Arif Nihat Asya - Onlar Bu Dilden Anlar

Page 1



DIDAKTA POLITlllC

YAVINLARI

2 1

ESERLER

O B

D

u

N

1

A

L N

L A

R'

D

N

E

L A

1 F

AR

NiHAT ASYA

Y

A

Y

1

N

L

A

R

1

1 9 7 o Orkide 67 Basımevi Tel

:

17 01 44

Kızılay-Ankara

R!


Baskı Organ izasyonu

PAN ORGANİZAS YON - ANKARA

Kapak Kompozisyonu

HüSEYİN öZCAN

Baskı

ORKİDE 67 BASIMEVİ - ANKARA

, SİPARİŞ AD RESİ D İD AKTA

Y A YINEV İ

Posta Kutusu

:

324

ANK.AHA

Müessese M er kezi: İzmir Cad. 22, Kat. 6 Dair e 22, K ızıa l y Tel efon

:

17 80 73 - 18 47 02

Teg l raf : EXPER - ANKARA


«Nerelisin?» diye soruyorlar: İnceğiz köyünde doğmuşum; İnceğiz'i Çatalca'ya, Çatalca'yı İstanbul'a bağlamışlar . . . İstanbul'lu olmuşum.


ELİNİZDEKİ ESER VE YAZARI ... Birkaç sene evvel, Türkiye Milliyetçi Öğretmenler Konfede­ rasyonu Genel Başkanı Sala.hattın Arıkan'la, o zamanlar ba­ ğımsız senatör bulunan Tahsin Banguoğlu arasında geçen bir tartışmaya şahit olmuştum. Konuşma, telefonla yapılıyordu. Konu, o gece Çukurova illerinden birine yapılacak bir se­ yahatin ertelenip ertelenmemesi idi. Banguoğlu, seyahatin bir­ kaç gün ileri alınmasını istiyordu. Sebebi de, o günlerde, yol gü­ zer�Rhında meydana gelen sel baskınları idi. Yolculuk, otobüs­

le ve gece yapılacağından, Banguoğlu tehlikeli buluyordu. Yolcuların üçüncüsü, bu eserin sahibi Arif Nihat Asya idi ve evinde yol hazırlıkları ile meşgiildü. Her üç yolcuyu da, ertesi günden itibaren, Çukurova'da bek­ leyen onbinler vardı. Bir seri konferansa gidiyorlardı. Arıkan, bekleyenleri ve programın bozulacağını ileri süre­ rek, yola çıkmakta israr edince, Banguoğlu; bir·an düşündü

V€

şu cevabı verdi : - Arıkan, hadi senin veya benim hayatım neyse ama; yolda başımıza bir felaket gelirse, yeni bir Arif Nihat ancak elli se­ nede yetişir; elimizle kıymayalım! ... ve seyahat ileri alındı, ilgili yerlere de telefonla durum

bildirildi.

27 Mayıs ihtilalinden birkaç sene sonra idi. «özerk» TRT'nin Ankara Radyosu, Ankara Şehir Hipordromundan naklen yaym yapıyordu. Galiba 30 Ağustos Zafer Bayramı idi. Hanım spiker Harbokulu öğrencilerinin geçişe başladığını anons .etti ve he­ men akabinde bir erkek sesi yayına girdi. Davudi ses, bir şiir okuyordu. Uzun bir şiirdi. Türklüğün, ta kendisi vardı şiirde. Ne şairini ve ne de şiirin adını anons etmemişti TRT. Hat­ ta, spiker bir kıtayı atlamıştı da "!,. Ama, bütün «Özerk»liğine rağmen, TRT, bu şiiri seçmişti Harbiyeliler için. «Bayrak»tı bu şirin adı ve şairi de Arif Nihat Asya idi... Ne yazık, TRT bu hatayı "!,, 1'ir daha işlemedi... --

·--

Arif Nihat Hoca, bugün 66 yaşındadır. İstanbul Yüksek Muallim Mektebi mezunudur. Adana, Malatya, Edirne, Eskişehir, Ankara ve Kıbrıs'da edebiyat öğretmenliği ve idarecilik yap­ mıştır. 1950

-

1954 döneminde de, Seyhan Milletvekili olarak

Büyük Millet Meclisinde görev almıştır. İlk yazısı, Milli Mücadele yıllarında Kastamonu'da neşredi-

5


len yazar, o gündenberi kendisini sadece şiir ve edebiyata ver­ miştir. Eserlerini kitap halinde sunan bazan günlük gazeteler­ le, dergilerde de yazan, okunan, aranan ve eskimeyen;

milli­

yetçi cephenin usta bir kalemidir Arif Nihat Asya. Bu eseri meydana getiren parçalar, 1960

yılından sonra,

muhtelif olaylar karşısında yazdıklan fıkralardır. Hatta, bazı­ larından mahkemeye düşmüştür. Milli kürsülerin, aranan,

bilinen, dinlenen

hatiplerinden

biridir. Bir anne yüreği kadar müşfik, derin ve ince hissin; peris­ kobundan

biraz sonra ayak basacağı

Kıbrıs sahillerini ta­

rarken «geri dön» emrini alınca, hırsından başını periskoba vu­ ra vura parçalamaya çalışan çıkarma birliğindeki Türk suba­ yının taşıdığı milli duygunun mimarıdır, o. Derin

bir

felsefi,

dini,

tarihi

ve

edebi

kültüre

sahiptir.

Bilhassa, İslam dini ve Türk tarihi, hemen 50 senedir bitireme­ diği, araştırma konulandır. Büyük Fatih'e karşı sevgisi hayranlık derecesindedir. He­ men her kitabınada ya bir parça, veya bir bölüm, ona seslenir. Henüz yirmisinde yüklendiği devlet umurunu, hayatının sonu­ na kadar başarıyla götüren; kendini yetersiz bulduğu yerde, ba­ basını ordusunun başına çağıracak kadar dirayetli; kuvvetli, ba­ siretli, gemilerini karalarda yüzdürecek kadar teşebbüsünde ka­ rarlı, divanlara sahib olacak kadar edib bu cihangir için, Arif Nihat Hoca, yeni bir eser meydana getirmiştir: «Ebced Hesabı ile Fetih ve Fatih şiirleri». Yıllanıu vermiştir bu esere. Nasib­ olursa, bu da «Didakta Yayınları» arasında neşredilecektir. Baş tarafta gördüğiinüz resminde, elinde mikrofonuyla ağ· Iayan, Arif Nihat Asya'dır. Kimbilir, hangi şiirini, kendi sesin­ den dile getirmektedir. Kimbilir, hangi duygular, ona mikrofon­ da gözyaşı döktürmektedlr? Sizi;

Türklükle dopdolu, Türklüğe ve Türk milliyetçiliğine

karşı her harekete, ne yazık ki, ancak kalemiyle mukabele eden, Türk milliyetçiliğinin çileli ve diri kalemi Arif

Nihat Asya ile,

başbaşa bırakıyoruz.

En derin saygılarımızla. Ankara, 9 Mart 1970

«DİDA KTA YAYINLARI:ıı Adına

6


ÇEKiRDEK

111

ONLAR,

BU D İ L D E N ANLAR! +

N A S RETT İ N

HOCA

+

A N KA R A' N I N

+

D OLU

+

EY TÜ R K GE N ÇL İ G İ i

+

YE D İ

+

O N LAR

+

KA R S

ŞEB- İ YEL D A

TAŞI

TAÇ BU

D İ L D E N A N LA R !

GECELE R İ

ARİF NİHAT

Y

A

Y

I

N

L

1 9 7 o

A

ASYA

U.

I



NASRE J)DİN HOCA

R ahmetlinin ruhwıa Fat iha'lanınla A. N . A.



YOGURT

Bu memleket halkı zaman zaman batıda Sapanca, İznik, Manyas; ortada Tuz, Akşehir; güney batıda Eğri­ dir, Burdur göllerine yoğurt çalmıştır. Bugün ise doğuda Van ve Çıldır göllerinin çevrelen suya yoğurt çalanlarla dolmuş bulunuyor. Kıyılarda Akdeniz'e, Karadeniz'e, Adalar Denizi'ne ve Marmara'ya yoğurt çalanlarımız, bu işi birbirlerinden gizli yaptıklarını sanarak kendilerini aldatıyorlar.

11


Nasreddin Hoca'mn bir torunu Akşehir gölüne yo· ğurt çaldığı günlerde öteki torunu ben, Haliç'e yoğurt çalmak için, İstanbul'a gidiyordum : Akşehir'de tutmıya· cağını bilmek, Haliç'te tutmaması demek değildi. Rahmetlinin fıkrası, hiçbir devirde bugünkü kadar aktüel olmamıştır. Piyango bileti alanlarımız, banka ikramiyesi bekli­ yenlerimiz; Spor - Toto'ya, müşterek bahislere girenleri· miz; bir bölgeye adaylığını koyanlarımız, göle yoğurt çal­ makta olduklarım bilmektedirler. İmtihana, çalışmadan gelen gençler, ticaretin şu ölü �ağında dükkan açmaya kalkan müteşebbisler; bahçesin­ de petrol, mezarlıklarda define arıyan meraklılar, baş­ tan başa, göle yoğurt çalanlar kalabalığıdır. İki açık yere istekli olarak gelen iki yüz kişiden iki­ sinin çaldığı maya tutacak, ötekilere başka göller ara­ mak düşecektir. Projeciler,

plancılar da

projeleriyle

planlarını

ileri sürerken, maksatları için, gölümüze yoğurt çalmak­ ta

olduklarının farkındadırlar. Şundan, bundan yardım isteğimiz, göle yoğurt çal­

maktan ileri geçmiyor . . . tutsa ne gi.izel olacak. Bir defasında, beş defasında, bin defasında olmadı­ i;:ını gördükten sonra da bin birinci defa yoğurt çalma­ dan edemeyeceğiz. 12


Ömrümüz böyle geçecek; neslimiz, göle yoğurt ça­ lanlar nesli oldu. Biz, solcuların ikna ile yola geleceğini zannederek kaleme sarılır, söze davranırken göle yoğurt çalmakta­ yız .. onlar, bu memleketin komünist olabileceğini umn­ rak hücreler kurar, gazeteler, dergiler çıkarırken uzak­ tan getirdikleri zehirli mayayla memleket gölüne yoğurt çalmaktadırlar .. bilirler ki tutmaz.. fakat «bir tutarsa yok mu .. ! » derler. Güvenilir görünen insanlara « dikkat edin, cemiyeti­ mizin rengini değiştirmek istiyenler var.. tedbir alın!., derken de biz göle değil, iç denize değil, buz denizine yo­ ğurt çalmakta olduğumuzu biliyoruz ama ne yapalım ki söylemezsek çatlarız. Ben, Çubuk Barajında denedim, olmadı. Reşadiye gölünde, Haliç'te, Seyhan'da, Porsuk.ta denedim .. olma· dı. Son olarak Ankara'nın Gençlik Parkı gölünde dene­ dim.. Şimdi sonuncusunun tutup tutmadığını görmek için oraya gidiyorum. Siz de kaşıklarınızı alıp gelebilir­ siniz .. Gülmeyin bana! Birbirimize gülecek halimiz mi var:> Bugün - siz de dahil - hemen hemen hepimiz ya akar su­ ya, havuza, çeşme yalağına ya leğene, birinkitilere, ku­ yulara, bostan kuyularına yahut bataklığa, çirkefe yo­ ğurt çalmaktayız. 5

Temmuz 1962

13


NASRF.DDİN HOCA

Filinden şikayet için kafile halinde Timurleng'e gi­ derken üçer beşer sıvışıp Hoca'yı yalnız bırakanlar, biz­ den başkalaı:ı değildi. Yirminci asır, büyük bir değişiklik getirmemiştir; bugün cie kazanın doğurduğuna inanır, öldüğüne inan­ mayız. Eski aylan kırpıp yıldız, eski yıldızlan bitiştirip ay yaparız; yeni birşeyimiz yok gibidir. Tuz yükümüzü suda hafifletmeyi düşünecek kadar kurnaz olmakla övünüriiz; eloğlu bizi pamuk yükümüz­ le suya sürmesini bilir. Kuyuya düşen ayı çengelle çıkarmaya çalışırız; başımızın üstünde bize gülmektedir. Kimimiz sebepsiz gıdaklar, kimimiz vakitsiz öter. 14

::­


Kıyametin, topluma birşey olursa küçüğü; kendimi · z e birşey olursa büyüğü kopar. Dünyanın ortası, çı.kanmızm bulunduğu yerdi:· inanmıyan ölçsün. Her yanımız açıktır, kapımızdaki asma kilide güve­ niriz. İki ayaklı olduğumuz, kaçarken bellidir. Hoca, «doksan dokuzu veren Allah, biri de verir. ., demişti: biz «biri veren dostlar, doksan dokuzu da ve­ rir.» der; herşeyi ellerden bekleriz. Göle yoğurt mayası çalmak sanıldığı kadar

gülünç

değildir: tuttuğu olur. Kıyıda bacaklarını suya sarkıtan çocuklarız .. biz, «birbirine karışan ayaklarımızı nasıl ayırdedeceğiz? » derken söğüt değneğini yiyen ayak, sahibini bulur. Planlarımız, sürü geçerken yünleri takılsın diye çalı dikmekten ibarettir.. alacaklılanmızı güldürmekteyiz. Yorgunluğumuz, kimseyi

ürkütmeden

yaşamanın

zorluğundan gelir. Testiyi kırmadan dayağını yeriz:

dizlerimizde suya

gitmeye derman kalmaz. Hoca'nın sesi, hamamda güzeldi;

bizimki,

mikro­

fonda güzeldir. 15


Yağmurda, herşeyden önce, elbisesinin ütüsünü, pa­ bucunun boyasını düşünenlerimiz vardır. Bulduklarımızın . ivisini secebiliyorduk.. şimdi, «bu· na değmiş, buna değmemiş. » diye kendimizi aldatıyoruz. Çalacak nesnesini bulamıyan hırsızdan utandığı için saklanmış ev sahibi haline gelmek üzereyiz. Ümüdimiz, bir şu dağın ardında kaldı..

