İsmail Hakkı Baltacıoğlu - Ziya Gökalp

Page 1

İS VIAY İL H A K K İ BALTACIOĞLU

GÖKALP

Y E N İ M A T B A A I S T A N B U L-1966



Diyarbakır’ı Tanıtm a ve T urizm Derneği Y a y ın lan No: GÖKALP T A K IM I, I I . Dizi No: 4


ZİYA GÖKALP



G Ö K A L P

GÖKALP! S E N İN E N B Ü Y Ü K E S E R İN , T ÜRK ULUSU NUN ULULUĞUNA İN A N M A N D IR . T Ü RK ULUSU OLM ASAYDI, SEN , SEN O LM A ZD IN SEN D E O LM A SA YDIN , T Ü RK ULUSU K E N D İN İ BULA­ M AZD I. S E N İ GÖKALP YAPAN, ŞU İK İ İN A N C IN D IR : TÜRCÜLÜK İL E U Y G A R L IK .

KÜL

SE N O LM ASAYDIN , B E N D E, B E N OLM A ZD IM . BU K İT A B I SANA OLAN BORCUM U Ö D E M E K Y A ZD IM .

İÇ İN

BANA BU K İT A B I Y A Z D IR A N L A R IN İY İL İĞ İN İ UNUTM AYACAĞIM .

BALTACIOĞLU

H İÇ



I GÖKALP’IN K İŞ İL İĞ İ

G ökalp da, birtakım büyük adam lar gibi, yanlış anlaşıl­ m ıştır. O n u n birtak ım düşünceleri gibi, b irtak ım davranışla' rı da elenip eleştirilmiştir. B üyük adam ların oluşlarını., işleri­ n i incelerken dikkat edilmesi gerekli olan önem li noktalardan b iri, onları b ü tü n yanlışlardan, aksaklıklardan arınm ış ideal yaratıklara benzetmemektir. İkincisi, onların içinde yaşadık­ ları çevrenin gerçekleri, gerekirlikleri dışında düşünm em ek­ tir. G ök alp da içinde olm ak üzere, tarih boyunca gelip geçen b ü y ü k adam ların büyüklükleri, yoklukları, eksiklikleri ile de ğil, varlıkları, başarıları ile ölçülür. G ökalp’m bazı düşüncelerini doğru bulm ayan birtakım aydınlar, b u düşüncelere karşı direnm işlerdir. 1949 yılında M uallim ler B irliği’n in Üniversite Konferans salonunda düzen le diği Ziya G ökalp ko nulu tartışm alı toplantıda, Nizamettin  li Sav’ın 11 K asım 1949 g ünlü Cum huriyet Gazetesinde çıkan yazısı üzerinde durulm uş, tartışm alar yapılm ıştır. B u tar­ tışm aların konusu Sav’m yazısındaki şu sözlerdir: «Bergson ve D urkheim , bizzat sistem sahipleri değiller­ dir. Bergson, felsefe kitaplarında o rijin a l felsefesinden bahsolunan filozoflar arasında görülmez:. D urkheim , ibir sos­ y o lo ji sistemi tesis edeyim derken, genç yaşında ölerek ese­ r in i yarıda bırakm ıştır. Tatlı dille yazmasını bilen bu iki frenk d üşünücüsünü meczederek hangi sistem halitası çıka­ rılab ilird i? O nu n için, Ziya G ökalp’ta eklektik bilgi çoktur.» Yine Sav’m b u yazısında tartışm aya sebep olan ikinci b ir düşünce de şudur: «Gözlerim izin önünde bugün Batı


8

ZİYA

GÖKALP

Medeniyeti ve K ü ltü rü kül olarak girmektedir. Y irm i beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo­ ruz ki, Gökalp- bu hali görseydi ona karşı duracaktı.» B u ik i anlayışı ileri süren insanın Bergson ile E m ile D urkheim ’i kendine göre bir anlayışı var. B u anlayışa göre, Am erikalıların Descarte’tan sonra, Fransa’n ın en büyük fey­ lesofu olarak tanıdıkları H enri Bergson’un sistemi yoktur, Sistemi olmayınca da felsefesi yoktur. Yine bu yazara göre, Auguste Comte’dan sonra gelen, sosyoloji bilim ine, hele bu bilim in m etodolojisine eserleri ile o kadar çok yararlı olan E m ile D urk he im ’in da sistemi yoktur. Yazarın bu «Sistem» sözünden ne anladığını anlam ak elimizde değil. Kendi an­ layışım ıza göre, Henri Bergson’u n berçsomsme adm ı taşıyan bir felsefe sistemi vardır. Ancak, E m ile D urkheim ’a gelince onun sistemi nasıl olabilir ki, o bir feylesof değil, bir sos* yolog, bir bilgindir. Bilim de, felsefe terim i anlamıyla, sistem olur m u? Anlaşılabilen şu: Y azar sistem sözünü felsefe teri m i olarak değil, söz olarak kullanıyor, düzgünlük, birlik, b ü tü n lü k anlam ında kullanıyor. «K ültür» ile «Medeniyet» kelimeleri yazı dilinde sık sık kullanılan, ancak, «Gelenek» ile «Görenek» kelimeleri gibi, anlam ları doğru olarak bilinm iyen kelimelerdendir. İşte onun için, m illetçe kalkınm aktan, ilerlemekten söz açılınca. ((Avrupa’n ın k ü ltü rü n ü almalıyız,» deriz. Gökalp, eserlerinde bu iki kelim enin anlam ını tam, kesin olarak açıklamıştır. K ü ltü r ile medeniyet hem sosyal, hem de p sikolojik tab iat­ la rı bakım ından apayrı iki gerçektir. B iribirlerine karıştı­ rılm am ak gerekmektedr. K ü ltü r, değer yargılarının topudur, Medeniyet ise, gerçek yargılarının topudur. Avrupalı m illet­ lerin ortak b ir medeniyetleri vardır. Ancak, kültürleri ayrı­ dır; Japo nların bugünkü mdeniyetleri . A vrupalılarm kidir. Ancak, kültürleri, dinleri, ahlâkları, dilleri, sanatları apayrı­ dır. B iz de A vrupa’n ın dinini, ahlâkım , dilini, sanatını değil, yalnız medeniyetini, demek tekniğini alacağız, o kadar. B u ­ n u yapm ak elinizdedir. B unu yapm ış olan m illetler vardır.


ZİYA

GÖKALP

9-

Sav’m anlayışına göre, B atı k ü ltü rü ile Batı medeniyeti bir tüm d ür. T üm olarak da ülkem ize girmektedir. Sav, Batı medeniyeti, Batı k ültüründ e n ayrılmaz, birin i almca ötekini alm am ak olmaz, demek istiyor. B u düşünüş de doğru değil­ dir. Y anlışlığın nedeni de hep k ü ltür, medeniyet kelimelerine verilen yanlış anlam dan ileri geliyor. G ökalp’m düşüncelerine karşı direnenler arasında Peyam i Safa da vardır. O n u n da. b ir iki yazısı üzerinde du rm a­ lıyız. «Evvelâ G ökalp’m sosyolojisi doğrudan doğruya Durkheim sosyolojisidir ve bergsonizmle alâkası hiç (hiç m i h iç) yoktur. Fakat biz olduğunu farzedelim, hayretim iz gene ek­ silmez. Sistem hakikatin m utlak b ir ölçüsü m ü d ü r? Sistem sahibi olm ayan bazı feylesofların m odern düşünce üzerinde, onlardan fazla tesir yaptıklarına az m isal m i vardır? Durkheim, hele m etafizik düşünceyi yeniden kuran ve b ü tü n eser­ leri arasında K a n t’dan beri eşi belki de hiç görülm em iş b ir insicam b ulunduğu için, zam anım ızın bir tek veya en büyük felsefe sistemini vücuda getirdiğinde kim senin şüphesi o l­ m ayan Bergson sisteminden m a h ru m bir feylesof gibi na sil görülür?» (*) Ziya G ökalp, bir bilgin m idir, değil m idir? Ziya G ökalp için şimdiye kadar yazılan yazılarda sırası gelip-de b u soru­ n u n karşılığı verilm iştr. B u karşılıklar hemen hemen şu ol­ m uştur: «Ziya Gökalp, büyük bir ilim adamı, büyük bir sos­ yologdur.» B u karşılıklar arasında pek azı b u nun tersidir. B unlar arasında da dikkati en çok çeken, hattâ şaşırtıcı ola­ nı, Peyami iSafa’nm kidir. Çok zeki, çok bilgili b ir insan olar. Peyami Safa, 25 Birinciteşrin 1941 günlü, 12 sayılı Çm araltı Dergisinde yazdığı «Ziya G ök alp ’m M illiyetçiliği» adlı yazı­ sında şunları söylüyor: «İlim objektiftir. Hâdiseler arasındaki münasebetleri in çelerken, tahlil ve terkiplerine hiçbir sübjektif tem ayülün (*)

Peyami Safa, Gökalp Meselesi, Ulus, 14 Kasım 1949


10

ZİYA

GÖKALP

m üdahalesini istemez. H iç değilse, elinden geldiği kadar böyle olm ak ilm in şaşmaz prensibidir. B ir ilim olm ak hay­ siyeti ile sosoyloji de cemiyet hâdiselerine ait gerçeklikleri n e iseler öylece anlam aktan ve kabul etmekten başka hiçbir idealin emrinde değildir. Ne siyasî, ne m illî. «G ökalp’m inandığı ve istidlallerine temel olarak aldığı D urk he im sosyolojisi de, neticelerinden başkalarının çıkar­ d ık la rı m analara lâkayıttır. Ne istikbali haber verir, ne de m illetlere istikamet gösterir. Bu, ilim lerin değil, onların d o ­ nelerinden hareket eden siyasî ideolojilerin işidir. «Gökalp, ilm in âlim den istediği objektif görüşe sahip b ir sosyolog değildi. Sosyolojide kendine has ve orijinal h iç­ bir çalışm ası ve buluşu yoktur. G ökalp, D urkheim sosyoloji­ s in in verim lerini Türk tarihine ve Türk cemiyetine tatbik ederek ondan m illî ve siyasî istikam etler çıkaran b ir ideolog­ dur. G ök alp ’ı b ir sosyoloji âlim i gibi anlam aya kalktığım ız anda, önüm üze çıkan adam D urk he im ’m alellâde bir m üterci­ m in d e n başka birşey olmaz. Fakat G ö k a lp ’ı b u sosyolojinin verim lerinden Türk dünyasına, hattâ garp- dünyasına ait istikam etleri bu lup çıkarm ış bir C ihan telâkkisinin kâşifi gi­ b i anladığım ız anda karşılaştığım ız adam g örünüşünün u fu k ­ ları ilm in çerçevesini kat kat aşan ve hocası D urkheim 'ı fer­ sah fersalı geride bırakan büyük bir m ü rşit ve m üjdecidir. G ökalp, bugün doğum una şahit olduğum uz dünyayı çeyrek asır evvel gördü ve m üjdeledi. B u dünya m illiyet dünyası­ dır.» (*). Ş im di Peyami’nin, G ökalp için ondört yıl sonra yazdığı « İk i Ziya Gökalp» başlıklı yazısı üzerinde duralım . Bu yazı­ n ın bazı parçalarını buraya alıyorum. «Eserlerinde b iri milliyetçi, b iri de telifçi, ik i Ziya Gök a lp görünür. M illiyetçi Ziya Gökalp, zam anında yaşayan üç fik ir cereyanından «islâmiyetçilikten, garpçılıktan, Türkçü*> Peyami Safa, Doğan dünyanın müjdecisi, Ziya Gökalp, Çınaraltı, Sayı: 12.


ZİYA

GÖKALP

11

lükten» yalnız üçüncüsüne kum anda etti. İttihadı İslamcıla­ ra m uarızdı. B u n u n için ne Sebilürreşad, ne de içtihad mec­ m uasıyla bağdaşabildi. Y alnız Türk Y u rd u ’nd a yazar ve yal nız Türk Ocağı’nd a konuşurdu. B u Ziya G ök alp ’a bakarsa­ nız onu din ve medeniyet fikirlerine karşı, yalnız millet, fik ­ riyle cephe alm ış görürsünüz. Fakat b u m illiyetçi Ziya Gökalp ’m yanında bir de telifçi Ziya G ökalp vardır. «Türkleş­ mek, İslâm laşm ak, m uasırlarşnıak» adlı kitabında, b u üç ke­ lim enin temsil ettiği üç cereyanı telife çalışm ıştır. B u kitap, gençliğe üç kıble gösterir: B iri Turan, b iri Mekke, b iri de Av­ rupa. B u kitabında Ziya Gökalp, öteki eserlerinde reddettiği b ü tü n fikirleri kafrule meyyal görünür. Hilafetçidir, garpçı­ dır, T ürkçüdür. «Milliyetçi» ve «Telifçi» iki Ziya G ökajp ara­ sındaki b u tezad neden ileri geliyor? B u iki adam ın hangisi daha sam im îdir?» (*). Peyami Safa'nm bu yazısına göre, m illiyetçi Ziya. Gökalp sam im î insandır, ilim adam ıdır, m efkûrecidir. Telifçi Ziya Gökalp, bir ilim adam ı değildir, sadece bir politikacıdır, n i­ çin politikacıdır, niçin telifçidir? Ç ün k ü İslâm laşm aktan söz açmıştır. Hayır, doğru değil. Dinsiz m illiyet yoktur, olamaz da. D in de, d il gibi, sanat gibi, m illiyetin kurucu etkenlerin­ den biridir. O nun için, eğer G ökalp bir yanlışlık yapmışsa, bu yanlışlık onun b ilim anlayışında değil, politika davranışın­ da olabilir. Peyami Safa, sözleri arasında şunu da söylüyor: «H akikatta Ziya Gökalp ne hilafetçi, ne de medeniyetçidir. Ziya. Gökalp, m illiyetçidir. »Ziya G ök alp ’ı m illiyetçi olarak tan ım ak için dinciliği gibi medeniyetçiliğini de yoğumsamak zorunda m ıyız? Bilim e, hele sosyoloji gib henüz doğmakta olan poztif bilim e bu kadar sarılan bir insana medeniyetçi değil denilebilir m i? Medeniyetçi olmayan bir insanın m illi­ yet gibi güç gerçekleri b u kadar geniş kavraması elinde m i­ dir?

(*> Peyami Safa, İki Ziya Gökalp, Bilgi Dergisi, Sayı: 90 - 91.


12

ZİYA

GÖKALP

Çok yakından, çok iyi tanıdığım , fik ir adam ı olarak da çok beğendiğim Peyami Safa’m n b u yam uk düşüncelerini öğrenince hiç şaşm adım. O nun G ök alp ’m kişiliğinde görmek istediği ikizliğin kendi kşiliğinde nasıl yaşadığını çok iyi b i­ lirim . B u olay da gösteriyor ki, bir ülkede büyük adam ların yetişmesi ne kadar güç ise, yetişen büyük adam ların, hattâ değerler tarafından doğru olarak tanınm ası da o kadar güç­ tür. H alil N im etullah G ök türk de 2 A ralık 1949 g ünlü Ak­ şam gazetesinde Sav’m G ök alp ’m k ü ltü r ile medeniyet an­ layışına karşı olan düşüncelerini doğru bulm uyor. B u güzel yazının biı parçasını okuyalım: «Bu sözlerden anlaşılıyor ki, yazarın felsefe konusu üze­ rindeki bilgisi eksiktir. Ziya G ök alp ’m Bergson ve Durkheim ’dan nasıl etkin olduğu düşüncesini bir yana bırakarak Bergson felsefe kiatplarında orijinal bir sistem ortaya koy­ m uş filozoflardan sayılır. D urkheim ise genç yaşında değil, yaşı hayli ilerlemiş olduğu halde ölm üştür. Ondan, filozof olm adığı için, zaten bir sistem beklenemezdi. Fakat sosyolo­ ji anlam ında en verim li çalışmalarda, b u lunm u ş bir bilg in­ dir.» «Yazıda: L âkin aklî bilim ler disiplinin en şüm ullüsü olan sosyolojide sistem kurm ağa zam an istiyor» sözü de felsefe görüşü bakım ından yerinde b ir düşünce sayılmaz. Sosyoloji «aklî bilim ler» küm esine değil, «Tabiî B ilim ler» kümesine ayrılır. Sistem ise felsefede olur, bilim de değil.» «Yazıda: Ziay G ökalp’a göre cemiyetin ik i safhası var­ dır. K ü ltü r safhası, medeniyet safhası. B unlar bir levhanın iki tarafı gibidir ve b iribirinden ayrıdır. O n a göre, k ü ltü r bir vadide, medeniyet başka b ir vadide inkişaf eder. B ir mllet beğendiği b ir medeniyeti alabilir. L âkin o medeniyetin sa­ hiplerinin taşıdığı k ü ltü rü alamaz. Türkler B a tı’dan medeni­ yet alacaklardır, k ü ltü r alam ıyacaklardır. Zira G ökalp’a gö­ re, k ü ltü rü m ü zü biz kendim iz tesis edeceğiz. B u n u n için ge­ rilere doğru «araştırm alar» yapacağız. D ö rt başı m am ur bir


ZİYA

GÖKALP

13

T ürk m illeti o zam an 'belirecektir.» denildikten sonra: «kül­ tü r ve medeniyeti ik i kim ya elemanı gibi aykırı tutm anın im k â n ı var m ıdır? B u n la r tek ve b ü tü n olan sosyal hayatı insanın kavram asını kolaylaştırm ak için başvurulm uş tahlil u s u lü n ü n icbar ettiği ik i bakış tarzı değil m idir? Muvakkat bir anlam a m etodunu d a im î b ir realite — Ziya G ökalp’in ta­ biriyle— şeniyet saymak do ğru m ud ur? H a lb u k i cemiyet bö­ lü m kabul etmez, dinam ik b ir varlıktır. Cemiyetteki medeni­ yet onun k ü ltü rü üzerine şiddetle müessir olduğu gibi k ü ltü ­ rün baskısı da medeniyet üzerine tesir etmektedir.» denili­ yor. Herhangi incelemede «her şeyin h ak kını vermek» en başta gelen b ir ilke o lduğundan Ziya G ök alp ’m doğru gördü­ ğü konularla görm ediği konuları biribirm den ayırm ak için onun düşüncelerini incelerken bu ilkeyi gözönünde bulun­ durm ak gerektir. B ugün T ürk varlığına ilişik herhangi konu ele alınırken düşüneceğimiz tek am aç ortaya konan görüşle­ rin «büyük T ürk devrimi»ne olan yaklaşm a derecesi, ona doğru ne kadar yürüm üş olması, o nun gerçekleşmesine doğ­ ru olan yardım ı bakım ından incelenmesidir.» «İşte bu bakım dan Ziya G ökalp’m düşüncelerini incele­ meğe başlayınca, onun en kuvvetli tarafının «medeniyet» ile « K ü ltü r» ü biribirinden ayırması olduğunu görürüz. Medeni­ yet «Milletlerarası» o lduğu halde K ü ltü r «M illî»dir derken b ir gerçekliği ortaya koym uş oluyordu. Zaten bu ayırmayı Ziya G ökalp yapm am ış olsaydı, onu b ir Türkçü, T ürkçülü­ ğün ülkeye doğru — daha aiçıkça— «B üyük T ürk Devrimi»ne doğru yürüyüşünde, onu b ir konak saymak yerinde olmaz­ dı. Oysa k i Ziya G ökalp u lu varlığı duygusunu gözönünde en derin b ir kılık ta duyan türkçülerden biridir. B undan dola­ yıdır ki, onun düşünceleri üzerinde durulur, eleştirmeler ya­ pılır. «Medeniyet ile k ü ltü rü n ayrılm asına gelince, bu da «ger­ çeklik - realite»ye dayanan b ir ayırm adır. Ç ün k ü birçok u lu s­ lar herhangi çağda b u lu n u p o çağın medeniyet şekline girerek bir medeniyette olabilirler. Fakat aralarında k ü ltü r ayrılığı


14

ZİYA

GÖKALP

gene kendini gösterir. B urada Ziya G ökalp’m anladığı «Me­ deniyet» ile « K ü ltü r»ü n ne demek olduklarını açıkça ortaya koym ak gerektir. Her ne kadar bunu kendisi birçok yazı­ larında anlatm ak yolunu tutm uş ise de gene, kısaca, açıkla­ m ak yerinde olacaktır. Tıpkı tek insanın «B enlik»i gibi top­ lu m benliği de ik i tü rlü varlıktan doğar. B iri «Dış varlığı», öteki '«İç Varlığı». Nasıl tek insan «Uzviyet»i ile dış varlığı­ nı, «ruhiyet»i ile iç varlığını gösteriyorsa, b u nun gibi «Top­ lu m » da «m addiyat»ı ile dış varlığını, «Mâneviyat»ı ile de iç varlığını gösterir. T oplum un «M âneviyat»ı onun yeryüzündeki toprak parçası bile o toprağın üzerinde toplum a b ü ­ tün iyilikler, yararlıklar verecek ve işte — yazarın dediği gi­ b i— «tabiat ve m atem atik» gibi b ilim ve sanatların işlemle­ riyle ortaya koyduğu bo lluk ve genişliği sağlıyacak olan araç­ lardır. «T oplum un ‘Mâneviyat’ı ise en başta «dil» olm ak üzere aile, hukuk, ahlâk Vs. gibi k u rum lar dır. T oplum daki b u m â ­ nevi varlığı yapan şeylerin topu da onun k ü ltü rü d ü r. Top­ lu m u n öz varlığı olan k ü ltü rü onun ulus varlığını gösterir. Yoksa, k ü ltü rü n yokluğu ile ulus varlığı da ortadan kalkar. N itekim bugün hangi toplum u ele alsak onun k ü ltü rü n ü öbürlerinden ayrı olarak görürüz (1). Bundan, dolayı bugün ulus varlığı, kısaca, «K ü ltü r birliği b u lunan bir toplum » d i­ ye tanım lanıyor. B ugün meselâ b ir Fransız k ü ltü rü vardır, öte yanda bir de A lm an k ü ltü rü vardır. B ir çağın medeniye­ tini taşıyan b u iki top lum bu k ü ltü r ayrılığı ile kendi öz var­ lık ların ı yaşarlar ki ayrı ayrı birer ulus o ldukları da b undan ileri gelir. Fakat böyle olm akla b u g ü nkü medeniyeti yaşıyan b ü y ü k insanlık âleminde kendi yüksek yerlerini kaybetmiş

(1) Kültür kelimesinin bir de bir kimsenin «genel bilgisi» yahut bir «bilimde derin bilgisi» olmak mânasına gelmesi vardır ki, meselâ «kültürlü adam» dediğimiz vakit bu mânada söy­ lemiş oluruz. Burada kültürün bu mânada olmadığı mey­ dandadır.»


ZİYA

GÖKALP

15

olmaklar. Tersine, kendi ulus varlıklarında, yâni kültürlerin­ de, ne kadar ilerlerse o kadar çağdaş medeniyeti edinmiş, o kadar insanlık âlem ini de ilerletm iş olurlar (2). Peyami Safa’nın G ök alp ’m kişiliğini ikiye ayıran d üşün­ celerini andıran bir yazı da, Tahsin Dem iray'm yayınladığı­ dır. Bu. yazının da bir parçasını buraya alıyorum: «Bir Ziya G ökalp vardır ki şâirdir, bilgindir, mütesavv ıftır — kendi tâbiri— vecit adam ıdır. B u zat DiyarbakIrlI Ziya Beydir. 1876 dan 1909 a kadar, 33 yıl, kendi kendisini yetiştirmiştir. Meşrutiyet inkılâbında, 1909 yılı sonlarına doğ­ ru, Diyarbakır'dan Selânik’e dâvet edilen b u Ziya Bey, orada Cemiyetin — yâni p artin in — Merkezi Um um îsine seçilmiş ve b u suretle Şarktan G arba geçmiştir. «Diğer bir Ziya Bey vardır ki, Selanik’te G ökalp olmuş, İttih a t ve Terakki’nin ideolojisini kurm uştur. 1910 da Se­ lanik'te b ir fikir yıldızı olarak yükselmiye başlayan b u Ziya Gökalp, kurduğu ideolojisinin m üm essilliğini bizzat yapmış, tatbîkçîleri ise delikanlı paşalar olm uştur. O, bunların her birine m ito lo jik adlar vermiş ve en atılganına Deli D u m ru l’ luğu tevcih etmiştir.» Talisin Demiray, G ök alp ’m kişiliğini böyle ikiye ayırdık­ tan sonra, yazısını bitirirken şunları da söylüyor: «Bugün artık ister istemez türk çü Ziya. G ökalp ile to­ taliterlere ideoloji yapmış Ziya G öaklp’ı ayırm ak, bunlardan birincisini aziz bir hatıra olarak saklarken, İkincisini am an­ sız b ir şekilde fikriyatım ızdan sürü p çıkarm ak gibi insana eza veren b ir mevkideyiz.» G ökalp'ın sosyoloji anlayışını m etodlu b ir çalışm a ile in ­ celediğimiz zam an, totaliter rejim e hizm et etmiş bir fikirci olarak anlam ak elde değildir. Nitekim , «fert yok, cemiyet (2) îmsanı tek varlık olarak gösteren uzviyet ile rulıiyetin bir­ birleri üzerine etkide ve tepkide bulundukları gibi medeni­ yet ile kültürün de birbirleri üzerinde etkide ve tepkide bu­ lundukları şüphesizdir.»


.16

ZİYA

GÖKALP

var» sözü onun to p lum anlayışından koparılır, köksüz bir dal parçası gibi ele alınacak olursa, b u söz, fert gerçeğini yoğumsayan, b ü tü n insan varlığını toplum dan ibaret sanan . bir ideologun yam uk inancı gibi anlaşılabilir. G ökalp’ı böyle anlam ak doğru m ud ur? Gökalp, n için böyle söylemiştir? So­ ru yerindedir. B u n a karşılık vermek doğru olur. G ökalp’tan önceki fikir hayatım ızı b ir düşünün. Hele b u hayatta to p ­ lu m gerçeğine ayrılan bilinç, bilgi, b ilim , felsefe payının k ı­ sırlığını, h a ttâ yokluğunu da bir düşünün. İşte G ökalp’m bu sözü fertten, onun organik, biyolojik güçlerinden başka bir şey tanım ıyan, hem materyalist, hem de individüalist inanç­ ların baskısı altında kalan insanların çevresinde sosyolog bir sanatçı yönünden söylenmiş, paradoksal bir sözdür. Her pa­ radoksal söz gibi, aykırı olam kla birlikte yine de bir gerçek payı taşım aktadır. K a ld ı ki, G ök alp toplum içinde «var» san­ dığım ız ferdiyetlerin şahsiyetlerden başka bir şey o lm adığı­ n ı bizde ilk açıklıyan adam dır. O şahsiyet ki, can ile vicdanın toplum etkisi altında kaynaşm asından meydana gelmiş sos yo - psikolojik bir varlıktır. Yazar, G ökalp’m politikacılık yapm asını da doğru b u l­ m am aktadır. Ş u sözleri söylemektedir: «B ugün artık, isteı istemez, T ürkçü Ziya G ökalp ile totaliterlere ideoloji yapmış Ziya G ökalp’ı ayırmak, bunlardan birincisini a.ziz bir hatıra olarak saklarken, İkincisini am ansız bir şekilde fikriyatım ız dan sürüp çıkarm ak gibi insana eza veren b ir mevkideyiz.» Böyle b ir eleştirme yapılırken bir şeye çok dikkat etmek gerekiyor. G ökalp’m Türkiye tarihindeki hizm eti ne türlü b ir hizm et olm uştur? B u hizm et bir b ilim hizm eti m idir, b iı ih tilâlcilik m idir, bir devrim cilik m idir, hangisi? G ökalp, b iı çok bilginler gibi, yalnız b ilim yapm akla kalm am ıştır. O, .sosyologdur. Ancak, D urkheim gibi b ilim sınırları içinde k a­ lan b ir sosyolog değildir. B ir ihtilâlci de değildir. İhtilâlci olarak yaratılm ış da değildir. O, yalnız b ir devrimcidir. Bu devrimciliğ fikirle, bilim le, çevresi insanlarının ülk ü sü ile


ZİYA

GÖKALP

17

;yaprnak .istemiştir. B unu da yapm ıştır. Yalnız, Gökalp bunu y apm ak için im p arato rluğu yıkıp onun yerine demokrasi re­ jim in i koyacak, Cum huriyeti ilâ n edecek b ir ihtilâlci, bir A tatürk değildi. B ü tü n yaptıklarını sözle, kalemle yapmıştı, B u n u n için, çevresindeki olup bittüerle anlaşm ak zorunda id i. O, b u uysallıklarının verim ini alm ış olan m u tlu bir in ­ sandır. G ök alp ’ı düşünürken onu içinde yaşadığı şartlarla b irlik te düşünm ek do ğru olur. Besbelli ki bir sosyolog, bir b ilim adam ı olan Gökalp, «Cemiyet yok, fert var» demek is­ teyen bir toplum da «fert yok, cemiyet var» demek zorunda kalm ıştır. Böyle diyerek de fertlerin üstünde, fertleri yönel­ ten sosyal gereğin varlığını, üstünlüğünü daha kolay tanıtabilm iştir.

★ Ziya G ök alp ’ı hiç tanım azdım . B irinci Dünya Savaşı se­ ferberliğine yakın günlerde idi. Süleym an Nesip, yani Süley­ m an Paşazade Sam i Beyle İstanbu l’da, E m in ö n ü ’nde bir kahvaltıcı dükkânına girm iştik. Gökalp da. orada kahvaltı edi­ yorm uş. Sam i Bey bizi tanıştırdı. Görüşmeye başladık. Ogiin benim üzerimde yaptığı etki ağır başlı bir insanınki idi. Çok ağır davranıyor, çok ağır konuşuyordu. Ancak, insanı hiç sık­ m ıyordu. K ü ltü r problem leri üzerinde durm uştuk. B irçok­ ları gibi ideolog değildi. Fouille’yi, D urkheim ’ı tanıyan bir insandı. Sözleri bana D urk he im ’ın Les Regles de la Metlimle Sociologique adlı kitabını hatırlatıyordu. Kafaca uyuşmuş gibiydik. B u tanışm a bende onun kişiliğine karşı büyük bir .sevgi, saygı yarattı. Kendisi ile b ir daha görüşememiştim. ★ Y ıl 1911. M aarif Nezareti beni İstanbul Üniversitesi Ede­ biyat Fakültesi, Terbiye P rofesörlüğü ile görevlendiriyor. F: 2


18

ZİYA

GÖKALP

G ökalp da o günlerde b u Fakülteye profesör oluyor. B u b u ­ luşm a bizi birbirim ize pek yaklaştırm adı. G örüşm elerim iz hep resmî kalıyordu. Edebiyat Fakültesi m ü d ü rü n ü n odasın­ da, Meclisi M üderrisinde buluşm aktan, hemen hem en selâm ­ laşm aktan ibaret kalıyordu. Y a k ın arkadaşlığım ız yoktu. O günlerde Edebiyat Fakültesinde bir kalk ınm a devıntisi başlamıştı. B unun için dünya b ilim adam larından yarar­ lanm ak isteniyordu. Ben yabancı profesörlerin getirilmesi düşüncesini sonuna kadar savunanlardan biriyim . Tartışm a sürüp gidiyordu. Öyle b ir an oldu k i heyecanlı heyecanlı şu sözleri söylemekten kendim i alam adım . — Ben getirilecek bir yabancı profesör için k ü rs ü m ü terketmiye hazırım , dedim. Ben b u sözü söyler söylemez rah ­ m etli Ağaoğlu Ahm et irk ilir gibi oldu: — Ne demek? Sen k ürsünü işgal etmiye kendini selâhiyetli görm üyor m usun? dedi. Çok sevdiğim, çok saydığım, bu insanı daha fazla üzm e­ m ek için: — Tabiî, gelecek olan insanın herhangi b ir terbiyeci de­ ğil, ilim adam ı olması şart, dedim. Görüşmeler sonunda Avrupa’dan, Am erika’dan profe­ sörler getirilmesine karar verildi. Profesörlerin hangi ders­ lere nerelerden getirilecği konuşulacağı sırada B irinci D ü n ­ ya Savaşı başlam ıştı. O nun için, profsörler yalnız Alm anya’­ dan getirilecekti. B u arada Edebiyat Fakültesine tecrübi psikoloji ile tecrübî Pedagoji için Profesör getirilmesi de karar altına alındı. B urada G ökalp şöyle b ir teklifte bulundu: — Getirilecek olan mütehassıs tecrübî psiklo ji ile tacrüb î pedagoji profesörü olacaktır. B u konular terbiye h â d i­ sesinin p sikolojik cephesini aydınlatabilir. H a lb u k i terbiye­ n in bir de içtim ai cephesi vardır. Terbiye her şeyden önce İçtim aî b ir hâdisedir. O nun için, içtim aiyat m etodlarıyla in ­ celenmesi zarurîdir. Fakültedeki terbiye derslerinin ikiye


ZİYA

GÖKALP

19

ayrılm ası doğru olur. B ir kısm ı terbiye ruhiyatı b ir kısm ı da terbiye içtim aiyatı olarak. A ram ızda terbiyevî içtim aiyat ile en çok uğraşan İsm ail H akkı Beydir. Terbiyevî içtimaiyat dersinin kendisine verilm esini teklf edyorum. G ökalp’m bu teklfi hem en kabul edildi. B u dersi kürsüm den atılmcaya ka­ dar yıllarca verdim.

★ Y ıl 1915. G ün ün birinde M aarif N azırı Dr. Nazım , se­ ninle görüşm ek istiyor dediler. M aarif Nezaretine gittim . Dr. N âzım bana şu sözleri söyledi: — Tedrisa.tı Taliye M üd iri U m um îliği m ünhal. B u vazi feyi sizin kabul etmenizi rica ediyorum. Bu, sizin D arülfü­ nu nd aki hocalığınıza m â n i olmıyacak. B u teklif en aşağı bir güveni anlatıyordu. Ancak, beni hiç sevindirmedi. H üküm et, İdare işlerine karşı hep çekin­ genlik, b ir soy m ukavemet taşırım . Dr. N âzım ’a şunları de­ dim: — Teşekkür ederim. Ancak, ben derslerimle uğraşm ak­ tayım. B u ikin c i b ir vazifeyi nasıl kabul edeyim? Onun için beni m azur görün. Dr. N âzım , sam im îliğim e inandı. Telaş edercesine: — Y o k... Ne olursa olsun, b u b ir vatan işidir. Size ih ti­ yacım ız var. B eni yalnız bırakm ayın. B ana yardım edin. Siz­ den b u n u rica ediyorum, dedi. D üşünm ek için üç gün izin istedim. Fakülte arkadaşla­ rım la da tem aslarda bulundum . Sonunda kabul ettim. Son­ radan öğrendim . İttih a t ve Terakki U m u m î Merkezinde an­ ket yapılm ış, en çok oy ben kazanm ışım . B u işde de G ök alp ’ m rolü b ü y ü k olmuş.

★ G ü n ü n birinde, Edebiyat medresesi m ü d ü rü n ü n odasın-,


20

ZİYA

GÖKALP

da oturuyoruz. M üderrislerin hemen hepsi orada idiler. Meclisi M üderrisin toplanacaktı. Yahya K em al ayakta, m ü ­ derrislerle ayrı ayrı görüşüyordu. B u arada «İsm ail H akkı Bey» sözünü söylediğini işitiyordum . Fakültede İsm ail H a k ­ kı adlı iki m üderris vardı. B iri İzm irli İsm ail H akkı, b iri de bendim . Ancak, İzm irli İsm ail H a k k ı’dan söz açılınca sade İzm irli derler, adını söylemezlerdi. Adı geçen İsm ail H akkı ben olacaktım. Ancak, adım ın ne münasebetle söylendiğini anlıyam ıyordum . Sonra öğrendim . Eldebiyat Fakültesine de­ kan seçilecekti. Ben, G ökalp yönünden aday gösterilmişim. Yahya Kem al, ilgililere bu n u haber vermekte im iş. Şaşa kaldım . Dekan seçildim. B ir ikinci defa yine seçildim. Bu seçilmeler hep G ök alp ’m isteği ile olmuştu. ★ Y ıl 1920. İsm ail Safa, M aarif Vekili. Müsteşar arıyor. G ök alp ’a k im i müsteşar yapabileceğini soruyor. Gökalp: — İsm ail H a k k ı Beyi, diyor. İsm ail Safa, bu ko nu üzerinde tekrar tekra.r duruyor. G ökalp da her defasında beni ileri sürüyor. O zam an İsm ail Safa soruyor: ' — O nu n üzerinde niçin b u kadar çok diyor?

duruyorsunuz?

G ökalp’ın karşılığı şu oluyor: — Nasıl durm am ? Memlekete binlerce adam m iş. Ondan iyi M aarif Müsteşarı olur m u? diyor.

yetiştir­

Olandan bitenden benim haberim yok. G ü n ü n birinde M aa rif V ekilinin im zası ile b ir tezkere geliyor. M aarif Ve­ kâleti M üsteşarlığına tayinim iradei Âlyeye iktiran ettiği b il­ diriliyor. Şaşa kaldım . Fakültede k ü rsüm var. H em de Fa­ kültenin dekanlığını yapıyorum. Üstelik idare işlerinden hoş­ lanm am . Ne yapm alıydım ? Fakülte arkadaşlarım a durum u açıkladım .


ZİYA

GÖKALP

21

— B enim burada kalm am ı m ı isterseniz, yoksa M aariî Vekâleti M üsteşarlığına gitm em i m i, dedim. Tabiî, burada kalm anı isteriz, dediler. K arar verdiler. Ve­ kâlete yazılan tezkerede Fakülteden ayrılması Müderrisler Meclisince uygun görülm em iştir denildi. İsm ail Safa çok üzülm üş. Ancak, gönderdiği karşılı ktezkerede Fakülte Mec­ lisinin kararı uygun g örülm üştür, diyerek d ü rüstlü ğün ü bir kere daha, göstermişti. ★ B irinci Cihan Savaşma yakın günlerde İstan b u l’da Binbirdirek’te M illî T alim ve Terbiye Cemiyeti adıyla b ir Ce­ m iyet kurm uştuk. Ben bu cemyetin genel sekreteri b u lu n u ­ yordum . Cemiyet bir k ü ltü r dergisi çıkarıyor, halka konfe­ ranslar veriyor, ayrıca ilim , m illiyet konuları üzerinde o za­ m an «m ünazara» adını verdiğim iz tartışm alı toplantılar ya­ pıyordu. Cemiyet ayrıca Şem sülm ekatip adlı özel o kulu ko­ ruyor, b u okulda benim pedagoji denemelerim i yapm am ı sağlıyordu. Cemiyetin göz hekim i Esat Paşa gibi değer ta­ nır, yurtsever bir insanın başkanlığında olması ayrıca Ede­ biyatı Cedide şairleri arasında Süleyman Nesip diye anılan Süleym an Paşa Zade Sam i Bey gibi, yorulm ak bilm iyen bir fikir, sanat adam ının kurucular arasında bulunm ası da bu cemiyetin verim ini arttırıyordu. G ü n ü n birinde M illî T alim ve Terbiye Cemiyetinde o za­ m ana kadar üzerinde hiç durulm am ış olan din terbiyesi ko­ nusunu ele alm ıştık. M ünazara yapacaktık. Gazetelerle ilân ettik. Konferans salonu dolm uştu. Gelenler arasında Gökalp da bulunuyordu. Dinleyenler arasında söz alanlar, konuşan­ lar vardı. Sıra G ökalp’a gelmişti. M asa başına geldi. K o nuş­ maya başladı. Sözleri arasında kimseyi incitecek söz yoktu. Dinleyiciler arasında bulunan rahm etli Trabzon mebusu Ş ü k rü Bey, birden bire yerinden fırladı. «Sen dine hakaret ediyorsun.» diye G ökalp’m üzerine y ürüdü, fîü k r ü Beyi önle­


22

ZİYA

GÖKALP

diler. B u durum da yapılacak şey ne idi? H em en yerimden fır ­ ladım . Yüksek sesle heyecan içinde şunları söyledim: — Burası p olitik a ile hiçbir alâkası olmayan, m iili bir cemiyettir. B urada herkes kendi düşüncesini hiç çekinme­ den, apaçık söyleyebilir, Söylenen sözler arasında anlaşılm a­ yanlar varsa sorulabilir. Söylenenleri kendi kanaatine uygun bulm ayanlar kendi kanaatlarını açıklıyabilir. Söylenenleri yanlış bulanlar da bu yanlışları düzeltmek istiyorlarsa d ü ­ zeltebilirler. B iz böyle bir toplantıda konuşanlara konuşm a hürriyeti tanımayacak bir m illet değiliz. Türk milletiyiz. H ü r­ riyetin güzel şey olduğunu biliyoruz. O rtalık yatışmıştı. B ü tü n b u olanlar bitenler sırasında h i­ tabet m asasının tam karşısında oturm akta olan Gökalp hiç yerinden kım ıldam am ış, söylenenleri dinlem işti. Ben sözüm ü bitirince o söz aldı. M asanın başına geldi. H er zam anki gibi ağır ağır şu sözleri söyledi: — Mevzu din m evzuudur. M ukaddes mevzu. Böyle bir mevzu konuşulurken bir insanın heyecan duymasını pek ta­ b iî görürüm . M illî harsım ızın temeli olan din terbiyesi üze­ rinde b u gibi konuşm aların hayırlı neticeler vereceğine, va­ tanım ıza büyük faideler tem in edeceğine inanıyorum . G ökalp böyle konuştuktan sonra yerine oturm uştu. M ü­ nazara tam b ir olgunlukla sürüp gitm işti. ★ G ün ün.b irinde de yine M illî Talim ve Terbiye Cemiyetin­ de G ök alp ’la konuşuyoruz. O aralık rahm etli Nüzhet. Sabit be­ n i ziyarete gelmişti. İk i dostum u biribiriııe tanıştırdım . N üz­ het Sabit çok zeki,, ateşli bir gençti. Y alnız kendince uygun b u lm ad ığı b ir şey oldu m u hem en itiraz eder, konusunu, so­ n u n a kadar tartışırdı. G ökalp'la tanışır tanışm az tenkitlerine başladı. B ir aralık şu sözleri söyleyiverdi: — Siz ilim adam ısınız, D arü lfün u n m üderrisisiniz. Poli­ tikaya girmeniz, politika ile uğraşm anız doğru m u?


ZİYA

GÖKALP

23

B u sözleri G ökalp’ı azarlar gibi söylüyordu. Gökalp ise h iç gücenmiyor, aynı esenlikle, ağır ağır cevap veriyordu. Ben tan ıd ığ ım insanlar arasında onun kadar genlik, genişlik sahibi insan görm edim . Besbelli ki, onun b u du ru m u yalnız m iza­ c ın ın değil, hem de karakterinin eseri idi. Üstelik insan ruhu­ n u da çok iyi tanıyordu. ★ K afam da yine G ökalp’m b ü im işlerindeki genliğini, ge­ n iş liğ in i apaçık gösteren bir olayın daha anısı var. Onu. da h iç unutam ıyorum . İsm ail Safa’n m M aarif Vekilliği zam anın­ d a Ankara’da Heyeti İlm iyenin toplantısm dayız. G ökalp ile birlik te Kom isyonda çalışıyoruz. A ram ızda b ir tartışm a ol­ d u . B u münasebetle bana şunu söyledi: — Ben burada vaktiyle senin Muallim M ecm uası’nda be­ n im düşüncelerime karşı ileri sürdüğün düşüncelerin m üda­ faa sın ı yapıyorum. Yine de sen bana itiraz ediyorsun! Vaktiyle yaptığım ız tartışm a yeni toplum larda terbiyenin gayesi konusunda idi. Ben o zam an m üstahsil yetiştirmek am acını ileri sürüyordum . G ökalp da buna karşı düşündükle­ r in i söylüyordu. O nun b u tartışm ayı hatırlatm asında beni in a n d ırm a k isteği olduğunu sezmiştim. Ancak, inancım dan ^vazgeçmiyordum. B ir nükte yaparak işi sonuçlandırm ak is­ tedim : — Ben, o g ünkü anlayışla kalm adım , b ir hayli ilerledim, dedim . B u sözüm hoşuna gitti, güldü. G ökalp dünyanın en sa­ b ırlı, en dayanıklı insanlarındandı. Küsm ek, kızm ak, çekin­ m ek nedir bilmezdi.

★ G ök alp ’m hayatında ib r de intihar olayı vardır. B u in ti­ h a r olayını açıklamaya uğraşanlar arasında Dr. Tevetlioğlu’


24

ZİYA

GÖKALP

nun bu konu ile ilin tili olarak verdiği bilgiyi önem li buluyoyorum. Yazılarından bir parçasını buraya alıyorum: «İşte Ziya’n m tasavvufa, daldığı b u devirde D iyarbakır5 in ve b ü tü n m em leketin du ru m u ona büsb ütün ızdırap ve­ riyordu. Başta D iyarbakır’ın Erm enileri olm ak üzere, ken­ dilerinin Türk olm adığını bilen azınlıklar İm paratorluğun boyunduruğundan ku rtulm ak maksadıyla ateşli bir m illiyet­ çilik ruhiyle kaynaşıyorlardı. Rusya’dan, İngiltere’den teşvik göıerek, türklüğün. kuyusunu kazmaya çalışıyorlardı. «Bu hakikat, Ziya’da m illî şu u ru n biran önce olgunlaş­ m asına sebep teşkil etmişse de b u fesat kaynayan cemiyette türk ün du ru m u çevresinden, ailesinden, m ektebinden ve mınleketinden, Şark’tan ve G arp’ten gelen birbirine aykırı tesirler onu intihara götürecek kadar acıydı. «Bu büyük dâvaları hal im k ân ın ı nefsinde bulam ayan genç şuurunu karışm ış ve kendisini ağır bir ru h işkencesi al­ tında buluyordu. Bu buhranlı ânın ı kendisi şöyle anlatıyor: «Ben neyim? Sadece b ir m akine m i? Fakat, b u m akinenin bir zembereğe ihtiyacı var. B u zemberek nerede? Kâinatta.. Eğer bu doğru ise insanın bir hayvandan, tabiat kan u n ları­ n ın bir esirinden farkı yok. B enim g ön lü m b una razı değil­ di. O zam an geçirdiğim bu h ra n beni çok zayıflattı. Adeta bir iskelet gibiydim. Ne vücutça bir hastalığım , ne de İçtim aî bir endişem vardı. B ü tü n ızdıraplarım ın kaynağı felsefî düşüncelerimdi. Eğer büyük h akikati keşfetmiş olsaydım kur­ tulacaktım .» (*) G ökalp’ın değer tanım a işinde ne kadar cömert oldu­ ğunu gösteren olaylardan b iri de şudur: B irinci Cihan Sava­ şı içindeyiz. M aarif Nezareti yine G ökalp'm etkisi ile Sultanahm et’de Taşmektep’de bir Terbiye E ncüm eni kurdu. Aramızda G ökalp, M ustafa Sâtığ, Sekip Tunç, İb ra h im Alâ-

(*) Dr. Tevetûğlu, Türk Milliyetçiliğinin kurucusu Siya kalp (Zafer Gazetesi) 3].10.1951

Gö-


ZİYA

GÖKALP

25

attın Gövsa, İhsan Sungu da bulunuyordu. G ökalp ile M us­ tafa Sâtığ daha, önce Hüseyin R a ğıp ’m M uallim M ecmuası’n daki yazılarıyla bir hayli çekişmişler di. Böyle olm akla b ir ­ likte, Gökalp, Kom isyon B aşkanlığına M ustafa Sâtığ Beyin seçilmesini teklif etmişti. Kom isyon için aday listesi hazır­ layıp M aarif Nezaretine vermiş olan G ök alp ’a sorm uştum : — K om isyon azalan arasına İb ra h im A lâattin Beyi niçin koydunuz, dedim. B ana şunu dedi: — Şiirlerinde salika var. İstikbalde kıym etli bir şah­ siyet olabilir. Onun için seçtik. Ben, G ökalp’m bu değer tanıyıcılığı karşısında saygı duym uştum , ★ Ş im di biraz da «G ökalp’ı doğru olarak nasıl anlayabili­ riz?» sorusuna karşılık vermeye çalışalım B urada G ökalp’m yakın dostu sayı M. N erm in’in, G ökalp için y a zd ığ ıb ir yazıdan dikkate değer bir parçayı alıyorum: «Fakat Ziya Gökalp, yalnız D urk he im ’ı okum akla k a l­ m am ıştır. Yazdığı yazılar, dikkatle okununca, kendi fikir di­ siplinini geliştirmek maksadıyla, başka alanlara ne kadar ya­ yıldığı anlaşılır. B u fik iı disiplini mücadelesinde Ziya’nın b ü tü n dikkati Türk to p lu m u n u n aradığı ideolojide toplan­ m aktadır. Ona göre ideoloji, devlet ve cemiyet ihtiyaçlarını dile getirm elidir. B iz bundan şu m ânayı çıkarabiliriz. İdeo­ lo ji bir m illetin k ültür hasretinden başka birşey değildir ve ana fik ir olarak sosyal haya,tımızda dinam ik b ir rol oynam a­ lıdır. Ana fikiıler, idealler olduğu gibi kalabilirler, am a za­ m a n ın renklerini belirtm edikçe tesirlerini de gösteremezler. O n u n için bir zam anlar turahcı Ziya G ökalp, daha sonraki Türkiyeci Ziya Gökalp olabilm iştir. «Ziya G ök alp ’m yazılarında bugün konusunu kaybetmiş şeyler olabilir. Fakat, onu b u yazılara göre hükümleridir-


26

ZİYA

GÖKALP

m ek yanlıştır. Ziya, bir bakım dan eskimişse başka b ir ba­ kım dan da tam mânasiyle genç kalm ıştır. O nu n ilk fik ir ve mücadele arkadaşlarından b iri olduğum uz için yazılarına giremiyen Ziya’yı daha yakından tanıyoruz. B u Ziya, büyük ölçüde bir devrimcidir. Y urd um uzda sosyal değerleri, ide­ âlleri hayatım ızın kutsal, dinam ik kudretleri gibi düşünen ve onun m antığını hazırlayan odur. B u m antığın en yüksek konusu d a topluluk vecdidir. Vecdini un u tm u ş gönüllere ye­ n i bir vecdin alevini sunm ak ufak b iı iş değildir. Ziya G ö ­ kalp yalnız bu hamlesiyle, başlı başına b ir hayat görüşü ça­ ğı açmış sayılabilir. Böyle bir ham le ise her şahsiyete, türk k ü ltü r tarihi içinde, devamlı bir gençlikle yaşam ak im k ân la­ rını verir (*).» «Gerçi bâzı m ünekkitler b u inkılâplarda Ziya G ökalp’m yazıp söylediği fikirleri oldukça geride bırakan bir hız bul­ m aktadır. Ben de bunlarla beraberim. Fakat şunu itira f et­ m em iz lâzım gelir ki, b u büyük T ürk m ütefekkiri yazdığı m u ­ h it ve zam anda o m uhitle o zam anın şartları içinde hayalin­ deki ileri Türk dünyasının b ü tü n p lân ın ı ifşa edemezdi. Ve b ir muvazaa, re jim i olan O sm anlı Saltanatı devrinde kendi ideolojisinin izahını b ir m uvazaalı tefsir sistemine bağlamak ıstırarında kalm ıştı. M em leketim iz için, m illî irfanım ız için en b ü y ü k bedbahtlık o emsalsiz Visionnaire’in emsalsiz bir «icra» ve «tatbik» adam ı olan Atatürk devrine erişememesi ve b u m uhtşşem devrin eşiğinde sönüp gitm iş olm ası­ dır.» (**) M .N erm i’n in b u yazıları okununca, kendisinin G ökalp’: ne kadar yakından, ne kadar doğru olarak tanıdığı anlaşılı­ yor. Böylelikle G ök alp ’ın karanlıkta, kalacak gibi görünen birtak ım ruh oluşları, ruh davranım ları aydınlığa çıkm ış o lu ­ yor. Gökalp üzerine yazılan yazılar arasında en kavrayışlı (*) M.Nermi, Yaşayan. Gökalp, Yeni İstanbul 26 Ekim 1950 (**) 26.10.941 günlü Tan gazetesinin Ziya Gökalp 17. yıldönümü münasebetiyle» başlıklı anketinden.


ZİYA

GÖKALP

27

b u ld uk la rım d a n biri de rahm etli Sadri E rte m ’inkilerdir. Ya­ zılarından olan b ir parçayı buraya alıyorum: «Türk fikir tarihinin, doktrini ne şekilde m ütalâa edi­ lirse edilsin, asla unutm ıyacağı ve ih m al edemiyeceği b iı adam vardır. B u adam Ziya G ök alp ’tır. Ziya G ökalp, ilim adam ı olarak, m illî filozof olarak, siyasî şahsiyet olarak, ay­ rı ayrı cepheler arzeden bir şahsiyettir. O nun b u hüviyetle­ rin i ayrı ayrı m ü ta lâa etmelidir. O nu sadece yarım asrı dolduram ıyan bir öm rü, bir insan hayatı şeklinde tetkik edenler bize sadece belki b ir bibloyografya verirler. Fakat b ib li­ yografya bize hayat dekorları içinde tazatlarla dolu b ir lev­ h a hissini verir. H a lb u k i Ziya G öaklp, kendi varlığını yaratan tarih in tezatlarını fikirler ve hisler halinde aksettirm iş ol­ m akla beraber onun istkbale br kıym et ve ışık halinde in ti­ kal eden hüviyeti tezatsız, saf fikirler halindedir. Tezat b ü ­ y ük adam larda çok defa göze çarpan bir hususiyettir. Fakat b u tezatlar b ü y ü k adam ların kendi ruh î bünyelerindeki te­ şevvüşten değil, kendilerinin makes oldukları cemiyetin b ü n ­ yesindeki tezatlar, ahenksizlikler, karışıklıklardır. B u b a­ k ım d a n Tolstoy’la Ziya Gökalp, tezatlar bakım ından birbirle­ rine müşabehet arzederier.» (*) «Gökalp, Türkçüdür, fakat O sm anlıcılara ehemmiyet verir. T ürkçüdür, fşkat is lâ m h ilâfetini kuvvetlendirm ek is­ ter. Fakat m uasır devlet diye islâm h ilâfetini pıensip olarak ileri sürer. Eğer Ziya G ökalp’ı cemiyetten tecrit eder ve ce­ miyet içindeki rollerini ayrı ayrı m ü ta lâa etmezsek ufkum uz sadece b u tezatlardan ibaret kalır. H a lb u k i Ziya G ökalp’m m aziden istikbale intikal eden hüviyeti b u tezatların ü stü n ­ de bam başka br ruhtur. Senelerden beri tebcil edilen Ziya G ökalp budur. Asırlarca da adı anılacaktır.»

O ) Sadri Ertem, Ziya Gökalp, Şevket Beysaııoğlu, «Z.Gökalp için yazılanlar - Söylenenler» 1964. Adı geçen eser.


28

ZİYA

GÖKALP

«B ugün onu tetkik ederken, onun uzviyeti gibi' fâni olan taraflarını, yâni cemiyetin çöken kaybolan kısım larım , değil, yaşayan ve devam eden ve yarın da devam edecek, ve bir kıy­ m et ifade edecek olan fikirlerini gözönünde tutm ak lâzım ­ dır. B unun için Ziya G ökalp’ı siyaset adam ı olarak ayrı ay­ rı m ü ta lâ etmelidir.» (*) İnsan b u satırları okuyunca, rahm etli .Sadri Ertem 'deki toplum , gerçek konusunu kavrayış gücünü görüyoı. Ertem G ökalp’ı incelerken bir, bü tün , canlı olan hayat konusunu parçalam aktan çekiniyor. Gerçeği gerçek olarak, b ü tü n lü ğ ü ile, canlılığı ile kavram aya çalışıyor. M .N erm i’de, Sadri E rte m ’de, daha önce, H alil Nimetullah Ö ztürk’de bulduğum uz anlayış genliğini, genişliğini rah­ m etli Hakkr Suha Gezgin’in şu yazısında da bulacağız: «Her fikirde, her düşüncede, h attâ bunları terkip tek­ nesinde yoğurarak usulleştiren büyük hamlelerde bile za­ m anın tesiri inkâr, edilemez. «Ziya’yı parça parça alanların değer hüküm lerinde düş­ tükleri dalâlet b u yüzdendir. H a lb u k i o b ir bü tünd ü r. Ziya’ya o cephesinden bakınca, zam andan nasıl ayrılarak çağ çağ y ürüd üğü n ü ve canlılığım m uhafaza ettiğini görürüz. «O, B a tı’m n filozoflarını da, D oğu’n u n m ütefekkirlerini de okumuş, hazm etm işti. Fakat Ziya’ya h içb irin in kopyesi diyemeyiz. İlim ve felsefe onda heyecanla renklenir. D ü n ­ yanın en büyük sosyoloğu sayılan D urk he im ile Ziya’yi kar­ şılaştırınız. Sosyolojinin katılıktan nasıl kurtulduğunu, bu bilgi şubesine ne sıcak b ir kan dolaşım ı girdiğini sezersiniz. «Ziya'da ilim ve felsefe âdeta sanat vecdiyle karışm ış ve ısınm ıştır. Y apılan in k ılâp la rın hepsinde onun dehasından kopm uş tohum lar görülür. B u toprağa gerçekten aydın olan­ ların hangisi zam an zaman: «Ah, şim di de bir Ziya G ök alp ’ım ız olsaydı,» dem em iş­

(*> Sadri Ertem, Ziya Gökalp. Adı geçen eser.


ZİYA

29

GÖKALP

tir? Hasreti çekilen, çağ çağ adam , m azi olmayan varlıktır.

vücudunun ihtiyacı duyulan

«Sonra Ziya’da kudret yalnız deha

şeklinde görünm üş

değildi. O, faziletle ahlâkın da en yüksek örneği, tapılacak b ir seciye m ihrabı idi. O nun tabiri ile mefkûre, Ziya’n m ka­ fası kadar ruh unu da akıllara sığmaz bir hızla işleten ilâhı b ir çağlayandı. Binlerce ak ü m ü la tö rü kudretle, enerjiyle dol­ duran bir çağlayan. «B ugün ku tu p vazifesini görerek genç zekâları etrafına toplayan, onları ham le mertebelerine çıkaran böyle bir şah­ siyetten m ahrum uz. O nu n her yaş d ö n ü m ü n ü daha büyük acılar/ daha derin endişelerle karşılayışım ızın bir sebebi de işte budur. Ziya’sız Türk vatanı gerçekten ziyası z kalı­ yor.» (*) K adiıcan K aflı da, «Ziya G ökalp ve Atatürk» başlıkh bir yazısında geniş bir inceleme konusu olması gereken bir k ü ltü r tarih i konusu üzerinde duruyor: «H akikat şudur , ki, Türkiye C um huriyetinin yaratılm a­ sında rol oynayan Atatürk ve Ziya G ökalp arasında yalnız kader bakım ından değil, fikir ve gaye itibariyle de tam bir b irlik vardı. Onlar pek fazla görüşm üş olm aksızın birbirleri­ n i -tamamladılar. «Ziya G ökalp, henüz A tatürk bir yüksek subayken ve mem leket çapında, dünya çapında bir inkılâp yaratacağı tah­ m in edilmezken, Türk in k ılâb ın ın esaslarını koym uştu. Din ile devletin ayrılması, Türkçenin sadeleştirilmesi, Medenî K anun, garplılaşmak, k adın h u k u k u ve kadının İçtim aî ha­ yatta erkek kadar rol sahibi olması gibi meseleleri Ziya, G ö­ kalp Cum huriyetin ilân ın d an en az on sene evvel tesbit et­ m iş bulunuyirdu. Yalnız, Cum huriyetten bahsetmiyordu, Ç ü n k ü o devrin havası içinde buna im k ân yoktu.

(*)

Hakkı Süha Gezgin, Ziya Gökalp, Vakit,

2(5 Ekim 1950


30

ZİYA

GÖKALP

«B ir kaç gün evvel bu büyük fikir ve ink ılâp adam ının y irm i altıncı ö lü m y ıld ön üm ü idi. H ürm etle andık. D ü n onu daha az tanıyorduk. B ugün değerinin ne yüksek olduğunu daha iyi anlıyoruz. T ürk in k ılâb ın ın esaslarını Ziya Gökalp koydu. Tatbika­ tını Atatürk başardı. Yaşadıkları müddetçe kalpleri aynı ga­ ye ile çarpan b u iki m illî kahram anın hatıraları bir gün be­ raber anılacaktır.» (*)

(*) Kadircan Kaflı, Ziya Gökalp ve Atatürk, Yeni Sabah, Ekim 1950.

28


II

B İL ÎM — SO SY O LO Jİ — FE L SE F E A N L A Y IŞ I

G ökalp, b irtak ım bilgisizlerin dediği gibi, b u ülkeye hiç b ir yeni bilgi 'getirmemiş*, yalnız b ilim ad am larının ham al­ lığın ı etmiş b ir insan değildir. O nu n b ilim anlayışını açıkla­ yan bir tek yazısı bile, kafalarda devrim yapabilecek bir niteliktedir. B undan elli altm ış yıl önce, bu ülkede manevî b ilim le rin var olduğunu, ne olduğunu G ökalp gibi anlayan, yazan, yayan bir tek insan var m ıydı? G ök alp ’m b ilim kişiliğini incelediğim iz zam an b u kişilik­ te bulduğum uz en büyük özellik, objektiflik ile kesinliktir. B u iki özellik, O ’n u n b ü tü n eserlerinde vardır. Gökalp, bu şartlar içinde birçok b ilim terim leri yapmış, birçok sosyal olgu tanım ları yaratm ıştır. B u terimler, bu tanım lar dünya sosyoloji sözlüklerinde yoktur. G ökalp, Yeni M ecm ua’da yazdığı bir yazıda (*) ilim ­ den ne anlaşılm ası gerektiğini sonuna kadar açıklar. O na gö­ re, d ö rt tü rlü ilim anlayışı vardır: İskolastiklerin alnayışı, m onistlerin anlayışı, pragm atizm , plüralzim . İskolastiklere göre bilim , evvelce hissen kabul edilim ş hakikatları aklın is­ tidlal oyunlarıyla isbat etmektir. Pragmatistlere göre, amelî b ir faideyi intaç eden her fik ir hakikattir. Monistlere göre, b ilim b ir tektir, o da m addiyattan, yahut hayatiyattan ibaret­ tir. Pluralistlere göre dört tü rlü şeniyet vardır: Madde, ha(*) yı 4s6-).

