İzzettin Mete - Türklüğün Evrendeki Yeri Hükmetme Yeridir

Page 1



İZZET T İN

M ET E

..

. .

""""

..

TURKLUGUN kaı-

EVRENDEKi YERi ••

HUKMETME YERiDiR

BAHA MATBAASI İSTANBUL - 1974


\

'.'. )( tp §.

,·. ·.�

'·�

........

Bu

kitabın yazılmasına 1941 de başlanmış, 197� te tamamlanmıştır.


TÜRKOGLU;

Ezelden beri çağların üstünde, Yeryüzünü denetlerim ben. Kaç kez deprendi, kaç kez sallandı evren, Milletleri bayrağın altına çağıran sesinden ...

* Şimşekleri sürdün, zulmu yıkıp alçalttın; Kaç kez kaç; Dile gelse de de anlatsa;

O binlerce kere tükürerek fırlatıp attığın taç... Bir küpe olarak kaldı kulağında dünyanın, Karalarda, denizlerde suratına şaklattığın kırbaç. Türkoğlu sen de O yenilmez ataların gibi, Çağlar kapa çağlar aç ... Tarihimiz baştan başa Kosova, Niğbolu; Baştanbaşa Preveze, Sakarya, Mohaç ...

* Sendin tekbaşına dünyaya meydan okuyan er; Yıldızlar saklanırdı önünde, yeryüzü titrer Atlarımızın yelelerini öpmek için; Sıraya girerdi milletler... Dünya bil, cihan işit! İşte gene O şimşek çakar enginlerde; İşte gene O gök gürler ...

* Tarihimiz baştanbaşa Dandanekan; Kocatepe, Afyon. Ne ilktir, ne de son ...

* Hızımızdan silinmiş ulu mesafeler önümüzde, Yüzyıllar gelmiş bize an. Irmaklar gibi gürleyip akmış, İnsanlık uğruna döktüğümüz kar. ...

* 3


Tarihimiz baştanbaşa İnönü, Sakarya, Dumlupınar; Asırlardır bizi bekleyen vazifeler var, Tümünü çözmek zorundayız biz akşama kadar... Irkım, sensin tarih denilen destanı yara tarak; Kahramanlık kılıcını arşa asan ... Dünya bilsin, cihan işitsin ki! Gene sen görüneceksin evrende nere baksan; Yüzyıllar savrularak, kalmasa da dünyada bir tek insan ...

* Vur Türk vur, Senin adındır gene dört kıtada okunan; Atılmış pamuğa döner ya da kömür kesilir, Senin dipçiğine dokunan ...

* Vur Türk vur, Ne Çin Setleri durabildi önünde, ne Alp Dağları. Ne umman, ne sel, ne ateş, ne kale, ne sur, Hep secde ettiler sana; Hint, Çin, Roma, Bizans, İran, Keldan, Asur... Hep senin kanındandı, sendendi; Mete Alpaslan, Selçuk, Fatih, Cengiz, Timur ...

* Ne bir çağ kaldı çınlatmadığımız, ne de bir ülke, Vur Türk vur, Ne yüzsüz Garbın zorba ejderi, Ne mahşer çıkabildi Türke ...

İzzettin METE


TÜRKLÜÖE SESLENİŞ Ey ateşe

suya

atılarak,

çağları

ve

ufukları

geride

bırakarak,

bin­

lerce yılllardan beri, kutsal bir gayeye doğru ilerlemekte olan yenilmez

Türk Milleti; ezeli

Ey tarihten önce, yıldızlı göklerin altında Tanrısal sesi'n,

ilkelerin

<İstiklal

ve

Hürriyet

ilkeleri)

nin

yankılarını,

ken­

di vicdanlarında ilk duyanlar ve cihana duyurmak için, at üstünde aya­

ğa kalkarak hür

di:inyanın

kalk borusunu çalanlar.

Ey

madde denilen

körkuvvet'in (Karanlık kayalar alemi) nln üstünden aşarak, çağlar açıp çağlar kapayanlar. l::ır

ona yön

,.c

insanlık mukadderatının oluşu'nda ilk etkili olan­

Ey

verenler.

yüz

Ey

asır önce bütün

yeryüzü karanlıklar

içinde çalkalanır, Avrupa yerlisi Prene eteklerinde pineklerken, ilk dün­

ya uygarlıklarının demir halkalarını, Tanrı dağları'nın bakır ocaklarında döğenler. Ey yalnız tarihten önceki uygarlıklarıyla değil, tarihi uygarlık ve rönesanslarıyla da çağları, rından Mezopotamya'ya,

beğine kadar dayanan;

devirleri tutuşturarak,

Anadolu'ya,

Yunanistan

Şarki Hint Adala­

ve ta

Avrupa'nın

gö­

Pasifik denizi adalarına ve Cebelitarık caddesine

kadar yayılan bir uygarlığın; yüzyıllarca önderliğini yapanlar.

Ey

sadece

insanlık kültürünü,

Romalılar

Akdeniz ülkelerini değil, bütün Avrupa'yı nüfuzları altına alarak büyük Önasya,

Mezopotamya,

Mısır,

Yunan

ve

aracılığıyla ve Rönesans yoluyla yeni zamanlara yansıtanlar. Ey birbuçuk asır .gibi

kısa

bir

zamanda

kıtaları,

okyanusları

evrensel bir imparatorluğun yaratıcıları olanlar.

biribirine

bağlayarak,

yedikollu şamdanları

Ey

ve sönük kilise kandilleriyle çağları, aforozlarıyla papazları durdurarak,

hür dünyanın kalk borusunu çalanlar. Ey Malazgirtleri, Kosovaları, Mo­ haçları, lelerj,

Niğboluları,

Sakaryalarıyla

yüzyıllar.

Ey

Prevezeleri, dünyaya

Çaldıranları,

herşeyin

Mercidabıkları,

üstünden

bakan

Hun süvarilerinin kırbaçlarıyla dalgalanan

şanlı

Çanakka­ ve

ünlü

yeryüzü, korku­

dan hala başlarını kaldıramayan Alp dağları, ey sadece onbeşbin Oğuz atlı­ sıyla

a ltıyüzbinlik,

yediyüzbinlik haçlı sürülerini tarumar eden Kılıçaslanlar...

Ey Türklük uğruna, insanlık uğruna hayatlarını feda eden bunca ordular.

Ey

yabancı diyarlarda ve ufukların arkasında kalmış olan bunca reisler, bunca beğler.

Ey

kürreiarzın

bütün altını

cihanı

ve

tek

üstünü

bir

hukuk

kemikleriyle

düzeni

altında

dolduran

toplamak

bunca

şehitler.

için

Ey

ezelden beri tekbaşına istiklal ve hürriyet ilkelerini savunan ve tekbaşma emperyalizme karşı meydan okuyan bunca Gaziler, bunca şehitler. .. Sizler

ki;

yeryüzünü

boşuna

çiğnemediniz.

Bütün

savaşları,

bütün

fedakarlıkları yüksek bir ülkü uğruna, insanlığa mukadder olan hedefleri

göstermek uğruna yaptınız. Sizleri kıtadan kıtaya, iklimden iklime koş­

turan işte bu ülkü idi. Evet Harp Tanrısı bir ırkı, at üstünde ayağa kal­ dırarak kıtadan kıtaya koşturan bu ideal idi. Bu ve bu

felsefe

bu

kadar

dertn,

bu

kadar

şanlı,

felsefe idi. Bu ideal

bu

kadar

yüceydi.

Bu

hedefe henüz tam olarak ulaşılmamışsa da, ulaşılabildiği heryerde Çinde, Hintte,

İranda,

Balkanlarda,

Orta

Avrupa'da

ve

Afrika'da

muzadrip

insan topluluklarını kan ve ateş dünyasına karşı korumuş ve bugünkü özgür

dünyanın

bucağına

kalk

bakarsanız

borusunu

bakınız.

çalmıştır.

(Hinde,

Evet

Çine,

bugün

Japon

dünyanın

hangi

Okyanuslarına,

Ek5


vatora,

yeryuzune

ba­

yankılarıdır, Bugün yeryüzünde hiçbir nokta yoktur ki, orası Türk

sü­

kınız)

Balaer

orada

varilerinin

Adalarına,

Garaip Denizine

gördüğünüz parıltılar;

bindikleri

atların

Türk

çelik

nal

kadar

bütün

süngülerinin

sesleriyle

ebediyete

vuran

çınlamasın.

İşte borann sesleriyle yıizyılları çınlattığ_ımız, tahtlar ve taçlar uçu­

rarak

tarihin

en

büyük

icraatını

Ulusal inanca sahip olduğumuz;

yarattığımız

zamanlar,

böylesine

bir

Ululuk ve Türklük duygusuyla böylesi­

ne ürperdiğimiz zamanlardı. Bütün paşaların, sadrıazamların, serdarların,

beğlerin, reislerin, kapdanıderya'ların hep birden en önde, en başta düş­

mana atıldıkları zamanlar; ebediyet duygusuyla ürperdiğimiz zamanlardı. �fasıl Viyana

önlerinden

çekiliş;

Türkün,

Türk

benliğinin

ve

Türk

tarihinin sonsözü olmamışsa, bugün karşılaştığımız ihanetler de Cihangir

ve icraatçı bir ırkın sonsözü olamaz. Bugünkü millet de ,gene aynı ırkın

devamıdır. Biz evrensel bir şöhretin, azametli bir tarihin enginliklerinden

geliyoruz. Yeryüzüne buyruk almak için değil, hükmetmek ve büyük işler görmek için atılmış bir milletin çocuklarıyız. Ancak büyük taleplerde bu­ lunabilir, büyük davalara baş vurarak tatmin olabiliriz. Evrendeki yeri­ miz ve tarihteki

Bundan dolayıdır

rolümüz; ki,

(uyduluk

özgürlük

yeri)

değil,

(Hükmetme

ve bağımsızlık bayrağını

gene

yeri) en

dir.

önde,

gene en başta, gene en yukarda biz taşıyacağız. Büyük taleplerde ancak büyük milletler bulunabilir. Zafer, ülkü ile direncin çarpışmasından çı­

kar. Bundan dolayıdır ki, her irade ve her eylem; aynı zamanda zorunlu bir cesaret, asil ve mukadder bir ileri atılımdır. İdealizm alam, öyle bir­

takım cırcır böceğinin, başyazar, sonyazarın dönüp dolaşabileceği bir alan değil,

fakat

yüksek

yüce teşebbüs ve

ilgilerin

atılımlara

rol

oynadığı,

girişllebilen

büyük

bir

davalara

destan

baş

alemidir.

vurulan

Dünya bilsin, cihan işitsin kil . . Ortasında bulunduğumuz evren ne kadar bulutlu, ne kadar fırtınalı,

kasırgalı ve şimşekli olursa olsun, biz;

bu dünyada bir ot gibi çürüyüp

solarak dağılıp gitmeyeceğiz. Ulu tarihimizle, eşsiz kültür ve uygarlıkla­ rımızla ve bunca icraatımızla bu dünyanın

üstünde .gene

var

olacağız.

Dünya blrgün herhangi fiziki bir nedenle darmadağın olsa da biz gene başka alemlerin üstünde ebedi bir millet olarak payidar olacağız. Gaflet ve ihanet alemi işit! Dünyaya çağların üstünden bakan O dik ve yüksek baş, gene Türkün

başıdır. O gök gümbürtüsündeki ihtar, gene Onun sesidir. Ebediyete vu­

ran O gölge,

gene

Onun,

Türkün

var olma

iradesidir.

Yenemeyeceğim

bir kader, dünya önünde burnunu ve belini kırarak terbiye edemeyeceğim

bir husumet dünyası yoktur. Evet yaratamayacağımız büyük bir gelecek,

baş 'iuramayacağımız bir dava çözemeyeceğimiz bir sorun yoktur. Batıla, cehle

göğüs

germeyi

Tanrı'nın

memur

ettiği

Türklük;

sadece

üstünde

bulunduğumuz bu yer yüzünde değil, başka alemlerde de anılacak, (Dün­

yada Türk Var)

6

sözü, dalma dile gelereJr 7fiz:v•:l?rı -:;ını:tacalr�ır.


ÖN SÖZ

Gökalpten beri başlayan sosyoloji .geleneği.; şünce için yetmiyordu. Toplum felsefesini sefesi�

yalnızbaşına felsefi dü­

sağlam bir temel

üzerinde yükseltmek gerekiyordu. Nitekim

düşünürleri

arasındaki

sosyolojiye

karşı

zamanlar bergsonculuk ve prağmatizm;

olan

(Bilim fel­

Gökalp'ı izleyen

tepki

de

Türk

bundandı.

Bir

bizim düşünürler arasında pay­

laşılamayan en gözde teorilerden birini teşkil ediyordu. Çünkü Türk dü­ şünürleri o zamana kadar felsefenin uzun tarihiyle hesaplaşacak bir za­ man

bulamamışlardı.

Bu

zamanlarda

Türk

düşünürleri

de

eski

Yunan

filozoflarının ortaya attıkları meselelere bir intibak edebilme endişesiyle kuruluvermiş olan teorilerden birine ya da ötekine sarılmakla, işin içinden çıkabileceklerini sanmışlardı. Halbuki, evrenin sırlarını derhal açacak bir anahtar gibi ileri sürülmüş olan ve başlıca mümeslllerini Kant ve Hegelde bulan büyük inşacı felsefeler, gerçekte ilim ve mantık üzerine sağlam bir biçimde kurulmuş olmaktan daha çok, yüksek mukadderat ve mutlulu­ ğumuzu alakadar eden arzu ve dileklerin etkisi altında ve mantığı fır­ latıp atmak bahasına yükseltiliverilmiş birtakım göz kamaştırıcı teorllerdl. İşte Gökalp felsefeyi temellendirmek zorunda kalınca, taa Aristo'dan başlayarak bütün düşünce tarihinde yankılar yaratan

(Madde ve Sfiret)

teorilerini her meseleyi çözebilecek bir hal çaresi gibi karşıladı. Nitekim, Gökalp'ın

kültür

ve

kadar dayanıyordu.

medeniyet

ikiliği

bu

Kuvve

Fakat Aristo'dan gelen bu

ve

Fiil)

teorisine

evren felsefesi,

sosyolo­

jiye gerçekten temel olamayacağı çok geçmeden anlaşıldı. "Muhteva" dan ayrı; daha açıkcası maddeden ayrı ve kendi kendisiyle kaim bir "Şekil" kabul edecek olursak; fena halde yanılacağımızı;

böyle bir inanışın, bizi

yanlışlarla dolu bir sonuca götüreceğini bugün artık iyice biliyoruz. Böy­ le bir sanı, bizi, herşeyden önce yaratıcılığa değil, tembelliğe, başarılara değil, türlü türlü başarısızlıklara, başka ulusların bir uydusu, bir taklitçisi, başka ulusların kültür ürünlerinin bir satın alıcısı, hazıra konucusu ol­ maya

götürür.

