Aydın Taneri - Türk Kavramının Gelişmesi

Page 1


••

TURK KAVRAMININ GELİŞMESİ ''NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE" I

-

-

-

-

-

tProf. Dr. Aydın.,TANERİ / -

-

-

-

---

-

,

1993 ANKARA


OCAK YAYINLAR Ankara 1 993 ISBN: 975-422-027- 1

ADRES Büro

Merkez

: Necatibey Cad. 18/12 Tel: (0.312) 230 13 69 Sıhhiye-ANKARA : Hacı Bayram Cad. No: 21 Ulus-ANKARA


İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 5 GİRİŞ - MİLLİYETÇİLİK MEFHUMUNU YORUM METODU ......7 A) MESELENİN TEŞHİSİ .................................................... 7 B) ATATÜRK, TÜRK MİLLETİ VE ........................................... .................................... . . . . . . ............

·

TÜRK MİLLİYETÇİLİÔİ ..............................................33 1.

BÖLÜM- TÜRK MEDENİYETİ HAKKINDA GENEL BİLGİLER . . .. . ... . 41 A) TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNDE TÜRK'ÜN YERİ VE ÖNEMİ . . .. . . . . . . .. . . . 41 B) TÜRK VE İSLAM DEVLET VE HUKUK SİSTEMLERİ ARASINDAKİ FARKLAR ............................................45 C) TÜRK'ÜN İSLAM'A İNTİKAL ETTİRDİÔİ DEÔERLER . . . . ... .. . ...... . 48 ................ ..... . . . . . .... ..... . .

......... . . . ....

......

........

.... . .... . . ..... .

. ...... . .. ..

......................

. .... ....

..................

...... . .. ... . . . . . . . . .............

il.

BÖLÜM - MEDENİYETİMİZİN YÜKSEKLİÔİNE RAÔMEN BAZI RUHLARDAKİ KOMPLEKSLER ATATÜRK'ÜN TEŞHİSLERİ- ETRAK-İ B11DRAK MESELESİ ..... :.....................................................................53

111.

BÖLÜM � TÜRK ADI, SÖZÜ VE KAVRAMI .

.

. 63

.......... .... ..

iV. BÖLÜM - GÖKTÜRKLER'DE VI. YÜZYILDAN İTİBAREN GELİŞEN TÜRK MİLLİYETÇİLİÔİ ANLA '(IŞI .............. 7 l V.

BÖLÜM - TÜRKLER'DE XI. YÜZfILDA KAŞGARLI MAHMUD İLE DEVAM EDEN MİLLİYETÇİLİK FİKRİ75 A) GENEL BİLGİLER . . . . . . � .... . . .. 75 B) FİKİR ADAMLARl... .. .... . . . . ."80 1. Kaşgarlı Mahmut ve Eserleri . . .. . . . . .. .. . . . 80 2. Fahreddin Mübarekşah . . . . . .. . . .. . . 88 3. Zemahşeri . . .. ..... . .. . . . .. .. ... . .. .. .. . . 92 . . . ..... ......

.....

. . ..

.

.

. . .

...

.

.

. . . . . . . ......... ..

....................

..

. .

. . . . .......

.

. .

.

...

.

. .. .... .

. . . . ..

....

. .

.....

.. .. .. ..........

.

.. . . ....

. .. .

.. ....

...

......... . ..

.

......

VI. ÖLÜM - SELÇUKLULAR'DA MEVLANA CELALEDDİN RUMİ VE AİLESİ İLE Xlll. YÜZYILDA GÜÇLENEN TÜRK MİLLİYETÇİLİÔİ . . ... . . .... . .. .... . ... . .. .... 95 .... .

.

.

..

............ ..

...

. .

... .

..


A) MEVLANA CELALLEDDİN RUMİ.. B) SULTAN VELED

..........................

.......................................... ..............

95

108

Yii. BÖLÜM - OSMANLILARIN KURULUŞ DÖNEMİNDEN xvı. YÜZYILA KADAR TÜRKÇÜLÜK 121 A ) MESELENİN TARİHÇİLER AÇISINDAN DEGERLENDİRİLMESİ... . . 121 .................................

....... ........................... ......

B) BİR EDEBİYAT TARİHÇİSİ OLARAK NİHAD SAMİ BANARLl'NIN GÖRÜŞLERİ 1 . Aşık Paşa 2. Ahmedi . .. 3. Ali Şir Nevai . :. . . . . . . . . ...... . . . . 4. Ebu'l Gazi Bahadır Han ... . . . . . . . .. . . . . .. ...... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

...........

....................................................... ...........

.................................................. .... . ...........

.......................................

1 33 1 33 1 37 l 39 145

VIII. BÖLÜM - V ANİ MEHMET EFENDİ VE XVII. YÜZYILDA OSMANLI İMPARATORLUGUNDA TÜRK MİLLİYETÇİLİGİ VE OGUZ HAN FİKRİYATI . 1 49 ..................... _ ....................

BÖLÜM - XIX VE XX. YÜZYILDA TÜRKÇÜLÜK 157 A ) MÜTEFEKKİR V E EDEBİYATÇILARIN FİKRİYATINI YAPTIKLARI MİLLİYETÇİLİK ....... l 57 l . Şinasi 1 57 2. Naınık Kemal 1 62 3. Ahmet Vefik Paşa 1 69 4. Süleyman Paşa: 1 72 5. Ziya ·Gökalp 176 6. Süleyman Nazif............... ... . . . . . . . . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . .. ..... 1 8 8 7. Fuad Köprülü 1 95 B) MİLLİ MARŞLARDA TERENNÜM EDİLEN MİLLİYETÇİLİK 200

IX.

......

...................................... .................... ..............

.... .... ...................................................

.......................................... ...........

............................... . . . . .....................

...... . . . . .......................................... . . ........

. . ...... . . . . . ..............................................

........................................................

SONUÇ

............ . . . . ................. . . . . . . . . . . .......................................... .......

BİBLİYOGRAFYA

. . . ......................... ..... . . . ............ ......... ................

EKLER

..... ................................. . ............................ ... ............. . .........

JNDEKS

........... ................................ ................................................

209 209 25 1 317


ÖNSÖZ

Büyük Atatürk'ün 1 933'de "Ne M:,1,tlu Tiirk'üm diyene" vecizesini söylediği tarihten tam 60 yıl geçti. Bu zaman süresini, 1 983'de tahlile tabi tuttuğumuzda, O'nun sözünün bilgi ve şuur bakımından tam manasıyla ruh ve beyinlere nakşedildiğini söylemek kolay değildir. Bunun sebepleri şunlardır: 1 - XIX. yüzyılda Batı'da ve ülkemizde başlayaQ Türk ta­ rihi araştırmaları, aslında son altmış yıl içinde artan bir hızla geliştirilmektedir. Üniversite mensubu tarihçiler, sanat tarihçileri, ilim tarihçileri ve halk bilimcilerinin çalışmaları ile çerçeve belli olmuş, temel de anlmışnr. B u durumda ancak "Türk tarihine giriş' .�çıklığa kavuşturulmuştur. 2- Bu bilgilerin tık-Orta-Liselerimizde özellikle Türk Me­ deniyeti dersi adı altında öğrencilerimizin zihnine aktarılması gerekmektedir. Lise tarih ders kitaplarının muh­ tevası en çok l/4'ü siyasi ve askeri tarih, 3/4'ü Türk kültür tarihi olmalıdır. 3- Yabancı ideolojilerde, aydınımız ve öğrencimizin zihin ve ruhuna-m aalesef-kısmi de ol�a nüfu z imkanını bulmuştur: a)"Türk" değil, "Türkiyeli" mefhumu, b) Bugünkü Türk kültürü'nün Anadolu medeniyetie­ ri'nin sentezi olduğu sonucu, c) Osmanlılar'ın cinayetlerden ibaret bir tarihleri, d) Milliyetçiliğin çağdışı olduğu gibi başlıca dört ana esas; propagandalarının temelini teşkil enniştir. Elinizdeki araştırma, A tatürk'ün Türk ve Türkler hakkındaki fikirlerinin temellerini açıklamakta ve yabancı 5


ideolojilerin tahribatını önleme ve tedavi enne gayesini esas almaktadır. Atatürk ve İnkilap Tarihi çalışmalarında üniversitemiz çapında geniş icraat yapan ve çalışmalarımız için bizi teşvik eden sayın Rektörümüz Prof. Dr. Tarık Somer'e müteşekkirim. Araştırma görevlilerimiz Sayın, Refik Turan, Mustafa Keskin, Ayfer Yanık, Selahattin Özçelik, Necip Hablemi­ toğlu, Mustafa Ekincikli, B ülent Çukurova, Arslan Küçükyıldız'a öğrencimiz İ smail Şahin'e ve OCAK Yayınlan Yetkililerine teşekkür ederim.

Aydın T ANERİ


G İRİŞ

\

Mh.LİYETÇil.JK MEFHUMUNU YORUM METODU

A) MESELENİN TEŞHİSİ: B u konu hakkında, yakında açıklayıcı bır yayın yapa­ cağız. Burada bir özet veriyoruz.

MİLLİYETÇİLİK MARKSİZME GÖRE

MODERN İLME GÖRE

SOSYOLOnK

KÜLTÜR

DOKTR1NER

MILLYEI'ÇIUK MU..LlYEJ'ÇU.lôt

6

lDEOLOnK

M1LL1YETÇU.1K MILLlYETÇlUK

1 . Sosyolojik Milliyetçil ik:

"

Milliyetçiliğin ilk merhalesidir.Duyguya, hisse, aşka dayanır. Ernest Renan ' ın 1890'larda yaptığı tarife göre Mil­ let, ortak geçmişi olan ve birlikt� yaşama arzusu gösteren insan topluluğııdıır Bu tarihten hareketle sosyolojik mil­ liyetçilik bir millete mensup fertlerin mensup oldukları millete besledikleri bağlılık duygusu ye şuurudur. ·

Ord. Prof.Dr. Sadri Maksudi Arsal "Milliyet Duygusu­ nun Sosyolojik Esasları nda konuyu çok güzel anlanr: "

"Birbirini yabancı telakki eden beşeri zümreler arasında hakim münasebet ne derecede amansız bir "vahşi, hayvani"

7


düşmanlıktan ibaret ise zümreler içindeki fertler arasındaki münasebet o nisbette "insani" idi. Onun için zümre içindeki fertler mensup ol­ dukları zümreye evvela kabileye sonra kavme, millete ruhen çok bağlı idiler, zümreye karşı çok sadık idiler, çünkü fert­ lerin hayatta kalabilmeleri zümrenin hayat ve bakasına bağlı idi. Ve zümre muhiti, zümre içinde hfilc..im tesanüd ve barış havası onların cibilli olan insani, içtimai, temayüllerinin inkişafına imkan veren, insanı "insanlaştıran" sıcak bir muhit idi. Burada fertler arasında karşılıklı muhabbet, itimat ve bilhassa tam manasıyle emniyet hakimdi. Bugün sosyologlar ve Hukuk Tarihiyle uğraşanlar isbat etmişlerdir ki, teşekkül etmiş beşeri camiaların milletlerin yaşayabilmelerinde devam ve bekasında, payidar olmasında en mühim, en kuvvetli amil fertlerin mensup oldukları kütleye bağlılığı, sadakatı olmuştur. Bugünkü sosyologlar bu, fertlerin mensup oldukları top1 uluğa (kabileye, kavme, millete) bağlılık duygusuna "zümre şuuru" "zümre hissi" "consciousress of kind" veya­ hut "zümre zihniyeti" (Group mind) ismini veriyorlar. Bu birbirine candan bağlı olan fert ve ailelerden terekküp eden kütlelerin, kavim ve milletlerin tüşükkü lü hayat mücadelesinden doğan zaruri ve tabii bir hadise olduğu gibi aynı zamanda insanlığın medeniyet yolunda ilerlemesinin de şartı olmuştur. Milliyet duygusunun kaynağı ve nüvesi işte bu ibtidfil ca­ mialarda (hatta bazı camiacı hayvanlarda) dahi görülen fer­ din mensup olduğu kütleye karşı duyduğu bağlılık hissidir. Bu suretle milliyet duygusunun kaynağı bir taraftan en mühim hayat kanunu olan yaşayabilmek için mücadele zaru­ reti, mücadele için de gruplaşma mecburiyeti, diğer taraftan da insanların ruhunda cibilli olarak mevcut ve meknuz olan,

8


insanların tekamülü nisbetinde inkişaf eden "içtimaiyet" (so­ ciabilite) hissi, bir insan topluluğu içinde, barış içinde yaşamak ihtiyaç ve insiyakıdır. Tarihten önceki devirlerde, tarihde ve bugün kavimlerin milliyetleri n , millet olarak yaşamasını temin eden dağılmasına, diğer milletler içinde erimesine, yok olup git­ mesine mani olan da, i şte bu, fertlerin mensup oldukları kütleye, kavme, millete karşı duydukları ruhi bağlılık hissi­ dir, kütle şuurudur. Herhangi bir sebeb neticesinde zümreye bağlılık .hissinden mahrum edilmiş, zümreye bağlılık hisleri gevşetilmiş, körletilmiş fertlerden terekküp eden zümreler, milletler hayat ve varlık sahasından yokluk sahasına atılmışlardır. Çünkü hem fertler için, hem kavim ve milletler için yaşamanın, yaşayabilmenin en mühim şartı ikidir:

1- Var olmak,

2- Var kalmak Azim ve İradesidir. Fertlerin var kalmak azim ve iradesine "kendini koru­ ma", "Muhafaza-i nefs" insiyakı diyor:ıar, kavim ve milletle­ rin var kalmak azim ve iradesine de "Milli şuur", "Milliyet duygusu" veya "Milliyetçilik" diyorlar. Ferdi uzviyetler için "VAR KALMAK" varlığı devam et­ tirmek insiyak ve iradesi, en derin, en kuvvetli bir biyolojik kanun olduğu gibi, içtimai uzviyetler, milli kütleler içinde var kalmak iradesi biyolojiye dayanan en dinamik bir psiko­ lojik ve sosyolojik kanundur" (1)

2. Kültür Mill iyetçiliği: Bir milletin siyasi, askeri ve medeniyet tarihini, yani hu­ kukundan devlet anlayışına, sanatından ekonomisine kadar Sadri Maksudi Arsal, Milliyet Duygusunun sosyolojik esasları, İstanbul, 1 955. S. 5 1 -54

9


Qi.itün dalların ilmi ölçülere göre incelenmesi ve QU gerçeklerin millete mensup fertlerin zihinlerine işlenmesidir.

Şüphesiz, bir insanın kültür milliyetçisi olması için önce sosyolojik milli et ilik sınavını ba arması gerekmektedir. ıssen, aşk ile milletini sevmeyen bir insanın zihninde ilmi gerçekk!"_ij_ı.ıurlu bir şekilde telakki etmesi boşunadır. "İlmi gerçek!�r"i_ö_ğı:_enebilir. Fakat bu bilgiler onda ansiktopeaIK bilgi olarak kalır. Beynine. nıhıına, etine, kemiğine, kendi �Q.eııiy_�tinin seviyesi, dünya medeniyetleri arasındaki yeri nakşedilmiş bir insan kültür milliyetçisiqir. Kültür milliyetçisi olmak için bazı şartların olması gere­ kir:

Bir makalemizde meseleyi şu şekilde vaz ettik: "Modern bilim"e göre "millet" ortak geçmişi olan ve bir­ likte şama arzusu gösteren insan topluluğudur. Marksizm bu tarifi reddeder. O, dünya tarihini "sömüren ve sömürülen" sınıfların mücadelesi tarihi olarak gösterme gayreti içindedir. Yine o milliyetçilik, faşizm, ırkçılık, sove­ nizm (ferdin mensup olduğu milletin kusurlarını, başka mil­ letlerin de müsbet taraflarını görmemesi), irredantizm (saldırgan milliyetçilik), sağcılık, aşın sağcılık, Turancılık (Anayurttaki vatandaşlarımızın dış Türkler ile aynı mede­ niyet dairesine mensup olduklarına inanması ve onlara sem­ pati duymasıdır. Bulundukları ülkeleri fethetmek değildir) v.s. modern ilimin kesin hatlar ile birbirinden ayırdığı kav­ ramları kasten tahrif eder. Marksizm ve maşalarının klasik metodu, bütün bunları milliyetçilik potasında eriterek, onu çağdışı ( ! ) bir mefhum olarak tanıtmak esasına dayanır. Mesela son zamanlarda bir gazetede tefrika edilen "Karasu" adlı romanda şu satırları görüyoruz: "Milliyetçilik sarasına tutulmuş, alkışla sarhoş edilmiş üstelik gerçeğe de düşman Enver Paşa " burada yazarın "Milliyetçili�" yerine "hayal­ ci, �artlara göre gerçeklerden uzak Turancılık" demesi ge...

10


rekınektedir". Millet fikrine inananların takip ettikleri milliyetçilik in­ sanlığın tarihi ile beraber doğmuştur. Türk Milleti gibi me­ deniyetler yaratmış "kültürlü milletler'in milliyetçilik telak­ kisini Ord. Prof Sadri Maksudi A rsal'dan da istifade ederek şu şekilde açıklığa kavuşturuyoruz: 1- Milliyetçilik akılcıdır, mantığa, selim akla dayanır. Kendisi tecavüze uğramadıkça başka milletlerin hürriyetine saygı duyar. Adalet beşeri tesanüd (dayanışma), duyguları ile telif edilebilen bir fikir sistemidir.

2- Milliyetçilik, sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır. Kan tahlili ile uğraşmaz, kafataslarının şekli ile de alakadar olmaz. Milliyetçilik kan aramaz ruh ve iman arar. 3- Milliyetçilik, klasik demokrasiye inanmak, gerek kendi milletini, gerek diğer milletlerin hür olarak yaşamalarını arzu etmektedir. Kısaca Kombnizmin tam karşısındadır. Milliyetçi, halkın hür iradesinin hakimiyeti ta­ raftarıdır. Çok partili hayatın savunucusudur. 4- Milliyetçilik, musavatçıdır. Bütün milletlerin yaratılış, tabi istidatlar ve gelişme güçleri bakımından eşit olduğuna inanır. Üstün millet-aşağı millet faraziyelerini reddeder. Her millete, millet olarak hürmet eder. Diğer milletlerin kendi milleti üzerindeki tahakküm teşebbüslerini, fikirle, kalemle, icabında silahla reddeder. 5- Milliyetçilik, idealizm ve iyimserliği de esas alır. in­ sanlığı, yani bütün milletlerin her sahada sınırsız gelişme di­ namiğine sahip olduklarına inanır. Gelecekte dünyada barışın hakim olması, ekonomik refahın, yaygın hale gel­ mesi sayesinde milletlerin müreffeh, münevver maddeten ve manen mesud olacaklarına inanır. 6- Milliyetçilik, şuura ve bilgiye, ilme dayanır. Bu bilgi,

başta kendi milletininki olmak üzere bütün milletlerin 11


günümüze kadar var olan medeniyetlerine, insanlığa ka­ zandırdıkları değerlere hülasaten de olsa vakıf olmaktadır. Mahiyeti itibarıyle ancak gür, klasik demokrasiye inanmış milletlerde tekamül eder. Yarı aydın, milliyet şuur ve bilgi­ sine sahip olmayan veya manevi değerler kazanamamış bir şahıs veya topluluğun gayri milli cereyanlara teslim olması normaldir.

Sonuç: Maddi ve manevi inkişaf için, milletler arası

kültür alış verişini tabii karşılayan milliyetçilik, insanların serbest düşüncenin tecellisi olan modem ilim ile yeni haki­ katlere vasıl olacaklarını kabul eder. Bu suretle ezeli ve ebedi yüksek ahlak prensipleri daha derinden benimsene­ cek, müsbet ilimler ve teknik sahada yeni keşifler yapılacaktır. Bu yüksek gayelere erişmenin yegane sağlam yolu akılcı düşünce ve ilkelere daya!lan milliyetçiliktir. Açıkça görüldüğü gibi, insanı gür. bir şekilde düşünmekten men eden onu robotlaştıran ve manevi değerleri ve dini red­ deden, klasik demokrasiyi kabul etmiş·milletler ile asgari münasebetlerde bulunan Marksizmin, milliyetçiliği hedef alması kadar tabii bir hakikat olamaz.

3. Doktriner Milliyetçilik: Doktriner milliyetçilik, milletlerin meşru hükümet �klinin kendilerini yönetmek olduğu esasına dayan� . Milliyetçilik, XIX. yüzyılın başlarında Avrupa'da ortaya çıkan bir doktrindir. Bu doktrin kendi hükümetini kurmaya yetecek nüfus birimini tesbit, devlet kudretini meşru şekilde kullanma ve topluluğu gereği gibi düzenleme ölçülerini temin eden kıstaslar verdiği iddiasındadır. Bu doktrin in­ sanlığı tabii olarak milletlere bölündüğünü milletlerin de belli nitelikleriyle tanındığını ve tek meşru hükümet şeklinin milletlerin de kendi kendilerini yönetmek olduğu ilkeleri üzerine dayanır. Fransız ihtilali bu fikirlerin dayanağını teşkil eder. "insan ve yurttaş hakları beyannames i " 12


hükümranlığın millete ait olduğunu, hiç kimsenin millete dayanmayan bir otoriteye sahip bulunamayacağını açıkça ifade etti. Böylece, mutlakiyetçi felsefenin dayandığı temel­ leri kökünden sarstı. Gene ihtilal, milletlerin kendi kendile­ rini yönetme (self-determination) hususunda hür olmalarını esas aldı. Buraya çok kısa olarak aldığımız milliyetçiliğin doktriner tarifini yapan.Elill__Kedoı�_r:_!�. milliyetçiliğin sağ ve sol politikası olııp olmadığım sormanı11 yanlış bir anlayış olduğu fikrindedir. Milliyetçilik bunların ikisi de değildir. Sağ ye sol A�P�- i!_l](elerinde XIX. ve XX. yüzyıllarda aristokrasi iie orta sınıf ve işçi sınıfı arasında cereyan eden mücadelelerden doğmuş fikirlerdir. ... -

XIX. yüzyılda milliyetçilik, umumiyetle demokratik ve solcu bir hareket olarak addediliyordu. 1 848 ihtilallerinin milliyetçilerine solcu gözüyle bakılıyordu. Avrupa ve diğer ülkelerde milliyetçilik hareketlerini desteklemek liberaller ve hümanistler için görev olarak görülüyordu.

xıx. yüzyılda gerek liberaller, gerek sosyalistler kendi ilkelerinin, özellikle, Asya ve Afrika 'daki milliyetçi hareket­ leri desteklemeyi gerektirdiğini düşündüler. Solcu olarak tanınan bazı milliyetçilerin daha sonra sağcı olarak itham edildiklerini görüyoruz: Pilsudski, Mussolini, Çankayşek, başlangıçta solcuydular. Bu 9m_ç�!et bi_ r ideolojinin ilkeleri­ ninJ�mamen farklı bir başka ideolojinin prensiplerini uygu­ J�ı:n�.<1-�J��llanıldığını göstermektedir. Liberaller, politik iler­ lem�sosyal ve _ siyası imtiyazların azalması ile ölçerler. Sosyalistler için ilerlemenin amacı, elçonomik eşitsizliği or­ tadan kaldırmaktadır. Milliyetçiler ise bu amaçları ikinci de­ ı:ece_ğ_ç_�Qul ederler. Onların hedefi milletin kendi kaderini tayin etmesidir.. Hür bir milletin ferdi olarak yaşamak, insan iç!n eb�dl mutluluktµr.

Milliyetçiliğin sağcı veya solcu nitelikler taşıyıp taşımadığı meselesi; Rusya'daki olaylar dizisiyle hararetlen-

13


di. Bolşevikliğin Rusya'da kazandığı başarı, Lenin ve Sta­ lin'in eserlerinin gördüğü itibar, buna neden oldu. Bolşevik liderlerine göre, milli hareketler meydana geldikleri devirde­ ki ekonomik gelişmeye göre gerici veya ilerici mahiyette olabilirler. İkinci safhada burjuva kapitalizminin ekonomik haklılığını çoktan kaybetmiş olan içtimfil ve siyasi hakimiye­ te karşı mücadelesinin ifadesiydi. Feodalizme karşı Kapita­ list mücadele kazanılıncaya kadar milliyetçilik ilerici bir ha­ reket sayılıyordu. Gerek müstemleke ve yarı müstemleke aleminde emperyalizme - Lenin'in 1916'daki risalesindeki deyimiyle kapitalizmin en son safhasında-karşı-milli bir burjuva mücadelesi vücuda getirdiği zaman da ilerici bir ha­ reket idi. Ancak, kendi varlıklarına el konulmasına karşı koyan kapitalistlerin ideolojisi olduğunda gericilik oldu. Keza Çarlık Rusya' sındaki milliyetçilik hareketlerini bazen tasvip ve bazen reddeden polemik niteliğindeki yazılarınd'!, Lenin ve Stalin'in kullandıkları ölçü, bu gibi hareketlerin ihtilal davasını hızlandırmasına ve geciktirmesine göre qeğişiyordu. Ör�_Qlarak, Leni.TL doğu Avrupa'da "Yahu­ di özerkliği" için çalışan Bund (Yahudi işçi Partisi)'nin is­ teklerine karşı çıkıyordu.Çünkü Musevilerin istekleri sosya­ list hareketin önderliğini zayıflatıyor ve bölüyordu. Gene Lenin'in Çarlık mutlakiyetini temellerinden yıkacak bir silah saydığı Leh milliyetçiliğini küçümseyen Rosa Lüexmbour'u da tenkid ediyordu. Bu şekilde bir düşünce milliyetçiliğin neden Avrupa'da bir gericilik Asya ve Afrika'da ise bir ile­ r!�ilik hareketi sayıldığını anlamamızı kolaylaştırmaktadır (2).

4. İdeolojik Milliyetçilik: jdeolojik milliy�tçilik, siyasi ve içtimai bir doktrini Q!an bir hükümetin, bir partinin, bir demek veya sendikanın ha������ ·---

2

14

Elie Kedourie, Avrupada Milliyetçilik (Çev, H. Timurtaş) Ankara, 1 97 1 , s. 1 ve dev_.


[eketlerine yön veren düşünce ve görüş sistemidir. _Anlaşılacağı gibi "siyasi damga", "siyasi vasıf' taşır. Bir bakıma politikanın kendisidir. Bu da sosyolojik, kültürel ve çok defa da doktriner milliyetçiliğe esas olur. Bu üçünden �yıncı niteliklerini belirtmek için bir örnek verelim. Ciddi bir araştırıcı, sosyolojik kültürel ve doktriner mil­ liyetçiliği kendisine rehber, ilke edinen kimsedir. Ancak ideolojik milliyetçilik ile uğraştığı zaman araştrrıcılar, ilim adamlığı vasfını kaybeder "propagandist" olur. Yani bir hükümet, parti, sendika veya derneğin propagandasını yapan "politik" hüviyete bürünmüş olur. Nihayet, marksiı_me göre millet ve milliyetçilik anlayışına gelince: Bilindiği gibi bu cereyan IJer iki kavr� da reddeder. Bunun sebebi her ikisinin de manevi unsurlara istinad etmesidir: Birlikte yaşama arzusu gösteren ve ortak geçmişi olan bir toplumdaki fertler, hissi bağlar ile şuurlu bir şekilde "millet"i yaratırlar. Halbuki Marksizm maddeci­ liğe_ dayanır. Marks'ın yoldaşı Engels, Marksizmin Felsefesini, mad­ deci (materyalist) temeli şöyle özetlemiştir: "Tek gerçek, madde dünyasıdır". Bilindiği gibi, maddecilik, manacılığa (idealism'e) zıt bir dünya görüşüdür. İdealizme göre, bütün maddi olgular, insan kafasının eserleridir. Materyalizm ise bu görüşün, bu düşünce türünün tamamen karşısındadır: Herşey maddenin ürünü ve eseridir. Marksizm, materyaliz­ mi iki alana yansıtmıştır.

Diyalektik Materyalizm: - Diyalektik, Marx'a kadar, He ra klit'ten Hegel'e kadar, Descartes, Spinoza ve Kant 'tan geçerek-değişik bir anlam ve gelişim gösterir. Eski Yunan'da, Heraklit'e göre, her şey akıcıdır. Her şey sürekli bir değişim ve akım içindedir. Her şey hem var, hem yoktur. Bu akışın açıklanması için 15


yüzyılların da geçmesi beklenmiştir. Descartes'çı yüzyılda, diyalektik, metafiziğe başlanmıştır. Bu görüşten kısmen ayrılan Kant olmuştur. Diyalektik kavramı. çağdaş felsefe içinde, en yüksek DQktasına Hegel'le ul aşmıştır. Hegel'e göre gerçek dünya, salt ve kutsal fikrin gerçekleşmesidir Tarihi olayları, fikir­ ler yaratır. Dış dünya şuurumuzun gelişmesi oranın��·-J�il­ gimizin berralçlctş__mas_!Y!C! __!!!J�_y_a ÇJ��r. Dış dünya şuurumuzun gelişmesidir. Onun ürünüdür. �irini aşması ve yenmesi metoduyla sonuca varır. Uç unsurun ha­ reketı sayesınde: Tez, antitez, sentez.�tez_i dQğt1!],!r, aralarındaki çatışmadan da sentez doğar ve tezin de antitezin "de en degerlı unsunlarını kapsai�--za nia ıifasente-z, yeni b ir tezi olur; çatışma devam eder. Sonunda, en mükemmel du­ ruma varılıncaya kadar... Öyle bir düzen ki, kişi ve toplum çıkarları arasında tam bir uygunluğa dayanır. Kutsal fikir de böylece gerçekleşir. Devlet içinde gerçekleşir. Devlet de bu suretle, varılacak en yüce düzen olur. Geçmişin rededilme­ siyle, insan aklı ve şuuru gelişir, ilerler. _

Marx, bu teoriden yararlanmıştır. Doktrini atıp, yöntemi alarak, Hegel'ci teoriyi değiştirmiştir. Hegel'in kalkış nok­ tası fikirdi. Marx. madde'den başlamıştır: J-Ier ekonomik­ sistem, en yüksek noktasına ulaşır, sonra kendi içinde çelişmeler yaratır. Çelişmeler çatışmasından yeni bir ekono­ mik sistem doğar, öncekinin en değerli unsurlarını kapsaya­ rak... Bu bir eski-yeni çatışmasıdır ve en mükemmel düzen olan komünizm gerçekleşinceye dek devam eder... Bundan öteye olan değişmeler ve çelişmeler, komünizmin kendi içinde kalır.

Gerçek insanın kafası içinde değildir. İnsanın dışında olan tabiattadır. Tabiatın verileri, olayları, gerçekleridir. İnsanın ilerlemesi, gerçekleri, tabiatı anlamasıdır. jnsan düşüncesi ve ideali, gerçek hayatı anlama çabasıdır.

16


Tabiatta herşey değişim'dir. Herşey, ileriye doğru akıp· giden oranla geçicidir. Herşeyin özü bu gelişmededir. Bu değişme bizi diyalektiğe götürmüştür. Bir şeyi, onun zıddını düşünmeden, düşünemezsiniz. Hayatı anlamak için ölümü düşünmek gerek. Proleterya'yı anlamak, ancak bur­ juvazi'yi düşünmekle mümkündür. Gerçek, tez ile antirez arasındaki gerilimden ve çatışmadan doğar. Her ikisinin üstünde, her ikisini kapsayan bir sentez de böylece ortaya çıkar. 1şte diyalektik, bu canlılık ve harekttir. Hiç bir olayı, tek başına ele almaya imkan yoktur. Nasıl ki, burjuvazi, �dalite'den, parlamento, karşıtı olan, mutlak monarşi'den ayn olarak düşünülemezse... Gerçek, sürekli bir değişim ve gelişitı?: içindedir'.

T.a.ı:ihf .rmı.ddecilik (materialisme historique, historical ma­

terialısm) Marx'ın ilk büyük buluşu sayılır. Tarihin maddeci açıdan -idealist açıya tamamen karşıt olarak-açıklanmasıdır. Ve bu yoldan, insan toplumlarının gelişimi teorisidir. Bu bakımdan, iliID�i sosyaliz_m'in dayandığı fikir temellerinden

birisidir. \

Toplum gelişmelerinin itici kuvveti ve yaratıcısı, maddi şartlardır. Yani üretim biçimleridir. Toplumun gelişmesi ve değişmesi, insanın daha bilimli ve akıllı olmasına değil, üretim'le tüketim'in ilişkilerine ve gelişmesine bağlıdır. Tarih olaylan da öyle ... Doğrudan doğruya maddi şartlara bağlıdırlar. İnsanın da, toplumun da kaderini, kendi bilinci değil, onun sosyal varlığı tesbit eder. - Sosyal varlığın ipleri de, üretim biçimleri'nin elindedir. Böylece Marksist felsefenin; odağı olan bir kavramla karşılaşıyoruz.

üretim Biçimi:

Soe@Lgelismenirı - tarihinin - tek yapıcısı ve kesin etke­ ni, maddi şeylerin üretim tarzlarıdır. Marksizm, bu son�ca

17


belirli ka1<'.ramları birbirine bağlayarak vaQ11alcı_adır:@: İnsan, yaşamak için çalışmak zorundadır. İhtiyaçların karşılanması em�k sarfederek gerçekleşir. tapJıım . hayatının temelıdır. Çalışmak, _i,iretmelöir. 1. Emek, . üretime, üretim de belirli araçlara dayanır. Bu araçlar, mal­ zeme tesisat, taşıtlar, yollar, kanallar; makine, fabrika vs. şeklinde görebilirler. Toprak en eski üretim araçlarından bi­ risidir. Üretim.araçları, insanın tabiat üzerindeki faaliyetleri­ ni sağlar. Tabiat da, sonsuz bir üretim aracı sayılır. Auıclar, ı:ı.e kadar iyi isel�r, iiretim de o kadar ilerilik kazanır.@ Uretim güçleri: Uretim giiçleri, insanın tabiatı değiştirme ç�basından ve iiretim araçlarına hakimiyetinden doğar. Bu bakımdan insan da en müessir bir üretim gücüdür. Yaratıcı emeği sayesinde daha ileri bir teknoloji kurulur. İnsan, kesin bir müessirdir. En iyi teknik, insansız olursa hiç bir işe yarama�. � Üretim ilişkileri: Bunlar ekonomik ilişkilerdir. U feftm, değişim, mesela, bölümden doğarlar. İnsan, tek başına üretemez. Bir fabrika üretimci insanlar:ı bk .araya getirir. Bir araya gelen i.Qsanlann aralarınd'!Lçeşitli ilişkiler doğar. Üretim ilişkileri, üretimin unsurlandif:�: Emek'ten başlayarak, kademe kademe yre.tim.biçi_ mjpe gelı­ nir: Üretim ü leri le ili kileri b" tüm halinde üretim bici�leri ya da türleri yaratırlar. f- nemff olan' mesele, üretim araçlarının kimin marioldu udur. Şu halde, .üı:ctinı ilişkileriı:ıiı:ı tabanında mülkiyet kurumu yatar. Mü� d�, bir üretim biçimini yansı.ın.

�(fj ·

- Marksizmin vardığı sonuçda; tü� sos ya 1 gelişme şartlarını ve kanunlarını, insanların üretim güçleriyle, üretim ilişkilerinden doğan üretim biçimlerini belirtir. " jnsanlık tarihinde, beş çeşit üretim ilişkisi türü vardır: İlkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist (komünizmin ilk aş.aması). Bu türlerin her birinde üretim araçlarının mülkiyeti, biçimleri etkilemiştir. {(.öleci, Feodal ve Kapita­ lis.Lbiçimlerde üretim araçları özel mülkiyet konusudurlar.

18


Bu bakımdan, somuren ve_ sömür.iilen---suııflım cloğurmuşlardır. Bu durumda, _ç_�J!Ş!t!.lJ�!.l.�---ç�_lı�tı�an arasında, eşitlik, dostluk ilişkileri kuru_l!l�<l�· �jr �ge�en­ lik-bağımlılık durumu vardır. İşçi, kendisi için çalışmaz. Sosyalist üretim tarzında ise S�f!�:(l�-�.ç_-�J!�el�.!!...�iı:birin.I'.'. _düşman kesilmez.

Alt Yaln

-

Üst Yapı:

j,İ@m erinin olu turdukları bi imler, altyapı'lard�r (lnfrastrucnıre). Alt yaplliıl'.,. bir bayat biçimi_uı · ·, bilinçleri ve rejimleri do�unırlar Huk uk.. ahlak, ğjn,Jelse­ fe, san'aı, ideoloj�iyasi sistem ve rejimlf<r gibi.. Bu11l�n tümü üst yapı'dır (Superstructure). Marx ve Engels duru­ mu, tarihe uygulamışlardır: Yeldeğirmeni feodal toplumu, buhar değirmeni de burjuva-kapitalist toplumu vücude getir­ mişlerdir. Kural şudur: Her alt yapı kendine uygun hir...ü.s.t yapı'yı do�rmaktadır. Her iki Y?.P.ı arasında uygunluk, tam bir kayusma olmalıdır. ·..

.

r' Böyle·ce herhangi bir sosyal değişme, mülkiyet ve üretim tarzlarında ki değişmelerin sanııcııd ur. fnsanoğlu, ilkel top­ lumdan köle rejimine, kölelik rejiminden feodaliteye, feoda­ liteden kapitalizme, üretim ve mülkiyet tarzlarındaki değişmeler ve bu değişmelerin yarattıkları kuvvetlerle geçmiştir. �)Qsyalist düzene de böyle geçilecektir. Bunu da işçi sınıfı (proletarya) yapacaktır., ...

Önemli olan, alt ve üst yapılar arasındaki uyumdur. I:Ier _alt yapıya uygun bir üst yapının varlığı şarttır. Qyumsuzlu"k' hali bunalımları. bunalımlar da ihtilalleri doğurur. Alt y�pının baskısı sonunda üst yapı değişir. Bu tarihin det�: minist kanunudur. ününe geçilemez. Bu uygunluk bazen, şiddet (ihtilal) yolu ile gerçekleştirilir. Burjuva kapitalizmi­ nin de kaderi budur. Feodal toplum, burjuva düzenine götürücü bir üretim

19


tarzına yataklık etmiştir. Kendi sonunu, kendisini yok ede­ cek silahları kendisi imal etmiştir. S.ıı;-a, burjuvaziye gelmiştir. Neden? Çünkü, alt yapısında, üretim biçimi kol­ lektiftir. Üst yapıysa şahsidir; Kapitalisttir. Burjuvazi, kendi dinamizmi ile yeni üretim biçimleri bulmuştur. Bu biçimlere uygun düzen, şahsiyet değil, sosyalizmdir. So­ syalizm, adalet, duygusundan doğmuyor şu halde... Eko­ nomik analizin ilmi sonucu olarak doğuyor. Görülüyor ki; her düzen, kendisini ortadan kaldıracak ilkeleri adeta ifraz eder. Yararlılığı biter. Bir �üre faydasızlaşır. Sonuç olarak, kolektif üretim biçimine dayalı, alt yapısının baskısı, üst yapıyı mutlaka değiştirecektir. Bu durumda tarih, sosyal üretim biçimlerinin gelişimidir ve maddeciliğin yapısından doğmaktadır. Marksizmin var�f!fu şqnuç d�, insanlar, şu ya da bu siyasi rejimi, bir hükümet sistemini seçmekte serbest değildirler. Toplum denen şeyi oluşturan bizim iradelerimiz değil, dışımızdaki ",üretin:ı ilişkileridir". Jarib, eylem ve say�ş _şekillerini öğrettif:,ri için değer kazanır. lnfüıı:ı jlişkileri arasındaki zincir­ l_enmeden Marksizm'in varmak istediği sonuç, bir "tarih ürünü olan insanın, durmak bilmeyen yaratıcı çabası içinde, �endi kendini yenilemesidir" (3) Yukarıda görüldüğü üzere Hegel'in esas aldığı "Geçmişin red edilmesiyle insan aklı ve şuuru gelişir, iler­ ler". Marx'da bu teoriden yararlanmıştır. M.arx buradan ha­ :reketle tarihi maddecilik esasını ortaya atmış, t'1rih olaylarını maddi şartlara bağlamışnr. §.u.d.urumda içtimai tarih üretim .tarzındadır. Marksizm, morali, manevi değerleri reddeder. Bildiğimiz kadarı ile Atatürk, Marx, Marksizm kelime ve kcıvranılaıı11J kullanmamış eşdeğer olarak Komünizm ve Bo!Şeviklik tabirlerini almıştır. Ve şunları söylem�1tir: 3

20

Ta!ik. Zafer Tunaya Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul, 1980, s. 496 ve dv.


"Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatine teyid eder bir mahiyettedir. . . Hatta biz­ zat Ruslar'ın mütefekkirleri dahi bizim için bu hakikatin sübfituna kail bulunuyorlar. Binaenaleyh bizim, Ruslarla olan münasebet ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devle­ tin ittihad ve ittifak esaslarıyla alakadardır." "Hakikatte hakim olan ve herşeyi idare eden merci, Mil­ let meclisidir. Zannıma göre yeryüzünde buna benzeyen diğer bir hükümet de vardır. iı

Şurası unutulmamalı ki, bu tarz-ı idare, bir Bolşevik sis­ temi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz, ne de Komünist; ne biri ne de diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve di­ nimize hürmetktirız".

" Komünizme karşı çare vardır. Komünizm prensipleri­ nin kaidelerinin memleketimizde ve milletimiz arasında ka­ bili yet-i tatbikıyesini idrak edenlerimiz vasıtasıyle bütün memlekete ve bütün millete anlatmaktır. Eğer bu hakayık milletimizin ekseriyeti tarafıdan idrak buyuruluyorsa, ya ka­ biliyetimiz vardır yaparız veyahut kabiliyet-i tatbikiyesi yok­ tur, anlarız. Tavahhuş ederiz yapamayız. Ancak bu hakikata karşı da kabiliyet-i tatbikıyesi olmadığına göre.; bu hatta tat­ bik etmeğe kıyam edenlere karşı hükümet her türlü vesaiti istimalde kendisini gayet meşrO görür. Ben çok içtimaiyat ile me şgul olmadım. Fakat Komünizm bittabi hudud tanımaz. Halbuki biz hudud-u milli kabul ediyoruz. Sonra istiklaI-i tamdan bahsediyoruz. İhtimal Komünizm bilfikaydu şart serbestiyi iltizam eder. B iz de bunu kabul etmiyoruz. Binaenaleyh, hükümetin siyaseti gayet bariz ve vazıh bir siyasettir. Ve bu siyaset de ekseriyetimize veya heyet-i umumiyemize değil, milletin heyet-i umumiyesine istinat etmekte olduğuna kanaat-ı tam-

21


mesi vardır. Bizim Ruslar'la olan münasebetimizde esas olarak Kapi­ talizm aleyhine yani Komünizm esasına temas dahi edilme­ miştir. Görüşebilmek için Komünist olunuz veyahut olmağa mecbursunuz diye kimse bize bir şey demediği gibi, sizinle dost olabilmek için komünist olmağa karar verdik deme­ mişizdir. Böyle bir esas mevcut değildir". "Bizim nokta-i nazar/arımız, bizim p rensiplerimiz cümlece malumdur ki, Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüsde bulunmadık" (4 ). Prof Dr. Mehmet Eröz, "Marksizm, Leninizm ve Tenki; di" adlı eserde meseleleri ortaya koymuştur: Komünist Beyannamesi'nde Marx ve Engels, "Millet" ve "Milliyet" mefhumlarının birer burjuva uydurması olduğunu, işçilerin vatanı olmadığını, dünyaıun proleterler ve burjuvalar diye iki bölük halinde ayrılmış bulunduğunu söylüyorlardı. Marx, işçi hareketine sınıf gözüyle değil, "en dar milli hareketleri ile ilgileniyor ve onlardan takdirle bah­ sediyordu. irfanda meselesi ve Balkanlar'daki milli hareket­ lerle de alakadar oluyordu Engels, /sviçre orman kanton­ larının A vusturya'ya karşı mücadelesinden ve 1315'te meydana gelen Morgarten Savaşı'ndan takdirle bahsediyor­ du. .

Marx, R usya'ya çeşitli sebeblerden ötürü olan öfkesinden dolayı, Kırım Harbi esnasında Osmanlı Devleti lehinde, Ruslar aleyhinde yazılar yazıyordu. Buna sonradan birçok kimse safdilce bağlanacak, Marx'ın Türkleri sevdiği neticesini çıkaracaktır. Rosa Luxemburg ise, asrın son­ larında, Marx'ın bu fikri üzerinde tekrar düşünülmesi ge4

22

Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, m. 20, 5 1 ; 1 , 1 0 1 .


rektiğini ve Osmanlı lmparatorluğu'nun parçalanması gere­ ken bir dev olduğunu söylüyordu. Bu fikirlerini, Girit'te çıkan isyan dolayısıyle açıklıyordu. Marx, Engels'e 4 Kasım 1864'te yazdığı bir mektupta, Mazzini'nin milliyetçiliği ile epeyce uğraşmak zorunda kaldığını söyler ve Beynelmilel'in toplantısında yapacağı konuşmada "milliyetler" sözü yerine "Memleketler" kelime­ sini kullanmayı tercih ettiğini ve Rusya'ya çattığını, fakat Rusya'daki küçük milliyetlerden ise sempati ile bahsettiğini ifade etti.

Lenin, "Burjuva milliyetçiliği" adını verdiği mil­ liyetçiliğin, bir milletin proleterleri ile burjuvalarını bir araya getirişinden ve çeşitli milletlerin proleterlerini birbirinden ayırışından yakınır.Bu çok sun'i ayınını yapan Lenin'e göre, "Liberal burjuva milliyetçiliği"nin sınıf mücadelesine karşı silahı "milli kültür"dür. Lenirı'e gqr� • . milli kültür şiarı, bir burjµva hilesidir. Her millet, bir burjuva kültürüne sahiptir. Bu kültür, Lenin'e göre, aynı zamanda hakim mil­ �. hakif!}_QlanJcültürüdür. Buna düşman olan Lenin içjn, biltliii milli ve manevi vasrl've-değerlerini kaybetmiş olan bir kültür esastır. :Şu.ımn adı da "proleter kültürü"dür. ".Tamamiyle demokratik ve-sosyalist bir proleteryanın bey­ nelmilel kültüründen" yanadır. Şiarları, demokrasinin ve dünya işçi sınıfı hareketinin beynelmilel kültürüdür. Buha­ rin de, Rus işçisinin, A lman işçisinin, Fransız işçisinin, Zenci işçinin yoldaş olduklarını söyler. Marx, Kapitalizmin yıkılışında, ekonomik bakımdan geri ve müstemleke durumunda olan ülkelere pek fazla bel bağlamamıştır. Bundan dolayı, koloni meseleleri üzerinde çok durmamıştı. Birinci Beynelmilel de bu konu ile ilgilen­ medi. İkinci Beynelmilel de uzun bir zaman kayıtsız kaldı. 1901 Paris Kongresi'nde, Rosa Luxemburg, Güney Afri­ ka'daki savaşa dikkati çekerek, militarizm ve müstemleke

23


siyaseti şeklindeki çifte kötülüğün takOih edilmesini teklif etti. Fakat 1905 Rus lhtilali'nden sonra gözler Afrika'dan, milli ihtilal hareketlerinin ardı ardına geldiği Asya'ya (Türkiye, İran, Hindistan, Çin) çevrildi. Kautsky, 1907'de "Sosyalizm ve Müstemleke Siyaseti" diye b:r broşür neşretti. Engels'in 1882'de yazdığı bir mektubu koymuştu. Bu m·ektubunda Engels, Avrupa ve Kuzey Amerika'da pro­ letarya bir kere zafer kazandıktan sonra, yarı medeni mem­ leketlerin de onları takip edeceğini ileri sürüyordu. Lenin, 1908'den sonra bir makale neşretti. "Dünya siyasetinde Pat­ layıcı Madde" adını taşıyan bu yazıda İran, Türkiye, Hin­ distan ve Çin'deki ihtiliilci hareketlerde yeni bir durumun ortaya çıktığı belirtilerek şöyle deniyordu: "Şuurlu Avrupa işçisi şimdi Asya'lı yoldaşlara sahiptir ve bu y0ldaşlann sayısı saattan satte büyüyecektir. Birkaç yıl sonra Çin ihtilali meydana gelince Lenin, Asya'nın yeniden doğuşundan söz etti. Lenin'e göre Avrupa'da bu!"juvazi, "mezar kazıcıları" (proletarya) tarafından kötü duruma düşürülmüştü. Lenin, Asya'da yeni doğan burjuvazinin enerjik olduğunu, samimi olarak demokrasi taraftan bulun­ duğunu belirtiyordu. JJu, Lenin'in şimdiye kadar üzerinde dunnadığı bir meseleye adım atması demekti. Asya'nın geri ülke_ l�tiııin milli kurtuluşu yolundaki demokratik ilıtilfilci ha­ _:reketleri,.Avrupa'nın sanayi memleketlerinin sosyalist ihti­ lalci hareketleri ile potansiyel bir bağlantı içine sokul­ malıydı. Birinci DünyaHaı:b� geri kalmış ülkelerin milli duygu­

larını kamçıladı. Koloniler'in ve Hindistan'ın askeri birlik­

leri, ilk defa olarak Avrupa cephelerinde savaşıyorlardı. Müttefiklerin, Alman müstemlekelerine sahip çıkma planı, A.B.D. ve Avrupa dahil, her yerde heyecan yarattı. Müttefiklerin Avrupa'da alkışlamış oldukları Wilson'un "milli kaderi tayin etme, hakkı" alanından, sömürge duru­ munda olan milletleri hariç tutmağa imkan yoktu.

24


Lenin'in yazılarından öğrendiğimize göre, geçen yüzyılın sonlarına doğru (1896'da) Londra'da toplanan Beynelmilel, koloni ve milliyet meseleleri ile yavaş yavaş ilgilenmeğe başlıyor. Bu kongrede şu.karar alındı: "Bu kongre, bütün milletlerin kendi kaderini tam manasiyle tayin etme hakkım desteklediğini ve halen askeri, milli veya başka türlü dik­ tatörlüğün boyunduruğu altında cefa çeken bir memleketin işçileri için sempatisini izhar ettiğini beyan eder. Bu kongre, bütün ülkelerin işçilerini, beynelmilel kapitalizmin yenilmesi ve beynelmilel Sosyal-Demokrasinin gayelerinin başarıya ulaştırılması maksadiyle, birlikte mücadele etmek üzere, bütün dünyanın sınıf şuuruna sahip işçilerini saflarına katılmaya davet eder. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi Merkez Komitesi ve parti ileri gelenlerinin ortak toplantısında (23 Eylül 1 Ekim­ Y eni Takvimle 6-14 Ekim 1913), Lenin, yaptığı konuşmada, Londra toplantısını ve milli meseleyi şöyle açıklıyordu: "Doğu Avrupa ve Asya'da burjuva demokratik ihtiliillerinin başladığı bir zamanda ve milli hareketlerin uyandığı ve şiddetlendiği ve müstakil proleter partilerinin kurulduğu bu devrede, milli mesele hususunda bu partilerin vazifesi iki katlı olmalıdır: Burjuva demokratik reform henüz tamamlandığından; işçi sınıfı demokrasisi, ısrarlı şekilde, ciddi ve samimi olarak (ve liberal bir tarzda, kokoşin modelinde olduğu gibi değil) milletlerin eşit haklara sahip olmaları için mücadele ettiğinden, bütün milletlerin kendi kaderini tayin etme hakkını tanıması". Daha sonra da proleteryamn sınıf mücadelesi. Proletaryanın bu iki katlı va­ zifesini, bazı kimselerin anlayamadıklarını, 4. ve 5. madde­ leri arasında _:j:enakuz" bulma gayretinde olduklarım söyleyen Lenin, bu maddeleri şöyle açıklar: "4. madde, kendi kaderini tayin etme ve aynlma hakkı tanımakla, mil­ liyetçiliğe azami imkan bahşediyor gibi görünüyor", "5. madde ise, herhangi bir millet burjuvazisinin milliyetçi

25


şiarlarına karşı işçileri uyarır ve beynelmilel şekilde birleşmiş proleter teşkil§.tları içindeki bütün milletler işçilerinin birleşmesini ve kaynaşmasını talep eder". Lenin, "Gerçekten, bütün milletlere kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması, demokrasinin azami olmasına, mil­ liyetçiliğin asgari ehemmiyette bulunmasına del§.let eder" diyerek, bu çok ince ikili taktiği açıklar. "Fakat bu, yalnız son derece sığ zihinler için bir "tezat"tır. Mesel§., böyle ka­ falar, İsveç işçilerinin, Norveç proletaryasının birlik ve sınıf tesanüdünün niçin başarılı çıktığını idrak edemezler. L�nio�küç_ük.milliy etlere kendi mim kaderlerini tayin etme hakkının.verilmesini, milliyetçiliğin hortlamasından korktuğu için zararlı bulan Rosa Luxemburg'la bu konuda ihtilaflıdır. Lenin'in açıkladığına göre, Batı Avrupa'da 1789-1871 yıllan arası, "burjuva"-demokratik ihtil§.ller" çağıdır. Bu devre, mim hareketler ve mim devletler yaratılması devresi idi. Bu devir kapandığında, batı Avru­ pa'da mim burjuva devletleri sistemi, umumi bir kaide hali­ ne gelmiştir. "Onun için bu zamanda, Batı Avrupa sosya­ listlerinin prog;aİnlarında kendi kaderini tayin etme hakkını aramak, bir kimsenin Marxsizmin ABC'si hakkındaki bilgi­ sizliğini açığa çıkarması demek olacaktır". Asya'ya gelince, Lenin'in dediğine göre 1905'ten sonra uyanmağa başlayan bu kıt'ada, burjuva-demokratik milli hareketler zincirini görmek gerekir. bu yüzden, "Rusya ve komşu ülkeler, bu devreden geçmekte olduklarından, milletlerin kendi kaderle­ rini tayin etme hakkına dair programımızda bir maddeye sahip olmayız. -·-

Rosa Luxemburg'un, Avusturya Sosyal Demokrat Parti­ sinin progranunda mim meseleye birinci derecede yer veril­ diği halde, milletlerin kendi kaderini tayin etme prensibine yer verilmediğini söylemesini ele alan l.&nin , Avusturya'da burjuva-demokratik ihtiialin 1848'de başlayıp, 1867'de devam ettiğini ondan sonra az çok tamam bir burj1va anaya26


sası kurulmuş olduğunu ve bu hakiki hava içinde hemen hemen yarım asırdır bir işçi partisinin faaliyette bulun­ duğunu, kapitalizm ve milli meseledeki gelişmelerin iç şartlan değiştirdiğini söyler. Avusturya; Almanlar, Macar­ lar, Slavlar halinde üç milliyete ayrılmıştır. Rusya'da ise Avusturya'nın tam tersine bir durum vardır. Rusya tek bir milli merkezli, büyük bir devlettir. "Büyük Ruslır", geniş bir saha üzerinde, bir arada oturur ve nüfusun %43 ünü teşkil eder, nüfusları 70 milyon kadardır. Onlara tabi olan milliyetler ise, nüfusun % 57'si nisbetinde bir çokluk teşkil ederler. Bu tabi halklar, komşu devletlerde olduğundan daha büyük baskı altındadırlar. Hududlarda oturan bu ezil­ miş milliyetler, hududu geçip daha hür hava bulabilmekte­ dirler. Rus olmayan hudut bölgelerinde (Finler, İsveçliler, Polanyalılar, Ukraynalılar ve Romenler), kapitalizmin gelişmesi ve umumi kültür seviyesi merkezden daha yüksektir. Komşu Asya devletlerinde başlayan burjuva ihtilallerinin ve milli hareketlerin, o milletlerin, Rus;a'nın hudut bölgelerinde oturan akraba milliyetlerine de sıçradığı görülmektedir. Lenin'e göre, bu tarihi ve tabii şartlar, mil­ letlerin kendi kaderlerini tayin etmeleri hakkını kabullen­ meğe zorlayan hallerdir. Her milli hareketin_başmda buluna­ na burjuvaziyi, proletary-a:sadecemilli banşı temin etmesi için destekler. A_Ş_lmcia ''proleterler her türlü milliyetçiliğe muhaliftir_ler". Lenin'inJı..çıklamalanna göre, "Büyük Rus­ lar, Rusya'da ezen bir millettir. Ezilen milletlerin burjuvazi­ �!.... emellerini şartsız olarak desteklemesi için proletaryayı ��d�r". Pr9l�!'!ry� buna karşı çıkar; herhangi bir milli talebi, herhangi bir milli ayrılmayı, işçi sınıfı mücadelesi gözüyle değerlendirir. Onu şartlı olarak kabul eder. Bu ma­ nada bir, ezilen milletler burjuva hareketini kabul ettiklerini söyleyen Lenin, devamla_ "Ayrılma hakkım desteklediğimiz için bize, ezilen milletlerin burjuva milliyetçiliğini destek­ liyorsunuz deniliyor. Rosa Luxemburg'un söylediği budur. Semkovsky de ondan mülhem olarak aynı şeyi söyler. 27


Cevabımız: "Hayır" olacaktır, der. Lenin iki prensibi ayırt etmenin ehemmiyet taşıdığını söyler: "Ezilen milletin burju­ vazisinin, ezene karşı mücadele ettiği her durumda, herkes­ ten fazla helinde oluruz ve ezmenin en amansız düşmanı ha­ line geliriz ... Ezen milletin imtiyazlarına ve baskılarına karşı mücadele ederiz. Fakat, ezilen milletin burjuvazisi, kendi "burjuva milliyetçiliğinin" taraflısı olursa ona karşı oluruz. "Siyasi tahriklerimizde ayrılma hakkına ait sloganları ileri sürme ve müdafaa etmeyi beceremezsek, sadece burjuva­ ziye değil, fakat feodal toprak sahiplerine ve ezen milletin milliyetçilerine de menfaat temin etmiş oluruz... Çok önceleri Kautsky bu delili R. Luxamburg'a karşı kullandı" . Lenin'e göre bu delil münakaşa götürmez. R. Luxemburg, bu anlayışı ile Polonya'nın milliyetçi burjuvazisi'ne hizmet et­ mektedir. R . Luxemburg, Rusya Marxistlerinin prog­ ranundaki ayrılma hakkını reddederken, hakikatte "Büyük­ Rus zalimleri'ne (Great Russian Black Hundreds) yardım etmektedir. •.

Lenin diyor ki: "Polonya'daki milliyetçiliğe karşı yürütülen mücadelede Rosa Luxemburg, günümüzde son derece korkunç hale gelmiş olmasına rağmen Büyük Rus­ lar'ın milliyetçiliğini u nutmuştu . O, burj uva mil­ liyetçiliğinden daha feodal mahiyetli ve demokrasiye, prole­ ter mücadelesine başlıca engel olan bir milliyetçiliktir. l:krhangi e�ilrajş bi.r milletin burjuva milliyetçiliği, ezmeye karşı çevrilen umumi bir demokratik muhtevaya sahiptir. Kayıtsız .şartsız desteklediğimiz, bu umumi muhtevadır. Po­ lonya. burjuvasının, Yuhudiler'i v.s. yi ezme temayülüne t_arşı_mü.c_adele ederiz" . Lenin asırlardan beri Büyük-Rusların, diğer milletleri ezdiğini söylüyor. "Rusya'da müstakil milli bir devletin yaratılması şimdilik sadece Büyük-Rus milletinin im­ tiyazındadır".

28


"1&!!_iE_,_iç!!l_Q!illi, .�areketler geçicidir, asıl olan sınıf har�­ ketidir. Bunu şöyle açıklar: "Mümkün olan bütün :1ollardan, sınıf gayemize yürüdüğümüz için, milli gelişmenin kendine has yolunu destekleyemeyiz. Fakat Rus milliyetçiliğine karşı, "Ukrayna'nın böyle bir devlet kurmasını kuvvetle destekleriz". ·

Lenin'in iddiasına göre, Kautsky yirmi yıl kadar önce, reddedilemeyecek şekilde göstermişti ki, R. Luxemburg'un tezi, "Öteki halkları, milliyetçiliklerinden ötürü, bir suçlama tezidir. Mazlum milletlerin burjuvazisinin milliyetçiliğinden korkusu olan R. Luxemburg, Büyük-Rusların zalim (Black-Hundred) milliyetçiliğine menfaat sağlıyor. Milli eşitlik ve ayrılma hakkını kabulden korkuyor". Böylece "Rusya'daki Marxistlerin Programını, yani Rusya'daki bütün milliyetlerin Marxistlerinin Programını" benimseme­ miş oluyordu. '

Troçki'nin de milliyet görüşü, Lenin'in görüşlerine uyrn.a.ktadır. Troçki, milli kaderi tayin hakkı, feodHlizme ve kapitalizme karşı çevrilmiş bir hareket olduğunca, biz onu tanımakla kalmaz, ona bütün gücümüzle yardım ederiz" diyordu. fakat, "rni lliJcag_çrj rnyiıı . hayali... burjuvazinin elinde, proletarya ihtilaline karşı çevrilen bir sfüıh olursa ".onu ezmek gerek"ti, Hu..prensip Türkistan'da şöyle tatbik .edildi: Orada burjuvazi yerli Türk halkı, proletarya, Rus halkı manasına geliyordu. Kalinin, 1929'da Sovyet politi­ kasının gayesinin "Kırgız bozkırı halkına, Özbek küçük pamuk üreticisine ve Türkmen bahçıvanına, Leningrad işçisinin ideallerini benimsetmek" olduğunu söylüyordu. }3u, beyaz adamıfi Afrika'daki emperyalizminden daha kor­ �unç bir emperyalizm şekli idi. Yukarıda da görüldüğü gibi, Lenin, emperyalizm teorisi­ ni , Rosa Luxemburg'un, kapitalizm ve milli mesele hakkındaki fikirleri üzerine kurdu. Bu konu Bolşevik Parti-

29


si'nin Nisan 1 91 7 konferansının bir karar metninde göze çarpmaktadır. Kararda "muasır emperyalizm tabi zayıf halk­ lar üzerindeki baskıyı kuvvetlendirerek, mim zulmü şiddetlendirmede yeni bir unsur oluyor" deniyordu. Sanayileşmiş Batı ile Köylü Doğu (Avrupa ile Asya) arasında Rusya ve Sovyet Hükümeti için iki ayn siyaset ge­ rekiyordu: İhtilfilci ve milli formül. Buharin, 1 923'de yapılan On İkinci Parti KoLgresi'nde bu temayı işledi ve Lenin'e atıfta bulundu. Rusya'nın coğrafi ve siyasi bakımdan iki dev arasında - Hala gücünü devam ettiren Batı kapitalist, emperyalist dünyası ile artan bir ihtilal oluşu içinde bulunan kalabalık Doğu dünyası­ bulunduğunu ve Sovyet Cumhuriyeti'nin bu iki muazzam güç arasında muvazene sağladığını söyledi. Koloni meselesinin milli meseleye bağlanması, teoriye kuvvet kazandırırdı. Teoriye göre, bütün mim kurtuluş şekilleri gibi, müstemlekelerin kurtuluşu da burjuva ihtilali şafhasına aitti. B u, sosyalist dünya ihtilaline zaruri bir başlangıçtı. Sovyet siyaseti, Wilson'un kendi kaderini tayin etme ve demokratik hürriyet fikirlerini, her iki dünyaya da tatbik etti. Bu prensiplerin ilk ifadesi, 24 Kasım (7 Aralık) 1 9 1 7'de Sovnarkom'un (Halk Komiserleri ŞGrası'nın) "Rusya ve Doğunun Bütün Müslüman Emekçilerine0 başlıklı beyannamesinde görüldü. Burada, F�usya'nın Müslümanlarına "inançları ve örf-adetleri"nin; "milli ve kiiltürel müesseseleri"nin artık serbest olduğu bildiriliyor­ du. "Bayraklanmızda dünyanın ezilmiş halklarına kurtuluş getiriyoruz" deniyordu. Daha sonraki, "Emekçi ve İstismar Edilmiş halkın Hakları Beyannamesi" aynı vaadlerle doluy­ du. 1918 Kasımında Pravda'da bir yıldönümü makalesinde

30


"Ekim İhtilalinin dünya çapındaki ehemmiyeti"nden bahse­ diliyor, "Ekim İhtilali, Doğunun ezilmiş emekçi halk kitlele­ rinin asırlık uykusunu bozacak ilk ihtilaldir... (Bu ihtilal), Sosyalist Batı ile esir Doğu arasında... bir köprü kurdu" de­ niyordu. Ord. Prof. Zeki Velidi Togan, Orta Asya'da Türkler'in milli mücadele hareketine öncülük eden liderlerden biri ola­ rak, Lenin'in "milliyet ve müstemleke meselesine ait tez­ ler"ini arkadaşları ile incelemiş, burada pek çok karanlık nokta bulmuşlardı. Bunlardan bazıları, "küçük-burjuva" ta­ biri, Orta Asya'daki hürriyet ve istiklal hareketlerinden sonra, Rus proletaryasının buralardaki rolünün ne olacağı idi. Sualler cevapsız kaldı ve işin aslı kısa b!r müddet sonra anlaşıldı. Lenin, milliyet meselelerini geliştirmeden önce çok mal­ zeme toplamıştı. 11 Ağustos 1 9 1 3 'te lsviçre'den, Kafka­ sya'daki yoldaşı Ermeni Stepan Grigoreviç Şaumyan'a yazdığı mektupta, Rusya, Kafkasya, İran ve Türkiye hakkında milliyet istatistikleri ve bol malzeme ile bilgi is­ tiyordu. Yoldaşı bunları temin edip, kendisine gönderdi. Rusya'nın Azlıkları Konferansı, 191 6 Haziran Temmuz aylarında Lozan'da toplandı. Burada sadece Rus aleyhtarı konuşmalar yapıldı. III. Beynelmilel'in (Komintern'in) İkinci Kongresi'nde, 1920 yılında, milliyet ve koloni meselelerine dair de kararlar alındı. Asya ve Afrika ülkelerinin ihtilfilci hareketlerinden birdenbire komünizme yarar neticeler beklenmemesi gerek­ tiği milliyetçi ihtilale destek olunması gerektiği belirtiliyor­ du. Bir müddet sonra, milli ihtiliil, sosycıl ihtilale çevrilecekti. Önce, toprak sahiplerine ve feodal'.:eye karşı köylü hareketleri desteklenmeli idi. Ayn�l�ntıda Türk ve J_apon emperyalistleri, Pan-İslam, Pan-Asyatik, Turancı ha­ reketler, lanetlendi. Bugün, "Brejnev Doktrini", Sovyet So-

31


syalist emperyalizminin en gelişmiş şekli olarak ortaya çıkmış bulunuyor. --

·

Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi'nin faaliyet programının 45 . maddesinde, "toplu azlıkların kendi milli kültürlerini serbestçe geliştirme hakları'ndan bahsediliyor­ du . Türkiye Komünist Partisi, faaliyet programının 1 1 . mad­ desinde, "milli azınlıkların Türkiye'den ayrılmak hakkı da dahil olmak üzere, mukadderatlarını bizzat tayin etmek hak­ ları'ndan söz ediliyordu. 1 9 1 9'da kurulan "Osmanlı Sosya­ list Fırkası "nı, milli azlıklara mensup olan gazeteci ve aydınlar kurmuştu. Türk İstiklal Savaşı'na, Sovyetler Lenin'in prensipleri gereğince yardım ettiler. Yukarıdaki fikirler de, tamamen ondan alınmıştır. Zinovyev, Türkiye'deki milli mücadelenin, kısa zamanda sosyal bir ihtilale çevrileceğini söylüyordu. "Türkiye halkları" diyenler, "İkinci Kurtuluş Savaşı"ndan bu yüzden bahsediyorlardı. Mustafa Suphi bunun için gönderilmiş, "Yeşilmiş Ordu" bu maksatla kur­ durulmuştu. Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca, Türkler'den top­ ladığı büyük miktardaki altını, Türkiye'ye silah yardımı şeklinde ulaştırılması için Lenin'e göndemıişti: Bu konuda bu makalelere bakınız: Mehmet Eröz, "Kırk Beşinci Kuru­ luş Yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti", Türk Kültürü, Ekim 1 968, sayı: 72 sf. 905-8; Milli Mücadelemiz ve Bolşevik Tehlikesi", Büyük Türkiye, Haziran 1970, sayı: 3, sf. 16- 1 9 (5).

5

32

Mehmet Eröz, Marksizm, Leninizm ve Tenkidi. İstanbul, 1 977. s. 1 53 ve dv.


_B) _ATATY��� TÜRK MİLLETİ VE TÜRK MILLIYETÇILIGI Atatürk, fikir adamı olarak Milliyetçilik mefhumunun her türünü, her kolunu çok açıklıkla, büyük bir vuzuhla değerlendirmiştir. Fikriyatını yapmıştır.

1. Atatürk, Millet ve Sosyolojik Milliyetçilik: "Biz esasen milli mevcudiyetin temelini, milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz". "Türkiye halkı ırken, dinen ve harsen müttehid, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve fedfilcarlık hissiye­ tiyle meşhun ve mukadderat ve menafii müşterek olan bir heyet-i içtimaiyedir". "Bir heyet-i içtimaiyenin, beka ve saadeti ancak emelde ve istihsal-i amalde iştirak-i tam halinde bulunmasına mütevakkıftır" (6). "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Mil­ leti denir" (7). "Miletin, idamesini mevcudiyet için efradı arasında düşündüğü rabıta-i müştereke, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini tebdil etmiş, yani millet, dini ve mezhebi irtibat yerine, Tük Milliyeti rabıtasiyle efradını toplamıştır" (8). "Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyet­ perveriz ki, bizimle teşrik-i mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. onların bütün milliyetlerinin ica­ batını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbina­ ne ve mağrurana bir milliyetperverlik değildir" (9).

6 7 8

9

Söylev ve Demeçler, 1, 387. Afet İnan, Medeni Bilgil'!r, s. 25 1 Söylev ve Demeçler, il, 237. A.g.e. 1 , 1 0 1 .

33


"insanları mes'ud edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak gayri insani ve son derece teessüfe şayan bir sistemdir".

"Efendiler; ben de bazı arkadaşlarım gibi Garp milletleri­ ni, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım. Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım. Ve bu muarefem de harp sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin kuvve-i maneviyesi bütün milletlerin kuvve-i maneviyesinin fevkindedir" . "Bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin çok acı cezalarını gördü . Osmanlı İmparatorluğu dahilindeki akvam-ı muhtelife hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden koğulunca anladık. Kuvve­ timizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir, tezlil ettiler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış" (10) 2.

Atatürk ve Kültür Milliyetçiliği: "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE ! "

"Türk milleti ! Kurtuluş Savaşı' n a başladığımızın onbeşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimiz'in onuncu yılını dolduruğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun ! Bu anda büyük Türk milleti'nin bir ferdi olarak bu kutlu­ luğa kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. Yurttaşlarım. Az zamanda çok ve büyük işler yaptık: Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü 1O

34

Atatürk'ten Düşünceler


olan Türkiye Cumhuriyeti'dir.

' Bundaki muvaffakiyeti Türk milleti'nin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi görmeyiz. çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyet�nde ve az­ mindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyeti­ ne göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmektedir. Geçen zamana nisbetle daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler yapacağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphe yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve bera­ berlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk mil­ leti'nin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan ce­ miyeti olan Türk milleti'nin tarihi bir vasfı'da güzP,l sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki rniiletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygu­ sunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleye­ rek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milleti'ne çok yaraşan bü ülkü onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendisine düşen medeni vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. Büyük Türk milleti, onbeş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bah­ tiyarım ki, bti sözlerimin, hiç birinde milletimin, hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım.

35


Bugün aynı iman · ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni filem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti, Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramım daha büyük şereflerle, saadetlerle buzu: ve refah içinde kutlamam gönülden dilerim. "Ne Mutlu Türküm" diyene Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milleti'nin nefesinin sönmeyeceği, onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk. Senin için yükseklik hududu yoktur. İşte parola budur ". "Efendiler, artık bugün hayat ve insaniyet icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara mugayir olan rivayetler ahlak ve imana esas olmaz. Hakikat tecelli edince kizb orta­ dan kalkar. Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her tü. lü teali ve tekamüle müsait olan milletimizin içtimai ve fikıi inkıliip hatvelerini kısaltmak isteyen maniler behemahal bertaraf edilmelidir". Bir millet için saadet olan bir şey diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebeb ve şerait birini mesut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. onun için bu millete gidf:ceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyc.ı::ından te­ rakkıyatından istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl te­ meli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz. Milletimizin tarihini, ruhunu, ananatını sahih, salim, dürüst, bir nazarla görmeliyiz. İtiraf edelim ki, halii ve halii münevveranımızın gençleri arasında halk ve avama tetabuk

36


muhakkak değildir. Memleketi kurtannak için bu iki zih­ niyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeğe başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki tetabuku tevlit etmek lazımdır. Bunun için de avam kitlesinin yürümesini tesri et­ mesi, bundan başka da münevverlerin çok hızlı gitmesi lazımdır. Llkin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade münevverlere teveccüh eden bir vazife­ dir. Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında iyice takarrür et­ tirmelidirler. Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa akvamı arasında Türk'lere karşı kin ve husumet fikirleri telkin etmişlerdir. Garp zihniyetlerine yerleşmiş olan bu fikirler, hususi bir zihniyet vucuda getirmişlerdir. Bu zihniyet hfila her şeye ve bütün hadisata rağmen mevcuttur. Ve Avrupa'da hala Türk'ün her türlü terakkiye hasım bir adam olduğu manen ve fikren inkişafa gayri müsait bir adam olduğu zannedil­ mektedir. Bu azim bir hatadır. Meseleyi basitleştirmek için size şu misali serdedeceğim. Farzediniz ki karşınızda iki adam var. Bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait müheyya diğer de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil, bu vesait noktasından başka ikincisinin manevi ruhu diğerinden hiç farklı ve madunluğu yok. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerlerine karşı bu vaziyettedir". "Bizim milletimiz derin bir maziye mfiliktir. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğüden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu- devirlerin herbirine müsavi olan büyük Türk devletlerine kavuşturur". "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yap­ mak için kendinde kuvvet bulacaktır" (11) ll

Afet

İnan,

III.

37


"Hiçbir millet aynen diğer bir milletin mukallidi olma­ malıdır. Çünkü, böyle bir millet ne taklid ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun netice­ si, şüphesiz ki, hüsrandır". " Kültür işlerimiz üzerine, milletçe gönüllerimizin titre­ diğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihi'ni, doğru temelleri üstüne kurmak; Öz Türk dili'ne, değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere ereceğine şimdiden inanabilirsiniz". "Mefkfiremizi vuzuhla ifade etmeliyiz. Onu imanla duy­ malı ve onu çok sebatkarane takip etmeliyiz. Şahsi menfaa­ timizden, hasis emellerimizden tecerrüde ancak böyle canlı ve alevli mefkure sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleri ile, babalariyle, tecrübedide ihtiyarlariyle, ruh-u islfuniyete vakıf hakiki ulemay-ı kirarniyle beraber mesaisin­ de muvaffakiyette mazhar olacağı muhakkaktır" ( 1 2) " ...Türk dışında kalmış olan Türkler ilkin kültür mesele­ leriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz" ( 1 3). "Muhterem gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlfip olmak. Size Türk gençliğine terk ve tevdi ettiğimiz vedia-i vicdaniye, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. Milletin esbap ve şerait-i tealisi için yapılacak şeylerde, atılacak hatvelerde katiyen tereddüt et­ meyin. Milleti o merhale-i tealiye götürmek için dikilecek haillere hep birlikte mfuıi olacağız. Bunun için dimağlarınıza irfanlarinıza, malumatınıza, icap ederse bileklerinize bazu� larınıza, bacaklarınıza müracaat edecek, fakat neticede mut­ laka ve mutlaka o gayeye varacağız." 12 13

38

Söylev ve Demeçler, il, 1 50; Türk Kültürü ( 1 3), s. 1 1 5.

1,

377.


"Bu millet, bu memleket yeni rejim üzerinde dünyanın en makul bir mevcudiyeti olacaknr. Ben bunu kendi gözlerimle görmeden ölmeyeceğim". "Yine Türkiye'nin dünyevi, milli ve iktisadi siyaset-i umumiyesiyle ifade olunan amal-i milliye hepimizin istik:a­ met-i mesaisini tayin etmiş bulunmaktadır ki, bu yolun az zamanda milletimizin yüksek kabiliyetlerini izhara fırsatbahş olacağına şüphe yoktur. Türk milleti, arzu ve istidadının müteveccih olduğu isti­ kametleri görmeğe çalışan ve görebilen evladını daima tak­ dir ve himaye etmiştir".

3. Atatürk ve Doktriner Milliyetçilik : "Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiç bir kuvvet yoktur, hiç bir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da Hfilcimiyet-i Milliyedir". "Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir". "Türk milleti, halk idaresi olan Cumhuriyetle idare olu­ nur. . . " . "Cumhuriyet serbesti-i efkar taraftandır. Samimi ve meşru' olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz". "Türk milletinin tabiat ve şiarına en mutabık olan idare, Cumhuriyet idaresidir ... Türk milleti hakimiyetini en şi.imullu surette tecelli ettiren yeni idareye kavuşuncaya kadar daima mevcut müessesat-ı siyasiyyeye yabancı kalmıştır". 4. Atatürk ve İdeolojik Milliyetçilik: "Bizim vuzuh ve kabiliyet-i tatbikiye gördüğümüz mes­ lek-i siyasi, (milli siyasettir). Dünyanın bu umumi şeraiti ve asırların dimağlarda ve karakterlerde temerküz ettirdiği haki­ katler karşısında hayalperest olmak kadar büyük hata ola39


maz. Tarihin ifadesi budur; İlmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir. Milletimizin, kavi, mesut ve müstekar yaşayabilmesi için devletin tamamen milli bir siyaset takip etmesı ve bu siyase­ tin, teşkilat-ı dahiliyemize tamamen mutabık ve müstenit olması lazımdır. (Milli siyaset) dediğimiz zaman, kasdet­ tiğim mana ve medlOl şudur: Hudud-u milliyemiz dahilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müstenıden muhafaza-i mevcudiyet ederek millet ve memleketin hakiki saadet ve u mranına çalışmak. Alelıtlak tOl emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek medeni cihandan, medeni ve insani mua­ meleye ve mütekabil dostluğa intizar etmektir. "Sine-i millette serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır? Vfilc.ıf-ı hakayık olan, kalb ve vic­ danında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk taşımıyan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamatın hiçbir kıymeti yoktur". Hizmet edenler namus vazifelerini ifa etmiş olmaktan başka bir şey yapmamışlardır" . "Şuna emin olabilirsiniz ki; dünya üzerinde yaşamış ve yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan yegane millet Türklerdir.

Eskiden beri cemiyetimizde birinden diğerine geçilmez bir sınıf asaleti ve zihniyeti asla mevzuubahs olmamıştır. Derebeyliğin hakim olduğu çok eski devirlerde dahi asılzadelik ırsı değildi. İç tarihimize bir göz gezdirdiğimiz zaman bu memlekette sayılan ve hürmet gören şahısların ek­ serisi fakir ailelerden dogmuş, insanlıjı memlekete olan hiz­ meti, cesareti, sevgisi, kahramanlıgı ile tanınmış fazilet erbabı kimselerdir. "Siyasi cidallerin çoğu basittir. Fakat içtimai mesai her vakit için müsmirdir. Bizim münevverlerimiz buna çalışmalı . Neden Anadolu'ya gelip uğraşmazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Memleketi gezmeli, mılleti tanımalı, eksiği nedir görüp göstermeli, mil­ leti sevmek böyle olur. Yoksa lafla muhabbet fayda ver­ mez".

40


1.

BÖLÜM

TÜRK MEDENİYETİ HAKKINDA GENEL BİLGİLER A) TÜRK-İSLAM KÜLTÜRÜNDE TÜRK'ÜN YERİ VE ROLÜ Özellikle son elli yıldan beri gerek ülkemizde, gerek batı dünyasında yapılan ciddi araştırmalar ile Türkler'in kendile­ rine özgü bir uygarlığın sahibi oldukları ortaya konulmak­ tadır. Türk tarihi iki bin iki yüz yıldır süregelmektedir denilebi­ lir. Başlangıç M.Ö. 209 da Mete'nin Orta-Osya'da Hun hükümdarı olarak tahta çıkmasına dayanıyor. Hun öncesi devri de Türkler'in tarihinin uzak yüzyıllarını kapsar. Büyük Hunlar, onun devamı olan Gök-Türk ve Uygur . devletleri zamanında, yani milattan sonra IX. yüzyıla kadar uzanan çizgide Türk uygarlığının temelleri atılmıştır. Din olarak Gök-Tanrı egemendi. Buna göre "gök" ile 5'embolize edilen "Tanrı" inancı temeldir. O zamanki hemen bütün mil­ letler ise, gök ile ilgilenmemişler güneşi, ayı ve yıldızlan tanrıları olarak tanımışlardı. Gök-Tanrı, Türkler'in kendile­ rine özgü bir inanç sistemidir. Aynca, Türkçe olan Tanrı kelimesi de buna işaret eder. Tanrı, Türk milleti'nin hayat ve geleceğine egemen bir "ulu" varlıktır. Şamanlık ise, bütün alemin iyi ve kötü ruhların etkisi altında olduğunu be­ lirten bir sistemdir. Amacı, kötü ruhların zararlı faaliyetleri­ ni önlemektir. Kökeni Orta Asya olan bütün bu sistemlerin adet ve gele­ nekleri, bugün başta Anadolu olmak üzere bir bütün teşkil eden Türk dünyası'nda yaşamaktachr . . özellikle sosyal hayatta, düğünlerde, havaya ateş etmek (eskiden ok atmak), ya da ölü aşı vermek, cenazede hıçkırarak ve saçını başını yolarak ağlamak, bazı bölgelerde elbiseyi ters giymek,

41


yağmur duasında yada taşı kullanmak, uğur getirmesi için ağaçlara bez bağlamak dikkati çekiyor. Eski Türk boy­ larından Kırgızlar'da evlenme çağındaki kızlarla oğlanlar arasında savaş oyununun töre olduğunu biliyoruz. Bugün Doğu Anadolu'da da bu gelenek yaşamaktadır. Düğünlerde _s açı saçmak da aynı şekildedir. En ücra köydeki düğünden İstanbul'dakine kadar para saçılır. Binlerce yıl önceki darının yerini zamanla, para almıştır. Birisi hakkı1da hayırlı bir haber söylenirken "dansı başımıza" veya "darısı başına" temennisi buradan gelmektedir. Halkın, imkan bulamadığı için ya da başka nedenler ile hekime gidemeyince has­ talıklarını tedavi için başvurduğu yönteme halk hekimliği denilir. Kısırlıktan gripe, nazar değmesine kadar başvurulan usuller Orta Asya-Selçuklu-Osmanlı çizgisindedir. Keza hayvan sağlığı ile ilgili olan Akdeniz bölgesi yörüklerinin hazırladıkları aşı Orta Asya geleneği üzeredir. Bayramda kurban edilecek hayvanın teller ile süslenmesi de Orta Asya'ya bağlanmaktadır. Prof. Pertev Naili Boratav, "El­ bette ki, bu millete adım ve dilini veren Orta Asyalı Türk'ün önemli bir katkısı olmuş bu kültür bileşiminin meydana gel­ mesinde" demektetir. )(. yüzyılın ikinci yansından itibaren Türkler, İslamiyet ile temasa geldiler ve bu dini kabul etmeye başladılar. VII. yüzyılda ortaya çıkan İslamiyet XI. yüzyıla kadar altın dev­ rini yaşadı. Araplar, başlıca İran'ın temsilcisi olan Sasaniler ve Roma-Hellen-Hıristiyanlık karışımı olan Bizarıslılar'dan aldıkları değerler ile de kendilerine özgü bir medeniyetin temsilcisi oldular. Yine, kendilerine özgü bir kültüre sahip olan Türkler ile İslamiyet, artık karşı karşıya_dır. Günümüzde de sürüp giden dünya tarihi, milletler ve onları tanımlayan kültürlerin mücadeleleridir. Hemen söyleyelim ki, ne yüksek kültür sahibi olan Türkler İslam'ın içinde erimiş, ne de yüksek kültür sahibi İslam Türk'ün içinde kaybolmuştur. Her iki yüksek medeniyet de "değerler"

42


alışverişinde bulunmuş, varlıklarını sürdürmek.le kalmamış belli seviyeye erişmişlerdir. Örnek olarak, İslam Devleti, İran asıllı Sasani devlet adamlarının, yönetim ve geleneğinin etkisi altında kaldı. Selçuklular da lslam'dan bu değerleri aldılar. Ancak, Orta Asya-Selçuklu-Osmanlı çizgisinde, kendine özgü bir Türk devlet felsefesinin varlığı kanıtlanmıştı (Bk. A. Taneri, Türk Devlet Geleneği, Anka­ ra, 1 98 1 ). İslam, Türk'e kendi kültürünün ürünü olan başta cami ve medrese olmak üzere mimari materyal verdi. Kara­ hanlılar ve Selçuklular, bunu Orta Asya figürlerinden esin­ lenerek ince, uzun, silindirik minare şeklinde geliştirdiler. Kubbeyi dıştan hakim bir görünüşte inşa ettiler. Türk mi­ marisinde en eski kervansaraylar IX. yüzyıldaki Kara­ Hanlılar'dan kalmadır. Bunu Büyük Selçuklular ( 1 0401 1 57) İran'da, Türkiye Selçukluları ( 1 073- 1 308) Anado­ lu'da geliştirdiler. Türk musikisi ve enstrümanları kendi malımızdır. Orta Asya-Selçuklu-Osmanlı çizgisinde gelişmiştir. Bugün klasik ve halk musikileri şeklinde yapılan ayırım da, her ikisinin aynı makamlara sahip olmasından ötürü, bir dereceye kadar doğrudur. Tamamen Türk icadı olan makamların ancak isimleri arapça veya farsçadır. Suzinak, Şevk-ti tarab gibi. Minyatür sanatı Uygurlar'dan beri ileri olduğumuz bir sahadır. Türkiye Selçuklu ve Osmanlı çiniciliğinin kökeni ise XI. yüzyıl Büyük Selçuklu sanatına dayanmaktadır. Türk halk oyunları, gene Orta Asya-Selçuklu-Osmanlı çizgisinde bugüne kadar gelir. Doğu Anadolu ve Orta Ana­ dolu'nun doğusu halay bölgeleridir. Karadeniz horonları, bölgenin sert ikliminin etkisindedir. Oyunlarımız, Roman­ ya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk halk danslarını etkilemiştir. Din hayatımızda Mevlid, tamamen Türk'e has bir eserdir. Bütün devirler boyunca saray ve halk lisanı Türkçe 43


olmuştur. Ancak, ilim ve edebiyat alanında Arapça ve Farsça etkinliğini gösterir. Bir yerde bu doğaldır. Çünkü, doğuda Arapça, banda Latinceninkine paralel bilim dili ola­ rak kendini kabul ettirınişti. Bu durumda, Türk bil im adamı da eserini genellikle Arapça yazıyor, Türk edebiyatçısı Farsçayı kullanıyordu. Bununla beraber Karamanoğlu Meh­ med Bey'e atfedilen Türkçeyi egemen kılma girişimi başarılı oldu. Osmanlılar'ın ilk ikiyüz yılında, özellikle tarihi eser ve devlet belgelerinde duru bir Türkçe görürüz. Zamanla Arapça ve Farsça etkinliğini arttırdı ve Osmanlıca doğdu. Atatürk yerinde bir kararla dil devrimini yaptı. Şimdi onun akılcı yolunu izleme durumundayız. Bir dilin zenginliği ke­ lime ve onun nüansları olan kavramları karşılayan deyimle­ rin sayısının çokluğu ile ölçülür. Bugün bir İngiliz, İngilizceyi arılaştırmak uğruna bu dile egemen olan Latince kelimelerin atılmasını teklif etse, ruhsal durumu kontrol altına alınır. Dil konusunda da "bilim" den ayrılmamalıyız. Türk askerlik kültürü, uygarlığımızın ayrılmaz bir parçasıdır. "Asker-millet" olma niteliğimizi Kıbrıs harekan kanıtladı. Zor olan amfibik harekat, sürat, komutrnların ön safta çarpışmaları, düşmana iyi davranma gibi örnekleri be­ raber yaşadık. Kültür, bir milletin gelişmesinde rol oynayan o millete özgü karakterlerin tümüdür. Saf ırk olmadığı gibi, saf kültür de olamaz. Bugünkü Türk kültürü, geçmişten süregelen Orta Asya ve İsHim uygarlıkları ile çağdaş Batı Avrupa uygarlığının etkisindedir. Değindiğimiz gibi, olay, çeşitli milletlerin kendilerine özgü değerlerinin birbirlerine etkisidir. Yüksek kültürün kendisinden aşağı kültürü etki­ leyerek bir milleti ortadan kaldırdığı çok görülmüştür. Ancak, verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi, Türk kültürünün yüksekliği geçmişinin uzak yüzyıllara dayan­ ması ile sabittir. Bugün, başta Batı Avrupa medeniyeti olmak üzere çeşitli milletler ile ilişkideyiz. Geniş anlamda 44


ideolojiyi de bu çerçeve içine alırsak, Çin ile dahi temas ha­ lindeyiz. Ancak, tarihi yapımızın sağlamlığı, bütün bu değerleri tanımak ile beraber, ulusal niteliğimizi koruya­ cağımıza işarettir. Atatürk'ün hedef olarak gösterdiği "Muasır medeniyet seviyesi"ne teknik konuları ithal etmek suretiyle erişiyoruz. Örnek olarak, musikide Batının "çok ses"ini kendi melodimizle, sanayide "motor"u kendi emeğimizle değerlendirme durumundayız. Türk kültür tarihi çalışmalarının henüz başlangıç saf­ hasında olması, bunun da öğrencilerimize ve aydınlarımıza intikal ettirilmemesi sorunu ile karşı karşıyayız.