Ziya Gökalp, Muhtelif ilim Telâkkileri (Yeni Mecmua, sa­


32

ZİYA

GÖKALP

yat, ruh, cemiyet. D ört türlü de b ilim vardır. B u dört şeniyet birbirinden ayrıdır. B urada G ökalp’m dikkatini çeken b ir anlayışı ruh olay­ larını organik, hem de sosyal gerçeklerden apayrı bir gerçek olarak anlam asıdır. Ben burada Roberty’nin anlayışına ka­ tılıyorum . B u anlayışa göre, p sikolojik olaylar ik i türlüdür: O rganik kaynaklı olan ru h olguları, sosyal kaynaklı olan ruh olguları. B irincisi Biyo - Psikilojidir, İkincisi Sosyo - Psikolo­ jid ir, Gökalp bilim leri böyle dörde böldükten sonra bu b i­ lim lerin m etodolojileri üzerinde de duruyor. Bu m etodoloji kuralları, şunlardır: B u dört tü r lü şeniyetin kendine özgü olguları vardır. B u olgular öteki şeniyetlerin olgularından kesin olarak ayrıdırlar. B u dört tü r lü şeniyetten berbirinin olguları yine o soydan olan olgularla açıklanabilir. Her şe­ niyetin kendine göre konuları vardır. B una muayyeniyet (Determ inism e) gerekirlik denir. B u dört tü rlü şeniyetten her b irin in kendine göre b ir m ütekkâsı ( substratıım ) vardır. Cansız m addelerinki kimyevî bünye, canlı m addelerinki uzvî bünye, ferdî ruh unk i dım agî bünye, İçtim aî vicdanınki İçti­ m a î bünyedir. Her nev’i hadiselerin ilk sebepleri özel b ü n ­ yedeki değişikliklerdir. G ökalp’m sosyal olguları incelemek için kullandığı metod E m ile D urk he im ’m meydana getirdiği objektif, nesnel m etodtur. D urk he im b u m etodu Les Regles de İa M-ethode Sociolojique ad lı eserinde açıklam ıştır. B u m etodun baş­ lıca ku ralları şunlardır: a — Kafayı objektif, nesnel bir metodla incelemeler yaparak edinilm iş olm ayan, öndünierden kurtarm ak. b — Sosyal olguların ana karakterlerini taşıyan objek­ tif, nesnel tanım larını yapmak. c — Sosyal olguları, özel karakterlerine göre b ö lüm le ­ re ayırmak. d — Sosyal olguları yine sosyal olgularla nedenlemek. İşte G ökalp, D urk he im ’m b u ku rallarını olduğu gibi, bü-


ZİYA

GÖKALP

33

y ük b ir titizlikle uygulam ıştır. B u kuralları uygulam akla bir­ likte b irtak ım yeni procede’ler, yöntemler de kullanm ıştır. Ş im d i artık G ökalp’m sosyolojisi üzerinde duralım . G ökalp sosyoloji b ilim in in m etodolojisi üzerinde durdu­ ğ u gibi, m illî sosyoloji m etodolojisi üzerinde de durm uştuı. İttih a t ve Terakki Cemiyeti yönünden yayınlanm ış olan ge­ nelgelerinden «M illî İçtim aiy atın U sulü» başlığını taşım akta o lan yazısından sosyoloji b ilim in in m etodolojisini açıklayan parçayı buraya alıyorum: « U m u m medeniyetleri ve harsları mukayese ederek ce­ m iyetlerin ve müesseselerin tâb i olduğu tabiî kanunları ari­ yan m ücerret ilm e «mukayeseli içtim aiyat» . denilir. Yalnız b ir millete ait harsın m ensup olduğu medeniyetlerden ne su­ retle temayüz ederek nasıl hususî b ir renk aldığını ve kendi şahsiyeti dairesinde nasıl tekâm ül ettiğini arayan marifete de «m illî içtim aiyat» denilir. «Mukayeseli içtim aiyat tamamiyle şeyî olabildiği için «m üsbet b ir ilim » m ahiyetindedir. M illî içtim aiyat az çok nefsîlikten kurtulam adığı için ötekine ne kadar kuvvetli istinat ederse etsin, daim a bir sanat h ük m ünd e kalır. «Mukayeseli içtim aiyatın şubeleri olan mukayeseli dim ­ yat, mukayeseli ahlâk, mukayeseli hukuk, mukayeseli lisani­ yat, mukayeseli iktisat, mukayeseli bediiyat da birer ilim dir. Gerek bunların, gerek u m u m medeniyetler ile harsların m u ­ kayesesiyle iştigal eden «u m u m î içtim aiyat» ise İçtimaî ilim ­ lerin en m ücerret ve en um um îsidir. Fakat m illî içtim aiyat gibi onun şubeleri olan m illî diniyat, m illî ahlâk, m illî h u ­ ku k, m illî iktisat., m illî lisaniyat, m illî bediiyat da sanat m a­ hiyetindedir. M ücerret olmayıp m üşahhas oldukları için b u n lara «M illî M arifetler» n am ı da verilebilir.» (*) (*) Gökalp’ın ittihat ve Terakki Cemiyeti yönünden yayınlan­ m ış'olan bir genelgesinden alınmıştır.


34

ZİYA

GÖKALP

Gökalp Yeni M ecm ua’d a çıkan «İh tilât ve İçtim a» baş­ lıklı, özlü bir yazısında to p lu m yaşayışındaki ih tilât ile İçti­ m a î fizik olgulardaki ihtilât, içtim a örnekleri ile açıkladık­ tan sonra şunları diyor: «İhtilât 'hali yalnız iki kişi arasında vukubulm az. B irçok fertlerden m ürekkep -büyük bir heyette de b u hal görülebi­ lir. Ekseriya salonlar, mesireler b u haldedir. İh tilâ t halinde iken ruhlarda h âk im olan his, «Tefaihüroülük», yahut «hotpesentlik» diye tercüme edebileceğimiz vanite’dir. İh tilâtı içtim adsn ayıran en bâriz alâmet, birincinin fertleri hotpesentliğe sevketmesi, İkincinin ise, bilâkis, bu histen tecrit edilmesidir. İçtim a halinde insanlar ferdiyetlerini tamamiyle unuturlar, ruhlarını ih tilât zam anında mevcut olmayan lâtif bir heyecan istilâ eder ki b una vecit ( entfoausiasme) diyo­ ruz. B u vecit hangi fikri bir hâle gibi kuşatırsa ona b ir m ef­ kure mahiyeti verir. B u anda artık ben, sen yoğuz, yalnız m efkûre suretinde ruhum uzda uyanan yeni temayüllerim iz vardır. B u temayüller eski tem ayüllerim ize h iç benzemez. Ç ünk ü eski tem ayüllerim iz nefsimize tapm ak esasına m üste­ nit olduğu halde, b u yeni temayüller ferdiyetimizden mefkûrelere sam im î ibadetler, hakikî fedakârlıklar ister. .Gökalp’m fert ile cemiyet kaynaşm asını sonuna kadar açıklayan şu sözleri üzerinde de duralım : «Maddiyata, teşbih caizse, diyebiliriz ki İçtim aî cüzü fertlerin tecemmuu yalnız h ü k m î b ir ihtilât, suretinde olm a­ m ış, kimyevî im tizaçlar b u cüzü fertleri m ürekkep zerrelere ifna ederek meydanda yalnız b u zerrelerle bunların ih tilât hâli kalm ıştır. Nasıl ki hayatî hücreler de, m aner’ler müstes­ na olm ak üzere, m uhtelif şekil ve keyfiyette uzviyetler teşkil etmişler ve mevcudiyetlerini b u İçtim aî mevcudiyetlere tâbi eylemişlerdir.» (* *)

(**) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, (Hars zümresi, medeniyet zümresi).

Muasırlaşmak,


ZİYA

GÖKALP

35

B u sözlerden anlaşılan şudur: Fertlerin b ir araya gelip bir to p lum meydana getirmeleri, bu fertlerin karışmasiyle ol­ m uyor, kaynaşmasiyle oluyor. Sim ide olduğu gibi, suyu mey­ dana getiren oksijenle h idrojenin karışm ası değil, kaynaş­ m asıdır. Su, b u ik i tekin b ir karm ası değil, belki oksijeninkilerden, hidrojeninkilerden apayrı, kendine göre özellikleri olan, yepyeni bir varlıktır. B u kaynaşm a sonunda kaynaşan­ lar artık teklik özelliklerini yitirm işlerdir. B u yaratıcılık yalnız nesnelerde, fizik, sim i alanında değil, biyoloji, top­ lu m âlem inde de vardır. G ökalp’m yaptığı b ilim hizm etlerinden b iri de birçokla­ rınca tek kaynaklı şanılan insan ru h u n u n iki kaynaklı oldu­ ğunu belirtm esidir. İnsanın ru h varlığı bireyliği ile kişiliğin­ den meydana geliyor. Birey p sikolojisinin kaynağı organizma,dir. B una «Bilinç» diyoruz. K işi psikolojisinin kaynağı top­ lum dur. Buna, da «Duyunç» diyoruz. İnsan hem soyunun, hem de tarih in in örnekçisidir. Bireylik olmayınca kişilik de olamıyor. Oysa ki kişilik olmayınca bireylik olabiliyor. Bu anlayışı sonuna kadar açıklayan G ökalp’m yazısından birkaç parçayı alıyorum. «H ayatın kanunu elemden kaçmak, hazzı aram aktır derler. B u kanun doğru olurdu, eğer haz ile elemin m uhtelif nevileri tefrik edilseydi. Haz ile elem bize ya m addî varlık­ lardan, yahut m efkürelerden gelir. Meselâ açlık, susuzluk gi­ bi elemler, vücudum uzla bir takım m addî varlıkların noksan olm asından doğar. H albuk i dinî, ahlâkî, siyasî, bediî elem­ ler b irta k ım mefkurelerimizin, tatm in edilmemesinden hu­ sule gelir. Açlık, susuzluk gibi elemler izale edilmedikleri surette ferdiyetimiz tehlikede kalır. B unlar vücudum uzda başlayan m ad d î bir eksikliğin, m a d d î b ir bozgunluğun h a­ bercileridir. Yemekten, içm ekten duyduğum uz hazlar da yi­ ne uzviyetimizde başlayan bir kuvvetlenmenin, bir canlan­ m a n ın m üjdecileridir. «H albuk i m efkurelerim izin tatm in edilmemesinden do-


36

ZİYA

GÖKALP

ğan elemler izale edilmediği zam an ferdiyetimiz hiç b ir Ntehİke karşısında kalmaz, Ç ün k ü ferdiyetimiz, m addî varlıklar­ dan müteşekkil olduğu için, ancak m addî varlıklardan zarar yahut faide görebilir. Mefkurelerin, yani m anevî varlıkların ona doğrudan doğruya hiç bir tesiri yoktur. Fakat, bizim bu ferdiyetimizden başka bir de m efkûrelerim izden vücuda gel­ m iş bir şahsiyetimiz, var. İşte m efkûrelerim izden doğan elem­ ler b u şahsiyetin tehlikede olduğunu haber verir. M efkure­ lerin tatm in edilmesinden husule gelen hazlar da yine bu şahsiyetin tekâm ülüne tercüm an oluyor. O halde bu nevi hazlara ve elemlere «şahsî hazlar ve elemler» diyebiliriz. «Ferdiyet ve şahsiyetin ikisi de birer temayüller sistemi­ dir. İkisi de elemlerden kaçar, hazlar arar. Fakat, birincisi m ad d î elemlerden kaçarak m a d d î hazları arar. İkincisi ise m anevî elemlerden kaçarak m anevî hazları arar.» «Görülüyor k i «elemden kaçm ak, hazzı aram ak» ferdî hayat gibi şahsî hayatın da nazım ıdır. Fakat, ferdî hayattaki haz ve elem ile şahsî hayattaki haz ve elemin keyfiyetleri, tabiattaki haz ve elem i.le şahsî hayatta,ki haz ve elemin key­ fiyetleri, tabiatları tam am iyle başkadır. Lezzetlilerin (Hedonism e), yahut intifacıların (U tilitarism e) zannettikleri gi­ bi, şahsî hazlar ve elemler ferdî hazlara ve elemlere irca edi­ lemez. Şahsî temayüllerin menşei ferdî temayüllerin menşeinden büsbütün ayrıdır. «Ferdî temayüller bize nevim izin telkinleri m ahiyetin­ dedir. Şahsî tem ayüllerim iz ise cemiyetimizin ilham ları h ük ­ m ündedir. Demek oluyor ki ik i nevi benliğim iz de m sütakil surette b izim kendi m alım ız değildir. Yediğim iz’, içtiğim iz,' tenasül arzusunu hissettiğiniz zaman, zahirde biz kendi fer­ diyetimizi idameye çalışıyoruz. H akikatte ise, haberim iz ol­ m adan, nevim izin idam esine hizm et ediyoruz. D inî, ahlâkî, siyasî, bediî mefkureler peşinde koştuğum uz zam anda da yine zahirde biz kendi şahsiyetim izin temayüllerine tâ,bi olu. yoruz. H akikatte ise, haberim iz olmadan, cemiyetimizin in ­ tizam, yahut terakkisine hizmet ediyoruz.


ZİYA

GÖKALP

37

«Ferdiyet ve şahsiyet ruhun ik i m uhtelif sistem dahi­ linde vücuda gelmiş ik i m uhtelf teşkilâtıdır. Ferdiyet siste­ m in in merkezi nevin fertlere m evdu h ır m üdrikesi h ü k m ü n ­ de olan «Şuur» dur. Şahsiyet sistem inin merkezi ise, cemi­ yetin şahıslara mevdu bir m üdrikesi mahiyetinde olan «vic­ dan» dır. Hayvanlar yalnız nevilerinin m üm essilleri oldukla­ rı için yalnız ferdiyetleri, yani şuurları vardır. İnsanlar ise hem nevilerinin, hem de cemiyetlerinin m üm essilleri b u lu n ­ dukları için aynı zam anda hem ferdyet ve şuurları, hem de şahsiyet ve vicdanları vardır. B u n u n içindir ki hayvanların ruhundan yalnız ferdî ruhiyat ilm i bahsedebilir. İnsanların ru h u n u ise yalnız ferdî ruhiyat ihata edemez. Manevî insanı anlam ak için şahsî temayüllerden ve şahsiyet sisteminden bahis bir de şahsî ruhiyat ilm ine ihtiyaç vardır. «Ferdiyet ile şahsiyeti bu suretlerle tarif ve tefrik ettik­ ten sonra ferdiyetçilik ile şahsiyetçilik arasındaki farkları göstermek gayet kolaylaşır. Ferdiyetsiz b ir şahsiyet tasavvur edilemediği için şahsiyetçiler hiç b ir zam an ferdiyeti ih m al edemezler. Ferdiyet bir tem eldir k i şahsiyet ancak onun üze­ rine kurulabilir. Fakat şahsiyetsiz fertler pek çok olduğu için ferdiyetçiler şahsiyeti ih m a l edebilirler. Nasıl ki tahlillerin­ de şahsî ruhiyata m evki vermiyerek yalnız ferdî ruhiyata is­ tinat eden Fransız natüralizm i b u hale b ir m isaldir. B izim edebiyatımız Fransa’daki b u hasta cereyanı taklide başladık­ tan sonra onu okuyan gençlerimizde fertçilik temayülleri bâriz b ir surette görülmeye başladı. H albuki Şinasi - Kem al devrinin edebiyatı yetiştirdiği gençlere şahsiyetçilik meylini vermişti.» (*) G ök alp ’m b u yazısı yalnız fert ile cemiyet, yâni birey ile to p lum arasındaki tabiat ayrılıklarını göstermekle kalmıyor, psikoloji b ilim in in tek olm adığını, ik i tü rlü psikoloji oldu­ ğunu da gösteriyor. B u psikolojilerden biri psiko lo jik olgu­ ları insan yaradılışı ile açıklayan biyo-psikolojidir. D iğeri de (*)

Ziya Gökalp, Yeni Mecmua, Sayı: 1


38

ZİYA

GÖKALP

p siko lo jik olguları toplum ile açıklıyan sosyo-psikolojidir B u ik i psiko lo jinin ayrı psikolojiler oldukları, yüzyıllarca anlaşılm adığı için, insanlar b u bilgisizlikleri yüzünden çok zarar görmüşlerdir. G ökalp’m «İçtim aî Mezhepler ve İçtim aiyat» başlıklı bir yazısı insanı şaşırtacak kadar enginlik taşım aktadır. B u ya­ zısı da gösteriyor ki onun b ü tü n sosyoloji yazılarını toplayıp yabancı dillere çevirmek yalnız T ürk düşüncesini dünyaya tanıtm ak için değil, dünyayı türk düşüncesinden yararlan­ dırm ak için gerekmektedir. B unu yapm ak bugünkü türklere düşen bir insanlık borcudur. G ökalp’a göre, B atı'da birbirine karşıt dört sosyal m ez­ hep vardır: Fertçilik, sosyalizm, m illiyetçilik, beynelmilliyetçilik. Bu mezhepler çalışm a olum undadırlar. B u mezheplerin kendilerine göre teorileri, um deleri vardır. G ökalp’a göre bu döıt. mezhep toplum gerçeğindeki dört akım olarak belirmektedir. G örünüşte b irib irin in karşıtı olan b u dört mezhep b ir tek kaynaktan, İçtim aî tesanütten, sosyal dayanışmadan doğm aktadır. «İçtim aî tesanüt, bir züm re nin maddeten biribirinden ayrı olan fertlerini m anen biribirine bağlıyarak heyeti m ecm ualarını bir uzviyet haline getiren gayıi m er’î tabıtaların m ecm uu dem ektr.» (**) B u anlayışla bu dört m ezhebin kaynağı ne olduğunu şöy­ le anlatıyor. Sosyalizm hars züm resindeki m ekanik tesanüt­ ten doğan bir akım dır. Fertçilik de yine bu züm renin orga­ n ik dayanışmasından doğan bir akım dır. M illiyetçilik aynı medeniyetten olan ayrı m illetlerin kültürleri arasındaki et­ kilenmeden doğan bir akım dır. Beynelmilliyetçilik ise aynı medeniyetten olan m illetler arasındaki bilim , teknik gibi us ko nuların ın ortaklam a olm asından ileri gelen bir akım dır. İşte b u dört akım b irib irin in düşm anı olm ak şöyle dursun, b irib irin in yardımcısı, bütünleyicisidir. B u gerçeği b ir de G ök alp ’m ağzından dinleyelim: (**) Ziya Gökalp, İçtimaî Mezhepler ve içtimaiyat, Yeni Mec­ mua, Sayı: 26.


ZİYA

GÖKALP

39

«İşte görülüyor ki beynelmilel züm rede de m ihaniki ve uzv î tesanüt mevcuttur. Beynelmilel b ir züm renin müşterek b ir medeniyete m alik olması onun m ih an ik i tesanüdünü vü­ cuda getirdiği gibi, her m ille tin o rijin al b ir hars vücuda ge­ tirm esi de medenî züm renin uzvî tesanüdünü m ucip olur. O halde ne iktisadiyat sahasında b irib irin in zıddı gibi görü­ n e n fertçilikle içtim acılık arasında tezat, ne de siyasiyat sa­ hasında. m illiyetçilikle beynelmilelcilik arasında h ak ikî bir tebayün mevcuttur. B u cereyanların d ö rd ü de tesanüdün d ö rt m uhtelif şeklinden doğmuş, dört no rm al cereyandır. B u cereyanlar arasında zahiren görünen tezatlar cereyanla­ rın kendilerinde değil, gûya onları temsile yeltenen m ütena­ z ır mezheplerdir. B ir İçtim aî mezhep, İçtim aî hayatın yalnız b ir faaliyetine istinat ederse tabiî vahidülcanip intransigeant b ir şekil alır. İçtim aî hayatta hem âhenk b ir surette doğan ■ve yaşayan b u dört tü r lü tesanüt beraberce ele alınarak dör­ d ü üzerine m üstenit kesirülcevaip bir İçtim aî mezhep tees­ süs ederse tabiî b u da İçtim aî hayat gibi âhenktar olur. B i­ naenaleyh tesanütten doğan b u d ö rt İçtim aî cereyanın hep­ sini cam i ve telif kâr olm ak üzere tesanütçülük (Solidarism e) nam iyle yeni b ir İçtim aî m ezhebin de terkip1ve telifi m ü m ­ k ü ndür.» (***) G ökalp’a göre, m illî içtim aiyat u su lü n ü n b irinci kuralı «m üşteıek noktaları aram ak» tır. B ir m illetin içinde biribiriyle çatışan birkaç hareket bulunabilir. B u hareketler, b ir­ çok noktalarda biribirinden ayrılm akla birlikte, bazı nokta­ la rd a biribirleriyle birleşebilirler. Birleşilen noktalar m ille­ tin örfüne, sosyal duyuncuna uygun olan noktalar demektir. «Meselâ mem leketimizde T ürkçülük, islâm cılık, asırcılık» Ttamlariyle ü ç İçtim aî hareket m evcuttur. B unlar m illetim izin m ensup bulunduğu üç m uh te lif medeniyetin im tizaç edemiyerek h â lâ biribiriyle mücadele ettiğini gösteren canlı delil-

(***) Ziya Gökalp, adı geçen eser.


40

Z, İ Y A

GÖKALP

lerdir. B u hareketlerin üçü de ananecidir. M am afih b u üç züm re aynı millete m ensup olduğu için aralarında m utlak a tearüf mevcuttur. Gerek kendi aralarındaki tearüfleri, ge­ rekse başka milletlere karşı olan tenaküsleri gösterir ki. hep­ si aynı örfte m üşarikdirler. B ir m illetin içindeki züm reler m uttasıl kaplardaki m âyi gibidir! B u m âyi nasıl muvazenet hâlinde bulunursa o z ü m ­ reler de daim a tearüf hâlinde bulunurlar. Fakat örf vicdan­ larda gizli bir hâdise olduğu ve meydanda, tezahür eden an­ cak ananeler bu lundu ğu için ruhlarındaki m üşabehet görülmiyerek yalnız fikirlerindeki mübayenet görülür. B ununla beraber, ekseriya bu üç hareketten birine m ensup bazı ana­ nelerin diğer ikisi tarafından kabul ve istimal, edildiği vâkidir. O halde bâzı ananeler, hangi medeniyete m ensup olursa olsun, üç züm renin müşterek esasları sırasına girmiş, yâni, müessese ölm üş demektir.» Ğ ökalp ’a göre m illî sosyolojinin ikinci kuralı telif, yâni anlaştırm adır. B ir m illetin içindeki çatışan bölükleri biribiriyle anlaştırm ak eldedir. B u n u yapabilm ek için önce b u b ö ­ lüklerin k ü ltü r şekilleri ile medeniyet şekillerini biribirinden ayırm ak gerektir. «Meselâ islâm cılığın medeniyetçi şekli fıkıhçılıktır. H albuk i islâm cı olm ak için m utlaka fıkıhçı ol­ m a k iktiza etmez. F ık ıh islâm iyetin ikinci asrında zuhur et­ m iş medresevî bir ananedir. İslâmiyetin en âli zam anı fık ­ h ın zuhurundan evvelki zam an olduğu gibi, asrı hazırda fık ­ h a tam am iyle tâbi olmayan bir İslâm hayatının yaşanıldığm ı da görüyoruz. Sadrî islâm da fık h ı kabul etmiyen ehli hadis, kelâm ı kabul etmiyen m ütekaddim in, bilâhare fıkıh ile kelâ­ m ın «kal» ı yerine «hâl» i ikam e eden mütesavvıfa canlı bir İslâm harsı yaşam ışlardır. B unlar gibi niçin bu günün örfçileri de canlı bir İslâm harsı yaşam asınlar? Meselâ, T ürk çü­ lü ğ ü n medeniyetçi şekli türeciliktir. H albuk i türeden evvel b ir Türk medeniyeti olduğu gibi, bizzat türe de G ültekin k i­ tabesiyle K u datkıı B ilik ’te Cingiz’in yasasında, T im u r’u n tüzdeklerinde Fatih ve Süleym an’ın kanunnam elerinde başka:


ZİYA

GÖKALP

41

başka şekiller alm ıştır. B undan başka O sm anlı Türklerinin yaşadığı b u g ü n k ü harsî hayat da b ü tü n Türkler arasında taam m um ederek yeni bir Türk medeniyeti meydana getirmek­ tedir. O halde İslam cılık fık ıh çılık demek olm adığı gibi, T ürkçülük de Türecilik demek değildir. B u n u n gibi, asırcılığı da m utlak a Avrupacılıktan ibaret saym am alıdır. M ua­ sırlaşm ak baş akşey, avrupalılaşrnak ise başka şeydir. B u iki meslek arasında yakınlık varsa da ayniyet yoktur. O halde fıkıhçılık, türecilik, avrupacılık telif olunam az. Ç ü n k ü bun­ ların üçü de ananeci ve taklitçidir. H a lbuk i hakikî T ürkçü­ lü k ve hakikî asırcılık esasen m illetin şuursuz vicdanında m ütelif bir surette yaşadıkları için şuurlu bir şekilde de te­ lif olunabilirler.» (*} G ökalp m illî duyuncu, sosyal akım ları bu lup yakalam ak için üçüncü kural olarak «İstişhat» dediği tanıksam ayı sağ­ lık veriyoı. B u tanıksam ayı nasıl yapm alı? Gazetelerle, der­ gilerle anquette yaparak m ı? B unu istemiyor. Ç ünk ü bu gibî soruşturm alar m illî duyuncu değil, ancak, vasati enmuzeçleri, ortalam a tipleri gösterebilir. Oysa ki m illî duyunç dâhilerde belirir. Ancak, b u kaynak da karışık olabilir. «H albuk i bu gibi zatlar birtak ım sam im î dakikalarda tekellüf ve tasannua dûçar olm aksızın bâzı sözler söylemişler ve işler yapm ışlar­ dır ki m illî içtim aiyat noktai nazarından gayet kıym etlidir. İşte b u gibi sözleri ve tarzı hareketleri vesika ittihaz etmek tarikm a «istişhat usulü» derler. Meselâ N am ık Kemal'den m illî içtim aiyat için birçok istişhatlar yapabiliriz. O nun Tan­ zim at hareketini ayniyle kabul etmemesi, 93 K a n u n u Esasisi yapılırken «H ukuku H ü k ü m ra n în in m uhafazası lüzum una dair» A bdülham id’e m ektup yazması m illî vicdanın tecelli­ lerinden m âduttur,

(*) Gökalp’m ittih at ve Terakki Cemiyeti Yönünden yayınlan­ mış olan genelgelerinden.


42

ZİYA

GÖKALP

«Büyük adam lardan başka, büyük buhranlar da istişhat için birer vesika teşkil eder. Meselâ, 31 M art hâdisesi h ü k ü m ­ dara, türklüğe ve islâmiyete kıym et vermemek, «ittihadı ana­ sır» fikrine büyük bir ehemmiyet atfetm ek hareketlerine kar­ şı bir m illî tezahür addolunabilir (*). G ökalp’a göre m illî sosyolojinin dördüncü kuralı m il­ letin tipini, ü rg ü tü n ü belirtm ektir. «Mukayeseli içtim aiyat cemiyeti birtak ım cinslere ve her cinsi de birtakım nevilere ayırarak İçtim aî eıımuzeçler husule getirir. B u suretle her m illet herhangi bir İçtim aî cinsin bir nevine m ensup olm ak lâzım gelir. Her İçtim aî cinse ve neva elverişli olan örfler ve müesseseler ve b u n ların tâbi olduğu kanunlar m â lû m olaca­ ğı için bir m illetin cinsi ve nevi taayyün edince örf ve m ües­ seseler ile m ensuhaları ve persindeler kolayca tefrik olu­ nabilir.» (**). G ökalp burada top lum larm bir bölüm lem esini yapıyor. Şöyle: T oplum ları üç türe ayırıyor: Sağlı (H orde), kavim (Peuple), m illet (na tio n ). Sağlı aşiretlerden, aşiretler k abi­ lelerden, kabileler semiyelerden, yâni klanlardan meydana gelir. K a v im y ukarıki yapı bozulup sosyal duyuncun ortamlaşm asıyla meydana gelir. K a v im üç tü rlü olur: N acili k a­ vim (Peuple aristocratique), hodşahî kavim (Peuple autocratique); hudşahî kavim ler (Peuple theocratique). D urkheim ’m sosyoloji anlayışında bir nokta üzerine dik­ k a ti çekmek isterim . B u sosyolog sosyal olguları (faits socials) nedenleme işinde M arks gibi yalnız b ir tek olguya., eko­ nomiye yüklenmez, sosyal olgu olarak şu olguları düşünür: D in, ahlâk, hukuk, dil, sanat, ekonom i, spekülâsyon, eğitim, teknik, aile, delvet, sosyal m orfoloji. O, b u olgulardan hiçbi­ rine yaratıcılık rolü vermez. Y alnız sosyal m orfolojiyi temel o lgu olarak tanır. A çıklam alarını da ona göre yapar. Sosyal (*) Ziya Gökalp, adı geçen eser. (**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

43

"bir detenninizm e, gerekirlik vardır. Her sosyal olgu kendin­ den önce var olan sosyal olgularla nedeni enebilir. Tarih bo­ yunca, totem cilikten kitaplı dinlere dek var olagelen din de­ ğişiklikleri sosyal m orfolojiye paralel5 olarak meydana gel­ m iştir. Aşiretlerin, sitelerin, kavim ci devletlerin, milletlerin varolm ası da sosyal m orfolojideki değişiklikle birlikte ol­ m uştur. Böyle olunca sosyal evrim in nedeni sosyal m orfolo­ jid ir diye düşünülebilir m i? Böyle düşünm ek doğru olamaz. B u konu yalm bir konu değildir. Ç ünkü, biraz toplum fel­ sefesine girecek olursak, b irtak ım problemlerle karşılaşmış olacağız. Birkere canlılar âlemine bakalım , ne göreceğiz? Bu âlemde evrimleri var eden, bir tek organ, hayatın bir tek gö­ revi değildir. Hayat, organların görevleri de içinde olmak üzere, parça, b ö lü m nedir bilmeyen bir tüm d ür. Bitkilerde olsun, hayvanlarda olsun, birtek organı, birtek organın bir tek görevini evrim in ana etkeni, yaratıcısı olarak anlamak doğru olmaz. T oplum yaşayımında da böyle değil midir? Sosyal evrimi m eydana getiren şu b u etkem değil, sosyete­ n in tü m ü kendisi, yaşayım denilen canlı gerçektir. Durkheim sosyal m orfolojiyi genel olgu olarak alıyor. Doğrudur. An­ cak to p lu m la n n genel olgusu sosyal m orfolojilerinden ibaret değildir. E n ilkel to p lum örneği olarak anlaşılan Avustralya’ m n iki klanlı kabilelerinde din, dil, sanat vardır. B u üç varlık henüz toprağa yerleşmemiş olan b u kabilelerde kurum ( institution) olarak değil, birer kuvvet (force) olarak yaşamakta­ dır. Ahlâk, hukuk, spekülasyon, ekonomi, eğitim, aile, devlet gibi kurum lar bu toplum lar toprağa yerleşip de işbölüm ü başladıktan sonra doğacaklardır. O n u n için, sosyal yaşayım bir neden — sonuç zinciri değil, sadece bir oluş süresi, bir canlılık evrimidir. B u anlayışla, top lum olguları arasında en ilk, en yaratıcı, en önem li olanları ayırm ak gerekirse bunla­ rın sosyal m o rfo lo ji ile b irlikte din, dil, sanat olduğu anlaşılır. B urada G ökalp gibi benim de içinde bu lunduğum Durkh eim ’m sosyoloji okuluna karşı duran ik i anlayışı inceliyelim . Gabriel Tard ile E m ile D urk he im ’in toplum anlayışında­


44

ZİYA

GÖKALP

ki ayrılıkları şunlardır: Tard’a göre, sosyal olayların kaynağı tek kişiler, bireylerdir. Tard sosyal olguların taklit yoluyla genelleştiğini ileri sürer. Onca, b u olayların kaynağı tek. insandır. D urkheim ise b u genelleşmenin, yayılm anın nede­ n in i taklitte değil, b u olguların sosyal b ir nitelik taşım aların­ da buluyor. D urkheim ’a göre, sosyal olgular taklit edildikle­ ri için değil, sosyallik niteliği taşıdıkları için genelleşirler. B u nitelik olm adıkça da taklit yoluya sosyalleşme olam az. Y ine D urkheim ’ın açıklam asına göre, teklik olgularının bas­ kısı içeriden dışarıya doğru olurken, sosyal olanlarm ki dışa­ rıdan içeriye doğru olur. D u ru m b u olunca, G ökalp’m şu düşüncesi pek yerinde oluyor: «Bu tarifler gösteriyor ki, İçtim aî hayatı D urkheim hars zümrelerinde, Tard medeniyet züm relerinde aram ıştır. D ik­ kat edilirse anlaşılır ki, ferdî hâdiseler n a m ı verilen gerek yu­ karıda zikri geçen ihtiyaçlar ve gerek görmek, istemek, k o k ­ lam ak, tatm ak ve duym ak gibi ihtisaslar ( sensation) hayatî ve nevî hâdiselerdir. B unlara ferdî hâdiseler demek doğru değildir. B unların haricinde k a lıp d a «İçtim aî hâdiseler» n a ­ m ı alan m efhum lara gelince, b u n la r da nefsî ve şeyi . mef­ h um lar diye ikiye tefrik olunabilir. Nefsî b ir m ahiyeti haiz olan itikatlar, ahlâkî vazifeler, bediî şekiller ve alelum um mefkureler bir ahrs züm resinin telâkkileridir. Şeyî b ir m a ­ hiyeti hâiz olan ilm î hakikatlar, sıhhî, İktisadî ve u m ra n î k a­ ideler, ziraî ve ticarî aliyatlar ve alelum um riyazî ve m antıkî m efhum lar bir medeniyet züm resinin telâkkileridir. H arsı zümreye ait tasavvurların ferdî ruhlara icra ettiği haricî tazyıka müeyyidiyet (S action), medeniyet züm resine ait m efhum ­ la rın tâb i olduğu haricî m utabakata şeniyet (Objectivite) de­ n ilir (*). Gerçek b u olunca, hars, medeniyet olgularının insanda yarattığı melekelerin, yetilerin ne olduğunu G ökalp şöyle (*)

Ziya

Gökalp,

Türkleşmek,

(Hars zümresi, medeniyet zümresi).

İslâmlaşmak,

muasırlaşmak


ZİYA

GÖKALP

açıklıyor: «H ars hâdiseleri feftte «inşaî m efh um ları kıym etleri takdir ve tasnif hizmetiyle m ükellef olan»

45 yfıni vic­

d a n melekesini, medeniyet hâdiseleri ise ih b ar m efhum ları, y ân i hakikatları tahlil ve terkip işine m em ur olan akıl m e­ lekesini husule getirm iştir.» (*). G ökalp tarih î m addeci­ lik, M arkscılık üzerinde de titizce durm uştur. O na göre, m arkscılık da D urkheim cılık gibi, sosyal tabiatta b ir anla­ yıştır. B u bakım dan bu ik i akıl biribirine yakındır. İkisi de sosyal olguları yine sosyal olgularla nedenlemeye çalışır. İk i­ si de nedenci ( Determ iniste)d ir. A ralarındaki ayrılık sosyal gerçelkeri açıklam ak için ileri sürdükleri nedenleyişlerden ileri gelmektedir. M arks’a göre, to p lum un yaratıcı öğesi eko­ no m idir. B ü tü n öteki k u r u m la n vazeden odur. D in, dil, ah­ lâk, hukuk, sanat, b ü tü n sosyal k u rum lar ekonom iden do­ ğarlar, ekonom inin gölgesidirler. E k o n o m ik olgular neden­ lerdir. B ü tü n ötekiler de sonuçlardır. D urk he im ’a göre, bu anlayış doğru değildir. E k o n o m ik olguların neden olarak, ö b ü r sosyal olgulardan ayrılığı yoktur. E k ono m i kolgular na­ sıl sosyal gerçekler iseler, öteki sosyal olgular da öyle, sosyal gerçeklerdir. O n u n için M arkscılık dilindeki «gölgedeki olay­ lar» sözü yersizdir. D urkheim ’m anlayışına göre, ekonomik olgular öb ür olgular için neden olabileceği gibi, öb ür olgular d a ekonom ik olgular için neden olabilirler. Yine D urk he im ’a göre, sosyal olguların kaynağı k a m u görünüm leri «represantatio n Collectives» dir. Ü m m etçilik, m illiyetçilik, m itler, k u ­ rallar, felsefeler gibi. B u n la r önce lcafalara yerleşirler, son­ ra eylemleşirler. B u görünüm ler coşkun, k am u toplantıları­ n ın etkisiyle bilinçlenince de ideâl, ü lk ü olurlar. Bazan da devrim etkeni gücünü kazanılar. «D urkheim mefkûreciliği galayanlı içtim alarla, y âni sosyoloji ile izah ediyor. O na göre, b ü tü n İçtim aî hâdiseler mefkûrelerden, yahut onların hafif dereceleri olan m âşeri tereğilerden ibarettir.» Ş im d i b u düşünceleri D urk he im ’m, ya da G ök alp ’ın ya­ zılarında okuyanlar sosyal olguların nedeni b u k am u görü(*) Ziya Gökalp, adı geçen eser.


46

ZİYA

GÖKALP

küm leri, idealler olduğunu görecekler, belki de D urkheim sosyolojisini idealist, doktrinci b ir sosyoloji olduğunu sana­ caklardı. Ancak, nedenlerin de nedenî vardır. Son neden öğ­ renilince, kendinden sonrakilerin nedenler değil, sonuçlar ol­ duğu görülecektir. G ökalp’m maşerî tereğiler dediği b u ol­ guların nedeni fizik, biyolojik olamayınca., ancak maşerî yâ­ n i kam ul ( Collecti.f) olabilir. Ç ünk ü bu kam u görünüm leri ne fizik âleminde, ne de biyopsikoloji âlem inde vardır. Bu görünüm ler olsa olsa, sosyo - p sikolojik olgulardır. Öyleyse, bu nları kendi kendilerine doğm uş olgular gibi ele almayıp toplum da olm akta olan gerçeklerin belirtileri olarak anlamak doğru olur. D urkheim ’m represantation Collectives dediği, görünüm ler nedir? B unlar k a m u duyuncunda doğan bilinçli idrâkler, erişimlerdir. D in erişimi, sanat erişimi, medeniyet erişimi, meslek erişimi, hürriyet erişim i, eşitlik erişim i gibi. B unların tek insan erişimi ile ilintisi yoktur. K a m u erişimleri toplu­ m u n b ü tü n teklerinde vardır, k am u duyuncunda yaşıyan b i­ linçli ruh o lg u la rıd ır Tek insanların kendi kişililkerinin ya­ rattığı gibi ortaya attığı düşüncelerin b ü tü n k am u kişileri yönünden benimsenmesi de bu düşüncelerin kam u düşünce­ ler, k am u görünüm leri o lduğunu gösterir. K a m u g örünüm ­ leri bilinçlenip de k am u kişilerinin kişiliğini sarınca, ideâl, ü lk ü olum una gelmiş olur. Durkhe.im’a , G ökalp’a. göre, b ü ­ tü n sosyal olgular sosyal görünüm lerden, bunların şiddetlen­ mesiyle meydana gelen ülkülerden ibarettir. Ben D urkheim ’m K a ri M arx’a karşı ekonom ik olgu ile ilin tili olan düşüncelerini doğru b u lm ak la birlikte, kollektif, kam ul görünüm ler için söylediklerinin bir kısm ı üzerinde bi­ raz durm ak istiyorum. Bence, onun represantatiöns Collec­ tives adım verdiği olaylar doğrudan doğruya sosyal olgular değil, belki, sosyete kaynağından gelmekle birlikte, teklerin ruh und a beliren sosyo - psiko lo jik olgulardır. Eğer böyle ol­ masaydı, ülkülerin ilk, h afif şekli olan bu görünliler kişilerin


ZİYA

GÖKALP

47

ruh durum larıyla anlaşarak kendilerinden bâzı şeyleri yiti­ rip bâzı şeyleri de edinemzlerdi. Bence, görünüm leri de, ü l­ küleri de sosyal olgular, sosyal olguların kuvvet, k u ru m b ö ­ lüm üne koym ayıp ayrı bir bölüm e koym ak doğru olacaktır. B ü tü n sosyal çevrelerde clm akta olan olguların bir kısmı doğrudan doğruya sosyal kaynaklı, bir kısm ı da hem sosyal hem de ru h kaynaklı olan sosyo - psikolojik oluşlarıdır. Be­ nim bu noktada du rm am ın nedeni titizlik değil, sosyoloji incelemelerinde metod, teknik anlayışına, verdiğim, büyük önemdir. G ökalp da D urkheim gibi düşünüyor. K a m u görü­ nüm leri, yâni ülküler, b ü tü n sosyal olayların nedenleri o lm ak­ la. birlikte; kendilerinin doğması, kuvvetlenmesi, zayıflanması, ölmesi de sosyal nedenlere bağlıdır. B u nedenler toplum göv­ desinde meydana gelen değişimlerdir. B u değişimler nüfusun, işb ö lü m ü n ü n artm ası, eksilmesi gibi, hep toplum gövdesi ile ilintili olan sosyal m o rfoloji olaylarıdır. Gerçek b u olunca, sosyal politikanın ödevi b u k am u görünüm lerini yaratıcı kay­ nak olarak görmeyip, onu da yaratan m o rfolojik yapı üze­ rinde durm aktır. Böylece hem. hars, k ü ltü r birliğinden mey­ dana gelen m ekanik dayanışmayı kuvvetlendirmek, hem de teknik ayrılığından, işbölüm ünden m eydana gelen organik dayanışmayı kuvvetlendirmekle elde olacaktır. Gökalp A vrupa’da birbirine zıt olan, birbiriyle çarpışan sosyal mezheplerden dört tanesini ele alıyor. Fertçilik, sos­ yalistlik, m illiyetçilik, beynelmilelcilik. B u arada medeniyet gerçeği üzerinde duruyor. B u yazısında medeniyet anlayışını açıklayan parçalarını buraya alıyorum: «Medeniyet zümresine gelince, b u n u n da fertlerini b ir­ leştiren, hasisaları ile ayıran hususiyetleri vardır. M edeni­ yet züm resinin fertleri hars züm relerinden, yâni m illetten ibarettir. Ayni medeniyete m esnup m illetler arasında m ü ş ­ terek olan hasisalar m üsbet ilim ler, sınaî fenler, hülâsa, zih­ n î m efhum lardır. B u müşterek hasisalara m alik olan m illet­ lerin m eom uuna «medeniyet züm resi» denildiği gibi, «beynel m ileliyet» n am ı da verilir. O halde beynelmilel züm renin


48

ZİYA

GÖKALP

m ih a n ik i tesanüdü onu teşkil eden m illetler arasında m ü ş ­ terek olan zihnî m efh um ların m ecm uundan, yâni m edeni­ yetten ibarettir. «Beynelmilel bir züm renin fertlerini m üşabih yapan h u ­ susiyetler de vardır. Y âni, bir medeniyet zümresi dahilinde de İçtimaî bir işb ölüm ü m evcuttur. B u İçtimaî işb ölüm ü n ün esası her m illetin orijinal bir hars ib d a ederek diğer m illet­ lere dinî, ahlâkî, bediî zevklerde hususî çeşniler arz etmesi­ dir. B ir medeniyet züm resini teşkil eden m illetlerin ayrı ay­ rı harslara m a lik olması, bir hars züm resini teşkil eden ayrı ayrı ihtisaslara m alik olm asının tam am iyle aynıdır. İptidaî b ir cemiyette fertler arasında iş b ö lü m ü n ü n ve ihtisasın b u ­ lunm asından dolayı mevcut olan yeknesaklık nasıl bir nakısa ise, bir medeniyet züm resi dahilinde biribirine benziyen o ri­ jin a l harsların bulunm am ası da o züm re için o derece büyük b ir noksandır. O halde, beynelmilel b ir taazzuvun mevcut, olabilmesi için evvel emirde m illî taazzuvların m evcut b u­ lunm ası lâzım dır. B undan başka b ir m illî harsın teşahhusu içiiı diğer m illetlerdeki harslarla karşılaşm ası lâzım dır. Ç ün­ k ü m illî hars tezatla meydana çıkar. Demek k i beynelmilelliyetle m illiyet arasında tearuz b u lu n m a k şöyle dursun, şe­ dit bir telazüm vardır. Beynelmilel medeniyet m illî harsların teatisinden meydana gelen m üşterek b ir irfandır. Binaena­ leyh, b u harslar ne kadar m üte add it ve zengin olursa muhassalası olan medeniyet de o derece yüksek olur.» «İşte, görülüyor ki, beynelmilel zümrede de m ih an ik i ve uzvî tesanüt mevcuttur. Beynelmilel bir züm renin müşterek bir medeniyete m alik olm ası onun m ih an ik i tesanüdünü vü­ cuda getirdiği gibi, her m ille tin o rijinal b ir hars vücuda ge­ tirmesi de medenî züm renin uzvî tesanüdünü m ucip olur. O halde ne iktisadiyat sahasında b irib irin in zıd dı gibi görü­ nen fertçilikle içtim acılık arasında tezat, ne de siyasiyat sa­ hasında m illiyetçilikle beynelmilelcilik arasında h ak ikî b iı tebayün m evcuttur. B u cereyanların d ördü de tesanüdün dört m uhtelif şelkinden doğm uş dört no rm al cereyandır.


ZİYA

GÖKALP

49

«Beynelmilelliyetle m illiyetin telifi için de m üstakil h ar­ sa m alik olan her züm renin m üstakil b ir hayata m a lik olm a­ sı kabul edilmelidir. Beynelmilel bir züm renin tealisi onun dahilinde m ü m k ü n olduğu kadar çok hars züm relerinin mev­ cudiyeti ile ‘k a im ve bu nlar içinde en ziyade orijinal olan harslar en çok faideli olanlardır. Meselâ,. Avrupa medeniye­ ti içinde mevcut bulunan harslar, birbirine az çok yakın ol­ duğu için, yekdiğerine b üsbütün yeni çelişmeler arz etmez­ ler. Her m illette m illî çeşnilerden zevk alm ak ne kadar za­ rurî ise, haricî (exotique) çeşnileri tadm ak ihtiyacı da o ka­ dar gayri kabili içtinaptır. Ç ünk ü İçtim aî hayat daim î bir rythm e halindedir. M illî çeşnilerle haricî çeşniler arasında d aim î bir tenavup olmazsa, yeknesaklıktan b ık k ın lık hasıl olur. O halde, Avrupa medeniyeti için daha çok ecnebi, da­ ha çok irijin a l harslara ihtiyaç vardır. Meselâ, inikşaf edecek b ir t ürk harsı, Avrupa medeniyetleri için gayet orijinal bir yeni dünya suretinde görünecektir. Nasıl ki Japo n harsı da A vrupa’ya böyle yeni b ir âlem arz etm iştir. B u ik i yeni h ar­ sa İran, Efgan, H int, Çin, M ısır gibi şark harslarını da ilâve edecek olursak, Avrupa m edeniyetinin daha zengin bir İçti­ m a î işbölüm üne malikiyeti, daha çok nüanslı bir harslar m anzum esi m ahiyetini alm ası tem in edilm iş olacaktır. Bu ifadeler gösteriyor ki, Avrupa medeniyeti kendi tekâm ül ve tealisini istiyorsa, b ü tü n m illî harsların tezyidine çalışması iktiza eder. Avrupa devletleri şimdiye kadar bu lüzum u idrâk etmediler ve hep b unun aksine çalıştılar. Meselâ, uzun m ü d ­ det Lehistan harsı tazyik altında kaldı. B ugün İngilizler Al­ m an harsını mahve çalışıyorlar. H a lb uk i Avrupa medeniye­ tine İngiliz ve Fransız harsları nasıl âlzım sa Alm an, Türk, M acar, Bulgar harsları da öyle lâzım dır. Avrupa medeniyeti m illî b ir tesanüt olduğu gibi, m illî harslar arasında beynel­ m ile l b ir tesanüt b u lund u ğun u da id râk ettiği gün b ir taraf­ ta n m illî hürriyeti, diğer taraftan beynelmilel adaleti kendi­ sine rehber ittihaz edecektir. M illî tesanütçülükte ferdî h ür­ riyetle İçtim aî adalet nasıl b irib irin in lâzım 've m elzum u ise, F: 4


50

ZİYA

GÖKALP

beynelmilel tesanütcülükte de lıarsî hürriyetle medenî ada­ let yekdiğerine m ütelâzım dır. İşte memleketimizde bir kısım m ütefekkirler içtim aiyat ilm inde n doğan bu umdeleri tesan ü tç ü lü k «solidarizm » ııamiyle cam iğ ve telifkâr b ir mefkûre olarak kabul ediyorlar. B unun nazariyat ve tatbikatına a it tetkikler peyder pek neşrolunacaktır.» (*) Gökalp, 1917 de yazdığı, «Din, Felsefe, İlim » başlıklı ya­ zısında felsefe üzerinde duruyor, felsefenin dinle, bilim le olan ilintisini, felsefenin ne olduğunu anlatıyor: «İstikbalin felsefesi, ilm e istinat sden, onu nazarî teces­ süs sahasında tam am ladığı gibi hayatın ilim tarafından tesi­ sine im k ân olm ayan yüksek gayesini tayin eden nazariyelerden terettüp edecektir.» (**). G ökalp’m b u yazısındaki felsefe anlayışından anlaşılan şudur: Felsefe bilim e dayanır, b ilim i tam am lar. B ilim in yapam adığı b ir işi de görür, hayatın am acını belirtir. Gökalp 1918'de yazdığı bir yazıda felsefenin niçin gerekli o lduğunu da şöyle anlatıyor: «Fenler aliyattan doğduğu gibi, felsefe de usulden tevel-, lü t eder. Feylesoflar başkalarının bulduğu hakikatları terkip ve tensik edenler değildir. Gerçekten feylesof olanlar h ak i­ kati ntaharrisi usu lün ü bilenler ve bu n u bizzat tatbik edebilenlerdir. B ugün felsefe keşfolunm uş b ir sürü m a lu m a tm m c m u u suretinde telakki olunamaz. Felsefe b u m alûm atı iâyenkatı keşif ve islâh eden usullerden ibarettir. Yine anlaşı­ lıyor ki, bizde hakikî manasiyle ne felsefe, ne de feylesof var­ dır. O halde bir taraftan tarihli ve ananeli bir m illet haline girmeye, diğer taraftan da b ilfiil sanayie istinat eden fenler ib d a etmeye, usullerden aleddevam feyiz alan felsefeler ya­ ratm aya çalışmalıyız. Asırn fü n u n ve felsefesini, fenniyat ve (*) Ziya Gökalp, İçtimaî mezhepler ve içtimaiyat, «Yeni Mec­ mua» Sayı: 26. (**) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, (An'ane ve Kaide).


ZİYA

GÖKALP

51

usuliyatın m illî ve dinî ananelerimize, izah ettiğim iz surette aşılar ve mezcedersek, m uasır bir İslâm — Türk medeniyeti hasıl olacaktır. Ve işte halk ru h u n u n «Kızılelm a» diye aradı­ ğı b u mevlu-t vatana vasıl olduğum uz zam andır ki hakikî manasiyle harsan h ür ve medeniyeten m üstakil olacağız.» (*). G ök alp ’ı inceliyenlerin üzerinde uzun uzadıya duracak­ ları düşüncelerinden biri işte bu yazısıdır. B u yazıdan anla­ şılan şudur. Felsefe b ilim in bu lduğu gerçekleri birleştiren b ir düşünce değildir. O, gerçeği bilen, araştıran, b u n u n usu­ lü n ü bilen, yapan insanların işidir. Felsefe bir usuldür. B u anlayışla felsefe bilim den ayrılm ış olmuyor. Ç ünk ü İlcisi de gerçeği araştırıyor, b u n u n u su lün ü G ökalp aşağıdaki sözleri ile bu anlayışını daha çok geliştiriyor. «B ugünkü felsefenin bu istikam etine rağmen ilim ile fel­ sefenin m ütekabil m evkiini tayin etmek günün meselesi ol­ m aktan çıkm am ıştır. H â lâ bazı alimler felsefenin mevzuunu herhangi b ir ilm e .ithal etmekte, yahut öyle bir mevzu gör­ memektedirler. H akikat itibariyle birinci şık hep tehlikelidir. Ç ünk ü bir ilm in m ahd ut bir şeniyetten çıkardığı bir kanun ile b ü tü n kâinatı, hayatı izah edebilmesi kabil değildir. Ç ün­ k ü böyle bir izah mahiyeten ilm in h ud u d unu aşması demek olacağı gibi, bizi yanlış yola da sevkeder. Ç ün k ü hayat ve k â ­ inat yalnız şeyî ve kısm î tetkikatla değil, u m u m î ve hatsî id ­ râk ile hal olunabilecek birer m uam m adır. Y alnız ilim bir taraftan bunu kontrol edeceği gibi, feylesof da hatsî keşif malzemesini .ilimden alır.» (*). B u yazıyı şöyle özetleyebiliriz: B ilim le gerçeği tam ola­ rak kavramak elde değildir. Ç ün k ü bilim , gerçeğin kendisini tam olarak tanımaz. B ilim gerçeğin parçaları üzerinde çalı­ şır. B u kadar bir bilgi ile b ü tü n varlığı kavram ak b ilim in elinde değildir. Böyle bir iş b ilim in sınırları dışındadır. Fel­ sefe gerçeklerini bilim den alm akla birlikte gerçeğin tüm ünü, ancak sezgi (İn tııitio n ) ile, kavrıyabiir. G ökalp adı geçen (*) Ziya Gökalp, Din, Felsefe, ilim (Yeni Mecmua, Sayı, 3).


52

ZİYA

GÖKALP

yazının yazıldığı tarihden yedi yıl kadar sonra 1923’de bası­ lan T ürkçülüğün Esasları adlı kitabında aynı konu üzerinde şöyle duruyor: «İlim , objektif ve m üsbet olduğu için beynelmileldir. B i­ naenaleyh, ilim de türkçülitk olamaz. Fakat, felsefe, ilm e m üs­ tenit olm akla beraber, ilm î düşünüşten başka tü r lü b ir d ü şü­ nüş tarzıdır. Felsefenin objektif ve m üsbet unvanlarını ala­ bilm esi, ancak b u sıfatları haiz olan ilimlere uygun olması sayesindedir. İlm in nefyettiği hük üm leri felsefe isbat edemez, İlim in isbat ettiği hakikatları felsefe nefyedemez. Felsefe, ilme karşı b u iki kayıt ile mukayyet olm akla beraber, buı> larm haricinde tam am iyle hürdür. Felsefe ilim le tenakuza düşm em ek şartıyla ruhum uz için daha üm itli, daha vecitii, da,ha. teselli verici, daha çok saadet bahşedici, b üsbütün ye­ n i ve orijinal faraziyeleri ve görüşleri arayıp b u lm ak tır. B ir felsefenin kıym eti b ir taraftan müsbet, ilim lerle hemahenk olm asının derecesiyle, diğer cihetten, ruhlara büyük üm itler, vecitler, teselliler ve saadetler vermesiyle ölçülür. Demek ki, felsefenin b ir safhası objektif, diğer safhası sübjektiftir. Binaenaleyh felsefe ilim gibi beynelmilel Olmaya m ecbur de­ ğildir. M illî de olabilir. B un d a n dolayıdır k i ahlâkta, bedii­ yatta, iktisatta olduğu gibi, felsefede de türk çülü k olabilir. Felsefe m ad d î ihtiyaçların iktiza ve icbar etmediği münteşir, garazsız, hasbî bir düşünüştür. B u nevi düşünüşe speculation :namı verilir. Biz b una türkçe «muakale» ism ini veriyo­ ruz.» (*) Gökalp, bu düşüncesiyle herkesin, hiç değilse benim anlıyamayacağım bir düşünce alanına giriyor. O na göre felsefe, bilim e dayanm ak zorundadır, bilim le çatışamaz. Böyle ol­ m akla birlikte b ilim ol^jektif iken felsefe sübjektif oluyor, b ilim m illetlerarası iken, felsefe m illî oluyor. Ben şöyle d ü ­ şünüyorum : B ilim in ödevi gerçekleri olduğu gibi b ild irm ek­ tir. Ü m it, vecit, teselli, saadet vermek değil. Öyleyse, ilm in (*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Felsefî Türkçülük).


ZİYA

GÖKALP

53

gerçeklerine bu kadar bağlı olan felsefe ilmin veremedikle­ rini nasıl verebiliyor? Felsefe hem ilim gibi objektif, hem de sanat gibi sübjektif nasıl olabilir? Yoksa, felsefe ayrı iki zıt bilincin bir karması mıdır? Aynı felsefe hem bilinci, hem milliyetçi nasıl olabilir? Önce bilimle anlaşan, sonra, ondan ayrılan felsefe nasıl olur da menfaatsiz, garazsız, hasbî bir düşünüş olabilir? Büyük fikir adamımızın bilim ile felsefe anlayışı üzerinde 1918’de yazdığı makalenin bazı kısımları onun bu iki anlayışını açık­ ça gösterecektir. «İlim, kâinattaki bütün hâdiselerin şeyî (objektif) bir usulle tetkikinden ibarettir. İlmin bütün şeniyetlere ait ke­ miyetlerden bahseden kısmı, riyaziyat ilmini doğurduğu gibi doğrudan doğruya maddi, hayatî, ruhî, İçtimaî şeniyetlerden bahsed^ /ı kısımları da maddiyat, hayatiyat, ruhiyat, içtimaiyat namları verilen ilimleri vücuda getirmişlerdir. «Bazılarına göre, felsefe, bu saydığımız beş nevi ilmin terkip ve tensikinden ibarettir. Yani felsefeyi tarif için, ona «ilimlerin ilmi, umumî ilim, ilmi kül» sıfatlarından birini vermek kâfidir. Halbuki gerçekten feylesof olanlar felsefe­ nin böyle bir tarifini asla kabul etmemişlerdir. Bunlara göre, ilimlerin mecmuu yine ilimidr. Nasıl ki su zerrelerinin husu­ le getirdiği bir kitle mayi halinde kalsa da’ donarak buz ol­ sa da, yahut tebahhür ederek buğu haline gelse de yine su­ dur. İlimleri de şeyî kaldıkları müddetçe ne şekilde cem ve te’lif etseniz, husule gelecek netice yine ilimden ibaret ka­ lır. Felsefe ilmin herhangi bir hali ise, o halde felsefe yok demektir. Çünkü ilmin bir şubesi olan bir felsefe gerçekten felsefe değildir. Felsefe var olabilmek için ilme istinat et­ mekle beraber, mutlaka ondan ayrı bir şey olmalıdır. Bugün ilme istinat etmiyen, yahut ona münakız olan bir anlayış tar­ zı felsefe adını alamaz. İlmî hakikatlarm mecmuundan ibaret olan bir idrâk tarzı da «ben felsefeyim» diyemez. O halde il­


54

ZİYA

GÖKALP

me müstenit olduğu halde ondan ayrı bir şey olan felsefenin mahiyeti nedir?» (*). «İlim, eşyayı şeyi olmak itibariyle tetkik eder. İlme gö­ re âlemi asgar âiemi ekberin, vicdan kâinatın, nefis şeyin içindedir. Bundan dolayıdır ki, ilim madde ile hayatı nasıl şeyi bir usulle tetkik ediyorsa ferdî ruhla İçtimaî vicdanı da aynı surette anlamaya çalışıyor. Müsbet ruhiyatla müsbet. iç­ timaiyatın teşekküle başlaması, ferdî ruhla içtimai vicdanın kâinat içinde görülmesinin bir neticesidir. O halde ilim evve­ lâ şeylerin tetkikinden başlayarak bilâhare nefisleri de aynı usulle tetkik etmiş, yâni şeylerden ve nefislerden mürekkep olan alelumum varlıkları şeyî bir gözle görmeye çalışmıştır. Çünkü ilim nazarında nefisler de birer şey mahiyetindedir. Görülüyor ki, kâinatın şeyî tetkikinden çıkan ilim hakikatin yalnız bir tarafıdır. Çünkü ilim eşyayı yalnız şey noktai naza­ rından tetkik etmiş, taharrileri arasına nefis noktai nazarı­ nın karışmamasına bütün kuvvetiyle çalışmış, nefsî (subjectif) yi şeyî (objectif) ye karıştırmamayı usulünün üssülesası ittihaz eylemiştir. Yalnız vicdan kâinat içinde bulunup da kâinat da vicdanın içinde olmasaydı, ilim bizim için kâfi gelebilirdi. Fakat aynı zamanda kâinat da vicdanın içindedir. Ve kâinatın vicdan içinde bulunması maddî kâinat üzerine doğrudan doğruya müessir olmasa bile İçtimaî kâinat üze­ rine doğrudan doğruya kati ve şedit bir surette müessirdir. Cemiyetimizin mukadderatı, kâinat hakkmdaki telâkkimize ve tehassürümüze tâbidir. Bu telâkki ve tehassüs ise kâinat hakkındaki İlmî ittilalarımızm vicdan süzgecinden geçmesiy­ le husule gelmiştir. «Demek ki ilim Âlemi Asgari Ekber’in içinde ararken, felsefe bilâkis Âlemi Ekber’i Âlemi Asgar dediğimiz canlı âyine dahilinde görür. İlim vicdanı kâinat içinde, nefsi şeyin ( *) Ziya G ökalp , Eski T ürkçülük, Y en i T ürkçülük, (Y e n i Mecm üa, Sayı: 42).


ZİYA

GÖKALP

derununda tetkik ederken felsefe kâinatı vicdanın içinde, şeyi nefsin derununda tetkik eder. «Hakikati halde vücut nasıl bir şeniyet ise, vicdan da bir şeniyettir. İlim, vicdanı yok farzederek meydana çıkarıyor, yalnız vücudu tetkik ediyor. Binaenaleyh, husule gelen ne­ tice eksiktir. İlmin bize gösterdiği dünya hakikî dünyanın yalnız iskeletidir. Bu kadid canlanmak için ona vicdan ade­ sesinden bakmak lâzım. İşte bu bakışa felsefe ve onun gö­ rüş tarzına da kâinat telakkisi, yahut hayat telakkisi deni­ lir. Schopenhawer, «dünya benim görüşümdür» mealinde «Le monde est ma reprssantation» cümlesi bu maksadı ifa­ de eder. Çünkü normal bir insanın gördüğü dünya, vicdanı­ nın dürbünü ile temaşa ettiği canlı bir âlemdir. Yoksa ilmin gördüğü kadit halindeki âlem değildir. O halde felsefeyi böy­ le tarif edebiliriz. Felsefe ilmin, bize gösterdiği objektif ve cansız dünyayı, sübjektif bir gözle canlı olarak görmek­ tir. «Yukarıki tetkikler, ilmin objektif, felsefenin sübjektif olduğunu gösterdi. Fakat, unutulmamalıdır ki, sübjektif olan felsefe ancak ilmin objektif hakikatlarına istinat ettiği müd­ detçe hayat hakkına maliktir. Filhakika felsefe sübjektif bir gözlükle görmektir. Fakat, felsefenin bu gözlükle baktığı âlem alelade bir âlem değil, ilmin objektif gözlükle gördüğü dünyadır. Demek ki, felsefe ilmin objektif bir gözle gördüğü şeniyeti ikinci defa olarak sübjektif bir gözle görüyor. Bi­ naenaleyh, ilmin esası objeetivisme olduğu halde, felsefenin esası objectivisme’e müstenit bir subjectivisme’dir.» (*) Düşüncelerini bu noktaya kadar getiren. Gökalp, ferdî vicdanın ancak İıaz, elem, korku, gazap gibi, ferdî heyecanla­ rı taşıyabileceğini, onun için bilinç alanının İçtimaî vicdanınkine göre, çok dar olduğunu söylüyor. Ona göre felsefe an­ cak toplum kaynağından, toplum bilinci ile doğabilecektir, Bu anlayışını şöyle seziyor: (* )

A y ni eser.