Yani;

evrenin

dua!

görünüşü;

bizi,

başkaları

olmadan

tam olamayacağımız; tutunmak için dünyada kendimizden başka bir nokta aramaklığımız gerektiği hakkında men ikiyüzyıldan beri sanı'lar

(sabit bir fikre) götürür. Nitekim, he­

bir türlü kalkınamamızın nedenleri arasında bu

başta gelmekte

ve

bize yapacağını yapmaktadır.

Evet

bilimsel

olmayan bir takım teorilerin Türk toplumuna bunca yüzyıllar uygulandığı doğrudur. Kuvve

olmadıkça

fiil;

güç

olmadan

şeklin

olabileceği

artık

bugün

düşünülemez. Bu konu ileride çıkacak başka bir kitabımda gereği kadar açıklandığı için, burada ancak şukadarını söylemekle yetinmek zorunda­ yım. Her şey;

güç halinde bulunan ve kendi şeklini yaratan "güç" tür.

Yani, evrende herşey olabilen tek ilke;

O'dur.

Evren felsefesini;

tarih

felsefesine de uyguladığımız zaman, görürüz ki, her millet kendi içinde tam olan bir varlıktır. Tam olan bir ulus ise, hem hür; hem aydın, hem de bağımsızdır. Evrende var olmak ve tutunmak için kendisinden başka tutunabileceği başka bir mebde yoktur.

Hiç kuşkusuz

bir ulusun gücü;

7


bütün çağlar boyunca edindiği bilgilerin ve kazandığı tecrübelerin tümüdür.

Her zaman fiil haline çıkmaya hazır olan bu güç; O mllletin Ulusal inancı, ınusal benliği ınusal ülküsüdür ki;

onun teşkil ettiği bütün sisteme de

Ulusal kültür denir. Uygarlıklar; başarılar da onun şekillenmesinden baş­

ka bir şey değildir. Eğer bir ulus yukarda saydığımız ilkelerden hareket

ederse, O ulus, sadece ulusal alanlarda değil, evrensel alanlarda da başta gelir. Çünkü ulusal kültür bir milletin sadece manevi gücünü yüceltmez;

maddi gücünü de sonsuz olarak besler. Yüce atalarımız yalnız kendilerine güvendikleri, daha açıkçası o ulusal inancın, o ulusal ülkünün;

o ulusal

benliğin sesini, kendi vicdanlarında duydukları içindir ki tarih denilen destanı yaratmışlardır.

Fakat ne yazık ki, kendisini söz söylemek mevkilnde gören yarı aydın

kaafilesi bu gerçekleri kavrayamamış, ulusal kaabiliyet ve güçlerimizi, ken­

di kafalarının biçimine ve ruh yapılarına uydurmak için zorlaya zorlaya bugünkü durumuna getirmişlerdir. Psikolojik bakımdan da

çok olumsuz

yankılar yaratmış olan, fakat herşeye rağmen, yüce Türk toplumunun ru­

hunda yansımayan "Avrupalılaşmak" teorisinin yanlışlığını çok geçmeden Gökalp de kavramış; Türk Medeniyet Tarihi adlı değerli kitabında; disinden

sonra

gelecek

Türk

filozoflarının

tamamlayacakları

ulu

ken­

bir

felsefeye doğru ilk adımı atmıştır. İşte bu zamanlardadır ki aziz hocam

filozof H. Ziya Ülken;

kendisinden önceki Türk düşünürlerini aşmak ve

felsefenin uzun tarihiyle

hesaplaşmak

gibi,

çok

zor bir

vazifeyle karşı

karşıya gelmiştir. O da Gökalp gibi önce Durkheİ!ffie yani; spirtüalist Fran­

sız sosyolojisine

yöneldi.

Fakat çok

geçmeden

sosyoloji

felsefesini

ilim

felsefesine bağlamak zorunluğuyla karşılaştı. Fransız filozofu Emil Boutrau­

yu da süratle geçerek, doğa ve tarih alanlarını determlne eden ilkeleri ve

egemen olan kanunları daha esaslı bir biçimde açıklar gibi görünen plüra­

list felsefe, Türk filozofuna bir ara çok güçlü göründü. Fakat burada da

gene bir

determinizm

ve

hürriyet meselesi

yani,

bunalıma

başlıbaşına

sebeb olan bir ahHl.k ve etik meselesi ortaya çı.kıyordu. Eğer insan bütün

eylem ve davranışlarında sosyal determinizme bağlıysa; onu sorumlu tut­

manın anlamı nedir? Fakat eğer insan hür ise, o halde sosyal determinizmin

anlamı nedir? İşte bu çelişki ve antinomiler değerli Türk düşünürü Meh­

met izzetle birlikte, Hilmi Ziya Ülkeni de mutlak idealizme Hegel fel­

sefesine doğru götürdü. Fakat Hilmi Ziya Ülken bu zamanlarda felsefe tari­

hiyle, Hegel ve Arlsto ile hesaplaşmanın sonunda ahlak probleminin gittikçe doğa felsefesi içinde çözüldüğünü gördü. Aziz hocam iflozof Hilmi Ziya

Ülken, Schellingue den Splnozoya, oradan Namıtenahl ve ezeliyet felse­ fesine,

panteizme kadar çıkıyordu.

Bütün mesele şurada idi

ki,

varlığı

parçalayan; birini esas, ötekini gölge sayan maddeci ya da ruhcu felse­

feler; kendisine artık felsefenin söyleyebileceği son söz olarak görünmü­ yordu. Ahlakın varlıktan ve onun bir taşıyıcısı olan insanın doğadan ay­

rılamayacağına,

insani

bir görünüş olduğuna;

aynı sonuca ulaşıyordu.

hürriyetin

evrensel

düzenden

ve

muayyenllkten

Türk filozofu Hilmi Ziya Ülken de Splnoza gibi, Bütün bu monist felsefi görüşte Hegel'den ay­

rıldığı nokta; Spinozanın realizmine tabii tezat ve tekamül fikri vasıtasıyla

tekrar dönüşü idi. Fakat Hilmi Ziya Ülken, çok geçmeden bu evreyi de

8


aşarak,

İngiliz realizmine ve

ondan sonra da phenomenolojiye yöneldi.

İnsani vatanperverlik adlı kitabında idealizme-realizm arasındaki buna­ lımı bazı filozoflar gibi mesela Heide.gger ve Maxsehler gibi bir ideo realizm ile çözmek düşüncesinde idi. Fakat

asıl

bunalımda

çıktı. İşte bu endişe;

burada

"Hakikat"

ın

onu Fenomenolojiden de;

kriteryomunu

ararken

İngiliz realizminden de

uzaklaşmaya sevketti. Consequent olabilmek için mutlaka şu iki şıktan birini seçmek gerekti. Realizm yada İdealizm. Fakat burada bahis konusu olan Realizm ya da idealizm, artık 18. ncl ya da 19. ncu yüzyılların me­ kanik, statik "izm" lerı değil, değişme halindeki evren görünüşünden ipa­ ret

olan

tarihin

dinamik

açıklanmasıydı.

Böylece

hem

doğa,

hem

de

insan felsefesi kendilerine bir temel bulmaktaydı. Artık insanlığın evrende tuttuğu yalnız yeri değil, determinizm meselesinin de doğru olarak in­ celenmesine imkan hasıl olmuştu. Aziz Hocam Hilmi Ziya Ülkenin her­ biri ayrı

bir anıt olan

hesapsız eserlerinden, öğretim

alınacak derslerden birisi de şudur ki;

Eskiden

ve

öğrenim için

beri alışılmış olan iki

ircacı görüşten aynı derecede sakınılmalıdır. Birincisi Ferde!, hurriyetçi görüş; ikincisi zorunlukcu determinist görüş. Zamanımızda insanı araların­ da paylaşamayan iki bilim, psikoloji ve sosyoloji bu kavgalarını bütün alanlarda hala sürdürmektedirler.

Sosyoloji onu dıştan tesire indirmek­

tedir. Bu görüşe göre öğretim ve eğitim; eski nesillerin yeni nesillere öğ­ rettiği şeydi. İnsan ondan önce bir balmumu'dur. Doldurulmaya muhtaç bir plaktır. Onun karşısında olan psikoloji ise, herşey güç halinde ön­ ceden

mevcuttur.

Bu

biribirine

gerçek payı vardır. Fakat

karşıt

olan

biri ya da öteki

görüşlerin

her

ikisinde

de

a

yalnız başına savunul maz.

Kaldı ki, insanı anlamak için, bu iki .görüş yetmez.

İnsanlığın

bütün­

lüğünü belki felsefe ve kültür antropolojisi ışığında görmek mümkündür. Yirminci yüzyıl herşeyden önce sürat yüzyılıdır. Artık çağların hazır bilgi kalıpları içine yerleşip

kalmanın imkanı yoktur.

Uluslar

arasında

ezelden beri sürüp giden yarışa katılacak bir millet, hiçbir zaman statik bir çevre içinde passif bir duruma sokulamaz. Gelecekte olabilecek her türlü durum hesap edilerek ona göre hazırlanılmalıdır. Eğitim ve öğretim sistemimizdeki birbiriyle savaş halinde bulunan ilerici ya da statikocu gö­ rüşlerden birine ya da ötekine evet demenin imkanı olmadığı gibi, blok'cu bir görüşe yani,

kendimizden gayrı olan bir tutunacak nokta tehayyül

eden zihniyete de imkan yoktur. Böylesine güçsüz nedenlerle kutuplaş­ manın yüzyıllardan beri bize neye mal olduğunu bunca acı tecrübelerle anlamış bulunuyoruz. İşte gelecek nesiller dünyadaki bu yarışa, milletler arasıııdaki bu yarış

bu felsefe ile katılacaklardır.

İşte

bir ulusun

hiç

sarsılmayacak olan biricik tutunacak noktası, iyi kavrayacağımız felsefe. Şanlı tarihimiz onun eseridir. Onun şekillenmesidir. Evet ektiğini en geç biçen filozoftur. Doktor, Avukat, Mühendis hatta şarkıcı ve benzerleri ekme­ den de biçerler. Fakat ancak filozoftur ki, zaferini görmek için birkaç kuşağın gelip geçmesini beklemek zorundadır. Fakat bu bekleme ne har­ cırah, ne ödenek, ne zam, ne de ödül almak için değil. Fakat türlü iha­ netlere uğrayarak ik!yüzyıldan beri (Atatürk çağı müstesna) uyutulan bir toplumu aydınlatmak, ona, evrendeki

(hükmetme yerini) ve tarihteki eş­

siz rolünü göstermek içindir.

9


TARİH F ELSEF EMİZ VE ULUSAL İNANCIM IZ. Türklüğün evrendeki yeri, (uyduluk yeri) değil, (Hükmetme yeri) dir. İşte en baş, en Ulu ilkemiz, bizi şanlara, şereflere, başarılardan başarılara ulaştıracak olan hareket noktamız.

Yenilmez;

değişmez

olan ebedi Ulusal inancımız; dünya ve tarih felsefemiz ... Gücünü böyle bir Ulusal inançtan alan bir milletin, bu dünyada ye­

nemeyeceği bir ihanet Alemi, sırtını yere getiremeyeceği bir kader, ya­

ratamayacağı büyük bir gelecek yoktur. Ulusal ülküler; her

başarının,

her

büyük

geleceğin

yaratıcılarıdır.

ınusal inançlar

Destanlar,

Marşlar,

Yazıtlar, Anıtlar, Anı'lar, bu ulusal benliklerin bir deyimi, dile gelişidirler. Tarih ve uygarlık onun eseridir.

Her millet

kendisini

kendi tarihinde,

kend destanlarında görür. Sesini kendi marşlarında, kendi müziğinde din­ ler. Nesiller kendilerini bu tarihsel alanlara bakarak görür

ve gösterir.

Ona göre hazırlanır; ona göre yetişir. Fakat hiçbir zaman Avrupa tarihi, Arap,

Acem,

Yahudi

tarihi

göstermez.

Çünkü

bu

tarihlerin

hiçbirinde

Türk yoktur. Son Osmanlı tarihinde Türk kendisini görmediği içindir ki, yüzyıllardır koğaladığı, yüzyıllardır tepelediği milletlerin torunları karşı­

sında zor durumlara düşmüştür.

Geçmişte olduğu ,gibi gelecekte de Ulusal benliklerin;

Ulusal duy­

guların dediği olacaktır. Evet bir millet en büyük gücünü imandan alır.

Em-endeki yerimizin (hükmetme yeri) olduğu hakkındaki ezeli ve ebedi Ulu­ sal inançtır ki;

Ulu atalarımıza tarih denilen destanı yarattırmış;

yılları tekbir ve borazan sesleriyle Ulusal

Monist

tarih

kavrayışı

yüz­

çınlattırmıştır. Fakat ne zaman

yerine

(Blokcu)

görüş

yani;

bu

tutunacak

noktanın hariçte olduğu hakkındaki batıl görüş geçmişse gerilemiş, kendi

aklının kontrolunu yabancılardan

beklemiş,

yabancı

kültür

ürünlerinin

bir satın alıcısı mevkiine düşmüştür. Zaten ezeli düşmanlarımızın da is­ tedikleri bu değil midir? Bugün vicdanlarımız paralanarak tanık olduğu­

muz her alandaki Ahlaki sarsıntılar ve her alandaki yenilgiler politikada, sanatta, ekonomide hatta spor alanlarındaki yenilgiler bundan değil midir?

Evet baştan başa şanla dolu tarihimizin her sayfası Ulusal inanç tarafın­

dan yazıldığı halde, gene tarihimizin birkaç sayfasını özetleyen "Nikbet"

devri de tarih bilinçsizllğl tarafından yazılmıştır. Bir Ulusu uğradığı bu­ nalımlardan kurtaracak olan milliyetçilik ve onun bir sonucu ve şekillen­

mesi demek olan Ulusal Sanattır. Türk Ulusuna özgürlük ve Ululuk duy­ gusu telkin etmeyen sistemler;

Türk ulusunun iradesini kıracak budist

uslup ve sistemler Türk ulusuna uygulanamaz. Türk ulusunun tarihsel mis­ yonunda hükmetmek ve yönetmek

duygusu vardır.

