Fuat Uluç - Nazım Hikmet ve 1938 Harbokulu Olayının Gerçek Yönü

Page 1


NAZIM HİKMET VE

1938 HARBOKULU OLA VININ

GERÇEK YÖNÜ

A YYlLDIZ

MATBAASI A.Ş.

ANKARA

-

1967



BİRİNct BÖLÜM


BAŞLARKEN

T şu alanına döndü. Yeni Anayasamızın estirdiği ge­

ürkiye, bir süredir aşırı akımların yarıştığı bir ko­

niş hürriyet havasından cesaretlenenler gemi azıya aldı­ lar. Çılgın bir pervasızlık içinde durmadan karıştırıyorlar ortalığı. İki sivri uç bir noktada elele vermişe benziyor. Bütün çabaları bizi, biz olmaktan çıkarmak için. Biliyor­ lar ki varmak istedikleri hedef bu dağın arkasındadır. Bereket versin tırmanması çok güç bir dağ bu. Fakat, yine de tetik ve uyanık bulunmamız lazım. Çoğu zaman büyük felaketler küçük ihmallerden doğarlar. Başı ezil­ memiş sigara izmaritlerinden azma yangınların nelere malolduğunu bilmeyenimiz yoktur. Şaka değil. Bu iki sivri ucun karası da, kızılı da bir çeşit vicdan ve kafa kolerasıdır. Her göründükleri yerde derhal ve mutlaka söndürülmeleri icabeder. Sıçramala.rı, sirayetleri başka türlü önlenemez. 5


Bunlardan, baca kurumu gibi sıvaşık olan ilki, uy­ garlık hamlelerimizi engelleyen bir Çin Seddinden fark­ sızdır. Gelecekten çok geçmişe doğru iten bir kuvvet. Nere­ deyse 20 nci Yüzyılın 3 üncü çeyreğinde teokratik bir devlet düzeni kuracak, ümmet hayatı Eller, fezanın derinliklerini fethe

yaşatacak

çalışırken,

bize.

Müslüman

Türk'ü Orta Çağın karanlıklarına sürüklemek elbette ci­ nayetlerin en alçakçasıdır. Bu vicdan ve kafa kolerasımn nar çiçeği renklisi ise, daha çok körpe aydına, yoksul vatandaşa tebelleş. Milli­ yetle mülkiyeti baş düşman edinmiş kendisine. Soysuz­ laştırdığı fikir, san'at ve politikayla Demir-Perde ötesi­

nin türküsünü çağırıyor. Uzlaştırma yerine la meşgul. Teşebbüsün,

sermayenin,

zıtlaştırmak­

hak ve hürriyetin

özelini yıkmak için her fırsattan faydalanarak emeği ala­ bildiğine kışkırtmakta. Bağların koparılması için mukad­ des müştereklerin yok edilmesi şart. Milleti menfaat bir­ liği, vatanı karınların doyduğu yer, bayrağı birkaç arşın bez, dini inançları safsata, tarihi beyhude akıtılmış kan­ ların hikayesi, milli gururu lüzumsuz bir bencilik, gelenek ve görenekleri gerilik alameti sayması hep bundan. Türkiye, planlı bir karma ekonomi ile kalkınma gay­ reti içinde. Bütün imkanlarım seferber etmiş. Kızıllar çel­ melemeğe uğraşıyorlar bu gayreti. Maksatları, Devleti patron, milleti hak ve hürriyetten yoksun bir ırgat sürü­ sü haline getirmek; sefaleti umumileştirmektir. "Onlara ne kazandırır bu" demeyin. Çabalarının arkasında yatan, memleketi Demir-Perdenin ötesine itme arzusudur.

İki

uçtan birinin yapmak istediğine bakarak, "Cina­

yetlerin en alçakçası" demiştik. Bunların yapmak diklerini

6

iste­

vasıflandırmak için ne yazık ki Türk sözlüğün-


do kelime yok. Hıyanet desek az, cinayet desek hafif, al­ çaklık desek yetersiz. O halde, bu vatam, bu milleti her candan seven di­ kilmeli bu sapıkların karşısına. Davanın en haklısım, dav­ ranışların en hainine mbfı.n etmek Atatürk milliyetçi­ lerine yakışmaz.

Büyük vatan şfilri Namık Kemal:

Bizden keia.m-ı tönd işitir tünd söyleyen (1), Düşmez süal-i hasma mugayir cevabımız." demiş. Bu kitapçığa, işte bu anlayış kaynaktır. •

(1)

Tünd: Sert.

7


BİR KİTAP

aJıa. doğrusu kitap değil, bir hezeyanname. Konusu adından, iddiasının herzeliği yazarından belli: 1938 llarbokolu Olayı ve Nazım Hikmet.

D

Abdülkadir Meriçboyu'nun muhayyelesini zorluyarak masallaşbrmaya çalıştığı hadiseyle zamamnda yakından ilgilendiğim için yazdıklarım dikkatle okudum. Gerçek malfi.m. Uzun uzun ince eleyip, sık dokuduktan sonra, Harbokulu Askeri Mahkemesi, Nazım Hikmet ile birkaç yardakçısını mahkum etmişti. Bu yardakçılardan biri olan yazar önderini, suç ortaklarını, dolayısiyle kendini savun­ mak sevdasına kapılmış. önce "Aradan geçen 29 yıl ateşini küJleyememiş" di­ ye düşündüm. Sonradan bu düşünce sakat ve mantığa ay· kırı geldi bana. Muhakkak ki, dış görünüşün ötesinde bir

başka sebep yatıyordu. Kitabı yazmak, bastırmak ve yay­ mak için katlanılan zahmet, harcanan göz nuru, yapılan 8


mnaraf, seçilen zaman dikkate alınınca, bu başka sebe­ bi araştırmaya değer bulmamak imkansızdır. Ayrıca de­ ğineceğim bu hususa.. Son birkaç yıl içinde Nazım Hikmet'i başkaları da öv­ dliler ve savundular. Hatta, kendilerinden bu ve benzeri davranışları ummadıklarımız bile. Aslında yaptıkları doğ­ ru değildi. San'at, hıyaneti mazur göstermemeli; aksine, suçu ağırlaştırmalıydı. Bu kitapta yazılanlar ise, büsbü­ tlin rezalettir. İleride uzun uzun izah etmeye çalışacağım. Şurada kısaca, fakat her çeşit şüphe ·ve tereddütten arınmış bir kesinlikle söyliyeyim ki, Nazım Hikmet şişirildiği kadar büyük san'atkar değildir. Sonra, adı lanetle anılması ge' rekeıı. bir vatan hainidir. Her suçlu, kendini mazur göstermek için yalan yan­ lış, eğri doğru birtakım mazeretlerin gölgesine siner. Ki­ tabın yazarı, bu psikolojik nedenle bir "adli hata" dan şi­ kayetçi olsaydı, diyeceğim yoktu. Fakat, buna itibar et­ memiş. Bir vatan hainini savunmak, milli kahramanları­ mızın katına yükseltmek için saldırmadığı mukaddes, yık­ maya yeltenmediği şeref bırakmamış. Sanki yıkabilirmiş, sanki yıktıklarının yerine layık olmıyanı oturtabilirmiş gibi. Türk askeri adliyesi, Harbokulumuz, Türk Ordusu­ nun çeşitli kademelerindeki şerefli mensupları hep bu iğrenç tecavüze uğrayanlar arasında. Hele ömrünün en az elli yılıni bu memlekete hizmet için tam bir feragatle harca­ mış Mareşal Fevzi Çakmak gibi ahlak, fazilet, insanlık ve kemal timsali hir yüce varlığa reva .görülen çirkin ifti­ rayı hangi temiz duygu ile bağdaştırabiliriz? İnsanın bu

9


kadar düşmesi, ruhun bu kadar adileşmesi gerçeklen ha­ zin bir tecellidir. Düşünüyorum: Ben de o ·ocaktan yetiştim. Hayatımın 37 yılı o ocak­

ta geçti. Tarihini didikliye didikliye okudum. Gelenekle­ rini, göreneklerini, işleyiş tarzım, nizamlarını, fikriyatını, temayüllerini yakından bilirim. Onun için de hakkında söylenecek sözleri en iyi değerlendirecek dur'1fildayım. Bence bu kitap, yalanın, fitnenin, arka niyetin, ruh sefaletinin, iftira ve tezvirin emsalsiz bir belgesidir.

10


KİTABI YAZAN

H

er eser, yaratıcısının ı:;uh aynasıdır. Maske ve mak­ yajla çirkini güzelleştirmek mümkün değildir bu aynada. Zorlamalar fayda vermez; gerçekler yer yer sı­ rıtırlar. Küçük bir dikkat, bu dağınık görünüşün ardın­ daki hakikate ermek için yeter de artar bile. A. Kadir, daha doğrusu Abdülkadir Meriçboyu da asıl hüviyetini gizlemek için boşuna yormuş kendini. Hak­ kında tam bir kanaata varmak için mahkeme kararım okumaya lüzum yok. Haksız bir zulme uğradıklarını is­ bat için kaleme aldığı 187 sayfalık kitabına bir göz at­ mak kafi. Hala "Ben komünistim" diye haykırıyor. Ade­ ta, bu suçla hapishanede yatmış olmanın gururu içinde. AyıpJ.arını, gururlarına dayanak yapanlardan korkulma­ lıdır. Çünkü, cür'etleri hudutsuz olur. Şirretliklerinin ne ucu, ne bucağı vardır. 11


Her komünist gibi bir "Tanrı.sızdır" o da. Kitabında (2) ne diyor bakın: "İçimde anlaşılmaz tuhaf bir duygu dolaşıyor. Yer­ yüzünde yapyalnız tek insanmışım gibi bir duygu. Kim­ den medet umayım? Tanrıdan mı? Onunla bir ilişkim yok. Oldum olası aramız iyi değil. Hiç ahbaplığım olmadı Onunla. Ne diye medet umayım." Eh, bir insanın yüreğinde Tanrı sevgisi, Tanrı say­ gısı, Tanrı korkusu olmadı mı böyledir işte. Evvela, tu­ tunacak daldan mahrumdur. Sonra, vicdanı sızlamadan kafası; yalan, tezvir, iftira ve fitne fabrikası gibi çalışır. Neticede, Nazım Hikmet gibi bir vatan hainini över; Ma­ reşal Fevzi Çakmak gibi bir fazilet ve kemfil abidesine sö­ ver. Fakat, bununla da yetinmez. Başkalarım horlamak kadar, kendisini de şişirmek sevdasına kapılır. Bir de ba­ karsınız, önünüze mübalağanın en cakalısından bir şahika dikmiş. Nitekim öyle de yapmıştır. Güya duruşmada ha­ kimle şöyle ( 3 ) konuşmuşlar: "Sıra geldi bize. Hakim: - Abdülkadir Meriçboyu, dedi. Ayağa kalktım: - Savcının bütün iddialarını reddediyorum, dedim. - Reddediyorsun amma, okuduğun kitaplara baksana, dedi hakim. - Ne var benim okuduğum kitaplarda? dedim. Siz

12

(2)

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet, A. Kadir, S. 47.

(3)

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet, A. Kadir, S. 82-83.


ne okumamı istiyorsunuz benim? Ben gerçekleri öğren­ mek istiyorum, gerçek hayatı. Halk çocuğuyum ben, ba­ basız büyüdüm. Çocukluğum perişanlık içinde geçti. Ta­ tillerde sepetçilik yaptım, kahveci çıraklığı yaptım, ma­ halle aralarında kurabiye sattım, karpuz sergilerinde ça­ lıştım, gelecek yılın kitap, defter parasını çıkarayım diye. Mahallemizdeki zengin çocuklarının yaşayışlarını gördüm. Biz kurufasulyeyi çok zaman zor bulurduk. Ben askeri okula fukaralık yüzünden girdim. Fukara olmasaydım. belki de, doktor, mühendis okuluna girerdim. Ne okuma­ mı istiyorsunuz benim? Halit Fahrileri mi, Orhan Seyfi­ leri mi, Yahya Kemalleri mi? Elbette ki Gorki'yi okuya­ cağım. Nazım Hikmet'i okuyacağım. Amma bunları oku­ yorum diye isyan falan mı düşünüyorum sanıyorsunuz? Askeri isyan nerede, ben nerede? Bizim aklımızın ucun­ dan geçmiş değil böyle şeyler. Bedava yedirdiğiniz ye­ mekleri kursağımızdan çıkarmak istiyorsunuz bakıyo­ rum. Nedir bu dünyada fakirlik, zenginlik diye düşündün mü hemen komünist deniyor. Ben zenginleri sevmiyorum. Komünistlik mi bu sizce? Soruyorum komünistlik mi? Mahallemizde (Yorgancılar) denen birileri vardı, çok zen­ gindiler, komşumuzdular. Bir akşam bir tabak yemek gönderdiler bize. Koyduk yemeği sofraya. İlk lokma bo­ ğazımızda kaldı. Yemek ekşimişti. Namussuzlar, bizi in­ sandan mı saymıyorlardı fukarayız diye? İşte ben o gün­ den beri hiç iyi gözle bakmam zenginlere. Zenginleri sev­ memek, fakirlere acımak, Nazım'ı okumak ve sevmek ko­ münistlik mi? Eğer komünistlikse bu, komünistim ben iş­ te. Ne yaparsanız yapın. Dedim ve olanca gücümle elimi sıraya vurdum ve oturdum." 13


Abdülkadir Meriçboyu'nun duruşmada böyle konuş­ tuğuna, konuşabileceğine inanmak, ihtimal vermek müş­ küldür. Hele olanca gücüyle sıraya yumruk atması büs­ bütün imkansız. Çünkü mahkeme salonları miting mey­ danları değildir. Elinde yazılı bir metin olmadığına göre, 29 yıl önce yapılmış bir konuşmayı bu derece kesin bir netlikle hatırlamaya insan hafızasının gücü yetmez. Şa­ yet bu yazdıkları doğru ise, suçunun en sağlam "subut delili" ni bizzat vermiş demek. Bunları söyledikten sonra "bizi mahkum ettirdiler" diye başkalarım itham hata. İlk bakışta ipe sapa gelmez gibi görünen bu sözler, üzerlerinde önemle durulmaya değer niteliktedir. Şöyle ki: 1 "Ne okumamı istiyorsunuz benim? Halit Fahri­ leri, Orhan Seyfileri, Yahya Kemalleri mi? Elbette Gor­ ki'yi okuyacağım. Nazım Hikmet'i okuyacağım. Ne var benim okuduğum kitaplarda? Ben gerçekleri öğrenmek istiyorum, gerçek hayatı" demiş. -

Vah süt kuzusu vah. Madem ki bilmiyor, anlamıyor, kestiremiyor; biz habeı< verelim o halde: Komünistlik var, komünistlik. Keşke, Halit Fahrileri, Orhan Seyfileri, Yahya Kemalleri, bizim olan daha başkalarım da okuyay­ dı. Hiç olmazsa o zehirlerin panzehiri olurdu bunlar. Ka­ fası, yediklerini hazmedememiş mide gibi fesada uğra­ mazdı ve geğirtileri tiksintiye yol açmazdı. Elbette Nazım Hikmet'i, Gorki'yi ve benzerlerini her okuyan komünist olmaz. Ben de okudum aynı adamların kitaplarım. Hatta, Abdülkadir Meriçboyu'ndan çok fazla­ sını okudum. Hala da okumakta devam ediyorum. Benim gibi pekçokları da okudular ve okuyorlar. Fakat, ne ben 14


komünistim. ne de onlar komünist. Neden mi? Sebebi ba­ sit. Çünkü, Meriçboyu ve benzerleri gibi tek taraflı bes­ lemedik, beslemiyoruz kafalarımızı. Bizim terazimiz iki kefelidir. Bu terazinin ibresi vicdanımız, iz'anımızdır. İnançların, düşüncelerin, görüş ve kanaatların çelişik ta­ raflarım karşılıklı koyar, tartarız bu teraziye. Kültür de, ilim de böyle yapılır. İnsanların madde ötesi hüviyetleri en doğru olarak böyle teşekkül eder. Gerçekleri ve ger­ çek hayatı öğrenmenin yolu, yordamı da budur. "Halk çocuğuyum. ben, baaasız büyüdüm. Ço­ 2 cukluğum perişanlık içinde geçti. Tatillerde sepetçilik yaptım, mahalle aralarında kurabiye sattım, karpuz ser­ gilerinde çalıştım, gelecek yılın kitap, defter parasını çı­ karayım diye. Biz kurufasulyeyi çok zaman zor bulurduk. Ben askeri okula fukaralık yüzünden girdim. Fukara ol­ masaydık belki de doktor, mühendis okuluna girerdim" sözleri ise, büsbütün zırva. -

Babasız büyüyen, hayatı perişanlık içinde geçen halk çocuğu sade o mudur ki bu kötü zihniyete saplanmış. Türk vatanı şehitler diyarıdır. Balkan Harbinin, Birinci Cihan Savaşının, İstiklal Mücadelesinin yetim, yoksul, perişan bıraktığı, babalarını normal ecelin zamansız aldığı bü­ tün halk çocukları aynı duygu, aynı düşünceyi paylaş­ mış olsaydılar, Demir-Perde memleketimizin üzerine çok­ tan inmiş olmaz mıydı? Şükür Tanrıya ki, bu toprağın has evlatları Meriçboyu gibi değiller. Hayatım kazanmak, gelecek yılın kitap, defter para­ sını çıkarmak için, kahveci çıraklığı yapan, mahalle ara­ larında kurabiye satan, karpuz sergilerinde çalışan her Türk çocuğu takdire, övülmeye, alkışlanmaya layıktır. Fakat sepetçilik yapmış olmasına aklım ermez. Çünkü, 15


bize mahsus bir iş alanı değildir bu. İstemeye istemeye in­ sanın kafasında "acaba" nın istifhanu burgulanıyor. Askeri okula, fukaralıktan değil, bu mesleğe karşı duyulan aşkla girilir. Çünkü zahmeti nimetiyle ölçülemez. Bu zahmete göğüs gerebilmek için de feragat, fedakarlık şarttır. Sünepe, çıkarcı ve bezirgan ruhlular çarçabuk ezi­ lirler bu zahmetin altında. Türkiye'de, doktor ve mühendis olmak zenginlerin tekelinde değildir. Hele askeri liselerden yetişenler için bütün yüksek tahsil branşlarına götüren kapılar ardına kadar açıktır. Yeter ki, Nazım Hikmet gibi bir vatan hai­ nine sarılarak yollarını sapıtmasınlar. 3 "Bedava yedirdiğiniz yemekleri kursağımız­ dan çıkarmak istiyorsunuz bakıyorum. Nedir bu dünya­ da zenginli�, fakirlik diye düşündün mü hemen komünist deniyor. Ben zenginleri sevmiyorum. Zenginleri sevme­ mek, fakirlere acımak, Nazım'ı okumak ve sevmek komü­ nistlik mi? Eğer komünistlikse bu, komünistim ben işte, ne yaparsanız yapın." sözleri tam bir itiraftır. İntak-ı hak­ tır. Okullarda yedirilen yemekler, hakimlerin değil, Dev­ letin ve milletindir. Bu soruya Hakimler Kurulunu muha­ tap tutmak mantıksızlığın en koyusu. Devlet ve millet ise, bir maksat için bağrına basar insanı. İhanet için değil. İster fiilen, ister kavlen bu maksadın dışına çıkışlar suçtur. Derecesine göre hakedilen cezaya hazır olmak ge­ rekir elbette. -

Fakirlere acımak, düşküne· yardım etmek, acılarını dindirmeye, yaralarını sarmaya koşmak bir vicdan borcu­ dur. Gelenek ve göreneklerimizin icaıbıdır. İnkar ettikle­ ri Ulu Tanrı'nın buyruğu, tanımadıkları dinimizin temel 16


prensiplerinden biri de hudur. Fakat hu, servet ve zeng in­

i t k düşmanlığı, Sermaye rııllseccel vatan haini

ve şahsi te§ebbüs

Nazım Hikmet

aleyhtarlığı,

sevgisi, Marks ve

< :orki takdirkarlığı ile birleşince iş değişir.

Vakıa, tüm

ularak komünistlik bu değildir; lakin, komünistliğin baş pnrolası ve ilk belirtisidir bu. Özellikle bizim (KIZILCIK­

LAR) ımız için. Öyle sanıyorum ki, .bu satırlar, yazarın iç yapısını bi­ rnz olsun önümüze sermiştir. Kitabını inceledikçe bu ruh hustasını daha yakından tanıyacağız. Yaptığı iş, düştüğü hııta bir gençlik çılgınlığı değilmiş meğer. HaLa zehir ku­ suyor ortalığa. Bir bataklığı yalamış, eşintiyi koklar gibi içimiz bulanmadan kit8'bını okuyamıyoruz. Tıpkı vaktiyle gözümüze ilişen bazı şiirleri gibi. Evet, Abdülkadir Meriçboyu, aynı zamanda şairdir.

O da Nazım Hikmet gibi hayallerde kızıl renkler dalgalan­ dıran şiirler yazmaya özenir. Onun da yüreği Nazım Hik­ met'in yüreği gibi kıpkızıJdır. Madem ki Nazım Hikmet:

"Bu bir türkü Güneşi içenlerin türküsü, İşte, şu güneşten Düşen ateşte, Milyonlarca. yürek yanıyor." Demiş. Elbette çırak ustasından geri kalmıyacaktır: "

Birden bakılınca, Herkese benzer şekli şemai!liıı, Bir kafa, ild kol, iki ayak Ve gövdeden müteşekkilsin. Bir � yüreğin var ama, Güneş renginde." 17


Demek ki, Nazrm Hikmet'in bahsettiği milyonlardan biri de odur. Komünist propagandası yaptığı için 1943 de yasaklanan

bir kit.81bında ise:

"Ömrümde görmedim Böyle bir gün. Yarım dilim ekımk önıünde DüşünüYQrum alev ülkelıeri, Boğazında. kalsın yedikleri, Ve zehir zıkkım olsun Bu anda. düşünıniyen

varsa

eğer."

Kime hu beddua? Kim ıbu lanetlenen? Düşünülmesi icabedip de düşünülmiyen kimler? Diişünmiyen hangi kalb­ siz ki yediği zehir zıkkım olup. boğazında düğümlenecek? Hatırlamıya çalışalım. Bu şiirin yazıldığı sıralarda dünya ateşler içindeydi. Köyler, kasabalar, şehirler değil, coğrafya coğrafya vatanlar haritadan silinmişti. Her ta­ rafta yangın dumanları, kan ve barut kokuları vardı. Ölüm bir kasırga gibi esiyordu. Polonya çiğnenmiş, Belçi­ ka çiğnenmiş, Fransa çiğnenmişti. Ne Baltık devletlerin­ den, ne Orta Avrupa'dan, ne Balkanlar'dan eser vardı ar­ tık. Hitler, Mussolini ve Stalin'in elele vermesinden doğ­ muş bir ülkeler yağmasıydı bu. Bütün .bu facialara seyir­ ci kalan şair, şimdi neden sızlanmaktaydı? Kendisi gibi düşünmiyenlere neden bela dilemekteydi? Sebep meydanda. Ortaklık bozulmuş, Alman orduları Komünist Rusya'ya yüklenmişti. Mukavemetler, iskambil kağıtlarından yapılmış kuleler gibi devrilmekteydi. Lenin­ grat, Moskova kuşatma çemberlerinin içine girmişti. Hit­ ler, zaferden zafere koşuyordu. Elbette sızlanacak, döğü­ necek, beddualar yağdıracaktı Meriçboyu. 18


Şiirin alt tarafını o kuyunca maksadı daha iyi kavrı­ yoruz. Çünkü, Moskova'dan '.'Ümidini kaybeden şehir" ve Rus askerlerinden "Step lrokan eller" diye bahsetmektedir:

"Sen beniın,

Memleketimin bile şarkılannda varsın Sen o korkunç Sen o uykusuz geceler altında Bir kere olsun Ümidini kaybetmiyen şehir Ve şimdi kimi kurtuldu ölümden Kimi toprağa yapıştı yüzükoyun Step kokan elleriyle. Dünya gönnedi böyle ölüm Erkek� ve hazin." İşte böylesine bir adam, böylesine bir yazar Meriçbo­ yu. Böyle kafa v e gönülden de kitabın daha. başka türlü­

sünü ummak elbette akıl karı sayılmaz. •

19


KiTABI NİÇİN YAZDI?

H

er yazı bir maksatla yazılır. Hatta "Sanat, sanat için olmaJıdır" iddiasında bulunan y azarların şür­

leri, romanları, hikayeleri bile. Kitapların önsözleri ise, ya­ zılış maksatlarının açıklanmasıdır. Meriçboyu da bu gele­ neğe uymuş. Kitabının başına tantanalı bir önsöz oturt­ muş. Fakat, okuyor,

.gerçek "neden" e

eremiyoruz bir

türlü. Karanlık bir ruh hfileti, acaip bir bocalama içinde birşeyler geveliyor. Ya bilmeden balçığı karıştırdığı için üstündeki su birikintisini bulandırdığının farkında değil; yahut suyu bırakıp kasıtlı olarak balçığa uzanıyor. Ba­ na kalırsa, ikincisi daha doğru bu ihtimallerin. Çünkü her çabalan bir amaca göre ayarlıdır. Çoğu zaman bu amaç arka niyetli olduğu için, çaıbalarını koyu gölgelere bürür­ ler. Dış görünüşlerine ald anmıya gelmez. Davraruşlanmn gerçek sebebi daima başkadır. Onun için de planlan, prog­ ramları şeytanca düzenlenmiştir.

20


Şatafatlı adlar, dikkatleri çekerler Üzerlerine. Abdül­ kadir Meriçboyu da "1938 Harbokulu Olayı ve Nizım Hik­ met" koymuş kitabının adını. Gfıya bu olayı "En gerçek, daha doğrusu gerçeğe en yakın yazacak" bir kendisi var­ mış da ondan sarılmış kaleme. Göçüp gidiyormuş. Geride kalacaklar, ·ucundan,

kenarından

tuttukları;

hakkında

ufak tefek, yarım yamalak şeyler ·bildikleri için hiçbir va­ kit tüm olarak

kavrıyanuyacak,

aksettiremiyeceklermiş

bu müthiş, .bu tüyler ürpertici olayı. Halbuki, görmüş, işit­ miş, yaşamış olduğu için hakikatleri karanlıklarda unu­ tulup gitmekten ancak kendisi kurtarabilirmiş. Kitabın önsözüne göre "Karanlıklarda unutulup git­ mekten" kurtarılmak istenen hakikatler şunlardır: "O zamanlar, ta 1938 lerde, Alman faşizmi azgın bir hale gelmişti. Orta-Doğu'da tam bir egemenlik kurmuştu. Harbokulunda okumaya meraklı bir avuç genç vardı. Bu gençler ırkçı ve turancı bir arkadaş

grubunun hışmına

uğradı. Harbokulu, Ankara allak bullak oldu. Bugün ya­ rın darağaçlan kurulacakmış gibi bir hava estirildi orta­ lıkta. Sorgular, sualler, mahkemeler derken, bu çocuklar, kabahatli krubahatsiz, kurunun yanında yaş misali, gürül­ tüye gittiler. Kimi hapis cezası yedi, kimi alaya çıkarıldı, kimi katip sınıfına ayrıldı. Bunların içinde sosyalist fikir­ ler taşımak şöyle dursun, dünyadan habersiz olanlar bile vardı. Ama ıbu olayın asıl acı yanı, o zaman 37 yaşında olan Nazım Hikmet'in, .bu gençlerin varlığından bile ha­ beri yokken, tevkif edilerek, onlarla

birlikte muhakeme

edilmesi ve 15 yıla mahkfım olmasıdır." O halde, bir talıteravallinin iki ucu arasındaki müca­ dele hikaye edilecekti. Bu uçların birinde H8.I"bokulunun turancı ve ırkçıları, ötekisinde

kitap

okumaya

meraklı

21


bir avuç genci yer almıştı. Araya rahmetli Mareşal başta olmak üzere adli .amirler, savcılar, mahkemeler, yargıtay­ lar karışınca ortalık allak bullak olmuş, kitap okumaya meraklı bir avuç genç gürültüye gitmişti. Daha fenası, N8.zım Hikmet de mahkum edilmiş; kurunun yanında yaş­ lar da yanmıştı. Hakikaten şatafatlı bir isimle takdim edilmeye değer meraklı bir konuydu bu. Bir "itiraf-ı zü­ nub" un acıklı samimiyeti içinde kimlerin k11;bahatli, kim­ lerin kabahatsiz olduklarını öğrenecektik. İşin aslı, böyle değilmiş meğer. Kitabı okuyunca an­ lıyoruz ki, Nazım Hikmet'i mahkum edebilmek için bir komplo kurulmuş. Bir komedi oynanmış. Bir avuç gence de sırf kitap okuyorlar bahanesiyle .bu komedinin entri­ kasında figüranlık yaptırılmış. İddia müthiş; isnat feci. Çünkü, komplo rahmetli Ma­ reşal'e kurdurulmuş. Türk Ordusunun şerefli mensupları, adli amirleri, savcısı, mahkemesi, Yargıtayı ile Türk as­ keri adliyesi bu komploda Mareşal'in yardakçıları� Elbet­ te olmaz böyle şey. Elbette yalan, iftira, fitne ve tezvir bunlar. Elbette yıkıcı bir arka niyeti var bu davranışın. İnsanlar, şerefte kusursuz, ehliyette üstün olmadan orduların başına geçirilmezler. Bir müessesenin en güve­ nilecek parçası da adaleti temsil edenidir. Onlar hakkında bu gerçeğin aksine halk inandırıldı mı gözden düşer, se­ vilmez, saylılmaz olur o müessese. Sevilmeyen, sayılmayan, tutulmayan ordular ise, moralce çöker, milletleri için ba­ ka teminatı olma niteliğini kaybederler. Şimdi, aşırı solwı, Genelkurmay Başkanımız Sayın Cemal Tural'ı niçin yıp­ ratmak istediğini daha iyi anlıyorum. Bu bakımdan, kita­ bın piyasaya sürülme zamanı da enteresandır. Bu mües­ sese "Dün de böyle idi, bugün de böyledir" demek istiyor­ lar akıllarınca. 22


Biliyorlar ki, Türk Ordusu bugünkü hüviyetiyle dim­ dik ayakta durdukça emelleri asla gerçek1eşmiyecektir. Bütün çabal� hüsranla sonuçlanacaktır. Madem ki gaye­ ye giden her yol meşrudur, yalan da olsa, iftira da olsa çekinmemeli. Her fırsattan faydalanarak halkı soğutmalı ondan. Kemire kemire zayıflatmalı onu. Sonra, bu ve benzeri gayretler metot bakımından aşırı sol'un ikinci hamlesidir. Önce, ilim ve sanat maskesi. al­ tında ideoloji benimsetilir. Arkasından, ıbu mücadelelerin hikayeleri efsaneleştirilerek anlatılır ve kahramanlan ihal­ ka "büyük önderler ve kurtarıcılar" diye takdim olunur. Bu yalanlar, tutturulup yerleştirilebilirlerse, ilerisi için sıç­ rama tahtaları, hatta köprü başları elde edilmiş demektir. İşte, dış görün�ün ötesinde yatan asıl maksatları ve kitabın yazılması, basılması, yayılması için dökülen göz nurunun, harcanan emeğin, sarfedilen· paranın mucip se­ bepleri. •

23


NAZIM HİKMET PROBLEMİ

A

bdülkadir Meriçboyu,

kitabına

"1938 Harbokulu

Olayı ve Nazım Hikmet" adını koymuş. Okuduk­

tan sonra anlıyoruz ki, seçtiği isim kitaptan çok maksa­ dına uygundur. Toplarını, bir dağ gibi

gördüğü Nazım

Hikmet'in arka yamacına mevzilendirmiş;

yalan, tezvir

ve iftira mermilerini gelişi güzel yağdırmaya başlamıştır. O halde, yazacaklarımıza gereği kadar açıklık verebilmek için önce bu Nazım Hikmet problemini çözmeye çalışalım. Ölümünden sonra "Yön" dergisi 83 üncü sayısiyle ilk şiirlerini vermiye başladığı zaman Nazım Hikmet'i şöyle takdim etmişti : "Nazım Hikmet komünisttir. Aynı zamanda şiirimi­ ze Anadolu'nun sesini

getiren ve Kurtuluş

savaşımızın

en güçlü destanını yazan bir büyük Türk şairidir. Büyük şair olduğu içindir ki, Batı ülkelerinde şiirleri tercüme edi­ len ve antikomünist yayın organlarında dahi hakkında ge-

24


niş incelemeler yayınlanan nadir Türklerdendir. Nitekim, Atatürk devrinde de Türk kültürünü

yabancı ülkelerde

tanıtmak için Devletçe hazırlanan kitapta komünist, fa­ kat büyük şair Nazım Hikmet'in şiirlerine geniş yer ver­ mek hususunda en ufak

bir tereddüt

gösterilmemiştir.

Eserleri resmi tiyatrolarda oynanmıştır. Bugün ise, Türkiye'de kahrolası bir demagoji, Türk dilinde yazılmış ve Türk insanını dile getiren en güçlü şiir­ lerden, Türk okuyucusu demirperde metodlarına başvuru­ larak yoksun bırakılmıştır. Nazım Hikmet, öldürüleceği

kanısiyle

memleketten

!),açmıştır. Büyük şairin öldürülme pahasına da olsa kaç­ mamasını tercih ederdik. Fakat

memleketten kaçışı ve

inançları hakkında ne düşünürsek düşünelim, onun. Türk kültürünü ve dilini zenginleştiren .büyük şair olduğu ger­ çeğine gözümüzü kapamaya hakkımız yoktur. Aksi hal­ de aydınlık görevimize ihanet etmiş,

kültürden korkan

yobaz durumuna düşmüş oluruz." Altında da, zincir çerçeveli üç şiir. Bekledim, aldırış eden olmadı ve bu şiirleri durmadan başkalan takip et­ meye başladı. Adeta bir Nazım Hikmet kampanyası açtı­ lar. Bilen yazdı, bilmiyen yazdı. Hatta. o eda ve o üslupla yazmamaları icabedenler bile. Nesine .hayrandılar bu va­ tan haininin, anlıyamıyordum bir türlü. Saıbnm tükenmiş olaci).k ki, ben sarıldım kaleme. 13 Aralık 1964 tarihli ve 13 sayılı "Düşünen Adam" da ilk feryadı kopardım. Bu yazının özeti şudur:

. (Nazım Hikmet komünisttir. Doğru .. Biz de öyle ta­

nıyoruz. Kendisi de aksini söylemezdi esasen. Buna rağ­ men beğeniyorlar. Vakıa beğenmek, .benimsemek manası­ na gelmez. Fakat yazılannın havasında Nazım Hikmet'le

25


bir gönül ve kafa bağlantısı içinde oldukları anlaşılmakta. Bu da sanatından çok fikirleri yönünden olsa gerek. Ak­ si takdirde bir tarafını över, bir tarafını yererlerdi. Oysa ki, göklere çıkarmakla yetinmişler sadece. Nazım Hikmet, şiirimize Anadolu'nun sesini değil, Rus steplerinin bulanık ve zehirli esintisini getirmiştir; Bu esintiyi Anadolu'nun sesi sanmak ise, Türk aydını için feci bir gaflettir. Nazım Hikmet Anadolu'yu bilmez ve tanımaz ki, şiirlerinde onun içli ve erkek sesini, terennüm edebilsin. Moskova yolculuğu sırasında bir süre jçin Ana­ dolu' da kalmış olması, Anadolu insanını tanıması için ka­ fi gelmez. Gönül ve kafaca hal hamur olmak lazımdır ' enunla. Şairliği özel maksatla şişirilmiş alaca kirlisi bir ba­ londur. Nitekim, ·bu iddiamızın delillerini şiirlerini ince­ lerken bol ·bol göreceğiz. Başkalarının şahitliğine ihtiyacı­ mız yok. Görünen köy kılavuz istemez. Türklüğüne gelince .. Bu konudaki inancımız kesindir. Nazım Hikmet her şey olabiJir, fakat Türk olamaz. Düşü­ nelim, Türk, büyük şair, vatan haini. Bütün bunlar aynı şahsın varlığında bir araya nasıl gelir ? Vatanından kaç, Moskof'a sığın ve uşaklığını yap; utanmadan "Bizim Rad­ yo" ya yaslan, hakkında hasret şiirleri yazdığın toprak­ ların çocuklarına ağız dolusu söv. Masum halkın vicdanı­ na zehir saç. Sonra da nadir Türklerden hiri sayıl. İnsanın "İnsaf yahu" diye haykıracağı geliyor. Hem de avazı çık­ tığı kadar. Her nasılsa, Kurtuluş savaşımızın destanını yazmış olması, ona Türk sayılma :hakkını kazandırmaz. Mesel§; "Gök Bayrak" ı yazdı diye Leon Kahon'u ve "Türk Marşı" nı besteledi diye Mozart'ı Türk mü kabul edeceğiz ? Olur mu 26


böyle saçma şey? Sonra bu madalyanın bir de öbür yüzü var. Acaba Nazım Hikmet Kurtuluş savaşını hangi açı­ dan görmüş ve dile getirmiştir? Asıl üzerinde durulacak önemli taraf hudur. Devletçe bastırılan bir antolojiye şiirlerinin geniş çap­ ta alınmış olması, devlet tiyatrolarında eserlerinin oyna­ tılmış bulunması da büyük mana ifade etmez. Bu hususta kesin bir hükme varabilmek için zamanın Matbuat Umum Müdürünü, antolojiyi hazırlıyanları, eserlerini devlet ti­ yatrolarına kabul edenleri gerçek yönleriyle bilmek ve ta­ nımak icabeder. Arzu buyurulursa işin bu tarafı

üzerinde de uzun

uzadıya durmamız mümkündür. Demirperde gerisi metodlarından bahsediliyor. Eski­ ler, sözün böylesine "İntak-ı hak" derlerdi. Demek ki bir demirperde, bunun da kendine özel ve başvurulması insan­ lık için yüz karası olan bir idare sistemi ve metodu var. O halde bu derece övülen büyük Türk şairi ( !) nin bu yüz

karası metodlar ülkesinde işi neydi?

