,
çaresizliğin en çok hissolunduğu karanlık, sessiz gece lerde böyle aşkının terkedilmişliği ile zehirlene zehir lene, soğukkanlığını kaybediyordu. Neriman karısını avutmak için bulduğu fena bir tedbire müracaatla daima süslenip gezmesini söyledi (,>i zaman, Mihriban kocasının yüzüne gözlerini dikip ağlamaktan başka bir söz söylemiyordlL Artık
Mihriban kocasının her hfilini, her
hare
ketini, her sözünü sıkı bir kontrol altında tutuyor ; ko bütün
ze
hirlenmek için emiyor ve onu araştırmalarıyla
ra
casının ağzından bir kelime kapıp bütün
hatsız etmekten çekinmiyordu. Ceplerini karıştırıyor ; kağıtlarına bakıyor; gözlerinde silinmez bir hatıranın izlerini araştırıyordu. Ve bunu daima
başarıyordu.
Kah Neriman'ın cebinde bulunmuş bir çiçek onu ağ latıyor ve kah uykusunun arasında işittiği yan anla !-iılır bir sayıklama onu öldürüyordu. Günler geçtikçe kocasının muamelesi değişiyordu ... Hatta Hamra ile Kamra'nın kendisine görünmesine müsaade etmedi ğinden dolayı ·kocası küçük mücadeleler bile
çıkarı
yordu. Mihriban biliyordu ki kocası, annesinden ma ceralarını saklamaya l� görmediğinden başka, kaynanası olacak
bu merhametsiz kadından
teşvik
bile görüyordu. Mihriban bu azablar altında kıvran dıkça, gitgide kendisini kaybediyordu. Bir kitapta o kumuştu ki "kimseyi kıskandırmak istemiyenler, kıs kandınlırlar!" Düşünüyordu :
İşte bu
doğru
söz !
Ben de Neriman'dan evvel başlamış olaydım. Madem ki o iktidar bende de var. Şimdi bu vesvese gittikçe artıyor ve
ilerliyor.
ıwet, onu mademki kocası sevmiyor. Lakin onun se vilmeye ihtiyacı var. Terkedilmiş, fakat niçin ?..
Sev
gili olamaz mı? .. Mademki her zaman yaşamak devam
HARİSTAN VE GtlLtSTAN etmiyecek, her zaman gençlik ele geçmiyecek!.. Neri man, sevgili Neriman, işte onu düşünmüyor, onu al datıyor. Hem aldatmakla beraber, hayatın bütün zu lüm zevklerinin kapılarını eliyle açıp, ona sapa bir yol gösteriyor. Evde unutulmuş,
aldatılmış, kahrolmuş
yaşamaktansa velev gözyaşlarıyla sulayarak h aya tında
bir gül bahçesi meydana getiremez mi?.. O da
mesela şu karşıki köşkte , her zaman kendisine yiye cek gibi hasretle bakan san bıyıklı genci, teşvik edi ci bir bakışla büyüleyerek onun yegane sevgilisi
oı...
mak hissiyle zevklenecek, geçici bile olsa, şu hicran yaralarını tedavi edemez mi ? Gizli, tesirli bir intikam hissiyle
ferahlıyamaz mı ? .. Niçin kocasına hayatım
emanet etti ? Yaşamak, bir aile teşkil etmek, mesut olmak, sevilmek, öpülmek, takdir olunmak için değil mi? ..
İşte bugün
bütün bağlan kopmuş. Kocası şimdi
bir başkasinın saadetini tamamlıyor.
Bir
başkasını
seviyor. Bir başkasını öpüyor. Bu halde kendisine ne kaldı? .. İnsanlıkta sevilmeğe, takdir olunmağa ait bir sevk-i tabii varclır .. Yaşadıkça, öldükten sonra unutul mak endişesi bizi üzmeğe yeterken, hayatta iken unu tulduğumuzu bilmek,
sevilmeyip terk olunduğumuzu
anlamak bizi çıldırtmaz mı ?.. Zannediyorum ki nunda bütün sırlan gizli kalmış intiharların
so
sebebi,
sevdikleri tarafından unutulmak felaketine uğramak tan ileri gelir. Alakasız,
bir iz bırakmadan yaşamak,
faydasız bir ömür sürmek, kimseyi meşgul edemeden yaşamak; işte bunlar en çok
güzel kadınlara çılgın
bir üzüntü verecek azablarclır. Evet, şimdi
Mihriban
ölüverirse kocası ve Hamra sevinecekler ve"Oh bu en gel ortadan kalktı. Artık birbirimize kaldık" diyecek ler. Mihriban uzun uzadıya düşünerek sonunda uy kusuz, emelsiz, kimsesiz
gecenin
fısıltılarıyla
şimdi
gönlünde doğan ve yavaş yava"? büyüyen tabü bir his si yönelişe kendini kaptırmıştı. Artık o da sevmese
HARİSTAN VE GOLlsTAN
91
bile , sevdirmek için, mesela ufak bir bakış, gizli
bir
gülümseme ile mümkün olabilecek samimi çarelere teşebbüs edecekti. Bu şekilde hem kendisini düşündü recek ve hem intikamını almış bulunmak zevkiyle me sut olacak. Ve kendi aczinden faydalanan kocasının yüzüne rahat ve emin, alaycı bakışlar fırlatacaktı. Sefaletle geçen evliliğinin böyle daha ikinci sene sinde bu kadının kalbinde intikam için metbilmez kocasına karşı -
bir heves,
kaba,
kıy
erkeklerden
aldığını yine erkeklere vermek üzere onların üstünde, onlardan büyük görünmek
hevesi
doğmaya
başla
dı. Birinci adımı attı. O genç için hazırladığı gülüm semeyi sundu.
Genç tarafından takip olundu. O
ya
bancının boynunu büktüğünü ve merhamet isteğini belli eder bir vaziyet aldığım, bu kalbini yırtan
çar
pıntılarla seyretti. Ve bu sırada etrafında Nerirnan'ı , gafil ve vefasız
kocasını aradı. Ona bu tabloyu gös
terecek ve diyecekti ki "Senin o kadının ayağına ka pandığını ben hoş göreyim ; fakat şu bana boynunu büken gencin de, benim ayağıma kapandığım, sen hoş gör! Neriman, sen o kadım öptükçe ben de buna güle yim olmaz mı?.. Bu anlaşmaya razı
olacak mısın ?
.Şimdi bu tabloyu yüreğin titremeden, kanın
coşma
dan seyredecek misin ?" Fakat kocası bu feci tablodan ürkmesin. Ya ma sum kızları, zamanla üçlenecek bu iki tablonun huzu runda ayakaltı olan geleceğine ağlayarak, buna
se
beb olanlara lanet etmiyecek mi? .. Mihriban dimağında bu yok edici rüzgarın
do
laşmasını hissederek oclasına çıktığı sırada "Nineci ğim buradayım ben !." diyen kızım ağlaya ağlaya ku cakladı. Yok, o bu yolda alçak bir intikamın , daha al çak bir karşılığın ehli değildi. Mihriban her ihtimale karşı dayanmayı, belki kocasını uyarmayı başaracak tı. Bunu ümit ediyordu.
9Z
HARİSTAN VE GVL1STAN Artık karar vermişti. Bütün
alay edici hallere,
haksızlıklara sabırla karşılık veriyordu. Her gece Ne riman bir bahane bulup. Hamra'nın güzelliğinden, hu yundan, güzel giyinişinden, pencerenin altında
din
lediği piyanosundan bahsediyordu. Bu bahisler
ara
sında Neriman "Mihriban izin verse onu
da
ederdim. Ve piyanosuyla bizi eğlendirirdi"
nikah
teklifini
bir kaç defa tekrar ettiği halde karşıdan gözyaşlann: dan başka bir cevap alamadı. Bir gün Hamra'yı diğini de itiraf etti ve "ne yapayım Mihriban , o kadının hayali karşısında
bütün
sev dedi,
soğukkanlılığımı
kaybediyorum." Bu itiraflar aynı serzenişlerle tekrar lanıyordu. Mihriban o zayıf hastaya benziyordu ki ve reme yakalandığından kesinlikle emin ve bir kaç gün sonra solup öleceğinden haberdar
beraber
olmakla
yine hayatı her zamankinden çok sever ve herkesden fazla gelecek hakkında ümitler beslerdi.. Şimdi
bu
kadın da kocasını vefasızlıklarına karşılık belki
her
zamankinden daha çok seviyordu ve onun kadınlığı ezen eziyetlerini, bir dakika sonra unutacak ve
affe
decek esir haline gelmişti. Temmuz içinde bir mehtap gecesi ... Neriman geç kalmıştı. Kansının Yatağa girdi.
yardımını
Sabaha
"Hamra, Hamra"
istemeden
kadar uykusunun
feryadı ile
sayıkladı.
soyundu. arasında Mihriban
da kocasının bu öldürücü, çılgın figanlannı işitiyordu. Bütün gece kendi kendisine ağladı. . .
ağladı... ağla
dı. Sabahleyin Mihriban kocasını giyinmiş
buldu.
Artık Neriman karısının ayaklanna düşmüş ve "Bir şey teklif edeceğim Mihriban, diyordu .. Benim haya tımı sen kurtaracaksın, ölüyorum. Teklifim sana belki güç gelecek. Fakat bana merhamet et! .. Bundan son ra senin her zamankinden çok kölen olacağım. Bana acı, beni himaye et !" Mihriban titriyor, birşey anla mamazlıktan
ileri gelen bir korku ile neticenin hey-
llARİSTAN VE GVLİSTAN bet ve vahşetinden kaçmak
93
ve onu işitmemek
ıçın
geriye çekiliyor ve yüzünü sararmış, titreyen elleriy le örtüyordu. Nihayet kocası her şeyi sonuncu itim.f etti.
defa
Hamra ile evelenecekti ve başka bir
tutacaktı. İki gece
Mihriban'ın yanında kalacak
ev ve
bir geceyi ötede onun yanında geçirecekti. Bu teklüleri işiten
Mihriban ağlamıyordu, tit
remiyordu, donmuştu. Boğazına bir şey tıkanmış, ne fes alamıyordu. "Of!. Neriman yetişir sus" dedi. Ko cası durmadan ağlıyor ve hiç bir zaman yok olmıyan nı?kından bahsediyordu :
"Bilmezsin Mihriban
seni
hiç bir zaman şimdiki kadar sevmedim ... ve daima se veceğim. Senden ayrılamam. Öteki beni öldürecek ; fakat sen yaşatacaksın. Beni yalnız onun eline bırak ' ma, bırakma Mihribancığım !" Mihriban artık kendisini kaybetmiş, bayılmıştı. Kendisine geldiği zaman "peki, dedi, peki !
Bırakınız
beni anneme gideyim. Fakat kızımı da bana veriniz.. Yetişir , bana bundan artık bahsetmeyiniz."
Mihri
ban ağlıyordu. Kızım yanına almış çarını giyiyordu. Şimdi konağın içi karışmış,
Mihriban'ın kaynanası
bu felaketi önceden biliyormuş gibi, kapının önüne gelmiş yalnız bir "ayol ne oluyorsunuz" deyip açıkla ma bekliyen bir heykel şeklinde dayanmış bakıyordu. Neriman "peki, dedi, fakat söz ver ki beni ebe diyen terketmiyeceksin !
Mihriban'cığım
beni affedeceksin !" Bunları
söylerken
söz ver ki Mihriban'ın
ilerlediğini gördü. Ve koştu, boynuna sarıldı; kansı nın sararmış zayıf yanaklarını öpmeğe başladı. "Sa kın benden ayrılmağa çalışma. Senin hasretine daya namam" diye feryat ediyor; Mihriban kapıyı açarken tekrar arkasından koşuyor ve diyordu : gecelik gömleğini bırak!
"Dur, bana
Ben ona sensiz gecelerimde
sarılayım, ben onu koklıyayım, onu öpeyim.
Beni Al
lah aşlona bırakma, bir hafta annende otur, dinlen, yine ben gelip seni alacağım." Mihriban hazırlanan
HARİSTAN VE G'CLİSTAN
94
arabasına dadısı ve çocuğuyla binerken arkasından kocasının ağladığını işitiyordu. *
*
*
- Nine kendi kendine niye gülüyorsun ? - Hiç ! - O sararmış kağıtlar ne ? - Geri verilmiş borç senetleri. - Eskimiş mektublara benziyor da. . . - Hayır, kızım. Mihriban artık onaltı yaşına girmiş kızının kar şısında, bugün hakikatı itiraf edemiyordu. Evet o ka ğıtlar geri verilmemiş bir saadet borcuna ait hatıra lardı. O eski mektuplar bir şiir mecmuasının sayfala n arasında gömülmüş gül yapraklan gibi rengini, ko kusunu kaybetmekle beraber, güler yüzlü dakikaları hatırlatan yadigarlar olduğu için, değerlerinden çok, gizli kıymetleri vardı. Kızı Rana, annesinin belirsiz sözlerinden, kendi sine anlatmak istemediği bir şeyle meşgul olduğunu hissederek, dalına mahzun olan ninesini bir kat daha üzmemek için bir bahane ile odadan çıktığı zaman, yalnız kalan Mihriban, tekrar bu mektublan okuma ya başladı. Oh ! Bu geçen ondört sene içerisinde neler olmuş tu? Şimdi bir felaket hikayesi olan mazi bu kadının dimağından geçiyor. Neriman'dan ayrılmasından son ra kocasının annesinin isteklerine karşı koyamıyarak kendisini boşadığını duyunca, Hamra'da
bu
sırada
meydana �elmesi tabii olan bir çok dedikodulardan çekinerek Neriman ile evlenmeğe cesaret edemiyerek intikam vazifesini, bu aynhğa sebeb olmayı başardı ğından dolayı, bitmiş sayarak Neriman'ın tekrar ev lenme teklifini reddederek geçici olarak akrabasından biriyle taşraya gitti. Neriman da İstanbul'da durama dı. Bir konsolosluk vazifesiyle Avrupaya giderken bü-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
95
tün bu manasızlıklarına, vefasızlıklarına rağmen yine Mihriban'a ümidler vererek, gizli vaadlerde bulun maktan çekinmedi. İstikbalini temin ile bir iki sene ye kadar, babasının servetine muhtaç olmıyacak, mü tevazi bir mevki işgal eder etmez tekrar karısına ku cağını açacak ve geçen felaketleri sonsuz olarak unu tarak mesut olacaklardı. Oh ! Henüz kocasının çılgın bir aşığı olan bu ka dın için, bu vaadler ne teselli vesilesiydi!
Neriman'ın
gittiği yerden yazdığı mektuplar, işte solmuş dağınık vaadler hala kucağında duruyordu. Bu satırlar, bu kelimeler, yalan söyleyen bir suçlu perişanlığıyla şim di gözlerinin önünde mahcup ve utanmış titriyorlar dı. "Avrupanın bu
zevk
düşkünlüğü,
Mihriban'sız
onun gözlerinde değilmiş. Geceleri bir yere çıkmıyor muş. Yalnız sevgili Mihriban'ını düşünüyormuş.
Ni
hayet iki sene sonra yine beraber bulunmak için
İs
tanbul' a geldiği zaman ber şey unutulacakmış. Bu iki sene içerisinde her zaman yanında gezdirdiği resmine bakarak teselli bulacakmış. Çocuğu göreceği gelmiş. Onun da resmini istiyor." Zavallı kadın bu mektupla ra her şeyi unutmuş gibi cevaplar yazmıştı. Fakat ce vapsız kalan son mektubunu, belki gitmemiştir, hül yasıyla sağlamlaştırdı ; yine cevap alamadı. İki sene böylece geçti. Bu kadına haber vermişlerdi ki karşılık lı yazışmalarından haberdar olan
kocasının
annesi,
oğlunun nikah yenilemesini önlemek için Neriman ü zerindeki nüfuzunu kullanmış ve h atta mektuplaşma ya devam ettiği takdirde evlatlıktan reddedeceğini de ilave ile oğlunu tehdid etmişti. Mihriban bu uydurma lara inanmıyordu. Kendisinden bu kadar nefret etme leri için kaynatasına, en çok kaynanasına ne kötülük etmişti; kendisinin, kocasının bir de evladının kötü lüğünü istemek, üç gönlü birden ezmek pek
günah
olacaktı. Bunu kimse yapamazdı .. Nihayet! Zaten harap olan kalbi , bir gün
ümid'
96
HARİSTAN VE UÜLİSTAN
kıran son bir darbe ile yıkıldı. Neriman orada bir ec nebi ile evlenmişti. Artık ümidler mahvolmuştu. Bu, zayıf vücudunun tahammül edemiyeceği bir çile idi. Düştü. Yatağa şiddetli bir ateş ile düştü. O artık ya şamıyacaktı. Ölmek istiyordu. Ölüm bir yılan gibi ona sarılmış, bütün vücudunu parça parça zehirler ken o, bilmiyordu ki niçin yaşayıp duruyordu. An nesi kızını nasıl teselli edeceğini bilmiyordu. Bu anne ile kız, buazablar içinde yaşarken Mihriban annesine bir sabah dedi ki "anne artık ben yalnız yaşamaktan korkuyorum." Annesi de kızını yalnız yaşatmaktan korkuyordu. Dul bir komşuları vardı ki bu ailenin bütün ma cerasını biliyordu. Kerim efendinin bir seneden beri kulaktan kulağa duyulan, evlenme hakkındaki tek lifleri, Mihriban'ın annesine "yalnız yaşamaktan korktuğuna" dair olan itirafından sonra, mecburen kabul olundu. Saadet ve yükselmeye doyamayan fani ömür, ba zen oluyor, alçaklığa da doymuş olamıyor. Bahtsız ol dukça, belki hissetmeksizin ızdırabı uzatmak için gör memezlikle kendisini diğer bir ümit çıkmazına fırlat maktan çekinmiyor. Bahtsızlığa, sefalete doğru ken disinde esrarlı bir yönelme, bir cazibe hissediyor. Her zaman ağlamak, her zaman gülmek gibi onu usandır mıyor. Hatta takdir etmeden, en sonra, bir yok olup gitme devresine geliyor, inleyecek yerde sefaletine karşı neş'eyle gülüyor; yanlış bir hisle, dost ve düş manlarını da güldürmek için eziyetlerini, tebessümle riyle arttıra arttıra naklediyor. Böyle kaza oyuncağı, cefaya susamış, haksızlık görmüşleri sadece "talihsiz" vasfiyle yad ederek, düşüşlerinin sebeblerini anlamak istemiyoruz. Belki bunlar yakından tedkik olunsalar kederle içiçe olmalarının, dışarda bir sebebi buluna rak bunlara merhamet edildiği kadar, sebeb olanlara lanet etmeye mecbur kalırdık.
RARİSTAN VE GVLtsTAN Mihriban, kendisini terkeden kocasının, şimdi bir yabancının kucağında kendisini unuttuğunu düşün mekten dolayı kıskançlık
üzüntüsünün
karşısında
yalnız kalmaktan korktu; o kadar korktu ki
kızının
bu sırada hüzünle, solgun nazarlarından da kaçarak bir pazartesi günü nikah için vekaletini itiraf etti. Bu cesaretli tebessüm
öç
Neriman'a bir karşılık, ondan bir
almaydı. E<;ki kocasının bu evlenmeyi haber aldığı
zaman çekeceği ızdırabı tahmin etmekle sevinecekti. Kadınlan güle benzetenler, onların üzüntülü zamanla rında baştan ayağa diken olacaklarını elbette düşün memişlerdir. Mihriban Kerim efendi ile yüz yüze gelince, ilk kocası ile onun farkını görmüş ve o zaman demişti ki: Niçin bütün manevi mesuliyetler Neriman'da iken,
o
kendisinden taze bir kadının yanında mesut olsun da, ben günahsızlığımla, suçsuzluğumla beraber
bu ihti
'arın koynunda söneyim? Oh ! Neden o beni ezerken, benim şikayet etmeğe bile hakkım, cesaretim olma sın? Benim zayıflığım, onun kuvvetinden faydalana cak iken, o benim aczimden faydalanarak, beni böy le çürütsün. Sonra beri de ben biterken, arkasına dö nüp bir defa eziyet çektirdiğine bakmasın bile ... Kerim efendinin elli senenin civarında gezen ya şı, servetinin gösterişi arasında küçülmek isterken, Mihriban'ın derin hüznüne bir teselli gülümsemesi yö neltemeyen, esmer çehresindeki
buruşukluklardan,
doğum tarihinin eskiliği okunuyordu. Mihriban gün gelip de
bir
kızını elinden geri alacaklarını düşün
dükçe neler, ne ızdırablar çekmişti. Kızına karşı
da
ima artan sevgisine, Kerim efendi tahammül edemi yor ve onu, kızını, ufak bir vesile ile hırpalamak
ar
zusunu yeni kocasında gören bu kadın isyan ediyor
du. Haristan Ve Gülistan
-
F : 7
HARİSTAN VE GVLlSTAN
98
Kerim efendi ile geçen beş senelik hayatı, birinci kocasının hayali ve kızının sevgisi arasında cereyan eden cehennemi bir azabtı. Kocasının sert muamelesi ne, kendisinin dünyaya eziyet çekmek için geldiğine artık kuvvetle inanan bu talihsiz kadın yine katlana
caktı. Fakat kızı bir akşam yine ağlıyordu. üvey ba bası bir hiç için ona hakaret etmiş ve ona : "Ne ola cak?
O babanın sulbünden gelmemiş mi?" demişti.
Yok artık bu kadarı çok idi. Evladını aldı ve ilk defa Neriman'dan ayrıldığı gibi sessiz ve sakin değil, vahşi bir feryatla bu adamın evinden de kaçtı. Ve y ine an _ nesinin yanına gitti. Artık rahat idi. Kızını terbiye etmekten ve onun saadeti için çalışmaktan başka
dünyada bir
emeli
·
kalmamıştı. O, şimdi ilk kocasının, ilk aşkının,
ilk
saadetinin bir timsali olan b u kızda, büyüdükçe ba basının huy ve alametlerini kazandığını görüyordu. A. rasıra babasından bahsettikçe, annesinden acıklı biı' ayrılık hıçkırığından başka cevap alamayan annesini
�zmemek
Rana,
için babasını diline almamayı adet
edinmişti. Mihriban okuduğu bu sararmış mektuplan ladı ; yine çekmecesinin içine "biçare kadınlık!" rek koydu. Yedi senedir ki böyle emelsiz,
kat diye
niyazsız
yaşıyor ve kızının saadetini korkarak düşünüyordu... Bir gün ona haber vermişlerdi ; Neriman
lstan
bul'a yalnız olarak dönmüştü. Neriman iki senedir bunalmıştı. lstanbula dönüşünün en önemli sebebi de bu adamın geçmişteki faciasının tekrarı idi. Neriman içine düştüğü bu duruma tahammül edemiyerek geri dönmeğe mecbur olmuştu .. On iki senedir evli olduğu karısının bir
sabah
bir adamla kaçtığını görmüş ve bu namussuzluğa ta hammül edememişti. Bu darbe Neriman'ı çökertmiş
ti. Şimdi bu adamı sokakta gören yakınlan onu tanı yamıyorlar; o kadar
değişmiş o
kadar bozulmuş. . .
HARlSTAN VE GtJLlSTAN
99
saçları ağarmış beli bükülmüş, yüzü buruşmuş, gözle rinin feri uçmuş, eski
renkli, hercai heves ve
emel
dolu Neriman'dan gamlı, donuk bir heykel kalmış tı. Babasının daveti üzerine yanına giden Rana, ba basını beğenmemiş, hiiline acımıştı. Annesine baba sıyla konuşmaları hakkında izahat
veremedi. Artık
Neriman bunca senedir aramadığı kızını şimdi ilti fatlara, hediyelere gark ediyordu. - Kızım annene ne kadar benziyorsun !
Biliyor
musun ki biz de annenle senin yaşında iken evlenmiş tik. Bütün tavırların, hatların, hele kelimeleri söyle yişinde son harfleri aceleyle aradan kaldırman
hep
annenin o zamanki hallerini andırıyor. Rana, annesinin de aksine, kendisini her
zaman
babasına benzettiğini söyleyince, artık Neriman da yanamıyarak , ağlayarak ve her mes'uliyetin
kendi
sinde , kaderde, ahlakında olduğunu söyleyip,
ondört kı
sene evvel terk ettiği bu zavallı kadın hakkında zından tafsilat istiyor ve bitmez tükenmez,
samimi
sorularıyla kızını Meta tasdik ederek onu zor bir du rumda bırakıyordu. Rana istiyordu ki annesi de babasından bahset sin !
Mihriban'ın
çektiği ızdıraplar gözlerine
bir tül çekmiş gibi, kızının mekteki
babasından
siyah
haber getir
düşkünlüğünü o görmüyordu.
Riina'run siyah, iri gözleriyle, san saçlarının u çuk pembe yüzüne serptiği tezat gölgesi, görenlerin dikkatli bakışlarını çekiyor ve yavaş yavaş fısıltılarla başlayan talipliler ve görücü sözlerini arttırıyordu. Bir
gün dostlarından birinin oğlu
hakkında
Mihriban' -
dan muvafakat cevabı almışlardı. Mihriban şimdi kı zının da kendisini terkedeceğinden Meta korkarak,
bencilliğini sezdirir derin bir anne şefkatiyle, bu gibi isteklerin mümkün olduğu kadar gecikmesini bütün •
kalbiyle arzu ediyor ve bunun için vesileler, bahaneler
HAR1STAN VE GVLİSTAN
100
icadında bir maharet gösteriyordu. Fakat son teklif o kadar kesin, o kadar aldatıcı idi ki bu hususta kı zının da temayülünü hissedince, muvafakat vermeğe mecbur oldu. Kızını çağırdı. hazin
cevabı
Vakurane
bir tavırla bu haberi bildirirken, mazinin
rinliklerinden kopup gelen, uzak hayallerin
ve de
rüzgarı
nın kalbinin kenarını kemirdiğini hissettirmemek is
teyerek, bir iki damla yaşla dumanlanan baygın göz lerini bir ince mendil kapadı ve :
"Bir kere de baba
nun müsaadesini almalısın" dedi.
Mihriban, çok sevdiği kızının istikbali için ,
acı
tecrübeler, korkunç kazalar geçirenlerde görülen bed bin bir korkaklıkla usandırıcı endişelere, geçirdiği çilelerden bir kaza mez
bir şekilde
harap
kendisinin
zelzelesiyle tamir
olan
hayatından
edil
ürkmüş
olan bu kadın, bir gün mutlaka çocuğuna irsiyetle in bir
talihin
sonunda kızını da sarsacağından korkuyordu.
tikal edeceğine inandığı, uygunsuz, hain
Fakat
bu endişesinden
kimseye bahsedemiyor ve
korkunç
fikrinden dolayı herkesin onu kınayacağını biliyordu. Tah ammül ü zayıflaya zayıflaya dünyada kendisi için ızdıraptan, eziyetten başka bir şeyin olduğuna mal
ver�mediğinden
kızına çıkan bu
ihti
kısmeti bile,
nimet değil bir mezar sessizliği içinde
geçen, o
ha
yatının sonunu ihlfil eden bir felaket gibi telakki edi yordu. Sigarasının süzülerek yava.sça yükselen,
. uçuk
mavi duman halkaları arasında, ince, solgun dudak larını titreterek, kendisinin, annesinin tüğü gibi, bir tar!"
kucağına düş
günde kucağına "anneciğim beni kur
feryadıyla
kızının
yıkılacağını
düşündükçe
yumruklarını sıkarak, şuursuzca kanepenin arkalığı na başını bırakıyordu ..... Rana evlenme haberini babasına bildirdiği sıra da onun umduğundan daha az bu işe önem gördü. Babası
cevap
vermiyordu;
verdiğini
bitirdiği sigarayı
HARİSTAN VE GVLİSTAN yenileyerek uzun nefeslerle
yeni
sigarasını
başı dumanlar arkasında kaybolacak liyordu. Bir gizli
buhran
101 içiyor,
dereceye
ge
içindeydi. Rana mahçup
ve heyecanlı babasının ağzından çıkacak kesin hük mü beklerken gözlerini yerdeki halının kırmızı çiçek leri üstüne dikmişti. Neriman ağızlığını, kemirir gibi dişlerinin ara sında kıstırmış, kır düşmeğe başlayan dört köşe saka lının bir ucunu sağ elinin orta parmağıyle burarak odada geziniyordu. Yeniden kızına doğru gelerek
ve
eğilerek yavaşça sordu :
- Rana! Bu seçilen adamı sen istiyor musun ? Rana verecek cevap bulamadı, heyecan içindeydi. - Bu adam senin kocan olmayacakbr, bana gücenece'k misin?
desem
Söyle, doğru söyle, bana gü
cenecek misin ? Kızı artık bu kadar baskıya dayanamadı. Baba sının hiç ümit etmediği bu muamelesinden hasıl olan üzüntünün tesiriyle gözlerinden yaşlar dökülmeğe baş ladı. Henüz yere doğru olan bakışlarını değiştirme mişti. O teslim
olma tarzı ve sessizlikle gözyaşlarını
babasına göstermemek istiyor ve annesinin bu adam hakkında beslediği derin, sonsuz nefretinde ne kadar haklı olduğunu bu dakika anlıyordu. - Ağlıyorsun, Rana! Demek ki bu evliliğin ol masını istiyorsun. Öyleyse bilki bu evlilik olmıyacak ve sen de o adamın kansı olmıyacaksın ! Şimdiye kadar en ufak arzusuna bile engel olun duğunu görmemiş, yokluğa alışmamış bu içli, zayıf vücut, hayatını, gönlünü ilgilendiren böyle bir mese lenin henüz bir senedir yüzünü gördüğü ve ancak ba bandır dedikleri için tanıdığı bu adam tarafından, bu şekilde merhametsizce
reddolunduğunu görünce
nirli kadınlarda tesadüf olunan çaresizlikten
si
ge1en
cesaretle, gözyaşlarına karışan bir hıçkırıkla "niçin" diye feryad etti.
102
HARİSTAN VE G'ÜLİSTAN
Neriman itidalini muhafaza ederek
cevap ver-
di : - "Niçin mi? Bilmiyor musun ? Sen evlenir gi dersen annen, o kimsesiz kadın yalnız kalacak ! Onu yalnız bırakmamanın, beni böyle harap, onu böyle ümidsiz terketmemenin çaresini bul ! Sonra sen de mesut ol, anladın mı? Rana şimdi "Oh ! babacığım, babacığım... çığlı ğiyle babasının kucağına atılmıştı. Neriman'ın rengi uçmuş, gözlerinden dökülen yalvarma ve pişmanlık gözyaşları kızının sarı saçlarını ıslatıyordu. Bu derin coşkunluk levhasıydı. Her ikisi de mesut ve heyecan lı ağlıyorlardı. Rana babasının maksadını anlamıştı. Şimdi, babası annesiyle ve bu defa, artık ömürlerinin sonuna kadar, barışmak ve tekrar evlenmek istiyor du. Rana annesine yalvaracak... Yal varacak ve so nunda hassas kalbliliğinden emin olduğu için onu ik na edecekti. Ve bu inancını babasına bir şefkat busesi arasında söylediği zaman babası yine ağlıyarak : - Kızım annene de ki ben bir bahtsızdım. Ben bir sefildim. Şimdi pişman oldum. Beni affetsin yav rum : . Bundan sonra senin güleryüzlü bir baban ve annenin boyun eğen bir gölgesi olacağım. Bak ağlı yorum. Söyle sen beni affettiğin gibi annen de affe decek mi? Söyle ! İki ay sonra, babası yine annesinin huzurunda pişmanlık gözyaşları dökerken, Rana mesut ve sıkın tısız, büyülenmiş, kocasına saadet nağmeleri söylü yordu. Ve her kırık kalbi tamir eden zaman, bu kırık yuvayı da bir yavru eliyle tamir eylemişti. .
27 Nisan '1317
BİRİNCİ
MEKTUP :
Çi Ç EK LE R
B den birinin rutubetli, kuytu bir köşesinde
EYoGLU'nun en loş, en büyük birahanelerinKam ran beyle beraber oturuyorduk. Ben aceleciliği ve a çıklığı. ima eder şekilde başım ön tarafa doğru bü külmüş, göğsüm dimdik bir vaziyet almış, büyük bir istifham işareti şekline girmiştim. Arkadaşım talihsiz bir hayalperestliği gösteren zayıf, renksiz çehresinin hüznünü artıran matem dolu bakışıyla etrafı süzdü. Bastonun ucunu önümüzdeki mermer masaya yavaş ca vurarak garsona emir vermesiyle beraber eldiven lerini itinayla ellerinden sıyırdı, çıkardı, ikisini de üst üste getirdikten sonra beyaz mermerin üstüne koydu; ve dirseğini onun üstüne dayadı ; bana yönele rek geçen yaz Büyükada'da cereyan eden aşk mace rasının arkasını anlatbktan sonra yan cebinden çı kardığı. bir deste mektupdan birini okumaya başla dı : *
*
*
"Hangi çiçeği çok sevdiğimi bana niçin soruyOl."'-sunuz? Sizin gibi nazik okşamalar, son derece ilgi gös--
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
lM
terilerek nazlı nazlı dikkatlice büyümüş... düzen nizamdan, incelik
ve hoşluktan başka birşeyle
ve ar
kadaşlık etmemiş bir güzele nasıl kendi kendime fik rimi söyliyeyim ?
