Amiran Kurtkan Bilgiseven - Etnik ve Dini Bölücülük

Page 1


Prof.Dr. ..

Mehmet EROZ'E ..

GORE .

ETNiK VE .

.

DiNi BÖLÜCÜLÜK Prof. Dr. Amiran kurtkan BİLGİSEVEN TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI VAKFI

İstanbul

-

1991


Kulsun Serisi:13 TDA V Yayını: 82 Milli Yayın Nu.: ISBN:

Bu Eser Bakanlar Kurulu'nun 20.7.1980 tarih ve 8/1307 sayılı kararıyla vergi muafiyeti tanınmış bulunan TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMAIARI VAKFI tarafından hazırlanmıştır.

Her hakkı mahfuzdur. TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMAIARI VAKFl'nın müsaadesi olmaksızın tamamen veya kısmen herhangi bir değişiklik yapılarak iktibas edilemez.

Haberleşme: P.K. 94-34471 Aksaray/İSTANBUL Telefon: 5 1 1 10 06 - 5 1 1 18 33

Baskı Renk-İş


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

3

ÖN SÖZ

Türkiye'cft, sosya.C 6ütün[eşme He i�Hi ve 6ütün(eşmemid tthcfit tefen litr tür!ü mestCtyle aCa.kaCı korıuCa.rcf a akCa. 9elen ve eserleri kaynak 9östtriCmtyt cayık 9örüTtrı iCk isim�rcf trı 6iri, muJıakkak ki Prof. Dr. Mehmet ERÖZ ismicfir. i1Cktmi.zcftki litmtrı litr sosyoCoqım 6iCcfi_ği 6u 9erç.qi d'ikkatt aCa.rak onun kitapTanrıcf an sacfect ikisini tanıtıcı iki 6afı.is çerçevesirıcft Prof. Dr. Mehmet ERÖZ'ü 9electk nesiC lert tanıtmayı Weflecfik. Bu küçük kitap, e6ecfiyttt intika.Cin­ cf erı 6eş yı( sonra kıymet(i sosyoCoğumuzun fı.dtırası rıa o[an say9ımızı teyicf etmek. için rıeşrtcfiCmiştir. Kita6ı rıeşrtcftrı Türk. Dünyası Araştırma.Carı Vakfı'na teşe.Hür 6orç(uyuz.


4

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÔLÜCÜLÜK

PROF.DR.MEHMET ERÖZ'E GÖRE ATATÜRK, MİLLİYETÇİLİK VE DOGU ANADOLU 20 Haziran 1986'da kaybeııiğimiz aziz arkadaşımız ve kıy­ metli meslekdaşımız Prof.Dr. Mehmet Eröz'ün hatırasına ithaf edilmek üzere çıkarılan bir kitapta onu anmanın en güzel yollarından biri onun eserlerini tanıtmaktır. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1987'de Prof.Dr.Mehmet Eröz'ün bazı eser­ lerini bir araya getiren bir kitap çıkardı: "Atatürk, Milliyet­ çilik, Doğu Anadolu". Elinizdeki kitabın bu ilk bahsinde önce Mehmet Eröz'ün bu eserini tanıtmak istiyorum. Adından da anlaşıldığı gibi, kitap üç ana fikir etrafında toplanan yazıları ihtiva etmektedir. Birinci ana fikir ise Ata­ türk'ün Milliyetçiliği ve Milli Tarih şuuru fikridir. Bu ana fikir etrafında toplanabilecek şekilde kaleme aldığı makale­ lerinde, Mehmet Eröz her şeyden evvel Atatürk'ün ne sırf cemiyetin yarattığı bir aksiyon adamı olarak ve ne de sadece üstün zeka ve kabiliyetlerle mücehhez bir kişilik yapısı ile


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜX

5

izah edilebileceğini belirtmektedir. Bu konuda kendilerini din­ leyelim: "Sosyal çevreden gelen tesirler, onun şahsiyetine şekil ve­ rirken, kendi psikolojisinden gelen tesirler, bu şahsiyete, onun kişiliğini (ferdiyetini) ekliyordu. Böylece, hem cemiyetin, hem de kendi kendisinin eseri olmuş oluyordu. Durkheim'ci bir sosyolojik determinizmi bu vesile ile biraz hafifletmek gerekir. A ynı şartlar altında yetişen yüz binler içinden sadece Mustafa Kemal'in böyle bir şuura ve şahsiyete erişi, biyolojik ve psi­ kolojik determinizmin de eklemesiyle ve yardımıyla, girift problemi çözmeye yetmez. Söylenebilecek olan odur ki, fert ile cemiyet bir arada düşünülmelidir; ne psikolojizm, ne de sosyolojizm. insan, madde ile mananın, beden ile ruhun, bunlarla cemiyetin bir sentezidir. Karşılıklı sonsuz alış veriş vardır. ' Büyük adamı da ancak böyle bir sentezci görüşle anlayabiliriz" . Fakat ruhu ve bedeniyle insanın cemiyetle!' karşılıklı alış veri� girebilmesi ve cemiyetıen küllürün değerlerini alıp ona yeni değerler, yani yorumlar verebilmesi için fertlere kuvvetli bir milli tarih şuuru aşılanması gerekir. Eröie göre Mustafa Kemal imparatorluğun dört bir tarafında savaşıp düşmanların davranışlarıyla yüz yüze geldikten sonra Türk Tarihi'ni daha iyi anlama ve değerlendirme arzusunu gönlüne iyice yerleştirmişti. Eröz, Türk Tarih Kurumu'nun ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin kuruluşunu Atatürk'teki bu kuvvetli arzu ile i1.ah etmektedir. Eröz, Atatürk zamanında iki koldan ilerleyen çalışmaları izah eder. Tarihçilerimizden bir kısmı Türklüğün köklerini Orta A sya'da aramışlardır. Bazıları ise, "Türk medeniyetinin

Prof.Dr.Mehnıcı Eröz, Atatürk, M illiyetçilik, Doğu Türk�vaı

Anadolu, Tüı:k Dünyası Araştırnw/,1rı V,1kfı Yaym4 Matb.wcdık. Isı.1nbul,11987, s.2


6

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

köklerini Hititler'de, Urartular'da, Lidyalılar'da ve Bizanslı­ lar'da aradılar ve bulduklarını sandılar. Gökalp'in erken ölümü talihsizlikti. Türk Tarihi üzerinde dünya çapında bir otorite olan Prof.Zeki Velidi'nin (Togan) böyle bir tezin, ilmilikten uzak oluşuna bakarak Türkiye'den ayrılması, A vusturya ve A lman Üniversiteleri'nde ders vermeye başlaması ikinci bir kaybımızdır". Eröz'e göre "Atatürk'ün, bu ikinci tezi ve Güneş Dil Teorisi'ni tuttuğu pek söylenemez. Bir an için benimsemiş olsa bile, hakikati çabuk kavramış olduğu anlaşılıyor. Eröz bu konudaki şahsi bilgilerini §Öylece dile getirmektedir: 'Zeki Velid! Hoca'dan bizzat dinlediğimize göre, A tatürk, Türk elçisi ile kendisine iki kere para ve seıam göndermiş ve "Hoca 2 haklıymış" itirafında bulunmuştur" . Mehmet Eröz, milli mücadelenin sona erişinden on yıl sonra bazı düşünürlerin bir fikir dergisi çıkarmaya ve Marksist Leninist bir ideoloji aşılamaya çalışması karşısında A tatürk'ün doğruyu görme hususundaki dehasına işaret eder. Çünkü, Ata­ türk kendi milli şuuruna sahip bir aydın olarak Türk cemiyetini ve Türk Tarihi'ni yakından tanımaktadır. Halbuki, Eröz'e göre, "kadrocular bir dogmadan hareket eden, T�rk cemiyetini yakından tanımayan bir aydınlar gru­ budur. İçlerinden İsmail Husrev, Türk cemiyetini derebeylik düzeni olarak görmektedir. Prof.Ömer Lütfi Barkan, Türk ce­ miyetinin feodal bir yapıya sahip olmadığını, Batı'da da kabul edilen en ilmi delillerle ortaya koymuştur. Köprülü'nün ince­ lemeleri de bunu gösterir. Yakup Kadri, Türk köylüsünü, Orhan Gazi zamanında Türkiye'yi dolaşan İbn Batuta kadar bile sev­ memektedir. Yaban isimli romanında Türk köylüsüne olan nefretini ortaya koyar. Mesela seferberlikte (Birinci Dünya Prof.Dr.Mclımcı Eröz.

aynı eser, s.5.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

7

Harbi'nde) oğlu şehit olan Emeli Kadın, torunu çoban Hasan'la kötü talihini yenmeye çalışmaktadır. Bir gün Yunan askerleri küçük Hasan'ı işkence ile öldürürler. Emeli Kadın yıkılmıştır, sabaha kadar ağıt yakar. Yakup Kadri bunu "Emeli Kadın 3 küçük çobanın ölüsü başında ulumaya başladı" diye ifade eder . "Bütün bu misillleri vermekle Mehmet Eröz'ün güllüğü gaye A tatürk'ün zihniyeti ile kadrocuların zihniyeti arasındaki zıılığı gösterebilmektir. Çünkü Atatürk'ün iktisadi ve sosyal görüşü ne liberal kapitalizm ne de sosyalizmdir. Eröz'e göre Atatürk milliyetçi bir devlet adamıdır. Eröz, A tatürk'ün iktisadi görüşlerini veciz bir şekilde ö­ zeılemiştir. Meslektaşımıza göre, A tatürk "iktisadi kalkınmanın reçeıelerle ve mucizelerle değil, insan eliyle gerçekleşecek bir hadise olduğunu" bilen bir devlet adamıdır. Türk milletine sonsuz bir güveni vardır. Sanayi ve tarım sektörlerinin dengeli bir şekilde teşvik edilmesiyle ikıisadi kalkınTQanın gerçekle­ şeceğini düşünmekte ve fahr bir sosyal yapıyı devralan Cum­ huriyeı Hükümeıleri'nin kalkınmada devlete de rol veren bir ekonomi poliıikası benimsemelerini istemektedir. Böylece 1933'ıen itibaren Devleıçilik uygulamasına geçen A tatürk'ün devleıçiliği, Eröz'e göre asla sosyalisı veya komünist ülkeler­ deki ferdi teşebbüsü yok eden bir devleıçilik değildir. Devlet, hususi ıeşebbüsü destekleyecek ve onun yüklenemeyeceği işleri de bizzat yüklenecekıir. Mehmet Eröz, Atatürk'ün iktisaı po­ lilikasının çeşiıli özelliklerini izah eııikıen sonra bu politika­ nın çağdaş bir nitelik ıaşıdığını belirtmektedir. Milliyetçilik ana fikri eırafından toplanabilecek makale­ lerinde Mehmeı Eröz evveıa Türk Milleıi'nin ve Türk Milli­ yetçiliğinin çeşitli özelliklerini izah eımişıir. Mehmeı Eröz'e Prot:Dr.Mehmcı Eröz. aynı eser, s.33.


B

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

göre 'Sosyal Tekamül Basamakları içinde, aşiret teşkilatından, milli teşkilatlanma seviyesine ulaşmış olan insan toplulukları millet haline gelmişlerdir. Yüz yıllar süren bir tarihi akış, sosyal-kültürel pota içinde oluşan bu ürüne "millet" adını veriyoruz. Millet denilen en büyük sosyal zümreyi, bir çok düşünür, tek faktörle açıklamağa çalışmıştır. Böyle bir sosyal, kültürel ve tabii gerçeği, tek bir faktörle izaha kalkmak, ilmi 4 bir davranış olmaz" • •

Mehmet Eröz'e göre Hegcl'in, milliyeti, esrarengiz bir ruh olarak anlaması ve milli ruhların hepsinin üstünde bir cihan · ruhunun varlığını tasarlaması ne kadar hatalı ise, Ratzel'in, milliyete coğrafi şartların şekil verdiğini düşünmesi de o kadar hatalıdır. Eröz, milliyeti iktisadi bir menfaat birliği sayanlara da aynı şekilde karşı çıkmaktadır. Eröz'e göre milleti ırki bir zümre saymak da doğru değildir. Milliyet hakkındaki düşüncelerini açık seçik belirterek milleti az evvel belirttiğimiz şekilde tarif eden Eröz, daha sonra Türk Milleti'nin özelliklerini açıklamıştır. Ona göre Türk Milleti miJattan önce de varlığı göze çarpan bir millettir. Eröz'e göre Türk milletinin kökleri derin ve kültürü zengindir. Bu gün a.nlaşılan manada olmasa bile, aynı milli kültürü (Türk kültürünü) paylaşan, Türk uruk ve uluslarını Türk milletinin aynı kaynağı olarak kabfil etmeliyiz. Bunlar arasında Hunlar'ı, Avarlar'ı, Köktürkler'i, Hazarlar'ı, Uygurlar'ı, Proıo-Bulgarlar'ı, Kıpçaklar'ı ve Peçenekler'i bilhassa belirtmeliyiz. Oğuz Türk­ leri'nden olan Selçuklular ve Osmanlılar'dan çok önce devlet kurmuş, Türk kültürünü yaşamış olan bu cemaatler Türk mil­ letinin tarihinde değerli ve belli yer işgal etmektedirler. Gerek

l'rof.Dr.Mehmeı Eröz. aynı eser, s.59.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİI VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI

9

hunların, gerek Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin milli mirasçısı hu günkü Türkiye Türkleri'dir. Mehmeı Eröz, Ural-A ltay dilleri arasında bulunan Türk dilini büyük dillerden biri olarak ıanımakıadır. Bu yüzden, milli kültürümüzün ıemeli ol.ın Türk dili üzerinde ulu orıa müdahele yapmak Eröz'e göre son derece hatalıdır. Eröz, Türk ahl3kının yüksekliğini de bazı delillere dayanarak ö�e sür· mekıcdir. Bu hususla onu dinleyelim: "A rap gezgin ve tarih­ çilerden Cahiz, İbn Baıuıa ve İbn Fadlan, Türk ahlakını med­ heımekle bitiremiyorlar. Milli ahlakımızın genç kuşaklara ak­ tarılması ve yıkıcı cereyanlar önünde onların bu ahlak kaideleri 5 ile güçlendirilmeleri, terbiye (eğilim) işidir . Bu ıerbiye milli şuurun aşılanmasında o kadar önemli bir rol oynamak ıadır ki, Eröz Gökalp'ın "ırkça Türk olmadığı halde, ıerbiye ve kültürce Türk olanları bizden sayacağız• hükmünü aynen benimsemek­ tedir. Eröz'e göre, "çağımız, milliycıler çağıdır. Milliyet prensibi, en keskin ve seri bir sosyal gerçektir. Biricik realiteyi, iklisaııa vs. sınıf kavgasında bulanlar bile, bunun gerçek olmadığını görerek bazı şanlar altında milliyet prensibinden faydalanmağa çalışmışlardır veya çalışmaktadırlar" Yine Mehmeı Eröz'c göre; ''Türk milleti ordu milletir. Kışla, kışın geçirildiği yer demektir. Bu kelime, hem sivil halkın kışı geçirdiği yere verilen addır, hem de ordunun kışın ve daha sonra her mevsim kaldığı, barındığı yerin adı olmuştur".Eröz, muharebe meydanında son derece şiddetli olan Türk askerınin savaştan sonra ise aynı derecede insaflı ve merhametli olduğunu belirımektedir.

Prof.Dr.Mehmeı Eröz.aynı eser ..�66-67.


