M. Emin Erişirgil - Türkçülük Devri, Milliyetçilik Devri, İnsanlık Devri

Page 1



_/il. !_min �t.ifit.9i'

,,;...-'(>

/

s.f' 1� ���A'>ç�, yc.�· 4t.��

TÜRKÇÜLÜK DEVRİ

MİLLİYETÇİLİK DEVRİ İNSINLll DEVRİ

Dağ'ıtıqa

Yerleırl:

Maarif Yayınevleırl

.


Her teori soğuktur ve solgundur dostum! Yalnız hayat dır ki verimlerle ve feyizlerle doludur· •

.

.

GCETHE

Güzel İstanbul Matbaası

-

A n k a r a- 1

9 5 8


İçindekiler 6

Maksat

KELİMELER Türk, Türkçülük - Tunı.n, Turancılık - Mlllet sözü - Mil­ liyet kelbnesi - Tabiiyet - MlllUeştlrme - MUllyetçl, Mll­ Jlyetçlllk - Şovenlik - Mllllyetçllik ve Komlnizm - üm­ met - Kavim - Osmanlı - Kozmopolit, Kozmopolltçlllk - Medeniyet - Tabii topluluklar, lnsa.nlann ya.rattıkla.n topluluklar. Ortaklıklar •

7

-

24.

TÜRKÇÜLÜK DEVRİ Tllrkçülük bir polltlka sistemidir - Türkçülük Osmanlı Türkleri arasında ne vakit belirdi? - Türkçülük tarihini inceleyenlerin hatalan - Osmanlı Türklerindeki milli duy­ gu Ue mesela Rus Türkleri arasındaki milli duygu aynı me­ todla tetkik edllemez - Dilde Türkçüiük denilen hadise­ nin sebepleri - Tarih Türkçüiüğü denilen lıfu:lise - İki türlü milllyetçillk - Gecikme - Politika ve ilim - Tanzl­ mattan önce - O devirde iç kavgalann sebeplerinden ba­ zılan - Tanzlmattan önce Osmanlı İmparatorluğunda mez­ hep kavgalan - Doğru mezhep, lğri mezhep - Osmanlı lınparatorluğuııda şi'i mezhepler - İmparatorlukta şi'illk dışında eğri mezhepler - İmparatorlukta Kızılbaşlar İmparatorluk devrinde dıwlet adanılan neye mezhep kav­ galanndan korkarlardı? - Mehdi meselesi - Tek çare Tanzbnattan sonra müslümanlar arasındaki mezhep kav­ galanna bir de hırlstlyanlann a.ynlma arzusu eklenmişti - Esaslı bir kusur - Meşrutiyette türkçülük - Çevre­ yi Türkçülüğe hazırlayan sebepler - Bazı Arap Aydın.­ lannın güttükleri politika - Türk Ocakları nasıl kunıl­ du - Ocak Merkezi Ocak Bayedtte - İttihat Te,rakki ve Türk Ocaklan - Birinci Dünya Savaşı - Milli Misak Lozan Andlaşmasından sonra Türkçüiük • • 25- 7'1

MİLLİYETÇİLİK DEVRİ Milliyetçilik Türkçülükten ayn bir politika sistemidir Başka devletlere tabi Türkler : Milliyetçilik ile Türkçülük arasındaki fark - Fransızlar ve İngllizler Milliyetçiliği n�ye dayandınyorlardı - Fikir adamlanmızın gaybettik­ lerl fırsat - insanlık mllletlere neye bölünmüştür? - Irk meselesi - Garpte ırkcılık meselesinin politikada yaptığı tahribat - İkinci Dünya Savaşında bizde ırkçılann yap­ tıklan gürültü - Tarih tezi - İlim ve ırk - İlhnlerin iler­ lememesi mi acaba mllletlerln ırka dayanmadığı inanını bi­ ze veriyor? - Irk çevrenin tesirini inkara vanr - Coğrafi çevre - Leplay ve Demoulln'ln teorileri - Ratzel'ln düşün­ celeri - Cofrıı.fi çevre mllletlerl yaratabilir mi? - Millet


n ekonoml - Adam Slmlth'ln düşllncesl - Frederlc Llst'ln düşünceleri - Maddi tarihçilerin fikirleri - Ziya. Gök­ aJp'ın düşüncesi - Acaba ekonoml gerçekten milleti ya­ ratır mı 'f - Dil hakkında lkl tez - Dil milletleri birbi­ rinden ayırt ettirir - Dil milietln aynasıcbr - Dil miliet­ letlerl doğurabilir ml 'f - Mllli karekter - Kavim psiko­ lojisiyle uğraşan ilim adamlan ve politikacılar - Herke­ se şamil mllli karekter olur mu 'f - Gelenekler milietl aydınlatabilir mi 'f - Tarih milli hayatı yaratır mı 'f 75 -121

İNSANLIK DEVRİ İnsanlık kelimesinin mana.lan - Sosyal manada insan­ lık gerçekleşebilecek ml �ba 'f Yoksa bu da bir ku­ runtıım u dur 'f - Sosyal manada insanlık neden ger­ çekleşemiyor acaba 'f - Cemiyet-l Akvam - Birleşmiş Milletler - Bugünkü halde sosyal insanlık devrine giri­ yoruz denebilir mi 'f - Bizde dünyanın gidişini hangi fi­ kir adamımız s�mlştl? - Yanlış teori bazen gerçeği bul­ mağa yarar - Medeniyet ve kültür - Ziya GökaJp'ı me­ deniyetten küitürü ayınnağa sevk eden sebepler ne idi 'f - Ziya bu fikre neye saplandı - Yanlış ve maksatlı pro­ paganda - Acaba medeniyet müesseselerini ikiye bölme -122 kaabll mi? •

-

lU

NETİCE Türkçülük, Millly�llik bizde birlblrlnl takip eden ayn ayrı lki devir olduğu gibi şimdi de insanlık devrine gir­ mekteyiz - Bir sosyal cereyan filan tarihte yok oldu, Öteki cereyan onun yerine geçti denemez - Eskl milli­ yetçiler ve onların çocuklandır kl Tiirklye'de insanlık devrini kuracaklardır. 14.6�148


MAKSAT

Meşrutiyet devrinde teorisi yapılan «Türkçülük» den başka u Milliyetçilikıı yolu yok mudur? Türk Cumhuriye­ tinin milliyetçilik prensipleri türkçülükten başka bir şey midir? 1945 ten sonra dünyada açılmak üzere olan devre­ ye ne ad vermeli? Bence bu meseleler aydınlanmadıkça Cumhuriyet Tarihi yazılamaz. Bu devirdeki iç ve dış po­ litikanın kökleri ve sebepleri anlaşılmaz ve anlatılamaz. Ortaya koyduğum sualler şunu da hatıra getirebilir : Türkçülükten başka bir milliyetçilik olamazdı amma Cum­ huriyetteki devlet adamları, Rusya'dan çekindikleri için bunu açıkça söyleyemediler ve yayamadılar. Çünkü Rus­ ya İstiklal Savaşı sırasında bize yardım etmişti, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını beraberce savunmamızı isteyin­ ceye kadar, daha açıkçası, bu iki boğazı «siz kuvvetsiz bir milletsiniz, buraları koruyamazsınız, onu koruyacak be­ nim ıı deyinceye kadar dostumuzdu. Onunla sıkı fıkı mü­ nasebetlerimiz vardı. Halbuki iç rejimleri ne olursa olsun, Ruslar türkçülükten kuşkulanırlar : Belki petrolla dolu olan yerlerinde türkler oturduğu için. Olabilir ki 1945 yı­ lına kadar bu devletten çekindiğimiz için yahut onu kır­ tnamak için «biz türkçü veya turancı değiliz, biz milliyet­ ciyiz ıı iddiasında bulunuyorduk. Acaba öyle mi? İşte bu kitap o sualleri aydınlatmak için yazılmıştır.

E m i n E R İ Ş İ R G İL


KELİMELER

T ürk, T ürkçülük (1) - T uran, T urancılık sözleri :

Türk kime derler? Kimler Türk milletindendir? Bun­ lar öyle sorulardır ki onlara cevap vermek kolay şeyler­ miş gibi gelir şimdi bize . . . Halbuki hiç olmazsa Meşruti­ yette böyle değildi. O devirde bazıları Türkü şöyle tarif ediyorlardı : «Bazen Türk - Tatar [2] , hazan Türk -Tatar Moğol [3] diye anılan bir ırktan gelme; adetleri, dilleri, birbirine yakın, tarihi yaşayışları birbirine karışmış olan kavim ve kabilelerdir ıı . Rahmetli Yusuf Akoçora Beyin üs­ tün gördüğü tarif bu idi. [1]

«Türk kelimesi türeli demektir. Türe taamül ve ıl.det mft.­

nasınadır». Türk Medeniyeti Tarihi. Ziya Gökalp. S. 26. Fakat bu, kelimenin lOgat manasıdır. Siyasi anlamda bu söz, «eski türklere göre türkçe konuşan, dini itikatları aynı olan kavimler» dir. ay­ nı eser. S. 25. [2] zünü

«Tatar kelimesi «Tat eri» tabirinden doğmuştur. Tat sö­

türkler kendi

tatar türk

dinlerine

inanmayanlara

dinine ve medeniyetine henüz

derlerdi . . .

girmemiş

Onlarca

bedevi aşi­

retlerin adı idi. İhtimal ki bunlar lisan�a da türk değildiler. Mo­ gol, Tonguz gibi aşiretlere,

yahut

başka bir ırka

mensupturlar.

Şimdi Rus türklerinden bazılanna tatar adı verilmesi yanlıştır. Tarihçe Avarlarlar'la Cücenler'in tatar oldukları malOmdur» aynı kitap. S. 26. [3] larıdır.

Mogollar türk değildirler. Olsa olsa, onun amuca oğul­ «Onlar

kendilerine

dair

yazılı

birşey

bırakmamışlardır.

Bunlar hakkındaki bilgiler Çin, Rusya, Polonya, ve Macar tarih­ lerinden

alınmaktadır.

laşan seyyahların

Miladi 13 üncü asırda Mogolistan'da do­

eserlerinde de onlann

adetlerine

dair izahlara

rastlanır.» Mogol Tarihi. Türçeye çeviren. Mustafa Rahmi. S. 5.


6

Ziya Gökalp'e göre ise Türk aynı dili konuşan, aynı dinde olan kavimlerin tümüdür. Bu iki tarif arasındaki fark meydandadır : Birincisin-,i de ırk esastır, diğerinde ise dil ve kültür. 1 1

Aydınların bu tariflerini bırakalım da Osmanlı Türklerinin kime Türk dediklerine bakalım. Meşrutiyetten önce ve Meşrutiyetin ilk yıllarında Orta Anadolu'da kasaba halkı, okumamış, kaba saba kalmış adamlara Türk derlerdi. Kasabalılar kendilerine müslümanız diyorlar­ dı [ 1 ] . Büyük şehirlerde oturanların çoğu, meselfı. İstan­ bul'lular ise kendilerine «Üsmanlın adı vermekte idiler.

Türkçü kelimesi meşrutiyetten sonra yayılan bir söz­ dür; «Ci n eki eskidenberi kullanılırdı amma meşrutiyet ten önce yalnız gözle görülebilen, elle tutulabilen madde­ lere ait kelimelerin ardına eklenir, onları sıfat yapardı : mahallebici, sobacı, manifaturacı.. v.s. gibi. Manevi var­ lıkları gösteren kelimelerin sonuna «Ci n ekini getirmez[l] Bu satırları yazan adam, 1913 yılında baba ve annesi­ nin doğduğu kasaba olan Niğde'ye ilk defa gitmişti. Orada bü­ yük amucası Eyüp Efendi'nin evine misafir oldu. Birgün amuca. kapıya gelmiş olanlara şöyle bağırıyordu : - Sizi gidi türkler sizi!.. Beni aldatacağınızı mı sanıyor­ dunuz ? Amuca, kardeş oğlunun yanına geldiği zaman çok hiddetli idi. - Yeğen, diyordu, bu türkler adam aldatırlar, işleri güçleri bu ... Şaşkın şaşkın amucasının yüzüne bakan bu genç. - Onlar da kim amuca ? - Köylüler! . . . demişti.

- Bu köylüler türk de siz Türk değilmisiniz ? deyince de O, - Ne ben, ne baban türküz. Biz müslümanız elhamdülillah. Cevabını verdi. Genç yeğen, o zaman bu inana şaşıp kalmıştı.


9

dik. Şimdi maliyeci, hukukçu, politikacı dediklerimize o zamanlar ıımaliyundan, hukukıyundan, siyasiyundanıı de­ me adetti. Acaba Türkçü kelimesini yapmaya ve yaymaya meş­ rutiyette neden lüzum görülmüştü? Bunun sebepleri şun­ lar : a - Millet fikrinin Osmanlı Türkleri arasında yayıl­ ması ve Türk milliyetçilerinin kendilerini Osmanlıcı [1] ve İslamcı [2] olanlardan ayırt etmeğe lüzum görmeleri b - Türk gramerinde arapça ve farsçadan alınma kaidele­ rin atılması üzerine maddi ve manevi her türlü· meslek adları için «ci ıı ekinin kullanılmasına başlanılması. Türkçülük, Türkçü olanlara ve bu yolu doğru bulup takip edenlere verilen addır. O devirde Turancı adı da yayılmıştı. Turan Türk mem­ leketlerinden daha genişti, onun içinde oturanlara ve ana dili turani olanlara, mesela Macaristan'a, ve Fin'lerin otur­ dukları yerlere de şamildi [3].

Vatan ne Türkiyedir türklere, ne Tüskistan, Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir : turan. Yahut : Osmanlıcı sözü için 1 5 - 1 6 ncı sahifelere bakınız. «İslam ile islamcılığı birbirine karıştırmamalıdır. İslam müslüman olanların dinine denir. İ slamcılık ise bir politikadır. Her müslümanın islamcı olması lazım gel� ediği gibi her islamcı­ nın da dini bütün müslüman olması gerekmez. Nitekim sonun­ culara meşrutiyet devrinde siyasi müslümanlar denirdi . . . > İslam­ cı bir şairin romanı. Emin Erişirgil. S. 181. [3] «TQran yahut Büyük Türkistan dediğimiz kıt'a muaz­ zam bir kum denizinden ibarettir. Vahalar bu kum denizinin ada­ larıdır. Arabalar, develer, atlar, öküzler bu denizin gemileridir. Bu muazzam denizin adaları arasında geçilemiyecek hiçbirşey yoktur. Yolculuk için gerekli erzakı bulunan her kervan bu de­ nizin bir ucundan diğerine gidebilir. Orada ne aşılmaz dağlar, ne geçilmez ırmaklar ve göller, ne de denizler vardır. Bu kıt'a Macaristan'la Mançurya arasındadır . . . > Türk Medeniyeti tarihi. Ziya Gökalp. S. 17 - 18. [1]

[2]


10

Sizlersiniz, ey kavm-ı Macar, bizlere ihvan: Ecdadımızın müştereken me'li§ei Turan. Bir dindeyiz biz, hepimiz hakperestan, Mümkün mü, ayırsın bizi İncil ile Kur'an? ••••

mısra ve kıtalarile ifade olunan ideale Turancılık de­ nirdi.

Millet sözü : Millet kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir [ 1 ] . Bu kelimeyi Tanzimattan sonra Fransızların «nation » dedik­ leri topluluğu anlatmak için kullanıyorduk. Şimdi aynı manayı ıc ulus ıı kelimesiyle de ifade ediyoruz. «Egemen­ lik ulusundur» cümlesinde olduğu gibi [2] . Bununla beraber sanmamalıdır ki tanzimattan sonra herkes bu kelimeden aynı manayı anlıyordu. Hayır! O devirdeki birtakım aydınlara göre nasıl Osmanlı Devleti varsa, öylece Osmanlı milleti de vardı. Aynı hukuk ni­ zamına tabi olan mesela İngilizlere, Amerikalılara ve Fransızlara nasıl İngiliz, Amerikan, Fransız diyorsak Os­ manlı Hukuk düzenine bağlı kimselere de öylece Osman­ lı Milletinden demeli idik : İster müslüman olsun, ister­ se hıristiyan. [1]

Arapça'da «millet, din ve şeriat demektir.

Biz çocuklu­

ğumuzda hangi mi!letdensin ? diye sordukları vakit İbrahim mil­ letindeniz diye cevap verirdik. Çünkü hocamız öyle öğretmişti. Bu­ nun sebebi Muhammed islam dinini yaymaya başladığı vakit Arap­ lara ben size yeni birşey söylemiyorum, ceddiniz olan İbrahim'in dinini tazeliyorum dermiş. Onun için İbrahim milletindenim demek, o zamanlar müslümanım manasına gelirdi .» Milliyetçilik. Mehmet Ali Ayni. S. 17. [2]

«Ulus» sözü ülemek'den gelir ki hisselere ayırmak, tak­

sim etmek demektir.

Bir hakan yurdunu, budununu yani halkını

şehzadeler arasında uluslara taksim ederdi.

Mahmud-u Kaşgari'ye

göre bu kelime tabi ve hadim manasına olan uymak masdanndan doğmuştur.» Türk Medeniyet Tarihi. Ziya Gökalp. S. 145.


11 Fakat islamcılara göre müslümanlar ayrı milletten­ di, hıristiyanlar ve yahudiler ise ayrı ayrı milletlerden.

Milliyet sözü : Nasıl millet sözü arapçadan dilimize geçmişse, mini kelimesinin sonuna nTıı eki konarak yapılmış olan «mil­ liyet » de öylece arapçadır. Bu kelime tanzimattan sonra u nationalite ıı karşılığı olarak kullanılmaya başlanmiştır. Halbuki bu son kelimeden Fransızlar hazan başka bir dev­ let içinde yaşayan ve müstakil hale gelmek arzusunu duyan zümreyi anlarlar. Mesela «Osmanlı İmparatorluğu içinde türlü milliyetler vardı » sözünden onlar İmparatorluk düş­ kün hale geldiği devirlerde müstakil yaşama arzusunda bulunan, meseıa Rumları, Sırpları, Bulgarları . . . kasteder­ lerdi. Birçok devletlerde de meseıa o zamanlarda Avustur­ ya - Macaristan İmparatorluğu içinde de Çek, Ulah, Boşnak gibi ayrı yaşamayı isteyen milliyetler vardı. Fakat «T ıı eki Arapçada kelimenin asıl manasını de­ ğiştirmediği ve sıfatları isim yapmak üzere kullanıl­ dığı için milliyet'i biz bu manada istimal edemiyorduk, hatta birçokları Fransızca u nationalite ıı kelimesinin hazan bu manaya geldiğini bile bilmiyorlardı.. Aslında Yahudi olan İsrail Zangovill kitabında o ke­ limenin bu manasına işaretle şöyle der : «Millet ile milliye­ {i birbirine karıştırmamalıdır. Bir millet türlü milliyetleri içine alabilir » [ l ] . (( Johannet)) d e bu iki kelime arasındaki mana ayrılı­ ğına işaret ederek «millet gelişmiş bir milliyettir, milli­ yet ise tohum halinde bir millettirıı diyor [2] . [1]

Le prencipe de nationalite s.

17

18, bu cümle Melunet

lzzet'in «Milliyet Nazariyeleri» nden alınmıştır. [2]

Aynı kitaptan alınmıştır.


12 Tabiiyet :

----

Fransızca « nationaliteıı kelimesinin hukuki bir ma­ nası vardır ki biz buna ötedenberi «Tabiiyet » deriz. Me­ sela « Mösyö . . . Fransız, mister . . . İngiliz tabiiyetindedinı cümlesinde olduğu gibi. o kelime, böyle bir manada kullanıldığı zaman, yalnız gerçek şahısları anlatmaz, o manevi şahıslar olan cemiyet­ ler, şirketler, vapurlar için de kullanılır.

Millileştirme : Bu kelime Fransızca «nationaliseıı sozunun karşılığı­ dır. Manası ise, hususi bir teşebbüsün veya malın top­ luluğa mal edilmesi demektir. Sosyalistler, hiç olmazsa, büyük teşebbüslerin ve büyük sermayelerin topluluğa mal edilmesi taraflısıdırlar. Hitlerin kurduğu «National soyalizm » partisinin programında da büyük araziyi, trüst­ leri Alaman milletine maletmek vardır [ 1 ] .

Milliyetçi - Milliyetçilik: Milliyetçi sözü, Fransızların « nationaliste» dedikle­ rinin aynıdır; miletini korumak ve istediği hükümete kavuşturmak için her fedakarlığı göze alan adamın hali­ ne denir. Böyle bir adamın duygularında kendi mille­ tinin müstakil olarak yaşamasını zaruri görme, onları bir­ takım vasıflar yönünden de diğer topluluklardan üstün addetme inanı vardır. Milliyetçilik, milliyetçi olan ada­ mın doktrinine denir.

Şovenlik: Mademki milliyetçilik, milletini sevme ve onu di­ ğer insanlardan üstün görme duygusuna deniliyor, o hal­ de her duygu gibi o da mübalağalandırılabilir de hasta[1]

İleride söyliyeceğim Irkçılık Bahsine bakınız.


13 lık haline gelebilir. Mesela korku da bir duygudur; h ay­ vanı ve insanı korumağa yarar. Fakat bu duygu «gölge­ sinden korkmaıı dediğimiz hale gelince sinir hastalığı olur da o vakit buna «fobi ıı denilir [l] . Tıpkı bunun gi­ bi, milliyetçilik duygusunun da hastalık haline gelmesine dilimizde «şovenlik» denilmektedir. Bu kelime Türkçeye olduğu gibi bütün diğer dillere de Fransızcadan geçmiştir. Birinci Napolyon'un ordusunda Ni­ colas Chauvins adında biri varmış ki memleketi olan Fran­ sa'yı ve onun imparatorunu çok severmiş, bu yüzden de harp meydanlarında onbir yara almış. O vakittenberi her dilde şovenlik, bu adamın adına izafetle «hastalık haline gelen millet severlik» e den­ mektedir.

Milliyetçilik ve komünizm : Birçok zaman komiinizmi ve sosyalizmi doğru bul­ mayan adamlara milliyetçi denir : «Macar milliyetçileri, Rus komünist kuvvetlerine karşı geldiler ıı , yahut ıc filan memlekette milliyetçi partiler çok kuvvetlidir ıı cümlele­ rinde olduğu gibi. Milliyetçilik acaba böyle neye komünistlik veya sos­ yalistlik mukabili gibi kullanılıyor? Bence bunun sebep­ leri şunlardır

:

A) Komünistlerin ve sosyalistlerin çoğu

millet duygusunu geçici bir kuruntudan ibaret addedi­ yorlar; B) Milliyetçilerin bir kısmı, sermaye mülkiyeti­ nin topluluk hayatında bir düzen kurabileceğine inanı­ yorlar; C) Komünistlerle sosyalistlerden bazıları millet­ leri sadece bir devir ekonomisinin icabı gibi görüyorlar. [1]

Merak

ve

dikkat.

Emin Erişirgil. S. 25

-

30.


14 Ümmet : Ümmet kelimesi de dilimize arapçadan geçmiştir. O, dilimizde millet, kavim, bir kısım halk. cemaat manaları­ n a geliyor. Mesela bir ata sözünde «Muhammet ümmeti 60 ile 70 yaşı arasında göçer» denir : Peygamber bu iki yaş arasında öldüğü için olacak. Naima tarihinde uümmet-i muhammet saye-i devlet­ lerinde asude » denilmektedir ki <<müslüman halk sizin sayenizde rahat içindedir. )) manasınadır. Bu söz aslında « kendilerine Allah tarafından peygam­ ber gönderilen kavimler » manasını anlatır. Netekim «üm­ me-ti muhammet, ümmet-i İsa, ümmet-i Musa» sözleri de eskiden müslümanları, hıristiyanları, yahudileri an­ latmak için kullanılırdı. Rahmetli Ziya Gökalp, ümmet kelimesinin bu an­ lamını belirterek o sözü yalnız « aynı dine mensup olan insan topluluğun manasında kullanılmasına taraftardı. Mehmet Ali Ayni Bey « Milliyetçilik» adlı kitabında şöyle der : «Ümmet kelimesinin dilimizdeki kullanış şek­ line göre garplilerin eglise dediklerinin aynıdır. Sosyo­ loji ile uğraşan yabancı ilim adamları bir dine mensup olan insanların tümünü anlatmak için eglise kelinıesini kullanırlar. Biz böyle bir zümre manasına pekala ümmet diyebiliriz » [1]. Mesela Dr. Hans Freyer'in Siyasal Bil­ giler Fakültesinde geçen yıl verdiği derslerde şöyle bir cümle varmış : ııBu görüş çerçevesinden hareket eden kimse, ferdin binlerce şuurlu ve şuursuz hareketlerle ka­ tılmış olduğu sosyal nizamları, yani cemiyetin sınıfla­ rını, mesleki zümreleri, halk tabakalarını, küçük burj u­ vazi, işçiler, orta sınıf, mahalli idareler, siyasi teşekkül[1]

s. 27.


