Altan Deliorman - ATSIZ (Hayatı, Görüşleri, Eserleri)

Page 1



ATSIZ Hayatı Görüşleri Eserleri

Altan DELİORMAN

Ankara-2013


Bu kitabın tüm hakları yazarına ve yayıncısına aittir.

ATSIZ Hayatı, Görüşleri, Eserleri

Altan DELİORMAN ISBN 978-975-267-720-3

Genel Yayın Yönetmeni Cuma AGCA

Tasarım Biçer YILDIRIM

Kapak Tasarım Mehmet FİDANCI

Baskı & Cilt BERİKAN YAYINEVİ GMK Bulvarı Bulvar Apt. No.: 80/1

Maltepe/ ANKARA

Tel: (0312) 232 62 18 Faks: (0312) 232 14 99


ÖN SÖZ Türk

milliyetçiliği

davasını n

önemli

isimlerinden Altan

Deliorman, kalemini idealine adamı ş bir insandı . Mütevazı, ama vakur; çelebi ve zarif, ama heybetli bir gönül adamı ydı . Türklük erbabı nı

davası nın;

teker

kayı pları mı zdan

teker biri

gönül

erlerini,

yitirdiği

son

Altan

Deliorman

düşünce yıllarda oldu.

ve en

Tarihçi,

kalem önemli yazar,

gazeteci, fikir adamı Altan Deliorman; girişimciliği ve teşkilatçı yönüyle temayüz etmişti. Öyle ki Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği'nden Orkun Vakfı'na, Türk Edebiyatı Vakfı 'ndan İLESAM'a kadar çok sayıda dernek, vakı f ve sivil toplum teşekkülünün vücuda gelmesine öncülük etti, buralarda kurucu olarak görev aldı . Gazetecilik

mesleğinde

de

"Babıali'nin

usta

kalemi"

tanımlaması nı hak eden mühim bir mevki işgal etti. Orada da kalemini

sadece

aşığı

olduğu

milletinin,

Türk

kültürünün

hizmetine verdi. Altan Deliorman, girişimci ruhu ve araştı rmacı kişiliğini gazetecilik mesleğine de yansı ttı. Babıali camiası nda aktif roller üstlendi. O aynı zamanda bir İstanbul beyefendisiydi. Fikirleri ve eserleriyle Türk kültür tarihinin ve hayatı nın mümtaz isimleri arası nda yer aldı . Farklı üslubuyla, birikimiyle kendisini sevdirdi.

konulara

hakimiyeti

ve

Altan Deliorman, sevdalısı olduğu milletinin tarihine de yüksek derecede merak duyuyordu. Nitekim hocası Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu'yla birlikte ilköğretim okulları ve liseler için tarih

kitapları

hazı rlamıştı.

Tarih

öğrenmeyi

fevkalade

önemsediğini şu sözlerle dile getirmişti:

"Biz çocuklarımızın tarihlerini öğrenmelerinden adeta sakınıyoruz. Halbuki onların öğretim hayatında milli şuur sahibi olmalarını sağlayan en önemli ders tarih dersidir, tarih bilgisidir. Biz bunu ihmal ettikçe, bugün ortalıkta çok miktarda gördüğümüz yabancılaşmış, maddileşmiş, çıkarına esir olmuş aydın tiplerinin daha da artması kaçınılmazdır."


Altan Deliorman'ı farklı kı lan unsurlardan biri de Türk düşünce ve sanat hayatına yön vermiş önemli isimlerin yakınında bulunması ydı . Reşat Nuri Güntekin, Peyami Safa, Haldun Taner, Hüseyin Nihal Atsı z, Nihad Sami Banarlı , Behçet Necatigil, Fethi Gemuhluoğlu, Mahir İz gibi edebiyatçılar ve fikir adamları yla bir arada

bulundu.

Altan

Deliorman,

"altın

silsile"

diye

edilebilecek fikir, gönül ve dava adamları zincirinin halkalarından biriydi. O bir alperen, bir serdengeçtiydi.

tabir son

Altan Deliorman, yakı ndan tanı dı ğı isimleri kendine has üslubuyla kaleme aldı

ve genç nesillerin tanı ması nı

sağladı .

Bilhassa Türkçülük davasını n bayraktarı Hüseyin Nihal Atsı z'ı n yakı nında bulunması ve onu iyi tanı ması , Altan Deliorman'ı en çok öne

çı karan

tarafları ndan

biriydi.

Deliorman,

Nihal

Atsı z'ı n

çevresinde teneffüs ettiği Türk milliyetçiliği cereyanı nı , sonraki nesillere bütün heyecanı , sıcaklı ğı ve samimiyetiyle aktardı . Bir İstanbul beyefendisi olan Altan Deliorman'ı n Türk milliyetçilerinin gönlünde seçkin yer edinmesine, daima şükranla alı nmasına vesile olan hadiselerden biri de Türkçülük davasını n sembol yayı n organı Orkun dergisiyle ilgili gayretleriydi. Altan Deliorman, kişisel çabaları yla Orkun'un Bayrak Yayı nları 'nın idarehanesinden yı llarca yayı mlanması nı sağladı . Nihal Atsı z'dan bayrağı devralan ve büyük fedakarlı klarla Orkun'un yaşamasını sağlayan

Deliorman,

böylece

idealist

bir

kuşağı n Türkçülük

mücadelesini sonrakilere taşı mı ş oldu. Altan Deliorman, Türk milliyetçiliği ülküsünün bir gün en yüksek hedeflere ulaşacağına dair ümidini sade bir içtenlik ve imanla yaşatır, bunu her vesileyle dile getirirdi. Nihal Atsı z'ı n çevresindekilere zaman zaman söylediği veciz bir söze o da konuşmalarında yer verirdi:

"Ümit en sonra terk olunan şeydir." Büyük Türkçü Nihal Atsız'ı ve Berikan Yayı nevi tarafı ndan yeniden yayımlanan bu eseri kaleme alan Altan Deliorman'ı minnet ve şükranla anıyor, iki büyük dava adamı na Yüce Allah'tan rahmet diliyorum.

Prof. Dr. E. Semih YALÇIN Balgat/Ocak2013


İÇİNDEKİLER Kitap Hakkında Hayatı

.........................................................................................

......................................................................................................

Atsız'ı Etkileyen Şahsiyetler

................................................................

Karakter Yapısı

........................ ............................ . ................................

Düşünce Yapısı

............... ............................ ..........................................

Atsız ve Din

..........................................................................................

Edebi Şahsiyeti

............................................... ............ ..........................

7 9

144 164 170 180 186

ı. Romanları . . .. . .......... ......... . . ... ....................... .......................... 186 1. Tarihi Romanları

.............................................................

186

2. Sembolist Romanı ........................................................... 197 3. Hicvi - Satirik Romanları .................................................. 238 ıı. Hikayeleri ....... .......................................................................245 111. Şiirleri

..................................................................................

245

ıv. Hatırat Türündeki Eseri ......................... .............................. 248

V. Edebiyat Tarihi Üzerindeki Çalışmaları Atsız'ın Türkçeciliği Atsız ve Kültür Tarihçiliği

.................................

............................................................... . . . . ...........

......................................................................................

.............................................................................................

248 249 253 256



7

KİfAP HAKKINDA

N

ihal Atsız, 20. yüzyıl Türk düşünce hayatının ve edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Adı, Türkçülük ül­ küsü ile özdeşleşmiştir. Çok sayıda makalesi, romanları

ve şiirleri ile de edebiyatımızda kendine özgü bir yeri bulun­ maktadır. Yazılarındaki keskin üslubu, akıcı anlatımı ve Türk­ çeyi doğru kullanmadaki titizliği örnek olacak niteliktedir. Bi­ lim alanındaki çalışmaları ile sanatçı yönünü kişiliğinde birleş­ tirebilmiş ender şahsiyetler arasındadır. Nihal Atsız'ın hayatı, yoğun fikir mücadeleleri ve bu yolda maruz kaldığı engellemeler yüzünden çok hareketli geçmiştir. Böyle olmayıp da ilmi çalışmalara daha geniş zaman ayırabil­ seydi, tarih ve edebiyat tarihi alanlarında çok daha verimli ola­ cağı kanaati yaygındır. Onu tanımış olanlar, karakter yapısının sağlamlığı üzerinde görüş birliği halindedir. Atsız'ın hayatını, içinde yaşadığı olayları belirtmeden yazı­ ya geçirmek hemen hemen imkansızdır. Hayatının, hatta miza­ cının şekillenmesinde bu olaylar birinci derecede etkili olmuş­ lardır. Onun için, kitabın "Hayatı" bölümünde, dönemin onun­ la ilgili gelişmelerine -kısa da olsa- yer verilmiştir. Bu bilgile­ rin, özellikle genç okuyucular için aydınlatıcı olacağı düşünül­ müştür. Çok yönlü bir şahsiyet olan Atsız'ın sadece hayatını anlat­ mak, tam bir biyografi için yetersiz kalacaktı. Bu bakımdan, onun karakter ve düşünce yapısını, edebi kişiliğini, tarihçiliği­ ni, Türkçemize olan saygısını ve hizmetini ayrı bölümler halin­ de belirtmek gerekliydi. Kitapta bu hususlara dikkat edilmiştir. Atsız'ın eserleri, şiirleri ve makaleleri ile ilgili bibliyografik bilgiler, onun hakkında daha önce yayınlanmış eserlerde etraf-


8 lıca belirtilmişti. Bu çalışmamızda, ilgili bölüm, yeni bazı bilgi­ lerin ilavesiyle zenginleştirilmiş ve yazıların yer aldığı yayınla­ ra göre düzenlenmiştir. Başvurulan veya alıntı yapılan kaynaklar dipnotlarında gös­ terilmiştir. Bu bakımdan, kitabın sonunda ayrı bir listelemeye ihtiyaç duyulmamıştır. Eserin hazırlanması sırasında bazı kaynaklara ulaşmanu sağ­ layan

Yücd Hacaloğlu'na;

"ômnlmün İlk 65 Yılı" adlı kitabın,

daki fotoğraflara ilaveten yeni fotoğrafların da yayınlanmasına izin verme nezaketini gösteren Yağmur Atsız'a; hatasız bir çalış­ manın ortaya çıkması için sabırla destek veren Turgut Güler'e, bu aziz dostlarıma teşekkür borçluyum. Onlann ilgisi olmasaydı, bu kitap tamamlannuş sayılamazdı. Elinizdeki bu mütevazı eserin, Atsız'ın değerli hatırasına bir saygı duruşu olarak kabul edilmesi samimi dileğimdir.

Altan Deliorman Zaruri Bir Açıklama Türk Dil Kurnmu, Türkçeye Hizmet Eden/er dizisinde ya­ yınlanmak üzere Atsız hakkında bir kitap hazırlamamı 15 Nisan 2007 tarihli yazısıyla bildinnişti. Mühlet olarak da üç ay verm iş, eserin 15 Temmuz 2007'de teslimini bildirmişti. O yıl tatil yapmayıp bütün yaz çalışarak kitabı hazırladım ve

15 Temmuz 2007 tarihinde Türk Dil Kurnmu'na teslim et­ tim. Bundan sonra uzıın bir bekleyiş dönemi başladı ve baş­ vurn/anma tutarsız cevaplar verildi. Sonunda eserin ince/e­ tildiğini, "çok mükemmel" bulunduğunu ve basılması gerek­ tiğini belirten inceleme rapornnım bir sureti gönderildi. Bu­ nunla beraber basımından, hatta telif hakkı sözleşmesi bile yapılmaktan uzak durnldu. Aradan dört buçuk yıl geçmesi­ ne rağmen yayınlanmadı. Bu tutumun, yayıncılık kural/an­

na olduğu kadar yerleşmiş teamüllere, yazann emeğine du­ yulması gereken say,gıya ve en azından insani ilişkilere ne kadar aykın olduğu meydandadır. bu itibarla kitabın artık Türk Dil Kummu 'nca yayınlanmasını uy,gun görmedim. A.D


9

HAYATI Osmanlı Devleti'nde Sultan I I . Abdülhamid döneminin son yıllarıydı. Ülke, genelde sakin bir hayat yaşıyordu. Fa­ kat Makedonya'daki karışık çete hareketleri ile Ermeni ko­ mitecilerinin suikast ve sabotajları bazı bölgelerde asayişin bozulmasına yol açıyordu. Osmanlı Sultanı, Cuma selamlı­ ğında "cehennem makinesi" diye anılan, dinamit yüklü bir faytonun infilak ettirilmesiyle öldürülmek istenmiş, ancak bu suikast girişimi başarıya ulaşamamıştı. Gazeteler, Çarlık Rusyası'nın Uzak Doğu'daki yayılmasına Japonların son verdiğini bildiren haberlerle doluydu. Aynı yıl (1 905) İstan­ bul'da dünyaya gelen bir çocuğun, ilerde Türk fikir hayatı­ nın önemli bir siması olacağına kimse ihtimal vermiyordu . Anası ve babası çocuğun adını Hüseyin Nihal koydular. Hüseyin Nihal'in babası da, büyükbabası da deniz suba­ yıydı. Büyükbaba Hüseyin Ağa (1 832-1894) Gümüşhane'ye bağlı Torul kazasının Midi köyünde yaşayan Çiftçioğulla­ rı'ndan geliyordu. Askerliğini deniz eri olarak yapmak üze­ re İstanbul'a gelmiş, terhis zamanı tezkere bırakarak donan­ mada kalmıştı. Zamanla terfi ederek çarkçı kolağalığma (makine önyüzbaşılığına) kadar yükselmişti. Onun oğlu Mehmed Nail Bey (1 877-1944) de deniz su­ bayı olmuş ve güverte binbaşılığından emekliye ayrılmıştı. Mehmed Nail Bey, yüzbaşı rütbesindeyken Trabzonlu Kadı­ oğullan ailesinin kızı Fatma Zehra Hanım'la evlenmişti (1903). Bu evlilikten üç çocuğu dünyaya gelmişti: Hüseyin Nihal [Atsız (12 Ocak 1 905)), Mehmed Nejdct [Sançar (1 Ma­ yıs 1910)), Fatma Nezihe [Çiftçioğlu (Aralık 1 9 1 2)). Üç kar-


10

deşin ayn soyad­ ları taşımasının sebebi, Soyadı Kanunu çıktığı zaman o döne­ min imkansızlık­ ları ve zaman darlığı yüzünden b i rb i r l e ri n d e n habersiz soyadı seçmek zorunda kalma landır. Hüseyin Ni­ hal'in öğrenim hayatında ilko­ kul yılları olduk­ ça hareketli geç­ miştir. Altı yaşın­ dayken Kadı­ köy'deki Fransız Sekiz aylıkken babası Mehmed Mektebi'ne yazNA.il Bey'in kucağında dırılmış, burada Latin harfleriyle öğrenim görmeye başlamıştı. Okulda dersten çok oyun ve eğlenceye ağırlık veriliyordu. Nihal, Fran­ sızca bilmediği ve derdini anlatamadığı için bu okuldan sı­ kılıyordu. Kendisinden üç - dört yaş büyük bir Rum çocu­ ğu, küçük Nihal'in kafasını duvara vurmuş, onun başından akan kanları görünce de suçu başka bir Rum çocuğunun üstüne aunıştı. Bu çocuk, ceza olarak diz üstü çöktürülüp dizlerinin altına cetvel konularak ders sonuna kadar o du­ rumda bırakılmıştı. Ancak, bu haksızlık Nihal'in ruhunda is­ yan duyguları uyandırmıştı. Artık, içinden "Şu mektep yan­ sa da kurtulsam" diye geçiriyordu. Bir gece çıkan yangında okul binası yanınca bu isteği gerçekleşmiş oldu. Kendisini


11

bu defa da Alman Mektebi'ne yazdırdılar. Öğretim burada da Latin harfleri ileydi. Bu sırada Trablusgarb Harbi olarak bilinen Türk-İtalyan Savaşı devam ediyordu. Mehmed Nail Bey, Kızıldeniz'de görev yapan Malatya gambotunun süvarisiydi. Osmanlı Bahriye Nezareti, kendisine, gemisiyle birlikte Süveyş'e sı­ ğınması emrini vermişti. O zaman yanına gelen oğlu Ni­ hal'in kaydını oradaki bir Fransız mektebine yaptırmıştı. Çocuk, ileriki yıllarda Süveyş'i, sokaklarında İtalyan çocuk­ larıyla dövüştüğü şehir olarak hatırlayacaktır. Ancak, bu ha­ tıra, onun mücadeleci yaradılışının da ilk işareti sayılmalı­ dır. Süveyş'teki okuma süresi de ancak birkaç ay sürmüş, Mehmed Nail Bey dönme emri alınca, oğluyla birlikte İstan­ bul'a gelmiştir. Nihal'i bu defa da Kasımpaşa'daki Cezayirli Gazi Hasan Paşa Okulu'na yazdırmışlardır. Çocuk, Arap harfleriyle ilk olarak bu okulda karşılaşmıştır. Fakat, aile Kasımpaşa'dan Kadıköy'e taşınınca okul yine değişmiş, Hü­ seyin Nihal de özel Osmanlı İttihad Mektebi'nde öğrenimi­ ne devam etmiştir. O sırada Birinci Dünya Savaşı çıkmış, Mehmed Nail Bey de görevi gereği İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Hüseyin Nihal, artık Kadıköy Sultanisi'nin rüşdiye kısmına devam etmektedir. Buradan İstanbul Sultanisi'ne geçecek ve 10. sınıftayken girdiği sınavı kazanarak Darülfünun (Üni­ versite)'a kaydolacaktır. Sonra yeni bir sınav geçirerek Tıp Fakültesi'ne naklini yaptıracak ve üçüncü bir sınavla da As­ keri Tıbbiye'de okuma hakkını kazanacaktır. Böylece, çok arzuladığı askerlik mesleğine adım atmış olacaktır (1922). Genç Hüseyin Nihal'in aslında hekimliğe isteği yoktur. As­ kerliği çok sevdiği için Askeri Tıbbiye'ye girmiştir. 41 kişi­ lik sınıfta 19. dur. 1 922, Milli Mücadele'nin zaferle sonuçlandığı yıldır. Fa­ kat o noktaya gelinceye kadar acı bir dönem geçirilmiştir. Çanakkale'de yüz binlerce gencimiz toprağa gömülmüş, çe-


12

İ ki yaşı na doğru

İlkokula başladığı yıl

şitli cephelerdeki kayıplar da buna eklenince her evden bir veya birkaç şehit verilmiştir. Savaş sonunda gelen yenilgi ise tam bir yıkıntı olmuştur. Önce başkent İstanbul, arkasın­ dan İzmir ve başka şehirler işgal altına girmiştir. Buralarda


13

yaşayan azınlık mensuplan, iş­ galci güçleri alkışlamışlar, on­ ların yaptıkları yıkımlara yar­ dımcı olmuşlar, silahsız ve ça­ resiz Türklere hakaretlerde bulunmuşlardır. Ermeni "soykırı­ mı" ile suçlanan günahsız yö­ neticiler, işgalcilerin ve azınlık­ ların teşvikiyle düzmece mah­ kemelerde yargılanıp idam edilmişlerdir. Onlardan biri olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in cenazesi, kabri­ ne, Askeri Tıbbiye öğrencileri­ nin önderlik ettiği büyük ve öfkeli bir kalabalıkla götürül­ müştür. Bütün bunlar, özellikle İstanbul'da yaşayan pek çok gencin ruhunda fırtınaların kopmasına sebep olmuştur. Onlardan biri de kuşkusuz genç Hüseyin Nihal'di.

Askeri Tıbbiye'nin ilk sınıflarında iken

Askeri Tıbbiye, o yıllarda, Anadolu yakasındaki Selimiye semtine yakın, sonradan Haydarpaşa Lisesi olacak büyük bi­ nadaydı. Atsız, Tıbbiye'nin derslerine hiçbir zaman ısınama­ mıştı. Sömestr ve yıl sonu imtihanlannda daima bir desten bütünlemeye kalıyordu. Bu yüzden 1. sınıfın sonunda 19.'luktan 38.'liğe düşmüştü. Bir yandan belfilann onu bul­ ması, bir yandan da onun belalan davet etmesi yüzünden okul hayatı haşanlık içinde geçiyordu. Bazı arkadaşlan sık sık izin alıp dışan çıkarken, o, bir kolayını bulup firar etme­ ye kalkışıyordu. Böyle olunca da cezalar, hapisler eksik ol­ muyordu. İkinci sınıfla yapılan futbol maçında onu, çok gol yiyen kalecinin yerine oyuna almışlardı. Toplar hep kucağı-


14

Askeri Tıbbiye'deyken başı yine dertte

Askeri Tı bbiye'den çıkarı ldığı yıl

na geldiği için başarılı olmuştu. Ama, bütün futbol hayatı da bundan ibaret kalmıştı. Onun gerçek eğilimi edebiyat ve ta­ riheydi. Türkçülükle ilgili konular ise asıl ilgili alanına giri­ yordu. Yeni Mecmua'nın 20 Kasım 1923 tarihli 85. sayısına gönderdiği okuyucu mektubunda Türk Ocaklarının siyasi bir kuruluş olarak uğraşması gereken işlerden söz etmekteydi. Askeri Tıbbiye'de komünizm propagandasının etkisinde ka­ lan ve azınlık milliyetçiliği güden öğrenciler de vardı. Bun­ larla Türk öğrenciler arasında sık sık çıkan tartışmalar bazen yumruk kavgasına bile dönüşürdü. Hüseyin Nihal Efendi, bu kavgalara katıldığı için birkaç kere disiplin ve hapis cezası al­ mıştı. En nihayet Ziya Gökalp'ın toprağa verildiği günün ak­ şamında, yine böyle bir kavgaya karıştığı için Hüseyin Ni­ hal' e ağır bir ceza verilmiş, daha sonra herhangi bir suç işler­ se okuldan atılacağı bildirilmişti. Bir süre sonra böyle bir olay meydana gelmiş, evvelce aralarında bazı meselelerin geçtiği Arap asıllı bir mülazım (teğmen) ın, kendisinden istediği ge­ reksiz selamı vermediği için Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştı. O sırada 3. sınıfta bulunuyordu (4 Mart 1925). Askeri Tıbbi­ ye'den çıkmıştı ama, oranın hatırası hafızasından hiç çıkma-


15

Askeri Tıbbiye hocaları ve öğrencileri (Atsız, oturanların sol başında) yacaktı. Asker üniformasını çıkarmak ona ağır gelmişti. Sivil kıyafete alışması epey zaman alacaktı. Genç Hüseyin Nihal, bu dönemde Kabataş Lisesi'nde birkaç ay kadar muallim muavinliği (öğretmen yardımcılığı) görevinde bulunmuştur. Daha sonra da Denizyollarına ait Mahmud Şevket Paşa vapurunda katip muavini olarak İs­ tanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır. Bu arada kendisini Türk tarihine vermiş ve ilmi yayınlan takibe baş­ lamıştır. Türkiyat Mecmuası'nda yayımlanmak üzere gön­ derdiği bir makale, Köprülüzade Fuat Bey'in dikkatini çek­ miş, tanışmak ü zere onu evine davet etmiştir. Hüseyin Ni­ hal ziyarete gittiğinde Necib A sım ve Alman Profesör Men­ zel'i de onun yanında görmüştür. Köprülü, genç adama Edebiyat Fakültesi'ne girmesini teklif etmiştir. O ise, öğren­ ciliğe başlarsa maaşının kesileceğini, bu durumda babasına muhtaç olacağını düşünüyordu. Kesin karar veremeden ge-


16

miyle sefere çıktığı sırada bir arkadaşı, onu fakülteye ve Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydettirmiştir. (1926). Ancak derslerin başlamasından bir hafta sonra askere çağınlmış, tecil isteği kabul edilmeyince İstanbul Taşkışla'daki 5. Piya­ de Alayı'nda er olarak askerlik yapmıştır. Dokuz ay süren (28 Ekim 1926 - 28 Temmuz 1 927) hizmetten sonra terhis edilmiştir. Böylece, Edebiyat Fakültesi'ne devamını engelle­ yecek bir sebep kalmamıştır en. Hüseyin Nihal'in Edebiyat Fakültesi'ndeki arkadaşları arasında Orhan Şaik (Gökyay), Tahsin (Banguoğlu), Pertev Naili (Boratav), Nihad Sami (Banarlı), Ziya (Karamuk) gibi öğrenciler bulunuyordu. Bu isimlerin hepsi aynı sınıftandı. O dönemin diğer öğrencileri arasında Ahmet Hamdi (Tan­ pınar), Abdülbaki (Gölpınarlı), Nahit (Fıratlı) da yer alıyor­ du . Sabahattin Ali, ne Edebiyat Fakültesi'nin öğrencisiydi, ne de Yüksek Muallim Mektebi'nin. Fakat o da bu gruba ka­ tılmıştı. Anadolu yakasındaki evine gitmenin zor geldiği ak­ şamlar Yüksek Muallim Mektebi'nin yatakhanesinde "gizli misafir" olarak kalıyordu. Bu misafirliklerin uzaması üzeri­ ne, arkadaşı Pertev Naili, okul müdürü Hamit Ongunsu'dan Sabahattin Ali'nin okulda kalabilmesi için izin alnuştı. Bu kadrodan, ilerde çeşitli bilim dallarının ünlü uzman­ ları yetişecekti. Hüseyin Nihal, edebiyat, tarih ve edebiyat tarihi dallarında seçme eserler verecekti. Orhan Şaik, şairli­ ğinin yanı sıra edebiyat ve halk bilimi alanlarındaki araştır­ malarıyla tanınacaktı. Tahsin Banguoğlu , Türk dili konu­ sunda uzmanlaşacak, milletvekili seçilecek, Milli Eğitim Ba­ kanlığı yapacak ve daha sonra Cumhuriyet Senatosu üyeli­ ğinde bulunacaktı. Nihad Sami, edebiyat tarihi alanındaki eserleri, Yahya Kemal hakkındaki çalışmaları ve yazılan ile ün yapacaktı. Ahmet Hamdi, şiir ve roman türünde beğeni­ len eserler kaleme alacaktı. Abdülbaki Gölpınarlı, tasavvuf (1) Osman F. Sertleaya, NlblUAtnz, Anleara 1987


17 tarihinde uzmanlaşacaktı. Nahit Hanım, belli bir çevreye mensup şair ve yazarların haftalık toplantıları için Anka­ ra'daki evini açacak, bir ara Haydarpaşa Lisesi'nde, edebi­ yat öğretmenliği yapacaktı. Atsız'ın, yakın arkadaşlığını hayatının sonuna kadar de­ vam ettirdiği sadece Orhan Şaik Gökyay olmuştur. İlerde fikri yolları ayrılacak olan Sabahattin Ali ve Pertev Naill ile de karşı kamplarda yer almışlardır. İstanbul Türkocağı, 1927-1928 yıllarında sürekli toplantıla­ ra sahne olan bir kültür merkezi durumundaydı. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi tanınmış Türkçülerin konferansları dikkatle takip ediliyordu. O dönem­ de, Muharrem Fevzi Togay'ın kurduğu Turan Cemiyeti, Sulta­ nahmet'teki Yeni Kafka�ya idarehanesi ve yine o civardaki Buhara Tekkesi milliyetçi gençlerin devam ettiği yerlerdi. Tev� fık İleri, Adnan Ötüken, Fuat Uluç, İhsan Ilgar'ın da aralann­ da bulunduğu gençler Yeni Kafkasya idarehanesinde Resulza­ de Mehmet Emin'in, Mirza Bala'nın, Sadık Aran'ın, Ahmet Ca­ feroğlu'nun konuşmalarını dinlerlerdi. Buhara Tekkesinde Osman Kocaoğlu, Zeki Velid!, Çokayoğlu Mustafa, Ayaz İsha­ ki, Sadri Maksudl'nin konuşmacı oldukları toplantılara katılır­

lardı. Kırım Gençler Birliği'nde de Cafer Seydahmet'ten Kınm hakkındaki bilgileri ve İsmail Gaspıralı'nın Türklüğün gelece­ ği ile ilgili düşüncelerini öğrenirlerdi. Bu toplantılarda gençle­ rin şiir okuması da adet halini almıştı. Türkoloji öğrencisi Ni­ hal da, şiirlerini ilk önce böyle toplantılarda okuyordu.C2) Türkocağında, gençler için "Kızılelma" adını taşıyan bir oda açılmıştı. Ocak üyesi olmayan gençlerin buraya gelerek Türkçü fikirlerle kaynaşmaları amaçlanıyordu. Yüksek Muallim Mektebi öğrencileri derslerin dışında kızlı-erkekli gruplar halinde eğlenmeyi de ihmal etmiyor(2) ihsan Ilgar, "Kaybedilen Bir Dostun Arkasından•; Türkçülerin Kal.e­

minden Atsl%, lstanbul 2000


18 lardı. Hafta sonları (şimdi Etiler semtinin bulunduğu) Be­ bek sırtlarındaki düzlüklerde gezintiye çıkıyor, kağıttan imal ettikleri topla "futbol" oynuyorlardı. Kız arkadaşları da oyuna katılıyordu. Mizaha eğilimi ve kabiliyeti olan Sa­ bahattin Ali de bu manzarayı manzum olarak dile getiri­ yordu.(3) Sabahattin Ali'nin başka mizahi şiirleri de vardı. Arkada­ şı Hüseyin Nihal için de gazele benzer bir manzume kale­ me almıştı:

Mektepte acep kim tanımaz Mfr-i Nihal'i Bazt1su kavi, Türkçülüğü hayli yamandır Almıştır Oğuz Beyliği fermanını lakin ôz kendini farzetti Hülô.gu-yi zamandır Aşıklığı reddeyledi, aşıklara güldü Hey yavrucuğum gel de benim şapkamı kandır Bir kerre nazar kılsa tanır esnafı esnaf Aşık değilim ben diyerek eyleme boş laf Edebiyat Fakültesi öğrencisi Nihal, henüz öğrenciyken, arkadaşı Ahmet Naci (Kum) ile birlikte ''Anadolu 'da Türk­

lere Ait Yer lsimleri adı nda ilmi bir çalışma yapmıştı. Bu ça­ "

lışma Türkiyat Mecmuası'nda yayınlanmış ve hocalan Meh­ met Fuat (Köprülü) Bey'in takdirini kazanmıştı. (4) Hüseyin Nihal, mezuniyet tezini Edirneli Nazmi'nin di­ vanı üzerinde çalışarak hazırlamıştır.<S) (3) Yağmur Atsız, ömr/Jman ilk 65 Yıh, lstanbul 2005 (4) H. Nibiil- A. Naci, "Anadolu'da Türklere Ait Yer isimleri", Tilrldyat Mecmuası, il, 1928 (5) H. Nihal, Divan-ı Türki-i Basit, gramer ve lilgatı, 1930 Mezuniyet Te­

zi, Türkiyat Enstitüsü Nu. 82


19

Edebiyat

Fakültesi

Dekanı olan Köprülüza­ de Mehmet Fuat Bey, yetenekli ve çalışkan bulduğu öğrencisi Hü­ seyin Nihal'i kendisine asistan almak istiyordu. Ancak, onun Yüksek Öğretmen Okulu 'ndan mezun oluşu, liselerde 8 yıl mecburi hizmet yap­ masını

gerekli kılmak­

taydı. Fuat Bey, Maarif Vekaleti ile yaptığı gö­ rüşmelerle bu sorunu halletti ve onun tayinini Edebiyat Fakültesi'nden çıkarttı . Genç ilim ada­ mezuniyetinde mı, 2 5 Ocak 1 9 3 1 'de Türkiyat Enstitüsü'ndeki görevine başladı. Köprülüzade Fuat Bey, ona doktora tezi olarak "Türki­ ye'nin Batı Medeniyetlerine Girmesi" konusunu verdi. Bu, 1774'ten o güne 0931) kadarki Türkiye Tarihi demekti. Sonraki gelişmeler bu tezi tamamlamasına imkan bırakma­ yacaktı. 1931 yılı, Hüseyin Nihal Bey'in hayatında bir dönüm noktası veya yeni bir başlangıç sayılabilir. Üniversitedeki görevine başladığı yıl, Darülfünun Felsefe Bölümü mezunu Mehpare Hanım'la evlenmiştir (Ocak 1 931). Bu evlilikten çocuğu olmamıştır. Köprülüzade Mehmet Fuat Bey'in asistanı olduktan kı­ sa süre sonra, Türklük ve Türkçülükle ilgili bir dergi ya­ yımlama düşüncesi kuvvetlenmeye başladı. Atsız ve onun gibi düşünen genç ilim adamları, aralarında para toplaya­ rak bunu gerçekleştirmeye koyuldular. Bir gün, İstanbul


20

Hocası M. Fuat Köprülü ile

Üniversitesi'nin, sonraları rektörlük olarak kullanılacak bi­ nasında toplanarak derginin adını belirlediler: Atsız Mec­ mua. O toplantıda bulunan Köprülüzade Fuat Bey, öğren­ cisi Nihal'e takılmadan edemedi: "Haydi bakalım, sen de bir gün patron olursun". Bu temenni hiç gerçekleşmeye­ cekti. Hüseyin Nihal Bey'in mizacında patronluğa yer yoktu. "Türkçü ve Köycü Dergi" olmak üzere 1 5 Mayıs 1931 'de yayınlanmaya başlayan Atsız Mecmua, Köprülüzade M. Fu­ at, Zeki Velid! (Togan), Abdülkadir (İnan) ve daha başka imzaların katkılarıyla, döneminin çığır açıcı bir yayın orga­ nı olmuştur. Kısa zamanda, resmi tutumun dışında, adeta si­ vil denilecek milliyetçiliğin bayrağı haline gelmiştir. Nihal Bey, bu dergideki yazılarını kendi imzası ile, hikayelerini ise "Y.D." rümuzu ile yayımlamıştır. Dergide imzası bulu­ nanlar arasında Nihad Sami (Banarlı), Orhan Şaik (Gökyay), Sabahattin Ali, M. Şakir (Ülkütaşır), Pertev Naili (Boratav),


21

Fevziye Abdullah (Tan­ sel), Abdülbaki (Gölpı­ narlı), Sadettin Nüzhet (Ergun), Mahmut Ragıp (Kösemihal), Şerafeddin (Yaltkaya) ve Adnan Ca­ hit (Ötüken) dikkat çek­ mektedir. Bu imzalar, o dönemden başlayarak ilerde kendi alanlarının önemli şahsiyetleri haline geleceklerdir. Yazılar ise genellikle tarih, fikir, dil, edebiyat ve halk bilimi konularında kaleme alın­ maktaydı. (6) Nihal Bey, ilk olarak Atsız Mecmua'daki milliyetçi müca­ dele yazılan ile şöhret kazanmaya başlamıştır. Böylece, Cumhuriyet dönemi Türkçülüğün en tanınmış ismi ve sem­ bolü haline gelecektir. Fakat, Atsız Mecmua, aynı zamanda onun ilmi kariyerinin de sonunu hazırlayacaktır. Bu dönemde Atatürk, kültür konularına ağırlık veren ça­ lışmalar yapıyor ve yaptırıyordu . Arkada kalan yıllar içinde sosyal ve siyasi nitelikte inkılapları başarmıştı. Şimdi, son yüzyıllarda yenilgiden yenilgiye uğrayan, büyük topraklar, servetler ve yetişkin evlatlar kaybeden toplumdaki manevi ezikliğin yerini gururlu ve onurlu bir halkın almasını amaç­ lıyordu . Bunun için, atalarının büyük başarılar kazandığını, medeniyetler kurduğunu ve bütün dünyaya örnek olduğu­ nu millete göstermek istiyordu. Türk Tarihini Tetkik Cemi­ yeti (Türk Tarih Kurumu) ile Türk Dilini Tetkik Cemiyeti (6) Prof Dr. Necmeddin Sejerctoğlu, "Orkun Süreci", Orkun, 1. sayı, Mart 1998


22

(Türk Dil Kurumu) ni kurdurmuş, bu cemiyetlerin çalışma­ larını yakından takip etmeye, hatta yol göstermeye başla­ mışu. Tarih alanında yeni tezler geliştiriliyordu. Bu tezlere göre, Türkler tarihin en eski zamanlarında Orta Asya'da ya­ şarken kuraklık vb. sebeplerle göç etmek zorunda kalmış­ lar ve dünyaya yayılmışlardı. Gittikleri yerlere medeniyet götürmüşler, oralarda yeni devletler kurmuşlardı. Anado­ lu'nun eski sakinleri de bu Türklerin bir bölümüydü. Hitit­ ler Türk asıllı sayılıyordu. Sümerler de öyle. Etibank, Sü­ merbank gibi kuruluşlar onların hatırasını yaşatmak üzere adlandınlmışlardı. Tarih tezini görüşmek, daha doğru bir deyimle tasdik et­ mek üzere Ankara'da 1. Türk Tarih Kongresi toplandı (Tem­ muz 1932) . Bu kongreye davet edilenler arasında Köprülü­ zade M. Fuat Bey'le Zeki Velidi Bey de bulunuyordu(7). Da­ ha önce aralarında konuşup fikir birliğine varmışlardı. Ta­ rih tezinin gerçeklerle uyuşmayan yönlerini tenkit edecek­ ler ve yanlışların önüne geçeceklerdi. Zeki Velidi, kongre­ de, bilgisine ve deneyimlerine dayanarak görüşlerini açıkça dile getirdi. Fakat, Türk Tarih Cemiyeti Genel Sekreteri Dr. Reşit Galib'in ağır hücumuna uğradı. Reşit Galib, Zeki Veli­ di'nin ilmini ve hocalığını aşağılayıcı ifadeler kullandı. Tar­ tışma ilim çerçevesinden çıkıp şahsiyata döküldü. Bu arada "Zeki Velidi gibi alimlerden utanç duyulduğu"nu söyleyen­ ler bile çıktı. Bunun üzerine, Zeki Velidi'nin sekiz öğrencisi, Dr. Reşit Galib'e bir protesto telgrafı çekerek "Zeki Veliöı'nin talebe­ si olmakla iftihar ettiklerini" bildirdiler. Bu öğrenciler ara­ sında Hüseyin Nihal, Pertev Naili ve Atsız'ın ilerde evlene­ ceği ikinci eşi Bedriye Hanım da bulunuyordu. Mehmet Fu­ at Bey ise, Zeki Velidi'ye yapılan hücumlardan ürkmüş ve (7) Blrilld mrlr Tarih Kongresi, KOlfferarıslar Mtl.zalıne TAlntlan, is­ tanbul 1932. Bu kttapta yer alan Kongreye davet edilenler listesinde Nt­ hdl Bey'in ismi de vardı. Ancak onun kongreye katılmadığı anlaşılıyor.


23

hazırladığı konuşmayı yapmamıştı. Üstelik, Reşit Galib'e de, asistanı Hüseyin Nihal'i üniversiteden uzaklaştırmayı vaat etmişti. İstanbul'a dönünce de, Nihal Bey'e üniversiteden atılacağını, kendisinin daha önce davranıp liselerden birin­ de hoca olmasını öğütledi.(8) Bunun üzerine aralarında şid­ detli bir tartışma çıktı. Nihal Bey, görevde kalıp mücadele etmeyi yeğledi. Ancak, onun aleyhinde birtakım gelişmeler olmaya başlamıştı. Mehmet Fuat Bey, asistanının işine son vermedi ama, bir süre sonra kendisi dekanlıktan ayrıldı. Ali Muzaffer Bey de onun yerine dekanlığa geldi. Bu arada Dr. Reşit Galib Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) olmuştu. O dönemde üniversite Millt Eğitim Bakanlığı'na bağlıydı. Hü­ seyin Nihal'in herhangi bir "muhalif' davranışı, onun üni­ versiteden uzaklaştırılması için yeterli sayılabilirdi. Ats ız Mec..mua'nın 17. sayısında ''Darülfünunun kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi " başlığı ve H. Nihfil irn­

zası ile yayımlanan yazı fırsat kollayanlar için bahane oldu. An­ laşılıyordu ki, Nihal Bey üniversiteden atılacağını kesin olarak öğrenmiş, bu bahaneyi kendi eliyle sunmuştu. Yazı gerçekten çok ağırdı. Bir ikisi hariç, bütün üniversite hocalarını cahillikle, eser vermemekle, para gözlü olmakla suçluyordu. Daha önce­ ki gelişmeler olmasa bile, tepki toplaması kaçırulınazdı. Nihal Bey, Atsız Mec..mua'run son sayısında üniversiteden atılacağını haber vermişti. Derginin de kapatılacağırıı tahmin etmiş olmalı. 17. sayıdaki "Yollann Sonu" şiiri ile onun altındaki "bitti" kelimesi yolun sonuna geldiğini gösteriyordu. Atsız Mecmua, bu sayının yayınlanmasından sonra hükı'.imetin emriyle yasak­ landı (Eylül 1932). Edebiyat Fakültesi'nin yeni dekanı Ali Muzaf­ fer Bey de 13 Mart 1933'te H. Nihfil'in asistanlığırıa son verdi. Hüseyin Nihal Bey'in Malatya Ortaokulu'na Türkçe öğ­ retmeni olarak tayini, birkaç hafta sonra gerçekleşti. O ta(8) Hzl.lar: Erol Güngör, M.N. Hacıeminoğlu, Mustafa Kafalı, Osman F

Sertkaya, Al.n% Armağanı, Jstanbul 1976


24

Arkadaşları tarafı ndan Haydarpaşa Garı'nda Malatya'ya uğurlanışı. Sağda en üstte Sabahattin Ali, H. Nihal'ın solunda Bedriye Sabit (Atsız), oturanların soldan 3. sü Adnan Cahit ( Ötüken)

rihte, birçok ilde olduğu gibi, Malatya'da da lise yoktu. Genç ortaokul öğretmeni, kendisini uğurlamaya gelen on beş ka­ dar arkadaşı ile birlikte Haydarpaşa Garı'nda çekilen fotoğ­ rafını acı-tatlı bir hatıra olarak hayatının sonuna kadar sak­ layacaktır. Nihal Bey 8 Nisan 1933'te yeni görevine başladı. H. Nihal - Orhan Şaik ikilisi, Türkiye'nin büyük illerinden sayılan, fakat o tarihte geniş bir köy manzarası gösteren Ma­ latya'da da birliktedir. Aynı evde kalmakta, aynı çalışma ma­ sasını kullanmaktadırlar. Bekar hayatının gereği olarak da akşamlan içkili bir lokantaya devam etmektedirler. Yine öy­ le bir akşam sohbet ederlerken Orhan Şaik: - Ah ahh, demişti, bir maarif vekili olsam yapacağımı bilirdim ben. Arkadaşı merakla sormuştu: - Ne yapardın? - Kendimi İstanbul'a tayin ederdim.<9) (9)Yağmur Atsız, ômrllnıQ11 /Uı 65 Yali, istanbul 2005


25

Malatya'da aynı masayı paylaştığı arkadaşı Orhan Şaik'le beraber

Bir süre sonra, hayalini kurdukları İstanbul'a değil ama, serhat şehri Edirne'ye tayin edildiler: Edirne'de lise bulun­ duğu için, bu defa lise edebiyat öğretmeni oldu (31 Tem­ muz 1 933). Edirne Lisesi , Trakya'daki tek liseydi. Kırklare­ li, Tekirdağ gibi komşu illerden bu liseye gelenlerin yanın­ da Yunanistan ve Bulgaristan'ın Edirne'ye yakın yerlerin­ den gelme göçmen çocukları da bu lisede okuyordu. O dönemde, bazı iller birleştirilerek umumi müfettişlik haline getirilmişti. Trakya Umumi Müfettişi de Kazım Dirik Pa­ şa'ydı. Bu dirayetli yönetici, Trakya'nın ve özellikle Edir­ ne'nin hem ekonomik, hem kültürel kalkınması bakımın­ dan başarılı işler yapıyordu. Edirne'de, üniversite dışında­ ki her kademeye ait okullar vardı. Jandarma Okulu, kız ve erkek öğretmen okulları, kız ve erkek sanat okulları, yatılı şehir okulları bunlar arasındaydı. Orhan Şaik de Erkek Mu­ allim Mektebi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmişti. Ha-


26

lide Nusret (Zor­ lutuna) Kız Muallim Mektebi'nin öğretmenleri ara­ sındaydı. Lisede­ ki diğer edebiyat ö ğ retmenl e ri Vasfi Mahir (Ko­ catürk) ve At­ sız'ın sınıf arka­ daşı Nihad Sami (Banarlı) idi. Okul müdürlüğü görevinde Suut Kemal (Yetkin) bulunuyordu. Ağustos ayının içinde, Nihal

Hüseyin Bey,

bir

grup genç arka­ daşıyla Çanakka­ le'ye yapılan bir Çanakkale'ye yürüyüşte. Yanındaki Bedriye Sabit, o tarihte Edebiyat Fakültesi'nde öğrencidir.

yürüyüşe katıldı. Bu "gezi"de çeki­ len fotoğraflarda, Nihal Bey'in ya-

nında Edebiyat Fakültesi öğrencisi Bedriye Sabit de görül­ mektedir. Bedriye Hanım, ilerde Nihal Bey'in evleneceği ikin­ ci eşi olacaktır. Bu bakımdan, ikisi arasındaki yakınlaşmanın o tarihlerde başladığı anlaşılmaktadır. Yürüyüş, Nihal Bey ta­ rafından, 54 sayfalık resimli bir kitapçık haline getirilerek ya­ yınlandı.(10) (10) H. Nihal, ÇanaHaleye Yaraya,, istanbul 1 933


27

H. Nihal Bey'in, aynı yıl içinde yayınladığı küçük bir broşür de bulunmaktadır. 0 1) Nihal Bey, daha Edirne'ye varmadan, daha önce buraya gelmiş olan Orhan Şaik'in de yardımıyla, İstanbul Yolu üze­ rinde ve Muallim Mektebi karşısındaki bir evin üst katı ki­ ralanmıştı. O tarihlerde Edirne'de pek otomobil yoktu. Şeh­ re gelen memurları veya konukları, emektar faytoncu kar­ şılayıp getirirdi. Nihal Bey de Edirne istasyonunda trenden indikten sonra bu faytonla şehre geldi. Malatya'dan ayrılmanın kolay olmadığını düşünen Atsız, Edirne'ye çabuk alıştı. Burası Osmanlılara başkentlik etmiş bir şehirdi. Camiler ve hele Selimiye, akşamları gönlünü "uh­ reviyetle" dolduruyordu. Yalnızlık duygusu benliğini sarıyor, herhangi bir şarkının nağmeleri, duygulanması için yeterli oluyordu. Edirne'de hayat ucuzdu. 20 kuruşa, ziyafet derece­ sinde öğle yemeği yenilebiliyordu. Atsız bir gün lokantada iki çatalla yemek yiyen ve 100 kuruş ödeyen birini görünce çok şaşırmıştı. Sonradan bu adamın "saylav" olduğunu öğ­ renmişti. Öğretmenlerin çoğu kendilerini içkiye vermişlerdi. Hüseyin Nihal Bey, öğretmenlik hayatında lise öğrenci­ lerinin karşısına ilk defa çıkacaktı. İlk derse okul müdürüy­ le birlikte girdiler. Suut Kemal Bey, yeni hocalarını öğren­ cilere tanıttıktan sonra ayrıldı. Nihal Bey, cebinden yokla­ ·ma defterini çıkardı. Adlarını okuduğu öğrenciler ayağa kalkarak kendilerini tanıttılar. Yeni öğretmen kürsüye geldi, çantasından sarı saman yapraklı defterini çıkarıp ilk dersini vermeye başladı. Türk edebiyatı tarihinden bahse­ diyor, bu konuda milli destanların önemini belirtiyordu. Önce Manas Destanı'ndan söz açmış, sonra Oğuz ve Alp Er Tunga destanlarına geçmişti. Bunları, sanki o devrin (11) H. Nihal "Sart başı•na Cevap, Yerli doktorlar olmadığı için

ölen "merhum" Atsız Mecmua MüdüriJ'nden, ecnebi doktorlar sayesinde yaşayan Yaş Tarklstan MQdQriJ'ne, istanbu/ 1 933


28

içinde yaşıyormuş­ çasına , büyük bir coşkuyla

anlatıyor­

du. Konuştukça benzi daha da allaşı­ yordu . Öğre n cil er heyecan

ler.

içindeydi­

Türk

tarihinde

ve edebiyatında esas kaynakların

bu des­

tanlar olduğunu ilk defa

öğreniyorlardı.

1 1 . sınıfa gelene ka­ dar

öğrendiklerin­

den bambaşka bilgi­

Edirne Lisesi'ndeyken

lerle

karşılaşmışlar

ve çok etkilenm iş­ lerdi. O güne kadar okudukları tarih dersinden pek bir şey anlayamamışlardı. Anlamadıkları konuları sorduklarında, tarih öğretmenleri "Bizi karıştırmayın, kitabınız nasıl yazı­ yorsa öyledir" deyip işin içinden çıkıyorlardı. Halbuki, son sınıf öğrencileri o yıl lise bitirme ve olgunluk sınavlarına gireceklerdi. O dönemde, üniversiteye girebilmek için lise mezunu olmak yetmiyordu. Bitirme sınavlarından sonra, üç ana dersten tekrar bir sınav geçirmek ve bunlarda ba­ şarılı olmak da gerekiyordu. Öğrenciler, bu konudaki sı­ kıntılarını yeni hocalarına açtılar. Nihal Bey, düşüncesini şöyle açıkladı: - Elinizdeki kitaplar, Tarih Cerniyeti'nin yazdığı kitaplar­ dır. Ayn ayrı şahıslardan çıkmıştır. Kabile-devlet görüşü ile yazılmıştır. Türkleri, 40 yerde 40 devlet kurmuş ve hiçbirini de yaşatamamış gibi gayet sakıncalı bir sonuca ulaştırmak­ tadır. Çektiğiniz güçlük bundandır. Gerçekte Türk tarihi bir bütündür ve bu bütünlük içinde ele alınmalıdır. Sülale-top-


29 rak-devlet esastır. Aynı topraklar üzerinde muhtelif zaman­ larda hakim olmuş sülaleleri ayrı birer devletmiş gibi say­ mak da yanlıştır. Bu bütünlük, Hunlar, Göktürkler zamanın­ da da vardı. İslamiyet sonrası Büyük Selçuklu İmparatorlu­ ğu, Çengizoğulları ve Temür dönemlerinde de böyleydi. Hatta Osmanlıların fetret devrinde, Semerkant'taki Temürlü hükümdanndan Edirne'deki

II. Murad'a buyruk gelirdi. Ta­

rihte birkaç defa gerçekleşmiş bir bütünlüğün bundan son­ ra da gerçekleşmemesi için bir sebep yoktur.

Öğrenciler, o zamanlar çok kuvvetli olan Sovyetler Bir­ liği'ne rağmen bunun nasıl mümkün olabileceğini sordular. Nihal Bey: - Bunu kendi gücümüzle olmasa bile, gelecekte dünya­ nın siyasi durumu mümkün kılacaktır. Buna muhtaç ola­ caktır, diye cevap verdi.

Evlenmeden önceki arkadaşlık döneminde Atsız ve Bedriye Hanım (Solda). Evlendikten sonra (Sağda)


30 Ve, ilave etti: - Şimdi Türk tarihini ben okutuyorum. Alacağınız notlar sınıf geçmenize esas olacaktır. Tarih Cemiyeti'nin kitapları­ nı rafa kaldırın02) . Nihal Bey de, Orhan Şaik de, eski eserleri incelemek ve gerekli notları almak için Edirne'deki Selimiye Kütüphane­ si'ne gider, çok kere de orada çalışırlardı. Bu çalışma, gece­ leri, solgun lamba ışığı altında devam ederdi. Nihal Bey'in

'XVJ. Asır Şairlerinden Edirneli Nazmf'nin Eseri ve Bu Ese­ rin Türk Dili ve Kültürii Bakımından Ehemmiyetı" adlı 1 6 sayfalık risalesi, böyle bir çalışmanın ürünüdür. 1934'te İs­ tanbul'da basılmıştır. Edirne okullarındaki dirayetli hocalar, seçkin bir ede­ bi topluluk meydana getirmişti. Bu hocalar Edirne'de Türkçü bir derginin yayımlanmasını yararlı buluyorlardı. Arkadaşları Nihal Bey, dergi yayımcılığında deneyimli ve başarılıydı. Çıkacak derginin adını, onun teklifi üzerine

"Orhun " koydular.

Sahibi Hüseyin Nihal Bey olacak, pa­

ra işlerine Ali Oğuz adında bir öğretmen bakacaktı. Edir­ ne'de basımevi bulunmadığı için, Orhun, İstanbul'da ba­ sılacaktı. İlk sayı 5 İkinci Teşrin (Kasım) 1 933 günü yayın hayatına girdi. Nihal Bey, Orhun'un 1 . sayısında

"Kuşbakışı" başlığı

al­

tında yazdığı sunuş yazısında, derginin çıkış maksadını ve yayın politikasını ana hatlarıyla açıklıyordu . Dergide ayrı­ ca Suut Kemal Bey'in

"Millf Pragmatizm '', tabilye (biyolo­ ji) öğretmeni Ömer Bedii Bey'in "Irkçılar-Rasistler Karşı­ sında Biolojik Haile" başlıklı yazıları ve Orhan Şaik'in "Üç Nehir" adlı şiiri yer alıyordu. Nihal Bey de "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adlı çalışmasını tefrika etmeye baş­ lamıştı.

(12) Mehmet Orhun, "Atsız Beğ Edirne'de", Orkun, 16. sayı, Haziran 1999


31 Orh u n ,

büyük

bir ilgiyle karşılan­ dı.

Edirne'deki tek

kitap ve kırtasiyeci Şevki

Bey' in

Cami

ORHUN

Eski

J\YJ.IK

TÜRKÇÜ MECMUA

yanındaki

dükkanına

gelen

BEN. SEN.

dergi, buradan bü­

o YOK ...

tün okullara dağıtılı­ yordu . Satışlar okul­ ların demir parmak­ lıklı

"BİZ., VARIZ.

kapılarının dı­

şında yapılıyor, der­ giyi almak isteyen­ ler kapıları ve par­ maklıkları zorluyor­ Tanui 10 Kuruo

lardı. Atsız Mecmu a , Ziya

Gökalp çizgi-

sinde v e Türkiyat Enstitüsü ağırlıklıydı. Orhun ise , onun devamı olmakla beraber daha dinamik ve ataktı. Bu yö­ nüyle de, o dönemin durgun fikir hayatında dalgalanma­ lara yol açmıştı. Özellikle de, Türk Tarihi Üzerinde Top­ lamalar tefrikasının başında yer alan

rüş Tarzımız Yanlıştır"

"Türk Tarihini Gö­

açıklaması yankılara sebep ol­

maktaydı. Bu tefrikanın dergide yer alması, yazı kadrosundaki ba­ zı kimseleri ürküttü . Özellikle müdür seviyesinde olanlar, bu durumda iş birliğine devam edemeyeceklerini bildirdi­ ler. Nihal Bey geri adım atmadı ve Orhun'u tek başına da olsa yaşatacağı cevabını verdi. Orhun'un 3. sayısı yayınlanırken tahmin edilen tepkile­ rin ilki, o dönemin yan resmi gazetesi sayılan Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesinden geldi.

Ahmet Muhip (Dranas),

Falih Rıfkı (Atay) ve Edirne Milletvekili Şeref (Aykut) Bey,


32 N ihal Bey'in tarih görüşüne karşı çıkıyorlardı. Ancak, bun­ ların hiçbiri tarihçi değildi. Bu sebeple, tartışmayı tarih çer­ çevesinden çıkararak siyasi zemine çekiyor, bir bakıma Ni­ hal Bey'i iktidara jurnal etmeye çalışıyorlardı. O da, görüş­ lerine karşı çıkanlarla şiddetli bir tartışmaya girişmekten ge­ ri kalmıyordu. Nihal Bey'e yapılan hücumlar kısa zamanda etkisini gösterdi . Millt Eğitim Bakanlığı 27 Aralık 1933'te, telgraf emriyle N ihal Bey'i bakanlık emrine aldı. Böylece, okul­ larda ders vermesi ilk defa önlenmiş oluyordu . Aynca , ma­ aşının da ancak küçük bir kısmı ödeneceği için, maddi sı­ kıntıya düşürmek suretiyle susturulmak istendiği anlaşılı­ yordu. Bu arada, eşi Mehpare Hanım'la anlaşmazlıkları ol­ muş, ayn yaşamaya başlamışlardı. Orhun, bundan sonra, sahibinin dönüp geldiği İstanbul'da yayınlanacaktı. Malat­ ya ve Edirne'deki öğretmenlikleri topu topu on ay kadar sürmüştü . Vekalet emrine alınan Nihal Bey İstanbul'a gelince ev sahibi merak etmiş, bu gelişin sebebini sormuştu. Vekalet emrine alındığını söyleyince de "ya, tebrik ederim!" de­ mişti. Onun terfi ettiğini sanmıştı. Orhu n,

5 . sayısından itibaren, başlığının altındaki

"Aylık Türkçü Dergi" ibaresini "Büyük Türkçülük Ülküsü ile Çıkar" şekline çevirmişti . 9 . sayısına kadar da Türk Tarih Kurumu üyeleriyle mücadelesini devam ettirdi . An­ cak, dönemin hükumeti, icraatın kayıtsız şartsız tek elde toplanması, aykırı seslerin hoşgörüyle karşılanmaması gerektiğini düşünüyordu . Bu görüşle, Türk Ocakları fa­ aliyetini durdurmuş, Kadro dergisi kapatılarak yazarları dağıtılm ış, Mason locaları lağvedilm işti. Orhun'daki "mu­ halif' tutumun da hoş karşılanmadığı açıktı. Gerçekten, 16 Temmuz 1934'te gelen bir emirle Orhun'un yayımı ya­ saklandı. Dergi, yayın hayatında dokuz ay bile kalama-


33 mıştı. Fakat, etkileri derin ve sürekli oldu . N i hal Bey'in bir fikir ve mücadele adamı olarak tanınmasını sağladı. Türkçü görüşün gençler arasında yayılmasında da önem­ li bir rol oynadı. Daha sonra, yetmiş yıl süresince, çeşit­ li aralarla yayınlanacak Orhun-Orkun dergilerinin de ön­ cüsü oldu . 1 9 34'te Soyadı Kanunu çıktığı zaman , Hüseyin Ni­ h a l , "Atsız" adını kendisine soyadı olarak seçti . Kaydı­ nı yaptırmak için müracaat ettiğinde memur: " Atsız'ı soyadı olarak alamazsınız" dedi . "N eden?". "Tarihi isim­ dir! " . "Tarihi olan ' d ' ile ya zılan Adsız'dır. Benimki 't' ile yazılıyor. " Bu durumda memurun söyleyec ek sözü kal­ mamıştı . "Ha, o zaman olur" ded i . "Atsız" soyadım al­ makla

eski

Türk

töresine

uyduğu

gibi,

mua'nın da hatırasını yaşatmış olacaktı.

Atsız

M ec ­

Bu tarihten

sonra yazılarını Atsız imzası ile yayınlayac a k , bu soya­ dı onun asıl ismini bile unutturarak benimsenec ekti . 03) Hakkında fazla bilgisi olmayanlarla önyargılı yaklaşan­ ların çoğu ise, onun soya dını "Adsız" olarak yazmakta ısrarlı olacaklardı. Atsız, dokuz ay kadar işsiz kaldıktan sonra, 9 Eylül 1934'te Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. Artık görüşlerini ser­ bestçe yazacağı bir dergisi yoktu. Başka dergiler de, böyle "sakıncalı" bir imzayı sayfalarına almayı gözlerine kestiremi­ yorlardı. Onun için, Atsız'ın yazı hayatında urun bir suskun­ luk dönemi başlamıştı. Orhun'da yayımına başladığı

"Türk

(13) "Ben ve eşim kendisine •Atsız• diye hitap ederdik. Atsız'lığı Nihal Bey'liğinden o derecede büyük, eşsiz ve sevimli idi ki .. " Yılmaz ôz­ luna, Büyük btr dil ve tarih btlgtnt Atsız'ın ardından, Hayat Tarih Mecmuası, 3. sayı, Şubat 1976 .


34

Tarihi Üzerinde Toplamalar"

ın

kitap halinde ba­ sımı bir istisna­ dır.04) Sertellerin çı­ kardığı Ay

Resimli

dergisinde

Nazım Hikmet'in "Putları

Yıkıyo­

ruz" adıyla baş­ lattığı kampanya tepkilere yol açı­ yordu . Bu kam­ panyada

Namık

Kemal, Abdülhak Hamid gibi edebi Evliliklerinin ilk yılında

şöhretlere saldırılar

ağır yapıl-

maktaydı. Atsız'ın bu konuda vereceği cevaplan yayınlaya­ cak bir yayın organı yoktu . O da görüşlerini 16 sayfalık bir broşür halinde yayımlamak yoluna gitti05) _ Bu broşürün so­ nunda Abdülbaki Gölpınarlı'nın Nazım Hikmet aleyhine yazdığı bir şiir de yer alıyordu . Atsız'ın broşüründe, Nazım Hikmet hakkında çok ağır, hakarete varan ifadeler bulunuyordu. Nazım Hikmet, Atsız aleyhinde dava açmaya kalkışmadı . Fakat Adliye Vekili

(1 4) AL5ız, Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, Birinci B6liJm, En es­

ki zamanlardan başlayarak Apar süUUestnin düşme tarihi olan mUlldl 552'ye 'luular, isıanbul 1935

(15) AL5ız, Komünist Don Ktşotu Prolster Burjuva Nllzsm Hilnnetof Yoldaşa, istanbul 1935


35

(sonra Başbakan) Şükrü Saracoğlu, İstanbul Savcılığı'na bu broşürden dolayı Atsız hakkında soruşturma açılmasını bil­ dirdi. Savcılık, yaptığı soruşturmada herhangi bir suç bulun­ madığını belirtti. Bunun üzerine Saracoğlu , kanuni yetkisi­ ni kullanarak dava açması için savcıya emir verdi. Atsız, ev­ lendiğinin ertesi günü mahkeme karşısına çıktı. İki oturum sonra ise beraat etti (17 Mart 1 936) Atsız, 1935'te Mehpare Hanım'dan boşandıktan sonra, tarih öğretmeni Bedriye Hanım'la evlendi (27 Şubat 1937). Nikah töreni çok sadeydi. Atsız, Gedikli Hazırlama Oku­ lu 'ndaki son dersten çıktıktan sonra okul arkadaşı bir öğret­ menle nikah dairesine gitti. Orada bekleyen Bedriye Hanım da bir arkadaşını getirmişti. Nikah iki şahitle kıyıldı. Davet­ li yoktu. Atsız o zamana kadar Laleli'deki Tayyare Apartı­ manlarında oturuyordu. Oradan Göztepe'ye taşındılar. Da­ ha sonra, Bedriye Hanım'a ailesinden kalma Maltepe'deki eve taşınacaklar ve bu ev Türkçülerin hafızasında Feyzullah Caddesi, 9 numara olarak

kalacaktı.

Artık ev kirasından ku rtu l m u ş l a r d ı . Buna karşılık, Mal­ tepe'den Kasımpa­ şa'ya gidip gelmek günün birkaç sa­ atini alıyordu. Fa­ kat, bu görevde de uzun zaman kala­ mayacaktı . Anlaş­ mazlığa okul

düştüğü

müdürünün

Genelkurmay Baş­ kanlığı'na yazdığı tezkere

üzerine Bir kır gezisinde


36

görevine son verildi (1 Temmuz 1938). Atsız da olayın iç yüzünü Mareşal Fevzi Çakmak'a bildirdi . Bunun üzerine Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'nun müdürü emekliye sevk edildi. Mareşal, Atsız'a, istediği takdirde kendisini askeri li­ selerden birine öğretmen tayin edeceğini bildirdi. Atsız bu teklifi kabul etmedi. Fakat ona artık resmi bir okulda görev verilmeyeceği anlaşılmıştı. Atsız'ın öğretmenlikten uzak ka­ lış süresi uzayınca, onu tanıyıp takdir edenler yeniden res­ mi bir liseye tayin edilmesi için teşebbüse geçtiler. Bunlar arasında Şerafeddin Yaltkaya, Orhan Şaik Gökyay, Kamil Su, İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Fethi Okyar da vardı. Ok­ yar, Rıza Nur'un teklifi üzerine harekete geçmişti. Atsız'ın bunlardan haberi yoktu , yalnız Orhan Şaik'in teşebbüsünü

Tariıre

cG...ı.urı,.iı

I0/6/939

A D � I YE VEKA LETi H111...r

Sayın Dr . ba7 Rı sa Bur İılt&nbul

Mektubunuzu aldım

Bihal J.daı s ' ın

tayinini Maarif vekilinden rica ettim . Beti oeyi &J1'ıoa bildiririm

Bu veaile ile d.e e aygılarımı aunarım

.

� ./

Adliye vekili

Dönemin Adalet Bakanı Fethi Okyar'ın, Atsız'la ilgili olarak Dr. Rıza Nur'a gönderdiOi mektup


37

biliyordu . Atsız'ı tanıyan Besim Atalay, milletvekili ve Türk Tarih Kurumu üyesiydi. Milli Eğitim Bakanı Saffet Ankan'a giderek Atsız'ı methetmiş ve öğretmenliğe tayinini sağlamış­ tı. Haberi, Atsız'a, Türkiyat Enstitüsü'nden arkadaşı olan Abdülkadir İnan, Ankara'dan telgrafla bildirmiş, ayrıntıları da mektupla belirterek bundan sonra atak olmamasını öğütlemişti. Ancak ertesi gün, Saffet Arıkan bakanlıktan ay­ rılarak yerine Hasan Ali Yücel gelmiş ve ilk işi Atsız'ın tayi­ nini iptal etmek olmuştu . Atsız, bir ay sonra özel Yuca Ül­ kü Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği buldu ve işe başladı. Fakat, okul o öğretim yılının sonunda kapandı. Özel Boğa­ ziçi Lisesi'nin müdürü Hıfzı Tevfik Gönensay, aynı zaman­ da edebiyat öğretmeniydi ve Atsız'ın mesleki yeteneğini bi­ liyordu . Okulunda ona edebiyat öğretmenliği vermekte te­ reddüt göstermedi (Mayıs 1939). Atsız, bir mektubunda "Maltepe 'de oturnyorum. A rna­

vutköy'deki Boğaziçi Lisesi 'nde öğretmenlik ediyorum. Mal­ tepe'den 2,5 saatte gidiyornm. 2 saatte de dönüyorum. Günde 4, 5 saatim yollarda geçiyor' diye yazacaktır.0 6) Bu arada ilmi çalışmalarına da devam ediyordu . Şükrul­ lah07) ve Müneccimbaşı08) ile ilgili iki çalışması birer yıl ara ile yayımlanmaktaydı. Atsız'ın aile hayatı, Boğaziçi Lisesi'ndeki öğretmenliği boyunca sakin ve huzurlu geçmekteydi. 4 Kasım 1939'da büyük oğlu Yağmur dünyaya gelmişti . Eşi Bedriye Hanım (16) Yücel Haca/oğlu, Atsız'ın Mektuplan, lstanbul 2001, Arif Türkdo­ ğan 'a 15 kanunusani 1943 tarihli mektubundan. (1 7) Atsız, XV. Asır Tarihçisi ŞaJırullab, Dokuz Boy Türkler ve Osman­ b

Sultani.an Tarihi, Eskt Türklerle Fatih Sultan Mebmed'in tahta oturuşuna luular olan Osmanb tarlbbulen bahseder, İstanbul 1939 (18) Nihal Atsız, Müneccimbaşı Şeyb Ahmed Dede qendi, Hayatı ve

Eserleri, lstarıbul 1940 (Necati Lugal'in "Karahanlılar"

ve

Hasan

Fehmi Turgal'ın ''Anadolu Selçükleri" adlı incelemeleriyle birlikte ya­ yımlanmıştır).


38 da tarih öğreunenli­ ğine devam ediyor­ du. Fikir mücadele­ sindeki fırtınalı ve şimşekli iklim ise hiç durulmuyordu . Eski dost Sabahattin Ali, Atsız

Mecmua'daki

yazılarından

sonra

kamp değiştirip sol­ cuların safına katıl­ mıştı.