10

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNi BÔLÜCÜLÜl

Eröz'e göre, bir zümrenin, sınıfın veya tabakanın inhisa­ rında olmaksızın bütün fertlerin refaha erdirilmeleri, milli gelirin adil paylaşılması ve fertlerin sosyal güvenliklerinin sağlanması, toplumculuk adı altında ifade edilebilir. Şu halde Türk Toplumculuğu, Türk milliyetçiliği temeline oturan bir kavramdır ve bencil bir liberalizmle de, ferdi ezen totaliter rejimlerin prensipleriyle de bağdaşmaz. Bundan ötürü, Eröz sosyal adalet prensiplerini sosyalist ve komunist rejimlerden öğrenmeye ihtiyacımız olmadığını belirtir. Böylece Türk Milleti'nin kültür bakımından diğer dünya mil­ letlerinden hiç de geri durumda olmadığını belirten Eröz'e göre milli kültürümüzün yaratıcısı Türk halkıdır. Eröz bu hususta şu fikirleri öne sürer: "Köylerimizde, Alevi ve Sünni Türkmen aşi­ retleri arasında, Yörüklerde, milli kültürümüzün en saf ve kıymetli şekillerini, ham madde, yarı mamul ve mamul halinde bulabiliriz. Böyle bir araştırmada Kars ile Edirne arasında kalmak bizi kısır neticelere ulaştıracakıır. Kültürün bütünlüğü ve mekanı kesintisiz şekilde, onu bütün olarak ele almamızı gerektirmektedir. Yani zaman içinde, Türk kültürü araştırmalarına ne yalnız Cumhuri­ yetle, ne Osmanlı Devleli'nin kuruluşu ile ne de Selçuklular'la MaJazgirt'le başlayacağız. Milli kültürümüzün kökleri Hun Türk­ leri'ne dayanır ki, bu da bin tq yüz, iki bin yıl öncesi demektir. İncelememizde, türlü siyasi ve içtimai şekiller içinde, muhtelif Türk cemaatlerinin devrin şartlarına göre, oldukça yüksek bir medeniyet halinden, derece derece göçebe basitliğine doğru, çcşiıli kültür numuneleti verdiklerini müşahede edebiliriz. Bu basitlik, iptidailik değildir. Basil bir hayat yaşayan g�be Türkler'de bile oldukça yüksek bir kültürün izlerini vesikalardan takip etmek mümkündür'.6. 6

Prof.Dr. Mehmet Eröz, aynı eser,

ı.99-100.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

11

Fakaı Eröz'e göre büyük ve zengin nitelikteki Türk kültürü, ilgisizlik yüzünden yer yer yozlaştırılmış, bütünleştirici özü kaybolmağa yüz ıuımuştur. Bu durum, milli dayanışmanın yerini kabile tesanüdünün almasına yol açmaktadır. Milli birliğimizi parçalamağa yönelmiş bulunan dış tesirler, mezhep ayrılıklarına yol açıp bu ayrılıkları kışkırtıığı ve bu durum dış Türkler'de dahi göze çarptığı için Eröı., Türklüğün bu haline üzülen Azeri şairi Mirza A li Ekber Sabir'in bir şiirini kitabına (Türkiyede A levilik, Bektaşilik, Sf.422) almıştır. Biz de bu şiirin bazı mısralarını aktaracağız.

"Bir vakt Şah İsmail-il Sultan Selim'e MeftQn olarak eyledik İslAm'ı düllme Koyduk iki taze adı bir din-i kadime Saldı bu teşeyyü' (şiilik), bu tesennnm

(İki parça) (eski bir dine) (sünnilik)'- bizi

bize

Kaldıkça bu hatetle sezA-i eseriz biz Öz dinimizin başına engel kelefiz biz. Kitabın daha sonraki sayfalarında Eröı., Türk Ulusları, Uruk.lan, boy ve oymakları hakkında kısaca bilgi vermektedir. Ona göre, uruk, "ulus"tan daha küçüktür, "boy"dan ise büyüktür. Oğuz lehçesinde "boy"un anlamı, kabile, aşiret veya hısımdu. Oğuz­ lar'ın 24 şubes� (yani 24 boyu) vardır. Oymak da mekanı ifade eden oba halkının veya bir kaç obanın meydana geıirdiği sa;yal grupıur. Baha ciheıinden akrabaya 'YJy, ana ciheıinden olan akrabaya da sop denilir. Soy-sop tabiri bu ikisini birlikle ifade etmekıedir. Türklüğün en büyük, en kalabalık şubesi "ulus" değildir, "il" dir. Mchmeı Eröz'e göre "Oğuz ili, gönül ması ile Müslüman oldukıan


12

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÔLÜCÜLÜK

sonra "Türkmen" adını aldı. A zerbaycan Türkleri, Irak Türkleri, Anadolu Türkleri, Rumeli Türkleri hep Oğuz Türkü'dür Türk­ men'dirler. Batı Türkistan'da, Sovyetler tarafındah kurdurulm� sözde Türkmenistan Cumhuriyeti halkı Türkmen'dir. Afganistan Türkleri'nin bir kısmı da Türkmen'dir. Oğuzlar (Türkmenler) Anadolu'yu taşı ve toprağı ile Türkl�ıirdikıen sonra, yavaş yavaş yerleşik hayata geçıiler. Göçebeliğe devam edenlere gene Türkmen denilmekle beraber, bu tabir daha ziyade yarı göçe­ beler için kullanılır oldu. Göçebelere

yl!rftk

denildL Bu kelime

"yörümck"ten gelir. Kabiliyetli anlamını veren yüğrük kelimesinden yapılmış yürk kelimesi ile "yörük"ün ilgisi yoktur. Manalar başka başkadır. Bazı tarihçi ve araştırıcılar kelimeyi yanlış kullanmakta­ 7 dırlar" . Mehmet Eröz'e göre "İslamiyet'in birleştirici rolü yanında, onu dar bir kalıp i;inde anlar ve müsamahasız bir göriişe sap­ lanusak, bölücü bir tesiri olabilir'8. Eröz, bu tesirin din müessesinden değil, bizim onu yanlış almamamızdan kaynaklandığını hclirtmekıedir.

Eröz, dinimizi

A rap kültürünün yorumlarına yüzde yüz sadık kalarak anla­ mamızın da mahzurlu olduğunu belirtmektedir. Bunun ne demek olduğunu bir misalle anlatmaktadır: "On yedi yıl kadar önce kasabamızda Türk asıllı çok muJaassıp olan hemşehrimizin, Türk­ ler için "Ye'cuc-Me'cuc" dey4çine ve kendi soyunu kötüleyişinc şahit olmuştuk. Bu kelimelerin ne demek olduğunu sorduğumuzda Kuran'da yazılı olduğu, oradan öğrenmemiz· gereWği cevabını aldık. Son devrin en büyük müfessir ve din Jlimlerinden.merhum Elmalılı Kü;ük Hamdi Efendlnin on cilılik muhteşem tefsirine baş vurduk. Avrupalılar'ın "Agog-Magog" dediğ4 İslam kaynakProf.Dr.Mehmcı Eröz. aynı eser, .�109. Prof.Dr.Mehnıcı Eröz. aynı eser, s.119.


PROF.DR. ERÖZ'E GÖRE ETNİK. VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK.

13

Jannda "Ye'cuc-Mecuc" diye geçen ke/üneler, zalim bir kavmi ifade ediyordu Bu kavün büyük bir seddin bir yanında oturuyordu. Kısa boylu, çekik gözlü ve çok kalabalık idiler ve dünyayı fesada boğacaklar, insanları mahvedecek/erdi Bunların şerrine karşı, seddin 6bür yanındaki kavim, veU ve peygamber olan "Zulkar­ neyn"den yardım dilemişlerdi Kuran'da böyle yazıyordu Bu ayeti tefsir eden bazı Osmanlı devri din adamları, aman dileyen, yardım isteyen kavmin Çinliler olduğunu, "Ye'cuc-Me'cuc" de­ nilen ve dünyayı ifsat edecek kavmin ise Türkler olduğunu, Türklüğün İslamiyet'c olan hizmetini bir kalemde silip atarak, yazabilmiş, söyleyebilmişlerdlP. Burada Mehmeı Eröz'ün gösfeıdiği "Türklüğün İslam'a hiz­ meıi" fikrinin doğruluğunu kimse inkar edemez. Zaten bazı hadislerde Türk ordusu methcdilmiştir. Burada Mehmet Eröz'ü doğrulamak üzere bizim ilave edeceğimiz bazı hususlar da vardır. Şöyle ki, Kuran'ın bir ayetinde "onlar Allah'ı sever, A llah da onları sever" diye methedilen ve müminlere karşı çok yumuşak, kafirlere ise aman vermez bir tabiata sahip oldukları belirtilen kavim de çok kuvvetli bir ihtimalle Türk­ lcr'dir. Fakaı bizim eklemek istediğimiz en önemli husus, Kuran'da belirtilen

sed, duvar

anlamındaki kelimenin yanlış

tefsir edildiği hususudur. İlgili ayet "Ye'cuc-Me'cuc" terin bir duvarı (veya scddi) aşarak, kıyamete çok yakın bir zamanda dağlardan ineceklerini belirtirken ifade elliği duvar, maddi bir engel olmayıp, bu kavmin ses duvarını aşmaya benzer bir başarı ile aştıkları ve uzaydan inmelerini sağlayan bir fiziki engel olabilir. Eröz, kendi kültürümüze, gerek dini gerek milli açılardan sahip çıkmayışımızdan doğan menfi sonuçları genellikle alt 9

Prof./Jr.Mehnıeı Eröz. aynı eser, s.119-120.


14

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔL0C0L01.

kültür grupları ve Doğu A nadolu açısından ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. "Alt kültür grubu olarak ele alınması gereken ve Türkiye için, zamanında devralmadığı takdirde mühim bir tehlike ya­ ratabilecek olan mezhep zümresi A levi-Bektaşi zümreleridir.

"Şehir Alevisı" adını da alan Bektaşiler'in mühim bir kısmı, Rumeli asıllıdır. Bunların çoğu, eski fetih günlerinin hatıraları ile dolu dolu insanlardır ve vatan muhabbetleri kuvvetlidir. Namaz niyazla ünsiyetleri olanların da azımsanamayacak sayıda olduğunu belirtmek gerekir. İslam dini, İsJam tasavvufu ve eski Türk kültüründen oluşmuş bir mezhep hayatı yaşayan Bektaşiler'in, Türk milli yapısı içinde kaynaşmış bir halde bulunduklarını ve bir mesele teşkil etmediklerini rahatlıkla söyleyebiliri1. Fakat, "Köy Bd13şilert' denilen Kızılbaş Alevi zümreleri üzerinde dikkatlice durmamız Jazım gelir. Çetmi (Çepni), Tahtacı, Nalcı, Sıraç, Türkmen gibi adlarla anılan ve Türkiye'nin her yerinde bulunan ve oldukça kalabalık bir nüfusu meydana getiren bu cemaatler, dış tahriklerin tesiri ve basiretsiz bir devlet siyaseti yüzünden, küskün topluluklar ha­ line gelmişlerdir. Kısa bir tebliğ içinde anlatılması mümkün olmayan, Türk Töresi ile ilgili olarak devam ettirdikleri dini hayat (Cem geleneği ve Sır saklama adeti), Sünni Türkler arasında asılsız bir çok rivayet ve iftiraların yayılmasına yol açmıştır. "Mum söndürme" ithamına kadar varan bu peşin hü­ küm, cahili ve okumuşu ile biz Sünni Türkler'in ferdi ve içtimai vicdanında, mühür gibi kazınmıştır. Böyle korkunç bir itham ve inanış, A levi cemaatlerini, komşu Türk köy ve ka­ sabalarına, ora halkına yüz yıllardır düşman haline getirmiştir. Zaman zaman misyoner ruhlu hocaların gayreti ve geniş gö­ rüşlü, misafirscver insanların sosyal münasebetlerin arıırılma­ sında müspet rolleri görülmüş olmakla bcrebcr, bu yetersiz


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİl VE DİNİ BÔLÜCÜLÜl

ıs

kalmıştır. Sağlam bir aile hayatı yaşayan ve namuslarına düşkün olan bu insanları can evlerinden vurduğumuzun farkına balen varmış sayılmayız. Sınıf kavgası iddiasıyla ortaya çıkan sol, bu küskün zümreleri avlamanın hünerine sahip bulunduğundan, bu hususta büyük başarı kazandığını teslim etmeliyiz. Gerçekten, yarım yüz yıla varan sistemli 10 ve sinsi bir çalışma ile, bu kitleler bizden büsbütün koparılmıştır." Mehmet Eröz, kürtlük meselesi üzerinde de hassasiyetle durmaktadır. Ona göre, "önceleri Batılılar sonra da Rus bil­ ginleri, dört dil grubunu (Kırmanç, Gıiran, Lıir ve Kalbur) birleştirerek, "Kürtıi" adı altıda toplamağa çalıştılar. Bunlardan son üçü, İran'da bulunmaktadır. Gerçi, Gıiranlar'ın bir kolunun Türkiye'de olduğu söylenirse de, Zazalar'ın bunlarla ilgisi kesin olarak ispat edilmemiştir. Lurlar'ın apayrı bir men�en olduğu anlaşılmaktadır. Kalburlar da öyle. Bir Kürt !"illiyeti var etmek için olanca gayreti ile ilmi çalışmalar yapmış olan Minorsky bile bu gerçeği kabul eder ve şöyle der: "Her şey Fars Kürtlerinin, Kürdistan kabilelerinden farklı oldukları ka­ naatini vermektedir." Şöyle devam eder: "XX.yüz yılda, Kürtler arasında, bu kavme mensup olmayan bir İrani unsurun (Gu­ ran-zaza zümresi) mevcudiyeti ortaya çıkarılmıştır." Başka bir Batılı kaynakda, Musul çevresindeki Gıiran ve Kırmançlar'ın farklı olduğu, Kırmançlar'ın sonradan gelerek onlar üzerinde hakimiyet kurduğu, bu yüzden hakimiyet ve tabiyet ananesinin tamamıyla unutulmamış olduğu anlatılır. Bunun üzerinde Minorsky de duruyor. "Kürtler içinde bir çok yerlerde sırası ile yeni gelenlerin siyasi hakimiyetine müstenit içtimai tabakalar görülmüştür (Süleymaniye'de Savuç-Bulak'ta ıo

Prof.Dr. Mehmet Eröz. aynı eser, s.129.


16

PROF.DR. ERÖZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK.

ve Şakaklar'a boyun eğmiş K üresinliler'in görüldüğü Koıur'da ). Sistemli tetkikler, Kürt adı ile örtülen bir tabaka altında bir 11 çok eski kavimlerin mevcudiyetini ortaya çıkaracaktır" • Eröz bu fikre gönülden katılıyor ve sistemli tetkiklerin, Minorsky­ 'nin değil, bizim yüzümüzü güldüreceğine inandığını belirtiyor. Eröz, en eski Türk kaynağı olan Orhun abidelerinde

Kürt

adına rastlandığını da belirtmektedir. Elegeş yazıtında geçen

Kürt el Kan

ibaresi bu kabilenin adıdır. Eröz, tanınmış Macar

Türkologların'dan Rasonyi'ye göre Macar Kürt boyunun Yeni­ sey'de gösterilen Türk Konfederasyonuna bağlı Türk asıllı bir Kürt oymağı olabileceğini belirtmekte ve Türk yazıtlarında, Yenisey'de gösterilen Türk Konfederasyonu'na Köktürk haki­ miyeti çağında katılmış olabileceklerini ifade etmektedir. Ne var k� Yavuz Sulıan Selim

zamanında Harezmli Alevi Türkler

dahi Ckrsim dağlanna çekilmek zorunda kalarak kürtl�m�lerdir.