Kültür

demek;

bu

dünyadaki yerimizi ve ülkü yönümüzü bize ,gösterebilecek yücelikte olan bir bllgi biçimi demektir. Ne fizik bilgisi; ne matımatik bilgisi, ne de bi­ yoloji ve sosyoloji bilgisi bu seviyeye ulaşamaz. Hatta hepsinin toplamı...

Buna

göre insanlık zekasının en büyük başarısı olan felsefenin uzun

tarihiyle hesaplaşmamış olan bir kimse, aydın değil demektir. Bu milletin

sıkıntısı da zaten herşeyden önce, yetişkin sanılan ve kimi profesörlük,

10


kimi

başyazarlık

postuna

bürünmüş

olanlardan

gelmiş

ve

gelmektedir.

Sanılmıştır ki cehaletle savaş, okuyup yazması olmayanların cehaletine karşı savaştır. Halbuki, bizim savaşımız, bir Ulusal benlikten, bir Ulusal duygudan bir zerre olsun nasibini almamış diplomalı eçhellere karşıdır. İşte eşsiz kahraman Atatürk'ün de bize hedef olarak gösterdiği çağ­ daş uygarlık düzeyinin üstüne;

Türk Ulusal kaabiliyet ve Ulusal güçle­

rini, kendi kafalarının biçimine ve ruh yapılarına uydurmak için yüzyıl­ lardır zorlaya zorlaya bugünkü duruma getirerek, bize yapacaklarını yapan yarı aydın kaafileleriyle hesaplaşılarak çıkılacaktır. Eğer tarihin kötü te­ kerrürlerini durdurmak azim ve kararında isek; yirminci yüzyılın bizden istediği bu e_n büyük destanı da yaratmak zorundayız. Dünyada hiçbir ulus yoktur ki, geçmişteki şanlı anı'larıyla öğünmeye haklı olmasın. Fakat gene hiçbir ulus düşünülemez ki tarih, onun zaafları ve noksanlarını

kaydetmemiş

bulunsun.

Eğer milletini sevmek;

sadece

geçmişini, halini kusurlarına göz yumarak sevmek demek olsaydı, bu sev­ ginin saf ve sağlamlığı çok şüpheli bir durum alırdı. Fakat gerçek millet sevgisi, geçmişe olduğu kadar geleceğe de yönelmelidir. Şüphe yoktur ki, Ulu ve Ebedi milletimize şanlı ve ulu hatıralarıyla; herbiri bir ibret dersi olan attığı yanlış adımlarıyla da bağlıyız. Fakat geçmişin sadece bir se­ yircisi kesilmekle yetinmeyen ve geleceği de yaratan bir kimsedir ki, bu topraklar üzerinde yapılacak bir işi; gerçekleştirilecek bir ödevi; varılacak bir amacı olduğunu kavrayan kimsedir. Bir ulusun beslediği ve vicda­ nında yaşattığı büyük ve parlak ülkülerin gerçekleşebilmesi. için, herkesin ufak ve sınırlı olan vazifesini işte bu yüksek duyguyla yapması şarttır. Böyle bir seviyede bulunan bir toplumun bireyleridir ki evrendeki yerle­ rini ve tarihteki

rollerini

kavramış

yani,

aydınlanmış

bireylerdir.

Evet

Osmanlı İmparatorluğunun sonlarında, Türk kendisini tarihte göremediği içindir ki, Ctebeayışahanei osmaniye ) , gibi,

gerçekle

hiçbir

ilgisi

olmayan

(ittihad-ı anasır) , yabancı

idealler

(ümmet-i islam)

sayıklayarak

nasıl

uyuyakalmış, Asya'yı, Afrika'yı, Avrupa'yı kayıp etmişse; bugünkü yarım­ yamalak bilgileriyle tek ayakları üstünde durmaya çalışan baldırı çıplak yarı adın kaafileleri de marksist, ticani, maı:küs bilmem ne kesilerek, bize yapacaklarını yapmışlar ve yapmaktadırlar. Evet "ben" ile, "benden gayrı" olanın savaşı, Türk benliğinin ve Türk tarihinin son sözü olan 30 Ağustos zaferine kadar sürdü. Dış düşmanın burnu ve beli tarih önünde kırıldıktan sonra, asıl hesaplaşma sırası O yarı aydın kaafilesine gelmiş, Atatürk; ilk adımı atmış, devrimler biribirini kovala­ yarak, her alanda başdöndürücü atılımlar biribirini izlemiştir. Çünkü Ata­ türk zamanı; varlığımızın anlamını ve ülkü yönümüzü en derinden kav­ radığımız zamanlardı. Tarih bize gösteriyor ki, bir milletin Ulusal inancı ne kadar yüce ve sınırsız ise, o millet; o kadar yaratıcı; o kadar güçlü olur. İdeali tahdide uğramış bir millet ise, hiçbir alanda kalkınamaz, hiç­ bir engeli aşamaz. Her yenilgiyi ya "kader" in ya da başkalarının üstüne atar. Bizim

idealimiz;

düşmana

karşı

da,

bedhahlara

karşı

da

kul­

lanabileceğimiz yenilmez bir kavga silahı olan Türkçü'lük ve milliyetçilik

11


idealidir. Şu ya da bu sınıfın (Bu sınıf hang sınıf olursa olsun) çıkarla-· rını güden bir ideal değildir. Bizim Türkçü ve Milliyetçi olan ülkümüz; herkes iyi bilmelidir ki, bütün Türklüğün yüceliğini, birlik ve bütünlüğünü, sağlık ve selametini istihdaf eden ülküdür. Bizim ulusal inancımız, "Mad­ de"ye olan bir

inanç

değil, önce;

yerlerin,

göklerin

ve

bütün

evrenin

mutlak egemeni olan Ulu Tanrı'ya, sonra da kendimize, ebedi Türklüğe olan inançtır. Evet Ulusal olan; kainattaki

yerimizin

ve

tahdit tanımayan, en baş olan inanç,

tarihteki

rolümüzün

bir

(Uyduluk)

yeri

değil,

fakat "HÜKMETME YERİ" olduğu hakkındaki ezeli ve ebedi inançtır. Dünyaya çağların üstünden bakarak, tarih denilen destanı yaratmamız bundandır.

Eşsiz

olarak görmüşler,

atalarımız

haklı

olarak

kendilerini

Tanrının

zorbalığa ve cehalete karşı göğüs germeyi,

Ordusu

Tanrı'nın

kendilerini memur ettiğine inanmışlar ve bu inançla dünyaya daima çağ­ ların üstünden bakmışlardır. Bu ezeli Ulusal inanç yani, kendi üstlerinde ancak Tanrı'yı, Tanrı'dan sonra

da yalnız kendilerinin geleceğine olan

sarsılmaz inançları, olanca haşmetiyle

17 inci yüzyılın ortalarına kadar

sürmüş, (ALLAH ALLAH) sesleri kıtaları ve yüzyılları ayağa kaldırmıştır. Yüce atalarımız bu asil ve temiz inançlarını, 7 inci yüzyılda tüyler ürperten şu

cümlelerle

ebediyete

haykırmışlardır.

Türk Oğuz Beğleri, Millet İşitiniz; Yukardaki Gök Çökmedikçe, Aşağıdaki Yer Delinmedikçe Türk Milleti Senin İlini, Töreni Kim Bozabilir:> 1200 yıl sonra Mustafa Kemal; "Ey Türk İstikbalinin Evlddı, İşte Bu Ahval Ve Şerait İçinde Dahi Vazifen Türk İstikbalini Ve Cumhuriyetini Kurtarmaktır. Muhtaç Olduğun Kudret, Damarlarındaki Asil Kanda Mevcuttur." Seslenişleriyle bu ulusal inanç ve ulusal ülküyü dile getirmişlerdir. Mil­ liyetçilik ülküsünün dış düşmana karşı da, iç bedhahlara karşı da yenilmez bir kavga silahı olduğunu yukardaki seslenişlerden daha güçlü olarak ifade edebilecek dünyada ne vardır? İşte kahraman ve yenilmez atalarımızı za­ ferlerden zaferlere götüren, onlara, tahtlar ve taçlar uçurtan, yüzyılları korkuyla ayağa kaldırtan, ufukları tekbir ve borazan sesleriyle çınlattıran bu ulusal inançlarıydı. Evet dünyaya önderlik yapacak yalnız bir ulus vardır, (TÜRK ULUSU) Doğu milletleri kurtuluşu <Arzetme) de buldukları yani; Budist bir üsluba sahip oldukları için, önderlik yapamazlar. Batı milletleri ise, teknik ilerle­ menin çılgın gösterilerinden esinlenerek, kudreti mutlakaya sahip olma tut­ kusuyla tarih önünde gülünç oldukları için yapamazlar. Dünyayı kaplayan ir!ll ufaklı milletlere bakınız. Onları İdeolojileri yüzünden yani yüzyıllar­ dan beri yüklendikleri büyük günahları yüzünden böylesine yüce, böylesine insani bir misyona hizmet edebilecek bir seviyede görmüyoruz. Çünkü onlar, ipliği iyice pazara çıkmış maddeci bir tarihin mantığının gönüllü fedailiğini yapmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyor.

12


Fakat Türk; riyet İlkeleri)

tarihin fecrinden beri ezeli ilkelerin

<İstiklal ve Hür­

nin yankılarını kendi vicdanlarında duymuşlar ve bütün

yeryüzüne duyurmak için, at üstünde ayağa kalkarak hür dünyanın kalk borusunu çalmışlardır. Bir Fransa için, bir Polonya için, bir Macaristan için ileri atılmışlar; kös ve tabl sesleriyle evet yüzyılları çınlatıp durmuş­ lardır. Başkalarının hayrı uğruna, başkalarının mutluluğu ve selameti uğ­ runa yerle göğün arasını kemikleriyle doldurup taşırmış Türk'ten başka bir millet var mıdır? İşte ezelden beri yalnız onun göğsünde atan bu ruh; gelecekte de yalnız onun göğsünde atacaktır. İşte böylesine Ulu bir misyonu olan böylesine yüce ve eşsiz olan bir ulusun yükselmesini istemeyen bir kişi ya da birkaç kişi, muhakkak ki, ya bir akıl hastası, ya da bir sütübozuktur. Bir ulusun bireylerini biribirine bağlamayan ve bir toplumu büyük bir geleceğe götürmeyen, ona yüce amaç­ lar göstermeyen bir fikir; bir inanç; bir tarih ve dünya görüşü hiçbir zaman ulusal ülkü, ulusal inanç, ulusal ilke olamaz. Bir ulusal inancı, bir ulusal ülküsü olmayan yarı aydın kaafileleri arasından da, hiçbir zaman ne dahi, ne sanatkar, ne vatanperver, ne şair, ne politikacı, ne heykeltraş, ne res­ sam, ne bestekar da çıkamaz. Çıksa çıksa gününü gün etmeyi, bir mllletin yükselmesine hizmet etmeye tercih edecek kadar alçalan bir (kuru-kalaba­ lık) çıkar. Kendi ulusunu beğenmeyen, kendi ulusunu cihanın üstüne çı­ karmak için bu dünyaya geldiğini kavrayamayan bir hödüğün, evrende tutacağı yer, gelecek kuşakların, önünden tükürerek geçeceği yerdir. Büyük geleceği yaratacak olanlar şüphesiz, ne bir tarih billnçleri, ne de bir dünya görüşleri olan kurukalabalık bir yarı aydınlar kaafilesi değil, fakat gücünü böylesine yüce bir Ulusal inançtan alan, bir alimler ve kahramanlar nesli tarafından yaratılacaktır. Biz bu alimler ve kahramanlar neslini görmek için, yüzyıllardır ayakta ufukları gözetliyoruz.

13


Bir milletin en yenilmez kudreti, sahip olduğu Tarih şuuru; Tarih felsefesi ve Ulusal Ülküsü'dür.

Maddi ve hele manevi çöküntü; korku ve acz ile başlar. Korku ve acz ise kültürsüzlüğün; tarih bilinçsizliğin; inançsızlığın bir yüze vuruşundan bir şey değildir. Ulusal inançtan;

i?_l!Şka

Ulusal benlikten ve mantık'tan

biraz olsun nasibini almamış olanlar; fakat gene de kendilerini söz söy­

lemek mevkiinde görenlere, pek o kadar kulak asmamalıdır. Bir millE:t eğer batarsa, işte ancak böylesine galat ruhla beslenmiş olan bu gibilerin yüzünden batar. Bu batış sadece maddi alanda olsaydı, pek o kadar önemli sayılmazdı. Fakat moral alanına da serptiği zamandır ki pek ciddi bir özellik arzeder. Çünkü bu (ruh hali)

dir ki bir milleti, bir uygarlığı, bir

tarihi, koca bir cihanı izmihlal uçurumlarına dayar. Bu gerçeğe bizden daha çok vakıf olan diişmanlarımız, yüzyıllar boyunca moral hayatımızı çökertmek

uğruna

ellerinden

geleni

arkalarına

koymamışlardır.

Sadece

düşmanlarımız mıı Ülkemizin bütün köşe bucaklarında sorumlu mevkileri tutmuş olan yarı aydın şebekeleri de ... Tarih boyunca olup-bitenler gös­ termiştir ki, iki düşman millet arasındaki

savaş,

ruhi

bakımdan

üstün

olan tarafın zaferiyle sonuçlanmıştır. Ruhi kuvvetten yoksun bir millet, maddi kuvvetce ne kadar üstün olursa olsun mahvolmaya mahkumudur... İ.5te yüce bir kültürün temsilcileri olan bizlerin ve bütün basın ve yayının baş vazifesi;

bu milleti böylesine yanlış yollara sürükleyenlerin

elinden

kurtarmak ve milletin kafasını ve vicdanını yenilmez bir kavga silahı olan milliyetçilik ve Türklük bilinci ile yoğurmak; mek

mevkiinde

gören

yarı

aydın

kendilerini ille söz söyle­

kaafilelerini

aydınlatmak

olmalıdır.

Tevfik Fikret savaşı kötülemektedir. Bertrant Russel, Arnold Toynby ve benzerleri

her

vesileyle,

yürüyüşlerle,

bildirilerle

savaş

aleyhtarlıklarını

yansıtmaktadırlar. Fakat dinleyen kim? Sonra, bizim şairin malı1m has­ sasiyetiyle, bu filozofların gösterdikleri infiali, ağır bir hataya düşmeksi­ zin aynileştirmeye olanak yoktur. Fikret Mondros Mütarekesini de. Sevri de, hatta Wilson ilkelerinin bir aldanma ve aldatma

<Yağma

vasıtası)

demek olduğunu da görmedi. Gördüklerini de pek anlamadı. (Halbuki, 1839 Fransız İhtilali,

(İnsan Haklar Beyannamesi) gerçekte bir (Ulusal Hukuk

Beyannamesi idi.)