Daha

sonra

"İçimizdeki Şeytan­ lar" adında bir ro­ man yazmıştı. Bu ro­ man, önce Ulus ga­ zetesinde

tefrika

edilmiş, sonra da ki­ tap halinde çıkmıştı. Atsız çifti, büyük oğulları Yağmur'la

Sabahattin Ali,

bu

romanda Atsız, Mük­ rimin Halil Yınanç, Zeki Velidi Togan gibi milliyetçi ilim, fi­ kir ve edebiyat adamlarıyla Necip Fazıl'ı "satılmış, ayyaş, menfaatçi, ahlaksız, ırz düşmanı ve yazdıkları beş para et­ mez sahte şöhretler" olmakla suçlayarak büyük bir kavga­ nın fitilini ateşlemişti. 0 9) Atsız, Sabahattin Ali'nin romanına bir broşürle cevap verdi: İçimizdeki Şeytanlar.C20) Aynı yıl, Atsız'ın küçük çapta bir mizahi romanı da ya­ yımlandı. Dalkavuklar Gecesi adlı bu kitabında Atsız, döne­ min önde gelen isimlerinden Reşit Galib, Hasan Afi Yücel, Afet İnan, Sadri Maksudi Arsal, Şevket Aziz Kansu gibi kim­ seleri karikatürleştirerek hicvediyordu. Bu şahıslar, Birinci Türk Tarih Kongresi'nde Zeki Velidi'ye hücumlarda bulun­ muş ve sonuçta onun üniversiteden ayrılarak yurt dışına


39

Sakin geçen yıllarda gitmesine sebep olmuşlardı. Kitapta, bu şahsiyetler, iktida­ rın gücü karşısında gerçeklere sırtlarını dönen, herhangi bir dayanaktan yoksun görüşleri destekleyen ve alkışlayan dal­ kavuklar olarak nitelendiriliyordu . Adları değiştirilmişti ama, yeni isimlerinden de kimler oldukları kolayca anlaşı­ labiliyordu . (2 1) Atsız, kendi tarih tezine uygun olarak, Türkiye Devle­ ti'nin 1 040'ta kurulduğunu ileri süren 900. Yıldönümü ad­ lı kitapçığı 1940'ta yayımladı. Eser, Selçukluların ilk dö­ nemlerdeki savaşlarını, devletin kuruluşunu ve gelişmesi­ ni, 20. yüzyıla kadar uzanan bir tarih perspektifi içinde ele alıyordu . Atsız'ın, milletin oluşumundaki soy anlayışı da satırlar arasına serpiştirilmişti. Dokuz yüz yıllık Türk tarihi kısaca şöyle özetleniyordu : "Fikir ve bilgi alanında Mev­ lana, Konyalı Sadreddin, oğulları da kendi gibi bilgin olan (19) Beşir Ayvazoğlu, "Tanndağ'da11 Hira Dağı 'na Uzun ince Yollar",

Modern Tarlnye'de S9'asf na,unce, 544. sayfa, lstanbul 2002 (20) Atsız, lpmb:deld Şeytanlar, lstanbul 1940 (21 ) Günay Göksu Ôzdoğan, "Turan•dan •Bozlmrt"a , lstanbul 2001


40

Hızır Beğ Çelebi; şiir­

de Yunus Emre, Fu­ zfıll,

Abdülhak

Ha­

mid; hekimlikte Hacı Paşa ; mimarlıkta Si­ nan,

Kemaleddin,

Hayreddin,

Davud;

tarihçilikte

Naima ,

Müneccimbaşı, Cev­ det Paşa; coğrafyada Katip Çelebi de Türk­

lerin bu devletinden yetişmişti. Devlete is­ yan edip yenilerek bilginler karşısındaki münakaşada mağlup olduğu için kendi Atsız, kucağı nda oğlu ile idam karamıa imzasını atan Şeyh Bed­ reddin ve güdülen dava için feragat örneği gösteren Na­ mık Kemal de bizdendi. Fakat bütün bunlara rağmen bu

Ayaktakiler sağdan sola Nihad SAmi Banarlı , Orhan Şaik Gökyay ve Atsız


41

dokuz asırlık tarih, her şeyden önce, bir kavgalar tarihi­ nin destanıdır. " (22) Bu küçük eser, 2 Ocak 1944'te, Başbakanlıktan gelen bir telefon emri üzerine polis tarafından toplatılacaktı. Basılan kitapların çoğu o tarihe kadar satılmış olduğu için, polisin eline ancak beş-on nüsha geçebilmişti . Kitapta Bulgarlar aleyhine yer alan birkaç kelimenin, toplatılma sebebi oldu­ ğu anlaşılıyordu . Reha Oğuz Türkkan'ın, kapatılan Ergenekon dergisi ye­ rine çıkardığı (3 Mayıs 1939) Bozkurt'un 2. sayısından son­ ra resmi makamlar onun hakkında da soruşturma başlat­ mışlar ve yayımını durdurmuşlardı. Beraat edip 1 942'de ye­ niden yayımlanmaya başlayan Bozkurt'ta, artık Atsız'ın da şiirleri görülmeye başlamıştı. 1926'dan beri yurt dışında yaşayan Dr. Rıza Nur, Ata­ türk'ün vefatından sonra Türkiye'ye dönmüştü . Atsız, onu

Türk Tarihi adlı 1 2 ciltlik eserinden tanıyordu . Milli bir ta­ rih görüşüyle kaleme alınan bu eser, Atsız üzerinde çok olumlu etkiler yapmıştı. O sıralarda on beş - on altı yaşla­ rında olan kardeşi Nejdet'e de Rıza Nur tarihini okumasını tavsiye eunişti. Hana aralarında ciltlerin tamamını okuyup okuyamayacağı konusunda bahse bile tutuşmuşlardı. Bah­ si Nejdet kazanmıştı. Rıza Nur, yurt dışında iken hatıralarını yazmış, aynca dü­ zenli aralarla Türkbilik Revüsü adlı sekiz kitap-dergi yayım­ lamıştı . Türkbilik Revüsü'nün hemen tamamı Dr. Rıza Nur'un kaleminden çıkmıştı. Şiirlerini, opera metinlerini, ta­ rihi yazılarını, Türkiye hakkındaki tasarılarını ve hatıratından parçaları bu kitaplarda toplamıştı. Atsız, bunları okumak is­ tiyordu. Onun için Ahmet Caferoğlu'na sormuş, o da "Kar­ daşım, kendisine yaz, eyi adamdır, gönderir" cevabıyla bir(22) Atsız, 900. Yıldönümü (1040-1940) , İstanbul 1940. 2.bsk: /stanbul 1955


42

Kadıköy'den Karaköy'e vapurla geliş likte adresini vermişti. Atsız'ın mektubu üzerine Rıza Nur, Türkbilik Revülerini göndermiş, aralarında böyle başlayan ilişki, mektuplarla devam ettirilerek karşılıklı sevgi ve saygı esasına dönüşmüştü. Kurulmasını tasarladığı bir komisyon­ da görev alacaklar arasında "Nihal" adını da zikretmesi, Dr. Rıza Nur'un Atsız'a güven duyduğunu göstermekteydi.(23) Dr. Rıza Nur, eşinden ayrılmıştı. Çocukları da yoktu. Onun için, Taksim'de kiraladığı dairede yalnız başına (23) Altan Deliorman, ·�tsız"ı Etkileyen Şahsiyetler: Dr. Rıza Nur", Orkufl, 106. sayı. Aralık 2006, WU/Workun.com,tr


43

Atsız ve misafirleri Maltepe'deki evin önünde. Soldan sağa: Halkbilimci M. Halit Bayrı , Prof. Zeki Velidi Togan, Prof. Mükrimin Halil Yı nanç. Arkada Atsız, en sağda Bedriye Hanım oturuyordu . Bu dönemde, Atsız'ın ona manevi destek sağladığı anlaşılıyor. Rıza Nur, Tanrıdağ dergisini çıkar­ maya başlayınca bu beraberlik daha da yoğunlaşmıştı . Yaşı ilerlemiş olan doktor, Atsız'ı manevi evlat edindi ve bırakacağı mirasla Türkçü yayınları sürdürmesini vasiyet etti. Bir süre sonra da hayattan ayrıldı. Atsız, ondan ka­ lan parayla veraset vergilerini ödedi ve Merkezefendi Kabristanı'ndaki mezarını yaptırdı. Mezar taşına da "Türk gibi yaşadı, öldü" ibaresini kazdırdı. Rıza Nur'un Sinop'ta bir evi vardı. Atsız, Sinop'a giderek bu evin, kütüphane ve müze yapılması şartıyla Milli Eğitim Bakanlığın'a dev­ rini sağladı. Atsız, bir taraftan da Türk Edebiyatı Tarihi'ni kaleme alı­ yor ve fasiküller halinde yayınlıyordu.<24) Başlangıcından (24) Yücel Haca/oğlu. A�ız'ın Mektuplan, lstanbul 2001, 25 Birinci Kanun 1943 tarihli mektuptan


44

Selçuklular döneminin sonuna kadarki Türk edebiyatını ele alan bu eser kitap olarak da basılmıştır.C25) Bu sırada İkinci Cihan Savaşı başlamış bulunuyordu . Almanya, İtalya ve Japonya'dan meydana gelen blok, İn­ giltere ve Fransa'nın başını çektiği Müttefik grupla kıya­ sıya mücadele ediyordu . Başlangıçta savaştan uzak duran Sovyetler Birliği, Almanların; Amerika Birleşik Devletleri de Japonların saldırısı üzerine Müttefiklerin safına katıl­ mışlardı. Almanya, yıldırım savaşları ile Avrupa'nın bü­ yük bölümünü işgal ederek kendine uydu rejimler kur­ durmuştu . Alman panzerleri Edirne sınırımıza kadar da­ yanmıştı. Türkiye, savaşta tarafsız kalmaya çalışıyor, bu­ nun için, bir taraftan İngilizlerle, diğer taraftan Almanlar­ la anlaşmalar yapıyordu . İç politika da savaşın seyrine göre şekilleniyordu . "Aşırı" sayılan fikirlerin ileri sürül­ mesi hükumetçe hoş görülmüyordu . Bu yüzden Nazım Hikmet ve birkaç arkadaşı, uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmışlardı. Buna karşılık, özellikle Almanların Sov­ yetler Birliği'ne savaş ilan ederek Moskova yakınlarına kadar ilerledikleri dönemde Türkçülere nisbi bir serbest­ lik tanınmıştı. Ara sıra çıkan Türkçü dergiler -hele Faşiz­ mi ve Nazi taklitçiliğini tenkit ettikleri zaman- kapatıl ıyor­ du ama, Türkçüler sert bir muamele ile de karşılaşmıyor­ lardı . Üstelik, hükumet Almanya ile ilişkilerini yarı resmi kanallardan canlı tutmaya çalışıyordu . Yüksek rütbeli as­ kerler ve bazı emekli generaller, hükumetin bilgisi içinde Almanya'ya gidiyor, orada kendilerine savaşın gidişatı hakkında bilgi veriliyordu. Alman Dışişleri yetkilileri ile yapılan temaslar hakkındaki raporlar da Herdeki yıllarda yayımlanacaktı. (25) At.\1Z, Türk Edebiyatı Tarihi.: En Eski. Çağlardan Başlayarak

Büyük Selçüklülerln sonuna kadar, Birinci Basım: lstanbu/ 1940, lktnct basım: lsıanbul 1943, Üçüncü Basım: lstanbul 1992


45

Bir yaşındaki oğlu Yağmur'la Atsız, bu dönemde kendisini yeni ve beklenmedik bir mü­ cadele içinde buldu. Reha Oğuz Türkkan'la birkaç arkadaşı, Atsız ve onu destekleyen daha geniş grupla anlaşmazlığa düş­ tüler. Yıllar sonra, Atsız, bu anlaşmazlığı şöyle özetleyecekti:


46

"Geçimsizlikler Reha Oğuz'un bazı çocukça hareketle­ ri yüzünden çık­ mış, o, önce İsmet Tümtürk 'le, sonra Hamza Sadi Öz­ bek, Hikmet Tan­ yu, Atsız ve Nurul­ lah Banman 'la bo­ zuşmuş, üstelik başkalarının bil­ mediği bu dargın­ / ık/arı Gök Börü dergisinin ilk say­ fasında "Hesap Ve­ riyoruz" başlıklı bir yazı ile aleme teşhir etmişti. İş or­ Maltepe'deki evin ikinci kat cumbası ndan taya dökülünce A ttenha caddeye bakış sız ve Hamza Sadi Özbek buna "Hesap Böyle Verilir" adlı broşürle cevap ver­ mişler, Reha Oğuz da buna "Kuyruk Acısı " adlı kitapla mukabele etmişti. Bu tartışmalar çok çirkindi. Fazla olarak da zararlıydı. Türkçülerin her zamandan daha çok birleşik olmak mec­ buriyetinde bulunduk/an bir sırada ikiye bölünmeleri an­ cak komünistlerin işine yarayabilirdi " (26J. Başka bir araştırma ise iki grup arasındaki mücadeleyi ayrı bir bakış açısıyla ele almaktadır: (26) (Atsız), 1944-1945 Irkçılık - Turancılık Davası, Orkun, 22. sayı, 2

Mart 1951


47

Atsız, Orhan Şaik Gökyay ve eşleri ( 1 940)

".. .Bununla birlikte, Gök Bönl aynı zamanda Türk­ kan 'ın, Atsız'a ve diğer Türkçülere karşı suçlamalannı ya­ yımladığı birplatform işlevini gönlyordu. Türkkan ve arka­ daşları, Gök Bönl 'nün 5 Kasım 1942 tarihli ilk sayısında "Hesap veriyoruz" manşetini attılar ve hem Atsız hem de Çı­ naraltı kadrosuyla yollarının aynldığını ilan ettiler. Bunu, Atsız'ın Türkçü arkadaşlanndan Hamza Sadi ôzbek'le bir­ likte yazdığı Hesap Böyle Verilir (1943) adlı cevabf broşünl izledi. Daha sonra Türkkan, Kuyruk Acısı (1943) adlı bir kitapçıkta Atsız ve arkadaşlarına yeni suçlamalaryöneltti. . . Ortada bir ehliyet mücadelesi vardı. Atsız, Türkkan 'ın ya­ zılarını, bu işe yeni başlamış genç biri için fazla hırslı bu­ luyor ve onun özellikle ırksal meselelerde, Gürcüleri "Tu­ ran " ırkına dahil etmek örneğinde olduğu gibi, yanlışlıklar yaptığını iddia ediyordu. Öte yandan Türkkan, Türkçülü­ ğün 1939 yılında yeniden canlanmasını, büyük bir taraf­ tar kitlesi kazanmasını ve dolayısıyla Atsız'ın üne kavuş­ masını kendi çabalarına bağlıyordu. Türkkan 'a göre, ken­ di gayretleri olmasaydı, Atsız ve onun 1930'ların başların-


48

da çıkardığı, tiraj/an zaten JOOO'i geçmeyen dergileri çok­ tan unutulmuş olacaktı. " (27) .

Alman orduları Stalingrad'a kadar ilerledikten sonra Rus­ lar tarafından durdurulmuşlardı. 1 942 Ağustosuyla Kasım aylan arasındaki savaşlar, Almanların kesin yenilgisiyle so­ nuçlanmıştı. Denge kısa zamanda Sovyetler Birliği lehine değişmişti. Bunun sonuçları Türkiye'nin iç politikasında hızla görüldü. Ankara HükGmeti'nin Türkçü yayın organla­ rına karşı tutumu da sertleşti . Dr. Hasan Ferit Cansever'in yönetimindeki Türk Yurdu ile Alunet Caferoğlu'nun çıkar­ dığı Türk Amacı dergilerinin yayınları durduruldu . Gök Bö­ ril dergisi de Mayıs 1 943'te yasaklandı . Atsız'ın çıkarma gi­

rişiminde bulunduğu Türk Sazı na da izin verilmedi. '

Sovyetlerin başarısı, Türkiyeli komünistlerin ve komü­ nist sempatizanlarının seslerini yükseltmelerine de yardım­

"Komünist sempatizanlanndan Elektrik İdare­ si 'nde çalışan Faris Erkman 'ın Pantürkçülerin maskesini düşürmek amacıyla yazdığı En Büyük Tehlike başlıklı bro­ şür de o zamanlarda basıldı. Bu broşürde Erkman "Pan­ türkçü Turancılann ırkçı kuklalar" olduğunu ve bunlann iplerinin yabancılann ellerinde olduğunu belirtiyordu ". (28)

cı oldu .

Erkman'a tepkiler gecikmedi . Çınaraltı dergisinde yayın­ lanan cevap, iki taraf arasındaki çekişmeyi Büyük Millet Meclisi'ne kadar yansıttı. Bu sırada Atsız ''En Sinsi Tehlike" adlı broşürü yayımladı. Bu broşür, sadece Faris Erkman'ın suçlamalarına cevap olmakla kalmıyor, daha önce yayım­ lanmış "Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nazım Hik­ metof Yoldaşa" ve "İçimizdeki Şeytanlar"a da yer veriyor­ du. Aynca "Üç Rejim" adlı bir konu daha eklenmişti. (29) " En (27) Günay Göksu ôzdoğan, Turan"'dan Bo%1mrt"a Tek Parti Diinemlnde Tarkçülük (1931-1946) , lstanbul 2001 (28) jacob M. Landau, Pantarlrirm, lstanbul 1999 (29) Atsız, En Sinsi TebUke, lstanbu/ 1 Ağustos 1943


49

Büyük Tehlike" bro­ şürü hükGmet tara­ fından

yasaklandı .

Kitabın üzerinde im­ zası bulunan Faris Erkman

tutuklanıp

yargılanarak ağır ha­ pis cezasına çarptı­ rıldı.

Çok sonraları

yayımlanan bazı hatıralarda,

broşürü

Faris Erkman'ın de­ ğil, Türkiye Komü­ nist Partisi mensubu Reşat

Fuat

Bara­

ner'in yazdığı ileri sürülecektir. (30) Kendine

ait bir

derginin bulunmadı­ ğı

1939-1943 yılları

arasında Atsız, çeşitli Türkçü dergilere ma­ kaleler

yazıyordu.

Yeni model pardesülü kıyafetini fötr şapka tamamlıyor

Atsız'a Yoldaş müstear adını kullanan Dr. Fethi Tevetoğlu tarafından çıkarılan Kopuzun birinci ve ikinci dönemlerinde Atsız'ın birkaç makalesi görülmektedir. Tanndağ dergisine yardımcı olduğu gibi yazı da veriyordu . Fakat bu dönemde en çok ve en uzun süre yazdığı dergi Çınaraltı olmuştur. 1943'te, kardeşi Nejdet Sançar'ın hanımı Reşide Sançar adı­ na alınan imtiyazla Türk Sazı basılmışsa da, Ankara' dan ge­ len bir tel emriyle satışa çıkmadan durdurulmuştur. Gerekçe Reşide Sançar'ın kimya öğretmeni oluşuydu. Memurlar an(30) Vanan lhmalyan, Bir Yaşam ôylnlsa, lstanbul 1989


50

cak mesleki dergi çıka­ rabilirlerdi. Aynca, gaze­ telere verilen ilanlarda Türk Sazı'nın, hükumet­ çe kapatılan Orhun'un devamı olduğu belirtil­ mişti. Orhun yasaklandı­ ğı için,

onun devamı

olan bir dergi de yayım­ lanamazdı. Atsız, bunun üzerine Ankara'ya giderek Mat­ buat Umum Müdürü Se­ lim Sarper'le görüştü . Memurlarla

ilgili

hük­

mün, siyasi dergi çıkara­ mazlar anlamında oldu­ ğunu

ileri

sürdü.

Or­

hun'un devamını, evet, Maltepe'deki evlerinin balkonunda

kendisi yayımlayamaz­ dı. Ama, Türk Sazı'nın imtiyazı Reşide Sançar'a

aitti. Başkaları Orhun'un fikriyatını benimser bir dergi çıkar­ makta serbesttiler. Uzun tartışmalar sonuç vermedi. Buna karşılık, Sarper, ilerde çıkaracağı Tanndağ dergisi için mü­ saade vereceğini vaat etti. Atsız, _Türk Sazı'nın yerine Tanrı­ dağ'ı çıkarmayı tasarlıyordu C3 1 ) . Tanrıdağ gerçekleşmedi ama, onun yerine Orhun yayın alanına yeniden girdi (Ekim 1943). İlk sayıda, basılan an­ cak dağıtılamayan Türk Sazı'ndaki yazıların çoğu da yer alı­ yordu . Orhun'un bu ikinci dönemde çıkabilen yedi sayısı, (31) Yücel Haca/oğlu, Ats&%'ın Mektuplan, istanlml 2001, Mesud Koman 'a yazılmış 3 Haziran 1943 tarihli mektuptan


51

Orhun'u yayınladığı günlerde Eminönü Meydanı'nda Atsız'ın kaderinde yeni bir dönüm noktasının başlangıcı olacaktı. Orhun, özellikle liselerde ve yüksek öğrenim gençliği arasında çok iyi karşılandı. Derginin açtığı ankete yüksek oranda -tanınmış isimlerin de içinde bulunduğu- katılım ol-


52

du . O sırada Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu'nun Eminönü Halke­ vi'nde "milliyetçilik" konusunda verdiği konferansı solcu bir grubun baltalama girişimi diğer dinleyiciler tarafından bastı­ rılmıştı. Atsız, bir süredir gittikçe artan komünistlik belirtile­ rinden tedirgindi. Son olayın halkevi gibi yan resmi bir ku­ ruluşta meydana gelmesini de tepkiyle karşılamıştı. Bu duy­ gu ve düşüncelerle, Orhun'un 1 Mart 1944 tarihli 1 5 . sayı­

sında Başbakan Şükrü Saracoğlu'na hitaben bir açık mektup yayımladı. Bu mektupta ''Anayasamızla yasak edilmiş olan

yabancı fikirleri benimseyen ve yann devlette münevver ta­ bakayı teşkil edecek olan çocuklar milliyetçiliğe karşı geldik­ leri halde onlara bir şey yapmıyoruz" deniliyor ve bazı ör­ nekler veriliyordu. Atsız, halkevinde İstiklal Marşı çalınırken ayağa kalkmayanları, bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek "arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değil­ dir" diyen tarih öğretmenini, bir kız ortaokulunda öğrenci­ lere "Türk değil misiniz? Allah belanızı versin. Alman veya İngiliz olmadığıma pişmanım" diyen başka bir tarih öğret­ menini misal olarak veriyordu . Böylece eğitim ve kültür ha­ yatımızda bir tehlikenin varlığını dile getirmiş oluyordu. Açık mektup büyük bir ilgiyle karşılandı . Orhun'un 1 5 . sayısı son nüshasına kadar kapışıldı. Köy Enstitüsü öğren­ cileri, Harbiyeliler ve genç subayların da içinde bulunduğu okuyuculardan Atsız'a çok sayıda tebrik ve teşekkür mek­ tupları gelmeye başladı. Birçok bayi, dergiyi çok yüksek fi­ yatlarla sattılar. Her taraftan dergi isteniyordu . "Kar için der­ gi çıkarıyorlar" denmesin diye 1 5 . sayının ikinci basımı ya­ pılmadı. Açık mektubun müsveddelerini okuyan birkaç kişi, ya­ yımlanmaması için ısrar etmişlerdi. Fakat Atsız'a göre, Do­ ğu Cephesi'nde Rus ileri harekatının devam etmesinden ce­ saret alan yerli komünistler işi gösteri yapmaya kadar var­ dırırken, artık ihtiyatlı hareket etmenin anlamı yoktu. Fakat, yine de bu açık mektubun böylesine geniş ilgiyle karşılana-


53

cağını tahmin etmi­ yordu. Onun tahmi­ ni, derginin kapatıla­ cağı

yönündeydi.

Hükumet

kanadın­

dan öyle bir hareket görülmedi. Ama, An­ kara kaynamaya baş­ lamıştı .

Bu

arada,

açık mektuptan ra­ hatsız olan çevreler, Atsız'ın Almanlardan para aldığı, bu para­ yı taraftarlarına dağı­ tarak devletin başına geçmek istediği tar­ zında yoğun söylen­ tiler yaymaya başla­ mışlardı. Açık

mektubun

yayımlandığı sırada Atsız'la R. O. Türk­ kan grupları arasın­ daki anlaşmazlık de­ vam

ediyordu .

günlerde,

O

genç bir

adam, Atsız'la görüş­ mek üzere

İstan­

bul 'a geldi. Adı Zeki Özgür (Sofuoğlu) idi.

Maltepe tren istasyonuna yakın bir yerde

Önce Ankara'daki Türkçülere danışmış, onlar da bu tartışma­ nın sonu erdirilmesi fikrinde Sofuoğlu'nu desteklemişlerdi. Atsız, ilk defa gördüğü, fakat kanının ısındığı Sofuoğlu'nun iki grup arasındaki barışma teklifini kabul etmedi. Böyle bir


54

şey kuvvet değil, zayıf­ lık getirirdi. Yine de di­ ğer arkadaşlarına duru­ mu mektupla bildirdi. BÜTÜN TÜRKLER B i R ORDU

Barışmanın lehinde olan yoktu. Sofuoğlu'nu kır­ mamak için, bu konuyu

I Ç 1 M tı l. � 1 L ıt R . �tf'ı" 11o:,...ı..: .t. � ,,.... ,j,•.,.,.,_ ,\t••• 1bu.tt<" ,.,.1 11 u m . , ,....,.. """' ı.ı�u �ı . . . . , ��:':."'•fi• ""'""'ıı ,\"'"'"''� '.'-'�·�·r· ,._. .ı.·...,.� ...... . .. .....

"''"

.

IJ,Auıı•lır• .�>lu . /ı...ı..( (:iiı!- . �ur ıŞlır) , , ' l.;/•'<t ($lit) . . . T��•. T•.... ı1'• �"'1 • ,1.."'"''!·• i$•) . • . . t ....... Oı.t-11..,. .t.ı� \Sil� ... w .w-- .�•: ı)#) '-"-" ) I . il• 9f"'i':;il; l,,,.,

f:::. tt..: :':!"l�-v...... . .... C..Wıt . ..

}:;d�1 �:7· ..

hlr,•:ı' ısı�ı

,

.

tt.;.ı

..t s....... ıoı••,.. ı ...,.,,... 1'-'••ll•• Alı••• :1.. tt• .ıc.....r •-·ı lt. ll. ('•11••1' �..... ••r""'•"f>o•u S•ttl.d.,>tl• ·'· '••• ILJo>"•ııııo•

ı•r••• ç.,...

�!��::=·u�i;�" �·! • ,,..n, ..-, -:

•... ı t;..... ı ....._. ,..._ U.t11 O.••

�----.•-�!!::: ,,..=,-:=· :"' .;; .·=:;;;.;

l

;;!'""'=·�;.-,-;:.=

1

bir kere de Zeki Velidi Togan'la görüşmeyi ka­ bul etti. Zeki Velidi'nin uzun izahatından etkile­ nen Atsız, barıştan çok mütarekeyi andırır bir anlaşmayı kabullendi. 7 Mart

1944 günü

Velidi'nin

Zeki

Beyazıt'taki

evinde bir araya gelen taraflar, dört maddelik bir anlaşma­ yı imzaladılar. Buna göre, iki grup da birbirlerinin aleyhin­ de hiçbir şey yazmayacaklar, açtıkları davalardan vazgeçe­ cekler, Hesap Böyle Verilir ve Kuyruk Acısı kitaplarının sa­ tılmayan nüshalarını da, yakılmak üzere Zeki Velidi'ye tes­ lim edeceklerdi. İmzaladıkları kağıt Zeki Velidi'de kaldı.(32) Orhun'un kapatılmadığını gören Atsız, açık mektupların devam etmesine karar verdi. Üç veya dört açık mektupta Türkiye'deki komünist faaliyetlerin iç yüzünü açığa çıkar­ mayı tasarlıyordu . İkinci açık mektup, derginin 1 Nisan 1 944 tarihli 16. sayısında yayımlandı. Bu mektupta, komü­ nist oldukları ileri sürülen bazı şahısların devlet katında bu­ lundukları görevler açıklanıyordu. Sabahattin Ali, Devlet Konservatuvarı'nda öğretmendi. Pertev Naili Boratav, Dil­ Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde doçent, Sadrettin Celal (An(32) (Atsız), 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, Orlıun, 22. sayı, 2 Mart 1951


55

tel) İstanbul Üniversitesi Pedagoji

Enstitüsü 'nün

başında profesördü . CHP eski milletvekili Ahmet Cevat (Emre) halen Türk Dil

Kurumu üyeliğinde

bulunuyordu. Bu şahısla­ rın

komünizmle ilgileri

hakkında da bilgiler ve­ ren Atsız, açık meknıbu şöyle

tamamlamıştı:

. . .şimdiye kadar her na­ sılsa bir gaflet eseri olarak bun/an vazifede tutmak­ tan doğan utancı silebil­ mek için, bizzat Maarif Vekili 'nin de o makam­ dan çekilmesi çok vatan­ peroerane bir jest olur­ du. " "

Bu mektup, iktidarın sabnnı taşırdı. Milli Eği­ tim Bakanı Hasan Ali Yü­

Açık mektupları yazdığı sırada

cel, birkaç gün sonra Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki öğretmenliğine son verdi. Bu, onun öğretmenlikten üçüncü defa çıkarılışıydı. Böylece Yü­ cel, eski bir hesabı da görmüş oluyordu. Çünkü, Atsız, vak­ tiyle Orhun dergisinde yazdığı bir yazıda Hasan Ali'nin "Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış" adlı eserini ağır şekilde eleştirmiş ve yazısını şöyle bitirmişti: ''Hasan Ali Bey! Çiz­

meden yukan çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum?" (33) . (33) Atsız, "Alaylı Alimler", Orhun, 5. sayı, 21 Mart 1934


56

Orhun yine kapatılmamıştı. Bunun üzerine Atsız, 17. sa­ yıyı 50 bin basmaya karar verdi. Çünkü, derginin yüz misli fiyatla satıldığı haber alınmıştı. Aynca, komünistlerin, fazla okunmasını önlemek amacıyla dergiyi toplattıkları da söy­ leniyordu. Tam bu sırada Sabahattin Ali, Atsız aleyhine ha­ karet davası açtı. Kendisini Hasan Ali ile Falih Rıfkı Atay'ın cesaretlendirdiği anlaşılıyordu. Duruşmalar Ankara'da yapı­ lacaktı. Ankaralı Türkçüler, Atsız'ı desteklemek amacıyla yer yer bir araya geliyor, onu Ankara'da misafir etmek için aralarında para topluyorlardı. Atsız, Ankara'ya hareket et­ mek üzere Haydarpaşa Garın'da, çoğu öğrencileri olan bir kalabalık tarafından uğurlandı. Ertesi gün de Ankara'da ay­ nı şekilde karşılandı. İlk duruşma 26 Nisan 1944 günü yapıldı. Çok sayıda genç dinleyici, duruşmayı takip etmek üzere mahkeme salonunu doldurmuştu. Yargıç, bu kadar kalabalık arasında duruşma yapılamayacağını görerek oturumu tatil etti. Salon boşaltıldı. Duruşma yeniden başladığı zaman, kapılar kilitlenmiş, dinle­ yicilerin büyük çoğunluğu dışarda kalmıştı. Onlar da içeri gir­ mek istiyor, polisle tartışıp itişiyorlardı. Sonunda kilitleri sö­ külen kapı çatırdayarak açıldı, gençler içeri doldular. Yargıç, davanın bu ortamda görülemeyeceğini yazdırarak oturumu öğleden sonraya bıraktıC34). Bu arada, havanın kendi aleyhin­ de olduğunu gören Sabahattin Ali, Adliye'nin birinci kat pen­ ceresinden sokağa atlayarak kaçmayı uygun bulmuştu. Öğleden sonraki oturumda çok sıkı güvenlik tedbirleri alınmıştı. Sabahattin Ali, Atsız'ın mahkum edilmesini ve ay­ nca 10.000 liralık tazminat ödemesini istedi. Atsız ise sa­ vunmasında, onu harekete geçiren sebepleri açıkladı: "Bir

vatansever olmak sıfatı ile Türkiye'nin inkıraz uçurumuna doğru sürüklendiğini görüyorum. Komünistler ve memle(34) Tekin Erer, Basında Kavgalar, lstanbul 1965


57

keti batırmak isteyenler birbirlerine destek olarak memle­ ketin en yüksek mevkilerine çıkarlarken, memleketseverler her türlü darbe ile saf dışı edilmektedirler. Başvekil Sara­ coğlu 'na yazdığım açık mektuplarda bu hususun önlen­ mesini belirttim ve istedim. " C35) Atsız'ı savunmaları için tu­ tulan üç avukat arasında en ünlüsü Hamit Şevket İnce idi. Atsız, yazısında açıkça hakaret unsuru bulunduğu için da­ vayı kaybedeceğinden emindi. Hamit Şevket İnce ise, bu­ nu bir hakaret davası çerçevesinden çıkararak, milliyetçi­ likle komünizmin çarpışması haline getirmeyi hedefliyor­ du. Bu avukat, söz sırası gelince, vatan hainliğinin ispatını isteyip istemediğinin Sabahattin Ali'den sorulmasını talep etti . Yargıç, bu sorunun Sabahattin Ali'ye sorulmasının ge­ rekmediğine ve gelecek duruşmanın 3 Mayıs 1 944 günü yapılmasına karar verdi. İktidar, yurt içinde gelişen bu olaylan dış politikada kul­ lanmak için bir fırsat olarak değerlendiriyordu . Almanya'nın savaşı kaybedeceği belli olmuştu . Kuzey komşumuz Sov­ yetler Birliği ise yeni bir güç olarak belirmişti. Müttefiklerin, kendi saflarında savaşa girmesi için Türkiye üzerinde yap­ tıkları baskılar sonuçsuz kalmıştı. Savaş sonunda Sovyetler bu hesabı açacaklar ve kim bilir ne gibi isteklerde buluna­ caklardı. Onun için komünizm düşmanı olan Türkçüleri sindirmenin ve sahneden silmenin Sovyetleri memnun ede­ ceği hesaplanıyordu. C36) Atsız, iki duruşma arasında İstanbul'a dönmeyerek An­ kara'da kaldı. Bu arada, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesin'de doçent olan Osman Turan ve asistan Ahmet Ellezoğlu, At­ sız'la görüşmeye gelip onu fakülteye davet ettiler. Atsız da (35) //ban Darendeltoğlu, Ttırldye'de MUUyetfllllı Harelwtlerl, lstanbul 1968 (36) Edward Weisband, 2. Dtınya Sav"I• ve TUrldye, ôrgan Yayınevt, lstanbul 2002


58

bu yeni öğretim kuruluşunu görmek istiyordu. Fakat, onun fakülteye gelişi, dekanda ve bazı öğretim üyelerinde tedir­ ginliğe yol açtı. Yöneticilerin telaşı, öğrencilerin de dikkati­ ni çekmişti . Atsız'ın orada olduğunu öğrenen öğrenciler, gruplar halinde Osman Turan'ın odasını dolduruyorlardı. Dekan Şevket Aziz Kansu, Osman Turan'ı birkaç kere çağı­ rarak Atsız'ı derhal çıkarmasını istedi. Osman Turan bunu kabul etmeyince, onu az sonra başlayacak bir sınava mü­ meyyiz olarak tayin etti. Osman Turan'ı zor durumda bırak­ mak istemeyen Atsız, fakülteden ayrılıp otele döndü . Atsız'ın fakülteyi ziyareti, Milli Eğitim Bakanlığı'nda önemli bir olay olarak ele alındı. Yüksek Öğretim Genel Müdürü Necmettin Halil Onan, hemen Dil-Tarih ve Coğraf­ ya Fakültesi'ne gelerek incelemelerde bulundu, ifadeler alı­ nıp soruşturma yapıldı. Osman Turan, Atsız'ı fakülteye ge­ tirmekle suçlandı ve Bakanlık emrine alındı. Ahmet Ellez­ oğlu da kısa süre sonra Fakülteyi terk etmek zorunda kal­ dı. Başka bir asistan ise çareyi askere gitmekte buldu ve bir daha eski görevine dönemedi. Hüseyin Namık Orkun, Atsız'ı kendi evinde yemeğe da­ vet etti. Yüksek rütbeli bir emniyet mensubunu da çağır­ mıştı. Böylece, bu görüşmenin endişe edilecek bir tarafı ol­ madığını göstermek istiyordu. 3 Mayıs'taki ikinci duruşmada yine büyük bir kalabalık Adliye çevresini doldurmuştu . Atsız ve Ellezoğlu, kalabalığı yararak zorlukla mahkeme kapısına ulaşabildiler. Birkaç kordon halinde sıralanmış polis ve jandarmalar, kimlik kontrolü yaparak öğrencileri içeri bırakmıyorlardı. Yine de salon ağzına kadar dolmuştu. Oturum açılınca Savcı, iddianamesini okudu. Atsız'ın altı ay hapse ve 100 lira para cezasına çarptırılmasını istiyordu. Savunma avukatları soruşturmanın genişletilmesini istediler­ se de, mahkeme bunu kabul etmedi. Savunmaların hazırlan­ ması için de son duruşmayı 9 Mayıs 1 944 gününe bıraktı.


59

Atsız, Adliyeden çıktığında , meydanı ve sokakları dol­ duran o kalabalıktan bir tek kişinin kalmamış olduğunu gördü . Caddenin her iki tarafında süngü takmış jandarma­ larla birkaç jandarma subayı ve rütbeli polisler bulunuyor­ du , o kadar. Adliye binasına giremeyenler, dava görülür­ ken toplu halde Ulus Meydanı'na doğru yürüyüşe geçmiş­ lerdi. Yürüyüş kolu ilerledikçe halkın katılımı da artıyor­ du . Meydana varınca birkaç genç söz alarak topluluğa hi­ tap etmişti. Sonra Şükrü Saracoğlu ile görüşmek üzere Başbakanlığa gidilmesi kararlaştırılmıştı. Bu sırada atlı ve motosikletli polisler kalabalığın üzerine yürüyerek bazı gençleri tutuklamaya başlamışlardı. Çıkan kargaşada, yü­ rüyüşle ilgisi olmayan kimselerin de tutuklandığı görülü­ yordu .

Türkçülük

tarihine

Mayıs

"3

gösterileri" geçecek

olarak

olan

bu

hareket, önemli ge­ lişmelerin başlangı­ cı

olarak

kabul

edilmektedir. Atsız'ın sınıf ar­ kadaşı olan Orhan Şaik Gökyay, o sı­ rada

Devlet Kon­

servatuvarı

müdü­

rüydü . Onun, evin­ de

kalması

için

yaptığı ısrarlı tek­ lifleri

Atsız kabul

etmemişti .

Kendi

yüzünden arkada­ şının da başına bir­ takım işler açılma-

Arkadaşı Orhan Şaik Gökyay'la


6o

sını istemiyordu . Fakat, yine ısrar edince nihayet kabul etmek zorunda kaldı.

İki gece sonra da, hep birlikte bir

tanıdıklarına misafirliğe gittiler. Oturup konuşurlarken te­ lefon çaldı . Ev sahibi hayretle Orhan Şaik'in arandığını söyledi. O eve misafir gittiklerini kimse bilmiyordu . De­ rnek ki, takip olunrnuşlardı. Arayan , Cumhurbaşkanlığı Başyaveri Cevdet'ti. Orhan Şaik'ten, Atsız'ı evinden he­ men çıkarmasını istiyordu. Böyle bir emir almıştı . Orhan Şaik, bunu kabul etmeyince "Sen çıkarmazsan biz gelir çı­ karırız" yolunda bir tehditle karşılaştı . Atsız, durumu se­ zinlemişti. Arkadaşı konuşmayı nakledince valizini alarak otele döndü. Bu sırada, Atsız'la göıüşürken fotoğrafları çekilmiş olan veya gösterilere katılan öğrenciler hızla tutuklanıyordu. Si­ yasal Bilgiler Okulu'nun iki öğrencisi derhal okuldan çıka­ rılmış, ancak müdür Zeki Mesut Alsan'ın araya girmesiyle okula dönebilmişlerdi. 1 65 gencin tutuklandığı söyleniyor­ du. Durum gittikçe ciddileşrnekteydi. Bir aralık Atsız'ı da Emniyet Müdürlüğü'ne götürdüler ve bir süre beklettikten sonra serbest bıraktılar. O hafta içinde gazetelerde ve radyoda Atsız aleyhine ya­ yınlar başlatıldı. Hamit Şevket İnce, kendisine yapılan bas­ kı sonucu Atsız'ı savunmaktan vazgeçti. Üstelik, Atsız'ın İs­ tanbul Maltepe'deki evi de polis tarafından arandı. Eşi Bed­ riye Atsız, kütüphane alt üst olmasın diye, ne arıyorlarsa kendisinin bulup vermesini teklif edince "Türkçülüğe, Türk tarihine, komünizme, dışarı Türklerine, Rusya aleyhine ait eserleri" cevabını aldı. Davanın son duruşmasında Atsız, beraat değil, çabuk karar verilmesini istiyordu. Karar, savcının isteğine uygun olduğu takdirde

. . . bir vatan ve şeref davası yolunda ola­ cağı için hayatının en büyük övüncü olacaktı. Eğer olur­ sa, böyle bir mahkUmiyetten doğacak şeref, oğluna bıraka­ cağı yegane mirasın, şeref mirasının sağlam bir halkası "


61

olacaktı " (37) Avukatlar Rasih Yeğengil ve Ferruh Ağan da savunmalarını yaparak beraat kararı verilmesini istediler. Mahkeme, Atsız'ın savunmasını "mesnetsiz, muallel ve kabule şayan değildir" hükmüyle değerlendirdi. Karar met­ ni, şu şekilde sonuçlanıyordu :

"Mücerret olarak söylenilen "vatan haini" tabiri mahsus madde tayini veya birfiil isnadiyle hakaret olmayıp namus ve şöhrete taanuz edici sövmeden ibaret bulunmasına gö­ re Nihal Atsız'ın suçu Türk ceza kanununun 482 nci mad­ desinin son fıkrasına uygun olduğundan altı ay müddetle hapsine ve 100 lira ağır para cezasiyle mahkumiyetine ve hadisede mütecavizin şahsı hakkında müdahilin haksız bir hareketi mesbuk olmadığından mezkur kanunun 485 inci maddesindeki cezayı azaltıcı sebebin mevcut olmadığına, ancak Sabahattin Ali 'nin .fikirlerine maznunun öteden be­ ri muanz bulunuşu ve ülküsüne uygun bulmadığı, müda­ hilin eserlerini acı ve hatta hakaret edici mahiyette tenkit etmiş olmasına rağmen müdahilin sükut etmiş olması ve bu kere yazdığı açık mektubu da bir vazife yaptığına kail ola­ rak neşretmiş olması gibi haller maznun lehine cezayı azaltıcı takdiri sebeplerden kabul edilerek müretteb ceza­ nın üçte biri indirilerek dört ay müddetle hapsine ve 66 li­ ra 66 kuruş ağır para cezası alınmasına ve talebe mebni takdir olunan 100 lira manevi zarann maznundan alına­ rak davacıya verilmesine ve adliye harç tarifesi kanunu­ nun 50 7 ve 52 nci maddeleri mucibince 850 kuruş yanm duruşma harcı ile 200 kuruş nisbf harcın tahsiline infaz ve tecil edilmiş mahkumiyeti olmadığı gelen cevapta bildiril­ mesi itibarile geçmişteki halinin iyi olduğu taayyün etmesi­ ne, ahlaki temayülüne, cezasının tecili ilerde suç işlemek­ ten çekinmesine sebep olacağı hakkındaki kanaate mebni (3 7) (At5ız), 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, Orlıun, 3 7. sayı, 22 Haziran 1951


62 T.C. kanununun 89 uncu maddesi mucibince cezalannm teciline temyiz edilebilmek üzere 9.5. 1944 tarihinde karar verilmiştir. (38) "

Atsız, Adliye binasından aynlırken tutuklandı. Ankara Vilayet binasına götürülerek valinin huzuruna çıkanldı. Kı­ sa bir konuşmadan sonra aynı kattaki hir odaya götürüldü. Karyola ve yatak getirildi. Tutuklu burada kalacaktı. Aynı gün, İstanbul'dan Ankara'ya dönen Reha Oğuz Türkkan da tutuklandı. Atsız'ın, Balıkesir Lisesi'nde edebiyat öğretmeni olan kardeşi Nejdet Sançar'ın evinde de arama yapıldı. Ta­ kip eden günlerde öğretmen, avukat, üniversite öğretim üyesi, subay, öğrenci birçok Türkçü daha tutuklanacak ve çok sayıda kimse sorguya çekilecekti. İktidann arzusu dı­ şında bir şey yazamayan yayın organlarında ise Türkçülük aleyhinde bir kampanya hızla sürdürülecekti. Atsız, Ankara'da tutuklu bulunurken eşi Bedriye Atsız Bakanlık emrine alındı. Birkaç gün sonra da eve gelen si­ vil memurlar onu Emniyet Müdürlüğü'ne götürdüler. Oğlu Yağmur o sırada dört buçuk yaşındaydı ve anadan baba­ dan ayrı yapayalnız kalmıştı. Yakın görüştükleri komşula­ rından bir hanım küçük Yağmur'u alıp evine götürdü ve ona -Bedriye Atsız'ın serbest kalışına kadar- ikinci anne­ lik yaptı. Yağmur Atsız, yıllar sonra kaleme aldığı hatırala­ rında o günleri şöyle anlatacaktı: "Ben Oran ailesine çok

şey borçluyum. Sırasıyla gidecek olursam bir kere hayatımı borçluyum. Çünki eğer 1944 Tevkıyfatı 'nda sivil polisler A nnemi de götürdükten sonra o ikindi ben dört buçuk ya­ şında bir çocuk olarak evde kaldığım zaman "İkinci An­ nem " Fevziye Abla gelip beni yanına almasaydı kimbilir ne olurdum. " (39) (38) ilhan E. Darendelioğlu, TfJrldye'de MUHyetçUik Hareketleri, istanbul 1968 (39) Yağmur Atsız, ômrüman IUa 65 Yılı, İstanbul 2005


63 Atsız, o günlerden gelen hıncını, bir yazısında şöyle be­

''Ben ve zevcem Sıfırlann ve tahtelsıfırlann tahri­ katı, garezleri, kinleri yüzünden tevkif edildiğimiz sırada, o zaman dört buçuk yaşında olan ve ara sıra eve gelip ça­ maşır yıkayan bir kadının elinde kalmış bulunan oğlum her gece yatarken 'Benim annemle babam vardı. Nerede­ ler?' diye ağlıyor ve anasız, babasız kalan bu küçük çocu­ ğun ne olduğunu anlamak için gelen iyi yürekli dostlar da evin etrafındaki köpekler tarafından ürkütülüp uzaklaştın­ lıyordu. Bu masum yavnmun samimi gözyaşlanyla Sıfır'ın aci�liğinden ve korkudan doğmuş gözyaş/an arasında ne büyük/ark var. " (40) lirtecekti:

Son duruşmayı takip eden hafta içinde birçok ev aran­ mış ve Türkçülerin çoğu tutuklanmıştıC41). Ülkede sıkıyöne­ tim yürürlükte olduğundan, tutuklamalar için bir sebep. göstermek zorunluğu yoktu . 1 8 Mayıs 1 944'te yayımlanan resmi hükumet bildirisi ise, iktidarın konuya yaklaşış biçi­ mini açıkça gösteriyordu : (40) Atsız, "Sıfır'a Cevap", Kür Şad, 4-5. sayı, Temmuz 194 7 (41) Edward Weisband, 2. Dünya Savaşı ve Türktye, istanbul 2002. Weisband, burada başka bir kısım araştırmacılann düştüğı"i hatayı tekrarlamaktadır. Tutuk/anan/ann listesini verirken, hükümetçe tu­ tuklanma/an tasarlanan, fakat sonra bundan vazgeçilen kimseleri de tutuklanmış gibi göstermektedir. Bunlar arasında izeddin Şadan, Ta­ hir Akın Karauğuz, Mustafa Hakkı Akansel, ismail Hakkı Yılanlıoğlu, Kadircan Kaflı, Mehmet Altınbay, Abdülkadir inan, San 'an Azer (M.Sadık Aran), Samet Ağaoğlu, Ahmet Caferoğ/u, Ali Dursun Teı>etoğ­ lu, M. Şakir Ülkütaşır, Mükrimin Halil Yınanç, Hüseyin Avni Göktürk, Cafer Seydahmet Kınmer, Muharrem Feıızi Togay, Ali Genceli, Akdes Nimet Kurat, Nebil Buharalı, Remzi Oğuz Ank, Mehmet Halit Bayrı, Bedriye Atsız, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Hüsnü Emir Erki/et, Müftü­ oğlu Mu.staja Tatlısu, Gülcan Tevetoğlu, Uluğ Turanlıoğlu, Ali Haydar Yeşilyurt, Nihad Sami Banarlı, Peyami Safa, Elmas Yıldınm, Osman Turan gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Adı geçenlerin bir kısmı sorgu­ lanmış, diğerleri hakkında ise hiçbir işkm yapılmamıştır. Ancak, bu liste, başlangıçta hükümetin tutuklama/an çok daha geniş olarak ta­ sarladığını; sadece Turancılann değil, Anadolueu olarak tanınan milliyetçilerin de tutuklanmasının planladığını göstermektedir.


64

"Son günlerde hükumetçe kapatılan Orhun mecmuası sahibi Nihat Atsız'la konseroatuvar öğretmenlerinden Sa­ bahattin Ali 'nin Ankara 'da görülen muhakemesi sırasın­ da Nihat Atsız lehine yapılan taşkınlıklar dolayısıyla ne­ zaret altına alınma/an zarureti hasıl olan bazı kimsele­ rin nezdinde çıkan evrakın verdiği şüphe üzerine Nihat Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Zeki Velidf ile Doktor Hasan Ferit Cansever'in İstanbul'da evlerinde ve daha bazı ya­ kın arkadaşları nezdinde İstanbul Örfi İdare Komutanlı­ ğı 'nca aramalar yapılmış ve elde edilen vesikalar tetkik edilmiştir. Bu vesikaların tetkikinden elde edilen netice ve kanaate göre Teşkilatı Esasiye Kanunu 'yla müesses bugünkü rejimi­ mize ve vatandaşların hakiki milliyeiçilik telakkilerine ay­ kırı umde/eri ve bu umde/ere varmak için gizli cemiyetleri, faaliyet programlan, teşkilat ve propaganda organlan, hat­ ta muhabere/erini gizli tutmağa matuf şifreleri ve parolala­ rı vardır. Bunlar memleketin muhtelif mıntakalannda ve bil­ hassa her çeşit terbiye müesseselerinde masum gençlerin temiz milliyetçilik ve vatanseverlik duygularını istismar ederek genç nesil arasında kendilerine taraftar topla­ mak ve bu suretle hedeflerine ulaşmak için devamlı ve sistemli bir faaliyet sarf etmekte ve memlekete zararlı ideolojilerini tahakkuk ettirmek yolunda çalışmaktadır­ lar. Bu mahiyetteki faaliyet Teşkilatı Esasiye Kanunu 'muza aykırı ve Türk Ceza Kanunu 'muza göre suç vasıjlannı ha­ iz olduğundan failleri hakkında salahiyetli adlf merciler tarafından kanunf takibat yapılmak üzere işe el konul­ muştur. (42) "

(42) Ayın Tariht, 126. sayı, Mayıs 1944


65 Atsız, Ankara Valiliği'nde konulduğu odadaki maroken koltuğa gömülerek yalnızlığı ile baş başa birkaç gün geçir­ di. Sonra onu oradan alarak yakındaki Emniyet Müdürlü­ ğü 'ne götürüp yine çalışma odalarından birine kapadılar. O sırada, eşi Bedriye Atsız'dan "sıhhatini bildir" diyen bir telg­ raf aldı. Demek ki, gönderdiği hiçbir haber ve mektup ken­ disine ulaştırılmamıştı. Bunu öğrenince sarsıldı.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı gelmişti. Bir gün ön­ ceki hükumet bildirisinden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de, bayram dolayısıyla söylediği nutukta Türkçüle­ ri "vicdansız fesatçılar" olarak niteliyor, "bunlara karşı alı­ nacak kanuni tedbirlerin acı ve sert olacağını" haber veri­ yordu.

O günlerde Çankaya Köşkü'nde esen havayı, dönemin Bingöl M illetvekili Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, sonraki yıl­ larda şöyle anlatacaktı:

"Köşk 'ün etrafında bilinen bir çevre var. Şunu da söyle­ me/iyim ki, Meclisin içi ve Köşk, tek pani devrinde binakım saray entrika/an ile dönüyor. O yakın çevre, bazı/annı kö­ tülemek için ona demişler ki: - Paşam, bu hareketin kökü Meclis'te. Yılanın başı Mec­ listedir. Paşa: - Yaa, demiş. Onlar da bazı isimler vermişler. Başlıca üç arkadaştı bunlar.· Falih Rıfkı (Atay), Hasan Ali (Yücel), Mümtaz Ôkmen. Daha sonralan ben İnönü ta­ rafından akşam yemeğine çağn/dığımda on/an her akşam orada gördüm. Hatınmda kaldığına göre, bu isimler ve belki daha bir­ iki arkadaş. . . .


66

Falih Rıfkı, bir sabah gelmiş, merdiven altında (Meclis 'te) demiş ki: - Bunlar yandılar. Bu, hemen yayılmış. Paşa, Saracoğlu 'nu çağırmış: - Bunlann hepsini alacağım, demiş. Saracoğlu: - Paşam, ben Meclise el uzatmam. Başkasına yaptınrsınız, demiş çıkmış. Bunun üzerine, çileden çıkanlmış olan Paşa biraz ya­ tışmış. Memduh Şevket 'i de çağırmış. O zaman genel sekre­ ter. O da demiş: - Paşam, yapmayın. Bunlar benim tanıdığım çocuklar­ dır. Böyle bir harekette öncü olamazlar, memleketin duru­ munu bilirler. (43) "

Samet Ağaoğlu da tanınmış pek çok milliyetçinin tutuk­ lanma girişimini kendi açısından nakletmektedir: "Memduh

Şevket Esendal'ın Cumhuriyet Halk Partisi'nin umumf ka­ tipliğinden kalacak tek bayırlı batıra pek az kimsenin bildi­ ği şu hadisedir,· Nihal Atsız'ın yazılanyla başlayan '19 Ma­ yıs Tevkifleri ' tam terör halini almak manzarasını gösterdi. Devrin hakimleri 'Bu insanlann asıl gayeleri bizi devirmek­ tir' diyerek uzaktan yakından milliyetçi tanınmış berkesin hapislere atılmasını istedikleri gün karşılanna çıktı. Onun deroiş tabiatından, mistik kafasından, tecrübelerle pişmiş aldırış etmemezliğinden bu hareketi beklemeyenler önce şaşırdılar, sonra da neticeleri yalnız memleket için değil, şahıslan için de çok fena olabilecek kararlanndan vazgeç­ tiler. (44) "

(43) 'J4tsız, Turan ideallerini anlatmış, Banguoğlu ağlamış", Tabstn Ban­ guoğlu ile röportaj, Yem Orh", 11. sayı, Ocak 1989 (44) Samet Ağaoğlu, Babamın Arlıadaşlan, lstanbul 1969


67

Tutuklamalar durulunca, yakalanmış olanlar İstanbul'a gönderildiler. Orada Emniyet Müdürlüğü nezarethanesindeki hücrelere konuldular. Bu hücreler, ancak tavandaki bir delik­ ten ışık alabiliyordu. Bir yatak konulduktan sonra gezirunek için çok dar bir alan kalıyordu. Tuvalet dışardaydı. İhtiyacı olan demir kapıya vuruyor; tuvalete, gelen görevlinin nezare­ tinde gidiyordu. Sorgulama sırasında tutuklulara ağır baskılar uygularunaktaydı. Bunların en korkuncu "tabutluk" denilen dar hücrelere konulmaktı. Bu hücreler, dikine duran, çimen­ todan yapılmış bir tabuta benziyordu. İçindeki şahıs, ancak ayakta durabilir, fazla kıpırdayamazdı. Tutuklunun başı üstün­ de 500'er mumluk üç lamba yakılırdı. Orada bulunan memur­ lar buna "beyin tavası" adını takmışlardı. Sorguya çekilenler­ den birkaçı bu tabutluklara konuldular. Bazılarının tırnaklan sökülmeye kalkışıldı. Atsız ise, yerin dibirıde, içinden lağım sulan akan, türlü böceklerin cirit attığı, rutubetli bir hücreye konuldu ve burada bir hafta kaldı.<45) Bazen de sorgulanan kişiye yumuşak davranılıp ağzından diğer sanıklar aleyhirıe ifadeler alırunasına çalışılıyordu. Dr. Fethi Tevetoğlu'nu sor­ gulayan İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir ile sıkıyöne­ tim savcısı Kazım Alöç ona şöyle bir soru sormuşlardı:

- Sen aklı başında, aydın bir gençsin. Atsız'dan başka ar­ kadaşlık, yoldaşlık edecek kimse bulamadın mı? Babasının Milli Mücadele kahramanı bir deniz subayı ol­ duğundan, vatanseverliği konusunda şüpheleri bulunmadı­ ğından bahseden sorgucuların bu suali, Tevet9ğlu'nun te­ pesini attırmıştı: - Atsız, cesurluğu ve sözünün erliği ile benim tanıdığım bir üstün karakter adamıdır. Türk olmak, Türklüğü sevmek ve hayatını Türklüğe adamak bir suçsa, onun bu suçuna ben de ortağım.<46) (45) Müftüoğlu Mustafa, Çanlraya'da Kabus, lstanbu/ 1973 (46) Dr. Fethi Tevetoğlu, "Bindokuzyüzkırkdörtlü/er': Yeni Orlrun, 11. sayı,


68

İşkence dışındaki zamanlarda , tutuklular, aynı koridor üzerindeki hücrelerde barınıyorlardı. Birbirleriyle görüşüp haberleşmeleri yasaktı. Bununla beraber, tuvalete götürü­ lüp getirilirken tesadüfen karşılaştıklarında selamlaşmak bile onlar için bulunmaz nimet olmuştu. Psikolojik durum­ ları her geçen gün daha kötüye gidiyordu. Hüzün, özlem ve ümitsizliğin karmaşık duyguları içindeydiler. Atsız, şiir yazarak vakit geçirmeye çalışıyordu . Bir gün, yazdığı şiiri, diğer arkadaşlarının da duyması için yüksek sesle oku­ muştu:

Burda güneş açmıyor Ümit kuşu uçmuyor; Yol yok, keroan göçmüyor; Dakikalar geçmiyor. Bir kadının melali, Bir yavrunun hayati, Bir evin öksüz bati Gözlerimden kaçmıyor. Döndüm vuslat yolundan, Yandım firkat çölünden, Tann rahmet selinden Bir damlacık saçmıyor. Karardı gündüz/erim, Kış oluyor yaz/anm, Duman/anan gözlerim Uzak yakın seçmiyor.


69

Bir gönülüm: Muratsız, Bir kartalım: Kanatsız, Kendinden geçse Atsız Dakikalar geçmiyor. Diğer hücredekiler, şiirin sonunda Atsız'ın sesinin biraz titrediğini hissetmişlerdi. "Bir daha oku" diye seslendiler. Atsız, şiiri bu sefer daha gür bir sesle

okudu. Hücrelerin

bazılarından "of' sesleri, bazılarından "geçer" sesleri yük­ seldi. Sorgular uzadıkça uzuyor, karanlık günler hiç bitmeye­ cekmiş gibi geliyordu . Bu durum ümitleri büsbütün kırıyor­ du . Atsız'ın iki ay sonra yazdığı bir başka şiirde, gücünün iyice azaldığını, ümitsizliğinin ise arttığını görüyoruz:

SESLENiŞ Yalnızım, ne kadar aranıp dursam Baş ucumda seni bulamıyorum. Güneşten vazgeçip susuz olsam da Seninle olmadan olamıyorum. Şu yollar bilmem ki dağ mı, ova mı? Gitsem bulur muyum kendi yuvamı? Kuş! Yolun nereye? Bizim eve mi? Sen götür, ben haber salamıyorum. Her gece arda bir yaslanan mı var? Sessizce kitpiği ıslanan mı var? Uzaktan bana bir seslenen mi var? Ne diyor? Sesini alamıyorum.


70

Acaba yaşlı mı kara gözlerin? İçimde bir derin yara gözlerin . . . Daldı mı uzak bir yere gözlerin? Görmüyor, bilmiyor, bilemiyorum. Günleri sayanm, geceler iner; Beklerim geceyi, yıldızlar söner; Gizli biryaram var, durmayıp kanar; Neresi? Bulup da silemiyorum. Ulaşsa da sana yollann ucu Varmağa yetmiyor Atsız'ın gücü. İçimde dururken bu kadar acı Hala yaşıyorum, ölemiyorum. Bedriye Atsız, yetmiş gün süren tutukluluk halinden sonra serbest bırakılmış ve evine dönmüştü. Fakat hala Ba­ kanlık emrinde bulunuyor ve maaşının ancak küçük bir bö­ lümü kendisine ödeniyordu . Bununla evi geçindirmek zo­ rundaydı. Sıcakların bastırdığı o yaz günlerinde, hücreler büsbü­ tün havasız ve bunaltıcı oluyordu . Sorgulamaların uzaması, tutukluların maneviyatını daha da sarsıyordu. İlk tutuklan­ dıkları günden o yana dört ay geçmişti. Nihayet Eylül 1 944'te yargılama başladı. Sanıklar, Tophane'deki Askeri Cezaevi'ne nakledilmişlerdi. Duruşma günleri buradan, de­ niz tarafında bulunan ve sonraları Malul Gaziler Yurdu ola­ rak hizmet görecek olan binaya götürülüyorlardı. Bu sırada ana caddedeki trafik kesiliyor; sanıklar, iki sıralı ve süngü takmış jandarmalar arasında karşıya geçiriliyorlardı. Atsız'ın Ekim 1944 sonlarında yazdığı "Yalnızlık " başlık­ lı şiir, aradan geçen zamanda ölüm fikrini daha kuvvetle ak­ lına getirdiğini gösteriyordu:


71

Yine aklımda bugün sen varsın Yine derdinle hayatim basta Bürü.sün kalbimi derdin, sarsın; Bir ümit var bu tükenmez yasta. Bir yaram var! Ona merhem vurman Bir hayaldir ki gönülden taşıyor. Ayınrken bizi yollar ve zaman Sana kalbim daha çok yaklaşıyor. Şimdi hülyaya gömülmüş ölüyüm; Ne gelen var; ne giden var; ne soran. lztırap yay/asıyım, gam çölüyüm; Esiyor sadece gönlümde boran. Bir hayal alemi ardında, uzak Sisli iklimlere sürdüm, gittim. Varlığım burda sönüp kaybolacak. . .

,

Belki ben şimdiden öldüm . . . Bittim . . . Hükumetin, Türkçüleri sindirerek Sovyetlerin takdirini kazanma ümitleri kısa zamanda boşa çıkmıştı<47). Moskova, Türkçülerin tutuklanmasını gülünç bir oyun olarak niteledi. Savaş talihinin kendisine dönmesinden yararlanarak, Bo­ ğazlardan sınırsız geçiş hakkı istedi. 1 925'te Türkiye ile im­ zaladığı antlaşmanın süresi 1945'te bitiyordu. Sovyetler, bu antlaşmayı uzatmak için yeni şartlar ileri sürdüler. Türkçü­ lerin katlanmak zorunda bırakıldığı eziyetler, dış politikada bir işe yaramamıştı. (4 7) Charles Warren Hostler, 'Tn>ndç in Pan-Turanism", Middle Eas­ tern Affairs, 111. Cilt, /. Sayı, Ocak 1952. Aynca Review, dizi N, 3 7. sayı, 15 Kasım 1944


Türkçüler duruşma sırasında. Ayaktaki üniformalı Dr. Hasan Ferit Cansever, yanında Reha Oğuz Türkkan, arkasında İsmet Tümtürk, onun arkasında Hüseyin N ı )rkun, Orkun'la Özbek arasında Alparslan Türkeş, Türkkan'ın yanında Dr. Fethi Tevetı ·nde en solda Muzaffer Eriş, onun arkasında Prof. Zeki Velidi Togan, Türkkan'ın arka. Hamza Sadi Özbek, iki üniformalı arasında Hikmet Tanyu, onun arkasında Said Bilg onun da arkasında başı gözüken Atsız. Türkçüler, Askeô Cezaevi'nin bir koğuşunda hep birlik­ te kalıyorlardı. Gazete ve kitap okumak serbestti. Bazı sa­ nıklar, aralarında satranç ve dama turnuvaları yapıyorlar­ dı. (48) Hücrelerden sonra burası onlara cennet gibi gelmiş­ ti. Zeki Veliöı Togan, "Türk Tarihi" adlı eserini tamamlama­ ya çalışıyordu. Atsız da ünlü "Bozkurtların Ölümü" romanı­ nı yazmaya başlamıştı. Duruşma salonuna dinleyiciler de alınıyordu. Onlara ay­ rılan sıralar her duruşmada tamamen doluydu. Dinleyiciler (48) "Orlmndan Sesler': Orlru11,

45. sayı, 10 Ağustos 1951


73

arasında yüksek rütbeli askeri hakimler ve subaylar, üniver­ site hocaları, sanıkların yakınları ve gençler de bulunuyor­ du. Askeri savcı Kazım Alöç, Atsız hakkında hazırladığı id­ dianamede şöyle diyordu: "Nihal Atsız bazı talebelerin pro­

fesörlerden Sadreddin Celal'e karşı gösterdikleri müessif ha­ reketleri günü gününe takip ederek bun/an mübalağalı bir şekilde Balıkesir'de kardeşi Nejdet Sançar'a, en yakın ele­ manlanndan Ankara 'da Cemal Oğuz ôcal 'a, Erdek 'te üs­ teğmen Alparslan Türkeş 'e, Samsun 'da Dr. Fethi Tevet'e: "İş­ te İstanbul yüksek tahsil gençliğinin Türkçülük faaliyetleri " diye yazmış ve bu vak'a/ardan tanıdık gençlerin haberdar edilmesini, etrafa yayılmasını işaret etmiştir. Maznunlar arasında bulunan Orhan Şaik Gökyay 'ın Ankara 'daki mevkiinden bilistifade yaptığı yardımla Orhun mecmuası­ nı neşreden maznun sırf umumf efkan hükumet aleyhine tahrik emeliyle Sayın Başvekilim ize hitaben bir açık mektup neşretmiştir. Ankara 'da Sabahaddin Ali tarafından aleyhine neşren hakaretten açılan dava münasebetiyle 24 Nisan 1944 günü Ankara 'ya giden Nihal Atsız, kendisinden evvel gelen Reha Oğuz ve hempalannı teşvik ve tarafta rlannın propaganda­ sıyla toplanan bazı gençler tarafından istasyonda karşılan­ dığı, ilk hamlede Hüseyin Namık Orkun ve konservatuvar direktöril Orhan Şaik Gökyay ile görilştüğü, kendisini ziya­ ret edenlere gene Profesör Sadreddin Celal ve Hilmi Ziya ha­ diselerini tekrarlayarak "İstanbul gençliği solcu profesör ve talebelere karşı şiddetli bir mücadele açmıştır. Gençlik ken­ disini her zaman göstermelidir" gibi tahriklere başlamıştır. Kendisinden evvel Ankara 'ya gelen Reha, Kadastro Okulu 'nda gizli bir toplantı tertip etmiş; Atsız-Sabahaddin Ali davasında gençliğin Nihal Atsız'a yardım şeklini tesbit etmek istemiş ve tezahürat yapılması fikrini köriiklemiştir. 2 Mayıs 1944 günü Nihat Atsız, Cemal Oğuz ôcal, Cebbar Şenel, Said Bilgiç bir nümayiş tertibine karar vemı işlerdir.