Bu feci hıyanetini

gördükten sonra birkaç şiir kırıntısı için Nazım Hikmet'i bağrımıza basmayı istemek, en hafif tabiriyle insafsızlık­ tır. Şiiri de, sanatı da başında paralansın keratanın. Öldürüleceği kanısiyle memleketten kaçmıştır, denili­ yor. Bu kanı ve bu iddia Türk Milletine iftiradır, hakaret­ tir. Türkiye demirperde gerisi mi ki inanışları için insan­ lar boğazlansın. "Öldürülme pahasına da olsa kaçmama­ sını tercih ederdik" derken, bu kanıyı haklı buluyor gi­ biler. Onu da, bunları da böyle düşünmekte haklı göstere­ cek tek misal verebilirler mi? Bir hainin, ihanetini mazur göstermek için sığındığı çalı gölgesine

bu derece itibar

edilmiş olması gerçekten hazindir.

27


Şiirlerini değerlendirdiğimiz zaman görülecektir, Na­ zım Hikmet büyük değil, ortaya yakın çaplı bir şairdir. Ne yazık ki, sanatkar Nazım Hikmetle, hain N3.zım Hik­ met daima kolkola. Biz ayırmak istesek de birbirlerinden kopmuyorlar. Onun için her ikisine de arka çevirmek zo­ runda kalıyoruz. Bunun vebali de,

günahı da kendisine

ait; bize değil. "Türk dilini, Türk kültürünü zenginleştirdiği" iddia­ sı ise büsbütün boştur. Fikir hayatımıza getirmek istedik­

leri esasen Türk aydınlarınca bilinen şeylerdir. Dilde, beş hececi şairi bir santim öteye geçtiği iddia olunamaz. Türk­ çe, özellikle Faruk N afiz'in kaleminde,

Nazım Hikmet'i

ve bütün Nazım Hikmetçileri imrendirecek

kadar güzel

ve kuvvetlidir. Merak buyurmasınlar, Nazım Hikmet'e iti­ bar etmemek aydınlık göreve ihanet sayılmaz. Aksine va­ tanseverlik telakki edilir. Nazım Hikmet şairdir, fakat •büyük değil. Bu toprak­ larda doğmuştur, fakat Türk değil. Hasret şiirleri yazar, fakat samimi değil. Memleketçi görünür, fakat yurtsever değil. Sözün özü, bir vatan hainidir o. Gayretler beyhu­ dedir. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın bu ger­ çeği değiştiremez. Onun yolunu tutanlar da er.geç onun gibi olacaklardır. Nitekim, oldular da. Hakkında söylene­ cek en güzel söz şudur: Tanrı

taksiratını affetsin.)

Yazımı okuyan ılımlı, ılımsız bütün solcular küpe bin­ diler. Söylemediklerini bırakmadılar hakkımda. Telefonlar durmadan işledi. Postacılar kucak kucak mektup taş . ıdılar. Hele, konuşmasından genelev kaçkını olduğu hissini veren bir bayanın telefondaki buldukça mikrofona

sesi

hala kulağımdadır. Her fırsat

sarılıp, "Sen ha,

Nazım Hikmet için yazdıklarını

28

derdi.

Göreceksin,

unutmıyacağız.

Derine


saman doldurup, leşini Kızılay'da sürükliyeceğimiz gün­ ler yakındır." Baktım ki olmıyacak,

"Büyük şair ve ender Türk"

diye Türk Milletine yutturmaya

kalktıkları akıl ve iz'an

hastasını "Bayrak" dergisinin sütunlarında teşrih masa­ sına yatırdım. ·şahsiyeti, sanatı, hainliği

hakkında ta.m

bir fikir verebilmek için müsaadenizle o sütunlardan bazı pasajları buraya aktarayım: (Nazım Hikmet'ten önce de mısaraları kırıp dökmüş, tek kelimeye kadar indirmiş şairlerimiz yok değildi. Fa­ kat onlar, aruzun ahenginden

faydalandıkları,

şiirlerini

özlendirmesini .bildikıleri için hoşa gidiyor, ıbeğeniliyorlar­ dı. Hamit'in, Fikret'in, Cenab'ın, H8.şim ve Faruk Nafiz'in serbest müstezatları hala hafızalara

süs olmakta devam

ediyorlarsa, sebebi budur. Nazım Hikmet'in ise, hayatı, ideali ve fikirleri gibi sanatı da sevimsiz. Basit cümleleri kuru bir değnek gibi uluorta parçalamak ve bu parçaları altalta sıralamak şiir olmaz elbette. Gerçek sanatkar "eskimiyen" i yaratandır. Boyası adi, ipliği çürük, dokuması

üstünkörü kumaşlar

çabuk partallaşırlar. Eflatun "Şiir, iyinin terennümüdür" demiş. Nazım Hikmet ise sadece kötüyü haykırdı. Bir na' ra heybeti vermek istediği şiirlerinin

eğri büğrü yapısına

iyiden ve güzelden yana bir şey oturtamadığı için çarça­ buk silindi hafızalardan. Hakkında koparılan yaygaraların doğurduğu bu tiksintili tepkiler, güdülen maksadın ve Na­ zım Hikmet'in hayatına ait kirli maceraların bilinmesin­ dendir. Söyleyiş yavan, söylenen değersiz

olunca, zoraki

himmetlerle hiçbir moloz yığını kanatlandırılamaz ( 4). (4)

Bayrak: Yıl: 1, Sayı: 3, Sayfa: 10.

29


"Yön" cillere göre Türk şıırıne

Anadolu'nun sesını

getiren; Türk dilini, Türk kültürünü zenginleştiren büyük Türk şairi ve ender Türk NRzını Hikmet'in bize göre iki hüviyeti vardır:

Va.tan haini ve sanatkar.

Hainliğine hayatı delil. Dirisi vatandan kaçtı, Mos­ kof'a sığındı, demirperde gerisi radyolarından Türk'e söğ­ dü. Ölüsü bir Moskof

manastınnın

avlusunda yatıyor.

Elinizi vicdanınıza koyunuz ve söyleyiniz; ne denir böyle­ sine? Sanatı ise, hakikaten cılız, yavan ve kof. Öteden beri adettir; sanat eserlerini inceli yenler, ör­ neklerini daha çok maksatlarına göre seçerler. Yermenin de, övmenin de kolay şekli budur çünkü. Peşin hükümden

nefret eden bir insan olarak yaptığım işe kendi vicdanım­

da gölge düşürmemek için bu yola gitmiyeceğim. "Yön" cü­ lerin N3.zım Hikmet'i göklere çıkarmak için yaptıklan seç­ meler üzerine bina edeceğim kanaatlerimi.. İşte 84 sayılı dergilerinde sundukları Kurtuluş Savaşı destanından 26 Ağustos gecesini anlatan "Saatlar"

başlıklı sanat hari­

kası ( ! ) ve abide şiir ( ! ) :

"Saat 2.30

-

3.30

Kocatepe

Şayak kalpaklı nöbetçi Ve O." Şair, nöbetçi erının başına şayaktan kalpak giydir­

miş.

Kalpak kumaştan değil, deriden yapılır.

O

zamanki

Türk ordusunda, kalpağı yalnız subaylar giyerlerdi ve er­ lerin giydiklerine de "serpuş" denirdi.

30


"Koca.tepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır Ne ağaç Ne de bir kuş sesi Ne toprak kokusu vardır. Gündüz �şin, Gooe yıldtzlann aJıtında kayalardır." Kocatepe, denizden yüksekliği 1900, Akarçay yatağın­ dan yüksekliği 900 metrenin üstünde olan bir yüce kaba­ rıntıdır. Başkumandanlık karargahı için muharebe idare yeri olarak seçilmesi de, civar araziye hakim olmasından­ dır. Böyle kabarıntılara hem halk dilinde, hem topoğrafya ilminde "dağ" derler. Türkçede bayır, eğik arazi, inişli yer, bir dağ eteğinden bakıldığı zaman zirveye, yağmur suJa­ rının taksim olduğu çizgiye doğru uzanan yamaç anlamı­ na gelir. Bir de, düzlüklerdeki

tepe niteliğinde olmıyan

yatık çıkıntılara bayır adı verilir. Gerçek hu olunca, şair, ya bayırın manasını, yahut Kocatepe'yi bilmiyor demektir. Bu derece övülen bir sanatkar için ayıp sayılmaz mı bun­ lar? "Gündüz güneşin - gece yıldızların altında kayalardır'' mısraları ise, sadece kelimeJer bakımından Türkçe;

söz

dizisi bakımından Türkçe değil maalesef.

"Ve şimdi gece olduğu için, Ve dünya daha karanlınta daha bizim DaJıa yakın

Daha küçük kaldığı için Ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten Evimize, aşkıımza ve kendimize dair Sesler geldiği için, ·

31


kemede yalancı şahitlik yapan yedi kişi burada taş kesil­ miş. Nazrm Hikmet'in bu efsaneyi duymamış olması cid­ den esef edilecek hir talihsizlik. Duymuş olsaydı, belki ib­ ret alır, koca bir millete, bu yalan yanlış yaveleri şiir diye yutturmaya kalkmazdı. Akarçay, Koçhisar'da Tuzgölü'ne değil, Afyon'un hemen 50 Km. doğusundaki Eber gölüne dökülür. Hele "Eber gölüne uğramadan" demek suretiyle cehaletini büs­ bütün ortaya koyması çok garip. Destanını yazarken Tür­ kiye haritasına da mı bir göz atmamış bu adam?

"Düşündü birdenbire kayalıktaki adam Kayııakla.rı düşman elinde kalan bütün nehirleri Kimbilir onlar ne kadar büyük Ne kada.r uzundurlar. Birçoğunun adını bilmiyordu. Yalnız Yunandan önce seferberlilden evvel Manisa.da Seliınşa.hla.r çiftliğinde ırgatlık ederken �rdi Gedizin sulan � döndürerek Dağlarda tek Tek Ateşler yanıyordu Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki, Şayak kalpaklı adam Nasıl ve ne mman geleceğini bilmeden Möntekim, güzel ve rahat günle.-e İnamyordu. Ve Koca.tepe gömtleme yerinde Gülen bıyıklaıiyle duruyordu ki mavzerinin

yanında

Birdenbire beş adını sağında. onu gördü Paşalar onun arkasındaydılar 34


"O" saati sordu Paşalar "üç" dediler. Sarışın bir kurda benziyordu. Bıraksalar İnce uzun bacakları üzerinde yaylanarak Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon ovasına atlıyacaktı." Muharebe meydanlarında nöbetçiler ayakta durmaz­ lar. Özellikle geceleri gözetleme vazifesi yapanlar. Çünkü, karanlıkta gözden çok yere yapıştırılan kulaklar iş görür. Basit

bir

askerlik kaidesidir bu. Fakat, büyük vatan ve

mernJeket şairi, ender Türk Nazım Hikmet bilmez bunla­ rı. Neden mi? Askerlik denilen en şerefli yurt hizmetini

yapmamıştır da ondan. Elbette ,bir Türk için çok haysiyet kırıcıdır bu. "Karanlıkta akan bir yıldız gibi" dedikten sonra, "ka­ yarak" kelimesini ekleyip göklerdeki hayali Kocatepe'nin yamaçlarına sermiye ne lüzum vardi. Bir atlama

arzusu

bahis konusu edildiğine göre, sadece :

"Ve kara.nlıkbı. akan bir yıldız gibi, Kocat.epeden Afyon ovasına a.tlıyacaktı." Demek daha doğru,

daha akıcı, daha

güzel olmaz

mıydı? Hani serbest nizımla şiiri vezin ve kafiye zaruret­ lerinden doğma yapmacıklardan, söz yapısı

bakımından

kısıntı ve eklentilerden kurtaraca.klardı? Şiirde benim görebildiğim hatalar bunlar. Daha yet­

kili bir eleştirici için başkalarını ve daha önemlilerini bul­ mak zor değil. N3.zım Hikmet bu hataları yapmış, övücü­ leri farkına varmaktan aciz iseler kabahat kimin? Yapan

35


haklı, görmeyen mazur, meydana koyan suçlu. Allah için söyleyin, insaf bunun neresinde. Şayet bu kırık dökük mısralar arasında gerçek şiiri bulabilseydik, saydığımız kusurlara göz yummamız peka13. mümkündü. Fakat, o da yok. Yapılan iş, alelade bir düz yazının cümlelerini gelişigüzel parçalıyarak

istiflemekten

ibaret. Hem de moloz yığınları halinde. Renk bulanık, ma­

na

lnsır,

dil bozuk, ses takırtılı. Okurken insanın yüzünü

buruşturinaması imkansız ( 5) .

Y

ön" dergisinin 89 uncu sayısı. Hayranları "Kurtu­ luş Savaşı Destanı" nın 177 mısralık bir parçası­

nı daha aktarmışlar sayfalarına. Şair, bu upuzun parçada

"1919 İstanbul'unu, Erzurum ve Sivas kongrelerini" dile getirmek istem.iş. Aslında konunun kendisi heyecanlı. Bir de gerçek bir şair tarafından işlenseydi, kimbilir ne olur­ du? Koskoca şiirde - iki mısra hariç - aradığımızın damla­ sını bulamıyoruz. Eriurum'un kışını ve adamını anlatırken nasılsa "Kaskatı katılmış, donmuş

görürsün karanlığı ...

Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür insan"

diyebilmiş. öte

yanı ise keçi boynuzundan berbat. Yarım gram bal için bir çuval yonga. Ye yiyebilirsen. Hele "Sidiklerini yaktıJ.ar beş numaralı 18.mbalarda... Miloviç beyaz at gibi bir karı" mısralarından iğrenmeme­ ye imkan yok. Şiirin bir yerinde, ''Yürek boyun eğer, ba­ lam, Erzurumlu türkülere"; diğer bir yerinde de, "Hallın

selimdir Erzurum'un adamı - Vela.kin dönmesin gözü bir (5)

36

Bayrak: 1 Ocak 1965, Sayı: 1, Sayfa: 8.


kere." demiş. Bir şairin büyük olabilmesi için

kullandığı

dili ve bu dilin deyimlerini çok iyi bilmesi başta gelen icap­ lardandır. Biz Türkler

"Erzurumlu

türküler" demeyiz.

Doğrusu "Erzurum türküleri" dir. Erzurumlunun ise gö•

zü dönmez. sadece ayranı kabarır. Çünkü, ne zırdelidir, ne kanlı katildir o. Bu deyim, ancak böyle olanlar için lanıJır Türkçede. Heygidi "Türk şiirine Anadolu'nun

kul­ sesi­

ni getiren büyük şair" heeey!.. (6) .

Y

ine de bunlar bir şey değil. tarafı, asıl hayret

Destanın asıl facialı

ve ibretle

okunacak bölümü

"Hikaye-i Karayılan" dır. Yoldaşları "Nefesiniz kesilerek okuyacaksınız" diye takdim etmişler bu parçayı. Okuyalım o ıhalde.

Karayılan, Gaziantep savunmasının başta gelen ramanlarındandır. O taraflarda uzun

kah­

yıllar bulunduğum

için biılirim menkıbesini. Kurtuluş Savaşının destanını ya­ zan bir şair için böyle bir kahraman elbette ihmal edile­ mezdi. Nazım Hikmet de ihmal etmemiş nitekim. Fakat, bakın nasıl:

''Kara.yılan Kara.yılan olma.da.n önce Antep köylerinde ırgattı." Yalan!.. Hem de kuyruğu birkaç kilometrelik. Kara­ yılan, Pazarcık'ın Elif köyündendir. Babası Mamo "Mah(6)

Bayrak: 1 Mart 1965, Sayı: 3, Sayfa: 10.

37


mut" bu köye ve çevresine yerleşmiş bulunan "Kabalar" aşiretinin reisiydi. Ermeni eşkıyaları tarafından şehit edil­ miş, yerine henüz .16 yaşındaki

KaraYJlan reis olmuştu.

Aşiret reislerinin ve Ç'OCuklarının ırgatlık

yaptıkları ise,

ne görülmüş, ne de duyulmuştur.

"Yaşıyordu bir tarla. sı91mı gibi, Ve korkaktı bir tarla sı� kadar." Yalnız yalan değil, düpedüz iftira, bu. Hem de KaraYJlan gibi milli gurur

düpedüz hakaret kaynağımız olan

çok aziz bir şenidimize. Karayılan Erzurum'da muvazzaf

askerliğini yapar­

ken Birinci Cihan Savaşı patlamış, birliğiyle beraber Rus­ larla giriştiğimiz bütün muharebelere katılmıştır. Bu muha­ rebelerde gösterdiği yararlıklara karşılık da evvela onba­ şı, sonra çavuşluğa yükseltilmiştir. Bu savaşların birinde yaralanmış, Malatya Hastanesinde tedavi görürken mu­ harebe sona ermiş, köyüne dönmüştür. Bunu takibeden ha­ yatı ise, Nazını Hikmet'in canlandırmasına im.kan olmı­ yan hakiki bir destandır. Nasıl tarla faresine benzetilir, nasıl korkak diye hakaret ve ütiraya uğratılır böyle bir kahraman? Bir türk şairi, dili taş kesilmeden nasıJ söyli­ yebilir bu mısraları? Şayet vicdanı aıbanoz karası değilse ...

"Yiğitlik a.tla, sil3h1a., toprakJa. olur, Onun a.tı, silahı, toprağı yoktu." Tabii bunlar da yalan. Eğer yiğitlik atla, silahla, top­ rakla idiyse hepsi vardı Karayılan'da. Bir saltanat paşası­ nın torunu Nazım Hikmet de daha fazlasına, sahipti mu­ hakkak. Fakat, yiğitlik atla, silahla, toprakla değil; yü­ rekle, imanla olduğundan, biri vatanı için canını verdi; bi-

38


ri Moslrova meyhanelerinde gönül eğlendirdi. Hem de, utanmadan hasret şürleri yazdığı memleketinde kan göv-. deyi götürürken. övmek elinden gelmiyordu, bari yermeseydi bu kah­ ramanı. Fakat, aşağılık duygusu içine çökmüş bir kere. Kendi beceremediğini becerenlere saldıracak. Bir ruh has­ talığıdır bu, yapamaz ki başka türlüsünü.

"Gavur Antep'e giriııoo Antepliler onu Korkusunu saklayan Bir fıstık ağacın.da.a Alıp indirdiler, Altına bir a.t Qekip Eline bir mavzer verdiler." İşte, koskocaman .bir yalan ve korkunç. bir iftira da­ ha ! . . Karayılan, hastaneden köyüne döndüğü sıralarda dev­ letin ve hüküm.etin tam bir aciz içinde bulunmasından ce­ saretlenen birtakım soysuzlar dağa çıkmış, ortalığı hara­ ca kesiyorlardı. Bölgede mal, can, ırz ve namus emniyeti kalınamJŞtı. Özellikle Bozan Ağa isimli bir hain, başına topladığı 150 kadar serseri ile kan kusturuyordu köylü­ lere. Bunlara hükümet kuvvetlerinin bir şey yapamadığı­ nı gören Karayılan, aşiretinin delikanlıları ile sil3.ha sa­ rıldı. Takip müfrezelerinin yardımlarını da sağlıyara.k düştü Bozan Ağa çetesinin peşine. Uzun kovalamalar ve çetin müsademelerden sonra Bozan Ağa'yı temizledi, çe­ tesini dağıttı. Böylece Pazarcık ve Besni çevreleri tekrar huzura kavuşmuş oldu. 39


Karayılan'ın altına ne kimse at çekmiş, ne de omu­ zuna mavzer vermiştir. Aksine, Antep müdafaasının en şerefli sayfalanru yazan 82 kişilik çetesini kendi kesesin­ den siLihlandırİnıştır. Böyle bir kahraman için "Destan" diye utanmadan bunlan yaz, aradan yıllar geçtikten son­ ra birtakım adamlar türesinler, bunları yazan için "Türk killtürünün olduğu kadar, milli kurtuluş savaşımızın da ayrılmaz bir parçasıdır" desinler. Tevekkeli "İnsaf dinin yarısıdır" buyurulmamış.

"Boynu yine böyle çöp gibi ince, Ve böyle korıama.n kafe.lıydı Karayılan Karayılan olma.dan önce." Halbuki, yakın arkadaşları ve tanıyanlar, Karayılan'ı "Esmer, siyah bıyıklı, değirmi yüzlü, orta boylu, enli vü­ cutlu, gür saçlı, mert görünüşJ.ü" bir erkek güzeli olarak anlatırlar. N3.zım Hikmet'in çizdiği "Miki adam" tablosu ise, kendi gönlünde yatan kahraman ( ! ) Nazım Hikmet'in portresi olsa gerek. ''Karayılan .olmaihm önce, Umurunda. değildi Karayılan'm Kıyametedek gavura verselerdi Antep'L Çünkü onu düşündürmeye alıştırma.dıJar." Yalanın, iftiranın, hayasızca uydurmanın ·böylesine pes doğrusu... Herkesi kendisi gibi sanıyor hain. Karayılan okur yazardı. Hem de köy hocalığı yapa­ cak kadar. Bu yüzden aşireti arasında "Molla" diye am­ ılırdı. Askerlikte onbaşılık, çavuşluk yapmıştı. Kendine gö40

1


re memleket meselelerini düşünür, çözümler, payına düşe­ ni yapardı. Nitekim, kimsenin teşviki, telkini,

ikazı, zorla­

ması ve emri olmadan, vicdanının sesine uyarak harekete geçmiş ; Gaziantep savunm asının

ilk büyük zaferi olan ve "Karabıyık baskım" diye anılan destanı yaratmıştı Baskına uğrattığı düşman kuvveti, bir süvari takımı, bü­ yükçe bir piyade müfrezesi ile himaye edilen 40 arabalık bir nakliye koludur. Baskını 80 kişiyle yapmıştır. 20 Ocak 1920 gününün öğle vaktinde haşlıyan, 2 saat kadar süren bu yaman boğuşmanın bilançosu şudur :

100 den fazla ölü. 50 esir. Ganimet olarak da, katır ve at cinsinden 100 baş hayvan ; bir ağır, iki hafif ma­ kineli tüfek ; 160 piyade tüfeği, 40 sandık

cephane, 100

bomba, içleri çeşitli yiyecek maddeleriyle dolu 40 araba. Savaşın en kızgın zamanında Karayılan'ın

15

arka­

daşı ile Fransızların içine dalması, 4 Tunuslu erle iki ma­ kineli tüfeği kaparak bulundukları tepeye çıkarması, Tu­ nuslulara kullandırarak düşmana ölüm

saçması ayrıca

kayda değer bir kahramanlık harikasıdır. Nazım Hikmet de okumuştu. Hem de bir askeri okul­

da. Dolayısiyle askerce düşünmiye

alıştınlmıştı. Fakat,

kendi yaşındakiler, Anadolu yaylasında vatan için kafile kafile toprağa serilirken, niye alıştırıldığı askerce düşün­ cenin icabını yapmamıştı acaba ? Çünkü, maddesi de, mad­ de ötesi tarafı da hıyanet çamuruyla yoğurulmuştu alça­ ğın.

"Ak bir 'taşın ardından

Karayılan Çıkardı kafasını Derisi ışıl ışıl 41


Dili 98ıtal

Gözleri ateşten aldı. Birden bir kurşun gelip Kafasııu aldı Devrilip kaldı. Karayılan Karayılan olmac1an önce Karayı]an'm encamını görünce Haykırdı avaz avaz Ömrünün ilk düşüncesini - ibret al deli gönlüm; Demir sandıkta sakla.ıısan bulur seni Ak taş ardında Ka.rayı:la.n'ı bulan ölüm. *

Ve bir tarla sıçanı kadar korkak olan Fırla.yıp atlayınca ileri Bir deh§et aldı Anteplileri. Seğirttiler peşince Gavuru tepelerde buldular, Ve bir tarla. sıçanı kadar korkak olaııa Kamyıla.n dediler." Gördünüz mü Karayılan'ın

kahramanlık felsefesine

kaynak olan hadise-i ibreti ve isminin nereden geldiğini ?.. Bütün yazdıkları gibi, hunlar da yalan elbette. Kurtuluş Savaşında düşman istilasına karşı koymuş

Kilis, Antep, Maraş mücahitlerinin başta gelenlerinden hiçbirisi kendi ismiyle anılmaz. Özdemir, Arslan, Mü.. cahit, İslam, Polat, Müslüman, Kartal gibi adlar hep tak­ madır.

O zamanın adetiydi bu. Asıl ismi Memo (Mehmet) olan Karayılan için de gerçek budur. Bir serseri kurşunun

42


ak taş ardında Karayılan'ın başını koparması Nazım Hik­ met haininin kopasıca başında doğm� bir masaldır.

Özel­

lilde, Karayılan'ı kastederek "Fırlayıp atlayınca ileri - Bir dehşet aldı Anteplileri" demesi, Fransız kumandanların­ dan Abadi'ye "Türk Verdün'ü Antep" i yazdıran kahra­ manların tümüne birden hakarettir. Barış günlerinde as­ kere çağrıldı diye vatanından kaçan, Moskof'a sığınan bir hainden elbette bundan başkası umulamaz. Karayılan, Karabıyık baskınından sonra Antep Ku­ vayı Milliye Merkezinden aldığı emirle Samlı Kel Mehmet çetesini imha etmiş, Kilis

-

Antep, Nizip - Antep yolları

savaşları ile, Antep şehir içi savaşlarının 54 mına katıJmıştır. Mağarabaşı, Ku:rıbanbaba

günlük kıs­ savaşlarında.

gösterdiği kahramanlıklar ha.la dillere destandır. Nihayet

24 Mayıs 1920 de Samsaktepe taarruzunda tam kalbinden aldığı bir isabetle şehit düşmüş, Hakkın rahmetine kavuş­ muştur. Şimdi lfı.tfen elferinizi vicdanınıza koyarak söyleyin : Kısaca hayat hikayesini naklettiğimiz Karayılan'la, Nazmı Hikmet'in nefes kesen

( !)

destanı arasında münasebet var

mıdır ? Hele bu yalan ve yayvan edalı söylen.işin şiirle il­ gisi nedir ? Ender Türk ve büyük şair ha ? Yuh olsun ona. da, bu iddiada ıbulunanlara da ! . . (7) .

85 sayılı "Yön"

\

dergisinde üç karalaması daha yayın-

landı. Kusura bakmasınlar, şiir demiye

dilim var­

mıyor bir türlü. Kötünün de fenası diyeceğim nerdeyse... (7)

Bayrak: 1 Mart 1965, Sayı: 3, Sayfa: 10.

43


Halbuki eserlerinin içinde daha derli topluları, daha düz­ günceleri pek çok. Öyle anlaşılıyor ki seçmesini beceremi­ yorlar. Bari bir anlayana yaptırsalar bu işi. Zincir çerçeveli bu üç karalamanın birincisinde Dok­ Fau.st'un evini ziyarete yeltenmiş. Hayal bu ya, şeytan­ tor la pazarlığa girişmek için katlanmış bu zahmete. Tıpkı Goethe'nin kahramanı gibi. Okuyalım : "Gecenin geç vaktinde Kulenin dibinde, kemerin altında Dolaşıp durdum �eydanı Gökyüzü ka.ranlıkta altın çeken bir imbik, Bir simyaker imbiği. Alev mavi mavi.

Şarl :nıeyda.nına. doğnı indim yokuş aşağı."

Görülüyor ki, şiirden eser yok karalamanın bu kısmında. Haydi biz anlamıyoruz diyelim. Varsa göster­ sinler, hangi mısra veya mısralara tünemiş o anka ku�u ? Fakat, dikkatlerinden kaçan hataları cımbızlamak bizim için zor değil. Şair, gecenin geç vaktinde, kule dibinde, kemerlerin altında dolaşıp durmuş meydanı. Sonra da :Şarl meydanına doğru inmiş yokuşu. Bu anlatışa göre bir meydandan bir başka meydana gidip aranmış olacak. Prag'ı görmedim maalesef. Fakat bilenlerden tahkik et­ tim. Kuleli ve altında dolaşılacak kemerleri olan meydan Şarl meydanı imiş. Demek oluyor ki, aynı meydanda do1aşıp yine aynı meydana doğru inmiş yokuşu. Elbette mad­ deten mümkün olamaz böyle şey. Şaşkınlığın bu derecesi tam Nazım Hikmet'e göre bir şairanelik olsa gerek. 44


Hele altını imbikten geçirmeye kalkması büsbütün ce­ halet. Emsali madenler gibi altın da imbikten değil, had­ deden geçirilir ancak. Anladık, . fizikten, kimyadan haiber­ siz. Bari şair geçindiğine göre, Nedim'in :

"Haddeden geçmiş nem.ket yal-ü'OOJ. olmuş sana Mey süzülmüş şişeden. rulısar-ı'al olmuş sana�'" Faruk Nafiz'in :

''Dokuz yıl duda.klarda ge'Ldi benim yerime Had.deden altın gibi çekilmiş mıs:ralarım." Beyitlerini okumuş, bu hataya düşmemiş olması ge­ rekmez miydi ? Büyük şairin ilk vasfı kendi dilini yanlış­ sız yazmak olduğuna göre, "İndim yokuş aşağı" deyimini nasıl yakıştıralıın ona ? İnmekte, esasen aşağıya doğru bir hareket anlamı gömülü. Sade<!e ''İndim

yokuşu" demek

dururken, bir de "aşağı" kelimesini ekliyerek malfunu ila­ ma neden Jüzum görmüş ? Zincir çerçeveli karalamaların ikincisi, "İstiklfil" baş­ Başarılı bir

lıklı. Şiir değil, propaganda afişi mübarek.

sanatla maskelenebilseydi güdülen maksat belki . de bu ka­ dar sırıtmıyacaktı. Kendi memleketi istilaya uğradığı, kendi milleti ölüm - kalım mücadelesi yaptığı sırada Mos­ kova meyhanelerinde sürten bu sefil, İngiliz ve Fransız­ ların Süveyş'e saldırmalarını

fırsat sayarak

Mısırlılara

bakın nasıl seslenmiş :

"Bu zırhlıları, bu orduları t.a.mrım, Benim de su1arıma girdiler, BeBim de topmğıma asker çıka.rdılar geceleyin, Kanmıa sosamıştda.r.


Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu, Hünerini ellerimin. Döktük denize onları Bin dolruzyirıniy iki di yıllardan." Güzel, fakat bu facialar olurken kendisi neredeydi? İnönülerde mi, Sakarya'da mı, Dumlupınar'da mı ? Deli­ kanWık çağında ve askeri okul mezunu bulunduğuna göre yeri neresi olmak gerekirdi ? Garp Cephesi mi, yoksa Mos­ kova meyhaneleri mi ? O halde içten ve yürekten değiıl. bu sızlanış. Bir maksadı olmalı mutlaka. Tahmin güç değil. \ Yapılan tecavüz Türk milletini elbette üzecektir. Bir taşla birkaç kuş vurmanın tam sırası. Eski bir yarayı deşe­ rek duyulan üzüntü pekala katmerleştirilebilir. Bu da Türk Milletini dostlarından soğutur. Saldıranlar kapitalizmin mümessilleri. Bu gerçekten hatalı hareket iyi afişe edile­ ·bilirse, mağdurlariyle müteessirlerini demirperdeye doğru kaydırır elbette. Çıkış noktası bu olunca söylenecek söz mü yok:

"Mısırla kardeşleıim; Şarkılarımız kardeştir, lsimlerimiz kardeş. Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa; � cadde, çınar, Savaşında senin ya.ıundadı:r, Köylerimde kelim-ı kadim okunur Senin zaferin için•.•" Kafkaslarda Türk ve Müslümanlar boğazlandı. Hfila da boğazlanıyor. Sibirya, zulüm ve işkence artığı Türk ve Müslüman Kırımlılara ikinci vatan haline getirildi. Tür­ kistan .bugün bile h3.ileler ülkesidir. Son Macaristan facia46


sı 20 nci yüzyılın alnına süriiılmüş bir kara leke. Hani in­

sancıl şairimizin bunlar hakkında haykırılmış tek mısraı ? Görmedi mi, duymadı mı bunları ? Haksız tecavüz nereden gelirse gelsin lanetlenmelidir. Fakat, karşı bloktan olunca feryadı bas, deınirperde gerisinden olunca sus ve hatta al­ kışla. İnanır mıyız böyle sözlerin samimiyetine? Budala mıyız biz ? "Şehirlerinde gUZel, ulu, canlı ne varsa" demiş ve ar­ kasından, "İnsan, cadde, çınar" diye sıralamış. Eskiler bu­ na lef-ü neşir derlerdi. Birbirlerine ait sıfat, isim ve fiil­ ler aynı sırayla kullanılmışsa mürettep, aksi halde müşev­ veş lef-ü neşir olurdu ki, makbul sayılmazdı. Dikkat buyurulursa görülecektir ki, bu söz sanatının da mürette­ bini değil, müşevveşini yapmış. Tabii kusuruna bakmaya gelmez. Çünkü bilmez bunları. "İstiklfil ot.obüs değil· ki Bir �ırdın mı ötekine binesin." Gördünüz mü, şairce ifade edilmiş istiklfil felsefesini ? İnsanın nerdeyse alkışlamaktan avuçlan patlıyacak. Hele 4'Bir kaçırdın mı ötekine binesin" mısraı, Türkçeden çok N3.zım Hikmetçe. Türkçesi, "Birini kaçırdın mı ötekine bi­ nesin" dir. "Mısırlı kardeşim, Ka.na.Jın suyuna karıştı kamn, lıısa.nm yurdu bir kat daha kendinin olur, Toprağına, suyuna karıştıkça kam. Yaşamış sayılmaz ki zaten, Yurdu i�in ölmesini bilmeyen millet." Aynı şeyi rahmetli Mithat Cemal de söylemişti. Hem de iki mısraa sığdırmak suretiyle : 47


"Baymklan bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa va.tandır." Soruyorum size, birincisinin

ifade

derbederliği ile.

ikincisinin kıvrak heybeti, emsalsiz teksif hünerini nasıl mukayese edebiliriz? İşte sanatkarın gerçeği ile kalpı ara­ sındaki fark. Sonra, N8.zım Hikmet gibi normal askerlik için çağrılınca

barış devrinde

meil:ııeketinden

kaçmış.

vatanından toprak isteyen bir devlete sığınmış adamın ağ­ zına yakışmıyor bu sözler. İnsana küfür gibi, alay gibi ge­

liyor adeta. Zincir çerçeveli karalamanın üçüncüsü Varna'da ya­ zılmış. Memleket hasretini dile getirmeye ç�mış bu

ka­

ralamasında da. Hakkı yok böyle şeyler yazmaya. Fakat, okuyalım yine de biz :

"Yürek değil be, çıarıkmış bu, ına.ııda gönünden Teper ha babam t.eper Pamla.nırıaz Teper taşlı yollan." Ha bileydin şunu.