aradığımızı

orda da bulamazsak vay halimize! Kapıyı çalıp damdaki ev sahibini

indirerek «Allah

rızası için! » diyen dilenci de; dilenciyi dama kadar gö­ türüp «Allah versin! » diyen ev sahibi de biziz.. emeğin ve zamanın değerini böyle biliyoruz. Takvimimiz çömlek takvimi, hesabımız

çömlek he­

sabıdır: yılımızın ay, ayımızın gün, günümüzün iş

saati

sayısı, beş taş oynıyan birtakım çocukların insafına kal­ mıştır. Hoca, «Ye, kürküm, ye! » derdi : bizim kürkümüz de yok. Asrın iş bölümü gereğince düşünenlerimiz ayrı, ko· nuşanlarımız ayrıdır. Yolun ikiye ayrıldığı yerde duraklıyan cenaze alayı da, tabuttan başını kaldırıp : - Ben sağken bu yoldan giderdim. diyen Nasreddin Hoca da biziz. 16


«Bana gonınme de kime gonınursen görün!• sözü, yüzünü aleme rahmet sayanlarımız için söylenmiştir. Evimizdeki gürültüyü merak eden

komşuya «mer·

divenden cüppem yuvarlandı.» der; onu zannederiz.

kandırdığımızı

«Kapıyı unutma.• derler ... kapıyı sırtlarız:

anlayışı­

mız bu kadardır. Hoca, bindiği dalı kesip düşmüş; biz,

ormanımızın

ağacını kökünden kesip altında kalırız. «Kalburumu alan getirsin... yoksa ben bilirim cağımı!» diye yüksekten attık... getirmeseler

yapa·

yapacağı·

rnız iş. yenisini almaktan ibaret olacaktı. Hem «halkçıyız» der, hem sandalyede ters oturarak halka sırtımızı döneriz. Yapmadığımız işlerle övünüyoruz;

«Halep ordaysa

arşın hurda!» diyen çıkmıyor. Yakıp yıktığımızı yeniden var edecek duayı bir ha­ tırlasak işlerimiz yoluna girerdi. Her akşam, eve dönüşümüzde «kim o ?» sesine «İn· şallah benimi» diye cevap verir olduk. Dil devrimcileri, yazdıklarının ne demek

olduğunu

anlatmak için, mektuplarını gönderdikleri yere kendile· ri de gitmelidirler. Hoca'nın hususi hayatı hakkında yeni buluşlara şa· hit olacağız; rahmetlinin, sarığını sağdan sola doğru sar­ dığının ispatı yakındır.

1Q Temmuz 1963 17


YEM'E

RÜRK'ÜM, YEME I

Yapan eller temiz midir, yeme kürküm, yeme!

kirli

mi?

soramazsın ..

Önünde burcu burcu tüter .. ama, yetim malı mıdır:, mazlum hakkı mıdır . . . bilemezsin . . . yeme kürküm, yeme! Tuzu Besmele'yle mi konmuştur, Besmele'siz mi.". anlıyamazsın .. Yemesi kolay gelir; hazmı zor olur.. yeme kürküm. yeme! Bedava verir görünürler; pahalıya· ödetirler:. �· yeme kürküm, yeme! Evde beğenmediğini elde beğenmeni· anlamıyorum: . evde beğenmediklerin gözüne dizine durur. . . yeme kür­ küm, yeme! 18


Haramını, helalini merak etsen de öğrenemezsin .. . karnına Taş bağlamak, haram yemekten iyidir. . . yeme kürküm, yeme! Hem « Buyur! » der, hem lokma sayarlar. Bugün yedirirler, yarın başına kakarlar . . . yeme kürküm, yeme! Beni hor görenlerin senin yuzune gülmesine ne ça· buk aldandın! .. yeme kürküm, yeme! Bugün ağzına verdiklerini yarın fitil fitil burnundan getirirler . . . yeme, kürküm, yeme! Ve kaşığiyle ikram eder, sapıyla gözünü çıkarırlar. . yeme kürküm, yeme!

17 Temmuz 1964

19



ANKARA'NIN TAŞI



RO K E T

Yeni dünya'da bir roket, aya atıldı. . . ·Güneşe gitti. Bazı sosyal hftdiseler de böyle olur. Hesapta bir kesir yanlışı, toplumda beklenmedik hava şartları, türlü akımlar, bir fren arızası neticeye te­ sir eder ve umulmadık şeyler çıkar. Olayı tertibedenler de hazan başarının, hazan hızın sarhoşu olarak bir baş dönmesi içinde maksadı aşarlar, şaşırırlar; olayların da, kendilerinin de kontrolünü kay­ bederler. Şüphesiz, bu sırada, hadiseleri ardından iten,. önün­ den çeken; sağa, sola kaydıran kuvvetler peyda olmuş­ tur.

!'ledef ya �ok sağımızda, ya çok solumuzda, yahut da


çok gerimizde kalır... Bir baş dönmesi sırasında

cihet­

ler silineceği için, ilerimizde kalması da olağan demek­ tir. Hedef, kahramanlarına ya merhametle, ya endişeyle, ya hınçla bakan bir göz halini alır. Akla gelmedik ihtimaller, dikkate alınmamış, hesa­ ba katılmamış, olaydan sayılmamış

olmalarının -adeta­

intikamını alırlar. Hareket, planı aşınca durulmayı sağlamak için yeni bir plan ister ... ikinci plan düşünüldüğü sırada üçüncü, dördüncü derken beşinci bir plan gerektirecek şekild� gelişir. Ve yatıştırıcı seslenmeler, rüzgara, «esme!», su­ ya «akma!», ateşe «yakma!» demek mahiyetini arzeder. Hadiseyi açanlardan kimisi «hesabı tam yapmamı­ şım.» demeyi gururuna yediremez... her olayı planın icabı imiş gibi gösterir ve işi metazoriye vurur. Kimisinde sorumluluk anlayışı, elini şakağına koyup nefis muhasebesine vardığı zaman «ben böyle istememiş­ tim, ne çare ki ihtimal dışı gelişmeler sosyal

olayın ta­

biatı icabıdır.» diyerek sahibinin vicdanını teselliye çalı· şır... ama, o da bilir ki istemedikleri de istedikleri yüzün­ den olmuştur. Kimisi, arada resmen «ben bu

kadarını ne düşün·

müş, ne de istemiştim.» şeklinde beyanlarla kendini te­ mize çıkarmak gayretine, telaşına düşer ve müdafaana­ menin adı «hatıra» olur, «ifşaat» olur. Derken hesap dı­ şı aşırılıkların sorumluluğunu birbiri üzerine atma saf­ hası başlar. Heyhat... iş işten geçmiştir! Roket, aya atılmış ... güneşe gitmiştir.

16 24

Şubat 1962


HUZ'ÜR

Huztir, bir defa benden ürkmüş, bir daha benim ça­ ğırmamla gelir mi?

• Güneyde «Huzur gelecek.» dediler; sel geldi.. doğuda «Huzur gelecek.» dediler ... açlık geldi.

• Emirle yatılır; fakat, emirle uyunmaz.. sen,

hangi

huzurdan bahsediyorsun?

• Bir komşu kadın, her gün, akşam üstü, penceresinden kedisini çağınr: - Huzur, Huzur, Hurur!..

• Hızır, adını değiştirdi: Huzfır oldu.

• 25


- Nereye gidiyorsun? - Huzura. - Boyunbağını düzelt; önünü ilikle, bari. . . hah şöy1e . . . şimdi gidebilirsin! •

Anne, gazete okuyan babaya - Ne var, ney ok? diye sordu. Baba, - Hiç, dedi, huzur gelecekmiş . . . Yerde oynayan küçük, oyuncaklarını bırakıp randı :

dav·

- Anne, cicilerimi giyeyim mi? •

Kalabalığı başına top lamış olan işportacıya yaklaş­ tım .. uzaktan, birini gösterir gibi yaparak, - Huzur geliyor! dedim. Bir kaçış tutturdu ki, arkasından huzur değil. kurşun bile yetişemezdi. •

Masaya oturdum .. garson emrimi sordu . . . - Bir bardak huzur! dedim. . Bir gün gelecek. .huzurla koyunkoyuna Üzerimize de huzur taşları dikilecek. ,

yatacağız.

Huzur, doğmasına doğacak . . ama, sezaryen yatıyla . . . 26

ameli­


Belki de bize : - Anayı mı, çocuğu mu? diyecekler. •

« Huzur», dördüncü cemre demek . •

- Huzuru getirebilecekler mi dersin? - Evet, götürdükleri gibi . . . - Yani nasıl? , Nasıl olacak ... elinden, kolundan, yeninden, ete· ğinden çekip saçından sürükleyerek, bağırta çağırta ... •

Dur, dinle .. bir gıdaklama var: galiba, huzur doğu­ ya

• .

5

Şubat 1962

27


ANKARA'NIN TAŞI

Gözlerimi Ankara'ya kapadım, denizlerin durgunlu­ ğuna açtım. Fakat türkü, kulağımın dibinde, hatta için­ de «Ankara'nın taşma bak.• diye çın çın çınlamakta de-· \•am ediyor. Değinnendere'de de peşimi bırakmayan Ankara'dan nedir çektiğim; ne istiyor bu türkü bcrn..k:ıı. «Ankara'nın taşına bak!» mış... bakmasam ne olacak!

baktım, ne

oldu;

Ses, avaz avaz, bağınrken kulaklarımı tıkıyorum: Ne varmış Ankara'nın taşında; elmas mıdır, yakut mu­ dur Ankara'nın taşı? Bakmayacağım... Bu memlekette Ankara taşının erişemiyeceği. yer yok mu?

Ne diye bakacakmışım: Yontup heykelimi mi yapa28


caklar, oyup adımı mı yazacaklar? Benim yıllarca baktığım Ankara'nın taşı, başını çe­ virip -bir defacık olsun- bana baktı mı kil Mevsimlerce yalvardım durdum .. yumuşadı mı kil Hala ne yüzle karşıma çıkıyor, anlamıyorum :

Kara

ellerde başımı yardıklarını o unuttuysa benim de

unut­

tuğumu mu sanıyor ... benim hafızam da taştan mı kil Şimdi Değirmendere'den, gündüz, önümde körfezin mavisini, karşımda Çene Dağı'nın bağdaş kuruşunu sey­ rediyor; gece karşı tasfiyehanenin pınl pırıl

ışıklanna

bakıyorum ve türkü, hala, «Ankara'nın taşına bak!» di· yor.. bakmayacağım işte ... ne olacak!

30 Temmuz 1964

29


OLAYLAR VE

K�LİMELER

Olayların tehlikeleri, zararlan, içyüzleri, sürelen ne olursa olsun, kendilerinden hatıra, kelimeler de bırak­ tıklan oluyor.. karşınıza iki örnekle çıkıyorum •

Bir komutan, bazı hareketleri « alarm dışı davranış­ lar>> diye adlandırdı. Ben de «alarm dışı» terimini öğren­ miş oldum. Biz gericiler, bir islam büyüğünün «bana bir haı-f öğretenin kulu kölesi olurum. » düsturunu hatırdan çı­ karmayız: teşekkür ederim. «Yalnız işitince veya görünce aşması çıkmam yet­ mez .. lfıgatıma, dilediğim zaman sarf edebileceğim sağ­ lamlıkta yerleşmeli» diyerek terimi, yerli yersiz, kullanı­ yorum. Evde bir telaş oluyor, «ne var? » 30

diye

soruyorum ..


«hiç!» diyorlar .. «alarm dışı bir telaş» diye düşünüp işi­ ·me bakıyorum.

Sokakta bir kalabalığın sebebini soruşturuyorum . . merakımı giderecek kimse çıkmıyor. . . « alarm dışı bir kalabalık» deyip geçiyorum. Ateşim yükseliyor, hekim sebep bulamıyor, ben koyuyorum: «alarm dışı bir ateş. . . »

teşhisi

Okulda hocanın yersiz öfkesi için çocukların « alarm dışı bir öfke » dediklerini duyunca, olayların onlara da kelimeler kazandırdığını görmekle seviniyorum. Bu terim, dildeki istikbalinden emin olabilir . • Rus'ların gizlice attıkları bir feza gemisinin astronotu, fezada can veriyor. Bir Amerika'lı bu olayı, « Rus'lar, fezaya ilk kozmik tabutu yerleştirdiler.» diye ifşa etti. Ben de o gün, lügatıma « kozmik tabut» terimini yer­ leştirdim ve bir teşekkür daha eda ettim. Şimdi, bu terimi kullanmak için vesileler beklemek teyim.

8 Mart 1962

31



D

()

1.

lJ



G E R İ CİLER

Bize «gerici » diyenler, darda kaldıkları zaman im­ <latlarına koşacak taze kuvvetlerin, geride beklemesi usulünden haberdar olmayanlardır. «Bize « gerici » diyenler, hareketlerde her gücün ar­ kasını ardcılarla emniyete alması gerektiğini bilmeyen­ lerdir. Bize «gerici » diyenler, önde ezilmekten

korkanlar-

dır.

«Bize «gerıcı» diyenler, karada motor gücünün, su­ da uskurun, geriden ittiğini öğrenememiş olanlardır.