Mehmet Eröz, Doğu Anadolu'nun çeşitli alı küllür grup­ larının Türk kültürünü taşıdıklarını gösteren çeşitli delilleri öne sürerek ve yer adları üzerinde de durarak, milli kültü­ rümüze hala sahip çıkamadığımızı ifade etmekte ve kaybolan (Türk kültüründen kopan) Türkler için duyduğu derin üzün­ tüyü .dile getirmektedir. Erüz'ün bütün eserleri gibi "Atatürk, Milliyetçilik, Doğu Anadolu" kitabını meydana getiren makalelerinde de göze çarpan husus, yüreğini dolduran engin millet sevgisi ve Türk kültürüne duyduğu büyük hayranlıktır. Hayranlık uyandıran bu hayranlık önünde hürmetle eğil­ memiz ve Eröz'ü genç nesillerimize daha iyi tanıtmaya çalış­ mamız gereklidir. 11

Prof.Dr.Mchmct Eröz, aynı eser, s.133.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜX.

17

PROF.DR. MEHMET ERÖZ'E GÖRE TÜRKİYE'DE ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK Kaybeııiğimiz değerli ilim adamı Prof.Dr.Mehmet E­ röz çeşitli kitap ve makalelerinde, özellikle Türkiye'de A levilik-Bektaşi lik adlı kitabında, A levi.:-Sektaşi Türk­ lerle Sünni Türkleri kaynaştırma hususunda fikir ve in­ celeme mahsulü olan bir muhakemenin sonraki çalışmalar için temel teşkil etmesine muvaffak olmuştur. Bundan sonra yapılacak araştırmalar için bu temel, kuvvetli bir dayanak teşkil edecektir. Eröz'ün bu konuya ilgi duyma­ sında şüphesiz milliyetçi bir aydın olması rol oynamıştır. A ncak, "Türkiye'de A levilik-Bektaşilik" kitabının önsö­ zünde de belirttiği gibi aile çevresindeki dostluk ilişkileri de küçük yaştan beri onu etkilemiştir. Bu konuda ken­ t2 disini dinleyelim :

12

Mehmet Er.öz, TOrkiye'de Matbaacdık.. Isı. 1977, sf.1>14.

A/evtlik, Bektaştlik, Otağ


18

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK. VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK "A ydın ilinin Yeniköy'ü ile Gümüş köyleri arasındaki incir

bahçemize misafir olarak Tekke köyünden gelen Tahtacılar eserin ilk tohumlarının atılmasına ve filiz vermesine sebep olmuşlardır." Eröz'e göre çevre halkı "abdal" adı ve­ r ilen bu Türkmenlere "Hızır" gözü ile bakmaktadır. Eröz, onların, ailesine ait incir bahçesine yaptıklar ı ziyaretlerle ilgili h atıraları na şöyle dev am eder: "On­ lara hızır gözüyle bakarak, r ahmetli anacığımın cömert eller inden alıp saygıyla yiyecek sunarak, mutluluğun doruğuna erdiğim o demlerde, güleç yüzlü, temiz k a lpli Tahtacılar bize misafir gelirdi. Ana tar afından dedem olan A k kuşoğlu Hasan Hüs eyin A ğ a, onları hoş t utar­ mış. Hem adına, hem şahsına sevgi duyarlarmış. Çok sevdiği bir incir fidanı dibinde abdest alan ve beş vaktini g eçirmeyen dedemin, din konusundaki müsa­ m ahakarlığı aile çevremizde, hısımlarımızda da devam etmiştir. Gerek onlar hakkında, gerek ilçemize pazar­ dan pazara gelen A sıtepe T ahtacıları ve Sofular köyü Çet m ileri (Çepnileri) hakkında, köy ve kasaba çevre­ lerinde duyduğum sözler, çocuk kafamda çözülmesi çok güç olan meseleler düğümlenmesine yol açıyordu." B u meseleler, Eröz'e göre halkın bu Türkmenleri, Müs­ lümanlığın biraz dışarısında saymasından kaynaklanı­ yordu. Eröz hu insanlar hakkında edindiği intibaı şu 13 cümlelerle ifade eder: "Benim bildiğim, gördüğüm, ay­ nı sofr ada yemek yediğim bu temiz Türkmenlerin kötü o lmasına imkan yoktu. Yıllar heyecan yüklü düşünce kırıntılarını, şuurlu birer fikir yumağı haline çevirdi. A rada fırsaı düştükçe A levi köylerine araştırma yap­ mak, onları yakından tanımak için koşuyordum. İçimin ı�

Mehmet Eröz. Ayııı h-;er. sf.14


PROF.DR. ERÖZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

19

en arı ve duru sesi, yakınındaki komşu sünni köyüne küs denilecek durumda olan bu köylüleri bir anda büyülüyor, yılların tanışıklığına sahipmişcesine, bize karşı çok sıcak ilgi gösteriyor, çok candan davranıyorlardı. Bu sözler, anlatılması çok uıun olan, nice tecrubelerin ve müşahedenin, satırlarda görünebilen küçücük gölgesidir." Fakat, iki nesil (Eröz'ün dedesi ile babas.ının mensup olduğu nesiller) arasında yavaş yavaş müsamahanın azalıp düşmanlık­ ların arııığını şu cümleden anlıyoruz: "İlk serzenişli sitem rahmetli babam Serçinli Ali Efendi'den gelmişti. Memlekete gittiğimizde bizi ziyarete gelen Tahtacıları görerek, acı ve manalı bir gülüşle: "Aleviler bizim Mehmet'i Dede yapmışlar." demişti. Bu sitem çok ağrıma gitmiş ve: "Baba ben Sünni Türklerle Alevi Türkleri kaynaştırmağa çalışıyorum. Davamı sana anlatamazsam kime anlatabilirim? Beni kim anlar" diye '

14

yakınmıştım .

Mehmet Eröz'e göre, Osmanlı Türklerinin Rumeli toprak­ larında yayılmaları esnasında bir yandan misyoner dervişler ve bir yandan da bu topraklara yerleştirilen Kızılbaş Türkmen oymaklarının etkisiyle buralara Alevilik ve Bektaşilik yayıl­ mıştı. Eröz, Alevilik ve Bektaşilikle ilgili kitabında bu grup­ ların daha ziyade Türkiye topraklarında yerleşik olanlarıyla ilgilenmiştir. Edirne'den Kars'a kadar hemı;n her köy ve kentle rastlanan Aleviler ve Bektaşilerden bazıları üzerinde bizzat araştırma yapmıştır. Araştırmanın gayesi, Türk milletini bir­ leştirmek, kültür ayrılıklarını ortadan kaldırmaya hizmet ede­ bilecek temelde müşterek olan değerleri ortaya koyabilmektir.

14

Mehmet Eröz. Aynı eser,

s.16.


20

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİl VE DİNİ BÔLÜCÜLÜl

Eröz'ün bizzat inceleme yaptığı yerlerden bazılarında zaten Sünniliğe doğru kendiliğinden bir dönüş gerçekleşmektedir. Mesela Edirne'de Meriç'in Nasuhbey ve Umurca köyleri ta­ mamen Bektaşi olup, 1973'te Sünni liğe doğru tereddütlü olarak yaklaştıkları Eröz tarafından tespit edilmiştir. Bu tereddüdün sebebi civar köylerin şüpheci ve alaycı bir tavırla onların davranışlarını takip etmeleridir. Bozüyük ilçesine bağlı Kızıl­ capınar köyünde de benzer bir durum vardır. Mehmet Eröz bu köydeki intibalarını şöyle anlatır: "Bir kurban bayramında ziyaret ettiğimiz Kızılcapınar köyünde çok iyi karşılandık. Yanımızda Sünni bir Karakeçili vardı. Kızılbaş Karakeçililer de kurban kesmişti. Cami yapmışlar, ayakyolu, şadırvan ve diğer tesisleri ile adeta bir külliye kurmuşlardı. Suları şırıl şırıl akıyordu, tertemizdi. Ürkek, çekingen, bezgin ve üzgün halleri vardı. Bizi tanıdıkça açıldılar. Onlar da bu halden yakınıyorlardı. Yan yana Karakeçili köylerinin birbirine bu yabancılığı, Türk kültürü hesabına utanılacak bir haldi. A ynı durumu Kayseri'nin Pazarören'inin Söğütlü köyünde gördük. Bu köyün halkı Avşar idi. Yarısı Sünni, yarısı veya yarısına yakını A levi idi. A ynı köyde aynı boy'un, ata'nın çocukları, birbirine adeta yabancı idiler.

1 evrede

A vşar köyleri olduğunu öğrendim 5•

bunun gibi epeyce

Mehmet Eröz'e göre, A levi dedelerinin otoritesinin yer yer süratlc yıkıldığı bölgelerde bilhassa gençler bir inanç boşluğu içine düşmektedirler. O halde bu boşluk niçin meydana geliyor? Hepsi de

birlik

dini olan İslamiyet'e bağlı bulunan hu insanlar

niçin ayrı ayrı inanç grupları haline gelmişlerdir? Mehmet

15

Mehmet Eröz,Aynı

eser,

s.28-29.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK. VE DİNİ BÔLfJCÜLÜX.

Eröz, bu meselenin tahkikini hayatının

esas

21

gayelerinden biri

haline getirmiştir. inanç farklılığının nereden ileri geldiğini anlayabilmek için evveıa Alevilerin ve Bektaşilerin inançlarını İsJam'ın öz değerleriyle mukayese etmemiz lazımdır. "Bektaşilere göre, insanda gerçek varlığa (Allah'a) ait bir kıvılcım vardır ve bu kıvılcım, insanı doğduğu kaynakla bir­ leşmeye zorlamaktadır. Birliği (vahdet'i) bulma veya biricik gerçek varlıkla bir olma şeklindeki bu istek, kendisini ken­ disiyle (benlikle) olan mücadelede belli eder. Benlik (nefs-i emmare) yenilirken, bir olma (tevhid) duygusu da mümkün kılınır. Benliği (nefsi) ve ikilik duygusunu yenmek için yapılan bu mücadele "aşk" gücüyle ve "Küntükenz sırrı"na ermekle mümkün olur. Kutsi hadiste geçen "gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim" ibaresinin Arapça'daki karşılığı "küntükenz" olmakta, buna "kenz-i mehfi" de denmektedir. 'Bu aşk gücü, Mevıana'daki A llah aşkıdır. Kul Budala diyor ki:

Aşk kitabın açtım, okur yazarım; t6 Hakka doğru açılmıştır nazanm . Evet, Mehmet Eröz'den aldığımız bu satırlardaki izahlar, İslam'ın özünü en iyi anlayabilmiş olan Sünni mutasavvıfların izahlarından kıl kadar farklı değildir. Çünkü bütün tasavvufun temel gerçeği Kur'an'daki surelerin çeşitli ayetlerinde dile getirilmiş olan tevhid gerçeğidir. Mevıana'ya göre U

illallah 16

ilahe

ibaresi avamın imanıdır. Gerçekleri ilimle ve aşkla

Mchnıeı

Eröz. Aynı eser. s.206.


22

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

mevcude illallah

anlayabilenlerin imanı, U

(Allah'tan başka

mevcut yoktur.) imanıdır. Bu imandan yoksun fertler bir ser­ vete, bir kadına.. bir

ilah

gibi taptıkları zaman, o mukayyet

ilahın da Allah'tan bir görünüş olduğunu kendilerine hatırla­

ilahe illallah hitabıdır. Mutasav­ Evvel O'dur. Ahir O'dur Zahir O'dur. Batın O'dur ifadesine dayanarak La mevcude illallah düsturu ile ifade ve idrak etmeye muvaffak olurlar. tacak hitap, Kur'an'daki U

vıflar tevhi d gerçeğini Kur'an'ın

Bundan ötürü bütün kainat Allah'ın kendinden açılan ve günü geldiğinde kendi sonsuz varlığına kalbederek bir kitabın sahi­ felerini kapatır gibi kapatacak olduğu kendi kitabıdır. Gaybi bunu şöyle ifade eder:

Kitabıdır kamu alem Hüda'nın, manası adem; Yine kendi kitabını açar birbir, kapar birbir. Gaybi'nin bu mısralarda ifade elliği gerçekle Kul Buda­ la'nın ifade elliği gerçek arasında hiç bir fark yoktur. Çünkü Kul Budala da:

"Aşk kitabın açtım, okur yazarım."

derken

şunu ifade etmek istiyor: Allah bu kainatı kendi kitabı gibi açarke�, ben vücudumla mevcut değil, fakat ruhumla belirsiz bir nur halinde allah'ıa gi zliydim. Tıpkı Yunus'un dediği gibi binişan (nişansız, belirsiz) bir nurdum:

Kulhuvallah sıfatlı bir binişan nur idim. O halde, Allah bu kitabı okumak için açmıştır. Fakat kimin gönlünde ve kimin idrakinde bu okuma fiili leşecek? Gerek

Kul Budala 'ya,

gerek

Yunus'a

gerçek­

göre, her yerde

ve her şeyde Allah'ı gören insan-ı kamil, yani nefs-i emmaresini (yılan gibi olan nefsini) terbiye ederek yedi nefs mertebesinin birinden öbürüne terfi ede ede

nefs-i safiye'ye

yükselen nefs


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

23

(katıksız Allah nurundan ve Allah aşkından ibaret hale gelmiş .nefs) sahibi olan gerçek insanın gönlü (o fert her şeye baktığı zaman Allah'ı gördüğü için) Allah'ın bir aynası haline gele­ cektir. O halde Allah kendini kendi aynasında seyreder gibi insan-ı kamilin gönlünde ve idrakinde kendi güzelliğini, kendi büyüklüğünü ve kendi aşkını seyredecektir. Bunun için Kul Budala:

"Hakk'a doğru açılmıştır nazarım."

buyuruyor. Kul

Budala'nın nazarının (yani bakışının) Hakk'a doğru açılmış olduğunu belirten mısraında ifade elliği bu gerçek, aynı zamanda Yunus'un ve diğer bir Sünni mutasavvıf olan N i yaz i'nin ifade ellikleri g e rçeğin t a kendisidir. Yunus şöyle der:

Yunus Emre gözün aç bak, İki cihan doludur Hak . . Keza Malatyalı Niyazi-i Mısri de bütün kainatı v e k ainaııaki h e r ş e y i , niteliği bilinemeyen s o n s u z bir kuvve olan A llah'ın, görünüp bilinebilen dış yüzü, y an i kısmen zuhura gelmiş olan veçhi (Semme Veç­ hullah) olarak görür:

Arife eşyada esma görünür, Cümle esmada müsemma görünür, Bu Niyazi'den de Mevla görünür. Arif isen Semme Veçhullah'ı bul, Kande baksan o güzel Allah'ı bul.