Korkarım ki benimle alay edecek
siniz, korkarım ki o yapma
güller,
kırmızı
renkli
açelyalarla süslenmiş şapkanızın altında , doğar gibi duran koyu kumral saçlarınızın siyah
gölgesindeki
ela gözlerinizden baygın bir alev kıvılcımı kopacak .... Belki alay etmenize solgun mum ışığı da karışacak ! Fakat m ademki emrettiniz, itaat etmesem sizi fazla kırmış olacağım. Zaten
daha
fikrim, a.ferininize kar
şılık kazaen bedduanız sebeb olursa onu hemen
de
ğiştireceğimden şüphe etmeyiniz. Hislerim, hissinize feda olmasın mı ? Başlangıcım sizi korkuttu, değil mi? Benden mid etmediğiniz şeyleri işitmek korkusuyla işte
ü sa
rarmağa başladınız ; mini mini serçe parmaklarınızı çıtlatarak incili yüzüğünüzü hızlı hızlı çeviriyorsunuz ; ayağınızı ayağınızın üstüne koydunuz, şimdi şu kağı dı ellerinizin arasında bir düşman gibi sıkarak, bütün bu satırları kızgın bakışınızla ayak altına alarak, adi kelimelere doğru akıcı bir madde gibi hışımla hücum ediyorsunuz.. Artık sizi üzmiyeceğim, işte söylüyorum ... beni affediniz : Evet; iki gözüm ! Evet; ruhum ! Ben gülü sev mem; ben sümbülü sevmem; ben leylakları sevmem ! Ben laleleri sevmem ! Hele o krizantemleri, garden yaları, kamelyaları, açelyaları hiç sevmem ! Ah ; on larda istediğim, aradığım masumiyeti, hayalperest liği,
bağlılığı,
dostluğu, inceliği, elemi, şiiri bir türlü
duyamıyorum; onları pek düşmüş, pek sebatsız,
pek
talihsiz, pek güzel buluyorum ... İşte, işte görüyorum ifadesinin acizliğinden gön lünü, emelini size tamamiyle anlatmağa muvaffak o lamayan şu çaresiz iddiacıyı, şu suçsuz
kağıdı,
bir
HARİSTAN VE GVIJSTAN
105
nefretin ağır tavrıyla yere atıverdiniz ; siyah iskar pininizin ufacık uciyle de ileri doğru iterek kendiniz den uzaklaştırdınız. Kalbinin sırlarını, incelikleriyle açıklamak, günahsız kabahatini tamamiyle itiraf için, korkusundan, o, bakınız nasıl büküldü, büzüldü! . . Serlerde, sedirlerde, tarhlarda bahçıvanlann ar zulu bakışı, saldıran elleri altında zorla açılıp
saçı
lan... kaderi daima yapma bir gösterişe aıet olmak t an ibaret olan ... hiç bir korsajın katmerleri, dantele leri arasında hiç bir çiçekliğin soğuk kucağında haiz olduğu şiirliliği, tesiri meydana getiremeyen bu şuh, bu fettan felaketzedeleri sevemem...
sevemem, el
masım ! Yalnız onlara acının. Hallerinde, vaziyetlerin de bir mağlübiyet, bir düşkünlük bekleyişinde olan bu pek nazik, pek yumuşak renk parçalarına hem
de
ne kadar acının bilseniz ? Onlan mutlaka koparmak için yetiştiren
bahçıvanın maddi hırsı, onları takdim
eden ellerin bencil emeli, onlan bir an sonra düşür mek, atmak için kabul eden göğsün sahte gösterişi gözlerimin önüne gelir de yalnız maddiyane tezahüra ta kurban olan, o renkli
damlaları,
gözyaşlarımla
kurtarmak isterim. Fakat nihayet yirmi dakika son ra çöplüklere, şu
fujerlerden müteşekkil yeşil kefe
niyle atılacak olan yaseminlerin, işte şu gencin göğ sündeki yaseminlerin yükselme gururunu, başan sar hoşluğunu görür de bütün hissimle, bütün gönlümle onlardan nefret ederim. Acaba hakkım yok mu? - Yok mu? .. - Peki öyleyse geliniz meleğim, geliniz! Benimle beraber gurub zamanı
fezanın, arzın, ayın tenef
füsü, ağaçların garip akşam rüzgarı arasındaki buse sesleri, bu çiçeklerle çimenlerin sohbetleri işitilen bu sırada şu hayal vücudlann karanlığı içinde, serseri serseri gezelim ... nerilere kadar gidelim. Şu koyu, en gin semanın eteğine bakınız : Güneşin tavuskuşu gibi altın kanadı henüz toplanmamış, san tüyler, ince tül-
186
HARİSTAN VE ffÜLİSTAN
!er gibi küme küme dW'an bulutcuklann üstüne, kü çük küçük nW' dalgalan, nW' damlaları titreye titre ye konup kalkıyor : Güneşin lepiska ışığı şu ufak ça lılıkların arasına nasıl düzensiz, dağınık aksediyor. Elinizi veriniz, benimle bir iki adım atınız... Şu çalılı ğın arasında mor, sarı, beyaz iki üı;; nokta gözüküyor. . . değil m i ? İşte ben, bu kır menekşelerini seviyorum .. . o ka dar seviyorum ki huzurunuzda bile onlara olan sev gimi belirtmeğe bakınız kendimde cesaret görüyo rum. darılmayınız... Ben nerede böyle tek tük ma sum bir güzelliğe teklifsiz, sanatsız tabii bir güzelli ğe tesadüf etsem, dakikalarca boynum bükük onu kutsallaştırınm. Emin olunuz ki güneşler, rüzgarlar, şebnemler, yağmurlar şu al mineciğe, etrafında, üstüne titreyen, böğürtlen yapraklarının sohbetini incelemeğe geçme den, şu fundaların amansız dikenleriyle, kelebekler, anlar telaşla kanatlarını yaralamadan, bir bağlılık i mtihanına hedef olmadan, imkanı yok o mücerret hisse ulaşamazlar. Hele şu san çiğdemi görünüz ! Bu kadar güzelli ği, bu kadar tazeliğiyle beraber, kendi için kanatlan nı yırtmış olan kükürt renginde bir kelebeğin dö nüşünü ; nasıl dini bir teslimiyetle bekliyor, oh ! Bel ki şu iki ı;;iı;;eğin kanatları beraber solacak, yahut şu kelebeğin yaprakları birden düşecek! Koyu yeşil yapraklarına bürünmüş, kısa dallı �u kekik çiçeği , belki bahara yetişemiyen bir sevgili bülbülün türbedandır; mersiye okuyanıdır! O kadar saf, o kadar temiz, o kadar mahzun duruyor. Bana öyle geliyor ki bütün şu çayırların yeşil yaprakları bu küçük, bu hakir, bu hiç kır menekşe sinin gülümsemesine aldanarak .açılır; şebnemler o nun güneşle değiştirdiği gizli buselerini okşamak için, rüzgarlar, yolunun üstündeki çimenlere yüzlerini sür-
HARİSTAN VE GVL1STAN
101
i mek için esefler. Güneşler ayağının altı olmak ıçın doğar da o, yine alçak gönüllülüğünü terkedemez. Emin olunuz ; hiç bir merhametsiz el sebebsiz on ları dallarından ayırmak için uğraşmadan kolayca bu dikenlerin altına sokulamaz, bu kayaların üstüne tır manamaz. İşte bütün bunlar içindir ki bu temiz etek, bu zevkine düşkün, bu vefalı çiçekleri pek, pek çok se1 venm ... Belki şu sırada dudaklarınızı, tenezzül etmez bir şekilde bükerek bana kalbinizden sefil, yani... şfilr di yorsunuz... Zararı yok, bilirsiniz ki ben sizin her azar lamanızdan ayrı bir zevk duyarım! .. •
1 Mayıs 1313
İKİNCİ MEKTUP : R E N K LE R
AMRAN inatçı ısrarım üzerine bir gün yine o K paketin arasından çıkardığı buruşmuş, örselen miş bir kağıda yazılmış ve bir çok yerleri çizilmiş, bo zulmuş, şu ikinci mektubu, lakaplarına ard arda uzun bir ah çekerek okumağa başladı : ..
"Tahminim ne kadar doğruymuş.. Korkunç dü şüncelerimi anlayınca hislerimden - azıcık olsun nefret ettiniz. Cür'etimden - bir parça olsun - ürk tünüz değil mi? ... Bunu siz söylemiyorsunuz ama, ev velki gün sizi gördüğüm zaman halime acır gibi güle rek, mektubumun Şeydayı Amiri masalları, Bin Bir Gece Efsaneleri tarzında, sizi eğlendirdiğini söyledi ğiniz zaman ben hepsini keşfettim. O kendi iddiala rıma sanki bir ceza tertip eyliyorsumız da size gel dikçe, o dağ çiçeklerinden, her zaman bir demet tak dim etmemi emrediyorsunuz. Salonunuzun dü�eninin ahengini bozmak için benim perişan vücudum kafi gelmiyor mu ki o gönlüme benzeyen kimsesiz, sönük, çirkin ve hatta vahşi çiçeklerimi de davet ediyorsunuz.
BABISTAN
VE
Gtl'LİSTAN
109
Benim gözyaşlarımdan kimsesiz, çaresiz olan o ter biye kabul etmez,
o terkedilmiş çöl adamlarını,
me
liklere yaraşır evinize kabule tenezzül ettikten sonra, ben bu dağların, bayırların, derelerin, tepelerin, bü yük çöllerin
saçlarını yolar, koparır, geçeceğiniz yol
lara serperim. Şimdi de hangi renkleri sevdiğimi soruyorsunuz. Niçin bana bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz? Bakı nız ne düşünüyorum; benimle neden bu kadar alay ediyorsunuz ? diyecektim. ğimi, söyleyeceğimi
Huzurunuz bana
söyledi
unutturduğu gibi, hayaliniz de
düşüneceğimi şaşırtıyor ! Bir gün bana demediniz mi ki :
"Kadınlar bir
müsaadeyi kötüye kullananlan bazen mazur gördük leri halde, o müsaadeden istifade edemeyenleri
hiç_
bir vakit affedemezler." İşte ben de bu cür'etle
size
gönlümü göstereceğim. Soluk çehreme, gözyaşı bulaşmış talihime bakar sanız hangi renkleri tercih ettiğimi keşfedersiniz. Bir gece, bilir misiniz? Anneniz misafirler ile ya nımızdaki odada bezik oynayan babanızın yanına git mişti de biz diz dize, baş başa, kalb kalbe kalmıştık. Şarkı mecmualarını karıştınyorduk. Ellerim, gibi, kalbim
dilim
gibi titreme ve çarpıntıdan bitkindi.
Hafifçe gezen bakışın şiir mecmualannın lan
satır alın,
üstünden sür'atle ilerliyor... ben beyazla
yaseminle gülün evlenmesinden dolayı, bir renkli ı şık ile parlayan çehrenizin, şiir ile musikinin kaynaş masından teşekkül etmiş sesinizin neş'e dolu hayaline ruh bağışladığından o eski şiirlerin ne demek istedi ğinden haberdar değildim ... Bilmem bu gece siz pek "bir şiir'' idiniz ! Elleriniz çıplak, saçlannız
çıplak,
gerdanınız çıplak, gönlünüz çıplakdı. Bu mavi, sıcak gecede , yerle göğün, o sonsuz sessizliği altında, nız beyaz dişli köpüklerin mavi dudaklarıyla
yal deniz
kıyısının -.sulca öpüştükleri duyuluyordu. Perdelerin
119
HARİSTAN VE GlJLİSTAN
arasından hafif bir meltem, odaya girerek, lambanın kırmızı ışığı altından taşan ışınları titrettikten sonra, alnınıza dökülen saçlarınızı öptü, çekildi gitti. Artık gönlüm sizi rahatsız etmemek için çarpmıyordu; ar tık ay hareketini, deniz cereyanını -sanki size bak mak için- tatil etmişti. Gecenin rutfıbetiyle bir kat daha tazelenen güllerin, yaseminlerin, hanımellerinin latif, hafif, ten okşayıcı kokusu salonun içine yayıl mıştı. Bol, perişan toplanmış, koyu kumral saçları nızın arasından saçılan bir kaç yumuşak kılı, parmak larınıza sarıp çözmekle meşgul oluyordunuz. Bu sı rada gönlümden, gözümden kopan bir buseyi -gizlice kalbinize kondurduğumu hissettiğinizi bir kaçamak bakışınızla ihtar ettiniz. Oh ! .. Ben bu dakikaları hiç unutamam! Bu anda bahçedeki güller mehtaba, ay o beyaz bulutlara, gökyüzü o parlak yıldızlara nasıl bürünmüş ise, siz de o saflıkla, o güzellikle kucağı ma bürünseniz de uçsak gitsek... gitsek... gitsek... ge cenin ücra bir sahilinde bir buluta konsak diye düşü nürken, sizin "kadın, sevmek ve sevilmeğe vekildir; sevmeyen, kendisini sevdirmeyen, kadın değildir" de diğinizden istifade ederek sizi sevdiğimi, pek sevdiği mi birdenbire gösterince, bilmem neden bana dargın oldunuz ; üstü işlemeli mini mini saatinize baktınız. Hfil ve tavrınızla "haydi git, senden sıkıldım" de mek istediniz. Rahatsız ettiğimi, canım yanarak an ladım. Derhal kalktım. Kısacası size veda ettim. "Du runuz, annemi çağırayım, belki size bir şey söylemek
ister" dediniz. Çehremin ne renge girdiğini de gördü nüz.. Cereyan eder gibi hızla odadan
çıktınız.
ki... bu gece sizinle mahşer sabahına kadar bulunmak istiyordum ! ..
Ben
beraber
Sandala atladım. Sandalcı beni istenilen yere çı karacağı zaman : "Hayır, beni daha ötelere götür!" dedim. O dakika şu maviliğin mezarım olmasını is temiştim.
111
HARİSTAN VE GVtiSTAN
Bir kaç gün sonra tesadüfen sizi gördüğüm za man birbirimizin yüzüne bakamıyor, söyleyecek
la
kırdı bulamıyorduk. Bugünün lezzetli hatırasını unu tamıyacağım. Bir hiç için ikimiz de, uzun müddet, nasıl tatlı tatlı ağladık .. Ben söyledikçe siz ağlıyor dunuz, siz söyledikçe ben ağlıyordum. İncecik, ufak mendilinizi gözlerinizden çektiğiniz zaman gözlerini zin etrafında, yanaklarınızda,
şakaklarınıza
doğru
mini mini penbe haleler hasıl oluyordu . . . Söyleyiniz ; o gün mesut değil miydik ? . . Böyle sizinle beraber ağlamayı n e kadar seviyo rum. Bana daima sitem ediniz, beni daima perişan e
diniz, beni daima kahrediniz... Beni sevmeyiniz, fa kat bana acıyınız ... Hayır, bana acımayınız, fakat beni seviniz ; hülasa, ne isterseniz yapınız da ben daima ü züntülü olayım. Bir çok zaman takatsiz, hasta düşe yim ... Böylece son nefesimde, çehrem en sevdiğim bir renge girmiş, sararmış olsa.. siz de yine başka hisle sevdiğim renkte giymiş, siyahlar giymiş
bir olsa
nız .. Beni ziyarete, beni teselliye, bana vedaya gelse
niz de.. dudaklarımla, gözlerimle size ağlaya ağlaya teşekkür etseydim ... o zaman o iki renk : San ile siyah, ne güzel uyardı ! ..
30 Mayıs 1313
ÜÇÜNCÜ MEKTUP :
SA Ç LA R V AMRAN bir diğer mektubunu da okumaya baş � Iadı : "Çiçeklere dair kendi fikrimin alayınıza, renkler hakkındaki düşüncelerimin, gücenmenize sebep oldu ğunu, kız arkadaşlarınızdan işittiğim halde, siz hisle rinizi gizlediniz. Fakat niçin gizlediniz? Ben sarıyı se viyorsam, onu size yakıştığı için seviyorum ; siyaha meftunsam ben.
(İşte
buraya gelince bir nokta
kor
ve geçerim ! ) Benim gibi somurtkan fikir sahibi bir
vahşiden
düşüncesini öğrenmekten vazgeçeceğinize söz vermiş tiniz. Geçen akşam sözünüzde durmıyarak -oh ! kadın ların bu bilmemezlikten gelmeleri !-
kız arkadaşınızın
saçlar hakkındaki düşüncesine siz de katılmalıydınız. Güzellik perisinin ihtişamlı tacını tarif için söy lenecek şiirleri, muhabbet meleğinin
kanatlarından
bir tüy koparıp, onu kehkeşanlara batırarak, gül yap raklarına yazmalı, sonra kelebek kanatlarının yumu !)ak tozlarıyla kurutmalıdır ki uygun olsun ! Lakin ben ...
mevzuun güzelliğine
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
.
1 13
Onbeş sene evvel idi. Mazinin hayal ve efsarie o devresine girmiş bir bahar akşamında bahçe mizin çapraşık bir köşesindeki münzevi, ihtiyar bir ıhlamur ağacının gölgesi altında, ağır bir rüzgara bağlı olarak, düşüne düşüne sallanan bir salıncağın kucağına atıldım ... Evet, muhatabınız o zaman henüz senelerin ağır yüküyle yorulmamış, rüzgarın harap edici tesiri onun gönlünü soldurmamış, emellerini kır mamış idi. lan
Bağımızın kenarındaki çitin çalılarını çıtırdat madan - bir gölge gibi - "onların" bana doğm geldik lerini gördüm, unutmadan söyleyim : Burası bir bu ltışma yeriydi. Her akşam buraya geldiğimizi, geç ge lene haber vermek için, salıncakta sallanırken, onlar saçları, ben kırmızı fesimle işaret çekerdik. Sonra Huceste ile Berceste, fındık dallarının ara sından ince ince soluyarak geçip, benimle, bu ıhlamu run altında bir haydut çetesi gibi gizlice birleşirdik. Boyumuzun yetişeceği dalların yemişlerine ait, eli mizden ne kadar ziyan gelirse, yapmakta tereddüt et mezdik. Ben henüz on yaşında vardım. Huceste ben den altı ay büyüktü. Berceste'den ben bir bahar faz.. la görmüştüm. Size böyle çocuk masalları anlatacağımdan ca sıkılmağa başlıyor değil mi?... Fakat tabii değil rnidir ki sizi vesveseye düşürmeden uzun uzadıya his leri sunmaya teşebbüsüm, böyle bitmiş bir maziye hakmakla mümkün olacak... Hem bırakınız beni, mü saade ediniz bana; benim için unutulan mavi hayfil tüyleriyle kat kat örtülmüş hislerimin gizli kalmış saf halarından... gücenmiş, sönmüş mazimden size bah sedeyim ki onlar da belki nazikane ömrünüze ait eğ lenceler bulabilirsiniz. nınız
Jlarlstan Ve Gülistan
-
F
:
1
IH
HARİSTAN VE GVLlSTAN Lakin bunun için engin bir sahil isterim; akşam
zamanı isterim; ben o sahilde, o mavi tüllerin katmer Jerini birer birer açtıkça güneş de hatıralarımla aynı zamanda kaybolsun... Bu katmerlerin arasından g� ıi.inecek · bedbaht yaşlardan, ümitsiz
heyecanlardan,
nasipsiz mektuplaşmalardan, hazin ve inleyen yadi girlardan, anlaşılmamış emellerden,
anlatılamamu�
aşklardan ... Ah, anlaşılamamazlıklardan bahsede ede ben takatsız kalınca kainat da benimle beraber sus
muş; kainat da hatıralarımla beraber gizlilik perdesine bürünmüş bulunsun... Ama eğlenmek isterseniz şeyler olsun... Yoksa ..
bu
.
Bakınız demin ne demiştim, şimdi neler yazdım ? Evet, anlatılacak şeyler şimdi hikaye etmek istedik lerim kadar iptidaidir; daima esiriyata bürünmüş, bi rer
hayfil olmak tesellisiyle
doğmuş,
maddiyatla
temas ve kaynaşmadan yalnız gamlı izler bırakarak göçmüş, bir takım aşk tarzında hülyalar, hülya nev'in den aşklardır. Sizi bu hiçler eğlendirebilir mi? Eğlen dirirse, bu defa başıma doladığınız o saçlar hakkında
ki mütalaalarda şu hayatın gizli safhalarından bir iki yapraktır; onlan bu surette okumanızı rica edeceğim. Evet annelerimiz benim Berceste'den bir bahar fazla gördüğümü söylüyorlar. Zannederim ki bunlar
iki biraderzade idiler. Birbirine benzeyen çehrelerini, Huceste'nin siyah, Berceste'nin sarı saçları ne
kadar
değiştirmişti. Siyah saçların, siyah gölgeli, kıvnk kir piklerin arasında endişeler arayan, göz yaşlan bekle yen yeşil gözlere karşı ben pek hürmetkar idim ; fakat onun o koyuluklarıyla bir tezat gösteren,
diğerinin
maviliklerinden, lepiskalıklarından, beyazlıklarından, hoppalıklanndan hoşlanırdım. Bunların biri beni da ima hırpalar, diğeri her zaman himaye ederdi. .. Renk ve ahenk yaratan Allah san saçlara doğuş
tan renkli bir ışık, siyah saçlara batıştan güzel bir ko ku karıştırmış ; birine heves neş'esinden bir taç, öbü-
HARİSTAN VE Gt!LlSTAN
115
rüne sevda endişesinden bir hale emanet etmiş de bu kadar manalı bir incelik vücuda gelmiş ... O gün yine küçücük kız arkadaşlarımın fındık açaçlannın yumuşak yassı yapraklarım itip ellerin yabani deki, eteklerindeki papatyalar, gelincikler, güllerle bana doğru koştuklarını gördüm. Dadılarının yardımıyla, o çiçekleri salıncağınuzın iplerine bağla dık, onlardan başlarına taçlar, bellerine kemerler yap tık. Bu peri süsleri uğrunda bütün Çamlıca tepeleri nin, Bağlarbaşı'nın saçlarını yolmağa kendimizde ka biliyet hissediyorduk... Hendeklerin kenarlarından, çitlerin aralarından, ağaçların diplerinden o kadar çi çek topladık ve bunları toplamak için o kadar yorul duk da -dinlenmek ihtiyacını çehrelerimizin kızıllığı ihtar ettiği halde- dadının engel olmasına rağmen ken dimizi yine salıncağa attık... . Kollarımla ikisini birden kucağıma almış, elleri min içinde ipi bir hırsla kavranuştım. Şimdi havala nıyorduk, şimdi uçuyorduk. Ihlamurun sık dallan ara sında uçuyorduk. Kayar gibi uçuyor, uçar gibi kayı yorduk. Havayı gelişi güzel yararak, mini mini key fimizden, bizim havamızdan neş'elenip, saadetimizi, el çırparak alkışlamak için titreşen ıhlamurun solgun, ince yapraklarına yığın yığın öpücükler, öpücük a henginde kahkahalar kondurarak uçuyorduk... Ku cağımızdaki , etrafımızdaki çiçekler bu saçlara, saçlar çiçeklere bir şeyler fısıldayarak saçılıyor, dökülüyor du: gül saçarak ve kakül dağıtarak uçuyorduk... Ha valanırken yüreğimizi şişiren yükseklere yönelme is teği, aşağıya kayarken, sinirlerimizi gıcıklayarak, ba yıltıcı, ani bir sarhoşluğa yerini bırakıyordu. Çınla yan kahkahalarımız, kızarmağa başlayan ayın ışıklan arasında, etrafı çınlata çınlata uzaktan uzağa çığlıklar hasıl ediyordu. Artık sarhoş olmuştuk; uçuyorduk... Şimdi benim fesim püskülünden bir dala asılı kalnuş, onların gür saçlarını tutanuyan kordeleler uçmuş git-
116
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
mişti. Artık ipek saçlar yüzümü gözümü bürümüş, çehremi öpe, okşaya, omuzlanma sarılmış uçuyorduk. Daima uçuyorduk. Daima uçuyorduk... Kanatlarımız rüzgardı!. Başımın üstünde bu bahar beşiğine kanat açan beyaz buluta, koşan aya, şeffaf bir karaltı altında du ran uzaklara, bu saçların arasından bakıyordum. Bu anda hissetmek nedir? .. Düşünmek nedir?.. bilsey dim, kimbilir ne güzellikler hissedecek veya, ne çirkin şeyler düşünecektim... Yemeğe davet için arayan dadılarımız bizi böyle tıavada bulmuşlardı... Üçümüz de sendeleye sendeleye ayrıldık. *
*
*
Ertesi gün, ben yatılı okula kaydolundum. Bu hatıranın üzerinden on beş sene geçmişti ki arasıra bana çocukluğumu ihtar etmeyi en mühim bahse de ğer addeden dadım, okul elbisesini birinci defa giy mek için terketmiş olduğum küçük ceketi bana gös tercliği zaman, geçmiş çocukluğumun en güzel demine ait bir define keşfettim: Ceketin ön düğmelerinden bi rinin arasında bana doğru boynu bükülmüş bir tel saç titriyordu. Ceketi kavradım, sağ tarafındaki düğme ye sanlan, üç dört tel sarı saçı çözdüm. Mazide yaşa mak imkanım tasarlayan bir biçareye yakışır, delice bir atılma ile diğer tarafın düğmelerini aradım. "Bul dum!" diye bağırmışım. Yüreğim çarpıyor, gözlerim geçen ömrün siyah örtülerini tarümar ederek, ka ranlık uzakların en münzevi köşelerine asıl şekliyle, geçen hayatıyla kavuşuyordu; fakat bütün bunları en gizli sitemlerine, en tiz kahkahalarına, en tatlı çarpın tılarına kadar birden kucaklamak, öpmek için, göz lerimi yumup kucağımı açtığım zaman kollarımın arasında... boşluktan gayri bir şey bulamıyorum. Ar tık boş yere göğsümü dövüyordum...
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
117
O iki yadigarı bir mahfazaya koyarak sakladım ki şimdi şu satırları yazarken, işte yine gözümün
ö
nünde duruyorlar... *
*
*
Şimdi pek merak ettiğiniz ciheti sükfıt ile geçti-
ğim
için vesveselerinizi doğrulamış olacağım. Sonra
yine huzurunuza geldiğim zaman, belbağıruzın uçları nı parmağınıza sarıp çözerek, ayağınızı sık sık yere vurarak, dudaklanruzı ısırarak - bu sihirli vaziyeti niz daima gözümün önüne gelir - bana :
Lakin hepsi
ni söylemediniz ki... diyeceksiniz. Hepsini söyliyece ğım. Hatta geçen gün yazıhanemin içinde gözünüze ilişen küçük zarfın içindekilerini de gizlemiyeceğim. Zaten güçlük birinci adımı atmaktadır;
hayatımda
sizden gizli bir nokta kalmasın, öyle istediniz, öyle ol swı !
..•
Zarfın içindeki , yaradılışın tabü ahengiyle
uy
gwıluğu mümkün olmayan, güzel mi, çirkin mi oldu ğunda bakanı tereddütler içinde bırakan gizli bir ta biatın hatasını andıran, kırmızı saçlar...
mitolojinin
"diyan" dediği av ilahının banndığı Korent ormanla rı civarında yetişmiş, yine o civardan geçen şimendi
ferin . bir vagonwıda tesadüf olunmuş bir kızındır... Bunlar, çehresinde yine o rengi okşar hafif, uçuk çil leriyle o derece garip, gizli bir güzellik uyuşması, da ha doğrusu güzellik meydana getirmiş ki beni her tah minin üstünde meşgul etmeğe sebep oldu. Hem tanı dıklarımdan birinin kızı olduğundan, kolaylıkla ken disine takdim edildim. Evlerine kabul olwımağa
ve
yakınlık kazanmağa başladıktan sonra konuşmalarım sık sık saçlarının o sevimsiz renklerine ait olurdu. Bir gün civardaki çamlıkların arasında geziyor dum. Uzakta bir tepenin üstünde ateşli bir kümbetçik, kırmızı bir şemsiye gördüm. Çamlığın yeşillikleri ara sında, yalnız başına, iri bir gelinciğe benziyordu. Me raklı bir sevinçle yaklaştım. O idi. Yanındaki kız ar-
118
HARİSTAN VE GtJLlSTAN
kadaşıyla beni görünce hayretle karışık bir sevinç çığ lığı fırlattılar. "Vaadinizi burada tekrar istemeğe geldim .. " de yivermişim. İstirhamımda, uysallık gösterecek dere cede, israr ettim ; benim için saçlarından bir ince deste feda etti. Ben ona, şarkın bir çok şiirlerini tercüme ederek hatıra defterine yazardım. O garip, şairane fikirlerimizden, yanıklıklarımızdan, kirpiklerden, ya ralı göğüslerden, saçının teline bağlı kalan gönüller den bahs ede ede kendisini bunlara alıştırmıştım ... Kestiği saçları bir ince örgü yaptı, saatimin ucunda sallanan, kırmızı minadan ufak bir yüreği çekti; "Si zin, ismini unuttuğum, o eski şairinizin gönüle asılan lilaçı adına!..." diyerek yürekciği saçlarının ucuna tak
tı, bana verdi. Oh! Ben bu kırmızı saçları pek seviyordum. La kin ben, sarı saçları da sevmiyor muydum ? ... Siyah saçları da sevmiyor muydum? ... Evet... Fakat bunların hepsinden ziyade sevdi ğim, ateşli bir sevda ile tutkunu olduğum şeyi bilecek misiniz ? ... Bakışlarımın ışığı arasında yolunu şaşı rıp kaybolduğu, düşüncelerim, hislerim içinde gizle necek bir yer bulduğu, hayali çözmek için uğraştıkça içinden çıkamadığım kıvrık saçları hepsine tercih et tiği.mi anlayacak mısınız?... Ne zaman bir özlem hissiyle köşenize süs olsam, kollarım bağlanmış, bakışım bir noktaya saplanmış düşünsem, gözlerimin önünde siyah, kırmızı, sarı saç tellerinden akın akın dalgalar, kıvrım kıvrım kasırga lar meydana gelir; bunlar dönerek, bükülerek, dalga lanarak etrafımı alırlar, boynuma sarılırlar, gözlerimi öperler, alnımı okşarlar, beni boğmak ister gibi kıvrı lırken birden yükselerek, sonra yine sarılarak bana ebem kuşağı şeklinde beğenilen şeyler, maneviyata a it güzellikler, aşka dair nükteler, I'Uha ait öpüşmeler bağışlarlar. Ben bu dalgalanmalar arasından kalbler
119
HARİSTAN VE GtJLtSTAN
rürüm ki ağlar, boyunlar görürüm ki bükülür, emel ler görürüm ki sararır... Oh ! ... Ne diyordum? O kıvrık saçların içine, kim senin sezemiyeceği bir tarzda, gönlümü gizlemek, ba nndırmak istersem önler misiniz? .. Ben gönlü bağlayacak öyle kıvrılmış saçlar isti yorum ki esir olunca bir daha tuzağından kurtulamı yayım... Öyle bağlanayım! .. Bağlanıp çırpındıkça e sirlik düğümüm şiddetlensin... Öyle tarümar olayım!.. Şu tutkunluğumu, tecrübeniz olan perişan halime bağlarsınız, beni belki mazur görür ve Fuzıili'ler, Ne dirn'ler ile aynı yolda ve aynı sevdada bulursunuz ...
18
Eylül
1315
BiR M ENEKŞENiN SERGOZEŞTI 1R zamanlar Kafkasya kasabalarının birinde bu-
B lunuyordwn. Mevsim bahar :
Yabani
güllerden,
beyaz, mor menekşelerden örülmüş güzel kokulu
bir
çehreye bürünmüş pembe tenli, mazi gözlü bir ba har... İnsanı mesteden, bayıltan, zorla §.şık, mecburen şfilr eden bir bahar... Hayattaki saadetin -bu gariptir vücı1duna ihtimal verdiren bir bahar! ... Memleketimizin kırlarındaki
minalara ,papatya -
Jara, gelinciklere karşılık burada san benizli fulya lar... beyaz mor menekşeler. . . şirin kokulu, mini mini dağ çiçekleriyle onların beyaz çiçekleri ilkbaharın sü sü; hele bunlardan avuç avuç çilek toplamak... etek etek menekşe devşirmek bu mevsimde köyün tazele riyle, gençlerinin yeğane meşguliyetiydi. Kucakları şiire benzer çiçeklerle renk ve
koku
dolu ... köylü kızların birbirleriyle oynaşa oynaşa dö nüşlerini ekseri akşamlar penceremden seyreder,
eğ
lenirdim. Kasabanın etrafı bütün yeşillik, tamamen
en
gin bir koruluktu. Bu koruya girmek, dolaşmak. .. ulu gürgenlerin, kavakların bellerini -sarmaşıklarla ipeklerinin
arasından - kucaklamış
misk kokularını koklamak
gül
harumellerinin
insanı mutlaka düşünme-
BARİSTAN VE GVL1STAN
121
ğe mecbur ederdi. Ben bu ormanın rutiıbetli, durgun havasına, mavimtrak gölgesine Sşık gibiydim. Yeğane mesirem burası , yeğane eğlencem buranın o şuh, o neşeli çayır kuşları, serçeleri, o serseri kırlangıçları, çapkın bülbülleriydi... Aman !