Bizi gerici bilenler, -biraz da- ön saftan kaçacakları ıcmizlemek vazifesiyle geride olduğumuzu

anlamalıdır­

lar! 35


Bize «gerici» diyenler, dümenin de geride olduğuna dikkat etmeyenlerdir. Bize, gerici olduğumuzu söyleyerek, taş atmaya kal­ kışanlar, arabalarının dikiz aynasını kıracaklarını hesa­ ba katmayanlardır. İlerde olmak şerefini kendilerine alıkoyanlar, bugü­ nün stratejisinde cephe gerisinin cepheden farkı kalma­ dığını bilmeyenlerdir. Bize «küflü» diyenler, penisilinin küften elde edildi­ ğini bilmezden gelenlerdir. Bizi «Sağcı» diye saf dışı etmek isteyenler, tek kü­ rekle yol alabileceğini sanan beyinsizler ve tek kanadla uçabileceğini zanneden kuş beyinlilerdir. Bize «ırkçı» diyenler, şu memlekette soyadı kanunu· nun varlığından haberi bulunmayanlardır. Bize «Turan'cı» diyenler, «Turan» kelimesinden bir gün Hatay'ı, birgün Kıbns'ı kasdettiğimizin ve birgün el­ bette başka yerler kasdedebileceğimizin farkına varama­ yanlardır. Bize «yobaz» diyenler, kendi özel ilericilik anlayışla­ rının inkar ve mel'anet yobazlandır! Bize «karanlık ruhlu» diyenlerin kökleri mıdır?

aydınlıkta

Bize «mutaassıp» diyenler, renklerinin dışında renk tanımayanlarla hoşgörüden faydalanmayı kendilerinin 36


imtiyazı olarak kabul edenlerdir. Bize «dinci», bize cümmetçi» diyenler, millet tarifi­ nin kara cahili olanlardır. Bize •Örümcek» diyenler -olsa olsa- sineklerdir. Bizi inkar edenler, kendilerinin bu dünyaya, gökten ı.cmbille indiğini sananlardır. Atalarını hor görenler, inhisarlarına almak istedik­ ll'ri Atatürk'ün de bir ata olduğunu akıllarına getirme­ yenlerdir •

Bizden «engellerimiz» şikayetiyle söz edenler, araba­ larında freni fuzuli gören gözü dönmüşlerdir. Bize «kafataşçı» diyenler, kafatasının dimağa kal­ kan olmak için yaratıldığını, tassız kafanın -yalnız- ahta­ potlarda bulunduğunu duymamış olanlardır. Ağız kalabalığıyla kafamızı şişirenler, hasmına diş ��ı·çirmek cesaretinden mahrum, yaygaracı çomarlardır. Bizi tehdidedenler, kale duvarına gol atmaya kalkı· �.anlardır. •

Bizim ölümümüzü bekleyenler, teneşir horozlarıyla ııcbbaş» !ardır.

.,ıııı

Bize «inkılap düşmanı» diyenler, «inkılap» ın mana­ Sovyet lügatlanndan öğrenenlerdir.

Bizi «Kromanyon insanı» veya «Himalaya Yetisi» •.ayanlara «deeeeh!» demek için gerideyiz biz! 6 Haziran 1964 37


HA CILA R

Hacı namzedi, parasını

çarptırmasın .. olay, hemen

hemen, yankesiciyi açıkgöz, mağduru aptal

gösterecek

şekilde nakledilir. Yorulmuş, tozlanmış, terlemiş

olmasın..

temizlik

dersi vermeye kalkışanlar çıkar. Pasaportunu kaybetmiyegörsün.. adeta

budala ola­

rak teşhir edilir. Tecrübesizler için hiç de basit olmıyan gümrük işle­ rinde bir falsosu duyulsun.. tefe konur. İbadetini iyi seçilmemiş bir yerde yapmasın.. mas­ karaya alınır. Sakalı ayn, takkesi ayn, abası, kebesi, ibriği hatta gemisi ayrı mizah konusudur. 38

ayrı,


Cebinde hesap dışı sekiz on kuruş, yanında namazı için bir seccade bulunınıyagörsün .. manşetlerde adı «ka­ çakçı» oluverir. Uğurlamaya gelenler kalabalığı dahi karnaval gibi tasvir edilir ... herhangibir uğurlamadan büyük farkı var­ mış gibi... •

Kim reva görür vatandaşlara bu muameleleri? Kim olacak, şu milletin sabriyle oynıyan tinetsizler. Devlet ve kanun hac yolculuğuna müsaade eder, bunlar etmez. Hükumet, pasaport vermiştir .. bunlar, «Vi­ zesi bizden geçmedikçe olmaz.» dernek isterler. •

Evet... hac mevsimini, hacı adaylarından önce gözli· yenler vardır. İlericilik gayretkeşliği ve gericilik hicivleri için kalemlerini oraklariyle bilemeye koyulurlar; mevzu­ larını örslerinde döve döve şekillendirirler. •

Papa, Efes ziyaretçilerini hıristiyan hacısı olarak ka­ bul etti diye sevinir, Efes'i dayayıp döşeriz .. kılavuz olur, ev sahibi sıfatiyle misafirlere yol gösteririz. Hıristiyan hacı namzetlerinin kıyafetlerindeki tu· haflıklarla alay etmek, hoş görürlüğe ve turizm anlayışı­ na aykırı düşer. Gerektiği şekilde hareket için birbirimizi ikaza lü· zum görürüz ve şüphesiz, iyi yapmış oluruz. 39


Lakin mevsiminde güney yoluna çıkmaya başlıyan kendi hacı namzetlerimize etmediğimizi bırakmayız. Bu, ne biçim layik.liktir; bu, ne türlü vicdan hürriye­ ti anlayışıdır? •

Evet. . onların döviz getirdiği, bunların döviz götür­ düğü malumdur. Üzerinde imkan ölçüsü olarak döviz­ den başka bir ölçü kalmadıysa bu dünya, yaşartmaya değ­ mez. •

«Paramızı dışarıya akıtmamak, masrafları -hac mas· rafı da olsalar- kısmak, borçlu bir devleti (döviz döviz) diye lüzumundan fazla zorlamamak .. . » Bütün bunlar, iyi niyetle söylendiği veya yazıldığı za· man yabana atılacak düşünceler olmaktan uzaktır.. ica­ bında dikkate alınmaları zaruret olur. Fakat mesele, bunların, fırsat düşkünlerinin geçince, nerelere tevcih edileceği meselesidir.

eline

Yazık ki hacı namzetlerinin de bazıları, bedbaht kalemlere mevzu vermekte çekingen davranmasını bilmez· ler .. haccı tehhzile, hacıyı inkılap düşmanı göstermeye zaten hazır olanların ekmeğine yağ sürerler. •

Fakat sakallarım kökünden söküp atsalar; takke ye­ rine melon, silindir; aba, kebe yerine İstanbulin, fırak giyseler; yanlarına ibrik yerine termos alsalar; döviz ala­ bildiğine bol olsa Allah'sızların hıncından, hicvinden, mi· AO


zahından kurtulacaklar mıydı? Aslaa! Çünkü mel'anetlerin asıl tecavüz hedefi kıya· fet değil, ibrik değil, hattaa sadece hac değil, dindir. •

Kabe, yurt dışında olmayıp da eskisi gibi yurt içinde olsaydı onlar bir kenanndan tutturup inanç ve ibadet­ leri alaya almaya yine vesileler bulacaklar; bulamayınca icadedeceklerdi. •

Yolculuk Hicaz'a değil de, Moskova'ya olsaydı o zagörürdünüz kirli ellerin alkışını!..

man

O zaman devlet borcunun, dövizin, kılığın kıyafetin, ibriğin lafı mı edilirdi! 27 Nisan 1962

41


D OLU

«Çıktık açık alınla on yılda her savaştan.» diye baş­ layan Onuncu Yıl Marşı, yeni yazılmış, yeni bestelenmiş­ ti. Başka yerlerde olduğu gibi, Adana'da da, musiki ho­ caları tarafından, bütün okullarda öğretiliyor; Cumhuri­ yetin onuncu yıl dönümüne yetiştirilmesine çalışılıyor­ du. Bayrama beş altı gün kala sokakta, meydanda, evde, şimdiden, vakitli vakitsiz, doğru yanlış söylenmekteydi . •

«Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan..» mısraının «saydığı» kelimesini, «sevdiği.» «bildiği,» «öğdü­ ğü,» «gördüğü» diye okuyanlar, eksik değildi. Öğretmen arkadaşım, rahmetli Hamdi Akverdi'nin -en çok- «taptı­ ğı» diye okuyanlara kızdığını hatırlamaktayım. •

Bize anlatıldığına göre, aslı, «On yılda on beş milyon er yarattık her yaştan... » olan mısram, « ...on beş milyoner yarattık...» gibi okunduğu, Atatürk'ün dik42


katinden kaÇmamıştı ve şi'rin burası, rahmetlinin işa· retiyle, «.:.on milyon genç... » olarak düzeltilmişti. Demek ki, Faruk Nafiz'le Behçet Kemal tarafından yazılan marşa, bir üçüncü imza koymak icabediyordu... bestecisi de hesaba katılınca, marşın üzerinde, dört kişi hak iddia edebilirdi. •

Çukurova'nın tanınmış çiftçilerinden, rahmetlik De­ mir Ağa, marş için, herhalde, «Demir ağlarla ördük ana· yurdu dört baştan... » mısraının başlarındaki iki kelime· ye takılarak, «Güzel bir marş... ama, benim adımı, ne di­ ye, kanştırmışlar?» diyordu. •

Artık, bayram çok yakındı. Bir veya iki gün önce, Adana'nın şimdiki şehir içi stadyomunda, marşı, çevre­ nin bütün talebeleri tarafından, bir ağızdan okumanın provası yapılacaktı. Daha, hazırlığın başlarında, ufukta bir kara bulut, bazılarımızın dikkatini çekmişti. «0, gelinceye kadar biz - nasıl olsa - işimizi bitiririz.» demiş olacağağız ki, herkes vazifesine daldı. •

İnceli kalınlı, binlerce ses yeri göğü çınlatmakta; kü­ çük falsolar düzeltilerek, kıtalar ve nakarat, tekrarlan­ maktaydı. Olan, bu sıralarda olmuş; dolu, hepimizi açıkta ya­ kalayarak baskın halinde başlamıştı. 43


Panik, el'an, gözümün önündedir: Kalabalık, çok az kişi alabilen kapalı tribüne can atarken, yapının bu ağır­ lığa dayanamayacağını bilenler de, kendilerini tribün­ den dışarı atmaya uğraşıyorlardı. Sıkışanlar, yıkılan­ lar, ayağına basılanlar; çiğnenmek, ezilmek tehlikesi ge­ çirenler; ağlayanlar, başı yarılanlar, gözlüğü kırılanlar, üstübaşı, eteği yırtılanlar; şemsiyesi tersine dönenler, az değildi. «Vay başım!•, «Vay gözüm!» sesleri, çocukların, «Anneciğim!» çığlıklarıyla hıçkırıkları, acıklı bir koro oldu. Baştan ayağa ıslanmadık, hemen hemen, kimse kal­ mamış; erkeklerin pantolonları, kadınların entarileri, vücutlarına yapışmıştı. Küçükler, hem korkudan, hem soğuktan, tirtir tit­ riyorlardı. Öğretmenler, idarecHer şaşırmıştı. Benim emektar muşambamın, o gün, bir bayan öğ­ retmenle dört beş küçüğü koruduğunu unutmam. •

Dolunun -yapacağını yaptıktan sonra- kesilmesi de, başlaması kadar birdenbire oldu. Belediye otobüsleri, veliler, sağlık imdat arabaları, özel vasıtalar ve itfaiye yetiştiği zaman, hava tekrar, günlük güneşlikti... kalabalığın yansı dağılmış. Yerler­ de kalın bir dolu tabakası kalmıştı. 44


Asıl bayram gününün korosu, prova gwıunun kala­ balığıyla kıyaslanamayacak kadar az olacaktı. •

Bu olayı, cuma günkü gazetelerin aDenizli'de, taneleri 120 gram ağırlığında dolu yağdı ... » haberiyle, gözü­ mün önüne getirdim: 11Terazinin, herşeyi tartmak, aklına gelirdi de dolu tartmak, aklından geçmezdi...» diye dü­ şündüm. •

Denizli'deki günün hangi saatini, hangi dakkasını seçmiştir? bilmiyorum... fakat, otuz kusür yıl önce, Ada­ na'daki dolunun, beş altı bin kişilik bir koro, «Tersine dönse dünya, yolumuzdan dönmeyiz!» dediği anda bo­ şandığını, çok iyi, hatırlamaktayım. 10 Mayıs 1966

45


BA Y R A M L A R

Bizde bayramlar da savaşlar gibi top atımıyla açı­ lır: savaşı mı bayram diye, bayramı mı savaş diye karşı­ larız; anlaşılmaz. Öyle derin uyuyanlar vardır ki onları bayram top­ lan dahi uyandıramaz. Şu dünyaya garib gelmiş, şu dünyadan garib gide­ cek öyle kimseler vardır ki on bayram bir araya gelse onlara hiçbirşey getiremez. Şair, «Bayram gelir.. kanlı, kinli barışır.» demiştir ... Bayram olur ki kanlı daha çok kanlanır, kinli daha çok kinlenir. Bayramlar vardır ki yolunu şaşırmış, bize gelmiştir. Bayramlar vardır ki ağzını başsağlığı açar. 46

dilemek için


Bayramlar vardır ki geldiğine özür dileyerek gider.

m

Aramızda öyle insanlar vardır ki, bayrama kapıları­ ilel'ebed kapamışlardır; açtıramazsm.

Kapılar vardır ki kanadlannı ardına kadar açarak bayramı beklemişlerdir; ömürlerince bekleyeceklerdir. Bayram vardır ki silahlı gelir.. kendini mi koruya­ caktır.. bizi mi? anlaşılmaz.. kimin peşine düşecek, kimi yakalayacaktır? bilinmez. Evler vardır ki bayram kapıda gözlerini siler de girer. İnsanlar vardır ki bayram tebrikini Asri Mezarlık'ta kabul eder. Öyleleri vardır ki yeryüzünde bayramsız yerler ara­ maya çıkmışlardır, geri çeviremezsin! Koç, İbrahim Peygaınber'e, kurban etmek üzere ol­ duğu oğlu İsmail'in yerine gönderilmiştir ... birkaç sani­ ye gecikse, iş işten geçmış olacaktı. İbrahim'ler vardır ki koç, onlar için çok geç kalmıştır. Öyle eller vardır ki, yakalasalar, kurban diye bayra­ mı yatırıp keserler. Evler vardır ki bayram, önlerinden geçerken ayakla­ rının ucuna basar; başını önüne eğer ve parmaklarım dudaklarına götürerek, çevresine «Sus!» işareti yapar. Öyle evler vardır ki bayram, gece yatısına gelse, ku­ ru tahtada yatar. 47


Bayramlar vardı ki, gerçekten bayramdı. Öyle insanlar vardır ki aBayram•, içlerinde en mut· suzlannın adıdır. Öyle sokaklar vardır ki bayram mez!

korkmadan geçe·

Öyle acılar vardır ki, aBugün bayram!..• diyen tak­ vimler, onlar için yalancıdır. Bayram vardır ki «bay• la başladığı için, adını de­ ğiştirmiştir. Öyle kapılar vardır ki, içerden «Kim o?» diye sorul­ duğu zaman bayram, adını söylemeye utanır. Öyle bayramlar vardır ki ziyarete değil, helalleaşma­ ya gelmiştir. Öyle kimseler vardır ki, el sıkmaya gelen ellerini avucunda günlerce tutsa ısıtamaz; Öyle kapılar vardır ki, bayramdır deyip elini uzatsan, elin yanar

bayram,

tokmağına

.