74

Muhakemeye takaddüm eden günlerde Reha tarajindan tertip olunan Kadastro Okulu 'ndaki toplantıda maznun Cemal Oğuz'un, Atsız tarajindan kendisine yazılan yuka­ nda arzettiğimiz Profesör Sadreddin Celiil hadisesinden bahseden mektuplannı heyecanla ve toplantıya iştirak edenleri galeyana sevkedecek surette okuyarak Ankara gençliğini de bu hareketlere alenen teşvik ettiği ve nihayet mahkemeden evvel Samsun 'da bulunan Fethi Tevet'e yaz­ dığı dava dosyasına bağlı 21 Nisan 1944 tarihli mektubun­ da: ''Atsız' dava için Ankara ya geldiğinde tezahürat yapa­ cağız" şeklinde bildirmesiyle işbu nümayişin Nihal Atsız, Cemal Oğuz ôcal ve Reha Oğuz Türkkan 'ın tahrik ve prog­ ram tanzim etmesiyle masum gençlerimizin samimi ve mil­ li hislerini dlet ederek emniyeti ihlal edecek şekilde milli menfaatlerimize muhalif hareket ettikleri sabit olmuş bu­ lunmaktadır. " (49) Atsız ve Reha Oğuz gruplarının Zeki Velidi Togan'ın evinde imzaladıkları barışma metni de suç unsuru sayılmış­ tı. Savcı, bunu "gizli cemiyet kurmak" şeklinde yorumla­ maktaydı. Sanıklarla savcı Kazım Alöç, hatta ara sıra mah(49) ilhan E. Darerıdelioğlu., Türldye'de MUHyetfiHlı Harelıetl.erl, is­ tanbul 1968. Irkcılık-Turancılık Davası 'nda Atsız'la birlikte yargılan­ mış olan Dr. Fethi Tevetoğlu, "Btndokuzyüzkırlzdörtlüler" adlı yazı di­ ztsinde iddianame hakkında şun/an belirtmektedir: "Irkçılık-Turancı­ lık diye açılacak diivilnın tddiiinamestntn bizzat Falih Rıfkı Atay'ın kaleminden çıkdığını; Çankaya'da Milli Şefinönü 'nün sofrasında bu iddiiinamenin son şeklini aldığı toplantıda Falih Rıfkı Atay, Hasan Ali Yücel, Vali Nevzad Tandoğan, Sabahaddin Ali, Şevket Süre_r.ya Ayde­ mir, ' Askeri Hakim Albay Osman Cevdet Erkut ve Askeri Hakim Yüz­ başı Kazım Alöç 'ün hazır bulunduklannı 1963 'de bizzat Kütahya Se­ natörü Emekli Hakim General Cevdet Erkut, arkadaşlanm Kocaeli Se­ natörü Amiral Rifat Özdeş ile Kayseri Senatörü Hüsnü Dikeçligil'in ya­ nında şahsen bana açıklamışdı. " ("Büyük Türkçü Atsız Kimdir? Türk­ çülük'deki Büyük Rolü Nedir? 'Yem Orlıun , 19. sayı, Kasım 1989)


75

keme başkanı arasında sert tartışmalar olduğu görülüyordu. Sanıkların tutanaklara geçmesini istediği hususlar çok kere dikkate alınmıyor, kararın evvelden verildiği gibi bir izle­ nim yaygınlaşıyordu . Sıra savunmalara gelmişti. Atsız, sav­ cının kendisini suçladığı Turancılık konusundaki savunma­ sında şunları söylemişti: "Turancılığa gelince: Bunun hak­

kında fazla söz söylemeyi lüzumsuz buluyorum. Dünyanın hiçbir yerinde kendi devletini büyütmek isteyenlere "vatan haini" denmemiştir. Biz Ziya Gökalp 'ın, Mehmet Emin 'in şiirleriyle beslendik. Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere baktık. Milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk. Ve millf kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık. Irkçı ve Turancı olduğumuz için vatan ve millet haini olduğumuzu gazetelerde ilan eden örfi idare kumandanıy­ la duruşmamızı yapan hakimlerin garip bir tesadüfle hep Turancılığa ait adlar taşıması Allah 'ın bir lütfu ve bir ihta­ rıdır. Mahkeme reisi generalin soyadı olan "Yazgan " katip manasına gelen bir kelimenin Türkistan telaffuzudur. Ge­ neral, pekala "Yazan " veya "Yazıcı " diye bir soyadı alabi­ lirdi. Bunun Türkistan teldffuzu olan şeklini almakla hiç şüphesiz kalbinde oraya kaT'Şı olan sevgisini göstermiştir. Albayın soyadı "Kaan " Turan imparatorlarının unvanı olan bir kelimedir. Hakim Osman Cevdet'in soyadı olan ''Erkut" Altay destanlarındaki bir kahramana aittir. Fazla olarak Millet Meclisi reis vekilinin "Günaltay", bir orgene­ ralin ''Altay", genelkurmay başkanının "Omurtak", Isparta mebusunun "Turan " soyadlarını taşıdığını, "Turan " diye bir vilayet gazetesi çıktığını zikredebilirim. Görülüyor ki, Turan ülküsü ve sevgisi bütün milletin gönlünde, şuurun­ da, tahteşşuurunda yaşamakta, biz farkına varmadan so­ yadlarımıza kadar geçmektedir. Bir gözcü nasıl yalnız sağ gözü tedavi ile iktifa edemezse bir Türkçü de öylece yalnız Türkiye Türklerini düşünmekle kalamaz. Nitekim hükUmet de dış Türklerle ilgisini kesme-


76

miş, ilk uygunfırsatta Antakya sancağını ilhak etmiştir. Ha­ lep ve Musul da Millf Misak 'a dahildir. Antakya 'yı istemekle ırkımızın beşiği olan ülkeleri istemek arasında mahiyet far­ kı yoktur. Kimseden haksız bir şey talep etmiyoruz. Atalan­ mızdan kalan mirasın, mefahirimizin gömülü olduğu top­ raklann bizim olması ülküsünü kalbimizde taşıyoruz. Ora­ /an unutmamak istiyoruz. Oralarda çiftlik yahut apartıman yapacak değilim. Milletim için düşündüğüm haklardan do­ layı da kimse bana "vatan haini" diyemez. Bu çirkef iftirayı iadeye tenezzül etmiyornm. Kimin hain, kimin vatanperver olduğunu tarih tayin edecektir. Hatta etmiştir bile . . . " Savunma şu cümlelerle

sona eriy_ordu: "Sözlerimi bitirir­ ken tarihf bir misal zikretmeden kendimi alamayacağım. Taşa tutularak öldürülecek bir maznun hakkında İsa Pey­ gamber'in fikrini sorduk/an zaman ilk önce hiçbir şey söy­ lememiş. Israr olununca "İçinizde hiç günahsız olan kim ise ilk taşı o atsın " diye cevap vermiş. Siz de, eğer bir parça olsun benim gibi düşünmüyorsa­ nız, iyi veya kötü daima doğruyu söylediğime kani değilse­ niz, istediğiniz şekilde karar verin. Siz hakimler de insan olduğunuz için belki insanlık icabı zuhüllerde (yanlışlıkta) bulunabilirsiniz. Fakat yanılmaz hakim olan zaman yani tarih, hepimiz hakkında en doğru karan verecek, ırkçı ve Turancı olduğum için mahkum olursam bu mahkUmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir. 60/A-B) "

Kararlar 29 Mart 1 945 günü açıklandı. Atsız 6 yıl 6 ay 1 5 gün ağır hapse, 3 yıl Adana'da ikamete ve kamu hiz­ metlerinden ömür boyu mahrumiyete mahkum edildi. 1 0 yıl hapis cezası alan Zeki Velidi'den sonra e n ağır ceza (50/A) ''.Atsız'ın Savunması " 3-4, Orlıun, 58-59.sayılar, Aralık 2002-0cak 2003 (50/B) Yavuz Bülent Btllailer, 1944-1945 Irlıçıhlı-Turancılılı Davasında Sorgular Savunmalar, s. 1 1 1, lstanbul 2010


77

ona verilmişti. Hüküm giyenler kararı temyiz ettiler. Aske­ ri Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı­ nı esastan bozdu. Davanın yeniden, fakat başka bir mah­ kemede görülmesini, sanıkların tahliye edilmesini karar­ laştırdı (23 Ekim 1945). Atsız'ın bir buçuk yıla yakın süren çileli tutukluluk hali bu kararla sona eriyordu . Şimdi ser­ best, fakat yine işsizdi. Babası Mehmet Nail Bey, o hapis­ teyken Deniz Hastahanesi'nde hayata gözlerini yummuş, ölüm haberini bir çavuş, komşuları Sıdıka Hanım'a tebliğ etmişti. Bedriye Atsız, Cuma günleri Nişantaşı'ndaki Bri­ tish High School (İngiliz Okulu)'da tarih dersi veriyor ve ayda 30 lira kazanıyordu . Üç nüfus, işte bu parayla geçin­ mek zorundaydılar. 30 lira tabii ki yetmiyor, babadan kal­ ma halılar, başka eşyalar ve bir kısım kitaplar yok pahası­ na satılıyordu. Atsız'ın parayla pulla, alış verişle pek ilgisi yoktu. Şimdi, 1 939'da Ateş Çocuklar dergisinde tefrika edilmeye başlanan, ancak yarım kalan Bozkurtların Ölü­ mü romanını tamamlamak için ölesiye çalışıyordu . Sarı sa­ man kağıtlı kalın bir deftere, reklam diye verilmiş uzun bir kurşun kalemle durmadan yazıyordu . Tasarruf maksadıy­ la, geceleri tek bir masa lambasını yakıyorlardı. Atsız, bu lambanın ışığında, o gün yazdıklarını eşine ve oğluna okuyordu . Okumaya başlarken Bedriye Hanım sorardı: - Nasıl, bu bahis yine biftek gibi kanlı mı? Atsız ya "evet", ya "hayır" der, bazen de yatıştırmak için "Pek o kadar değil" diye cevap verirdi. Sonra okuma faslı başlardı. Bir Cuma akşamı, Nişantaşı'ndan yorgun argın dö­ nen Bedriye Atsız uykuyla uyanıklık arasında dinlerken sı­ ra Çalık'ın hikayesine gelmişti. O zaman birden canlanıp: - Çalığı öldürürsen gözünü oyanın, diye haykırmıştıC51). Romanın kahramanları, neredeyse evin fertleri haline gelmişti. (51) Yağmur Atsız, ônrraman tu. 65 Yllı, lstanbul 2005


78

Nihayet son satır yazıldı ve altına tarih atıldı: 13 Nisan 1946. Romanı, Atsız'ın eski arkadaşı, Türkiye Yayınevi sahibi Tahsin Demiray yayımladıC52). Bozkurtların Ölümü, bizdeki tarih romancılığında klasik bir eser niteliği kazandı ve o yoklukta aile bütçesine önemli bir katkı sağladı. Askeri Yargıtay'ın mahkCimiyet kararlarını bozması üze­ rine tahliye edilen Atsız'ın sinirleri o dönemde çok gergin­ di . En küçük bir şeyden asabileşiyordu . İçkiye de, sigara­ ya da düşkün değildi . Ama, bu gergin günlerinde hem ra­ kı hem sigara içmeye başlamıştı. Basındaki olumsuz pro­ paganda yüzünden, çevrelerindeki bakış açısı yalnız Atsız'ı değil, eşini, hatta o yıl ilkokula başlamış olan büyük oğlu Yağmur'u da tedirgin ediyordu. Çocuk, okulda laf dokun­ durmalar sıklaştıkça kendini aşağılanmış hissediyordu . Du­ rumu anlattığı babası, ona aldırmamakla direnmek meto­ dunu tavsiye etmişti . Fakat iğnelemelerin ardı arkası kesil­ meyince, bir gün onu karşısına aldı ve bir akıl verdi . Okul­ daki en yakın arkadaşına, fakat sadece ona Hitler diye biri­ ni tavan arasında sakladıklarını söyleyecek ve bu sırrı kim­ seye anlatmaması için bir de yemin ettirecekti. Yağmur er­ tesi günü söyleneni yaptı. Arkadaşı meraklıydı: Hitler kim­ di , niye saklanıyordu, hangi yemeklerden hoşlanıyordu gi­ bi bir sürü soru sordu. Fakat Yağmur tembihliydi, başka hiçbir "sır" vermedi. Aradan üç-dört gün geçip de hafta so­ nu tatili gelince, evlerinin önünde iki siyah otomobil dur­ du. Arabalardan inen takım elbiseli beş-altı şahıs Atsız'a, evde Adolf Hitler adında bir "misafır"in bulunup bulunma­ dığını sordular. "Hayır, ne münasebet?". Adamlar inanmaz gözlerle bakıyorlardı. Evin her tarafını aradılar, bahçedeki sarnıcı bile. Ama Hitler yoktu . Demek onlar gelmeden bir yolunu bulup kaçmıştı. Bu olay, Atsız'ın o dertli günlerde(52) hk basımı: Türkiye Yayınevi, 1stanbul 1946


79

ki muzipliği kadar, dönemin anlayışını göstermesi bakı­ mından da dikkat çekiciydi. Türkçülük davası görülürken bir başka dava daha onu meşgul ediyordu. Orhun dergisinin 1 5 . sayısında "Türk kızı ağlasın" başlıklı bir yazı çıkmıştı. Bu yazıyı, Atsız'ın eski bir öğrencisi Isparta'dan göndermişti. Yazıda Kız Enstitüsü öğ­ reunenlerinden birinin, Isparta'da enterne edilmiş bir İtal­ yan subayı ile macerasına dokunuluyordu. Bunun üzerine hem o öğreunen hem de enstitü müdürlüğü, yazıyı yazanın aleyhine dava açmışlardı. Fakat, kanunen derginin sahibi de sorumlu tutulduğu için, Atsız da davaya dahil edilmişti. . Tutuklu bulunduğu Tophane'den süngülü jandarmalar arasında götürüldüğü ilk duruşmada Atsız, bir dava bitme­ den başka bir davaya bakılamayacağını ileri sürerek ifade vermemişti. Fakat tahliye edilince dava yeniden kurcalan­ maya başladı. Atsız, bunun, Kız Enstitüsü müdürlüğü kana­ lı ile Hasan Ali Yücel tarafından yapıldığını düşünüyordu. 1946'nın Mayıs ve Haziran aylarındaki üç oturum, dava so­ nunun iyi bitmeyeceğini gösteriyordu. Neyse ki, kanunlar­ da yapılan değişiklik sonunda bütün basın davalarıyla be­ raber Atsız'ın davası da düşmüş oldu. Bu arada ikinci oğlu Buğra dünyaya gelmişti 0 946) . Bedriye Atsız'ın da Bakanlık emrindeki "ceza"sı sona ermiş­ ti. Şimdi Erenköy Kız Lisesi'nde tarih öğreuneniydi O güne kadar yazdığı şiirler 1946'da "Yolların Sonu" adıy­ la kitap halinde yayunlandı. Kitabın basımı için gereken pa­ rayı bir avuç Harbiyeli öğrenci kendi aralarında toplamıştı Savaştan sonra Müttefikler arasında çıkan anlaşmazlıklar kısa zamanda soğuk savaş haline dönüşmüştü . Türkiye bu defa Sovyet tehdidini daha yakından hissetmeye başlamış­ tı. Ruslar, Doğu Anadolu'daki iki ilimize ilaveten Boğazlar üzerinde de söz sahibi olmak istiyorlardı. İki Gürcü profe­ söre yayınlattıklan makale, onların niyetlerini açığa çıkar­ mıştı. Gazeteler ve dergiler, Rus isteklerine şiddetle karşı çı-


80 kıyorlardı. Atsız da bu arada İ. Sururi Ermete takma adıyla

Türkiye Asla Boyun eğmeyecektir (Türk-Rus savaşlannın özeti) broşürünü yazıp yayımladı. Yol ayrımına gelen Anka­ ra, bu şartlarda demokrasilerin tarafına geçmeyi uygun bul­ muştu. Amerika Birleşik Devletleri, Missouri zırhlısını İstan­ bul'a göndererek Moskova'nın niyetlerine set çekmek iste­ mişti. Dış politikada ibreler yeniden yer değiştiriyordu . Çok partili rejime geçiş de bu değişimin tabii bir sonucuydu . Ar­ tık Sovyetleri memnun etmek için sebep kalmamıştı. Türk­ çülerin yeniden görülen davaları da bu siyasi gelişmelerden etkilenmekteydi. Türkçülerin davası S Ağustos 1946'da, bu sefer 2. Sıkıyönetim Mahkemesinde görülmeye başlandı. 29 oturum devam eden dava 31 Mart 1947'de sona erdi. Du­ ruşma hakimi Albay Şevki Mutlugil'in okuduğu karar öze­ tinde 3 Mayıs 1 944'te yapılan ve davaya mebde olan nüma­ yişin, Ankara gençliğinin sırf milli duygularından doğduğu belirtiliyor, o tarihte komünistlerin azmaya başlaması, Saba­ hattin Ali'nin Nihal Atsız aleyhine dava açması gibi sebep­ lerle heyecanlanan gençliğin, komünistlere karşı duyulan kini izhar etmek istediği anlatılıyor ve

"Bu nümayiş millf bir ideolojinin, millf olmayan bir ideolojiye ka'YŞı tepkisin­ den ibarettir" deniliyordu. Karar metni şöyle sona eriyordu : . . . uzun bir tahlilden sonra hükumet darbesi kastının bu­ lunmadığını söyledikleri ve reddettiklerini, mantıken de bu­ na imkan olmadığı, Vali Dr. Lütfi Kırdar dahil dinlenen pek çok şahitlerden ve mektuplardan anlaşılmış, aksine po­ lise verilen tek bir ifadeden başka bir şey görülememiş olup, bu suretle sabit olmayan bilakis millf bir gaye için çalıştık­ /an tebeyyü n eden Zeki Velidf ve arkadaşlannın beraat/eri­ ne karar verilmiştir. " "

Bu kararla, Atsız ve diğer bütün sanıklar suçsuz bulun­ muş oluyorlardı. Böylece üç yıla yakın süren <livadan hay­ li yıpranmış olarak, fakat altlanmak suretiyle çıkmışlardı. Beraat edenler, cezaevinde geçirdikleri bir buçuk yılı, iler-


81 de " Paris tevakkufu" olarak anacaklardı: Hayatlarının o ka­ yıp dönemini sanki Paris'te geçirmişler gibi. Basın hayatına gelen serbestlikten yararlanan Türkçü dergiler art arda yayınlanmaya başlamıştı . Atsız, bu dergiler­ den Altın Işık, Özleyiş, Kür Şad, Kızılelma 'ya makaleler yaz­ makla meşguldü . Bunu bir görev olarak yapıyordu. Bu ya­ zıların aile bütçesine hiçbir katkısı yoktu . Neyse ki, Tahsin Demiray, ona, Türkiye Yayınevi'nin tarihi yayınlarına neza­ ret etme işini vermişti. Bu sırada yazdığı bir mektupta "Ken­

dime ayıracak zamanım yok" demektedir. Yine de Yeni Sa­ bah gazetesine haftada bir yazı veriyordu: "Ben 15 aydır Yeni Sabah gazetesine yazı yazıyornm. Haftada bir yazı koyuyor ve makale başına 15 lira veriyorlar. Görüyorsun, kazancım yolunda. 20 lira verecekleri hakkındaki sözlerini tutsalardı, büsbütün zengin olacaktım ve parayı koyacak yer bulamayacaktım. Gazeteci olmak hoşuma gitmiyor ama ne yapalım, felek utansın. " (53) 1947'de kendisiyle yapılan bir röportaj, Atsız'da Türkçü­ lüğün siyasi parti haline gelmesi fikrinin geliştiğini göster­ mektedir. Bu röportajda şöyle diyordu:

"Bugünkü Türkçülük vuzuhsuz birfikir cereyanı, Türk­ çüler de başbuğsuz ve disiplinsiz büyük bir başıbozuk ordu­ sudur. Türkçü olduğunu iddia edenlerin bir kısmı Türkçülü­ ğün ne olduğundan habersizdir. Bir kısmı Türkçülüğü yal­ nız Müslümanlık sanmaktadır. Bir kısmı da Türkçülüğün Kemalizm olduğunu iddia etmektedir. 25 yıllık istibdat ve dalkavukluk, her şey gibi milliyetçi­ liği de kısmen tereddi ettirdi. Türkçülük, şimdiye kadarpar­ tilerin dışında, kutlu bir inanç olarak yaşıyordu. Bir yanm din haline gelmişti ve onun bu görünüşü güzeldi. Bugün (53) lsmaü Hakkı Yılanlıoğlu 'na yazdığı 3 Ocak 1949 tarihlt mektuptan


82

ise Türkçülüğü başıbozukluktan kurtarmak için, onun bir siyasf parti haline gel­ mesinde mutlak bir zaruret görü­ yorum.

Kızı lelma dergisinde röportajı yayı nlandığı sı rada çizilmiş bir resmi

Türkçüler ken­ di ara/annda bir­ kaç hizbe bölüne­ bilir/er. Fakat baş­ kalamıa karşı müştereken mü­ dafaa edecekleri prensipleri teshil edip işlemezlerse, Türkçülük fikri sönük kalmaya

mahkumdur. Her şehir ve kasabadaki Türkçüler kendi aralannda toplanıp gayet kısa olmak şartıyla şu üç şeyi tesbit etmelidir: 1 . Türkçü partinin programı 2. Türkçü partinin nizamnamesi 3. Her yerdeki Türkçüleri temsil edecek bir kurultayın nasıl yapılacağı Bunlar teshil olunduktan sonra her şehir ve kasabadaki Türkçülerin mümessillerinden mürekkep bir kwultay İstan­ bul'da toplanarak partinin temellerini atar. Türkçüler, ka­ bul olunacak yasaya sadık kalacaklanna dair Türk sözü verip icraata ve mücadeleye girişirler. Namuslu bir seçim yapıldığı takdirde Türkçülerin % 25 30 rey a/acaklannı umuyorum. Tabif, bu bir başlangıçtır. İki, üç devre içinde -


83

Türkçülerin çoğunluğu kazanması muhakkak ve mukad­ derdir. " (54) Zaman yokluğundan şikayetine rağmen, milli dava ola­ rak gördüğü konularda kendisinden yazı istendiği zaman yazmaktan da geri kalmıyordu. Kıbrıs'ta Enosis belirtileri­ nin ilk görüldüğü sırada bu mesele Türk kamuoyu tarafın­ dan henüz benimsenmemişti. Gözler, ancak birkaç yıl sonra Kıbrıs'a çevrilecekti . Fakat, daha o tarihte (1 949) At­ sız, Kıbrıs'la ilgili görüşlerini son derece net olarak ortaya koymuştu . "Türklerin Yeşiladası" başlıklı yazıda şöyle di­ yordu :

''Tarihin ne garip bir tecellisi!. . Biz Yeşilada yı savaşla Venediklilerden aldık. Savaşsız İngiliz'e bıraktık. Şimdi de Onu, uğrunda elli bin şehit verdiğimiz kutsal adayı, orası için bir damla kan akıtmamış olan Yunanlı istiyor. Her yıl bayramı yapılan Lozan 'ın en acı tarafı hiç şüphesiz Kıb­ rıs'ın kaybını kabul edişimizdir. Yeşilada bizimdir. Yeşilada bizim olacaktır. Üzerinde yaşayan 90.000 Türkle, Türkiye 'deki 200. 000 Kıbrıslı Türk­ le ve hepsinden fazla on altıncı asırda toprağına gömdüğü­ müz şehitlerimizin kanı ile Kıbrıs bizimdir!. . " (55) Atsız'ın bu yazısı, Kıbrıs Türkleri arasında sevinçle kar­ şılandı. Bu yazı üzerine, Kıbrıs'ta çıkan Sabah gazetesinde bir cevap yayımlandı:

"Ey büyük Türkçü! Bozkurtlann kükreyişini andıran erkek sesini dinledik. Bu seste Ergenekon 'dan, Kızılelma 'dan şimdiye dek binbir akına katılan atalanmızın kasırga/aşmış imanını duyduk. Bu seste, Kıbns 'ın öksüz Türklüğü için doğacak Ergenekon (54) Mustafa Tatlısu, "Atsız'la Konuştum ", Kızılelma, 3. sayı, 14 Kasım 1947 (55) Atsız, "Türklerin Yeşiladası Yeıu.ada, 11. sayı, Eylül 1949 ",


84

güneşinin alevlerini gördük. Bu sesle duygulandık, umut­ landık ve maneviyat yönünden çok şey kazandık. " Ey büyük Türkçü! Senin Türklüğe meşale olan, Turan 'a giden yolu göste­ ren yazılannın, eserlerinin, uğrunda benliğini vakfettiğin büyük 1ürklük dünyasında bugün her zamankinden fazla ülküleştiğine şahit olduk. " (56) Türkiye Yayınevi'ndeki çalışma dönemi, Atsız için, yeni eserler hazırlayabilmesi bakımından yararlı olmuştu. Boz­ kurtların Ölümü rağbet görünce, onun devamı olan Boz­

kurtlar Diriliyor romanını bu dönemde yazıp bitirmişti (57). Türkiye Yayınevi, 1949'da Osmanlı Tarihleri adlı bir di­ zi yayımlamaya başlamıştı. Atsız, bu dizinin 1 . kitabı için Osmanlı tarihlerinden üçünü hazırladı: Ahmedl'nin Dastdn

Tevarih-i Müluk-i Al-i Osman, Şükrullah'ın Behçetü 't- Te­ vdrih ve Aşıkpaşaoğlu Ahmet Aşıkl'nin Tevarih-i Al-i Os­ man kitapları. ve

Aynı dönemde, Türkçü çevrelerde Orhun'un yeniden yayımlanması için bir eğilim başlamış, gözler yeniden At­ sız'a çevrilmişti . Ancak, onun tereddütleri vardı. Kendisine müracaat edenlere bazı şartlar ileri sürüyordu. Para toplama işine karışmayı istemiyor, buna karşılık derginin yayınında tek yetkili olmayı düşünüyordu (58). Bu danışma ve tartış­ maların uzunca bir süre devam ettiği anlaşılıyor. 1 946 ile 1949 arasında kabine sık aralıklarla değişmek­ teydi. Recep Peker'den sonra Hasan Saka başbakan olmuş, onu Şemsettin Günaltay takip etmişti. Hükumetlerle birlik­ te iç politikada da değişimler olduğu görülüyordu. Bunla­ rın bir kısmı, rejim değişikliğine bağlı olarak gerçekleşiyor(56) Ahmet Muzaffer Gürkan, Sabah, 80. sayı, 1 5 Ektm 1949 (57) ilk baskısı: Türkiye Yayınevi, lstanbul 1949 (58) Atsız'ın, Yı/anlıoğlu 'na yazdıAı 16 Aralık 1948 tarihli mektuptan


85

du. Bazıları da, eski politikalarda yumuşama izleri taşıyor­ du. Hasan Ali Yücel'den sonra Reşat Şemsettin Sirer, ondan sonra da Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu , Milli Eğitim Bakanı ol­ muşlardı. Bu dönemde İlahiyat Fakültesi açılmış, İmam-Ha­ tip liselerinin temeli atılmıştı. Okullarda din eğitimi verilme­ si de karara bağlanmıştı. İktidarın Türkçülere karşı öfkeli yaklaşınu da değişmişti. Ayrıca, Tahsin Banguoğlu, Atsız'ın, Edebiyat Fakültesi'nden sınıf arkadaşıydı. Bir gün, Meclis'te bir arkadaşı: - Banguoğlu, Nihal'in durumunu biliyor musun, demişti. - Nedir? - Dört senedir açıkta. - Deme yahu! Ertesi sabah, aynı zamanda hocası olan müsteşar Besim Kadırgan'ı çağırmıştı . - Nihal Atsız'ın durumunu herhalde biliyorsunuz. - Çok üzgünüm. Nasıl bilmem. İkiniz birlikte talebemdiniz. Biliyorsunuz, onlar beraat ettiler. Vazifesine iade etme­ miz lazımdı. Hasan Ali Bey bu tayini yapmadı. Reşat Şem­ settin Bey de Paşa'dan çekindi. Banguoğlu, hukuk işleri müdürünü çağırdı : "Anlat" dedi. - Efendim, maalesef öyle. Gerçi kendi müracaatı yok. Ama bizim re'sen tayin etmemiz lazımdı. - Mağrur adamdır. Tenezzül etmemiş olacak. - Altı ay vekalet emri sonunda yanın maaşı da kesilmiş. Tazminat davası da açabilirdi. - Gayrı kanuni muamele. Suçlusunuz. Hemen bir mucip yaz, getir. Banguoğlu getirilen tayin emrini imzaladı. Atsız, böyle­ ce Davutpaşa Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine atandı (25 Temmuz 1 949). Orada göreve başlamadan hizmet yeri Sü­ leymaniye Kütüphanesi eski eserleri tasnif memurluğu ola-


86

rak değiştirildi. Banguoğlu, eski arkadaşının orada rahat ça­ lışabileceğini düşünüyordu. Aslında bu görev, herhangi bir memuriyetten farklıydı, uzmanlık gerektiriyordu . Atsız, beş buçuk yılı öğretmenlikten uzak ve resmen işsiz olarak ge­ çirdikten sonra yeniden devlet hizmetine girmişti. Her şey yoluna girmiş gibi görünüyordu . Atsız ve arka­ daşları hakkında, basının ve hükumet çevrelerinin çeşitli suçlamalar ileri sürdüğü dönemde tenhalaşan ev şimdi ye­ niden hareketlenmişti. Kendilerine de "suç" bulaşabileceği endişesiyle selam vermekten kaçınanların yerini, Bedriye Hanım'ın şen şakrak kız öğrencileri ve Atsız'ın -çoğu genç­ ziyaretçileri almıştı. Zeki Velid! Togan ve Mükrimin Halil Yı­ nanç gibi tarihçileri, Orhan Şaik Gökyay ve Nihad Sami Ba­ narlı gibi eski arkadaşları, Numan Esin ve Muharrem Ergin gibi genç subay ve akademisyenleri Atsızlann evinde gör­ mek mümkündü . Bedriye Atsız, sosyal yönü güçlü bir ha­ nımdı. Eski-yeni öğrencileriyle samimi olabiliyor, fakat gö­ rünmez otoritesini de muhafaza ediyordu. Bedriye Atsız'ın, okul müdiresi ile arası açıktı. Müdire hanım, bir yolunu bulup onu Kumkapı Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine tayin ettirmişti. Bedriye Atsız, bunun üzeri­ ne Ankara'ya giderek tayin yerini Haydarpaşa Lisesi'ne çe­ virtti (1 949).0nun Ankara'ya gittiği sırada, evde yardımcı olarak bulunan kız hastalanmış, üç ay peritonit tedavisi gör­ müş, ardından bademcik ameliyatı geçirmişti. Çocuklara bakma işi, kütüphanedeki görevine başlayan Atsız'a kalmış­ tı. Zor günlerdi. 14 Mayıs 1950 tarihi, Türkiye'nin siyasi hayatında önem­ li değişmelerin başlangıcı olmuştu . CHP iktidarı yerini De­ mokrat Parti'ye bırakmıştı. Bu partinin liderleri, muhalefet yıllarında, Türkçülere yapılan baskı ve işkenceleri çeşitli ve­ silelerle dile getirmişlerdi. Demokrat Parti'nin İstanbul İl Başkanı Kenan Öner, yargılanan Türkçülerin savunma avu­ katlığını yapmış, dava sırasında Hasan Afi Yücel'in komü-


87

nistleıi himayesini ispat ederek onun manen mahkum edil­ mesini sağlamıştı. Demokratların 1950 seçimlerini açık fark­ la kazanmalarında bütün bunların payı bulunmaktaydı . Mil­ liyetçi kimliği ile tanınan Tevfik ileri de Milli Eğitim Bakanı olmuştu . Bu gelişmeler, Atsız'ın Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine getirilmesini sağladı (21 Eylül 1 950). 10 gün sonra da Orkun dergisi, bu defa haftalık olarak yayın haya­ tına girdi. Atsız, derginin başyazarıydı. Ortak bir girişimdi ama, sahibi olarak İsmet Tümtürk gözüküyordu . Orkun'un 2. sayısında Türkçüler Yardımlaşma Derne­ ği hin ana tüzüğü yayımlandı. Türkçüler arasında yardım­ laşmak ve Türkçü faaliyet ve teşekküllere her türlü yardımı sağlamak amacıyla kumlan bu derneğin kunıculan Atsız, İsmet Tümtürk ve Bekir Berk'ti. Türkçüler Yardımlaşma Derneği'nin üye sayısı zamanla artmakla beraber, amacına ulaşmada çok etkili olamadığı anlaşılmaktadır. Dernek, 27 Mayıs 1960'tan sonra kapanmıştır. Atsız, sadece başyazı yazmakla kalmıyor, Orkun'un bir­ çok işiyle de uğraşıyordu . Üstelik, haftada 23 saat ders koymuşlardı. Artık, evin iş­

\

lerine yardımcı olacak zamanı kalmamıştı. Bu

�­

yüzden , eşiyle arasında

�>

anlaşmazlık

çıkıyordu :

"Bedriye ile istanbul'daki Sirkeci göçmen evine giderek bize bir kız VP'l'a -J kadın arayacaktık. İstanbul'a indik. Fakat derginin işleri yüzün­ den öteye gidemedik. Bedriye, Orkun 'dan bizim eve bir fayda var mı? Benim yorgu nlu-

;:t

O R K U ·N ·

?

a ll T l l t ll a a u a a l a O a D U

...t ' ·;... .. ı )1 •·

_______,

� <.• • ·-� � · ·-��

._,..

ı.·

.

SAYI

,.

- -·

'<. � ·:

�....

t

. , .e ·

,"AHUnl'll..I• --

__._ -

ti"'�.��- _.: :._· ....

... ... ...

.

........

... .._._...

__

ı . mıı - • FIAT1

25

.


88

ğum ve uykusuzluğum Orkun dergisiyle telafi olunacak mı? Diye haklı olarak soruyor. Ve kendisine yardım edebilece­ ğim saatleri mecmuaya hasrettiğim için kızıyor. Bu yüzden evin buzum kaçıyor ve aile saadeti namına bir şey kalmı­ yor. Hatta ne saadeti? Ailenin istikbali ve bekası bile tehlike­ ye giriyor. " (59) O dönemde liselerde üç defa kanaat notu verilirdi. Ya­ ni, öğrenciler üç kere karne alırlardı. Atsız, her dönemin or­ talarına kadar ders anlatırdı. Her ders bir konferans gibiydi. Öğrenciler onu dikkatle ve çok kere de heyecanla dinler­ lerdi. Sonra yazılı yoklama yapardı. Yazılıdan verdiği notla­ rı

öğrencilere okurdu . Böylece herkes kaç aldığını öğren­

miş olurdu. Sıra sözlüye geldiği zaman, öğrencileri sırayla tahtaya kaldırır ve ilk önce İstiklal Marşı'nı okuturdu . Ezbe­ re okuyamayan not alamazdı. Okuyabilene ise dersle ilgili sorular sorardı. Notu bol değildi ama kimseye hak ettiğin­ den az not vermezdi. Sanki elinde görünmez bir terazi var­ dı. <60)

Daha sonralan, eski bir öğrencisi olan Attila İlhan, At­ sız'ı şöyle anlatacaktı:

". . . 1941 'di galiba. lzmir'deki bir liseden komünistlikten dolayı kovuldum. Belge aldığım için hiçbir yerde okuyamı­ yordum. Özel bir lisede okuyabilir mi diye beni lstanbul'a yolladılar. Boğaziçi Lisesi'ne geldim. Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmenim kimdi, biliyor musunuz? Nihal Atsız idi. Ben "eyvah " dedim bu adam beni h emen mimleyecek ve perişan edecek". Ne bekliyornm, biliyor musunuz? Bir Hitler bekliyordum ben. Geldi, hiç de öyle bir adam görme­ dim. Derli toplu, aklı başında, işini çok ciddiye alan bir adamdı. Her çocuğun İstikliil Marşı 'nı ezbere bilmesini is­ terdi. Onu yapamadın mı, sifın alıp oturuyordun. Ve sınıf"

(59) At.çız'ın Yı/anlıoğlu 'na 1 Ekim 1950 tarihli mektubundan (60) Altan Deliorman, Taındığım Atsız, lstanbul 2000


89

ta bu işi yapan tek adam ben çıktım. "Sen kimsin, nereden çıktın yahu?" dedi. "Ben şuyum " dedim. "Sende iş var" de­ di. Birkaç soru daha sordu ve bizim Nihal Bey ile öğrenci­ hoca ilişkisi çok büyüdü. Derslerinde hiç politik telkinde bu­ lunduğunu hatırlamıyorum. Sadece, İslam öncesi Türk ta­ rihinden daha çok bahsederdi. Yani onunla daha çok ilgi­ lenirdi. " (6l) Liselerin dört yıla çıkarılmasıyla ders saatleri yeniden düzenlenmişti. Bu arada, serbest seminer saatleri konul­ muştu. Haftada iki saat olan seminerlere belli hocalar neza­ ret ediyordu . Seminerler arasında tercih yapılabiliyordu. At­ sız'a da iki seminer saati ayrılmıştı. Öğrencilerin soru sor­ ması serbestti ve konular sınırlanmamıştı (62 a,b,c) . Birçok öğretmenin seminerine dört-beş öğrenci giderken, Atsız'ın sınıfı ağzına kadar doluyordu. Hatta sonraki haftalarda öğ­ renciler oturacak yer bile bulamıyorlardı. İlk seminer saatinde Atsız, Orhun alfabesini anlatmıştı. Onu takip eden haftalarda ise öğrencilerin sorularını cevap­ landırıyordu. Namık Kemal'e, Ziya Gökalp'a, İkinci Dünya Savaşı'na, Masonluğa, Amerikan yardımına, Dr. Rıza Nur'a, Aptullah Ziya Kozanoğlu'na ve Türk tarihine ait sorular ön planda geliyordu. Atsız, bunların hepsine sabırla cevap ve­ riyordu. Haydarpaşa Lisesi, vaktiyle Askeri Tıbbiye olarak kul­ lanılan binada bulunuyordu . Atsız, askeri okuldan çıkarıl­ dıktan yıllarca sonra bu binada edebiyat öğretmeni olarak (61) A13/an Bulut, "Atsız ve Kültür Kodlanmız", 'I'arllfülerlrı Kalemln­ deıl Ats1%, lstanbul 2000. (62a) Uğur Derman, "Mahir Hoca 'dan izler", Kubbealtı Aluuleml Mec­ ,_a.n , 4. yıl, 1 . sayı, 1 Ocak 1975 (62b) Dr. Süleyman Herle, "Gelenek ve Gelecek", 111 Saruıtlan, 2. sayı, 2006 (62c) Beşir Ayvazoğlu, "M. Uğur Derman anlahyor: 'Ben iki nesil arasın­ da köprü oldum'", T-arlı Edebiyatı, 305. sayı, Mart 1999


90

görev yaparken hatıralarla doluyordu . Koridorlar, sınıflar, ona eski günleri hikaye ediyordu . Bu heybetli "şato"nun o muhteşem ruhu kaybolmuş gibiydi. Şimdi içinde bulunan­ lar, o eski ruha yabancı kimselerdi.

. . . Onlar, öğretmen­ den beş numara koparabilmeğe uğraşan çocuklarla, ay başını iple çeken ve maaş hesabından başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir takım ölülerdi. Asıl yaşayanlar bir za­ man orada bulunmuş, konuşmuş, şakalaşmış, çalışmış, döğüşmüş ve hepsinden fazla olarak da ıztırap çekmiş As­ keri Tıbbiyeli/erdi . . . .Atmacalar yuvasında şimdi serçeler bulunuyordu. " "

Bir taraftan öğretmenliğin gereklerini yerine getirirken diğer taraftan Orkun'a yazı yazmak, zamana ihtiyaç gös­ teriyordu . Yine de birçok makalenin yanı sıra " 1 944- 1 945 Irkçılık-Turancılık Davası" adlı tefrika, Atsız'ın kalemin­ den çıkıyordu. Bu tefrikanın 1951 yılının ilk ayında kesin­ tiye uğraması, o sıralar Atsız'ın rahatsızlık geçirmesinden ileri gelmişti . 1 1 Ocak 1 95 1 tarihli mektubunda "Bir aydır

hasta olduğum için mektuba geç cevap veriyorum. Bütün kuvvetimi, enerjimi alan müzmin bir dizanteri geçirdim. Teşh is olunamadığı için de bir hayli sarsıldım. Bu sefer iyi olmaktan ümidi kesmiş ve müthiş ağrılar arasında in­ tiharı düşünmüştüm. Türkçülere olan öfkem de beni bir yandan perişan ediyordu. Biz ismet 'le bu işi idare ede­ meyeceğiz. Orkun 'u Ankara ya devretmek istiyoruz. " di­ yordu . Atsız, farklı mizaçta olan İsmet Tümtürk'le birçok konu­ da fikir birliği halindeydi. Ancak, onun Orkun'un yayın po­ litikasında takip ettiği yolu benimseyemiyordu. Zaman iler­ ledikçe, İsmet Tümtürk'le beraber yürümenin zorlaştığını görüyordu. Türkçülere öfkesi ise, fazla gayret göstermeyen­ lerin uzaktan akıl öğretmelerinden kaynaklanıyordu. Üste­ lik, bazı kimseler, Orkun'daki tefrikada kendi reklamlanru yaptıkları yolunda söylentiler yayıyorlardı.


91

Eski Maltepe'de Atsız, eşi ve konukları O yılın sonlarında Orkun'da Tevfik İleri'yi metheden bir yazının çıkması Atsız'ın canını fena halde sıktı. İleri, Milll Eğitim Bakanı olmasına rağmen, Zeki Velidl'nin eşi Nazmi­ ye Togan'ın tayinini İstanbul'a yapmıyordu. Nejdet Sançar'ı da Edirne'ye tayin etmişti. Atsız, bunu bir nevi sürgün sayı­ yordu . Tam bu sırada İleri'nin Orkun'da methedilmesi, ar­ kasından Falih Rıfkı Atay'a cevap bahanesiyle bir kere da­ ha savunulması Atsız'ı çileden çıkardıC63). Artık "Orkun ka­ panmalı" diyordu . O kadar kızmış ve üzülmüştü ki, bir dos­ tuna "Artık kendi kabuğuma çekiliyorum. Türkçülüğü ken­

di kendime yapacağım. Benim Türkçülüğüm yann için bir Türkçülüktür. Şimdi yanndan daha sonrası için Türkçülük yapacağım. Evvelce de söylediğim gibi artık benim için ken­ di fikirlerimden aziz hiçbirfikir yoktur. Yalnız kendi fikir­ lerimle müdafaamı yapacağım. Bağdaşmak, uzlaşmak, anlaşmak, uyuşmak artık bitti. Irkçılık-Turancılık tefrika(63) Kemaloğ/u (Muharrem Ergin), "Falih Rıjkıya Cevap ·: Orkun, 61. sayı, 30 Kasım 1951


92

sında kendi reklamımı yaptığımı iddia edenlerle aynı safta bulunmak bana zillet gelir. Ne yapalım, ben bu kadanm. Ben millf dava uğrunda iktidanmda olanı yaptım, çekebi­ leceğim çileyi çektim. istikbalimi teptim ve sıhhatimi kaybe­ derek hiçbir işe yaramaz hale geldim. Bunun için mükafat beklemiyordum ama bu kadar kötü kalplilik ve nankörlük de beklemiyordum. Bundan sonra başka/an bu işi yapsın­ lar, ben de geriye kalan beş on yılda hiç olmazsa şu yan kalmış eserleri bitireyim. " diye yazıyordu.<64) Bu anlaşmazlık, Orkun'un kapanmasıyla sonuçlandı. Gerçi kapanma sebebi olarak, dergiyi çıkaranların yorgun­ luğu ve zaman yetersizliği gibi sebepler ileri sürülmüştü ama, gerçek sebep uygulamadaki görüş aynlıklanydı. Atsız, 68. kapanış sayısına yazdığı "Veda" adlı yazıda çe­ şitli konulardaki düşüncelerini ve genç Türkçülere tavsiye­ lerini dile getiriyordu . Ruhunda kopan fırtına, o günlerde Atsız'a en güzel şiirlerinden birini yazdırdı: KADER

Dünyada gerçi olmadı bir şeyde kdnmız Ukbada belki olsa gerek ftibdnmız. Ağyar gül kopardı dikenden demet demet, Har oldu bağnmızda çiçek yüzlü yanmız. Yükseldi arşa neşvesi dunun, esafilin, Toprakta gizli kaldı bizim ah ü zanmız. Baş eğmedik edaniye ikbal ü cah için; Maziye, ırka, sancağadır iftihanmız. . Şad olmamak olur mu Kızıl Elma semtine Bir gün dönerse rayet-i alf-tebanmız. . (64) Atsız'ın Yılanlıoğlu 'na 6 Aralık 1951 tarihlt mektubundan


93

Hiçbir emel gönülde karar etmiyor bugün, Ermektedir şitaya hazin sonbahanmız. . Hakanlann dikilmeli Altay'da tuğlan, Varsın cihanda olmayagörsün mezanmız. . Ve, bir dörtlük

Üç ömre bedel kırk yedi yıl gün gibi geçti, Dünyadaki her zevke dedim: Yok kadar azmış. Bir başka hayat, başka cihan özlüyorum ben, Bildim ki ölümden öte gerçek olamazmış. . Milliyetçilerin 19SO'den sonraki teşkilatlanması, ayrı der­ neklerin bir araya gelerek kurdukları Türk Milliyetçiler Der­ neği ile hızlanmıştı. Anadolu'nun birçok yerinde şubeler açı­ lıyor, konferanslar, seminerler veriliyor ve teşkilatın çok da-' ha genişleyeceği anlaşılıyordu. Bu kuruluş, tam anlamıyla Türkçü bir nitelikte değildi. Daha geniş bir yelpazeyi temsil ediyordu. Ankara'da Remzi Oğuz Arık, İstanbul'da Nurettin Topçu etkili gözüküyordu . Türkçüler de büyük çoğunlukla Türk Milliyetçiler Demeği'nde toplanıyorlardı. Orkun, derne­ ğin yeni şubeler açmasında etkili rol oynamıştı. Genel mer­ kezin

bulunduğu Ankara'da açılan şube de çok faaldi.

1944'teki davaya yol açan 3 Mayıs gösterileri "Türkçülük Gü­ nü" olarak kabul edilmiş ve kutlanmaya başlamıştı. Türk Mil­ liyetçiler Derneği, 3 Mayıs kutlamalarına katılması ve bir konferans vermesi için Atsız'ı Ankara'ya davet etti. Konferan­ sın konusu "Devletimizin Kuruluşu"idi. Ankara Atatürk Lise­ si'nin konferans salonu o gün silme doluydu. Ankaralı genç­ ler Atsız'ı merak ediyor, görmek ve dinlemek istiyorlardı. At­ sız, Türkiye Devleti'nin 1 040'ta, Dandanakan Savaşı'ndan sonra kurulduğunu açıklayan bu konferansı şöyle bitirmişti:

". . .İlk zamanlarda küçük gruplar halinde sessizce kut­ /ulanan 3 Mayıs, bugün kuvvetlenen ve büyüyen şuurlu bir kütlenin bayramı olmaktadır. İlerde bir gün siz gençlerin,


94

Gök Türk kıyafetinde olarak büyük padişah/anmızın türbe­ leri önünde yapacağınız resmigeçit/erin heybetini ve ihtişa­ mını tasavvur ediyor musunuz? Fazilet temelleri üzerine kurulan dev/etimizin birkaç kara gün geçirmesi onu asla sarsıp deviremez. En güzel şi-

3 Mayıs 1 952'de, T. Milliyetçiler Derneği'nin düzenlediği Türkçülük Günü kır gezisinde. Öndeki l smail Hakkı Yılanlıoğlu, sağındaki Hüseyin Namık Orkun


Ankara'da 3 Mayıs Türkçülük Günü'ne katılan gençlerle birlikte (1 952) irlerdeki bir iki vezin veya kafiye aksaması nasıl o şiirin güzelliğine engel değilse, bir iki çelme de bu devleti mazi­ deki

ve

ilerdeki ululuğundan a/akoyamaz. Bıı devlet ve va­

tan büyüyecektir.

var. " (65)

Çünkü uğrunda ölmeğe hazır olanlar

Atsız'ın İstanbul'a dönüşüyle bir kısım basında saldırılar başladı. Irkçı-Turancılar yine sahneye çıkmıştı. İktidar bun­ lara yüz veriyordu . Faaliyetlerinin önlenmesi lazımdı. Birkaç gün süren bu kampanya, Milli Eğitim Bakanlığı'nın Atsız hakkında soruşturma başlatmasına sebep oldu. Yapılan in­ celemede Ankara konuşmasının ilmi olduğu belirlendi. Fa­ kat Demokrat Parti iktidarının gözü korkmuştu. Milli Eğitim

(65) Atsız, 900'ilnri Ylldörıümil (Devletimtzhl Kunılufu) , lldvelt 2. basım, lstanbul 1955


Bakanı Tevfik İleri, Atsız'ın öğretmenlikten alınarak Süley­ maniye Kütüphanesi'ndeki görevine iade edildiğini açıkladı

(13 Mayıs 1952). Emekli olana kadar burada çalışacaktı. Atsız, öğretmenlikten alındığının açıklandığı gün son dersten önce, Haydarpaşa Lisesi'nin geniş bahçesinde öğ­ rencileriyle hatıra fotoğraflan çektirdi. Gençler, ona kır çi­ çeklerinden bir demet sundular. Atsız derli toplu giyinirdi ama şık görünmeye meraklı değildi. Elbiseleri hep gri renk­ teydi. O gün de, yine gri renkte, fakat sanki terziden yeni çıkmış gibi bir elbise giymişti. Kolalı beyaz gömleği, bıçak sırtı gibi ütülü pantolonu ile her zamankinden farklıydı. San­ ki bayram yerine gider gibiydi. Sonra derse girdi. Üçüncü dönem

bitmiş,

yaklaşmıştı.

tatil

O

gün

ders dışı konuşmalar yapıldı. Sınıfta acı bir sessizlik hüküm sürü­ yordu. Öğrencilerden biri müsaade isteye­ rek, yazdığı manzum hicviyeyi okudu . Atsız,

gülümseyerek

dinliyordu . Hava bi­ �

w lli ...

raz yumuşamıştı. Son­ ra, bir başka öğrenci, bütün

sınıfın

merak

ettiği soruyu

sordu :

Nakil karan niçin ve­ rilmişti? ...ıı

Haydarpaşa Lisesi'ndeki son dersinden önce okul bahçesinde çekilmiş fotoğrafı . Elinde, öğrencilerinin hediye ettiği kır çiçekleri

Milli

Eğitim

Bakanı milliyetçi bir kimseydi. Bu karara nasıl imza atmıştı? Gülümseyen, kin Atsız'dan

o

sa­ za-


97

Öğretmenlikten ayrılmadan önce Haydarpaşa Lisesi V/D sı nıfının öğrencileriyle. Önde oturanların en solundaki bu kitabın yazarı . man eser kalmadı. Kükrer gibi konuşmaya başladı. Öğütler verdi, gerekli gördüğü açıklamaları yaptı. Nasıl geçtiği anla­ şılmadan ders sona erdi. Atsız, yine sakin adımlarla öğret­ menler odasına doğru yürüyüp uzaklaştı. Bu, onun öğret­ menlik hayatındaki son noktaydı. Üst üste gelen bu olaylar, üzüntüyle beraber kasaveti ve karamsarlığı da getiriyordu. Çekilen bütün sıkıntılar, katla­ nılan bütün eziyetler, harcanan bütün gayretler acaba boşu­ na mıydı? Zaman zaman öyle olaylarla ve öyle kimselerle karşılaşıyordu ki, azmin ve sabrın son noktaşına geldiğini hissediyordu:

Yürür gün doğmadan yollarda her gün Sakat, sessiz ve aksak bir hayalet. İçerden: Bir ziyan olmuş ömürdür, Dışardan: Neymiş artık var, hayal et. Atsız'ın Maltepe'de oturduğu evin duvarında kartona ya­ zılmış tek satırlık şöyle bir yazı bulunuyordu:

terk olunan şeydir. " Fakat,

"Ümit,

en

son

hayatta ümitlerin de azaldığı za-


98

manlar oluyordu . Atsız'ın böyle zamanlarda ölümü daha fazla düşündüğü, hatta özlediği anlaşılıyor:

Darmadağınık ve perişan aklım Beni sersem ediyor bunca acı Çare yok: Yazdı ezelden Yaradan, Çare yok: Sade ölümdür ilacı Süleymaniye Kütüphanesi'nde yeniden çalışmaya başla­ dığı sıralar, yazacağı bir dergi veya gazete yoktu Demokrat Parti, benimsediği liberal politikalara uygun olarak, özel sektörün de ders kitabı yayımlamasını serbest bırakmıştı. O zamana kadar bütün ders kitapları devlet ta­ rafından yayınlanır ve öğrenciler, çoğunlukla kalitesiz olan bu kitapları okurlardı. İstanbul'daki İnkılap Kitabevi, diğer ders kitaplarıyla birlikte tarih kitaplarını da yayımlamak is­ tiyordu. Bunların hazırlanması işini Bedriye Atsız'la Galata­ saray Lisesi'ndeki bir tarih öğretmenine vermişlerdi. Zaman sınırlıydı ve kitapların 1952-1 953 eğitim öğretim yılına yetiş­ tirilmesi gerekiyordu. Kitapların Türk tarihi ile ilgili bölüm­ lerini Atsız yazıyordu. O yaz, çok kere Maltepe'deki evde yapılan hummalı çalışmalarla geçti. Kitaplar yayımlandığın­ da, kapaklarında Bedriye Atsız'la diğer tarih öğretmeninin adlan görülüyordu. Atsız'ın adı, tek parti dönemindeki ka­ dar olmasa bile yine de "sakıncalı" sayılıyordu. 1953 yılı, İstanbul'un fethinin 500. yıldönümüne rastlı­ yordu. Bu yıldönümünü kutlamak için hazırlıklar yapılıyor, İsmail Hami Danişmend'in başkanlığındaki Fetih Derneği resınl makamlarca destekleniyordu. Türkiye, uzun bir bek­ leme safhasından sonra NATO'ya henüz alınmıştı. Bu pakt­ taki yeni müttefikimiz Yunanistan ile iyi ilişkilerin geliştiril­ mesine çalışılıyordu. Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye'ye ge­ liyor, bizim Cumhurbaşkanı ve Başbakan da Yunanistan'ı ziyaret ediyordu. Yugoslavya ile de daha sıkı ilişki kurul­ maktaydı. 1 952'de Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya ara-


99

sında imzalanan dostluk ve iş birliği antlaşması ilerde Balkan Paktı'na dö­ nüşecekti. Bu faali­ yetler . devam eder­ ken, Türk Hükı1me­ ti'nin İstanbul'un 500. fetih yıldönü­ müne gösterdiği ilgi ile verdiği destek de yavaş yavaş azalıyor­ du. Anlaşılan, Yuna­ nistan'ın, fetih yıldö­ nümü dolayısıyla gücenebileceği dü­ şünülüyordu. Bu, o dönemde istenme­ yen bir durumdu. Atsız, 500. yıldö­ nümünün görkemli bir kutlamaya sahne

Atsız, Maltepe'deki evin önünde ( 1 952)

olmasını arzuluyordu. O sıralardaki birçok konuşması bu konuya dönüktü. 1952 yazında bir gün de Fatih,'in türbesi­ ni temizlemeye gitmişti. Yanında, yaz tatili münasebetiyle İstanbul'da bulunan kardeşi Nejdet Sançar, her ikisinin eşi Bedriye ve Reşide hanımlar, Kırzıoğlu Fahrettin ve iki öğ­ rencisi vardı. Bedriye Atsız, elektrik süpürgesi ve temizlik malzemesi getirmişti. Fakat, türbe kapalı, kapısı kilitliydi. Türbedar da ortalıkta görünmüyordu. Caminin arka avlu­ sunda, İsmail Hami Danişmend'in gelmesi beklendi. O ge­ lince türbedar ortaya çıktı ve kapıyı -biraz da zorlamayla­ açtı. Türbenin içi toz toprak içindeydi. Sandukanın eskimiş ve solmuş örtüsü yer yer yırtılmıştı. Sandukayı çevreleyen


100

demir parmaklık paslanmış, bazı kısımlan dökülmüştü . Hep birlikte temizliğe giriştiler. Türbenin içindeki eşyaların yüzü gözü açıldı. Atsız'la Danişmend gidip hir demirci bul­ dular ve yeni parmaklık yapımını pazarlıkla ona verdiler. O gün bir kere daha anlaşıldı ki, türbelerin halkın ziyare­ tine kapalı tutulması yolundaki uygulamaya kanunla son verilmiş, fakat fiili durum değişmemişti. Türbeler hala hal­ ka açık değildi. 1 953'ün 29 Mayıs'ı son derece basit ve sönük birkaç top­ lantıyla geçiştirildi. Atsız, bu davranışı zül saymakta devam ediyor ve konu ne zaman açılsa sinirleniyordu . O yaz, Atsız, sağ tarafından fıtık ameliyatı oldu. Sağ ta­ raf olduğu için, doktora apandisi de almasını söylemişti. Za­ ten hekimler de öyle yaparlarmış. Baştan bayıltmaya gerek görmemişler, fıtık ameliyatını lokal anestezi ile yapmışlardı. Ancak apandis iltihaplı çıktığı ve karaciğere de yapışmış ol­ duğu için çok acı veriyordu. Bunun üzerine bayıltmışlar ve ameliyatı 90 dakikada bitirmişlerdi. Onunla aynı gün apan­ disit ameliyatı olan bir hemşire, ertesi sabah yürüyerek oda­ sına gelmiş, geçmiş olsun dediği gibi odanın servisini de yapmıştı. Ancak Atsız'da ameliyat yaraları -şeker hastalı­ ğından olacak- zor kapanıyordu. Bu sefer de olağandan da­ ha uzun bir süre beklemek gerekmişti. O yıllarda, bir Amerikan film şirketi "Bozkurtların Ölü­ mü"nü filme çekmek istiyordu. Temsilcileri Atsız'la ve İsmet Tümtürk'le görüşmüşlerdi. Tümtürk, eserin bir özetini çıka­ rıp İngilizceye çevirmiş ve broşür halinde de bastırmıştı. Film şirketinin temsilcileri, bu özeti çok beğenmişlerdi. Fa­ kat Atsız, romanın Amerikan anlayışı ile dejenere edilmesi ihtimalinden ürküyordu. Onun için, bazı şartlar ileri sür­ müştü. Film, romandaki olayların geçtiği yerlerde, yani Tür­ kistan veya Moğolistan bozkırlarında çekilmeliydi. Atlar, Türk atlan tipinde olmalıydı. Arap veya İngiliz atları kulla­ nılırsa romanın ruhu zedelenirdi. Kıyafetlere çok dikkat


101

edilmeli, aslına uygun hazırlanmalıydı. Savaş sahnelerinin de gerçekmiş gibi canlı olması gerekirdi. Filmciler, bu şartlan yerine getiremeyeceklerini, Atsız'ın da taviz vermeye niyeti olmadığını görünce vazgeçtiler. Böyle pahalı ve külfetli bir çekime niyetlenen başka giri­ şimciler de çıkmadı. Aynı dönemde, Milli Eğitim Bakanlığı, ana bilim dalla­ rındaki Türk kültür eserlerini yeni nesillere ulaştırmak için, Bakan Tevfik İleri'nin başkanlığındaki çalışmaları yü­ rütecek bir büro kurmuştu. Uzun çalışmalardan sonra ana eserler dikkatle belirlenmiş, bu eserlerin hangi kütüpha­ nelerde bulunduğu ve bugünkü nesillere intikalini hangi bilim adamının en iyi yapabileceği teklifleri sınıflandırıl­ mıştı. Ortaya çıkan isimlere, Bakanın bir mektubu ile be­ lirlenen eserin otuz sayfalık bir özeti sipariş edilmişti. Ge­ len numuneler içinde Atsız'ınki çok beğenilmişti. Büroda görevli olan Şükrü Elçin, Hikmet İlaydın ve Cahit Okurer, bu konuda aynı düşünceyi paylaşıyorlardı . Atsız'ın gön­ derdiği numunenin içinden Bakan'a hitaben yazılmış bir de mektup çıkmıştı. O sırada bu büroda görev yapan ve gelen zarfları açan Sami Yavrucuk, mektubu heyecanla okumuştu . Zehir zemberek bu mektupta, Atsız, titizlikle seçilmiş otuz kişilik heyetin (ki, aralarında İsmail Hami Danişmend, Ahmet Hamdi Tanpınar, Suut Kemal Yetkin, Necmeddin Arel, Ruşen Kam, Hilmi Ziya Ülken, Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan, Enver Ziya Kara) gibi şöhretler de vardı) Türk kültür eserlerinin siparişinde taraflı davranaca­ ğını, maddi gelir temin etmek amacıyla siparişleri daha çok birbirlerine yapacaklarını, kendilerinin yetersiz olduk­ larını, kendi numunesinin diğer bütün numunelere kıyas­ la daha iyi olduğundan emin bulunduğunu, şayet Bakan­ lık da tetkikten sonra aynı kanaate varacak olursa bütün tarih eserlerini kendisinin ücretsiz yapacağını bildiriyordu. Toplantıda okunan bu mektup masaya bomba gibi düşün-


102

ce Suut Kemal Yetkin usul hakkında söz alarak Sami Yav­ rucuk'a "Bu mektubu siz daha önce okudunuz mu? Hep böyle mi devam ediyor?" diye sordu. "Evet efendim" ceva­ bını alınca, mektubun tamamının okunmadan Bakan'a ve­ rilmesini teklif etti. Türk Milliyetçiler Derneği'nin, 80'i aşkın şubesiyle ger­ çek bir güç haline geldiğini iktidar da görüyordu. Buna kar­ şılık, mesela Ankara şubesi kira borçlarını ödemekte güçlük çekiyordu. Durumdan haberdar olan Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu, Ankara şubesi başkanı Sami Yavrucuk'u da­ vet ederek 44.000 liralık bir yardımda bulunmayı teklif etti. Sami Yavrucuk, o zamana göre büyük bir miktar olan bu parayı almadan önce, ileri gelen Türkçülere danışmaya ka­ rar verdi. Yavrucuk, yanında Said Bilgiç ve Ali Yörük oldu­ ğu halde Ankara'dan İstanbul'a geldi. Atsız'ın evindeki gö­ rüşmelerde, Sami Yavrucuk, becerisinin meyvasını almak için durumu biraz da öğünerek, oradaki 15-20 kişilik gruba anlattı. Sözünü bitirdiği an, Atsız: "Sami Bey, Türk milliyet­ çiliğini satmaya ne zaman karar verdiniz?" dedi. Bu söz, gi­ rişimin sonuçsuz kalacağını gösteriyordu. 7 1 5 kuruşluk tren biletini almakta zorlanan gençler meseleyi akıllarından sil­ diler. <66) O sene, Vatan gazetesi başyazarına Malatya'daki bir su­ ikast girişimi vesile edilerek Türk Milliyetçiler Derneği, bü­ tün şubeleriyle birlikte kapatılmış, yöneticilerine de hafif para cezaları verilmişti. Bir süre sonra, Osman Bölükba­ şı'nın önderliğindeki Millet Partisi de aynı şekilde kapatıldı. İktidar, rakip olabilecek kuruluşları yaşatmamak kararın­ daydı. Bu tarihten sonra, milliyetçiler aynı çapta bir teşkilat­ lanmayı uzun zaman başaramayacaklardı. ( 66) Sami Yavrucuk, ''Atsız Hoca 'yı Anarken ", Tllrlıçülerln Kaleminden Atsız, lstanbul 2000


103

Atsız, 1953 yazında Ankara'ya gitmiş, kardeşi Nejdet Sançar'a misafir olmuştu. Dönüşünde oldukça neşeliydi. Bu günlerde kendisini ziyaret eden eski öğrencisine şunları an­ latmıştı: " Ankara 'da beni birfalcıya götürdüler. Bilirsin, fa­

la filan pek inanmam ama o falcının söyledikleri bir hayli düşündürücü. Beni hiç tanımıyordu. Buna rağmen kaç yaşında olduğumu, başımdan neler geçtiğini, mesleğimi fi­ lan bir bir saydı. Geçmişe ait söyledikleri neyse, fakat gele­ ceğe dair kehanetleri bilmem çıkacak mı? Benim daha otuz yıl yaşayacağımı iddia etti. İki oğlum olduğunu da bildi. Bunlardan küçük olanı hayırlıdır, son yıllannda senin için yalnızlık görünüyor dedi ". Atsız irade adamıydı. Ama, en azından onun kadar da hayal ve duygu adamıydı. Öyle görünüyordu ki, falcının söyledikleri onu etkilemişti. 1 95 5 yılında Ankara'da bir süre kitapçılık yapmış olan milliyetçi bir genç, Burhaneddin Şener, İstanbul'a gelip iş kurma girişiminde bulundu. Cağaloğlu Yokuşu'nun başın­ da bir dükkan kiralayıp ufak tefek yayın işlerine girişti . Bir pedal makinesinde de kartvizit, fatura gibi küçük ba­ sım işleri yapıyordu . Kısa zaman sonra gidip Atsız'la ta­ nıştı. Haftalık bir gazete çıkaracaktı, yardımını istedi. At­ sız, fırsat buldukça yazı vermeyi vaat etti. Ocak gazetesi böylece yayın hayatına girdi. Tanınmış Türkçüler, küçük boy bu gazeteyi desteklediler. Atsız da Ocak'ta iki yazı yayımladı. İlki "Bir felsefe öğretmeninin yanlışları" başlı­ ğını taşıyordu ve Nurettin Topçu'ya cevap niteliğindeydi. İkincisi ise "Abdülhamit Han (=Gök Sultan)" adındaydı. Peyami Safa'nın bir yazısından hareketle Sultan il. Abdül­ hamid'in, Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki başarılı icraatını açıklamaktaydı. "Yaşayan Türkçülere Ağıt" şiiri de ilk defa Ocak'ta yayımlanmıştı:


>Cikmiş bir Türkçülük günü kutlaması için Çamlıca'da (27 Mayıs 1 956) Sağındaki İsmet TOıı Bir mahşere binlerce kader tutsağı gelmiş, Titrek ve metin cümle adımlar ona doğrn . . . Gitmekte bütün kafile, meçhule yönelmiş, Nerden gelerek hangi sona doğrn? Her şey kopuyor istemeden kendi yerinden Herkes geliyor, sonra da herkes gidecektir, Milyonla asır geçse de ar.zın üzerinden Bir kerre giden bir daha ses vermeyecektir. Meçhul kaderin çizdiği yoldan gideceksin Bilmem kt bu meçhulleri hep Tann mı yazmış? ôyleyse bırak, rnh bütün işkenceyi çeksin Bin bir kere ölmeksizin insan yaşamazmış


105

Orkun'un kapanmasını takip eden 1 950'li yıllar belki de Atsız'ın en suskun olduğu dönemdir. 1952-1959 arasında, Ocak gazetesindeki imzaları hariç, ancak tarihle ilgili bir iki yazısı görülmektedir. Mücadeleye alışmış olan Atsız için bu sakin hayat sinir bozucu olmaktadır. Günleri Kartal Malte­ pesi'ndeki evi ile Süleyınaniye Kütüphanesi arasında gidip gelmekle geçmektedir. Günde üç-dört saatinin yollarda he­ ba olmasından daima şikayet eden Atsız, zaman kaybı do­ layısıyla bir işe yaramadığını vehmetmekte ve yine ölüm fikrini hatırından geçirmektedir:

Kimi sessiz yaşayıp öyle göçer; Kimi teşyf olunur kollarda Biri vardır: Yaşamış fırtınalı; Kalacaktır tükenip yollarda Atsız, kendi tarih görüşüne uygun bir "Türk Tarihi" yaz­ mayı tasarlamış ve daha 1 950'lerden itibaren, yakınlarına bu tasarıdan bahseuneye başlamıştı. Aynı zamanda, Os­ manoğullannın saray hayatına dair bir eser de hazırlıyordu. Bu konuda, bir kısmı Türkiye'ye dönmüş olan pek çok ha­ nedan mensubuyla defalarca görüşmüş, notlar almışu. An­ cak, notları tasnif edip yazıya geçirmiş mi, yazmışsa ne ka­ darını yazmış, tamamlamış mı, orası bilinmiyor. Bilinen, At­ sız'ın, Osmanlı hanedanına karşı içten bir sevgi ve saygı duyduğudur. Bunu başka makalelerinde ve Ruh Adam ro­ manında da görüyoruz. 1950'lerin sonuna doğru Atsız'la eşi Bedriye Hanım ara­ sında anlaşmazlık baş göstermişti. Bir arada yaşadıkları sü­ rece, başkalarına, belki çocuklarına bile hissettirmek iste­ medikleri bu anlaşmazlık giderilemeyecekti. Onun için Bedriye Atsız, yurt dışında bir göreve giunesinin, böylece fi­ ili bir ayrılığın gerçekleşmesinin iyi bir çözüm olacağını dü­ şünüyordu. Atsız'ın da buna itirazı yoktu. Bedriye Atsız,


106

gençlik yıllarından yakın arkadaşı olan Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'ye başvurarak, kendisini yurt dışında bir göreve atamasını rica etti. İleri de, onu Bonn Büyükelçiliği'ne bağ­ lı talebe müfettişliği ve kültür ataşeliğine muavin olarak ta­ yin etti (1959). O sırada, talebe müfettişi, yine yakın aile dostu - Milli Kütüphane'nin ünlü kurucusu ve müdürü- Ad­ nan Ötüken'di. Bedriye Hanım, Hukuk Fakültesi'nde öğ­ renci olan büyük oğlu Yağmur'u da yanına aldırdı. Onun, yüksek öğrenimine Almanya'da devam etmesini istiyordu. O zaman -belki de geçici olacağını düşündükleri- bu ayrılık, ani verilmiş bir karardan ileri gelmiyordu. Üzerinde düşünülmüş, konuşulmuş bir karardı bu. Ancak, bu gidiş yeni masraflara ihtiyaç gösteriyordu. Aile bütçesinin buna göre düzenlenmesi gerekliydi. O sırada Akşam gazetesin­ den gelen bir teklif, iyi bir destek sağlayacak gibiydi. Ak­ şam gazetesi, 1957'de, varlıklı bir armatör olduğu söylenen Malik Yolaç tarafından satın alınmıştı. Yolaç, az satışı olan gazeteyi büyütmek, hatırı sayılır bir yayın organı haline ge­ tirmek istiyordu. Bunun için yönetim ve yazı kadrosunu ta­ mamen yenilemiş, diğer büyük bir gazeteden, Yeni Sa­ bah'tan çok sayıda gazeteciyi transfer etmişti. Reklam kam­ panyaları eşliğinde art arda hamleler yapılıyor, tanınmış im­ zaların gazetede yer almasına önem veriliyordu . Tarihi bir tefrika yayımlamak fikri ortaya atılınca en uygun ismin At­ sız olduğuna karar verilmişti. O da, bu konuda iletilen tek­ lifi olumlu karşılamıştı. "Deli Kurt" böylece yazılmaya ve yayımlanmaya başladı 0958). Necip Fazıl Kısakürek, 1959 ilkbaharında Büyük Doğu dergisini kim bilir kaçıncı defa yeniden çıkarıyordu. Dolgun bir içerikle çıkan dergide Atsız da "Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz" başlığı ile hatıralarını yazmaktaydı. Necip Fazıl'la Atsız, fikren anlaşamayan, hatta zıt kutuplar­ da bulunan iki şahsiyetti. Fakat, bu durumun insani ilişkile­ re olumsuz bir etkisi olmuyordu. Zaman zaman buluşup


107

görüşüyorlardı. Necip Fazıl'ın müdahale eunemesi şartı ile Büyük Doğu'ya yazı yazmasının arka planında Atsız'ın bu yönü belirleyici olmuştu . 1950'lerin sonu, Türkiye'deki siyasi gerginliğin çok arttı­ ğı bir döneme rastlıyordu. İktidarla muhalefet arasındaki şiddetli tartışmalar ve suçlamalar halk arasında da yankı ya­ pıyordu. Kahvehaneler ve daha sonra camiler bile ayrılıyor, köylerden kasabalara çalışan otobüsler, yolcularını bağlı ol­ dukları partilere göre alıyor veya almıyorlardı. Mezarlıkların bile ayrıldığı söyleniyordu. Bu tehlikeli gidiş, Silahlı Kuvvet­ ler tarafından da yakından takip ediliyordu. Muhalefet lide­ rinin yurt içindeki gezileri engellendikçe, üniversite öğren­ cilerinin gösterileri şiddet kullanılarak bastırıldıkça, tepkile­ rin daha da arttığı görülüyordu. 27 Mayıs 1960'taki hükumet darbesini yapan subaylar, Milll Birlik Komitesi'nde toplan­ mışlardı. 27 Mayıs günü, radyoda Milli Birlik Komitesi'nin halka bildirisini okuyan, Atsız'ın yakın dostu, "ev"in eski oğullarından biri olan Alparslan Türkeş'ti. Türkeş, üsteğ­ men rütbesinde iken tutuklanıp Türkçülük Davası'nda At­ sız'la birlikte yargılanmış ve beraat etmişti. O günlerde Atsız'ın gelecek hakkındaki ümitleri artnuş­ tı. Kendisini de her zamankinden enetjik hissediyordu. Zi­ yaretçileriyle Türkiye'nin alacağı yeni çehre üzerinde konu­ şuyordu. İngiltere'deki görevinden dönen Orhan Şaik Gök­ yay'a, oradaki sağlık sigortası ve diğer uygulamalar hakkın­ da sorular soruyor, ona benzer bir modelin Türkiye için uy­ gun olacağını düşünüyordu. Alparslan Türkeş, Başbakanlık Müsteşarı ve Milli Birlik Komitesi'nin güçlü adamıydı. Fakat, onun Türkçü yönünü keşfeden bazı çevreler, Türkeş hak­ kında yıpratıcı propagandaya girişmişlerdi. Atsız, o yaz Türkeş'le görüştü. Milli Birlik Komitesi'nde iki ayrı eğilim belirmeye başlamıştı. 1960 öncesinin muha­ lefet partisini ve onun yaşlı liderini tutan subaylar, seçimle­ rin vakit geçirmeden yapılmasını istiyorlardı. Demokrat Par-


108

ti kapatıldığı için, bu durumda ciddi rakip de bulunmaya­ caktı. Bu istekte bulunanlar, demokrasi taraftan olarak tanı­ tılıyorlardı. Diğer grup ise, acele seçimin tek parti lehine so­ nuç vereceğini, ayrıca Türkiye'nin büyük sorunlarına çare olamayacağını ileri sürüyorlardı. Onlara göre, yıllardan be­ ri özlenen düzenlemeler yapılmalı, seçimlere ondan sonra gidilmeliydi. Bu görüşü savunanların lideri Alparslan Tür­ keş'ti. Ancak, Ağustos sonunda, Başbakanlık Müsteşarlığı'n­ dan alınınca Komite içindeki durumunun o kadar da sağ­ lam olmadığı anlaşılacaktı. Bu arada, "Ülkü ve Kültür Birliği" adını taşıyan bir ku­ ruluş için hazırlık yapılıyordu. Fikir Alparslan Türkeş'indi. Kanunla kurulacak bu dernek, yarı resmi bir nitelik taşıya­ caktı. Bir bakıma, Halkevlerinin, milll renkleri daha belir­ gin bir benzeriydi. Atsız, Ülkü ve Kültür Birliği'nin İstanbul şubesi için kurucular listesi hazırlıyordu. Güvendiği arka­ daşlarını, öğrencilerini, Türkçü dostlarını bu listeye dahil ediyordu . Kasım başlarında durum iyice ciddileşmişti. Her iki tara­ fın da birbirini tasfiye edeceği, başka çare kalmadığı söyle­ niyordu. Kasım ayının ilk Pazar günü, Atsız, yakını olan birkaç ki­ şiyi evine davet etmişti. Öğle yemeği burada yenilecek ve sabahtan akşama kadar sohbet edilecekti. Konukların çoğu beraberlerinde yenilecek şeyler de getireceklerdi. O gün ilk giden davetli, Atsız'ın yerine, onun masa üzerine bıraktığı mesajı buldu. Önceden kararlaştırıldığı halde bekleyemedi­ ğini, acele Ankara'ya gitmek zorunda kaldığını yazıyordu. O gece, yeğeni (kardeşi Nejdet Sançar'ın 1 5 yaşındaki oğlu Afşın) vefat etmişti. Bu acılı gününde, kardeşini yalnız bıra­ kamazdı. Ankara Ekspresi onu cenaze evine götürürken, yüreğin­ de duyduğu acıyı bir manzumeye döktü:


109

AFŞIN'A AGIT Ne ümitlerle gelip dünyaya En güzel ismi takındın: Afşın! Böyle erken bırakıp gitme neden? Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın? Kaldı senden bize bir gamlı seda . . . Bir vedadır o seda, sade veda! (6 7) Atsız, Ankara'da, Sançarların evinde, baş sağlığı dilemek için gelmiş olan Alparslan Türkeş'le konuşmuştu. Anlaşılan oydu ki, bir kapışma kaçınılmaz hale gelmişti. Atsız'a göre, bu kapışmadan milliyetçi grup galip çıkacaktı. Böylece Tür­ kiye'de milli bir uyanış ve silkiniş dönemi başlayacak, mem­ leket güzel günlere doğru yürüyecekti. Bu defa da gereğin-:

13 Ka­ 1 3 arkadaşının Milli

den fazla iyimser olduğu kısa zamanda görülecekti. sım günü, radyolar, Alparslan Türkeş ve

Birlik Komitesi'nden çıkarılarak emekliye sevk edildiklerini ve yurt dışındaki elçiliklere müşavir olarak atandıklarını açık­ lıyordu . Atsız, hayalleri ve temennileri ile gerçekleri birbirine karıştırmış, mantığının değil gönlünün sesini dinlemişti. Türkeş ve arkadaşlarının sürgüne gönderilmesi, Atsız'ın onlara duyduğu güveni ve geleceğe ait ümitlerini sarsma­ mıştı. Türkeş nasıl olsa dönecek, iktidarı eline alacaktı.