56

ZİYA

GÖKALP

«Yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor ki, içtimaiyattan do­ ğan felsefe kâinatı bir tarafdan beynelmilel medeniyetin, di­ ğer cihetten millî harsın gözlüğü ile görüyor. Bu ikilikten de felsefenin realizm ve idealizm şekilleri vücuda gelir. Me­ deniyeti teşkil eden şeniyet hükümlri yalnız zarf itibari ile İçtimaî, mazruf cihetinden büsbütün kavmîdir. O halde me­ deniyet gözlüğü ile bakan bir felsefe realist bir mahiyette kalır. Harsı teşkil eden kıymet hükümleri ise hem zarf hem de mazruf itibariyle İçtimaîdir. Binaenaleyh, hars gözlüğü ile bakan bir felsefe de idealist bir mahiyet alır. «Aynı zamanda medeniyetçi felsefenin beynelimlel, harscı felsefenin millî olması da zarurîdir. Çünkü hars millî ol­ duğu halde medeniyet beynelmileldir. Maamafih, cemiyet yal­ nız milletten ibaret olduğu, beynelmilel zümrede hakikî bir cemiyet mahiyeti bulunmadığı için medeniyet de ancak bir hars tarafından kabul edildikten, bir milletin hayatına gir­ dikten sonra canlı bir mahiyet iktisap eder. Milletlerin ya­ şamadığı bir medeniyet muallakta, temelsiz, hayatsız bir peszindeden başka bir şey değildir. Yüz seneden beri geçirdi­ ğimiz buhranlar gösteriyor ki, bizde birtakım fertlerin kendi başlarına Avrupa medeniyetine girmesini millet kabul etmi­ yor. Fakat Avrupa medeniyetinin millî harsımız tarafından kabul edilip de millileşen kısımları kendi millî müesseselerimiz sırasına geçiyor. O halde medeniyet, esası itibariyle beynelmilel bir harstan müstakil olmakla beraber, her mille­ tin hayatına o milletin harsına intibak etmek mecburiyetin­ dedir. Bu suretle felsefenin esasen idealist olması ve fel­ sefedeki realizmin ancak bu idealist esasa, istinat etmesi lâ­ zımdır. «Bu muhakemeler gösteriyor ki, ilim beynelmilel oldu­ ğu derecede felsefe de millîdir. Çünkü felsefe kâinatı bir İç­ timaî vicdanın, yani bir millî harsın gözlüğü ile görmektir. Bir feylesofun kendisine mahsus bir kâinat telakkisi, bir ha­ yat telakkisi olamaz. Çünkü ferdin hususî bir harsı, milletin-


ZİYA

GÖKALP

57

den müstakil bir şahsiyeti yoktur. Hakikî ve müstakil bir şahsiyete malik olan, hususî bir harsın sahibi bulunan an­ cak millettir. «Mevcudat arasında hakikî bir tesanüde malik ve (tam)' mahiyetini haiz olan ne kâinat ne de insandır. Böyle bir sı­ fatın lâyıkı ancak millettir. Ancak millettir ki, kendisine mah­ sus bir lisana, bir dine, bir ahlâka, bir bediiyata, bir huku­ ka, bir iktisadiyata, hülâsa bir harsa ve şahsiyete malik ola­ bilir. Demek ki hakikî su,jet ancak milletin vicdanıdır. O halde İlmî hakikatları sübjektif bir gözle görecek de yalnız millet olabilir. Hakikî feylesoflar milletlerinin şuursuz fel­ sefesini şuurlu bir surette duyanlar ve milletten aldıkları bu hatsleri asrın ilimleri ile hemahenk bir sistem halinde mey­ dana koyanlardır.» (*) Felsefe, yeni felsefe bilimsiz olamıyor. Felsefenin ken­ disi bilim olmamakla birlikte, bilime dayanmak, bilimin verilerini içine almaık, onunla anlaşmak zorundadır. Yoksa, felsefe olmaz, ideoloji olur. Felsefenin içine aldığı bu bilim akla, ussa uygun, rationnel bir varlıktır. Bir millete özgü de­ ğil, bütün milletlere mal olabilecek bir niteliktedir. Şimdi nasıl oluyor da rasyonel, uscul, milletlerarası olan bu bilim verileri ile birleşen kendisi de ister istemez uscul olmak zo­ rundadır. Öyleyse, nasıl oluyor da bu felsefe sonradan millî yani a rationnel, uscul dışı bir varlık oluşuna gelebiliyor? Benim felsefe anlayışım şudur: Bilim gerçekleri objek­ tif olarak inceler. Birtakım kanunlar bulur. Bu inceleme bi­ limin konusuna göre değişir. Başlıca üç türlü gerçek vardır.. Fiziko - Şimik gerçekler, biyolojik gerçekler, sosyal gerçek­ ler. Bilimin işi bu gerçekleri incelemek, bu gerçeklerin ka­ nunlarını bulmaktır. Hangi bilim olursa olsun, bu inceleme­ yi gerçeğin tümü üzerinde değil, yalnız olguları üzerinde ya­ par: Isı, ışık, elektrik, can, içgüdü, din, ahlâk gibi. Sonra bi­ lim incelediği olguların da yalnız bir evresini, bir görünüşü(* )

Ziya G ökalp, aynı eser.


58

ZİYA

GÖKALP

nü inceler. Oysa ki bütün bu bilim konuları varlıkların par­ çalarıdır: Tüm olan varlıkları değildir. Şimdi, insan akimın sorduğu sonsuz soru şudur: «Varlık nedir? Biz insanlar ne­ reden geliyoruz, nereye gidiyoruz, biz neyiz?» İşte insanoğlu durmayıp bu varlığın sırlarına erişmek istiyor. Bilim bu sır­ lardan açıklıyabileceğini açıklamıştır. Ancak, insan aklı, in­ san ruhu, daha ötesini de istiyor. O zaman tek yol önce bili­ me sormak, bilimden alacağını aldıktan sonra da bunları da içinde olmak üzere yepyeni bir varlık bilgisi meydana getir­ mektir. İnsan bu işi yapmak için yine aklını çalıştıracaktır. Artık bu akıl matematikleşmiş olan akıl değil katılaşmamış olan akıl, canlı akıldır. Sanat, eserini duyan, anlayan, kendi varlığımızı duyan, anlayan akıl işte bu canlı akıldır. Bu ak­ la Henri Bergson gibi İntuition, hads, sezgi diye bir ad taka­ biliriz. Ancak, bu intuition duyularmki değil, Bergson’un intuition Philosophique dediği felsefe sezgisidir, canlı akıl­ dır. Böyle anlaşılan bir felsefe gerçi bilim değildir, milletten millete değişen, sübjektif bir bilgi, bir hars kolu da değil­ dir. Kendi başına realist de olmaz. İdealist de olmaz, yalnız bilim gibi, kendine göre objektif olabilir. Benim anladığım felsefe, bilim olmayan, ancak, bilimin akılla yaptığı denemeleri sezgi ile yapıp sürdüren, yaratıcı bir sentezdir. Bu anlayıştaki felsefe bir hars, kültür değil, bir medeniyet, bir teknik konusudur. Onun için, milletlera­ rası bir çalışmadır. Onun için ben bilimin objektif olan veri­ lerini içinde taşıyan felsefeyi Gökalp gibi sübjektif bir dü­ şünce olarak almıyorum, içinde taşıdığı bilim verilerinin zen­ ginliği oranında objektif oluşlu bir speculation, olarak alı­ yorum. Öyle sanıyorum ki, Gökalp’m felsefe anlayışında/ sübjek­ tifliğe büyük yer vermesi felsefenin bilim gibi deneme ile meydana gelemeyip bilim verilerini birliğe, bütünlüğe erişti­ ren canlı bir zekâ ile meydana gelmiş olmasıdır. Bence bizi bu alanda esenliğe kavuşturacak olan yol yine bilim, akıl yo­ lu olacaktır. Bilimlerin yaptığı hypnotese’leri, varsayımları


ZİYA

GÖKALP

59

bir düşünelim. Bunlar da bir soy felsefedir. Varsayım ku­ runtu ile var olmaz. Yaratıcı muhayyile ile var olabilir. Var­ sayım yapan bilgin önce bütün pozitif olan verileri toplar. Sonra yeni olan olayı açıklamak için bu veriler içinde olmak üzere henüz karanlıkta kalan oluşu aydınlatmaya çalışır. İşte doğa kanunlarını ilkin sezmek için bilimin kullandığı ya­ ratıcı muhayyileyi felsefe de bu kanunların sentezi demek olan tüm anlayışı yaratmak için kullanmaktadır. Gökalp, bir de halkın felsefesinden söz açıyor. Şöyle diyor: «Maamafih türklerin felsefece geri kalmaları yalnız yük­ sek felsefe noktai nazarından doğru olabilir. Halk felsefesi noktaî nazarından Türkler bütün milletlerden daha yüksek­ tirler. Rostand adlı bir Fransız feylesofu diyor ki: «Bir ku­ mandan için karşısındaki düşman ordusunun ne kadar as­ keri, ne kadar silâh ve mühimmatı olduğunu bilmek çok fay­ dalıdır. Fakat onun için bunlardan daha çok faydalı bir şey daha vardır ki, o da karaısmdki düşman ordusunun felsefe­ sini bilmektir.» (*) Apaçık görülüyor ki, buradaki felsefe sözü ülkü, mane­ vî kuvvet anlamında kullanılmıştır. Yoksa, Gökalp’ın anladı­ ğı halk felsefesi anlamında değil. Zaten Gökalp.m şu sözleri de bu anlayışının doğru olduğunu göstermektedir: «Filhaki­ ka iki ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken, birisinin galip, diğerinin mağlûp olmasını intaç eden en başlıca amiller iki tarafın felsefeleridir. Ferdî hayatı vatanın istiklâlinden, şah­ sî menfaatini namus ve vazifeden daha kıymetli gören bir ordu mutlaka mağlûp olur. Bunun aksi bir felsefeye malik olan ordu ise mutlaka galebe çalar.» (**) Bu sözler de gösteriyor ki, Gökalp’m Türk halkında var­ dır dediği felsefe, felsefe değil, ahlâk ülküsü, yurt aşkı, yiğtilik gibi değerlerdir. (*) Ziya Gökalp, adı geçen eser. (**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.


III

DİN ANLAYIŞI Gökalp’m sosyolog olarak üzerinde durmadığı sosyete problemi yok gibidir. Ancak, o her konudan çok, metod, din, ahlâk konuları üzerinde durmuştur. Bundan bütün sosyal ko­ nulara eşit değer vermediği, bunlar arasında din gibi birtakı­ mına, üstün değer verdiği seziliyor. İşte, Küçük Mecmua’da «Dine Doğru» başlıklı yazısında sosyal olguları, aşağıdan yu­ karıya doğru şöyle sıralıyor: Ekonomi, bilim, sanat, ahlâk, din. Bu sıraya göre, ekonomi en alt katta, din en üst katta­ dır. Gökalp’m bu anlayışı çok doğrudur. Çünkü din, dil gibi, sanat gibi, toplumları yaratan, yaşatan kamu kuvvetlerinden biridir. Hattâ, Emile Durkheim’m anlayışına göre, din toplumlarm ilk yaratıcısıdır, ana kuvvettir. Din, dil, sanat, bu üç kuvvet, etnografyanın bildirdiği en ilkel toplumlarda bile vardır. Hem de en diri, en kaplayıcı olarak vardır. Sosyolog­ ların institution, kurum adını verdikleri sosyal varlıklar ise, ancak, toplum toprağa yerleşip de sosyal işbölümü meydana geldikten sonra doğabiliyorlar. Yeryüzünde dinsiz, dilsiz, sanatsız toplum olmadığı gibi, bunlarsız ne bilim, ne ekonomi, ne teknik, hiçbir sosyal kurum olamıyor, kültür kalkınması, medeniyet gelişmesi de olamıyor. Onun için, din denilen var­ lığı tapmaklara kapanmış insanlardan, törenlerden ibaret sanmak dar bir anlayıştan başka bir şey değildir. Din, her şeyden önce, bir bilinçaltı varlığıdır. Böyle bir varlık olarak onun sinmediği, esinlemediği dil eseri, sanat eseri, ahlâk ese­ ri yoktur. En orijinal olan sanat eserlerinden tutun da in-


ZİYA

GÖKALP

61

san jestlerine, insan pozlarına kadar duyuncu taşman top­ lum varlığı, kamu varlığı odur. Biz insanlar hep bu kutsal varlığın bilerek, bilmiyerek etkisi altında yaşıyoruz. Öyle ki, dinsiz adam olarak onun varlığını yoğumsamak istesek bile, yine de onu bilinçsiz olarak yaşar dururuz. Sosyalleş­ mek, milîleşmek için, her şeyden önce dinlileşmek gerektir. İşte onun için Gökalp, üç prensibi arasına İslâmlaşmayı da almıştır. Gökalp’m din anlayışını iyice kavramak için gençliğinde geçirdiği ruh buhranının evrelerini öğrenmek gerekmektedir. Tasvir Gazetesinde çıkan Fikret Karakoyunlu imzalı ya­ zıdan bu konuyu çok iyi aydınlatan kısımları olduğu gibi alıyorum: «Din mefhumunun hakikî hikmet ve felsefesini lâyıkıyla kavramadan, sadece müeyyidelerini terazi ve köprü gibi maddî hâdiselerle izaha kalkışan bazı basit, bilgisiz kimsele­ rin serapa şeklî din telâkkisiyle alkı selimin mantıkî anlayış tarzı arasındaki uçurum önünde elbette ki, Gökalp’m arayıcı ve sorucu zihni bir müddet için duraklayıp kalacaktır. Ni­ tekim Ziya’nm müstesna idrâki ilim ve mantıkla tezat halin­ de bulunan bâtıl itikatları olduğu gibi kabule icbar ve ikna edilememiştir. «Ziya Gökalp’m bu ilk tabiî derinleştirme arzusu o za­ manın bâzı dar düşüncelileri tarafından dine saygısızlık ad­ dedilmiş ve kendisine —tamamen haksız olarak— münkir diyenler bulunmuştur. «Filhakika, Gökalp ve muakıplerinin tahkiki ve makul din telâkkisiyle bazı kimselerin sadece biatlerden ibaret olan din anlayışı arasında bugün de farklar vardır. Bu fark dinin ilk zuhurundaki salim vasıflarıyla hurafeler karıştıktan son­ ra aldığı münakaşalı şekiller arasında da göze çarpar. Hakikî ilim gibi hakikî dinin de zaman zaman tatbikattaki şeklin üs­ tünde kalması mümkündür. «Ziya Gökalp gençliğinde karanlık bulduğu noktalar için


62

ZİYA

GÖKALP

tasavvufun bir irşat meşalesi vazifesini görüp görmiyeceğini denemiye koyulmuş, bu sebeple de meşhur İslâm klâsikleri­ ni tetkik etmiştir. Amcası Hasip Efendinin tavsiyesi ile Ga­ zali, Bestanî, İbnürrüşt, İbnisinâ gibi büyük mütesavvıflarla tanışmış ve bunların anlayışlı din felsefesinde teselli edici, mûnis bir hüviyet bulmuştur. «Asena’nm dediği gibi, Gazalî’nin mucizeler gösteren bir peygamber dahi olsa, bir kimsenin akıl ve mantıktan uzaklaşarak meselâ (2 + 2 = 5) olduğunu mücerret iddia ve ısrar etmesine tahammül edemiyeceğini söyliyecek kadar te­ fekkür ve derinleştirme hürriyetinde ileri gitmesi Gökalp’m cesaretini arttırmış ve bu vadideki münakaşaların da daha ateşli ve bilgili olmak imkânını vermiştir. «Gençliğinde Ziya Gökalp’a münkir diyecek kadar geri­ ye gidenler dar kabiliyetlerinin basit ölçüsüyle Ziya’nm harikulâde keskin zekâ ve idrakini tartmıya ve değerlendirme­ ye muvaffak olamıyanlardır. Buna mukabil, Gökalp, Diyarba­ kır’da derunî şüphe ve tahkik arzularını tabiî ve hoş karşı­ layarak münakaşalarına vukufla iştirak ve zaman zaman il­ zam eden Hacı İzzet Efendi gibi fıtrî mütefekkirlerle de kar­ şı karşıya, gelmek bahtiyarlığına erişmiştir. «Filhakika Ziya Gökalp’ın ilk şüphelerini tasavvufun ve ilmin ışığı altında damla damla erittikten sonra bidatsız, hurafesiz bir dinin insanlık için zarurî ve faydalı olduğuna kanaat getirdiği ve çocukluk arkadaşı Asena’nın tabiriyle de «bir imanı hakikî ile mütedeyyin bulunduğu» şüphe gö­ türmez. 3 Temmuz 338 tarihli Küçük Mecmua’da çıkan «Di­ ne Doğru» adlı yazısı bu ciheti tam. bir sarahatla tebarüz ettirmektedir. Gökalp, bu zamanda dinin beşer evlâdı için bir zaruret olduğu fikrini ileri sürer. «Filhakika, Allah’a tevekkül'eden bir lâhza ümitten mah­ rum, bir dakika bedbin olmaz. Bir filozof diyor ki: «Ağaçla­ rın kıymetleri yemişlerinden anlaşılır.» O halde, bu kadar


ZİYA

GÖKALP

63

tatlı yemişler veren böyle bir ağaca lâkayıt kalmak büyük bir gaflet değil midir? «Dine Doğru» adlı yazı kül halinde tetkik edildiği zaman Ziya’nın bidatsız ve hurafesiz, tertemiz, vecdî bir inancı kasdettiği anlaşılır. «Gökalp’m insanlar için faydalı gördüğü vecdî din umu­ mî cemiyet hayatını idare için konulmuş her türlü siyaset, iktisat ve pozitif hukuk kaidelerinin tamamen üstünde kal­ ması lâzımgelen/ferdi ve vicdanî itikattan ve bunun serbestisinden ibarettir. Ziya Gökalp tevekkül tabiriyle de hiçbir za­ man bu kelimenin tatbikattaki miskinlik ve tembellik ma­ nasını kasdetmemîştir. ((Hakikî tevekkül herhangi bir işde beşer takat ve idra­ kiyle yapılabilecek her şey yapıldıktan ve maddî her türlü tedbirler alındıktan sonra, kalbin derunî bir itminan ve gü­ ven vecdi içinde mabut mefhumuna bağlanmasıdır. ((Hayatta huzur için maddî her şeyin üstünde duran böy­ le derunî ve vicdanî bir inanca ihtiyaç vardır.» (*) Kendisini tanımadığım Karakoyunlu'nun bu yazısını ta­ da tada okudum. Gökalp için yazdıkları hep doğru. Gökalp'’ m din anlayışını anlamak için bu yazıda geçen sözlerini oku­ mak yeter. Gökalp türktü, müslümandı. Ancak, ormn müslümanlığı ağızdan kapma., kulaktan dolma bir müslümanlık olamazdı. Çünkü o herhangi bir fikir adamı değildi, rnetod sahibi bir bilim adamı idi. Hem de bilimi bir çokları gibi okumuyor, yaratıyordu. Onun yaşadığı şartlar içinde yaşayan bir insanın bir din bunaltısı geçirmesi de olağandı. Ancak, Gökalp, İslâm dininin kaynağı olan Kıır’an’a, dinin kendisi­ ne bağlanarak bütün uydurma, yapma inançlardan kendini kurtarmıştı. Gökalp’m «Dine Doğru» yazısında üzerinde dur­ duğu din eğitimi konusu bence kişilik psikolojisinin büyük bir dikkatle incelemek zorunda olduğu karanlık konulardan (*) Fikret Karakoyunlu, Ziya Gökalp ve itikat Mefhumu (Tas­ vir, 5 Eylül 1945.1.


64

ZİYA

GÖKALP

biridir. Bu kitabımın eğitimle ilintili olan son bölümünde bu konu üzerinde duracağım. Gökalp, din sosyolojisi üzerinde -durmakla kalmamış, milletinin dini olan İslâm dinini ince­ lemiş, bu incelemede çok ileri gitmiştir. İslâm dini üzerinde­ ki bilimli çalışmaları kendisine gelinceye kadar kimse yö­ nünden yapılmamıştır. Din üzerinde yaptığı incelemeler o ka­ dar yerinde, o kadar ilgi çekicidir ki, günün birinde türk aydınları milletçe ilk kalkınmanın dinle olabileceğine ina­ nacak olurlarsa, hem de bu kalkınmayı yapmak isteyecek olurlarsa, Gökalp’m yazılarını okumakla, onun dine verdiği önemi anlamakla işe başlıyacaklardır. Bütün bu söylediklerim doğru olmakla birlikte, Gökalp’ m ümmet anlayışına, halifeliği savunmasına ilişkin olan dü­ rsünçelerine katılamam. Bu konuyu ele alıp, onun değerin: küçültmeye çabalamak da ahlâklı bir adamın yapacağı bir iş değildir. İnsanlar eksiklikleri, aksaklıkları ile eleştirilmelidir. Ancak, erdemleri ile de değerlendirilmelidir. Tarihin büyük adamları arasında günahkârlar da vardır. İnsan tüm olarak ölçülmelidir. Gökalp’m din konusu üzerindeki araştırmaları genel düşüncelerden ibaret değildir. İslâm dininin inançları üze­ rinde de açıklayıcı, aydınlatıcı düşünceleri de taşımaktadır, Buraya «Fetva» ile «Kaza» konuları üzerindeki düşünceleri­ ni açıklayan yazısından bir parça alıyorum. «Birçok ananelerin esasen dinî bir mahiyeti haiz olma­ dıkları halde dinin esaslarından addedilmesi, bir taraftan dinle örfün, diğer taraftan dinle aklın, birbirine muhalif gö­ rünmesini intaç edebilirdi. İşte hakikî islâmiyeti bilmeyen bazı muallimlerin akla, yahut örfe muhalif ananeleri dine mensup göstermeleri gençlerin zihnini şaşırtan en büyük âmil olmuştur. «Halbuki İslâm dini akla, yahut örfe uymayan hüküm­ leri kabul etmemeyi kendisine esas ittihaz etmiştir. İslâm di­ ni şeniyet hükümlerinden bahseden ilme «kelâm» kıymet hükümlerinden bahseden ilme «Fıkıh» namlarını ver­ miştir. Kelâmın esası olarak şu kaideyi görürüz: «Bir


ZİYA

GÖKALP

65

itikat meselesinde akıl ile nakil tearuz ederse, nakil akla gö­ re tevil olunur». Demek ki İslâmiyet itikatlarda yani şeniyet bükümlerinde aklı hâkim addediyor. Zahirde akla uymaz gi­ bi görünen âyetlerde hâdiselerin akla muvafık bir surtte te­ vilini istiyor. Fıkıhta ise İmamı Yusuf’a istinat eden bu esas­ lı kaideyi görürüz. «Örften mütevellit naslarda itibar örfe­ dir.» Demek ki İslâmiyet amelî ahkâmda, yani hüsnü kübh hükümlerinde örfü hâkim addediyor. Hüsn ve kubh hü­ kümleri, bugünkü ıstılaha göre, kıymet hükümleri demektir. Müsbet içtimaiyat ilmine göre de kıymet hükümlerinde hâ­ kim örftür. «İslâmiyetin bu hakikatta içtimaiyatla birleşmesi dini­ miz için gayet ehemmiyetli bir mazhariyettir ki, örfün bu sahadaki hâkimiyetini müeyyid olmak üzere Kur’an’ı Kerim’ de, «Örfü emrediniz,» , «Mârufu emir, münkeri mehyediniz» suretindeki kat’î emirlerin mevcudiyetini görüyoruz. «İslâmiyetin bu iki kaidesi bize gösteriyor ki, bu din yalnız bugünkü akıl ile örfe muvafık olmakla kalmıyor, bel­ ki kıyamete kadar vücuda gelecek her türlü İçtimaî hayatla­ rın doğuracağı müsbet ilimler ve İçtimaî örferle hemâhenk kalacağını da. temin etmiştir.. Hiçbir din İslâmiyet kadar bü­ tün zamanlara ve bütün milletler kabili tatbik değildir. Çün­ kü şeniyet hükümlerinde zamanın akimı, kıymet hükümlerin­ de ise milletlerin örfünü esas olarak kabul eden yalnız islâTniyettir. Katolik dini bu iki kaideyi kabul etmediği için bıı asrın medeniyeti ile itilâf edemedi. Buda dini budistlerin asri­ leşmelerine kat’î bir surette mani olmaktadır. Halbuki islâmiyette yukarıda izah ettiğimiz veçhile «zamanın tegayyuriyle ahlâkın tegayyuru» kabil olduğundan müslüman mil­ letlerin asrileşmesine hiçbir mâni yoktur.» (*) Gökalp kelâm ile fıkhın ayrılığını bir noktadan daha aydınlatıyor. Toplumdaki eylemlerin iki türlü müeyyidesi yani sağlarca sı vardır. Biri mânevî vicdanî olan. Buna «di( *)

Ziya G ökalp, T ürk çülük nedir? (Y e n i M ecm ua, Sayı: 29).

F: 5


66

ZİYA

GÖKALP

yanî kuvveî müeyyide» diyor. Biri de mahkemelerin verdiği yargılar. îki türlü de inzibat memuru vardır. Müftiler ile kadılar. Bu yargıların diyanî olanları din, kazanı olanları ise şeriattır. Böylece, İslâm fıkhı ile İslâm hukukundan ibaret iki bilim meydana gelmiştir. Fıkıh dört temel üzerine ku­ rulmuştur. Kitap, sünnet, kıyas, icmaı ümmet. İslâm huku­ kuna gelince, bu da nas, örf, icma, ülülemirden ibarettir. Böylece, İslâm ümmetinin vicdan işlerini din yönetecek, maddî işlerini de şeriat düzenliyecek demektir. Gökalp, İslâmiyetin doğru bir gözle görülmesini istiyor. Aydınlarımız, fikir adamlarımız islâm dinini alışıldığı gibi değil, olduğu gibi, bütün gerçekliği ile duymaya, anlamaya başladıkları gün artık gençlik âleminde din buhranı, din bunaltısı diye bir şey kalmıyacaktır. Gökalp din hastalığına, el koymuştur. Çök doğru düşünmüştür. Bakın, daha ne diyor: «Çünkü İslâm dini ve beynelmilel olan akıl ile, ne de millî olan örf ile hiçbir vakit ihtilâf halini alamaz. Avrupa’ da asırlardan beri çalışıldığı halde halledilememiş olan nizai ilim ve din meselesi bizim dinimizde ilk günden beri halledilmiştir.» (*) Şimdi Gökalp’m ümmet anlayışı üze­ rinde duralım. «ümmet aynı dine mensup fertlerin mecmuu demektir.. Meselâ hristiyanlarm mecmuu bir ümmettir, yahudilerin mecmuu bir ümmettir, müslümanlarm mecmuu bir ümmet­ tir. Demek ki yeryüzünde rte kadar din varsa, o kadar da ümmet mevcuttur. Görülüyor ki, ümmette mevcut olan ha­ yat yalnız dindir. Halbuki millette din müşterek olduğu gibi, bundan başka lisan, ahlâk, hukuk, siyaset, güzel sanatlar, iktisat, ilim, felsefe, fen de müşterektir. Bir ümmetin içinde lisanlar, ahlâklar, hukukî, siyasî teşkilâtlar, bediî zevkler, İktisadî uzviyetler, terbiyevî müesseseler ayrı olabilir. Bir mîlletin içinde ise din gibi bütün bu saydığımız hayatların (* ) Ziya G ökalp, H ilâfe tin h ak ik î m ahiyeti, (K üçük Sayı: 24).

M ecmua.


Z tY A

GÖKALP

da müşterek ve müttahit olması lâzımdır. Bir cemiyetteki dinî, ahlâkî, hukukî, siyasî, bediî, iktisadi, terbiyevî hayatla­ rın mecmuuna «Hars» namı verilir. Hars bütün İçtimaî ha­ yatları ihtiva eden câmi bir kelimedir. O halde milleti tarif için «aynı harsa mensup fertlerin mecmuu» demek kâfidir. Bu tariflerden anlaşılıyor ki, cemiyet namını verdiğimiz: bü­ tün İçtimaî hayatları müşterek olan zümre ümmet değil, mil­ lettir. Ümmet, ekseriya birçok cemiyetleri, yâni birçok mil­ letleri muhtevi olan bir camiadır. Bundan dolayıdır ki, ek­ seriya ümmet beynelmileldir. Zaten beynelmileliyet iptida ümmt halinde başlar. Beynelmilel müesseseler bidayette yal­ nız dinî mtiesseselerdir. Kurunu Vustada Avrupa, beynelmileliyeti hristiyan ümmetinden ibaretti. Oradaki beynelmilel mü­ esseseler de kiliseye ait müesseselere münhasırdı. O zaman Avrupa'da millete ait teşkilâtlarla ümmete ait teşkilâtlar biribirinden tamamiyle ayrılmamıştı. Bizde de yakın bir za­ mana kadar bu iki nevi teşkilâtlar biribirine karışıktı. İçti­ maî tekâmül, işlerin taksimini, işlerin taksimi de ciheti ca­ miaları ayrı ayrı olan zümrelerin biribirinden temeyyüz et­ mesini iktiza ettiğinden son zamanlarda, Avrupa’da olduğu gibi, bizde de millet teşkilâtıyla ümmet teşkilâtı biribirinden ayrılmaya başladı.» Gökalp hangi sosyoloji konusunu eline alırsa alsın, ön­ ce onu bilim metodlarıyla inceliyor. Konusunu bilimle ay­ dınlattıktan sonra, bununla da yetinmiyor, uygulama alanı­ na gidiyor. Din konusunda da böyle. Din türkçülüğünün ne olabileceğini anlatıyor: «Dinî Türkçülük» din kitaplarının ve hutbelerle vâızlarm türkçe olması demektir. Bir millet dinî kitaplarını oku­ yup anlıyamazsa, tabiîdir ki, dininin hakikî mahiyetini öğ­ renemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediklerini anlamadığı surette ibadetlerden hiçbir zevk alamaz. İmamı Âzam Hazr retleri, hattâ namazdaki sûrelerin bile millî lisanda okunma­ sının câiz olduğunu beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadet­


ZİYA

68

GÖKALP

ten alınacak vecit ancak okunan duaların tamamiyle anlaşıl­ masına bağlıdır. Türklerin namazdan aldıkları ulvî zevkin bir kısmı da yine ana diliyle ve terennüm olunan İlâhilerdir. Bilhassa teravih namazlarını canlandıran âmil şiir ile musi­ kiyi câmi olan türkçe ilahilerdir. Ramazanda, ve sair zaman­ larda, türkçe irad olunan vaazlar da halkta dinî duygular ve heyecanlar uyandıran bir âmildir.» (*) Gökalp, çok doğru düşünüyor. Din işi, Allah’ın kitabında buyurduğu gibi, her şeyden önce, bir gönül işidir. Gönül gö­ zü yamuk olanlar din gerçeğini göremezler. Dini kendine esin kaynağı edinen sanatlar doğrudan doğruya bu içe ses­ lenen sanatlardır. Tarih gösteriyor ki, Batı’da kalkınma de­ mokrasi ile, endüstri ile, hattâ okullarla başlamamış, başta din olmak üzere dille sanatla başlamıştır. XVI. ncı yüzyılda Luther İnciPi ana diline çeviriyor, böylelikle halk arasında yayılan İncil dili millî edebiyatı doğuruyor, millî edebiyat po­ litikayı etkiliyor, millî devlet doğuyor. Millî devlet ekonomi­ yi etkiliyor, endüstri doğuyor, endüstri kişilik, özgürlük kül­ türünü meydana getiriyor, bu kültür de demokrasi rejimini yaratıyor. Öyleyse, milletçe kalkınmaya demokrasi ile, en­ düstri ile değil, dinle başlanacaktır. Dinle kalkınma da din kitabının ana diline çevrilmesi ile olacaktır. Kalkınma ağa­ cını başaşağı dikmemelidir. îşte ben Gökalp ile bir düşüncede olduğum içindir ki, bundan onbeş yıl önce, din kitabımızı ana dilimize çevirmeya başlamıştım. Çevirdim, sekizbin tane bastırdım. Gerçi şimdi elimde kalmamıştır. Ancak, Türkiye’nin otuz milyon­ luk nüfusuna göre bu yayılma hiç demektir. Daha, çok acı olan milletçe kalkınma, yolu, yoldamı ne olduğunu türk ay­ dınlarınca henüz anlaşılmamış olmasıdır. Bu durumda üzül­ mekten başka yapılacak iş kalmıyor. Gökalp, dinî türkçülükten söz açınca, Süleyman Çelebi'nin Mevlid’ini anması da ayrıca dikkati çekiyor. Bakın, ne (*)

Ziya G ökalp, adı geçen eser, (D in î T ürk çülük)


ZİYA

GÖKALP

69

diyor: «Türklerin en ziyade vecit aldıkları ve zevk duyduk­ ları bir âyin daha vardır ki, o da Mevlid-i Şerif kıraatinden ibarettir. Şiir ile musikiyi ve canlı vakaları cem’eden bu âyin dinî bir bidat sûretinde sonradan hadis olmakla bera­ ber en canlı âyinler arasına, geçmiştir.» Gökalp’ın düşünceleri arasında en çok eleştirilen, doğru bulunmayan düşünce hilâfet düşüncesidir. Önce onun hilâ­ fetten ne anladığını kendi yazılarını okuyarak öğrenebiliriz. Gökalp’m ümmet, hilâfet anlayışını gösteren bir yazısı 1918’ de basılan Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinin «Türkçülüğün başına gelenler» başlıklı bölümünde ümmet ülküsünü şöyle açıklamaktadır: «Türkçülerin millet mefkûresi türklükse, ümmet mefkûresi de İslâmlıktır. Ben­ ce, Türkçülerin ayrıca bir ümmet, programları da olmalı ve başlıca esasları da. şunlar bulunmalıdır: «(1) Bütün İslâm kavimleri arasında müşterek olan Arap hurufunu bilâ tagayyür muhafaza etmek, «(2) Bütün İslâm kavimlerde ilim ıstılahlarının müşte­ rek bir hale getirilmesi için İslâm ümmeti arasında ıstılah kongreleri inikat ettirmek ve ıstılahları türkçeden, arabıden ve kısmen de farisîden yapmak (Bu gayenin vücuda getirilmesi için Paris’de Türk, Mısırlı, Hintli ve İranlı tale­ beler arasında bir ittifak hasıl olmuştu.) «(3) Bütün islâm kavimlerinde müşterek bir teessüsü için terbiye kongreleri inikat ettirmek,

terbiye

«(4) Bütün islâm kavimler in müftü teşkilâtları arasın­ da daimî bir irtibat vücuda getirmek, «(5) İslâm ümmetinin timsali olan (Hilâl) in kutsiyeti­ ni muhafaza etmek. «Bu umdelerden anlaşılıyor ki, türkçülük aynı zaman­ da islâmcılıktır. Yalnız türkçüler islâm ümmetçisi olmak suretiyle kendilerini «islâm milliyetçilerimden ayırt ederler.


70

ZİYA

GÖKALP

Çünkü İslâm kavimlerine milliyet duygusunu nefyeden böy­ le gayri tabiî bir ittihadı bugün ne türkler ve Araplar, ne Hintliler ve AfganlIlar, ne Berberîler ve Farlsar kabul ede­ bilirler. Türkler millî mefkurelerini kuvvetlendirmek için dindaş ve vatandaşları olan hiçbir kavme karşı «Millî kin» telkinine yeltenmediler. İslâm ümmetçiliğini anlamamış olan Abdullah Nedim’lerin, Fraşerli Naim’lerin bu hatâlı yoluna gitmediler. «İhtimal ki, Mısır’da ve Arnavutluk’da hristiyan mısırlı ve arnavutlarm mevcudiyeti ve müşareketi bu yanlış hareke­ te sebebiyet vermişti. Türklerin hepsi İslâm olduğu için türkçüler hiçbir zaman İslâm ümmetçiliğine mugayir bir his beslemeyeceklerdir. Aynı zamanda türkçüler, muasırlaşmak zaruretini de anladıkları için gayri müslim kavimler hak­ kında. bu medeniyet asrının icap ettiği ihtiramkâr vaziyeti muhafaza edeceklerdir.» (*) Gökalp, 1922 de yazdığı bir yazıda millet ile ümmet ger­ çeklerini biribirinden ayırdıktan sonra hilâfet konusu üze­ rinde duruyor. Ümmetin dinî başkanı olan halifenin görevi ümmetin dinî hayatını ilâya çalışmak olduğunu söylüyor. Ona yöre, Hilâfetin doğması peygamberin ölümü ile sonuç­ lanan hastalığı sırasında namazlarda imamlık görevini Ebubekir’e vermesiyle başlar. Gökalp şunları diyor: 7 «Hazreti Peygamberin hali hayatında yalnız bir imam vardı ki, hazreti peygamberin zâti mübareklerinden ibaretti. İmamın bu vahdeti ümmetin ittihadına en vazıh bir timsal­ di. Sonraları mescitler ve camilerle beraber imamlar da ço­ ğaldı. Bu kesret ümmetin vahdetini nazarlardan gizlemeye bir sebep olabilirdi. Hilâfet makamının tesisiyle bu mah­ zurun önüne geçilmiş oldu. Halife imamı ekber, imamlar imamı demektir. İmamlar çoğaldıktan sonra, bunların cümleten bir imamı ekbere iktida etmeleri ünimetteki vahdeti (*) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, (Hara zümresi, medeniyet zümresi).

Muasırlaşmak,


ZİYA

GÖKALP

71

yine bariz bir surette meydana çıkardı. O zamandanberi İs­ lâm ümmeti kendi varlığını, kendi vahdetini, kendi tesanüdünti bu imamı ekberin, yani halifenin vahdetimde mütecelli görür. İslâm ümmetinin vahdetine timsal olan bu maka­ mı bir milletin hususî siyasetine bulaştırarak o siyasetin be­ şerî ve gayrî kabili içtinap hatalarıyla şaibedar etmek nasıl caiz olabilir? (*). Gökalp, 1339 (1923) de Doğru Yol adlı 15 sayfalık bir broşür yayınlıyor. Bu broşürün kapağında «Hâkimiyeti Mil­ liye ve umdelerin tasnif, tahlil ve tefsiri» diye bir not da var­ dır. Bu eser Ankara Matbuat ve İstihbarat Matbaasında ba­ sılmıştır. Müdafaai Hukuk Fırkası Halk Fırkası adını alın­ ca, programını ilân ediyor. Bu program dokuz, umdede özet­ lenmiştir. Gökalp, bu umdelerin dokuz değil, otuz sekiz ol­ duğunu söyledikten sonra bunlar arasında en çok siyasî um­ delerle dinî umde üzerinde duruyor. Hilâfet konusu ile ilin­ tili olan «Dinî Umde» başlıklı kısmını kendisinin hilâfet an­ layışı bakımından önemli bulduğum için buraya olduğu gibi alıyorum: «İstinatgahı Türkiye Büyük Millet Meclisi olan makamı hilâfet beynelislâm bir makamı muallâdır.» İslâm dininde bütün namazlar cemaatla eda olunur. Cemaatin bir imamı -vardır ki, cemaati terkip eden bütün fertler ona iktida eder­ ler. Bu suretle imam cemaatin timsali olmuş olur. Cemaatin fertleri arasındaki tesanüt imamın şahsında tecelli eder. «Her imamın kendi cemaatini namaz esnasında birleş­ tirerek birçok ruhlardan tek bir ruh meydana getirmesinden küçük bir tesanüt husule gelir. İslâmiyette bundan başka bir de büyük bir tesanüt vardır ki, bütün ümmeti tek bir ruh haline getirir. Bunun şekli de bütün imamların manevî bir surette bir imamı ekbere iktida eylemesidir. İşte bu imamlar imamına «Halife» nâmı verilir. O halde namaz kılınırken yal­ nız gözümüzün önündeki cemaatın imamda temerküz eden (*)

H ilâ fe tin h a k ık ’ m âhiye ti (K ü ç ü k M ecm ua, sayı: 24).


72

ZİYA

GÖKALP

ruhî vahdetini görmekle iktifa edememeliyiz. Bilmeyiz ki, bu cemaattan başak milyonlarca cemaatlar da aynı zamanda bir ümmet halinde birleşmişlerdir. Bu birleşme bütün ümmetin büyük imam etrafında, yani halifenin çevresinde birleşmesiy­ le husule gelir. Demek ki, küçük imamlar, küçük cemaatları temerküz ettirerek küçük tesanütler vücuda getirdiği gibi, büyük imam da bütün ümmeti temerküz ettirerek İslâm âle­ mindeki umumî tesanüdü husule getirmiştir. Bundan dola­ yıdır ki, bütün islâm âlemi halife meselesinde alâkadardır. Yeryüzünde bir hilâfet makamı bulunmazsa islâm âlemi ken­ disini imamsız kalmış bir teşbih gibi dağılmış, perişan gö­ rür. «Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, mutlaka islâm ümmetinin başında halife namı verilen şahsî bir timsalin bulunması lâ­ zımdır. Fakat bu yüksek makamı hangi müslüman millet kendi içinden bir şahsiyet seçerek vücuda getirebilir? Di­ nen halifenin gayri müslim hiçbir devlete tabi olmaması şart olduğundan, halifeyi içinden doğuracak milletin mutlaka kuvvetli bir orduya ve tam bir istiklâle malik olan mücahit bir islâm milleti olması lâzımdır. Birçok asırlardan beri bu şartları haiz olan millet yalnız yeni Türkiye’dir. Buna bina­ en Türkiye Büyük Millet Meclisi bizzat halife hazretlerini in­ tihap ederek kendisini bu muazzez ve muhterem makama istinatgâh yapmıştır.» (*) İşte bütün bu açık, kesin sözler gösteriyor ki Gökalp’ın ayrı zamanlarda, ayrı yayın organlarında hilâfet konusu üze­ rinde durması bir uysallık isteğiyle olmamıştır, bu konudaki anlayışının eseri olmuştur. Öbür yandan, Gökalp’m kalkın­ ma ilkeleri olarak savunduğu ilkeler şulnardır: Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak. İnsan bu üç ilke üzerinde du­ runca .kendi kendine şu soruyu soruyor: — Neden Türkleşmek, muasırlaşmak diye iki ilke değil (*) Ziya Gökalp, Doğru Yol (Ankara Matbuat ve istihbarat Matbaası 1339).


ZİYA

GÖKALP

73

de, İslâmlaşmak ile ibrlikte, üç ilke? İslâmlaşmak ilkesi Türkleşmek ilkesinden ayrı olarak düşünülebilir mi? Dinsiz milliyet olur mu? Milliyet ilkesi dinleşme ilkesi dışında, ay­ rı olarak, düşünülebilir mi? Ben bu sorunun karşılığını ötedenberi arar dururum. En son şuna inandım ki, Gökalp dini, milletlerin temel varlığı olarak özümsemekle birlikte, onu millîleşmeden, muasırlaş­ madan ayrı tabiatta, bir ilke olarak anlamaktadır. Onun için İslâmlaşmak ilkesini, türkleşmek ilkesi ile birleştirmernektedir. Gökalp’m ümmete, ümmet birliğine, hilâfete verdiği büyük değer de bundan ileri gelmektedir. Birinci Cüıan »Sa­ vaşında. Türkiyenin araplardan gördüğü kötülükler, ümmet devri için tabiî olan ,bu anlayışının, millet devri için doğru olmadığını göstermiştir. Ancak, Gökalp gibi büyük bir bilim adamını bu gibi aksaklıklarla, biraz da olsa, değersizlemek değer tanımak nedir, bilmemektir. Şimdi Gökalp’ı bir bilim adamı olarak tanıyan, onu seven bir insan bu satırları okuduktan sonra bu sevgi duygusunun mantığı ile düşünecektir. Böyle bir durum da olağandır. Böyle bir insan Gökalp’ın bu düşüncelerini gerçeklere uygun bulamayınca ne diyebilecektir? Bence, Gökalp gibi büyük bir bilim adamını hilâfet konusundaki samimî kanısı ile ölç­ mek, doğru bir davranış değildir. Gökalp’m din, politika ger­ çeklerine hiç uymayan bu düşüncelerinin psikolojik nedenle­ rini aramak doğru olur. Bizim gibi 1922 de yaşamış olan Gö­ kalp da çok iyi biliyordu ki, dünya müslümanlarmın gözün­ de Osmanlı halifesinin bir değeri yoktu. Birinci Cihan Sava­ şında halife yönünden çıkarılan Cihat fetvalarının araplar hintliler üzerinde etkisi olmamıştır. Bu savaş günlerinde araplardan iyilik değil, hep kötülük görmüştük. Gökalp da bunları biliyordu. Bu konu üzerine 1934 de Yeni Adam’da yazdığım bir yazıyı buraya alıyorum: «Ziya Gökalp, Türk tarihinin tanıdığı en değerli kafa-


74

ZİYA

GÖKALP

lardan biridir. Her büyük adamın eserinde olduğu gibi, Gökalp’mkinde de ölen ve ölmiyen parçalar vardır. Gökalp Meşrutiyet Türkiyesi içinde çalışmış bir düşünücüdür. O devrin kozmopolitliği İslâm birleşmeciliği hilafetçiliği ese­ rinde izler bırakmaktan geri kalmamıştır. Fakat buna karşı Gökalp'da ölmeyen unsurlar, gidişler ve sonlar da vardır. Türkçülük, ilimcilik, idealcilik gibi. Kendinden evvel dok­ torların, riyaziyecilerin, kelâmcıların, ruhiyatçıların, herbiri bir noktadan gördükleri ölçüye vurdukları hayat realite­ sini o, en son içtimaiyat zekâsıyla, bire ve bütüne götürmek istiyordu. Gerçi bunu yaparken yalnız ilim adamı gibi öz ilim fikirleri saçmıyordu, bunları azçok günün, tarihin rengiyle boyuyor, bir bakıma, pratik adamı gibi işliyordu. Za­ manla hükümlerini göze çarpmıyacak bir incelikle yumuşak­ lıkla değiştiriyordu. Fakat ne olursa olsun, Gökalp türk olan sentez zekâsını gösteriyor, fikir gençliği için iyi örnek işini görüyordu.» (*)

{*)

ism ay ıl H a k k ı B altacıoğlu, Ziya G ökalp, Y e n i Adam , sayı: 44


IV

DİL ANLAYIŞI Gökalp, herhangi hir sosyolog da değildir. Metod sahibi, kendine göre görüşleri, buluşları olan büyük bir sosyolog­ dur. Günün birinde sosyoloji tarihi ile uğraşanlar bu bilimin doğuş, oluş tarihini yazacak olurlarsa Türk sosyolojisinin doğuş, oluş tarihi üzerinde de duracaklardır. O zaman onun Türk sosyolojisindeki, hem de dünya sosyoloji tarihindeki yerinin ne kadar yüksek olduğunu göreceklerdir. İşte bilgin değeri bu olan Gökalp, din sosyolojisi gibi dil sosyolojisi üzerinde de uzun uzadıya durmuştur. Onun Türk dili için aç­ tığı bilim yolu çok geniştir. O, bu yolda ömrü yettiği kadar yürümüştür, ilerlemiştir. İlerlemenin gerisini kendisinden Sonra gelecek olan dilcelere bırakmıştır. Hem de bir milliyet borcu olarak bırakmıştır, şimdi Gökalp’m Türk diline yap­ tığı hizmetler üzerinde biraz duralım. Ziya Gökalp, türkçülüğü, türk dili incelemelerini Tür­ kiye’de ele alan ilk adam değildir. Son yüzyıl içinde Cevdet Paşa gibi türkçenin sarfı üzerine kitap yazan, Şıpka kahra­ manı Süleyman Paşa gibi Sarfı Türkî diye eser veren, Türk şairi Mehmed Emin gibi «Ben bir Türküm, dinim cinsim ulu­ dur» diyen Türk dilcileri, Türk şairleri, Necip Asım, İzmirli Türkçü Necip gibi dil yazarları gelmiş geçmiştir. Ancak Gökalp’a gelinceye kadar hiçibr fikir adamı dil bilimi, dil türkçülüğü, dil devrimi üzerinde Gökalp kadar metodlu ça­ lışmalar yapamamıştır. Gökalp’m Türk dilini sadeleştirme hareketi 1911’de Se­ lanik’te çıkan Genç Kalemler’deki yazıları ile başlar. 1918’de


ZİYA

76

GÖKALP

basılan Türkçülüğün Esasları adlı kitabında da son şeklini bulur. Bugünkü dil devrimi, başta Atatürk olmak üzere, onun yolunda ilerleyenlerin eseridir. Gökalp dil konusu üzerinde niçin bu lcadar çok durmaktadır? Çünkü o, dilin, din gibi, milliyetin yaratıcı etkenlerinden biri olduğuna inanmıştır. Yalnız şu yazı parçası bile onun dili nasıl anladığını göster­ meye yeter: «İnsan en samimî, en derunî duygularını ilk terbiye za­ manında alır. Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle ana. dili­ nin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdi­ ğimiz lisan anadilimizdir. Ruhlarımıza vecit veren, bütün di­ nî, ahlâkî, bediî duygularımızı bu lisan vasıtasiyle almışız. Zaten ruhumuzun İçtimaî hisleri bu dinî, ahlâkî, bediî duy­ gulardan ibaret değil midir?» (*) Gökalp’m dil kalkınmasında ileri sürdüğü gerçeklerden biri millî dilin osmanlıca olmayıp türkge olduğu, bu türkçenin de İstanbul’daki konuşma dili olduğudur. Bu anlayışın tabiî sonucu osmanlı dili olan yazı dilini unutmak olacaktır. Gökalp’tan sonra yazı türkçesinin hep bu yolda ilerlediği gö­ rülmektedir. Gökalp halkın yabancı dillerden kelime almasındaki özel­ likler üzerine de dikkati çekiyor. Bu. alış yansıma yoluyla değil, özümseme yoluyla oluyor. Halk aldığı yabancı kelime­ leri anlamdaşlarından ayırarak, bu kelimelerin hem söyle­ nişini hem de anlamını değiştirerek alıyor. Farisîde parça anlamına gelen «pâre» kelimesini «para» anlamına getirmesi gibi. Gökalp «tasfiyeci» dediği dil devrimcilerine karşıdır. Tasfiyeciler türle kökünden gelmiyen kelimelere türk demez­ ler. Gökalp şöyle diyor: «Tasfiyecilere göre, bir kelimenin türk olabilmesi için onun aslen bir türk cezrinden gelmesi lâzımdır. Buna bina­ en «kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, câmi, minare, (* )

Ziya G ökalp, T ü rk çü lü ğ ü n Esasları (T ürk çülük N edir?)


ZİYA

GÖKALP

77

imam, ders» gibi arap veya acem cezirlerinden gelmiş olan kelimeler halkın lisanına girmiş olduklarına bakılmıyarak türkçeden atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan es­ ki türkçe kelimeleri ihya, yahut çağataycada, özbekçede, tatarcada, kırgızcada ilh. bulabileceğimiz aslen türk cezrinden kelimeleri terviç veyahut türkçede yeni edatlar ve terkip usulleri icat ederek bunlar vasıtasiyle yeni türkçe kelimeler ibda edilip ikame kılınmalıdır.» (*) Gökalp’m tasfiyecilere karşı davranışı yerindedir. An­ cak, örnek olarak verdiği kelimeler üzerinde biraz durmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu kelimeler arasında «a.bdest, namaz, cami, minare, imam» kelimeleri türkçe olma­ makla birlikte din terimleri olarak halk diline yerleşmiştir, canlı kelimelerdir. Bunarın günün birinde değişeceklerini de ■sanmıyorum. «Kitap, kalem, mektep, ders» kelimelerini ge­ lince, bunların bir kısmı teknik, bir kısmı da pedagoji te­ rimleridir. Bunlar hem değişebilirler, hem de değiştirilme­ leri doğru olur. Bunlar arasında «mektep» kelimesi «okul» kelimesi ile değiştirilmek istenmiş ise de hiç de başarılı ol­ mamıştır. Gökalp Osmanlıcadaki «yayı nisbet» dediğimiz edat üze­ rinde de durmuştur, «tabiî» kelimesinin sonundaki «î» gibi bu küçük edat için şunları söylemektedir: «Bu gibi suretlerle «ye» edatının istimalini azaltmakla beraber, maatteessüf en esaslı umdemize ve kaidemize mu­ halif olarak, birçok ıstılahlarda bu edatı kabul etmek ızt'ırarındayız.» (**) Benim yazarlık hayatını 1903 Meşrutiyet devrinden üç dört yıl kadar önce başlar. O tarihten beri osmanlıca deni­ len yapma dilden kurtulmak için çabalardım. Terkipleri at­ mak, imlayı değiştirmek, hal kdili kullanmak benim için bü(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Türkçüler ve fesahat-çılar). (**) Ayni eser, (Sığalar, edatlar, terkipler).


ZİYA

78

GÖKALP

yük tatlardan, biri idi. Türk Dil Kurumunda Terim Kolu başkanı olarak yaptığım denemeler, araştırmalar bana şu kanıyı vermiştir: Türkçe klâsik bir dildir. Çünkü en üregen en açık bir dildir. Estetik değeri çok yüksek olan bir dildir. Böyle olunca türkçenin yaratmıyaeağı, insan bilincinin kav­ ramayacağı düşünce yoktur. Çalışmalarım sonunda şu kanı­ yı elde ettim. Nisbet edatı olan «î» edatı için Gökalp’ın da istediği gibi concessioıı yapmak zorunda değiliz. Bu edatın görevini türk dili ile yapmak elimizdedir. Bunun için şu ger­ çeği görmek gerekiyor. Türk dilindeki bütün nisbet şekille­ ri, frenkçede, arapçada olduğu gibi, bir . tek, ya da bir iki edatla yapılmış değildir. Türk dili bu görevini türlü gövde yaratımlariyle yapmaktadır. Bu görevi yapan ekler arasında «sel, sal» ekleri frenkçenin «igue» ekine, arapçanm «î» ekine en çok benziyendir. Ancak, üretme gücü enaz olandır, kısır­ dır. Nitekim türkçede bu nisbet edatının kullanıldığı keli­ meler beş, on taneden çok değildir. Hepsi de iki hecelidir: «Kumsal, uysal» gibi. Öyleyse, yapılacak iş türkçe kelime­ leri nisbet edatı bakımından iyice incelemek, türk dilinin nisbet görevini şimdiye kadar nasıl sağlamış olduğunu or­ taya koymaktır. Bu konu ile ilintili olarak üretme şekilleri bir de grafiğini yapacak olursak en çok verimli olan yolun hangisi olduğu meydana çıkacaktır. Böylelikle yaratma işin­ de büyük bir başarı sağlanmış olacaktır. Gökalp’a göre osnıanlıca hasta bir dildir. Bunun iki ne­ deni vardır. Biri osmanlı edebiyatının türk diline soktuğu yabancı kelimelerdir. Biri de birçok kelimelerin eksikliği­ dir. «O halde lisanımızm tam bir tedavisi bu eksik kelime­ lerin aranıp bulunmasıyla ve lisanî uzviyetimizde yerli ye­ rine konulmasıyla kaimdir. İşte yeni türkçenin müsbet ga­ yesi bundan ibarettir.» (*) Gökalp’a göre yazı dilinde iki türlü eksik vardır. Millî tâbirlerle beynelmilel kelimeler. Birinciler halk dilinden,. (*)

Ayni eser, (Yeni türkçenin harslaştırılması ve tetozibi).


ZİYA

GÖKALP

7S'

halk eserlerinden derlenecek. İkinciler beynelmilel kelime­ lerdir. Bunlar için de öııce konuşma dilinde kelimeler ara­ nacak, bulunmazsa yeni kelimeler yaratılacak. Burada Gö­ kalp yine arap, acem dillerine başvurmak istiyor: «Arziyat, hayatiyat, ruhiyat» gibi. Bugün (yat) edatıyla bütün yeni ilimlere kolayca isimler takabiliriz. Asuriyat, Mısriyat, Cu~ mudiyat ilh.» Gökalp kitabının bu bölümünde yabancı dillerden oldu­ ğu gibi alınacak kelimelerle teknik terimler sözlükleri üze­ rinde de duruyor. Gökalp’ın din anlayışında bulduğumuz, ümmetçiliği dil anlayışında da buluruz. Gökalp türkçeye dı­ şardan giren kelimelerin şu kaynaklardan geldiklerini söy­ lüyor: 1 — Ecnebi kelimeler, 2 — Arapça, acemce kelimeler,. 3 — Türkçe ibda yahut, terviç olunan kelimeler. Birincileri yabancı sayıyor. Bunların yerine arapçadan, farisîden bul­ mayı sağlık veriyor. Arapçadan, farisîden alıp yabancı keli­ meleri benimsemenin doğru olacağını göstermek için hıristiyan milletlerin bilim terimlerini yunancadan, lâtinceden al­ mış olduklarını örnek olarak gösteriyor. Onun için din te­ rimlerinde ümmet birliğinden ayrılmıyan islâm milletlerinin bilim terimlerinde de elbirliği etmelerini, bu terimleri arap­ çadan, acemceden alarak birliği, bütünlüğü kazanmalarını,, sözlükler çıkarmalarını istiyor. Gökalp’m bu dil ümmetçiliğini yaptığı Türkleşmek, İs­ lâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabının basıldığı tarih 191S dir. Bundan sonra 1923’te basılan Türkçülüğün Esasları adlı kitabın «Lisanî türkçülüğün umdeleri» başlıklı bölümünde de şu sözler vardır: «Yeni ıstılahlar aranacağı zaman iptida halk lisanındaki kelimeler arasında aramak, bulunmadığı takdirde türkçenin kıyası edatlrıyla ve kıyası terkip ve tasrif usulleriyle yeni ke­ limeler ibda- etmek, buna da imkân bulunmadığı surette arapça ve acemce terkipsiz olmak şartıyla yeni kelimeler ka­


ZİYA

GÖKALP

bul etmek ve bazı devirlerin ve mesleklerin hususî ahvalini .gösteren kelimelerle tekniklere ait alet isimlerini ecnebi li­ sanında naynen almak.» Gökalp bu yazısında İslâm milletleri arasında ıstılah bir­ liğinden hiç söz açmamıştır. Öyle sanıyorum ki yukarıda adı geçen ileri sürdüğü dil ümmetçiliğinden vaz geçmiştir. Yal­ nız halk dilinde karşılığı bulunmıyan, türkçenin kıyası edat­ ları ile terkip, tasrif usulleriyle yeni kelimeler yaratılamaz­ sa, ancak o zaman arapçaya, acemceye baş vurulmasını doğ­ ru bulduğunu açıklamıştır. Görülüyor ki Gökalp bir dil tasfiyecisidir. Ancak, onun tasfiyeciliği Atatürk’le başlıyan, Türk Dil Kurumu ile sürüp gitmekte olan tasfiyeciliğin tıpkısı değildir. Nitekim Gökalp terim yaparken «yât» ekinin kullanılmasını istemiştir. Ata­ türk dilde evrimci değil, devrimci idi. Bu devrimin ancak özcülük adı verilen bir dil ihtilâli ile başlıyacağını sezmişti. .Bu da ancak Gökalp’m açtığı dü türkçülüğü yolunda ilerle­ mekle olabilmiştir. Ben türk dü devriminin büyük bir dev­ rim olduğuna, kültürce kalkınmadaki rolünün büyük oldu­ ğuna inanıyorum. Türk dil devriminde benim dikkatimi çe­ ken bir aksama olduğunu da görüyorum. Düşündüklerimi bundan önce Türk Dil Kurumu yönetim kurulunun bir top­ lantısında açıklamış bulunuyorum. Bu açıklamadan sonra benden bu konuda istenilen rapor Türk Dili dergisinin 149, sayısında basılmıştır. Dil deyince hatıra bir kelime yığını gelir. Bu kelimelerin dağınık parçalar olmadıklarını, biribirine bağlı olduklarını da düşünürüz. Cümlenin de bir kelime toplamı olduğunu da düşünürüz. Kelime düşüncesi her şeyden önce bir kalıp dü­ şüncesidir. Onun için dil deyince her şeyden önce, fizik var­ lıklar gibi pozitif bir varlık hatıra gelir. Dilin anatomik, fiz­ yolojik varlıklarından hiç şüphe etmeyiz. Gramer, sentaks, etimoloji incelemesine verdiğimiz üstün önem bu anlayışı­ mızın bir belirtisidir. Dil üzerine edindiğimiz öndün düşün-


ZİYA

GÖKALP

81

çelerden sıyrılıp da dilin kendisini canlı olarak inceleyecek olursak, onun yalnız akılla, mantıkla kavranabilecek gibi sa­ de rationnel bir varlık olmadığını, onun bir de psikolojik, estetik bir varlık taşıdığını göreceğiz. Dilin bu varlığı öteki varlığı gibi, bilinçli bir varlık değil, bilinçsiz bir varlıktır. Bu gizli varlık artistler yönünden kullanılınca sözleri ile şairli­ ği, edipliği, deklanasyonu, gürlemi ile hatipliği, aksiyonlar] ile tiyatro, gösteri sanatını yaşatır. Bütün bu sanatlar, Eros’tan zekâ, metafizik, ahlâk, din, insan kişiliğine kadar, bütün değerleri taşıyabilir. Dil karmaşık, gizli bir varlıktır. Dil, çok defa sanıldığı gibi yalnız edebiyat gibi güzel sa­ natlarda kapanmış aristokratik bir sanat kolu da değildir. Dil, edebiyat da dahil türlü fırsatlarla, türlü kılıklarda insan yaşayımmm her yönünü, her yüzünü saran, kaplayan, büyü­ leyen bir kamu gücüdür. Dilin, din gibi, sanat gibi, milliyetin kurucu etkenlerin­ den biri olması bundan ileri geliyor. Dil, milliyet gelenekle­ rinin üç taşıyıcısından biridr. İlkel toplumlarda din gibi, sa­ nat gibi kurum olmadan önce, yaygın bir kuvvet, olarak dil vardır. Toplumlar elinle, dille, sanatla doğarlar, dinle, dille, sanatla yaşarlar; dinle, dille, sanatla ölürler. Bunlar arasın­ da ölmeksizin yaşıyanlar eksiksiz, ağmansız, bir dine, dile, sanata kulluk edenlerdir. Dilde akıl gözü ile değil, gönül gözü ile de görülebilecek -canlı gerçekler vardır. Dilin tarih boyunca değişmeyen ger­ çeklerinden birisi de işte bu iç varlığıdır. Buna şimdilik di­ lin estetiği diyebiliriz. Bir örnek bu düşüncenin doğruluğu­ nu gösterir. Divan edebiyatında yüze yakın Mevlid olduğunu edebiyatçılardan öğrenmiştim. Bunlar arasında bugüne ka­ dar yaşıyan, bir dinî, millî bir tören varlığı kazanan yalnız Süleyman Çelebi’nin Mevlid’idir. Bu ulu başarının gizi ne olabilir? Besbelli ki türk ruhu ile bu denli kaynaşmanın ne­ deni kelime özlülüğü değil, zevk, gelenek türklüğüdür. Sü­ leyman Çelebi’nin osmanlıcasmda türk halkının anlamadığı P: 6


82

ZİYA

GÖKALP

birçok yabancı kelimeler olmasına karşı anlaşılmıyan, sezilmiyen cümle yok gibidir. Mevlid örneği de gösteriyor ki dil­ de türkçülük dış işi değil, iç işi, kalıp işi değil, ruh işidir. Milliyetin kökü gönüllerdedir. Son günlerde gazetelerde okudum. İngiliz film şirketle­ rinden biri Amerika’da çevrilmek üzere bir film yapıyor. Film Amerika’da çevriliyor. Ancak, amerikalılar ingilizlerin İngilizcesinden bir şey anlamıyorlar. Film amerikan İngiliz­ cesi ile hazırlanmak üzere geri çevriliyor. Bu olay da göste­ riyor ki aynı ırktan, >aynı dili konuşan, ancak tarihî, millî gelenekleri ayrı olan milletler milliyetçe ayrı oluyorlar. Bütün bu sözleri söylemekteki amacım Gökalp’m açtığı yoldan daha ileri gidebileceğimizi göstermektir. Biz türkler de bütün ileri milletler gibi dil gerçeğine ışık saldıkça ken­ di milliyetimize o kadar kavuşmuş olacağız.