24

ROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÔLÜCÜLÜl

İşte, Niyazi'den görünen Mevıa (Mevla'nın kısmi bir zuhuru) olduğu gibi, A li'den görünen de Mevla'dır. Çünkü, Niyazi'ye göre de, bütün eşyanın esması (isimleri) içinde her ismin sahibi (müsemması) ve hakikati, kısmen zuhura (görünür hale) geçmiş olan A llah'tan başkası değildir. Fakat, çeşitli isimlerin (esma'nın) sahipleri, kendilerinde gizli olan kenz-i mahfiden (gizli hazineden) haberli değillerdir. Mevlana, kendini maddi vücuttan ibaret zanneden insanı bir buğday çuvalına benzetir. Zavallı insan o buğday yığını içinde 17 altın ölçeğinin bırakılmış olduğundan habersizdir .

padişahın

Bundan haberli olanlar, kendilerindeki bu gizli kudreti kulla­ nabilir hale gelmek için adem (insan) isminde gizli olan Hak cevherini kendilerine gerçekten mal edebilmek üzere haksız egoizmini (nefs-i emaresini) yok edebilen gerçek adem (insan-ı kamil) durumundaki fertlerdir. Kur'an meleklerin dahi ademe secde etmeleri emrini verirken bu tip ademi kasteder. Niyazi bu tip ademi kastederek:

Eden Ademden eba, Hak'dan dahi oldu cQda. buyurur. Keza, Sünni bir Müslüman ve bir müvehhit olan Niyazi başka bir şiirinde de:

Hak yüzü insan yüziinden g!!riiniir, Zat-ı Rahman şeklin insan eylemiş.

17

Me vlana,_ Fib-i MAfih. Şark-İs/fim Klasiklcr:i. No.28. çcv.: Mclıha Ulker Tarıkahy.1, M.wrıf Basımc vı, /sı.1954. s.294.


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÔLİJCİJLİJl

2S

derken, şüphesiz insanın A llah olduğunu iddia etmez, fakat Allah'tan olduğunu ifade eder.Gerçi bütün mazharlar (zuhura gelen her şey) Allah'tandır, ama bunun şuurunu taşıma ve ona göre süfli işlerden ve hareketlerden kendini alıkoyma iradesi ancak insana yükletilmiştir. O halde, insan sureta (görünüş itibariyle) adem olsa da iç cevheri itibariyle Allah'tan geldiğini idrak zenginliğine sahiptir. Bundan ötürü insan-ı kamili bulan Allah'ı bulmuş gibidir. Çünkü insan-ı kamil Allah'a ulaştıran bir rehberdir. Ne var ki, her insanda aynı cevher bulunmasaydı insan-ı kamilin kılavuzluğu söz konusu edilemezdi. Bu kıla­ vuzluk Mevlana'ya göre yanan bir mumun sönük bir mumu öpmesi, ona kendi alevini aktarması gibidir. O halde, bu yanma özelliği (bu aşk) her müminin gönlünde tutuşturulmayı bekleyen gizli bir mum, gizli bir cevher gibidir. Sünni şair Niyazi Mısri bundan ötürü insan-ı kamilin uyandırmasını Allah'ın uyandır­ ması gibi görür ve

"Zat-ı Rahman şeklin insan eylemiş."

buyurur. Keza, uyandırılmaya muhtaç müminde de aynı cevher bulunduğu içindir ki Niyazi, henüz tüm İsliimi bilgilere agah olmadığı devrede A llah'ı dışarda aradığını, olgunlaşınca ken­ dinde de O'nu bulduğunu bclirtmişıir:

Ben taşrada arar idim, can içinde can imiş.

01,

Bu fikir Bektaşi şairi Mihrabi tarafından da ifade edil­ miştir.

Allah deyip bağırma, Irak sanıp çağırma, Haklc'ı dilden ayırma,


26

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİX VE DİNİ BÔLÜCÜLÜX

Şeytan gtıler bu hale. Levh-i mahfuzdur ytızün, Anı şerheyler sözün, Arif bilir iç yüzün, Cahil düşer zevale. Mehmet Eröz, "Alevilerin ve Bektaşilerin,

tılan

yaratıcı, yara­

ve yaratma hakkındaki düşüncelerinin başlıca üç kaynağa

dayandığı" düşüncesindedir: "Bunlar, İslam dini esasları (Kur'an ve hadis), İslam t3,1i3vvufu ve eski Türk dininden kalan inanış t8 artıkları"dır . Kur'an hükümleri ve tasavvuf, A leviler ve Bektaşiler üzerinde aynı isıikamette etki yapmıştır. Zaten tasavvuf Kur'an'ın özüdür; çarpıtılmamış, tercüme ve yorum hataları ile aslından saptırılmamış Kur'an'ın ifade elliği gerçekler, aynı zamanda mutasavvıfların ifade elliği gerçeklerdir. Meh­ met Eröz'e göre, "KÜr'an hükümleri tasavvuf prensipleri ile birleşıirilerek Muhammed ve A li'nin şahsında tarikata ait din .sırları ortaya çıktı. Buna göre Muhammed ve A li iki şahıs olarak düşünülmez. A levi ve Bekıaşi lere göre birdir­ ler." Mehmet Eröz buna delil olarak Yesari'nin şu mısra­ larını gösterir:

Haşa birbirinden kim ayrı gördtı, Muhammed Ali'dir, Ali Muhammed.

ıs

Mehmet Eröz. aynı eser. s.212


PROF.DR. ERÖZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

27

"Böylece karşımıza iki Ali çıkar. Bunlardan biri insan olan Ali'dir. Dünyada yürür, insan işlerine karışır. İkincisi 19 doktrinal A li'dir. Kozmik ehemmiyetiyle temsil edilir" . Burada, ikisinin (Muhammed ve A li'nin) aynı kaynaktan gelişi üzerinde durulmaktadır. İkisi de Allah'tan gelmiş ve A llah'tan geliş idrakine sa f bir cevher gibi sa hip olmak �zere varlıklarında o cevherden başka her şeyden vaz geçiş terbiyesini talim edebilmiştir. İkisi de aynı alevle tutuşmuştur. Bundan ötürü bütün Sünni mutasavvıflarda olduğu gibi Alevi ve Bektaşi düşüncesinde de aşk ve vuslat anlarında ne Muhammed vardır, ne A li. Var olan yalnız A llah'tır.

Sen çıkarsan aradan, Kalır heman yaradan. diyen şairin ifade elliği gerçek de budur. Mutasavvıflar

eem

anlarında (yani aşk ve vuslat anlarında) sırf· A llah aşkı

ile dopdolu hale gelen ve ateşte kızmış demir çubuk gibi hal dili ile ateş olduğunu söyleyen bir demire benzerler. Bu anların Muhammed'i, bu anların A li'si, Mevlana'sı, Yunus'u bir tek varlıktır. Cem anlarının bu tek varlığı Allah'tır. Ondan ötürü Ali'deki bu cem zevkini gören Alevi ve Bektaşi şairleri A li'yi ve Muhammed'i A llah'la bir, yani Allah cevherinde Allah'a kalbolmuş halleri ile tavsif ederler. Bunu anlayabilen, yani cem zevkinin insanı nasıl kutsa llaştırdığını idrak edebilen fert­ ler, sa nki sabah seherinde karanlıktan kurtulup gözü gerçekleri görür hale gelen kişilerdir.

19

Mehmet Eröz.

aynı eser, s.213.


28

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

Bundan ötürü 16.asır Bektaşilerinden Sersem Ali Baba, bu gerçeği şu mısralarla ifade eder.

Sabah seherinde virdim budur bu, Allah bir, Muhammed Ali'dir Ali; Zikrim olan la illhe illallah, Allah bir, Muhammed Ali'dir Ali20. Eğer, cem anlarında kulun, sırf Allah aşkından ve düşün­ cesinden ibaret kalarak, fani varlığından sıyrılıp, Allah'ın bir tecellisi haline geldiğini kabul etmezsek, bütün hadis-i kudsi­ lerin kudsi hadis olma özelliğiai reddetmemiz gerekir. Hiç bir Sünni Müslüman böyle bir red işlemine girişemez. Girişirse Müslümanlıkla alakası kalmaz. Çünkü, kudsi hadisler, Hz.Mu­ hammed'in, kendinde olmadığı, Allah aşkında kendi fiini var­ lığından geçip adeta yok olduğu anlarda onun ağzından çıkıyor gibi görünen sözleri Allah'ın sarf ettiği hadislerdir. Buna ina­ nıyorsak, Ali'nin, Mevlana'nın, Yunus'un ve diğer insan-ı kamil­ lerin de aynı tecrübeye uğramalarına niçin inanmayalım? Ni­ tekim Yunus'un şu sözleri de cem anında sarf edilmiş sözlerdir:

Hem Hem Hem Hem

!o

-batınım, hem zahirim; evvelim, hem ahirim; ben O'yum, hem ol benim; ol kerim fi han benim.

Mehmet Eröz. A_ynı eser. ZJ5.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

29

Aşağı yukarı aynı sözleri dile getiren 19.yüzyılın ünlü Bektaşilerinden Mehmet Ali Hilmi Dede Baba, Ali'nin ulu­ hiyetne inanıyor gibidir. Şöyle ki:

Ali Ali Ali Ali

evvel, Ali Ahir; bAtın, Ali zAhir, tayyib, Ali tAhir, gOrOndO gOzOme

Ali Ali Ali Ali

candır, Ali canan; dindir, Ali iman; Rahim, Ali Rahman; gOrOndO gOzOme

Hilmi gedayı bir kemter, GOrOr gOzüm, dilim söyler; Her nereye kılsam nazar, Ali gOrOndO gOzOme. ve Tanrı'nın ademde (insanda) tecellisini de şöyle anlatır:

Ayine tuttum ylizOme, Ali gOrilndü gözüme; Nazar eyledim Ozilme, Ali gOrlindil gOzilme.21 Burada, Ali sözü ile şair, Ali'nin cem anlarında kalbolduğu ilahi varlığın simgesi olarak Ali'yi kastediyorsa, sözlerinin !I

Mehmet

Eröz, aynı eser, s.218-219.


JO

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

Yunus'a, Mevıana'ya, Gaybi'ye ve bütün Sünni mutassavvıflara ait sözlerden (ve düşüncesinin onların düşüncelerinden) farkı yoktur. Fakat, bu sözler Ali'nin fark alemindeki fani varlığına dahi uluhiyet atfeden sözler olarak yorumlanırsa tevhid inan­ cına aykırı düşer. Gerçek İslilmi inanç, tevhidin fark+cem= tevhid formülü ile idrak edilmesini gerektirir22. Yani, fark aleminde ayrı ayrı varlıklar gibi görünen bütün varlıklara (canlı cansız her şeye) Allah'tan bağımsız hüviyetler isnat edersek onları tevhid birliğinin dışında tutmuş oluruz. Halbuki 1ahiri varlıkların hepsi de gerçek İslami inanca göre Allah'tan gelmişlerdir ve bu alemde Allah'ın tutması ile vardırlar. Onun içindir ki, gerçek Müslüman'a göre her nefes, son nefestir. Çünkü, tıpkı bir sinema şeridindeki resimlerin arı arda gelerek bir hareket yaratması gibi, nefessiz anları birleştiren ve Al­ lah'ın lütfu olan can verici nefes anları da arı arda gelerek insanı hayata bağlar. Bu bağlayış kesildiği anda, her nefesin son nefes olma gerçeği fiilen tahakkuk etmiş olur. O halde, fark alemindeki hiç bir mazharın Allah'tan bağımsız bir varlığı yoktur. Bu manada tevhid bir cem aleminin (oneness) idrakidir. Zaten mazhar kelimesi mahalli zuhur (yani açığa çıkma yeri) anlamına gelir. Açığa (görünüre) çıkacak olan Allah'tan başka hiç blr hakiki varlık yoktur. Her varlığın Allah varlığında cem edilmesi, kaçınılması imkansız bir zarureııir. Fakaı, tevhid aynı zamanda bir birleşme (union) olarak da anlaşılmalıdır. Bu birleşme, cansız ıabialla, tabiat kanunlarına harfiyen riaye11en doğan harmani ile tezahür eder. Ne var ki, insanlar arasındaki ihlilaflar, görüş ayrılıkları, her ferdin ayrı "

i\mir;ın Kurıkan. Di� Sosyolojisi. Filiz Kitabevi rayını. 1-/;ışmeı M.11/ı.wsı. /st;ınf>ııl. /985. ilgili b.1his: "fe \'hid Formülleri.


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİl VE DİNİ BÔLİJCİJLİJI.

31

bir cüz'i iradeye sahip olmasının tabii bir sonucu olarak, tevhide aykırı bir görünüm yaratır. Fark aleminde de birliğin, daha doğrusu birleşmenin herkes için yaratacağı faydayı idrak edebilmek ilim ve iman açılarından tevhid gerçeğinin idrak edilmesi ile mümkündür. Eğer insanların cüz'i iradelere sahip olduklarını (yani fark halini) reddederek onların bütün hare­ ketlerini Allah'a isnat edersek insanları sorumsuzluğa sevk etmiş oluruz. Bu da gerçek tevhid anlayışına aykırı bir davranış olur. İşte, insan ve Allah ilişkisinin hem fark, hem de cem idrakleri ile birlikte ele alınması lazımdır. İslami anlayış bunu emreder. Fakat maalesef cem idraki'nin ne olduğunu anlamayıp inkar eden bir çok Sünni Müslümanlar, cem anlarında ağzından Enci-Hak sözü dökülen insan-ı kamilleri öldürmüşlerdir. Hal­ buki Mevıana'ya göre Enci-Hak sözü, ferdin kendi yokluğunun ilanıdır. Çünkü, müvehhit fert, Enel-Hak sözüntt sarf elliği anda, Allah aşkı ile o kadar kendi yokluğunun doruğuna çıkmıştır ki, o anda bu sözü onun ağzından sarf eııiren bizzat onun zahiri varlığının hakikatı olan Allah'tır. Diğer taraftan, ferdin zahiri varlığına dahi Allah'lık isnat ederek her yerde ve her şeyde Allah'ın değil de o ferdin varlığını görenler dahi fark idrakini ve fark alemini reddeden · kimselerdir. Bunların görüşü de noksan bir görüştür. Bundan ötürü Bektaşi şairlerinden Edip Harabi bu yanlışlığı düzeltme gayreti içindedir. Mehmet Eröz, kendi kitabında, söz konusu et1iğimiz Bektaşi şairi hakkında şunları yazar: "Şair nefesinin başında şu açıklamayı yapıyor: "Şah-ı vela­ yet Ali Keremallahu veçhe hazretlerini Halik-ı kainat zanneden bazı berranilere hitaben söylenmiş nefestir."


32

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK. VE DİNİ B0L0C0L0I.