O

kadar pespaye, o kadar rezil, o

kadar alçak bir yürek ki o, bu benzetiş bile çarığa, manda derisine hakarettir.

Tevekkeli şair

"Şecaat

merd-i kıpti sirkatin söyler" dememiş.

"Vapur geçer Vama önünden, Oy Kara.denizin gümüş t.elleri, Bir vapur geçer Boğaza. doğru N8.zım usulca okşar vapuru y� elleri..''

48

arzederken


Eh, nihayet yakalamış şiire .benzer

bir şey. Fakat,

yine de "Oy Karadenizin gümüş telleri" nden ne olduğunu anlamak mümkün değil.

maksadın

İşte size bir keçi

boynuzu ve bal hikayesi daha ( 8 ) .

Y

ön" dergisinin 83 üncü sayısında "Davet" başlıklı kültür seviyesi ve taşıdığı

zihniyet bakımından

çok enteresan bir şiiri var :

"Dörtnala gelip uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan, Bu memleket bizim ! ' ' Görülüyor ki şair, her şeyden

önce Türk tarihinin

cahili. Atalarımızın Uzak Asya'dan değil, Orta Asya'dan geldiklerini hiılmiyor. Halbuki ilkokul öğrencileri bile bi­ lirler hu gerçeği. Demek ki, Türk kültürü ıbu içi boş bilgi dağarcığı ile zenginleştirilmiş. Hayret doğrusu . Sonra ne­ den "Akdeniz'e doğru bir kısrak başı giıbi" uzanan da, şah­ lanmış bir at başı gibi değil ? Adamın dişilik iliklerine işle­ miş. Bir türlü kurtaramıyor bu kompleksten kendini. "Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak, Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, Bu cehennem, bu cennet bizim ! '' Bu memlekette

belki bir klBlm ayaklar çıplaktı ve ha­

la da çıplaktır. Fakat ne bilekler kan içinde, ne dişler ke(8)

Bayrak: 1 Nisan 1965, Sayı: 4 , Sayfa: 6-7.

49


netli. Biılekleri, dernirperde gerisinde olduğu gibi kelepçe­

ler zorlamıyor ki kanasın ve dişler kinle gıcırdasın Bir zamanlar "Arık, yank" kafiyeli tekerlemelerle anlatmıya çalıştığı memleket toprakları demek ki ipek ıhalı manzara­ sına bürünmüş artık. Şayet :bu sözünde samimi idiyse, memleketi ıbu mutluluğa eriştirenlere demirperde gerisi radyolarından öJünceye kadar sövmesi nedendi ? Memle­ ketçi büyük şaire, ender Türk'e yakışır mıydı bu ? .

"Kapansın el kapıla.n bir daha. açılmasın, Yok edm insıamn insana kulluğunu, Bu davet bizim!" Aslında şair, bu daveti bize d eğil ; Nazım Hikmet' in vicdanına yapmalıydı. Kendi kendini Moslrof uşaklığından kurtarması ve haksız olarak taşıdığı "Türk şairi" unvanı­ na layık olabilme8i için.

İşte şiirin son bölümü : "Ye.şamak bir ağ� gibi t.ek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine Bu hasret bizim!"

Ve

Görüyor musunuz Türk milleti için dilediği hürriyeti ve kardeşçe yaşama tarzım ? Demek "Bir ağaç gibi tek ve hür" olacağız. Peki, fakat ağacın hürriyeti nedir ? Dikil­ diği ve bittiği yerin esiri kalmak, her rüzgara boyun eğ­ mek değil mi ? Evet, şairin hakkı var. Çünkü demirperde gerisindeki insanlar bu kadarcık bir hürriyete bile sahip değiller. Orada tek rüzgar 1eser ve yalnız ona boyun eğilir. Aksine cüret eden .başlar koparılır. Aldandığı nokta ise, Türkiye'yi demirperde gerisi gibi sanmasıdır. Burada ne 50


öyle rüzgar eser, ne de o rüzgara ,boyun eğmiyen haşlar koparılır. Ağaçca hürriyete ihtiyacımız yok bizim ( 9 ) . •

95 sayılı "Yön"

dergisinde ise "Mehmetçik" şiirini bu­ luyoruz. Büyük şair ( ! ) ve nadir Türk ( ! ) Nazım Hikmet, Türk vatanının bütünlük ve Türk milletinin ba­ ka teminatını anlatacak. Hani, barışta efendiliği, savaşta kaıhramanlığiy,le bütün dünyanın saygısını, · hayranlığmı kazanan mertlik abidesini. Okuyalım o halde :

"895 numa.ralı katar, 895 nuına.ml:ı katarın Üçüncü mevki vagonunda tTç yolcu var Sefalet FeJa.ket

Ve Mehmet. Tren düdükleri öter Mehmet'in üstünden ; Medet Medet.. Uzun raylar uzanır Memleket. . Memleket... Yok mu raylarda merhamet... Mehmetçik, Mehmet Dağ taş Mehmet dolu, Kiminin pant.olonu, Kiminin donu. Bu uzun rayların sonu •.

.

(9)

Düşünen Adam: 3 Aralık 1964, Sayı: 1 :13, Sayfa : 7-15.

51


VarıŞ kışla.sına Selimiye'nin. Selimiye'nin avlusu Mehınetcik dolu,

Hepsinin dirselderine kadar sıvanmış kolu Mehmetciğin kolu bit dolu, Bit Mehınet'i yer, Mehmet biti.." "'Hoşt kÖpek ! " diye haykırmak geliyor içimden. Fa­ kat, itin kudurm.uşu "Hoşt" tan anlamaz ki. Yuh senin gi­ bi büyük şaire, nadir Türk'e. Yuh sana bu sıfatları layık görenlere (10) . •

anat, sanat için olunca güzel, gaye için o�unca şeref­ tir. Nazım Hikınet'te ise ıbirincisi yok. !kincisi, sa­ dece kuru ve yavan değil, korkunç ·bir bataklığa da gömü­ lü. O halde bu çabanın sebebi ve manası nedir ? Asıl bu­ nun üzerinde durulmalıdır :

S

Kurtuluş Savaşının en buhranlı günlerinde Nazım Hikmet'i Anadolu'ya çeken duyguların temizliğinden şüp­ he edilemez. "Yaralı Hayalet" şiiri, bunun deliJidir. Fakat, İnebolu'da kızıl boyun atkılı Sadık Aıhi (11) ile tanışması içine yuvarlandığı ruh sefaletinin başlangıcı olmuştur. Bundan sonra, onun için vatan, millet, din yoktur artık. Nitekim, kendi yaşındakiler bu topraklar için kafile kafile canlarını verirken Moskova'nın yolunu tutm�tur. Haydi hayatını verecek kadar fedakar değiJdi, diyelim. Kendisin­ den istenen bir ilkokul öğretmenliği idi. Memleketinden

52

(10)

Bayrak: 1 Mayıs 1965, Sayı: 6, Sayfa: 18.

(11)

Bu Dünyadan Nazım Geçti : Va-Nu, Sayfa: 63.


ıbu kadarcık bir hizmeti bile esirgemiştir. Şiirden nasipsiz şu- kuru mısralar, Moslrova'da geçirdiği yıllara ayna tut­ ması bakımından çok ilgi çekicidir bizim için :

"Yirmidört saatt.e yirmidört saat Lenin, Yirmidört saat Marks Yirmi.dört saat Engels Yüz dirhem kara ekmek Yirmi ton kitap, Balık �rbası,

Tüfek t.alimi,

Tiyatro, balet, Kitap." Kan ve barut kokularına, yangın dumanlarına gömü­ lü bıraktığı memleketi · için silaha sarılmak aklına gelme­ mişti. Moskova'daki bu silah talimi nedendi acaba ? Yir­ midört saatte, yirmidört saat Lenin, yirmidört saat Marks, yirmidört saat Engel ilim olamazdı. Bir üniversite tahsili­ nin başlı başına konusu ve gayesi değildi bunlar. Öyle an­ laşılıyor ki, kıpkızıl bir ajan olmanın, kıpkızıl bir ihtilfil hazırlayıp sevk ve idare etmenin usulleri öğretilmiş, talim edilmişti kendisine. Tahsil müddetince Rusya'da "Manevi müstehlik" du­ rumunda idi. Memleketine dönüp "Manevi müstahsil" ol­ manın yoluna bakacaktı (12 ) . Manası açık bu sözlerin. Her çeşit melaneti bütün in­ celikleriyle öğTenip kavramıştı. Türkiye'ye

dönüp kendi­

sinden beklenenleri yapmalıydı artık. Halbuki Türkiye'de gıyaben 10 yıla mahkfun edilmişti. Aldığı emri, verdiği ka( 12)

Bu Dünyadan Nazım Geçti: Va-Nu, Sayfa: 374.

53


rarı tatbik için gelemedi bu yüzden. Çaresiz gecikti. Va-Nu "Bu Dünyadan Nazım Geçti" isimli kitabında mikroskobik teferruatın bile üzerine titiz bir itina ile uzun uzun eğilir­ ken, ·bu mahkumiyeti ıbir cümlecikle kulak ardına atıver­ miş.

1924 de aftan faydalanarak yurda döndü. Bu tarih­ ten sonra su yüzüne çıkarılan bütün komünistlik hareket­ lerinde Nazım Hikmet daima ön saftadır. 1927 de yakala­ nan 89 komünist zanlısının arasında o d a vardı. Duruşma­ lar sırasında ' 'Türkiye Gizli Komünist Partisi = nin lideri Dr. Şefik Hüsnü,

Heyeti Merkeziye

T. K.

P."

azalarının

içinde Nazım Hikmet'in de bulunduğunu (13) ifade etmiıŞ­ tir. Türkiye'de komünist "hücre" lerinin kuruluşu, yeraltı faaliyetleri hep bu gizli Komünist Partisinin heyeti mer­ keziyesi tarafından ( 14 ) organize edilmiştir. Nazım Hik­ met, fikirden fiile geçmemiş olsaydı, kanunun pençesi ya­ kasına yapışmazdı. Hadiseleri takibedenler bilirler ki,

bu devir , onların

daha çok fikri seferberlik içinde bulundukları devirdi. Ma­ kale, şiir, roman, hikaye, fıkra ve tercümelerle halkın vic­ danına zehir saçtıkları devirdir. Bu KIZILCIK ektbinin ba­ şında ise, Dr. Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet, Şevket Sürey­ ya, Sadrettin Celal, kan koca Sertel'ler vardı. Bir yandan "Putları kırıyoruz" naraları ile gerçek de­ ğerfori gözden düşürmeye çalışmışlar, bir yandan Nazım Hikmet'in ismi etrafında görülmemiş bir yaygara kopar( 13 )

Türkiye'de Komünist

Hareketleri:

İlhan

Darendelioğlu,

Hareketleri:

İlhan

Darendelioğlu,

Cilt: 1, Sayfa: 57. ( 14)

Türkiye'de Komünist

Cilt: 1, Sayfa: 45.

54


ınışlardır. Böylece sanatkarlık değeri ortadan pek de yu­ kan olmayan alaca kirlisi ıbir balon alabildiğine şişirilmiş­ tir. Maksatlan, gözden düşürecekleri hakiki kıymetlerin yerine Nazım Hikmet'i oturtmak, halkın ve gençliğin sev­ gilisi yapmaktı. Bunda muvaffak olamadılar denemez. Bir­ çok edebiyat otoriteleri tanının. Özel konuşmalannda Na­ zım Hikmet'in sanatını yerin dibine batırırlar. Fakat, umu­ mi efkann karşısına çıkıp haykıramazlar bu kanaatlerini. Herhalde, bir "püf" le yıkacaklan derme çatma binanın enkazı altında kalıp ezilmekten korksalar gerek. 1932 de, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Sürey­ ya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge, İsmail Hüs­ rev Tökin "Kadro" isimli bir mecmua çıkarmaya başladı­ lar. Gayeleri, Türk inkılabının ideolojisini yapmaktı. Bu işi yaparken de Rus ihtilalini örnek alıyorlar, ekonomik ko­ nularda kapitalist ve liberal sistemin iflas ettiğini telkjne itina gösteriyorlardı. 1934 de "Kadro" mecmuası kapanın­ ca ılımlı, ılımsız bütün solcular fikri faaliyetlerini Nazım Hikmet mihveri etrafında topladılar. Bu da Nazını Hik­ met isminin etrafında koparılmış olan suni ve görülmemiş yaygaranın tabii bir neticesidir. Bir insana "Kırk gün deli denirse, deli olur" diye bir atalar sözümüz vardır. Hakikaten doğrudur bu söz. Nazım Hikmet de, isminin etrafında kopanlan maksatlı, planlı ve devamlı yaygarayı gerçek sandı. Ciddiye almaya haşladı. Alkıştan sarhoş olanlar kolay kolay ayılamazlarmış. Bu sarhoşlukla Nazım Hikmet de ,büsbütün zıvanadan çıktı ve azıttı. Kendini dev aynasında görür oldu. Nihayet, bir sar'a nöbeti içinde harbokuluna, donanmaya el attı. Hak­ lı olarak da belasını buldu. Onunla beraber, bazı sanıklar da çeşitli hapis ceza­ lanna çarptınldılar. Nazım Hikmet 13 yıl hapisanede yat55


rarı tatbik için gelemedi bu yüzden. Çaresiz gecikti. Va-Nu "Bu Dünyadan Nazım Geçti" isimli kitabında mikroskobik teferruatın bile üzerine titiz bir itina ile uzun uzun eğilir­ ken, ·bu mahkumiyeti ıbir cümlecikle kulak ardına atıver­ miş.

1924 de aftan faydalanarak yurda döndü. Bu tarih­ ten sonra su yüzüne çıkarılan bütün komünistlik hareket­ lerinde Nazım Hikmet daima ön saftadır. 1927 de yakala­ nan 89 komünist zanlısının arasında o d a vardı. Duruşma­ lar sırasında ' 'Türkiye Gizli Komünist Partisi = nin lideri Dr. Şefik Hüsnü,

Heyeti Merkeziye

T. K.

P."

azalarının

içinde Nazım Hikmet'in de bulunduğunu (13) ifade etmiıŞ­ tir. Türkiye'de komünist "hücre" lerinin kuruluşu, yeraltı faaliyetleri hep bu gizli Komünist Partisinin heyeti mer­ keziyesi tarafından ( 14 ) organize edilmiştir. Nazım Hik­ met, fikirden fiile geçmemiş olsaydı, kanunun pençesi ya­ kasına yapışmazdı. Hadiseleri takibedenler bilirler ki,

bu devir , onların

daha çok fikri seferberlik içinde bulundukları devirdi. Ma­ kale, şiir, roman, hikaye, fıkra ve tercümelerle halkın vic­ danına zehir saçtıkları devirdir. Bu KIZILCIK ektbinin ba­ şında ise, Dr. Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet, Şevket Sürey­ ya, Sadrettin Celal, kan koca Sertel'ler vardı. Bir yandan "Putları kırıyoruz" naraları ile gerçek de­ ğerfori gözden düşürmeye çalışmışlar, bir yandan Nazım Hikmet'in ismi etrafında görülmemiş bir yaygara kopar( 13 )

Türkiye'de Komünist

Hareketleri:

İlhan

Darendelioğlu,

Hareketleri:

İlhan

Darendelioğlu,

Cilt: 1, Sayfa: 57. ( 14)

Türkiye'de Komünist

Cilt: 1, Sayfa: 45.

54


mışlardır. Böylece sanatkarlık değeri ortadan pek de yu­ kan olmayan alaca kirlisi bir balon alabildiğine şişirilmiş­ tir. Maksatlan, gözden düşürecekleri hakiki kıymetlerin yerine Nazım Hikmet'i oturtmak, halkın ve gençliğin sev­ gilisi yapmaktı. Bunda muvaffak olamadılar denemez. Bir­ çok edebiyat otoriteleri tanının. Özel konuşmalarında Na­ zım Hikmet'in sanatını yerin dibine batırırlar. Fakat, umu­ mi efkann karşısına çıkıp haykıramazlar hu kanaatlerini. Herhalde, bir "püf" le yıkacakları derme çatma binanın enkazı altında kalıp ezilmekten korksalar gerek. 1932 de, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Sürey­ ya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge, İsmail Hüs­ rev Tökin "Kadro" isimli bir mecmua çıkarmaya başladı­ lar. Gayeleri, Türk inkılabının ideolojisini yapmaktı. Bu işi yaparken de Rus ihtilalini örnek alıyorlar, ekonomik ko­ nularda kapitalist ve liberal sistemin iflas ettiğini telkjne itina gösteriyorlardı. 1934 de "Kadro" mecmuası kapanın­ ca ılımlı, ılımsız ·bütün solcular fikri faaliyetlerini Nazım Hikmet mihveri etrafında topladılar. Bu da Nazım Hik­ met isminin etrafında koparılmış olan suni ve görülmemiş yaygaranın tabii bir neticesidir. Bir insana "Kırk gün deli denirse, deli olur" diye bir atalar sözümüz vardır. Hakikaten doğrudur .bu söz. Nazım Hikmet de, isminin etrafında koparılan maksatlı, planlı ve devamlı yaygarayı gerçek sandı. Ciddiye almaya başladı. Alkıştan sarhoş olanlar kolay kolay ayılamazlarmış. Bu sarhoşlukla Nazım Hikmet de büsbütün zıvanadan çıktı ve azıttı. Kendini dev aynasında görür oldu. Nihayet, bir sar'a nöbeti içinde harbokuluna, donanmaya el attı. Hak­ lı olarak da belasını buldu. Onunla beraber, bRzı sanıklar da çeşitli hapis ceza­ lanna çarptırıldılar. Nazım Hikmet 13 yıl hapisanede yat-

55


tıktan sonra birtakım gayretkeşlerin lutfuna uğradı. Bun­ ların başında Ahmet Emin Yalman vardı. Açılan kampan­ ya afla sona erince, ilk fırsatta memleketten kaçtı, Mos­ kof.lara sığındı. Moskova Hava Alanında yapılan tantanalı bir karşı­ lama töreninde Tass Ajansına verdiği beyanat, her Türk' ün tüylerini diken diken yapacak kadar feci ve sefilane­ dir : "O kadar bahtiyarım ki.. Ben hayatımı, idealimi, aş­

kımı bu muazzam şehre borçluyum. Ben Sovyetler Birliği' nin çocuğuyum. 24 yıl sonra bu büyük şehre gelirken tek­ rar asıl ve büyük vatanıma dönmüş oluyorum. Bugün, be­ nim memleketimin halkı Amerikan emperyalizminin elin­ de esirdir. Türk halkı Amerikan üniforması giydirilerek Kore'ye katil olmaya gönderilmektedir. Türk kardeşlerim, işçiler ve çiftçiler Sovyet ideali için de çarpışacaklardır. Türk halkı Stalin'in kumandası altında kurtuluşu için, sulh için döğüşmek istiyor. Bana yapılan bu karşılamayı şahsıma almıyorum. Ben de sizlerden biriyim. Bu karşılamayı Türk halkına yapılmış sayıyorum. Stalin benim için çok mühimdir. Gözümün ışığıdır. Fikirlerimin kaynağıdır. Beni o yarattı. Moskova'da onun büyük ismini taşıyan üniversitede okudum. Her şeyimi ona borçluyum. O yaJnız bütün dünyanın değil, şahsan ba­ na aydınlık veren en büyük kaynaktır." ( 15 ) . ( 15 )

Türkiye'de Komünist

C. 1, Sayfa 204.

56

Hareketleri :

İlhan

Darendelioğlu,


Görüyor musunuz namerdi ? Türk halkı Kore' ye katil olmak için gönderilmiş. Peki ama, Komünist, Rusya'nın Mig uçi:ı.kları, Kızıl Çin'in orduları ne arıyorlardı aynı sa­ vaşta ? Katya ormanında 7 bin Leh subayının koyun gibi boğazlaıunası, Stalin için alkışlanacak bir konu muydu ? Kendi soydaşlarımızın yıllarca uğradıkları zulmü, işkence­ yi , katliamı ·bir yana bırakıyorum. Son Macaristan faciası için ne diyelim ? Utanmadan "Beni Stalin yarattı" demiş. Doğrudur. Mel'unun böylesini, iblisin öylesi yaratabilir ancak. Nazım Hikmet, ölümünden birkaç yıl önce, Slav ırkın­ dan geldiğini, Polonyalı olduğunu iddia ve ispat etmiş. Bu suretle kendisini Varzanski Süyadiyle Var.şova nüfusu­ na (16) kaydettirmiş. Fakat, damarlarında dolaşan sadece Slav kanı değildir. Va-Nu'ya göre annesinin büyükba:bası Mustafa Celfilettin Paşa, Borjen.ski soyadlı bir Polonyalı imiş. Guya Gagavuz Türklerindenmiş bu zat. Bertin Kon­ gresinde Osmanlı Devletinin murahhaslığını yapmış olan Müşir Mehmet Ali Paşa da anne tarafından büyükdedesi oluyormuş. Bu da Hügönot asıllı bir Alman. Daha doğ­ rusu Protestan mezhebini kabul ettiği i�in Almanya'ya göçmüş Fransızların soyundan. Bedin Kongresinde Hıris­ tiyan tabeaya aşın haklar tanıdığı için hiddetlenen Müs­ lüman Arnavutlar tarafından Rumeli'de linç olunmuş. Polonya asıllı Mustafa Celfilettin Paşa, Ömer Paşa' nın kızı Saffet Hanımla evlenmiş. Bu birleşmeden ünlü dilci Enver Paşa doğmU§. Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım da bu Enver Paşa'nın (17) kızı imiş. Enver Paşa'(16)

Türkiye'de

Komünist

Hareketleri:

İlhan Darendelioğlu,

Cilt: 1, Sayfa: 207.

( 17)

Bu Dünyadan Nazım Geçti: Va-Nfı, Sayfa: 32-33.

57


yı yakından tanırım. Erenköy' de açtığı özel lisenin ilk ta­ lebelerin denim. Enver Paşa'nın eşi okulumuzun müdiresi idi. Adı ise Madam Ortanse'dır. Bu isimden anlaşıldığına göre de Fransızdı. Hatta, kızları Matmazel Suzan, :tlızari de öğretmenimizdi. Şu halde Celile Hanımın annesi, yani Na­ zım Hikmet'in anneannesi Fransızdı. Sadece melez değil, bir ırklar halitası mübarek. Fakat, baba soyuna çekmedi­ ği nasıl da belli hainin. "Yön" de yayınlanan "Hasret" başlıklı bir şiiri şöyle sona erer :

"Geçeydin Boğazın içinden B�ında İstıanbllıli havası, Çarpaydın Kadıköy iskelesine.. Çarpaydın, çarpaydın Vapura binerken Mehmetle anıası." Hakikaten insanı içlendiren ,bir özlem. Fakat, gerçek düşünülünce bir anda bütün etkisini kaybediyor.

Çünkü,

karım diye peşinden sürüklediği, kirli kaderine ortak et­ tiği, hakkında hasret şiirleri yazdığı bu zavallı Türk kızı­ nı, oğlu Mehmet'le Varşova'da yüzüstü 'bırakmıştır. Ya­ delde ne yapar, ne yer, ne içer bunlar demeden ·bir Mos­ kof sürtüğünün kollarına atılmış, bu kolların arasında da canı cehennemi ,boylamıştır. Hainin böylesine 28 yıllık ha­ pis cezası azdır. YağJı iplere bakıp kaşıdığı kıllı

kalın

en­

sesinden asmak da kafi değildir. Kanunlar müsaade etme­ liydi, biz de biraz katı yürekli olmalıydık da :her azasını ayrı ayrı idam etmeliydik mendeburun .

• 58


• I

şte lrn:aca Nazım Hikmet budur. Hainin böylesini yat­ tığı Moskof manastırının avlusundan kaldır, kemik­

lerini şakırdata şakırdata kadavrasını aramıza sal. Bu yet­ miyormuş gibi ·bir de isminin başına bir sürü sıfat sırala : Büyük şair, ender Türk, eşsiz mütefekkir, gerçek memle­ ketçi, hakiki kahraman. Yook, bu kadarı da fazla artık. Sabrın da, tahammü­ lün de bir hududu vardır.

Aklımızı

başımıza devşirelim.

Bu millet, bu vatanı sokakta bulmadı.

Ona ihanet edenle­

re, vicdanların ·b aş köşesini gösterip "buyrun" demiye kim­ senin hakkı yoktur.

59



iK1Nct BÖLÜM



KULELİ'DE ENTERNASYONAL MARKS

A layarak toparlamaya, süsleyip püsleyerek efsaneleş­

bdülkadir Meriçboyu'nun hafızasını ve hayalini zor­

tirmeye çalıştığı "1938 Harbokulu Olayı" nın basit, fakat oldukça uzun bir geçmişi vardır. Teferruata boğulmamak için nirengi noktalarını yakalıyarak suyun akışını kaynak­ tan itibaren izlemenin faydalı olacağını sanıyorum :

* KuJ.eli Askeri Lisesinin uzunca dinlenme saatlerinde öğrencilere açılan bir de yan bahçesi vardır. Çiçek tarh­ ları arasına tahta ıbanklar serpiştirilmiş olan bu ağaçlıklı bahçe iç avluya göre daha sakindir. Sessizlik arayanlar, kendi kendileriyle başbaşa kalmak istiyenler, özel sohbet­ lere koyulacak arkadaş .grupları hep buraya koşarlar. Yıl­ lar öncesi kurulmuş bir geleneğe herkes uyar bu bahçede. Kimse kimseyi rahatsız etmez. 63


O akşam da karanlık henüz çökmüştü. Ü ç kaia dengi bir ·banka yaslanmış çene çalarlar. Üçü de lise 10 dan. Yanlarına aynı sınıftan ·bir arkadaşları sokulur. Yer verir­ ler aralarında Sohbet gittikçe hararetlenerek devanı eder. .

Konulan e debiyat ve şiirdir. O yaşta biraz şair olur, biraz

bulutların üzerinde uçar insan.

Onun için yadırganacak

bir şey değil yaptıklan.. Adeta,

bir yarışmanın heyecanı

içindedirler. Biri bırakırken, öteki başlar okumaya. Tıpkı,

eski saz şairlerinin

meydan

meclislerinde

olduğu gibi.

Ne var ki, ellerinde ·bağlamaları yoktur fukaraların. Okudukları şiirlerin çoğu kendileri ne aittir. Söz ve öz bakımından NRzım Hikmet modasına uygun ilk de nemeler

­

dir bunlar. Bir aralık, yeni gelen de, lafa nokta konmasını fırsat saymış olacak ki, okumaya davranır.

Meraklı bir

garipseme ile kulak kabartır ötekiler. Çünkü, yeni gelen pehlivan olarak ün salmıştır okulda. Ummazlar kendisin­ den böyle bir şey. Hani, Nazım Hikmet'in ,bizzat

plağa söylediği, rah­

metli Atatürk'ün, "Bunlar Türk miılletinin hayatına kaste­ den birer bomba" dır dediği (18) iki şiiri vardır : Salkım Söğüt ve Hazer. Bir başkasını da ekliyerek okur ·bunları. Hayret, heyecan ve gıptalı bir huşu ile dinlerler. Hem Na­ zım Hikmet'in doldurduğu plağı,

hem de bu delikanlıyı

ben de dinlemiştim . Gerçekten güzel okurdu. Hatta Nazım Hikmet'ten bile. İçlerinden biri dayanamaz ve,

"Demek sen de ha"

istifhamını savurur. O da, "Ne sandınızdı ! " cevabını yapış( 18 )

Türkiye'de

Cilt: 1, Sayfa: 78.

64

Komünist

Hareketleri:

İlhan

Darendelioğl11,


tırınca, sohbetin samimiyeti büsbütün koyulaşır. Gönüller.;. de yatan arslanlar birer birer salıverilirler ortaya. Faka4 yeni gelenin barutu bir atımlıktır. Onu da harcadığı için sadece dinlemekle yetinmeye mecburdur artık. Biraz son­ ra sorarlar kendisine: - Enternasyonali bilir misin? Duymamış bu ve benzeri sözleri o zamana kadar : - Hayır ! Der ve büker boynunu. Anlatırlar. Enternasyonal, ko­ münistlerin marşıymış meğer. Hangi milletten olursa ol­ sun komünist törenlerinde bandolar bu marşı çalar, halk bu marşı (19) haykırırmış. Nitekim, ·bestelenntlş şek­ liyle bu üç kafadar bir ağızdan söylemişler marşı. Bu se-ı fer de şaşmak sırası ona gelmiş. Kendi İstiklfil Marşla.rını bile doğru dürüst okumaktan aciz bu arkadaşlarının, en­ ternasyonali, nerden, nasıl öğrendiklerine akıl erdirememiş bir türlü. Birisi öğretmiş ve talim ebniş olacak elbette. Fakat, kim ? Bu konularda henüz bilgisi kıt ; �akin sağdu­ yudan doğma sezgisi kuvvetli olduğu için, "Mutlaka bir bit yeniği var bu işte" demiş kendi kendine. Ondan som-a. da sarılmış kitaplara.. Muttasıl ve ihtirasla okumuş. Çün­ kü muammayı çözmek için mevcut iki yoldan biri okuyup öğrenmek, diğeri de bu arkadaşlariyle sıkı bir ilgi kurmak­ tır. Okudukça ve ilgi derecesini artırdıkça görmüş ve anla­ mış ki, arkadaşları doğru yolda değiller. Çevirmek istemiş ( 19)

Marşı, Fransızca aslından Türkçeye Va-Nil. çevirmiş. Sovyet

ittihadına dahil

bütün Türk ülkelerinde bu tercüme söylenirmiş. Bi­

zim KIZILCIK'lar da bu komünist geleneğine uyuyorlarnuş meğer. Bu

Dünyadan Nazım Geçti, Va-Nil., Sayfa: 326.

' 65


bu eğri yoldan onları. Neticede, yıllar süren bir fikir sava­ şı başlamış aralarında. Karşılıklı direnmişler. Gayretler fayda vermemiş. İki taraf da kaderin kendileri için çizdi­ ği yolda yürümeğe devam etmişler. Tabü merak ettiniz "kimdir" bunlar diye. Söyliyeyim de kurtulun meraktan. Tahtarevallinin sol ucuna tüneyen­ ler (Ömer Deniz, Abdülkadir Meriçboyu, Orhan Alkaya) üçlüsü. Sağ ucundaki ise, halen Balıkesir Milletvekili (Sü­ reyya Koç) tur. •

66


YUMRUKLARIN KONUŞMASI

O

ldukça çekişmeli geçen 10 uncu sınıf sona ermiş, yıl­

lık tatillerini bitiren öğrenciler

memleketlerinden

dönmüşlerdir. İlk karşılaşma, tarafların tatili boşuna har­ camadıklarını meydana koymuştur. Süreyya Koç, yaban­ cısı olduğu konularda daha derinleşmiş, Ömer Deniz, Ab­ dülkadir Meriçboyu, Orhan Alkaya biraz daha gömülmüşlerdir.

daldıkları bataklığa

Bilgi bakımından denge sağ­

landığı için sohbetler, münakaşalar daha renkli bir niteli• ğe bürünmüştür. Ne var ki, yöneticiler 11 inci sınıfı tertiplerken imre­ nilecek bir talih eseri olarak

Ömer Deniz'Je Abdülkadir

Meriçboyu aynı kısma düşmüşler, Süreyya Koç bütün çır.. pınmaJahna rağmen başka bir kısma verilmiştir. Mücade­ lenin tam şuurlanacağı bir zamanda arzulanacak bir şey değildi bu. Özellikle mütalialarda onlarla beraber buluna­ mamak aksaklık doğuracaktı. Fakat, bütün tecrübesizliği­ ne rağmen Süreyya Koç, kadere rızayı

bırakıp müşküle

67


çare aradı. Sadece ders araJannda,

yemek ve dinlenme

paydoslarında temas kurmak yetmezdi. Ne de olsa gizledik­

leri, karanlık.ta bıraktıkları bir

tarafları vardı. Asıl bu

karanlığı yırtmak, gizlenmek istenen gerçeğe ermek lazım­

dı. Bu da, günün her saatinde beraber bulunmakla müm­ kündü ancak. Burada "Ne üstüne vazifeydi Süreyya

Koç'un bun­

lar?" diyecekler çıkabilir. Dk bakışta haklı gibi görünen

bu

sorwıun cevabı basittir. Bu, sade Süreyya Koç'a değil.

bütün Atatürkçülere düşen bir vazifeydi. Çünkü, "Komü­

nist nerede görülürse başı mutlaka ezilmelidir" buyur­ muştu Atatürk. Mahiyeti bakımından "Ordular ! . . hk he­ definiz Akdenizdir ; ileri ! .. " gibi kurtuluş ve baka müjde­ leyen

bir emirdi bu.

Süreyya Koç da bu şuurla aynı kısımda bulunan ar­ kadaşlarına durumu anlattı.

Bu delikanlılar da vazifeyi

vicdanlarından aldılar. Süreyya Koç'un noksan bıraktığım artık onlar tamamlıyacaklardı. Adeta göz hapsindeydi her üçü de. Birbirini kovalayan haberler Süreyya Koç'ta top­ lanmaya başladı. Durmadan Nazım Hikmet'i,

Sadrettin

Celfil'i, kan koca Sertel'leri ve çevirme sol yayınları oku­ yorlardı. Haydi, kendi kendilerine okusalar neyse. Gitgide büsbütün azıtmışlar işi. Saklandıkları bulutun arkasından sıyrılıp, kendilerini açığa vurmuşlar.

'Qıraktığı

Herkese dinletmek,

tesirleri ölçmek için Nazım Hikmet'in şiirlerini

yüksek sesle ırlamaya ( 20)

koyulmuşlar. Meriçboyu ki­

tabında "Gözleri hep bizdeydi bu kızıl elmacıların. Bir ki( 20}

Bu kelimeden hiç hoşlanmam. "Irlama" hırlamayı tedai

ettirir bana. Onun

� hırlayarak, ya 68

için kullandım. Çünkü Nazını

Hikmet'in şiirlerini

uluyarak, yahut zırlıyarak okurlar çömezleri.


okurken görmesinler bizi, deli oluyorlardı. Sınıfta ben inadıma Maksim Gorki'yi falan gözlerine sokarca.sına okur­ dum." diyor (21 ) . tap

Kızılca kıyamet de bu yüzden kopmuş esasen. Top­ lanıp durumu gözden geçirmişler. Meyvalann kıvama gel� eliğine hükmetmiş olacaklar ki, ağaçlan hafiften silkele­ me kararı almışlar. Süreyya Koç, Hulusi (22) isimli bir arkadaşının eline yakın dostum Mehmet Sadık Aran'm "Ergenekon Yollan" nı sıkıştırmış ve "Oku, demiş, bu ki­ tabı onlara ! " Yine Nazım Hikmet'in şiirlerini ırlamaya yeltendik­ leri bir sırada Hulusi karşılarına dikilmiş : - Şimdi de siz dinleyin. Bu kitap ve içindeki şiirler milliyetçi kalemlerden çıknu§tır. Dinleyin de yürekleriniz arınsın. Bu suretle komünist cennetinde soydaşlarımızın naslıl bir cehenner:ıı hayatı yaşadıklarını da öğren.miş olur­ sunuz. Diye haykırmış. Dinlememekte direnın.işler. Münaka­ şa başlamış ve gittikçe hızını artırmış. Büyüye büyüye ni­ hayet sıra yumruklara gelmiş. Bundan sonrasını tahmin güç değil tabü. Bir temiz ıslatmışlar N8.zım Hikmetzade­ leri. Şikayete cesaret edemedikleri için de yedikleri dayak · yanlarına kar kalmış. Bu olaydan sonra bir müddet için siner görünmüşler. Faaliyetlerini kendi çevrelerinden dışa­ rıya sızdırmaz olmuşlar. Böylece KuJeli Askeri Lisesi bit­ miş, staj için birliklere dağılmışlar. (21)

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet: Abdülkadir Me­

riçboyu, Sayfa 15. (22)

Halen orduda albaydır.