Şu koca
ağaçlar
ne
hissiz, ne ağırbaşlı şeylerdi ki o canlı nağmelerin, ka natlı neşelerin, dalına mesteden kokuların,
şiiriyet
ahenginden yapraklarını bile kımıldatarnazlardı !. Bu ormanın ortasında gizli bir gölün sahilinde, yerli halkın seçerek park adını verdikleri ağaçlığın bir köşesinde bir katlı,yeşil boyalı, çamlarla, mand yalarla etrafı çevrilmiş bir kfu!k vardı. Bu kasabada bulunduğum müddet, haftada iki üç defa - "Gasbodin Borçkaya" adında bir gürcü asilzadesinin malı olan bu köşke gider ; orada ayrılık acılarını, hayatın acıla rını unutmağa çalışırdım. Bu aile, ihtiyar bir baba ile kansından, dokuz on yaşında san saçlı, mavi gözlü bir periye, nazlı bir periye benzeyen Lulla ismindeki kızından ibaretti. Lulla!. Bu mini mini kız
kelebek
ruhlu bir çiçeğe benzer ki kokusu, sevinciydi. Ziyaretlerim esnasında - annesinin
ısrarıyla -
Matmezel Borçkaya'ya fransızca bazı şiirler, bilhassa Lafonten'in hikayelerini ezberletirdim. Ders arasın da bu kızcağızın çetrefil bir fransızca ile ifade ettiği çocukça tuhaflıkları, keyifli keyifli gevezelikleri, bil mernezlikleri bizi saatlerce meşgul ederdi. Hele kendi sine ağustos böceği ile karıncanın hikayesini ezberlet tiğim sırada: "Ben ağustos böceği gibi olmak isterim. Her zaman şarkı söylemek, aman ne iyi !.: Puf! ... Ne zaketsiz bencil kannca, alık hayvan ! . . . Artık karınca
lan hiç sevmiyeceğim !" diye bağırdı. O günden sonra bahçede ne kadar karınca gördüyse : ''Niçin
ağustos
böceğine yardım etmedin, ha, pis?" diyerek - annesi nin muhalefetine rağmen - ezmeğe başladı. O sırada, bütün karıncaların dava.vekili sıfatını takınan baba.c;.ı nın, beyaz saçlarından bir örnek bile kalmayan çıplak
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
122
başını, eski eserleri araştırmak için çukurlar kazar gi bi kaşıyarak ve boğuk sesine biraz açıklık vermek i çin kısa kısa öksürerek, özenerek, bezenerek söyledi ği o canım ahlak derslerinin şeytan kızda sinirli kah Ben
kahalara sebep oluşu hakikaten ne gülünç idi. kendisine gülerek ağustosböceği
demek olan "Mat
mazel Esterkaza" ismini verdikçe o da bana hiddetle "cimri karınca" derdi... İstanbul'dan dün aldığım
mektubun
beynimi,
gönlümü yakan ızdırap veren anlamıyla, ateşli
bir
humma içinde, bitkin uyandım ; kalktım ; dışarı
çık
m ağa hazırlandım. Güneş henüz doğuyordu... Bu mektup! .. bana onun başkasıyla evleneceğini haber · veriyordu. Mademki
sonunda beni böyle
öldürecek, ezecek
geçecektin ne mecburiyetin vardı da bana ümitler ver din, vaadlerde bulundun ... Beni aldattın ! Viriıne şemde ızdıraplarım, hayallerimle yaşıyordum.
kö
Aşkın
yapmacık yıldırımlar gibi gözümü kamaşbnr kam� tırmaz. işte, seni kaybediyorum ! Hani, ya? ... hayalinin sembolü, her şeyin, her bir şeyin bendim?. başkasının olmıyacaktın?.
Benden
O vaatler ne içinde? Ben
sana ne yaptım ki beni emellerimden, beni istikba limden ayırdın? Ah kadınlar, siz ne anlaşılmaz şeyler• • 1 sınız ..
Bir kör, ışıktan ne kadar anlarsa, biz de sizi
o
kadar biliriz... Ne Rafaellerin fırçası, ne Homer'lerin hayali, ne Aristo'lann aklı, ne Rüstem'lerin kuvveti, ne Fidyas'lann yontulmm� demir kalemi
kalbinizin
sırlarını hakkıyla inceleyebilmiştir. Böyle söyleyerek koruya doğru yürüyordum. Yer çiğden, gök sisten beyaz tüllere bürünmüş... tomur cuklarla, yaprakcıklannın üstlerine bir yeşil duman cökmüş gibi duran bahçe çitlerinin kenarlarındaki ba dem, erikağaçlannın döne döne düşen
çiçeklerinden
HARİSTAN VE GtJLlSTAN
123
siyah toprağın üstü kar gibi beyaz lekelerle örtülmüş tü... Seher vaktine m ahsus, gittikçe artan ince berrak bir uğultuyu, uzaktan uzağa işitilen
horozların
sesleri, kanatlarını çırparak koşan kazlann
tiz
telaşlı
yüksek sesleri, köpeklerin derin derin hav havı bozu yor... Ormanın bir kıyısındaki bıçkı fabrikasının
ma
kinesinden çıkan çirkin bir ses yavaş yavaş yükseli yor. . . gecelik kıyafetiyle bir takım genç, ihtiyar kadın lar sokağa bakan pencerelerin perdelerini açıp uyku lu gözlerini ağır ağır oğuşturarak yanaklanm, du daklarını serin serin okşayan tertemiz seher rüzganm öpmek, içmek, için başlarını dışarı çıkıyorlar; dudak lannı uzatıyorlardı... Her taraftan havaya
yayılan
sahraya ait mayıs kokusu, taze biçilen otların koku suyla kanşarak insana hücra bir köy, münzevi bir çiftlik halini hatırlatıyor. Ara sıra çayır kuşlannın, seI'Çelerin ıslak yapraklar arasında cıvıltıları, güver cinlerin kanatlannın sesi işitiliyor. Adımlannı yavaş ça ağır ağır atarak çayırlığa giden fincan gözlü inek lerin boğuk, çok uzun süren iniltileri kalbe ağır bir sıkıntı veriyor... benden biraz ileride bir oduncu kırık baltasını koltuğuna kıstırmış, alışkan bir tembellikle ormana doğru gidiyor... ağaç dallannın arasından ça murlu gibi, uzaktan kirli
görünen gölün
ortasında
bir kayık hareketsiz bir halde gözüküyor... başımın ucunda iki beyaz kelebek havada rüzgara tutulmuş i
ki kuru yaprak gibi oynaşıyor... parlak çehreli, gi:ızel yüzlü Leyla da uzun sarı saçlan dökük, yumuşak ya tağından soyunarak, gökyüzünün masmavi
bahçele
rinin bir köşesinde çınl çıplak yürümeğe başlıyordu. . . Koruya girdim. Ormanın koyu yeşil yeri üstün de uzaktan, kımıldamayan iki beyaz leke gibi
görü
nen, iki kişi yürüyorlardı... Kızıyla Mösyö Borçkaya imiş! Küçük Lulla beyaz kostümüyle başına koca man ince bir hasır şapka giymiş ; sol koluna kamıştan yapılmış bir küçük sepet geçirmiş; babasının koltu-
12-1
HARlSTAN VE GtlIJ:STAN
ğuna adeta asılmış gibi dayanmıştı. rına giderek selamladım ...
Hemen
yanla
İsterdim ki ızdırabımın sebebini bu küçücük be beğe bile açıklayayım da ondan öğüt isteyeyim. Konuşa konuşa parkın ortasındaki yola kadar geldik. Yoldan çok sür'atle bir yük arabası geçiyor du. Lulla bir anda babasının kolundan sıyrıldı; kor kW'ıç . bir çığlık kopararak kendisini arabanın önüne atb. Bense tehlikenin önem derecesini takdirle hemen ürkmüş olan hayvanların üzerine giderek, gemlerini ele geçirdim. Şaşıran arabacının yardımıyla arabayı durdurduk. Lulla bu sırada yolun kenanndan bir şey alarak ve benim tel§.şımdan, babasının feryadından tedbirsizliğinin derecesini anlıyarak benzi sararmış, el leri, dudaklan hemen kalbi gibi titremekte olduğu hfilde bile, yine bir çocukluk kayıtsızlığıyla lepiska kirpiklerinin arasından mavi gözleriyle gülerek : - Yazık değil mi? Araba şunu ezecekti de, acı dım da... diye canına kıyacak bir fedakarlıkla yer den aldığı şeyi bana gösterdi : Bir menekşe! ... Şaştım. Yalnız "kadın kısmında" görülebilen bu saf cesaret beni şaşırtb. İncelemelerimin neticesinde asıl yargılarım temelinden sarsıldı. Kadın ruhunun sırları hakkında bir zamanlar gençliğin ilk yıllarında ateşli hummayla meydana gelen sevgiler, aynıyla me lek gibi bir şefkat tarzında tekrar gelişti... Artık ka dınlarla tekrar banşmıştım; onlan tekrar sevmiştim. Babasının azarlamalan Lulla'nın kulağına gir miyordu. O yaramaz peri, sıkıntı veren rüzgarın, bir kısmını beyaz boynuna doladığı buruk san saçlannı arkasına fırlattı. Kurtardığı menekşesini göğsünün katmerleri arasına bir ufak iğne ile iliştirdi. Biçare ben, zavallı ben, gafil ben!... işime pek gelen boş felsefemin dalgalı derinliğine sevinçli olarak şaşkın ve güvenle dalmış olduğum halde kendi kendi-
HARİSTAN VE GVLİSTAN
125
me : - Evet, evet doğru, pek doğru; benim yargıla çok doğru! ... diye düşünmekte idim. Bir de Lulla birdenbire ince renksiz dudakları ile mavi gözlerini açarak, yalnız aldatılanlarda görülen bir çehre ile : - Ay! ay! bu menekşe de hiç korkmuyormuş. Hay miskin!.. Bir şey zannettimdi!. demesiyle beraber hayatını tehlikeye atarak ko pardığı bu talihsiz çiçeği - inanız ki - parça parça ede rek yere attı; bu kadar intikam kafi değilmiş gibi, felaket çukuruna boynu bükük düşen menekşeciği de, iskarpinli ayağıyla hiddetle ezdi. İki dakika geçmemişti.. Babası tekrar sıkıntı ve rici o alışılmış nasihatlanna başlıyacağı sırada o, yakı mnea uçan bir san kelebeğin arkasına düşmüştü bile .. nın
23 Ağustos
1312
H O S N - 0
A Ş K.
- Abdullah Zühdü Bey'e -
.AHİLDEN, Kalender'e doğru ağır ağır yürüyor-
S duk. Gözlerimiz, Belgrat dağlarının yeşillikleri a
rasından gizli gizli süzülen, güneşin batışının etkisiyle yarı kapalı..
dudaklarımız,
Boğaziçi
akşamlarına
mahsus, yasemin kokularım andıran , fezayı iri par maklarıyla seve seve, okşaya okşaya, nemli dudak larıyla eme eme öpen hafif rüzgarın yumuşak koku sunu içmek için yarı açık... yürüyorduk. Mübin koluma girmiş, hiddetli konuşan bir ha tib gibi sağ elini havada titreterek,
gökyüzünde ya
vaş yavaş ilerleyen beyaz bulut yığınlarının, ve boğa zın mavi renkli sularının yorgun şıpırtıları üstünde, mavi haleleri ortasında gamlı gamlı titreyen ışık dam lalarının tembelliğine rağmen, şiddetle coşarak diyor du ki : Oh ! Güzellik... O açılmak için güneşe karşı
al
çak gönüllü olmayan kutsal güzellik... Mesela bir ah şap konağın ıslak, kuytu, karanlık bir köşesinde dü şünen bir tazenin, siyaha yakın gözlerinin en ışıklı ezgileri, karamsar hayallerinin zaman
güzel zaman
HARİSTAN VE GtJLlSTAN
127
tekrarlanmasından kaçarak bir Arap bacı gibi
her
emrine itaat eden, sevinç ve üzüntüsünde vefalı
bir
dost piyanosunun siyah kucağına
atılarak, o beyaz
parmaklan öpmek için şiddetli bir arzu ile açılan ka ra dudaklar arasında üzüntülü ve düşünceli
ellerini
acıklı bir halde gezdirerek : Söyle ey talih lutfu var bunu cevretmenin Genç iken gül'dürmedin; artık ne hükmün var senin!
şarkısını çalarken, gözlerinin sessiz,
sedasız,
sev
dasını açıklayan kelimeler gibi inci yaşlarla terennü münün... hep bu karanlıklardan, bu
gölgeliklerden
kaçmak isteyen, o karanlığın esi.resinin, bir
siyah
çarşaf arasında, bir siyah şemsiye altında, alışkanlığı nı kaybetmiş adımlarıyla uçmak ister gibi etrafına, çekinme ve korkuyla baka baka yürüyüşlerinin görü nüşü, tenha ve uzun gecelerde, yalnız genç hislere, sır lar'la dolu emanet edilmiş güzellik. . . Mavi gökyüzü i le daima aralannda kırılamaz, yıkılamaz bir tavan, bir engel olan kafese hapsedilmiş kuşlar gibi
daima
sokakta kupa arabanın, vapurda kamaranın, yolda şemsiyenin gölgesinde yaşamağa alışmış
bembayaz
ve ince güzellik... Sonra bu gölgeliklerin, karanlıkla rın arasında sakin ve sessiz yetişen o, bizim memleke timize mahsus güzelliklerin de bütün çılgınlıklarıyla, bütün hırçınlıklarıyla, bütün boş yere
cıvıltılanyla,
sebepsiz gözyaşları bir kül örtüsü altında erimiş, renk li hülyalarıyla, Avrupa, Amerika, kısaca bütün dünya nın taze bakireleri gibi hürriyeti seven birer kız ol duklarım düşünmek ... Mübin manalı bir soru için durakladıktan sonra kolumu sarstı. Ben bastonumun ucuna takılan - sa hilin sinesinden rıhtıma fırlamış - bir yosun parçasına cevap verir gibi : - Hülya, yine hülya, daima hülya : İşte şarkıda ki gençliğin mutluluğunun özeti, hayatının özeti !
IIARİSTAN VE GÜLİSTAN
128
dedim. Artık arkadaşımın komışma
şekli
be
ni tehdit edecek bir dereceye gelmişti : Safsataların, felsefelerin senin olsun; bugün yal nız beni dinle! diyordu. Gurbet köşesine çekilirken, güneşin Boğaziçinin titreyen yüzeyine baktığı son veda bakışından saçılan
ışık taneleri, dalgacıkların üstünden kaçmak ister gibi çırpınıyor; her iki sahildeki canlılık gürültüsü bir uy ku sessizliğine dönüşe dönüşe, dağların üstündeki yo
ğun gölge büyüdükçe denizin şıpırtısı artıyordu. - O siyah çarşaflı tazelerin hepsini birer yaratllış latifesi zannediyorum ... Onsekiz, yirmi baharın duy gulu gönüliere terk ettiği o görünemediğinden birik
miş, köpürmüş, taşmak isteyen aşk arzularının, linlik sedirinde, güzel gözlerinden kıvılcım,
ge
yumuşak
elektrik akımı halinde akması ... İşte bunu tatmak is terim ! ve ilave ediyordu : - Kanın hırçın olsun, vefasız olsun, ah fakat gü zel olsun! Ben onun eziyetleriyle yaralı ve üzgün iken ağlayışlarım kahkahalarına karışsıIL Bir seher
za
manı ansızın ben onu uzaklara, aşkın çok olduğu yer
lere kaçırayım; Ulu ağaçların altına götüreyim. O'na baharın albn renkli zambaklarından sedirler yapayını. Şafaklardan tüller çekip, yırtıp
getireyim.
Onlara
bürünsün. Hafif rüzgarın, uzak memleketlerin
ıs
sız ormanlarından öğrendiği gizli ve çıplak masalla rıyla uyusun. Berrak ırmakların mini mini dalgala rından akseden ilk zamanların masal perilerinin vi5melerine ait levha levha rüyalar göre göre
se uyu
sun. Uyanınca korlanuş ve şaşırmış olan beni çıldır mış görsün ... - Hülya, dalına hülya ! Bana önem vermiyerek, kendi kendisine gibi :
söyler
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
129
- Ancak pek , pek güzel bir kadın söyleyebilir; pek güzel... Fakat pek güzel bir kadın! Amma anlıyor musun : Bir peri, bir melek kadar... Bir melek, bir ilahe kadar güzel. Ah anlatabiliyor muyum, bilmem? - Anlıyorum, hem lüzumundan fazla anlıyorum; hülya, yine hülya, dalına hülya! ... Şairler gibi hissedilmezse şürin, ve evliyalar gibi düşünülmezse tasavvufun sırlarından ve tesirinden sakınılmalıdır. ArkadaşımMübin şair olmaktan ziya de bir şiir olmağa uygun, havai bir yaradılış inceliği ne tutulmuş bir genç idi. Ayrılacağımız sırada o hiç durmadan : - Evleneceğim. Güzel, pek güzel bir karım ola cak... diyordu. *
*
*
Yirmi gün sonra Mübin ile aramıza koca bir Ak deniz girmişti. Kendisine yazdığım mektubuma ver diği cevap şöyle başlıyordu : "İki ay sonra sen Akdeniz'in dalgalı bir sahilin de yalnızlığını düşünürken ben bir çift siyah gözün hu zurunda güzelliği takdis ile meşgul bulunacağım... Talihsiz çocuk! Ben güzellik aşkına sana kasideler düzerken, sen esnersin. Şimdi de şunları okurken u yuklayacağına eminim. Hiç olma.z.qa sevimli rüyalar hatıra getirebilmek ümidiyle, mutluluğumdan seni hisse sahibi edeylın. Çok vakit geçmeden nikahımız yapılıyor.
Annem ,karımın pek güzel olduğunu söylemek le beraber, "içlın sevdi, kanım kaynadı ; bir oturuşu var ki..." tafsilatından ileri gitmiyor. Dadım, "evle necek gençlerin yanında kızlar o kadar övülemez; hem ayıptır, hem fenadır. Hep gördüğümüzü söyle sek sonra sen havalanır, ele avuca sığmazsın!" diyor.. " Haristan Ve Giillstan
-
F
:
9
HARİSTAN VE GlJLlSTAN
ISO
Diğer bir mektubunda Mübin daha istekli
daha
sayıklarcasına davranarak ihtida adını verdiği evlili ğe beni çağırmak için bir takım öğütlerde bulunduk
tan sonra : ince
"Düşün ! O yalnız senin için perişan olacak saçlan... pembe bir kelebek gibi avucunun içine
nan,
ko seni
sıcaklığınla eriyecek gibi yumuşak elleri...
memnun etmek için seçilecek renkleri, kumaşları, süs lenmeleri düşün ; hele ondan doğ�cak bir melek par çasını, "bir güzellik meyvesini" kollannın
arasında
gezdirmek, hoplatmak lezzetlerini düşün ... Bir
güzel
kadına malik olmak, oh dünyanın hazinelerine
sa
hip olmaktır. Bunu iyi bil !" diyordu. Doğunun renkli ve ateşli hayallerinin,
panltılı
bulutlara bürünmüş, yalancı bir fecir levhasını
andı
ran ölümlü, vefasız şiiriyetleri burada son buluyordu. Bu mektup son bir güzellik tahlili idi. O güzelliğe
a
şık bülbül gibi duygulu Mübin'in şakımaları kesildiği zaman :
"Bitti ; benim bülbülüm dut yedi, Mübin'im
evlendi" demiştim. Btindan sonra boşuna ondan evli
liği, mutluluğu hakkında tafsilat istiyordum. Bunun üzerinden geçen birbuçuk sene içinde Mü bin'den bir iki defa belirli vakitlerde aldığım mektup lar "şeref veren mübarek bayramın kutlu" olmasına dair idi. Benim mektuplarım ise bir suçluya sorulan
onu
konuşturma sorulan gibi cevapsız kalıyordu. İzinli olarak tstanbul' a dönmüştüm. En
istekli
ziyaretim Mübin'in ziyareti oldu. Arkadaşımın tertipliliğine nazaran son
eski
derece perişan gördüğüm
selamlık odasında onu şüpheli bir şekilde beklediğim sırada kapıdan içeri kucağında bir çirkin yavru
ile
girdi. Elsıkışmadan sonra çocuğu göstererek ve güle
rek dedim ki : - Güzellik meyvesi mi ? - Hayır aşk meyvesi ! cevabını verdi. Bana anlatılacak
garib bir macera-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
ısı
sının başlangıcı için kelimeler araştıran gözlerinden ben henüz açıklanmayan sırlan okurken, o hal ve ha tırımı soruyordu. Kendisinden bir kaç gün sonra ge lip beni göreceği vadini aldım ve döndüm. *
*
*
Arkadaşım diyor ki : - Yirmi senelik bir hayal coşkunluğunun gaf letiyle, ancak pek güzel bir kadına gece gündüz arka daş olmak gayesiyle evlenmek istedim. Bilirsin ya! Ne ailem, ne akrabam arasında bir genç kadın bulun madığından sokakta arabalarda -Oh ! Bu arabalar hayalimi ne kadar aldatmıştı ... - gördüğüm siyah pe çe altındaki kadınlan tamamiyle bulutlara sarınmış bir venüs zannederdim. O vakit ki perşembe gecesi kanınla yüz yüze, diz dize bulundum; evlenme töre ninden sonra yüzünü açtığım zaman o titriyordu. Ayrı ayrı bütün eşyası ince ve zarif, iyi düşünül müş, mükemmel bir şekilde gösterişini ilan ediyordu. şairane bir cennet parçasını andıran şaşaalı zifaf o dasının bir kenarına konulan sedirin yanındaki lam banın kırmızı gölgesi altından sıyrılıp serpilen kırmı zı ışığıyla pembe beyaz görünen, o çehrede gizlenmek isteyen acı bir sır var gibi idi. Haftalardanberi ez berlediğim uzun konuşmayı derleyip toplamak tel§.şı içinde başladığım ilam aşkın en bayıltıcı parçasının kanında ne tesir meydana getirdiğini anlamak için yanına doğru yaklaştığım zaman ne göreyim? Karım mükemmel bir çiçekbozuğu değil mi ? ! Burada ben bütün soğukkanlılığımı terbiyemi kaybetmiş ve : - Ne? Mübin, şimdi kann çopur mu?! diye haykırmışım. - Evet ! Bu "evet' bir yıkık kalbin enkazı idi. İkimizin a rasına dilsiz bir taraka ile yuvarlandı.
132
HARİSTAN VE ffÜLİSTAN - Zavallı Mübin ! -. Zavallı derneğe hakkın yok!
Çünkü
mutlu-
yum. Demesin mi ? Şaşırdım, ve.. - Hayır ... Yani ... Maksadım ... kekeliyordum. - Dinle ! ... Ben de evvela senin gibi düşündüm. Düşündüğün kadar zavallı değil, belki hiç zavallı ol mayı gençlikteki bencilliğime yediremedim... Nasıl u tarunadan, kızarmadan cüret
ettiğimi
bilmiyorum .
Yalnız şunu biliyorum ki hemen yirmi dakika içinde verdiğim bir karar neticesinde, kanma bana o geceyi diğer bir odada, veya kendi evimde geçirmeğe müsade etmesini, çünkü kendisini mes'ut edebilecek sabır
ve
sağlamlığa sahip bir erkek olmadığımı söyledim;
ve
ilave ettim ki: "Bu facianın günahı tamamiyle birbi rimizin kusurunu bilen ailemiz fertlerine ait olduğun dan, onların keyfi için birbirimizin hayatını zehirle meği istemiyecek kadar sağduyu sahibi olalım." Bu�
lan söylerken ne yaptığımı bilmiyordum; o kadar ki eğer yanımda bir silah bulunsaydı, mutlaka
intihar
ederdim; fakat hayatımı sarsan, yıkan bu çopur çeh renin karşısında değil, annemin yanında, onun gözü nün önünde intihar eder ve ondan bu sebeple
öç.
alır
dım. Bu bir anlık buhrandı, bu dakikada, odada
ne
kadar mermer biblolar, aynalar varsa hep birden ba şıma doğru fırlatılıyor, ve o şaşırtıcı şakırtının altında beynim, vücudum eziliyor zannediyordum... Bir
iki
saatten beri zaten karşımda titreyip, heyecanını sak lamak için kısa
cevaplarla yetinen bu kadın
artık
donmuş kalmıştı. Kımıldamıyordu; hiç bir söz
söyle
miyordu. Karşımda, beyaz elbisesi, beyaz
duvağıyla
kefenlenmi!'l bir kabus gibi dimdik duruyordu. Nihayet kuru bir ses ile : "Demek beni istemiyorsunuz; n�in? ... " demez mi?
fakat
Artık ben delirmiştim. Bir top
namlusuna benzeyen ağzımdan artık alevlerin fışkı racağını duyuyordum. "Çünkü" diye başladığım üzüntülerimin sonunu
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
ıss
getirmeden kanının geri geri kanepeye doğru çekildi ğini gördüm ve elemli bir hıçkırıkla
-Oh ! bu
feryadın çınlayışı henüz kulağımdadır -
boğuk
kanepeye yı
ğıldığını gördüm. Okşama yerine, hakaret günahsız bir bakirenin, onsekiz yaşında
görmüş,
zayıf,
kuv
vetsiz bir tazenin bu yok olup bitmesi hiddetimin had dini a�masına engel oldu. Ne diyeceğimi, ne türlü ha reket edeceğimi düşünecek, tayin edecek bir hfilde değildim. Farkında olmayarak ufak bir masanın üs tündeki sürahiye elimi uzatıyor; sapsan kesilen çeh resine serpiyor ve itiraf
bir
edeyim ki her nedense
fakire sadakada bulunur gibi kayıtsız bir zorlama ile: " kalkınız, kalkınız." diyordum ... Gözünü
açtı.
Yü
züme çelik bir kalbi eritebilecek ümitsiz bir yalvarma duruşu ile baktı. San, beyaz, penbe dalgacıklar ara sında kalan yanaklarının üstünde iki yaş damlası ses siz
sessiz yuvarlandı : - Peki, dedi. Peki buyurunuz; çehremdeki
ku
suru biliyor demişlerdi ... Ne isterseniz yapınız ! Yürüyordum. Boynum göğsüme
yapışmış, elle
rim yanıma düşmüş hapishaneden idam cezasının tat bik edildiği meydana götürülen bir suçlu
düşkünlü
ğüyle yürüyordum. Kapıyı açacağım sıradaydı ki ka nın -yukarıdan aşağıya iner gibi hızlı bir sür'atla
bana geldi : - Durunuz söyliyeceğim bir iki sözü
dinleme
den gitmeyiniz, dedi. Bilmem galiba "boşunadır!" demek isteyecektim; diyemedim. Yahut bunu da söyledim. Ne ise iyi bile miyorum ... Dilsiz bir feryat tarzında acelecilikle : - İşte size yemin ediyorum ki beni tekrar bul ediniz diye sizi zorlamıyacağırn... dedi. O aralıksız dökülen gözyaşlarından, kızaran bir merhamet eseri araştırır gibi, çehreme
ka
şimdi
gözlerini, dikerek
dizlerinin üstüne gelin duvağını zayıf parmaklarıyla ötseleye örseleye paralıyarak, korsenin altına
sıkış-
184
HARİSTAN VE G'ÜLİSTAN
mış göğsünü çatlatacak, yaracak bir yürek çarpın tısı ile : - Peki ayrılalım, diyordu; bunu istiyorsunuz, peki. Fakat istiyeceğim küçük fedakarlığı benden e sirgemeyeceğinizi vadediniz. Şahsınıza ait bir kusu nun, bir lekem yok iken işte ayaklarınıza kapanıyo rum. İşte onları öpüyonun. Yarım saat evvel bütün bir saf ümit havası için de rahatlığın verdiği sarhoşluk bu zayıf vücuda, şim di gelinlik tacı, gelinlik duvağıyla ayağımın albnda yenilmiş ve çökmüş sürünüyor; bir dakika evvel be yaz peçe bulutu albnda ilk kocalık öpüşüne kucak a çan bu uçuk dudaklar şimdi dizlerimi, ayaklarımı ö püyordu. Garip değil midir ki ben, bu dakikada, değil bu günahsız kızdan, hatta bütün insaniyetten nefret eden ben, bu yalvarışları beni tekrar aldatmak için düşünülmüş bir hile zannıyla hiddetleniyordum; ve budalalığa yaklaşan bu saflıkla, başıma gelen bu an sız bela ile alay eden yine o herkesçe bilinen "siyah çarşaflı, siyah şemsiyeli, siyah peçeli" güzel kadınlar gözümün önüne geliyordu. Oturduğum yerden fırladım. Bana titreyerek u zanan zayıf bilekleri tutarak : "İstediğinizi anlıyamı yorum." demişim. O hem kalkıyor, hem cevap veri yordu : - Şimdi böyle birinci gece birdenbire buradan giderseniz, ben ne olurum? Akrabamın yanında ne hale girerim? Düşününüz ihtiyar babam annem ne kadar üzülür, düşününüz ! - Lakin çaresi ? - Evet, çaresi? Bana merhamet eder de bir hafta mühlet verirseniz Aleme karşı bir hafta sonra ben sizi istemez görünür ve aileme bu suretle anlatırsam, tam tersi siz bir şey kayıp etmiş olmazsınız değil mi? Ben de herkesin karşısına alaylara hedef ola ola çık-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
135
marn. Mübin Bey bunu bana vadediniz! Bu narnussuz lukdan beni kurtarınız ! Bu beklenmeyen teklife birdenbire di. Dudaklarımın arasında sert bir
aklım erme
"anlıyamıyorum
k i ! . . . " fırlayıverdi. - Benim sizinle geçinemediğimi alem
duyarsa
sizinle alay etmez, dikkat ediyor musunuz? Alay et mez; beni bilenler ise nihayet geçimsizliğime Çiçekbozuğu
verir.
olduğumdan sizi korkutmak, kaçışınıza
sebep olmak gibi bir ayıbı işlemek iftirasına hedef ol mam. Kanın ağlaya ağlaya sözüne devam ediyordu : :_ Mesela denize düşen bir
biçareyi kurtarmak
için hayatlarını tehlikeye koyanlar insan değil dirler?
İşte
mi
farzediniz ki karşınızdaki kız da bu daki
kada böyle bir felakete uğramış, size doğru kolları
nı uzatıyor. Karşılığında bir hafta kadar hastalana caksınız ! Söyleyiniz, ümitsiz bir hayatı kurtarmak is temez misiniz? Bu kadar alicenaplığı kendinize
la
yık görmüyor musunuz? Bir haftayı, tekrar tekrar ayağınıza kapanarak yalvaran şu bedbahta sadaka o larak veriniz de onu ömrü olduğu kadar alaya uğra mış olmaktan kurtannız. Her şeye tahammül
eden
kadınlar alaya tahamm ül edemezler ! Müteessir idim. ÇB.resiz idim. Tereddüte yer kalmadı : - Peki vadediyorum. - Teşekkür ederim. İlave etti : - Evet, gelecek perşembe gecesi de siz men kurtulmuş bulunacaksınız !