O

zaman köklü değişimler yapılabilecekti. Şimdi, Türkçülü­ ğün uzak vadeli konularının yerini acil siyasi ve sosyal çö­ zümler almıştı. Atsız, güvendiği arkadaşlarıyla artık bu ko­ nulan konuşuyordu.

Ekonomik konular dahi günlük ko­

nuşmalara girmeye başlamıştı .

1961 sonbaharında Yassıada duruşmaları tamamlanmış, idam hükümlerinden üçü infaz edilmiş ve arkasından seçim kararı alınmıştı.

O günlerde Adalet Partisi'nin etkili isimle-

(67) Atsız, Yollann Sonu, lstanbul 1975


1 10

rinden Gökhan Evliyaoğlu Atsız'ı ziyaret ederek milletveki­ li adayı olması teklifinde bulunmuştu. Adalet Partisi Kütah­ ya listesinin başına konulacak ve muhakkak seçilecekti. At­ sız, düşünmek için zaman istedi. Bu arada, güvendiği kim­ selerin de fikirlerini alıyor, bu konuda ne düşündüklerini öğreniyordu. Kimisi uygun, hana zaruri görüyor, kimisi de milletvekili olarak Meclis'te fazla etkili olamayacağını düşü­ nüyordu. Sonunda kendisi de bu ikinci görüşü benimsedi ve adaylık teklifini kabul etmedi. Milliyetçi olarak tanınanlar daha çok Adalet Partisi liste­ lerinde yer almışlardı. Bunların arasında Anayasa profesörü Ali Fuat Başgil de bulunuyordu. CHP kazanamazsa Baş­ gil'in cumhurbaşkanı seçileceği söylentisi de gittikçe yay­ gınlaşıyordu. Bu sırada, onun Son Havadis gazetesinde bir yazısı çıktı. Bu yazı, "Anadoluculuk" adıyla anılan bir fikir akımının temel ilkelerine göre kaleme alınmıştı. Bir bölü­ münde şöyle deniliyordu: ''Biz Türkiye Türkleri muhtelif

din, dil, tarih ve ırktan birçok millet elemanlannın asırlar içinde ve İslam kültürü kazanında kaynayıp hal ve hamur olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz. . . Gerçi dil elemanlanmız bakımından Orta Asya ile yakın bir hı­ sımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne ruh yapımız itiba­ n ile Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevril­ miş bir ülkede, ırklar sentezi halinde, kendi başına yaşa­ yan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz" Atsız, Başgil'in bu yazısının, adı cumhurbaşkanlığı için geçtiğinden etkili olacağını düşünüyordu . Bunun için, yazı­ da ileri sürülen görüşlerin yanlışlığını belirtmek gerekiyor­ du. Ama, fikirlerini açıklayabileceği bir gazete veya dergi yoktu. Onun için, cevap yazısını bir broşür halinde yayım­ lamayı uygun buldu: "Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları ". Sert ifadelerle ve hücumlarla dolu olan bu broşür, gere­ ği gibi dağıtılmak imkanını bulamadı. Atsız'ın broşürü mil­ liyetçi çevrelerin çoğunda yakışıksız veya zamansız bulun-


111

du. Şimdi bütün güçlerin birleştirilmesi lazımdı. Parçalan­ manın ve kavga etmenin sırası değildi. Atsız ise, Türkçülü­ ğe aykırı bir fikir nerede ve ne zaman söylenmişse, onun karşısına çıkmak gerektiğini düşünüyordu. Türkçülüğün taktiğe ihtiyacı yoktu. Doğru bir fikrin dosdoğru, dobra dobra ifade edilmesi en isabetli yoldu. Seçim günü sandıklar kapandıktan sonra sonuçların alınması zamana ihtiyaç gösteriyordu. Televizyon, bilgisa­ yar yoktu. Teleksler doğru düriist çalışmıyordu. Şehirlerara­ sı telefon göriişmeleri bile zorlukla yapılabiliyordu. Buna rağmen saat 22.00 dolaylarında sonuçlar kabataslak ortaya çıkmış ve CHP'nin tek başına iktidar olamayacağı anlaşıl­ mıştı. Ertesi sabah, erken bir saatte, gazeteci olan eski bir öğrencisi Atsız'ı arayarak sonuçları bildirdi. Atsız, CHP dı­ şındaki üç partinin bir araya gelerek koalisyon hükumeti kuracaklarını düşünüyordu. Fakat bu düşüncesi gerçekleş­ medi: CHP'nin büyük ortak olduğu üçlü bir koalisyon ku­ ruldu. 1961 Anayasası'nın birdenbire geniş hürriyetler getiren hükümleri ,

sol'un en

ılımlısından en aşırısına kadar bütün gücüyle ortaya çıkmasını sağla­ mıştı. Bu eğilimde yeni dernekler kuruluyor, yeni

yayın

neşriyata

organları başlıyordu .

Türkçüler bu konuda hazırlıksızdı. Bununla beraber "Milli Yol" adında haftalık siyasi bir dergi çıkarılması taFikrin sarlanıyordu. oluşması ve

sermaye


112

toplanması için epey zaman harcandıktan sonra b u dergi 1962'nin başında yayım hayatına girdi. Yazı işleri müdürü İsmet Tümtürk'tü. Atsız, dergiyi dikkatle takip ediyor, fakat yazı vermiyordu . O günlerde Dünya gazetesinde Bedii Fa­ ik, Alparslan Türkeş'i aşağılayan bir yazı yazmış, bu arada Atsız'a da dokundurmuştu . Atsız, bu kışkırtıcı tavır karşı­ sında, çevresinin de teşvikiyle sert bir cevap hazırladı. "Şe­ refli(!) Basın" başlığını taşıyan bu yazı, Milli Yol'un 8. sayı­ sında yer aldı. Milli Yol'un 48 hafta devam eden yayın sü­ resi içinde de bir röportajı ve iki yazısı daha yayımlandı. Bu arada İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Ankara'da Orkun dergisini aylık olarak çıkarmaya başlamıştı. Bu derginin ilk sayısında, Atsız'ın "Türk Milletine Çağrı" başlıklı yazısı ya­ yımlandı . Atsız, milli kalkınma programını dokuz madde halinde açıklıyordu: 1 . Türkçüyüz 2. Yasacıyız 3. Arınmış Türkçeciyiz 4. Toplumcuyuz 5. Milli gelenekçiyiz 6. Demokrasiye taraftarız 7. Ah!akçıyız 8. Bilimciyiz 9. Teknikçiyiz Atsız, hayatının unutulmaz gecelerinden birini 2 2 Şu­ bat 1 962'de yaşadı. O gün, Harp Okulu Kumandanı Al­ bay Talat Aydemir'in önderliğinde silahlı bir ayaklanma başlamıştı. Ankara Radyosu'nu ele geçiren isyancılar, millete hitaben bildiriler yayınlıyorlardı. Bir süre sonra radyo yayını kesiliyor, yeniden başladığında bu defa koalisyon ortağı partilerin liderleri hitap ediyorlardı.


Kendisini ziyarete gelenlerle. Sağında Prof. Hikmet Tanyu, en sağda Muammer Kemal Özergin. (1 962) Ancak , Başbakan'ın konuşması devam ederken yayın tekrar kesiliyordu . Gece olmuştu ve belirsizlik devam ediyordu . Ankara hareketli, İstanbul sakindi. Talat Ay­ demir'in o sıralar Alparslan Türkeş'le yakın temasta bu­ lu nduğu, hatta ayaklanmanın arkasında Türkeş'in oldu­ ğu sanılıyordu. Demek ki, bu isyan milliyetçi karakter taşıyordu. Ankara'daki karışıklığa rağmen İstanbul'un sessizliği genç Türkçüleri düşündürüyor ve endişeye sevkediyordu. Bu kargaşa sırasında insanların, hele isim yapmış şahısların kim vurduya gitmeleri işten bile değildi. Böyle düşünen


114

Türkçü gruptan üç genç adam, Atsız'ın evine giderek onu tehlikesiz bir yere götürme kararı aldılar. Gece Ol sıraların­ da Maltepe'ye varan gençler Atsız'ı uykudan uyandırıp du­ rumu anlattılar. Atsız, onların düşüncelerini makul buldu. Giyinip hazırlandı ve birlikte gecenin karanlığına çıktılar. Atsız, çantasının içine, bir beze sardığı kocaman bir hançer koymuştu. Hatıra eşya kabilinden satılan bu hançeri her­ hangi bir dövüşme ihtimaline karşı yanına alıyordu. Bunun­ la kendisini savunacaktı. O andaki düşüncesi, Türkiye'nin ikiye ayrıldığı, milliyetçilerle karşı gruptakilerin çatışacağı merkezindeydi. Eğer Ankara'daki kalkışmanın amacı milli­ yetçilikse onun ve yanındakilerin de Ankara'ya gitmeleri gerekecekti. Atsız ve Üsküdar arabalı vapur iskelesinde buluştuk­ ları diğer Türkçü gençler Kabataş'ta inip yürümeye başla­ dılar. Sisli ve soğuk bir Şubat gecesiydi. Yollar bomboş­ tu . Güvenli bir yer arayanlar, gecenin o vaktinde bula bu­ la ancak sokakları bulabilmişlerdi . Yürüyüş Sirkeci'ye ka­ dar devam etti. Artık, sabahın ilk ışıkları serpilmeye baş­ lamıştı. Gazetelerin yeni baskıları ayaklanmanın bastırıl­ dığını haber veriyordu. Grup orada dağıldı, Atsız Edebi­ yat Fakültesi'deki bir odada iki saat kadar dinlendikten sonra kütüphanedeki görevinin başına gitti.<6B) Romancı Alev Alatlı, 1990'lı yıllarda yazdığı "Okey Musti, Bu İş Ta­ mamdır" adlı eserde o geceyi ayrıntılı şekilde tasvir et­ miştir. Türkçülük iki ayrı yayın organına sahip olmuştu ama henüz teşkilatlanamamıştı. Bir dernek kurma fikri, 1961 'den itibaren gelişmeye başladı. Atsız da bu eğilime gittikçe ar­ tan bir yakınlık gösterdi. Nihayet 1962'nin yaz aylarında dernek çalışmaları hızlandı. İsmet Tümtürk'ün hazırladığı tüzük üzerinde yapılan görüşmelerde fikir birliği sağlandı. (68) Altan Deliorman, Tanıdığım Atsız, lstanbul 2000


Türkçüler Derneği'nin kurucularıyla birlikte Milli Yol idarehanesinde Derneğin adı "Türkçüler Derneği" olacaktı. Kuruluş 13 Ey­ lül 1962 günü, Milli Yol idarehanesinde gerçekleştirildi. Toplantıya katılan 1 2 Türkçüden 9'u kurucu olarak belirlen­ di. Üçü ise, çeşitli mazeretleri dolayısıyla kurucu olamadı­

lar, fakat hemen üye yazıldılar. Kurucular kendi aralarında toplanarak genel başkanlığa Atsız'ı seçtiler. Atsız'ın, Türkçü­ ler Yardımlaşma Demeği'nden sonra katıldığı ikinci demek im oldu.

Türkçüler Derneği'nin kendine ait bir merkez binası yoktu . Faaliyetler üye aidatları ile yürütülmeye çalışılıyordu. Tanıtımını ise Milli Yol dergisi yapıyordu. Bu sayede arka a rkaya birkaç ocak (şube) açılmıştı. Atsız'a duydukları ilgi ve

saygı, Anadolu'daki ocak kurucularını harekete geçir-


1 16

Türkçüler Derneği Başkanı ( 1 3 Eylül 1 962).

mişti. Ancak, bu şubelerin büyük kısmında dikkate değer bir çalışma yapılmıyordu. Müşavirlik görevleri sona eren 14'ler bir süre sonra Türkiye'ye dönmeye başladılar. Alparslan Türkeş de onla-


117

rın arasındaydı. Fakat Ankara'ya gidişinden az sonra, 21 Mayıs hareketiyle ilgili olarak tutuklandı. Yapılan yargıla­ malarda, bu hareketle ilgisi bulunmadığı ortaya çıkınca beraat etti. Şimdi siyasi hayata ne şekilde gireceğini araş­ tırmaya başlamıştı. Bu arada, eski Türkçü arkadaşlarıyla da görüşüyordu. İsmet Tümtürk'le olan görüşmesi başarı­ sız geçmişti. Atsız'ı da ziyaret etmişti. Aralarında görüş farkı yoktu. Ne konuştuklarını, Atsız, bir mektubunda şöyle anlatıyor:

"Türkeş 'in CKMP'ye girmesi işi şimdilik geri kalmış. Ben kendisini Ankara 'dan İstanbul'a geldiği gün gördüm. Ge­ çerken bana uğramıştı. Bir iki saat konuştum. Bana da bu partiye gireceğini söyleyip fikrimi sordu . Ben başkan olarak ve yeni bir tüzük yapıp yeni bir ruh getirmek şartıyla girme­ si lehinde bulundum. Fakat fikir • • sorduklarının ço­ ğu aleyhte bulun­ muşlar. Bunu son­ ra kendisiyle ko­ Onh nuşanlardan işit­ tim. " (69)

1 0tttken -"•1111 'Nr«>" ...

fn! U\'IM

.ı. T H ?

.

"""' """"'

1964'ün başın­ da Atsız yeni -ve son- dergisini çı­ karmaya başlamış­ tı: Ötüken. Bu der­ gi, hayata gözlerini kapadığı güne ka­ dar devam ede­ cekti.

Jııl.. U.1 &ııofl.IOOUI

. ,_,.. ıı:C'till:ıu

''

.

,_'f\JQf. .

_ ...... A r.-. tn>.llOOW

.

_ ...... .... . ,.,.

.

.

S-1.. "'�U .

...... .... .

_ ..... ,.......

48. Sayı

100 Kuruı

......

Aralık

1967

(69) 26 Ocak 1964 tarihli mektubundan, Hz. Yücel Haca/oğlu, Atsız'ın Mektuplan, lstanbul 2001


1 18

İyi niyetli birkaç gencin kurduğu Üsküdar Ocağı atıl durumdaydı. Atsız, eski öğrencisi olan bir Türkçüyü ora­ da "ağabey" olarak görevlendirdi . Üsküdar Ocağı, kısa zamanda çok faal bir hale geldi. Konferanslar, konserler, seminerler, açık oturumlar yapılıyor ve bunlar haftalık bültenlerle gerekli yerlere duyuruluyordu . Çevrede de olumlu izlenimler bırakıyordu . Ancak, bu hızlı gelişme, merkezde bulunan bazı kimseleri tedirgin etmeye başla­ mıştı. Bunlar, Atsız üzerine telkinler yapıyor ve birtakım söylentiler yayıyorlardı. Üsküdar Ocağı'nda toplanan üyeler, genellikle Türkçülüğün Türkeş'le beraber -veya onsuz- siyasete girmesini de uygun bulmuyorlardı. Bu­ nun için gereken altyapının henüz oluşmadığı görüşün­ deydiler. Fakat, Atsız, Türkeş'in mutlaka desteklenmesi fikrindeydi. Türkçüler Derneği'nde beklenen hareketin görüleme­ mesi, Atsız'da genel merkezin Ankara'ya nakledilmesi eğili­ mini artırıyordu. Başlangıçta, genel merkez Ankara'da olur­ sa politikadan etkileneceği endişesi güçlüydü . Ama şimdi bu endişe oldukça törpülenmişe benziyordu. 26 Nisan 1 964'te yapılan genel kurulda dernek merkezinin Ankara'ya nakli kararlaştırıldı. Bu suretle Atsız'ın genel başkanlığı da sona ermiş oluyordu. Atsız, eski öğrencisi Altan Deliorman'ı Türkçüler Derne­ ği'nin şubelerini teftişle görevlendirdi. Ankara'daki yeni ge­ nel başkan Nejdet Sançar'a da bir mektup yazarak gereken yetkinin verilmesini bildirdi. Deliorman, birçok şubeyi do­ laşıp yöneticileriyle görüştükten sonra İstanbul'a döndü. Hazırladığı ayrıntılı raporu Atsız'a verdi. Ancak, Atsız, ra­ porda belirtilen gerçeklerden hoşnut kalmadı. "Ümmetçi ocaklar" dediği şubeler hakkındaki görüşü, o günden son­ ra daha da keskinleşti.


1 19

Süleymaniye Kütüphanesi'nde Atsız, Mehmet Emin Alpkan'la. Alpkan daha sonra Bizim Anadolu gazetesini yayınlayacaktır.

Türkçüler Derneği'nde ise, dışardan sebebi pek an­ laşılmayan bölünmeler oluyordu. İsmet Tümtürk, yöne­ tim kurulundan istifa etmişti. 1 964 yazında, dördü yöne­ tim kurulu üyesi olan dokuz üye daha ayrıldı . Artık ye­ ni ocaklar da açılmıyordu . Dernek deneyimi, beklenilen sonucu vermemişti. Bu arada, Alparslan Türkeş'in yeni baştan teşkilatlandırdığı CKMP, milliyetçi eğilimin temsil­ cisi durumuna gelmişti . Birçok Türkçü bu parti bünye­ sinde görev almıştı. Bu bakımdan parti çalışmaları, der­ nek faaliyetine tercih edilmekteydi . Atsız, bu dönemde Türkeş'i ve CKMP'yi manen desteklemeyi sürdürüyor, yakınlarının bu partiye girmesini tavsiye ediyordu. Ötü­ ken dergisi ise yayımını düzenli olarak sürdürüyordu. CKMP'nin 1 965 genel seçimlerinde aldığı oyların bekle­ nenden çok daha az olması hayal kırıklığı yaratmışsa da, bunun sebebi Alparslan Türkeş'in genel başkan oluşuy­ la seçim arasındaki sürecin kısalığı olarak düşünülmüş-


1 20

tü . İlerdeki seçimlerde başarılı olunacağı ümidi pek sar­ sılmamıştı. O sırada Atsız, yeni bir hayranından "Türk Ülküsü" ki­ tabını metheden bir tebrik mektubu aldı. Mektubu yazan Adile Ayda idi. Yurt dışına giderken yanına aldığı "Türk Ülküsü"nü

ancak Paris'te kaldığı otelde okuyabilmişti.

Eserin etkisi altında kalınca da duygularını Atsız'a mektup­ la bildirmişti. Atsız, bu mektuha verdiği cevapta "Herhan­

gi bir Türk hanımı olsaydınız, mektubunuz sadece mülte­ fit bir mektup olarak kalacaktı. Fakat, sizi Cumhuriyet 'te­ ki yazılannızla tanıyıp tasavvufa, ümmetçiliğe ve taklitçi batıseverliğe düşmüş aydın Türk kadınlan ile mukayese ettikten ve bizzat tanımak şerefine eriştikten sonra, tevec­ cühünüzün değeri ve manası başkalaştı. Yazınız, aynı zamanda şimdiye kadar görmediğim bir mükafat olmuş­ tur. " diyordu. C70) Bu mektuptan anlaşıldığına göre, Adile Ayda Atsız'ı, Süleymaniye Kütüphanesi'nde ziyaret etmiş ve tanışmala­ rı bu şekilde olmuştu . Ayda, çeşitli diller bilen, eli kalem tutan bir aydındı. DTCF ve İstanbul Üniversitesi'nde öğ­ retim üyeliği yapmış ve doçentliğe kadar yükselmişti. An­ cak, profesörlüğü, fakülte içindeki bir takım oyunlarla önlenmişti. Bunun üzerine o da üniversiteden ayrılıp Dı­ şişleri Bakanlığı'nda görev almıştı. Kazan Türklerinin ta­ nınmış siması Sadri Maksudi Arsal'ın kızıydı. Atsız'la ilk tanışmalarında, onun mahcup halinin sebebini anlayama­ mıştı. Daha sonra "Dalkavuklar Gecesi"ni okuyacak ve orada babasının fena halde hicvedildiğini görecekti. Sad­ ri Maksudi ile Zeki Velidi hayatları boyunca birbirleri ile anlaşamayıp mücadele etmişlerdi. Hatta Zeki Velidi'nin (70) 12 Mayıs 1964 tarihli mektubu. Haca/oğlu, a.g.e.


121

Süleymaniye Kütüphanesi'nde Yücel Hacaloğlu i l e ( 1 967)

1 933'te üniversiteden ayrılıp Almanya'ya gitmesinin asıl sebebi olarak Sadri Maksud! gösteriliyordu. Atsız, ihtimal ki, hocası ve dostu olan Zeki Velidi'nin Sadri Maksud! yü­ zünden haksızlığa uğradığını düşünüyordu. "Dalkavuklar Gecesi"ndeki İrdas ve İduskam tipleri, bu düşüncenin et­ kisiyle çizilmiş olmalıydı. Fakat, bu tesbiti, Adile Ayda'nın Atsız'a hayranlığını ve gelecek yıllardaki yakın dostluğu­ nu engellemeyecekti. Atsız, Ötüken'i Adile Ayda'nın adresine muntazaman gönderiyordu. O, 1967'de Roma elçisi olunca da dergiyi oraya göndermeye devam etti. 1960'ların ikinci yarısında doğu illerimizdeki bazı ha­ reketler dikkat çekecek ölçüde yoğunlaşmıştı.

Dernek-


122

Atsız, Gülçin Çandarlıoğlu ve l smail Aka (1 967)

ler kuruluyor, mitingler yapılıyor, devrimcilik maskesi altındaki bölücülük faaliyetleri günden güne hızlanıyor­ du. Bu tehlikeli gidişi gören Atsız, Ötüken'de yazdığı ya­ zılarla okuyucuları ve hükumeti uyarmak ihtiyacını duy­ du . Derginin 40, 41 ve 43. sayılarında " Konuşmalar" başlığı altında çıkan bu yazılar devrimci kuruluşların ve Doğulu bazı milletvekilleriyle senatörlerin tepkisine yol açtı. Mecliste yapılan konuşmalardan sonra savcılık At­ sız hakkında bir soruşturma başlattı. Soruşturma sonun­ da suç unsuru bulunamadı. Ancak, bu arada Ötüken'de­ ki Kürtçülükle ilgili yazılar devam ediyordu. "Kızıl Kürt­

lerin Yaygarası ", "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası ", "Doğu Mitinglerinin Perde Arkası " ve "Satılmışlar -


1 23

Moskof Uşakları " başlıklı bu yazılar konuyu tekrar alev­ lendirdi . Senatoda Atsız'ın yazıları aleyhinde konuşma­ lar yapıldı. Konu , siyasi bir meseleye dönüştü . Bunun üzerine, başında Hasan Dinçer'in bulunduğu Adalet Ba­ kanlığı yeni bir soruşturma için savcılığa talimat gönder­ di. İfade vermek üzere giderken, yanında bulunan avu­ katı Enver Yakuboğlu : "Hocam, dedi, şimdi siz ifade ve­ receksiniz. Bunda kasdınızı belli etmeyin. Yani böyle üzerine basa basa, bir dava adamı gibi ifade vermeyin. Kasdınızın ne olduğunu tavzih edin. " Atsız "Yok, diye cevap verdi, ben ne demişsem, ne kasdetmişsem onu aynen söylerim". Savcı, Atsız'ın ifadesine başvurmadan önce, şikayete yol açan yazıları bir bilirkişi heyetine in­ celetmişti. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Prof. Dr. İlhan Akın ve Prof. Dr. Nevzat Gürelli'den meydana gelen bilirkişi heyeti yazılarda suç unsuru bulunduğunu belirten bir ra­ por vermişti.

Atsız ve Ötüken dergisi yazı işleri müdürü Mustafa Kayabek duruşmada


1 24

Münih'te Orhan Şaik Gökyay, Atsız ve eşleri ( 1 969)

Dava başlayınca , Yakuboğlu, yazıların devam ettiğini, tamamlanmadan bilirkişi raporu almanın usulsüz olduğu­ nu belirterek yeni bir bilirkişi incelemesi istedi. Ancak, mahkeme bunu kabul etmedi . İlk celsede milliyetçi genç­ ler Adliye koridorlarını doldurmuşlardı. Durumu gören Savcı, celsenin gizli yapılması için yalvarır gibi ricada bu­ lunuyordu. Avukat Yakuboğlu buna itiraz ediyor, haklı ge­ rekçeler ileri sürüyordu. Fakat, ısrar karşısında Atsız "Hay­ hay" dedi.(71) Duruşma, dinleyiciler salona alınmadan ya­ pıldı. (71) "Avukatı Enver Yakuboğlu Anlatıyor", Yeni Orhn, 9-13 sayı, Kasım 1988 Ma11 1989 -


125

Atsız, yaş haddinin dolmasını beklemeden, 1 Nisan 1 969'da kendi isteğiyle emekli oldu. Artık, her gün dört saatini yollarda geçirmeyecek, yarım kalan eserlerini ta­ mamlayacaktı . Eşi ve iki oğlu Almanya 'daydı. Bu yüzden, yıllardan beri yalnız yaşıyord u . Evin düzeniyle meşgul ol­ duğu için "dadı" diye hitap ettiği manevi kızı Kaniye de 1 968 yılında evlenip ayrı bir eve taşınmıştı . Yalnızlığı büs­ bütün artmıştı. Almanya'ya gelmesi için çoktandır yapılan çağrılara aldırış etmezken, şimdi bunu ciddiye almaya baş­ lamıştı.

Emekli olduktan birkaç ay sonra,

8 Ağustos

1 969'da Münih'e hareket etti. Bedriye Atsız'ın 1 5 katlı bir apartımandaki tek odalı dairesinde kalacaktı. Buraya "ka­ şane" adını takmıştı. Münih'te 52 gün kaklı. Bu arada onu Avusturya ve İsviç­ re'ye götürdüler. Münih'e geldiğini öğrenen eski dostları ve onu gıyaben tanıyanlar, ardı ardına ziyafetler verip ikram­ larda bulundular. Rusya'daki farklı topluluklara her dil ve lehçede yayın yapan Hürriyet Radyosu 'nu ve "Dergi" idare­ hanesini ziyaret ederek oralarda çalışan "Dış Türkler"le gö­ rüşmeler yaptı. Almanya seyahati, Atsız'ın yurt dışına yaptı­ ğı ilk ciddi yolculuktu . Oradan dönüşte izlenimlerini kale­ me alarak Ötüken'de yayımladıC72)_ CKMP içindeki değişim, Atsız'ı düşündürmeye başla­ mıştı. Adana'da yapılan kongrede partinin adı "Milliyet­ çi Hareket Partisi " o l a ra k değiştirilmiş, partiyi temsil eden sembollerde değişiklik yapılarak bozkurt geri pla­ na alınmış, yetkili kurulların seçiminde de Türkçülüğe yakın olmayan isimlere yer verilmişti. Üstelik, Alparslan Türkeş, parti teşkilatına yayınladığı genelge ile Ötü­ ken'in okunmasını yasaklıyordu. MHP'nin yayın organı sayılan Devlet dergisinde Türkçüler Derneği'nden "güya Türkçüler Derneği", yönetim kurulundan da "Ne idüğü

(72) Atsız, "68. Vilayete Seyahat", ôtülıen, 12. sayı, Aralık 1969


126

belirsiz bir heyet" olarak bahsedilmesi Atsız'ı öfkelendi­ riyor ve artık iplerin koptuğu düşüncesine götürüyordu . Yine de b u sözleri Türkeş'in m i söylediği, yoksa ona is­ nadla başkaları tarafından mı uydurulduğu hakkında kuşkuları vardı . Milliyetçi Hareket Partisi, 1969 seçimlerinde -oyları art­ tığı halde- ancak 1 milletvekili çıkarabilmişti. Seçim siste­ minden ileri gelen bu adaletsiz sonuç Atsız'ı üzdü. Hiç ol­ mazsa 1965 seçimlerindeki milli bakiye yönteminin uygula­ narak böyle adaletsiz sonuçların engellemesini ileri süren yazılar yazdı. Her şeye rağmen, bu partiden ümidini hala kesmemişti. Bu arada, Atsız aleyhine açılmış olan dava devam edi­ yordu. Avukat Enver Yakuboğlu, mahkemeye birçok belge sunuyordu. Bu sırada 1 2 Mart Muhtırası verilmiş, komünist­ lik ve Kürtçülük suçundan birçok kişi tutuklanmıştı. Kürt­ çülük davası Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görü­ lüyordu. Yakuboğlu, duruşmada bu durumu belirterek iki dava arasındaki bağlantının dikkate alınmasını istiyordu. Atsız, yazılarında Kürtçülük tehlikesini dile getirmişti. Şim-

Atsız, Avukatı Enver Yakuboğlu ve Mustafa Kayabek Adilye'den ayrılırken


1 27

di, bu tehlikeyi önlemek üzere tedbirler alınıyor, fakat öte yandan da uyarı yapan Atsız yargılanıyordu. Bu arada, At­ sız ve Yakuboğlu, davanın askeri mahkemede görülmesini talep ettiler. Mahkeme bunu kabul etmedi, birçok kimse de bu talebi yadırgadı. Herkes askeri mahkeme yerine sivil mahkemeyi tercih ederken, bu sanıklar davanın askeri mahkemeye devrini istiyorlardı. Tercüman gazetesinde bir fıkra yazarı "İlk defa bir avukat, müvekkilinin askeri mah­ kemeye gitmesini istiyor" diye yazdı. Mahkemeye sunulan belgeler üzerinde inceleme yapan eski bilirkişi heyeti "Evet, suç konusu yazılar, bu belgelerin saikıyla yazılmış­ tır" diye rapor verdi. Yakuboğlu, "Saik" kelimesini ele ala­ rak hafifletici bir unsur olduğunu belirtti. Sonuçta Atsız ve Ötüken'in yazı işleri müdürü Mustafa Kayabek on beşer ay hapis cezasına mahkum edildiler. Karar, mahkeme başka­ nının muhalefetine rağmen, diğer iki hakimin oylarıyla alınmıştı. Yargıtay, mahkemenin kararını usul yönünden bozdu. Dava yeniden görüldü. Yine mahkumiyet kararı çıktı. Yar­ gıtay, bu defa son kararı süratle tasdik etti. Atsız, dört gün­ lüğüne Ankara'ya gittiğinde, bu süratin bir müdahale sonu­ cu olduğunu ima ettiler. "Baba dostu çok" diye düşünen At­ sız artık buna hayret etmedi. Tashih-i karar isteği de kabul edilmedi. Hapishane yolu gittikçe yakınlaşıyordu. Atsız, kardeşi Nejdet Sançar ve birkaç Türkçü ile bera­ ber, Bostancı'daki bir apartıman inşaatından daire satın al­ mıştı. Ancak dairenin tamamlanması ve teslimi çok uzadığı için bir türlü taşınamıyordu. Maltepe'de 35 yıldır oturdukla­ rı ev artık iyice eskimiş ve Atsız'ın deyimiyle "Harabezar" haline gelmişti. Eşi ve çocukları Almanya'da bulunduğu, manevi kızı Kaniye de evlenip çoktan başka eve taşındığı için yapayalnızdı. Bu dönemde yakınlarına yazdığı mektup­ ların ana konularından biri ev meselesi ve yalnızlık duygu­ su olmaktaydı. 1 972 sonunda yeni eve taşındığı zaman da


1 28

Torunu yerine koyduğu Hakan (Maviş)'la birçok sorunla karşılaşmıştı. Kaloriferler yanmadığı için ho­ le soba kurmak zorunda kalmıştı. Taşınmasından sonra iki yıla yakın zaman geçmişti. O sırada Adile Ayda'ya yazdığı bir mektupta, eve gelirse şeref duyacağını, fakat belki de evin dağınıklığından rahatsız ola­ cağını belirtiyordu. Nejdet Sançar ve eşi de Ankara'dan İs­ tanbul'a

taşınıp Bostancı'daki dairelerine yerleşmişlerdi.

Böylece yalnızlık sıkıntısı biraz hafiflemiş oluyordu . Bu arada, Samsun Senatörü olan Dr. Fethi Tevetoğlu ile Konya Milletvekili Yılmaz Öztuna, 1 5 aylık hapis cezasının kaldırılması için TBMM Dilekçe Komisyonu'na bir dilekçe yazmasını istediler. Fakat Atsız "Milli zihniyeti mahkum eden cinayete dilekçe ile başvuramam" diyerek bu teklifi reddetti. Mustafa Kayabek, memleketi olan Eğin'e giderek orada­ ki hapishaneye girdi ve cezasını çekmeye başladı. Atsız, onu yalnız bırakmak istemiyordu. Fakat Kayabek oranın so-


1 2') ğuk olduğunu yazınca bu kararından vazgeçti. Yakuboğlu ise, infazın dört ay geri bırakılması için başvurdu. Savcı, bu isteği uygun buldu . Fakat savcılık kalemindeki bir memur, iş adresine (yani, emekli olduğu Süleymaniye Kütüphanesi'ne) ya pılan tebligatın geri gelmesi üzerine evrakı Kartal Savcılı­ ğı'na göndermişti. İşin evveliyatını bilmeyen Kartal Savcısı da yakalama emri çıkardı. Enver Yakuboğlu, savcıya gidip yanlışlıktan bahsederek, müvekkilini ertesi sabah getirmesi için izin istedi. Fakat, savcı bunu kabul etmedi. Israr üzerine de, evrakı polise verdi, beraberce İstanbul savcılığına gidip meseleyi halletmelerini söyledi. Dairelerin kapanmasına ya­ nın

saat vardı. Kartal'dan bir taksiye atlayarak savcı çıkma­

dan yetişmeye çalıştılar. Vapurda giderken Yakuboğlu'nun üzgün ve sinirli halini gören Atsız, koluna girerek onu tesel­ li etmeye başlamıştı. "Enver, diyordu, senin cesur bir adam olman lazım. Sen askeri hakimlik yapmış birisin. Küçük yaş­ ta Irak'tan buraya muhacir olarak gelmişsin. Niye böyle?" - Hocam, ben şahsımı değil, seni . . . - Bırak yahu! Dava yolunda giden insanlar için bunlar devede kulak şeylerdir. Normaldir. Evvelden hazırdık zaten. Biz buna hazırlanmıştık . Onun için üzülme. İ nfaz savcısı, onlar gelmeden adliyeden ayrılmıştı . Nö­ betçi savcı ise yetkisi olmadığını, hükümlünün o geceyi ne­ zarethanede geçirmesinden başka yol bulunmadığını söylü­ yordu . Yakuboğlu , Atsız'ın çok sayıda ilaç aldığını, yani uzun zamandan beri hasta olduğunu bildiği için üzülüyor­ du . Fakat yapacak bir şey yoktu. Yanlarında bir polis oldu­ ğu halde Emniyet Müdürlüğü 'ne geldiler. Polis, elindeki ev­ rakla nöbetçi komiserin yanına girerken, Yakuboğlu "Ben rica edeceğim" dedi. Atsız: "Yapma, reddederler, üzülürsün. Ben memnunum hayatımdan." diyerek onu önlemek istedi. Ama, Yakuboğlu , Atsız'ın demir parmaklıklar arkasındaki taş zeminli müteferrikaya konulmasından endişeliydi. İçeri girip müvekkili hakkında yanlış işlem yapıldığını, hatanın


130

Evde bir dinlenme anında

ertesi gün düzeltileceğini söyledi. kim?" diye sordu.

Komiser "Müvekkiliniz

- Nihal Atsız. - Ha, şu komünist mi? Yakuboğlu, onun komünist olmadığını anlatmaya, 1 944 olaylarını hatırlatmaya, Türkçülükten bahsetmeye çalıştı. - Ya, kusura bakmayın, bilmiyordum. Peki, ne istiyorsu­ nuz? - Müteferrikaya atarsanız, hasta bir zattır, bir şey olabi­ lir. Sizden ricamız, bu akşam size misafiriz. Bizi öyle bir ye­ re bırakın ki, hastaya bir şey olmasın. Nöbetçi komiser, onları, telefonla haber verdiği iki komi­ serin odasına gönderdi. Komiserler, kalkıp Atsız'ın elini sık­ tılar. Yakuboğlu durumu izah etmeyle çalışırken, "Biz biliyo-


131

ruz, kendisini tanıyoruz. Üzülmeyin, b u a kşam misafirimiz­ dir" deyip Atsız'ı bir koltuğa oturttular. Üzgün avukat, ayrılıp evine giderken birden aklına geldi: Atsız,o saate kadar hiç­ bir şey yememişti. Köprü altındaki bir bakkaldan bisküvi, manavdan da meyva alıp bir paket yaptırdı. Dönüp geldiği Emniyet Müdürlüğünde Atsız'ı komiserlerle sohbet edip kah kah gülerken buldu . Yakuboğlu, bu manzara karşısındaki duygularını sonraları şöyle anlatacaktır:

"Benim içim yanı­ yor, o gülüyor. Adamın büyüklüğünü o zaman anladım, yetmiş küsur yaşındaki bir adamın metanetini. Davasına bağlılığını o akşam anladım ve kendimden utandım. (73) "

Ertesi gün infaz kararını kaldırdılar. Atsız evine döndü. Dört ay çabuk geçti ve izin müddeti sona erdi. Bu arada has­ talığı arttığı için Numune Hastahanesi'ne yatırıldı. Buradaki tetkikler sonunda, sağlığının müsait olmadığını, bu sebeple infazın dört ay geriye bırakılmasının gerektiğini belirten bir rapor verildi. Ancak, mevzuat gereği Adll Tıbb'a gönderilen rapor kabul edilmedi. Artık hapishane yolu görünmüştü. Savcı, daha rahat edeceğini söyleyerek onu Sağmalcılar Cezaevi'ne göndermek istiyordu . Ayrıca oranın reviri de vardı. Fakat Atsız bunu kabul etmedi. Yakuboğlu'na: " 1 2 Mart muhtırasından dolayı komünistler var orada. Ben na­ sıl gideyim?" dedi. Israrlar sonuç vermeyince Atsız'ı Topta­ şı Cezaevi'ne gönderdiler (14 Kasım 1973). Mahkumlar, onu saygıyla karşıladılar. Sobanın yanındaki bir yatağı ona ver­ diler. Atsız'a "baba" diyorlardı. Kimisi bisküvi, kimisi mey­ va getiriyordu. Atsız yemek istemedikçe "Olmaz baba,

yi­

yeceksin" diyorlardı. Burada sanki bir aile hayatı vardı. Yakuboğlu, hastahaneye gitmek istemeyen Atsız'ın elin­ den adeta zorla bir dilekçe aldı ve gerekli işlemi yaptı. Bir süre sonra Atsız'ı, birkaç kere getirtip gönderdikten sonra hastahaneye yatırdılar. Cezanın tamamının hastahanede ge-

(73) Enver Yakuboğlu, adı geçen yazı diztst


132

çirileceğini sanan Enver Yakuboğlu durumdan memnundu. Ancak, bir gün Atsız'ın kendisini çağırdığını haber verdiler. Hastahaneye gittiğinde onu çökmüş durumda buldu. Benzi sararmıştı. İçeri çatal bıçak sokmadıkları için verilen yeme­ ği yiyemiyordu . Kapıda dört-beş jandarma bekliyordu. Odadaki diğer yatakta ağır ameliyat geçirmiş olan ve idra­ rını hortumla kaba yapan bir mahkum yatıyordu. Doğru dü­ rüst konuşmasını bilmiyordu, bu yüzden Atsız'ın onunla iki kelime olsun, konuşma imkanı yoktu. - Ben bu hastahaneden vazgeçtim, bu şartlar altında ben hapishaneye dönmek istiyorum, dedi. Çünkü üzülüyo­ rum.

Bu manzarayı görünce, eski bir hakim olan Yakuboğlu, bazı basın mensuplarının nasıl konforlu özel odalarda "ağır­ landığını", bol bol ziyaretçi kabul ettiğini hatırladı. Sinirlen­ di ama çözüm yolu aramaktan da geri kalmadı. Koğuşta ya­ tırılmasını istedi. Yeterli jandarma olmadığı için bu isteği ye­ rine getirilmedi. Bunun üzerine jandarma kumandanına git­ ti, durumu anlattı. Kumandan, derhal bir jandarma verdi. Fakat, buna rağmen Atsız'ı koğuşa almadılar. Niyetleri bel­ liydi, Atsız da ayrılmak istiyordu. Uzun tartışmalardan son­ ra Yakuboğlu, hastanın yeniden, bu sefer Sağmalcılar Ceza­ evine gönderilmesini sağladı. Bu sırada, yine basın suçundan hapse mahkum edilmiş olan Çetin Altan'ın affı için kampanya yürütülüyordu. So­ nunda, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, onu affeden bir ka­ rar imzaladı. Üniversite hocaları, milliyetçi ilim adamları, gençlik teşekkülleri, kültür dernekleri bunun üzerine, Atsız için de böyle bir af kararı verilmesini sağlamak üzere çalış­ maya başladılar. Fakat, Atsız, af için dilekçe vermeyi kabul etmiyordu. Nihayet Enver Yakuboğlu da ricada bulundu: - Hocam, sen de bir basın mensubusun. İzin ver, bir di­ lekçe yazıp Reisicumhur'a ve Meclise gönderelim. - Hayır!


133

Misafirlikte, kardeşi Nejdet Sançar (en solda) ve Muzaffer Eriş'le - Peki, vekilin olarak ben yazıp imzalayayım. - Seni affetmem. Bu sırada, kontenjan senatörü olan Adile Ayda, af konu­ sunda Cumhurbaşkanı ile görüşmüştü. Bunu hapishaneye gönderdiği mektupla bildirince Atsız'ın canı sıkıldı. Yazdığı cevapta, böyle bir istekte bulunmadığını, herhalde bir yan­ lış anlama olduğunu, af başvurusunun mizacıyla uyuşmadı­ ğını belirtiyordu. Korutürk, bir süre sonra, Atsız'ın müracaatı olmaması­ na rağmen af kararını çıkardı . Bunun üzerine Atsız, 22 Ocak 1 974 günü tahliye edildi. Bu son hapishane hayatı 2,5 ay sürmüştü. Saat 19.00'daki haberleri dinleyen Maviş (ma­ nevi kızı K:iniye'nin oğlu Hakan. Atsız, onu torunu yerine koyuyor ve çok seviyordu) durumu kavramış ve "Dedemi affeden genel başkanın yanaklarından öpmeli" demişti. Kü­ çüğün bu içli ifadesi, gazetelerin birinde de yer almıştı.


134

Atsız, bir mek­ "Ma­ tubunda viş"ten şöyle bah­ sediyordu: " Ka n iy e ' n i n oğlu

Hakan

aylık oldu . çok

41 Onu

seviyorum.

Çok da acıyorum. Galiba evi, ocağı dağılmış

insan

olarak onda evlat sevgisini buluyo­ rum. O da beni se­ •

viyor. Arasıra kavga ediyoruz. O za­ man bana Ay 'a git "

"Sen diyor.

Ben de Kara Ça­ kal beni yesin diye aya gitme hazırlı­ ğına başlıyor ve Kaniye'ye Cezaevinden ayrı lırken (22 Ocak 1 974)

kamla

şap-

paltomu

hazırla. Orada ye­ mek yok. İki dilim ekmek ver. Orası karanlık. Bir mumla bir de kibrit ver diye karşılık verince pişman oluyor. Biraz son­ ra banşıyoruz. "

Atsız, kendisi için af kararı çıkaran Cumhurbaşkanı Fah­ ri Korutürk"e teşekkürlerini bir mektupla bildirdi:

Sayın Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı Ankara


1 35

Hakkımda gösterdiğiniz lütu.fkarlıktan dolayı teşekkür­ lerimi, saygılanmla birlikte arzederim Bir Çarkçı Kolağasının Torunu Bir Güverte Binbaşısının Oğlu Nihal A tsız Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, Atsız'a şu cevabı verdi:

Sayın Nihal Atsız

4 Şubat 19 74 tarihli mektubunuzdan bir Çarkçı Kola­ ğası 'n ın torunu ve bir Güverte Binbaşısının oğlu olduğu­ nuzu öğreniyorum. Bu iki meslek terimi bana hatp bah­ riy . . . . lerimi açtığım günlerin havasını ve alemi . . . . . Size to­ rununuzu bol bol sevebilme. . . . ır ömür ve esenlikler diliyo­ rum. Fahri S. Korutürk Atsız'ın, Alparslan Türkeş ve dolayısıyla MHP ile arası gittikçe açılıyordu . Atsız'ın görüşlerini paylaşanlar MHP saf­ larından uzaklaştırılıyor veya durumu görerek kendileri ay­ rılıyorlardı. Türkeş, MHP teşkilatına, Ötüken 'i yasaklayan genelgeler gönderiyordu . Bunlar Atsız'ın ve Ankara'da Nej­ det Sançar'ın kulağına geliyor, Türkeş'e sorulduğu zaman da bu genelgeleri inkar ediyordu. Atsız, özel mektuplarında bu tutumdan şikayet ediyor, fa­ kat açığa vurmuyordu. MHP konusunda gittikçe olumsuz ha­ le gelen görüşlerini nihayet Ötüken'deki bir yazıyla açıkladı:

"Türkçüler, bugünlük ancak Türkçü karakteri olan par­ tileri tutarlar. Türkçülükten sapan veya taviz veren hiçbir parti Türkçü/erce tutulmaz, tutulamaz. Türkçülüğün ne ol­ duğu açık seçik ortada bulunduğu için bugünkü tutum/a­ n ile hiçbir parti Türkçü değildir.


1 36

İlerde şartlar hazır olunca, mevcut partilerden biri Türk­ çü parti haline gelir veya bir Türkçü parti kurulursa Türk­ çülük o zaman siyasete girmiş olacaktır. Şu da unutulma­ malıdır ki, Türkçülüğün iktidara gelmek için mutlaka parti kurmasına lüzum yoktur. Türkçülük beyinlere ve gönüllere

şuurla yerleştikten sonra bu, partisiz de olabilir" ( 74) .

Ertesi yıl, Atsız'ın, Ötüken'de yayımlanan "Ne Yaptığını Bilmeyenler" başlıklı yazısı, MHP ile köprülerin tamamen atıldığını gösteriyordu. Bir ay kadar önce, Ali Balseven adlı Türkçü bir genç, Ankara'da, ülkücüler tarafından öldürül­ müştü. Balseven, Türkçü olarak tanıdığı MHP'ne girmiş, fa­ kat sonra görüşlerinin farklılaştığını görerek bu partiden ay­ nlmıştı. Cinayetin bu sebeple işlendiği sanılıyordu. Atsız, ka­ tilleri namert olarak niteliyor ve yazısını şöyle sürdürüyordu:

"Geceleyin köşe bekleyip bir kişiye birkaç kişiyle saldır­ mak gibi rezaletlerin Türkçülükte elbette yeri yoktur. Türk­ çülük sözünün eri olmak, ettiği yemine sadık kalmak ve ya­ lan söylememektir. Türkçü taviz vermez ve politika yapıyo­ rum zannı ile "biz Yahudi aleyhtan değiliz; çünkü onlarla hiç savaşmadık " gibi gülünç sözler söylemez. Türkçülük makam hırsı ile bağdaşmaz. Başkanlık vasıjlanndan mahrum insanlann başkalan­ nı kötüleyerek liderlik davası gütmeleri, hilekar daltabanla­ nn oyuncağı o/malan kadar acıklı bir durum yoktur. Baş­ kan olacak adamın bütün ömrü dimdik geçmiş olmalı, ma­ zisinde kendisini küçük düşürecek bir zaaf bulunmamalı­ dır. Vaktiyle kendisini sorguya çekenlere "hatamı anladım. Beni affetmenizi istirham ederim " diye mektup yazanlann liderlik davası Don Kişot cakasından başka bir şey değildir. Böyle liderler ilk seçimde silinmeye mahkumdur.

(74) Atsız, "Türkçülük ve Siyaset'', ôtalıen, 8. sayı, 26 Temmuz 1972


137

Yüksek tepelere kartal da çıkar, bazen yılan da çı­ kar, ama karla/ yükselerek, yılan sürünerek çıkar. (75) "

Atsız Türk milliyetçili­ ğinin Türkçülük denen Zi­ ya Gökalp ekolünü kud­ retle devam ettirmiş büyük bir fikir adamı, tarih, ede­ biyat, türk,

dil

bilginidir.

Ata­

Gökalp'ın teklifleri­

nin çoğunu uygulamıştır. Türkeş, Atsız'ın yetiştirdiği bir liderdir. Atsız olmasaydı Türkeş'in ortaya çıkması

Sona doğru

kesinlikle mümkün değildi. Ancak Türkeş, Türk milliyetçiliğinin ülkücülük denen ak­ siyona dönük ekolünün kurucusudur. Zamanla Atsız milli­ yetçiliğinde bulunmayan dini motifleri de benimsedi. C76) At.,ız, hayatı boyunca aktif politikadan uzak durmuş, hiç­ bir siyasi partiye katılmamıştı. Ancak, Türkeş'in siyasete gir­ mesiyle önce CKMP'yi, sonra MHP'yi desteklemişti. Türkçü­ lüğün bu partiler vasıtasıyla iktidara geleceğini hayal ediyor­ du. 1962'de Orkun dergisinde yayımladığı "Türk Milletine

Çağrl' başlıklı yazısında, Türkçülüğün milli kalkınma progra­ mını dokuz ilkeyle özetlemişti. Daha sonra Alparslan Türkeş de, hemen hemen aynı ilkeleri "Dokuz Işık" adıyla partisinin hedefleri haline getirmişti. Bu ayniyet, Atsız'ın ümitlerini güç­ lendiren bir unsur olmuştu. Ancak, MHP'de Türkçülüğün ikinci plana itildiği bünye değişiminden kaygı duymuş, bu kaygı zamanla gittikçe artarak sonunda yolların kesin şekilde

(75) At5ız, "Ne Yaptığını Bilmeyenler", Ôffllıerı, 1 15. sayı, Temmuz 1973. (76) Yılmaz ôztuna, Türleiye, 4 Kasım 2005


138

ayrılmasına varmıştı. O günlerde Adile Ayda'ya yazdığı mek­ tuplarda ''Memleketimizdeki siyasf komediden tiksiniyorn.m ': ''Futbol kulüpçülüğü gibi particilik de bu memleketin başına musallat olmuş bir beta " diye yazmaktaydı. Atsız'ın sağlığı, özellikle hastahane ve hapishanelerde geçirdiği günlerden sonra daha da bozulmuştu. Romatizma ağrılarından muztaripti. Ayrıca yüksek tansiyon ve koroner yetmezliği vardı. Her şeye daha çok ve daha çabuk sinirle­ nir olmuştu. Yürümekte zorluk çekiyordu. Unutkanlığın art­ masından da şikayet ediyordu. Gergin ve sürekli bir müca­ dele hayatının onu getirip bıraktığı son nokta bu olmuştu. O günlerde "Yani, söz aramızda, senin anlayacağın yakın­ da defterim dürülecek. Nejdet 'le ikimiz hızla çökmekteyiz ama son enerjiye kadar mücadelemiz devam edecek " diye yazıyordu . Bu duygusunu şiirle de ifade etmişti:

SONA DOGRU Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesindeyim: Bir ülkünün mehabetinin ziroesindeyim Dünya denen mezellete dalsın her isteyen: Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim . . Herkes bir özleyişle yaşar. . . Ben de öylece A ltaylann ve Tanndağ 'ın çevresindeyim. Merdanelikle şöyle bakıp ayn/ık/ara Son menzilin hüzün dolu ktişanesindeyim. A rtık vedd zamanına pek fazla kalmadı, Yorgun ve kimsesiz, ölümün bahçesindeyim.

Kardeşi Nejdet Sançar'la onun eşi Reşide Sançar'ın emek­ li olup İstanbul'a taşınmaları ve aynı apartımana yerleşmeleri


1 39

Belki de son fotoğrafı. Kendisini ziyarete gelen Fethi Gemuhluoğlu, Orhan Şaik Gökyay ve Tekin Erer'le

Ats.ız'ı biraz olsun huzurn kavuşturmuştu. İki kardeş, yıllar sonra bir araya geliyorlardı. Misafirleri birlikte karşılıyor, -na­ diren de olsa- eş dost davetine birlikte gidiyorlardı. Fakat, o günler de geçiciydi. Bir gece aniden gelen kriz Nejdet Sançar'ı toprağın koynuna çekecekti (Şubat 1975). Bu kayıp, Atsız için tam bir darbe oldu. Bütün metanetine rağmen çok sarsıldı. O yaz, üzerinde uzun zamandır çalıştığı "Türk Tarihi"ni bitirmek için büyük gayret gösterdi. Kitabın tamamlanıp bir yıl içinde basılmasını tasarlıyordu. Bazen de, bitirmek için daha on yıla ihtiyaç bulunduğunu düşünüyordu. "Türk Ta­ rihi", yakın çevre tarafından bilinen, sık sık konuşulan bir konuydu. Atsız, basıldığı zaman, bu kitabın büyük gürültü­ lere sebep olacağını düşünüyordu.

Atsız'ın, Almanya'daki eşinden aynlmak için açtığı ve avu­ katı Enver Yakuboğlu'nun takip ettiği dava Mart 1975'te sonuç­ landı. Böylece, uzun süren bir ayrılık resmiyet kazanmış oluyor­ du. Gerçekte, Atsız'ın yalnız hayatında değişen bir şey yoktu.


140

Sonbaharda, bir doktorun kanserden şüphelenmesi üze­ rine başka iki profesöre muayene oldu. Çeşitli tetkiklerden sonra böyle bir durum olmadığı anlaşıldı. Atsız, bir taraftan bu gibi sağlık işleriyle uğraşırken bir taraftan da zihni Viya­ na ve Paris büyükelçilerimizin ASALA tarafından art arda öl­ dürülmesiyle meşguldu. 10 Aralık 1975 günü, Atsız kalbinden hastalandı. Onunla meşgul olacak, alt katta oturan Reşide Sançar'dan başka kim­ se yoktu. Onun haber vermesiyle eve gelen doktor koroner yetmezliği teşhisi koydu. Oksijen verilmesini ve ilaçların dü­ zenli alınışına itina edilmesini öğütledi. Yakın dostu Refet Kö­ rüklü, o gün Muzaffer Eriş'le birlikte Ankara'dan gelmiş, fakat Bostancı'da kalmayarak Heybeliada'daki evine geçmişti. Gece oradan telefon edince karşısına Reşide Sançar çıktı ve Atsız'ın o sabah aniden hastalandığını, doktorlann koroner yetmezli­ ği teşhisi koyduklarını söyledi. O saatte Bostancı'ya vapur ol­ madığı için Körüklü ertesi sabah telefon edip Muzaffer Eriş'le buluştu. Beraberce Bostancı'daki eve gittiler. Yanına girmeden önce durumunun ağır olduğunu, oksijen verildiğini öğrendi­ ler. Atsız, bitkin halde yatıyordu. Onları görünce "Çok sancım var, tahammül edemiyorum" diye sızlandı. Doktor, konuşma­ sını yasaklamıştı. Buna rağmen "Doktor koroner yetmezliği diyor, keşke enfarktüs olsa" dedi. Muzaffer Eriş: "Bu hastalı­ ğın gelmesine sebep ne? Üzücü bir şey mi oldu?" diye sordu.

Elini manalı ve sert bir şekilde sallayın Atsız: "Muzaffer, kaç tane, neler neler" diye cevapladı. İki-üç gün önce bir ahbabına gitmiş. Orada birisiyle sert bir tartışmaya tutuş­ muş. Ona çok sinirlenmiş. Üzülmüş de . . . O sırada, durumu öğrenip Bostancı'ya gelen Kaniye, At­ sız'ın gönderdiği pastahaneden döndü. Elinde bir yığın mektup vardı. - Buğra'dan mektup var mı? - Yok.


141

Bir ay önce, Alman­ ya"da bulunan küçük oğ­ lu Buğra'ya mektup yazıp kanserden doktorların şüphelendiğini, parça alı­ nıp tahlile gönderildiğini bildirmiş. Onun cevabını bekliyormuş. "Yok" habe­ rini alınca başını duvara çevirip üzüntüsünü sakla­ maya çalıştı. Bir ara -ıztırabı çok art­ mış olacak ki- sol elini göğsüne bastırarak "Ben Biraz bezgin, biraz yorgun bir bakış yarına çıkmam" dedi. Sonra ilave etti "İnşallah bu dert koroner yetmezliği değil de enfarktüstür. Allah'tan hayırlısı!". Doktor, sancısını dindirmek için Panaljin ampul vermiş. İğne yapılması gerekiyor. Bir iğneci bulundu. Fakat o da gelirken enjektörü bir hastasında unutmuş. Muzaffer Eriş hemen bir eczaneye koşup enjektör aldı. Bu defa da ecza­ cının, enjektörün iğne kısmını vermeyi unuttuğu anlaşıldı. Muzaffer Bey iğneyi de alıp getirdi. Aksilikler üst üste geli­ yordu. İğne yapıldıktan sonra bir rahatlama görüldü. Şimdi herkes saat 16.00 da doktorun gelmesini bekliyordu. Refet Körüklü dua etmeye başlamıştı. Doktor, bir saat gecikmeyle 17.00'de geldi. Elektro al­ maya başladı. Fakat yarı yolda şerit bitti. Muzaffer Eriş "Ben alıp geleyim" dedi. Doktor "Siz bulamazsınız, ben gideyim" diye cevapladı. Bir süre onun gidip gelmesini beklediler. Elektro alındı. Tansiyon ölçülünce Atsız sordu: "Kaç?" Doktor önce 9 dedi, sonra ilave etti:lO. Hasta, o zaman gür bir sesle adeta haykırdı: "Bal gibi enfarktüs". Her ani tansiyon düşmesinin enfarktüse delalet etmediği-


1 42

ni söyleyen doktoru inanmaz gözlerle dinliyordu. Yüzü gittikçe solmaktaydı . Bakışları sabitleşmeye başlamıştı. Elektroyu inceleyen doktor susuyordu. Az sonra kendin­ den geçti. Doktor koşup suni teneffüs yaptırmaya başla­ dı. Fakat nafile! Çabalar sonuç vermiyordu. Doktor, göz kapaklarını kaldırıp baktı: "Göz bebeği büyüyor" . Yani, acı son! Atsız, üç defa derin nefes aldıktan sonra ruhunu teslim etti. Evde bulunan herkes hıçkırıklar içinde ağlıyordu . Mihnetli ve cefalı, fakat, gururlu ve şerefli bir hayat sona ermişti. Kimbilir, ölüm anında, vaktiyle yazdığı bir şiirin iki mısrası aklından geçmiş midir: ''Belki, diner yanışım Son uykuya yatınca . . .

"

Bir gün evvel, kriz gelince Reşide Sançar'a vasiyet etmiş­ ti: Ölüm haberi en yakınlarına bile bildirilmeyecek, gazete­ lere ilan verilmeyecek, mezarlığın bir köşesine sessiz seda­ sız gömülecek. Reşide Hanım: "Ağabey, Allah gecinden versin. Daha yapacak çok işin var. Eğer öyle bir hal olursa seni, Nejdet'in yanında yer bulursam oraya gömdürmeme müsaade et. Zi­ ra, her ikinizi ziyaret etmem kolay olur" deyince de itiraz etmemişti. Muzaffer Eriş'le Refet Körüklü bu vasiyetin ilk kısmını dinlemeyip sorumluluğu üzerlerine alarak telefonun başına geçtiler. Atsız'm adres defterini açıp bütün tanıdıklarını ha­ berdar ettiler. Bir saat içinde ölüm haberini duymayan kal­ mamıştı07). (77) Refet Körü/ela, ''.Atnz ölürken de bilytıkta ", Türlıçülerln Kalemin­ den Atsa, lstanbul 2000 .


1 43

Ebedi uykusunda (Karacaahmet Mezarl ığı)

Atsız'ın cenazesi, Kurban Bayramı'nın ilk günü Kadı­ köy'deki Osmanağa Camii'ne getirildi. İmam, cenaze nama­ zını kıldırmak için "Er kişi niyetine" deyince ön saflardan bir ses yükseldi: "Hoca, hoca! Bu musalla şimdiye kadar böyle bir er kişi görmemiştir". Tasvip sesleri cemaatin, Fet­ hi Gemuhluoğlu'nun bu sözüne katıldığını gösteriyordu. Atsız'ı son yolculuğuna uğurlamak için kimler gelmemişti ki. Üniversite hocaları, yazarlar, iş ve meslek adamları, onu yakından veya uzaktan tanıyanlar, öğrencileri ve tabii, gençler. Muazzam ve seçkin bir kalabalık, Atsız'ın tabutunu eller, hatta parmaklar üzerinde Karacaahmet'e kadar taşıdı. Orada, Nejdet Sançar'ın yanı başında toprağa verildi. 70 yıl­ lık bir fırtına artık dinmişti. Sonralan mezar taşına sadece imzası kazınmıştır: ATSIZ.


144

ATSIZ'I ETKİLEYEN ŞAHSİYETLER ZİYA GÖKALP Atsız, İstanbul'da doğmuş, yaşamış ve yine burada vefat etmiştir. Malatya ve Edirne'deki kısa görev süreleri dışında bütün hayatı bu şehirde geçmiştir. Eğitimini burada tamam­ lamış, mesleğini burada sürdürmüş, burada hapis yatıruştır. Hayat macerası sırasında da birçok kimseyle tanışmış, bun­ lardan bazılarıyla uzun süreli dostluklar kurmuştur. Sosyal ilişki sahibi her insan gihi, etkisi altında kaldığı şahsiyetler de olmuştur. Bu şahsiyetlerin başında Ziya Gökalp gelir. Ziya Gökalp, Atsız'ın aksine, hayatının büyük bölümü­ nü İstanbul dışında geçirmiştir. Diyarbakır'da doğmuş, ora­ da okumuş, mesleğe orada atılmıştır. İttihad ve Terakki de­ legesi olarak Selanik'e gidişinden sonra, Yunanlılarça işga­ line kadar bu şehirde kalmış, sonra İstanbul'a gelerek Mü­ tareke dönemine kadar burada faaliyet göstermiştir. Malta sürgünü, tekrar Diyarbakır'a dönüş ve Ankara'da Telif ve Tercüme Heyeti reisliği, onun bir daha İstanbul'a uzun sü­ reli dönmesine imkan vermemiştir. Denilebilir ki, Ziya Gö­ kalp'ın İstanbul'daki hayatı altı yıl kadar ancak sürmüştür. Bununla beraber, Ziya Gökalp'ın en etkili olduğu dö­ nem İstanbul'da yaşadığı yıllardır. İlmi makalelerini, birçok şiirini bu sırada kaleme almıştır. Türk Ocağı çevresindeki konuşmalarıyla, Türk Yurdu dergisindeki yazılarıyla tanın­ mış ve sevilmiştir. Aynca, iktidarda bulunan İttihad ve Te­ rakki Fırkası'ndaki nüfuzu ile devletin milli politikasına yön vermeyi başarmıştır.