Öyle bayramlar olur ki, tokmak, hıncını davuldan .almaktadır ve biz, «Bayram davulu çalınıyor.» deriz. 9 Mayıs 1 963

48


F.Y

TÜRK GR�Çl İGİ ! ..



BEYİN YIKAMAK

Rus'lar, bir süredir denedikleri beyin yıkama ameli· ycsinin, kendilerince müsbet ilk neticelerini Kore harbi �ıralarında almışlardır. Bu -bilindiği gibi- insanın esas şahsiyet ve karakte· rini silip ona istenilen şahsiyet ve karakteri vermek de· mektir. Rus'lar böylece, dünyayı Rus'laştırma seferberliğin· de en çok faydalanacakları, birtakım öncüler meydana ı·ctirmek imkanını elde ettiklerine inanıp bir hayli sevin­ ı nişlerdir. Bu işi, ellerine geçirebildikleri her ırka mensup her 1,cşit insanda başarmışlar; yalnız Türk'ler üzerindeki de· ' ııcylerinde başarısızlığa uğramışlardır. Türk'lerin bir istisna

teşkil

edebileceğini

kabuie 51


-bir türlü- yanaşmadıklarından, yeni metodlarla denemı::­ lerini -defalarca- tekrarlamışlar; fakat, neticenin değiş­ mediğini, hayretle görmüşlerdir. Nihayet, beyin yıkamada mütehassıs Sovyet alimle­ ri, keşiflerinin ve metodlannın, yalnız Türk karşısında <ıcze düştüğünü itirafa mecbur kalarak, Türk'ün değişti­ rilemez bir karakteri olduğunda oybirliğine varmışla:-· dır. Bunu benim uydurmamdan ve boş gururumdan iba­ ret sananlar, tahkik edebilirler. «Öyleyse, aramızdaki bazı kimselerin Rus'laşması olayını nazıl izah edersin?» diyeceksiniz . . . Türk olmama­ larıyla izah ederim. 22

52

Nisan 1 966


CESARET

Mehmet Ali Aybar, partisinin bir toplantısında, bu­ gün Türkiye'de bir şiir yazmanın, Erdek'te bir piyes oy­ namanın cesaret işi olduğunu söylemiş. Evet, belki öyledir.. fakat dahası var: Türkiye'de «cemiyet, insanlık, dünya, toplum, bey­ nelmilel, kardeşlik, sulh içinde beraberlik» sözleri ve laf­ ları, almış yürümüş; bu arada «ırk» hatta «milliyet» ke­ limesini kullanmak cesaret işi olmuştur. Gerçek maksat�an maskeleyen yuvarlak

kelimeler­

le ve ağız kalabalığiyle konuşmak modalaşmış,

bunlar

::ırasında milletin sesini duyurmaya kalkışmak,

cesaret

işi olmuştur. Ma'nası sorulmadan alkışlanması takdirle karşılanan sosyalizmin ma'nasını sormak, cesaret işi olmuştur. 53


Sosyalizmden yana olmak, rağbet görmüş; «Biraz ela mülkiyetten konuşalım.» dernek, cesaret işi olmuştur. Şüpheli tertipleri teşhir için kendini yormamak, ra­ hatlıktır.. teşhire kalkışmak, köprü başlarından gelecek ağız yaylımı karşısında, cesaret işi olmuştur. Türkiye'de herşeyden bahsedilmiş; Türk'ten söz aç­ mak, cesaret işi olmuştur. Muhterem tanıdığımız konularla çoluğu çocuğu yüz. göz etmek, ilericilik bilinmiş; ahlakı, geleneği, aileyi mü· dafaa etmek, cesaret işi olmuştur. «Rusya» demek, «Korninform» dernek kolaylaşmış; dilimizin bir kelimesi olarak dahi, «Turan» diyebilmek cesaret işi olmuştur. Marks'tan söz açmak olağandır; Ziya Gökalp'ten söz açmak, cesaret işi olmuştur. Ma'bedi, dini, din adamını, milliyeti ve milliyetçiyi, bir şarjöre dizilmiş sıfatlarla terzil etmek, teşvik görme­ ye başlamış; terzil edenlerin karşısına dikilmek, cesaret işi olmuştur. Aybar'dan bahsetmek mesele teşkil etmemiş; fakat, Türkçe'leşen şekliyle adında taşıdığı Muhammed'den bahsetmek, cesaret işi olmuştur. Ellerinde, nerde kızdırıldığı malum ve dağlamaya hazır bir «gerici» damgası taşıyanlara katılmak kolaylaş­ mıştır da «Tanrı, bizi sizin anladığınız manada, ilerici ol­ maktan korusun!» diyebilmek, cesaret işi olmuştur. 54


Cemiyeti nereye götürmek istediği malum eserler hakkında müsbet konuşmak takdir vesilesi, menfi ko­ nuşmak, cesaret işi olmuştur. Sürrealizm kisvesine bürünülerek, rezaletler yazıl­ mış; vatan, memleket, bayrak, hatta temiz aşk şiiri yaz­ mak ,cesaret işi olmuştur. Şu memlekette «ilerici, «Sosyalist» daha bil­ mem ne gibi adlar altında her haltı karıştırmak, gün­ delik edebiyat haline gelmiş; «Ben, şu meselede muhafa­ zakarım.» diyebilmek, cesaret işi olmuştur. Destan olarak, İlyada'dan bahsetmek müşkül değil dir de Oğuz destanından bahsetmek, cesaret işi olmuş­ tur.

Destan veya mitoloji olarak, Roma'nın Remüs Ro­ mülüs kardeşlerini emziren kurttan söz açmak, daima mümkündür .. Türk'ün Bozkurd'una ise «karnivor» den­ miş; böyle söyleyene karşı, «karnivor sensin.» diyebil­ mek, cesaret işi olmuştur. •

27 Ağustos 1962

55


EY TÖRK GENç·LtGİ I Atatürk, «Ey Türk Gençliği . » diye seslendiği gün, karşısında benim neslim vardı. O zamanlar, biz, bugün­ külerin yaşındaydık ve bugünküler, henüz doğmamıştı. . .

O zamanlar, bu emirdeki «İstiklal» ve «cumhuriyet» kelimelerine, Mustafa Kemal'in verdiğinden başka türlü manalar verilebileceği, kimsenin aklından geçmezdi. Biz, emri ve vazifeyi, yenilere kelimelerinin ilk anla­ mını bozmadan devrettik; devretmekteyiz. •

Bugün, bu kelimeleri, Ata'nın anladığından

başka

türlü anlayanlar, başka türlü anlatanlar türemiştir. Genç, ihtiyar kimimizi gerici, kimimizi yobaz, kimi­ mizi kafatasçı gösterip, bizi Türk istiklalinin, Türkiye 56


Cumhuriyetinin düşmanı ilan etmek isteyenler; rahmet­ linin hitabında, «Cumhuriyet» e cHalk Cumhuriyeti'>, «İstiklal» e, uPeyk İstiklali» manası verenlerdir. Mustafa Kel..""al'in, kendisine hitabettiği, gerçek Türk gençliğinin, ilk •razifesi, istiklal ve cumhuriyeti -her ne pahasına olursa olsun- böylelerinin şerrinden kurtarmak ve korumak olmalıdır! 29 Nisan 1966

57


ON LAR

Onlar, doğmak için ebeye ihtiyaç duymayanlardır. Onlar, gelişmelerini ana karnında tamamlanmış bi­ lenlerdir. Onlar, krizalid olmadan kelebek olmaya yeltenenler­ dir. Onlar, ağabeylerini kendilerinden

önce

doğurmuş

olan annelerini -birtürlü- affetmeyenlerdir. Onlar, babalariyle ağabeylerinin işbaşında bulunma­ sına, memleket düşman istilasına uğramış gibi, karşı çı­ kanlardır. Onlar, hayatı vaktinden önce yaşamak böylece hayatlarını kısaltmakta olduklarım lardır. 58

isteyenler, anlamayan­


Onlar, takvimin, önlerindeki yapraklarım yırtmakla, bekledikleri . günü çabuk getireceklerini umanlardır. Onlar, «Çalışanın, eğlenmek, hakkıdır.» cümlesini defterlerine ve kafalarına, cEğlenenin, çalışmak hakk' dır.» şeklinde geçirenlerdir. Onlar, kendilerini kafalarındakinin infaz gücü bilen­ lerdir. Onlar, gündelik düşüncelerini, ömürlük düşünce sa­ yanlardır. Onlar, yaşlarına dokunulmazlıklar tanınmasını iste­ yenlerdir. Onlar, kendilerinden öncekileri, ihtiyar doğmuş nanlardır.

sa­

Onlar, tehlike anında, Fatih'in, babasını vazifeye ça­ ğırdığını bilmezden gelenlerdir.

59


FESLEGEN

Ahşap, bağdadi veya kargir duvarlı; dar pencereli evlerinin demirbaşı, eski İstanbul kadınlan için bu du­ varların arkası, değişmeyen bir mevsimmiş. Onlar, ka­ dınlıklarının definelerini, dokunulmazlığım orda saklar­ lar; dünyadan habersiz, orda yaşarlarmış. Birgün gözleri pencerenin camına ilişince, pervazda fesleğenin yapraklarını kımıldar gördüler mi, uzaklan -ancak- o zaman düşünür; camlar ve duvarlar ötesindeki büyük fırtınanın -ancak- o zaman, yine de o kadarcık far­ kına varırlarmış . . . fesleğene telaşla baktıktan sonra, mer· lıametle birbirlerine dönerek: - Alla..lı, Karadeniz'dekilere imdad eyleye! derlermiş. Ey yaygaralardan, edepsizliklerden, küfürlerden; in­ kar, tahkir, tezyif ve meydan

okuma

fırtınalarından

uzak, kendi kabuğunda, kendi iç aleminin limanında ya­ şayan, gerçek iyi niyetler, gerçek imanlar, gerçek irade­

ler, gerçek güçler; daha, fesleğeninizin yaprağı kımılda· madı mı? 60


YEDİ

TAÇ



YEDİ TAÇ

Resimlerinden birinin karşısındayım: Tahminen beşte dört

nisbetinde yandan, beşte bir

nisbetinde önden olan portre, -ressamınca- kemeri

sa­

rımtırak mermer, kaidesi ve sütunlan siyah somaki bir iç çerçeveye yerleştirilmiştir. Böylece -Bellini'nin tablo· sunda- bize ulu hakanımız hem şehnişinden bakıyor, hem kendisini zafer takında seyrettiriyor gibidir. Kaideye oturtularak heykelleştirilmek

suretiyle üç

boyutlu görünmesi sağlanan resim, tabii büyüklükte ol· sa, az çok, canlı hissi de verecekti.

• Kemerin sağında, solunda alt alta dizilmiş,

üçer­

den altı taç -adeta- en layık oldukları başa geçmek dile­ ğiyle oradadırlar ve ya sıra, ya tercih bekliyorlar. Bir taç da kaidenin kıvrak süsleri arasında saklı durmaktadır. 63


Onlar, hakanımın başına «İklil» ler yağması ; bu ise ayağına «İklil» lcrin yüz sürmesidir .. belki hepsi birden, etrafında pervane kesilen taçlara yüz vermemesinin, on· ları küçümsemesinin ifadesidir. Dediklerimin şairane yahut yakıştırma olduğunu ile­

ri sürebilir, fakat ona yakışmadığını söyliyemezsiniz . • Profes_ör Babinger, c;liğer resimlerde üç olarak dik­ kati çeken, bu tabloda ise üçlü birime dayandığı zannını Yeren taçlara «temsili manada Selçuk, Kommen, Bizans taçları » demiş; o da bir yakıştırma yapmıştır ve

onun

dediği de yakışmı�w. Fakat, profesöre rağmen, bu resimdeki yedi tacın Fatih'in yedinci Osmanlı padişahı olmasına delaleti, ya­ kıştırmaların gerçeğe en yakını olsa gerektir.

• Bellini, eserine -hangi manada olursa olsun- bazı bHgiler, semboller sıkıştırmış olabilir. Ama, daha sonra ye­ tişip Kanuni'nin resmini yapsa ve fırçasını aynı sembo­ lik dille konuşturmak istese, çok zor durumda kalacak­ tı: Fatih'in resmine sığdırmak için hayli küçültmek mec­ buriyetini duyduğu taçlar Süleyman'da, hükümdarlık sı­ rası bakımından «On» u, sahip olduğu ülkeler sayısı ba­ kımından kim bilir kaçı bulacaktı ... ve taçlar çoğaldıkça çoğalacak, tablonun esas konusunun yanında küçüldük­ çe küçülecekti.

• Bellini, bu küçük bilgiyi tablosuna ister kendiliğinden, ister Fatih'in muvafakatı veya emriyle koymuş 64

01-


sun, hatırlamak lazımgelir ki Osmanlılarda

tacın yen

hazine veya harem dairesiydi .. . daha doğrusu, Osmanlı'­ lıkta taht var, lakin taç yoktu, hatta ilk zamanlarda taht da yoktu. İkinci Sultan Mehmet de dedeleri, çocukları ve ya­ kın torunları gibi, eğeri taht, tolgayı taç bilmiş, o saye­ de « Fatih» olmuştur. Değerini taçlarla ölçmek gerekirse, ona üç taç da, yedi taç da az gelir.