İşte
tama-
bunu da ben size
vadediyorum. Ertesi gün ,annemin elini öpmeğe gittiğim sıra da, geceki maceradan ipucu veremedim. Yalnız çiçek bozuğundan şiddetle bahsettiğim zaman annem
ak
rabadan birinin dikkat ve ihtarından sonra ancak bir gün evvel farkedebildiğini söylerken beni teselli edi·
138
HARİSTAN VE Gtl'LlSTAN
yor ve "eğer beğenmezsen her şeyin kolayı bulunur" tamirini, dadım
"elini sallarsan ellisi" diye tamamlı
yordu. Ben yalnız : - Beni derin bir uçuruma attınız! diyordum. Bütün şiir ve hayfilin, pembe
kehkeşanlardan
toplayabildiğim esiri ipeklerle, işlenmiş
kumaşlarla
döşediğim bir periyane harem sarayının güneşden ha wzları, seher rüzgarından çağlayanları, serv-i simin den hıyabanlan arasında, etrafında haber getirip gö türen nedimeleri -galiba şairane yaratıklarından-
al
kanatlı bülbüllerin ortasında tantanalı yürüyen
bu
aşk hülasasının
bana doğru ellerini uzatacağını dü
şünürken, annemin bir hatasıyla, bu hayfil
binasının
bir an içinde sukutundan hasıl olan viranenin köşesin de -o güzellik perisine karşılık-
tesadüf
edilen,
bir
çopur kızı ayağımın altında görmek... sonra da bütün gençliğimi onun kucağında, bütün ihtiyarlığımı onun anzalı kollan arasında geçirmek, o daima düşüne dü şüne ağlayacak gözlerinden dökülen yaşların, girinti
li, çıkıntılı yanaklarından sendeliyerek düştüğünü sey retmek... Oh ! Ne eziyetli hayat olacak benim haya tım ! diye düşünürdüm. Kadınların ve çocukların kusur ve noksanlıkla rına karşı ekseriya insanlar,
bir anda, iki zıt hissin
tesirinde kalırlar; biri nefret, biri merhamet. Şimdi ben bir takım korkunç, ani düşüncelerin ız tırab veren yükleri altında ezilmişken, oniki nun koyumuza varma zamanı olan saat bire
vapuru kadar,
o zayıf ve aciz vücfıdun, benim gidişimden sonra, ver diğim sağlam vaadden vazgeçmiş olabileceğim endişe siyle geçireceği buhranları, annesinin, babasının ya nındaki mahcubiyetinin derecesini düşünerek, o hak sız nefretin sonunda uyanan ince bir merhametle on vapuruna giriverdim. Akşam , yemekte aile fertleriyle beraber bulun duğumuz zaman, karımın paçalık elbisesinin şaşaası
HARİSTAN VE UÜLİSTAN
un
altında hayfil okşayan bir üzüntüyle yüzüme
bakar
ken, gözlerinin bir dalışı vardı ki... Yemek devam ettiği müddet, gördüğüm iltifat lardan, şefkatlardan mahcup oluyordum ... Ceblerime doldurduğum gazeteleri,
yemekten
sonra ilan sütunlarına kadar olduğu gibi süzmek sı rası gelmişti. Bunda kusur etmedim... Ertesi gün ga ön
yet resmi surette ayrılıp, merdivenden inerken,
lenmesi imkansız, zorlayıcı bir kuvvetin tesiriyle, ba şımı çevirip merdivenin başında duran kanma baktı ğım zaman onun o keskin, o sabit
dargın bakışı be
ni titretti. Vapurun kamarasından çıkıpta köprü üstünde ha fif bir rüzgar altında yürürken o
gün
akşama, ne olur
sa olsun dönmemeyi kararlaştırdığım halde, bilmem ne oldu; o bakışın bana verdiği delice bir merhamet bu defa sekizbuçuk vapuruna kadar güçlükle
ile
sab
rettim; ve yarın lstanbul'a inmemek kesin kararıyla... Ertesi gün akşama doğru ne yapacağımı, ne
türlü
hareket edeceğimi bilemiyerek orada kullanılmayan ve dargın
duran piyanonun üstündeki notaları
ka
rıştırırken, elimde tuttuğum bir parçayı nasıl olup da -karım çalmak arzusunu emirle karışık bir varma ile söyleyince-
yal
"peki" demişim... O şimdi çal
madan evvel tafsilat veriyor ve diyordu ki : - Şopen ile Jorjsan, Paris'den dışarı bir
yere
kaçarak orada herkesten uzak bir aşk hayati içinde yaşarlar. Jorjsan aniden dönmek arzusunu açığa vu rur. Şopen kendisini şu dağ başında yalnız bırakma masını, manevi bir zevk içinde geçen muhabbet
da
kikalarını bozmamasını, sevdiğinin dizlerine kapana rak rica eder. Jorjsan ehemmiyet vermez ;
yine
gi
der. Lakin kadın , Şopen'den ayrılır ayrılmaz şiddetli bir fırtına kopar. Yağmurların, rüzgarların, şimşek lerin velvelesi karşısında yalnız kalan o bestekar aşık
138
HARİSTAN VE Gtl'LtsTAN
da, piyanosunun başına geçip şu besteyi tertip eder. Şimdi dinleyin : Artık o eller -yaralanıp da yaralarının acısından rakseden ufak bir kuş kanatlan gibi- piyanonun diş leri üstünde uçuyor, çırpınıyordu. Oh! Bu çalış, bu musiki ile artık ben de ağlıyordum ... Bu odadan kaç mak, bu evden kaçmak istiyordum ; lakin bir kuvvet, bir şey, bir hiç... Ve galiba bu kadın beni tutuyordu. O dfilma hayret verici bir ustalıkla çalıyordu, çalıyor du. Çaldıkça bu sonbahann sararttığı, bu çiçekbozuğu çehre nağme nağme güzelleşiyor, gözlerimin önünde yavaş yavaş sıyrılan ince bir perdenin arkasından çıp lak ruhu bütün aşkının güzelliği ile görünüyordu. O gece, ertesi gece, daha ertesi gece nasıl geçti, bilemem. Ben devamlı "çarşamba günü mutlaka ay nlmamız lazımdır'' diye düşünüyordum. Çarşamba gecesi oldu. Gözlerim kapalı, ruhum uyuşmuş, hislerim donmuş olduğu halde meçhul bir sevke bağlanarak, gayri ihtiyari Şopen'in o bestesini tekrar etmesini rica ettim... O düşünüyordu, o hü zünlüydü, o titriyordu. Kendi kendisine söylenir gi bi diyordu ki : - Bu gece çalınamayacak... Kararımız sebebiy le ayrılmamızın gerekli olduğunu bu gün anneme an lattım. - Peki o karara rağmen yine çalarsanız? ! Daima artan bir buhran ve titreme ile cevap verdi : - Karanmız bozulmuş, banştığımız anlaşılmış olur ! Artık kendimi kaybetmiştim, ileriye doğru aWa rak ve bir vecd halinde : - Öyleyse çal ! diye bir çığlık kopardıktan sonra, bu delilik ha limden korkan o zayıf vücudun yavaş yavaş yanına giderek sersem ve perişan, dizlerini ağlayarak öpü-
HARİSTAN VE GVLİSTAN
139
yordum ; o da benim saçlarımı titreyen parmaklariyle
okşuyordu. İşte azizim, arkadaşın, güzelliğe olan o çılgınca tutkunluğuna rağmen bu gün zeka, irfan ve en çok dikkat ve merhamet sahibi olan bu kadına çıldırırca sına 8.şık oldu. Oh ! Hüsn-ü Aşk, hayal ve hakikat gibi gizli bir sırmış; anlaşılmıyor... 17 ŞUBAT 1324
YEŞ i L
B sını
Y U V A
UNDAN üç sene evvel, Adaların akşam
posta-
yapan Aydın Vapurunun güvertesinde
iki
yüz
çiz
genç konuşuyorlardı. Bakışlarının parıltısı,
gilerinin başka başka tebessümü, gençliğin ruhlu ruh lu heveslerini tekrar ettiklerini ima ediyordu. Vesim Bey arkadaşına dedi : - Mösyö Rolandi komşumuz olduğu halde bir münasebet düşüp de görüşüp
ko
nuşamadım. Beni takdir edersin ... - Azizim ! Hele kızlan, Matmazel Lilli ile
Mat
mazel Tea'mn terbiyeleri, nezaketleri, malumatı, hu susiyle güzellikleri seni hayli düşündürecektir. İki arkadaş Heybeli'de vapurdan çıktılar. Mar maranın akşam bu adacıklara serptiği dalga güzellikten, püfür püfür serinlikten iskeledeki zinoda toplanarak birer güldeste şeklini alan yüzlü ailelerin
dalga ga güler
sefasından, bu iki gencin de çehrele
rine bir sarhoşluk
kızıllığı çöktü.
Ertesi gün, iki arkadaş Mösyö Rolandi'nin evine gittiler.
ğu
Usta bir terzinin becerikli elinin eseri oldu
görünen İngiliz kumaşından, koyu kahve renkli
bir kostumüyle, beyaz yeleğinin altından uzun yaka larını saran, koyu yeşil plaston boyunbağı, toparlak ellerini örten potesuet eldivenleri, geniş omuzlan, u-
HARİSTAN VE GVLİSTAN
141
zunca boyu, muntazam siyah bıyıklan Vesim
Beye
sevimli bir şekil vermişti.. Arkadaşı , onu Madam Ro landi'ye takdim ederken : - Avukat Vesim Bey. dedi. Mösyö Rolandi'nin evinde bir kaç ha vardı.
Bahis
yeni
misafirin
bu
ziyaretçi da sene
Hukuk
Fakültesinden diploma almasından bir takım hukuk meselelerine intikal etti. Madam malfımath,
merak
sahibi kadın olduğundan komşunun fikri terbiyesini ölçmek için de bir takım münakaşa mevzuları
öne
sürdü. Genç avukat hepsini art düşünceden ve safsa tadan uzak olarak halleyledi. Edebiyat bahsine, tatlı tatlı atasözleri ilave ederek, bizim
dostluğu
dirtii. Vesim yalnız hikaye yazanların,
şenlen
tabiatçilerin
ve tecrübecilerin mesleğini tercih edince Madam
Ro
landi'nin itirazına hedef
sev
olduysa da, kızlarının
gisini kazandı. Fakat yine böyle küstahcasına
fikir
açıklamaktan pişman oldu. Türkçe tel'if edilmiş bir kaç romanın mevzuunu hikaye ettiği sırada,
Madam
teşvik edici bir surette dedi ki : - İşte böyle misal getirilecek
örnek
eserleri
severim. Şu naklettiğimiz hikayeyi fransızcaya
ter
cüme için kızlarıma yardım etseniz memnun olacağım. Onların da vakti boş geçmemiş olur. Büyük kızı Matmazel Lilli nazikçe bir tavırla : - Bizi minnettar ederseniz, hakikaten şu ıssız adada hoşça vakit geçirmiş oluruz, sözlerini öne sür dü. Akşama kadar böyle gönül açıcı sözlerle, vakit geçirdikten sonra Vesim Bey annesiyle görüşmek ü zere evlerine geleceği vaadini Madam
Rolandi'den
aldı. İki arkadaş veda ettikleri sırada Madam : - Vesim
Bey, sizi her zaman beklediğimizi
u
nutmıyarak artık davet beklemiyeceksiniz, değil mi ? Genç , teşekkürlerle salonu terk etti. Vesim Bey, Mösyö Rolandi'nin evinden çıkarken, bu günkü başa-
142
HARİSTAN VE GVLİSTAN
rısından gönlüne o derece büyük bir his, gözlerine öy le bir saadet ışığı doğmuştu ki kendi kendisinin iltti danna hayretinden ! ! ! sokakta rast geldiği adamlara, birer gölge gibi, bakmaya tenezzül etmiyordu ! On, onbeş senelik tahsil hayatının tatlı meyvesi yalnız şu iki saatlik başarısından ibaret olsaydı, Vesim Bey yine bahtiyar, yine mağrur olacaktı. Gençlik bu! ! . . . Evinde yatağına girinceye kadar, bu günkü saa detini düşündü. Sofrada annesine, kardeşine komşu ların terbiyesinden, gönül alıcılığından bir çok bahis ler etti. Kardeşinin alayına bile uğradı; hele bir ya bancının salonuna ilk defa girişinde bu derece kalbleri kazanmayı, ve özellikle Madam Rolandi'nin "bravo! siz bir Fransız kadar batı edebiyatına vakıfsınız" gibi bir iltifatına mazhariyeti, ve ara sıra Lilli ile Tea'run uzun kirpiklerinin takdiri ima eder surette, ansızın a çılmasını bütün bütün tabiat üstü ! ! bir başarı adde derdi. Mel'un şeytan bazen de kendisinin küçük ku surlannı bile öyle büyülterek nazarı dikkatine çar pardı ki darbenin tesirinden Vesim'e, ansızın bir ü züntü gelirdi : Niye konuşma esnasında Lilli'nin ken disine yönelttiği hitabı işitemedi de tekrar ettirmeğe mecbur etti ? Niye Tea, çayı verdiği sırada titrek ve manalı bir ses ile teşekkür etti? Niçin naklettiği ro manların birindeki kahramanın ismini unutuvermiş ti ? Özellikle bir ihtiyar kadının öyle tabiatçılar ve tecrübeciler gibi yeni terimlerden nefret edeceği ta bii iken niye ona bu yolda fikirler sunmuştu ? Ah ! Arkasından Rolandi'lerin, kendisi hakkın da, ne muhakemede bulunduklarını bari bilmiş olsa. .. Vesim bu düşüncelerle yatağın içinde yarım saat ka dar döndükten sonra uyuya kaldı. *
*
*
Mösyö Rolandi bir dava hakkında danışma için bir kaç defa avukatın evine geldi. Madam da Vesim'-
HARİSTAN VE GVLİSTAN in ann esinden memnundu. İki ihtiyar karşı
148 karşıya
geçerek biri oğlundan, diğeri yanın yırtık türkçesiyle kızlanndan bahsederlerdi. Genç, ziyaretlerini sıklaştır tı. Romandan her görüşmede yanın sayfa tercüme
edilinceye kadar onlar bir roman teşkil edecek
ge
vezeliklerde bulunurlardı. Vesim, bir sabah deniz banyosu dönüşünde,
sa
hile doğru sürekli, dilsiz bir uğultuyla güneş ışınları nın arasından süzülen hafü rüzgarın uğultusunun a hengini dinlemek üzere bir sinir gevşekliği ile
çam
ların altına uzanıvermişti. Pantolonunun cebinden u yuşuk bir tavır ile çıkardığı donuk gümüş sigara ku tusunu açtı. Bir sigara yaktı. İri dudaklarının arasına kıstırıp yanaklarını şişirerek mavimtrak duman hal kalarının, döne döne, rüzgarın arkası sıra gidişlerini seyretmeğe başladı. Tan yeli, ipekli mavi poneje göm leğini titreterek, sedef düğmelerin arasından Vesim' in göğsünü okşadıkça, ışıklara sarılmış sarı kelebek ler şeklinde uçuşan, hayal düşkünlükleri, henüz do ğan güneşle beraber yükseliyor zannederdi. Sigarası sönünce hızla fırlattı attı. İki kırlangıç telaşla
yere
sürünerek uçuyorlardı. Hava serin, yerler, ağaçlar çiğ tanele-rinden henüz nemliydi. Çamların yaydığı
h�
kokular, sabahın güzelliğiyle daha hoş, daha yumu şaktı. Vesim fesini çıkardı. Uzamış saçlarını parmak larıyla dağıttı. Arka üstü uzanarak sol dirseğini ban _yo takımının üstüne koyup sağ eliyle tuttuğu bir
u
fak kitabı okumağa başladığı sırada kitabın isminin üstüne bir kozalak düştü. Bu anda yakından fırlayan bir kahkaha ile beraber genç de yerinden fırladı.
A
ğaçların arasında Rolandi'leri gördü. Onlar da deniz den geliyorlardı. Lilli dedi ki : - Vesim Bey, böyle sabahleyin hangi
güneşin
doğuşunu bekliyorsun bakalım ? Tea cevaba vakit bırakmıyarak "Eğer
öyleyse
seni rahatsız ettik" dedi. Vesim olanca konuşma kuv-
144
HARİSTAN VE GVLİSTAN
vetini topladığı halde : - Aman ne söylüyorsunuz? Farzediniz ki de diğiniz gibi güneşin doğuşunu bekliyorum, işte, Allah bir yerine iki güneş birden verdi. Siz hele şuraya, toprağın üstüne oturunuz da, bu güzel yerlerin, ba na ne cansıkıcı düşünceler verdiğini anlatayım, di yordu. Vesim bu sözü söylerken meçhul bir sebeple hepsinin dili titremeğe, kalbleri çarpmağa başladı. Bu zayıf hislerin meydana çıkmasından üçü de sıkıldılar. Genişçe nefes alarak soğukkanlılıklarını muhafaza etmek istediler, fakat hiç biıi de beceremedi. Üçünün de dili hala titriyordu. Karanlık gecelerde, çatılmış kaşları, nemli kir pikleri, titreyen sinirleri okşaya okşaya, dimağına çö ken renk renk yakıcı ışınlar, o meçhul hayaller, böy lece ansızın vücut buluverince -nedense- hassas gö nüllere tatlı, hem pek tatlı bir yürek çarpıntısının gelmemesi mümkün olamıyor. Bu çarpıntı : Aşkın meydana çıkmak için bir tel3.şı, masumiyetin gizli bir korkusu! imiş. Aman ne olursa olsun? ! Ne hoştur o ! ! . . *
*
*
Bu sabah , rüzgarın ince, yeşil çam dallarının tel o, tel yapraklarına çarpmasından meydana gelen aynı ahenkte anberli sesi, bir üstadın mızrabından ce reyan eden saba taksimi kadar hislendiriciydi. De rinden doğru gelen çayırkuşlanrun, serçe sürülerinin cıvıltıları, ağustosböceklerinin, anların kısık kısık çığlıkları, küme küme uçan ufacık sineklerin bitmez tükenmez vızıltıları gence bu dakikada tebrik sesi kadar cazibeli g�liyordu. Lilli ile Tea, fistanlarıyla iki kanat gibi havayı dalgalandırarak, Vesim'in iki yanına oturuverdiler. Tea elleriyle, şakaklarının üstüne düşen dağınık saç larını kulaklarının arkasına malum tavırla götürdü de dedi ki :
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
145
- Öyle karanlık düşüncelere dalmak için mi böy le sabah �aranhkda buraya geldin ? Söyle bakalım ? - Efendim! Hayat denilen şu heyüla-ı merhum!. Vesim'in kendisine bir ciddiyet süsü vererek, söy lemek istediği cümleyi Lilli bitirmeğe vakit bırakmı yarak, asabi bir çabuklukla gencin ağzını, sol elinin, bir iri gül yaprağı gibi penbe, yumuşak avucuyla ka payıverdi ; derhal bu incecik tenin ateşli tesirinden ol malı ki avukatın gözleri açıldı. Geriye çekildi. Lilli yine o şakacı tavırlarıyla : - Adada çamların altında insanı sıkacak şeyler den bahsetmek yasaktır, hükmünü verdi. Gülüştüler. Vesim artık ciddiyeti, felsefe yapmayı, unutmuştu. Çocukca bir sevinçle bağırdı ki : - Oh ! Sizinle böyle mavilik , yeşillik arasında daima beraber bulunmak isterim. Tea ablasının deminki kesin muhalefetinden mem nun olmamıştı. Elinde tuttuğu bir kuru dal üstünde gezinen karıncaya gözleri takıldığı halde usulca gü lerek : - Tereddütlü, hırslı bir kalbe sahip olan şu Ve sim'in hayattan şikayetleri bakalım ne gibi şeydir? Ban dinleseydik, dedi. Bu cümle beyin inceleme ve ara.ştırmalannın baş langıcında mantıki bir gerçeklik önemi kazandı... Ve sim'in kalbi hakikaten hırslı idi. Genç avukat iki gönlü birden kazanmak davasındaydı. Yemek zama nı gelmişti. Eve döndüler. Vesim, Tea'nın esmer çeh resiyle uzun kirpiklerine hüznü, Lilli'nin mavi göz leriyle lepiska saçlarına neş'eyi pek yakıştırırdı. Hat ta bir gün onlara ""çiçek olaydınız biriniz menekşe, biriniz gül olurdu" demişti. Tea'nın ufak ellerine, bi rer çizilmiş öpücük gibi parlayan dudaklarının, beyaz dişlerinin parıltılı gülüşüne, kalbinin tereddütlü safHarl11tan Ve GiiUstan
-
P'
:
11
146
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
ufak
lığına, ekseri düşündükçe boynunu bükmesine, gözlerinde parlayan büyük büyük bakışlara, saçlarından saçılan cazibe veren kokuya yüreği titrer. Lilli'nin
peri
siyah
baktıkça
gibi güzel endamını,
cukça kahkahalarını, sevimli çılgınlıklarını,
ço
konuşma
esnasında, uçmaya çalışan bir kuş yavrusunun
ka
natları gibi bir düziye ellerini çırpmasını, dudakların da mütemadiyen güzelleştiren tebessümü hatırladık ça neşeli olurdu. Artık her
gün
böylece sözü geçen romanı
birbirlerinin hayatını tercüme ile meşgul
değil,
olurlardı.
Berrak bir gecede o sır saklıyan, o tecrübe görmüş
adanın ıssız bir köşeciğinde, esmer gibi, engin gibi du ran bir denizin kıyısına isabet eden, sık dallı bir ağaç
altında, karanlıkla ışığın kaynaşmasından doğan . do- nuk
bir ışığın içinde,
teni baygın baygın
okşayan,
halsiz bir ıiizgara bürünmüş üç ruhun, şiir musikisi
ni kıskandıran nükteli konuşmalarına, tebessümlerine yalnız Mannara'nın ak saçlı, ihtiyar dalgalan sırra vilkıf olurdu. Bu gece mehtabın denize aksi, lacivert bir çimenlik arasından bir elmas ırmağın cereyanını andırıyordu. Bahçelerdeki horozların bile bu parlak lığa aldanarak, güneşin doğuşunu alkışlar gibi ötüş tükleri işitilirdi. Çekirgelerin, cırlakböceklerinin
sü
rekli çığlıkları hiç dinmiyordu. Vesim : "Denize
çık
sak nasıl olur?"
teklifini ileri sürdü. Kısa bir tered
dütten sonra kabul edildi. İs,keleye indiler. Büyücek bir kayık tutuldu. İçine atladılar. Kayık, o hareli atlasa benzeyen
lacivert
durgun, sakin denizin
yüzü
nü yırtarak yavaşça ilerlemeğe başladı. Genç, dü meni idare etmek için ortaya oturmuş; sağına Lilli'yi, salona Tea'yı almıştı. Dümeni adanın doğu
sahiline
doğru döndürdü. Başını arkaya çevirdiği zaman : - Bakın ! Bakın! Geçtiğimiz yerleri nasıl aydın latıyoruz, dedi. Onlara kayalann denize akseden karaltısı
saye-
U7
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
sinde gözüken yakamozları gösterdi. Rüzgar kah ha fifçe ve kah şiddetle ince dallara çarparak kısık, pe rişan bir sesle denize dökülüyor, uzakta bir kaç rum delikanlısı "maroliv" şarkısını çatlak sesleriyle
tek
rar ediyor, küreklerin sıralı sesleri, ıslak kanatların çarpmasına benzer sesler çıkaran dalgaların kayalar la kucaklaşmaları işitiliyor... sayfiyelerin karşıdan bir parlak nokta gibi duran ışıkları titriyor. Tabiat
pek
durgun bir perişanlık içinde, sisten siyah bir örtüye sarılmış yatıyor; mehtab
onu öpüyor, rüzgar
onu
okşuyor, kuşlar onu eğlendiriyordu. Vesim'in mehtabı, ağaçların , denizin,
rüzgann
dalgalanmasını, mavi gök yüzünü seyretmesi bu gece ilk defa değildi.
Lakin, niçin şimdiye kadar tabiatın
güzelliği mevcut değilmiş de yalnız bu gece
vücuda
gelmiş gibi hayretinden meftun oluverdi? Kollaruıı kavuşturdu. Başını arkaya doğru bıraktı.
Gözlerini
gökyüzüne dikti. Böylece daldı, gitti. Şimdi sahildeki kayaların gölgeleri çehresine çöküyor, Tea Vesim'in düşünceli gözlerini böyle üzüntü ve güzellik arasında seyrederken, ay, ışığını üçünün de penbe çehrelerine serpiyor.
O vakit Vesim Bey Lilli 'nin mehtab kadar
yumuşak lepiska saçlannı bakışıyla bir kerecik
daha
okşuyordu. Üç gencin de çehreleri bu gece pek penbe, gözleri pek parlaktı. Tea kızkardeşinin ısrarı, Vesim' in yalvarması ü zerine italyanca bir romans okumaya başladı. Vesim o koyu kırmızı gonca dudakların ahenkli hareketleri ne dikkat ediyordu. Şimdi o gonca bir bülbül olmuş tu. Bu hassas ruhun titreye titreye yükselen yakıcı sesi çamlara aksederek mehtabın donuk ışığıyla kay naştıkça ,sanki , tabiatın gürültüsü, ateşli bir candan kopan bu hazin bülbülü dinlemek için susuyordu. Yalnız rüzgar, nazik, yumuşak rüzgar, usul usul Tea'nın ateşli dudaklarına ışıktan öpücükler ruyordu. Lilli'nin de gözleri dalmıştı.
kondu
Vesim'in
sağ
HARİSTAN VE G'ÜLİST�
1 48
elini avuçları içine almış, dizi üstünde onwı parmakla rıyla oynuyordu. Genç avukatın yürek çarpıntısı dur muş; hissetme kuvveti, düşünme
hassası
donmuş ;
gözleri bir şey görmez, kulakları bir şey işitmez mer mer gibi bir ha.Je gelmişti. Tuhaftır: Okuduğu şiirlere romanlara bakılsa, Vesim'in şimdi bir parlak haya.J a lemine dalması 18.zım gelirdi. Lakin zavallı hiç bir şey düşünemiyordu. Gençliğin bazı hfilleri vardır ki onları
anlamak
anlatmaktan daha kolaydır. İşte Vesim böyle huşu i çinde dinlemekteydi. Mazinin meşakkatleri, aynlıkla rı, fıh ve eyvfıhlan, bu neşe dolu havaya karşı, son
bahar rüzgarının dalgalanmasına uğramış sarı yap raklar gibi, döne döne girdablar teşkil ederek uçtu lar. İki yanında iki kanat gibi oturan Lilli ile Tea'nın yumu�acık surajilelerinin dalgalanmasından hasıl o lan, kulağın
değil hissin işiteceği, narin bir
hışırtı
Vesim'in gönlüne tesir ediyor ve ince ipekli elbisele rinin tesadüfen ellerine sürünmesi sevdasını tahrik ediyordu. Saat beşe yakındı. !stemiyerek sandaldan çıktı lar. Birbirinin koltuğuna sıkı sıkı girdiler; ağır
ağır
yürümeğe başladılar. Yolu uzatmak için Lilli'nin teş vikiyle rast geldikleri sokağa saptılar. Mehtab
ara
sında yollarını kaybettiler. Ta çamlıktan dolaşıp niha yet eve döndükleri zaman, gece yansını iki saat ka dar geçmişti. Ayrılırlarken birbirlerine karşıdan avuç avuç selamlar serpiyorlardı. Ada ada olalı, böyle şairane bir aşk ve daha doğ rusu böyle aşıkane bir şiir görmemi-ıti. Lilli ile Tea odalarına girerken sofada elinde mum, gözleri uyuş muş, gecelik entarisiyle Madam Rolandi'ye
rast gel
diler. Madam hiddet alametleri gösterdi. Bu sırada Vesim odasında, saçlarının arasından Tea'nın alnına bıraktığı ilk ateşli öpücüğünü düşünüyordu ... Yoı<ganına sıkıca sarıldı. Yorgun gözlerini kapa-
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
149
clığı zaman iri dudaklarının uçlan hala gülümsüyor du. Bu tebessümcük sabaha kadar oracıktan uçmadı. . Bir buluşma yeri tayin edilecek günle:rde Vesim, komşusu Mösyö Rolandi'nin evine gider;
bazen bah
çede yaseminlerle hanımellerinden, sangüllerden ya pılmış kameriyenin altında Madam, mor
damarlan
çıkmış ellerini ağır ağır oynatarak, küçülmüş gözleri
nin üstündeki koca gözlüğünün yardımıyla dantelele rini bitirmeğe çalışır; Tea romanını okur; Lilli dikişi ni dikerdi. Vesim, kah gazetelerde gördüğü havadisi nakleder ve kah Tea'nın açtığı edebi bahisler netice sinde Nedim'in, Ekrem'in hatınndaki şiirlerini ter cüme ederek kadınlan eğlendirmeğe çalışırdı. Böy le arasıra edebiyattan bahs ede ede, onları şairlerimi zin edebi mesleklerinden haberdar etmişti. Artık Ma dam Rolandi bazen,mahut gözlüğünü alnına kaldıra rak, seyrek dişlerini göstererek edebiyatımız hakkın da fikirler ileri sürüyor; mesela Şeyh Galib'in Hüsn-ij Aşk'ıru, Fuzfıli'nin Leyla ile Mecnı1n'unu, Fenello'nun Telemak'ına , Goethe'nin Faust'una benzeterek
"bu
adamlar hünerlerini göstermek için gizlice bir
takım
suni vehimleri vasıflandırmışlardır. Fakat eserlerinin zamanın geçmesiyle yazılma tarzlarından başka ziyetleri kalmıyacağını bilememişlerdir.
me
Hele Faust' -
un bestesi bir yana atılınca, mevzuun gençlerin ruhu nu sıkacağı tabiidir'' diyordu. Garibdir: Ekseriya Ve sim'in pek parlak diye tercüme ettiği şiirleri Madam beğenmezdi. Hatta bir gün Hafız'ın : "Dil mirevad zi destem, sahib-i dilan Huda ra ! . Derda k i raz-ı pinhan hahed şüd B.şikara." Matla'lı meşhur gazelini ehemmiyetle tam
ter-
cüme ederken, ihtiyar Madamın yavaşça esnediğini göl'Ünce Vesim gücenmişti. Bazı günler, Vesim'in annesi de beraber olduğu halde topluca çam limanına giderler; iki ihtiyar
dının
mazideki hikayelerine başlamalarından
ka
istüa-
150
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
de ederek, Vesim, Lilli ile Tea'yı alarak el ele dağa çıkarlar; çam kokularının verdiği neşelerin sarhoş luğuyla kelebeklerle oynaşırlar, koşarlar, serçelerle çığlıklar koparırlar, kuş yuvalarını bozarlar, yavru larını öperler, gagacıklarını ısınrlardı. Bunların gü rültüsünden, çalılann arasından yeşil kertenkeleler, kuru yapraklan çıtırdatarak sağa, sola kaçarlar; ve çalı kuşları telaşla uçarlardı. Yanık gibi siyah bir manzara hasıl eden, kart çam ağaçlarına tutunarak, çamların dökülmüş sarı yapraklarının üstünden ka yarlarken Tea bir kaya parçasına çarparak düşer, yardımına koşarken Vesim de yuvarlanınca peş peşe, bir kahkaha dağa akseder giderdi. En ufak bir şeye, manasız biz söze güldükçe gü lerlerdi. Kfilı Vesim adi bir çiçeği koparmak için, on ların itirazına bakmıyarak, bir taş ocağından sarkar. Bu sırada Lilli ile Tea belinden sıkıca tutarlardı. Tea korkusundan sol eliyle yüzünü örter, dişlerini sıkardı. Çiçeği koparırsa çocuk gibi sevinirler, Vesim'i iltifat lara boğarlar; biri işvelerle fesini süpürür, diğeri ok şayışlarla boyun bağını düzeltirdi. Nihayet koşa koşa yorulunca Vesim'in yere ser diği ceketinin üstüne otururlar. Lilli, yeşil çam dalla nnın perişan etdiği saçlarını düzeltmek için, bütün bütün çözdüğü sırada hırçın rüzgar, onları gencin yü züne atınca, Lilli derhal başını geriye çekerek Vesim' in çehresinden elleriyle çabukça onları toplar ve ısrara bakmıyarak örmek bahanesiyle daha dağınık, lakin daha gönül okşayan bir hale koyardı. Lilli'nin, Tea'nın sevdalı işveleri genç avukata muhabbet dolu bir neş'e verirdi : O sarışın peri, bir şey anlatırken, uçarcasına süratli bir hareketle gen ce yaklaşır, başını onun omuzuna doğru ağır ağır meylettirir; ellerini onun sıcak elleri üstüne kordu. Bu sırada telaşlı soluklarının dudaklarına süründü ğünü Vesim hisseder, titrerdi. Tea seherin hafif rüz-
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
151
garıyla açılmış yaseminler kadar beyaz, yumuşak bi leklerini Vesim Bey'e göstermek için olmalı ki şeytan karane bir şive ile sıcağı bahane ederek yenlerini sı
vardı. Yorulmuşlardı. Lakin eğlencelerinden bir
türlü
durup dinlenemezlerdi. Rüzgardan bitkin bir halde sallanan yeşil yap rakların eğikliğini kendilerini gölgelerine davet
için
tahrik olunan eller kıyas ederek, oradan oraya ko şarlar, sanki ağaçların bütününü
sevmeğe çalışırlar 1
dı. Tea ile Lilli penbe sünbüllere bürünmüş bir zellikle yorgunluktan çehreleri kan hucumuna ramış kesik kesik soluya soluya annelerinin
gü
uğ
yanına
gittikleri zaman, soğuk alacaklarından bahisle
iki
ihtiyar kaduun içeriye doğru çökmüş, pörsümüş du daklarından şefkatli azarlamalar saçılırdı. Bir
gün
Vesim'in teklifi ile her zaman sayesinde
bahtiyar oldukları büyük çamın kütüğüne muhabbet lerinden bir hatıra kalmak üzere isimlerinin ilk harf
lerini kazıdılar. *
*
*
Vesim, Beyoğlu'na indiği zamanlar iki kızkardeşe mini mini atlas torbacık.larda bonbonlar, drajeler ge tirir, rast geldiği kadınların tuvaletleri hakkında on l ara malumat verir, onlar için figaro illustreler, mo da gazeteleri satın alırdı. Dönüşünde vapurda bu genç lik hayhayının neticesine dikkatli bakışla, Lilli
ile
Tea'nın hangisini tercih edeceğini düşünür... düşü nür... düşünür hiç bir karar veremez; birinde: Neş'e gibi şirin bir parlaklık; diğerinde : Düşünce gibi son suz bir sükfinet hisseder. Birinin : Uzun kirpiklerinin yumuşaklığının dudaklarına süründüğünü, diğerinin: Siyah saçlarının en nazik güzel kokusundan muhab bet sarhoşu olduğunu hayal ederdi. Evde gece yalnız
152
JIARİSTAN '\-'E GÜLİSTAN
kalınca Lilli'nin piyanoda çaldığı tesir eden bir val sin ta kendi odasına kadar ulaşan dalgalı ahenginin tesiriyle düşünürken, ümitsizcesine boynunu bükere1{ "onlar beni sevmiyorlar ki ! ! .. " derdi. Genç, sabahleyin denize giderken ekseri onlara tesadüf eder, bir parça dinlenmek bahanesiyle çam lardan müteşekkil, Ka1ispo'nun mağarasına benzet tikleri, yeşil yuvacıklanna sığınırlardı. Bazen meraklı bir avcı veya derbeder bir
keçi
çobanı bunların gizli aşk evini ke�federdi. Bu tenha yuvada nelerden bahsetmezlerdi ? . Tea ekseriya takım bilmemezlikten gelerek sualler sorardı.
bir Hele
onun gücenmiş ve tereddütlü cevaplan o hüzünle ay nı renkte gözlerine ne kadar yaraşırdı ! Bir funda çi
çeğinden , hakir bir yaprağa varıncaya kadar birbirle rine takdim ederler; modadan, felsefeden, kısaca her şeyden ... her şeyden bahsederlerdi. Bir defa
genç a
vukat, gül gibi yumuşak bir kulağı, maden bir halka geçirmek için, delmenin aleyhinde bulunduğuna dair kendi fikirlerini öne sürdü. Lakin kimsenin kulağına girmedi. Onlar da Vesim'in giyinme tarzında beğen medikleri bir takım şeyleri ihtar ederler, mesela : Da ha koyu fes, o zamanlar henüz moda
ola�
"rabato"
yakalıklar, renkli frenk gömlekleri giymesini,
koyu
deve tüyü renginde bir kostüm yaptırmasını,
hatta
bıyıklarını "alaburus" tanzim ederse kendisine
pek
yakışacağını söylerlerdi. Vesim bu safca ihtarlara gü lümserdi. Mamafih yine Lilli'nin tekrarladığı tavsiye si sayesinde Vesim daha dik ve göğsünü gererek yü rüıneğe başlamıştı. Vesirn'in resmini istediler. lar için aldırdığı fotoğrafının arkasına "pek mıutulacağından emin olduğuna" dair bir
Bun çabuk
cümlecik
yazıverdi. Gücendiler, gülüştüler. Bir gece yine buluşma vadolunmuştu.