15 ler, kilise gibi azçok müesseseleşmiş birlikleri, realitede karşımıza çıktıkları gibi değil, bir bütün olarak kavrıya­ biliriz ıı [l] . Bu cümledeki « kilise gibi azçok müesseseleş­ miş birlikler ıı den katolik, protostan gibi hıristiyan mez­ hepleri kasdedilse gerek. . . Bu eseri Türkçeye çeviren sayın Neriman Abadan yerine ben olsaydım o fıkrayı «türlü mezheplerdeki ümmet taifelerin diye tercüme ederdim.

Kavim : Bu kelime, dilde ve adetlerde ortak olan zümre ma­ nasına gelir: Türk kavmi, cermen kavmi, sırp kavmi, Bulgar kavmi gibi.

Osmanlı : Osmanlı İmparatorluğıyrn Türklerin bir kolu olan Oğuzlardan Kayihan Aşireti kurmuştur. Bu aşiret önce Konya Selçuki devletinin emrinde idi. Fakat bu devlet inhilal edince, o aşiret de müstakil olduğunu ilan eyledi. O zamanlar aşiretin başında Osman Bey vardı. Türkler ye­ ni bir devlet kurdukları vakit bunu, çok zaman, kendi baş­ larında olan adamın adı ile anarlar. Onun için yeni doğan bu devlete de onlar «Osmanlı Devleti » dediler. Osmanlı Devletinin esas halkı müslümandı. Onun için ııOsmanlı» sözü Tanzimattan önce müslüman manasına da gelirdi. Bu devlet büyüdükçe onun hıristiyan tebaası da ço­ ğaldı. Şu var ki bunlara o devirdeki hükümet adamları da, aydınlar da reaya diyorlardı [2]. Tanzimattan önceki Os­ manlı Hukuk düzenine göre müslüman olmayanlar bir[1]

Sosyolojiye giriş. Dr. Hans Fereyer. S. 10.

[2]

Reaya sözü «raiyet» veya «raiye» nın, eskilerin tabiriyle

cemi, yenilerin deyimi ile çoğuludur. Abdülhak Hamid'in

cba§ta


115

takım siyasi ve medeni haklara sahip değildiler: Tabii hı­ ristiyanlar da öyle idi. Kuruluşundanberi Osmanlı Devletinin halkçı olduğu­ nu anlatmak için, her İıe kadar, bazı tarihçiler « eskiden Avrupa devletlerinde olduğu gibi, bizde şu veya bu maka­ ma getirilecek olanlarda asıl, nesep düşünülmezdi » derler ve buna bol bol misal bulurlar ama doğrusu, bu kaide o zaman yalnız müslümanlar veya sonradan müslüman olan­ lar içindi. Tanzimattan sonra ise Osmanlı sözü daha hususi bir manaya gelmeye başladı. Çünkü Tanzimatçılar bu kelime­ yi, Fransızlarda ve İngilizlerde olduğu gibi, aynı hukuk dü­ zenine bağlı insanlar hakkında kullanılan umumi kelime addediyorlardı. Sultan İkinci Mahmut u Ben tabaamdaki din farkını ancak camiye, kiliselerine, havraya girdikleri zaman gör­ mek isterim » diyordu. Böylece o, müslüman ve hıristiyan, yahudi olup da memleketimiz halkından olan herkes aynı millettendir demek istiyordu [ 1 ] . olanlar gelen:

kusur işlediler mı,

Şehden

halk bundan sorumlu olur» manasına

kusur olursa. sadır,

Mes'ul olur iptida raJyet.

ııözünde olduğu gibi. Rea.ye ise tsıa.m hukukunda haraç, yani fazla vergi veren, ve müsliiman olmayan halka denir. Osmanlı İmparatorluğunda Tanzi­ mattan önce hıristiyan- ve museviler bu haracı verdiler mi, emniyet ve rahat içinde yaşarlardı ama bunlann siyasi haklan yoktu. Meh­ met Ali Ayni Bey «Milliyetçilik » adlı kitabında şunlan der : «Hı­ ristlyanlar siyasi haklardan mahrum olduktan başka ata binemez­ ler, sila.h taşıyamazlar, müsliimanlann giydikleri elbiseyi giye­ mezlerdi.> S. 223.

[1]

Türkiye ve Tanzimat Engelhardt. Türkçeye çeviren Ali

Reşad. S. 53. Osmanlı sözünü bu manada kullanarak, memleketi-


17 Kozmopolit - kozmopolitçilik : Kozmopolit sözü Yunanca iki kelimenin birleştirilme­ siyle meydana gelmiştir. Bu sözlerden biri, dünya mana­ sına gelen «COSmOs ıı diğeri vatandaşlık manasına gelen «politisıı dir. Bu kelime Avrupa dillerinde insan nevini tek bir milletmiş gibi görenlere de denmektedir. Kozmo­ politçilik ise bütün dünyayı kendi vatanı sanan insanla­ rın inanlarına verilmiş bir addır.

Medeniyet : Bu kelime de dilimize Arapça'dan geçmiştir. Arapça'­ da bu söz şehirlilik ve terbiyelilik manasınadır. Tanzimat­ tan sonra bu kelime, Fransızca «Civilisation ıı karşılığı ola­ rak kullanılmıştır. Fakat Fransızca'da da bu kelime yeni­ dir. Paris Üniversitesi Profesörlerinden ve Akademi Aza­ sından Charles Richet şöyle diyor : u Bu kelimeyi ilk önce Racine kullandı diyenler var ama ben onun eserleri ara­ sında bu sözü bulamadım. Herhalde o kelime 18 nci yüz yılın sonunda yapılmış olsa gerek. Ancak 1835 ten sonra­ dır ki akademi lCıgatine girdi n [1] . Buna rağmen biz onun manasını gayet açık sanırız. Halbuki böyle değildir. Nitekim rahmetli Ziya Gökalp Türk Medeniyeti Tarihi'ne şöyle başlıyor : «Bazılarına gö­ re, medeniyet medenilik, mütemeddinlik demektir. Etnoğ­ rafya araştırmaları Bedevilerde, hatta vahşilerde bile ken­ dilerine mahsus birer medeniyet olduğunu meydana koymizdeki müslüman ve hıristiyan bütün kavimleri birleştirme ide­ alini güden adamlara Meşru tiye tte «Osmanlıcı» denildi.

Osmanlıcı­

lar hem islamcılara, hem Türkçülere muhalif idiler. Çünkü bu so­ nuncular, «Osmanlı Devleti vardır ama Osmanlı milleti diye birşey olamaz» diyorlardı. [1]

L'ntelligence et L'homme. Charles Richet. S. 1.


18

du. Mütemeddinlik ve medenilik ise tekamül etmiş millet­ lere mahsustur» [1] . Görülüyor ki medeniyet sözüne etnoğrafya ile, sosy0loji ile uğraşanlar başka mana veriyorlar, diğer bazı fikir adamları ve halk ise başka bir mana. . . Birincilere göre medeniyet, ona dahil olan milletlerin ortak müessesesine denir [2] . İkincilere göre ise medeniyet şehir hayatından her tarafa yayılan inceliklere verilmiş addır. «Filan ada­ ma bayılıyorum, ne medeni insan! . . . » , « amma medeniyet­ siz adam ha! . . . » , «hiç medeni görgün yok mu birader? » sözlerinde olduğu gibi. B u manada o kelimenin tersi u ip­ tidailik, bedevilik, vahşiliktir » . Tanzimattanberi bizde birtakım adamlar türemişler­ dir ki u Ben garpçiyim, yani Avrupanın şimali Amerika'nın medeniyetine bayılırım » derler ama bundan anlaşılması gerekli manayı asla bilmezler; hatta, düşünmeye bile lü­ zum görmezler. Onun için garp medeniyetini iyice tahlil eylemek ve bizde herkese bunu hazmettirmek elbette fay­ dalıdır. Garplilerin kullandığı bu kelime içinde, hiç şüphe yok, pozitif ilimler var. Mesela Vaşington'da, Londra'da, Ber­ Iin'de veya Paris'te bir adamın kalkıp da şu üstünde ya[1] [2]

Türk Medeniyeti Tarihi. Ziya Gökalp. S. 5. «Avusturalya yerlileri totemcilik dinine dayanan bir me­

deniyet dairesidir. Şimali Amerika'nın şark cihetindeki yerliler da­ ha mütekamil bir totemciliğe istinat eden diğer bir medeniyet dai­ residir. Buranın garp tarafında oturan yerliler ise, totemleri potlaç yoliyle ferdileşmiş ayrı bir medeniyet dairesine mensupturlar. «nk çağlarda bir Mısır medeniyet dairesi, bir Elcezire medeni­ yet dairesi, bunlardan Fenikeliler vasıtasiyle birçok müesseseler al­ mış olan Akdeniz Medeniyet dairesi vardı. «Orta çağda ise, Avrupa'da bir Hıristiyan medeniyeti dairesi, Asya'da ve Şimali Afrika'da İslam medeniyeti dairesi teşekkül etti. Renessans ve reform'dan sonra Avrupa'da layik bir mede­ niyet vücude geldi.> Türk Medeniyeti Tarihi. Sahife 6.


�adığı.mız dünya yok mu o, dümdüz, yahut o, öküzün boy­ nuzuna asılı duruyor demesine imkan var mı? Oralarda yaşıyan bir insan «filan adam filan meleği kızdırmış da onun için grip'e tutulmuş» deyebilir mi? Şu var ki dünyanın yuvarlağımsı olduğunu, bulaşıcı b::ı.stalıkların ancak mikroplarla geçebileceğini, elbette bir nihayet birkaç adam bulmuş ve ilk önce bunları söylemiş­ tir. Eğer bu büyük adamların buluşları halk arasına yayıl­ masaydı bugünkü hal ve yaşama şekli olabilir mi idi? Bu fikirler kütle içine nasıl yayıldı? Şimdi nasıl yayılıy©rlar acaba? Şüphe yok, onları gazeteler, kitaplar, mecmualar, ilim heyetleri ve kongreler yaydılar ve yaymaktadırlar. Fakaı bu vasıtalarla yayınlanan veya orada söylenen sözleri, an­ cak azçok bilgili olanlar, anlıyabilirler. Bu yönden bir memlekette ilim mecmualarının olması ve oralarda kon­ greler yapılması, bulunan şeylerin halk arasına yayılma­ sına yetmez. O halde Avrupalılar, ilim adamlarının keşiflerini halk arasına yaymak için ne yapıyorlar ? diyeceksiniz. Şüphe yok, pozitif ilmin bulduklarını okullara giden çocuklara öğretiyorlar da o suretle onlar gelecek nesillere ve halka yayılıyor. Her memlekette ilk öğretime önem v�rilmesi kısmen bundandır. Ancak ilkokuldan, hatta orta okul ve liselerden çıkan­ lar bu keşiflerden bir çoğunu etrafiyle anlayamazlar diye­ ceksiniz. Doğru ama bundan ne çıkar? Sorarım size : Orta ve hatta lise fizik öğretmenlerinden kaçı, hele bizim gibi ilim yayınları okunmayan yerlerde, mesel Einstein'in fizik­ te yaptığı yeniliği anlamıştır ve hazmedebilmiştirler? . . . Fakat zararı yok, okul denen müesseseler eski bilgilere dayanan inanları bir tarafa atsınlar, çocuklarımıza her saat ilimde bir ilerleme, bir yenilik oluyor, bunu telkin etsinler, o yeter.


20

Acaba garp medeniyetinde güzel sanatların rolü ne olmuştur? Bunlarda sık sık değişirler ama bu değişmeler­ de kuvvetli bir ilerleme oluyor denemez. Mesela bir Gcethe, bir Victor Hugo, hatta bir Abdülhak Hamid pekala eski Yunan sanatçılariyle karşılaştırılabilir, bunlar aynı hizada insanlar denilebilir. Fakat güneşi kendinin bildiği Yunanistan'dan bir parça büyük farzeden mesela Tales ile Newton nasıl karşılaştırılabilir ilmin tarihini ve ilerle­ yişini gösterme gibi bir maksat takip edilmedikçe? Ne için güzel sanatlarda mütemadi bir ilerleme olmu­ yor acaba? Çünkü bunların hedefi güzelliği gerçekleştir­ mektir. Güzellik ise, zamana, çevreye göre değişir; mut­ lak güzellik diye birşey yoktur. Bence eski Yunanistan'ın sanat eserleri şimdikilerden çok aşağıydı demenin «vak­ tiyle çarşafla gezen Türk kadını çok çirkindin lafından farkı yoktur. Mademki sanatta ilerleme diye birşey bahis konusu edilemez, o halde diyebilir miyiz ki, medeniyet sözü için­ de güzel sanatın mevkii yok? Hayır, böyle bir iddiada da kimse bulunamaz. Her ne kadar şiiri, musikiyi, mimari eserler!ni, resimlerle ve heykellerle güzelliği yaratanlar arasında önemli farklar vardır denemez ama, onların halk gözündeki değerleri başka başka olabilir. Mesela eski Yu­ nanlılar kendilerinden çok sonra gelen Bizanslılara naza­ ran medeniyetçe elbette üstün idiler.

Çünkü birincileri

Spohocle'u ve Euripide'i alkışladıkları halde, ikincileri sirklere koşuyorlardı : Gülmek için. Tıpkı bugünkü Türk gençlerinden bazılarının boks'u şiir müsabakalarından üs­ tün saymaları gibi. Bu bakımdan bizim geriliğimizi gös­

teren gündelik bir gazetede gördüğüm karikatürü hiç unu­ tamıyacağım. Bu karikatürde bir Türk genci uzak diyar-


21

lardan gelen bir turist' e soruyordu : ıı Turist baba, Süley­ maniye Camiine nereden gidilir? ıı diye [ 1 ] . N e yapmalı gençlere güzel sanatlar terbiyesi vermek için? Şüphe yok, sanat eserlerini toplayan müzeleri ço­ ğaltmalı ve öğretmenler ıı ne güzel ne güzel ıı diyerek de­ ğil, herhangi bir sanat eseri karşısında talebesinin heye­ canına müracaat ederek telkinlerde bulunmalı. Garp medeniyetini tahlil ederken tekniğe büyük yer vermek gerekir. Teknik ilmin bulduklarını maddeye ve canlıya tatbik edilerek meydana gelir. Madem ki ilim üst üste her saat yeni keşiflerle ilerliyor, o halde teknik de yenilik oluyor da gitgide daha iyi tabiate hakim oluyoruz. Acaba bu hakimiyetin medeniyet yönünden neticesi ne olmuştur? Yahut ne oluyor ? Her şeyden önce bu ilerleme uzaklığı yakınlığı kaldırmıştır. Ne ile diyeceksiniz? Tür­ lü şekilde işleyen şimendiferlerle, vapurlarla, hele oto­ mobil ve uçaklarla . . . bir Fransız yazarı şöyle diyor : ııBi­ zim gençliğimizde bir tarih alimi vardı. o bize şunları söylerdi : Ben bundan sonra bir umumi tarih yazsam Onu şinıendiferden önce, şimendiferden sonra diye ikiye bö­ lerdim ıı [2] . Doğrusu bu zat zamanımızda yaşasaydı, bu bölmeyi belki şöyle yapacağım derdi : Uçaktan önce, uçak­ tan sonra . . . Bu uzaklığı yakınlığı kaldırmanın, şu şimendiferler, vapurlar, otomobiller, kamyonlar ve uçakların, şu telsi2 telgraf ve radyoların medeniyet bakımından tesirleri ise meydandadır. Bunlar sayesindedir ki fikir ve düşüncele­ rini insanlar kısa zamanda yayabiliyorlar, harpsiz darpsız [1]

Mimar Sinan'ın yaptığı

Süleymaniye Camii büyük sa­

nat eseridir. Turistler akın akın burayı ziyaıy: ederler. Anadolu halkını, İstanbul'un Nişantaşında doğan Türk çocukların­ dan çoğu bu abideye girmemiştirler bile. o karikatürle anlatılmak istenen şey de bu idi. [2]

L'intelligence et L'homme. Charles Richet. S. 11 - 12.


22

garp medeniyeti her tarafa nüfuz edebiliyor. Şu Sed-di Çin yok mu, bir aralık Çin'in kendi aleminde yaşamasını gerektirmişti. İnsan zavallı Çinli'lerin diğer adamlarla mü­ nasebetlerini kesmelerine nasıl acınmaz ? Bilmem hangi karikatür yazarı ııBen diyordu, elimde olsa bir memleketin medeniyette ilerlediğini posta pulu sarfiyatı ile ölçerdim11 [ 1 ] . Gerçekte de hangi millet me­ deniyette ileride ise orada nüfus başına posta pulu sarfı ziyade olur. Oradaki yayınlar fazla aranır ve gönderilir. Medeniyetçe bu ilerleyişte, tabiat üzerine insanların hakim oluşunda tıp ilimleri çok tesir etmiştir. İnsanlar için en aziz şey, elbette kendi sağlıklarıdır [2] . İnsanları hasta etmemek için ne yapmalı? Bunu araştıran İjiyen, hasta olanları nasıl tedavi etmeli? sorusuna cevap veren tedavi ve cerrahlık teknikleri ilmin buluşlarına ayak uy­ durarak çok ileriye gitmiştir. Bundan yüz on yıl önce dün­ ya anasteziyi bilmezdi. Bugün seksen, seksenbeş yaşındaki adam doğduğu zaman, hemen hemen antiseptik ilaçlar hiç· bir yerde yoktu. Rontgen ışınlariyle tedavinin tarihi çok yenidir. Bakterilerin canlı organizmada üremelerine mey­ dan vermeyen antibiyotikler nihayet el ve ayak parmak­ ları sayısından daha az zamanda gerçekleşmiş bir buluş­ tur. İnsanlar bu durum karşısında «Bana filan melek kız­ dı da hastalığa onun için tutuldum." nasıl derler? Maddelere hakim oluş makineler sayesinde genişle­ miştir. İnsan yaşayışına makinenin girmesi bir sürü me[1]

L'intelligence et L'homme. Charles Richet. S. 12.

[2]

Sağlığın önemini eski Çinliler kendi gençlerine ııöyle an­

latırlarmış : «Farzediniz ki, derlermiş, sağlığınız bir ile, diğer istek­ lerinizde mesela zenginlikte ilerlemek veya güzel ve hayırlı bir ka­ dınla evlenmek de o birin önüne konulacak olan sıfırlarla gösteril­ ' olsun. Günün birinde birle göstermiş olduğunuz sağlı ğınız

miş

ortadan kalkıverirse ötekiler okunabilir mi ? ».


23 seleler doğurdu. O meselelerin nelerden ibaret olduğunu anlamak için ekonomi kitaplarına bakmak lazımdır [ 1 ] . Bazıları makinenin hayatımıza hakim olduğunu ileri sü­ rerek onun fena taraflarını sayıp dökmektedirler. Bereket versin, onların bu sayışlarile medeniyet durmuyor ve iler­ liyor. Hele şu atom kuvveti karlı şekilde tekniğe tatbik edilsin de, bakınız dünyanın şekli nasıl değişecek. Ancak medeniyetin şimdiki hali de, yarınki tarzı da adaleti, ve onun bir nev'i olan sosyal adaleti gerektirir ve gerektirecektir. Onun için medeniyet kavramı içinde ada­ let kavramı da vardır. İstediğiniz kadar fabrikalarınız, §i­ mendiferleriniz, bakteriyolojihaneleriniz, hatta hastaha­ neleriniz . . . v.s. olsun, eğer bir memlekette adalet ve hür­ riyet yoksa, insan şahsı oralarda mukaddes tanınmıyorsa garp medeniyeti buralara girmemiştir hükmünü derhal vermeniz lazımdır. Suudi Arabistan Hükümdarı çok zen­ gindir. Amerikalıların telgraflarına derhal cevap verecek makineler de vardır orada. . . üstüne petroller işletilmekte ve gemilere yükletilmektedirler ama hiçbir zaman bu Suudi Arabistan garp medeniyetine dahil bir memlekettir dene­ mez. Çünkü oralarda insanların şahsına saygı gösterme yoktur, orada köleler vardır, orada hırsızların kolu kesil­ mektedir. Kısacası, garp medeniyeti deyince daima ilerleyen ilim, daima çoğalan sanat eserleri ve müzeleri, mad­ deye hakimiyetin ifadesi olan makinelerde, in�m şahsına saygı göstermeği gerektiren adaletin esaslarında terakki göz önüne getirilmelidir. [1]

Yaşayan dahi sanatkarla rdan Charles Chaplin �Asri Za­

manlar>> adlı filminde makinenin insanlar üzerindeki bazı tesirle­ rini ne güzel aniatıyor.


24

Tabii topluluklar, insanların yarattı.klan kurumlar, ortaklıklar : İnsanların tek başına yaşadıkları görülmemiştir. Adam­ lar bir klan'ın bir aşiretin, bir kavim veya :rp.illetin, bir ailenin parçasıdırlar. Fakat, bunların iradeleriyle kurduk­ ları topluluklar da vardır : Çocuk Esirgeme Kurumları, Hayır Cemiyetleri, siyasi gaye için kurulmuş olan parti­ ler gibi. Kar maksadiyle yapılan türlü ortaklıklar da bun­ lardandır. Demek ki bir tabii topluluk var, birde adamların bir maksadı elde etmek için yarattıkları kurumlar [ 1 ] . Ziya rahmetli Türk Medeniyeti Tarihinde şunları demektedir : «Bizde cemiyet iki manada kullanılıyor : La societe, L'association manalarına! bunlardan birincisi tabii ve de vamlı olan siyasi zümrelerin adıdır. Diğeri yapma ve de­ vamsız olan sair zümrelerin unvanıdır » . Ben de tabii olanla böyle olmayan toplulukların dilimizde ayrı kelimelerle ifade edilmemesi fikrindeyim. Onun içindir ki bu kitapta devamlı ve tabii insan birleşmelerine «topluluk>> devamsız ve iradeli olan birleşmelere ise u kurumn diye­ ceğim. Aileler, Devletler, sınıflar, kastlar, milletler . . . tabii insan topluluklarıdırlar. Eskilerin Hilaliahmer, Hi­ mayeietfal ve yenilerin Kızılay, Çocuk Esirgeme dedik­ leri yapma birleşmeler ise «Kurum n durlar. [1]

«Eski çağlarda feylesoflardan bazılan hür şahsiyetlerin

ancak cemiyetler dışında gelişebileceğine inanıyorlardı. Onun için bunların gözünde, gerçek hürriyete kavuşmak i steyenler toplulu­ ğun lüzwnunu inkar etmeğe mecburdular. Halbuki zamanımızda görüyoruz ki topluluk hayatında her gelişme, hürriyete bizi eriş­ tiriyor. Çünkü bu takdirde adamlar yalnız tek bir topluluğa tabi oluvermiyorlar da türlü cemiyetler ve kurumlara girme imkanına salıip oluyorlar. Adamlar için doğru olan bu şey milletler için de doğrudur. O insan toplulukları milletlerarası bir zümrenin parça­ sı olduklan müddetçe daha çok hürriyete ve istiklale kavuşabi­ liyorlar.» Milliyet Nazariyeleri. Mehmet Izzet. S. 148.


/

TÜRKÇÜLÜK DEVRİ Türkçülük bir politika sistemidir : Türkçülük, bir politika sistemidir. Hedefi yer yuzun­ deki bütün türklerin istedikleri hükümete kavuşarak mü­ reffeh ve mes'ut olmaları ve bu ideali, hangi memlekette oturursa otursun, her türkün benimsemesidir. Türkçü­ lük, çoktanberi milli birliğini elde etmiş olan Fransız­ ların ve İngilizlerin anladığı manada bir milliyetçilik değil, Almanların ve onları taklit eden İslavcı milletlerin anladıkları bir «milliyetçilik» idi.