B) TÜRK VE İSLA l\'1 DEVLET VE HUKUK SİSTEMLERİ ARASINDAKİ FARKLAR Bundan önceki kısımda "Türk-lsıam kültüründe Türk'ün yeri ve rolü"nde her iki uygarlığın birer güç olduğunu, alış­ veriş suretiyle yekdiğerini etkilediklerini belirttik. Her ikisi yüksek bir kültürün temsilcisi olduğu için birbirlerini yok etmediler, değer kazanarak hayatıyetlerini sürdürdüler. Bu­ rada, M.Ö. 209 yılında Mete'nin Hun devleti tahtına geçmesi ile başladığı kabul edilen ikibin iki yüz yıllık tarih­ leri boyunca, Türkler'in kendilerine özgü bir devlet anlayışı felsefesi geleneği ve hukuk sistemleri olduğunu ortaya koy­ maya çalışacağız. Türkler, tarihleri boyunca, başlıca, Hun, Gök Türk, Selçuklu Osmanlı çizgisinde, egemenlik anlayışı ve saltanat veraseti sistemleri bakımından kendilerine özgt. karakteri korumuşlardır.• K�_mu �� ����-ilçısm9l!n Türk �gemenl_ik . anlayışına _göre, _9evlet hanedan üyelerinin ortak malıdır. ,.S.onııcıına .katlan_ma_k şartİyle, her prens hükümdara karşı işyan edebilir. Tahtı ele geçiremediği takdirde, hayatına son verilir. Hatta Osmanlılar'da bir ara "nizam-ı alem için", taht ·�!inde hak iddia etmeyenler dahi öldürülmeye başlandı. Ancak, XVII. yüzyıldan itibaren hanedan üyelerinden en __

45


.bUyJiğünün hükümdar olması adeti ile sistemin sakıncası gi­ derildi. Görülüyor ki, Türk hanedan üyeleri bir geleneğin olum� suz sonucunun esiri olmuşlardır. Yoksa, gaddar veya vam­ pir oldukları için değil. Nitekim ölümler gerek sarayı, gerek kamuoyunu yaralamıştır. Yavuz Sultan Selim, "Neslimizde bu biciatı çıkaran, rahmet-i Hakdan uzak olsun" diyor. Meh­ med 1. oğullarının öldürülmesini engellemek için, Bizans'a gönderilmesini vasiyet etmiştir. Kaynaklarımız katl olay­ larından "o gece askere ızdırap düştü" şeklinde bahsederler. Anl�Ş,tl_a.rn,ğı gibi� Türkler' de saltanat verasetinde veliahd tayini ve hatta ona biat (hükümdara sadakat ve itaat edilme­ si) hükümdar öldükten sonra bağlayıcı hukuki niteliğini kaybetmektedir. !�b!,_.a.rtık o_rta�<!dır ve qevlet ileri gelenle­ rinin üzeritıde it�if;ık ettikleri şehzade, hükümdar olabilmek­ tedir. Biat'daki tören, Selçuklu ve Osmanlı deYirlerinde Orta Asya karakterini korumuştur. Osman Bey'e "Oğuz töresi"nce bağlılık bildirildi. İleri gelenler onun önünde diz çöktüler ve kendilerine sunulan kımızı içtiler. Gene, hükümdarın cülusunu, onu bir kilim üzerinde kaldırarak ilan etmekde, daima yaşanuş eski bir Türk geleneğidir.

j_srn.ın Devleti'nin hükümdarı olan Abbasi halifesinin ise tayin ettiği veliahd onun tarafından azledilemez. Zira, o, ve­ liahdını müslümanların hakkı olarak atamışnr. Veliahd, hali:­ fenin ölümü ile tahta geçer. Hatta, halife, sağlığında "Ben­ den sonra halife falandır, eğer ölürse onun ölümünden sonra filandır" şeklinde birden fazla veliahd atayabilir. B ütün bu noktalar basit gibi görünebilir. Ancak, Türk ve İslam egemenlik anlayışı, tahta veraset sistemleri ve kamu hukukları arasındaki kesin farkı belirtmesi bakımından .önemlidir.. Devlethayannda Türk sultanlarına, zaman zaman Arab asıllı Abbasi halifelerinin, Türkçe Unvanlar vermeleri de dikkatLÇ.cl:iygr1 Halife, Türkiye Selçuklu :)ultanı 1.

46


İzzeddin Keykavus ( 1 2 1 1 - 1 220)'e "inanç bilge kutlu", Ha­ rizmşahlar Sultanı, Celiileddin Harizm şah ( 1 220- 1 2 3 1 )'a "hakan" ünvanlannı vermiştir. Her iki ünvan da Orta Asya Türk kültürünün ürünüdür. -)( TUrk hükümdarları, lsıam hukukundan ayn ö:rfi hukuk da geÜştirdiler. Bütün Türk devletlerinde, özellikle idare , teşki İ at ve kamu kurumlan alanlarında Milli veya örfi olarak tanımlanabilecek bir hukuk gelişti ve yaşadı. Böylece, saray ve hükümet görevlilerinin hazırladıkları emir ve fermanlar devlet ve sosyal hayata egemen oldular. B_ynJar tmşlıca, ver­ gilere askeri teşkilata, nmarlı sipahilerin hak ve vazifelerine, yeniçeri ocağına, kıyafete, sikkeye, ticaret hayanna, mahke­ me harçlarına ait kanunlardır. B üyük tarih bilgini Ord. Prof. Fuad Köprülü'nün dediği gibi, T�r!der İsliimiyet dairesine girdikleri zaman, eski ve _ kµvvetli bir hukuk kültürüne sahiptiler, Devlet kurmak, kamu kuruluşları yaratmak demektir. türk hukuk kuru­ lu şları, taklid ve iktibas eseri olmaktan öte, Türk'e özgüdürler. İsliim öncesi döneminde, Türkler, Avarlar, Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler, Kumanlar ve Slavlar üzerinde etkin oldular. Türkler, İsliimiyeti kabulden sonra, kamu hukuku sahasında onun birçok kurumunu aldılar. Ancak, bunları bünyelerinde eritmeyi bildiler. Örn ek olarak, dini hukuk yanında milli hukuku geliştiren osmanlı hükümdarını alalım. O, gördüğü yüksek eğitim sonucunda, bilgili bir elinde kılıç, diğerinde kalem, Orta Asya-Selçuklu çizgisinin devamında tebaası ile devamlı temasda olan, Sosyal adalet ilkelerini uygulayan gerçekçi bir kişiliktedir. Gök Türk­ Uygur ve Selçuklu kökenli elemanları, İslamın kuralları ile bağdaştırmayı başarmışnr. Anlaşılacağı gibi, Türk devletle­ _rinin yapısında, kamu hukuku bakımından din karakteri ağırlık taşımamaktadır. Devlet hayatında, bundan önceki

47


kısımda değindiğimiz, Hun-Gök Türk-Uygur devirlerinden

geçen birçok sosyal gelenekten başka, teslim olma sembolü

olan kılıç-kefen, cömertlik ve bağlılık sembolü tuz-ekmek hakkı, halka şölen vermek gibi pek çok adetin yaşadığı görülür.

C) TÜRK'ÜN İSLAMA İNTİKAL ETTİRDiCt DEÔERLER Türk ve İ slam uygarlıklarının birbirinden bağımsız güçler olduklarını belirttik. Bu iki güç kültürel alışverişte bulunmuşlar, birbirlerine değerler vererek kendilerini geliştirmişlerdir. İslfu:'niyet'i, din olarak, Ararplar kurmuş ve tekamül ettir­ meğe başlamışlardır. Ancak, İslam öncesi'nde parlak birer medeniyetleri olan Türkler ve İranlılar çok geçmeden, İslam'a etki yapmağa başladılar. Bu durumda İslam mede­ niyetini, Arab-Türk-İran sentezi olarak anırnlayabiliriz. Türkler, İslam'a gerek manevi, gerek maddi alanlarda pek çok "değerler" intikal ettirmişlerdir. B u satırların müsaadesi nispetinde bazılarını görelim. �Siyasi alanda: 13.liinQ.iği gibi, Hülefayi Raşidin devrinden sonra Emevi ( 66 1 -7 50) ve Abbasi (7 50- 1 258) imparator­ luk.lan kuruldu. Aşağıda değineceğimiz gibi, Abbasiler or­ duda. Türk general ve askerlerini kullanmışlardır. B Ü n fai?n bazıları, zamanla vali oldukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilan ederek devletler kurdular. Mısır'da Tulunoğlu Ahmet'in, Tulun-Oğullan , Ihşıt-Oğlu Mehmet'in Ihşıt­ Oğulları devletleri gibi. Bağdat'da görevli olan türl: general­ lçrt ise lşlam siyasi hayatında devamlı olarak önemli roller oynadılar. Örnek olarak, Mütevekkil (847 - 8 6 1 )'in halife olmasında etk1n oldular. Muntasır (861 -862) ise, Türklerle işbirliği yaparak tahta çıktı. Müstain (862-866)'i saltanata geçiren Boğa el-Kebir, Boğa el-Sagir ve Otamış adlı Türk

48


generalleridir. Abbasiler'de zaman zaman başbakan (vezir) ların da Türkler'den seçildiği görülür. Hakani ailesinden üç başbakan bunlardandır. Diğer taraftan 1055 de, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Bağdad'a girerek hilafeti tahakkümleri altına almış olan Şii Büveyh-Oğulları Devletinin nüfuzunu kırdı ve hali­ fenin siyasi yetkilerini kendi üzerine aldı l 5 l 7'den itibaren ise halifelik Osmanlı Sultanları tarafından temsil edildi. .,

Askeri alanda: Orta Asya.kök.enli Türk askerlik kültürü A.raplar'a çok etki yapmıştır: Çünkü, Türkler bu meslekte profesyorietdiler. Araplar, Türk general ve askerlerini, or­ .dularında dört-beş yüzyıl kadar istihdam ettiler. XIII. yüzyılda dahi hilafet ordusunun başında emir (general) Kuş-Timur'u görürüz. Özellikle IX. ve X. yüzyıllarda Türk generallerinin komutasındaki Türk askerleri devamlı zaferler kazanmışlardı. Daha Emeviler zamanında, Türk Ubeydullah b. Ziyad'ı emrindeki askerler ile devletin emrinde görürüz. Abbasiler devrinde Halife Mansur (754-775) Zuheyr ve Hammad-el Türki'ler, B ağdad'ın kurulmasında rol oynadılar. Ünlü Harun Reşid'in (786-809) saray muhafızları Türk'tü. Halife Memun (8 1 3-833), Arap ve İranlılar'ın neden olduğu bazı karışıklık olaylarında ancak Türkler'e güvenebilmiştir. Arap yazarı İbn Havkal, Abbasi halifelerinin Türkler'i orduda görevlendirmelerini şöyle anlatır: " H alifeler, muhafız birlikleri için Mave­ raünnehir'den Türk askerleri getirttiler. Bunlar, ordunun diğer gruplarından çok üstündüler. Komutanlıklarına gel­ dikleri bölgelerin asilzadeleri atanıyordu. Türkler çok isti­ patlı, disiplinli ve kudretli idiler" . B.ilinı.. _fikir ve edebiyat alanlarında: Farabi, İbn Sina, Biruni, Gazali gibi pek Çok Türk bilgininden başka Mevlana Celaleddin Rumi gibi edebiyatçılar malumdur. İlmi ve fikri alanda Türkler, özellikle devletin otoritesi yani kamu yararı

49


söz konusu olduğunda, bazı İslam hukukçularının hayalci sistemlerine değer vermemişler, Orta Asya geleneklerinden esinlenerek, s erbes t bir kanun yapma faaliyeti göstermişlerdir. Psikolojik bakımdan, Türkler Araplar'dan farklıdırlar. Araplar'ın kutsallık ve sonsuzluk yönünde işleyen, fikir spekülasyonundan hoşlanan soyut düşünce tarzları Türkler'de yoktur. Aksine bu konuda kayıtsızlık yardır. Türk düşüncesi, yer ve zaman şartlarırı.a kendini adapte eder. Bu düşünceyi karakterize eden özellikler arasında, derin bir disiplin duygusu, devlet yönetiminde hiyerarşiye, lidere ve adalet fikrine saygı ve bağlılık vardır. Bu görüş açısından, Türk devlet ve bilim adamı daha gerçekçidir.

Mimari y_e_ s_ü s1em� ala�ınd,a : Türk sanat hayatının kök_çni, Orta Asya'dır. Halife Mutasım zamanında Türkler ·ıçin Samerra şehri inşa edildi. Türk sanatının İslam sanatı üzerinde ilk etkileri o zaman başlamıştır. Saraylar ve evlerin alçı süslemelerinde yatık kesim tekniği ile yapılan dekorlar Türk sanatının ilk yeniliklerdir. Yukarıda değindiğimiz Tulun-Oğullan ve Ihşıt-Oğulları vasıtası ile, Türkler İslam sanatında sağlam gelişmelere neden oldular. Asya'da Kara­ hanlılar, Gazneliler ve Selçuklular zamanında başlıca saray, cami, medrese ve kervansaray mimarisinde olduğu gibi. Özellikle Selçuklular, birbirleriyle güç bağdaşan unsurları bir araya getirerek anıtsal mimari yarattılar. Eyvrnlar, mih­ rabın her taraftan görülmesine imkan vermez. Namaz kılanlar birbirlerini görmezler. Bu yüzden asıl mihrap çok küçük kaldı ve çeşitli yerlere mihraplar yapıldı. Minareler ise ince, uzun, siliadiriktir. __

M�..ik. a!amnda: .Türldçr, uzun süre egemen oldukları ülkelerde yerli ·mµziğin yerine kendi müziklerini kabul ettir­ E_l�_�fordir.. Orta Asya-Selçuklu-Osmanlı çizgisinde gelişen bu müziğin sistemi 24'lüdür. Bugün İran'daki müziğin esası da budur. Arapların kullandıkları müzik sistemi Türk 50


kökenlidir. Irak, Suriye, Mısır, Hicaz, Cezayir, Tunus, Yemen hatta Fas'da şekle ve aynnnya ait küçük farklar Q.ariç �ü�ikte Türk etkisi egemendir. Unlü müzik tarihi bil­ gini Hüseyin Sadeddin Arel bu konuyu notalar bakımından teknik olarak kamtlamışnr ( 1 ) . Prof. Fuad Köprülü'nün dediği gibi Türkler " İslam ümmeti camiasına girerek, İslam medeniyeti adını verdiğimiz büyük kültür dairesinin gelişmesinde gayret gösterdiler. Pek çok devletler kurdular. Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun kuruluşundan başlayarak, İ slam dünyasının yazgısı üzerinde devamlı etkiler yaptılar. Türklerin tarihini bilmeden İslam tarihi anlaşılamaz. Aynı şekilde, Selçuklu ve Osmanlı devirlerini İsliim tarihi anlaşılamaz. Aynı şekilde, Selçuklu ve Osmanlı d.evirlerini İslam çerçevesine sokmadan anlaşılamaz. Bu fikirler, Türk'ün de İslam'ın da bağımsız ve güçlü birer kültür tem­ silcisi olduklarına dair bizim düşüncemiz paralelindedirler.

Hüseyin Saadettin Arel, Türk Musikisi Kimindir? İstanbul. 1969.

51



il.BÖLÜM MEDENİYETİMİZİN YÜKSEKLİGİNE RAGMEN BAZI RUHLARDAKİ KOMPLEKS­ LER-ATATÜRK'ÜN TEŞHİSLERİ-ETRAK-İ BiiDRAK MESELESİ 1 Kasım 1 982 günü, Ankara Üniversitesi'nin 1 982- 1 983 ders yılına başlaması münasebetiyle düzenlenen törende ilk dersi verdi. Rektörümüz S ayın Prof. Dr. Tarık Somer'in teklifi üzerine senatomuz bu şerefli vazifeyi bana tevdi etti. "Atatürk İlkelerini Yorum Metodu" konusundaki bu dersimde şu sözleri söyledim: .

.

.

.

Arzettiğim gibi, Atatürk İlkeleri'nden Milliyetçilik, üzerinde önce müsaadenizle biraz durmak istiyorum. Mil­ liyetçilik derken de Atatürk'ün büyük bir fikir adamı olduğunu vurgulayarak işe başlamak istiyorum. Atatürk son yüzyılların gerek memleketimizde, gerekse dünyada en büyük fikir adamıdır iddiasıyla ortaya çıkıyorum. Tarih ilmi, naciz bir tarihçi olarak arzediyorum, yüceltmek, yükseklere çıkarmak, şahıslan, devletleri, olayları eski tabi­ riyle evc-i bfila'ya oturtmak maksadını gütmez. Atatürk bir gerçektir. Atatürk'ün layık olduğu yer neresiyse oraya onu vazeder. Atatürk'ü büyütmek gibi bir endişemizin olmadığını söyledikten sonra, örnek olarak yirminci yüzyılda eseri olan bazı devlet başkanlarını ele alalım. Kitabı olan, fikriyat yapan bazı devlet başkanlarını ele alalım: Bir Lenin, bir Stalin, bir Hitler, "Fazilet Mücadelesi" adlı kitabı ile Amerika Cumhurbaşkanı Kennedy, Nobel ka­ zanan Hatıratı ile Churchill ve Atatürk. Bunları mukayese etmelidir, objektif bir şekilde bir klasmana tabi tuttuğumuz

53


vakit hangisinde, hangilerinde fikriyat yüksekliği vardır bunu tesbit etmelidir. Ben bir araştırıcı olarak son üç sene­ de, Atatürk'ün Nutku'nu, "Söylev Demeçleri"ni tahlil ettim, ayırım yaptım, fişledim. Atatürk'ün Nutku'na ait üç bin fiş çıkardım. Kelime ve kavram olarak. Daha yetenekli ve dik­ katli bir araştırıcının bu üç bine birkaç bindaha ilave edebile­ ceği kanaatindeyim. Bundan sonra, bu fişleri tasnif ettim. Acaba dedim, Atatürk benim zihnimi meşgul eden meselele­ re cevap verebiyor mu? Son senelerde, kendime göre, Mil­ liyetçilik'i de ayırıma tabi tuttum. Bilinen tarifleri bir ayırıma tabi tuttum. Milliyetçilik dedim: Sosyolojik Mil­ liyetçilik, Kültür Milliyetçiliği, Doktriner Milliyetçilik, İdeolojik Milliyetçilik ve Marksizme göre Milliyetçilik'tir şeklinde dörde ayrılır dedim. Sosyolojik Milliyetçilik, tah­ min edileceği gibi, insanlığın ilk çağlarından itibaren vardır. Duyguya dayanmaktadır. Kin gibi, aşk gibi, nefret gibi. S osyoloj ik milliyetçilik bir insanın hemcinslerini, önce kendi toplumuna mensup hemcinslerini sonra da vatanını, ülkesini sevmesidir. . . Konuşmamın bir yerinde de şu ifadede bulunmuştum: Nutuk'ta, Nutk'u tasnife tabi tuttuğumu söylemiştim, Nutuk'ta ilmi muvazene vardır. Hukuki bir problemi ele alalım. Bir devlet, hukuki bir müessesedir. Devlet, millet, ülke, siyasi hakimiyet ve teşkilatlanmanın, devletin organ­ larının teşkilatlanması neticesinde ortaya çıkan varlıktır. Bunları tesbit ettikten sonra, Atatürk'ün Nutku'ndaki buna ait bilgileri topladım. Yine, ortaya matematiksel bir denge çıktı. Bir günde, Nutuk'ta yine benim basit bir araştırma yapmama sebeb olacak olan şu satırları okudum. 1 973 baskısı il. cilt, 237. sahifeden okuyorum. : " Efendiler, bilirsiniz ki , Meclis'te, bu bahsettiğim dönemde en çok menfi ve kötümser rol oynayanlar, vaktiy­ le, Türk Milleti'nin kendi kendine istiklalini kazanamaya-

54


cağı görüşünü ileri sürmüş olan kimselerdi. Şunun bunun mandasını istemekte ısrar edenlerdi. Onun için görüşlerime şu yolda devam ettim. dedim ki: "Efendiler, maddi ve bilhassa manevi çöküş, korku ile . . . acz ile başlar. A ciz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında, milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen bir hale gel­ mesine sebeb olurlar. Acz ve tereddütte o kadar ileri giderler ki, adeta kendi kendilerine hakaret ederler. derler ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza imkan yoktur. Biz kayıtsız şartsız, varlığımızı bir yabancıya teslim edelim. Balkan Savaşı'ndan sonra milletin, bilhassa ordunun başında bulunanlar da, başka tarzda ve fakat aynı zihniyeti takip etmişlerdir. ·

Türkiye'yi, böyle yanlış yollarda çökme ve yok olma va­ disine sürükleyenlerin elinden kurtarmak lazım('. r. Bunun için, bulunmuş bir hakikat vardır, ona uyacağı. O hakikat şudur: Türkiye'nin düşünen kafalarına, büsbütün yeni bir iman aşılamak ... Bütün millete taptaze bir ruh vermek.". B u satırlar benim için hakikaten irşat edici oldu. Bunları okuduktan sonra birkaç sene önce "Yabancı İdeolojileri Be­ nimsemenin Ruhi Sebebleri " diye küçücük bir makale yazdım. Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesinin değerli psikiyatrist hocalarıyla da istişare ettim. Maalesef, günümüzde, sayısı az da olsa toplumumuzun dar bir kesi­ minde de olsa, sosyal aşağılık duygusu, Atatürk'ün işaret etmek istediği sosyal aşağılık duygusu ile malfil ruhları bu hastalıkla kavrulan ruhların toplumumuza yaptığı tahribat üzerinde durdum ve bir makale yazdım:

YAB ANCI İDEOLOJİLERİ BENİMSEMENİN RUHİ S E B E B L E R İ : A Ş AGILIK D UYGUSU, KORKU, ACZ. Anksiyete nevrozu ve depresyon, kişiye özgü ruh has­ tahklarıdır. B iri ncisi, hastaların anlatmakta güçlük

55


çektikleri, son derece üzüntü verici deruni bir huzursuzluk, bazan panik derecesinde endişe ve korkudur. İkincisi, dep­ resyon (çöküntü) ise geniş çerçeve ve kapsamlı bir ruh bo­ zukluğudur. Bir işte cesaret ve hevesin kırılması, değerli bir şeyin kaybı, bir ızdırap ve nihayet psikiyatrik sendrom ifade eder (Prof. R. Adasal, Ruh Hastalıkları, Ankara, 1 973). Kanaatimizce, hasta bu endişeleri, şahsı değil, toplumu içtıı ôüyuyoisa sosyal veya toplumsal anlamda anksiyete ve depresyon ile karşı karşıyayız demektir. Sosyal anksiyetede hasta, geleceğe ait bir endişe duygusu içerisinde ve şiddetli manevi sıkıntı ortamında, mensup olduğu toplumun yakın bir zamanda felakete uğrayacağını tahmin eder. Bunun kökenleri ise, geçmişe, milletinin tarihine ait olayların benliğinde yaptığı komplekslerdir. Aynca, aktüel psikosos­ yal nedenler de hastalığın ilerlemesinde rol oynarlar. Ank siyete. halindeki insan, toplumunun sonu için ümitsizlik, hayal kırıklığı, yurttaşlarına güvensizlik besler. Yalnızlık duygusu ile yakın bir ölümün bekleyişi içine girer. Şiddetli q�_presyona giren hastanın hayatına kıyma girişimi veya fikri gibi, toplumsal anksiyete de, milletinin yaşaıpaya layık olmadığı düşüncesi belirebilir. Bu, yabancı milletlere hay­ ra.nlık. onların egemenliğini kabul, komünizm veya faşizm .gibi yabancı ideolojilere kapılma, teslimiyet şeklinde tezahür eder ve sonuçlanır. Atatürk'ün önderlik ettiği Kurtuluş Savaşı'nda, bazı kimselerin Amerikan mandası istemesi, günümüzde kökü dışarda veya uluslararası akımları benim­ semek, yabancı modellerin örnek alınmasını istemek gibi. Şüphesiz, bunlar, bunalımdan kurtulmak için yapılan " inti­ har" fikridirler. Hatta, yabancı şahsiyetlere, onların söz ve eylemlerinden medet umarak aşırı övgülerde bulunmak ve hayranlık gösterisinde bulunmak aynı paraleldedir. Son za­ manlarda ülkemizi ziyaret eden Mareşal Tito hakkında bazı yazarlarımızın satırları misafirperverlik hu �udunu çok aşmıştır. �

56


_Hastayı bu duruma iten, yukarıya işaret ettiğimiz geçmişe, milletinin tarihine ait olayların benliğinde yarattığı fırtınalardu. Ancak, son yıllarda tamamlanan araştırmalarla, Türk kültürünün mükemmeliyeti anlaşılmıştır. Musikiden mimariye, devlet felsefesinden askerlik kültürüne, folklor­ dan adet ve geleneklere, edebiyattan hatt sanatına kadar ken­ dimize özgü, orijinal bir kültürümüz vardır. Ancak, bu kültürel bilinç eğitim sistimimizdeki metodsuzluk nedeniyle öğrencilere verilmemektedir. Kültür Bakanlığı ise aydınlara hitap eden yayınlarıyla dikkati çekmektedir. Ancak, yayinlarının, geniş çapta tanıtmaya ihtiyacı olduğu ileri sürülebilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son ikiyüz yılındaki bitkin durumu, Batı'nın teknik alandaki ileriliği ve bunların sonucu olan sosyal aşağılık duygusu, kişinin benliğini yara­ layan komplekslerdir. Aktüel psikososyal neden olarak, ila­ v�ten, sayısı az da olsa bazı yurttaşlarımızın uluslararası kültür mücadelesinin kurbanı olmaları, yani şiddetli propa­ ganda sonucu yabancı cereyan veya ideolojilere teslimiyetle­ ri gösterilebilir. &ikiyatrik hallerin ortaya çıkmasında kişiyi ümitsizliğe iten sebebler, geçimsizlik, düzensizlik, disiplin yokluğudur. B unlar, devlet görüş açısından baktığımızda, bazı kişilerdeki anksiyete ve depresif hali şiddetlendirmektedir. Nitekim, hürriyetçi,parlementer-demokratik düzenin bir bakıma dikeni olan partiler arası demagojik sürtüşmeler, "devlet" kavramının hemen bütün iktidarlarca yerleştirileme­ mesi, kırtasiyecilik, israf, vergi adaletsizliği ruhlardaki den­ gesizliği belirgin hale getirmektedir. Yabancı ideolojilerin bu durumu istismar etmeleri de tabiidir. Gene, son yıllarda memleketimizde, devamlı viski içen ilerici, devrimci, aşırı solcu, markdst aynı zamanda hali vakti yerinde veya mültimilyoner bir tip ortaya çıkmıştır. Bu tipin ortaya çıkışı ve varlığı, ilk bakışta yadırgatıcı ve özellikleri bakımından çelişkili görünmektedir. Bir çok

57


kimse, bu tiplerin samimi olmadığını, "devrimci fikirleri" ti­ caret konusu yaptığını, kesif bir propagandanın kurbanı olduğunu, sosyoloji biliminin "politikada" da modalar olduğu ilkesini gözönünde bulundurarak, günümüzde sade­ ce memleketimizde değil, bütün dünyada moda olan solcu­ luk modasını izlediğini ileri sürüyorlar. Gene, bu tipin, fi­ kirleri tahakkuk ettiği zaman yaşantısı ve servetinden fedakar.l ık edemeyeceği, bu bakımdan idealist değil, gayri samimi, gösterişi seven, karşı fikirlere tahammülsüz, be­ nimsediği fikirlerin dışındaki veya zıddı fikirleri içinde bu­ lunduğu muhit tarafından kınanmak veya ayıplanmaktan korktuğu için ileri süren, kendisine "gerici" damgasının vu­ rulmasından korkan, zekası sınırlı, her halükarda bindiği dalı kesemeyeceği ileri sürülmektedir. Kanaatimizce, bu fikfrlerin ancak bir kısnu doğrudur. Bizce adı geçen tip samimidir, gösterişi sever, karşı fikirlere tahammülsüzdür. Muhitine kendini adapteye mecburdur. "Gerici damgasından korkar. Az zekfilı olup olmaması bahis konusu değildir. Bindiği dalı kestiği muhakkaktır. Ancak bunu bilinçli olarak yapmamaktadır. Ticari amaç güdenlerin dışındakiler, sosyal aşağılı� duygusu, sosyal anksiyete ve şiddetli depresyon ile maluldürler. Bu durumda servetini ve viskisini kayıp edip etmeyeceğinin bilinci içinde değildir. Tıpkı, gene ruhsal bir hastalık olan uyuşturucu maddeye mübtela olanın, sıhhatini kayıp edip etmeyeceğinin umurun­ da olmaması gibi, Tablosunu çizmeğe çalıştığımız bu hoş olmayan manza­ ra, sadece ülkemize özgü değildir. Hemen bütün milletlerin problemidir. Anlaşılacağı gibi, mesele kişiye " kendine ve toplumuna gü venme hissi" aşılamakla çözümlenir. Halkımıza Türk kültürünün benimsetilmesi önde geliyor. Kendi kültürü ile beslenen bir kimsenin ruhi bünyesi artık güçlenmiştir: B_Qyle hir kimse yabancı kültürleri tetkik ettiği zaman ancak kendi kültürünün noksan tarafını tamamlar ve

58


böylece yabancı kültür sömürüsünden bünyesini korumuş, yabancı kültüre karşı muafiyet kazanmış olur. Bu bünye, yabancı kültürün varlığı altında ezilmeyecektir. Bu şekilde bilinçlenen bir kişi, devlet yönetiminden ekonomiye kadar çözüm bekleyen bütün problemlerimizin Atatürk tarafından , hem de çok açık bir şekilde ortaya konulduğunu görecektir. Q'nun bütün söz ve yazılarını dikkatli bir şekilcl.ı! okumak ve geğerlendirmek gerekiyor. Bu şekil, tercüman aracılığı ile /fikir ithaline çabalamaktan veya yabancı metinleri tercüme ettirmekten daha kolaydır...Hem de milli bir çaredir. B unu yaptıktan sonra çağdaş akım, fikir ve ideolojilere yüzümüzü çevirelim. Elbette, onlardan da yararlanacağımız kısımlar olacaktır. İşte bu kompleks, tarihten gelen Etrfil<-ı biidrak (İdraksiz Türkler) deyimine yanlış ve isabetsizbir yorum tarzı getiril­ mesine sebeb olmuştur. Maalesef, günümüzde sayısı azda olsa bazı okumuş çevre insanları, kitap, makale, konferans şeklinde Etriik-ı bi idrak'ı kendi anlayışları doğrultusunda tefsir etmeğe gayret ediyorlar. İşte bunun üzerine bir süre önce şu makaleyi neşrettik: Büyük alim, Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen'in yazdığı gibi, XI. yüzyılda Büyük Selçuklu İmparatorluğu devrinde İran'da göçebe Türkmenlerin bir kısmı devlet hizmetine gir­ memişler ve Selçuklu devri boyunca karışıklık, ığtişaş un­ suru olarak menfi bir rol oynamışlardır. İşte Etrak-i biidrak'in derin sebeblerini bu olaylar serisinde aramalıdır. XIII-XIV. yüzyıllarda Anadolu'da da göçebelerin tamamen itaate alınmadıkları görülür. Bu deyim devlet adanılan ve müverrihler tatafından, belli bir grubu itham etmek ve küçültmek maksadıyla kullanılmıştır. Mevlana Celaleddin Rumi ve oğlu Sultan Veled Türk ke­ limesini çeşitli manalarda kullanmışlardır. "Ben Türk'üm" diyen Mevlana, bütün eserlerinde mensup olduğu milleti

59


daima yükseltmiştir. "Kullukta ben köpekten aşağı değilim/ Cenab-ı H ak da dirilikte Türk'ten aşağı değildir" İmsralannda olduğu gibi. Yine Mevlana eserlerinin bazı yer­ lerinde de Türk'ü zemmeder. Tenakuz yoktur. Kastettiği? karışıklık çıkaran isyan edenlerdir. Sultan Veled de kelimeyi aynı anlamda kullanır ( 1 ) . İşte, bazı araştınçı v_e aydınlan Türk'ün aleyhinde düşünmeye sevkeden ilk nazarda çelişkili gibi görünen bu durum olmalıdır. Osmanlı tarih yazıcılığında da zaman zaman görülen "Bi-idrak"in menşei budur. Aslında Orta Asya-Selçuklu-Osmanlı çizgizinde "Türk adı, bizzat Türkler tarafından yükseltildi. Orta-Asya'da ku­ rulan ilk Türk devletlerimizden birinin adının " Jöktürk" olduğu malumdur Selçuklu devrinde, Harizmşahlar Sultanı Alaeddin Mehmed ( 1 200- 1 220) Abbasi halifesinin elçisine şu cevabı vermişti: "Arapçaya hakkı ile tasarruf edemeyen bir Türk'üm. Ancak, söylediğiniz hadisin manasını anladım". Ünlü alim Kaşgarlı Mahmud eserine Divan-ü Lugat-it Türk adını verdi. Yusuf Has Hacib, Kudadgu Bilig"de, Türk'ü.güçlü, kuvvetli olarak tanımlar. Osmanlı sultanları ise, düşman ordusunu kastederek, "Türk'ün erliğini gösterelim" diyorlardı. il. Abdülhamid'in Arnavut bahçıvanlanndan biri, Türk çocuğu olan yamağının beceriksizliğine kızarak "Eşek Türk" diye bağırdı. Olaya, Yıldız Sarayı'nın penceresinden şahit olan S ultan başını uzattı, "Ben de Türk'üm" dedi. Bahçıvan şoke oldu ve düşüp bayıldı.

Kaldı ki, elimizde bu şekilde kayıtlar olmasa bile, mesele şekli değil içtimaidir. Bir şahıs veya toplumun geçmişten �oüreg_elen adet, gelenek, edebiyat, sanat değerleıine inan1

60

Bu konuyu araştırmamızın V. BölUmün'cle "SELÇUKLULAR'DA MEVLANA CELALEDDiN RUMl ve AiLESi iLE XIII.YÜZYILDA GÜÇ­ LENEN TÜRK MlLLlYETÇlLIÖl" adı altında geniş olarak inceledik.


µıası kendisini o milletten, o medeniyetten hissetmesi, bağlı olması, meselesidir. İşin diğer cephesi, başta, Çin ve Bi­ zans kaynaklan olmak üzere yabancılar, kurduğı ı muz dev­ letler ve yarattığımız medeniyetleri "Türl " olarak vasıflandırırlar. �tr�-i biidrfilc, on asırdan beri isyan, ayaklanma gibi olaylaril-se bebiyet. verenleri sembolize eden bir deyimdir, zamanla bir şahıs veya zümreyi zemmetmek için de kul­ lanıl1111şHr. Ş ayet, milletimizin tamamına şumulü olsa idi, "Mal bulmuş mağribi gibi" sevinmek değil üzülmek gerekir idi. "Ben idraksizim, ahmağım" diyebilen kişi veya toplu­ luğun Türk medeniyeti gibi yüksek bir medeniyet yarattnası sosyal ve tarihi kanunlara aykırıdır.

61



)

111.

BÖLÜM

TÜRK ADI, SÖZÜ VE KAVRAMI Türk sözü tarihin en eski çağlarında da belirlibir kavram veya kavimler birliğini gösteren bir ad olarak vardır. Fakat hangi eski Çin işaretinin Türk sözü olduğunu bulmak ilmi b i r m e s e l edir. B üy ü k H u n İmparatorl u ğ u ' n u n dağılmasından sonra karanlık bir çağ başlamıştı. Ancak M.S.V. yüzyıl başlarında Ortaasya'daki akraba kavimler yine derlenip, toparlanıp yeni bir birliğe doğru gitmişlerdi . Herhalde Çinliler de bu kavimler arasında bir ayrılık görmüyorlardı. Zira hepsini birden aynı ad altında zikret­ mişlerdir. Ortaasya'daki Türk kavimlerinin hepsine önce "Kaoçi" yani "Yüksek arabalılar" demişler; Göktürk çağına yaklaştıkça da onları, "Tiele" gibi yeni bir ad ile ad­ landırmışlardı. Bu yeni adın Çin tarihlerinde çeşitli yazılışları vardı. Çince Tiele sözünün Türk sözü olduğunda, bütün Japon kaynakları birleşmişlerdir. Bu görüşlerin, gerçekle ilgileri de yok değildi. V. yüzyılda Çinliler, Volga kıyılarından Çin sınırlarına kadar uzayan bütün Türk kavim­ lerini artık bu adla adlandırıyorlardı. Türklerin doğusunda yaşayan güçlü Moğol kavimleri de yardı. Nitekim Orhun kıyılarında başkentlerini kurmuş olan Çinlilerin Juan-Juan dedikleri Proto-Moğol Avarlar (?), Doğu Asya'yı idareleri altında tutuyorlardı . Yine Moğol asıldan gelen birçok ka-

63


vimler ise, Uzak:doğu ile Çin'de, çeşitli roller oynuyorlardı. Görülüyor ki, Türkler ile Moğollar, Göktürk devletinin ku­ ruluşundan önce bile iki ayrı grup halinde toplanmış ve bir­ birlerine karşı cephe almış durumda idiler. Gerçi doğuda, bu Türk ve Moğol kavimleri içiçe girmiş ve karşılıklı dayanışma ile Topa devleti gibi devletler de kurmuşlardı. Ancak, Ortaasya ile Batı Asya'da Türk ve Moğol kavimleri­ nin rekabeti artık kesin olarak görülmeye başlamıştı. Orhun'daki Juan Juan devleti, İpekyolu'nun kontrolünü eline geçirmek istiyor; Batıdaki Türk kavimleri ise, onlara karşı koymağa çalışıyorlardı. Görülüyor ki iV. yüzyılın başından Göktürk devletinin kuruluşuna kadar, yani aşağı yukan 1 50 yıl-Volga kıyılarına kadar uzayan ve tek bir ad il� adlandırılan büyük bir Türk kavimler birliği kendini gösteriyordu. Türkler için söylenen "Tiele" adının da, Çinliler'in dilinde bozulmuş "Türk" adından başka birşey olmadığı anlaşılmıştır. Göktürk devletinden önce de yer yer siyasi birlikler kurmuş olan Türk kavimleri, özellikle Batı Türkistan'daki Akhun'lar ile sıkı ilişkiler kurmuşlardı . Bu Türk kavimlerine ait Çin belgeleri, ilk defa Prof. Dr. Ba­ haeddin Ögel tarafından alınmış ve ayrıca Türkçeye çevrilmiştir. Görülüyor ki, Ortaasya'da idareyi hangi Türk zümresi .ele almışsa onlara bağlı olan bütün Türk kavimleri de aynı adla anılmışlardı . Nitekim, Selçuklular ve Osmanlılar çağında durum böyle olmuştu. Tatar devleti ile o yönetim altındakilere Tatar; Moğol devleti ile de Moğol denmeğe başlanmıştı. Fakat, Göktürk devletini kuran Türk zümreleri bambaşka idiler. Güçleri ve tecrübeleri büyüktü . Çinliler, Göktürkler'e Tukyu veya Tu-chüeh derlerdi. P. Pelliot'ya göre Göktürk devleti'ni kuran Türk boyları, başlangıçta Çinliler'e çok uzak idiler. Bunun için Çinliler, Türkler hakkındaki bilgileri Çin'e yakın olan Moğol kavimlerinden öğrenmişlerdi . Moğollar ise türk sözü nü, "Türküt"

64


şeklinde-çoğul bir hale sokarak-söylüyorlardı. Bunun için de Çinliler "Türkler" demek için, Moğolların "Türküt" sözünü, Tukyu şeklinde yazmış ve söylemişlerdi. Ancak, elimizde Moğol kavimlerinin Türklere, "Türküt" dediklerine dair herhangi bir belge yoktur. Bilindiği gibi, Çin tarihlerinde, Türkler'in türeyişleri ile ilgili, birçok efsaneler vardır. Bunlardan bazıları ise, birkaç efsanenin karışması ile meydana gelmişlerdir. :Sunlara göre, Türkler'in ilk atalan, Yaz ve Kış Tanrıları ile evlenmiş ve bu kadınlardan da dört oğlu olmuş Efsanenin bu bölümü, Oğuz Kağan'ın, gök ve yerin kızlan ile evlenmesine benze­ mektedir. Dört oğuldan birisi kuğu olup uçmuş, diğer ilcisi de Kem ırmağı kıyılarında oturarak, Kırgız Türkleri'nin ata­ ları olmuşlar. Dördüncü oğul ise halkı ile birlikte oturur­ muş. Günlerden birgün, çok büyük bir soğuk başlamış ve halk donarak, ölüm tehlikesi geçirmiş. Başlarında bulunan dördüncü oğul, hemen orada ateşi icad etmiş ve halkını do­ narak, ölmekten kurtarmış . Bundan dolayı halk da başlarında bulunan beylerine, "Türk" adını vermişler. Efsa­ ne bu motifleri ile İslamiyet çağındaki Yafes ve Türk'üİl hayatını hatırlatmaktadır. Çünkü onlar da, ateş ile tuzu bulan ilk atalar olmuşlard�. Fakat, Yafes ve Türk gibi İslamiyet motifleri , Çin tarihlerinde anlatılan ve hem de çok eski bir karakter gösteren böyle bir efsanede ne arıyabilirlerdi? Çin tarihleri efsanenin burasında sözü değiştirir ve Türk'ün annesinin bir kurt olduğunu da söylerler. Ayrıca Türk'ün en büyük oğul olduğunu da ilave ederler. Halbuki Yaz ve Kış Tanr .!arının kızlarından söz açarken, aynca bir kurt annenin de bulunduğuna .hiç temas .eHn�ıp.i§!�Jc;lj_r. /Anlaşıldığına göre büyük devlet hayatı yaşamamış geri Türk kavimlerinden bazıları yüksek Türk devlet mitolojisine kendi inanışlarını da katarak bazı yeni kompozisyonlar kurmuşlardı. Çinliler de onlardan duyduk­ larına istinaden tarihlerine geçirmişlerdi. Çünkü bu efsane-

65


de, Türkler'de görülmeyen ana ailesinin izlerini de gör­ mekteyiz. Yine, Çin tarihlerine göre, Göktürk devletini kuran Türk boylan "Altay dağlarının eteklerinde oturup, demircilik ya­ parlarmış . . . Altay dağları burada tıpkı bir miğfere benzer­ miş, bundan dolayı da bu dağın eteğinde oturanlara, Türk adı verilirmiş" Çin tarihlerinde görülen bu bilgiler sadece bir efsane biçiminde değil; daha çok tarihle karışık yeni bir haber şeklinde verilmektedir. Eski İran dillerinde miğfere " terk" denirdi. Fakat böyle bir benzetmenin nasıl ortaya çıktığı ise pek anlaşılmamaktadır. Belki de Çinliler böyle bir benzetme ve söylentiyi eski Batı Türkistanlı tüccarlardan duymuşlardı . Bunların dışında, Çin tarihlerinde Türk adı hakkında başka bir açıklama göremiyoruz. _Ao.laşıldığına göre, Göktürk çağında Türk adı, yalnızca Türk kavminin adı olarak değil; daha çok Türk devletini J,carşılayan geniş bir deyim olarak söy lenmişti. 585 yılında ünlü Göktürk kağanı Işbara'ya Çin imparatoru tarafından yazılan mektupta "Büyük Türk Kağanı" şeklinde hitap edi­ liyord u . Artık, bu çağda Çin l iler de Türklerin büyüklüklerini kabul etmişlerdi . İşbara Kağan ise Çin İmparatoruna verdiği cevapta, "Türk"ün Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana elli yıl geçti" diyordu . Çin grameri bakımından bu her iki belge de Türk sözü, bir kavim adı değil; ancak "Türk devleti " olarak anlaşılabilirdi. Bu görüş, kesindir. Ancak bu mektuplardan yüzelli yıl kadar sonra yazılmış olan Göktürk yazıtlarında ise "Türk" sözünün bir kavim için mi; yoksa devlet adı olarak mı söylendiği açık olarak anlaşılamıyordu. Ancak, Göktürk yazıtlarında Türk sözünün daha çok "Türk budun" şeklinde söylendiği ve Türk sözünün "Budun" anlayışı ile tamamlandığı da bir gerçekti. "Türküme, budunuma kazandım " denirken yalnızca "devletim ve milletim için kazandım" mı deniyordu; bunu da açık olarak bilemiyoruz. Türgeşler soy bakımından

66


Türk idi. Onlar için ise, "Türgeş kağanı Türkümüz budu­ num" idi, deniyordu. Türk ve budun ayn ayn kavramlar olabilir. Bu konularda memleketimizde çeşitli fikirler ileri sürülüyor. "Türk Oğuz beyleri, budunu işitin" denirken, bu cümlede söz konusu edilen budun", Oğuz kavmidir. ancak bunun başına aynca bir"Türk" adı niçin konmuştur? Prof. Ögel'e göre bu, ancak bir devlet tanıtması olmalıdır. Çünkü Oğuz ve Türgeşler, Göktürk devletini meydana getiren, ayn birer Türk kesimleri idiler. "Türk töresi, Türk Kağan, Türk Bilge Kağan, Türk ili, Türk beyleri ve budunu, Türk Sair budunu, Türk Tanrısı Türk yeri, Türk ıduk yeri subı,-(yani Türkün kutlanmış yer ve sulan)-, Türk adı" gibi sözler de Göktürk yazıtlarında geçmektedir. B unlar, yalnızca devlet kuran küçük bir Türk kesimi için söylenmiş sözler olarak görünmüyorlar. Bunlar büyük bir devlet Göktürk İmparatorluğu için söylenmiş tanıklar olmalıdır. Aynca, kutlu devlet, kutlu toprak ve kutlu bir halkı, Tiirk devlet anlayışı'nın temelini meydana getiren üç unsurdur. Biz böyle bir sonuca, ancak bütün bilgileri istatistik bir metodla inceledikten sonra varabiliyoruz. Zaman zaman Çin tarihle­ rinde, Türk kağanlan ile Göktürkler'e bağlı Tarduş'lar gibi büyük Türk kavimleri de "Türk Tarduş" diye "Türk devleti­ nin adı ile tanıtılıyordu. Şehirli Uygurlar'da devlet ve millet anlayışı ise oldukça zayıflamış ve gevşemişti. Türk adı onlarda çoğu zaman �ı:z;ca "�ı::lc " yani " güç ve kuvvet" sözü ile birlikte geçmeğe başlamıştı: "Erk, Türkleriniz" veya "Erkler, Türkler" gibi... uygurlar'a göre "erkler ve Türkler", halk içinde okumuş, yükselmiş, güçlü kimseler demekti. fı.ync_a Türk sözü "erk" yani, "güç"lü karşılığı olarak da söylenmi.Ş olabilirdi. Anc�� _ bir_ __g�_rçek varsa, �u çağda da Türk süzünün güç, kudret manasında . söylenmiş olması idi. Güçlü kimseler de bu anlayışın içinde kalıyorlardı. Olgun­ luk da bir "Türklük" idi. Olgunlaşmış gençler i�in, "Türk _

67


yiğit" veya "Türk kızlar" gibi sözler söyleniy ordu. uygur'ların bu anlayışı Kaşgarlı Mahmud çağında da devam etmişti.

Alp Arslan ve Kaşgarlı Mahmud çağı, yani XI. yüzyılın

ikinci yarısı Türkler'in, "Türklük şuuru ile gururunu" tam olarak duydukları bir dönemdir. Kaşgarlı Mahmud'a göre Türklere "Türk adını ulu Tanrı vermiştir" Aynı ka�mak bunu ispat etmek için aynca bir hadis de veriyordu. B u hadis ne kadar sahihtir bilemeyiz ama, değerli olan Göktürkler gibi bu çağda da Türk kavminin buna inanmış olması idi. Yin� bu çağda B izanslılar,. kuzeyden Avrupa'ya gelen güneyden de Anadolu'nun içlerine yayılan Türlder'i.n. h epsine _biı:d_�J!. yalnızca "Türk" demişlerdj. "Türkiye", Türkler'in oturduğu memleket veya Türklerin yurdu demektir. Bu söz, Bizans ve Latin kaynaklarında çok rastlanır. Marko Polo Anadolu'dan geçerken Anadolu'ya "Turcia Minor", yani Küçük Türkiye; Ortaasya'nın içine gi­ rincede, Ortaasya için "Turcia Major" yani "Büyük Türkiye" demişti. Bu sözün içinde herhalde "Türk devleti" anlayışı da saklı idi. Çünkü buralarda yalnızca Türkler otur­ muyorlardı. Araplar da Türk dünyası için, "Arz üt-Türk" demişlerdi ( 1 ). Diğer taraftan Mısır'da yaşamış olan Mem1uk veya Kölemen devleti ( 1 250- 1 5 1 7)'ne dt Devlet-i Türkiye" denilmiştir. ·

Ord. Prof. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı'nı tahlil ederken Türk'e de değinmiş ve şunları yazmıştır: "Mes'udi, Göktürk Hanlan'nın asıllarının Karluklar'dan olduğunu söylemiştir. B u fikir galiba doğru. Hükümdarlar iki zümreden geliyor: Birisi Çigil, Yağma ve Karluk kabile­ lerine dayanan Afrasiyab oğulları ki, bunlar bir mağaradan doğmuş kralın, kurt tarafından beslenen bir prensin neslinBahaeddin Özel, Tilrk Kill tilrilniln Geliş Çapları, Ankara s. 20 ve dv.

68

1979,


den geliyorlar. Dünyayı dörde bölerek idare ediyorlar. Ka­ biledeki Börü Tekin de bu efsaneye aittir (Bunlar hakkında Türklerin Menşe Efsaneleri'nde daha geniş bilgi vardır). B urada kurt doğrudan doğruya . ya ced yahut ceddedir. İkinci zümre Uygurlar ve Oğuzlar'dır. Bunlar ağacın yarılmasından veya ışıktan çıkan kızdan türemişlerdir. Bun­ larda ise kurt, bizim Oğuz Destanı'nda olduğu gibi seferler­ de yol gösteren bir kılavuz totemdir. Burada kurdun ana olduğu zikredilmiyor. Yol gösteren kurt, yeleli bir erkek bozkurttur. İşte asıl Mücmel üt-Tevanh ve'l-Kısas'da Türk, yani, Afrasiyab'ın ecdadı ile Oğuzlar arasındaki çekişmeler, bir vakit Afganistan'da ve Hind hududunda yaşamış olan Türk kabileleri arasında canlı destan ve hatıralar mevzuu olmuştur" . "Önce kronolojik olarak Kanglı uruğundan gelenler zik­ redildi ki, Oğuz çağıda bu kabile büyük ehemmiyeti haiz idi. Oğuz Destanı'nın Uygurca variantında Oğuz'un müşavirine "Uluğ Türk" denmektedir. Burada, her halde ayrı bir kabilenin ismi olan "Türk" müsmel vs. de olduğu gibi bir hakim ve filim devlet adamının ismi olarak zikredil­ mektedir" (2).

2

Zeki Velidi

Toğan, Oğuz

Destanı , İstanbul,

1 972,

s.

1 34

ve

141.

69



iV. BÖLÜM GÖKTÜR KLER 'DE VI. YÜZYILDAN İTİBAREN GELİŞEN TÜRK MİLLİYETÇİLİGİ M . S . 5 52 yılında kurulan Göktürkler zamanla Çin hakimiyeti altına girmişlerdi. Esir edilerek Çin'e götürülen Türk halkının üstelik Çin fütuhatı için, Çin odusu gibi savaşa sürülüp öldüklerini bazı kaynaklar söyler. Türk mil­ letinin, esirlik yıllarındaki korkunç hayata bir türlü katlana­ mayarak:; "Ben ülkesi olan bir milletim. Şimdi yurdum nerede? Kimin için toprak kazanıyorum . . . " , "Ben Hakanı olan bir milletim . . Şimdi Hakanım nerede? Kimlere hizmet ediyo­ rum" şeklinde ızdırap duyduğunu anlatır. Kitabelere göre elli yıl süren bu esaret yıllarında Türkler, Çin hükümdarına defalarca isyan etmişler fakat aralarında sağlam· bir bağ ku­ ramadıkları için esaretten kurtulamamışlardır. Nihayet, yine Göktürk Hakanları soyundan İlteriş Kutluk Han, İstiklal bayrağını açarak 17 Türk kahramanı ile Çin'den kurtulmaya muvaffak olmuş ve kısa bir zamanda dağılan Türkleri bir araya toplayarak devleti yeniden kurmuştur. Kutluk Han devleti yeniden kurmak için ona tabi olmak istemeyen bir 71


çok Türk boyları ile karşılaşmış, bir çok muharebeler ka­ zanmıştır. Öldüğü zaman çocukları çok küçük olduğu için iktidar mevkiini, kardeşi Kapagan Kağan almıştır. İlk zamanlarda Kapagan'a itaat eden Türk boyları; aralarına nifak sokul­ duğu için yeniden isyan etmişler ve çıkan kargaşalıklar Ka­ pagan'ın ölümü ile neticelenmiştir. O sıralarda, Kutluk Han'ın artık yetişmiş olan çocuk.lan devlet idaresini ele almak lüzumunu duymuşlardır. Bunlar­ dan Bilge Kağan, kardeşi Kültigin'in y ardımı ile Türk tahtına oturmuştur. Yeni Türk hükümdarı milli bütünlüğü sarsılmış olan Türk boylarını yeniden birleştirmek için durmaksızın çalışmış; yine kardeşi kahraman Kültigin'in yardımı ile bir çok savaşlar vermiş, bir çok zaferler kazanmış hatta bu arada Çin ordularını da yenerek, çin devletini haraca bağlamıştır. Onun niçin ve n asıl s avaştığı, Orhun çevresindeki kitabesinde kendi ağzından Türk milletine yapılan şu hitabe ile anlatılmıştır: "Ben, Tanrı gibi gökte, doğmuş Türk Bilge Kağan, tahtıma oturdum. Sözlerimi sonuna kadar dinle; bütün küçük kardeşlerim, yiğenlerim, oğullarım bütün soyum, milletim. S ağdaki Ş adapıt beğler, soldaki Tarkanlar, buyruk beğleri, Otuz Tatar, Dokuz Oğuz beğleri, millet. Bu sözümü iyice işit, sağlamca dinle . . .. Türk Hakanı, şimdiki gibi Ötüken ormanında oturur­ sa ilde sıkıntı olmıyacaktır. Doğuda Şandung ovasına kadar sefer ettim, denize erişmemize az kaldı. Beride Tokuz Ersin'e kadar sefer ettim, Tibet'e erişmemize az kaldı. Ce­ nupta İnci Irmağını aşarak Demirkapı'ya kadar gittim. Yukarıda Yer Bayırkularm topraklarına girdim. Türk mille72


tini bunca yerlere ilettim. Ötüken ormanında yabancı hükümdar yoktur. (Onun için) ülkeyi idare edecek yer bu ötüken ormanıdır. Bu yerde oturup Çin kavmi ile aramı düzelttim. Altın, gümüş dan, ipek, bunca şeyleri ölçüsüz veren Çin milletinin sözü tatlı, hediyesi çekicidir. Çinliler, bu tatlı dil ve çekici hediyelerle uzaktaki milletleri kandırarak kendilerine çekerler. (Uzakta­ ki kavimler, Çinlilerin ne fesadçı olduklarını ancak onlara yaklaşnktan sonra anlar). . . . Ey Türk milleti. Bu tatlı sözlere ve yumuşak hediyele­ re kanıp bir çoklannız öldünüz. (Çünkü) içinizdeki kötü in­ sanlar, sizi şöyle kazandırırlar: Onlar, uzaktakilere kötü, yakındakilere iyi hediyeler verirler. Bilgisiz kimseler, bu sözlere kanıp, onlara yaklaşn ve öldüler. O yerlere varırsan, Ey rürk milleti. Öleceksin. Ötüken ormanında kalırsan, yurdunu ebediyyen elinde tutacaksın. Ey Türk milleti. Sen aç olunca tokluk nedir bilmezsin. Fakat bir defa da tok olursan, açlık nedir, düşünmezsin. Onun içindir ki seni yüceltmiş olan Hfilcanının sözünü tut­ madın. Yerden yere vardın. Vardığın yerlerde harap ve bitap düştün . . . E y Türk, Oğuz beyler. Millet. İşidin. Yukarıda mavi gök çökmezse, aşağıda yağız toprak delinmezse, senin ilini senin türeni kim bozabilir?... ·

Türk milleti. Titre ve kendine dön. İtaat ettiğin zamanlar­ da seni yüceltmiş olan Bilge Kağanına iyi ve müstakil yur­ dunda isyan ederek kötü iş yaptın : Silahlı insanlar nereden gelip seni dağıtıp götürdüler? Ey mukaddes Ötüken ormanının milleti. Siz gittiniz. İleriye varanlarırı, vardı . . . Fakat vardığın yerlerde hayrın b u oldu: Kanın s u gibi güğürüp aktı, kemiklerin dağ gibi yığılıp yattı. . . Güçlü oğulların kul, temiz kızların cariye oldu. (Kendine isyan 73


ettiğin) amcam Kağan uçmağa vardı. (öldü) (Bir z_amanlar) Türk Milleti'nin adı, sanı yok olmasın diye babam Kağanı, annem hatunu yükseltip on lara ülke vermiş olan Tanrı, yine Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye (bu sefer de beni) Türk tahtına oturttu. Ben, hali vakti yerinde bir millet üzerine hükümdar olmadım. İçeriden yiyeceksiz, dışarıdan giyeceksiz, güçsüz ve zavallı bir millet üzerine hükümdaı: oldum. Küçük kardeşim Kültigin ile sözleştik. Babamızın, amcamızın ka­ zanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk mil­ leti için, gece uyumadım, gündüz oturmadım, küçük kardeşim Kültigin ile ölesiye, bitesiye çalıştım. Ben Hakan olunca başka yerlere gidip dağılmış olan millet, ölü, bitkin, yayan ve çıplak olarak geri geldi. Bu milleti yükseltmek için, (içde) Oğuzlarla, (dışta) Çinlilerle savaştım. On iki sefer yaptım. (on iki sefer kazandım) Tanrı buyurduğu ve bahtım xar olduğu için ölecek milleti dirilttim. Aç milleti tok, az milleti çok, giyimsiz milleti giyimli ettim. Başka ülkesi, başka hakanı olan milletlerden üstün kıldım". Bir kitabe olmadan önce bir hitabe olması pek muhtemel olan bu sözler, bir ebedi taş üzerinden bütün :rürkler'e haykıran bu satırlar, Göktürk devletiniidare eden fıükümdar ailesinin kültür seviyesi, idare kudreti, hatta sanat kabiliyeti hakkında bize kuvvetli bir fikir verebilecek mahiyettedir. Kitabenin bir başka yerinde yine Bilge Kağan şöyle diyor. "Sözlerimde yanlış var mı? Türk beyleri, millet, işidin: Türk milletinin derlenip il tuttuğunu buraya vurdum. Yanılıp öldüğünü de yine buraya vurdum. Ne sözlerim varsa bu ebedi taş'a yazdırdım. Onları görüp bilin ey şimdiki Türk beyleri, milleti. Tahta bağlı olan sizler mi (tek­ rar) yapılacaksınız? (Bu ebedi taş'ı Çin Kağanından nakışçılar getirterek diktirdim) Taş yontturdum, gönlümdeki sözleri yazdırdım. (Bu yazıyı yazan, atısı Yulığ Tigin'dir)" ( 1 ). Nihat S am i B anarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi 3 1 ve dv.

74


V. BÖLÜM TÜRKLER 'DE XI. YÜZYILDA KAŞGARLI MAHMUD İLE DEVAM EDEN MİLLİYETÇİLİK FİKRİ A) GENEL BİLGİLER Büyük edebiyat tarihçisi merhum Nihad Sami Banarlı bu de.yri lcendine mahsus uslub ile anlanr: Göktürkler çağındaki Çinlileşme modasını isyanla karşılayan Türk ruhu, İslam medeniyeti çağlarının aşın Arap ve Acem tesirlerine karşı kayıtsız kalamazdı. Bu ruh, önce askeri ve siyasi alanlarda kendini göstermiş; Türkler İslam dünyasının hemen yegane ordusu hali ne gelişlerindeki milli ü stünlüğün manasını çıı.l>uk kav­ ramışlardı. B u konularda İranlılar'a daha az ehemmiyet verdikleri için, Türk milliyetçiliği'nin çarpışma ihtiyacı duyduğu mil­ let, daha çok Arab milleti olmuşnı. Abbasi Halifeleri'ne büyük zaferler kazandıran Türk ku­ mandanları maiyetlerindekilerle birlikte adeta müstakil bir askeri kuvvet gibi hareket ediyorlardı. Bunlar arasında ken-

75


dilerinin diğer müslüman milletlerden üstün oluşlarını anla­ maktan doğan bir muhakeme sonunda müstakil devlet kur­ mak hareketlerine girişenler bile vardır. Arablar, Türk gücünü Peygamber'in söylemiş olduğunu ileri sürdükleri takdir cümleleriyle övmeğe koyulmuşlardı. Müslüman milletler arasında yayılan bazı hadisler ve daha birtakım rivayetler, gerek Hz. Muhammed'in gerek büyük Halife Ömer'in Türkler'e ileri bir kıymet verdiklerini işaret ediyordu. Hatta onlara Türk adının Tanrı tarafından veril­ diği söylenebiliyordu. Doğru olmasa bile bu hadislerin müslüman halk arasında ve Türk ruhunda derin akisleri oluyordu. Bazı bölgelerde hatta kölelikten hükümdarlığa yükselerek kuvvetli devletler kuran Türkler, bu devlet kurma kabiliyeti­ nin tamarniyle milli bir kaynaktan geldiğini anlamış bulu­ nuyorlardı. Fethedilen ülkelerde ordunun, devlet sınırlan içinde ise hem ordunun hem de pek geniş bir halk kütlesinin lisanı Türkçe idi. Ordu olarak yabancı ülkelere yürüyen Türkler ise, İslam dünyasının her bucağında her şeyden çok Türk olmakla övünüyorlardı. İslam fileminde daha dokuzuncu ve onuncu asırlarda kendini gösteren bu türk üstünlüğü bu mil­ letin sadece iyi kılıç kullanmasından ileri gelmiyordu. Türkler müslüman komşularına kahramanlıkları kadar zeka­ larını ve medeni kabiliyetlerini de kabul ettirmişlerdi. Kısa bir zamanda yetişen Müslüman Türk bilginlerinin İslamlığın en ileri mütefekkirlerinden oluşları dikkati çekmiştir. Mesela, hemen her yerde milli kıyafetle dolaşan Farabi'ye yalnız hayranlıkla değil, biraz da hasetle bakılıyordu. Türkler'in İslam dininin temeli oldukları ve onların ter­ biyeci ve teşkilatçı milletlerin başında geldikleri itiraf edi-

76


liyordu. Onların yalnız insanları değil hayvanları bile terbiye ettiklerinden hayranlıkla bahsediliyordu. Arab bilgini Cahiz, birbiriyle at üstünde konuşan bir Türk padişahı ile bir İran padişahının Türk-İran hududundaki bu mülakatını şöyle tas­ vir ediyordu: "İran şahının atı hiç durmadan başını salladığı ve ayağiyle yeri eşliği halde Türk padişahının atı bir heykel mi­ sali yere mıhlanmış gibiydi". Arab alimleri, Türkler'in huylarını tanıtan eserler yazıyor, Arab şairleri Türk büyüklerini onların milli fazilet­ lerini saymak yoluyle övüyorlardı. Mesela, Arab şairi İbn Hayyam türk kahramanı Anuştigin'i överken: "Türkler o millettirler ki bütün meflıaretler onlara mensuptur. Onlar, zulmün her nev'ine indiril�ş birer darbedirler" diyordu. Bu arada, gerek Arablar, gerek diğer türk olmayan müslüanlar arasında Türk dilini öğrenmek ihtiyacı duyan­ ların da sayıca arttıkları görülüyordu. Me'mun zamanında bir Türk genci, İran, Arab ve Rum gençlerine karşı, kendi milletini şöyle tanıtıyordu. "Türkler, kendi başkentlerini hiç kimseye vermiş değillerdir. Onların yurduna hiç kimse sahip olamamıştır. Fakat İranlılar, Rum ve Arablar yurtlarını başkalarına kaptırmış ve kendi yurt­ larında başkalarına esir olmuşlardır. Bu, Türk.ler'in İran, Arab ve Rum milletlerinden üstün oluşlarının en büyük deli­ lidir. Bu hakikatı gözünü haset bürümüş,_inadından gözleri kararmış veya tarih okumamış olanlardan başka hiç kimse inkar edemez".

İşlapı dünyasına, askeri, idari ve bilhassa medeni me­ ziyetlerini kabul ettiren Türkler'in, kendi milli dillerini ve milli edebiyatlarını ihmal etmelerine ihtimal verilemezdi. Ni­ tekimy Tiirkler'in düşman istilası görmemiş olan yurtlarında ve mesela Karahanlılar Devleti ül�esinde XI. yüzyıldan beri 77


lşlarni bir Türk edebiyatı başlamıştı. Ancak, Karahanlılar ülkesindeki yeni Türk edebiyatının bu ilk eserleri o çağlarda İran ve Arab dilleriyle yazılan eserlerle ölçülebilecek bir kıymette değildi. Türk edebiyatı mahsullerinden çok üstün kıymette olan çağdaş Arab ve Fars edebiyatı verimlerinin mühim bir kısmını ise bizzat Arabca ve Acemce öğrenen Türkler yazıyordu. Esasen, yalnız ana yurtta değil, istila edilen yeni yurtlar­ da kurulan Türk devletlerinin hudutları dahilinde de artık bir Türk edebiyatının başlaması tabiiydi. Göktürkler çağındaki ÇinlileŞme modasını isyanla karşılayan Türk ruhu yeni Türk kültürü'nün yabancı dillerle gelişmesine daha çok müsaade edemezdi. İşte, bu çağlarda ve bu anlayışlar arasında, bir kısım Türk şairleri Arab ve Fars dilleriyle yazdıkları eserlerle Arab ve· İran edebiyatlarını zenginleştirirlerken; bir taraftan da bazı türk bilgin ve mütefekkirleri, Türk dilinin bu yabancı diller arasındaki mevkiini belirtmek için harekete geçmek lüzumunu hissettiler. Türkçe'nin en az Arab ve Fars dilleri kadar güzel ve yine en az onlar kadar zengin olduğunu meydana koyan eserler vücuda getirdiler. Dile ait eserler yazarken, Türk olmayanlara Türk dilini tanıtmak ve öğretmek için çalıştılar. Tarihe ait kitaplar mey­ dana koyarak Türk'ün yer üzündeki içtimfil durumunu ve bu parlak durumu hazırlayan Türk milletinin tarihi faziletle­ rini belirttiler. Bu kitapları Türk diliyle değil , bilhassa Arab ve Fars dilleriyle yazarak, yabancı milletlerin bu bilgileri daha kolay öğrenmelerini sağladılar. Bu eserlerde Türk dili­ nin dehası aydınlatılıyor, Türk tarihinin şerefleri sıralanıyordu . Fakat bu eserleri sadece birer dil ve tarih kitabı olarak karşılamak kafi değildi. Çünkü onların bir çok sayfasında Türk'ün büyüklüğünü tanıtmak, Türk dilini ko-

78


ı:umak, hatta yaymak için cümleleşen bir "milli heyecan" vardı. N.S. Banarlı devamla "O kadar ki milliyetçilik denilen realist idealin yer yüzünde yeri olmadığı ve olamayacağı bir ümmetçilik çağıda Türkler arasında beliren bu millet ve mil­ liyet sevgisinin bu derece şuurlu bir çığır halini alışı, Türk tarihin övünçle kaydedeceği hadiselerden biridir" diyor(l ). Biz, bu fikirlere iştirak ediyoruz. Ancak, araştırmamızın başında açıkladığımız Milliyetçilik tasnifi görüş açısından değerli filimin görüşünü değerlendirmek istiyoruz. . Topluluklar için Sosyolojik Milliyetçilik beşerin doğuşu ile başlamıştır. Kültür Milliyetçiliği, bir bakıma yazının icadı ile doğmuştur, hiç değilse gelişmeğe başlamışnr. Mil­ letler ve dolayısiyle milliyetçilik kristalize olmuştur. Mer­ hum B anarlı , "Milliyetçilik denilen realist idealin yeryüzünde yeri olmadığı ve olamayacağı bir ümmetçilik çağı" derken, herhalde ümmetçiliğe rağmen Türk mil­ liyetçiliğinin varlığına işaret etmiş olmaktadır. XI. yüzyılda başlayan ve en çok dil alanında kendini gösteren bu Türklüğe dönüş cereyanının hemen her asırda bir veya bir kaç mümessil yetiştirdiği ve bunların zaman zaman bizzat verdikleri edebi eserlerle Türk dili edebiyannın gelişmesi ve millileşmesi, yolunda inkar edilemez başarılar elde ettiklen meydandadır.

Yine XI. yüzyılda başlayarak, Türkçenin İslam aleminde kazandığı kıymet dolayısıyle Türkçe bilmiyen Arablar'a bu dili öğretmek için kaleme alınmış dil ve gramer kitaplarının mühim bir kısmı da bugün elimizde bulunmaktadır.

Nihat Sami Banarh, Resimli Türk Edebiyat Tarihi, 72-73

79


B ) FİKİR ADAMLARI

1. Kaşgarlı Mahmud ve Eseri: Kaşgarlı Mahmud, atalarının Oğuzlar arasında Em1rler diye anıldığını söyler. o, TUrk.dilLv.e Türk milliyetçjJiği ta­ rihinin ilk büyük simasıdır. Mahmud'un babası, Hüseyin İbn Mehmed adında bir beydir. Kendisi Kaşgar'da doğmuştur. Onun Karahanlılar devri hükümdar ailesine veya bu devrin en yüksek ailelerinden birine mensup olduğu .anlaşılmaktadır. "Türkler arasında en iyi silah kullanan" şahsiyetlerden biri olan Mahmud, Türk illerinin bir çok yerlerini dolaşmış, çok geniş bir coğrafya üzerine yayılan Türk boylarının dille­ rini, adet ve geleneklerini öğrenmiş ve öğrendiklerini bir kitap halinde toplamıştır. Mahmud, bu kitabına halk arasında yaşayan milli savaş şiirlerinden örnekler koymuştur. O, aynı zamanda Karahanlılar devleti'nin devlet teşkilatı, halk ve saray hayatı hakkında kıymetli bilgiler bırakmıştır.

Zamanının Türk dili ve edebiyatı üzerinde lisanımızın ilk lügat ve gramer kitabını yazacak kadar geniş malfiman olan Mahmud'un Arapçası da Türkçesi kadar kuvvetliydi. Eseri onun etraflı bir tahsil görmüş olduğunu ve hem�n hemen bütün ömrünü Türk milleti ve Türk dili için çalışn: ak yolun­ da saıfettiğini göstermektedir. Kaşgarlı Mahmud'un doğduğu tarihi bilmiyoruz. Ancak hayatının mühim bir kısmı nı karahanlılar bölgesinde geçirmiş olduğu, kendi eserinden anlaşılıyor. Tarım ile Çu ve Sirderya çevrelerindeki Türk şehirlerini gezmiş olduğunu da yine kendisi yazar. 1 072- 1 077 yıllarında ise Mahmud, Bağdad'da bulu­ nuyordu. Bilindiği gibi o zaman bu mıntıkaya Büyük Selçuklular (1 040- 1 1 1 7) hakimdiler. 80


Onun kültür tarihimizdeki mevkii, büyük bir milliyetçi olması ve bilhassa Türk dili için çok kıymetli bilgilerle süslenmiş bir lügat ve gramer kitabı yazması dolayısiyledir. Mahmud, kendi milletinin diğer milletlerden yalnız, silfilı kuvvetiyle değil. dil, kültür ve medeniyet bakımından da üstün olduğunu meydana çıkarmak maksadiyle ömür boyu çalıştı. Onu daha iyi tanıyabilmek için, onun kendi hayatı ve çalışmaları hakkında bizzat verdiği malOmatı gözden geçirmek doğrudur. Bu büyük Türk bilgini kim olduğunu, niçin ve nasıl çalıştığını; kitabında bize şu satırlarla anla­ tıyor: "Kendim, Türkler'in en fasih konuşanlarından, en açık anlatanlarından, en doğru anlayanlarından, asıl ve nesebce en ileri bulunanlarından, en iyi kargı kullanan cengaver­ lerinden olduğum halde, Türkler'in hemen tekmil illerini, obalarını, çöllerini karış karış gezip dolaştım". "Türk'ün Türkmen'in, Oğuz'un, Çigil'in, Yagma'nın, Kırgız'ın lisanlarını ve kafiyelerini tamamiyle zihnime nakşettim. Bu hususta o kadar ileri gittim ki her taifenin lehçesi bence en mükemmel surette elde edilmiş oldu". 'lGördüm ki Yüce Tanrı devlet güneşini Türkler'in burçlarından doğdunnuş, onlara Türk adını kendisi takmış, Hakanlığı onlara kendisi vermiş. Zamanımızın padişahlarını hep onlardan teşkil etmiş. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış; insanların saadeti için onları sebeb yaratmış. Doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş, on­ lara intisap edenleri, hizmetlerinde bulunanları aziz kılmış". Oklarının saplanmasından barınmak için aklı başında olanlara onların halleriyle hallenmekten başka bir çare kal­ mamış; halbuki onlara bir şey dinletmek, gönüllerini elde etmek için kendi dilleriyle konuşmaktan daha güzel bir vasıta yok".

81


" Her kim onların diline sığınırsa onu kendilerinden sayıyorlar, her türlü korkudan kurtarıyorlar. Bunun içindir ki Türk olmayanlar da Türk diline sığınmakta, bu vesile ile zarar ve ziyandan kurtulmaktadırlar". Bu satırlar, Mahmud'un kendi milleti adına çalışırken ne gibi hakikatlere dikkat ettiğini açıkça meydana koymaktadır. Çünkü , O, bizzat milliyetçi bir şahsiyet olmakla beraber yaşadığı devrin tarihi ve içtimai olayları içinde görüp yazıya vurduğu bu düşünceler, o devrin inkar edilmez hakikatlerin­ .dendi. Mahmud, yalnız türk dillerini değil, Türk milleti hakkındaki kanaatlerini de gezip gördüğü yerlerden top­ lamıştır. Bu sözler Mahmud'un kendi sözleri olmaktan ziya­ de, o çağlarda Türk-İslam camiası arasında dolaşan kanaat­ lerin toplu l · :r ifadesidir denilebilir. Mahm d'un eserine : "Türk dilini öğreniniz çünkü onların u�·.un sürecek saltanatları vardır" şeklinde bir H.adis alınmıştı::-: Bu hadisi bir defa Nişabur'da, bir defa da Buha­ ra'da din .!diğini söyliyen yazar böyle bir sözün Peygamber tarafındı:...::ı söylenilmemiş olması ve bu sözün uydurma Ha­ disler arasında bulunması ihtimalini de düşünmüştür. Ancak, Mahmud'a göre ; Bu Hadis doğru ise, Türk dilini öğrenmenin dini bir vazife olduğunu; eğer Hadis doğru değilse o zaman da İslam fileminde böyle bir Hadis uydurul­ masının Türk dilini öğrenmek veya bu dili öğretmek ih­ tiyacından ileri geldiğini düşünmek lazımdır. •.

"Bir ordum var, ki adını Türk koydum", Mahmud'un derlediği Hadisler arasındadır. Muhammed Peygamber'in söylediği rivayet edilen bu !:ÖZ, Kaşgarlı türk'ün yine aynı realist görüşle karşılayarak kendi milleti adına iftiharla kay­ dettiği cümlelerden biridir. Yine, bu büyük Türk, kitabının bir başka yerinde: "Türk

82


dilül.ç_M�\t4ilir>J11. a t.,b aşı be ra�r yü.�dü �etj. !:>.lli vşi� <#,:ye , Halil'in Kitabül-A'yan'ında yaptığı gibi kullanılan kelim�­ lgle-t.l!ı:kçdJl C!n. k�liıneleribu.kitapta bir arada yazmak ara sıra y!!r�ğim�_ doğar dururdu''.ı demektedir. Kitabını yazar­ ken Arab bilgini Halil'den de istifade ettiği anlaşılan yazarın bu cümledeki en dikkate değer sözü, Türkçenin Arabça ile koşu atları gibi yarış edebileceği hakkındaki açık kanaatidir. Bu sözler, Mahmud'un dil alanındaki hassas milliyetçiliğini de ifad�-�tme.14� l:>çraber o_çağlar Türkçesinin zengin ve ileri fi_yruro.u hakkında kat'i bir fikir verebilecek mahiyettedir.

Divan-Ü Lôgat-it-Türk: Nihad Sami Bana rlı, eseri "dil" bakımından da değerlendirmiştir. Kaşgarlı Mahmud'un meydana koyduğu büyük eserinin adı Divan-ü Lugaat-it-Türk'tür. Bu. eser, Türk dilinin ilk lugat ve gramer kitabıdır. ,Ancak, hazırlanışı ve mahiyeti iti­ bariyle devrinin tarihi, coğrafi ve içtimai hayatı hakkında kıymetli bilgiler de veren zengin bir milli kültür hazinesi değerine ulaşmış bulunmaktadır. Bu _eser, Türkler'den ziyade Arablar için yazıldığı, yani 1'ürk dilini Arablar'a öğretmek mak.sadiyle kaleme alındığı için; Tü rk diliyle değil Arab diliyle yazı lmıştır. Fakat, içinde, Türkçe kelimeler, Türk halk edebiyatından ve klasik Türk şiirinden alınmış çeşitli Türk edebiyatı örnekleri ata .söı;leri vardır. . Kitaptaki Türkçe kelimelerin sayısı 7500 den fazladır. Bu kelimeler, Arablar'ın Türkçeyi kolay öğrenmelerini sağlamak. maksadiyle arab usulüne göre yani kelimelerin yapısına dikkat edilerek sıralanmıştır. Hecelerin seslendiri­ lişi de Arab dilindeki "hareke"lcr, "med"ler ve yine Arab al­ fabesine ait diğer işaretlerle yapılmıştı r. Bununla beraber, ,Arablar için nisbi bir okuma kolaylığı temin eden bu ses

83


�vrimi Türk dili musıkisi bakımından da hiç de parlak bir so'iiiiÇ verinemiştir. Gerçi, Mahmud'un böyle yapmaktan başka bir çaresi yoktu. Fakat, Türkçenin Arab harfleriyle yazılışı tarihinde Mahmud'un asrında belki de Mahmud'un açtığı bu çığırla Türk dilinin kendi sesinden ve kendi husu­ siyetlerinden bir şeyler kaybettiği aşikardır. O kadar ki eski Türk adlarının Arab ve İran tarihçileri elinde böyle bir usulle yazılışı aradan zaman geçince ve harekeler silinip yer değiştirdikçe bu isimlerin ve daha bir çok kelimelerin ekse­ riya çok değişik ve çok yanlış okunması gibi zararlı bir neti­ ce vermiştir. Divan-ü Lugaat-it-Türk'te Türkçe kelimelerin manaca izahı için birtakım Türkçe ibareler bulunuyor. Kitaba konu­ lan edebi örnekler de yine böyle bir vazife görmel:�edir. Divarr::ii Lugaat-it-Türk'deki Türkçe örnekle, Göktürk kitabelerinden sonra bize kadar gelen, en eski türk edebiyatı Yl!.c:ligarlanndandır. aunlar arasında çeşitli Koşuk'lar, Sagu­ Mersiyeler ve Destan parçalan vardır. Kaşgarlı Mahmud tarafından XI. yüzyılda yızılı edebiya­ ta geçirilen bu parçaların hangi yüzyıllarda söylenilmiş olduğunu tahmin etmek zordur. Ancak bunların İsliimlıktan önce ve bilhassa İsliimlığın yayıldığı yüzyıllarda söylenilen türk halk edebiyatı mahsulleri arasından seçilmiş oldukları bilinmektedir. Bununla beraber bu şiirlerden bazıların milli vezinler ve milli şekillerle söyleyen veya söylemekte devam eden münever Türk şairleri tarafından "yazılmış olması"da uzak bir ihtimal değildir. Tıpkı bunun gibi Divan-ü Ligaat-it Türk'teki bazı parçaların, Arab edebiyatından milli vezin ve şekillerimizle tercüme edilmiş olabileceğini ileri süren bil­ ginler de vardır. Divan'da meselii Alp Er Tunga gibi milatt · n önceki büyük Türk kahramanları için söylenilmiş Destan veya Sagu parçalan vardır. Yine IX. yüzyılda teşekkül eden 84


İslami Türk destanlarından alınmış parçalar da bulunmak­ tadır. Şiirler içinde: Etil suvı aka turur kaya tübi kaka turur Yani: İdil suyu aka durur Dağ dibini kaka durur". Gibi, çıplak tabiat güzellikleri karşısındaki duygulanma­ ların, böyle bir terennüm lisanına büründüğü mısralar vardır. (Bu şiirdeki kaya kelimesinin katı taşlı dağ manasına geldiği açıklanmaktadır). B ugün Anadolu Türkçesi ile te­ rennüm edilen bazı manilerin: Kızılırmak akar gider Etrafını yıkar gider" Gibi mısralarında bu dokuz asır evvel yazıya alınmış Türk şiirlerinden kuvvetli hatıralar bulunduğuna :likkat et­ memek mümkün değildir. Son araştırmalar Divan-Ü Lugaat-it Türk'ten, Mah­ mud'dan sonraki Türk bilginlerinin epeyce faydalanmış ol­ duklarını meydana koymuştur. Divan-Ü Lugaat-it-Türk'ün mevcudiyetini Osmanlı alimlerinden Katip Çelebi ve Ayıntablı Ayni haber verdiler. Ancak, bu çok değerli kitabın şimdilik bir tane olan nüshası il. Meşrutiyet'ten sonra, İstanbul'da bulunmuştur. Eser, önce, Kilisli Muallim Rifat tarafından incelenerek, Maarif Vekilliği eliyle üç cilt halinde yayınlanmıştır. Son yıllarda bu mühim eseri Türkçeye çevirmek için çalışan Türk alimleri arasında Besim Atalay, öteki tercümelerden de fay­ dalanmak yoliyle, Divan-Ü Lugat-it-Türk tercümesini Türk 85


Dil Kurumu yayınlan arasında neşretmeğe muvaffak olmuştur. Divan-Ü Lugaat-it-Türk üzerinde yerli ve Avrupalı bir çok alimlerin ciddi çalışmaları, araşnrmalan vardır. Eser h akkında şimdilik en geniş bilgileri Besim Atalay tercümesinde ve en kuvvetli incelemelerde de Fuad Köprülü'nün makalelerindedir. Diğer araştırmaların da ayn ayn büyük değerleri olduğu şüphesizdir. B u arada, kitabın hangi tarihte yazıldığı üzerinde türlü tahminleri ileri sürülmüştür. Bunlardan çıkan neti �eye göre Divan, Hicri 470 ve Miladi 1 077 yılında yazılarak Bağdad'da Abba�i Halifesi al Muktadi Billfilı'a ithaf edil­ ,!!li şt_ir. Arablar'a Türkçe öğretmek ve Türk dilinin arabça ile "koşu atlan gibi" yarışabilecek derecede zengin ve güzel olduğunu belirtmek maksadiyle yazılan böyle bir eserin, bir arab halifesine ve kendi payitahtına verilmiş olması da aynca dikkati çeken bir hadisedir (2). Kaşgarlı Mahmud'un kitabının birinci cildinin 1333 İstanbul tab'ının 294 neti sahifesinde de Türkler'i Allah'ın askeri gösteren şöyle bir Hadis-i kudsi vardır: - Ulu ve aziz Allah diyor ki: (Benim Türk ismini verdiğim ve meşnk'da iskan ettiğim birtakım askerlerim vardır ki, herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam, o Türk askerleri karşı gazaba gelecek olursam, o Türk as­ kerlerimi işte o kavmin üstüne saldırırım) (3). Kaşgarlı'nın eseri, modem tedkiklere konu olmakta devam ediyor. Türk Tarihinin değerli araştırıcısı Doç. Dr. Reşat Genç, "Karahanlı Devlet Teşkilatı" (Ankara 198 1 ) adlı eserinde bu devletin Türk karakterini Kaşgarlı'dan ve 2

3 86

A.g.e. Aynı Yerler. İsmail Hami Danişmend, Türklük ve Müslümanlık, İstanbul

1959.