Anlamadığı için de,

(Kendi padişahına karşı, bu pa­

dişah ne kadar kötü olursa olsun) suyu kast eden alçak bir ermeniyi al­ kışlamak gibi, bir gaflete düşmüştü. Fakat biz

burada, Fikret'in ya da

filozofların duy.gularını, art ya da ön niyetlerinin kaynağını keşfe çalı­ şacak değiliz. Fakat kuşaklardan kuşaklara sesleneceğiz ki; sanatın dalga­ lanma yönii, muhakkak surette olumsuz yönde vukua gelmez. Lakin yazık ki, bu mantık hatalarıyla malul zihniyet, yüzyıllar boyunca borusunu öttür­ müş .gah "toprak vatanım, nev-i beşer milletim" diyerek; gah, alçak bir er­ meni suyu kastcısına mersiyeler döktürerek; bazan milli duyguları hicvede­ rek, bazan da "Her yer karanlık" diye feryat ederek tarih ve uygarlığımıza karşı yapacaklarını yapmışlar... Evet "pasifizm" yüksek bir duygunun ifadesi olmak

şöyle

cinsleri;

yokluğunu

14

dursun,

mantığın

ve

tahlili

sınırları kabülden çekinmek; göstermekten

başka

bir

zekanın

gösterdiği

bölümleri;

yani infial ve isyan duygusunun

şey

değildir.

Felaketler

karşısında


duyuian infiali, yılgınlığa sürükleyen neden;

hassasiyetin

kendisi değil,

fakat sahibinin maddi ve manevi bünyesi mizaç ve karekteridir. Mizaç ve karakterin "pasiflzm" den daha çok iman ve mücadeleye elveriı;:li ol­ duğu kimselerde hassasiyet; Mete; Emin;

Alpaslan;

Selçuk;

müsbet ve dinamik istikametine yönelir. Timur;

Yıldırım; Namık

Mehmet Akif ve Mustafa Kemal de

Kemal;

devre ve çevre

Mehmet

koşullarının

farklılığına rağmen şahit olduğumuz rühi birlik de bunu doğrulamaktadır. Bundan dolayıdır ki, mantık ile hayat öyle ulu orta ve ikide bir karşıtlaş­ tırılamaz. Her türlü hamlenin bir mantıksızlık, olmakta olan karşısında aciz bir seyirci kesilmenin de tam bir mantık olduğunu iddia eden bir tarih anlayışı, her şeyden önce hastadır. Fikret'in savaş hakkındaki olum­ suz telakkileri ve telkinleridir ki, manevi alanda da yankılar yaratmış her türlü büyük teşebbüsten yılan sünepe bir neslin de peydahlanmasında baş rolü oynamıştır. İleri atılmanın daima bir akılsızlık, bir kenara çe­ kilerek gününü gün etmeye bakmanın da daima bir akıllılık olduğu hak­ kındaki eski Hint felsefesi, Arap ve acem tekerlemeleri ezberlediğimiz için değil midir ki;

bunca zamanlarımızı,

bunca milyarlarımızı,

bunca can­

larımızı heder ettiğimiz halde, hiçbir başarı gösterememişiz... Mantık ve mantıkçılıktan kast olunan manalar bu.güne gelinceye kadar türlü şekil­ lere uğramıştır. 18 inci yüzyılın akıl ve mantık'tan anladığı şey, 19 ıncı yüzyılda ciddi tenkitlerle alt üst olmuştur. Fakat bundan akıl'cılığın, mut­ laka değersizliği sonucunu çıkararak, sözde hayat bahasına mantıksızlığı değerlendirmek ya da ona benzer bir mistisizm'i desteklemek fırsatını çı­ karmaya kalkmak;

yukarıda da işaret ettiğim gibi, ağır

hatalara düş­

meksizin savunulumaz. Mesele; akıl kavramının hayat ve tarih çatışma­ sında izlediği gelişmeyi hiçbir aşamasında nihai olarak kabul etmemekle çözülebilir. Bu gelişme mantıksızlıkla mantığın ,akılsızlıkla aklın çarpış­ ması yanında ve belki daha şamil olan bir mantık ve akıl evresinin yeni bir akıl ve mantık evresine ulaşmış olmanın çağırdığı bir çatışma şeklin­ de tasavvur olunabilir. Modern ilmin bünyesiyle orantılı olan mantık ve akılcılığın, eski medrese mantığı ve iskolfı.stik akılcılığını çoktan geride bıraktığını hatırlatmaya gerek vardır. Hamle ve

mantık hakkında yaptığımız bu analizler; , militarizm ve

pasifızm davalarının rnantıkı formalizm çerçevesinde öyle kestirilip atı­ labilecek bir mesele olmadığını göstermektedir. Dava; başlangıçda da be­ lirtmeye çalıştığım gibi, edebi duyarlık ölçüsüyle çözümlenebilmekten çok uzaktır. Hatta huküki zemin ve sahayı da alabildiğine aşmaktadır. Bun­ dan dolayıdır ki, insanlık savaşı mahvetmezse, savaş insanlığı mahvede­ ceği nazariyelerinin de ötesinde ve üstünde daha geniş ve daha derin bir kültür alanındadır. Her toplumsal ve tarihsel olan problem, mutlaka mantıkı formalizm içerisinde kestirilip atılamaz. Dahası var : Savaşlarda ve barışlarda sözü geçen formel mantık değil, fakat mil­ letlerin mantığı, mantığıdır) . kümet"

(İngiliz Mantığı, Fransız mantığı, Alman mantığı, Japon

Bundan

namıyla

dolayıdır

yazdığı

ki,

Welsin

kitabında,

"cihanşumul

cihanşumul

bir

bir

ittihat

ittihad

hü­

hükümetin

nasıl teessüs olunabileceği ve böyle bir devletin esaslı bazı farık hatları

15


oldugu hakkındaki tasavvurları, mantık alanında tutunabilecek tasavvur­ lardan değildir. Adaletin tek bir kanunun hükmü altında dünyamızın nasıl bir manzara arzedeceği hususu, muhayyilemizin de sınırlarını aşar. Welsin, bütün milletlerin üstünde bir kuvvet çıkmazsa dünya mahvola­ caktır. Mutaleasını, yüce Atatürk; çok derin bir vukuf ve ihata ile. onu red ve cerh etmekte gecikmemiştir. "Bu tatlı hülyaya diyecek yoktur. Fakat asırlar ve asırlarca kökleşmiş dinlerden, örf ve adetlerden te­ mizlenmek ve bir tek mütecanis bir nev-i beşer meydana getirmek için harcanacak zamanı tahayyül etmek bile herhalde bu hülyalardan daha tatlı olamaz. İnsanları bir araya toplamak belki süngü kuvvetiyle müm­ kün olabilir. Fakat gönül birliğini meydana getirmek hiçbir kuvvetin elin: de değildir." İdeal ve gerçek üzerinde dururken, bir defa daha tekrar edeceğim ki. birleştirme ve kaynaştırma problemi de, gerçekte birbirine yabancı mil­ letleri birleştirme ve kaynaştırma problemi değildir. Diğer bölümlerde de gereği kadar açıklandığı gibi, "ittihad-ı anasır", "içtimaiyat-ı Beşer", "tebea-i şahane-L osmaniye" gibi ülküler nasıl gerçekleşememiş ise, ru­ munu, Ermenisini. Yahudisini, Islavını, Arabını, Acemin! birleştirmeye, ku­ caklaştırmaya çağırmak da o kadar yanl1ştır. Yanlış üzerine, edebi hissiyat üzerine sadece ilim ve mantık değil, sanat, şiir, müzik, politika, hukuk, iktisat, ahlak ve ideal de kurulamaz. Birleştirme ve kay­ naştırma, ancak ve ancak aynı soydan, aynı dilden, aynı ülküden olan insan toplulukları arasında mümkün olabilir. Bu birleştirici olan kuvvet­ lerin hepsine birden de "Milliyetcilik" denir. Tarihsel bir kader olan mil­ liyetçiliktir ki, sadece iç gerginlikleri bertaraf etmekle kalmaz. Aynı za­ manda dış düşmana karşı da yenilmez bir kavga silahı olarak her zaman kullanılabilir. Çağımızdan geçmişin karanlıklarına doğru b)r bakacak olur­ sak görürüz ki tarih, baştan başa formel mantığın bir eseri olmaktan çok uzaktır. Araba göre gereksiz olan bir müdahale, Yahudiye göre pekala gerekli olabilir. Almana göre zamansız olan bir hamle, Fransıza göre zamanlı olabilir. Ülküler, inançlar ve talepler hiçbir zaman mücerret ve objektif bir şekilde kendilerini kabul ettiremezler. Bu dalgalanmalar, bu krizler müs­ bet ilimler dediğimiz fizikte, kimyada, biyolojide hatta matematikte de vardı.r. Fikir ve kanaatlar henüz bu alanlarda da tam bir birlik ve aynilik teşkil etmiş değildir. Bundan dolayıdır ki, batı ülkücülüğü de; gerçekte maddi çıkarların müdafaasını gizleyen ezeli bir oyundan başka bir şey değildir. Çıkarcılık, yağmacılık, çapulculuk savaşına şeklini ve yönünü ve­ ren de Odur. Yani zorbalık ve yağmacılık ruhu, en uygar, en teşkilatlan­ mış ve en demokratik sandığımız rejimlerde de dalma esas, daima tetikte ve daima hazır bir durumdadır. Bu; tarihin ezeli ve ebedi bir tortusu olarak da insanlığı daima izleyecektir. Bundan dolayıdır ki savaş ve yarış bir milletin bütün varlığıyla katıldığı bir ölüm - kalım imtihanıdır. Yal­ nız silahların konuştuğu sanılan bu imtihanda maddi güç manevi de­ ğerle beslenip desteklendiği müddetçe zafere ulaşabilir. Savaş gibi bir ölüm kalım hesaplaşmasında zafer şansı ; sulh zamanlarında yapılan ha­ zırlıklarla ne kadar yakından ilgili olduğu görülmektedir. Ve mücadele çok daha önceleri barış yıllarında kazanılmakta ya da kayıp edilmektedir.

16


Onun içindir ki, kestirme yoldan humanis kesilenlere çok dikkat edilme­ lidir. Hiçbir değerleri, hiçbir başarılan, hiçbi.r fikirleri olmadığı halde, formalizm sayesinde, ya da iltimasla sorumlu mevkileri tutmuş olan yarı aydın sürülerine soruyorum'! Bugün üniversiteleriyle, kiliseleriyle ,ilim ve felsefeleriyle, tarih ve dünya görüşleriyle metodlarıyla, bütün maddi ve manevi varlıklarıyla kar­ şımıza dikilen bir dünyaya karşı ticanilikle, Maoculukla, Markscılıkla, nur­ culukla, şiilikle mi meydan okuyacağız? Türk tarih bilincine karşı bugüne kadar işlediğiniz suçlara, irtikap et­ tiğiniz ihanetlere ne zaman tövbe ederek tarihten af dileneceksiniz? Bu seslenişler öyle Tevrattaki, Zent-avesta daki, İncirde ve Zebur'daki izahsıı hikayeler değil, fakat insanlık zekasının bir başarısı olan ilim ve felsefenin uzun tarihiyle hesaplaşmalardan çıkarılmış sonuçlardır. .. Artık savaşlar da, kalkınmalar da akıl ve iradelerin savaşı, yüksek değerlerin (Ulusal ülkülerin, ulusal inançların, ulusal benliklerin) savaşı� dır. Yazıklar olsun ki, bu mesaleler bu.günün baldırı çıplak yarı aydınlar kaafilesinin seviyesini çok aşmakta; hala Marksist, Maocu, nurcu kesi­ lerek, ulu tarihimize yapacaklarını yapmaktadırlar. Daima tetikte duran düşmanlarımız da zaten bunu istemektedir. Bu gerçekleri yarı aydın sürü­ leri bir türlü kavramasa da, eşsiz kahraman Atatürk, Dumlupınar savaş mey­ danlarında mechul asker anıtının temelini atarken, ufukları çınlatan sesin­ de; çağımızın en dikkate şayan bu gerçeklerini olanca açıklığıyla yan­ sıtmıştır: "Bugünü her zamankinden daha derin anlamak zorundayız. Savaş yalmz karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Topye­ kün kuvvetlerln çarpışmasıdır. Meydan muharebeleri milletlerin bütün mevcudiyetleriyle, ilim, fen alanlarındaki seviyeleriyle, ahlak, karakter ve kültürleriyle bütün maddi ve manevi kudret ve değerleriyle ve her türlü araçlarıyla çarpıştıkları bir imtihan alanıdır. Her alanda çarpışan milletlerin hakiki kudret ve değerleri işte bu kıstaslarla ölçülür. Bence yalnız cis­ mani kuvvetin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa manevi kuvvetlerin üs­ tünlüğünü subut mertebesine vardıran odur. Bir ülkeyi zabt ve işgal et­ mek için, o ülkenin ruhu zabtolunmadıkça, bir m illetin azim ve iradesi kırılmadıkça o millete hakim olmanın imkanı yoktur. Asıl olan dahili cephedir. Bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir." Fakat bu ap-açık olan gerçekleri, dünyaya, zavallı muhayyilelerinih dört-duvarı arasından bakarak, birer budist kesilenler değil, ancak, aleme çağların üstüden bakabilenler ihata edebilirler. Bizim savaş felsefemiz ne boş bir gururlanma, ne de milletleri zincirlere vurarak inletme felsefesi­ dir. Fakat birtakım yabancı fikirlere; <Hintten, Çinden, Araptan, Acemden, Romadan, Yunandan) , yansımış batıl hurafelerle gevşeyerek gaflete düş­ me de değildir. Fakat bütün insanlığa mukadder olan hedefleri göstere­ tilecek bir k udrete sahip olma felsefesidir. Ateşe, suya atılarak ufukların arkasında, yabancı diyarlarda nice beğler ve reislerimizi bırakarak, bin­ lerce yıllardan beri kutsal bir gayeye doğru ilerlemekte olan bir ırkın ah­ fadıyız. Bu inançladır ki, asırlarca dünyanın altını ve üstünü kanlarıyla