Türkçülük Osmanlı Türkleri arasında ne vakit be­ lirdi? Politika olarak türkçülük 1 904 yılında Kahire'de çı­ kan Türk gazetesine Yusuf Akçora Beyin yazdığı bir ma­ kale ile başladı. Bu makalede Osmanlılık politikasının verimsizliğinden bahsediliyor ve Osmanlılar için İslam­ lık mı, yoksa Türkçülük mü faideli olduğunu bu gazete­ nin okuyucularından soruluyordu. Buna Ali KJlll al ce­ vap verdi : Bir parça alaylı olarak. Yusuf 'Beyin arkada­ şı olan Ahmet Ferit Bey [1] de bir yazı yazarak işe ka­ rıştı. Bu üç makale 1 907 yılında « Üç Tarz-ı Siyaset» adı [1]

Sayın Ahmet Ferit «tek:> B.M.M. Hükümeti devrinde ve

Cumhuriyette Maliye ve !çişleri Bakanı olan zattır. Bir aralık Pa­ ris'e Millt Hükümeti temsil etmek üzere gönderilmişti. Sonralan

Londra, Varşova ve Tokyo Büyük Elçisi oldu. Meşrutiyet devrinde de meb'ustu. O zamanlar Mülkiye denilen ve şimdi Siyasal Bilgiler Fakültesi adını alan müessesede siyasi tarih okuturdu. Bu satır­ lan yazan adamın o konuda ne bilgisi varsa, bu hocasından öğren­ rnJştir.


26

ile ve broşür halinde yine Mısır'da basılmıştı. Yusuf Akçora Bey Türk Yılında bu münakaşadan bahsederken uAhmet Ferit Bey . . . arkadaşı Yusuf'un efkar ve müta­ laasını tavzih ve kısmen teyit yolunda mübahaseye ka­ rıştı » diyor [1] . Doğrusu Ferit Beyin o makalede teyit ettiği bence yalnız « Yusuf Akçora Beyin bahsettiği me­ sele yerindedir>> demesi olmuştur. Fakat neticede onun arkadaşından ayrıldığını fark etmemeğe de imkan yok­ tur. Nitekim o yazının son satırlarında şu sözler var: «Fik­ rime göre yazarın [yani Yusuf Akora Beyin] bu hüküm­ leri isabetli değildir. Yukarıda da söylediğim gibi yazar mantiki kat'iyete varmak için bu hataya düşmüştür. Biz­ ce islam ittihadı politikası gerçekleştirilmesi mümkün ol­ mayan, gelecekte kuvvetsiz, fakat şimdi takibi kaabil, faidesi düşünülebilir bir siyasettir. Türklerin ittihadı po­ litikası ise ileride daha kuvvetli, daha talihli olabilir ; fakat bugün için mevcut değildir. Mevcut olmayan şey­ den politikada istifade edilemez. Osmanlı milleti siya­ seti, bunların aksine olarak, ileride pek parlak neticeler tevlit etmese bile, bugün takibi kolaydır ve en ziyade faydalısı da budur . . . » [2] . Bu münakaşadan dört yıl kadar sonra Meşrutiyet ilan edildi ve bu devir 10 yıl sürdü. Bu zamandadır ki rahmetli Ziya Gökalp Türkçülük politikasının teorisini yapmıştır. Meşrutiyetin son üç yılında da bu düşünce tarzı İmparatorluk politikasına hakim görünüyordu. Lozan Andlaşmasından sonra ise, Türkçülük ideali zaiflemeğe başladı. Hiçbir sosyal ceryana, kıyamete ka­ dar devam edip gidecek denemiyeceği gibi, filan tarihte [l]

Türk Yılı S. 403.

[2]

Üç tarz-ı siyaset. S. 75. Bazı kelimeler, yeni nesil anlasın

diye değiştirilmiştir.


27

. yok oldu da denemez. 1915 - 1918 yıllarında yaşıyan ger­ çek aydınlar Osmanlılık politikasının 1918 - 1921 yılların­ da İstanbul'da adeta hortlıyavereceğini nasıl tahmin ede­ bilirlerdi? Şimdi de ben Türkçüyüm diye ortada dolaşanlar var, belki de çok. Fakat onlardan bir kısmı bunun manasını anlamıyor, önemli bir kısmı ise Türkçülüğün Osmanlı Türklerinde ne gibi zaruretlerle, ne gibi şartlar altında geliştiğinin farkında bile değil.

Türkçülük tarihini inceleyenlerin hataları : Bunda, Türkçülük tarihini incelemeye kalkanların düştükleri hatalar da çok tesir etmiştir. Bence bu zat­ ları o hatalara sevkeden sebepler şunlardır : a) Dilimi­ ze milliyet diye tercüme ettiğimiz Fransızca - nationa­ lite - sözünün o dildeki manalarını Iayıkiyle bilmemele­ ri, yahut bilmez görünmeleri, b) «Milli Misak sınırları içinde türkçüyüm» sözünü Meşrutiyetteki türkçülük ide­ ali ile karıştırmaları, c) Bu ceryan ilk önce Osmanlı Türkleri arasında mı belirdi ? Rus Türkleri arasında.yıı? gibi çok faidesiz sorulara cevap vermeğe uğraşmaları. Millet kelimesi ile Milliyet sözü arasındaki farka yukarıda işaret etmiştim [ 1 ] . Osmanlı Türkleri daima müstakil yaşamışlardır. Üstüne bunlar Osmanlı İmpara­ torluğunu koruma vazifesini de omuzlarında taşıyorlar ve «biz Araplardan ve Arnavutlardan ayrı bir kavimiz » deseler onların Türklerden ayrılacağından ve Osmanlı vatanından birşey kalmıyacağından korkuyorlardı [2] . [1] [2]

s. 11. Büyükbabalanmızııı bu durumunu iyi kavnyabilmek için

bence Britanya adası..< gözönüne getirmek yeter. Bu adanın orta­ sında asıl İngilizler otururlar, kuzeyde İskoçlar, güneyde de Galler vardır. Bu üç zümrenin dilleri müşterekse de duyguları birbirine benzemez. Bunları birleştiren, sebeplerin başında aynı krala tabi


28

Onun için Osmanlı Türklerinde Türkçülüğün belir­ mesiyle, hatta politikaya hakim olmasiyle mesela Rus­ ların idaresinde bulunan yerlerdeki türkçülüğü birbiri­ ne karıştırmamak gerekirdi. Yazık ki türkçülük tarihini yazanlar bu yola gitmediler.

Osmanlı Türklerindeki milli duygu ile mesela Rus Türklerindeki milli duygu aynı metodla tetkik edi­ lemez :

u

Yusuf Akçora Bey Türk Yılında şunları yazıyor : Milliyet fikri Osmanlı, A zeri, Kırım, Şimal Türk-

olmaları, aym adada oturdukları için kendilerine Britanya'h de­ menin çok menfaatli ve faydalı olduğunu bilmeleri ve nihayet İn­ giliz'lerin lskoç'lardan ve Galler'den gelen taşlara aldırış etmiye­ rek gülüp geçmeleri gelir. Tıpkı bu lngiliz'ler gibi, cedlerimiz de müslüman

Arap ve Arnavut'lann kendilerinden ayn o)duklarını

peka.la biliyorlardı ama İmparatorluğun sınırlarını koruma zorun­ da oldukları için onları pöhpöhlüyorlardı.

Netekim Meşrutiyet devrinde Sırat-ı Müstakim mecmuasında Prof. Ahmet Naim

Bey şunları yazıyordu :

sında sen şu kavimdensin, 15

-

20

ben

«Müslümanlar ara­

bu cinsdenim davasının belirmesi

senelik bir mesele ise de açığa vurulması Meşrutiyetten

sonra başladı. Bu, bilgisizlik yüzünden ve Avrupayı taklitten doğ­ muş zararlı . . . benim fikrimce çok tehlikeli bir ceryandır. Zaten Avrupanın en fena şeylerini almak, iyi şeylerini de bozmadıkça tatbik

etmemek . . .

felaketimiz

sebeplerinden

biridir. . .

memleke­

timizde kalan bir avuç müslüman ben Türküm, ben Arabım, ben bilmem neyim diyerek birbirine karşı sevgi bağlarını kırarsa, he­ le düşmanlarımızın

tecavüzü

yüreğimize basdığı

bu

sıralarda,

delilik olur.» Meb'us Ubeydullah Efendi ise, yordu :

«Sebilürreşad» da şunları di­

«Artık apaşika.r bir hal almışdır ki

hıristiyanlık

alemi,

müslümanların arasına, sen şu kavimdensin, öteki bu kavimden­ dir gibi içimizdeki münafıkları alet ederek tefrika sokmağa çalı­ şıyorlar.» Milliyetçilik. Mehmet Ali Ayni. S. 5. Gerek Naim Beyin, gerek Übeydullah Efendinin bu yazılan büyük babalarımızın da düşüncelerini gösteriyor.


29 !erinden acaba hangisine daha önce girmiştir? Bu sualin cevabını araştırmadan önce milliyet fikrinin bir kavim­ de varlığını sezdiren fikri faaliyetleri tesbite çalışalım : Milliyet fikri bir kavime girdi mi, bu kavim derhal o fikri tamamiyle gerçekleştirmeğe kalkmaz ve kalkamaz. Gayeye erinceye kadar geçilecek bir hayli merhaleler, yapılacak işler vardır. » Bunlar doğru sözlerdi ama yalnız milliyetler için, yani müstakil olmayıp da buna ha­ zırlanmak isteyen kavimler için, yoksa Osmanlı Türkleri için değil. Çünkü onlar yüzyıllar boyunca kocaman bir İmparatorluk kurmuşlardı ve türlü milliyetleri kendi ha­ kimiyetleri altında yaşatmışlardı. Böyle bir devleti ida­ re etmeğe kalkan akıllı bir kimse tarihte görülmemişti ki << ben nüfusumuzun azalmasına razıyım, taki tek bir millet kalalım » desin. Mesela Avusturya - Macaristan İm­ paratorluğuna hakim olan

Almanlar arasında

u

biz bu

Boşnaklardan, şu Ulahlardan, şu Lehlilerden . . . kurtuli{" lım da tek bir millet kalalım» diyen var mı idi? Onun için rahmetli Yusuf Akçora ve Ziya Gökalp «Osmanlı Türkleri arasında önce dil ve tarih Türkçülüğü başladı, sonra buna siyasi Türkçülük eklendi» demeleri, bana gö­ re, yanlıştır. Diyeceksiniz ki <<Osmanlı Türklerinde de Türk Gra­ mer kaideleri arasındaki Arapça ve Farsça kaideler atıl­ mağa başlandı ve İslamdan önce Türk tarihini öğrenme merakı belirdi de ondan sonra siyasi türkçülük oldu.:ıı Bunlar da doğrudur ama, Osmanlı Türkleri arasında be­ liren dil ve tarih türkçülüğü büsbütün başka sebepler­ den ileri gelmiştir. Herhalde siyasi türkçülük bunun as­ la tabii neticesi olmamıştır.


30

Dilde Türkçülük denilen hadisenin sebepleri [1]: Sultan Aziz, Sultan Hamit devrindeki aydınlar gör­ müşlerdi ki konuşulan lisanlar arasında, Osmanlı dili gibi grameri üç ayrı ayrı milletten alınmış bir lisan yoktur. Gerçi türlü kanallardan geçen yabancı kelimeler bu dil­ lerde de vardı ama onlar kendi kaidelerine göre bunlara tasarruf ediyorlardı da bizde olduğu gibi Arapça ve Fan;­ ça kelimeleri şöyle terkip ederiz [2] , onları şöyle cemi haline sokabiliriz ama mesela kullandığımız sözlerden herhangi biri türk aslından gelme kelime ise böyle yapama­ yız demiyorlardı. Diğer taraftan medeni hiçbir memleket yokdu ki ora­ daki yazarlar uslılbumuza yüksek densin diye cümlele­ rin nihayetine gelen fiillerden ve bazı eklerden [3] baş­ ka anadilinden gelme sözleri kullanmamağa, kasıtlı olarak, itina etmiş olsunlar. Başka bir nokta da vardır : Osmanlı edebiyatının man­ num kısmı « divanıı larda yazılı idi. Fakat bizim divan ı::a­ irlerimiz fars ve Arap edebiyatının taklitçisi idiler. Bu ba­ kımdan bizdeki manzum yazıları iyi anlamak için Arap[1]

Fransızların

«Phenomene»

İngilizlerin

«Phenomenon>

dediklerine, ben bu kitaptan önceki yazılanmda daima «olay» di­ yordum. Bu kelimenin sonundaki eki bir türlü şivemize yerleşti­ remediğimiz için ben de bundan sonra, eskiler gibi, ona «hadise> -diyeceğim. Türk Dil Kurumunun Felsefe ve Gramer terimleri di­ ye çıkardığı kitapta bu kelimeye karşılık oiarak «olay, görüngü, fenomen» sözleri teklif edilmektedir. [2]

Birleştirilen

kelimelerin

her ikisi de isim

ise

ona es­

kiler izafi «terkip», eğer o kelimelerin birisi isim, diğeri sıfatsa ona «Tavsifi terkip» derlerdi. Eskilerin «terkip» dediklerine Türk Dili Tetkik Kurumunun yayınladığı Gramer Terimleri kitabında «takım» sözü teklif ediliyor. [3]

Eskilerin «edat» dediklerine ben «ek» diyorum.


31

çayı, hele Farsçayı iyi bilmek şarttı. Gerçi Servet-i Fünun edebiyatı garpli manasında romanı, hikayeyi memlekete getirmişti ama bu mecmuada yazı yazanların bilgisizliği yüzünden dilimiz eskisinden daha berbat h�le sokulmuş­ tu. Çünkü onlar o kadar çok Arapça ve Farsça kelimeler kullanıyorlardı ki, doğrusu, bunları iyice anlamak ger­ çekten güçleşiyordu. Konu bakımından ise, onlar 18 inci yüz yılın Fransızlarını taklit ediyorlardı. Bu yönden bu millete karşı salyaları akacak kadar sevgi göstermek is­ teyen şehir kibarlarını :memleketimizde çoğaltıyordu. Gerçi bu edebiyatçılar arasında bahriyeli Rauf, Hü­ seyin Cahit «Yalçın» vardı ki onlar her okur - yazarın an­ layabileceği şekilde roman ve hikaye yazıyorlardı. Fakat bunlar o tarzı bir maksada göre yapmış değillerdi, arkQ( daşları gibi Arapça ve Farsça'yı çok iyi bilmedikleri için bu yolu tutmuşlardı. En fenası bu mecmua etrafında top­ lananların çoğu böyle yazmağı, kendi sanat ve dünya gö­ rüşlerine bağlamışa benzemeleri olmuştur. Onlara göre el­ bette herkes kendi yazılarını anlamamalı, hatta «pesten­ kerani! ıı adamlar bunları okumamalı idiler bile . Çünkü bu z atlar aydınlar anlasınlar .diye yazı yazacak kadar yük­ seğe çıkmışlardı. Sanatkar değilmi idi onlar? Hiç sanatçı olanlar halk arasına girerler mi idi? İstanbul'un bazı semt­ lerinde oturan dar bir zümre mensupları n filan ne güzel yazıyor » desinler, bu, onlar için yeterdi. .

·

Her ne kadar o devirde Ahmet Mithat Efendi gibi ger­ çekten aydın kimseler ((adi uslO.pla yazmalıyız ki bizim ya­ zılarımızı her okuma yazma bilen anlasın n diyordular ama onlar da basit uslO.bun kaidesi nedir? bunu açıklayamı­ yorlardı [ l ] . B u yüzdendir k i Meşrutiyet ilan edilince Ömer Seyfet­ tin'in Selanik'teki «Genç Kalemler>> de çıkan örnek hi[1]

İslamcı Şairin Romanı. Emin Erişirgil. S. 47 ve 249.


32

kayeleri Servet-i Fünun edebiyatına ve onun takipçisi gö­ rünen 11 Fecri aticiler» e karşı gelme addedildi. Şu var ki Ömer Seyfettin'in ilk yazılarında da, Ziya Gökalp' in ilk düşüncelerinde de Türkçülük diye birşey yoktur [1]. Bunun için olmalı ki, Türkçülüğün tarihini yazanlar «Dil Türkçülüğünü ilk önce kim ve_ya kimler açdııı soru­ suna türlü şekilde cevaplar veriyorlar. Mesela Yusuf Ak­ çora'ya göre Şinasi, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ah­ met Cevdet Paşa, Şeyh Cemalletini Efkani, Şemsettin Sa­ mi, Emrullah Efendi. . . hep dil türkçüsüdürler (2]. Halbu­ ki bunların İslamcı oldukları muhakkak . . . doğrusu başka türlü de olamazlardı. Şüphe yok, bu rahmetli zatların di­ limize ve kültürümüze hizmetleri, çok ve hem de pek çok olmuştu ama türkçü oldukları için değil, bilgili insanlar bulundukları için. Milli Şair diye anılan Emin Beyin «Benim mürşidim » dediği şu meşhur Cemalettini Efgani yok mu, onun haya­ tı ve fikirleri bu söylediğim inanın pek açık bir delilidir. Yusuf Akçora Ağaoğlu Ahmet Bey hakkındaki yazılarına onun otobiyografisinden aldığı. şu satırları koyuyor : «İs[ 1 ] Bir adamın mesela 20 - 21 yaşındaki düşüncesi ne ise, 60 yaşında iken de hemen hemen ayni olması bizim memleketimiz­ de büyük adamlara mahsus meziyetıermiş gibi görünür de ballan­ dıra ballandıra anlatılır. Medeni memleketler de ise, gerçekten böy­ le olanlara şüphe ile bakma adettir. Çünkü onlar bu nevi zatları değişen sosyal hadiselere b;ıkma kaabiliyetinden mahrum farze­ derler de onları alellade adamların bile altında telekki ederler. Rahmetli Ziya Gökalp'in çok genç iken düşüncelerini,

benim

bildiğime göre, Ali Kemal sonraları onun yüzüne vurmuştu da o da manzum olarak buna cevap vermişti. Şeyh Sait İsyanı sıralarında bazılarının hakim karşısındaki sözleri de Ali Kemal'in yahut Celal Nuri'nin çok önce yazdıklarından farklı değildir. Bir Fikir Adamı­ nın Romanı. Emin Erişirgil. S. 130 - 133. [2]

Türk Yılı S. 352: ve sonraları.


33 lam mütefekkirlerinden Cemalettini Ergani Hazretleri, Pa­ ris'teki ikametleri esnasında, benim vazi meskenimi baş­ kalarına tercih etmek lfıtfunda bulunmuşlardı ve haftalarca beraber kaldık» [ 1 ] . Bu sözler açıkça gösteriyor ki Cema­ lettini Efgani'yi en iyi tanıması lazım gelenlerden biri, bu Ağaoğlu Ahmet Bey'dir. Şair Mehmet Akü Beyin ölümü yıldönümü münase­ betiyle 10 Şubat 1939 tarihinde İstanbul Gazetelerinden bi­ rine yazdığı yazıda ise O şunları söylüyordu : « Şeyh Ce­ malettini Efgani'ler, Şeyh Mehmet Abdüh'ler 19 uncu yüz yılda İslam Aleminin bu kadar geri gidişinin İslamlığın yanlış anlaşılmış olmasında ve bu dini halka öğretmek va­ zifesiyle mükellef olanların cehalet ve taassuplarında bul­ dular ve binaenaleyh çareyi İslamlığı ,bu gibilerden kur­ tarıp daha bilgili alimlere teslim etmekte ve bu sayede medeniyetle İslamlık arasında bir anlaşma bulmakta gör­ düler· Başka bir tabirle, vaktiyle garpte olduğu gibi, . . . İs­ lam aleminde de reform devri açmak istediler. Bu başlı başına bir inkılap yürüyüşü idi. Şu farklaki Şeyh Cemalet­ tin, Şeyh Mehmet Abdüh hayatın sıklet merkezini dinde gördüklerinden inkılabı da dinde yapmak emelinde idiler. Benim anlayışıma göre, Şair Akü Bey taşıdığı zihniyet­ le ve beslediği fikirle bu düşünüşe mensuptu.» Bu şehadet gösteriyor ki Cemalettin Efkani islamci idi. Doğrusu ben bu mütefekkir şeyh hakkında başka tür­ lü düşünenlere hayret ediyorum [3] .

[1]

Aynı eser. S. 426.

[2]

Cemalettin Efgani'yi bize başka türlü göstermek iste­

yenler eski «İttihadı İslilrn> ile «İslilrncılık> politikasını birbirine karıştıranlar olmuştur.

İsla.mcılıktan ne anlaşılması gerekli bu­

lunduğunu anlamak için 9 sahifeye bakınız.


34 Tarih Türkçülüğü denilen hadise :

Sultan Hamit Devrinde İkdam Gazetesi kuruldu. Bu­ nun sahibi Ahmet Cevdet Bey istiyordu ki gazetesi çok sa­ tılsın. Bu maksatla o gazetesine, şimdi olduğu gibi, türlü türlü politika ve asayiş vak'alarını yazdırıp koyamazdı. Çünkü o devirde her yazının sansörden geçmesi lazımdı. Memlekette ne spor yerleri vardı, ne müsabakaları. Onun için gazetesini spor havadisleriyle de olduramazdı. Tek yapacağı şey şu idi : Yazıları çok okunan kimseleri ga­ zetesi etrafında toplamak. Bunun içindir ki Ahmet Cev­ det Bey, bir taraftan Paris muhabirimizden diyerek Ali Kemal'in makalelerini yayıyor, diğer taraftan Emrullah Efendinin dil hakkındaki yazılarını gazetesine koyuyor­ du [ 1 ] . Bundan başka rahmetli Necip Asım Beye de L'eon Gahun'un kitabını Türkçeye çevirttiriyor ve onu yayınlı­ yordu. Halbuki o sıralarda bu Ahmet Cevdet Beyin kafa­ sında Türkçülük diye bir şey yoktu. Mademki dilin Türkçeleşmesi de, Türk tarihinin in­ celenmeye başlanması da Türkçülük dediğimiz idealin ya­ yılmasına sebep olmamıştır ; o halde haklı olarak diyebi­ lirsiniz ki bu ideal nasıl oldu da kafamıza girdi ? Bu soru­ nun cevabını aşağıdaki paragraflarda bulacaksınız.

İki türlü milliyetçilik : Milliyetçilik fikri önce garp milletlerinde doğdu· Son­ ra bize geçti. Bunda kimsenin şüphesi yok [2] . Şu var ki [1]

Bir tsıamcı Şairin Romanı. Emin Erişirgil. S. 114 - 116.