Sabahle
yin buluştular. Vesim getirdiği iki beyaz kamelyayı onlara takdim etti. Tea göğsüne, Lilli kuşağının
ön
BARİSTAN VE GÜLİSTAN
163
tarafına iliştirdi. Ve bu gece bir müsamereye davet olundukları için buluşamıyacaklarından özür diledi ler. Tea Vesim'in gözlerinin içine bakarak : - Eğer arzu etmezsen gitmeyiz Vesim, dedi. Genç bu daveti kabule teşvik etti. İkisi gülerek "danlmadın a ... danlmadın a... " sözleriyle döndüler. Tea ayrılırlarken dudaklarını öne doğru uzatarak hoş nutsuzluk alametleri gösterdi. Vesim eve gelince gön lüne acı bir ümitsizlik düştü. Akşama kadar annesiy le görüştü. Lakin aklına geleni değil, ağzına geleni söylüyordu. Onların ayaklarına kapanarak gitmeme lerini rica etmeği düşünüyor, lakin yine derhal kendi kendisine "puh ! Ben de ne budalayım" diyordu. Bu gece saat birde Vesim Bey annesine "nineciğim şimdi gelirim" dedi ve bıyıklarım bükerek kapıdan çıktı. Evvela iki kız kardeşin davetli bulunduğu eve kadar gitti. Binayı meraklı bir bakışla bir kaç kere süzdü; koca kargir konağı bir tekmeyle yıkmak ister gibi kaşlarını kaldırmış, gözlerini açmış , yumrukları nı sıkmıştı. Kim bilir şu salonda ne kadar gençlerle dansedeceklerdi ; onların ne yakıcı, ne harap edici ilti fatlarına muhatab olacaklardı. Zavallı ! Hakikaten bu dakika pek zavallıydı. Devamlı "kıskanıyorum, Lilli'yi de pek seviyormuşum !" derdi. Onun bu müsa merede göreceği delikanlıları kendisine kazara ter cih edebileceğinden korkuyordu. Oracıkta bir ayna olsa kendi çehresini, herşeyi beğenmiyen bir ihtiyar ressam gibi, tetkik edecekti. Elleri arkasında, düşüne rek yürümeğe başladı. Rolandi'lerin evinin öniinde durdu. İki kız kardeşin odaları bitişikti. Başını kaldır dı Tea'nın mavi, Lilli'nin al abajurlanndan akan lam baların ışığı tül perdelerden üzülerek Vesim'in göz lerine çarptı. Yavaşça geriye çekildi; karşıdaki yıkık duvara tırmandı, boş arsaya atladı. Bu gece yıldız ı ar mini mini gözüküyor; rüzgar yok, yapraklar kı mıldamıyor, sokaktan kimse geçmiyordu. Vesim kcn-
154
HARİSTAN V E GÜLİSTAN
disinde bir yorgunluk hissetti.
Köşedeki çarpuk bir
incir ağacına yaslandı. Ellerini arkaya kavuşturdu. Lilli ile Tea odalarında tuvaletlerini yapıyorlardı. Lilli korsesini giymiş, saçlarını toplamış,
çehresini,
bileklerini, gerdanı pudralıyordu. Avukat o pudranın Tea
ılık güzel kokusunu hisseder gibi oluyordu.
nüz gecelik elbisesiyle, saçlarını tarıyor.
he
Göğüs ille
tine tutulmuş bir ihtiyarın öksürük nöbetinden son ra dermansız nefes alması tavriyle Vesim başım ya vaşça ağaca dayadı. Kendi kendisine "buraya
geldi
ğime ne kadar iyi ettim. Yarın anlabrsam şaşıracak lardır." diyordu. Vesim istedi ki koşa koşa odalarına
girsin de güzelliklerinden onlara hararetli
hararetli
bahsetsin. Tea tuvalet masasının üstünden bir çiçek aldı.
Bu sabah verdiği beyaz kamelyaya benziyordu. Gen cin iri, siyah bakışı karanlıkta parlamağa başladı. E vin içini iyice teftiş için ağaca tırmanmak istedi. Be ceremedi. Ayağının ucuna basarak yükseldi. melyayı dudaklarıyla yavaşça okşadı ve
Tea ka
korsesinin
arasına gizledi; hem de eliyle göğsüne basbrdı.
Ve
sim Bey bu gizli başandan meydana gelen sevincin den geniş geniş nefes alıyordu. İstiyordu ki yanında bir takım arkadaşları bulunarak bu başarısını görsün ler de , saadetine gıpta etsinler. . . Artık ikisi d e şapkalarını başlarına koymuşlar dı. !ki dakika sonra baba ve anneleriyle birlikte ka pıdan çıktılar. Vesim gayet uzaktan onları takib etti. Tea'nın kendisini sevdiğinden emindi. Onlar davetli oldukları eve girdikten sonra
Ve
sim dönerken düşünerek : - Lilli'ye elbiseleri ne kadar yakışmıştı, dedi. *
*
*
- Memuriyetle Avrupaya gidiyorum. Lilli ile Tea birlikte cevap verdiler : - Bizi aldatıyorsun, Vesim.
HARİSTAN VE GtJLlSTAN
155
Ciddi bir tavırla temin etti. Ve mamafih bir
ay
kadar daha buradayım, diyordu. Tea, bir şeye karar vermiş gibi kaşlarını çattı. Geniş bir nefes aldı. Lakin bu kararından yine pişman olmuş gibi dermansız bir halde, gözlerini yerdeki ufak kaya parçalarına böylece düşündü . . . düşündü. Sonra bakışıyla,
dikti, dudak
l arıyla, kaşlarıyla yalvanr gibi bir tavırla : - Beraber gidelim dedi. *
Vesim yol
*
*
hazırlıklarına başladı. Artık o eğlen-
celi buluşmalar, o keyifli tesadüfler ayrılık üzüntüsü nün bir rengini aldı. Madam Rolandi "yükselmeniz den memnun, lakin bizi terkedeceğinizden mahzun o luyoruz" diyordu. Gencin gönlüne nufuz eden bir na zar orada pek farklı emeller görecekti. Avrupa haya tı, masal perileri gibi tüller, güllere bürünmüş
bir
halde şimdiden gözünün önüne geliyor ve zavallı Mat mazel Rolandilerin muhabbetleri yavaş yavaş sönü yordu. Vesim bu kararsızlığından onlara
renk
ver
memeğe çalışıyor, daha doğrusu kendi bile gönlünde ki hisleri tamamiyle anlıyamıyordu. Bir pazar günüydü. Erkenden Büyükadaya gitti. Elinde iki paket olduğu halde döndü. Öğleydi. lıkta o "yeşilyuva" ya elindeki paketlerin
Çam
birindeki
san gülleri sola, penbeleri sağ tarafına yere serpiver di. Bu aralık Rolandi'ler de koşa koşa geldiler; Baş larını güneşten muhafaza için örttükleri ipekli eşarp ların uçlan kelebek kanatlan gibi rüzgardan uçuyor du. İkisi birden : - Bak, bu gün aşka kanatlar verdik,
dediler.
Vesim : -- İşte ben de ona güzel bir yuva yaptım, diyordu. Bir koku hafifliğiyle goncaların içine uzandılar; bu manzara pek hazindi. Yakında bu güller solacak, bu kahkahalar ağlayacaktı.
156
HARİSTAN VE GtiLtSTAN
Muhabbette maddiyatın bir dereceye kadar e hemmiyeti yoktur. O imrenilen eğlenceler, yüceliklıer yalnız hayallerimizde canlandırmakla yaşarlar. Bu sebeple, hayali geniş olmayanlar muhabbetten le-zzet alamazlar. Aşka layık olmayan samimiyetler daima muhabbet sağlamadan, itimatsızlıktan, başa kakmayı tekrardan ibaret gibi bir şeydir. Ta ilk zaman efsane lerinden bu ana kadar aynı sözler, aynı görüşler tartı şılmışken, bu ebedi sözler, döküldüğü dudakların a� li titremesinden yepyeni manfilar, hoş nükteler alır gibi her zaman başka bir güzellikte, başka bir mana da parlar. Bu gün pek az rüzgar vardı. Öğle sıcağı tabiatı durgun bir hale getirmişti. Yüksekte sükünet içinde durur gibi uçan bir çaylak, geniş kanatlarını açmış, boşlukta bir siyah nokta şeklinde gözüküyordu. Şimdi çamların o keskin reçine kokusu etrafa daha ziyade yayılmıştı. Hararetli öpüşlerle ağız ağıza gibi sıcak duran gölge, bu üç ruhun çehrelerinin bir kısmına dağınık bir halde çökmüştü. Karşıda deniz, taze bir gelin göğsü gibi perişan bir çarpıntı içinde gözüküyordu. Lilli güllerle oynuyordu. Tea, Vesim'in sağ elini avucunun içine almış, yüzüğünü kendi parmağına ge çinneğe çalışırken, biJmemezlikten gelen bir tavırla ansızın dedi ki : - Vesim senin kaç gönlün var ? Genç, bu garip suale karşı ne demek lazun geleceğini bilemedi de saflıkla : - Bir... Cevabını verdi ve gillmeğe başladı. - Öyleyse, iki muhabbet bir kalbe sığmaz. Doğru söyle! Hangimizi çok seviyorsun ? İkinizi de severim ! - Demek ki hiç birimizi sevmiyorsun. - Hakikaten ikinizi de aynı muhabbet, ayru hür-
HARİS'i'AN VE Gt'LisTAN
157
metle sevdiğim için birinizi diğerinize tercihde mazu rum. Lakin beni hanginizin daha ziyade sevdiğini bil
miyorum ki ? .. dedi. Fakat yalan
söyledi :
Tea'mn
muhabbetini evvelden beri hissetmiş ve nihayet geçen
�
akşam bütün b tün tecrübe eylemişti. Lilli'nin
şuh
tabiatı ise öyle ciddi muhabbetle meşgul olmağa en geldi. Demindenberi
sükut eden Lill i ,
önemi
olmadı
ğını ilan edip, kayıtsızca gülerek : - Güceniriz diye tercihini bizden
saklıyorsun;
bir kur'a çekeriz. Bakalım, gönlünü kim kazanacak ? Bu surette sen tereddütten -kardeşine alay yollu ya rım
�ir bakış fırlatarak- Tea da acı bir endişeden kur
tulmuş olur, dedi. Vesim'den aldığı kağıttan ufakça iki parça keserek birine kendi ismini, diğerine
kar
deşininkini yazdı ; kağıtları büktü. Genç zaten meseleye bir ciddiyet rengi verilme sinden dolayı düştüğü zor durumdan kurtulmak için çare ararken
Lilli'nin bu şakasından memnun oldu.
- Gerçi, pek Amerikalı işi bir muhabbet olacak sa da ... diyerek uzatılan kağıtlardan birini aldı. Tea' ya göz ucuyla baktı. Göğsünün ıztırablı hareketleri gözüküyordu. Kağıdı açtı. "Lilli " !
yazılıydı.
Tea sa
rardı. Kardeşi sürekli bir kahkaha salıverdi. - Bu sayılmıyacak, haydi! Bir ikinci talih
de
nemesi daha! Lakin bu defa herkes hakkına razı ol malı, dedi. Tea yine tek kelime söylemedi. Kur'a yi ne "Lilli" ye tesadüf etmişti. Hoppa kız Azrail'in can alıcı gözleriyle Tea'yı süzerek : - Bize değil, talihe küs ! dedi. Ve Vesim Bey'i yanına davet etti. Genç, bunları hep şakalaşma zan nettiğinden o da bu tekliflere şakalarla cevap veri yordu. Bu sırada Vesim Bey Tea'nın yüzüne bakınca o hisli kızın usul usul ağladığını görmez mi! ?
Genç
onu sevindirmek için şakalar icat etti. Tea ıslak men dilini yanına bırakmıştı. Avukat o mendili "beni her
158
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
zaman düşündürecek bir yadigarın almak istedi. Fakat Tea :
olsun"
diyerek
- Artık lüzum kalmadı ! Kesin hükmüyle engel oldu. Lakin kardeşi saçla rından bir mini destecik keserek, gence verince Ve sim'in ısrarına dayanamıyarak, gözleri süzgün, ya nakları al al olduğu halde o da Lilli'ye uyuverdi. Genç ikisinin de saçlarını ayrı ayn birer ufak zarfa koya rak, üstlerine de tarihlerini yazdı yeleğinin cebine koydu. Akşam olmuştu. Döndüler. Genç avukatın hareket günü gelmişti. Veda gayet hazin oldu. O akşam Vesim Bey'in bindiği Loid kum panyasının "Orana" vapuru hareket ederken, gencin vicdanını zehirli bir azap, beliI'Siz bir pişmanlık istila etti. Şimdi elleri yeleğinin ceplerinde olduğu halde sönük nazarla adalara doğru bakıyor : - Acaba şimdi ne yapıyorlar? ! .. diyordu. *
*
*
Dört sene sonra yine Vesim Bey; ağır ağır çam lığa doğru gidiyordu. Avrupa'dan geleli bir hafta ol muştu. Mazisini ziyaret için ilk defa adaya geliyordu. Düşünceliydi. Hatıralarının elemli tesiriyle gözleri dalmıştı. Genç avukat dört sene içinde hayli değL5miş dış görünüşüne hissolunur derecede bir ağırlık, bir "bil giçlik" tavrı gelmiş, bıyıklan uzamış, çehresi kızar mış, semizlemiş, tenine hoş bir asalet rengi çökmüş daha güzelleşmişti. Dizlerinden aşağıya giydiği bir pardesüyü baştan başa iliklemiş ; ucu eğri, bir kiraz bastonu baş aşağı tutmuş, ucuyla lostrinli potinleri nin üstüne vuruyordu. Sürücülerin bağrışmalariyle, kaldırımlan şakır datarak dört nala koşan eşeklere binmiş, mor fistan lı, al j ileli, beyaz başörtülü bir takım kadınlar, çığlığa
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
159
benzeyen kahkahalar fırlatarak ve palanların meşin lerini gıcırdatarak, Vesim Bey'in
yanından geçiyor
lardı. Vesim Rolandi'lerin evinin önünde durdu; sene kiraya verilmemişti. Bakışıyla Lilli'nin kucakladı. Evin sarı boyası uçmuş, macunlan lekeler şeklinde gözükmeğe başlamıştı.
bu
odasını beyaz
O sarışın peri
yuvasının pancurunun bir kanadı, rezesi koptuğundan boynunu bükmüş, sarkıyor; rüzgarın şiddetiyle
sa
çaktan kopan uzun bir teneke boru sallanıyordu. Fa-. bu evde harap bir kalbin gizliliği vardı. Şimdi pence renin önüne iki serçe konmuş sevinçle sıçramağa,
ö
tüşmeğe başlamıştı. Uzaktan çamlığa giden yolda bir ufak kulübe vardı ki bugün kapısının önünde
çamur
içinde çehresi, leke içinde entarisiyle bir küçük çocuk oturmllii , kiremit döküyordu. Dört sene evvel,
bir sa
bah Lilli ve Tea ile çamlara giderken bu kulübede henüz bir çocuk doğduğunu haber almışlardı. Avukat hemen hatıra defterini açtı. Çocuğun. .... senesi ağus tosun on ikinci cumartesi günü doğduğunu
bulunca,
çocuğun yanına gelen annesine bu tarihi tekrar etti. Kadıncağız hayretle tasdik etti. Vesim kendi kendisi ne "bu çocuk mutluluğumun hayattaki bir tarihi" de di. Şimdiye kadar kendisinin de mini mini çocuğu ola bileceğini düşündü.· Bencil mazisini kınadı. Çamların arasında bir zaman geçtikleri yollar dan geçerek, o yeşil yuvayı, o saçılan gülleri arıyor du.
"O yuva da mı uçtu? O güllerde mi kanatlandı ?"
diyordu. Diğer çamlar hep devrilmişti. Sağ kalan yal nız o çamdı ki onun kütüğüne isimlerinin ilk harf
lerini kazımışlardı. Ne garip bir tesadüfdür ki
onun
da '"L" harfiyle "V" nin bir losmının kazılmış oldu ğu kabuk düşmüştü. Yalnız "T" okunabiliyordu. Ve simBey 'in ilk sevdası burada gömülüydü. Gencin ka panmış kirpiklerinin arasından düşen iki damla yaş oracığı ıslattı. Belki Tea'nın dört sene evvelki yaşla rına karışmıştı.
HARİSTAN
160
VE
G ÜLİSTAN
Ekseri çamların kurumasından orası bir meydan cık
haline gelmişti. Vesim bitkindi. Durduğu
yere kah
yıkılıverdi. O dört sene evvelki tebessümlerin, kahaların, emellerin, gözyaşı bulaşmış, perişan,
sa
rarmış bir halde, toprakların arasında, çiğnenmiş ol duklarını görür gibi olunca gözlerini kapadı.
Bu da
kikada beşerin sonsuz hevesleri de iki damla yaşla be
raber gözünden düştü. Artık kendisinden bile nefret ediyordu. Bu gün hava pek sıcaktı. Sanki hararet, gökyü
zünün ,denizin rengini bile soldurmU§tu. Deniz
de,
gök de acıklı koyulu, uçuk, çirkin, kirli bir maviliğe bürünmüştü. Buraya mahsus olan sert bir rüzgar
yine
aynı
;iddetle esiyor. Yakında bir funda çiçeğinin
üstüne
titreyen, benekli bir kelebek artık Vesim'in
nazarı
dikkatini çekemedi, paltosunun düğmelerini açtı. Yan
ul vi hislerle okudu. İçindeki iki deste saçı ağır ağır du
cebinden iki ufak zarf çıkardı. Üstündeki yazılan daklarına götürdüğü zaman, kirpiklerinin
titreme
sinden, bütün ruhunun dudaklarının ucuna geldiği an l�ılıyordu. Ellerini bitkin hareketlerle yanına,
aşk
yadigarını da zarfın üstüne bırakıverdi. Gözleri dal
dl.
Şimdi mazi gözünün önünden tekrar geçiyor
ve
onu o dakikalarda tekrar yaşatıyordu. Bu sıra şiddetli bir rüzgar esti. Şimdi
kağıtlar
saçlarla beraber aşağıya doğru uçuyordu; hemen fır ladı. Sanki bu fırsatı bekliyen bir kırlangıç, Vesim Bey'den evvel davranıp hızla yere sürünerek, uçan saçları gagasına aldı, havalandı. Vesim Bey şaşala dı ve arkasından koşmağa çalıştıysa da kağıtlardan başka bir şey bulamadı. Başını kaldırdı ve uçan kuşu bir müddet takip ettikten sonra : - Onlarla ben, ben yuvamı süsliyecektim !
yordu. *
*
*
di
HARİSTAN VE GtJ'LtSTAN
161
Bir hafta sonra Vesim, Beyoğlu'nda doğru yolda "Madam Belondel" olduğunu söyledikleri Tea'yı
çıp
lak bacaklı, çıplak kollu, dağınık saçlı mini mini ço cuğunu elinden tutmuş sür'atle giderken gördü. "Ma dam Belondel" durdu. Görüştüler, evlendiğini söyledi,. nihayet Lilli'nin Floransa'da "tifo" dan vefat ettiği ni haber verdiği zaman, bu kadın
artık uzaklann sis
leri içinde ağır ağır kaybolan maziyi, gençliğin
o şi
iriyetleri arasında gömülen ateşli ve ağlıyan maziyi büsbütün unutmuş göründü ve donuk ve manasız bir çehreyle Vesim'e sade ve ruhsuz bir : - Allahaısmarladık! dedi; ve gitti.
2Ö Temmuz 1311
Barlstan Ve Gilllııtan
-
F : 11
TEVCİH -1
VECİH
( iyiye, güzele yorma )
V buhranlı çağını
ECİH Bey, yirmibeş yaşında ve gençliğinin
en
hayallerle bir kat daha ağırlaş
tırmış, hislerine tabi bir gençti. Her şeye layık oldu ğu dereceden ziyade ehemmiyet verir, ruh
hallerini
tetkike özenirdi. Hakikati de hayallerine tatbik etmek ister, tabiatiyle başarılı da olamaz ! onun için görse evvela bedbahtlığından bahsederdi.
kimi
Muntazam
bir içgüdü saflığıyla cereyan eden hayatını bazen pek adi bulur, hayatı şaşaalandıracak bir şey, bir muhab bet arardı. Beyoğlunu sevdiği halde o yapmacık neş'e lerden, neş'esiz kahkahalardan, tesirsiz okşayışlardan asla hoşlanmazdı. Bu hfilin sebeplerini anlamak isteyenlere "bu ya ratıklar, bir dereceye kadar, Flaubert'in Emmasına, Dümazade'nin Margeret'ine benzemedikten sonra in san kendini neye aldatmalı?" derdi. Ekseriya Vecih arkadaşlarının yanlarından ayrıldıktan sonra
bunlar
"Hoştur, ama ahlakı pek anlaşılmaz" derlerdi. Bazı kere yazı masasının önüne geçerek, gele ceği için ne türlü bir hareket çizgisi tasarhyacağını düşünür; evliliğin pek fena olmıyacağına hükmeder
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
163
gibi olurdu. Masasının karşısına tesadüf eden pence reden ufuklara bakar ve bir takım hülyalarla meşgul olurdu. Vecih bu hülyalarda iken annesi yavaş yavaş o daya girdi. Bir koltuğa oturdu. Gözlüğünü buruşmuş alnının üstüne kaldırıp odadaki resimlere, fotoğrafla ra kayıtsız bir bakış fırlattı. Ve bir müddet sonra ko nuşmanın akışını evliliğe vardırdı. Vecih annesının tavsiye ettiği beş altı kızın hepsine bir kusur buldu. Kiminin yürümesini, kiminin söz söylemesini, kimi nin okumağa merakı olmadığını bahane etti ; hatta biri için "tesirsiz gözlerden hoşlanmam" dedi. Lakin hiçbirine "güzel değildir'·' demedi. Vecih Bey annesi nin bu garip cevabından hasıl olan ıztırabını yatıştır mak için ilave ediyordu. - Nineciğim ! Evlenmek hayatın bir muamma sıdır. Hallinde cüz'i bir hata ileride o kadar ehemmi yet kazanır ki adeta insanı canından bıktırır. Alaca ğım kadının huyu huyuma tamamiyle uygun olmalı ki mutluluk nedir? Nasıl şeydir? ben de tecrübe ede yim. Mükemmel bir kız bulamam diye korkuyorum. Korkuyorum, nineciğim ! Evlenemiyeceğim ! yorum !
Korku
Annesi şefkatli bir tavırla Vecih'in gözlerinin içi ne doğru bakarak : "İstediğin gibi bir kız bulacağından emin değilim, oğlum" dedi. *
*
*
Vecih bir iki kalem arkadaşıyla birlikte oturu yordu. Sohbetleri aşk üzerindeki başaııy a yöneldi. Her biri kendi aşk macerasından bahsetti. Biri de Vecih'in görüp de pek bayağı addettiği bir kadınla sevişmesini anlattı. Vecih hepsini kayıtsızca dinledi. Hiç birini takdir etmedi. Lakin yine bir arkadaşının
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
164
cwna günü Küçüksu'da gezerken nail olduğu iltiffat Iara gıpta etmekten kendisini alamadı. Tecrübesiz çocuk kendisini cidden son
komşula
rından, akrabasından bir kızın yazdığı bir mektuba, içinde bir iki imla hatası bulduğu için cevap bile ver medi. Annesi birgün babasına dedi ki :
"Vecih, kendi
si gibi, daima okuma ile meşgul olacak bir eş arıyor. Vay hruine ! Evinin işine kim bakacak? Söküklerini kim dikecek? " - Hanım !
Onlar sözdür. İstediği gibi bir kadı
nın buhınamıyacağını anlarsa nasıl olsa yola gelir. Vecih buralarda değildi. En yeni okuduğu
bir
romanın hükmünü dışarıya tatbik için her gün
bir
başka düşünceyle dolaşıyordu. Romanlar yenileştik çe aşk fikirleri de yenileşiyordu. Her yeni romandaki
mühim şahıslara kendisini benzetmeğe çalışıyortlu. Vecih, yakışıklı bir genç olduğundan bütün kız ların kendisine bakacağına inanırdı. Ekseriya de olurdu. Fakat - heyhat ki !
-
böyle
Vehic seveceği
bir
kadınla felsefe bahislerine, tarih konularına, edebi eserlerin tenkidine girişmek isterdi ! Kendisi gönlünün istediği şekilde bir eş seçemiye ceğini anlayınca annesine hislerini uzun uzadıya an latarak öyle bir kız aramasını rica etti. Hatta bir ara lık istemeğe muvaffak olduğu rivayet edilen bir kızla evlenmek için tel8.şa düştüğü sırada "esasen
Vecih
Bey okuma ile pek ziyade meşgul olduğundan küçük hanımın kendisine verilemeyeceği" haberi geldi.
Bu
haber keskin, ince bir hançer gibi zavallı gencin yü reğini deldi. Annesine gücendiğini gösteren bir ba kış fırlattı, odadan dışarı çıktı. Vecih gördüğü, görüştüğü
kadınların ruh
h al
lerine, tavırlarının tenkidine dair gazetesinde sahife ler dodururdu .Bu gazeteyi görmeli de içindeki
yüz
kadar kadının -evet mübalağasız yüz kadar kadının-
HARİSTAN VE GVLİSTAN kalemle tasvirini okumalı !
165
Vecih'in bu halleri arka
daşlanmn arasında bence de malumdu. Bir gün ken disini kötülerken bana dedi ki : - Bence irfanı, ilmi kendisine denk olmayan bir kanya sahip bir koca, aynıyla tek gözlü bir
adama
benzer. A canım , yaşamak evlenmekle kaim değil a ! Kendime mükemmel bir hayat arkadaşı
bulamaz
sam . . . bekar yaşanın . . . Vecih tetkiklerini ilerlettikçe ve kadınların nok sanını daha ziyade anladıkça, seçme dairesini darlaş tmyordu. Acaba, bu kadar halk içinde Vecih'e layık bir eş bulunamıyacak mı? Acaba bu çocuk, gazetesin de, bir kız hakkında - halleriyle alay etmeden - istek li bir iki satır yazmayacak mı ? *
*
*
Vecih köprü üstünde bir kıza rast geldi; takip et ti ; oturduğu evi öğrendi. Bahar gelmişti. Vecih her zamanki arkadaşıyla beraber Kağıthane'ye gitti. Orada bir arabada bu kı zı yine gördü. Bu hanım Vecih'in nazarı dikkatini zi yade çektiğinden halini, tavırlarını tetkik için arka sından ayrılmadı. Bu kadın uzun boyu, siyah parlak gözleri, en hoş penbe güllerin renginden hoş penbe ya nakları, siyah cazibeli kaşları, nazlı endamı,
hazin
tavırları, azametli yürüyüşü ile som bir sevdaydı. Ko yu güvez yeni bir ferace giymişti. Vecih'in meylini, ıztırabını gözlerinden anlayınca mini mini dudakla rından, bir tebessümün kırmızı ışığı parladı.
İnatçı
çocuk bu mağrur kadında da kusur aradıysa da bula mayınca kalben "İstediğimi buldum !" diye feryat et.;. mek istedi. Kalbindeki çarpıntıyı belki gözlerinden an
J ar ümidiyle, bu güzel hanımın yüzüne bakmaktan bir türlü kendisini alamadı. O tebessüm, o çiçeklerin, şafakların, baharların,
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
1 66
seherlerin bir gonca üstünde görülen ışıkları, Vecih'in gönül ve dimağındaki karışık ızdırabları, karanlık te reddütleri derhal giderdi. Gözünün önünde ebem ku şaklarıyla örtülü denizler, servi siminlerle süslenmiş ufuklar görünmeğe başladı. Dönüşte yürek çarpıntıları arasında başını ara badan dışarı çıkararak, ileriye doğru, uzağa baktıkça iki araba arasında nurani saadet izleri belirdiğini gör dü. Vecih perişan halini arkadaşına anlatmamak
is
tiyordu. Bir hafta geçti. Vecih ertesi cuma da
sevdiğini
merak ettiği için Sadabad'a gitti. O, oradaydı. Araba dan inerek yaş çimenler içinde gezinmeğe başladı. Ve cih, Beyoğlu'nda ayrıca yaptırdığı bir menekşe deme tini titreye titreye boş arabanın bir köşesine bıraktı ; arabasının yanında bir ağaca dayandı. Sevdiğinin a rabasına dönüşünü bekledi. Vicdanında korku ve
se
vinçten mürekkep garip bir perişanlık hissediyordu. Cür'etinin nefret
ettirecek bir tecavüz mü,
yoksa,
müsamahaya yaraşır bir eğilim eseri mi, bir adilik mi sayılacağında tereddütlüydü. Küçük
hanım
döndü.