17


sulamış başka bir ırk gösterilemez. Japon Denizinden, Atlas Okyanusuna, Altaylardan ta 'Tuna kıyılarına, Viyana önlerine, Habeşistan'dan Kosova'ya ve Ekvatora kadar olan muazzam arz kıtasında görünerek, sesını cihana ve asırlara işittirmiş; tahtlar ve taçlar uçurarak devletler ve uy­ garlıklar y:uatmış böylesine ulu ve icraatçı başka bir millet gösterHemez. Yüzyıllarca Asyada, Afrika'da, Avrupa'da bayrağını dalgalandırmış, çelik nal sesleriyle asırları çınlatmış, egemenliğini bütün cihanda yürütmüş, evet böylesine azametli başka bir millet gösterilemez. Eğer eşsiz atalarımız milletleri adam etmek, kan ve ateş alemine karşı mazlum milletleri sa­ vunmak vazifesinin, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş olduğuna hük­ metmemiş olsalardı, bunca yüz yıllar at üstünde ayağa kalkarak, kıtadan kıtaya atılırlar, dünya çirkefini temizlemek için o asil ve necip kanlarını cihanın dört bucağında akıtarak böylesine sel-sebil ederler miydi? Oğuz­ han destanının Göktürk yazıtında anlattığı yüksek ülkü ve ezeli prensip­ ler de işte bu prensiplerdi. Ta Mete'den; Attila'dan, Tuğrul'dan Cengiz­ den ; Alpaslandan, Timurdan ; Yıldırımdan ; Yavuzdan ; Mustafa Kemal'e kadar yansıyan hep bu felsefe, hep bu mantık, hep bu ülkü, hep bu gu­ rurdu . Türkler bugün Kızıl-Elmaya varamamış, yani, Tanrı tarafından ancak kendilerine buyurulmuş olan emirleri henüz tam olarak yerine getir�memiş, yani, bütün insanlığı tek bir hukuk nizamı altında topla­ yamamış ise de, ulaşabildiği her yerde Çinde, Hintte, İranda, Mısırda, Balkanlarda, Orta Avrupa'da, Afrikada muzdarip insan kitlelerini kan ve ateş alemine karşı koruyarak onlara kalk borusu çalmıştır. Kahraman ve eşsiz atalarımız, bu yüksek ülkü ile ileri atıldıkları zaman, karşılaştıkları bütün direnç sedlerini yıkmışlar ve bütün çapulcu Haçlı dalgalarını ta­ rumar ederek kahramanlık kılıçlarını arşa asmışlardır. Romanın, Hindin, Mısır·ın, İran'ın, Moskof'un belini ve burnunu kırarak, devirleri ve çağ­ ları çiğneyerek bütün cihana meydan okuyan bu ruh, yalnız Türkün göğ­ sünde atmış, yalnız Türkün göğsünde atmaktadır. Evet karşımıza daima on onbeşi birden çıkan bu milletler, Türklük karşısında sadece kılıçla­ rını şakırdatmışlar, fakat ufukların arkasından gelen nakkara ve kös seslerini duyar duymaz yüzlerini geriye çevirerek canlarını dar atmışlardır... Bütün kudretimiz, önce Tanrıya, sonra kendimize Türklüğe olan ima­ nımızdan gelmektedir. Fakat bu ululuk duygusunu ve üstünlük bilincini, ancak ruhunda biraz olsun Türklük ve ululuk istidadı taşıyanlar duya­ bilir. Azametli tarihimizin, 30 Ağustoslarımızın yüzyıllara ve ebediyete haykırdığı gerçek şudur ki; bir ulusal inanca, bir ulusal ülküye, sahip oldukça, cihandaki yerimizin (hükmete yeril olduğunu unutmadıkça, ta­ rihteki rolümüzü kavradıkça, ezeli prensiplerin (İstiklal ve hürriyet) pren­ siplerinin yankılarını kendi vicdanlarımızda duydukça ve bütün cihana duyurmak için daima hazır bulundukça, sırtını yere getiremeyeceğimiz bir kader, yaratamayacağımız bir gelecek yoktur. 'Evet yeryüzünü bunca yüzyıllar boşuna çiğnemedik. Bütün savaşları, bütün fedakarlıkları in­ sanlığa mukadder olan hedefleri göstermek, hür dünyanın kalk borusunu çalmak için yaptık . . .

18


Ey Türk; Yüzyıllar bir daha çınlamak, uluslar, önünde bir daha secdeye ka­ panmak için senden gene bu iradeyi istiyor. Tarthin; Türklük vasıtasıyla Tanrının yeryüzünde yarattığı bir destan olduğunu unutma. . . Baş vura­ mayacağın bir dava, çözemeyeceğin bir mesele, belini ve burnunu kırarak terbiye edemeyeceğin bir ihanet dünyası, ayakların altında çiğneyemeye­ ğin bir yağmacı teşkilatı yoktur. Yenilen sen değil, yarı aydın kaafilesi­ dir. Geri kalmış olan da Odur. Yani, aşağılık duygusuyla malül olan o yarı aydınlar kaafilesidir. Spor alanlarında bile, kol yiyen odur .. . Eğer bu evrende gene başımız dik olarak ebediyen var olmak ve ebedi yürüyüşe katılmak azminde isek, bir taraftan yarın sorumlu mevki­ leri tutacak olan nesilleri Ulusal ülkü, Ulusal benlikle donatılmış nesil­ ler olarak yetiştirirken, öte taraftan da Ulusal savaş endüstrümüzü der­ hal kurmalıyız. Bugün bütün uluslar bir tarafa doğru korkunç bir hızla atılmaktadır. Eskiden kürekle giden tahtadan gemilerin yerini, atom ener­ jisiyle işleyen ve bir saatte kırk milden çok daha hızla giden, yüzbinlerce ton hacmında ve korkunç bir ateş kudreti olan binlerce füze ve ocağı bulunan dev savaş gemileri almıştır. Donanmalar nükleer ve elektronik silahlarla donatılmıştır. İnsanoğlu artık atmosferin de dışına çıkmış, de­ nizlerin dibine inmiş, akılların almayacağı yeni yeni savaş araçları mey­ dana getirilmiştir. Belki de bir anda evrenin altını üstüne getirebilecek aletler yapılmıştır. Evet içinde koca tarih de bulunan evren yürüyor. Bu yuruyuşe de ancak varlığının manasını ve ülkü istikametini kavramış milletler katılacaklardır.

19


ATATÜRK'ÜN MİLLİYETÇİLİGİ Atatürk en büyük kuvvetini millette ve milliyetçilik ilkelerinde bul­ muştur. Bütün atılımlarında ; bütün başarılarında hareket noktası olarak aldığı milliyetçilik kavramından, Atatürk'ün ne anladığını, bunu gerçek hayata nasıl uyguladığını göreceğiz. "Bizim gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve tesiri hakimdi. İmpa­ ratorluk halkını meydana getiren Türkten başka uluslara, özel bir de­ ğer veriliyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan Türkler ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu. Şair Mehmet Emin Yur­ dakulun ilk defa Manastır Askeri İdadisinde öğrenci iken okuduğum "Ben Bir Türküm Dinim Cinsim Uludur" mısra'ı ile başlayan manzumesinde, bana milli benliğimin gururunu tatttran ilk anlatımı bulmuştum. Ondan sonra Türklük; benim en derin güven kaynağım; en engin öğüne da­ yanağım oldu. Türk aydınları kendilerini bilmeli, başka uluslarda üs­ tünlük var sayarak kendilerini aşağı görüp nesillerine olan güvenlerini yitirmemelidir. Ondan beri bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını ve bu­ nunla öğünüp kendilerine güvenmesini ülkü bildim. "Biz milliyet fikirlerini uy,gulamakta gecikmiş ve çok ilgisizlik gös­ termiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla çalışarak telafi etmeliyiz. Bi­ lirsiniz ki milliyet teorisini ; milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan­ ların dünya üzerinde uygulama yeteneği bulunamamıştır. Çünkü tarih; olaylar ve müşahedeler, insanlar ve milletler arasında hep milletin ve milliyetin hakim olduğunu göstermiştir. Ve milliyet ilkesi aleyhindeki bü­ yük ölçüde filli tecrübelere, her şeye rağmen yine milliyet duygusunun öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir. Bizim milletimiz milliyetini anlamamazlıktan gelişinin çok acı cezalarını görmüştür. Os­ manlı imparatorluğu içindeki çeşitli kavimler hep inancına sarılarak mil­ liyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz de ne olduğumuzu; onlardan ayn ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden koğulunca anladık. Kuvvetimizin biraz zaafa uğradığı bir anda hemen bizi tahkire yeltendiler. Anladık ki kabahatımız kendimizi unutmaklığımız imiş . . . Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak ; önce bizim kendi ben­ liğimize ve milletimize bu saygıyı, bütün hal ve hareketimizle gösterelim." Mustafa Kemal, 1922 de şöyle sesleniyor: "İtiraf edelim ki biz üçbuçuk sene öncesine kadar cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi idare ediyorlardı. Cihan, bizi, temsil edenlere göre tanıyordu. Üçbuçuk senedir millet olarak yaşıyoruz." Atatürk'e göre millet; genel olarak dil, kültür, ülkü ve menfaat bir­ liği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve içtimai heyet.tir. Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk milletidir. Türk ulusu ırkan veya dinen veya harsen bir ve aynı, birbirine karşı saygı ve fedakarlık duygularıyla dolu ve mukadderat ve menfaatları müşterek olan bir içtimai heyettir. Türk milletinin oluşmasında şu doğal ve tarihsel gerçekler etkili olmuştur. a) Siyasi varlıkta birlik. b) Dil birliği, c) Yurt birliği, dl Irk birliği ve menşe birliği, e) Tarihi yakınlık, ahlaki yakınlık... Türklüğü

20


oluşturan unsurlardan en önemlisi milli seciyedir. Buna milli kültür de denir. Bir milletin �aygıya değer bir mevkii olması için, o milletin yalnız bilim ve fen sahibi bulunması yeterli değildir. Her bilimin her şeyin üstünde bir hassaya sahip olması lıizımdır ki, o da milletin belli ve müs­ bet bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan ferdler ve böyle ferdlerden oluşan milletler hiçbir dakika gerçek bir dev­ let teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat kaynağı olurlar. Milli se­ ciyeyi derin tarihimizin ilham ettiği yüksek derecelere çıkarmak, heye­ canla takip ettiğimiz büyük emellerimizdendir." Atatürk milleti olduğu kadar milliyeti de bir gerçek olarak kabul etmektedir. "Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz." Ve Türk milliyetçisiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun ferdleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. İyice görülüyor ki, Türk milletinin tarihi vas­ fını, milli seciyesini teşkil eden unsurlar ; tarihi hayattan intikal eden mi­ raslardır. İşte benlikleri ve bağımsız ki,mlikleri muhafaza edilecek olan da bunl!lrdır. Burada önemli olan husus, yaşayan geleneklerle, ölü kural­ lar haline gelmiş olan gelenekleri birbirinden aryıt etmek meselesidir. Bahis konusu olan şey ; geçmişi tekrar hayat için kullanabilmek, olmuş olanlardan tekrar tarih yapabilmektir. Geleneğe sadakat, geçmişi gelece­ ğin hizmetine almak ve buna göre değerlendirmek tarih yapabilmektir. Geleneğe sadakat, geçmişi geleceğin hizmetine almak ve buna göre de­ ğerlendirmek anlamını taşımalıdır. Her milletin kendine özgü gelenekleri, kendine özgü görenekleri, kendine göre özellikleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklldcisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kend benliği içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz çok acıdır." Atatürk 29 ekim 1930 da yabancı bir gazeteciye dediği gibi, Türkiye ne Amerikanlaşacaktır, ne de Avrupalılaşacaktır. Sadece özleşecektir. mu Atatürk'ün milli seciye olarak muhafaza etmek istediği şeyler, sonradan karışmış sun'i ve batıl hurafeler dışında kalan hakiki milli değerledir. Evet yüce Atatürk milliyetçiliği böyle tanımlıyor, böyle açıklıyor. ( Sosyoloj i, Tarih ve Mantık da Böyle açıklıyor) . Fakat emdikleri sütten ve damarlarında taşıdıkları kandan şüpheleri olanlar, soy kavramından, milliyetçilik ve milli kültür kavramlarından ürktükleri kadar hiçbir şeyden ürkmüyorlar. Türk soyunun üstünlüğünü ve ulusal benliğini haykıran o dört ciltlik tarih kitaplarını kaldıranlar da herhalde onlardır. Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar ; bugünkü Türk milleti ; Oğuz ırkının, mütecanis ve ebedi bir süreci olan millettir. O soyca ve menşe'ce, kültürce, ülküce, dilekçe, inançca bir ve aynıdır. Şan dolu tarihimiz, Ötügende onun yü­ zunu ; Malazgirtte onun sesini yansıtıyor. Mohaç, Kosova, Niğbolu, Preveze, Sakarya onun süngüsünün parıltısını gösteriyor. Bir ülkü uğ­ runa yabancı diyarlarda, ufukların arkasında kalan odur. Ateşe suya atı­ larak yüzyıllardır kutsal bir hedefe doğru yürümekte olan odur. Ekvator­ da, Balear Adalarında, Garaip Denizlerinde görünen odur. Fırat'ta, Dic­ le'de, Okyanuslarda boğulan odur. Tabi ve kös sesleriyle cihanı ve asırları

21


ayağa kaldıran, çağlar açıp çağlar kapayan odur. Tarihten önce Tanrısal sesi ilk duyn ve cihana duyurmak için at üstünde ayağa kalkarak dünyaya kalk borusu çalan Odur. Evet yüce bir ideal uğruna yerle göğün arasını kemikleriyle doldurup taşıran odur. Evet tarih denilen destan onun eseridir. Çünkü 'Türk Ulusu'nu daima ileri iten o güç ; birbiriyle tam bir sistem teşkil eden Din, Kültür, Seciye, Ulusal inanç, Ulusal ülkü, Tarih bilinci bölünmez ve ayrılmaz olarak ancak onun benliğinde yansımıştır. Bu sistem bozulmadığı zamandır ki, cihana sığmamış, asırları ve kıtaları nakkare sesleriyle çınlatmış, dünya uygarlıklarının baş yaratıcıları olmuşlardır. Fakat ne zaman bu sistem bozulmuşsa, zor durumlara düşmüş, sonunda kendi aklının kontrolunu yabancılardan beklemek zorunda kalmıştır. İşte Marxist sistemin de, liberal kapitalist sistemin de milliyetçi dün­ ya ve tarih kavrayışı karşısında daima sakat bir görüş olarak ortaya çık­ ması bundandır. Çünkü ferdlerin eşitliği ve özgürlüğü ilkesine dayanan liberal kapitalist sistem, uygulamada yalnız dünyalığı olan mutlu bir azın­ lığın işine yaramakta ya da Ulusal tarih süreci içinde hiçbir hakları, hiçbir geçerleri olmaayn soyca ve menşe'ce ayrı insanların sözleri geçmektedir. Bir milleti millet yapan soy birliği, ülkü birliği, inanç birliği, ulusal duygu birliğidir. Bu ayırt edici nitelikler ve özelliklerdir ki, milletlerin sürek­ liliklerini, dağılıp gitmemelerini sağlar. Atatürk, "Ey Türk Gençliği Muh­ taç Olduğun Kudret Damarlarındaki Asil Kanda Mevcuttur" derken, eş­ siz ulusumuzu meydana getiren en önemli, en sürekli, en güçlü ögeleri olan soy birliği duygusunu dile getirmiştir. Evet soyculuktur ki bizi, ya� bancılaşmaya karşı korumuş, soyculuktur ki bize evrendeki hükmetme ye­ rimizi göstermiş ; soyculuktur ki bütünlüğümüzü, birliğimizi ve süreklili­ ğimizi sağlamış ve sağlamaktadır.