27 Mayıs 1964

65


ÜÇ TEKBİR

Menkıbe, Fatih'in, Ayasofya'da Cuma namazını kıl­ dırırken farz için üç iftitah tekbiri aldığını, cemaatin de -tekrara mana verememekle beraber- onun gibi yaptığı­ nı söylüyor ... ve namaz sonunda bunun sebebini soran­ lara, büyük hakanın «Ka'be'yi ancak, üçüncü tekbirde görebildim.» cevabını verdiğini ilave ediyor. Bu menkıbe, bize, inancının nirengisine yöneldiği nman Fatih'in görme gücü önünde duvarların şeffaflaş tığını, mesafelerin yol olduğunu, uzakların yaklaştığım anlatıyor. Bu menkıbe, bize, daha genç yaşında, serdar, şair idareci, alim, mucit hükümdarın göğsünde ne derin bir iman taşıdığını gösteriyor. Bu menkıbe, bütün müminlere, gerçek namazın, Kıble'ye yönelince, Kabeyi görebilenlerin namazı oldu­ ğunu -en güzel örneğiyle- öğretmek istiyor. 66


Bu menkıbe, asırlarca kiliselik etmiş olan Ayasofya'­ nın tevhid dinine teslim olmazdan önce, kendi üçüzlü tanrı anlayışına uygun son direnmelerini dile getiriyor. Bu menkıbede bir gelinin, duvağını açmak için aşı­ kından ısrar bekliyen nazının da hikayesi var. • Fethin 5 1 1 inci yıldönümündeyiz ve gün Cumadır. Fatih, «her yıldönümüne nasib olmıyan böyle güzel tesadüf hürmetine Cuma namazını Ayasofya'mda kılmak isetrim .. beni oraya götürün! » dese ne cevap vereceğiz? Gerçeiğ söylemekten, yerin dibine iyidir.

gitmek

bin kat

Bugün Fatih, Ayasofya camisini arasa bulabilir mi; bulsa mihrabından Kabe'yi görebilir mi; Kabe'yi görebil­ mesi için kaç iftitah tekbiri alması lazımgelir? • Osmanlı hanedanının İkinci Sultan Mehmed'i de, onun büyük milleti de islam mabedi haline gelen tarihi ki­ lisenin adım değiştirmeye lüzum görrniyecek kadar hoş­ görü sahibiydi. Ulu hakanım, Ayasofya'mn bazı İstanbul kuyumcu­ ları tarafından, bir altın tepside kabartma olarak, pren­ ses Sofiya'ya düğün hediyesi diye gönderildiğini duysa aynı hoşgörüyü gösterebilir mi? • Şimdi -bütün facialara rağmen- Lefkoşe ve çevresi müslümanları, Cuma için, kol kol, Kıbrıs'ın Ayasofya'sı­ na akın etmektedirler. Bu iki defa mübarek günde hünkarımız, kendisini Cuma namazı için, Fetih sembolü İstanbul Ayasofya'sına götüremiyen bizi torunluğa kabul edebilir mi? 29 Mayıs 1964 67


A Y A S O F Y A

Söylendiğine göre, İstanbul'un fethi

hazırlıklarında

sana Çandarlı, engel olmaya kalkışmıştı. Bizim, Ayasofya'yı, yeniden fethetmek

kararımızın

karşısına da bir takım Çandarlı'lar dikilmektedir . . . Sen olsan ne yapardın, Fatih? 28 Mayıs 1966

68


O N L A R , B lJ D Ä° L D E N A N I " A R !



K I BR I S T A K V İMİ

Kara eller, Kıbrıs'ta kışı bir facianın perdesini açar­ casına açtılar. Oyunun başladığı, yaylımlarla ilan edildi. Açılış töreni, Rum'lar için

vurmak,

kırmak,

yakmak;

Türk'ler için vurulmak, kırılmak, yanmak oldu. 63-64 h· şı, Türk köyleriyle mahallelerine -Rum'lann elinden- tam üç ay, aralıksız ateş, ölüm yağdırdı. Kar nedir, pek bilmeyen Kıbrıs ovaları, son kışı ku· laklara, yüreklere, beyinlere sıkılan kurşunlarla

idrak

ettiler. Ve mevsim, açılış gününe uygun bir mevsim ola­ rak sürdü gitti.

Bu tiyatro festivalinin

seyrine, artık,

dünyanın dört bucağından seyirciler gelebilirdi. Üç ayın sonlarında bahar. habercisi cemrelerin müj· <lesini de, Ada Türk'ü, bazukalardan, stenlerden,

havan

toplarından aldı. 21 Aralık -şimden sonra-

Kıbrıs takviminde

kışın

71


değil, perdesi kapanmak bilmeyen ana baba

günlerinin

başlangıcı olarak yazılacak. Bu günün, tabiatta bir mev· simin ilk günü olduğu, ondan sonra hatıra gelecek.

• Kış bitti, oynanan oyunun neresinde olduğumuz bd li olmadı. Şubat ortalarına düşen şeker bayramı da Kıbns'ta, geçen yıl, çaldığı kapıların çoğunu yerinde bulamadı. Oralarda tanıdığı köyleri, buralarda hatırasını taşıdığı bayram yerleriyle çocuk cıvıltılarını, boşuna, aradı. Ac­ lara, susuzlara; dullara, öksüzlere ağız tadı Bayramlık götürdüğü

yavruları, al

getiremedi .

bayramlıklar giye­

rek son beşiklerine uzanmış buldu.

• Kara eller, 20 Marta da, kendilerince gereken önemi vermeyi unutmadılar: Yaptıkları baskınlar :Türk köyle­ rj için-bahar süprizi diye düşür.ıülmüş, böylece,

ardında

kalan kışa yakışır bir kanlı bahar başlamıştı.. çiçekler al açtı, oluklar al aktı. Biz, o gün Ankara'da toplantı yapıyorduk .. önümüz­ de Ada haritası vardı ve bir yolcumuz Cenevre yoluna çı· karken «Kıbrıs'ta federasyon üzerinde ısrar

edeceğiz. :>

diyor; hala, Kıbrıs meselesinin Kıbrıs dışında halledile­ bileceğini sanıyordu. Ada'da olaylar, mevsimleri kendilerine uydurmakta devam ettiler ve kara eller, bahan da karartmasını bildi­ ler. Karanlık bahar -ancak- Türk yavrularının, Türk kız· larının, Türk analarının kan çiçekleriyle renklendi. Ölüler topraklardan; çocuklar

72

salıncaklardan, ku-


caklardan bomba ve silah sesleriyle, günde kaç kere, sıç­ rayarak uyandılar .. • uyku», dilde bir kelime olarak kal­ dı. Ada'da bir sevinç çiçeği açtıramamak utanciyle çe­ kilip giden baharın, veda işareti yapmaya dahi yüzü yok­ tu. Ve bahar bitti.. oynanmasına başlanan kanlı oyunun kaçıncı perdesinin neresinde bulunduğumuz belli olma­ dı.

• Nisanda kurban bayramı, -kendisi için- orda birbi­ rinin koynundan

koparılan canyoldaşlarından;

ninelerden, kızlardan, çocuklardan kurbanlar

hurda kesilmiş

olduğunu görerek, ellerini yüzüne kapamıştı. Bahardan kaçırılanlar; eziyetlerle, hakaretlerle, şe­ naatlerle sürüklenerek mevsimsiz ülkelere götürülüp, o­ ralarda bırakıldılar.. ne sesleri geldi, ne haberleri... 20 Mart

-şimden sonra- her yıl,

başladığı değil, gözyaşlarım asil

Kıbns'a baharın

öfkelerin

kuruttuğu;

kinden, dişlerin kenetlendiği gün olarak gelecek ve tabi­ ntta bir mevsimin başlangıcı olduğu -çok sonra- ya hatır­ lanacak, ya hatırlanmayacak .

• İşte 1964 yazının eşiğindeyiz .. güneş Yengeç Burcu'na girmektedir .. girmez olaydı! . .yazı biz açmıyoruz, yen­ geç açıyor .. açmaz olaydı! . Şimdi Rum'luğun kara elleriyle

Rus'luğun kızıl el­

leri, birbirini sıkmak için, başlarımız üzerinden birbirine uzanmaktadır .. uzanamaz olaydı! .. 73


Şimdi denizde Amerikan kaptanları, karada Birleş­ miş Milletler Güvenlik kuvvetleri, -ağızlan bir karış açıl­ mış- benzerini bir daha kolay kolay göremeyecekleri bir manzara ve bir piyes seyretmektedirler. « Lüsifero» akreplerinden, çiyanlanndan, solucanla­ nndan, sümüklüböceklerinden ordu

toplamakta; Rum

mevzilerinde Amerikan ve Yunanistan Ruın'larının öde­ diği toplar patlamaya hazırlanmakta, yani festivalin yaz sürprizleri başlamaktadır. Yine kaçırılmak için müdafaasız insanlar gözlenmek te, yine ağızlar tıkanmakta, boğazlar sıkılmakta, namus­ lar çiğnenmekte, çukurlar kazılmakta; gömülenlerin üs­ tünden silindirler, yollar geçirilmektedir .

• Çıkarma hareketimize, karşı gelen, Yunan dostlar, Ada'da Rus dökümü toplar

üslenirken,

kılıbığı küçül­

düklerini kabul edip kına yaksınlar! Kıbrıs meselesinin Kıbrıs dışında halledilebileceğini sananlar ister dizlerini dövsünler, ister başlarını

yuın­

ruklasınlar! « Yalancı bir dostu kazanalım! » derken gerçek dostu kaybetmek yolunda olanlar, hatırlarından geçemedikleri Yunan'cıklarını -Afrodit'leri, Hermafrodit'leri, Kallas'la­ riyle- bağırlarına bassınlar! .

• Memleketimizde ise, Yeni Dünya'ya doğru bir uçuş­ la başlayan yazın, Kıbrıs'a getirebilecekleri, evvelce ge­ tirmiş olduklarından bellidir.

74


Sıcak mevsimin, tabiat olarak süprizi, Akdeniz için, ilk günlerde bir ay tutulması olacak; bize « cemiyetin, in­ sanlığın hazırladığı, tabiatın hazırladığına benzemesin! » dernek düşecek. Son perdeye geldiğimize inanmak safdillik olur. Bu gidişle, facianın kaçıncı perdesinin nerelerinde olduğu­ muzu anlamak şöyle dursun, içinde mi, dışında mı bu­ lunduğumuzu dahi öğrenmemiz mümkün olmayacak ve bir yaz, böyle gelip böyle geçecek. Kıbrıs, 2 1 Haziranı da takvimine 21 Aralığı, 20 Martı yazdığı mürekkeple yazacak. Ve önümüzdeki sonbahar başlangıcı 23 Eylülün, kendisine hazırladığı sürprizi biz­ den öğrenemeyince eşiklerine kapanıp, Larnaka'da Hala Sultan'dan, Magosa'da Kutup Osrnan'dan soracak. 22 Haziran 1964

75


K IBRIS, NASIL ELDEN

GİDER ?

Bütün Akdeniz ve Ege adalarında hakkımız olduğu­ nu dünyaya unutturmamak için, zaman zaman, adalar meselesini ortaya atmamız gerekirdi. Bu hazırlığı 59 dan önce de ,sonra da yapmadığımızdan, şimdi Kıbrıs üzerin­ de hak iddia etmemiz, dünya için sürpriz teşkil etmekte­ dir. Kıbrıs giderse bu yüzden gider. Kıbrıs, davamızın kuvvetine rağmen, miz yüzünden elden gider.

davavekilleri­

Kıbrıs, «kimsenin toprağında gozumuz yoktur. » hükmü yüzünden değil, bu hükmü yanlış anladığımız ve bu yanlış anlayışa kendimizi inandırdığımız için elden gider. Kıbrıs, bir yandan bizim coğrafyaca yakınlığımıza fazla güvenip uzun müddet başka şey düşünmemiş olma­ mız; bir yandan Yunanlıların, mesafece uzaklıklarına bakmayarak, Ada'ya çoktanberi manevi yakınlık göster76


meleri neticesi elden gider. Kıbrıs, bizim « çıkarma hakkımızı kullanacağız» de­ memize rağmen kullanamamaklığımızdan, Yunanlı'ların ise, bu hakkı kullanacaklarını ilan etmemelerine rağmen, hemen hemen, resmen kullanabilmeleri yüzünden elden gider. Kıbrıs, verdiğimiz için değil, fakat

«vermeyiz!» de­

mekten gayri birşey yapamadığımız için elden gider. Kıbrıs'ı bir gemiye benzetir dururuz .. baş tarafı bi­ ze doğrudur. Kıbrıs, biz ya uyurken, ya içişlerimize dal­ mışken, dümeni Yunanlı'nın

eline geçtiği için elden gi­

der. Kıbrıs, Kıbrıs'lı Türk'ün şehit vermek istememesin­ den değil, şehit vere vere tükenmesi yüzünden elden gi­ der. Kıbrıs, kendisiyle aramıza deniz girdiği için

değil,

deniz bahane edildiği için elden gider. Kıbrıs, Yunanistan'ın kendisini güçlü

saymasından

değil, bizi zayıf sanması yüzünden elden gider. Kıbrıs, durup dururken elden gitmez.. dışında kalmış ırkdaşlarımızdan

coğrafyamız

söz açanı «ırkçı » , din­

daşlarımızdan söz açanı «gerici» , topraklarımızdan

söz

açanı «Turancı» diye damgaladığımız için elden gider. Kıbrıs, aldatıldığımız

için değil;

aldandığımız için

elden gider. Kıbrıs, Ada'daki- Türk'ün bize

güvendiği müddetçe

elden gitmez; bize güvenini kaybetmesi yüzünden elden gider.

18 Temmuz 1964 77


ONL A R ,

BU

DİLDEN A N LA R ?

Onlar, «Lütfen ! » den anlamaz. «ulan ! » dan anlar. Onlar, çiçekten anlamaz. dikenden anlar . . . güvercin­ den, kelebekten değil; doğandan, kartaldan anlar. Ve onlar, kanaddan anlamaz, gagadan anlar, pençe­ den anlar. Onların kitap mantıkından değil, Ayfon, Kocatepc, Dumlupınar mantıkından anladığım biz, kırk yıl önce bi­ !iyorduk .. fakat, unutmuşuz.