[2]

Avrupa'da doğan milliyetçiliğin sonradan bize geçtiğine

şüphe yok ama orada bu ideal ne gibi sebeplerle belirdi ? meselesini aramızda bilenlerimiz çok az . . . . Millet ve milliyet ideali 18 in­ ci yüzyılın sonunda ve 19 uncu asnn başlangıcında Fransız inkı­ labı yüzünden oralara yayıldı. Bundan evvel garpte de olan şey, sadece kavimlerdi. Fransız inkıiabı nasıl milli ideali doğurdu ve yaydı ? diyecek­ siniz. inkilabın 1793 beyannamesinde birinci madde şöyle yazılı idi :


19 uncu yüz yılda Avrupada iki türlü milliyetçilik vardı. Bunlardan biri çoktanberi milli birliklerini elde etml� olanların milliyetçiliği idi. Bunlar ticaretleri ile, kültür­ leriyle bir sürü kavimleri «Sömürgen olarak idareleri «İnsanlar hukukça hür doğarlar ve öyle kalırlar> ; eğer böyle ise onların teşkil eyledikleri cemaatler ve kavimler neye daima hür ve müstakil olmasınlar ? Bu beyannamenin üçüncü maddesinde ise şunlar yazılı idi : «Hakimiyet millettedir> gerçekten böyle ise, elbette insanlardan mürekkep olan kavimlerin ve cemaatlerin de kendi kendilerine emir vermeleri ve onların asla köle olmamaları ve başkalarının emrine girmemeleri lazımdı. Bu beyannamenin altıncı maddesinde de şunlar var : «Bir memlekette halkın iradesi kanunlar halinde ifade olunur. Bunlan halkın mümessilleri yapar.» Bu madde her kavmin kendine ait ka­ nunarı kendi iradeleriyle yapaca ğını ifade eder. Şu halde hiçbir ka­ vim diğerinin koyduğu kanunlara, zorla tabi olamaz. Napolyon Ordusu hemen hemen Avrupa'nın her tarafını işgal edince bu fikirleri de yaymış oldu. Halbuki «18 inci yüz yıl sonlarında Avrupanın siyasi taksima­ tı karışıktı . . . . Avusturya ve Rusya'da hak.im olan kavmin idare­ si altında diğer kavimler vardı. Mesela Avusturya'lılar Çeklere, Lehlere, Sırplara, Macarlara, Ulahlara hükmediyor, onların İıJti­ raki olmadığı halde kanunlar koyup bunlara tatbik ediyordu. H.ııs­ ya'da da böyle idi. Ruslar Türklere, Lehlere, Finlere . . . v.s. ye hıl­ kimdiler. 19 uncu yüzyılda bu mahkQm milliyetlerin bir kısmı hıl.­ kim olan milletlerle eşit hak sahibi olmak, onlar kadar hür olmak, yani kendilerinin hakimi yine kendileri olmak, başka deyişle iılıın·­ lerinde bulundukları millete boyun eğmekten çıkarak . . . lsllklfillc­ rini almak, müstakil bir devlet haline gelmek istemişlerdi. A l ııııı.ıı ve İtalyan olanlar ise . . . milletdaşlariyle birleşmek arzusundıL lıil­ ler.> Milliyetçilik Mehmet Ali Ayni. S. 51. İşte bu ideallerin gerçekleşmesi A1manya ve İtalyan d ı · v l < ' l.l ı•­ rini doğurdu. Yunan, Bulgar ve Sırp devletlerini yarattı. A v wı l ı ı r­ ya - Macaristan'ı, Osmanlı İmparatorluğunu inhilal etti rel i . 'l'ıı r l l ı ı:I Sorel bu vak'alardan bahsederken şöyle der : «Milliycl. ı ı ı· ı · ı ı �ıl h l , 19 uncu yüzyılda insan topluluklarına adeta şimik tc:-ıir y ı ı p l. ı ; iiy­ le ki bazılarını birleştirdi, bazılarını dağıttı.> Bu sözler c;olı clof:-


36 altına almayı hedef tutuyorlardı. D iğerleri ise henüz mil­ li birliklerini kurmamış olan halkın bu kelimeden anladıkları mana idi. Bu sonuncularını da ikiye bölmek mümkündür. Onlar­ dan bir kısmı müstakil idiler; yani hiçbir devletin idaresi altında değildiler ama kendi dilleriyle konuşan halk ile adeta çevrilmiş gibi idiler. Bu yüzdendir ki onlar aynı dili konuşanlarla birleşme, büyük bir devlet kurma emelini bes­ liyorlardı. Şu var ki bunların yüreğini yakan bu idealin gerçekleşmesine o zamanlar belli başlı iki engel vardı. Bunlardan biri birleşmek istedikleri devletlerin başındaki hükümdarlardı. Diğer engel ise şu : Bu milletlrin komşu­ larından bazıları, onların bir!eşmelerini kendi varlıkları için tehlikeli olacağını düşünüyorlardı : Almanlar bu halde idiler, İ talyanlar da öyle idiler. Diğer bir takım kavimler vardı ki onların içinde, ana dilleri başka olan, bunun üstüne başka emeller besleyen kütleler vardı. 18 inci yüzyıl sonunda islavlar bu halde idiler. Fransız İ htilali başlamadan önce yani 1 760 yıllarında Wincklmann adında bir Alman arkeoloj i ilim adamı İtal­ ya'ya gitti, toprak altından çıkan eski eserler ve paralar üzerindeki yazıları okumaya çalıştı. Maksadı eski çağın mitolojilerini meydana çıkarmaktı. Bundan sonra aynı yol­ da çalışan Alınan ilim adamları eski dinleri, eski ırkları, rudur ama sanmamalıdır lı;i bütün bunlar kendiliğinden oluverdi. Almanların ve İtalyanların birleşmeleri yolunda büyük muhare­ beler oldu. Uzun zaman Avusturya'nın idaresi altında yaşamış olan milletler ihtua.ı ederek, kan dökerek istiklfıllerini ve muhtariyetle­ rini aldılar. Romanya'nın, Yunanistan'ın, Sırbistan'ın, Karadağ'ın, Bulgaristan'ın Osmanlı Devletinden ayrılması ise elbette kansız, harpsiz olmadı.


37

eski yaşama şekillerini öğreniyorlar ve eserlerini okuyan­ lara öğretiyorlardı. Alman ilim adamlarının bu eski devirlere merakları, sadece Yunan ve Roma tarihindeki karanlık noktaları ay­ dınlatmak değildi. Onlar Cermen denilen kavimlerin de tarihteki rollerini öğrenmek istediler. Bunlar çoktan"' beri sezmişlerdi ki Orta Çağın Derebeylik devrinde Cer­ men ülkesi parçalanmıştı ama ta Karlovenjienlerin Gol­ vaları yenerek Avrupa'ya hükmettikleri zamana kadar çı­ kılırsa o vakit büyük Cermen İmparatorluğuna rastlamak mümkündü. Bu ilim adamlarının eski Carmen İ mparatorluğunda nasıl yaşanıyordu ? diye uzun uzadıya araştırmaya kalkış­ maları neden ileri gelmişti acaba? Hiç şüphe yok, bir kere bununla Avrupa'nın eski devrindeki karanlık noktaları aydınlatmak istiyorlardı' Fakat yalnız bu kadar değil.. eski Cermenlerin yaşama şekilleri teferruatiyle meydana çık­ sın da kendilerine örnek olsun, bunu istiyorlardı. Onlar ilim adamı sıfatiyle bu incelemelerden şu neticeyi çı­ kardılar : millet ile ırk esasında birdir, elbette aynı ırk­ tan olan insanlar aynı dili konuşurlar. Şu varki bunlar ana dili Almanca olanlara da şunları telkin ediyorlardı : u Bir milletin eski tarihi yalnız o devri canlandırmaya yaramaz. Bugünkü hallerin sebeplerini ve gelecekteki iş­ leri de gösterir. Almanlar eski cedlerinin kurdukları Bü­ yük Cermenya İmparatorluğunu örnek yapmalı, onlar gi­ bi büyük bir İmparatorluk kurmalıdırlar. Nasıl? elbette bü­ yük cedlerinin vasıflarını benimseyerek. Mesela eski Cer­ menler gürbüz ve sağlam idiler. Onların torunu olan bu­ günkü Almanlar da öyle olmalıdırlar. Onlar savaşcı idiler, Almanlar da böyle olmalıdırlar. Onlar sert insanlardı, yü­ reklerinde öyle bir iptidai katılık vardı ki bu hal onların en büyük faziletlerini teşkil ederdi. Çünkü bu Cermenlere gö-


38

re kendi kavimlerinden olmayanlar düşmand ılar ; <lü �man­ lara acınamazdı. Onlar ırklarını yükseltmek için <;ok şid­ detli davranırlardı. Almanlar da şimdi böyle olmul ıdırl ar. ıı Onlar Avrupada büyük bir Almanya kurmak istiyorl ardı. Bu olduktan sonra Asya'ya, hatta Afrika'ya hak i m ol mak işten bile değildi; Tıpkı İngilizler gibi [ 1 ] . Almanlar b u yolda çalışırken komşuları islfıvl a r ci n on ­ ları taklitte gecikmediler. İslavlann mazisini, i l k önce in­ celeyen Çekler olmuştur. Çekler Almanlara en yakın t sıav milletlerindendi. 18 inci yüz yılın sonlarına doğru Prağ Akademisi azasından Michel Douriche ve Dobrovsk i , l s­ Iavların eski masallarını ve eski eserlerini topladılar, bun­ lar sınıflandırıldı ve tetkik edildi. Sonra bazı zengin adam­ ların ianeleriyle Prağ'da bir « İslav Müzesi» kuruldu. Bu çalışmaların hedefi şu idi : Eskiden nasıl büyük bi r Cer­ menya varsa, öylece bir İsiav'ya olduğunu ortaya koy­ mak. Bir müddet sonra bir şair tarihçi olan Kollar bu milletler arasına şu teraneyi yaymıştı :

Ey İslavya İsldvya... Siz Ruslar, Sırplar, Çekler, Lehler Bir vatanda birleşip yaşayarak Ananızı sevindirin. Alman ilim adamlarının incelemeleri meydana vur­ muştu ki eski Cermenya'nın kudretini ve birliğini çeke[1]

Alman tarihçileri ayrı ayn çalışmak sayesinde gayelerini

elde edemiyeceklerinl anlayınca, onlar ilim kurumları yaptılar. Fa­ kat bunlar içinde bir tanesi vardır ki Avrupanın aynı maksatla ku­ rulan cemiyetlerine örnek olmuştur. Onun adı Türkçeye çevrilince şöyle olur : «Eski Alman Tarihini Tetkik Kurulu». Bu kurum «Mo­ numanta Germanya» adı ile bir seri eser yayınlamıştır. Bu ceryanın okullarda bütün Alman talebesine birtakım sert hareketlerle nasıl telkin edildiğini bu satırları yazan adam, Birin­ ci Dünya Savaşının ikinci yılında gözü ile görmüştür. O yıl Üskü-


miyen düşmanları vardı : Bunların başında Goluvalar ge­ liyordu. Büyük Almanya'yı belki, kısmen bu Goluvalar'­ ' ın torunları olan Fransa ve İngiltere çekemiyeceklerdi. İs­ avlar da vaktiyle büyük İslavya'nın birçok düşmanları ulunduğunu meydana koydular. Onların başında da eski C �rmenler vardı. " Çekler arasında başlıyan bu ceryan, öteki Islav mem­ leketlerine kolaylıkla geçti. Agram' da kurulan cenup is­ lavları Akademisi Reisi, nutuklarının birinde şunları di­ yor.du : «Artık Sırp, Hırvat, İsloven, Bulgarlar arasında nehir, dağ . . . v·s. kalmamıştır. Biz Adriyatik sahillerinden

\ �

.

·

dar İdadisi Müdürü olan eski Londra Büyük Elçimiz Hüseyin Ra­ gıp Baydur'la birlikte Berlin'e gitmişti. Ragıp Türkçe hocası idi. İstiyordu ki küçük çocuklara Almanca nasıl öğretiliyor ? bunu gör­ sün. Onun i çin iki arkadaş, bir gimnazyum'a gittiler. Sınıfa gir­ mezden önce Ragıp, Müdür'e şunları sordu : «Okulunuzda disiplin cezaları olarak ne var ? » Müdür saydı. O, Direktöre «dayak yok mu ? » demişti. Müdür hayır diye cevap verdi. Sonra çocukları 12 - 13 yaşında tahmin edilen bir sınıfa soktu onları. Ders Almanca idi ve sınıfta hoca da bir hanımdı. Çocuk bir Almanca kelimeyi yanlış telaffuz etmiş olmalı ki birdenbire Müdürün rengi değişti, «bu ke­ lime böyle mi okunur ? » diye mırıldanmaya başladı. Sınıf hocası olan hanım «kim doğru telaffuz edecek ? -. diye çocuklarına sorun­ ca talebenin elleri kalkmıştı. O, sen oku diye işaret eylediği çocuk da kelimeyi iyi telaffuz edememişti. Müdür

tahammül edemedi,

sınıfta hocanın kadın olduğunu, biz, yabancıların bulunduğunu unu­ tarak kalkıp bu iki çocuğu tokatlamıştı. Sınıftan çıktık, koridorda yürüyorduk. Müdür mazeret maka­ mında bize şunları demişti : «Ne yapalım harp ! kadınlar erkek ço­ cuklara hocalık edemiyorlar, gerekli sertliği gösteremiyorlar, fakat genç hocalar askerde oldukları için erkek öğretmen bulamıyoruz. Erkek çocuklar. erkek hocalar tarafından sert muameleye tabi ol­ malı vesselam.» Müdürün, bir taraftan disiplin cezaları arasında Alman mek­ teplerinde dayak yok demesi, diğer cihetten bizim ve kadın hoca­ nın yanında çocukları tokatlaması ve sonra hareketini mazur gös­ termek için bir takım laflar söylemesi doğrusu o zaman tuhafı­ mıza gitmişti.


40 Tuna'nın döküldüğü yere kadar herkesin anlayabileceği bir edebiyat yarattık. . . . şimdi yaşıyan İslavlar ya ilmin ha­ zinelerinden faydalanarak ilerleyecekler, yahut Cermen­ lerin ve Romalıların torunları olan Alman'ların ve Latin'­ lerin köleleri olarak onların birer aleti halinde bulunacak7 lardır ! . ıı / Agram'dan bu· ceryan, Kiyef'e ve Moskova'ya sıçıf.ı­ mıştı. 1 837 yılında bir Rus ilim adamı olan Pagodin Mos­ kova' da İslav Tarih Kütüphanesini ve eski eserler müze­ sini tesis ehirmeğe muvaffak oldu. Fransız ve İngiliz ilim adamları ise bu neticeye ka­ tılmıyordular. Mesela Fransız tarihçisi Lavis şöyle di­ yor : «Biz Fransızlarca millet şüphe yok, eski devirlerin, yani tarihin eseridir ama aynı zamanda bütün nesiller iradeleriyle buna iştirak etmelidirler. Milleti yaratan un­ surlar her yerde başka başka olabilir. Fakat bu başlangıç noktasının hiç ehemıniyeti yoktur. Asıl önemli cihet va­ rılması istenen hedeftir ıı [1 ] . İngilizler' de aynı düşünce­ de idiler. Türkler bu iki türlü milliyetçilikten acaba hangisini taklit etmeliydiler? Rahmetli Yusuf Akçora milleti ta­ rif etmekteki güçlüğe işaret ettikden sonra şöyle diyor : ııTeşkilatlanma halinde olan her millet mevcut şartlara ve beklediği gayeye göre onu tarif etmiştir. Mesela Al­ manlar, İslavlar ırk ve dili, yani tarihi mecburiyeti, Fran­ sızlar arz-u ve iradeyi, İtalyanlar araziyi ve dili yani coğ­ rafi mecburiyeti esas addetmişlerdir. ıı Mademki Türkler [1]

Lavis'in bu sözleri çok önemlidir. Almanlar ve İslavlar

milletimiz nasıl doğmuştur ? diye incelemelerle uğraşırlarken Fran­ sız ve İngilizler hedefimiz, yani varmayı istediğimiz gaye nedir ? diye düşünüyorlardı. O zamanlar bunlar içiri hedef eşyalannı ala­ cak yer bulmak, kültürlerini yaymaktı. Bu da ancak sömürgecilik­ le olabilirdi. Onun için bu devletler 19 uncu yüz yılda diğerlerinin ül kelerini sömürgeler haline sokmakla meşguldüler.


41 İngiliz ve Fransızlar gibi milli birliklerini sağlıyamamış­ lardı, mademki ıcmilliyet fikri üzerine tarih, hukuk, ede­ biyat yönlerinden ciddi çalışanlar Almanlar, İtalyanlar, İslavlar» dı, elbette onlar bu son saydığım milletleri tak­ lit etmeliydiler de onların anladıkları manada milliyetçi olmalhydılar. İşte Meşrutiyette Osmanlı Türkleri ara­ sında yayılan milliyetçilik bu neviydi ve onun adına «Türkçülükıı dendi.

Gecikme : Bizim başımıza gelen felaketlerin sebeplerinden biri, hiç şüphe yok, ıı gecikme ıı lerimiz olmuştur·. İçine girmek için uğraştığımız medeniyet milliyetçi olmayı mı gerek­ tiriyor? Biz kozmopolit veya Osmanlıcı oluruz, yahut öy­ le görünürüz. Dünya insanlığa doğru mu gidiyor ? O va­ kit biz milliyetçi oluruz ve orada dururuz. Tanzimatçıla­ rın kusurlu tarafları da bence bu idi. Onlar idari ve mali teşkilatımızı garplileştirmeye uğraştılar. Fakat farkında değildiler ki taklit etmek istedikleri müesseselerin bir kısmı, modası geçen nesnelerdir. Bence bir takım Türkçü görünenlerin de başına ge­ len bu olmuştur. Onlar milliyetci Avrupa'nın son devri gibi olmak istediler. Hükümetin politikasını da o yola sü­ rüklüyordular. Farkında değillerdi ki taklit etmek iste­ dikleri milletler adeta yeni bir ideal, yeni bir yol arama peşinde idiler [1 ] .

Politika ve ilim : «Ben burada politika bir ilim midir? yahut «hangi ilme veya ilimlere dayanan bir tekniktir? ıı gibi sorulara cevap vermeye kalkmıyacağım. Sadece politikacıların ve [1]

Milliyet nazariyeleri. Mehmet İzzet. S. 164 ve sonralan.


42 ilim adamlarının vak'alar ve hadiseler karşısında aldık­ ları tavra işaret edeceğim. Gerçekten politikacı olan adam, memleketini ilgilen­ diren hadiseler belirdi mi, onun karşısında bir durum alır, yani onu ortadan kaldırmak veya kuvvetlendirmek için tedbirler arar. İlim adamı ise o hadiseyi onunla be­ raber olanlara veya daha önce vuku bulanlara bağlamak ister ve sonra acaba bu sebeplerle meydana gelen hadi­ seler ne gibi neticeler doğuracaktır? diye düşünür ve araştırır . Politikacılar « ilim adamları bizim yolumuzu aydın­ latmalıdırlar>> dedikleri zaman onların kasdettikleri ma­ na şudur : u Biz politikayı ilgilendiren her hadise karşı­ sında tedbirler alırız ama bunları onlarla beraber bulu­ nanlara veya daha önce olanlara bağlama bizim işimiz değil . . . » Hatta bu politikacılara « efendim, sizin tedbirinizin neticesi şu olur>> deyince de onlar (( eğer senin dediğin çı­ karsa, o zaman da başka tedbirler buluruz» fikrini öne sürerler. Sayın Ahmet Ferit Beyin vaktiyle Türk gaze­ tesine yazdığı makalenin sonunda ıc bilmem siyaset işle­ rinde Opportunistelikten daha doğru, daha faideli bir meslek var mıdır? ıı [1 ] sözünün bence manası budur. Kısacası çok zaman aynı hadise hem politika, hem ilim konusu olabilir· Şu var ki politikacı «bu vak'a kar­ şısında ne yapmak lazımgelir? ıı diye düşündüğü halde ilim adamı «bu neden oldu? Ne gibi sebep veya sebepler bunu vücude getirdi ? ıı diye araştırmalar yapar [2 ] . [1]

«Üpportunisme» hale göre bir yol tutarak maksadına var­

mak isteyen politika adamlarının meslekine verilen addır. [2]

Milletvekii olan talebemden biri, arkadaşlarından birine

şöyle demiş :

«Profesörlerden politikacı

olamuyor ki. . . »

Kiınbilir


43 Tanzimattan önce : Tanzimattan önce bizde milli ideal doğamazdı. Bu­ nun sebepleri başında şu gelir : O devirde Osmanlı İmpa­ ratorluğunda iki zümre vardı ki yanyana yaşıyorlardı ama biribirinden tamamiyle ayrı hukuk düzenine bağlı idiler. Bunlardan biri müslüman olanlardı, diğeri müslü­ man olmayanlar. O zamanlarda İmparatorluk hükümetlerini üzen ko­ nu, daha çok müslümanlar arasındaki mezhep kavgaları idi. •

belki bu zat yepyeni birşey söylemiş olduğunu sanıyordu. Halbuki :Meşrutiyettenberi memleketimizde bu söz söylenir durur. Bence bu 18.f doğru ile yanlışın karıştırılması neticesidir. On­ da doğru taraf şudur : ilim adamının kafası, her hadiseyi diğer­ lerine bağlamaya alışmıştır. Onun için yeni bir politika h&disesi belirdi mi O ,kafasının alıştığı. yola giderek yine araştırmalara ko­ yulur da hemen tedbirler almaz yahut alamaz. Halbuki politikacı bunun şu sebeplerden veya bu sebepten ileri gelmiş olmasından bana ne ? Bu h&dise karşısında, maksadıma göre, hemen tedbir al­ mak lazım mı değil mi ? lazımsa ne yapmalıyım ? diye düşünür. Yanlış taraf ise şudur : Birşey hakkında tesirli tedbir alabil­ mek için önce onun sebebi veya sebeplerini bilmek gerekir. Çünkü alınacak tedbirler ancak bu sebepleri zayıflatarak veya kuvvetlen­ direrek, kısacası değiştirerek yapılırsa tesirli olur. Gerçek sebebi veya sebepleri bilinmeyen şeyler hakkında tedbirler alırken poli­ tikacıların hataya düşmeleri ihtimali çoktur. Böyle bir hata ise, milyonlarca vatandaşını zarara sokabilir. Bazı profesör veya teknik adamları vardır ki bütün ömürlerin­ ce tek bir şeyle uğraşmaları yüzünden, ihtisasları olan şeyin dışına çıktılar mı adeta çocuklar gibi konuşmaya başlarlar. Memleket bu nevi adamlardan çok falde görürse de elbette onlar politikacı ola­ mazlar. Rahmetli Ziya bunlara «Selim aklı olmayanlar» derdi. Bi­ rincilerine ise, bizim eski tasavvuf dilinden alarak «Arif» yahut «Fikir adanılan» adını verirdi. Bir Fikir Adamının Romanı. Emin Erişirgil. S. 217 Bence Profesörlerden politikacılığa getirilmesi doğ­ ru olmayan adamlar bu türlü fikir adam bulunamıyanlardır.


44 Kavgaların sebepleri : Muhammed «bütün insanlara doğru yolu göstermek için Peygamber oldUill>> diyordu. Bu sözdeki maksat belli idi : Yer yüzündeki adamlar Allaha ve Hakka inanmak noktasında birleşeceklerdi de biribirinin kardeşi oluvere­ ceklerdi. Bu olmadı, olamazdı da . . . çünkü Paygamberin « inanın ve birleşin ı> dediği insanlar aynı medeniyet safha­ sına gelmemişlerdi. Bırakınız, diğer kavimleri, kendinin mensup olduğu Araplar bile bu halde idiler. Diğer taraf­ tan onun iyi ahlak, doğru yol dediği şey her devirde ay­ nı olamazdı. Bunun içindir ki Peygamberin ölümünden sonra müs­ lümanlarda sen baş olacaksın, ben baş olacağım kavgası canlanıverdi. Bu kavganın sebebi şu idi : Acaba müslü­ manların başına geçecek olanlar Peygamber sülalesinden, yahut onun mensup olduğu kabileden biri mi olmalı idi? Yoksa böyle bir şart düşünmek din yönünden gerekmi­ yor muydu ? Peygamber ölünce müslümanlar Ebubekir'i Halife yani onun vekili olarak seçtiler ama bundan Peygambe­ rin amca oğlu ve damadı Ali'nin canı sıkılmış olduğu bes­ belli idi. Çünkü O, Ebubekir'in bu seçilişini altı ay sonra kabul etmişti. Ebubekir vefat edince onun tavsiyesi üzerine Ömer Halife oldu. Ömer'den sonra da müslümanlar başların � Osman'ı getirdiler. Osman 656 yılında ölünce Ali Halife olmuştu. Ne var ki o zamanlar,

Şam'da Vali

olan Ebu - Süfyan'ın oğlu Muaviye yeni Halifeyi tanıma­ mıştı da ona karşı isyan etmişti. Şam' da Emeviye Devle­ tini kuran ve orada kendini Halife ilan eden bu zattır· İşte İslamlar arasındaki mezhep kavgaları bundan sonra şiddetlendi.


45

İslam Mezhepleri arasındaki kavgalar : Sarıklı Türk hocalarının çoğuna göre, doğru mez­ hep [ 1 ] sünniliktir ve onun da Ebu-Hanife koludur. Fa­ kat bu sarıklılar doğru mezhep addettikleri sünniliğin di­ ğer kollarına da, yani Şafiiliğe, Hambeliliğe, Malikiliğe de tahammül ediyorlardı. Onların gözünde bu mezhepler dışında kalan inanlara saplanmış müslümanların hepsi, eğri yolda idiler. İşte Osmanlı İmparatorluğunu Tazim�ttan önce üzen şey, bu eğri mezheplerle doğru mezhepler arasındaki kav­ galardı. Yoksa Tanzimattan sonra olduğu gibi hıristiyan­ ların ayrılma meyilleri değil. İmparatorluğu idare eden devlet adamlarımız bu mezhep kavgalarından niçin üzülüyorlardı? Niçin bun­ ları önleyemiyorlar veya bu kavgalara çare bulamıyor­ lardı? Bunu anlatmazdan önce İmparatorluk içinde eğri denilen mezheplerin inanlarını söylemeliyim.

Osmanlı İmparatorluğunda Şii Mezhepler : « Şii» sözü Türk diline Arapçadan geçmiştir. Arap di­ linde onun manası bir kimsenin yardımcısı olmak, onun arkasından gitmektir. Ali'nin ve onun oğulları olan Ha­ san ve Hüseyin'in arkasından gidenlere «Şiiıı veya «Ale­ viıı denir. Bu mezhebin türlü türlü kolları var ama bunların inanlarında ortak noktalar da mevcuttur. Bu ortak inan­ lar şunlardır : bir adamın imam [2] olabilmesi için Ha[1]

Mezhep

Arapça'da gidilecek

yola

denir.