69


Göriilüyor ki melanetin kaynağı, Nazım Hikmet en­ gereğiydi. Hakkında gerekli tedbirler vaktiyle alınrmş ol­ saydı kızılcık dallan bu kadar çok meyva vermiyecekti. Varzaneski yoldaş, Türk milletine çok pahalıya oturmuş· tur. Ektiği fesat tohum.unu hfila temizliyemedik vatan top­ raklarından. •

70


HARBOKULU

H

arbokulu askerliğin baş ocağıdır. Öğretim ve eğitim mesleki olduğu için daha zevkli, da,ha enteresandır

burada. Her öğrenci için istikbal mareşalliğe kadar açık, olduğundan ufuklar toz pembedir. Memleket ve dünya me­ seleleriyle ilgilenme kolaylıkları bu tozpembe ufuklara dur­ madan genişleyen bir esneklik sağlar. Bu mübarek çatının altında, delikanlı ruhları, her

gün biraz daha talebe hü­

viyetinden sıyıran, subaylığa yaklaştıran esrarlı bir hava teneffüs edilir.

Onun kapısından heyecanla girenler, ve­

cidli bir va�arla çıkarlar. Bu istihale, demirin dövüle dö­ vüle çelikleşmesine .benzetilebilir. Vatan müdafaası, hizmetlerin ölümü göze alış, fedakarlıkların

en asiıli ; bu uğurda

en yücesidir. Şu halde,

duyguda, düşüncede, davranışta her çeşit şüpheden arıııınış bir katkısızlık ister burası. Milletleri� kaderi, daha çok muharebe meydanlarında yoğrulduğu, bu muharebeleri ya-

71


pacak ve idare edecek temel kadro buradan yetiştiği. için daha başka türlüsü de tasavvur olunamaz. Ankara, :fstanbul'a pek benzeıniyen bir çevreydi o za­ manlar. İstanbuıl.'da olduğu gibi karışık ve kirli ihtirasla­ rın bulandırıcı fırtınası esmezdi An.kara'da. Yahut, nadiren esse bile hafif bir meltem edası taşırdı. Harbokulunun İs­ tanbul'dan Ankara'ya kaldırılmasında başlıca mucip sebep de buydu. Fakat, stajdan dönen Ömer Deniz'le yardakçı­ ları, Harbokulunun bu açık esprisini bir kere olsun vicdan­ larında duymamışlardır. Kafaca, gönülce başka ideallere bağlanmış olmaları, bu gerçeği gözlerinden kaçırınışb.. Yoksa, �arına gelenler, ne kitap okumalarından, ne de ırkçı, turancı bir öğrenci grupunun hışmına uğramalann­ dandı (23) . Söz buraya gelmişken bir hatıramı anlatmadan geçe­ miyeceğim. Çünkü konumuzla yakından ilgilidir. Abdülka­ dir Meriçboyu'nun bu iftiralarına pekfila cevap teşkil ede. bilir :

Yıl 1936. Kilis'te 14 üncü Dağ Alayının emir subayı­ yım. O zamanlar teşkilat kadroları bugünkü gibi geniş de­ ğil. Levazım, insan ve hayvan sağlığı hizmetleri hariç alay kararg.§.hlarının bütün yükü emir subaylarının omuzlann­ dadır. İki zevkim var, çalışmak ve okumak. O devrin Ki­ lis'inde de yapılacak başkaca bir şey yoktu esasen. Emir aldık. Mareşal, kalabalık bir maiyetle kurmay

çıkmış. Güney sınırları incelenecekmiş. Bu arada bi2.e de gelecekler. Gerekli hazırlıkları yaptık. Teşrif bugezisine

(23)

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet: Abdülkadir Me­

riQboyu, Sayfa:

72

6.


yurdular, misafir ettik. sı, büyük rütbeli bir

Mareşale Alay Kumandanının oda­

- iki kumandana da karargfilun diğer

odaları tahsis olundu. Daha küçük rütbelilere de çadırlar.

Ev sahibi olarak hizmetlerine nezaret ettiğim için yalnız benim odam eskisi gibi. Bir sabah kahvaltıl arını verdirmek için erken saatler­ de evden fırladım. Yolda kitapçı Osman Efendi elime bir paket sıkıştırdı. Sipariş ettiğim bazı kitapları getirtmiş. Karargfilıa geldiğim zaman Mareşali kalkmış buldum. Bal­ kona çıkmış etrafı seyrediyordu. Kahvaltı hususunda emir­ lerini almak için huzurlarına çıktım : "Biraz sonra .. " de­ diler. Diğer kumandanlar

henüz

kalkmamışlardı. Odama

döndüm ve merakla paketi açtım. İktisadi Mezhep\er Ta­ rihi. Komünist Rusya, Faşist İtalya ve Nasyonalist Al­ manya'ya ait üç eser daha. Ben kitapları karıştırırken ara kapı açıldı ve Mareşal içeriye girdi. Ayağa kalktım, mahmuzlarunı şakırdatarak esas duruşa geçtim. Sordular : - Nedir bunlar ? - Kitap efendim. - Kimin ? .. - Bendenizin efendim. - Demek okumaya meraklısın ? - Biraz efendim.

- İyi şey.. İyi şey .. Onları masamın üzerine bırak, kahvaltımı söyle. - Başüstüne efendim. Bir yandan kahvaltılarını yapWar, bir yandan da ki-

73


taplan karıştırdılar. Ben :heyecanlanmıştım. Kahvaltı tep­ sisini kaldırtmak için odalarına girdiğimde : - Okuduğuna memnun oldum. Bir taraflı okumadı­ ğına daha çok memnun oldum. Zabit, her şeyi bilineli, öğ­ renmeli. Bilhassa icabedince niye, nasıl, niçin öleceğinde tereddüdü olmamalı. Bu kitaplarda yazılı olanlar, yeni fi­ kirler değildir. Eski Yunandan beri hepsi söylenmiş, yer yer tatbikat görmüştür. Bütün mesele, bu tatbikatlardan vazgeçiliş sebeplerini arayıp bulmaktadır. Bu noktai na­ zardan Selçuk tarihinin nihayet, Osmanlı tarihinin bida­ yet devirleri dikkatle tetkik edilmelidir. Haydi, al kitap­ larını şimdi. Bu sözlerimi de unutma (24) . Mareşal, işte böyle bir Mareşaldi. Devamlı okuyan bir insan olarak ne kitaba, ne kitap meraklılarına düşman kesilmesi mümkün değilal. Bizi, kitap okuyoruz diye mah­ kum ettiler, askerlikten kovdular, sözü, düpedüz yalandır, düpedüz iftiradır. Neyse, dönelim konumuza : Harbokulunda sınıflar, kısımlara değil, mesleklere gö­ re bölüklere ayrılırdı. Ömer Deinz'le Abdülkadir Meıiçbo­ yu da meslekleri icabı aynı bölüğe düşmüşlerdi yine. Bu bölüğün kıdemlisi, Milli Birlikçi, Temelli Senatör Sami Kü­ çük'tü. Stajdan cilt cilt kitaplar devirmiş olarak Harbokulu­ na gelen Süreyya Koç da piyade bölüklerinden birine ve­ rilmişti. Fakat, temasları daha sık, daha esaslı oluyordu artık. Ömer Deniz'le Abdülkadir Meıiçboyu pek hararetli idiler. Süreyya Koç, Saim Sombay isimli bir arkadaşını ta(24)

74

Kendi notlarımdan.


nıttı onlara. Saim Sombay da onlardan göründü. Rusça bil­ mesi, yanlarında değerini arttmnıştı. Dostlu.klan biraz da­ ha ilerleyince kendisinden Rusça dersi almaya başladılar. Bu sırada haklarında edinilen kanaat, dışarıdan idal'e edildikleri merkezinde idi. Fakat, sübut delili elde edilemi­ yordu bir türfü. Süreyya Koç'la girdikleri münak�ardan ya başabaş, ya yenilgiyle çıkıyorlardı. Fakat, yapılan müs­ pet telkinlere kulak astıkları yoktu. Nuh diyor peygamber demiyorlardı. Günler, bir zaman da böyle geçti Harbokulunda.

75


1938 TÜRKİYE'Sİ

A

bdülkadir Meriçboyu kitabının önsözünde "O zaman­ lar, ta 1938 !erde Alman faşizmi azgın bir hale gel­ mişti. Orta-Doğu'da tam bir egemenlik kurmuştu." diyor. Türkiye de bir Orta-Doğu memleketidir. Demek oluyor ki, azgın Alman faşizmi bizde de egemendir. Elbette gerçeğin ifadesi değil bu sözler. Fakat, komünistlerin çıkarlan böy­ le göstermektedir. Başka türılü kendilerini mazur saydıra­ mazlar. Her etki, bir tepki doğurur. Bizde "Tiirkiye'deki azgın faşizmin tepkisiyiz" kanaatini telkin etmek istiyor­ lar bu sözleriyle. Orta-Doğu'nun başka milletleri bizi ilgilemez. Türki­ ye'de ise, sadece "Atatürk milliyetçiliği" nin hakim oldu­ ğu bir devirdi o. Çünkü, Atatürk henüz sağdı ; çi,inkü, Ata­ türk milliyetçileri işbaşındaydı. Çünkü, Atatürk milliyet­ çileri başka tüıılü olmasına müsaade etmezlerdi. Ha.rbolru­ lu öğrencilerinin bile kendi vicdanlanndan aldıklan emirle 76


giriştikleri mücadele bunun en güzel deliliydi.

O halde, ara­

dan 29 yıl geçtikten sonra neden tersyüz ediyorlar bu ta­ rihi hakikatı ? İşin bu tarafına girmeden önce, daima gö� den kaçan bir noktaya dokunmak iSterim : Abdülkadir Meriçboyu "Alman faşizmi" denllş . Baş­ kaları da, özellikıle bütün sol yazarlar böyle diyorlar. Hal­ buki "Faşizm" demetleşme manasına gelir ve Mussolini' nin İtalya'da kurduğu rejime ortasına

balta

taktığı

iSiındir. Sembolü de,

geçirilmiş bir yaş çubuk demetidir. Hitler'in

Almanya'da uyguladığı rejimin adı ise, "Nasyonal sosya­ lizm" dir. Sol ya.zarlar kaçınırlar bu terimi kullanmaktan. Sebebi iSe, sosyalizmin nasyonali, yani

millisinin

de oldu­

ğunu, olabileceğini duyurmak istemezler. Çünkü, sosyalist­ likleri Komünist Rusya'dan gelme soysuz bir ideolojidir. Üzerlerine demirperde

inmentiş sosyalist memleketler on­ Çin ve Yugoslavya idarecile­

lar için sosyalist değildirler. rini,

hatta Arnavutıuk'un Enver Hoca'sını hıyanet içinde

görmeleri hep bundandır. '

1938 Türkiye'sinin dıştan ve içten görünüş tablosunu ve bu tablonun karşısında Komünist Rusya'mn tutum ve davranışlarını sebepleriyle gözönüne

sermek için biraz da­

ha gerilere gitmek Lizımdır. Şöyle

ki :

Türkiye'nin Kurtuluş

Savaşına hangi

şartlar içinde

atıldığı hepimfain malumudur. Bu savaşı yaparken de Ko­ münist Rusya'dan yardım gördüğümüz bir gerçektir. Fa­ kat, Komünist Rusya bu yardımı, kara gözlerimize

8.şık ol­

duğu için yapmamıştır. Bu hususta misallerin en tazesi,

Sta­

Hn'in can düşman saydığı Hitler'le elele vererek Polonya'-

77


yı nasıl hayasızca paylaştığıdır. Şayet, Komünist Rusya, Polonya'ya yüklendiği zamanki askeri güce sahip olsaydı, Kurtuluş Savaşımızda onu da karşımıza dikilmiş bulacak­ tık. Bundan asla şüphe edilmemelidir. Boğazlardan Ak­ deniz'e inmek ve dünya muvazenesini kendi lehine bozmak Çarlık idaresi gibi, Komünist

Rusya'mn da vazgeçilmez

idealidir. Nitekim, kendilerini kuvvetli hissetmeye başla­ dıktan sonra ,bu arzularını zaman zaman hissettirmiş, hat­

ta açıkça ortaya koymuşlardır. Biz, Kurtuluş Savaşımızı yaparken, onlar da kuruluş halinde idiler. Birinci Cihan Harbi ve iç boğuşmalar yü­ zünden zayıf düşmüşlerdi. Kıpırdamaya mecalleri yoktu. Silahlı bir müdahaleye kalkarak, Birinci Cihan Harbinin galip devletlerini karşılarına alamazlardı. devletler tarafından

kontrol altında

Boğazların bu

bulundurulması da

işlerine gelmiyordu. Tehlikenin onlar yönünden de uzak­ laştırılması için ·giriştiğimiz Kurtuluş Savaşını biz kazan­ malıydık. Vakıa, 1919 - 1920 Türkiye'si için çok uzak bir ihtimaldi .bu. Başka çare olmadığına göre yine de tecrübe edilmeye, desteklenmiye değer bir ihtimaldi. Yaptıkları yardıma, "Mazlum ve gadre uğramış letlere, iyi niyetten doğma bir el uzatma" da

mil­

diyemeyiz.

Öyle olsaydı, Ahmet Cevat, Nazrm Hikmet, Vala Nurettin, Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi ve emsali gibi azılı komünist ajanlarını özel eğitimlerle yetiştirdikten sonra kafile ka­ file başımıza musallat etmezlerdi. Hem de iç ve dış duru­ mumuzun en nazik olduğu sıralarda. Bütün bunlara rağmen, yine de yaptıkları yardımın şükranını içimizde taşırız. Çünkü sebepten çok netice il­ gilendirir bizi. Çünkü, Türk civanmertliği bunu icabettirir. Fakat, bu şükranı, Komünist Rusya'ya peyk olmak, kızıl

78


rejimlerini Türkiye'de uygulamak için kafi sebep sayma­ mıza imkan yoktur. Bu noktada, hem Komünist Rusya, hem Komünist Rusya'nın Türkiye'deki yardakçıları daima aldanmışlardır.

1923 te Lozan Muahedesinin imzası, Cumhuriyetin ila­ nı, .bütün dünyayı bize karşı bir bekleme durumuna getir­ mişti. Büyük Atatürk'ün, "Siyasi ve askeri zaferler ne ka­ dar büyük olursa olsun, iktisadi zaferlerle tetviç edilmez.se husule gelen zaferler payidar olmaz. Az zamanda söner.. " sözlerindeki gerçeğin nasıl tecelli edeceğini görmek istiyor­ lardı. Gördüler. Birbirini kovalayan devrimlerle BaWı bir hüviyet

kazanmamız

güvenlerini

arttırdı.

Kısa

za­

manda dostluğu aranan, düşmanlığından ürkülen .bir kud­ retin timsali olmuştuk.

1928 de İtalya, 1930 da Fransa ve Yunanistan'la yap­ tığımız dostluk anlaşmaları ; bu arada İran, Irak, Suriye, Afganistan, Bulgaristan başta olmak üzere birçok devlet­ lerle kurduğumuz yakın ilişkiler bunu ispat ediyordu. Ni­ hayet 1932 de üye olmak için Milletler Cemiyetine resmen advet edilmemiz, hakkımızda beslenmeye başlanan güvenin büsbütün pekleştiğini ifade eder. Bunlara paralel olarak Türkiye, yabancı devlet başkanlarının

ziyaretgahı haline

gelmişti. 1928 de Afgan Kralı, 1932 de Irak Kralı, 1933 te Yugoslavya Kralı, 1934 te İran Kralı, 1936 da İngiliz Kra­ lı, 1938 de Romanya Kralı Atatürk'ün misafiri olmuşlardı. Böylece, yıllardan beri yalnız Komünist Rusya dostluğu­ nun renklendirdiği

inzivadan sıyrılınıştık.

Hiç şüphesiz

Komünist Rusya bu halden memnun değildi.

1931 den sonra Avrupa'nın i�ine sürüklendiği buhran en az bizi etkilemişti. Başkaları gibi basiret ve metaneti­

mizi kaybetmemiştik. Yeni Türk Devleti'nin problemlerini 79


halletmek, milletlerarası alanda istikrarlı bir baza oturt­ mak gayesine dönük

dış

politikamız iyi

Lozan Andlaşmasının, milli misakın

karşılanıy_prdu.

gerçekleşmesindeki

b3.zı. çatlaklıklarını kollektif barışın icapları içinde onarma­ ya çalışmamız itibarımızı daha da yüceltiyordu.

Eski- Roma

İmparatorluğu'nu tekrar ihya etmek va'­

diyle iktidara gelen Mussolini'nin 1924 te Fiyome'yi ilhak

edişi unutulmuş acı habralar arasındaydı. 1933 ten sonra yeni fütuhatlar için hazırlığa geçişi ilgi toplamıyordu. De­ mokrat Avrupa devletleri gaflet içindeydiler. Önlerindeki tehlikeyi ya görmüyor, yahut görmek istemiyorlardı. Ufuktaki uğursuzluk bulutlarını ilk sezen Atatürk ol­ muştur. 1924 te, Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yuna­ nistan arasında imzalanan "Balkan Altanb" fikri bu seziş­ ten doğmadır.

1935-1936 da Faşist İtalya'nın Doğu Akdeniz'de yarat­ tığı buhranın,

giriştiği harekatın hedefi

pekfila Türkiye

olabilirdi. Fakat, bu tehlikenin karşısında şaşırmayan, pa­ niğe kapılmayan sadece bizdik. Gelecek varsa, göreceği de vardı. Büyük demokrat devletler sanki manyetize olmuş­ lardı. Mussolini'nin gemilere yüklediği kuvvetlerin Haıbe­ şistan' a yönelmesi, adeta bir ferahlık yaratmıştı. Çünkü,

y

İtaJ a'nın Afrika'dak.i meşguliyeti acı olmakla beraber teh­ likeyi uzak tutacaktı. Totaliter eğilimlere karşı takındığımız tavır, Batılılar­ la işbirliğine verdiğimiz önem, kendi haklarımızın ve dün­ ya barışının korunmasındaki kararlı samimiyetimiz,

İngil­

tere'nin bize yaklaşmasını sağladı. Halbuki , 1923 ten beri münasebetlerimiz gergin değilse de soğuktu. Diplomasi ne­ zaketinden öteye gidemiyordu.

80


İtalya'nın Habeşistan'a saldırması, yeni ihtiraslar kar­ şısında devletlerarası

garantilerin

koymuştu. Lozan Andlaşması ile

yetersizliğini

ortaya

hakimiyetimiz aleyhine

Boğazlara konmuş olan kısıntıların ilerde telilisi güç ne­ ticeler doğurması ihtimali vardı.

Bilıhassa, İtalyanların

12 adayı tahlilin etmeleri bu ihtimalin dikkate alınmasını zaruri kılan başlıca sebepti. Bu düşünceyle Lozan Andlaş­ masına

imza koyan devletlere, Birleşmiş Milletler Genel konfe­

Sekreterliğine birer nota gönderdik. . Montro'da bir rans toplandı ve bu isimle anılan

mukavele 20 Tem.muz

1936 da imzalandı. Bu suretle Boğazlar·

tamamen Türk

h3.kimiyetine geçti. Komünist Rusya'yı bizden uzaklaştı­ ran bir sebep de budur. Balkan Antantı ile Batı sınırlarımızı, Montro Muka­ altına almıştık. 9 Temmuz 1937 de, Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında "Sa­

velesi ile Boğazları güvenlik

dabat Paktı" imzalandı. Bu da, Doğu ve Güneydoğu sınır­ larımızın emniyetini sağlıyacaktı. Bütün bunlar ufukta beliren tehlikeye karşı alınmış önleyici tedbirlerdi. Fakat, Atatürk bu kadarla yetinmedi. Faşist İtalya'nın Habeşistan saldırısına

gerekli tepkinin

göster.i.lmemesini dünyanın geleceği için bir endişe konusu olarak görüyordu. Biliyordu ki, İtalya misali Hitler'in cü­ retini arttıracaktır. Ardı arkası kesilmeyen isteklerle or­ talığı karıştıracaktır. 1937 de "llinci Cihan Savaşının baş­ layıp başlaınıyacağını" soran ·bir verdiği beyanat bu bakımdan

Amerikan gazetecisine

çok ilgi çekicidir.

Açıkça

"İkinci Civan Savaşı, İtalya'nın Habeşistan'a saldırmasiyle fiilen başlamıştır. Bunu kabul etmek gerekir." demek su­ retiyle dünyanın dikkatini yaklaşmakta olan tehlikeye çek­ mek istemiştir.

81


Atatürk, bu tehlikenin önce kaynağını, sonra da bu kaynağın körletilme çaresini şöylece ortaya sermiştir : "Son harbin ciddiyetini dikkat nazarına alınıyan bazı gayrisamimi önderler taarruzun vasıtaları ve ajanları ol­ muşlardır. Kontrolları

altındaki milletlere

ve an'aneleri yanlış bir şekilde

milliyetçiliği

göstererek ve suiistimal

ederek aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde here-Ü merce marn olmak için kitlelerin kendileri karar vermeıli ve me­ suliyet mevkilerini yüksek karakterli, yüksek moralli ve vicdanlı insanlara tevdi etmelidirler.

Bunun zamanı gel­

miştir. Gecikmeden yapılmalıdır." "Eğer harb bir bomba infilaki gibi ·birdenbire çıkar­ sa, milletler harbe mani olmak için silahlı mukavemetleri­ ni ve mali kudretlerini mütearrıza karşı birleştirmekte te­ reddüt etmemelidirler. Muhtemel bir taarruza karşı en se­ ri ve en tedbirli tesir mütearrıza, yaptıklarının yanına kar kalmıyacağını anlatmaktır." Ne yazık ki, bu sözlerin değeri tehlikeler gelip çattık­ tan S'Onra anlaşılmıştır. Yine de her Türk aydını bunların üzerinde dikkatle durmalıdır : Atatürk'ün, samimiyetsizlik, taarruz vasıta ve ajanlı­ ğı ile açıkça itham ettiği önderler Mussolini ve Hitler'dir. Bu iki maceraperesti, ayrıca

"Milliyetçiliği ve an'aneleri

yanlış göstermek ve suiistimal etmek" ile de suçlandırdı­ ğına göre, Atatürk

milliyetçiliğinin,

mill iyetçiliği ile ihiçbir ilgisi yoktur.

Hitler ve Mussolini Atatürk, realist bir

devlet adamıydı. Ne üstün ırk nazariyesi, ne de ulu bir im­ pı;ı.ratorluğu ihya hülyası onun zihniyetiyle bağdaşamazdı. Saltanatı ve hilafeti

kaldırışı, Türk

milliyetçiliğini "Ne

mutlu Türk'üm diyene" sözü ile formüle edişi bunun deli-

82


1

lidir. Yanlış anlaşılmasın. Atatürk Türk milletinin yüce varlığına herkesten çok inanmışlandandı. Çok sevdiği, her Türk'ün de en az kendisi kadar sevmesini istediği milleti­ ni, çağdaş uygarlık füeminde şerefine yaraşır mevkii almış ve hatırı sayılır görmekten başka ideali yoktu. Böyle bir Türkiye'de "Azgın bir Alman faşizmi egemendi" demek elbette maksatlıdır, elbette iftiradır. Türkiye _"Yurtta sulh, cihanda sulh" idealinde daima samimi idi. Bütün politik faaliyetlerini bu anlayışın icap­ ları üzerinde toplamıştı. Ne başkasından bir karış toprak, ne başkasına yarım santim vatan parçası. Bu şuurlu, ka­ rarlı ve samimi dış politika, Batı devletlerini haklı olarak bize daha çok yaklaştırdı. Komünist Rusya ile de dostlu­ ğumuzu devam ettirmeye itina gösteriyorduk. Fakat, Ba­ tılı devletler .bize yaklaştıkça Komünist Rusya ısrar ve inatla bizden uzaklaşıyordu. Arka niyetler uzun boylu giz­ lenemezler. Deli Petro'nun vasiyetnamesi ile Çarlık için gelenekleşen Türkiye aleyhindeki politikayı onlar da izli­ yeceklerdi artık. Öyle de yaptılar. Bağ,l ar koptu. Özellikle Montro Mukavelesinden sonra..

1938 yılının eşiğinde dünyanın, dünya içinde Türkiye' nin durumu buydu. Kuvvetliydik. Ne içerden endişemiz vardı, ne dışardan pervamız. Etrafımız yeni yeni dostlarla çevrilmişti. 1936 dan beri üzerinde ısrarla durduğumuz Ha­ tay davamız da arzuladığımız neticeye bağlanmış, kahra­ man ordumuz 5 Temmuzda emsali görülmemiş karşılama törenleri ve alkışlar arasında Hatay'a girmişti. Fakat, yeni bir dünya savaşı her şeyi altüst edebilir­ di. Bu savaşın ilk tehlike bulutları ise, dünya ufuklarını yavaş yavaş tehdide başlamıştı. Türkiye bu muhtemel sa­ vaşa sürüklenecek olursa bundan faydalanılmalıydı. An-

83


cak, ümit kıncı bir tarihi gerçek vardı ortada. Türkler, tehlike anlarında granit kitleleri haline gelir, şahlanırlar­ dı. Bir defa ayranları kabarınca da ölçüye sığmaz bir ener­ ji kaynağı kesilirlerdi. Bunun için de Türkiye'yi içten ÇÖ· kertmek J8.zınıdı. Açık düşmanlıklar, dış zorlamalar, fay­ da yerine zarar getirirdi gayeye.. Komünist Rusya da bu­ nu hesaba almış, Türkiye Gizli Komünist Partisi'ni bu maksatla yıllardan beri desteklemiş, çalıştırmıştı. Yeni di­ rektifler, sağlanacak faaliyet imk8.nlariyle bu yolda ısrar­ la yürüruneliydi. Komünist Rusya, bu karara vardıktan sonra gizli, fakat geniş bir faaliyete geçmiştir. Harboku­ luna ve Donanmaya el atılması bu faaJiyetlerin sadece bir yönüdür. Nitekim, Komünist Rusya 1938 de Türkiye'ye karşı casusluk çabalarını görülmemiş şekilde yoğunlaştırmıştır. Bu faaliyetlerin onlar için ne derece önemli olduğuna, biz­ zat NKVD şeflerinden Leşhin ile İvan İvanoviç tarafından sevk ve idaresi delildir. Yalnız, Etylül 1938 ayı içinde Tür­ kiye'de, Rusya'dan gönderilmiş 4 azılı casus yakalanmış­ tır : 1

-

Ahıska'nın Ziba köyünden İlyas Çakaloğlu,

2

-

Rusya'da özel surette yetiştirilmiş Halil,

3

-

Rusya Türklerinden casus Mehmet,

4

-

Rusya'da özel casusluk eğitimi görmüş Hasan­ kaleli Halil. Aynı yılın Eylülden sonraki kısmı ile takibeden yıl­ larda bu casusluk zorlamalan ay başına yanın düzineden aşağı hiç düşmemiştir. Tabii tesbit edip yakalıyabildik­ leriıniz. 84


Komünist Rusya için bütün bu çabaların tek hedefi vardır. Türkiye'yi Batıdan, uygarlıktan koparmak, kalkın­ ma ve gelişme hamlelerini köstekliyerek daima kendilerine muhtaç bulundurmak, nihayet

bağımsızlığını yok ederek

Komünist Rusya'ya tabi bir devlet durumuna düşürmekti. Neticede, dostlukla ,bağdaştırılması imkansız bu davranış­ lar hızım artıra artıra arztııl anmıyan bir manzara halini al­ dı. Ne onlar, ne de bizim için son söz henüz söylenmemiş­

tir. Fakat yerli - yabancı bütün komünistlerin emellerini kursaklarında kurutacak bu son sözün söylenmesi zamanı gelmiştir.

85


TÜRKİYE GİZLİ KOMÜNİST PARTİSİ

M

emleketimizdeki aşırı sol hareketlerin hemen hepsi "Türkiye Gizli Komünist Partisi" tarafından orga­

nize edilmiştir ve halen de edilmeye devam olunmaktadır. Partinin kısaltılmış adı "T.K.P." dir. Doğrudan doğruya Moskova'dan direktif almaktadır. "1938-1939 Harbolrulu ve Donanma olayları" da onun direktifiyle hareket eden­ lerin eseridir.

O halde, eserden önce, müessiri tanımak da­

ha faydalı olacaktır: Bilindiği gibi Osmanlı sadrazamlarından Mahmut Şev­ ket Paşa 14 Haziran 1913 te siyasi bir cinayete kurban git­ ti. Cinayetin birinci

derecedeki suçluları

idam edildiler.

İkinci ve üçüncü derecedeki sorumlularıda çeşitli cezalara çarptınldı. Bunlardan Mustafa Suphi adlı bir iktisatçı ce­ zasını Sinop Hapisanesinde çekiyordu. Birinci Cihan Sa­ vaşı sırasında bir fırsatını bularak kaçtı ve Çarlık Rusya'sına sığındı.

86


O tarihlerde Çar idaresini devirmek için Rus komü­ nistleri gayretlerini hızlandırmışlardı. Mustafa Suphi on­ larla temasa geçti ve beraber çalışmaya başladı. 1917 ih­ tilalinden sonra da "Türk Sol Sosyalistler Grupu" nu kur­ du. Harbden önce ve harb içinde çeşitli Avrupa memle­ ketlerine gönderilmiş öğrencilerimiz vardı. Savaşın sebep olduğu facialar, getirdiği sefalet sosyalist akımları hem hızlandırmış, hem etkili kılmıştı. Bu akımlara kendilerini kaptıran öğrencilerimizin bir kısmı Türkiye için de hayal­ ler kurmaya başladılar. Mustafa Suphi uzaktan da olsa bunlarla ilgilendi. Çok geçmeden mektuplariyle yaptığı tel­ kinler tesirini gösterdi. Fransa'da bulunan Dr. Şefik Hüs­ nü, Alınanya'da bulunan ressam Namık İsmail, Vedat Ne­ dim · Tör bazı arkadaşlariyle birleşerek iki sosyalist teşekkül Vücuda getirdiler ve faaliyete giriştiler. Alman­ ya'da kurulan teşekkülün adı "Türkiye Sosyalist Emekçi ve Çiftçi Fırkası" idi. Fransa' da, Almanya' da faaliyete ge­ çen bu teşekküller 20 Eylül 1919 da İstanbul'a gelerek bir­ leştiler. İsviçre'den dönen Sadrettin Celal de kendilerine katıJdı. Başlarına Dr. Şefik Hüsnü'yü getirdiler. Mustafa Suphi'nin kurduğu "Türk Sol Sosyalistler Grupu" 1 Eylül 1920 de Baki'ı.'de toplanan "Şark Müslüman Milletleri Kon­ gresi" nde daha da genişletilerek, "Türkiye Gizli Komünist Partisi" ne çevrildi. Yani "T.K.P." ye. Mustafa Suphi, Türkiye Gizli Komünist Partisine bir de 15 sayfalık bir çalışma raporu sundu. Bu çalışma ra­ porunda aynen şunlar yazılıydı (25) :

(25)

İçimizdeki Düşman: Sayfa: 14.

87


"İstanbul şubesi 1919 yılı başlangıcından beri çalışmak­ tadır. Haziran ,başında Baku'den Mithat ve .Alaattin arka­ daşlar, İstanbul'a gönderilmiştir. İstanbul Şubesinden bu­ gün, kongrede müteaddit

temsilciler vardır.

İstanbul'da

komünist arkadaşlarımız tarafından bir de KURTULUŞ adıyla gazete yayınlanmasına muvaffak olunmuştur. 5 nu­ marası çıkan hu gazetede, Üçüncü Enternasyonelle mütte­ fiken çalışıldığı aynen yazılmaktadır ki, kongremiz bu ga­ zetenin müessis ve muharrirlerinden b8.zılannı çalışmaları içine almış olmakla şeref duymaktadır. " Bundan d a anlıyoruz ki, Şefik Hüsnü'nün başına geç­ tiği birleşik teşekkül "Türkiye Gizli Komünist Partisi" nin İstanbul şubesidir.

1927 de yapılan tevkifler sırasında ele geçmiş ve Dr. Şefik Hüsnü'nün kendi el yazısiyle yazıılmış bir yazıda ise şöyle deniyordu : "Türkiye Komünist Partisi, amelenin en şuurlu fert­ lerinden mürekkep inkılapçı ve şuurlu bir teşekküldür. Ay­ dınlık Grupu ve grupun etrafındaki inkılapçı amele , sendi­ kalarının en şuurlu e,fradiyle Rumlardan mürekkep T.İ.U. Amele Grupu ve Hınçak Cemiyetinin sol grupu birleşerek Türkiye Komünist Partisini teşkil etmişlerdir. Türkiye Komünist Partisinin gayesi proletarya dik­ tatörlüğü vasıtasiyle so�yalizm kuruluşuna

girişmek ve

kuruluştan sonra da sınıfsız, planlı kardeş cemiyet olan komünizme varmaktır. " ( 26) . Görüyor musunuz gayeyi ? Görüyor musunuz bu ga­ ye için kimlerle işbirliği

yapıldığını ?

Görüyor musunuz

büyük memleketçi şair, nadir Türk ve Kurtuluş Savaşımı­ zın kopmaz parçası Nazım Hikmet'in nasıl (26)

88

İçimizdeki Düşman: Sayfa:

14.

bir

kuruluşun


merkez heyeti üyesi olduğunu ? Görüyor musunuz, bugün­ kü solcuların ne tipte bir vatan hainini göklere çıkarıp kah­ ramanlaştırd.ıklarını ? Bütün bunlar, Atatürk milliyetçisi aydınların, üzerin­ de titiz bir hassasiyetle duracakları temel konulardır. Türkiye Gizli Komünist Partisi, Moskova'da toplanan 3. Enternasyonal'in çeşitli tarihlerde aldığı kararları uy­ gulamak için durmadan gayret harcamıştır. Bu karar­ lardan bazıları şunlardır : "A. Yıl 1919. Proletaryanın, burjuva devlet mekaniz­ masiyle açıkça mücadele etmesi için vesileler ihdas edile­ cektir. Grevler, isyanlar ·bu mücadelede yegane usul ola­ rak kabul edilmiştir. Bu mücadelelerin ağırlık merkezi par ­ Lamentoların dışında kalacağı için, dokunulmazlığı olan milletvekilleri de meşru olmayan şekilde çalışacaktır. B. Yıl : 1920. Dünya her ne pahasına ve herhangi tarzda olursa olsun, ihtilallerle kaynama haline getirilme­ lidir. Meşru ve meşru olmayan faaliyetler birleştirilmeli­ dir. C. Yıl : 1921. Komünist Partisi için parti teşkilatı bakımından faal olmıyacak bir zaman yoktur.

D. Yıl : 1922. Büyük kitlelerin yapacağı siyasi grev­ ler, komünist mücadelesinin en ·büyük unsuru olarak ka­ bul edilmelidir. E. Yıl : 1924. Mümkünse meşru, mümkün değilse meşru olmayan yollarla burjuva sınıfının elindeki silahla­ rın tahribi ve silahların proletarya elinde toplanması la­ zımdır. 89


Ordulara bozgunculuk ruhu sokulmalıdır. Milli harb­ ler ve müstemleke isyanları, emperyalizmin hakimiyetini sarstıklarından, komünist dünya ihtil8ılinin bir unsuru ola­ rak sayılmalıdır. F. Yıl : 1928. Proleter devletin sulh siyaseti, kapi­ talizmle girişilen savaşın içinde bulunduğu şartlara göre değişen şeklinden ibarettir.