Balasağunlu Yusuftan yararlanarak vurgulanuşnr� "Umumiyetle Türkler'in ve bu arada Karahanlı camiasını teşkil edenlerin hükümdar'a "beg-bey" diye hitab ettiklerini biliyoruz. Her ne kadar XI. yüzyılda hüküm süren h!çbir KaFahanlı hükümdarının kaynaklardaki resmi unvanları arasında "beg" sözüne rastlanmıyorsa da gerek Balasagunlu yusufun gerekse Kaşgarlı M ahmud'un eserleri, sözünü ettiğimiz dönemde hükümdar için bu unvanın kullanıldığı konusunda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık kayıtlar ihtiva etmektedirler. Nitekim, Kaşgarlı Mahmud beg sözünün Arapça karşılığı olarak ekseriyetle "emir" keli­ mesini kullandığı halde, "begden tartığcı keldi" şeklinde bir ifadeyi açıklarken beg sözünü "melik" yani hükümdar, kıral karşılığı olarak kullanmışnr. Yusufa gelince o, eserinin pek çok yerinde "beg" sözünü doğrudan doğruya hakan, han veya hükümdar kelimelerinin yerine kullanmıştır. \1esela o, "eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri a asında en iyileri türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında da adı meşhur ve ikbali ayan-beyan olan Tonga Alp Er (Afrasiyap) idi" derken şüphesiz Türk beyleri sözü ile Türk hakan veya kağanlarını kastediyordu. · "Bilindiği üzere, Karahanlılar Devleti'nin başında, ken­ dilerinin efsanevi destan kahramanı Alp Er Tonga'nın (Af­ rasiyab) soyundan geldiklerine inanılan bir aile bulun­ muştur. Nitekim, bununla ilgili olarak bu aileye Al-i Afrasiyab denildiğini de biliyoruz. Bu cümleden olarak Cemal Karşi onlann Afrasiyab neslinden olduklarını kay­ dettiği gibi, Kaşgarlı Mahmud da "Han" unvanı dolayısiyle şu bilgiyi verir: "Han Türklerin en büyük hükümdarıdır ve Afrasiyab oğullarına Han denilir. Afrasiyab hakandır". "Eski türk devletlerinde de hükümdarlık aiametleri � rasında yer aldığını bildiğimiz Otağ'a Karahanlı Türkleri'nin "çuvaş " adını verdikleri anlaşıLnaktadır.

87


Anlaşıldığına göre bu konuda da bize Kaşgarlı'dan başka bilgi veren olmamıştır. "Kuvı çuvaş kuruldı tugum tikip uruldı Susi otun oruldı Kançuk kaçak ol tutar" Şeklindeki bir dörtlükte çuvaş hakkında bize şu bilgileri verir: "Bu çadır Türk hükümdarları için ipekten yapılan bir çadırdır. Şiddetli sıcaktan, yağmurdan, kardan korunmak için kullanılıyor. Yine onun bu vesileyle bildirdiğine göre, savaş başlamadan önce Hakan'ın yuvarlak çadırı kuruluyor, tuğlar dikilip nevbet davulları vuruluyor ve ondan sonra savaş başlıyordu. O, Türk bakanlarına mahsus bu çadırın (kubbetün li mülfiki't-türk) sadece iklim şartlarından korun­ mak maksadiyle kullanıldığı şeklinde bir açıklama yapmış olmasına rağmen, eserinin başka yerlerinde çuvaş'ı devlet çadırı (kubbetü'l-mülk) ifadesi ile göstermek suretiyle, otağ'ın Karahanlı devleti'ndeki mahiyetinide izah etmiş bu­ lunmaktadır (4).

2.. Fahreddin Mubarekşah (Ölm: 1 206) ve Eseri: O devirlerdeki Türk milliyetçiliği tarihinin Kaşgarlı Mah­

mud' dan sonra, ikinci mühim siması, Fahreddin Muba­ rekşah'tır. Asıl ismi Muhammed olan Fahreddin, Afganis­ tan'la Kuzey Hindistan'da Gaznelilerin yerine devlet kuran Gurlular çağında yetişmiş bir filim ve şairdir. Babası, Hüseyin (veya Hasan) Mansur da devrinin büyük bilginle­ rinden biriydi. Fahreddin nerede ve hangi tarihte doğduğu bilinemiyor. Fakat onun XII. yüzyılın ikinci yansında Gur­ lular ülkesinde yaşadığı bir hakikattır. İlim ve edebiyat alanında çeşitli eserler yazmış ve bize bilhassa Türk dili ve tarihi bakımından büyük değerde bir kitap bırakmış olan Mubarekşah, Gur hükümdarlarından Gıyaseddin Muham4

Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Ankara, ve

88

1 46.

1 98 1 ,

s.

1 29, 1 25 ,


med zamanında, bu devletin önemli mevkilerinden birinde bulunuyordu . .Bir yandan zengin bir hayat sürüyor, öte yan­ dan bulunduğu muhitin ve yaşadığı zamanın icaplarına uya­ rak Arapça ve Farsça şiirler yazıyordu. Koyu bir niüslümandı. O kadar ki, kendi soyunun en eski büyükleri arasında İslam Halifesi Abfi Bekir'in de bulunduğuna inanıyordu. Böyle olmakla beraber mensup olduğu Türk milletinin büyükleri ve büyüklükleriyle hakiki bir iftihar duyduğu aşikardı. Fahreddin'in, diğer ilrrıl eserleri gibi, Arap ve Fars dille­ riyle yazdığı şÜrler, şüphesiz Türk edebiyatı tari.hi için bir kazanç değildir. Fakat onu n muhtelif İslam Ha'ifeleriyle Türk Emirlerinin nesebnamelerini toplayarak vüc;ada getir­ diği bir kitap, Türk dili, Türk tarihi, hulasa türk kültürü bakımından üstün bir kıymete maliktir. B u kitabında Türkler'e ve Türk diline dair, şuurlu ve bil­ gili bir milliyetçi kavrayışiyle fikirler yürüten ve bilgiler veren Fahreddin, İslam Medeniyeti çağlarındaki Türk mil­ liyetçiliği'nin ikinci mühim siması olarak tanınmaktadır. Mübarekşah, 1 206 yılında Hindistan'da Lahur şehrinde ölmüştür. Bu değerli Türk bilgininin hayat, şahsiyet ve eserleri hakkında en geniş malfimat, Profesör Fuad Köprü l ü ' n ü n "Türk Dili ve Edebiyatı H akkında Araşnrmalar" isimli kitabında bulunmaktadır.

Şecere-i Ensab: Fahreddin Mubarekşah'ın Türk ve İslam büyüklerinin şeceresini belirtm_ek maksadiyle ve büyük bir em�k sarfiyle yazdığı en mühim eserinin adı Şecere-i Ensab't �. Müellif bu eserini, hayannın son yıllarında yazmış, onu gerek ilmi­ nin, gerek içtimai ve tarihi görüşlerinin en olgun bir çağında meydana getirmiştir. ·

B u kitapta Fahreddin'in Türk milleti ve onun belli başlı 89


vasıflan hakkında ve büyük isabetle verdiği tarihi bilgiler, türk medeniyeti tarihi bakımından bilhassa dikkc: edilmesi gereken bir değere mfiliktir. Fahreddin, kitabında Türk mil­ leti hakkında başlıca şu sözleri söylemektedir. "Cihan halkının hepsi kendi ehil ve aşireti arasında ve kendi şehrinde iken aziz ve mükerrem olur. Yabancı yurda giderse hor ve zelil olur. Hünneti kalmaz. Yalnız Türklerin vaziyeti bunun aksidir. onlar, kendi yurtlarında iken diğer Türklerden farksızdırlar. Lakin oradan ayrılıp, müslüman memleketlerine geldikleri zaman kadir ve kıymetleri artar Emfr ve Sipehsfi.lQ.r olurlar". "Adem zamanından bugüne kadar para ile satın alınan kölenin padişah olduğu görülmemiştir. Yalnız türkler bun­ dan müstesnadır". "Türklerin padişahı olan ve aklının kamil/iği, reyinin doğruluğu, bilgisinin çokluğuyla tanınan Afrasiyab'dan bir mesel naklolunur: Türk, sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir. Kendi yurdunda bulunduğu zaman kadir ve kıymeti yoktur. Lakin oradan çıkınca denizden ve sedeften çıkmış inci gibi kıymetlenir. Hükümdar taçlarınırı ve gelin­ lerin süsü olur".

Fahreddin'in bu sözleri, kendi ülkelerinde iken herkes gibi olan, Türkler'in başka yerlerde ve başka milletler arasında nasıl üstün bir değer taşıdıklarını ve niçin büyük mevkiler aldıklarını bizzat görmüş ve incelemiş bir ş�h�iyetin sözleri olmak bakımından da ayn bir kıymete sahıptır. ·

Gerçekten, Abbasi Halifeleri yanında bir köle iken az za­ manda askeri hakimiyeti ele alan Türkler çoktur. Gor hükümdarı Muizzüddin'in şehid olması üzerine yine bir memlfik olduğu halde Hindistan'da bir Türk hakimiyeti kuran Kutbeddin Ay bey de bu hakikatın Fahreddin için en yakın mümessilleri arasında idi. Türk'ün, değil yalnız kendi yurdunda, hatta yabancı ülkelerde ve halk ekseriyeti Türk olmayan milletler üzerinde büyük hakimiyetler ve mede­ niyetler kurması cihan tarihinin sık sık tekrar ettiği hadise­ lerden biriydi. Daha Fahreddin'in ölümünden �ıanm asır

90


geçmeden Mısır'da muazzam bir devlet kuracak olan "Mısır Memlfikleri"de Mubarekşah'ın bu kuvvetli görüşünü isbat edecek ve kurdukları devleti iki buçuk asır kuvvete yaşatacaklardı. Eserini, kutbeddin Ay bey'e takdim ettiği için Fahred­ din'in böyle bir kitapta Türkler'i biraz da hükümdara yaran­ mak için övmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Fahreddin, eserinin bazı yerlerinde Türkler'in yer yüzündeki . ıütün mil­ letlerden üstün olduklarım söyliyecek kadar ileri bir gurura sahiptir. O, Türkistan'ın çok büyük bir ülke olduğunu söylemekte, Çin ve İran da dahil olmak üzere Türk hükümdarlarına tabi olan bütün memleketlere Türkistan adım vermektedir. Fakat, onun Türk milliyetçiliği alanındaki en önemli sözleri "Türk dili" hakkındaki şayanı dikkat fikirleridir: "Türk başka insanlara mürecceh olmalarının bir kaç se­ bebi daha vardır. Biri budur ki Arabçadan sonra Türkçeden daha iyi ve daha heybetli hiçbir dil yoktur. Bugün Türkçeye rağbet eski zamanlardan daha fazladır. Çünkü Emirlerin ve Sipehsalarların çoğu Türk'tür. Devlet onlarındır. insanların muhtaç olduğu nimet ve servet onların elindedir".

Şecere-i Ensab veya Tfu"ih-i Fahreddin Mubarekşah ola­ rak bilinen bu eser, Nihad Sami B anarlı ':r'a göre, müellifinin milliyetçi olu şuna ve kitabını bir türk hükümdarına takdim etmek için yazmasına rağmen türk dili ile değil Fars dili ile yazılmıştır. Bu hadiseyi yalnız devrin Fars diliyle eser verme yolundaki umumi modasına uymak tarzında i zah etmek belki de kafi değildir. Gorlular sahasında genel olarak Farsça konuşulduğu düşünülürse müellifin bu eserinde türkçe bilmiyen insanlara hem Türk milletini tanıtmak hem de Türk dili baklanda bilgiler vermek gibi bir gaye gütmüş olması hatırlanabilir. Esasen, Fahred­ din, eserinin bir yennde türkçesinin o çağlarda çok rağbet gördüğünü de söylemiştir. 91


3._ Zemahşeri (1075-1144): Divan-Ü Lfigaat-it Türk'ten sonra Türk dili hakkında önemli bilgiler veren ikinci bir dil ve lfigat kitabı Zemahşeri tarafından yazılmıştır. F,b-ul-Kaasım Mahmud Zemahşeri, 1 075 yılında Zemahşer1 kasabasında doğmuştur. Çok kuv­ vetli bir tahsil görerek yetişmiş, İslamı ilimler alanındaki geniş bilgileriyle büyük bır şöhret kazanmıştır. Şöhreti yalnız .mensuP. oldugu Harizm topraklarında kalmamış, pütün Islfim alemini sarmıştır. Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi Islfimi ilimler alanında çalışmaları olmuş bu arada vücuda getirdiği Al-Keşşaf adlı büyük tefsiri bütün İ slam dünyasının hayranlıkla karşıladığı bir eser olarak müslümanlığın klfisik kitapları arasında şerefli bir mevki almıştır. ,, B u güzel eseri Arab diliyle yazan Zemanşeri, üslfibunun harıkulfide kıymeti dolayısiyle Arab edebiyatına bu edebiyatın ulu eserlennden birim kazandırmıştır.

.Aµı..zamanda tanınmış ·bir şair olan bu Türk filiminin yine Arab diliyle yazdığı bazı şiirleri de onun Türklüğe ve türk güzellerine karşı duyduğu derin sevgilerinin, canlı ve kudretli terennümlen halindedir. Bu değerli filim, Kaşgarlı'nın aksine olarak Arabça bil­ miyenlere Arabxa öğretmek maksadiyle Mukaddimet-ül,.. Edeb isimli bir dıl ve lfigat kitabı vücuda getirmiştir. Fakat, eserin Arab diliyle yazılan satırları üzerine Türkçe ve Farsça tercümeleri de ilave olunmuştur. Mukaddimet-ül Edeb bize bilhassa Oğuz-Kıpçak-Kanklı Türkleri'nin lehçeleri hakkında aydınlatıcı bilgiler vermekte­ dir. Böylelikle eser, divan-ü Lfigaat-it-Türk'ün nisbeten zayıf bıraktığı Batı-Oğuz diline ait tafsilatiyle Kaşgarlı Mah­ mud'u tamamlayan bır kıymete sahiptir. Eserin Türk diline tercüme edilmesi, devrin Harizm ülkesindeki Türk dili hakkında da bilgi edinmemizi kolaylaştırmıştır. Mukaddi­ met-ül-Edeb, Doğu medreselerinde uzun müddet bir ders kitabı olarak okutulmuştur. Eser, verdiği çeşitli bilgiler üzerinde tercüme edildiğı her dilin hususiyetlerini göstermiş olması dolayisiyle ayn bir kıymeti haizdir. Mukaddimet-ül­ Edeb, bilhassa, mektep, Ş.ehir, minare, medhal , köy , hamam, duvar, şark, garb gıbi mesken ve cihet isimlerinın Türkçe karşılıklarını, Türkçeye tercümelerini göstermesi ve

92


yine devrin kültür hayatına ait bazı ıstılahları ihtiva etmesi dolayısiyle de aynca kıymetlidir. Mukaddimet-ül-Edeb, Harizmşah Sultanı Awz ( 1 1 271 1 56)'ın arzu ve emri üzerine müellifi tarafındı: : ı ve Türk dili lehine tekamül ettirilerek 1 1 3 8 yılından önce bu hükümdara takdim edilmiştir. Fakat. Zemahşeri'nin bilhassa Arabça divanındaki şiirleri onun kendi milletinden olan güzelleri başka milletlerin güzellerine sevgi ile, bilgi ile ve heyecanla tercih edişindeki ıniBi nıJw aksettirmiştir: "Sada'ya şöyle söyle Bizim sana ihtiyacımız yoktur. İri ve geniş gözler bizi çekmez. Çünkü dar gözler ve dar gözlü (Türk güzelleri) bizi bizden almışlardır. Aklımız, fikrimiz onlardadır. Hayalleri­ miz, düşüncelerimiz onlarla doludur. Onlar ki baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahı görünür ve gülecek olurlarsa bu siyahlıklar da örtülür, görünmez olur. Türk yüzleri; ki Tanrı onları kem gözden esirgesin; ayın on dördü gibidir, uğurlarında keseler harcanacak ve altınlar verilecek yüzler bu yüzlerdir. Türk güzellerinin yüzlerinde insanı kendinden geçirecek güzellikler vardır. Bunlardan dolayı başka güze lere bak­ mayın, gözlerinizi bu (Türk güzellerine) çevirin. . . Tanrı'nın yaratmış olduğu ince Püzellikler bunlardadır. Oyle ki in�an onlara baktıkça Tanrı nın kudretine ve kuvve­ tine hayran olur. Onun saçları gür ve uzun, beli incedir. Öyle ki soyun­ duğu zaman vücuduna dökülen saçlardan bir elbiseye bürünebilir. Bir bahçede ve bir havuz kenarında ona aşkımı söylediğimi unutamıyorum. Ona, yanağının güllerini kasdederek, bana bir gül ver, demiştim. Bunu anlamadı. "Bir saniye bekle sana bir gül getireyim" dedi. - Bir saniyecik bile bekliyemem, dedim. - Öyleyse hazırda yanak gülünden başka gül yok, dedi. Ona:

93


- Ben bu hazıra razıyım, o bana yeter, dedim. Söylediği diğer şiirlerinin tercümesini Atsız Mecmua'nın XV. ve Türkıyat Mecmuası'nın V. sa� ısında bulmak mümkündür. Eserlerini Arab diliyle yazdıgı için Arab ede­ biyatının malı olmasına rağmen , ZemahJeri, Türk kültürünün de kendisinden iftiharla bahsedecegı büyük bir ilim, sanat ve din adamıdır. Zemahşeri, 1 1 34 yılında Cürcaniye kasabasında ölmüştür. Arab diliyle �iir yazan Türkler içinde Türk milletinin ve Türk güzellerinın hayranı olduğunu iftiharla söyliyen tek şair ZCmahşeri değildir. Abbasi Halifesi Nasırüddin'in şairleri arasında bulunan Sbt. İbn Te'avzi'nin divanında Türk savaşçıları için söylenilmi � canlı ve övücü şiirler vardır. Arab şiirıni yücelten şaırlerden biri olan bu Türk şairi , Abbasi Halife­ si'ne sunduğu bir şiirinde Türkler için şu mısraları sıralamaktadır: "Senin ordundaki Türk arslanları, kargılarla yaptıkları ormanlardan başka orman bilmezler. Onlar aslında ceylan gibi iseler de hücum ederken ürkütülmüş kurtlar gibi saldırırlar. Ellerinde kınlarından sıyrılmış olan kılıçlarının yeşile çalan yüzleri bir bahçe gibi görünür. Zırhları, rüzgarların havuzlarda yaptıkları kıvrımlar gibidir. Savaş alanında orman arslanı olan (Türkler) sulh çağlarında ova ceylanı gibidirler". Moğol devri tarihçisi ve Tarih-i Cihangüşa isimli meşhur eserin sahibi Cüveyni de bir Türk güzeli için şöyle söy!emiştir: "Ey Arab bactiyeleri. Benden uzaklaşın. Çünkü , ben Türk şehirlerine bağlıyım. Ve ey iri gözlü güzeller. Kendi kavminizin yanına dönün. Çünkü beni deli edenler, iri gözler değil, dar ve çekik gözlerdir" (5).

5

94

N.

Sami Banarlı,

Aynı

Yerler.


VI. BÖLÜM SELÇUKLULAR'DA MEVLANA CELALEDDİN RUMİ VE AİLESİ İLE XIII. YÜZYILDA GÜÇLENEN TÜRK MİLLİYETÇİLİGİ A) MEVLANA CELALEDDİN (1207-1273) Biz, "MEVLANA AİLESİNDE TÜRK MİLLETİ VE DEVLETİ FİKRİ" adında bir mufassal araştırma yapıyoruz Bunun son safhasına geldik. Mevlana Celaleddin Rumi büyük Türk müteffekiridir. Asıl ismi Muhammed olan Celaleddin, bilhassa Mevlana Rumi adı ile tanınmıştır. Ona Rumi denilişi, san'at ve te­ fekkür hayatının o çağlarda Diyar-ı Rum diye anılan Anado­ lu'da geçmiş ve bu yurdda ebedileşmiş olmasındandır. Genel olarak kısaca Mevlana diye anılan bu büyük müteffekkir şair Yakınşark dünyasında asırlarca çalkanan zengin bir sanat ve tefekkür akımının çoşkun kaynağıdır. Mevlana, 30 Eylül 1 207 de Belh şehrinde doğmuş ve 1 5 Ekim 1 273 'te Konya'da ölmüştür. Babası, Sultan Ül­ Ulema Bahaeddin Veled Hfuizm'in öteden beri ilim adam­ ları yetiştirmekle tanınmış, eski bir Türk ailesinin çocuğu ve devrinin büyük bir alimi idi. Bahaeddin bu gün pek iyi bi­ linmiyen bazı ehemmiyetli sebeplerle Belh'i terkederek, oğlu ile birlikte önce Hicaz'a gitmiş; sonra Şam yolu ile Anadolu'ya gelerek Konya'da yerleşmiştir. . MevlanaCelfileddin Rumi, Türklüğünü iftiharla, açıkça ilan etmiştir:

95


"Beni bu yerin biganesi sanmayın Ben sizin memleketinizde kendi evimi arıyorum. Her ne kadar düşman yüzlü görünüyorsam da düşman değilim. Gerçi Acemce söylüyorum ama aslım Türk'tür.

Mesnevi'yi şerheden Mehmet Muhsin Koner, bu konuda şu mütalaada bulunur: " Mesnevi'yi Farsça yazmasını milli benliğe aykırı görmek doğru değildir. Malfimdur ki asırlarca Avrupa'da da ilim lisanı tamamiyle Latince idi ve yine o vakit bütün İslam alimleri, hakimleri, mutasavvıfları, eserlerini hemen hemen Arapça ve Farsça yazarlardı. Türkler'in İslamlığı kabulden sonra onu nüfuz ateşi içinde erimesi buna bir sebeb teşkil eder. Fakat şurasını da söylemek doğru olur ki, ilmin, ruhun lisanı yoktur. Binaenaleyh Mevlana, Türk olduğu kadar da insanlığa mal olmuştur. O daima eserlerinde çok beliğ bir lisan ve eda ile insanlığa hitap etmektedir. Hatta ilim ve irfan noktasında din ve milliyet gözetmez. Bunun için bir rubaisinde yüksek bir irşad kaynağı olan dergahına herkesi şöyle davet ediyor. (Gel, gel. Ne olursan ol gel . Kafir isen de, Uecusi ve putperest isen de yine gel. Bizim bu dergahımız Umitsizlik dergahı değildir. Yüz kerre tevbeyi bozdunsa dahi yine gel.) Hülasa; mevlana, kalblere saçacağı hakikat iksirini hangi lisandan verirse versin muteberdir, makbuldür. Sözü daha fazla uzatmıyarak bu noktada MevHina'nın şu Mesnevi'siyle bahse nihayet verelim. (Ruh, ilim ile, akıl ile yardır; ' ruhun Arapı;a ve Türkçe ile işi yoktur) ( 1 ). Biz, burada merhum araştırıcının sadece, "Türkler'in Mehmet Muhlis Koner, Mesncvi'nin Ôzil, Konya, 1 957,

96

s.

XIX-XX.


İs tamlığı kabulden sonra onun nüfuz ateşi içinde erimesi " fikrine katılmıyoruz. Bu bazı münevverimizde yerleşmiş pre-juje (ön hüküm) dür. Biz bu çeşit iddiaları kitabımızın 1. Bölümü olan "TÜRK MEDENİYETİ HAKKINDA GE­ NEL BİLGİLER"de çürüttük. Kaldı ki, sadece Mevlana'nın varlığı bile gerçeklere ve fikrimize bir delildir. Mevta.na Türk kelimesini muhtelif manalara gelecek şekilde kullanmıştır. O, umumiyetle bir Türk milliyetçisi olarak mensup olduğu Türk Milletini şu şekilde yüceltir: "Ayna Türk'ün önünde hoş renklidir. Fakat zenciye göre zencidir" (2). Abdülbaki Gölpınarlı'nın dediği gibi, Türk-Klasik İslam edebiyatında, gündüz, yüz, aydınlık ve güzel'e benzetilir. Yine Mesnevi'de bir başka yerde Türk'ten şöyle bahse­ der:

"Ne mutlu o Türk'e ki dayanır da atını ateşle dolu hen­ dekten sıçratıverir. Atını öyle hızlı sürer ki, göğün yücesine çıkarmayı kurar" (3). Mevlana burada önce, Türk'ün zarlukları yenme me­ ziyetini vurguluyor. Sonra "göğün yüce "sine işaret ediyor Mevlana "Savaş her nakıs gönüllünün, kadınların yapa­ cağı iş değil, Türkler'in bahadırların karıdır" diyor (4). Koner, şerhinde "Mevlana, Türk milletinin tarihi şecaat ve kudretini takdir ediyor" şeklinde yazar (5). Şephesiz doğrudur. Mevta.na, aşağıdaki Mesnevi'de de sık sık "Türk'ten bahseder: 2 3 4 5

Abdulbaki Gölpınarlı, Mesnevi Şerhi, Ill. A.g.e.

Gülpınarl ı , VI. Koner,

4 1 2.

434.

569.

766.

97


Haşa: Allah hakkıyçin, Allah ne dilerse o olur; mekan aleminde de buyruk sahibi O'dur, mekansızlık aleminde de. Hiçbir kimse, O'nun mülkünde, O'nun buyruğu olma­ dan, bir kılı bile kımıldatamaz. Mülk, O'nun mülküdür, ferman O'nun fermanı; O'nun yarattığı Şeytan, O'nun, kapısında en bayağı bir köpek. Türkmen'in kapısında bir köpek olsa, o kapıya yüz tutar, o kapıya baş kor. Evdeki çocuklar kuyruğunu çekerler; onların ellerinde horlanır durur. Ama kapıdan bir yabancı geçse, erkek arslan gibi saldırır ' ona. Çünkü "Kafirlere karşı çetindir onlar". Dosta güldür de düşmana diken kesilir. Türkmen, tutmaç suyundan verir ona; o da yeter bulun onu, bekçilik eder. " İşte Tann'nın yarattığı, yüzlerce düşünce, yüzlerce düzen bellettiği Şeytan da bir köpektir. Tanrı, yüzlerin suyunu gıda etmiştir ona; iyinin de yüzünün suyunu döker, kötünün de. Halkın yüz suyu, onun tutmaç suyudur; köpek Şeytan, onu içer, onunla geçinir. Kudret çadırının önünde onun canı, nasıl olur da buyruğa kurban olmaz? Sen söyle. İyilerden de, kötülerden de sürü-sürü halk, "Ellerini, kollarını yere döşemiş" köpek gibi o kapıya yönelmiştir. Hepsi Ulfihiyet mağarasının kapısındadır; bedenlerinin her zerresi emir beklemektedir; damarları atmaktadır ; kulak­ ları kiriştedir.

98


A köpek Şeytan, halk şu yola ayak bastı mı, onları bir sına bakalım. ·

S aldır, engel ol oplara, dikkat et, dişi, gerçekten de er­ kekten ayrılsın, belli olsun. Allah'a sığınırım sözü ne vakit denir; köpek kızıp saldırmaya başlayınca değil mi? Bu Allah'a sığınırım sözü, ey Hıta Türkü, köpeğe bağır da yolu aç demektir. Yolu aç da çadırının kapısına geleyim; cömertliğinden, mevkiinden bir dilek dileyeyim. Türk, köpeğin saldınşından acze düşerse, bu sığınırım demek bu feryat, yerinde değildir. O vakit Türk de ben de şu köpekten sığınırım, şu köpeğin yüzünden ben de yurdumda çaresiz kalmışım der. Sen der, bu kapıya gelemiyorsun ya, ben de dışarıya çıkamıyorum. İş böyleyse toprak başına artık Türk'ün de, konuğun da; çünkü bir köpek, ikisinin de boynunu bağlamış. Haşa, vallahi Türk, bir bağırdı mı, köpek de kim oluyor? Erkek arslan bile kan kaşanır, kan kusar. Ey kendine erkek arslan diyen, yıllar geçti, sense hfila bir köpeğe karşı kalakalmışsın. Apaçık o köpeğe av olmuşsun, artık o köpek, senin için nasıl av avlanır? (6) Mevlana, Türk gibi, Türk hükümdarlarını da Mesnevi ve gazellerinde konu olarak almıştır. Örnek olarak B üyük Selçuklu İmparatorluğunun İkinci Sultanı Alp Arslan'ın sal­ tanatın ( 1 063- 1072)dan şöyle bahseder: 6

Gölpınarlı, V.

455- 457.

99


"Biz, binlerce Alp Arslanlanz" (7) Böylece O, Türkler'e Anadolu'nun kapısını açan Malaz­ girt Meydan muharebesi'nin büyük gfilibi Sultan Alp Ars­ lan'ı bütün Türkler'e örnek olarak gösteriyor. Divan-ı Kebir'de de şöyle diyor: "Okçulardır gözleri, hoş kemandır kaşları Öldürür yüz süvari, kimdür ol Alp Arslan (8)

Mevlana, "Türk"ü zengin ve cömert olarak da tavsif eder: . "Bir gün Mevlana hazretleri buyurdu ki; bizim türbemizi yedi defa yapacaklar. Sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak onu, bir tuğlasını altından bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere y apacaktır. bizim türbemizin etrafında da bir şehir olacak, sonra türbemiz bu şehrin ortasında kalacaktır. O zaman da Mesnevi'miz şeyhlik ede­ cektir" (9). ,Mevlana, Türk ve Türkmen'i . kudretli olarak da vasıflandırır: "Türkmenin köpekleri çadırın önünde konuğa yaltak­ lanırlar. Fakat çadırın yanından bir yabancı geçmeğe kalkışırsa köpeklerin, kendisine arslancasına saldırdıklarını görür. Kullukta ben de köpekten aşağı değilim ya, Tanrı da diri­ likte, kudrette bir Türk'ten aşağı değil. Yaradılış ateşin seni gamlandırırsa bu yakışı, din padişahının buyruğuyladır" ( 10). 7 8 9 1O

1 00

Gölpınarlı III, A.g.e. 111.

535b

565.

Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, 1,

Göl pınarlı iV,

52.

-396.


�Mevlana "Türk"ü yüceltmesine rağmen Oğuz Türk'ü hakkında menfi mütalaalar ileri sürer, O, bir teşbihinde Oğuz Türk'ü (Türki Gazi) gibi kin güder" diyor ( 1 1 ) . Mesnevi'de de şunları yazar: "O kan döken Oğuz Türkleri geldiler: yağma için bir köye saldırdılar. O köyün ileri gelenlerinden iki kişi buldular; birisini öldürmeye kastettiler. Kurban etmek için ellerini bağladılar; adam, a padişahlar, a yüce kişiler dedi: Ne yapıyorsunuz: neden öldüreceksiniz beni ; neden kanıma susadınız benim? Hikmeti ne, beni öldü rmekten maks adınız görüyorsunuz, böyle bir yoksulun, bedenim çırçıplak,

ne;

Oğuzlardan biri, dostun korksun da varını yoğunu çıkarsın diye dedi. Adam, o dedi, benden daha da yoksul, Oğuz, öyle görünüyor, altını var onun dedi. Adam, peki dedi, mademki ikimizde de para umuyorsu­ nuz; ikimizden de şüpheleniyorsunuz; A padişahlar, önce onu öldürün de ben korkayım, altınları saçayım. Şimdiden il3.hi kereme bak ki biz, ahir zamanda, en sonra gelmişiz. Yüzyılların sonuncusu, ilk yüzyıllardan üstün, hadis'de de "son gelenler, ileri geçenlerdir" denmiştir. Acıyan Tanrı, Nuh kavminin, Hud kavminin helakini gösterdi canımıza. 11

Göl pınarlı iV.

52. 101


Korkalım diye onları kahretti: Bu iş tersine olsaydı vay haline" ( 1 2). Mesnevi'de "Türkmen kara çadırından" söz eder: "Dünyadaki erkek arslanların ayaklarına karşı, O Türkmen'in çadırı nedir ki? Kalk o korkunç sfir'a bir üfür de topraktan binlerce ölü fırlasın" ( 1 3) Burada "Türk Devleti"nin otoritesini temsil eden meşru hanedan karşısında iğtişaş unsuru Türkmenler yani müslüman Oğuzlar'ın aczi bahis konusu ediliyor. " Kara'ya gelince, Fuad Köprülü "Türkler'in ve büyük Türk hükümdarı Efrasiyab'ın hayrağı siyah renkdir" de­ mektedir ( 1 4). Mevlana'yı Türk devlet felsefesinin esaslarını benimse­ meye götüren sebeplerin başında, şüphesiz ondan yalnız İslam değil, islam öncesi Ortaasya menşeli adet ve gelenek­ lerin etkisi de gösterilebilir. Mevlana, bu adet ve gelenekle­ rin de hakim olduğu bir ortamda yetişmiş, bunlardan eserle­ rinde bahsettiği gibi uygulamaya da geçmiştir. Mesnevi'de "Kılıcı, kefeni önüne koyuyorum; sana boy­ numu uzatıyorum; vur kes boynumu" mısraı dikkatimizi çekiyor. Mevlana'nın "Zamanında Hatem'i Tfil'yi geçen eşsiz halifeye ait hikaye" adı altında yazdığı bu şiirin konu­ sunu aslında "Musibet-Name" ve "Cami'ul-Hikayat"dan almıştır. Ancak, Türk devlet hayatına ait bir motifle süslenmiştir. Nitekim, Prof. Abdülkadir İnan'ın belirttiği gibi, Selçuklular'da teslim ve itaat sembolü olarak, boynuna kefen asmak adeti vardır. Bu eski devirlerdeki kuşak asmak adetinin İslamlaşmış şeklidir. Müverrih İbn Bibi'ye göre, l

2

ı3 l4

102

Gölpınarh, il,

Gölpınarh, m,

427.

ıio.

Fuat Köprülü, Bayrak, İslam Ansiklopedisi, il,

407-409.


Türkiye Selçuklu Devleti'nde, "Oğuz Beyleri" hapiste bulu­ nan Alaeddin Keykfibad'ı sultan ilan etmeğe karar verdiler. Geçmişte, Alaeddin'in iğbirarım celbetmiş olan Emir (gene­ ral) Seyfettin Ay-aba, onu hapishanede ziyaret ederken kılıcını çözüp kütuvale verdi, "yüzünü mezellet yerine koydu ve gözlerinden yaşı revan olup, koltuğundan kefeni­ ni çıkarıp boynuna doladı ve kutüvale verdiği kılıcını alıp, sultanın önüne koydu". Bir başka olayda şudur: "Ebulgazi Han, İsfendiyar Han'a tabi olan Türkrnenler'i imha etmeyi tasarlarken, adamlarına şöyle dedi: "Türkrnenler'i kıralın İsfendiyar Han'ın huzuruna varıp, boynumuza futa (kuşak) asarak arz kılalım". Mevlana, eski Türk adetlerinden başlıcalarının uygulama sahası bulduğu bir ortamda yaşadı. Onun saçı saçtığını bi­ liyoruz. Bundan başka, baş açıp özür dilemek, cenaze töreninde, baş açıp yalınayak yürümek, sarığı elbiseyi ters giymek, başa toprak saçmak, elbiseyi yırtmak, yas sırasında ata binmemek, yağmur duasında "yada taşı" motifi v.s. gibi adetler vardır. Bütün bunları tamamlayıcı mahiyette olarak; Mevlana, eserlerinde Türkler ve Türk boylarından sık sık bahseder. Dr. Müjgan Cumbur'un araştırmasına göre, özellikle "Divan-ı Kebir" ve "Mesnevl"de Bulgar, Çiğil, Hıtay, Kıpçak, Oğuz, Türkmen ve Yağma'lar sık sık zikredil­ miştir. .Mesnevi"de geçen "Nakş-ı Çiğil" teşbihinde, Çiğil güzellerinin, resim kadar güzel oluşları anlatılır. "O tecelli ki can gibi, gönül gibi tatlılaştırdı ve O'nun ke­ remiyle topraktan yaratılan insan Çiğil güzelliğini buldu". "Ey gönül şişesi, sen sabır zevkini ne bilirsin? Özellikle o Çiğil güzeli için çekilen sabrı". Mesnevl'de "Türk" şu şekilde anlatılır: "Kullukta ben köpekten aşağı değildim.

103


Tanrı'da dirilikte Türk'ten aşağı değildir".

Bir başka mısra şöyledir: "Bu Hıtay Türk'ünün saçından yükselen koku, ne Tatar ülkesinin miskinde, ne /il.dende ne de anberde var". "Tatar ülkesinin ahusuyla kararlılık şarttır. Hıtay Türk'ü geldi mi tövbe etmek ne hatadır, ne hata".

Mevlana, mensup olduğu Türk milletini daima yüceltmiştir. Merhum Prof. Dr. Feridun Uzluk'a göre, mevlfuıa'mn eserlerinde hiç bir millet, Türkler kadar övülüp sevilmemiş, dile getirilmemiştir. Eski Türk geleneklerini yaşatan, Türk ismini hemen her vesile ile zikreden Mevlana'nın Türk devlet felsefesinin il­ kelerini benimsediğini görürüz. Herşeyden önce onun ki­ _taplarında ve ondan bahi;eden kitaplarda hemen yalnız türk hükümflarının adı.. geç�r,:_J Gazneli Mahmud, Harizmşah Aiaeddin Mehmed ve Selçuklu hükümdarlarının ki gibi. Önce mevlana'da hükümdar-bilgin ilişkilerini ve bilimin' üstünlüğü fikrini görelim: "Peygamber (Ona selam olsun) buyurdu ki : "Bilginlerin kötüsü emfrleri ziyaret eden, emfrlerin iyisi bilginleri ziyaret edendir. Fakat fakirin kapısına gelen emfr ne kadar hoş ve emirlerin kapısındaki fakir ne kadar kötüdür". Halk, bu sözün dış manasını almışnr. Bir bilgin'in bilginlerin en kötüsü olmaması için, emiri ziyaret etmemesi lazımdır ve emiri ziyaret etmek ona yakışmaz. Bu sözün gerçek manası, böyle halkın zannettiği gibi değildir. Belki şöyledir: Bilginlerin kötüsü, emirlerden yardım gören ve emirler, vasıtasiyle durumunu düzelten, kuvvetini elde edendir. Emirler bana bağışlarda bulunur saygı gösterirler, bir yer verirler düşüncesi ve onların kor­ kusu ile okuyan kimse bilginlerin en kötüsüdür. Ş u halde o kimse emirler yüzünden ıslah olmuş, bilgisizlikten bilir hale gelmiştir. Bilgin olduğu zaman da onların korkusundan ve 1 04


kötülük etmesinden terbiyeli bir insan olmuştur. Bütün hal­ lerde, ister istemez bu yolu uygun olarak yürümesi gerekir. İşte bu yüzden, görünüşte ister emir onu görmeye gelsin, isterse o emiri görmeğe gitmiş olsun, o ziyaret eden, emir ise ziyaret edilen olur." Yine Mevlana'nın Türkiye Selçuklu Devleti vezir (başbakan)ı Muineddin Pervane'yi öğüt verme, hikmet söyleme şeklinde devamlı olarak irşad ettiği biliniyor. Aynı şekilde, sultanlar ve diğer ileri gelenler ile de konuşmaları vardır. Eflaki'den Meviana'nın Pervane'yi irşad şekli hakkında bir örnek veriyoruz: "Bir gün Muineddin-i Pervane hazretleri Mevlana'yı ziyarete gelmişti. Mevlana o gün sonsuz inayetler buyurarak hayli güzel şeyler söyledi ve şu hikayeyi anlattı : Bir gün seyyidimiz Mustafay-i Mücteba (Tann'nın seıat ve selamı üzerine olsun) bir yolda gidiyordu. Birdenbire bir kemik gördü. Onu mübarek eliyle alıp toprağa gömüp gitti. Aynı şekilde başka bir kemik daha gördü. O kemiğin üzerinde bir akrep oturmuş, ona eziyet ediyordu. Peygamber, bu kemiğe baktı ve onu gömmeden geçip gitti. Sahabeden biri o hali Peygamber'den sordu. Peygamber: "İlk gördüğümüz kemik, daima zalimlerin zulmüne uğrayan bir mazlumundu. Acıdım, onu toprağa gömdüm. Bu öteki kemik ise, halkı hiç gözetmiyen ve daima zulümde bulunan bir zalimindi. Yüce Tanrı, onun zulmünün zulmetinden bir akrep yaratmıştır ki kıyamete kadar ona eziyet etsin. Onu gömmem için emir verilmedi. Bende onu öylece bırakıp geçtim ki iç gözü olanlar, gözlerinden göz yaşı dökerek ibret alsınlar ve günahlarından tövbe etsinler ve: "Tanrı intikam sahibi azizdir" (k., 111, 4 V, 98) ayetinde buyurulan intikamdan korksunlar" buyur­ du. Şiir: "O halde dişinle günahsızları ısırma, Sakınılmayan dar­ beyi düşün". 105


"Eğer sen zayıfı dişinle ısırıp kan içinde bırakırsan, bunun cezası olarak seni bir diş ağrısı yakalarsa ne ya­ parsın?" . .

Pervane ağlayarak dışarı çıktı ve Mevliina'nın irşadının şükranesi olarak bütün bilginlere fakirlere ve arkadaşlara ih­ sanlarda bulundu". Mevlana, Adalet'in üstünlüğü ve kudsiyeti konusunda, devlet adamlarını devamlı olarak uyarmıştır. Yine Fihi Mafih'de şöyle diyor. : "Ulu Tanrı: zalimler ahdime nail olmaz buyurdu. Yani zfilim olanlar be_nim kerfuneıime �ayık değildirler demektir". Eflfilci'de şu kayıt vardır: "Bir gün ar­ kadaşlar ahiret evleri harab olan zalimlerin zulmünden şikayet ediyorlardı. Mevlana, "Kasaplar pazarında hiç köpek kesiyorlar mı? Onlar öldürülmeye müstehak oldukları halde koyunları kesiyor ve kesilmek zahmetini onlara tattırıyorlar. Tann'nın yardımı müminlere daha çok olduğu için müminlerin zahmeti de çoktur. Buna karşılık, tann'nın onlar hakkındaki rahmeti o nisbette sayısızdır dedi". Mevlana, bir dervişin , bir padişahı mütevazi olmağa davet eden sözlerini şu şekilde anfanr: "Dervişin biri, bir padişahın yanına gitti. Padişah ona: "Ey zahid! " dediği vakit, o: "Z§.hid sensin" dedi. Padişah: Ben nasıl Zahid olu­ rum? B ütün dünya benimdir". Dedi. Bunun üzerine derviş: "Hayır, aksine! Görüyorsun ki bütün dünya, ahiret ve bütün mülkler benim malımdır. Alemi hen kapladım; sen sa­ dece bir lokma ve bir hırka ile kanaat ettin" dedi. Yüzünü ne tarafa çevirirsen, Tanrı ordadır. O, her yerde bulunan, geçen olan Vecih'dir; devamlıdır, ölmez. Aşıklar bu Vech'e kendilerini feda etmişlerdir ve karşılık da iste­ mezler. Geri kalanlar ise hayvan gibidir". Mevlana, "temyiz veya görme hassası" konusunda da şunları yazar: "Kıymetli bir inciyi bir çocuğun eline versen, çocuk bunun değerini bilmediğinden senden ayrılıp biraz 1 06


öteye gidince, eline bir elma tutuşturup inciyi alırlar. Çünki, çocuğun temyiz hassası yoktur. Yani, elma ile incinin değerini tefrik edemez. İşte bunun için bu temyiz büyük bir nimettir". O, burada, özellikle devlet hizmetindeki yüksek görevlilerin akıl, mannk ve muhakeme sahibi olmalarını di­ lemektedir. Mevlana ve müridleri devlet adamlarının insani vasıfları h akkında da değerlendirme yapmışlardır: "Mevlana Şemseddin bir gün, bir yolda gidiyordu. Birdenbire ona, süvarisi ve maiyetiyle birlikte bir emir rasladı. Biri birlerine bakınca, emir attan indi, baş koydu ve bir zaman duraklayıp göz yaşı dökerek hareket etti. Mevlana Şemsettin hazretleri, içinden: "Kullarını nimetlerle cezalandıran ve has kullarına intikamını tahsis eden Tann'yı tenzih ederim" dedi. "Hal sa­ hipleri Şems'den durumu sordular. Şemseddin, "Bu fakir mizaçlı emir, Tann velileri zümresindendir. O, bu elbise içinde şüpheli, anlaşılmaz bir şekle bürünmüş ve zenginlik örtüleriyle gizlenmiştir. Bana "hal" dili ile "Halkın işlerini idare etmek için giydiğim elbise ile Tann yolundaki ibadet ve sülfıkü birleştiremiyorum. Yüce Tann'dan, tamamiyle fakirlik elbisesini giymem ve her şeyden elimi eteğimi çekip Tann'dan niyazda bulununca, o emirin emirlik elbisesi içinde de kulluk etmesinin gerektiğine, çünkü din ve dünya bayındırlığı işinin onda olduğuna ve orada nefis meşakkat ve riyazetinin daha fazla bulunduğuna dair işaret geldi. O, bu hali müşahede edince ağlıyarak hareket etti ve vücudunu devlet idaresi ve kadılık meşakketini ve halkın zahmetlerini çekıneğe hasredip bu emre boyun eğdi". Açıkça görüldüğü gibi, devlet adamı, "emirlik elbisesi içinde de kulluk etmelidir". Yani, asla tahakküm yoluna git­ memeli, kendisini devlet ve milletine adamalıdır. Mevlana sadece bir mutasavvıf ve bir şair değildir. Onun satırları arasında başlıca Türk kültür tarihine, bu a.·ada Türk sosyal hayanna ve Türk ahlfilana-psikolojisine aid bilgiler 1 07


de vardır. Mevlana, devlet adamlarının ilim adamları tarafından her zaman her yerde her vesile ile "İkaz ve irşad" edilmesi gerektiğine inanan bir şahsiyetti. Ayrıca, Türkiye Selçuklu Devleti'ni işgal altında tutan yabancı devlet, kardeş uygarlık sahibi Moğollar'ı, açıkça kınamış ve "Türk'ü met­ hetmiştir. Bahsi, Mevıana'ya ait şu anekdotla bitiriyoruz: "Bir gün Mevlana hazretleri buyurdu ki: "Bizim türbemizi yedi defa yapacaklar. Sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, onu, bir tuğlasını altından bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere yapacaktır. Bizim türbemizin etrafında da bir şehir olacak sonra türbemiz bu şehirin ortasında kalacaktır. O zaman da Mesnevi'miz şeyhlik ede­ cektir" ( 1 5)

B) SULTAN VELED (1226-1312) Mevlana Celaleddin ROmi'nin oğlu Sultan Veled'de Türk kelime ve kavramına gelince; İbtida-nfune'de sahife sırasıyle şu beyitleri görürüz: Hintliyle Türk'ün erlik suyu da birbirine benzer ama küçük de bunu bilir büyük de; Hepsi de bu sım, bu remzi bilir ki, her erlik suyu, başka çeşit bir çocuk meydana getirir ( 16). Küçük-Büyük şehrin bütün halkı ah etmedeydi, feryad etmedeydi. Rum olsun, Türk olsun köylüler de onun derdiyle yaka­ larını yırtıyorlardı ( 1 7). Buradaki Rum, Anadolu'da yaşayan Grek manasındadır. "Yaka yırtmak" ise Türklerde eski bir yas adetidir. 15 16 17

108

Aydın Taner'in Mevlanada Türklük ve Türk Devleti Fikri" adlı makalelerinden. Sultan Veled, İbtidaname (Çev. A. Gölpınarlı) Ankara, 1 976, İhtida - name, 1 53

s.

100.


"Şems Mevlana'yı şaşılacak bir aleme çağırdı; öyle bir aleme ki ne Türk gördü o 3.lemi ne Arab ( 1 8)". Görüldğü gibi, buraya kadar aldığımız beyitlerde Sultan Veled, Türk kelimesini Hindli ve Arap ile beraber veya tek başına adeta gelişigüzel kullanmaktadır. Ancak, aşağıdaki beyitte "Türk" kelimesi gerçek anlamım buluyor: "Canının bundan haberi varsa Türk'ü bu çadırda gördün demektir" Bedenin bir çadırdır; ondaki canınsa, orda gizli olan Ay gibi bir Türk'tür" ( 19). B ütün bunları İbtidaname'den aldık. Bu eserde "Çigıl güzeli" ne ait iki ayn beyit de vardır: "Onların topraktan karılmış bedenlerine bakmaz; can gözüyle onların temizliğini görür. Canla-gönülle onların ayaklarına toprak kesilir de Çiğıl güzelinden başkasına yüzünü döndürmez bile" (20). Sultan Veled, Maarifinde de Türk'ten bahseder. Yine . hffe sa sırasina· göre alıyoruz: "Bahar mevsimi gerçekte bir şeydir; fakat her ağaçta ayn bir iş yapar ve ayn bir etki gösterir. Tıpkı bunun gibi olan duygulara, bahar mevsimi gibi olan can eriştiği zaman her duyguda ayn bir iş, ayn bir özellik ve ayn bir hareket mey­ dana gelir. Türk, Rum, Zenci, Habeş gibi pek çok insanlara o nur eriştiği zaman her birinde başka bir iş ve başka bir etki yapar. Her birini bir iş ve bir sanat sahibi ec!er. Birini zfüim adfüetli, birini iyi huylu birini huysuz, birini cömert, birini hasis, birini cesur, birini korkak yapar. O halde bütün 18

19 20

A.g.e. 250 A.g.e. 4 1 7. A.g.e 354

1 09


bu türlü türlü sanatlar ve yoktan varedilmiş eserler, insanlar halk türlü türlü sanatlar ve yoktan varedilmiş eserler, insan­ lar halk türlü türlü tabiatlar bir tek nurdan faaliyettedirler. Hepsini aynı nurdan gören kimseler, tanrı'nın büyüklüğünde birlermiştirler� Bütün bu nakışlardan, onların bakışları, yalnız o nura çevrilir. Onların indinde iki ve üç olmaz. Onlar; bizim indimizde yani bizim için her şey bir­ dir, derseler yanlış söylemiş olmazlar. Çünkü bu nakışlar ve varlıklar onlara matlfibları olan o tek nur ile erişir. Mesela, sen birini görmek istesen, gerek Türk, gerek Hintli olsun, sana o istedğin şeyden bir bellilik verir ve onu sana gösterirlerse her ikisi de senin indinde bir olur. Zira her ikisi de senin için bir iş yapıyorlar ve istediğin şeye yol gösteriyorlar" (2 1 ) . Sultan Veled, babası Mevlana Celfileddin'e atfen şunları yazar: "O kırmızı esvaplı, ay gibi güzel, yine geldi. Bu yıl yeşil hırka giymiş; o -yıl, yağma edici gördüğüm türk, bu yıl Arab şeklinde geldi. O şarap aynıdır. Her ne kadar kadeh değişmişse de o değişmemiştir. Bak ki, şarapçının başına ne güzel, ne hoş tesir etti" (22). Babasına atfen bu satırları yazan Sultan Veled, kendi şu satırları kaleme alır:

fikri olarak da

"Siyah bir Hindli ile beyaz bir türk'ün aslı aynıdır, fakat ondan siyah bir Hindli, bundan beyaz bir Türk meydana gelir" (23). Sultan Veled, İhtida-namesinde eserini Farsça yaz­ masının sebeblerini şu şekilde anlatır. 2 1 Sultan Veled, Maarif , (Çev.M. Anbarcıoğlu), Ankara 1 974, 22 A.g.e. s. 263-264 23 A.g.e. s. 370.

1 10

s.

1 1 5- 1 1 6


"Cehennemi cennete dönd ürür; tapınağından beter bir hale kor.

Kabe'yi

ate-ş

Tanrı'nın kudreti pek büyüktür; iki alem de onun olduğunda bir oktan ibarettir. Onun işi, sırrı dile sığmaz; ben az sözü yeter bulayim da sözü tüketeyim. Türk dilini tam bilseydim sözle bütün bunla_-:ı gösterir, söylerdim. Halka sözle bildirirdim; onlar da yarınki günü, gözle görürlerdi. Ama ne isterseniz Farsça söyleyeyim de siz de bizim bulduğumuz kimseyi bulun. Türkçe Rumca söylemeyi bırak; çünkü o iki dilde de hoş bir halde at koşturmadasın. Sır, söze bile sığmıyor; akıl terazisi nerden tartacak on? Biri, sım harfle sözle anlatabilseydi, dağı da yel, saman çöpü gibi titretirdi. Harf testiye benzer, sırsa deryadır sanki deniz, testiye sığar mı hiç? Nasıl olur da o deniz, şu tuluma sığar? İşte onun içindir ki söz söyleyen, Tann'nın vasfında aciz oldu, dfüü oldu. Farsçadan, Arapçadan da geç; çünkü Hakk'ı dille vasfet­ meye kalkışmak, oyuna girişmektir adeta. Ona ait sözü yüz dille söylesem, onu, onun sözünü gene de dille anlatamam. Lüleden akan sudan deniz bilinebilir mi? Güneş, zerre­ den anlaşılabilir mi? Meğer ki o, dilsiz olarak, yolu izi olmayan bir yoldan gizlice sana söylesin. 111


O zaman, kaynak nasıl topraktan coşarsa, senden de söz coşar: o coşuşla çevikleşirsin. Bilgisi de gönlünden akar; onun lütfuyla, letafetiyle be­ denin de akar gider. Onu can gözü görür ten gözü değil; iş, can işidir, beden­ den geç. Hak sırrını dedi-koduda arama; o sırra erince de sus söyleme" (24) Buradaki "Türk dilini tam bilseydim" ibaresi şüphesiz Sultan Veled'in Türkçeyi tam manası ile tasarruf edememesi anlamına değil, Farsçanın ve Arapçanın Türkçeye nazaran daha engin bir lisan olduğu manasına gelmektedir. Nitekim "Türkçe ve Rumca söylemeyi bırak, çünkü o terimlerden yoksunum" demekte ve "Rumca'yı" da Arapça ve Farsça'ya nazaran zayıf bulmaktadır. Sultan Veled "Türkçe ve diğer bazı diller konusunda da şunları yazar: ·. "Peygamberler tek nefestiler. Her ne kadar, sureten sayılı iseler de, mana bakımından bir zat ve bir nefestirler, bir nurdular. Çünkü Kur'an'da: Onları birbirinden ayırdetmeyiz, biz yalnız Tanrı'ya ram olmuş müslümanlarız buyrulmuştur. Sen bir manayı, Türkçe, Farsça, Arapça, Kürtçe gibi türlü türlü dillerle söylesen, yine mana bakımından birdir. Yalnız söylendiği diller çeşitli<lir; çünkü Türkçe, arapçadan başkadır. Fakat manada .ıyı ı l ı k yoktur. Bu, çeşitli dillerde söylenilen aynı manadır. Sen, veliler ve nebileri de bu diller gibi bil. Surette çok ve çeşitli, fakat manada bir ve birleşmiştirler. Elif harfini, hangi renk ka­ lemle, hangi kağıda yazsan çlif yine eliftir. Elif Hakkın te­ �ellisidir. Kağıt, kalem bunlar velilerin suretleri gibidir. ------ · · · ·--

24 1 12

İhtida-name,

4RR4'


Sfiretler değişirler; fakat mana her halde birdir, değişmez" (25). Görüldüğü gibi, Sultan Veled, dilleri kendi felsefesi görüş açısından değerlendirir. Sultan Veled "Millet" hakkında da şu satırları kaleme almıştır: "Tanrı'nın kulları iki türlüdür. Bir kısmı makbul, bir kısmı namakbul. Çünkü onlar çoktur, bunları: "Benim ümmetim yetmiş iki millete ayrılacaktır: Bunların hepsi ateştedirler. Yalnız bunlardan bir millet müstesnadır. (H). Buyrulduğu veçhile yetmiş iki millettir. Yalnız bunlardan bir millet makbuldür. Biz şimdi makbul olan bu milletin hal­ lerini açıklayalım: Bunlardan bazıları kullar, bazıları aşıklardır. Birinci kat göğe kadar, nasıl her gökte melekler varsa, kulların da mertebeleri böyle derece derecedir" (26). Aslında burada kastedilen Türk milleti'dir. Ancak Sultan Veled, gene kendi felsefi açısından tefsirde bulunmaktadır. , Sultan Veled, vatan sevgisini de şu şekilde işler: "Yüce Hak, ruhları, cesetlerden dokuzyüz bin yıl önce yarattı . Hepsini de rahmetiyle besledi, geliştirdi, esen­ leştirdi. "Rabbaniz değil miyim?" buyurdu: Evet dediler; "inin" diye hitap etti� bu neli.ksiz-niteliksiz olan bu alemden o �l�me gi_9en. balçıktan _y�pılmış kalıplarda esenleşin, yerleşin, ahdinizdeki vefanız belirsin dedi. Şu halde kim, orda zevke, sefaya, huzura ermişse, hurda da onu arar; çünkü "vatan sevgisi imandandır" Ama kim buna erme­ mişse, ne arayacak? O, bir hayvandır ki hurdan türemiş, öküz gibi, eşek gibi; insan şeklinde ama anlam bakımından 25 26

Maarif, 263. A.g.e. 3 1 9

113


hayvan; hayvan nerde, Hakk'ı tanımak nerde?" (27). Sultan Veled, Moğol ve Tatarlar'dan şu şekilde bahseder: ·

"Ömründe hiç prens görmemiş ve büyüklükte hiçbir ilgi­ si olmıyan bir Moğol, sadece başına bir sorguç koysa emirleri, vezirleri ve padişahları incitir. Moğol şehzadelerinin ve sultanlarının büyük ve sertlikle­ ri onların hatırlarına öyle yerleşmiş ve kalplerine öyle bir etki yapmıştır ki onun bir derviş ve Moğollar arasında hiçbir değer taşımayan bir fakir olduğunu bilseler bile onun, bu dış görünüşüne ve elbiselerine saygı göstererek bütün küstahlık ve edepsizliklerine katlanırlar. Eğer Tanrı ve Tanrı adamları için sizin yanınızda o değer, o menzil ve o mertebe olsaydı, siz acaba bu vilayet sahibi midir, yoksa değil midir? diye dervişlere fayda, zarar ve sınama sözüyle nasıl bakardınız? Hiçbir yeri ve işi olmayan o Moğola dış görünüşü için hürmet ediyorsunuz. Bu derviş ise dervişlikten söz ediyor ve dervişlik elbisesi giymiştir; onun bir işe yarayıp yara­ madığını bilmiyorsunuz. Çünkü insanların durumları bu dünyada örtülmüştür. Herkesin sırrını Tanrı ve Tanrı'nın velisi bilir. Zira Mümin, Tanrı'nın nuru ile bakar (H.). Hükmünce bu, Tanrı'nın nuru ile bakar. İnsanların durum­ ları, bunlardan başkası için örtülmüştür. Onlar birbirlerinin durumlarını belki kıyamette görürler" (28). Açıkça görüldüğü üzere o, babasının paralelinde Moğollar'ı yermekte, onları inciten, sertlik yapan, küstah, edepsiz, işi ve yeri olmayan kimseler olarak tavsif etmekte­ dir. Sultan Veled, İbtida-name'sinde "Tatarlar"dan şu şekilde 27 28

1 14

İhtida-name, 433. Maarif, 1 69- 1 70.


sözeder: "Tanrı bir toplumu helak etmek dilerse düşmanları, çok olsalar bile, onlara hor-hakıyr, değersiz ve az gösterir, sizi onların gözlerine az gösterdi Allah, yerine gelmesini irade buyurduğu işi yapmak için" . Talii şom toplum, işitmişsindir ya, herkesin toplandığı mescidin damına bakan. Bir kaleye sığınmışlardı: O kale pek yüceydi ama, Tatar, kalenin çevresini sarmış, topluluğu kuşatmıştı. Onlar da korkularından dama pek büyük bir mancınık yerleştirmişlerdi. Tatara taş atıyorlardı; fakat attıkları taş dönüp onlara ge­ liyordu. Evlerinin üstüne düşüyor, hepsinin kökünü kazıyordu. Akıllardan biri, onlara, böyle bir savaşla dedi, kimse başını kurtaramaz. Taş dönüp size geliyor; attığınız taşların biri bile düşmanlara gitmemekte. Düşmanınızın tfilihi pek kuvvetli, pek kutlu; ne diye gök gibi gürleyip bağırıyorsunuz? Değil mi ki Tanrı o topluma yar olmuş, onların en aşağılık saman çöpleri bile dağ kes.�lir" (29). Burada Moğollar'ın askeri gücii talihlerinin pek kuvvetli ve pek kutlu olmasıyle izah ediliyor. Daha sonra İbtidaname'de şu beyitleri okuyoruz.

"Hami her solukta ödağacından, miskten bahseden, fakat sarmısakla ekmek yiyen adam gibi. 29

İbtida-name, 53.

1 15


O, miskden laf eder, durur ama ağzından samnsak koku­ su gelir. Aksine, birisi de ağız dolusu misk alsa ağzına, pis koku­ dan bahsetse de ağzından misk kokusu duyulur. Sarmısaktan dem vursa bile söz söyledikçe sana Tatar miskinin kokusu gelir. Can, insan vasfından arındı mı, onun kötüsünü de misk say, iyisini de. Ama iyi olmadı mı da, arınmadı mı da onun iyiliğini, heva ve hevesten doğan tüm kötülük bil. Hallac'in küfrü, tevhidden yeğdir, çünkü o perdesiz ola­ rak padişahı görmüştür" (30). S ahife sırasını takip ederken İbtida-name'de şu olayı görüyoruz: "Duymuşsundur bu hikayeyi: Güldürecek birşeydir ama gönül ehli karında güldürecek şey de gerçek olur. Tatar, halktan bir hayli altın almak için iki kişiyi tutmuştu. Onların birisini bağlayıp öldürmek, böylece de öbürünü söyletmek istiyordu. Öbürü kılıçtan korkar, onun definesinin kapısını açar, hangi bucaktaysa söyler, gösterir diyorlardı. Bağlanmış olan, beni neden öldüreceksiniz, kızgın bir halde ne diye bucaktan bucağa sürüklüyorsunuz dedi. Tatar dedi ki : O, bu hali görür, korkar da altın definesi­ nin yerini gösterir. Adam peki dedi, tersini yap, onu öldür de ben korkayım, gizlenmekten, söylememekten vazgeçeyim. 30

1 16

A.g.c. 1 1 1 .


Gümüşten, alnndan, yukarda, aşağıda ne varsa haber ve­ reyim. Tatar bu sözü duyunca hoşuna gitti de kahkahayla gülmeye başladı. Onları azad edip bu sıkıntıdan kurtardı: Bu söz üzerine ikisine de acıyası geldi. Bu sebeplerdir ki Tanrı Peygamber'e, senin ümmetin buyurdu, ümmetler arasında, Lütufl arıma mazhar ettiğim, yakılmaktan kurtardığım ümmettir.

mihnetten,

yanıp

Son ümmet oluşları, bu yüzden de buyruklara uyma­ larıda ayn bir yardımdır, ayn bir lütuf. Önce gelen toplumlar, cezamı gördüler; senin ümmetin bundan korktu. Hepsine de o belfilar ibret oldu; bu yüzden, üşenmeden kulluğuna koyuldular. O çeşit suçlardan çekindiler; birbirlerine bunları haber verdiler. Nuh'un kavmine, Hud'un ümmetine neler oldu: Senin toplumun bütün bunları duydu. Ümmetinden hiçbir kimse o suçu sığınıp yargılanma di­ lemeye imkan bırakmayan öylesi kabahatı işlemedi" (3 1 ). ,,

Sultan Veled, burada da, Tatarı�. işkence, katil ve gasp ol aylanna karıştırmaktadır. Sultan Veled daha sonra şunları yazıyor: "Bahaddin Veled, Belhliler'den incindi; o zevalsiz salta­ nat sahibinin gönlü kırıldı. Hemencecik Tann'dan, ey kutupların padişahlar padişahı 31

lbtida-name, 147-148.

1 17


tek er diye hitap geldi; Dendi ki: Bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya, Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim,belfilarını vereyim. Hak'tan böyle bir hitap işitince, gazap ipliğinin upuzun eğrilip büküldüğünü anlayınca, Belh'ten Hicaz semtine hareket etti; çünkü o sır, iyice tesir etmişti ona. O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi: Tatar, o bölgelere hücum etmiş, İslam askeri bozguna uğramıştı. Belh'i almışlar, o topluluktan hatsiz-hesapsız, bir çok kişiyi ağlata-inlete öldürmüşlerdir. Büyük şehirleri yıkıp yakmışlardı. Tanrı'nın bin türlü azabı vardır" (32). Sultan Veled, dedesi Bahaeddin Veled'den söz ettikten sonra Tatar'ın yani Cengiz Han ordularının İslam askeri yani Harezmşahlar İmparatorluğu sultanı Alaaddin Meh­ med'i bozguna uğrattığını zikrediyor. Olaylar 1 2 1 8- 1 220 seneleri arasında vukubulmuştur. Ulu Arif Çelebi'ye atfedilen Moğollar ile ilgili bir anek­ dot, Eflfilô'de vardır. "Yine Arif Çelebi hazretlerinden (Tanrı onun sırrını kut­ lasın) nakledilir ki: Seyyid hazretleri Kayseri'nin hendeği yanında ilfilıi şarapla mestolmuş oturuyordu. Moğol askeri de şehri yağma ediyordu. Birdenbire heybetli bir Moğol, kılıcını çekerek Seyyid'in hücresine geldi. Ona: "Ey sen kimsin?" diye bağıdı. Seyyid "Ey deine, çünkü sen her ne 32

1 18

A.g.e. 240-24 1 .


kadar Moğol kıyafetine bürünmüşsen de bizce mfilfimsun, çünkü ben senin kim olduğunu biliyorum" buyurdu. Moğol derhal atından inip baş koydu, biraz oturup gitti. Seyyid'in yanında bulunan arkadaşlar (eshab) o adam hakkında sor­ guda bulundular. Seyyid: "Hırka içinde saklı olan bu adam, Tanrı kubbeleriyle örtülü olanlardandır" dedi. Bir an sonra bu adam döndü, Seyyid'in ayağına birkaç dinar saçıp başını açtı, mürit olup gitti" (33). Böyle bir olay şüphesiz vuku bulmamıştır. Ancak, Ana­ dolu Türklüğü'nün kardeş de olsa Moğol kültürünün kaba kuvvetine karşı moral, maneviyat üstünlüğünü isbat etmek­ tedir. İman gücünün müstevli ve düşman karşısındaki faaliyeti vurgul�ıyor.

33

A.Eflaki, 1, 64.

1 19



VII. BÖLÜM OSMAN�I�AR'IN KU�ULUŞ_ ��NEMİNDEN iTiBAREN TURKÇULUK A) MESEL��İN T�RİHÇİLER AÇISINDAN DEGERLENDIRILMESI Merhum hocam prof. Dr. Mustafa Akdağ Türkiye Selçukluları'nın son dönemi ile Osmanlılar'ın ilk devirlerin­ deki milliyetçilik ve Türkçülük hareketlerini kendisine has bir uslupla bir tarihçi açısından anlatır:

·� xııı. yüzyılın ortalarından XV. yüzyılın ortalarına �adar olan Türk sosyal tarihinde, belki ilk kez, olumlaşan pek önemli bir olay da, milliyetçi bilincin hislere hükmeder olmasıdır. İnsanları tek bir Allah'ın kulu ve birbirlerinin kardeşi olarak ilan eden Hıristiyan ve Müslüman dinlerin şu prensiplerine aykırı olan modem manadaki milliyetçiliğin, Anadolu Türk toplumunda, neden bu kadar erken şuura geldiğini düşünürken, her halde Anadolu gibi kapalı doğal sınırlara sahip bir kıtayı dolduran Oğuz Türklerinin, Müslüman Doğu ile Hıristiyan Batı'nın ara yerinde pek ka­ rakteristik toplumsal özellikler kazanmalarının böyle bir oluşmaya elverişli ortamı hazırlamış bulunduğunu kabul edeceğiz. Fakat, Türkiye'de milliyetçilik bilincini doğurtan iki önemli olaydan birisi, Selçuklu idaresine hep İran'dan gelen ve yaylacı Anadolu halkını, kaba, cahil ve hor gören "yabancı" sınıfın, çıkarcı, kendini beğenmiş tavır ve diğeri de, Moğolların uyguladıkları zalimane idare siyasetidir. Selçuklu oğullarının, öz Türk oldukları halde, devletin yönetici kadros�nu Horasanlı ve İranlı yabancıları doldur­ malarına sebeb, Türkmen halk yığınlarının hükümet idare edecek bilgi ve kültüre sahip olmayışları ve özellikle Anado­ lu 'daki yeni gelişen medreselerin Selçuklu bürokrasisine 121


yeterli elemanlar verecek seviyeye gelememiş bulun­ masıydı. Memleket İlhani esaretine düştükten sonra da, Anadolu Türkü'nü doğudan gelenlere idare ettirme siyaseti­ ne Moğollar, Selçuklu sultanlarından daha fazla bir titizlikle sarıldılar. XIII. yüzyılın son yarısındaki Anadolu tarihini kendi görgülerine dayanarak yazan Ak.sarayi'nin, doğudan Ana­ dolu 'ya rahat bir hayat ve bol servet sahibi olmak üzere kopup gelen bu doğu yabancıları hakkında kitabına geçirdiği.ifadelerinin kendi devrindeki bütün yerli aydınların şikayetlerinin birer yansıtı olduğu şüphe götürmez. O, "Anadolu gerçi gariplere melce ve rahat ve istirahat yeridir ama bizzat kendisi-yani Anadolu-günü aç geçen bir sevgili­ dir" diyordu. Ona göre, Irak, Azerbaycan ve Horasan'dan "Her kimin dimağında fesat belirir ve tahakküm etmek ister, kendi muhitinde halkı içinde bir şey yapamaz, gelir Anado­ lu'da mansıp alır ve sonra burayı birbirine katar"dı.

Koltuğunda Moğollar'a hizmet ederek oturmak için, Selçuklu Sultanı'nı ihanetle onlara öldürten Muineddin Per­ vane, bir müddet sonra, kendisi de ·onların ölüm pençesine düştüğü vakit, memlekette Horasanlılar, yam İranlı Rical ve Moğollar bulundukça huzur bulmaya imkan olmadığını söylerken de, gene Anadolu halkının duygularını ifade etmiş oluyordu. Selçuklu şehzadelerinden Siyavuş (Cimri) Karaman Türkleri'nin yardımı ile, Konya şehrine girip, zorla tahta oturduğu zaman, Anadolu halkının gönlünü elde etmek için, Türkçe'yi devletin resmi dili yapacağını ve Moğolları mem­ leketten sürüp çıkarmak üzere, hemen Erzurum'a hareket edeceğini ilan etmişti ki, bu da, Moğol işgaline ve yabancı kültürüne karşı milli bilinçte nasıl bir tepki doğduğunu isbat etmektedir. -��lçuklu Hanedanı'nın silinmesi ve Moğol siyasi 1 22


nüfuzunun da birden bire çökmesi üzerine, memlekette ha­ kiki bir sosyal devrim oldu; ve bu sayede meydana çıkan "Anadolu Beylikleri" rejiminin hükümetcikleri saf Türkçeyi resmi dil yaptıktan başka, devlet kadrolarını da yerli aydınlara kurdurttular. Artık, Arapça ve Farsça atılıp, resmi dil Türkçe olduktan ve Beylikler rejiminin hükümet sistemi de zaruri olarak <laha mütevazi ve basit hale konduktan sonra, Anadolu medreselerinin, ana dili halis Türkçe olan, danişmendleri varken, elbette Iraklı, İranlı, Horasanlı, Arapça ve Farsça inşa üstadlarına lüzum yoktu. Hatta pek sade bir Türkçe ile konuşan Anadolu halk kitlelerine kendi öz dilleriyle telkinler yapmak ve Türkçe şiirler yazmak tek­ kelere daha büyük başarı sağlamakta olduğundan, artık doğudan "veli ve derviş" akını da durmuştu. Şu halde, Bey­ likler devri Türk cemiyetine Müslüman Doğu'nun bundan sonra da devam eden etkileri, artık dinin, şeriatın ve tarihi bağların gerektirdiği ölçüden fazla değildi. P�vletin orduları ise, öz Türk soyundan olanlardan ibaret builunuyordu. Farsça ve Arapça ile birlikte, doğudan gelenler de kıymetten düşmüşlerdi. Arap ve İran dil ve edebiyatının baskısından kurtulan yeni Türk toplumunda aydın zümre milliyetçi bir­ heyecanla yüklü idiler ve bize bıraktıkları eserleri bunu isbat etmektedir. Örneğin, İbni Bibi'nin tarihini Farsça'dan Türkçe'ye çeviren, Yazıcızade Ali'nin bu çeviriye aslında olmayanları katması, kendi milli duygularının taşkınlığından ileri geliyordu." "Ahmetliye", "Muhammediye", "Mevlid" kitaplarının yazarlarında da aynı milli ruhun bulunduğu bir gerçektir. Daha sonra gelen Aşık Paşazade, Mehmet Neşri, Türklükleriyle öğünüyorlardı. Hele XVI. yüzyılın ilk yirmi beşine kadar yaşamış olan Kemal Paşazade, Türkiye Tari­ hi'nde çağımız milliyet ve vatan anlayışının ilk ve birinci büyük şahsiyetidir" ( 1 ) . Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, il, Ankara 1 97 1 , s. 5-8.

1 23


Türk Edebiyatı tarihindeki milli terennümlerin ve mil­ liyetçi hareketlerin eski ve derin mazisini kitabımızın birinci ve ikinci bölümlerinde görmüş bulunuyoruz: Merhum Nihad Sami Banarlı ise edebiyat tarihçisi olarak olayları değerlendirir: Daha Göktürk Kitabeleri'nde kendile­ rini Çin medeniyetinin uyuşturucu şehir hayatına kaptırarak, milli yurddan ve milli benlikten uzaklaşan bir kısım Türkler'e karşı: "Ey Türk milleti titre. Ve kendine dön" diye haykıran Bilge Kağan'ın bu canlı hitabesi, o tarihe kadar yer yüzünde rastlanmamış derecede kuvvetli bir milli iman taşıyordu. Türk dilinin Arabi ve Farisi tesirleri karşısında ihmal ve hatta terkedilmesi milli bütün ·gelişme için tehlike olabilirdi. Xl.nci asırda Kaşgarlı Mahmud'un, XII nci asırda Fahred­ din Mubarekşah'ın bu tehlikenin önüne geçmek için giriştikleri büyük ve değerli hareket de yine milli imanın canlı ve ehemmiyetli tezahürlerindendi. XIII neti asır sonlarında Anadolu Karaman Beyliği'nin ve hemen onun ardından Osmanlı Devleti'nin Türkçe'yi ye­ niden resmi dil olarak ilan ve i'Ia edişleri de, bu beylikler ülkelerinde çok mesut sonuçlar veren bir "Türkçeye dönüş" hareketi yaratmıştı ki bu hareketin de sebebleri yine milli te­ melellere dayanıyordu. Gülşehri gibi, Aşık Paşa gibi XIV neti asır Anadolu şairlerinin, Türk dilinin ihyası uğrunda giriştikleri istekli çalışmalarda yine tamamiyle onların muhitinde esen, Türk­ çe'ye ve Türklüğe kıymet verici bir milli havanın eseriydi. XV nci asrın büyük Çağatay şairi Ali Şir Nevfil'nin de ne ölçüde milliyetçi bir san'atkar olduğu onun Türk dili ve Türk Milleti için çalışmalarının nasıl bir milli heyecan ve bir milli şuurla birleştiği yine kitabımızın Nevai'ye ait bölü­ münde ehemmiyetle temas edilen hakikatlerdendir.

1 24


Osmanlı İmparatorluğu dahilinde Aydınlı Visfili, Tatvanlı Mahremi, Edirneli Nazmi gibi bir kısım XV. ve XVI. ncı asır şairlerinin katıksız bir Tiirkçe ile şiir söylemek is­ teyişleri, sebebi her ne olursa olsun : Öz Türkçe'nin, Os­ manlı Topluluğu'nda devamlı bir hayata sahip olduğunun açık delilidir" (2). Bizim tesbitlerimize göre de, Osmanlılar'ın ilk devirlerin­ den itibaren bütün yüzyıllar boyunca Türk kelimesi, mefhu­ mu devamlı olarak kullanılmıştır: Tabiatiyle kullanılmıştır veya öğünme vesilesi olarak kullanılmıştır. Yüzlerce, bin­ lerce misalden bazılarını zikredelim: Mesela, Osmanlı tarihihin ilk devirlerini yazan �eşri bunlardan biridir. Çok kıymetli bir kaynak olan Kitab-ı Ci­ hannuma'da Osmanlılar'ı şu şekilde Türk Tarihi'ne bağlar: "Hususa Türki lisanda. Pes İbtida-i alemden, nakl müsaade itdükçe, ila-yevmina haza tesvid idüb cemi'-i aleme vukuf virdüği-çün Kitab-ı Cihannüma deyü ad virdüm. B i-hamdi'llahi ve'l-minne ki, sultan-i azam ve hakan-ı muazzam, mefhar-i müluk il-arab ve'l-acem, zıl lu'llahi fi'l-alem, es-sultan ibn üs-sultan Sultan-i zıl lu'llahi fi'l-alem, es-sultan ibn üs-sultan Sultan Mehmed bin Gazi'nun eyyam-ı devletinde ve saye-i ma'deletinde, beyaza gelüb kitab-ı ffilıir ve bahr-i zfilıir oldu. Andan (sonra) sul­ tan B ayezid Han Gazi'nün, ebbedalluhu devletehu, ecdadı, Al-i Osman'un tarihini bu kitab-ı Cihannuma'da ta Oğuz Handan beru anun ahvalin ve evladın kısm-ı sadisde ifraz itdüm. Taki, sem-i şerifle müşerref olub hatime-i kitab hayırla muhtetem ola, Amin ya Rabbe'l-filemin Ve kısm-ı sadis evlad-ı Oğuz Han-ı Türki evladın ve ahvalin usuliyle ve füruiyle beyan ider. Ve bu kısım üç tabakaya münka­ semdür. Tabaka-i Ola, Ensab-ı evlad-ı Oğuz Han beyanın­ dadur. Tabaka-i saniye, Selatin-i fil-i Osman Gaziyi beyan 2

N.S.

Banarlı , 330.

125


eder" (3). Osmanlılar'ın kuruluş dönemini yazan Oruc Bey'den de pasajlar alalım: "Osmanlı aslındandır".

Hanedanı

Oğuz

neslinden

ve

Sam

"... Oğuz tayfası göçebe Yörük tayfası idi".

"Vardılar, oğlan devşirdiler, Getirip Anadolu'da Türk kavmine üleştirdiler. Çift sürdüler. Bunlar hizmet gördüler ve Türkçe öğrendiler" " ... Üç taraftan yürüyüp Sırp askeri gafil yatarken davul­ lar vurdurarak gece baskını yaptı. Sarhoş asker yatarken Türk geldi diye korkuya kapılıp atlan ürktü". "İnceğiz tarafına vardılar. Poline derler bir hisar vardır. Türkler ona "Tanrı Yıktığı" derler... ". "Arap, Acem, Hind, Sind, Hatay, Hotan Çin, Maçin, Türkistan bütün doğu tarafını gezdiler". " ... 10.000 kişiyle hızla gelip Niğebolu üzerinde buluştu. Sarhoş kafirler gafil yatarken baskın ettiler, kılıç koşdular. Kafirler Türk geldi diye korkuya düşüp birbirini kırdı" (4). il. Murad zamanında ( 142 1 - 145 1 ) yaşamış olan Şair Zaifi'nin hükümdarın askeri faaliyetlerinden bahseden Ç.Jazavatnamesinde Türk adının pek çok geçtiği beyitlerden bazılarını alalım:

"Şu resm ile ederler Türk ile cengi Ki yakut ola yeryüzü rengi (5) Erişti yollan tuttu Murad Han 3

4 5

1 26

Neşri, Kitab-ı Cihannuma, 1. Ankara, 1 949, Oruç Bey Tarihi, 1 8, 2 1 ,42,44, 11 2,5 1 . Zaifi, Gazavatnarne, V. 33-a/836. beyit.

s.

7


Hezaren cehd ile kunardı ol can Cihanın içi Türk olsa Seraser Seninle cenkte olmaya beraber" (6)

fatih Sultan Mehmed ( 1 45 1- 148 1 ) bilindiği gibi edebiyat erbabı bir hükümdardır. O, şiirleri ile de ünlüdür. Fatih'in Türk'ü zirkettiği beyitleri: "Gör ol Türk-i Hatayi nuş kılmış côm-ı şahbayı Saiar dil mülketine Türk(ü) tôz-i kati ü yagmayı" "Şarap kadehini içmiş 'Türk-i Hatay" gör seyret, o güzeli, Ki o gönül ülkesine kati ve yagmayı salar" (7).

_IÇ__ruıu.ı:ıı. Sul� Süleyman zamanında Şfilr Figani bu ünlü hükümdarı güneşe benzeterek, Türk olarak onunla açıkça öğünür: "Türk-i felek nitekim olup destine keman Nahcir kasdına ata her canibe hadeng" (8). , il. Murad zamanında İbn Bibi'nin Farsça Selçuklu Tari­

hini Türçeye çeviren Y azıcızade Ali, eserine Oğuz boy­ larının isimleri de eklemiştir. Yazıcızade tercümesinde Türk, Türkmen ve Oğuz kelimelerini sık sık kullanır: "Sultan (1. Gıyaseddin Keyhüsrev) ile Frenk düelloya başladığında bir çok kimse seyre geldi "Fil cümle Türk ve Rum ol meydanın etrafına hazır olup cümle iki �itik oldu­ lar". Tahta çıktıktan sonra evvelki niyeti olan 'Gürcistan'a sefer yapmağ'ı hatırl ayan Rükneddin S ü leyman kardeşlerine haber salar ve yardım ister. Kardeşi "Melik Muiddin Tuğrul Şah ki kardeşi ve Eblistan melikiydi. Mec6 A.g.e. V, 376/952 beyit. 7 8

Kemal Edip Ünsal, Fatih'in Şiirleri, Ankara, 1 946, s. 72-73. Abdülkadir Karahan, Kanunu S.S. Çağı Şairlerinden Figani ve Divançesi, İstanbul, 1966, s. 5

1 27


muundan önden Ağaç eri Türk:i çeri birle fermana imtisal kılup sultan hizmetine geldi". 1. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Antalya fethi öncesi şöyle ferman çıkarılır: "Etraf memfüike asak.ir cem'içun nameler kaleme getüreler ta ne denlü etrak. ve ekrat leşkeri ve gayrı tavayif varsa filat ve adde ve ehbet kamil birle salta­ nat dergahı hizmetine hazır olalar".