Mehmet Eröz'ün tamamını kitabına aldığı nefesten şu dört­ lük parçaya dikkat edelim:

Gerçi her şey Hak'dır, bil muhakkaktır; Ali Hak'dır, fakat mahlOk-ı Hak'dır; Ali'ye "HAiik u hakk-ı mutlaktır" Deyenler bthude gllman eyledi. Aynı şairin kitaptaki başka bir nefesinde de şu ifadeler yer alır:

Sırr-ı Hakk'a bunlar Agah değildir, Hakk'a gidenlere hemrah değildir. Böylece Hakk'a gitmenin bir terbiye meselesi olduğu be­ lirtildiği gibi, şiirde Hak ve Allah kavramları da tıpkı Kur'iin­ 'daki gibi ayırt edilerek şöyle denilmektedir: Ali Hak'dır, fakat Allah değildir23• Bilindiği gibi, Kur'an'da Hak ve Allah kavramları birbi­ rinden ayrı maniilarda kullanılmaktadır. Allah kavramı sonsuz Ehadiyet'le birlikte Ehadiyet'in kısmen kuvveden fiile geçerek me�dana getirdiği mazharlar aleminin bütününü ifade eder. Şu halde, statik ve dinamik, gizli ve açık, evvel ve ahir her şeyin toplumu olan Allah'ın ilminden bize ancak çok az bir �y. yani sadece kuvveden fiile geçen çok küçük bir alemin (Hak aleminin) kısmi bilgisi verilmiştir. Fakat Ehadiyet ki, sonsuz­ dur, niteliğini bilmemiz mümkün değildir. Hak kavramı, Kur'an'da Ehadiyet denilen zaman, ilim ve kudret itibariyle sonsuz olan kuvvenin açığa çıkan (görünür 2J

Mchmcı Eröz, aynı eser, s.221-222


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

JJ

hale gelen) çok cüz'i kısmı anlamında kullanılmıştır. Etrafı. mızda gördüğümüz her şey Hak'dır. Biz de Hak vücuduna dahiliz. Ne var ki, insana uluhiyete aşkla ballanma kudreti bir emanet olarak verilmiştir. Bu emaneti ziyan etmeksizin olgunlaştırma ve ortaya koyabilme gücü, ancak tasavvufi ter­ biye ile gerçekleşebilir. Bunu yapabilmek için evvelA bu ter­ biyeye talip olmak ıazımdır. Mevlana, talibi, Meryem'e ve onun bu kudretini (Hak vücudunun küll-i beyni olabilme kud­ retini) de Meryem'de gizli İ sa'ya benzetir. Kendindeki İ sa'yı ortaya koyabilmenin manevi sancılarını duyan fert, olgunluğa erer. İsa'yı (yani kendinde. gizli Hak hazinesini) ortaya çıka­ rabilir. Mevıana'ya göre o sancı, gebe olan Meryem'i kuru bir hurma ağacına dayanmak zorunda bıraktığı zaman, kuru ağaç yeşerip meyvalarla doldu24. O halde, kim bu dertle yüklüyse kendi İsa'sına gebedir. Derdi olmayanın asıl derdi, deıtsizliktir. Dertli aşık, kime hitap etse, kimi manevi terb esine alsa, kuru ağaç gibi olan o ferdi ilham meyvalarıyla bezer. Niyazi-i Mısri şöyle buyurur:

fy

Her kimin kim derd-i Hak'dan yüreğinde olsa dağ, A kıbet dermana erip can u gOnlfl ola sağ. Ltk derdi olmayanın derdine hiç çare yok, 25 GOnlfl olmuştur anın yaaından ol daim ırak . İşte, Hak derdi, aynı zamanda Halk derdi olduğundan bu derdi duyan fert bir küll-i beyin gibi evvela kendi milletinin elem ve sevincini kendine mal etme, kendinde hissetme gücüne sahiptir. Nasıl insan, vücudu ile değil, başı ile (daha doğrusu ı� 25

Mev/fina, Fih-i Mafih, s.3l ?\liyazi Mısrt Divanı, SaAlam Kitabevi yayını Eskin Matbaası. Istanbul 1976, s.119.


3-4

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜX.

his ve düşünce merkezi olan beyni ile) şahsiyet kazanıyorsa, bu alemi temsil eden insan da alemi (Hak vücudunu) bir beden gibi kendine mal etmiş olan insan-ı kamildir. Bedenimiz nasıl ruhi ve akli varlığımız için yaratılmışsa bu kainat da onu vücut gibi benimseyecek küll-i beyin olmaya kabiliyetli insan-ı kamil için yaratılmıştır. İsJami anlayışa göre bu kainatı ve bütün insanlığı bir vücut gibi benimseyen en mümtaz insan-ı kamil Hazret-i Muhammed'dir. "Sen olmasaydın felekleri hal­ ketmezdim." SÖZÜ bu yüzden dile getirilmiştir. Fakat alemin benimsenişinde derece (rahmaniyet ve rahimiyet) farkları var­ dır. isıam alemi, gayr-ı müslimlere ve dinsizlere nazaran ve tasavvuf erbabı düz Müslümanlara nazaran daha içte (rahimi­ yelle) yer almaktadır. Hz.Muhammed bir şahıstır. Fakat, Muhammediyeı bir mü­ essesedir. Müesses usulleri ve terbiye yolları insan-ı kamilliğin terbiye metodudur. Kim, Hazret-i Muhammed'den sonra da onun ahl3kı ile ahlaklanır ve onun gibi bütün alemi derece derece kucaklayan bir his ve düşünce merkezi haline gelebilirse gerçi Muhammed olamaz, lakin kendi zamanında Muhammediye ! mevkiinin görevlerini üstlenen ve kendi imkanları ölçüsünde bu görevleri başarmaya çalışan Muhammed'e ait insan-ı kamil­ lik mevkiinin temsilcisi olur. Gerçi, isıam peygamberi en üstün ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir. Fakat kendisinden son­ ra yaşayan insan-ı kamiller içinde de muhakkak her devirde en üstün şekilde kendi nefs-i emaresini yenen bir insan mutlaka vardır. İ şte bu üstün insan, Allah'ın ahlakı ile ahlaklanması bakımından HaJik'in yeryüzündeki halifesidir. Çünkü o, kendi nefsine (dev gibi bir düşman olan nefs-i emaresine) galip gelerek Allah'ın ahJakı ile ahJaklanmayı diğer insanlara na­ zaran en iyi ölçüde başarabilmiş bir kişidir.


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİ:l VE DİNİ BÔLÜCOLO:ı

3S

Şu halde, cumhurbaşkanlığı anlamına gelen ve halkın reyi (bey'at) ile iş başına gelmeyi ifade eden halifelik ile, Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olma anlamını taşıyan ve Allah'ın ahlakı ile ah!aklanmayı şart kılan halifelik birbirinden ayn kavramlardır. Çeşitli hadislerin ifadesinden çıkan gerçek şudur ki, Hz.Muham­ med'den sonra (reis-i cumhurluk makamına getirilmiş olmasa da) dini anlamdaki halifelik makamına en ziyade Ali'nin layık olduğu belirtilmiştir. Bundan ötürü bütün mezheplerin imamlarında Ali sevgisi vardır ve onlar bu sevgiyi ifade eden sözler sarf etmişlerdir. Gönlünde bu sevgiyi taşımayan hiç bir Sünni Müslüman da hakiki manada Müslüman olamaz. Şu halde, çeşitli hususlarda Alevi ve Bektaşi Türklerle Sünni Türkler arasında var gibi görünen görüş ayrılıklarını doğuran başlıca sebep bu vatandaş gruplarının hepsinde birden göze çarpan İslamiyet'in özünden (öz değerlerinden) kopuş, bu değerleri anlayamaz hale geliş durumudur. Şimdiye kadar is­ lamiyet'in hiç bir ayrılığa yol açması mümkün olmayan öz değerlerini gerçek anlamıyla tanıtıcı bir kültür politikamız olmadığı için bu ayrılıklar ortaya çıkmıştır. İslam'ın özünde zaten mevcut olan laikliğin bir devlet politikası olarak da benimsenmesi elbeııe iyi olmuştur. Ukin, laiklik, söz konusu ayrılıkların ortaya çıkmasını önleyebilme hususunda hiç bir fayda sağlayamamıştır. O halde gerek Alevi, Bektaşi ve gerek Sünni Müslümanlara islamiyet'in öz değerlerini tanıtıcı bir kül tür politikası gütmemiz lazımdır. Sünniler, Alevilerdeki Ali sevgisini aynen taşımalıdırlar. Çünkü flazret-i Ali, kendi deyrinde günün en üstün kamil-in­ sanıydı ve bu durum çeşitli 4adislerde de ifade edilmiştir. Tıpkı Enel-Hak diyen Ne.�imi gibi, diğer mutasavvıflar gibi, elbeııe Ali de Bnel-Hak deseydi, buna şaşmamak gerekirdi.


36

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

Çünkü, Mev!ana'nın izahlarını hatırlatarak tekrar edelim ki, Enel-Hak diyebilmek büyük bir :ılçak gönüllülüktür. Karşı­ sında bir Allah gören ve bir de kendini (ondan ayrı) bir varlık olarak kabul eden Müslüman, Allah'a ne kadar büyüklük isnat ederse etsin, onu yine de olduğundan küçük görmüş olur. Böyle bir Müslüman Tevhid'den hiç bir şey anlamamış demektir. Enel-Hak diyen fert ise fark haline dönerek kendi varlığını kul psikolojisi içinde hissettiği zaman şöyle der: "Allah'ım! Biliyorum ki, sen sonsuz bir varlıksın. Bundan ötürü tamamen zuhura gelebilmen de imkansızdır. Fakat kısmen görünür hale gelerek bu kainatı ve beni halkettin. Bana bir emanet de yükledin. O emanet kendimi aşk ve cezbe anlarında senin varlığında yok olmuş hissedebilme kudretidir. Tevhid terbiyesi ile hamdolsun bu his ve idraki elde edebildim. Az evvelki aşk ve cezbe anımda Enel-Hak dedimse benim ağzımdan ko­ nuşan ve Enel-Hak (Ben Hakk'ım) diyen zaten sensin." Sünni vatandaşlarımız tevhid kavramının hakiki manasını an­ layabilme kudretinden uzaklaştıkları ölçüde Enel-Hak diyen mü­ vehhitleri öldürmüşlerdir. Böylece Sünni Müslümanlar grubu ile müvehhitler arasında bir ayrılık, bir IXilünme ve zıtlaşma ortaya çıkmıştır: Üstelik Kur'an'da açıkça ifade edildiği halde, Sünniler, Hak ve Allah kavramları arasındaki farkı da maalesef idrak edemez hale gelmişler ve bu iki kavramı birbiriyle karıştırmışlardır. Ayrıca, Kur'an'da açıkça ifade edilen ve Türk- İslam mu­ tasavvıflarının hepsi tarafından da kabul edilen halden hale geçi� gerçeğini de Sünni Müslümanlar maalesef inkar eder hale gelmişlerdir. Hristiyanlıktan ve Musevilikten gelme Adem­ -Havva efsanesi hatalı Kur'an tercümeleri ile Sünni vatandaş­ larımıza kabul eııirilmişlir. Halbuki, Nuh Süresi'nin 17.ayetinde de belirtildiği gibi, yerden bitki olarak çıkmış, böylece top-


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK. VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK.

37

raktaki elementlerden bitkiliğe, bitkilikten insan-ı hayvanlığa ve ondan sonra da insan haline geçirilmek suretiyle halkedil­ mişizdir26. K ur;an'da belirtilen bu gerçek bütün Türk-İslam müvehhitlerinin şiirlerinde de açıkça ifade edilmiştir. Üstelik Kur'an bir halden bir hale geçecek Allah'tan başka hiç bir ilk varlık olmadığından Allah'tan geldiğimize de inanmayı şart koşmuştur. Halbuki Sünni Müslümanlar hiç yoktan yara­ tıldığımıza inandırılmışlardır. Böylece Allah'tan başka hiç bir varlık olmadığını ifade eden "La mevcude illa HO" anlamındaki tevhid inancı bulandırılmışıır. Sünniler mutasavvıfların şarap, şerbet gibi kavramlarla neyi ifade ettiklerini de anlayamamışlardır. Bu yüzden birçok müvehhitlerin ayyaşlığı methettiğini zannetmişlerdir. Halbuki, çeşitli müvehhitlerin bahsettikleri şarap, insanın Rabb'i (yani terbiye edicisi) tarafından kendisine sunulan '\C ona kendisini bildiren sözlerdir. En büyük terbiye edici şüphesiz Allah'ıır. Fakat derece derece müşahhas ve vasııalı bir şekilde Elest meclisinden beri elde ettiğimiz ilahi terbiye başta peygamberler olmak üzere insan-ı kamillerin o türlü sözleridir ki, insan bu hayvani vasıflarına rağmen, nefsin derinliklerine gömülmüş bir ilahi cevheri (nefs-i safiyeyi) kendinde taşıdığını öğrendiği zaman sevinir. Kendi cevherini bütün kirlerden temizleyerek kendine gerçekten mal edebilmiş insan-ı kamillerin manevi kudretini gördüğü zaman gıpta eder. Kendi kötü ahlakını ve kötülüklerle geçen yıllarını düşünerek hayıflanır. lnsan-ı kami­ lin sözleri kulak yoluyla içilen bir şarap gibidir.

26

Amiran Kurtkan, Tilrt İ,alAm Fel,efcai Açıaından Yaratılıt Meıeleıi Karııaında ilim ve IılAmiyet, Türk Dünyası . Araştırmaları Dergisi, sayı:42, s.115-146.


38

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔL!JCÜL!J.K.

İnsan kendindeki cevheri, insan-ı kamilde görerek takdir etmekle aynı zamanda ümitlenir. Sevinç, gıpta, keder, ümit hislerinin birbirine karıştığı bu sarhoşluk hali, insan-ı kamilin kendi terbiyesi altındaki taliplere sunduğu bir şurup gibi onlara çeşitli hisleri yaşatarak aslen ne olduklarını bildirir. Fakat, mutasavvıfların şiirlerinde geçen şarap kelimesi son­ radan gerçek şarap anlamında yorumlandığı için bazı müvehhitler şerbet kelimesini kullanmaya başlamışlardır. İnsan-ı kamilin söz­ lerinin ilhamı ancak ilahi alemden geldiği için Niyazi:

Bu bir acep il'den gelir, Bunu ancak içen bilir. diye bahsettiği bu terbiye edici sözleri:

Şerbetimiz tfikenmedi, içenleri usanmadı. diyerek şarap değil, şerbet kelimesiyle ifade etmeyi tercih etmiş ve duyularak (kulak yoluyla idrak edilerek) zevkine varıldığlnı şöylece belirtmiştir:

Duysa bunu şah-ı cihan, Katresine· vereydi can, Olmaz baha kevn il meUn, B� halvetin şerbetine.27.

21

Niyazi- i M111t Divanı, s.Z2..


PR.OF.DR. ER.ÔZ'E GÔR.E ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

J9

Buraya kadar İs!amiyet'in öz değerlerini işleyen, öğreten, özellikle ilim gerçekleriyle bağdaştığı halde bağdaşmıyor gibi gözükür hale getirilerek tercüme edilen ayetlerin aslı üzerinde duran bir kültür politikasından mahrum olmamızın Sünni Müs­ lümanlar üzerindeki menfi etkilerini ele aldık. Bu etkilere kısaca temas etmemiz, Alevi-Bektaşi gruplarının sonradan bo­ zulmuş bazı anlayışlarını daha müsamahalı görebilmemize ya­ rayacaktır. Eröz'e göre, Hacı Bektaş Veli'nin hiç bir yanlış sözü yoktur. Hacı Bektaş Veli şöyle buyurur: "Arifler Tanrı Tca!a'yı sever. Zira kim asıldır, asullu, aslını sevmek aceb değildir". Keza, Eröz Hacı Bektaş'tan şu sözleri dahi nakleder: "Resiillullah buyurur: Klllli şey'in yercuu ilA aslihi, yani her nesne aslına döner demektir. Pes, muhib arife sual ederkim ya arif: Tanrı Tebareke ve Teala Kur'an içinde tıııyurur: Minha haleknAhllm ve minha naidnkilm ve minha nahrilcükiim tareten uhra. Manası budurkim, şundankim yaratıldık geri ona döneriz, ahir geril andan çıkarız demek olur. Hazret-i Resul buyurur: Kim; men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu, yani herkim kenduyi bildi, büyük Tanrı'yı bildi. İmdi, bir kişi kim kendıı bilmeyince Hak Tcala'yı kaçan biliser ve kaçan gö­ rüser" .