V

SANAT ANLAYIŞI Gökalp’m bilim adamı olarak sanata verdiği önem pek büyüktür. Onun sosyolojisinde sanat, din ile, dil ile birlikte, milliyetin yaratıcı etkenlerinden biridir. Gökalp’ta benim çok beğendiğim bir anlayış da sanatı bir çoklarının sandığı gibi aristokrasiden aristokrasiye kalan bir lüks kalıtı olarak değil, en uygun, en singin bir halk işi bir kamu işi olarak anlaşılmasıdır. Bakın, şu kısa yazısında Türk sanatı için ne diyor: «Eski Türklerde bediî zevk çok yüksekti. Turfan’da keş­ fedilen mermer heykeller hiç de Yunan heykellerinden aşağı değildir. Tulunîlerle akşidîlerin, Selçuk Türklerinin, Havarzim türklerinin, ilhanîlerin, Timurîlerin, OsmanlIların, Akkoyunlu ve Karakoyunlu türklerinin Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Anadolu’da, İran’da, Türkistan’da, Hint’te, Efganistan’da yap­ tıkları camiler, saraylar, türbeler, köprüler, çeşmeler dünya­ nın en güzel eserlerini teşkil eder.» (*) Gökalp OsmanlIların ilk devrinde harsçı edebiyatın me­ deniyetçi edebiyata nasıl karşı koyduğunu şöyle anlatıyor: «Tekkeliler Yunus Emre’nin peyrevleri oldukları için gerek şiirde ve gerek nesirde harsçılık yapıyorlar, medrese­ liler ise arap ve acem üstadlarının tesiri altında bulunduk­ ları için medeniyetçiliğe meylediyorlar. Şiirde tekke edebi­ yatı Divan edebiyatına karşı harsçı bir edebiyatın misali ol­ duğu gibi, nesirde de meselâ tekke mahsulü olan Âşık Paşa­ zade tarihi medrese semeresi bulunan tâc-üt-tevarih karşı­ sında Türkçü edebiyatın bir âbidesi mahiyetindedir. Mama­ fih o zamanlardaki Türkçü edebiyatı yalnız bu tekke edebi(* )

Ziya G ökalp, T ürk çü lü ğ ü n Esasları, Bediî T ürkçülük.


84

Z İY A

G Ö K A L P

yatından ibaret sanmıyalım. Millî edebiyat tekke şiirlerin­ den ve nesirlerinden başka âşık destanlarında, âşık garip, Şah İsmail, Köroğlu gibi âşık hikâyelerinde, halk masalla­ rıyla darbı mesellerinde, mâni ve türkülerinde de gittikçe kuvvetlenen bir hızla devam ediyordu. Mamafih bu devirde türkçü edebiyatı yalnız tekkelilere, âşıklara ve halka münha­ sır sanmak da doğru değildir. Sultan Muradı Sâni’nin sarih emirler vererek Kâbıısnâme’yi Mercimek Ahmet’e açık bir türkçe ile tercüme ettirmesi o zamanlardaki sarayın da hâlâ Osman Gazi çığırında sebat ettiğini gösterir.» (*) «Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Evvelâ masallar, fık­ ralar, efsaneler, menkıbeler, üstureler, saniyen darbı mesel­ ler, bilmeceler, salisen mâniler, koşmalar, destanlar, İlâhi­ ler. Âşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikâyelerle cenknameler, Hamisen, Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan, 'Dertli gibi tekke ve saz şairleri, sadisen Karagöz ve Nasret­ tin Hoca gibi canlı1edebiyatlar.» (**) Gökalp’a göre Türkiye’de türkçülük akımından önce iki hars vardır. Biri aydınlarınki, biri de halkmki. Aydınlarınki yabancı, halkmki ise millî idi. İki türlü dil vardı. Biri ay­ dınların kullandığı Osmanlıca, biri de halkın söylediği Türk­ çe. İki türlü vezin vardı. Biri aruz vezni, biri hece vezni. İki türlü musiki vardı. Biri OsmanlI musikisi, biri Türk musiki­ si. İki türlü edebiyat vardı. Biri Osmanlı edebiyatı, biri de halk edebiyatı. İki türlü nekregûluk (Humour) vardı. Bir yanda Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Bekrî Mustafa, Bektaşiler, bir yanda da Kâni, Sürurî gibi Divan, Osmanlı mizah­ çıları. Tiyatro da iki türlü idi. Karagözle Ortaoyunu, halk tiyatrosu, biri de Avrupa tiyatrosu olan sahne tiyatrosu idi. Gökalp Türkçülüğün esasları adlı eserinde dilimizdeki, musikimizdeki ikilik üzerinde durduktan sonra şöyle diyor: (*) Ziya Gökalp Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60). (**) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Edebiyatımızın tahriş ve tehzibi).


ZİYA

GÖKALP

85

«Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebi­ yatı halkın darbı meselleriyle bilmecelerinden, halk masal­ larıyla halk konuşmalarından, destanlarından, halk cenknameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin İlâhileriyle nefeslerin­ den, halkın nekregûyane fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetle­ ridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar türkün esatir devrelerinden başlıyarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masalları ile dev masallarıdır. Dede Korkut Kitabındaki masllar da ozandan ozana şifahî bir surette in­ tikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır. Şah İsmail, Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da vaktiyle halk tarafından yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve et­ nografyasındaki üstureler, lejantlar, efsaneler de türk ede­ biyatının unsurlarıdır. Cenknameler ve dinî menkıbelere ge­ lince, bunlar halk edebiyatının İslâmî devresine mahsus mahsulleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, mâ­ nileri ile türküleri de yukarıda saydığımız eserler gibi, türk halkının samimî eserleridir. Bunlar da usulle, taklitle yapıl­ mamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şâirler halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi ol­ duğu için, buralarda doğan İlâhilerle nefesler de halk edebi­ yatına, binaenaleyh türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre ve Kaygusuzla Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. OsmanlI edebiyatı ise masal yerine ferdî hikâyelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir. Osmanlı şairlerinden her biri mutlaka acem devrinde bir acem şairiyle, Fransız devrinde bir -fran,sız şairi ile mütenazırdır. Fuzulî ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle Osmanlı edipleri ile şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir. Hep­ sinin eserleri bediî ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğ­ muştur. Meselâ nekregûluk (Humour ) noktai nazarından bu ik zümreyi mukayese ebelim: Nasrettin Hoca ve İncili Ça-


86

ZİYA

GÖKALP

vuş, Bekrî Mustafa ve Bektaşi babaları halkın nekregûlarıdır. Kâni ile Sürurî ise Osmanlı Divanının mizahçılarıdır. Ta­ biî nekrelikle sun’î mizah arasındaki fark bu karşılaştırma ile meydana çıkar.» «Mamafih, bu İçtimaî ikilikler yalnız fikrî faaliyetlere mahsustu. O zamanlar elişi yalmz avama mahsus sayıldığın­ dan, hars sınıfı tekniklerin bütün nevilerinden uzak duru­ yordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, hakkâklık, mücellit­ lik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhacılık, ressamlık, nakkaşlık gibi amelî tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki umumiyetle yüksek bir bediîliği haiz olan bu sanatlara münhasıran türk sanatı namını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin un-' surları değil, türk harsının unsurlarıydı.» (*) Türk bilgi trihinde anlamları biribirine karıştırılan iki kelime, daha- doğrusu, iki terim vardır. Kültürle medeniyet, Gökalp bu iki terimi daha ilk günlerde biribirinden kesin olarak ayırmıştır. Yine Gökalp’m doğru olarak anlaşılması için tekrardan hiç usanmadığı bir konuda avrupalılaşma ko­ nusudur. Onun anlayışıyla avrupalılaşmak Avrupanın kültü­ rünü almak değil, yalnız medeniyetini yani tekniğini almak­ tır. Aşağıdaki sözleriyle bu konu üzerinde durmaktadır. «Şairlerimiz Homer’den başlıyarak bütün Avrupa şiirle­ rini okusunlar. Onlardaki bütün güzelliklerin sırrını arama­ ya çalışsınlar. Bunlar hepsi iyi. Fakat, Garp edebiyatından yalnız usuller ve fenniyeler almakla iktifa etsinler. Bize baş­ ka milletlerin zevklerini, meşreplerini getirmeye sakın uğ­ raşmasınlar. Şiirlerimizin Avrupa sanatından alacakları ter­ biye yalnız fennî (Techmque) bir terbiye olmalıdır. Zevki terbiyeyi, yabancılardan değil, milletimizden ve milletimiz içinde en çok millî kalan halkımızdan almaya çalışma­ lıdır.» (**) (*) •(**)

Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Hars ve Medeniyet) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60)


ZİYA

GÖKALP

87

Gökalp sanattan, değerden, milliyetten söz açınca musi­ kiyi de unutmuyor. Çünkü melodilerin millî değerler olduğu­ nu biliyor. Onun için dil gibi musikinin de millî olmasını is­ tiyor. Musikinin millîleşmesi, yenileşmesi için ne yapmak ge­ rektiğini söylüyor. «Şarkta havassa mahsus olmak üzere bir dümtek musi­ kisi vardır. Farabî bu musiki fennini Bizans’tan alarak arapçaya nakletti. Bu musiki arabın, acemin, türkün havas sını­ fına girmekle beraber, halkın derin tabakalarına inemedi. Yalnız, havas tabakasına münhasır kaldı. Bundan dolayıdır ki müslüman milletler mimaride olduğu kadar bu şark mu­ sikisinde de orijinal bir şahsiyet gösteremediler. Türkün îıalk tabakası eski Aksayı Şark medeniyetinde ibda ettiği melodileri devam ettirerek millî bir halk musikisi vücuda getirdi. Arapların, acemlerin halk kısmı da eski melodilerin­ de devam ettiler. Bu sebeple şark musikisi şarkın hiçbir mil­ letinde millî musiki mahiyetini alamadı. Bu musikiye İslâm musikisi demlememesine başka bir sebep daha vardır. Bu musiki müslüman milletlerden başka Ortodoks milletlerin, eraıenilerin, yahudilerin de mabetlerinde terennüm edilmek­ tedir.» (*) Ben Gökalp’m bütün söylediklerini doğru buluyorum. Müzikle kalkınmanın, ancak onun dediği gibi, olacağına da inanırım. Benim alaturka musiki denilen musikiye karşı ayak direnmem 1912’de yazdığım Talim ve Terbiyede İnkılâp adlı ilk pedagoji eserimle başlar. Bu kitapta şu satırlar vardır: «Musiki deyince mahalle mekteplerinde okutulan İlâhi­ lerimizi, oturduğu yerde kımıldayamıyan, bağırtan, güfte­ siyle, bestesiyle, bütün varlığıyla, daha, küçük yaşta iken ata­ leti ,esareti, miskin kanaati, aczi telkin eden, çocukların kal­ bini ölümle, mezarla titreten, sakat musikiyi anlamayınız, canlı, hareketli, ahlâkî, medenî musikiyi kastediyorum.» Gökalp bütün kültür konuları üzerindeki çalışmalarm{*)

Ziya G ökalp, T ü rk çülüğün Esasları (G arb a Doğru.)


88

ZİYA

GÖKALP

da olduğu gibi, musiki konusunda da devrimcilik sınırlarına kadar varıyor. Millî musikinin nasıl yaratılabileceğini de söylüyor. Düşündüğü şudur: «Bugün işte şu üç musikinin karşısındayız: Şark musi­ kisi, garp musikisi, halk musikisi. Acaba, bunlardan hangisi bizim için millîdir? Şark musikisinin hem hasta, hem de gayri millî olduğunu gördük. Halk musikisi harsımızın, garp musikisi de yeni medeniyetimizin musikileri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde, millî musikimiz, mem­ leketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından, doğacaktır. Halk musikimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve garp musikisi usulünce armonize edersek hem millî, hem de avrupaî bir musikiye malik oluruz. Bu vazifeyi ifa edecek olanlar arasında türk ocaklarının musiki heyetleri de dahildir. İşte türkçülüğün musiki sahasındaki programı esas itibariyle bundan ibaret olup bundan ötesi millî musikarlarımıza aittir.» (*) «Millî musikimizi ibda için de bir taraftan Avrupa’nın fenniyatmı öğrenmek, diğer cihetten dağlarda ve köylerde terennüm edilen halk türkülerinin seslerini toplamak lâzım­ dır. Ancak, bu, suretlerle Avrupa medeniyeti içinde türk şi­ iri, türk romanı, türk musikisi yapabiliriz.» (**) 1926'da. Maarif Vekâleti Sanayii Nefise Encümenini An­ kara’da toplantıya çağırıyor. Konu okullardaki musiki öğ­ retimidir. Encümen toplanıyor. Kararını veriyor. Encüme­ nin kararma göre alaturka musiki okullardan kaldırılmalı­ dır. Encümenin düşüncesi Türkiye’de ilk defa ortaya atılmış bir düşünce değildi. Çünkü karar tarihi olan 1926 dan on yıl önce Almanya’da müzik tahsilini bitirip gelen rahmetli Musa Süreyya İstanbul Darülmualliminde verdiği bir konfe­ ransta bu düşünceyi ilk olarak ileri sürmüştür. Ona. göre, mil­ lî musiki garp tekniği ile türk melodilerinin kaynaşmasm(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Millî Musiki) (**) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60)..


ZİYA

GÖKALP

89

dan meydana gelecektir. Bu anlayış o devir için ileri bir an­ layıştı. Gökalp da böyle düşünüyordu. Ben Şark musikisi, garp musikisi konusunda millî mu­ sikinin yaratılması işinde garp musikisi tekniğinin kullanıl­ ması gerektiği düşüncesinde Gökalp’la birleşiyorum. Beni bu işde çok düşündüren nokta millî musikinin yaratılması ile ilintili olan psikoloji anlayışıdır. Ben armonizasyon düşün­ cesini doğru bulmakla birlikte, bu işin yalın bir teknik işi olarak anlaşılacağından korkuyordum. Bu işin hem de bir yaratma, işi olduğunu ileri sürüyordum. Yine 1926’da yazdı­ ğım yazılarda rahmetli musikişinas Rauf Yekta ile yaptığım münakaşalarda ileri sürdüğüm ana düşünce şu idi: «Milliyet bir hilkattir. Milliyet asrî teknikle mücehhez olan ve türkten başka bir şey olmıyan sanatkâr ruhunun meydana, çıkar­ dığı sırlı heyecandır» (*). Yine bir yazımda şunu diyordum: «Milliyet duygusunun menşei tarihî malûmatımız değil, can­ lı olarak yaşadığımız bir hayatın ilhamlarıdır. Milliyet toplanmıyacak yalnız yaratılacaktır.» (**). Encümen kararı basında geniş tepkiler yapmıtşı. Hattâ İzmir'den yazılan bir yazıda beni vatansızlıkla suçlandıranlar bile olmuştu. O tarihte bu karar üzerine ne düşündüğü­ mü soran bir gazeteciye şu karşılığı veriyordum: «Siyasetin­ de, adliyesinde, içtimai varlığının hemen bütün tecellilerin­ de bu kadar büyük bir inkılâp yapan türk milleti musiki ha­ yatını vustaî ruhların insiyakına terkedemezdi.» Gazeteci se'lâhiyet konusundan da söz açmıştı. Böylelik­ le musikişinas olmadığımız için bizi yetkisiz görenlerin sal­ dırılarına karşı ne diyeceğimizi öğrenmek istiyordu. Kendi­ sine şu açıklamayı yapmıştım: «Eğer musikişinastan maksat musiki eserleri vücuda getiren sanatkâr demekse, o, zaten hatsî ve amelî bir ferttir. Kıymet hükümlerine mevzu ola­ cak eserler yaratabilir. Lâkin, bu mana ile musikişinas bir (*) Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Sanat, S. 154. r**) Adı geçen eser, S. 165.


30

ZİYA

GÖKALP

mütefekkir değildir. Yok, eğer musikişinastan maksat müzik eserlerini tenkit eden kimse demekse onun da görgü zaviye­ si mahduttur. Eserler hakkında kıymet hükümleri verebilir. Fakat kıymet hükümlerinin tekâmülünü İlmî surette tetkik etmek bir münekkidin selâhiyeti haricindedir. Çünkü b'ır milletin tekâmülünde, bir milletin musiki itibariyle beynel­ milel vaziyetinde, musiki denilen sanat müessesesinin beşerî tekâmülünde asıl İlmî ve küllî hükümleri verebilecek olanlar ne musiki sanatkârları, hattâ ne de musiki münekkitleridir. Bunlar musiki mütefekkirleri, yani musiiknin mukayeseli tarihini yapan içtimaiyatçılardır.» Gökalp bütün eserlerinde, sırası geldikçe, türk halkını, türk kültürünü övmekte, bu kültürü yaratan türkleri sanat­ çı bir millet olarak görmektedir. Bütün millî duygularımız­ dan sıyrılarak, bir yabancı gibi, en objektif bir metot ile türk milletinin kültürünü inceleyecek olursak, ne göreceğiz? Bu kültürün en yüksek, en yaratıcı bir kültür olduğunu gö­ receğiz. O zaman şaşıp kalacağız. Burada örnek olarak tiyat­ ro, karagöz, hattatlık, mimarlık sanatlarını ele alacağım. Bu sanatlara türklüğünü, veren estetik ilkelerin, neler oldulkaTinı aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadar açıklamaya çalı­ şacağım. Amacım, Gökalp’m bu konudaki düşüncelerinin sübjektif düşünceler olmadığını, gerçeklere uygun düşünce­ ler olduğunu göstermektir. Böylelikle onun herhangi düşünücü değil, çok kuvvetli sanat sezgisi taşıyan bir bilim ada­ m ı olduğu anlaşılmış olacaktır. X lX ’uncu yüzyılın ortalarında. Batı’da birtakım tiyatro ihtilâlcileri baş kaldırmışlar, edebî tiyatroya karşı ayak diremişlerdir. Meyerhold, Adolf Apia, Gordon Graig, George Pitoeff bunlar arasında bulunuyorlardı. Bu ihtilâlciler tiyatro­ yu edebiyatın kulluğundan, köleliğinden kurtarmak için el­ lerinden geleni yapıyorlardı. Tiyatro ihtilâlcilerinin ana. dü­ şüncesi şu idi: «Tiyatro kanunlarını artık edebiyatta arama­ malıdır. Sahnede aramalıdır.» Bu tiyatro öncülerinin yap­ tıkları denemeler bizim tiyatro geleneklerimizi andırır gibi-


ZİYA

GÖKALP

91

■ dir. Ancak, ortaya koydukları bütün yenilikler sağlam bir ti­ yatro felsefesine dayanmadığı için ortaya koydukları yeni­ likler yine de aksıyordu. Tiyatro, eskilerin sandığı gibi ede­ biyat, sanatlardan biri değildir. X IX ’un.cu yüzyıl tiyatro ih­ tilâlcilerinin sandığı gibi, bir sahne sanatı da değildir. Tiyat­ ro doğrudan doğruya bir Action, eylem sanatdır. Edebiyatsız, sahnesiz, dekorsuz, süflörsüz de tiyatro olabiliyor. An­ cak aksiyonsuz tiyatro olamıyor. Ne gariptir ki insanlar ak­ siyondan çok aktöre, aktörden çok piyese, piyesten çok ta piyes yazarına önem verirler. Oysa ki piyessiz aksiyon olabi­ leceği gibi, aksiyonsuz aktör de olabilir. Ancak böyle bir ak­ tör yalnız «oynar» ama yaratamaz. Aktör rolünü «oynayan» adam değil bu rolün anlattığı insan kişiliğini kendi benliğin­ de bulup rol süresince yaşıyan adamdır. Onun için, tiyatro, konularını ne edebiyatta, ne de sahnede aramamalı, aktörün aksiyonunda aramalıdır. Öyleyse tiyatro, aktör denilen yara­ tıcının meydana getirdiği bir aksiyon sanatından başka bir şey değildir. Aktör her defasında rol değiştirmek, kendi ki­ şiliğinden sıyrılıp, kahramanın kişiliğine girmek zorundadır. Onun için her kişilik değiştirme işi aktörün üzerinde bir şok etkisi yapar. Onu sarsar. Gerçek aktörlerin ömrü kısa olur. Rahmetli Küçük Kemal ile rahmetli Muvahhit gibi. Batı tiyatro estetikçileri henüz tiyatro problemini çözümliyememişlerdir. İl kproblem «Tiyatro nasıl olmalıdır?» değil, «tiyatro nedir?» problemidir. Batı Tiyatro düşünürleri bu soruya henüz doğru bir karşılık verememişlerdir. Bu karşı­ lık verilmedikçe de tiyatro sanatını doğruya ulaştırmak kim­ senin elinde olmıyacaktır. Öyleyse her şeyden önce «tiyatro nedir?» sorusuna karşılığını vermiye çabalıyalım. Balkan savaşı mütarekesinin ardında- İstanbul’da Fın­ dıklı’da Şemsülmekâtip adlı özel okulda, d a h a sonraları Halkevlerinde yaptığım sürekli denemelerden edindiğim ka­ nıyı bir tez halinde yayınladım, (*)• Ne kadar yanlış anlaşı(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu Tiyatro 1941 (Yeni Adam yınlarından).

Y a­


ZİYA

92

GÖKALP

lırsa anlaşılsın, ben tabiî, tiyatronun süflör yönünden süfle edilen yazılı metinle gerçekleşeceğine inananlardan da deği­ lim. Çünkü action dediğimiz estetik eylemin en temelli öğesi declamation’dur. Declamation ise sufle edilemez. Ancak, ya­ ratılabilir. Hitabet de böyledir. Gösterilen kendisi değil, yal­ nız sözleridir. Gösteriyi sanatçı yaratır. Onun İçin bir saatte okunabilen bir piyes, ancak iki, üç saatte oynanabilir. Ger­ çek tiyatro ancak tuluata dayanabilir. Buradaki tuluattan herhangi uydurmayı anlamamalıdır. Benim düşündüğüm tu­ luat, (improvisation) bir piyesle sunulan insan tipinin, in­ san kişiliğini yaratan tuluattır. Milletlerarası Sosyoloji Ce­ miyetine verdiğim Les Bases Socio - Psychologique du tlıeatre scolaire adlı bildiride bu konuyu uzun uzadıya açıkla­ mıştım. Gerçek tiyatro bu olunca, bu sanatın millî kişilikle ilin­ tili millî bir sanat olduğu anlaşılır. Ayrıca, Karagöz, kukla; ortaoyunu, tuluat türleriyle beliren, türk tiyatrosunun ken­ disi de bu olduğu anlaşılıyor. İşte Batı hayranlığının yurdu­ muzda yayılmıya başladığı bir devirde «Türkleşmek, İslâm­ laşmak,» gibi «Muasırlaşma» yı da öz, ilke olarak tanıyan Gökalp gibi bir insanın karagözü, ortaoyunu harslaşmak, ülküleşmek için kaynak olarak tanıması çok doğru, çok yerin­ de bir anlayış olduğu görülüyor. Gökalp’m bir milliyet sosyologu olarak adını sık sık an­ dığı türk tiyatro kollarından biri de «karagöz, hayal» adını verdiğimiz halk tiyatrosudur. Gökalp karagöz oyununun sos­ yal karakteri ne olduğunu çok iyi anlamıştır. Şu kısa sözleri ile de çok doğru olarak anlatmıştır: «Karagözle ortaoyununa gelince, bunlar da halk temaşa­ sı, yani ananevi türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın münazaraları, türkle osmanlmın, yani o zamanki harsımızla medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.» (*) Burada karagöz oyununun tekniği, estetiği üzerinde bi(*)

Ziya G ökalp, T ü rk çü lü ğ ü n Esasları (H ars ve M edeniyet)


ZİYA

GÖKALP

93

raz duracağım. «Karagöz oyununda bütün ekonomik, teknik, hattâ estetik oluşları var eden bu ışıklı perdedir. İnsanlar yüzlerce yıl sonra buna benzer bir oluşu sinema perdesiyle elde edebilmişlerdir. Bu bakımdan karagöze sinemanın ba­ basıdır dersek pek yanlış olmaz. Gerçekten sinema, elişi ha­ linden çıkıp endüstrileşmiş bir karagözdür. Hayal perdesinin yarattığı teknik imkânlar üzerinde de duralım: 1) İstenilen oyun kahramanlarını deve derisinden oyup yaratmak münv kündür. 2) Bu suretleri istenilen renkte boyamak, istenildi­ ği. gibi mafsallaştırmak mümkündür. 3) Ağırlık, mesafe, ak­ tör azlığı gibi zaruretler buradan kalkmıştır. İstenildiği ka­ dar şahıs kullanılabilir, istenildiği tarzda oynatıl abilir. 4) Bü­ tün suretleri konkre insan mahiyetinden sıyırarak oyundaki psikolojik tiplerin istediği soyut umumî, jenerik mahiyete sokmak mümkündür. (*). Karagöz ışık oyunudur. Ancak, herhangi ışık oyunu da değildir. Titrek ışık oyumdur. Karagözün suretleri, resim­ leri de ayrıca dikkate değer. Bunlar hep profil, hep deforme suretlerdir. İşte karagöz bu denli özellikleri olan bir tiyatro­ dur. Bu oyun estetik değerlerini aynı zamanda şekilden, ışık­ tan, hareketten alır. Karagöz ne natüralist, ne de realist bir sanat değildir. Sürrealist bir sanattır. Karagöz şekil, suret, renk, dekor, ko­ nu bakımından doğrudan doğruya tabiatten alınmış, tabiate uydurulmuş bir sanat değildir. Karagöz tabiat gerçekliğine karşı, yanlışlara, deformasyonlara yer veren, büsbütün süb­ jektif, hasta, soysuz bir sanat artığı da değildir. Onda tabiatin gerçekliği ile insanın ülkücülüğü ka.ynaşık olarak vardır. Karagöz tabiati aşan bir tabiattir. O, her metafizikleşen sa­ nat kolu gibi, gücünü konusunun takıntılarından değil, özün­ den alır. Bugün bizde karagöz oyunu ölmüştür. Yunanistan’­ da dipdiri yaşamaktadır. Karagöz dâvası için bir fikir ada(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Karagöz, tekniği -ve estetiği (Ye­ ni Adam yayınlarından) 1942.


94

Zî Y A

GÖKALP

mmm sesi ancak bu kadar çıkabilir. Buraya gelince de kı­ sılır. Şimdi biraz da karagözün hiçbir gösterit sanatında bu­ lunmayan orijinal estetiği üzerinde duralım. Karagöz için yıllarca önce yazdığım bir yazımın bir parçasını buraya alı­ yorum: «Karagöze bakınız. Bu suretler teşrih bilmiyen acemi ressamların eseri midir? Karagözü mutlak bir şeye benzet­ mek lâzımsa, Rönesans ananesine giren ressamların eserle­ rine değil, orta zaman primitiflerinin eserlerine benzetebili­ riz. Ortazaman kilise ressamları da perspektif ve anatomi bilirlerdi. Fakat, bu İlmî kaidelere riayet etmezlerdi. Çünkü onların perspektifleri zahirî değil, derunî, teşrihleri siyantifik değil, psikolojik idi. Onlar için yaratıcı mebdeğ ışık de­ ğil, nur idi, geometri değil, ilham idi. Onlar Science; yerine consience’a boyun eğerlerdi. Meryem tablonun merkezi olup bütün azizlerin ve azizelerin başları ve ayakları bu merkeze doğru dönerdi. Primitif sanat ruhî zaruretlere ve kaidelere uygun bir sanat idi. Eğer benzetmek caizse, karagöz sanatımız da böyledir. Karagöz fizikî şahısların körükörüne taklidi değil, şekillerin metafi­ ziğidir. Karagözün ebedîliği de bundan ileri geliyor. Suretlerin mânasına geçelim. Hacivat hiç durmadan süslü sözler söyliyen bir kitabî ve hasta adamın kendisidir. Karagöz hayat duygusu taşıyan ve bu kitabîye karşı en şid­ detli reaksiyonları yapan canlı adamdır. Ve her carili varlık gibi, neşelidir. Karagöz sanatı ışık sanatıdır, perde ve yağmumu ışığı sanatıdır. Bu yağmumu beyaz perde üzerinde sonsuz ışık senfonilerinin yaratıcı mebdeidir. Karagözün delik gözüne bakınız. En esrarlı şuur mahiyetlerinde açılmış bir pencere­ ye benzemiyor mu? Karagözün resimleri elemanter resimler değil, primitif resimlerdir. Karagözün dili hep halkın malı­ dır. Sözleri bütün halk tarafından bellenmiştir. Karagözün


ZİYA

GÖKALP

95

şekillerini çocuklar bile çizerler. Karagözü parası olan da, olmayan da seyreder. Karagöz her yerde oynanabilir, kara­ göz halk sanatıdır.» (*). Benim karagözle uğraşmam çocukluğumdan beri süregelir. Çocukluğumda Cihangir’deki evimizde mukavvadan karagöz suretleri keser, bunları boyar, perdede oynatırdım. Ancak, bu suretlerin soydam olmaması beni çok üzerdi. Yıl­ larca sonra buna da çare bulmuştum. Karagözü diriltmek, yenileştirmek, tekrar yaymak 1940’da Ankara’da iken benim belli başlı uğraşılarımdan biri olmuştur. İstanbul Darülmuallimininde öğrencim olan Münir Hayri Eğeli bir gün beni görmeğe gelmişti. Çocukları Esirgeme Cemiyeti adına bir ço­ cuk tiyatrosu yapmayı tasarladığını söyledi. Düşündüklerini söyledi. Ben de düşündüklerimi söyledim. Egeli düşüncele­ rimle son derece ilgilendi. Artık çocuk tiyatrosu işi oldu, dedi. Birkaç gün sonra da bu tiyatronun tüzüğünü getirdi. Ben karagöz, kukla, tiyatro oyunlarındaki halk tekniklerini kullanmak, korumak üzere yenileştirilmesini, diriltilmesin! istiyordum. Bunun için de yeni tipleri, yani temleri hazırla­ mak gerekiyordu. Karagöz işin üzerime aldım. Yeni suretle­ rini seksen santim büyüklüğünde hazırladım. Mukavvadan kestim. Boyadım, bunları soydamlaştırmak için kızgın zey­ tinyağı içinde banyo ettim. Deve derisinden ayrılmıyaeak ka­ dar soydamlaştılar. Egeli ile Abidin Dino’nun hazırladıkları yeni kuklalar melek tipinde idiler. Kukla tiplerinin grotesquG, gülünç, kaba olması gerektiğini, çünkü kukla tiplerinin me­ leğe değil şeytana benzetilerek meydana getirilmiş olduğunu kendilerine hatırlattım. Doğru buldular. Dediğim gibi yaptı­ lar. Hazırladığım Karagöz Ankara’da adlı karagöz piyesi (**). ile Gulyabani adlı kukla piyesi Nisan 1940’da Çocukları Esir­ (*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Karagöz Tekniği ve Estetiği (Sa­ rıyer Halkevi yayınlarından) 1942. (**) Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Karagöz Ankara’da (Yeni Adam yayınlarından).


96

ZİYA

GÖKALP

geme Kurumu yönünden Ankara’da Ulus Sinemasında veri­ len müsamerede oynandı. Bu yeniliklere karşı basında birta­ kım tepkiler oldu. Bütün bu dîrentilere karşı düşündüklerimi adı geçen eserimde yazdım. Gökalp hattat olmadığı halde, türk hattatlığının resim, mimarlık gibi büyük bir plâstik sanat olduğunu seziyor, türk sanatlarından söz açınca hattatlığı hiç unutmuyor. Şu satır­ ları yazmadan önce bizim gazetelerde okudum. Nice’den bil­ dirildiğine göre, Picasso üç yıldan beri Cezayirli bir hattat­ tan hat dersi alıyormuş, hattatlığa çalışıyormuş, hattatlık için şu sözleri söylemiş: «Gerçek nonfigüratif resmi eski Doğu hattatlarının lev­ halarında görebiliriz. Doğu yazı sanatına ilgilenmekle ken­ dime yepyeni ufuklar açtığım kanısındayım.» Bunları işitmek biz türkleri sevindirir ama, türklerdeki yazı sanatının ne olduğunu anlatmaz. Onun için Gökalp’m ruhunu sevindirmek isteği ile bu türk sanatı üzerinde de b;raz durmak istiyorum. Osmanlıcada «Ha% hattat, Hattat­ lık» deyince, hatıra yazı gelir. «Hüsnühat» deyince de güzel yazıyı düşünürüz. Bu arada sülüs, nesih, talik, divanî, rıka yazılarını düşünürüz. Güzel yazının güzelliği üzerindeki an­ layışımız çok dardır. Güzel yazıdan yalnız keskin, orantılı yazıyı anlarız. Bunun dışında bir değer düşünmeyiz. Eski türk yazısını da lâtin yazısı gibi, yalnız bir yazı olarak anla­ rız. Bu anlayış dar bir anlayıştır. Eski türk yazısı lâtin yazı­ sından apayrı bir varlık taşımaktadır. Bu yazının güzelliği lâtin yazısının güzellik kaynağından değil, apayrı bir toy­ naktan gelmektedir. Türk yazıları hem yazı hem de resimdir. Bu harflerin hemen hepsi insan gövdesini andırır. Meselâ Elif harfi ayakta duran insanı, va.v harfi oturan insanı andırır. Bu harfler arasında insanı andırmıyanlar yok gibidir. Bu ka­ dar da değil. İnsanların türlü duruşları olduğu gibi, bu harflerin de türlü duruşları vardır. Harfler duruşlarıyla da insan duruşlarını hatırlatırlar. Sonra insanlar bir araya ge­


ZİYA

GÖKALP

97

lip de toplantı yaptıkları gibi türk yazıları da bir araya ge­ lerek «istif» yaparlar. İstif yazının toplum oluşudur. İstersek türk yazılarında bu üç güzellik kaynağına iki kaynak daha ekliyebiliriz. Biri oturaklılık değeri, biri de ha­ reket, devim değeridir. Oturaklılık bir mimarlık değeridir. Hareket bir canlılık değeridir. Türk sanat yazıları hem yı­ kılmayacak gibi sağlam görünürler, hem de canlılar gibi ha­ reket eder görünürler. İşte türk yazılarının estetik sırları bunlardır. Bu iki değeri yazı ile bildirmek cesaretini ancak son gün­ lerde bulabildim. Oturaklılık sözü hattatlar arasında kulla­ nılır. Canlılık, hareket oluşunu ise gençliğimde tanımıştım. Henüz Üniversite öğrencisi idim. Bir yandan da hattatlığa çalışıyordum. İstanbul'da, Tophane’de Nusretiye camisinde Mustafa Rakım’m kubbe dolayına oyulmuş Amme suresini resim kâğıdı ile kopye etmek için merdivenle bu yazıların bulunduğu yere kadar yükselmiştim. Rakım’m yazıları insa­ nı büyülüyordu. Bir aralık harfler yürüyor sandım. Korktum, hemen aşağı indim. Bir daha bu işi yapmadım. Aradan yıllar geçtikten sonra anladım ki Mustafa Rakım’m yazılarında fütürizm denilen resim karakteri de vardır. İşte türk yazılarının sonsuz güzelliklerini sağlıyan, onu yepyeni, orijinal, ölmez bir sanat, olumuna getiren, bu üç kaynaktır. Türk yazı sanatı böyle incelenip anlaşılınca, bu sanatın Batı’nın arayıp da bulamadığı nonfigüratif sanat an­ layışının tarihteki ilk hem de en parlak örneği olduğu anla­ şılır. Ben bu düşünceyi elli yıldan beri tekrarlayıp duruyo­ rum. Aydınlarımız bu gerçeği bugüne kadar anlamış değil­ dirler. Millî gerçeklerimizi anlamak için her seferinde bir Picasso mu bekliyoruz? Yaşama boyunca türk mimarlık sanatı üzerinde yaptı­ ğım incelemeler bana Gökalp’m bu sanatlar üzerindeki dü­ şüncelerinin doğruluğunu göstermiştir. Türk mimarlığının ■Bizans mimarlığının etkisi altında, meydana geldiiğni düşüP: 7


98

ZİYA

GÖKALP

nenler vardır. Sanki Bizans sanatından önce türk sanatı yok­ muş! Türk sanatının böyle doğduğunu bir an düşünsek bile, türk sanatı Bizans sanatının kopyesidir denilebilir mi? Hiç bir mimarlık tarzı yoktan var olamamıştır. Her mimarlık kendinden öncekilerden doğmuştur. Yunanlılarmki de öyle değil mi? Yeni doğanın değeri aldıkları ile değil, verdikleri ile ölçülür. İşte, yeni doğan sanatın orijinal olması demek, yepyeni kompozisyonlar yapması, yepyeni estetik -değerler yaratması demektir. Nasıl ki Yunan mimarlığı Mısır mimar­ lığından, Rönesans Yunandan doğmakla kalmamış, gövde ayrımları ile birlikte yepyeni estetik değerler de taşımışlar­ dır. Mısır mimarlığı dincil bir mimarlıktır. Hem de korku­ tucudur. Yunan mimarlığı intellektçi, uscu bir mimarlıktır. Gotik mimarlığı mistiktir, Türk mimârlığı ise tarih boyunca gelen mimarlık türleri arasında en anthropomorphique, kişilikçi, en insancı olandır. Türk mimarlık eserlerinde buldu­ ğumuz bu insancılık bu mimarlığın yalnız terimde değil, hem de teninde vardır. Mısır, Yunan, kübizm sanatları yalnız düz çizgi, düz yüzey, düz gövde sanatlarıdır. Oysa ki türk mimarlığı düz ile eğriyi anlaştırmış, böylelikle eserlerine or­ ganik, canlı bir nitelik vermiştir (*).. Avrupalı için Yunan mimarlığı olgun, klâsik bir mimar­ lık örneğidir. Bir Fransız için gotik mimarlığı orijinal bir mimarlıktır. İtalyan da Rönesansı ile övünür durur. Sayılı aydınlar arasında pek azı bir yana, bu insanların çoğunluğu mimarlık nedir bilmezler, ne olduğunu bilenler de türk mi­ marlığı üzerinde hiç durmamışlardır. Aralarında Le Corbusier gibi türk mimarlığını tanımakla övünenler, Saladin ile. Migeon gibi Türk sanatının bir soy humanizma olduğunu söyliyenler pek az görülmüştür. Medeniyette o kadar ileri

(*) LsmayıJ Hakkı Baltacıoğlu, Türk sanat genelekleri (Ankara üniversitesi ilahiyat Fakültesi Türk ve İslâm. Sanatları Tarihi Ens­ titüsü Yayınları sayı: 5, Yıllık Araştırma Dergisi 1, 1956).


ZİYA

GÖKALP

99

olan bu Batı kendinden başkasını tanımak işinde o kadar geridir. Türk Mimarlığı niçin ulu bir mimarlıktır? Bu soru­ nun karşılığını kısaca veriyorum. Türk mimarlık sanatı ne bir resim sanatı ne de bir süs sanatıdır, doğrudan doğruya, gövde sanatıdır. Bu sanatın estetik kaderi her şeyden önce gövde oluşuna, anatomik varlığına bağlıdır. Bu gövde ek, yamak nedir bilmiyen, hep organlardan meydana gelen canlı bir bütündür. Bu organlardan her birinin kendine göre bir görevi vardır. Türk Mimarlığı Yunan mimarlığı gibi intellektçi, gotik mimarlığı gibi sırcı, Rönesans mimarlığı gibi bezemeci bir mimarlık değildir, sadece organik bir mimarlık­ tır. Onun için ne yalnız düzlüklerin ne de yalnız eğriliklerin kuludur, düzlükleri, eğrilikleri kaynaştıran organik bir sa­ nattır. Türk mimarlığındaki estetik değer Mısır eserlerindeki korkutuculuk, Yunandaki mantıkçılık, gotikteki sırcılık, Rönesanstaki bitkicilik, romantizmdeki taşkıncılık değildir. Bu değer orantı, duruşu, toplantı gibi anatomik karakterle­ rin, zekâ, gönül, istem gibi de psikolojik varlıkların tüm olarak meydana getirdikleri insan duygusu olabilir. İşte türk mimarlık eserlerindeki güzelliğin kaynaşı bu insan kişiliği­ dir. Türk hattatlık sanatı gibi mimarlığı da antropomorphique, insan oluşlu bir sanattır. Onun tarih boyunca yara­ tıcılığını, orijinalliğini sağlıyan da işte bu insanlığıdır. İs­ tanbul’da Karaköy’den Eminönü’ne doğru yürüyen bir insa­ nın uzaktan görünen Yenicami karşısındaki duygusu ne kor­ ku, ne cansızlık, ne de gizliliktir, sadece yaklaşma, kaynaş­ ma, ülküleşme isteğidir. Çünkü Yenicami insanı yoktan var eden Allahın insan gövdesi, insan ruhu insan güzelliği ka­ nunlarına uygun olarak yaratılmış bir şaheseridir. Böyleçe türk plâstik sanatlarının iç yüzü, felsefesi an­ laşıldıktan sonradır ki insan, ister türk, ister yabancı olsun, türk sanatının ne kadar ulu bir sanat olduğunu anlıyabiliyor. Sanat eserleri kendilerine bakanlara, karşı kapalıdır. Yal-


ZİYA

100

GÖKALP

nız kendilerini duyanlara karşı açıktır. Sanat eserlerini duy­ mak için de kafaya gelişi güzel yerleşmiş olan öndün bilgi­ lerden, yamuk inançlardan sıyrılmak gerekiyor, İşte Gökalp da böyle yapmıştır. Kafasını Batı sanat heveslilerinin «İslâm sanatı, arap sanatı» diye damgalamak istedikleri türk sanatı için edindikleri öndün düşüncelerden kurtarmıştır, kelime­ ler üzerinde değil, gerçekler üzerinde durmuştur. Bu arada türk sanatını kendi olarak tanıyan batılıların düşüncelerini de öğrenmiştir. Gaston Richard’m Türkmen kızlarının yap­ tıkları halılar için söylediği söz, Gökalp’m çevirmesiyle, şu­ dur: «Hiçbir âlete, hiç bir modele, teknik mahiyette hiçbir ıtahsil ve terbiyeye malik olmayan t/ürkmen kızının nakabili taklit nakışlarla müzeyyen, çok nefîs halılar vücuda getire­ bilmesi, ancak bir sanat şevki tabiîsine malik olmasıyla izah olunabilir.» (*) Gaston Richard’m sanat sevkitabiîsi dediği şey Türk sa­ nat geleneklerinden başka bir şey değildir. İşte Gökalp bu türkmen kızları gibi türk geleneklerinin taşıyıcısı olan Di­ yarbakIrlIların hemşehrisidir. Onun, Diyarbakırlılaşarak türk sanatını duymaması, sosyolog olarak da bu sanata en büyük değeri vermemesi elinde değildi. Gökalp’m ömrü boyunca çalışmaları hep şu yolda olmuştur. Önce kendisine gelince­ ye kadar ya hiç işlenmemiş, ya da üzerinde pek az durulmuş olan sosyal konuları, en çok da, kültür konularını ele alır, Taunları kendi anlayışına göre, sonuna kadar inceler, herke­ sin anlıyabileceği bir açıklığa eriştirir, sonra işin uygulan­ ması üzerinde durur. Çünkü- onun bütün çalışmaları milleti içindir. Son söz olarak da bu konuda yapılması gerekli olan işleri söyler. Sanat konusunda da böyledir. Bakın, maarifin yalnız bir kitap okutma işi olarak anlaşıldığı bir memlekette Gökalp sanat kültürünün yazılması için neler düşünüyor. Türklerin eşsiz olan halk sanatları var. Ancak, Türk ay(* )

Ziya G ökalp, Türkçülüğün Esasları, (Türklerde bediî zevk)


ZİYA

GÖKALP

101

dmları bu sanat kültürünün dışında kalmıştır. Böylece bu aydınların sanat anlayışları soysuzlaşmıştır. İlk akla gelen, okullarda millî sanat eğitimi vermek olacaktır. Ancak, bun­ dan önce millî sanat bilincinin kazanılması gerek. Bu da üni­ versitelerin Güzel Sanatlar Akademisinin, aydınların işidir, Dinde, dilde olduğu gibi, sanatta da halka doğru gitmek ge­ rek. Şimdi Gökalp’ı okuyalım: «Türk halkının bediî dehasına canlı şahitler bulunan ve fakra düşen Türk evlerinden parça parça çıkarılıp bedesten­ lerde satılan perdeler, halılar, şallar, ipekli kumaşlar, eski marangoz ve demirci işleri, çiniler, hüsnühat levhaları, mü­ zehhep kitaplar, güzel ciltler, güzel kur’an’ı kerimler millî tarihimizin vesikaları olan meskûkât ve saire vesaire hep ec­ nebiler tarafından satın alınarak Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınmaktadır. Bunların harice çıkarılmasını menedecek bir kanunumuz olmadığı gibi bunları satın alarak millî bediiyat âşıklarının nazarlarına arzedebilecek bir müzemiz de yok­ tur.» . «Sair sanatlarımız tamamiyle halk tarafından vücuda ge­ tirildikleri için tamamiyle millîdir. Raks, mimarî, nakkaşlık, ressamlık, hüsnühat, marangozluk, demircilik, çiftçilik, bo­ yacılık, çulhalık, halıcılık, kilimcilik ve saire ve saire gibi. Osmanlı havassı bedene taallûk eden, yahut el vasıtasıyla ya­ pılan bu işleri amiyane telakki ettiği için avama bırakmıştır. Binaenaleyh, türkçülük bu sanatları nhepsini benimsemiştir. Fakat maatteessüf bu sanatlar Tanzimat devrinden itibaren millî iktisada ehemmiyet verilmeyerek Adam Smith’in «bı­ rakınız yapsınlar, bırakınız geçirsinler» düsturuna, ittilâ edil­ mesi yüzünden hep münderis oldular. Türkçülüğün vazifesi şimdi bunları yeniden ihyaya çalışmaktır. Bir taraftan Av­ rupa medeniyetiyle beraber Avrupa tekniklerini de anlama­ lıyız. Fakat diğer cihetten millî bediiyatımızın hâzineleri olan bu güzel sanatlarımızı da elimizden büsbütün kaçırmamaya çalışmalıyız. Bunu yapabilmek için iptida bu sanatların mah­ sullerini millî müzelerde toplayıp teşhir etmek, sonra da


102

ZİYA

GÖKALP

bunlara dair reçeteleri, imal tarzlarını bulup öğrenerek ki­ taplarla, mecmualarla neşretmek lâzımdır. En sonra da bıı sanatları yeniden ihya edecek millî sanatkârları yetiştirmek iktiza eder.» (*) «Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber ya­ şamak, halkın kullandığı kelimelere, yaptığı cümlelere dik­ kat etmek, söylediği darbımeselleri, ananevi hikmetleri işit­ mek, düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki uslubu zaptetmek, şiirini, musikisini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyretmek, dinî hayatına, ahlakî duygularına nüfuz etmek, giyinişinde­ ki, evinin mimarîsindeki, mobilyalarının sadeliğindeki gü­ zellikleri tadabilmek, bundan başka, halkın masallarını, fık­ ralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski türeden kalma akidelerini öğrenmek, halk kitaplarını okumak, Kor­ kut atadan başlıyarak âşık kitaplarını, Yunus Emre’den bav­ lıyarak tekke İlâhilerini, Nasrettin Hoca’dan başlıyarak halk nakreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz karagözle ortaoyununu aramak, bulmak lâzım. Halkın cenknameler oku­ nan eski kahvelerini, Ramazan gecelerini, Cuma arifanelerini, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bay­ ramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lâzım. Halkın sa­ nat. eserlerini toplayarak millî müzeler vücuda getirmek lâzım, İşte Türk güzideleri ancak uzun müddet halkın bu millî hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tama mile Türk harsıyla meşbu olduktan sonradır ki, millîleşmek im­ kânına nail olabilirler. Rusların en büyük şairi olan Pouckine bu suretle millîleştiği içindir ki, gerçekten bir millî şair oldu. Dante, Petrarque, Jean Jacques Rousseau, Gothe, Schiller, Danton gibi millî şairler hep halktan aldıkları feyizler sayesinde sanat dâhileri oldular.» (**) Gökalp’m kültür kurumlan ile ilintili olan bu yazılarını okurken İsmail Safa’mn, Maarif Vekilliği zamanında Anka(*) Ziya G ökalp, T ü rk çü lü ğ ü n Esasları, (S air S an atlar) (* * ) Ziya 'Gökalp, T ürk çü lü ğ ü n Esasları, (H alk a D oğru).


ZİYA

GÖKALP

103

ra'da toplanan Heyeti İlmiyede Millî müzenin, Etnografya Müzesinin, Millî Kütüphanenin, İhsaiyat, Müdürlüğünün ku­ rulması üzerinde çalıştığımız günleri hatırlıyorum. Türkiye Antikalar yurdudur. Hem de antikaları yitirme yurdudur! Gökalp’m aşağıdaki yazısını okuyup da bir zamanlar en normal şartlar içinde çalışan kültürce kalkınmaya, hizmet eden Türk (Doklarımızın bugünkü durumunu görüp de üzül­ memek elde midir? Onları korumak, onlara yardım etmek hir kültür borcu, bir yurt borcu, bir adalet borcu değil mi­ dir? «Millî edebiyatımızın tesisi hususunda Türk Ocaklarının da büyük bir rolü vardır. Türk Ocakları sahnelerinde, halk tiyatrosu olan karagözle ortaoyununu arasıra göstererek can­ landırmalıdır. Masalcılara masal söyleterek, meddahlara tak­ lit yaptırarak, saz şairlerine destanlar, koşmalar, mâniler okutarak millî edebiyatı canlı bir surette ammeye gösterebi­ lirler. Dede Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Dertli, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri gibi halk şairlerine ve Nas­ rettin Hoca, Karagöz, İncili Çavuş, Bekri Mustafa gibi halk tiplerine hususî geceler tahsis ederek bunların hatıralarını idameye çalışmalıdırlar. Halk edebiyatına ait kitaplarla şi­ fahî an’aneleri toplayıp halk kütüphaneleri vücuda getir­ mek de Türk Ocaklarının vazifelerinden biridir.» (*)

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Edebiyatımızın riş ve tehzibi).'

tah­


VI

AHLÂK ANLAYIŞI Gökalp’a göre, «ahlâk, fertleri nefsî fedakârlıklara sevk eden birtakım kaidelerden ibarettir.» Sosyal ahlâk da bu fe­ dakârlıklar için gaye olarak sosyal öbeklerin tanınmasıdır. Sosyal öbekler de şunlardır: Siyasî öbek, meslekî öbek, aile, medeniyet öbeği. Bu dört öbekten dört türlü ahlâk meydana geliyor: Vatanî ahlâk, meslekî ahlâk, aile ahlâkı, beynelmilel ahlâk. Bunların dışında Gökalp’m şahsî ahlâk dediği bir ah­ lâk daha var. Bu ahlâkın temeli, bireyliğini kişiliğine feda et­ mektir. Kişiliğe karşı saygı göstermek, kişiliğe karşı sevgi duymak, ona yardım etmek, onun haklarını tanımaktır. Aşa­ ğıdaki yazı Gökalp.m en yüksek ahlâkı yurtseverlik olarak anladığını göstermektedir. «Bugünkü ahlâka göre, mefkurelerin mertebe silsilesin­ de en yüksek mertebeyi haiz olan, millet yahut vatan dedi­ ğimiz şeydir. Hiçbir mukaddes gaye yoktur ki icap edince,, bu mefkûreye feda edilmesin. Vatanını ancak platonik bir muhabbetle sevenler hakikî vatanperver olmadıkları gibi di­ ğer mefkûrelerde de samimî tanılamazlar. Vatanperverlik... milliyetperverlik öyle bir güneştir ki, diğer mefkureler an­ cak onun şuaları mesabesindedir.» (*) Gökalp, Türkün yurtseverliğine Mete’yi örnek veriyor. Efsaneleri düşündüren şu satırları okuyup da sarsılmamak elde mi? (*) Ziya Gökalp, zümreler arasında ihtilât ve içtima, (Yeni Mec­ mua, sayı: 5).


ZİYA

GÖKALP

105

«Tatarlar hükümdarı harp ilânına bir vesile olmak üze­ re iptidada, onun çok sevdiği bir atı istedi. Bu at saatte bin fersah uzunluğunda yol alıyordu. Mete vatandaşlarını har­ bin musibetlerine mâruz bırakmamak için bu atı Tatar ha­ kanına gönderdi. Tatar hakanı, harbe bahane arıyordu. Bu sefer de Mete’nin en sevdiği zevcesini istedi. Bütün Beyler kurultayda harp ilânını istedikleri halde, Mete «Ben vatanı­ mı kendi aşkım uğruna çiğnetemem» diyerek, sevgilisini düş­ mana vermek gibi büyük bir fedakârlığı kabul etti. Bunun üzerine Tatar Hakanı, Hun ülkesinden hiçbir mahsulü ol­ mayan; ziraatsiz, ormansız, madensiz, ahalisiz bir arazi par­ çasını istedi. Kurultay bu faidesiz toprağın verilmesinde hiç bir beis olmadığını söylemişken, Mete «Vatan bizim mülkü­ müz değildir. Mezarda yatan atalarımızın' ve kıyamete ka­ dar doğacak torunlarımızın bu mübarek toprak üzerinde hakları vardır. Vatandan, velev ki bir karış olsun yer verme­ ye hiç kimsenin selâhiyeti yoktur. Binaenaleyh harp edece­ ğiz. İşte ben, atımı düşmana doğru sürüyorum. Arkamdan gelmeyen idam olunacaktır.» diyerek tatarların üzerine yü­ rüdü. Eski Türklerin nazarında vatanın ne kadar muazzez olduğunu bu tarihî vakadan istidlâl edebiliriz.» (*) Vatanî ahlâkın, Mete’nin kişiliğinde nasıl şahlandığım gördük. Eski Türklerde meslek ahlâkı da vatan ahlâkı gibi çok kuvvelidir. Eski Türkler mesleğe «yol», meslelcdaşa da «yoldaş» diyorlar. Yolun büyüğünü soyun büyüğünden sayı­ yorlar. Eski bir atasözü: «Yoldaşların babanın ovasına akın ederlerse sen de beraber akın et.» Eski yoncaların temeli de yine ahlâk halkı kendinden üstün görmek. Bu kurumlar sa­ kınma, dayanışma, yardımlaşma kurumlan idiler. Bunlar okadar özlü kurumlar idiler ki yalnız birer ahlâk varlığı ta­ şımakla kalmıyorlar, bu ahlâkı hem de tarikat niteliği ile da­ ha çok sağlamlaştırıyorlardı. Gökalp, eski Türk ailesinin tarihde eşsiz kalan eşitçiliği(* )

Ziya G ökalp, T ü rk ç ü lü ğ ü n Esasları, (A h lâ k î T ü rk çülü k ).


ZİYA

106

GÖKALP

ııi de gösteriyor. Eski Türklerde ana soyu ile baba soyu tam olarak eşittir. Soyluluk da yalnız babadan değil, anadan da geliyor. Tam soyluluk da hem ananın hem de babanın soylu olmasıyla oluyor. Şamanlık devrinde kadının kutsi kuvvet taşıdığına inanırlardı. Erkekle kadın hukukça eşit idiler. Ha' kanlar emirnameler «Hakan ve hatun emrediyor ki» diye ya­ zılırdı. Hakan elçileri, salonda hatun otururken kabul edebilirdi. Bütün şölenlerde, törenlerde, toplantılarda hatun ha­ kanla birlikte bulunurdu. Kadınlar amazon idiler. Çündîlilf, silâhşorluk, kahramanlık erkekler gibi kadınlarda da vardı. Kadınlar da hükümdar, kale muhafızı, vali, elçi olabilirlerdi. Eski kvimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadına: hak vermemişler, saygı göstermemişlerdir. Gökalp, «ahlâk buhranı» başlıklı yazısında zühtî ahlâk üzerinde duruyor. Sosyal işbölümünün ilerlemesi, Avrupa uygarlığına karşı gösterilen aşırı tutkunluk, ,bir yandan da Birinci Cihan Savaşının meydana getirdiği iç sarsıntıları zuhtî ahlâkı büsbütün arıklaştırmıştır. Bunun sonunda ruh­ lar, duyunçlar her türlü ahlâk kaygusundan soyulmaya yüz tutmuştur. «Zühdî ahlâkın tazyikinden kurtulan ferdî ihtirasların başı boş atlar gibi her tarafa seğirterek türlü türlü kazalara sebebiyet vermesi gayet tabiî ve zarurî bir neticedir. İşte fertçilik dediğimiz şey, insanların eski bir ahlâka karşı isyan ettikten sonra, ahlâk endişelerinden büsbütün vaz geçerek ferdî ihtiraslarının, ferdî eğlence ve menfaatlerinin arkasın­ dan koşması demektir. Bugün birçok müessif tecellileriyle henüz bozulmamış ruhları dağdar eden ahlâksızlık hareke­ ti, işte bu marazî fertçiliğin menfur bir neticesinden ibaret­ tir.» (*) Ahlâk buhranını önlemek için ne yapılabilir? önce bu buhranın ne olduğunu, neden ileri geldiğini iyice bilmek ge­ rektir. Bu bilinince, alınacak tedbirlerin ne olacağı meydana \

( *)

Ziya G ökalp, ah lâk b u h ra n ı (Y e n i M ecnıua, Sayı: 7).


ZİYA

GÖKALP

101

çıkacaktır. Bu incelemeyi yapacak olan bilim nasıl bir bi­ limdir? Gökalp’m Yeni Biecmua’da basılmış olan aşağıdaki .yazısı, ahlâk ednlien sosyal olgunun niteliğini ahlâk gerçeği­ nin nasıl incelenebileceğini büyük bilim adamlarına yakışan bir açıklıkla, kesinlikle incelemektedir. «İlmin müsbet usulü, diğer sahalarda olduğu gibi, içti­ maiyat sahasında da evvelce şüpheli görülmüş birçok vakıa­ ların hakikî mahiyetlerini meydana çıkarmaktır. Binaena­ leyh, içtdmiyat ilmi cemiyetlerde elân yaşamakta olan ve İç­ timaî inzibata ait vazifelerin en canlı uzuvlarını teşkil eden dinî, ahlâkî duyguların müsbet ilimlere karşı sarsılmamasmı temin edebilecek yegâne müsbet ilimdir. Çünkü içtimaiyat ilm i, diğer ilimler gibi başka hadiselerin tetkikinden çıkardı­ ğı kanunları dinî ve ahlâkî hadiselere tatbıka çalışmaz. Bila­ kis, doğrudan doğruya dinin kanunlarım dinî hadiselerin tet­ kikinden çıkarmaya çalışır. Binaenaleyh bugün ahlâlc buh­ ranının tedavisini yalnız içtimaiyat ilminin irşatlarından bekliyeceğiz.» ^ «İnzibat, ister diniî ve siyasî olsun, isterse ahlâkî olsun, ancak vicdanlarda yaşayan duygulara istinat edebilir. Vic­ danlarda artık yaşamayan akide ve ayinleri, aile ve hükümettarzlarını, ahlâkî vazife ve mefkûreleri zorla yaşatmaya çalış­ mak, istenilen neticelerin tamamiyle aksini tevlit eder. Bi­ naenaleyh bugünkü ahlâk buhranının devamından mesul ■olanlar, birinci derecede yeni ahlâkı tedvine ve neşre çalış­ mayan mütefekkirler ise, ikinci derecede, eski ahlâkı zorla idameye çalışan muhafazakâr kuvvetlerdir. «Yeni ahlâk dediğimiz şey, İçtimaî ahlâktır. Şüphesiz bu­ gün makul olmayan, yahut makuliyeti ilmî tetkikler netice­ sinde ortaya konulmayan kaidelere kimse itibar gösteremez. Bu asır ilim asrı, tarassut, ve tecrübeye müstenit akıl asrı­ dır. «Bugün müsbet olmayan bir hakikata, ilmî olmayan bir kaideye kimse ehemmiyet vermez. Ahlâkî kaidelere riayet


108

ZİYA

GÖKALP

edebilmemiz için evvelemirde bu' kaidelerin İçtimaî tekâmül esnasında ne suretle vücuda geldiklerini, sonra da bunların hizmet ve faidelerinin nelerden ibaret olduğunu bilmemiz lâzımdır. Maamafih bu bilgi iskolastik yahut edebî bir bilgi suretinde olamaz. Mutlaka müsbet ilimlerin usulü dahilinde olmalıdır. Çünkü bugün ahlâkî kaidelere hücum edenler, münhasıran müsbet ilimlere istinat ediyorlar. Ahlâk ilmi de hakikaten müsbet bir ilim suretinde teessüs etmelidir ki, ahlâkî kaidelerin bu hücumlara karşı devamlı ve kat’î bir mukavemeti mümkün olabilsin. «Gençlerimiz müsbet ilimlerle ilk temas ettikleri zaman ruhlarındaki muazzez duygularla müsbet hakikatlar arasın­ da müthiş bir tesadüf başlıyor. Muazzez duygular dinî ve ah­ lâkî duygulardır. Dinî duygular müsbet bir diniyat ilmine ahlâkî duygular müsbet bir ahlâk ilmine istinat ederek bu müsbet tedrisata iltihak etmiş olsaydı, milletimizin muazzez duygularıyla müsbet hakikatlar arasında hiçbir tesadüm husule gelmivecekti. Çünkü bu tedrisat neticesinde diğer ta biî hadiseler bize nasıl birtakım şeniyetleri gösteriyorsa, bu duyguların da İçtimaî şeniyetin tecellileri olduğu anlaşılacak ve uzviyetlerdeki uzuvlar nasıl muayyen hizmetler ifa edi­ yorsa bu duyguların da gayet, elzem vazifeler icra ettiği mey­ dana çıkacaktı. Dinî ve ahlâkî hakikatler de müsbet hakikat­ lar nevinden, hakikaten İlmî bir mahiyet alacağı için artık kendi nevinden olan bir kuvvetten hiçbir zaman korkmaya­ caktı. «Müsbet diniyat ilmi, dinlerin mukayeseli tarihinden, müsbet ahlâkiyat ilmi ise ahlâkların mukayeseli tarihinden ibarettir. Bu iki müsbet ilme dinî içtimaiyat ve ahlâkı içti­ maiyat namları da veriliyor. İşte bugün İçtimaî hayatımızı müthiş mikroplar gibi kemiren din ve ahlâk buhranlarını ilmî bir usulle tedavi edecek İçtimaî tababet ancak bu iki müsbet ilme istinat edebilir. Nasıl ki uzvî hastalıkları tedavi eden tababet sanatı da hayatiyet ilmine istinat mecburiyetin-


ZİYA

GÖKALP

109

dedir. Zııhtî ahlâkın yerine kaim olacak İlmî ve müsbet ahlâk yalnız İçtimaî ahlâk olabilir. Çünkü ahlâkın esaslarım mad­ diyat, hayatiyat, ferdî ruhiyat sahalarında aramak ahlâkı ta esaslarından inkâr etmektir. Maddiyatçılar, hayatiyatçılar, ru­ hiyatçılar şimdiye kadar müsbet ahlâk ilmini muhtelif sûTetlerde tefsire çalıştılar. Fakat hiçbirisi müsbet ilimlerin haşin sadmelerine tahammül ve mukavemet edebilecek müs bet bir ahlâk vaziyetini alamadı. Ahlâkî . agnostique’lerin (gayri münfabam) cılarm yaptığı gibi, münfaham (connaissable) şeniyetlerin büsbütün haricinde gayri münfaham (ineonnaissable) bir şeniyete istinat ettirmek ise yine müs­ bet ilimlerin haricinde meşkûk ve mistik bir vaziyete sok­ maktır. Bundan dolayıdır ki ne kant’ın tamamiyle gayri münfehemci olan ahlâkı, ne de Augusto Conte ile Spencer’in müsbetçi olmakla beraber gayri münfehemcilik esasına is­ tinat eden ahlâkları, müsbet ilimlerle terbiye gören ruhları tatmin edemiyor. Bu asır müsbetçilik asrıdır. Fakat bu müs­ betçilik Conte ile Spencer’in anladığı yolda gayri münfe­ hemcilik ile itilâf edebilen bir müsbetçilik değildir. Hakikî müsbetçilik vücudü malûm olan her şeyin münfehem oldu­ ğuna ve varlığı malûm olmayan bir mevhumenin değil, infihamı, tasavvuru bile gayri mümkün olduğuna kail olmak mecburiyetindedir. Binaenaleyh beşeriyetin ötedenberi ta­ savvur ettiği şeyler mutlaka münfehem bir şeniyetin tecelli­ leri olduğundan bulnarı ait oldukları şeniyet dahilinde izaha çalışmak iktiza eder. Yoksa gayri münfehem bir şeniyet ka­ bul ederek bunları o sahaya atmak ne İlmî bir hareket ma­ hiyetindedir, ne de bu suretle sarsılmamasım istediğimiz muazzez duygulara, müsbet hakikatlara karşı bir mukave­ met iktidarı verilmiş olur.» (*) Gökalp, Küçük Mecmua’da, din konusu üzerine yazdığı bir yazıda sosyal değerleri, en altta ekonomi, en üstte de din -olmak üzere sıraya koymuştur. Bu sıraya göre, ahlâk dinin (* )

Ziya G ökalp, A h lâ k B u h ra n ı, (Y e n i M ecm ua, sayı: 7).