Türkçede dini

lnanlarda ve ibadetlerde gidilecek yolun adıdır. Bunun Fransızca ve İngilizce adı ise «Secte:. ve «Secb dir.

[2]

«İmanı> sözünden şimdiki

tilrklerin

anladıklan sadece

cenazeleri kaldıran, yahut cemaatle kılınan namazlarda başa

ge-


46 şim oğullarından ve Peygamberin torunlarından bulunma­ s ı şarttır : İmamlık ve Halifelik bir adamda toplanabilir: Ali böyle idi. Büyük Oğlu Hasan böyle idi. Ebubekir, Ömer ve Osman Halife idiler ama İmam değildiler. Çün­ kü doğrudan doğruya Peygamber sülalesinden gelmiyor­ lardı. Ali'nin diğer oğlu Hüseyinde de İmamlık vardı ama Halife değildi. Şii Mezhepleri içinde Sünniliğe en yakın olanı « Zey­ diye» lerdir. Bunlara göre Ebubekir'in ve Ömer'in Halife olduğunu kabul etmeli ama Ali'yi bunların üstüne çıkar­ malı· Bu inanda olanlar, Osmanlı İmparatorluğunda bir vilayet addedilen Yemen'de yaygın halde bulunuyorlardı. Şiilerin diğer bir kolu da Cağferiyelerdir [ 1 ] . Bu mez­ hebe göre « 1 2 ıı imamın en sonuncusu Muhammed Mehdi'­ dir. Bu İmam 1 1 84 yılında yok oluvermiş ama bazıları­ na göre hala yaşıyormuş. Hatta kendi adamlariyle bilmem nerede, konuşmakta bile imiş. 1908 yılında İran'da anaçen sarıklı adamdır. Cumhuriyetten önce nikah kıyan sarıklı bir nevi nüfus memurlarına da «mahalle imamı» denirdi. Bunlar ni­ kah kıyılacağı zaman eve gelirler,

kadın ve erkeğin vekillerine

müekkilerinin birbirini almağa razı olup olmadıklarını

sorarlar

ve yeni kurulacak ailenin saadeti için dua ederlerdi. Bu imamlar nikahı kıydıkları adamlara ait basılı kağıtları Nüfus İdaresine göndermeğe

mecburdular.

Mahalle

mekteplerinde de

öğretmenlik

eden hocaların çoğu da ya mahalle imamı veya cami imamı idi­ ler. Bu sarıklı adamlara ait atalarımızın tecrübelerine d:ıyanan bir takım sözleri var : «imam evinde aş, ölü gözünde yaş», «imam fe­ neri gibi döndükçe dönüyor», «Cami ne kadar büyük olsa imam yine bildiğini okur» gibi. Fakat yukarıda söylenen manalar dışın­ da imam sözünün başka bir anlamı vardır ki o da dinde v� dünya­ da müslümanların başı bulunan ve onun her dediğine itaat edilmesi gerekli bulunan adam demektir. Ben bu kitapta imam sözünü bu son manada kullanıyorum. [1]

Cağferilere

«isnaaşeriye» de

derler.

Arapçada

isnaaşer

«12» manasına gelir. Bunlar «12» imama inandıkları için bu adla anılıyorlar.


47 yasa taraflılarının beyannamelerinde «Anayasaya muha­ lif olma, y aşamakta olan Muhammed Mehdi'ye kılıç çek­ meıı olduğu yazılıdır. İlk defa İran'da açılan parlamento­ da da « bu imamın lUtfu ile memleketin bu müesseseye kavuştuğu n söylenmiş· Hatta o zaman İran Anayasasına «İmamın dönüp geleceği zamana kadar hiç kimsenin bu kanuna el süremiyeceği ıı hakkında bir madde de konmuş [ l J Safeviler zamanında, İran'ın resmi mezhebi b u «Cağferi­ yeıı olmuştu; onun için oradaki Türklerin çoğu buna ina­ nıyorlardı. Rus Azerbaycan'ında da türklerin bir kısmı, bu türlü şiiliği benimsemişti de savunup J:].uruyorlardı. Şiilerin diğer bir kolu « İsmailiıı !erdir [2] . Bunlara göre İmamın altıncısı Cağfer-i Sadık'dır. Ondan sonra bu İmamlık onun oğlu İsmail'e geçti. Fakat bu babasının sağlığında öldüğü için İmam, Mehdi oldu. Bu imamlar ister esasında, kudretsiz olsunlar, ister sonradan iş yapamaz hale düşsünler, müslümanlar bun­ lardan yüz çeviremezlermiş. Çünkü böyle yapılırsa bir­ takım adamlar çıkarak onun etrafını alırlar ve toplulu­ ğu karma karışık hale getirebilirlermiş. Sonra bu imam iyileşip de iş yapacak hale geldi mi, hakkını istermiş tabii. İsmaililerin bu iddialarını, kendi lehine maharetle kullanması sayesindedir ki übeydullah-ı Mehdi Fatımiye devletini kurdu ve Mısır ve Suriye'yi eline geçirerek bu inanları yaydı. «Hasan Sabbahıı ın kurduğu devlet de böyle olmuştur. [ 1 ] İran'da 15 inci yüz yıla kadar çoğunluk sünnilerde imiş. Noldek'e ve Goldziher'e göre, şiiliği tran'a su katılmamış araplar sokmuşlar. Milliyetçilik. Mehmet Ali Ayni S. 142. [2]

İsmaili

olanlar Cağferiyelilerin inandıkları

imamlardan

yalnız yedisine inandıkları için bunlara «Seb'iye� de denir Sebi' arapçada «7> demektir.


48

Türkler arasında yayılan Aleviliğin bir kısmı da bir­ takım kurnaz adamların hokkabazca işleri neticesidir. Mesela «Hant Hasan» Ali'nin öldürüldüğa gün, yani Ra­ mazanın «17ıı sinde mimber kurdurur [ 1 ] kendini seven halkı toplar, mimbere çıkar ıc Ey halk, der, ben hakkın imamıyım. Müslümanların zahiri işleri ve görünür ibadet­ leri on para etmez. Asıl olan adamın içidir. Bir ada­ mın kalbi Allahla beraber olursa günah işlemesi hiç za­ rar etmez [2] . Ben sizden her türlü dini mükellefliği kal­ dırdım; zevkinize bakınız.» şeklinde nutuk çeker ve topla­ nan adamlar yanında şarap içer. Bu inan Horasan'da ve Azerbaycan'daki türkler arasında yayılmıştı. Fakat son­ radan İlhan Helegu oralara gidince bunları temizledi ama, Osmanlı İmparatorluğuna bağlanan Suriye ile Yemen'de, merkezi Asyada bu inanda olanlar kaldılar. Zengibar'da da, Hindistan'da da bunlardan olanlar çokca var [3] . Bizim sarıklı hocaların «bırak Allah aşkına, O şiinin biri !» diye atıp tuttukları adamlardan başka da Suriye'­ de, Lübnan'da, Hicaz'da eğri mezhepler vardı. Bunlardan biri Necit Arap Aşiretleri arasında yayı­ lan «Vahabiıı liktir. Bunu Vahap'ın oğlu Abdullah yay[1]

Alevilerden bir kısmı Ali'nin ölmediğini, onu öldürdüm

işte başı, diyen adamın ona benzer başka birini öldürdüğüne ina­ nıyorlar. Bunlara göre Ali, şimdi bulutların üstünde imiş. Hani şu şimşekler, yıldınmlar yok mu, onları yağdıran o imiş. Kıyame­ te yakın bir zamanda O, yere inecekmiş de herkesi adfilete boğa­ cakmış.

[2]

Bunlar umumiyetle «bll.tınb olanların inanlarıdır.

[3]

lsmaililer de birçok kollara ayrılırlar. Bu kollardan bi­

rinin başı, geçenlerde ölen ve Ağahan adiyle meşhur olan Ağa All'nin oğlu Muhammed'di. Zengibar'da ve Hindistan'da ve Suri­ ye'deki

lsmaililer

bu adama kazançlarının onda

birini

vermek

111.zımgeldiğine inandıkları için O da alabildiğine zengin olmuştur. lsmailller, larmış.

eğer bunu ziyaret ederlerse hacca gitmiş

gibi

olur­


49 dığı için biz onlara «Vahabi» diyoruz ama onlar kendile.. rine «Muvahhidin» adını veriyorlar. Bunlara göre müs­ lümanlığın esası hiçbir vasıtaya baş vurmaksızın Allahı­ na dua etmektir. Eğer bir kimse dua ederken insanlardan herhangi birinin yardımını isterse, mesela filan evliya­ dır, filan hatta Peygamberdir diye onun türbesine gide­ Jek şefaat dilenirse gavurların, en fenası olur [ 1 ] . Bu Vahabilikten başka Anadolu'nun bazı yerlerinde «Babailik » de vardı. Bunu Cengiz Ordularından kaçan ve Selçukiler idaresine sığınan . uBaba İl)iaS » yaymıştı. Baba İlyas'dan sonra gelen İshak cin fikirli bir adamdı· Şiraz'da Şiiliği, Hand Ali Mehmet' den de Batiniliği öğ­ renince O, Amasya'da ve civarında ıc namaz kılma, oruç tutma sofuların işidir ; biz batıniyiz, kur'anın yasak et­ tiği işleri yaparız ama kalbimiz Allahla beraberdir. » fik­ rini yayıyordu. Her türlü güçlüğü kaldıran bu sözler müslümanlar üzerine tesir · etmez olur mu idi? Bu Baba İshak'a göre Allahlık önce Peygamberin için­ de imiş. Sonra Ali'ye ve Alevi İmamlarına geçmiş; daha sonra Ali'yi sevenler arasında kamil bir zatın içine giri­ vermiş. Tabii bunlar arasında, kendisi de vardı. O, gaip­ ten dünyayı ıslah etmeye memur olunca da etrafına To[ 1 ] Müslümanlara göre gavur iki nevidir. Bir kısmına Allah, Isa ve Musa gibi vaktiyle peygamber göndermişti. Müslümanlar bunlara «eh-li kitap» derler. Çünkü Allah, onlara göre, İsa ve Musa delaletiyle İncil'i ve Tevrat'ı indirmiştir. Eğer bunlara ina­ nanlar, İslam devletleri içinde ise, Hükümete haraç vermek şar­ tiyle

emniyet

i çinde

yaşamaları

dinin

ahkamı

iktizasından

idi.

Diğerleri böyle olmayan ve putlara tapanlardı. Bunlara müslüman­ lar «Putperest» yahut «Müşrik> derler. Peygamberden önce Mek­ ke araplan böyle idiler. Onun içindir ki

Peygamber

Medine'ye

göçdükten sonra onlar üzerine kuvvet göndermiş ve inanlarında Is­ rar edenleri kestirmiştir. Vahabileriiı gözünde şu evliyadır, bu bil­ mem nedir diyerek bir adamın türbesini ziyaret eden insanlar da böyle puta tapanlar nevindendir, onlan öldürmek dince lazımdır.


50

kat, Canik, Sivas, Şarkikarahisar'lı birtakım adamları toplıyarak u Emirül'müminin S adreddin-i dünya, İshakıı adiyle kendini Halife ilan edivermişti. Selçuki Hükümeti Konya eşrafından Hacı Mübarezeddin-i Armaganşahi'yi Amasya Valisi yaparak oraya göndermiş. Şu var ki bu adam Mübarezeddinin adamları tarafından öldürülünce­ ye kadar o civarda hüküm sürmüş. Onun idare ettiği bu yerlerde Bahailikten kalma inanlar hala yaşıyormuş.

Osmanlı İmparatorluğunda Kızılbaşlar : Anadolu'da İstanbul'luların kızılbaş dedikleri tahta­ cılar, Sofular, Sofu sürekleri, Çırapüfler, Dazalaklar var­ dırki sayıları şimdi bile bir buçuk milyonu geçer. Bun­ lar sünni olanlardan hoşlanmazlardı; Sünniler de bun­ lardan. Onların inanları türlü türlü kaynaklardan gelir. Bir kere bunların inanlarında türklerin müslüman olmazdan önce itikat ettikleri şeyler var. Müslümanların hatmi olanlarından geçenler var. Hıristiyan Ortodokslarından alınmalar var. Bunlar Sünniler gibi abdest almazlar, na­ maz kılmazlar, şarap içmeyi helal görürler, ramazan ayla­ rında oruç tutmazlar, sadece Muharremin ilk gününde oruç tutarlar ve o zaman az su içerler. Hasan ve Hüseyin'in ölümleri için ağlarlar, matem tutarlar. Onlar gözünde imam - ı Ali, Allahın insan şekline gir­ miş ve aramıza karışmış bir suretidir. Netekim daha önce Allah İsa şekline börünmüştü. Sivas vilayetinde bir Hopyar kÖyü vardır ki orada tekke şeyhi Ali evladından mukaddes bir adammış. Onun için Kızılbaşlar bu köyü merkez sayarlar. Fakat bunların başkaca da merkezleri var : Sütçt, Pirsultan, Balıhan, Ha<'l bektaş köy ve kasabaları gibi.


51 Mısır Komiserliği Başkatibi Arif bey u Binbir Hadis Şerhi» n de Kızılbaşlar hakkında görgüye dayanan bil­ giler veriyor. Aşağıda parentez içindeki yerler oradan kı­ saltarak alınmıştır : «Malazgirt, Kozıhan, Ovacık kaza­ ları balkı ... ne maskaraca şeylere inanıyorlar. .. onlar da bektaşiler gibi Ali'yi mürşit, Muhammed'i rehber tanı­ maktadırlar. Fazla olarak bunların bir de Hızırları var­ dır. Sultan - ı Serdeste dedikleri Hızır Alaca bir deynek­ dir ki, yolları gösterir ve ümmetin mallarını kurt gibi şey­ tanların şerrinden korur. Her büyük adamın evinde tor­ ba içinde bu deynekten vardır. Ayin - i cem!erde bu dey­ nek yeşil torbası içinden çıkarılarak bir yere konur ve oradakiler onu, büyük bir şeymiş gibi, görürler. Eğer bu deynek rehberlerdekiler ise, muhakak Sultan - ı serdes­ tenin vekilidir. Asıl Sultan - ı serbeste Diyarıbakır civa­ rında otururmuş ve ora eşrafından Aziz oğullarının evin­ de imiş... Her kim Kızılbaşlık yolundan çıkar, yahut bil­ diklerini meydana vurursa o değnek havada uçarmış da gider onun başına vurur, ağzını, burnunu çarpıtırmış... Onların Seyit veya Rehber dedikleri adam herhangi bir köye geldimi, orada ayin - i cem yapılmasını emir eder­ miş. O zaman karı kız erkek bir araya toplanırlar, Se­ yid'in dua edip üflediği rakı ve şarabı içerlermiş .. «Dağlardaki büyük ağaçlar, büyük taşlar Hızırın otur­ duğu yerlermiş. Bu yerler arada sırada ziyaret edilir ve dua olunurmuş. Bunun dışında da türlü türlü yerler var­ mış ki, Hızır'ın makamı addolunurmuş. Bu mukaddes mahallerden biri Munzur dağları imiş. Buraya onlar Sul­ tan - ı Munzur diyorlarmış [ l l , Her ne vakıt Osmanlı Dev[1]

«1910

yılında

Dersimde

Ovacık

kazasına

gitmiştim,

Munzur suyunun kaynadığı yeri görmek istiyordum. Bulunduğum yerden oraya atla gidilirdi. Ben de öyle yaptım. Kaynağa

10

da­

kika kala yanımdaki yirmi kadar jandarmanın yere indif;'ini gör­ müştüm de sormuştum : Neye attan bu jandarmalar iniyorlar diye.


52 !etinin Asker gönderip kendilerini tedip etmeğe karar ver­ diğini haber alırlarsa o dağın tepesine çıkarlar, bir kara çadır kurarlar. Eğer üç gün içinde bu çadır yere yı­ kılırsa Sultan - ı Munzur'un bu müdahaleyi istemediği­ ne hükmederler ve Devlet askerlerine karşı gelmeğe ha­ zırlanırlarmış. Eğer bu çadırı yıkılmamış görürlerse gü­ nahlarının ziyadeliğine hükmederlerde Devletin askeri­ ne karşı gelmezlermiş. . . «Erzurum, Mus, Elazığ, Erzincan, Diyarıbakır, Sivas, Ankara, Yozgat, Karahisar, Kütahya cihetlerinde adları Ahmet Mehmet olan, nice adam var ki, bu veya buna yakın inandadırlar. ccBir gün Çankırı'ya bağlı Çerkeş kazasının Bayın­ dır Nahiyesi merkezinde bir eve misafir olmuştum. Ev sahibinin adı Süleyman ağa idi. Orada ocağın yanında bir kitap gördüm. Bu kitabın adı Tercümanlar'dır. Kitap o kadar saçmalarla dolu idi ki tarif edemem. İçinde Çırak tercümanı, Işık tercümanı, sabah tercümanı, lokma ter­ cümanı, akşam tercümanı, divan tercümanı . . . vs. gibi laf­ lar yazılı. Anlasılıyordu ki her hareketin, her durumun ayrı bir tercümanı olması lazımmış. Onlara başlanınca mesela : sabahlar hayırola, hayırlar fethola, münkir ve münafık matola, sofra Ali'nin, nimet Veli'nin gibi bir­ takım tekerlemeler söylenmeli imiş. . . Bunların başında da bismillah yerine bismişah var. Buradaki şah'dan Ali'nin kasdedildiğine şüphe yok. Fakat Niye Ali'ye Şah diyorlar acaba? diye düşündüm. Çünki Şah kelimesi arapça değil, farsça... Bu apaaşıkar gösteriyordu ki, İran dervişleri bu inanları Anadolu içine yaymaya çalışmış­ lardır. ıı Meğer Dersimlilerce evliya sanılan Munzur Baba bu dağda bir yere girmiş imiş, girdiği yerden de su çıkıvermiş. Jandarmalar attan inmekle bu ven adama saygı gösteriyorlarmış ... > Milliyetçilik Meh­ met Ali Ayni. S. 229.


53

İşte ..Osmanlı İmparatorluğu bu türlü inanlar sahip­ leri arasına sünniliği ve Hanefiliği yaymayı devlet işi ad­ dediyordu.

İmparatorluk Devlet Adanılan Mezhep gavgalann­ dan niye bu kadar kuşkulanırlardı? Eskiden hiçbir hükumet yoktuki kendi tabası olan halkın din ve mezhep ayrılıklarına karşı kayıtsız kalsın. Bence bunun türlü türlü sebepleri vardır. Fp.kat onların başında şu gelir : Bu hükumet adamları sanıyorlardı ki kendilerinin inandıkları dini ve mezhebi yaymak Devlet işidir. Osmanlı Hükumetinin taraftar olduğu mezhep Sün­ nilikti ; onun bilhassa Hanefi kolunu yaymakta fayda gö­ rüyorlardı. Bu hükumete dahil devlet adamlarımızdan bir kısmı, mesela Safeviliğin resmi mezhebi olan Şiilik memlekete yayılırsa İmparatorluk günün birinde yok olur sanıyorlardı. Onların bu kuşkuda bulunmaları başka sebebpten de ileri geliyordu : Bir memlekette halk türlü türlü mezhep sa­ hibi olurlarsa orada asayiş kalmaz addediyordular. Bu doğ­ ru idi ama Devletin resmi dini olursa . . . böyle olmadığı za­ man ise, asayişi bozan vak'alar sadece polisi ilgilendiren mesle haline geliverir. Diğer taraftan yayana yaşayan mezhepler elbette ken di inanlarından şunu veya bunu öteki mezheplere geçi­ rir. Mademki devlet adamları mezheplerden birinin doğ­ ru olduğuna inanıyorlardı, niye bu yanlış ve eğri inanlar doğruyu bozmaliy�i?.

Mehdi Meselesi : Şiilikten sünnileğe geçen Mehdi masalı bunlardandı. Bazı sünnilere, hatta sarıklı hocalara göre kıyamet yaklaşınca Mehdi gökten inecekmiş, yahut biri kendini


54

Mehdi ilan edecekmiş de meydanı boş bulan deccalı öldürecekmiş. Bu hikayenin Şiilikten geçtiği besbellidir. Çünkü Şii imamlarının sonuncusuna onlar Mehdi adı ve­ riyorlardı. Bu sağ veya ölmüş, ne önemi var? ... İmam de­ ğilmi idi O... Günün birinde ölmüşse gökten, ölmemişse kendisini müslümanlara tanıttırması yüzünden bize hakim olmıyacak mı idi? Bir kere bir innan softaların hoşuna git­ miye dursun, onun etrafında peygamber yahut din bü­ yüklerinin sözleri diye bir takim laflar uydurmak güç miydi sanki?. " Bu Mehdi davası gibi doğru mezheplere karışan şey­ lere bizde u hurafelerıı denmesi adet olmuştur. Fakat ina­ nılan bir şeyde doğru veya hurafe olanlar nasıl ayrı­ lacaktı? Hele halka tesiri bakımından bu hurafelerin doğ­ rudan ne farkı olabilirdi ? [ 1 ] .

Tek Çare : Bir memleketteki türlü mezheplerin asayişi bozacak vak'alar haline gelmemesi için baş vurulacak tek çare, elbette Hükumetin din ve mezhep işlerinden el ve eteğini çekmesi ve «Devletin dini olamaz» demesi idi. Netekim [1]

Doğrusu ben de bu hurafe sözünden birşey anlamıyorum.

Esasen o söz arapçadan dilimize geçmiştir.

Arapçada o, manasız

13.flara, lakiıl.kalara denir. Halbuki inananlar için mesela Mehdi sözü hiç manasız bir 13.f değil : «Birinci dünya savaşından sonra harbi kazanan devletler as­ kerlerinin ve sivil makamlarının hele İstanbul halkına reva gör­ dükleri türlü türlü cefalardan ve tecaavüzlerden bunalan muba­ rek bir zat, pek samimi bir ifade ile, bana Mehdi çıkacağını söy­ lemişti. Ona bu Mehdi hikayesinin hakikatini

anlatamıyacağıını

bildiğim için mecburi olarak susmuştum» Milliyetçilik Mehmet Ali Ayni S. 142. Rahmetli Mehmet Ali Ayni beyin bu sözlerini okuduktan son­ ra benim yukarıdaki kanaatime çok haklısın nasıl demezsiniz ? .


55

Avrupada- bunu ilan eden devletler kendi yönlerin­ den mezhep ihtilafını kökünden halletmiş oluyorlardı. Yazıkki Osmanlı İmparatorluğunu idare edenler bil­ gisizliklerinden ve çok korkak olmalarından bunu yapama­ d�lar. Cumhuriyette devlet adamlarının ilk yaptıkları şey, «Devlet'in dini olamaz, din ve mezhep insanların vicdan­ larında inandıklarıdır, ona da hükümetler karışamazlarıı diyerek Iayikliği ilan etmeleri olmuştur. Bu nokta hakkında fikrimi yazmaktan maksadım, ıa­ yiklık prensibinin sadece garp memleketlerini taklitten çıkmadığı, İmparatorluktan miras olarak aldığımız Ana­ dolu'nun bünyesi bunu gerektirdiğini göstermek için­ dir ( 1 ] . [1]

Mehdi

masalının

bir

İmparatorluğun

bir de son zamanlardaki görünüşünü

son

devirlerinde,

karşılaştırmakta

çok faide

vardır. Sultan Hamit devrinde Sırn Paşa Trabzon Valisi iken Ha­ san Hoca adında bir herif, Giresun'da Mehdi'yim diye ortaya atıl­ mıştı. O zaman gerek Babıa.Ii, gerek Sırrı Paşa bu meseleyi orta­ dan kaldırmak i çin ne zahmet çekmişlerdi, ne zahmet. Geçenlerde Bursa'nın Yeşil Camiinde buna çok benzeyen bir vak'a olmuştu : Yeşil Camide bir cahil köylü «ben Mehdi - i Resu­ lüm» diye imamın elindeki tarihi kılıcı almıya kalktı. Fakat Cum­ huriyet HükQmetince bu sadece bir polis işi addedildi de bu adam mahkemeye verildi. Hemen hemen birbirinin aynı olan bu iki vak'a hakkında hükQ­ met adamlarının gözündeki fark nedendi acaba ? Bence bu farkın sebebi şu idi : İmparatorlukta Devletin dini olur sanılıyordu ; Hal­ buki Cumhuriyette !ayıklık ilan edilmişti. Bursa vak'ası yukarıda benim söylediğim noktayı teyit etme bakımından da değerlidir. Bu köylünün Şeyhi, Akif Bingöl adın da biri imiş. Bu adam bir müddet Bağdatta bulunmuş, orada el­ bette, Kerbela gibi, şiiliğin merkezi olan yerleri ziyaret etmiı;; , oradan Eskişehir'e gelmiş ve tekrar Bağdad'a dönmüştür. Yalnız bu bile gösterir ki mehdilik masalı sünniliğe Şiilikten geçme bir şeydir.