M

O halde, Hacı Bektaş'ın ve ona bağlı Bektaşilerin görüşüne göre, Kur'an'ın Allah'tan geldiğimizi ve ona döneceğimizi ifade eden, bu aleme gelişimizin birdenbire insan şeklinde değil, fakat bir halden bir hale geçmek suretiyle vuku bulduğunu belirten ayetleri ile esas ,Bektaşi zihniyeti ve geleneği arasında 28

Mehmet &öz, aynı

eser, s

169, 170.


40

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

hiç bir ayrılık yoktur. Ateş, yer, toprak, maden, bitki ve diğer birçok merhalelerden geçerek insan haline gelişimizi ve 40 mertebelik bu tekamülün son safhası insan-ı kamilliğe yüksel­ mekle mükellef olduğumuzu bildiren Sünni müvehhitlerle Hacı Bektaş'ın fikirleri arasında kıl kadar fark yoktur. Hepsi de insanlık mertebesinden insan-ı kamilliğe geçişin dahi şeriat, tarikat, hakikat, marifet merhalelerini idrak etmekle mümkün olacağını belirtmişlerdir. Nitekim Niyazi-i Mısri şöyle buyurur:

Şeriatsız hakikat oldu ilhad, Hakikat nur, zi yasıdır şeriat. Yine Mısri'ye göre:

Hakikat dilber-i rAna gibidir, Onun zerrin libasıdır şeriat. O halde, ibadet hükümleri olarak şeriat, farzları ve ya­ sakları ile Kur'an'ın ibadete dair hükümleridir ve bunlara uymadan' İs!am'ın hakikatine ulaşabilmek mümkün değildir. "Şeriatsız hakikat oldu ilhad." derken Mısri bunu kasteder. Fakat, .aynı Niyazi-i Mısri, tıpkı Fih-i Mafih'te laikliğin mü­ dafaasını yapan Mevıana gibi, Iaikliği savunur ve şeriatın dünya işleriyle ilgili muamelat hukuku dediğimiz kısmını İslilm'ın hakikatı olan tevhid (birlik, büJünlük) değer hükmüne uydurulması gereken bir elbiseye (zerrin libas'a) benzetir. İs!am'ın özü (yani tevhid) bir vücut ve şeriat onun elbisesi gibidir. Vücudun elbiseye değil, fakat elbisenin vücuda uydu­ rulması gerektiği pek tabiidir.

Şeriatın ibadet hükümleri açısından Alevi ve Bektaşilerin düşünce ve davranışlarının kökeni, Sünnilerinkinden farklı


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLfJCfJLfıl.

41

değildir, Nitekim Eröz'ün nakleııiği Hacı Bekıaş"a aiı şu sözler 29 bunun açık delilidir: "Kul, Tanrısına dört kapı ve kırk makam ile yaklaşır." Eröz, Pir Sulıan Abdal'ın şeriata bağlılığını gös­ ıeren şu mısraları dahi nakleder.

Kani bizden evvel gelen, Beş vakit daima kılan, On parmağı pınar olan, El Muhammed Ali'nindir. Yine Eröz'e göre, "Bütün Alevi ve Bekıaşilerin bağlı bu­ lundukları Caferi mezhebi, İslam esaslarına tam manasıyla bağlıdır." Halen "Alevi, Bektaşi zümreleri hiç değilse nazari planda İslam esaslarına bağlıdırlar. Kızılbaş topluluklarının sadece muharrem orucu tuımaları ve namaz kılmamaları ise" Mehmet Eröz'e göre, "çok eski kültürel bağlıl.ıklarla ve Şa­ manizmin'in tesiri ile açıklanabilir." Eröz, Fars kültürünün tesirini kabul etmemektedir." Bu görüşe (yani Fars kültürünün etkisini belirten görüşe) göre, Arap istilasına karşı İranlılar, Pers İmparatorluğu hülyası ile ve Fars kültürünün üstünlüğü iddiası ile, İslamiyet'in içine hurafeler, saçmalıklar, yeni şeyler (bid'aıler) sokmuşlar ve böylece intikam almışlardır. Bu iddi­ anın temelleri ve delilleri zayıftır. Hele Türk Alevi ve Bek­ taşiliği için, açıklama ve yorum yapma bakımından hiç elverişli değildir. İşin özünde, temelde İslam prensipleri ve eski Türk kültürü yatmaktadırll. 29

30

Mehtneı Eröz, Aynı eser, si. 171 Mehmet Eröz, aynı caer, 172-174.


42

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİl VE DİNİ BÔLÜCÜLÜl

Keza, Mehmet Eröz'e göre, "Bektaşi babaları içinde bir iki mason bulunması, Bektaşi babalarının ve Bektaşilerin mason olması demek değildir. Bu iddiayı Türkiye Bektaşilerinin de­ de-babası yapıyor olsa da. Gerçekten sözü geçen zat, Türkiye'li bir masonun çıkardığı bir kitaba dayanarak, arada bağ kurmaya, münasebet bulmaya çalışıyor. Masonluğun tamamen Batı Av­ rupa'ya dayanan bir meslek olduğunu ileri sürerek: "Masonluk karşısında papazlar, bizde Bektaşiliğe cephe alan softalar gibi davranmışlardır."diyor. Ona göre, "bizim eski Futuvvet teşkila­ tımız Batı'nın masonluğuna pek benzer" bir meslek kuruluşudur. Yeni bir dinin, Bektaşilik esaslarından mülhem olabileceğini belirttikten sonra, adı geçen masonluk kitabına dayanarak, Mevıana'da Hacı Bayram Veli'de masonluk umdelerinin bulun­ duğuna inanası geliyor. "Masonik bünyeler içinde biçimlenmiş ahiler, kemankeşler, belki de Türkiye'deki masonluğun ilk temelleri kabul edilebilir" imiş. Her şeyi kucaklayan bu geniş benzetmelerden sonra esasa geçiyor; Masonlukla Bektaşilik a­ rasında benzetmeler yapıyor,JI. Mehmet Eröz, Masonlukla Bektaşilik arasındaki benzetme­ lerin önemini çürütmektedir. Fakat, ayrıntılara girmeye hiç gerek olmaksızın ana prensipteki büyük fark masonluğun ortaya attığı farksız cem prensibi ile İslam'ın özüne taban tabana zıt bir uygulama getirmeye çalışmasıdır. İsJami anlayışa, daha doğ­ rusu Kur'an'ın ortaya koyduğu ve müvehhitlerin işleyip yo­ rumladıkları tevhid akidesine göre insanlık bütünlüğü asla, milliyet farklarını ve ferdiyet hürriyetini hiçe sayan bir bü­ tünlük olamaz. Böyle bir bütünlük fikri aldatmacadan başka bir şey değildir. İslamiyet'in öne sürdüğü ve müvehhitlerin Jı

Mehmet Eröz, aynı eaer, s.185.


PROF.Dlt ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

43

işledikleri tevhid düşüncesi, fark+cem= tevhid formülü ile ifade edilebilecek bir gerçeğin idrakinden ibarettir. Yani, gerek fertler, gerek milletler arası farklar, benlik ve men­ faatler kaldırılamaz. Buna rağmen fertler arası ve milletler arası birlik uygulamaları bütün fertlerin ve milletlerin iyi niyeti ile uygulanmak şartı ile tarafların hepsi için faydalı olur. Fakat bu farkların yok sayıldığı yerde, iyi niyet yoktur, aldatmaca vardır. O halde, farksız cem, gerçek anlamda tevhid değildir. İslamiyet'te kısas esasının getirilmesinin se­ bebi de bu tür aldatmacaları ortadan kaldırmak içindir. Mevlana'nın bahçıvan misali bu gerçeği çok güze! izah eder. Bahçesindeki meyvaları izinsiz yiyen ve kendisinden hesap sorulunca: "Allah'ın kulu Allah'ın meyvasını yiyor." diyerek sözde tevhid inancını dile getiren (yani farkı ortadan kal­ dıran bir cem anlayışına sığınan) hırsızı hile ile bir ağaca ' bağlayıp sopayla dövmeye başlayan behçıvana hırsız: "Al­ lah'tan korkmuyor musun?" dediği zaman, bahçıvan aynı cemci mantığı kullanarak şu cevabı verir: "Niçin korkayım? 32 Allah'ın sopasını Allah'ın kuluna vuruyorum" • Bektaşilik, Hacı Bektaş'ın kurduğu bir yoldur. Alevilik ise aslında Hazret-i Ali'nin prensiplerine bağlı olmak demektir. Gerek Hacı Bektaş Sultan'ın, gerek Hazret-i Ali'nin yolu, nasıl olur da sırf cem (farksız cem) idrakine dayandırılır? Buna kesinlikle imkAn yoktur. Çünkü, her iki büyük insan (her iki insan-ı kAmil� tevhide dayalı isrnm dininin öz değerlerini çok iyi anlayabilmişlerdir. Bu öz değerlerin dayalı olduğu ana değer hükmü tevhiddir ve farksız cem'e veya cemsiz fark'a dayalı bir düşünce asla tevhid inancı ile bağdaşmaz. Şq halde 32

Me v/Ana, Fih-i Mafih, s.Z25.


4-4

PROF.DR. ERÔZ'E GôRE ETNİK. VE DİNİ BÔL0CiıL0l

tevhide dayalı olan Alevilik ve Bektaşilik kolları, İs!amiyet'in öz değeri olan tevhid değer hükmüne bağlı olmaları bakımından farksız cem anlayışını aşılamaya çalışan masonluk ve komü­ nistlik ideolojileriyle asla bağdaşamazlar. Fakat, Mehmet Eröz'e göre, eski Türk kültürünün ka­ lıntılarını yaşatan Alevi ve Bektaşi gruplarına kültür ba­ kımından sahip çıkmaya çalışan güçler vardır. "Akıllı bir din ve milli kültür politikası takip edilmezse, milyonlarca Alevi-Türk'ün küstürülüp, uzaklaştırılması vebali altına gi­ rilmiş olunacaktır. Düşman birkaç yüzyıldır onları bizden koparmak için çalışmalar yapmaktadır. Şimdi de yeni bir düşman türemiştir: Solculuk, sosyalizm. Alevi toplulukla­ rının k üskünlüklerini sömürerek onları, Sünni kardeşlerine düşman etmek için çalışan sol akımlar artmıştır. Kendi törelerinde sosyal adaletin en yüksek şekilleri bulunan Alevi cemaatlerini, sosyalizmin sosyal adalet, iyilik, refah getire­ ceğine inandırmağa çalışıyorlar. Birçok Alevi genci artık Muhammed-Ali yerine Marks ve Lenin diyor. Marks'ın, Le­ nin'in yolunda dinin de, örf-Adetin de yeri olmadığı halde, kendilerini yoldan, töreden, sürekten kopmamış gibi göster­ meye çalışıyorlar. Eğer koptukları anlaşılırsa, Alevi kitle­ lerini avlamaları mümkün olmayacak. Bunu fark etmeyen Aleviler, kendilerinden olan bu gençlere sahip çıkmakta devam ediyor. Bunda onların günahı kadar bizim günahımız da var"33. Mehmet Eröz'e göre, bizim günahımız birleştirici bir kültür politikası uygulamakta gecikmiş, hatta böyle bir politikanın tespitine dahi başlamamış olmamızdır. Böyle bir kültür politi33

Mehmet Eröz, aynı eser, s. 420-421


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

4S

kası uygulanmış olsaydı Alevi gençleri gerek mill i yet farklarını, gerek dini ve milli kültür ayrılıklarını bir çırpıda yok etmeyi hedef edi nen bir farksız cem politi­ kası güden bu sol ve komünist ideoloji akımlarına, Haz­ ret-i Al i'nin bu konudak i sözlerini çiğneyerek, nasıl arka çıkabilirlerdi? Hazret-i Ali:

Bl fark-u bili cem şirk (Cemsiz fark şirktir). Bl cem-i bili fark nndıka (Farksız cem zındıklıktır). El cem.-i maal fark tevhid (Fark ile cem tevhiddir). buyurmuş değil midir?34 O halde, din ve kültür farklarını yok eden bir beynelmilelcilik, farksız cem ideali gütmek değil midir? Hz.Ali'nin sözü açıkça ifade etmektedir ki,�farksız cem . . idrakini gütmek ls!am'a aykırıdır. ls!am'ın rahmaniyette saydığı gayr-ı müslimlerle dahi karşılıklı menfaat esasına dayalı bir­ leşmelerden (farkları yok etmeyen bir cem politikasından) iktisadi bazı faydalar elde edilebilir. Fakat yine İs!amiyet'in rahimiyette (daha yakın, daha iç grupta) saydığı İslam mil­ letleri arasında mutlak surette bir birleşme politikası güdül­ mesine ihtiyaç vardır. Hele milli hudutlar içinde böyle bir politikanın başlatılabilmesi için Alevi, Sünni ve diğer grupların, İsl1imiyet'i ayrı ayrı anlayışlarından ve İstam'ın öz değerlerinden saptırılmış değer hükümlerinden kurtarılarak Temel İslam değerlerinde birleştirilmeleri gereklidir. bu saptırılmış değerler istam müvehhitlerini hor gören bazı Sünnilerde de vardır. Bütün bu grupların fikriyaıının, Kur'an'daki (ilimlerle bağdaşan) 34

A miran Kurıkan Bilgiseven, Din Sosyoloj isi, s.59.


46

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BÔLÜC0ı.ÜI.

tevhid değer hükmünün doğru yorum ve izahları ile birbiriyle bağdaşhnlması gerekmektedir. Keza, kendi birliğini kurmadan fark + c.em olarak izahı mümkün gerçek tevhid anlayışını hiçe sayarak töre ve din farklarını yok kabul eden bir cernci politikayı bazı milli menfaatler için (gizli bir fark egoizmi ile) çeşitli grupları tavlama yolunda kullananların "farksız cem" (milliyetsiz beynelmilelcilik) uydurmacasına da İs13miyet'i anlamış Sünnilerin, Alevilerin ve Bektaşilerin arka çıkmaları mümkün değildir. O halde, Sünnilerde olduğu gibi Alevi ve Bektaşilerde de gerçek tevhid anlayışına aykırı olarak sonradan ortaya çıkmış veya törelerin devamı sebebiyle bu aykırılığı desteklemiş inanç ve davranışların yerine, gerçek isıam felsefesinden ve Kur'an'ın özünden kaynaklanan inanç ve davranışların yerleştirilmesi gerekmektedir. Bu hatalı inanç ve davranışlara misal olarak, Türk atala­ rının adetlerine uygun bir şekilde Türkiye'deki Alevi ve Bek­ taşilerin de içki içmelerini gösterebiliriz. Mehmet Eröz, Al­ taylar'da yaşayan Türklerin imbikten geçerilmiş süt rakısını her gün içtiklerini belirtir. Ayrıca yine Eröz'ün çeşitli kay­ naklara day-a narak verdiği bilgiye göre, rakı içme mevsimleri tıpkı Alevi-Bektaşi gruplarının cem ayinine benzemektedir. Eröz'e göre, "Sekahüm sırrı, eski Türk içki alışkanlığının Kur'iin'da delil arama, bulma gayretinden başka bir şey değildir. Bu tarikat mensupları eski Türk töresine dayanan içki toplan­ tılarını ayetlerle açıklamağa çalışırlar. Kur'an'da (el-İnsan Sure­ si, 21.iiyet): "Sekahum Rebbuhum şaraben tahura (Rableri de onlara gayet temiz şarap içirmiştir)." bildirisinin bulunduğunu söylerek adetlerinin kaynağını islamiyet'te bulmağa çalışılar."