110

ZİYA

GÖKALP

altında yer almaktadır. Gökalp, bu sıralama dolayısıyla şun­ ları diyor: «Dinî kıymetin ahlâkî kıymete bu suretle tefevvuk etme­ si ahlâkın şerefine bir nakisa iras etmez. Zira dinin en çok: kıymet verdiği şey ahlâktır. Peygamberimiz «Ben ahlâkî it­ mam için gönderildim» buyuruyorlar. Bundan başka, bir şey mukaddes ise, o behemehal iyidir de. Hattâ diyebiliriz ki mu­ kaddes iyiden daha iyi bir şeydir. Ahlâk ile dini tasavvufî bir menkıbe ile tavzih edelim: Bir din kahramanı bir ahlâk kah­ ramanına «ne yapıyorsunuz?» diye sormuş. Ahlâk kahramanı «Bulursak şükrediyoruz, bulmazsak sabrediyoruz» demiş. Bu söze karşı din kahramanı şu cevabı vermiş: «Bu sizin yaptı­ ğınızı Horasan’ın köpekleri de yapmaktadır. Biz bilâkis bul­ mazsak şükrederiz, bulursak sabrederiz.» Bu misâl bize di­ nin ahlâktan daha yüksek bir ahlâk olduğunu gösteriyor. Ah­ lâk bir'insanı ancak fazilete kadar yükseltebilir. Din ise «ev­ liyalık» namını verdiğimiz kutsî makama kadar çıkarır.» (*) «Hülâsa din, bazı insanları evliyalık derecesine çıkarmak­ la onlara fevkalbeşer bir metanet, bir sabırlılık, bir şefkat ve fedakârlık veriyor. Kur’an-ı Kerim, «evliyalar için korku yoktur ve onlar asla mahzun olmazlar» buyuruyor. Bu yük­ sek ferağ ve sekinetin daha hafif bir derecesi ekseri mümin­ lerde mevcuttur. Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gös­ teren insanlar, umumiyetle çocukluklarında dinî terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar. Rivayete göre Ahmet Vefik Paşa’ya medenî cesaretinin istinatgahını sormuşlar: «Allah’a tevekkülümdür» diye cevap vermiş. Filhakika, Allah’a tevekkül eden bir lah­ za ümitten mahrum kalmaz, bir dakika, bedbin olmaz, hiçbir düşmandan korkmaz, hiçbir kedere mağlûp olmaz, daima meserret, huzur ve saadet içinde yaşâr.» (**) (*> Ziya G ökalp, D ine D oğru (K üçü k M ecm ua). (* * ) Ziya G ökalp, adı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

111

Gökalp'ın düşündüğü gibi, dinin en yüksek değer olması ahlâkın değerini azaltmaz. Çünkü ahlâksız din olabilir. An­ cak bu din, dinin kendisi değildir. Ahlâk dinin en büyük buy­ ruklarından, en kutsal inançlarından biridir. Ahlâksızlığın en kötü, en alçak şekli münafıklıktır. Kur’an’a göre de mü­ nafıklık, Allah'ın bağışlamayacağı büyük günahtır. Menkıbe­ de ahlâk kahramanlarının Horasan’ın köpeklerine benzetil­ mesi yersiz ibir espridir. Bu ahlâk kahramanları gerçekten ahlâk kahramanlarıdır. Bu konu gençliğimde, üzerinde en çok durduğum bir konudur. İlk eserlerimden biri olan Din ve Hayat’j da onun için yazmıştım. O zamanki kanım bugüne kadar hiç değiş­ memiştir. O kitabımdan konu ile ilintili olan bir parçayı bu­ raya alıyorum: «Din, ahlâk gibi kabul edilebilir. Nasıl ki din, ilmi, bediî, hukukî hislerin mutlak bir ifadesi gibi kabul edilebilir. Lâ­ kin ahlâk din yerine konulamaz. Ve ahlâk varken din yok­ tur denilemez. Niçin? Ahlâk menşe itibariyle dinî ise de va­ zife itibariyle dünyevîdir, beşerîdir. Bütün dünyevî, beşerî müesseseler gibi nakıstır, müeyyideleri zayıftır. Halbuki din ahlâkın fevkindedir. Çünkü semavîdir, İlâhîdir. Müeyyideleri mütealidir, rahmanidir. Gerçi ahlâk da bir dindir, dinin bir parçasıdır. Fakat, mahdut ve mütenahi bir dindir. Din . ise gayri mahdut, gayri mütenahi bir ahlâktır. Onun için derim ki ferdî, yaratıldığı gibi bırakmak, hayvanlaştırmaktır. Fer­ di ahi aklaştırmak, içtimaîleştirmektir. Ferdi dinlileştirmek mefkûrevıleştirmektir. Şuhalde ne ahlâk dinin mutlak olan vazifesini görebilir, ne de din ahlâktan ibaret kalabilir.»» (*) Bence bu anlayış, üzerinde uzun uzadıya durulacak olan biı anlayıştır. Nasıl ki ben de vaktiyle üzerinde çok durdum. Gö­ kalp’m dediği gibi, dini sağlayan ahlâk mıdır, yoksa, ahlâkı sağlayan din midir? Üçüncü bir anlayışa göre, her birinin (* )

îsm a y ıl H ak k ı B altacıoğlu, D in ve H ayat.


112

ZİYA

GÖKALP

görevi ayrıdır da normal olan top-lumlarda her biri kendi gö­ revini kendi mi yapmaktadır? Gökalp’m din ile ahlâkın bağlantısı konusundaki bir sözü beni çok düşündürmüştür. 1917 de Yeni Mccmua’nm 7 nci sayısında yazdığı «Ahlâk Buhranı» başlıklı yazıda, şu söz­ ler vardır: «Bir millet ahlâklı olduğu nisbette dinine ve ka­ nunlarına hürmet eder.» Gökalp çok doğru düşünüyor. Ah­ lâklı olmak idealist olmak demektir. İdealist olan insanın da ideallerin en yükseği olan din idealini taşıması pek olağan­ dır. Yalnız ahlâklı olan, dini tanımayan insan normal kişiliği olmayan insandır. Bu gibi dinsizlerin çoğunda bilinçsiz bir din duyuncu bilinç konusu olan dinsilzikle çatışarak yaşa­ maktadır. Hangisi doğrudur? Bence dinin de ahlâkın da gö revleri ayrıdır. Dinli olduğu halde ahlâksız olanlar da var­ dır. Nasıl ki dinsiz olduğu halde ahlâklı olanlar da vardır. Ancak, bu iki tipin ikisi de anormaldir. Normal olan hem dinli, hem de ahlâklı olmaktır. Normal olan kişilik din, dil, sanat, ahlâk ile meydana gelebilir. Böyle olmakla birlikte din ile ahlâk biribirinden biribiri üzerinde etkisiz kalan apayrı iki varlık da değildir. Çünkü din, ahlâkı bir inanç ko­ nusu olarak taşındığı gibi, ahlâk da. en kuvvetli müeyyidesi­ ni, sağlayıcısını din inançlarında bulur.


VII

MİLLİYET ANLAYIŞI Gökalp’m sosyolog olarak büyük bir dikkatle üzerinde durduğu önemli konulardan biri de milliyet, konusudur. Milliyet nedir, ne değildir? Bu soruya Tanzimat’tan beri bilimli denilebilecek bir karşılık verilememiştir. Aynı konuyu .Batı Sosyologları da aydmlatamamışlardır. Nitekim yaygın dillerin okul sosyoloji kitaplarında, milliyetin bilimli denile­ bilecek bir tanımına şimdiye kadar rastlanmamıştır. Meşrutiyetten önceki Türkçülük bazı sanat eserlerine esin kaynağı olmkatan daha ileri gidememiştir. Onun için metodsuz, bilimsiz kalan bu gibi akımlara Türkçülük demek bile yerinde olmaz. Doğru anlamıyla Türkçülük bilgisi Gökalp’la başlar. Meşrutiyetten önce gelip geçen hükümetle­ rin milliyet gerçeği karşısındaki davranışlarına gelince, bu davranışlar bilgisiz, hem de acıklıdır. Bu devrin gerçeklere aykırı olan davranışlarını Gökalp’m aşağıdaki yazılarında iyice açıklamış bulacağız. «Milliyet meflcûre (ideal) si iptida gayri müslimlerde, sonra Arnavut ve Araplarda, en nihayet Türklerde zuhur et­ ti. Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir. Osmanlı Dev. letini Türkler teşkil etmişlerdir. Devlet vaki bir millet, (Nation de fait), milliyet mefkûresi ise, iradî bir millet (nation de volonte) in cürsumesi demektir. «Türkler, ilkin hatsî (İntuitif) bir ihtiyata tabi olarak, bir mefkûre için bir mevcudeyi tehlikeye düşürmekten çe­ kinmişlerdir. Bu,nun için Türk mütefekkirleri «Türklük yok, Osmanlılık var» diyorlardı. F: B


114

ZİYA

GÖKALP

«Muasırlaşmak» cereyanına tabi olanlar Tanzimat fikir­ lerini yaydıkları sırada muhtelif unsurlardan ve mezhepler­ den mürekkep olan vaki bir milletten iradî bir millet yap­ mak mümkün olduğuna kani olmuşlar, bu kanaatla tarihî bir mânayı haiz kadim «Osmanlı» tabiri yerine millî renklerden tamamiyle âri olmak üzere yeni bir mâna, yapıştırmışlardır. Elîm tecrübeler gösterdi ki «Osmanlı »tabirindeki yeni mâ­ nayı tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Bu yeni mânanın ihtiraı yalnız faydasız olmakla kalmıyordu. Devlet ile unsurlar ve bilhassa Türkler hakkında gayet mu­ zır neticeler veriyordu.» (*) Gökalp’m yaptığı bu açıklama milliyet gerçeğinin, milli­ yet politikasının karanlıkta kalan bir noktasını iyice aydın­ latmaktadır. Böylelikle sosyal gerçekleri' tanımayan politi­ kacıların toplum birliğini elde edeyim derken, onu yıkmak­ tan başka bir sonuç elde edemediğini gösteriyor. Bu yazıda Gökalp şunları da söylüyor: «Dünyanın Şarkı da, Garbı da bize gösteriyor ki bu asır milliyet asrıdır. Bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mefkûresidir. İçtimaî vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim İçtimaî amili mevcut de­ ğil farzederse vazifesini ifa edemez. Devlet adamlarında, fır­ ka recüllerinde bu his olmazsa, Osmanlılığı terkip eden ce­ maat ve kavimleri ruhi (Psychologique) bir surette idare et­ mek kabil olmaz. Dört senelik bir tecrübe bize gösterdi: Sırf unsurların itilâfı maksadıyla «Ben Türk değilim, OsmanlI­ yım» diyen Türkler unsurların ne yolda bir itilâfa muvafakat edebileceklerini nihayet gayet acı bir surette anladılar. Mil-' liyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet1 zevkini duyanlar idare edebilirler.» (**) Gökalp’m bu açıklaması da gösteriyor ki hükümet adam­ (*) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak’ muasırlaşmak, (üo cereyan). (**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

115

larının iyi niyetli, ancak gerçeklere uygun olmayan politiakları yurtları için hep zararlı olmuştur. Sosyal politika yal­ nız sosyolojiye dayanabilir. Bilimsiz, metodsuz politika yal­ nız verimsiz değil, hem de zararlıdır. Milliyeti bir sosyal gerçek olarak ele alan Gökalp, ilk önce milliyetin bir tanımını yapıyor, milliyetin hangi tip toplumlarda doğduğunu, nasıl gelişebileceğini anlatıyor. Ay­ rıca, milliyetin dinle, dille, sanatla olan ilintilerini de açık­ lıyor. Gökalp'm bu alanda yaptığı hizmetlerin başında, bir konunun bir ırk, biyoloji konusu olmadığını açıklaması ge­ liyor. Gökalp’a göre, milliyet gerçeği bir toplum gerçeğidir. Toplum gerçekleri arasında da dil, ahlâk, sanat, gibi kamul (Collectif) bir gerçektir. Gökalp, Yeni Mecmua’nın 51 inci sayısındaki Türkçülük ve Türkiyecilik başlıklı yazısında da şöyle diyor: «Türkçülüğün birinci işi devlet, ümmet, millet kelime­ lerinin farklarını meydana koymak oldu. Devlet tabiiyette, ümmet dinde; millet harsta müşterek olan fertlerin mecmuudur. Bu suretle bizim Türkiye devletine, islâm ümmetine, Türk milletine mensup olduğumuz anlaşıldı. İçtimaiyat ilmi bize tam cemiyetin milletten ibaret olduğunu, milletin de ay­ nı harsa malik fertlerin mecmuu bulunduğunu gösterdi. O halde bizim de milletimizin hududu ne devletin, ne ümrne tin, ne de ırkı nhudutlarıyla mahdut değildi. Millet bu züm­ relerden büsbütün başka bir şeydi. Yani harsı bir zümreden ibaretti. Harsın zahir alâmetleri ise lisanla din olduğu için milletimizin Türkçe konuşan müslümanlardan mürekkep ol. duğu meydana çıktı. Türkçülerin ilm î usullerle vasıl olduğu bu tarifi Anadolu köylüleri asırlardanberi m illî selikalarıyla bulmuşlardı. Çünkü bu saf köylüler milletdaşlarını «dili di­ lime uyan, dini dinime uyan» formülüyle tarif ediyorlardı. «Türkçülük milletin tarifini yapınca Anadolu’dan itiba ren bütün AzerbaycanlIların, Kırımlıların, Kazanlılarm,


116

ZİYA

GÖKALP

Türkmenlerin şartların, Özleklerin, Kırgızların, Kaşgerlilerin ilh. bizim gibi Türkçe konuştuğunu ve bizim gibi nıüslüman olduğunu nazara alarak bunların hepsini Türk m il­ letine dahil addetti.» (*) Gözalp, 1339 (1923) da basılan Türkçülüğün Esasları ad­ lı kitabında «Türkçülük Nedir?» başlıklı bölümde de «Mil­ let» adı verilen zümrenin ne olduğunu belirtmek için önce gerçeklere uygun olmayan milliyet anlayışlarını eleştiriyor. Bu anlayışlar ırkçıların, kavini Türkçülerin, coğrafî Türk­ çülerin, Osmanlıcıların, İslâm ittihatçılarının, fertçilerin m il­ let anlayışlarıdır. Gökalp, bu anlayışları eleştirdikten sonra millet nedir? sorusunun karşılığını şöyle veriyor: «Millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne iradî bir zümre değüdir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.» Bir insan kan’ca müşterek bulunduğu insan­ lardan ziyade dilde, dinde müşterek bulunduğu insanlarla yaşamak ister. Çünkü kişiliğimiz bedenimizde değil, ruhu muzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, ma­ nevî meziyetlerimiz terbiyesini aldığımız cemiyetten geli­ yor. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa an­ cak onun mefkür esine çalışabilir. Çünkü mefkûre bir vecit menbaı olduğu içindir ki aranır. Halbuki terbiyesiyle büyü­ müş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkuresi ruhumuza as la vecit veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz ce­ miyetin mefkûresi ruhumuzu vecitler. Onun için insan terbi­ yesi ile büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Demekki Gökalp’m anlayışına göre milliyet, yalnız din birliği, dil birliği değil hem de ülküsü uğrunda benliğin­ den geçmek, kendini vermek gücüdür. İşte bu gerçekleri gözönünde tutarak, milliyetin sosyal karakterine dayanmak (* ) yı: 5'1).

Ziya G ökalp, T ürk çülük ve T ürldyecilik (Y e n i M ecm ua, sa­


ZİYA

GÖKALP

117

milliyetin yeni bir tanımını yapan Gökalp, coğrafî milliyetçi­ liği eleştirirken şunları da söylüyor: «Coğrafî Türkçülere göre millet, aynı ülkede oturan aha­ lilerin mecmuu demektir. Meselâ, onlara göre bir İran m il­ leti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya m il­ leti vardır. Halbuki İran’da farisî, kürt ve Türkten ibaret ol­ mak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyandan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında, ise Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalI namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif cemi­ yetlerin lisanları ve harsları biribirinden ayrı olduğu için he­ yeti mecmualarına «millet» adını vermek doğru değildir.» (*) Gökalp din, ahlâk, sanat duygularının m illî kültürü mey­ dana getirdiğini açıkladıktan sonra bu anlayışa karşı aynı di­ ni, aynı ahlâkı, aynı sanatı taşıyan insanların aynı milletler­ den olmaları gerekirdi diye düşünenlere karşı şu karşılığı ve­ riyor: «Yukarıda bilhassa dinî, ahlâkî, bediî duyguların milis harsı teşkil ettiğini söylemiştik. Buna karşı, birçok milletle­ rin dinde, bediiyatta, ahlâkta müşarik oldukları itirazen dermeyan edilebilir. Filhakika müteaddit milletler mezhep (Boc trine), fenniye (Techniqîie) ve usul (Methode) cihetleriyle dinde, bedüyatta, ahlâkta müşarik olabilirler. Fakat bu zih­ nî yahut aklî unsurlar, esasen hangi müesseseye mensup bu­ lunursa, bulunsun, medeniyetin bünyesine dahildir. Bilâkis zevk, meşrep, vecit gibi kalbî ve hissî unsurlar da, hangi mü­ esseseye mensup olursa olsun, harsın unsurlarıdır.» (**) İşte Gökalp, milliyetçiliği önce ırkçılıktan, coğrafyacılık­ tan kurtarmış, milletin ancak sosyal bir gerçek olduğunu or­ taya koymuştur. Bu sırada milliyetin kültür temeline daya­ nan birkaç da tanımını yapmıştır. Bütün bu işleri gören, el(* ) Ziya G ökalp, T ürk çülüğün Esasları (T ürk çülük nedir?) (* * ) Ziya G ökalp, Aile a h lâ k ı (Y e n i Mecmua., Sayı: 20)


118

ZİYA

GÖKALP

li yaşma varmadan da Ölen bir insanın milliyet gerçeğini da­ ha çok aydınlatması beklenemezdi. Gökalp’ın milliyet tanımı ile dünya milliyet gerçeklerini açıklamak istediğimiz zaman bu tanım ile gerçekler arasın­ da birtakım anlaşmazlıklar olduğunu görüyoruz. Bu durum­ da yapılacak iş ne olabilir? Yine Gökalp’ın millyet tanımı üzerinde durmak, bu tanımı sonuna kadar olgunlaştırmak, sonuna kadar açıklamak olabilir. İşte ben de bunu yaptım. Yıllarca çalıştım. Elde ettiğim kesin kanımı söyledim, yaz­ dım, elimden geldiği kadar da yaydım. Burada bu çalışma­ larım üzerine biraz bilgi vermek isterim. Bilimin belli başlı görevlerinden biri, ilk işi, kendine göre kavramlar yapmaktır. Bu kavramları hazırladıktan sonradır ki bilim öbür çalışmalarına başlıyabilir. Bilimin kavramları konuşma dilinde kullanılan sözcükler değildir. Konuşma dilindeki sözcüklerin smirları kaypaktır. Bilimin kavramları ise sınırları biribirinden kesin olarak ayrılmış olan kavramlardır. Onun için, bilim dili başka, konuşma di­ li başkadır. Gerçi bilim bazan konuşma dilindeki sözleri de kullanır. Ancak, bunları sözcük olarak değil, terim olarak kullanır. İşte «görenek» (Rutine) ile «gelenek» (Tradition) böyledir. Bu iki sözcük hem sözcük, hem de terimdir. Bu iki sözcüğün sözlüklerdeki anlamları biribirinden ayrı değil­ dir, hemenhemen birdir. Bilimdeki anlamları ise apayrıdır. Konuşurken, yazarken «kötü görenekler, kötü gelenekler» derler. Büim diliyle konuşunca, «kötü gelenekler» diyemeyiz. Çünkü bilimdeki anlamıyla geleneklerin kötüsü olmaz. Gö­ reneklere gelince, onlar kötü olabilirler. Nation, nationalite kelimeleri de yalnız sözcük değil, hem de terimdir, sosyoloji terimleridir. Bu iki terim sosyo­ loji biliminin aydınlatmak zorunda olduğu en karanlık, hem de en önemli terimleridir. Milliyet ulusçuluk gerçeğinin en karmaşık gerçeklerden biri olduğuna şüphe yoktur. Böy­


ZİYA

GÖKALP

119

le olduğu içindir ki onun objektif, bilimli denilebilecek bir tanımı şimdiye kadar yapılamamıştır. Ernest Renan, ulusnu bir ünite psyclıologique, bir psi­ kolojik birlik olduğunu söyler. Bunun böyle olduğunu bili­ yoruz. Ancak, şimdiye kadar bilinmiyen şey, psikolojik bir birlik olan ulusun nasıl bir psikolojik birlik olduğudur. Baş­ ka türlü diyelim. Ulusçuluk gerçeğini meydana getiren psi­ kolojik etkenler nelerdir? Önce ulusun tanımı ile işe başlamak gerekiyordu. Gökalp da böyle yapıyordu. Emile Durkheim’m jugements de valem' adını verdiği değer yargılarını kıymet hükümleri diye, bir de Jagements de realite adını verdiği gerçek yargılarını da «şe’niyet hükümleri» diye ele almışta. İlk olarak ulusçuluğun tanı­ mını şöyle yapmıştı: «Din birliği, dil birliği». Bu anlayış yan­ lış değildi. Yalnız kusurlu idi. Ulusçuluk bu olunca, Türk Bir­ liği anlaşılmaz bir birlik oluyordu. Türkiye’nin dışında kül-, türü bir, dini başka olan Türkler de vardı. Kırım’daki Karaim Türkleri, Romanya’daki Gagavuz Türkleri, Sibirya’daki Ya­ kut Türkleri gibi. Bir gün gelip bu tanımın yetersizliğini Gökalp da anla­ mış olacak ki, ulusçuluğu «kültür birliği» diye tanımlamak istedi. Gökalp’m «kültür birliği» sözüyle ne düşündüğünü anUyabilmek için «kültür» terimine verdiği anlamı gözönünde bulundurmak gerektir. Gökalp’a göre kültür, toplumun duyuncunda yaşıyan değer yargılarının tümüdür. İşte din, ah­ lâk, dil, sanat gibi değer yargıları kültürü meydana getirir­ ler. Nasıl ki uygarlık toplumun aklında yaşıyan gerçek yar­ gılarının, teknik kurallarının tümüdür. Gökalp'a göre, kül­ türü bir olan toplumlar bir ulustur. Kültürü ayrı olan top­ lumlar ayrı uluslardır. Ulusçuluk gerçeğini ötekinden daha çok kavrayıcı olan bu tanım da karanlıktır. Yakın tarihe kadar aralarında din, dil, delvet, birliğinin bulunmasına karşı, aralarında ulusçuluk ayrılığı olan iki toplum vardı: İngilizler ile İrlandalIlar. Bugün İngiliz ulu-


120

ZİYA

GÖKALP

sundan ayrı olarak Amerikan ulusu dediğimiz bir ulus da vardır. Amerikan ulusu İngiliz ulusundan ne ırkça, ne de kül­ türce ayrı değildir. Ruslarla Lehliler de bu olurluğa bir ör­ nek olarak gösterilebilir. Öbür yandan kültürleri, ırkları ayrı olmakla birlikte uluslukları bir olan toplumlar vardır. Bugünkü Fransa’da güneyliler, Bretonlar, Alsaslılar ayrı dilleri konuşmakla bir­ likte, aynı ulustandılar. İsviçre’de başlıca dört ırk, dört dil, ' dört kültür vardır. Ancak, ulus olarak İsviçre bir tekdir. Bel­ çika da bir örnektir. Flamanlar, Valonlar ayrı ırktan, ayrı dilden, ayrı kültürden insanlardır. Ancak, Belçika’da bir tek ulus vardır. Bizim Hatay’da. Türkçe’den başka bir dille ko nuşan Türkler vardır. Batı Anadolu’da Türkçe, Doğu Anado­ lu’da kültçe, Irak’ta arapça konuşan türkoğlu türk Kara­ keçili aşiretinin kolları vardır. Kırım’daki Karaim Türkleri dinleri musevî dini olmasına karşı ulus olarak türktürler. Romanya’daki gagavuzlarm dini ortodoks dinidir. Onlar da türkoğlu türkütr. Gökalp’m ulusluk yolundaki çalışmaları ulusçuluk sosyolojisine ışık salmıştır. Ancak, bu sosyolojiyi iyice, sonuna kadar aydınlatmış değildir. Tersine, gerçeğin yalnız genel karakterlerine dayanan bu gibi tanımlar ulusluk problemini çözmeye çalışanların işini güçleştirmiştir. Ulus­ luk gerçeğinin karışıklığı karşısında nasıl bir yol tutmalıydık? Bu gerçeği daha yakından görüp anlamaya çalışmak gereki­ yordu. Karanlık sürüp gidiyordu. Ben Gökalp’m iki tanımını da yetersiz buluyordum. Ancak, bunların yerine daha doğruları­ nı koyamıyordum. Bu tutukluk çeyrek yüzyıl öncesine dek sürüp gitti. İstanbul Üniversitesi Fen Şubesinde tabiat bilim­ leri ile uğraşmıştım. Böylelikle Lamarck’tan bu yana süre­ gelen evrim teorileriyle yakından ilgilenmiştim. Gençliğim­ den beri de bitkiler, hayvanlar âleminde «değişen» ile «değişmeyen»i öğrenmk benim için büyük bir istek olmuştu. Onun için frenklerin caractere fondamental sözü beni büyü-


ZİYA

GÖKALP

121

lüyordu. İşte bu gibi görülerin kılavuzluğu iledir ki günün birinde ulusçuluğu ulusluk yapan değişmez karakterlerin ne olduğunu buldum sanıyorum. Bu karakterler geleneklerdir. Ulus, ulus birliği bir gelenek birliğidir. Benim ulusluk tanı mimi doğra olarak anlıyablimek için, önce gelenek (tra­ dition) sözünden ne anladığıma dikkat etmek gerektir; Ben­ ce gelenek, toplumun tarih boyunca değişmek bilmeyen de­ ğer yargılarıdır.- Gelenek (tradition) deyince görenek (routine) âdet, türenek (coııtume), kalıntı (survivance) anlaşıl­ mamalıdır. Geleneklerin kötüsü olmaz. Gelenekler hep iyi­ dirler. Gelenek uluşun, kavmin, klanın özüdür. İşte dini, di­ li, sanatı bir olanların ulus olmalarının nedeni din, dil, sa­ nat geleneklerinin bir olmasıdır. Sonra dini, dili, sanatı ayrı olanların yine de bir ulus olmalarının nedeni, yine ara­ larında. gelenek ortaklığının bulunmasıdır. Gelenek düşüncesi üzerinde biraz daha durmak isterim.. Bu düşünceye göre «kültür» dediğimiz değer yargıları sos­ yal tipten sosyal tipe değişir. Bu anlayış her değer yargısı için doğru değildir. Çünkü, «Kültür» dediğimiz değer yargı­ larının arasında sosyal tipten sosyal tipe değişmeyenleri d'e vardır. Efsaneler, masallar, dilin cinsliliği, dilin ekleri, sen­ taks, melodiler, bezeme motifleri, mimik, komik anlayışı, halk felsefesi böyledir. İşte ben bunlara gelenek (Tradition) diyorum. Bitkiler için gövdenin biçimi, hayvanlar için belke­ miği, insanlar için mizaç ne ise, toplumlar için de gelenek odur. Bunlar hiç değişmezler. Gelenekler nasıl doğarlar? Eski toplumlarda gelenekler varlıklarını tarih öncesinden, doğum çağından, totemcilik çağından alırlar. Tarihin bunlu ya da. mutlu, anlarında kamu denençlerinden doğan, kanunun bilinçaltına yerleştikten son ra da kuşaktan kuşağa geçen yepyeni gelenekler de vardır. Gelenekler kamunun bilinçaltında bir kez yerleştikten sonra


122

ZİYA

GÖKALP

sosyal tipten sosyal tipe değişmeyen kamul (Collectiî) kalıt­ lardır. Şimdi artık ulusları, ulusluğu gelenek dediğimiz bu ka­ lıcı, ayarıcı gerçekle tanımlıyabiliriz. Ulusluk bir gelenek birliğidir. Ulus öa, aralarında gelenek birliği olan bireyle­ rin meydana getirdiği tinsel birliktir. Ulusluk bir gelenek birliği olarak anlaşıldıktan sonra birbirine karşıt gibi görü­ nen değer gerçeklerini açıklamak elimizde olacaktır. Bu ger­ çekleri gelenek birliği düşüncesinin ışığının altında tekrar gözden geçirelim. Bir İrlanda ulusçuluğunun doğmasının, bir İrlanda devletinin kurulmasının nedeni, İrlandalIların İn­ gilizceden ayrı bir dil, din, mit... gelenekleri bulunması idi. Bu gelenekler ayrılığından dolayıdır ki İrlandalIlar ayrı bir devlet kurup eski dillerini (galeque) dirilttiler, kendilerine kültür dili, devlet dili yaptılar. Aralarındaki ırk, din, dil, ta­ rih birliklerine karşı Amerikalılar, İngilizlerden ayrı bir ulus olarak gelişmektedirler. Bunun nedeni ayrı bir yurtta, ayrı yaşama şartlarının içinde, doğan yepyeni gelenekler edinmeleridir. Amerikan müziği İngiliz müziği değildir. Ame­ rikan dansı İngiliz dansı değildir. Amerikan bezemeleri İn­ giliz bezemeleri değildir. Amerikalıların mitolojileri bile ayrıdır. Onlar dans figürlerini, melodilerini negrolardan, to­ tem danslarından, bezeme motiflerini Kızılderililerden al­ dılar. İstiklâl savaşları da onlara ayrı mitler, gelenekler ka­ zandırdı. Amerika’da yalnız Amerikan ulusu var değil. Yanltee denilen yeni bir Amerikan ırık da doğmaktadır. İsviçrelilerin tek ulus olmaları da gelenek birliğinden ileri gelmektedir. Bütün, verimli, mutlu bir yurt sevgisi, onun korunmasına ilişkin olan anılar, barışçılık İsviçre geleneklerinin başlıcaları değil midir? OsmanlIlar çağında Türkiye’de ayrı iki dil konuşulmak­ ta idi: Halk dili ile aydın dili olan osmanlıca. Saltanat, med­ rese, mektep adamları halkın konuştukları türkçeyi pek anlamıyorlardı. Halk da osmanlıcadan bir şey anlamıyordu.


ZİYA

GÖKALP

123

Yine de bir ulusçuluk vardı. Çünkü bu dil ayrılığının dışın­ da çok kuvvetli bir gelenek birliği vardı. Hatay Türk'leri yakın zamana kadar Türkçeden başka bir dil konuşuyorlardı. Bu dil sanıldığı gibi arapça değildi. Osmanlıca gibi, kalıbı arapça, iranca, yarı yarıya da türkçe olan asalak bir dildi. Hatay türkleri bu dili kendi aralarında konuşuyorlar, bundan arap, iranlı, türk, bir şey anlamıyordu. Bu dil ayrılığına karşı, hataylıların Türk olmalarının nedeni parazit dillerinin sentaksı da içinde olarak, bütün gelenek­ lerinin Türk olmasıdır. Doğu’da kürtçe konuşan Türklerin kürtçesi de ayrıca dikkate değer. Bu kürtçe de kürtçenin ayırıcılarından biri olan kelimelerinde erkek - dişi ayrılığı yoktur. Gelenek üzerindeki düşüncelerimi sonuna kadar açık­ lamak için bir olaydan söz açmak istiyorum: Gökalp Diyar­ bakIrlIdır. Kürtçeyi türkçe gibi biliyordu. Bu sebepledir ki gençliğinde bir ulusluk bunalımı geçirmiştir. «Ben Türk müyüm, .kürt müyüm?» sorusunu kendisine sormuş, bu işin içinden çıkmak için konuştuğu kürtçenin kelimelerine bak­ mıştır, Bu kelimelerin arasında erkeklik, dişilik ayrılığının olmadığını görünce, kendisinin kürt olmayıp Türk olduğuna o anda inanmıştır. Çünkü kürtçede cins ayrılığı varmış, türkçede yoktur. Demek Gökalp’m konuştuğu kürtçe türk man­ tığı ile konuşulan kürtçe idi. Dilde cins ayrılığı bir gelenek­ tir, değişmez. Sosyologlara gelinceye kadar mefkurenin, ülkünün ne olduğunu, ne olmadığını şimdiye kadar ne metafiziktiler, ne de ideologlar gerektiği gibi açıklayamamışlardır. Metafizikcilere göre mefkûre, gerçek ötesi olan bir varlıktır: Eflâtun’ da, Muhiddini Arabi’de olduğu gibi. İdeologalara göre mef­ kûre, insan muhayyilesinde yaşıyan bir olgunluk örneğidir, tek insan kaynaklı bir ruh olayıdır. İdeologlara göre mefkûreyi yaratan, insanın iradesidir. Şimdi Gökalp’m mefkûre için düşündükleri üzerinde duralım. Gökalp mefkûre (ideal)


124

ZİYA

GÖKALP

konusu üzerinde çok durmuştur. Yeni Mecmua’da, Türkleş mele, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabında çıkan ya­ zılardan başka Diyarbakır’da çıkardığı Küçük Mecmua'da değerli yazılar yazmıştır. Gökalp bu yazıları ile ülkü sosyolo­ jisinin karanlıklarını deşmektedir. 1917'de yazdığı bir ma­ kalede «Yeni Hayat» adını alan yeni, bir akımı inceliyor. Bu akım o tarihten sekiz yıl önce genç kalemler’de başlamış, sonra da Yeni Mecmua’da devam etmiştir. Önce «Yeni Lisan» adını taşıyan bu akını sonra «Yeni Hayat» adını almıştır. Gökalp yine Yeni Mecmua’da yazdığı ikinci bir yazıda şöy­ le diyor: «Anlaşıldı ki Yeni Hayatçılarm ibda etmek istedikleri hakikî kıymetler bütün milletlere şamil olacak beynelmilel telâkkiler değil, belki Türk milletine mahsus m illî görüşler' den ibarettir. Aynı zamanda bu kıymetler milletin ruhunda gizli iştiyaklar suretinde mevcut olduğu için yalnız keşfedil­ meleri lâzımgelır. Binaenaleyh onları ibdaa çalışmak fikri de doğru değildir. Bu mesele tavazzuh ettikten sonra Yeni Ha-, yatın m illî hayat demek olduğu kendiliğinden meydana çıktı, «Burada denilebilir ki m illî hayat yaşanılan hayattan ibaret ise, bunu derin derin aramağa ne lüzum var? Mevcut -bir şey keşfolunmasa da mevcuttur. Şuursuz bir surette ya­ şanılan mefkûreler şuurlu bir halde meydana çıkmasa da ha­ yatta müessirdir. Filhakika biz aradığımız m illî hayatı mil­ letin vicdanında şuursuz bir surette mevcut telâkki ediyo­ ruz. Bu şuursuz vicdanı şuurlu bir hale getirmeye «Türkçü­ lük» namı veriliyor. Eğer milletimize şuurlu olarak başka irfanlar arzedilmemiş olsaydı, şuursuz vicdanımız hayatımı­ za yegâne hâkim bulunacağı için m illî vicdanı şuurlu bir ha­ le getirmeye büyük bir istical göstermemiz vacip olmayacak­ tı. Fakat, bir tarafdan m illî vicdanımız şuursuz bir halde uyurken diğer tarafdan peszinde yahut ecnebi, yani her iki şekilde de gayri m illî olan irfanlar m illî şuurumuz suretinde


ZİYA

GÖKALP

125

hayatımıza hâkim bulundukça bu harekete istical gösterme­ mek büyük bir günahtı.» (*) Gökalp, bütün sosyal konularda olduğu ,gibi, kültür ko­ nusunda da olanları apaçık görüyor, kültür konusunu sonu­ na kadar aydınlatıyor. Bir yanda milletin bilinçsiz kalan de­ ğer duyuncu var. Bir yanda da ister m illî kültürün kocamış, fosilleşmiş şelki olsun, ister yabancı kültürün bilinci saran saldırıları olsun, ikisi de öldürücüdür. Bu durumda ya millî duyunç hiç uyanmıyacaktır, ya da bu iki yabancı kuvvet biribiriyle çatışacaktır, Tanzimat devrinde olduğu gibi. Yapı­ lacak iş şudur: Yabancı kuvvetlere karşı savunmak, m illî du­ yuncu bilinçlendirmek. «Mefkûre esasen İçtimaî bir zümrenin kendi fertleri ta­ rafından duyulmasıdır. Güneşin ziyası bir adesenin mihrak noktasında tekasüf etmeden yakıcılık hassasını göstermediği gibi, zümre de galeyanlı içtima haline gelmeden haiz olduğu kudsiyet sıfatını tecelli ettiremez. Fakat bu kudsiyet şuurlu bir şekil almadan ait olduğu zümrenin ruhî vicdanında, şu­ ursuz bir surette gene mevcuttur. Galeyanlı içtimain vazife­ si yalnız bir zümreyi rakit bir mevcudiyetten kesif bir varlık haline koyarak o âna kadar kenzi mahfide gizli kalmış olan bu şeniyet muhat olduğu kutsiyeti halesiyle beraber fertle­ rine izhar etmektir. Mefkûrenin yoktan var olması şuursuz bir safhadan şuurlu bir safhaya geçmesi demektir.» (**) Gökalp’m bu düşüncesini şöyle açıklayabiliriz. Mefkûreler, yani, ülküler de, bütün öbür sosyal olgular gibi, doğa olgularıdır. Ülküler yoktan var olmazlar, toplumdan doğarlar. Ül­ küler toplumların kendi kendini duyması, kendi kendini ta­ nımasıdır. Ülküler, bilimsiz kalan toplum yaşayımmm bi­ (*) Ziya Gökalp, Türkçülük Nedir? Yeni Mecmua. Sayı: 27, yıl: 1918. (**) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (Mil­ liyet Mefkûresi).


126

Z i Y A

GÖKALP

linçli oluşa gelmesidir. Bu oluşu yapan da coşkun toplanış­ lardır. Demek ki ülküler toplumlarm dışarıdan edindikleri yabancı kazançlar değil, belki toplumlarm kendileridir. Ül­ küler toplumlardan doğarlar, toplumlar için doğarlar. Gö­ kalp 1922’de yazdığı bir yazıda mefkûre, ülkü üzerinde daha çok derinleşiyor. Edebiyatı Cedide devrinde ideal’i «gayei hayal» sözü ile çevirmişlerdi. Gökalp bu anlayışın yanlış ol­ duğunu şöyle bildiriyor: «İçtimaiyat ilmine göre, mefkûre istikbalde vasıl ola­ cağımız bir gaye, bir hedef demek değildir. Mefkûre müs­ tesna anlarda yaşanılmış ve yine o anlarda yaşanılabilen bir hayat tarzıdır. Bu müstesna anlar cemiyetin buhranlı daki­ kalarıdır. Âdi zamanlarda fertler ferdî hayatlarıyla meşgul olduklarından cemiyetin hayatı gayet zayıftır. Fertlerin uya­ nık bulunduğu bu adi zamanlarda cemiyet uykuya, dalmış gi­ bidir. Fakat, milletin hayatı büyük bir tehlike ile tehdit olun­ duğu, cemiyetin büyük bir hamle ile kendini kurtarmaya az­ mettiği galeyanlı dakikalarda cemiyet bu derin uykudan bir­ denbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini, şah­ sî arzularını, gailelerini unuturlar. Hepsinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir ihtiras hüküm sürer. Bu anlarda fertler münferit., münzevi de kalamaz. Daima ötede beride büyük tecemmular vücuda gelir. Herkes bu cumhur­ ların içine girer. Halkın arasında tabiî hatipler zuhur eder. Bunların efkârı ammeye uygun olan hitabelerim herkes al­ kışlar. Fert sonradan yalnız kalınca bu galeyanlı tecemmularda söylediği sözlerin, iştirak ettiği kararların kendisinden çıktığına hayret eder. Çünkü bu galeyanlı dakikalarda fertler ferdî şahsiyetlerini kaybetmişlerdir. Hepsinin ruhunda hü­ küm süren maşerî şahsiyetti. Cumhur halinde söylediği söz­ ler, yaptığı işler hep bu maşerî şahsiyetin iradesinden doğ­ muştu. Fransa’nın büyük inkılâbında «Ağustos Gecesi» meş­ hurdur. Millet Meclisinin o geceye müsadif içtimamda asil­ zadelerle ruhanîler sınıflarına mahsus olan bütün, hukukî


ZİYA

GÖKALP

127

imtiyazlarından müttehiden feragat ettiler. Halbuki meclis dağılıp da evlerine gidince, hepsi nasıl olup da bu karara iş­ tirak ettiklerine şaştılar. Cümlesi bu geceyi reylerinden piş­ man olmuşlardı. Sonradan «aldanmışlar gecesi» adını ver­ dikleri bu gecenin şu kararını bozmak için çok uğraştılar. Fakat muvaffak olamadılar. «Demek ki bu galeyanlı anlarda fertler son derece fedakâr oluyorlar. Bundan başka cumhura iştirâk eden fertlerin ümitleri, azimleri metanetleri de fevkalhad şiddet kazanır. B,u anlarda nice sakin adamlar kahramanlıkta, nice bed­ binler, nikbinlikte, nice meyuslar ümitvarlıkta nümune ol­ muşlardır. Bu anlarda umum ruhlarda sari ve müstevli bil' vecit vardır ki hepsini en tatlı saadet duygularına garkeder. İşte insanların bu .galeyanlı anlarda yaşadığı bu tatlı saadet hayatına mefkûre adı veriliyor. Halbuki mefkure buhran za­ manlarında şiddetli bir halde yaşanılan cemiyet hayatıdır. Başka vakitlerde yaşanan hayatlar ise ferdi hayatlardır. Fert­ lerdir. Fertler tabiatan menfaatçı ve hodgâmdırlar. Cemi­ yet ise tab’an menfatsız ve fedakârdır. Cemiyet hayatı ya­ şadıkları bu müstesna anlarda fertler de cemiyet gibi, menfaatsiz -ve fedakâr olurlar. Mefkûrenin menfaatperestlikten, hodgâmlıktan uzaklaşmak suretindeki tecellisi bundandır. Fertler cemiyetin görünmeyen varlığını ancak bu müstesna anlarda seziyorlar, onun manevî mevcudiyetinden haberdar oluyorlar. O halde mefkûre cemiyetin kendisidir. Çünkü ce­ miyet onu terkip eden fertlerden değil, belki bu fertlerdeki müşterek vicdandan ibarettir. Bu, gözlere görünmeyen ma­ nevî vücudu, eski zaman adamları «peri» suretinde tasavvur ederlerdi.» (*) «Geçen musahabemizde gördük ki mefkûre bir fikir ha­ linde başlıyarak sonradan şeniyet (Realite)e istihale etmez. Belki mefkûre tâ ilk menşeinde bir şeniyet olarak doğar. Büyük bir buhran zamanında cemiyette yalnız müşterek vic(* )

Ziya G ökalp, M efkûre nedir? (K üçü k M ecm ua, Sayı: 3)


128

ZİYA

GÖKALP

dan hâkim olur, ferdî vicdan kaybolur. liu müşterek vicdan ruhlara vecitler saçan, bütün fertleri kudsiyetine karşı hür­ metkar ve fedakâr kılan, canlı bir şeniyettir. Mefkûre dediği­ miz şey bu maşerî vicdanın şedit ve mütekâsif bir hayat ya­ şamasıdır. Demek mefkûre yeni doğduğu zaman canlı bir .şeniyet, hakikî bir hayat halindedir. Bununla beraber, mef­ kureyi doğuran bu m üfrit galeyan devresi, ferdî ruhlar için çok yorucudur. Bundan dolayıdır ki bu İçtimaî vecit devresi uzun müddet devam temez. Birkaç hafta geçmeden ruhlar yorulur, aralarındaki şedit teatiler gevşer, fertler ruhan eski seviyelerine inerler, buhran zamanında yaşanan o şiddetli galeyanlarından bazı müphem hatıralarından başka bir şey kalmaz.» (*) «Şeniyet hükümleriyle kıymet hükümleri arasındaki bu derin fark fikirlerle mefkureler arasında da mevcuttur. Fi­ kirler de hariçteki eşyanın tercümeleri, istinsahlarıdır.. Fi­ kirler eşyaya hiçbir şey ilâve etmez. Yalnız onların mücer­ ret sûretlerini, umumî hayallerini gösterir. Mefkûreler ise, maddî tabiatta olmayan, hattâ ferdî ruhlarda hiç yaşanma­ yan yeni bir hayatı bize yaşatır, ruhumuzu bilgiler âleminin fevkinde, vecitli, esrarengiz, sırrı bir şeniyete yükseltir. Ha­ sılı, bizi kendi kendimize tefevvuk ettirir, kendi tabiatımızı geçmemize, kökü şeniyette olan bir fevkattabiyyeye miraç etmemize bais olur.» (**) «O halde mefkûre ile şeniyet bazan büsbütün birleşirler, yaratıcı buhran zamanlarında, mefkûrenin hakikî bir hayat halinde tecellisi gibi. Bazan biribirinden büsbütün uzakla­ şırlar, ferdî hayatın galebe çaldığı zamanlarda mefkûrenin solgun fikirler, hatıralar halini alarak, ferdî ihtisaslar ve mü­ şahedelerle teaküs etmesi gibi. Bazan da birbirine yaklaşır­ lar, millî bayramlarda mefkûrenin buhran zamanından da(*) Ziya Gökalp, Mefkûre ve Şeniyet (Küçük Mecmua, Sayı 9) (**) Ziya Gökalp, Manevî Hayat ve Derum Hayat (Küçük Mecmua), Sayı: 10)


ZİYA

GÖKALP

129

'ha şiddetli bir surette yaşanarak canlı şeniyet olmaya azçok yanaşmsı gibi.» (***) Bütün bu düşünceleriyle Göklp’m mefkûre, ülkü sosyo­ lojisinin karanlık yüzlerine ışıklar saçtığına işkil yoktur. An­ cak, ülkü konusu sosyolojinin en karanlık, en güç anlaşılan bir konusudur. Onun için bu konu üzerinde ne kadar duru­ lursa. bilim için o kadar yararlı olacaktır. Ben de düşündük­ lerimi söylüyorum. Bir kere mefkûrenin birey kaynaklı, psikolojik bir olgu olmayıp sosyal bir olgu olduğu çok doğrudur. Sonra, onun önce bilinçsiz olarak yaşadıktan sonra toplumu galeyanlı toplantılarında bilinç üstüne çıkararak toplumu zorlaması da, olağandır. Onun için mefkûre, Gökalp’m dediği gibi, bir şeniyet, bir realite dir. Bu realite ne din, dil, sanat gibi yay­ gın bir kuvvet, ne de devlet, ekonomi, aile gibi bir kurum­ dur. Mefkûre henüz sertleşmemiş, nesneleşmemiş olan gizli, kaygan, karanlıkta, kalmak vergisinde olan orijinal bir gerçektir. Onun rolü, açlık, uykuszluk gibi, durmayıp toplum gövdesini sarsmaktır. Toplum bu sırlı kuvvetin etkisi altında devinecek, birçok denemelerden, eylemlerden sonra onun is­ teğini yerine getirmeye çalışacaktır. Toplum bu ülkünün di­ leklerini tenleştirirken gerçek âleminin birçok engelleri, ta­ rihin bir çok kalıntılarıyla karşılaşacaktır. Bazan da bu ül­ künün tenleşmesi kan, can bahasına olacaktır. Sanatçı için sanat ideali ne ise, toplum için de toplum İdeali odur. Sanatçıya şaheserini kazandıran sanat idealidir. Ancak, eser, ne kadar başarılı olursa olsun, ideal gibi ideal -değildir. Mefkûre önce fikir olarak doğup, sonra şeniyet olur demek yanlıştır. Mefkûrenin önce karanlık, loş, kaypak bir şeniyet olarak doğup zamanla gitgide, fikrin, kafanın yar­ dım ı ile anlaşılır, kesinleşir, gerçekleşir, bir yaşama proces(* * * ) Ziya G ökalp, K ü ç ü k M ecm ua (M efkûre ve Şeniyet)

F: 9


130

ZİYA

GÖKALP

sus’i, süreci olumuna geldiği doğrudur. İşte Türkiye’deki mil­ liyetçilik, dilcilik, demokrasi akımları bu düşüncemizin doğ­ ruluğunu göstermektedir. Gökalp’m .bir inceleme konusu olarak ele aldığı örf (opinion.) konusu da sosyolojinin en karanlık, en çetin ko­ nularından biridir. Bunun böyle olması politik sosyoloji, eko­ nomik sosyoloji gibi üzerinde durulmuş, kendine göre iş­ lenmiş bir konu olmamasından, doğrudan doğruya tinsel bir konu olmasından ileri gelmektedir. Bu durumda yapılacak iş, olsa, olsa Gökalp'm ele aldığı, her sosyologdan -daha çok ay­ dınlattığı örf, anane, müeşsese konuları üzerinde titizce dur­ mak olabilir. Önce örfü ele alalım. GÖkalp’ın örfü tanımlıyan sözlerini inceliyelim. Aynı milletten olan insanlar birıbırlerini yadırgamazlar, birbirlerine karşı yakınlık duyarlar, birbirilerini severler. Bu insanlar arasında bir ruh anlaşması, bir ruh kaynaşması, bir soy coşkunluk vardır. Ayrı yaradılışta, ayrı tende, tinde olaıı bu insanları biribirine bu kadar yaklaştıran, kaynaştı­ ran, coşturan nedir? Gökalp’a göre bu birleştirici, coşturucu öz «vecit»tir. Gökalp, bu kelimeyi heyecana gelmek, coşmak, tad duymak anlamında kullanmıştır. Vecit kelimesini Türk çede «Esrime» ekilmesi ile karşılayabiliriz. Şimdi bu konu üzerinde duran Gökalp’ı okuyalım: «Her milletin, hüsün ve kubh hakkında hüküm veren, yani kıymet hükümlerinde hâkim olan ve tamamiyle kendi­ ne mahsus bulunan bir İçtimaî vicdanı vardır ki buna, örf (üpmion.) namı verilir.» (*) «Örfün miyarı vecit (enthcraiasme) dır. Bir amelin icrası cemiyetin ruhunda vecit denilen meserreti! galeyanı doğuru­ yorsa, o amel marufdur. Bilâkis mevcut vecdi izale ediyor­ sa., münkerdir. Binaenaleyh, örfü şu surette tarif edebiliriz: Örf, cemiyetin ruhuna vecit veren kaidelerdir. Meselâ, saıı(*) Gökalp’m ittih at vc Terakki Cemiyeti yönünden yayın­ lanmış olan 2 numaralı genelgesinden.


ZİYA

GÖKALP

131

cağımızdaki hilâl ile kırımzı rengin esasen dinî olarak hiçbir kutsiyeti yoktur. Fakat, bu iki alâmet bizde İçtimaî bir veict uyandırdıkları için bugün cemiyetimizin mukaddes timsal­ leri hükmündedirler. Demek ki, bir şeyin mukaddes, iyi, güzel olması için ruhlarda dinî, ahlâkı, yahut bediî bir vecit husule getirmesi lâzımdır. Dinî bir vecit husule getiren şey­ lere mukaddes, ahlâkı bir vecit doğuran şeylere iyi, bediî bir vecit tevlit eden şeylere güzel sıfatları tevcih edilir. «Örfün miyarı vecit olunca, bunun da vecit gibi mü­ şahhas bir cemiyete ait olması lâzım gelir. Çünkü vecit an­ cak muayyen zamanlarda tecemmu eden ve aralarında dai­ mî surette İçtimaî rabıtalar bulunan bir zümreden husule gelir. Böyle bir zümrenin haiz olduğu tesanüt esasen fertle­ rine verdiği vecitten ibarettir. Fertler cemiyet hayatı yaşar­ ken birçok fedakârlıklar icra etmekle, mükelleftir. Cemiyet kendilerinden bu fdakârlıkları istemesine, ruhlarını daima birtakım vazifeler dolayısıyla ezalara maruz bırakmasına rağ­ men, fertlerin cemiyet hayatını sevmeleri, İçtimaî hayattan duydukları bu vecit sayesindedir. Aile muhabbetinin, mes­ lek tesanüdünün, vatan aşkının menbaı bu zümrelerin İç­ timaî hayat tarikiyle fertlerine verdikleri vecitlerdir. O hal­ de, örfü «İçtimaî tesanüdü takviye eden kaidelerdir.» diye tarif edebiliriz. Yalnız bir kaidenin tesanüdü takviye edip etmemesi cemiyetin vicdanında vecit doğurup doğurmamasıyla tayin edilebilir. «Örf müşahhas bir cemiyetin vicdanındaki vecitle tayin olununca örfün m illî olduğu hakikati da meydana çıkar. Çünkü, müşahahs bir cemiyet demek, beraber yaşayarak müşterek bir lisana malik olan bir zümre demektir. Bu züm­ renin ismi ise «milletedir. Duyguların ve fikirlerin nakil va­ sıtası lisan olduğu için bir cemiyetin aynı lisanla, mütekellim olması zarurîdir. Millet ise esasen aynı lisanla konuşan bir zümre demektir. (*) Gökalp’m gerçekleri sezmekle kalmayıp gerçeklerin ne­ denlerine ulaşan üstün zekâsı insanlık kültür tarihinde hep


132

ZİYA

GÖKALP

karanlıkta kalan sosyal gerçekleri aydınlığa kavuşturuyor. İşte milletlerin içinden çıkan kahramanlarla, dâhilerin doğuşu da nedeni bilinmeyen olaylardandır. Gökalp bu olayla­ rı da şöyle açıklıyor: «Aklı selimin en feyizli tecellisi dehadır. Dâhiler aklı se­ limde son dereceyi bulanlar, yani örfü, mensup oldukları ce­ miyetin temayül ve zihniyetini en iyi duyup yaşıyanlardır. Aklı selimin icabatmı sırf amelî bir surette icra edenlere kah­ raman namı verilir. Dâhiler nazarî kahramanlar, kahraman­ lar amelî dahilerdir. Aklı selimi daha az bir miktarda haiz olanlara da arif namı verilir. Milletin mümessilleri dâhiler, kahramanlar ve âriflerdir.» (**). Bu kısa açıklamadan sonra Gökalp’ı daha kolay anlıyabiliriz'. Onun örf (opinion) dediği m illî duyuncun kendisidir. Daha geniş olarak söyleyelim, ilkel, ileri, bütün toplumlarm kurucusu olan yaratıcı öz işte onun örf dediği bu kamu duyuncudur. Bu duyunç bilinç altından bilinç üstüne gelince, ilkel toplumlarm dinini, dilini, sanatını yaratır. Böyle, ka­ m u kuvvetleri olarak çalıştıktan sonra, toplum toprağa iyice yerleşince de ahlâk, hukuk, devlet, eğitim gibi yine kabu duyuncu ile ilintili olan sosyal kurumlan da meydana getirir. Bütün örfler değer yargılarından meydana gelirler. Her örf bir kavme, bir millete özgüdür. Kavimleri, milletleri birbirin­ den ayıran, herbirine kendi benliğini sağlayan kendi örfle­ ridir. Örfler ,harslar, kavmiyetler, milliyetler yapılmazlar, kendiliğinden doğarlar. Bunlar tabiatın en orijinal eserle­ ri, en büyük gerçekleridir. Gökalp’ın örften, milliyetten, türkçülükten anladığı budur. Gökalp’m aşağıya aldığım yazısı an’ane konusunu sonu­ na kadar açıklamaktadır. Bu yazıda dehânın, dâhinin nasıl bir varlık olduğu da çok güzel anlatılmkatdır. Bu yazının ilk satırları oldukça kapalıdır. Ancak bu, asıl konunun iyice ( * ) Ziya G ökalp, Türkçülük. Nedir? (Y e n i M ecm ua, Sayı: 29> (* * ) Ziya G ökalp (M illî tetebbular M ecm uası C. 1, S. 194)


ZİYA

GÖKALP

133

anlaşılmasına, engel olmamaktadır. Gökalp bu güzel yazısının sonunda Türkiye’nin kalkınmasında cahil politikacıların oy­ nadıkları zararlı rolü de göstermektedir. Dünün sakarlıkla­ rını, yarmin doğru yolunu gösteren bu düşünceleri üzerinde büyük bir dikkatle durmalıyız. An’ane kelimesi arapça bir kelime değildir. Rahmetli Mahmut Esat Efendi’nin arapçadaki an, an parçalarından yapılmış olduğu söylenen uydurma bir kelimedir. Tradition karşılığı olarak kullanılagelmiştir. Batı dillerinde bu kelime eskiden kalma, yaşamakta olan örfler, âdetler anlamında kullanılmaktadır. Öyle sanıyorum ki, Gökalp’a gelinceye ka­ dar hiçbir sosyolog bu keilmeye bilim terimlerine yakışan kesin, objektif bir anlam vermemiştir. «Diğer taraftan birçok an’aneler kendilerini dinin ay­ rılmaz birer unsuru suretinde göstermişlerdir. Halbuki yal­ nız dinî hadiseler değil, bütün İçtimaî hadiseler sabık ,batın­ lardan lâhilc batınlara «an’ane» suretinde intiakl eder. Vera­ set, uzvî hadiselerin nasıl bir intikal âmili ise, an’ane de iç­ timai hâdiselerin umumî bir intikal mekanizmasıdır. Yalnız itikat ve ibadet tarzları değil, dinle hiçbir alâkası olmayan bediî, İktisadî lisanı fennî müesseseler de an’ane tarikiyle intikal eder. Cemiyetin müteakip batınları arasındaki tema­ di (Contimite) yi husule getiren an’anedir. Hattâ İçtimaî ha­ diseleri tarif için «an’ane tarikiyle intikal eden ruhî hadiseler» demek gayet doğru olur. Çünkü an’anevî olmayan hiçbir İç­ timaî hadise olmadığı gibi, İçtimaî mahiyette bulunmayan hiçbir an’anevî hadise de yoktur. Demek ki bu tarif muarrefin hem efradını câmi, hem de ağyarını câmidir.» (*) «Her an’ane bidayette m illî örfe müstenit bir müessese mahiyetindedir. Bilâhare başka milletler tarafından da ka­ bul edilerek beynelmilel bir mahiyet alınca beynelmilel ol­ madığı için an’ane sırasına geçer. Beynelmilel an’ane mazrufsıız bir zarf hükmündedir Her millet kendi örfünü bu zarfa (*)

Ziya G ökalp, T ürk çülük nedir? (Y eni Mecmua, sayı: 29)


134

ZİYA

GÖKALP

mazruf yaptığı içindir ki an’anenin boş bir zarf olduğu, farz edilemez. Çünkü beynelmilel zarf m illî mazrufla birleşerek an’ane şeklinden çıkmış, artık bir müessese şeklini almıştır, Bunun için her millet beynelmilel an'aneleri milli müessese­ ler hâline koyarak temessül eder. Bu temessül şuursuz bir surette yapıldığı için kimse farkında olmaz. Hattâ an’ane mü­ essese şekline geçince azçok tegayy-üre uğradığı halde bunu temyiz eden bulunmaz. Herkes eski an’ane şeklinde yaşamak­ tadır. zanneder. Yazı, kitap ve darüttedris olmasaydı bu hâl gayet tabiî bir surette cereyan edecekti. Fakat an’anelerin ki­ taplarda aynen yazılması ve medrese; mektep gibi darütter biyelerde aynen idame edilmesi bu tabiî temessüle mâni olu­ yor. Binaenaleyh bu gibi vasıtalarla tesbit edilen an’anevî zarflar millî mazruftan âri kalabilir. Meselâ Türk harsında­ ki Türk an’aneleri kitaplarda yazılmadığı ve bir medrese ya­ hut mektebin himayesine mazhar olmadığı için ya büsbütün unutulmuş, yahut m illî örflere uyarak onlarla beraber te­ kâmül etmiştir. Halbuki İslâm an’aneleri eski medresenin, Avrupa an’aneleri eski mektebin taklitçi muhafazakârları sa­ yesinde bu temsilden muaf kalmışlardır. Türk harsı eski Türk medeniyetini kendi hâlihazırına, uydurduğu halde henüz islâm ve Avrupa medeniyetlerine temessül edememiş, bi­ naenaleyh, tam bir hars olarak teşekkül etmemiştir. Bu hiz­ metin ifası için iki âmil lâzımdır ki biri yeni bir medrese, di­ ğeri yeni bir mekteptr.» (*) «İnsana taallûk eden hâdseler iki kısımdır: Şuurlu hâ­ diseler, şursuz hâdiseler. Her zaman şuursuz kalan hâdiseler hayatî hadiselerdir. Bunlardan hayatiyat ilmi (Biolog-ie) bah­ seder. Daima, yahut bazan şuurlu olabilen hâdiseler ruhî hâ­ diselerdir. Ruhî hadiseler birtakım tarzı tahassürler, tarzı hareketlerdir ki iki kısma ayrılır: Birincisi ferde kendi uz­ viyetini telkin ettiği duygular ve hareketlerdir ki bunlara (*) Gökalp’m ittihat ve Terakki Cemiyeti yönünden lanmış olan bir genelgesidir.