Sultan (1. Gıyaseddin) Antalya kuşatmasında taarru z için hazır olmasını ferman buyurduğunda "cümle ümera ve nevak.ir ve etrak. ve ekrat işidip bildiler ki eğerçi karınca gibi sultan fermanına bel bağlamışlardı". Alaşehir seferi esnasında: "Bu taraftan sultanın çerileri Türk ve Türkmen Alpleri ve bahadırları bahr-ı ahdar gibi karcaşıp alaylar düzdüler". İzzeddin Keykavus l'un mahiyetindekiler: "Miktarınca mahrı1 kullar ve kımaklar ve altun bedreleri (?) Arabi ve Türk:i atlan tertip edip p:işkeş çekdiler mahalli kabulde düşüp vişak. ve havet haneye ve hazayine ve ahOra teslim olundu,, Sultan İzzeddin Keykavus 1. Aksaray'a geldi bir müddet orada dinlendi; "Aksaray'ın uluları ve ayanı çetr-i humayun ve bargah-ı meymOna, istikbal kıldılar ve feravan saçu saçtılar ve şad:ilik kıldılar ve cümle anun vülasına iltizam gösterdiler çün ol zamanda ekser etrak. ol etrafda mütemek­ kin olmuşlardı" . İzzettin Keykavus 1. "Evci ve gerci (?) etrafı Etrak.ının beğlerin saltanat der­ gahı hizmetine davet etti" ve herbirinin beğliğini tecd:id etti. Sultan İzzettin Keykavus I'un kasıtlarına Sinop halkı şu cevabı verir: "Eğer Kyr'ul Kesa tutsak olduysa anun ulu erişmiş oğulları vardır ki her biri kişvedarlık adabıyla arasta 128


caniyet ve Trabzon'da dururlar anlardan birini padişah ede­ riz ve bu memleketi Türk'e ve müsülmanlara vermezüz de­ diler". "Beş yüz bölük başlan Türk ve Kürt ve Kazvini ve Dey-:­ lemi ve Rus ve Rumi ki her biri be's ve heybet içinde münker-i didar ve nekir-i kirdar idiler". Antalya'daki Rumların isyanını duyan sultan İzzettin Keykavus 1. her tarafa haber saldı: "Sehl müddet içinde Kay ve B ayat ve B ayundur ve Salur ve gayrı boylardan çokluk çeri ve rical kalermal (?) Konya'nın sahari ve berasine gelüp nüzul kıldılar" S ultan (İzzettin Keykavus 1.) baharda Kayseri şehrine geldi. "Bu esnada Sis etrafının haraccılan Sis Tekuri Lifon­ Cian şikayet temam birle müracaat edüp dergah-ı aliye geldi­ ler hızane yazıcıları bu ma'nii dergah-ı saltanat hizmetine arz ettiler. Sultan bu haberi Istimainden gayette gazaba gelüp hamiyyet daman harekete geldi. Gayib beğleri hazır edüp bu kaziyyei anlara dedi. Mecmu'eyittiler ki ol bedgiş ve bi edebe zecr ve güşmaI etmeklik gayet maslahattır. ama bu mevsimde an un iline girmek issi den ve uyezden ve sivri si­ nekden gayet mutaamzdır. Zira ki, çerilerimiz akvam-ı Etrak'tır ve yayılan yerlere mutaavvid olmuşlardır. "Mecmu, nedimleri fuzeıa ve şuara ve ehl-işirin zeban kişileri kendüzi dahi enva' istı'dad ve menakib birle araste idi. Ve şiir dahi eydurdi. Vakitlerdeki tab'-ı silsal ve muayyen ve zülal-ı mubeyyininden dfı beyte şiir ki eyderdi ve şarab sohbetinde inşiid ederdi meşhurlarından işbunlardır ki zikr olunur. Her çend ki kendüzi Türki el-asll ve Oğuz sultanlardandı amma çi.in ol vakt ki dahi Türki şiir yoğidi ve Acem ikliminden gelmişlerdi. Ekser evkiid Farisi söylerlerdi Farisi eyderdi". Hüsamettin Çoban : "Cihanı bu etraka Tünun eyleyem

1 29


dedi" (9). Osmanlı imparatorluğu zamanında ilim ve fikir adam­ larının, devletin selefi Selçuklular'a karşı ilgisi sadece XIV. yüzyılda Yazıcızade ile kalmadı. Müteakip yüzyıllarda da Selçuklu tarihleri kaleme alınmıştır. Bunlardan biri de Ahmed b. Mahmud (Ölm. 1 570) dur. Bu kaynağı ilim alemine kazandıran Prof. Dr. Erdoğan Merçil, şu satırları yazar: ;'Eserin Önemi : Eserin umumi: Selçuklu tarihi bakımından değeri bahis konusu olduğunda, ilk nazarda, Ahmet b. Mahmfid'un Selçuknamesi'nin son zamanlarda artık iyice malum olan selçuklu tarihinin ana kaynaklan ile yetinmekten ileri gitmediği anlaşılıyor. Bu bakımdan henüz bulunamayan eski kaynakların hiçbirinden faydalandığım gösterecek herhangi bir delil mevcud olmadığı gözönüne alınarak ehemmiyetsiz addedilmesi mümkün gibi görülürse de XVI. yüzyıl içinde bilhassa Büyük Selçuklu tarihini mevzu edinen bir Osmanlı müellifinin mevcut olması ve Arapça kaleme alınan eserin Türkçeye de çevrilmiş bulun­ ması vakıası bile dikkati çekecek bir önemi haizdir. Eserin dilinin arzettiği ehemmiyet yanında belirtilmesi gereken bir cihet de, onun bir bakımdan XV. yüzyılda Yazıcı-zade Ali'nin daha ziyade Anadolu Selçukluhlan'm mevzu edinen eserini, Büyük Selçuklu tarihinin de ilavesi ile tamamlamış addedilebileceği keyfiyetidir. Bu bakımdan Yazıcı-zade'nin tarihinin tam tersi ve ilmi: noktadan da onun tamam­ layıcısıdır. İhtiva ettiği mufassal ve doğru mfı[fimat ile Büyük Selçuklular tarihi hakkında yazılmış tercüme dahi olsa, ilk Türkçe eseri teşkil etmesi eserin kıymet ve önemini artıran bir husus sayılmak gerekir. Aynca müellif eserini Büyük Selçuklular'dan başlayarak Osmanlı Devleti'nin ku­ ruluşuna kadar getiriyor. Böylece eser, o devirde bir 9

1 30

Yazıcızade Tevarih-i Al-i Selçuk (neşr Houstrna), Leiden, 1902, s. 42 5 7 ,82,84,92,98, l 07, 1 08 , l 3 3 ,202, 1 24, 142,2 1 6, 3 3 6 .


müellifin Türk devletlerinin devamlılık hususiyetini anlamış ve bir tarih şuuruna sahip olmasını göstermesi bakımından da önemlidir" ( 1 0) . Selçuk-Name'den pasajlar: " . . . (Mes'ud Bilali). Sonra yanlarında olan askerden başka, Türkmenler'den de biraz ordu topladılar". " Sultan Mes'ud, Muktefi de bu sözünde durmuştu. Çünkü S elçuklu ailesi Türkler'den olduğu için Türk evladının kul olmasından Selçuklu emirleri utanç ve onları kullandıklarından büyüklük hissi duymakta idiler". "Halife Muktefi'nin sağ tarafı Alp Kuş'un sol kruıadına hücum ederek o taraftaki Türkmen Beylerini yerinden ayırdılar ve dağıtarak geriye sürdüler . . . İrak Mes'ud Bilali'nin ve Türkmenler'in elinden ve kötülüklerinden kur­ tuldu". "O da (Emir Zeyne'd -Din Ali Küçük) Sultan'ın emrine uyarak, Türkler ve Kürdler'den oluşan kalabalık bir ordu ve sayısız silah ile geldi". "Vezir Cel:ile'd-Din'in sol kanadında Emir Mahmud b. Bercem ile Türkmen ve Kürt askerleri vardı". "(İnanç) Hatun orada kaldı. Sultan Tuğrul Türkmen as­ kerleri ile o ülkeyi harabeye çevirmişti. Kızıl-Arslan Hemedan'dan harek�te geçti". "Sultan Tuğrul, iki yıl o kalede hapis ve kurtulmaktan ümidini kesmiş olarak kaldı. O kalenin yanında Türkmenler'den Mahmud b. Anasıoğlu denilen bir emir vardı". "Ebu Bekr, S�ltan Tuğrul'un kurtulduğunu ve Tebriz üzerine yürüdüğünü işitince, acele ardından gitti. Sultan Tuğrul yenilerek firar etti. Irak'a gidip, Zencarı'a ulaştı. 10

Ahmed Bin Mahmud, Selçuk-name 1,

İstanbul 1977, s.XV-XVII. 131


"Sultan Tuğrul, Kafşud oğulları ve türkmen askerleri ile Hemedan'a gider iken, Kazvin'e geldi". "Gürcü melikesi ve diğer beyler, bunların bu sözlerini kabul ederek, hazırlık ve asker toplamakla meşgul oldular. Şirvanşah'a mektup göndererek "Asker topla ve hazır ol, bizleri karşıla" dediler. Ömer'e tabi olan Arrar askerlerinden ve Türkmenlerden de bir topluluk geldiler, bunlarla birleş­ tiler". " ... Bunlardan biri de Kutalmış b, İsrfill b. Selçuk idi. Horasan'a geldiklerinde Nesa hududuna indiler" . " ... Hita sultanı Gürhan bu sözleri işitince, Sultan Sen­ cer'e mektup yazıp, Karluk Türkleri için şefaat ve onlara merhamet ve şefkat talep etti...". "Emir Çavlı Candar ve Zencan Sahibi Sungur onunla Isfahan'da birleştiler. Onlar yaz oluncaya kadar orada kaldılar, hazırlık gördüler. Bunlara Mengü-Bars'ın Türk or­ dusu ile Fars'dan Sultan Mes'ud üzerine yürüdüğü haberi geldi" ( 1 1). Osmanlı tarihlerinde "Türk" çok sık geçer. Bir örnek daha verelim. Tiryaki Hasan Paşa (Ölm. 1 6 1 1 )'n�n kahra­ manlıklarından bahseden "Gazavat-name"de şu pasajları okuyoruz: "Bu vaziyet karşısında Avusturya Kralı, Sigetvar tarafına bütün ordusunu göndererek, Müslümanlardan intikam almak için Türklerin elinde bulunan Berzence, Bobofça ve Kapoşvar adlı müstahkem kaleleri nice defa yağma ve tahrip ettirip, Müslüman halka çeşitli hakaretlerde bulundu. Bunun üzerine, yedi iklimin padişahı, Hasan Bey'i, Sigetvar sancağına tayin ve sancağın bütün işlerini üzerine tevdi etti". 11

1 32

A.g.e. i l , 87,84,85 ,89,9 1 , 1 27 , 1 29 , 1 3 1 , 1 3 3, 1 4 1 ,49,64.


Osmanlı tarihlerinde dikkati çeken bir husus da, düşmanların bizden bahsederlerken daha çok Türk diye bahsetmeleridir. Yine Gazavat-name'den bir örnek verelim: "Orada kafirlerin hazır dört beş bin piyadesi varmış. Gazilere karşı gelip akşama değin büyük bir savaş çıkardılar. Sonunda Hasan Paşa: - Gaziler, erlik ise ancak olur. Kaleye gelin, dedi. Gaziler de Bark suyunu geçerek yatsı vaktine kadar tufan cengini eylediler. Kafirler bu hali gördüler. Kral Ferdi­ nand'a gelip: - Devletlfi kral hazretleri, Türkler bize uğursuz hile yaptılar. Topumuz yoktur diye bize hile eylediler. Çadırları­ mız payimfil oldu. Eğer bir mikdar piyademiz hazır bulun­ mazsa, işimizi tamam ederler. Şimdi bunlara aman ver­ meyelim. Hepsini kıralım. Aleme ibret olsun, dediler. Kral Ferdinand: - Göreyim sizi, intikam günüdür, dedi" ( 1 2) .

. B) BİR E_D EBİY AT TARİHÇİ�� OL�RAK NiHAD SAMI BANARLI'NIN GORUŞLERI l. Aşık Paşa (1272-1333) XIV. yüzyılın Türk dili için çalışan ve Türk dili ede­ biyatının inkişafına değerli hizmetlerde bulunan diğer mühim bir şairi de Aşık Paşa'dır. Aşık Paşa XIII neti asır Anadolusu'nun eski ve nüfuzlu bir ailesine mensuptur. Bu aile Anadolu'ya Horasandan gelmiştir. Böylelikle Azeri Türkçesinin "Hasanoğlu"su, Anadolu edebiyatının kurucü­ larından biri olan; Aşık Paşa'nın da, Horasanlı bir Türk ai­ lesine mensup olması, dikkate değer bir noktadır. 1 2 Kanije

Savunması, İstanbul,

1978,

s. 144.

133


Aşık Paşa'nın, bugün bilinen en eski ceddi, Baba Ilyas bin Ali-el Horasani'dir. Baba İlyas'ın Amasya'da yerleşmiş büyük bir şeyh olduğu ve müridlerine Babfil denildiği bilin­ mektedir. Baba İlyas'ın tesiri altında yetişerek, şeyhlikle, şahlığı birleştirmek sevdasına düşen ve ihtilfilci bir şahsiyet olan Baba İshak'ın etrafındaki kesif Türkmenlerle birlikte isyan ederek, bir aralık Anadolu Selçuklularını müşkül bir duruma düşürdüğü de malumdur. Aşık Paşa'nın babası olduğu rivayet edilen baba Muh­ lis'in ise Konya'da altı ay kadar padişahlık yaptıktan sonra, bu saltanatı Karaman oğullarına bıraktığı yine bu asra ait ri­ vayetler arasındadır. Baba Muhlis tarihi kaynaklarda Muhlis Paşa unvaniyle anılmaktadır. Asıl ismi Ali olan Aşık Paşa, 1 27 1 'de doğmuş ve muhte­ melen Kırşehir'de iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Kırşehir, Aşık Paşa'nın yaşadığı tarihlerde, Anadolu'nun iktisadi ve medeni merkezlerinden biriydi. Devrin en güzel rrıimari eserleriyle süslü, büyük ve zengin binaları ve çeşitli medeni imkanları olan bu şehrin nkir ve edebiyat alanında da yine mühim bir durumda olduğu anlaşılmaktadır. Şeyh Ahmed Gülşehri'nin bu şehirde yetişmesi, aynca bu şehirde daha bir çok büyük ve meşhur tekkelerin kurulu olması Aşık Paşa'nın fikri ve edebi terbiyesini nasıl bir muhitten aldığı veya nasıl bir muhitte geliştirdiği hakkında kafi bir bilgi vermektedir. Nitekim, bu tarihlerde, Kırşehir'in en mühim müessese­ lerinden biri de bizzat etrafından bir çok müridler toplanan Aşık Paşa zaviyesidir. Çeşitli tarikatların birbirleriyle de­ vamlı bir rekabet halinde bulundukları bu havalide Aşık Paşa büyük bir tesir bırakmış Aşık Paşa ailesi, Aşık Paşazade gibi daha birtakım mühim ve edebi simalarda yetiştirerek ve Aşık Paşa vakıflarının mütevellisi olarak 1 34


uzun ömürlü bir aile halinde Kırşehir'de yaşamışlardır. Türk edebiyau tarihinde de ciddi bir mevki işgal eden Aşık Paşa'nın Kırşehir dışında tepeler üstünde bulunan eski ve büyük bir mezarlıkta, mimari ehemmiyeti büyük, bir türbesi vardır. Vefan 1 333 yılına tesadüf etmektedir. Aşık Paşa'nın Anadolu'daki devamlı ve geniş şöhreti, şairliğinin kudretinden ziyade sofiliği dolayisiyledir. Ana­ dolu'da tasavvuf cereyanının çeşitli tarihi ve içtimai buhran­ ları arasında gelişerek, yer yer ve çeşit çeşit müesseseleştiği XIII. yüzyıl gibi bir dağdağa asrında yetişen Aşık Paşa'nın çok kuvvetli bir tasavvuf terbiyesine sahip bulunması, pek tabii bir hadisedir. Mevlana gibi, S ultan Veled gibi, Hacı Bektaş Veli gibi, Yunus Emre, Ahi Evren, Şeyh Süleyman gibi büyük ve tanınmış Anadolu sofileriyle çağdaş bir sima olan ve bilhassa büyük bir sofi ailesine mensup bulunan Aşık Paşa'nın derini, fikri terbiyesi üzerinde ailesi kadar ıpuhitinin de büyük tesirler bırakt�ğı aşikardır.

Bundan başka, kuvvetli bir tahsil görerek Arabça, Farsça gibi ilim ve san'at lisanlarından gayri İbranice ve Ermeni­ ce'ye de aşina idi. Aşık Paşa, bir çok Şark inanışlarını çok iyi biliyor ve türk sofileri kadar büyük İran mutasavvıfı Semai'nin aynı adı taşıyan bir eserinden almıştı.

Bir panteist olmakla beraber, tasavvufi inanışlarını ehl-i sünnet inanışlarıyle birleştirmeğe çalışan ve etra':"ma topla­ nanlara böyle bulunduğu anlaşılan bu sanatkann Acemce gibi, tasavvufi söyleyişler için o derece işlenmiş bir sanat lisanını koyarak, eserini Türk dili ile yazması asla bir tesadüf eseri değildir. B unun en mühim sebebi daha önce Mevıana'ya, S ultan Veled'e Türkçe şiirler söylemek lüzumunu hissettiren hadisedir. Yani Türkçenin, bu çağlardaki Orta Anadolu halkının ana lisanı oluşu, kesif Türkmen boylan'nın ancak bu lisana değer verdirecek ölçüdeki milli ve kuvvetli mevcudiyetleridir. 1 35


Görülüyor ki, Aşık Paşa, her şeyden önce XTII. yüzyıl sonu ve XIV.ncü asır başı Anadolusunda, halk kütlelerine sofiyane telakkiler sunmaya, onlara Hak yolunu göstermek, yanlış yollara sapmalarına mani olmak gayeleriyle manzum öğütler vermeğe çalışan bir türk mutasavvıfıdır. Fakat, bu şairin, eserlerini meydana getirirken Türkçeyi halk kütlelerine hitabı mümkün kılan bir dil olduğu için kul­ lanmakla beraber bu dile layık olduğu kıymeti veren ve ver­ dirmeğe gayret eden, milli dile hizmet etmiş ve milli bir va­ zife görmüş, müstesna bir şahsiyet olduğu da inkar edilmez bir hakikattir. Aşık Paşa, Garibname isimli eserinde: Türk diline kimesne bahnaz idi Türklere her kiz gönül ahnaz idi Türk dahi bilmez idi bu dilleri

1nce yolu ol ulu mezilleri. Gibi mısralarla, Türkçenin o çağlarda nasıl ihmal edilmiş olduğunu, hatta bu yüzden Türkler'e bile gönül verilme­ diğini, hatta bizzat Türkler'in bile bu güzel ve ince dili bil­ mediklerini söylemektedir. Kendisi-sebebi ne olursa olsun­ eserini Türk dili ile vermek suretiyle ana dilinin, türk illerin­ de uğradığı bu talihsizliğin önüne geçmeğe gayret edenler arasında yer almaktadır. Bununla beraber, Aşık Paşa, Türk dilini kullanırken büyük bir muvaffakiyet gösterememiş, bilhassa Türkçeyi aruz veznine yerleştirmekte bir hayli zorluk çekmiştir. Esa­ sen, Aşık Paşa, şair ve sanatkar olmak bakımından zayıf bir şahsiyettir. Hayalleri dar ve söyleyişi lirik özelliklerden mahrumdur. Tamamiyle didaktik mahiyette olan eserlerinin yegane çekici tarafı, inanmış ve samimi bir insanın oldukça geniş bir kültürle birleştirerek terennüm ehiği mevzuların 1 36


ehemmiyetindedir. İmale ve zihaflarla dolu olan mısralarında is·e aruzun yer yer tatlı bir çetrefillik.le kul­ lanılışı, bir başlangıç devri sanatkarının yine zevkle takip edilebilen meziyetleri anısındadır.

2. Ahmedi: XIV. Yüzyıl Anadolu Türkçesi edebiyatının en büyük şairi olan Ahmedi'nin asıl adı Taceddin İbrahim'dir. Ahmed!, Germiyan Beyliği sahasında ve en kuvvetli bir ih­ timale göre Kütahya'da doğmuştur. Doğduğu tarih kati ola­ rak belli değildir. Ancak onun 1 4 1 3'de seksen yaşını geçerek vefat ettiği düşünülürse şairimizin 1 334 yıllarında doğduğunu tahmin etmek mümkündür. Ahmed!, önce Kütahya'da okumuş, sonra tahsilini iler­ letmek için Mısır'a gitmiştir. Bu asırda Kahire'de zengin bir kültür hayatı bulunduğu için burada esaslı bir tahsil görmüştür. Mısır dönüşünde önce Germiyan Beyi Emir Süleyman'a hocalık yapmış, ondan hürmet ve takdir görmüştür. Daha sonra, Osmanlı hükümdarı ·I. Murad'ın Germiyan'ı elde etmesi üzerine, Ahmed!, Germiyan'a vali olan Yıldırım Bayezid ile tanışmış ve bu büyük hükümdardan da yine hürmet ve iltifat görmüştür.. Fakat her baş vurduğu büyüğün, az sonra kötü akıbetlere uğraması bu sefer de kendini göstermiş ve Aksak Timur-Bayezid hadisesi sonunda Ahmed! bir aralık Timur'un yanında bu­ lunmak zorunda kalmıştır. Ahmed!, gerek şiir ve ilim alanlarındaki şöhreti, gerek zeki ve nüktedan bir san'atkar oluşu gibi sebeblerle .Timur tarafından da takdir edilerek yakın arkadaşlığa kabul olun­ muştur. Fakat şfilr, Yıldırım'ın bu muzaffer rakibini bir türlü sevmemiş ve onun yanında kalmıyarak Yıldırım oğullarından emir Süleyman'ın yanına gitmiştir. Bir aralık Emir Süleyman'la Bursa'da buluşan şair, daha sonra hükümdariyle birlikte Edime sarayına gitmiştir. Ahmedi'nin 1 37


en çok eser verdiği devir, kendisinden en çok iltifat gördüğü bu Emir Süleyman'ın yanında bulunduğu çağlar­ dır. Süleyman'ın ölümünden sonra ise, şair bir aralık Meh­ med Çelebi'ye de intisap etmiş, bu yeni hükümdarına da şiir ve eser sunduğu olmuştur. Şair, 1 4 1 3 te ve yine büyük bir ihtimale göre Kütahya'da ölmüştür.

Edebi Şahsiyeti: Zamanın zengin tasavvuf kültürünü de iyi bilmesine rağmen Ahmedi daha çok din ötesi mevzular terennüm eden bir şairdir. Gazeller, kasideler ve manevi şekliyle aşk mace­ raları yazan bu şairin san'at kaygusu ve san'at anlayışı asrının bütün san'atkarlarından üstündür. Sayı bakımından bu asrın en kabarık eserlerini veren Ahmedi olduğu gibi, bu eserler mısra sayısı bakımından da çok mühim bir yekun vücuda getirmektedir. S an'atkar, mısra sayısı beş bin, on bin, beyti aşan mesneviler üzerinde hiç şüphesiz kaside ve gazellerinde olduğu kadar kuvvetle işlemiş değildir. Fakat geniş kültürü ve İran edebiyatı hakkındaki derin bilgisi bu san'atkara hem bol bir san'at malzemesi, hem de kolay yaz­ mak imkanı vermiştir. Kendisinden evvelki Türk şairlerinden Gülşehri'yi bile beğenmiyen şair, İran san'atk3.rından Nizami ile Selman'a 'karşı bir hayranlık duyduğunu ve hatta onların izinde yürüdüğünü gizlememiştir. Medrese tahsili görerek yetiştiği için, san'atkarın medrese ve şeriat zihniyetine bağlı kaldığı zamanlarda sağlam bir ahlakçılık, İslami bir düşünüş, aşk ve şaraba karşı ahlakçı bir çekingenlik devri yaşadığı, bu çağlara ait eserlerinde görülmektedir. Ancak, hayatının son­ larında, bilhassa Emir Süleyman'ın bol eğlenceli şarab mec­ lislerinde bulunduktan sonra şairin eski telakkileri değişmiş ve Ahmedi eski söyleyişleriyle ölçülemiyecek derecede rindane, babacan bir karakterle, aşk ve şarap şiirleri te­ rennüm etmeğe başlamıştır.

1 38


Ondaki milli vasıflara gelince; Doğu efsanelerini çok iyi bilen Ahmedl'nin eserlerini; menşei Türklere ait masal ve destanlarla da süslemesi; dik­ kate değer bir noktadır. Onun Cemşid ü Hurşid isimli ese­ rinde Dede Korkut hikayeleri ve Köroğlu destanı gibi Türk eSerleriyle müşterek noktalar vardır. Divan edebiyatında güzel kadın gözü; İran edebiyatı tesi­ riyle hemen umumiyetle siyah gözler iken, Ahmedi gözlerini, divan sayfalarından kurtararak hakiki hayata çevirmesini bilmiş ve: Nazar döndürmez idimi hub yüzden Gözüm gidermez idim ala gözden.

Mısralarında görüldüğü gibi, ela gözlü Türk güzelleri için de şiirler söylemiştir. Bu mısralar, Ahmetli'nin pir olduğu demlerde, hayatının zevk ü safa ile geçen zaman­ larından hasretle bahsettiği mısraları arasındadır ki şairin, son zamanlarda elde ettiğimiz "Cemşid ü Hurşid" isimli ese­ rinden alınmıştır. ]Jundan başka, Ahmetli, hikayelerinde savaş kahra­ manlıklarından bahsederken, en kuvvetli askerlerin Türk er­ leri olduğu°'u söylemek lüzumunu duymuş bir san'atkardır: Var anda bin tümen Türk-i kemankeş Ki çıkar ok-ı peykanından ateş

3. Ali Şiir Nevai: Yalnız Orta Asya Türkleri'niıı değil, bütün yüksek zümre _edebiyatımızın en haklı şöhretlerinden biri olan Ali Şir Nevai, 9 Şubat 1441 de Herat'ta doğmuştur. Babası Kiçkine Bahşı veya Kiçkine Bahadır, Uygur kabilesinden ve Uygur bahşılanndandı. Hece vezniyle şiirler söylediği ri­ vayet edilen Kiçkine Bahadur, Timur oğullan sülalesine mensup bir ailenin reisi idi. 1 39


Ali Şir Nevfil, Horasan hükümdarı Ebül-Kaasım Babur tarafından himaye edilerek yetiştirilmiş ve bu arada Hüseyin Baykara ile mektep arkadaşlığı yapmıştı. Edipler, bahşılar arasında yetişen ve büyük bir ilim ve san'at kabiliyetine sahip olan Nevfil, çocukluk arkadaşı Hüseyin Baykara'nın sultan olarak Herat'a yerleşmesinden sonra onun yanına gitmiş ve ölünceye kadar onun yanında kalmıştır. Bu arada Astarabad Emirliği, mühürdarlık, divan beyliği gibi çok yüksek devlet memurluklarında bulunmuş, ehemmiyetli bir siyasi hayatı olmuştur. Daha sonra devlet memuriyetinden feragat ederek ölünceye kadar ilim ve edebiyat işleriyle meşgul olmuştur. Bununla beraber, hükümdarla çok yakın arkadaşlığını, onu gözden düşürmek istiyenlere rağmen, yüksek ve ince zekası sayesinde devam ettirmeğe muvaffak olan şair, devlet vazifelerinden ayrıldıktan sonra da nüfuzunu kaybetmemiştir. Bilakis, ilmi edebi ve fikri değerleri dolayısiyle, hatta eskisinden daha nüfuzlu bir şahsiyet olarak yaşamakta devam etmiştir. Nevai, 3 Aralık 1 50 1 'de Herat'ta ölmüştür. Nevfil'nin ilmi ve Edebi Şahsiyeti: Ali Şir Nevfil, devrinin büyük bir filimi, kudretli bir şfilri, yüksek nüfuzlu bir devlet adamıydı. Umumiyetle çok iyi anlaştıkları Sultan Hüseyin Baykara ile birlikte kendi çağlarındaki Orta Asya Türk ilim ve san'at hayatını çok par­ lak bir !nkişaf ve tekamül devresine ulaştırmışlardı. Memle­ ketin en zengin asilzadelerinden biri olan Nevfil ile Sultan Hüseyin Baykara'nın Herat şehrinde yaptıkları medreseler, hastahaneler ve ilim ve san'at adamlarının toplanabileceği daha başka müesseseler Herat'ta İran, Maveraünnehir ve Horasan'ın en değerli alimlerini toplamış ve devrin en zen­ gin Üniversitelerinden birinin kurulmasına imkan hazırlamıştı. Nevfil'nin Hüseyin Baykara ile ve diğer ilim ve san'at adamlarıyle yaptığı akademik sohbetler ve eğlence meclisleri, bilhassa "Hüseyin Baykara filemleri" çok zengin 140


ve uzun şöhretli toplantılardı. . Şiir san'atı gibi, resim ve musıki san'atlarına da vakıf olan Nevfil, bu meclislerde olduğu kadar kendi devrinde ve kendinden sonraki asırlarda Türk milleti için de her türlü san'at ve tefekkür hayatının en büyük simalarından biri ola­ rak tanınmış ve sevilmişti. Y�adığı müddetçe ve onu takip eden asırlar boyunca Nevfil gıbi güzel şiir söylemek veya Nevai gibi sohbet adamı olup, güzel konuşmak söz ve san'at adamlarının idealleri arasında idi. Nevfil, kendisini seven, ilim ve san'attaki değer ve kudretini takdir eden mu­ hitinden aldığı kuvvetle yalnız bir san'at adamı olarak değil, hakiki bir filim bir fikir adamı ve idealist bir Türkçü olarak çalıştı. Gerek sayı, gerek değer bakımından çok kıymetli eserler verdt. Büyjik şair, Arab ve Fars edebiyatlarını derin bir bilgi ile biliyor ve Türk edebiyatını onlardan aldıg ı ilhamlar ve bu edebiyattaki inceliklerle süslenen zengin bır edebiyat haline getirmekte güçlük çekmiyordu. Çok üstün bir hayali, ileri bir zekası ve duygulu bir ruhu vardı. Şiirlerindeki fikir, his ve hayal unsurlarını büyük bir ustalıkla meczetti. Nevfil, engin bir tarihi olan doğu Türkçesini en zengin bir "musiki lisanı" haline getiriyordu. Bu şiirlerde divan edebiyatının çeşitli sanat hünerlerine de yer verilmişti. Fakat bu hünerler öylesine ustalıklı bir söyleyişle birleştırilmiş, bu �iirlerde o kadar kuvvetli bir söz ve ses birliği yapılmıştı kı, okuyan san'atkarın her hangi bir mecaz, bir tenasüp, bir istıare sanatı y apmak için asla · zaman sarfetmediğini ve bu' san'atkarane söyleyişin, Nevai'nin tabii söyleyişi haline gelmiş bulunduğunu takdirle müşahede etmekte güçlük çekmiyordu. Nevfil, klasik doğu şiirinin bütün kalıplarını bütün şekil ve nevlerini hatta hemen hemen bütün klasik mevzularını işlemiş bir yandan da bu şiire bilhassa onun eliyle klasikleşen yeni mevzular, yeni şekiller ve yeni san'at un­ surları vermişti. Büyük san'atkar, şiirde olduğu kadar, tarih, tetkik, tenkit biyoğrafi hikaye ve bilhassa mesnevi alanlarında yüksek bir başarı göstermiş ve ebedi eserler bırakmıştı. Nesir lisanı da güzel olmakla beraber, Ali Şir N�vai bil141


hassa Çağatay nazmını en ileri derecesine ulaştıran şfilrdi. O kadar ki bu şairin Çağatay nazım lisanına verdiği güzellik ve zenginlik dolayısiyle edebi Çağatay lehçesi, uzun asırlar, en ilen san'at ve edebiyat muhitlerinde Nevai dili adıyle anılmış ve büyük şair, milletinin lisanını kendi adı ile birleştirip kendı adı ile ebedileştirmeğe muvaffak olmuştur.

Nevai'nin Türkçülüğü : Ali Şir Nevfil, Türk dilini ve Türk milliyetini aydınlığa ve

layık olduğu mevkie çıkarmaya çalışan, tam manasiyle şuurlu ve kudretli bir milliyetperverdır. O, en ziyade çok sevdiği ve yücelmesi için bütün hayat ve san'atını vakfettiği "Türk dili " i yin milli bir hassasiyetle çalışmış ve onun bil­ hassa Farsça dan üstün meziyetlere sahip bulunduğunu an­ latmak ve isbat etmek için çalışmıştır. �sasen o çağlarda Nevai'nin yaşadığı çevrelerde Türk ruhu ve Türk dilı, Fars ruhuna ve Fars diline karşı bir cephe almak ihtiyacını duymuştu. Nevfil, bu hayati ıhtiyacın değerli bir mütefekkiri ve müterennimi olmuş, bir 5ok eserlerim ve bilhassa iki dili mukayese etmek için yazdıgı Muhakemet-ül-Lugateyn isimli kitabını bu maksatla oraya koymuştu. Nevfil, Türk ve Fars dillerini, tarafsız bir görüşle muha­ keme ediyor ve Türk dili ile Türk milletinin kabiliyetlerini yine böyle bir bilgi ve müşahede ile · meydana çıkarıyordu. Nevai, bu eserinde Türkler'i ve Türk dılini şu cümlelerle müdafaa ediyordu: "Türkler, Sartlar'dan daha keskin zekalı, daha üstün anlayışlı daha pak ve daha saf yaradılışlıdır. Sartlar ise , ilimde ve gayret sarfiyle elde edilen bir anlayışta daha ince, fazl , kemal ve tefekkürde daha derin görünüyorlar. Bu hal, Türkler'in doğru, temiz ve dü rüst niyetinden, Sartlar'ın ise ilim, fen ve hıkriıet'inden belli olm aktadır . Fakat her ikisi­ nin dillerinde kusursuzluk veya noksanlık bakımından aşırı farklar vardır. Söz ve ibare vaz 'ında Türk, Sarttan üstün durumdadır". "Türk'ün Sart'tan daha kabiliyetli olduğunun açık ve parlak bir delili de şudur : Bu iki milletin her cinsten ve her yaştan insanları , aynı hayat şartları içinde yaşadıkları halde Türkler, büyüklerinden küçüklerine ve beylerinden kölelerine varıncaya kadar Fars dilini öğrenmişlerdir. Hatta 142


Türk şairleri Farisi ile çeşitli şiirler ve güzel sözler söylemişlerdir. Buna karşı, sart milleti eşrafından aşağısına alıminden avamına kadar hiç birisi Türkçe konuşmayı öğrenememişlerdir. Türkçe sözlerin · manasını kavraya­ mamışlardır. Bunlardan yüzde belki binde biri Türkçe öğrenip konuşsa bile dinleyenler derhal onun Sart olduğunu anlarlar". Nevfil, bundan sonra, misal de �östererek bir çok Türkçe mazmunların Farisi'de bulunmadıgını belirtmekte ve şöyle demektedir: "Farisi de böyle bir mazmun olmayınca şair ne yapa­ caktır?" "Türkçe'de böyle incelikler, derinlikler, yükseklikler çoktur. Bugüne kadar hiç kimse bunları inceliyerek meyda­ na çıkaramadığı için gizli kalmışlardır. Türk'ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özeniyorlar. Bir insan etraflı ve iyi düşünse Türkçede bu kadar genişlikler, zenginlikler dururken bu dilde şiir söylemenin daha yerinde ve daha kolay olacağını anlar" . "Türk dilinin olgunluğu, yüksekliği bunca delillerle mey­ dana çıkarıldıktan sonra, bu .halk ortasında yetişen şairler, sanat sahipleri, öz dilleri dururken artık yabancı dillerle şiir söylememelidirler". Nevai bundan sonra kendisinin Türk dili üzerindeki çalışmalarına temas ederek şu şekilde konuşuyor: "Ana dilim üzerinde düşünmeğe koyuldum: Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime on sekiz bin filemden daha yüksek bir alem göründü. Bu alemin süsler, bezekler ıçerisinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha üstündü. Bu erdemler, yücelikler hazinesinin incileri yıldızlardan daha parlaktı. Bu filemin bahçelerine daldım. Gülleri güneşler gi­ biydi. Her yanında göz görmedik, el değemdik neler vardı. Ama bu tılsımın yılanları korkunç, dikenleri yamandı. Bun­ ları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve üzüntülü şeylerden çekindikleri için Türkçeyi bırakıp gitmişler. Fakat ben bu alemden vazgeçmedim: Korkmadım, yılmadım. Güçlükleri yendim. Zorluklarla savaştım. Emeklerimi esirgemedim. Bu alemin aydınlık alanlarında ilhamımın şahlanan atını koşturdum". 1 43


"Türk ve Sarı dillerinin niteliğini ve gerçek taraflarını bu risalede tqplayıp yazdım. Adını Muhakemet-ül-Lugateyn koydum. Oyle düşünüyorum ki Türk milletinin şairlerine yüce bir hak kazandırdım. Kendi öz dillerinin ne çeşit bir dil olduğunu öğrendiler. Acemce söyliyenlerin Türk dilini küçümsiyen sözlerinden kurtuldular. Türk şairleri benim bu gizli gerçeği ortaya koymaktaki gayretımi öğrenirlerse umarım kı beni h ayır dua ile anacak ve ruhumu şadedeceklerdir." demektedir. Bütün bu satırlar, bu idealist Türk münevverinin Türk dili i s: in nasıl bir anlayışla çalıştı�ının kuvvetli delilidir. Nevai, bundan başka, hakiki Türk fifil<:imiyetinin, devlet dili olarak Türk dılinin kul­ lanıldı�ı ve edebiyatın yine Türk dili ile yapıldığı zaman gerçekTeşebileceğıne inanmaktadır. Onun Türk yazarlarına Farsçaya muhtaç olmayacak kadar kuvvetli bir d:U vermek emeli daha başka eserlerinde de göze çarpıyor. San'atkar, aynca Türk tarihi ile de meşgul olmuş, bu arada Zübdet-üt­ Tevfui.h isimli bir eser yazmıştır. Her halde, Türk milleti bütün bu iddialarını bir hakikat haline getirerek Çağatay leh�esini çok ileri bir tekamül dev­ resine ulaştıran Ali Şir Nevai'ye: onun yarattı�ı dili "Nevai dili " diye isimlendırmek suretiyle: layık ofduğu değeri vermiş bulunmaktadır.

Nevai'nin Eserleri : Ali Şir Nevftl, bir taraftan milli değerlerimize mevki ver­ mek içın şuurlu bir şekilde çalışırken, bir taraftan da İran edebiyatının o çağlardaki üstünlüğünü inkar etmemiş ve san'at eserlerini pek haklı olarak İran klasiklerinden örnekler almak suretiyle meydana getirmiştir. ,San'atkar, bu eserlerinde Arap ve Fars kelimelerine de yer vermiştir. Fakat onun eserleri bilhassa Türk dili bakımından zengin bir hazine kıymeti taşır. Bundan başka san'atkarın kendi zamanına kadar gelen Doğu fikir ve felsefesini, C oğu este­ tiğini Türk ruhuna en uygun bir tarzda ifade etm�k gibi bir g_aye güttüğü de bu eserlerden kolayca anlaşılır. Onun, c;ağatay lehçesi edebiyatının en kıymetli verimleri arasında bulunan çeşitli ilim ve san'at eserleri gerek sayı, gerek değer bakımından ayır ayn incelenmesi gereken özel kıymette eserlerdir.

1 44


4. Ebül-Gazi Bahadır Han Özbek Hanlarından Yadigar Han'ın torunu Ebül-Gazi Bahadır Han, babası Mehmed Han'ın Yayık, Rus Kazak­ ları'nı imha ettiği bir savaştan kırk gün sonra doğduğu için; Ebül-Gazi unvanıyle kutlulanmıştır. Daha babası hayatta iken kardeşleri arasında başlayan saltanat kavgalarına iştirak eden ve babasının gözlerine mil çekilerek öldürülmesi hadi­ sesinden sonra, ömrü, uzun müddet yine saltanat mücadeleleri içinde geçen Ebü-Gazi, nihayet Hıyve Hanlığı'nı elde etmiş ve Hıyvede 2 1 sene s altanat sürmüştür. Bu Türk hükümdarı, milletinin tarihi ile şuurlu bir övünç duymuş, Tanrı tarafından Türk olarak yaratılmayı bir şeref bilerek, Türk tarihi ile yakından alakadar olmuş ve bu tarihe ait iki mühim eser yazmıştır. Bunlardan biri, 1 659 yılında yazdığı Secere-i Terakime'dir. Bu eser, Mojol tarihçisi Reşid-üd-din'in " Cihan tarihi " ne aldığı Oguzname ile karşılaştırılarak tasnif edilmesi suretiyle meydana getirilmiş yüksek değerde bir vesikadır. Bu eserin bir faksimilesi, Türk Dil Kurumu tarafından, 1 937'de neşrolunmuştur. Bahadır Han bu kitaba, Reşidüddin'in eserinde bulunmayan bazı bilgiler kaydetmiş; bilhassa, Hindistan'daki Tuğluk'lar ve Halaçlar hakkında bazı mühim mah1mat vermiş, ayrıca Horasan Türkmenlerine ait kıymetli rivayetler katmıştır. Şecere-i Terakime'yi Türkmen hocalarının arzusu üzerine yazdığını söyliyen Bahadır Han'ın kitabı, çok değişik nüshalar halinde bugünkü Türkmenler'in elinde mevcuttur. Bu eser Türkiye'deki neşrinden evvel, Rus filimi Tumansky tarafından 1 892'de Rusça olarak Aşkabad'da baştırılmı§tır. Prof. Dr. Muharrem Ergin, eseri Türkler'in Soy Kütügü adı ile yayınladı ( 1 00 1 Temel Eser Serisi:33). B ahadır Han'ın yine tarihe ait diğer mühim bir eseri de Şecere-i Türk adlı kitabıdır. Moğollar, Cingiz ve Cingiz oğulları hakkı�çla dikkate değer tarihi bilgiler veren bu eser, aslında Şiban-Ozbek Hanları'nın XV. asrın ikinci yarısında başlayan tarihlerini ve neseplerini tarihe geçirmek maksa­ diyle kaleme alınmıştır. Bu kitabın Türkçe aslı İbrahim Hal­ fin tarafından Kazan'da yayınlanmıştır. Eserin Avrupalı alimler tarafından büyQk bir alaka gördüğü Rusça, Alman­ ca, Fransızca ve Ingil izceye yapılan müteaddit 145


tercümelerinden anlaşılmaktadır. Aynı kitabı Türkiye Türkçesi'ne, önce Ahmet Vefik Paşa, sonra da Doktor Rıza Nur tercüme etmişlerdir. Ebül-Gazi B ahadır Han'ın birinci kitabında "Oğuzname"lerin karakteristik üslfibu vardır. Ancak, bu dil, lehçe bakımından klasik Çağatay lehçesinin, XVII nci asır Türkmen ve Özbek lehçeleriyle birleşmesinden doğan daha yeni özelliklere sahiptir. Müellif, ikinci eserini de yine çok sade ve güzel bir üslupla kaleme almıştır. Her halde Bahadır Han, XVII. asır Çağatay edebiyatının en dikkate değer bir siması ve emeği unutulmaz bir Türk tarihçisidir ( 1 3). Biz de, Prof. Dr. Muharrem Ergin'in yayınladığı Şece­ re-i Terakime'den, Türkler, Oğuzlar, Moğollar, Türk adet­ leri hakkında bazı pasajlar alıyoruz: ' "O çağda Moğol'un adeti öyle idi ki, ta oğlan bir yaşına gelmeyince ona ad koymazlardı. Oğlan bir yaşına gelince Kara Han ülkeye davet çıkardı ve büyük toy yaptı. Toy günü oğlanı meydanın ortasına getirip Kara Han beylerine dedi: Bizim bu oğlumuz bir yaşına bastı, şimdi buna ne ad koyarsınız, diyip, beyler cevap vermeden önce oğlan dedi: Benim adım Oğuz'dur ( 1 4). "Oğuz Han, Şam vilayetinde, iken gizlice bir maiyetinin eline bir altın yay ve üç ok verdi ve dedi: Yayı gün doğusunda bir çölde insan ayağı ulaşmaz yerde toprağa gömüp, bir ucuna çıkarıp bırak ve okları gün batısı tarafına götürüp, yayı nasıl koyarsan onu da öyle koy, dedi. O adam emre göre hareket edip geldi" ( 1 5). "Kün Han'ın küçük kardeşi ve oğullarına yer verdiğinin zikri: 13 14 15

146

N.S. Banarlı, 1 1 4, ve dv. Secere-i Terakime, 26. A.g.e. 39.


Şimdi oniki çadırda oturup pay (ülüş) alan kim ve o payı doğrayan kim, dışarıda atlarını tutup oturan kim, onları beyan edelim. Altın çadırın başköşesinde Kün Han oturdu. Bütün il iyi­ leri ittifak kılıp koyunun başını ve arkasını, kuyruk soku­ munu ve bağrını sırtın üstünde bırakıp Kün Han'ın önüne koydular. Hem kim han olursa paylan bu olsun, dediler. Çadırın iç eşiğinde Arkıl Hoca oturdu. Göğsünü onun önüne koydular. Ve hem kim vezir olursa, onun payı bu olsun dediler. S ağ kolda · birinci çadırda Kün Han'ın büyük oğlu Kayı'yı oturttular. Sağ aşıklı iligi pay verdiler. Bayat onu doğradı. Sorkı atlarını tuttu. Bu zamanda ona Sorhı diyor­ lar" ( 1 6). "Bir kaç gün sonra Hanın ölü aşını verip oturuyorlardı. Hanın oğlu oldu, diye müjdeyi istediler. İrki başlı bütün beyler müjdeyi verdiler. İrki halka davet çıkardı. Herkes himmetine layık kurban getirdi. Dörtyüz sığır ve dört bin koyun kestiler. Derisinden üç havuz yaptırdı. Birisini rakı ile ve birisini kımız ile ve bi­ risini yoğurt ile doldurttu. Bir ay gece gündüz toy düğün oldu. Toyda (ziyafette) hepsi iyi ve kötü yiyip içmekle meşgul olup, ihtiyarlar yaşını unuttu ve fakirler fakirliğini unuttu ve zenginler ölümünü unuttular" ( 17). "Selçuklular, Türkmen olup, kardeşiz deyip, il'e halka faydası dokunmadı. Padişah olunca, Türkmen'in Kınık uruğundanız, dediler. Ve padişah olduktan sonra Efra­ siyab'ın bir oğlu Keyhüsrev'den kaçıp, Türkmen'in Kınık 16 17 18

A.g.e. A.g.e. A.g.e.

46. 59-60. 82. 1 47


uruğunun içine varıp, orda büyüyüp kalmıştır, biz onun oğulları ve Efrasiyab'ın neslinden oluyoruz, diyip atalarını sayıp, otuz beş göbekte Efrasiyab'a eriştirdiler" ( 1 8). Aldığımız pasajlarda, adet ve gelenek olarak toy, yay-ok vermek, pay (ülüş), ölü aşı, yemek ve içecekler dikkati çekiyor.

18

148

A.g.e. 82.


VIII. B ÖLÜM vANi MEHMED EFENDİ VE xvıı. Ü Y ZYILDA OSMANLI İ MPARATORLU G U'NDA TÜRK MİLLİYETÇİLİGİ VE O GUZ HAN Fİ KRİ YATI Vani Mehmed Efendi (?- 1 685), Van ilinin Hoşab kasa­ basında doğdu. Padişah iV. Mehmed devrinde vfilzlarının parlaklığı ile ün yaptı, padişaha imam ve şehzadelere hoca oldu. 1 683 İkinci Viyana seferinde ordu vfuzlığında bulun­ du. Bugün Boğaziçinin Anadolu sahilinde onun ismini taşıyan "Vaniköy"ü imar etti. 1 685'de öldü. Vani Mehmed Efendi'nin çeşitli eserleri arasında en önemlisi "Arais ül-Kur'an ve Neffils ül Furkaan" isimli Kur'an tefsiridir. İsmail Hami Danişmed'e göre, Vani Mehmed Efendi'nin düşmanları da meziyetleri kadar çoktur; büyük başlar dfilma düşman kazanır; eski İstanbul'un kozmopolit medresesini dolduran bu mutaasıp düşmanlar onun ilim sahasına Türk ırkını müdafaa etmiş olmasını İslam vahdetine halel verecek bir tefrik.acılıkla tefsir etmişlerdir�' Bu haksız itharmn te'siri en son Osmanlı müelliflerine kadar asırlarca sürmüş ve mesela Şemsüddin Sami Fraşeri "Kamus ül-a'lam"ının Vı. Cildindeki "Vani Mehmed Efendi merhumun Arap med­ resesinden Türk medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmi se­ beblerle isyan etmiş olmasından ibarettir". Vani Mehmed Efendi, Türk ve Oğuz kelime ve kavram­ larını rahatlıkla kullanan bir kültür milliyetçisidir: İsmail Hami Danişmend, gerek onun, gerek Osmanlı çağının muhtelif yazarlarının Türk ve Oğuz hakkındaki uslfiplannı anlatır. Batılı tarihçiler ile de mukayese yapan 149


Danişmend'in fikirlerini aynen alıyoruz. Biz bazı istisnalar hariç Danişmend'in ifadesini benimsiyoruz. Mesela, onun kullandığı (ırk)'ı (millet) olarak anlıyoruz. Yani Mehmed Efendi'nin "Ye'cı1c" ve Me'cuc bahsinde Arap tefsirini kabul etmemesi "Zülkarneyn"in hüviyeti dolayısiyledir. "Aris ül Kur'an"ın ikinci cildinin 250 nci yaprağıda Oğuz-Handan bahsederken şöyle bir fıkrasına tesadüf edilir: "Türkler, Kur'an'da bahsi geçen (Zülkarneyn)den mak­ sat (Oğuz-Han) olduğunu söylerler ki, bu hususta te­ reddüdü mı1cib olacak hiç bir nokta yoktur". Arap tefsircilerinin "Ye'cı1c ve Me'cı1c"u Türkleş� tirme'lerine mukabil (Vani Efendi) işte bu ifadesiyle aksini müdafaa ediyor, "Ye'cı1c ve Me'cı1c"a karşı demir ve bakırdan bir sed yaptıran (Zülkarneyn)'i Türkleştiriyor. B unu yaparken de kendi şahsi telakkisine değil, eski Türklerin bu husustaki milli telakki ve an'anesine daya­ my9r_.J Bu an'aneyi te'yid eden bir iki rivayet daha vardır: Mesela "Neşri"nin İkinci Bayezid devrinde yazdığı "Kitab-ı Cihannı1ma"nın birinci cildinin 10 uncu sahifesinde (Oğuz­ Han) ın Şark'a, Garb'a hakim olduğundan bahsedildikten sonra, bu milli telakki şöyle ifade edilmektedir: "Etrak şöyle zu'mu iderlerdi ki Hak sübhanehu-ve-teala Kelam-ı Kadiminde zikr ittüğü lskender-i zülkameyn meğer bu ola dirlerdi". Bunun gibi, fstanbul Üniversitesi kütüphanesindeki "Halis Efendi koleksiyonu"nda 2438 numaradaki ve Kanuni devrine ait Rüstem Paşa "Tevarih-i Al-i Osman"ının ikinci sahifesinde de şöyle bir ftkra vardır: "Etrak şöyle fikr iderlerdi ki Hak sübhanehu ve Teala Kur'an-ı Keriminde ( Külna Ya Zül- Kameyn) diyü zikr ittüğü meğer bu (Oğuz-Han) 'dır dirlerdi".

1 50


Bu satırlar bize Vfuıi Mehmed Efendi'nin her halde o zaman halk arasında yaşayan bir an'aneye dayandığını gösteriyor. Arap tefsircilerinin hüviyeti hakkında çelişkili bilgiler verdikleri Yemen'lu Hımerri hükümdarlarından (Sa'b) ile Büyük İskender'e izafe edilen (Zülkarneyn) lakabından dolayı her ikisi üzerinde bir hayli kalem oy­ nattıkları Şark ve Garp fatihinin bütün vasıflarını Türkler Oğuz-Han'da bulmuşlardır: Çünkü, Yemenli Sa'b ile Make­ donyalı (İskender) yalnız Şark seferleriyle tanındıkları için Oğuz-Han'ın eski Türk an'anesine göre dünyanın dört yönüne seferleri vardır ve bu seferlerinde Çin, Hindi ve İran ile Urum-Roma, Urus-Rusya, Suriye ve Masar-Mısır ülkelerini hllimmiyyet altına almıştır. Yukarıda bahsi geçen "Neşri tarihi"nin birinci cildinin 1 2 nci sahifesinde bu efsanevi fütuhat sahası şöyle anlatılır: "Vakta ki Oğuz bilad-ı arzı şarkan ve garben ve Çin ve Hatay ve Gor ve Gazne ve Hid ve Sind ve Türkistan ve Deylem ve Babil ve Rum ve Efrenc ve Rus ve . Şam ve Hicaz ve Habeş ve Yemen ve Berber, çün bu kadar illere müstevli oldu ... " Batılı araştırıcılara gelince, (Marcel Brion)un "La vie des Huns" ismindeki eserinde Oğuz-Han'ın ordusu bile dün­ yanın dört cihetine göre dört renge ayrılır: Şimal fırkasının atları yağız, cenup fırkasının atları kula, garp fırkasının atları kır ve şark fırkasının atları da baklakırı rengindedir. (Paris, 193 1 . s. 38). W. Bang, ile G.R. Rachmati'nin "Die Legende Voh Oghuz qaghan" ismiyle ve Almanca tercümesiyle beraber neşrettikleri "Oğuzname"sinde Urum-Kagan-Roma İmpa­ ratoru'nun mağlfibiyyeti anlatılır:

"Oğuz-Kağan başadı, Urum-kağan kaçdı. Oğuz-kağan Urum-kağan' nung kağanlukın aldı; il-künin aldı. .. ". Yani: 151


Oğuz-Han muzaffer oldu, Roma imparatoru kaçtı. Oğuz Han Roma imparatorunun imparatorluğunu aldı; ahalisini aldı ".

Gene, Bang nüshasının XXXIV. üncü fıkrasında (masar-Kağan-Mısır hükümdarı)'nın mağlubiyeti de şöyle anlatılır: "Oğuz-kağan başadı, Masar-kağan kaçdı, Oğuz anı basdı, yurdun aldı, kitdi... " Yani: Oğuz-han muzaffer oldu. Mısır hükümdarı kaçtı. Oğuz onu bastı, yurdunu aldı, gitti ".

Mareıel Brion'un yukarda değindiğimiz Hunlar tarihinde söylediği gibi, Şark'dan Garb'a doğru uzanan Oğuz-Han fütuhatı Kore ve Japon denizinden başlayıp Rusya'nın Volga nehrine kadar imtidad etmiş ve yirmi altıdan fazla krallık arazisini kaplamıştır. (s. 43). Hele eski Türk an'anesince, Oğuz-Han bütün dünyayı fethetmişti: (Leon Cahun)ün bundan evvel de bahsi geçen "lntroduction al'histoire de L'Asie" ismindeki meşhur eserinde bu nokta şöyle anlatılır: "O, bütün dünyayı fethetmiş, yüz on altı sene yaşamış ve hakimiyet timsali olan altın yayla üç oku ölümünden evvel oğullan arasında paylaştınnıştır ".

An'anenin, Oğuz-Han'ı 1 1 6 sene yaşamış göstermesi de çok mühimdir. Çünkü, bazı Arap kaynaklarında Zülkameyn lfilcabındaki "kan" kelimesi umumiyetle zannedildiği gibi "boynuz" manasiyle değil, "asır" ve "devir" mefhumlarıyla izah edilir. Lakap sahibi bir asırdan fazla yaşamış sayılır; mesela Cahiliyet devrinin son hatiplerinden meşhur Kıss ibni Sfilde'nin "Okaz" panayırında irad ettiği nutuklardan bi­ rinde dünyanın faniliğinden bahsolunurken, bu nokta şöyle izfilı edilmiştir: 1 52


"Sa 'b-Zülkameyn şimdi nerededir? O Zülkameyn ki, ins ü-cinne hakimdi ve Şark'la Garb'a seyahat etmişti ve iki bin sene yaşamıştı: Bu müddet kendisince bir lahza kadar bile değildi. "

Bu ibarede "iki asır" manasına gelen (Karneyn'in 11el­ feyn-iki bir sene" şeklinde izahı aslında edebi bir mübfilaga­ dan başka bir şey değildir. Her halde Yemen'in Himyeri hükümdarı (Sa'b )ın çok yaşamış ve efsanevi bir Asya sefe­ rine çıkmış olmasından dolayı Araplar tarafından, Kur'an'­ da bahsi geçen Zülkarneyn ile birleştirilmesi ile ilgilidir. Türk an'anesinin bu evsafı 1 1 6 sene yaşamış olan Oğuz­ Han'da bulması daha makuldür. Vani Mehmed Efendi 11 Arais ül-Kur'an11 ismindeki tefsirinde Zülkarneyn'in hüviyetini izah ederken işte bu eski an'aneye istinad etmiştir. Aslında an'ane vesika demek değildir: Fakat, Arap müellifleri, Türkler aleyhindeki sözleriyle Zülkarneyn'in Hımyeriliği hakkındaki iddialarında hangi tarihi vesikaya istinad etmişlerdir? Bu mesele ile meşgul olan Rusyalı (Musa Carullah), 11Ye'cfic" ismindeki eserinde Zülkar­ neyn'in şimdiye kadar: "Türkler'in iki boynuzlu Oğuzu, Yunanlıların İskenderi, Mısır firavunlarının biri veyahut Hımyeri tebabiasından biri sayıldığından bahsettikten sonra, bu izahların hepsini birden reddetmiştir. 11 (Zülkameyn) meselesinde Arap iddialarına karşılık, daha kuvvetli bir Türk telakkisini ileri süren Vani Mehmed Efen­ di'nin asıl davası milli an'ane ve efsane sahasında değil, tarih sahasındadır. Arap kavmini İslamın başında Araplıkla alakadar olmayan bir milleti geçirmekle tehdid eden muci­ zevi ayetlerin Türk hakimiyetiyle tahakkuk etmiş olduğunu, ortaya koymaktadır. Vani Mehmed Efendi'nin asıl meseleye müdahelesi işte bu maksatladır: 11Arais ül-Kur'an"ın birinci cildinin 249'153


uncu yaprağının 2 nci sahifesinden itibaren (tevbe) suresinin yukarıda gördüğümüz 39 uncu veya 40 ıncı ayetinin tefsiri başlamakta ve 25 1 inci yaprağın 1 inci sahi­ fesine kadar devam etmektedir . . Yani, evvela eski müfessirlerin yukarda bahsettiğimiz çelişkili fikirlerini, özetledikten sonra, kendi içtihadına geçiyor ve Ayette Arap­ ların yerine geçeceğinden bahsedilen kavmi, şu cümlesiyle tesbit ediyor: ''Allah-u Teô.la 'nın avn-ü-inayetiyle hüsn-i tevfıkine isti­ naden biz deriz ki, bu kavm, Arap kavmine mugayeret-i tamme ile mugayir bulunan Türk kavmidir".

Yazar, tefsir tarihinde ilk defa olarak, bu esası tesbit et­ tikten sonra da ilmi kanaatini işte şu tarihi delillerle te'yide başlıyor: "... Türk kavmidir, zira bir uzun zamanlardan beri karada ve denizde, Şark'da ve Garp 'da Rumlar ve Frenklerle mücahedede bulunan gaazilerin bütün Bizans ülkelerini zab­ tedip oralarda tavattun etmiş olan Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı Türk memleketi haline gelmiş, Türk dili oralarda taammün ve intişar etmiş, Türkler tarafından bu memleketlerde islam ahkamı tatbik ve icra edilmiş Türklerin yümn-ü bereketi sayesinde Hıristiyan ce­ maatlerinin bir çoğu isldm dinini kabul ederek evvelce Rum, Frank ve Rus oldukları halde bilahare Türkleşmişlerdir ve bu da Allahın Türklere nasip e tmiş olduğu bir fazl-ı ilahidir, çünkü Allah'ın fazl-u inayeti büyüktür. "

Bu vesileyle, Türkler'in Mongollar ile ırki alakaları olmadığını da tasrih eden Mehmed Efendi, İslam dininin öz Türk unsuru tarafından nasıl kurtarılmış olduğunu da şöyle anlatır: "Hicretin 350 tarihi hu'fil ettiği sıralarda, (İsmfilliler) de-

1 54


nilen Rafizilere mensup mülhidler Mısır ve Suriye'yi istila etmişler ve Abbasi Halifelerinden başka dünyanın bütün müslüman hükümdarları Şiileşmişlercli. Müslümanların Ke­ lime-i Tevhid üzerindeki ihtilaflarından istifade eden Rum­ lar, İslam ülkelerini istila ederek vaktiyle Müslümanların kendilerinden fethitmiş oldukları memleketleri istirdad edip Ruha (-Urfa) ve Melazcird (-Malazgird) havfilisine kadar dayanmışlardı; işte bunun üzerine Allah müslümanlara ni'metlerini ibzfil ederek fazl-u-kereminden Türkleri İslam dinine idhfil etti". Yani Mehmet Efendi, türk tarihinin İslamiyetten sonraki devrini, Türkistan hakanlarını, Gaznelileri, Danişmand oğullarını, İran ve Anadolu Selçuklularını, Artukluları, Mengücek-oğullarını ve Osmanlıları anlatır. Anadolu Türklerinin Rumlara, Gürcülere, Ermenilere, Haçlılara ve Mongollara karşı zaferlerini izah edip ayetin Arap kavmini tehclid etmiş olduğu "Azab-ı elim"in tekmil Arap memleket­ lerini istila eden ve işte bu suretle Arap istiklaline nihayet verip "Arapların yerine geçen" Türklerin hakimiyeti şeklinde tecelli ettiğini kaydediyor ( 1 ) .

Nihad Sami Banarlı, ise Vanı Mehmed Efendi'yi şu _şekilde değerlendirir: "XVII. asırda Arapça b�r Kur'an tefsiri yazan Vani Meh­ med Efendi'nin Kur'an'da "İslamlığı koruyup; kafirlerini kahredeceğini" müjdeleyen büyük ve faziletle kavmin, Türk milleti olduğunu ileri süren düşünüş ve anlayışında da yine milli bir iftihar cephesi bulmak mümkündür" (2).

1 2

İ.H. Danişmend, 1 32 ve dv. N.S. Banarlı, 330.

1 55



IX. B ÖLÜM XIX.-XX. Y Ü ZYILLARDA T Ü RKÇ Ü L Ü K A) M Ü TEFEKK İR VE EDEB İ YATÇILARIN F İKRİYATINI YAPTIKLARI MİLLİYETÇ İLİ K

1. Şinasi: 5 Ağustos 1 826 da İstanbul'da doğmuştur. Babası, doğumundan bir yıl sonraki Türk-Rus savaşında ve Şumnu muharebesinde şehid düşen bir topçu zabitiydi. Şinasi'yi annesi önce Tophane civarındaki bir mahalle mektebinde okuttu. Sonra babasını tanıyanlar, onu Tophane idaresi ka­ lemlerinden birine cirağ ettirdiler. Devrin bu çeşit kalemleri­ ne yani devlet dairelerindeki çeşitli yazı işleri bürolarına cirağ edilenler, buralarda bir nevi staj görürlerdi. Kalemler­ de bulunan kültür adamları ile tanışırlar, bir taraftan küçük memuriyetlerini yapmakla beraber diğer taraftan bu şahsiyetlerden biri veya bir kaçı huzurunda ders görerek yetişirlerdi. Bu arada bilhassa kuvvetli bir dil bilgisi ve bir edebi kültür alınırdı. Tophane kalemindeki mevki ve itibarı gittikçe yükselen Şinasi, Tophane Müşirliğine bir dilekçe vererek, öğrenmeğe çalıştığı Fransızcasını kuvvetlendirmek için Paris'e gönderilmesini istedi ve gerek Tophane Müşirinin, gerek Mustafa Reşid paşa'nın delaletiyle Sultan Abdülmecid'den alınan izinle Paris'e gitti. Burada Fransızcasını ilerletti ve yine İstanbul'dan aldığı bir emir veya tavsiye üzerine ma­ liyecilik tahsiline başladı. Bir müddet Fransız Maliye Nazırlığı'nda çalıştıktan sonra. 1 853 yılında tahsilini ta­ mamlıyarak İstanbul'a döndü. Bir müddet yine Tophane'de

157


çalıştı. Fakat 1 8 55'te Reşid Paşa'nın tekrar S adrazam olması üzerine Meclis-i Maarif azalığına getirildi. Reşid Paşa'dan sonra, kısa bir müddet S adrazam olan Ali Paşa, Şinasi'yi bu mevkiden uzaklaşnrdıysa da Şinasi, yine Reşid Paşa tarafından mevkiine iade edildi. (Ali Paşa'nın, d_aha bir takım genç istidatlara karşı bu çeşit bir cephe alışı, başta Şinasi olmak üzere, bir çok Tanzimat ediplerini onun aley­ hine çevirmiştir). . 1 860 yılında Şinasi, Agah efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahval gazetesini çıkardı. Ve bu gazetenin intişarı ile de Avrupai Türk Edebiyatı'na ait ilk örnek görüldü. Fakat Agah Efendi'nin cesur ve atılgan mücedditliğine mukabil Şinasi çekingen, hatta vehimli bir şahsiyete sahipti. Bu sebeble altı ay sonra Agah Efendi'nin gazetesinden '!ynlarak bizzat kendi adına bir gazete çıkarmaya •;alıştı. İki yıl sonra bu emelinde muvaffak olarak 28 Haziran 1 862'de, Türk edebiyatı tarihinde mühim bir rol oynayan Tasvir-i Efkar gazetesini, haftada iki defa çıkmak üzere, neşretti. Seçme haberler vermekle beraber daha çok fikri, hatta edebi bir gazete mahiyetinde yayınlanan Tasvir-i Efkar'da iki sene çalıştı. Fakat vehimlendiği bazı hadiseler üzerine 1 865 yılında gazetesini Namık Kemal'e bırakarak yeniden Paris'e gitti. Şinasi'nin Ban etkisine rağmen Milliyetçiliğe yönelmesi: Şinasi Fransa'ya fıkir ve edebiyat akımlarının en hareket­ li devirlerinde gitmişti. XVill. Yüzyılın fikir cereyanları ve büyük düşünürleri bu memlekette sistemli ve şuurlu bir kalkınma havası yaratmışlar, büyük ihtilal olmuş ve içten ve dıştan sarsılan h alk kitlelerini önce içtimai bir romantizm sarmış, romantik edebiyat XIX. yüzyılın ilk otuz yılındaki altun devrini yaşamış ve yeni edebi cereyanlar başlamıştı. Şinasi, bütün bu hadiselerin oluşunda cemiyet ile

1 58


san'atkarlar arasındaki bağlılığın yakın alakasını görmüş, yazarların sosyal hayat üzerinde oynadıkları role dikkat etmiş ve bir çok da o devir Fransasındaki medeni ileriliğe ve hürriyet havasına hayran olmuştu. Türkiye'ye ruhunda Frenk hayranlığı ile döndü ve bütün hayatınca Paris'e karşı daussılayı andırır gizli bir özleyiş duydu. Hatta Türkiye'deki Beyoğlu muhitini bir parçacık olsun Paris'e benzediği için, değer mahallelere tercih ede­ rek, ekseriya orada yaşadı. Ruhunda A vrupa'ya karşı büyük bir hayranlık bulun­ masına rağmen Şinasi, Türkiye'de kendini bekliyen vazifeyi unutmadı. Faaliyetleri, kendi memleketinde Avrupa! bir te­ fekkür hayatı yaratmak yönünde oldu. Şinasi'nin ne parlak bir üslfibu, ne takdire değer bir şairliği vardı. Onun yegane meziyeti, yeni fikirlere sahip olması ve bu yenilikleri kendi ikliminde görerek oldukça hazmetmiş bulunmasaydı. Onun basın ve edebiyat alanın­ daki bütün çalışmaları kuvvetli bir halkçılık ideal'inin ese­ riydi. Dilde sade lisanı, hatta avam lisanını tercih ediyordu. Eski edebiyatın külfetli lisanından uzaklaşmak daha geniş bir tabakaya, bu tabakanın kendi lisaniyle hitap etmek en sevgili emeliydi. Hatta, Eşi yok bir güzeli sevdi, begendi gönlüm Kıskanur kendi gözümden yine kendi gönlüm

diyecek kadar öz Türkçe ile de yazmak istediği oluyor ve bu beyitlerde Türk dilini bizzat safi Türkçe diye isimlendiriyor­ du. O, halka siyasi haklarını istiyecek bir cesaret, bir şuur yermek, milletini medeniyet ve hürriyet dünyalariyle ilgilen­ dirmek de istiyordu. Fakat bütün bunların anlatılması ve bil­ hassa geniş bir kütle tarafından anlaşılması için halkın kendi lisanına ihtiyaç vardı. Şinasi, Tercüman-ı Ahval'in ilk 159


nüshasında bir fikrini şöyle ifade etmişti: "Kelam, ifade-i meram etmeğe mahsus bir mevhibe-i kudret olduğu misillu en güzel icad-ı akl-ı insanı olan kita­ bet dahi kalemle tasvir-i kelam eylemek /eninden ibaretir. Bu itibar-ı hakikate mebni giderek umum halkın kolaylıkla anlayabileceği mertebede işbu gazeteyi kaleme almak mültezem olduğu dahi makam-münasebetiyle şimdiden ihtar olunur".

Gerçekten, Şinasi, halkın kolayca anlayabileceği bir lisan kullanmak için ısrarla çalışmış, eserlerini bazan sade bir dille, bazan saf Türkçe ile bazan da avam lisanı dediği bir halk Türkçesi ile yazmıştır. Onun nisbeten eski bir dille yazılmış olan yazıları bu berikilerle ölçülemiyecek kadar az ve mahduttur. Makalelerini kısmen eski bir dille, kısmen de yazmak is­ tediği lisana göre kaleme almıştır. Şiirleri içinde oldukça eski lisan'a söylenilmiş olanları da bulunmakla beraber en güzelleri ve en yeni ruhta olanları ya sade dille, yahut halk dili ile yazılmış, bunlar arasında safi Türkçe beyitler de ko­ nulmuştur. Şinasi'nin Türk şiiri'nde ilk defa cesaretle kullandığı bazı yeni, mefhumlar da vardır. Yine Fransız edebiyatından mülhem olmakla beraber bu düşüncelerin gerek Şinasi'nin şiirinde, gerek Tark edebiyat tarihinde mühim bir yenilik ol­ dukları aşikardır. Onun Reşid Paşa'ya: Ey ahali-ifazlın reis-i cumhuru

diye hitap edişiyle dilimize yerleştirdiği Reis-i Cumhur tabi­ ri Türkiye'de ferd ve topluluk anlayışının yepyeni bir ifade­ siydi. Şinasi, Paris'ten annesine gönderdiği bir mektupta, din ve devlet ve vatan ve milletim yolunda kendimi feda etmeyi isterim . . . " demişti. "Vatan ve millet yoluna" tabiri gibi yep1 60


yeni olan bu sözler onun memleket haricinde iken yurduna karşı duyduğu bir hasretin ifadesiydi. Bir başka yazısında devlet-i meşruta tabirini kullanmıştı. Yine bir çok yazılariyle de tamamiyle Avrupfil bir devlet ve millet görüşüne sahip olduğunu meydana koyarak böyle bir devletin ve böyle bir milletin hasretini çekmişti. Bütün bunlara rağmen onda "Türk Milleti" telakkisi barizdir. Nitekim, Tercüman-ı Ahval mukaddimesinde: "Türk yurdunda gayr-i müslim tebaanın kendi lisanlariyle birer gazete çıkarmakta oldukları halde millet-i hak.ime'den hiç kimsenin, Tercüman-i Ahval'in intişarına kadar böyle bir teşebbüse girişmediğini" söylerken kullandığı millet-i hakime tabiridir. Diğer Tanzimatçılarda da görülen bu anlayışa göre : Osmanlı topluluğu içinde Türk milleti ötekilerden ayn ve hakim bir millettir. Nihad S ami Banarlı'ya göre Şinasi'nin bütün bu yazılarındaki yeni ve çeşitli mefhumlar, hiç şüphesiz büyük bir vuzuh taşımaktan uzaktır. Devrin icabı olacak, bu mef­ humlar üzerinde lazım gelen izahlar yapılamamış bunların ciddi bir münakaşası olmamıştır. Fakat her ne olursa olsun bu mefhumlar o zamanki Türk edebiyatına (siyaset ve ilim hayatına) Şinasi'nin kalemiyle girip yerleşmeğe başlamıştır. Bu durumda Şinasi'nin en mühim eseri hiç şüphesiz ga­ zeteleri ve bu gazetelerdeki makaleleridir. Tamamiyle Avru­ pa'daki örneklerinden mülhem olan bu çeşit yazılariyle Şinasi, Türk edebiyatı'nda Avrupai edebiyatın küşad resmi­ ni yapmıştır. Edebiyatımızda makale ve bilhassa başmakale nev'i bu suretle başlamış, Şinasi bu yolda oldukça başarılı örnekler venniştir. Vatan, millet mefhumları, medeniyet ve cemiyet davfilan, lisan meselesi gibi mevzular bu makala­ lann ana konulan arasında yer almıştır. Şinasi, Tercüman-ı Ahval'in ilk sayısına yazdığı bir tak­ dim yazısında "Giderek halkın kolaylıkla anlayabileceği" bir 161


lisan kullanacağını haber verir. Halk diline ve bir halk felse­ fesi diye kabul ettiği ata sözlerine ciddi bir değer vermiştir. bu arada Türk Ata sözlerini toplayıp neşretmeyi düşünmüştür. Onun Durfib -ı Emsal-i Osmaniyye isimli eseri işte bu çalışmanın mahsulfi olmuştur. Şüphesiz tam bir folklor araştırıcılığının eseri olmamakla beraber muharririn bu darb-ı mesellerle meşgul olurken taşıdığı fikirler, kendi devri için, dikkate değer bir kıymeti haizdir. "Durfib-ı emsal ki hikmet-ül avamdır, lisanından sadır olduğu milletin mahiyeti efkarına delalet eder. Durfib-ı emsal-i Osmaniyye ise cümleten ma'nidardır" diyerek onları niçin ve ne şekilde topladığını izah eden Şinasi'nin, bu ese­ rini yine halkçı bir zihniyetle hazırladığı aşikardır. Durfib-ı Emsat-i Osmaniyye ilk defa 1 863'te Tasvir-i Efkar gazete­ sinde basılmıştır.

2. Namık Kemal (1840-1888) : Namık Kemal büyük adamlar yetiştiren eski bir Türk ai­ lesinin çocuğudur. Bu ailenin adı bilinen ilk ceddinin Kon­ yalı Bekir Ağa isimli bir şahsiyet olduğu söylenilmektedir. Ailenin diğer tanınmış büyükleri sırasiyle Topal Osman Paşa, Kapdan-ı derya Ratib Paşa, Üçüncü Selim'in baş ma­ beyincisi Şemseddin Bey, tarih ve nücum bilginlerinden Mustafa Asım Bey gibi şahsiyetlerdir. Mustafa Asım Bey, Namık Kemal'in babasıdır. Namık Kemal 2 1 Aralık 1 840 yılında Tekirdağı'nda doğmuştur. Annesi son vazifesi Sofya kaymakamlığı olan Abdüllatif Paşa'nın kızı Zehra Hanım'dır. O, Kemal henüz sekiz yaşında iken Afyon Karah isarı'nda ölmüştür. İstanbuı'da Bayezid ve Valde rüşdiyeleri'nde ilk tahsilinin ancak bir kısmını yapan Kemal, bekar bir hayat yaşamış ve büyük babası Abdüllatif Paşa ile Kars'a gitmiş, yine Abdüllatif Paşa ile bir müddet de Sofya'da bulunmuştur. Kemal, anne şefkatini, anneannesi Mahdume Hanım'dan 1 62


görmüş, okuma zevkini seyrek görüşmekle beraber, kendi babasından almıştır. İleride daha kuvvetle gelişecek olan zengin hafızası yine bu yaşlarda bilhassa Osmanlı tarihinin azametli veya elemli sayfalariyle dolmuştur. Kemal'in Kars ve Sofya seyahatleri, yeni bir Türk-Moskof savaşı olan Kının muharebesi'nin vuku bulduğu yıllara rastlamış ve yarının büyük vatanperveri, Türk yurdunda bir boydan bir boya giderken, milletinin savaş aşkını, kahraman ruhunu ve zafer haberleriyle şenlenen asli çehresini, çocukluğunun ilk milli heyecanları arasında, ve çok yakından tanımışttrJ Yine bu yıllarda bir taraftan türlü milli sporlarla vücudunu terbiye ederken öte yandan "gençliklerinde birer iyi ins-ın olarak tanındıkları halde yaşlanınca sevilmeyen hü�>ümdarlar hakkında" babasından: - Oğlum padişahlar, padişah oldukları gün doğarlar. tarzında bir cümle işiterek yüreğinde unutulmaz bir içtimai sızı duymuştur. Hususi hocalardan Arab, Fars dillerini öğrenen Kemal, küçük yaşta şiir yazmaya başlamış ve bu "Divan tarzı" şiirlerde ciddi bir başarı göstermiştir. Büyük baba ve büyük annesinin ısrarlariyle Sofya'da henüz on altı yaşında iken evlenmiş ve İstanbul'a yine bu yaşlarda dönmüştür. Kendi adı sadece Mehmed Kemal olan genç edibe Namık mahlasını daha Sofya'da iken tanıştığı şair Eşref Paşa vermiştir. Namık Kemal, İstanbul'da, önce İstanbul gümrüğü tah­ rirat kalemi başkatibi ve Divan şairi Leskofçalı Galip Bey'in yanında, sonra Hariciye Nezareti tercüme kaleminde katip olarak çalışmıştır. Bu arada devrin daha bir takım Divan şairleriyle tanışmış ve bir Divan şairi olarak, mühim bir şöhret kazanmıştır. Namık Kemal'in Divan ü slfibiyle söylenilen ilk şiirlerini, bir çok meslektaşlarından ayrılarak

1 63


yeni buluşlarla, yeni fikirler ve yeni hayallerle süslediği, ehemmiyetle kaydolunması gereken noktadır. Genç şairin fikir ve san'at hayatındaki dönüm noktası ise Şinasi ile tanıştığı günlere aittir. Daha tercüme kaleminde iken, S adullah, Macid, Rifat Beyler gibi devrin münevver gençleriyle arkadaş olan Kemal, Şinasi'yi tanıdığı zaman benliğinde Doğu tefekküründen Batı tefekkürüne doğru kuvvetli bir çekiliş duymuştur. Namık Kemal, Tasvir-i Efkar gazetesinde Şinasi ile bera­ ber çalışmış, ilk makalelerini burada Şinasi'nin tesiri altında yazmıştır. Bu makaleler öyle kuvvetli bir istikbal vadet­ mişlerdir ki, 1 865 yılında Şinasi ikinci defa Paris'e gider­ ken Tasvir-i Efkar'ı bu genç talebesine bırakmıştır. Namık Kemal, çağdaş Fransız ve Alman vatancılarının, vatan anlayışlarının aynı ve onların tesiri altındadır. Ancak NamL'<: Kemal'in vatancılığı adapte bir vatancılık değildir. Kemal, Batı'dan aldığı ilhamlarla, Türk ruhunda esasen mevcut olan vatan sevgisini harekete getiren srnatkardır. Namık Kemal'e göre vatan, eski Türkçede olduğu gibi sa­ dece üzerinde doğulan ve yaşanılan bir toprak parçası değildir. Vatan, kendi çocukları olan insanlar arasında dil birliği, menfaat birliği, sevgi ve fikir kardeşliği yaratan mu­ kaddes bir topraktır/ki, her taşı için bir can verilmiş, her avuç toprağı bir ecdat vücudundan yadigar kalmıştır� Yer yüzünde bir değil bir çok vatanlar vardır ve her vatan üzerinde ayn bir millet yaşar. Bütün milletler için tek bir vatan düşünerek hakiki vatanperverliği ortadan kaldırmak, cennette rahat edeceğini umarak kendini öldümıek gibi yanlış bir harekettir. Türk diline ilk defa Şinasi tarafından tercüme edilen: Milletim nev-i beşerdir, vatanım rCıy-i zemin

ti krine yine Türkiye'de ilk defa Namık Kemal ıtıraz etmiştir. Kemal, bir tek vatanda bile birbiriyle savaş halinde


bulunan zümreler olabildikçe tek bir vatan düşüncesinin ha­ kikatle hiç bir ilişki olamıyacağı fikrindedir. Kemal için vatan sevgisi, her sevginin üstündeqir: Vatan havasını teneffüsle başlayan "hayat" , bakışların vatan güzelliklerine çevrilmesiyle başlayan "görmek saadeti" hep vatanda mümkün olur. Her köşesinde bir ecdat hatırası ve .bir evlat cilveganı bulunan bu mukaddes toprak aynı zaman­ da evlatlarının başkalarına boyun eğmeksizin yaşadıkları bir yer olduğu için sevilir. Vatan o sevgili topraktır ki onun saadetini hayatlarında göremiyecek olanlar dahi bu saadeti ister ve bu uğurda ölürler. Namık Kemal'in Git, vatan. Kabe 'de siyaha bürün. Bir kolun ravza-i Nebi'ye uzat, Birini Kerbeld 'da Meşhed'e at Kainata o hey'etinle görün.

diye tasvir ettiği vatan da, mutlak bir İslamı zihniyetin değil, tam bir realitenin ifadesidir. Bu vatan, o Çağlardaki Türk hakimiyetinin yayılı bulunduğu muhteşem bir topraktır: Başı İstanbul'a yaslanmış, saçları Balkanlar'da dalgalanan, göğsü Anadolu'da ve kalbi yine orada çarpan bu vatanın bir kolu gerçekten peygamberin yurduna uzanmış, öbür kolu Kerbela'ya, el atmıştı. "Destanlarda görülen asümani hey­ keller gibi, başı Kürre-i arzın bir kıtasına yaslanmış vücudu bir kıtasına sarılmış ve ayakları diğer bir kıt'asına uza-· mış"tı. Namık Kemal'in Vaveyla şiiri ile tehlike işareti verdiği yurd, her köşesinde Türk bayrağı dalgalanan böyle muaz­ zam bir ülkeydi. Bu yurd için Namık Kemal'in göğsünden taşan feryad da böyle bir yurda yakışacak ölçüde etraflı ve ihatalıydı. Türk vatanı'nın Çin gibi, S ibirya gibi topraklarla ölçülemiyeceğini, çünkü onun her bucağının ecdat kanı 1 65


pahasına ve kılıç kuvvetiyle alındığını söyliyen Kemal, işte böyle ecdat kanıyle yuğrulmuş bir toprağın vatanperveriydi. Ondaki fikirler, ilk bakışta bir İslam ve Osmanlı mil­

liyetçiliği şeklinde görünür. Ancak onun yazılarını dikkatle okuyanlar, bu Osmanlı milliyetçiliğinin hakikatte bir Türk milliyetçiliği olduğunu kolayca anlayabilirler. Gerçekten, İslam dini ve Osmanlılık gelenekleriyle birbi­ rine bağlanmış çeşitli milletlerden oluşan bir imparatorluk dahilinde hfildm millete mensup bir vatanperverin, kavimci bir milliyet prensibi gütmesine imkan tasavvur edilemezdi.

Türkiye'nin coğrafi ve siyasi dunımu dolayisiyle bugün bile mümkün olmayan ırkçı ve kavimci milliyetçilik Namık Kemal devrinde bir cinayet olurdu. B ilhassa F�ansız ve Alman milliyetçiliğinden aldıkları ilham ve kışkırtma ile im­

paratorluktan toprakları ve topraklarındaki Türk servet ve nüfusu i le birlikte ayrılmak i steyen B alkan kavimlerinin TUrkler'le olan mezhep ve kavim ayrılıklarını bir koz olarak kullandıkları o derece kritik bir devirde Türkler için Os­ manlılık zihniyeti devlet bütünlüğünün birici k müdafaa silahıydı. B ütün bu sebeblerle, Namık Kemal, milliyetçilik konu­ sunda temas eden yazılarında genel olarak Osmanlı ve Os­ manlılık tabirlerini kullanıyor ve bu tabirler, onun kalemin­ de devlet bütünlüğünü korumak için baş vurulan bir tılsım mahiyetini taşıyordu. Hakikatte Şinasi'nin millet-i hakime diye vasıflandırdığı ve Namık Kemal'in : Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten Mısraı ile, saadeti uğruna vücudunu vakfettiği millet, sa­ dece Türk Milleti idi:

- Kaamus ve Bürhan'ı Türkçeye lügat ittihaz etmek ta­ savvuruki Arap ve Acem'in başlarına birer fes giydirmekle

1 66


Türk milletine idhallerini aramak lwbilindendir-hiç bir suret­ le lwbil-i icra olamaz. - Yalnız Arabl'de şair olanın Türk şuarası beyninde ismi­ ni yadetmek neden iktiza etsin? Hind'in,

Y u n an ' ı n ,

Roma' n ı n ,

Arab' ı n ,

Acem'in,

Türk'ün, Avrupa'nın asar-ı edebiyesini tetebbu e t , belki

vicdanının hissiyatına mir'at-ı initaf olacak bir eser bulur­

sun.

- Türkler o millet değil midirler ki medreselerinde Farabi 'ler ibni Sina 'lar, Gazali 'ler, Zemahşeri'ler, tevsi-i maarifet eylemiştir. Çağatayca'yı Türkçeden başka bir lisan addetmek mesela Fuzull'nin ifadatında olan şive-i mahsusa nazaran B ağdat lisanını dahi bir lisan-ı diğer hükmünde tutmak kabilinden

olmaz nu?

Türkçemiz, henüz elifbası bile olmayan Arnavut ve

Laz

lisanlarını dahi unutturamamıştır. Münasebat-ı edebiyenin

fıkdanı cihetiyle meseıa bir B uhara'lı, Türkçe söylediği halde buradaki Türkler içinde bir Fransız kadar dilinden an­ Jayacak aşina bulamaz. .

- Ne yanlış itikatta imişim. Vatan yolunda ölecek kırk

kişi yoktur sanırdım. Galiba düşman da Osmanlılar'ı benim

gibi görmüş. Evet Osmanlılar söz arasında vatanı kaydet­ mez gibi görünürler. O kadar kaydetmez gibi görünürler ki

konuştuğun adamı taştan y apılmış zannedersin , Hele karşılarında bir düşman göster. İşte o vakit halka başka bir hal geliyor.

İşte o vakit o abalı, kebeli Türkler: o tatlı sözlü yumuşak

yüzlü köylüler: o çifte koşulur öküzden farketmek isteme­

diğimiz biçareler aradan bütün bütün kayboluyor da yerleri­ ne Osmanlılığın kahramanlığın ruhu meydana çıkıyor.

- Temiz Osmanlı soyunun aslı olan Kayı Hanlı aşireti. . . 1 67


Oğuz türkmenlerin bir şubesidir. Sultan Osman gibi vücudu ile insanlığı övünmesi gere­ ken yüksek iradeli bir büyük: Osman Ertuğrul Oğl usun, Oğuz Kayı Han neslisin, sözleriyle hem Oğuz'a hem de Kayı Hanlı 'ya mensup oluşunu kendisi için bir iftihar vesilesi saymışnr". Cümlelerinde görüldüğü gibi Namık Kemal, eserlerinde­

ki Osmanlı tabirine sık sık Türk kelimesi i l e yer değiştirterek aslında hangi millet için çalıştığım ve hangi millete men sup olmakla övündüğünü açıkç a meydana koymuştur. A yrıca muhtelif eserlerinde Anadolu yerine

Türkistan tabirini kullanması da yine dikkate değer noktalar­ dandır.

Şu muhakkaktır ki, Namık Kemal'in uğrunda canını feda ettiği, vatanın adı Türkistan'dır. Onca, Türk şairi olmak için yalnız Türk olmak deği l, aynı zamanda Türkçe yazmış olmak şarttır. Yunan, Arap, Fars edebiyan yanında bir Os­ manlı edebiyatı değil bir Türk edebiyatı vardır. B ağdat şivesi gibi Çağatayca da Türkçedir. Medreselerinden İbn-i S ina'lann, Zemahşeri'lerin yetiştiği Karah anlı ve Harizm Türkleri Anadolu Türlerinden ayn bir millet değildir. O Anadolu Türkleri iki Türk milletinin ve Osmanlı kahra­

manlığının ruhu onlardır. B u , Türkler, hep birden Sultan Osman'ın me11subiye iyle övündüğü Oğuz, Kayıhan nesli­ nin çocuklandır. O Oğuzlar ki Namık Kemal tarafından yine Osmanlı tarihinde bizim unsur-ı aslimiz diye tanıtılmıştır.