145

Ziya Gökalp'ın Türk Ocağı'ndaki konferans ve sohbetle­ rini çok kimse heyecanla takip ederdi. Ancak Ziya Gö­ kalp'ın etkisi artık Türk Ocağı salonlarının dışına taşmış, özellikle "Turan" şiiri genç aydınlan kamçılamıştı. Atsız'ın çok erken yaşta bu tesirlerle karşılaştığını söyleyebiliriz. Daha sonra "Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak" ve "Türkçülüğün Esasları" kitapları da yayınlanınca Türkçülük daha geniş kesimler tarafından benimsenmişti. Ziya Gö­ kalp'ın erken yaşta ve beklenmedik bir zamanda ölümü, bu sebeple derin bir üzüntüye sebep olmuştu. Atsız, o dönem­ de Askeri Tıbbiye öğrencisiydi. O da Ziya Gökalp'ın cena­ ze merasimine katılmıştı. Bu hareketi, ondaki Gökalp sev­ gisinin bir işareti sayılabilir. Ziya Gökalp ve Atsız, yirminci yüzyıl Türkiye Türkçülü­ ğünün iki büyük şahsiyetidir. Türkçülük, başlangıçta Ziya Gökalp'ın görüşlerine göre şekillenip sistemleşmiş, 1 930'la­ rın ortalarından sonra da Atsız'ın fikirleri Türkçülük hareke­ tine büyük ölçüde yön vermiştir. Atsız, Ziya Gökalp'tan et­ kilenmekle birlikte ondan farklı bazı görüşleri de geliştir­ miştir. Ziya Gökalp, ileri gelen bütün Türkçüler gibi Türkoloji ile de meşgul olmuştur. Türk tarihi, dili ve medeniyeti üze­ rinde çalışmış, eserler vermiştir. Fakat, akademik eğilimi sosyoloji üzerinedir. Yabancı dil bilgisi sayesinde Batılı filo­ zofların, sosyologların, özellikle Durkheim'ın eserlerini in­ celemiştir. İstanbul Daıülfüm1nu'nda İçtimaiyat (sosyoloji) kürsüsünü kurmuş, bu kürsünün başına geçerek üniversite öğrencilerine dersler vermiştir. Türk milletinin meselelerini daha çok bir sosyolog olarak ele almıştır. Atsız ise, Türk di­ li, edebiyatı ve tarihi konularında yetkili bir uzmandır. Mil­ li meselelere bakışı da daha çok bu açıdan olmuştur. Ara­ daki fark biraz da bu ikilemden kaynaklanmaktadır. Acaba, Atsız'da da, Ziya Gökalp gibi sosyoloji nosyonu kuvvetli olsaydı, o da "Türkçülüğün Esasları" gibi bir eser


146

hazırlayıp Gökalp'tan elli yıl sonra hayli değişmiş Türkiye ve dünya şartlarını göz önüne alan yeni bir sistemleştirme­ ye gider miydi? Böyle bir çalışma yararlı olmaz ve Türkçü­ lükteki dağınık manzarayı bir ölçüde önlemez miydi? Bu soruya çok çeşitli cevaplar verilebilir. Ziya Gökalp'ın Türkçülük anlayışında Turan ideali en başta yer alır. Ancak, biraz da şartların değişmesine bağlı olarak bu idealin içeriğinde zamanla değişme olmuştur. Gö­ kalp, başlangıçta bütün Türklerin yaşayacağı müebbet bir vatan olarak tasavvur ettiği Turan'ı, hayatının sonlarında ka­ demeli bir geçişten sonra varılacak son hedef olarak tespit etmiştir. Önce Türkiyecilik, sonra Oğuzculuk ve nihayet bü­ tün Türklük, yani Turan. Savaş yıkımından, işgallerden ve Milli Mücadele'den sonra kurulmuş genç Türkiye Cumhuri­ yeti'nin mantığına da böylesi daha uygundur. Atsız ise, ya­ zı hayatının hiçbir döneminde böyle kademeli geçişi savu­ nan görüşler ileri sürmemiştir. Atsız, Türkçülüğü iki temel üzerine oturtmuştur: Turan­ cılık ve ırkçılık. Turancılıkta, genellikle Gökalp'ın görüşleri­ ni takip etmiş, çıkardığı dergilere onun "Bütün Türkler bir ordu" deyişini koymuştur. Gökalp'ta hemen hiç görülme­ yen ırkçı motifler ise Atsız'da temel görüş halindedir. At­ sız'ın ırkçılığı başlıca iki esasa dayanmaktadır. Biri, Türk so­ yunun yabancı soylarla karışmasını önlemek, diğeri Türk soyundan olmayanların Türk milletini yönetmesine karşı çıkmak. Bu sebepledir ki, Türkçülük, yabancı kadınlarla ve­ ya erkeklerle evlenmeyi hoş karşılamamıştır. Osmanlı tari­ hindeki dönme ve devşirme yöneticilerin varlığına da yine bu açıdan tenkitçi gözle yaklaşmıştır. Ziya Gökalp'ın Türkçü görüşleri kuvvetle savunmaya başladığı dönemde Osmanlı Devleti hala ayaktadır ve bün­ yesinde değişik kavimlerden toplulukları barındırmaktadır. Türklüğe vurgu yapmak bir ölçüde mümkünse de ırk ayrı­ mında bulunmak devlet yapısına aykırı düşmektedir. Ziya


147

Gökalp'ın, bu tür fikirlere sahip olsa bile bunu açıkça be­ yan etmesi akılla bağdaşmamaktadır. Halbuki Atsız'ın ilk yazılarını yayınladığı dönemde ırkçılık, özellikle Avrupa si­ yasetinde ön plana çıkmış, Almanya ve İtalya gibi ülkeler­ de iktidara geçmiştir. Avrupa ırkçılığı Cermenleri ve Töton­ ları üstün ırk saymakta, diğer bütün ırkları ikinci, üçüncü sı­ nıf, aşağılık ırklar addetmektedir. Mesela Alman ırkçılarının nazarında Türkler böyle aşağılık bir ırktır. Atsız'ın ırkçılığın­ da, başka ırkçılıklara karşı bir savunma mekanizması sez­ mek mümkündür. Türkleri üstün ırk olarak görmek ve ta­ nıtmak, Avrupa ırkçılığının saldırılarına karşı bir set çekmek manasına alınabilir. Atsız'ın ırkçı görüşleri başlangıçta hayli serttir. Irkçılığın Almanya'daki uygulamasını gördükten ve çeşitli tecrübeler yaşadıktan sonra bu görüşlerinde bir yumuşama olduğu da gerçektir. Ancak, yine de yabancı kültür tesirleriyle müca­ delede, yabancı ırklarla karışmama konusu kadar coşkulu olduğu söylenemez. Gökalp, belki Durkheim'in etkisiyle, toplumun çıkarları­ nı fertlerin hak ve hürriyetlerine tercih eden görüşleri sa­ vunmuştur. "Gözlerimi kaparım ! Vazifemi yaparım", "Ben, sen, o yok, biz varız" gibi sloganvari söyleyişler ona aittir. Atsız'da da devleti kutsal sayma, fertleri önemsememe, dev­ letin en küçük bir çıkarı için hayatın feda edilmesi motifle­ ri canlıdır. Bu bakımdan, ikisi arasında kuvvetli bir benzeş­ me bulunmaktadır. Ziya Gökalp, kararlı fakat sakin bir yaradılış sahibidir. Hatta mahcup denilecek ölçüde çekingendir. En azından, fikir hayatının ilk yansında böyledir. Fakat kader onu kala­ balıklara ve siyasete çekmiştir. İttihad ve Terakki Cemiye­ ti'ne katılmış, bu cemiyet parti haline gelip de iktidara ge­ çince yönetici kadronun içinde ve önünde yer almıştır. Ziya Gökalp'ın ünlü "Turan" şiiri, Selanik'te bulunduğu sırada, Ali Canip (Yöntem) ile bir arkadaşının yönetiminde-


148

ki Genç Kalemler dergisinde yayınlanmıştı. İlk yayımında şiirin imzası Tevfik Sedat idi. Ali Canip, Turan şiiri eline ge­ çince okuyup heyecanlanmış ve derhal yayınlamaya karar vermişti. Şiiri getiren zat "bunu Ziya Bey'den aldım" demiş­ ti. Peki ama, bu Ziya Beyle nasıl bir adamdı? Şiir hem ede­ biyat bakımından hem milli duygular bakımından son de­ rece başanlıydı. Ali Canip, Ziya Bey'le mutlaka tanışmak is­ tiyordu. Bu arzusunu açtığı arkadaşı birkaç gün sonra gel­ miş "Ziya Bey bu akşam sinemadaki locasında olacak. Se­ ninle birlikte oraya gideceğiz. Böylece tanışırsınız" demişti. Locaya girince Ali Canip'i takdim etmiş, Ziya Gökalp da "müşerref oldum" gibilerden bir iki kelime söylemişti. Otur­ muşlardı. Bir daha hiçbir konuşma olmamıştı. Ziya Gökalp sürekli susuyor, düşüncelere dalmış görünüyordu. Ali Ca­ nip sıkılmış, geldiğine geleceğine pişman olmuştu. Nihayet "Efendim, müsaadenizi istirham ediyorum" deyip kalkmıştı. Gökalp sadece "güle güle" demişti. Çıkınca arkadaşına "Ya­ hu, bu ne haldir?" diye sitemle sorunca "Ziya Bey öyledir, alınmana gerek yok" cevabıyla karşılaşmıştı. Gerçekten, kı­ sa süre sonra Ali Canip'le Ziya Gökalp çok yakın iki arka­ daş olacaklardı. Genç kalemler, ikisinin gayretiyle ve Ömer Seyfettin'in de katılımıyla Türkçülük tarihindeki yerini ala­ caktı. Balkan Savaşı'nda Selanik'in kaybı üzerine İstanbul'a geldiği zaman da Ziya Gökalp'ın aynı suskun tavrını devam ettirdiğini görüyoruz. Darülfünunda içtimaiyat (sosyoloji) kürsüsü kurulmuş, başına da hoca olarak Ziya Gökalp ge­ tirilmiştir. O günlerde kendisine yardımcı olacak bir sosyo­ loga ihtiyaç duymaktadır. Ona Necmeddin Sadık (Sa­ dak)'tan bahsederler. Yurt dışındaki eğitimini bitirip yeni dönmüştür. Kabiliyetli bir genç adamdır. "Gelsin, göreyim" der, İttihad ve Terakki merkezinde randevu verir. Necmed­ din Sadık, yanında arkadaşlan olduğu halde o gün rande­ vuya gider. Ziya Gökalp'ın odası büyük bir salondur. Onun


149

oturduğu masayla kapı ara­ sında uzun bir mesafe var­ dır. Necmeddin Sadık, yüre­ ği çarparak masanın önüne kadar yürür ve kendini tanı­ tır. Gökalp "Buyurun" deyip yer gösterir. Sonra gözlerini hafifçe kapayıp düşünceye dalar. Uzun bir sessizlik . . . Tek kelime konuşulmaz. Necmeddin Sadık, fuzuli yere geldiğini düşünüp mü­ saade ister. Kapıdan çıkın­ ca, arkadaşları "Ne oldu? Ne oldu?" diye sorarlar. O da ümitsizce "Anlaşılan beni Ziya Gökalp beğenmedi. Hiçbir şey söy­ lemedi" diye cevap verir. O zaman, gülerek "Haydi hayırlı olsun, seni yardımcılığa almış bile" derler. Kısa zaman son­ ra da Necmeddin Sadık'ın içtimaiyat kürsüsüne müderris muavini olarak tayini gerçekleşir. Türk Ocağı'ndaki konferanslarında Ziya Gökalp'ın tavrı biraz farklıdır. Konuşmanın başında yine yavaş, adeta ürkek bir eda ile söze girer, fakat konu ilerledikçe açılıp iki saat, üç saat konuşur, Türk tarihinden, etnoğrafyasından, halk bi­ liminden, sanatından örnekler verir, dinleyicileri de heye­ canlandırır. Atsız'a gelince: O, Ziya Gökalp gibi suskun değildir. Zi­ yaretçileriyle ve konuklarıyla konuşmayı sever. Konuşma sırasında bazen heyecanlanır, bazen öfkelenir ve hislerini açığa vurmaktan kaçınmaz. Topluluk karşısında baştan so­ na kadar çok düzgün ve ahenkli bir ses tonuyla konuşur. Hitabet kudreti, tartışılmayacak kadar yüksektir. Zaten ha­ yatı boyunca ancak birkaç kere konuşma fırsatı verilmiş,


1 50

daha çok suskun kalması sağlanmıştır. Edebiyat derslerinde de aynı düzgün ve dikkatli konuşma tavrını muhafaza et­ miştir. Ziya Gökalp, Meşrutiyet dönemindeki siyasi hayata ak­ tif olarak katılmış, yönetici kadro içinde yer almıştır. İstiklal Savaşı'ndan sonraki dönemde de Atatürk'ü ve yeni

kuru­

lan Cumhuriyet Halk Fırkası'nı desteklemiştir. Atsız ise, ha­ yatı boyunca hiçbir siyasi partiye katılmamış, politik hayata fiilen iştirak etmemiştir. Alparslan Türkeş Türkçü olduğu için CKMP'ni ve onun halefi olan MHP'ni yazılarıyla destek­ lemişse de daha sonra bu partinin Türkçülükten uzaklaştı­ ğını görerek ilgisini kesmiş ve ağır eleştirilerde bulunmuş­ tur. Denilebilir ki, Ziya Gökalp, kendi dönemindeki siyasi partileri Türkçülüğün gelişip güçlenmesi için bir araç olarak görmüşken, Atsız bu gibi kuruluşları Türkçülüğe yakın ve­ ya uzak olmalanyla değerlendirmiştir. İki şahsiyet arasındaki mizaç farkı ülkü konusunda da­ ha açık olarak kendini göstermektedir. Ziya Gökalp, ülkü meselelerinde sakin, temkinli ve soğukkanlıdır, Atsız ise atak, bazen fevri ve kavgacı bir üslôbun sahibidir. Yazılan, İbnülemin'in deyimiyle "atlıyı atından indirecek derecede" şiddetlidir. Yanlış gördüğü bir şeye karşı çıkmamak onun deyimiyle "taviz vermek" anlamına gelir. Yerin ve zamanın uygun olup olmaması pek de önemli değildir. Sonu nereye varırsa varsın, doğru belleneni söylemek gerekir. Bunun faydası veya zararı ne olur, fazla hesap kitaba girişmez. Böyle davranışları "taktik" sayar ve taktikten nefret eder. Tarih Kongresi'nde, hocası Zeki Velidi Bey'in tenkidleri sert cevaplarla karşılaşınca dönemin Milli Eğitim Bakanına protesto telgrafı çekmesi, onun üniversitedeki asistanlık gö­ revinden alınmasına yol açmıştır. Uzun yılların ardından ba­ kınca, o telgrafın hiçbir etkisinin olmadığı görülmektedir. Ama, Atsız'ın akademik hayatına mal olmuştur. Atsız, üni­ versitede kalsaydı, hiç şüphe yok ki dünya çapında bir Tür-


151

koloji alimi olarak çok verimli olacak ve gayet önemli araş­ tırmalara imza atabilecekti. O kadar sıkıntıya, zaman yoklu­ ğuna ve mahrumiyetlere rağmen Atsız'ın Türk tarihi, dili, edebiyatı ve Türk dünyası hakkındaki bilgi birikimi şaşıla­ cak derecede kuvvetliydi. Üniversite Atsız'ı kaybetmekle şüphesiz çok şey kaybetmiş demektir. Üniversiteden alınıp edebiyat hocalığına tayin edilmesi Atsız'la dönemin iktidarı arasına soğukluğun girmesine se­ bep olmuştur. Çıkardığı Atsız Mecmua ve Orhun dergileri­ nin, onun muhalif tavrına tahammül gösteremeyen yönetim tarafından kapatılmaları da sürekli yayın yapmasını engelle­ miştir. Halbuki o dönem, yani 1932 ile 1 938 arası, Ata­ türk'ün Türk milliyetçiliği yolundaki çalışmalarının hız ka­ zandığı dönemdi. Atsız'ın bu faaliyete muhalif olması için hiçbir sebep yoktu . İktidarın yaptığı ilmi hatalar dahi, Türk toplumuna milli şuur ve benlik kazandırma hedefine yönel­ diği için hoş görülebilirdi. Nitekim, Atatürk de yanlış atılan abartılı adımlardan geri dönmeyi tercih edecekti. Atatürk döneminin son yıllarında devletin resmi milliyet­ çilik siyaseti yanında bir de sivil milliyetçilik akımı ortaya çıkmış bulunuyordu. Bu akımın öndeki ismi Atsız'dı. Tabii ki tek partili şeflik sistemi böyle bir ikiliği hazmedemezdi. Türk Ocağı'nı, Mason localarını, Kadro dergisini kapatan Atatürk, her akımın devlet denetiminde olmasını öngörü­ yordu. Buna aykırı davranışlar ise tepki çekiyordu. Atsız'ın bakanlık emrine alınması, Gedikli okuluna tayin edilmesi, hatta özel liselerde ders vermeye mecbur bırakılması, onun rejim nazarında mimli hale gelmesinin sonuçlarıydı, Şimdi bir kıyaslama yapabiliriz: Ziya Gökalp, sakin ve ikna edici tavrıyla İttihad ve Terakki kadrosu üzerinde etki­ li olmuş, fikirleriyle de bu iktidarın temel politikalarına yön vermeyi başarmıştır. O kadar ki, Turan şiirinin yayınlanma­ sından, yani 191 0'dan sonraki birkaç yıl içinde Türkçülük devlet siyaseti olarak benimsenmiştir. Teşkilat-ı Mahsu-


152

sa'nın faaliyetleri bu istikamette şekillenmiş, Osmanlı Dev­ leti dışındaki Türk yurtlarına önce ajanlar, sonra silahlı bir­ likler gönderilmiş, buralardaki topluluklar ve hükumetlerle yakın ilişkiler kurulmuştur. O dönemde Turan'ın kurulmak üzere olduğuna gönülden inanan aydınlar, daha çok asker­ ler hiç de az değildi. Savaş kaybedilmeseydi belki de bir­ çok şey daha değişik olabilirdi. Demek ki Ziya Gökalp'ın mizacı, Türkçülüğün genel gi­ dişatı üzerinde etkili olmuştur. Aynı şey Atsız için de söyle­ nebilir. Ancak, aradaki mizaç farkı, Türkçülüğe de yansımış ve bu ülkü çok ağır ve haksız saldırılara maruz kalmıştır. At­ sız, inandığı doğruyu veya gördüğü yanlışı, zaman ve ze­ min uygunluğuna bakmaksızın ifade etmekten kaçınmazdı. Bu tutumu, yaradılışından ileri geliyordu. Böyle olunca da gereğinden çok hasım kazanıyor, onların iftiralarına maruz kalıyordu. Çok kere bunlara aldırmaz, savunma ihtiyacı da duymazdı. Öyle olunca da, hakkındaki suçlamalar gerçek­ miş gibi kabul edilirdi. Türkçülüğün en ön safında yürüdü­ ğü için bu yanlış izlenimler, onunla birlikte Türkçülüğe de mal edilirdi. Açıkça söylemek lazım gelirse, Türk toplumun­ da Türkçülüğe bakış açısı hala bu kuşkulu nazarın kırıntıla­ rından kurtulabilmiş değildir. Ziya Gökalp'ın yazılarındaki ve eserlerindeki ağırlık noktalan daha ziyade ülkü ve toplum konularında yoğun­ laşmıştır. Onda hayat, ölüm, ölümden sonraki hayat, insan­ lık gibi konulara eğilim görülmez. Buna karşılık Atsız bu konulan değişik yazılarında ve şiirlerinde ele almıştır: ve

"Hayat ve ölüm!. . Bunlann ikisi de güzeldir. Fakat esas ebedi olan ölümdür. ôteki bir nlya kadar geçici ve alda­

tıcıdır.

Büyük

ve

esrarlı kanatın sinesinde yatmak. . . İşte

bizim nasibimiz budur. Bu nasibimizi almadan önceki kı­ sa nlya aleminde kendimizi ölüm kadar ebedi birfikre ver­ mek ve fikir uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kap­ tırmaktan şerefli ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize, Tann


1 53

Dağında bekleyen ecdat rn.hlanna ve bizzat Tann ya ka­ vuşturacak şanlı ve güzel bir ölümdür. Bu ölümün güzelli­ ği ile içki ve şehvet içindeki hayatın çirkinliğini düşünmek hakikatı anlamaya da yardım edecektir. ''(JJ "Şu gördüğün ne varsa birer küçük damladır Bir denize akıyor hepsi yerli yerince Bitiş gördüğün baştır, mezar beşiğe aştır Ô/ü diriye eştir, düşün biraz derince. .

.

" (2)

Atsız'a göre, ülkü sahibi olanlar hariç, riyakarlıkla, dal­ kavuklukla, sahtekarlıkla, bencillikle ve dünya nimetlerine sarılmakla kirlenmiş bir dünyada yaşamaktayız: "Bilı;in cihan ki ben bu cihanın nesindeyim Bir ülkünün mehabetinin ziroesindeyim Dünya denen mezellete dalsın her isteyen Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim. " ev

Ziya Gökalp ile Atsız arasındaki benzerliklerden biri, her ikisinin de şiiri, ülkü için bir araç olarak kullanmaları­ dır. Çünkü, manzum eserler insan hafızasında daha kolay yer edinir ve uzun zaman unutulmazlar. Ziya Gökalp'ın he­ men bütün manzumeleri bu amaca yönelmiştir. Atsız ise, ümit, hayal kırıklığı, aşk, özlem gibi şahsi duygularını da ifade eden şiirler yazmıştır. Ziya Gökalp'ın Atsız üzerindeki etkisi başlangıçta daha kuvvetlidir. Fakat zamanla Atsız'ın Türkçülüğün bazı alan­ larına farklı veya yeni yorumlar getirmesi bu etkinin nispe­ ten törpülenmesine yol açmıştır. Ancak, Ziya Gökalp'ın At-

(1) Veda, Orkun, 68. sayı, 1952 (2) Gel Bu)l1Uğu, Yollann Sonu, 1975 (3) Sona Doğru, Yollann Sonu, 1975


1 54

sız nezdindeki itibarlı mevkii hiçbir zaman azalmamıştır. At­ sız, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğün birkaç büyük önderinden biri olduğu inancını daima muhafaza etmiştir.<4)

Dr. RIZA NUR Ziya Gökalp'tan sonra Atsız üzerinde etkili olan şah­ siyet Dr. Rıza Nur'dur. Rıza Nur, askeri tabip olarak ba­ şarılı bir meslek hayatı geçirirken, Osmanlı aydınları için dönemin moda cereyanı olan Jön Türklüğe intisap etmiş, Meşrutiyetin ilanından sonraki seçimlerde milletvekili se­ çilmiş, ancak İttihad ve Terakki iktidarı ile arası bozulun­ ca muhalefete geçmişti. Mahmud Şevket Paşa'nın suikas­ te kurban gitmesi üzerine muhalifler tutuklanmaya başla­ yınca yurt dışına çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye'ye dönen Rıza Nur, Milli Mücadele'ye ka­ tılmış, ilk Büyük Millet Meclisi hükumetinde sağlık baka­ nı olmuştu. Daha sonra Dış İşleri Bakanlığına vekalet et­ miş ve Milli Eğitim Bakanlığı yapmıştı. Bu arada bazı mil­ letlerarası anlaşmalarda Türkiye'yi delege olarak temsil etmişti. Lozan Antlaşması'na giden Türk heyetinde de ikinci delege olarak yer almıştı. Burada, Yunanistan de­ legesi Venizelos ile yaptığı şiddetli tartışma ve bu tartış­ ma sonunda Venizelos'un bayılması dönemin Avrupa ga­ zetelerine haber olarak yansımıştı. Ziya Gökalp'ı Diyar­ bakır'dan davet ederek Telif ve Tercüme Heyeti reisliği­ ne de Rıza Nur getirmiştir. Bu arada 1 1 ciltlik Türk Tari­ hi'ni kaleme almış ve Bakanlık neşriyatı arasında yayın­ lanmasını sağlamıştır. Gazi Mustafa Kemal ve İsmet paşa­ larla arası açılınca milletvekilliğinden istifa edip Türki­ ye'den ayrılarak Paris'e yerleşmiştir. Burada hatıralarını yazmış, Türkbilik Revüsü adını taşıyan kitap hacminde seri dergiler yayınlamıştır. (4) Ziya Gökalp, Orkun,

1 . Sayı,

1962


155

Atsız, bir bakıma Dr. Rıza Nur'la meslekdaş sayılabilir. O da, Rıza Nur gibi Askeri Tıbbiye'ye girerek askeri tabip ol­ mak istiyordu. Fakat, bu okuldaki eğitimi yarıda kalmış, üçüncü sınıfta iken disiplinsizlik gerekçesiyle Askeri Tıbbi­ ye'den çıkarılmıştır. Ama, Edebiyat Fakültesi'ne girerek Tür­ kolog olmayı başarmıştı. Dr. Rıza Nur da, akademik eğitim almamakla beraber bu alanda eserler veriyordu. Atsız'ın, Dr. Rıza Nur'u Türk Tarihi adlı eseri dolayısıyla tanımış olduğu düşünülebilir. Bu eser 1925'ke yayınlanmış­ tı. Atsız, o sıralar 20 yaşındadır ve Askeri Tıbbiye öğrenci­ sidir. Türk Tarihi'ni almış ve kısa zamanda okumuştur. Bu eserin asıl amacı, Türklere kendi tarihlerini tanıtmak ve sev­ dirmekti. Bu sebeple biraz hamasi bir üslupla kaleme alın­ mıştı. Atsız, bu kitabı pek beğenmiş ve o sırada 1 5 yaşların­ da olan kardeşi Nejdet'e de tavsiye etmişti. Hatta onunla 1 1 cildin tamamını okuyup okuyamayacağı üzerine bahse gir­ mişti. Bahsi, ciltlerin tamamını okuyabilip bitiren Nejdet ka­ zanmıştı. Atsız daha sonra Edebiyat Fakültesi'ni bitirerek aynı fa­ kültede Fuat Köprülü'nün asistanı olmuştu. Bu arada Dr. Rı­ za Nur'un , Mısır'da Türkbilik Revüsü'nü yayınladığını öğ­ renmiş, onu nasıl edineceğini, fakülte arkadaşı Ahmet Ca­ feroğlu'na sormuştu. O da "Kendisine yaz kardaşım, iyi adamdır, gönderir" diyerek cevaplamış ve Rıza Nur'un ad­ resini vermişti. Dr. Rıza Nur, Atsız'ın mektubunu cevapsız bırakmamış ve ona Türkbilik Revülerini göndermişti. Böy­ lece başlayan tanışıklık kısa zamanda dostluğa ve ağabey­ kardeş ilişkisine dönüşmüştü. Rıza Nur'un hatıratında, ku­ rulmasını düşündüğü bir komisyonda "Nihal" diyerek onun adını da zikretmesi Atsız'a kısa zamanda güven duyduğuna işarettir. Atsız'la Dr. Rıza Nur arasındaki yazışmalar uzun zaman devam etmiştir. Atsız'ın, çıkardığı Atsız Mecmua, Orhun gi­ bi dergileri Dr. Rıza Nur'a gönderdiği şüphesizdir. Böylece


1 56

Atsız'ın fikri şahsiyeti ve ça­ lışmaları da Rıza Nur tara­ fından takip edilmiştir. At­ sız'ın muhalif tavrı Rıza Nur'u memnun etmiş olma­ lıdır. Atsız, Rıza Nur'u Ata­ türk'ün ölümünden sonra vapurla yurda döndüğünde ilk defa görmüştür. Bir süre sonra Rıza Nur, Tanrıdağ dergisini yayımlamaya baş­ lar. Haftada bir çıkan bu derginin yazı kadrosunda Atsız da bulunmakta ve ay­ rıca derginin yayımına yardım etmektedir. Ancak, yalDr. Rıza Nur nız yaşayan Rıza Nur, çok geçmeden vefat edecek ve dergi kapanacaktır. Defin işleriy­ le Atsız meşgul olur. Rıza Nur, Merkezefendi kabristanına defnedilir. Dr. Rıza Nur'un evladı ve başka mirasçısı yoktur. Atsız'ı manevi evladı edinmiştir. Ölümünden sonra yapılmasını is­ tediği işleri de Atsız'a vasiyet etmiştir. Doktorun Sinap'ta bir evi vardır. Atsız, bir süre sonra Sinop'a giderek bu evin hu­ kuki işlemleriyle meşgul olur. Ev, Milll Eğitim Bakanlığı'na bağışlanır, daha sonra da müze haline getirilir. • • •

Dr. Rıza Nur, Ziya Gökalp'a farklı, Atsız'la benzer bir mi­ zaca sahiptir. Kendince doğru gördüğünü, hatır gönül din­ lemeden muhatabının yüzüne karşı, bazen kırıcı ifadelerle söylemekten çekinmez. Polemik yazılan da serttir. Türklü­ ğe olan derin bağlılığı tartışılmaz. Bakanlıkları sırasındaki icraatı da fikirlerine uygun olmuştur. Milli Mücadelede, di­ ğer pek çok arkadaşı gibi yokluklar içinde yaşamış ve bun-


1 57

dan şikayetçi olmamıştır. Mücadelecidir. Yurda döndükten sonra da, birikmiş emekli maaşlarını alınca bunları dergiye sarf etmekten çekinmemiştir. Bu da millet ve memleket da­ vasında fedakar olduğunu gösterir. Dobra dobra konuşması, siyasi hayatı boyunca Dr. Rıza Nur'a bir hayli düşman kazandırmıştır. Atatürk'le arasının açılması da bu sebeptendir. O yüzden adı "geçimsiz"e çık­ mıştır. İçinde bulunduğu İttihatçılarla, sonra İtilifçılarla, da­ ha sonra da cumhuriyetin kurucuları ile anlaşmazlığa düş­ mesi bunu göstermektedir. Atsız'ın rejime karşı tepkili olu­ şu, bir ölçüde onun Dr. Rıza Nur'la sıkı temasına bağlana­ bilir. Atsız Bey'in, 1 950'lerde bana verdiği iki Türkbilik Re­ vüsü kitabında yer alan hatırat parçalan yenilir yutulur cins­ ten değildi. Bu ve benzeri hatıraları Rıza Nur'dan dinlemiş olan Atsız'ın, sevdiği ve güvendiği bu zattan etkiler alma­ sında yadırganacak bir taraf yoktur. 1950- 1952 arasında çık­ mış olan Orkun'un 49. sayısı, ölüm yıldönümü dolayısıyla Dr. Rıza Nur'un hatırasına özel sayı olarak tahsis edilmiştir. Bu sayıda, Atsız'ın ve diğer Türkçülerin Rıza Nur hakkında­ ki yazılan yer almaktaydı. Aynı sayıdaki bir duyuruda Rıza Nur'un kabrine yapılacak ziyaret için davet yapılıyordu. 1954, 55 ve 56 yıllarında (Orkun artık çıkmadığı için) bu zi­ yaret işini ben üstlenmiştim. Daveti mektuplarla yapıyor­ dum. Bir defasında Atsız Bey, İsmet Tümtürk ve genç Türk­ çülerden meydana gelen yaklaşık on kişilik bir grupla ziya­ rete gitmiş ve mezarı Atsız Bey'in gayretiyle, araya araya, zorlukla bulmuştuk. Kabir taşında "Türklük için yaşadı, öl­ dü" yazılıydı. Besbelli ki bu taş Atsız Bey tarafından yaptı­ rılmıştı. Sonra ziyaretler tavsadı, bir -iki kişi kalınca ve son gidişimde mezarı bulamayınca ben de davette bulunmayı bıraktım. Bugün o mezar belki de kayıplara karışmıştır. An­ cak dikkatli bir araştırma mezar taşının bulunmasını sağla­ yabilir. • • •


1 58

Dr. Rıza Nur, Paris'te yaşarken, hatıralarını "Hayat ve Hatıratım" adıyla üç nüsha olarak kaleme almış ve bunla­ rı Avrupa kütüphanelerine, 30 yıl açılmamak şartıyla bı­ rakmıştı. Bu süre dolunca, bir yayınevi sahibi Londra'daki British Museum'da bulunan nüshanın fotokopilerini alarak 4 cilt halinde İstanbul'da yayımladı. Bu hatıralarda Ata­ türk, İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak hakkında pek çok iddialar, isnatlar -bazen galiz şekilde- yer alıyordu. Ki­ tap , Atatürk'ün atırasını Koruma Kanunu'na aykırı bulun­ duğu için Savcılıkça toplatıldı. Ancak daha sonra gizli ola­ rak yeni baskıları yapıldı ve çok kimsenin eline ulaştı. Bu hatıralar, Rıza Nur'a sevgi veya sempati besleyenlerdeki bu duyguları kökünden söküp attı. Çok kimse Rıza Nur'u ruh hastası, megaloman, en azından densiz olarak nitele­ di. Atsız Bey'de de eski sıcak duygular kalmadı. Ondan sonra artık Rıza Nur adını yazılarında anmadı. Son yılların­ da Atatürk'le ilgili düşüncelerindeki olumlu değişimde, Rı­ za Nur'dan manen uzaklaşmasının etkisi olmuş olabilir. Ama, şurası bir gerçektir ki, Atsız'ın hayatının en az kırk yıllık bir bölümünde Dr. Rıza Nur'un etkisi azımsanacak gibi değildir.

ZEKİ VELİDi TOGAN Atsız'ı özellikle tarihçilik alanında etkilemiş olan şahsi­ yetlerin başında Prof. Dr. Zeki Velidi Togan gelmektedir. Zeki Velid!, Başkurdistan'da doğmuş, zamanına göre ay­ dın bir çevre içinde büyümüş, ilk öğrenimini babasının ve dayısının medreselerinde görmüştür. Genç yaşında Arap­ ça, Farsça, Rusça, bunlara ilaveten Almanca, hatta Latince öğrenmiştir. Şaşılacak derecede okuma ve öğrenme tutku­ su vardır. Üstelik, bir okuduğunu asla unutmayan hayret verici bir hafızaya sahiptir. Ailesinin yaşadığı çevre bir sü­ re sonra ona dar gelmeye başlamış, babası izin vermediği için evden kaçarak büyük şehirlere yönelmiştir. Oralarda


1 59

Rus tarihçiliğinin önemli isimleriyle tanışmış, onlarla bir­ likte çalışma imkanı bulmuştur. Ayrıca, nereye gittiyse ora­ daki yazma veya basma eski eserleri araştırıp bulmuş, ba­ zılarını satın almış, bazılarını kopya etmiştir. Henüz yirmi yaşındayken de Türk tarihine dair ilk eserini yazmıştır. Bu eser ilgiyle karşılanmış ve Zeki Velidi'ye erken bir şöhret sağlamıştır. Rusya'daki iç çalkantılar ve bu devletin sınırları içinde kalmış Türk topluluklarındaki milli uyanış belirtileri Zeki Velidi'yi siyasi mücadelenin içine çekmiştir. Başkurt tem­ silcisi olarak toplantılara katılmış, yazılar yazmış, hareket­ ler örgütlemiştir. 1917 Bolşevik ihtilalinin çalkantılı yılları içinde Başkurt istiklalinin temsilcisi olmuş, zamanla daha geniş bir Türk birliğinin gerekli olduğunu görmüştür. Başkurtların düzenli ordusunu kurmuş, harbiye nazırı olarak bu ordunun komutasını üstlenmiş, yerine göre kı­ zıllarla, yerine göre ihtilal karşıtı beyazlarla çarpışmıştır. Bu arada, Komünist ihtilalin Lenin, Stalin, Troçki gibi ön­ derleriyle görüşmeleri olmuştur. Ancak, Bolşevikler güç­ lenip durumlarını kuvvetlendirince Türk topluluklarının bağımsızlık isteklerini görmezden gelmeye başlamışlar, böylece Zeki Velidi'nin onlarla arası açılmıştır. Bunun üzerine merkezi Türkistan'a geçerek, orada Basmacılarla birlikte Ruslara karşı mücadeleye girişmiştir. Bu mücade­ le başarısızlıkla sonuçlanınca da Avrupa'ya geçmiştir. Bir­ çok ilim kuruluşu kendisiyle çalışmayı arzulamaktadır. Bu arada Dr. Rıza Nur ve Fuat Köprülü, kendisini ısrarla Türkiye'ye davet etmişlerdir. O da esasen Türkiye'ye gel­ meyi eskiden beri istemektedir. Önce Ankara'da bir göre­ ve getirilmiş, kısa süre sonra da İstanbul Darülfünunu Ta­ rih zümresi müderris muavinliğine (doçentliğe) tayin edil­ miştir. Atsız, yüksek tahsiline, o zaman İstanbul'da bulunan Askeri Tıbbiye'de başlamıştı. Üçüncü sınıfta iken disiplin-


160

sizlik suçlamasıyla okul­ dan çıkarılmış, o da zaten Türkolojiye meyli olduğu için İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi'ne gir­ mişti. Zeki Velidi ile At­ sız'ın kader çizgileri bura­ da kesişmiştir. Atsız, adı­ nın henüz Hüseyin Nihal olduğu dönemde Zeki Ve­ lidi'nin öğrencisi olmuştur. Öğrencilik hayatı başarılı geçmiş, hocası Fuat Köp­ rülü ondaki kabiliyeti gör­ erek asistanlığına almıştır. Bu dönemde ilmi çalışmaZeki Velidi Togan larını ilerlettiği anlaşılmak­ tadır. Zira, "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adlı hacim­ li eserini 1935'te yayınladığına ve böyle bir eserin hazır­ lanması yıllar alacağına göre 1930'ların ilk yılları bu çalış­ malara hasredilmiş demektir. Bu sırada, Ankara'da Tarih Kongresi toplanmakta ve burada ünlü Tarih Tezinin ka­ bulü için hazırlık yapılmaktadır. Ancak, Fuat Köprülü ve Zeki Velidi bu tezin bazı taraflarını ilmi bulmamaktadır, Kongrede bu görüşlerini dile getirmek üzere anlaşırlar. Toplantıda Zeki Velidi görüşlerini açıkça ifade eder ve bu yüzden şiddetli hücumlara maruz kalır. Durumu gören Fuat Köprülü ise itirazlarını açıklamaktan vazgeçer. Zeki Velidi'ye yapılan ağır hücumlar karşısında, Atsız, birkaç arkadaşı ile birlikte hocalarını destekleyen bir telgrafı Mil­ li Eğitim Bakanına gönderir. O dönemde Üniversite Ba­ kanlığa bağlı olarak yönetilmektedir. Atsız'ın bu hareketi hoş görülmez ve üniversiteden çıkarılıp ortaokul öğret­ menliğine tayin edilir. Zeki Velidi de çareyi yurt dışına gitmekte bulur.


161

Viyana'da doktorasını tamamlayan Zeki Velid!, Bonn ve Göttingen üniversitelerinde İslam tarihi üzerine dersler verir. 1 938'den sonra tekrar Türkiye'ye döner ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünde hocalığa başlar. Daha doğrusu, 17 yıl önce bıraktığı yerden devam eder. O sırada İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Türkçü ya­ yınlarda bir hızlanma görülür. Zeki Velid!, Türkçü dergi­ lerin bir kısmında ideolojik olmaktan ziyade ilmi nitelik­ te makaleler yayınlar. Dr. Hasan Ferit Cansever'le birlikte tarihi Türk Yurdu dergisini çıkarır. Ancak, bütün bu neş­ riyat hükumetin sıkı denetimi altındadır ve zaman zaman engellemelere uğramaktadır. Bu süre içinde Atsız'la Zeki Velidl'nin sık görüştükleri ve dünya Türklüğünün bağım­ sızlığı yolunda birlikte çalıştıkları anlaşılmaktadır. 1944'te­ ki Türkçülük davası sırasında da birlikte tutuklanıp yargı­ lanırlar. Tutuklanmayla karar safhası arasındaki bir buçuk yılları hapishanede geçer. Zeki Velid!, hapishane günle­ rinde "Türk Tarihine Giriş" adlı büyük eserini tamamlar. Sonuçta Zeki Velid! ve Atsız, diğer sanıklara göre en yük­ sek hapis cezalarına çarptırılırlar. Ancak, Askeri Yargıtay bu kararları esastan bozar ve yeniden yargılanma sonun­ da beraat kararları verilir. Zeki Velid!, 1947'de üniversite­ deki kürsüsüne döner, Atsız'a ise bir memuriyet verilmez. Ancak 1949'da Süleymaniye Kütüphanesi uzman memur­ luğuna tayin edilir. Bir yıl sonra da Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine getirilir. Burada iki yıl görev yaptıktan sonra, 1952'de, bir kısım basının haksız yayga­ rası üzerine öğretmenlikten alınıp tekrar Süleymaniye Kü­ tüphanesi'ndeki göreve iade edilir. 1969'da emekli olana kadar da burada vazife yapar. Atsız, Zeki Velidl'ye ömrünün sonuna kadar saygı ile bağlı kalmıştır. Saygısı, Zeki Velidl'nin önce hocası, son­ ra büyük bir tarihçi olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrı­ ca, daha gençlik yıllarında Ruslara karşı mücadele etmiş


162

olmasının da hatıraları henüz çok canlıdır. Fakat, asıl se­ bep Türkçülük yolundaki bıkıp usanmaz mücadele tem­ posudur. Zeki Velid! çeşitli baskılar karşısında eğilip bü­ külmemiş, dik durmasını bilmiştir. Bir karakter adamı ol­ duğunu göstermiştir, ki Atsız açısından bu çok önemlidir. Zeki Velidl'nin her telefon edişinde kendisini "Ben onba­ şı Atsız" diyerek tanıttığını işiten çoktur. Bu, hocası kar­ şısındaki tevazuunu göstermesi bakımından ayrıca dikka­ te değer. Atsız'ın Türkçülük anlayışı ile Zeki Velidl'ninki arasında her zaman tam bir mutabakat olmamıştır. Ayrı topluluklar­ dan, ayrı anlayışlardan, farklı mizaçlardan gelerek ülkü yo­ lunda birleşmelerinde bütün bu farklılıkların etkisi kaçınıl­ mazdı. Her ikisi de ayn ayrı hayat maceralarından geçmiş­ lerdi. Zeki Velidl'nin bakışı daha ziyade Türk dünyasına çevrilmişti. Atsız ise, yalnız Türk dünyası ile değil, Türki­ ye'nin içiyle de yakından meşguldü. Ancak, bu yan unsur­ lar Türklüğün ve Türkçülüğün temel konularındaki müşte­ rek tavırlarını gölgelememiştir. Türk tarihine bakış açısı itibariyle Atsız'ın Zeki Veli­ dl'den etkilendiği söylenebilir. Atsız, Türk tarihinin çok devletli olarak incelenmesini kabul etmiyordu . Ona gö­ re, devlet olarak adlandırılan kuruluşlar, hanedan deği­ şiklikleri sebebiyle ayrı ayrı isimlendirilmekteydiler. Türkler, tarih boyuncu iki büyük devlet kurmuşlardı: Bi­ ri, Türkistan'da Doğu Türkeli, diğeri Türkiye'de Batı Tür­ keli. Türk tarihini de buna göre tasnif ederek yeniden yazmıştı. Ancak, bu eserinin akıbeti vefatından sonra meçhul kalmıştır. Zeki Velid!, ilim hayatının başından sonuna kadar Cen­ giz Han'ın ve kurduğu devletin Türk olduğunu ileri sürmüş­ tü. Atsız da, onun bu tutumunu benimsemiş, Cengizlileri Türk tarihi kadrosu içine almıştır. Atsız'a göre, bunun bir başka sebebi de, tarihin gördüğü en büyük cihangirlerden


163

ve en büyük imparatorluklardan birinin Türk olmasının ka­ zandıracağı şeref ve gurur payıdır. Zeki Velidi ile Atsız'ın bu görüşlerini paylaşan başka Türk tarihçileri pek yoktur. Atsız, kendisinden beş yıl önce vefat eden Zeki Velidi Togan'ın Beyazıt Camii'ndeki cenaze merasiminde çok mü­ teessirdi. Belki, kardeşi Nejdet Sançar'ın vefatındaki kadar müteessirdi. Büyük tarihçiler de günün birinde çekilip gidi­ veriyorlar, büyük Türkçüler de. Ve, ne yazık ki onların yer­ lerini doldurmak mümkün olamıyor.


164

KARAKTER YAPISI Atsız, Türkçülüğü kadar, karakter adamı olarak da tanın­ mıştır. Karakterinin en belirgin özelliği, doğru bildiğini, zaman ve mekan şartına bağlı kalmaksızın açıkça söylemesidir. Bu­ nun gibi, Türkçülüğe aykırı görüşleri ve clavranışlan da - kim­ den ve nereden gelirse gelsin - şiddetle eleştirmekten kaçın­ mamıştır. Bu gibi yazılarındaki keskin üslubu görenler, onun sert tabiatlı, hırçın biri olduğunu sanırlardı. Halbuki özel ha­ yatında, yakınlarının ve dost bildiklerinin arasında alçak gö­ nüllü, candan ve şakacıydı. Şaka yapmaktan ve şaka yapılma­ sından hoşlanırdı 0). Bu şakaları anlamayıp ciddiye alan bazı kimseler, onun hakkında yanlış kanaatlere sahip olurlardı. At­ sız, bunlara önem vermez, düzeltmek için gayret harcamazdı. (1) Atsız, Türkçülük diivasında beraat karan veren askeri mahkemenin üyesi Şevki (MutlııgiO Paşa üe sonralan yakın dost olmuştu. Maltepe de Atsız/ann evine yakın bir köşkte otıtran Mııtlugil, l'lnekli olduktan son­ ra Atsız'ı ziyarete gelir, onunla sohbet etmekten zevk alırdı. Bir gün ko­ nuşma sırasında, Atsız: "Paşam, demişti, ben Bayırbucak Devleti 'ni '

kurmaya karcır ııerdim. Burası Suriye'nin kuzeyinde, Türk sınınna bi­ tişik bir bölge VE! ahalisi kdmilerı Tı'Jrk. Ba5kın şeklinde bir harekata ih­ tiyaç var. Siz bu harekdtm/ahıi olarak kurmay başkanlığını yapsanız . . . Böyle bir harekat, acaba ne kadar kuı.ıı ıetle sonuca ulaşabilir ?" Şevki Paşa, bir süre dıl.şünüp zihninde bazı hesaplar yaptıktan sonra cevap verm işti: 'Takılİyeli bir piyade kolordusu, altı ile sekiz sahra bataryası, otuz civannda zırhlı ı1'lSıta yeterli olabilir. Hele iki üç keşif ta;yaresi ile bir bombardıman filosu da tedarik edilebilir.ıe. . . "Atsız: "Ama Paşam bu kadar asker ve mühimmatı nereden bulacağız?" diye sorunca Mutlugil: "Bilmem, siz nasıl dilşünmüştünüz?" sorusunu yöneltmişti. Atsız'ın ce­ vabı harikaydı: "Ben kırk atik ve tetik genci sağlam sopalarla tes/ih ede­ rek (sil/.ihlandırarak) baskın tarzında çullanmayı düşünüyordum . Devletimizin kurulduğıtnu dünyaya ilan etmek için önce telgrafhaneyi ele gL'Çirecektik. " Bunun üzerine Şevki Paşa ''.Atsız, Atsız., size kurmay başkanı değü, deli güll/.ibici.!.i 11.izım " deyince iki.si de kahkaha/an bas­ mışlardı. (Yağmur Atsız, ôrm-amün /Ilı 65 Yılı , lsta11bul 2005)


165

Atsız, yalandan ve yalan söyleyenden nefret ederdi. Ha­ yatı boyunca yalan söylediği ne görülmüş ne işitilmiştir. İlk gördüğü kimselerle çabucak ahbap olmaktan hoşlanmazdı. Yalnızlığı seven bir tabiatı vardı. Bu yüzden mağrur oldu­ ğunu sananlar çıkmıştır. "Atsız deyince, feragat akla gelir. Atsız deyince, Türkçü­ lüğün m ücadele tarihi akla gelir. Ve Atsız deyince ümitsiz şmtlar altında bile olsa, şeref ve vazife gerektirince gözünü kırpmadan ileri atılmak akla gelir. Bunların misalleri eski çağlanmızda çok, bugün ise yazık ki pek azdır. A tsız, ülkü yolunda yüzde yüz samimi ve hiç eğilmeden gidişin mü­ messilidir. Bu yolun yolcularının pek çok olduğunu san­ mak safdillik olur. Yolun Atsız'ınki kadar çetininin yolcu/a­ n daima az olacaktır.

"

(2) .

"1 1 ay 10 gün Sıkıyönetim mahkumlanyla beraber ya­ tırıldığını Askeri Tophane Zindanları 'ndan çıktıkdan sonra da, büyük denemeyi yiğitçe, nıerdçe aşanlar arasında, yine Üstad İbn-üt Emin Mahmud Kemdl'in, sert kalemi için: ''.At­ lıyı atından indirir" diye vasıflandırdığı bir üstün karakter adamı yükselmiş, büsbütün devleşmişdi ki bu: ebedileşen A tsız 'dı . " (3) "Karakteri üzerinde söylememiz gereken en gerçek söz: Atsız 'ın, fikirlerini yaşayan, inandıklarının çilesine h içbir menfaate kapılmaksızın katlanan, Türklüğü her şeyden üs­ tün tuttuktan başka, dışarda içerde ona sataşan, kötülük edeni şahsf düşman bilen bir mizaçta olmasıdır. " (4J "Hayatta tanıdığım, sayıları üçü-beşi geçmeyen en ce­ sur, en me1·d, en dürüst, asla yalan söylemez, yüksek ah/dk(2) ismet 7ümtürk, "Atsız Hakkında Birkaç Söz", Türk Ülküsü,

lstanbul 1956 (3) Dr. Fethi Tevetoğlıı, ''Bir Ostün Kal'akter Adamı ", Boğaziçi, 42. sayı, Aralık 1985

(4) Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı,

ili.

c, lstarıbııl 2002


166 lı karakter adamlanndan biri, batta birincisi Büyük Türk­

çü A tsız'dır. A tsız, hayatımda şahsen tanıdığım en büyük mejkureci­ dir. Maddf menfaatla, şabsf çıkarla hiçbir ilgisi olmamışdır. Yalnız Türklük için yaşamış, Türklük için savaşmış ve Türklük için ölmüşdür. (5) "

Atsız, fikir mücadelesinde taviz vermeyi asla kabul etme­ yen Türkçülerin önde geleniydi. Zaman zaman biraz daha yu­ muşak davranılması veya "şimdilik" geri bırakılması gibi tek­ lifler olduğunda bunlara karşı çıkardı. "Taviz" sözünden ade­ ta nefret ederdi. Siyaset hayatında bu gibi tavizlerin verilebi­ leceğini, ileri geri manevralar yapılabileceğini kabul etmekle beraber Türkçülükte böyle bir yolun tutulmasını sakıncalı bu­ lurdu. Parti politikasına uzak durması ve MHP üst yönetimi ile arasının açılması en çok bu sebeptendir. Ancak, . bu durum, Atsız'ın genç ülkücüler üzerindeki etkisinin azaldığı anlanuna gelmemektedir: "Ülkücü hareket ile hiçbir zaman organik bir

ilişki geliştirmediği ve hatta bazı dönemlerde ülkücü hareket­ ten açıkça dışlandığı halde Nihal Atsız'ın ülkücü camia için­ de hu kadar etkili ve popüler olmasına neler yol açmış olabi­ lir? Bu sornyu yanıtlarken ülkücü hareketin devamlılık arz eden birtakım özellikleri ile Nihal Atsız'ın zihniyet dünya.'iı ve yazılannda bu zihniyet dünya:;ını yansıtış biçimi arasında ilişkiler kurmaya çalıştık. Bunun da ülkücü hareketin Nihal Atsız üzerinden, Nihal Atsız'ı da ülkücü hareket üzerinden anlamımıza vesile olduğunu söyleyebiliriz. Burada iki noktayı gözden kaçırmamak gerekiyor. Birin­ cisi, ülkücü hareketin bu sürekli özelliklerinin hepsi birbiriyle karşılıklı ilişki içindedir ve ayn ayn değil hepsinin ilişkiselliği­ nin oluşturduğu bütün, Nihal Atsız'ın ülkücü hareket içine sızmasının zeminini hazırlamıştır. İkincisi ise, Nihal Atsız'ı (5) Dr. Fethi Tevetoğlu, "Büyük Türkçü Amz Kimdir? Tarkçülük'deki Bü­ yük Rolü Nedir?': Yeni Orkun, 19. sayı, Kasım 1989


167

ülkücü camia içindepopüler kılan şey salt ülkücü hareket için tespit ettiğimiz bu tarihsel devamlılık gösteren özellikler ile At­ sız'ın fikriyatı arasındaki paralellik değildir. Atsız ile ülkücü­ ler arasındaki bu çakışma noktalan Atsız tarafından son de­ rece net ve en uç biçimleriyle işlenmemiş olsaydı bu derecede mr etki söz konusu olmayabilirdi. MHP'nin devletfetişisti ka­ rakterinin, onun radikalizminin önüne birtakım yapısal kısıt­ largetirmesi, ve bunun da ülkücü hareketin liderliğini, camia içinde benimsenmiş popüler değerleri olduktan gibi, serbest ve radikal biçimde ifşa etmekten alıkoyması, devletle ilişkisi her zaman sorunlu olmuş olan ve bu bakımdan aklına geleni di­ line aktarmaktan imtina etmeyen ırkçı yazar Nihal Atsız'ın camia içindeki etkisini artırmıştır. Diğer bir ifadeyle, ülkücü camia içinde resmfyollarla ifade edilmeyen değerlerin birço­ ğu Atsız'ın romanlannda, şiirlerinde, makalelerinde en çıplak biçimleriyle ifade edilmiştir. Atsız'ın ülkücü hareketin bilin­ çaltı işini gördüğünü söylemek aşın kaçmayacaktır. 1(6) 'Taviz vermeden mücadele etmenin de yolu üsltıbu var­ dır. Onu da iyi veya kötü şekilde, başanlı veya başarısız ola­ rak yapmak mümkündür. Hatta, başka hemen her şeyde ol­ duğu gibi, onu yüzumüze gözümüze bulaştırmak da müm­ kündür. Düşmanlar nasıl, 1Turancılık11ı hemen kılıçlanmızı çekip Rusya ya karşı savaşa girişmek (ve neticede devleti ba­ tırmak) şeklinde göstermişler ve zihinlere böyle işlemişlerse "tavizsiz mücadele" yolunu da Donkişotça bir şekilde yel de­ ğirmenlerine saldırmak ve pisi pisine yok olup gitmek şeklin­ de göstermişlerdir ve zihinlere iyice o şekilde işlemişlerdir. İşte bu hususta Atsız'ın hayatı derslerle doludur. Hepsin­ den mühimi taviz vermeden mücadelenin, hem de uzun sü­ reli mücadelenin, bir hayat boyunca mücadelenin, sırf na­ zari olarak düşünülebilen bir şey değil, gerçekte yapılabilecek

(6) Cenk Saracoğlu, "Ülkücü hareketin bilinçaltı olarak Nibal Atsız'; Topblm ve Bilim, s. 100, Bahar 2004


168

bir şey olduğunu ispat etmiştir. Bu hususta ümit kaynağı, il­ ham kayna,ğı olmuştur. Ve hayatı bu konuda baştanbaşa dersler ve ibretlerle doludur. Şunu da açıkça söylemek gere­ kir.· Bu derslerin ve ibret/erin arasında, yapılan hatalar da vardır. Bütün bun/an bilmek ve öğrenmek, üzerinde iyice düşünmek, Türkçülük yolunda mücadele edecek siyaset vefi­ kir adamlanmız için ne kadarfaydalı olurdu, bir bilseler/'(7J. "Rahmetli Atsız Hoca, Türkçede ' yiğitlik, menlik, erkek­ lik, cesaret, civanmerllik' gibi müsbet vasıflar ifade eden ne kadar kelime varsa, hepsine birden layık olan yüksek bir se­ ciye timsaliydi. O'nun bu şahsiyeıi geniş ölçüde eserlerine de aksetmiştir. Romanlanndaki erkek kahramanlar; fikir yazılanndaki kuvvetli mantıkla örülmüş imanlı ve kesin hükümler; şiirlerindeki taşkın ve atılgan heyecan hlp Atsız Beğ 'den birer kıvılcımdır. Kendisini şahsen görmemiş ve sohbetlerini dinlememiş o/anim· Hoca 'nın bütün yazdıkla­ mu dikkatle okurlarsa, karakterinin keskin hatlarını tesbit edebilirler. A ma rahmetliyi bütünüyle tanımak için, mutla­ ka bizzat görmek gerekirdi. 1(BJ "Yazdığı eserlerle, romanlanyla, şiirleriyle Türk devle­ tini yok etmek isteyen hainlerin karşısına yıkılmaz bir Türkçü neslin yetişmesinde en büyük rolü oynamış olan Atsız Hoca 'nın taviz tanımaz kalemi, gerek komünistle­ rin, gerek sağın tufeyli takımının O 'nu boy bede.fi yapma­ lanna sebep olmuştur. A ma, O mücadeleden yılmamış, bütün gayn millf cereyanlar, bütün namussuzlar, dalka­ vuklar O 'nun kalemi karşısında kınlmış, ezilmiş, kahrol­ muşlardır'(9J

(7) ismet Tümtürk, "Atsız 'daıı Dersler'� Türk'e Çağn, 8. sayı, Aralık 1979 (8) Necmeddin Hacıeminoğlıt, "Bir yiğit Adam': Türk'e Çağn . s. 8, Ara­ lık 1979 (9) Abdülha/ilk Çay, ''.Atsız Ata Aralık 1979

ve

J-latırladık/anm",

Türk'e Çağn, s. 8,


169

''Atsız'ın bir dava ve ülkü adamı olarak en fazla hayran­ lık uyandıran tam.fi, hiçbir zaman taviz vermemiş olması­ dır. O davasını, mücadelesini mertçe ve dürüstlükle yürüt­ müştür. Ahllik ve karakter bakımından aydınlanmız arasın­ da onun kadar sağlam olan bir kimse bulmak zordur. " o oJ "Atsız'ın fırtınalar, kasırgalar içinde geçen 71 yıllık ha­ yatında, 21 yaşındaki Atsız'ın millf heyecanını yine aynı dinçlikte yaşamakta ve söylemektedir. Dost, ahbap batın için yanlış tanıdığına Vlya öyle kabul ettiğine eyvallah de­ mez, kanaatini söylediği zaman dosdoğru konuşur. Fakat, cevap ve tartışmayı, yumuşaklık ve nezaketle kabul eder. Belgelerin, ilmin ve denemelerin ışığında bir tartışma ona aym zamanda manevf bir huzur ve zevk verir. " (1 1) Doğruluğuna inandığı hususları pervasızca dile getirmesi, Atsız'ın hayat boyu sıkıntılar çekmesine sebep olmuştur. Buna karşılık, Türkçülükteki yerini daha da seçkin hale getimıiştir. Vefatından hemen sonra yazılan bir yazıda Atsız'ın ka­ rakteri ile ilgili görüşlere de yer veriliyordu:

"Bu kadar büyük, hayatımda nadir gördüğüm bir yük­ sek ahlakta, kıskançlık ve hased gibi her on insanın doku­ zunda bulunan nakıyscılardan tamamen uzak, müstesna yaradılışlı bir adamın hayatta çektiği ıztım.plar ve hak etti­ ği bütün nimetlerden uzak tutulması, hayatımın en büyük üzüntülerinden biri olmuştur" . . "45 yıllık hayatımda çok az kahraman tanıdım. Yanm düzine insan bile sayamam. Bence Atsız, kahramanlığın gerçek nümunesi idi. Efsane çağlanndan arta kalan gerçek bir şövalye, bir alp idi. Me­ denf cesaret dozu çok yüksekti. " (12) .

(10) Faruk K. Timurtaş, "Nihal Atsız ve Eserleri", Ortadoğu, (1 1) Prof Dr. Hikmet Tanyu, "Ôzleyi.ş Bilgin-Sanatçı

ve

22 Aralık

1975

Ülkücü At5ız 71

Yaşında ", Türkçülerin Kaleminden Atsız, İstanbul 2000 (12) Yılmaz ôztuna, "Büyük bir dil

ve

tarih bilgini Atsız'ın ardından "

Hayat Tarih Mecmuası , 3 . sayı, Mart 1976


170

DÜŞÜNCE YAPISI Çok yönlü bir şahsiyet olan Atsız'ın en belirgin cephesi Türkçülüğüdür. Türkçülük ülküsü onda iman haline gelmiş ve bütün dünyasını doldurmuştur. Şiirlerinde, romanların­ da, fikir yazılarında, aile hayatında ve yakın çevresinde Türkçülüğün keskin çizgileri görülmektedir. Atsız'a göre "Türkçülük; büyük Türk Eli'nde, Türk uruğu­ nun kayıtsız şartsız hakimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsü­ dür. " Atsız, Türkçülüğün kaynaklarını şöyle sıralamaktadır:

1 . Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuur altında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik; 2.

Tanzimat'tan sonra, Avrupa 'daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi; J. Devletimizin içindeki yabancı unsurlann ihaneti do­

layısıyla doğan tepki; 4. Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri felaketlerin verdiği uyanıklık. Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbirleriyle kan­ şıp yoğrularak Türkçülüğü ortaya çıkarmıştır. Türkler, Türkçülükle güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yüksele­ cektir OJ. Atsız, Türkçü olmak için ilk şartın Türk ırkının üstünlü­ ğüne inanmak olduğunu kabul etmektedir. Ona göre, (1) Atsız, "Türkçülük", Orkun, 1 7. sayı, 15 Haziran 1963


171

"Türkçü bilir ki, bugün görülen geri ve kötü ne varsa, hep­ si, geçici bir hastalığın araz/andır ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten faziletlerin hep­ si kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşa­ makta, belirecek imkan ve jirsat aramaktadır. Türkçü, mil­ lf menfaatleri şahıslann üstünde tutan, millf mukaddesata ve maziye saygı gösteren, vazife ahlakı yüksek olan, haksız­ lığa savaşta pervasız bir insandır" (2) . Atsız, fikir hayatının ilk döneminde, bir kimsenin Türk olması için, önce kanının Türk olması, ondan sonra dili­ nin Türkçe olması ve ondan sonra da dileğinin Türk olma­ sı gerektiğini ileri sürmekteydi Cl 934) (3) . Daha sonra, hunlara "kültür" unsurunu da ilave etmiştir: "Türk, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de, pek nadir ve anzf bazı istisnalardan sarfı nazar, o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması lazımdır" (1952) (4). Son dönemlerde Türk'ün tanımını daha değişik şekilde yapmıştır: . . . Türkler ise Türk soyundan gelenlerle, Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bu­ lunmayan fertlerin topluluğudur". . . "En büyük Türkler­ den biri olan Yıldırım Bayazıd'ın anası Türk değildi. Hangi Türkçü onu 1ürklük kadrosundan çıkarmıştır veya çıkarabilir? istiklal Marşı şairi Mehmed Akifin babası A r­ navut, ülküsü de Türkçülüğe aykırı olan ümmetçilik oldu­ ğu hdlde hangi Türkçü Mehmed Akif için Türk değildir de­ miştir?" (1969) (5). "

(2) Atsız, Türkçü Kimdir, Orkun, 3. sayı, 20 Eleim 1950 (3) Atsız, "Yirminci Asırda Türle Meselesi: il, Türle lrleı

Türle Milleti'',

Orbun, 9. sayı, 16 Temmuz 1934 (4) At.l'IZ, "Veda ", Orkun , 68. sayı, 18 Ocale 1952 (5) At.l'lz, 'Türle halleı değiliz, Türle mi//etiyiz", ôtulıe11 , 1 . (69.)sayı, Ocale 1969


172

Atsız'm Türklük konusundaki fikri gelişimi, çeşitli etken­ lerle açıklanabilir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra değişen dünya şartlan, 1930'1arda henüz pek zayıf olan kültür tarih­ çiliğimizin geçen zaman içinde gelişmesi ve milll mensubiyet duygusunun önem kazanması, bu unsurlardan bazılarıdır. Yakın dostu, tarihçi ve yazar Yılmaz Öztuna, Atsız'ın ölümünden sonra yazdığı yazıda, hu konuyla ilgili gözlem­ lerini ve düşüncelerini belirtmektedir:

''.Atsız, 1945'ten önce şüphesiz Türk ırkçısı idi. Bu yönü, en çok hücum edilen tarafı olmuştur. Atsız'ı ırkçılığa sü­ rükleyen, Türkiye 'deki azmlıklann ırkçılığı olmuştur. Ona ve arkadaşlarına "kafatasçı " denmesi de doğru değildir. Türkiye 'de kafatası ölçtüren ve ırkf neticeler çıkartan tek şahıs Atatürk 'tür. 1945'ten sonraki dünya konjonktürü, At­ sız'ı kan ırkçılığından bir nisbette çekerek kültür milliyetçi­ liğine yaklaştırmış ve inandırmıştır. Bu hususta benim de­ vamlı tesir/erimin de müessir olduğunu düşünüyomm. Zi­ ra biçbir konuşmamızda onun kan ırkçılığına hakaret et­ medim, sadece Türk kanma duyduğu sevgiyi saygıyla kar­ şılayıp Osmanlı cihan devletinin terkibinden, 1ürk toplu­ munun oluşmasından bahsettim. Yıllar süren bu konuşma­ lanmızın yumuşak dozu, sanıyomm ki onu kültür milliyet­ çiliğine, Türk kültürünü benimseyen ve seven herkesin ger­ çek Türk olduğuna pek çok inandırmıştır. Osmanlı tarih ve kültürünü fevkalade �yi bilmesi, bu noktaya gelmesine ve anlaşmamıza sebep olmuştur. Osmanlı tarih ve kültürünü az bilseydi, iyi tanımasaydı, bu mümkün değildi. Daha da ileri gittim: Kendisine bir Giresun belediye reisi Yorgi Pa­ şayı anlattım. Yanm saat anlattım. "Bu adam şimdi tarih bakımından Yunanlı sayılır mı?" diye sordum. "Haklısınız, Osmanlı ve Hristiyan Türk sayılır" dedi. " (6) (6) Yılmaz ôztuna, Büyük bir dil ve tarih bilgini Atsız'ın ardından,

Hayat Tarih Mecmuası , 3. sayı, Mart 1976


173

Atsız, ırkçılık anlayışı dolayısıyla sürekli hücuma ma­ ruz kalmıştır. Onun ırkçılığını antropolojik ırkçılık (yani kafatası ölçerek ırk tayini) şeklinde anlayan veya kasden böyle yorumlayan çevreler, Atsız'ı "kafatasçı" olarak tanıt­ maya, bu suretle Türkçülüğü karalamaya çalışmışlardır. Onu uzaktan tanıyıp sempati duyanlar arasında bile bu­ na inananlar çıkmıştır. Atsız, kendine has umursamazlık­ la bunlara aldırış etmemiş, böyle yersiz bir suçlamayı ya­ lanlamak için pek gayret göstermemiştir. O, tarihin, önünde sonunda bütün gerçekleri ortaya çıkaracağı inan­ cındaydı. Yine de, bu haksız nitelemeden rahatsızlık duy­ maması imkansızdı. Tepkisini, uzun izahlarda bulunarak göstermeye kalkışmazdı. Kendisini ziyarete gelmişken bir de kafatasım ölçtürmek isteyenlerin hatırını kırmaz, per­ gele benzeyen bir aletle ve tam bir ciddiyetle onların ka­ fataslarını "ölçer" , sonra bir takım hesaplar yaparak neti­ ceyi bildirirdi. Kimi üzülür, kimi sevinirdi. Ama, araların­ da Atsız'ın bu şakasını anlayan pek çıkmazdı. Pergele benzeyen 5.let, Dr. Rıza Nur'dan kalma bir tıp aletiydi . Hekimler, gebe bir kadının doğum sırasında bazı "komp­ likasyonlar"a uğrayıp uğramayacağını anlamak için bu aleti kullanırlardı. Adı da havsala ölçme aletiydi . Kafata­ sıyla değil, kadın vücudunun leğen denilen kısmıyla ilgi­ liydi. (7) Atsız, Türkçülüğün ikinci ana unsunınu Turancılık ola­ rak görmektedir. Bu fikri savunurken , Türklerin sadece Türkiye'nin siyasi sınırları içinde yaşamadıkları, dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmış bütün Türklerin, aslında tek millet olduğu görüşünden hareket etmektedir. Ne var ki, onun yaşadığı dönemde, Türklerin büyük kısmı, bağım­ sızlıklarını kaybetmiş olarak, yabancı devletlerin hakimi­ yeti altında bulunmaktaydı. Bu bakımdan , önce onların (7) Yağmur Atsız, ömrümün /Ilı 65 Yslı, Jsıanbul 2005


174

bağımsızlıklarını kazanmalarını, sonra siyasi birlik halin­ de birleşerek tek bir devlet içinde buluşmalarını hedef al­ maktaydı: "Turancılık deyince Türkiye 'de anlaşılan şey, tarihf mirastan da dahil olduğu halde bütün Türkleri tek devle� halinde birleştirmek ülküsüdür ve her ülkü gibi ne­ sillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heye­ can katan bir inançtır' (8) . Bunun nasıl olacağını soran­ lara da, Türkiye'nin tutsak Türk topluluklarına yardım et­ mesinin bir görev olduğu, bunun için de evvela Türki­ ye'nin güçlenmesi gerektiği cevabını veriyordu: "Turan­ cılık, bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. İnsan/an in­ san yapan, büyük bir düşüncenin peşinden koşma/andır. Türk milleti için en insanca, en yüksek düşünce tutsak yaşayan soydaşlannı kurtarmak için yapacağı savaştır" . . . "Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek, yine birleşeceğiz diye kendisini bir ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkleri birleş­ tirmek hakkımız ve görevimizdir. Bizden zorla koparıla­ nı geri almak, adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir. Büyüklük düşüncesi asil bir dü­ şüncedir.

Turan cılığı, bütün Türkleri yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir ka­ nundur ki, kültür birliği ancak siyasf birlik sonunda do­ ğar. Türk 'e düşman milletlerin hakimiyetindeki Türkleri kültürde birleştirmeye imkan var mı? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birliği 'nde alfabesi ayrılmış, yerli lehçesi edebf dil haline getirilmiş Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar ve Başkurt 'u hangi metodla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsin? O kadar gücün varsa za­ ten ordularını yünltüp o ülkeleri kurtarmak elinde de­ mektir. Ondan sonra kültür birliği için kurultayını toplar, (8) Atsız , "Turancılık", ôtalıen, 6. sayı, Nisan 1973


175

aksi halde kültür birliğini hiçbir zaman kuramazsın" ('J). Turancılık ülküsü, Atsız'ı savaşın gerekli olduğu düşün­ cesine götürmüştür. Ona göre, etrafı iştahlı milletlerle sarılı olan Türkiye, varlığını korumak için, ruh ve beden bakı­ mından daima savaşa hazır bulunmak zorundadır:

"Varlığı­ mızı korumak, haklanmızı almak için her zaman çarpış­ maya mecburn.z. Çarpışmaya mecburn.z demek asker ol­ maya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Ya­ şamaya hak kazanmak bilimdir. Bıı bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim vefen onun yardımcısıdır. " Atsız'a göre Türkçülük, büyüme ülküsüdür. Türk milletinin büyümesi, bütün Türklerin birleşmesiyle gerçekleşecektir. Bu­ nun nihai yolu ise, mecburen savaştan geçmektedir. Şu halde, savaşı, iyi-kötü aynını yapmadan benimsemek lazımdır. Kaldı

ki, yabancıların elinde tutsak yaşayan soydaşları kurtarmak, milleti daha zengin ve güçlü hale getirmek, bir ülküyü veya bir dini yaymak için girişilen ve zaferle biten savaşlar iyidir. Savaş sadece taarruz için değil, savunma için de lazım­ dır. Çünkü en iyi savunma, taarruzdur. Savaşı kötüleyenler,

Anadolu'yu savaşla elde tuttuğumuzu hatırlamak zonmda­ dır.

Savaş, insanlığın kaderidir. Savaş kalkarsa, dünyadan

kahrama nlık, fazil et ve fedakarlık da kalkacaktır. Bunları göz önüne alınca, savaş aleyhtarlığı yapmak, bir milleti p�ı­ sif kılmakla aynı anlama gelmektedir 0 0) .