Bu bilgiyi tazelemek için

harcadığımız aylar, onlara, bile bile vakit

kazandırma­

mız gibi oldu. Onlar, şarkıdan anlamaz;

türküden, ağıttan anla­

maz, belki marştan anlar. Onlar, yaydan anlamaz; oktan anlar. 78


Aylarca dil döküp durduk .. onlar, dilden elden anlar.

anlamc.11..

Anlaşmak için el uzattık.. bunu el açmak sandılar .. düşünmedik ki, tokatla yumrukla beslenmeye alışmış olanlar, el işaretinden değil; tokattan, yumruktan anlar. Onlar, soğukkanlılıktan anlamaz .. öfkeden anlar. Onlar ,aydınlıktan anlamaz.. ateşten anlar.. Onlar, ipekten, kağıttan değil, demirden, kurşundan anlar.

çelikten,

Onlar yazışmadan, çizişmeden, buluşmadan, meden anlamaz .. döğüşmeden anlar ..

görüş·

Yanlarında Kıbns konusu açıldığı zaman, suç kendi­ lerindeymiş gibi, asker dostlardan kiminin vüzü öfke­ den, kiminin yüzü utançtan kızarıyordu .. karacısı da, ha­ vacısı da, denizcisi de pek iyi biliyordu ki Kıbrıs'ta mey­ danı boş bulanlar, uçurtmadan, balondan anlamaz .. ro­ ketten anlar.. •

Altı ayın acısını üç saatte çıkardığımız doğrudur .. al­ tı ayı tebrik etmem; üç saati tebrik ederim. Onlar, önsözden anlamaz .. sonsözden anlar. 1 8 Ağustos 1 964

79


G İ R N � Y O L U

Gelenleri Mevlana, karşılamakta; gidenleri Mevlana, uğurlamaktadır : Yol, eski tekkenin, altın yazılı kapısını sağında bıra­ karak, cadde halinde iner . . . kıvrıla kıvrıla mezarlığı. Türk liselerini, Ortaköy'ü, Gönyeli'yi geçip az çok kuzeye dönerek, ovaya açılır ve meraklılara hız deneme imkanları verir. •

Ağırbaşlı bir araba için otuz kırk dakka çeken, 1 8 millik mesafeyi bir genç, vaktiyle, onbir dakkaya indir­ miş; ne olduysa, sekiz dakkaya indirmek istediği gün ol­ muştu. •

Mevsiminde serinliğiyle, alemleriyle meşhur, sağlı sollu, Türk gazinoları, ilerde, bu yolun iki yanına sıralan­ mıştır. 80


Artık, tarih olmuş, uzak yazlarda Lefkoşe Türk'ü, im­ kan buldukça akşamüstleri ,bu gazinolarda serinler; bu gazinolarda nefes alırdı . . . Şimdi, surlar içinde, Rum'ların . bıraktığı kadar havayla yaşamayı deniyor. • Bugün, burcunda Türk bayrağı dalgalanan Sent HiIaryon kalesi, önce karşınızdayken, Girne dağlarında so­ lunuza, sonra sol arkanıza geçer. Kaleden bizde kalan, en yüksek noktasında kan-koca çekilmiş resmimizdir ki, evimizin en mütena köşesinde durur .. Sabah, akşam, gözlerimizi onda açar, onda kapa­ rız.

• ·

Girne dağlarının « Boğaz» denilen geçidi, kazalı virajlariyle meşhurdu. Ben Kıbns'tan döndükten birhayli sonra Rum yol idarecilerinin, dönemeçleri düzelttiklerini duymuş; «Türk çıkarma kuvvetlerinin ilerlemesini kolay­ laştırmışlar.» demiştim .. ne kadar yanılmışım! •

Girne yolunu -sırf- dağ yamaçlarından veya li­ mandan, Toroslar'ı seyretmek için -vakitli vakitsiz­ katedenler bilirim . . . Bakarlar, bakarlar, bakarlar . . . ve dönerlerdi! •

Gazetelerde, radyolarda, yorumlarda -bir süredirsık sık adıgeçen yol, Girne'ye göre Lefkoşe yolu, Lefkoşe'­ ye göre Girne yoludur. Biz, birincisini söylemeliydik ve Türkiye için bu yol -gerçekten- «Lefkoşe yolu» olmalıydı! 27 Ekim 1964 81



K A i� � G EC•�T E R İ ..



K A R S G E CELERİ -ı-

Boynu bükük sınır şehri, geceleyin, aydınlanmak için ay bekliyordu. Dokuz asır geriden ışık tutanların meşalesi olmasa, Kars geceleri, daha da derin olacaktı. Ampuller sokakları aydınlatamıyor, sadece sıralanış­ larıyla, gidilecek istikameti gösteriyordu. Bu kadarından, ancak, pervaneler faydalanabilirdi. Cereyanın yetersizliğiyle radyolar kendiliğinden kı­ sılmakta, başkalarını rahatsız etmemek gibi bir fayda sağlamaktaydı. Kars, sağ kulağıyla başka, sol kulağıyla başka ardyolar dinlemekten bıkmışların arayıp da bula­ mıyacağı yerdi.. benim için bire birdi. •

Ankara'dan, İstanbul'dan gelen heyetlerimizin içinde 85


meşale kuvvetinde insanlar vardı.. yine de Kars'a ışık gö­ türebildiğimizi iddia edemem. Alpaslan'ın dokuz yüz yıl önce fethettiği, eski Kars demek olan şimdiki kale kalıntısı «Anı» ile uzaklardaki yeni Kars, aynı gecede, hemen hemen aynı karanlığın meçhulü içerisinde yaşamaktaydılar .. birinin öbüründen, büyük farkı yoktu. 1 6 Ağustos akşamı ,feneralayı yapan askeri araçların

jeneratörleri, Kars'a ışık veren j eneratörlerden daha güç­ lüydüler. Kars gecelerinde aydınlık, dağlar ardına çekilmiş gü­ neşin, eteklerini toplarken kaleye, minarelere, çatılara, kavaklara, direklere takılıp kalan kınntılarındandı. Za­ vallı gece, gündüzün �rtıklanyla geçiniyordu . •

Alpaslan'ın kağıttan, bronzdan rozetleri ; gümüşten, altından madalyalarıyla aydınlanabilen gecelerde biz, baş­ ka aydınlık aramadık .. Lakin, öteki geceler, Kars'ın kızı, her halde kendi güzel gözlerinin ışığında nakış işleyebili­ yordu.. •

Bereket versin ki burada iyi insanların ruh aydınlığı, gönül zenginliği içlerden dışa vurmaktaydı: Sizi, yol sorduğunuz çocuk, gideceğiniz yere kadar götürüyor; sigara aldığınız dükkancı, mutlaka birşey iç­ meye davet ediyordu. Davetçiler, misafirleri paylaşamı­ yordu . . . ve gördüğünüz yakınlık, gündüzleriniz gibi gece­ lerinizi de doldurmaya yetiyordu. 86


Son yüz elli yıllık tarihten her hafızada pasajlar bu­ labiliyordunuz. Çevrede, anlatacak bir tarihi olmıyan de­ re, tepe, taş, toprak, duvar, köşe yoktu. Hikayesini harb­ lere, şehitlere, gazilere bağlamayan bir tek aile bulamı­ yordunuz. • Kars çayının söylediklerini duymak için kıyısına yaklaşmak, kıvrım kıvrım pırıltılarına hayran olmak için kale'ye çıkmak kafi idi. Gördükleriniz ve duyduklarınız akşam, rü'yalarınıza ışık tutabiliyordu. Hepimiz sınır boylarına destanlarla, menkıbelerle aydınlanmağa gelmiş; aydınlanmıştık . . . Ama, Kars gece­ lerinin «ışık ışık! ..» diyen yalvarışlarını duymamak, ih­ male özür bulmak mümkün değildi. Bu halden sorumlu olan kaderi, boyunca karanlığa batırmak gerekiyordu. Kars'ın miyop elektriklerine, sınır boylarında karart­ ma yapmaktan başka mana veremedim. Bu zaruri ise, ça­ resi, sınırı ötelere itmekten ibaretti. Misafirlerle yerliler, ışığın kifayetsizliğinde gözlerimi­ zin iyi görmediğini bahane ederek birbirimize daha çok yaklaştık. Bu yakınlık, ayrılıkten sonra da devam edecek. Biz mekan değiştirmiş değil, zaman değiştirerek tari­ he gitmiştik . . . tarihin loşça olmasında şaşılacak birşey yoktu. Göğsümüzdeki madalyası, Alpaslan'ın, günümüze kalbimizin penceresinden başını uzatarak, bakmasıydı : dışta aradığımızı içte bulmuş gibi olduk. 26 Ağustos 1 964

87


K A R S G ECELERİ -

11

-

Alpaslan'ın, Kars'ı fetih yıldönümünü, evlatları, böl­ ge ve memleket oyunlarından çoğunu oynayarak kutladı­ lar. Bölge oyunları arasında, Azerbaycan'ınkiler de, Da­ ğıstan'ınkiler de vardı. Alpaslan gecesinde Şeyh Şamil'Je de tanıştık .. Fişeklikleri pınl pırıldı. Bu kadar zengin, bu kadar çeşitli halk oyununu bir arada görmek, herkese nasib olmaz . . . Allah'a şükür ki ba­ na nasib oldu! Kılıç - kalkan oyunu yoktu.. ama, iki gece üst üste Karadeniz'in bıçak oyunlarında bıçakların, kamaların parıltısiyle aydınlandık. •

Ben -kimseye birşey demeden- «çayda çıra» oyu­ nunu bekledim.. ışıksız Kars'a en yakışan, o olacak; avuçlarında kutsal şamdanlarla karşımıza, belki beş bin 88


yıl öncesinin el değmedik kızlarını getirerek, bizi onlara aşık edecekti. Ama, burada Kars ırmağı, orada Arpaçayı, ötede Aras, berrak gecelerin yıldızlariyle, şahane bir «çayda çıra» oyunu değil miydi ? Başka ne istiyebilirdik ? •

Kars gecelerinin karanlığı, kendi kızlarının saçından, aydınlığı kendi kadınlarının yüzünden, gözünden, yüre· ğinden; kendi yavrularının ümit dolu gülümsemelerin­ dendi . . . kadın, erkek, bütün Kars'lılann sevgisinden, ga­ rip severliğinden; din, millet ve tarih imanındandı. Bu, göz kamaştırmıyan, gösterişten hoşlanmıyan, gö­ nülden gönü le giden, yumuşak, hafif, tatlı bir aydınlıktı. . . Parıltısı az, samimiliği çoktu . . . Yapma vasıtaların ışığı bunların yerini tutabilir miydi ? Bunlar olmasa ne yapaı dık! Fakat bu, Kars'a ışık götürmemenin sebebi olamazdı . •

Kalabalıkta kızları, kadınlan Üzerlerinde pırıldıyan, Kars işi altın, gümüş eserlerden tanımak kolay oluyordu. Gövdelerinin, başlarının, giydiklerinin ötesine berisine iliştirdikleri ateş-becekleri, «biz buradayız! » demeleriydi. Hayır! onlar, orada değil, asıl layık oldukları yerdeyd�­ ler. Kars'ta ışık

az

olsa da, ışık kaynağı çoktu.

Kars, kendini aydınlatamıyan, başkalarını aydınla­ tan; kendini ısıtamıyan, başkalarını ısıtan yerlerdendi. 89


Eski halini görmedim.. anlatanlardan dinledim ve meşhur bir kitabın adını değiştirerek, « Kars cephesinde yeni birşey yok! » dedim. Alpaslan'ın yüzüsuyu hürmetine alaka gören Kars , bu alakayı tazelemek için, garipliği, unutulmuşluğu, yal­ nızlığı içinde önümüzdeki yılı bekliyecek; Alpaslan gün­ leri de bizim Kars'a alaka göstermemizden çok Kars'ırı bize alaka göstermesi olacaktı. 28 Ağustos 1 964

90


C E L A L BABA

- Fahrettin Kırzıoğlu'na -«Türbesi» demeye dilim varmıyor .. odası, kalededir; penceresinde saksı saksı çiçekler dizilidir; altında Kars ovası uzanmakta, Kars çayı akmakta, yanıbaşındaki burç­ ta Kars kalesinin bayrağı dalgalanmaktadır. Başucunda, elini attığı zaman uzanabileceği silahları ve ayakucunda aptes almak istediği zaman hazır bulaca­ ğı ibriği vardır. Gece olsun, gündüz olsun, en yakın nöbetçi, bir yeri­ ne bir fiske taşı dokunduğunu duyunca anlar ki Celal Baba'nın suyu bitmiştir.. gider, ibriği doldurarak yerine bırakır, nöbetine döner . . . ikinci fiske taşında ibriği ye­ niden boşalmış bulur ve yeniden doldurur. •

Askerler, buna o kadar alışmışlardır ki taşı yadırga­ mazlar ve Celal Baba'yı nöbetçilerin piri sayarlar .. ona 91


saygıyla yaklaşır, ondan saygıyla uzaklaşırlar. Nöbetc;;i­ ler, onun ibriğini doldurmayı kutlu bir hizmet bilirler. Fiske taşlan, bazı çağlarda atılmaz olur. O zaman bi· lirler ki Celal Baba, daha hayati işler için ya Sakarya'da, ya Dumlupınar'da, ya Kore'dedir ve darda kaldıkları y�­ re evlatlarının yardımına koşmuştur . • Görülüyor ki bir şehit, «vazifem burada bitti.» dememiş, ölümünden sonra da kendisini yurt hizmetinin em­ rinde bilmiştir. Gerek bu inançla, gerek memleketinden elini eteğini çekmeye gönlü razı olmamış haliyle Celal Baba, yurt bl�k· çilerinin, timsal haline gelmiş vazife duygusudur. Attığı fiske taşla_n, y�lnız «ibriğimi doldur! » demesi değil, ay · nı zamanda kendisini uyku bastırır gibi olan nöbetçiyi uyandırması, ona vazifesini küçük bir fiskeyle hatırlat· masıdır. Nöbetçi, Celal Baba'yı; Celal Baba nöbetçiyi ve ikisi birden Kars kalesini ve memleketi beklemektedir. Aslında, fisketaşından gelen uyarma, yalnız nöbetçiye değil, hepimizedir: Kendimizden geçip vazifelerimizi unutur gibi olduğu­ muz devirlerde tarihten bir sesin sana « uyan ! », bana « kendine gel ! » diye seslenmesidir. •