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK VE DİNİ BOLOC'OLOK

47

Mehmet Eröz'e göre, "Bunların kaynağı eski Türk örf, adeti­ dir.JS. Mehmet Eröz, eski Türklerdeki kımız içme örf ve adet­ lerini pek çok kaynağa dayanarak izah eder ve bu mera­ simlerin, bugünkü Anadolu Alevi-Bektaşilerinin içki mera­ simleriyle olan benzerliğini gösterir. Şu halde, bu merasimler bütün ayrıntıları ile eski Türk kültürünün devamından başka bir şey değildir. Fakat, bu merasimlerde içilen şarabı, el-İnsan Stiresi'nin 21.Ayetindeki temiz şarap kavramı ile karıştırmak doğru değildir. Kur'an'da belirtilen şarap, evvelce söz konusu et­ tiğimiz gibi Rabb'in kullarına ve insan-ı kamilin kendi terbiyesi altında bulunanlara kendi özledni (özlerinde gizli hak cevherini) haber veren ve o cevherin kuvveden fiile geçirilmesiyle insanın ulaşacağı ilahi menzilin yüksekliğini bildiren sözleridir. Bu sözlerin başlangıcı ruhların halkedilip bir araya topla­ narak kendilerine Rablerinin topluca yaptığı ilk hitaptır. Ni­ tekim: "On yedinci asır Bektaşilerinden Kararsız Veli'nin gözünde dolu içmek müminlik alametidir:

Canım biz müminler ile eşleriz, Münkirleri linet ile taşlarız, Anın içün esürük sarhoşlanz, İçtiğimiz kadeh dolu'dur bizim.

35

Mehmet Eröz, aynı eser, s.312.


48

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİl VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI

Pir Sultan bunu müminin (elest meclisindeki ezeli varlıkla cem halinde bulunan müminlerin) ezelden içtiği bir dolu sayıyor:

Dolumuzu içeliden ezelden, Mllnkir ne bilir evliya sırrından." Kul Şükri ise dolu nun nefs-i safiye olduğunu açıkça ifade ediyor: '

Gerçekler Ali'den dolu içtiler 36 Yedi nefis'den ruhların seçtiler. Şu halde, bu içki, Hazret-i Ali'nin ve d iğer insan-ı kamillerin sözleri ve başlangıçta ise Allah'ı n bütün kµl­ lara emanet elliği, fakat ancak insan-ı kamillerin hıfzet­ meye m uvaffak olduğu sırdır. Bu sır, i nsanı n Hak cev­ heriyle dopdolu olan nefs- i safiye'sinin yedi nefis taba­ kası içinde gizli olduğu sırrıdır. Bu tabakaları aşıp nefs-i safiyeye ulaşan fert, kendi nefsinin haksız egoizmine karşı bu egoizmi hiç far� etmeyen bir körkütük sarhoş haliıfe geli r. Buna karşılık, Ha k cevheri yle cem olma zevkinin verdiğ i uyanıklıkla bütün kainatla yalnız Hakk'ı . görecek kadar gözü açılmış ve uyanmış duruma geçer. K ur'an'da bu şa rabın (yani Hak alemine ermişleri n içtiği şara bın) uyanıklık veren temiz bir şarap olduğu bundan ötürü söz kon usu edil miştir. Kul Şükri'nin bahseııiği yedi nefisten ilk altısında şarap katıklıdır. Bunlardan birincisi nefs-i emmare (yılan nefis) .ıı.

Mehmet Eröz.

aynı eser. s.JL'i-316.


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK. VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK.

49

tabakasıdır. Bu tabakada gömülüp kalan insan, kendindeki Hak cevherinden hiç haberli değildir. Böylece hem kötülük yapar, · hem de yaptığı kötülükten zevk alır. Bir ejderha gibi olan nefs-i emmareye yenilmiş durumdadır. Fakat, ilahi terbiyeden nasip almaya başladığı zaman nefs-i levvame ye yükselir. Yap­ tığı fena işlerin kötü olduğu kendisine öğretilmeye başlanır. A ncak, her seferinde pişman olduğu ve kendine levm ettiği (kendi kendini ayıpladığı) halde yine de kötülük yapmaya devam eder. Terbiyeye tabi tutulan şahıs üçüncü nefis taba­ kasına, yani nefs-i mtılhime ye yükseldiği zaman kötülüğü yapmazdan önce, bunun kötü olduğu, içinden ona ilham edilir. Böylece kötülükten el çeke çeke, kötülükle çok menfaat sağ­ lamaktansa, meşru, fakat az menfaatle tatmin olarak nefs-i mutmainne'ye yükselir. Bu duruma gelen fert, Allah'tan razı olma terbiyesini elde ederek nefs-i raziye taba�a9ına yükselir. Böylece "bütün gayretlerine rağmen" meşru işlerinde muvaffak olmadığı hallerde dahi Allah'tan razı olur. Onun bu iyi niyeti karşılıksız bırakılnıaz ve Allah dahi o kuldan razı olur. Böylece fert, nefs-i marziye tabakasına yükselmiş bulunur. Bu terbiyeyi kendine bir tabiat (ıslah edilmiş bir tabiat) olarak benimseyen insanın 37 yedinci nefis mertebesi nefs-i safiye dir Bu merte­ bede kulun bütün idraki Hak'la doludur. Nefsinin katıklı un­ suru kalmamış, kendin�eki saf Hak cevherini bulmuş, Hak şarabını (şaraben Tabura) içerek uyanıklığa ermiş ve Hak'tan başka şeyleri görememek, bilememek hususunda ise körkütük sarhoş gibi olmuştur. İşte, söz konusu Bektaşi şairinin bahsettiği kişiler (insan-ı kamiller) yedi nefisten kendi ruhlarını (asıl varlıkları olan katıksız Hak cevherini) seçebilmiş ve özellikle '

'

'

J7

.

Nefis tabakaları hakkında bk: Fih-i Mafih, s.368.


Sil

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜl

insan-ı kamillerin başında gelen Hz. Ali'nin sözlerin�en, sırf nefs-i safiye ile dolu olmanın sırrını öğrenebilmiş ki­ şilerdir. Fakat, eski Türk adetlerinin izlerini bala taşıyan Alevi ve Bektaşi_ gruplarında şarap kelimesi iç manası ile değil, dış manası ile üzümden yapılan şarap veya genel olarak içki şeklinde anlaşılmakta; yer yer, tıpkı eski Türklerde olduğu gibi, içki meclisleri kurulmaktadır. Bu meclislerin, Elest Meclisi ile biç bir benzerliği olmadığı, bu vatandaş­ larımıza öğretilmelidir. Sünnilere öğretilmesi gereken husus ise, mutasavvıfların şiirlerinde geçen şarap ve dolu kelime­ lerinin dış manadan tamamen arınmış bir iç mana ifade ettiği gerçeğidir. Bazı Sünni düşünürTer bu hususu öğren­ dikleri ölçüde mutasavvıflara dil uzatmadan vaz geçer hale geleceklerdir. Kul Şilkri'nin bahsettiği yedi nefis mertebesinden birin­ cisinin, yani (bir ejderha gibi olan ve kendisiyle mücadele edilmesi gereken) nefs-i emmarenin bazı Alevilerce hakiki ejder veya dev olarak kabul edilmesi de doğru bir davranış değildir. Mehmet Eröz kitabında bu inanış hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Mesela Kul Himmet'in bir şiiri nde, A li'nin mücadele ederek bağladığı devin özellikleri şöyle anlatılır:

Ol dem yaratıldı div ile peri, Kaftan kafa hilkmederdi her biri, Vardı hem anların bir sultanları, Gayet pehlivandı, zurbazu idi.


PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİK. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

Sl

üç yüz elli batman gürzü çekerdi, Uzun kargı kdh-i Kaf-ı yıkardı. Cümle divler anın havfın çekerdi, Yedi iklim dört kOŞede rlz idi. Fakat, bu türlü şiirlerde belirtilen dev, her ne kadar bazı Aleviler tarafından Hz.Ali'nin yenerek hükmü altına aldığı maddi bir dev olarak kabul edilse de, Kul Himmet'in bu dev kavramı ile nefs-i emmare'yi kastettiği aynı şiirin devamından anlaşılmaktadır. Çünkü şiirde yedi günden (yedi nefis merha­ lesinden) sonra (7.günde) özünü (nefs-i safiyeyi) bulan bir dev söz konusudur.

Yedi günden sonra buldu özünü, Eli bağlı kan doldurmuş gözünll, Sultan Süleyman'a vurdu yllzllntı, SDleyman'sın ıu bendimi çözindi. SDleyman der kim bağladı elini, Kaddin hilAI olmuş bllkmllş belini, Kim eyledi sana bunca zulllmü? Hakk'ın emri böyle imiş gezindi. Div de der ki beni bağlayan uşak, Akıl baliğ değil, on iki ancak, Bir darp ile beni eyledi helik, Yavrı phin gibi uçtu slzllldll. Böylece Kul Himmet• . Hz. Ali'nin daha on iki yaşındayken nefs-i emmaresini kendi hükmü altına alarak manevi yükselişe maruz kal dığın ı ifade etmek tedir.


52

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

Mehmet Eröz, Devriyye nazariyesinin Alevilik ve Bek­ taşilik'teki yerini belirtirken, Allah'tan gelen ve O'na dönecek olan insan ruhunun, mutasavvıflar tarafından bir daireye benzetilen bir devir hareketi yaptığına i nanıldı­ ğını belirtir. Bu daire kavs-i nüzQl (aşağıya doğru inen yay) ve kavs-i üruc (yukarıya doğru çıkan yay) olmak üzere iki kavisten (iki yaydan) teşekkül etmektedir. "Sarı Abdullah Efendi'nin Semeratü'l-Fuad'ında, Devri y yelerin kavs-i nüzQle ait olanlarına ferıiyye, diğerlerine de ar­ şiyye derler. Niyazi-i Mısri'nin Devr-i Arıiyye'si, Üskü­ darlı Haşim Baba'nın Devre-i Ferşiyye'si edebiyatımızda pek meşhu rdur. Nesimi'den başlayarak İbrahim Efendi, Kaygusuz gibi tekke şairlerinde, Bektaşi şai rlerinde bir­ çok devri yyeler vardır38. Mehmet Eröz, Fuad Köprülü'nün "Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar" isimli eserinden aldığı bir bölümde Köprülü'nün Yunus'u tenkit eden fikirlerine yer vermiştir. Köprülü'ye göre Yunus, başlangıçta vücud-u mutlakla bir iken, sonra maden, nebat, hayvan ve nihayet insan olduğunu belirtmekle ve insan-ı kamil olduktan sonra da Yusuf, İsa, Musa ve bütün kamillerle müşterek bir ben şuurunu elde ederek hepsinin hissiyatını duyar hale geldiğini ifade etmekle şeriata aykırı davranmak­ tadır. Mehmet Eröz'ün kendi kitabına aynen aldığı bir cüm­ lesinde Köprülü şu fikri öne sürer: "Bu şair (yani Yunus), kendi itirafına rağmen, görülüyor ki şeriat edebinden kork­ mamaktadır"39. 38

39

Mehmet Eröz. aynı eser, s.234. Mehmet Eröz, ayoı eser, s.25� F.Köprülü, adı geçen eser,

s.277-280.


PROF.DR. ERÔZ'E GôRE ETNİX VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

53

İşte, şeriat kavramının ne demek olduğunu tayin edeme­ mekten doğan kargaşa, Köprülü gibi tanınmış fikir adamlarımızı bile etkisi altına aldıktan sonra, halkın Alevi, Bektaşi, Sünni grupları arasındaki anlayış farklılığından doğan mücadeleye şaşmamak gerekir. Şeriat, insanların nasıl iman ve amel edeceklerini gösteren Kur'an hükümlerine verilen addır. Bu hükümlerden bir kısmı evlenme, boşanma, miras, t icaret gibi dünyevi muamelelerin nizamlan masını sağla­ yan hukuk hükümleridir. Bu amel (bu. hareket) tarzlarını d üzenleyen Kur'an ayetlerinin hukuki kapsamı ancak bir süre için geçerlidir. Ebedi değildir. Fakat tevhid (birlik, bütünlük) akidesinden ibaret olan özü ise ezeli ve ebedi­ dir. Meseıa Kur'an İsJamiyet'ten önce kadınları (ölen bir erkeğin terekesine dah i l) bir miras metaı olarak kabul eden Arap örf ve adetlerine rağmell", kadına miras hakkı tanımış ve ona hukuki bir şahsiyet vermiştir. Ne var ki, kadının bu kadar hor görüldüğü bir cemiyette bu şahsiyet tanıma işlemi mecburen sınırlı kalmış ve mesela ölen ebeveyni n çocuklarından kız çocuğuna erkek çocuğunun miras hakkının ancak yarısı kadar miras hakkı tanınmış­ tır. Buna bakıp da bugün dahi k ız çocuklara yarım h isse tanınmasını isteyen bir kimse, medeni kanunumuzun şeriat edebine aykırı olduğunu öne sürse ona kim inanır? Çünkü zaman ve şartlar değişmiş ve cemiyetlerin, Kur'3n'ın özü olan t�vhid akidesinin zengin-fa kir, hür-köle, kadı n-erkek farklarını kaldırarak cemiycli bir bütün hal i nde tevhid edici felsefesine olan ihtiyacı artm ıştır. Kur'an'ın i fade­ sine göre te.v hid, aynı zamanda bir tabiat kanunudur ve bundan ötürü İslam olmayan halkların hukuku dahi tev-


S4

PROF.DR. ERÔZ'E GÔRE ETNİl VE DİNİ BÔLÜCÜLÜl

hidçi olmaya mahkum ve aksi takdirde adil olamamak teh­ likesine maruzdur. O halde, şeriatın medeni hukuk, borçlar hukuku gibi dünyevi işlerle ilgili hükümleri her devrin Jaik hukukuna yol gösterecek şekilde tevhidçi (cemiyet fertlerini tevhid edici) bir öze sahiptir. Bu öz her devir ve her cemiyet için geçerlidir. Şeriatın ibadetle ilgili hükümlerine gelince, bunun da iki kısımdan meydana geldiğini söylebiliriz. Birinci kısım ibadet­ lerin şekilsel şartlarını belirten kalıp, ikincisi ise iman ve aşktan (tevhidden) ibaret olan Oz kısmıdır. Aşk, ibadetin de­ vamlı olmasını gerektirir. Bu sefıeple namaz kulun miracı olarak kabul edilmiştir. Fakat ibadetin şekilsel �alıbına fazla önem vermek cemiyetleri böfer. Bölünme ise İsJam'ın özüne (tevhide) aykırı bir davranıştır. Zaten belirli bir ibadetin şe­ kilsel şartları konusunda herhangi bir mezhep imamının sözüne inanan fert, bu tercihi kendisi yapıığı için, aslında kendi aklına ve kendi tercihine inanıyor demektir. Bu tercihte çevre şart­ larının rolü olabilir. Meseıa suyu kıt bir bölgede kan akması ile abdestin bozulmaması, suyu bol memlekeılerde ise bozulması esasf, şekilsel bir şart olarak kabul edilmiş olabilir. İbadetin özünde (aşk ve ihJasla yapılmış olmasında) fark olmadığı tak­ dirde, şekille ilgili olan bu ayrılıkların hiç önemi yoktur. O halde, ibadet ayetlerinin de iç ve dış manaları vardır. iç manayı reddetmek Müslümanları zor durumda bırakır. Meseıa Kur'an'ın bugün ama olan, yarın ahirette de ama olur hükmünü ihtiva eden ayeti tamamen iç mana yüklüdür. Ayet, bugün kainaııa ilim ve aşk yoluyla tevhidin geçerliliğini göremeyen, anlaya­ mayan sözde mümin fertlerin ilahi alemde de, münkirlerle birlikte haşrolacaklarını ifade etmektedir. Yoksa ayetin dış


PROF.Dlt ERÔZ'E GÖRE ETNİI. YE DİNİ BOıocoı.ox.

ss

manasını kabul edersek, cennette birçok kör fertlerin ebediyyen kör olarak yaşayacaklarına inanmamız gerekecektir. Bu ise imkansızdır.