Yıl : 1935. Komünist Enternasyonalinin takip et­ tiği gaye, kapitalist dünya iktisadiyatının yerine, dünya sistemi olarak, komünist sistemini sağlamaktır. G.

Bunun için : I Liberal demokratik memleketlerde harekete ge­ çilince ; gösterilere, mitinglere, grevlere varıncaya kadar tahrikatın ve propagandanın ıher şeklinden istifade edil­ melidir. Kitle tahrikatı, Marksizm kültürünün manevi tah­ ribatı, teşkilat ve parlamentonun suiistimali ve saire ile birarada olarak -birleşik cephe halinde- çalışmayı ön planda tutmalıdır. -

II Otoriter devletlerde ; mücadele şekillerinin ve teşkilatın gizli olması 18.zımdır. Ayrıca teşkil edilecek ça­ lışma kuvvetleri ile de tethiş ve casusluk yapılmalıdır. -

III Kapitalist memleketlerde ; sosyal sebeplere da­ yanılarak sınıf mücadelesi tahrikatı yapılmalıdır. -

Müstemleke ve yarı müstemleke memleketler­ de ; milletleri komünistleştirme çalışmaları (emperyalist aleyhtarlığı) ve (milli ihtilfilci) parolalariyle yapılmalıdır. Komünist Enternasyonalinin, zulüm gören milletlerin (mil­ li hürriyetleri ) için yaptıkları ve yapacakları mücadelede beraıber ve yardımcı oldukları hususlarına inandırılmalıdır. IV

90

-


V

-

Sovyet Sosyalist Birliği ile hudut olan memleket­

lerde ; tahrikat ve propaganda (Kızıl ordu müdahalesine) hazırlık mahiyetinde olmalı ve (Komintern ajanlannın baş­ ladığını)

Kızıl ordunun tamamlaması amaciyle yapılma­

lıdır. Bir millet ; tahrikat, propaganda ve askeri kuvvet is­ timaliyle zaptedildikten sonra, yeni bir Sovyet Cumhuri­ yeti şeklinde, Sovyet Sosyalist

Cumhuriyetleri Birliğine

ilhak olunmalıdır. Zaptedilen memleketteki kitle, tethişe tabi tutularak kızıl diktatörlükler kurmayı imkansız hale koymalıdır." ( 27 ) . Türkiye Gizli Komünist Partisinin programından ( 28 ) bazı maddeleri, 3. Enternasyonalce alınan b u kararların ışığı altında okuyup değerlendirmekte fayda vardır : Madde 1

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi , Komünist

Enternasyonalinin ·bir şubesi olarak mücadelelerini -Tür­ kiye'nin hususi şartları içinde- emperyaılizme karşı ve milli burjuvazinin, büyük emlak ve arazi sahiplerinin ha­ kimiyetine karşı kullanır. Sovyetler Birliği ve dünya pro­ leterya inkılabı ve komünizm lehinde bulunur. Mevcut bur­ juva diktatörlüğü yerine "İşçi ve köylünün hakimiyetine dayanan bir Sovyet idaresi kurmak gayesi" ni ·güder. Bu sebeple ; işçileri, gündelikçileri, şehirlerin ve köylerin pro­ leterlerini özel şekilde teşkilatlandırır. Sınıf mücadeleleri­

ni inkişaf ettirir. Böylece ve aynı zamanda, işçi ve köylü( 27 )

İçimizdeki Düşman: Sayfa: 15-17.

( 28)

Bu metin, önce Rusya'da Rusça olarak yayınlanmıştır. Türk­

çe metni ise, Şefik Hüsnü'nün Berlin'de çıkardığı "Inkılap Yolu" ga­ zetesinin 5, 6. sayılannda çıkmıştır. Yıl: 1931.

91


nün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi diktatörlüklerini tahakkuk ettirmek için, icabeden şartlan hazırlar. Ancak böyle .bir inkılap, burjuva idaresinden "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri" iJe yapılacak işbirliğiyle doğrudan doğ­ ruya "sosyalizm" kuruluşuna geçişi sağlar. Madde 4 Türkiye Gizli Komünist Partisi, esas va­ zife olarak Türkiye işçi sınıfını günlük iktisadi ve· siyasi menfaatlerini savunmaya ve kudretli siyasi bir kuvvet ha­ linde birleştirmek ve bütün toplum mücadelelerinin, sevk ve idare edicisi vaziyetinde yükseltmek için teşkilatl anma­ da öncülük eder. -

Bu kitle halindeki proleterya teşkiJatı, her şeyden ev­ vel "Fabrika ve imalathane komutaları" vasıtasiyle "İşlet­ meler, sendikalar" ve T.K.P. 'nin saflarındaki işletme hüc­ relerinde olmalıdır. Kadın ve çocuk işçileri teşkilatlandırır ve harekete ge­ çirir ve partinin faaliyet programı "Aşağıdan .gelme bir hareketle, sınıf mücadelesi üzerinde" toplanmalıdır. Madde 5 Türkiye Gizli Komünist Partisi, zengin köylülerin arazileri de dahil olmak üzere, bütün büyük arazi ve çiftlik mülkiyetlerinin tazminatsız müsaderesi ve tekmil toprakların, hayvanlar, makinaJar ve binaların "Köylü ziraat ecir ve rençberleri" nden müteşekkil komi­ telerin emirleri altına konulmasına çalışır. -

Türkiye Gizli Komünist Partisi, ziraat işçilerinin mü­ cadele ve grevlerini, ortakçı ve kiracı köylülerin grevleri­ ni, köylülerin doğrudan doğruya büyük arazi mfükiyetine el koymak için mücadelelerini teşkilatlandırır. Madde 9 92

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi, işçi ve


köylülerin

silahlandırılmasını ve burjuva

J

muhafızlığını

meslek edinmiş orduların lağvını ve onların yerine işçi ve köylü milislerinin konulmasını ve erlere subaylarını seç­ mek hakkının verilmesini talebeder. Madde 11

-

Türkiye Gizli Komünist

Partisi, milli

azınlıkların Türkiye'den ayrılmak hakkı da dahil olmak üzere, mukadderatlarını bizzat tayin etmek haklarını ka­ yıtsız ve şartsız tanır. Madde 14

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi, emper­

yalizmin "Yerli uşaklarının, büyük arazi ve emlak sahip­ lerinin, tüccar .burjuvalarının, bütün dinlerin ve ruhban ve ulemasının, ç�makta olan veya emekliye ayrılmış bulu­ nan aksi inkılapçı ·bütün subay, memur ve zabıta tabaka­ sının ve ilh ... barışmaz düşmanıdır. Parti bu içtimai kuv­ vetlere· karşı bütün mücadelelerin .başına geçer. Madde 20

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi, harici

siyasette, Sovyetler Birliğiyle sıkı bir siyasi ve iktisadi it­ tifak ve işbirliği için mücadele eder. Bundan başka, müs­ temleke, yarı müstemlekeJ.erin, milli kurtuluş hareketleriy­ le sıkı bir ittifak ve bu hareketlere fiili yardım lehinde ça­ lışır. Madde 40

-

Türkiye Gizli Komünist

Partisinin di­

rektifi ve öncülüğü altında yürüyen "Türkiye Komünist Gençler Birliği" partinin şiarlarını yaymak ve proleterya­ nın inkılapçı hareketlerine iltihakları

muhtemel tekmil

çevrelerde "Küçük burjuvazi, küçük ve ortahalli köylünün, milli ekalliyetlerin, yoksul kitlelerin ve umumiyetle spor, kültürel, sosyal, siyasi ve saire gibi bütün gençlik teşki­ latları içinde" onları talıakkuk ettirmek ve gençliğin yü­ reğine emperyalizm ve sermayedarlık

istismarına karşı,

93


sönmez bir

kin

köklendirmek hedefıleri etrafında, fasılasız

ve yılmaz mücadeleyi devam ettirir. Madde 41

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi, ordu ve

donanmada sistemli bir komünist

propagandası

yapar.

Genç Komünistler Birliğinin askerler ve gençlik arasında­ ki faaliyetini sevk ve idare eder. Madde 42

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi, ön saf­

ta "İşçi ve köylü kadın kitlelerine" hulfı.l etmeye ve ara­ larında nüfuzunu sağlamlaştırmaya çalışarak, emekçi ka­ dınlar arasında sistemli propaganda yapar. Türkiye Gizli Komünist Partisini seven "Sempatizan teşkilatları" da teşkilatlandırmaya ve inkı1abi mücadele­ ye daha faal bir tarzda iştirak ettirmeye gayret eder. Madde 43

-

Türkiye Gizli Komünist Partisi, aksi in­

kılapçı burjuva, siyasi, milliyetçi ve sair "Kadın teşkilat­ ları" ile mücadele eder. Madde 44 - Türkiye Gizli Komünist Partisi, sınıf düş­ manlarının aksi inkılapçı hücumlarına karşı yeni nizamın savunmasını tanzim eder. Amele ve köylü hükümeti derhal büyük emlak ve arazi sahiplerini ve bu istismarcı sınıfın taraftarlarım silahtan tecrid etmeye ve aksi inkılapçı or­ duların artıklarını tahrip etmeye, amele ve köylüleri silah­ landırmaya mecburdur. Böylece "Kızıl ordunun ve inkılap­ çı milisin" ilk teşkilatı yapılmış olacaktır. Madde 58 - Türkiye Gizli Komünist Partisi, "Kürtle­ re ve Lazlara" mukadderatlarını serbestçe tayin etme ve arzu ederlerse devletten ayrılma hakkını tanır. Ancak ; bir Sovyet

Cumhuriyeti şeklinde

teşekkül

eden "Türkiye Amele ve Köylü Hükümeti" ile emperyalizm

94


ve derebeylerine karşı elbirliğiyle mücadele için, mazlum milli azınlıkların emekçi kütleleriyle "Sovyet Cumhuriyet­ leri Federasyonu" şeklinde bir ittifak akdine matuf siya­ set takip eder (29) . Görülüyor ki, Türkiye Gizli Komünist Partisinin prog­ ramı milli varlığımıza, miılli bütünlüğümüze, milli egemenli­ ğimize kastetmeyi amaç tutan bir hıyanet belgesidir. Ko­ mintern'in kararlarını Türkiye şartlan içinde uygulamak üzere hazırlanmıştır. Ayrıca, Komünist Rusya'nın Anaya­ sasından da birçok noktalarda ilham alınmıştır. Şimdi bir an düşünelim : Bu program Türkiye'de tatbik imk.8.nı bulsaydı ne olurdu acaba ? Tabii korkunç ve tüyler ürpertici facialar. Görillmesi değil, hayallenmesi bile nerdeyse çıldırtacak in­ sanı. Önce, Türk Devletinin gözbebeği ve baka teminatı olan ordusu devamlı, kesif ve sistemli .bir komünist pro­ pagandasiyle dejenere edilecekti. Bu dejenerasyondan fay­ dalanılarak silahları elinden alınacak ; yine devamlı, .kesif ve sistemli propagandalarla komünistlerin saflarına çekil­ miş amele ve köylülere dağıtılacaktı. Bu suretle, kızıl mi­ lis adı verilen aldatılmış vatandaşlardan müteşekkil bir şakavet ordusu kurulacaktı. İş bu safhaya dökülünce sonu gelmez bir kardeş kavgası başlıyacaktı. Halkın malı, canı, ırz ve namusu yağmalanacaktı. Milletini, vatanını seven ne kadar subay, memur, zabıta kuvveti, din, ilim ve sanat ada­ mı varsa banşılmaz can düşmanı oldukları için kurşuna

(29)

İçimizdeki Düşman: Sayfa: 20-24.

95


diziJ.eceklerdi. Tıpkı Katya ormanında, son Macaristan fa­ ciasında işlenmiş cinayetler gibi. Doğu ve Kuzey Türkleri­ ne azınlık adı altında, egemenlik verilme ıbahanesiyle va­ tan parçalanacaktı. Neticede, komünist tipi üç cumhuri­ yet kurulacak, bilmem kaçıncı kukla ve tabi devletler ola­ rak Komünist Rusya'ya bağlanacaktı. İşte, memleketçi, nadir Türk, büyük şair Nı3.z.ını Hik­ met Varzaneski'nin Merkez Heyetinde vazifeli bulunduğu Türkiye Gizli Komünist Partisi. Bu partinin programı, ga­ yesi ve çalışma metodu. Öyle anlaşılıyor ki, N8.zım Hikmet 1938 de Merkez Heyeti üyesi bulunduğu partisinin programını, özellikle

41 inci maddesini gerçekleştirmek için Harbokuluna ve Donanmaya el atmış, haklı olarak belasını bulmuştur . •

96


BtJTÜN KALBİMİZLE

omünistler sık sık halk ihtilfillerinden bahsederler. BunJann üzerine şiirler, destanlar, hikayeler, ro­ manlar, piyesler, fıkralar, makaleler yazarlar Sanat ve fikir endişeleri olmadığı için propaganda afişlerine benzer eserleri. Halbuki, halkın kendiliğinden ihtilal yaptığı dün­ ya tarihinde çok az görülmüş hadiselerdendir. Türk tari­ hinde ise hemen hemen hiç yoktur. Bunları iyi bilirler. Fa­ kat, yine de yazmaktan alamazlar kendilerini

K

.

Asla şüphe etmedikleri bir gerçek de şudur : Boyası ne olursa olsun sil3.hlı kuvvetleri karşısına alan her ihtil3.I mutlaka ezilme ye mahkfı.mdur. Onun için bu mani ya ka­ zanılmalı, yahut yıkılmalıdır. İşte, komünistlerin taktik ve stratejilerinde orduları daima ön plana almalarının mucip sebebi. İşte, birliklere, kumanda kademelerine, askeri okul­ lara sızma gayretlerinin dayandığı ana

fikir. İşte, gayele­

ulaşmalarını engelliyenleri yıpratmak için harcadıkla­ emeğin kaynağı.

rine rı

97


Dün de böyleydi, bugün de böyledir bu. 1917 Bolşevik

lhtilfili bile, barış ve toprak dağıtma va'diyle cephedeki or­

duyu parçaladıktan, Petersburg garnizonunu kendi safla­ rına çektikten sonra ·b aşarılabilmiştir.

Her komünist partisinin bu işleri

yönetmek için bir

askeri komitesi vardır. Bu komiteler sahip oldukları im­

kan, faaliyette bulundukları memleketlerin icaplarına gö­

re ordu ile münasebetleri ayarlarlar. Türkiye Gizli Komü­ nist Partisinin de bir askeri komitesi vardır.

Bu komite,

partiyJe beraber 1920 de Bakil'de kurulmuş, başına İsmail

Hakkı isminde bir sapık geçirilmiştir.

Bu sapık, Birinci Cihan Savaşında Ruslara esir düş­

müş subay ve erlerimizden kandırabildikleriyle 1000 kişilik

bir "Kızıl Alay" teşkil etmiştir. Bu alay Kızıl Ordunun bir

parçasıdır. Kurtuluş Savaşı tarihimizi. derinliğine inceliyen­

ler göreceklerdir ki, bu alay Mustafa Suphi yoldaşın ön­

derliğinde AnadoJu'ya sokulmak istenmiştir. Ne yazık ki,

bu kirli işe "İttihak ve Terakki Fırkası" mn b3.zı ileri ge­ lenleri de alet olmuşlardır.

Türk Ordusu bünye bakımından başka milletlerin or­

dularına benzemez., Ne imtiyazlıdır, ne de imtiyazlı bir sı­

nıfa dayanır. Zengini fakiri, memuru işçisi, köylüsü kent;.

lisiyle bütün Türk Milletinin bağrından· fışkırmıştır. Milli

kudretimizin sembolü, milli hakimiyetimizin dayanağı, dev­ let olarak bakamızın teminatıdır. Komünistler bilirler ki,

bu yüce kudret, granit bir kitle gibi ayakta dimdik dur­

dukça emelleri kursaklarında, ümitleri erişilmez bir hayal

olarak gönüllerjnde

kalacaktır.

Türkiye Gizli Komünist

Partisi kanaliyle Kızıl Rusya emperyalizmini tahakkuk et­

tirebilmek, Anadolu Türklüğünü demirperde ötesine ite-·

bilmek, Sovyetlere bağlı bilmem kaçıncı proleterya dikta-


toryasını kurabilmek için Türk Ordusunu zararsız hale getirmek şarttır. Bu da orduya sızmakla mümkündür. O halde sızma­ çareleri aranıp bulunmalıdır. Bundan sağlanacak fay­ danın en hafifi propaganda ve istihbarat ; en ağırı ihtilfil.,. dir. Türkiye Gizli Komünist Partisi programının 41 inci maddesi bu maksatlar için kaleme alı.nımş, uygulanmasın­ da ısrar olunmuştur. 1938-1939 Harbokulu ve Donanma olayları bu uygulamanın neticeleridir. Daima tekrarlan­ masında fayda olan bu maddeyi bir defa daha okuyalım:

nın

"Türkiye Gizli Komünist Partisi, ordu ve donanmada sistemli bir komünist propagandası yapar. Genç �omünist­ ler Birliğinin, askerler ve gençlik arasındaki faaliyetini sevk ve idare eder." Nitekim, başlangıcından 1952 tevkifatına kadar ada­ lete intikal eden ve etmiyen bütün komünistlik faaliyet ve hadiselerinde daima ordu hedef tutulmuş, daima kandırıl­ mış ordu mensuplarına tesadüf olunmuştur. Bu çalışma­ ların en çok hararetlendiği 1931-1938 yılları arasında ise Nazım Hikmet haini, Türkiye Gizli Komünist Partisi Mer­ kez üyesi, haber alma işleri dirijanı, teşkilatlanma işleri yardımcısı idi. Bilmezler mi bunları ? Elbette bilirler. Hem de en in­ ce teferruatına kadar. Fakat, yine de Abdülkadir Meriç­ boyu kalkar, "1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet" i kaleme alır. Aşın sol yazarlar "Mal bulmuş mağribi" gibi sarılırlar bu hezeyannameye. Çünkü bir taşla birkaç kuş vurma sevdasına kapıl�Jardır. Nazım Hikmet övülecek, Mareşali, kumandanları, adli amirleri, mahkeme ve yargı-· taylariyle Türk Ordusu yerilecektir. İşte, denecektir, or99


du dün ne ise, bugün yine odur. Maksat açık, bükemedikle­

rini kemiriyorlar. Genelkurmay Başkanımız Sayın Cemal Tural'a saldırmaları · da hep bundan. Sayın Tural açtığı mücadelede haklıdır. Kendilerini bütün kalbimizle tasvip ediyoruz . •

100


llIZINI ARTTIRAN MÜCADELE

E

vet, 1938, dünya ve Türkiye için hiç de ümit verici değildir. Cihan ufuklarını saran tehlike bulutlan gün geçtikçe daha çok tehdit edici olmaktadır. Milletler, neredeyse kapışacak, birbirlerinin boğazına sarılacaklar. İlk kıvılcım, felaketlerin öncüsü olacak. Loid George "Gök.:. te muharebe var deseler, Türkler merdiven kurarlar" de­ miş. Bu boğazlaşmanın dışında kalmamız düşünülemez. Harbe hangi safta girersek girelim ; ister galip, ister mağlUp çıkalım ; komünistler için netice aynıdır. Onlar için aranıp bulunamıyacak bir ortam bu. Türkiye'ye bela olmak için fırsatı kaçırmıyacakları muhakkak. Yıllı:J.rdan beri durmadan, dinlenmeden hep bunun için didiniyorlar. Yaptıkları açık ve kapalı ıbütün propagandalar hep bu gayeye dönüktür. Halkı, özellikle genç ve körpe aydınlan kazandıklarına inançları tamdır. Komünist Rusya'dan da alabildiğine destek gördüklerine nazaran zemin yar, za­ man yaver artık. Denebilir ki, 1938, bu sebeplerden ko101


münistler için bir azıtma yılı olmuştur. Tıpkı bugünkü gi­ bi. Harb.okulundaki durum da dış aleme paralel.. Saflar açıkça kurulmuş. Milliyetçilerin başında Süreyya Koç, Enternasyonelcilerin başında Ömer Deniz. Mücadele git­ tikçe hızını arttırmakta. Genç heyecanlar daima taşkın­ dır. Akademik münakaşalar bile söz düellosu haline bürü­ nebilir. Nitekim, öyle de oluyor sık sık. Fakat, iki taraf da bağlan büsbütün koparmamak hususunda gerçekten itinalı. Bu da, perdeönü, perdearkası olmak üzere değişik sebeplere dayanmakta. Taraflar, perdeönü sebepte adeta sözbirliği etmişler. Ardıarkası kesilıniyen münakaşalar da bundan doğuyor. İdealistler için, muarızlarını kendi inanış açılarına çek­ mek büyük kazançtır. Bu da, ikna ile olur. Şayet, taraf­ lar "müsademe-i efkardan doğacak barika-i hakikati" kabul istidadında iseler. Perde arkası sebepte çağlayan asıl mücadelenin se­ lidir. Bu sel, taraflardan birini, köpüklerinin arasına alıp sürükliyecek. Ömer Deniz takımı, sindikleri karanlıktan faydal ana­ rak sapık ideolojilerini yaya yaya genişleme çabası için­ dedir. Okudukları kitaplar, dışardan yapılan teJ.kinler ruhlarını birer zehir deposu haline getirmiş. Zararları sa­ dece kendilerinde kalsa mesele yok. Fakat, durmadan et­ raflarnıa saçıyorlar bu zehiri. Süreyya Koç ve arkadaşları ise işin farkındalar. Ma­ dem ki onların bu hatalı gidişlerini durdurma kimkansız ; o halde kökünden söndürmeli bu yangını. Aksine hareket, memlekete ihanet olur. Atatürk milliyetçileri öyle bir iha­ nette bulunamazlar. Fakat, dış görünüşe aldanıp hataya '· düşmek de mümkün. İlerisi için vicdan sızısı olabilecek 102


böyle bir ihtimalden kaçınmak da laZım. Sezgiler üzerine kanaatlar bina edilemezler. Suçlandırırken deliller sağlam olmalı. Bu düşünceyle Süreyya Koç arkadaşlarım toplar, du­ rumu hep beraber gözden geçirirler. Şuurlu ve planlı bir işbirliği lüzumu üzerinde durulur. Herkesin kabiliyet ve istidadına göre aralarında vazife taksimi yaparlar. Ders­ te, ders aralarında, müzakere ve mütalaalarda, . genişçe istirahat saatlarında, yatakhanelerde, tatil günlerinde sı­ kı bir takip başlar. Askerlikte, firar, şidde�le cezalandırmayı gerektiren bir suçtur. Takibin nasıl esaslı yapıldığına bakın ki, İs­ tanbul'a savuşan Ömer Deniz'in ardına bu cezayı göze alarak ·bir arkadaşlarını takmaktan çekj.runezler. İstanbul büyük ve kalabalık bir şehirdir. Takip kolay değil. Hele amatör bir dedektif için. Ömer Deniz, Nazım Hikmet'i evinde ziyaret eder, berikiler tesbit edemezler bunu. Öte yandan Süreyya Koç, duygu ve düşünce bakımın­ dan karşılarında olmasına rağmen, kurdukları dostluğu aksatmadan sürdürmeğe muvaffak olur. Bunda, Ömer Deniz'in, İstanbul dönüşü fikirlerinde göstermeğe başla­ dığı yumuşaklık da etkili bir faktördür. Fakat, bu bir ko­ münist taktiğidir. Nazım Hikmet kendisine böyle bir di­ rektif ( 30) vermiştir. Bu hal, sohbetlerin, münakaşaların, düşünce alış verişlerinin daha sakin bir hava içerisinde devamını sağlar. Neticede, taşıdıkları zihniyeti kavrama imkanı hası lolur. Esrarı örten bulutlar yavaş yavaş sıyrılmaktadır ar­ tık. • ( 30)

nerd.e bu hususa temas edilecektir. 103


VAKİTSİZ ÇALAN ALARM ZİLİ •

eyvanın hamı, ağacı silkelemekle dökülmez. Olgununu ise dal tutsa da rüzgar koparır. Hele çürü­ yeni kendi kendine dökülmeye mahkfundur. Bu bakımdan bizim "kızılcıklar" da tam kıvama gelmişlerdir artık. Vakıa, yapılan takipler, kurulan ve koyulaşbrılan dostluk münasebetleri, Sami Küçük'ün topladığı vesika­ lar şüpheden kanaate geçiş için kafiydi. Özellikle, lstan­ bul'a firar eden Ömer Deniz'in evine kadar gidip Nazım Hikmet'i ziyaret ve bir süre görüşmüş olması sugötürmez bir kesinlik alınca, son tereddüt kırıntıları da silindi. Bu durumda, Süreyya Koç'un birlikte çalıştığı bir kısım arkadaşları harekete geçme zamanının geldiğine k� oldular. Süreyya Koç başta, diğerleri aksi düşüncede idiler. Onlarca bir kanaata varmak başka, bu kanaatı maddi delillere dayanarak isbat etmek başka idi. Önce, karanlıklar yırtılmalı, suç, inkarı önleyen bir netliğe ka­ vuşturulmalıydı. Bunun için de biraz daha sabırlı olmak, acele edip işe şeytan · karıştırmamak lazımdı.

M

104


Aslında berikiler haklıydı. Fakat, gençliğin bir vasfı da ataklık, tezcanWıktır. Heyecan mantığın oluğundan ak­ maz. Bilhassa, memleket mes'eleleri bahiskonusu olunca. Nitekim, (A. ile Y.) imzasız bir mektupla durum:u Genel Kurmay Başkanlığına aksettirdiler. !ınzasız ihbarların muamele görmemesi kaidedir. Fakat, ihbar, Harbokuluna ait olunca iş değişir. Esasen o günkü dünya durumu, içte­ ki ve dıştaki komünistlerin yoğunlaşan faaliyetleri karşı­ sında Genel Kurmay kuşkululudur, tetiktedir. Bu da, mes'elenin incelenmesini zorunlu kılar. 1938 yılımn ilk haftası içinde yapılan aramalar, ih­ barın doğruluğunu teyideden bir mahiyet alır. Neticede, abşta Ömer Deniz olmak üzere 21 HarbokuJu öğrencisi dershanelerinden toplanıp nezarete konur. İhbar mektu­ bunun bu derece hızlı, bu derece ciddi bir netice doğur­ masından (A. ile Y.) telaşlanırlar ilk anda ve koşarlar Süreyya Koç'a : - İhbar mektubunu biz yazdık. Bu husustaki bilgiler, vesikalar ise sende. Suçun isbatı da sana düşen bir vazi­ fedir. Düş önümüze. Cevap verir Süreyya Koç : - Alarm zilini vakitsiz çaldınız. Toplayabildiğimiz bilgi ve vesikaların tam bir suçlama için yeterli olabile­ ceklerini sanmıyorum. Bi.ı hale göre, kanunun pençesinden yakalarını sıyırabilirler. Onun için ortaya atılıp deşifre olmak istemem. Çünkü, bu mücadeleyi sonuna kadar de­ vam ettirmeğe azimliyim. Şimdilik beni ve diğer arkadaş­ ları karıştırmayın bu işe. (A. ile Y.) boyunlarını bükerler ve Süreyya Koç'a hak verirler. Soruşturmaların ilk günlerinde Süreyya Koç'un gölgede kalmasına sebep budur. •

105


SORGULAR VE ÖMER DENİZ'İN İTİRAFLARI

A

slında ne yazılan ihbar mektubu, ne okudukları. ki­ taplapn mahiyeti, ne de Abdülkadir Meriçboyu' nun bir avuç Turancı, kızıleJmacı, azgın faşist dediği ar­ kadaşlarının suçlamaları yüzünden mahkum olmuşlardır. Hazırlık, ilk ve son tahkikatlar arasında bizzat verdikle­ ri ifadeler, yaptıkları itiraflar ve karşılıklı suçlamalar sağlamıştır bu neticeyi. Sanıkları yargılayan mahkemenin 29 Mart 1938 gün ve 28 esas, 16 karar sayılı gerekçeli hükmü o zamanlar benim de elime geçmişti. Ta;hkikatlar sırasındaki itirafla­ rı okumak fırsatını bulmuştum. Bu itiraflar, kah tevil, kah teyid yollu birbirlerini tamamlar mahiyette idi. Özel­ likle Ömer Deniz'in itiraflarını çok önemli bulmuş, "Gün gelir, 13.zım olur" düşüncesiyle bazı kısımlarını not etmiş­ tim. Abdülkadir Meriçboyu'nun iddiaları ile hakikatin na­ sıl çeliştiğini anlıyabilmek için· bu notlara hep beraber gö zatmakta fayda vardır. 106


Olayın asker ve sivil olarak saıkları 31 idi. · Askerl�­ rin 1 numaralı sanığı Ömer Deniz neler anlatmıştı bakın ; "Yaradılışım icabı ruhumda aksi ve zıt temayüllere karşı bir sempati vardır. Daima herşeyin başında olmak isterim. Muhitime daima hükmedecek, muhitimi idare ede­ cek kudret ve enerji bende mevcuttur. Orta mektebin son sınıfında iken komünizm, sosyalizm, faşizm kelimelerini duyardım. Tuhaf ve a�aip şeyler olduğu için kafamda bunlara karşı bir tecessüs uyandı. Araştırdım. Kültürüm az olduğu için mahiyetlerini idrak edemedim. Bunları iyi­ ce anlamak için kendi kendime söz verdim ve tetebbüümü ileri tahsilime bıraktım. Babam beni ziraat ve makina mü­ tehassısı yapmak istiyordu. Ben, asker olmakta israr et­ tim. Orta mektebi bitirince de Kuleli Askeri Lisesine gir­ dim. Dersler arasında faşist, sosyalist ve komünist keli­ melerini tahlile çalıştım. Dokuzuncu sınıftan beri okudum. Yerli ve yabancı kitaplar bana bunları biraz anlatmağa muvaffak oldu. Aşağı tabakayı, bütün insanları şahsın kıymetine, zavallılara hitabeden sesler düşüncelerime uy­ gun geldi. O zamandan beri böyle bir fikri muhafaza ve müdafaa etmeğe karar verdim. Çocukluk düşünceleriyle bu kararımda mutlaka muvaffak olacağımı zannediyor­ dum. Bu sevda ile çalıştım. Faşizmi ve liberalizmi düşün• cemden kovdum. Bunlara ebedi bir düşman oldum. Sosya­ lizm ile komünizmde karar kıldım." Dikkat buyurulursa Ömer Deniz, yaşının ötesinde, başının çok üs.tünde gezen tehHkeli bir megalomandır. Anlattıkları, yoldan çıkan, sapıtan bir ruhun oluş hika­ yesidir. Bütün bunları çocukluk kaprisi olarak vasıflan­ dırsak bile, bir Harbokulu öğrencisi için suç olmaktan çı­ karamayız. Çünkü askerliğe politika girmez. Hele komü­ nizm hiç girmez. Askerler, uygulamak için değil öğren·

107


mek, ufuklarını genişletmek ıçın okurlar. Üzerlerinde üniforma taşıdıkları müddetçe vatan müdafaasından baş­ ka gayeleri, düşünceleri olmamak gerekir. Buna rağmen, Ömer Deniz, sadece fikir alanında kalsaydı yine de mes' ele yoktu. Neyazık ki bu alanda kalmasını beceremedi : "Düşündüm, bu hareketlerimde, bu fikirlerimde mu­ vaffak olabilirdim. Şüphesiz bunu yalnız yapamıyacağımı anladım. Taraftar bulmak icabederdi. Bir intişar vasıta­ sına ihtiyaç vardı. Hatta gazete çıkarmayı o zamandan düşündüm. Bu hususta yalnız kalmak beni teessüre sev­ ketti. Arkadaşlarımı intihaba başladım. Bu intihabı şöy­ le yaptım : Bu fikirlerimin en ziyade yazı, matbuat işiyle alaka­ dar olduğunu biliyordum. Bu sebeple fazla kitap okuyan, iyi yazı yazan, iyi söz söyliyen arkadaşlar aramağa baş­ ladım. Esefdir ki bulduğum arkadaşlar beni tatmin etme­ di. İlk defa, Abdülkadir'in yanına sokuldum. O zamana kadar -fikir sahası hariç- samimi idik. Abdülkadir'in yalnız edebiyata, şiire ve yazmaya olan merakı beni se­ vindirdi. Zamanla bu çocuğu kendime fikir arkadaşı ya­ pacağıma kanaat getirdim. Çalışmaya başladım. Kendisi­ ne kitap ve gazete verdim. Fikirlerin normal bir tasnifini yaptım. İlk anlarda bunlardan bir şey anlamadı. Faşizmi baltaladım, sosyalizmi müdafaa ettim. En doğru, en mu­ vafık cephenin yalnız ve ancak sosyalizm olabileceğini izah ettim, ispata çalıştım. Kısmen muvafık gördüğü yer­ lerde tebessüm etti. Ben de bu tebessümü doğuran yerler­ de durdum. Sözlerimi genişlettim. Gelişigüzel yaptığım münakaşalarda ben sözü değiştirir, işi siyasete aktarır­ dun. O dinler, arasıra muvafık gördüğü yerlerde bana ce­ vap verirdi. Abdülkadir bu zamana kadar kat'iyen böyle 108


bir fikre malik değildi. Münakaşalarını telkin etti. Sonra­ dan sosyalizmi kabul ettiğini söylediği halde pek çok dü­ şünce ve hareketleri bu siyasi fikrin aleyhinde idi. Anla­ mamıştı. Anlamadığı yerde durdum. Bu zamanlarda Ab­ dülkadir siyasi fikirlerinin aleyhinde bulunan şairleri, m� harrirleri müdafaa ederdi. Bu müdafaayı baltaladım. Bu çocuğu o sempatiden soğuttum. Abdülkadir bu akidenin ileride ne olacağım idrak edemezdi. Belki de şimdi bile edemez. Böyle bir fikrin hayalde, kafada kalıp çürümesi yazıktır. Siyasette cesaret mutlaktır. Çekingenlik ölüm­ dür, derdim. Ona gazete çıkaracağımı, bu fikirleri müda­ faa edeceğimi anlattım. Kitap çıkarmayı teklif ettim. Böylece Abdülkadir'i kendime bağlı ve samimi bir fikir arkadaşı yapmağa belki muvaffak oldum." İşte, Ömer Deniz'in ağzıyla o zamanki Abdülkadir Meriçboyu'nun portresi. İşte, nasıl iğfal edilip yoldan çıka­ rıldığının hikayesi. nk paragrafta verdiğimiz itiraflar' sadece askerlikten ihracım icabettirirdi. Fakat, bu itiraf­ ları hapishane kapılarım da açmıştır kendisine. Elbette suçtu bunlar. İnsan bir bataklığa düşmiyegörsün, kıpırda­ dıkça durmadan gömülür : "Mektep içinde edebiyata meraklı olan arkadaşları aramaya çalıştım. Benim taşkınlığımın fena akisleri, mektep dahilinde yayıldı. Aleyhimde bulunan kimselerle arkadaş olup onları susturmak istedim. Mektupla, Yedigün, Varlık, Yücel Dergilerine müra­ caat ettim. Olmadı. Muharrem Zeki tarafından çıkarıldı­ ğım sandığım DOOUŞ mecmuasının yazı ailesine dahil ol­ dum. Burada bir yazım çıktı. Müteakiben mecmua kapa­ tıldı. Yazım ile mecmuanın kapatılması arasında bir mü­ nasebet yoktu. İzmir'de çıkan ve dayımın musahhihliğini yaptığı 109