Görülüyor ki Namık Kemal'in milliyetçiliği tamamiyle bir Türk milliyetçiliği'dir. Bu milliyetçiliğin Osmanlılık şekline bürünen dış görü n ü ş ü i se, yüce imparatorluğun engin hfilcimiyetini sarsmamak için ihtiyar edilmiş ve tedbir­ den başka bir şey değildir. Şak meselesi isimli yazısında bu endişesini kuvvetle ima

1 68


eden Kemal, Askerlik makalesinde biraz daha açılarak, savaş meydanlarında Türk-Osmanlı topluluğu içinden yalnız Türkler'in ayrılıp düvüşmesini milli nüfus ve servet bakımından çok tehlikeli bulduğunu açıkça haykırmıştır. Namık Kemal demiştir ki: "Askerliğin yalnız Müslümanlar'a hatta Türkler'e inhisarı memlekette bir takım kavimlerin ziraatle, diğer bir takımının ticaretle meşgul olmasınıı mukabil imparatorluğun bu ka­ vimleri himaye eden asıl Türk unsurunun zararınadır. Mem­ leketteki Hıri stiyan tebaayı da askere almaktan çekinmiyelim. Madem ki Rusya, Kazan Tatarlarını bize karşı sevkedebiliyor. Biz de Balkan Bulgarlarını ona karşı göndermeğe muktedir olmalıyız". Nihayet, Namık Kemal'in Türkçülüğü bu kadarla kal­ mamış, yukarıda görüldüğü gibi Türkiye hudutları dışındaki Türkleri de düşünmüş ve Buharalı Türkler'le Türkiyeliler arasındaki dil ve edebiyat bağlarının çözülmesinden ızdırap duyduğunu gizlememiştic'. Esasen bu çağlarda bir kısım Türk aydinlan Avrupa'daki Türkoloji hareketlerinden ha­ berdar olmuşlardır. Türkiye'de Ahmed Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Ali Süavi gibi şahsiyetler tarafından ilmi bir Türkçülük y�pılmaya başlanmıştı. Türk dili ve Türk tari­ hi sahasındaki bu hareketlerden şüphesiz Namık Kemal'in de haberi vardı. Ancak, bütün bu misaller olmasa ve Kemal yazılarında kendi milletinin adını Osmanlı tabirinden başka bir sözle an­ masaydı bile biz onu yine tam bir Türk milliyetçisi olarak tanıyacaktık. Çünkü: Namık Kemal'in yazılarını okuyanlar büyük vatanperver'in bütün ömrünce yalnız Türk milleti için çarpan bir kalp taşıdığını anlamakta asla zorluk çekmezler.

3. Ahmet Vefik Paşa (1823-189 1): Ahmet Vefik Paşa, 3 Temmuz 1 823 yılında İstanbul'da 169


doğmuştur. Babası, divan tercümanlarından Yahya Naci Efendi'nin oğlu, tercüman RCıhiddin Efendi'dir. Vefik Paşa ile tahsilini münevver bir muhit manzarası gösteren ailesi içinde ve Mühendishanenin ilk kısmında yapmıştır. Sonra babasiyle birlikte Paris'e gitmiş ve tahsil hayatına Paris'te St. Louis lisesi'nde devam etmiştir. Bu sırada babası, Paris elçiliğinde, Mustafa Reşid Paşa'ya tercümanlık yapıyordu. İstanbul'a dönünce, tahsilinin tabii bir neticesi olarak önce tercüme odasına memur seçilmiştir. Fakat Vefik Paşa böyle bir tek vazifede veya biri birine akın vazifelerde karar kılmamış çok kısa fasılalarla yurd içinde ve yurd dışında pek çeşitli vazfiler görmüştür. Bu arada Londra'da elçi katipliği: İ s tanbul'da terc ü me odası mümeyyizliği, Bükreş'te Memleketeyn müfettişliği, İstanbul'da Encümen-i Daniş azalığı, 1 85 1 'de Tahran Büyük elçiliği, İstanbul'da Deavi Nazırlığı, 1 860'ta Paris Büyükelçiliği, İstanbul Da­ rulfünun'da Hikmet müderrisliği, Rüsumat Eminliği, Sada­ ret müsteşarlığı, 1 872'de Maarif Nazırlığı, Şfira-ı Devlet azalığı, 1 878'de Sadrazamlık ve Dahiliye Nazırlığı, 1 879'da Bursa Valiliği, 1882'de ikinci defa Sadrazamlık yapmıştır. Vefik Paşa vezirlik rütbesini Meclisi Mebusan Reisi iken almıştır. Vazifesiz bırakıldığı zamanlarda hemen daima ilmi ve edebi mesai ile meşgul olmuştur. Başvekillikten ikinci defa uzaklaştırılıktan sonra hiç bir vazife almıyarak ilim alanındaki çalışmalarına devam etmiş ve 2 ·Nisan 1 89 1 'de Rumelihisanrı'ndaki yalısında ölmüştür. Ahmet Vefik Paşa, bu vazifelerinin bir kısmında ve mesela Paris Büyükelçiliği ve birinci Başvekilliği esnasında memlekete çok faydalı hizmetler görmüştür. Fakat yaşadığı devrin, Osmanlı Türkiyesi'nde geniş ölçüde bir hürriyet tat­ bikini imkansız bulduğu için, bu çağlardaki hürriyet hare­ ketlerine taraftar olmamış, hatta mukabil tedbirler aldığı için de muarızları tarafından bir müstebit gibi karşılanmıştır. Ta­ biatının haşin oluşu ve mesela Meclis-i Mebusan azasına 1 70


yaptığı sert muameleler bu zannın kuvvetlenmesi yolunda ciddi bir sebeb teşkil etmiştir. Hatta, bu ilk Millet meclisinin kapatılmasında Vefik Paşa'nın da mühim bir rolü vardır. Vefik Paşa, Türkiye'nin yenileşmesi yolunda hazmı güçleştirecek bir sür'ati doğru bulmuyor. Avrupa tak­ litçiliğini beğenmiyor. Türk sanat eserlerini hakiki bir anlayışla takdir ve tercih ediyor: bizzat kendisi, giyinişinden evinin eşyasına kadar milli geleneklere sadık kalıyordu. Vefik Paşa, Tanzimat büyüklerinden Mustafa Reşid Paşa tarafından takdir edilmiş, Ali Paşa ile geçinememişti. Fuad Paşa ise: "Ahmed Vefik Paşa, binek taşı cesametinde bir el­ mastır: ne yüzüğe takılır, ne de sokakta bırakılır" tarzındaki zarif sözleriyle bu Tanzimat Paşasını herkesten daha iyi anlamıştır.

Eserleri : Avrupa'daki Türkoloji hareketlerini takip eden Ahmet Vefik Paşa, Türkiye'de milliyetçi görüşleri ihya ederek dil, tarih ve halkiyat bakımından bu idealle işlenmiş eserler yazmıştır. Önce Ebülgazi B ahadır Han'ın Şecere-i Türk isimli kitabını Çağatay Lehçesinden Osmanlı Türkçesi'ne tercüme etmiştir. Bu suretle Orta Asya Türk-Moğol tarihinin Osmanlılarca bilinmiyen bir kısmını Türkiye Türklerine tanıtmak ve bizim milli tarihimizin Osmanlılarla başlamadığını, Türk'ün çok daha eski ve asil bir tarihi olduğunu meydana koymak gibi o çağlar için büyük ve fay­ dalı b i r hizmet görmüştür. Daha sonra, Anadolu Türkçesi'nin ilk lfigat kitabı olan Lehce-i Osmani isimli ,gıühim eserini yayınlamıştır. Bu eserin birinci kısmında yüzyıllardan beri ilk defa olarak "Türkçe sözler" bir araya toplanmıştır. Gerçi eserde dllimizde Fransızcadan, İtalyancadan, Yunancadan girmiş bazı yabancı kelimeler yok değildir. Eserin sonlarında Arap ve Fars asıllarından

171


gelen kelimelere mühim bir yer verilmiştir. Fakat Vefik Paşa'nın, Osmanlı Türkiyesi'nde hemen ilk defa Türkçe sözlere geniş ölçüde yer veren bir lfigat kitabı hazırlamı ş olması , onun dil alanındaki milliyetçi düşüncelerinin parlak ve faydalı tezahürlerinden biridir. Ni­ tekim, bu eser Türkiye'de daha sonraki mim lisan çalışmalarına kuvvetli bir örnek olmuş, daha yeni dil araştınnaları için değerli bir kaynak vazifesi görmüştür. Vefik Paşa Lehce-i Osmani'sinde muhtelif Türk lehçeleri hakkında Türkiye'de ilk defa bazı bilgiler vermiş, bu lehçelerin Türkiye ve Türkistan'daki yayılış sahalarını be­ lirtmiştir. Aynca eserinin Türk maddesinde bazı Türk ka­ vimleri'nin isimlerini saymış, Türk tarihinin hicretten beş bin sene evvel başladığına işaret etmiş, Çağatay lehçesinin, Uygurca'nın bir d�vamı olduğunu, Uygurca'nın, yazı lisanı olmak dolayısiyle Türkler arasında yaygın bir dil clarak kul­ lanıldığını söylemiştir. Onun bu sayfalarda verdi6i en dik­ kate değer malfimat Oğuzlar, Selçuklular ve Osmanlılar'ın soylan hakkındaki kuvvetli görüşlere dayanan bilgilerdir. Türk aşiretlerin en şereflisi ve en üstün vasıfta olanları Oğuzlar'dır. Mealindeki sözleri, Vefik Paşa'nın daha o ta­ rihte Türk kavimleri'nin kıymet ölçülerini takdir etmek bakımından sağlam bir neticeye vardığını göstermektedir. Ahmet V eiik Paşa'nı n yine milliyetçi bir görüşle hazırladığı üçüncü eser, Atalar Sözü isimli, darb-ı mesel mecmuasıdır. Paşa, bu eserinde 6-7 bin darb-ı mesel top­ lamış ve bunları oldukça muntazam bir harf sırası ile tesbit etmiştir.! Eser, Türk atasözleri üzerinde çalışacakları için zengin bir kaynak durumundadır.

4. Süleyman Paşa (1838- 1892) .Tanzimat devrindeki ilmi Türkçülüğün ikinci ve daha ileri bir siması meşhur Şıpka kahraman Süleymaı: Paşa'dır.

172


S üleyman Hüsnü Paşa 1 8 3 8 'de İstanbul'da doğmuştur. İstanbul'a Kastamonu'dan gelmiş bir ailenin çocuğudur.

Tahsilini Harbiye mektebinde yapmış ve bu mektebi 1 860 Y.ılında bitirerek Türk ordusunda çalışmaya başlamışnr. ünce G irid ve Yemen bölgelerinde vazife görmüş, sonra İstanbul'a gelerek Mekteb-i Harbiye'de edebiyat muallimliği yapmışnr. 1 874'de Paşalık rütbesi ile mekteb-i Harbiye ve Mekatib-i Askeriye Nazın olmuştur. Bu süratle yükseliş, çok zeki, dürüst, bilgili ve büyük bir insan olan S üleyman Paşa'nın kendi kabiliyetinin ve şahsi faaliyetlerinin mükafandır.

Ş ü leyman Paşa şahsiyetinin ilk büyük hizmetlerini Askeri mektepler Nazın iken görmüştür: Türkiye'nin maarif ve askerlik tarihinde şerefli bir hissesi bulunan askeri

rüşdiye mektepleri, S üleyman Paşa'nın kurduğu ve tanzim

ettiği kültür müesseseleridir. S üleyman Paşa bu mektepleri milli-askeri terbiyeyi kudretle geli ştirecek birer müessese haline koymu ş, bizzat h azırladığı programlarında "milli

tarih" meselelerini birinci planda tutarak Türk çocuklarının

milli bir ruhla yetişmelerini sağlamıştır. Yine bu sırada inşası sona eren Daruşşafakanın en büyük i htiyacı olan öğretmerı yokluğunu asker hocalarla gidermiştir. Bu asker öğretmenler Darüşşafaka'da bir taraftan parasız d� rsler ver­ mek, bir taraftan da okuttukları derslerin kitaplarım yazmak veya tercüme etmek suretiyle fedakarca çalışmışlardır. Nihayet, 1 877 Türk-Rus savaşına bir başlangıç olan Ka­ radağ i syanı'nı bastırmak vazifesini almış ve başarılı savaşlar vermiştir: Rus harbi başlayınca Tuna orduları başkumandanlığına getirilmiş ve Şıpka boğazında Rus or­

duların'l şiddetli darbeler indirerek bu orduları bir kaç defa ;yenmiştir. S üleyman Paşa'nın Şıpka kahramanı diye anılışı bu savaşlardaki yararlıkları dolayısiyledir. Ancak, Şıpka zaferi tamamlanmamış, harbin umumi ku-

173


mandanhğına getirilen Süleyman Paşa sarayla anlaşamanuş ve bu sırada k aybedilen savaşın mesulü sayılmıştır. S üleyman Paşa'nın bu yıkılışını, S ultan Abdülhamid'in

kasıtlı bir hareketi olarak kabul edenler vardır. Bu ihtimale göre, S üleyman Paşa, Mekteb-i Harbiye Nazın iken Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve yerine Beşinci M urad'ın

geçirilmesi hadisesine mektep taburu ile bilfiil iştirak eden,

hürriyetçi ve inkilapçı bir paşa olduğu için bu cezaya müstahak görülmüştürJ

Her halde rakiplerinin tezvirleriyle yıkılan S üleyman Paşa, h ükümd ar tarafından mahkemeye verilmiş ve güçlü

müdafaasına rağmen bu davayı kaybetmiştir. Rütbesi geri alınan büyük kahraman B ağdad'a sürülmüş ve 1 4 yıl süren bir sürgün hayatından sonra, Bağdad'a vefat etmiştir.

Şahsiyeti ve Eserleri : Süleyman Paşa, büyük bir asker olduğu kadar değerli ve

bilgili bir edip, bilhassa şuurlu bir Türk milliyetçi si'dir.

Askeri Mektepler Nazırlığı'na geçtiği zaman bu mekteplerde okutulacak kitapları bazı mütehassı slara tercüme ettirmiş, bu arada kendisi de bazı kitaplar yazmıştı. Bu kitaplardan bir tanesi S arf-ı Türk! idi. Süleyman Paşa, mekteplerde Türkçe tedrisatını kolaylaştırmak ve sistemlendirmek için yazdığı

bu Türk dili gramerine Kavaid-i Osmaniye veya S arf-ı Osman! gibi isimler vermemiş, Türkçeyi müstakil bir li san olarak kabul ettiği için onu S arf-ı Türk! diye i simlendir­ mişti. Hatta, Talim-i edebiyiit-ın önsözlerinde "Edebiyat-ı Osma n i y e " , " E ş 'ar-ı Osman!" gibi tabirler kullanan

Reciiizade'ye yazd ığı bir mektupta bu noktayı ehe nmiyetle tasrih etmi şti . S ü leyman Paşa bu mektubunda 'Osmanlı edebiyatı sözünün yanlış olduğunu, dilimize Osmanlı dili,

milletimize Osmanlı milleti denilemiyeceıini söylüyor: Os­ manl ı tabiri devletin adıdır; milletimizin adı ise sadece Türktür. Bu sebeble lisanımıza Türk dili , edebiyatımıza da Türk edebiyatı demek liizımdır" diyordu.

1 74


S üleyman paşa'nın ilmi Türk milliyetçiliği alar mdaki en mühim eseri Tarih-i A lem'idir: Bu çağlarda Tanzimat Türkçüleri'nin dikkatini çeken en mühim eser XVIII. yüzyıl Fransız tarihçilerinden Deguignes'nin, Türkler, Hunlar ve Moğollar'a dair yazdİ ğı büyük tarihti. S üleyman Paşa, başta Deguignes'nin tarihi olmak üzere, daha bir takım Garp kay­ n a kl arına baş vurarak y azdığı Tarih - i A lem'inde, Türkiye'de ilk defa olarak, ilk çağlar Türk tarihine ait yüz

elli dokuz s ahifelik bir bahis ayırmış, bu kısımda eski Türkler h akkında çok mühim bilgiler vermiştir. Türkler'in en eski atalarının Hunlar olduğunu ve meşhur Türk Hakanı Oğuz Han'ın, Hun devleti hükümdarlarından Mete olması gerekti ğini bu sahifelerde ve ilk defa o söylemiştir. Bu eserin, muhtelif Doğu ve B an tarih kaynak­ larından faydalanmak, hatta Çin tarihlerinden haberdar olmak suretiyle meydana getirilmesi, gerek S üleyman Paşa'nın ciddi tarih metodunun, gerekse bizzat Tarih-i Alem

isimli bu eserin kıymet ve ehemmiyetini arnran ge:çeklerdir. Yazar, geniş bir ölçü tutarak hazırladığı bu eser.'. .ıin ancak

ilk çağlara ait kısmını tamamlayabilmi ştir.

S ü leyman Paşa'nın diğer milli bir eseride Hiss-i İnkilab

adlı risalesidir. Onun ölümünden sonra, oğlu tarafından neşredilen bu eserde büyük kumandanın vatan ve inkılap

yolundaki şuurlu ve azimli faaliyetlerinin bir h lilas ası vardır. Ancak kendi kıymetlerini yine kendi lisanı ile

söylemeği fazilet kanunlarına uygun bulmadığı için, müellif bu gibi gayretlerinin hikayesini bir başkasının dilinden hikaye etmiştir. . Bu eserde S üleyman Paşa, Türk milleti'nin zeka, fazilet

ve kabiliyeti hakkındaki derin imanını belirtmekle ve bütün ç a l ı şm a l a r ı n böyle bir imandan doğduğunu düşünd ürmektedir. S üleyman Paşa'ya göre Türk milleti, Avrupa'daki her türlü yeni ve medeni hareketleri kolayca

kabul edebilecek ve bu alanda hatta örneklerini geçebilecek

1 75


bir kabiliyettedir. B u millet, ilerlemek için sadece hükümetinin teşvikine muhtaçtır. Memlekette ahlaki bozuk­ luklar, daha ziyade " sınıf-ı vükela"ya dahil olanlar arasındadır. Milletin kurtuluşunu herkes hatta hükümdarlar bile ister. Ancak onlar içinde bunu istemiyecek veya yapamıyacak kabiliyette olanlar varsa onları devlet başından uzaklaştırmak da öyle güç bir iş değildir. Bu sözler, bütün bu fikirlerini tatbik sahasına koymuş ve muvaffak olmuş bir Türk idealistinin sözleri olmak bakımından bilhassa mühim bir değer taşımaktadır. Süleyman Paşa'nın bu fikirleri , araştırmamızın il. Bölümün'de incelediğimiz Sosyal Aşağılık Kompleksi ile il­ gilidir. Önemli olan bu büyük düşünürün, meseleye daha o zamanlar teşhis koyabilmesidir.

5. Ziya Gökalp (1875-1924) : •

".Türkç.ülük, Türk milletini yükseltmek demektir" düşüncesiyle ve Türk milleti'nin "Lisanca, dince, ahlak ve edebiyatçı, müşterek, aynı terbiyeyi almış ferdlerden mürekkep" bir bütün olduğu inancı ile çalışan Ziya Gökalp, Iürk milliyetçili�i tarihi'nde en sağlam esasları kuru12., müdafaa eden büyük bir mütefekkir. bir edip ve alimdir 'i 'Yüksek bir felsefi kabiliyetle mücehhez, geniş malumata malik, hakiki bir idealist" olan bu aydınlık zeka: Osmanlı birliği, İslam birliği fikirlerinin hfila çarpışmakta olduğu bir devirde, kalbleri memleket sevgisiyle çarpan fakat milli saa­ dete dağınık ve vuzuhsuz yollardan yürümeye çalışan gençlere gerçek ve ışıklı bir hedef göstermiş: "&Wrnyetper­ l'erliğia program ve felsefesini ı;izerek, milli cereyanın kalbi ve nazımı olmuştur" . Gökalp'in asıl adı Mehmed Ziya'dır. 1 875'de Diyar­ bakır'da doğmuştur. Babası Diyarbakır'lı Mehmet Tevfik Efendi, bu şehre Çermik'ten gelmiş eski bir ailenin çocuğudur. Diyarbakır vilayeti evrak müdürü olan Mehmed 1 7,ç


Tevfik Efendi, muhitinin aydın simalarındandı. Vilayet ga­ zetesinde başmuharrirlik yapıyor, memleketteki yeni fikir hareketleri ile alakadar oluyor, Namık Kemal'i anlayarak ve severek okuyordu. Aynca bir "Diyarbakır S alnamesi"de yazmıştı. Bu aydın babanın, Ziya Gökalp'in yetişmesi üzerinde müsbet bir tesiri oldu. Gökalp'ın daha çocuk yaşlarında iken okumaya karşı derin bir heves duyduğu görüldü. Diyarbakır Askeri rüşdiyesi'ni böyle bir hevesle bitirdi. Bilhas.sa müsbet ilimlere karşı ciddi bir ilgisi ve isti­ dadı vardı. Çeşitli dilleri öğrenmek bakımından da ayn bir kabiliyeti. Farsçayı, Arapçayı amcasından öğrendi. Yine Diyar!Jakır'da iken Fransızca öğrenmeğe de başlamış, hatta temas ettiği bir kısım halktan faydalanarak Kürd dilini bile incelemeğe çalışmıştı. Diyarbakır Askeri rüşdiyesi'.nden sonra bir müddet de aynı şehrin mülkiye idadisinde okudu. Riyazi dersler yanında felsefi bilgilere de alaka gösteriyor, İ sl am fel sefesini, tasavvuf kültürü n ü öğrenmeğe çalışıyordu. Namık Kemal 'i, bilhassa bu büyük idealistin ölümü, dolayısiyle tanıdı. Babası ona Kemal'in ölümünü hakiki bir ıstırapla haber vermiş, bu hadise Gökalp'in Namık Kemal'e büyük bir sevgi ve saygı ile bağlanmasına yol açmıştır. Hürriyet, milliyet fikirlerini ve bu ülküler için nasıl bir feda­ karlıkla çalışmak gerektiğini Kemal'den, onun hayat ve eserlerinden öğrendi. Meşrutiyetin ilanı üzerine Gökalp Diyarbakır'da bir ittihad ve Terakki şubesi açtı. Dicle ve Peyman isimli gaze­ telerde yazılar yazmaya başladı. 1 9 10'da Selanik'te topla­ nan İttihad ve Terrakki Cemiyeti kongresine Diyarbakır temsilcisi olarak katıldı. Bu kongre onu, partinin merkez-i umumi azalığına seçti. Ziya Gökalp'ın Türk mi1iiyetçiliği alanındaki _şuµrlu ve tesirli çalışmaları işte bu tarihte başladı. Selanik'te Omer Seyfeddin, Ali Canib gibi milliyetçi gençler tarafından yayınlanan Genç Kalemler mecmuasının 177


.neşriyatına iştirak etti. Bu mecmuanın 23 Şubat 1 326 ( 1 9 1 0) sayılı nüshasındaki turan isimli meşhur manzume­ siyle milliyetçi muhitlerde elektrikli ve ışıklı bir tesir uyandırdı. Aynı mecmuanın 1 9 1 1 yılında Yeni Lisan maka­ lesiyle yaptığı büyük hamleye o da eskiliğin mukavemeti isimli yazısiyle ve kuvvetle katıldı. Mecmuanın diğer sayılarına yüksek değerde felsefi içtimai makaleler verdi. Bu makaleler, Gökalp'ın otuz dört yaşlarında bulunduğu o çağlarda ne olgun bir felsefi kültüre sahip bulunduğunu açıkça gösteriyordu. Mehmet Ziya, bu mecmuadaki yazılarını ekseriya Tevfik Sedat imzası ile yazıyordu. Bazı makalelerine Demirtaş müstear -adını attığı da oldu. Fakat mecmuanın yazı işlerini idare eden Ali Canib, bu Dernirtaş imzasını beğenmedi . Onun yerine bir gün Gökalp diye bir başka müstear imza koydu. Buna itiraz etrniyen Mehmed Ziya'nın bu tarihten sonraki yazıları artık Ziya Gökalp imza­ siyle yayınlandı. Ve onu Türk edebiyatı tarihi'nde bu yeni ismiyle ebedileşti. Gökalp, İstanbu l'a Balkan harbi dolayısiyle ve parti genel merkezi ile birlikte geldi. Onun Selanik'teki ilmi-fikri ve edebi faaliyeti, İstanbul'da daha büyük bir hızla ve daha geniş tesirler uyandırarak devam etti. Türk Yurdu mecmuasında ve Türk Ocakları'nda artık en salahiyetli isim, Gökalp'ın adıydı. İstanbul Darulfünun'unda içtimaiyat müderrisliği yapıyor. Milli Tetebbular Mecmuasında ve bilhassa tesis ettiği Yeni Mecmua'da Türk rnilliyetperverliğinin yollarını çiziyor, programını tanzim ediyordu. Bütün mütevazi tabia­ tiyle ve gösterişsiz hayatına rağmen bilhassa hususi musa­ habeleriy le genç lik üzerinde bir peygamber tesiri bırakıyordu. Birinci cihan harbinden sonra İngilizler tarafından Malta'ya sürüldü . 1 92 1 'de Malta esaretinden kurtularak Ankara'ya ve daha sonra Diyarbakır'a gitti. Diyarbakır'da, bir taşra mecmuası olmasına ve baskısının kötülüğüne rağmen, içinde onun en olgun bir 178


takım yazılan bulunan Küçük Mecmua'yı neşretti. B ir

müddet sonra Ankara'ya dönerek Maarif Vekilliği telif ve

tercüme encümeni reisi oldu. Türk Töresi ve Türkçülüğün Esasları isimli eserlerini bu sırada yazdı. Biraz sonra Büyük Millet Meclisi'ne mebus seçildi. Liseler için yazdığı Türk Medeniyeti Tarlhi isimli eseri­

nin birinci cildini tamamladıktan sonra hastalandı. Tedavi

için geldiği İstanbul'da 1 924 yılı Ekim ayının dördünde öldü. Ölümü Türkiye'de haklı ve h akiki bir "miEi matem" oldu.

Ziya Gökalp'in Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye, Sanatına yol gösteren ilimle fen Türkün'dür. Hirfetleri birbirini daam eder himaye; Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür. Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın. mısralariyle tarif ettiği "vatan "da, gerek onun vatan anlayışını n, gerek bu anlayışı nesirle değil de nazımla söylemeyi söylemeyi tercih edişinin kuvvetli bir örneğidir. Çocuklar için yazdığı manzumelerde milll çocuk terbiyesini,

askerler için yazdığı manzumelerde Türk askeri terbiyesini gözeten yine böyle kolay ve vazıh bir ifade vardır. Manzu­ melerinin ekserisinde millet sevgisi ile din ve dil f.evgi sinin ihtimamla birleştirildiği görülür. Tevhid, İlahi, Ttrkün Tek­ biri, Asker Duası isimli manzumelerinde hep aynı samimi din ve millet sevgisi birleşmiştir. Polyan Veli isimli man­

zum masalında "dini güç"le birleşen "mim güç"ün nasıl mu­ cizeler yaratan bir. kuvvet olacağını telkin eden zevkli bir tahkiye var. Oğuz Han, Atila gibi Türk kahramanları, tarihin tozlu

çerçevelerinde veya yabancı tarihlerin iftiralarla dolu sahife-

1 79


!erinde "kir ve utanç" içinde bırakılmışlarken onlarla hiç bir zaman şeref yarışı yapamıyacak olan Sezar'ların, İskender'lerin aynı sahifelerde parlak görünüşleri, Gökalp'ı derinden sarsmış ve bu duygularla yazdığı Turan manzume­ si, onun şiir iklimlerine ulaşan terennümleri arasında ebedi bir yer almıştır:

TURAN Nabızlarında vuran duygular ki tarihin Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil, Güzide, şanlı, necib ırkımın uzak ve yakın Bütün zaferlerini kalbimin tanininde, Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil. Sahifelerde değil, çünkü Attila, Cengiz Zaferle ırkımı tetvic eden bu nasiyeler, O tuzlu çerçevelerde, o iftira-amii Muhit içinde görünmekte kirli, şermende; Fakat şerefle nümbyan Sezar ve lskender. Nabızlarımda evet, çünkü ilm için müphem Kalan Oğuz Han'ı kalbim tanır tamamiyle Damarlarımda yaşar şan ü ihtişamiyle Oğuz Han, budur gönlümü eden mülhem: Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan.

1 80


Nihad Sami Banarlı 'nın yorumu şöyledir: Gökalp'ın, oldukça genç bir yaşta, aruz vezni ile ve bazı imalelerle söylediği bu şiir, yayınlandığı günden beri daha çok son iki mısraiyle Türk milliyetçilerinin dilinc'.e unutul­ maz bir terennüm olmuştur. Halbuki zamanla, bu son mısralardaki fikri çok uzak gören ve her şeyden önce Türkiye için çalışmak gerektiğini ön plana alan Gökalp'ın Turan manzumesindeki en dikkate değer mısralar, ancak ya­ bancı milletlerin büyüklerine yer vermiş olan hilekar tarih sahifelerine karşı yaptığı haklı itirazlar ve bilhassa, tarih sa­ hifeleri ne derlerse desinler Oğuzlar'ın, Attila'ların bugünkü Türk nabzında hala atmakta olduklarını haykıran kuvvetli söyleyişlerdir. Ziya Gökalp, İstanbul'un ve daha bir kısım Türk illerinin işgal altında tutuldukları yıllarda da yine çok büyük bir milll acı duymuş ve bu acı onun her zamanki sade ve tabH mısralarına canlı bir ıztırabın şi'riyetini katmaktan uzak kal­ mamıştır:

Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle; "Sürülerim hani, ovam nerede? " Bülbül sordu boyun bükük bir güle: "Şarkılarım hani, yuvam nerede?" Ağla çoban, ağla ovan kalmadı, Gözyaşı dök bülbül yuvan kalmadı. Onun Manzumelerindeki şi'riyete, büyük bir kavrayışla ulaştığı-Yunus Emre'ye nazire sayılabilecek bir kısım ilahilerinde de hakiki bir başarı, dini-fikri bir heyecan ve şiirli bir terennüm vardır. Destan ve masallarının ekserisin­ de Orta Asya Türkleri'ne veya Orta Asya Türk tarihi'ne bağlanması, Ziy:ı Gökalp'ın yer yüzü Türkleri arasında bfr kültür birliği kurulmasını, Türkçülüğün en sevgili emelle181


rinden biri saymasından ileri gelmiştir. Esasen, Ziya Gökalp'ın milliyetçiliği, süratli bir tekamül çizgisi takip etmekle beraber bazı istihaneler geçirmiş bir Türkçülük'tür. Onun milliyetçiliğinde bir zamanlar engin bir Turancılık hayali bulunduğu inkar edilemez.

Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan. dediği v akit, bu Turan'ın tahakkuk edebileceğini de umduğu ve onun bu ilk Türkçülüğü'nde, realist bir milliyet­ perverlikten ziyade idealist bir nasyonalizm bulunduğu meydandadır. Birinci dünya harbi yıllarında Türk milleti'ne bu harbin başladığını haber veren Kızıl destan'ına

Düşmanın ülkesi varan olrıcak Türkiye büyüyüp Turan olacak diye başlaması da aynı Turancılık idealinin açık bir ifade­ sidir. Fakat hadiseler, mim emellerde acele etmenin hele bir tarih ve içtimaiyat iddiasını bir devlet siyaseti haline getir­ menin acı neticelerini çabuk göstermiştir. O kadar ki, bu büyük Türkçünün Türk milleti için duyduğu temiz ve masum heyecan, zamanın iktidar sahipleri tarafından isti.s­ ınar edilmiştir. Türk milletinin bir Türk birliği kurmak şöyle dursun, bir imparatorluk coğrafyasından mahrum kalmak gibi hazin bir neticeye doğru y ürümesini adeta hızlandırmıştır. Bu sebeblerle Ziya Gökalp'te zamanla daha realist bir Türkçülük fikri kuvvetlenmiş, Gökalp umumi Türkçülüğün bir kültür Türkçülüğü olması ve fiili Türkçülüğün de ancak bir Türkiye Türkçülüğü anlayışiyle hareketlenmesi kanaati­ ne varmı ştır. Bu hadiseler, onun milliyetçiliğinde önce engin bir heyecan devri, sonra birincisinden daha kuvvetli bir ilim ve fıkir devri bulunduğunu.meydana koymaktadır.

1 82


Nitekim büyük mütefekkir, 1 924'de Ankara'da neşrettiği Türkçülüğün Esaslan isimli olgun eserinde en çok kendi çalışma ve araştırmalariyle vuzuha ulaşan Türk mil­ liyetçiliğini açık ve kolay anlaşılır cümlelerle tarif etmiş, bu milliyetçiliğin gerçek hedeflerini, devirlerini göstermiş ve yarının milliyetçileri için Türkçülüğün mükemmel bir prog­ ramını çizmiştir. _ Ziya Gökalp'ın bu son eserindeki fikirlerine göre: Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir." Millet, ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi ne siyasi, ne de idari bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek, aynı terbiyeyi almış ferdlerden mürekkep bir zümredir" , Millet, Türk köylüsünün, "Dili dilime, dini dini­ me uyan" diye tarif ettiği topluluktur. Türk cemiyeti için, " (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hiyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yok­ tur". Bugünkü duruma göre Türkçülüğün üç büyük mefkuresi olmalıdır: Bunların hakikate en uygun olam Türkiyecilik'tir. İkinci mefkfire Oğuzculuk, yahut Türkmencilik'tir. Çünkü kültür bakımından birleşmesi en kolay olan Türkler, Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir." Türkiye Türkleri gibi, Azer­ baycan, İran, Harzem ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uruğuna mensuptur". Nihayet üçüncü bir mefkure daha vardır ki bu, bir Kızılelma'dır. İstikbalde Kırgız, Tatar, Özbek gibi diğer Türk zümreleri'nin de Oğuzlar'la birleşmesi hayalidir. Ancak bu bir hayal dahi olsa Türkçülük için bir kuvvet menbaıdır. O Turan, ki mazide bir hakikatti . Mete'ler, Göktürk hükümdarları bir zaman bütün Türkleri birleştirmemişlermiydi? "Türkçülük esaslanndan biri de halka doğr"J gitmek olmalıdır. Halka doğru gitmek, halk arasında yaş?yan mim 1 83


kültürü münevverlere, müqevverdeki medeni kültürü de halka tanıtmak demektir". Yine, Ziya Gökalp'a göre Türkçülük asla mütaassıp ol­ mamalıdır. Türkçülük başka milletlerin medeniyetlerinden faydalanmamak değildir. Kozmopolitlik Türkçülüj�ün tama­ miyle zıddıdır. Fakat başka milletlerden medeni hissemizi almak da ayrı bir vazifedir. Bugün medeni bir alışveriş ya­ pacağımız ülke, Avrupa'dır. Ancak Avrupa medeniyeti'ni sistematik bir surette alırken milli zevk ile harici zevk'i bir­ birine karıştırmamak lazımdır. "Her milletin asli ve daimi olan zevki, milli zevkidir". Gökalp'in bu eserindeki en olgun ve en açık fikirleri, Türk münevverleri için her zaman hakiki bir rehber vazifesi görecek düşünceler, Türkçülüğün programı ismiyle hazırlanan direktiflerdir. Ziya Gökalp'a göre Türkçülüğün: "Lisani Türkçülük", "Bedii Türkçülük" "Ahlaki Türk Türkçülük", "Hukuki Türkçülük", "Dini Türkçülük", "İktisaadi Türkçülük", "Siyasi Türkçülük" nihayet "Felsefi Türkçülük" başlık).arı altında toplanacak salahiyetle çizilen bu programın en zengin kısmı Lisani Türkçülük kısmıdır, Gökalp, Türk dili'nin milli esaslar dahilinde gelişmesi ve zenginleşmesi hususuna büyük bir ehemmiyet veımekte ve Türk dilciliği için en doğru ve en makul hedefleıi kuvvetle göstermektedir: "Yazı dilini konuşma diliyle birleştirmek", "Halk dilinde yerleşmiş bulunan Arapça Acemce kelimeleri, Türkçenin kendi kelimeleri olarak kabul etmek bir manzumesinde söylediği gibi "Türkçeleşmiş Türkçedir" düşüncesinden ayrılmamak; Arapça (siyah) yerine Türkçe (kara), Arapça (beyaz) yerine, Türkçe (ak) kullanarak dilimizi lüzumsuz bir fakirliğe düşürmekmek Türk dili'nde bu gibi kelimeler arasında mana farkları bulunduğuna dikkat etmek, mesela "Siyah yüzlü" bir adaıiıı n alnı ak olabilir, beyaz çehreli bir

1 84


adamın da yüzü kara çıkabilir" diye düşünmek. Velhasıl Türk dilinin ıslahı yolunda bilhassa şu iki noktayı gözden kaçırmamak lazımd.J!:ı

1 - Türkçe'de Arap, Fars lisanlarının kapitilasyonlan ılga olunacak bu iki lisanın ne sıygalan, ne edatları, ne de ter­ kipleri lisanımıza idhal olunmamalıdır.

2- Türk halkının bildiği ve kullandığıher kelime Türkçedir. Halk için munis olan ve "Sun'i olmayan" her ke·· lime millidir. Ziya Gökalp Türkçülük programının, diğer kısımlarında da her çeşit Türkçülüğün esaslı yollarını göstermiş ve her nevi Türkçülükte çok büyük bir medeniyetin evladı olan Türk milleti'nin bütün ideallerini kendi mazisindeki miras­ larla birleştirmek yoluyla tahakkuk ettirmesinin en mesut neticeyi vereceği hakikatında ısrar etmiştir. Mesela bedii Türkçülük üzerinde düşünürken Türk şiiri'ndeki vezin meselesine derin bir kavrayışla nüfuz ettiği görülmektedir. Gökalp'a göre, milli vezin hece vezni ol­ makla beraber bu veznin .:ieslendirilişi de ancak Türk halk zevki'nin beğenip yaşattığı esaslara uygun olmak zorun­ dadır. Fransız milli zevki nasıl 6-6 vezninden hoşlanıyorsa, Türk milli zevki'nin 6-5 vezninden hoşlandığına dikkat etmek mecburiyeti vardır. Tıpkı bunun gibi milli musık.imiz de halk musikisinin, yani halk halk zevkinin bize verdiği melodileri armonize etmelidir. Bunu yapmak ve anlayabil­ mek için inanmalıdır ki Türkler'de mazisi pek derin olan bir "milli zevk" vardır. Bu milli zevki bulmak için de halka doğru gitmek, halk sanatlarından uzun uzadıya bedii bir ter­ biye almak lazımdır. Türk halkında nasıl bir bedii zevk bulunduğuna Mihai­ lofun şu sözleriyle de dikkat etmek mümkündür: "Hiç bir filete, hiç bir modele, teknik mahiyette hiç bir tahsil ve ter1 85


biyeye malik olmıyan Türkmen kızı'nın taklidi imkansız nakışlarla süslü, çok nefis halılar vücuda getirebilmesi, ancak bir sanat sevk-i tabiisine malik olmasıyle izah oluna­ bilir". Büyük Türk sanatı bu halk zevki ile beynelmilel sanat dehalarından alınacak "zevk terbiyesi"nin birleşmesinden doğacaknr. Bundan başka aile ahlakı için, güzel sanatlar için, dini, siyasi hatta felsefi Türkçülük için Türk milleti'nin mazisinde ve Türk halkı arasında örnek alınacak çok zengin miraslar vardır. Velhasıl, "Başka milletler asri medeniyete girmek için mazilerinden uzaklaşmaya mecburdurlar. Halbuki Türkler'in asri medeniyete girmeleri için yalnız eski mazile­ rine dönüp bakmaları kafidir". Orada her türlü medeni inkişaf için mutlaka asırlarca evvel hazırlanmış bir milli temel bulacaklardır. Ziya Gökalp'in hemen bütün eserlerinde kullandığı dil, sade, konuşma dili kadar samimi ve tabii bir fü; mdır. Bu samimilik onun Malta'dan bilhassa kızları na gönderdiği mektuplarda daha sıcak bir ifadeye bürünmüştür. Gökalp'in bu mektuplarında hayat için, istikbal için ve bir kızının adı olan Hürriyet için iyimser ve ümid dolu bir söyleyiş vardır: " Nasıl bu gördüğümü z mavi gökte parlak bir güneş varsa, ruhların manevi semasında ondan daha parlak bir güneş vardır ki, doğmak üzeredir. Bu güneş hürriyettir ki nurlan hakikat harereti muhabbettir. Vazifesini sorarsan, adalettir kızım". "İnsanları kurtaracak mefkfirelerdir. Mefkfire her memle­ keti bir cennet yapacak, her millet, kendi cennetinde hür ve mesut yaşıyacaktır". "Fertler birbirini sevecek, milletler bir­ birini sevecek, dinler birbirini sevecek, medeniyetler birbib­ rini sevecek". "Bu zaman gelince bizim milletimiz de mesut

1 86


olacak, şimdi haksızlığa, sefalete, esarete sıkıntıya ta­ hammül liizım geliyor. İnsanlar bu hale uzun müddet ta­ hammül edemezler. İnsanda akıl, irade mefkure varken zil­ leti kabul edemez kızım". Ziya Gökalp'in milli ve içtimai mefkuresini tanıtmak ve aşılamak için yazdığı yazılarında da yine sade ve tabii bir söyleyiş vardır. Bu yazılardaki lisan, muharririnin geniş bir orta kültür sınıfına hitap etmeyi ve bu sebeble. mümkün olduğu kadar sade ve kolay anlaşılır bir dil kullanmayı hedef tuttuğunu zannettirecek hususiyetlere maliktir. Böyle bir alışkanlığın sonucu, onun en yüksek felsefi-_içtimai yazılarında dahi sade ve açık bir ifade görülür. Bunun çok mühim bir sebebi de muharririnin bahis mevzuu ettiği konu­ lar üzerindeki derin vukufu, onları en kolay bir ifade ile söyliyebilecek derecedeki geniş salahayetidir. Arada bir ter'i gibi, mefkure gibi bizzat icat edip kullandığı ilim ıstılahlarından bir kısmı sonradan tamamiyle unutulmuştur. Fakat ülkü gibi bir başka kelime ile değiştirilmek istenilmiş olmasına rağmen onun mefkure'si bu ıstılahların en uzun ömürlüsü olmuştur. Önceleri doğan gibi, yalavaç gibi, müz gibi öz Türkçedir diye kullanmak heves duyduğu bazı keli­ meleri ise, devirlerini bitirmiş, hayatlarını kaybetmiş olduk­ larını görerek daha sonra kendisi de terketmiştir. Gökalp'in nazım lisanı da her nevi sanat gösterşlerinden uzak, h atta hazan mahrum llenilebilecek bir sadelik içindedir. o, vezinciliği bir milliyet meselesi edinecek kadar ileri gitmiş ve manzumelerini bir kaç tanesi müstasna olmak iizere hep hece vezni ile yazmıştır. Bununla beraber, vezin­ de bu derece mütaassıp olmasına rağmen, nazım şekilleri bahsinde milli Türk nazmı'nın vahid-i kıyaasisi olan dörtlüklerle şiir söylemeyi çok kere O da ihmal etmiştir. O kadar ki hece vezninde 6-6 nın Frenk vezni olduğunu ve milli zevkin 6-5 i yaratmış bulunduğunu ehemmiyetle ileri sürdüğü halde, milli zevkin daha sağlam bir mirası olan

1 87


"dörtlük"leri ihmal ettiği zamanlar olması ve ba?:an hiç bir esasa istinat etmiyen fantastik şekiller kullanması dikkat edi­ lecek bir noktadır. Ziya Gökalp'in manzum masal, didaktik manzume, mefkfire terennümleri ve Yunus tarzu ilahi'lerden mürekkep şiirleri üç ayn kitapta toplanıp neşrolunmuştur. Bunlar, Kızıl Elma, (İstanbul, 1 9 1 3), Yeni Hayat (İstanbul, 1 9 1 8) ve Al tun Işık isimli şiir mecmualandır. Onun bir çok ilmi, içtimai, edebi makaleleri Genç Ka­ lemler gibi, dergilerde çıkmış yazılan vardır. 6. S üleyman Nazif ( 1807- 1927): Tanzimat ekolü'ne mensup bir sanatkardır. Süleyman Nazif, Diyarbakır'ın eski ve aydın bir ailesine mensuptur. Babası, Ş3.ir ve müverrih Said Paşa, dedesi Süleyman Nazif Efendi ve büyük dedesi İbrahim Cehdi Efendi, devirlerinin değerli ilim ve edebiyat mensuplarındandı. Süleyman Nazif, ilk tahsilini aile muhitinde, hususi hocalar vasıta:;iyle edin­ miş, Arapça, Farsça, Fransızca öğrenmiş memuriyet hayatına çocuk denecek bir yaşta, Diyarbakır mektupçuluk kaleminde başlamışnr. Sonra İstanbul'a gelmiş, bir aralık Paris'e kaçmış burada Meşrutiyet taraftan olarak çalışmıştır. Türkiye'ye döndüğü zaman Abdülhamid tarafından Bursa'da Mektupçuluk vazifesiyle ikamete memur edil­ miştir. Bu arada Servet-i Fünun meemuasına İbrahim Cehdi imzasiyle ve şiirler yazarak iştirak etmiştir. Meşrutiyetten sonra, Basra, Kastamonu, Musul, Bağdat valiliklerinde bulunmuş, İstanbul'da gazetecilik mesleğinde çalışmış, Halk gazetesini ·ve Cenab ile birlikte Hadisat ga­ zetesini çıkarmıştır. Faziletli hayatı, dürüst ahlakı, faal zekası, samimi bir vatan ve millet sevgisi heyecaniyle kale­ me alınmış kuvvetli mensur yazılariyle şairliğinden daha yüksek bir ilgi ve sevgi kazanan Nazif, İtilaf devletlerinin 1 88


İstanbul'u işgal etmeleri hadisesini, Hadis.at'ta yazdığı kara bir Gün feryadiyle ve cesaretle protesto etmiştir. Yine Fransız işgal kuvvetlerine karşı, çok manalı bir protesto ma­ hiyeti taşıyan ve gı1ya Türk dostu. Pierre Loti'yi anmak için yapılan bir "Pierre Loti hitabesi" ile, işgal zihniyetine karşı fikri, edebi bir isyan hamlesi yaratmıştır. Bu hadise, onun Malta'ya sürülmesi ile neticelenmiş, Süleyman Nazif, Malta'da, en güzel vatan ve iman şiirlerini yazmıştır. Malta dönüşünden sonra, yine gazetelerde maka­ leler ve müstakil kitaplar neşreden Nazif, 1 927'de İstanbul'da ölmüştür ( 1 ). Hayatı boyunca yüzlerce makale yazan Nazif, son za­ manlarında maddi sıkıntı içinde idi. Nitekim hiç bir zaman dürüstlükten ayrılmayan yazarımızın vefan sırasında cebin­ den sadece ve sadece 3 nikel kurul çıktığı bir gerçektir. Cenaze giderleri, Türk Hava Dergisi'ne yaptığı bir çok yazı yardımlarının yüklediği manevi bir borçla Türk Hava Kurumu tarafından karşılandı. Cenazesi, Belediye cenaze arabasiyle Ayasofya'ya geti­ rildi. Namazı orada kılındıktan sonra Edimekapı dışında toprağa verildi. Kabri İstanbul Belediyesi'nce yaptırılmıştır. Daha sonralan vefat eden Büyük Türk Şairi Mel: met Akif de hemen yanı başına gömülmüştür. Mezar taşı üzerinde Süleylan Nazifin kardeşi Faik Ali Ozansoy'un şu beyti yazılıdır: Şimşek mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem Tahrir için kitabe-i seng- i mezarını

Bu beyit, bir yönüyle de onun kişiliğini dile getirmekte­ dir. <?nun yazılarının büyük bir çoğunluğu milli hayatımızda N.S. Banarlı, 243-3 1 7 .

1 89


unutulmaz heyecanlar uyandırdı. İstanbul'un işgal edildiği, Fransız askeri birliklerinin gösterişli törenlerle başşehire girdikleri, yabancı savaş ge­ milerinin herhangi bir tepkiyi karşılamak amaç ve tehdidi ile toplarını şehre çevirdikleri gün, Süleyman Nazif, yine büyük bir medeni' cesaretle, Cenab Şehabeddin'le birlikte çıkarmakta oldukları Hadisat gazetesinde ve siyah bir çerçeve içinde yukarıda bahsettiğimiz makalesini yayınladı (9 Şubat 1 9 1 9). Nazirin medeni' cesaretini bir örnek olarak bu makaleyi aşağıya aynen alıyoruz: KARA BİR GÜN

"Fransız Generali'nin dün şehrimize gelişi dolr.:{lsiyle bir bölüm vatandaşlarımız (ki azınlıklar) tarafından yapılan gösteriler, Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ve tarihinde sonsu­ za dek kanayacak bir yara açn. Aradan yüzyıllar geçse ve bu günkü üzüntü ve tahlilsiz­ liğimiz, sevinç ve parlaklığa dönüşse yine bu acıyı duyacak ve bu üzüntümüzü çocuklarımız ve torunlarımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras olarak bırakacağız. Alman Orduları 1 871 yılında Paris'e girerek-büyük Na­ poleon'un kazandığı zaferlerin taşlaşmış bir şiiri olan zafer anıtı altından geçerken bile Fransızlar bizim kadar hareket göstermemişti. Ve bizim dün sabah saat 9'dan 1 1 'e kadar duyduğumuz keder ve üzüntüyü duymamıştı. Çünkü, Fransız namını taşıyan her kişi, çünkü yalnız Hıristiyanlar değil, Yahudi Fransızlar'la Cezayirli Müslümanlar, o mim yas karşısında aynı utanç ve üzüntü ile ağlamış ve kı zarmışlardır. Biz ise, mim varlıklarını ve dillerini bizim gönül yüceliğimize borçlu olan bir bölüm halkın şamata hay huy­ ları ile kutsi' yasamıza en acı hakaretlerin birer tokat biçiminde anldığını gördük. 1 90


(Buna layık değildik) diyemeyiz. Layık olmasaydık bu felakete uğramazdık. Her toplumun hayat sayfalarında bir çok yükseliş ve düşüş sayfaları vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva'yı Şarlken'in hapsettiği yerden kurtarmış ve defalarca Viya­ na'yı kuşatmış bir ümmetin Kader defterinde böyle acı bir satır da yazılı imiş. Her durum değişkendir, Araplar'ın güzel bir sözü var: "Sen sabret, çünkü nasıl olsa zaman sabretmez" derler". Bu makale üzerine Fransız Generali, Süleyman Nafiz'in kurşuna dizilmesini emrettiyse de Yüzbaşı Aziz Hüdai Bey'le zamanın Emniyet Müdürü Mehmet Ali Bey'in olağan üstü çabalan sayesinde bundan vaz geçildi. Fakat Süleyman Nazifin milli heyecanı yatışmak bil­ miyordu. Ölümden dönmüş olmasına rağmen ateşli yazılarını sürdürüyordu. Onun Türk meflmmu'nu sık sık kullandığı bazı yazılarını alıyoruz: "Fakat şimdi bize ne oldu? Ne oldu ki beldeler değil ülkeler gidiyor da biz yine bencil yine tenbel bir umursa­ mazlıkla onlara acımak, hayır acımak şöyle dursun onların yansına saygı gereği, her günkü zevk ve eğlencemize bir dakika olsun susmayı emretmek istemiyo�'UZ. Fransa Alsas-Loren için kırk beş yıl yas tuttu. Türk kanı'yle sulanmış Türk ırmağı olan (Tuna) için bugün kaç ağlayanımız var? Evlatl:mnın Osmanlı duygusu ile çarpan kalpleri, Türk göğüslerine bile şeref verecek kadar saf ve sağlam olan (Basra) için yas tutanlarımız nerede? Valisinden duydum Hi.ikümetimiz Erzurum'u boşaltırken yiyecek resmi eşyayı taşıyan arabalar halkın askere 191


bağışladığı zahire arabalariyle şehrin kapısı önünde karşılaşmış. ·

Sınınmızın dörtyüz bu kadar yıllık fedakar gözcüsü olan Erzurum için , Eski Osmanlı Padişahlarının savaş hikayelerini yüz yıllara söyleten Nefi'nin vatanı için ağlayan gözlerimiz nerede? Felaketler karşısında hayat saçmak kadar büyük bir saa­ det vardır ki o da umumi belalar önünde yaslı bulunmaktır. Fakat biz, Hak'tan ve halktan utanmıyarak Basra'nın yasını Varşova(nın bayramiyle, Erzurum'un üzüntüsünü Bükreş'in şenliği ile kirlettik". RUS KİMDİR. MOSKOF NEDİR? ...

Tam iki buçuk yüzyıl, evet tam iki yüz elli yıl oldu. Irk ve dinimizin büyük ve en amansız düşmanına ölüm alan­ larında sık sık rastlıyoruz. Bugün hiç bir Türk ve Müslüman aile gösterilemez ki bir veya daha çok evladını Moskof savaşları'nın birinde şehid vermemiş olsun ... O savaş alanlarının binlerce ağhyan destanı, İslam Dünyası'nın en ıssız köşelerinde iki yüz elli yıldan beri inil­ tiler uyandınyor .. İki yüz elli yıldan beri kin tohumlan ekiyor. Yurdumuzda tütmeyen ocakların herbiri diğerine bir Rus savaşında bestelenmiş suskun bir iniltiyi tekrarlar. Köylere, tarlalalara niçin harap olduklarını sor: Derhal karşılık verirler: İmar eden çalışkan kol bir Moskofun cen­ ginde kınldı ... Bu ülkenin doğusunda, kuzeyinde bir avuç toprak yok­ tur ki, Türk'ün Moskof eliyle dökülmüş, kutsal kanını içmiş olmasın ...

l 92 .


Bu yurdun batısında, güneyinde bir ocak görülmez ki dağılmış duvarları, Türk'ün, Rus silahıyla uzaklarda ölmüş bir oğluna hasretle ulaştırmaya çalıştığı ah ve vah'ını yıllarca dinlemiş bulunmasın ... Moskof barışı aldatıcı, susuşu ısırıcı, alttan alışı hain, yardımı alçakçadır. Ey Türk oğlu, sana damarlarındaki kanı bağışlayanlar, kanlarının son damlalarım Moskof savaşlarında döktüler. Sen bugün, yarın ne olursan ol, fakat unutma ki o şehidlerin sonsuza dek yetimisin ... Bu din, bu devlet, bu vatan gibi, bu öfke, bu kin, bu öç alma da onların sana kutsi bir mirasıdır. Dünyada bir Rusya ve bir Rus kaldıkça bu hakkına ve görevine saygılı ol. Hakkın öldürmek, görevin gerekirse hemen ölmektir Türk oğlu . . . Balkan Savaşı'ndan ve ümidi kırık çıkan Osmanlı'lı, ilkin Çanakkale'de adını temize çıkardı. Şimdi Galiçya'da ümidini onarıyor. Galiçya bizi pek eskiden tanır. Dağları, ovalan eski Türkler'in kahramanlıkları önünde defalarca titrediler. O topraklar, Osmanlılar'ın gözü peklik kanını o kadar kok­ lamış ve ve o kadar içmiştir ki ağaçlarına her yıl yeni hayat veren özsuda o mukaddes kanın hala kalınnsı bulunabilir. Galiçya'daki cedlerin ruhlarına bundan güzel ziyaret ola­ mazdı. İsliim'da adettir. Ölülere Fatiha gönderirler. Cennet kapılarını Fatiha anahtarı ile açmıya bizim gibi tembellik yatağıda can vermeye mahkum bir mesleğe saplanan nasip­ sizler muhtaçnr. Bu şehidin Cimi toprağa düştüğü anda ruhu cerrnete gider. Galiçya'da kalan babalarımız oğullarının gök yüzüne kal1 93


kan dua ellerinde kılıç ve süngü görmekle daha çok sevindi­ ler. (Çanakkale) Bundan sonra bir isim değil, bir tarih ola­ caktır. (Galiçya) da onun eki, Tarihi altmış yüzyıllık on bin yıllık gözü Gelibolu Yanmadası'nda dokuz ay süren büyük kanlı savaşın ve oradaki olağanüstü kahramanlıkların ben­ zerlerini ne ilk zamanlarda gördüne ondan evvelki Mitoloji devirlerinde. Baruttan, kurşundan, çelikten çıkan can ve cihan yakıcı ateşler erlerimizin göğsü üstünde yani inanma aşkından dağılan sıcaklık önünde söndü. ALAY 77, TABUR I, BÖLÜK 2'den Bursalı Nurullah oğlu Ali 1 7 Eylül savaşında er Ali beş Rus tarafından esir edil­

mış.

Esir olmak, Türk çocuğu'nun onurunu en çok yaralayan bir utançtır. Ali nasılsa yakayı ele verince sesini çıkarmaz; torbasında kalan tek bir bombasını vermemenin yolunu düşünür. Ses­ siz bir durum alır. Cesur Ali'nin yalnız tüfeğini alırlar. Beş Moskof, avlarını götürürken Ali, gözettiği fırsatı bulunca derhal yararlanır, bombasını atar. Fakat O kargaşalıkta can veren Ruslar'dan birinin tüfeğini çeker alır, bombanın dumanı dağılmadan sağ kalan ikisini gebertir. Ve artık arkasına bakmaz. Akşam üzeri Ali, arkadaşlarıyle yemek yerken diyordu ki: - Beş Moskof değil, yirmi de olsaydı yine o bombayı korkusuzca savururdum. İnsanın elinde bir tek bomba oldukça, Moskofa ucuzca can vermek günahtır... ALAY 63 . TABUR 4. erlerinden Mustafa oğlu Cemil Çatalca. 23 Eylül. Düşmanın en taze kuvetlerle cephemize 1 94


saldırdığı bir gündü. 42 1 rakımlı tepedeki Tabur Karargahı düşmanın obüs, şarapnelleri alnnda cehenneme benzer bir duruma gelmiş. Tabur kumandanı Binbaşı Talat Bey, Avus­ turya gözetleme subayları birliklerden güçlendirme için gelmiş kırk elli er hep bu yok edici ateşin kurbanı olmuşlardı. Tabur telefoncusu Cemil, bu fedekar Türk yavrusu, görevine aşk ile sanlmış, bu kızgın çelik yağmuru altında kesinlikle yerinden uzaklaşmıyor ve kınlan telleri onarak konuşmaları duraksamadan korumak için hayann asla esir­ gemiyordu. Bir mermi Cemil'in bulunduğu yere düşmüş, fakat kah­ raman telefoncuya ilişmemişti. Bu sırada Tabur komutanı, Cemil'e yerini bırakmasını tehlikeden korunmasını söyledi. Fakat Cemil yiğitçe bir tavırla: Efendim. Telefonumuz işlemezse taburumuzun durumu ne olur? Bölüklerden zamanında bilgi alamazsak, komutan­ larımıza durum hakkında nasıl bilgi verebilirsiniz? .. karşılığı ile görevine olan aşk ve sevgisini isbat ederken ikinci kez yerde patlayan bir dane tıpkı tehlike anında şefkatli bir babanın her şeyden önce çocuğunu bağrına bastığı gibi, telefon makinasını kucaklayan fedakar Cemil'i parçalamış, şehid etmişti" (2). 7. Fuad Köprülü: (1890- 1966) 22 Kasım 1 890'da lstanbul'da doğdu. Ayasofya rüşdiyesi'nde ve Mercan idadisinde okumuştur. Yüksek tahsil için Hukuk Fakültesi'ne devam ettiği sıralarda bir ta­ raftan lstanbul'un muhtelif liselerinde ve bu arada Galatasa­ ray Sultanisi'nde Türkçe ve edebiyat muallimlikleri yaptı, bir taraftan da şiir, edebi tenkid ve edebiyat tarihine dair çeşitli ve kıymetli yazılariyle edebiyat ve ilim fileminin dik2

SUleyman Nazif, Malta Geceleri, Fırak-ı Irak ve Galçiya (Haz. İhsan Erzi), istanbul, 1 979, s. 1 8. ve dv.

1 95


katini çekmiştir. 1 908- 1 9 1 3 yılları arasındaki bu faaliyeti neticesinde-Hukuk Fakültesi'ni bitinneğe vakit kalmadan İstanbul Darülfünu'nda Türk edebiyatı tarihi müderrisliğine seçilmiştir. Köprülü bu suretle 1 9 1 3 senesinde Edebiyat Fakültesi profesörlüğü'ne getirildiği zaman henüz yirmi üç yaşında bulunuyordu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde de dersler veren Fuad Köprülü sonra siyasi hayata da atıldı, milletvekilliği ve Dışişleri bakanlığı yaptı. Türk bayrağı, 1 939'da tarihte ilk defa Sorbon Üniversitesi şeref direğinde dalgalandı. Çünkü, Fransızlar, Ord. Prof. Fuad Köprülü'ye, fahri doktorluk payesi ve­ riyorlardı. Bizzat Cumhurbaşkanı Albert Lebrun, onu kut­ ladı. Bu manalı, tören, bayrağımızın sadece olimpiyatlarda çekilmediğini, Türk'ün ilmi gücünde var olduğunu isbat etmiştir. Biz, bir makalemizde onu şöyle değerlendirdik: Talebesi, Hocam Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen'in belirttiği gibi "O, büyük bir ilim adamı ve mütefekkir olduğu kadar, büyük bir Türk milliyetçisi idi ve öğrencilerini de öyle yetiştirmeye çalışırdı. Tarihini yazdığı Türk milletinin hayranı idi. Derslerinde ve kitaplarında Türk milletinin akıllara hayret veren (Muhayyirü'l-Ukul) haya­ tiyet kabiliyetinden sık sık söz ederdi. Eserleri ile ortaya koyduğu Türk medeniyetinin parlaklığını daima dile getir­ mekten büyük bir zevk duyardı". Fuad Köprülü, Türk tarih, hukuk ve edebiyat tarihlerine temel teşkil eden dünya ilim G.lemince de kabul edilen fikir­ ler ortaya atmıştır. Biz, yerimizin müsaadesi nisbetinde bazılarını açıklayacağız:

1 ) Türk tarihin devamlılık ve bütünlük arzettiği hakikati: Bu Hun öncesi devri ile beraber takriben ikibin beşyüz 1 96


yıllık tarihimizde çok çeşitli coğrafi sahalarda kurulan yüzyirmi kadar Türk devleti 'nin teselsül etmesidir. Köprülü'ye göre, Türk devletleri'nde müşterek karakterler yalnız siyasi ve idari müesseselerde değil, hukuki, içtimai ve iktisadi bünyede de kendisini gösterir. "Bir devletin yıkılıp yerine diğerinin kurulması, çok defa bir sülale değişmesinden bir isim değişmesinden ibaret kalır ve eski siyasi kadro yani müesseseler dahi kısmen devam eder". Nitekim bugün de Türkiye Cumhuriyeti devlet forsunda, B üyük Hun İmparatorluğu'ndan başlayan onaltı Türk dev­ leti birer yıldızla sembolize edilmiştir. Tercüman Gazete­ si'nde Müstakbel Kıbrıs Türk devleti'nin bayrağının Rauf Denktaş'a sunulduğuna ait haberde, bayrağın klişesi de yer almıştır. Onyedi yıldızlı bayrağımız.

2) Köprülü'nün Türk-İslam medeniyeti hakkında fikri : "Türkler, İslam ümmeti camiasına girerek, İslam medeniyeti adına verdiğimiz büyük kültür dairesinin inkişafında gayret gösterdiler. Pek çok devletler kurdular. Büyük S elçuklu İmparatorluğu'nun kurul u şundan başlayarak, islam dünyası'nın mukadderatı üzerinde devamlı tesirler yapnlar. Türkler'in tarihini bilmeden İslam tarihi anlaşılamaz. Aynı şekilde, Selçuklu ve Osmanlı devirlerini İslam çerçevesine ithal etmeden anlamak imkansızdır"� Bizim tefsirimiz: Türk, Arab'a ve Fars'a değerler vermiştir, onlardan değerler almıştır. A sla onların tesiri altında kalmamış, aldıklarına kendi damgasını vurmuştur. Türk de, İslam da bağımsız ve güçlü medeniyetlerdir. Bu durumda İslam medeniyeti sade­ ce Araplar'ın eseri değildir. İslam medeniyeti, Arap, Türk ve Fars sentezidir. Bu konuda 1. Bölümde açıklama yaptık. 3 ) Köpr ü l ü , Türk h u k u k t arihi aç ı sı n dan müesseselerimizin "taklid ve iktibas eseri olmaktan ziyade, Türklere has bir hukuki hayatın mahsulü olduğunu" isbat­ lamışnr. Nitekim Ortaasya-Selçuklu Osmanlı çizgisinde, devletin hanedan üyelerinin ortak malı olduğu şeklindeki

197


telfilck:i devam edegelmiştir. Gerçekçi olan Türk devletleri kurucuları, devletin otoritesi, yani ammenin menfaati bahis mevzuu olduğu zaman, İslam hukukcuları'nın hayali sis­ temlerine kıymet vermediler. Çok eski hukuki geleneklerine göre, serbest bir kanun yapma faaliyeti gösterdiler. 4) Türk edebiyatı tarihi alanında O, İslam öncesi ile, İslami devir, Karahanlılar, Selçuklular, Moğollar, Altınordu, Memlı1klar Timur zamanlarını "Türk Edebiyatı Tarihi "nde inceledi. Türk tarihi'ni siyasi, askeri, hukuku, medenive dini açılardan araştırmış bir kimse olarak "ede­ !Jiyanmız'ın temelini bu esaslara istinad ettirdi. 5) Köprülü, Türk'ün medeniyetinin orijinal olduğunu batılı ilim adamlarına kabul ettiren güçtür. O, 1 93 1 'de yazdığı "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar" adlı araştırmasında bunu isbatladı. Ona göre, "Türk tarihi'ne ait sair birçok mesele­ lerde olduğu gibi, bu meselede de Avrupa tarihçilerini yanlış neticelere sevkeden en büyük amil onların Türkler hakkında besledikleri yanlış fikirler, peşin hükümlerdir. Bu telakkilere göre Türkler'in tarihi rolü yalnız askeri ve tah­ ripkar mahiyette kalmış, medeni hayatta hiçbir mfü:bet rolle­ ri olmamıştır" . Köprülü kendisine has metodlcırı ile bu yakıştırmaları reddetmiştir. 6) Köprülü'nün sosyal ilimlere getirdiği metod: Onun şu sözleri dikkat çekicidir. "Ortaçağ Türklerinin devlet kurucu­ luk sıfatlarının atalarından gelen bir kabiliyet olduğunu teyid ettik. Bu suretle hali mazi ile izah eden "jenetik metod" (oluşla, varolma ile ilgili) gibi maziyi hal ile izah eden "ret­ rospektif metod"un (geçmişe yönelik) doğruluğu anlaşılacaktır. İşte, Türk'ün devlet kuruculuk seciyesinin en büyük mümessili olan Atatürk, işte onun kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti". Köprülü açıkça büyük Atatürk'ün Türk tarihin'de istisna 1 98


olmadığını belirtir. Atatürk'ün milletini ve kendisini Orta Asya-Selçuklu-Osmanlılar'a bağlayan açık sözleri vardır. Bu durumda, biz Türk tarihi'ni ve milletini adeta Atatürk ile başlatmak isteyen teşebbüslerin ilim dışı olduğunu belirt­ mekle yetiniyoruz. Ancak, Atatürk'ün tarihimizdeki müstesna mevkiinide layık olduğu şekilde ortaya koy­ malıdır. 7) Nihayet, Köprülü, ilminin ve metodunun ışığı altında, memleketimizin, toplumumuzun günlük meselelerini ele alan makaleler kaleme almıştır. Bilhassa 1 946- 1 950 yıllan arasında Kudret ve Vatan gazetelerine başmakale ve makale­ ler yazarak ince siyasi tahlillerde bulunmuştur. O, bunu ya­ parken ilim adamının tecrübelerinden aydınları ve halkı isti­ fade ettirmek gayesiin gerçekleştirdi. (Bu konularda ABD'de doktora tezi de verilmiştir. GTH. Park, The Life And Writings of Mehmet Fuad Köprülü, Baltimor, 1 975. Yayınlanmıştır). Dr. Agah Oktay Güner'in isabetli teşhisi üzere övünme tarihi anlayışı yerine mesuliyet tarihi anlayışı'na sahip insan yetiştirmemiz gerekiyor. Fuad Köprülü bu şuura malik bir "milliyet anlayışına sahiptir. Modem ilim, "milliyetçilik", "faşizm", "ırkçılık", "şovenizm", "irredantiz (saldırgan mil­ liyetçilik)", "sağcılık", "Turancılık" v.s. gibi mefhumları kesin hatlar ile tarif etmiş ve birbirinden ayımuştır. Mark­ sizmin klasik metodu, bütün bunları milliyetçilik potasına sokarak onu sapık bir mefhum olarak tanıtmaktadır. Bu mo­ dem ilim ile Marksizm arasında günümüz Türkiye'sinde bir tartışmadır. Bu tartışmayı, Batı Avrupa çoktan "modem ilim" lehine karara bağlamıştır. Ülkemizde de aynı zaferin tekrarlanacağı gün gibi aşikardır. Aksi takdirde marksizmin kendi deyimi ile "Muhtelif Türk Zümreleri "nin tarihini yazan ve onların medeni üstünlüğünü belirten Fuad Köprülü'yü en az "Turancılık" ile itham etmesi tabiidir. Hele "Türk milletinin akıllara hayret veren hayatiyet kabi199


liyeti" ise, aşın sağcılık ve ırkçılık olmalıdır. Şunu ekleye­ lim ki, büyük Atatürk, Köprülü'nün ilmini ve fikirlerini dfilma ön plana almışn (3).

B) MİLLİ MARŞLARDA EDİLEN MİLLİYETÇİLİK

TERENNÜM

Moral, psikolojik ve fizyolojik olgunluk sayesinde, vazi­ feye şuurla bağlanarak üstün derecede vazife yapabilme ve tahammül etme kudretidir. Moralin gayesi, manevi duygular geliştirilerek ve olgunlaşnnlarak vazifesini müdrik, cesur, adaletli, kanaatkar ahlaklı insan yetiştirmektir. Buna paralel olarak da, şuurlu bir disiplin terbiyesi ile, durumunu icap­ larını takdir eden, üstleri tarafından kendisi için mümkün olan herşeyin yapılacağına inanan güveni tam itaat eden icabında vatan ve millet vazifeleri uğruna hayatını feda ede­ bilen insan yetiştirmektir. Moralin psikolojik esası, komutan, maiyyet vazife ve millet arasındaki münasebetleri tanzim etmeye dayanır. Bu da, şahsın ruhuna huzur, sükfın ve şuur verecek şekilde yapılmalıdır. Bu gerçekleştirildiği takdirde moral yüksek se­ viyeye ulaşır. Türkiye Cumhuriyeti ordusunda olduğu gibi Osmanlı or­ dusunda da marşlar moral yükseltmekte büyük rol oynarlar. Bu marşlarda Tijrk kelime ve metbumu bilhassa rol oynar. Aşağıda göreceğimiz gibi Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Orgeneral Kazım Karabekir gibi büyük komutanlarda marşlar bestelemişlerdir. 1 853'de başlayan Kının Savaşı'nda kıtalanmız şehre gi­ rerken ordu muzikarnız, bugün elimizde notası bulunmayan şu marşı çalmıştır:

Emvac-ı huna garlwlup sahralar olsun Lalezar

3

200

"Fuat Köprülü'nün Türk Milliyetçiliğine Hizmeti" adlı malcalemiz.


Dönsün başında düşmanın binlerce seyf-i şUlebar Eyler bugün hak-i vatan evlatlariyle iftihar Serhaddi, düşman çiğnemiş ey millet-i ali tebar Başlar kesilip serteser dehşetli toplar patlasın Arslan yürekli Türkleri görsün de düşman çatlasın

Zafer sevinci İstanbul'a derhal yayılmış ve o zaman Mu­ zika-i Humayun'da bulunan ünlü bestecimiz Rifat Bey o günlerin heyecan ile Sivastopol Marşı'nı bestelemiştir. Marş kısa zamanda bütün İstanbul'a, hatta bütün yurda yayılmış ve bir ara büyük vilayetler ile Rumeli'de okula başlama törenlerinde söylenmesi adet olmuştur. Bestekar Rifat Bey, 1 87 1 - 1 872 Yemen harekatı sıralarında Yemen çöllerinde bulunan askerlerimizin duyduğu vatan özlemini şu şekilde anlatıyor: Annem beni y�tiştirdi bu ellere yolladı Al sancağı teslim etti, Allah'a ısmarladı. Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana, Sütüm sana helfil olmaz saldırmazsan düşmana Arş ileri, marş ileri, Türk askeri dönmez geri ... Yastığımız mezar taşı yorganımız kan olsun Biz bu yoldan döner isek namus bize ar olsun Ne şereftir ölmek bize bu güzel vatan için Yanar yürek yurt aşkiyle daima için için Arş ileri, marş ileri, Türk askeri dönmez geri ...

20 1


CİHAD-I EKBER MARŞI

(Bestekfuı bilinmiyor) Artar cihatla şanımız Fahr-i Resul sultanımız Şer-i bize ihsan-ı hak Uğrunda aksın kanımız. Türk oğluyuz, Türk oğluyuz Ü nvanh namlı şanlıyız Allah deyup harp ederiz Var nusrete imanımız. ESKİ ORDU MARŞI

Ceddin deden neslin baban Hep kahraman Türk milleti Orduların pek çok zaman Vermiştiler dünyaya şan Türk milleti, Türk milleti Aşk ile sev milliyeti Kahret vatan düşmanını Çeksin o mel 'un zilleti.

202


ORDU MARŞI

Beste İsmail Hakkı bey: Ordumuz etti yemin Titredi hak-U zemin Milleti etti emin Açıldı rah-ı nevin Sancağımız şanımız Şanlı Türk Unvanımız Vatan bizim canımız Feda olsun kanımız Terk-i aram eyledik Neşr-i meram eyledik Hakka Kıyam eyledik Ceht-i ikdam eyledik Sancağımız şanımız Şanlı Türk Unvanımız Vatan bizim canımız Feda olsun kanımız Şanlı Türk ahfadıyız Biz vatan evladıyız. Milletin efradıyız Hürriyet eşhadıyız 203


Şancağımız şanımız Şanlı Türk Unvanımız Vatanbiziın canımız Feda olsun kanımız Tarihleri dolduran Düşmanlan yıldıran Dünyaya karşı duran Şanlı Türk ordusudur Sancağımız şanımız Şanlı Türk ünvanımız Vatan bizim canımız Feda olsun kanımız SANCAK MARŞI BESTE: İzzettin Hümayi Elçioğlu ( 1 876- 1 950). Ertuğrulun ocağında uyandın Şehitlerin kanlariyle boyandın Nice düşman kal'asına uzandın Sana sel§.m ey şanlı Türk sancağı

204


TÜRKÜZ MARŞI (Bestekarı bilinmiyor) Türküz yaşarız namusumuzla Yurt sevgisi dolu kanımızda Aşarız dağlan ordumuzla Boyarız heryeri kanııruzla Türküz ölürüz şerefimizle Bombalar, o kanlı silah elde Aşarız dağlan ordumuzla Boyarız heryeri kanımızla SANDILAR Kİ MARŞI (B estekarı bilinmiyor). Sandılar ki Türk uyurdu, Ata cenge buyurdu Türkün aslan olduğunu dünyalara duyurdu Gün doğdu hep uyandık siperlere dayandık İstiklfilin uğruna alkanlara boyandık. TÜRK KA VİMİNİN MARŞI Beste: Ahmet Muhtar Paşa Türk kavminin beş bin yıllık yuvası Güzel vatan sanki cennet ovası Güzel iller yeşil ova dedemizin ocağı

205


Türk oğlunun ana yurdu gönül bağı bucağı Pek şanlıyız, pek şanlıyız, pek şanlı Hak gözcüsü, yurd bekçisi Türk oğlu pek şanlı Ahmet Muhtar Paşa ( 1 839- 1 9 19-20) Osmanlı Sadrazam (başvekil) ve komutanlanndandır. Bursa'da doğmuştur. 1 860 yılında Harbiye'den kurmay yüzbaşı olarak çıkmış ve bir müddet Harbiye'de öğretmenlik yapmıştır. 1 870 yılında paşa rütbesi ile Yemen'de bulunmuştur. TÜRK YILMAZ MARŞI Beste: Kazım Karabekir Paşa ( 1 882- 1 948) Çelik gibi kollu tunçtan ayaklı, Göğsü imanlı, temiz vicdanlı Türk hiç yılar mı? Türk hiç yılar mı? Türk yılmaz. Türk yılmaz. Cihan Yıkılsa, Türk Yılmaz. Düşmana salsa, tek bile kalsa, Düşmandan kaçmaz, ölümden korlanaz Türk hiç yılar mı? Türk hiç yılar mı? Türk yılmaz. Türk yılmaz Cihan yıkılsa, Türk yılmaz.

206


Harbe girince, hücum çalınca, Türk hiç yılar mı? Türk hiç yılar mı? Türk yılmaz. Türk Yılmaz. Cihan yıkılsa, Türk yılmaz. Kazım Karabekir Paşa Kurtuluş savaşının büyük komu­ tanlanndandır. İstanbul'da doğmuştur. Mehmet Emin Paşa'nın oğludur. Balkan Savaşın'da Edirne'de, Birinci Dünya S avaşı'nda ise önce, doğu cephesinde sonra da Çanakkale'de tümen komutanı olarak savaşmıştır. Daha sonra Irak ve Kafkas cephelerinde savaşmıştır. Birinci Ko­ lordunun başına getirildikten sonra Erzincan, Erzurum, Kar ve Gümrü'yü kurtarmıştır. Bir ara İstanbul'da vazife gördükten sonra tekrar doğuya tayin edilmiş ve Şark Cep­ hesi komutanı olarak Ermeni ordularını bozması ile İstikial Savaşı'mızın ilk başarısını sağlamıştır. Cumhuriyet'ten sonra Orgeneralliğe yükselmiş ve Edir­ ne, İstanbul milletvekillikleri'nde bulunmuş ve B.M.M. Başkanlığı yapmıştır. 26 Ocak 1 948'de vefat etmiştir. As­ kerlik ve savaşlar konularında birçok kitapları ve birkaç marşı vardır (4).

4

Etem Üngör, Türk Marşlan, Ankara, 1 965,

s.

29·38.

207



SONUÇ Türk Tarihi'nin başlangıcı olarak Büyük Hun Devleti'nin kuruluşu olan M.Ö. 204 yılı kabul edilmektedir. Bu yıl, Mete Han, Hun Devleti hükümdarlığına, tahnna geçmiştir. Şüphesiz Türk Tarihi'ni, günümüze kadar süre gelen 2200 yıl ile sınırlandırmak doğru değildir. Hun öncesi devre de gözönünde bulundurulmalıdır. Biz araştınnamız boyunca tarihimizdeki "Türk" kelime ve kavramının yerini ve sürekliliğini belirtmeye çalışnk. Bu konuda kendi araştırmalarımıza, makalelerimize, müşahade ve yorumlarımıza yer verdik. Büyük alim merhum Nihad S ami B anarlı'ya önem atfettik . . Bizim tarzımız ve uslfibumuz kahramanlık ve övünmeye yer vermez. Ancak, Banarlı'nın ilmi ile milll heyecanı bağdaştıran fikirlerine hemen dokunmadan okurlarımızın önüne serdik. Hem onu tekrar tanıtmak, hemde ruhunu taziz etmek ama•::ını takib ettik. B u çerçeve içinde Önsöz'de özellikle ş u konuya değindik: a) "Türk" değilsin, "Türkiyeli"sin telkini b) Bugünkü Türk kültürü'nün Anadolu medeniyetlerinin sentezi olduğu c) Osmanlılar'ın cinayetlerden ibaret olduğu d) Milliyetçiliğin çağdışı olduğu iddiaları Bu dört şıktan, "Osmanlılar'ın cinayetlerden ibaret bir ta­ rihleri olduğu" yıkıcı propagandasına ek kı smında cevap ·

209


verdik: "Marksizmin Tarihimize Sövme Metodu" başlığı alnndaki makalemiz. "Milliyetçiliğin çağdışı olduğu" şeklinde sloganlaştınlnuş yıkıcı propagandaya gelince. Bunu "Giriş: Milliyetçilik Mefhumunun Yorum Metodu "oda çürüttük. "Türk değil, Türkiyeli mefhumu" yolundaki tahribkar faaliyete gelince. Bu son yirmi yılda milletimizin gözü önünde cereyan etmiştir. Türk gibi, derin manevi değerler manzumesinin Türkiye gibi bir coğrafi mıntıkaya haps ve inhisar ettirmek şeklindeki propaganda elbette tutmamıştır, tutmayacaktır. Çünkü, "ruh"u öldürüp yerine "madde"yi ikame etmeğe çalışmaktadır. Nihayet, "Bugünkü Türk Kültürünün Anadolu mede­ niyetlerinin sentezi" olduğu şeklindeki teze (!) gelince. Elinizdeki bu kitap, bunun çürüklüğünü ve asılsızlığını ortaya koyuyor. Ancak, bu temelsiz düşünce üzerinde l;>iraz durmak istiyoruz. Zira, bir kısım aydınımız hatta öğretim üyemiz etki alnnda bırakılmışnr. Anlaşılacağı gibi, yine amaç Türk'ü silmek, yerine "Ana­ dolu" tipini ikame etmektir. Bu da, Hititli, İyonlu, Bizanslı, Ermeni ve herhalde biraz da Türkiyeli karışımı bir ucubedir. Bildiğimiz kadarı ile bu fikrin (!) mucidi Halikamas B alıkçısı takma adı ile yazılar yazan Cevat Şakir Kabaağaç'tır. Bu zat "Anadolu'nun Sesi" adlı kitabında Türk'e, Türk Tarihi'ne, Medeniyeti'ne, özellikle Osmanlı İmparatorluğu'na hücum eder. Halilcarnas Balıkçısı'nın Anadolu'nun Sesi (İstanbul, 197 1 ) adını taşıyan kitabından pasajlar alacağız ve bunları yorumlayacağız. Yazarın eserinin mahiyetini, fikirlerinin toplumumuz için zararlı yönlerini ortaya koyacağız. Yazar, An adolu'nun S esi'nde işe Türk ve B atılı tarih araştırıcılarının eserlerini kötülemekle başlıyor. Ona göre, 210


"Osmanlı tarihini yazanların hemen hepsi Türk tarihini değil, sultanların ve sarayın tarihini yazmışlardır. O tarihin sosyal ve ekonomik yönleri ya yazılmamış ya da hasır aln edilmiştir" (s. 1 64 ). Yazar, bu sanrlan ile batıda Türk tari­ hi 'ne ait yapılan yayınlan izlemek şöyle dursun, Türkiye'dekileri bile izlemediğini ortaya koymaktadır. Veyahut o, neşredilen eserleri görmezlikten gelmektedir. Türkiye Üniversiteleri öğretim üyelerinin bu hususta geniş araştınnaları vardır. örnek olarak Prof. Dr. Mustafa Akdağ Osmanlı, tarihine ait araştırmalar yapmıştır: (Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi). Aynca başta Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan ve Prof. Dr. Halil İnalcık'ınkiler olmak üzere bu konuda yayınlanmış pek çok araştırmalar vardır. Kaldı ki, Selçuklu devri Türk tarihi'nin sosyal ve ekonomik yönleri dahi incelenmektedir. Bu hususta Prof. Dr. Mehmet A. Köymen son zamanlarda başlangıç niteliğinde araşnrmalar yayınlamışnr. Halikarnas B alıkçısı, başta ünlü İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee olmak üzere gerek yerli gerek batılı bütün ilim adamlarına karşı infial duymakta ve garip bir kompleks içinde görülmektedir. " . . . bir sürü koca burunlu ve koca alınlı profesörler çift gözlük takarak, Persler'in Hellenis­ tan 'a denk, hatta kimi yönden çok daha üstün uygarlığa sahip olduklarını ispatlayan cilt cilt ukela dümbelekliklerini yazarlardı" (s. 1 59) Okurlarımız bu sanrlardaki deyim ve sıfatlara hayret et­ memelidirler. Zira, Halikarnas Balıkçısı'nın kullandığı diğer terbiye dışı kelimeler yanında bunlar temiz ve masum kal­ maktadır. Örnek olarak, O'nun en sevdiği deyimin "halt işlemek" (s. 1 59) olduğu anlaşılıyor. Bundan başka "kuyruğunu tutan kimdi" (s. 1 4 1 ), "pislik, süslü pislik" (s. 1 4 1 ), "adamını peydahlamış" ve "apışımını sarsmış" (s. 1 52) gibi anlamsız ve kirli deyimler onun kullandıkları arasındadır. 211


H alikarnas B alıkçısı'mn Türk tarihi'ni anlayış şekline gelince. O, kitabım "Türkiye tarihini kendi tabii ayaklan üzerine dikmek gerektir" (s. 9) ilkesi üzerine bina etmiştir. Yazdıkları şudur: "Anadolu ya da Türkiye, çok değişik safhalar gösteren upuzun tarihinde, ancak dokuz yüz yıldan beridir ki, tam bir etnik bütünlüğe ve birliğe kavuşmuştur. lsa'dan iki bin yıl önce koca Hitit, ondan sonra Frig, Lidya, Pers, Büyük lskender, Bergama, Roma ve Bizans İmparatorlukları bile Anadolu'da bir birlik sağlayamamışlardı. Etnik ve kültürel bakımdan Türkiye doğal olarak Milli Misak sınırları içindedir. Çünkü, şimdi Türkiye Anadolu'da ister geri den­ sin ister ileri, etnik ve kültürel bir bütün ve bir realitedir. Türkiye'nin ve Türkiyelilerin (ki bunlara kısaca Türk de­ niliyor) tarihi Türkiye'de gelmiş geçmiş koşullarca etkilen­ miş ve o koşulları etkilemiş bütün etnik ve kültürel varlıkların tarihidir. Bu tarih de Anadolu'nun tarih öncesi geçmişinden göbek bağı kesilerek dipdiri ele alınır. Türkiye tarihi'ni Selçuk ya da Osmanlı lmparatorluğu'ndan şu sul­ tan, bu sultandan başlatmak, onu göbek bağından değil be­ linden sepetlemesine kesmektir. Türkiye tarihi'ni kendi doğal ayakları üzerine dikmek gerekir" (s.9). Böylece, yazar, kendince mahirane bir şekilde Türk kültürü'nün temellerini Selçuklular'dan evvel Anadolu'da yaşamış kavimlerinkine dayandırmaktadır. Dikkat edildiği taktirde, Türk teriminden çok Türkiyeli 'terimine sarılmaktadır. Daha sonra "Ama kimi Türk ırkçıları onca aşın davranmışlardır ki, sütten ağzı yananın yoğurdu üflemesi gibi insan sümer uygarlığındaki Türk etkisini bile çekine çekine ileri sürüyor" (s. 1 1 ) diyor. Bütün bu laflan ile, Halikamas Balıkçı sı'mn maksatlı olarak yaptığı garabetler serisi başlamaktadır. Bundan ev­ velki bölümde de açıkladığımız gibi Türk Tarihi M.Ö. 209 212


yılından itibarendir. Halikarnas'ın bunu Sümerler ile M.Ö. 4000 yılına kadar indirmesi milletimizin geçmişinin daha da eski olduğunu ileri sürerek övünme payı çıkarmak değildir. Onun amacı Türk tarihi'ni yabancı etnik temeller üzerinde oturtarak muhatabında şaşkınlık, hayranlık uyandırmak şoke etmektir. Emest Renan'ın milletin tanımını yaparken ortak geçmişi olan insan topluluğundan bir millet teşkil ettiği ilkesini Türklük görüş açısından dejenere etmektir. Ancak o, kendi imkanları oranında kurnaz olduğundan­ aşağıda göreceğimiz gibi-Türklüğe birden saldırıya geçmez. Tarihimizi geçmişinden saptırmak yolundaki niyetin derece derece morfinin dozunu dengeleyerek tahakkuk ettirir. "Her şey İyonlar'ın doğudan öteki toplumlar ile beraber geldiklerini onlarla karışarak özel bir Anadolu ve İyon uy­ garlığı yarattıklarını gösterir " (s. 22). "Anadolu'da bir Ana­ dolu İyon kültürü ve uygarlığını yaratanların-Atina'dan gelme değillerdir. Atina'dan gelmiş olsalarda-Kültürleri ve uygarlıkları ta dibine dek Anadolu ve İyonyalı'dır. Yani Anadolu karışımının ürünüdür" (s. 36) _diyor. Böylece, yazar, "Türküm" dememekte temelinin İyon uygar�ığının teşkil ettiği "Anadolu yurttaşı" olduğunu açıklamaktadır. "Yurttaş"ı Herodotos"u "yurttaş"ı Nasrettin Hoca ile yakınlaştıran (s. 33-34) ve ilk nazarda masum ve sevimli görünen bir benzetme de yapar. Kendisini "Anadolu yurttaşı" olarak takdim eden Halikarnas Balıkçısı, atalarımız Selçuklular ve Osmanlılar'a saldırma anını seçmiştir. Yazar Osmanlılar'ı soysuzlaştırma işine, onların Bizans'ın varisi olduğu teranesiyle başlar. Bazı batılı bilim adanılan da yüzyılımızın başında Os­ manlı devlet teşkilatının Bizans kurumlarının etkisi altında olduğunu iddia etmişlerdi. Prof. Dr. Fuat Köprülü, 1 93 1 senesinde yazdığı "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar (Türk

213


Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, 1, 1 93 1 ) adlı ayrıntılı araştırmasında kesin delillerle böyle bir etkinin bahis konu­ su olmadığını ispat etmiştir. Köprülü: "Osmanlı Devleti Anadolu Selçuklu Saltanatı'nın idari ananelerine varis olmuş ve kısmen İlhaniler'in ve Memluklar'ın tesiri altında kalmış bir Türk-İslam saltanatı'dır. " sonucuna varmıştır ( 1 ). Görülüyor ki o, tarihimizden "Turan ve muran efsanele­ ri" ve daha sonraki sayfalarda, " ... Bunlar herhalde Ahi işaretleridir. Yani Tı1ran'la, Orhunlularla ilgisi hiç yoktur" (s. 1 69) şeklinde bahsediyor. Böylece, Türk adını taşıyan ilk Türk devleti olan-Hunlar'ın halefi Göktürk İmparator­ luğu'nun varlığını ve Ortaasya'daki yaşantımızı reddetmek­ tedir. Yazar, Osmanlılar'dan şöyle söz etmektedir: "İstanbul'­ un sultan tarafından zaptedilmesiyle vatan tarafından zapte­ dilmesi arasında yani 1453 ile 1923 arasında hemen hemen beş yüz yıllık yobazlı, çıkarcılı, rüşvetli, yabancı hegemo­ nyalı yürekler acısı bir zaman geçmişti, Türkler için" (s. 1 72). Böylece Balıkçı, ünlü İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee'in Rqma ve İngiliz İmparatorlukları ile beraber dünyanın üç büyük imparatorluğundan birini kabul ettiği Osmanlılar'ı bir kalem darbesi ile itivermektedir. Türklük ise, anlaşılmaz, düşük ve ahlak dışı deyim ve cümlelerle tanımlanmaktadır: " ...Türkler ve onlarla beraber Selçuklular ve Oğuzlar ve onlardan önce Anadolu'nun taş döneminden gelen Anadolu'lu kuşakların kanları karışınca Anadolu'nun Türkiye'li Türk'ü denilen adamını peydah­ lamış ve böylece Türkiye denilen etnik bir birliği, bir gerçeği ve bir kültürü yaratmıştır. Bu kültür Selçuk ve Os­ manlı uygarlıklarını ortaya koymuştur. Bu toplum son ola­ rak Çanakkale savunması ve dolayısıyla Çarlığı yıkmasıyle A vrupa'nın ekonomsel ve sosyal statizminin apışımını 1

214

Fuat Köprülü, 282.


sarsmış ve insanoğluna yeni sosyal ve ekoııc rnsel bir aşamanın-ne yaptığını farkında olmayarak-kapısu- açmıştır" (s. 1 5 1 - 1 52). Pertev Naili Boratav bile bu teze karşı çıkmı�tır denile.bi­ lir. "Türk Halkbiliminin türlü konuları üzerinde ça�ış an l ar, Anadolu halkının (bir tek millet olarak "Türk" diye Jd­ landırdığımız 35 milyonluk büyük topluluğun) kültür clzu­ lannın geleneklerinin, törelerinin, sanat yaratmalann:�· , gUnlük yaşam görüntülerinin-çeşitli kökenlere çıkabileceğini unutmamalıdır. Elbette ki bu millete adını ve dilini veren "Orta-Asyalı Tiirk'ün önemli bir katkısı olmuş bu kültür birleşiminin meydana gelmesinde" (2). D iz bu konud?. P.tatUrk'ür eıciz ve korkak insanları teşhis ve teşhir eden sözlerine istinaden yaptığımız tahlilleri yazmıştık. B umda. bu tahlillere bir örnek vermek istiyoruz: ·

NAZIM. IIİKMET 'İN İGFAL EDİLM f:Si VE H AMDULAH SUPHİ' NİN ONUN İHA1 rETİNİ Y ÜZÜNE Ç ARPMASI

Yabancı ideoloj i sahipleri ve Tiirkiye mümessilleri şair NJzım Hikrnet'i p utl aş tırmak i �·tcrler ve on a tapınacak adam ararlar. Bunun için de, yabancı ideoloji , dii n ya çapında rek­ lam kampanyası açmıştır ve milyonlar sarfetmektedir. Daima ö n e siirdiiğümüz gibi, solcular geçici bir süre için A tatürk'çü göriinmek zorund3dırl ar. Kendilerine müsait bir zamanda Stalin ve Mao'ya u ygu l ad ı kl arı muc..neleye te­ vessiil etmeğe, O ' n u yıpra tınağa ve reddetmeğe ( ! ) çalışacaklardır. Bunda, N . l-I1l:n..ıc t'i de � � u ! la n�c a klard ır yan il:ıhbn ş::ı irin şu mısr::ı l:ırı, ınc todl arı için uygundur: .