Arabanın içinde yabancı bir demetin boynunu
bük
müş durduğunu görünce, evvela tereddütü ima
eder
bir tavırla etrafına baktı. Vecih'in orada sessizce
bir
perişanlık içinde morardığını gördü. Menekşelerin on dan olduğunu anladı. Mini mini kalbi, ufak ufak çarp tı. Elinde olmıyarak göğsünde ateşli bir ızdırabcık his setti. Demeti eline aldı; kokladı ; Vecih'e bakmıyarak yanına bıraktı. Zavallı çocuk, durumun neticesini bek lerken ecel terleri dökmeğe başladı. Başkalarına gö re başarısızlıktan sayılabilecek bu kabul sureti Vecih için umulanın üstünde bir başarıydı. Bu mağrur ta vırlara cidden tutuldu. Akşam evine döndüğü zaman düşünmeğe başla dı. Zihni perişandı. Şimdi Vecih sevgili babasının, şef katli annesinin kendisine tevcih ettikleri hitapları an-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
161
1ıyamıyor; dalgın dalgın yüzlerine baktıktan sonra, bir daha tekrar etmeleri için rica ediyordu. Odasına gitti ; bir kitap açtı. Sahifenin birinde gözlerine ilişen bir kelimede onu gördü. Yüzünü iki elleri arasında sıkarak acı acı tebessüm etti. Yüre ğindeki çarpıntı, kenarı astraganlı o güvez feracesi ve tüllü şemsiyesiyle gözünün önüne doğululara mahsus, bir tavus gibi salına salına gezinen sevdiğinin gelme sine engel olmuyor : - Kimbilir ne kadar faziletli dir? Kimbilir ne güzel piyano çalar? Kimbilir o sev da ile süslü temiz odasında beceriklilik eseri olarak ne güzel, ne şairane levhaları vardır ? Onları ne de güzel düzenlemiştir? Kimbilir ne güzel fransızca bilir? Oh ! Aşk manzwnesinin seher-i hilali, o muhabbet gö lünün ay ışığı siyah kaşların bir edebi tenkit neticesi olarak çatıldığını görmek kadar saadet tasavvur olu nur mu? Oh ! Evliliğimizin daha ilk gecesinde ne kadar manzumeleıim varsa hepsini kendisine okuyacağım. Tenkit etsin; yalvaracağım. Acaba ayıp mı olur? Ba bam en sevdiği tarihin böyle mini mini bir güzel me lek tarafından filozofça muhakeme edildiğini işitse gelinini ne kadar sevecektir ! Acaba, babam, oğlunun istediği gibi bir eşe sahip olduğuna sevinecek mi?.. Vecih böyle bir takım hayal dalgaları ortasında yuvarlandıktan sonra yerinden kalkabildi. Her gece yatarken sevdiğini rüyada görmek istediği halde bir türlü muvaffak olamıyordu. Hayalini unutacağından adeta korkuyordu.
Vecih şimdiye kadar ağlamak nedir bilmediği halde, bir kaç kere o siyah bayıltıcı gözlere ait haya.J. Ierini en acı göz yaşlanyla ıslatmadan kalbinin ha raretini söndüremiyordu. Aşkın, saadetin, anne ve babasının bitmez tükenmez nutukları aksine görülen bu başarının, arkadaşlarının başa kakmalarına karsı
168
HARİSTAN VE GVLtSTAN
bu intikam zevkinin gönlünü okşadığım hissediyordu. İtiraz edenlerin hepsini mağlCıp edeceğinden övünebi lirdi. Vecih'in vicdanına bakışla nüfus edilse orada biraz bencillik eseri bulunabilir. Belki bu muhabbetin şiddetinde onun da payı vardı. Sevdiğini iki defa daha gördü. Nihayet bir mek tup yazmak, hem de kalem
denemesi
yolunda
bir
manzum mektup yazmak istedi. Romanlarının aşıka ne kısımlarının bütününü karıştırdı. Üç gece
çalıştı.
Yazıhanesinin yeşil çuhası üzerine dökülen, çimenler deki seher su damlacıklarına benzeyen gözyaşlarında sevdiğinin resmini göre göre manzumeyi tamamladı.
Bir kaç kere okudu. Hiç beğenmedi. Müessirin güzel liğine karşı eseri pek çirkin gördü ... Dudakları hararet içinde titriyordu. Gözleri kara rarak, başı dönerek gözyaşlarıyla dolu olan bu mek tubu takdim etti... Bir kenara çekildi. Gölge gibi bir ağacın altında durdu. Bakışıyla sevdiğini takip etti. Bu gün küçük hanımın yanında bir taze
daha
vardı. Bunlar biraz yürüdüler. O, etrafına bakındık tan sonra kayıtsızca mektubu yanındakine uzattı. Vecih birdenbire geri çekildi, kalp çarpıntısı dur du; avuçları kapandı ; gözleri açıldı. Yanındaki taze, mektup yırtmağa alışmış birisi gibi, zarfı güneşe doğru
tuttuktan
sonra
kenarını
muntazamca yırtıp okumağa başladı. O kah ayakla rının ucuna bakıyor, kah kayıtsızca mektubun
satır
larına bakıyordu. Mektup bitti; hiç bir şey anlamadı ğını gösterir bir tavırla arkadaşının yüzüne baktı. Ko nuştular; gülüştüler; öteki taze
mektubu
koynuna
koydu. Bu sırada Vecih'in dimağında bir boradır koptu ! Beyninde esas hayallerinin büsbütün çöktüğünü, alt üst olduğunu görüyordu. Oradan sendeleye sendeleye çekildi.
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
169
Bedbaht Vecih ! Bir son çareye daha müracaat etti : Annesini kızın evine gönderdi. Bu kızın tahsil den ziyade sökük dikmek öğretilmiş, ihtiyar, zengin bir kadının evlatlığından başka bir şey olmadığını an ladı. Zavallı hassas genç : Gözünün önünde akordu bozulmuş piyanoların, rengi uçmuş resim levhalarının paramparça olduğunu, vezni bozulmuş manzumelerin, fırtınaya uğramış sonbahar yaprakları gibi birer bi rer uçuştuğunu görüyordu. f,.z kaidı unutacaktık : Vecih Bey iki gün sonra kızdan : "Tende canım, mahabbetli cananım... Eğer benden sual buyurulursa ateşinle püryamm... " tarzında gayet fena bir yazı ile bir mektup aldı. Hum madan kurtulduktan sonra ıztırap hatırası olmak üze re son ilacım saklayan adamlar gibi Vecih Bey bu mektubu atmadı. Hususi kağıtlarının arasına kattı. Bundan sonra felaketzede Vecih ne ümit etse, neyi sevse, o anda ayağının altında derin bir uçurum gö ründüğünü hisseder; onu doldurmak için haftalarca çalışırdı. *
*
*
Bu olayın üzerinden altı sene geçti. Vecih memu riyetle Avrupa'ya gitmişti. Buraya geleli altı ay ol du. Sokakta bir arkadaşını gördü. Hatır sormadan sonra arkadaşı dedi ki : - Nasıl, yine malumatlı kadın arıyor musun ? - Evlendim. - Aman ! Kiminle ! Nasıl, birlikte kitaplar yazıyor musunuz ? - O gibi fikirler saçmaymış ! Bir annenin - alfa beden başka birşey okumamış, şimdi de bizim evin dışında ne olabileceği ihtimalinden bile habersiz - bir hizmetçisi vardı. Onu aldım. Pek güzel sökük dikiyor, rahat ediyorum ! Arkadaşı sürekli bir kahkaha salıverdi.
170
IIARİSTAN VE GtJLtSTAN Vecih Bey ciddi bir şekilde dedi ki : - - Muhabbetdeki saadetler, eğlenceler, yücelik
ler
yalnız hayallerde
görülüyormuş !
Evlilik
gibi
maddiyatta, o tantanalı lezzetlerin, o peri eğlencele rinin düşünüldüğü gibi olamıyacağını anladım.
Onun
için bu böyle oldu, azizim !
10 Temmuz 1309
Haristan
ve
Gü listan
G O LI STAN UNDAN beşbin sene evvel... Kızıldeniz'in güney
B kıyılarında bir ada. . Mai bir gece.. Mehtap.. Ko
yu kurşuni bir
umman, üstünde heybetli bir süktinet,
daha üstünde o sükuneti yırtarak nurunun ışıklığıru, Hint Denizi'nin ufukları görünmez
engin
yüzeyine
parça parça serpen bir ay ... Üstünde bir kuş bile uç mayan bir ırmak ... Boş bir feza... Sonsuz, durgun bir çevre... Korkunç bir kimsesizlik, boğucu bir sessizlik. . . Çıt yok, hayat eseri yok ... Berrak, sonsuz bir ıssızlık, bir sessizlik mahşeri!
Mehtap
düşünüyor.
Dalgalar
düşünüyor. Ayın damlalarının akışı altında eriyen ge cenin açık gölgeleri düşünüyor. Gezinen bulutlar dü şünüyor. Denizle rüzgar, bu emir korkusunu düşün menin, nüktelerinin sırlarını biri birine sanla sarıla fısıldıyor. Denizin
göğsü teneffüs eder gibi kalkıp
iniyor. Bütün varlıklarda bir tazelik, bir yıpranma mışhk hissolunuyor. Bu sonsuz durgunluğun ortasın dan bir ses fırlasa dünya gülecek, kanatlanacak gibi geliyor.
HARİSTAN VE Gtl'LİSTAN
172
Adanın eteğinden denize uzanan ince
kumların
üstünde, Nesrinnuş, uzaklardan doğru serpilerek, de nizin yüzeyinde kaynaşan altın selvinin bir parçası gi bi uzanmış . . . Dalgalara karışmış, çıplak , mehtap dar çıplak, rüzgar kadar çıplak...
ka
Vücuduna düşen
ayın tatlı ışıklan, gerdanının üstünde, çıplak
saçları
nın arasında titreşiyor. Ufak dalgalar biri birini sı kıştıra sıkıştıra, imrenişler, süzülüşler, fısıltılarla, bir sedef renkli dudaktan işlenmiş vücudun, kah saçları nın arasına girerek, kah beyaz kollarında sürünerek, kah gümüş sinesinden süzülerek, kah erguvani ayak larını okşayarak birer birer buselerini aldılar.
Okya
nusun derinliklerinden çıkardıkları incileri Nesrinnuş' un ayağı ucuna takdim ettikten sonra ihtiramlar, ih tirazlarla geri geri çekilip gittiler'. Nesrinnuş, sevinçten şaşkın , tatlı bir tembellikle gerindi. Etrafında bir hfile şeklinde kendine bakan pe ri kızlarına
kadife
uçukluğunda,
kadife
ılıklığında
gözlerini çevirdi. Kırmızı dudaklarının altında
şimşekler
çakan
dişlerini göstererek onlara neşeli bir gülil§ parlattı "beni oğunuz! . . " dedi. Şimdi hademelerinden üçü omuzlarındaki san, ma vi, beyaz tüllerden silkinerek kollarını, sinesini, ayak larını oğuşturmaya, saçlarım kurulamaya başladılar. Nesrinnuş ayın kendi için serdiği altın yola doğru ba karken zümrüt gibi denizin bir erganun nağmelerine benziyen uğultusunu dinliyor ve anlıyor gibiydi. Bu esnada kayaların koğuklarından, sazların ara larından, ellerindeki deniz
kabuklarından
boruları
öttüren bir takım küçük periler Nesrinnuş'a doğru u çuşmaya başladılar. Nesrinnuş doğruldu, mehtaba el lerini sallıyarak ona bu gece için veda etti. Nedimelerinin omuzlarına attıklan al bürümcek lere büründü. Bir fecr bulutu parlaklığında, bir fecr bulutu seffafiyetinde hannaniyesiyle boylu
boslu,
HARiSTAN VE GÜLİSTAN
173
gösterişli vücudunun erguvani rengini katmerleştire rek yolunda eğilen güllere rağmen, ıüzgar gibi ince likle, nazla ve bir te_lliil sallanışıyla yürümeye
başla
dı. Şimdi güller, alkışa benzer fısıltılar'ıyla onu lamlıyorlar, minalar ayağını öpmek, sonra
se
ezilmek,
ölmek hevesiyle yoluna dökülüyorlar. Bu yürüme iki dakika devam
etti.
Billur
bir
köşkün kapısından girdiler. Mehtabın cam duvarlara aksiyle ayrılan ziyası, havludaki çağlayana
yansı
dıkça turuncu, al, san bir nur fıskiyesi, göz kamaştı ran, ruh okşayıcı bir nağme ile cereyan ediyordu. Ha vuzun kenarına yayılmış,
üstüne
limon,
portakal,
mandalina, turunç çiçeklerinden örtüler serilmiş
bir
sofranın başına oturdular. Zebercedden oyulmuş ta baklarda muzlar, ananaslar, hurmalar, av etleri, ba lıklar getirmeğe, laleden kadehlerle şaraplar,
bade
ler, gül şarapları sunmaya başladılar. Havuzun diğer sahilinde çalgıcılar, şarkıcılar bir halka oldular. Kemençeler, neyler, lirler
şeştarlarla
selsebilin akışına benzeterek Nesrinnuş'un güzelliğine ve cazibesine aid şiirler okurlarken nedimelerinin söy ledikleri şuh ve neşeli latifeleri arasında ısırılan mey velerden, devrilen lalelerden, boşalan tabaklardan kü çük bir harp meydanına dönen sofra yaralılar, ölüler le dolmuştu. Lezzetli şarabın verdiği neş'e ile coşan Nesrinnuş nedimelerinin kucaklarına yatmış, dudaklarını rek meçhul uzaklardan birşeyler
eme
umar, arar gibi te
hirini uzatıyordu. Dostları her yudumda sahibeleri nin ellerini öpmek, saçlarını koklamaktan zevk
alı
yorlardı. Ruhlar neş'e baharından köpürmeğe başlamışdı ki rakkaseler emrolundu. Şimdi musikiye periyane, nurani ince bir raks karışmıştı. Pembezar gömleklere sarılmış yirmi, otuz kızın
1 74
HARİSTAN VE G"ÜLİSTA;N
süzülüşler, gerilişler, girişmeler, kmşmalarla bir be yaz duman gibi dönerek, kıvrılan, uçan tüllerin altın dan, üstünden birer kelebek hafifliğiyle yanın per'en deleri... renklerin, ışıkların açılıp toplanmasını tak l it ederek biribirlerine girişip aynlmalan ... sanhp çe kilmeleri. . . kalçaların ahenkli ve düzgün kıvrıhşları, dönüşleri, eğilişleri, katmerleşmeleri, sarı, lepiska saçların birer gül yanardağı gibi dalgalana dalgalana feveranı musikiyle kaynaşarak akıcı ve sarhoş edici bir ahenk hasıl ediyordu ki hangisi musiki, hangisi raks, kulaklar ayıramıyor. Musiki mi rakseden, rak sı mı nağmesaz, gözler anlayamıyordu. Nesrinnuş bütün bu raks dalgalanmalarını ve ahengi nedimelerinden Çuyirevan'ın dizlerine yaslan mış mühimsemeyerek, eglenemiyerek gözlerini derin manevi bir endişe ağırhğiyle süzüp temaşa ediyordu. Bu ihtişam gösterileri, onun uyuyan ruhuna bir sevda gülüşünün damlası gibi her akşam gördüğünden başka bir şevk ve sefa gösteremiyordu. Bu gece ka şanesine girmek istemedi. Mehtabın çıplak vücuduna sarılmasını arzu etti. Nedimeleri ona rüzgarın günes. le, ırmakların söğütlerle, arıların papatyalarla seviş melerine dair masallar söyler, neşideler okurken Nes rinnuş güvercin, serçe göğsü tüylerinden yapılmış bir sedirin üstüne uzandı. Mehtabın çok hafif iksirini, in ce rüzgarını yarı açık dudaklariyle süze süze emi yordu. Ve eme eme gözleri süzülüyordu. Birden al ortünün, yeninin iki katmerleri arasından bal ren ginde tombul bilekleri sıyrıldı, çıktı. Beyaz leylak renginde ellerini, yıldızların titreşmesinden yumuşak, san saçlarının altından geçirdi. Koşan ayın arkasın dan giden bulut kümelerini süzgün gözleriyle takip ede ede kirpikleri kapandı. Kendinden geçti. Aheste aheste uyudu. Şimdi sesler kesildi, fısıltılar bitti, çalgıcılar sus tu, şellaleler sustu, kuşlar sustu, rüzgar sustu. Etra-
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
175
fındaki nedimeleri bu çıplak güzelliği, sihirlenmiş ve büyülenmiş bir müddet şaşkınca temaşa ettikten son ra içlerini çekerek onlar da köşelerine çekildiler.
Bu
esnada beyaz kanatlı bir takım mini mini periler kü me küme gelerek Nesrinnuş'un civarında uçuşmağa başladılar. Bunlar Nesrinnuş'un gözcüleri idiler. Bir iki dakika sonra ağaçların arasından buııı� mu!-1 bir ihtiyar kadın göründü. Elindeki uzun
değne
ğine dayanarak usulca Nesrinnuş'un yanına sokuldu. Vücudunu yan örten al tülü açarak vücudunu ince den
inceye
tetkik etti. Ve yıpranmış çehresinde ka
baran somurtkanlıkla sevinç gösterir gibi derin bir "Oh ! .. " çekerek geldiği gibi kayboldu. Bu Nesrinnuş'un annesi idi. Pek fazla kıskandığı kızını her akşam uyurken gelir tetkik ederdi. Bu ihti yar kadın düşünüyordu ki; "Bütün bu saçlarımı yo lan, bütün bu dişlerimi döken, bütün bu çehremi bu ruşturan erkeklerdir. . . Neslimin bu felaketlere masına engel olacağım !
uğra
Onu bu adaya getirdim. Ona
ne kadar mümkünse o kadar eğlenceyi, süsleri, refahı verdim.
Lakin erkek nedir bilmeyecek ? ! .. O felaket
nedir tatmayacak? ! .. Adaya erkek mahlı1k sokmadım, �ayet benden habersiz bu adaya bir
erkek
kelebek
bile girer ve kızımın bir tarafına konarsa orada bir gül açılsın da kızıma zahmet vermeden ve güzelliğine bir zarar gelmeden ben haberdar olayım, her tedbirim mükemmel. Artık gönlüm rahattır." Mehtap Nesrinnuş'un yumuşak vücudunu doğan güneşe bırakarak, küçük
kanatlı
yeni
gözcülerle,
gizli köşesine sarara sarara girerken etrafında
ona
baygın sedalariyle büyüler okuyan . nedimelerinin i� velerine karşı mahmur gözlerini oğuşturarak, dağınık saçlarını silkerek, kaşlarını çatarak kalktı ve çağla yanın bir kenarına giderek akan berrak derenin züne yayılan sarı nilüfer çiçeklerinden birine
yü
bastı,
nedimeleri dahi bu çiçeklerin koyu yeşil yapraklarına
176
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
istinad ile sabahın sisleri arasından çağlayanın kay nağına doğru kaymağa başladılar. Taranırken dökülen saçları, pınarda malikeleri nin sabah tuvaletini tamamlarken, Nesıinnuş suda akseden yüzünün güzelliğine dalmı13 kımıldamadan kendini seyrediyordu. Bu sırada yeşil ve kırmızı kele beklerin biribirlerini takip edişlerine bakar ve iki kumrunun uğultularını dinlerken nedimelerinin eğ lenceli hikayelerle ilgili şakalaşmalanna dudakların dan yavaşça uçan bir gülümseme ile karşılık verir di. Nesrinnuş nedimelerinin, hadimelerinin kimine Gülçekan, Zühreçin, Nazaferin, Mevcinur gibi isimler ve kimine çiçek ve kuş adlan takmıştı. Hepsine de isim ve Unvanlarıyla uygun elbiseler tertip eylemişti. Sabah tuvaletlerinin bitmesinden sonra renk ve nurdan örülmüş bir tüle sarınarak penbe nilüfer yap raklarına basarak ırmağın cereyanıyla sahile geldi ler. Burada iki tekerlekli, küçük, billurdan bir ger dune duruyordu. On tarafına koşulmuş üç çift dişi kuğu kanatlarını germişler malikelerinin binmesini gözeterek, yola çıkmaya hazır bir vaziyette bekliyor lardı. Nesrinnuş, Çuyirevan'ın omuzuna dayanarak gerdunesine bindi. Yanına davet ettiği Mevcinur'un bir eliyle beline sarılıp doğan güneşe benzer heybetli bir vaziyet aldı. Diğer eline kahkaha dallarından diz ginleri takıp, "Diyan güle" emrinin arkasından bir küıne kısa saçlı, pembe küçücük periler ellerindeki boynuzdan boruları üfleyerek yola koyuldular. Bu sı rada sarı sülünlerden, al bülbüllerden, beyaz güver cinlerden, tavuslardan, kırlangıçlardan mürekkep bir topluluk gerdfmenin önünden bin türlü şaklabanlık lar, çığlıklarla süzüle süzüle uçmaya başladılar. Gerdfıne, kaldırımlan tamamen gül yaprakla rından dikkatle yapılmış ve süslenmiş yolu bir çekir-
HARİSTAN VE GÜUSTAN
177
ge çevikliğiyle takip ederken, yoldan kalkan penbe tozlar gerdfınenin billurdan tekerleklerine, kuşların kanatlarına kondukça bu katara bir gökküşağı leta feti veriyordu. Güneş Kızıl Denizin ufuklarından san saçlarını saçarak, dökerek görünmeğe başladığı hen gamede, kafile Nesrinnuş'un Diyar-ı gül dediği şiir ve hayal dağına vardı. Tepenin etrafı ulu gül ağaçlarıyla çevrilmişti. Pembe, mor, sarı, turuncu goncalar, uzak yoldan ge lenlerin şerefine hepsi birden açılarak, sinelerinden coşan kokular, Nesrinnuş'un boynuna, omuzlarına, beline, ellerine sarıldı. Nesrinnuş gerdunesinden indi. Arkasından onu takibeden nedimeleri, hadimeleri, sa zendeleri de kavuştular. Şimdi Nesrinnuş bir rüzgar nefesi yalnızlığında ağır adımlarla geziniyor ve nurlu bir peyk gibi gös terişli nedimeleri de peşinden birer birer dik ve aza metli bir tavırla geliyorlardı. Bütün yüksek ağaçlar, bu güzellik melikesi kar şılarına geldikçe huzurunda eğilerek ona en güzel ko kulu çiçeklerini sunuyorlar ve Nesrinnuş da onları bir gülden daha güzel yaradılmış olmaktan başka bir farkı bulunmayan eliyle okşayarak, nedimelerine ko parmak için hafif azametli bir gülüşle emrediyordu. Toplana toplana Zühreçin'in, Gülçekan'ın eteklerine biriken güllerin en güzellerinden bir çelenk yapıldı. Ve Nesrinmış'un başına konuldu. Böylece sabahın sisleri arasında yürüye yürüye tepenin en yüksek ve güneşin doğuşu görünen bir noktasına geldiler. Nes rinnuş gösterişli asasına dayandı. Göğsünü ve heykel gibi vücudunu ileri doğru gererek başını geriye bırak tı. Ve elleriyle dudaklarından bir gülbuse kopararak doğan güneşe doğru fırlattı. Bu bir güneşe tapma a yini idi. Bu busenin manasını hisseden hadimeler ko.. Harlst.an Ve Gülistan
-
F
:
U
HARİSTAN VE U0L1STAN
178
öğle uykuswm yatar, akşama yakın ava çıkar,
güneii
kararmaya başladığı zaman yıkanmak için, kah de
niz kenarına gider, kah pınar başında soyunurdu. Gill iksirleri, veya menekşe esirleriyle tenini yu muşatırdı. Geceleri nedimelerini yanına davet ederek onlara kah masallar, kah ninniler söyleterek eğlenir di. Kah uzak ufukların bilinmeyen sergüzeştlerinden, anlaşılmaz hülyalarla işlenmiş bahisler açılırdı. Ve bu konuşma ahengi, şeffaf bir kaynağın sesine benzeyen berrak ve çok uzun bir rüzgar nefesinin nağmeleriyle, kah bir kahkaha ile kırılır veya bir fısiltı arkasından kaybolurdu.
Nesrinnuş mehtap olursa sevdiği arka
daşlarından bir ikisini yanına alarak yürümeye
çı
kardı. Bu sırada ince rüzgarın gözle görünmeyen bu seleriyle kıvrılıp küçük dalgacıklar peyda eden al har manisiyle Nesrinnuş'un yürüyüşü, al bir nehrin cere yanına benzerdi. Öyle bir nehir ki , kenarı beyaz mi nalarla çevrilmiş olup, başının üstünde
san
güller
açar, pembe billbilller uçardı. Nesrinnuş'un beş yaşında geldiği
bu adada on
beş senedir bu şekilde kokular, refahlar, yumuşaklık lar, tenbellikler içinde yaşar ve meçhul birtakım ha yallerin kal'Şısında günleri, geceleri tebessümlerle ge çerdi. Bir sabah, alışkanlığının tersine kalbinde bir hararet hissetti. Billur köşkün
yakınında
yakıcı akan
çağlayana kadar gitti. Tüllerden sıyrıldı. Cereyanın kaynaşan köpüklerinin, kuvvetli kamçıları altında bir müddet hareketsiz uzandı. Sonra çırpındı, üşüdü, pem beleşti ve dönüşünde vücudunu beyaz tüyden bir ya tağa attı. Şimdi Nesrinn�'u ağır bir uyku bastırmış tı. Uyudu, uyudu... Nihayet öğle güneşinin kızgın ışık lan kapalı kirpiklerini sıcak okşayışlarıyla açarken, yanında onun belini kavrayacak, kollarını vücudunu örseleyecek,
sıkacak,
sesini zedeleyecek bir
şey ...
Bir kuvvet, bir' vahşet aradı. Yanında ağır adımlarla
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
179
şarak, seğirderek, kırışarak, birbirlerini itip, çekerek, gıcıklayarak, hoplayarak, oynayarak, gülerek, saçla rında güller, başlannda tüyler, tenlerinde tüller, elle rinde yelpazeler, bellerinde kuşaklar, gözlerinde şim şekler, gerdanlannda çiçeklerle malikelerinin
etra
fında toplandılar. Ve onun bir işaretiyle güneşin do ğuşunu alkışlamak için sabah duaları okumaya
baş
ladılar. Ve elele, bel bele tutuşup, kah uçuşarak kah konarak, güneşin ışıklanrun
şerefine
ve
mesteden
bir raksa başladılar. Bu dualann, raks ve ahengin gü zelliğinin çekiciliğine, ağaçlar ve rüzgarlar da
kapı
larak, rüzgar hafif girdaplarla dönerek, ağaçlar eği lip bükülerek, sallanarak bu sevince
katıldılar.
Ve
güllerden süzülen pembe kırağılan eme eme o derece mest ve sarhoş bir duruma geldiler ki, sihirli rüzgar bundan faydalanarak güneşe devamlı gülüşler, işve ler, nur dolu güzellikler göstermek güveniyle bütün bunlann tüllerini omuzlanndan düşürerek çıplak bı raktı. Bu hale dayanamıyan ağaçlar, heyecanla deli ce bir coşkunlukla bütün güllerini, goncalarını silkdi
ler ve bunları bir pembe yağmurun, pembe dalgalı, pembe köpüklü, pembe selleri içinde mest ve müstağ rak bıraktılar. Şiiriyetin bu bulaşıcı neşesi Nesrinnuş'un kazandığı aynlık hummasını iyileştirmiş, yerini
huy se
vince bırakmıştı. Bütün bu peri kabilesi bellerine ka dar renk ve boya batmış olduklan
halde
ayinlerine
son verdiler. Lakin bu neşenin bitmesine razı değiller miş gibi şimdi de dallardan, çiçeklerden salıncaklar kurdular, ikişer ikişer sallandılar, uçuşdular, gülüş tüler saçıldılar, döküldüler. Bir müddet de bu şekilde vakit geçirdiler. Nihayet Nesrinnuş yine gerdunesine binmiş ve maiyeti de yine aynı şekilde
olarak geri
döndüler... Ve billur kaşanede hazır olan sofraya otur dular.
Çoğu günler öğle yemeğinden sonra
Nesrinnuş
HARİSTAN VE G"OLİSTAN
180
gezen, lekesiz beyaz bir kuğuyu kucağına aldı. Onun yumuşak beyaz göğsünü heyecandan çarpan yumu şak pembe göğsüne dayadı. Boynunu boynuna sarclı , bütün kuvvetiyle sıktı ve böylece kuşun beyazlığı, yu muşaklığı altında gözleri yan açık, vücudu
gerilmiş
bir zaman hareketsiz kaldı. Nesrinnuş artık bu kokulardan, bu renklerden, bu çiçeklerden bu yumuşaklıklardan, narinliklerden, bütün bu tüllerden, tüylerden bıkmış, usanmıştı. Bun lardan kurtulmak istiyordu. Artık güllerin başeğme leri ruhunu meşgul edemiyor. Rakkaselerin perende leri gönlünü eğlendirmiyor. Nedimelerinin oğuştur maları vücudunu ısıtamıyor . . . Şimdi o bilmediği, an layamadığı, tahmin edemediği bir şey arıyordu ki o nu incitsin . . . Acı nedir?... Hissettirsin. Acıtsın. Öyle kuvvetli, cürretli, korkusuz bir diş , bir tırnak istiyor du ki bütün cazibe ve güzelliğinin görünüşüne rağmen onu kemirsin, tırmalasın, yırtsın, paralasın ...
HAR ISTAN
B kil
AUBAB, okaliptüs , hizran ağaçlarından müteşekbakir bir ormanın yeşilimsi
gölgeliklerinde,
sürüngen hayvanların kuru yapraklar üstünde
sürü
nüşlerinden çıkan hışırtı, ormanın karanlık göl;>eğin den kopan baygın bir rüzgara karışarak, sert kayala ra çarpıp denize dökülüyordu. Hayat, bu feryat eden karanlığın içinde gıda tedariki ve
zaman
geçirmek
için, kah yırtıcı hayvanlara bir cüret ve kah vahşi bir korku ile titrerdi. Ormanın sahile yakın bittiği
noktada
münzevi
bir kayanın kenarında bir erkek gölgesi, hareketsiz, gamlı iri gözlerini akşamın bu ıssız vaktinde görünen zühreye dikmiş, duruyordu. Çehresinin buruşukl arını
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN teskin eden sessiz gecenin
solukları,
181
damarlarında
mesut bir sıhhatin dolaştığını hissettiriyordu.
Omuz
larından sarkan kara saçları, kapanık bir gecede
ka
ranlık duran bir' bataklığın taşlan gibi siyah ve ümit siz bir pırıltı neşrediyordu. Bu gölge şimdi kollarını çaprazladı. Derinden bo ğuk boğuk işitilen bir arslanın homurtularla kükre yişlerini, acı bir tebessümle dinlemeye başladı. Serendip adasından, Hindistan sahili boyuyla Ba bil memleketine göç etmek isteyen Sal halkının kısmı, senelerce
çektikleri sıkınbdan takatsiz
adasının güney batısında
boş
bir
Arap
bir adaya düşmüşlerdi.
Yolda çoğu arkadaşları gibi fırtınadan helak olmU& reislerinin, henüz pek küçük olan oğlu Hara yedi ar kadaşiyle kurtulabilmişdi. Ailenin fertlerinden seyahat etmekte olan bir kaç kadın . da
salda
yolculuğını
zahmetine tahammül edemediklerinden yolda kalmış lardi. O zaman Hara dört yaşında idi. Canlarını kur taran yedi kişi reislerinin evladını da kurtardılar. On ları bu
adaya gömülmeye ebediyen mahkum
eden
talihe rağmen bu küçük yavruyu, geçmiş mesut gün lerinin bir yadigarı gibi itinalarla büyüttüler. Salda ne kadar alet ve silah kalmışsa alarak adaya
çık
tıkları sırada ilk işleri , Hara'yı koruyacak bir bucak aramak olmuştu. Buldukları mağaraya mamut
gibi,
pars, zerd gibi vahşi hayvanların hücumundan emin olacak bir sağlamlık verdiler. Bu yedi kişinin biri da ima. Hara'run yanında muhafız kalarak diğerleri sürü ile ava çıkarlar ve getirdikleri ceylan ve yaban
keçi
si sütleri ile çocuğu beslemeye çalışırlardı. Hara bü yüyordu. İlk hisleri, birinci endişesi
kendini
yırbcı
hayvanlardan muhafaza etmek ve onlarla çarpışmak oldu. Daha altı yaşında iken, mağaranın önünde ona doğru uçan bir kuşu fırlattığı bir kaya ile yere dü şürmesi, muhafızları için büyük bir sevinç teşkil ey lemişti.