AKIN ve HAKKIN SESİ gazetelerinde fıkra, hikaye, şiir yazmaya başladım. Bu gazetelerde müteaddit yazılarım çıktı. Bilahare AKIN kapatıldı. HAKKIN SESİ'nden uzak­ laştım. Dayım, çıkması için kendisine gönderdiğim yazıla­ rımın bazılarım tenkid eder çıkarmazdı. Fikirlerimin aley­ hinde bulunurdu. Bu meyanda Madrid Hükfunetine Yaz­ dıın, Marksim Gorki'nin Ölümü gibi yazılarımı gazetede neşrettirmemişti. Hatırlıyamadığım bir münasebetle Orhan'la karşılaş­ tım. O zamana kadar Orhan'ın siyasi fikirleri olmadığım anladım. Yalnız ateşli bir çocuktu. Mektepte müteaddit defalar buluştuk. Kendisine siyasi fikirlerimi hissettirme­ den telkinatta bulundum. Münakaşalar yaptık. Samimi olduk. Ona bu bapta fikirler aşılamaya çalıştım. Abdül­ kadir'e tanıttım. Onuncu sınıfta hemşehrim olan Faruk'­ un yanına giderdim. Orada edebiyata meraklı Burhan Cahit adında bir çocuk gördüm. Şüphesiz o da beni gı­ yaben tanıyordu. Tanıştık. Birçok münakaşalarda ben kendi akidemi müdafaa ettim. Münakaşa mevzuları aç­ tım. Bu hususta anlayışı azdı. Sözlerimi kabul etmedi. Fakat bu çocukta edebiyat merakı oldukça ona akidemi kabul ettirecektim. Bu işi tesadüflere bıraktım. Burhan Cahit, komünizmi, nasyonalizm zannedecek kadar siyasi sahada cahilin birisidir. Bazen işolsun diye uluorta söz söyler. Orhanların evinde bir öğle yemeğine davet edil­ diğim zaman Burhan Cahit'in saat 3'de gelmesini söy­ ledim. Geldi. Abdülkadir, Orhan, Burhan Cahit, ben yu­ karı kata çıktık. Oturduk, konuştuk. Burada herkese si­ yasi fikirlerinin ne olduğunu sordum. Hepsi kendi kud­ retine göre bunu ifadeye çalıştı. Ben mes'eleyi siyasete çevirdikçe bilhassa Burhan Cahit şiir ve edebiyat saha­ sına dökmek istiyordu. 110


Burada mütemadi söz söyliyen bendim. Bilhassa insani yardım ve iyilik meseleleri üzerinde çok durdum. Hepsi, kafalarına tomurcuk halinde saldığım siyasi aki­ delerde pek büyük hatalar yaptı. Benim düşüncelerime pek az yanaşabilmişlerdi. Burada Burhan Cahit'in bil­ hassa edebiyat ve şiir sözlerini kaçamaklı bir surette or­ taya atması, bu hususta pek cahil olduğunu hissettirdi. Onun üzerinde daha fazla durmaya karar verdim. Yine hatırlıyamadığım bir münasebetle Adana'da Şev­ ki isminde biriyle tanıştım. Arkadaş oldum. Şüphesiz o da beni gıyaben tanırdı. Artık bütün meşguliyetlerimi bu ar­ kadaşlar üzerine verdim. Uğraştım. Önce hepsini kendime samimi arkadaş yaptım. Tabur dahilinde şüpheli bir vazi­ yete düştüm. Bunun bir zaman neye varacağını anladım. Fikirlerimden rücua başladım. Ömer Deniz fikrinden rücu ediyor gibi sözler kulağıma geldi. Bunlardan memnun olu­ yordum. Fikrimde muvaffak olmak için mutlaka subay çıkabilmem icabediyordu. Aradan birkaç zaman geçti, yine bazı taşkınlıklar yaptım. Fena karşılandı. Yine onları ka­ patmağa çalıştım. O günlerde bir hitabe yazılması icabediyordu. Tabur­ dan 15 kişi buna talih oldu. Bu arada kulağıma bazı fısıl­ tılar geldi : Bu nutku Ömer Deniz'e söyletmiyeceğiz. Ömer Deniz'in bu yolda milli hisleri olamaz. Hitabeler yazıldı, mektep komutanlığına verildi. Yapı­ lan tetkik sonunda benim hitabemin beğenildiği anlaşıldı. Ayrılık töreninde bütün misafirler ve talebeler önünde be­ nim nutkum okundu. Ben bu nutkumun içinde dahi kapalı ve sembolik bir şekilde kendi akidemi müdafaa etmiştim. Bu belki, hiç kimse tarafından anlaşılmamıştır." Görülüyor ki Ömer Deniz, masumiyet sınırları içinde değildir. Fikirden fiile geçmiştir artık. Muvaffak o� 111


mak için tam bir komünist metodu kullanmak�adır. Gözü­ ne kestirdiği kimseler üzerinde azimli ve ısrarlıdır. Resmi bir tören için hazırlanmış konuşmada bile komünistlik pro­ pagandası yapacak kadar cür'etkar ; tehlikeyi görünce yan çizecek, dönüş yapacak kadar pişkindir. Elbette, sadece kendi düşüncesinin mahsulü olamaz bunlar. Başkaları ta­ rafından çizilmiş bir rota izlediği muhakkak. O halde, kim­ dir bu başkaları ? Kesin kanaata varmak için okumaya de­ vam edelim itiraflarım : "Staja (31) gittik. Stajda Şevki, Burhan, Cahit, Or­ han'la mektuplaştım. Orhan'a yazdığım mektupta Maksim Gorki'nin ölümünden derin bir teessürle bahsettim. Akça Gazinosunda bir Harbiye stajyeri olarak Necati ile konuş­ tum. Arkadaş olduk. Stajda iken, Necati ile siyasete ait bir şey konuşmadık. Münasebet almazdı. Hareketlerini da­ ha iyi anlıyamamıştım. Stajdan İzmir'e gittim. Oradan Ay­ dın'a geçtim. Bu doğrudan doğruya bir siyasetti. 9 Eylfil günü İzmir Fuarını gezdim. Ecnebi olmak üzere Mısır, Rus ve Yunan pavyonları dikkatimi çekti. İçeri girdim. Rus pavyonunda bir reklamı ihtiva eden ve kabında Rus, Türk bayrakları bulunan kırmızı bir broşür verdiler. Bu herkese verildi. Bunu beraberimde getirdim. Harbiyeye gelince Or­ han'a verdim. Orhan da Mustafa Ergün'e verdiğini söyledi. Staj hayatı derin bir sessizlik içinde geçti. Stajda Abdül­ kadirle beraberdik. Gazeteleri günügününe takib ettim. Kendi kendime okudum. Ankara'ya geldim. Arkadaşlarım­ la buluştum. Orhan'ın evinde yapılan toplantıya kadar aramızda bir şey olmamıştı. Bu sırada daha birkaç arkadaş tedariki(31)

Askeri liseleri bitirenler, Harbokulundan önce 6 ay b1r­

Uklerde staj görürler.

112


nin lüzumunu hissettim. Adnan'ın mektepte daha birkaç arkadaşı olduğunu duydum. Orhan'ı evinde ziyaretim esna­ sında Mustafa ile tanıştım. Buradaki hitabım doğrudan doğruya Mustafa'nın şahsına değildir. Sözlerimi ortaya söyledim. Bu sırada bulunduğumuz odada Orhan, Abdül­ kadir, Mustafa Ergün ve ben vardım. Adnan arasıra girer çıkardı. Sözü ben açtun. Avrupa siyasetinden, Fransa va­ ziyetinden, Almanya ve İtalya'nın vaziyetlerinden, iktisadi buhrandan, iktisadiyatın siyasette en büyük amli olduğun­ dan, Rusya; nın vaziyetinden, Fransa sosyalizminden, İtal­ ya ve Almanya faşizminden, Romanya'da mevcut ecnebi sermayelerden, dolayısiyle liberalizmden, köycülükten, ko­ münist ve faşist amele ile münasebetlerimden, ecnebi ro­ manlarından bahsettim. Bilahare Türkiye'nin siyasi vazi­ yetini izah ettim. Mustafa'yı elde edebilmek için vaziyete büyük ve sahte bir süs verdim. Zenginlerden, fakirlerden, fırkanın bilhassa köycülük ve devletçilik hususlarındaki çalışmalarından -fırkadan murat C.H.P.'dir-, ve va­ ziyete bir süs vermek için sahte bir şekilde Aydın'da, İzmir'de, İstanbul'da, Adana'da da arkadaşlarımızın bu­ lunduğundan, bu mes'elenin sadece gizli tutulmasından, mütemadi çalışmadan bahsettim. Burada Abdülkadir, biraz sen de birşeyler söyle demem üzerine pek az şey­ ler söyledi. Mustafa daima sükut ediyordu. Bu hitabeden sonra, bu sırları ifşa eden cezasını çeker diye sözlerimi bitirdim. Mustafa. baş sallamak suretiyle nokta-i nazarı­ mızı kabul etti. Ankara'da arkadaş bulmağa çalışacağını söyledi. Sefer'le Hasan'ı tanıttı.'' Elbette suçtu bunlar. Özellikle askerler için. Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkadir Meriçboyu'nun hafızası ger­ çekleri barındırmıyacak kadar delik-deşik. Fakat haya­ li emsalsiz denecek kadar kuvvetli. Kitabında "Oysa ne 113


bilirim ben Ömer'in olup olmıyacak şeyler söylediğini" diyerek (32) geçiştirmek istediği itiraflara bir göz ata­ lım : "1937 senesi tatilini Aydın ve İzmir'de geçirdim. Sona doğru İstanbul'a gittim. Mustafa'larda, N�cati'ler­ de kaldım. Bir aralık Nazım Hikmet'e uğramak hatırı­ ma geldi. Kafamda bir münakaşa yaptım ve gitmeye karar verdim. Bu teşebbüsten maksat onun komünizm, sosyalizm hakkındaki kanaatlarını almak ve memlekette alakadar olduğu unsurları tanımak ve bu sebeple kendisiyle ko­ nuşmaktı. Maçka'daki İpekfilim istasyonuna gittim. Na­ zırn'ın olup olmadığını sordum. İpek Sineması holünde kendisini gördüm. Evvelce mahkemeden kurtulduğunu biliyordum. - Geçmiş olsun dedim, üstad dedim kendisine. Maksadım, sola mensup olanları anlamak, teşkilat­ larım öğrenmekti. Maksadım sadece öğrenmekti. Aynı zamanda bunlar arasında istifade edebileceğim şahsiyet-·· ler bulunup bulunmadığını anlamaktı. Nazım Hikmet'in siyasi akideleri, benim akidelerimin yanında çürük kalır. Bunu ispata hazırım. Nazım Hikmet'e : - Ben Harbiyeliyim. Harbiyede daha arkadaşlarım var. Sol fikirliyim. Bir polis hafiyesi değilim. Bana ina­ nınız. Dedim. Cevap verdi : - İstifade edebileceğiniz her şey Cumhuriyetin altı prensibinde (33) vardır. Dedi. Rusya'ya kaçırılmam hakkındaki teklifime de : (32 ) (33)

114

1938 Harbokulu Olayı v e NAzım Hikmet : A. Kadir, S. 27. C.H.P/'nin 6 okunu kastediyor.


alakam

- Böyle şey olmaz. Benim hiçbir tarafla yoktur. Burada kalmak en münasip ' harekettir. ·

Cevabını verdi. İspanya işinin daha ne kadar devam

edeceği şeklindeki sorumu da : - Belli olmaz. Sözü ile karşıladı. Bu ilk görüşmemizdi. İkinci görüşmem kendi evinde oldu. Burada bana daha çok itimat edebilmesi için biraz fazla samimiyet gösterdim. Sözlerimin arasında RusY.a'­ ya gitmek fikrinden de vazgeçtiğimi ilave ettim. Okulda arkadaşlarımın bulunduğunu, söyledim. İsim zikretmedim. maksadım,

itimadını

bunların da

çalıştıklarını

Nazım Hikmet'le temastan

kazandıktan

sonra

ağzından söz

almaktı. Özet olarak şunları söyledi : - Seni çok ateşli görüyorum. Size itidal tavsiye ede­ rim. Subay çıkmanıza az kalmış. Şimdilik

ricat eder gi­

bi görünün. İlerde subay çıktığınız zaman erler üzerin­ de işlemeye başlayın. Şunu bilin ki, köylülerden teşekkül eden askerlerinizi

doğrudan

doğruya

komünist yapa­

mazsınız. Bunlara evvela Cumhuriyeti aşılamak, ondan sonra komünizme geçmek lazımdır.

Yalnız bu

arada

ve mesela Almanya, İtalya fenadır. Balkanları ve Ana­ dolu'yu istila ederek Basra Körfezi'ne inmek ve memleke­ timize Anadolu'nun

cenubundan ·faşizmi

yaymak isti­

yorlar gibi sözlerle bu milletlerin fenalığını ilk anda ka­ falara yerleştirmeyi unutmayınız. Bu memlekette faşist unsurlar üniversite gazetesinde

muhitinde

Yaşaınak Hakin

toplanmıştır.

HABER

isimli bir tefrika neşrede­

ceğim. Onu da okuyun. - Sizi bir daha ne zaman göreyim ? Soruma da : - Temasımızdan şüphe ederler. Bu şüpheyi uyan­ dırmıyalım. Ben istediğim zaman sizi bulurum.

115


Dedi." Bütün bunları okuyunca, Abdülkadir Meriçboyu'nun hafızalannda bir berraklaşma olup olmıyacağını, hatıra­ larını şuuraltına doğru ısrarla itmiye çalışıp çalışınıya­ cağım bilmiyorum. O zamanlar, birbirlerine "dost" diye hitap etmeyi kararlaştırmışlardı. Ömer Deniz, Abdülka­ dir Meriçboyu'na "Hazar" adını takmıştı. Dost "Tava­ riş" karşılığıdır. Abdülkadir Meriçboyu'nun, isim babası ve büyük Tavariş'i Ömer Deniz'in bu itirafJarına ne bu­ yuracağı cidden merak edilecek bir konudur. Benim bu itiraflardan anladığım şudur : 1. Ömer Deniz, sadece komünist değil, tipik bir komünistlik hastasıdır. İddia ettiği gibi Nazım Hikmet haininden daha ileridir. Harbokulundaki gruplaşmanın dirijanıdır. 2. Çalışmalarında Abdülkadir Meriçboyu baş yar­ dımcısıdır. 3. Kitap okudukları için, bir avuç Turancı, kızıl­ elfnacının hışmına uğradıkları için değil, Harbokulunu bir fesat yuvası haline getirmeye çalıştıkları için çeza­ landırılmışlardır. 4. Bütün gayretleri, Harbokulunda bir komünist gruplaşması yaratmaya dönüktür. Esasen, Türkiye Giz­ li Komünist Partisinin çalışmaları da bu yolda idi. Bu partinin 1935 :1938 arasında mücadele taktiğini üç ana bölümde özetlemek mümkündür : a. İstihbarat, b. Teşkilatlanma, c. Neşriyat. istihbarat işi, N8.zım Hikmet'le (F. Y.) tarafından yürütülmekte idi. Nazım Hikmet malCı.m. (F. Y.) komü­ nist Rusya'nın İstanbul Konsolosluğunda vazifeli bir Türk'tü. Haberler Nazım Hikmet'te toplanıyor (F. Y.) eliyle Konsolosluğa aktarılıyordu. 116


Teşkilatlaıunada hücre usulü terkedilmişti. Bunun yerine (gruplaşma) diye adlandırabileceğimiz bir sistem uyguluyorlardı. Yetkili kılınanlar, önce tek tek temaslar yapıyor, zehirleyip ifsad edebildiklerini gruplandırıyor­ lardı. Bu sistemin 3 : 5 li hücrelerden farkı daha kalaba­ lık oluşları, birbirlerini tanıyışlarıydı. 1935 den sonra orduyu hedef aldılar. İlk merhaledeki çalışmaları bilhas­ sa ordu içinde antifaşist bir cepheyi legaliza etmeye yö­ neltilmiştir. Türkiye Gizli Komünist Partisinin teşkilat şefi Dr. Hikmet Kıvılcımlı idi. Nazım Hikmet, Hamdi Alev (Şamilov) Hikmet Kıvılcımlı'nın aktif yardıcıları idiler. Harbokulu olayından sonra el konan "donanma­ daki komünist tahrikatı" hadiseleri bu kanaatımızın baş­ lıca delilleridir. 1935 ila 1938 arasında neşriyat ve propagandayı Kemal Tamir Benereci koordine etmiştir. Kemal Tahirin bu çalışmalarında Suat Derviş'in ve bir başyazarın isti­ şari rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Gerek sivil alanda, gerek ordu içinde yapılacak komünistlik propagandasını havi matbuanın hazırlaıunasını ve yayılmasını Kemal Tahir yönetmiştir. Bu kısa izahatla, Ömer Deniz'in çalışmaları kıyasla­ nacak olursa, gerçek daha iyi anlaşılır. 5. Komünistlerin çalışma metodlarından biri de sıkıyı görünce rücudur. Fakat "beş adım ileri atmadan, iki adım geri dönülmez" derler. Bu suretle her hamlenin sonunda daima üç adım ileride kalacaklarını sanırlar. Bu metodu, Ömer Deniz sık sık uygulamıştır. Özellikle Na­ zım Hikmet'i ziyaretinden sonra. Nitekim 1stanbul'dan dönen Ömer Deniz'in ilk fırsatta Süreyya Koç'a "galiba biz yanılıyoruz, siz haklısınız" demesi de bu kabildendir. 6. Ömer Deniz'in, Nazım Hikmet'ten önce de, bir 117


yerden direktif aldığına, itirafları

şahadet

Ya Nazım Hikmet' le vasıtalı veya

vasıtasız

etmektedir. temas ha­

lindeydi, yahut N3.zmı Hikmet'le aym düşüncede ve aym metodu uygulayan bir teşekkül veya şahıstan direktif alıyordu. Çünkü, Nazım Hikmet'le temasa geçinceye ka­ dar yaptığı işlerle, Nazım Hikmet'in tavsiyeleri arasın­ daki uyarlığı başka türlü izaha im.kan yoktur.

7.

Ömer Deniz

itiraflarını

yaparken

bütün suçu

üzerine almıştır. Özellikle direktif aldığı teşkilatı ve şah­ sı gizlemekte gösterdiği

ısrarlı

itinaya

şaşmamak el­

den gelmez. Bu husus çok önemlidir. Çünkü pişkin ve ye­ tişkin komünistlerin taktiğidir. Savcılığın, emniyet teş­ kilatının bu yönden aydınlatıcı bir tahkikata

ıniş,

gınşme­

gerekli gayreti sarfetmemiş olması büyük hatadır.

8.

Hadiseleri izlemiş olanlar bilirler. O tarihlerde,

Türkiye Gizli Komünist Partisinin merkez hey'etinde bir ihtilaf fırtınası esmektedir. Genel Sekreterlik için Nazım Hikmet'le Dr. Hikmet Kıvılcımlı mücadele halindedir. Bu mücadele, tarafların Harbokulu ve donanma olayların­ dan hapishaneye düşmelerine rağmen, nü'nün Avrupa'dan dönüşüne kadar

Dr. surup

Şefik Hüs­ gitmiştir.

"Taraflar hapishanede iken nasıl olur bu" demeyin. Ne­ ler olmamıştır o hapishanede. Nazım Hikmet'e tercüme­ ler yaptırılmış, Devlet Hazinesinden para ödenmiştir. İç­ ki alemleri, rakı sofrası sohbetleri ( 34 ) tertiplenmiş, ka­ falar çekilmiştir. Nazım Hikmet'in karısı gebe kalmış, ço­ cuk doğurmuştur. Bunlar olunca, o da olur elbette. Kuvvetli bir ihtimalle Dr.

Hikmet Kıvılcımlı, Na­

Zım Hikınet'i safdışı etmek için Ömer Deniz'i yem olarak

kullanmıştır. Çünkü Ömer Deniz askerdir. Kendisini giz( 34)

118

1938 Harbokulu Olayı ve Nd.zım Hikmet : A. Kadir, S. 116.


lemeye dikkat etmeyecek kadar gözü kara, heyecanlı ve pervasızdır. Bu da çabuk dikkati çekecek; kanun Nazım Hikmet'in yakasına sarılacaktır. Onlar, sade memlekete değil, birbirlerine de yaparlar bu ihaneti. Nitekim, vak­ tiyle Vedat Nedim Tör de, Dr. Şerif Hüsnü'yü ihbar ede­ rek ayın şekilde tasfiye etmek istemişti. Fakat, Nazım Hikmet, ucundaki yem iştah çekici olmasına rağmen bu oltaya vurmamıştır. Aksine, zama­ mn İstanbul Emniyeti Komünist Masası Şefi Salih Tan­ yeli'ye telefon etmiş "kendisinin Harbokulu öğrencisi kı­ lığındaki ajanlarla rahatsız edildiğinden" yanıp yakın­ mıştır. Sayın Tanyeli ile aynı ilçede memuriyet verdik. Yakın arkadaşımdır. Bu konu, aramızda pek çok konu­ şulmuş, tartışılmıştır. Nazım Hikmet'in, o zamana kadar kendisini takip edenlerden hiç şikayeti olmamıştır. Şu halde bu davranı­ şı, bir tehlike kokusu aldığının, bu tehlikenin nered�n geldiğini sezinlediğinin delilidir. Okuduk ve hikayelerini kahramanlarından uzun uzun dinledik. Siper muharebe­ lerinde tetik davrananlar, el bompalarım patlamadaD' geldiği yere iade ederlermiş. Tıpkı bunun gibi, Nazım Hikmet de yaptığı şikayetle tehlikeyi tekrar Hikmet Kı­ vılcımlı'nın önüne doğru itmiştir. ngililer ciddiyetle ha­ rekete geçmiş olsaydılar bu öğrenciyi bulacak, onun va­ sıtasiyle Hikmet Kıvılcımlı'nın ensesine yapışacaklardı. Bu karşılıklı pasverişler, hangi ruhi sebeplere daya­ nırlarsa dayansınlar, Nazım Hikmet'in telefonu dikkat­ leri Harbokuluna çekmiştir. Harbokulunda Gizli Komü­ nist Partisi hücrelerinin kurulmuş olması ihtimali bun­ dan sonra düşünülmeye başlanmıştır. 9. Nazım Hikmet, korkunç derecede haristi, kıs­ kançtı. Bilindiği gibi bir tavla oyununda zarı kötü gittiği 119


ıçın yakın arkadaşı Va-Nfi.'yu tokatlıyacak, yumruklu­ yacak kadar ileri gitmekten çekinmemiştir. Bu yüzden, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'mn Harbokulundaki başarısını çe­ kememiş, ilk hatasını tashihe çalışmış oJ.abilir. Ömer De­ niz'i, sonraki ziyaretinde samimi bir alakayla kabul et­ mesi, insana bu ihtimali düşündürmektedir. 10. Ömer Deniz'in bu itiraflarını, Türkiye Gizli Komünist Partisi programımn 41 inci maddesiyle kıyas­ lıyanlar görecektir ki, 1938 Harbokulu olayı, gösteril­ mek istendiği kadar basit ve önemsiz değildir. Aksine, düşünceden, teşebbüsten öteye geçmiş, tam bir uygula­ madır. Elbette cezası da buna göre olacaktır. 11. 1938-1939 Harbokulu ve donanmadaki komü­ nistlik olayları vehim değil, Türkiye Gizli Komünist Par­ tisi faaliyetler zincirinin iki halkasıdır. O günlerin ko­ münistlerinden pek çoğu, bugünün komünist kadroların­ da, hatta bu kadroların başındadır. 12. ömer Deniz, tam bir suçlu psikolojisi, fakat bir megaloman psikozu içinde itiraflarını yapmıştır. Söy­ ledikleri doğrudur. Nazım Hikmet'ten, müstakbel tutu­ munu düzenliyecek direktifler almıştır. Kısa bir müddet sonra subay olarak orduya katılacak genç bir elemana bu yolda direktif vermek elbette suçtur. Velevki bir de­ faya mahsus olsa bile. Elbette cezalandırılmayı gerekti­ rir. Bu hadisede, Nazım Hikmet'e "masumdu" diyebil­ mek için insanın ya gafletten gözlerinin kör, ya arka ni­ yetten vicdanının sökülüp atılmış olması icabeder. ·

120


VE öTEiilERİ l..

•• mer itiraflarında yalnız değiıldir. Onun kadar O enine ıboyuna değilse bile, kendisiyle beraber mah­ Deniz

olan üç arkadaşı da :birçok gizli hakikatlara ışık tut­ muşlardır. Fakat, ben, Ömer Deniz'inkileri daha önemli bulmuş, daha geniş olarak özetlemiştim. Diğerlerinin iti­ raflarından aldığım notlar ise, kısa kısadır. Fakat, yine de bir fikir, bir kanaat uyandıracak niteliktedirler. Şimdi onlara da bir göz atalım : Bu üçten biri, Abdülkadir Meriçboyu'dur. Büyük ta­ varişi Ömer Deniz'in taktığı adla Abdülkadir Hazar. Ruh itibariyle kendisini, Nazım Hikmet'in "Hazar" şiirindeki dalgalara benzeme istidadında sayan bir delikanlı. Suçu ve yediği cezaya hak kazandığı itirafları kadar yazdığı ki­ tapla da sabittir. Hfila "Ben komünistim" diye haykırıyor. Hem de ter ter tepinerek. Bakın neler söylemiş o zaman : "Daha lisede iken kurulmuş, harbiyede iken devam ettirilen bir teşkilatları vardır. Ömer Deniz, bu teşkilatın

kf:ı.m

121


Ankara çevresinde daha da genişletiJmsei fikrini ileri sür­ müştür. Bu fikrin tatbikatından olarak, Ankara Erkek Lisesi öğrencilerinden Mustafa Ergün çengellenmiştir. Ta­ nışmaya vasıtalık yapan Adnan'dır. Mustafa Ergün ile ilk teması, Kızılay'da Orhan Alkaya yapmıştır. Kendisine sı­ nıf mücadelesinden, Havbokulunda bu fikri taşıyan arka­ daşlarının bulunduğundan bahsetmiştir. Bir Pazar günü de Orhan Alkaya'nın

Ayrancı'daki evinde

toplanmışlardır.

Bu toplantıya Ömer Deniz, Abdülkadir Meriçboyu, Orhan Alkaya ve Mustafa Ergün kabJmıştır. Ömer Deniz malfı.m nutuklarından birini çekmiş, Mustafa Ergün'den teşkilat için yeni arkadaşlar istemiştir. Sırlarının ifşasını önlemek için de Abdülkadir Meriçboyu ve Orhan Alkaya tarafından tasvip ve tasdik gören bir tehdit savurmuştur. Neticede, Mustafa Ergün muvafakat etmiş ve teşkilata alınmıştır. Bu, Ömer Deniz tarafından Harbiye dışında kurulmuş ko­ münist teşkilatının ilk çekirdeğidir. O gün Mustafa Er­ gün'e para verilmiş, "Ilmi ve Hayali Sosyalizm, İşçi Sınıfı İhtilali, Bolşeviklik Alemi, Stalin'in Hayatı, Puşkin'in Ha­ yatı" isimli kitaplar aldırılmıştır. Ayrıca, Mustafa Ergün'e paraca da yardım va'dinde bulunulmuş, Nazım Hikmet'in eserleriyle Haydar Rıfat'ın tercümelerini okuması tavsiye olunmuştur. Mustafa Ergün, aldığı talimata uyarak mahalle arka­ daşı olan Sefer'e açılmış, işçi ve köylü davası için ça.Jışa­ caklarını, Harbokulunda bu maksat için kurulmuş bir teş­ kilat bulunduğunu söylemiştir. Bu suretle kandırılan Se­ fer, bir gün Halkevinde Ömer Deniz'e ve Abdülkadir Me­ riçboyu'na takdim edilmiştir. Bundan başka Mustafa E:rgün, Ömer Deniz' den aldığı direktifle Hukuk Fakültesinden Yugoslavya Türk'ü Hai san'a, gazete bayii Yakup'a, ESkişehir'den izinli olarak ge122


len er Kenan'a, Ankara Erkek Lisesinden Fethi, Ahmet,. Sehap'a, Sefer vasıtasiyle tamştığı Şinasi'ye çengel atmak istemiştir. ömer Deniz, Abdülkadir Meriçboyu, Orhan Al­ kaya, Necati Çelik dörtlüsü, Mustafa sık toplantılar yapmışlardır."

Eı-gün'ün evinde sık

Necati (,.elik, 5.1.1938 de kendi elyazısiyle verdiği ifa­ desinde şu itiraflar yer almıştır : "Ömer Deniz önce kendisine

Diyalektik Materyalizm

kitabını vermiş ve şifahi telkinlerde bulunmuş. Bu şifahi telkinJer arasında mülkiyetin ilgası,

ezilen sınıf dediği

köylü ve işçi haklarının korunması varmış. Ömer Deniz daha da ileri giderek komünizmden, Türkiye komünistle­ rinden, bunların başında Nazım Hikmet'in bulunduğundan bahsetmiştir. Bunların kuracakları legal bir teşkilata da girmeye hazır olduğunu belirtmiştir. Ömer Deniz'in bu tel­ kinleri, Abdülkadir Meriç.boyu, Orhan Alkaya tarafından desteklenmiştir. Bundan

sonra birbirlerine

DOST diye

hitabetme kararım almışlardır. Bu suretle, İstanbul'da ku+ rulan ilk teşekkül Necati Çelik'in katılmasiyle dörtlü bir çekirdek haline gelmiştir.'' Orhan Alkaya'nın itirafları da

bunlara

paraleldir.

Mustafa Ergün işe karıştığı hususl ar yönünden geniş bİJ­ giler vermiştir.

123


SVREYYA KOÇ'UN ŞAHİTLİGİ

S

orgular hızla devam ediyordu. Hadisenlıı büyük öne­ mi, tanıkların ilk günler için ayrı ayrı nezarete kon­

malarını gerektirmişti. Merak içindeydiler. Çözemedikleri bir muammanın ateşi yüreklerini sarmıştı. Savcının sordu­ ğu sualler, gerçeklerin bütün ayrıntılariyle bilindiğini gös­ teriyordu. "Hakkınızda imzasız bir ihbar var" demesi ise asla tatmin edici değildi onlar için. İşlerin içyüzünü bu derece derinliğine bilen kimdi acaba ? Nezarethaneleri yanyana idi. Geceleri bağıra bağıra birbirleriyle konuşuyorlardı. Nöbetçi erlerinin pek aldırış ettikleri yoktu. Biraz mırın kınn ettikten sonra hallerine acıyor, göz yumar oluyorlardı. Onlar da bol bol faydalanı­ yorlardı bu müsamahadan. Halbuki, nöbetçiler, er kılığına sokulmuş Gizli Emniye­

tin adamlarıydı. Konuşmalarına kayıtsız kalmaları, ne ko­ nuştuklarını tesbit içindi. Bir gece, aralarında bu ihbar mu-

124


ammasını çözmek hevesine kapıldılar. Bütün ihtimall er bi­

rer birer kalburdan geçirildi. Nihayet, kalburlarının üstün­ de Süreyya Koç kaldı. Uzwı münakaşalardan sonra bu isim üzerinde ittifaka vardılar. Bu kadar geniş bilgiyi an­ cak o verebilirdi. Bittabi yanılıyorlardı. Daha önce de açıkladığımız gi­ bi Süreyya Koç'un ihbarla ilgisi yoktu. Soruşturmalar sı­ rasında adının ortaya atılmam.asım arkadaşlarından etmişti. Onun kanaatine göre, kendileri

rica

itiraf etmedikçe>

toplayabildikleri bilgi ve belgelerle suçluluklarını ispat im.­ kansızdı. Bu yüzden "Alarm zilini vakitsiz çaldınız" diye de sitem etmişti arkadaşlarına. Fakat, sanıkların müna­ kaşaları "Süreyya Koç" u, Savcı Şerif Budak'ın karşısına dikmeye kafi gelmişti. Bunun vebali kendilerine aitti. Savcının sorulan, Süreyya Koç'un

cevaplan aşağı -

yukarı şöylerdi : - Sanıkları tanır mısın ? - Evet binbaşım. - Nasıl tanırsın ?

- İyi tanırım.

Uslu ve çalışkan arkadaşlardır.

- Hangi şüpheyle tutukland.ık.larını

biliyorsun. Bu

husustaki maliı.matmı soruyorum. - Bol kitap okumalarından başka, pek bildiğim bir şeyleri yok. Normal arkadaşlar. - Ama, biz senin çok şey bildiğini tesbit etmiş du­ rumdayız. Oku şu raporu. Süreyya Koç okur. Bu, er kılığına sokulmuş Gizli Em­ niyet mensuplarının verdikleri

bir rapordur.

Sanıkların

aralarında yaptıkları tartışmada, "Sırnmızı bu derece de­ rinliğine bilen yalnız Süreyya Koç'tur" kanaatma vardık­ larını belirtmektedir.

125


Bunun üzerine Süreyya Koç, Kuleli'de Enternasyopal marşının söylenmesinden başlıyarak yaptıkları bütün mü­ cadeleleri, bu arkadaşlarım tuttukları eğri yoldan döndür­ mek için nasıl çalıştıklarım, fakat muvaffak olamadıkla­ rını ; sade kendisinin değil, onları bütün okulun komünist

olarak tanıdığını, esasen kendilerinin de bunu gizlemedik­ lerini, görünüşe göre bir dış kaynaktan direktif aldıklarını en ince teferruatına kadar

anlatmıştır. O zamana kadar

topladıkları vesikaları savcıya tevdi etmiştir. Bu vesikaların çoğu, Ömer Deniz'le Abdülkadir Me­ riçboyu'nun bölük kıdemlileri, Milli Birlik Komitesi'nden Tabii Senatör Sami Küçük tarafından Süreyya Koç'a ve­ rilmişti. Diğederi de başka kaynaklardan ele geçirilmişti. 1

Abdülkadir Meriçboyu kitabında, "Okul Komutanlığı­ na ihbar mektubunu yazan, ihbar mektubunda okuldaki komünistlerin ( ! ) listesini düzen, okunan kitaplar ve gös­ terilen faaliyetler ( ! ) hakkında ağzına

geleni söyleyen

Süreyya Koç ve arkadı;ı.şı da Okul Komutanlığınca birer altın saatla mükafatlandınlmışlar, sonradan duyduk bu­ nu ve bu mükafatı doğrusu çok az bulduk." diyor (35) . Bu satırlara ibir - iki noktadan dokunmak isterim :

1 - İhbar mektubunu Süreyya Koç yazmamıştır. Bu iddia tamamen yalandır.

2 - "Komünistlerin listesini" derken bu iki kelime­ nin arasına nida işaretini oturtmuş. Bununla, isnadın ha­ kikata aykırı olduğunu belirtmek istemiş. Okuldaki komü­ nistleri tesbit için Süreyya Koç'un liste vermesine lüznm yoktu. Tanıkların bir kısmı paniğe kapılarak, bir kısmı ca( 35)

126

1938 Harbokulu Olayı ve NA.zı.m Hikmet: A. Kadir, S. 108.


kalı bir eda ile, fakat tam bir suçlu psikolojisi içinde iti­ raflarda bulunmuş, kendi kendilerini ele vermişlerdir.

3 Süreyya Koç için "Ağzına geleni söyleyen" de­ miş. Bu kızılcı.klan itham için Ömer Deniz'in itirafları ya­ nında, Süreyya Koç'un şahitliği zemzemle yıkanmış kadar hafiftir. -

Fakat, bu işin asıl mel'unca tarafı şu : Bu hadi­ sede gösterdikleri uyanıklık, yaptıkları şuurlu mücadele yüzünden Okul Komutanlığınca iki değil, bir öğrenci mü­ kafatlandırılmıştır. Bu da Süreyya Koç'tur. "İhbar mek­ tubunda okuldaki komünistlerin listesini düzen, okunan kitaplar ve gösterilen faaliyetler hakkında ağzına geleni söyliyen Süreyya Koç ve arkadaşı" diyor. Acaba bilmi­ yor mu bu arkadaşın kim olduğunu ? Elbette biliyor. Fakat, söylemeye dili, yazmaya kalemi varmıyor. Çünkü, o zamanlar milliyetçiler safında olan bu arkadaşı, şimdi Sosyalist Kültür Derneği üyesidir. Deşifre edip gölge dü­ şürmek istemiyor ona. Ama, biz açıklayabiliriz bu eski milliyetçiyi. 4

-

Milli Birlik Komitesinden Tabii Senatör SAMİ KÜ­ ÇÜK.