"Trabzon 'dan bir motor açı lıyor Sahilde kalabalfk 2

P.N. Borat:ıv TilrJs: Folkloru, 3 1 2.

215


Motoru taşlıyorlar Son perdeye başlıyorlar Burjuva Kemal'in omuzuna binmi�· Kemal kumandanın kordonuna Kumandan kahyanın cebine inmiş Hav . . . hav. . . hak. . . tü Yoldaş unutma bunu Burjuvazi Ne zaman aldatsa bizi

· Böyle haykırır Hav. . . hav. . . hak. . . tu"

Aslında N. Hikmet, kendi kader ve ideoloji arkadaşları tarafından teşhir edilmektedir. Zekeriya Sertel, ölmeden önce yazdığı yazılarda onu rezil etmiştir. Vata Nureddin (Va-Nıl) "Bu Dünyadan Nazım Geçti" (İst. , 1 965) adını taşıyan hatıralarında, onu yüceltmesine rağmen, yer yer sfiret-i haktan görünerek veya saflığıdan, pek çok gerçeği ifşa etmiştir. Şimdi bunlardan ikisini görelim: 1 - N.H. 'in yabancı ideolojinin ajanı tarafından iğal edilişi: Metod ve eylemi, beraber Rusya'ya gittiği Va-Nfi'nun kitabından takip edelim: "İnebolu'ya gelir gelmez karşılaştığımız fakat, o güne kadar dört kişilik bir grubumuz olduğu için kendileriyle pek kaynaşmak lüzumunu duymadığımız Spartekis ağabeyleri bulduk. İşte bu ağabeylerden birisi mi desem, ikisi mi desem, fakat, muhakkak ki biri, dretnot bölmesinin kapağını kapat­ mak hevesinde olan Nazım'ı çok etkiledi. Onu şoven �1216


liyetçilikten Blangui üslubuna yöneltti. Bu zat, yaman bir sülalenin yaman maceralar yaşamış, önemli bir kişisiydi. Bu zat, Sadık Ahi'ydi. İleride Mehmet Eti ismini alarak Halk Partisi milletvekili olmuş bir garip politikacı (s. 62)." "Ve Sadık Ahi anlatıyor: Zulüm gören halk tabakasının karşısına şair olarak çıkıp insanlığa-şimdiki deyimi ile-(sos­ yal adaleti) sağlamanın asil bir yüreğe vereceği büyük zevki anlatıyordu. Anlatıyordu: Nazım'ın yaradılışı öyleymiş ki, heri.ıalde bir misyonla doğmuş olacak. Sesi, hali ilhamlarının üslubu hep onu müjdeliyormuş. Ve Nazım: - Peki A h'ilik, diye soru yordu Komünistliğe benzerliği nedir?

Sadık A h i 'ye.

Son günlerde Hasan Sabbah 'a dair bir roman okumuştuk. A caba o tarihi kişiyle ilgisi var mıydı bu işlerin? Sadık Ahi kendini tutamayıp bıyık altından gülüyordu. Esrarengiz tavırlar takınıyordu: - Gelenler var, diye arkasına bakını yordu. Bunları alemin yanında konuşmayalım. Tenhada konuşuruz.

Ondokuz yaşındaki bizleri merak sarıyordu. Kırkıncı odanın kapısına varmış gibiydik. Mütareke İstanbul'unda siyaset kapılarının bir çoğunu aralayıp arkalarına kakmıştık (s. 65-66). Sadık Ahi, Eğin'li bir eşraf ailesindendi. Tarihteki Ahi­ ler'den direkt inme olduğunu iddia ediyor, Ahiler'i bir nev'i Doğu Komünisti kabul ediyordu. Yani asaleti çok eski. Bir yemiş kesilince deliğinden çıkan kurt gibi kıvrıla büküle

217


konuşuyordu. Zayıftı. Boynu uzundu. Kırmızı atkısını hep takardı. Bunu bir remiz. savıyordu. Ahilerin sırları varmış mah1m. O da, Nazım'a ve bana karşı sosyalizmin merak edilecek sırları varmış gibi tavırlar takınıyordu. Takliği buydu . "Cahilsiniz" kamçısıyla merakımızı uyandırıyordu. Vehbi Sarıdal: "Etme. bu çocuklara! " gibi tavsiyelerde bulunuyordu. Bıdıbıdı Servet: "Kıyma cahilere ! " diyordu. Nafi Atuf : "Ben sosyalist filan değilim," diyordu. Fakat müsamaha ile dinliyordu. B izse, Ahi şeyhinden esrar kapmak merakına düşmüştük. O, Roma tarihindeki asi esir Proleteri anlatıyordu. Hiç duymamıştık. Dünyada iki sınıf olduğunu anlatıyordu. Hiç farkına varmamıştık. Sahi yahu ! Var ya... Peki, Türkiye'de kesin olarak bu iki sınıf? (s.68). İşte o zaman kırmızı boyun atkılı Spartakist Sadık Ahi'nin beyinlerimize düşürdüğü çekirdek filizleniyordu. Hımmmm, ağalar ! Bizdeki burjuvalar onlar olacak. Hımmmm , onların kapıkulu uşakları" (s.68). Görüldüğü gibi, Va-nO, kendilerini iğfal eden adamın söz ve jestlerini büyük bir ustalıkla, teşbihler ile de işlemiştir: Gerçekleri tahrif eden, bilgili görünen, sinsi ajan tipidir bu. Burada dikkati çeken bir nokta da, Hasan Sabbah'ın iğfal edilenler üzerindeki tesiridir. xı. yüzyılda haşhaş işirterek cinayet işleten bu adam hala tesir yapmakta, günümüzrdeki yıkıcı marksizmle, menfi ve hasta ruhlarda bütünleşmektedir. 2- Milliyetçi Hamdullah Suphi Tanrıöver'in N. Hik­ met'in suratına ihanetini çarpması: "Resimli Ay'ın basıldığı gün, ikindi üzeri Nazım, mat218


baama geldi. Birlikte Babıali yokuşundan indin. O saatlerde Kadıköy'e yandan çarklı vapurlar işlerdi. Orta 1<amaraya girdiğimizde eski Maarif Vekili ve Türk Ocaktan Başkanı Hamdullah Suphi Bey'in yirmi kadar hürmetkar dinleyici­ siyle orta sıralarda oturduğunu gördük. Vapurun kalk­ masına epey zaman olduğu için hemen hemen başka yolcu yoktu. Selam verip uzak bir köşeye çekilecektik. Fakat Hamdullah Bey, ahenkli bir sesiyle ve el hareketiyle davet ettiğinden yanlarına, basılan şiirin olumsuz etkisi altında git­ tik. Meğer o gün Resimli Ay'da basılan şiirin olumsuz etki­ si altındaymışlar. Aralarında o konuyu konuşurlarmış. Bizi kötü bir tesadüf oraya sürüklemiş. Hamdullah Suphi, arkasından söylediğini Nazım'ın yüzüne de açıkladı. Özetle dedi ki: - Seri halindeki neşriyatınızı esefle takib ediyorum. Siz, "Putları yıkalım" diyerek BU MİLLETİN MANEVi DAYA­ NAKLARINI KASTEN BALTALIYORSUNUZ! Hamdullah Suphi, elindeki dergiden mısralar okuyarak gizli manalar aradı: - Mesela, "Tel kelepçe . .. " Tel kelepçe diyorsunuz. Bun­ dan kastınız nedir? Nazım'ın cevap vermesine vakit kalmadan, dinleyiciler arasından biri? - "Tel kelepçe" demekle, müeyyideleri hor görüyor. Hafif, zayıf buluyor. Tel gibi ince, parçalanması kolay demek istiyor.

Nazım gülümseyerek cevap verdi: - Kelepçeler türlü türlüdür, beyim. içlerinde bir tanesinin teknik adı, "tel kelepçe"dir. lstanbul'a sevkedildiğim sırada bana öylesi takılmıştı.

- "İlmikleri sabunlu iplere bakıp" filan? 219


- idamım da istendi. Ben, başıma gelenleri yazıyorıun. Hamdullah Suphi, tatmin edilmiş olmadı. Bu sefer de, "Altın bilezik" tabiri üzerinde durdu: - Siz kendinizi yedi beladan arta kalmış kabadayı sayıyorsunuz. Meydan okuyorsunuz, fakat, haddinizi bildi­ renler bulunacaktır.

Nazım, yayına basılmış sustalı çakı gibi ayağa fırlayınca, hemen koluna yapıştım. Orta kamaradan çıkanp 5üveneye sürükledim. Grupta başka tanıdıkları da vardı. Grupdaki ateşli biri, kendince izah etti: "Onlar da bana yardım ettiler" (s. 39 1 -392). Bu olayda büyük Türk milliyetçisi Hamdullah Suphi'nin iman ve tefekkürüne paralel olarak, N. Hikmet'i çok daha müşkil duruma düşüren sözler söylediği muhakkaknr. Dikkat çeken bir başka husus da N.H?'in, Hamdullah Suphi'ye cevap veremeyecek duruma düşerek kaba kuvvet yolunu denemek istemesidir. Allah kimseyi ihanet derecesi­ ne getirmesin. Biz, topluluk ve kişileri, ırk değil, kültürleri yönünden değerlendiriyoruz. Irkçılığın kesinlikle karşısındayız. Ancak, milletine ihanet eden bir adamdaki Polonyalı kanı ister istemez gündeme gelir Soyadı Verzansky'dir. Buna ilaveten onun annesinin devrin ünlü bir şairi ;le gayr-i meşru hayat yaşadığı söylentileri onda aile gibi manevi bir mefhumu da yıkmış ve pusudaki materyalist yabancı ideolo­ jinin kucağına atmıştır. N. Hikmet, 1 950 lerde şu şiiri de yazmıştır: "Söylenecek bir sözün varsa Ahmet teslim ol, Yitirmedinse insanlığını,

220


Çoluk çocuk n§şıyle dolu Bir çukurda teslim ol Biz Türkler yiğitizdir Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende Teslim ol. Teslim ol, ananın başı için Teslim ol, Tüfk halkı adına Ahmet kardeşim, Kardeşlerine teslim ol. " Nihat S ami Banarlı d a Tevfik Fikret'i tahlil etmiştir. Onun "Ermeni"ye "şanlı" diyen mısralarını da incelemiştir. Banarlı, Tevfik Fikret'in ruh yapısını şu şekilde anlatır: Galatasaray'da müdür iken bir taraftan da Darülfünun' da edebiyat müderrisliği yapıyordu. Fikret, bu vazifeyi terketti. O, en mühim olarak İttihat ve Terakki'nin idaresini beğenmiyor, yeni idarenin Abdülhamid'e rahmet okutacak hale geldiğine inanıyordu. Bu çağlarda yazdığı Revzen-i Mfilılu, Doksanbeş'e Doğru ve Han-ı Yağma adlı manzume­ leri hep bu zannın ve bu ızdırabın mahsulleri idi. Onun dine hücumu ve koleji tercihi de devrin dindarları tarafından fen a karşılanmıştır. Fikret z angoçlukla sıfatlandınlmıştı. Bu acı taarruza karşı Molla Sırat manzu­ mesini yazdı. Fakat, bir an geldiki hem milliyetçi gençlik, hem dindar ' zümre Fikret'i sevmez oldular. Aleyhinde yapılan siyasi neşriyat bu hali körükledi . Fikret artık hasta­ lanmıştı . Ş eker h astalığı ve romatizması vardı. Meşrutiyet'ten sonra, Haluk'un Defteri'ndeki ümit dolu, fa­ zilet dolu, gençliğe nasihat dolu şiirleri yazan Fikret, son bir hamle ile ve hece vezniyle Şermin isimli kitabındaki manzu­ meleri yazarak Türk çocuk edebiyatının belki en güzel

221


örneklerini meydana getirdi. Bu sıralarda, yeni bir mecmua neşretmek, "Rehbersiz kalmış zorba kuvvetlere hakikat diye boyun eğmiş gençleri irşat" etmek için yeni bir heyecan duyuyordu. Fakat buna ömrü yetmedi . 1 9 AÖustos 1 9 1 5'de hayata gözlerini yumdu. Fikret'in ölümü Türk şiiri ve türk kültürü için büyük bir kayıp olmasına rağmen cenazesine kimse iştirak etmedi. Çok sönük bir merasimle Eyüp mezarlığı'na gömüldü. Tevfik Fikret, ruhunda daimi bir fazilet aşkı, bir insanlık sevgisi ve bir ümit ışığı yanmasına rağmen, bir ömür boyu şahsi ve içtimai ızdıraplar içinde örselenmiş bir şairdir. O, Rübabın Cevabı isimli manzumesinde: Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim Heyhat, ben nevdib-i eyyamı inlerim.

derken, "hüzn-i umumi" yüzünden şikayet ettiğine ve kendi gönlünün dertlerini hatırladığına yemin eden büyük Namık Kemal'e çok benzer. Şu farkla ki, �amık Kemal'de sağlam bir bilgi, frenli bir muhakeme ve ideale doğru pervasız bir yürüyüş vardır. Tevfik Fikret ise hislerinin, infiallerinin ve küskünlüklerinin elinde fazla _hırpalanmıştır. Çocukluk çağlarında Fikret'in aslı bedbin olmayan, ümit dolu bir gönül taşıdığı ve hayata en berrak hislerle baktığı muhak­ kaktır. Güzelsin bunların hepsinden elbet, belki ey canan Güzelsin hüsnünün gönlümde naksolmuş hayalinden

mısralarını söylediği, yahut "ah bilsen ne afet olmuşsun" şiirini terennüm ettiği çağlarda ve bilhassa: "Ey meali direng-aver-i hayal; ey zat-ı paki ber-ter-i her fikrü her meal; ey bi-zevtil rahmetli gülzarı-ı fıtrate revnak­ dih-i kemal olan Allah-ı zülceltil!... "

222


"Yarabbi bana ruhu, vicdanı, lisanı veren sensin ! O ruhu ki daim sana incizab eder; o civdanı ki daim seni takdise şitab eder... " diye bütün kalbiyle Allah'a inandığı zamanlar­ da; onun en temiz gönül ürperişleriyle dolup taştığı aşikardır. Fakat, bu san'atkar ve aynı zamanda şahsi me­ ziyetleriyle mağrur çocuk ruhu, hayat hadiseleri karşısında çabuk kırılmış ve çabuk teessür duyan bir karakter olmuştur. Güzel yazdığı, güzel resim yaptığı ve gençlik çağlarında Fikret, aynı zamanda güzel bir sesle ve içten inanarak dini neşideler söylüyor, mevlid okuyordu. Bu mevlid okuma, bu dini heyecan, onda evlendikten sonra da yıllarca devam etti. O, Sultan Abdülhamid için saadet dileyen şiirler te­ rennüm ettiği zaman da, istibdadın aleyhinde, hatta farkında değildi. Derslerine büyük bir intizamla çalışan, bu temiz ve gürbüz vücutlu, masum mekteb talebesini, içine atıldığı dağdağalı devrin hayatı sarsmıştır. Bununla beraber, Rübab-ı Şikeste'ye alınan şiirlerden bir çoğu, onun yine hayata karşı "iyi" duygularının terennümü halindedir. Fik­ ret, bu şiirlerde açıkça ifade edilemeyen çeşitli aşkların heyecanıyla duyguludur. Çıplak tabiat güzelliklerini bir defa da şiirle tablolaştırırken çok kere mes'ud hatta sermesttir. Seza gibi, Şehidlikte gibi şiirlerinde marmara'nın, Boğaz'ın gün ışığı veya ay ışığı altındaki güzel görünüşünü, hatta milli çehresini zevkle seyretmemek mümkün değildir. Sabah Ezanında isimli şiirinde, dini heyecanın, Itri'nin bes­ telerini andıran canlı musikisi, Asker Geçerken, Kılıç gibi manzumelerinde, şüphesiz kahramanlığın fazilet olduğuna inanan bir gönlün ürpeşirleri vardır. Sana baktıkça fahurane panldar gözler Sana ey seyf-i mücella sana ey berk-i zafer Sana ey şanlı silah

223


diye takdis ettiği "kılıç" "milli şereflerin ebedi koruyucu­ su"dur. Asker Geçerken'de "fecr-i ezel"e benzettiği bayrak ise, asla Tarih-i• Kadim'in: Önde, en önde kanlı bir bayrak Onun bir kanlı taç eder ta 'kib

diye tarif ettiği korkunç alamet değildir. Aynı Fikret, bir gün, oğlunun defterindeki bir "vatan bayrağı" resmini görüp, onun altında "ölmek ve yaşatmak seni" cümlesini okuyunca: Ey şanlı vatan bayrağı, bir gün seni oğlum Bir mevkib-i zi-heybet-i hürriyet önünde Çekmiş görebilseydim... O pür-hande ölürken Etmezsem eğer sevkini takdis ile secde Dünyada en alçak baba elbet ben olurdum Oğlum, onu gönlünce yaşat.. . Ölme fakat sen

diyecek olan bir babadır. Rübab-ı Şikeste'nin birinci tab'ını teşkil eden şiirleriyle Fikret, tamamıyle san'at için san'at anlayışlarına sadık bir şairdir. Gerçi bu şiirler içinde, muzdaripler karşısında elem duyan hisli bir ruhun çırpınışları eksik değildir. Bunlar onun, ileride birdenbire gelişecek olan içtimailiğinin müjdeleyici vasıfta manzumelerdir. Ramazan Sadakası, Haluk'un Bayramı gibi şiirlerinde, sanatkar'ın başkalarının felaketleriyle ilgilenen cephesi aşikardır. Fakat, Tevfik I:ik­ ret'in Türk edebiyatı tarihinde mücadeleci bir şair ve ce­ miyetçi bir san'atkar olarak vazife alışı, denilebilir ki Ser­ vet-i Fünun Mecmuası'nın hükümet tarafından kapatılışı hadisesinden sonra başlamıştır. Mecmuanın ·neşriyat yaptığı çağlarda, istibdad'ın yavaş yavaş farkına varan ve arkadaşlarının müşterek ızdırabını 224


adeta kendi güçlü omuzlarında hisseden Fikret, gerçi Ser­ vet-i Fünun'dan bu mecmua kapatılmadan evvel ayrılmıştı. Fakat, bu ayrılık, hükümet tarafından mecburi bir hale ko­ nulunca, aşiyanında yapayalnız kalan Fikret, içinde yaşadığı cemiyeti daha iyi hatırladı, onun dertleriyle hatta aşırı dere­ cede dertlenmeye koyuldu . İstibdada karşı en şiddetli haykırışlarını 1 90 1 'den 1 908'e kadar süren bir yedi yıl içinde yazdı. Fakat, bu, daha çok feveran halinde bir içtimailikti. Yıllarca çeşitli kaprislerine tahammül edilmiş, hatta biraz şımartılmış olan bir şair ruhunun feveranı. . . Fikret, Sis gibi, bilhassa tarih-i Kadim gibi, Bir Lahza-i Teahhür gibi müfrit ve bedbaht tehevvürlerin veya şuursuz kindarlıkların terennümü olan şiirlerini, fakat çok kuvvetli ve sihirli bir talakatle bu yıllarda söyledi. Bunlardan Sis, eski Bizans'ı hatırlayarak, görünüşte beyaz bir sisin ka­ ranlığı ve hakikatte istibdat altında ezilen İstanbul'a "lanet" yağdırıyordu . Sultan Abdülhamid'e kızıp, değil İstanbul gibi Ti.irk milleti'nin göz bebeği bir vatan şehrini tel'in etmek, hatta herhangi bir toprak parçası için öylesine ağır sözleri ağıza alabilmek bile insafın çerçevesine sığar bir ha­ reket değildi. Tarih-i Kadim'de şair, hemen bütün imanlarını, hatta sonraları yeniden avdet edeceği imanları inkar ediyordu. Eğer Türk milleti, Fikret'in bu manzumesinde telkin ve te­ menni ettiği şeyi bir an için olsun kabul etmiş olsaydı, yani bir taraftan inandığı Allah'ı ve bütün dini imanlarını terk etse, diğer taraftan onun:

Yere geç satvetinle ey serdar diye haykırışındaki ruha inanarak, kahramanlığı bir ci­ nayet sayıp silahlarını bıraksaydı, etrafı düşmanlarla dolu olan ve gittikçe silahlanması lazım gelen bu millet, ne bir Çanakkale Zaferi kazanabilir, ne de bir İstiklal Savaşı yapa­ bilir�!. Yurdunu da hatta kahraman bile olmayan herhangi

225


bir millete çoktan terketmiş bulunurdu. Fakat, Fikret devrindeki istibdat düşmanlığının bu tecrübesiz vatan ve millet aşıklarını, hatta şuursuzluğa sürüklediği; en çok, Fikret'in yine bu devirde yazılan B ir Lahza-i Teahhür manzumesiyle belli olmuştur. S ultan Abdulhamid'e, Ermeni anarşistler bir bomba atmışlardır. Bomba zamanında patlamış fakat hükümdar in­ filak yerine bir lahza teahhurla geldiği için suikasttan kurtul­ muştur. Bombanın manası, şüphesiz Türk milleti'ni, hele bu milletin Servet-i Fünun'da şiir neşrinden men edilen bedbaht münevverlerini Abdülhamid gibi bir müstebitten kurtararak Türkiye'yi hürriyetle ve 'saadete kavuşturmak Q.eğildir. Bilakis bu bomba, imparatorluğu tekelden idare eden, mübtebit fakat kudretli bir hükümdarı öldürerek, doğacak anarşiden faydalanmak ve Osmanlı Türkiye'sini parçalamak için atılmıştır. Bu böyle olmasa bile Türk mille­ ti, kendi başındaki hükümdarı tahtından indirmek ve ceza­ landırmak icab ederse; öteden beri yapmış olduğu ve az sonra yine yapacağı gibi böyle bir hareketi ancak kendi milli iradesiyle yapacak ve başkalarının kendi iç içlerine el uzat­ masına tahammül edemeyecek bir millettir. Ferdi hürriyetlerine o derece ehhemiyet veren Servet-i Fünun münevverlerinin milli hürriyeti idrak edemeyecekleri akla gelir bir hadise değildi. Halbuki Tevfik Fikret, bu "Milli bütünlük" anlayışını ve "Müstakil devlet" mefhumunu tamamıyle unutarak, Sultan Abdulhamid'e bomba atan yani Türk hükümranlığı'na kasteden yabancı elleri şiddetle alkışlayan, hatta takdis eden bir manzume yazmıştır. Eğer Fikret: Ey darbe-i mübeccele, ey dud-ı müntakim Kimsin ?. . Nesin ?. Bu savlete saik, sebeb ne, kim ? .

Arkanda bin nigah-ı tecessüs ve sen nihan

226


Bir dest-i gaybı andırıyorsun, reh.Q.feşan.

diye tebcil ettiği ve: Ey Şanlı avcı, damını beyhUde kurrruıdın; Attın: Fakat yazık ki, yazıklar ki vurrruıdın!

diye hayıflandığı "şanlı avcı" nın kim olduğunu bilmezlikten gelerek kimi ve neyi avlamak istediğini idrak edebilseydi her halne bu hatayı yapmayacakn. Fikret şiirinde göze çarpan bu zihniyet buhranı, Servet-i Fünun'un kuruluşundan Meşrutiyet'e kadar hemen bütün Servet-i Fünunculan saran bir ruhi çırpınmanın rı �ticesidir. Nitekim, aynı hadisenin bir başka tezahürü de 'Transval meselesi "nde görülmüştür. Transval meselesi, Servet-i Fünuncular'ın zavallı Boer'lerle harbeden hatta bu savaş yüzünden dünya efkarında fena bir tesir bırakan İngiltere'nin bu hareketini alkışlayan yegane zümre olmayı göze alarak İngiliz hükümetine yaranmaları ve dolayısıyla istibdat hükümetini lngiltere'ye yıknrrnak için imkan arama­ ları gibi acayip bir hadisedir. Bu garip ve çocukça hareket, ancak bir iki Servet-i Fünuncu'nun sürülmesiyle neticelen­ miştir. S is gibi, Bir Lahza-i Teahhür şiiri de söylenişinde bir "iyi niyet" bulunduğuna inanılarak o çağlar·· .!, Fikret'in çok sevilen ve beğenilen bir manzumesi olmuş, bir çok mısraları yıllardca dillerde dalgalanmış; hatta mektep kitaplarında yer almıştır. Fakat, Meşrutiyet ilan edilince, Fikret yeniden bir "ümid " şairi olmuştur. Rübabın Cevabı'nda bu üı ıidi açığa vurmuş, hele "Halfık'un Defteri"ni dolduran şiirlerinde gençliğe karşı en hayırhah duygularla dolu, gelecekten emin ve idealist bir şair ruhunun terennümlerini sıralamıştır. bu bakımdan Fikret'in en "faydalı" manzumeleriyle örülen eseri, Haluk'un Defteri'dir. 227


Fikret, Haluk'un Defteri'ndeki Zelzele gibi, Promete gibi, Haluk'un Veda'ı, Bir Kız Mektebi İçin, Hayata Karşı Beşer, ferda gibi, şiirlerinde tamamıyle içtimai, hatta ahlaki ve "nasihat"ı şiirleştiren bir şairdir. Gökten Yere'sinde in­ sanlığa ve insanın yaratıcılığına karşı sonsuz bir inanış vardır. Ş urası muhakkaktır ki, Fikret'te idealist bir san'atkar olmak vasfı, zamanla onun san'an san'at için anlayan man­ zumelerinden daha kuvvetli eserler vermiştir. Fakat, Fikret, içinde yaşadığı cemiyeti tanımak, onun ızdırap ve ih­ tiyaçlarıyle karşılaşmak, hele ona ümit verici, onu hayata sevkedici bir şair sıfanyle çalışmak için, biraz geç kalmıştır. Bu geç kalış, yalnız hadiselerin eseri değil, Fikret'in ruhi ve fikri tekamülü bakımından da bir hakikattır. Denebilir ki; Fikret'in milli, içtimai hele felsefi fikirlerinin hiçbirisi kendi zihni faaliyetnin eseri değildir. Bunlar, onun kendi oku­ ması, kendi tetebbüleriyle elde edilmemiştir. Fikret, nasıl hemen Servet-i Fünun şairlerini kendi şiirlerindeki telkinkar musikinin tesiri alnnda bırakmışsa, npkı bunun gibi kendisi de onların bilhassa Garp'ten getirdikleri çeşitli fikir ve heye­ canlardan mülhem olmuştur. Ancak, Fikret, büyük bir san'atkar zevki selimi ile, her tefekkürün, her heyecanın en güzelini ve en gösterişlisini seçmeyi bilmiş ve bundan daha mühim olarak, seçtiği ve sevdiği bu fikir ve heyecanları devrin en kuvvetli mısraları haline koymakta erişilmez bir ustalık göstermiştir ki, Fik­ ret'in şiirlerinde çok kere birbirini tutmayan fikir ve heye­ canlarla örülmüş mısraların mevcudiyeti onun, değişik za­ manlarda, değişik tesirlerle edindiği değişik tefekkürleri dile getirmesiyle izah olunmalıdır. Pini neşideler söyliyen şairin, giderek Kur'an'ı inkar edecek bir hale gelmesi, onun ruhi sarsınnlarının bir neticesi sayılmaktadır. Fakat, Tarih-i Kadim'i yazan bir şairin çok geçmeden:

228


Bir kudret-i külliye var ulvi ve münezzeh Kudsf ve mualla, ona vicdanla inandım. Fıtratta tekamül ezelidir; bu kemale Tevrat ile, inci/ ile, Kur'an'la inandım.

gibi, en az bir "iman" ifade eden mısralar terennüm etmesi, aynı kolaylıkla izah olunamaz. Yine Millet şarkısı' 1daki: Çiğnendi yeter vardığımız cehi ile kahre Doğrandı mubarek vatanın bağrı sebepsiz Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare Can kardeşi kan kardeşi şan kardeşiyiz biz.

mısralanyle "mukaddes bir vatan" kaygusu ve "kan" ile "şan" temellerine dayanan bir milliyetçilik fikri besliyen san'atkann bir başka şiirinde: Toprak vatanım, nev'i beşer milletim . . . insan

1nsan olur ancak bunu iz'anla, inandım.

diyerek; bu sefer vatan ve millet kaygusunun tamanuyle zıddı bir "insanlık" ideaE ve bir "beynelmilliyetçilik" gütmesi, onun her iki fikrinin de "ariyet fikirler" olduğunu düşünmekten bizi kurtaranuyacaktır (3). Girişte Milliyetçiliği tahlil ederken, bu kavr: nın nasıl tahrif edildiğini de açıklamağa çalıştık. Burada, meseleyi biraz daha açmak istiyoruz. Politika hayatında "Sağ" ve "Sağcılık" kelimeleri ilk defa Fransız Milli Meclisi'nin 1 1 Eylül 1 789 tarihindeki oturu­ munda ortaya çıktı. O gün, krallık taraftarları başkanlık mevkiine göre, salonun sağında yer almışlardı. Buna muka­ bil, solda, krallığa karşı olan temsilciler vardı. XX. yüzyılda, politik yelpazede sağ-sol ayırımından ya3

N.S . Banarlı, 3 1 0 ve dv.

229


rarlanan komünist-marksist doktrin olmuştur. B undan iki yüz yıl önce Fransa'da sağda oturan krallık taraftarlarının monarşiyi, soldakilerin aksi savunmalarını kendi hesabına isti smar etti. Nasıl komünizme muhalif olan bütün mil­ liyetçileri faşist olarak ilan etti ise, yine komünizme muhalif olan bütün milliyetçileri faşist olarak i l an etti ise, yine komünizme karşı olan milli yetçileri de sağcı olarak dam­

galıyor. Bunun başlıca tatbikatını 1 938 de görüyoruz. O yıl Moskova'da rejime aleyhdar olanlar "sovyet aleyhdan sağcı top l u l u k " ol arak mahkemeye sevked i l m i şlerdir. İ ş te Türkiye'de milliyetçilerin s ağcı olarak vasıflandınlmaları buraya bağlanabilir. Önce 1789 kralcılannın modası geçmiş bir rej imin aleti oldukları işlendi. Aslında bu bir gerçekti. Gerçek olmayan, günümüz milliyetçilerinin monarşi taraf­ darı olmadıkları idi. Türkiye'deki ideolojik propaganda, kamu oyuna, milliyetçileri, mutlakiyetçi olarak tanıtmanın akılcı olmayacağını bili yordu. Bunun için bazı politikacılar, köşe yazarları ve öğretim üyeleri vasıtasıyla şu kurnazlığa başvurdu :

Milliyetçi=Sağcı=Muhafazakar=Tutucu=Gerici ve Faşist Aslında modern bilime göre bunlar ayn ayn mefhum­ lardır. Milliyetçilik, açıkladığımız gibi, akıl ve duyguya, insan haklarına ve h ürriyete dayanan, manevi değerlere kıymet veren bir si stemdir. Bu itibarla bütün bunları reddeden Marksizmi!l hedefid!r. Nitekim, bir yazar "Milliyetçilik ka­ pitalizmin ürü n üdür" derken , milliyetç i l i ğ i n m anevi

değerlere verdiği önemi görmezliğe gelir. Muhafazakarlık bir milletin geçmişten süre gelen maddi ve manevi kültürel değerlerini, çağdaş kıymetlerle bağdaştırarak ileı ; emesidir. Mesela, başhca B atı Avrupa milletleri, bu arada lngiliz ve Uzak Doğuda Japon muhafazakarlanmn kendi geleneklerini k oruyarak, günümüz dünya medeniyetinin bayrakdar­ l arından o!maian gibi . Tutuculuk, Türk Dil Kurumu'nun

230


muhafazakar karşılığı olarak uydurduğu bir kelimedir. İlim, dil ve edebiyat bakımından hiç bir değer taşımaz. Gericilik ve Faşizm ise, aklı başında her Türk'ün reddettiği mefhum1 ardır. İ şte, bu çerçeve içinde Marksizm, Mil­ liyetçilik=Gericilik=Faşizm formülünü icad etti. Buna mu­ kabil kendisi için de Marksist=Solcu=Çağdaş=İlerici eşitliğini empoze etmeğe çalışmışlardır. Ülkemizde hala bunlara inanan kaldığını zannetmiyoruz. Yabancı ideolojinin kurnazlığından söz ettik. Bir başka yazar şunları yazıyor: "Kurnazlık, doğru olmayanı doğru imiş gibi göstererek, kendi çıkan için, doğrunun peşinde olan aklı yanıltma çabalarının tümüdür. Belirli bir süreç içinde kendi kendisiyle çelişkilere düşüp iflas etmeğe mahkumdur". Uydurma ve bozuk bir Türkçe ile yazılmış olan bu cümleler aslında gerçeği aksettiriyorlar. Yabancı ideoloji memleketimizde artık inişe geçmiştir, çünkü, ilmi hakikatlar karşısında çaresizdir. Kendisi ile tezada düşmüştür ve bilgi derecesinin düşüklüğü ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir milliyetçinin "ben sağcıyım" veya bir aydının milliyetçilerden bahsederken "onlar sağcıdırlar" de­ mesi çok hatalıdır. Bu, Türkiye'de yabancı ideolojinin uzattığı iğreti ve çirkin bir elbiseyi giymek demektir. •

"Tahrifçiler", II. Bölüm'de açıkladığımız üzere, "Os­ manlı"yı hedef almışlardır. Bir yazar da şu satırları kaleme almış: "Tüm Osmanlı edebiyatı hilafetçi, padişahçı, gerici ideo­ lojiye bağlıdır. Yasaklama gerekmez mi? Divan şiirini Çağdaş Cumhuriyet'in hangi ideolojik, siyasal, "ahlaksal" çerçevesine sığdırabiliriz? Ne var ki bu edebiyat öğrenmek ve öğretmek zorun­ dayız. Geçmişteki yazın sanatımızın ustalarını okul kitap-

23 1


lanndan kovamayız". Burada, Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında or­ taya çıkan siyasi-içtimai "Osmanlılık" meselesine değinelim. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir taraftan imamet ve hilafet konularındaki yayımlarıyla Müslümanlar'ı istibdada karşı birliğe ve ayaklanmaya davet ederken, öte yandan de. salta­ nat müessesesi üzerine yaptığı neşriyat ile İmparatorluğun, din ve mezhep farkı gözetilmeksizin, bütün halkını salta­ natın temsil etmekte olduğu "Osmanlılık" mefhumu etrafından toplamaya çalışmıştır. Osmanlılığı etnik manada olmasa bile siyasi manada bir millet gibi kabul etmek gele­ neği, Genç Osmanlılar tarafından getirilmiş olduğu için onların hürriyet ve meşrutiyet yolunda yapmış oldukları siyasi ve fikri mücadelelerden faydalanılmak cihetine gidil­ miştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerinden bazıları ve bu arada Tunalı Hilmi, "Hutbe" adını taşıyan küçük risalelerle halka Osmanlılığı tarif ve vazifelerini yaymıya çalışmıştır. Tunalı Hilmi, İttihat ve Terakki'nin fikirlerine tercüman olarak Osmanlılığı şöyle tarif etmektedir: "Osmanlılık Türklük demek değildir. Ne kimseye zarar verir ne de bir milliyete dokunur; böyle olunca: Osmanlı olmıyacak kim bulunur? " Arnavut, Ermeni, Ulah, B ulgar, Boşnak, Pomak, Tatar, Türk, Çerkez, Dürzi, Rum, Ac�m. Arap, Sırp, K ürt, G ürcü , Yahurdi, Laz, bunlarır hepsine yakışacak ad ancak şudur: Osmanlı. Tunalı Hilmi, bu toplu­ luklara aralarındaki din, mezhep ve ırk farklarını unutup kendilerini Osmanlı bilmelerini, birbirlerinden ayrılmayı değil, birlik teşkil etmelerini ve bir meşrutiyet idaresi içinde müşterek yaşamalarını telkin ve tavsiye etmektedir. Bu su­ retle Osmanlılık, üç temele dayanan yeni bir bina olacaktır. Osmanlı hanedanı , Osmanlı vatanı ve Osmanlıların müşterek menfaatleri. Bu üç temeı' prensibin şuuruna varan 232


halk da artık bir Osmanlı milleti teşkil edecektir. Osmanlı milleti'nin eskiden olduğu gibi, en kutsal değer hanedan değil, fakat "Vatan olacaktır" . Nitekim, bütün İttihat ve Te­ rakki neşriyatı, bu fikri idealize etmektedir. Meşveret gazetesinde "vatanın ölüm döşeğinde bulun­ duğu, imdadına koşmak, Osmanlılar'a vazife olduğu" belir­ tildikten sonra bu hale Sultan Abdulhamid'in Osmanlılar arasında saçmış olduğu fesad tohumlariyle gelinmiş olduğu hatırlatılmakta, ona karşı Osmanlılar'ın birleşmesi tavsiye edilmektedir. İttihat ve terakki Cemiyeti üyeleri arasında, "Osmanlılık" uzun zaman milliyet karşılığı kabul edilmekle beraber bu üyelerden bazılarında, zamanla bir tereddüt belirlediği görülmektedir. Yusuf Akçura, başlangıçta Osmanlılar'ın toplulukların ancak otonomi prensibine göre İmparatorluk bünyesinde kalabileceklerini kabul ettiği halde, 1 904 tari­ hinde Kahire'de yayınlanan "Üç Tarzı Siyaset" adlı makale­ lerinde artık "Osmanlılığın" birleştirici ve yaşatıcı bir değer olduğuna inanmamaktadır. Fakat, bu gibi düşünceler, bir istisna olarak kabul edilebilir. İttihat ve terakki'nin büyük çoğunluğu Osmanlılık'ın, milli bir ideoloji gibi birleştirici bir kıymet olduğuna inanmaya devam edecektir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, İmparatorluk halkından Müslümanların halife etrafında, Müslüman olan ve olmayan halkın meşrutiyete dayanan Osmanlılık etrafında top­ lanmısını temin etmiye çalışmakla beraber Türklük konusu­ nu da dikkate aldığı, gerek hilafeti gerekse meşrutiyete dayanan Osmanlılığı, Türklüğe istinat ettirmek istediğine dair bazı fikirlere rastlanmaktadır. Nitekim Tunalı Hilmi, Osmanlılık, Türklük değildir, demiş olmasına rağmen aynı risalede: Öz Osmanlılar Türklerdir, bir Türkün yazdığını her Osmanlı okumalıdır; "Türkçe Osmanlıca demektir" "Bizde kıyam önayakları Türkler olmalıdır" demektir. Bundan daha 233


önemli olarak başka bazı risalelerde, o vakite kadar, siyasi bir değer olarak ihmal edilmiş olan Anadolu "Koca Türkeli"; "Aziz Vatan"; "Devletin ve milletin ümidi istikbali" diye geçmekte, Türkler'in Osmanlı devleti 'ni hrmaktaki rolleri belirtilmekte "Bre Türkler, Türkmenler, eski kahra­ manlar. . . Niçin atalar yoluna gitmiyorsunuz? Neden bize yardım etmiyorsunuz? hitabıyle meşrutiyet davasına katılmıya davet edilmektedirler. Genç Türkler'de, Türklük şuurunun mevcudiyetine diğer bir delil de Ahmet Rıza'nın "La Crise de L'Orien" adlı kitabında, Türkler başkanlığı altında, Avrupa siyasi ede­ biyatında Türkler lehine yazılmış olan yazılardan bir kısmını toplıyarak bunların ışığı altında, Türkler'e çeşitli yönlerden yapılmış olan taarruzlara cevap vermesidir. Bir aralık, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Mizancı Murat bile, Kahi­ re'de neşrettiği ve Osmanlılığı tutan gazetesinin başına "Türk gazetesi" olduğunu tasrih etmiştir. Yusuf Akçura'da 1904'de neşrettiği "Üç Tarzı Siyaset" başlıklı makalelerinde Türklüğe büyük yer vermiş ve onu İslamcılık ile Os­ manlılığa üstün tutmuştur. Anlaşılacağı üzere, İttihat ve Terakki'nin proE,ramında, değil ise bile çalışmalarında, Türklük ihmal edilmemiş, Os­ manlılık kadar yaygın olmamakla beraber çeşitli vesilelerle ona da temas edilmiştir (4). Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey 1908 yılında Türk olduğunu şöyle haykırıyordu: "Gayr-i Müslimler de Müslimler kadar hukuka nail ola­ caktır, demek acaba bu memleket rum memleketi, yahut Er­ meni memleketi yahut Bulgar memleketi olacak demek midir? Hayır, bu memleket Türk memleketi olacaktır. Os­ manlı namı altında hep birleşeceğiz. Fakat, devletin şekli hiçbir zaman Türk milleti'nin menfaat-i mahsusası haricinde 4 234

Enver Ziya Kara!, Osmanlı Tarihi,

VIII .


tahavvüle uğrayacaktır. . . Memlekette millet-i hakime Türklerdir ve Türkler olacaklardır (5). Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu'­ nun yenilmesi tabiatıyle eziklikler yaratır. Falih Rıfkı Atay yazıyor: "Beyoğlu'nun o devir hatıraları arasında Yunan generali­ nin oturduğu binanın kabusu da vardır. Balkonuna Yunan bayrağı çekildiği zaman, halk zorla selama dururdu. Türkler geçişlerini bu zamana rastlatmamak için hesapla yol çıkarlardı. Türklük'ten de kaçan kaçana idi. Bir gün dostlarımdan biri nefes nefese matbaaya gelerek, Beyoğlu caddesinde Os­ manlı büyükelçilerinden birinin oğlunu Kafkas esvabıyle gördüğünü, bir felaketmiş gibi haber verdi . Ş ivesi şivemizden, kafası kafamızdan nice tanıdıklarımızın Kürt olduklarını anlıyordu. "İçtihat"çı Abdullah Cevdet'in yazı yazdıeı gündelik gazetenin adı "Jin" idi . Bunun Kürtçe "Hayat" demek olduğunu öğrenmiştik. İttihatçılar hapistedir. Ziya Gökalp'da onlarla beraber. Bir gün, işgal uşağı sabah gazetelerinin birinde bir milliyetçi yazarın, Akagündüz'ün şu fıkrasını okuduk: "Ah ne yazık ki onu asacaklar. Yemin ederim ki asıldığını istemiyorum. Hürmet ettiğim bir zatın bir fikri vardır ki ne güzeldir: Ziya'nın kafa tasına bir düzine nalıncı çivisi çakmalı. Yaya olarak Anadolu'ya çıkarmalı. Kasaba kasaba, köy köy, oba oba gezdirmeli. Eyvah böyle yapmıyacaklar da onu asacak­ lar. Ne kadar yazık! Ne kadar adaletsizlik." Çünkü, Akagündüz harp çıktığı vakit Beyoğlu nümayişlerinin önünde Tokatlıyan'ın camlarını kırdıktan sonra, otel sahibinden harac istemiş, o da polise haber vere­ rek bir suçüstü yapılmış, Talat Bey Akagündüz'ü Konya'ya sürmüştü. Gökalp'e düşmanlığı, kendini o vakit korumamış 5

Mim Kemal Öke, Osm. İmparatorluğu, Siyonizm ve Filistin Sorunu, 235


olmasındandı. Bu, işlediği suç üzerine tabii cezasını çeken eski bir itti­ hatçı idi. Türkçülük ve Türkçüler, hiç politikaya karışmasalar bile, suçlu ve sorumlular arasındadır. Mütareke edebiyatında ci­ nayet yerine geçen şeylerden biri de "Türkler'de milliyet hissini uyandırmak" idi. Sanki bütün felaketlere o yüzden uğranmıştı. Maarif Nazırlarından biri kıraat kitaplarından "Türk" kelimesinin çıkarılmasını emretmiştir. Universiteden Türkçü profesörler tasfiye edilmiştir. Ne acı şeydir ki bu tasfiye işinden kurtulmak için, Ziya Gökalp'ın en yakın çömezleri Damat Ferit hükümetlerine yaranmak yolunu bulmuşlardı. Geçen mütareke tarihini yüzünden okursanız, İstanbul politikacılarının ikiye ayrıldığını görürsünüz: Vatanseverler, vatan hainleri ! Mesele o kadar sade değildir. Acaba bazı tanınmış kimseler üzerinde bir deneme yap­ sam, işin içinden daha kolay çıkabilir miyim?

1 9 1 7 yazının sıcak bir gününü hatırlıyorum. Yahya Kemal'le can sıkıntısından ne yacağımızı düşünüyorduk. Arkadaşım: - Ali Kemal'i tanır mısın? Diye sordu - Hayır. - Gel gidelim, tuhaf bir adamdır, dedi. Servet-i Fünun devrindeki Hüseyin Cahit-Ali Kemal tartışmalarını okuduğumdan beri simini bilirdim. O vakitler Hüseyini Cahit İstanbul'dan hiç çıkmamış tam bir garplı, ali Kemal ise İstanbul gazetelerine Paris'ten yazı gönderen alaca bir şarklı idi. Biri genç nesle tenkid örneği vermek için Hyppolite Tain'in Balzac hakkındaki yazısını Türkçeye

236


çevirirken, öteki Paris hayatına ait yazıl arı Arap şairi Mütenebbi'nin Arapça beyitleri ile donatırdı. Bir gün "İkdam" gazetesinde Ali Kemal'in Elize S arayı'nda Cumhur Reisini ziyaret ettiğini hikaye eden bir Paris mektubu çıkıyor. Bu mektubun Figaro gazetesi muha­ birinin yazısından kopya edilmiş olduğunu Hüseyin Cahit Servet-i Fünun'da teşhir eder. İki yazar ondan sonra galiba hiç barışmamıştır. Ben erkenden Edebiyat-ı Cedide'ye bağlandığım için, Ali Kemal'den adını daha öğrendiğimiz zaman soğumuştum. 1908 Meşrutiyeti gelince Hüseyin Cahit "Tanin"i çıkardı ve memlekette Paris'ten hürriyet kahramanları arasında dönem Ali Kemal'e Abdulhamid'den aldığı parçaları ne yaptığını soran bir fıkra neşretti. Cahit İttihatçılar'ın gazetecisi idi. Ali Kemal, muhalefet safına geçti. İlk Meşrutiyet aylarında itti­ hatçılardan "hain" damgasını yedi, iç kargaşalıklar sırasında A vrupa'ya kaçarak idam edilmekten kendini kurtarabildi. Galiba B ahriye Nazırı Cemal Paşa'nın yardımı ile çok sonra İstanbul'a döndü ve köşesine çekildi. Arkadaşımla beraber Fındıklı veya Cihangir taraflarında kısa bir yokuşa tırmandık. Ahşap bir evin ikinci katına çıktı. Ev sahibesi, bir eski devir müşevirinin kızı, kibar ve sade, fakat Frenk terbiyesiyle yetişmiş İstanbul hanımlarındandı. Patiska entarisi ile bizi yalın ayak ve terlikli karşılayan Ali Kemal ile, bize çay ikramına hazırlanan hanımı arasındaki aykırılık hfila gözümün önünden gitmez. Harbin nasıl biteceğini görmemek için pek saf olmalıydı. Düşünürken aklı zorlayan büyük facianın bazı kimselerde sevince benzer bir duygu ile beklendiğini o gün Ali Kemal'de sezindim. Arkadaşım, bir h arbe girdiğimiz için Rusya'nın ·yıkıldığını, hiç olmazsa o betadan kurtulduğumuzu 237


söyleyince, ev sahibi de bir fıkra anlattı: Berlin elçimizi bir hususi ava davet etmişler. Ormanda onu da bir kaya başına yatırmışlar. Kendi avlıyacağı ayının hangi taraftan gele­ ceğini de göstermişler. Elçi sapsarı kesilmiş. Gözünü yola dikmiş. Hem bekler, hem de içinden avının yolunu şaşırıp bir başka yana gitmesine dua edermiş. Derken koskoca bir ayı homurdanarak çıkagelmez mi? bizim elçi sendelemiş, kayadan yuvarlanıp düşmüş. Fakat tesadüfe bakınız ki elin­ deki tüfek taşa çarparak ateş almış ve ayıyı tam alnından vurmuş. Herkes şaşkın şaşkın üstünü başını temizlemeğe uğraşan elçimizin yanına gelmişler, nişancılığını tebrik etmişler. Bizim de Rusya'yı yıkışımızın hikayesi böyle idi. Sonra: "O da mahvoldu, fakat ben dahi elden gittim ! " mısralarını söyliyerek bir kahkaha attı. Ali Kemal, Hüseyin Cahid'in kaçacağı ve kendisinin bir gazeteye yerleşeceği günü beklemekte idi. Hain olduğundan mı? Hangi manaya? Ali Kemal parasız ölmüştür ve yabancı uşaklığı yapacak bir mizaçta da değildi. Ali Kemal, bir Tanzimatçıdır. Ne istiklalci ne de mil­ liyetçidir. Fakat huyu suyu, ahlakı, üslubu ile zamanının tam "milll"si, cı günkü toplumun yetiştirdiği normal bir insan tipi idi . Ona göre Osmanlı Devleti ancak Düvel-i muazzamanın himayesi altında yaşayabilir. Hatta aynı dev­ letlerin teminatı ile meşruti bir hayat evrimi geçirmelidir. Türkler kendi başlarına kaldılar mı, İttihat ve Terakki reji­ minden başka türlüsünü yapamazlar. Ne ekonomilerini, ne de maliyelerini düzeltebilirler. Şimdi buna bir şey daha ekle­ mek lazımdır. Ali Kemal, bu memlekette dilediği gibi yaza­ rak yaşayabilmek için, imtiyazlı yabancılar kadar arkalı ve teminatlı olmalı idLİttihat ve Terakki , yahut ona benzer mil­ liyetçiler iktidara geldi mi, Ali Kemal için ömrünü gurbette veya hapiste geçirmekten başka çare kalmazd�. . ' Ali Kemal bu yüzden, Mütarekede amansız ittihatçı _

238


d üşmanlığı yapacaktı. Bir İttihatçı isyanı saydığı, yahut nasıl olsa bir rejime varacağı için Kuvay-i Mil1 � ye'nin de hasmı olacaktı. Bir zafer havadisi duyduğu zaman bile:

- Evet iyi, iyi ama, tarihimizde zafer mi yok, eğer bunun faydasını görmek istiyorsak Mustafa Kemal artık işi Düvel-i muazzamanın güveneceği bir B ab-ı ali'ye bırakmalıdır, diyecekti.

Unutulmamalıdır ki Osmanlı S altanatı bir yan sömürge

y

idi. Kapitülas onlar rejimi altında idi. Osmanlı ideali Düvel­ i muazzamanın kontrolü altında "tamamiyet-i mülkiyesini" toprak bütünlüğünü koruyabilmekten ibarettir. Kayıtsız şartsız bağısızlık, bir ihtiHll ve zafer parolasıdır. Meşrutiyet J'ürkçülüğü'nün gayesi de, hiç şüphesiz bu topraklara bütün kaynaklarıyle Türkler'i sahip kılmaktı. Ama bu uzak, hayale benzer bir amaçtı. Ali Kemal, o kadar Türk halli iken, Türkçülüğe karşı idi. S atılmış bir adam değilse de kaybolmuş bur adamdı. Damat Ferit Paşa'da öyle bir kafa ve ruh kuruluşudur. İkinci bir tip vardır: A b d u l l ah Cevde t , i k i n c i Meşrutiyetten önceki gizli edebiyat kahramanlarından biri

idi. Çevirme kitaplarını B ayezıt'taki Acem sahaflardan bin

bir korku ile alıp yataklarımızda okurduk. Meşrutiyette de

" İçtihat" dergisi en ileri fikirlere açık görün ürdü. Latin yazısına başlangıç olmak üzere ilk defa Latin rakamlarını dergisinde, kitaplarında kullanan odur. Jön Türkler, A vru­

pa'da, onun ne güvenilmez bir ahliikı olduğunu sezmişler ve kendisini araları na sokmamı şlardır. Abdullah Cevdet, eline fırsat dü şer gibi olunca bir hürriyetçiden beklenen şeyin tam aksini yapmıştır. Abdullah Cevdet'in Türk mille­ ti'nden hiçbir hayır ummadığını sonradan öğrenmiştik. f.ı.nadolu Türkleri 'ne Avrupa kanını aşılama fikrini ileri s.ürmüştü. Birinci Dünya Harbi sırasınd a onun bir fıkrasını duymuştum:

239


- Ne dersin Doktor? Balkan ordularına karşi üç günde çözü l üp dağılalım da İngi liz ve Fransız ordularını Çanakkale'de denize dökelim. - Öyledir evlat, öyledir. Balkanlar'da bize vahşet hücum etti, ona hemen kucağımızı açtık. Medeniyete karşı dayatma hassamız bilinen bir şeydir. Nitekim, m ü tareke olunca Abdullah Cevdet'in İngilizler'e sığınarak onların adeta emri ile sıhhıye müdürlüğünü aldığını duyınuştuk. Kürtlük davası peşine düşenlerden biri de o idi. Mütareke gazetecilerinden ve politikacılarından S ait Molla, tam bir ücretli yabancı uşağıdır. Hoş yüzlü, gösterişli de bir molla idi. Fakat, onun için sarılmayacak hiç bir �ey yoktur. M ütarekedeki mill iyetçilik ve kuvay-ı mi lliye düşmanlarını bu üç tip arasından şahıslandırabilirsiniz. Fakat en iyi niyetlisi de vatansever Osmanlı'dan ve Türk'ten bir nokta da farklı idi: Vatansever Osmanlı ve Türk cesaretli ve azimli ise, bu topraklan bu millete mal etmek için her türlü fedakarlığa girer. İnanmıyorsa ve zayıfsa bile, kahra­ manlar bir fırsat hazırladığı zaman, ona karşı durmaz. Bilakis, başarı kazanmasına hiç olmazsa dua eder. Tevfik Paşa ve ona benzer Osmanlılar böyle yaptılar. Böyle yapmamaları için hiç bir sebep olma:;anlan da İttihatçı kini yanlış yola sürüklemiştir. Politikada kin, çok defa aklı yenmiştir. Vatandaşa hak ve hayat güvenliği veren adaletin, toplu­ luğu bu türlü hastalıklardan koruma gibi güzel bir sihri vardır. Bu millet, hürriyet diye bir hak tanımadığı zamanlar­ dan beri adaleti aramıştır. Hürriyetler dahi, milletten bu ada­ let susayışım gidermemiştir" (6). 6

240

Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1 3 8 ve dv.


Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal'ın dediği gibi: " Milliyet aleyhindeki propaganda milli devletlerin selameti, yaşaması, bekası bakımından çok zararlı ve tehli­ kelidir. Çünkü, milliyet duygusunun zevali imkansız ise de, milli devletlerin yıkılması mümkündür. B unun için millet içinde milliyet hisinden mahrum, milli devlete, vatana iha­ nete müsait zihniyet taşıyan bir kaç bin kişinin türemesi, bunların türlü sahalarda devletin mühim mevkilerine geçmesi, tabir caizse, manevi ve siyasi "köprübaşı"lannı işgal etmesi kafidir. Maalesef her millette her türlü propa­ gandaya kolay kapılan, ruhi hayatları, hayat felsefeleri çok sathi olan, daimi saltanatı, tezepzüp halinde bulunan, milli devletin ehemmiyetini ne de millet için kudsiyetini hissetme­ miş, kavramamış olan kimseler bulunmaktadır. B u gibi bir zihniyeti taşıyan insanlar açık veya gizli faaliyetleri, telkinler ile bir devletin hayatını tehlikeye düşürebilirler, devletin yıkılmasını hazırlayabilirler. Onun için zamanımızın, millet ve vatanını seven olgun, devlet adamlarının bu gibi propa­ gandalara karşı çok uyanık olmaları en kudsi vazifelerinden biridir. Kasten tekrar ve ısrar ediyorum, hiçbir zaman pro­ paganda vasıtasile uzun bir tarihe, tebellür etmiş milli şuura, milli seciyeye malik olan bir milletin milli duygusu yok edi­ lemez, fakat sürekli, sistemli bir propaganda neticesinde, o milletin kurmuş olduğu milli devlet, milli siyasi teşkilatın te­ melleri sarsılabilir, milli devlet yıkılabilir ve müstakil devle­ tin sukutu, dağılması neticesinde bir millet milli hissi çok kuvvetli olduğu halde başka bir milletin esiri vaziyetine düşebilir. Bir devlet farzediniz ki, milliyet aleyhindeki telkinler, yazılar neticesinde o millete mensup fertlerin bir kısmında milliyet ve millete bağlılık duygusu ve bunun harici tecellisi olan milli devlete sadakat hissi zail olmuş olsun, bu gibi milliyet duygusundan mahrum olan kimseler aralarında gizli cemiyetler kurarak milliyet aleyhinde gizli, fakat kesif bir

241


propaganda yapsınlar, bu propagandaya kapılan şahıslar, türlü meslek adamları arasına hulfil ederek orada milliyet hissini zehirleyen telkinlerde bulunsunlar, bu tzli, fakat sistemli propaganda neticesinde tedafüi harplerk neferler­ den birçokları düşman tarafına kaçacak kadar ruhen düşmüş olsun, zabitleri arasında bile şahsi bir menfaati için kuman­ dası altındaki kıtaları düşmana tav'en teslim etmeğe razı ola­ cak derecede milli şeref ve namus hislerinden mahrum olmuş adamlar bulunsun, bu devletin memurları arasında devletin sırlarını satacak derecede alçak fertler bulunsun, bu devletin milliyet hissinden mahrum yazarları milliyet duygu­ sunu aşındıran makaleler, eserler, romancıları milliyet hissi­ le alay eden romanlar yazsınlar, bu devletin tarihçileri arasında milletin milli mazisine, milletin büyük tarihi sima­ larına ve tarihi mukaddesatına karşı istihfaf ve saygısızlık telkin eden eserler yazsınlar; dini reisleri, milli din aleyhin­ deki propagandalarla mücadele lüzumunu, ne de milletler için milli dinin ehemmiyetini kavramamış, bu hususta hiç düşünmemiş zayıf imanlı şahsiyetler olsun, milletin parla­ mentosunda açıktan açığa milli devlet aleyhinde ça:ıştıklarını ilan ve itiraf eden partiler zuhur etsin, bu partile: · ! mensup olanlar utanmadan diğer partili mebuslar tarafıdan hücuma uğramak ihtimaline maruz olmadan parlamentoda: "Falan millet bizim ülkeyi istila edecek olursa, biz ve bizim parti­ miz o millet ile işbirliği yapacaktır", diyebilsin. Hüliisa, es­ kiden milli mukaddesattan sayılan, herkesçe hürmet edilen şeylerden hiç birinin millet fetlerinden bir kısmının ruhunda yeri, kıymeti, kudsiyeti kalmamış olsun ... Şimdi soruyorum, böyle bir millet uzun zaman bu müstakil devletin sahibi olarak yaşayabilir mi? - Elbette yaşayamaz. Fertler cansız, ruhsuz yaşayamadığı gibi, milli devletler de iş başına geçmiş adamların bir kısmında milli ruh, milli şuur öldükten sonra uzun müddet yaşayamazlar. Bu gibi bir devletin ülkesini herhangi bir devlet kolayca 242


zaptedebilir, çünkü böyle bir millet müstakil bir millet ola­ rak yaşamak kudretini kaybetmiş, içini mikroplar kemiren bir vücud gibi içinden çürümüş bir millettir. Okuyucularım, dünyada hiç böyle bir millet, böyle bir devlet olur mu? Demeyiniz. elbette olmaz. Fakat ikinci umumi harpten sonraki Avrupa'nın bir çok memleketlerin­ de, yukarıda tasvir edilen menfi hadiselerin bir çokları müşahade edilmiştir. Bu memleketler tasvir ettiğimiz ve mevcudiyetini farzettiğimiz devletin haline çok ya�rın bir du­ ruma diişmek tehlikesine yakından maruz idiler. Bu milli ve ahlaki sukut uçurumuna doğru yuvarlanma tehlikesinden Tanrı, Türk milleti'ni korudu. Bizde bu tarif ettiğimiz milli tefessüh havasın a benzer bir hava yaraulamadı. Düşmanlarımız bizim memlekette de böyle . bir milli ve ahlaki çöküntü yaratmak için ellerinden geleni yaptılar ise de, muvaffak olamadılar. Türk milleti'nin cibilli selim aklı, milliyetine, parlak tarihine bağlılığı, dini akidele­ rinin sağlamlığı Türk milleti'ni bu milli ve ahlaki soysuz­ laşma tehlikesinden kurtardı" (7). Nihayet, bir-iki nokta üzerinde aha durmak istiyoruz. Bunlardan birincisi yabancı ideolojinin taktiğine aittir. Bir yazar şu satırları kaleme almış: "Devrim için savaşım araçları vardır. Devrimin aracı bazan tüfeğin namlusuna sürülen bir kurşundur. . . Bazan da gazete sütununa yansıyan bir yazıdır... Bazan ·. bir ordu, bazan bir yeraltı örgütü, bazan siyasi bir partidir. Bazan bir el bombasıdır, patlar. Bazan yumruktur, sıkılır. Bazan uçaktır, kaçırılır... Ne bir devrimci şiir küçümsenebilir, ne bir devrimci makale azımsanabilir. Ne bir el bombası redde­ debilir". Bir diğer husus "Çin Marksizmi millileştirmek istiyor" 7

Sadri Maksudi Arsal, 134 ve dv.

243


adlı bir yazıdır. 1 983 yılı mart ayında Cumhuriyet'den okuyoruz. "Dış Haberler Servisi-Komünist ideolojinin yaratıcısı olarak kabul edilen Kari Marks'ın ölümünün yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla Çin Komünist Partisi'nin teorisyenle­ rince yayınlanan yazılarda Marksizmin, halkın kabul edeceği ve ekonomik hedeflere ulaşılmasına yardımcı olacak bir biçime sokulması gereğinden söz ediliyor. Muhafazakar Federal Alman gazetesi "Frankfurter Allge­ meine"ye göre Çin yönetimi Marksizmi "Çinlileştirmek is­ tiyor. 1 976 yılında ölen Çin lideri Mao Zedung'dan farklı olarak bugünkü Çin yönetimi bunu "Pragmatik" biçimde yapacak. Geçtiğimiz pazar günü Pekin'de onbinlerce dinleyicinin katıldığı Marks'ı anma töreninde Çin Komünist Partisi Genel Sekreteri Hu Yaobang bu konuyu ele aldı ve "Her Marksist parti kendine ait bir siyasal yol bulmak zorunda" dedi. Hu Yaobang'ın Mao'nun görüşlerinden aynlan çok önemli bir yanı "Modern sosyalizm için aydınların büyük önem taşıdığını" savunması oldu. Parti Genel Sekreterinin bir saatlik konuşmasının üçte ikisi, aydınlara ayrılmıştı. Hu Yaobang, Çin Komünist Parti si'nin Mao'nun görüşlerini reddettiği yolundaki iddialara karşı çıkarak "Bu iddialar boş laflardır, Mao Zedung'un görüşlerinin gerçek özüne döndük" dedi. Hu Yaobang aynı konuşmada " Solculara" karşı mücadele çağrısında bulundu. Çin'de kapitalizm konusunda ise Hu, "Çindeki modern­ meşmeyi engelleyen bir etken, Çin'in kapitalist bir dönem yaşamamış olması ve bu yüzden seçkin önemli bir yönetici kadroya sahip olmamasıdır." dedi. Çin Komünist Partisi'nin yeni çizgisinin önemli bir öğesi 244


de "Komünist olmayan ülkelerdeki Marksizm araştınna ens­ titüleriyle" işbirliği imkanları araması. Federal Alma­ nya'daki Sosyal Demokrat eğilimli Friedrich Ebert Vakfı, ile ilişki kuruldu bile. Geçtiğimiz pazartesi günü Alman So­ syal Demokratları Pekin'de Marx'ın hayatını arılatan bir sergi açtılar. Önümüzdeki günlerde de Çin Komünist Partisi Merkez Komitesinden bir heyet Federal Almanya'yı ziyaret ederek önde gelen Sosyal Demokrat liderlerle görüşecek" (8). Aynca bir istatistik üzerinde de duralım: "B irleşmi ş Milletler uzmanları tarafından yapılan araştırmalar sonucu dünyada dün irili u faklı gruplar tarafından 2700 ayn dilin konuşulduğu belirlendi. Birleşmiş Milletler uzmanlarının belirlemelerine göre, en çok konuşulan 10 dilin sıralaması şöyle: DİLLER KİŞİ Çince 1 milyar 100 milyon İngilizce 320 milyon İsyanyolca 225 milyon Hintce 220 milyon Türkçe 1 60 milyon Rusça 142 milyon Arapça 140 milyon Portekizce 1 35 milyon Bengalce 1 30 milyon Almanca 120 milyon" (9). Görüldüğü gibi, TÜRKÇE dünyasının 5. büyük dilidir. 8 9

Cumhuriyet Mart 1983. Günaydın 30 Mart 1 983.

245


TÜRKÇE üzerindeki spekülatif eylemlerin sebebi bu du­ rumda daha iyi anlaşılmaktadır. Gaye, onun derecedeki yerini kaybettirmektir. •

Türklük hakkındaki bir gerçeği daha gözler önüne ser­ mek istiyoruz. Türk kelime ve kavramı tarihimiz boyunca devamlı kullanılmıştır. Ancak, mesele bunun telaffuz ve is­ timalinde değil ruhtadır. Üzerinde bir araştırma yapnğımız Harizmşahlar Devleti S ultanı Cetalü'd-din Harizmşah ( 1 220- 1 23 1 ) ın adı Mengü-birti'dir. Yani Türkçe'dir. Celalü'd-din, Unvandır. O araştırmamızın sonunda şöyle demiştik: "Celalü'd-din Harizmşah'ın başında bulunduğu devlet, genel görünüşü ile, tipik bir Türk devletidir. Amme hukuku sahasında Orta Asya menşeli Türk hakimiyet anlayışının uy­ gulanması, İslami adetlerden ve şer'i hukuktan ayn, örfi bir hukukun gelişmesi ve yaşaması bunun delilidir. Bu devlet­ te, Türk boy hayatına ait an'aneler de çok canlıdır. Sosyal hayatta, Orta Asya menşeli saçı, yağmur taşı kullanmak, tuz-ekmek hakkı gibi adetler açık olarak görülür. Cetalü'd­ din'in klasik Türk "Alp" tipinde olması, ordunun ayının şekil de Oğuz usulüdür. Topluma, genellikle şehir kültürü hakimdir. Başta, Türk diline verilen önem ve Türk sanat musikisinin gelişmesi gibi, önemli medeniyet mahsulleri de dikkati çekiyor. Göktürkler-Osmanlılar hattt üzerinde, bütün devletler ve başkanları gibi, Celalü'd-din de kendini, daha önceki Türk devletlerinin ve Büyük Selçuklular'ın varisi olar<L-:- görmesi, onun Türkler'e has "devamlılık-bütünlük" .� uurunda olduğunun delilidir. Gördüğümüz gibi, o Selçuklu tahtına oturmakta, Selçuklu Hükümdan'nın ismini ünvan olarak kullanmaktadır" ( 1 0). SON SÖZ: Büyük Atatürk'ün "Ne Mutlu Türk'üm Diye­ ıO

246

A.Taneri, Celalu'din Harzimşah ve Zamanı


ne! " ve cizesi derin geçmiş ve tarihi hakikatlere uyguı. ola­ sarfedilmiştir.

rak

Tarihi tekamül içinde, başlıca, Mete Han'dan, Bilge Kağan'a, Kaşgarlı Mahmud'dan Mevlana Celaleddin'in teşkil ettikleri halkalar devam etti. Aşık Paşa, Ahmedi, Neşri, İbn Kemal, Ali Şir Neval, Ebu'l Gazi Bahadır Han, Yani Mehmed Efendi Türklüğü yücelttiler. Bir kısmı, devlet, bir kısmı fikir adamı olan bu mil­ liyetçiler kervanına zamanla, Şinasi, Namık Kemal, Ahmed Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Ziya Gökalp ve Fuad Köprülü katıldılar. Fikri ve ideali büyülttüler, çapı genişlettiler. Atatürk hem devlet, hem fikir adamı olarak tarihe dayanarak yeni hedef ve istikamet çizdi, gösterdi. Sözleri çok açıktır, yorumlanmaya ihtiyaç göstermeyecek kadar açıknr. Ancak niçin yorumluyoruz? Sualine daha önce cevap vermiştik:

ATATÜRK'ÜN KARŞISINDA ÇÜRÜMEYE MAHKUM MATERYALİZM "Atatürk'ün karşısında olan fikir nedir? S ayın Prof. İlhan Arsel, "Anayasa Hukukunun Umumi Esasları" adlı kitabında demokrasiyi çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Klasik demokrasi ve Marksist demokrasi olarak ikiye ayırır. Marksist demokrasi bir deyimdir. Demoskratos malum olduğu üzere halk idaresi demektir. Klasik demokrasi, ser­ best seçimler, hür seçimler neticesinde bir milletin iradesi­ nin tecelli etmesi, yöneticilerini kendisinin seçmesidir. % 5 1 'in % 49'u idare etmesidir. Daha doğru bir ifade ile, çoğunluğun azınlığı yönetmesidir. Hükmetmesi değil, idare etmesidir. Tahakküm etmesi demek değildir. .

Marksist demokrasi, yine litaratüre göre, yüz kişiden yüzünün de ittifakla karar verdiği ileri bir toplumdur. Çünkü, Marksist demokrasiye göre, 5 1 kişi 49 kişiyi idare ettiği anda 49 kişinin zayi olmaktadır. Şu halde toplumları o

247


derece ileri bir düzeye getirelim ki, yüz kişinin yüzü de itti­ fakla karar versin ve Marksist demokrasinin esaslarına göre yönetilsin. Güzel tabii. Bunu tasvip edip etmemek problem değil, biz ilmi tesbit olarak yapıyoruz. Yalnız burada bir nokta çıkıyor. Yüz kişinin yüzü de nasıl ittifakla karar vere­ bilecek. O zaman doktrin cevap veriyor. Cebir ve şiddet kullanacaksınız diyor. Esas budur, cebir ve şidde': kullanma esasından gidildiği vakit, bunun gayet tabii materyalist görüşe, yani meseleleri sadece ekonomik ilişkiler ve mad­ diyat açısından alan görüşe yansıması da çok tabiidir. Bu görüşe sahih olanlar, eleştiriye açık modem ilmin bütün icaplarını yerine getiren, metodlarını kullanan Atatürk'ü ma-: teryafütt görüşe monte etmek istiyorlar. Bütün Türk ilim hayannın, materyalist görüşe monte sürenlerin zorluğu da buradadır. Bunun neticesi olarak bir Sorbonne'da, bir Prin­ ceton 'da bir Cambridge'de, Markist öğreti ilmi bir şekilde ele alınır, araştırılırken müsbet ve menfi tarafları ortaya ko­ nurken, maalesef bizim ülkemizde Batı'daki neşri yan takip edememenin, bir takım sioganlarla işi hall((tmenin yoluna gidilmiş ve marksist öğreti kısır kalmıştır ( 1 1).

11

248

Atatürk llkeleri ve Yorum Metodu, 1 9-20


B İ BL İ YOGRAFYA Afet İnan: Meden'i Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk'ün El Yazıları, Ankara, 1969.

Ahmet bin Mahmud : Selçuk-name, /, fstanbul, 1977. Ahmet Eflaki: Ariflerin Menkibeleri, Ankara 1964. Akdağ Mustafa: Türkiye 'nin iktisad'i ve içtima'i Tarihi,

il, Ankara,

1 971.

Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri. Atatürk'ten Düşünceler, ( Yay, . E.Z. Kara/), Ankara, 1982.

Arel, Hüseyi n Sadettin : Türk Musikisi Kimindir, istanbul, 1969.

Arsal, Sadri Maksudi: Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, istanbul 1955.

Atay, Falih Rıfkı: Çankaya, fstanbul 1 969. Banarlı, Nihad Sami: Resimli Türk Edebiyat tarihi, Boratav, Pertüev Naili: Türk Folkloru, istanbul, 1973. Danişmend, İ smail Hami: Türklük ve müslümanlık, istanbul, 1959.

Ebülgazi Bahadır Han: Şecere-i Tekakime, istanbul. Eröz, Mehmet: Marksizm, Leninizm ve Tenkidi,

/stanbul, 1977.

Genç, Reşat: Karahanlı Devlet ve Teşkilatı, Ankara 1 981.

Gölpınarlı, Abdülbaki: Mesnevi Şerhi, Ankara, 1971. Halikarnas Balıkçısı : Anadolu 'nun Sesi, fstanbul, 1971.

Kanije Savunması: fstanbul, 1978. Karahan, Abdülkadir: Kanuni Sultan Süleyman Çağı

Şairlerinden Figan'i ve Divançesi, fstanbul, 1966.

249


Karal, Enver Ziya : Osmanlı Tarihi, Vll/, Ankara, 1962 . Koner, Mehmet Muhlis: Mesnevi 'nin Özü, Konya, 1957. Kedourie, Elie: Avrupa'da Milliyetçilik (Çev. H. Timur­ taş), Ankara, 1971 . Köprülü, M . Fuad : Bayrak, lslam Ansiklopedisi, il. Oruç Bey Tarihi, lstanbul, 1977: Neşrf: Kitab-ı Cihannuma, /, Ankara, 1949.

Ögel, Bahaeddin : Türk Kültürünün Gelişme Çağları,

Ankara, 1979.

Öke Mim Kemal: Osmanlı imparatorluğu, Siyonizm ve Filistin sorunu, İstanbul, 1982 . Sultan Veled : lbtidoname, {Çev. a. Gölpınarlı), Ankara, 1976. Maarif, (Çev. M. Ambarcıoğlu), Ankara, 1974.

Süleyman Nazif: Malta Geceleri, Fırak-ı Irak ve Galiçya, (Haz. İhsan Erzi), lstanbul 1979 . . Taneri, Aydın : A tatürk ilkelerini Yorum Metodu, anka­ ra, 1982 . Celô.lü'd-dfn Hô.rizmşah ve Zamanı . Ankara, 1977.

Togan, Zeki Velidi: Oğuz Destanı, İstanbul, 1970. Tunaya, Tank Zafer: Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, lstabul, 1 980. Üngör, Etem: Türk Marşları, Ankara, 1965. Ünsal, Kemal Edip: Fatih'in Şiirleri, Ankara, 1946. Vala Nurettin: Bu Dünyadan Nazım Geçti, lstanbul, 1965. Yazıcızade: Tevarih-i Al-i Selçuk, (neşr. Houstma), Lei­

den, 1902 .