Bugünlerde fıske taşlarının seyrekleştiğini görenler, Baba'nın sık sık Kıbrıs'a gidip geldiğini söylemektedir­ ler: Korkarım ki, Celal Baba, içimizde fiske taşiyle uyan­ dıramadıklannın başına indirmek için daha büyük taşlar aramaya çıkmıştır. 10 Eylül 1 964 92


Ş E B· İ

Y E l,, D A



S R RVER

BED İ

İsmail Safa'mn çocuklarım sayarken Server Bedi'i, daima, unuturuz. « Safa,. soyadım taşımamasına rağmen, Server de Safa'lardan biridir. Şair babanın oğullarından, edebiyat tarihine kalacak olan Peyami'ye, yaşını dahi düşünme­ den , adeta o, ağabeylik etmiştir. Adı « Bedi'» olduğu halde, bediiyyatla uğraşmayı kar­ deşine bırakarak, kendisini onun sanatına hami bilmiş, başka bir iddia ileri sürmemiştir. Fakat, Peyami'nin ba­ şarısında, böylece pay sahibi olmayı yeter bir mutluluk saymıştır.. bir kardeşin sanatında fani olmuştur . •

Server Bedi', rahmetlik Peyami Safa'nın dünya ihtiyaçlarını sağlamayı, üzerine alan adamdı. O, olmasaydı Peyami, ya olmayacak yahud bir iki edebi eser verebil95


dikten sonra dünya gaaileleri içinde eriyip gidecekti. Bel · ki de kendisini üç beş yakın dost ile akrabanın hatırına getirebileceği, küçük bir imzadan ibaret kalacaktı. •

Server, Peyami'ye « Sen, yalnız sanatı düşün .. geris i · ni bana bırak! » demiş gibidir. Peyami, ona çok şey borçludur.. edebi romanlarının kalitesini, sayısını ve kendisinin, gitgide, bir milli tefek­ kür adamı olmak vasfını, derinden derine, server'e borc_'.­ ludur. •

Server, Peyami'den faydalanmaya kalksa bir Agata Kristi, bir Hiçkok olabilirdi. Fakat, onu Peyami olarak bırakmış; ne ise o, kalmış; kardeşinin başansiyle öğün­ müştür. Başka türlü davransa, Peyami'nin Peyami'liğini de hazmediverirdi. Ancak, Server, arasıra kardeşlik hukuku namına, eserlerinin bazı yerlerini Peyami'ye tashih ettirerek, işle · terek onları, yer yer, rasgele bir macera ve hareket roma­ nı olmanın fevkine çıkarabilmiştir. Buna rağmen, eserleri bakımından, Server'de Peya­ mi'yi, Peyami'de Server'i bulup çıkarmaya imkan yoktur . •

Server Bedi' ile Peyami Safa, aralarında işbölümi i yapmış iki ortaktırlar .. birbirlerinin alanlarına saygı gös· termişlerdir. • 96


Avrupa sanat tarihinden «mesen»ler biliriz .. bizde de uzak, yakın benzerleri göriişülmüştür. Bugün, edebiyatta mesenliği, daha ziyade, okuyucular, üzerlerine almış bu­ lunuyorlar. Fakat, bizde okuyucu, öz sanata karşı bu rolünü, ye­ ni yeni, idrak etmektedir.

• Peyami, eski örneklere uygun mesenler bulsa, daha çok sayıda edebiyat ve tefekkür eserine sahih olurdu. Lakin, rahmetlik, zaten, bir mesenin himayesine gi· recek yaradılışta değildi.. okuma yazma ve aile dışındaki zamanını, sık sık, tuluat halinde yaşadı ve korunma ihti­ yacını duyunca, mesenini kendi, vücuda getirerek, adına « Servet Bedi'» dedi. Bu ikileşme hadisesi, aynca, psikolojik tahlil konusu olabilir bir nevi' «dedublaman»dır.

• Server Bedi, o kadar anlayışlı davrandı ki, Peyami Safü'ya hiçbir zaman «Artık yeter, senden bıktım ! » de­ medi, «Ben, bu fedakarlığı senin içkin için değil, ekmeğin için yapıyorum.» demedi. . .

yaptıklarını başa kakmadı ..

gerçekten, büyüklük gösterme örneği oldu. Peyami'nin de ona nankörlük ettiği, göriilmüş değil­ dir. Ona « Birtakım hırsız-polis romanları yazarı» deyip geçmek suretiyle, nankörlük etmeye bizim de hakkımız yoktur.

97


Peyami, kendi mesenini ,kendi doğurmakta hepimize örnek olabilir. •

Yazık kı Server'in önleyemiyeceği ağırlıkta olaylar da vardı: Kardeşinin, yengesinin, oğlunun, kadınınm hastalıkları, Server'in karşı İayamayacağı kadar büyük masraf kapılan açıyor ve Peyami, onun ayakta tutma gayretine rağmen gitgide göçüyordu. Neticede, büyük kardeşini, Server Bedi' de kurtara­ madı ve Peyami'nin ölümiyle, şu mileti sevenler kuvvetli bir dost kaybettiklerine üzülürken; sevmeyenler, kuvvetli bir düşmandan kurtulmanın bayramını yaptılar. •

Server Bedi' bir kara gün dostu sadakatiyle, Peya­ mi'ye, hemen hemen ömrünün sonuna kadar, hizmetten geri kalmadı .. yalnız onun değil, Türk fikir ve edebiyat tarihinin de teşekkürlerine hak kazandı . 1 5 Haziran 1962

98


IIÜRH İYETİ SEÇEN

RUH

Hastanede, hasta halinde sana deva getirebilmek için ..-ııpımp kanadlananlara, - Bunlar insan değil, bunlar melek . . . diyordun. Onlar dışarda. senden gizli, birbirlerine «Melek biz miyiz, yoksa o mu ?» diyorlardı. Son görüşmemizde, helallaşmakta olduğumuzu sezı:.: cesine, öpüşüp koklaşarak ayrılmıştık. - Yine gell demiştin. - Gelirim! diye söz verdim. Sözümü yerine getirmek, cenazende na· slb olacakmış! Son mevsimini, hapishanede

kalmış arkadaşların99


dan, hasta olarak, biraz farklı şartlarla geçirmen, seni utandırıyordu .. kaderini çevrenle o kadar birleştirmiştin. Birgün, gidenleri düşünerek,

kaldığından utandığını

söyledin. Ben acı haberi duyduğum zaman, içimden sana «Ar· tık, utanmana sebeb kalmadı.» demiştim. Cenaze alayın­ daki azameti görünce, bu defa, sessiz sedasız gitmişler· den utanacağını düşünerek, üzüntü duydum.. «Müsterih ol, dedim, utanacak sen değilsin! • Dün bir ölü evinde iki kadının karşılaşması, gözüm­ den silinecek manzaralardan değildir. Kalabalığın üstün­ de onları görür gibiyim. Birisi, - Şimdiye kadar, demişti, yüzüne İşte ben de senin gibi oldum .. artık Sarmaş dolaş olup

bakamıyordum.

yüzüne

bakabilirim!

ağlaşmışlardı. İki asil

ananın

saçları gibi gözyaşları ve talihleri de birbirine karışmış­ tı. Taşları ağlatacak bir sahneydi bu .. taşlar, gelip görse­ ler, belki, biraz yumuşarlardı .

• Cenazene hastalar bile katıldılar Ameliyat geçirmenin; üstelik,

doldurduğun çilede

bir müddet ortaklarından olmanın - henüz - nekaha­ ııetini yaşayan bir arkadaş, adımlarını alaya uydurmaya çalışıyordu.. haline bakarak, kendisini -adeta- zorla geri çevirebildik ... Senin yerine, biz götürürüz. 1 00


dedik. Ayrılırken yüzü, gözü ve gönlü sendeydi. Seni son beşiğine yatırdıktan sonra dönerken,

hepimiz öyle ola·

caktık.

• Yolda, canyoldaşın sana son defa elini

değdirebil­

mek için, yaklaşmaya çalıştı. Muradın üzre, bayrağa sa­ nlı giden tabutunu eller üstünde taşıyanlar,

çevrende

kenetlenenler, kıl kadar gevşemeden,

- O, onun değil, bizimdir! dediler. Bu defa, canyoldaşının gözlerinden ayrılık yaşları minnet yaşı olrak aktı. Büyük kalabalığın, kim olduğunu bilmediğimiz, en ihtiyar adamı, titrek elleri, zayıf kollanyle arabalardan birine asılmış, sarsıla sarsıla, gidiyordu. Bir aralık « Düş­ tü, düşecek ! » diye, yüreğimiz ağzımıza gelmişti. İhtiyar, kendisini arabasına

almak istiyenleri red·

dederek, ağlamalı sesiyle - Evlatlar, dedi, beni düşünecek zaman değil.. onu düşünün ! Evet.. onları düşünmek gerekti.

• Ölüm haberinin yayılması -mahsus- geciktirilme­ se yahud cenazen bir gün daha bekletilse, bu alay, birkaç misli olurdu. Bugünküne «gövde gösterisi»

diyerek, son kelime1 01


ierini harcayan yamuk ağızlılar, o zaman ne diyecekler· di ? •

Bırak; daha dün, önünde, neresinden katlandığı bilir.­ miyecek şekilde, iki büklüm olan damacanalar, şimdi göbeklerinde davul çalsınlar! Bırak; «Ölüyü hayr ile anın ! » diyen Müslüman­ Türk geleneğinin, evladlıktan tardettiği yaratıklar, kat­ ranlarını mürekkep, ayaklarını el, çöplüklerini, dünya, kendilerini adam zannededursunlar! •

Büyük çilende sana reva görülenleri Eyyub sabrıy­ le karşılamış, fakat arkadaşlarına reva görülenleri, için için, yaşayarak, kendini içten içe kemirmeye başlamıştın. Kemirile kemirile, seni son gördüğümüz, tanımakta zor­ luk çektiğimiz hale geldin. Mübarek ruhun ise, her teli ayn sızlayan vücudunda, nihayet, barınamaz hale geldi ve hürriyeti seçti. •

Sen yatağına yatırıldıktan, ninnin söylendikten son­ ra, kendisiyle ilk karşılaştığım zaman, aziz kadının, bir rübaimi hatırlatarak; - Hani, dedi, sen takdiri değiştiren dualar bilirdin? .. Haklıydı.. bildiğim duaların, yazısı şehid yazılmış­ ları, ilahi mertebesinden indirmek için olmadığını, o an· da, ne o düşünebilirdi, ne ben söyleyebilirdim.

1 1 Ocak 1962 1 02


ŞEB-İ °'' ELDA

Üç ayların ilkini uğurlayacağımız, ikincisini karşıla­ yacağımız günler yakındı. . seni uğurlamaya çıkacağımızı düşünmemiştik. Burç değişeli iki gün olmuştu. Sen de bir kutlu zi­ yaret için yer değiştiriyordun; fakat burç değiştirebile­ ceğin kimsenin aklına gelmemişti. Ömrünün son gecesini, yol boyunca, aziz yurdunun Mirac kandillerinden içine ışıklar dola dola geçirmiştin . . onlar söndü, gözlerin kapandı. Büyük Peygamberin gökler yolculuğuna çıktığı ge­ ce sen altmış yıllık vefakarlığının, kim bilir, kaçıncı yol­ culuğundaydın ! Yolunu dereler, tepeler sağa sola çeker­ ken takdir, yukarılara çeviriverdi. Altmış yıllık can yoldaşını; yalnızlığı, hastalığı ve öksüzlüğü içinde sevindirmeye koşuyordun .. yorgun kal1 03


bin bu koşmaya dayanamadı: yolun yarıyı bulmuşken, beklediği sevinci, bekleyenine götüremeden gittin ve dere­ ler, tepeler, ardından bakakaldılar. •

Kutlu vatanının kalabalığı içinde kimi, yılbaşını bek­ liyordu; kimi, şimdiden Zekeriya sofrası tedarikindeydi ... cenup şehirlerinin üçü beşi birden kurtuluş bayramları­ na hazırlık yapıyordu. Hızır günleri çoktan geçmiş, kasım başlamış, zem­ heri yeni girmiş, erbain adımını sokaklarımıza henüz at­ mıştı. Elinde Kuran-ı Kerim vardı; şüpesiz, İsra suresııu okuyordun ve dilinde duaların, ( Tanrım, Leye-i Mi'rac hürmetine . . . ! ) diye başlıyordu . •

Yollarda kimi, ebesiz doğar; kimi, sahipsiz ölür. Son günlerde, artık, yollara yolda doğmuş kadar alışmıştın .. vefa yolunda ölmeyi rahat döşeğinde ölmeye tercih ettin. •

Ankara, ilk geldiği gün için Mustafa Kemal'i ve mem­ leket, ölümünün yıldönümü için Mehmet Akif'i anma ha­ zırlıklanndaydı. Kaderini onların kaderiyle birleştirece­ ğini ne sen düşünmüştün, ne biz . . . Eskişehir'de Porsuk'a ve Yediler'e, Sarıköy'de Yu­ nus'a, Ankara sınırında Gazi Sakarya'ya veda ettikten sonra, ruhunu teslim için Sincanköy'ü seçmiş olmanı Sin1 04


canköy unutmayacaktır.

Hacıbayram da, son ziyaretini

bekliyordu; belki namazını kendi kıldıracaktı .

• Hekimler başka sebep aramasınlar: köşende otura· c&ğın, torunlarının

kahveni ayağına getireceği, eline su

dökeceği yıllarda ömrünü kuriyeler gibi yollarda geçir­ menden başka sebep aramaya ne lüzum var? Zaten bu kadar bekliyebilmen, öksüz ruhlara met:ı­ net vermekte, büyük kalbinin sana yardımı ile mümkün olmuştu.