Savaşın kaçınılmaz olduğu görüşü, Atr;ız'<la askerliğe kar­ şı sevgi ve saygı uyandırmıştır. Tür!\.lerdeki ordu-millet anla­ yı�ı da bu eğilimin onda kökleşmesine yol açm ıştır. Taıihi ro­ ma n l a n nda olduğu gibi, Huh Ad an ı

romanında da eserin

er-

(9) AL,ız, "Turancılık Rom:ıntik Bir llı�ral Dt'f!.ildir'; Ôliiken, 3. sayı, Mıırt 1968 (At.'ilz'ııı TurancılıJ.• komısundtıkl görJ.şleri hakkındr� ge'Tllş hir iııceleıne için /Jlız: Mustaj;, Murat Ytll"tbilir, Tut·ancıbk ve N#blll At· sız, Jstanbul Üniversite.si Sosyal Bilimler Enstitüsü UlusL1raı-ası ilişkiler A nabi/im Dalı yayımlanınc.mış l'ı'll!SeA• lfsans Teri, l�anbıt! 2002) (10) Atsı:r, "Savaş Aterbtarlığı ', Orbuıl, i2. sayı, Aru!ik 1943 '


176

kek kahramanları askerlerden seçilmiştir. Ordunun güçlü ol­ ması, Atsız'da değişmez bir fikir olarak görülmektedir. Askerlik kavramına bağlılık, Atsız'ı "disiplinli millet" fik­ rine götürmektedir. "Disiplinli millet, fertlerin devlete, dev­

letin de fertlere zarar vermeyeceği, karşılıklı hak ve vazife­ ler sistemini kabul etmiş millet demektir. " Cl l) Demokrasile­ rin getirdiği aşırı hürriyet, Türklüğe dost olmayan azınlıkla­ rın yönetime gelmesine, bunun da Türk devletinin ve mil­ letinin parçalanmasına yol açması bakımından tehlikelidir. Demokrasi olacaksa, kanun hakimiyetinin en katı şekilde sağlandığı bir demokratik yapı oluşturulmalıdır. "Esasen, kanunlar, kötülük yapmak hümyetini, toplumu yıkmak hümyetini, ihtikar hürriyetini önlemek için yürürlüktedir". Atsız, devletin, kanuna saygıyı inanç haline getirmekle yü­ kümlü olduğu görüşündedir. Ancak, kanunların tercüme yoluyla değil, milli örf ve çağdaş hukuk ilkelerine bağlı ka­ lınarak yapılmasını da şart görmektedir. Disiplinli milletin oluşması için, ilkokul sonrasında gençlere askeri eğitim verilmelidir. Bu da, ancak orta ve yüksek öğrenim kurumlarını Milli Eğitim Bakanlığı bünye­ sinden alarak Genelkurmay'ın idaresine vermekle müm­ kündür. Öğretmenler de ahlak bakımından mükemmel in­ sanlar olmalıdır. Onun için, . . . öğretmen olacak gençleri ırk, karakter, aile bakımlanndan da gözden geçirmek ge­ rekmez mi? Hatta, öğretmen olacak bir gencin ırkı, bilgisin­ den önce gelmez mi?. . .Askeri okullara girecek talebelerin nasıl Türk ırkından olması şartsa, öğretmenlerin de Türk ırkından o/malan öylece şart olmalıdır. n ( 1 2) "

Ancak, bundan 26 yıl sonra milli eğitimle ilgili görüş­ lerini açıkladığı bir yazısında Atsız'ın artık öyle düşün(11) Atsız, "Veda ", Orkun, 68. sayı, 18 Ocak 1952 (12) Atsız, "Gençlik ve Ahlak ", Kr.zsl Elma, 12. sayı, Nisan 1948


177

mediği görülmektedir. Bu yazıda, öğrencilere yabancı dil öğretiminin lise seviyesinde yoğun şekilde verilmesi, li­ selerin birinci sınıfından itibaren edebiyat, matematik, fi­ zik-kimya ve biyoloji bölümlerinin ayrılması , ilköğretim tarih ve coğrafya derslerinde yalnız Türk tarihi ve Tür­ kelleri coğrafyasının okutulması , anadilinin ve tarihinin öğrencilere iyi öğretilmesi, üniversite hocalarının sırf öğ­ retim ve ilmi eser yaratmak için çalışmaları, bu sebeple dekan ve rektörlerin profesör olmayan idareciler arasın­ dan seçilmesi gibi daha ziyade teknik hususlara yer ve­ rilmiştir. 0 3) Atsız, mill1 ahlak konusunda kendine has bir tanım vermektedir: "Bizim için cephelerde kan döken, tarlalar­ da alın teri akıtan ve nihayet bütçemizi doldurmak için kesesini boşaltan halkımızın canına ve malına göz dik­ memek. Onun için çalışmayı, kendimiz için çalışmaktan üstün tutmak. Halkımız için zararlı olan her şeyi karşı­ lamak, çarpışmak ve yenmek. Bun/an bir cümle ile hüla­ sa edersek: Millet yolunda çalışmak, onun için yaşamak

ve onun için ölmek. " Bu tanımda, Atsız Mecmua'nın baş­ lığında da yer alan "köycülük"ten ve toplumun çıkarları­ nı fertlerin çıkarlarından üstün tutan toplumcu tutumdan etkiler bulunduğu görülmektedir. Ancak "köycülük" ilke­ sine, Atsız'ın daha sonraki yazılarında rastlanmamaktadır. 1 962'de kaleme aldığı "Türk Milletine Çağrı" başlıklı yazı­ sında belirttiği dokuz ilke arasında köycülük yer alma­ maktadır. Türkiye'nin kalkınması için teklif ettiği bu prog­ rama "ahlakçılık" ilkesini de katmıştır. Ona göre: "Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz. Ordu, bilgi, teşkilat gibi şeyler ahlaktan sonra gelir. Biz, 7ürk ahlakına tam olarak sahip bulunduğumuz zaman

03) Atsız, "Millf Eğitim ", Ôlüken , 1 1. sayı, Kasım 1974


178

yükseldik. Yabancılann ahlakını alarak bozulduğumuz zaman ise geriledik. " (14) Atsız, komünizme şiddetle aleyhtardı. Komünizmi, bir ideoloji olmasından çok, Rus yayılmacılığının aracı olarak görüyordu. O yüzden komünizmi "Moskofçuluk'', bu fikre taraftar olanları da "Moskofçu" olarak adlandırıyordu: ''Ko­ münizm, ruh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir Moskof emperyalizmidir. Hırslanna sı­ nır bulunmayan; Akdeniz'e, Atlas 'a, Hint Okyanusu 'na çıkmak isteyen; bütün dünyayı elde etmek hülyası ardın­ dan koşan kaba ve Moskofa yakışan bir emperyalizm . . . Bü­ tün bu doymak bilmez hırsın dayanağı da dünyaya içtimai adalet götürmek efsanesi . . " 0 5)_ .

Atsız, insan tabiatına aykın bulduğu komünizmin geçici bir hastalık olduğuna inanıyordu. Sovyetler Birliği'nin de uzun ömürlü olmayacağını düşünüyordu. Sovyetlerin güçlü olduğu dönemde yazdığı bir mektupta, bu rejimin yirmi yıl içinde yıkılacağını belirtmişti. Atsız'ın ne kadar uzak görüş­ lü olduğu, Sovyetler Birliği'nin yirmi yıla varmadan dağıl­ masıyla ispatlanmıştır ( 1 6) . • • •

Atsız'ın görüşlerinin hiç değişmeden donup kaldığını dü­ şünmek yanlıştır. Dünya değişmekte; yeni olaylar, yeni dü­ şünceler, yeni eğilimler durmadan ortaya çıkmaktadır. Her canlı varlık gibi, insanlar da kendi içlerinde gelişmekte, ya­ ni değişim göstermektedirler. Atsız'ın aynı konulara dair gö­ rüşleri arasındaki farklılık, bu değişimden ileri gelmektedir. Mesela, 1932'de yazdığı "DarülfünOn'un Kara Daha Doğru(14) Atsız, "Mtlli Ahlak", Atsız Mecmua, 6. sayı, Ekim 1931 (15) Atsız, "Tarihin Barışmaz Düşman/an '', Orkun , 5. sayı, 3 Kasım 1950 (16) Atsız'ın lsmail Hakkı Gökhun 'a yazdığı 25 Kasım 1972 tarihli mektuptan


179

su Yüz Kızartacak Listesi" adlı yazısında, Ahmet Caferoğlu hakkında çok olumsuz görüşler ileri sürmüştür. Buna karşı­ lık 1 975'te, ölümü üzerine kaleme aklığı "Profesör Caferoğ­ lu Ahmet" yazısında onun Türk bilimine ve milliyetçiliğine yaptığı hizmetleri övmüştür. 0 7) Çünkü, aradan geçen 43 yıl­ lık zaman ve bu zaman içinde vuku bulan gelişmeler, Atsız'ı yeni ve gerçek bir değerlendirmeye götürmüştür. Önemli değişim gösteren bir başka görüşü de Dr. Rıza Nur'la ilgilidir. Ona çok değer vermiş, yazılarıyla övmüş olan Atsız, vefatından önceki son on yılda fikrini değiştir­ miş görünmektedir. Bunun sebebi, Rıza Nur'un Türkiye dı­ şındayken yazdığı ve otuz yıl sonra açılmak kaydıyla Avru­ pa kütüphanelerine emanet ettiği hatıralarının yayımlanmış olmasıdır. Evvelce bir kısmını bildiği bu hatıraların tamamı­ nı okuyunca Dr. Rıza Nur'un şahsi zaaflarını ve dengeli dü­ şünme yeteneğine sahip olmadığını görmüştür. Ondan son­ raki yazılarında artık Rıza Nur'dan bahsetmemiştir. Bu durum, oğlu Yağmur Atsız'ın da dikkatinden kaçma­ mıştır: "Demek istediğim '.Atsız, ömrü boyunca hiç değişme­ di' sözü aslında iltifat mıdır, hakaret mi? Ben mütereddi­ dim. Brecht'in meşhur hikayesidir: " Bay K. yıllardır gör­ mediği bir tanıdığına rastlar. 'Adam Bay K. ye dedi ki: 'Hiç değişmemişsiniz'. . .Bay K. sarardı. "

Ben doğrusu Atsız'ın ömrü boyunca hiç değişmediği id­ diasına pek inanmıyorum. Bana biraz palavra gibi geliyor. Ama hayran/an elbet daha iyi bilirler. ôte yandan Almanlann bu bağlamda bir başka sözü daha var: ''Nur, wer sich aendert, bleibt sich treu. " (Ancak değişen kendine sadık kalır) /18) (1 7) Atsız, Profes6r Caferoğlu Ahmet, ôtalum, 2. Sayı, Ocak 1975 (18) Yağmur Atsız, ômrilmün ilk 65 Yılı, lstanbul 2005


180

ATSIZ VE DİN Türkçülük, Atsız'ın bütün hayatına, düşüncelerine, dav­ ranışlarına yön vermiştir. Ona göre, Türkçülük, dışardan gelmemiş olan tek düşüncedir ve tamamen millldir. Atsız, diğer konulara olduğu gibi, din konusuna da Türkçülük açısından bakmaktadır. Atsız, Türkçülük inancına metafizik bazı unsurlar ve semboller katarak, dini, kendine özgü bir yorumla milltleş­ tirmeye çalışmıştır. Bu yorumların merkezinde Tanrı inancı bulunur. Tanrı tektir ve Türk Tanrısı'dır. Bozkurtların Ölü­ mü'nde, roman kahramanlarından birine Türk Tanrısı ile Çinlilerin tanrısının bir olamayacağını söyletmiştir. Tarihi ro­ manlarında, Tanrı'dan yalnız kendi adıyla değil, "Türk Tan­ rısı" olarak söz etmektedir. Türk Tanrısı, kullarına (Türkle­ re) "töre" yi vermiş, sosyal hayatta nasıl davranılması gerek­ tiğini göstermiştir. Bu görüşleriyle Kök Türklerin "Gök Tan­ rı Dini" arasındaki paralellik dikkat çekicidir. Atsız, Türklük için yapılan savaşın kutsal olduğunu, bu savaşta ölenlerin Tanrı Dağı'nda ataların nıhlarına kavuşa­ cağını düşünmekte, hatta buna inanmaktadır. Bu bakımdan Tanrı Dağı, kutsal bir yer niteliği kazanmaktadır. Kendisi için de günün birinde Tanrı Dağı'nda ecdat ruhlarına kavuş­ mayı, Kür Şad'ın oradan elini uzatarak "Hoş geldin oğlum Atsız" demesini hayal etmektedir:

. . . kısa rüya aleminde kendimizi ölüm kadar ebedf birfikrn vermek ve o fikir uğ­ runda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptırmaktan şe­ refli ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize, Tann Dağlan 'nda "


181

bekleyen ecdat ruhlanna ve bizzat Tann ya kavuşturacak şanlı ve güzel bir ölümdür" ClJ. Atsız'ın, Türklerdeki eski "atalar kültü" ile bağlantılı olan bu görüşleri, İslamiyetin vahdet, şeriat, cihad, şehadet, cennet gibi inançlarıyla para­ lellik göstermektedir. Atsız, din ve özellikle Müslümanlık hakkındaki görüşle­ rini şöyle belirtmektedir: "Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekasının pek iptidaf olduğu za­ mandan beri, insanlann din sahibi olduk/an da bilinen gerçeklerdendir. ". . . "Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzerinde de durmaya mec­ buruz. Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Es­ ki dinimiz olan Şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din, on asırdan beri bi­ zim millf dinimiz olmuştur" (2). "Türk Milletine Çağrı" baş­ lıklı yazısında, dinin fert olarak da, millet olarak da, vazge­ çilmez manevi ve ahlaki büyük bir dayanak olduğunu ifa­ de eden Atsız, bütün Türklüğün iki temele dayandığına, bunlardan birinin dili (Türkçe), diğerinin de dini (İslamiyet) olduğuna işaret etmektedir. Bu bakımdan İslam Dini'ni, milll varlığımızın ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir. "insanlar mizah ve şaka yapabilirler. Fakat bazı konular vm·dır ki, onlar asla şakaya gelmez. Orada ciddf olmak in­ sanlık borcudur. Bayrakla alay edemezsin, millf tarihle eğ­ lenemezsin, Kur'a n 'ı mizah konusu yapamazsın . . " (3) .

1940'larda yayımlanan Doğan Kardeş adlı çocuk dergi­ sindeki bir ifade, Atsız'ın tepki göstermesine yol açmıştır. O dergideki bir masalda geçen "Hey insan oğlu, insan oğlu! Sen Allah'ın bol, insanın kıt yerinde, geldin beni kurtardın. (1) Atsız, "Veda", Orkun, 68. sayı, 18 Ocak 1952

(2) Atsız,

"

Veda Orlıun 68. sayı , 18 Ocak 1952 ",

,

(3) Mehmet Ateşoğlu, "Türkçülük Bayramı Kaleminden Atsu, lsıanbul 2000

ve

Atsız",

TiJrlıffllerln


182

Seni sırtımda yedi yıl, yedi derya dolaştırsam gene hakkını ödeyemem. Veren Allah ne muradın varsa versin. Ama ne olur, ne olmaz. Allah'ın işine pek güvenilmez. Bazen kuy­ ruğu ile oynar, bazen kulları ile . . . " şeklindeki ifade üzerine kaleme aldığı yazıda Atsız şöyle diyordu:

" Görüyor musunuz "Bu Toprağın Masal/an " diye körpe beyinlere akıtılan zehiri? Bu toprağın sahiplerinin en kutlu varlık diye tanıdık/an ve "Tek" diye bildikleri Allah bol/aştı­ n/arak kıymetten düşürülüyor. Sonra da kendisine itimat caiz olmayan bu Allah kuyruğu ile oynuyor. Ey bu toprak için Allah Allah diye bağırarak can veren­ lerin soyundan gelenler! Ey dokuz asırdır Allah uğrunda gaza edenlerin nesilleri! Körpe beyinleri yeni yeni uyanan yavrulannıza, bu kızıl düzenler ve dolanlarla, Tann 'nın ne yolda tahayyül ettirildiğini görüyorsunuz. Aldanmayın. Maksat Türk cemiyetinin temel dayanaklanndan biri olan Allah fikrini yıkmaktır. Allah düşüncesi, yurt ve millet sev­ gisi, ahlak duygusu ve aile bağlan yıkıldıktan sonra geriye ne kalır? Her yabancı istiliiyı kabule hazır, hayvanlaşmış bir yığın. " (4) Atsız'ı en yakından tanıyanlardan biri, İsmet Tümtürk, onun hakkında kaleme aldığı bir tanıtma yazısında şöyle de­ mektedir: '�tsız hakkında bazı kimselerin kasden çıkardığı dedikodulardan en mühimminin üzerinde durayım: Bazı/a­ n Atsız hakkında "Onun Müslümanlık tarafı zayıftır" şeklin­ de, hatta "O şaman dinine mensuptur, Müslüman değildir" şeklinde dedikodular çıkardılar. Tamamen yalandır. Ats'ız, elbette ki tertemiz ve yüzde yüz samimf Müslümandır. " (5) Atsız, İslamiyet hakkındaki vicdani kanaati ile, İslamiye­ tin milli değerler arasındaki saygıdeğer yerini özenle ayır(4) Atsız, "Propaganda ", Altır1-I1ık, J. sayı, 15 Mart 194 7 (5) ismet Tümtürlı, "Atsız Hakkında Birkaç Söz'', Tilrk OUaüsa, lstanbul 1956


183

mıştır. Sosyal bir müessese olan dinin, hayatla beraber yü­ rüdüğü, onu donduranların, hayatın icaplarına uydurmaya­ rak toplumu geri bırakanların yobazlar olduğunu düşün­ mektedir. Bu yüzden, onların Türkçülüğe olumsuz imaları­ nı veya hücumlarını şiddetle karşılamıştır. Bu konuda girdi­ ği tartışmalarda, yukarda belirttiğimiz samimi inancı ile uyuşmayan görüşler ileri sürmüştür. Bu gibi yazılarında in­ sanların Hz. Adem ile Havva'dan türemediklerini, Nuh tufa­ nının bir Sumer masalından ibaret olduğunu, Hz. Peygam­ ber'in eski Sumer ve Mısır'dan gelip Yahudiler aracılığı ile öteki milletlere geçen çeşitli inançları ilahi hakikatlar diye insanlara sunduğunu ileri sürmüştür. Tarihteki Yahudi kral­ larının 1 24.000 peygamber arasında sayılmasını da kabul etmemektedir (6) . Tasavvufa ve tarikatlara da olumsuz yak­ laşmaktadır. " Tasavvuf, Doğu 'nun, Batı 'nın bütün din ve

felsefelPrinin karmasıdır. Biraz eşelerseniz tasavvufun İs­ lam aleyhtan noktalarını yakalarsınız. " (7). Türklerdeki sa­ vaşçılık niteliğini zayıflatıcı şiirleri yüzünden Yunus Emre'yi eleştirmekte, Mevlana'yı bir din ulusu değil de büyük bir Fars şairi olarak görmektedir. Tasavvuf hakkındaki olumsuz tavrına rağmen, bir gün Beyazıt'ta karşılaştığı Samiha Ayver­ di'ye "Samiha Hanım, Samiha Hanım, siz ne yaptığınızı bi­ liyor musunuz? Siz, Ahmet Yesevi'nin yaptığını yapıyorsu­ nuz." demesi dikkat çekicidir (8). Atsız, Türkçüleri "Allah"ı bir tarafa atmak"la suçlayanlara verdiği cevapta 'Türkçüler Tann '.Yı bir tarafa atmamıştır.

Atmaz da. "Tann Türk'ü Korusun " sözü Türkçülerin sloga­ nıdır. Tann, insan zeka ve idrakinin kavrayamayacağı (6) Ômer Faruk Akün, "Atsız, Hüseyin Nihiil", IDV /slam Anstlllopedl­ st, 4 . cilt, istanbul 1991 (7) Atsız, "Dindar ve Mutaassıp Hacı Bayanın Türklüğe Hakaretleri", Ötülıen, 64. sayı, Nisan 1969 (8) Namık Kemal Zeybek, A. Yesevf, N.Atsız, S. Ayverdi ve Başbuğ, Tercilman , 21. 06.2003


184

yükseklikte olduğu için, ikide bir onu ortaya sürerek, üze­ rinde kıncı tartışmalar yapmanın aleyhindeyiz. fıki Türk­ ler büyük saygı duyduk/an varlık/an öz adlan ile anmaz­ /ardı. Tann, ne din kitaplamıın anlattığı gibi insan şeklin­ de, ne de göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkan yoktur" de­ mektedir. Din üzerindeki tartışmaların sona ermesi için, dini şahıs­ ların vicdanına bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç ve tefsirine, anlayışına karışmamak gerektiğini ileri süren Atsız, bu yönüyle laikliği savunmaktadır (9). Bu konuya başka yazılarında da değinen Atsız, zekanın ve bilimin yükselmesiyle dinlerin de yükseldiğini, tek tanrı­ lı dinlerle dinler çağının kapandığını, din uğruna yapılan korkunç savaşlar ve kırgınlardan sonra medeni dünyada di­ nin fertlerin vicdanına sığındığını ve saygıdeğer bir yer ka­ zandığını ileri sürmektedir. Atsız, dinin siyaset sahnesine girmesini, gerek ülke için­ de gerek milletlerarası ilişkilerde araç olarak kullanılmasını sakıncalı bulmaktadır. Ayrıca, İslam birliğinin bir kuruntu­ dan ibaret olduğunu, araya bunca ayrılıklar ve düşmanlık­ lar girdikten sonra böyle bir birleşmenin asla gerçekleşeme­ yeceğini düşünmektedir. Atsız, eski Türk dinini Şamanizm olarak adlandırmakta­ dır. Bu konuda M. Fuat Köprülü ile Abdülkadir İnan'dan et­ kilendiği sezilmektedir. Ancak, kültür araştırmalarının ulaş­ tığı sonuç, eski Türklerin Gök-Tanrı inancına sahip olduk­ larını göstermektedir. Toplumda itibar gören şaman (kam)lar, kendilerine özgü teknikler kullanarak ruhlar ale­ mi ile irtibat kurma, kahinlik, falcılık, bazı durumlarda he­ kimlik gibi işlerle uğraşırlar. Türklerde Şamanizmin hiçbir (9) A�ız, "Yobazlık Btr Fikir Müstebasesidir", ôtalıen, 1 1. sayı, Kasım 1970


185

zaman görülmediği, kültür tarihindeki incelemelerle anlaşıl­ mıştır. Atsız, eski Türk dinini Şamanizm olarak belirtmekle beraber romanlarında Gök-Tanrı dininin unsurlarına yer vermiştir. C1 O)

Atsız'a göre "Vaktiyle Türkler arasında bir ayn/ık unsu­ rn olan Sünnflik-Şiflik meselesi de artık bahis konusu sayı­ lamaz. Bunlann hepsi Müslüman Türk 'tür ve Müslümanlı­ ğı anlayıştaki içtihat fark/an artık Türkler arasında ikilik doğuramaz. " (11) "Bazısı onun Müslümanlığından şüphe ediyordu. Gös­ terişten, riyadan, dalkavukluktan tiksinen bu faziletli insa­ nın, imanını ispatlamasını isteyenlere karşı takınacağı tav­ ra ve isyanına hak vermemek mümkün mü? içinde nasıl bir iman ateşinin yandığını görmüşüzdür. Hem de bilgi ile bes­ lenmiş inanç. Dört ay önce yaptığımız ziyarette, söz 'Baha­ ilik 'e gelip dayanmıştı. Atsız Hoca sertleşerek, en güzel, en esaslı ve tekamül etmiş din olan Müslümanlık dururken bir Türk 'ün Bahailiğe bel bağlamasına şaştığını söylemişti. Bu konuyu ıeyid eden daha canlı bir müşahedeye Doç. Dr. Ah­ met Nuri Yüksel arkadaşımız şahit olmuş. "02)

(10) Murat Katı, Hüseyin NiblJI Atsl%'ın Eserlerinde Eski Türk Dini

ı-"flanmn Tesphl ve Değerlendirilmesi, Fırat Üniversitesi Sos­

yal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabiltm Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Elazığ 2000 (11) Ş. Şamtl Bucak, Hüseyin NiblJI Atsl% Hayata-Şabslyeti-Eserlerl,

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Biltm/er Enstitüsü Türki­ ye Cumhuriyeti Btltm Dalı yayımlanmamış yüksek lisans tezt, Çanak­ kale 1997 (12) Mehmet Eröz, 'i'ttsız Hoca da Göçtü ", Ortadoğu , 25 Aralık 1975


186

EDEBI ŞAHSİYETİ Atsız, edebiyatın roman, hikaye, şiir ve hatırat türlerinde eserler vermiştir. Aynca, edebiyat tarihçisi olarak da çalış­ malar yapmıştır.

1. Romanları Atsız'ın edebiyatçı olarak en fazla tanındığı alan roman­ cılığıdır. Üç ayrı tarzda roman kaleme almıştır: Tarihi ro­ manlar, mizahi-satirik romanlar ve bir de sembolik roman. 1.

Tarihi romanları:

Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor ve Deli Kurt. (İlk ikisi, daha sonra "Bozkurtlar" adıyla tek kitap halinde yayımlanmıştır.) Atsız, uzmanlık alanı olan eski Türk tarihinin Kök Türk­ ler dönemini, Bozkurtlar romanında dile getirmiştir. Bu eserde, o dönem Türklerindeki devlet şuurunun güçlülüğü ve komşu Çin'le anlayış farklılığı belirtildiği gibi, fedakarlık ve kahramanlık duygularına özenle dikkat çekilmektedir. Yabancıların Türk toplumundaki olumsuz rollerine ve etki­ lerine de kuvvetle işaret edilmektedir. Aynı zamanda, birlik ve beraberlik bozulduğu takdirde, bir milletin başına neler gelebileceği belirtilmektedir. a.

"Bozkurtlann Ölümü "nde konu, 1 . Kök Türk Dev­

leti'nin son dönemlerinde geçmektedir. 622-630 yılları, Ka­ ğanlığın karışıklıklara sürüklendiği, sıkıntıların yaşandığı zamana rastlamaktadır. Çuluk Kağan'ın, Çinli eşi tarafın-


187

dan zehirlenerek öldürülmesi üzerine tahta Kara Kağan geçmiştir. Onun, ölen kağanın dul eşi İçing Katun'la ev­ lenmesi Kök Türk toplumunda hoşnutsuzlukla karşılan­ mıştır. Halk, İçing Katun'un Çin lehine çalıştığını, karde­ şini kağanlığın yüksek mevkilerine getirdiğini, ülkeye sı­ ğınmacı olarak gelen Çinlilerin olumsuz davranışlarda bulunduğunu sezip görmektedir. Çuluk Kağan'ın oğlu Tulu Han da, kağanlığın kendi hakkı olduğunu düşün­ mekte, babasını öldüren İçing Katun'un şimdi amcası ka­ ğanın eşi olmasını hazmedememektedir. Devletin batı ka­ nadını yönetmekte ve Çin'le gizli anlaşmalar yapmakta­ dır. Öte taraftan, Çin'e yapılan akınlar eskisi gibi başarılı olamamaktadır. Ağırlaşan iklim şartları, kuraklık ve kıtlık ülkeyi kasıp kavurmaktadır. Son akında yenilgiye uğra­ nılmış, Kara Kağan tutsak düşmüştür. Esir düşen Türkler Çin'e götürülerek yerleşik hayata ve çiftçiliğe zorlanmak­ tadır. Bağımsızlığın kaybedilmesi Türklere ağır gelmekte, kağanlık ailesinden Kür Şad da, aynı acılarla yaşamakta­ dır. Savaşçılık gücü iyi bilindiğinden Çin hükümdarının özel muhafız kuvvetlerinde görev yapan Kür Şad, güven­ diği silah arkadaşlarını bu kuvvete almaktadır. Niyeti, bir ihtilalle Türkleri esaretten kurtarmaktır. Bunun için, gece­ leri şehirde gezinen Çin hükümdarını, kırk yiğit arkadaşı ile tutsak almayı, onu ancak Türklerin bağımsızlığı tanın­ dığı takdirde serbest bırakmayı planlamıştır. Fakat ihtila­ lin yapılacağı gece şiddetli bir yağmur ve fırtına baş gös­ termiş, Çin hükümdarı bu sebeple sarayından çıkmamış­ tır. İhtilalin duyulması ihtimali, kırk yiğidi dönüşü olma­ yan bir yola götürmektedir. Kür Şad, planını gerçekleştir­ mek için, doğrudan doğruya sarayı basmaya karar verir. Ancak, karşılarına çok kalabalık Çin askerleri çıkar. Çar­ pışmalarda ihtilalcilerin büyük kısmı ölür. Kalanlar, saray­ dan çıkarak uzaklaşmaya çalışırlar. Fakat şiddetli yağmur ve fırtına at sürmelerini zorlaştırdığı gibi, önlerine çıkan


188 azgın nehir de geçit vermemektedir. Irmak kıyısındaki son vuruşmada, başta Kür Şad olmak ü zere bütün ihtilal­ ciler öldürülür. Bu akıbet üzerine, Kür Şad'ın eşi ve kü­ çük oğlu ortadan kaybolur, kızı da Çinliler tarafından idam edilir. < n

(1) 1 . Murat Belge, Atsız'ın romanlannı eleştirdiği sübjektif ve 6nyargılı yazısında Atsız'la Türkeş arasında "din ' konusundaki aynşmanın alt­ mışlardan çok 6nce kendini belli ettiğini belirtiyor (Murat Belge, "Mtl­ liyetçtlik Rüyası olarak Nihal Alsız ve Roman/an: Nihal Atsız ve lslam ôncesi Türklük", Parşihnen, c. 4, S. 2, s. 73 104, lstarıbul Bilgi Üni­ versitesi Yayınlan, Yaz 2006). Bu faraziye doğm değildir. Atsız, Tür­ keş'i 1969'a kadar hemen ht.'T' alanda desteklemiştir. Ancak, Türkeş 'in siyasi endişelerle fç/dmiyeti 6ne çıkarması bu desteğin sona ermesine yol açmıştır. Yakın tarihe ait hayli tekrarl<mmış bu gerçeği 'iç dediko­ du ' olarak nitelemek ise gariptir. -

2. "Atsız'ı 6nder kabul edenlerin DAS (Dinamik Atılım Stratejisi) adlı kitap vesilesiyle anı/malan " ifadesi de gerçekle örtüşmüyor. Atsız'ın ve çevresinin DAS adlı tuhaf kitapla hiçbir ilişkileri olmamıştır. Murat Belge hem "Şahsen bu çizgiye her bakımdan uzak olduğunu ' belirti­ yor hem de "bu çizgi" hakkında iddialı varsayımlar ileri sürüyor. 3. "Turan" üstüne tik şiirleri Ziya Gökalp'ın yazdığı ifadesi de bilgi noksanlığını gösteriyor. Zira ilk "Turan" şiirini Hüseyinzade Ali Bey'in, A. Turani takma adıyla Mısır'da çıkan Türk gazetesinin 24 Teşrin-i sanf (Kasım) 1904 tarihli 56. sayısında, yani G6kalp 'tan yedi yıl 6nce yazıp yayınladığının farkında değil. 4. "Bozkurllann Ôlümü"nü "maço " roman olarak değerlendirmek de ayn bir garabet. Böyle bir romanın efemine olması mı gerekirdi? 5. Belge'nin, güya mizahi bir üslapla ". . . sayısını 16'ya çıkardığımız Türk devletleri ' bahp çıktığına g6re, Atsız'ın her 'yeni doğuş ' için bir "diriliş" romcmı daha yazması mantıken iferekirdi" ifadesi de anlam­ sızdır. Çünkü adı geçen yazının 1O 1. sayfasında Atsız'ın bahp çıkan­ lann 'devlet' değil hanedan olduğu şeklindeki tarih telakkisi belirtil­ mektedir. O zaman bu anlayıştaki bir yazann hl'T' "diriliş" yani her hanedan değişikliği için ayn roman yazması beklenir mi? 6. "Bazı Türkçülerin yaptığı gibi Malazgirt'i başlangıç noktası olarak almaya. . . " anlatımı yadırgatıcıdır. Biz, şimdiye kadar hiç böyle bir Türkçü tanımadık. Belge, anlaşılan Türkçülerle A nadolucu/an kanş­ tınyor.


189 7. "'Bozkuı1lar' üstüne romanlannda Atsız Türklerin tarihini Ötü­ ken 'den veya Göktürklerden başlatmış" şeklindeki ifade de başka bir yanılgıyı gösteriyor. Evet, "Bozkurtlar" romanının konusu Kök Türk

döneminde geçiyor. Ama bu, ne zamandan beri Türk tarihini Kök Türklerle başlatmak an/amma geliyor?

8. ''Millet" kavramının Framız lbtilali 'nden sonra oluştuğu, dolayısıy­ la Türklerin Orta Asya 'da millet olmadığı iddiası da düzeltilmeye m uhtaçtır. Fransız ihtilali'ni Fransız milleti yapmadı da uzaktan ge­ len barbarlar mı yaptı? Avn.ıpa 'da ayn dilleri konuşan, ayn soylardan gelen topluluklar birbirinden farklı milletler değil m iydi? Fransız İhti­ lali mtllet kavramını değil, milliyet kavramını ve bilincini getirdi. Bunlar küçük gibi gözüken önemlifarklardır. Bu farkın farkına vanl­ maması şaşırtıcıdır.

9. Bu kadar yanılgıdan sonra, şimdiye kadar tereddütsüz "tarihi ro­ man " kategorisinde görülen "Bozkurtlann Ölümü "m1n çocuk romanı şekline sokulmasın ı artık hayretle karşılamamak tazım. 1 O. "Türk Kara Kağan 'ın bir Çinli kadına vurulmuş ve onunla evlen­

miş olması " gibi bir anlatım da Tı'irk kiiltüııtne ııe tarihine uzak dur­ manın, fakat aynı zamanda bu ikisi hakkında fikir yürütmenin ha­ zin sonucudur. Kara (Kie-li) Kağan bir Çinli kadına vurulmuş filan değildi. Tı'irk töresine göre, hakan öldüğü zaman dul kalan eşi yeni bakanla evlenmek zonmdaydı. Kara Kağan da bu sebeple Çuluk (Ç'u-lo) Kağan 'ın dul eşi lcing Katun 'la evlenmişti. Sevdalı olduğun­ dan değil. 1 1 . Atsız'ın, "Bozkurtlann Ölıtmü " romanında Çin 'in ve Çinlilerin

Türk illerindeki yıkıcı faaliyetinden bahsetmesinin tarihi dayanakla­ " ve örnekleri vardır. Bunu ''patolojik" bir durum olarak niteleyip doktor tavsiyesinde bulunmak ise Murat Belge}>e has "özellikler" ara­ sındadır. Böyle olunca, sözüm ona edebi bir eleştirinin çeşitli yeı·le­ rinde jaşist" sözünün rahatlıkla kullanılmasını yadırgamamak ge­ rekiyor. 12. "Bozkurtlar Diriliyor"da Tonyukuk'tan bahsedildiği halde "Külti­ kin " (yani Kül Tigin)

ııe

Bilge Kağan 'la niçin daba "net " bir sonuca

vanlmadığı sorusuna anlam vermek imkansızdır. Zira bu romanda konu 2. Kök Türk Devleti'nin kuruluş yıllannda (680'/i yıllar) geçiyor. Tonyukuk, ihtilalde Kutluk (ilterlş) Kağan 'ın yardımcısı ve sonra baş­ bakaıııdır. Bilge Kağan 'ın tahta oturuşundan (725) az sonra öldü­ ğı'inde Kutluk hareketinin üzerinden 45 yıl geçmişti. Romanın orala­ ra kadar uzatılmamasını eleştirmeyi mantıklı kabul etmek zordur. Zaten gereği ve gerekçesi de yoktur. Yazar, romanını hangi dönemde bitireceğini kendisi tayin ı•der. Bize ne?


190

b. "Bozkurtlar Dirllt­ yor" adlı roman, "Bozkurtla­ rın Ölümü"nün devamı nite­ liğindedir. Bu romanın erkek kahramanı

olan

Urungu ,

Kür Şad'ın ortadan kaybolan küçük oğludur. Kür Şad ihti­ lalinin

üzerinden

kırk

yıl

geçmiş, Urungu kırklı yaşla­ ra erişmiştir. Bir süre önce ölen annesi, ona, Kür Şad'ın oğlu olduğunu kimseye söy­ lememesi

için

yemin

ettir­

miştir. Urungu , bu sebeple kağanlık ailesinden biri gibi değil, karabudundan biri gibi yaşayacaktır. Oğlu Taçam'ı evlendirdikten sonra, anayur­ du Ötüken'e gitmek üzere yola çıkar. Bu arada, Kök Türk bağımsızlığı için bir ayaklanma başlatılırsa ona katılmayı ta­ sarlamaktadır. Yolda karşılaştığı Dokuz Oğuz yüzbaşısı Ka­ dir Bağa'nın Kök Türkleri aşağılayan sözleri, ikisi arasında silahlı bir çatışmaya yol açar. O sırada, kafilesiyle oraya ge­ len, Dokuz Oğuz hükümdarı Baz Kağan'ın kızı Ay Hanım kavgayı durdurur. Olağanüstü güzellikteki Ay Hanım, in­ sanların gönlünden geçenleri okuyabilmekte, gizli ilimlere vukufu bulunmaktadır. Urungu , yüreğinde ona karşı bir sevginin uyandığını hisseder. Ay Hanım'ın ısrarına rağmen asıl kimliğini söylemez. Fakat onun, yolculuğuna Dokuz Oğuz kafilesiyle birlikte devam etmesi teklifini memnun­ lukla karşılar. Yollarının ayrılacağı zaman Dokuz Oğuz or­ dusuna katılması için yapılan teklifi reddeder. Ötüken'de Kutluk Şad ile Bilge Tonyukuk'un başlatıp yönettiği bağımsızlık hareketi başarıya ulaşmış ve Kök Türk Devleti yeniden kurulmuştur. Çin'e ve Kıtaylara karşı yapı-


191

lan savaşlarda Urungu yararlık göstermiş, rütbesi onbaşılığa yükseltilmiştir. Bu sırada Dokuz Oğuzların güçlendiğini ve Çin'le anlaşma yapma hazırlığında olduğunu öğrenen Bilge Tonyukuk, Kutluk Şad (İlteriş Kağan)'a sefere çıkmasını tavsiye eder. Dokuz Oğuzlar, üzerlerine gelen Kök Türkle­ re karşı ciddi bir direniş gösterirler. Urungu, savaş sürerken büyük bir gayretle Ay Hanım'ın çadırına girer. Onunla çar­ pışan çerilerini çadırdan çıkartıp yalnız kalınca Ay Hanım'a evlenme teklif eder. Fakat, bir kağan kızının karabudundan bir erle evlenmesi imkansızdır. Ay Hanım, bu teklifi redde­ der. O sırada çadıra giren Kök Türk yüzbaşısı Örpen, Urun­ gu 'ya Ay Hanım'ı tutsak almasını emreder. Bunun üzerine Ay Hanım, attığı oklarla Örpen'i öldürür, Urungu'yu da ya­ ralayıp kaç�r. Bu sırada, Urungu'nun oğlu Taçam, Çin'le yapılan akın­ da ortadan kaybolmuştur. Halbuki o kaybolmamış, Dokuz Oğuz elçilik kafilesi tarafından tutsak alınmıştır. Ay Hanım, sorguladığı Taçam'ın karabudundan olduğunu söylemesini hayretle karşılar. Ancak, sorgulama sonunda onun Urun­ gu'nun oğlu olduğunu, Urungu'nun da ölmeyip hayatta bu­ lunduğunu öğrenir. Bir süre sonra Taçam'ı kendi elçisi ola­ rak Kök Türklere yollayan Ay Hanım, Urungu'ya da selam gönderir. Örpen'in oğlu Deli Ersegün, Ötüken'e dönen Taçam'dan babasını öldürenin Ay Hanım olduğunu öğrenir. İntikam al­ mak için yola çıkar. Ay Hanım, huzunına getirilen Deli Er­ segün'ün niyetini anlayınca onunla teke tek vuruşur. Deli Ersegün yenilir, fakat aynı zamanda Ay Hanım'a aşık olur. Yaralan iyileştikten sonra ilk fırsatta kaçarak Kök Türk ül­ kesine döner. Bir süre sonra, Urungu ve Deli Ersegün, Dokuz Oğuzla­ ra gönderilen elçilik kafilesinde bir araya gelirler. Kafile ku­ mandanı Binbaşı Pars, Kara Kağan döneminden kalma, Kür Şad'ı tanıyan yaşlı bir askerdir. Urungu'nun Kür Şad'ın oğ-


192

lu olduğundan kuşkulanmaktadır. Ay Hanım, İlteriş Ka­ ğan'ın buyruklanna uyma sözü verir. Aynı zamanda Urun­ gu'nun da, Deli Ersegün'ün de kalplerini okur. Binbaşı Pars ise, o gece Urungu'ya çeşitli sorular sorar. Onun belindeki bıçağı inceleyerek Bumın Kağan'ın adını ve mühürünü ta­ şıdığını görür. Bu bıçağın Kür Şad'a ait olduğunu bilmekte­ dir. Böylece Urungu'nun sım ortaya çıkar. Onların konuş­ malarını gizlice dinleyen Kadir Bağa da, duyduklarını Ay Hanım'a iletir. Bu habere sevinen Ay Hanım, Kök Türk el­ çilik heyetini kabul eder ve her bir elçiye ayrı ayrı armağan­ lar verir. En son Urungu'yu çağırıp belindeki bıçağı inceler. Onun, Kür Şad'ın oğlu ve bir Kök Türk tigini olduğuna ka­ naat getirir. Çin'e yapılan akından yüklü ganimetle dönen Onbaşı Urungu, artık Ay Hanım'la evlenme planlan kurmaktadır. Dokuz Oğuz obasına gidip evlenme teklifi yapmak üzere yola çıkar. Fakat bir taraftan da yine onbaşı olarak bilinece­ ğinden, bu teklifin reddedilmesi ihtimalini düşünmekte ve ümidi gitgide azalmaktadır. Hele, yolda karşılaştığı Deli Er­ segün'ün de Ay Hanım'a aşık olduğunu öğrenince hiç şan­ sının kalmadığını sezmektedir. Çünkü Deli Ersegün kendi­ sinden çok gençtir, üstelik beydir. Köktürk kurultayında , Bilge Tonyukuk, Dokuz Oğuzlar üzerine sefer yapılmasını teklif eder. Urungu'nun Ay Ha­ nım'ı sevdiğini anlayan Binbaşı Pars, sefer kararının çıkma­ sını önleyemez. Güçlü Kök Türk ordusu , Dokuz Oğuzlar karşısında üstünlük sağlar. Urungu , kağan kızını sağ kur­ tarmayı düşünmektedir. Ancak, akşam karanlığında atılan bir ok Ay Hanım'a isabet ederek onu öldürür. Urungu, onun cesedini kucağına alarak atına atlar ve Ölüm Uçuru­ mu'na doğru sürüp gider. Binbaşı Pars, oğulları Ezgene ile Yula , Taçam ve Deli Ersegün de atlarını hızla sürerek ona yetişmeye çalışırlar, ancak başaramazlar. Urungu, kucağın­ da taşıdığı ve ancak ölüsüne kavuşabildiği Ay Hanım'la bir-


193

likte Ölüm Uçurumu'na atlar. Böylece "her yıl bir erkekle bir kadını almak" şeklindeki uçurum yasası da yerine gel­ miş olur.

"Tarihf roman tün:tnün Türk Edebiyatında en başanlı örneği, sonradan Bozkurtlar adıyla birleştirilen Bozkurtla­ nn Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı eserleridir. Bu ro­ manlar dil, üslup, muhteva ve teknik olarak klasik değerde­ dir. Bunlar, yayımlandıktan tarihten bugüne (1982) ka­ dar, yanm asırdan beri milliyetçi nesillerin yetişmesinde bi­ rinci derecede tesirli olmuş eserlerdendir. (2) "

c.

"Deli Kurt": Roman, Osmanlı Devleti'ndeki Fetret

Devri'nde başlayıp 1444'te sona ermektedir. Yani, 1 5 . yüz­ yılın ilk yarısını kapsamaktadır. Yıldırım Bayezid'in oğulla­ rı ,

Hükümdarlığı ele geçirmek için birbirleriyle mücadele

etmektedir. Kardeşlerden biri olan İsa Bey, saltanat müca­ delesini daha rahat sürdürebilmek için, hamile karısı Bala Hatun'u, yakın adamı Çakır'ın süt annesinin köyüne gönde­ rir. İsa Bey, taht mücadelesini hayatı ile öder. Bala Hatun, doğan çocuğu tehlikelerden korumak için onun kimliğini gizli tutmaya karar verir. Bu sım yalnız Çakır ve süt anne Satı Kadın bilmektedir. Murad adı verilen çocuk bile, baba­ sının İsa Bey olduğundan habersizdir. Aradan on yıl geçer. Çakır, bu arada evlenip iki kız ço­ cuğunun babası olur ve hükümdarlığı kazanan Çelebi Meh­ med'in ordusuna sipahi olarak katılır. On yıl sonra süt anne­ sinin köyüne döndüğünde Bala Hatun'un öldüğünü, Mu­ rad'ın ise on yaşına bastığını ve cesaretinden dolayı "Deli Kurt" olarak anıldığını öğrenir. Murad'ı ve Satı Kadın'ın Mu­ rad'dan iki yaş büyük oğlu Evren'i okuma yazma ile dini bil­ gileri öğrenmeleri için köyün hocasına götürür. Çakır, bir ge­ ce farkında olmaksızın köyün mezarlığına gider, orada İsa Bey'le Bala Hamn'un hayaletleriyle karşılaşır. Onlar, Murad'ı

(2) Yeni T"rlı Ansiklopedisi, /.

c.,

istanbul 1985


194

korumasını ve iyi yetiştirmesini, annesinin, babasının ve am­ casının hayaletleri de kendilerini unutmamasını dilerler. Murad'la Evren'e savaş talimi yaptıran Çakır, bir gün, onları yakındaki Türkmen obasına götürür. Obada yapılan yarışmalarda başarı gösteren Murad, Türkmen beyinin dik­ katini çeker. Onu İsa Bey'e benzetmiştir. Ancak Çakır sözü değiştirmeyi başarır. Sonra kendi köyüne döner. "Deli Kurt" Murad on altı yaşına gelince, Çakır onu ve Evren'i kendi tımarına cebeli olarak alır. Deli Kurt, katıldığı ilk savaşta, isyanın elebaşısı Torlak Kemal'i tutsak eder. Şeh­ zade Murad, onu huzuruna getirterek ödüllendirir. Sonraki üç yıl içinde Çelebi Mehmed ölür ve yerine il. Murad geçer. Deli Kurt, hocasının kızı Melek'le evlenir. Kendisine Çakır'ın tımarına yakın bir tımar verilir. Artık o da sipahi olmuştur. Çakır, Deli Kurt ve Evren, Satı Kadın'ın döndüğü Türk­ men obasına gidip onu ziyaret ederler. Satı Kadın, onları ak­ şam yemeği için Gökçen Kız Pınarı'na götürür. Yemek sıra­ sında da Gökçen Kız Efsanesi'ni anlatır. Deli Kurt, bu efsa­ neden çok etkilenir. Bir süre sonra, Çakır ve Deli Kurt gizli­ ce İstanbul'a giderler. Onları, İsa Bey'in has adamı olup bu­ rada gizlenen Hasan Çelebi davet etmiştir. Hasan Çelebi, Os­ manlı casuslarının onu takip ettiğini, yakalandığı takdirde Deli Kurt'un kimliğinin anlaşılabileceğini, bu yüzden İstan­ bul'dan ayrılmak zorunda olduğunu anlatır. İsa Bey'in bırak­ tığı emanet parayı Çakır'a verir. Çakır da, Deli Kurt'u kuşku­ landırmayacak bir hikaye uydurarak parayı ona teslim eder. Aradan yine on yıl geçer. Çakır, Deli Kurt ve Evren, Sa­ tı Kadın'ı tekrar ziyarete giderler. Gökçen Kız Pınarı'nın ba­ şında yemek yerlerken güzel bir kız yanlarına gelir. Satı Ka­ dın, onun Gökçen Kız olduğunu anlar. Bu kız, olağanüstü özelliklere sahiptir. Gözlerinden yeşil bir ışık saçmaktadır. Deli Kurt, bu ışığın ve Gökçen Kız'ın etkisi altında kalır. Ye­ mekten sonra çadırına dönen Deli Kurt'u uyku tutmaz. Kal­ kar ve su içmek için Gökçen Kız Pınarı'na gider. Orada, da-


195 yanılmaz bir kuvvetin çağrısına uyarak Yassı Tepe'ye doğ­ ru yürür. Gökçen Kız'ın çaldığı kavalın nağmeleri ona yol göstermektedir. İki genç Yassı Tepe'de buluşurlar. Gökçen Kız'ın gözleri bir peçeyle örtülüdür. Deli Kurt onları gör­ mek ister. Fakat Gökçen Kız bunu kabul etmez ve gözleri­ ni ancak evleneceği erkeğe gösterebileceğini söyler. Bu­ nunla beraber o da Deli Kurt'tan hoşlanmaktadır. Deli Kurt, Türkmen beyinin oğlunun da Gökçen Kız'a aşık olduğunu öğrenir. Dernek ki bir rekabet SÖZ konusu­ dur. Aynca, Gökçen Kız'a duyduğu aşk ile karısına karşı olan sorumluluğu, Deli Kurt'un içini kemirmektedir. Obası­ na dönen Deli Kurt, bu iç çatışmasına ilaveten Gökçen Kız'a da hasret duymakta, bu yüzden yemeden içmeden kesilip zayıflamaktadır. Bahar gelince Gökçen Kız'ın yanına gitmeye niyetlenirse de Kararnanoğlu Beyliği'ne sefer emri gelince bundan vazgeçer. Savaşta, yaralanma bahasına, kar­ şı saftaki yaralı bir askerin hayatını kurtarır. Savaşın sonun­ da onunla dost olur. Balaban adındaki Kararnanoğlu aske­ ri, Varsak boyuna mensuptur. Gökçen Kız'ın babası, ölme­ den önce bu boyu terk etmiştir. Balaban, Deli Kurt'u kendi obasına davet eder. Oraya giderlerken, Varsak beyinin ço­ banı onlara Şeytan Dağı Efsanesi'ni anlatır, Bu efsanede şeytanı mağlup eden kızın adı da Gökçen'dir. Deli Kurt, Varsak obasında Gökçen'le ilgili bilgilere ula­ şır. Gökçen'in annesi Esen Börü, Türkistan'dan Anadolu'ya göç etmiş bir Uygur ailesine mensuptur ve gizli bilimlerden anlayan, olağanüstü güçleri olan bir kadındır. Balaban da Gökçen'in amca oğludur. Gökçen'in babası, Esen Börü'nün gücünden korkarak kızını da yanına alıp kaçmış ve Türkmen obasına yerleşmiştir. Bir süre sonra Esen Börü, onun izini bulup yanına gelmiş, ancak Gökçen'in babası birkaç gün sonra ölmüştür. Esen Börü, bu ölümün sebebini, adamın ya­ lan söylediğini anlayınca gözlerinden çıkan yeşil ışığın etki­ siyle açıklar. Deli Kurt'un falına bakıp Gökçen'in de onu sev-


196

diğini söyler. Bunun üzerine Deli Kurt, kızıyla evlenmek is­ tediğini bildirir. Esen Börü , bu isteği olumlu karşılar. Gök­ çen'in annesi, fal bakarken Deli Kurt'a yüce bir beyin soyun­ dan geldiğini belirtir. İsa Bey'in oğlu olduğunu bilmeyen De­ li Kurt, bu sözler karşısında şaşırır, fakat üstünde durmaz. Köyüne dönen Deli Kurt, Gökçen'i görmeye gider. Gök­ çen, olağanüstü sezgileri sayesinde, onun, annesini ziyarete gittiğini ve ondan bazı emanetler getirdiğini bilmektedir. De­ li Kurt, Gökçen'e olan aşkını açıklayacağı sırada Türkmen beyinin oğlu yanlarına gelir. Çıkan tartışma kavgaya dönüşür ve her iki aşık da ağır yaralanır. Gökçen, ikisini de kendi yöntemleriyle tedavi edip iyileştirir. Bir süre sonra, Deli Kurt, Gökçen'e olan büyük sevgisini açıklamak imkanı bulur. An­ cak, Gökçen evlilik teklifine olumlu cevap vermeye yanaş­ maz. Deli Kurt'un kansı Melek Hanım'ın bu evlilikten üzün­ tü duyacağını düşünmektedir. Fakat Deli Kurt onu ikna eder. Aradan bir kış geçer. Deli Kurt, yeniden Gökçen'e gitme­ yi tasarlarken, Sırbistan üzerine sefer yapılacağı haberi gelir. Orduya katılan Deli Kurt, savaşta esir düşer. Esir olmasına rağmen, kişiliği ile Macarları etkiler ve kendisine verilen kıs­ mi serbestlikten yararlanarak kaçar. Bu sırada, Macarların Os­ manlı ülkesine yürüyeceğini de öğrenmiştir. Köyüne dönen Deli Kurt, kansının zayıfladığını, kızlarının büyüdüğünü gö­ rür. Bir hafta sonra da Macaristan'a yürüyen Osmanlı ordusu­ na katılmak için köyünden ayrılır. Yolda , Gökçen'i ziyaret et­ meye karar verir. Fakat,onu hiçbir yerde bulamaz. Genç kız, döneceğini bildiren bir işaret bırakarak ortadan kaybolmuş­ tur. Satı Kadın'dan, onun annesinin yanına gittiğini öğrenir. Macarlarla yapılan savaşta Osmanlı ordusu yenilir. İzle­ di Geçidi'ndeki savaşta Çakır, Evren ve Türkmen beyinin oğlu ölür. Yaralanarak köyüne dönen Deli Kurt'a, Çakır'dan boşalan Karası Sancağı'nın bölükbaşılığı verilir. Ailesini Sa­ tı Kadın'ın yanına götüren Deli Kurt, Çakır'dan ve annesin­ den kalan eşyalar arasında bazı mektuplar bulur. Bunları


197

okuyunca, Deli Kurt, İsa Bey'le Baia Hatun'un oğlu, yani bir Osmanlı şehzadesi olduğunu öğrenir. Osmanlı haneda­ nının bu sırrı öğrenmesi, ölüm fermanının çıkması demek­ tir. Artık büyük bir tehlike kendisini beklemektedir. Gökçen'i çok özleyen Deli Kurt işi gücü bırakmış, onun dönmesini beklemektedir. Bir gece çevresinde yeşil ışıklar belirir ve Gökçen Kız'ın sesi, kendisini beklemesini söyler. O sırada gelen bir ulak, Mehmed Bey'in, babası il. Murad'ı ordunun başına davet ettiğini, antlaşmayı bozmuş olan Macar­ lar üzerine sefer yapılacağını bildirir. Yeniden savaşa katılmak üzere köyünden ayrılan Deli Kurt, son defa Yassı Tepe'ye gi­ der. Gökçen'le orada buluşurlar. Gökçen, annesinin onları ev­ lendirmeye karar verdiğini söyler. Birlikte geçirdikleri mutlu bir gecenin sabahında Deli Kurt, Gökçen'le vedalaşarak ayrılır. Savaşta büyük yararlık gösteren ve Macar kralını öldüren Deli Kurt, padişahın takdirini kazanır. Rütbesi alay beyliğine yükseltilir. Deli Kurt, padişahtan özel izin alarak obasına dön­ mek için yola koyulur. Seller ve çamurlarla mücadele ederek köyüne ulaşır. Ancak ailesi ortada yoktur. Köyün imamı Bay­ ram Hoca, kansının ve çocuklarının Türkmen obasındaki sel felaketinde öldüklerini bildirir. Gökçen de, Deli Kurt'un kü­ çük oğlunu kurtarmak isterken sellere kapılıp ölmüştür. Öğrendiği bu korkunç durum, Deli Kurt'un saçlarının bir gecede tamamen aklaşmasına sebep olur. Yine de, Gök­ çen'in, olağanüstü güçleri sayesinde hayatta kalabileceğini düşünerek avunur. Onu bulmak için Yassı Tepe'ye gider. Fakat artık Gökçen yoktur. Bu kadar acıyla bir ruhi harabe­ ye dönen Deli Kurt, atına binip, kara kışın sonsuz beyazlı­ ğında, bilinmeyen bir yöne doğru yola çıkar.

2. Sembolist romanı: "Ruh Adam" Atsız'ın son ve bu türde yazılmış tek romanıdır. Konu, geriye dönüşlerle 2200 yıl öncesine kadar u zanmakta ve sonra atlamalarla günümüze ulaşmaktadır.


198

Roman bir Uygur masalıyla başlamaktadır. Burkay adın­ da bir yüzbaşı, büyük bir çam ağacının yanında gördüğü güzel kıza aşık olur. Ancak kız belalıdır ve Burkay'a, ölüm­ den korkuyorsa yanına yaklaşmamasını söyler. Yüzbaşı Burkay evlidir ve güzel Açığma-Kün'e sevgi duymakla gü­ nah işlediğini düşünmektedir. Günahtan kurtulmak için Tanrı'ya dua etmeye başlar. Dileği, Açığma-Kün'e olan sev­ gisinden kurtulmakur. Bununla beraber, onu görmek için her gün yanına giunektcdir. Kırk birinci gün Açığma-Kün'ü bulamaz. Çam ağacına, bir akdoğana ve yerdeki otlara onun ne olduğunu sorar, ancak onlar da kızın akıbetini bil­ memektedir. Burkay, kızı bulamamaktan doğan üzüntüyü gidermek için türlü yollar dener. Bunların hiçbiri etkili ol­ maz, yüzbaşı hastalanır. Bir gece Açığma-Kün'ün adını sa­ yıklar. Kansı onun sevgisini anlayınca her tarafa adamlar çı­ kartıp kızı aratır. Bir yerde bulunamaz. Yaşlı bir büyücü ka­ dın, onu Kilimbi adındaki şeytana götürür. O da derdinin büyük olduğunu, çaresini ancak Şeytanlar Başı Madar'ın bulabileceğini söyler. Onun şartı ise, karısını Ejderler Kağa­ nı Naranta'ya kurban etmesidir. Aşkından gözü kararmış olan Burkay bunu kabul eder. Kadın ölürken, kıyamete ka­ dar, dünyaya her gelişinde ruhunun ızdırap içinde çalkan­ masını dileyerek Burkay'a bedduada bulunur. Yüzbaşı, çam ağacının yanında bulduğu Açığma-Kün'le evlenir. Fakat sevgisi günden güne artmakta, karısını ilahe gibi görmektedir. Ona "Beni seviyor musun?" diye her so­ ruşunda hiçbir cevap alamamaktadır. Burkay çılgına dön­ müş, ızdırap ve keder içinde kıvranmaktadır. Hekimler ona şifa veremezler. Sonunda büyük ızdıraplar içinde ölür. Ölürken yine "Beni seviyor musun?" diye sorar. Kadın onu saçlarıyla sarıp öper ama "Ben de seni seviyorum" demez. Aradan bin yıl geçer. Burkay'ın, her bahar geldikçe çam ağacının yanında dolaşan ruhu "Izdırap çekiyorum. Sen de beni seviyor musun?" diye sormakta, yanında duran Açığ-


199

ma-Kün ise "Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum" demekte, fakat onu sevdiğini asla söylememektedir. • • •

Masalı okuyan kadın, edebiyat öğretmeni Ayşe Pusat'tır. Kocası Selim Pusat, eski bir subaydır. Kralcı fikirleri yüzün­ den Akademi'den ve askerlikten çıkarılmıştır. Askerliği ha­ yattaki en yüce değer olarak görmekte ve bütün olayları bu açıdan yorumlamaktadır. İçinde yaşadığı dönemden iğren­ mekte, Mete zamanında yaşamış olmayı özlemektedir. Ayşe Pusat, öğretmenlikten uzaklaştırıldıktan üç yıl son­ ra görevine iade edilmiştir. Ders vereceği kız lisesine gitti­ ği ilk gün , yaşlı müdire ve yardımcısıyla gergin anlar yaşa­ mış, diğer öğretmenlerin yapmacık tavırlarını sezmiş, eski öğrencilerinin ise ona sevgiyle yaklaştıkların görmüştür. Bu öğrencilerden Nurdan ve Aydolu onu eskiden tanımakta­ dır. Güntülü ise okula yeni gelmiştir. İlk derste, öğrencile­ rin bilgi düzeyini öğrenmek için onlara çeşitli sorular so­ ran Ayşe Pusat, Güntülü'nün olgun ve bilgili cevaplarından etkilenir. Selim Pusat, doğru bildiğini sakınmadan söylediği için tepkileri üzerine çekmiş, bu davranışı disiplinsizlik sayıla­ rak tutuklannuştır. Tartıştığı albay ve gazeteler, onun cum­ huriyet rejimini yıkmak, krallığı yeniden kurmak için örgüt­ lü bir harekete kalkıştığını iddia etmektedirler. Sorgusu de­ vam eden Selim Pusat, bir gün aldırdığı gazetede kendisi hakkında asılsız suçlamaların yapıldığını görünce sarsılır ve değer yargılarında değişme başlar. Askeri mahkeme, Selim Pusat'ı ve onunla aynı görüşü paylaşan arkadaşı Yüzbaşı Şerefi on beş yıl hapse mahko.m eder. Ancak Askeri Yargı­ tay, bu cezalan ikişer yıla indirir. Cezalarını çekip hapisten çıkan iki arkadaştan Şeref intihar eder. Selim Pusat, bu olay­ dan çok etkilenir. Artık, karakter zaafı gösterecek bir hare­ ket yapmaya kalktığı zaman Şerefin hayali ortaya çıkıp onu engelleyecektir.


200

Selim Pusat, bedbinli­ ğin ve bezginliğin kucağı­ na

düşmüş olarak kendini

içkiye vermiştir. Eşi Ayşe Pusat'la da gerginlik yaşa­ makta, kan-koca arasına gittikçe mesafe girmekte­ dir. Eşi vasıtasıyla, onun

RU H ADAm ATSIZ

üç öğrencisini tanıyan Se­ lim

Pusat,

bunlardan

Güntülü'ne yakınlık duy­ maya başlar. Genç kız da ona bigane değildir. Bir gece evlerinin yakınında­ ki Çamlı Koru'ya gittiğin­ de kulağına şiir mısraları

okuyan bir kadın sesi gelir. Oradan ayrılacağı sırada genç bir kadınla karşılaşır. Bu, Ayşe Pusat'ın eski bir öğrencisi olan Leyla Mutlak'tır. İşittiği sesin ondan geldiğini zanneder. Ona bir mısra okutur ve sesin o ses olmadığını anlar. Tarih öğret­ menliği yapan Leyla Mutlak'ın, aslında prenses olduğunu, ha­ yati tehlike içinde bulunduğu için gözlerden uzak yaşadığını öğrenir. Leyla'nın babası, zengin petrol kuyularının sahibiy­ ken meçhul güçler tarafından öldürülmüştür. Aynı tehlike şimdi genç kızı da tehdit etmektedir. Selim Pusat, ona karşı hem sevgi hem de saygı beslemeye başlar. Leyla Mutlak, Yek adında, kambur ve aksak biri tarafından takip edilmektedir. Pusat, bu adamı iğrenç bulur. Çamlı Ko­ ru'da karşılaşıp tartışırlar. Öfkelenen Selim Pusat, bir sırayı kal­ dırıp onun kafasına indirir. Fakat Yek birden gözlerden silinir. Selim Pusat, Tarihi Evrak Komisyonu'nda iş teklif etmek için kendisini arayan arkadaşı Yarbay Tahsin'le karşılaşır. Onun teklifini kabul edip işe başlar. Böylelikle, ruhi duru­ munun düzeleceğini ummaktadır. Çalıştığı yerde sekiz kişi


201 görev yapmaktadır. Bunların hepsi yaşlı kimselerdir ve ara­ larında daima tasavvuf ve din konularından bahsetmekte­ dirler. Onlardan biri olan Osman Fişer'in, Yek'e çok benze­ mesi Selim Pusat'ı şaşırtır. Ayşe Pusat, bir tatil günü, kır gezisi tertip eder. Geziye, üç öğrencisini de davet eder. Çamlı Koru'ya doğru yürürlerken, Güntülü'den bir şiir okumasını isteyen Selim Pusat, onun sesi­

nin bir gece Çamlı Koru'da kulağına gelen ses olduğunu anlar. Okuduğu şiirin kime ait olduğunu sorunca , Güntülü onun ese­

ri olduğunu söyler. Genç kıza göre, Selim, Mete ordusunda gö­ rev yapmış bir subaydır ve onun "sevgililere ok atın" buyruğu­ na uymadığı için cezalandınlmıştır. Ok atılmayan sevgili ise kendisidir. Bu sözler, Selim Pusat'ın aklını büsbütün karıştırır. Leyla Mutlak, sırrının Selim Pusat tarafından öğrenildiği­ ni anlayınca, saltanat verasetinin nereden geldiğini açıklar. Kanuni Sultan Süleyman, yanlış yönlendirmelere kapılarak büyük oğlu Şehzade Mustafa'yı idam ettirmiştir. Mustafa'nın sadık adamları onun küçük oğlunu kaçırarak saklamışlar ve büyütmüşlerdir. Kalabalık taraftarları da şehzadeyi servete boğmuşlardır. Hiç kimse de bu sırrı açığa vurmamıştır. Bütün bu olup bitenler Selim Pusat'ı bunalıma sürükle­ miştir. Hiçbir şey söylemeden arkadaşı Şerefin fotoğrafına bakıp dalmaktadır. Bu durumda Ayşe Pusat, kocasının da Şe­ ref gibi intihar etmesinden korkmaktadır. Ancak, dikkatle ba­ kınca Şerefin fotoğrafında değişiklik olduğunu görüp irkilir. Selim Pusat, önce Yek'in, sonra eski arkadaşı Dr. Cezmi Oğuz'un ağzından çıkan "Günün birinde kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevebilirsin" sözünü sık sık hatırla­ maktadır. Kendisi 43, Güntülü 18 yaşındadır. Arada gerçek­ ten 25 yaş fark vardır. Selim Pusat, nihayet Güntülü'ye duyduğu aşkı hem ken­ disine hem Leyla Mutlak'a itiraf eder. Bu aşkı unutmak için, ondan daha kuvvetli bir aşk olması gerektiğini söyler. Leyla Mutlak, bu sözlerdeki imayı anlar ve ona, kendisini sevmesi


202 ıçın izin verir. Ayşe Pusat'ın da, Selim'in Güntülü'ye olan duygulan hakkında artık şüphesi kalmamıştır. Bu sırada, bir gece Şerefin, üzerinde kanlı üniformasıyla hayaleti görünür ve iki bin yıl önce Mete'nin ordusunda subayken sevgilisine ok atmamakla yaptığı hatayı şimdi yine tekrarladığını, aklını başına toplaması gerektiğini söyler. Sonra tokalaşıp ayrılır. Selim Pusat, bu sözlerden, Güntülü'nün de iki bin yıldan beri defalarca dünyaya gelmiş bir ruh olduğunu anlar. Ayşe Pusat, ertesi sabah kapının tokmağında ve Selim'in elinde kan izleri görünce, onun hayal görmediği, Şerefle gerçekten konuştuğu sonucuna vanr. Bu durum, onu korkutmaktadır. Selim Pusat bir gece evde yalnızken Güntülü'nün haya­ li gelir. Şerefi iki bin yıl öncesinden tanıdığını fakat onun kendisinden hoşlanmadığını söyler. Halbuki Selim onu çok sevmektedir. O halde duvardaki çerçevede Şerefin resmi­ nin yerinde onun resmi olmalıdır. Güntülü'nün hayali, Se­ lim'in tereddüt ettiğini görünce kendisi resmi çıkarmak için uzanır, fakat birdenbire kaybolur. Selim "Güntülü'yü sevi­ yorum. Hayat ve kfünatımın en büyük gerçeği bu" diye mı­ rıldanır. Bir pazar günü evden çıkıp maksatsız yürürken, eskiden bildiği bir meyhanenin önüne gelen Selim Pusat, içeri girer ve acısını unutmak için içmeye başlar. Akşam olmadan ora­ dan ayrılır ve nereye gideceğini bilmeden yürümeye başlar. Leyla Mutlak'ın evinin önünden geçer, ama onu uyandır­ maktan çekinir. Nurkan'ın evinin önünde, evvelce piyano­ da çaldığı "Eski Arkadaşlar" marşını yeniden duyacağını umarak boşuna bekler. En sonra kendisini Güntülü'nün evi­ nin önünde bulur. Daha önce Ayşe'yle birlikte bu eve, mi­ safirliğe geldikleri için kapı anahtarının nerede bulunduğu­ nu bilmektedir. Mermer basamağın bir köşesindeki büyük anahtarı alıp kilide sokar ve kapıyı aralar. O anda birisi ko­ lunu tutarak durdurur. Bu, arkadaşı Şereftir. "Hakkın yok Selim" diyen Şeref, Selim Pusat'a eski günleri, askerliği, şe-


203

ref duygusunu hatırlatır. Sonra cebinden, masadaki çerçe­ vede duran resmini çıkarıp Pusat'a uzatır ve birden ortadan kaybolur. Şaşkınlık içindeki Selim Pusat, o anda Şerefin mezarı başında bulunduğunu görür. Evine dönüp uykuya dalar. Ertesi sabah o uyurken kalkan Ayşe Pusat, çalışma masasında bir düzensizlik görür. Dikkatle bakınca, her za­ marıki yerinde durmayan Şerefin fotoğrafında Selim'e yazıl­ mış ithafın yok olduğunu, onun yerinde kurumuş bir kan lekesi bulunduğunu dehşetle görür. Selim Pusat, kendinden 25 yaş küçük bir kıza aşık olma­ sı yüzünden, hayatta en fazla değer verdiği arkadaşı Şerefle arasının açılmasından üzüntü duymaktadır. Kansı ile de bir­ birlerine yabancılaşmışlardır. Gururlu eski subay, aşka mağ­ lup olduğunu kabullenmiştir. Duygularını dile getiren bir şi­ ir yazarak mektupla Güntülü'ye gönderir. Fakat, genç kız bu mektubu iade eder. Güntülü'nün arkadaşlarının bu şiirden haberdar olduğunu öğrenen Selim Pusat'ın gururu kırılır. Yek, bir gece gelerek Selim Pusat'ı büyük mahkemeye çağıran bir celp verir. Tann'run huzurunda cereyan eden mahkemede melekler, semavi dinlerin peygamberleri, be­ şeri dinlerin önderleri, ünlü Türk hakanları, dedesi, babası ve arkadaşı Şeref, Selim'i suçlarlar. Sadece annesi merhamet diler. Tanrı, onu, kaderi tıpkı kendisine benzeyen Moğol yüzbaşısı Kubudak'la teke tek vuruşmaya mahkum eder. Artık Şeref de onu terk etmiştir. Bir gece yarısı kabristana giden Selim Pusat, onun mezarının alt üst edildiğini ve üze­ rindeki tahta parçasına yazılı "Arkadaşım Şeref' yazısından sadece "Şeref'in kaldığını görünce bu gerçeği anlar. Birkaç gece sonra Çamlı Koru'da düello yapılır, Selim Pusat, karşısında Yüzbaşı Kubudak'ı, Yek'i, Şerefi ve Pren­ ses Leyla'nın nişanlısını bulur. Beşinci hayalet ise kendisi, yani nefsidir. Sonra hepsi birleşerek Kubudak haline gelir­ ler. Kılıç düellosu, Selim'in yaralanmasıyla son bulur. Acıy­ la kıvranırken Güntülü'nün hayali belirir. Aşkta rakip kabul


204

etmediğini belirterek Şeref için getirdiği bir bardak suyu ona vermeyip yere döker ve kaybolur. Selim Pusat, gözlerini bir hastahanede açar. Vücudu sar­ gılar içindedir. Tedavisi iyi sonuç verir, eve çıkar. Kendisinde yürüme dermanı bulduğu bir gün Leyla Mutlak'ın evine gi­ der. Ancak, onun, ardında iz bırakmadan kaybolduğunu öğ­ renir. Artık hiçbir şeyin aydınlatılmasına imkan kalmamıştır. Kız Lisesi'nde ders yılı sonu için tören yapılırken, arka­ daşları herkesten uzak ve dalgın duran Ülker'le konuşurlar. Ülker, uzaklardan sesler duymaktadır. Arkadaşları, konuş­ ma sırasında, onun ailesinin Kamlançu'dan Anadolu'ya gel­ diğini, en eski atasının Burkay olduğunu öğrenirler. Evle­ rinde de Uygur yazısı ile yazılmış bir deri parçası bulun­ maktadır. Ülker, uzak bir zamandan gelen sesleri zorlukla hatırlar. Bir erkek "Izdırap çekiyorum, sen de beni seviyor musun?" diye ağlamakta, bir kadın da buna "Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum" diye cevap vermektedir. "Ruh Adam"ın her çağda yaşamış gerçek bir 'ruh' oldu­ ğunu belirten yazarlar vardır. :

"Ruh Adam " tarihimin her çağında gezdi. Motun, ıslık çalan okunu en sevgili atına doğrulturken, aynı anda ve aynı hedefe ok atan çeriler arasında o da vardı. Kür şad'/a Çin sarayını basan kırklardan biriydi. Al kanı Vey ırmağı­ na kanştı, kendisi 'ruh ' olup istikbale uçtu. Köl tigin 'le De­ mirkapı 'ya, Çağn Bey 'le Anadolu 'ya dayandı. Cezayir'de Oruç Reis'le Plevne'de Osman Paşa 'yla birlikte kılıç salladı. 1944 'ün çelik zindanlannda zafer türküleri söyledi. Kulak­ lanmda bir savaş nağmesi var: 'Yaralanm sızlıyor, fakat mestim zaferden '. "Ruh Adam " dudaklannda zafer türkü­ sü istikbale uçtu. Çocuklanm bilinmeyen bir çağda ve bilin­ meyen bir yerde onu yine görecekler. "(3)

(3) Ah met Btcan Erctlasun, "Ruh Adam", 1Ylr•'e Çağn, S. 8, Aralık 1980


205

RUH ADAM ROMANINDAKİ GERÇEK KAHRAMANIAR "Ruh Adam"da değişik tipler ve karakterler canlandırıl­ mıştır. Romanın asıl kahramanı olan Selim Pusat, Atsız'ın kendisidir. Bu isim, Atsız'ın birçok yazısında kullandığı müstear adıdır.