MİLLİYETÇİLİK VE DEMOKRASİ Bazı önemli özürlerine ; çelişkilerine mesela bir kahramanla, bir filo­ zofla bir arsa ve sahil yağmacısını bir ve aynı tutmasına rağmen, gene de genel mutluluğu tekeffül ettiği ve milliyet bilinciyle tam olarak birleş­ tiği için, ona insanlığın bir başarısı olarak bakabiliriz. Türk milliyetçiliği üç milyarı aşan insanlık alemi içinde kendisine en yakın olan dörtbeş yüz milyonu gerçekleştirmek için dehasını, sağlığını, herşeyini ortaya koyan Türkün ezeli ve ebedi inancı ve tarih kavrayışıdır. İnsanlığın Ulu bir par­ çasını bugünkü seviyesinden daha yücelere çıkarmak, boş dalaşmalar ve biribirine çamur ve çelme atarak ulusumuzu yüzyıllarca iğfal ve işgal et­ mek yerine; milliyetciliğin esası olan birlik ve beraberlik şuurunu yara­ tarak, ona evrendeki yerini göstermek olmalıdır. Evet, demokrasinin o çe­ lişkilerini bir tarafa bırakacak olursak, geride kalan yönüyle gene de kabule en şayan olandır. Yani onu ancak soyca; kültürce tecnüse ulaşmış toplumların milliyetçiliklerinin bir tamamlayıcısı olarak kabul edebiliriz. Zamanımızda bu tecanüsU en iyi gerçekleştirenler, ya soyca ya da kül-

22


türce tecanüsünü gerçekleştirmiş olan milletlerdir. Bu tecanüse dayanaraktır ki, hürriyet ve eşitlik ilkelerini yaşatacak ve toplum ahlakının çatısını kuracak olanak da, öyle düzenbaz cinsinden olmayan milliyetçiliktir. Yu­ karıda da söylediğim gibi, Türkiyede yüzyılların durduğu atılım ruhunu, yaratma olanağını ateşlemek, insanı, şunun bunun arkasından her yana sürüklenebilen bir alet, bir vasıta olmaktan çıkarmak için, Demokrasiyi de en içten gelen bir saygıyla selamlayacağım. Eski zaman kavimlerine millet denilmemesinin nedeni, kendi kendile­ rinden habersiz, kendilerini bir eşya, bir araç sanmalarıdır. Halbuki, de­ mokrasi uluslara ve bu ulusları teşkil eden bireylere aydınlanma ; hür ol­ ma; şahsiyet olma olanağı teşkil etmektedir. 'Tecanüsünü bulmamış ço­ ğunluğu çağdaş milletlerce henüz ön planda görülmemiş toplumlarda de­ mokrasi ; elbette ki, bir kişinin ya da birkaç düzenbazın çıkarlarını, kibir ve nahvetıerini, hiyanet ve alçaklıklarını azdırmaktan başka bir işe ya­ ramaz. Nitekim bu kitapta sık sık didiklediğim, ( Tebea- i şahane-i Os­ maniye, İttihad-ı anasır, Ümmet-i islam) idealleri uğruna habire çıkarı­ lan hattı humayunlar ve fermlnlar, azınlıkların yüksek hatırları için bol keseden yağdırılan imtiyazlar, bu .gerçekleri haykıran birer yüzkızartıcı belgeler ve şahadetlerdir. Evet Osmanlı İmparatorluğunun sonlarında, asıl vatanı yaratan Türk'ün aleyhine işlemiş olan demokrasi, elbette ki, bir ulusal ülkü olarak kabul edilemezdi. Fakat Türk tarihinin sonsözü olan 30 Ağustos zaferinden son­ ra, gerçek tecanüsüne yaklaşan ulu milletimiz için özgürlük ve eşitlik ilkesini elbetteki başımızın üstüne koyacağız. Yani eşitlik de, özgürlük de, birlik de, ebedilik de, hükmetme de ancak ve ancak Türk milleti içindir. Çünkü bu vatanı o yaratmış, binlerce yıllardan beri ateşe suya atılarak, nice reis ve beğlerini ufukların arkasında ve yabancı diyarlarda bırakarak tarih denilen destanı o yaratmıştır. Milliyetçiliğin demokrasi ile birleştiği en can alacak nokta; bireylerin şahsyete ulaşması yani ; aydınlanması, hür olması noktasıdır. Bireylerin hangi misyonu yerine getirmek için bu dün­ yaya atılmış bulunduklarını bilmedikleri yerlerde, milliyetçilikten bahsolu­ namaz. Ancak şahsiyet olmuş mütecanis bireylerdir ki, topluluğa olan borçlarının ve toplumdan beklediklerinin sınırını arayabilirler. Çıkarcılık, madde, korku gibi nedenlerle bir araya gelmiş olan bireylerin meydana getirdikleri millet ve milliyet; millet ve milliyet olmayıp, fakat ne zaman dağılıverecekleri pek belli olmayan kuru bir kalabalıktır. Bundan dolayı­ dır ki, bugün dünyaya hükmediyor görünen birtakım toplulukların da azemetine bakarak, pek aldanılmamalıdır. İnsanlık var olduğundan beri, ne eşkiyadan, ne arsa ve sahil yağmacılarından, ne de maddenin demir ök­ çesi önünde salta duran putperestlerden meydana gelen bir toplumun asırlarca dayanabildiği görülmemiştir. Halbuki milliyetçilik hem dinamizm bakımından toplumlara eşsiz bir ileri atılım ve yardımlaşma kaynağı, hem de dış düşmana karşı kullanılabilecek yenilmez bir kavga silahı olmak­ tadır. İşte bireyler fani olmaktan, yok olmaktan, o ebedi olan millet ve milliyet sayesinde kurtulurlar. Bu nedenledir ki, bireyler bazı bedbahtlar ,gibi, şahsi ve gündelik çıkarlarını değil, fakat sayesinde. var oldukları bütün bir toplumun yüksek mukadderat ve selametini amaç almalıdırlar.

23


Böylece ebedilik de kuşaklardan kuşaklara yansıyarak, süreklilik yaratıl­ mış olur. İşte en yontulmamış bireyleri bile bir arada tutan, onun ruhun­ da taşıdığı sonsuz potansiyele yön veren asıl mistisizm de budur. İşte var olmak isteyen her milletin kendisinin malı olarak gösterebile­ ceği ve mutlak şerefini haykırabileceği felsefe... büyük ve şanlı milletimizin yönetimine talip olan her iktidar, bu ebedi ve değişmez felsefeye hesap vermek zorundadır. Hiç kimse, hiçbir sınıf ve zümre, hiçbir teşkilat, hiç­ bir kurum, hiçbir teori bu zorunluğun üstünde olamaz. En baş, en yüce, en ezeli, en ebedi, en değfışmez hakikat; Türklük hakikatıdır. En yüce Ülkü ulusal birlik; Cihandaki (Hükmetme) yerimizi Tutma Ülküsüdür.

Bir milletin ilerlemesine, yükselmesine hizmet etmek isteyenlerde va­ tanperverlik ve iyi niyet niteliklerinin başta gelmesi lazım fakat yeterli değildir. Bunların yanında bilgi de şarttır. Fakat bu bilgi artık eskiden beri sanıldığı gibi hazır metod dikte eden ·bir bilgi tarzı değildir. Esas olan ; bu evrendeki yerimizi, · varlığımızın anlamını ve ülkü yönümüzü bize gös­ terebilecek n itelikte olan bir bilgi tarzıdır. Varlığının anlamını ve ülkü yönünü kavrayamamış bir toplum, yerinde saymaya olmakta ve olacak olan karşısında sadece aciz bir seyirci kesilmeye mahkumdur. Gayeyi tayin eden metod değil, fakat metodu tayin eden gayedir. Bununla birlikte, unutmaya­ lım ki, ideal ile yani, "olması lazım gelen" le; arzu ve hevesleri birbirine karıştırmaktan sakınılmalıdır. Tanzimat ve meşrutiyet çağı aydınının da, onların bugünkü yarım yamalak malümatlarıyla tek ayakları üstünde dur­ maya çalışan son kalıntıları da, bu ilk hakikatları kavrayamadıkları içindir ·kı, bizi yabancılara muhtaç olacak duruma getirmişlerdir. İki asırdır kat­ landığımız bunca fedakarlıkların boşa ,gitmesi, hala içinden çıkamadığımız zorluklar, kargaşalıklar bu gerçeklerin okyanuslara vuran bir gölgesidir. Hala medhiyelerini yapmakla bitiremedikleri o fermanların, o hattıhuma­ yunların bugünkü trajedide, bugünkü şuursuzlukta, ihanet derecesini aşan bugünkü aşağılık duygusunda ne kadar payları olduğu apaçıktır. Hala metod buhranı, hala prensip ve kavram buhranı, hala ferdle-toplum tezadı, hala senlik-benlik çekişmeleri, hala mihaniki emir ve emrivakilerle işin içinden çıkılabileceği hakkındaki ezeli inat. . . Evet hala en evrensel prensipler bile, önüne gelenin elinde eğilip bükülebilen ve şekilden şekle sokulabilen bir şey olmakta . . . Hala parça ile bütün, sınırlı ile sınırsız olan açıklanmakta. Hala değer hükümleriyle realite hükümleri, doğal varlık alanıyla tarihsel varlık alanı, korkaklıkla kahramanlık, aşağılıkla yücelik birbirine karıştırıl­ makta. Evet bugünkü kaos, ulusal ülkü ile çıkarcılık birbirine karıştırıla karışt.ırıla yaratılmıştır. t

Ey gaflet ve ihanet alemi işit!

Kiminiz materyalist, kiminiz şii, kiminiz budist, kiminiz ticanı pos­ tuna bürünmekle halas olamazsınız. Kurtuluş, ancak ve ancak en yüce ve en son hakikatı; (Türklük Hakikatı) nı kavramakla mümkündür. İnanç-

24


lar, kanaatler, ülküler insanlar tarafından yaratılan hakikatlardır. Tarihsel varlık alanına ait olan bu hakikatların en azametlisi, en değişmezi, en ebedisi ise, Türklük hakikatıdır. Bu hakikat hiçbir sebeble değiştirilemediği gibi, sınırlandırılamaz da. Türk ulusal inancıyla, ilahi inancın son noktada birleşmesi bir rastlantı değildir. Atalarımızın, insanlığı yüceltmek vazife­ sinin Allah tarafından kendilerine buyurulmuş olduğuna inanmaları, bu hakikatı ne kadar açıkça ve kesin olarak dile getirmektedir. Bütün tarih destanı; bu iki yüce inancın birleşmesiyle yaratılmıştır. Evet eşsiz atalarımı� yenilmez ve asla aşınmaz olan kudretlerini, Tanrıya ve kendilerine olan bu inançlarından almışlardır. Doğal varlık alanının en büyük hakikatı bugün insanlık zekasının, önün­ de durakladığı atom adalarından meydana .gelen sonsuz uçurumlar (yıl­ dızlar. güneşler alemi) dir. Tarihsel varlık alanının en büyük hakikatı ise, insanlık'tır. Ve insanlığın birer organı olan milletlerdir. Milletleri meydana getiren ferdlerdir. Denilebilir ki Kaostan, Kozmoz·a, karga şalıktan düzene yükselebilen milletler ; o zaferlerini, o kültür ve me­ deniyetlerini evrenin temaşasına, ezelden beri birbirine çarpmadan bir ahenk ve düzen içinde parlayıp duran yıldızlar ve güneşler alemine borç­ ludur. Güneş sisteminin tüyler ürperten o ibret dolu telkinleridir ki, bireyler de en sonunda daha kaplamsal olan bir hakikat duygusu, insanlık duygusu ve bu insanlığın bir parçası olan millet ve milliyet duygusu doğmuştur. Ve bu millet namına herkes kendi arzu ve hevesinden vazgeçerek ; sayesinde var oldukları millet ve milliyet namına, çıktıkları o tahttan inmişlerdir. Nasıl ki gezegenler, ezeli kanunlar gereğince daha yüce olan güneş etrafın­ dH dönerek, ezeli ahenge uyuyorlarsa ; ferdler de daha yüce olan ve daha sürekli olan millet ve milliyet şuuru etrafında dönerek, aynı ilhai düzene iştirak etmiş oluyorlar. Liberalizm devrinin felsefesi, tekbaşına insanı bütün felsefe disiplin­ çıkış ve bitiş noktası yapmış; yalnız başına ferd, felsefi düşüncenin kategorisi ; bütün varlıkların ölçüsü olmuştu. Ferdle-Toplum, ruhla madde, akıl ile ihtiras arasındaki ezeli savaş da, bu suretle başlamıştı. Ancak ev­ renin ezeli ve anlamlı ahengi ve tarihin bunca acı tecrübeleridir ki, niha­ yet insanları da birlik ve beraberlik felsefesinin başladığı noktaya ulaştır­ mıştır. Fakat bu birlik ; milletler üstü ; "İnsaniyet" i istihdaf eden bir bir­ lik değil, her şeyden önce ve her şeyden üstün olan "Ulus" kavramıyla sınırlı olan bir birliktir. Çünkü; tarih göstermiştir ki, her millet ; en yüce hakikat olarak ancak kendilerini tanımış ve dünyaya tanıtmak için bütün vasıtalarıyla seferber olarak ileri atılmışlardır. Fransıza göre, Fransa, Al­ man·a göre Almanya İngiliz'e göre İngiltere, hatta yahudiye göre yahudi, ( en büyük hakikat) Başka milletler ise, bu hakikatın ancak birer gölge­ sidir. İşte bugünkü milliyetçiliğin varıp dayandığı sonuç da budur. Çünkü, ülkücü olabilmek için kainatta hüküm sürüyor �örünen karşıt mebde'ler­ den birine sahip çıkmak ; daha açıkçası tek bir mebde' kabul etmek ve . o mebde in de kendisi olduğunu savunmak . . . Çünkü, hakiki ülkücülük : ne endü\ idüalizm, ne liberalizm, ne pluralizm, ne dualizm, ıı.e materyalizm, nede lerinin