yayın­


ZİYA

GÖKALP

135

îerdiyen ruhî hadiseler denilir. Bu hâdiselerden bahseden ilme «ruhiyat» (psychologie) namı verilir. İkincisi fertle­ re mensup oldukları İçtimaî zümre tarafından telkin olunan tarzı idrâkler,’ tarzı tahassürler, tarzı amellerdir ki bunlara da içtimaiyyen ruhî hâdiseler denir. Bu hadiselerden bah­ seden ilme de içtimaiyat (Sociologie) namı verilir. «Fertlere mensup oldukları İçtimaî zümrenin telkin et­ tiği bazı idrâk ve amellere «an’ane» denir. An’ane dinî, ah­ lâkı, hukukî, lisanî, bediî, İktisadî namlarıyla kısımlara ay­ rılır. Dinî itikat ve âyinler dinî an’anelerdir. Ahlâkı düs­ turlar, hukukî kaideler kaideler ahlâkî ve hukukî ananeler­ dir. Lisanî, bediî, İktisadî kaideler de bu sınıflara mensup an’anelerdir. Mazideki menşeleri itibariyle biribirine mer­ but an’anelerin heyeti mecmuasına «medeniyet» denir. An’aneler müteaddit milletler arasında müşterek olduğu için medeniyet beynelmilel bir mahiyeti haizdir. Müşterek bir medeniyete malik olan milletlerin mecmuuna «medeniyet zümresi» denir. Bazen bir millet bir kaç medeniyetin an’anelerine tâbi, binaenaleyh müteaddit medeniyet zümrelerine mensup bulunur. Meselâ Osmanlı Türkleri eski Türk me­ deniyetinden birçok an’aneleri muhafaza ettikleri gibi sonra islâm medeniyetinden ve iblâhare de Avrupa medeniyetinden birçok an’aneler almışlardır. An’ane bir hüsün veya kubh hükmünü, yani tabiri cedidi ile bir Jfiymet hükmünü rcıütezammın olan bir tarzı idrâk, yahut tarzı ameldir. Halbuki her milletin hüsün ve kuln hakkında hüküm veren, yani kıy­ met hükümlerinde hâkim olan ve tamamiyle kendine mah­ sus bulunan bir İçtimaî vicdanı vardır kî buna örf (opinion) namı verilir. An’ane beynelmilel olduğu halde örf tamamiyle millîdir. Zaten bir milleti husule getiren âmiller kendi fert­ leri arasındaki tearüften ve bu fertlerin başka milletlere mensup fertler arasındaki tenakürden ibarettir. Teartif örf­ te müşareket tenakür ise örfte mübayenet mânasmadır. «Ruhlar kanatlı askerler gibidir. Onlarla anlaşanlar bir­ ebirleriyle anlaşırlar. Onlarla anlaşmamış olanlar ise birbir-


136

ZİYA

GÖKALP

leriyle anlaşmazlar» hadisi şerifi de bu gerçeği nâtıktır. «Her millet hususî birtakım şeraiti içtimaiyye içinde ya­ şadığı için onun kendine mahsus kıymet hükümleri, yani örf­ leri olmak tabiîdir ve milletin hakikî vicdanı an’anelerinde değil, örflerinde tecelli eder. O halde bir milletin an’aneleri ile örfleri arasında tearuz husule gelebilir. Bir an'ane milletin örfüne ya muvafıktır, yahut değildir. Eğer muvafıksa ona müessese denilir. Eğer muvafık değilse ve milletin hayatın da hiç mevkii kalmamışsa ona «mensuba» denilir. Örfe mu­ vafakati kalmaklığı halde bakiyetülmazi filhal kabilinden mil­ lî hayatta mütereddidane bir mevki henüz baki ise one peszinde (survivance) namı verilir. O halde bir milletin İçtimaî vicdanı ancak müesseselerinde tecelli eder. Müesseseler kat’ iyen beynelmilel olmayıp tamamiyle millîdir. Her milletteki umum müesseselerin mecmuuna o milletin hars (culture) i denir. Hars da örf ve müessese gibi tamamiyle m illî bir ma­ hiyeti haizdir. Müessese mutlaka bir an’anenin örfe mu­ vafakati ile husule gelmez. An’anede mevki olmadığı halde örfün kabulü ile teşekkül etmiş müesseseler de vardır. Me­ selâ Mevlid’i Şerif fıkıhda hiçbir mevkıa malik değilken bu­ gün canlı bir ibadet hâlini almıştır. Bir an’ane bazan bir yer­ de mensuha, diğer mahalde müessese halinde bulunabilir. Meselâ fıkıhta ukubat faslı türk örfüne muvafık olmadığı için Türkiye’de bir mensuha mahiyetini almıştır. Fakat H i­ caz ve Yemen kıtalarında henüz bir müessese kıymetini mu­ hafaza etmektedir. Taadüdü zevcat an’anesi Türkler arasında ancak bir peszinde suretinde ibkayı mevcudiyet etmektedir.» «Bir harsın derununda doğrudan doğruya teşekkül eden müesseseler olduğu gibi beynelmilel medeniyetlerden an’aneler alabilir. Meselâ Türk harsı ki Osmanlı Türkleri arasın­ da teşekkül etmiştir. Üç medeniyetten an’aneler almıştır. Türk medeniyeti, İslâm medeniyeti, Avrupa medeniyeti. Umum medeniyetleri ve harsları mukayese ederek ce­ miyetlerin ve müesseselerin tâbi olduğu tabiî kanunları ara­ yan mücerret ilme «mukayeseli içtimaiyat» denilir. Yalnız


Z tY A

GÖKALP

137'

bir millete ait harsın mensup olduğu medeniyetlerden ne su­ retle temayüz ederek, nasıl hususî bir renk aldığını ve kendi şahsiyeti dairesinde nasıl tekâmül ettiğini arayan marifete de «millî içtimaiyat» denilir Mukayeseli içtimaiyat tamamiyle şeyî olabildiği için müsbet ilim mahiyetindedir. Millî içti­ maiyat azçok enfusîlikten kurtulamadığı için, ötekine ne ka­ dar kuvvetli bir surette istinat ederse etsin, daima bir sanat hükmünde kalır.» «Mukayeseli içtimaiyatın şubeleri olan mukayeseli dim­ yat, mukayeseli ahlâk, mukayeseli hukuk, mukayeseli lisa­ niyat, mukayeseli iktisat, mukayeseli bediiyat da birer ilim­ dir. Gerek bunların, gerek umum medeniyetler ile harslerin mukayesesi ile iştigal eden umumî içtimaiyat ise İçtimaî ilimlerin en mücerret ve en umumîsidir. Fakat m illî içtima­ iyat gibi onun şubeleri olan m illî diniyat, m illî ahlâk, millî hukuk, m illî iktisat, m illî lisaniyat, m illî bediiyat da sanat mahiyetindedir. Mücerret olmayıp müşahhas oldukları için bunlara «millî marifetler» namı da verilebilir.» ('H İnsan Gökalp’m bu çetin konu üzerindeki düşüncesini öğrenince kafasında şbyle bir soru beliriyor: «Gökalp yazı­ sının başında «Aan’ane» dediği varlığı dinî, ahlâkı, hukukî,, lisanî, bediî, İktisadî bölüklere ayırıyor. Bunların topuna <;Medeniyet» diyor. .An’anelerin milletler arasında müşterek olabileceğini de söylüyor. Biraz sonra da her milletin kendi­ ne göre bir İçtimaî vicdanı olduğunu, buna da örf (Opinion) denildiğini söylüyor. An’ane olarak saydığı dinî itikat ve âyinler, ahlâkî düsturlar, hukukî kaideler, lisanî, bediî, İkti­ sadî kaideler hem medeniyet hem de kültür gerçekleri olur mu? Burada Gökalp’m medeniyet konusu olarak saydıkları

(*) Ziya Gökaip’m ittih at vs Terakki Cemiyeti Yönünden ya­ yınlanmış olan 2 numaralı genelgesinden. ■


.138

ZİYA

GÖKALP

lıep şekiller, kaideler, akılla mantıkla ilintili olan sosyal ol­ gulardır. Oysaki sonradan kültür bölümünde gördükleri bu olguların değerleridir. Çünkü sosyal olguların hem teknik, yani medeniyet hem de kültür, yani değer, duyunç nitelikle­ ri vardır. Bu ayrılığa dikkat edilmezse Gökalp doğru olarak anlaşılmaz. Bu açıklamadan sonra bile insanın aklına şöyle bir düşünce gelebilir. Sanat eserlerinde biri teknikle, öteki örfle, kültürle ilintili olan iki nitelik olduğu doğrudur. Ancak, -din için de böyle midir? Din sanata benzer mi? Onun inanç­ ları tartışılmaz, tapkıları değiştirilemez... Bu türlü bir di­ renme karşısında kendi düşüncemi açıklıyorum. Dinin bü­ tün milletler yönünden olduğu gibi anlaşılacak, özümsenecek bir niteliği var. Bu, dinin ratîonel, aklî, zihnî, mantıkî olan yüzüdür. Dinin bir de iç, duyuş, yaşanış yüzü var ki bu­ nun birinci yön ile hiç ilintisi yoktur. Bu. büsbütün bir tad, bir evrim (vecit) yönüdür. Din ister milletin doğrudan doğ­ ruya kendisine bildirilmiş olsun, ister başka milletten alın­ mış olsun, aynı dini ayrı milletlerin yaşayışı başka başkadır. Hattâ bu başkalık aynı milletin ayrı bölüklerinde bile var­ dır. Gökalp an’ane ile görenek (Routine) anlamında kullanıl­ dığı kaideyi biribirinden kesin olarak ayırıyor, An’ane can­ lıdır, kaide ölüdür diyor. Çok doğru. Gökalp’a göre, her an’­ ane ilkin m illî örfe dayanan bir müessesedir. An’ane ile örf ayrı tabiatta olan varlıklardır. Gökalp’a göre kamunun dııyuncu an’anede değil, örfte belirir. Eğer bir milletin an’aneleri başka bir milletin harsı ile anlaşacak olursa, o zaman bu an’aneler .o milletin müesseseleri olurlar. Yabancı milletin örfüyle anlaşamıyan an’aneler ise olduğu gibi kalırlar. An’­ aneler zamanla değişirler. İngilizler kaideci olmayan an’aneci olan bir millettir. İngilizleri ilerleten de bu an’anecilikleridir. Türklere gelince, Türkler kaideci, ancak an’anesiz bir millettir. Herbiri müstakil ve mutlak bir âlem olan kaideler oturdukları yerlerde oldukları gibi kalırlar. Bir istikbâl vü-


ZİYA

GÖKALP

139

cüda getiremezler. An’ane işe ibda ve terakki demektir.» (*) Gökalp, bu kaide, an’ane sözlerini terim ilarak ne an­ lamda, milletlerarası bilim dahilinde hangi terimlerin karşı­ lığı olarak kullandığım açıklamamıştır. Ancak, bu karşılıkla­ rı sezmek elimizdedir. An’ane, gelenek (Tradition) karşılığı olarak, kaide de görenek (Routine) karşılığı olarak kullanıl­ mıştır.’ Gökalp’m politikada vardığı sonuç şudur: «O halde, şim­ diye kadar yürüdüğümüz muhafazakârlık ve teceddüt yol­ larının ikisi de çıkmaz imiş. Yeni hayatın bunların, ikisinden de sakınması gerek. Evvelâ türklüğe mahsus müesseselerimizin an’anelerini, tekâmül tarihlerini tetkik etmeliyiz. Gökalp’m düşüncesine göre, Türk tarihinin bütün felâ­ keti kaidelere sarılmak, geleneklerden kopmaktır. O, tari­ himizin bu oluşunu şöyle açıklıyor: «Kaidelere mutabakat tekerrür ede ede ihtiyar haline geçtiği için ihtiyarlar muhafazakâr olurlar. Gençler ise me­ denî ihtişamlarıyla, parlak görünen müterakki milletlerin tefakki etmelerinin sebeplerini tatbik etmekte oldukları kai­ delerin doğruluğuna hamlettikleri için bunları taklit etmek hevesine düşerler. Bundan dolayı kökten inkılâpçılar sıra­ sına. geçerler. «Adı ister âdet, ister moda olsun, ister etiket namı ve­ rilsin, ister itikad, ister içtihat denilsin, fıkıh maddeleri, ya­ hut hukuk düsturları suretinde tecelli etsin, (Kaide) daima aynı şeydir. Tekâmülün süreksiz ve mütereddit bir vakfesi addolunmayıp da camit ve sabit bir «ayn» addolunduğu an­ da cansız bir kadit halini alır. Hayatın özü yaratıcı bir te­ kâmüldür. Tekâmülsüz mevcutlar cemaatlardan ibarettir. Kaideler neticeyi sebep yerine koyarlar. Kaideyi tekâmülün

(*>

Ziya Gökalp, Türkleşmek, (An’ane ve Kaide)

İslâmlaşmak,

Muasırlaşmak


Z i YA'

140

GÖKALP

sebebi sanırlar. Sebep malûm olduğu için artık tekâmülün tarihini tetkike lüzum görmezler. «Bu zihniyette olanlar kaideyi mutlaka bir hükümdar gibi telâkki ettikleri için tatbikattan bir fayda hasıl olma­ dığını görünce bütün mesuliyeti zavallı kaideye yükletirler. Derhal cezrîler seslerini yükselterek muhafazakârları susma­ ya mecbur ederler. Yapılacak iş pek kolay: Eski kaideleri hal ederek yenilerini iclâs etmek. Fakat bunların hükümran­ lığı da- <jo ksürmez, çünkü tatbikatta yeni aksilikler görülme­ ye başlar. Bu kerre itiyatçılar başlarını doğrultur ve taklit­ çileri meydandan çekilmeye davet eder.» (*) Bu sözleri de gösteriyor ki, Gökalp’m. «kaide» sözünden anladığı anlam ister dışarıdan alınmış olsun, ister eskiden yaşanmış olan değerlerden arta kalmış olsun, artık yeni top­ lum içinde yaşama gücü kalmamış olan ölü değerler, artık­ lar, göreneklerdir. Ona göre canlı olan «an’ane» dir, ölü olan «kaide»dir. Kaideler durguncu, gericidir, an’aneler devrimci, evrimcidir. Kaideler ayırıcı, dağıtıcıdır, an’aneler birleştiri­ ci, yaşatıcıdır. Kaideler donma, tükenme evreleridir. An’a­ ne sosyal oluşun, sürenin, yaratıcılığın kamu belleğinin ken­ disidir. Onun için muhafazakârlık, durgunculuk dediğimiz kaidecilikten başka bir şey değildir. An’anecilik ise devrim­ cilik demektir. Onun için kaidecilik olarak anlaşılan durgun­ culuk, taklitçilik olarak anlaşılan teceddütçiilük, ikisi de çık­ maz yoldur. Bunların ikisinden de sakınmak gerektir. Tutu­ lacak olan doğru yol şudur: Her şeyden önce milletm ev­ rim tarihini, an’anelerini incelemek. Bu incelemede Türk edebiyatı Türk hukuku, Türk mimarlığı, Türk ressamlığı, Türk musikisi, Türk meselleri, masalları, Türk destanları, Türk efsaneleri üzerinde durulacak, bunlar ilk gününden so­ nuna kadar titizlikle incelenecek, bunların an’aneleri ortaya konacaktır. Ayrıca, islâml ık an’anelerimiz de incelenecektir.

(* )

Ziva G ökalp , ad ı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

141

Gökalp, bunlarla da yetinmiyor zamanın fen, metod, fel­ sefe varlıklarının, taunların evrim tarihlerinin incelenmesini, zamanlarının uyarlama şartlarının öğrenlimesini de istiyor. Böylelikle Türkiye geleneklerine kavuşacak, hür bir millet olacak, bir yandan da zamanın ekonomi tekniğini edinerek yenileşecek, yeni bir Türk medeniyeti yaratacaktır. «An’anler, biri ferdî, diğeri İçtimaî olmak üzere, iki nevi vicdan ile tesadüm edebilir. Ferdî vicdan şuurdur ki havas­ sın müşahedeleri demektir. Keyfiyetleri temyizden ibaret olan havassın müşahedeleri ferdî tecrübelerdir. An’anelerin ..ferdî tecrübelere muhalefeti tezahür ettikçe bundan «İlmî tenkit» doğar. Bu tenkitten müsbet ilimlerle beraber aklı mücerret (raison abstraite) dediğimiz meleke tekevvün eder. An’anenin müsadim olabileceği İçtimaî vicdan ise örftür. Şuur eşyadaki keyfiyetleri temyiz eden bir idrâk ise, örf de eş­ yadaki kıymetleri takdir eden başka türlü bir idrâktir. Key­ fiyetlerin temyizi ferdî, kıymetlerin takdiri ise İçtimaîdir. Şuurun müşahedeleri ferdî tecrübeler olduğu gibi, örfün te­ cellileri de İçtimaî tecrübelerdir. An’anelerin. bu İçtimaî tec­ rübeye münakız olmasından «harsî tenkit» zuhur eder. Bu­ nun neticesi olarak da m illî marifetlerle beraber aklı selim (Bon sens) dediğimiz meleke tevellüt eder. Kant aklı mücer­ rede «aklı mahz», aklı selime de «aklı amelî» namını ver:miştir. «Kant İçtimaî kıymetleri, yâni din ile ahlâkın istinatgâhı olan mabadettabiiyeyi aklı mahz ile hedmettiği halde aklı amelî ile yeniden inşa eylemiştir. Bu da gösteriyor ki ak­ lı mücerret an’ane ile ferdî şuurun muarefesinden, aklı selim ise an’ane ile örfün münakadesinden husule gelmiştir. Bi­ naenaleyh hüsnü kubhta, yani kıymet hükümlerinde «aklı mücerret» miyar olamaz. O, yalnız keyfiyet hükümlerinde hâkimdir. An’ane esasen örften müştak olduğu için bu hu­ susta miyar olabilirse de ekseriya isabetten uzak kalır. Çün:kü an’ane millî örfü ihtiva etmediği zamanlar ya boş bir


142

ZİYA

GÖKALP

zarftan, yahut muzır bir peszindeden ibarettir. Kıymet hü­ kümlerinin miyarı ancak örftür. Yahut onun, vasıtasıyla an­ anenin tenkit edilmesinden selikî bir surette doğan «aklı se­ limdir» «Aklı selimin en feyizli tecellisine «dehâ» namı verilir. Dâhiler aklı selimde son dereceyi bulanlar, yani örfü en va­ zıh bir surette duyanlar ve yaşıyanlardır. Örf halkın vicda­ nında münteşir bir şualar hüzmesi gibidir. Bu şualar huzme­ si bir adesenin mihrak noktasında tekâsüf ve temerküz et­ medikçe muhrik -bir şule bu adese hükmündedir. Dahi, İç­ timaî güneşe tutulmuş bir pertavsızdır. Pertavsızın yakıcılığı güneşten geldiği gibi, dâhinin müessiriyeti de örfe tecelligâh olmasından neşet eder. Aklı selimin icabatını sırf amelî bir surette icra edenlere de «kahraman» namı verilir. Dâhiler nazarî kahramanlar, kahramanlar amelî dâhilerdir. «Aklı selimi daha az miktarda haiz olanlara, da ârif, ya­ hut mütefekkir namı verilir. Milletin mümessilleri, dâhileri, kahramanları, arifleridir. Millî enmuzeci vasati enmuzeçte görmek hatadır. Onu, ancak dehaî enmuzeçte aramak lâzımgelir. Vasatî enmuzeç-ferdî vicdanların muhasşalasmı gös­ terir, İçtimaî vicdanı, millî şahsiyeti kat’ivyen irae edemez. Bir milletin güzideleri dâhileri, kahramalnarı, arifleridir. Âlimler mütefenninler tahsil vesıtasıyla birtakım hünerler iktisap etmiş kimselerdir. Basit ruhlu insanlar çalışarak âlim yahut mütefennin olabilir. Fakat, dâhi, kahraman, ârif ola­ maz. Binaenaleyh âlimler ve mütefenninler —eğer ayrıca ak­ lı selime de mazhar değilseler— milletin güzidelerinden mâdut olamazlar. Onlar aklı mücerrede malik oldukları için İl­ mî ve fennî işlerde büyük hizmetler ifade edebilirler. Fakat, aklı mücerret kıymet hükümlerinde miyar olamıyacağı için, onların ne fikirleri, ne harekelteri m illî içtimaiyatta bir mik­ yas olamaz. İlim mütehassısları içinde kıymet hükümlerine dair söz söyleyebilecek olanlar, ancak, mukayeseli içtimai­ yatın mütehassıslarıdır. Çünkü bunlar da ^tetkiklerini aklı


ZİYA

GÖKALP

143

mücerret tarikiyle icra etmekle beraber mevzuları aklı se­ limden, yani onun menbaı olan örften ibaret olduğu için bu hususta en selâhiyettar olan kimselerdir. Millî enmuzeç bir de ferdî ruhları İçtimaî ruh içinde eriten büyük tecemmulardır, yâni buhranlı anlarda tecelli eder. Meselâ, Türkün enmuzeci en bariz; surette Çanakkale müdafaası ânında görül­ dü. Sükûn zamanlarında yaşanılan hayat m illî hayat değil­ dir. O zaman, ancak ferdî hayatlar yaşanır. Bunun içindir ki dâhiler, kahramanlar sükun zamanlarında zuhur etmez. An­ cak, buhranlı zamanlarda tekevvün eder. Müstesna ahval ve vekayi ferdiyeti unutturur. O anlarda fertler İçtimaî galeyan içinde ancak millî hayatı yaşarlar. Sükûn zamanında fertler kıymet hükümlerinde lâkayıt görünebilirler. Halbuki buhran zamanlarında, teşekkül eden cumhur (Foule) 1ar teveccüh ettikleri bir mevzuu ya takdis, yahut tel’in ederler. Düşünce­ leri iman, fikirleri mefkûre, niyetleri azim, temayülleri vecd kuvvetini alır. Buhran âdeta İçtimaî bir hordebin gibidir. İç­ timaî duyguları bariz bir şekle sokan bir kuvvei müke'bbireye maliktir. Başka vakitler gizli kalan millî örfler bu dakika­ larda vazıh bir surette tezahür eder. M illi örflerimizin te­ cellisi demek olan yeni Türk intibahının menbalarmı arar­ sak Yunan muharebesine (1) kadar çıkmamız lâzımdır. O muharebe ruhumuzdaki gizli bazı kuvvetlerin meydana çık­ masını intaç etti. Makedonya çeteleriyle müsademe eden or­ dunun ve bu hale seyirci.olan Rumeli ahalisinin Reval mü­ lakatı üzerine heyecana gelmesi gayet tabiî bir harekettir. 10 Temmuz, 31 Mart, Trablusgarp, Balkan muharebele­ ri ve nihayet bugünkü Cihan Harbi, bize birçok millî cere­ yanların doğmasına sebep oldu. O halde örfün bir miyarı gü­ zideler ise, diğer miyarı da buhran zamanlarındaki millî te­ cellilerdir.

(1)

Türk — Yunan HarM 1896


.144

ZİYA

GÖKALP

Milletin aklı selimi ancak öyle insanlarda ve o gibi an* larda tezahür eder. Aklı selim selikî bir surette dâhilerde, kahramanlarda, ariflerde tecelli ederse de bu kâfi değildir Bu melekeyi usulî bir surette iktisap imkânı da mevcul ol­ malıdır. Eğer bu imkân yoksa, m illî içtimaiyatın usulü yok tur demek olur. Aklı selime malik olmak, örfü tanımak, ya­ ni müesseseler! mensuhalarla. peszindelerden ayırmak de mektir. O halde meselenin esası «örf ve müesseseler nasıl .aranılır?» maddesinden ibarettir.» (*)

(*) Gökalp’m İttihat ve Terakki Cemiyeti yönünden yayınlan­ mış olan 2 numaralı genelgesinden.


VIII

HARS, MEDENİYET ANLAYIŞI Gökalp’m dilimize «hars» diye getirdiği kültür ile mede­ niyet doğumları, oluşları biribirinden büsbütün ayrı olan iki sosyal olgudur. Kalkınma, ilerleme deyince, ükin insanarın aklına kültür gelir. Kültür deyince de bilim, teknik, sanat her şey düşünülür. İlerlemenin bunlarla başlayıp bunlarla başarılacağına da inanırlar. Oysa ki tarihe bakılınca, bunun böyle olmadığı görülür. Toplumların doğuşu da, kalkmışı da, işleyişi de ancak bilim ışığı ile aydınlatılabilecek kadar ka­ dar karanlık bir konudur. İşte Gökalp da bu aydınlatma işini bilim ışığı ile yapmıştır. Onun kültür konusunu inceleyen, kültürü nne olduğunu anlatan şu sözlerini okuyalım: «Hars yalnız bir milletin dinî, lisanî, İktisadî v6 fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuasıdır. Medeniyet ise, aynı manzumeye dahil birçok milletlerin İçtimaî hayatlarının müşterek bir mecmuasıdır. Meselâ, Avrupa ve Amerika ma­ muresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir garp medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı mevcuttur. Saniyen medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen İçtimaî hadisele­ rin mecmuudur. Meselâ, dine dair bilgiler ve ilimler usul ve irade ile vücuda geldiği gibi, ahlâka, hukuka, güzel sanat­ lara, iktisada, muakaleye, lisana, fenlere dair bilgiler ve na•zariyeler de hep fertler tarafından usul ve irade ile vucuda getirilmişlerdir. Binaenaleyh, aynı mamure dahilinde buluF: 10


ZİYA

146

GÖKALP

nan "bütün bu mefhumların, bilgilerin, ve ilimlerin mecmuu medeniyet dediğimiz şeyi vücuda getirir.» «Bir cemiyetin bütün fertlerini biribirine bağlayan, ya­ ni aralarında tesanüdü husule getiren müesseseler harsı müesseselerdir. Bu müesseselerîn mecmuu o cemiyetin harsını teşkil eder. Bir cemiyetin üst tabakasını başka cemiyetlerin üst tabakalarına rapteden müesseseler de medenî müesseselerdir. Bir neviden olan bu gibi müesseselerin yekûnu me­ deniyet namını verdiğimiz mecmuayı vücuda getirir.» (*) Hars doğma, medeniyet yapmadır. Hars değer yargıla* rmdan meydana gelir: Din, dil, sanat gibi. Medeniyfet gerçek yargılarından meydana gelir: bilgi, bilim, felsefe, usul gibi. Böyle olunca, yukarıda Gökalp’m tanımlamasında iktisat ile fenni harsa sokmasının nedeni hiç anlaşılmıyor. Gökalp, ikti­ sat ile fennin hars konusu değil, medeniyet konusu olduğunu çok iyi bilir. Bunun böyle olduğunu gösteren bir belgeyi bu­ rada. veriyorum. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinin «Hars zümresi, medeniyet zümresi» başlıklı bö­ lümündeki şu satırları okuyalım: «Nefsî bir mahiyeti haiz olan itikatlar, ahlâkî vazifeler, bediî şekiller ve alelumum mefkûreler bir hars zümresinin telâkkileridir. Şeyî bir mahiyeti haiz olan İlmî hakikatlar, sıh­ hî, İktisadî ve umumî kaideler, ziraî ve ticarî aliyatlar ve alelumum riyazi ve mantıkî mefhumlar bir medeniyet züm­ resinin telâkikleridir. Harsı zümreye ait tasavvurların ferdî ruhlara, icra ettiği haricî tazyıka müeyyidiyet (sanction), me­ deniyet zümresine dahil mefhumların tabi olduğu haricî mu­ tabakata (O'bjectivifce) denilir.» «Medeniyet birtakım müesseselerin heyeti mecmuasıdır, demiştik. Halbuki yalnız bir millete mahsus olan müessesele­ rin mecmuuna. «hars» denilir. Yalnız bir ümmete mahsus bu­ lunan müesseselerin mecmuuna din adı verildiği gibi, bu iki

(* )

Ziya G ökalp, Hars ve Medeniyet, (Y e n i M ecm ua, Sayı: 60)


ZİYA

GÖKALP

147

mefhumun karşısında medeniyet mefhumunun mevkii ne olabilir? Sosyolojiye göre harsları ve dinleri ayrı olan mü­ teaddit cemiyetler arasındaki müşterek müesseselerin mecmuuna da medeniyet adını vermemiz muvafıktır. Demek ki harsça ve dince biribirine yabancı bulunan cemiyetler mede­ niyetçe müşterek olabilirler. Harstaki ihtilaflar nasıl dinde­ ki müşarekete mâni değilse, harsın ve dinin ayrı olması da. medeniyetteki iştirake mâni olamaz. Meselâ, yahudilerle Japonlar gerek hars ve gerek din itibariyle avrupalılara yaban­ cı oldukları halde, medeniyetçe Avrupa milletleriyle müşte­ rektirler.» «Dinleri ayrı olan cemiyetler aynı medeniyete mensup olabilirler. Demek ki medeniyet dinden ayrı bir şeydir. Böy­ le olmasaydı, dinleri ayrı olan zümreler arasmda müşterek olarak hiçbir müessesenin mevcut olmaması lâzım gelirdi. Din yalnız mukaddes müesseselerden, yalnız itikatlarla iba­ detlerden ibaret olduğu için bunların haricinde kalan lâmukaddes müesseseler, meselâ ilmi mefhumlarla fennî aletler, bediî kaideler, dinin haricinde ayrı bir manzume teşkil eder­ ler. Riyaziyat, tabiiyat gibi müsbet ilimlerle sanayie ve gü­ zel sanatlara mahsus fenniyeler dinlere merbut değildir. Bi­ naenaleyh hiçbir medeniyet, hiçbir dine nisbet edilemez. Bir hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi, bir İslâm medeniyeti de yoktur. Garp medeniyetini hıristiyan medeniyeti saymak doğru olmadığı gibi, Şark medeniyetine de İslâm medeniyeti adını vermek yanlıştır. Şark medeniyeti ile Garp medeniyeti­ nin menbalannı islâm ve hıristiyaıı dinlerinde değil, başka cihetlerde aramak lâzımdır.» (*) Gökalp, aşağıdaki açıklamaları ile sosyoloji konları ara­ sında en karanlık olanlardan birini daha aydınlatıyor. Bu konu başka medeniyetlerin birbirini etküemeleridir. «Bir millette hars bulunursa, harsî cereyan, hisaset bulu­ nursa, bunun neticesi olarak medeniyet de inkişafa başlıyor. Medeniyet mutlaka harstan sonra, harsın neticesi olarak do-


148

ZİYA

GÖKALP

ğuyor. Meselâ »İslâmiyet bidayette dinî bir galeyan, bir ve­ cit suretinde doğmuş, yani bir hars mahiyetinde tevessü etmiş olduğu halde, sonra yavaş yavaş bir medeniyet zuhur ' etmiştir. Dinin verdiği vecitle, galeyanla evvelâ dinin mahi­ yetini tetkike tevessül edilmekle ulumu diniyye teessüs et­ miş, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ilimleri zuhur etmiştir. Son­ ra, yavaş yavaş, ulumu tabiiye, riyaziyat da abbasiye dev­ rinde yunan alimlerinin eserlerini tercüme ederek iktisap edilmiştir. Fakat yine görüyoruz ki bunların menbaını din teşkil ediyor.» «Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur: Her kavmin iptida yalnız harsı vardır. Bir kavim harsan yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vü­ cuda getirir. Diğer taraftan, harsın yükselmesinden mede­ niyet de doğmaya başlar. Medeniyet iptida milli harstan doğ­ duğu halde, bilâhare komşu milletlerin medeniyetlerinden de birçok müesseseler alır.» (**) Hars, toplumun iç oluşmasından, medeniyet ise harsla­ rın karışmasından meydana geliyor. İlkel toplumlar birebir­ lerine karışmaktan çekinen, kapalı toplumlar dır. İnançları­ nı, törelerini gizlerlerdi. Bu toplumlarda. hars yalnız dindi. Medeniyet olarak da yalnız büyü vardı. Din ile büyü arasın­ da şu ayrılıklar vardı: Dinle büyü, her ikisi de mistik olmakla birlikte, ayrı ka­ rakterler taşıyorlardı. Din törenlerinin zamanı, yeri, yapılışı büyününkilerin büsbütün tersi idi. Din kamu dayanışmasını sağlarken büyü bu dayanışmayı bozmaya çalışırdı. Din top­ lum kurumu olarak kalırken, büyü toplumlar arası oluyordu. Onun için, ilk toplumlarda hars çok kuvvetli oluyor, büyü (*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Garba Doğru) (**) Bu yazı, Ziya Gökalp’m İstanbul Darülfünununda verdiği «Amıelî İçtimaiyat I)ersleri»ııden «Haısi intibah, medenî intibah» konulu derste Kâzım Nami Duru tarafından tutulan notlardan alın­ mıştır.


Zî Y A

G ÖK A LP

149

zayıf kalıyordu. Din sosyal kişiliği sağlarken büyü bu kişi­ liği tekçilik durumuna sürüklüyordu. Böylelikle, elinden, me­ tafizik, ahlâk, hukuk, estetik çıktığı halde nücum, simya, sa­ manlık da büyüden doğuyordu. Sonra nücum kozmoğrafya, simya kimya oldu. Samanlık da tabiiyat oldu. Manevî bilim­ ler dinden, maddî bilimler büyüden doğdu. Toplum, aşiret olumundan çıkıp da site, medine olumu­ na gelince, medine olumundan da çıkıp kavmî devlet olumu­ na yaklaştıkça hars zengilneşiyor, kapalı hars olmaktan çı­ kıyor, bütün kollarını bir dinin, bir devletin, yetkisi altında toplayıp birleştiren bir kavmın harsı olunca, parçalı bir hars olmaktan kurtuluyor, bir kavim harsı niteliği kazanıyor. Bu anlayışı ortaya koyan Gökalp, bize harsla medeniyetin açık­ layan üç kanunu bildiriyor: «1 — Bir cemiyette harsın inkişafı, kavmin bölükleri ara­ sında harslarının birleşmesi ile meydana gelir. Bu birleşme sırasında medeniyet unsurları da alınıp verilir. Bu kaynaş­ ma medeniyet unsurları arasında da olur. Böylelikle medeni­ yet unsuru da genişler. 2 — Eski cemiyetlerde medeniyetin fazla bir inkişafa mazhar olması harsın inhilâline sebep olmuştur. 3 — Medeniyetçe dûn, fakat harsça yüksek oian bir ka­ vim, medeniyetçe yüksek, fakat harsı bozulmaya, başlamış olan devletlere galebe çalar.» Niçin böyle olur? Gökalp, bunun nedenini de açıklıyor: Medeniyet toplum tekleri arasında dayanışma, yaratmadık­ tan başka bu dayanışmayı bozabilir de. Çünkü, büyüden doğ­ ma olan medeniyet kurumlan, tekleri benciliğe sürükler. Hars kurumlarma gelince, bunlar idealist kuramlardır, sos­ yal dayanışmayı sağlarlar, disiplinli, birliği, politik, süel gü­ cü meydana getirirler. Medeniyetlerin fa,zla gelişmesinin nedeni imparatorluk­ ların meydana gelmesidir. İmparatorluk hars bakımından karma bir toplumdur. Bu hars karması içinde ege kavminin harsı, eski orijinalliğini, yaratıcılığım yitirip bozulmaya baş­


150

ZİYA

GÖKALP

lar. Harsların biribirine; karışmasından sonra bütün kavim kollarının ortaklama edinebilecekleri yeni mefkûreler, yeni hars değerleri, meydana gelir. Hepsi yönünden edinilebilecek kadar yalınlaşan bu mefkûreler, eskilerin canlılığını, yaratı­ cılığını taşımazlar. Böylece harsla medeniyetin biribirine ka­ rışması harsın arıklaşması sonucuna varır. Gökalp, bütün eserlerinde, bütün düşüncelerinde toplum varlığından söz açınca en büyük önemi medeniyete değil, harsa, kültüre verir. Ona göre kültür toplum denilen varlığın temeli, yaratıcı özüdür, kültür olmayınca medeniyet olmaz. Onun bu anlayışı sosyal gerçeklere uygundur. Toplum] ann en ilkel şekli olan Avustralya’nın iki klanlı toplumlarmda medeniyet yoktur. Kültür dediğimiz din, dil, sanat vardır. Şimdi, Gökalp’m yazılarında medeniyetten önce kültüre önem verdiğini gösteren bazı parçaları okuyalım. «Millet birtakım faal ve canlı unsurlarla, gayrifaal ve cansız unsurlardan mürekkeptir. Milletin faal ve canlı unsur­ ları fertler, gayrifaal ve cansız unsurları ananelerdir. An­ aneler milleti terkip eden fertlerin vicdanında yaşamak sa­ yesindedir ki, canlılaşarak müessese mahiyetini alabilir. O halde müesseseler an’anelerin ruhlarda canlanan, yaşayan şekilleri demektir. İçtimaiyatçı an’aneleri cansız, fertleri canlı gördüğü içindir ki medeniyete değil, harsa kıymet ve­ rir. Cemiyeti medeniyet zümresinde değil, milltte arar. Çün­ kü medniyet zümresi an'aneler manzumesi olduğu halde, mil­ let bir fertler manzumesidir.» (*) Toplumun da, medeniyetin de temeli harstır. Harsın me­ deniyeti doğurduğunu biliyoruz. Acaba medeniyet de harsı doğurabilir mi? Bu konu sosyologların hemen hemen üze­ rinde hiç durmadıkları bir konudur. Gökalp’a göre yeni bir medeniyete giren bir milletin hal­ kı bu medeniyetin hangi unsurlarını benimserse yalnız o un­ (*) Ziya .Gökalp, Terbiyenin Gayesi Nedir? Fert mi, yoksa M il­ let mi? (Muallim Mecmuası, Sayı: 3)


ZİYA

GÖKALP

151

surlar o milletin harsına, girebilir. Müsbet bilim, teknikler örf yönünden kabul edilmedikçe toplum yaşayışına gire­ mezler. Hars olmamakla birlikte hars yönünden kabul edi­ len kaideler de m illî medeniyet olabiliyor. Halkın istemedik­ leri seçkinler yönünden benimsense bile, millî harsın dışm7 da kalıyor. Bunun tersi yapılınca da halk ile seçkinler ara­ sında ruh birliği olamıyaeağı için işbirliği de olamıyor. Ay­ rı harsı olan bir milletin başka milletlerden -alabileceği yal­ nız usul, yani tekniktir. İşte divan edebiyatının, Serveti Fünun edebiyatının ölmesine karşı Yunus Emre’lerin yaşaması bundan ileri geliyor. Şimdi Gökalp’m bu konudaki sözlerini okuyalım: «Örfün dinî, ahlâkî, bediî şekilleri olduğu gibi, lisanî, İk­ tisadî, hukukî nevileri de vardır. Hattâ müsbet ilimler ve sınaî fenler bile örf tarafından kabul edilmedikçe, yani ce­ miyetin vecdini ihlâl eder bir vaziyette bulundukça cemiye tin hayatına giremez. Örfe dahil olan, yani, cemiyete vecit veren kaidelerin mecmuuna «hars» denilir. Örf dahilinde bu­ lunamayan, yalnız onun tarafından kabul edilen, yani cemiye­ tin vecdini ihlâl etmediği halde ona makul görünen fikirler ve ameliyeler de cemiyetin harsına uygun bir medeniyet manzumesi teşkil eder. Bu medeniyet, esasen beynelmilel ol­ duğu halde, millîleşmiştir Halbuki hars cemiyetin ruhuna vecit veren fikirlerin ve ameliyelerin mecmuu olduğu için esasen millîdir.» (*) Bu düşünceler, bütün dünya toplumları için olduğu gi­ bi, Türk milleti için de doğru düşüncelerdir. Gökalp, bu ko­ nuda Türklere de değiniyor: «ösmanlılar Türk ve müslüman bir millet olarak Avru­ pa medeniyetine giriyorlar. Bu medeniyetin hangi unsurları güzidelerimizden maada halkımız tarafından da kabul edilir­ se ancak o unsurlar harsımıza dahil olmuş addolunabilir. Halkın tahammül ve müsafaa göstermediği müesseseler, gü­ zideler tarafından kabul edilmiş olsa bile millî harsın ha­


152

ZİYA

GÖKALP

ricinde kalır. Çünkü harsa dahil olan unsurlar ancak cemiye­ tin bütün fertlerinde duygu birliği, yahut iş birliği husule ge­ tiren, yani cemiyetin fertleri arasında tesanüt tekvin eden müesseselerden ibarettir. Bir milletin fertlerini duygu birli­ ğinden mahrum eden veyahut işbölümüne mâni olan müesse­ seler harsa münafidir.» (**) Gökalp, her vesile ile olduğu gibi, asri dilden, millî dil­ den söz ederken de harsın yaratıcı, orijinal olduğunu, ancak yeni medeniyetin m illî duygu olumuna gelebilmesi, milletin, ruhu yönünden temsil edildikten sonra olabileceğini söylü­ yor. Bunun gibi yenilikçilerin, eğiticilerin sindirim gücünün de medeniyetten değil, harstan geldiğini anlatıyor. Sonra da yeni Türk ailesinin doğuşu üzerinde şöyle duruyor: «Filhakika Avrupa medeniyetine girerek aile ve kadınlık, telâkkilerinde eski zihniyetlerimiz değişerek Avrupa zihni­ yetlerini kabul etmemiz zarurî idi. Memleketimizde asrı aileve asrî kadınlık cereyanlarının husule gelmesi bu zaruretin bir neticesinden ibarettir. Fakat dikkat edince görürüz kir Avrupa’da bu hususlar için, birtakım müşterek zihniyetler ol­ makla beraber, her mülette gerek aile ve gerek kadınlık hak­ kında hususî ve birbirinden farklı ruhiyetler de mevcuttur. Hiç şüphesiz o müşterek zihniyetler, müşterek medeniyetin mahsulü olduğu gibi, bu orijinal ruhiyetler müstakil ve milli olan harsın merbutlarıdır. Bundan dolayıdır ki, Avrupai ai­ le enmûzeci dahi, bir de İngiliz ailesi, Fransız ailesi, Alman ailesi, ilh. gibi talî enmûzeçler de vardır.» (***). Gökalp, medeniyet ile hars arasında doğuş ayrılığını iyi­ ce açıkladıktan sonra yeni Türk ailesinin gelişme yolu üze­ rinde durarak şunları da söylüyor: «Memleketimizde medenî terakki ile harsî tekâmül ara­ sında bu derin farkların anlaşılamaması yüzünden, diğer (*) Ziya Gökalp, Türkçülük nedir? (Yeni Mecmua,, sayı: 29) (**) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet, (Yeni Mecmua, sayı: 60> (**=:=) Ziya Gökalp, Yeni aile ahlâkı, (Yeni Mecmua, sayı 20)


Z î YA

GÖKALP

153

müesseseler gibi, ailenin de şedit bir buhran geçirmekte ol­ duğunu görüyoruz. Bir taraftan garpçılar, millî harsın mevcu-, diyetinden haberdar olmadıkları için, yalnız medenî terakki­ ye ehemmiyet veriyorlar, binaenaleyh, her husus gibi, aile sahasında da körükörüne Avrupa’yı taklide çalışıyorlar. Asrî aileye vasıl olacağız diye m illî aileyi tahrip ediyorlar. Di­ ğer taraftan müfrit şarkçılar da, an’nevî aile bozulacak di­ ye, asrî aileyi ve asrî kadınlık telâkkisini kemali şiddetle red­ dediyorlar. «Bize göre, bu ifratçı cereyanların ikisi de doğru değil­ dir. Türk ailesi Avrupa medeniyetinden yeni zihniyetler ala­ rak şüphesiz asrîleşecektir. Fakat Türk ailesi ne Fransız aile­ sinin, ne İngiliz ailesinin ne de Alman ailesinin bir eşi olma­ yacaktır. Türk ailesi asrî terakkilerden feyz alarak, şüphesiz, birtakım teatilere mazhar olacaktır. Fa-kat Türk kadını, ne Fransız kadınının, ne İngiliz kadınının, ne de Alman kadını­ nın bir taslağı olmıyacaktır. «Harsın inkişafı bütün canlı mevcutların tâbi olduğu dahilî tekâmül tarikiyledir. Binaenaleyh, ailerin ve kadınlı­ ğın harsa ait kısmı da ancak bu tarzda tekâmül edecektir. Bundan dolayıdır ki Türk ailesinin medenî unsurları itiba­ riyle yarın ne olacağını bugünden azçok tayin edebiliriz. Fa­ kat Türk ailesinin ve Türk kadınlığının harsî tekâmülünü tayin etmek için elimizde şeyî olarak hiçbir vesika yoktur. Hayatın doğuracağı bu mevlidi ancak o doğduktan sonra tavsif edebiliriz.» (*). Milletlerin yaşayışında iki öz vardır. Biri hars, diğeri medeniyet. Bu iki özden en temelli olanı harstır. Gökalp’a göre, bu iki öz arasında, şöyle bir ilinti vardır. Medeniyet kültürden doğup da sonuna kadar gelişince kültürü arıklaş­ tırıyor. Daha, sonra da kültür büsbütün ölüyor. Toplum me­ deniyetçe o kadar ilerlemişken ahlâkça o kadar geriliyor. Gü­ nün birinde de medeniyetçe geri, ancak kültürce ileri ve güç­ (* )

Ziya G ökalp, Aile ah lâk ı, (Y e n i M ecm ua, Sayı: 20)


154

ZİYA

GÖKALP

lü bir toplum tarafından yeniliyor. Gökalp, toplumlarda hars ile medeniyet ilintisini şu iki kanunla anlatıyor: «1 — Evvelâ medeniyet menşeini harsta buluyor. Cemi­ yetlerde hars başlamadan medeniyet başlamaktadır. 2 — Medeniyet teessüs edince de hars bozuluyor. Bozuk harslı milletler de medeniyetsiz kavimlere mağlûp olmakta­ dır.» Böyle medeniyetsiz bir harsa malik olan millet sağlam­ dır. Harssız bir medeniyete malik olan millet hastadır. Bir millet, sağlam olmak için harsı ile medeniyetini denkleştir­ mek zorundadır. Bu konuda Gökalp’m şu sözleri dikkati çek­ mektedir: «Görüyoruz ki medeniyet tek başına ne milletleri çok kuvvetli yapıyor, ne de mesut ediyor. Ayni zamanda görüyo­ ruz ki mütemeddin miletlerde fertler daha çok ihtiyar, za­ yıf oluyor. Ahlâkî buhranlar oluyor, fertler daha bedbin, da­ ha meyus, hissi saadetten mahrumdur. İntihar saadetin mi­ yarıdır. Halbuki harsın kuvvetli olduğu yerde intihar az olu­ yor. Demek medeniyet, fertlere ne tam saadet veriyor, ne de millete şevket ve saadet veriyor.» «Bir cemiyette yalnız münevverler harstan uzak kal­ mışlarsa o cemiyet kurtulabilir. Şayet milletin de harsı bo­ zulmuşsa, o cemiyet bir daha dirilemez, ortadan kalkar, baş­ ka milletler içinde erir.» Gökalp, bu bakımdan Türkiye’nin türkçülük akımından -önceki durumunu şöyle açıklamaktadır: «Meseleyi daha vazıh bir surette münakaşa edelim. Türk­ çülük hareketinden evvel memleketimizde biribirine hasım olan iki irfan «ümmet irfanı» ile «tanzimat irfanı» mevcuttu. Bu iki irfan Türk münevverlerinin ruhunda yekdiğeriyle çar­ pışıyordu. Halbuki bu irfanların ikisi de bu zamanki Türkün

(* * ) Ziya G ökalp, M edenî intib ah , harsî in tib ah , (D oğu m u a s ı, Sayı: 12).

M ec­


ZİYA

GÖKALP

155

samimî hayatına makes değildi. Çünkü, bu iki irfanı müte­ kabil tedrisgâhları olan medrese ile mektep hariçte, osmanlı türklüğünün teşekkülünden çok zaman evvel müteşekkil ola­ rak mevcuttu. Osmanlı türklüğünün vücuda getireceği bir hars kendi sinesinden doğmalı idi ki millî mahiyeti haiz ola­ bilsin. Eğer Enderun irfanı serbest bir inkişafla memleketin muhitinde yayılmış ve halkm ruhuna kadar kök salmış ol­ saydı, belki bize göre millî bir tedrisgâh vücuda gelmiş olur­ du. Halbuki tanzimatm ilk hareketi esasen ümmet irfanı ile karışık olan Enderun terbiyesini ortadan kaldırmak oldu. Görülüyor ki türkler son zamanlarda asri ve millî bir hayat yaşadıkları halde asrî olmayan ümmet irfanı ile millî, olmyan tanzimat irfanının gayri tabiî mürebbiliği altında kalmaya mahkûm olmuştur. Mekteplerde bu iki irfan hiç telif ve tevfik edilmeden sunî olarak yanyana yaşatılıyordu. Terkip melekesine malik gençlerin ruhlarında bu iki irfanın tena­ kuzları meydana çıkıyor, gençlik âleminde ruhî buhranlar vücuda getiriyordu. Bu irfanın ikisine -de medeniyet namı veriliyordu. Türklük biribirini kat’î surette reddeden bu iki medeniyeti telif ve tevfik etmeden ruhunda taşımaya ve aralarındaki tearuz ve tenakuzları duymaya mahkûmdu. Hal­ buki an’anevî kelimelerin ve kanaatlarm tesiri ile biribirine düşman gibi görünen bu iki ruhiyet hiç de gayri kabili telif değildi. Bir ke,re ortada yalnız m illî bir harsla beyenlmilel bir medeniyet suretinde iki irfan dairesi mevcuttu. Ümmet irfanı din namıyla millî harsın, bir unsurunu teşkil ediyordu. Türk milleti müslüman olduğu için İslâm dini, tabiî, Türk harsının mühim bir unsuru olarak daima kalacaktı. Demek ki ümmet irfanı ile millî hars arasında bir tenakuz bulun­ mak şöyle dursun, bilâkis, din m illî harsın menbamı teşkil •ettiği için bu iki unsur arasında, sıkı bir tesanüt mevcuttur. M illî hars ile tanzimat irfanı, yani Avrupa medeniyeti arasın­ da da hiçbir tenakuz mevcut olamaz. Biribirine muarız ola­ cak kuvvetler aynı neviden kuvvetlerdir. Meselâ Şark mede­


156

ZİYA

GÖKALP

niyeti ile Garp medeniyeti birikiriyle kabili telif değildir. Bunlar arasında bir tearuz mevcut olduğu için, bir millet bu ikisini nefsinde cemedemez. Çünkü, bir insan nasıl iki dile mensup olamzasa, bir millet de iki medeniyete dahil bulu­ namaz. Bundan dolayıdır ki Türkler ya büsbütün Şark me­ deniyeti dahilinde kalmak, yahut tamamiyle Garp medeniye­ tine intisap etmek mecburiyetindedir. Maamafih Türk mil­ leti Garp medeniyetine girmekle m illî hayatından hiç bir şey kaybetmez. Çünkü m illî hayat —ki m illî kıymetlerin mecmuudur— hars namını verdiğimiz m illî irfan dairesinde tama­ miyle müstakil olarak mevcut kalır. Bu suretle ruhumuzda Garp medeniyeti ile Türk harsı yanyana geldiği zaman arala­ rında hiçbir çarpışma husule gelmez ve bu beraberlikten hiç bir gençlik buhranı doğmaz. «Türklük bu neticeye vasıl olmadan evvel ümmetçiler harsın, tanzimatçılar ise medeniyetin sahte mümessilleri idi­ ler. Evet, ümmetçiler eski harsın sahte mümessilleri idi. Çün­ kü İslâm dini halka kadar nüfuz ve intişar ettiği halde, üm­ met irfanı halka kadar inmiyerek yalnız arapça ve acemceye vakıf olanlara münhasır kalmıştı. Binaenaleyh ümmet irfa­ nından dinî hayatı istisna edersek mütebakisine hars namı verilemez. «O halde ümmet irfanı içinde m illî harsa dahil olabilecek yalnız dinî hayattır. Bundan dolayıdır ki ümmet irfanı, Av­ rupa medeniyetiyle kabili telif olmadığı halde, İslâm dini bu medeniyetle kabili teliftir. Çünkü, ümmet irfanı, dini, örf ile beraber tahavvül ve tekâmül eden bir hayat olarak kabul etmiyerek, onu örfün muayyen bir zamanındaki tebellürün­ den ibaret olan fıkıha icra ettiği ve kendi nefsini de dinden başka diğer irfan unsurlarını cami, tam bir medeniyet ma­ hiyetinde ad eylediği için, Avrupa medeniyetiyle ve asrın / müsbet ilimleriyle itilâf edemezdi. «Evet, tanzimatçılar da asrî medeniyetin sahte mümes­ silleri idiler. Çünkü, Avrupa medeniyeti hiçbir milletin hu-


ZİYA

GÖKALP

157

susî harsını inkâr ve ifnaya çalışmadığı halde, tanzimatçılar bütün irfanı beynelmilel olan medeniyetten ibaret zannede­ rek m illî harsı tamamiyle ihmal ettiler. Bundan başka, tanzimatçılarm anladığı Avrupa medeniyeti Beyoğlu leventleri­ nin medeniyet telâkkisinden bir karış ileri geçemiyordu. Tanzimatçılar, Avrupa’yı ancak tatlı su frenklerinin gözleriy­ le görebiliyorlardı. Binaenaleyh, Avrupa’nın, bilhassa zahirî yaldızlarını ve süse, safahata ait nakısalarını taklit ederek Avrupa’nın İlmî usullerini, felsefî telâkkilerini, bediî ve ah­ lâkî endişelerini hakkıyla temsil etmeye katiyen çalışmıyor­ lardı. «Kuvvetli bir surette iddia edebiliriz ki, hakikî medeni­ yetçiliğin zuhuru için evvelemirde hakikî harscılığm meyda­ na çıkması lâzımdı. Çünkü medeniyet zümresi hars zümre­ lerinin, yani milletlerin vücuda getirdiği bir cemiyelter cemi­ yetidir. Medeniyet., m illî harsların müşterek noktalarının mecmuu olduğu için evvelâ her harsın kendisini diğer hars­ lardan ayırması ve sonradan da diğer harslarla iştirâk ettiği beynelmilel unsurları araması gayet tabiî bir tertiptir. Mil­ letlerin beynelmilel unsurları araması gayet tabiî bir tertip­ tir. Milletlerin beynelmilel mefkûresinden evvel m illî mefkûrelere gönül bağlamaları ve ancak millî harsların kıymeti ta­ mamiyle anlaşıldıktan sonra bir milletler cemiyeti tasav­ vurunun mümkün olabilmesi buna bir delildir.» (*). Gökalp, hars ile medeniyetin, gönül ile akim karşılıklı ilintisini hiçbir sosyologun şimdiye kadar yapamadığı bir olgunlukla inceledikten sonra yalnız başına medeniyetin bir topluma neler kazandırabileceği konusunu da ele alıyor. Aşa­ ğıdaki kısa yazısı, bu konuyu iyice açıklamaktadır. Bu yazıcsı, tanzimatçıların ne denli yanıldıklarını, hars düşmanı, me­ deniyet hayranı olan levantenlerin de toplum için ne kadar korkunç insanlar olduğunu meydana koymaktadır: «Medeniyet tek başına milletleri ne çok kavi yapıyor, ne (*>

Z iya G ökalp, T ürk çülük nedir?, (Y e n i M ecm ua, Sayı: 17)


158

ZİYA

GÖKALP

mesut ediyor. Mütemeddin milletlerin fertlerinde daha çok intihar, cinnet hadiseleri, ahlâkî buhranlar husule geliyor. Fertler daha bedbin, daha meyus oluyor, hissi saadetten mahrum kalıyor. Demek intihar bir milletin sadetinin miya­ rıdır. Halbuki harsın kuvvetli olduğu yerlerde intihar azdır. Bilâkis, bir millet medeniyetsiz olursa ne esliha yapabiliyor, ne sanayi meydana getirebiliyor. Ordusu kuvayı medeniyece yüksek olduğu halde medeni kuvvetlerden mahrum olduğu için medenî bir millete mağlûp oluyor.» (**) «Ruhiyatçılar her hangi ruhî hâdiseleri (hassasiyet, zi­ hin, irade) namlarıyla, üç melekeye taksim ederler. Her mil­ let. de, ayniyle her fert gibi, kendisine mahsus bir ruha ma­ liktir. Binaenaleyh, içtimaiyatla ruhiyat arasında mukayese yapmak istiyenler m illî ruhu da ferdî ruh gibi üç cihaza tef­ rik edebilirler? Bu üç cihaz: hars, medeniyet, devlettir. M il­ letin kalbî duygularının mecmuuna hars (cultüre) denilir ki bu, ferdin hassasiyet (sensibilite) melekesine mukabildir. Milletin zihnî mefhumlarının mecmuuna medeniyet (civilisation) denilir ki ferdin, zihin (intelligence) melekesine mü­ tenazırdır. Milletin iradî tecellilerinin mecmuuna devlet (etat) denilir ki bu da irade (volonte) melekesine karşılık tutulabilir.» Meşrutiyet yayınlarında şu iki terim biribirinden ayrıl­ madan kullanılmıştır: «Türkçülük ile Avrupalılık», «kültür» ile «medeniyet» de öyle. Gökalp, bunları birbirinden kesin olarak ayırmıştır. «Nefsî bir mahiyeti haiz olan itikatlar, ahlâkî vazifeler bediî şekiller ve alelumum mefkûreler bir hars zümresinin telâkkileridir. Şeyî bir medeniyeti haiz olan ilm î hakikatlar, sıhhî, İktisadî ve umranî kaideler, ziraî ve ticarî aleyatlar ve alelumum riyazi ve mantıkî mefhumlar bir medeniyet züm­ resinin telâkkileridir.» (***) (**) Ziya Gökalp, Aile Ahlâkı, (Yeni Mecmua, Sayı: 20.} (***) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak,, (Hars zümresi, medeniyet zümresi).


ZİYA

G Ö K. A L P

159

Kültür değerlerinin de, teknik kurallarının da, kendile­ rine göre tepkileri vardır. Bunları tanımıyanlar, bunları zor­ layanlar tepki ile karşılaşırlar. Kültür vicdanı, duyuncu ya­ ratır. Medeniyet ise aklı meydana getirir. Medeniyet bir top­ lumdan başka bir topluma geçebilir. Medeniyet önce bir top­ lumun malı iken sonra bütün insanların malı olabilir. Kül­ tür değerleri için durum bunun büsbütün tersidir. «Bir milletin harsı yalnız kendisine mahsustur. Çünkü harsın esası dinî, ahlâkî, bediî heyecanlardır. Ve bu heyecan­ lar da milletin en samimî ve en derunî olan duygularıdır. Bu derunî duygular, milletin kendi şahsiyetinin samimî ifadeleri olduğu gibi, bunlara inzimam eden hususî lisanı da, milletin tarihî ve, İçtimaî hayatının bir aynasıdır. Milletin haiz oldu­ ğu medeniyet ise kendisine mahsus değildir. Çünkü medeni­ yet müsbet ilimlerden, fenniye (technique) lerden ve usuller­ den mürekkep ve bunlar da bir milletten diğer millete kabi­ li nakildir. Meselâ, Almanya’nın harsı kendine mahsustur. Medeniyeti ise bütün Avrupa milletleri arasında müşterek­ tir. Bunun gibi İngiltere, Fransa ilh. milletler de Avrupa merfenivetinde müşterek olmakla beraber kendilerine mahsi’^ birer millî harsa da maliktirler. Medeniyetin birtakım mil­ letler arasında müşterek olması milletlerin de münferit bir hayat yaşamıyarak daha büyük bir zümre halinde birleştik­ lerini gösterir. Medeniyetleri müşterek olgn milletlerin bu suretle teşkil ettikleri İçtimaî daireye «medeniyet zümresi» namı verilir.» (*) Gökalp’m bütün serlerinde milliyeti var eden etkenler olarak tanıdığı gerçekler din, dil, ahlâk, sanattır. Aşağıya al­ dığım yazıları Türkiye’nin türkçülük akımından önceki dü­ şüncelerini açıklamaktadır. Bu. yazılar yalnız bizim tarihimiz için değil, milletçe kalkınmanın teknik bilgisi olarak da de­ ğer taşımaktadır: «Şüphesiz, Avrupa’nın medeniyetini ve müsbet ilimlerim alacağız. Fakat İngilizlerin, Fransılzarm, Almanların iktisa-


160

ZİYA

GÖKALP

dî, hukukî, ahlâkî, felsefî sistemleri millî harsları demektir. Biz Avrupa'dan hiçbir milletin harsını alamayız. Nasıl ki Avrupa milletleri de birikirlerinin harsını taklid etmeyi mu­ zır görürler. Avrupa milletleri biribirinden yalnız müsbet ilimleri, tecrübî fenniyeleri, ilmî usulleri alırlar ki Avrupa medeniyeti de bunların mecmuundan ibarettir. Bizim de Av­ rupa’dan alacağımız, yalnız bunlar olabilir. Halbuki bir ilim zannıyla Avrupa milletlerinin sanatlarını, medeniyet zannıyla harslarını almışız. Uğradığımız felâketlerin bir çoğu bu hataların tabiî neticeleridir.» (**) Gökalp’m Türkçülüğün Esasları adlı kitabının «Millî tesanüdü kuvvetlendirmek» başlığı altında yazdığı satırlar o kadar doğru, o kadar açıktır ki tekrar tekrar okumaktan kendimi alamam. Bakın ne diyor: «Mütarekeden sonra İngilizleri, Fransızları yakından görmeye, tanımaya başladık. Bunlarda ilk gözüme çarpan ci­ het medenî ahlâkın bozukluğudur. Bilhassa memleketimize gelen veya. Malta’da hâkim bulunan İngilizlerin medenî ah­ lâklarını çok düşük bulduk. Müstemleke ahalisini soymak, mağlûplara kul, köle muâmelesi yapmak, harp esirlerinin ve ve hatta sulh esilrerinin parasını, eşyasını çalmak onlarca tamamiyle helâldir. «İngiliz milletinin medenî ahlâkında gördüğümüz bu dü­ şüklüğe karşı, itiraf edelim ki vatanî ahlâkını pek yüksek bulduk. Türkiye’de yüzlerce, hatta binlerce vatan haininin zuhur etmesine mukabil, bütün İngiltere’de tek bir vatan ha­ ini zuhur etmedi. O halde bizde medenî ahlâkın yüksek ol­ ması neye yaradı? Keşke bizde de bunalrm yerine yalnız va­ tanî ahlâk yüksek olsaydı. Vatanî ahlâkın yüksek olması millî tesanüdün temelidir. Çünkü, vatan, üstünde oturduğu­ muz toprak demek değildir. Vatan, millî hars dediğimiz şey­ dir ki üstünde oturduğumuz toprak onun ancak zarfından ( * ) Ziya G ökalp, Aile A h lâ k ı, (Y e n i M e cm ua sayı: 20). (* * ) Ziya G ökalp, Aile a h lâk ı, (Y eni M ecm ua, Sayı: 20).