Hara kuvvetini kafi gördüğü, rastgelen
her
182
HARİSTAN VE G'ÜLİSTAN
şeyi kırar, koparır, öldürür, ezerdi. Ağaçların
üstle
rinde tesadüf ettiği kuş yuvalarını bozar, yumurtala rını tahrip eder ve yavrularını boğardı. Bir gün yarın eteğinden geçen bir geyiği başına yuvarladığı bir taş darbesiyle düşürmüş ve sürükleye rek mağaralarının deliğine kadar getirip arkadaşları nın önüne gösterişli bir şekilde çekivermişti. Bu geyi ğin başını mağaranın kapısına astılar. eliyle soyduğu, kuruttuğu derisinden
Hara kendi
kendisine
bir
post ve elbise kesti. Yalçın kayalıklar, korkunç bir çirkinlikle adanın her tarafından küme küme fırlamıştı. Abonoz ve çınar gibi sert ağaçlı ormanların altında, kamışların
ara
sında, boğa yılanlarının ıslıklan geceleyin bir rüzgar uğultusu gibi uluyarak dağılırdı. Her yer dikenlik, her taraf taşlık... Bazı geceler çıkan kasırga bu sağlam ağaçlan birbirine birer iske ıet gibi çarpıp, kumlan , sahildeki çakılları bir toz yı
ğım hafifliğinde
şakırtılarla önüne katarak yuvarla
dığı sırada kaplanların,
m a m u t 1 a r ı n
çıl
gın çığlıkları, adayı Hind denizinin derinliklerine doğ ıı.ı sürükleyip, fırlatacak bir heyecan mahşeri hasıl
ediyordu. O zaman bu inziva mağarasını derin bir kor
lm kaplıyordu. Hara ve arkadaşları birbirlerine daya narak ümitsizlikler, kasılmalar, lanetlemeler ile
bu
vahşet gürültüsünü dinlerler ve acı acı sırıtırlardı. Bir gece yağan yağmurun kuvvetli selleri, mağa ranın çatlaklarından girerken çakan şimşeğin, düşen yıldırımın ormanı tutuşturduğu görüldü. Bir yanar dağ şiddetiyle yanan adanın ortasından,
uluyarak,
kükreyerek, sürü sürü kaçan arslanların, fillerin bir çoğu bu hengameyi seyr için dışarı fırlayan Hara ve arkadaşlarının zehirli oklarıyla devrildiler. Her yer dikenlik, her taraf taşlık... Bu yedi ki şinin herbfri yiyecek temini için sabahleyin dağılır ve hepsinin dikenlerden elleri, yüzleri ve taşlardan ayak-
HABİSTAN VE GÜLİSTAN
18S
lan sıyrılmış, yarılmış, tırnaklan çatlamış olarak ak şama geri dönerlerdi. Bütün bu yaralar yıkaıur, sarılırken arkadaşla ruun en ihtiyarı yanlarında bir kadın elinin eksikliği ni hissediyor ve mağara kapısının önündeki taşın üs tüne oturup, başını sallayarak ve alnına düşen ak saç larını titreterek, denizin inatçı ve hırçın dalgalarına doğru yumruklarını sıkıp, berelenmiş göğsünü aça rak, talihe lanetler ediyordu. Hara'nın kızgın bir güneş albnda dikenli bayır ları tırmanmadan, yırbcı hayvanlarla çarpışmadan, taşlar, çalılar arasında gezmeden elleri katılaşmış, göğsü katılaşmış, derileri meşinleşmiş, çehresi yan mış, brnaklan taş kesilmişti. Her taraf dikenlik, her taraf taşlıkdı... Bazen birden bire damarlarındaki kanın kaynadığını duyar ve hemen gece yansı uyur gezer bir şair hicranı ile sonsuzluğun bir kenarında, bir taşın üstünde oturur, ri.iyalarını tekrar ederdi. Ve bazen olurdu ki bu kadar vahşet ve hiddete rağmen sihirli bir kuş garipliğiyle görüntüsünün aydınlığındaki ruhunun kırağılarım toplaya toplaya yürürdü. İşte o zaman, siyah gözleri nin bir fırtınalı akşam gölgesinin titreyişine benzer çırpınışı vardı ki... Hara yirmi yaşının şiddetli hislerine mağlfıp ve gücenmiş, ekseri gecelerini dağ başlarında, ağaç üst lerinde geçirirdi. Bir akşam ateşli ve titreyerek inzi va mağarasına girdi. Yatağına düştü. Üç gün halsiz kaldı. Hastalığında gecelerini ateş ler içinde sayıklamalarla kıvranıp, hararetten dudak ları kavrulurken, istediği suyu vermek için arkadaşla rını uyandırmaya iniltileri kafi gelmiyordu. Bu sırada uyanan en ihtiyarları, damarlan çıkmış kolarını ge rerek ve gerinerek : "Ah bir kadın!.. Bir kadın ! .. " diye Hara'yı tedavi ederdi. Hara nekahete giriyordu. Bir akşam arkadaşları yatağı etrafında otururlarken,
184
HARİSTAN VE G'ÜLİSTAN
unutulmamış , eski bir terennüm bu ihtiyann dudakla rı arasından döküldü : - İ nsan ömrü bir uyku, aşk onun rüyasıdır! Hara sordu : - Ömür nedir ? İhtiyar cevap verdi : - �k ! - �k nedir ? - Kadın. Hara inceliyor, ihtiyar açıklıyordu.
Artık
bu
genç biliyordu ki hayat daima böyle katı ve dikenl i değil; böyle yırtılmaklardan başka bir de okşanılmak Iar var. Genç bundan sonra arkadaşları ile o görüşmüyor, düşünüyor, düşünüyor,
kadar
düşünüyordu.
Ve gündüzleri onu kimse görmüyordu. Kuytu bir yere çekilmiş, bulduğu bir mermer
parçasını, tedarik et
tiği demirlerle, ihtiyarın tasviriyle dimağında uyanan şekle göre yontmaya başlamıştı. Bir baş yaptı , göğsü nü kazıdı. Ellerini meydana çıkardı. Adada çakılların arasında, deniz kenarında, ırmakların kıyılarında pek bol olan, zümrüt, elmas, lal, yakut gibi parlak taşları topladı. Bu heykelin önüne attı ; gözlerini beyaz
ve
siyah elmastan, dişlerini inciden, dudaklarını, tırnak larını lalden, yakuttan yaptı. Bununla bir sene ihti raslar, ümitler içinde uğraştı, uğraştı ... Bir gün arka daşları gelip heykeli görüp şaşırdıkları zaman, ihti yar güldü. Ve hakikatten çok
uzak olduğunu söyledi.
Hara için bu heykel hayali bir güzellikti. Genç, has sasiyetindeki bütün kuvveti bu mermere harcamış tı. Sabahtan akşama kadar gözlerini buna diker, da lar ve o derece kendisini kaybederdi ki
arkadaşlan
yemek zamanı kendisini zorla buradan çekerken, Ha ra bu heykele kollarını açar, dudaklarını uzatırdı. Böylece aylar geçti. Hara kütükleri, taşlan
yu
varlayıp buraya getiriyor ve bütün rüyalarını, hayfil Ierini bu taşlar, bu kütükler üstünde tasvir etmek is-
HAR1STAN VE GVL1sTAN
185
terken, filetlerini elinden atıyor ve bilinen
ihtiyarın
itiraz ve alaycı tavırları altında onlara ne şekil vere ceğini bilemiyor... taşların birini kırıyor, diğerine baş lıyor, çalışıyor, çabalıyor. Kah ihtiyara koşuyor soru yor, soruyor: "Kadın nedir? diyor. Kadın? .. " İhtiyar gözlerini uçan bulutlara
dikerek anlatıyor ve sonra :
"Meyve yansı, çiçek yansı." diyor, susuyor ve ağlı yordu. Şimdi Hara gözlerini ihtiyarın gözlerine bir şey sorarcasına dikmiş, saatlerce onu dinliyordu. . .
İhti
yar süratle kalktı. Gencin elinden tuttu, çekti, uzak lara götürdü. Ormanın ucunda, bir hurma ağacı göl gesinde boyunlarını birbirine dolamış gösterdi :
"Görüyor musun ?
iki
zürefayı
İşte ! anlıyor musun ?
İşte ! .. " dedi. Hara yine bir şey anlamamış, safca ihti yarın yüzüne bakmış kalmıştı. Senelerce zayi olan ömrün mahsulü olarak, Ha ra bir çok heykeller yaptı ... Burası gencin bir tapınağı idi. Dirlik kavgasından yorulduğu zaman buraya ge lir, bir arzu buhranı ile kendinden geçmiş halde,
bu
heykellerin ayaklan ucuna çömelerek ve ellerini ka vuşturarak, saatlerce yalvarır, sonra yine saatlerce dalar, giderdi. İsterdi
ve beklerdi ki şu daima dalga
lı duran Hint denizinin arkasında düşündüğü
haki
katlerden bu heykeller onu haberdar etsin. Ve sonra bir vakti olurdu ki anlamaktan aciz kaldığı bir hirs ve vahşetlikle okunu, yayım omuzuna alıp önüne ge len hayvanlara saldırır, her gördüğünü bir intikam hissi ile parçalardı. Gece... Bacaklarında hurma liflerinden örülmüş bir dizlik, sırtında çaprazvari atılmış bir kaplan tu... Hara, kamışlar arasında, bir
pos
kütüğe yaslanmış
duruyordu. Uzaktan evvela mübhem, sonra belli
bir
hışırtı duyuldu. Bir geyik göründü. Önünden geçen bir tilkiyi boynuzlarına takınca havaya kaldırıp yere attı. Geyik yalnız eğlencesi için kıydığı bu küçük hayvana
HARİSTAN VE GlJLİSTAN
186
yan gözlerle bakarken, ötede gezinen bir parsın ayak seslerinden irkilerek koşmaya başladı. Hara dayan dığı kütükten doğruldu. Şimdi coşkun bir zevkle
ge
yiğin kaçmasına, parsın kovalamasına bakıyordu. Ge yik terlemiş, kısa, uzun nefeslerle soluyarak süratle seğirtip koşmasında kurtuluş ümidi
kalmamış gibi
şaşırmış, ufak kavisler çevire çevire bir daire dahilin de
çırpınıyordu. Henüz yirmi dakika kadar bir müd
det geçmemişdi ki pars avını yakalamış ve pençesi al tına almışb. Hara böyle zahmetsiz, kısa bir takip ile parsın galibiyetine şaşmış ve hiddet etmekle beraber, müdahale için kendinde kuvvetli bir arzu duyduğu sırada öteden, karanlıkta, derin, heybetli kükreyişle
rin arasında bir gölge yığını göründü. Ensesinde ka baran san yelesinden genç, bu
sahraların
düşmana
yalnız saldıran yiğidini tanıdı... Arslan! Akan
kan
lar içinde inleye inleye kıvranan, pençesi altındaki ge yiğe, pars, kendinden emin, alayla , kımıldamaksızın bakarken, arkadan arslan rahat adımlarıyla ilerliyor du. Kırk ayak kadar bir mesafede durdu. Ve şiddetle bir defa homurdandı. Parsın yüksek vücudu birden gergin bir kasılma ile dikleşti. Yorgunluklarının
bir
dakikada yok olacağını anladığından yalnız ümitsiz lerde görülen ani ve pek çabuk geçebilen bir cür'etle arslanla her ne olursa olsun diye savaş kararını gös terir bir vaziyet alırken, o heybet saçan
hayvanın
ruhunun derinliklerinden kopan velveleli bir hücum narası, parsın bütün vücuduna inen bir titreme vere rek, gururlu
cinsi karşısında, mahcup ve gücenmiş,
telfı.şsızca, avını şöhretine mağlüp olduğu arslana ter kederek, evvela tereddütlü adımlarla arka arka çekil di. Ve sonra kudurmuş bir hayvan kini ve hırsıyla ho murdanarak, gösterilmek istenilmeyen, beceriksiz bir alçak gönüllülükle, iri başını o müthiş galibe doğru bükmüş, gözlerini arslanın ateş saçan
gözlerine yan
yan dikip, kahrolmuş bir halde çekildi, gitti.
HARİSTAN VE GVLtSTAN
187
Arslan çoktan beri geyiğin kanlı cesedi
üstüne
kendinden emin çökmüş ve onun iri parçalannı ,
ka
yıtsızca kemirmeğe başlamıştı. Parsla geyiğin çekiş melerini dikkatle izleyen Hara, şimdi kamış yaprak lan arasındaki pususunda - yine korkusuz, lakin h� ihtimale karşı - dikkatli duruyordu. Arslan şapırtılarla yiyiyor, kemiriyor ve yalanı yordu. Başarıyla sonuçlanmış bir intikamın kazanına sevinciyle kuyruğunu kah
verdiği
sağ ve kah sol
böğıi.ine çarpıyordu. Bu kendini beğenmiş hayvan ziyafetin en iştahlı dakikasında başını havaya dikti. Kuyruğunu
yukan
bürerek, ön ayakları üstünde kalkıp vesveseli bir te reddütle etrafını
bakışlanyla inceledi. Geyiğin
is
keletini, üstünde yapışık kalan kızıl etleriyle, başka larının göremiyeceği ,gizli bir yere
saklamak
için,
sürüklemeğe başladı. Bu sırada, bu san şekle sokul muş heykelin gözleri, Hara'nın barındığı
kamışlığa
doğru döndü. Şimdi Hara yanın saat evvelki yüksek ihtişamın, gönlüne bıraktığı derin tesire mağlfıp ola rak, bu gururlu galibi takdirle temaşa ederken, onun kendisine doğru yöneldiğini görünce, bir kavga içgü düsüyle olması mümkün bir müdafaayı hesaplayarak irkildi. Arslan dallan iterek, bükerek, kırarak, ezerek ilerliyordu. Artık her ihtimal gerçekleşmiş ve Hara hayvanın yan tarafından hücuma hazırlanmıştı. Ars lan dallann hışırtısından ürküp, hızla başını kaldırdı Hara'yı gördü. Hara bu karşılıklı bakışma esnasında, bir saniye kaybetmeksizin, kalkanını siper almış ve ya yını çekmişti. Şimdi ok ıslıklı bir sesle, havayı
yara
rak, vızlayarak hayvanın boynuna gömüldü. Bu sıra da Hara şiddetli bir "Hay!" haykırışıyla, üstüne
at
layan hayvanın önünden yan tarafına sıyrılarak kü
çüle yaştan beri böyle vakalarda kazandığı ve çabuklukla, ve kolunun bütün kuvvetiyle,
çeviklik elinde
ki gürzü, kızıp kuduran hayvanın beyni hizasına in-
HARlSTAN VE G'ÜLİSTAN
188
dinnekle beraber, belinden sıyırdığı
yassı, uzun mız
rağı sersemleyen arslanın karnına sapladı. Bu bir sapayış idi ki mızrak, kabzasına kadar
öyle
sokuldu.
Hayvan bu sefer can havliyle dönerek, Hara'nın kolu üstünde asılı kalkanı dişleri arasına aldı. Lakin
bu
sırada yerde fışlayan, yayılan kanların arasından iri bağırsaklar da sürünmeğe başlamıştı. Hayvan çökdü. Hara mızrağı yine bir "Hay! .. "
feryadıyla
ve
aynı
hiddetle bir daha sapladı. Artık arslan, cinsinin bütün gururuna rağmen yere yuvarlanmıştı. Genç bu düşüş ve mağlUbiyeti, şüphe ile karşılayarak, durmadan bir zafer narasıyla, mızrağı hayvana saplıyordu. Şimdi arslanın san, donuk, durgun gözleri açıl ml§, yassı pençesinin uçlarından iri tırnaklan uzamış, fırlamış, korkunç ağzı açılmış, kenarındaki büyük
diş
leri, kırmızı kanlarla bulaşmış duruyordu. Hara, tiz, kuvvetli sesiyle
karanlıkları
titreten
bu heybetli cüssenin ayağının altındaki uyuşuk hali ne bakınca, göğsünün tatlı bir yiğitlik gururu ile ka bardığını duydu.
Nefsine itimattan gelen kendini be
ğenmişlikle okunu, yayını, kalkanını, mızrağını yere serperek, arslanın üstüne oturdu. Düşünceli bakışlar la, gittikçe aydınlanan tan yerinin, değişen ışıklarını seyre daldı. Açılmaya başlayan gecenin siyah kirpikleri al tından, seherin san gözleri, göğün orasına, burasına saplanan altın
oklar renginde, keskin ışıklarını yay
maya başlamıştı. Gecenin zalim hatıralarına alışkın ve seherin , bulunduğu yerin, geçen olayın
ihtişamlı
tesiriyle kamaşan gencin gözü, gönlü ışıkların bu se vinçten koşuşmaları karşısında , uzaktan görünen de nizin yüksek, gösterişli huzurunda, sade bir hayat ih tirası ile haz duyuyordu. Bu sırada sislerle renklerle
sarılmış,
işlemeli fecrin bir parçası, bir kanat şek
linde uzana uzana, Hara'nın
bulunduğu kamışlığın
sonundaki taşlığa yayıldı. Ve ortasında evvela
şüp-
189
HARİSTAN VE GVLİSTAN
heli ve tereddütlü ve sonra belirli ve apaçık bir şekl-i latif göründü. Bu şekil Hara'run inziva arkadaşı olan ihtiyarın, yorgunluklar, ızdıraplar altında bunaldıkça çektiği her ahın sonunda "Kadın... Kadın ... Kadın ! .. " diye tarif ettiği, nazik hayali anlamadan hissettiği,
andırıyordu. Hara'run
hayal gücünün etkisiyle yont
tuğu heykellerin olgunlaşmış bir eşine benziyordu. Gencin vücudu çıplak bir kalp inceliğiyle titredi. Kol larını uzattı. Bu bir rüya mıydı ? Koşmak, onu yaka lamak, tutmak istedi. Lakin biraz evvel tepelediği bir arslan gibi onunla, imkanı yok savaşamıyacağını, bel ki o kadar renkler içinde, o kadar ihtişam, o kadar yumuşaklıklar arasında inen bu avı yakalamak, ona yavaş yavaş, usul usul gitmek, onu, boynunu bükerek, yalvarıp, ağlayarak, okşayıp avlamanın mümkün ola bileceğini düşündü. Ve hemen savaş 8.letlerini
bir
tarafa fırlatmış, ayaklarının ucuna basa basa, bulut ların ortasında uçan tatlı
avına .doğru
ilerlemeğe
başlamıştı. İki adım atmıştı ki, hafif rüzgar karşısın da eğilen taze bir fidan gibi, bu gönül alıcı hayfil çe kilroeğe, uzaklaşmaya başladı. Ve bir dakika sonra yerde kaya parçalanndan, çakıllardan başka bir şey kalmadı. Hara, bu dakika ömründe, ilk defa
ağlıyordu.
Mağaraya dönüşte arkadaşlarına başına gelenleri an lattığı zaman, arkadaşlarının kimi hülya ve kimi rüya diye karşılık veriyorlardı.
Şi RAZE
ff ER yer taşlık. . . Her taraf dikenlik... Hara bu taşlıklara tırmanmaktan, bu
dikenlere
tınnalan
maktan kurtulmanın mümkün olabileceğini, yüreğin de daima acıyan yaranın sağılma çarelerini düşünü yor, başka ufuklar keşfetmek, bilmediği şeyleri gör-
HARİSTAN VE GVLtSTAN
190
mek, o her zaman ruhunun derinliklerinde hissettiği boşluğu doldurmak, duyduğu
noksanlığı
tamamla
mak arzusuna karşı koyamayacak buhranlı bir çağa gelmişti. İştahı var, yemeğini yiyor. Kuvveti var, karşısı na çıkan güçlükleri mağlup ediyor. Yaşamak arzusu var. Kavgalarında kazanacağına inanıyor. Ya her za man, her yerde kendisini hissettiren bu eksiklik ne den ? Onu anlayamıyor, onu anlamak istiyor, ve bunu ona arkadaşları anlatamıyordu. Hara, ulu bir ağaç kütüğünü oymakla imal etti ği sandala, bir gece mehtapta binmiş,
yanına
silah
ve bir çok nevale alıp Haristan adasına veda etmiş, denizle çarpışmaya çıkmıştı. Ölüm, diyor; neden? Ve nasıl ? .. Bütün
gece sa
baha kadar kfıh kürek çekiyor ve kfıh kütüğü alo.ntı ya bırakarak ilerliyordu. Seher vaktiyle beraber uy kusuzluktan halsiz ve mahmur, iri gözlerini uzaktan görünen bir noktaya doğru çevirdi. Bir rüya boşluğu içinde kararan gönül ve ruhu bu vadedilmiş topra ğın (1) görülmesiyle, taze, nurlanmış bir canlılık ka zanmış, o sevinciyle küreklere, akşama kadar yonıl mak bilmeyen bir ibtilayla sanlmış ve gitmişti. Gece yarısını geçmişti. Birden bire Hara şimdiye kadar işitmediği, narin ve yumuşak bir bülbül sesi karşısında mest ve neşeli bir halde kürekleri bıraktı. Durdu. Bülbülün nağmeleri ve gül kokuları rüzgann esintisiyle yukarı tepelerden sahile kadar inmişti. Hara bu akşam mehtabın örtünmesinden, etrafı nı göremediği halde bu f evkaledeliği, bu rahat ruhu, bu safayı emmek ister gibi, dudaklarını açmış, kulak larını bülbül sesleri öptükçe, dikenlerle yırtılan
vü
cuduna, bu gül kokuları sarıldıkça irkiliyor, sinirleri (1) An-ı mev'ud toprak.
=
Hz. Musanın dininde olmak için ,·a'dedllınlf
HARİSTAN VE GtrrJSTAN
191
belirsiz bir c�kunlukla kasılıyor, geriliyordu.
Hara
o derece mest olmuş ve sevinmişti ki bu gece neş'esi nin bozulması korkusuyla tereddütlü, sandalından çı kamıyordu. Sabah oldu. Güneş ,ihtişamla ağır ağır ilerlerken, teravetinin aksiyle pembeli, yeşilli sahralar uzamaya, parıldamaya başladı. Hara nereye geldiğinden, neler gördüğünden habersiz, şaşkın gözlerini açmış bakı yordu. Bu sırada ağaçların arkasından bir pembe bu lut topluluğu, kahkahalarla Hara'nın bulunduğu tara fa doğru ilerlemeğe başladı. O zamana kadar kork mak nedir hissetmemiş olan genç, şimdi heyecandan titriyordu. Yayını gerdi , her ihtimale karşı hazırlan dı. Bu bulut ve renk rüzgan döne, yuvarlana, yayıla Hara'run bulunduğu kumluğa kadar geldi. Bulut sıy rılınca kumların üstünde nurlu bir cisim kaldı.. Hara güneşler mi buraya inmiş? Yoksa kendi mi göklere yükselmiş ? Bir bakışta anlayamadı. Ne yapbğını dü şünmeden sandalından çıkarak adeti olan "hay" nara siyle yayına davrandığı esnada, karşıdan gelen
ikaz
edici bir ok Hara'yı yaraladı. N�rinnuş daima artan keder ve sıkıntısını
da
ğıtmak için validesinden adanın etrafında avlanmak için tzin almıştı. Bu sabah nedimelerini yolda bıraka rak, yıkanmak ve hem de avlanmak için sahile kadar inmişti. Nesrinnuş şimdi can yakıcı bir okla yaraladığı bu meçhul ava doğru koşarken, avının sür'atle ona yak laştığını gördü. Ve tekrar okuna başvurmağa vakit kalmaksızın kendisini avının kucağında buldu. Ve ba kışları, mahrumiyyetin ateş saçan bütün hararetiyle birbirine karıştı. Nesrinnuş için Hara bir av, Hara i çin Nesrinnuş yırtıcı bir kuşdu. Fakat neden ve nasıl oldu anlaşılmadan, bunlann bakışları birbirinin göz lerinde kaynadı. İkisi de heyecanlı
idiler.
Hara'nın
feryadından Nesrinnuş ve Nesrinnuş'un gülümsemesin
HARİSTAN VE GtJLtsTAN
192
den Hara aynı cins olduklarını anladılar. Nesrinnuş' un al bürüncekleri, Hara'nın geyik postu, mukabilin de buruştu. Aynlmak istediler gördüler ki birbirileri nin ellerini sıkmışlar. . . Hara omuzundan sızarak kumlar üstünde tered dütle bir yol bulup, eğrile büğrüle akan kanlarına ba kınca, elindeki silahını yere attı. Nesrinnuş da artan teklifsiz,
bir hayretle okunu elinden düşürdü. Şimdi
merasimsiz bir yakınlık meydana gelmişti. Nesrinnuş soruyordu :
"Nedir? Nerelerden geldin ? Niçin ve na
sıl geldin?" Hara işaretlerle anlatıyordu : dan . . . Dikenlerden . . . Taşlardan . . .
"Uzaklar
"
Genç avucunun içindeki ilk yumuşaklıktan,
sı
caklıkdan bütün vücuduna yayılan hummalı bir ha reketin, canından bir titremenin esiri olmuş ve
akan
kanlardan yüzüne hastalık rengine benzer bir donuk luk çökmüştü. Nesrinnuş , yavaşça oku çıkardı. Sızan
kanlan
tülleriyle sildi. Yarayı yıkadı. Gitti yakındaki çam lardan çam sakızı buldu. Bu devaları Hara'nın omu zuna korken, iki bakış, iki ruh, iki gizli emel
yine
karşılaştı. Bu defa ikisinin de yanan gözlerinde canlı birer kıvılcım parladı. Dalgalar kıyılara nasıl kaçar! Güneş nasıl kai nata düşer?
Anlar nasıl çiçeklere konar?. Rüzgar
nasıl varlıkları okşarsa bu ruhlan aşina iki yabancı nın dudakları da birbirine doğru aynı tabiilik,
aynı
sükunetle usulca kavuşuyerdu. Bu gizli busenin sesi, ebedi bir rehavet altında bir köşeye çekilmiş, durgun bir ömrün sakin yüküyle yorulan bu adaya uyanıklık akıttı. Bunların öpüşlerin den bütün kuşlar birden ötmeğe başladılar.
Bütün
gonceler birden güllendi. Bir renk ve ahenk tozu, bir duradur sesiyle bu uyuyan fezayı çınlattı. Bu
sıcak
an her ikisini de şaşkın ve sarhoş bıraktı. Hara'nın o zamana kadar his8edip de tadını alamadığı bu neş'-
193
HARİSTAN VE ffÜLİSTAN
enin tatlılığından gözleri büyümüş, kollan sarmak ister gibi açılmış, göğsü kabarıyor, gönlü uçacak bir kuş gibi çırpınıyordu. Bu ani değişiklikten ürken Nesrinnuş, çıplak bi leğini yüzünden çektiği zaman, dudağının üstünde, busenin konduğu yerde, bir gülün açıldığını hissedin ce, annesinin tehtitli ihtannı hatırladı. Her şey mah volmuştu. Şimdi ne yapacaktı ?.. Bu hatayı annesine nasıl itiraf edecek ve bu yabancı ne olacak? .. Ve o za man anladı ki onu öpen bir erkektir. Bu büyük bir fe laketti. Fakat bu büyük felaket, tatlı bir felaketti. Ha ra'ya bütün bunları anlatmak ve annesinin gazabın dan, geldiği yere gidip kurtulmasını söylemek istiyor du. Lakin bir türlü anlatmayı başaramıyordu. Nes rinnuş ağlıyor, gözlerinden dökülen yaşlar, al yanak larından birer inci olup kumların üstüne düşüyordu. Hara bu ağlamadan bir şey anlamadı. Geçmiş bir anlık lezzetin damağında bıraktığı ilahi çeşniyle Nes rinnuş'u kucağına alıp, o taşan ihtirasiyle yaşlı göz lerinden de öptü. Nesrinnuş işin tehlikesini anlata mayınca Hara'yı penbe elleriyle itiyordu. Hara ken dini iten elleri de yine aynı teklifsizlikle öpüyordu. Artık Nesrinnuş sarhoş edici bir korkunun te siriyle çırpınarak bu vahşi sevdanın sihirli kucağın dan kurtulmak isterken, uzaktan annesinin -o lozına bir erkek eli değmesini yasaklayan- ayak seslerini duydu. Bu tesadüfün uğursuzluklarını anlayıp, eliy le Hara'ya sandalını göstererek, çekilmesini ihtar et mek üzere iken, gencin kollan arasında bayılıverdi.Ba
yılmak nedir? Onu da henüz öğrenmemiş olan Hara bu umulmadık sessizliği, bir çeşit teslimiyet ve razı lığa yorarak, artık intizamsız ve dağınık, saçlarının a rasından ayaklarına kadar devamlı öpüyor, daima ö püyor... öpüyor... öpüyordu. Ve Hara'nın öptüğü yerde Harlstan Ve Gülistan -
F
:
13
194
HARİSTAN VE ffÜLİSTAN
aynı süratle bir gül açılıyordu.. Bir halde ki, Hara'nın dudaklarının arasından boşanan buse şelalesiyle açılan güllerden Nesrinnuş'un vücudunda açık ve çıplak bir nokta kalmamış gibi, -bir şeyden haberdar olmayan annesi Hara'nın yanına geldiği zaman Nesrinnuş gü zel bir güldestesi haline gelmişti. O halde ki, Hara' nın kucağındaki demetin Nesrinnuş'un kendisi oldu
ğunu annesi tanıyamadı. İhtiyar kadın, kaşlarını çatarak gence gelişinin sebebini soruyordu. Hara anlamıyordu. Elindeki demetini gösteriyor. Bütün kuvvetiyle demeti
gül kav
rıyordu. Acfıze bu erkeği bir an evvel adadan atmayı pek kolay buldu. Değneyini uzatarak çekilmesini em retti. Hara hemen bu güldeste ruhu kucağına
alarak
sandalına atladı. Nesrirınuş hala baygındı. Akıntının yardımıyla Haristan adasına yaklaştıkları
zaman,
genç bütün arkadaşlarını sahilde kendisini bekler
bul
du. Bunlar arkadaşlarının
kaybolmasından
dolayı
endişelerle adanın sahiline üşüşmüşlerdi. Hara bu ga nimet destesine sarılıp, onu karaya çıkardığı
zaman
arkadaşlan, bunca seneden beri, hasretini çektikleri bu gülleri koklamaya başladılar. Hara
başından ge
çenleri onlara anlatınca bütün arkadaşları , hayretle ·
karışık bir tesirle hikayeyi dinleyerek hayatlarındaki bu büyük noksanın, bu ömrün gerekli olan şeyinin, bu kadının hayata dönmesi için çareler düşündüler. So nunda o
gün
mağarada kalan mahud ihtiyarın
ted
bir ve tecrübelerine başvurmaya karar verdiler. İh tiyar sergüzeşti
en küçük tafsilatiyle
dinledikten
sonra bütün Hind kehanetlerini tecrübe ederek
sa
baha kadar çalıştı. Sabahleyin güneşle beraber, Nes rinnuş'un vücudundaki
güller de etrafa . serpildi.
Ve
kadın bütün kadınlığiyle, bütün şürli şefkatiyle doğ-· ruldu.
HARİSTAN VE G"ÜLİSTAN
195
Şimdi, Nesrinnuş, böyle sert bazular, ateşli sine ler arasında bulunmaktan dolayı , kadınlığının gu rurlu sevinciyle etrafına güzelliğinin gülümsemesini serperken, bütün şu çorak dağlardaki siyah ve gam lı dikenler, al güllere, mor sünbilllere dönmüş ve kadınlığın bu sihirli gülüşünün yansı, hicran korulu ğunun içinde kavrulan ruhlara bunca senedir çekilen azapları bir anda unutturmuştu. Yine bu sevinç dakikası içinde, adalarda sahih oldukları kıymetin takdir olunmamasından, sürünen elmaslar, inciler, zümrütler, laleler yakutlar, firiize ler, safirler bütün Nesrinnuş'un ayağının altına dö küldüler. Ona parlak ve yüksek, gönül açıcı bir se dir teşkil ettiler. Bu güzellik cazibesini seyreden ih tiyar ,başım sallayarak diyordu : - Evet, sevda saçan saçlar olmayınca elmasla rın, gül tarayan parmaklar bulunmayınca yakutların, zümrütlerin, beyaz gerdanlar görülmeyince incilerin ne hükmü, ne güzelliği olabilir ? Şimdi Nesrinnuş, kendisini kucaklayacak kuvvet li bir el ve Hara hayat kavgasının eziyyetlerini unut turacak, bir şevkat eli bulmuştu. Bu neş'eden dolayı sevincini teskin edemeyen ihtiyar yine söyleniyordu : - Kadınlar, vahşi ağaçlara sarılıp, rayihalı dal lariyle onlan süsleyen, sarmaşıklara benzerler ki ; erkekleri aşk çiçekleriyle sarar ve kucaklarlar. Ka dınsız erkek kaba olur, münzevi olur. Manevi terbiye ci olan şevkat ve okşamanın, tesirli gülüşünün yumu şaklığıyledir ki ; erkeklerde yüksek ve ince hisler bel li olur. Ve ilave ediyordu : - Kadınlarda güzellik olmasaydı, erkekler de büyüklük olmazdı ... Erkekler de büyüklük bulunma saydı ,kadınlardaki güzellik görünmezdi. 20 Kasım 1316
Z EVK-1
H AYA L
!Dtt..Lt'den dönüyordum. Vapur Adalar Denizi'-
M nin girintili çıkıntılı sahilini takip ederek sarsıla
sarsıla yürüyor... Gece saat üç... Güvertede benden başka kimse yok... Aşağıda, salondan baygın baygın kalbe sarılan biI' piyanonun nağmeleri karanlıkta yu varlanarak, Akdeniz'in sathını öpe öpe yayılıyor, ya yılıyor, ölüyor. Yalnız... Bütün yolcular uçuk san saçlı bir kızın · parmaklan ucundan dökülen nağmele rin etrafına toplanmışlar. Ben yalnızım... Akdeniz'in yorgun, durgun yüzünü hırpalayarak yürüyen vapu run güvertesinden, karanlığın sükutunu dinliyorum. Derinden gelen nağmelerin titreyişiyle hayfil gözümün önünde, geçmiş hayatımın eskimiş perdesi kalktı : Şimdi görünen bir geçit idi, otuz senelik bir geçit... Bütün yırtıcı dikenlerle - bu dikenleri ben göz yaşla rımla yetiştirdim - bütün anzalarla - bu arızaları el lerimle hazırladım - bütün uçurumlarla - bu uçurum ları tırnaklarımla kazdım - dolu bir geçit geçti. Bun ların arasında, ıraklarda, beyaz sisler içinde, damla damla menekşe yığınlaıının arasında bir yuva, bez gin bir sükut yuvası. Köşesinde, uçarken, ötmek ister ken yaralanmış, kanatlan sarkmış, bir kuştan ziyade solgun bir çiçeğe benzer bir siyahlık... Daha öteleri
HARİSTAN VE GVLİSTAN
197
gözlerim almıyor. Bu yol otuz senelik bir hayatın izi ni takip ederek devam edegelen sessiz, gölgesiz, ömür süz, bir felaket çıkmasına uzanıyor... Ümitsiz geçen geceler, nursuz geçen günler, şu tek tük dikenlerin kucaklarında solan kuşlar, bakı şımdan bayılan yapraklar, kuruyan kaynakların izle ri... Sizler, ey sizler! .. Şu karanlık gökten kırgın çeh reme, buse buse vedalar serpe serpe, beni - hüsranlar, perişanlıklarla karmakarışık bir tufan karşısında, ölüm denilen selamet sahiline yetişmek uğrunda kud retinden fazla hücumlar göstermeye zorlanan - bir hayatın mücadelecisini size bir kere daha kavuşama rnazlıktan dolayı haşin kasılmalar, işkenceler içinde bırakmak sizin için belki bir şey; bir şiir; fakat, bu zayıf kollar, bu yorgun dimağ, bu durgun gönül için ... ah benim için... Ömrün baharı, bu geçen otuz sene ile geçti. Şim di başıma bir yıldırım düşse bu ölüm endişesini ya kamaz. Artık gemisi fırtınadan parçalanmış bir gemi ci kuvvetiyle ölüm endişesine sarılıyorum. Evet otuz seneden sonra kendisini hissettiren şu çöküş, şu ölüm ... şu ölüm, daima, her gün, her yerde, uğursuz ve yır tıcı bir şekilde beni üze üze ısırıyor. Sıra gelince ben de öleceğim ; ben de kaybolaca ğım ; dünyada beni andıracak bir hatıra kalmayacak. Oh, ne çirkin şey ! .. Sonra, yine başkaları yaşayacak lar ,gülecekler, sevişecekler, öpüşecekler, eğlenecek ler! Lakin bu ölüm gerçeği karşısında yine eğlenmek, yine gülmek... bilmem ki nasıl oluyor da devam edi yor? .. Bari şu ölüm bir ihtimal olsa yine insan ümit ile aldanabilir; fakat bir şey ki muhakkak; sabahın sonunun akşam olması kadar muhakkak ! - Sen nereye gidiyorsun ? - Zenginliği kovalıyorum. - Ya sen ? - Eğlenmeğe çabalıyorum.