• Radyomuz, ya duyduğuna inanamadı yahut -kadın, erkek- spikerlerin dili tutuldu. Ölüm haberini -belki de dirilirsin korkusuyla- gömüldüğüne emin olduktan son­ ra verebildiler ve ölümünü değil, cenazeye gidenleri ha­ ber vermek için dile geldiler. Halbuki hemen hemen ayrıı gün radyolarının savunması halinde, uzun uzun konuş­ muşlardı. Yurdun kıyısında bucağında iç ve dış dünyalara rad­ yosundan başka kapısı olınıyanlar için,

adeta, ölmeden

gömülmüş gibi oldun. Ummadığımız yakınlığı yabancılar gösterdiler .. eksik olmasınlar. Bizimki de tarihinin utanç

gününü kaydet·

sin!

• Kızına «Nilüfer» adını koyman

tesadüf değildi : ge-

çen asrın sonlarında Nilüfer Hatun'un toprağında doğ­ muştun.. sevenine on beşini bekletemeyecek bir gelişmey1 05


le, asrımızın üçüncü yılı, on üç yaşında gelin olmuştun. Tarablus'u, Meşrutiyeti, Balkan'ları; iki dünya sav:ı­ şını, arada Milli Mücadeleyi, sonra yakın sarsıntılarla memleket ve dünya İnukadderatını altmış yıl yürek yüre­ ğe beraber yaşamak her çifte nasib olmaz. Buna «tarihi beraber yaşamak» denir. Vefasızlar vefayı senden öğren­ sin ! •

Süs, şatafat, şımarıklık, gösteriş, hafiflik nedir, bil­ mezdin ... büyük mevkiinin imtiyazlarına yüz vermeden ya­ şadın; ölümün bile bir garibin ölümü gibi yollarda oldu . . burnu Kafdağı'nda olanlar, alçak gönüllülük nasıl olur­ muş, görsünler! •

Cenaze namazında bulunabilmek için öğleni Hacıbay­ kılmaya gelenler, Hacıbayram'ın kucağından av · lulara, sokaklara taşıyordu . . . sokaklarda kimi pardesü · sünü, kimi paltosunu, atkısını, ceketini seccade etti.

ram' da

Güzel bir tesadüfle vaiz, kürsüden, ( Tekbir) in mana­ l::ırını ve faziletlerini anlatıyordu. Yarım saat sonra sen ruhlardan taşan imanla Tekbir Tekbir götürülecektin. Tekbir kanadların olacaktı; ellere ağırlığını duyurmadan, bir kuş hafifliğiyle gidecektin. Müezzin o kadar acıklı bir sala verdi ki, verirken ağ­ ladığına görmeden yemin edebilirdim. O zamana kadar kendilerini tutabilenler, artık tutamaz oldular .. öğlen na­ mazına bile hıçkırıklar karıştı. Öğlen namazıyla cenaze namazı arasında bir an ken1 06


dine gelen birisi, «ben cuma namazına niyet etmiştim, acaba caiz olur mu?» diyordu : Hacıbayram'ın büyük ce­ maatine bakarak günü cuma sanmıştı. Erkekli kadınlı cenazeler içinde namazını kıldığımız hatunlardan hangisi sen olduğunu bilemedik. Hayatın da böyleydi: bu yurdun Ayşe'lerinden, Fatma'larından, Reşide'lerinden biri olarak yaşadığının şahitleriyiz . •

Kış, günlerinin arasına, sana ve seni götürenler e cemile olarak, bir sonbahar gününün girmesine müsaa­ de etti. Hayatında gezdiğin, gördüğün yerlerle helallaşa helallaşa gittin . . . sen de hakkım helal et! •

Konya'da Mevlana ihtifali bitmişti; İstanbul, Mevla ­ na ihtifaline hazırlanıyordu seni selametlemek için ha­ zır değildik: bu, gözlerden taşan kalabalık nerden çık­ tı; bu kadar çiçek nereden geldi ? Çelenkler sayıyla değil, kamyon dolulariyle ifade edildi. Bulamayanlar, yetişemeyenler gönül çiçeklerini getirdiler. Ankara'nın bn mevsiminde bu . kadar çiçeği bir arada gördüğümü hatırlamıyorum. « Nereden buldu­ lar?» diye şaşma: bunlar, elinle ektiğin çiçeklerdir ki yaşlı gözlerle toprağına kapanmaya gidiyorlar. Dilersen bir kısmını senden önce gidenlere bizim küçük dünya­ mızın armağanları olarak götür! •

Geçtiğin caddeler boyu iki yana sıralanıp seni se­ ]amlayanlarla, pencerelerden taşarak gözlerini silenler cıyrı, uğurlayanların ayrı bir nüfus olur. 1 07


Büyük kalabalığın annesi olarak sevgiler içinde git; varsın, son yolculuğun böylesini kıskanacaklar da çık­ sın!

• Gördüklerim içinde kadını

en çok olan bir cenaze

alayın vardı.. kadınlığın, can yoldaşlığının, iç ve dış te­ mizliğinin timsali olarak uğurlanıyordun. Arada senin gelin olduğun yaşta yavrular ve senin hayata veda ettiğin yaşta büyükanneler az değildi.

• Bu dünyada kimine diken gider, kimine çiçek .. seıı yola çıktığın gün çiçekçilerde çiçek kalmadı. Taştan değil, topraktan değil, çiçekten bir yatağa yatınldın: çevrende çiçekler, genzinde çiçek kokuları . . öyle gittin, öyle uyu!

• Yarın takvimlerin

gündönümüdür; senin de gün

dönümün olacak. Bizim için ( şeb-i yelda) lar dün bitti; senin için ebe­ d iyet boyu bir ( şeb-i eylda) bugün başlayacak. Götürdüğün

Mi'rac ışıkları, sonsuz

gecelerde, içi­

nin dışının aylan, ylıdızları, samanyolları, ebekuşakları, şimal fecirleri olsun! Onların aydınlığında sevgilerimizin kanad kanad beyaz güvercinlerini bul ki seslerinde nirı­ ııilerimizin (hllhu)su vardır.

3 1 Aralık 1962 1 08


Sİ YAH

KURD E LALI ÇELENK

Uzak örnekleri bırakarak yakınlan alıyorum : Zulmün Macaristan Rusça'sını, Tibet Çince'sini, Ce­ zayir Fransızca'sım, Kıbrıs Rumca'sım görmüştür. . . Şim­ di Pakistan Hintçe'sini, Hinduca'sını görmektedir. . Yapılan tecavüz karşısında, davranışın, dünyaya düşen, insancasım; dünya müslümanlanna düşen, müs­ lümancasını; Türkiye'ye düşen ise hem insancasını, hem nıüslümancasım, hem Türkçe'sini göstermektir. •

Bazı müslüman devletlerin Birleşmiş Milletlerden « ateş kes ! » emri beklediklerini söylemeleri, aktif bir mü­ dahale olmaktan uzaktır . . . Pakistan'lılan oyalamaktan, IIintli'lere vakit kazandırmaktan başka bir netice ver­ mez! Bizde ise iki miting, üç doktor

,birkaç hastabakıcı, 1 09


sekiz on paket veya şişe ilaç, bir vefanın -henüz- sem­ bolik olarak dile gelmesidir . . . ve ancak, başlangıç olarak iyidir. Gençlerimizin Hindistan Elçiliğine sunduğu siyah kur­ delalı çelenkte Hindistan'a küskünlüğümüzün ifadesi var; lükin öfkemizin ifadesi yoktur .. Dikenli bir çelenk, daha yerinde olurdu. •

Bu, Hindistan'ın Pakistan'a yaptıklarının birincisi olmadığı gibi -belki- sonuncusu da değildir.: Dünya duygusuz ve Pakistan yardımsız kaldığı müddetçe ya ye­ nisine lüzum kalmıyacak yahut sık sık tekrarlanacaktır . •

Tagor'la Gandi'nin ülkesinden ikbal'in, Muhammet Ali Cinnah'ın ülkesine beklenen davranış, böyle olmama­ lıydı! Dördü de Hint yarımadasının fikriyatını ve istiklal mücadelesini, hemen hemen, beraber yapmış insanlardı. •

Bilindiği gibi Hindistan'da en yaygın din olan ( Brahm anizm: hinduluk) dinine göre, Brahma, yaratıcı ve ya­ pıcı; Vişnu, koruyucu, Siva, yıkıcı tanrıdır. Hinduleır, kendilerini Siva'nın emrine girmiş gören öbür tanrılarına nasıl hesap vereceklerdir? •

Büyük Mevlana'nın en kalabalık ve en devamlı ziya­ retçileri, Pakistan'lılardır .. yani Yarımada'nın eski ve ye­ ni müslümanlarıdır. Ve Mevlana -belki- bizde olduğun­ dan çok, Pakistan'da saygı görmektedir. Pakistan'lılar, Mesnevi'nin en hararetli okuyucusudurlar. 11o


Hinduluk mensupları da Mevlana'yı pek yabancı say­ mazlar ve onu okurlar.. Özellikle Mesnevinin Fatiha'sı sa· yılan ilk on sekiz beytini, müslümanlar kadar benimser­ ler . . . Şu farkla ki, bizim, ilk mısrada ( Bişnev: dinle! ) " diye okuduğumuz ilk kelimeyi onlar, (Vişnu ) diye okur­ lar. Bizim okuyuşumuzla ( Dinle neyden, kim hikayet et­ mede ! ) diye manalanan mısra, Hindu'ların okuyuşunda, aşağı yukarı ( Hikayesini neyden, neyin dilinden anlatan Vişnu) manasına gelir. Böylece, dinde birleşemiyen Hindli'lerle-Pakistan' lı· lar, Mevlana'da, dolayısiyle tasavvufta birbirlerine az çok yaklaşmış olurlar. Son haksızca ve zalimce tecavüzle bu yakınlığın um tulmakta ve Hindu'lara Konya'dan Mevlana'nın, Hint ma· betlerinden Vişnu'nun kaşlarını çatmakta olduğuna şüp­ he yoktur. 13 Eylül 1965

111



İ Ç İ N D EK İ L E R

NASREDDİN KOCA Yoğurt

....

.

. ...

. ........

11

... . .

........

14

. . . . . . . . . .

........

18

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

. . . . . . . .

23

· · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

. .

.. .

. .

25

........................................ ........

28

Olaylar ve Kelimeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

30

. . .

. . . . .

Nasreddin Hoca

.

. . . . . . . . . . . . . . . .

..

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Yeme Kürküm, Yeme!

. . . . .

.

.

. . . . . . . . . . . . . .. .

. . . . . . . . . . . . .

. . . . . . .

. . .

. . .

.

.

.

ANKARA'NIN TAŞI Roket Huzur

Ankara'nın Taşı

. .

.

DOLU Gericiler

35

Hacılar

....

. . .

... . . .

. . . . . . . .

...

. . .

. .. .... .

.

. . . . . .

.. . .

. . .

........

Dolu

38 42

Bayramlar

.

. . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . .

46

EY TÜRK GENÇLiGi ! Beyin Yıkamak Cesaret

.. .... .

..

Fesleğen

. . . . .

..

51

........

53

. . ... . ... .. .. .... . .. ... ............ .. ........

56

.

. . . .

. . . . . . . . . . .

Ey Türk Gençliği! Onlar

. : .. . . . . . . . . . . .

. . . .

. . .

. .

. . . .

.

...

. . . .

. . . . . . .

.

.

. .

..

. . . .

. . . . . . . .

.

..

. . .

. . .

.

. . . .

... .. .

. .

. .

. . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . .

. . ........ .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . .

58

60


YEDİ TAC Yedi Tac

.

t"1ç Tekbir

.. .

Ayasofya

.

..

.

. . .

.. ........

63

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . .

66

. . . . . . . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . .

. . . . . .

.

. . .

.

.

.... ..

. .

.. . .

.. ... ........

68

......................... ........

71

.

. . . .

.

. . . . . . . . . . . .

. . .

.

. . . . .

.

ONLAR BU DİLDEN ANLAR Kıbrıs Takvimi

. . . . . . . . . .

.

. . .

Kıbrıs Nasıl Elden Gider?

76

Onlar, Bu Dilden Anlar! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

78

Girne Yolu

80

............................................. ........

KARS GECELERİ Kars Geceleri 1 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

85

Kars Geceleri i l

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .

88

....................................... ... .. ........

91

.

Celal Baba

.

.

ŞEB-İ YELDA Server Bedi

'

.... ............... . ........ ... . ... ... .. . . . . . ... . ....

Hürriyeti Seçen Ruh Şeb-i Yelda

.

.

. . . .

........................... ........

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Siyah Kurdelalı Çelenk

. . . . . . . .

95 99 103

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 109


MUHARRİRİN DİGER ESER,LERİ

1

2 3

-

-

-

Ayetler ( Nesir Şiir) i l . baskı tükenmiştir. Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor ( şiir) 111. baskı Yağ­ mur Yayınları 300 Kuruş. Dualar ve Aminler ( şiir) Yağmur Yayınlan 300 Kuruş

-

Rübaiyyat-ı Arif Tükenmiştir.

5

-

Kökler ve Dallar Tükenmiştir.

6

-

Nisan ( rübai) Tükenmiştir.

7

-

Emzikler ( şiir) Tükenmiştir.

4

8

-

Kıbrıs Rübaileri ilaveli il. baskı Defne Yayınlan 500 Kuruş

-

Enikli Kapı ( nesir) 400 Kuruş.

10

-

Kova Burcu ( rübai) Defne Yayınlan 600 Kuruş.

11

-

9

12 13

-

-

Terazi, Kendini Tartamaz! ( nesir) Defne Yayınlan 300 Kuruş. Tehdit Mektupları ( nesir) Kuruş. 1

Defne Yayınları 750

Kubbe-i Kadra ilaveli i l . baskı

Defne Yayınları

750 Kuruş.

14

-

Yürek ( şiir) Defne Yayınları 400 Kuruş.

1 5 , 1 6, 17 Avrupa'dan Rübailer Kanadlar ve Gagalar ( vecize ) Ill. baskı Köprü ( şiir) Üç kitap birarada Defne Yayınları 1 000 Kuruş. 18 19

-

-

Aynalarda Kalan 500 Kuruş.

( şiir)

Hız Dağıtım Yayınlan

Kundaklar ( şiir) Didakta Yayınları 500 Kuruş.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.