127


DURUŞMALAR VE BİR İTHAM

H

arbokulu Askeri Mahkemesinde duruşmalar başla­ yınca, sanıklar, hazırlık ve ilk tahkikat sırasındaki

itiraflarından ürker oldular. İçlerini bir pişmanlık sardı. Tevil ve inkar yoluna saptılar. Çünkü işe akıl hocaları karışmıştı. Sade Nazım Hikmet'i altı avukat savunuyordu. İtiraflar çürütülemediği takdirde kurtuluş yoktu, mahku­ miyet mukadderdi onlar için. İnkar ve tevilde akla en uygun mazeret "Baskı" dır. Onlar da kendilerine baskı yapıldığını, bu baskı yüzünden o yolda ifade vermek zorunda kaldıklarını iddia ettiler. Halbuki baskı yapılmamıştı. Sadece bir hafta kadar tecri­ de tabi tutulmuşlardı. Abdülkadir Meriçboyu'nun ballandı­ ra ballandıra

haileleştirmeye

yeltendiği bir - iki olaya

"Baskı" demek gülünçtü. Ne döğüldüler, ne söğüldüler. Şayet bunlar baskı idiyse, bunlardan korkup kendi kendi­ lerine iftira ettilerse, sormak lazım :

128


- Ya gerçekten tınız ?

baskı yapılsaydı, ne halt kar:ıştıracak­ Madem ki yüreğiniz bu kadar yufkaydı, ne arıyordu­

nuz böyle netameli işlerin içinde ? Bir zamanlar milliyet­ çiler de mahkemelere düştüler. Hem de

örfi İdare mah­

kemelerine. Sizin gibi de değil. "Ben Türk'üm" demekten başka suçları da yoktu zavallıların. Günlerce tabutluklarda işkence gördüler. Fakat hiçbirisinin itiraflar dökülmedi. İnsan

ağzından sizin gibi

yapmadığını

"Nasıl yaptım"

der ? Nasıl iftira eder kendi kendisine ? Tabii

inkar

ve

teviller

boşuna

oldu.

Savcı

iğ­

ne deliği kadar gedik bırakmamıştı iddianamesinde. İşle­ nen suç ayan beyandı. Bu arada NB.zım Hikmet'ten şahane bir suçlama nutku dinledik. Nerdeyse, yavuz hırsız ev sa­ hiıbini bastıracaktı. Süreyya Koç'un şaıhitliği sırasında oldu bu. Ömer

De-

niz : - Ben komünist değilim, aksine milliyetçiyim. Şahi­ de sorun, ink8.r etmez herhalde. Milliyetçilik üzerine müş­ terek çalışmalarımız vardır. Yazılar yazdık. Kendileri ta­ rafından dergilere gönderildi.

Demiş

ve Süreyya Koç'u da açıklamada bulunmaya

mecbur bırakmıştı : - Ömer Deniz İstanıbul'da Nazını Hikmet'i ziyaret et­

miş,

Ankara'ya dönmüştü. İlk karşılaştığımızda "Galiba

biz hatalıyız, sen haklısın. Vazgeçtim o düşüncelerimden. Som milliyetçi olacağım artık." dedi. İnandım ve sevindim. Bu samimt itirafın altında "Rücu" denilen bir taktik yat­ tığını düşünemedim. Atatürk milliyetçiliğini pekleştirmek için birlikte çalışacaktık. Tam bir başarıya ulaşmak için en genç kuşaklara hitabetmenin doğru olacağını söyledim .

129


Hak

verdi.

Tarihi

dile getirip, milleti ; coğrafyayı dile ge­

tirip, vatanı sevdirecekti.k. Örnek olsun diye ilk yazıyı ben yazdım. Ha.kan Mete ile babası Teoman'ın mücadelelerine ait bir çocuk hikayesiydi bu. O da yazdı. tık yazıları arzu­ ladığım nitelikte idi. Bunları

"Çocuk Sesi, Yavru Türk,

�acan" dergilerine gönderdim. BasWar. Fakat, sonradan yavaş yavaş azıttı.

Kendi sapık ideolojisini

propaganda

eder mahiyette yazılar yazdı. Bunları da "Dergilere gön­ der" ricasında bulundu. Göndermedim.

Haklın sordu : - Nerde o yazılar şimdi ? - Yukarda dolabımda kilitli. Emrederseniz gidip getireyim. - Senin gitmen olmaz. Ver an.ahtan, birisini gönde­ rip aldırtayım. Süreyya Koç anahtarı verdi. Kıiğıtlann yerlerini ta­ rif etti. Gidip getirdiler, dosyaya kondu.

Bunun üzerine

Nazım Hikmet ayağa kalktı, ha.kimden müsaade aldıktan sonra özetle şu konuşmayı yaptı : - Süreyya Koç, koyu bir faşisttir. Her faşist gibi teh­ likelidir. Bunu, huzurunuzda

"Ben Türkçüyüm" demek

suretiyle itiraf etmiş bulunuyor. Çünkü, her Türkçü faşist­ tir. Şu düşünce zinciri, bizi bu gerçeğe götürür. Türkçü­ lük TurancıJıktır. Turancılık hakancılıktır. Hakancılık fa­ şistliktir. Bunun için o da suçludur. Bizim hakkımızdaki şahadeti makbul sayılmaz. Çünkü

düşmanım ızdır. Onun

da hakkında faşistlikten kanuni takibat yapılmalıdır. Bu çarpık mantığa, bütün malıkemedekiler güldüler. Hatta, kendi arkadaşları bile. N8.zım. Hikmet, mahkemenin

bitmesinden,

kararın

tebliğ edilmesinden sonra, kendisini Süreyya Koç'la görüş-

130


türmesi için Savcı Şerif Budak'tan ısrarla ricada bulunmuş­ tur. Fakat, Savcı Şerif Budak, kalb kıracak, incitecek söz­ ler söyler endişesiyle görüştürmeye razı olmamış: - Bir diyeceğin varsa bana söyle. Ben Süreyya Koç'a iletirim. Demiş. Nazım Hilonet de şu cevabı vermiş : - Süreyya Koç'u eskiden tanımazdım. kemede gördüm. Hakkında söylediğim

11.k

defa mah­

sözlere üzgünüm.

Bunlar, bir sanığın kendisini savunma kastiyle ileri sürdü­ ğü şeylerdir. Durumu

takdirlerine bırakır,

özür dilerim

kendisinden. Liltfen bunlan iblağ buyurun. Ondan, insanlığın bu kadarcığını

bile 'beklemezdim.

Madem ki söylemiş, lehine kaydediyorum .

131


SON DURUŞMALARIN �TİCESİ

H

arbokulu Askeri Mahkemesinde 31 sanığın duruşma­ sı yapıJmıştır. Bunların 23 ü asker, 8 i sivildir. Sa­

de biri sivil olmak üzere 5 sanık hüküm giymiştir. N8.zım

Hikmet, Ömer Deniz, Abdülkadir Meriçboyu, Orhan Alka­ ya, Necati Çelik. Diğerleri suçsuzluktan, delil yetersizliğin­ den beraet etmişlerdir. Mahkfun edilenlerin kesinleşen ce­

zalan şöyledir :

N8.zı.m. Hikmet öiner Deniz Abdülkadir Meriçboyu

15 yıl 7,5 yıl 10 ay

Necati Çelik

8 ay

Orhan Alkaya

5 ay

Mahkemenin 29.3.1938 gün, F..c:ıas : 28, Karar : 16 sayılı

gerekçeli hüküm fıkrasının 6 ve 7 nci sayfalarında anlatı­

lan hususlar, eşine az raslamr bir hukuk mantığına dayan-

132


maktadır. Deliller isabetli ve doğru şekilde değerlendiril­ miştir. Ordu içinde komünistlik propagandası yapmak, is­ yan hazırlamak için bir ihtilfil ünitesi kurulduğu, Nazım Hikmet'in bu üniteye sahip çıktığı kesin bir şekilde ispat edilmiştir. Bu hususta tam ıbir kanaate varmak için hü­ küm fıkrasının bunlara ait rbölümünü hep beraber okuya­ lım : "..... Ömer Deniz ve N3.zım Hikmet'in ifadelerinde ya­ zılı olduğu üzere N3.zım Hikmet'in kendisini ikinci defa zi­ yaret eden Ömer Deniz hakkındaki şüphesi zail olduktan sonra, ordu içinde komünizmin ne suretle intişar ettiril­ mesinin kabil olduğu ve Türk köylü neferinin ne şekilde komünist yapılabileceğinin usulü hakkındaki sözleri tama­ men . Ömer Deniz'i ordu içerisinde bu akidelerin vüs'at bu­ larak bugünkü ordu kitlesinin inhilfilini istihdaf ettirici ha­ rekete teşıvik ve tahrik mahiyetinde olduğu ve Ömer De­ niz'in ise komünizm hakkındaki fikirlerini muhitine yay­ mak maksadiyle siyasi akidelerine hultı.ı ve nüfuz eylemek üzere temas ettiği arkadaşlarına sosyalizmin istinat ettiği ferdi mülkiyetin ilgası, proleterya

vaıhdeti ve proleterya

diktatörlüğünü tesise müncer olacak, sınıf mücadelesi gi­ bi hususların izahına ve bunların kabul ve intişarına ma­ tuf telkinlerinde amele ve köycülük için çalışılacağım, İs­ panya iç muıharebesinden misal getirerek sınıf mücadele­ sini ve bu mücadelede fakir ve zenginlerin iki tarafı teşkil ettiğini ve Türkiye'de daha 1beter fakirlerin bulunduğunu söylemekle, memleketimizde bir proieterya vahdeti vücu­ da getirmek ve sınıf mücadelesinde :bunların galibiyetini hazırlamak, binnetice

memlekette bir ihtilal hareketiyle

işçi diktatörlüğünü tesis etmek hedeflerinin

mevcudiyeti

anlaşılmakta ve bu cihete maıhkemece kanaat getirilmek­

tedir. 133


. . . . . N8.zım Hikınet'in ordu içerisinde sosyalizm (Ko­

münizm) esaslarının yayılması ve binnetice bir ihtila.l ha­ reketiyle memleketin komünist bir devlet şekline münte­ hi olması için ordu d8.hilinde komUnizmin ne suretle yayı­ lacağı hakkında direktiflerini, Harbolrulunda bu fikir üze­ rinde diğer mesai arkadaşlarının mevcudiyetine vıikıf ol­ duğunu Ömer Deniz'e söylemesinin ve ömer Deniz'in ise daha evvelden başlıyan mesaisi ile aynı fikirleri yine okul arkadaşlarına telkin eylemiş olmasının sabit bulunması, ordu dahilinde sosyalist (komünist) esaslara müstenit ve bunun devletleşmesi olan komünist bir devlet rejimine istihalesini istihdaf etmek, orduda bir ihtilal hareketi vü­ cuda getirmek ve arkadaşlarını bu vadide çalışmaya teş­ vik etmek mahiyetinde görülmüştür." SanıkJ.ann tahkikat sırasındaki itiraf özetlerine göz atmıştık. O itiraflar karşısında mahkemenin hu kararı gerçekten adilanedir. Atalar, "Eden bulur, yapan çe­ ker" demişler. Abdülkadir Meriçboyu da, "Başımıza ge­ len, yaptığımızın karşılığıdır" deyip köşesine çekilseydi ol­ maz mıydı ? Görülüyor ki olmuyormuş. Çünkü tedavisi mümkün olınıyan bir hastalıktır bu. Hele, mikrobu insanın iliklerine işlemişse. "Allah ıslah etsin" duası da faydasız­ dır bunlar için. Çünkü ıslah kabul etmezler. Haklarından Azrail gelir ancak. Fakat, o da elini o kadar yavaş tu­ tuyor ki bazan. •

134


DONANMA OLAYLARI VE NAZIM HİKMET

T de Harbokuluna paralel olarak

ürkiye Gizli Komünist Partisi, 1938-1939 yılları için­ Donanmamıza da el atmıştır. 41 inci madde tatbikatının bir safhası olan Donanmadaki komünistlik faaliyetlerinin birinci derecede sorumlusu yine N8.zım Hikmet hainidir. Mesela, yedi kişilik bir komünist ekibinin şefi Hamdi Alevtaş Nazım Hikmet'e bağlıydı. Mehmet Ali Kantan Na­ zım Hikmet ile temas halindeydi. Selim Korcan'a bağlı ko­ miteler direktiflerini N8.zım Hikmet'ten alıyorlardı. Kar­ deşi Nuri Tahir Tipi kanaliyle Donanmaya komünist ya­ yınlan sokan Kemal Tahir Benereci de Nazım Hikmet gibi partinin merkez heyetine d8ılıildi. Donanmadaki faaliyeti bakımından N8.zını Hikmet'e sımsıkı bağlıydı. Öyle anla­ şılıyor ki, Türkiye Gizli Komünist Partisi, Komintern'in VII nci kongresine uyarak ihtilfili, antifaşist cephe ile bir­ likte ordu içinde yaratmak fikrini güdüyordu. 135


Yaplılan tahkikat, Donanmadaki teşkilatlanmada, Na­ Hikmet'le beraber Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Hamdi Alev (Şamilov) ın faal rol oynadıklarını meydana çıkarmıştır.

zım

Dört grupta mütaLaa edebileceğimiz Donanma olayla­ rında hüküm giyenler şunlardı : Birinci grup - Yavuz Zırhlısı : Nazım Hikmet

:

Hamdi Alevtaş Hamdi Alev Nuri Tahir Tipi Hikmet Kıvılcımlı Kemal Tahir Benereji : Mehmet Ali Kantan Haydar Korcan Seyfi Tekdilek Selim Korcan Avni Durugün Emine .Aılev Adil Kut Fethi llgezen Burhan Cengen Mustafa Özbarlas

28 yıl (Harbokulu olayından aldığı ceza ile birleşti­ rilerek. ) 18 " " 18 " 18 15 " " 15 " 15 15 " " 13 " 12 5 " 5 " " 4 " 3 3 " 1 "

İkinci grup - Reşitpaşa Gemisi : Mehmet Numan Fevzi Güçiz Rasih Gür Hüseyin Doğrusöz

136

] 9 yü 18 " 8 " 15 "


3 ay " 3 " 3

Fethi Müren İsmail Akgül Mehmet Altıntaş

Üçüncü grup - Deniz Harbokulu : Rahmi Tezgezer

6 ay

Hikmet Gökalp Selahattin Günüt

fj 6

"

,,

Dördüncü grup - Pınarhisar Su Gemisi : Er Hikmet Er Nuri

6 yıl 9 ay 3 yıl 9 ay

Bütün bu olaylarda sanıkların ikrar ve itirafları, elde edilen maddi delille r mahkeme kararlarına mesnet olmuş­ tur. Reşitpaşa Gemisinde ele geçirilen orak - çekiçli rozet­ ler, Türkiye Gizli Komünist Partisini sembolize etmekte idi. Abdülkadir Meriçboyu'na bakacak olursak bunların tümü masum davranışlardı. Onun için de ceza tayini lü­ zumsuzdu. Lüzumsuz cezanın verilmesi ise, zulümdür. Peld ama, masum sayılması gereken davranışlar bunlar ise, suç sayılacak davranışlar hangileridir ? Cidden merak edilecek bir konu bu. •

137



ÜÇüNCü BÖLÜM



ŞECAAT ARZEDERKEN.;. bdülkadir Meriçboyu'nun, "1938 Haxbokulu Olayı ve N8.zını Hikmet" kitabı nedir ve niçin yazılmıştır? Başlangıçta kısaca izahına çalıştık bu hususların. Savun­ ma değil, tarihi bir gerçeğin tesbiti hiç değil. Çünkü 'yalan­ larla dolu. O halde nedir bu ? Bizim teşhisimiz şudur : Halk nazarında Türk Ordusunu küçük düşürmek için kaleme alınmış hir iftiralar vesikası.

A

Bakın neler söylüyor adam : "Okul binasının bodrum katında, hücrelerde, bizim hiçbir şeyden haberimiz yokken oluyor bütün bunlar. Çok sonralan b3.zı şeyler çalınıyor kulağımıza. O zamanın Ge­ nelkurmay B•anı Fevzi Çakmak bir ara çok kızmış, emir vermiş, hepsini kurşuna dizin diye. Sonradan vazgeç­ miş." (35) . ( 35 )

1938 HarJl?kulu Olayı

ve

Nazım Hikmet: A. Kadir, S. 34.

141


Dünyada bundan daha alçakça bir iftira ne görülmüş, ne duyulmuştur. Mareşali hepimiz tanırız. Uzun yıllar Ge­ nelkurmay Başkanlığımızı yaptı. Kurtul� Savaşında İcra Vekilleri Heyeti Reisliği esas olmak üzere hemen hemen bütün vekaletlerin başında bulundu. Su katılmamış Türk, su katLlmamış Müslümandı. Kemal ve fazilet ehli olduğu için, hakka riayetkarlığı ile meşhurdu. Ne Lenin, ne de Stalin gibi, her kızdığını kurşuna dizdirecek, Kremlin'in kalorifer kazanlarına attıracak bir insan değildi. Çünkü, Türk terbiyesiyle yetişmiş her Müslüman gibi Tanrı kor­ kusu vardı içinde. "Nazım ile Ömer Askeri Ceza Kanununun 94 üncü maddesine göre cezalandırılacaktı. Bu madde 5 yıldan az olmamak üzere ağır hapisti. Biz de aynı kanunun 100 ün­ cü maddesine göre yiyecektik hapsi. Bu da 5 yıldan az ol­ mamak üzere hapisti. Kurşwıa dizilmeye kadar açıktı yo­ lumuz." (36) .

Yalan söylemek ve karşısındakileri inandıra:bilnıek için, biraz da zeki olmalı insan. Verilecek cezaları hem "5 yıldan az olmamak üzere ağır hapis" diye kestir at. Hem de "Kur.şuna dizilmeye kadar açıktı yolumuz" de. Adamın maksadı, gözlerini perdeledi mi böyle olur. Tevekkeli de­ ğil, ecdat, "Ağzından çıkanı kulağın duysun" dememiş. "Mahkeme Heyetinden Binbaşı Fuat Bey : - İşin içinde bir şey yok, biliyorum Abdülkadir, ama siz hazır olun, ne yapaJım, yukardan geliyor emir, size ce­ za vereceğiz oğlum." demiş ( 37 ) glıya.

142

S. 67.

(36)

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet: A. Kadir,

(37)

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet: A. Kadir, S. 83.


El.bette yalan bu da. Evvela üst makamlar bu yolda emir vermezler, veremezler.

Kazara verseler

bile kimse

itaat etmez böyle emre. Türkiye, deınirperde ötesi mi ki, vicdanların rotası emirlerle çizilsin. Sonra enıJr

aldığı için

vicdanının sesini boğan kimse, başklıarına nasıl söyler bu­ nu ? Duyanların

yüzüne

tüküreceklerinden korkmaz mı ?

"İşte 1938 Harbokulu

Mahkemesi

bu minval üzere

cereyan etti Savunma.l.ar falan hiç kar etmedi. Mahkeme kös dinledi hep. Kararlıydılar. Hepimize ne verileceği ön­ ceden tesbit

edilntlşti. Sonradan

kulağımı7.a. çalınan bir ha­

bere göre kaçar yıl verileceğini, Genelkurmay Başkanlığı

Adli Müşavirliği, hani şu hepimiz birarada iken Okul Ko­ mutaniyle birlikte gelip bir

bir

hepimizin adını soran aJ­

bay tesbit etmiş." (38) .

Bir

an düşünelim : Adli Müşavirin böyle bir şeye cü­

ret edebilmesi için Genelkurmay Başkanından, yani Mare­ şal Çakmak'tan emir alması 18.zı.m. Evvela Mareşal, böyle bir emir verecek karakterde değildir. Verntiş olsa bile ilk "hayır" diyecek olan Harbokulunun o zamanki Kumanda­ nı Albay Hamit Doğruer'dir. Kendisini yakından tanırım.

Adli 18.nıir olarak, İçhizmet Talimatnamesinin, Askeri Ceza Kanununun emir tarifine aykırı, vicdanı kanaati.arı dışın­ da bir isteğe "evet" demesi ondan

beklenemezdi. Sonra

savcı vardı, ma:hkeme heyeti vardı, Yargıtay vardı. Bu ka­ dar insanın bir fenalık üzerinde ittifaka varabileceklerini düşünmek, insanlar,

insanlığı, insan haysiyetini inkar olur. Hele bu şerefe,

haysiyete

ve

Türklük

guturuna en

çok değer veren bir mesleğe mensup iseler. Özellikle, "Sa­

vunmalar falan hiç k3.r etmedi. Mahkeme kös dinledi hep." sözü büsbütün mantıksız. (38)

1938 Hwbokulu Olayı

Mahkemeler, ancak, ve

gerçeğin

Nazım Hikmet: A. Kadir, S. 101.

143


ifadesi olan savunmalara itibar ederler. Aksi takdirde ha­ pisanelere lüzum kalmazdı. Çünkü, her suçlu savunur, sa­ vundurur kendisini. Fakat yine de mahkum olur. Hukuk­ ta, "Savunan mutlaka beraet eder" diye bir kaide yoktur. "O zamanlar Ortl.-Doğu. ve Akdeniz bölgesinde İngiliz Eııtelijan Servisi, ileri fikirlere karşı, şimdi Amerikan em­ peryalizminin yaptığı jandarmalık rolünü yapıyordu. Da­ ha bu koruculuğu Amerika'ya devretmemişti. Bizim bu 1938 olayında Entelijan Servis önemli rol oynadı derler. Olay üzerine İngiliz gazeteleri çok şey yazmışlar. Ayrıca Nazi. Almanyasının gizli baskısı ve Genelkurmayla sahte dostluğu bizim ezilmemizde çok önemli rol oynamış. " (39) . Pes doğrusu. İnsan bu satırları okuyunca ne düşüne­ ceğini, ne söyliyeceğini şaşırıyor. İddianın böylesi gülünç­ ten de öteye bir şey. İftiralarına sadece Türk Genelkurma­

yını, Türk askeri adliyesini, bir kelimeyle Türk Ordusunu hedef tutmak kafi gelmemiş adama. Kalkmış bir de İngi­ liz Entelijan Servisini, Nazi Almanyasını karıştırmış işe. Şimdi kendisine soruyorum : Demek ki, karıştırdığınız halt yabancı iki dev�etin dikkatini çekecek kadar büyük ve kor­ kunçtu. O halde "Kitap okumaktan başka suçumuz yoktu. Bizi gadre uğrattılar." diye bar bar bağırmanız neden ? Ya o sözünüz, ya bu beyanınız yalan. Bir insan yalanın bu kadar budalacasıru, bu kadar bayağısını söylemek istida­ dında ise, onun hiçbir sözüne inanmamak elbette hakkımız­ dır. Ama inananlar varmış. Ola;bilir. Fakat, bu gibilerin akıllarından şüphe etmek hakkını da kimse alamaz elimiz­ den. "Fevzi Çakmak sonuna kadar baskı yapmış Yargıta­ ya, N8.zım'ın cezası muhakkak tasdik edilecek diye. Oysa, (39)

144

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet: A. Kadir. S. 101.


Yargıtayda çoğunluk, Nazım'ın hiçbir suçu olmadığı ka­ naatında imiş. Ama, en son gün üyelerden biri, aklımda kaldığına göre İlyas Paşa, fikrini değiştirmiş, Nazım'ın 15 yıllık cezası böylece çoğunlukla tasdik edilmiş."

( 40) .

Göriilüyor ki hep aynı terane. Fakat, burada iftirala­ rına yeni bir değeri daha hedef tutmuş ; İlyas Paşa. Mem­ leketlim olduğu için yakın tanırım. Ordunun en şerefli su­ baylarındandı. Çanakkale'de, Atatürk'ün tümeninde hari­ kalar yaratmış bir kahramandı. Nazım Hikmet haini hiz­ met kaçağı olarak Moskova meyhanelerinde sürterken, o, Kurtuluş Savaşımızın başından sonuna kadar bu toprak­ lar için döğüşmüştür. Mertliği ve insanlığı ile daima silah arkadaşlarına örnek olmuştur. Babasına bile kelam rüş­ veti vermiyecek ·bir karaktere sahipti. 1• Kaldı ki, vicdanen kail olmadığı bir mahkumiyet kararını tasdik için oy kul­ lansın. Hayret ettiğim nokta şu : Mareşali, adli .amirleri, sav­ cıları, mahkeme ve Yargıtay heyetleriyle Türk Ordusu, bu zavallıları hapisanede çürütmek için ittifak halinde. Nazım Hikmet, Ömer Deniz, Abdülkadir Meriçboyu, Necati Çelik, Orhan Alkaya masum. Hem de bütün yaptıklarına, hem de bütün itiraflarına rağmen. İnsan iz'andan mahrum ola­ bilir, fakat kaşık bulaşığı kadar vicdanı varsa firenler ken­ disini. Galiba bu gözü dönüklerin hem iz'aııı , hem vicdanı

yok.

(40)

0.938 Harbokulu Olayı

ve

Nazım Hikmet: A. Kadir, S. 175.

145


bdülkaclir Meriçboyu, "Ömer'le ben Başak adında bir dergi çıkarıyorduk. Benim el. yazımla. Böyle bir hava içinde kendimizden geçmiş bir halimiz vardı. Sosya­ lizme doğru yol alacak olan düşünce ve duyguların beşi­ ğinde sallanıp duruyorduk. Bu dönen çarkta bir bozukluk vardı. Bu düzen iyi bir düzen değildi. Öyle ise iyi bir d� zen nasıl olmalıydı ?" ( 41 ) . İtirafın bu kadarı, adamın kulağından tutulup kışla kapısından dışarı atılması için yeter de artar bile. Subaylar, subay olacaklar, ne sosyalizm, ne faşizm, ne de başka "izm"lere doğru yol alacak duygu ve düşüncelerin beşiğin­ de sallanamazlar. Dönen çarkta bir bozukluk varsa, düzen iyi değilse, bunu görmek, icabını yapmak askerlere düş­ mez. Askerler sadece vatanın bekçileridir. "İyi bir düzen nasıl olmalıdır ?" sorusunun cevabını aramaya askerler me­ zun değildirler. Buna rağmen, sorunun cevabını Necati Çelik'in ağzın­ dan vermiş Meriçboyu : "Ben faşizmi de okurum, nasyonal sosyalizmi de. Ama, Daha çok iktisadi yönde sevgimi ka­ zanan Marksizmdir." diyor ( 42 ) . Sonra da kitabın başka bir yerinde ilave ediyor : "Türkiye'nin ilerisi için emelleri­

A

miz vardı, ama, güzel emeıllerdi bunlar .. " Demek ki, iyi düzen Marksizmdir. Türkiye'nin ilerisi için beslenen güzel emel budur. Onun için teşkilatlandılar şu halde. Elbette atacaklardı onları okuldan. Elbette ha­ pisaneyi boylıyacaklardı. Onların emelleri güzel Oılunca, şiirlerinden ilham, şansından direktif aldıkları N8.zım Hik­ met'in emelleri kimbilir nasıldı ? Gülü tarife hacet yok. Onun emellerinin parlaklık ve üstünlük ( ! ) derecesini bi-

146

( 41 )

1938 Harbokulu Olayı ve Nazım Hikmet: A. Kadir, S . 39.

( 42)

1938 Harbokulu Olayı v e Nazım Hikmet: A . Kadir, S. 84.


liyoruz. Bu miliet ölüm

-

kalım mücadelesi yaparken, ken­

di yaşındakiler Anadolu yaylasında bu topraklar için kafi­ le kafile ölürlerken o hain Moskova'ya kaçmıştı. Bir ömür "Emperyalizme düşman olduğunu" haykırmıştır. Halbuki emperyalistlerle boğuşuyorduk. O haykırışında samimi idiy se, neden kaçmıştı ? Hem de kendisinden hayatı pahasına bir fedakarlık istenmediği halde.

Yapacağı iş, bir köyde

Türk çocuklarını okutmaktı. Bu kadarcık bir hizmeti bile esirgedi o vatansız.

Pirleri,

üstadları,

mürşitleri

böyle

olunca, kendilerinden ne ·beklerdi bu ordu ? Onlardan 11e hayır gelecekti bu memlekete ? Haklarındaki mahkeme kararı bir hukuk abidesidir. Türk Ordusunu o zamanki faşizmin mümessili göstermek,

5

-

10 kişilik "Kızıl elmacı ve Turancı" topluluğunun iftira­

lariyle aleyhlerine harekete geçtiği iftirasını savurmak bir duygu ve düşünce sefaletinin ifadesidir. Ne mal oldukları, okudukları ve okunmasını tavsiye ettikleri kitaplardan bel­ li. Dialektik Materyalizm, Stalin'in Hayatı, İşçi Sınıfı İh­ tilali, Çitra roy ile Babası, Lenin'in Hayatı. İnsanın kılavuz­ ları bu kargalar olunca, burnu pislikten çıkmaz elbette. Abdülkadir Meriçboyu, kitabında, o sıralarda

Harbo­

kUıl.unda hazırladıkları "İyi bir hayat tarzının tanzim edil ­ miş şekli" başlığını taşıyan 22 maddelik tüzük gibi bir şe­ yi ve altındaki "Merkez Komitesi Reisi Ömer Deniz" imza­ sını söz konusu ederek yürütülen tahkikatı küçültmek is­ tiyor. Oysa, mahkeme, aslında bir şuuraltı boşalması olan bu "şaka"yı dikkate bile almamıştır. Mahkeme kararının

8 inci sayfasında : " . . . İyi tanzim edilrrı_iş bir hayat tarzının şartları, başlıklı ve spor, sıhhat, çalışmak, nefse hakimiyet gibi hususlardan bahseden 22 maddelik yazı münderecatı Ömer Deniz'in teşekkülüne mensubiyeti gösteren bir delil

147


mahiyetinde bulunınamasina.. . 11 denilmek suretiyle bu ko­ nuya itibar edilmemiştir. Abdülkadir Meriçboyu'nun kitabında "Türküler" baş­ lıklı bir pasaj (43) daha var. Şöyle anlatıyor : "Biz de türküler çağınyorduk .boyuna. Daha çok ge­ celeri. Bizim hapisane türküsünü benden ilk duyduğu ge­ ce Nazını : - Aman, dedi, bunu hemen koro yapalım, çocuklar ! Harika bir türkü bu. Öğretti bize nasıl söyleneceğini. Hemen o saat koro halinde söylemeye başladık bu türküyü. O da çarçabuk ez­ berlemişti zaten. İnceli kalınlı seslerle bir güzel oldu ki ka­ fir türkü ? Bir - iki subay bile gelip dinlediydi. Nazım da kendi bildiği türküleri ezberletmiye başladı bize. Bir jandarma türküsü vardı ezberlettikleri arasında, bu türküyü daha çok geceleri, kavak ağacı altında sırtüstü uzanır, cezaevinin ana kapısında duran nöbetçinin ayışı­ ğında parlayan süngüsüne baka baka, başlardık söyleme­ ye :

Ayışığı Ja.ndar:nıa.nm. Süngüsünü. yalayor. Mahpus kardaş Pencereden Jaııda.rı:ny a. a. balo.yor. Mahpus ka.rdaş Pencereden Ja.ndarınaya bakıyor. Ve diyor ki o : (43)

148

1938 Harbokulu

Olayı ve Nazım Hikmet:

A. K.,

S. 138-140.


- Jandarma sen Kardeşimsin, köylümsün, Kırlannda salgın gerLeD., Köyden geldin daha. dıün. Aııa.ıı, karın, Çocuık:lann, Köyünde � kaldılar

Bu türkünün en sonunu Nazım tek başına götürürdü. Gitgide incelen ve uzaklaşan sesiyle. Sesi güzel değildi ama, tatlıydı : Ayışığı. Jandarmamn Süngüsünü yakıyor. Mahpus kard8ş Pencereden Jandarmaya bakıyor.

Ve bir düşünce alırdı hepimizi. Dalar giderdik hepi­ miz başka yerlere. Hiç kimse hiç kimsenin nerelere gitti­ ğini bilmezdi." Abdülkadir Meriçboyu, türkünün güftesini sonuna kadar yazmış görünmeyi ihmal etmemiş. Fakat, nasılsa zekasını harekete geçirmiş burada. Kendisini bütün içyü­ züyJe meydana vurmaya yetecek bir dörtlüğü atlayıvermiş. Onu da biz tamamlıyalım : "Ja.ııda.rma biz

Komünistiz, Biziz

sana

Dost olan." 149


Aslında bu, Bulgar komünistlerinin kırallık zamanın­ daki hapisane türküsüdür. Bulgarlar da hunu, Çarlık za­ manında sürgünde bulunan Rus boJ.şeviklerinin folklörün­ den almışlardır. Yanılmıyorsam güftenin Türkçesi Kerim Sadi'nindir. Abdülkadir Meriçboyu , "Türküler" bölümünde, Nazım

Hikmet'in kendilerine "Türkiye Gizli Komünist Partisinin marşı"nı da öğrettiğini yazsa idi, şecaat arzederken, sir­ katini daha namuslu bir şekilde açıklamış olurdu .

150


HODRİ MEYDAN

B

u narayı atan Ömer Deniz'dir. Abdülkadir Meriçboyu'nun

kitabını

okurken hep

onu düşündüm. Çömezi kaleme sarılmış, tozu dumana kat­ mıştı. Bu durum karşısında

susmak

yakışmıyordu ona.

Gömüldüğü ölü sessizliği yaradılışına aykırıydı. Nasıl olur­ du bu ? Benim bildiğime göre hırslı, hırçın bir yanş atı gi­ bi önde koşmalıydı her zaman. 7 ,5 yılı boşuna yememişti. Meriçboyu ile aralarındaki mesafe, bu müddetin 10 ay ile orantısı kadar olabilirdi ancak. Yoksa, hakkı yenirdi fu­ karanın. Ömer Deniz nasıl dayansındı buna ?

Hele ikinci

plana düşürüldükten ; hele maceranın kahramanlığı elin­ den alındıktan sonra. Nitekim, dayanamadı ve sabrı tüke­ nenlerin kızgınlığı içinde atını sürdü ve arkasından narayı savurdu : "Hodri meydan ! ..

"

Ömer Deniz, bu nara ile eldivenlerini Abdülkadir Me­ riçboyu'nun yüzüne fırlatmıştı.

Netice, nereye varacaktı

bakalım.

• 151


B okumuş, ya dinlemiş olduklarını tahmin ediyorum. enim yaşımdakiler unutmamışlardır.

Gençlerin ·ya

Bir süre önce, Türk basınının iki yüzkarası vardı : Karı koca Sertel'ler .. "TAN" adlı bir gündelik gazete çıkarır­ lardı. Tozpembeden, kıpkızıJa kadar bütün solaklar, bu ga­ zetede karargah kurmuşlardı. Memleketimizde komüniz­ min yayılmasında, b8.zı kafalara yerleşmesinde büyük et­ kisi olmuştur bu gazetenin. Onun için, biz milliyetçiler la­ netle yadederiz kendilerini. Hatırlıyorum, şöyle derdi bu kan - koca : "Biz, bu toprağa babamızın babasının kanıyla bağlı değiliz. İstikLfil Marşı gökten inmiş ayet midir ? Milletle­ rin vatanı da, bayrağı da değişmiştir. Bayrak da, toprak da değişebilir." Bu ve benzeri hezeyanlarla ihanetin dozunu kaçırınca, taıhammülü taşan Türk gençliği, 4 Aralık 1945 te bir fe­ veran hamlesiyle gazetelerini, matbaalarını başlarına ge­ çiriverdi bu sapıkların. Bu olaydan sonra, giriştikleri her yeni teşebbüsün fiyasko ile neticelenmesinden, Türkiye'de dikiş tutturanuyacaklarını anlamış olacaklar ki, memleke­ ti terkettiler. Hangi cehennemde sürttükleri pek belli de­ ğil . Şimdi, birtakım kızılcıklar "TAN" gazetesini yeni­ den hortlattılar. Aylık olarak çıkarılmaya başlandı. Mart 1967 ye ait ilk sayısının birinci sayfasında 3 sütun üzeri­ ne verilmiş koskoca bir başlık : Atatürk'ün tutamadığı söz

ve Celal Bayar'ııı kurşuna dizileceği anda kurtardığı genç. Sekizinci sayfadaki devamının altında da iki imza : Anla­ tan, Ömer Deniz. Yazan, Nilhan. Başlığı görünce meraklanıyor insan ve o kumaktan kendini alamıyor. Kollektif bir gayretle yazılan bu tüyler ürpertici ( ! ) faciayı hem özetliyelim, hem cımbızlıyalım : 152


"5 Mart 1938. Genelkurmay Başkanlığı

makamında

Fevzi Çakmak. Başhukuk Müşaviri Albay Münir girdi içe­ riye. Elinde üç kırmızı aylı bir yazı imzalattı. Yine üç kır­ mızı aylı bir zarfa konan yazı özel bir kurye ile Harbokulu Kumandanlığına, oradan da Savcı Binbaşı Şerif Budak'a aktarıldı . . .