Zaifi: Gazavatname. 250


EKLER



Ö NSÖZ (EK: 1) MARKSİZMİN TARİHİMİZE SÖVME METO­ DU Modern bilime göre, millet, ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur. Bu bir kültür topluluğudur. Kültür, bir milletin gelişmesinde rol oynayan o millete has karakterlerdir. Bu karakterler tarihin derinlikle­ rinden gelen ve maddi veya hafızalarda yaşayan manevi ele­ manlar, güzel sanatlar, edebiyat, ahlak, din, sosyal hayat, ekonomi, hukuk ve bütün bilimsel eserlerin tümüdür. Türk milleti , üç bin yıla yaklaşan çok güçlü bir uygarlık (kiiltür)ın sahibidir. O kadar güçlüdür ki, gene güçlü olan İslil.m uygarlığı ile temasa geldikten sona, onunla değer alışverişinde bulunmuş farklı fakat kişiliğini koıumuştur. İsliim'a Orta Asya kökenli pek çok değer intikal ettirmiştir. Marksizm ise, millet gerçeğini kabul etmez. Ona göre, d ü n y a tari h i sömüre n ve sömürülen sınıfl arı n mücadelesidir. Bu bakımdan komünistler, Dış mihrakların dikertifleriyle, "millet" kavramını yıkmaya ve toplumu "sürü" haline getirıneğe çalışırlar. Millet kavramını, gerçeğini yıkmak için de ilk yol "Milli Tarih" ve kültürel değerlere saldırmak, küçümsemek, alay etmektir. Bu suretle fert geçmişinden kopar, ecdadından iğrenir, tiksinme hissi duyar. Bunu tahrik eden kişiler "top­ lumsal aşağılık duygusu" ile malüldür. Bu duygu yabancı milletlere hayranlık, onların egemenliğini kabul, komünizm veya faşizm gibi, yabancı ideolojilere teslimiyet şeklinde te-

253


celli eder. Yabancı ideoloji, ajanını, psikiyatrik bakımdan hasta olanlar arasından seçer. Baba, özellikle ananın ahlaki zayıflığı bir çocuğu mutsuz yapar. Annesinin haysiyeti hakkında olumsuz kanaate sahip olan çocuk, ruhen çöküntüye uğrar. Gerçeğin bu olup olmaması önemli değildir. Önemli olan hastanın o saplantıya düşmesidir. Ah­ laksız ana babaya söven, atasına ecdadına küfür eder. "Ben kötü isem, herkes kötüdür" şeklindeki saplantı "projeksion" yapar ve "kötü onlardır" şekline düşünür. Bu durumda küfür kendisinedir. Alkoliklerde kriz daha da şider!tlidir. Rahmetli Abdi İpekçi'nin gazetesinde, şimdi, eskiden de orada fıkra yazmış bir kişi, sistematik olarak "Osmanlı'ya küfür etmektedir: "Fitne, fücür, kaypak, yalancı gaddar, bencil, çıkarcı, üç kağıtcı, kaytarmacı, rüşvetçi ve özellikle sultanlar kardeş ve evlat katilidirler". Osmanlılar, vampir veya cellat ruhlu değildi. Türk egemenlik anlayışına göre, Devlet hanedan üyelerinin ortak malıdır; sonucuna katlanmak suretiyle her üye meşru sultana karşı isyan edebilir. Bu prensibin tabii sonucu olarak, tahta, ölen sultanın büyük veya küçük oğlunun, amcanın geçmesi kanunu yoktur. Türkler'de mücadelelerinin kanlı geçmesinin sebebi budur. Kaynak­ larımız katl olaylarından "halka, askere, hanedana ızdırab düştü" şeklinde bah sederler. I. Mehmed ölürken , oğullarının hayatını kurtarmak için, düşman bir ülke olan Bizans'a gönderilmesini vasiyet etti. Yavuz Sult:ın Selim, "Neslimizde bu bidatı, çıkaran, rahmet-i HaUan uzak olsun" demiştir. Olumsuz bir geleneğin esiri olan Osmanlı, :XVII. yüzyılın başından itibaren, bunu değiştirme yoluna gitti ve hanedanın en büyüğünün sultan olması yolunda uy­ gulamaya geçti (İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, S. 46-49). Ünlü İngiliz bilim adamı Amold Toynbee, dünyanın üç

254


b ü y ü k devleti n i n , Roma, l n g i l i z ve O s ma n l ı İmparatorlukları olduğunu söyler. Her ü çü de, çağdaş se­ viyeye göre üstündürler. Örnek olarak Osmanlılar devlet felsefesi, yönetimi ve insan haklan bakımından ileridirler. İnsan haklan XIX. yüzyılda ortaya çıkan bir kavramdır. Çağdaş ölçüler ile bu devletler karşılaşnnlamaz. Her kültür ve olay kendi çağdaşı değerler ile mukayese edilebilir. De­ mokrasinin beşiğinde, XVI. yüzyılda İngiliz kralı VIII. Henri, kraliçeyi cellada teslim ettikten sonra, saray halkının huzurunda onu idam ettirdi . İngiliz tarihi başta sonra kanlıdır. Rusya'ya gelince. Dünya tarihinin en kanlı olaylan eskiden beri burada olmuştur. Pek çok örnek arasından evladım öldüren iki çan görelim: "Ruhunda fenalık nafaka, ahlaksızlık eğlence" olan korkunç İvan 5 1 yıl hüküm sürdü. 1 582 de, gene kendi adını taşıyan oğlu İvan'ı, şakağına demir asa ile vurarak öldürdü. Bu çar, siyasi !·:ıkiplerini kuduz köpeklerin önüne atar ve işkenceleri bizzat yapardı. İmtiyazlı bir sınıf olan ve bellerinde köpek kafası taşıyan obriçnikler, halkdan öldürmek için kurban seçerlerdi. Ünlü Büyük Petro da, oğlu Aleksey'den , kendisinin ölümünden sonra taht üzerindeki hakkından vaz geçmesini istedi. Bunun kabul etmeyen oğlu, kaçnğı Almanya'dan hileyle ge­ tirildi ve mahkemede idama mahkum edildi. Ancak, Petro onu idam ettirmedi. İşkence ile hayatına yavaş yavaş son vererek öldürttü: Yıl 1 7 1 8. Dünyada Osmanlılar gibi aln yüz yıl yaşayan bir "hane­ dan-aile" olduğunu zannetmiyorum. Bu güç ve ruh mesele­ sidir. Osmanlı'nın temeli sağlamdır. Aşık Paşa-zade şöyle yazar: "Osman Bey, fetihlerini, yakıp yıkmadan insanca yapmıştır. Bizanslılar, satacakları mallan Osmanlılar'a er kişi ile göndermezlerdi, hatunları ile gönderirlerdi Osman'a itimad ederlerdi. Orhan Bey, askerlerine düşmanın çöpünü almayasınız diye tenbih ederdi". Osmanlı lmparat:ırluğu so­ syal ve tarihi kanunların sonucu olarak tabii ömrünü tamam255


larken, bile, sultanlar asil ruhlarını korudular. "Vatan haini" denilen Vahdettin, "Şurayı saltanat"ta kendisini şiddetle ten­ kit eden ve bir sene sonra ölen bir porfesör için: "Çok yazık oldu, çok hamiyetli, vatanperver bir hoca idi. Fatih külliyesi'ne, ceddimin yanına defnedilsin" demi�.tir. Gene Vahdettin, Malta'ya kaçacağı vakti bir gün önceye aldırmıştır. Zira, sultan o müşkil günlerde bile Türk devleı felsefesi'nin gereği olarak cuma namazını cemaat ile beraber kılar ve dilekçeleri alırdı. Artık, halkın içine çıkmaması ge­ rektiğini anlamış ve seyahat için acele etmiştir. Günümüzde, Türkiye'deki yabancı akımlar ve onların Türk ( ! ) temsilcileri Türk devletine, milletine çok kaba biı şekilde saldırmaktadırlar. İçimizdeki düşman, düşmanın kendisinden daha da hain oluyor. Osmanlı Devleti çökerken bile, kendisine hürmet etti­ riyordu. Plevne'nin mağlup kahramanı Gazi Osman Paşa'ya, Rus Çarı'nın kılıcını iade etmesi münferit bir olay değildir. Balkan Harbi'nde, 1 9 1 2 de, bir Türk birliği Kara­ dağlı Prens Danilo'ya yenildi ve teslim oldu. Türk komu­ tanı, askerlerinin başında prense kılıcını uzattı. Prens Dani­ lo, kılıcı almayı reddetti ve şöyle dedi: "Kahramanlar, kılıçlarını muhafaza etme hakkına sahiptilerler''. Karadağ kralı Nikola'da, Türk komutanı'na: "Konuğumuzsunuz. Bana bu zevki veren savaşın cilvesine müteşekkirim" dedi ve onu kendi otomobiline alıp Podgoriça'ya götürdü. Ek: Yukarıda değindiğimiz gibi, Osmanlı'nın temeli sağlamdır. Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan seferi sırasında bir bağdan parasını ödemeden, üzüm çalan iki yeniçeriyi idam ettirmiştir. Aşık Paşazade, savaşta askerin düşmanın malını para karşılığı aldığına dair şu bilgiyi verir: "Yıldırım Bayezid Han, Konya'nın önüne kondu. Şehrin kapılarını kapadılar. Harman vaktiydi. Konya'nın mey­ danında arpa, buğday başakları çıkmış durur. Askerler hisa-

256


ra vardılar, dediler ki: Gelin bize arpa ve saman sann, atlarımıza yedirelim". Kaledekiler birkaç adam gönderdiler: Görelim, sözleri gerek mi dediler. Adamlar geldiler. Baye­ zid Han'a dahi haber verdiler. Han, bir iki kul gönderdi. Eyitti : "Sakının kimseye zulüm etmesinler. Arpa sahibi kendi muradınca satsın, dedi. Onlar daha muradlarınca sattılar. Akçelerini aldılar. Han adamlar koşnı. O kişileri hi­ sara ilettiler. Şehrin halkı bu adaleti gördü, şehrin kapısını açtılar" (64. Bab). Aynı konuda Türk ve Rus zihniyetlerini karşılaştırma imkanı veren bir olayı da alıyoruz, 1 879 yılında, Ruslar Türkistan'ı işgal ettiler. Bu savaşlara kanlan ünlü bir Ameri­ kalı gazeteci'nin hatıralarında şunlar vardır: " . . . Öğleye doğru son derece garibime giden bir hadise oldu : Hıyva tarafından belki otuzdan fazla araba ile bir sürü insanın salına salına Rus ordugahına doğru ilerlediklerini gördüm. Bunlara karşı Rus ordusunda da bir hareket görmeyişim merakımı son derece arttırdı. Yanımda bulunan Ak Meh­ met'e hayretle sordum: - Bunlar da kim? - Hıyvalılar efendim ... - Nasıl olur, düşman içine bu şekilde pervasız ve silahsız olarak korkmuyorlar mı? .. ,

- Bunlar asker değil, esnaf ve satıcılardır beyim . . . Asya'da asırlardan beri adettir. . . Muhasara altında bulunan kalelerin esnaf ve tüccarları dahi, şayet kendilerine teminat verilirse, çıkıp pazar kurar ve mallarını sa ta bilirler Hıyvalılar da böyle hareket ediyorlar işte... - Allah Allah ... Peki Ruslar'ın kendilerini soyup esir et­ meyeceklerini nereden biliyorlar, böyle bir teminat almışlar mı? . . . - A lmasalar ortaya çıkarlar m ı i d i beyim? . . . 25T


Kılavuzumun bu izahatı beni tatmin etmemişti. Fakat Hıyvalılar'ın rahat rahat gelip arabalarını boşaltarak bir pazar kunnıya başlamaları, Ruslar'ın da bu hali sessizce seyredişleri onun doğru söylediğini gösteriyordu. Gidip çadırında misafir olduğum emir zabitine meseleyi sordum, Bana: - Evet... Dedi. Gereral Kofman çok akıllı ·ve diplomat adamdır. Yerli halkı önce kendisine ısındırmak için böyle bir musamahayı lüzumlu gördü ve bu sabah şafakla beraber civardaki çiftliklere ve köylere silahlı müfrezeler gönderip şöyle ilan ettirdi: "Hıyvalılar'dan her kim malını getirip gönül nzasıyle satarsa parası derhal ödenecektir. Eğer ken­ dileri getirip satmazlarsa askerler köyleri ve çiftlikleri basa­ rak lüzumlu erzakı zorla alacaklar ve parasını vermiyecekleri gibi köy ve çiftlikleri de yakacaklardır" işte bunun üzerindedir ki Hıyvalılar buraya sükun ediyorlar. General Kofman'ın bu tedbirlerine hakikaten parmak ısırmıştım. Fakat Rus askerinin çapulculuğu, bütün dünya gibi, bence de malumdu. Onların aldıkları bir malın parasını verecekle­ rini hiç de aklın kesmiyordu dayanaİnadım sordum: - Askerleriniz düşman addettikleri bu adamlardan aldıklarına karşılık, hakikaten, para verirler mi dersiniz? ... Rus zabiti sıntu: - Verirler dostum. . . General Kofman'ın şakası olmadığını bildikleri ve körü körüne itaatkar oldukları için şimdilik vereceklerdir. Fakat sonradan bunun acısını kat kat çıkarmak üzere". Muhıddin Nalbantoğlu', Türk Dünyası). (Aydın TANERİ, Tercüman, 1 979)

258


(EK: 2) İLİM DİLİMİZE VE İLİME SUİKAST TEŞEBB ÜSLERİ Türk Üniversiteleri'nde, Modem İlim caridir. Modern İlim, Millet mefhumuna inananların, klasik demokrasi ilke­ lerine uygun olarak, insanın hür düşüncesine metodik bir şekilde sistemleştirmesini temel kabul eder. Mesela, Türk Tarihi, Türk Edebiyatı Tarihi ve Türk Hukuk Tarihi alan­ l arında Fuad Köprülü Okulu'nun varlığı. B un a karşılık, belli bir zümre, Marks'ın insan beynini yalnız kendisi gibi düşünmeğe zorlayan, robotlaşnran, insanları sürü haline ge­ tiren maddeci görüşünün propagandasını yapıyorlar. Biz, bunların ve maşalarının Marks'ın çırağı bile olamadıklarını Tercüman'da daha önce belirtmiştik (Türk Solundaki Fikir Perişanlığı, 1 Eylül 1980). Ö n c e " y a ş ay a n Türkç e " mi z i k ı sırl a ş tırma teşebbüslerinden bir örnek verelim: Afrika adındaki kitabını, iki yıl rusya'da kalarak hazırladığını ifad� eden bir yazar, uydurma ve bozuk uslfibu ile şunları yazıy·:1r: "Prole­ ter olmayan öğelerin devrimci mücadeleye yalnız genel de­ mokratik hareket aşamasında değil, daha sonraki (ve eğer hedef buysa, sosyalist) aşamada da katılma gereği vardır" (Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, Afrika-Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara, 1 97 7 , s. 637. S . B . Fakültesi yayını). Uydurma dil kullananların ilimlerinin (!) zavallılığına dair örneklerimiz: 1 - İlimde . ihtisaslaşmaya saygısızlık: Milliyet Gazete-

259


si'ndeki bir röportajdan öğrendiğimize göre İstanbul Üniversitesi Hakuk Fakültesi Anayasa Hukuku Doçenti bir zatın (İngiltere, Almanya ve Rusya'da tedavi gördüğü de belirtiliyor) dev yapıtı "Uygarlık Tarihi" adını taşıyor. Bu sayın hukuk "hoca"sı şimdi de "Türkiye Kültür Tarihi ve Sosyolojisi"ni hazırlıyormuş. En büyük amacı da Rus ro­ mancısı Dostoyevski'yle ilgili kitap yazmakmış. Hukuk­ Tarih-Sosyoloji-Edebiyat dallarında "yapılar" yaratan bir dahi ile karşı karşıyayız demektir. 2- Kaynak dili bilmeden ekol kuran (!) eserler yazmak: İstanbul Üniversitesi İktisad Fakültesi öğretim üyesi bir zat "Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu " adını taşıyan araştırmasında diyor ki: "Osmanlı Toplumunun iktisadi sis­ temini yeniden kurmaya çalışırken yararlandığımız eserler yalnız yeni Türkçe ile basılmış olanlardır. Bunun araştırmamız bakımından büyük bir eksiklik olduğunu itiraf edelim". Bu itiraf bize, "Şecaat arzederken merdi kıpti sir­ katin söyler"i hatırlatn. 3- İlmi hakikatleri tahrif: Rahmetli Prof. Dr. Mustafa Akdağ, "Celiili İsyanlan"nın "Giriş"inde, Rus yazarı Treri­ tinova'nın aynı konudaki kitabını "tarihi materyalizmin sınıf kavgası görüşüne uydurmaya çalıştığı için" şiddetle tenkid eder. Akdağ'ın vefatından sonra yeni baskıya "Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası" adı verilmiştir. Asis­ tanı olan zat da, bu baskıda uydurma Türkçe ile yeniden düzenlenen "Giriş"i merhum profesörün yazdığını ( ! ) iddia etmiş ve Rus yazarı ile ilgili Marksist tarih görüşünü tenkid eden kı smı çıkartmıştır. Şimdi doçent olan asistan , hocasının ruhunu çağırarak "Giriş"i yazdırmış oln:alıdır. 4- Kendi fikrinin tam zıddı fikirler ileri sümı�k: S ayın Nazlı Ilıcak, bir süre önce Ord. Prof. Dr. H.V. Velide­ deoğlu'nun bir kaç yıl önce uydurma Türkçe'nin aleyhinde, daha sonra lehindeki yazılarını sütununa almış, aradaki 1 80

260


derecelik farkı gözler önüne sermiştir. Ancak, çok pişkin olan bizimkiler, "Birey (şahıs) sürekleyin (daima) kendini yenileme aşamasında olmalıdır" diycrlardır herhalde. Sonuç : Uzatmalı Marksist fıkracı, bir zamanlar "Sosya­ list yalan söylemez" vecizesini tutturmak istedi, kendi de vazgeçti. Biz yalan ve intihale (hırsızlık) dair örnekler ver­ medik. Elimizde bunlara ait olarak pek çok malzeme de mevcud. Bu yazımızda, diğer karakter zayıflıklarını ve bil­ gisizliklerini vurgulamak istedik. İki hukukçu, bir iktisatçı, bir tarihçi, bir de siyasal bilimciden söz ettik. (Aydın TANERİ, Tercüman, 1 98 1 ):

261



1.

BÖLÜM

TÜRK MEDENİYETİ HAKKINDA GENEL BİLGİLER (EK: 1 ) TÜRK KÜLTÜR ÇEVRESİ Tercüman ailesinden sayın Lütfü Akdoğan, l\lfolla Mus­ tafa Barzani'nin oğlu olan Irak Devlet Bakanı U beyt-ullah ile şu görüşmeyi yapmışnr. Ubeyt-ullah-"Türkiye kardeş bir ülkedir. Sonra orada yaşayan Kürt kardeşlerimizin her çeşit hakları mevcut. . . Onlar Türkiye'de diledikleri mevkileri işgal edebilirler. Türk vatandaşının sahip olduğu bütün haklara sahiptirler. Subay, memur, milletvekili, hatta reisicumhur bile olabilirler. Oysa bir Irak toprakları içinde sadece nüfusumuzun bize tanıdığı nisbet dahilinde bu ülkede muayyen miktarlarla devlet hiz­ metlerine girebiliriz. Oysa sizdekilerin böyle bir hududu yoktur. Mesela bütün Maliye Bakanlığı'na bütün Milli Eğitim B akanlığı'na veya bütün Milli S avunma Ba­ kanlığı'nıza istediği kadar Kürt girebilir". Akdoğan-"Evet. Bizde Kürt, Türk diye bi::- ayırım olmaz devlet hizmetlerinde. Adamı milliyetine göre değil, kabiliye­ tine göre, tahsiline göre, devlet hizmetlerine alınz. Bizde sa­ dece Türk vatandaşı vardır". Ubeyt-ullah'ın "Kürt kardeşlerimiz" deyimini kullan­ masına karşılık, Akdoğan "Bizde sadece Türk vatandaşı vardır" şeklinde büyük bir gerçeği dile getirmektedir. Biz bilhassa Akdoğan'ın diğer fikirlerini de kendi açımızdan açıklığa kavuşturmak ve tarihi bakımdan değerlendirmek is263


tiyoruz. Çağımızda bir milleti bütünleştiren unsurun '.'kültür" olduğu anlaşılmışnr. Kültür, bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü duyğu, düşünce, dil, sanat ve yaşayış unsurlarının tümüdür. Bu unsurlar bir top­ lumun gelişmesinde, ilerlemesinde başrolü oynarlar. Etno­ lojik manada ırk, birbirine yakın dilleri konuş'an ve bazı ortak ruhi temayüllere malik olan milletlerin toplamıdır. Bugün dünyada insan gurupları içinde hayvan ırkları gibi birbirinden tamamiyle farklı, zoolojik (hayvan bilimi) mana­ da saf bir ırk yoktur. Irklar eski devirlerden beri birbirleriy­ le karışmıştır ve bugünde karışmaktadırlar. Bu balomdan milleti veya milliyeti, sadece antropoloj ik (insan özelliklikleri bilimi) manada ırk esasına dayandırmak ilmi bakımdan yanlışnr. Ayni dine mensup bir çok milletlerin hem de birbirlerine düşman milletlerin varlığı da bir gerçektir. Üç ayrı lisanın Almanca, Fran sızca ve İtalyanca'nın konuşulduğu İsviçre vakıası, aynı dili konuşanların bir millet teşkil ettiklerine delildir. Şu halde "Ortak kültür" insan topluluklarının millet hali­ ne gelmesinde birinci amildir. Halen Çin Türkistanı'ndan Y u g o s l a v y a ' y a kadar u z a n a n ş eritte Türk l er yaşamaktadırlar. Bugün Anadolu ve Trakya'da Edirne'den Hakkari'ye, Kars'dan Muğla'ya kadar uzanan coğrafi mıntıkada yaşayan halkımızın kültürü Orta Asya menşe'lidir. O kadar ki, Türkiye'nin yüzlerce şehir ve köyünün adı Oğuz boylarının isimlerini taşımaktadırlar. XIX. Yüzyılda Batı A vrupa'da Oriyantalizm adı altında başlayan çalışmalar, XX. Yüzyılda Türkiye'de de devam etmiş ve hız kazanmıştır. Bütün ilmi çalışmalar Orta Asya'da düğümlenmektedir. Batıda başlıca Paul Pelliot, Wilhelm Barthold, Türkiye'de Fuat Köprülü'nün ve onun kurduğu ekolün öğrencileri bu gerçeği ortaya çıkardılar.

264


Aynı dinden olan ayn milletlerin varlığına işaret etmiştik. Ancak aynı ülkede yaşayan ve bizde olduğu gibi çoğunlukla İslamiyet'e inanan insanlar arasında manevi bir yakınlaşma olması da tabiidir. Bunun neticesi ,tarak, İslam adetleri top­ lumda hakimdir. Fertlerin hareketlerinde bu adetler aynı tarzda tezahür eder. Bu bakımdan biz günümüzde geçerli olan dini gelenek ve kuralları bir tarafa bırakacağız. Yerimi­ zin müsaadesi nisbetinde Orta Asya çıkışlı kültürden örnekler vereceğiz. Türk sanatı'nın menşei genellikle Orta Asya'dır. Bu sanatın zincirinin halkaları şunlardır: Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu ve nihayet Osmanlara. Osmanlılar ile bu sanat bilhassa mimari bakımdan en yüksek noktasına vardı. Bu gelişim içerisinde Selçuklular; ince, uzun silindirik minareleri geniş ölçüde yerleştirdiler. İran'daki S ultan Sancar'ın türbesi ise dünya mimarisinin sayılı şaheserlerindendir. Bundan başka Uygur mi­ nyatürleri, İslam minyatürlerinin kaynağıdırlar. B ugün Türkiye'deki sanat eserlerinin bu ortak kültürün mirası olduğuna değindikten sonra, halk oyunlan ve gelenek-adet bakımından bazı hususları açıklayalım. Gerek Anadolu gerek R u meli halk oyun ları da çok e skiden süregelmektedirler. Orta Asya'daki inanış sistemimiz şamanizm'in davul ve zurnasının yanında kemern:e, tulum, akordeon gibi enstrumanlar da yer almıştır. Oyunlar bölgelerdeki yerleşme şekli ve iklime göre değişiklik gösterirler. Doğu Anadolu ve Orta Anadolu'nun doğusu halay bölgeleridir. Karadeniz horonları ise bölgenin sert ik­ liminin etkisindedir. Tabiatıyle halk oyunlarının üzerinde yerli ve komşu kültürlerin de etkisi olmuştur. Ancak şunu belirtelim ki, bizim etkimiz onların üzerinde daha fazladır. Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk halk danslarında, Türk halk oyunlarının tesiri açıktır. Şamani devirden kalan adet ve gelenekler ise pek çoktur. 265


Ölü aşı, yağmur duası, özellikle köy ve kasabalarda cenaze töreninde saç-baş yolmak, elbisenin ters giyilmesi vs. gibi adetler hala yürürlüktedir. Düğünlerde saçı saçmak ayni şekildedir. En ücra köyden İstanbul'daki düğüne kadar para saçılır. Bu da şamanidir. Binlerce sene evvelki darının yeri­ ni zamanla altın, para almıştır. O kadar ki, birisi hakkında hayırlı bir haber söylenirken "dansı başımıza" veya "dansı başına" temennisi buradan gelmektedir. Düğünlerde havaya ateş etmekte gene şamanidir. Havaya ok atmak adetinin değişik bir motifidir. ·

Türk Kültür çevresi'nin bugün Türkiye'de yaşayan bütün yurttaşlarımızı kapsadığına ve ortak kültürün mi­ rascılan ollduğuna dair Türk devlet ve toplum hayatında, edebiyatında, sanatında, folklorunda pek çok örr-eklere sa­ hibiz. Bütün bunlar Hakkari'den Edirne'ye kadar olan mıntıkada yaşayan yurttaşları kapsamaktadır. Türkiye'de oturan T.C. nüfus kağıdı taşıyan herkes Türk kültürü'ne mensuptur. Ancak, bu kültüre mensup olmadığım söyleyen ve onları tahrik edenler de vardır. Birinci guruptakiler bizce bilgisizdirler. Bu yazımızda anlattığımız gerçekleri Milli Eğitim Bakanlığı'mn öğrencilere ve aydınlara verememesi­ nin kurbanlarıdırlar. Ders kitapları ve öğretim şekli yet�rsiz­ dir. İkinciler yani tahrikçiler ise politik amaçlan olanlardır. Şüphesiz dışardan maddi ve manevi yardım görürler. Bu ayn bir konudur.

Sonuç olarak, bilimde "kültür özümlenmesi" denilen olayla karşı karşıyayız. Bu belli bir kültüre bağlı olan toplu1 u ğun, coğrafi değişiklik sonucu ayn kültürlerle karşılaşması, bunları tüm olarak veya kısmen benimsemesi veya kendini kabul ettirmedir. Adeta istatistik biliminde örnekleme metoduyla aldığımız ve elimizdeki bilgilerin çokluğu nedeniyle genelleştirmesi kolay gerçekler sonunda şu neticeye varıyoruz: ikibin yüzyıllık geçmişi olan Orta Asya Türk Kültürü coğrafi değişikliği sonucunda Yakın 266


Doğu'da hakimiyet tesis etmiştir. Burada temasa geldiği­ İslamiyet dahil-bütün kültürlerle alışveriş yapmıştff. Bilhas­ ·sa Anadolu ve Trakya'yı şiddetle etkisi altına almıştır. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir kültür ortaklığı mevcuttur. Bu sınırlar içinde ki yurttaşlar bunun farkında olsalar da olmasalar da bu kültür çevresindendirler Zira milleti meydana getiren ırk değil, örf, adet ve tarih birliğidir. Barzani'nin oğlu Ubeyt-ullah'ın sözlerinden sonra biz Irak için şüpheye düştük: Elbette bir Irak kültürü vardır. Ancak bu kültürün Irak toprakları içinde kalan fertle­ re hepsini bütünleştirdiğini iddia ennek zordur. Türkiye içinse bu, mevzu bahis değildir. Çünkü Türk kültürü güçlüdür. Hamrnaddesi çoktur Eksikliği, fikriyatının yavaş bir seyir takib etmesidir. Bu kültür Türkiye Cumhuriyeti sınırlan dışındaki Türkler'i bile daima etkilemiştir. Son günlerde Makedonya'daki Türk azınlığı ile görüşen Sayın Oktay Akbal şunları yazıyor: "En önemlisi, Makedonya'da Türk dilinde yazan şairlerin, yazarların dikkati çekecek kadar güçlü ve etkili olduklarıdır. Üsküp'de "Sesler" , Priştine'de "Çevrem" gibi dergiler, "Birlik" ve "Tan" gaze­ teleri, " Sevinç", "Tomurcuk" gibi çocuk dergileri, kitap yayınlan bu arada anılabilir. Türkiye'yle yakından ilgili sık sık İstanbul'a, Ankara'ya gelen Makedonya'lı Türk yazar­ ları ( . . . ) Makedonya'nın on binlerce göçmeni aramızda yaşar. Tatlı Rumeli ağzı sürüp gider eskimeden, bozulma­ dan. Hatırlayın Orhan Kemal'in "Murtaza"sının sözlerini: "Almışım ders, hem de terbiye büyüklerimden, görmüşüm kurs'. .. " Yıllar geçer kolay kolay değiştiremezler bu ağızı. Hep birbirleriyle konuştukları, görüştükleri için . . . Göçmen mahallelerinde eski Rumeliyi, gelenekleri görenekleriyle yaşattıkları için.. Ayda bir giderler eski yurtlarına. Birşeyler alıp götürürler, birşeyler alıp getirirler. Burası anayurttur. Ata yurdudur, orası da doğdukları, büyüdükleri yerlerdir. Büsbütün de kopamazlar herşeye rağmen".

267


EK: 1 Tercüman Gazetesi muhabiri tamer Özdemir "Çin'deki Anadolu", başlığı altında intibalarını yazıyor. "Hava alanında bizi karşılayan heyetin başkanı, Uygur Türkçesi ile hoşgeldiniz, diyor. Bir tercüman onun Uygur­ ca'sını Çince'ye çevirip rehberim Kuan'a söylüyor. Kuan da, Türkçe'den Çince'ye çevrilen sözleri bizlere yine Türkçe olarak aktarıyor. Kuan'a zahmet etmemesini söylüyor, Sen çevirmesen de onun ne dediği anlaşılıyor, diyorum. Doğu Türkistan'da geçirdiğimiz dört gün süresince Kuan'a fazla iş düşmüyor. Çünkü, lehçeler deği şik de olsa, Uygurlar'ın, Kazaklar'ın Tacikler'in söylediklerini, ben, benim söylediklerimi de onlar pekala anlıyor. Otomobille havaalanından, kalacağımız misafirha­ neye giderken çevreye göz atıyorum. İnanılacak gibi değil. Sanki, herhangi bir Anadolu şehrindeyim Sokaklardaki at, eşek arabalarıyla, kerpiç evleriyle, fizyonomileri bize ben­ zeyen insanlarıyla, evlerinin önünde oynayan çocuklarıyla, filelerindeki bostan patlıcanları, domatesler, dolmalık biber­ ler, kavunlar, karpuzlarla evlerine dönen kadınlarıyla, kapılarında Latin harfleriyle, Mehmedin dükkanı-Kunduracı evi, yazan dükkanlarıyle, burası bir Anadolu şehri ... Uygur alfabesiyle yazılmış yazıları anlamak hiç zor değil, B yerine P, Ş yerine X kullanılmasına ve bazı değişikliklere rağmen, kelimelerin gelişinden, cümlenin tamamı rahatlıkla anlaşılıyor... .. . Turfan ilçesinde, geçmiş yıllarda, uzun sL·e musiki derneğinde çalışmış olmamdan aldığım cesaretle, sahneye çıkıp, müzisyenlerin yanına gittim. Saz hevetinde, akor­ dion, darbuka, santur-kanunun küçük çubuklarla vurularak çalınan atası-bağlama, cura, keman, rebab ve ıklığı gibi bil­ dik enstrümanlar var. Onların söyledikleri türküler bizim Kars yöresinin türkülerini hatırlattığı için, önce bir iki Azeri türkü mınldandım. Müzisyenler çıkaramadı. Sonra, Dağlar kızı Reyhanı daha iki kelimesini söylemiştim ki, sözlerin 268


hepsi gümbür gümbür Dağlar kızı Reyhan'ı çalmağa başladılar. Arkadan'da ben girdim türküye. Dağlar Kızı Reyhan'ı bitirdikten sonra, sahnenin çevresinde toplanmış beni dinleyen ilçe halkı bir yandan Yaşa, Varol diye bağın yor, bir yandanda alkışlıyordu. Müthiş sükse yapmıştı Dağlar kızı Reyhan ... Kulağımda hala, Turfan'da o Uygur gencinin titreyen sesiyle söylediği Sevgili Anayurdum/Altın Beşiğine vurgunum, sözleriyle başlayan türkü çınlıyor. Söz mizahtan açılır da, Nasrettin Hoca'sız sürer mi? Sevgili Hocamızın izini Çin'de de bulduk. Lin Guey Cen'in sözünü ettiği 1 5 günde bir yayınlanan Mizah adlı dört say­ falık renkli derğinin son sayfasında, eşeğine ters binmiş ha­ liyle Nasrettin Hoca'ya rastladık. Türkçe bilen tercümanımız Nasrettin Hoca'yı nereden buldu m.: z, resmi­ nin yanındaki yazı onunla ilgili, diye. Hayret Karagöz'e Yunanlılar'ın sahip çıktıkları gibi, Akşehirli Nasrettin Hoca'ya da Çinliler sahip çıkıyorlar. İşte Kuan'ın cevabı: Hayır. O sizin NasrettinHoca değil. . . O bir Uygur'dur, Si­ neian Eyaleti'nde yaşamıştır. Ne demeli? Sen müsterih ol Hocam Çinliler, ciğeri çalmışlar ama, pişirip ağız tadıyla yiyemezler. Tarifnamesi bizde onun ( 19.29.30 Eylül 1979 tarihli nüshalar). EK: 2. Yavuz .Bülent Bakiler'in "Üsküp'ten Kosova'ya İstanbul, 1 979" adını taşıyan seyahat intibalannda şunları okuyoruz: "Struga, Makedonya Cumhuriyeti'nde küçük şirin bir şehir. Sokaklarında, orta halli insanlar gördüm. Sırplar-Türkler-Arnavutlar, kendilerine has kıyafetleriyle dolaşıyorlar. Başlan örtülü, nur yüzlü Türk kadınlan, bere­ li-takkeli erkeklerinin yanında veya birkaç adım arkasında yürüyorlar. Onları, bir eski caminin, bir küçük mescidin, bir kubbeli hamamın yanında-yöresinde gördükç·�. kendimi bir Anadolu şehrinde sanıyordum. Struga so�; ıklarında dolaşırken, kulağıma, zaman zaman Türkçe konuşmalar ge­ liyordu. Güzelim Rumeli şivesi, içimi ürpetilerle doldu269


ruyordu. Rumeli Türkleri, ne güzel ne ince, ne musiki yüklü bir dille konuşuyorlar. Gurbette vatanı yaşamak ve duymak kadar insanın içini ışıklandıran, insanı duygu­ landıran hiçbir manzara görmedim. Gurbet! e vatanı yaşamak, bir yerde, birden bire bir kaç kelime duymak, sonsuzluğa doğmak gibi bir şey (s. 22-23) . . . Otuz beş yaşlarında kadardı. Beni bisikletinin önüne alarak otel'e kadar götürmek istiyordu yürüyeceğimi söyledim. Ama O, beni bırakmak istemiyordu. Elini, oturacağım yere vurarak israr ediyordu: "Otur hurda, Otur hurda! yazık sana! " Biraz da, köpeklerin saldırısından korktuğum için bisikletin önüne oturdum. Arnavut, bildiği 5- 1 O kelimelik Türkçe ile yüreğinin sıcaklığını ortaya koyuyordu. Anlaşabiliyorduk. Bir yandan pedal çeviriyor, bir yandan da kesik kesik anlatıyordu, "Sen Türk! Ben Arnavut Allah bir! Kitab bir! Peygamber bir! Osmanlı muhteşem! ... Eşhedü enıa ilahe il­ lallah ! Ve eşhedü en ne Muhammeden abdühu ve resulu­ hu ! . .. (s. 34). (Aydın TANERİ, Tercüman, 1 976)

270


(EK:2) KARAKÖY'DEKİ HEYKEL V E MİLLİ ÇİZGİ Karaköy Meydanındaki "Güzel İstanbul" heykelinin İçişleri Bakanlığınca kaldırılması heykeli yapan ve oraya konulmasını uygun gören sanatçılar tarafından tepki ile karşılanmıştır. Olay da iki taraf vardır. Taraflcrdan biri İçişleri Bakanlığıdır. Bakanlığın bu konudaki yazısını görmedik. Ancak, İçişleri Bakanı yaptığı bir konuşmada " B u anıtın Türk anasını hayasızca teşhir ettiğin i " söylemiştir. Diğer taraf olan sanatçılar ise şöyle demektedir­ ler: "Bu yap_ı t, gerek pliistik, gerekse komposizyon olarak başarılıdır. Salt çıplak kadın heykeli olduğu için yapıtı (müstehcen) kabul eden çağ dışı bir tutumun, Cumhuriyeti­ mizin 50. yılında böylesine etkili olabilmesi Türk heykel sanatçıları ve Türk aydınlan için son derece üzücüdür ( ... ) 20. yüzyılda, hem de 3. çevreğinde, Türkiye'de böyle birşey olmamalıydı. Hem yanlış, hem çağdışı, hem de ayıp oldu. Sanının acilen yapılması gereken birşey var; ülkeye konulacak sanat eserlerinin değerlendirmesini hangi mercii­ lerin yapacağının bir an örıce açıklığa kavuşturulması. Yoksa birçok yanlışlıklar olacak endişesi belirdi bizde. Bugün sanat eseri hakkında tek taraflı hüküm verilmiş, bitmiş. Bu tutum demokrasinin kurallarına aykırı. Sadece aşın sağ ve sol düzenlerde rastlanacak bir davranış biçimi. Söz konusu olan bir sanat eseridir. Şu halde ona kendi ku­ ralları ile yaklaşmak gerek. Bir eserin değerlendirilmesinde başarı ölçüsü, plastik yönden eleştirilir, amacına uygun olup olmadı�ı. konulduğu yere uygunluk derecesi üzerinde durulur. Ama hiçbir zaman ona, oraya oturtulmuş bir

271


kadına, üstelik de Türk anası gözü ile bakılmaz. Sanat eseri başka, doğa başka şeylerdir". Kanaatimizce taraflar, bilhassa sanatçılar, problemi ge­ nellikle heyecan ile ele almaktadırlar. Heyecanın hakim olduğu ortamda ise his vardır. Sanatkar, yaratılışı gereği olarak çok hassastır. Emek mahsulü eserinin özellikle uzman olmayanlarca tenkidini haklı olarak hoş karşılamaz. Biz, Türk Tarihi araştırıcısı olarak konuyu, "kültür" açısından incelemek istiyoruz. Heykel Cumhuriyetin 50. yılı münasebetiyle yapılmıştır. Adı da "Güzel İstanbul"dur. Şu halde, güçlü bir muhayyile tarafından hem Cumhuriyetin hem de İstanbul'un sembolize edilmesi gerekir. Cumhuriye­ timiz "Türkiye" damgalıdır. Yani Millidir. Türk karakteri taşımaktadır ve milletimizce benimsenmiştir. İstanbul da beşyüz yirmi bir seneden beri Türktür. O da Millidir, top­ raklarımızın ayrılmaz bir parçasıdır. Şu halde, hey!�elin milli ruhu temsil etmesi gerekir. Türk'e hitabederek, onu heye­ canlandıracak vasıfta olmalıdır. Bu durumda sanatçılar "demokratik kurallar, aşın sağ, aşın sol" gibi sanat ile doğrudan doğruya ilgisi olmayan kavramları öne sürerek münakaşaya girişeceklerine, ka­ muoyuna bu eserin-varsa-Türk sanat hayatına getirdiği ye­ niliği ve ruhu açıklamalıdırlar. Bilindiği gibi "Kültür, bir milletin gelişmesinde rol oynayan o millete özgü karakterle­ rin tümüdür" . Türk sanatkarı, düşünürü, bilim adamı kültürün ü geli ştirmek için yerli kaynaklardan ilham almalıdır. Türk kompozitörünün Yunus Emre'yi işlemesi gibi. Yabancı kültür elbette etkisini gösterecektir. Bir islam, bir çağdaş ban medeniyeti bizi etkilemiştir ve etkileyecektir. Bütün mesele bunlara milli damgamızı vurabilmektir. Sa­ natkarlar "Güzel İstanbul " heykelinin konusunun ve çizgilerinin Türk mü, yoksa Roma, Hemen veya Bizans sanatının taklidi mi olduğunu açıklama durumu: ıdadırlar. Mesele heykelin güzelliğinde değildir. Eu heykeldeki yerli 272


veya yabancı kültürlerin paylarıdır. Kaldı ki, kendileri de "plastik yönden eleştiri" istemektedirler. Görülüyor ki, ko­ nuyu özellikle sanat çevrelerinin tartışmaları gerekmektedir. Şayet sonuuçta bu heykelin milli unsurlar taşımadığı anlaşılırsa en doğrusu Belediye Başkanı Sayrn Ahmet İsvan'ın başka bir görüş açısından yaptığı tekliftir: "Nasıl çarmıha gerili İsa heykeli sanat değeri olsa da İstanbul şehrine konamazsa, böyle bir heykel'de İstanbul şehrine konmamalıdır. Heykelin sanat değeri varsa, yeri sanat gale­ rileri olmamalıdır". Sonuç olarak: İçişleri Bakanı anıtta Türk unsuru aramış ve heykeldeki kadının bir Türk anası olacağını düşünmüŞtür. Sanatçılar heykelin menşeini ve konusunu belirtmeyerek Türk anası gözü ile bakı lamayacağını söylüyorlar. Biz de diyoruz ki, bu şayet bir Helen taklidi ise boşuna yapılmışnr. Zira batıda bundan çok daha güzelleri yaratılmaktadır. Bu araştırmamızın "Giriş"inde Atatürk"ün şu sözlerine yer vermiş idik: "Hiç bir millet, aynen diğer bir milletin mu­ kallidi olmamalıdır. Çünkü, böyle bir millet ne taklid ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milliyeti dahilinde kalabi­ lir. Bunun neticesi, şüphesiz ki, hüsrandır." (Aydın TANERİ, Tercüman 1974)

273



(EK:3) TÜRK MUSİKİSİ ÇACDIŞI MIDIR? Türk medeniY.eti, kültürü 2200 yaşındadır. (tık Hun hakanı Mete M.O. 209- 1 976). Bu medeniyet, coğrafi saha olarak "Ortaasya'.'da doğdu. İlk inanç sistemimiz bu kültürü geliştirdi. Hun ve Gök-Türkler Ortaasya'da Çin, onların ha­ lefi olan Selçuklu ve Osmanlılar, İran ve Anadolu'da İslam ve Bizans kültürleriyle temasa geldiler. B u medeniyetlere kendi değerlerini verdiler, onlardan değer aldılar. Fakat, asla kendilerine has milli benliklerini kaybetmediler. Üstelik çağdaş telilli lerin ilerisinde oldular. Nitekim, Ortaasya kökenli olup, Selçuklu-Osmanlı devirlerinde olgunlaşmış Türk devlet felsefesi XX. yüzyılda bile tazelik ve hayatiyeti­ ni korumaktadır. "Türk Devlet Geleneği"nin ilkeleri şunlardır: 1 - Gelenekçilikle ilericiliğin bağdaşması: Hamle­ cilik 2- Adalet ilkelerine riayet. 3- Halka sosyal hizmet ver­ mek. 4- Irkçılıktan uzak, insani esaslara dayalı politika (Aynı adı taşıyan araşnrmamızda geniş örneklerle bütün bunları açıkladık). Günümüzdeki askerlik hayanmız da, başta süratli hareket ve disiplin olmak üzere Ortaasya kökenlidir. Ortaasyalı Türk, düşmana karşı "seh"dir. Daima uyanık durur. Gerek­ tiğinde de, büyük .bir sürade ona karşı harekete g�çer. 1 97 4 Kıbrıs harekan buna canlı bir ömekdir. İki bin iki yüz yıl önce doğmuş olan, sosyal hayata ait adetler bugün yürürlüktedir. Şamanlık devrinde düğünlerde saçılan darının yerini bugün para, altın almıştır. Yağmur duası motifi, cömertlik, sevinç, saygı, matem merasimi, ölü aşı vermek, evlenme ve doğumdaki adetler de Ortaasya 275


kökenlidir (Prof. Dr. Orhan Acıpayanlı ve P. Naili Bora­ tav'ın araştırmaları). Edebiyat, minyatür sanatı, mimari, çinicilik, halıcılık da aynı şekildedir (Prof. Dr. Oktay Asla­ napa ve oluş Arık'ın çalışmaları). Bütün bu sahalarda, Kültür Bakanlığı'nın ve bazı bankaların desteği ile eski sanat ve oyunlarımızı canlandırmak amacına yönelik çalışmalar hızlanmıştır. Ancak, bugün mimaride bir Türk ekolünden bahs edemiyoruz. Mimarlarımızın da kendilerine düşeni yapacaklarını ümid ediyoruz. Rusya'dan Arjantin'e, İngiltere'den Mısır'a kadar bütün dünya ülkelerinin mimari stili vardır. Özellikle, son yıllarda Ankara'da inşa edilen Mısır, Afganistan, Pakistan sefaret binaları ve Cumhuriye­ tin ilk yıllarında yapılan Alman sefareti dikkati çekmektedir. Ord. Prof. Ekrem Akurgal'ın dediği gibi " Selçuklu Türkleri araştırma ve deneylere dayanan, cinlerden, periler­ den ve tanrısal güçlere bağlı görüşlerden uzak bir tutumla "Birinci Rönesans" anlayışı içinde tıp medreseleri, sağlık evleri, rasathaneler gibi bilim yuvalan kurmuşla-:, Asya ile Avrupa ticaretinin gerçekleşmesi için- sağlam ve güvenli yol­ lar, güzel ve görkemli kervansaraylar yapmışlardır. Böylece dine saygılı bir topluluk olmakla birlikte Selçuklular kendi­ lerini dünyanın meselelerine veren bilim ve sanat konu­ larında çağdaş düzeyde ve "Batılı" anlamda uygarlık mer­ kezleri oluşturmuşlardır". Bütün bunlara ilaveten, Türk musikisinin de Ortaasya menşeli olduğu bilinmektedir. Şunu da belirtelim ki, Türk sanat musikisi ve Türk halk musikisi aynı temelden gelirler. Esasda birbirlerinden ayrılmazlar. Zira usul ve makamları aynıdır. İlmi h akikatler bu durumda iken , son aylarda kültürümüzün ayrılmaz bir parçası olan Türk musikisine bazı hücumlar yapılmıştır. Yeni kurulan "Türk Musikisi Devlet Konservatuan"nın çağdışı bir musiki kurumu ve tu-

276


tucu bir zihniyetin eseri olduğu, Atatürk ilkeleriyle çanştığı, O'nun Türk musikisinin radyolardan çalınmasını yasak ettiği, Türk musikisinin milli olmadığı ileri sürülmektedir. Merhum Hüseyin Sadeddin Arel, Türk Musikisinin tama­ men milli ve Ortaasya karakterli olduğunu isbat eden bilim adamımızdır. 1 940 yılında yaptığı araştırmada, müziğimizin, Arab, Fars ve Bizans'dan alındığı şöyle dur­ sun, aksine, İranlılar'a ve Arablar'a geçtiğini ortaya koydu. Nitekim, İran'da, Selçuklular ile başlayan ve yüzyıllarca süren Türk egemenliği eski İran musiki sistemini yoketmiş ve yerine kendi yirmidört taksimatlı sistemini koymuştur. Birçok Arap yazarları da başta Mısır olmak üzere, Arapların musikilerini Türkler'den iktibas ettiğini teslim ediyorlar. Atatürk'ün radyoda koyduğu yasağa gelince. O'nun bir süre için, Türk müziği yayınlarını durdurttuğu, yalnız halk türküleri ve klasik ban müziği yayınları yaptırttığı doğrudur. Nitekim, Atatürk şöyle diyordu: "Güzel sanatların hepsin­ de, millet gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bili­ rim. Bu, yapılmaktadır. Ancak bundan en çabuk ve en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir milletin yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kav­ rayabilmesidir. Bu gün dinletmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Milli, ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak; bu düzeyde, Türk milli musikisi yükselebilir." Görüldüğü gibi, Atatürk Türk musikisi çalışmalarının ilerletilmesine işaret etmiştir. Diğer taraftan Ziya Gökalp, müziğimizi "şark'; ve "halk" gibi isabetli olmayan bir şekilde ikiye ayırmış ve " şark" olarak tanımladığı Türk sanat musikisini, Bizans asıllı zannetmek hatasına düşmüştür. Bu hata gerek Gökalp, gerek Atatürk 'ün ölümlerinden sonra-yukarıda işaret ettiğimiz gibi-Arel

277


tarafından düzeltilmiştir. Bu durumda, Atatürk'ün de, şimdi olduğu gibi o zaman da fikir hayatına hakim olan Ziya Gökalp'den esinlenerek milli musikimizi yabancı menşeli olarak kabullendiği ve bunun sonucu ona cephe aldığı söylenebilir. S onuç ol arak, bu konuda inceleme yapan S ayın Ercüment Berker'in dediği gibi, çağdaş icra tekniğine, icra geleneği ve orkestrasyon kurallarına uymayan saz düzeni, koro kurallarına uymayan ses toplulukları, ilkel durumlarım muhafaza eden aletler reforma tabi tutulmadıkça Türk musi­ kisi ilerleyemez. Şu halde, milli kaynağa dayalı çağdaş Türk musikisini yaratmak için Türk musikisi eğitimine değer ver­ mek lazımdır. Türk musikisi, Türk kültüründen, yani mimari, edebiyat, sosyal adet ve geleneklerden, askerlik kültürü v.s. den uzaklaştırılamaz. O, bizim milli duygularımızın terenn'fim haline gelmiş şeklidir. Milli duyguları da, musikisinden söküp almak imkansızdır (Prof. Muharrem Ergin , Türk kültüründe musikinin yeri ve önemi. Konferans). (Aydın TANERİ, Tercüman,

278

1976)


(EK: 4) KÜ LTÜ R SAVAŞINDA "TARİHİ N" ROLÜ Kültür; bir milletin gelişmesinde rol oynayan o millete has karakterlerin tümüdür. Bir millet iki yönde gelişir: Manevi ve maddi. Kültür, manevi alanda, şahsa, milletinin geçmişten süregelen musikisinden mimarisine, devlet felse­ fesinden askerlik kültürüne, folklordan adet ve gelenekleri­ ne, edebiyatından çinicilik sanatına kadar bütün değerlerini şuurlu bir şekilde vermeğe yönelmiş bir kavramdır. Bu du­ rumda kültürün ikinci görevi harekete geçer. Devlet meka­ nizmasını ve maddi uygarlık ürünü olan sanayi tesislerini işletecek (insan) manevi bakımdan teçhiz eder. Şu halde milli kültür, devlet yönetimi ve sanayi hamlesinin itici gücü­ dür. Görevi başında, cumhurbaşkanından öğretmene ve en küçük memura, başmühendisten işçiye kadar hizmetin ek­ siksiz yapılmasını sağlayacak imandır. Günümüzde, milletler arasında şiddetli bir kültür savaşı vardır. Yüzyıllardır süregelen silahlı çatışmanın azaldığı, kültürel mücadelenin şiddetlendiği söylenebilir. Diğer bir deyişle, "silah"ın yerini kültür, almıştır. Belkide, milletler, hasım kaleleri içeriden fethetmeyi, daha akıllıca ve daha az masraflı olarak görmektedirler. xxı. yüzyılın cihanşümfil devleti olmaya adaylığını koyan Komünist Çin, Afrika'da 2500 km. lik demiryolu yaptırmıştır. İki sijper devlet A.B.D. ve Rusya'nın kendi kültürlerini aşılamak için sfuf­ ettikleri gayret gözler önündedir. Diğer taraftan bu müca­ dele, milliyetçi akımları körüklemektedir. Milliyetçiliğin ta­ mamen karşısında olan evrensel nitelikteki Marksizme bile, kendi taraftarları başkaldırmaktadırlar. Yugoslavya ve Çin, çoktan Rusya'nın sultasından çıkmışlardır. Batı Avrupa 279


komünist partileri "Moskova"dan ayrılma yoluna girmiş­ lerdir. B u tablo çerçevesinde, Türkiye'de devlete ve özel sektöre önemli görevler düşmektedir. Tercüman'ın " 100 1 temel eser" serisi ve bazı bankaların yayınları meyanında, Kültür B akanlığı'da "Kültür Eserleri" serisi ile dikkati çekiyor. Prof. Dr. Mehmet Altay KÖYMEN'in "Tuğrul Bey ve Zamanı" (İst. 1976) adlı yeni yayınlanan eseri, tarih ilminin kültür mücadelesindeki yerini belirliyor. Eserde, modern tarih görüşüne uygun olarak kısa bir askeri ve siyasi tablodan sonra Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey ( 1 040- 1 063) zamanında Türk devlet teşkilatı, içtimai, kültürel ve imara ait faaliyetler, iktisadi ve adli hayat gözler önüne serilmektedir. "Tuğrul Bey zamanında, Türkler arasında, kaynağını Orta Asya teşkil eden Türk kültürünün, yani Türk'ü Tütk yapan milli değerler'in titizlikle korunduğunu gösteren mi­ saller pek çoktur. Bunların başında eski Türk adetlerinin muhafaza ve devam ettirilmeleri gelmektedir. Mesela, düğünler tamamiyle Türk adetlerine göre yapılıyordu" (s. 1 1 9)). "Tuğrul Bey şahsen koyu bir müslüman olmasına rağmen , dini devlet işlerine karıştırmamaya itina gösteriyordu. Görünüşe göre, O, kararlarında İslam huku­ kundan ziyade, Türk yasa ve törelerini gözönünde bulundu­ ruyordu. B unu, Selçuklu hanedanının takibettiği adli siya­ sette de görmek mümkündür. 1 03 8 yılında Nişapur'da "mezalim" mahkemesine ilk reislik eden bizzat Tuğrul Bey idi" (s. 1 34). "sınırları içinde yaşayan bütün insanları-din ve ırk farkı gözetmeksizin refah içinde yaşatmaktan ibaret olan eski Türk devlet telakkisi Tuğrul Bey zamanında asıl meyvesini vermiştir. Tuğrul Bey'in bu telfil<lye uygun ola­ rak hfil<lmiyeti altındaki ülkelerde umumi refahı attınnak için şuurlu bir iktisadi siyaset takibettiği imar faaliyeti hakkında verilen bilgiden kolaylıkla anlaşılmaktadır" (s. 1 24) gibi pa280


Sonuç olarak; kendi kültürü ile beslenen bir kişinin ruh! bünyesi güçlenir. Bu kişi çağdaş, yabancı kültürleri tedkik ettiğinde onların etkisi altında kalmaz. Ancak, kendi milll kültürünün noksan taraflarını tamamlar. Bu suretle yabancı kültür sömürüsünden kendisini korur. Yabancı kültüre karşı muafiyet kazanan bünyesi, onun ağırlığı alunda ezilmez. (Aydın TANERİ, Tercüman, 1976)

28 1



(EK: 5) GELENEKLERDE SOYSUZLAŞMA Sayın Vedat Nedim Tör ile yapılan bir röportaj Cumhu­ riyet'te yayınlanmıştır: "Herşey soysuzlaşıyor, herşey. Halk oyunlarıda bu arada. Turing Kulübünün 50. yıldönümünde kılıç kalkan oyunlarımızı gördüm,. ... Ne fecaat! . Ne hale gelmiş o asil oyun. Yabancı turing kulüplerin mümessilleri de vardı. Hepsi gördü o felaket sahneyi .. Oyunculardan birinin kılıcı düşer bu oyunda, oyun gereği. Öteki oyuncu silahsız kalan düşmanının kılıcını yerden alır, nna fırlatır. Düşmanı atılan kılıcı havada yakalar. Oyunun en zor, en güzel, anlam bakımından en asil figürüdür bu. Ama ne yaptılar bunun ye­ rine, biliyormusunuz, ne yaptılar? Kılıcı iade edeceğine, düşenin göğsüne dayıyor dizini oyuncu, onun boğazını vahşi zafer çığlıkları kopartarak "Kıtım, kıtım" diye ke­ siyor. Dayanamadım, oturduğum yerden, hırsla yok böyle şey ! diye bağırdım. Böyle şey yok! Dejenere oldu herşey, Halk oyunları kelimenin tam anlamı ile sahipsiz bölge." İlk bakışta ilgili görünmemekle beraber, geçenlerde Hil­ ton'da bir düğünde havaya sıkılan mermiler olayı da aynı paraleldedir. Konuya " gelenek" görü ş açısından baktığımızda sayın Tör'ün deyimiyle halk oyunları gibi bir şey soysuzlaşmaktadır. Bizce, havaya ateş etme geleneği, İslamiyetten önceki di­ nimizden kalmıştır. O zaman dinin kurallarına göre, "ha­ vaya ok atma" adeti vardı. Bu adet günümüze kadar yaşamıştır. Yalnız ok'un yerini mermi almıştır. Bugün Yu-

283


goslavya'daki, Azerbaycan'daki Anadolu'daki Türkler özellikle düğünde havaya ateş eder. Ancak ruhsatsız silah taşımanın ve onu gereksiz yere kullanmanın cezalandırıldığı devrimizde "gelenektir" gerekçesiyle elbette havaya ateş edi­ lemez. Hilton'da havaya ateş eden elin sahibi de, kılıç-kalkan oyununu dejenere eden de, eğitimsizliğin kurbanıdırlar. Ha­ vaya ateş eden kendini savunmak için, geleneği yaşattığını öne sürmektedir. Ama, çağın dışında kaldığını farkında değildir (A.A. nın bv ay içinde yayınlanan bir bültenine göre, özellikle köy düğünlerinde sık sık meydana gelen olayların önlenmesi için Aydın yöresi köylerinde düğün da­ vetiyelerine yeni bir not yazıldığı bildirilmektedir. Davetiye­ nin altına yazılan notta, "Lütfen silahsız gelin" denmekte ve davetiyeler öyle dağıtılmaktadır. İlgililerden alınan bilgiye göre aynca düğün evinin kapısında da bir kız, birde erkek tarafı gelenlerin üstlerini aramakta daha sonra da davetlileri içeri bırakmaktadırlar. Köy muhtarları, iki aydan beri devam eden bu adetin düğünlerdeki olayları büyük ölçüde önlediğini ve bunun devam etmesini dilediklerini belirtmektedirler). ·

Kılıç-kalkan olayı konusundaysa, oyunun anlam ve ru­ hunu kavrayamayan bir sanatçıyla karşı karşıyayız. Değindiğimiz gibi her iki olayın kahramanları, belli bir kültür düzeyine erişememenin kurbanlarıdırlar. Gelenekler, bir milleti besleyen kandır. Ateş etme olayı, gelenekleri sadece şekil olarak sürdürmenin bir anlamı olmadığını gösteriyor. Mesele geleneğin ruhundadır. İkibinyüz yıllık güzel bir geleneğimiz olan düğünde "Altın veya para saçmak" hala yürürlüktedir. Çok eskiden serpilen darının yerini, zamanla altın almıştır. Bu gelenek cömertliği sembolize etmektedir. Kılıç-kalkan oyununun bir sahnesi­ nin değiştirilmesi, sayın Tör'ün deyimiyle "erkekçe, asil bir

284


oyunun soysuzlaştırılmasıdır" . Anlaşılacağı gibi, oyunu sembolize eden kahramanlık motifi mahv edilmiştir. Günü�üzde, anlam ve ruh bakımından bize yol gösterici geleneklerin varlığına ihtiyacımız vardır. Örnek olarak, Danıştay kararlarının bazı başbakanlar ve bakanlar tarafından uygulanmaması genel bir şikayet konusudur. Geçmişimize baktığımızda Türk devlet yönetiminde bir ge­ leneğin var olduğunu görüyoruz: "Adalet ilkelerine uyma". Bu Türkler'de devletin halkına dönük politikasının gereğidir, hükümet başkanları yurttaşların derdini dinler. Haftanın belli günlerinde başyargıç olarak bir yurttaşın, diğerinden veya özellikle devlet memurlarından yakınma­ larını dinler, karara bağlarlar. Dilekçe kabul ederler. Bu ge­ lenek günümüzde nasıl yaşatılacaktır? "Kuvvetler ayrılığı" kuralı ve demokratik düzen içinde günümüzde bir cumhur­ başkanı bir başbakanın dava görmesi bahis konusu değildir. Ancak, günün sorumlularına benimsetilecek olan, bu ilke­ nin ruhu ·olan adaletli davranma prensibidir. Değindiğimiz gibi, bazı yüksek sorumlular Danıştay kararlarını uygulama­ maktadırlar. Çünkü, devlet yönetimimiz için geçmişten süre gelen geleneksel adalet anlayışının fikriyatı yapılmamıştır. Devlete yön verecek gelenekler ile çağdaş akımlar uyuşturacak, bağdaştıracak eserler yoktur. Bu durumda "adalet kavramı" değerinden elbette kaybeder. (Aydın TANERİ, Cumhuriyet, 1976)

285



III. B ÖLÜM TÜRK ADI SÖZÜ VE KAVRAMI EKLER (EK : l ) "TÜRK" ADI: "Türkler'in kadim bir millet oluşu araştırıcıları Türk adını en eski tarih kaynaklarında aramağa sevketmiştir. Geçen asırdan beri birçok bilgin tarafından ileri sürülen görüşlere göre, Herodotos (M.Ö.V. asır)'un doğu kavimleri arasında zikrettiği Targita'lar (J.V. H ammer, 1 832), "İskit" toprak­ larında oturdukları söylenen "Tyrkae" (Yurkae)ler (W. To­ maschek, 1 887), kutsal kitap Tevrat'ta adı geçen, YM�s'in torunu Togharma (J.V. Hammer, 1 832), eski Hind kaynak­ larında tesadüf edilen Turukha (veya Turuşka)'lar (V. de St. Martin, 1 899; J. Marxuart, 1 90 1 ), Thrak'lar (F. Erd­ mann, 1 862), eski Ön Asya çivi yazılı metinlerde görülen Turukku'lar (H.Z. Koşay, 1 855), Çin kaynaklarında M.Ö. 1. bin içinde rol oynadıkları belirtilen Tik (veya r i)'ler (De Groot, 1 92 1 ) ve hatta Troia'lılar v.b, bizzat Türk adını taşıyan Türk kavimleri sanılmışnr. İslam kaynaklarında ayrınttlı şekilde nakledilen han menşeli Zend-Avesta ri­ vayetleri ile, İsrail menşeli Tevrat rivayetlerinde de "Türk" adı aranmış, Nuh'un torun u (Yafes'in oğlu) Türk'de (Taberi, Mes'udi, İbn'ül-Esir, İbn Hurdadbih, gardizi, Kaşgarlı Mahmud v.b.) veya İran rivayetindeki hükümdar Feridun (Thraetaona)'un oğlu Tfırac veya Tfır (Tfıran, bura­ dan geliyor) da "Türk" adını taşıyan ilk kavim gösterilmek istenmiştir. Türkler uzun bir maziye sahip bulunmakla,

2'ô7


hatta "İran-Turan" mücadelelerine ait hatıralarda zikredilen Afrasyab (Tunga Alp Er veya Al Er Tunga) aslında bir Türk başbuğu olmakla beraber, son arkeolojik araştırmalar ve kültür tarihi tetkikleri sonuçlarına aykırı düşen yukarıdaki faraziyelerin "linguistique" bakımından da doğruluğu tesbit edilmemiştir. Bu kelimelerin bir kısmına göre, Türk adının M.Ö. ki asırlarda dahi bugünkü telaffuzu ile, yani tek heceli olarak söylenmiş olması gerekirdi. Halbuki adın tek heceli duruma Gök-Türk çağında (M.S. 6-8 asır) geçmekte bulun­ tluğunu Orhun kitabeleri göstermektedir. Bu kitabelerde ad "Türk", fakat daha çok "Türük" şeklinde kaydedilmiştir. Nitekim adın Çince transkripsiyonu da iki hecelidir: T'u­ küe (Çince'de "r" sesi yoktur). Son araşnrmalarcla "Türk" kelimesinin 6-8 asırlardan önce yalnız çift heceli söylendiği, daha eskiden ise "Törük" şeklinde olabileceği belirtilmiştir. Ayrıca, adlan Türk'e benzediği ileri sürülen bütün toplu­ luklarla Türk kavmi arasında ırki, lisani, ekonomik v.b. bağ tesbit edilememiştir. Türk adına gerek kaynaklarda, gerek araştırmalarda türlü manalar verilmiştir: T'u-Küe (Türk)-miğfer; Türk (Türk)­ terk edilmiş; Türk olgunluk çağı; Takye; deniz kıyısında oturan adam; re1h etmek vb. gibi. geçen asırda A. Vambery ( 1 879)'nin ilmi i Laha doğru ilk adım kabul edilen fikrine göre "Türk" kdimesi "türemek"ten çıkmıştır. J. Deny ( 1939) de bu fikirdedir. Z. Gökalp ( 1 923) adı "türeli" (kanun ve nizam sahibi) diye açıklamıştır. W. Barthold ( 1 927)'un düşüncesi de buna yakındır. Kelimenin Törük­ Türük-Türk şeklinde gelişmesini mümkün görmeyen ve bir kabile adı da olmadığını belirten G. Doerfer ( 19,'5 5)'e göre, Orhun kitabesindeki "Türk" tabiri daha ziyade . "devletin esas halkını teşkil eden millet (Staatsvolk") manasına gel­ mektedir. Fakat "Türk" sözünün cins ismi olarak "güç­ kuvvet" (sıfat hali ile: güçlü-kuvvetli) manasını taşıdığı 1 9 1 1 'de neşredilen eski bir Türkçe vesikadan anlaşılmışnr. 288


Burada geçen "Türk" kelimesinin millet adı "Türk" sözü ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüş. ( 1 9 1 2) ve Gök-Türk kitabesi'nin çözücüsü V. Thomsen tar.afından da kabul edilen( 1 922) bu görüş daha sonra Gy. Nemeth'in araştırmaları ile ( 1 927) kesinlik kazanmıştır. Türk kelimesi " Semantique' olarak: meydana çıkmış, şekil almış, gelişmiş, çok gelişmiş, kuvvet(li) manalarını kazanmış olmalıdır. Çin kaynaklarına göre "Türk" deyimi ünlü Aşına ailesinin mensup olduğu kabileyi tavsif etmekte idi (bk. aş. Gök-Türk Hakanlığı). Cins ismi halinde çok eskiden beri Türkçe'de mevcut olması gereken "Türk" kelimesinin "Altaylı" (Seyhun ötesi, Turanlı) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir pers metninde, daha sonra, yine cins ismi olarak, 5 1 5 yılı hadiseleri dolayısiyle "Türk-Hun" (kuvvetli Hun) tabirinde zikredildiği bildirilmektedir. Fakat "Türk" kelimesini Türk Devleti'nin resmi adı olarak ilk kullanan teşekkül Gök-Türk İmparatorluğu'dur (552-744). Bütün bunlar "Türk" adının belirli bir topluluğa mahsus "ethnique" bir isim olmayıp, siyasi bir ad olduğunu ortaya koymaktadır. Gök-Türk Hakanlığı'nın kuruluşundan itibaren önce bu devletin, daha sonra bu imparatorluğa bağlı kendi hususi isimleri ile de anılan, diğer Türkler'in ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere milli ad payesine yükselmiştir. Millet ve devlet adı olarak "Türk" kelimesi ilk defa: Çin'de Chou sulalesi (557-579) yıllığında, Batı'da Bizanslı tarihçi Agathias (ölm. 5 82)'in eserinde, Arapça'da Cahiliyye devri şairi Nabiga't'uz­ Zubyani (ölm. M. 600'e doğru)nin Divan'ında ve Islav­ ca'da 1 2. asır "İlk Rus Kroniki"nde zikredilmiştir. Coğrafi ad olarak "Türkiye" (Türkhia) tabirine ilk defa Bizans kaynaklarında tesadüf edilmektedir. VI. asırda "Türkiye" tabiri Orta Asya için kullanılıyordu (menandros). 9- 10. asırlarda ,Volga'dan Orta Avrupa'ya kadar olan 289


haya bu ad verilmekte idi (Doğu Türkiye: Hazarların ülkesi, Batı Türkiye-Macar ülkesi), 1 3. asırda "Türk Devleti" zamanında Mısır ve Suriye'ye "Türkiye" deniliyordu. Ana­ dolu XII. asırdan itibaren "Türkiye" (Turcia) olarak tanınmıştır. TÜRK SOYU: Tarihte Türk toplulukları hakkındaki antropolojik tavsif­ ler oldukça karışıktır. Gerek Çin yıllıklarında, gerek Batı kaynaklarında Türkler daha çok Moğo tipinde (san renkli ve dolikosefal) tasvir edilmi şlerdir. Türkler'le Moğollar arasında: dil birliği bakımından bir münasebet olmadığı, et­ noloji yönünden bir ilgi bulunmadığı ve bilhassa Orta Asya'daki kazılarda elde edilen antropolojik malzemenin in­ celenmesi sonucu olarak, bu iki kavim arasında soy birliğinin bahis konusu edilemiyeceği ortaya konduğuna göre, eski çağlarda Türkler'in "Mongoloid" gösterilmeleri, o zamanın Türk devletleri'nde Moğol unsurunun çokluğu ile açıklanabilir. Türkler'in tarih boyunca en sıkı temasları yakın komşulan Moğol'larla olmuş, kalabalık Moğol kütleleri Türk idaresine alınmış (Asya Hunları'nda, Tabgaç'larda olduğu gibi) Aynca sıkı temaslann mümkün kıldığı bazı ırki karışımlar da düşünülebilirse, yabancıların dıştan müşahedelerine hayret etmemek gerekir. Son yanın asır içinde yapıl<ın antropolojik incelemeler Türkler'in beyaz ırka mensup bulunduklarını göstermiştir. Yeryüz;_ı nde mev­ cut dört büyük beyaz ırk grubunda "Europid" adı verilen grubun "turanid" tipindeki "brakisefal" Türkler'in kendileri­ ni, başta "dolikosefal Mongoloid"lerden olmak üzre diğer ırklardan ayıran antropolojik çizgik. e sahip oldukları anlaşılmıştır. Ayrıca, bilindiği üzere, Tevrat'ta nakledilen eski gele­ neklerde Türk soyu (Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak) beyaz ırktan gösterilmiştir. Tı1tan tipini tem-

290


sil eden Orta Asya, Maveraünnehir ve diğer yakın-doğu Türkler'i beyaz tenli, koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü ("ay yüzlü, badem gözlü "), endamlı, sağlam yapılı olarak gösterilmiş, hatta İran edebiyatında "Türk" sözü hazan "güzel insan" manasında alınmıştır". (İbrahim KAFESOÖLU, Türk Milli Kültürü, İstanbul. 1982. s. 42 ve dv.).

29 1



(Ek: 2) KIBRIS TÜRKÜN ÜN RUH ASALETİ 1 9 1 9'da Yunan kralı, İzmir'de yere serili Türk bayrağı'nı çiğnemişti. Yunanlılar aynı şehirde 1 922'de de­ nize döküldüler. Bazı gayretkeşler bu defa ordularımızın muzaffer başkomutanı Mustafa Kemal Paşa'yı Yunan bayrağı'nın üstünden geçirmek istediler. Atatürk şunları söyledi: "O bayrağı yerden kaldırınız. Bayrak bir milletin şerefini temsil eder" . 1 974'deyse Tercüman ailesinden sayın murat Culcu Kıbrıs'dan yazıyor: "Yıl 1 963'dü. Türk kesimi kanlı günler geçirmişler, çok sayıda zayiat vermişlerdi. Gime ile beraber Küçük Kaymaklı da düşman eline düşmüştü. Kadınlar, çocuklar öldürülmüş, bayrak­ larımız Rumlar'ın çizmeleri altında ezilmişti. Nikos S am­ son, Medeksas meydanında bir elinde silahını tutarken bir elinde de bayrağımızı sallayarak şöyle bağırıyordu: Türkler, Size sesleniyorum. Erkekseniz gelin bayrağınızı elimden alın. Yıllar bu salyalı nidalar arasında geçti. Yıl 1 974'dü. Şimdi Türk · mücahitleri konuşuyorlardı: "Samson bizim bayrağımızı horlamış, parçalamıştı. B akın biz Yunan bayrağını katlıyor ve kendisine uzatıyoruz. Ve diyoruz ki, kaçarken bayrağınızı unutmuşsunuz. Buyrun alın. Çünkü biz Türk'üz. Yani büyük milletiz. Yenilseniz de bayrağınız bayraktır. Ve ayaklar altına düşmemelidir. Onu siz yere ayaklarımızın altına atıp kaçtınız, korumak kurtarmak bize düştü. İşte millet olarak aramızdaki fark ... ". Bu sözlerden anlaşılacağı gibi, Kıbrıs Türklüğü, Türk kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Üstelik yıllardan beri fiili bir tehlike içinde yaşadığından milliyetçi duygulan çok 293


canlıdır. · O, bir asırdır anavatandan kopuktur. Yirmi beş yıldan beri de ölüm-kalım savaşı vermektedir. Dar imkanlarına rağmen ne teslim olmuştur ne de Rumlaştır­ mıştir. Çünkü mayası sağlam, kültürü yüksektir. S ayıca kendisinden kat-kat fazla olan Rumlar'ın içinde erimemesi­ nin sebebi budur. Akan kanına, çektiği ıstıraba rağmen onu dimdik ayakta tutan, Türkiyeli oluşudur. Osmanlılar, Kıbrıs'ı aldıkları 1 570'den itibaren, arzu eden Anadolu Türkleri'nin adaya gitmesine izin verdiler. Prof. Dr. Cengiz Orhonlu'nun yayınladığı belgelere göre, daha 1 572'de Ak­ saray, Beyşehir, Seydişehir, Endugi, Develihisar, Ürgüp, Koçhisar, Niğde, Bor, Ilgın, İshaklı ve Akşehir'den ceman 1 689 ile Kıbrıs'a yerleşti. 1580 yılındaysa Kıbrıs'da 8000 Türk hanesi olduğunu biliyoruz. Sonraki yüzyıllarda bu rakam çığ gibi büyüdü. Prof. Dr. Hasan eren'e göre, Kıbrıs ağızı bugün Çanakkale Tokat, Antalya gibi biribirinden uzak illerimizde konuşulan kelimelerden meydana gelmiştir. Mesela, utaşmak (erişmek) Muğla, Konya, Antalya, İzmir, İçel, Manisa ve Isparta'da kullanılır. Bu hususda binlerce örnek vardır. Prof. Dr. Nermin Erdentuğ'a göre, Kıbrıs Türkleri'nin gelenek ve adetleri bugün de A nadolu Türkleri'ninkinin eşidir. Yüzlerce örnekden bir-ikisini alalım: Gelinin önünde bayrak olduğu halde köyü dolaşması, ölünün elbisesinin fakirlere dağıtılması gibi. Kıbrıs Türk mimari eserleriyle tamamen Osmanlı mimarisi ürünüdürler. Esasen Osmanlılar, adada adaletli davrandılar. 19. Yüzyılın ortalarına kadar, bütün davalar Türk mahke­ melerinde görülüyordu. Hristiyanlar h içbir güçlükle karşılaşmıyorlardı. Osmanlı eğitim politikasının icabı ola­ rak, daha 1 570'den itibaren başlıca şehirlerde kütüphaneler kuruldu (fazla bilgi için: Milletler arası Birinci Kıbrıs tetkik­ leri· Kongresi-Türk Kültürü Yayınlarından). Kıbrıs Türkleri bu ortam içinde yaşadılar ve adada sükuneti tesis ettiler. Son olaylarda da, anavatanlannın silahlı kuvvetleriyle bera294


lannın silahlı kuvvetleriyle beraber yiğitlik ve medeniyetleri­ ni isbatladılar. Yazımızın başındaki bayrak olayında olduğu gibi, Atatürk'ün söz ve hareketlerinin paralelinde ruhen asil olduklarını da gösterdiler. Düşmanına meydan okumanın şart ve zamanını bilerek, mertçe onu Yunan bayrağını almağa çağırıyorlar. Onların tek eksiliği ada çapında nüfuslarının az oluşudur. Sayın Ali Rıza Alp, Kıbrıs'da Üniversite açmamızı ve arzu­ layan yurttaşlarımıza yerleşme imkanının verilmesini is­ tiyor. Bu fikirlerin uygulanması güçlü Kıbrıs Türklüğü'ne güç katacaktır. (Aydın TANERİ, Tercüman, 1974)

295



(EK : 3) KIBRIS TÜRKLERİ Nİ ANLAYAB İLMEK GEREK 1 2 Ş ubat 1 983 tarihli Mil liyet'in "Düşünenlerin Düşünceleri" sütununda, emekli Orgeneral S ayın Haydar S ükan'ın "Doğum S ancısı İçindeki Bugünkü KTGD" başlıklı yazısında, Kıbrıs Türk halkı ile ilgili oldukça kötümser yargı ve düşünceler yer aldığını üzülerek oku­ dum; Sayın Sükan, Kıbns'ta İngiliz sömürge yönetiminin uy­ guladığı yöntemlerin sonucu olarak, "çıkarlarını bu yoldan sağlamayı huy edinmiş bazı Kıbrıs Türkleri'ni İngilizler'e bağlamış durumdadır" demekte ve "az da olsa" İngiliz yönetimini arayan kimselerin mevcudiyetinden bahsetmek­ tedir. Genel olarak Batı, özel olarak da İngiliz hayranlığı, İstanbul'da saraya, Babıfili'ye basına ve Dersaadet'in "kibar aileleri"ne hak.im iken, Kıbrıs adası stratejik gereksinmeler nedeniyle üzerinde yaşayan halkıyla beraber İngilizler'e devredilmiş ve Kıbrıs Türkleri'nin buna tepkisi, 'gavur bayrağı altında yaşamaktansa' göç etmek olmuştur. 1 878'in Kıbrıs'ı, Türkler'in küçük teknelerle Anadolu'ya kitlesel göçünün yaşandığı Kıbrıs'tır. Kıbrıs Türkler'i İngiliz idaresini hiçbir zaman istememiş ve istememektedirler. Kıbrıs Türkleri, özellikle 1974 son­ rası yakın temas başlamadan önce, Türkiye'ye hayran ola­ gelmiştir. Soyutun somutta inmesiyle bu hayranlık da etki­ lenmişse suçu ortaklaşa aramak ve özellikle "İngiliz faktö297


faktöründen doğan ön yargıların üzerinde durmak gerekir. Türk kalmak için nesiller boyu mücadele eden ve Türk olmanın getirdiği baskılara, ezgilere ve katliamlara nesiller boyu boyun eğmeyen Kıbrıs Türkleri'ne "ingilizleşmişler mi?" diye kuşku ile bakmak ve bu yönde ifadeler kullan­ mak, Kıbrıs Türk Cemaati'ni yıllar yılı üzmüştür. Sayın Sükan, Kıbrıs Türkleri'nin Rumlar'a karşı aşağılık duygusu içinde olduklarını da yaymıştır. Bu yargıya isyan eunemek mümkün değildir. S ayın Haydar Sükan, Kıbrıs Türklere'ni "Uyuşukluk" ile suçluyor. Uyuşukluk fertlerde görülen bir davranış özelliğidir. 1 930'ların ırkçılık modasında ulm:;� ara dav­ ranışsa} yakıştırmalarda bulunup, "Alman'lar ça llşkandır", "Türkler tembeldir", "Rumlar hırsızdır", "İngilizler centil­ mendir" gibi yargılara uzanmak sosyal antropoloji biliminin bugün reddettiği bir olgudur. Davranış özellikleri, belli bir coğrafya üzerinde yaşayan bir insan topluluğunun hem ta­ biatla temasından, hem de ekonomik yapısından yoğrularak meydana çıkabilir. ·

Kendini dünyaya tanıtma bir yana, Kıbrıslı Türk'ü hala kendini Türkiye'ye tanıtma ihtiyacındadır. Bu da öncelikle tarihçilerimize düşen bir görevdir. (Raif. R. DENKTAŞ, KTFD eski milletvekili, Milliyet 1 3 Mart 1983)

298


(EK: 4) TÜRK KÜLTÜRÜNÜN YUNAN KÜLTÜRÜNE ÜSTÜNLÜCÜ VE KAZANCAKİS Tarihi gelişim içinde Yunanlılar, kendilerini eski Hellen medeniyetine ve Bizans'a bağlarlar. Ünlü Yugoslav bizanti­ nisti Ostrogorsky, pek çok dile çevrilmiş bir eserinde Bi­ zans'ı şu şekilde anlatır: "Roma devletinin yapısı, Grek kültürü ve Hristiyan imanı: Bunlar Bizans'ı yaratan büyük kaynaklardır. Bu üç elemandan birini kaldırınız, Bizans gerçeği anlaşılamaz" . Türk kültürü ise Orta Asya doğumludur. Güçlüdür. Tesirlerini günümüz Türklüğü üzerinde de şiddetle devam ettirmektedir .. Maddi, manevi ürünleri ve genişliği için bu sütunlarda açıklamf.da bulun­ muştuk (Bk. Türk Kültürü Çevresi Hakkında). Türk Kültürünün gücü hakkında Ünlü Yunan fikir ve edebiyat adamı Kazancakis'in "Ya Hürriyet, Ya Ölüm" adındaki romanına göz atmak da yeterlidir. (Çeviren Nevzat Hatko, İstanbul, 1967}. Mesela Yunanlılar'ın halk oyunları arasında halay'da vardır (s. 1 1 6, 1 26, 127, 268). Yemek ve gıda maddelerinin pek çoğu Türk yemeğidir. Çökelek pey­ niri gibi (s. 254). Romanın cereyan ettiği 1 890 yıllarında bir Yunanlı'nın kıyafeti ise şu şekilde anlatılıyor: " ... Çuhadan uzun şalvarı, işlemeli meydan yeleği geniş ipek kuşağı, kırnuzı beyazlı uzun çizmesi; bu çizmeleri Türk olsun, Hris­ tiyan olsun tüm kabadayılar giyerledi. . . Koca fesini yana yıktı" (s. 1 00). "Cenazede Yunan kadınlarının saç yolması" (s. 275) ise İsHimiyet'ten evvelki inanç sisteminin bir tezahürüdür. 299


Kazancakis Yunan milliyetçiliğini tahrik için Türk düşmanlığını da kullanır: "Ne işim var burada benim? Türklük kokuyor" (s. 27). "Her Hristiyan durup istavroz çıkarır, Osmanlı'yı lanetle anar" (s. 80). "Ey benim ince keskin kılıcım, sen Osmanlı'yı kesersin" (s. 200) gibi. Bu­ rada Yunan ırkçılığını da savunur: "Ölümsüzdü Yunan ırkı" (s. 344) şeklinde. Yazar bütün bunlara rağmen bizi methetmekten; de kendi­ ni alamaz. "Bu beyde o huzurlu Anadolu güzelliği vardı. Hilal yüzlü aslanlara benziyordu" (s. 27). Ve asıl önemlisi Türk kültürünün Yunan kültürüne olan üstünlüğünü teslim eder: Müezzin derinden soludu, ellerini kulaklarına getirdi, bağrından kopan, huşu, sevgi, davet dolu o gürül o düm­ düz güçlü sesi birden hançeresinden boşalıverdı. O ne tatlı sesti, o ne güçlü sesti ve de müezzinin bu sesi nasıl da Mu­ cuflos'un tüm kampanalarının sesini bastırıyordu . Bir kuş gibi, gagası yukarı gökyüzünü yırtıp ikiye bölüyor, güneşe doğru yükseliy,or, Tanrı'ya sesleniyor, sonra birden Büyükkale'nin üzerine yayılıyordu;. sanki tüm Tanrı'yı içmiş de mest olmuştu bu ses" (s. 1 04). Görüldüğü gibi, çok kuvvetli bir yazı stiline sahip olan milliyetçi Kazancakis, Yunanhlar'ın bize olan hu�umetleri­ nin önemli sebeblerinden birini ortaya koymuş olmaktadır. Bizce onlar, Türk kültürünün üstünlüğü karşısınc�:L kendile­ rini ezik hissetmektedirler. Tabiatiyle her iki . nillet de kültürel alışverişlerde bulunmuşlardır. Elbette üç kökünden biri eski Helen'e kadar uzanan fakat onun kalıntılarından günümüzde pek azına sahih olan bir Yunan kültürü vardır. Ancak el elden üstündür. Genellikle Orta Asya kökenli ve ırkçılığa değil millet kavramına sıkı sıkıya bağlı Türk kültürü-ki daha sonra İslami motiflerden de etkilenmiştir­ XI. yuzyıldan itibaren de Balkanlar'ı etkisi altına aldı . En çok da eski Hellen kültürünün zayıflaması sebebiyle Yuna­ nistan'da iz bıraktı . Bugün Bulgaristan'a giden bir Türk, 300


Bulgar diyarına gitmiş olur. Oradaki etkimizi hemen farke­ demez. Ama Yunanistan'a giden bir Türk, sadece Yunanis­ tan'a gitmiş olmaz. Kendi kültürünün maddi ve manevi ürünlerini de derhal görür. Bilindiği gibi çinilerimizi, Karagöz'ü, imambayıldı v.s. yi kendilerininmişcesine tanıt­ maktadırlar. Ancak güçlü kültürümüz karşısında eski bir medeniyetin varisfori olarak belli bir psikolojik havaya gir­ mekten de kurtulamıyorlar. Yaradılış itibariyle heyecanlı­ dırlar. Aşın istek ve hayallerinin çok defa söylendiği gibi­ "Şımarıklık" ile ilgisi yoktur. Bu bakımdan "şımarık Yu­ nanlı" görüntüsünü de bir tarafa bırakmamız gerekir. Görülüyor ki, mesele çok cephelidir. Her konuda olduğu gibi çeşitli dallardan geniş bir uzmanlar kadrosunun danışmanlığına ihtiyaç vardır. Kamuoyumuz da, gerek ikti­ dar gerek muhalefet kanadlannın, kendilerinden beklenildiği şekilde, durumu serinkanlılıkla muhakeme ve beraber hare­ ket edeceklerinden herhalde emin olmalıdır. Tercüman'ın 3 Mayıs 1977 tarihli nüshasında Tuna Bay­ kara ve Özdemir Kalpakçıoğlu'nun yazdıkları " Yu­ nanlılar'ın Uluslararası İtirafı: Karagöz'ü Türkler'den çaldık ve sahip çıktık" adlı haberden: "Yunanistan'da 1 saat 1 5 da­ kika süren bir Karagöz filmi yapıldı. Yunan Televizyo­ nu'nda her pazar günü Karagöz oynatılıyor. Yunanistan'da, Karagöz, Karagözis; Hacivat, Hacivatis; Tuzsuz Deli Bekir de B abayorgos adını aldı. Karagöz, Türkler'e karşı, Yunan ihtilalcisi. Karagöz filmi yapan Bayan Lena Vuduri diyor ki: " Yunanistan 400 küsur yıl Türk boyunduruğu altında kalmıştır. Bu kadar uzun süre içinde de, Yunan halkı tarafından kabul edilmiştir. . . Yunan Karagöz'ünün üç ayrı yönü vardır. Komedi, trajedi ve kahramanlık. Komedi, Türk etkisi altındadır. Trajedisi tamamen Yunan'dır" . Lena Vuduri, filmi baştan sona Savas Gicaris adlı sanatkara oy­ natmış. Atina'nın eğlence yeri olarak bilinen Plaka'da da bir Karagöz tiyatrosu faaliyette".