O halde, devir görüşünü de ayetlerin bazen iç ve bazen dış manalarında açıkça ifade eden Kur'an hükümlerine rağmen, bu inancı, 1Criat edebine aykırı bulmanın hiç bir anlamı yoktur. Şeriat, Arapça bilen, fakaı çeşitli dünya ilimlerinin hepsini bilmeleri imkansız olan ıercümanların sırf dil bilgisine dayanarak yaptıkları Kur'an tercümelerinden çıkarılacak inanç hükümleri olarak kabul edilirse birçok problemler ortaya çıkar. Şeriatın inançla ilgili hükümleri, ilmi gerçeklerin ışığında çeşitli ilim adamlarının ve Arapça uzmanlarının işbirliği ile yapılacak tercümelerden oluşan hükümlerdir. Bu şekilde yapı­ lacak tercümeler ise devir nazariyesinin doğruluğunu ortaya koyar. Bunun böyle olduğunun en basit misali, Nuh Sfiresi'nin 17. ayetidir. Ayette: "Sizi yerden bitki olarak çıkardık." denil­ diği halde Türkçe tercümelerde, aslında mevcut olmayan "gibi" kelimesi eklenerek ayet bir benzetme hükmünü ihtiva eder hale getirilmiştir. Halbuki, ayet tıpkı bugün vücudumuzda ta­ şıdığımız bir bitki olan vejetaıatif sinir sistemimiz gibi, baş­ langıçta da topraktan insan bitkisi halinde çıktığımızı ifade etmektedir. İnsan vücudunun gelişerek bugünkü oluşmuş haline ulaştığını belirten ayetler, ilmin bulgularına tıpa ııp uygundur. Tabii bu ifadeyi öne sürerken Darwin'in maymundan geldiği­ mizi belirten halalı görüşünü ilmi bir görüş olarak kabul etmiyor, fakat paleontolojinin belirttiği gibi insan-ı hayvan halinden insan haline geldiğimizi ifade ediyoruz. Kur'an insan bitkisi halinden insan-ı hayvan haline geldiğimizi, insan bit­ kisinin ise topraktaki elementlerden özel bir su (sperm suyu


S6

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

gibi özel bir yağmur) yardımıyla halkedildiğini ifade etmek­ tedir. O halde tek kaynaktan (Allah'tan) gelerek, bir halden bir hale geçmek suretiyle insan ve bazılarımızın Hak vücudunun küll-i beyni haline gelerek insan-ı Umil olabilmeleri gerçeğini kabul etmek zorundayız. Bu duruma gelen insan-ı Umillerin bir üst benlik (nefs-i safiye) tabakasında İsa, Musa, Yusuf gibi çeşitli insan-ı kamillerle bir idrak birliğine yükselmeleri ger­ çeğini nasıl inkar edebiliriz? O üst benlik tabakasına tam manasıyla dahil olmak şöyle dursun, ona biraz olsun yaklaşa­ bilenlerin dahi vicdan azabı denilen bir tevhid tecrübesini idrak ettiklerini de inkar edemeyiz ya. Gerçekten alt benlik (nefs-i emmare) tabakasında başkalarını kendimizden apayrı görerek yaptığımız fenalıktan azap duymayız. Fakat terbiye yoluyla nefs-i mülhimeye, hatta daha yukarı üst benlik taba­ kalarına çıkabildiğimiz takdirde bir insana kötülük yapmak gibi bir yanlış hareketi her nasılsa ifa ettiğimiz zaman, niçin bunun manevi acısını bizzat hisederek vicdan azabı ile kıvra­ nıyoruz? Demek ki, alt benlik tabakasındayken birliği (tevhidi) görebilmekten, hissedebilmekten aciz olduğumuz halde, hiç de­ ğilse nefs-i levvame gibi bir üst benliğe yükseldiğimiz zaman bu birliği hissediyor ve başkalarına yaptığımız kötülüğü aslında kendimize yapmış olduğumuzun idrakine varıyoruz. Vicdan a­ zabı denen tecrübeyi geçirmiş olan birçok insanlar bu hissi (bu idraki) yaşamışlardır ve inkar etmeleri mümkün değildir. Fakat, bizler daha üst benlik tabakalarına, özellikle nefs-i safiyeye yükselebilmiş insan-ı kamillerin Hak vücudunun küll-i beyni gibi, bütün insanların hissiyatına ne suretle iştirak ede-


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

57

bildiklerini bilmiyoruz. Bu durumda Kur'an'ın "İlmini kavra­ yamadıkları şeyi yalan saydılar." ayeti40 gereğince, İsa'nın, Musa'nın hissiyatını aynen yaşadığını öne süren insan-ı kamil­ lerin bu sözlerini de Fıİad Köprülü'nün yaptığı gibi şeriat edebinden ayrılma olarak görüyoruz. Şu halde, mutasavvıfların sözlerinde ve fikirlerinde yeri olan devir kavramının Kur'an'da dahi yeri vardır. Gerek Bek­ taşi, gerek Sünni vatandaşlarımızın buna inanmaları gerekir. Fakat Sünni vatandaşlarımız Adem Peygamber'den geldiğimizi öne süren hatalı Kur'an tercümelerine inanarak İslam'ın tev­ hidçi öz değerinden kopmuşlardır. Adem'in hiç yoktan yara­ tıldığını öne süren görüş, "U mevcude illa Hfi" anlamındaki tevhid değer hükmüne taban tabana zıttır. Bektaşilerde de devir fikri yanlış �azı inançlarla değiştirilmiştir. Bu inançlara göre: "Bir insan hayattayken, hayvan seviyesinde yaşamış ise, öldüğünde ruhu, hayattayken benzediği hayvanın vücuduna ge­ çer. Brailsfard'ın Macedonia isimli eserinde iddia edildiğine göre, Hüseyin'in katillerinin ruhu tavşan şekline bürünmüştür. Bu yüzden Bektaşiler, tavşan avlamazlar, yemez ve tavşana dok unmazlar..4ı. Halbuki, devir kavramı Kur'an'da ifade edildiği şekli ile tenasllh'ten ve huldl'den apayrı bir evrim fikrini getiren bir kavramdır. Devir itikadının Yeni Elfatunculardan bizim mu­ tasavvıflarımıza geçtiği fikri de şüpheyle karşılanmaya son derece müsait bir iddiadır. Çünkü, Yeni Eflatuncularda tenasüh (yani ölen vücudun ruhunun dünyadaki başka bir vücuda gir­ mesi) fikri mevcut olduğu halde, İslam tasavvufunda bu inanç 40 41

Yunus Sdresi, ayet:39. Mehmet Eröz, aynı eser, ii237.


S8

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİ.l VE DİNİ BÖLÜCÜLÜK

yoktur. Kaldı ki, devir fikri tevhid fikrinden kaynaklanmakta ve bir halden bir hale geçecek Allah'tan başka hiç bir ilk varlığın mevcut olmadığı inancına dayanmaktadır. Bu anlamda, devir ve tevhid fikirlerini işleyen İslam mutasavvıflarının Yu­ nan Felsefesi'nden değil, tam aksine Yunan Felsefe'nin tevhid dini olan İstam'dan (yani Adem Peygamber devrinden beri tebliğ edilen tevhidçi dinden) etkilendiğini iddia etmek de mümkündür. Çünkü Kur'an'ın bildirdiğine göre, bütün peygam­ berler tevhid dini olan İstam'ın esaslarını (tevhidçi özünü) tebliğ etmişlerdir ve (isimleri Kur'an'da zikredilmiş olmasa da) her kavme bir peygamber gönderilmiştir. Kültür seviyesi geri olan halklar, kainatı içten ve dıştan ve zaman boyutu bakı­ mından kuşatan tek varlık anlamında Allah kavramını anla­ yamadıkları ve böyle bir tevhid düşüncesini onların zihinleri kavrayamadığı için çok tanrılı efsanelere dayalı dinlere ge­ çerler. Yunanlıların da tevhid dininden böyle basit nitelikteki çok tanrılı bir inanca geçmiş oldukları (Kur'an'a göre) mutlaka inanılması gereken bir gerçektir. Ne var ki, kendilerine tevhid dinini tebliğ eden peygamberin mesajı tamamen unutulmayıp, fak�t tenasühle de karıştırılıp Yunan Felsefesi'nde izler bı­ rakmış olabilir. Buna rağmen, fikir hayatında karşımıza çıkan iddialar her nedense daima Türkllik ve İslamiyet aleminin yabancı kültür­ lerden etkilendiği iddialarıdır. Tllrk-İsllm kültürünün ve genel olarak İslim kültürünün kaynağı Kur'an'da bulunan ve modern ilimlerle tam bir uyum arzeden hangi değer hükmü varsa çok defa tercüme ve yorumlarla çarpıtılmıştır. İslam gruplarının kendi (İslam'dan önceki) kültürlerinden gelen etkilerin hemen hepsinin de yabancı kökenli etkiler olduğu iddia edilmiştir.


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİK. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

S9

Eröz'ün, Ttlrkiye'de Alevllik-Bektaşllik isimli e­ serinin son bölümü nde T ürk k ü l t ü r ü ve eski Türk dini i le A levili k-Bektaşilik arasındaki mü nasebet bel i rtil­ miştir. Eröz'e göre, başlarına kızıl kü t a h giydikleri için kızı l baş unvanı n ı alan Türklerle, Bek taşi Türk­ lerde, İsUmiyet'in insanlara tavsiye elliği ha ksız ego­ izm i n i öldürme terbiyesi "ölmeden ölme" i fadesi i le her zama n yaşa tılmış bir inançtır. Eröz, meseU, Ha­ tayi'den şu mısraları nakleder:

CellAd olup sen canına kıya gör, Arif olup her mAniden duya gör, Cesedin kendi elinle yuya gör, Kendi namazını kıl da andan gel. Virani dahi: "Meydana verdik can ü baş.• der. Bütün bu misallerde İslami renge bürünmüş bir kamlık ruhunu görmemek mümkün değildir. Eröz, Kamlık ve Kızılbaşlık arasında iki ortak nokta bulur: "Bunlardan biri AsA, ikincisi keçe tlzerine oturtup havaya kaldırma töresidir. Kayın ağacından yapılan AsA kamların ayin esnasında en mühim aletidir. Kızılbaşlıkla da "alaca deyneg, tarik, erkAn deyneği" adı verilen bu asanın gördüğü hizmet çok büyüktür. Dede erkancılar da bu asa vasııası ile cemi idare eder. Kazaklarda kan (han) seçimi dikkat çekicidir. Kan seçil­ dikten sonra ince ve ak bir keçe üzerine oturtularak havaya kaldırılır ve tekrar yere indirilir. Görülüyor ki Türk töresi, lider seçiminin hukukilik ve meşruluğunu belli usullerle ak keçe tlzerine oturtup havaya kaldırma akidesine bağlamıştır.


60

PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİI. VE DİNİ BÔLÜCÜLÜI.

Aynı törenin Türkiye Kızılbaşlığı'nda da yakın zamanlara kadar 42 yaşadığını anlıyoruz'. . Mehmet Eröz, 18.asır Bektaşilerinden Katib'in şu mısrala­ rını nakleder:

Haramdan, zinadan, koğdan kaçarız, Hakk'a doğru menzil menzil göçeriz. "Tahtacılar, zina edeni yakmak suretiyle cezalandırırlardı. Yörükler de zina edeni çam ağacına bağlayarak yakarlardı. Görülüyor ki, eski Türklerde ahlilk nasıl sağlam ise, Kızılbaş Türkmenlerde ve Yörüklerde de öyledir. Onbeş yıl kadar önce Aydın'ın Kızılcapınar köyüne Germencik kazasından seyyar sinema gelmişti. Kızılbaş olan bu köyün halkı: "Çıplak, öpüşlü filmlerle çoluğumuzun çocuğumuzun ahlakını bozuyorsunuz. Ba­ ri bunu Ramazan'da yapmayın." diyerek sinemacıları köyden 43 kovmuşlardı • Yine Mehmed Eröz'e göre, Alevi ve Bektaşilerin gizli toplantılarında cemlerinde görülen hizmetlerle ilgili un­ vanlara (makam, post) Orta Asya Şamanlığında ve eski Türk kültüründe de rastlamaktayız. Özbek saraylarındaki kımız içme törenlerinde hizmet gören vazifeliler arasında "pervaneci" gibi unvanlar -�ardır. Eröz'e göre, sema, raks, müzik Şaman ayinlerinin ve cem­ lerinin vazgeçilmez unsurlardır. Atalar için eski Türklerin kurban kesmeleri adeti de Alevilik ve Bektaşilikte aynen vardır. "Göktürkler, diğer Türkler gibi ateşin kutlu oluşuna inanıyorlardı. Doğu Türkistan kadın bakşısı ayine başlarken elindeki kılıç veya hançeri ocağın yanına, duvara sokar ve 42 43

Mehmet Eröz, aynı eser, s.264-265. Mehmet Eröz, aynı eser, s.290.


PROF.DR. ERÔZ'E GÖRE ETNİ.l VE DİNİ BÔL'OCÜLO.l

61

ocağa karşı durarak dua okur. Alevi Bektaşi meydanlarında da ateşin yeri büyüktür. Bektaşi babasına göre ocak aydınlıktır, ışıtan şeydir. O makama niyaz edilir"44• Mehmet Eröz, burada ayrıntılarına girmemize gerek ol­ mayan daha pek çok misaller üzerinde durarak eski Türk dininin ve Türk kültürüne ait adetlerin bugünkü Anadolu Alevi-Bektaşi gruplarında nasıl yaşadığını göstermiştir. Ona göre, Türklük ruhunu bu kadar kuvvetle yaşatan Anadolu'­ nun bu temiz insanları ve Sünni Türklüğün evlatları sağlam bir kültür politikası ile Türk-İslam değer hükümlerinin ve İslamiyet'e uygun olan Türk törelerinin etrafında birleşti­ rilmeli, bütünleştirilmelidir. Fakat böyle bir kültür politi­ kasından mahrum olmamız yüzünden bu gruplar küstürülüp, uzaklaştırılma kta, kardeş kardeşe düşman edilmek tedi r. Sünni olsun, Alevi-Bektaşi olsun bu gençleriı\.hepsi bizimdir, bizim evlatlarımızdır. Hangisi hangisinden incinse, düşman­ ların değil, bizim yüreğimiz kan ağlar. Bu gerçeği Pir Sultan Abdal'dan kitabına aldığı iki mısra ile dile getiren Eröz, gönlündeki hüznü ne güzel ifade etmiştir:

İki kardeş karşı karşı salındı, Ciğerciğim delik delik delindi.

44

Mehmet Eröz, aynı

eıer,

s.329.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.