25


budizm'dir. Hakiki ülkü; 'Tü:.-klük ülküsüdür. Türklerin birleşmesi, kainatta­ ki (hükmetme) yerini alması, tarih önünde üstüne düşen vazifeleri yapma­ sı ülküsüdür. "Uluslar Üstü" bir ülküye koşan beynelmilelcilik, geçmişte muhtelif ebeveynlerden gelen ve bugün hala hayatta olan bir felsefe tar­ zının son torunlanndan birini teşkil eder. Fakat ilk ve orta çağlarda biricik olan özlendiği halde, uluslar bu biricik olanın yalnız kendileri olduğunu ilan etmekte gecikmediler. Çünkü idealler daima müşterek olan dış şekil­ leriyle görünürler. Fakat dış kalıplar içinde milletlerin kendi ulusal şuurları başlı başına tarihleşmiş bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. Nitekim medeniyet sadece bir milletin başarısı olmadığı halde, her millet felsefeyi, fakat ille kendilerinin olan bir felsefeyi savunmaktadır. J"andar'cın, Tanrının yalnız Fransa kralına yardım edebileceği hakkın­ daki inancı, Michelstin Avrupa'daki milletlerin topundan daha fazla Fran­ sanın cihan için çalışmış olduğu hakkındaki iddiası bunu açıklamaktadır. Condorse, Heg; el, Kant, Volter, Montesquieu, Rozenberg, Şpingler Russeau ve benzerlerinin tarih felsefeleri de, Ulusal duygunun, her anlaşmazlığın so­ nunda nasıl üstün geldiğini ortaya koymaktadır. Platon ve ortaçağ felse­ felerinde camiacılık-toplumculuk, sadece mücerret fikirlerden ibaret değil mi id1? Romantik felsefe'nin parçalara üstün saydığı ve son metafizik ha­ kikat olarak tanıdığı "Bütün" ise, ne yalnız başına birey, ne de mücerret olan insaniyet'tir. Fakat ancak "Ulusal" kavramıyla sınırlı olan bütündür. Yani, millet ve milliyet denilen tarihi gerçeğin taa kendisidir. Bireyle top­ lum, bütün ile parça meselelerinin çözülebilmesi için felsefe, zamanının büyük br bölümünü boşuna harcamıştır. Bugün artık sadece ferdle toplum değil, herşeyi kuşatan, herşeyden önce, herşeyden yüce olan Türklük haki­ katıdır. İşte böyle bir tarih ve evren felsefesidir k i ; yüzyılların bize yükle­ diği vazifeleri paylaşmak için, etrafımızda başka bir dayanacak nokta ; başka bir millet aramaya gerek kalmaz. Yeryüzünde aıtıyüz milyona yakın ve herbiri bir cihana bedel Türk varken, şiilikten, ticanilikten, budistlikten, ümmetçilikten, Maoculuktan medet ummaktan sıkılmalıdır. Fakat, ancak bu altıyüz milyon Türkün birliği, bütünlüğü ve zaferi için çalışmak, önüne durulmaz bir aşk ve ideal olarak milli vicdanlarda yankılar yaratmalıdır. Bu tarih bilinciyle, Bu ulusal inançladır ki, Gökalp'ın zıt realiteler dediği ve bunların her üçünden de medet umduğu üçlüğü'ne de gerek kalmayacak, fakat ancak birisine evet sadece birisine, (Türklük Hakikatıl na sarılarak : hem Gökalp'ın sistemi tamamlanmış, hem de istediğimiz büyük �elecek yaratılmış olacaktır. Tarihin fecrinden taa 17 inci yüzyılın sonuna kadar hiçbir millete dayanmadan ve Avrupalılaşmadan gerçekleştirdiğimiz ulusal ülkü; işte bu ülkü idi. Fakat ne zaman ki başkalarını bir bütün, bir amaç, kendimizi de bu bütünün bir parçası, bir aracı sanmışsak gevşemiş, yaratıcılık ve ön­ derlik yerinden taklitcilik yerine sürüklenerek, bugünkü duruma itilmişiz. Bu yanlış yolları bize gösterenler ise, kendilerine güvendiğimiz ve taa başı­ mızın üstüne kadar çıkardı ğımız o yarı aydın kaafilelerl olmuştur. Çünkü Reşit Paşa böyle söylemiş; çünkü Ali Paşa böyle söylemiş. Çünkü Satı Bey böyle söylemiş ! .. O halde insanlara kalan iş, bu söylenenleri plak gibi tek­ rarlamaktan ibaret.

26


Bir kişi ya da birkaç kişiyle bir millet değil, fakat bir millet ile bir kişi ya da birkaç kişi açıklanabilir. Yani, yukarda da görüldüğü gibi, parça ile bütün, sınırlı ile sınırsız olan değil, fakat bütün olanla parça, sınırsız olan­ la sınırlı olan açıklanabilir. Ferdle toplum arasındaki bağlar da böyle açık­ lanması gerektir. Ne yazik ki, tarih bize bunun aksini de gösteriyor. Çünkü tabii varlık alanını determine eden kozalite ilkesine benzer bir ilke, ta� rihsel varlık alanında yoktur. 'Tarihsel varlık alanını belirleyen tek bir ilke değil, birçok ilkeler vardır. En santral ilke de yüksek değerler ilkesidir. İşte gerçek bir başarı da bu yüksek değerler sayesinde mümkündür. Fakat bu­ günün adamı, yüksek değerlerle değil, araç değerlerle belirlenmektedir. Fel­ sefeden ve ulusal inançtan biraz olsun nasıbini almamış olanlardır ki, sadece kendi içtepile.rinin homurtusunu dinleyerek hem kendilerini, hem de yüzyıllarımızı boşuna harcamışlardır. Topluma karşı bağlılık duygusu bunca yüzyıllar belli bir inanca dayanıyordu. Bu inanç bugün hertaraf'ta sarsıntılara uğradığı ve birey başıboş bırakıldığı için, artık ancak el ile tu­ tulacak, gözle görülecek, burunla koklanabilecek şeylere sarılıyor. Gözünün, kulağının, burnunun bildirilerinden başka hiçbir şey dinlemiyor. Klan ve kabilelerde parçalayıcı kuvvetlere karşı ferdleri toplum namına fedakarlığa çağıran müeyyide ; sadece içgüdü'leriydl. Nizam ve intizam da ancak böyle kuruluyordu. Fakat toplumun fert üzerindeki otoritesi bütün çağlar boyunca sarsılmış ve ferdin topluma karşı takınacağı tavrı tanzim edecek yeni ve başk·i bir müeyyide, yeni bir değerler levhası aramıştır. Ferdle-Toplum farkı tarihsel zorunlukların yarattığı bir farktır. Cahil olan halk kitlelerini di­ siplin altına almak zorunda kalan devlet; bu farkı kabul etmiştir. Fakat, soruna, daha kaplamsal olan bir açıdan mesela, tarih bilincinden, Türklük açısından bakıldığı zaman, ferdle-toplum'u birbirine düşman iki kampa ayırmanın ne kadar yanlış olduğu görülür. Nitekim insanlar arasında ortaya çıkan kötülükler, kargaşalıklar, huzursuzluklar da, dünyaya, hep bu açıdan bakamamaktan doğmaktadır. İşte bu tedirginliklerden, bu ahlak çöküntüle­ rinden. bu dalgalanmalardan yani, <kaos) tan (kozmoz) a atlayabilmek için, en kaplamsal olan, en yüce olan Türklük gerçeğini; herşeyin üstünde tutan bir şuura şiddetle ihtiyaç vardır. Ancak bu şuurdur ki, fertler ve toplumlar arasındaki senlik-benlik kavgalarına, alçakça kıskançlıklara bir son verecek ve şimdiye kadar boşa akıp gitmiş olan zamanlarımızı, bütün güçlerimizi düzenleyerek hakik.i. amacına yöneltecektir. Bizim tarih felsefemiz süje-obje, fert-toplum savaşı felsefesi değil, bir­ lik ve beraberlik felsefesidir. ( TÜRKLÜK HAKİKATINU herşeyin üstünde tutan felsefedir. Yani, bütün fedakarlıklar, bütün kavgalar ancak ve ancak TÜRK ve TÜRKLÜK içindir. Böyle bir tarih felsefesi ve bu özellikteki mü­ cadelelerdir ki, bizi başarıdan başarıya, yaratıcılıktan yaratıcılığa, zaferler­ den zaferl�re götürecektir. Fakat Türkün, Türklüğün yücelmesine matuf olmayan hizipler, gruplar, sınıflar, akılsız ve temelsiz boğuşmalar, Türklüğün ilerlemesini istihdaf etmeyen fikir ve eylemler; ancak yüzüne tükürülecek girişimlerdir. Herkesin kendi arzu ve hevesini, toplumun zararına olarak savunması bir ilerleme alıimetl değil, tersine, işleri durdurma ve tökezletme­ dir. Çünkü bu takdirdedir ki, karşı tarafın da aynı şekilde hareket edeceği ve sonunun esefe şayan bir biçimde belireceği asla unutulmamalıdır. Hal-

27


buki toplumun mutluluğu, kendisini teşkil eden ferdlerin maddi ve manevi güçlerine bağlı olduğu .gibi, ferdlerln selameti de kendilerinin bir öge ola­ rak katıldıkları toplumun kudretine bağlıdır. Ferdini feda eden bir top­ lumdan hayır gelmeyeceği gibi, toplumunu düşünmeyen bir fertten de hayır beklenemez. Fertle toplumu ayıran, birine ya da ötekine imtiyaz tanıyan bir zihniyet, muhakkak ki hastadır. Ne fikriyle ne de zikriyle bir türlü biz olamamış olan bir ferd ya da bir toplum'a gelince, bunlar, felsefemizin büsbütün dışında kalan artıklardır. Nemelazımcılık yasak olduğu gibi, körü körüae ve sahtekarca evetefendimcilik de memnudur. Fakat bu bir başıboş­ luk demek d�ğildir. Herkesin önünde baş eğeceği objektif ve Ulusal bir düzenin var olduğunu teslim et:r."esi gereklidir. Çünkü özgürlük demek ; erginlik, yetkinlik ve aydınlanma demektir. Bun­ dan dolayıdır ki, disiplin bilinciyle, bireysel özgürlük sorunları da ancak daha kaplamsal olan ve bu kitabın özünü teşkil eden Türklük hakikatı ve Türklük bilinci çerçevesi içinde çözülecektir. Dünyaya ve tarihe bu daha kaplamsal olan ulusal açıdan bakılmadıkça, hiçbir meseleyi doğru olarak çözebileceğimizi, hiçbir sistemi tam olarak yerine oturtabileceğimizi sanma­ yalım. Evet aksi halde gene sayısız ve sonsuz paradokslarla ko;>.rşılaşılacak, bunca emeklerimiz ,bunca güçlerimiz gene de tanzim edilemeyecek ve so­ nunda gene de huzursuzluklar ,direnmeler, başarısıklıklar, dalgalanmalar biribirin koğalayacaktır. Bu durumda ise, ciddi bir disiplin şuuru tekrar kar­ şımıza çıkacaktır. Bu da baskıyle, mihaniki emir ve emrivakilerle değil, taa baştan beri açıklamaya çabaladığım asıl gayeyi görmekle ve göstermekle mümkün olacaktır. İnsan ruhunun isyanı, onun ezelden beri kötü olmasın­ dan değil, fakat atomdan daha müdhiş bir kudret merkezi olan iradesini körükörüne sıkmaktan, tahdit etmeye kalkmaktandır. Gaye görüldükten ve gösterildikten sonradır ki, bizi ona götürecek olan araçlar da onunla orantılı olarak meydana çıkacaktır. Böylece hiçbir gayeye matuf olmayan gereksiz kavgalar, mantıksız boğuşmalar artık bir daha görülmeyecektir. Ve töylece devlet de, millet de insan ruhunun derinliklerinden gelen bu kuvvet, bu bilinç sayesinde mutluluğa ulaşabilecektir. Demek ki aklıbaşında bir birey; kendi mutluluğunu devletin ve milletin Jrndretinde gören şuurlu birey demektir. Arzu ve hevesleri için değil, bir millet için, bir vatan için, <TÜRKLÜK ) için, yaşadığını kavrayan bireydir. Sadece kendisi için yaşa­ dığını sanan bir kimse; hakikatte ne kendisi için, ne de birşey için yaşa­ yan kimsedir. Bu durumda ise; devlet ayrı ayrı grupların, ayrı ayrı hi­ ziplerin, zümrelerin kendi içgüdüleri uğruna "Bütün" ü parçalamış olması­ na �öz yummamış olur. Şüphesizdir ki, karşıt menfaatler çatışmasının üs­ tünde ve bitaraf olan ancak Tanrı vardır. Menfaat çatışmaları daima ola­ caktır. İ.şte bunun içindir ki bir kişinin de, birkaç kişinin de, Devletin de tabi olacağı <Türklük Hakikatıl nı herşeyin üstünde tutan bir bilince mut­ lak olarak gerek vardır. Çünkü vatan, bir kişinin ya da birkaç kişinin değil, bütün bir milletin kanıyla yoğrulmuş bir bütündür. Evet bugün içine düş­ tüğümüz zorluklardan, bütün zararlı ve gereksiz dalaşmalardan sıyrılarak bir akşama kadar yüzyılları geride bırakmak ve bir akşama kadar büyük bir gelecek yaratmak azim ve kararındaysak; dünyaya ve tarihe bu açıdan TÜRKLÜK açısından bakmalıyız. Tutunacak noktayı mutlaka hariçte