198
HARİSTAN VE GCLtsTAN
- Ya sen ? - Aşk yoluna gidiyorum. Hayır; hepiniz, hepiniz şu menekşenin, şu Bü yük İskender'in şu kuşcağızın, şu yuvarlanan dalga nın gittiği yere gidiyorsunuz. İsim ve Unvan değiştirmekle aldanmağa değer mi? İnsan ölüyor; gül soluyor; alev sönüyor. Sözlerin elbiseleri başka, mananın vücudu bir. Vapurumuz karanlık bir sema, karanlık bir de niz içinde, karanlık bir hedefe doğru düşüne düşüne ilerliyor; gözlerim züiri bir duman gibi kaynaşan se malara bakıyor; kalbim yıldızların huzur sarhoşlu ğundan bir doğru yol gösterme parıltısı dilenir gibi titriyor. Geminin direkleri, ipleri gözümün önünde siyah yapraklı, siyah ağaçlar gibi bir şekil aldı. Karanlık ağzın şu geçen otuz senelik hayatımın sefaletlerine, gafletlerine karşı kahkahalar tükürdüğünü ve ma demki öleceksin, daima gülmelisin, daima gülmelisin ! dediğini işitiyorum.. Evet, mademki yaşamanın ne de mek olduğunu bildiğim halde yine yaşıyorum, hemen gülmeliyim, daima gülmeliyim, velev gülmelerim es nemeye benzesin; yine gülmeliyim ! Bu gece hayaletlerin oynaştığı bu gemi içinde serviye konmuş uğursuz bir baykuş şeklini aldım. Meçhul karanlıklara saplanmış gözlerimle boş yere bir bahar hayatı araştırdım... Çiçeklere bürün müş bir Nisan, güneşlere sarınmış bir temmuz arı yordum... Heyhat! Bana boş yere aşın kibirler, boş yere vakit geçirişlerle taşan bahardan, hayatdan bah setmeyin, bana kıştan bahsedin ... Oh kış ! Oh ölülerin mevsimi! Ey gözyaşlarının karanlık içine damladığı mevsim! Yaralarımızı parça parça düşürdüğün be yaz sargılarla sarıp bizi geçici bir huzur içinde bıra.
199
HARİSTAN VE UÜIJSTAN
kan, ey dondurucu kış ! Ben yıpranmış kalbin gibi be yaz, üryan bir zemin isterim... Şu hayat çölünün riva yet edilen hayalet bahçesinin alaycı bir serap olacağı nı anlamayacak saflıkta değilim. Eline bir elmas geçiyor; incelerken bu elmasın bir kömür parçasından başka bir şey olmadığını gö rüyorsun; güzel ve zarif bir kelebek tutuyorsun, kur calıyorsun, örseliyorsun bir iğne ile kalbine dokunu yorsun, kanatlan kopuyor, süslü tozları avucuna bu laşıyor, daha sonra parmakların arasında pis , mıcık lanmış bir kurt kalıyor... Aşkın sonu şehvet, alevin sonunun kül, ışığın sonunun karanlık, bir çok heple
rin sonunun bir hiç olduğunu anlıyorsun, bunalıyor sun, yırtıcı bir feryat koparıyorsun ; hıçkırıkların ta biat kervanının çan sesi, hay huyu arasında sıkışıyor, boğuluyor, sönüyor. Tabiat... Tabiat ! Sen ne nazar çekici, ne gönül çekici, ne emel çekici şeysin !
Seni çok sevmekten
dolayı bir yorgunluk ve zenginlik hissi ile senden nef ret ediyorum. Şairlik süsleyicisinin sihirli elleriyle bo yanm ış, süslenmiş temiz örtünü indir ki açık çehren görünsün ! Yaprakların peri masallarını çiçeklere
anlatan
sabah rüzgarının fısıltıları, çekingen buseleriyJe uyan.,. dınlmış bir taze kızın yanaklarının rengine benzeyen toz pembesi bulutlar, yeşil yaprakların arasından fir
�
layıp da sevda kokusu ve rengi toplamak için leylak
ların arasından fırlayıp da sevda kokusu ve rengi top lamak için leylakların aralarına kanatlarını uzata u zata uçan şuh ve neş'eli rüzgar, ayrılık hıçkırığımızı bize tekrar eden
dalgaların
serpintisi,
ıraklardan,
göklerden, elmasların gözleri gibi, ümitsizlerin üstüne dökülmek isteyen yıldızların bakışları ! Ey nağmeler! Ey kokular! Ey renkler !
Ey nurlar !
Şuh ve
şen
gamzelerinizle bize daima ebedi bir kavuşma ima eden sizler !
Niçin, niçin bize daima olayların sitemiyle
200
HARİSTAN VE GÜLlSTAN
doymuş görünüyorsunuz ? Bizi aldatmak için çıplak görünmeniz kafidir. Vapurun direğine asılı kırmızı fenerin şu kinli geee içinde titrek med ve cezir şuasıyla semada alçala alça la uçan bulut adacıkları arasına uzanan bakışım yavaş yavaş yorulmağa, kirpiklerimin içine çekilmeğe baş ladı. Aşağıda piyanonun sükfıtiyle vapurda da ses ke sildi. Ben de şurada uyuyayım, dedim. Uyumak ölü mü tecrübe etmek demektir... Fakat uyuyamıyorum. Dünyada yalnız olmadığımı bana hatırlatan bir vücut, şimdi beni uyarıyordu. Lakin, hiç olmazsa, şu eziyetlerin kaynağı olan olayların akışından kurtul mak, münzevi yaşamak, sükfınetle yaşamak, çarpın tısız yaşamak istiyorum. Şimdi o, bana benliğimi ha tırlatan esmer hayfilinin ellerinden tuttum.
Durgun
iri gözlerinin içine baktım : İstemez miydin? dedim, mesela Midilli'nin şu "Halka Köyü" dedikleri
kuytu
gölgeliğine çekilmiş iki bedevilik ailesinde yetişmiş ol saydık... Güneşin ilk nurlarıyle birlikte, sen keçilerini tirşe yapraklı zeytin ağaçları altına yayarken, ineklerlınle, buzağılarımdan müteşekkil
beni
maiyetimle
seni bekler görsen.. fecrin kokularından temiz, güne
şin ilk ışıklarından saf bir sevgiyle birbirimize mem nun ve kalbimiz ferah olarak sabahı tebrik etsek... hiç bir şeyden haberdar olmasak.. her şeyden, her şeyden uzak, şehirden uzak, hadise seli dediğim sıkıntı verici siyah dalgaların takibinden uzak, para nedir? anlama sak.. emel nedir hissetmesek .. Ayak altımızda birbirini sıkar gibi omuz omuza evleriyle, konaklariyle soğuk, korkunç duran Midilli şehrini bile sıkıcı bir hapishane zannetsek de tabü bir çekingenlik ile ondan korksak, pek korksak... Şehrin ipekleriyle, altınlariyle, işkence leriyle yakınlığımız olmasa... Karşıki denizin fırtına ları yalnız bizim için beyaz köpÜkler, şu Midilli şeh
rinin yangınları yalnız bizim için kırmızı alevler ya yıyor zannetsek.. çiçeklerin en utangaçları yanımızda
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
201
en gizli, en samimi ziynetlerini tamamlasa, kuşlar biz den kaçmasa .. kelebekler ürkmese. . bunlardan mayanlar kaçanlara dese ki :
kaç
papatyalarla dertles.
sek... gelinciklerle söyleşsek .. anlarla uçuşsak.. damla damla düşen yağmur tanelerinin fısıltılarını anlasak . . rüzgar, bu ruhanilik şarkıcısı, bizde daima yeni yeni sevgi şarkıları tallın etse .. kuşların nağmeleri, melek lerin söyleşmesidir; ona da karışsak...
Şu
ormanın
kalbinde sevgi gibi yaşasak ! Öğleyin ikimiz de başımızı bir iri taşa koyarak, zeytin dallarının yeşil takı altında bülbüllerin
ninni
si, serçelerin masa11ariyle uyusak.. Sen benden evvel uyanınca kendini aratmak için bir ağacın arkasına sak ]ansan... İşte, yalnız o zaman hicranın, ayrılığın demek olduğunu duysam,
bağırsam, koşsam,
ne seni
arasam ; seni arasam. Sonra dudaklarında sıloşmış bir yabani gülle, bana doğru koştuğunu görsem .. Ve seni kollarımın arasına aldığım zaman kalbinin bir küçük kuş kanatlan gibi çarptığını duysam. Akşam üstü, deniz öter, kuşlar öter, orman öter, rüzgar öter, arılar öter, böcekler öter.. Bu uzaktan uzağa gelen nağmeler içinde biz de kulübemize
dö
nerken rast geldiğimiz bir kaynak kenarında senin mini mini ayaklarını, mini mini ellerini yıkarken sen benim güneşten kararmış yüzüme sular serpsen.. Her gün, hergün işlıniz bu olsa . . Yegane çırpınmamız ke çilerlınizin, buzağılarımızın sıhhatine, bulunmuş
bir
çiçeğin renk ve şekline ait olsa.. Seher çiçeklere nasıl çiy taneleri serperse, güneş gülleri nasıl renklerle süslerse, dalgalar sahillere na sıl buseler yol1 arsa, rüzgar dallara nasıl nağmeler öğ retirse ben de sana öyle aşklar öğretsem, seni
öyle
sevdalarla süslesem... Güneş gelincikleri nasıl öpe�e. ben de
seni öyle öpsem .. Rüzgar serçeleri nasıl ok
şarsa, senin saçlarını öyle okşasam. Oh !
Böyle, çocukluğumuz
böyle ,
gençliğimiz
202
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
böyle geçse sonra ikimiz birden hasta olsak, ikimiz birden usul usul öksürsek, ikimiz de halsizlikle birbi rimize dayana dayana keçilerimizi buzağılanmızı ta kip etsek ... Nihayet ikimiz de birden bir sabah şu yük sek tepenin kenarına . tesadüf eden zeytin ağacının al tına, sürüne sürüne gelsek, güneşin doğuşiyle düşen ilk ışığına ruhumuz karışsa ... Böyle dünyayı tanıma dan tabii saflığımızla, hislerimizin temizliğiyle, böyle saf ve taze, sessizce ölsek .. Bizi hemen oraya, o ağacın altına gömseler... Bizi arayan keçilerimiz, buzağıları mız, kuşlarımız, kelebeklerimiz, fakat yalnız onlar, bizi orada arasalar, bize orada, orada ağlasalar, tür bemiz yapraklar, türbe bekçimiz bülbüller olsa... 16 temmuz 1316
BiR DAMLA KAN YLULÜN karanlık bir sabahı, henüz güneş doğ E maınışb. Yatağımdan fırladım. Alelacele giyin
dim. Arkadaşlarımdan birinin köşkünün yan açık kapısından girdiğim sırada arkadaşımı bir iki ahba bıyla beni bekler gördüm. Ava gidecektik. Tedarik et tikleri bir çifteyi : - Kısmetin kör olsun ! temennileriyle omuzurna verdiler. Ortalık he nüz ağarmağa başladığı sırada biz tarlaların arasında biçilmiş sarı, ıslak ekin sapları içinde yürüyorduk. Mektep firarilerinin keyfine benzer bir azatlık sevin ci içinde, kahkahalanmızla etrafımızda rast gelen kuşları da kaçırarak ilerliyorduk. Aramızda avcılık tecrübelerinin çokluğuna güvenen biri, bize hedef, ni şan, isabet kelimelerini derya gibi geniş bir gurur ile esirgemeden sarf ederek bir takım nazariyelerle söy lüyor. Ve şimdi artık tüfekleri aşağı doğru eğerek or ta parmaklan tetiklerin etrafında hazır bulundura rak ayrı ayrı yürümemizi tavsiyede ısrar ediyordu. Böyle serseri bir yürüyüş ile Bostancı civarına vasıl olmuşuz. Tüfek omuzda, çalılar arasından, ses çıkarma dan, hızlı nefes almadan bir haydut gibi tereddütler
204
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
ve tecessüsler içinde bir seher gezintisi yapmaktan bir lezzet, bir tatlılık bulmak bahtiyarlığına ereme yen biçare ben, neye ve niçin bu zahmetlere girdiği mi şaşkınlıklar ve pişmanlıklarla kendime soruyor dum. Arkadaşlarımızdan yavaş yavaş daha ziyade ayrılmağa ve birbirimizi gözden kaybetmeğe başla mıştık. Uzaktan çat! pat! tüfek sesleri işitiliyordu. Güneş doğmuş ve yükselmeğe başlamıştı; geceden ya ğan yağmurun rutfıbetiyle tarlaların bellenmiş, arı zalı topraklarına bata bata ayaklarım gittikçe ağırla şıyor ve güçlükle yürüyordum. Elimdeki uzun ve ince değneğin ucunu bıldırcın kaldırmak ham hayaliyle oraya buraya savuruyordum. Nasıl oldu bilmem, değ neğin ucundan siyah bir şey fırladı. Verilen tfilimata rağmen uçan bıldırcının arkasından hareketsiz baka kaldım. Kuş uçtu, gitti. Ben yine değneğimi düşünce siz ve emelsizce çalılara devamlı olarak vurmağa baş ladım. Etrafımdan kesik kesik, ince ince, şakrak kuş cıvıltıları geliyor ve iki tarafa bakıyor hiç birşey gö remiyordum. Zannediyordum ki bu şeytancıklar be nimle, acemiliğimle adeta eğleniyorlar. Şimdi bu mi ni mini kurnazlara karşı kaşlarımı çatarak tehdit e dercesine başımı sallarken, onlann alay etmeği andı rır kahkahacıklarından ince bir neş'e hissettiğimden tüfeğimi, o kaba, eski fileti onlardan gizlemek isti yordum. Artık böyle kös kös gitmeden, çalıların başına boş yere değnek vurmadan usandım, bıktım .. Değne ği attım. Tüfeği yanıma bıraktım. Orada gördüğüm bir taşın üstüne oturuyordum. İçim sıkılmıştı, arka daşlarımı bularak dönmeği teklif edecektim. Zannediyordum ki onlar birçok kuş vurmuşlar da benim böyle elim böğrümde, bir taş üstünde uyuk lamakta olduğumu görünce miskinliğime muntaza man gülecekler, alaylarından kurtulamıyacağım. Bütün güzelliği, bütün tazeliğiyle, bütün büyük-
HARİSTAN VE GVIJSTAN
205
lüğüyle yükselen güneşe doğru bakıyordum. Boynumu bükmüş, ellerimi kavuşturmuş dalmış gitmiştim... Bu sırada başımın üstünden hafif bir ruh, mini mini ka natlı bir karaltı, hülya gibi bir sür'atle uçarak üç dört metre mesafedeki bir çalılığın üstüne kondu ve arka sı bana doğru olarak, başıyla güneşi selamlamağa, in ce bir sesle ötmeğe başladığı bir anda idi ki kötü bir niyetle tüfeği kavradım. Artık yüreğim çarpmıyor, dimağım düşünmüyor, gözüm
görmüyordu...
Arka
daşlarımın karşısına elimde bu küçücük kuşla, bu si yah leke ile çıkmak istedim. Tetiği çektim ve koştum.
Dumanın
arkasından
bir noktarun sıçrayarak yere yuvarlandığını gördüm. Küçücük bir kuş idi. Kanadını halsizce gerdi ve can acısıyla geriye sıçradı. Gagasını bir iki defa açıp kaparken ateşli bir ah gibi ağzından dökülen
pembe
karun, tozlara bulanmış, gazel yapraklarının üstünde hazin bir şekil aldığına bakıyordum. Elimde cinayet or tağım tüfeğim olduğu halde o demirden daha katı bir yürek, o demirden daha soğuk bir kanla, hayatının neş'e dökülen ahenginden yalnız şu pembe
kan
geri
kalan, bu güzel ve hafif ruhun uçuşuna, kuvvetin, ac ze hakimiyetin en ince, en vicdan yıpratan bir görü nüşüne bakıyorum ... Evet,hala bakıyorum !
Elimde
tüfeğimle bakıyordum; bu ayağımın altında sürünen, boyuncuğunu uzatarak şikayet çığlığı göstermeksizin soluveren bu küçük çayır kuşuna, bir fakir kulübe sini yakan yıldırım hissizliğiyle bakıyordum.
o kanın, o mini mini kuşun narin gagasından dö külen kanın teşkil eylediği ince bir iz bana bir incelik derinliğinin sonsuzluğunu gösterdi. - Fakat seni ben neye öldürdüm ? - Bilmem ! - Evet! Onu ben de bilmem !
Seni öldürmek
için öldürdüm, değil mi? İri, parlak güneş, eskimiş bir mavi kadifeye ben-
208
HARİSTAN VE GtiLtSTAN
zeyen göğün bir kısmım, tel
tel olmuş lepiska ışınla
riyle yaldızlayarak birer yamaya benzeyen beyaz bu lutların arasından kayıp,
hazanın
sükfın
rengi
ve
gamlan içinde bıraktığı, şu nemli sahranın bir nok tasından dökülen, bu mazlum kuşcağızın kam üstüne nurlu damlalarını, merhametin en son okşayışını dö küyordu. Tüfeği elimden attım; diz üstü düştüm. Şu lığın arasında gözüme ilişen harap, yuvanın, gelecek baharda bu zavallı
çalı
terkedilmiş
bir
kuşcağıza,
bu
küçücük kanatlara ne arzularla kucağım açabileceği ni düşünüyordum. Bir hayli müddet böyle kalmışım ki birçok kah kahaların birden fırladığını duyduğum zaman arka daşlarımın benimle eğlendiklerini gördüm. Maceram dan haberdar olunca hepsi saflığıma acıdılar. İçlerinden birinin bu kuşu - bana göstermek is temiyerek - "pilavhkların arasına" latifesiyle bir ayrı mendile koyduğunu gördüm. Bir hafta sonra idi ki arkadaşım bir dikkat veya ince bir alay eseri olarak bir kuşun cesedini doldurta rak bana yollamıştı.
Hala bu kuş odamın bir köşesinde saklı ; ve dök tüğüm o pembe kanın izi ise gönlümde bir siyah leke olarak işlenmiştir.
i STiYOR U M
ı • STİYORUM...
Ah !
K i
İstiyorum ki beni böyle
ebe
diyyen taruyamıyasın, bilmiyesin; ben pek
acı,
zehirli bir ayrılık içinde yaşıyayım ; ayrılık içinde ya ralana, ağlaya ağlaya, kıvrana kıvrana öleyim .. yara larımla biteyim. Senin için öldüğümden, siyah renkli şimşek ba kışının hayali karşısında, yanarak, ezilerek sevindi ğimden haberin olmasın; hiç haberin olmasın ki sol muş bir gönül seni düşündükçe, seni hissettikçe bü
tün gençliğini, bütün ömrü, emelleri, ümitleri, hülya lariyle beraber senin için mahzun yaşamak, mahzun ölmek istiyor ! Pervane gibi, gölge gibi gece gündüz ayrılamayan ben , şimdiye kadar yarım da
yanından olsa, bir
dikk atli bakışını çekmedim; bundan böyle de hiç çek miyeyim. Oh ! Böyle olayım, böyle ayn ve hasret çe ken, böyle garip , böyle özleyen, böyle ateşler içinde öleyim . . . İstiyorum k i seherlere, şafaklara bürünerek giz li gizli inleyen kuşcağızı, bahçedeki leylaklara yaşlar döken bulut parçasını tanıyamadığın gibi, beni de ebe diyyen taruyamıyasın!
İstiyorum ki ne benim yaşa
dığımdan, senin için yaşadığımdan... ne benim öldü-
HARİSTAN VE Gt:JıJSTAN
:208
ğümden, senin için öldüğümden, seni severek öldü ğümden haberin olamasın ; beni görmeyesin. Belki.
.
Ah! Belki o zaman . . . İşte ben onu istiyorum, ona söy liyemiyorum. İstiyorum ki.. İstiyorum ki beni ebediyyen tanı yamıyasın; bilmeyesin .. ben pek acı, zehirli bir ayrı lık içinde yaşıyayım ; ayrılık içinde yaralana yarala na, ağlaya ağlaya, kıvrana kıvrana öleyim .. yarala runla biteyim !
15 Mayıs 1314
N A K A RAT
S
ÖYLE. . . Allah için, Allah aşkına söyle ! Durma ; udunla beraber söyle, gönlümle beraber
söyle ! . .
Ruhumun ruhunla söyleştiğini duyuyorum. Udunu in let, gönlümü inlet . . . Ah ! İstiyorum ; söyle ! Sesin . . O ince , o billurdan, gönlün gibi billurdan, .
o gönlün gibi mini mini sesin, beni kucaklıyarak ya vaş yavaş okşasın; ince kalbinin, ince köşelerinden, blitün varlıkların örtüsünden silkinip çıplak ve ağlıya rak yükseklere süzülüp giden, sonra nazlı nazlı uduy la, titrek dudaklariyle alnımı gizli gizli, usul usul öpen o bülbül, o şiir, o manzum sesinle söyle, ah söyle ! . . Ruhum gibi zayıf ince; gönlüm gibi titreyen o kınk dökük, o ince sesinle söyle... Udunla beraber söyle, gönlümle beraber söyle; ruhumun ruhunla söyleşti ğini duyuyorum . . . Ah ! İstiyorum, söyle ! Söyle ki hayat nedir? ruh nedir? sevgi nedir ? İşte şimdi anlıyorum. Çiçeklerin
kokusunu
nazlı ruhuna bürünmüş titrek, küçük
andıran
sesinle
söyle ;
dünyadan alakamı kes; bitmek bilmeyen emellerime böyle, oh ! İşte, yalnız böyle nihayet vermek istiyo
rum ; bu sesin nazik kucağında, bu ince kalbin ah enHarlstan Ve Gülistan
-
F : 14
HARİSTAN VE GOLİSTAN
210
gine bu şefkat nağmesine boğularak söyle, öleyim. Bu küçücük, tatlı sesinin yumuşak, narin katmerleri kefenim olsun ; ona bürüne bürüne öleyim, onu öpe öpe biteyim ! Ona, o havadan hafif, o
semadan
saf
sesine sarınıp istediğim gibi yükseklere uçayım . . . Göz lerim mahşere kadar bu dağınık, bu küçük küçük tit reyen, bu bir ufacık kuşun kanatlan gibi çırpınan se sini bülbüllerin gagasında, bulutların süzülüşünde, ge ce
dalgaların
karışıklığında,
ayın
hüznünde
ara
mak . . . A h durma, söyle . . . Allah için, Allah aşkına söy le ! Udunla beraber söyle, gönlümle beraber söyle ! Ruhumun ruhunla söyleştiğini duyuyorum . . . Ah ! tiyorum ; söyle ! ..
3 Ekim, sene 1314
İs
LEYLAKLAR AÇARKEN EYLA KLAR açarken, mor kokuları akşamın gölgelerine bürünürken, Boğaziçi'nin sessiz bir kenarında, çarpıntısız, debdebesiz bir evciğin, temiz, tenha bir odasında ölmek isterim. Leylaklar açarken şu çirkin, çatık çehreli kara toprak gülmeğe başlar. Irmak havada aşk hissine ben zer yumuşak ve ince bir ahenk ile sırlan okşayan ha fif bir akıntı, bir melek narinliğiyle leylaklar açarken, bulutlan okşarken, bir bahar akşamında ölmek iste rim. O ince rüzgarın kucağına uzanan Boğaziçi'nin yüzeyine doğru, koyu yeşil dağların koyu yeşil koru luklarından, ruhumuzu aramak için inen melekler gi bi, bulutlar hafif bir sür'atle süzüldüğü zaman, ruhu mun onlara doğru, leylak kokulan arasından yüksele rek uçmasını isterim. Beni, hemen oracıktan Rumeli hisan'nın eteğindeki kayalarda, selvilerin ufak yap . raklı dalları titreştikleri zaman, o tek tük gölgelerden birinin hizasına gömsünler. Eğer layık isem, beni se venlerin döktüğü bir iki damla gözyaşı - ki ömrümün en seçkin güzelliklerinin bir eseridir - daima şenlikle dolu duran Boğaziçi'nin neş'eli saflığına, mahzun bir çocuk masumiyetiyle gülümseyen, bu köşecikten Tan rının mağfiret deryasına kanşsın.
L
HARİSTAN VE GVLİSTAN
212
Bilir misin sevdiğim? Bir bahar akşamı, Boğaz içi'nin baygın dalgacık.lan sahilin boynunu öperken, suların derin derin çarpıntılan işitiliyordu. Ufuklarda güneşin solgun şuası, hava renginde mavi ve koyu gümüşi arasında bir renkteki bulut kü melerinin altından görünüyordu. Ortalıkta ses yok, hareket yok, kıpırdanış yoktu. Denizin yüzü örtülü idi. Yalnız lacivert suların ortasında, güneşin akse den şufilanna rastlayan, beyaz yelkenli bir gemi, din lenir gibi baygın bir halde yüzüyor; derken, uzaktan gece inleyişlerini andınr bir çığlık ile bir martı ötü yor, ve uçuyor. Diğeri ona cevap veriyor. Sonra üçüncüsü daha bağınyordu. Denizin
ufak
bir
menevişli
katmerleri üstünde baştan başa ışık kınntılan parlı yor. Göğün hizasında, kucağını açmış bezgin bir aşk umursamazlığıyla, Boğaziçini kucaklamak isteyen iri bir kuş kanatlarını germiş, hareketsiz duruyor; orta lık koyu bir renge sarılıyor, hayat aleminin bayılıyor gibi ruhu azalıyor, benzi soluyordu. Bu levha hatırına geliyor mu sevdiğim? O zaman bana, sen soruyordun ki:
"Rumelihisarı'nın gölgesi
!stinye'ye kadar uzanmış, görüyor musun? Kandilli' nin üstündeki sükutu işitiyor musun ? Karşı sahildeki ağaçların gölgesi bize kadar nasıl uzanıyor? Şu baca lardan tüten duman nasıl çaresiz bir teslimiyet
ile
göklere doğru yükseliyor, görüyor musun? Şu sanda lın küreklerinin denizden kaldırdığı bir iki avuç
su
yun şıpırtısını işitiyor musun? .. Oh ! Burada büyüyen, burada yaşayan hiç bir zaman fena adam olamaz ! . . B u havayı teneffüs eden kalbde hiçbir vakit bir leke bulunamaz ! ..
"
Evet sevdiğim; bu boğazın sahilindeki
bir
me
zarcıkta gizlenen ruh da elbette ruhani bir sata hisse decek ! Hisar Camii'nin minaresinden, sükun verici bir sesle okunan akşam ezanı titreye titreye şu servilerin
HARİSTAN VE GÜLİSTAN
218
arasında dağılırken, akşamın süküneti, geçen şeyleri unutmayı ihtar eder. Ve bir balıkçı evinde, onu
bek
Iiyen uykusuna kavuşmak için yorgun yorgun acele ederken kim olduğumu bilmeden ruhuma bir tatiha cık yollar. Azametli bir bahar gecesi, insanlığın titreyen du daklarına ebedilik lezzeti döker; yer yüzünde kapanan her kirpiğe karşılık gök yüzünde bir yıldız parıldar ; zengin bir sükunete meçhuller ağlamağa başlar. Yal dızlı, süslü bir kapı heybetiyle gök açılır gibi olur. Çi çekleriyle yeşillikleriyle dünyaya . . . güle güle, ışık ışı ğa armağanlar saçan toprak, cihanın bu
mevsimde
ona ufak bir karşılık hediyesi olacak benim zayıf vü cuduma da elbette hüsn-ü kabul gösterir. Doğarken ağlamak, peki ! .. Fakat elem
içinde ölmeği lüzumsuz
görüyor ve neş'eli bir vedayı, hazin bir
kavuşmaya
tercih ediyorum. Onun için, oh onun için istiyorum ki hayatın gürültü patırtısına böyle arzu ve aşk dolu bir bahar hengamesinde, leylaklar açarken, cihan bana, ben cihana gülerek veda edeyim.
8 Temmuz 1317 Şişli
S O N
OTO K E N •
YAY I N LA R I
GENÇ TEMUÇİN
10.00 TL.
Cengiz Dağcı •
6.00 TL.
ENGEREK DÜGÜMÜ François Mauriac'ın NOBEL armağanı kazanan romanı . Peyami Safa'nın Türkçesiyle.
•
BİR SİPAHİNİN ROMANI
•
RAFAEL ( Roman )
8.00 TL.
Pierre Loti 10.00 TL.
Lamartine •
RUS İHTİLALİNDEN HATIRALAR 10.00 TL. Abdullah Battal Taymas
e
9 UNCU HARİCİYE KOGUŞU
5.00 TL.
Peyami Safa •
SİYASİ VASİYETİM
4.00 TL.
Adolf Hitler •
tSLAM ve DEMOKRASİ
2.50 TL.
Malik Binnebi •
YAVUZ SULTAN SELİM
4.00 TL.
Namık Kemal •
BİR TEREDDÜDÜN ROMANI
5.00 TL.
Peyami Safa e
ÇAGLA YANLAR
5.00 TL.
Ahmet Hikmet Müftüoğlu e
FATİH - HARBİYE
5.00 TL.
Peyami Safa e
İSLAM TOPLUMUNUN EKONOMİK STRÜKTÜRÜ Sezai Karakoç
3.00 TL.
•
LOZAN ve BATI TRAKYA
1 .50 TL.
Ahmet Kayıhan e
ÜYGE TABA ( Eve Doğru) 4.00 TL.
Milli Roman M. Ayas İshaki e
Doç. Dr. •
25.00 TL.
KANUN YOLLARI T. Tufan Yüce
GENÇLİGİMİZ
3.00 TL.
Peyami Safa e
8.00 TL.
ÇİRKİN AMERİKALI W. J. Lederer
•
4.00 TL.
HİKAYELER Necip Fazıl
e
STALİNLE KONUŞMALAR
5.00 TL.
Milovan Cilas e
5.00 TL.
NASIL ÖLDÜLER Vecdi Bürün
•
25.00 TL.
OSMANLICA F. Kadri Timurtaş
•
Toplu Siparişlere ve bayilere % 25 tenzilat yapılır.
•
Bütün siparişler ödemeli gönderilir.
•
Tek siparişlere pul gönderilmesi gerekir.
•
25 Liradan aşağı siparişlere posta ücreti ilave edilir.
ÖTVKEN YAYINEVİ Nuruosmaniye Cad.
Nu : 36/7
Cağaloğlu - İstanbul Tel : 27 84 4 1