56

Tanzimatta İslam mezhepleri arasındaki kavgalara, bir de hırıstiyanlann ayrılma arzusu eklenmiştir : Osmanlı İmparatorluğunda ki Tanzimat ceryanııp ıı gaplileşme fikrinin memlekette yayılması» diye tarif �t­ me adet olmuştur. Ancak bu garplileşme fikri memleke1)e ne vakıt girdi?. İlk zamanları bu kelimeden ne anlaşıı­ yordu? Buralar halil inanılacak tarzda bizim tarihçil1er ·1 tarafından izah edilmiş değildir. ·

1

Fakat bu ceryanın resmi ifadesi olan Gülhane H ��tı, nasıl oldu? Meselesi hakkında tarihçilerimizin bize an­ lattıkarı birçok şeyler var. Vaktiyle Avrupa içlerinde er­ leyen Osmanlı Ordusu gerilemeye başlayınca, kan döke­ rek elde edilen memleketler bir bir istilalara uğruyordu­ lar. Evvelce ilerleyen ordularımız şimdi neye geriye gidi­ yorlar acaba? İşte o zamanlar Osmanlı Türklerinin kafası­ nı işgal eden mesele bu idi. Onların içindeki bazı koyu müslümanlara göre, bunun sebebi belli idi : Zorla halkımıza namaz kıldırmıyorduk da, büyük babalarımızın vaktiyle yaptığı gibi, cihadın sevabını anlatamıyorduk da, kısacası islamlığa dayanan ahlilkımız bozulmuştu da ondan.

J ·

Bereket versin, devlet adamlarımız bu lilflara inan­ mıyorlardı. Onlarca bizim muttasıl toprak vermemiz eski düşmanlarımızın değişmesinden ileri gelmişti. Bunun de­ lili şunlardır : A - Düşmanlarımız bilmediğimiz sililhla­ rı kullanıyorlar, onun içindirki ordularımız geriliyorlar. B - Garpliler sulh devrinde de bizden daha iyi yaşı­ yorlar. Bunu. oraya gönderdiğimiz Elçiler bize bildirdikleri Bizim

Anayasamızın

her

maddesini

Büyük Millet Mec­

lisi üçte iki oyla değiştirebilir; fakat devletin rejimine ait olan birinci maddesini ise asla. Eğer ben Anayasa Tadil Komisyonun­ da aza olsam, bu birinci maddeye «layıklığın»

�e

ilavesini teklif

ederdim : Kimse bunu değiştirmeyi hatta düşünemesin diye.


57

gibi orada bir müddet kalmış olan Göçmenler de anlatı­ yorlardı [ 1 ] .

Esaslı bir kusur : Burada ötedenberi devam edegelen esaslı bir kusuru­ muzu söylemek zorundayım : Kendimizden üstün bir ya­ şama şekli ile temas ettik mi, aydınlarımız hemen bunu [1]

Acaba tarihçilerimizin

bize

öğrettiklerinden

başka se­

bepler de varını idi Tanzimat yoluna girmemize ? Bugün gerçek­ ten aydın olanların üzerinde durmaları gerekli konulardan biri budur. Bence aydınlarımız şu meseleleri araştırmalıdırlar : 1

-

Yabancı

Elçilerin

ve

onların

memurlarının

Padişahları

ve Paşaları tanzimata teşvik eylemelelinin tesirleli, 2 - Vaktiyle İmparatorluk idaresinde iken herhangi bir yerin Rusya veya Avusturya tarafından işgali üzerine memlekete gö­ çenlerin getirdikleli yeni adetler, yeni yaşama şekilleri ve bunla­ rın kütle üzelinde tesirleri. 3 - ötedenbeli bizde tercümanlık eden Rum asılzadelelinin konuştukları büyük memurlar üzerine tesirleri. 4

-

Bizim tarihlerimizde Deli Petro adiyle anılan Çar'ın Rus­

ya'nın uyanması için yaptığı hareke t leri bizim taklide kalkma­ mızın tesirleli, 5

-

Mısır'da Vali Mehmet Ali Paşan'nın orada kurduğu ida­

re'nın sarayda ve o zaman ki devlet adamlarında uyandırdığı fi­ kirler ve bunun yeni!iğ·e ait ceryanı körüklemesi, 6

-

Saraydaki ve Paşa Konaklarındaki yabancı hanımların

kocalan üzerine tesirleri ve onlardan doğan çocukların Tanzimat hakkındaki inanları. Benim çocukluğumda yani Sultan Hamid'in son zamanların­ da Rus Çarı Petro olma idealinin nasıl Harbiye'den, veya o zaman erkan - ı Harbiye mektebi denilen Askeri Akademi'den çıkanların yüreklerinde yer ettiğini fark etmemeye imkan yoktu. Bir Fran­ sız

Elçisi

olan

Engelhardt'ın

kitabından

aşağıya

nakledeceğim

satırlar Deli Petro olma ideali Padişahların gönüllerine bile gir­ diğini

meydana

koyuyor.

Engelhardt

kitabında

şunları

diyor :

«Sultan Muhmut, .her yerden ziyade Türkiye'de hükümdarın ger­ çek haysiyetlerine esas addedilen ve vakurca ve mütehakkimce olan tavırları birdenbire terk

eyledi,

eskidenberi

devam

edege­

len teşrifat mesrasimlerile beraber kıyafetini değiştirdi. Nazırların ve


58

taklit ederler amma ağzımızın suyunu akıtan müesseseler ve medeniyet eserleri nasıl vücude geldi?. diye arraştır­ maya bile !uzum görmezler. Rahmetli Yusuf Akçora, türk aydınlarında görülen bu esaslı eksikliği şöyle anlatır : «Umumiyetle türklerin milli ruhiyatını tetkik ettik iddiasında bulunanlar, bu kav­ min fikriyattan ziyade filiyata değer verdiğini söylerler. Bu hüküm pek de hatalı olmasa gerek ıı . Bu kusur tabiatiyle Tanzimatçılarda da vardı. Onlar şehir ve kasaba halkının başlarındaki kavukları attırdılar, kafalarına fes giydirdiler, memurları pantalonla gezmeye mecbur ediyorlardı. Şehirlerde ferace halktı, yerine çarşaf geldi. Fransa'nın ceza ve ticaret kanunlarını türkçeye çe­ virerek tatbik eylediler, idare ve maliye teşkilatlarını Fransa'ya benzetmeye uğraştılar... Bütün bunlara rağ­ men, neye biz hala avrupalılar gibi düşünmüyoruz?. Sua­ lini kendi kendilerine sormuyorlardı bile. Böyle birşeyi hatı rlarına getirecek olursanız, size bir Fransız veya bir ln­ giliz'in kitabından ezbere bazı parçalar okurlardı ama onmeclisinde olan ulemanın huzurunda oturmalarına müsaade etti.. Sokağa Mısır'lı kıyafetinde çıkardı. Sakalını kestirdi.

Sakalları­

nı eski biçimde uzatan devlet adamlarını tekdir edJyordu. Hatta avrupada kullanılan eğerler biçiminde bir eğeri kullanmak istme­ yen Sadrazam, bu hareketi yüzünden teveccühten bile dü�müştü. Bununla beraber reaya, müslümanlardan ayırd edilsin diye giyiniş şekillerini muhafazaya onları

mecbur tutuyordu. Mesela. müslü­

manların giydikleri kumaşları giyen reaya para ve hapis cezasına çarpılıyordu. Ermenilerin milli serpuşlannı terk etmeleri . . . yasak edilmişti. Reaya hamamlarda nalın giyemezlerdi,

müslümanlann

kullandıkları sileceklerin daha adilerin! kullanmağa mecburdular. Bu gibi ufak tefek şeylere bu derece dikkat eden Sultan Mah­ mud'un, Büyük Petro gibi muhtelif parçaları bi rbirine sıkı surette bağlı geniş bir siyasi meslek takip ettiği zannolıınanabilirdi amma gerçekte ... Bu düşünce doğru değildi.» Türkiye ve Tanzimat. En­ gelhardt. Türkçeye Ç. Ali Reşad. S. 19.


59

lar neye milletimiz için bunu söylüyorlar? diye asla dü­ şünmezlerdi. Halbuki o devirde şu sualler adeta meydanda idi : 1 Garpteki yenilik nelerden ileri geliyordu acaba? 2 Büyük ticaretin Avrupa'da vücude gelmesinin sebebi ne idi?. 3 Buhar kuvvetinin sanayie tatbiki ve makine­ nin keşfi ile meydana gelen endüstri, zaten başlamış olan büyük ticarete ne gibi metodlar getirdi?. 4 - Ne için bizdeki azınlıklar yalnız tüccar ve komisyoncu oluyor­ lardı?. 5 - Kapitülasyon belasının o sıralarda"memlekete getirdiği fenalıklar nelerdi?. u Türk tenbeldir, Türk aya­ ğını uzatır yatar>> düşüncesinin yabancılar kafasına gir­ mesinde bu belanın tesiri ne idi?. 6 19 uncu yüz yılda Avrupa'nın büyük devletlerindeki politika, hatta fikir adam larında u sömürgecilik politikası ve emperyalizm mede­ niyet icabıdır» dedirten sebep ne idi?. 7 - Ne için Os­ manlı devletini bazı büyük Avrupa devetleri yarı sömür­ ge haline sakmak istiyorlardı?. 8 İstanbul'daki tünel yeryüzünde yapılan bu nevi yeraltı trenlerinin ikincisi­ dir. Acaba neden yabancı sermaye bu tünelden sonra ay­ nını başka yerlerde yapmak istemedi?. Neye bu tünel Galata ile Beyoğlu arasında yapıldı ?. 9 - 1 9 uncu yüz yılda Fransa ve İngiltere ile Rusya arasında Osmanlı İm­ paratorluğunun akibeti meselesindeki ihtilafın gerçek se­ bebi ne idi?. 10 - Tanzimat yolunda ilerlememizi istiyen bazı büyük devletlerin maksatları ne idi acaba? .... -

-

-

-

-

19 uncu yüz yıla milletçilik asrı dendiği gibi ekono­ mi asrı da derler. Bu yüz yıldaki Osmanlı Tarihini yaz­ maya kalkanlar ekonomi işini hiç bilmiyorlarsa bunda asla muvaffak olamazlar. Bence Sultan Mahmut belki büyük Petro'nun yapmak iste­ diğini taklit etme emelinde idi amma bunu pek zfi.hiri işlerde

an­

cak becerebiliyordu. Niçin böyle idi O ? Görünüşe kapılma emelin­ den kurtulamıyordu da ondan.


60

Meşrutiyet ve Türkçülük : İşte Türkçülük böyle bir vatanda meydana gelmişti. Yukarıda da söylemiştim : Osmanlı Türkleri arasında türkçülük politikasını kapalı da, eksik de olsa ilk önce öne süren Yusuf Akçoradır, ve onun Türk gazetesi­ ne yazdığı makaledir. Netekim Yusuf Akçora Bey meydan okurcasına şunları diyor : «Ne olursa olsun, aksi izhar ve isbat edilinceye kadar iddia olunabilir ki bu yazıdan önce Osmanlı Saltanatının son devirdeki siyaset tarzlarını sınıflandıran ve tayin eden ve her bir tarzın esaslarını belirten bir eser yazılmış değildir. Eğer mevcut olup da itila kesp edememiş isem bilenlerin lut­ fen beni irşat ve tenvir eylemesini rica ederim>> [ 1 ] . Onun bu noktada hakkı vardı. Bence de ilk defa' o yazıdır ki bu politikayı ortaya koymuştur. Şu varki bir konuyu ilk önce ortaya koymak başka, halk üzerinde onun tesir etmesi yine başkadır. Mesela es­ ki Yunan'lılarda da, orta çağlarda da yer yüzünün yuvar­ lağımsı olduğunu sezenler ve söyliyenler vardı, fakat bun­ ların olması bu keşif rönesanstan önce yapılmıştır. iddia­ sına meydan veriyor mu?. Tıpkı bunun gibi Yusuf Akço­ ra'nın Türk Gazetesinde yayınladığı makale belki bu ko­ nuda ilk yazıdır. Fakat O'nun « Osmanlı Türkleri arasında bu tesir etti de Türkçülük yayıldı » sanması asla gerçeğe uymaz. Neden? Çünki o yazı açık ve okuyanı inandırracak şekilde değildi bir, o yazı yazıldığı zaman İslamlığa dayanan İmparatorluğu, hükümet adamlarımızdan kimsenin parça­ lamağa niyeti yoktu bu iki. O halde diyeceksiniz ki, Meş­ rutiyette Türkçülüğün yayılması sebepleri ne olmuştur? . Bence bu sebepler şunlardı : 1 Arnavutların isyanı, Tra­ bulusgarbin elden gitmesi, Balkan Harbi ve felaketli neti­ cesi İmparatorlukta Türkçülük politikasını takip etmeğe -

[ lJ

Türk yılı S. 406.


61 elverişli zemin hazırlamışdılar. 2 Meştutiyetin başlan­ gıcından itibaren bazı Arap aydınlarının hali Türkler üze­ rinde tepki yaratmıştı. 3 Türk Ocaklarının kurulması Türkçülüğü memlekette yaymağa büyük hizmet etmiştir. Çevreyi Türkçülüğe hazırlayan sebepler : -

-

Arnavutların isyanı, şüphe bırakmıyordu ki müslü­ man olan milletler arasında da müstakil yaşama arzusu yayılmıştır. Trabulusgarbin İtalyanlar tarafından istilası, mey­ dana vurmuştu ki, sömürgeye ihtiyaç gören Avrupa mem­ leketleri zaten yarı sömürge olan İmparatorluğu parça­ lamakta mahzur görmüyordular. Hatta memleketlerinin menfaatlerine uygunsa, doğru da buluyorlardı. Bundan hemen sonra 1I1eydana gelen Balkan ititfakı ve Harbi ar­ tık herkesin gözü önüne koymuştu ki garpliler Osmanlı İmparatorluğunu, hiç olmazsa Rumelinde, yok etme arzu­ sundadırlar. Bu durum karşısında islamcılık kuvvetlenmiş görü­ nüyordu memleketimizde ... Müslüman Arnavutların isya­ na katılmış olması İttihat Terakkinin yanlış politikası icabı sanılıyordu da şöyle deniyordu : «Artık olan oldu. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğunda Türkler ve Araplar müslümanlığı korumalı ve islamcılığı yaymalı­ dırlar ıı . Bu politikanın çıkar bir yol olduğunu sanan Meh­ met Akif, o sıralarda yazdığı bir manzumesinde şunları demişti :

Türk Arapsız yaşamaz, kimki yaşar der delidir, Arabın Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. İmparatorlukta, bazı Arap aydınlarının güttükleri Politika : Meşrutiyetin ilk yıllarında Suriye'nin ve Lübnan'ın bazı aydın geçinen arapları, şüphe yok, yabancıların talı·


62 riki ve yardımlariyle «biz de İmparatorluktan ayrılmalı­ yız ve müstakil yaşamalıyız» davasında idiler. Doğrusu bunların ter ter tepinmelerine rağmen Birinci Dünya Sa­ vaşına kadar Arap sözü, bir milliyeti değil, menfaatleri, me­ deniyet merhaleleri, mezhepleri, idealleri birbirinden ay­ rı bir sürü kavimleri, kabileleri [1] , aşiretleri içine alır­ dı. Bunları birleştiren sadece aynı kökten gelen kelime­ leri konuşmaları idi [2] . Suriye ve Lübnan'la, Hicaz ve Necit Arapları, yahut Yemen ile Elcezire Arapları ara­ sında ne münasebet vardı? Hele bunlarla Mısır arasında milli ne bağ düşünülebilirdi? [1]

«Türklerin

sosyal

bünyesini

anlamak

için

Teşkilatım,

eski Yunanlıların ve Romalıların teşkilatiyle karşılaştırmak lazımdır. Böyle yapılırsa şu netice olur : Iı «Medine» öz «Aşiret»

La cite

Boy «Kabile:.

La phratrle

Sop

Les gens

Soy

La

La tribu

Patemel . . . ;ı,

Türk Medeniyeti Tarihi. Ziya Gökalp. S . 147. B u karşılaştır­ ma gösteriyorki kabile avrupalılann «Phraterie» dediklerinin ay­ nıdır. Bu kelime dilimize arapçadan geçmiştir. Arapçada «kabile» aynı kökten üremiş cemaate verilen addır. [2]

1929 yılında idi, sayın Besim Atalay eskiden Müdürü ve

hocası olan ve o sırada Irak'tan muvakkaten Ankara'ya gelen Satı bey şerefine evinde verdiği yemeğe, bu satırlan yazan adamı ve İhsan Sungu beyi çağırmıştı. Yemekte Besim Atalay Satı beye soruyordu : - Neye lalin harflerini arapçaya tatbik için önayak olmu­ yor sunuz ? diye. Satı bey bu suale şu cevabı vermişti : - Konuşulan arap şiveleri o kadar ayndır ki. . . biz araplar kelimeleri aynı şekilde yazarız amma türlü türlü okuruz. Eğer bize sedalı harfleri tatbik ederek arapcayı yazacaksınız dediniz mi, müşterek Arapça diye birşey kalmaz.


63 Şu var ki Muhammed Mekkeli idi ve Arapca'dan baş­ ka bir dil bilmezdi. Türkler müslüman oldukları için pey­ gambere karşı gösterdikleri saygı da derindi. Onun için bu büyük adamı yetiştiren kavmı kendilerinden bile üs­ tün görüyorlar ve onlara «Kavm-ı C elil-i Arap» diyor­ lardı. Gerçi bunda siyasi bir sebep de vardı : Osmanlı jm­ paratorluğunu kuran ve teker teker azınlıklardan daima üstün olan Türkler, Araplar, Arnavutlar ve İmparator­ luktaki diğer müslüman unsurlar birleşince onların adetçe altına düşmeleri ihtimalini daima düşünüyor­ lardı. Onun için Meşrutiyetten sonra bazı islamcılar isti­ yorlardı ki imparatorluğa müslümanlar, bilhassa Türklerle Araplar hakim olsunlar ve memleketlerine islam diyarı densin. Diyeceksiniz ki Araplar türlü türlü kabilelerden, aşi­ retlerden mürekkeptiler, o halde İmparatorluk devlet adamları · ne diye bunlardan çekiniyorlardı? Bu doğru idi amma müstakilimsi yaşayan Arap aşiretlerini kışkırtmak çok kolaydı ve onların medeniyet seviyeleri yabancı tah­ rikler için faydalı bir zemin teşkil ediyordu. Doğrusu, Osmanlı türkleri oldum olası bu araplar­ dan maddi ve manevi çok zarar görmüşlerdir. Mesela Hi­ caz'ı gözönüne getiriniz : Burada belli başlı iki mezhepte adamlar vardı. Biri Mekke'de ve Medine'de oturanlardı, diğeri Necid'dekiler. Bunlardan biri sünni idi, diğerleri­ nin çoğu Vahabi. Bu yüzden onlar arasındaki düşman­ lık ve kavga devam edip gidiyordu ; her yıl Mekke ve Me­ dine'yi ziyaret ederek Hacı olmak için dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanların hayatlarını ve mallarını koruma Osmanlı Türkleri için gerçekten güç oluyordu. Bunun içindir ki Padişahlar, her yıl «Sürre Eminin adı­ nı verdikleri yüksek bir memur vasıtasiyle bu hacıları soyarak geçinmek istiyen Arap Aşiretlerine veya onlara


karşı gelenlere paralar ve hediyeler göndermeyi adet haline getirmişlerdi. Gene bunun içindir ki Mısır'dan ora­ ya çok miktarda hububat yollanırdı. Bunları korumak için yeter miktarda subay ve askerle beraber « Emirül-haçıı adı ile bir kumandan da gönderilirdi. Bu kadar değil . . . Türkiye'de bazı çiftliklerin, bazı de­ ğirmenlerin, bazı çayırların, bazı madenlerin, bazı hanla­ rın iratları u haremeyn ıı denilen Mekke ve Medine'deki ml'.iesseselere vakfedilmişti [1] . Onların idaresine Kızlar Ağası bakar ve her yıl bunların gelirlerini Onlar Mekke ve Medine'ye gönderirlerdi. Dahası var . . . Peygamber sülalesine mensup olanlar başıboş gezseler bile, onlara maaş bağlama adetti. Bunlar­ dan ehil olanlar bir nevi «prens» demek olan «Mekke Emi­ ri» adiyle oraya gönderilirdi. Ne oldu bu fedakarlıkların sonu? diyeceksiniz. İmpa­ ratorluk Birinci Dünya Harbine girince İngilizlerin teşvi­ kiyle o zamanki Mekke Emiri Şerif Hüseyin Osmanlı Pa­ dişahına ve müslümanların Halifesine isyan edivermişti. Necid'deki Vahabi Aşiretlerine gelince : Onların he­ defi bütün Arap Aşiretlerine hakim olmaktı. ıBunun için Mekke Emirini kendilerinin düşmanı bilirlerdi. Bu iki kuvvet arasında çıkan kavgalarda hep bu peygamber sü­ lalesinden olan adamları himaye için Türk askerleri ne kan dökmüştüler ne kan! . . . Mithat Paşa Bağdat'da Vali iken bu Necid Aşiretleri aynı maksatla gene kargaşalıklar çıkarıyorlardı. Sadra­ zam Ali Paşa'dan aldığı emir üzerine Mithat Paşa topla­ dığı Türk kuvvetleri ile bu Necid Aşiretlerini yola getir­ mişti. İttihat Terekki Birinci Dünya Savaşında bu Necidli­ lerden ve Suud oğullarından Abdülaziz'e Vezirlik ve Mü[1]

Şimdiki medeni kanunumuzda: tesis denilen şeylere eski­

ler «Vakıf»derlerdJ.


şirlik rütbesini vererek Arabistan Umumi Valisi tayin et­ ti. Şimdi Suudi Arabistan Kralı olan zat, işte Meşrutiyet­ te İttihat - Terakkinin paşalık unvaniyle oraya gönderdi­ ği Abdülaziz oğullarındandır. Fıratla Dicle arasında uzanan yere coğrafyacılar Me­ zopotamya veya Elcezire derler. Orada da Arap Aşiret­ leri dolaşır durur. Bunların en kuvvetlileri Şamarlar ve Anezelerdir. Şamarların belli başlı geçim vasıtası Musul, Diyarıbakır, Halep, Urfa köylerini vurmak, zavallı köylü­ lerin nesi var, nesi yoksa almaktı. Mithat Paşa Bağdat Va­ lisi iken Şamarların başında gözüken Abdülkerim Urfa, Si­ verek, Mardin, Musul'daki bazı köyleri harap etmek için emir verdiğinden onu yakalamış ve mahkemeye vermişti. Kardeşi Ferhan Paşaya'da Musul'dan aşağı boş araziyi, Aşiretlerini yerleştirmek için, tahsis etmişti amma Aşiret medeniyetinde oümlar kolaylıkla göçebelik adetlerini bı­ rakabilirler mi idi hiç? Mithat Paşa Bağdat' dan ayrılır ay­ rılmaz, onlar eski yaşayış şekillerine döndüler. Ya Yemen? Meşrutiyetin ilk yıJlarında İzzet Paşa ku­ mandasındaki askeri heyet oraya gidinciye kadar mer­ kezden uzak olan bu yerleri korumak ve güya Halifeliğe bağlamak için Türkler ne fedakarlık etmişlerdi ne feda­ karlık ! . .. Bu heyet orada İmam Yahya hazretleriyle [ 1 ] [ 1 ] Ne için İmam Yahya'ya İmam Yahya Hazretleri diyo­ rum, bunu burada açıkça söylemeliyim. İzzet Paşanın başkanlı­ ğında olan heyet İ mam Yahya Hazretleriyle itila.fname imzala­ dıktan bir müddet sonra İstanbul'a dönmüştü. Ondan pekaz sonra da Birinci Dünya Savaşı başladı. Osmanlı İmparatorluğu da bu savaşa sürüklenmişti. İlk netice Yemen'le Osmanli hükumeti arasında her türlü i rtibatın kesilmesi olmuştur. Bu sıralarda İmam Yahya Hazretleri yabancı tahriklere uyarak o itila.fnameyi hükümsüz adde­ debilirdi. Bunu yapmadı ; Fakat onunla da kalmadı ; Orada kalan Türk memurlanna da çok dürüstçe muamele etmişti. Bu noktayı ha­ tırlamak bu zat hakkındaki minnetlerimizi ve sevgilerimizi tazelen­ dirmeğe yetiyor.