6 Mart 1938 . . . Harbokulunda Savcı Şerif Budak, Ömer Deniz'in ifadesini almakla meşgul.

Zaıbıt katibi

yerinde

Başgedikli Mehmet .. Savcı Okul Kumandanlığından çağırı­ lır. Zabıt Katibi sigara içmek için dışarı çıkar. Odada Ömer Deniz bir başına kalmıştır. Boş duracak değil ya .. Savcı­ nın masasına göz gezdirir. Sümenin yan tarafına sıkıştı­

rılmış üç aylı bir zarf. Alır, açar ve içindeki yazıyı okur. Şunlar yazılıdır kağıtta : . . . Ve . . . . . . . . 'in kurşuna dizilmeleri, . . . . . . . 'Jarının ağır hapse çarptırılmaları, . . . . . . . . 'ların disiplin cezalariyle tecziyeleri ve okuldan uzaklaştırılmaları ... İmza, Genelkurmay Başkanı, Mareşal Fevzi Çakmak. Sol tarafta da Hukuk Müşavirliği parafası.

Şerif Budak döndü , Zaten başlamamış olduğu sorgu­ ya lüzum olmadığını bildirip harbiyeliyi gönderdi. " Doğru ise, çok kötü. Fakat, inanamıyor insan. Çünkü hakikat olması imkansız. Çünkü yalan olduğunun neden­ leri apaçık : a)

Emrin hazırlanması ve imzası

sırasında Ömer

Deniz, sanki Hukuk Müşavirinin göğüs cebindedir. Başı­ nı çıkarmış vukuatı seyreder. Yoksa,

başka türlü iddia

edilemez söyledikleri.

153


b) Hakikatta Genelkurmayda bir emir hazırlanıp imzaya çıkarılıncaya kadar şu muameleyi görür : Emrin müsveddesi, ilgili şubenin, . ilgili masadaki memuru tara­ fından kaleme alınır. Adli Müşavirlikte bu memur mutla­ ka bir askeri hakimdir. Müsveddeyi Şube Müdürü inceler, muvafık bulursa daktilo edilir. Arkasından Genelkurmay Başkanına imzaya çıkarılıncaya kadar bütün kademelerin tasvip ve parafından geçer. Tasdik görür, icabederse yeni­ den yazılır. İlgili şube müdüründen başlıyarak Adli Mü­ şavir Muavininin, Adli Müşavirin, Genelkurmay İkinci Başkanının parafı alınır. Müteakiben de imza için Genel­ kurmay Başkanına sunulur. Bunların en az dördü kanun adamıdır. Nasıl olur da içlerinden :hiçbirisi, elini vicdanına koymaz ve "Bu bir cinayettir" diye haykırmaz ? c) Türk Ordusunda şimdiye kadar uygulanan bütün yazı işleri talimatları, parafların dosyada saklanacak par­ ça üzerine konmasını amirdir. Gidecek parçanın üzerinde yalnız yetkili makam sahibinin imzası bulunur. Çünkü, ku­ mandanlık ortaklık kabul etmez. Ordu banka veya iktisa­ di Devlet teşekkülü değildir. Türk Ordusunda gizli emir­ ler hir yana, adi evrak bile masaların üzerinde bırakılmaz., d) Örneği verilen uydurma emirde bile, "Hemen alın götürün, kurşuna dizin" diyen bir mana yok. "Dizil­ meleri, çarptırılmaları, uzaklaştırılmaları" dendiğine gö­ re, bu işlerin yapılması, bir mahkeme kararına bağlanmış demek. O halde, Ömer Deniz'in hemen götürülüp kurşuna dizilmesi ·bahis konusu değil. Böyle bir emir gerçekten ve­ rilmiş bile olsa, savcı, bir adamı götürüp nasıl kurşuna di­ zebilir ? Akla, mantığa sığar mı bu ? e ) En mühimi, Mareşal Fevzi Çakmak, karakteri ve inançlariyle hiç kimsenin meçhfilü olmayan bir kemal ve fazilet ehlidir. Böyle bir emir vermez o. Muharebe mey154


danlarının en buhranlı anJarında bile asla iltifat etmediği bir çareye, normal zamanların şartları

içinde başvurma

lüzumunu neden duysun ? Hem de Ankara'nın göbeğinde ve Harbokulunun duvarları arasında .

U

G

eceyarısını epey geçmiş. 7 Mart 1938 in ilk saatleri. Issız koridorlar kabaralı postalların çıkardığı

tak tak sesleriyle inledi. Kapıyı açtılar ve Ömer D eniz'i uyandırdılar. Ağır ağır giyindi. Her şeyini kaybetmiş in­ sanların umursamazlığı içinde gülmeye çalıştı. Bir mangaya yakın süngülü önünde dışarıya çıkarıl­ dı. Harbokulu atış poligonu istikamet olarak verildi. Ar­ kadan gelen siya:h, kapalı :bir arabada Savcı Şerif Budak, sadistlerin sarhoşluğu içinde. Yarbay olacağı günün haya­ lini yaşıyor, Ç'Ok zamanlar olduğu gibi . . . Atış poligonına varıldığında saat 0.3.00 tü. Bir süvari mangası attan inmiş bekliyor ve gecenin ayazından ko­ runmak için atlarının sağrılarına abanmışlardı. Süvari mangasının başındaki iki gedikli, genç adamın kollarına girdiler, betonu yeni donmuş yürüttüler. Siyah bir bezle gözlerini

bir direye doğru bağladıktan sonra

beton direğe ellerini arkadan kuşatarak bağladılar. Üsteğ­ men Baki, dudaklarını ısırmış, titriyor, ama titremesi ayaz­ dan değil. Manga kurşuna dizme nizamına geçirilmek üzere ge­ ri çekiliyor, arka arkaya .. Makanizmalar namlulara mer­

mi sürüyor. Gecenin sessizliğini nal sesleri

yırtıyor

birdenbire.

Ağzından kanlı köpükler sızan bir at güçlükle duruyor.

155


Hızla atlıyan süvari, manga başındaki üsteğmene ,bir zarf uzatıyor. Zarfı isteksiz şekilde alan üsteğmen biraz uzak­ ta duran arabaya giderek Şerif Budak' a veriyor. Zarfı keyifsiz bir şekilde açan Savcı Şerif Budak, elinden oyun­ cağı alınmış çocuk gibi hırçırilaşıyor ve : - Alın, geri götürün .. diyor. üsteğmen Baki, gözleri kapatılarak beton direğe bağ­ lanmış Harbiyeliye hıçkırarak : - Sen ölümden, ben de cinayetin vebalinden kurtul­ duk, haydi gidiyoruz, müjdesini veriyor. Kucaklaşıp, öpü­ şüyorlar üsteğmenle.. " Tıpkı M. Zevaco'nun romanlarında olduğu gibi, kur­ tarıcı en son anda yetişiyor imdada. Fakat, Ömer Deniz, uydurduğu masalın mantıkla tepiştiğinin farkında değil : a) Askerden bozma hukukçu olduğu için bilmesi la­ zım; İçhizmet ve Askeri Ceza kanunları ile İçhizmet Tali­ matı, "Kanunsuz emirleri uygulamak astları sorumluluk­ tan kurtarmaz." der. Astı, kanunsuz bir emri uygulama­ ya zorlamak ise büsbütün suçtur. Bu açık hükümler karşı­ sında kim cesaret eder de böyle bir emir verebilir? Bir emri yerine getirmek gerekçesiyle de olsa, kim işliyebilir böyle bir cinayeti ? Velev ki emri veren Mareşal Çakmak, kurşuna dizilecek Ömer Deniz olsa bile. İnfaza memur edi­ len, emri tebliğ edenden mahkeme kararı istemez mi ? İs­ temediği takdirde kim kurtarabilir onu kanunun pençesin­ den ? b) Genelkurmay Başkanından itibaren, kurşuna dizme emrini uygulayacak üsteğmene kadar aradaki ku­ manda kademelerini bir düşünelim. Üç aylı ve Mareşalin imzası ile de olsa, bütün bu kumanda kademelerinin ba­ şında bulunanlar bir cinayette ittifak edecek birer cellat 156


Kara Ali nasıl olabilirler ? l3öyle bir itham, hu milletin gözbebeği. ve baka teminatı olan şerefli ordusuna haka­ ret değil midir ? c ) Hangi mucip sebebe dayanırsa dayansın, emir kim tarafından verilirse verilsin bu iş bir cinayettir. Cina­ yetler ise uluorta işlenmezler. Gerçekten, kanunun erişe­ miyeceği mevkide olanlar bile halkın lanetinden korkar­ lar. Onun için de önce, duyulma ve görülme ihtimalleri mümkün olduğu kadar daraltılır. Tarih okuduk. Hüküm­ darların kan akıtmakta en pervasızları dahi, bu lüzuma riayetsizlik yapamamışlardır. Gerçek bu olunca, emrin hazırlanmasından, uygulayacak mangaya kadar bir alay insanın cinayetten haberdar kılınmsı akla sığar mı hiç ? Hem üç aylık bir gizlilik derecesine ihtiyaç duy, hem cüm­ le aleme ilan et, e1bette olmaz böyle şey. •

•ı nf

az şöyle durdurulmuş : "Faşist doktrinlerin uygulandığı bütün devletlerde, devlet mekanizmaları ve bütün organlar birbirini de el altından denetlerler, birbirlerinin yaptığı işlerin istihbara­ tım yaparlar.

Genelkurmay Başkanı Mareşal Çakmak'ın imzaladığı yazıdan Başbakanlık istihbaratı haber alınış ve durumu zamanın Başbakanı Celal Bayar'a duyurmuştu. Ce1fil Bayar, Çankaya'ya koşup Ça.km.ak'ın despotlu­ ğunu Atatürk'e nakletmiş, buna marn olunmadığı takdir­ de Hüküm.etin müşkül durumda kalacağını, bu ağır so­ rumluluğu Genelkurmayla paylaşamıyacağını , derhal ma­ ni olunmazsa çekileceğini bildirmiştir.

157


Atatürk yaverini çağırarak gereken emirleri vermış ve infaz anında ancak müdahale edebilmiş ve bir cinayet böylece önlenmiştir." Ertesi günü de : "7 Mart 1938. Ölümden dönen genç harbiyeli hücre­ sinde bitkince. Yemeğini yememiş, yiyememiş .. Dönen do­ laplara, içine düştüğü hukuk şekavetine akıl erdirememe­ nin şaşkınlığı içinde yatağına uzanmış, tavana boş boş bakıyor. Kapı açıldı, yine çıkardılar günışığına ve yine bindirdiler zaman zaman bindiği siyah arabalardan ön­ dekine..... Arabalar katar halinde Har.bokulundan çıktıktan son­ ra Çankaya'ya yöneldi. Pembe köşkün önünde duran arabadan indirilen har­ biyeli, Şerif Budak ve bir başka muhafız subayın arasın­ da köşke girdi. Bir odaya alındılar, yaver karşıladı ken­ dilerini. İçeriye yan kapıdan birdenbire Atatürk girdi, ora­ dakileri şöyle bir süzdükten sonra, bir elini harbiyelinin omuzuna koydu, diğerini sinek kovar gibi salladı. Yalnız kalmak istiyordu harbiyeliyle. Kaldılar, limonatalar içildi ve konuştular." Tabii bunlar da yalan. Yalan olduklarını ise, yazınm kendisi haykırmakta : a) O tarihte At�türk henüz sağdı. Atatürk'ün sağlı­ ğında ise Türkiye' de faşist bir rejim değil, Kemalizm uygu­ lanırdı. Bu iddia, Türk inkılap tarihine hakarettir. b ) Türkiye, Komünist Rusya mı ki, Devlet mekaniz­ ması ve bütün organları el altından birbir.lerini denetle­ sinler, birbirlerinin yaptığı işler hakkında gizli bilgi top­ lasınlar ? 158


c)

İmkansız ya, bir an için

rahmetli

Mareşal'in

böyle bir emir verdiğini farzedelim. Haydi, Başbakanlık istihbaratının bu işi haber aldığı ve

malfımattar kılınan

Celal Bayar'ın da infazı durdurmak için Atatürk'e koştu­

ğu doğru olsun. Büyük bir iyiniyetle, ertesi günü de Ata­ türk'ün Ömer Deniz'i kabul buyurduğuna bir an için ina­ nalım. Peki ama, ne ile, nasıl tevsik

edecekler bunları ?

Bizim ise, elimizde gerçeğin hiç de böyle olmadığını hay­ kıran en sağlam delil var. Bu da Tarih Kurumumuz tara­ fından yayınlanmış olan "Atatürk'ün Nöbet Defteri" dir. Önce bu kitabın mahiyeti hakkında bir fikir edinmek için önsözüne bir göz atalım : "Nöbet Defteri adını verdiğimiz bu kitap, Cumhur­ başkanlığı nöbetçi yaverleri tarafından her 24 saatte ha­ zırlanmış bir rapordur. Devlet Başkanının 24 saat zarfın­

da zamanını nasıl kullanmış olduğunu tesbit etmektedir. Nöbette bulunan yaver, Devlet Başkanını korumakla va­ zifeli başyavere karşı sorumludur ve Devlet Başkanı ile ilgili hadiseleri, başyaverlik makamına bildirmek için bu

işe

tahsis edilmiş deftere kaydetmek

mecburiyetindedir.

Nöbetlerin her 24 saat sonunda bir başka yavere devredil­ diği mevcut imzalardan anlaşılmaktadır. Yayınladığımız bu kitap içindeki nöbet deftederinde yer alan konulan şöyle tasnif edebiliriz :

1. 2. 3. 4. 5.

Atatürk ne zaman uyanmıştır ? Atatürk ne ile meşgul olmuştur ? Atatürk nereye gitmiştir ? Atatürk kimlerle temasta bulunmuştur ? Atatürk . ne zaman yatmıştır ?"

Şayet Ömer Deniz'in yazdıkları doğru ise, Celfil Ba­ yar, Atatürk'e 6/7 Mart 1938 gecesi, saat 24 ten sonra

159


koşmuştur. 7 Mart 1938 günü öğleden evvel de Atatürk Ömer Deniz'i huzuruna celbetmiş, konuşmuştur. Buna gö­ re, 6 ve 7 Mart 1938 günlerine ait raporlarda Celal Ba­ yar'ın, Savcı Şerif Bud.ak'ın, Ömer Deniz'in Atatürk ta­ rafından kabul edildiklerine dair kayıtlar .bulunması za­ ruridir. O halde, açalım kitabın 708 inci sayfasını ve oku­ yalım bu tarihlere ait raporları :

6 Mart 1938 e ait rapor :

"1.

Atatürk saat 13 te uyandılar, 21 de Yeni Sine­

mayı, konseri teşrif buyurdular. Avdette Karpiç'te yemek yediler ve 24.30 da Çankaya'ya döndüler, yattılar.

2.

Nöbeti Bay Şükrü Özer'e devreylediğimi arzede-

rim.

İmza Cevdet Tulgay"

7 Mart 1938 e ait rapor : "1.

Atatürk saat 13.05 te uyandılar, 17.00 de Çiftli­

ğe kadar bir gezinti yap1i1lar, 19.30 da Çankaya'ya avdet ' buyurdular, saat 23 te yattılar.

2.

Nöbeti Bay Naşit Mengü'ye devreylediğimi arze­

derim. Kabul edilenler :

1. 2. 3. 4. 5. 6. 160

Orgeneral F. Altay Orgeneral İ. Çalışlar Orgeneral KB.zım Orbay Orgeneral Ali Fuat Bay Ruşen EŞref Ünaydın Bay Müfit Özdeş


7. 8. 9.

Bay Mehmet Somer Bay İ. M. Mayakon Bay Vedit Uzgören.

İmza Şükrü Özer" Demek oluyor ki, Atatürk 6 Mart 1938 de hiç kim­ seyi kabul buyurmamış ve hiç kimseyle temas etmemişler.

7 Mart 1938 de kabul buyurdukJarının arasında ne Celal Bayar, ne Şerif Budak, ne Ömer Deniz var. Şu halde dü­ pedüz yalan bu yazdıkları. Bence, Ömer Deniz'e bu kuyruklu yalanı söyleten se­ bep gayet basittir. Abdülkadir Meriçboyu kitabında iki gece gezintisinden bahseder. Biri kendisine, diğeri Naci Fişek'e ait. İkisi de hayli korkmuşlar. Tabii Ömer Deniz, çömezinden aşağı kalacak değil ya. O da kaldırmak iste­ miş nişangahı. Fakat,

hırsla asıldığı için

koparıvermiş

büsbütün. E�bette nişangahsız atacak bundan. sonra ... Sıkılmadan bir "hukuk şekaveti"nden bahsediyor iki­ de bir de. Halbuki, yaptığı iş bir çeşit ahlak, fazilet ve haysiyet şekavetidir, farkında değil zavallı .

H

ortlatılmak istenen "TAN" gazetesinin orta sayfa­ sında dört sütun üzerine dizilmiş .bir başlık daha :

Nazım llikmet

:ve

Gen� Harbiyelilere Faşizmin Darbesi.

Anlatan yine Ömer Deniz. Yazan yine İrfan Nilhan. Bu da kollektif bir gayretten doğına. Bakıyorum Ömer De­ niz de kararlı. Abdülkadir Meriçboyu'ndan aşağı kalma­ mak için o da çalıştıracak muhayyilesini. Ne var ki, o da

161


karşılığım alacak bizden. Fakat, sırası düşmüşken dcği­ nivereyim bu yavesine de. Çünkü, böyle bir gazete müs­ veddesinin alıcı bulup yaşıyabiıleceği şüpheli bence. Ömer Deniz, hatıralarına kısa bir girişle başlamış. İlk planda şikayeti Abdülkadir Meriçboyu'nda.n. Olayın "En büyük şeref payını şahsına ayırmış" olması sebep buna. Halbuki bu celadet ( ! ) masalının "bir numaralı kah­ raman"ı kendisi imiş. Haklı. Abdülkadir Meriçboyu 187 sayfalık kitabında yalnız "ben" demiş. Elbette "bir numa­ ralı kahraman" için dayanılır şey de� bu. Bir resmini bi­ le oturtmamış koca kitabın bir kenarcığına. Tabii kızacak ve saldıracak. Abdülkadir Meriçboyu'nun kitabı hakkında, "Yal�­ nın, fitnenin, arka niyetin, ruh sefaletinin, iftira ve tez­ virin �msalsiz bir belgesidir." demiştim. Ömer Deniz bu "giriş"le beni teyit etmiş. Bunun için teşekkürü ,borç bili­ rim kendisine. Abdülkadir Meriçboyu, hücrelerinden çıkarılıp ( Or­ han, Necati, Ömer) ile bir odada nasıl birleştiklerini anla­ tırken şöyle demiş : "Oracıkta bir türkü yaptık. Ortalığı çınlata çınlata başladık söylemeye. O zamanlar pek yaygın olan Fran­ sızca güzel bir şarkının bestesine uydurduk bu sözleri : Güneş a.rtık bizim için

Ufukta doğan bir baştır. Parmaklıklar anısından Bize bakan yoldaştır. Ona kavuşmak istersen Daya demire alnını. O doğar her sabah erken Bekle

162

sen

de ya.nııı.


Yannki bugünden erken, Ona kavuşmak ister. Yarınki bugünden erken Onun yolunu bekler. Duda.klarında.n düşmesin, Mahpusanenin türküsü Bir gün elbet açılacak Kapımızın sürgüsü .. ..

Bu türkü Harbokulu Askeri Mahkemesi ödevini biti­ rene kadar ağızdan ağıza söylenip durdu. Sonra Ankara Askeri Cezaevinde, sürgünlerde söylendi. Epey insan bilir bu türküyü. " / Ömer Deniz ise, şöyle diyor bu türkü için : "Kitabın 18 inci sayfasına konan ve Fransızca bir melodinin bestesine uydurulduğu belirtilen mahpusane türküsünün bestesi de, güftesi de Ömer Deniz'e aittir. Bu hususta da delillerimiz vardır." Aslında ne şairine, ne beste�arına şeref verecek bir türkü değil bu. Yine de paylaşamıyorlar. Onlar gibi, sa­ natkar geçinen insanlara, sözün bu kadar yavanı için şa­ mata yakışır mı hiç? Fakat, yapıyorlar işte. Ancak, bu konuda ikisinden ·birisi yalan söylüyor bunların. Hangisi acaba demiye lüzum yok. Al birini, vur ötekine. Duyaca­ ğın ses, içi boş testilerin kof "tın tın"ıdır. Ömer Deniz ·girişten sonra savcının haklarındaki id­ dianamesini vermiş ve altına birtakım notlar' eklemiş. Bu notların bir kısmı gerçekten ibretle okunmaya değer ma­ hiyette. Fakat ben birkaç tanesine dokunuvereceğiın : 163


1 numaralı notta : "Emirle yürütülen duruşmalar ve hukukçu olmıyan mahkeme azalarının oylan sonunda ... " demiş. Askeri mahkemelerin hangi sebeplerle böyle te§­ kil edildiğini takdir edemiyen bir avukata ne söylenir, bil­ miyorum. Haydi "biz hata ettik" diyelim. Aynı usulü uy­ gulayan bütün dünya milletleri de hata mı etmişlerdir acaba ? 16 numaralı notta : "Harbokulundaki fikirlerine hiç­ bir zaman ihanet etmemiş ve inancından hiçbir zaman bir şey kaybetmemiştir.'' dediği Şadi Dalkılıç, Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazısında komünistlik propagandası yaptığı için 6,5 yıla mahkfım edilmiştir. Demek ki, "Hiç� bir zaman ihanet etmediği fikir" komünistliktir. Şu halde askerlikten atmakta okul · idaresi haklıydı. Çünkü, bu de­ rece sapık fikir sahiplerine demirperde gerisi hariç hiçbir milletin ordusunda tahammül edilmez. 39-40 numaralı notta : "Köycülük ve halkçılığın suç olduğunu ilk defa duyuyoruz. Atatürk'ün efendilerimiz olarak nitelediği kişilerle ilgilenmek suçmuş meğer. Ata­ türk'ün ömrü vefa etseydi eminim ki Şerif Budak'ı astı­ rırdı."

Gördünüz mü adamdaki mantaliteyi ? Bu nasıl hu­ kukçuluktur ? Bu nasıl huku k anlayışıdır ? Evvela köycü­ lük ve halkçılık başka, asker olarak Harbokulunda, "Köy­ cü ve halkçı bir rejim meydana getirmek için teşkilat kur­ mak" başkadır. Bir asker için elbette suçtur bu. Hem de suçların en ağırı.. Sonra "Atatürk'ün ömrü vefa etseydi eminim ki Şerif Budak'ı astırırdı" sözü, bir hukukçunun ağzından ve kaleminden nasıl çıkar ? Atatürk kimi astır­ dı ki, Şerif Budak'ı astırsın ? Siz Atatürk'ü ne sanıyorsu­ nuz Allah aşkına ? Zihniyetiniz bu olduğuna göre, kazara 164


Atatürk'ün mevkiine yükselseniz, her

gölgenize basanı

darağacına göndereceksiniz demek ? Bari, el açıp Tanrıya yalvaralım da size ve sizin gibilere kelini kaşıyacak tır­ nak vermesin.

50 numaralı notta : "Binbaşı ve hukukçu. Faşizme hiz­ met etmiş senelerce. Bu olaydaki

hizmeti de karşılıksız

bırakılmamış, mahkemeler sonunda, süresini bile bekle­ meden Mareşal Çakmak tarafından yarbayhğa yükseltil­

miş,

taltif edilmiştir." Türkiye'de irade-i seniyyeler devri Cumhuriyetle be­

raber kapanmıştır. Türk Ordusunda

Cumhuriyetten bu

yana, kanuni süresi dolmadan, terfi için gerekli sicili al­ madan, herhangi bir sebeple, herhangi bir kimse tarafın­ dan, herhangi bir subayın terfi ettirildiği ne görülmüş, ne de duyulmuştur. Apaçık iftiradır, apaçık y Hele, "Senelerce faşizme hizmet etmiş"

alandır

bu.

sözü, Şerif Bu­

dak'a değil, Atatürk devri idaresine sürülmek istenen bir kara lekedir. Bunu söyliyenin yakasına ya doktor, ya savcı yapış­ malıdır bu memlekette.

165


Bİ TİRİRKEN

A

bdülkadir Meriçboyu, bu kitaıbı ile tek atıp çift vurmak istemiş. Tabii, sadece tetiği çekmekle ol­ maz bu. Ya avcının çok hünerli, ya avların büsbütün şaş­ kın olmaları lazım. Halbuki, gerçek tam tersine. Ervvela, Türk Ordusunu kemire kemire yıpratmak arzusundalar. Bilmiyorlar ki, bu çifte su verilmiş çeliğe dişleri hiçbir za­ man geçmiyecektir. Sonra birtakım sapıkların kirli hayat hikayelerini romantize ederek gençler üzerinde sürekli bir etki yaratmak sevdasındalar. Buna da şimdilik boş bir ümit nazariyle . bakabiliriz. Menfaatler karşılıklıdır. Sosyalizmin ötesine gönül vermiş ; fakat, berisindeki alaca gölgeliğe sinmiş bazı ya­ zarlar, Meriçboyu'nun kitabını göklere çıkardılar. Ne var ki, üzülmüyor, seviniyorum buna. Yaptıkları propaganda ile kitabın bolca satışı sağlandı. Neticede kendi ipliklerini kendi elleriyle sergilemiş oldular. Herkes mahiyetlerini bir kere daha öğrendi. Benim yaptığım, üstünü itina ile

166


örtmeye çaiıştıkları birkaç kızıl

iplik çilesim günışığına

kavuşturmaktan ibarettir.

S '

una dikkati çekmek isterim : Türkiye'de aşın akımlar, bütün güçleriyle varlık..

larını kabuJ. ettirmenin peşinde koşuyorlar. Ozellikle, aşın solcular teşkilatlı ve planlı bir çaba içindeler. Yazma ve çevirme kitapları, gazete ve dergileri, açık ve kapalı oturumlariyle fikir ve sanat piyasamıza

hükmediyorl�r

adeta. Ahlak, inanç, görenek ve gelenek bakımından bizim olan ne varsa yıkmaya uğraşıyorlar. olurlarsa işlerinin

kolaylaşacağı

Bunda

muhakkak.

muvaffak Atatürk

milliyetçileri olarak buna müsaade etmemek vazifemizdir. Taraftarları zorlaya zorlaya sosyalizmi bir "fikir mo­ dası" haline getirdiler.

Biliyorlar ki,

modanın mantığı

yoktur. Doğru ve eğri, güzel ve çirkin demeden pek çok­ ları kapılıverirler bu modaya. Maksatları, insanlığın bu e:teli ve ebedi za'fından faydalanmaktır. Ukala ukala ·baş­ larını iki yana sallar, "Bizi ancak sosyalizm kurtarır" te­ ranesini her fırsatta sürerler önümüze.

Özelin düşmanı,

genelin dostu görünmek baş parolalandır. İnsanın yara­ dılış maksadına aykırı bu kısır, bu katı maddeciliği bin­ bir renge boyayarak genç ve körpe dimağlar için "yem" diye kullanıyorlar. Bazı gafiller de bu oltaya ıvurmuyor değil. İhtimal az, aşacakları mesafe çok büyük de olsa, bir tehlikenin varlığı fokar edilemez. O halde

gün gelip kapı­

mızı çalmadan bu tehlikenin karşısına dikilmeliyiz. Bilhas­ sa, C.H.P. kesinlikle bu makulenin cesaretini artıran bir faktör olmaya devam ettikçe . . .

167


ence Üzerinde ısrarla durulacak mesele şudur : �ırı sola göre, "Türkiye Cumhuriyeti sosyalist bir devlettir" denemediği için Anayasada "Sosyal devlet­ tir" deyimi kullanılmış. Maksadın mecburi olarak maske­ lenişi temel düşünceyi değiştirmezmiş. Kendileri ·bu mak­ sadın felsefesini kurmaya, fikriyatını dokumaya, rotasını çizmeye çalışıyorlarmış. Bir gün millet rağbet eder, bu görüşü uygulama imkanı verirse, hir hamlede cennete çe­ virecek, gül - gülistanlık yapacaklarmış memleketi. Bitta­ bi baştan başa safsata bu "mış mış"Jar. Gayeleri yavaş yavaş, sindire sindire kurulu düzeni şirazeden çıkarmaktır.

B

Halbuki, Anayasamızın 2 nci maddesi kesindir : "Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına ve başlangıçta be­ lirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, 13.ik ve sosyal bir hukuk devletidir." Bu tarife göre Türkiye Cumhuriyeti bir "Hukuk Dev­ leti" dir. Bu hukuk devletinin iki dayanağı, dört vasfı var­ dır. İnsan haklariyle, Anayasamızın başlangıcında belir­ tilen temel ilkeler, dayanaklarıdır. Milli olmak , demokra­ tik olmak, laik ve sosyal olmak da vasıfları. Diğerlerine göz yumup, vasıfların yalnız birine sarılarak "Türkiye Cumhuriyeti sosyal Devlettir" demek, elbette hatadır. Fa­ kat, sanıldığı kadar basit bir hata değildir bu. Kaldı ki, sosyal ile sosyalist arasında en azından Ağrı dağı kadar bir fark vardır. Nasıl olur da eş anlamlı sayılır bu söz­ ler ? Sosyal olmak başka, sosyalist olmak başkadır. Sade­ ce farklı olmakla kalmaz, birbirine aykırı da bakar bu iki mefhum. İtidalden ifrata atlamak için basit bir kelime oyununu sıçrama tahtası yapıyorlar kendilerine. Bu su­ retle sosyalden sosyalizme, oradan da komünizme itecek­ ler bizi. •

168


A

şın solcular, milliyet ve milliyetçilik düşmanıdırlar . Milli olma vasfının Türk Devleti

için bir öncelik

taşıdığına dikkat etmezler. Anayasamızın

başlangıcında

ise, bu "milli" vasfına tam bir açıklık verilmiştir : "Bütün fertlerini kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülkiiler etrafın­ da toplaya'.n ve milletimizi dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak

milli birlik ruhu

içinde daima yüceltmeyi amaç bilen Türk milliyetçiliğin­ den hız ve ilham alarak ve ; " Demek oluyor ki, Türk miliyetçiliği , bütün fertleriy­ le Türk Milletini kaderde, kıvançta, tasada ortak ve bö­ lünmez bir bütün haline getiren bir milli şuur ve milli ül­ küler manzumesidir. Amacı, Türk Milletini, milli birlik rn­ hu içinde, dünya milletleri ailesinin

eşit haklara sahip

şerefli bir üyesi oJarak daima yüceltmektir. Bunun için de Türk milliyetçiliği başta gelen 'hız ve ilham kaynağıdJr. TıJ:)kı, Atatürk'ün, "Muhtaç olduğun kudret damarların­ daki asil kanda mevcuttur. " demesi gibi. Aşın solcular, sosyalin üstüne sosyalizmi oturtmağa çalışıyorlar. Bunda muvaffak olurfarsa, onun üstüne de komünizmin kızıl

kulesini çıkmağa yeltenecekler. Bilmi­

yorlar ki, bu temel, o yapı için değildir. Fakat, harcanan gayretler, başımıza ha.zı gai.leler açabilir. Bunu önlemek için de Anayasamızın

öngördüğü

ve

yine

Atatürk'ün,

"Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü ile formüle ettiği

milliyetçiliği cephesi"

"T.ürk

kurulmalıdJr. Milli, demokratik, la­

ik ve sosyal bir hukuk aşırı akımlardan gelecek

Devleti olan

Cumhuriyetimizin,

sarsıntılara karşı

korunması ;

Türk Milletinin çağdaş uygarlık seviyesine hızla yükseltil­ mesi için tek <;ıkar yol budur .

169


A

bdülkadir Meriçboyu'nun kitabını vesile ederek bu

nar çiçekleri, bu kızılcıklar bir de iddia attılar or­ taya. Nazım Hikmet davasını tazelemeye çalışacaklarmış. Hani o günler ? Aman ne iyi olur. Hatta, biz de yardım ederiz kendilerine. İlk tahkikat sırasında Ömer Deniz, Abdülkadir Meriçboyu, Necati Çelik, Orhan Alkaya, Mus­ tafa Ergün ifşaat ve itiraflarını elyazılariyle yapmışlardı. Dosyası, herhalde ilgilileri tarafından kilit altına konul­ muştur. Bu suretle, gerçekler bir defa daha serilir Türk Milletinin gözleri önüne. Bu konuda, ben, şuna inanıyorum : HarbokuJu ve Donanma olayları, Türkiye Gizli Ko­ münist Partisinin faaliyet zincirinden iki halkadır. Abdül­ kadir Meriçboyu'nun kitabı yeni bir şey getirmemiştir. Sadece · yalanlar ve iftiralar müstesna. Aşırı solcular, esa­ sen Türkiye Gizli Komünist Partisinin taktiğine uygun olarak Orduyu ele almışlardı. Büyük kumanda heyetinden başlıyarak kemire kemire yıpratacaklar, halkı soğutacak­ ] ardı ondan. Tabii, kendi kısır akıllarınca. Yıllarca içinde yaşadım. Çeşitli kademelerinde va­ zife gördüm. Onun için yakından tanır, bilirim Türk Or­ dusunu. O yel, bu kayadan hiçbir şey koparamaz. Aksine, toslayanın ya kafası, ya beli kırılır. Biliyorum, NB.zım Hikmet'çiler, kitabımı okuyunca küplere binecek, hakkımda söylemediklerini bırakmıya­ caklar. Omuz silkip geçeceğim. Çünkü, onların övmesi de­ ğil, yermesi şereftir benim için. Fakat... SON

170


İÇİNDEKİLER Birinci Bölüm Sayfa Başlarken . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bir Kitap . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . fütabı Yazan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Kitabı Niçin Yazdı ? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Nazım Hikmet Problemi

.

.

5 8 11 20 24

İkinci Bölüm Kuleli' de Enternasyonal Marşı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Yumrukların Konuşması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Harbokulu 1938 Türkiyesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Türkiye Gizli Komünist Partisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bütün Kalbimizle . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Hızını Arttıran Mücadele . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Vakitsiz Çalan Alarm Zili . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sorgular ve Ö; Deniz'in İtirafları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ve ötekileri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Süreyya Koç'un Şahitliği . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Duruşmalar ve Bir İtham . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Son Duruşmaların Neticesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Donanma Olayları ve Nazım Hikmet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ' · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · · ·

63 67 71 76 86 97 101 104 106 121 124 128 132 135

t)'çüncü Böllüm Şecaat Arzederken... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Hodri Meydan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bitirirken . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

141 151 166 171


D Ü Z E L TME

Satır

Yanlış

Doğru

17

12

eşintiyi

esintiyi

52

1

varış

varır

63

1

Marks

Marşı

19

20

Advet

davet

80

13

1924

1934

80

14

Altantı

Antantı

81

28

Civan

Cihan

98

18

ittihak

İttihat

105

13

abşta

başta

106

6

arasında

sırasında

117

11

yardıcıları

yardımcıları

123

6

Çelik

Çelik'in

Sahife



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.