28


aramaktan ve sonunda, kendi aklımızın kontrolunu yabancılardan bekle­ yecek kadar küçülmemek için, evrene böyle bir açıdan bakmak zorundayız. Evrene böyle bir kesitten bakıştır ki, artık kendi üstümüzde ne bir endü­ vüdüalizm, ne materyalizm, ne de liberalizm b�hiskonusu olabilir. Artık ferdle-toplum arasında bağlar kurmak, birlik ve beraberlik fel­ felsefesine ulaşmaktır. Tükrlük şuuru, Türklük hakikatı demek, bireylerin devlete, devletin de bireylere istinat etmesi ve tarih önünde üstlerine düşen vazifeleri birlikte ifaya hazır olması demektir. İşte bu açıklamalara aykırı hareket eden bir ya da birkaç kişi, şuurlu bir milletdaş değil, fakat muhak­ kak ki hastadır. Şu halde aklıbaşında bir millettaş demek ; ferdin devlete ve devletin de millete karşı sadakatı demektir. Fakat bu sadakat, eski çağ­ larda olduğu gibi sofistik bir sadakat değildir. Böyle bir sadakat; sadakat değil, tam anlamıyla bir ihanettir. Çünkü körü körüne bir sadakat ; ken­ disini söz söylemek yerinde gören bir kimsenin sadakatı değil, iki yüzlünün, hiç değilse gaflet ve acz içinde yuvarlanan bir zırtabozun sadakatıdır. Kısacası ulusal şuurdur ki iç gerginlikleri, husumetleri, ihanetleri, ent­ rikaları ve akıllara durgunluk veren türlü türlü alçaklıkları bertaraf ettiği gibi, dış düşmana karşı da yenilmez bir kavga, silahıdır. Evet bireyin ve devletin böyle bir şuura sahip olması hem tek taraflılığa karşı mukabil bir kuvvet, hem de daimi bir ikaz ve ihtar teşkil eder. Böyle bir billnçdir ki, yalnız bir terbiye kudreti olarak kalmaz, aynı zamanda manevi varlığın temeli olan evrensel ve ulusal ilkeler önündeki inkiyat duygularımızı da besler. Böylece millet de devlet de bir kişi de, bir kaç kişi de insan ruhu­ nun enginliklerinden gelen bu tarih şuuru, bu ezeli ve ebedi ahenk saye­ sinde selamete ve zaferlere ulaşır. Tarihte birbirini kovalayan şanlı Türk asırlar, bu şuurla yaratılmıştır. Tarih ve medeniyet anıtları bu şuurla gök­ lere yükselmiş, ölüme gönüllü gidenler, şahadet rütbesini ihraz için en başta, en ileride, en önde atılanlar bu şuurla ürperenler olmuştur. İmpa­ ratorları, kralları, Şarlkenleri, Anderiya Doryaları yalnız başına kovalaya . . rak dize getirenler, aynı duyguyla ürpermiş olanlardır. Kosova, Varna, Niğbolu, Çaldıran, Mohaç, Sakarya'yı yaratan aynı ruh ve aynı inançtu·. Karanlık kayalar aleminin üstünden atlayarak tarih destanını yaratanlar ve kahramanlık kılıncıru arşa asanlar aynı inançla ürpermiş bir milletin çocuklarıdır. Ne yazık ki, yankılan taa ebediyete vurmuş olan bu bilinç, bu irade bugün tanzimat artığı o yarı aydın kaafilesi yüzünden gölgelenmiş bulunmaktadır. Evet birkaç kuruş kar etmek için, uğrunda bunca kanlar dökülmüş olan bunca manevi değerleri ayaklar altında çiğneyecek kadar küstahlaşan bir zihniyetle hesaplaşmanın zamanı gelmiştir. Dünyaya Türklük hakikatını herşey'in üstünde tutan bir açıdan baka­ bilen bir kimse için, tarihsel varlık alanına ait bir hükümün, bir teorinin, bir ilkenin, bir dileğin değerli olup olmadığı ancak Türklüğün yükselmesine matuf olup olmadığına göre saptanabilir. Eğer bir fikir bir inanç, bir ülkü bütün Türklüğün birleşmesine ve cihana tekbaşına hükmedecek bir duruma gelmesine matufsa, o fikir, o inanç doğrudur, değerlidir. Değilse yanlıştır, değersizdir. Nasıl Tanrı olmadan hiçbir şey olmazsa, Türk olmadan, Türk­ lük olmadan da hiçbir kimse, hatta hiçbir millet olamaz. Bir kişi ya da birkaç kişiyle koskoca bir tarih ve koskoca bir uygarlık değil, fakat ancak

29


Türklükle bireyler ve hatta başka milletler açıklanabilir. Dünya ve tarih, arzu ve heveslerle değil, fakat arzu ve hevesler dünya ve tarihle yorum­ lanabilir. Bu hakikatler kavranılmadan ne mutluluktan, ne ilerlemeden, ne de büyük bir gelecekten bahsolunabilir. Fakat bu gerçekleri kavradığımız gündür ki, kendimize karşı da, vatanı­ mıza karşı da, dünyaya karşı da vazifemizi kavramış insanlar olarak müs­ terih olabiliriz. Ancak bu suretledir ki, bireyle-toplum ve sınıflar arasın­ daki gereksiz kavgalar bir düzene sokulmuş ve yüzyıllardır özlemini çekti­ ğimiz büyük geleceğe doğru bir adım olsun atılmış olur. Bu özellikteki ya­ rışmalar ve hesaplaşmalardır ki, bizi boş vaadlere, yalanlara, dolanlara de­ ğil, fakat sonsuz bir imkanlar alemine ulaştırır. Yüzyılların tecrübesinden, yüzyılların ızdırabından çıkan sonuç işte budur. Politika alanında başarıya ulaşmak isteniliyorsa, mutlaka Türklüğü herşeyin üstünde tutan bir tarih bilincine ve mantık bilgisine gerek duyacaklardır. Aksi takdirde bugün bizim burada savunduğumuz fikirleri (Türklük hakikatı) nı, yarın !şişten geçtikten sonra, onlar da savunacaklar ve suçsuz olduklarını isbat edebil­ mek için, tarih mahkemesinin darkapısı önünde boşuna bekleşip dura­ caklardır. Bu gün sayesinde var olduğumuz ve gölgesine sığındığımız bu en üs­ tün, bu en yüce hakikat, "Türklük hakikatı" ; öyle bir kişinin, ya da bir­ kaç kişinin bir günde veya birkaç günde meydana getirdiği ya da mey­ dana ,getirebileceği bir hakikat değildir. "Olmuş olan" ı ve "olması lazım gelen" i; ancak kendisine kıyasla kavrayabileceğimiz bu en kutsal, bu en ulu hakikat ; milyoıı.larca şehidin, milyonlarca Gazi'nin, binlerce yılların, hesapsız fedakarlık ve kahramanlık destanlarının sonunda yaratılmış bir hakikattır. Evet, nice göz yaşları onoun uğrunda akmış, nice seller gibi kanlar, onun uğrunda dökülmüş, nice ordular ateşe ve suya atılarak onun uğrunda canlarını feda etmişler, nice nesiller kürreiarzın altını ve üstünü kemikleriyle onun namına doldurup taşırmışlardır. Nice hakanlar, başbuğ ­ lar, nice beğler v e reisler ufukların arkasında v e yabancı diyarlarda onun uğruna kalmışlardır. . . Bunun içindir ki ; hepimizin, hatta başkalarının da gölgesine sığındıkları bu (aziz hakikat)_ Türk ve Tükrlük hakikatı ; öyle bir kişinin ya da birkaç kişinin gaflet ve cehaletine feda edilemez. Türklüğe ve O'nun yarattığı tarih destanına karşı işlenen suçları, Tanrıdan başka ba­ ğışlamaya mezun hiçbir kuvvet yoktur! .. Hepimiz, yok olmaktan, sayesinde kurtulduğumuz Türklüğe; şanlı ve eşsiz tarihimize hizmet etmek, onun uğrunda ölmek ve onun için varolmak ,onu yüceliklere ulaştırmak için ya­ şıyoruz.. Evet, uğrunda bunca emekler, bunca asırlar, bunca milyarlar har­ canmış olan eşsiz tarihimize, maddeten ve manen borçlu olduğumuz ebedi Türklüğü ve onu meydana getiren bütün gelmiş-geçmiş kuşaklara hizmet etmek, onun uğrunda ölmek için her zaman hazır olmalıyız. Fakat en küçük bir hizmette bile bulunamayan, üstelik ona kötülüğü dokunan bir varlık, hangi varlık olursa olsun, muhakkak ki bir gün cezasını çekecektir. Ve o saman dolu kafasını eşsiz hakikata ( TÜRKLÜK HAKİKAT!) na çarparak darmadağın olacaktır. İşte asıl başarı, asıl bayram da bu gerçekleri kav­ radığımız, cehalet denen o binbaşlı ejderin sırtını yere getirdiğimiz gün olacaktır.

30


ATATÜRK . Hüseyin A. Göktürk, Naim Talu, H. Ziya Ülken, Z. Gökalp, Burhan Oytay, Mustafa Mezheboğlu, Metin İlgi , Nesrin Peköz, Nejat İ. Pek­ öz, Celal Aydın, Mehmet İzzet, Mehmet Akif, Sabahaddin Topbaş, Şemseddin Günaltay, Behzat Tuncer, Turgut Sızmağolu, Muzaffer Esen, Şadi Demir­ men, Hayri Sezgin, Uluğ İğdemir. Burhan Gfü. . . Sait Kemal Mimaroğlu, Doktor Agah Güner, Reşit Galip, Mehmet Emin lurdakul, Turan Veldet Velidedeoğlu, Faruk Sükan, Sabri Atayolu, üzer Atayolu, Samih Rıfat, Tah­ sin Demiray, Celal Demiray, Eşref Sander. Kenan Yiğitbaşı, Babur Ardahan, Peyami Safa, Nej at Ekrem Basmacı, Orhan Davut, Muzaffer Kuşuloğlu, Nüz­ het Ziya!, H. Suphi Tanrıöver, İzzet Muhittin, Ali R. Önder, Nabi Up, İs­ mail H. Danışment, Nuri Karahöyüklü, Ömer Asım Aksoy, Muammer Eko­ nom, Çetin Birgen, İlhan Tezcan, Mehmet Gürlek, Adnan Erkaya, Nevzat Anarat, Kenan Esengin, Z. Fahri Fındıkoğlu, Ahmet Edip Kuşdemiroğlu, Mümtaz Turhan, M. Şekip Tunç, Namık Kemal, Emin Bülent, Hikmet Ba­ yur, Akçuraoğlu Yusuf, H. E. Adıvar, Adnan Adıvar, Şevket Çizmeli, Ruşen Eşrey Ünaydın, Nurullah Ataç, Abdullah Cevdet, Nafi Atıf, Yahya Kemal Bayatlı, Mithat Dulge, Mehmet Emin Erişirgil, Y. Ziya Özer, Fuat Köprülü, Hayrünnisa Könü, K. Köni, Ahmet İhsan Tokgöz, Besim Ömer Paşa, İ. H. Uzunçarşılı, İzmirli İsmail Hakkı, İsmail H. Baltacıoğlu, Vefik Paşa, Cevdet Paşa, Necip Asım, Ahmet Rasim, Ali Fuat Başgil, Hamit Ongunsu, H. Ali Yücel, A. Müfit Mansel, Cavit Baysun, E. Behnan Şapolyo, S. Maksudi Arsal, Zeki Velidi Togan, A. Canip Yöntem, Kıvamettin Burslan, Mehmet Köymen, Mustafa Akdağ, H. N. Pepeyi, Halil Demircioğlu, Tevfik Fikret Necati Akder, Şemseddin Sami, Ayten H. Eti, Faruk Nafiz Çamlıbel, Musa Akyiğit, Nejat Sancar, Ahmet Refik, H. Cahit Yalçın, Oktay Aslanapa, Şerafettin Yaltkaya, Halil İnalcık, Hamdi Akverdi, Ebuziyya Velit. Tevfik Nevzat, M. Ali Aynı, Halil Nimetullah, Bedevi Kuran, Hüseylnzade Ali, Hoca Kadri, Şehbenderzade Ali, İsmail Fenni, N. Ramazanoğlu, Ahmet Şuayıp, Namdar Rahmi, Satı Bey, Abdurrahman Şeref, R. N. Güntekin, İbrahim Kafesoğlu, Y. Kadri Karaosmanoğlu, İ. A. Gönsa, Ahmet Kılıçbay, Adnan Ötügen, Mithat Cemal, F. Rıfkı Atay. Uğrunda nice mihnet ve mahrumiyetlere katlanarak ve bütün ömrümü harcayarak meydana getirdiğim bu kitap da, öteki kitaplarım gibi, bugün sorumlu mevkileri tutmuş ve Gelecekte de tutacak olan kuşakları ulusal ülkü, ulusal benlik, ulusal inanç ve ulusal Duyguyla donatılmış kuşaklar olarak yetiştirmek gibi, yüce bir amaç gütmektedir. Çünkü, Milliyetçilik ülküsü ; hem tarihi varlık alanını belirleyen en baş ilkedir ; (Milli birlik ru­ hunun yaratıcısı, iç gerginlikleri bertaraf eden bir ilke) hem de yabancı fikir akımlarına karşı kullanabileceğ imiz yenilmez bir kavga silahıdır. . . İşte yukarıdaki çerçeve içerisinde yer almış olanlar, böylesine azametli bir amacı olan kitaplarımın gerçekleşmesinde, yazarının bu uğurdaki ça­ balarının desteklenmesinde yüksek ilgilerini esirgemeyen memleketimizin yetiştirdiği seçkin şahsiyetlerle; Milliyetçilik ruhumu ateşleyen ve kültür

31


formasyonumu kendilerine borçlu olduğum aziz hocalarım ve Büyük Türk düşünürleridir. Her aklıbaşında vatanperver insanın gayesi, büyük işler görmüş, büyük eserler yaratmış insanlar olarak tarihe geçmek olmalıdır. Unutmamalıdır ki, bir milletin Ulusal kabiliyet ve Ulusal güçlerini artırmak gibi, kutsal bir amaç güden ve ulu tarihimizin her çağrısına uymayı daima bir fırsat ve şeref sayanların kainatta tutacakları yer ; gelecek kuşakların önünden selam­ layarak geçecekleri yerdir. Fakat sadece gününü gün etmeyi bir milletin Şan ve şerefine hizmet etmeye tercih eden bedbahtlar sürüsünün kainatta tutacakları yer ise ; gelecek kuşakların önünden ancak tükürerek geçecek­ leri yerdir. Eşsiz kahraman Atatürkün bize büyük hedef olarak gösterdiği Çağ­ daş Uygarlık Düzeyinin en üstüne ; Ulusal benlikten, Ulusal ülküden, Ulusal duygudan nasibini alamamış parazit sürüleriyle değil, kalbi Türklük ve Ululuk duygusuyla çarpanların gösterecekleri azim ve imanla çıkılacaktır. İşte böylesine hizmetler, böylesine çabalar böylesine fedakarlıklardır ki, insanların adlarını ebediyete haykıran layemut belgeler ve şahadetler olarak kalacaktır. _

32

_



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.