301


Kültürümüzün, Yunanistan'daki üstünlüğünü gösteren bu olaydan çıkan sonuçlan şu şekilde sıralıyoruz: 1 - Filmi yapan Yunanlı Karagöz'ün Türk kökenli olduğun'' kabul et­ mektedir. 2- Karagöz o kadar güçlüdür ki, Yunanlı onun is­ mini bile değiştirememiştir. 3- Ancak, aşağılık duygusu ile onu Türkler'e karşı savaşan bir ihtilalci yapmıştır. 4- Bunun sonucunda, Karagöz'ü sahibine karşı silah olarak kullan­ maktadır. 5- Karagöz'ü kendi kültürü içinde yoğuramadığı için bununla avunmaktadır. 6- Yunanlı, Türk düşmanlığını her vesile ile kullanmaktadır. Burada da sanatı siyasete alet etmiştir. 7- Olay, bizim cihetimizden sevindiricidir. Ka­ muoyumuzda genellikle hakim kanaat olan "değerlerimizi çaldılar, çok yazık" yorumu isabetli değildir. Ancak, değerlerimizi geliştirmek ve tanıtmak da hepimize düşen görevdir. (Aydın TANERİ, Tercüman, 1 974)

302


(EK: 5) BATI'DAN VOLTA İ RE, DO G U'DAN CAHİ Z' İ N TÜRKLER HAKKINDAKİ M ÜŞAHEDELERİ : A) Voltaire'in "Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler" adlı eserini, takdim eden Sayın Vedat Varol bu müfekkire ait şu pasajlar- yazıyor: "Bu kadar yakınımızda bulunan Türkler hakkında sayılıp dökülen safsataları işittikçe, eski tarihe güvensizliğimiz büsbütün artmaktadır. Çevremizde olup bitenler bize böyle anlatılırken; İskitleri, Gomeritleri ve Keltleri bize tanıtmaya çalışmak ne boş gayret" . "Yıldırım Bayezit Macaristan'ı fethederken Hristiyan or­ dusunu ve o cesur Fransızlar'ı da perişan etti. Fransızlar, savaştan önce ellerine geç irdikleri Türk esirleri öldürmüşlerdir. Bayezit de zaferden sonra bu kötü örneğe uyarak Fransızlar'ı yok etmişse, buna hiç de şaşılamaz. Biz Fransızlar, Türkler'den daha insan olduğumuz kuruntusuy­ la övüne duralım". "Fatih Mehmet, Avrupa hükümdarlarının hepsinden daha terbiyeli daha kültürlü idi. Bütün fütuhatçılar gibi o da zaman zaman yırtıcı ve sertti. Ancak, gerçeğe uymıyan za­ limlikleri ona yüklemeğe neden var mı? Uyruklarına bir vergi saldığı için Fatih ölürken Allah'tan af dilemiş. Hris­ tiyan prenslerin h angisinde böyle bir pişmanlık görülmüştür?". "Türkler'in sanatı kumandanlıktır. Otuz milleti bayrağı 303


altında toplıyan bir devlet kurmayı başarmışlardır. Türk İmparatorluğu, Avrupa devletlerinden hiç birine benzemez. oradaki kanunların, bir kişinin keyfi üzerine kitleler asıp kesmeğe elveri şli olduğunu düşünmek yanlıştır. Bütün tarihçilerimiz, Türk İrrıparatorluğu'nu zorbalığa dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır. Padişah gerektiğinde azledilebilir; devlet işlerinde keyfine göre hare­ ket edemez, vergileri arttıramaz, hazinenin parasına dokuna­ maz. S avaş ve barış için padişah , siyasal çevrelere danışmak yükümündedir. Paşalar da taşrada alabildiğine buyuramazlar. Kentin ileri gelenleri, onlar hakkında Divana rapor yazıp yakınabilirler. Türk Devleti bir demokrasidir". "II. Selim, 1 57 1 yılında Kıbns'ı Venedikliler'in elinden aldı. Tarihçilerimiz tekrarlayıp dururlar ki, Selim bu sefere, adanın meşhur şarabından içmek amaciyle girişmiş. Kıbns'ın fethi, Anadolu'nun korunması bakımından gerek­ liydi . Hiçbir hükümdar şarap içmek için savaş yapmaz. Savaşı kaybedenler gerçeğe öyle masallar eklediler ki, bun­ lardan yenenlerin haberi yoktur". "Bizler her zaman Türkler'in ayağına gideriz, onlar bir defa olsun banya gelmezler. Bu bizim ihtiyacınuzın açık bir belirtisidir. İngiliz Kralı Giyom: "Türkler'e karşı onur tas­ lanmaz" demiştir. Bu söz, malını satmak isteyen bir bezir­ gan tarafından söylenirse belki hoşa gider ama, şeref deni­ len nesneye kıskançlıkla bağlı bir hükümdara bilmem nasıl yaraşır". "Peloponezya savaşlarında Venedik ordusunun bomba­ lan, Türkler'in esirgemiş oldukları birçok tarihsel anıtları yıktı. Bunlar arasında Atin�'nın meşhur Akropolis'i de ha­ sara uğradı" . "Sadrazam Çorlulu Ali Paşa bir köylü çocuğu idi.Baltacı Mehmet Paşa ise odunculuktan gelmişti. Aşağı tabakadan yetişmiş olmak Türklerce utanılacak birdurum sayılmaz. 304


Onlarda kişizadelik yoktur. Aşamalar ancak görevlere bağlıdır". "Demirbaş Şarl'ın çıkarları Baltacı Mehmet tarafından gözetilmeyince, İsveçli tarihçiler bu vezire rüşvetçi damgası vurmağa yeltenmişler. Fakat, Baltacı da hiçbir varlık çıkmadı. İsbatsız olarak yüzlerce kez tekrarlanan bu gibi suçlamalar, tarihsel gerçek sayılmaz. Bu, olsa olsa, çaresiz düzenbazlığın pısırık haykırışlarıdır". 'Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve ötekiler, Ankara, 1 975, s. 37 ve dv). B) Cahiz'in Türkler hakkındaki şahsi kanaatleri. Şunu söyliyeyim ki, ben de onların çok enteresan ve insanı hayrette bırakacak hallerini gördüm. Ma'mun'un gaz­ velerinden birinde, onun karargahı yakınında, sağ tarafta Türkler'den yüz kişi, sol tarafta başka askerlerden yüz kişi olmak üzere yolun iki tarafına dizilmiş süvariler gördüm. Bunlar öğle vakti olduğu ve sıcak şiddetlendiği halde hfilen saf bağlamışlar Ma'mun'un gelmesini bekliyorlardı. Biraz sonra Ma'mun geldi. Bu sırada üçü veya dördü hariç bütün Türkler atlarının üzerindeydiler. Başka sınıflardan müte­ şekkil askerler ise üçü veya dördü hariç yerlere seril­ mişlerdi. Bunun üzerine bir arkadaşıma, "Bak başımıza ge­ lene, ne enteresan ! Mu'tasim'in, onları iyi tanıdığı için etrafına toplayıp ihsanda bulunduğunda şüphe etmiyorum" dedim. Bir defasında Bağdad'dan çıktım, el-Katül'e-yani el­ Mabaraka'ye-gidiyor.d um. Bu arada Horasanlı!ar'dan Ebna'dan ve diğer askerlerden müteşekkil süvariler gördüm. Bir at ürküp kaçmış, onlar soy atlar üzerine binmişler atı yakalamaya çalışıyorlar, fakat bir türlü yakalıyamıyorlardı. Bu sırad(l yanlarından bir Türk geçiyordu. Onlar gibi düzgün kıyafetli ve aralarında itibar

305


sahibi bir kimse değildi. Türk cılız bir Türk atı üzerinde, onlar ise soy ve besili atlar üzerindeydiler. Bunun üzerine Türk atın önüne çıktı, önünden ve arkasından dolanarak onu biraz durdurdu. Bunun üzerine diğer askerler durup ona bakmaya başladılar. İçlerinden onu küçümseyen biri, "Babanın ölüsü için bunun yaptığı kendisini zorlamak ve haddini bilmemekten başka bir şey değil. Onlar memleketin arslanları olmalarına rağmen atla başa çıkamadılar. Bu ise boyunun kısalığına, hayvanının zayıflığına bakmadan atı yakalamaya kalkıştı" . dedi. Henüz, onun sözü bitmemişti ki, Türk atı getirip onlara teslim etti. Onların medihlerini ve dualarını beklemeden, onlara iyilik ettiğini göstermeye çalışmadan işinin arkasına gitti. Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovu­ culuk, yapmacık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arka­ daşlarına karşı fenalık, bid'at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Hile-i şer'iyye ile başkalarının malını helal saymazlar. Onların tek aybı ve başkalarını kendilerin­ den soğutan husus, vatanlarına karşı çok iştiyak duymaları ve zaferin sevincini, birbiri peşinden vukuunu, ganimetin tadını ve çokluğunu, sahralardaki oyunlarını, çayırlardaki gezintilerini hatırladıkları, ( . . . ) ve uzun zaman boş durmak­ la kahramanlıklarının hoşa gitmesini, aradan uzun müddet geçmekle enerjilerinin tükenmesini istemedikleri için muhte1 if memleketlerde dolaşmayı çok sevmeleri, yağmaya ve çapulculuğa düşkünlükleridir. Zira, bir şeyin ustası olan bir insan ondan mahrum kalmaya tahammül edemez. Bir işi bil­ miyen ondan kaçar. ·

Türkler, Arablar'dan başka milletler içinde vatan sevgisi­ ne en fazla sahip olan millettir. Çünkü, onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında (ahlat=kan, balgam, safra, savda) başka milletlerin sahip olmadıkları derecede memlekeOerine, topraklarına dfü:· hususiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassası ve diğer kardeşlerine benzerlik

306


vardır. Görmüyor musun? Bir B asralı'yı görünce onun Basralı mı? Yoksa Kugeli mi? olduğunu bilmezsin. Mekke­ li 'yi görünce onun Mekkeli'mi, Medineli mi? olduğunu tanımazsın. Cebeleli (Horasan Dağistan'ı)'yi görürsün onun Cebele'den mi, Horasan'dan mı olduğunu bilmezsin, Cezireli'yi görürsün onun Cezireli mi? yoksa Şamlı mı? olduğunu farkedemezsin. Fakat, bu konuda Türkler'de yanılmazsın. Onların nereli olduklarını anlamak için kıyafet ilmine (izlerden ve şekillerden neticeler çıkarma ilmi), ferasete, başkalarına sormaya ihtiyaç duymazsın. Türkler'in kadınları erkekleri gibidir. Hayvanları kendileri gibi Türk hususiyetini taşır (türkldir). Allah, bu memleketleri böyle yaratmış, oralara bu husu­ siyeti vermiş, dünyaya ait özellikleri ve yetiştirme kabiliyet­ lerini oralara son derece fazla vermiştir (?). Dünyanın ömrünün müddeti ise illetlerine, sebeplerinin miktarına, Allah'ın oralara bağışladığı ve başka memleketlerden ayn olarak verdiği hususiyetlere göre devam eder (?). İnsanlar, ahiret günün'de ise Allah'ın "Biz onları yeni baştan tam bir şekilde meydana getiririz." dediği gibi olurlar. Horasan'a yerleşen şehirli ve bedevi Arablar'ın çocuklarını yerlilerle aynı şekilde görürsün. Babası Ferga­ na'ya dışarıdan gelip yerleşen kimse ile Fergana'nın yerli ahalisi arasını ayırt edemezsin. Kınalı bıyıklı, kırmızı derili, büyük kafalı.olmaları, Fergana elbisesi giymeleri itibariyle aralarında fark göremezsin. Bütün saydığımız memleketler­ de, aynı şekilde, yerli ahfili ile dışarıdan gelip yerleşenler bi­ birinden farkedilemez. '

Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsıyan bir hususiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücut benzerliği ve vücutlarındaki terkibin aynı olması d�layısiyle Türkler'de diğer milletlerden daha fazla

307


ve daha köklüdür. Görmüyor musun, el-'Abdi, "Allah memleketleri vatan 'sevgisiyle mamur etti" . der. İbn el­ Zubayr, "insanlar kendilerine düşen hisseler, içinde hiç biri­ sinden vatanlarından memnun oldukları kadar memnun ol­ mazlar." der. 'Omar b. el-Hattab ise "insanların arzularının çeşitliliği olmasa Allah çeşitli memleketleri mamur kılmazdı. " der. Cum'at el-İyadiyya, aynı konuda "Allah, kullarına boş ve çöl ülkeleri tavsiye etmese idi, onlar hiç bir vadiye sığmazlar, hiçbir azık ta onlara yetmezdi." demiştir. Kutayba b. Muslim Türkler'den bahsederken şöyle dedi: "Vallahi, onlar vatanlarına yabanda bağlı develerden daha fazla iştiyak duyarlar". Zira, deve, Oman'da iken Basra'­ daki vatanını ve yerini özler. Her şeye basarak, her vadiyi çiğniyerek, ancak ömründe bir defa geçtiği yollardan tekrar memleketine gelir. Oman ile Basra'nın arasındaki mesafeye rağmen kendisine mahsus hasse ile kokluya kokluya, sevki tabiisi ile yatağına gelir. İşte, bundan dolayı, Kutayba bu hususta deveyi mesel olarak getirmiştir. Vatan üzerinde titreme, ona iştiyak ve arzu Kur'an'da geçer. İnsanlar arasında dolaşan mushaflarda yazılıdır. Yalnız, saydığımız sebeplerden dolayı Türk'ün vatanına karşı duyduğu iştiyak diğer insanlara göre daha fazla ve şiddetlidir. Kuvvetli bir azme sahip olmalarından ve alışamadıkları adetlerden daha fazla Türkler'i vatanlarına dönmeye sevke­ den başka bir sebep de şudur (?) : Şöyle ki, ikamet etmek, bir yerde eğlenmek, uzun müddet kalmak, beklemek, az ha­ reket etmek, az işle meşgul olmak Türkler'e çok ağır gelir. Zira, onların bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur. Dur­ maktan nasipleri yoktur. Ruhi kuvvetleri bedeni kuvvetle­ rinden daha fazladır. Onlar ateşli, hararetli, anlayışlı kimse­ lerdir. Hatıraları çok, bakışları keskindir. Kıt geçimi acizlik,

308


uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık, rahatlığı ayakbağı, kanatkarlığı azimsizlik, muharebeyi terketmenin zillet getire­ ceğini kabul ederler. Arablar bu konuda bazı şeyler söylemişlerdir. Abdullah b. Vahb el-Rasibi "Ahesteliği sevmek bıkkınlık getirir. " der. Arablar, "Yazın beyni kaynıyanın kışın tenceresi kay­ nar". derler. Akşam b. Sayfi ise, "Ben bütün işlerimin başkaları tarafından görülmesini istemem" demiş, bunun üzerine "Niçin?" diye sorulunca, "Zira, acizliğin bende adet haline gelmesinden korkanın. " demiştir. İşte, Türkler'in vatanlarına dönmek istemelerinin ve ona iştiyaklarının sebepleri bunlardır. Onları kaçmaya zorluyan, memleketlerine dönmeye sevkeden bir yerde devamlı kal­ maktan meneden başka birşey başlarındaki kumandanın değerlerini bilmemesi, ehemmiyetlerini anlıyamaması, onla­ ra faydalı olmayı ve onlardan istifade etmeyi bilmemesidir. kumandanları, onları askerlerin nümunesi yapmadıkları için kıyıda ve köşede, ekseriyetin arasında, diğer askerlerin içinde kalkmakla yetinmediler. Bunu kendilerine yedireme­ diler. Ü zerlerine düşen hakkı hatırladılar. Kendilerinin haksızlığa layık olmadığını, sönüklüğün kendilerine yaraş­ madığını, değerlerini bilmiyenlerin yanında1 kalmanın hak­ larını vermiyenlerin yanında kalmaktan daha fena olduğunu anladılar. Fakat, hakim, insanların kadrini bilen, fena adetlere meyil göstermiyen, arzusuna uymuyan, bir ülkeyi başka bir ülkeye karşı kayırmayan, idare neyi gerektirirse ona göre hareket eden, ihtiyat neyi icabederse onu yapan bir hükümdara rastlayınca haddini bilen, hakikatı benimseyen, alışkanlığı bir tarafa atarak hakikatı tutan, vatanından ayrılmasına karşılık ruhunu vuslata kavuşturan, başıboş hür yaşamaya yerleşik olarak yaşamayı tercih eden, hakikatı dosttan üstün tutan insanlar gibi yerlerinde kaldılar. Bütün bunlardan sonra şunu da bil ki, herhangi bir mille•

309


tin, neslin, soyun ve atanın çocuklarının ya sanatta maharet kazandıklarını, ya güzel söz söylemekte, ya edebiyat ve hik­ mette, veya devlet kurmakta ve yahut da harp sanatında diğer milletlere üstün olduklarını görürsün. Allah'ın bazı se­ bepler dolayısiyle onları bu mesleklere kabiliyetli yarattığı, bu işlere uygun sebepleri onlara verdiği için onların bu ko­ nularda çok ileri gittiklerini görürsün. Zira, arzulan dağınık, fikirleri karışık, kafaları çeşitli şeylerle meşgul olan, mesleği hususunda techiz edilmiyen ve ona hazırlanmıyan kimse bu konulardan hiç birisinde Çinliler'in sanatta, Yu­ nanlılar'ın felsefe ve hikmette, Arablar'ın ileride bahsede­ ceğimiz hususlarda, Sasaniler'in siyasette, Türkler'in harpte gösterdikleri maharet gibi tam ve mükemmel maharet gösterememişlerdir. Görmüyor musun ki? eşya ve hadiselerin illetleri ve se­ bepleri ile uğraşan Yunanlılar tüccar, elleri ile çalışan sa­ natkar, ziraatçi, çiftçi, mimar, ağaç yetiştiren, mal toplayıp yığan, aç gözlü, ağır işler yapan kimseler değillerdi. B aşlarındaki hükümdarları, onlara yetecek kadar ih­ tiyaçlarını temin ederlerdi . Bunun için meşgul oldukları konu ile rahatça, bütün varlıklarını vererek, rahat bir kafa ile çalıştılar. Sonunda çeşitli aletler ve eşyalar, insanı dinlendi­ ren, yorgunluktan sonra rahatlık veren, kederlinin yaralarını saran, neşelendiren musiki aletlerini icadettiler. Arşimed te­ razisi, kantar, asturlab, saat aletleri (vakitleri tayin için çeşitli aletler), gönye, dikiş ve kanun yüksüğü, perger, ne­ fesli ve yaylı musiki aletleri, tıp, hesap, geometri, musiki makamları, mancınık, arrade, rotayla, dabbada, naft aletleri gibi harp vasıtaları ve bahsi uzun sürecek birçok faydalı şeyler yaptılar. Onlar sadece felsefe ve hikmetle meşgul olurlardı. A.lctlere şekil veren ve yapan, örneğini meydana getiren, onlar iş yapan işçi değillerdi. Bu aletlerin nasıl yapılacağını tarif ederler. Fakat, kendi ellerini dahi dokun­ durmazlardı. İlme rağbet gösterip işe rağbet göstermezlerdi. 310


Çinliler ise dökümcü, eşyaya şekil veren, kalıba sokan, eriten, harikulade boyacılık yapan, maddeleri yontan, res­ sam, dokumacı, iyi yazı yazan, maddesi ve işçiliği çeşitli, değeri ayn olsa dahi üzerlerine aldı.klan ve meşgfil oldukları her şeyi ince bir zevkle yapan insanlardır. Yunanlılar hadiselerin ve eşyanın nedenlerini bilirler. Fakat, bunun ge­ rektirdiği işlerle uğraşmazlar. Çinliler ise eşyanın ameli cep­ hesi ile uğraşırlar, illetlerini bilmezler. Zira bunlar sanatkar, diğerleri ise hakimdirler. Bunun gibi, Arablar da tüccar, sanatkar, tabib, matema­ tikçi, amele olmalarını gerektiren işlerden olan çiftçi, cizye­ nin vereceği zilletten korktukları için ziraatçı, mal ve kazanç peşinde koşan, ellerinde olanı saklayıp başkalarının elinde olanı elde etmeye çalışan kimseler değillerdi. Onlar terazinin dili ve kilenin ağzı ile hayatlarını kazanmaya mecbur olmadılar, danak ve kırat nedir tanımadılar. İlimle meşgul olmaktan alıkoyacak derecede fakir düşmediler. Kabiliyetsizliğe sebep olacak derecede zenginliğe, rahavet getirecek (veya tokluğa sebep olacak) servete sahip olmadılar. Benliklerini öldürecek ve kendilerinde aşağılık hissi uyandıracak bir zillete katlanmadılar. Onlar çöllerde oturup kırlarda büyüyorlardı. Bu sebeple kırağı, nem, buhar, havanın loşluğu teaffün, fazla tokluk nedir tanımadılar. B u nun için zekaları keskin, ruhları mükemmeldi. Gayretlerini ve kuvvetlerini şiir söylemeye, belagatlı konuşmaya, kelime türetmeye, söz söylemeye, kıyafet ilminden başka feraset .ilmine, nesepleri ezberle­ meye, yıldızlarla yol bulmaya, ufuklara bakarak neticeler çıkarmaya, yıldızların hareketlerini takibe (anva ilmine), attan, silahtan ve harpten anlamaya, her işitileni ezberle­ meye, hissedilen herşeyden ibret almaya, menakib ve mesalibi sağlamca öğrenmeye varında bu sahalarda en yüksek dereceye ulaştılar ve bütün maksatlarını elde ettiler. Bu meziyetlerden bir kısmı sebebiyle kendileri en büyük,

311


emekleri en değerli, bütün milletler içinde en ç ok iftihar eden meşhur günlerini en çok hanrlıyan ve ezberliyen millet oldular. (Cahiz, Hilafet menkibeleri ve Türklerin Faziletleri, An­ kara 1 967 s . 76 ve dv).

312


IX. B ÖL ÜM XIX. VE xx. YÜ ZYILLARDA TÜRKÇ ÜLÜ K ( E K) " TURANCILIK" KELİME VE MEFHUMU

Turan, lranlılar'ın, İran'ın kuzey doğusundaki ülkeye verdikleri isimdir. Yüzyıllar boyunca, coğrafi tabir olarak çeşitli yerler için kullanıldı. Genellikle, Türk asıllı Tur soyundan Feridun'un oğlu Efrasiyab, Amu Derya nehrinin ötesinde doğu ve batıya doğru uzanan ülkelerin hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Neticede, Turan tabiri, Türkistan'ın yerini almıştır. Pan-Turanizm (dar manasıyla Pan­ Türkizm), emperyalist bir "taarruz " hareketi değil, tam aksi­ ne bir "müdafaa"dır. Çünkü. 1 - XIX. yüzyılda Avrupa'da, Yunanistan, Bulgaristan, Almanya, İtalya vs. de milli hareketler görüldü. Bunların bir kısmı doğrudan doğruya Osmanlı İmparatorlu.ğu'na tev­ cih edilmişti. 2- Buna ilaveten, Osmanlı İmparatorluğu uğradığı mağlubiyetler neticesinde, pek çok Türk'ün bulunduğu Kuzey Afrika'da, Balkanlar'da, Suriye, Irak ve Arabis­ tan 'daki ülkelerini peyderpey elden çıkarmaya mecbur kaldı. Böylece, Anadolu'daki Türkler, yalnız nüfus bakımından değil, aynı zamanda devletin emniyet ve sela­ meti bakımından da istinad edebileceği yegane temel unsur olarak önem kazandı. 3- .B unun sonucunda XIX. yüzyılın sonlarında Türkiyat 3 13


(Türkoloji) ilim dalı, Türk tarihi, Türk dili araştırmalarında derinleşti. Türk devletleri'nin isimleri ve siyasi-medeni ta­ rihleri gün ışığına çıkarılmaya başladı. 4- Diğer taraftan Rusya'da Türk-İslam aydın sınıfının teşekkülü ve Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu'nun "mil­ let"mefhumuna ilmi manalar getirmeleri de dikkat çekicidir. 5- 1 9 1 0 yıllarından itibaren Ziya Gökalp'in Türkçülük şuuruna sürat kazandırması: "Vatan ne Türkiye'dir Türk­ lere, ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan" fikrini işlemesi. Açıkça görüldüğü üzere, Turancılık, fikri bir harekettir. Ancak, Enver Paşa bu fikri hareketi, Osmanlı İmparator­ luğu'nun güç ve imkanlarını hesaplayamadığı için irreden­ tizm (saldırgan milliyetçilik) şekline dönüştürdü. Günümüzdeki Marksizm de, Enver Paşa'nın milliyetçilik ve turancılık ile ilgili olmayan bu hatasını kendi hesabına değerlendirmiştir. Bu gün, ülkemizde Turancılık "Rusya'­ daki esir Türkler'i kurtarmak için o diyarları fethetme" şeklinde yarı aydın beyinlere nakşedilmiştir. Çünkü , Rusya, Türk azınlığından çekiniyor. İngiltere'nin ünlü Eco­ nomist dergisinde Bolşevik Rusya'daki Türk mil­ liyetçiliği'nin canlılığına işaret edildikten sonra şu satırları okuyoruz: "Bolşevik ihtilfili'nden önce, yirmi bin kadar ca­ miin, bugün yalnız bini ibadete açıktır. Yılda ancak 25-30 Türk'e hacca gitme fırsatı tanınmaktadır. Bunlara karşılık müslümanların gizli bir silahları ·var: çoğalıyorlar. Bu hız devam ettiğinde 2000 yılında Sovyet ordusunun üçte biri müslümanlardan teşkil edilecektir. Netikem, 1968 yılında, Doğu Almanya'da Magdeburg'da genç milli futbol takımımız bir karşılaşma yaptı. Rusya'dan gelen Türk asıllı askerler üniformalarının altında sakladıkları ay yıldızlı bay­ raklarımızı çıkarttılar. Türk milli takımı'nı teşci ettiler. Buna karşılık, Türkiye Türkleri'ni ayrı "etnik gruplar" olarak 314


bölmeğe çalışan Moskova'nın yetmiş yıllık politikası, Rusya'daki Türk boyları'nı da ayrı "milletler" şeklinde göstermeğe çalışmaktadır. Onun bu gayretine buradan da katılanlar oluyor. İlhan Selçuk yazıyor: "Herşeyden önce, kişiye gidip bir sormak gerek: "Arkadaş sen Türk müsün? Eğer dese ki: "Hayır ben Özbek'im" Ya da: "Git kardeşim, ben Azeriyem". Ne yapacağız? Elimize bıçağı ya da taban­ cayı alıp adamın gırtlağına mı dayanacağız. "Ulan sen öz be öz Türk'sün; Türk'üm de bakayım ! " (Cumhuriyet, 27.2. 1 977).

Sonuç: Atatürk diyor ki: "Milliyet davası, şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalaa edilmemelidir. Bu, şuurlu bir ülkü meselesidir. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim, biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele alıyoruz". (Aydın TANERİ, Tercüman, 198 1 )

315



İNDEKS A Abdullah b. Vahb el-Rasibi, 241 Abbasi, 48 Abbasi halifeleri, 63, 7 1 , 75, 78, 125 Abdi İpekçi, 254 Abdülaziz, 140 Abdullah Cevdet, 235, 239, 240 Abdüllatif paşa, 1 62 Abdülbaki Gölpınarlı, 97, 99, 1 00, 1 0 1 , 1 02 Abdülhamit, 22 1 , 226, 1 74, 60 Abu Bekir, (islam Halifesi) 73 Abdülhamid /il), 5 1 , 1 40, 1 50, 1 74, 1 76, 1 77, 1 78, 1 83, 1 86 Abdülkadir İnan, 102 Abdülkadir Karahan, 1 27 Acem, 75, 126 Acıpayamlı, Orhan, 2 l 7 Adasal, Rasim, 47 Afganistan, 88 Afet İnan, 33, · 37 Afrasiydo, 57, 72, 74, 255 Afrika, 29 Afyon Karahisar, 1 3 1 Agah Efendi, 1 58 Agah Oktay Güner, l 99 Ağaoğlu, Ahmet, 245 Ahi Evren, 1 1 O Ahiler, 1 7 1 Ahilik, 1 7 1 Ahlaki Türkçülük, ı 84 Ahmet Ağaoğlu, 3 1 4 Ahmed b . Mahmud, 1 30 Ahmedi (Tacettin İ brahim), 1 37 Ahmedi, 247 Ahmed Vefik Paşa, 1 69, 1 70,

Ahmet Muhtar paşa, 205 Ak Mehmet, 257 Akagündüz, 235 Akba1, Oktay, 2 1 2 Akçura, Yusuf, 1 83, 1 84, 245. Akdağ, Mustafa, 99, 1 66, 208 Akdeniz, 36 Akdoğan, Lütfü, 209 Akhunlar, 54 Akropolis, 238 Aksak Timur, 1 37 Aksaray, l 28 Aksarayi, 100 Akşehir, 230 Alaeddin Keykfibad, 1 03 Alaeddin Mehmed, l 04, 60 Alaşehir, 128 Aleksey, 255 Albat Lebrun, 196 Al-i Afrasiyab, 87 Ali Canib, l 77. l 78 Ali Kemal, 236, 238, 239 Al-i Osman, l 02 Ali Paşa, 1 27, 1 37 Ali Rıza Alp, 295 Ali Süavi, 1 69 Ali Şir Nevai, 1 40, 1 4 1 , 1 42, 1 43, 1 44, 247, 1 24, 1 39 Al-Keşşaf, 92 Allah, 8 l , 82, 95, 99, l 60, 1 6 1 , 173, 1 75, 204, 2 1 4, 237, 240, 240, 242 Alman, 1 32, 1 34, 1 52, 1 92 Almanlar, 34 Alman Milliyetçiliği, l 34 Almanya, 203, 207, 245 Al Muktadi Billah, 7 l Alsas-Loren, 1 9 1

3 17


Alp, Ali Rıza, 230 Alp Arslan, 68, 99 Alp Er Tunga, 84, 87 ° Alp Kuş, 1 07 Altay Dağlan, 66 Altaylı, 226 Al tun Işık, 1 88 Altınordu, 1 5 8 Altın yay, 1 1 9, 1 24 Amasya, 1 09 Amerika, 45 Amerikalı, 204 Amerika Birleşik devletleri, 2 1 , 22 1 Amu Derya, 245 Anadolu, 33, 35, 36, 37, 50, 56, 57, 79, 83 90, 1 00, 1 02, 1 03 , 1 09, 1 1 0, 1 1 1 , 1 2 1 , 1 26, 1 33, 1 35, 1 65, 1 66, 1 67, 1 68, 1 69, 2 1 0, 2 1 1 , 2 1 2, 2 1 3, 2 1 4, 2 1 7, 223, 227, 23 1 , 23� 238, 245 Anadolu Beylikleri 100 Anadolu edebiyatı, 1 09 Anadolu Medeniyeti, 1 65, 1 66 Anadolu tarihi, 100 Anadolu Türkçesi, 1 1 2 Anadolu Türklüğü, 98 Anadolu Türkü, 1 00 Anadolu Türkleri, 1 35, 230 Ankara, 72, 1 43 , 1 46, 207 2 1 2, 2 1 8, 238 243 Antalya, 1 29 Anuştigin, 64 Arab alfabesi, 69 Arabistan, 245

318

Arais El-Kuran, 1 53 Arapça, 44 Arab edebiyatı, 65, 70, 76, 77, 1 1 5 1 35 Arap istiklfüi, 1 26 Arap, 75, 77, 78, 1 26 Arap kavmi, 1 24, 1 25 , 1 26 Araplar, 83, 86, 42 Arap müellifleri, 1 24 Arel, Saadeddin Hüseyin, 43, 278 Arık, Oluş, 2 1 7 Arif Çelebi, 98 Arjantin, 2 1 8 Arkı! Hoca, 1 46 Arnavut, 5 1 , 1 35, 1 2 1 , 1 83 , 21 1 Arnavutlar 214 Arnavutluk 43 Arnavut milliyetçiliği, 1 2 1 Arrar, 1 08 Arrar askerleri, 1 08 Arnold Toynbee, 2 1 1 , 2 1 4 , 254 Arsal , S. Maksudi, 7 , 9, 10, 1 1 . 1 89 Arsel, İ lhan, 194 Arşimed, 242 Arşimed Terazisi, 242 Atuklular, 1 26 Askeri Mektepler Nazırlığı, 140 Aslanapa, Oktay, 2 1 7 Astarabad emirliği, 1 1 4 Asya, 14, 20, 42, 1 24, 204, 208 Aşık Paşa, 1 24, 1 35, 1 34, 1 35, 1 36, 247 .•


Aşık Paşazade, 1 23, 256 Aşina ailesi, 226 Aşkabad, 145 Ata binmemek, 86 Atalar Sözü, l 72 Atalay, Besim, 7 1 Atatürk, 33, 35, 39, 53, 54, 55, 56, 246, 247, 277, 273, 315 Atatürkçü, 1 70 Atatürk (ilkeleri) 53 Ataöv, Türkkaya, 207 Atay, Falih Rıfkı, 1 85 Atila, 1 44, 1 45 Atina, 1 68, 235, 238 Atsız, 93, 94 Ayan azalığı, 1 37 Ayasofya, 15 l Ayasofya Rüşdiyesi, 1 56 Aydın, 224 Aydın Taner, 43, 246, 258, 260, 26 1 ' 270, 273, 278, 28 1 . 285, 295, 302, 3 1 5 Aydınlı Visali, 1 25 Ayıntablı Ayni, 85 Avarlar, 47 Avrupa, 37 A vrupfil Türk edebiyatı, 128 Avusturya, 1 08, 1 55 Avusturya Kralı, 1 08 Avusturya Sosyal Demokrat Partisi, 26 Azerbaycan, 100, 147, 223 Azeri, -2 1 3 , 246 Azeıi Türkçesi, 1 09 Aziz Hüdai Bey, 1 52

B Babfil, 1 09 Baba İlyas bin Ali-el Horaslini, 109 Baba ishak, 1 09 Baba Muhlis, 109 Baba Yorgos, 235 Babil, 1 5 1 Bab-ı ali 1 12; 1 88, 23 1 Bağdad, 48, 49 Bahadır Han, 1 19 Bahaeddin Ögel, 64, 67, 68 Bahaeddin Veled, 95, 1 1 7 Bahriye Nazırı Cemal Paşa, 236 Bakiler, Yavuz Bülent, 2 1 4 Balasağunlu Yusuf, 87 Balkan, 1 34, 1 36, 1 43 Balkan Bulgarları, 1 36 Balkan harbi, 143, 203 Balkan Savaşı, 55 Balkan kavimleri, 1 34 Balkanlar, 1 33, 1 89, 234, 245 Balkanlar'daki milli hareketler, 19 Baltacı Mehmet Paşa, 303, 305 Balzac, 186 Bang, W., 123 Banarlı Nihad Sami, 6 1 , 63, 66, 69, 75, 78, 1 30, 1 0 1 , 1 26, 109, 1 65, 1 74 Bark suyu, 1 08 Barksı, Ömer Lütfi, 1 66 Barthold, Wilhelm, 2 1 0, 226 Barzani, 2 1 2 Basra, 1 50, 1 53, 24 1 Basralı, 240

3 19


baş açmak, 86 baş mabeyinci, 13 1 Batı Asya, 53 Batı Avrupa, 1 59, 1 8 1 , 2 1 0 Batı Oğuz dili, 76 Batı türkistan, 54, 55 Bayat, 1 05, 120 Bayezid (il), 1 50 Bayezid Han Gazi (il), 102 Bayezid Rüşdiyesi, 1 3 1 Bayundur, 105 Bedii Türkçülük, 1 84 beğ, 60, 66, 72 Belh, 95, I 1 7 , 1 1 8 Belhliler, 97 Bengalce, 1 93 Bergama, 1 67 Berker, Ercüment, 2 1 9 Berzence, 1 32 Besim Atalay, 85, 86 Beyoğlu, 1 28 Beyşehir, 230 biat, 39. Bilge Kağan, 72, 74, 247 Birinci Cihan harbi, 20, 143, 1 85, 1 88 Biruni, 49 Bizans, 5 1 , 57, 1 25, 1 68, 202, 2 1 6, 2 1 7, 2 1 8, 2 1 9, �27, 233 Bizanslı, 1 66 Bizanslılar, 42, 60, 68 Boerler, 1 79 Boğa al-Kebir, 48 Bobofça, 1 32 Boğa el seyir, 48 Boğaziçi, 1 2 1 , 1 76 Bolşevik, 246

320

Bolşevik ihtilali, 246 Bolşeviklik, 1 4, 20, 2 1 , 22 Bolşevik Partisi, 29 Bor, 230 Boratav, Pertev Naili, 1 69, 2 1 7 Boşnak, 1 83 boyuna kefen asmak, 85 boyuna kuşak asmak, 86 Börü Tekin, 69 Brejnev Doktrini, 3 1 Brion, Marcel, 1 23 Buğa al-Sagir, 41 Buhara, 167 Buharin, 20, 25 Bulgar, 86, 1 83, 1 84, 234 Bulgaristan 37, 2 1 1 , 234, 245 Bulgarlar, 47, 1 03 Bund (Yahudi İşçi Partisi), 1 4 burjuva milliyetçiliği, 1 9, 23 burjuvazi, 29 Bursa, 1 37 Bursa'lı Nurullahoğlu Ali, 1 94 Bursalı Tahir Bey, 1 2 1 Buyruk beğleri, 60 Bükreş, 1 37, 1 53 Büyük petro, 255 Büyük Selçuklu İmparatorluğu, 50, 83, 1 57 Büyük Selçuklular, 43, 59, 80 Büyük Hun Devleti 1 65 Büyük Hun İ mparatorluğu, 53 Büyük iskender, 1 22, 1 67 Büyükkole, 234 Büyük Millet Meclisi, 143 Büveyh-oğulları, 49


c

Çağatay nazmı, 1 1 5

Cahiliye devri, 227

Çanakkale,

Cahiz, 77

1 88, 230, 1 55

1 54,

1 63 ,

Cahun, Leon, 1 24

Çanakkale savunması, 169

Cambridge, 1 95

Çanakkale Zaferi, 1 78

Cami'ül-Hikayat, 102

Çan Kayşek, 1 3

Cebele, 240

Çarlık 169

Cebeleli, 240

Çek milli hareketi, 19

Celaleddin hfui.zmşah, 47, 246

Çerkez, 1 83

Cemal Karşi, 87

Çermik, 142

1 69 ,

Cemal Paşa, 1 87

Çin, 20, 27, 38, 5 1 , 53, 54,

Cemşid ü Hürşid, 139

59, 60, 6 1 , 77, 1 23, 1 33, 1 4 1 ,

Cenab Şehabeddin, 190

1 92, 2 1 2, 2 1 3, 22 1 , 225, 227

Cengiz, 98, 144

Çince, 53, 1 93, 2 1 2, 226

Cengiz Orhoncu, 249

Çin ihtilali, 20

Cevat Şakir Karaağaç, 2 1 0,

Çin İmparatoru, 55

2 1 1 , 2 1 2,2 1 3, 2 1 4

Çin Komünist Partisi, 1 92

Cezayir, 5 1

Çinli, 2 1 3

Cezayirli, 1 52

Çinliler, 53, 54, 5 5 , 242, 243

Cezireli, 240

Çin medeniyeti, 101

Churchill, 53

Çin ordusu, 59, 60

Chou sülalesi, 227

Çin Tarihleri, 56

Cihad-ı Ekber Marşı, 1 60

Çin Türkistanı, 2 1 0

Cihannüma, 1 25

Çu, 67

Cingiz, 1 1 9

Çuvaş, 72, 73

Cingiz oğullan, 1 1 9 Cumhuriyet, 1 64 , 2 1 5 , 2 1 6

D

Cunbur Müjgan, 86

Dağıstan, 240

Cumhuriyet (gazete), 223, 246

Dahiliye nazırlığı, 137

Cürcfuıiye, 78

Damat Ferit Paşa, 236, 239

Ceveyni 92

Danişmend, İsmail Hliıni, 72,

ç

Danişmendoğullan, 1 26

Çadır, 73

Darülfünun, 1 74

Çağatay, 1 1 5, 1 1 8, 1 34, 1 38

Diruşşakfaka, 1 39

Çağatayca, 1 34, 135

Dede Korkut, 1 39

Çağtay Lehçesi, 1 1 5, 1 1 8, 1 38

Deguignes, 1 75

1 2 1 , 1 22

321


Demirbaş Şarl, 309

162

Demirkapı, 60

Dürzi, 1 83

Demirtaş, 1 43

Düvel-i muazzama, 1 87, 1 88

Denktaş, Raif, 232 Denktaş, Rauf, 1 57

E

Deny, 226

ebedi taş, 61

derebeylik, 33

ebu Bekr, 107

dersafu:let, 23 1

Ebü'l-Glizhi Bahadır Han, 1 45,

Descartes, 1 5

146, 1 7 1 , 247

Develihisar, 230

Ebül-Gazi unvanı, 1 1 8

Devlet-i Türkiye, 57

Ebü'l-Kaasım Babur, 140

Deylem, 1 05, 1 23

E b - u l - K aas ı m

Dicle gazetesi, 142

Zemahşeri, 92

Dini Türkçülük, 1 84

Economict (dergi), 240

Mahmud

Die legende Von Oghuz gag­

Edebiyat- ! Osmaniye, 1 74

han, 1 5 1

Edime, 1 37

divan beyliği, 1 14

Edimekapı, 1 5 1

Divan-ı Kebir, 103

Edirneli Nazmi, 1 25

Divlin-ü luglit-it-Türk, 60, 83,

Edime Sarayı, 1 1 2

84, 85, 86, 92

Eflliki, 1 05, 1 1 9

diyalektjk, 14

Efrasi_yaf, 102, 148, 3 1 3

diyalektik Materyalim, 1 4

Efrasyafoğulları, 68

Diyarbakır, 1 76, 177

Efrenc, 1 23

Diyarbakır Askeri Ruşdiyesi,

Ekrem Akurga, 267

1 42

Ekim İhtilfili, 25

Diyarbakır Salnlimesi, 142

EkrOt, 1 04

Diylir-ı ROm, 79

el-'Abali, 240

Doğu Almanya, 246

elbisenin ters giyilmesi, 2 1 1

Doğu Anadolu, 2 1 1

elbiseyi yırtmak, 86

Doğu Asya, 53

Elbistan, 127

Doğu efsaneleri, 1 13

Elçioğlu, İzzettin Hümayi, 1 62

Doğu şiiri, 1 1 5

El Mabarak, 239

Doğu Türkçesi, 1 1 5

Elie Kedourie, 1 3 , 1 4

Doğu Türkistan, 2 1 2

el-Katül, 239

Doktrinor milliyetçilik, 39, 54

Emeviler, 48, 49

Dokuz Oğuz beğleri, 72

emir, 72, 74, 75

Dostoyevski, 260

Emir Çavlı Candar, 1 08

DurOb-ı Emslil-i Osmaniyye,

Emirler, 66

322

·


Emir Mahmud b. Bercem, 107

Falih Rıfkı Atay, 235, 240

Emir Süleyman, 1 37, 1 3 8

Feodal, 1 8

Emir zeyne'd-Din Ali Küçük,

Fahr-i Resul, 1 60

107

FW-abi, 49, 76, 1 67

Emperyalist, 25, 245

Fatih külliyesi, 203

Encümeni Daniş azalığı, 1 37

Fatih Sultan Mehmed, 1 27,

Endugi, 230

303

Engels,

Faşizm, 47, 1 59, 1 8 1 , 201

1 5 , 16, 19, 20,

Ensfil>-ı evlad-ı Oğuz Han, 103

Federal Almanya, 193

Enver paşa, 1 O, 246

Feodalizm, 1 2, 24

Ercüment Berker, 278

Fergana, 240

Erdoğan Mesfil, 1 30

Feridun Uzluk, 1 04

Emest Renan, 2 1 3

Felsefi Türkçülük, 1 88

Erdentuğ, Nermin, 230

Fıkıh, 76

Eren, Hasan, 230

Figani, 1 27

Ergin, Muharrem, 1 1 9, 2 1 9

Fih-i Mafıh, 88

Ermeni, 1 64, 1 66, 1 74, 1 83,

fınler, 27

1 84

Farisi, 106, 1 1 6

Ennenice, 1 1 0

Fars, 78, 148, 1 57, 2 1 8

Enneniler, 1 26

Farsça, 44

Enneni orduları, 1 64

Fars dili, 73, 75, 76, 1 3 1 , 142

Eröz, Mehınet, 22, 26

Fars Edebiyatı, 42, 65, 1 1 5 ,

Mehmed Akif, 1 5 1

1 35

Ertuğrul, 1 35, 1 62

Frank Furto Allgemeine, 244

Erzincan, 1 64

Fransa, 1 53, 1 28, 1 8 1

Erzurum, 1 00, 1 53, 1 64

Fransız, 1 29, 1 32, 1 34, 1 35 ,

Eş'ar-ı Osmant 1 74

1 40, 1 4 8 , 1 5 1 , 1 52

Eşref Paşa, 1 62

Fransızlar, 34

Ethem Üngör, 207

Fransızca, 1 1 9, 1 27, 1 38, 142,

Etrak, 104, 1 05

210

Etrak-i Biidra.k, 45, 50, 5 1

Fransız edebiyatı, 1 29

Eyüb, 1 75

Fransız İhtilali, 1 1 , 1 2

-

Fransızlar 237 F

Fransız Maliye Nazırlığı, 1 27

Fahreddin Mubarekşah, 88, 89,

Fransız Milli Meclis!, 1 8 1

90

Fransız milliyetçiliği·, 1 34

Faik Ali Ozonsoy, 1 89

Fransuva (1), 1 52

323


Fraşer, 1 2 1

Gicaris, 235

Frenk, 1 04, 1 28

Girit, 1 39 .

Frenkler, 1 25

Girit isyanı, 1 9

Friedrich Elbet Vakfı, 192

G.R. Gochmat, 1 5 1

Frig, 1 67

Gime, 229

Fuad Köprülü Okulu, 47, 50,

Gomeritler, 237

89, 1 02, 1 96, 1 97, 198, 1 99,

Gor, 1 23

200, 2 1 3, 2 1 4, 247, 259, 264

Gor hükümdarı, 75

Fuad Paşa, 1 37

Gökalp, Ziya, 1 4 1 , 1 42, 1 43 ,

Fuzuli, 167

144, 145, 1 46, 1 47, 148, 149,

G

246

Galatasaray, 1 74

Göktann, 35,

Galatasaray Sultanisi, 1 56

Göktürk, 4 1 , 45, 60, 63, 64,

Galiçya, 1 54, 1 55

66, 74, 75, 275

Garibnfune, 1 l 1

Göktürkler, 7 1

Gazfili, 49, 1 67

Göktürk Devleti, 56

Gazi Ahmet Muhtar Paşa, 200

Göktürk Hakanlığı, 227

Gazanavatname, l 26

Göktürk İmparatorluğu, 56,

1 50, 1 85, 1 86, 1 94, 2 19, 226,

Gazi, 108

1 69, 226

Gazi Osman Paşa, 256

Göktürk kitabeleri, 289

Gazne, 123

Gölpınarlı Abdülbaki, 8 1

Gazneli , 2 1 0

Grek, 90, 233

Gazneliler, 50, 88

Grek Kültürü, 233

Gazneli Mahmud, 104

Gur hükümdarları, 73

Gelibolu Yarımadası, 1 55

Gurlular, 73, 75

Genç Kalemler (dergi), 1 8 8

Gülşehri, 1 24, l j8

Genç Osmanlılar, l 8 2

Gümrü, 164

Genç, Reşat, 72

Güner, Agfilı Oktay, 1 59

Gen� Türkler, 1 84

Güney Afrika, 23

General Kofınan, 258

Gürcistan, 1 04

Gerdizi, 225

Gürcü, 107

Genniyan, 1 37

Gürcüler, l26

Germiyan Beyi, 1 12

Gürcü melikesi, 1 07

Germiyan Beyliği, 1 12

Gürh!n, 108

Gıyaseddin Muhammed, 88, 89 Gıyaseddir. Keyhüsrev 1, 104

324

H Habeş, 109


Hacettepe Üniversitesi, 47

Hazreti Muhammed, 76

Hacı Bektaş Veli, 1 1 0

Bellen, 36, 2 1 6, 233, 234

Hacivat 235

Hellen Kültürü, 234

Haçlılar, 1 26

Bellen medeniyeti, 233

Hadisat, 1 52

Hellenistan, 1 67

Hak, 94, 98, 1 53

Hemedan, 107

Halaçlar, 1 1 8

Henri (Vill), 202

Halife Ömer, 76

Heraklit, 1 5

Halife Mansur, 49

Herat, 1 39, 1 40

Halife Memun, 49

Herodotos, 2 1 3, 287

Halife Mutasım, 50

Hıfzı Vahdet Velidedeoğlu, 260

Halil, 83

Hımyeri, 1 5 3

Halil İnalcık, 2 1 1

Hıristiyanlık,

Hallac, 1 1 6, 1 45

1 52, 230, 233, 237

Hakan, 39, 59, 60, 6 1 , 68, 72,

Heyel, 16, 20

73

Hıtay, 103

Hak.imiyet-i milliye, 39

Hıyve, 1 45

Hakkari, 2 1 0, 2 1 1

Hid, 1 23

.

Ham, 228

36, 9 9 ,

l 25,

Hicaz, 5 1 , 95

Harbiye Mektebi, 1 39

Hicret, 1 25

Hariciye Nezareti, 1 32

Hilafet ordusu 243

Harizm, 92

Hile-i Şer'iyye, 239

Harizmşahlar, 39, 50, 98, 1 93

Hind, 1 26, 1 5 1

Harun Reşid, 49

Hindistan, 90, 145

Hasan Bey, 1 22, 1 32, 1 33, 1 40

Hintce, 1 93

Hasan Sabbah, 1 7 i , 1 72

Hintli, 90, 9 1 , 92

Hatay, 126

Bitli, 82, 108

Hatko, Nevzat, 233

Hitit, 1 67

Haydar Sükan, 298

Hititli, 1 66

Hayyam, 77

Bitler, 5 3

Hammer, 287

Hoca Dehhani, 109

Hamdullah Suphi Tanrıöver,

Horasan, 1 00, 1 08, 1 09, 1 1 4,

2 1 8, 2 1 9, 220

1 1 8, 240

Hammad el Turk-i, 49

Horasanlı, 99, 239

Hatem'i Tai, 85

Hoşab, 149

havaya ok atmak, 223

Hotan, 1 26

Hazarlar, 47

HOd, 1 17

325


Hun, 45, 275

İbranice, 1 10

Hun Devleti, 209 Hukuki Türkçülük, 1 84

İbtida-name, 90, 9 1 , 92, 95, . 96 İçel, 230

Hülefü�i R3şidin, 48

İdeolojik milliyetçilik, 39, 54

Hüsamettin Çoban", l 29

İhşitoğullar Mehmed, 48, 50

Hüseyin Baykara, 140

İhtidaname,

Hüseyin Cahit Yalçın, 234,

1 1 5, 1 1 6, 1 1 7

236, 237, 238

İdil, 70

lll,

1 1 2,

Hüseyin Saadettin Arel, 50

İktisadi Türkçülük, 1 84

Hüseyin İbn Mehmed, 80

İlhan Arsel, 247

Hyppolite Tain, 236

İntroduction

al 'histoire

l l 4,

de

L'asie, 1 52

1

İlhaniler, 99, 1 68

·ı ıgın, 230

İlteriş Kutluk Han, 59

Ihşıt-oğullan, 4 l , 42

İltois Kutluk han, 7 1

1.H. Uzun Çarşılı, 254

İlyas Bin Ali-El horasani, 1 34

Ilıcak, Nazlı, 208

İnalcık, Halil, 166

Irak, 42, 1 00, 107, 1 64, 209,

İnan Abdulkadir, 85

2 1 2, 245

İnanç Hatun, 107

Isfahan, 1 08

İnceğiz, 103

Islavca, 227

İnci ırmağı, 60

Isparta, 230

İnebolo, l 7 l

Itri, 1 76

İngiliz, 37,

1 67,

1 69, 202,

23 1 , 238 İ

İngiliz Kralı Giyam, 304

İbn Bibi, 1 02, 1 23, 1 27

İngilizce, 37, 1 19, 193

İbn el-Zubayr, 240

İngilizler, 143, 23 1 , 232

İbn Kemal, 247·

İngiltere, 1 79, 207, 2 1 8, 246

İbn Hayyam, 64

İpekçi, Abdi, 202

İbn Havkal, 4 l

İpekyolu, 53

İbn Hurdadbih, 225

İsa, 1 67, 2 1 6

İbn Sina, 1 67, 1 68

İsfendiyar Han, 86

İbnü'l-Esir, 225

İsmail Hami Danişmend, 86,

İbrahim Cehdi, l 50

149, 1 50, 1 55

İbrahim Efendi, 1 50

İspanyolca, 193

İbrahim Halfin, 1 l 9

İskit, 225

ibrahim Kafesoğlu, 28 l

İsrail, 225

326


İstavroz, 233 İsuar, Ahmet, 2 1 6 İsveçliler, 22 İşbara, 55 İvan, 202 İyon kültürü, 1 68 İyonlu, 1 66 İzmir, 229, 230 İzzeddin Keykavus (1), 39, 1 04 İrak, 1 07 İran, 3 1 , 50, 78, 9 1 , 1 40, 1 5 1 İran edebiyatı, 1 1 3, 1 1 8 İranlı, 99, 1 00 İranlılar, 40, 4 1 , 2 1 8, 245 İran Selçukluları, 1 26 İrlanda meselesi, 22 İrredentizm, 9, 1 59, 246 İshaklı, 230 İskender, İ 24, 1 44 İskender-i Zülkameyn, 1 22 İskitler, 237 İslam, 36, 38, 39, 40, 4 1 "" 42, 43 , 63, 64, 65, 66, 73, 74, 76, 68, 80, 85, 98, 1 25, 1 33, 1 2 1 , 1 34, 1 52, 1 54, 2 1 6, 2 1 7, 225, 245 İslam alemi, 63, 64, 65, 66, 68, 76 İslam Devleti, 36, 39 lslam Dünyası, 1 54, 1 57 İslam Edebiyatı, 8 1 İslam Hukukçuları, 1 58 İslami, 1 1 3 , 1 94, 234 İslamiyan, 1 2 1 İslamiyet, 36, 40, 54, 1 26, 2 1 0, 2 1 2, 233 İslamlık, 64, 70 ·

İslam medeniyeti, 63, 74, 201 İslam ümmeti, 1 57 İsmail Hakkı Bey, 203 İsmfilliler, 1 25 İstanbul, 1 57 İstanbul Dadülfünfinu, 1 4 3 , 1 56 İstiklal Savaşı, 1 64, 1 78 İsviçre, 25, 2 1 0 İsviçreli, 238 İşpara, 66 İtalya 245 İtalyanca, 1 38, 2 1 0 hilaf devletleri, 1 5 1 İtti had v e Terakki, 1 77, 22 1 İzzeddin Hümri Elçioğlu, 204 İzzeddin Keykavus, 47, 1 28, 129 J Japon, 1 52 Juan-Juan, 53 Jenetik metod, 1 58 K Kant, 1 5 , 1 6 Kabaağaç, Cevat Şakir, 166 Kabe, 92, 1 33 Kadıköy, 1 72, 2 1 5 Kafesoğlu, İbrahim, 228 Kafkas, 1 64, 1 85 Kafkasya, 3 1 Kafşudoğulları, 107 kağan, 6 1 ğ Kahire, 1 1 2, 1 83, 1 84 Kalpakçıoğlu, Özdemir, 235 Kalinin, 24

321


Kamus-ili alam, 1 49 Kanglı, 57 Kanklı türkleri, 76 Kapağan Kağan, 72 Kapdan-ı derya Ratib Paşa, 1 3 1 Kanuni Sultan Süleyman, 1 27, 1 50, 256 Kapitalist, 25, 1 8 Kapitalizm, 27 Kapoşvar, 1 32 Karluk, 68 Karluklar, 57 Karluk Türkleri, 1 08 Kars, 1 3 1 , 2 1 0 Kari Maks, 244 Kazım Karabekir Paşa, 200, 206, 207 Karadağ, 1 39 Karadağ Prens Donilo, 256 Karadeniz, 37, 2 1 1 Karagöz, 301 Kara Han, 146 Karahan Devleti, 86, 87, 88 Karahanlı, 2 1 0 Karahanlılar, 50, 77 Karaman, 230 Karaman Beyliği, 1 0 1 Karaman-oğlu Mehmed Bey, 44 Karaman oğulları, 1 09 Karaman Türkleri, 1 00 Kars, 1 64 Kastamonu, 1 39, 1 50 Kaşgar, 66 Kaşgarlı Mahmud, 60, 68, 80, 8 1 , 82, 84, 86, 87, 88 Katip Çelebi, 85

328

Kant, 1 5, 1 6

Kautsky, 28, 29 Kaoçi, 63 Kavaid-i Osmaniye, 1 74 Kayı, 1 05, 1 20 Kayı (Külhanın oğlu), 1 47 Kayı Han, 1 35 Kayı Hanlı Aşireti, 1 35 Kayseri, 1 29 Konaklar, 2 1 3 Kazan, 145 Kazancakis, 299, 300 Kazan, 1 36 Kazvin, 1 05 kefenini boynuna dolamak, 86 Keltler, 237 Kem ırmağı, 65 Kemal, Ali, 1 86, 1 87, 1 88 Kemal Edip Ünsal, 1 27 Kemal Paşazade, 1 O 1 Kemal, Orhan 2 1 2 Kemal, Yahya, 1 86 Kennedy, 53 Kerbela, 1 33 Keyhüsrev, 1 20 Kıbrıs, 293, 294, 295, 296, 297, 304 Kıbrıs Ağızı (Lehçe), 230 Kıbrıs'ın Fethi, 238 Kıbrıslı Türk, 232 Kıbrıs Türk Cemaati, 23 1 Kıbrıs Türk Devleti, 1 57 Kıbrıs Türk Halkı, 23 1 Kıbrıs Türkleri, 293, 297, 298 Kıbrıs Türklüğü, 229, 230 Kıbrıs Zeybeği, 230 Kılıcını vermek, 86 .


Kılıç, 78, 1 33 Kılıç-kalkan oyunu, 223, 224 Kımız, 1 20 Kınık, 1 20 Kıpçak, 1 03 Kıpçak Türkleri, 76 Kırgız, 8 1 , 1 83 Kırgızlar, 36, 1 47 Kırgı z Türkleri, 65 Kının Harbi, 22, 1 3 1 , 1 60 Kırşehir, 1 34, 1 3 5 Kıss ibni Sa.ide, 1 52 Kızıl-Arslan, 1 07 Kızılelma, 1 83, 1 88 Kızılırmak, 7 1 Kiçkine Bahadır, 1 39 Kilisli Muallim Rifat, 7 1 Kitabü'l-A'yan, 69 Kitab-ı Cihannüma, 1 25, 1 50 Klasik demokrasi, 1 95 Koca Türkeli, 1 84 Koçhisar, 230 Kofman, 205 Komünist ideoloji, 1 92 Komünislik, 1 7 1 Komünist-marksist doktrini, 181 Komünistler, 20 1 Komünistler, 20 1 Komünizm, 1 1 , 1 7, 1 8, 20, 26, 57, 1 8 1 , 20 1 Koner, 97 Konya, 95, 1 22, 1 34 Konyalı Bekir Ağa, 1 3 1 Kore, 1 52 Korkunç İvan, 255 Kosova, 2 1 4

Koşay, H. Zübeyir, 225 Kautsky, 23 Kölemen, 57 Köprülü, Mehmet Fuad, 40, 43, 7 1 , 74, 85, 1 56, 1 57, 1 58 , 1 59, 1 68, 1 94, 2 1 0 Köroğlu, 1 39 Köymen, Mehmed Altay, 50, 1 56, 1 66, 222 Kral Ferdinand, 1 33 Kuan, 2 1 2 kubbetü'l-mülk, 7 3 Kudadgu Bilig, 60 Kudret (gazetesi), 1 58 Kufeli, 240 Kumanlar, 47 Kur'an, 93, 1 2 1 , 1 22, 1 24, 1 26, 24 1 Kurtuluş Savaşı, 28, 47, 1 63 Kutadgu Bilig, 50 Kutayba, 308 Kutayba b. Müslim, 24 1 Kutbettin Ay, 90, 9 1 Kuş-Timur, 49 Kutalmış b. İsrail b. Selçuk, 1 08 Kutbeddin Ay bey, 75 Kuvay-i milliye, 1 88, 1 89 Kuzey Hindistan, 73 Kuzey Afrika, 245 Küçük Mecmua, 1 78 Kültigin, 74 kültür milliyetçiliği, 34, 54, 79 Kün Han, 147 Kürtler 107 Kürt, 1 83, 1 85, 2a9

. 329


Kürt askerleri, 1 07 . Kürtçe, 93 Kürtlük davası, 1 89 Kütahya, 1 37 L Lfilıur, 89 Latin, 68 Latince, 44 La vie des Huns, 1 5 1 Laz, 1 35, 1 83 Leh, 1 3 Lehce-i Osmani, 1 7 1 , 1 72 Lena Vuduri, 301, Lenin, 26, 27, 28, 30, 3 1 , 32, 53 Leningrad, 29 Leninizm, 26 Leskofçalı Galip Bey, 1 62 Lldya, 1 67 Lin Guey Cen, 2 1 3 Lisani Türkçülük, 1 84 Londra, 2 1 , 1 3 7 Lozan, 26 Lüxemburg, Roza, 1 4, 23, 26 Lütfi Akdoğan, 263 M Maarif, 9 1 Maarif Nazırlığı, 1 37 Maarif Vekili, 1 72 Maarif Vekilliği, 7 1 Maarif Vekill iği tel i f ve tercüme encümeni reisi, 143 Macaristan, 237 Macaristan seferi, 203 Macarlar, 22

330

Macid Bey, 1 32 Magdeburg, 246 Mahdume Hanım, 1 3 1 Mahmud b. Anasıoğlu, 1 07 Makedonya, 2 1 2 Makedonya Cumhuriyeti, 2 1 4 Makedonyalı (İskender), 1 23 Malazgird, 125 Malazgirt Meydan Muharebesi, 83 Malta, 1 43, 149, 1 5 1 , 203 Manisa, 230 Mansur, 4 1 , 73 Maraşal Tito, 56 Marcel Brion, 1 5 1 , 1 52 Marco Polo, 68 Marx, 1 5, 1 6, 1 7 , 1 9, 20, 22, 207, 1 92 Marksist, 48, 1 , 20 Marksist demokrasi, 1 95 Marxistlerin programı, 24 Marksist öğreti, 1 95 Marxizm, 26, 54, 3 14, 253 Marksizm Araştırma Enstitüsü, 1 92 Marxizme göre milliyetçilik, 7,

46

Marksizm-Leninizm, 22 Marmara, 1 76 materlalist, 1 74 materyalizm, 1 3 Mao ZA! Tung, 2 1 5, 244 Maveraunnehir, 1 4 1 Mazzini, 19 M . Altay Köymen, 59, 1 96, 2 1 1 , 280 Meclis-i Maarif azfilığı, 1 27


Meclis-i Mebusan Rei sliği, 1 37 Metaksas, 229 Mehmed 1., 254 Mehmed (iV), 149 Mehmet Ale Bey, 153 Mehmed b. G§.zi (il. Mehmed), 1 02 . Mehmed çelebi, 1 38 Mehmed Emin Paşa, 1 63 Mehmed Eröz, 32 Mehmed, Han, 1 45 Mehmed Kemal ( N a m ı k Kemal), 1 32 Mehmet Muhsin Koner, 96 Mehmet Muhlis Koner, 8 1 Mehmed Neşri, 1 23 Mehmed Ziya, 1 78 Mehmed Muiddin Tuğrul Şah, 1 27 Mehmet Tevfik Efendi, 142 Mekatib-i Askeriya N§.zın, ı 39 Mekteb-i Harbiye nazın, 140 melik, 72 Memleketyn müfettişliği, 1 37 Memluk, 68 Mem!Oklar, 1 58, 1 69 Me'mun, 77 Mengü-Bars, 1 08 Menandros, 227 Mengü-birti, 1 93 . Mengücek-oğulları, 126 Mercan idadisi, 1 56 Mercii, Erdoğan, 1 06 Mesnevi, 80, 8 1 , 83, 84, 85, 86, 90, 1 1 5 Mes'ud Bilali, 107

Mesudi, 68 Mec'udi, 57, 225 Meşhed, 1 33 Meşrutiyet, 1 72, 1 88, 227 Meşrutiyet (il), 7 1 , 1 42, 1 50, 1 86 Meşrutiyet Türkçülüğü, 1 88 metafizik, 1 4 Mete, 4 1 , 209, 247 Mete Han, 1 65, 1 94 Mevlana Celaleddin ROmi, 49, 59, 60, 95, 97, 99, 1 00, 1 0 1 , 1 02, 1 03, 1 04, 1 05 , 1 06, 1 07, 1 08, 1 09, 1 1 0, 1 35 , 247 Mevlana Şemseddin, 89 mevlit, 37, 101 Mısır, 48, 1 5 1 , 68, 1 37 Mısır Firavunları, 1 24 Mısır hükümdarı, 1 23 Mısır Mem!Okleri, 75 Mihailof, 1 85 Millet Meclisi, 1 37 Milliyet, 23 1 , 232 milliyetçi, 172, 1 74, 234 milliyetçilik, 230, 2 3 1 Milliyet (gazetesi), 207 milliyetperver, 1 1 6 M. Kemal Öke, 235 minyatür, 37 Mizancı Murat, 1 84 modem sosyalizm, 1 92 Molla Mustafa B arzani, 209 Molla Sırot, 1 74 Morgarten Savaşı, 22 Moğol, 63, 1 1 4, 1 1 8 , 1 1 9, 1 2 1 , 1 22, 145, 1 46 Moğol Devleti, 54

331


Moğollar, 90, 96, 98, 99, 1 00, 1 19, 1 25 , 1 26, 1 40, 1 5 8 Moskof, 1 54 Moskof savaşları, 1 5 3 Moskova; 1 8 1 , 201 , 246 Macar, 227 Mucuflos, 234 Maçin, 1 03 Muğla, 2 1 0, 230 muhafazakar, 1 8 1 Muhakemet-ül LOgateyn, 144 Muharrem Ergin, 145, 1 46, 278 . Muhammed, 79 Muham med (Fahreddi n Mübarek Şah), 73 Muhiddin Nalbantoğlu, 258 mühtelif Türk zümreleri, 1 59 Muineddin Pervane, 87, 8 8 , 1 00 Mu'inü'd-din Tuğfl:ll Şah, 1 04 Muizzüddin (Gor hükümdarı), 90

Mukaddimet-ül-edep, 92, 93 Muktadi Billah, 86 Muktefi (Halife), 1 07 Muntasır, 48 Murad (1.), 1 1 2 Murad il, 1 26, 1 27 Murad (V.), 140 Musa Carullah, 1 24 Musibet-Name, 1 02 Mustafa Akdağ, 1 2 1 , 1 23, 260, 211 Mustafa oğlu Cemil Çataca, 194 Mustafa Asım Bey, 1 3 1

332

Mustafa Reşid Paşa, 1 57, 1 58, 1 59, 1 7 1 Mussolini, 1 3 Museviler, 1 3 Musul, 1 50 Mu'tasım, 42, 239 Maveraünnehr, 228 Mücumel üt-tevarih Vel-Kısas, 57 Mühendishane, 1 37 mühürdalık, 1 14 Müjgan Cunbur, l03 Mülkiye İdadisi, 142 Müslüman, 85, 93, 99, 1 53 , 1 25, 246 Müstain, 48 Mutenebbi, 1 86 Mütevekkil, 4 1 Muzika-i Humayun, 1 60 N Nafi Atuf, 2 1 8nakışçı, 6 1 Nakş-ı Çiğil, 86 Nalbantoğlu, Muhiddin, 205 Nazım Hikmet, 1 70, 1 7 1 , 1 72, 1 73, 1 74, Namık Kemal, 1 58, 1 62, 1 63 , 1 64, 1 65, 1 66, 1 68, 1 69, 1 77, 222, 247 Napoleon, 190 Nasırüddin, 94 Nasrettin Hoca, 2 1 3, 269 Nazım Hikmet, 2 1 4, 2 1 6, 2 1 7, 2 1 8, 2 1 9, 220, 22 1 Nazlı Ilıcak, 260 Nefi, 1 92 Gy. Nemeth, 226


Nesa, 1 08 nesabnfune, 73 Neşri, 1 26, 1 50, 1 5 1 , 247 nevbet davulu, 73 Niğde, 230 Niğebolu, 1 26 Nihat Sami B anarlı, 74, 75, 79, 83, 9 1 , 94, 1 24, 1 25 , 1 33 , 1 46, 1 55 , 1 6 1 , 1 8 1 , 1 89, 22 1 , 229 Nişabur, 68 nizam-ı filem, 38 Nizfuni, 1 38 NOh, 1 17 Nur, Rıza (Doktor), 1 19 Nobel, 45 o

oba, 67 Oğuz, 67, 8 1 , 1 03 , 1 27, 1 49, 1 68, 1 72, 1 75, 1 76 Oğuz beyleri, 56, 60, 86 Oğuz Destan, 68, 69 Oğuz Han, 1 49, 1 50, 1 5 1 , 1 52, 1 53 Oğuz Kağan, 54, 1 23 Oğuz Kayı Han, 1 35 Oğuzlar, 80, 1 83 Oğuz nesli, 1 03 Oğuz Türkçesi, 1 09 Oğuz Türkleri, 84, 99 Oğuz Türkü, 1 0 1 Oğuznfune, 1 46, 1 5 1 ok, 68 Ukaz panayırı, 1 24 Oktay Akbal, 267 Oktay Aslanapa, 276 Oluş Ank 27

Omar b. el-Hattab, 240 Onaltı Türk Devleti, 1 57 oniki çadır, 1 20 onyedi yıldızlı bayrağımız, 1 57 Orhan Bey, 255 Orhan Acıpayamlı, 276 Orhan Kemal, 266 Orhonlu, Prof. Dr. Cengiz, 230 Orhun, 53, 60 Orhun Kitabeleri, 226 Orhun Kitabesi, 60 Orta Anadolu, 2 1 1 Ortaasya, 4 1 , 42, 44, 46, 47, 49, 50, 60, 63 , 64, 68, 1 8 1 , 264, 265, 266, 273, 289, 300 Orta Asya Türkleri, 1 14 Orta Avrupa, 227 Orta Doğu, 234 Oruç Bey, 1 03 Osman (Sultan), 1 35 Osman Bey, 255 Osman Hoca, 26 Osmanlı, 36, 37, 38, 39, 40, 42, 43, 50, 5 1 , 7 1 , 1 02, 1 08, 1 22, 1 30, 1 3 1 , 1 33 , 1 34, 1 36, 1 37, 1 38, 1 40, 1 42, 1 54, 1 57, 1 63, 1 66, 1 69, 202, 208, 2 1 4, 230, 233 Osmanlıca, 37 Osmanlı Devleti, 1 9, 1 0 1 , 203, 1 84, 1 87 Osmanlı edebiyatı, 1 35, 1 82 Osman Ertuğrul, 1 67 Osmanlı hükümdarı, 1 12 Osmanlı ideali, 1 88

1 35 , 1 53 , 1 82,

1 06, 1 40,

333


Osmanlı İ mparatorluğu, 34, 57 Osmanlılar, 45, 1 2 1 Osmanlılık, 1 35 , 1 34, 1 36, 1 82, 1 84 osmanlı milliyetçiliği, 1 33 Osmanlı Mimarisi, 230 Osmanlı ordusu, 1 59 Osmanlı Saltanatı, 1 88 Osmanlı Sosyalist Fırkası, 32 Osmanlı tarihleri, 1 08 Osmanlı Türkiyesi, 78 Osmanlı Türklüğü, 30 Ostrogorsky, 233 otrğ, 72, 73 Otamış, 48 Otuz Tatar, 72 Ozansoy, Faik Ali, 1 5 1 Ögel, Bahaeddin, 54, 56 ölü aşı, 1 20 Ömer Lütfi Barkan, 2 1 1 Ömer Seyfeddin, 1 77 Ötüken, 72, 73 Ötüken ormanı, 60, 6 1 Ötüken ormanının milleti, 6 1 övünme tarihi anlayışı, 1 59 Özbek, 29, 1 46, 1 83 Özbek hanları, 1 1 8 Özdemir Kalpakçıoğlu, 300 Özdemir, Tamer, 2 1 2 p

Panasyatik Pan-lslam, 3 1 panteist, 1 1 0 Pan-Turanizm, 3 13 Pan-Türkizm 245 Paris, 1 57, 1 59, 1 70

334

Paris Kongresi, 23 pay (ülüs), 1 20 payitaht, 7 1 Pelliot, 64 Paul Pelliot, 264 Pertev Naili Borotov, 42, 2 1 5, 276 Peçenekler, 47 Pekin, 1 92, 20 1 Peloponezya, 238 Peloponezya Savaşları, 238 Pers, 1 67, 226 Persler, 1 67 Peygamber, 63, 68, 69, 87, 88, 97, 1 33, 143 Peyman gazetesi, 1 42 Pierre Loti, 1 88 Pılsudski, 1 3 pir, 1 1 3 Plevne, 203 Podgoriça, 203 Poline, ·103 Polonya, 27 Polonyalılar, 22 Polonya milli hareketi, 1 9 Pomak, 1 83 Portekizce, 193 Pravda, 30 Preveze, 1 06 Princeton, 1 95 Priştine, 2 1 2 proleter kültürü, 20 proleterya, 20, 2 1 , 24 Proto-Moğol, 63 · Pakistan, 2 1 8 R


Rachmati, G .R. 1 23 Ratip Paşa, 1 62 Rasim Adasal, 56 Rauf Denktaş, 1 96, 296 Ravza-i Nebi, 1 33 Recfilzade, 140 Reşid-üd-Din, 1 1 8 reis-i cumhur, 1 29 Renan, Ernest, 1 68, 7 ' Reşat Genç, 86 Reşid Paşa, 1 29 retrospektif metod, 1 5 8 Reyhan, 2 1 3 Rıza, Ahmet, 1 84 Rifat Bey (Bestekar), 201 Rıza Nur, 1 46 Roma, 36, 1 34, 1 67, 1 69, 1 72, 202, 2 1 6, 233 Roma Devleti, 233 Roma İmparatorluğu, 1 23 Romanya, 37, 2 1 1 Romenler, 22 Rosa Lüksenburg, 26, 27, 28, 29, 29 Rfihiddin Efendi, 1 70 Rum, 1 09 Rumi, 1 05 Rumlar, 1 25 , 1 26, 229, 232 Rum milleti, 65 Rumca, 92, 93 Rumeli, 1 60, 2 1 1 , 2 1 2, 2 1 4 Rumelihisarı, 1 37 Rus, 1 05, 1 1 9, 1 23, 1 25, 1 39, 1 53, 1 55, 204, 205, 208 Rus, 1 1 9 Ruslar, 34 Rusça, 1 1 9, 1 93

Rus harbi, 1 39 Rus ihtilali ( 1 905), 20 Rus Kazakları, 1 1 8 Rus proleteryası, 25 Rus savaşı, 1 54 Rus Sosyal Demokrat İşçi Par­ tisi, 25 Rusya, 26, 27, 3 1 Rusyalı, 1 24 Rükniddin Süleyman, 1 27 Rüsfimat eminliği, 1 37 Rüstem Paş·a, 1 50 w

·

s

Sa'b 'Himyefı hükümdafı), 1 53 Sa'b-ı Zülkarneyn 1 24 saç-baş yolmak 2 1 1 saçı 1 94 saçı saçmak, 86, 2 1 1 sadaret müsteşarlığı, 137 Sadık Ahi, 217 (Mehmet Eti) sadrazam, 1 27, 1 63 Sadrazam {\.li Paşa, 1 58 Sadri Maksudi Arsal, 24 1 , 243 sadrazamlık, 1 37 Sadullah Bey, 1 32 sagu-mersiye, 70 sağcılık 1 59 sağ ve sağcılık, 1 8 1 Said Paşa, 1 50 Said Molla, 1 89 Saltanat, g69 Saltanat Müessesesi, 1 82 Salur, 1 05 Sıimarra, 50 sarf-ı Osmani, 1 74 Sarf-ı Türki, 1 74

335


Sıııs aniler, 42 Sandal, Vehbi, 1 72 sarığı ve elbiseyi ters giymek, 86 Sart dili, 1 17 Sart milleti, 1 1 6 Sasaniler, 36, 242 Seyfü'd-din Ay-aba, 86 Sbt . İbn Te'avzi, 78 Sel4nik, 1 42, 1 43 Selatin-i fil-i Osman Gazi, 1 03 Selatini Selçukiyye�i Rumiyye, . 1 03 Selçuk, 1 67, 1 69 Selçuk, llhan, 246 Selçuklu, 47, 50 Selçuklu Devleti, 1 05 Selçuklu Emirleri, 1 07 Selçuklular, 36, 3 7 , 42, 54, 79, 85, 1 06, 1 20, 1 38, 1 58 , 1 67 , 1 68, 1 69, 2 1 8 Selçuk-name, 1 3 1 Selim il., 304 Selim III . , 1 62 Selman, 1 3 8 Senkovsky, 27 Sertel, Zekeriya, 1 70 Semai, 1 35 Servet, 1 72 ·

Servet-i FünOn, 1 88, 226, 227, 225, 236, 237 Seydişehir, 230 Sezar, 144 Slavlar, 27, 47 Sırp, 1 03 S ırplar, 2 1 4 Sibirya, 1 65

336

Sigetvar, 1 32 Silifke, 230 Sina, 103, 1 23 Sinop, 1 28 sipehsfilar, 74 Sirderya 67 Siyavuş (Cimri), 1 22 Siyasi Türkçülük 1 84 Sofya, 1 3 1 , 1 32 Sofya Kaymakamlığı, 1 3 1 solculuk modası, 49 Somer, Tarık 6, 45 Sorbonne 1 95 Sorbonne Üniversitesi, 1 56 sosyal aşağılık kompleksi, 1 4 1 sosyal demokrat, 1 92 sosyalist, 1 72, 208, 1 8 sosyalizm, 22 sosyolojik milliyetçilik, 3 3 , 79, 54 Sovyet Siyaseti, 25 Sovyet Ordusu, 246 Sovnarkom, 30 Spartakist, 1 7 1 , 1 72 Spinoza, 1 5 Stalin, 53, 2 1 5 Stepan Griporeviç, 3 1 Struga, 2 1 4 Sultan Abdülmecid, 1 57 Su Han Gıyaseddin Keyhüsrev, 1 27, 128 Sultan Mes'ud, 1 07, 1 08 Sultan Sancar, 1 08, 2 10 Sultan Tuğrul, 1 3 1 , 1 3 2 Sultan Veled, 59, 1 08 , 1 09, 1 1 0, 1 1 2, 1 1 3, 1 14, 1 1 7 , 1 1 8, 1 35


Sungur (Zencan Sahibi), 1 08 Suriye, 1 5 1 sOzinfilc (makam), 37 Sükan, Haydar, 23 1 , 232 Süleyman Nazif, 1 8 8, 1 89, 1 90, 1 9 1 , 1 95 Süleyman Paşa, 1 69, 1 72, ! 73 , 1 75, 1 76, 247 Sümerler, 1 68

ş

şadapıt beğler 72 Sair Figani, 1 27 Şam, 1 46 şfunanlık, 35, 2 1 7 şanizm, 2 1 1 Şamlı 240 Şandung ovası, 60 Şark Cephesi, 1 64 Şarlken, 1 52 Şavmyon, 3 1 Şecere-i Ensab, 89, 9 1 Şecere-i Terfilcime, 1 45, 1 46 Şecere-i Türk, 1 7 1 Şems, 1 07 Şemseddin Bey, 1 3 1 Şemsüddin Sami, 1 49 Şeyh Ahmed Gülşehrl, 1 34 Şeyh Süleyman, 1 1 O şevkOtarab (makam), 37 Şıpka, 1 39, 1 40 Şipka Kahramanı, 1 /3 Şiban-Özbek Hanları, 1 45 şii, 1 25 Ş inasi, 1 57 , 1 58 , 1 59, 1 60, 1 6 1 , 1 64, 1 66 Şirvanşah, 1 07

şovenizm, 9, 1 59, 1 7 1 Şumnu Muharebesi, 1 27 şOra-ı devlet azalığı, 137 T Taberi, 225 Tabgaçlar, 227 Taceddin İbrahim (Ahmetli), 1 12 Tacikler, 2 1 3 Tahi Cihan Güşah, 94 Tahran, 137 taht, 39 Tamer Özdemir, 268 Taneri, Aydın, 205, 208, 2 1 6, 235, 246, Tann, 35, 56, 60, 6 1 , 63, 68, 77, 82, 84, 85, 86, 88, 89, 9 1 , 92, 93, 94, 95, 96, 97, 98, 1 1 8, 234 Tannöver, Hamdullah Suphi, 1 70, 1 72, 1 73 Tarık Zafer Tunaya, 20 Tarduş, 67 Tarduşlar, 56 Tank Somer, 53 Tarih-i Cihangüşa, 78 Tarih-i Fahreddin Mubarekşah, 91 tarihi maddecilik, 1 5 Tarkanlar, 72 tasvir-i Efkar, 1 58, 1 62, 1 64 Tatar, 1 83 Tatar Devleti, 54 Tatar Ülkesi, 86 Tatvanlı Mahremi, 1 25 Tebriz, 1 3 1

337


Tekirdağ, 162

Tukyu, 64, 65

Tercüman (gazetesi), 1 57, 205,

Tulunoğlu Ahmed, 48

207, 208, 209, 2 1 2, 2 1 6, 22 1 ,

Tulunoğullar, �o. 48

229, 235, 246

Tuna, 1 39, 1 53

Tercüman-ı Ahval, 1 58, 1 59, ' 161

'Funa Baykara, 301

Tev!lrih-i Al-i Osman, 1 50

Tunus, 5 1

Tevarih-i Ali Selçuk, 1 30

TOr, 245

Tevfik Fikret, 22 1 , 222, 223,

turan,

224, 225, 226, 227

245, 256

Tevfik Paşa, 1 89

turancılık, 1 99, 3 1 3

Tunalı Hilmi, 1 83, 1 84

1 44,

1 46,

1 69 , 2 1 8,

'

Tevfik Sedat, 143

turan, Refik, 6

Tevrat, 225, 228

Turcia Major, 57

Thomsen, 289

Turcia Minor, 68

Tibet, 60

Turfan, 2 1 3

Tiele, 63

tuz-ekmek hakkı, 194

Tikler, 225

Tuzsuz Deli Bekir, 235

Timur, 1 14, 1 5 8

Türgeş Kağanı, 55

Tiryaki Hasan Paşa, 1 32

Türgeşler, 66

Tito, 48

Türk,

Türkler,

Türkl ü k ,

Togan, Zeki ,Velidi, 25, 57

(Hemen her sahifede). 4 1 , 63,

Tokat, 230

68, :45,· 149, 227, 288, 289

Tolunoğlu Ahmed, 4 1

Türk Bilge Kağan, 60.

Tolunoğullan 4 1 , 42

Türkçe, 35, 37, 39, 54, 80, 93,

Toba Devleti, 64

92, 1 00, 1 0 1 , 1 02, 1 03 , 1 06,

Topal Osman Paşa, 1 62

1 1 1 , 1 48, 1 50, 1 56, 1 93, 207,

toy, 1 20

208, 2 1 2, 2 1 3 , 2 14, 226

Toynbee, Arnold, 1 67, 1 69,

türkçülük, 99, 1 1 6, 1 27, 1 36,

202

1 39, 140, 1 4 1 , 1 46, 1 47, 1 48,

Tör, Vedat Nedim, 223, 224

149

Trabzon, 1 05, 170

Türk Dil Kurumu, 7 1 , 1 1 8 ,

Trakya 2 10, 2 1 2

181

Troçki, 29

Türk Devleti, 56, 57, 79, 85,

Tu-chüeh, 54

1 57

tuğ, 73

Türk Edebiyatı, 65, 66, 69, 70,

tuğluklar, 145 Tuğrul Bey, 49, 280

338

73, 1 1 5, 1 28, 1 30, 1 35, 1 56, 1 58


Türk Hun, 226

Türk Oğuz Beyleri, 56

Türk-İsl§rn Camiası, 68

Türkiyat, 245

Türk İslam Kültürü, 4 1 , 45

Türkoloji, 1 36, 1 3 8

Türk-İslam Medeniyeti, 1 57

Türk ordusu, 28

Türk-isl§rn Saltanatı, 1 69

Türk Sair Budunu, 56

Türk Kültürü, 44, 57, 58

Türkistan, 9 1 , 1 26, 1 5 1 , 1 69,

Türk Sosyal Tarihi, 99 Türk Şiiri, 1 75

Türk Tarduş, 56

1 72 . Türk İstiklal Savaşı, 32

Türk Tarihi, 3 1 , 1 57, 1 58, 1 65

Türkiye, 3 1 , '72

Türk Töresi, 56

türkiyecilik,

1 47,

1 65 ,

l 66,

Tyrkaeler, 225

1 67, 1 69 Türkiye Cumhuriyeti, 27, 28,

u

Ubeyt-ullah, 263

1 57, 1 58, 2 1 2 Türkiye Komünist Partisi, 26

Ukrayna, 27, 29

Türkiye Selçukluları, 99

Ukraynalılar, 22

Türkiye Selçuklu Devleti, 86,

Ulah, 1 83

87, 90

Uluğ Türk, 57

Türk Medeniyeti, 80, 153, 1 57,

Urfa, 1 25

158

Urum (Roma), 1 5 1

Türkmen, 59, 8 1 , 1 03 , 1 27 ,

Uygur, 47, 69, 1 39, 268, 269

1 28, 1 35, 1 46, 1 47

Uygur Alfabesi, 2 1 3

Türkkaya Atav, 259

Uygur Bahşılan, 1 14

Türkler, 46, 49, 50, 5 1

Uygurca, 1 72

Türkmen Alpleri, 104

Uygurlar, 43, 66 Uzakğoğu, 53

Türkmen Boylan, 1 1 1

Uzluk, Feridun, 87

türkmencilik, 1 47 Türkmenler,

86,

1 07,

1 08 ,

Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, 202

1 09, 1 19, 1 47, 1 84 Türk Milleti, 3 3 , 34, 35, 36, 39

Ü

Türk Milliyetçiliği, 33, 54

Übeydullah b. Ziyad, 4 1

Türk-Moğol, 1 38

üç ok, 1 1 9, 1 24

Türk-Moskof (Rus) Savaşı,

ümmetçilik, 66

1 27, 1 3 1 , 1 39

Ürgüp, 230

Türk Musikisi, 2 1 8, 2 1 9

Üsküp, 2 1 2, 2 1 4

Türk Ocakları, 178

339


v

Vahdettin, 256 Valii Nurettin (Va-NO), 2 1 6, 218

Vambery, 226 Van, 149 Vani, 1 2 1 Vaniköy, 149 Vani Mehmed Efendi, 1 49,

Yadigar Han, ı ı 8 Yafes, 54, 225, 228 yağma, 28 Yahudi, 152, 1 83 Yapudiler, 28 Yahya Kemal, 236 Yahya Naci Efendi, 1 36 Yakın Doğu, 2 1 2 Yalçın, Hüseyin Cahit, 1 84,

1 50, 1 5 1 , 1 53, 1 54, 1 55, 247

1 86, 1 87

Varşova, 1 53 Varol, Vedat, 237 Vatan (Gazetesi), 144, 1 58 vatanperverlik, 1 3 1 , 1 32, 1 33,

Yavuz Sultan Selim, 46, 254 Yavuz B. Bakiler, 269 yayık, 1 1 8 yay-ok vermek, 1 20 Yazıcızade, 1 0 1 , 1 06 Yazıcı zade Ali, 1 23, 1 27, 1 30 Ye'cQc ve Me'cfic, 1 50, 1 53 Yemen, 5 1 Yemen Harekatı, 1 60 Yeniçeri Ocağı, 40 Yeni Hayat, 188 Yeni Lisan, 1 77 Yer Bayırkular, 60 Yeşil Ordu, 26 Yıldırım Bayazıd, 303 Yıldız Sarayı, 5 1 Yugoslav, 233 Yugoslavya, 37, 2 1 0, 2 1 1 ,

1 34, 1 36

Vedat Nedim Tör, 283, 28:4, 285

Vedat Varol, 303 Vehbi Sandal, 2 1 8 Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet, 208 Venedik, 238 Venedikliler 238 Verzansky, 174 vezir, 1 20, 1 37 Vezir Celfiled'd-Din, 107 Vilayet (Gazetesi), 1 42 Wilson, 2 1 , 25 Viyana, 149 Volga, 1 52 Voltaire, 303, 305 w

W. Bartold, 264 W. Bang, 1 5 1 , 1 52 y

yada taşı, 86, 1 94

340

22 1 , 223

Yulığ Tigin, 6 1 Yusuf Akçora, 234, 3 14 Yusuf Has Hacib, 60 Yunan , 1 4 , 1 34, 1 3 5, 229, 233, 234, 235

Yunan Bayrağı, 229, 230 Yunanca, 138 Yunan Irkçılığı, 233


Yunanistan, 234, 235, 245 Yunanlı, 233, 234, 233 Yunanlılar, 1 24, 2 1 3 , 2 2 ') , 233, 234, 235, 242. 243

Yunus Emre, 1 8 1 , 1 88 Yüzbaşı Aziz Hüdai, 1 9 i

z zam (Şair), 1 26

Zehra Hanım, 1 3 1 Zekeriya Sertel, 2 1 6 Zeki Velidi Toyan, 3 1 , 63, 69 Zemahşeri, 92, 93, 1 67, 1 68 Zencan, 1 07, 1 08 Zenci, 1 09 Zend-Avezta, 225 Zinovyeu, 26 Ziya Gökalp, 176, 17 7, 1 78, 1 79, 1 80, 1 8 1 , 1 82, 1 83, 1 84, 1 85 , 1 86, 1 87, 1 88, 1 89, 235, 236, 247, 277, 278, 288, 3 14

Zübdet-üt-Tcvarih, ı l 7 Züheyr, 49 Zülkarneyn, 1 50, 1 5 1 , 1 53

34 1



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.