66 yapılan anlaşma üzerine Türklerin böyle bir fedakarlıkta bulunmalarına artık son verilmişti. Diyeceksiniz ki ya Suriye ve Lübnan'a ne oluyordu? Gerçi Suriye'de ve Lübnan'da şehirler vardı amma bura­ daki halk inanca, soyca, atletlerce, birbirinden o kadar ayrı zümrelere bölünmüştü ki.. Mesela Suriye' de halkın bir kısmı müslümandı, bir kısmı hıristiyan. Bu müslüman olanların 1942 yılındaki tahminlere göre 1 .592.000 sunni, 59,689 u Alevi 128.804 ü Şi'iliğin Caferiye kolundan, 1 00.000 ni İsmaili idi. Bunlardan 14.295 i Ağa Hanı baş tanıyordu­ lar. Ora müslümanları arasında bunlardan başka 1 00.000 i aşan Dürziler, 240.965 Nusayrililerin Şuabiye Kolu, 158.395 de Aleviye kolu ve 18.000 kadar da Yezidi vardı. Oradaki hıristiyanlara gelince 284.884 ü Maruni, 72.948 i Rum Katolikleri, 767 si Ermeni, 6.051 i Süryani, 3.640 ı Latin, 857 si Gildani, 166.179 u Rum Ortodoksu idi. Bunlardan başka orada 16.115 de Yalı.udide vardi. Böyle çorba olan yerlerde milli hükümetler kurula­ mazdı amma emperyalizmi ve sömürgeciliği medeniyetin icabı olduğuna inanan yabancılar için pekala her türlü tahrike elverişli bir çevre haline kolaylıkla sokulabilirdi. Mısır'a gelince, Birinci Dünya Savaşında önce bu­ ranın Arap memleketi olduğunu bilenler bile bizde azdı. İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına sokan kabinenin başkanı, yani o devrin deyimi ile Sadrazamı Mısır Hü­ kümdarlık ailesine mensup bir zattı [1] . İşte bir sürü ce­ miyetler kuran, hatta Paris'te kongre yapmağa kalkarak arap halkına milli ideal aşılama isteyen bu kavim aydın[1]

«Birinci

Dünya

Savaşından

önce

bir

Mısır

asılzadesi

evinde Arapça konuşsa bile, biz ne arabız, ne türküz. Biz müslü­ manız derlerdi amma gerçekte türk gibi düşünürlerdi » . Bir İslam­ cı Şairin Romanı. Emin Erişirgil. S. 269.


67

!arının çoğu böyle bir memleketin evlatları idiler; güya bir Arap milliyeti varmış da eksiği, isitklalleri imiş gibi, onlar Osmanlı İmparatorluğundan ayrılma emelinde bulunuyor­ lardı. Bu emel şu neticeyi verdi : Türk Ocaklarının açıl­ ması.

Türk O cak.lan Nasıl Kur u ldu ? Arap gençlerine güya maddi ve manevi yardım eyle­ mek üzere kurulan Elmünted-il-edebi gibi kurumlar Türk gençliğinin gözünü açmıştı : Artık bunlar Araplar­ dan ümit yok, diyorlardı. Fakat aynı zamanda «bizde Arap­ lar gibi kurumlar �;:urarak Türk gençliğine milli ideal aşılamalıyıZ>> düşüncesini de yayıyorlardı. İlk önce Askeri Tıp talebesi mekteplerinde toplandılar. «Biz de, Araplar gibi, Türk gençlerinin yüksek tahsil yapmalarına yardım etmeliyiz, onları birleştirmeliyizıı kararına vardılar. Bu fikirlerini hem sevdikleri hocalarına, hem o sıra­ da yüksek tahsilde bulunan arkadaşlarına, hem de, mem­ lekette kendi fikirlerine taraftar olduklarını sandıklan kimselere mektupla bildirdiler. Onların bu yazılarında şunlar var idi [ 1] : 1 Hayat bir mücadeledir, bu mücadelede başarının birinci şartı ise maariftir, mekteplerdir. Onun için Tıb­ biyeli gençler diğer okullardaki arkadaşlariyle birleşerek memlekette maarifi yaymaya ve Türk gençlerini aydın­ latmağa karar vermişlerdir. 2 Osmanlı Türklerinde olduğu gibi, basit haki­ miyetten ne çıkar : Sosyal üstünlük elde edilmedikçe? Türk nesilleri miskinliği günah saymadıkça ve çalışmağı bir ibadet bilmedikçe, atılgan ve zengin olmağa karar -

-

[1]

Bu satırları yazan adam o zamanlar Mülkiye Mektebinin

ikinci sınıfında idi. Bir gün arkadaşlarından biri kürsüye çıktı , Tıb talebesinin Mülkiyeli Gençlere hitap eden bir mektuplarını oku­ muştu.


68 , "

vermedikce, bu memlekette sosyal üstünlüğü nasıl elde ederler?

3 Mademki kendileri derslerinde insanların acıla­ rını gidermek için çalışıyorlardı, mademki daha evvel ay­ nı okulda okuyan ağabeyleri memleketi siyasi uçuruma sürüklemek istiyenlere karşı her türlü fedakarlığı göze alarak öne atılmışlardı, şimdi neye kendileri Türkleri yükseltmek için alınacak tedbirlerde önayak olmamalıy-

dılar? Kendi fikirlerinde olduklarını sandıkları yaşça bü­ yüklerine karşı gönderdikleri mektuplarda bütün bun­ lardan başka şu fikirler de vardı : «Tıbbiyeli gençler diğer yüksek müesseselerde okuyanlarla birleşmeği ve bu ga­ ye için onların yardımını sağlamayı Üzerlerine alıyorlar ama kendileri ve arkadaşları çok gençtirler. Onun için bü­ yüklerinden sormağa karar vermişlerdir : Hedeflerinin gerçekleşmesi için ne yolda hareket etmeleri lazımdır di­ ye». Nihayet okullarında birleşen bu ikiyüz otuz beş genç kendi temsilcilerini seçtiler, bunlar 20 Haziran 1911 yı­ lında daha önce mektuplar gönderdikleri Şair Mehmet Emin, Ahmet Ferit, Akçora oğlu Yusuf, Mehmet Ali Tev­ fik, Emin Bülend, Ağaoğlu .Ahmet, Dr. Fuat Sabit bey­ lerle buluştular. Uzun müzakere neticesinde Tıbbiyeli gençlerin düşündükleri maksadı gerçekleştirmek gaye­ siyle cemiyet kurmağa ve buna <<Türk Ocağı » adını ver­ meğe karar verdiler. O toplantıda Hükümete «Müessis>) olarak gösterilecek zatlar seçildi. Onlar şunlardı :

Şair Mehmet Emin Bey, Ahmet Ferid Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Dr. Fuat Sabit Bey,


69 Aynı zamanda muvakkat İdare Heyeti de seçildi. Onlar da şu zatlar idi : Reis : Şair Emin Bey, İkinci Reis : Yusuf Akçora Bey, Katip : Mehmet Ali Tevfik Bey, Muhasebeci : Dr. Fuat Sabit Bey. Türk Ocağının yapılan ilk tüzüğünde ençok münakaşa edilen konu ne idi acaba? Bunu Yusuf Akçora Beyin Türk Yılındaki yazısından öğreniyoruz. Tıb Talebe mümes­ silleri, kendilerini gönderen gençlerin düşüncelerine ter­ cüman olarak, Ocağın başka yerlerde şubeler açmasına mu­ halif imişler. Çünkü inanıyorlarmış ki memleketin her ta­ rafında şubesi olacak bir kurum, günün birinde politika­ ya karışmaya mecbur edilir diye. Halbuki onların istedik­ leri hedef, hangi siyasi düşüncede olurlarsa olsunlar, her vatandaşın yüreğinde Türklerin tahsillerine yardım ey­ lemeği uyandırmakmış. Fakat toplantıda bulunan büyük­ ler yapilan bu ilk tüzükte, gerektiği zaman şube açmağa İdare hey'etine ve Umumi hey'ete yetki verecek şekil­ de bir madde koymaya onları ikna etmişlermiş [ 1 ] .

Ocak Merkezi : Türk Ocağı 20 Haziran 1911 de resmi olarak teşekkül edince kendine bir yer aradı. İstanbul semtinde Divan Yo­ lunda dükkan üstünde bir binayı buldu, orayı kiraladı. [1]

Türk

Yılı

S. 444.

Yusuf

Akçora

Bey

Tıbbiyeli

genç

!erin o arzularından bahsederken bunlar «Donanma Cemiyeti» gibi birşey istiyorlardı diyor. Bu söz dikkate değer. O sıralarda Tanin'­ de bir makale çıkmıştı : «Türkler herşeyi Hükümetten beklemek itiyadını bırakmalı ve Donanma Cemiyeti gibi bir kurum kura­ rak ınektepler açmalı» diye. Netekim ocak teessüs ettikten sonra «50» altın lira gibi oldukça önemli bir yardımı da o gazetenin sa­ hibi olan Hüseyin Cahit - Yalçın - yapmıştır. Demek ki bu genç­ ler üzerine o makale çok tesir etmiş ve onlar ilk yardım için bu gazeteye baş vurmayı düşünmüşlerdir.


70

Bu bina büyük bir salonla üç odadan ibaretti. Umumi toplantılar salonda yapılırdı. Odaların biri İdare Heyeti Reisine mahsustu; Diğerinde İdare Heyetinin seçtiği Mu­ hasip üye ile katiplik vazifesini de gören Muhasebeci otu­ rurdu. Üçüncü odada ise İdare Heyeti toplanırdı.

Ocak Bayezit'de : Ocak merkezi neye Bayezit'e taşındı? Sayın Hamdul­ lah Suphi Bey kimin delaletiyle ve ne için Ocak İdare He­ yetine Başkan olmuştu? Ziya Gökalp nasıl ve ne zaman Türk Ocağı İdare Heyetine seçildi? Sorularının cevabım başka bir kitapta söylediğim için burada bahsedecek de­ ğilim [ 1 ] .

İttihad

-

ı

Terekki - Türk Ocağı:

Türk Yılında Yusuf Bey şunları diyor : «Sela­ nik'te oturan esrarengiz İttihad-ı Terekki Komitesi tekev­ vün etmekte bulunan fikri, sosyal ve siyasi hareketleri kendine maletmek emelinde idi. Türk Derneği Kurulunca azasından bazıları oraya gelip gittiği görüldü. Tıb talebe­ si arasında İttihad-ı Terakkiye pek de bağlı ve muhip ol­ mayan gençler tarafından Türk Ocağının temelleri atılma­ ya başlayınca genç kalemlerin türkçülük yapmasına baş­ ladığını görüyoruz. Git gide İttihad-ı Terekki azasından bir [1]

Meşrutiyet devrinde, mütareke yıllarında çok önemli rol

oynayan «Türk .Ocağı» o zamanın Askeri Tıb Talebesi tarafından düşünüldüğünde

kimsenin

şüphesi

yok

amma

bu

toplanan

231

genç kimlerdi acaba ? sorusuna yazık ki şimdiye kadar kimse ce­ vap vermemiştir. Türk Yılı'nda ballandıra ballandıra ocak koda­ manlannın hayatı yazildığı halde bu gençlerin adları bile aran­ madığı

besbelli.

Halbuki

bu

tıbbiyeli

gençlerin

hareketleri

o

kadar açık bir idealistlik örneği idi ki . . . Hatta bunlardan bir kıs­ mı hemen evlenerek köylere gidip oradaki Türk halkının sıhhati için çalışmağı bile Üzerlerine almışlardı.


71 .

kısmı, açıktan açığa türkçülüklerini ifade ve ilanda beis görmüyorlardı : Bu suretle Türk yuru ve Türk Ocağını İttihad-ı Terekkinin merbutadından ibaretmiş gibi göster­ mek bile istiyorlardı. Hatta bu maksada vasıl olmak için her iki müesseseye nakdi yardımda bulunuyorlardı. Fakat Türkçülük müesseseleri cemiyetin muhtelif vasıtalarla yaptığı tesirlere mukabele edebilmiş ve İttihad-ı Terakki Cemiyetinin inhilaline kadar muhtariyetini, hususiyetini ve asliyetini korumuştu.» İstanbul' da kurulan ve sırf ilmi mahiyette olan Türk Derneğinin [1] ve o yazıda tam kolleksiyonunu görme­ diğini söylediği «Genç kalemler» in yayınları hakkındaki düşüncelerimi burada yazmıyacağım. Fakat diğer düşün­ celer üzerine söz söyliyebilmem için rahmetli, şunları açıkça söylemeli idi : 1 - İttihad-ı Terakki Türk Ocağı'na ne vakit yardım etmişti ve ne için ? 2 ...:... Türk Ocağı [İtti­ had-ı Terakkiden yardım almasına rağmen Yusuf Beyin tabirince asliyetini ve muhtariyetini korumak için ne yapmıştı? Bunlar bilinmedikçe benim burada birşey söy­ lememe imkan yoktur. Şurası muhakkak ki eğer Birinci Dünya Savaşı bizim tarafın zaferiyle bitseydi İttihad-ı Terakki Hükümetleri Türk Ocaklarını en aşağı eski ha­ linde bırakmıyacaktı. Fakat bunun sorumluluğu kimde olacaktı? Orasını ben tayin edecek değilim.

Birinci Dünya Savaşı : 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Aynı yıl­ da Almanlar'la, Avusturya ve Macaristan İmparatorluğu [1] na,

Münhasıran

onlann

dil

ve

Türklerle tarihlerine

sakin

olan

dair

ilim

yerlerin

coğrafyası

araştırmaları

yap­

mak üzere kurulan «Türk Derneği» nin ilk kurulduğu zamanlarda siyasi Türkçülükle ilgisi olmadığı meydanda idi. Netekim bu ku­ rul kendi fikirlerini yayacak vasıta aradığı zaman, « Sırat-ı Müs­ mecmuasını seçmişti. İslamcı Bir Şairin Romanı, Emin

takim»

Erişirgil. Sahife : 133.


72 ile beraber harbe katılmıştık. Sonradan Bulgaristan'da sa­ vaşa bizim yanımızda girdi. ıBizi muharebeye sürükleyen sebepler ne idi? Netice­ de neye mağlubuz dedik? Bunların cevaplarını tarihcileri­ miz araştırırlar ve bulurlar.

Milli Misak : Galip gelen milletlerle yaptığımız mütarekenin daha ilk aylarında Yunanlılar İzmir'i işgal etmişti. Pekaz sonra da rahmetli Atatürk Samsun'a ayak bastı. Onun bundan sonra sarayla ve İstanbul Hükümeti ile münasebeti, başlı başına bir destandır. Bu mücadele neticesinde Ferit Paşa kabinesi düştü. Ali Rıza Paşa Kabinesi geldi. Bu kabine zamanındadır ki son İstanbul Mebuslar Meclisi için seçim yapıldı. Bu Meclisi İstanbul'da, Fındıklı Sarayında top­ lanmıştı [ 1 ] . Milli harekete sevgisi pek belli olan mebusların bir kıs­ mı toplandılar, muzaffer olan devletlerden istiyeceklerimi­ zi açıkça tesbit ettiler. Buna «Milli Misakıı dendi. İstiklal Savaşları zaferle bitince hasımlarımız Lozan Muahedesiyle hemen hemen milli misakın maddelerini ka­ bul etmişlerdi. O zaman artık politikada türkçülüğün ha­ kim olduğu devir, sona eriyordu. Çünkü Türkçülük ideali Türkizm'e veya Turanizm'e dayanır; o devirde v� sonra­ ları başımızda olan rahmetli Atatürk bu iki kelimeyi de sevmezdi. O, politikada milliyetçi idi amma asla Türkçü değildi. Bunun açık delilleri şunlardı : 1 Türk Ocaklarını bir müddet sonra kapatan odur. -

[1]

Bu satırları yazan adam, o mecliste baba ve annesinin

doğduğu memleketten mebus seçilmiştir. O devir mebuslarından nihayet sekiz onu müstesna, hemen hemen hepsi Atatürk'ü Lider tanıyorlar ve onun politikasını desteklemeyi milli vazife biliyor­ lardı.


2 O, n Rus Azerbaycan'ını, efendim, kölelik haya ­ tından ne vakit kurtaracaksın? » diyen Istanbul Edebiyat Fakültesi Doçenti'ne çok ağır muamele yapmıştı. -

Rahmetli Atatürk'ün «Milli » dediği politika ne idi aca­ ba? Bunu iyice kavrıyabilmek için onun büyük nutkunda­ ki şu satırları okumak yeter : ıı Muhtelif milletleri müşte­ rek ve umumi bir ad altında toplamak ve bu türlü kütle­ leri aynı hukuk ve şartlar altında bulundurarak kuvvetli bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasettir ; fakat al­ datıcıdır [ 1 ] . Hatta bir sınır tanımıyarak dünyada mevcut olan Türkleri bir devlet halinde birleştirmek, elde edilme­ si mümkün olmayan bir hedeftir. Çünkü bu, asırların, ve asırlarca yaşamış olan insanların, çok acı, çok kanlı hadi­ selerle meydana koyduğu hakikattir [2] . Pan islamizm, Pan Turanizm siyasetinin muvaffak olduğuna ve dünyayı saha-i tatbik yapabildiğine tarihte tesadüf edilememekte­ dir. Irk farkı gözetmeksizin bütün insanlığa şamil cihan­ girane devler kurma hırslarının neticeleri de tarihte maz­ buttur. Müstevli olmak hevesleri bahis konusu haricinde­ dir. İnsanların her türlü duygularını ve bağlılıklarını unut­ turup onları tam kardeşlik ve eşitlik halinde birleştirerek insani bir devlet kurma nazariyesi de kendine mahsus şart­ lara maliktir [3] . Bizim açık ve tatbikini mümkün gördü­ ğümüz siyasi meslek, milli siyasettir. Dünyanın bugünkü umumi şartları, asırların dimağlarda ve karekterlerde te­ merküz ettirdiği hakikatler karşısında hayalperest olmak kadar büyük bir hata olamaz. Tarihin ifadesi budur, il­ min, aklın, mantıkın ifadesi böyledir. «Milletimizin kuvvetli ve mes'ut yaşayabilmesi için devletin milli bir siyaset takib eylemesi, bu siyasetin iç [1] [2] bu idi. [3]

Meşrutiyette bu politikanın adı «Osmanlıcılık» idi. Türkçülük

politikasından

meşrutiyette

Bu politikanın adı «insanlık» tır.

anlaşılan

mana


.74

teşkilatımızla mutabık olması ve ona dayanması lazımdır. Milli siyaset dediğim zaman kasdettiğim mana şudur : Milli hududumuz içinde herşeyden önce, kendi kuvvetimi­ ze müsteniden varlığımızı sağlıyarak millet ve memleke­ tin hakiki saadet ve umranına çalışmak... alelitlak tfı.1-i emeller peşinde milleti işgal ve ızrar etmemek . . . medeni cihandan da medeni ve insani muameleyi ve karşılıklı dost­ luğu beklemek.» Diyeceksiniz ki Atatürk Türkçülüğün, politikada hakim olmasını doğru bulmuyordu da neye Lozan Andlaşmasını takip eden yılda Türk Ocağına uArtık sizin hizmetinize lü­ zum kalmadı ıı demedi? Tersine Meşrutiyette teorisi yapılan Türkçülüğe bağlı kimselere <<Milletvekili seçilmesi için» ne ye yardım ediyordu? Bence bunların sebepleri şunlar olsa gerek : Rahmetli Atatürk İstiklal Savaşı yıllarında ve son­ · raları alet olarak kullandığı hiçbir sosyal ceryanın hemen yok oluvereceğine inanmıyordu. Ne vakit bu ceryanlar po­ litikada zararlı olduğuna hükmetmişse o zaman onlara kar­ şı geldi. O, bazı islamcıların da, Türkçü oldukları belli bazı zat­ ların da milletvekili seçilmeleri için yardım etmişti. Çünkü bu zatları kendine bağlı biliyor ve onların hususi politika takip eylemiyeceklerine inanıyordu.


MİLLİYETÇİLİK DEVRİ «Milliyetçilik» Türkçülükten ayn bir politika siste­ midir : 1919 dan 1923 yılına kadar Anadolu' da geçen devreye «Büyük Millet Meclisi Hükümeti» denir. Bu müddet içinde İstanbul ise Birinci Dünya Savaşında galip olan devlet­ lerin askeri işgalinde bulunuyordu. Bu yerin sivil idaresi bazen büyük devletlerin merhametine sığınmak isteyen Ferit paşa gibi adamların elinde idi, bazan ise Ali Rıza Pa­ şa ve Salih Paşalar gibi, Anadolu'ya hak vermekle beraber, Padişahlık makamına bağlı olanların idaresinde bulunu­ yordu. Lozan Muahedesi Anadolu, İstanbul, Şarki Trakya di­ ye ayrı ayrı yerler bırakmadı, hepsini Türkiye Devleti içi­ ne koydu. 1923 yılının Kasım ayında da Cumhuriyet ilan edilmişti. Ondan sonra gelen hükümetlerin takip ettikleri politika yolunu is"e Atatürk büyük nutkunda anahatları ile çizmiştir O zamanki devlet adamları da bunu aşmadılar.

Başka Devletlere tabi Türkler : çülük arasındaki fark :

Milliyetçilik ile Türk­

Atatürk'ün büyük nutkunda söylediği « milli ideal» meşrutiyette teorisi yapılan türçülükden başka bir yol­ dur. Cumhuriyet «Milli Misak ıı sınırı dışındaki Türkler­ le birleşmek fikrini ortadan kaldırmıştır. O halde bu sı­ nır dışında kalan Türkler ne olacaktı? Onlar ile ilgimizi kesmek mümkün mü idi? Milli misak dışında kalan Türkler iki kısımdır : Bir takımı vardır ki bulundukları yerlerde çoğunluk teşkil etmezler : Romanya'da, Bulgaristan'da, Adalar.da bulu-


76

nan Türkler gibi. Bunlara Cumhuriyet hükümetleri şun­ ları diyordu : ıd3aşınz sıkıldığı zaman Anadolu'ya gö­ çebilirsiniz, bu memleket sizi de besler. ıı Bazı yerler vardır ki o bölgelerde Türkler, kütleler halinde yaşamaktadırlar. Yani oralarda bunların çoğun­ luk teşkil ettiği belliydi. Rusya'da, Çin'de, İran Azer­ baycan'ında yaşayan Türkler gibi. Onlara şulnarı diyor­ duk yahut diyecektik : ııBiz garpli bir Türkü sizin uğru­ nuzda telef edemeyiz ; çalışın, memleketinizde müstakil olun, bundan sonra sizinle konfederasyon halinde birle­ şiriz de daha müreffeh olmamızı ve daha iyi yaşama­ mızı sağlarız.»

Fransızlar

ve

İngilizler Milliyetçiliklerini neye dayan­

dırıyorlar : Bu yol, daha çok, Fransız ve İngilizlerin «milliyet­ çilik» ten anladıkları manaya yakındı amma tıpkı onlar gibi değil . . . Çünkü bir kere onların sınırları dışında kütle halinde ne Fransız ne Ingiliz vardı. Halbuki Tür­ kiye dışında Türklerin çoğunluk teşkil eyledikleri .yer­ ler mevcuttu : Hemde sını rlarımızın yanında ... diğer ci­ hetten bu Fransız ve İngilizler milliyetçiliklerini ıı em­ peryalizm'e ve sömürgeciliğeıı dayandırıyorlardı. Hal­ buki biz milli politikamızı buna dayandıramazdık. Ne­ den? Çünkü İstiklal Savaşının hedeflerinden biri, hatta milletlerarası en önemli hedefi sömürgecilik politikası­ nın artık çıkmaz bir yol olduğunu dünyaya göstermekti. Sınırlarımız dışındaki Türkler için Cumhuriyet Hü­ kümeti cidden gerçekçi bir formül bulmuştu amma ge­ rekiyordu ki bizdeki fikir adamları da bunların bulduk­ ları fikirleri kavrasınlar ve esaslarını tesbit etsinler : Ya­ zık ki bu olmadı.