Tosun,

sız'dır.

Ayşe Hocinım,

Atsız'ın eşi Bedriye At­

iki oğlundan biri veya her ikisidir. Yani, ro­

mandaki Selim Pusat ailesi, gerçek hayattaki Atsız ailesidir. Bunun dışındaki tip ve karakterlerden bir kısmı da, ger­ çek hayattan alınmıştır. Atsız, bu şahısları yakından tanımış­ tır. Karakter yapılarına göre de , romanında onlara iyi veya kötü roller vermiştir. Romanın kadın kahramanlarından Güntülü'nün de, At­ sız'ın tanıdığı bir genç kız olduğu anlaşılıyor. Atsız, buna­ lımlı bir döneminde (1946-1 949 arası) bu genç kıza karşı büyük bir sevgi (hatta yasak bir platonik aşk) duymuştur. Romanda bu aşkın ona verdiği ıstırap, yer yer çok kuvvetli şekilde belirtilmiştir. "Ruh Adam"daki

Oğuz

Yek, Prenses Leyla

Dr. Cezmi Şeref, Kubu­

ve

da gerçek şahsiyetlerdir. Denilebilir ki

dak ve önemsiz birkaç tip dışında, Atsız, kahramanlarını hayattan ve kendi çevresinden seçmiştir. Bu kahramanlardan bir kısmını ben de tanıdım. Onlarla konuşmalarım, hatta yakınlıklarım oldu. Onun için, bu bö­ lümde "Ruh Adam"ın tanıdığım kahramanlarından, onların özelliklerinden ve bende bıraktıkları intıbalarından söz ede­ ceğim. Önce "Ruh Adam"ın yazılışından nasıl haberdar olduğu­ mu anlatayım. Atsız, 1 952'de öğreunenlikten alınıp da kütüphanede bir memuriyete tayin edilince, onu ya evinde ziyaret ederek, yahut da çalıştığı yere, Süleymaniye Kütüphanesi'ne gide­ rek görebiliyorduk. Ev ziyaretleri daha çok özel bir mana taşıyor, bazen önceden sözleşerek gerçekleşiyor ve daima


206

uzun sürüyordu. Süleymaniye Kütüphanesi ise kısa ve ha­ bersiz görüşmeler için daha uygundu. İstanbul Hukuk Fakültesi, Süleymaniye Kütüphanesi'ne çok yakındı. Belki birkaç yüz metre. Ben, 1 955'ten sonra Hukuk Fakültesi'nde okuyor ve bir taraftan da gazetecilik yapıyordum. O zaman dersler öğleye kadardı. Ders saatle­ ri tamamlanınca -hele, gazetede acele bir işim de yoksa- At­ sız'a uğrayıp onu görmek bende bir tutku haline gelmişti. Bezdirip bıktırmamak için ölçülü davranmam gerektiğini biliyordum. Ama, yine de çok kere aklımın emrini dinleme­ yip Atsız'ı görmeye koşuyordum. Ben gittiğim zaman, bazen başka ziyaretçilerinin de ol­ duğunu görürdüm. Rahatsız etmemek için müsaade isteyip ayrılmak isterdim. O zaman "gel gel" diyerek bir iskemle çeker, beni yanına oturturdu. Daima alçak sesle konuşur­ duk. Çünkü burası özel bir oda değil, bir salondu. Yanya­ na beş-altı masa dizilmişti. Bu masalarda saçı sakalı ağar­ mış, çoğu gözlüklü, yaşlı birtakım adamlar oturur, önlerin­ deki eski harfli, bazıları yazma kitapları incelerler, notlar çıkarırlardı . Konuşmalarımızla, onları rahatsız etmek iste­ mezdik. Bu ziyaretlerim sırasında, ünlü tarihçi Prof. Mükrimin Halil Yınanç'ı da tanıdım. Mükrimin Halil Bey, eskilerin "mütebahhir" dedikleri, geniş tarihi bilgi ve kültür sahibi bir alimdi. Ayaklı kütüphane gibiydi. Yazmaktan çok konuşma­ yı severdi. Bekardı. Gecelerini çok kere Küllük'teki veya Marmara Kıraathanesi'ndeki sohbetlerle geçirirdi. Belki de bu yüzden, bir-iki kitap dışında, ilmine layık eserler vere­ memişti. Edebiyat Fakültesi'nde tarih hocasıydı. Mükrimin Halil, Atsız'ı sever ve takdir ederdi. Onun ta­ rih alanındaki derin bilgisi, aralarındaki dostluğu pekiştiri­ yor ve sohbet konularını acıyordu. Hiç konuşmaz, onları dinlerdim. Sohbetlerinden yeni şeyler öğrenir, bunları hafı­ zamda saklamaya çalışırdım.


207

Atsız'ın çalıştığı bölüm, medresenin iç avlusuna bakıyor­ du ve bu avludan, baştan başa camlarla ayrılmıştı. Bu yüz­ den güneş doğrudan içeri vurur, yaz günleri çok sıcak olur­ du. O zaman, Atsız Bey "Haydi gel, dışarı çıkalım" derdi. Beraberce avluya çıkar, açık havada bir uçtan diğerine yü­ rüyerek konuşurduk. Başlıca konularımızdan biri, Atsız'ın yazmakta olduğu kitaplardı. O sırada, bunların üç ayn eser olduğunu hatırlıyorum. Biri

"Türk Tarihi" idi. Çoktan yaz­

maya başlamıştı ve hala devam ediyordu. Bütün Türk tari­ hi, Atsız'ın tarih görüşü çerçevesinde, tek ciltte toplanacak­ tı. Buna çok önem veriyordu. İkinci kitap "Z

Vitamini" idi. İsmet İnönü döneminin

hicviydi. Türkçülüğe düşman tavır takınanlar bu romanda keskin şekilde hicvediliyorlardı. Atsız, bazen, bu romandan parçalar anlatırdı. Birlikte gülerdik, hana çok gülerdik. "Z Vitamini", daha sonra, 1959'da Büyük Doğu gazetesinde tef­ rika olarak yayımlanacaktı. Ben, o sene, süvari yedek suba­ yı olarak Siverek'te askerlik görevimi yapıyordum. Derginin çıktığı günler -sanırım cuma günleriydi- bayie koşar, Büyük Doğu'yu alır ve sayfalarını çevirip ilk önce "Z Vitamini"ni okurdum. Okuduğum bölümde, Atsız'ın daha önce anlattığı pasajlar varsa, Süleymaniye Kütüphanesi'nin avlusundaki konuşmalarımızı hatırlardım. Siverek'in tozlu, baygınlık ve­ ren, bazen yakınlarında serap dahi gördüğümüz ezici sıca­ ğının yanında, Süleymaniye'nin serin gölgeliğini ve Atsız'ın huzur veren konuşmalarını benliğimde hissederdim. Atsız'ın bahsettiği üçüncü kitap

"Ruh Adam"dı. Ama, o

zaman ismini henüz koymamıştı. Belki düşündüğü isim buydu, belki de zihninde henüz tam belirlenmemişti. Ese­ rinden, sadece "roman" diye bahsederdi. Değişik bir tür olacaktı. Burada, birtakım karakterlere kendi düşüncelerini, tasavvurlarını ve karşı olduğu görüşleri söyletecekti. Roma­ nın

bazı pasajlarını anlatırdı. Bunlar, daha çok son bölüm­

le ilgili olanlardı. Yani, Selim Pusat'ın Tanrı tarafından sor-


208

guya çekildiği bölüm. "Ruh Adam"ı yayınlandıktan sonra okuyunca gördüm ki, Atsız Bey'in bana anlattıkları ile ki­ taptakiler birbirini tam tutmuyor. O zaman 1956-STlerde ki­ tabın henüz tam şeklini almamış olduğunu düşündüm. Ese­ rin ilk baskısı 1972'de yapıldığına göre, demek ki, Atsız, bu romanı üzerinde 1 5 yıldan fazla çalışmış. Veya, kitabı bü­ yük ölçüde tamamlamış da yayımlanmasını geciktirmiş. Bu ikinci ihtimal bana daha kuvvetli gözüküyor. Çünkü, romandaki kahramanların hemen hepsi, o tarihte hayattay­ dılar. Kendilerini elbette teşhis edeceklerdi. Bundan mem­ nun olacaklar da çıkardı, olmayacaklar da. Üstelik, roman­ da Atsız'ı derinden sarsan bir aşkın hikayesi yer alıyordu .

43 yaşında, hayata ve insanlara değişik bakış tarzı olan, ev­ li bir adamın, 1 8 yaşındaki lise öğrencisi bir genç kıza olan aşkı. Bunun, eşini üzeceğini, kıracağını, tedirgin edeceğini düşünmüş olmalı. Bedriye Hanım, o fırtınalı dönemi birlik­ te yaşamıştı . Herhalde hiçbir şey onun için meçhul değildi. Ama, bunun yazıya dökülmüş olması onu rahatsız edebilir­ di. Halbuki, bu fedakar hanımefendi, zindan günlerinde, yokluk ve ızdırap günlerinde Atsız'ın daima yanında olmuş, felaketler karşısında metanetle durmasını bilmişti. Atsız'ın, ona olan sevgisinin yanında, bu yönüyle de saygı ve takdir duyduğu şüphesizdi. Ancak, aralarındaki evlilik bağının ar­ tık yürüyemeyeceğine kesin olarak hükmettiğinde romanın yayımlanmasına karar vermiş olabilir. Bunun da 1 970'ten sonraki tarihlere rastladığı anlaşılıyor. Romanın ele alındığı dönemden altmış yıl, yayımlanma­ sından kırk yıl geçtikten sonra, artık bazı konuların açıklı­ ğa kavuşmasında sanırım bir sakınca kalmamıştır. Bu dü­ şünceden cesaret alarak, romanda benim tanıdığım kahra­ manları anlatmamın mahzuru olacağını sanmıyorum. Bun­ lar Yek, Dr. Cezmi Oğuz ve Ayşe Hocanım'dır. Bir de Pren­ ses Leyla var. Onu tanımadım. Ama, hakkında okuyucuya bazı bilgiler verebileceğim.


209

YEK

=

OSMAN REŞER

"Ruh Adam" romanında "Yek" adıyla çizilen tip, eserin başından sonuna kadar önemli bir rol oynamaktadır. Kötü bir tiptir; çirkin, yılış ık , riya ka r ve münasebetsizdir. Buna karşılık, bazı nitelikleri, romanın kahramanı Selim Pusat'ı şaşırtmaktadır. Atsız, romanın çeşitli yerleri nde Yek'i bazen ayrı ayrı, bazen benzer şe killerde tasvir etmiştir. Bunlar bir arayJ ge­ tiril d iği zaman, Yek'in tablosu karşımıza daha net çizgilerle

çık m aktadır. Selim Pusat, hir gec e Çamlı Kom'da Prenses Leyla ile ko­

nuşurken, uzaktan

"bir lambanın ışığı altında kılıksız, çok çirkin yüzlü bir adamın kendilerine bakarak ak.sak adım­ larla geçip gittiğini " görür. "Kim bu mendebur herif"? diye sorduğu zaman "Dünyanın en fana adamı " karşı l �ğ ı nı alır. Yek'in çipil ve riyaka r gözl�ri vardır. İnsana istemeksi z i n

tiksinti verecek kadar iğrençtir. Sel im Pusat, bu "mıymıntı, çir­ kin, sıska ve riya ka r herif te n iğ re nmektedi r. Prenses Leyla, '

onun bir ajan, ib lis te n daha kurnaz, daha tehlikeli bir adam ol duğ u nu söylemektedir. Karısı Ayşe ise, "Yek"in manasmı sordu.�ru za ma n "Kötü n.ıh deı r, e ktir diye cevap vcmıiştir. "

. Yek, romanda Selim Pusat'ın sinirlerini bozmakta, onu rah a tsız etmekte, fakat ç:ok kere de �� klından g e çe rJ e ri oku­ makta, kendisine bile söylemekten çekindiği sırbrını bil e ­ bilmektedir. Adeta insan üstü l ıa:-ı s al a rı vardır. Romanın so­

mmda da , Sel im Pu5at'ı ilahi mahkemeye götü r n:ı ek için

gön d er il en bir g örevli olarak ortaya

ı,'.

ı k ma kt a dır; O zaman,

Yek'in eski bir asker 0lciuğu anl<ı Ş!lm<:1 ktadır. • • •

Selim Pusat, askerlikten çıkarıldı ktan sonra, kendisine

Ta ri hi Evrak Komi syo nu n d a bir görev veri lmişti. Burada '

hi�• kırn yaşlı emekliler ç;:.ı.lışmaktaydı. Onhınn kal ı b ı Selim


210

Pusat'ın hiç hoşuna gitmemişti. Başıbozuk softaları andıran bir durumları vardı. Sekiz kişiydiler. Hemen hepsinin yaşı altmışı, hatta yetmişi aşmıştı. Daha çok din ve tasavvuf üze­ rine konuşuyorlardı . Çalışmaları muntazam ve metotlu de­ ğildi. Öğle saati olunca çalışma masalarını yemek masası haline getiriyor, beraberlerinde getirdikleri yemekleri çıka­ rıp yiyorlardı. Selim Pusat, masa komşusunun bir yabancı şivesiyle ko­ nuştuğunu anlayınca yüzüne bakar ve onun Yek'e ikiz kar­ deşi kadar benzediğini görür. Adını sorduğu zaman "Os­ man" cevabını alır. O zaman elinde olmaksızın "Soyadınız da Yek mi?" diye sorar. Konuşma, hademenin gelip, müdü­ rün Osman Bey'i çağırdığını söylemesiyle kesilir. Ondan sonra, diğer memurlarla Selim Pusat arasında şu konuşma geçer:

"Odadakilerden biri Selim 'i aydınlattı: - Şivesi tuhafınıza gitti, değil mi? Dönmedir. - Dönme mi? Hangi milletin dönmesi? - Alman Yahudisidir. Asıl adı Oskar iken Müslüman olunca Osman 'a çevirmiştir. - Soyadı nedir? - Soyadı Fişer'dir. Onu değiştirmedi. Yalnız Türk imlasıyla yazmaya başladı. Selim ilgilenmişti. Sordu: - Neden Müslüman olmuş? Asıl mesleği nedir? - Hitler idaresinin baskısına uğradığı için Müslüman olmuş diyorlar. Memleketinde şarkiyatprofesörü imiş. Türk­ çe, Arapça, Farsçadan başka birkaç da Avrupa dili bildiği için asker olmadığı halde komisyona aldılar. '0)

(3) Atsız, Rub Adam, Baysan Basın ve Yayın Sanayii A .Ş., s. 146-14 7, ls­ tanbul 1992


21 1 Osman Pişer, bir gün Selim Pusat'a tasavvuf hakkında fikrini sorar Pusat, hiçbir fikri olmadığını söyler. O zaman, Osman Pişer, diğer memurları işaret ederek, onların tasav­ vufu İslamiyet sandıklarını, halbuki onun Budizm ve Mani­

hanizm çorbası olduğunu söyler. Tuz ve biber olarak içine epey Hristiyanlık ve Yahudilik katılmıştır. "Domuz Yahudi­ ler" müslüman olarak Müslümanlığı bozmak için bu bid'at­ leri sokmuşlardır. Osman Pişer'e göre "iyi bir imam olmak

için önce iyi bir haham olmak şarttı r. " Selim Pusat bu kadarına öfkelenir ve ona, kendisi Yahu­ di olduğu halde, Yahudilerin niçin bu kadar aleyhinde bu­ lunduğunu sorar. Cevap alamayınca da üsteler: "Hangi ırk­ tansınız?" O zaman Osman Pişer "Şeytan ırkından" cevabını verir ve önündeki kağıtlarla meşgul olmaya başlar. Pusat'ın karısı Ayşe Hanım da, daha önce Yek'in şeytan demek olduğunu söylemiştir. • • •

Atsız'ın "Tarihi Evrakı İnceleme Komisyonu" adını verdi­ gı yer, Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki bürodur. Burada yaşlı başlı birtakım adamlar, önlerindeki eski eserleri ince­ lerler, bazı notlar çıkarırlardı. Hemen hepsinin masasının üzerinde, eskimiş ve yıpranmış ciltlerin arasında sararmış yapraklı -bazıları yazma- kitaplar dururdu . Çalışma masala­ rı, ışığı karşıdan alacak şekilde, yan yana, muntazam bir sı­ ra halinde dizilmişti. Konuşulması gerekince, alçak sesle, adeta fısıltıyla konuşulurdu . Selim Pusat'ın Şeytan Yek'in ikiz kardeşi (belki de kendi­ si) olarak gördüğü Osman Pişer, bu eski eserleri tetkik eden, uzmanlardan biriydi. Gerçek hayattaki adı Osman Reşer'di Atsız, onu daha önceden, Edebiyat Fakültesi'nden tanıyordu.

"Darül­ fünun'un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle Yüz Kızartacak. listesi" adlı yazısında Osman Reşer'i şöyle anlatmaktadır: 1932'de yayımladığı Atsız Mecmua'nın 17. sayısındaki


212

"Reşer Efendi: Arap edebiyatı tarihi müderri­ si olan bu zat bir Alman Yahudisidir. Fakat rama­ zanlarda bazen oruç tut­ tuğuna bakarak kendisi­ nin müslüman olduğunu söyleyenler varsa da, bu­ nun arapçada kendisine çok büyük yardım/an do­ kunan Beyazıt Kütüpha­ nesi müdürü İsmail Saip Efendi 'nin teveccühünü kazanmak için yapılmış bir tabiye olduğunu te­ min edenler de vardır. Osman Reşer Bu müderrisin Türkçe eseri yoktur. Çünkü Türkçeyi Fazıl Nazmi Bey kadar da ko­ nuşamıyor. Fakat almanca neşriyatı çoktur ve iyidir. Fakat eserlerini yalnız yetmiş nüsha bastırdığından ve satılığa çı­ karmayıp yalnız muayyen kütüphane ve bayilerle mübade­ le ettiğinden bu eserleri görmek her kula müyesser olmaz. Talebesine verdiği dersler bir Arap edebiyatı tarihi olmak­ tan ziyade bir 'arap şairleri biyografısi ' mahiyetindedir. Re­ şer Efendi 'nin buradaki bir vazifesi de nadide yazma kitap­ /an toplayıp Almanya ya göndermektir. Almancada 'scb ' şeklinde üç harfle yazılan 'şe' harfi için Türklerin bir tek 'ş ' harfini kabul etmelerini de Türklerin en büyük muvaffaki­ yeti saymaktadır. "(4J Atsız'ın Osman Reşer hakkındaki bu bilgileri, Edebiyat Fakültesi'nde Türkoloji asistanı bulunduğu zaman edindiği muhakkaktır.

(4) Atsız Mecmua, s. 17, Ekim 1932.


213 Atsız, bu yazısından 27 yıl sonra kaleme aldığı "Türkçü­ lüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz" adlı hatırat tefrika­ sında Osman Reşer'e daha ayrıntılı olarak temas etmiştir.

". . . İşte Hasan Ali bu "Toplu bakış"la bütün bakış/an topluca üstüne toplamış, fakat edebiyat alanına bir anıt di­ kemem iştir. Onun bu eserinin asıl zaran "Osman Reşer"e dokundu. O da kim diyeceksiniz. Kim olacak, Müslüman olmuş bir Alman Yahudisi. Almanya 'nın Stuttgart şehrinde doğmuş ve Oskar Rescher olarak büyümüş, arabiyata merak sarmış, Türkiye ye gelerek yıllarca kaim�� Birinci Cihan Savaşında Alman ordusunda çavuş olarak bulunmuştur. Belki de Al­ manya 'nın birinci savaşta yenilmesinin sebebi böyle bir ça­ vuşa malik olmasıdır. Her ne ise, savaştan sonra Oskar Rescher yine buraya gelmiş, Arapça metinler üzerinde uğraşmış, daha doğnısu kendisi uğraşmamış da başkalannı uğraştırmıştır. O za­ man dünyadaki Arabiyat bilginlerinin birincisi merhum İsmail Saip Hoca idi. Yerli, yabancı herkes her şeyi öğren­ mek için ona giderdi. Hiçbir yardım isteğini reddetmez, her giden mutlaka bir şey öğrenirdi. Rescher, Yahudi olduğu için bu büyük ağacın yemişleri­ ni kendi hesabına devşirmenin yolunu bulmuştu, gece gün­ düz onun yanındaydı. Türkiye'de şapka devrimi olup da İs­ mail Saip Hoca onu giymeyi kabul etmeyince İstanbul Da­ rülfünundaki Arap Edrebiyatı Tarihi kürsüsünü bıraktı. Bayezit Kütüphanesi müdürlüğünü alarak ölünceye kadar kütüphaneden çıkmadı. Rescher de postu oraya serdi. İsmail Saip Hoca 'dan açılan kürsüye Rescher'i getirdiler. Bunun vebali Köprülüzade Fuad'a aittir. Çünkü onun da garip bir huyu vardı: Avrupa 'dan gelen her şeyi beğenirdi. Avrupalılar arasında yalnız Profesör Babinger'i sevmemiş, çünkü Babinger, Köprülü Fuad'ın gerçekte Köprülü ailesine mensup olmayıp Kıbleli ailesinden olduğunu yazmıştır.


214

işte bu Rescher Darülfünunda bizim de hocamız oldu. Feyzimizin derecesini takdir ede'l'Siniz. Müslümanlığa oruç tutmakla başladı. Tek başına hiçbir Arapça şiiri anlayamadığı için daima İsmail Saip Hoca ya başvurur, saatlerce uğraşır, böylece öğrendiklerini bize öğ­ retir, yani hiçbir şey öğretemezdi. İşte, Ramazanda oruç tutan Hoca ya saygıdan Rescher de oruç tutmağa başladı. Bunu ibadet olarak mı, iktisadi bir iş olarak mı yaptığını bilmiyorum. Fakatpek hoşuna git­ miş olacak ki nihayet Müslüman oldu. Asıl adı Oskar'dı ya, bunu Osman yaptı. Soyadını değiştirmedi. Yalnız alman­ cada "sch " şeklinde üç harfle yazılan "ş')ıi atarak bunu Re­ şer şeklinde Türk imlası ile yazmağa başladı. Tabif bu da Türk sevgisinden değil, daha az mürekkep sarfettiren ikti­ sadi bir işlem oluşundandı. İsmail Saip Hoca kedilere karşı büyük bir şefkat gösterir, düzinelerle kedi beslerdi. Reşer de aynı yola saptı. Şehrin türlü yerlerinde beslediği kediler vardır. Bazı ihtiyar ve ke­ di delisi kadınlara tahsisat vererek on/an doyurduğu gibi çantasındaki hazır neva/eden de yolda gördüğü her kediye uyuz, topal demeden ziyafet çeker. işte bu Reşer, Hasan Ali'nin Maarif Vekilliği sırasında onun "Türk edebiyatına toplu bir bakış" adlı eserini Alman­ caya çevirdi. Bütün eserlerini ancak 30-40 nüsha bastınp Hasan Ali ye örneklik yolladı, Maarif Vekaletinin yüzlerce nüsha alacağını mı sanıyordu nedir, herhalde işin iktisadi bir tarafı vardı fakat ala ala kuru teşekkür aldı ve tabii bol bol da hava. J5J • • •

Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Koca­ man, Osman Reşer'le ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:

(5) "Türlcçülüğc Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz" Büyük Doğu, s.

1-33, 1959


21 5 "İsmail Efendi'nin vefatından sonra kalabalıkla birlikte cenazeyi takip ettik. Definden sonra herkes döndü. Ben hem garip kaldım, hem de hocam olduğu için kabrin başın­ dan dönmesini bekledim. Herkes gittikten sonra mezarın başında ellerini kavuşturmuş halde beş dakika durdu. Ben uzakta olduğum için ne söylediğini, ne okuduğunu işitme­ dim. Dönüp yanıma gelince dedi ki: 'Benim güneşim sön­ dü. Artık bana hayat karanlıktır. yaşamaya bile değmez.' Bu söz, ilim aşkının dile getirdiği bir ifade idi. Onun üzerine ben: 'Size bir yıldız göstereceğim, onunla teselli bulacaksı­ nız' dedim. 'Bu işle meşgul kim varsa ben hepsini tanırım. Kimse onun yerini tutamaz, dedi. Şerefeddin Yaltkaya'dan başlayarak Rebii Molla vesaire ile bir kaç isim saydı. 'Onla­ rın hiçbiri değil' dedim. Hafız Bey'i söyledim. 'Şöyle, kısa boylu bir adam değil mi?' dedi. 'Evet' deyince başını, 'Nafi­ le, onu da biliyorum, manasında salladı. Ben ısrar ettim. 'Bir kere görüşün' dedim. Hafız Bey'i tanıttım. İki ay sonra Karaköy Börekçisi'nin köşesini dönerken tramvayda Reşer'i gördüm, hemen atladım. 'Nasıl buldu­ nuz?' dedim. 'Eh, şöyle böyle' dedi. Devam edin, sonra yi­ ne konuşuruz, dedim. O hale geldi ki Hafız Bey'i Kuzgun­ cuk'taki evinde bulamazsa, Erenköyü'ne Muhiddin Beylere geliyor, orada da bulamazsa Nişantaşı'nda Hafız dostların­ dan biri olan Harbiye Nezareti emeklisi olan bir zatın evine gidiyor ve bu yolculukları aynı günde yapıp, Hafız Bey'i buluyordu. 'Bir beyitte müşkilim var' diye başlar, en az on beş beyit okurdu. Bu aralarda ben Hafız Bey'i gördükçe Osman Reşer'in bilgisini sorardım. 'Bu müsteşrikler, böyle baştan aşağı ca­ hildir. Hiçbir şey bildikleri yok' derdi. Ben kendisine onun çok değerli alim bir Arap edebiyatçısı olduğunu tekrarlar­ dım. Reşer, altı ay sonra Hafız Bey'i takdir etti . Hafız Bey, tam üç sene sonra: 'Cidden büyük bir alimmiş' diyerek Re­ şer'in ilmini tasdik etti.


216

Hafız Bey'in son zamanlarında Altlınizade'deki Süley­ man Bey'de otururken kendisini ziyarete gitmiş ve Reşer ile neler okuduğunu sormuştum. 'Yakası açılmamış, görmedi­ ğimiz, on dört divan okudu' demişti. Bunların iyi kötü tercümesini yapar ve az miktarda Al­ manya'da bastırırdı. Hafız Bey'in adını zikretmek hususun­ da kadirdanlığı gösterirdi. Hafız Bey, öyle şeylere değil, hiç bir şeye metelik vermezdi. İşte o vesilelerden birinde şu beyti söylemişti: O ganiyim ki, bu bazar-ı cihanda feleğe Metelik vermek için bende bozukluk yoktur Reşer aynı zamanda şairdi. Almanca şiirlerini yazıp neş­ rederdi. Bir gün Bayezid'de kütüphane kapısında çınarların altın­ da oturuyordum. Kütüphaneden çıkan Reşer beni görünce geldi. "Yahu' dedi. Hasan Ali (Yücel) Bey ile Fuzuli'nin 'Leyla ve Mec­ nun'unu Almancaya tercüme ediyoruz. Bir beyit geldi, ma­ nasını bir türlü anlayamıyoruz.

Suz-i dil ile gelip figdne Kdfurunu döktü zağferdne Şu "kaffirunu zağferane döktü ne demek?" deyince 'Fu­ zfili ile meşgul olanlara sormadınız mı?' dedim. "Kime sor­ dumsa cevap alamadım' dedi. 'Ağladı, demektir' dedim. 'Ne münasebet?' deyince, izah ettim: 'Kaffir, beyaz gözyaşları; zağferan, aşktan ve heyecandan sararmış yüzüdür. Ağlayın­ ca kafür, zağferane dökülmüş oluyor' deyince çok hoşuna gitmişti. Benim hüviyetim hakkında hiçbir malumatı olmayan Hasan Ali Yücel, vekaleti zamanında edebiyat lügatçesi ha­ zırlanması için Namık Kemal, Ziya Paşa ve Hamse-i Atai di­ vanlarını bana havale etmişti. Bunda Reşer'in Şerafeddin


217 Efendi'nin ve merhum fakülte arkadaşım Adnan Ötüken'in tesirleri olduğunu hissediyorum. " Müsteşrik Oscar Reşer İstanbul'a geldiği zaman Beya­ zıt'ta İsmail Saip Efendi'nin bir sohbetine katılıyor. İsmail Saip Efendi konuşurken Reşer, "Yanlış oldu efendim, bu ke­ limenin, böyle olmaması gerekir" diye müdahalede bulunu­ yor. Başta da ifade ettiğimiz gibi Hoca merhum prensiple­ rinden taviz vermeyen ve bildiğini doğru bilen bir allame olduğu için, bu müdahale karşısında tavrını hiç bozmuyor, Reşer'e "Sus köpek, otur oturduğun yerde! " diye çıkışıyor. Tabii ki, Osman Reşer üzülüyor, bir köşeye büzülüyor, ko­ nuşmaları dinlemeye devam ediyor. Söz bitip meclis dağıl­ dığı sırada o da gitmek için ayağa kalkıyor. Fakat İsmail Ho­ ca, Reşer'e "Sen dur" diyor ve anlatmaya başlıyor: O keli­ menin on altı manası vardır. Şu şu manaya gelir, şununki böyledir, senin dediğin şuradaki manasını kullandım diye uzun uzun izah ediyor. Bu açıklamalara ve Hoca'nın derin ilmine hayran olan Reşer, bir daha onun peşini bırakmıyor. - Sayın müdürüm. İsmail Salp gibi bir allameyle, müs­ teşrik Osman Reşer'in yan yana gelmesini, ben şahsen iki denizin birleşmesi gibi görüyorum. Ve Osman Reşer'in, Ho­ ca'nın ilmine, faziletine, ahlakına ve karakterine hayran ka­ larak Müslüman olmasını çok önemli bir hadise telakki edi­ yorum. Bu birlikteliğin ortaya çıkardığı canlı tablolardan bir kaç örnek daha verebilir misiniz? - Bu sorunuzun cevabını merhum Mahir İz hocamızın "Yılların İzi" adındaki hatıratından aldığım şu cümleler en güzel şekilde verecektir. Aynen naklediyorum: "İsmail Efendi sarık ve cübbesiyle Darülfünun'da (üni­ versitede) -Arap Edebiyatı- hocasıydı. Kıyafet inkılabından sonra: "Biz bununla geldik, bununla gideriz' diyerek istifa etmiş ve yerine bir Alman müsteşriki olup, sonradan bizim de fakültede hocamız olan Reşer Bey'i tavsiye etmişti. Re­ şer, Almanya'da Şarkiyat'ı bitirdikten sonra Mısır'a gidip


218

orada bir müddet kalmış, sonra İstanbul Kütüphanelerini tetkike gelmiş ve Saip Efendi'yi bulunca dizinin dibinde oturmuş, yirmi beş sene peşini bırakmamıştı. Kedi meraklı­ sı olan İsmail Efendi'nin bizim zamanımızda yirmi yedi ta­ ne olan kedilerinin erzakını, Reşer Bey dışarıdan toplar ve kedilere yedirirdi. "(6) • • •

Osman Reşer, gerçekten "Yek" tipinde tasvir edilen gi­ biydi. Çirkin ve zayıftı. Kamburumsuydu . Kılık kıyafetine özen göstermezdi. Sanırım kendi başına yaşıyordu . Benim onu nasıl tanıdığıma gelince . . . Onu, Atsız Bey'i Süleymaniye Kütüphanesi'nde ziyare­ te gittiğim zamanlar masalardan birinde çalışırken görür­ düm. Bende, sık sık masasından kalkıp diğer masalarda çalışanların yanına gittiğine, eğilip kulaklarına bir şeyler fısıldadığına, bu yüzden ortalıkta biraz fazla dolaştığına ait bir intıba kalmıştır. Salonda çalışan diğer memurlar arasın­ da -nedense- sadece onun yüz hatları hafızamda yer et­ miştir. Ötekiler daha silikti. Adeta hepsi birbirine benzi­ yordu yahut suratlarına aynı soğuk ve ciddi maskeyi ge­ çirmişlerdi. O zaman, Atsız Bey'e onun adını sormamıştım. Diğer çalışanların hiçbirinin adını sormamıştım ki, onunkini sora­ yım. Beni hiç ilgllendirmiyorlardı. Biz, Hocayla birlikte "dünyaya nizam vermekle meşgulken" onların adlarından, hatta şahsiyetlerinden bana neydi. Bir süre sonra Hukuk Fakültesini bırakıp Edebiyat Fa­ kültesi'ne geçtim. Tarih bölümünde okuyordum. Sanırım ikinci veya üçüncü sınıftaydım. Zeki Velid! Togan'ın öğren­ cisiydim. Umumi Türk Tarihi Kürsüsünü seçmiş, lisans tezi-

(6) (Dursun Gürlek, Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Koca­ man ile Mülakat, bttp:l/wwwfacebook.com/topic)


219

mi de Zeki Velidi Bey'den almıştım. Biraz da bu münase­ betle "İslam Araştırmaları Enstitüsü"nün kütüphanesine gi­ der, ilgimi çeken kitapları karıştırırdım. Zeki Velidi Hoca, bu enstitünün kurucusu ve müdürüydü. Yabancı dillerdeki il­ mi neşriyatı getirtir, kütüphaneye koyardı. Oraya gittiğimde ara sıra, Atsız Bey'in çalışma yerinde gördüğüm o kılıksız adama rastlıyordum. Dikkatimi çekmiş olmalı ki, bir gün oradakilerden birine kim olduğunu sordum. "Osman Re­ şer"miş. Alman Yahudisi iken müslüman olmuş. Adını o za­ man öğrendim. Kendisiyle doğrudan doğruya bir temasım olmadı. Yaşlarımız, konularımız, dünyalarımız çok farklıydı. Hiçbir müşterek tarafımız yoktu. Belki tesadüfler de denk gelmedi. Avrupa dillerini, Arapça ve Farsçayı, eski eserleri ve bib­ liyografyayı iyi biliyor olması, Zeki Velidi Hoca ile yakın te­ ması bulunduğu ihtimalini akla getiriyor. Belki de Hoca, onun bazı konulardaki bilgisinden yararlanıyordu. Zeki Ve­ lidi Bey'in engin kültürü, tecrübesi ve özellikle bibliyograf­ ya konusundaki şaşılacak hafızası da Osman Reşer'i cezb etmiş olmalıdır. "Ruh Adam" romanının konusunu ve kahramanlarını bilseydim, Osman Reşer'le şüphesiz daha yakından ilgile­ nirdim. Ama, o zaman Atsız Bey'in romanı henüz yayımlan­ mamıştı.

Dr. CEZMİ oGUZ

Dr. CEZMİ TÜRK

"Ruh Adam"ın kahramanı

Selim Pusat, kendisinden yir­

mi beş yaş küçük, liseli bir genç kıza aşık olmuştur. Fakat, bunu bir türlü kabullenememektedir. Çünkü evlidir, kendi­ sini seven bir eşi ve küçük yaşta bir çocuğu vardır. Aynca gelecek vaat eden bir yüzbaşı olduğu halde, kıralcılığı sa­ vunduğu için ordudan çıkarılmıştır. Bu yüzden kendisini iç­ kiye vermiştir. Sarhoşlukları, hayalleri ve rüyaları ile normal zamanlan birbirine karıştırmakta: düşüncelerinden, hana


220 gördüklerinden hangisinin gerçek, hangisinin gerçek dışı olduğunu ayıramamaktadır. Selim Pusat, bu arada hastalanmış, ateşler içinde yat­ maktadır. Karısı

Ayşe Pusat, bir doktor çağırır. Gelen dok­

tor, 39 derece ateşi olmasına rağmen, hastalığının uzvi de­ ğil, yani kısaca "aşk"tan geldiğini söyler. Hana, başlangıç ol­ duğu için, kendisinin bile bunun henüz farkında olmadığı­ nı ifade eder. Selim Pusat, derinden sarsılır. Ateşi düşmeyince, Ayşe Pusat, çalıştığı daireye haber ve­ rip bir hekim göndermelerini ister. Bu defa gelen, askeri bir doktordur ve adı Cezmi Oğuz'dur Selim Pusat, onu eski­ den tanımaktadır. Vaktiyle aynı birlikte bulunmuşlardır. Bil­ gili ve temkinli bir adamdır. Nükte yapmayı, taşı gediğine koymayı bilen, kolay kızmayan, gerektiği zaman susabilen bir insandır. Selim Pusat, bu özellikleri ve eski tanışıklığı dolayısıyla, ona değer vermektedir. Cezmi Oğuz, Selim Pusat'ı muayene ettikten ve reçete yazdıktan sonra, aralarında "aşk" üzerine bir konuşma ge­ çer. Hastalık, karaciğerdeki sertleşmeden ileri gelmektedir. Ancak, ruhi sebepler de bulunabilir. Bu ruhi sebeplerin ara­ sında aşk da yer alır. Doktor Cezmi'ye göre, aşk bir sebep değil, neticedir: hastalığın kendisi değil, görünüşüdür. Asıl hastalık, açığa vurulmayan şehvet duygusudur. İnsanlar, şehvetin estetik şekline aşk adını vermişlerdir. Onun için, aşk daha ziyade, güzel kadınlara veya kızlara karşı duyulur. Selim Pusat'ın aşkın felsefesiyle uğraşacak zamanı olma­ mıştır. Bu yüzden onu Doktor Cezmi'nin söylediği şekilde hiç düşünmemiştir. Bu sebeple, konu kendisini tedirgin et­ tiği halde, aşk üzerindeki konuşmayı sürdürür. Cezmi Oğuz, aşk hakkındaki görüşlerini Selim'e anlat­ maya devam eder:

- Aşkın şehvetle aynı şey olduğunun kesin bir delili de, vuslattan sonra ikisinin de s6nmesidir. Yıllarca süren aşk-


221

/ar ise, vuslata erememenin, yahut çok geç ermenin netice­ sidir. Sevilen ne kadar güzel ve çekici olursa, aşk da o ka­ dar şiddetli ve uzun olur. Bazı kadınlar veya kızlar, bilme­ den karşısındaki erkeği delirtir. Bazı/an da sanatkardır. Bunu bilerek yapar. Böylece aşk olgunlaşır. Şehvet kötü bir şey değil, aksine hayatın en büyük prensibidir. insan nesli­ nin tükenmemesini sağlar. Şehvet aşk htiline geldikten son­ ra artık insanlar arasında yanş başlamış ve gerçektekilerle yetinilmeyerek, zihinlerde güzeller icat edilmiştir. Her şeye rağmen, aşk lüzumlu bir şeydir. Çünkü yaşamayı tatlı bir htile getirir. İhtirastır. ihtiraslar ise çok kere parlak ve olum­ lu neticeler doğurur. Ve, konuşmasını şöyle bitirir:

- Sen bile, bu kadar ciddf karakterde olduğun, askerlik dışında hiçbir konuya aldınş etmediğin halde günün birin­ de kendinden yirmi beş yaş küçük bir kızı sevebilirsin. • • •

Atsız'ın, "Ruh Adam"da bu fikirleri söylettiği Dr. Cezmi Oğuz, gerçek hayattaki

Dr. Cezmi Türk'tür.

Bugün, cezmi Türk adını bilen yahut hatırlayan pek az insan vardır. Onun için, önce Dr. Cezmi Türk'ün kısa hayat hikayesini ele alalım. Mehmet Cezmi Türk, Atsız'la aynı yıllarda doğmuştur. Onun gibi Askeri Tıbbiye'de okumuş; zeki, çalışkan, milliyet­ çi ve mücadeleci şahsiyeti bu yıllarda belirmeye başlamıştır. Askeri Tıbbiye'den mezun olduktan sonra, çeşitli askeri has­ tahanelerde görev yapmıştır. Zekası ve kabiliyeti ile dikkatle­ ri çekerek ihtisas ve inceleme için Fransa'ya gönderilmiştir.

Dönüşünde Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde hocalığa ta­ yin edilmiştir. Profesörlük unvanı buradan gelmektedir. Dr. Cezmi Türk, albay rütbesinde iken askerlikten ayrı­ larak Adana'da serbest hekimlik yapmaya başlamıştır. 1950 seçimlerinden önce, Demokrat Parti'den milletvekili adayı


222 olmuş; yakın arkadaşı

Prof. Remzi Oğuz Arık'la birlikte

yaptığı çalışmalar, Demokrat Parti'nin Adana'da büyük bir çoğunluk elde etmesini sağlamıştır. Adana milletvekili ola­ rak Meclise giren Dr. Cezmi Türk'ün şöhreti, parlamentoda ve dışarda yaptığı konuşmalarla, tenkitlerle daha da yayıl­ mıştır. Türkiye'nin NATO'ya katılması için TBMM'de yapılan oylamada tek red oyunu Cezmi Türk vermiştir. Bir süre sonra Demokrat Parti ileri gelenleriyle anlaşmazlığa düş­ müş, Remzi Oğuz Arık'la birlikte partiden istifa etmiştir. İki

Tür­ kiye Köylü Partisi'ni kurmuşlardır. Bu partinin genel çiz­ arkadaş, tanınmış başka şahsiyetlerin de katılmasıyla

gileri milliyetçilik, halkçılık, muhafazakar gelişmecilik ola­ rak belirtilebilir. 1 954 seçimlerinden az önce, parti genel başkanı olan Remzi Oğuz Arık'ın bir uçak kazasında vefat etmesi ve teş­ kilatlanmanın tamamlanamaması gibi sebeplerin de etkisiy­ le Türkiye Köylü Partisi, seçimde başarılı olamamıştır. Bu­ nunla beraber varlığını korumuş, Cezmi Türk de partideki görevine devam etmiştir. Cezmi Türk, mesleğinin dışında da geniş bir kültür biri­ kimine sahipti. Güzel de yazı yazardı. Yazılan Atsız Mec­ mua' da , Adana'daki Bugün ve Demokrat gazetelerinde, Toprak ve Çakmak dergilerinde yayımlanmıştır. Altı çocuk babasıydı. • • •

Atsız, "Ruh Adam"da, Cezmi Türk'ün adını aynen almış, yalnız soyadım değiştirmiştir. Ona "Oğuz" soyadım yakıştır­ masının bazı sebepleri üzerinde düşünülebilir. Cezmi Türk'le Remzi Oğuz, hele 1 950'den sonra, kamu­ oyunda birlikte anılır olmuşlardı. Aynı fikirleri, aynı ülküle­ ri paylaşıyorlardı. Bu bakımdan, "Oğuz" soyadının Remzi Oğuz'u çağrıştırabileceği, böylece ikisi arasındaki görüş bir­ liğine bir atıf sayılabileceği şüphesizdir. "Remzi" ile "Cezmi" adlarındaki ses benzerliği de dikkat çekicidir.


223

Dr. Cezmi Türk, samimi bir vatansever ve milliyetçiydi. Ancak milliyetçilik konusunda, Atsız'dan biraz daha farklı düşüncelere sahipti. Turancılığı benimsediğine dair bir işa­ ret yoktur. Daha çok "Türkiyecllik" denilen bir düşünce­ ye yatkındı. Her şeyden önce Türkiye'nin büyümesi, güç­ lenmesi, ilerlemesi gibi bir düşünce. Remzi Oğuz Arık, bu düşüncenin önde gelen simalarından biriydi. Elbette ki, bu görüş, Türklüğün bütününü değil, Oğuzların kurduğu Tür­ kiye devletini içine alıyordu. Bunun ıçin, Atsız, "Türk" so­ yadını

"Oğuz"

olarak değiştirmek suretiyle

Dr.

Cezmi

Türk'ü , Dr. Cezmi Oğuz haline getLmiştir. Bu davranışta, Dr. Cezmi Türk'ün fikri tarafına bir telmihte bulunulduğu açıktır. Cezmi Türk, Askeri Tıbbiye' de Atsız'dan bir sınıf yukarı­ daydı. Daha sonra Askeri Tıbbiye'yi bitirerek askeri tabip olmuştur. "Ruh Adam"da, Selim Pusat'la Cezmi Oğuz'un ta­ nışıklıkları "eskiden aynı birlikte bulunup arkadaş olmuşlar­ dı" şeklinde dile getirilmektedir. Atsız'la Dr. Cezmi Türk arasındaki bir başka ortak nok­ ta da, her ikisinin Türkiye Yayınevi ve onun sahibi olan Tahsin Demiray'la yakınlıklarıdır. Tahsin Demiray, eski bir ilkokul öğretmeniydi. Öğretmenlikten ayrılıp çocuk dergile­ ri çıkarmış, bu alanda kazandığı parayla -dönemi için bü­ yük ve modern sayılan- bir yayınevi ve matbaa kurmuştu .

Ateş Çocuklar, Yavrutürk, Çocuk Haftası, 1001 Roman gibi çok okunan çocuk dergilerinin yanı sıra, hanımlar için Ev İş, magazin türünde Yıldız, Hafta gibi Zamanının

dergiler çıkarmıştı. Ayrıca, çok sayıda kitap yayımlamıştı. 6 ciltlik Canlı Tarihler ve Atsız'ın Osmanlı tarihine dair eser­ leri bunlar arasındadır. Atsız, devletin kendisine görev ver­ mediği, yani yokluğa mahkum ettiği yıllarda Türkiye Yayı­ nevi'nde çalışmıştır. Tahsin Demiray, Türkiye Köylü Parti­ si'nin de yöneticilerinden olmuş, daha sonra, bir süre genel başkanlığını yapmıştır. Bu partinin genel merkezi, İstanbul


224

Valiliği'nin hemen yanında, içinde Türkiye Yayınevi'nin de bulunduğu, Tahsin Demiray'a ait binanın bir katını işgal ediyordu. Türkiye Yayınevi, bir de haftalık siyasi dergi çı­ karmaktaydı. Adı ÇAKMAK olan bu

derginin sahibi Tah­

sin Demiray, neşriyat müdürü Dr. Cezmi Türk'tü. • • •

Ben, Dr. Cezmi Türk'ü, önce uzaktan, siyasi hayatını ta­ kip ederek tanıdım. O genç yaşlarımda bende bıraktığı iz­ lenim, mert ve yürekli bir aydın olmasıydı. İlk karşılaşmam ise 1955 yılında oldu. O yıl Türk Dünyası adında aylık bir Türkçü dergi yayınlamaya başlamıştım. Dergide bir de an­ ket tertiplemiştik. Dr. Cezmi Türk'ten de bu ankete cevap almayı düşündük. Kendisini telefonla aradım. O sırada Çak­ mak dergisi henüz çıkmıyordu . Onun için evinden irtibat kurabildim. Düşüncemi olumlu karşıladı. Cevapları hazırla­ yacağını, evine gelip almamızın mümkün olup olmadığını sordu. Gün kararlaştırdık. Levent'teki adresini verdi. Pırıl pırıl bir kış günüydü . Önceki günlede yağan kar henüz erimemişti. Her taraf bembeyazdı. O zamanki Le­ vent'in, bugünkü Levent ile hemen hiçbir alakası yoktu . Zincirlikuyu'dan sonra, göz alabildiğine uzanan bir ova . Bu ovaya , geniş bahçeler içinde müstakil villalar kondurulmuş. Yollar henüz ağaçsız. Trafik yok, ortalıkta insan yok, gürül­

tü patırtı yok. Levent'e tek tük otobüs işliyor. Otobüsten in­ dikten sonra, verilen adresi bir hayli arayarak, güçlükle bu­ labildim. Daha sokak adları, hatta ev numaraları bile doğru dürüst belirlenmemişti. Cezmi Türk, işte bu villalardan bi­ rinde oturuyordu . Kapıyı kendisi açtı. Uzun boylu, yakışık­ lı, güleç yüzlü bir adam. Cevapları aldım. Dr. Cezmi Türk'ün yönetimindeki Çakmak dergisini beğenerek okuyordum. Zamanına göre ileri teknolojiyle basılıyor, ilgi çekici konulara temas ediyordu . 1 956 yazın­ da, yakın arkadaşım

Burhanettin Şener'in çıkardığı haf-


225

talık

OCAK

gazetesi ile meşgul olmaya başlamıştım. De­

vamlı yazılar yazdığım gibi, gayrıresm1 olarak yazı işlerine de bakıyordum. O yılın sonbaharında Macaristan'da, Rus boyunduruğuna karşı ihtilal çıktı. Bu ülkedeki Rus birlik­ leri önce geri çekildiler, fakat birkaç gün sonra büyük tak­ viyeler alarak Macaristan'ı yeniden işgale başladılar. Milli­ yetçi Macar gençleri tanklar altında ezildi, ihtilalin başın­ dakiler yakalanıp kurşuna dizildi, feci bir katliam yaşandı. Sovyetçiliğin bu acımasız saldırısı, biz Türkçü gençler üze­ rinde çok şiddetli bir infial meydana getirdi . Ben de, bu konudaki duygularımı, Ocak gazetesindeki başlıklı köşemde

"Kan ve Gözyaşı"

'Biraz Işık'

adıyla dile getiren bir

yazı yazdım. Bu yazım, o haftaki Çakmak dergisinde iktibas oluna­ rak aynen yayımlandı. Çakmak, çok sık iktibas yapmazdı. Dr. Cezmi Türk gibi ciddi bir şahsiyetin idare ettiği, seviye­ li bir derginin yazımı iktibas etmesi doğrusu gururumu ok­ şamıştı. Genç bir yazar için, bundan büyük mükafat ne ola­ bilir ki? İki üç gün sonra, Burhanettin Şener, Dr. Cezmi Türk'ün beni aradığını ve görüşmek istediğini söyledi. Uygun bir za­ manda

kendisine

uğramalıymışım.

Zaten

çok

yakındı.

Ocak'la Çakmak'ın arası belki ikiyüz adımdı. Gittim. Beni güler yüzle karşıladı, kucaklayıp alnımdan öptü. Bunu pek beklemiyordum. Kendisini mesafeli bir insan olarak tanı­ yordum. Oturttu, birçok şeyler sordu, kendisi de birçok şeyler anlattı. İltifatlar etti. İlerde Çakmak'a da böyle güzel yazılar yazmamı istedi. Çakmak, bir süre sonra kapandı. Sa­ nırım zarar ediyordu. Onun için bu dergiye yazı yazma im­ kanı bulamadım. Aynı yılın sonunda, İstanbul'da "Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği" adında milliyetçi bir dernek kurduk (Bu dernek, 1960'tan sonra İzmir'de kurulan aynı addaki der­ nek değildir). Ben genel sekreterlik görevini üzerime almış-


226

tını. İstanbul'da , eski Eminönü Halkevi'nde halka açık bü­ yük konferanslar tertipliyorduk. Bu konferanslardan birini Dr. Cezmi Türk'e ayırdık. Kabul etti. Salon kalabalıktı. Cez­ mi Bey güzel bir konuşma yaptı, alkışlarla uğurlandı.

Osman Bölükbaşı'nın baş­ Cumhuriyetçi Millet Partisi ile birleşti. Adı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) oldu. Bu­ Sonra Türkiye Köylü Partisi,

kanı olduğu da

günkü Milliyetçi Hareket Partisi'nin atası sayılabilir. Cezmi Türk'ün, bu tarihten sonra hareketli bir siyasi ha­ yatı olduğunu hatırlamıyorum. Türkiye'nin 1960'tan sonra girdiği hengameli dönemde onun sesini pek işitmedik. Tür­ kiye'nin yetiştirdiği ender kıymetlerdendi 1972'de vefat etti .

LEYLA MUTIAK

=

PRENSES HANZADE

Ruh Adam'ın erkek kahramanı Selim Pusat, kansı Ayşe Hocanım'ın öğrencisi olan Güntülü'nü sevmektedir. Fakat, aynı anda başka bir kadını da sevdiğini yavaş yavaş fark et­ mektedir. Bu ikinci kadın, tarih öğretmeni Leyla Mutlak (Mutlu)'tır. Onu herkes "Prenses Leyla" olarak anmaktadır. Selim Pusat'ın, Prenses Leyla'ya olan ilgisi, Güntülü'ne duyduğu sevgiden farklıdır. Selim Pusat, kralcıdır. Dolayı­ sıyla, eski hanedana karşı büyük bir saygı beslemektedir. Kendisini, ordu mensubu bir yüzbaşı olarak, hanedan men­ suplarına karşı tam bir itaat göstermekle sorumlu hisset­ mektedir. Aslında, Prenses Leyla'nın ilgisini çeken de onun bu yönüdür. Üstelik kralcı olduğu için ordudan atılmış, ya­ ni Leyla'nın ailesi uğrunda büyük bir fedakarlığa katlanmış­ tır. Bu, minnet duyulacak bir davranıştır. Selim Pusat, Prenses Leyla ile, ilk defa, evlerinin yakı­ nındaki Çamlı Koru'da, fırtınalı bir gecede karşılaşır. Leyla, kötü bir adam olan Yek'ten sakınmaktadır. Onun için Selim Pusat'a sığınır. O fırtınalı, hafif yağmurlu, karanlık gecede az evvel, nereden geldiği belli olmayan bir sesin fısıldadığı


227 şiir Selim Pusat'ın beynin­ de uğuldamaktadır:

Ram ol bana, ruhun yeni bir aleme girsin . . . Yazmış kaderin: Aşkı­ ma ömrünce esirsin! Aklınla, şuunmla, ha­ yalinle bilirsin Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın . . . Selim

Pusat,

Leyla'yı

evine götürürken adını so­ rar ve "Leyla Mutlak" ceva­ bını

alınca,

biraz

evvel

meçhul sesin fısıldadığı şi­

"Ruh Adam"daki vakaların cereyan ettiği 1 940'1arın sonunda Prenses Hanzade (Şahbaba, 1 998)

irin son mısrasını hatırlar:

Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın . . . Sonraki karşılaşmalarında, Yek, Prenses Leyla'nın tahtın varisi olduğunu Selim Pusat'a söylemiştir. Çektiği bir telgraf­ ta da, onun gerçek isminin Leyli değil Hanzade olduğunu bildirmiştir. Böylece, romanda Prenses Hanzade ismiyle ilk defa karşılaşmış oluyoruz. Romandaki Prenses Hanzade,

Kanuni Sultan Süley­

man'ın oğlu Şehzade Mustafa'nın soyundan gelmektedir. Yavuz Sultan Selim çapında bir şahsiyet olan Şehzade Mus­ tafa, türlü tezvirat sonunda, Kanuru'nin emriyle boğdurul­ muştur. Ancak, onun oğullarından biri tesadüfen kurtul­ muş, kendisine sadık adamlar tarafından gizlenip korunmuş ve sım muhafaza edilmiştir. Prenses Hanzade, Şehzade Mustafa'nın dört yüz yıl sonraki torunlarından biridir. O bü­ yük sırrın bilinmemesi için, adamları Şehzade Mustafa'dan daima "mutlak" olarak bahsetmişlerdir. Bunun sebebi, onun


228

bir gün mutlak tahta geçeceğine inanmalarıdır. Asıl adı Ley­ la Hanzade olan prensesin "Mutlak" olan soyadı buradan gelmektedir. Prenses Leyla çok güzel bir kadındır. Selim Pusat, onun "asil ve şahane" güzelliğini zaman geçtikçe daha yakından görmekte ve hayran olmaktadır. Bu hayranlık, aralarındaki yakınlık ilerledikçe aşka dönüşmektedir. Prenses Leyli da bunun farkına varmıştır. Bir gece, Pusat'a: - Müsaade ediyorum, beni sevebilirsiniz, der. Romanın sonlarında, artık Prenses Leyla yerine Hanza­ de adı kullanılmaktadır. Pusat'taki bunalımın had safhaya çıktığı günlerde Prenses Hanzade birden ortadan kaybolur. İki bin yılın sevgilisi Güntülü ise, onun Hanzade'ye olan sevgisini anlamış ve aşkta rakip kabul etmeyeceğini söyle­ miştir. Selim Pusat'ın her iki sevgiliye de kavuşması imkan­ sızdır. Üstelik, evli olduğu halde kalbinde başka sevgilere yer verdiği için, kendisini şerefini kaybetmiş bir adam ola­ rak görmektedir. • • •

Atsız, Ruh Adam'daki hemen bütün şahısların gerçek ol­ duğunu bildiriyor. Bu konuda İsmail

Hakkı Gökhun'a

yazdığı 9 Mart 1973 tarihli mektupta, Ruh Adam'la ilgili şu satırları görüyoruz:

"Ruh Adam için Adsız'ın Mayıs sayısında Kayabek 'in bir tenkidi çıkacak. Şifahen romandan çok bahsolunuyor. Çok beğeniliyor. Çok da tenkit ediliyor. Senin gibi bir veya iki gecede okuyup çok tesirinde kalanlar bile acı itirazlar­ dan geri kalmıyor. Nitekim sen de mektubunda 'Selim Pu­ sat'ın dşık olması üzerinde çok duruldu ve bu yönden suç­ landınldı ' diye yazıyorsun. Yani bu gençler Atsız gibi bir türkçü dşık olmamalıydı demek istiyorlar. Fakat sen bunla­ nn kim olduğunu bildirmiyorsun. Zannederim Haluk ve arkadaş/andır. Tansu Say da bana "Selim Pusat'ın küçük


229

bir kıza yenilmesini beğenmedim " diyerek tenkidini yaptı. Bu roman yaşanmış bir romandır. Hemen hemen bütün şahıslar gerçektir. Yalnız Şerefşerefi, Kubudak ihtirası tem­ sil ediyor. Kubudak Moğolca ihtiras demektir. 1ürkçeye de geçmiştir. Roman konusunda epey sorguya çekildiğimi sana yaz­ mıştım. Benden sır kapmaya çalışıyorlar. Bir hadde kadar sır veriyorum. Ondan sonra sükUt . . '0) .

Atsız'ın da belirttiği gibi, romandaki kahramanların çoğu gerçek şahıslardır. Fakat bunların arasında, Prenses Hanza­ de, adından açıkca bahsedilmesi bakımından diğerlerinden ayrılmakta, apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. • • •

Prenses Hanzade, son Osmanlı hükümdarı Sultan Vahi­ deddin'in kızının kızı, yani torunudur. Annesi,

Sabiha Sul­

tan' dır ( 1 894-1971). Babası ise, son halife Abdülmecid Efendi'nin oğlu Ömer

Faruk

Efendi'dir. (1 898-1968). Sa­

biha Sultan'ın, aynı zamanda kuzeni olan Ömer Faruk Efen­ di'den üç kızı dünyaya gelmiştir. En büyükleri Prenses Nes­ lişah'tır

(Doğ,

1921).

Prenses

Hanzade

ortanca

kızdır,

1923'de İstanbul'da doğmuştur. En küçükleri olan Prenses Necla ise 1926'da dünyaya gelmiştir. Halifeliğin kaldırılma­ sı ve hanedan mensuplarının sınır dışı edilmeleri 0 924) üzerine Prenses Hanzade, henüz bir yaşındayken ailesiyle birlikte önce Fransa'ya, sonra Mısır'a gitmiştir. Genç kızlık yılları Kahire'de geçmiştir. Hanzade, Kavalalı Mehmed Ali Paşa sülalesinden Prens Muhammed Ali lenmiştir. Bu evlilikten

F3zıla

İbrahim

ile ev­

ve Ahmed adlarında iki ço­

cuğu dünyaya gelmiştir. Fazıla, son Irak Kralı

Faysal

ile ni­

şanlanmış, fakat Irak İhtilali (1 958) sırasında Faysal'ın öldü-

(7) Yücel Hacaloğlu (Hzl.), 209, İstanbul 2001 .

Atsız'ın Mektuplan, Orkun Yayınları, s. 208-


230

Soldan sağa: Prenses Hanzade'nin eşi Muhammed Ali İ brahim, kızı Fa.zıla, Irak Kralı Faysal, Prenses Hanzade, Irak Kral Naibi Abdülilllah nişan töreninde, (Şahbaba 1 998) rülmesi ü zerine evlilik tahakkuk etmemiştir. Fazıla, daha sora eski başbakanlardan

Hayri

Suat Hayri

Ürgüplü'nün oğlu

Ürgüplü ile evlenmiştir. Prenses Hanzade ise 1 998

yılında vefat etmiştir. Prenses

Hanzade,

güzellikleriyle

ünlü

son

Osmanlı

prensesleri arasında ön sırada yer almaktadır. Gerçekten duru, soylu, çarpıcı bir yüz güzelliğine sahiptir. Bu vasıfla­ rıyla, 19SO'lerde Avrupa sosyetesinin en güzel kadını olarak tanınmıştır. • • •

Ruh Adam'daki vakalar, tahminen 1947-1948 yıllarında geçmektedir. O sıralarda Prenses Hanzade'nin yirmi beş yaşlarında olması gerekiyor. Selim Pusat, romanın bir yerin­ de, Hanzade'nin yaşını öğrenmek istediği zaman yirmi se­ kiz yaşında olduğu cevabını alır. Belki de bu, Atsız'ın tah­ minidir. Atsız, son Osmanlı hanedanına karşı daima büyük bir saygı beslemiştir. Hanedanın hayatta bulunan son mensupla-


231

nyla (daha ihtiyatlı söyleyelim) pek çoğu ile tanışmıştır. Ha­ nedanın önce kadın, sonra erkek mensuplarının yurda gir­ melerini engelleyen kanunların kaldırılması için çalışmış, bu yolda tanıdığı nüfuz sahibi kimseleri de teşvik etmiştir. Bu bakımdan, Prenses Hanzade ile de tanışmış olabileceğini kuvvetle tahmin ediyorum. Bu tanışmadan sonra onun gü­ zelliğine ve asaletine hayran kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Romanda da Hanzade'nin bu yönlerine dikkat çekmektedir. Atsız'ın romanda Güntülü olarak adı geçen genç kızı sevmiş olduğu açıktır. Ruh Adam'daki olaylara bakılırsa, ay­ nı şiddetle, fakat değişik nitelikte bir sevgiyi de Hanzade'ye karşı duyduğu söylenebilir. Fakat gerçekte böyle olup ol­ madığını kimse bilemeyecektir. Bu sır, Atsız'la birlikte tari­ he gömülmüştür. Onun, mektubunda sözünü ettiği "sır"lar­ dan biri de budur. • • •

Ben, Prenses Hanzade ile tanışmadım. Onun özellikleri­ ni yakından tanımış olsaydım, Atsız'a olan tavrı hakkında daha açık bir fikir edinmem belki mümkün olabilirdi. Ne yazık ki, bu, artık imkansız.