ZİYA

GÖKALP

161

ibarettir. Ve ona zari, olduğu içindir ki mukaddestir. O halde vatanî ahlâk millî mefkûrelerden, millî vazifelerden mürekkep olan bir ahlâk demektir. O halde millî tesanüdü kuvvetlendirmek için her şeyden evvel vatanî ahlâkı yükselt­ mek lâzım geliyor.» Gökalp’m düşüncesi doğrudur. Yalnız bu sözlerin so­ nunda şu sözleri de söylüyor: «Görülüyor ki millî tesanüdü kuvvetlendirmek için, ilk iptida, millî harsı yükseltmekle mükellef olan münevverlerin bu işi çabuk kavramaları lâzım.» Bu sözleri okuyan insan, şöyle düşünebilir: Millî harsı yükseltmek ne demektir? Mülî harsı biz mi yükselteceğiz, yoksa o kendi kendine mi yükselecek, biz onu yalnız tanıya­ cak mıyız? Bence hars yükseltilmez. O kendi kendine yükse­ lir. Türk harsına gelince, onun yükseltilmeye ihtiyacı yok­ tur. Çünkü Türk harsı oldum olası yüksek bir harstır. Onu aramak, bulmak, sonra da yabancı harslara karşı korumak, onun yabancı harslara karşı üstünlüğünü belirtmek var. Yük­ seltilmeye muhtaç olan İslâm dini, Türkün İslâm dini anlayışımıdır? İslâm dini, dinlerin en yenisi, en olgunudur. Hangi din doğruluğu, iyiliği, güzelliğ onun kadar tanıtıcı, onun ka­ dar değerlendiricidir? Hangi din İslâm dini kadar realist, hem de onun kadar idealisttir? Hangi din onun kadar milliyet gerçeğni tanıyıcı, tanıtıcıdır? Hangi din İslâm dini kadar şek-, le, güzelliğe değer vericidir? Bir de Türk plastik, sanatlarına bakalım. Hangi mimar­ lık Türk mimarlığı kadar, hangi bezemecilik Türk bezemeciliği kadar, hangi yazı sanatı Türk hattatlığı kadar palastik sa­ natların amacını anlıyabilmiştir? Hangi sanat yeryüzünün üç keseğinde Türk sanatçıları kadar sanat şaheseri bırakmış­ tır? Hangi millet Türk milletinden önce sürrealizmin, hangi nonfigüratif anlayışın öncüsü olabilmiştir? Türk harsı dinde, dilde, sanatta bu kadar yaratıcı olunca, artık onun yükselF: 11


162

ZİYA

GÖKALP

meşine değil, yüksek olan varlığının dünyaca tanınmasına çalışmak vardır. Türk harsını böyle anlamak doğrudur. Gökalp’m bütün eserlerinde de bu anlayış vardır. Böyle olunca, onun Türk harsını yükseltmek, düşüncesini nasıl yorumlamalı? Öyle sanıyorum ki Gökalp, böyle diyerek şimdiye dek karanlıkta kalmış olan bu harsın aydınlığa çıkarılmasını istiyor. Ben de yukarıki açıklamayı onun için yaptım. Şimdi Türk dilini ele alalım. Hangi dil onun kadar üreyicidir? Hangi dil onun kadar kısa cümleli, parantez nedir bilmeyen bir dildir? Hangi dil türk dili kadar anlam taşıyıcıdır? Hangi dil türk dili ka­ dar açık, kesin, saydamdır?. Hangi dil türk dili kadar kitabet dilidir? Hangi dil türk dili kadar gürlem (delamation) dilidir? Hangi dil türk dili kadar gönüllere sinici, ruhları avla.yıcı, bütün kişiliği kaplayıcıdır? Hangi dilde anlatma, inandırma gücü türk dilinde olduğu kadar büyüktür? Hangi dil türk dili akdar ityatro, gösterid dilidir? Han­ gi dil türk dili kadar benlikleri, kişilikleri, gizli kalan ruh­ ları canlandırıcı, gösterici, seyrettiricidir? Hangi dil türk dili kadar klasik bir dildir? Gökalp’m kendi düşüncelerini anlatırken yazılarını o za­ manki dille ne kadar açık yazdığını biliyoruz. O konuşurken de böyle, açık konuşurdu. Eserlerinde «Hars» terimi ile «Medeniyet» terimini de bu açıklıkla söz konusu etmiştir. Böyle olduğunu bildiğim için, herhangi eserinde anlaşılma­ yan bir terimle, ya da tanımla karşılaşacak olursam, şaşa­ kalırım. Anlamaya çalışırım. Sonunda da anlarım. İşte Türk­ çülüğün Esasları adlı eserinde, birkaç bölümde söz konusu ettiği «Tezhip» kelimesi böyledir. Kelimenin anlamını kolay­ ca anlamak benim için elde değil. Onun üzerinde çok durmak gerekiyor. Önce aşağıya aldığım yaz-ılarmı inceliyelim. «Tez­ hip» kelimesinden ne anladığını, anladıktan sonra da kendi kanımızı da açıklıyabiliriz.


ZİYA

GÖKALP

163

«Hars ile tehzip arasındaki farklardan birincisi harsın demokratik, tehzibin aristokratik olmasıdır. Hars halkın an’anelerinden, teamüllerinden, örflerinden şifahî veya yazıl­ mış edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ah­ lâkından, bediî ve İktisadî mahsullerinden ibarettir. Bu becüaiarm hâzinesi ve müzesi halk olduğu için hars demokra­ tiktir. Tehzip ise, yalnız yüksek bir tahsil görmüş, yüksek bir terbiye ile yetişmiş hakikî münevverlere mahsustur. Manner Arnaud’un «tatlılık ve ziya mezhebi» tabiriyle ifa­ de ettiği meal «tehzip»in tarifi demektir. Tehzibin esası iyi bir terbiye görmüş olmak, makulâtı, güzel sanatları, edebi­ yatı, felsefeyi, ilmi ve hiçbir taassup karıştırmaksızın dini, gösterişsiz, samimî bir aşk ile sevmektir. Görülüyor ki teh­ zip hususî bir terbiye ile husule gelmiş, hususî bir duygu ve yaşayış tarzıdır. «Hars ile tehzibin ikinci farkı birincinin millî, İkincinin beynelmilel olmasıdır. Bir insan harsın tesiriyle belki de yal­ nız kendi milletinin harsına kıymet verir. Fakat tehzip gör­ müşse, başka milletlerin harsını da sever ve onların lezzetle­ rini de tatmaya çalışır. Binaenaleyh tehzip temas ettiği insan­ ları biraz insaniyetçi, biraz müsamahakâr, her ferde, her millete karşı hayırhah ve iktitafcı (eclectique) yapar.» (*) Gökalp, yine bu eserinde «Yeni Türkçenin harslaştırılması ve tehzibi» başlıklı yazısının sonunda tehzip üzerinde duruyor, şöyle diyor: «Yeni türkçe evvelâ lisanımızı lüzumsuz arapça ve acemce tabirlerle terkiplerden temizlemelke, saniyen, ona henüz vücutlarından haberimiz olmayan millî tabirleri ve ifade tarzlarını ve salisen henüz malik olmadığımız için ibdama mecbur bulunduğumuz beynelmilel kelimeleri ilâve etmekle husule gelecektir. Bu üç ameliyeden birincisine «Te­ mizleme», İkincisine «Harslaştırma», üçüncüsüne «Tehzip» namlarını verebiliriz.» İşte Gökalp’m bu yazılarındaki «Teh~ (*)

Ziya G ökalp, Türkçülüğün Esasları (Hars ve Tehzip)


164-

Zi Y A

GÖKALP

zip» kelimesi ile ne düşündüğünü anlamak kolay değil. Ona göre tehzip aristokratik bir varlık. Sonra da harstan apay­ rı bir varlık. Böyle olmakla birlikte, tatlılık, zevk konusu, sevgi konusu oluyor. Bu özellikleri bir araya- gelince tehzip harsı hatırlatıyor. Oysaki yine bu yazılar tehzibin millî ol­ mayıp milletlerarası olduğunu açıklıyor. Hattâ beynelmilel kelimeleri alnamak işine de tehzip diyor. Böyle olmakla bir­ likte yine bu yazılara göre tehzip görmüş olan insan başka milletlerin de harsını seviyor. O harsların lezzetini tatmaya çalışıyor. Şimdi bir de Gökalp’m aynı eserde tehzip işi için verdiği örnekler üzerinde duralım: «Millî zevki bulmak için halka doğru gitmek, halk sanat­ larından uzun uzadıya bediî bir terbiye alraak lâzım oldu­ ğunu anladık. Fakat hakikî sanatkâr olabilmek için bu bediî terbiyeyi almış olmak kâfi, değildir. Hakikî sanatkâr olabil­ mek için güzel sanatların, beynelmilel ustaları olan sanat dâ­ hilerinden zevk dersi, zevk terbiyesi almak da lâzımdır. Bey­ nelmilel dehalardan alınan bu feyizli terbiyeye de «tehzip» namı verilir. Görülüyor ki hakikî bir sanata malik olabilme­ miz için sanatımızın evvelâ tahrişi, saniyen tehzibi lâzım ge­ liyor. Bu düsturu canlı bir misalle tavzih edelim. İtalya’nın Rönesans devrindeki sanatkârları, bilhassa ressamlarla heykeltraşlar eski Yunan — Lâtin sanatkârlarının dâhiyane eser­ lerine hayran olmuşlardı. Zira bu eserler Venüs’lerin, Minerva’ların, Apoİon’ların bu heykelleri teknikteki kemalinin son derecesine ulaşmıştı. Rönesans sanatkârları bu tekniği büyük emeklerle öğrendiler, tehzip usulleriyle kendilerine imlettiler. Fakat eski Yunan - Lâtin eserlerini ayniyle takli­ de yeltenmediler. Çünkü halk artık o esatiri şahsiyetlere hiç­ bir kıymet vermiyordu. Rönesans devrinin halkına, göre ka­ dınlar arasında dünya güzeli ancak Hazreti. Meryem olabi­ lirdi. Erkekler arasında da dünya güzeli ancak Hazreti İsa idi. Hakikî sanatın vazifesi ise başka milletlerin, yahut başka devirlerin bediî mefkûrelerini tersim etmek değildir. Haki­ kî sanat, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı dev-


ZİYA

GÖKALP

165

rin bediî mefkürelerini tasvire çalışmaktır. İşte Michel - Ange, Raphael gibi Rönesans sanatkârları bu noktalan düşü­ nerek doğru yolu buldular. Hazreti Meryem’e Venüs’ün tek­ nik güzelliğini verdiler. Hazreti İsa’ya da Apollon’un cismanî güzelliğini irae ettiler. Diğer azizlere de bu esatiri güzellik­ lerden bahsettiler. Bu iki unsurun: Beynelmilel tehzip ile millî harsın birleşmesinden yüksek bir sanat vücuda geldi. İşte güzel sanatlar tarihinde «Rönesans sanatı» namı verilen budur. «Katolik kilisesi bu heykellerle resimleri kabul ederek ibadethanelerine bir müze şekli verdi. Halbuki Bizans’ın ve Umum Şark’m Ortodoks kiliseleri mukaddes tasvirlerini Yu­ nan - Latin modellerine benzetmeye çalışmadılar. Samilerden aldılkarı kaba örnelkere müşabih bir surtete tersimde devam ettiler. Bu suretle ortodoks milletlerin sanatı tehzipten mahrum kaldı. «Rönesans’tan sonra Avrupa’da her millet bediî hayatı­ nın inkişafı anında hep böyle hareket etti. Shakespeare, Rousseau, Goet-he gibi romantik dâhiler hem halk terbiyesi al­ mışlar hem de eski Yunan - Latin tekniklerini temsil etmiş­ lerdi. Bu sayede herbiri kendi milleti için hem millî hem de mütekâmli bir edebiyat vücuda getirdi. İşte Türkçülüğün be­ diî programı da bu usullerin tatibkatından ibarettir.» (*) Ben, Gökalp’m bu yazılarında biribirine aykırı gibi gö­ rünen parçaları birbiriyle anlaştırmak için çok çalıştım. So­ nunda Gökalp’m «Tehzip» diyerek nasıl bir gerçeği düşün­ düğünü sezer gibi oldum. Gökalp, «tehzip» diyerek bütün hars, yani kültür şaheserlerinden Batı’nın büyük adamları yönünden kullanılmış olan sanat tekniğini, sanat uygarlığını alnamaktadır. Milletin harsı, ne kadar kuvvetli olursa olsun, klasiklerle, romantiklerle kaynaşıp bu kuvvetli, yüksek har­ (* )

Ziya G ökalp, T ürk çülüğün Esasları,

olunm uş zevk.)

(M illî zevk ve tehzip


166

ZİYA

GÖKALP

sın daha açık, daha etkin, daha yaygın bir oluma erişmesi­ ni istiyor. «Biribirine komşu olan saltanatlar, bir cemiyetin içinde­ ki sınıflar gibi, biribirine düşmandır. Halbuki, bilâkis, bü­ tün millî harslar, biribirine komşu olsunlar olmasınlar, bir cemiyetteki meslek zümreleri gibi, yekdiğerinin lâzım ve melzumudurlar. Çünkü bir medeniyet zümresine mensup olan millî harslar beynelimlel bir işbölümünün husule getirdiği medenî ihtisaslardan başka bir şey değildir. Bir cemiyette her meslek diğer mesleklere ne derece muhtaçsa, bir madeniyet zümresinde de her hars diğer harslara o nisbette muh­ taçtır. Harslar, biribirine bakarak tekâmül ettikleri gibi, in­ sanlar mütemadi bir surette yalnız kendi harsının çeşitlerini tanımaktan bıkarlar, zevkinin yeknesak hayatına bir tenevvu vermek için ekzotik yani haricî sanatların ve felsefelerin çeşnilerini ararlar. İşte araşıra milletlerin sanat hayatında görülen exotism€ cereyanları bu ihtiyacın bir neticesidir. (*'j Yukarıdaki yazılarına göre Gökalp’m tehzip sözünden daha çok tekniği anlamak doğrudur. Ancak, aşağıdaki yazı­ sını okuyunca bu kelimeye daha geniş bir anlam verdiğini görüyoruz. 1917’de Yeni Mecmua'nın 26’ncı sayısında yaz­ dığı «İçtimaî Mezhepler ve içtimaiyat» başlıklı yazısında ay­ nı medeniyetten olan ayrı milletler arasındaki medeniyet yani zihnî mefhumlar birliği olduğunu, bu birliğin mihaniki tesanüdü, dayanışmayı meydana getirdiğini söyler. Ayrıca bu milletlerin ayrı, orijinal harsları olmasının da milletler­ arası zevki bir dayanışma meydana getirdiğini söyler. Bu sırada şu sözleri dikkati çekmektedir. «İptidaî bir cemiyette fertler arasında işbölümünün ve ihtisasın bulunmamasından dolayı mevcut, olan yeknesaklık nasıl bir nakise ise, bir medeniyet zümresi dahilinde biribi­ rine benzemeyen orijinal harsların bulunmaması da. o züm(* ) Ziya. G ökalp, M ecm ua, Sayı: 35).

M illiye tçilik

ve Beynelm ilelliyetiçlik,

(Yeni


ZİYA

GÖKALP

167

re için büyük bir noksandır. O halde beynelmilel bir taazzuvun mevcut olabilmesi için evvelemirde millî taazzuvların mevcut bulunması lâzımdır. Bundan başka bir millî harsın teşahhusu için diğer milletlerdeki harslarla, karşılaşması lâ­ zımdır. Çünkü millî hars tesadümle meydana çıkar.» «Medeniyet, Milletlerarasında müşterek müesseseler ol­ duğuna göre, medeniyetin hakikî unsurları müsbet ilimlerle sınaî fenniyelerdir. Avrupa medeniyeti, bu iki hususta kemal mertebesini iktisap ettiği için, Avrupa medeniyetine girmek milletimize bir teali mebdei hükmündedir. Avrupa’dan bu iki kudret hâzinesini almakla biz büyük terakkilere nail ola­ cağız. Bundan başka, Avrupa medeniyetinin bediî ve ahlâkî zevkler itibariyle de üzerimizde hayırlı tesirleri olacaktır. Fakat bu tesirler münhasıran bize acemden intikal etmiş olan felsefî, ahlâkî ve bediî zevkleri yıkmaya çalıştığı müd­ detçe faidelidir. Yıkdığı zevkin yerine kaim olmaya yelten­ diği anda, bu yeni medeniyet zevki de muzır olur. Bir mil­ letin bediî, ahlâkî, felsefî zevkleri kendine mahsustur. Bun­ ları asla hariçten alamaz. Hariçten yalnız mefhumlar, asıllar, fenniyeler istiare edebilir. Duygular, heyecanlar, zevkler harsın unsurları olduğu için tamamiyle millîdir.» (*) Gökalp’m ileri sürdüğü tehzip düşüncesi üzerinde dik katle durulmalıdır. Konu çok karmaşık hem de yorucu bir konudur. Bu konuda gerçeğe ulaşablimek için önceden ka­ famıza yerleşmiş olan preiıation’lan, öndün düşünceleri sö­ küp atmak gerekmektedir. Yunan sanatı klasik sanattır, Rö­ nesans plastik sanatlar için bir kalkınma devri olmuştur gi­ bi öndün düşünceler! Yunanlılar heykelde, mimarlıkta, be­ zemede gerçekten olgunluğa erişmişler midir? Teknikteki ba­ şarıları büyük olsa bile, işte önce bu sorunun karşılığını doğru olarak vermeliyiz. Şimdi Gökalp’m tehzipten daha çok anladığı olgunlaş­ tırma işi ile ilintili olan konular üzerinde ayrı ayrı duralım. (* )

Ziya G ökalp, Hars ve M edeniyet (Y e n i M ecm ua, Sayı: 60).


168

ZİYA

GÖKALP

Önce bu kelimeyi teknik anlamı ile ele alalım.. Bu anlayışta Türk edebiyatının tehzip edilmesini, yani Batı edebiyatçılığı duyuncu, bilgisi, metodu ile teknikleştirilmesi düşüncesini pek yerinde, pek doğru buluyorum. Gerçekten türk edebiya­ tının Batı klasiklerinden Batı romantikleirnden alacağı bir­ takım teknik kurallar vardır. Türk edebiyatı bu anlayışla tehzip edilmelidir. Bu anlayıştan sonra tehzibi yine teknikleştirme anlamın-, da olarak plastik sanatlar konusuna girelim. Şimdi soralım: Türk plastik sanatları için tehzip gerekli midir, değil midir? Bence, tehzipten yalnız edebî tehzip anlaşılmalı, türk edebi­ yatı dışında kalan türk plastik sanatlarının ne Batı tekniği ile teknikleştirilmesinden, ne de Batı zevkiyle kaynaştırılmasmdan yana değilim. Tersine, plastik sanatlarımızın Batı sal­ dırılarına karşı korunmasını isterim. Bunun nedeni herhangi gericilik, durgunculuk değil, türk plastik sanatlarının üs­ tünlüğünü koruma isteğidir. Bu anlayışla türk plastik sa­ natlarından herbiri üzerinde ayrıca durmak istiyorum. Böyelikle düşüncemi açıklamış olacağım. Önce türk plastik sa­ natları arasında en yaygın olan mimarlık sanatını ele ala­ lım. Türk mimarlık sanatının Batı mimarlık sanatları kar­ şısında hesap vermeye, bilgi edinmeye ihtiyacı var mıdır, yok mudur? Benim kanım şudur: Batı plastik sanatları ta­ rih boyunca plastik sanatların amacından uzaklaşmışlar, türkler ise bu amaca yaklaşmışlardır. Gökalp’m eski t.ürk plastik sanatlarına karşı duyduğu tutkunluk yerindedir. Çünkü bu sanatlar gerçekten üstün sanatlardır. Onları ne kadar övsek azdır. Onları böyle tanıyan, öven yalnız biz Türkler değiliz. AvrupalI sanatçıları, sanat tarihçileri de var. Nasıl ki dünyanın en büyük kübist mimarı olarak tanınmış olan Le Corbusier Vers Une Architecturc adlı kitabında in­ sanlığın mimarlık geleceği üzerine söz söylemekte kendini yetkili sayıyor. Bu yetkinin nedenleri olarak da Paris’de


ZİYA

GÖKALP

169

Nötre - Damrae de Paris’yi, Roma'da Saint Pierre Kilisesini, İstanbul'da Süleymaniye camisi ile Etyemez Mescidini ya­ kından incelemiş bir insan olmasını ileri sürüyor. Saladin ve Migeon adlı Fra,nsız sanat tarihçileri de türk sanat eser­ lerinden söz açarak bunların bütün diğer İslâm sanat eser­ lerinden üstün olduklarım söylerler. Bu eserler gerçi Avru­ pa klasikleri soyundan değil, başka soydan yüksek insanlık eserleri, ayrı bir humanizma olarak belirtirler. Demek ki Gökalp, türk sanatını ululama işinde yerden göğe kadar hak­ lıdır. , Batı tarihinde plastik sanat amacına kavuşan tek sanat Fransa’da gotik devrinden önce yaşamış olaıi fransızların. art roman, dedikleri mimarlık sanatıdır. Bu güzel sanat doğ­ rudan doğruya türk mimarlık sanatının etkisi altında mey­ dana gelmiştir. Bu, benim şahsî düşüncemden ibaret değil­ dir. Batı sanat tarihçileri arasında bunun böyle olduğunu yazanlar vardır. Ben daha ileri gidiyorum. Gotik sanatının doğuşunu roman sanatının soysuzlaşması ile açıkılyorum. Gotik kemerlerinin anormal bir şekilde sivrileşmesi, ornomanlarmm dogalaşması, bütün yapıların yüzeylerini kapla­ ması hep bu soysuzlaşmanın sonuçlarıdır. İşte mimarlık eserlerinin tehzibi ileri sürülünce şu ger­ çekle karşı karşıya kalıyoruz. Bu yeryüzünde tehzibe muh­ taç olan mimarlık eserleri t ü r k ü n k ü değil, batılılarmkidir. Bir tarih gerçeği bu anlayışın dosdoğru olduğunu göster­ mektedir. Gökalp’m tehzip dediği karşılaşma X I I I ’ inci yüz­ yılda türk mimarlığında olmuştur. Ancak, bu karşılaşma, III.. Ahmet Sebillerinde görüldüğü üzere, türk mimarlığı için soysuzlaşma sonucunu vermiştir. Bu acıklı devirden sonra türk mimarlığının tekrar kendine kavuşması büyük mimar Vedat. Beyin İstanbul’daki Yeni Postane binası ile başlar.. Mimar Kemalettin Bey de bu anlayışı benimsiyerek güzel eserler vermiştir. Bu üstad öğrencileri de bir süre eser ver­ mişlerdir.


ZÎYA

GÖKALP

Şimdi Türk tiyatrosunu ele alalım. Türk tiyatrosu de­ yince hatıra, ne gelir? Karagöz, ortaoyunu, köy sohbet oyu­ nu, tuluat, meddah değil mi? Tarih boyunca var olup gelen, Türk halkına tad veren bu oyunlardır. Bu sanatlarımızın teh.zibe ihtiyaçları var mıdır, yok mudur? Bu soruya karşılığı­ nı verebilmek için tiyatronun ne olduğunu bilmek gerek. Elimizde tiyatro felsefesi diye'inandırıcı, doyurucu bir eser yok. Öyleyse, konuyu kendi başımıza, elimizden geldiği ka­ dar incelemek var. Tehzibin yararlı olabilmesi için tehzip edilecek taraflardan birinin üstün olması gerekir. Acaba bu­ günkü Batı tiyatrosunda bu üstünlük var mıdır? Gördüğü­ müz şudur: Piyesli, suflörlü, sahneli, dekorlu, makiyajlı, ışık­ lı Batı tiyatrosu büyük bir bunaltı geçirmektedir. Batı’da tü­ reyen avant - gardiste’lerin etkisiyle romantik tiyatro anla­ yışı yıkılıyor, bunun yerine konulacak olan yeni tiyatro ara­ nıyor. Batı öncüleri tiyatro sanatı için artık konularını ede­ biyatta aramamalı sahende aramalı)) diyorlar. Ben onlardan apayrı düşünüyorum. «Ttiyatro konularını ne edebiyatta, ne de sahnede aramlıdır, aktörün aksiyonunda aramalıdır» di­ yorum. Elli yıldır bu konu üzerinde duruyorum. Benim «öz tiyatro» adını verdiğim tiyatro tezinin esin kaynakları şun­ lar olmuştur: Çocuk oyunları, hayat sahneleri, hatiplik sa­ natı, halk tiyatroları, karagöz, ortaoyunu, tuluat, namaz âyi­ ni, mevlevî âyini, psikolojik görüler. Bütün bu çalışmaların sonunda elde ettiğim kanı şudur: Batı tiyatrosu henüz ti­ yatronun doğru yolunu bulamamıştır, durmayıp bocalamak­ tadır. Bu durumda Türkiye için bir tehzip işi olamaz. Yapı­ lacak iş bütün tarih denemelerinden ve aksiyon psikolojisin­ den yararlanarak yepyeni bir tiyatro tekniğini yaratmakta­ dır. (*) Sözün kısası, Batı’da başlayan tiyatro ihtilâli dikkatle incelenecek olursa, Batı tiyatrosunun türk halk gelenekleri­ (*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Tiyatro (Yeni Adam larından).

yayın­


ZİYA

GÖKALP

171

ne yaklaşmaya başladığı anlaşılacaktır. Bu yaklaşma yalnız tiyatro sanatında değil resim sanatında da görülmektedir. Dünynm en orijinal tiyatro sanatı olan karagöz, hayal oyunu üzerinde de biraz duralım. 1939 da karagöz oyunu için yazdığım yazının bir parçasını alıyorum: «Bütün bu görülen bize karagözün estetik mahiyeti hangi değer kutbu üzerinde merkezleşebileceğini gösteriyor. OHayal (oyunu ,ne .natüralist, ne de realist bir ı^anat şubesi değildir. Sürrealist bir sanattır. Buna «Öz sanat» yahut «sanatın özü» demek de mümkündür. Çünkü karagöz şekil, suret, teşrih, renk, dekor ve mevzuunun tekâmülü bakımından tabiat üzerinden alın­ mış ve bu tabiata uygunluk iddiasını güden bir sanat rolü değildir. Faka.t karagöz tabiatın gerçekliği yerine yanlışlara ve deformasyonlara yer veren sırf sübjektif, hasta ve son­ suz, soysuz bir sanat kaprisi de değildir. Onda tabiatın ger­ çekliği ve izafîliği ile idealin samimîliği ve mutlaklığı ahenk­ li bir surette birleşmiştr. Karagöz tabatı aşmış ve yeni bir tabiattır. Ve her metafizikleşen sanat kolu gibi, kuvvetini ârazlardan değil, cevherlerden, özden almaktadır.» (*) Bu arada türk bezeme sanatı ile türk hattatlık, yazı sa­ natı üzerinde pek duracak değilim, yalnız bir iki noktayı işa­ ret edip geçeceğim. Çünkü bu orijinal sanatlarımızın yalnız oluşları değil yaradılışları da türkoğlu türktür. Bunların tehzibe değil yalnız yaşamaya, Batı’ya örnek olmaya ihtiyaçla­ rı vardır. Bunun i;in de anlaşılmaya ihtiyaçları vardır. Bu sanatların üzerinde durmak isteyenler aşağıdaki yazılarımı gözden geçirebilirler (**) Üzerinde kısaca, durmak istediğim noktalar şunlardır: Ressam Nurullah Berk 1959 da Ankara’da toplanan türk

(#) ismayıl Hakkı Baltacioğlu, Karagö?. tekniği ve estetiği 1642 (**). Demokrasi ve sanat (1931), sanat (1934), tiyatro (1941). Karagözün tekniği ve estetiği (1942), Türke Doğru (1942), Türklerde yazı sanatı (1958)


172

ZİYA

GÖKALP

sanatları kongresine verdiği bir bildiride bu yaklaşmayı açık­ lamada, bu karakterde eser veren Batı sanatçılarının adla­ rını saymaktadır (***). Bugün 19 Ekim 1965. Son günlerde gazetelerde okuduğumuza göre Picasso üç yıldan beri Ceza­ yirli bir hattattan hat yazı dersleri alıyor, durmayıp hattatlı­ ğa çalışıyormuş. Hatta bir yazı sergisi açtığını da söylüyor­ lar. Picasso gazetecilerle yaptığı bir görüşmede bizim aradı­ ğımız nonfigüratif sanat hattatlık sanatıdır, demektedir. Bugün Batı plâstik sanatları büyük bir bunaltı içinde çırpınmaktadır. Bu bunaltının belirtisi non - figüratif dedik­ leri yamuk anlayıştır. Batı sanatının türk hattatlık gelenek­ lerine gitmekte olduğunu söyleyenler yine batı sanat düşü­ nürleridir. Türk plastik sanatlarının çektiği sıkıntı Batı tek­ zibine götürülmemesinden, Batı tekniği ile teknikleşmemiş olmasındandır. Ben bu konudaki düşüncelerimi Türk plâstik Sanatları adıyla, yazdığım yeni eserde uzun uzadıya açıkla­ mış bulunuyorum. İşte genel olarak, türk sanatının Avrupai bir tehzip gör­ memiş olması onun için bir eksiklik değil, bir mutluluktur. Türk sanatı herhangi tehzıple yükselmeye muhtaç değildir Yükselebileceği kadar yükselmiştir. Onun insanlardan bek­ lediği kendisinin doğru olarak tanınmasıdır. O zaman plâs­ tik sanatın ne olduğu anlaşılacaktır.

(***) premier Conges International des Arts Türcs 1959 (Anka­ ra ilahiyat Fakültesi tarafından basılmıştır).


IX

EĞİTİM- ANLAYIŞI Gökalp, her şeyden önce büyük bir sosyologdur. Sosyo­ loji metodolojisi ile uğraşan her sosyolog gibi, onun da bu bakımdan eğitim konusu üzerinde durması pek yerinde ol­ muştur. Bu sırada millî terbiyenin ne olduğunu eserlerinde açıklamıştır. Bütün bilim hizmetleri gibi bu hizmeti de bü­ yüktür. Sabri Esat Siyavuşgil Varlık Dergisinde yazdığı bir yazıda Gökalp’m Türk eğitiminin millileştirilmesi işinde yaptığı yol göstericiliği pek güzel açıklamıştır. Siyavuşgil’m bu yazısının o parçasını buraya alıyorum: «Ümmet terbiyesi henüz bir millet terbiyesine inkılâp etmemişti. İyi müslüman tipi yerine bilhassa Meşrutiyet’te kaim olan Osmanlı tipi de evvelkisi kadar sunî, onun kadar hayatiyetten mahrum idi. İşte Ziya Gökalp’m bulduğu cemi­ yet böyle gayri şeğnî, yapma, bir cemiyetti. Böyle kendi mil­ lî şuurunu henüz bulamamış bir cemiyetin terbiye ideali de sadece statükonun devamından başka bir şeyi istihdaf ede­ mezdi. Statükonun devamı ise, din. ve kudretli bir Türk mil­ letinin şekil almasını asırlarca geciktirebilirdi. Ziya Bey ne medreseyi —ki ümmet terbiyesi veren bir müesseseydi—, ne de Tanzimat mektebinin —yani Türk kültürünün kaynağı ve naşiri olması lâzımgelirken sadece bir müsbet bilgi dükkâ­ nı olmuştu— İşte Ziya Bey bu iki nevi müesseseyi, bir millî mektep addetmemek suretiyle hakikati görmüş oldu. Ziya Beye göre millî terbiye millî harsa istinat eder ve ancak mil:iî harsın içinde bilgiyi eritmiş bir terbiye sistemidir ki


174

ZİYA

GÖKALP

Tbir milletin kendi bütünlüğü, tamlığı ve orijinalliği içinde ta­ rih boyunca bekasını temin eder.» (*) «Medeniyet meselesinin halli başka bir cihetten de mem­ leketimizde âcil bir. mahiyet almıştır. Ötedenberi memleke­ timizde bir maarif meselesi, bir terbiye meselesi var. Bu me­ sele birçok ikdamlara ve ihtimamlara, rağmen bir türlü hal­ ledilemiyor. Bu meselenin mahiyeti tamik edilirse görülür ki terbiye meselesi de medeniyet meselesinin bir faridir. Esas mesele halledilince maarif meselesi de kendiliğinden halle­ dilmiş olacaktır. «Filhakika memleketimizde, gerek medeniyetçe, ge­ rek pedagojice biribirine benzeyen üç tabaka va,rdır. Halk, medreseliler, mektepliler. Bu üç sınıftan birincisi hâlâ aksayı şark medeniyetinden tamamiyle ayrılmamış olduğu gibi İkincisi de henüz şark medeniyetinde yaşıyor. Yalnız üçüncü sınıftır ki garp medeniyetinden bazı feyizlere mazhar olabil­ miştir. Demek ki milletimizin bir kısmı kurunu ulâda bir kıs­ mı kurunu vustada, bir kısmı kurunu âhir ede yaşamaktadır.. Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması normal ola­ bilir mi? Bu üç tabakanın medeniyetleri ayrı olduğu gibi pe­ dagojileri de ayrıdır. Bu üç terbiye usulünü tevhit etmedik­ çe hakikî millet olmamız mümkün müdür?».e8*) «Mevcut terbiyemizin fena neticeler vermesi terbiyemi­ zin mevzuu millî hars olmasından değil, bilâkis, beynelmilel medeniyetler bulunmasındandır. Terbiyede yapılacak doğru bir inkılâp, harsı bırakıp medeniyete doğru gitmek değil; medeniyeti bırakıp harsa doğru gitmek suretinde tecelli ede­ bilir.» (***) Bu sözler benim gibi medeniyeti kültürün dışında ka­ lan, salt teknik kuralların toplamı olarak anlayan bir insan (*) Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Gökalp’m mürebbiliği (Var-'lık, S, 142;). (**) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Garba Doğru) (***) Ziya G ökalp, M illî Terbiye (M u a llim M ecm uası, Sayı: 2).


ZİYA

GÖKALP

175

için, ne de olsa, şaşırtıcıdır. Çünkü böyle anlaşılan bir me­ deniyet için kültür bozgunculuğu düşünülemez, Gökalp yu~ karıki, bu düşüncesinin süresi olan aşağıdaki satırlarda dü­ şündüğünü aydınlatıyor. «Yirminci asrm en medenî milletleri medeniyetin sahip­ leridir. Millî harsımız, esas itibariyle bu yeni medeniyetin umdelerini kabul etmiştir. Fakat, protoplazma gibi, bu İçti­ maî gıdalar üzerinde, temsil ve müzadd-ı temsil salâhiyetle­ rini tatbik ve icra etmek şartiyle türk ve islâm medeniyetle rinin an’aneleri gibi, Avrupa medeniyetlerinin an’aneleri de harsımızın hudutlarından geçmeye mezundur. Fakat güm­ rüklerde muayeneye tabi olmak şartıyla. Her milletin siyasî ve İktisadî hudutları olmak zarurî bulunduğu gibi, harsî hu­ dutları ve gümrükleri olmak da lâzımdır. Avrupa medeniye­ ti fertlerin kabulü tarikıyla harsa geçmiş, belki millî har­ sın kabulünden sonra hakikî surette fertlere geçebilir.» (*) Bu yazısında açıklandığı üzere Gökalp’m millî hars için yıkıcı gördüğü medeniyet bizim anladığımız bir tekniğin kendisi değil, yabancı milletlerin an’aneleridir. Bu an’aneleı hars süzgecinden geçmeden millî hayata karışmamalıdır. Gökalp’a göre «Terbiye, eğitim bir cemiyette yetişmiş nes­ lin henüz yetişmeye başlayan nesle fikirlerini ve hislerini vermesi demektir (**). Eğitimin bu tanımı Durkheim’cılarmkidir. Durkheim’ın yoldaşlarından Fauconnet’in eğitimi ta­ nımlaması da bu niteliktedir. Yalnız Gökalp’m anlayışını on­ lardan ayıran şudur: Gökalp eğitim olgusunu tanımlarken bu tanıma yetiştirici öğesini katmışken, aynı yazıda terbiye terimini çok geniş bir anlamda kullanıyor. Böylelikle yetiş­ tirici öğesi ortadan kalkmış gibi oluyor. Fikir adamlarının, eğtimiclerin çoğu «Terbiye» deyince «Millet terbiyesi, şehir terbiyesi, tabiat terbiyesi» sözlerinde olduğu gibi, bu kelime­ yi çok geniş anlamda kullanırlar. Oysaki felsefeci, eğitimci (* ) Z iy a G ökalp, adı geçen m akale. (* * ) Ziya G ökalp, Yeni M ecm ua (M aarif ve H ars) Sayı: f>2


.176

ZİYA

GÖKALP

Alexandre Bain terbiye bilimi konulu kitabında bu geniş an­ layışı eleştririrken çevreden gelen her etkinin terbiye olma­ dığını, gerçi fizikî, coğrafî etkenlerin insanın teşekkülünde rolü olduğunu, ancak bu gibi etkenlerin pedagojide değil sosyolojide incelenmesi gerektiğini söyler. Onun gibi, Emile Durkheim da, Dictionnaire de Pedagogie’deki Education baş­ lıklı yazısında terbiyenin bu geniş anlamda kullanılmasını eleştirir. Alexandre Bain sosyal etkilerin mekanik tabiatta olan bu olgularını sosyolojinin eğitim bölümünde değil, Ethologie Sociale adını verdiği bölümde inceleneceğini söyler. Pedagoji nedir? Pedagoji terbiye ilmi diye bir bilim var mıdır? Gençliğimizde var sanırdık. Gerçi eğitim bilimi (Sc­ ience de l’education) diye bir bilim olabilir. Ancak, bu pe­ dagogların pedagoji dedikleri ideoloji, subbjectif, öznel, kişil düşünceler değil, sosyoloji biliminin bir kolu, eğitim sosyo­ lojisi (Sociologie de Feducation) dur. Bu bilim de henüz ku­ rulmamıştır. Öyleyse, ağızda dolaşan pedagog, pedagoji söz­ lerinden doğru olarak ne anlamalıyız? Pedagog Rablais, Montaigne, Jean- Jacque Rousseau gibi eğitim sezgisi olan eğiti­ min felsefesini elindeki imkânlara göre yapan, kendine gö­ re anlatan insanlara denir. Çünkü bu insanlar zamanlarına kadar birtürlü anlaşılamayan eğitim gerçeklerini bir kerteye kadar anlatmaya çalışmışlardır. Kimi çocuğun kafasını mi deye benzeterek, Montaigne gibi, kimi eğitimi yabanî bir kök üzerine vurulan ehlî aşıya benzeterek, Rousseau gibi, kimi de. çocuğun, evrimini ağacın evrimine benzeterek, Pestalozzi gibi. Evrim sezgisi kuvvetli olan bu adamlar hep insanlara yeni yeni evrilme, olgunlaşma, sosyalleşme sırlarını açıkla­ yarak. Toplum gerçeği üzerindeki düşüncelerinin pek çoğu­ nu doğru bulduğum Gökalp’m bu iki ayrı eğitimin görevini açıklayan şu anlayışı da üzerinde çok durulması gereken önemli konulardandır. «Bir millette münteşir terbiye tarikıyla cemiyetten fert­ lere geçen ruhiyetlerin mecmuuna «Hars» namı verilir. Me-


ZİYA

GÖKALP

177

,selâ her milletin konuştuğu samimî bir lisan vardır ki cmiyetten fertlere münteşir terbiye tarikiyle intikal eder. Yine her milletin türkülerinde, koşmalarında kullandığı sa­ mimî bir vezin vardır ki bu da, konuşulan lisan gibi, münte­ şir terbiye tarikiyle müntakil olur. Yine her milletin canlı ve vecdli bir surette yaşadığı dinî bir hayat vardır ki bu da münteşir terbiye tarikiyle geçer. Milletin ahlâkî, bediî duygu­ ları da aynı suretle fertlerde vücuda gelir. Fert milletin hu­ kukî, İktisadî örflerini, felsefî, ümî temayüllerini de bu su­ retle iktisap eder. İşte bütün bu İçtimaî müesseselerin mecmuuna «Hars» namı verilir. Fakat konuşulan bir lisan oldu­ ğu gibi, yazılan bir lisan da vardır. Halk türklüerinde kulla­ nılan bir vezin olduğu gibi, yazılı edebiyatta kullanılan başka bir vezin de vardır. Milletin samimî sesi olan bir halk musi­ kisi olduğu gibi, başka milletlerden alınmış müdevven bir musiki de mevcuttur. Hasılı, yukarıda saydığımız bütün mü­ esseselerin kalblerde yaşanılan kısımları olduğu gibi, kitap­ larda yazılı olan kısımları da vardır. Birinciler fertlere mün­ teşir terbiye ile intikal ettiği gibi, İkinciler de müteazzi ter­ biye ile intikal eder.» (*) Böyle düşünerek Gökalp münteşir terbiyenin canlı, dev­ rimci, müteazzi terbiyenin ise organcı, durguncu olduğunu ileri sürmek istemiştir. Gökalp «Hars ve medeniyet» başlıklı bir yazısında eğitim konusunu doğrudan doğruya ele alıyor. Bu konudaki düşüncelerini şöyle anlatıyor: «Terbiye bir cemiyette yetişmiş neslin henüz yeni ye­ tişmeye başlayan nesle fikirlreini ve hislerini vermesi de­ mektir. Fakat bu veriş iki surette cereyan eder. Birinci su­ ret yetişmiş neslin kendisinin hiç haberi olmadan, samimî hayattaki konuşmaları, fiil ve hareketleriyle canlı misaller teşkil ederek yeni nesle tesirler icra etmesidir. İkinci suret (* )

Ziya G ökalp, M a a rif ve Hars (Y e n i M ecm ua, Sayı: 52)

F: 12


ZİYA

178

GÖKALP

yetişmiş neslin veli, vasi, muallim, mürebbi namlarıyla res­ mî vaziyetler olarak usul ve irade tahtında yeni nesle bir­ takım muayyen fikirleri ve hisleri telkine çalışmasıdır. Ben terbiyenin bu iki suretten birincisine «Münteşir terbiye», İkincisine «müteazzi terbiye» namlarını veriyorum. (*) «Şu kadar ki 'münteşir trebiyenin menbaı yetişmiş nes­ lin vaktiyle tekarrür etmiş fikirleri ve hisleri değildir. Ce­ miyette lıer an her şey teceddüt halindedir. Çocuklar İçtimaî muhitteki fikirlerle hislerden münteşir terbiye tarikiyle bil­ hassa en yenilerini alırlar. Bu en yeni fikirler ve hislerden münteşir terbiye tarikiyle bilhassa en yenilerini alırlar. Bu en yeni fikirler ve hisler en yeni vakaların, buhranların, tecemmülerin, cereyanların doğurduğu neticelerdir. Demek ki haikkati halde münteşir terbiye çocuğa sabık neslin değil, doğrudan doğruya hali hazırdaki cmiyetin yeni vicdanını nakleder. Halbuki müteazzi terbiye çocuklara ekseriyetle ce­ miyetin bugünkü vicdanını değil, belki mazide toplanmış zih­ nî müeyyidelerini verir. O halde İçtimaî vicdanı müteazzi terbiyenin verdiği cansız zihniyetlerde değil, münteşir ter­ biyenin aşıladığı canlı ruhiyetlerde aramak gerektir.» Gökalp’m bu sözleri gösteriyor ki «müteazzi terbiye» adını verdiği terbiye ile «münteşir terbiye» adını verdiği ter­ biye arasında görev ayrılığı vardır. Biri yeniyi veriyor, öteki eskiyi veriyor. Biri bilinç üstünde çalışıyor, öteki bilinç al­ tında çalışıyor. Bence, Gökalp.m münteşir terbiye dediği ter­ biye yalnız yenileyici değil, hem de saklayıcı, siirdürücüdür. Düşüncemi açıklıyorum. Toplumlarm iki özü vardır. Kül­ tür ile medeniyet. Kültür de iki türlüdür. Sosyal tipten sos­ yal tipe değişen değerler, sosyal tipten sosyal tipe değişme­ yen değerler. Bu İkincilere özel bir terim anlamıyla gelenek (Tradition) diyorum. Aşiretin aşiret, kavinin kavim, mille-

(* )

Ziya G ökalp, M aarif ve Hars (Y e n i M ecm ua, Sayı: 52)


ZİYA

GÖKALP

179

tin millet olması bu gelenekler iledir. Gelenekler kuşaktan kuşağa geçerler. Gelenekler toplum içinde yaşıyarak, toplu­ mu duyarak, toplumla kaynaşarak edinirler. Oysaki gelenek­ ler yenileştirici değil, eskiyi koruyucu, saklayıcı etkenler, bir soy kamu kalıtlarıdır. Gelenekler olmadıkça toplumlar da olamıyor. İhsanlarda gelenek bilinci, gelenek sosyolojisi yok­ ken toplumlarda gelenekler vardı. Tarih bu gelenekleri bi­ linçsiz, bilimsiz olarak yaşatmıştır. İşte her şeyi teceddüt ha­ linde olan her şeyi yenileşmekte olan cemiyetler de yenileş­ mek nedir bilmeyen, olduğu gibi kalan gelenek dediğim öz­ ler vardır. İşte benim Gökalp’m kullandığı anlamdan bam­ başka bir anlamda kullandığım gelenek (Tradition) kelime­ siyle anlatmak istediğim değer yargılarıdır. Yeni nesil top­ lum çevresinde yaşarken toplumda her an değişen yeni de­ ğerleri değil yalnız, değişmek nedir bilmeyen gelenek değer­ lerini de birlikte alır. Sözün kısası, ben de Gökalp gibi münteşir terbiyenin yenileştirici rolünü tanıyorum. Ancak, bu terbiyenin bir de gelenekleri saklama rolü var. Milletin millet kalması bundan­ dır. Gökalp’m eğitim tanımı üzerinde yaptığım bu inceleme yalnız metod bakımındandır. Yoksa Gökalp’m «münteşir ter­ biye» dediği oluş, terbiye tanımı dışında kalmış olsa bile, sosyal adamın oluşması bakımından onun «müteazzi terbiye»den daha yaygın, daha güçlü bir kültürleştirme, olgunlaş­ tırma etkeni olduğuna inanıyorum. Nitekim bu yıl Millî Eği­ tim Bakanlığının isteği üzerine yazdığım «Milletçe kalkınma­ nın sosyal şartları» başlıklı raporumda Türkiye’nin yalnız başına maarifle kalkmamıyacağmı, kalkınmanın milletçe ola­ bileceğini, Millî Eğitim Bakanlığının kendisine düşen ödevi de ancak o zaman yapabileceğini söyledim. Burada Gökalp’m Maarif ve Hars başlıklı bir yazısın­ dan çok önemli bulduğum bir parçayı alıyorum: «Bazı milletlerde maarifle hars birbirine uygundur. De­ mek ki bunlarda müteazzi terbiye münteşir terbiyenin izini takip etmiştir. İşte cermen milletleriyle anglosaksonlar bu


180

ZİYA

GÖKALP

haldedir. Bu milletlerde, çocuklara münteşir terbiyenin ver­ diği hislerle müteazzi terbiyenin verdiği fikirler birbiriyle hemahenktr. Bizde ise müteazzi terbiye ile alınan yabancı fikirler, münteşir terbiye ile alman millî duygulara mübayin olduğu için maarifimizle harsımız biribirine yan gözle ba­ karlar. Su ile zeytinyağı nasıl biribirine karışmazsa, bizim maarifimizle harsımız da, daima biribirine temas etmekle be­ raber, şimdiye kadar karşılıklı intibaktan mahrum kalmış­ lardır. Memleketimizde hükümran olan gençlik buhraniy’e kadınlık buhranı maarifimizle harsımız arasındaki bu acıklı tezadın neticeleri değil midir? Ben bütün İçtimaî buhranla­ rımızda bu umumî sebebin tesirlerini görüyorum. Memleke­ timizde maarif intişar ettikçe ahlâk bozuluyor, maneviyat yıkılıoyr, ruh hastalıkları, zihin buhranları artıyor. Bu hale bakınca, Jean Jacques Rousseau’ya hak vermemek elden gel­ miyor. Fakat hiç şüphesiz, Rousseau’nun muzır addettiği maarif bir taraftan millî harsa, diğer tarafdan hakikî mede­ niyete muhalif olan hasta bir maariftir. Yani bizdeki maari­ fe benzeyen gayri millî, gayri medenî, sahte bir irfandır. Yok­ sa, bugün sağlam milletlerde hâkim olan sağlam maarifler niçin muzır olsunlar? Bu gibi milletlerde maarif intişar et­ tikçe ahlâkın da muvazi bir surette tekemmül ettiğini görü­ yoruz. Bizde en büyük ahlâksızlıklar, en çok malûmat sa­ hibi olanlar arasında zuhur ettiği halde, sağlam milletlerde en büyük âlimler ahlâkça da en faziletli insanlardır. Demek ki onlardaki maarifle bizdeki maarif başka başka şeylerdir, Rousseau muzır mariften kurtulmak için tabiata rücu etme­ yi tavsiye ediyordu. Bence Rousseau daima doğru hissettiği halde, ekseriya, hislerini doğru ifade edememiştir. Rousseau’ nun tabiat dediği şey bugün hars namı verdiğimiz tabiî ha­ yatımızdan ibarettir. Meselâ eski bir yazı lisanımız var ki sunîdir. Konuştuğumuz lisân ise tabiî bir lisandır. Aruz araplarla acemler için tabiî bir vezin olduğu halde, bizim için sunîdir. Çünkü onlarda halk türküleri de aruz vezni iledir. Aynı zamanda, onlarda aruz vezni çocuklara münteşir terbi­


ZİYA

GÖKALP

181

ye ile geçer. Bizde ise ne halk türküleri aruz vezniyledir, ne de bu vezin münteşir terbiye ile öğrenilir. Bu müessesenin tabiîliğine delâlet eden bu iki vasıf bizde yalnız hece vez­ ninde mevcuttur. Demek ki Rousseau’nun «tabiata rücu ede­ lim» kaidesi bizi konuşulan lisana, türkülerde terennüm edi­ len vezinle musikiye, yaşanılan dine, ahlâka, bediiyata, hu­ kuka dâvet ediyor. Yani Rousseau bizi İçtimaî şeniyete ça­ ğırıyor. Çünkü İçtimaî şeniyet cemiyetin vicdanında yaşayan duygular, fikirler ve iradelerdir. «Halbuki biz bunlara büsbütün yabancı bir maarif yap­ mışız. İşte bugünkü türkçülük de aynı davette bulunuyor, türkleri hayata, tabiata, şeniyete çağırıyor. Roussea’u’dan feyyaz bir romantizm doğduğu gibi, bugünkü türkçülükten de feyizli bir hayatçılık doğacaktır. Fakat bu hayatçılık yal­ nız edebiyata münhasır olmıyacak, içtimai miiesseselerin hepsine şamil bulunacaktır. Meselâ, konuşulan lisana avdet, lisanda hayatçılık, halk vezinlerine rücu vezinde hayatçılık, halk musikisine dönüş musikide hayatçılık, halk masallarına, eski usturelerine rücu edebiyatta halkçılıktır. Bu düsturu mimariye, oda ve salon tefrişatma, ressamlığa, hattâ bütün ince elişlerine tatbik edersek bediiyatta da. umumî bir hayatçılık husule gelir. Aynı suretle ahlâkta, hukukta., iktisatta, felsefede de bir hayatçılık cereyanı vardır. Zaten romantizm de tabiîlik ve hayatilik demektir. Sunîlikten, cansızlıktan ta­ biata ve hayata avdet suretinde olan her hareket, hayatçılık, yani romantizm mahiyetindedir. Hayatçılık münteşir cemi­ yetin müteazzi cemiyete karşı bir isyanı, bir aksülamelidir. İnsanların müteazzi maariften münteşir harsa ve hür ilme doğru kaçmasıdır. «İşte, harsî türkçülüğün ilk gayesi budur. Yani maarifi­ mizi bir taraftan beynelmilel medeniyete, diğer cihetten millî harsa intibak ettirmektir. Filhakika., bu maksadın hu­ sulünden sonra yeniden bir müteazzi maarif vücuda gelecek. Fakat, bu müteazzi maarif millî harsa ve beynelmilel mede-


■ t ZİYA

182

GÖKALP

niyete muvafık olacağı için hem millî hem de asrı bir mahi­ yette bulunacaktır. Harsî türkçülüğün ikinci gayesi bu ma­ arifi umum türklere tamim etmektir.» (*) Gökalp, bu yazılarıyla eğitim yarasını iyice deşmiştir. Ben bütün bu düşünceleri yerli yerinde, çok doğru buluyo­ rum. Maarifcilerin, aydınların, politikacıların Gökalp’m bu anlayışı üzerinde durmalarını diliyorum. Onun için bu ko­ nu dolayısıyla dikkati bir nokta üzerine çekmekten de ken­ dimi alamıyorum. Gerçi Gökalp konuyu bütün gerçekliği ile ele almış, sonuna kadar da açıklamıştır. Ancak, konu o kadar karmaşık bir konudur ki insan onun üzerinde durur­ ken bütün sorumluluğu okullara, öğretmenlere yükleteceği geliyor. Maarifimizin bugünkü durumundan sorumlu olanlar okullar, öğretmenler mi, yoksa, aydınlar mı? Eğer olandan bitenden doğrudan doğruya okulları, öğretmenleri sorumlu tutuyorsak, bu anlayış yanlış bir anlayışıtr. Çünkü okullar, sanıldığı gibi, kültürdeki, medeniyetteki yeniliklerin yara­ tıcıları değil, belki olmakta olanları, olup bitenleri yeni ku­ şaklara göçürme organlarıdır. Okul var olanı verir. Yunus Emre’lerin halk dilinde yaşadığı bir devirde ay­ dınlar hâlâ osmanlıca kırması, Edebiyatı Cedide bozması bir dille konuşuyorlarsa onların okul için yazdıkları kitaplar, verecekleri dersler, yapacakları talkınlar Emre’lerinki so­ yundan olmıyacaktır. Halkın ruhunda yaşıyan vecitli dinden söz açıyorsunuz. İstiyorsunuz ki okullardaki din dersleri bu vecde yakışır ol­ sun. Bu isteğiniz yerindedir. Ancak, bu ülkünüz he­ men gerçekleşebilir mi? Öyle bir ülkede ki «Nefsinizi körletin» anlamında olan bir kur’an âyetini «nefsinizi kat­ ledin» diye çeviriyorlar. Öyle bir ülkedeki Nuh’un gemisine motör koyup «fayrap» ettiriyorlar. Öyle bir ülkedeki Zeke(* )

Ziya G ökalp, M aarif ve H ars (Y e n i M ecm ua, Sayı: 52)


ZİYA

GÖKALP

183

riya Peygambere mihrapta namaz kıldırıyorlar. Oysaki Zekeriya Peygamberin Beniisra.il toprağında Allah’a ibadet et­ tiği bildiriliyor. Dili, din anlayışı bu denli yamuk olan bir ülkede okul tek başına devrimci olabilir mi? İşte okul yalnız elnde olanı, kendine düşeni yapabilir. Sosyal işbölümü bu işde de vardır. Ben durumu böyle anla­ dığım içindir ki bundan onbeş yıl önce çalışa çabalıya kur’an’ı ana dilimize çevirmeye başladım. Sonunda gördüm ki, kaim kafalıların, yamuk yüksekliklerin sandığı gibi, islâmiyette kavmiyet dedikleri, milliyet yok değil, vardır. İslâm di­ ni doğruluk dini, iyilik dini, güzellik dinidir, milliyet dini­ dir. Niçin? Çünkü dillerimizin, renklerimizin ayrı ayrı yara­ tılması yerlerin, göklerin yaratılması gibi, Allah’ın varlığına belge olarak söyleyen Kur’an’dır. Allah’ın bütün insanları bir tek kavim olarak yaratabilirken imanları kavim, kavim, ay­ rı ayrı yaratmasındaki sırrın onları denemek olduğunu söyliyen Kur’an’dır. Her kavme kendinden Peygamber gönde­ rildiğini, her kavme kendi diliyle bildirildiğini, Kur’an’ın arapça gönderilmesinin nedeni Peygamberin araplar arasın­ da bulunduğunu, eğer kur’an yabancı dille gönderilmiş ol­ saydı araplarm yadırgayacağını söyleyen yine lmr’an’dır. An­ cak, bütün bu gerçelker kur’an’da kalmış, okul kültürüne gi­ rememiştir. Öyleyse suç kimindir? Okulların mı, din adam­ larının mı, memleketi yönetenlerin mi, yoksa istenildiği gibi okutan, istenildiği gibi çocukların kafasını dolduran emir kulu öğretmenlerin mi? Böyle bir durumda okulculardan daha fazlasını istemek haksızlık olur. Çünkü öğretmen bir ihtilâlci değil, bir devrimci de değil, yalnız bir evrimcidir. İhtilâli toplumlar yapar. Pedagoji, okul, eğitim ihtilâli de öy­ le? Çocuk dünyaya geldiği zaman lâmillîdir. Çocuğun mil­ lîleşmesi gerektir. Nasıl millileşecek? Eski ya da yeni mede­ niyetin cansız an’anelerini öğrenerek millileşemez. Çünkü henüz millî harsı almamıştır ki bu an’aneler onun kafasında


184

ZİYA

GÖKALP

canlanabilsin de müessese olumuna gelsin. Yapılacak iş ne­ dir? An’anelerin müessese olumuna gelmesi, ancak, galeyanlı iç tornalarda, yani coşkun toplantılarda olabiliyor. Mefkü­ reler, değer akıntıları, kamu oyu ancak bu coşkun toplantı­ larda doğuyor. Mefkûrelerin ancak büyük mağlûbiyetlerde, ya da büyük zaferlerde doğduğunu belirten Balkan mağ­ lubiyeti, Çanakkale zaferi gibi birçok tarih olayları vardır. Gökalp, mefkûrelerin kaynağı millî coşkunluklar olduğunu söyledikten sonra sonuç olarak şunu söylüyor: «İşte çocuk­ larımız mektepte cansız medeniyetlerin cansız an'aneleri ye­ rine millî vicdanımızda yaşıyan dinî, ahlâkî, hukukî, bedii ilh. Kıymet duyguları ile işba edilmeye başladığı zaman ora­ da tamamiyle millî fertler çıkmaya başlayacaklardır. An­ cak bu suretledir ki, mektep millî buhranların trebiyevî ro­ lünü idame eden bir âmil olabilir. Şüphesiz terbiyenin en mühim menbaı millî buhranlardır.» (*) Gökalp’m buraya kadar söyledikleri hep doğru. Ancak, bütün bu düşünceler eğitim denilen sosyal olgu ile henüz ilintili değil. Aile, okul, toplum ne yapmalı ki henüz millî kültürü almamış olan toylara bu kültürü aşılayabilsin? Gökalp’m bu yazısında eğitim olgusu ile ilintisi olduğu sezilen düşünce şudur: «Maamafih bu terbiyevî vazifeyi daima millî buhranlar­ dan bekliyemeyiz. Bu gibi anlar uzun müddet devam edemez ve etmemelidir. Millî buhran geçince doğurduğu mefkûre ancak onun timsalleri olan millî bir bayramda, mefkûrevî alamet ve düsturlarda devam edebilir. Bu gibi millî timsal­ lerin terbiyevî tesirleri ehemmiyetlidir. Fakat, millî buhran­ ların terbiyevî vazifesi diğer amillerden ziyade mekteplere ve bilhassa sultanî mekteplerine intikal eder.» (**)

( * ) Ziya 'Gökalp, terbiyenin gayesi nedir? F ert m i, yoksa m il­ let m i? (M u a llim M ecm uası, sayı: 3> (* * ) Ziya G ökalp, adı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

185

Gökalp, bu yazısında sultanî mektepleri üzerinde de du­ ruyor. Bu okulların görevleri ne olması gerektiğini söylüyor: «Fakat millî buhranların terbiyevî vazifesi diğer amil­ lerden ziyade mekteplere ve bilhassa sultanî mekteplerine intikal eder. Çünkü sultanîlerdeki talebeler gençlik devrinde bulunanlardır. Müsbet ilimlerle takviye olunan bu genç ze­ kâlar, esasen İçtimaî vicdana istinat eden kıymet hükümleri­ ni maddî ilimlerin mantığı ile tahlile başlıyacaklarmdan ruh­ larında kıymet hükümleri hakkında derin şüpheler uyanma­ sı zarurîdir. İşte gençlik buhranı bu şüphelerin tevlit ettiği ıstıraplardır. Söylenen şeylere inanmamak, işte ruhun çek­ tiği ıstırapların en şedidi budur.» (*) Gökalp, bu yazısında milliyet, insanlık eğitimi bakımın­ dan çok önemli olan bir konu üzerinde de duruyor. Bu ko­ nu bütün eğiticilerin, idarecilerin, kültür adamlarının dikka­ tini çekmelidir: «Avrupa’da gençliğin bu buhran devresinde maddî bil­ gilere karşı İnsanî ve manevî bilgilerle mukavemet husule getirmek için sultanîlerde İnsaniyat (Les humanites) namı verilen marifetler tedris olunur. Bunlar Alfrede Fouillee’ye göre, edebiyat, felsefe ve içtimaiyattan ibarettir. Bu tedrisler manevî duygulardan mürekkep olan millî harsı maddî ilim­ lere karşı inhilâlden vikaye ettiği için terbiyevî tedrislerin: esasıdır.» (**) Gökalp’m yazılarından konu ile ilintili olarak aldığım bu parçaların çoğu millî eğitimin gayesi, ereği ile ilintilidir. Bu da an’anelerin, kendi anladığı anlamda, yeni yetişenlerin ruhunda yaşıyarak millî müessese, millî kurun olumuna gel­ mesidir. Bunun için' millî coşkunluklarda yararlanmak var. Ancak bunlar da gelip geçicidir. Bu durumda tek araç, Batı’nın htımanite adını verdiği insaniyat, insanlık kültürü ola-

(* ) Ziya G ökalp, A d ı geçen eser. (* * ) Ziya G ökalp, adı geçen eser.