AYŞE HocANIM

=

BEDRİYE ATSIZ

Ruh Adam romanı, Selim Pusat'la kansı Ayşe'nin konuş­ maları ile başlar. Ayşe bir Uygur masalı okumuş, kan-koca , bu masal üzerinde tartışmaya girişmişlerdir. Ayşe, edebiyat öğretmenidir. Selim Pusat edebiyat, estetik vb. gibi konula­ ra istihfafla bakan, askerliği yegane yüce değer olarak be­ nimsemiş eski bir subaydır. Düştükleri ruh ve karakter se­ faletini göre göre insanlardan nefret etmeye başlamıştır. Sert ve haşindir. Tepkileri ani ve kuvvetlidir. Bu yüzden, ge­ çinilmesi zor bir adamdır. Selim Pusat, kralcı olduğu için yargılanmış ve askerlik­ ten çıkarılmıştır. Yargılanması bütün yurtta geniş yankılar


232

uyandırmış, gazeteler onu zararlı, menfi ve tehlikeli biri ola­ rak tanıtmışlardır. Ayşe Pusat da bu kampanyadan etkilen­ miş, Bakanlık kendisini öğretmenlik görevinden almıştır. Ancak, ortalık durulunca yeniden öğretmenliğe iade edil­ miştir. Göreve başlamak üzere okula gittiğinde, herkesin kendisine çekingen nazarlarla bakmasına aldırış etmemek­ tedir. Bunlara alışmıştır. Metanetini korumayı bilir. Selim Pusat, başına gelenlerden sonra büsbütün kabu­ ğuna çekilmiş, herkesle ilgisini kesmiş ve kendini içkiye vermiştir. Huysuzluğu da o nispette artmıştır. Aksilikleri, çok kere karısını dahi incitecek raddelere varmaktadır. Fa­ kat Ayşe Pusat, bütün bunlara göğüs germekte, kocasını an­ lamaya çalışmaktadır. Ona büyük bir sabır ve hoşgörü ile yaklaşmaktadır. Ruhunda esen fırtınaları en iyi bilen odur. Zamanla her şeyin eskisi gibi olacağını ümit etmektedir. Romanda anlatıldığına göre, Ayşe Hanım, Edebiyat Fa­ kültesi'ni bitirerek öğretmen çıkınca bir orta okulda stajyer öğretmenlik yapmış, sonra liseye tayin edilmiştir. Görev yaptığı kız lisesinde vaktiyle kendisi de okumuştur. Öğret­ menlik görevinde çok başarılıdır. Öğrencilerini fazla sıkma­ dan çalıştırmasını bilir. Çok iyi anlattığı için dersin merakla dinlenmesini sağlar. Öğrencileriyle, laubaliliğe kaçmadan, ciddiyeti bırakmadan samimi ilişki kurabilmektedir. Enerjik, sağlam ve çalışkan bir kadındır. Gür ve kara saçları omuz­ larına dökülür, düzgün konuşur, gözleri gülümseyerek ba­ kar. Selim Pusat, yaşadığı bunalımlı dönemde, karısının öğ­ rencilerinden birine, bir genç kıza aşık olur. Bu, tamamen platonik, hatta tarihin derinliklerinden gelen bir aşktır. Pu­ sat, vaktiyle Hun hükümdarı Mete'nin ordusunda subayken genç bir kızı sevmiş, ancak eşlerin ve sevgililerin aklanma­ sı buyruğuna itaat etmediği için cezalandırılmıştır. Yüzlerce yıl sonra, Selim Pusat, sevdiği genç kızda, Mete zamanında­ ki sevgilisinin izlerini bulmuştur. Sanki, eski bir sevdayı ye-


233

niden yaşar gibidir. Ancak bunu ne izah edebilmesi mümkündür, ne de başka­ sının anlaması. Ne var ki, "sır" olarak saklamaya ça­ lıştığı bu sevgi, zaman geç­ tikçe

ortaya

dökülmeye

başlamış; sevdiği kız, bu kı­ zın

arkadaşları,

Prenses

Leyla ve nihayet kansı tara­ fından anlaşılmıştır. Ahlak! değerlere çok önem veren Pusat, bu durum karşısında kendisini şerefini kaybet­

Bedriye Atsız son yıllarında

miş bir adam olarak gör­

meye başlamıştır. Karısı Ayşe ise, onun bu buhranı atlatma­ sını, fırtınalı günlerin geçmesini beklemektedir. • • •

"Ruh Adam"da anlatılanlar, Atsız'ın hayatının bir döne­ mine hemen tamamiyle uymaktadır. Sadece romana aktarı­ lırken küçük bazı değişiklikler yapılmıştır. Selim Pusat kral­ cı olduğu için ordudan çıkarılmıştır. Atsız da, Türkçü oldu­ ğu için öğretmenlik görevinden alınmıştır. Pusat, askeri mahkemede yargılanmış ve

muhakemesi kamuoyunda

akisler bırakmıştır. Atsız da, diğer arkadaşlarıyla beraber sı­ kıyönetim mahkemesinde yargılanmış, devrin cumhurbaş­ kanı tarafından açıkca suçlanmış ve haksız yere mahkum edilmiştir. Resmi makamların ve basının tahkir edici suçla­ maları sonunda, önce çevresi, sonra halk onu maceracı ve tehlikeli bir kimse olarak görmeye başlamıştır. Selim Pu­ sat'ın uğradığı iftiralar sonunda Ayşe öğretmen de görevin­ den alınmış, ancak üç yıl sonra yeniden tayini çıkmıştır. 1944'de de böyle olmuştur. Atsız hapse atılırken, eşi Bedri­ ye Atsız da vekalet emrine alınmış ancak suçlamaların asıl-


234

sız olduğu anlaşıldığında, yani yıllarca sonra öğreunenliğe iade edilmiştir. Romandaki Ayşe Hodinım'ın, Atsız'ın eşi Bedriye Atsız olduğunda şüphe yoktur. Bedriye Atsız, İ stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakülte­ si'nden mezun olduktan sonra öğretmenliğe başlamıştı. Erenköy Kız Lisesi'nde uzun yıllar tarih öğretmenliği yap­ mıştı. Romanda tasvir edildiği gibi gür ve siyah saçları, iç­ ten gülümseyen bakışları, ciddi ve vakur bir tavrı vardı. Gerçekten sabırlı ve fedakardı. Kocasının çektiği bütün ız­ tıraplara metanetle ortak olmasını bilmiş; saldırılar, tahkikat­ lar, tehditler karşısında dimdik durabilmişti. Bu her kadının kolaylıkla başarabileceği işlerden değildir. Bu metanetin de­ recesini ölçmek için, o dönemde üzerlerine yapıştırılan çir­ kin etiketin toplumdaki etkileri dolayısıyla teneffüs ettikleri ağır havayı iyi anlamak lazımdır. Bedriye Atsız, bu felaket günlerini, eşine duyduğu büyük bağlılıkla, çocuğuna duy­ duğu sevgiden de güç alarak geçiştirebilmiştir. Bedriye Atsız, şahsi özelliklerinin dışında, bu vasıflarıy­ la da Atsız'ın ve kendisinin çevresi tarafından daima saygı görmüş, takdirle karşılanmıştır. • • •

Şimdi, gelelim Bedriye Atsız'la tanışmama ve tanışıklığı­ ma. Atsız,

1950 sonbaharında

Süleymaniye

Kütüphane­

si'nden Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edildiği zaman, Bedriye Atsız da aynı lisenin tarih öğret­ menliğine atanmıştı. Yani, kan-koca aynı lisede öğreunen­ lik yapmaya başlamışlardı. Ben, Bedriye Atsız'ı ilk olarak o zaman gördüm. Edebiyat öğretmenim Atsız'la olan hoca-talebe ilişkileri­ nin gerektirdiği ciddiyet ve mesafe, ilk yıl Bedriye Hanım'ı yakından tanımama imkan vermedi. Ancak, Atsız, öğret-


235

menlikten alınıp kütüphanedeki görevine iade edilince ve ben, hem "eski bir öğrenci" hem de "çok genç bir ülküdaş" olarak Atsızların Maltepe'deki evine gidip gelmeye başla­ yınca Bedriye Hanım'ın özelliklerini öğrenmeye başladım. Önceleri ona daha çok "efendim" diye hitap ederdim, son­ raları "hocam" demeye başladım. Gıyabında ise daha çok "Hocanım" veya "Bedriye Hocanım" diye bahsederdik. At­ sız'ın eşine o yıllarda bir kadınmış gözüyle bakmak tabii ki aklımızın ucundan geçmezdi . Fakat, şimdi hemen hemen 60 yıl sonra- düşündükçe onun güzel bir hanım olduğunu hatırlıyorum. Esmerdi. Bilhassa koyu renk gözleri çok gü­ zeldi. Mevzun bir vücudu vardı. Konuşması çok düzgün ve ölçülüydü. Eksik veya fazla söz söylemeyi, gereksiz konuş­ mayı sevmezdi. Atsız'ın, eski dostlarından, ülküdaşlarından ve öğrenci­ lerinden meydana gelen geniş bir çevresi vardı . Bedriye Hocanım, bu çevredeki dostluğu , sevgiyi ve saygıyı, Atsız'la paylaşırdı. Bilhassa eski dostlarla ortak konuları çoktu. Kendisi tarihçiydi . Tarih bilimine, herhangi bir tarih öğret­ meninden çok daha yakındı. Onun, ayrıca , Maltepe'deki komşularından, komşu kızlarından meydana gelen küçük bir çevresi daha olduğunu sanıyorum. Genç komşu kızları onun çevresinde adeta hayranlıkla dolaşırlardı. o da, onla­ ra arkadaş muamelesi ederdi. Bu kızlar, Atsız Bey'le oturup konuştuğumuz odanın yanından bazen küçük, neşeli kah­ kahalarla geçerler, Hoca'nın şakalarına başka şakalarla kar­ şılık verirlerdi. Bazen de, Bedriye Hanım'la birlikte denize gitmek için müsaade isterlerdi . (Burada, konunun daha iyi belirtilebilmesi için Bedriye Hocanım'la olan şahsi ilişkilerimden ve hatıralarımdan bah­ setmek zorunluluğunu duyuyorum.) 1952 yazında, Atsız ve Bedriye Hanım, liseler için bir ta­ rih ders kitabı hazırlıyorlardı. Kitap, İnkılap Kitabevi tarafın­ dan yayımlanacak ve Bedriye Atsız'la Galatasaray Lisesi'nde


236

tarih öğretmeni Hilmi Oran'ın müşterek imzalarını taşıya­ caktı. Ben, o sırada çini mürekkebi ile çizim yapmasını be­ cerebiliyor, ince uç ve fırça kullanmasını biliyordum. Hari­ talarımı da beğeniyorlardı. Bunlardan cesaret alarak, kitaba girecek haritaların çiziminde yardımcı olmayı teklif ettim. Atsız, olumlu karşıladı. Bunun üzerine, o sıcak yaz günle­ rinde, Atsız'ların evinde çalışmaya başladık. Daha çok At­ sız'la Galatasaraylı öğretmen metinler üzerinde çalışıyor, ben de konulara göre harita taslakları hazırlıyordum. Çalış­ malarımız akşam üstüne kadar devam ediyordu. Öğle ye­ meği için ara veriyor, sonra işe koyuluyorduk. Bedriye Ha­ nım'ı bu çalışmalar sırasında tablı daha sık görmeye başla­ mıştım. Bana sevgiyle davranıyordu. Eşinin, sevdiği ve ümit beslediği bir öğrencisiydim. Ayrıca, onlara yararlı olabilmek için bir şeyler yapmaya çabalıyordum. Bunların etkisiyle bana yakınlık duyması tabii idi. Tesadüfe bakın ki, ertesi yıl Bedriye Hanım'ın da öğren­ cisi oldum. O zamanlar, liseler dört sınıftı . Yani 1 2'nci sınıftan me­ zun oluyorduk. İ lk üç sene, aynı tarih öğretmeninden ders görmüştük. Sonuncu yıl (yani 1953-54 ders yılında) bizim sınıfın tarih derslerine Bedriye Hanım gelmeye başladı. Onun öğretmenliği, aynen Ruh Adam'da anlatıldığı gi­ biydi. Ciddi bir öğretmendi. Öğrencilerine sevgiyle muame­ le ederdi, fakat otoriterdi. Benim durumum, diğer öğrencilere nazaran biraz fark­ lıydı. Hocanım, beni artık "ev"den tanıyordu. Sınıf arkadaş­ larıma göre, ona daha yakındım. Fakat, şimdi beni zor bir dönem bekliyordu . Bedriye Hanım'a olan yakınlığımı sınıfa aksettirmemek zorundaydım. Bu yakınlığı, not almak için bir avantaj saymadığımı göstermem gerekiyordu . Bunun da tek yolu vardı : Herkesten çok çalışmak. O yıl, tarih kitabı­ nı adeta ezberledim. • • •


237

Bedriye Atsız, 1950'lerin sonunda Almanya'ya gitti. Oğ­ lu Yağmur orada yüksek öğrenim görüyordu . Onun yanın­ da bulunmak istemiş olabilir. Öğrenci müfettişliği verilerek Almanya'ya tayini yapıldı. Münih'te oturuyordu. Bedriye Hanım'ın gidişiyle Atsız'ın yalnızlık yıllan başladı. Küçük­ ken alıp yetiştirdikleri Kaniye adında bir kız (Atsız'ın mane­ vi evladı gibiydi) ev işlerini üstlenmişti. Küçük oğlu Buğra ise, babasının yanındaydı. Bedriye Hanım'ın Almanya'da kalışı uzadıkça, Atsız'ın huysuzlandığını sezer gibiydim. O, bunu belli etmiyor, işi şakaya vuruyordu . Bazen: - Haberiniz var mı, Bedriye Almanya'da prostestan ol­ muş, diyerek çevresini neşelendirmeye çalışırdı. Sonra, küçük oğlu da , annesinin yanına gitti . Atsız, 1969'da emekli olunca, onlan ziyaret için Almanya'ya bir seyahat yaptı. Belki de yurt dışına tek seyahati bu olmuş­ tur. Dönüşünde, seyahatname tarzında, biraz da mizahi üs­ h1pla yazdığı uzun yazı bir şaheserdir. "Ötüken" dergisinde yayınlanmıştır. 0 969, 1 2 . sayı) . Uzun aynlık yıllan, Atsız'la Bedriye Hanım'ın resmen de ayrılmalan sonucunu verdi. Bu davayı, Atsız'ın avukatı olan, değerli dostum merhum Enver Yakuboğlu takip etmiş, boşan­ ma ilamını, Atsız'ın ölümünden kısa bir süre önce almıştı. Ben Bedriye Hocanım'ı 1958'den sonra görmedim. Bir yerlerde karşılaşmak da nasip olmadı. Kendisine -Atsız'ın eşi olması dolayısıyla- takdir duygulanmı, hocam ve değer­ li bir Türk hanımı olduğu için de saygımı daima muhafaza ettim. Bedriye Hanım, uzunca bir rahatsızlıktan sonra İstanbul­ da vefat etti (2002). Göztepe Camisi'nde cenaze namazı kı­ lınırken ve kabristanda oğlu Yağmur'la yanyana durup top­ rağa verilirken Maltepe'deki evin "devr-i saadet" günleri ha­ fızamda bir bir canlanıyordu.


238 3. llicvi (satirik)

romanları:

Atsız, bu alanda iki kısa roman yazmıştır: Dalkavuklar Gecesi ve Z V itamini. a.

Dalkavuklar Gecesi:

Hitit ülkesinde geçtiği farz edilen bu romanda, dalkavuk­ luk yüzünden kokuşmuş hale gelen bir çevre hicvedilmekte­ dir. Mekan, hükümdarın sarayıdır. Saray mahzenindeki küp­ lerde saklanan ve herkesin zehir sandığı renkli bir suyun şa­ rap olduğu anlaşılmıştır. Tadanlar içtikçe içmekte ve sarhoş ol­ maktadır. Hükümdara yararırnak ve çıkar sağlamak için olma­ dık dalkavukluklar sergilenmektedir. Yalnız başkumandan Tu­ taşil ile Kahin Şilka bu grubun dışındadır. Tutaşil, başka soy­ dan gelenlerin Hatti ülkesinde önemli makamlara geçmesin­ den hoşnutsuzdur. Komşu Kaska ülkesine karşı savaşan ordu­ daki yabancı kumandanların askerleri kaçmış veya bozguna uğramış, bu yüzden zafer zorlukla kazanılmıştır. Halk, bu ba­ şanrun bir "Kahramanlık Gecesi" ile kutlarırnasını istemekte­ dir. Kral da bu isteğe uyar. Halk, Tutaşil lehinde gösterilerde bulunur. Çevresi, çeşitli iftiralarla onu kralın gözünden düşür­ meye çalışırlar. Kral, Tutaşil'i başkumandanlıktan azleder. Şen­ liğin sonuna doğru Kral hastalanır ve yatak odasına götürülür. Tan yeri ağarmaktadır. Evlerine gitmek üzere saray bahçesin­ den geçen dalkavuk vezirler, halkın hakaretlerine uğrarlar.

b. Z Vitamini 1960'tan sonra kaleme alındığı anlaşılan bu romandaki olaylar, gelecek zamanda, 1999'un son günü cereyan etmek­ tedir. Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün baş­ kanlığında toplarunıştır. Bakanlar Hasan Ali Yücel, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Kasım Gülek, Kazım Özalp gibi gerçek şahıslarla çoğu azınlık mensubu hayili kişilerdir. Cid­

di konuların görüşülmesi gereken toplantıda ipe sapa gelmez konuşmalar yapılmaktadır. İnönü ve diğerleri, ömrü çok uza­ tan Z vitamini kullandıkları için çok yaşlıdırlar. Buna rağmen


239

iktidarları sürmektedir. Bu arada ciddi konulara temas edildi­ ğinde memleket işlerinin kötüye gittiği görülmektedir. Bütçe­ nin yansı Z vitamini ithaline harcanmakta, fakat vitaminler sa­ dece başta bulunanlara verilmektedir. Orduda 977 generale karşılık 599 üsteğmen ve teğmen bulunmaktadır. Tank.lan tuğ­ general, albay, binbaşı ve yüzbaşı rütbesinde subaylar kullan­ maktadır. Her kolorduda ancak 1 O tank bulunmaktadır. Ağır topçu kaldırılarak bataryalar daha insani hale getirilmiştir. Or­ du mevcudu 1.000.000 er olmasına rağmen sınırlarda birer ta­ bur görevlidir. Çünkü bütün komşularımız bize dosttur. Do­ nanma da lağvedilmiştir. Çünkü bakanı deniz tutmaktadır. 1999 yılının son gecesi, Bakarılar Kurulu yeni devrimler

yapmaya karar verir. Milli Eğitim Bakarılığı'nın adı Beşeri Eği­ tim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı'nın adı Beşeri Savun­ ma Bakanlığı olacaktır. Bu kararlar, İnönü'nün 10 dakikalık konuşmalarıyla her saat başı radyodan halka duyurulmaktadır Karara varılan bir başka devrim, vatandaşların ad ve soyadı yerine numara taşımalandır. İlk olarak ha.karılara numara verilir. Hasan Ali Yücel sıfır, Ahmet Emin Yalman yanın, Falih Rıfkı Atay 100 numara olurlar. Beşeri şefliği dolayısıyla İnönü numarasız kabul edilir. Suların soğuması ile balık neslinin tükenmemesi için, artık Beşeristan adıyla anılacak ülkenin kıyılarında oturan­ ların, denize her gün bir teneke sıcak su dökmesi uygun bulu­ nur. Türkçeye de

-er ve

-di şeklinde iki harfıtarif eklenecektir.

Z vitamininin etkisi azaldıkça saçma fikirler ve teklifler çoğalmaktadır. Ancak halk ayaklanmış, ordu da onlara katıl­ mıştır. Herkes bir bucağa kaçar. İnönü de özel bir uçakla ka­ çarken pilot onu İnönü şehitliğine indirir. Fakat ayağa kalk­ mış olan İnönü şehitleri, onu yanlarına kabul etmezler. Son­ ra bütün şehit ruhları gelip İnönü'yü lanetler ve bir kasırga haline gelip onu parçalarlar. İnönü'nün kara boya halindeki kalıntısı, bir kenarda duran Tarih Baba'nın defterine sıçrar (8). (8) Atsız'ın roman/an hakkında geniş bir tetkik için bzk: Dr. Cihan Ôzdemir, Atsız Bey, İstanbul 2007


240

4. Atsız'ın romanlarında ortak noktalar: Atsız'ın tarihi romanlarında ve Ruh Adam'da iyilerle kö­ tüler daimi çatışma halindedir. Bozkurtların Ö lümü'nde İçing Katun , kardeşi Şen-king ve bütün Çinliler kötü tipleri temsil ederler. Tulu Han hariç, bütün Türkler kahraman, ce­ sur, töreye sadık ve dürüst kişilerdir. Bozkurtlar Diriliyor'da da hemen hemen aynı durum söz konusudur. Çin İmpara­ toriçesi Vu, onun gözdesi Hoay-i , karakol kumandanı Yüz­ başı Ven ahlaken zayıf, entrikacı, kalleş tiplerdir. Kötülükle­ re, hile ve entrikalara aklı ermeyen Türkler ise onlarla çatı­ şan iyi tiplerdir. Deli Kurt romanındaki kötüler ise Piç İlyas, Çingene Mıstık, Torlak Kemal ve bir yeniçeridir. Diğer iyi tiplere karşılık bu gibi tiplerin romandaki yeri sınırlıdır. Ruh Adam'ın kötü tipi ise Yek'tir. Selim Pusat'ın gözünde Yek iğ­ renç, esrarengiz, riyakar bir adamdır. Romanın sonunda ise onun aslında bir subay olduğunu öğreniriz. Ruh Adam, Atsız'ın diğer romanlarına göre farklı ka­ rakterde bir eserdir. Konunun işlenişinde tarihe sık gön­ dermeler yapılmakla beraber, günümüzde yaşanmış ger­ çek olaylardan hareket edilmektedir. Romanın birçok kah­ ramanı da Atsız'ın tanımış olduğu gerçek kişilerdir. Ilunu Atsız'ın kendisi de belirtmektedir: "Ruh Adam ilk yazılışı­

na göre hayli değiştirildi. Romandaki şahıslann h içbiri muhayyel değildir. Yalnız, bir iki yerde, iki kişi tek şahıs veya bir kişi iki, üç şahıs olarak gösterilmiştir. Vak 'a/ar da sahihtir, ama çoğu temsili olarak anlatılmıştır. Bu roma­ nı bazı/an h iç anlamıyor. Bazı/an da hortlak veya cadı romanı gibi beğeniyor. Tabii anlamak için edebf kültür ve zevk lazım " (9J . . . " Güntülü ve Aydolu birer gerçektir ve gerçek isimleri de romandaki isimlerine yakındır. O ro­ manda hayal olan pek az şey var. Hakikatler biraz sem(9) Atsız'ın Yücel Hacaloğlu 'na yazdığı 26 Ocak 1973 tarihli m e k t u p ­ tan. Y. Haca/oğlu, Atsız'ın Mektuplan, istanbul 2001


241

bo/ik biçimde yazılmıştır. İmkan bulursam bu romanın devamını da yazacağım. " O OJ . . . ". . . mektubunda Selim Pu­ sat 'ın iişık olması üzerinde çok duruldu ve bu yönden suçlandınldı diye yazıyorsun. Yani bu gençler Atsız gibi bir Türkçü aşık olmamalıydı demek istiyorlar. . . Bu roman yaşanmış bir romandır. Hemen hemen bütün şahıslar ger­ çektir. Yalnız Şeref şerefi, Kubudak ihtirası temsil ediyor. Kubudak Moğolca ihtiras demektir Roman konusunda epey sorguya çekildiğimi sana yazmıştım. Benden sır kap­ maya çalışıyorlar. Bir hadde kadar sır veriyorum. Ondan sonra sükut . " (1 1) .

.

Roman kahramanlarından bazılarının gerçek hayatta kimler olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Bunlardan Dr. Cez­ mi Oğuz, romandaki gibi, Atsız'ın eski arkadaşı Prof.Dr Cezmi Türk'tür. Askeri Tıbbiye öğrencisi iken zekası, çalış­ kanlığı ve milliyetçi mücadelesi ile tanınmıştır. Subay çıkın­ ca çeşitli askeri hastahanelerde görev yapmış, kabiliyeti ile dikkat çekerek ihtisas için Fransa'ya gönderilmiştir. Dönü­ şünde Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde hocalığa tayin edilmiştir. Albay rütbesinde iken askerlikten ayrılarak Ada­ na'da serbest hekimlik yapmaya başlamıştır. 1950 seçimle­ rinde Demokrat Parti listesinden Adana milletvekili seçil­ miş, ancak bu partinin yöneticileri ile anlaşamayınca, arka­ daşı Remzi Oğuz Arık'la birlikte Türkiye Köylü Partisi'ni kurmuştur. İdeal arkadaşı Tahsin Demiray'ın çıkardığı haf­ talık siyasi Çakmak dergisini yönetmiştir. Yazılan Atsız Mec­ mua'da, Adana'daki Bugün ve Demokrat gazetelerinde, Toprak ve Çakmak dergilerinde yayımlanmıştır. Altı çocuk babası, ender yetişen, vatansever bir aydındı . (10) Atsız'ın Turan Kekevf'ye yazdığı 8 Haziran 1973 tarihli mektuptan. a.g.e.

(1 1) Atsız·ın İsmail Hakkı Gökhun 'a yazdığı 9 Mart 1973 tarihli mektuptan. a.g.e.


242

Yek , Osman Reşer'dir. Ruh Adam'ın bir yerinde adı Os­ man Pişer şeklinde verilmiştir. Atsız'ın, Atsız Mecmua'nın 17. sayısında yayımlanan "DarülfünGn'un Kara , Daha Doğ­ ru

Bir Tabirle Yüz Kızartacak Listesi" başlıklı yazısında ken­

disinden bahsedilmektedir. Alman Yahudisi olup sonradan Müslümanlığı kabul etmiştir. Nazi baskısından kaçarak Tür­ kiye'ye sığındığı anlaşılmaktadır. Arapça, Farsça ve birkaç Batı dilini bilir, Arap edebiyatı üzerinde ders verirdi. Sonra­ ları, Atsız'ın çalıştığı Si.ileymaniye Kütüphanesi'nde görev­ lendirilmişti. Ruh Adam'da da Atsız'la aynı yerde çalıştığı belirtilmektedir. Ayşe Pusat, Atsız 'ın hanımı Bedriye Atsız'dır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden mezundur. Erenköy Kız Lisesi, High School, Haydarpaşa Lisesi gibi okullarda ta­ rih öğretmenliği yapmıştır. 1950'lerin sonunda, kültür mü­ şavir yardımcısı olarak yurt dışı tayinini yaptırıp büyük oğ­ lunun öğrenimi gerekçesiyle Almanya'ya gitmiştir. Atsız'la, hayatlarının sonuna kadar sürecek fiili ayrılıkları böyle baş­ lamıştır. 1975'te ayrılmışlardır. İleri yaşlarında Türkiye'ye dönmüş, 2002'de İstanbul'da vefat etmiştir. Sıkıntılı yılların yokluğunu ve çok kere yoksulluğunu Atsız'la paylaşmış, saygı değer bir hanımefendiydi. Ruh Adam'daki Prenses Leyla Mutlak, Osmanlı haneda­ nından Hanzade Sultan'dır. Romanda da bu ad zikredilmek­ tedir. Hanzade Sultan, 1923'te İstanbul'da doğmuş, henüz bir yaşındayken, sınır dışı edilen hanedan mensuplarıyla önce Fransa'ya, sonra Kahire'ye gitmiştir. Orada, Kavalalı sülalesinden Prens Muhammed Ali İbrahim ile evlenmiştir. Bu evlilikten doğan kızı Fazıla, son Irak Kralı Faysal ile ni­ şanlanmışsa da, Irak İhtilali (1 958)'nde Faysal'ın öldürülme­ si üzerine evlilik gerçekleşememiştir. Romandaki olayların cereyan eniği 1948 yılında 25 yaşındadır. Romanın asıl kahramanı Selim Pusat, gerçek hayatta, hiç şüphe yok ki Atsız'ın kendisidir. Esasen, birçok yazı-


243

sında takma isim ola­ rak Selim Pusat adını kullanmıştır. 1948 yılı, Atsız'ın

sıkıntılı

ve

bunalımlı bir dönemi­ ne rastlamaktadır. Bu yüzden, o sıralar, ro­ mandaki gibi içki iç­ mekte, sigara kullan­ maktadır. İşsizdir. Bu yüzden aile de geçim zorluğu çekmektedir. Bedriye Atsız,

Eren­

köy Kız Lisesi'nde öğ­ retmenliğe

başlamış­

tır. Olaylar, bu okul, Atsız'ların evi ve evin yakın çevresinde ge­ lişmektedir. Atsız, eşi­ nin

ogrencısı

olan

genç bir kıza aşık ol­ muştur. Bu aşk ile ev-

"Ruh Adam"daki olayların geçtiği dönemde Atsız ve ailesi

lilik sorumluluğu arasında kalarak ızdırap çekmektedir. Bütün şiirlerinde yazıldığı tarih belirtilmesine rağmen Se­ lim Pusat'ın (Atsız)'ın sevdiğine yazıp gönderdiği fakat "Geri Gelen Mektup"un tarihi açık bırakılmıştır. Bu şiirin 1 948'de yazıldığı düşünülebilir. Bedriye Atsız tarafından bilindiğine göre, bu romantik gönül ilişkisinin aile haya­ tında sıkıntılara yol açtığı anlaşılmaktadır. İlerki yıllarda, Atsız'la eşinin uzun sürecek ayrılıklarının sebeplerinden biri de bu olabilir. Atsız'ın 1948'den sonra yazdığı iki romanda, evli kahra­ manların genç kızlara aşık olmaları ve aşkla evlilik arasın­ daki ikilemden dolayı ızdırap çekmeleri motifi ana tema


244

olarak ele alınmıştır. Bir mektubundan, bazı gençlerin "At­ sız gibi bir Türkçünün aşık olmasını hoş karşılamamalannı" yadırgadığı anlaşılmaktadır. Yani, kendisi de bu olguyu ya­ lanlamamaktadır. Deli Kurt'ta Melek Hanım'la evli Deli Kurt'un Gökçen'e; Ruh Adam'da Selim Pusat'ın Güntülü'ne olan sevgileri ve bu yüzden ızdırap çekmeleri, kuvvetli bir motif olarak tekrarlanmaktadır. Şu halde, Atsız, yaşadığı bir gönül ilişkisinin ve bunalımın etkilerini romanlarına akset­ tirmiş demektir. Atsız'ın romanlarında tekrarlanan motiflerden biri de ye­ şil gözlerdir. Deli Kurt'ta Gökçen Kız'ın gözlerinden güçlü bir yeşil ışık yayılmaktadır. Pusat'ın Güntülü'ne gönderdiği şiirden de ("Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse") onun gözlerinin yeşil olduğu anlaşılmaktadır. 02) Atsız'ın hiçbir romanı "mutlu son"la bitmez. Bozkurtla­ rın Ö lümü'nde sonuç, ihtilalin başarısızlığa uğraması ve Kür Şad'la arkadaşlarının ölümüdür. Bozkurtlar Diriliyor'da Urungu'nun, Ay Hanım'a kavuşamaması ve onun cesediy­ le birlikte uçuruma atlaması romanın sonucudur. Deli Kurt'ta, Murat, sevgilisi Gökçen Kız'ın öldüğünü öğrenip perişan bir halde gözden kaybolur. Ruh Adam'da Selim Pu­ sat'ın intihara sürüklendiği anlaşılmaktadır (Atsız, Ruh Adam'ın devamını yazmayı tasarladığına göre, Selim Pu­ sat'ın ortadan kayboluşunu öldüğü şeklinde anlamamak da mümkündür) . Atsız'ın romanlarında insanüstü varlıklara ve bazı kahra­ manların olağanüstü niteliklerine rastlanmaktadır. Gökçen Kız ve Esen Börü tiplerinde, hayaletlerle konuşmalarda ve Ruh Adam'ın sonundaki yargılama sahnesinde bunun ör­ nekleri görülmektedir.

(12) Doç. Dr. lbrahtm Şahin, "Atsız'ın Romanlannda Aşk'ın Anlamı Üwrlne", Doğumunun 100. Yıbnda NiblJI Atsız, Ankara 2005


245

Savaş, askerlik ve kahramanlık, Atsız'ın romanlarında te­ mel unsurları teşkil etmektedir. Dil bakımından da roman­ lara sade, yalın bir anlatış hakimdir. Özellikle vuruşma ve savaş oyunu sahnelerinde kısa cümlelerle ve akıcı bir üs­ lupla başarılı tasvirler yapılmıştır. 0 3)

"Türk tarihini romanlaştıran Atsız, millf tiplerin şahsın­ da, Türk milletinin has/etlerini işlemiştir. Bu işleyiş, onun mizacının, kültürünün ve şiirinin derin izlerini aksettir­ mektedir. " (14) il.

Hikayeleri

Atsız, genç yaşlarında birkaç hikaye yazmış, fakat hika­ ye yazarlığını devam ettirmemiştir. Hikayeleri, kendisinin çıkardığı dergilerde yayımlanmış, daha sonra bazıları başka dergilerde tekrar edilmiştir. (Bkz. Bu kitabın 274. sayfasın­ daki "Hikayeleri" bölümü). m.

Şiirleri

Atsız, şiir yazmaya, üniversiteye girdiği tarihlerde başla­ mıştır. Yüksek öğrenimine devam ederken, tanınmış milliyet­ çilerin ve gençlerin devam eniği toplantılarda bu şiirlerini okumaktadır. Dönem dönem sık aralıklarla şiir yazmasına rağmen, başka dönemlerde araların uzadığı görülmektedir. Şiirlerinin bir kısmı, sahip olduğu ülkü istikametinde ya­ zılmıştır. Bunlara ülkü şiirleri denilmektedir. Bir kısmı aşk ve özlem şiirleridir. Diğer bir kısmı da hayat, ölüm gibi ko­ nuları işleyen felsefi şiirlerdir.

"Gözü pek millet kavgalannı, süse ve şairaneliğe yer vermeden dile getiren Nihal Atsız, belki de büyük Türklük(13) Dr. Cihan ôzdemir, Atsız Bey, lstanbul 2007 (1 4) Sadık K. Tura/, "Tarihi Roman ve A�ız'ın Tarihi Roman/an Üzerine Düşünceler", Atsız Armağam , lstanbul 1976


246

ten kopup küçülen . . . kaybettiği bir cihan imparatorluğun­ dan, zayıf bir devlet manzarasına dönüşen halimizin acılannı, hırçınlıkla dile getirmektedir. Atalanmız gibi 'başa güreşmek, dünyaya hükmetmek ' hırsını mevcut du­ rumumuzla bağdaştıramayan Atsız'ın, gençlerin bir kıs­ mını fantezilere kapılmış bir hdlde Batı veya Sovyet genç­ lerine imrenir gören bir ruh hali ile isyan çığlık/an attığı şüphesizdir. (15) "

''Atsız'ın, ebedfliği, sonsuza doğru akan bir millet haya­ tı içinde düşündüğünü hatırlamamız gerekir. O, milletleri ve insan/an belli zaman kesitleri içinde ele almaz. Onda kesintisiz bir devamlılıkfikri vardır. Daha ileri giderek; bu­ günü dünden, hali maziden ayıran zamanı Atsız'ın adeta yokfarzettiğini söyleyebiliriz. Dünün kahraman/an bugün de yaşıyor gibidir.· Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde! Atila 'nın ateşi var içerimizde! Kanije'nin gazileri daha dipdiri! Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir; . Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar Yine batılılann üçüncü Kosova 'da Topraklara sereriz, bir değil, birkaçını. (16) ''Nihat Atsız daha çok geniş bir Türk milliyetçiliği yolun­ da çalışmak; ilmi eserler vermek veya milli ideal şiirleri teren(15) Ahmet Kabaklı, Tark Bdeblyab, Jll. c. İstanbul 2002 (16) Ahmet B. Ercilasun, "Atsız'ın Şiirlerinde Ülkü ", Atsız Armağanı , lstanbul 1976


247

nüm etmekle tanınmış ol­ masına rağmen, halk tarzı manzumeleriyle bu söyleyi­ şin sırrına eren imzalar­ dandır. Onun 1946'da top­ lanarak "Yollann Sonu " adıyla yayınlanan şiirleri­ nin mühim bir kısmı varsa­ ğı 'lar ve koşma 'far halinde terennüm edilmiştir. Bu şi­ irlerde halk söyleyişinin çe­ şitli incelikleri ve şairin ide­ alist ruhunun, bazen coş­ kun, bazen, onun mücade­ leci hayatından ümit edil­ meyecek kadar ince hisli akisleri vardır. 0 7)

YOLLARIN SONU

"

Atsız'ın şiirlerde ele aldığı konular, genellikle hayatındaki iniş çıkışlara ve ruh durumlarına paralellik göstermektedir. Genç yaşlarda yazdığı şiirlerde vatan, kahramanlık, ülkü yo­ lunda yürüme, Türklüğün hasımlarına cevap verme eğilimleri kuvvetlidir. Hapiste bulunduğu sıralardaki şiirlerinde sevgi, hasret, ayrılık temaları ağırlıktadır. Belli bir yaştan sonra ise, yalnızlığını ve ölüm fikrini daha sık işlemiştir. Atsız, bazı şiirlerini -hakim olduğu- aruz vezniyle kale­ me almıştır. Diğer şiirleri ise hece vezniyle yazılmıştır. 0 8) Hece vezninde 7'li, 4+4+5=13'lü ve7+7= 14'lü kalıplan kul­ lanmıştır. Kafiyeleri kuvvetlidir. Şiirde serbest vezne taraftar olmadığı için bu tarzda şiirleri bulunmamaktadır. Atsız'ın, şiirlerini topladığı "Yolların Sonu" kitabı birkaç defa basılmıştır. (1 7) Nihad Siimi Banarlı, Reslm/J Türk Edebiyatı Tarlbl, 2. c. lstanbul 1978 (18) Türk Dili ve Edebiyah Ansiklopedisi, /.

c.

lstanbul 1977


248 ıv.

Hatırat Türündeki Eseri

Atsız'ın bu türdeki eseri "Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz" adını taşımaktadır. 1944 Türkçülük Dava­ sı'nın ve bu davayı doğuran gelişmelerin anlatıldığı tefrika "Büyük Doğu" dergisinde yayımlanırken bu derginin 33. sa­ yıda kapanması üzerine yarım kalmıştır. V.

Edebiyat Tarihi Üzerindeki Çalışmaları

Atsız, yüksek öğrenimini edebiyat alanında yapmış, aka­ demik hayata da yine bu alanda atılmıştır. Edebiyat tarihiy­ le ilgili çalışmaları mezuniyet tezi ile başlamış,

"Divan-ı lügatı " adlı bu tez basılmamıştır. Tez konusuna yakın 'XW. Asır Şairlerinden Edirneli Naz­ mf'nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti " adını taşıyan araştırması 1933'te yayımlanmış­ tır. Daha geniş bir çalışması "Türk Edebiyatı Tarihi, En es­ ki çağlardan başlayarak Büyük Selçüklü/erin sonuna ka­ dar" adıyla 1940'ta ve 1943'te iki defa basılmıştır. Ancak de­ Türkf-i Basit, gramer

ve

vamı olması gereken, daha sonraki dönemler muhtemelen hazırlanamamıştır.


249

ATSIZ'IN TÜRKÇECİLİGİ Atsız, Türkçeyi en iyi kullanan şairler ve edipler arasın­ da ön sırada gelmektedir. Cümleleri kısa, açık ve sadedir m. Türkçeye olan sevgi ve saygısına ilaveten edebiyat öğretme­ ni olmanın da etkisiyle dilimizin doğru ve düzgün kullanıl­ masını savunur. Türkçeyi yazmakta ve söylemekte görüp duyduğu yanlışları dile getirmekten kaçınmaz. "Türk Milletine Çağrı" başlıklı yazısı ile bir milli kalkınma programı teklif eden Atsız, bu programın ikinci maddesi ola­ rak "arınmış Türkçeciliği" ileri sürmüştür. Bu husus, aynı za­ manda onun Türkçülüğünün de bir gereği ve sonucudur. Atsız, Türk dilinin tarih boyunca üç defa bunalım geçir­ diğini, bunların medeniyet değiştirme dönemlerine rastladı­ ğını ifade etmektedir. 8. yüzyılın sonlarında Uygurların Ma­ nihaizmi kabul etmeleriyle bu dine ait terimler de Türkçe­ ye girmişti. Bununla da kalmamış, dilimizin kuralları alt üst edilmiş, fiillerin cümle başlarına alınması gibi aksaklıklar görülmüştü . Ancak, Manihaizmin bütün Uygurları kapsama­ ması, bozulmanın sınırlı kalmasına sebep olmuştu . Türkçedeki ikinci bunalım dönemi, İslamiyetin kabulü ile başlamış, dini dil olarak Arapça, edebi dil olarak da Fars­

ça son derece etkili olmuş; edebi dil melezleşmiş, halk dili ise yoksullaşmıştır. (1) Atsız'ın yazılanndaki cümle yapın üzerine özel bir çalışma tçin bkz.

Hattce Kübra Hacımusa/ar, Htueylrı NlblU Atsız'ın DeH Kurt Ro­ Üzerhu! Cilmle Bilgin lncelertU!st, Trakya üntvenitesi Sruyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyah Anabiltm Dalı yayımlanma­ mış yüksek lisans tezi, Edirne 1996

manı


250

Üçüncü bunalım ise, Batı medeniyetine girdiğimiz dö­ nemde ortaya çıkmıştır. Bu defa da Batı dilleri, özellikle Fransızca ve İngilizce Türk dilini bozucu etki yapmışlardır. Bunun büyük bir tehlike olduğu meydandadır. Çünkü, "is­

tiklalini kaybeden bir millet dirilebilir. Fakat dilini kaybe­ den bir millet yok olmuş demektir. " Atsız, Türkçenin kargaşalık içinde bulunduğunu , devle­ tin tedbir almaması durumunda acı sonuçların ortaya çıka­ cağını belirterek bazı tekliflerde bulunmaktadır: l. Ö nce devletimizin adı Türkçeleştirilmelidir. "Türkiye", Avrupalı milletlerin söyleyişidir. Onun yerine "Türkeli" de­ nilmesi isabetli olacaktır. 2. Devlet teşkilatındaki bütün müessese, rütbe, unvan, memuriyet adları Türkçe olmalıdır. 3. Bütün ilmi terimler Türkçeleştirilmeli ve yeni terimler­ le yazılmış kitaplar hızla bastırılmalıdır. 4. Bütün müessese ve teşkilat isimlerinin Türkçe olması için kanun çıkarılmalı, kanuna uymayanlar için ağır para cezaları konmalıdır. S. Soyadlarının ve yeni doğacak çocukların adlarının

Türkçe olması kanunla sağlanmalıdır. 6. Türkçesi bulunabilecek kelimeler üç-dört kişilik yet­ kili bir heyet tarafından belirlenmeli, bu kelimelerin kulla­ nılması mecburi kılınmalıdır. "Türk Dilini Koruma Kanunu" yapılarak Türkçe katliamına son verilmelidir. 7. Türkiye'nin illerine, o illerin fatihleri olan kahraman­ ların adlan konulmalıdır. 8. İlkokullardan başlayarak bütün ders kitapları büyük bir dikkatle ve Türkçülük zihniyeti ile yeniden hazırlanma­ lıdır. 9. Yeni ihtiyaçların doğurduğu yeni kelimeler Batı dille­ rinden alınmamalı, bunların karşılıkları Türkçenin bünye­ sinde bulunmalıdır.


251

Atsız, imla birliğinin sağlanamamış olmasından şikayet­ çidir. Medeni bir millet için bundan daha büyük ayıp olma­ yacağı görüşündedir. 1950'de Atsız'ın Türkçülere yaptığı dört teklifin üçü Türkçe ile ilgilidir. Bunlar: 1. "Numara"nın kısaltması olarak kullanılan No. Fransız­

cadan alınmıştır. Bunun yerine, Türkçeye uygun Nu . Kulla­ nılmalıdır. Bu teklif büyük ölçüde kabul görmüş ve birçok yerde kullanılmaya başlamıştır. 2. Bir şeyin maddeleri sıralandığı zaman "ç" harfi atlan­ mamalı, a,b,c,d yerine a,b,c,ç,d şeklinde sıralama yapılma­ lıdır. "ğ" ve "h" harfleri için de aynı kural geçerli olmalıdır. 3. Sıfat tamlamalarında sıfatın isimden önce gelmesi ku­ ralına aykırı olarak yazılan Mehmed il, Murad iV yerine il . Mehmed, iV. Murad şekli kullanılmalıdır. O tarihlerde henüz tam yerleşmemiş olan kuzey, güney, doğu, batı gibi yön isimlerinin uygun olduğunu ileri süren Atsız, eskileri yerine bunların tercih edilmesini teklif etmek­ tedir (ki, bu zaten kısa zamanda gerçekleşmiştir). Atsız, alfabemizde iki sese ait harflerin bulunmadığını, bu eksikliğin giderilmesini teklif etmektedir. Bunlar, "sağır nun" ve "açık e" harfleridir. Böyle yapılmadığı takdirde, an­ lam karışıklıkları da önlenemeyecektir. "Dil"in, bir milletin binlerce yılda yaratıp işlediği bir ze­ ka ve duygu hazinesi olduğu görüşündeki Atsız, onun, mil­ li şuurun çelik kalesi içinde saklanması gereğine inanmak­

tadır. Bu bakımdan, fiilin sona gelmesi kuralına aykırı ola­ rak cümlelerin fiille başlatılmasını çok sakıncalı bulmakta, bunun Türkçeyi yıkmak için yapılan sinsi bir davranış oldu­ ğunu iddia etmektedir. Atsız'ın, Türkçeyi en iyi ve en doğru şekilde kullanan yazarların başında geldiği kabul edilmektedir. Bunda, ede­ biyat öğretmeni olmasının yanı sıra kuvvetli bir eğitim gör-


252

mesi, dilimizin kurallarına saygı duyması , Türkçeyi milli ya­ pımızın temel taşlarından biri olarak telakki etmesi etkilidir. Böylece, eserlerinin ve makalelerinin hemen her seviyede­ ki okuyucular tarafından kolayca okunması ve anlaşılması mümkün olmuştur. Görüşlerinin genç nesiller üzerinde et­ kili olmasının sebeplerinden biri de budur.


253

ATSIZ VE KÜLTÜR Milli kültürün toplum hayatındaki yerine önem veren Atsız, bir memlekette rejim mülahazalarının mim varlık kay­ gılarından sonra gelmesini gerekli görmektedir. Bunun için, milli kültürün korunması kanunla sağlanmalıdır. "Başka bir­

çok şeyi olmadan bir devlet yaşayabilir; fakat millf kültürü olmadan yaşayamaz. Rejim elbise, kültür gıdadır. Dünya­ da her türlü rejimle yaşayan devletler var, fakat millf kültü­ rü olmadan yaşayanı gösterilemez. Millf kültür tehlikeye düştüğü anda içtimaf yapının vitamini azalmıştır. Arka­ sından zafiyet, çöküntü ve hastalıklar başlayacaktır. (1) "

Atsız, memlekette endişe verici bir kültü r bunalımı oldu­ ğuna inanmaktadır 0950). Bu kargaşa devam ettiği sürece Türkiye toprakları üzerinde bir "millet" olmayacaktır. Şu halde acil ve ciddi tedbirler alınmalı, mim kültürü korumak için çıkarılacak kanunda şu tedbirlere yer verilmelidir: 1. Her türlü yazılı yayın araçlarındaki -gazeteler ve tabe­

lalar dahil- imla yanlışlarından, tekrarında ağırlaştırılmak şartıyla para cezası alınmalıdır. 2. Okullarda imlaya önem verilmeli, bütün öğretmenler bir tatil devresinde kursa alınmalıdır. 3. Resmi evrakın doğru yazılması için daktilolar (yazı makinesi kullananlar) kurstan geçirilerek sınava tabi tutul­ malı, başaramayanlar işlerinden çıkarılmalıdır. (1) Atsız, "Mtl/I Kültürü Koruma Kanunu ", Orlıun, 55. sayı, 19 Ekim 1951


254

4. Türkiye'de Türkçe olmayan yer adlan değiştirilerek yenileri konulmalıdır. 5. Yeni doğan çocuklara mutlaka Türkçe adlar verilme­ lidir. İsteyenler çocuklarına İslami göbek adı takabilmelidir. 6. Soyadı Kanunu değiştirilerek soyadları başa alınmalı ve mutlaka "oğlu" veya "gil" ile bitmesi sağlanmalıdır. Yeni alınacak soyadlarının Türk dili ve zevkine uygun olması zo­ runlu olmalıdır. Azınlıklar, adlarını ve soyadlarını almakta serbest olmalıdır. 7. "Bay" ve "Bayan" hakkındaki kanun kaldırılarak eski lakap ve ünvanlar, Anadolu örfü dikkate alınarak asri bir şekilde canlandırılmalıdır. 8. Türk tarihi ve Türk dilbilgisi dersleri, ilkokuldan lise sonuna kadar, her yıl daha geniş şekilde okutularak Türk gençliğine sindirilmelidir. 9. Her türlü inşaatta milli mimarlık tarzımızın devamı sağlanmalıdır. 10. Orduda ve eğitimde, milli geleneklerden esinlenerek hazırlanmış kıyafetler kabul edilmelidir. 1 1 .Her gün çıkan yeni terimlerin dilimizi istilası önlen­ meli, her türlü ilim ve ihtisas şubelerine giren yabancı keli­ melerin derhal Türkçe karşılıkları bulunmalıdır. 1 2.Ceza Kanunu ile Medeni Kanun, Anadolu örfü dikka­ te alınarak yeni baştan ele alınmalıdır. 13.Geçmişten günümüze intikal eden milli kültür ve me­ deniyet eserlerimiz hızla onarılmalıdır. 14. Sönmekte olan milli spor ve sanatlarımızın canlandı­ rılmasına çalışılmalı, gerekirse bunların öğretilmesi için okullar açılmalıdır Atsız, milli kültür unsurlarını her vesileyle yüceltmiş, on­ lara yapılan saldırıları önlemek için gayret göstermiştir. Su­ na Kan'ın, bir gazetede yayımlanan ve Türk musikisini kü-


255

çümseyen yazısına cevabında, muhteşem bir tarihin müzi­ ğini küçük görmenin o muhteşem maziyi de küçük gör­ mek, kendisini bu milletten saymamak anlamına geldiğini belirtmiştir. Atsız'a göre, milli değerlerin modası geçebilir, müzelik olabilirler. Fakat yine saygı görürler. Mesela Itri milll ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik ayakta duracaktır. (2) Atsız'a göre millet hayatındaki vazgeçilmez unsurlardan biri de müziktir. Bazılarının dediği gibi müzik iptidai insa­ nın isterisinden doğmuş olsa bile artık güzel sanatların bir bölümü olarak hayata girmiştir. Çıkmaz, çıkarılamaz.rn Atsız, yakın çevresinde bulunanlardan Fırat Kızıltuğ'a parti ve dernek çalışmalarından uzak durmasını, musiki ça­ lışmasını ve bu alanda ilerlemesini öğütlemişti. "Benim bir milliyetçi musikişinasım olmalı" diyordu. Kızıltuğ, Atsız'ın marşları ve askeri musikiyi çok sevdiğini belirtmektedir. O yıllarda, Sovyet yönetimindeki Türk illerinden haber almak çok zordu . Fırat Kızıltuğ, radyodan güçlükle kayda geçirdi­ ği Azeri türkü ve şarkılarını Atsız'a götürür, o da bunları zevkle dinlerdi. Kurmangazi Halk Çalgıları Topluluğu'ndan yapılmış kayıtlar çok hoşuna gitmişti. Kazak ve Özbek şar­ kıları en beğendiği parçalardı." (4) Atsız, Türk musikisine gönül vermiş olan Yılmaz Öztu­ na, Prof.Dr. Muammer Kemal Özergin, Fırat Kızıltuğ, Cahit Atasoy gibi aydınların bulunmasından daima hoşnutluk duymuştur.

(2-3) Atsız, "Milli Değerler ve Milli Ruh ", ôtüken, 92. sayı, 20Aralık 1971 (4) Fırat Kızı/tuğ, "Ruhumuzda Atsız", Türkçülerin Kaleminden Atsu, lstanbul 2000


256

TARİHÇitiGi Atsız, yüksek öğrenimini tamamladığı Edebiyat Fakülte­ sinde M. Fuat Köprülü ve Zeki Velid! Togan gibi tarihçilerden ders görmüştü. M. Fuat Köprülü, bizde modem tarihçiliğin ve Türkolojinin kurucusuydu. Genç yaşlarında verdiği eserlerle haklı bir şöhret kazanmıştı. Zeki Velim ise özellikle Asya'daki Türk topluluklarının tarihi alanında uzmandı. Bu iki tarih bil­ gininden ders görmek, o dönemin öğrencilerini ayrıcalıklı kı­ lıyordu. Atsız'la aynı dönemden olan öğrencilerden Tahsin Banguoğlu, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Ahmet Hamdi Tanpınar üniversite öğretim üyesi olmuşlardır. Atsız ve Orhan Şaik Gökyay, asistanken üniversiteden çıkarılmışlardır. Bu durum, onların tarih ve edebiyat alanlarında çalışmalarını engellememiştir. Fakat Atsız"ın üniversiteden uzaklaştırılması, hem onun ilnıl kariyeri, hem de fikirlerini rahat bir ortamda yayamaması yüzünden son derecede zararlı olmuştur <n. Atsız'ın, Türk tarihi ve tarihçiliği üzerindeki görüşleri he­ nüz asistan olduğu dönemde netleşmeye başlamıştır. İlk ça­ lışmalarını

"Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adıyla

1935 'te yayımlamıştır. Bu eserde, Türk tarihinin, başlangı­ cından Kök Türk Devleti'nin kuruluşuna kadar olan döne­ mi ele alınmıştır. Atsız'ın Türk tarihinin sistemleştirilmesi hakkındaki tezi de ilk olarak bu kitapta görülmektedir. Atsız, Türk tarihinin sistematiği konusunda diğer pek çok tarihçiden farklı düşünmektedir.

Ona göre, tarihimiz­

de çok sayıda değil, sadece iki devlet kurulmuştur. Anayurt­ taki Türk tarihi, en eski çağlardan XI. yüzyıla kadar yalnız Doğu Türkeli'nde geçmiştir. Bu Doğu Türkeli deyimine , bu-


257

günkü

Moğolistan

ile

Moskof Avrupası'nın do­ ğu kısımları da girer. XI. yüzyılda batıda, ikinci bir anayurt daha kurulmuş­

a T ;,,. ı z

tur: Türkiye. Bu ' da Anadolu,

İran,

Azerbaycan,

Türk Tarihi

Irak ve Kuzey Suriye'den meydana

gelen

yurttur.

Bu iki anayurdun dışın­ daki

topraklarda

TOPLAMALAR

kurul-

muş olan devletler ise,

ll l l l N C I

r.öı.Ct.ı

hakim Türk sülalelerinin yabancı milletlere daya­ narak kurdukları devletlerin tarihidir. Ancak, bu devletler

sürekli

olma-

mış, Türklerin yabancı çoğunluklar arasında dillerini ve mil­ liyetlerini kaybetmeleri şeklinde devam etmiştir.C2) Tarihimizde çok sayıda devlet kmulduğu görüşü, hakim sülaleleri ayrı devletler saymaktan kaynaklanmaktadır. Hal­ buki, halkı, sınırları, toprağı, teşkilatı, dili, geleneği aynı olan iki devre arasındaki ayrılık, yalnız başlarındaki hane­ danın ayrı oluşundandır. Bu da, günümüze kıyasla kabine değişikliğinden farksızdır. Ayrı hanedanların ayrı devletler gibi sayılması, Türklerin tarihte çok devlet kurduklarını, fakat bunları uzun süre ya­ şatamadıklarını gösterir. Milletlerin ruhiyatı yüzyıllar içinde değişmediğine veya pek az değiştiğine göre, siyasi hayatta­ ki istikrarsızlık yüzünden Türkiye Cumhuriyeti'ni de uzun müddet yaşatamayacağımız gibi bir düşünceye yol açar ki, bunun ne kadar zararlı olacağı meydandadır. Atsız, Doğu Türkeli ve Türkiye'nin tarih şeması için şöy­ le bir teklifte bulunmaktadır:


258

Doğu Türkell'nde: Şu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . M.Ö. XII. - M . Ö . VII . Sakalar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .M . Ö . VII. Kunlar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . M.Ö. III

-

-

M . Ö . III. M.S. 216

Siyenpiler çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2 1 6 - 394 Aparlar çağı.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ....

394 - 552

Gök Türkler çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 552 - 745 Dokuz Oğuzlar - On Uygurlar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . 745 - 840 .

.

Uygurlar çağı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 840 - 940 .

.

.

Karahanlılar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 940 - 1 1 23 .

. .

.

.

Karahıtaylar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 1 23 - 1 207 Sekizler çağı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 207 - 1 218 Çengizliler çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 21 8 - 1 370 Aksak Temirliler çağı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 370 - 1 501 .

.

.

Özbekler çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 50 1 - 1920

Türkiye'de: Selçuklular çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

. .

.

. . . .

İlhanlılar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

.

.

.

Büyük heğlikler çağı . . .

. . .

.

..

.

. . .

.

. . . . . . . . 1040 - 1 249 .

. . .

. .

.

. . . . . . . .

1 249 - 1 336

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 336 - 1 5 1 5 .

.

.

.

.

.

Osmanlılar çağı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 5 1 5 - 1922 . . Cumh unyet çagı. - . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1923' ten ıtı'baren(3) .

.

.

.

. .

.

. .

·

Atsız'a göre, Türk tarihinin başlangıcı da tartışmalıdır. Bazıları tarihimizi Kök Türklerden başlatmakta, bazıları da Sakalar çağında başlaması gerektiğini ileri sürmektedir. M.Ö. 1 200 - M.Ö. 300 arasında Çin'de hüküm sürmüş Şu veya Çu 'lardan ilk Türk devleti olarak söz edenler de bu­ lunmaktadır. Hatta Sümerlerin Türk olduğu veya aralarında Türklerin bulunduğu tezini savunan ciddi bilim adanılan da


259 vardır. Günümüz tarihçileri bu konuda görüş birliğine var­ mış gibidir. Türk tarihi ile ilgili ilk belge Çin'deki beş dcre­ beyliğin Hun birliği ile yaptığı anlaşmadır (M . Ö . 3 18). Bel­ geye dayanan tarihimiz M . Ö . 4. yüzyıldan başlamakla bera­ ber kültür çevreleri olarak M.Ö. 3. bin başlarına kadar uzanmaktadır (Afanesyevo Kültür Çevresi). Bütün bu karşı fikirlerin bir sonuca bağlanması, ancak ilmi bir tarih kurul­ tayındaki tartışmalar sonunda varılacak kararla mümkün olabilir. Bu yapılmazsa, Türk dünyasında birbirine aykırı nazariyeler ve fikirler doğacak, gittikçe büyüyen ve soysuz­ laşan tartışmalarla belki de milletin aydınları birbirine düş­ ma n iki veya üç takıma böli.ineceklerdir. Bu da, manevi bir rahatsızlık doğuracak ve uzak gelecek için fesat tohumları atılmış olacaktır. Ti.irk

tarihinin kadrosuna

gelince:

Bu

konudaki

en

önemli ayrılık Çengiz'lc Temir (veya Temür veya Timur)'in Türk sayılıp sayılmamalarıdır. Bazı tarihçiler Çengiz'in Türk ve kurduğu devletin Türk devleti olduğunu ileri sürerken, bazıları onları milli düşman kabul etmektedir. Bir tarihçimiz de Çengiz'in yabancı, Tcmir'in Türk olduğu görüşündedir.

''.Aynı milletin tarihçileri arasındaki bu büyük fikir ayrılı,�ı ve gönlş farkı, hiçbir millette eşi gösterilemeyecek bir millf anarşidir. " (4) Bunun sebebi ise belgelerin eksikliği değil , tarihi ve milli şuunın azlığı veya yokluğudur. 'faıihin İlk Çağ, Orta Çağ gibi devirlere ayrılması, bütün in­ sanlığa göre değil, bir kıtaya veya bir kısım milletlere göre ya­ pılmıştır. Orta Çağ, Yeni Çağ gibi zamanlar bütün milletlerde aynı dönemi gösteremez.

Batı Avrupa'nın kendisine göre

yaptığı bir sınıflandırmaya körü körüne uymak doğru değildir. Dr. Rıza Nur, Türk tarihini "Eski Türk Taıihi" ( Devri - Milli Devir), "Yeni Türk Tarihi ( - Dini Devir) ve "Taze Türk Tarihi (

=

=

=

Türe ve Yasa

Müslümanlık Devri

İkinci Milli Devir) olmak

üzere üç çağa ayırmıştır. Zeki Velidi Togan da XVI . Yüzyıl or­ tasına kadar ilerleme ve yükselme çağı, Birinci Cihan Savaşı


260 sonuna kadar gerileme ve çökme çağı ve Birinci Cihan Sava­ şı'ndan sonra da üçüncü bir çağ olmak üzere üç ana çağa böl­ müştür. Fakat bu iki sınıflandırmayla ilgilenen çıkmamıştır.

"Aynı karışıklık Türkiye tarihinde de gönllmektedir. Tarih ­

çilerin büyük çoğunluğu Türkiye tarihini Malazgirt Meydan Muharebesi (1071) ile başlatmaktadır. Halbuki, Türk("J,.e, 1040'ta H01-asan 'da Selçuklu Tuğ1Ul Beğ 'in padişahlığı ile ku­ rulmuş, sonra büyüyerek birçok topraklarla birlikte Anado­ lu 'yu da kendisine eklemiştir. A ncak, hu devlet, üzerinde ku­ rulduğu topraklan kaybetmiş, kıuuluşıuıdan sonra fethettiği yerlerde tutunmuştur. •(5) "Bugünkı"i Türkiye Cumhuriye­ ti 'nin de başla ng ıcı Selçuklu Devleti 'Hin kwulduğu 1040 yılı­ dır. Malazgirt Savaşı ise, kurulmuş hir devletin, yani Selçuk­ /ıtların, komşuları 13izans ileyaptıkları bir savaştır. Bu çarpış­ madan sonra yeni bir devlet kum/muş değil, zaten var olan devlete Küçük Asya 'nın kapıları açılmıştır. 'Malazgi11'in yeni bir devlete başlangıç kabul edilmesi, Türk tarihini anlama­ maktan 7ürk tarihini de tıpkı ve mutlaka Fransız tarihinde­ ki Çl'1-çevrye göre mütalaa etmek isteğinden doğmaktadır. " (6) ,

Türkiye tarihindeki hakimiyet dönemleri üzerinde de fi­ kir birliğine varılamamıştır. Bir görüş, Türkiye tarihini Sel­ çuklular, Beğlikler, Osmanlılar tarzında sıralamakta, başka bir görüş Danişmendli, Selçuklu, Karamanlı, Osmanlı haki­ miyetleri bulunduğunu ileri sürmektedir. Atsız'a göre doğru sıralamanın Selçuklu, İlhanl ı , Beğlikler ve Osmanlı dönem­ leri olması gerekir. Osmanlı padişahlarının sayısı hakkında da ortak kanaat bulunmamaktadır. Padişahların sayısı, genel kanaate göre 36'dır. Ancak, bu doğnı mudur? Yıldırım Bayazıd'ın oğulla­ rı Süleyman , Musa ve l'vtustafa çelebiler ile Fatih'in oğlu Sul­ tan Cem de Osmanlı padişahları arasında değil midir? Bir­ çok beğlere ve vezirlere hükümdarlıklarını kabul ettiren, para bastıran, ordusu olan ve memleketin büyük bir kıs­ mında uzun zaman padişahlık eden bir prensin padişah sa-


261 yılmaması uygun olabilir mi? Atsız, bundan sonra, erken dönem Osmanlı tarihçilerinin ifadelerine dayanarak görü­ şünü delillendirmektcdir. Nihayet, Osmanlı tarihindeki terimlerle özel adların na­ sıl yazılacağı konusunda da birlik sağlanması gerekmekte­ dir. Şeyhülislamlık, sadrazamlık gibi makamların adları ne şekilde yazılmal ıdır? Ahmed, Mehmed, Mahmud gibi adla­ rın yazımında "d" mi, yoksa "t"

mi kullanılmalıdır? Atsız'ın

görüşüne göre, hu tarih! şahsiyetlerin adları asıllarındaki gi­ bi "d" ile yazılmalıdır. Bugün yaşayanlar ise kendi adlarını istedikleri gibi yazmakta serbesttir. Türk Silahlı Kuvvetleri, kara ordusunun kuruluşunu 1 363'ten başlatıyor ve yıldönümlcrini bu anlayışla kutluyor­ du. Atsız, 1963'te yazdığı yazılarla buna karşı çıktı.(7) Bu ya­ zılarında, 1 363'tcn önceki Türk zaferlerini, mesela Malaz­ girt'i kimin kazandığını soruyordu. 1 363'te kurulanın, dev­ şirmelerden meydana gelen hir/iki muhafız bölüğü olduğu­ nu belirtiyordu. Türk milleti 16 yüzyıl tarihsiz yaşamış, son­ ra birden aklına ordu kurmak mı gelmişti? Doğrusu, Türk ordusunun Mete tarafından M . Ö . 209'da kurulmuş olduğuy­ du . Atsız, yanlış değerlendirmenin mill1 kültür yoksunlu­ ğundan ileri geldiğini düşünüyordu . Bu yazı etkisini göstermiş ve Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihini Atsız'ın gösterdiği şekil­ de düzeltmiştir. Atsız, üniversitede edebiyat ağırlıklı öğrenim görmüştü . Fakat, ilmi çalışmaları daha çok tarih alanında kendisini gös­ termiştir. Bu sebeple, tarihle ilgili eserleri, edebiyatla ilgili

. . . büyük bir dil ve tarih bilgini idi. Hem dilci hem tarihçi olanlar nadirdir ve böyleleri, tarihte çok başanlı olurlar. Atsız, iyi Farsça, orta derecede Fransızca bilir, Arabca ve Almanca 'yı okuyup anlardı . . . Türklerin son bin yı,lda meydana getirdikle1i on bin kitabı ya okumu�� ya incelemişti. Bu vasıfta bir bilgin son devirlerde az gelmiş-

olanlardan daha fazladır.

"


262

tir. . . .İhtısas sabalan son derecede geniş olmakla da diğer ta­ rihçileri ·nizden ayrılıyordu. Orta Arya tarihi kadar, Selçuklu ve

Osmanlı devirlerinin de büyük müteha.'isısı idi. Bilgisi nis­

betinde büyük kompozisyon eserleri olmaması, hayatının da­ ğınıklığı sebebiy/edir. . . Son zamanlarda eski Türk Tarihi 'ne ait bir kitap üzerinde çalı.şıyordu ve hemen hemen bitinnişli. Başlangıçtan W. asra kadar gelen Türk Tarihi Üzerinde Top­ lamalar'ının son 40 yılda topladığı malzeme ile genişletilip düzenlenmiş şekliydi. il. Mahmud'dan bu yana Osmanoğıtl­ lan 'nın tarihi, diğer bir büyük eseridir ve hiçbir kısmı yayın­ lanmamıştır. . . . Siyasf tarih kadar edebiyat tarihini de bilmesi, jeneoloji müteba.ç_mı

ve

dilci olması, eserlerinin değerini çok

arttırmıştır. Bu tipte bir tarihçi artık yetişmemektedir. " (B) Atsız , bir tarihçide bulunması gereken nitelikleri şöyle belirtmiştir:

"Büyük tarihçi olmanın şartlarnıdan biri, tarihf olaylara iyice nı'ifuz edebilmek, kaynaklardaki gerçek ve yanlış payını iyi hesaplamak, hadiselerin daha önceki vakalarla bağlantı­ sını iyi tahmin etmektir. Büyük tarihçi, destan

ve

menkıbeler­

den de tarihf hakikatler çıkarma.m ıı bilen adamdır. " (9) "Atsız'ın Türk tarihi konusunda getirdiği dikkatlerden bi­ ri de kendisinden önce varlığıfarkedilmemiş Kürşad adlı bü­ yük

ve

meçhul bir Türk kahramanını ortaya çıkarmasıdır.

Doğu Göktürk Kağanlığı 'nın Çin boyıttufurnğuı ıa düştüğü ve

kağan ailesinin Çin hükümdannın samyında esir tutul­

duğu bir zamanda, yeğenini kurtararak kağan olarak oturt­ mak ve bu suretle Türk Devleti'ni yeniden diriltmek için, kırk fedai arkadaşı ile birlikte 639 yılında fağfurnn sarayına ina­ nılmıız bir cesaretle yaptığı baskın sonunda ölen Göktürk şehzadesi Kürşad 'ı Atsız cesaret ve fedakarlık bakımından Türk kabramanlannın en büyüğü olarak görmektedir ( C i­ "

han Tarihinin En Büyük Kahramanı: Kür Şad", Orhun, nr. 6, 19 Nisan 1934, s. 1 1 1 - 1 1 3 ; "En Büyük Türk Kahramanı: Kür


263 Şad", Kür Şad, nr. l , 3 Nisan 1947, s.3 "Kür Şad", TA, XXII, .•

424). Atsız Kürşad 'ı yalnız tarihf yazılannda ele almamış,

Bozkıntlamı Ölümü adlı romanınııı başkahramanlanndan biri yaptıktan başka adım sık sık andığı şiirlerinde de örnek ve

emsaLçiz bir kahraman sıfatıyla devamlı yükseltmiştir. En eski çağlardan Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar

yaptığımız savaşlann yıllara göre bilançosunu kurarak ta­ rihimizi mana/andıran bir yorom ortaya koyan Atsız ("Türk Ordusunun İftihar levhası ", Orhun, nr. 6, 19 Nisan

1934, s. 1 1 7-122) biryazı dizisi ile de, Osmanlı hükümdar­ lannı gafil ve zavallı kimseler olarak tanıtmak isteyen mo­ da olmuş bi1· görüşü sultanlanmızın çok isabetli bir hata­ sevap bilançosunu gözler önüne sererek geçersiz hale getir­ miştir ("Osmanlı Padişahları", Tanrıdağ, nr. 10- 1 1 , 1 0-17 Temmuz 1942) " . ClO)

(1) Yılmaz Ôztuna, büyük bir dil ve tarih bilg ini Atsız'ın ardmdan,

Hayat Tarih Mecmuası, 3. sayı , Mart 1976 (2) A tsız, Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır?Çınara/Jı, 1. sayı, 9 ARUS(OS 1941

(3) Türk tarihinin hıt şekilde sınıjlandııılması, bazı konulan açıkta bırak­ maktadır: 1. Tarihimizi bir biitı'in olarak ele alan bu sistem, Türle

ve

Moğol dö­

nemlerini birbirinden ayırmamaktadır. S(venpiler, Apar/ar, Karahıtaylar, Çimgizliler Moğol topluluk/an

ı,oe

devletlf:ri niteliğindedir. Hunlar, Siyeııpi

adını taşıyan eski Moğolla rla mücrıdele etm işlerdir. Apar/ar ise Avar da de­ nilen ]ııan-juanlardır. Bunlara Cücen de den ilmektedir. Bir Moğol devleti­

dir

ve

Kök Türkler tarajiııdan ortadan kaldmlmıştır. Zeki Velidf 11e Atsız,

Cengiz'in Türk soyundan geldiğine iııanmaktadıı: Öyle olsa bile, Cengizli­ ler Dev/eti'ni Türk droleli saymak imkansızdır. Türkiye tarihinde de ilhan­ lılamı ilk dönemlerini Tı'irk devleti olarak kabul etmek zordur. Selçıtklular Çağı ·nı ise sadece Türkiye ye mahsııs saymak doğıu değildir. Selçuklıı Dev­ leti, Batı Asya 'da kurulmıı.ş, oradan İran 'a ve Anadolu ya uzanmıştır.

2. Tek Türk devleti sistemi, bazı tarihf gerçekleri göz rırdı etmektedir. Av­ nı.pa Hun Devleti, Hazar Devleti, Büyük Bulgary:a

ı.ıe

füna Bulgar Devle-


264 ti'nin ilk iki yıiz yılı, Avrupa 'daki Avar Devlt!ti, Mısır'daki Tolunoğullan lhşidliler, Mc.'1ı1 liik Devleti 'nin ilk

ve

130yılı, Akhun Devleti, Harezmşahlar Dev­

leti, Altın Orda, Gaznelil<.'ı; Delhi Tı'irk Sııltanlığı, Ba/Jür lmparatorlıığu, Çin 'deki Tal>gaç Devleti bu tasn ife sığmamaktadır. Tasııifte Selçuklıılarla rahanlılar (940-1123)

ve

(1040-1249) aynı dönemde hiiküm süren Ka­ Karahıtaylar (1 123-1207) dönemlerini tek dev­

l�·te baf!lamak imkansızdır. Aynı şekilde Avar Devleti, Kök 1ürk Devleti, Dokuz Oğuz-On Uygurlar, Uygurlar

ve

Karahanlı Devleti'nin ilk dö11enı­

leri, Hazar Devleti '11in htlkimiyet dönemiyle çakışmaktadır. Bu döııemi tek devlet/(• açıklamak, diğerlerinin dikkate alınmaması aıılamma gel­ mektedir. Bugün de Türkler :yedi OJ!11 devletin smırlan içinde toplanmışlardır. Bun/an bir veya iki devlet halinde sınıflandırmak nasıl mümkıln değilse, tarihimizde ikidc.71 fazla dc."Vletin kunılmuş olması da bir eksiklik sayılma­ malıdır. Çünkü, Türkler başka hiçbir mtllette görülmeyen esnekltkle uzun göçlere

ve

sonra fetihlere girişmişlerdir. Anayurttan uzak bölgelerde, yeni

topluluklar teşkil etmişler ve bun/an teşkilii tlandınnışlardır. Bıt bakımdan, mesela Avrupa Hun Devleti ile Avar Devleti, başka hiçbir merkeze bağlı ol­ maksızın bükı"im sürmüşlerdi,: Ayrıı şekilde Karahanlı, Gazneli lu devletleri de aynı dönemlerde var olmuş Osmanlı Devleti ile Karakoyunlu

ve

ve

ve

Selçuk­

birbirleriyle çatışmışlardır.

Akkoyunlıı devletleri de aynı dönem­

de hüküm sürnıüş/ı>rdir. O ça,qda, devletlerin kuruluşunda milliyet ilkesi söz konusu olmadığı için bıt duıum yadıı-ganmamalı veya bir eksiklik sa­ yılmamalıdır.

3. Aynı zamanda birden fazla Türk devletinin bulunmamasını izah ve yerli halk üzerinde hüküm siiren %

güçtür. Çünkü, başka topraklarda

netim/eri Türk/tik dairesirıiıı dışına çıkarmak bize bir şey kazandırmaz. Bı.t rlı."Vletler, kendi bayrakları altında hükı1m sürnıüş/c.'r, kendi pamlannı

bastırmışlar, bağımnzlığı ve iktidan temsil eden sı'71ıbo/leri kıt/lanmış/ar­ dır. Güç/ti bir askeri kıtııvete dayanmışlar

IJC

kendi yönetim anlayışlannı

uygulamışlardır. Bu anl<4yışın, idareleri altındaki insan toplulıtklannın ve

coğrafyanın özelliklerine ,�örefarklılıklar göstermesi kaçınılmazdır. Bu­

nun da yanlış sayılacak bir tarafı yoktur. Çok devlet kurmanın aynı zamanda çok devletin yıkımı an/anıma geldiği düşüncesi de tam isabetli değildir. Bunun tersini düşünmek de mümkündür: 7ürkler, yıkılan bir devletin yerine derhal bir yenisini kura­ rak (veya başka bir hanedanı başa geçirerek) bağımsızlıklanm devam et­ tirmek

ve

bun u defalarca tekrarlamak gibi olağanüstıi. bir yetenek sahibi

olduklannı göstermişlerdir. Aynı dönemde birden çok Tıırk devletinin bu­ lunması zay!flık olarak görülmemelidir. Taribf şartlann gelişme tarzını


265 yüzyıllar sonra başka şekillerde yorumlamak tarih metoduna da uygun düşmemektedir. (4) Atsız, Türk tarihinin meseleleri, Yeni Sabah, 20 Kasım 1948 (5) Atsız, 900 ilnctı YıkUinilmiJ , 1stanbul 1955 (6) Atsız, Malazgirt Savaşı, Tilrk Yuntu, 6 2 76. sayı, Ağustos 1959 -

(7) Atsız, 'Türk Ordusu Ne Zaman Kuruldu?", Orkun, 18. sayı, 15 Temmuz 1963 (8) Yılmaz ôztuna. "Büyük bir dil ve tarih bilgini Atsız'ı kaybettik", Hayat Tarlb Mecmuas•, 3. sayı, Mart 1976 (9) Atsız, "Zeki Ve/idi Togan 'ın Tarihçiliği", ôtüken, S. 6, Ağustos 1970 (10) ômer Faruk Akün, "Atsız, Hüseyin Nihlil", mv /süım Ansiklopedi­ si, 4.c., lstanbul 1991



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.