.186 Z İ YA GÖKALP bilecektir. Gökalp’ın bu kültürden anladığı, Alf'rede Fouillee’ nin anladığı gibi edebiyat, felsefe, içtimaiyat, yani sosyoloji­ dir. Ben de böyle düşünüyorum. Ancak, tutulacak yolun apaydın olması gerekiyor. Sosyoloji, felsefe birer kültür dersi değil, birer medeniyet dersidir. Çünkü bunlar gönüle değil, akla söylerler. Edebiyata gelince, bu da iki türlü an­ laşılır. Biri edebiyat tarihi, edebî eserler psikolojisi gibi. Bu -da ötekiler gibi bir akıl dersidir. Böyle anlaşılan eedbiyat da Sıumanite’nin kendisi olamaz. Öyleyse, bir kültür konusu, bir millet etkeni olarak anlaşılması gerekli olan humanite ne­ dir? Kanımı söylüyorum. Millet tarihinin, insanlık tarihinin öyle olayları, olmuşları, bunları anlatan öyle eserleri vardır ki onları millet diliyle serilmiş görüp okuduğumuz, ya da dinlediğimiz zaman kendimizden geçeriz, kahramanlarının kahramalnığına vurulurz, millet adamı olarak milletcilikleriyle, insanlıklarıyla övünürüz. İşte, benim, humanite kültü­ ründen, hümanizmadan anladığım bu dur. Bu işi yapmak için hem millet tarihini, hem de insanlık tarihini gözden geçir­ mek, elemek, bu iki kaynaktan din, ahlâk, dil, sanat şahe­ serlerini seçmek, sonra bunları bir araya getirip toyların önü­ ne sermek gerektir. «Bence, evvelemirde mekteplerimizde iktisat, hukuk, ahlâk namlariyle okuttuğumuz iğreti bilgilerin müsbet ve beynelmilel ilimler olmadığını artık anlamalıyız. Filhakika içtimaiyat usulünün tatbiki sayesinde yavaş yavaş mukaye­ seli hukuk, mukayeseli iktisat gibi müsbet ilimler, teessüse başlamıştır. Fakat, bizim düsturulamel ittihaz ettiğimiz bil­ giler bu yeni ilimler değldir. Bu hakkî limlere henüz mem­ leketimizde yan gözle bakılıyor. Vakıa, bunlar Avrupa’da da başlangıç devresinde olduklarından henüz son sözlerini söy­ lemekten uzaktırlar. Fakat, hiç olmazsa, saliklerini yanlış yollara sevk etmezler. Bunların yardımıyla biz de kendi mil­ lî ihtiyaçlarımıza uygun, hükukî, ahlâkî, İktisadî sistemler yapabiliriz. Ve işte ilk işimiz bu olmalıdır.» (*) (* )

Ziya G ökalp, A dı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

187

Gökalp talimin, öğretimin amacından, görevinden ay­ rıca. söz açıyor. Çünkü ona göre talim ile terbiye, öğretim ile eğitim ayrı şeylerdir. Şöyle diyor: «Talimin gayesi evvelâ çocuklara iptidaî malûmatı ver­ mek, saniyen gençlere meslekî ve ihtisası malûmatları ita etmektir. Talimin esası, şüphesiz, intifaîdir. Fakat talimi tedrislerden başka bir de terbiyevî tedrisler var ki bunların gayesi sınıfı müdiri teşkil edecek olan fertlerde bîmenfaatlik, hasbilik, fedakârlık duygularını tenmiye etmektir. İp­ tidaî mektepler ile meslekî ve ihtisas mektepleri talimi bir mahiyeti haizdir. Fakat sınıfı müdiri yetiştirmek vazifesiyle mükellef olan sulta,nîler sırf terbiyevî bir mahiyeti haizdir. Sultanîlerden yetişecek olanlar hukukşinas, tabip, muhrarir, memur, muallim gibi milleti idare edecek güzidelerdir. Bun­ lar bimeııfaat, vatanperver, fedakâr bir seciye ile yetişmez­ lerse memleket felâket içinde kalır. Sultanîlerde tedrisin ga­ yesi de «Fertlerin millî harsa temessülü» olmalıdır. Riyaziyat istidlal melekesinin, hikmeti tabiiye istikra melekesinin ter­ biyesine hadim oldukları için terbiyevî tedrise teşrik edi­ lecek ilimlerdir. Diğer ilimler de hafızayı imlâ edecek un­ surlarda ntecrit ve menşe ve tatbikatları dolayısıyla İçtimaî ve İnsanî olan cihetleri tevsi edilmek şartıyla bu tedrise ithal edilmelidir. Bilhassa bilahare İlmî ihtisaslara ayrılacak, ya­ ni, tabip, mühendis, kimyager, ilh. olacak olan gençlerin edebî felsefî ve İçtimaî ilimlere, yani harsî bir tedrise ihti­ yaçları vardır. Çünkü bunlar ihtisaslarına, lâzım olacak ilim­ leri ihtisas mekteplerinde mufassalan öğreneceklerdir. Hal­ buki harsî tedrisi artık görmiyecekleri için bunu sultanîlerde kuvvetli bir surette görmeye muhtaçtırlar. O haİde Sultanî­ lerde fünuıı şubesini ilga ederek mektebin heyeti umumiyesini harsî tedrise hasretmek iktiza eder.» (*) Büyük düşünce adamının bu anlayışları millî eğitim

(* )

Ziya G ökalp, adı geçen m akale


183

ZİYA

GÖKALP

politikamızın temel düşünceleri, ilkeleri olabilir, o denli va­ rışlı, o denli kavrayışlıdır. Kanılarıma, uygundur. Bu konu­ da birkaç düşüncemi açıklamak isterim. Ben, sultanîler de içinde, olmak: üzere, bütün genel okulların meslek okulları olmasını doğru bulurum. Bu konuda birçok yazı da yazmış bulunuyorum. İkincisi, Gökalp'm sultanîler için düşündüğü yetiştirme tarzının bütün okullarda uygulanmasını isterim. İdealistlik her meslek adamı için sosyallik şartıdır. Bu ba­ kımdan idarecileri yetiştirme ile teknikçileri, sanayicileri ye­ tiştirme usulü arasında hiçbir ayrılık görmem. Üçüncüsü, bence İlmî ihtisaslara ayrılacak gençlerin edebî, felsefî ve İçtimaî ilimlere, harsı tedrise ihtiyaçları olduğuna ben de kanıyorum. Ancak, bu harsî tedrislerin gençlerde harsî vic­ danı, ‘ duyuncu ya.ratibleceğini sanmıyorum. Öyleyse, bu amaca ulaşmak için ne yapmalı? Yapılacak tek iş çocukları/gençleri, vecit, coşkunluk ve* recek toplantılara katmaktır. Bu arada karagöz, ortaoyunu, tuluat gibi millî oyunların değerlerini bilinç altına kadar sızdıracak olan sırlı etklierini hiç unutmamalıdır. Yine bu arada gençliğe türklük aşısını yapacak olan büyüleyici var­ lıklarımızdan biri de Mehter takımı olduğunu hiç unutma­ malıdır. Dinî, ahlâkî, edebî humanizmanm da bu işde pek biiyük bir rolü olduğunu hiç unutmamak gerektir. Kur’an menkı­ beleri, peygamberin yaşayımı, Mete gibi tarih büyüklerinin davranışlarından yararlanmak elimizdedir. Bence terbiye, münteşir olanı da, müteazzi olanı da toplumuna, devrine gö­ re, hem devrimci hem de durguncu olabilir. Aynı, toplumun hem yaygın, hem de toplu yaşayışında olsun, aile, okul gibi kapalı zümrelerinde olsun, devrimci de olabilir, durguncu da olabilir. Türkiye’deki millî kalkınma olayı bir örnektir. Bu kalkınmada, en büyük rolü oynayan Balkan harbindeki ye­ nilmenin acısını duyan, iptidaî mekteplerinde verilen millî terbiye ile türk ocaklarıdır.


ZİYA

GÖKALP

189

Gökalp’m düşünceleri arasında şu da vardır: «Demek ki çocuklara münteşir terbiye bugünkü cemiyetin vicdanını naklettiği halde, mütazzi terbiye sabık neslin cansız müdavenlerini tahmile çalışır.» Gökalp, hu sözlerden biraz önce de şöyle düşünüyor: «Şüphesiz, bizdeki eski yazı lisanı ile eski yazı vezni mü­ teazzi bir terbiyenin icbariyle çocuklara öğretilmemiş olsa, bulnar otuz sene sonra ortadan kalkar. Yeni neslin eline eski kitaplar verilmeyerek onlara yalnız yazı yazmak öğre­ tilsin. Sabık neslin tahakkümünden kurtulan bu hür ruh­ lar yalnız konuştukları lisanı yazacaklar, yalnız türkülerde işittikleri vezni istimal edeceklerdir.» Demek ki okulda, ailede, meslek çevrelerinde bunları yapmak insanın elindedir. Bu işde'rol oynayan, verilen eği­ timin müetazzi olması değil, verilen eğitimin kendisi, gerici olmasıdır. 1908 Meşrutiyet devriminden sonra Türk okulla­ rında eğitim yeniliklerini 'yapanlar münteşir terbiye değil, znüteazzi terbiyeyi veren okullardır. Bunların başında İstan­ bul Darülmuallimini bulunmakta idi. Ancak, bu okulun yap­ tığı yenilikler öğretim alanında kalıyordu. O tarihde İstan­ bul’da Fmdıklı’da Şemsülmekâtip adlı özel okulun fahrî ders nazırlığını yapıyordum. Geniş bir yetkim vardı. Bu okulda yaptığım yenilikler şunlardır: Okul ve aile müsamereleri, öz tiyatro denemeleri, kır gezintileri, bahçe işleri, hitabet eği­ timi, muhtelif tedirsat, yeni resim metodunun uygulanması, -dişleri göreneği yerine gerçek işler metodunun uygulanma­ sı, self - education denemeleri. Küçükçamlıca’da Kamanto köşkünde Açıkhava Mektebinin kurulması, erkek, kız öğren­ cilerin bir sınıfta ders alması (Coeducation). Bütün bu ye­ nilikler talim ve terbiyede inkılâp adlı eserimle birlikte es­ ki, görenekçi okulların, mahalle mekteplerinin, rüşdiye mek­ teplerinin yıkılmasına, bunların yerine olumlu, düşündürü­ cü, hür bir eğitim anlayışının doğmasına yol çamıştır. De­ mek ki anlayışa, sırasma, yerine göre okul da yenici, devrim-


190

Z İ Y A

GÖKAL P

ci olabiliyor. Nasıl ki Gökalp da bu gerçeği seziyor, yazısının bir yerinde şu sözü söylüyor: «Esasen maarif, tabiî halde, büyük iki unsurdan, yani harsle beynelmilel medeniyetin mecmuundan ibarettir.» Gökalp, böyle düşünerek «maarifin medeniyet kısmını ıslah için müracaat edeceğimiz yer, doğrudan doğruya Av­ rupa'dır. Çünkü bu asrm medeniyeti Avrupa’daki medeni­ yettir. Biz de maarifimizin medeniyete, yani müsbet ilimlele fennî ameliyelere taallûk eden kısmını hiç bozmayarak Avrupa’dan almalıyız» diyor. Gökalp’ın maarif hesabına Avrupa’dan almak istediği nedir? Bir kere alınacak şeylerin pozitif bilimler olduğuna hiç işkil yok. Ancak, Avrupa’dan alınacak şeyler arasında teknik de var. Bunlar arasında Güzel sanatlar, ayrıca peda­ goji tekniği de var. Bu teknikler düşünülünce Batı kapıları­ nı kapayıp kendi yuvamıza çekilmemiz doğru olacaktır. Çün­ kü Batı Rönesans’dan bu yana, plastik sanatlar alanında yo­ lunu şaşırmış, tabiata gitmiştir. Eğitim tekniğinde ise yine Rönesans’ın intellektci, mantıkçı anlayışına kapılarak sınıfcı, ezberci, kelimeci, mantıkçı, smavcı, ölü bir pedagojiye kul­ luk edegelmiştir. Biz Türkler Batı’dan ne böyle bir sanat tek­ niği, ne de böyle bir pedagoji tekniği almak zorunda deği­ liz. Ratı’dan alacaklarımız Batı’nm yalnız: bilimleridir. Sa­ nat, pedagoji teknikleri gibi yamuk teknikler değildir. Gökalp, «Maarifimizin ıslahı müşkül olan cihet varsa ta­ allûk eden hissî ve vicdanî kısmıdır.» diyor. Çok doğrudur.. Ona göre, Türkiye maarifinin durumu şudur: Müteazzi ter-f biye ile alman yabancı fikirler münteşir terbiye ile alman millî duygularla mübayin olduğu için maarifimizle harsı­ mız biribirine yan gözle bakarlar. Gökalp bu münasebetle Jean Jacques Rousseau’dan söz açarken şunları söylüyor: «Rousseau’nun tabiat dediği şey bugün hars namı verdiği­ miz tabiî hayatımızdan ibarettir.» Gökalp’m bu anlayışı üze­ rinde biraz durmak gerekiyor. Rousseau’nun Emile adlı ki­ tabında Nature sözü sık sık geçer. Rousseau’ya göre, eğiti-


ZİYA

GÖKALP

191

min ilk evresi educatioıı negaiive dediği evredir ki bunun görevi, çocuğu tabiata bırakmaktır. Oldukça uzun sürecek olan bu evreden sonra ikinci evre gelir. Bu da dmaturation dediği evredir. Bu kelime söz olarak doğayı bozma evresi de­ mektir. Ancak, Rousseau’nun evrim felsefesi doğru anlaşıl­ madıkça bu gibi terimlerini doğru anlamak elde olmaz. Rousseau'nun eğitim felsefesi aşı hayalinden esinlenmiştir. Rousseau'ya göre çocuk, yabanî bir ağaçtır. Bu ağacın kendine göre yetişme, gelişme kanunları vardır. Onlara boyun eğmek gerektir. İşte, eğitim bu yabanî üzerine vurulan ehlî aşıdır: Böyle yaparak tabiat denilen yabanî değiştirilmiş olur. An­ cak, Rousseau’nun buradaki tabiatı değiştirme (Denaturation) dediği şey, socialisation sosyalleştirme demektir. Onun için Gökalp’m anlayışına göre, Rousseau’nun eğitim felsefe­ sinde harse yer verdiği doğrudur. Ancak, bu felsefede harsı düşündüren şey nature, (doğa)- değil, societe, toplumdur. Benim bu satırları yazmaktaki amacım Gökalp’ın inancım daha sağlam bir temele dayamak olduğu gibi, bir de Rousse­ au’nun tarih boyunca gizli kalmış olan sağlam felsefesini bir kere daha aydınlatmaktır. (*) Gökalp’m şu sözleri de benim bu açıklamamın doğru olduğunu göstermektedir: «Demek ki Rousseau’nun «tabiata rücu edelim» kaidesi bizi konuşulan lisana, türkülerde terennüm edilen vezine, musikiye, yaşanı­ lan dine, ahlâka, bediiyata, hukuka davet ediyor. Yani Rousseau, bizi İçtimaî şeniyete çağırıyor. Çünkü İçtimaî şeniyet cemiyetin vicdanında yaşıyan duygular, fikirler ve iradeler­ dir.» (**) Jean Jacques Rousseau, romantizm akımını yaratmıştır. Gökalp da zamanındaki türkçülüğün feyizli bir hayatçılık do­ ğurmasını istiyor. Bu hayatçılık edebiyata münhasır kalmıyacak, İçtimaî müesseselerin hepsine şamil bulunacaklardır. (*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Jean Jacques Rousseau, Ter­ biye Felsefesi. (**) Ziya Gökalp, Maarif ve Hars (Yeni Mecmua, Sayı: 52).


ZİYA

192

G ö' K A L P

Bu düsturu mimarlığa, oda, salon eşyasına, ressamlığa, hat­ tâ bütün ince elişlerine tatbik edeceğiz. Böylelikle güzel eser­ ler alanında bütün bir hayatcılık meydana gelecektir. Bu canlanma ahlâkta, hukukta, iktisatta, felsefede de olacaktır. Zaten romantizm, tabiîlik, hayatilik demektir. Göklp böyle düşünerek şu sözle inancını büsbütün açıklamış oluyor: «Sü­ mükten, cansızlıktan tabiata ve haypta avdet suretinde olan her hareket hayatcılık yani romantizm mahiyetindedir. Ha­ yalcilik münteşir cemiyetin müteazzi cemiyete karşı bir is­ yanı, bir aksülamelidir. İnsanların müteazzi maarifden mün­ teşir harsa ve hür ilme doğru kaçmasıdır.» (*) Gökalp’m eğitim dileği ne zaman, nasıl gerçekleşebilir? Maarifimiz bir yandan milletlerarası medeniyet, bir yandan da millî harsa ne zaman, nasıl intibak edebilir? Birinci so­ runun doğru olarak karşılığını verebilmek için eğitim konu­ sunda beynelmilellik, milletl-eraracıl-ık ne demektir, bunu doğru olarak anlamalıyız. Sonra, bu sorunun karşılığını ver­ meye çalışmalıyız. Konu eğitim konusu olduğuna göre, eğitimde medeniyet eğitim bilimi demektir. Pedagoji değil, eğitim bilimi diyo­ rum. Ben Rousseau’nun pedagojisi gibi, eğitim gerçeğiyle ilintili sezgilerle dolu olan felsefeleri bir yana bırakarak di­ yorum ki, eğer eğitim bilimi diye bir bilim varsa, bu bilim ancak, eğitim sosyolojisi ile eğitim psikolojisi olabilir. Bu iki bilim dışında pedagoji diye bir eğitim bilimi yoktur, ola­ maz da. Çünkü eğitim din, ahlâk, hukuk, teknik, ekonomi, dil, sanat gibi sosyal karakterler taşıyan sosyal olgulardan biridir. Onun için eğitim biiimi, olsa olsa, sosyoloji bilimi­ nin kollarından olabilir. ^ İşte bu anlayışla eğitim gerçeğini incelediğimiz zaman br kısmı sosyal, bir kısmı da psikolojik olan beş eğitim il­ kesi ile karşılaşırız. Bunlar:

(*)'

Ziya G ökalp, adı geçen eser.


ZİYA

GÖ K ALP

193

1) Kişilik ilkesi: Eğitim görevi sosyal kişiliği varetmektir. 2) Çevre ilkesi: Her eğitimin çevresi kendine göredir. 3) Çalışma ilkesi: Her kişilik kişinin kendi çalışmasıyla elde edilebilir. 4) Verim ilkesi: Sosyal verimi olmayan çalışma sosyal kişiliği var edemez. 5) Başlatma ilkesi: Eğitim sosyal kişiliği edinmiye baş­ latmaktır. Bu ilkeler 1932’de yayınladığım İçtimaî Mektep adlı, pe­ dagoji tezimi taşıyan kitabımda uzun uzadıya açıklanmıştır., Ben bu kitabımı yayınlayarak Türkiye’de yepyeni bir maarif hareketi, okul devrimi olacağını sanmıştım. Böyle olmadı. Bu ilkelerden bir kaçını benimseyip uygulayan köy enstitü­ lerini bir yana bırakacak olursak, yurtta bu pedagoji tezi ile ilgilenen ne bir okul, ne de bir maarifci görülmemiştir. De­ mek oluyor ki bizler bugün bile Gökalp’m varılmasını iste­ diği harscılıktan, medeniyetçilikten uzaktayız. Acıklı olan durum şudur: Ayrı yaşta, ayrı yaradılışta, ay­ rı zekâda olan çocukları, gençleri sınıf denilen eğitim kap­ larına dolduruyoruz. Okutuyoruz, anlatıyoruz. Ancak, bü­ tün bu okuttuğumuz, anlattığımız şeylerin kelimelerini, te­ rimlerini ezberletiyoruz. Bütün bu okutmalar, anlatmalar, ezberletmeler yapılırken de çocukları, gençleri oturtuyoruz, kımıldatmıyoruz, çalıştırmıyoruz. Niçin böyle yapıyoruz? Çünkü Öğrenmenin, bellemenin, yetişmenin, yapmanın, yaratmanın ilk şartı dinlemek, okumak, anlamak, ezberlemek kafayı doldurmak oduğunu sanıyoruz. Bü anlayışa göre kuk­ la, insan şahsiyeti içi doldurularak meydana gelen bir kap­ tan ibarettir. Kısaca söylemek gerekirse bugünkü kafa ha­ yali ortaçağın table rase taştahta hayalinden başka bir şey değildir. Niçin böyle yapıyoruz? Avrupa böyle yapıyor diye yapıyoruz. Avrupa pedagojisinin durumu acıklıdır. Bizim durumumuz ise ondan daha acıklıdır. F: 13


X

DİN EĞİTİMİ Önce din eğitimi ne demektir, onu düşünelim. Gökalp’a göre «Bir kavmin vicdanında yaşıyan» kıymet hükümlerinin (Jugements de valeur) mecmuuna o kavmin harsı (cültüre) denilir. Terbiye, bu harsı o kavmin fertlerinde ruhî meleke­ ler haline getirmektir. Bir kavmin zihninde yaşıyan şeniyet hükümlerinin (Jugements de realite) mecmuuna o kavmin fenniyatı (technologie) denilir. Talim, bu bilgileri o kavmin fertlerinde ruhî itiyatlar haline getirmektir.» (*) Bu anlayışa göre, din eğitimi din kültürünün verilmesi, din kişiliğinin yaratılması demektir. Böyle olunca da din eği­ timinin ilk işi bu kültür üzerinde durmak, onun sosyal, kolIektif varlığını doğru olarak anlamaktır. Böyle anlaşılan din eğitimi nasıl, kimler yönünden verilecek sorusunu sorunca din eğitimi ile uğraşanlar, din eğiticileri hatıra gelir. Bunlar da okullardaki din öğretmenleri ile camilerdeki vaizler, imam, hatip gibi din adamlarıdır. Bu insanlara düşen ödev İslâm dinini olduğu gibi, doğru olarak öğretmektir. Öyleyse, Türkiye'de din eğitiminin başarısını sağlıyacak olan ilk şart bu insanların var olması, yok iseler yetiştirilmesidir. Bu iş yapılmadıkça, din eğitimi olarak verilecek derslerin, edilecek vaazların bir değeri olamaz. Gökalp’a göre, ahlâk ve fazilet kaidelerinin en mütekâmil şekilini de nefsinde toplayan bir­ leştirici, cesaret verici ve karakter yapıcı bir din terbiyesi

(*)

Ziya G ökalp, Terbiye ve M illiyet, (M u a llim dergisi, sayı: 1).


ZİYA

GÖKALP

195

lüzumudur. Şu satırları aynen «Dine Doğru» adlı yazısından alıyorum: «Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insan-r Iar, umumiyetle çocukluklarında dinî terbiye alanlardır. Ço­ cukluklarında din terbiyesi almıyanlar ölünceye kadar şah­ siyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûm­ durlar. Riavyete göre, Ahmet Vefik Paşa’ya medenî cesareti­ nin istinatgahını sormuşlar. «Allah’a tevekkülümdür» ceva­ bını vermiş.» Gökalp’ın bir parçasını yukarıya aldığını bu yazısı önce İslâm Mecmuası’nda «İslâm terbiyesinin mahiyeti» başlığı altında çıkmıştır. Sonra bu yazı türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak adlı kitabına «terbiye» başlığı ile alınmıştır. Gökalp, bu yazısında islâm terbiyesinden değil, İslâm terbi­ yesinin gerekirliğinden söz açmaktadır. Bu terbiye olmadık­ ça millî kişilik de olamıyor. Gökalp’m üzerinde durduğu din eğitimi konusu kişilik psikolojisinin büyük bir dikkatle üze­ rinde durmak, incelemek zorunda olduğumuz çok önemli, hem de çok karanlık bir konudur. Gerçekler ne kadar acı, üzücü olurlarsa olsunlar, onla­ ra yaklaştırmaktan korkmamalıyız, onları tanımaktan geri durmamalıyız. Böyle davranmanın tersi milletimizin zararı­ na olur. Din konusu için de böyle. Gökalp aşağıya aldığım yazısında dinsiz kalan gençler üzerinde duruyor. Kimsenin görmediği bir gerçeği ortaya koyuyor. Gökalp’a göre hıristiyanlık âleminde yeni bir millet olarak yaşıyanlar yalnız protestan milletlerdir. Bunlar haberleri olmadan İslâmlaşmış olan toplumlar dır. Çünkü bu toplumlarda aydınlar halk gibi dinli, halk da aydınlar gibi hürdür. Oysaki katolik milletler­ de hür olan aydınlar, dinli olan halk ise hürlükten yoksun­ dur. Gökalp, böyle söyledikten sonra islâm âlemi, islâm genç­ liği üzerinde de şöyle duruyor: «İslâm âleminde ise münevverlerin dindar ve dindarla­ rın hürriyetperver olması gayet tabiîdir. Bunun için yegâne


ZİYA

196

GÖKALP

şart islâmiyetin doğru “bir gözle görülmesidir. Mütefekkir­ lerimiz doğru duymaya, doğru düşünmeye başladıkları gün artık gençlik âleminde din buhranına imkân kalmayacaktır. Çünkü, İslâm dini ne beynelmilel olan akıl ile, ne de millî olan örf ile hiçbir vakit, ihtilâf halini alamaz. Avrupa’da asır­ lardan beri çalışıldığı halde halledilmemiş olan nizaî ilim ve din meselesi bizim dinimizde ilk günden beri halledil­ miştir. Görülüyor ki gençlik buhranına uğrayan genç ruhlar tanzimat mütefikkirleri gibi, din meselesine lâkayıt kalma­ mışlar, bilâkis dinin örf ve akıl ile mevcut olan rabıtalarını arayarak dinin en münevver tabakalar arasında bile mahfuziyetini temine çalışmışlardır. Filhakika dikkat edilirse gö­ rülür ki bizde dinî tetkiklerin başladığı günden beri vaktiyle islâmiyete karşı lâkayıt bir vaziyet alan gençler şimdi ekse­ riyetle islâmiyetin muhip ve ihtiramkârı olmulşardır.» (*) Bu yazıda benim dikkatimi çok çeken, bu son cümledir. Demek, din buhranına uğrayan gençleri kurtarmak için di­ nin karanlıkta kalmış olan gerçeklerini aydınlatmak yete­ cektir. Gökalp, ne kadar doğru, ne kadar açık düşünüyor. Ne yazık ki, Tanzimat’tan bu yana, olması gereken şeylerin hepsi olmamıştır. Türkleşme konusunda büyük ilerilemeler olmuş ise de İslâmlaşma, asrîleşme işlerinde büyük ilerle­ meler olmamıştır. Daha açık söylemek istiyorum: Asrîleş­ mek işini gerektiği gibi bilim temellerine dayanarak, gereçkleri objektif olarak inceliyerek aydınlatmış, tanıtmış de­ ğiliz. İslâmlaşma işinde de ilerlemek şöyle dursun, gerisin geriye gitmişizdir. Hiçbir devirde gericiler bu kadar kuvvetli olmamışlardır. Bence bu başarısızlıkların nedeni gerçek korkusudur. Din işlerindeki çekingenliğimiz bu korkunun bir sonucudur. Onun için, din konusunu yeniden ele alma­ mız gerekiyor. «Gençlik buhranı bir mecmuadır. Bu mecmuayı din buh(*>

Ziya G ökalp, Dine D oğru (K üçü k M ecm ua, Sayı: 5)


ZİYA

GÖKALP

197

ram, ahlâk buhranı, lisan buhranı, sanat buhranı ilh. gibi buhranlara tefrik edebiliriz. Gençlik arasında din buhranının doğmasına sebep bir taraftan mekteplerde din terbiyesi ve­ renlerin hakikî İslâmiyet! bilmemeleri, diğer cihetten de müs­ bet ilimleri okutan muallimlerin ilimlerin künhüne vakıf olmamaları, yani feylesof bulunmamalarıdır. Gençlik bu iki tesir altında düşünmeye başlayınca, zarurî, olarak, bir taraf­ tan dinle akıl arasında, diğer cihetten dinle örf arasında itilâfsızlık olduğuna kani olur. «Çocuk mektebe gitmeden muvazeneli bir ruha maliktir. Mektep haricinde büyüyen tahsilsiz gençler de daima muva­ zeneli kalırlar. Halbuki ruhunu yükseltmek, zekâsını nemalandırmak için mektebe devam eden gençler, tahsile olan aşkları nispetinde, muvazenelerini kaybetmeye mahkûm­ durlar. Çünkü irada bazı din muallimlerinden ise yine örfe, hem dine uymayan fikirler öğreneceklerdir. Halbuki beri yanda da aile ve cemiyet muhitleri onlara ruhun en derin hislerine kadar nafiz olan canlı örfleri nefh etmektedir. Din, akıl, örf, ruha hâkim,olan bu iiç kuvvet gençlerin kafasında, biri biriyle imtizaç edemez bir hale gelince gençlik buhranı gayet tabiî olarak doğar. Gençlerin din buhranına uğrama­ larını, onların hafifliklerine, lâubaliliklerine atfetmek doğru değildir. Bilakis, hafif, laubali olmayan gençlerdir ki bilhas­ sa bu buhrana, uğramışlardır. Hafifler ve laubaliler bu üç kuvvet arasında tenakuz olup olmadığını bile hissetmezler. Hattâ hissetseler de üçüne birden omuz silkmekten çekin­ mezler. Din buhranı geçirenler dinin itikatlarını ceffelkalem inirfir edenler değil, bilakis, ruhundaki çarpışmalara rağmen onlardan hiçbir surette vazgeçemiyenlerdir.» (*) «Bir türk babası, çocuğunun türkçe konuşmamasına, türkçe okuyup yazmamasına, türk tarihini bilmemesine rıza, gösteremez. Aynı zamanda islâm itikat ve ibadetlerini bil­ memesini, islâm tarihinden bihaber kalmasını da tasvip ede(*)

Ziya G ökalp, T ürk çülük nedir?

(Y e n i M ecm ua, Sayı: 29)


198

ZİYA

GÖKALP

mez. Bu baba çocuğunun türk ve islâm olarak büyümesini istediği gibi, muasır bir insan olarak yetişmesini de arzu eder. O halde bizim için tam bir terbiye üç kısımdan mü­ rekkeptir. Türk terbiyesi, islâm terbiyesi, asır terbiyesi,.» (*) Gökalp bu yazısında Tanzimat’tan önceki, sonraki de­ virlerin eğitim durumunu anlattıktan sonra şu üç eğitiminde gerekli olduğunu şöyle anlatıyir: «Bu üç terbiye biribirinin muavin ve mükemmili ol­ makla mükelleftirler. Halbuki selâhiyetlerinin daireleri ve bu dairelerin hudutları makul ve muhik bir surette tayin ve tahdit, edilmezse yekdiğerine muarız ve muhasım olabilirler.» «Asır terbiyesi maddiyat sahasında kalmıyarak, mane­ viyat âlemine tecavüz ettiği dakikada islâm ve türk terbiye­ lerinin hukukuna taarruz etmi şolur. Millî ve dinî terbiyele­ rin hudutlarını tayin etmek ise daha güçtür. İslâm an’anelerinden hangilerinin doğrudan doğruya islâmiyete, hangileri­ nin arap, fars, yahut türke ait olduğunu göstermek amik tetkiklere muhtaçtır.» «Binaenaleyh islâm terbiyesi esas itibariyle türk ve asır terbiyelerini kabul etmekle beraber, bunlar tarafından kendi sahasına vuku bulacak tecvaüzlere meydan vermemeye ça­ lışacak ve aynı zamanda hakikî islâm akide ve an’anelerini hem bidaeytte arap kavminden intikal eden, hem de bilahare sair kavimlerden istiare olunan adet ve bidatlerden tefrika ikdam edecektir.» (**) Ancak, okuldan önce topluma düşen bir ödev var: dini bütün inançları, görevleri ile canlı olarak yaşamak. Eğer top­ lumda bu canlı, normal din yaşayışı yoksa, okulun dersle, bilgi ile yapacağı bir din eğitimi olamaz. Dinli olmayan bir toplum din eğitimi veremez. Türkiye’de bu gerçek şimdiyedek bir türlü anlaşılamamıştır. Onun için, din eğitimi deyin­ (*)

Ziya Gökalp, Terbiye (Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasır­

laşmak). (**) Ziya Gökalp, Adı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP.

139

ce ilkönce hatıra okul, ders, kitap gelmektedir! Oysaki din eğitimi vermenin ilk şartı, toplumda normal bir din yaşayımmın var olmasıdır. Eğer toplumda bu yaşayış yoksa, okul­ da verilecek olan din eğitimi, ne olursa olsun, okulda yeti­ şenlerle toplum arasında yalnız çalışmalara yol açacaktır. Böylece din birliği yerine, din ayrılıkları başgösterecektir. Bunun da sonu milliyet duyuncunun parçalanmasıdır. Bu­ günkü Türkiye’de olduğu gibi. Öyleyse ilk iş, dini, İslâm dini­ ni bütün gerçekleriyle, olduğu gibi, ortaya koymak,bu ulu gerçekleri halka, sindirmek, kamu duyuncuna mal etmektir. Bu iş nasıl başlar, nasıl sona erer. Bu soruya vereceğim karşılık çok kısadır. Şu: «Kur’an tercümesi ile başlar, Kur’an felsefesi ile sona erer». Nasıl ki Batı’da böyle olmuştur. Mil­ lî kalkınma Luther’le, İncil tercümesi ile başlamış, Ernest Renan’ın La vie de Jcjus adlı şaheseriyle sona ermiştir. Son­ ra bu kalkınma, endüstri devrine kadar varmıştır. Şimdi bu bakımdan Türkiye’nin durumu nedir? Tarih boyunca sürüp, gelen sünî - alevî çatışmaları, nurculuk, ti­ canîlik, softalık, lâiklik şeklinde ilgisizlik, maddecilik, din­ sizlik... Bütün bu akımlar Türkiye’de vardır, hem de çatış­ ma oluşundadırlar. İdeal olan, normal olan nedir? Bu ayrı­ lıkların, bu çatışmaların yok olması, Türkiye’nin, dilde, sa­ natta, ahlâkta olduğu gibi, dînde de birliğe, bütünlüğe ka­ vuşmasıdır. Sözün kısası, din eğitiminin ilk şartı da din doğ­ ruluğu, din bütünlüğü, din canlılığıdır. Bu gerçeğin anlaşıl­ ması için başta bilim adamları olmak üzere, bütün fikir adamlarının, aydınların dâvayı benimsemesi gerekiyor. Ben­ ce her şeyden önce bir din kongresi yapmak gerekiyor. Bu kongrede din problemi bütün açıklığı ile ortaya konmalıdır. Ben bir din kongresinin toplanmasını gerekli görüyo­ rum. Çünkü şimdiye kadar yapılagelen din eğitimi komis­ yonlarının memlekete büyük bir yararlığı dokunabileceğine inanmıyorum. Çünkü komisyonlar, daha çok, tekçi toplantı­ lardır. Oysaki kongreler kollektif varlıklardır. Komisyonlar­


200

ZİYA

GÖKALP

da en büyük rolü oynayan tekçi isteklerdir. Kongrelerde ise baskıyı yapan kollektif duyuncun kendisidir. Öyleyse, din ■komisyonlarına değil, din kongrelerine önem vermeliyiz. Gerçi, bıı işi yapmak kolay değildir. Öyle bir memlekette ki kur’an çeviricileri malların, çocukların kulları sınamak için verildiğini bildiren kur’an âyetini «mallar, çocuklar fit­ nedir» diye çevirmişlerdir! «Nefsinizi körletin» anlamında­ ki âyeti «nefsinizi öldürün» diye çevirmişlerdir! Sonra, Beniisrail tapmağında Allah'a ibadet eden Zekeriya Peygamber üzerine bildirilen âyeti «Zekeriya mihrapta namaz kılıyordu» diye çevirmişlerdir! Görüyorsunuz işte, Kur’an çeviricilerinin bu fahiş yanlışları yapan bir devirde dinle kalkınma, işini başarmak çok güçtür. Ancak, bu yapılması zorunlu olan bir yurt işidir. Kur’an ana dil geleneklerine uygun olarak, çev,rilmelidir. İşte gerçek bir din eğitiminin sağlanması için bu gibi kur’an gerçeklerinin bilinmesi gerekmektedir. Din eğitimi konusunda doğru bulduğum iki düşünce daha var. Toylan kur’an gerçekleri ile aydınlatmakla birlikte, bilgisiz, gerici insanların din inançları gibi ileri sürmek istedikleri birta­ kım yamuk inançlar üzerinde de durmak gerekmektedir. Ta­ rih boyunca yapılan çevirmelerde insanı şaşırtıcı yanlışlar vardır. Bulnardan biri de şudur: Ünlü çeviricilerden biri yaz­ dığı tefsirde Nuh’un gemisinde motörünün olduğunu, gemi­ nin motörü işletip «fayrap» ettiğini ileri sürmektedir! Bu yanlışın nedeni kur’andaki «tennur» kelimesine verilen anla­ mın uygunsuz olmasıdır. Çevirmenin doğrusu tencerenin değil, vâdinin kaynamış olmasıdır. Bizler Havva’nın, Adem’in eğe kemiğinden yaratıldığı­ na. inanırdık. Yanlıştır. K ur’an’a göre Âdem de, Havva da, aynı özden, yani özlü topraktan, balçıktan yaratılmıştır. İsa’ nm göğe çekildiği sözü de yanlıştır. Kur’an’a göre, İsa asıl(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Yasin resi, âyet: 81.

sû­


ZİYA

GÖKALP

201

mamıştır. İsa’nın bir benzeri çarmığa gerilmiştir. îsa’ya. ge­ lince, Allah onu kendi katma, yani sonsuzluk âlemine yük­ seltmiştir. Bu gibi çevirme, anlama, bilgi yanlışları çok zararlıdır. Bunları düzeltmekle birlikt,e «din humanizması» adını ve­ rebileceğimiz birtakım din menkıbelerini de anlatmak, okut­ mak toylar için çok zararlı olacaktır. Bu menkıbeler Kur’an’ dan derlenmelidir. Ayrıca, tarih menkıbeleri arasından seç­ meler yapılmalıdır. Burada Kur’an menkıbelerinden bir iki örnek vereceğim. Habil - Kabil olayında Kabil’in duyduğu acı ne kadar güzel anlatılır. Şimdi bir de şu âyetlerdeki man­ tık kuvvetine, dil saydamlığına bakın. «Kişi görmüyor mu ki biz kendisini bir atmık damlasın­ dan yarattık. Böyleyken, Bize açıktan açığa düşman kesili­ yor. Kendisinin nasıl yaratıldığını unutuyor da Bize şunu so­ ruyor: «Bu çürümüş kemikleri kim bir daha diriltebilir?» diyor. Söyle ona., o çürümüş kemikleri ilkin kim yoktan var ettiyse, yine o diriltecektir. Bütün yaratımların bilincisi olan O’dur. Öyle bir yaratıcı ki sizin için yemyeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz şimdi onu yakmaktasınız. Yerleri, gökleri yara­ tanın onlar gibilerini yaratmaya gücü yetmez olur mu? Bes­ belli ki yeter. Yaratıcı da Odur, bilici de O. O, bir nesnenin var olmasını diledi mi, ona «ol» der, o da oluverir. Öyleyse,, uluların o Allah’ı ki bütün varlıkların eğeliği kendi elindedir. Sizlerin varıp gideceğiniz yer de Odur.» (*) Kur’anda milliyetin hak olduğunu gösteren âyetler. Kuran’da doğruluk, iyilik, güzellik ile ilintili âyetler. Kur’anda yerler, gökler, canlı varlıkların sudan yaratıldığını gösteren âyetler. Böyle bir din öğretimi çocukların, gençlerin uğrayabilece­ ği din buhranını önler. Daha sonra üniversitelerde bu konu­ ların sosyolojisi, felsefesi yapılır. İslâm dini eğitimi verecek (*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Yasin sûre­ si, âyet: 77 — 83.


202

ZİYA

GÖKALP

olan en önemli varlık ulu kur'andır. Kur’an yalnız din adam­ ları, bilim adamları için değil, bütün insanlar için gönderil­ miştir. Kur’an’ın her kelimesi altında binbir mâna vardır, diyenler kur’an’ın ne olduğunu bilmiyenlerdir. Kur’an’m en büyük sıfatlarından biri apaçık büdirilmiş olmasıdır. Allah insanlara bildirmek istediklerini bu kitap ile apaçık olarak bildirmiştir. Kur’an doğruluk, iyilik, güzellik kitabıdır. Kur’ an’a göre, dillerin, renklerin ayrı ayrı yaratılmasd yerlerin, göklerin yaratdlması gibi, yaratıcının varlığına belgedir. Kur’an’a göre, Allah her kavme kendinden peygamber gönder­ miş, her kavme kendi diliyle söylemiştir. Yine Kur’an’a göre Allah dileseydi, bütün insanları bir tek kavim olarak yara­ tabilirdi. Ancak, insanlar yine de birbirinden ayrılıp ayrı ka­ vimler olacaklardı. Böyle, ayrı kavimler olarak yaratılma­ larının nedeni, onları sınamaktır. Allah Kur’an’ı arapça ola­ rak göndermiştir. Çünkü peygamber araplar arasında bu­ lunuyordu. Eğer Allah Kur’an’ı yabancı bir dille göndermiş olsaydı, arap şunu söyliyebilirdi: Dinliyen arap, dil yabancı bir dil! Bu sözler de Kur’anda vardır. Bütün bunlar gösteri­ yor ki, islâmiyette kavmiyet, milliyet yoktur diyenler kur’an da kavmiyetin, milliyetin hak olduğunu gösteren bu âyet­ lerden bilgsiz olanlardır. İslâm dini milliyet dinidir. Türkiye’de din toylarına verilecek olan dini eğitim, ana diline çevrilmiş olan Kur’an ile başlar. Bu gibi çevirmeleri bütün yurda yaymak Eğitim Bakanlığının en büyük ödevle­ rinden biridir. Bu ödev yapılmadıkça Türk yurdu softalar­ dan, gericilerden, çarpıcılardan kurtularnıyacaktır. Din eğitimi veren, din eğitimi alan insanları çok defa şa­ şırtan, yoğunsamaya kadar sürükleyen eğitim aksaklıkların­ dan dolayı üzerinde durulması gerekli olan bir konu da şu­ dur: Kur’an mucizeleri bildiren âyetler de vardır. Mucizeler tabiat kanunları dışında oluştuğu, oluşacağı bildirilen olay­ lardır. Okul gören, doğa bilgisi edinen çocuklar, gençler için mucizeleri mucize olarak özümsemek kolay değildir. Bu gi­


ZİYA

GÖKALP

203

bilerin kafasında şöyle bir soru belirecektir. Doğa kanunla­ rı bu iken mucize denilen bu doğa tersi olaylar nasıl var ala­ bilir? Onlara şu gerçeği anlatmak yerinde olur: «Yerleri, gökleri yaratanın onlar gibilerini yaratmaya gücü yetmez olur mu? Besbelli ki yeter. Yaratıcı O’dur, bilici de O.» Doğanın var olması, bu varlığında kanunlara bağlı ol­ ması, doğanm ne bir tek varlık olduğunu gösterir ne de ken­ di dışında başka türlü varlıklar olamayacağını gösterir. Bu âlemde hiçbir şey yoktan var olamıyor. Öyleyse âlemi yok­ tan var edenin başka âlemleri de yoktan var etmeye gücü yeticidir. Din eğitimine kitaptla değil, yaşayımla başlanır. Oku­ madan, yazmadan dinli olanlar vardır, pek çoktur. Okur ya­ zar, bilir, düşünür olarak dinsiz olanlar da vardır. Çünkii din sanat gibi her şeyden önce bir gönül işi, bir duyunç işi­ dir. Böyle olmakla birlikte, dini yalnız yaşamak değil, dü­ şündürmek de gerektir. Bu da dinle din olmayanların çatış­ masını önlemek, dinin gerçekliğini aydınlatmak için gerek­ lidir. İslâm dinini duyuran, sindiren kur’an’dır. Kur’an’dan sonra bu görevi yapacak olanlar «din hümaniznvası» adını verebileceğimiz edebiyat eserleridir. Bunların başında Sü­ leyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi şaheserler gelir, sonra bu yol­ da yazılmış din edebiyatı gelir. Değişmeyen geleneklerinden biri, belki de en. köklüsü bu psikolojik, estetik varlığıdır. Bir örnekle düşüncemi açık­ layabilirim. Osmanlı edebiyatında, sayısı yüze yaklaşan Mevlid olduğunu edebiyat tarihçilerimizden öğrenmiştim. Bü­ tün bu eserlerin arasında Süleyman Çelebi’nin bir din. töre­ ni olmak değerini kazanmış, böylece sonsuzluk sırrına eriş­ miştir. Bu ulu başarının gizlemi ne olabilir? Besbelli ki ke­ lime türkçülüğü değil, zevk, sanat türkçülüğüdür. Süleyman Çelebi’nin bu şaheserinde halkın anlamadığı Osmanlıca ke-


ZİYA

204

GÖKALP

limeler çoktur. Ancak, duyulmayan, sezilmeyen cümle yok­ tur denilebilir. Bu örnek de gösteriyor ki dilde ulusallık bir dış işi olmadan önce bir iç işi, bir gönül işidir. Gerçekten ulüsculuğun kökü bilinç altındadır.» (*) Gökalp dinî türkçülükten söz açınca Süleyman Çelebi’nin Mevlid'i anması da ayrıca dikkati çekiyor. Bakın ne diyor: «Türklerin en ziyade vecit aldıkları ve zevk duydukları bir âyin daha vardır ki o da Mevlid’i şerif kıraatinden ibaret­ tir. Şiir ile musikiyi ve canlı vakaları cemeden bü âyin dinî bir bidat suretinde sonradan hadis olmakla beraber en can­ lı âyinler sırasına geçmiştir.» Süleyman Çelebi’nin bu eseri dil türkçülerinin, dil este tikellerinin uzun uzadıya üzerinde duracakları sırlı bir sa­ nat şaheseridir. Bu şaheseri Divan edebiyatı tarihinde sa­ yısı yüze varan benzerleri arasında bir ibadet kesimine ka­ dar yükselten nedir? «Dil akim, mantığın kavrıyacağı yalnız morfolojik olan bir varlık değildir. Onda yalnız akıl gözü .ile değil, gönül gözü ile duyulacak, sezilecek birtakım canlı, dinamik gerçekler de vardır. Dil gerçeğinin bu parçasına dilin psikolojisi, dilin estetiği diyebiliriz. Dilin tarih boyunca var olup gelen, hiç kıır’an’daki Habil - Kâbil olayı ne kadar içe ilşeyici, ne ka­ dar düşündürücüdür. Olayı kur’an çevirmesinden okuyalım: «Onlara Âdem’in iki oğlunun olaycasmı doğru olarak anlat. Onlara Allah’a birer kurban sunmuşlarsa da yalnız bzrininki onanmıştı. Öbürününki onanmamıştı. Bunun üzeri­ ne biri ötekine şöyle demişti: «Ne olursa olsun, ben seni öl­ düreceğim. Öbürü de demişti ki: Allah yalnız sakınanların kurbanını onar. And olsun ki eğer sen beni öldürmek için elini kaldıracak olursan, ben seni öldürmek için elimi kal­ dıracak değilim. Çünkü ben bütün varlıkların çalabı olan Al­ lah’tan korkarım. Çünkü ben dilerim ki sen benim günahımı (*>

is m a y ıl H a k k ı B altacıoğlu, D ilin estetik varlığı, T ürk D ili '

Dergisi, Sayı: 149.


ZİYA

GÖKALP

205

da kendi günahımla birlikte yüklenesin de cehennemlik ola­ sın. İşte kıyıcıların cezası budur. Bunun üzerine o, benliğine uyarak kardeşini öldürdü. Böylece kendine yazık etti. Bu­ nun üzerine Allah bir karga gönderdi. Karga kardeşinin ölü­ sünü nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşiyordu. De­ di: Yazıklar olsun bana. Şu karga kadar da mı olamadım? Kardeşimin ölüsünü gömmek de mi elimden gelmedi? Artık o ettiğine yanıyordu.» (*) Olayın konusu, sözlerin açıklığı, kısalığı, anlatış tarzı insanı nasıl sarıyor. Bu âyetleri okuyan insan ölene de öldü­ rene de nasıl acıyor. Bu kadar kısa bir söyleyişle bu kadar duyurmak insanların elinde mi? Şimdi Firavun’un karısının kocasının kıyıcılığına, karşı duyduğu iğrentiyi canlandıran şu kur’an âyetlerini okuya­ lım: «Allah' inanan kimselere de Firavun’un karısını örnek veriyor. Ogün o demişti: Çalabım. Benim için kendi katında, Cennet’de bir ev yap. Beni Firavun’un elinden, onun kötü­ lüklerinden, kıyıcılar elinden kurtar.» (**) Din eğitimini incelerken üzerinde' büyük bir özenle du­ racağımız konu bu eğitimden ne anladığımızdır. Gökalp din eğitiminden söz açarken şunları söylüyor. «Maamafih yavaş yavaş asır terbiyesi yerleşmeye, yer tutmaya başladı. Fakat maatteessüf o kıymet buldukça İs­ lâm terbiyesi ehemmiyetini kaybetmiye yüz tuttu. Mektep programlarında din dersleri yine mühim bir kemmiyet teş­ kil ediyordu. Fakat islâm terbiyesinin inhitatı, kemmiyet iti­ bariyle değil, keyfiyet cihetiyle idi. Din dersleri canlı bir su­ rette okutulmuyordu. Din muallimleri ilmi hakikatlara hâlâ bidat nazarıyla bakıyor, bu suretle talebenin itimadını kay(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Maide resi, âyet: 27 — 31. (**) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Tahsin resi, âyet: 11

sû­ sû­


ZİYA

206

GÖKALP

bediyordu. Bundan başka dinî terbiyede ilmî usuller tatbiki­ ne de henüz başlanmamıştı.» (*) Bu durumda olan Türkiye’de din eğitimi olarak ne ya­ pılmıştır? Lâiklik ilkesini benimsemekle birlikte ilkokullar­ da istiyenlere din dersi verlimektedir. Bu okullarda okutul­ mak üzere din dersi kitapları yazdırmışızdır. İmam Hatip Okulları açmışızdır. İlâhiyat Fakültesi açmışız, sonra kapat' mışız, sonra yine açmışızdır. Yine bu yolda bir Diyanet Baş­ kanlığı kurmuşuz, bir de Diyanet Sitesi kurmaya başlamışızdır. Bütün bunları din kültürü için yapmışızdır. Bütün bun­ ları yaparak din kültürü bakımından kalkınabilmiş miyiz? Bütün bu işler henüz din gerçeği üzerinde gerektiği gibi dur­ mayan bu gerçeği dışından tanıyan toy bir insanın durumu­ na benziyor. Gerçek bir din eğitiminin yapıcı öğeleri neler­ dir? Topluma düşen bütün bu ödevlerden sonra okula düşen ödev nedir, ne olabilir? Okula gelen altı, yedi yaşındaki ço­ cuk o yaşa kadar ailesinden, toplum çevresinden alacağını almıştır. Dinlidir, ya da dinsizdir. Bugünkü oluşu, durumu ile okullar eğitimi çevreleri değil, öğretim çevrelerinin okul istese de, veremiyeceği şey, din eğitimidir, okulun verebile­ ceği şey, din öğretimidir. Okulların yapacağı din öğretimi konularına burada birkaç örnek veriyorum: Din nasıl bir varlıktır.? Yeryüzünde dinsiz toplum var mıdır? Allah’ın varlığını gösteren belgeler. Kur’an’ın doğruluk, iyilik, güzellik dini olduğunu gös­ teren âyetleri. Kur’an’ın erkekle kadının eşit olduğunu gösteren âyetler, Kur’an’m milliyet dini olduğunu gösteren âyetler. Kur’an’m hürriyet dini olduğunu gösteren âyetler. İslâm dininin yeryüzünde durmayıp yayıldığı üzerine bilgi. (*> Ziya (Terbiye).

Gökalp,

Türkleşmek,

İslâmlaşmak

Muasırlaşmak,,


X I.

ÜNİVERSİTE ANLAYIŞI Gökalp, Maarif Nazırı Emrullah Efendi'den sonra üni­ versite işini ele alan ikinci büyük fikir adamıdır. Onun için Gökalp'ın üniversite ile ilintili olan düşünceleri üzerinde dur­ mayı borç biliyorum. Milletleşmek, yenileşmek isteyen bir ülke için eğitim alanında yapılacak olan ilk iş üniversite aç­ mak, bütçe çıkarmak, profesör göndermek, ders okutmak değildir, her şeyden önce, üniversitenin ne olduğunu, ne ol­ madığını anlamaktır. Bunu yapamayan bir memleketin so­ nu kalkınamamaktır. Üniversite nedir? Yüksek bir okul mu­ dur, bilimleri okutan, anlatan, yapan bir yer midir? Gökalp bu soruların karşılığını yıllarca önce veriyor. Bakın, ne di­ yor: «Maarifin birinci kısmı olan marifetlerin neden dolayı millî olması lâzımgeldiğini izah ettik. Şimdi de ikinci kısmı olan müsbet ilimlere gelelim. Bu nevi bilgiler yaratıcı ilim ve yaratılmış ilim namlarıyla iki enmûzece ayrılır. Yaratıcı ilim ilmî hakikatları taharri ederken icra ettiği faal usuller­ dir. Âlimlerin ruhunda bu usullerin faal bir surette yaşaması­ na «ilmî hayat» denilir. İşte yaratıcı ilim bu ilmî hayattan ibarettir. Yaratılmış ilim ise bu tarik ile keşfedilmiş olan neticelerin mecmuu demektir. Bir millette ilmî hayat varsa o milletin müsbet ilimleri de millî bir Mahiyeti haizdir de­ mek olur. Çünkü bu millet başka memleketlerde keşfedilen ilmî neticeleri iğtinam etmiyor, belki kendisi de diğer mil­ letler gibi, ilmî keşiflerde hakikî bir faaliyet icat ediyor.» (*) (* )

Ziya G ökalp, M a a rif Meselesi, (M u a llim M ecm uası).


208

ZİYA

GÖKALP

Gökalp’m bu yazısıyla anlatmak istediği şudur: Üniversi­ teler hekimlik,, mühendislik, tarımcılık gibi, teknik meslek­ lere adam yetiştiren yüksek teknik okulları değildir, bilim adamı, bilgin yetiştirmeye uygun olan eğitim çevreleridir. Üniversiteleri yüksek okullardan ayıran en önemli özellik şu­ dur: Yüksek okullar hazır bilgiyi göçürürler, üniversiteler ise yetişecek ilanlara bu bilgiyi yaratma yolunu, yaratma tekni­ ğini öğretirler. Oysaki yaratma işi her şeyden önce bir özgürlü kişi, kendi başına buyruk işidir. Onun için, üniversite öğreticilerinin de, öğrencilerinin de, tam anlamıyla, özgür olmaları gerekmektedir. Gökalp bu konuda da şunları söy­ lüyor: «Darülfununa gelince, bilhassa burada gerek muallimle­ rin ve gerek talebenin taviyetini (spoııtaneite) temin etmek iktiza eder. Burada muallimler yeni ilmî hakikatlar keşfine çalışan âlimler addolunmalı ve tedrislerinde serbest bıra­ kılmalıdır. Talebe de hayatını hasbî olarak ilme hasretmiş hakikat âşıkları addedilerek tederrüste hür bırakılmalıdır. Bu telâkkinin her muallim ve her talebe hakkında doğru çıkmaması zarar vermez. Bu tarzda birkaç, hattâ bir mual­ lim ve talebenin mevcudiyeti ihtimali kâfidir. Bu hürriyeti gerek muallimlerden ve gerek talebeden bir kısmı suiistimal edebilir. Millet birkaç iyi muallimle birkaç iyi müteallim için onlara beyhude sarfettiği meblâğlara acımaz. Esasen devle­ tin ilimlerin teessüsü hususundaki vazifesi «vasıtaları ihza.r»dan ibarettir. Devlet karâr, yahut irade ile kanun yaptı­ ğı gibi, ilim yapamaz. İlim ancak, hakikat âşığı olan hasbî âlimler tarafından yapılabilir. Fakat bu hasbî âlimler ekseriya zengin olmadıkları için hayatlarını ilme vakfedemezler. Dev­ let bu gibilere hem medarı maişet, hem de vasıtai tedris ol­ mak üzere kürsüler tesis ederek onlara ilme vakfı hayat et­ mek imkânını temin eder. Fakat, bu kürsülre tayin dilenle­ rin hepsi ilim aşkına malik bulunmadığı için cümlesinden aynı semere beklenilemez. Muallimliği aşk ile ihtiyar edenler


ZİYA

GÖKALP

209

olduğu gibi, bir ticaret diye meslek edinmeler de var. Fakat bu gibiler, ne kadar kayıt, altına alınırsa alınsın, müfit ola­ maz. Çünkü talebe, ancak ilim aşkına malik olan muallimler­ den istifade edebilir. Hürriyeti tedris ve tederrüs kaidesi ka­ bul edilince talebe o gibi ilim tüccarlarının faidesiz takrirle­ rini dinlemek mecburyetinde olmadığı için yalnız hasbî mu­ allimlerin derslerine devam eder. Bu muallimler hangi fa­ kültede bulunursa bulunsun talebe tarafından keşfedilerek külliyetli samüere malik olur. Bu suretle hem hakikî âlim­ lerle yalancı âlimler ayrılır, hem her iki kısım da lâyık ol­ duğu mânevi mükâfat, yahut mücazatı görür. Muallimler içinde İlmî cazibesine güvenemiyenler serbest tederrüs aleyhtarıdırlar. Çünkü derslerine talebe cezbedemiyecekleri ni biliyorlar. Bunların hatırı için ilmin serbest bir surette inkişafına mâni olmamalıdır.» (*) İşte Gökalp’a gelinceye kadar kimse üniversitenin gö­ revini, yaşama şartlarını, randıman verme kaderini, arınma yolunu onun kadar doğru, onun kadar açık olarak anlatama­ mıştır. Onun bu kısa yazısında üniversite politikasının bü­ tün temel şartları, bütün ilkeleri vardır. Sonra, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilmî müşaviri, üniversite profesörü ola­ rak da bu işi gerçekleştirmek için çok çalışmıştır. Ne yazık ki Gökalp’m 1910’da açıkladığı üniversite politikası şimdiye kadar gelip geçen hükümetler tarafından hiç de anlaşılma­ mıştır. Onun ölümünden sonra iki defa reforma yapıyoruz diye üniversiteye el atmışlar, değersizlerle birlikte Dr. Hamdi Suat gibi dünya ölçüsündeki değerlileri dışarı atmışlardır. Üniversitelerin kalkınması her zaman, her yerde özgürlük politikası ile olmuştur. Üniversiteler de hükümetlerin, eliyle reforma yapılamaz. Üniversiteler kendi kendilerimi reforme ederler. Bu da ancak tabiî bir arınma (Selection) ile olabi­ lir. Üniversitelere haklı sanılarak yapılan her müdahale on­ ların soysuzlaşmalarına sebep olur. Onun için üniversitele(* )

Ziya G ökalp, A dı geçen eser.

F: 14


ZIYA

210

GÖKALP

rin kalkınması işinde hükümetlerin yapacağı en büyük yar­ dım onlara el sürmemek olabilir. Üniversitelerin kalkınma tarihinde hükümetlerin yapabüeceği en büyük, en şerefli hiz­ met işte budur. Bu sözü bir nükte olarak söylemiyorum. Üniversite gerçeğinin ne olduğunu kavrayabilen hükümetleri övmek için söylüyorum. Gökalp’a gelinceye kadar kim yurt kalkınmasında, üni­ versitelerin, akademilerin, liselerin, ilkokulların rolünü onun kadar kuvvetli, onun kadar açık olarak söyliyebilmiştir? Ba­ kın, bundan yarım yüzyıl önce bu konuda ne diyor: «Hayatta vazife uzuv yapar» suretinde bir kanun vardır. Bu kanunu içtimaiyata tatbik edersek «mevki kendine lâyık olan adamı yaratır» şeklini alır. Muallimleri yükseltmek is­ terseniz muallimliği yükseltiniz. Talebeleri yükseltmek ister­ seniz talebeliği yüksek görünüz. Nazara alınacak diğer bir cihet de memlekette millî vazifeler ve millî hars teşekkül et­ meden, müsbet ilimlerin hakikî âlimleri yetişmeden Encömeni Daniş’in teşkil olunmamasıdır. Darülfünun millî maa­ rifi tesise çalışan bir fabrika mahiyetindedir. Encümeni Daniş ise millî harsı muhafazaya hadim bir müze hükmünde­ dir. Her memlekette Darülfünunun inkılâpçı ve idareci, En­ cümeni Daniş muhafazakârdır. Darülfünun millî maarifi te­ sis, sultanîlerle iptidaîlere tamim, Encümeni Daniş ise mu­ hafaza eder. Bunun içindir ki Darülfunun tekemmül etme­ den sultanîler ve iptidaîler bir eseri feyz gösteremez. Ernrullah Efendinin dediği gibi, ilim Tûba ağacına benzer. Millî Maarif darülfünundan başlıyarak darülmuallimlere ve sulta­ nîlere ve onlardan da iptidaîlere inecektir. Fakat bu Tûba ağacının tepesi akademi değildir. Çünkü akademi tesis et­ mez, muhafaza eder. Millî maarifin müteşekkil olmadığı bir memlekette akademi tesis etmek köhne marifetleri muhafaza ederek millî harsın millî hayatı İlmiyenin teşekkülüne mâni olmak neticesi husule getirir.» (*) (* )

Ziya G ökalp , A dı geçen eser.


ZİYA

GÖKALP

211

Türkiye’nin maarifçe kalkınmasını asğlıyacak işler ara­ sında Gökalp’m önem verdiği bir iş de kongrelerdir. Gökalp aynı yazısında şunları da söylemektedir: «Bundan başka muallimler kongresi, alılâk kongresi, li­ san kongresi gibi içtimaiyat ve felsefeye taallûk eden birta­ kım içtimalar akdetmek faydadan hâli değildir. İptida bun­ ları millî olarak yapmak, bilâhare bu gibi beynelmilel kong­ relere iştirak etmek İlmî terbiyemiz için son derece fayda­ lıdır.» Ben Gökalp’ın üzerinde durduğu bu kongre işinin mem­ leketin kalkınması için şart olduğuna inananlardanım. Kong­ reler tabiatları bakımından komisyonlardan apayrıdırlar. Komisyonlar da daha çok teklerin yendiği, toplumlarm ye­ nildiği görülür. Kongrelerde ise bunun büsbütün tersi olur. Kongrelerin esin kaynağı tek insan ruhu değil, kamu duyuncudur. Bilinç altında kalan birtakım ülküler kongrelerde bir­ den bire bilinç üstüne çıkarlar, ruhları sararlar. Sivas kong­ resinde de böyle olmuştur. Birinci Cihan Savaşı sonunda İs­ tanbul düşman çizmeleriyle çiğnenirken Binbirdirek’te Mil­ lî Talim ve Terbiye Cemiyeti Millî kongre olumuna geldik­ ten sonra da böyle olmuştur. Maarif Vekili Hamdullah Sup­ hi Tannöver'in, yine Maarif Vekili İsmail Safa’nın Maarif Vekillikleri zamanında toplanan Heyeti İlmiye adlı Eğitim Kongrelerinde de böyle olmuştu. Ancak, kongrelerin üyele­ ri, konuları, özgürlükleri kongrelere yakışan soylulukta ol­ mazsa kongreler kendilerinden beklenilen verimi veremezler. Öndün düşüncelerle,, duygu, mantığıyla yöneltilen kongreler kendilerinden beklenilen görevi yapamazlar.


İÇ İN D EK İLER

Gökalp

5

I Gökalp’ın kişiliği

7

II Bilim, sosyoloji, felsefe anlayışı ..........................

31

I I I Din anlayışı

60

IV Dil anlayışı

75

V Sanat anlayışı

83

VI Ahlâk anlayışı

104

VII Milliyet anlayışı

113

V III Hars, Medeniyet anlayışı .................................... 145 IX Eğitim anlayışı

173

X

194

Din eğitimi

X I Üniversite anlayışı

............................. .............

207


DİYARBAKIR! TANITMA VE TURİZM DERNEĞİ YAYINLARI

1 — Silvan Tarihi, Süleyman Savcı, Diyarbakır 1956, 250 Kş. 2 —■Ziya Gökalp’m İlk Yazı Hayatı, Şevket Beysanoğlu, İstanbul 1956, 750 Krş. 3 — Doğumunun 80. Yıldönüm ü Münasebetiyle Ziya Gökalp ve Açılan Ziyagökalp Müzesi, İstanbul, 1956, 800 Krş. 4 — Yazılı Vesikalara Göre Ziyagökalp Müzesi vo Ziya Gökalp, M. F. Kırzıoğlu, İstanbul 1956, 300 Krş. 5 — Ziya Gökalp’m Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mek­ tupları, A. Nüzhet Göksel, İstanbul 1956 ,250 Krş. 6 — Vakayiname, Mar-Yeşua, (Çev. Muallâ Yanmaz), İstan­ bul 1957, 300 Krş. 7 — Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Şevket Beysan­ oğlu, I. Cilt, İstanbul 1957, 1000 Krş. II. Cilt İstanbul 1959, 1500 Krş. 8 — Kıt Kanaat (Şiirler) Orhan Asena, Ankara 1957, 150 Krş. 9 — Kürtlerin Kökü, M. F. Kırzıoğlu, Ankara 1962, 250 Krş. 10 — Diyarbakır Coğrafyası, Şevket Beysanoğlu, İstanbul 1962, 1000 Krş. 11 — Kısaltılmış Diyarbakır Tarihi ve Abideleri, Şevket Bey­ sanoğlu, İstanbul 1963 1000 Krş. 12 — Hars ve Medeniyet, Ziya Gökalp, Ankara 1964, 750 Krş.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.