77

Fikir adamlarımızın kaybettikleri fırsat : Bence Cumhuriyet devrinde gerçekMn tek bir fikir adamımız olsaydı milliyetçiliğimizi, Amerikalılardan çok önce, Birleşmiş Milletlerin idealine bağlamak isteyecek­ ti, yani bize O, diyecekti ki «Fransız ve İngilizlerin emper­ yalizm ve sömürgeciliği sona ermiştir. Şimdi gerekli olan şudur ki milletler üzerinde bir otorite kurulsun da her millet kendi şikayetlerini orada söyleyebilsin. Bu, mevcut olan cemiyet-i Akvam ile olamıyor. Her milletin hür ola­ rak seve seve katılabileceği bir Birleşmiş Milletler'le ola­ bilir. Bu ideal behemehal gerçekleşmelidir. » Eğer fikir adamımız yahut. fikir adamlarımız bunu yapsalardı A - Birleşmiş Milletler vücude gelmezden evvel onun dayanacağı esası Türkler göstermiş olacaktı, B - Kendi milliyetçiliğimizin dayandığı esası herkesin anlıyacağı şekilde yazabilecektik. Cumhuriyet devrinde bunu söyliyebilecek halde bu­ lunuyorduk. Çünkü bunu meydana koymakla memleke­ timiz hiçbir şey kaybetmiyecekti, fakat milletlerarası şe­ refimiz çok artacaktı. İşte benim kaybedilmiş fırsat de­ diğim budur.

İnsanlık milletlere neye bölünmüştür? Şimdi kaybettiğimiz bu fırsat üzerinde durmıyalım da insanlar niye böyle milletler haline bölündü acaba? Sualine cevap araştıralım.

Irk Meselesi [l] : Yukarıda da söylemiştim ; Alman ve İslav fikir adam­ larından bir kısmı, mi�letlerin ve milli ideallerin yeryüzün[1]

Irk sözü Arapçadan dilimize geçmiştir : Manası «damar,

asıl, kök» dür. Tanzimattan sonra Fransız ve Ingilizlerin «Re.ce>


'78

de mevcut olmasını ırk ayrılığından ileri gelmiş addediyor­ lardı. Onlara göre dil ayrılığı da ancak ırk ile izah edile­ bilirdi. Elbette başka ırktan gelme adamlar ayrı diller ko­ nuşacaklardı. Politikacılarda bu düşünceyi istismar ediyorlardı da kendi milletlerinin mesup oldukları ırkları diğerlerinin üstünde addediyorlardı. Mesela bir takımlarına göre Be­ yaz ırk ve onun bir dalı olan ari cinsi, elbette diğerleri­ nin üstünde imiş; Çünkü onlardır ki garp medeniyetini yaratmışlarmış.

Garpte ırkçılık fikrinin son yaptığı tahribat : Irkçılığın politika alanında, yaptığı tahribatı, bu­ günkü nesil gayet iyi hatırlar. O tahribatı, şüphe yok, Hitler Almanyası yapmıştır. Hitler'in kurduğu «Nasye nal Sosyalizm » partisinin programında şunlar vardı : 1

-

Bütün Almanları büyük bir Almanya içinde top­ lamak,

2 - Diğer Avrupa büyük milletleriyle müsavi hak sa­ hibi olmak,

3

-

4

-

Sen Jermen ve Versay andlaşmalarını ortadan kaldırmağa, gerekirse zora müracaat ederek, ça­ lışmak, Ordu kurmakta tam serbestlik elde etmek,

dediklerinin karşılığı olarak bu kelime kullanıldı. Daha önceleri buna «Cins» diyorduk. Gülhane Hattındaki (BUa. tefrik-i cins-ü mezhep . . . >

sözünde olduğu gibi. Doğrusu ırk fikri Avrupalıların bir buluşu addedilemez. Her kavının diğeri karşısında duyduğu üstünlüğün başka türlü söylenmesine dayanır. Netelı:im Eskimo'larda şöyle bir efsane varmış :

«Allah ilk adamı yarattığı zaman onu kusurlu

bulmuş. Çünkü bu adam beyaz ırkdanmış. Bunu bir tarafa bı­ rakmış. İkinci bir tecrübeye girişmiş, bu defa Eskimolar olmuş>.


79 ·'

5 - Almanya'yı Asya ve Afrika'da büyük sömürgeler sahibi yapmak, 6 - Alman olmayan Almanya tabaasına u yani Yahudi­ lere>> siyasi hak vermemek, 7 - Alman Hükümetini merkezileştirmek, 8 - Kapitalizm aleyhinde bulunmak, çalışmadan elde edilen bütün büyük gelirleri kaldırmak, trustleri ve Kartel'leri devletleştirmek, ihtiyarlıkta yardımlaş­ mayı genişlettirmek, 9 - Büyük araziyi müsadere eyliyerek millileştirmek, 10

-

Büyük mağazaları kaldırmak,

11 - Orta sınıfı savunmak, 12 - Her şeyi milli menfaate göre nizamlamak, her tür­ lü gazete, mecmua ve kitap yayınlarını bu hedefle­ re göre ayarlamak. Yukarıda sıralanan maddelerin bir kısmı milliyetçi­ likti; bir kısmı ise sosyalizm. Onun için Hitler kurduğu partiye «Nasyonal Sosyalizme» adını vermişti. Bunların içinde tatbiki en güç, en tehlikeli olanı da yukarıda 6 ile gösterdiğim «Alman olmayan Almanya tabaasına siyasi hak vermemek» idi. Şüphe yok,bu €sas Yahudiler için konulmuştur. Şu var ki Alman Yahudileri, bizim memleketimizde oturan Beni Israil gibi değildiler. Bizde oturanların ana dilleri ayrı dır. Türklerle evlenme münasebetinde bulunmazlar. Hal­ buki Alman Yahudileri Almanca konuşurlar. Alman kültür ve �edeniyetini benimsemişlerdi. Hatta o kül­ türde kendi kavimlerine mensup olanların emekleri de buulnduğunu hatırlayarak onunla böbürleniyorlardı bile. Netekim · Einstein okula devam ederken arkadaşları ken­ disine u sen Yahudisin » deyinceye kadar Beni İsraile men­ sup olduğunu fark etmemişti. O halde gerçek Almanlar­ la Yahudi neslinden geleni ayırma çok güçtü. Bunun için


80 herkesin baba, anne ve büyük baba ve annesini araştır­ mak Iazımgeliyordu. Modern hiçbir milletin, hatta tarihinde bile, görülme­ miş olan zulümleri, Hitler Almanyası ne için yapıyordu biliyor musunuz? Borsada, ticarette, üniversitede Yahudi­ ler gitgide Almanlara rekabet ediyorlar diye [ 1 ] . Fakat bu iç politikanın neticesi şu oldu : Almanya'yı Alman olmayanlara karşı kapatmak. Halbuki onların en büyük düşmanı olan Rusların ve Amerikalıların mem leketleri açıkdı : Ruslar ıc Ben Koministim ıı }diye­ ne, Amerikalılar ise « Ben burada kalacağım>> deyen be­ yazlara. ·

Bu yüzdendir ki Almanlar en değerli, en kıymetli adamlarını o iki memlekete kaptırdılar.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında bizde Irkçıların yap­ dıkları gürültü : Nasıl Türkiye, bolşevizm'in yayılmasına engel bir ta­ kım şartları ihtiva ediyorsa, ırkçılığın da yerleşmesine öylece maniler vardı. Yazık ki birtakım adamlar bunun farkına varmadılar da «madem ki Almanlar ırkçılık sa­ yesinde düşmanlarını korkutuyorlar da savaşta muvaf­ fak oluyorlar, o halde gerekir ki biz de ırkçı olalım » de­ diler. Bu fikirde olanların başında gözüken zat, daha ön­ ce Başbakan rahmetli Şükrü Saraçoğlu'na bir mektup ya­ zarak memlekette bir nevi Hitler rejimi kurulması için tekliflerde bulunuyordu. Nihayet onlar bir muhakemeyi "

[1]

«Berlin'de

karşıma

hep

Yahudi

çıktı :

Banka,

Borsa,

Kitap, Musiki . . . herşey Yahudilerin elinde . . . korkanın bu mem­ leket günün birinde onlardan hesap sormaya kalkmasın.» İslamcı Bir Şairin Romanı. Emin EriŞirgil. S. 307 .


81

vesile yaparak Ankara'da gürültü çıkardılar. O zamanki Hükümet, bunu kolaylıkla bastırmıştı. Ruslar bundan memnun gözüküyorlardı : Hükümet ırkçılık meselesini ortadan kaldırdığı için. Rusların ümit ve hayallerini de kırmak lazımdı, onların rejimleri le­ hinde bulunanları da susturmak gerekiyordu. Ankara'da gençlerin yapmak istedikleri mitingi menetme, İstanbul'­ da Tan Gazetesine gençler hücum ederlerken bunları ön­ lememe bence bu politikanın neticesidir. Fakat bunlarda asıl kabahat fikir adamlarımızdadır. Onlar neden bizde ırkçılık olamaz? Bunu göstereceklerdi de bir takım adamların gürültü çıkarmalarını önleyecek­ lerdi. Irkçılığa dayanmayan bir milliyetçilik olabileceği­ ni onlar yazacaklar ve çevreye yayacaklardı. Yazık ki bunlar yapılmamıştır. Gerçe o devirdeki politikacıların, yapılan gürültüyü mübalağa ile gördükleri söylenebilir amma insaf ile dü­ şünülürse, onları bundan asla kabahatli tutmamalıyız. Çünkü onlar görüyorlardı ki Türkiye gibi bir memleket, hangi tarafla birleşerek savaşa katılırsa katılsın durum ilerisi için, çok hem pek çok fena olacaktır. Halbuki o devirde Almanların kendilerine yarayacak unsurlar ara­ sında propaganda yaptıklarını devlet adamlarımız haber alıyorlardı. Onların ırkçıları ciddi bir iş peşinde gibi gör­ meleri bundan ileri gelmişti sanırım.

Irk fikri, milletler halinde insanJann aynlmasına se­ bep midir? Eğer insanların milletler halinde bölünmeleri ırktan ileri gelseydi, mes'ele çok basitleşecekti. Fakat ırk in­ sanların millet halinde ayrılmalarının gerçek sebebi de­ ğildir. Bunun delili, biyoloj iden sosyolojiye geçen bu


82

kelimenin tarifinde de, taksiminde de şimdiye kadar ilim adamlarının uy�şamamış olmasıdır. Meselfı uzun zaman insan ırklarını ayırt edecek şey, renktir diyenler oldu. Sonraları bundan vaz geçildi de saçlara göre adamları ayırmaya kalkıldı. Nihayet bugünün Antrepoloji ilim adamları insan ırklarını kafa taslarına göre ayırma yolu­ na girdiler : Bazı adamlara dolikosefal, bazılarına bra­ kosefal diyerek. ·

-

-

Böyle bir taksim ortaya atılır da politikacılar ondan faydalanmaz olurlar mı? Arnavutlar Epir'in Yunanlı ol­ madığını isbat için u ora halkını antropolojik incelemeye tabi tutmak yeter» diyorlardı. Arnavutlar davalarında haklı idiler amma delilleri çürüktü. Çünkü k,afa tasları milletleri ayırmağa yetseydi, Almanlarla Çeklerin aynı milletten, fakat Almanya'nın kuzeyi ile güneyinde otu­ ranların ayrı ayrı milletlerden olması lazımdı.

Tarih tezi : Rahmetli Atatürk'ün tarih tezi denilen teoriye ne gi­ bi sebeplerle önem verdiğini ancak onun pek yakınında yaşamış olanlar bilirler. Benim pek, amma pek uzaktan tahminim şudur [ 1 ] : Sayın Bayan Afet, bir aralık Musi­ ki Muallim Mektebinde «Malumatı Medeniye ve Tarih» okutmakta idi. Tabii bu derslere hazırlanması gerekiyor­ du. Atatürk onun elindeki bir kitapta şu maalde bir cüm­ leyi okumuş olması mümkündü : u Eski İyonya'nın, eski Mora'nın asıl halkı Yunanlı değildi. Çünkü oralardaki . yerli halkla sonradan oraya gelen Yunanlılar arasın[1]

Bu tahmin şekli tamamiyle benim kafama gelen fikir­

dir. Ne kimseden işittim, ne kimseye sordum : Bu nasıl oldu di­ ye ? Onun için bu mütalaaları okuyucular tamamiyle şahsıma ait bir tahmin olduğunu bilmelidirler.


daki savaşları Homer anlatıyor. Acaba bu yerli halk nere­ den gelmişlerdi oraya? Kimbilir, belki Kafkas Dağları etek­ lerinden. » Bunu okur okumaz rahmetli Atatürk'ün kafasında şu fikirler belirmiş olsa gerek : Kafkas eteklerinde şimdi kim var? Türkler. Elbette o zamanlarda da bunlar vardı. O halde umumi tarihte muhaccerat «Göçmenlik» devri batı'dan doğuya doğru olmadı, tersine doğudan batıya doğru oldu. Bunun delili doğudan gelen Türk Göçmenle­ rinin İyonya'da bulunmaları idi. İsterseniz bu tahmin doğru olsun, isterseniz rahmet­ li Atatürk'ün Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sümerler, Akatlar Türk mü idiler? değil mi idiler ? diye o devir ga­ zetelerinde Samih Rifat Beyle Doktor Rıza Tevfik ara­ sında geçen münakaşayı hatırlamış bulunsun yahut ken­ disine hatırlatılsın; bunların hiç ehmiyeti yok [ 1 ] . Ben­ ce asıl ehemmiyetli nokta, Atatürk'ün neye bu teze önem verdiğidir. [1]

«Türk Tarihine nereden başlamalı ? Bu sual bize bugün

halli gerekli bir meseleyi gösteriyor. Bazı yazarlarımız bunu Sil­ merler'den, Sakalar'dan,

Alamlar'dan,

Vinikler'den,

Heksuslar'dan, onların

tskitler'den,

Anadolu'da

Medyalardan,

bıraktıkları

Ko­

manlardan, Diyarbakır'da surlar i çinde yaşadıkları anlaşılan Ko­ muklar'dan

. . . başlamak istiyorlar. Fakat henüz dilleri ve kav­

miyetleri bilinmeyen bu eski kavimleri Türk Tarihine mebde ta­ nıma doğru değildir. Bunların Türklerle

akrabalıkları

meydana

çıksa bile Türk Tarihi aydınlatılmış olmaz. . . . Bundan dolayı biz Türk Tarihini, mevsuk olduklarına hiç şüphe bulunmayan en doğ­ ru kaynaklardan aramak

taraflısıyız. Türk

rını ararken bilinmeyenden başlayarak,

Kavimlerinin asılla­

bilinene

doğru

gelmeyi

değil, bilinenden başhyarak bilinmeyene doğru gitmeyi daha ilim yoluna uygun buluyoruz.» Türk Medeniyeti Tarihi. Ziya Gökalp. S. 200 - 201. Bu düşünce tarih tezinin tam zıddıdır. O, kitap ya­ zıldığı zaman bu tez ortada yoktu. O moda olduğu devirde de rah­ metli Ziya Gökalp ölmüştü. Eğer sağ olsaydı, dalkavuklar kim­ bilir O'nun hakkında neler diyeceklerdi neler!


Eski Cermenlerin menşeini arama merakı yayıldık­ tan sonra büyük bir Alman İmparatorluğu kuruldu­ ğunu rahmetli biliyorduda onun için eski Türklerin nasıl büyük devletler kurduğunu arıyordu denebilir. Belki de böyledir. Fakat daha üstün bir ihtimalle benim gördü­ ğüm sebep şudur : Atatürk memlekette yepyeni bir rejim kurmuştur. Bu kurduğu rejimin adını bile söyletmeye ve yazdırmaya tahammül edemeyen Osmanlı İmparatorluğu devrinde O, büyük padişahlar, büyük vezirler geçmişti di­ yemezdi. Osmanlılardan önce kurulan ve tarihçe bilinen Selçukiler ise Osmanlıların selefi idiler, daha doğrusu Selçukilik Osmanlılıkta devam ediyordu. Onlar arasında büyük devlet adamları vardı demek, bir cumhuriyetçi için rejimi benimsememeğe delalet ederdi. Bir milleti ta­ rihinden mahrum etmeğe de imkan yoktu. Mustafa Ke­ mal kendi büyüklüğünü bir yere dayandırma zorunda idi. İşte bu sebepledir ki tarihten önceki zaman, yani bi­ linmeyen devreye doğru çıkmağa politika bakımından kendini mecbur gördü. ' Bu tarih tezidir ki Atatürk'ü Türk Dili Kurumunun başına geçmeğe ve «Güneş Dil Teorisi n ne inanmağa ade­ ta zorlamıştı. Ancak bu tezler, dıştan görünüşü bakımından, Cum­ huriyetin politikacılığını insanlık esasına dayandırması addedilebilirdi. Öyle ya, mademki medeniyet, tek bir kavmin diyar diyar şuraya buraya göçerek kendi adet­ lerini, kendi yaşama şekillerini diğer kavimlere aşılama­ siyle meydana gelmişti, madem ki onların konuşdukları diller tek bir kaynaktan çıkmıştı, o halde neye bugün milletler birbirlerine karşı böbürleniyorlar ve uyuşamı­ yorlardı? Yazık ki tarih tezi ve güneş dil teorisi bu neticeyi de vermedi : Belki rahmetli Atatürk'ün ölümiyle neticele-


85 nen vahim hastalığa tutulmasından, belki etrafını ilim adamları kılığında bir takım yaltakcıların sarmış bulun­ masından. Tersine Türklerin ırkça üstünlüğü meydana çıksın diye geniş şekilde kafa tasları ölçüldü ve rahmet­ linin hiç hoşlanmadığı bir neticeye bu yolla varılmak is­ teniyordu.

İlim ve Irk : Arkeoloj i ile meşgul olan ilim adamları, umumiyet­ le tarihle uğraşanlar şu inandadırlar ki saf ırka, belki Af­ rika ortalarında rastlanılır amma bugünkü milletlerde değil . . . Arkeoloji meydana koymuştur ki tarihten önceki zamanlarda ticaret için başka yerlere giden adamlar diğer ırktan gözükenlerle evlenerek karışıyÔrlardı. Tarih devrine gelince o zamanlarda da hemen hemen karışma­ yan ırk yoktu. Franklar Fransa'ya girdikleri zaman bu memlekette Keltler, İperler, Likörler, Yunan ve Latin kavimleri yaşıyordu. Bunlarla karıştılar da Fransızlar ol­ du. Şu halde Fransız ırkından bahsetmek manasız bir şeydir. Bugünkü Almanlar Slavlar, Cermenler, Keltler, Skandinavyalılar, İspanyollar, Finler bulamacıdırlar. Da­ nimarkalılar bile Finler, Ketler, Cermenler, Slavlar . . . mahsulüdür. Anadolu'daki Türkler ise Ketler, Sümerler, Yunanlılar, İranlılar, Sam ve Kafkas kavimlerinin ka­ rışığıdır. İnsanlar ötedenberi böyle karıştığı için onların ır­ kını tayin etmek çok güçtür. Mesela Macarlar hangi ırk­ tandır acaba? Konuştukları dile bakarsak başka, şim­ diki manzaralarına bakarsak başka. . . Bulgar'ların dili islavcadır, Kendileri aslında Türklerdendi [1] . [1]

«Türk Aşiretlerinden herbiri kendine mahsus bir ırma­

ğın kenarında yaşarlardı ve o ırmağın adını taşırlardı. Bu hal iki suretle olurdu. Bazen Aşiret kendi adını ırmağa verir, bazen


86

Her milletin tarihinde öyle büyük adamlar vardır ki belki onlar olmasaydı bunların birleşmesi gecikecekti ; yahut milli ideal o kadar çabuk yayılmıyacaktı. Mesela Bismark'ın Alman Birliğini vücude getirmekte oynadığı rol nasıl unutulabilir? Halbuki bu adam asılında İslav ırkındandı. İtalyan Başvekili Sonino bir İngiliz Anadan ve bir Yahudi babadan doğmuştur. İngiliz Başvekili Dis­ raili tamamiyle Yahudi idi. Birinci Dünya Savaşı yılla­ rında İngiltere'nin harp kabinesinde bir tek, amma bir tek halis İngiliz vardı amma onun da karısı yabancı bir millete mensuptu. Macar milliyetçisi Koşot aslında Hır­ vattı. Irlanda milletçisi Powel aslında Anglo - Sakson­ du. Irk lisan birliğini de vücude getirememiştir, getire­ mezdi. Mesela Pomeyanyalı, Meklenbuglu aslen Islav­ dırlar; fakat Almanca konuşurlar. Bulgarların aslında Türk olduklarında şüphe edilemez ; fakat İslavca konu­ şurlar. Tirollular aslında kelttiler amma bir kısmı Alman­ ca, bir kısmı İtalyanca konuşurlar.

Acaba ·ilmin ilerlememesi yüzünden mi milletin ırka dayanmadığını sanıyoruz? Acaba ileride ilim ilerleyecekte milletlerin ırklara dayandığını gösterebilecek mi ? Ben buna kesin olarak u hayır » diyorum. Bakınız neden ? Adamların uzviyetle­ rine ve kafa taslarına dayanan ırk, esas itibariyle kütleye ait değildir; tersine teker teker adamlara ait vasıflardır. de, ırmağın adını kendine unvan yapardı. Mesela Orhon Türkleri kendi adlarını Orhon Irmağına ; Yamar

=

Yamak Türkleri kendi adlarını

Amur Irmağına; Aras eli de kendi adını Aras Çayına ;

Koman Türkleri de kendi adlannı Kama Suyu'na vermişlerdi. Bul­ gar Türkleri adlarını Volga Irmağından alarak Volga Eri yap­ mışlardı.

Bu terkip,

sonradan kaynaşarak Bulgar suretine

di.> Türk Medeniyeti Trihi. Ziya Gökalp. S. 153.

gir­


87

Diğer taraftan ilim ortaya koymuştur ki, canlılar­ da bir cins diğerine geçebilir. Yaşama kavgası, çevreye uyma zarureti her türlü canlıyı yani bitkiyi, hayvan ve insanların bünye ve uzviyetini değiştiriyor. Bu bakım­ dan da ırka ait miş görünen vasıflar nesilden nesile geçmiyor.

Irk çevrenin tesirini inkara varır : Irk esas itibariyle, verasete dayanır. Şimdiye kadar kimse diyememiştir ki çevrenin ve terbiyenin hiçbir te­ siri yoktur da sadece verasetin insan üzerinde tesiri var­ dır. Neden? Çünkü çevrenin ve terbiyenin tesiri de mey­ dandadır. Mesela süt emmekte olan ayrı ayrı milletin çocuklarını değiştiriniz, görürsünüz ki onların milli duy­ guları da değişiyor. Zangowill «muharebe yüzünden ye­ tim kalan Yahudi çocukları diğer Rus arkadaşları gibi oradan geçen musevileri taşlarlardı» diyor. Bu hali tabii görmelidir. Çünkü terbiye bir takım itiyatlar vermeğe dayanır. İtiyatlar ise «ikinci ve kuv­ vetli bir tabiat>> yaratmaktadır.

Coğrafi çevre : Acaba insanları millet olarak ayıran sebep, çoğrafi çevreler mi? Coğrafi çevrelerin, yani ada, deniz kıyısı, steplerin adamlar üzerine tesir ettiği ve bu yüzden bir takım ahlak ve hukuk kaideleri yaratılma zorunda kalın­ dığı muhakkaktır. Rahmetli Ziya Gökalp ilk çağlarda Türkler üzerine coğrafi çevrelerin tesirini çok güzel anlatıyor. Mesela rah­ metliye göre, Oğuz Türkleri müstakil olan her kavime


88

«İl ıı derlermiş [l ] . Türk İllerini vücude getiren sebep ise vahalarmış. Türklerin her ili aşiretlerden mürekkepmiş. Aşiretleri ise Irmaklar vücude getirirmiş. Aşiretin otur­ duğu mahalle «yer » denirmiş. İl'in oturduğu yere ise «Yurdıı derlermiş. ııYer - Yurt » sözü de bundan gelir­ miş. Her Türk Aşiretinin bir ırmağı olduğu gibi, onun dağı da varmış. Iramak kenarları onun nasıl kışlağı ıse dağ da onun yaylağı imiş. Her Türk Aşireti bu ırmağı ve dağı mukaddes bilirmiş. Türk'ler vahalar arasındaki bozkırlara u çöl 11 derler­ miş. Hakanlıklar ancak bir yanbancı devletin sınırında teşekkül edermiş. Bu sınıra «Çit » denirmiş. Mahmud Kaşkeri'nin «Divan-ı Lugatı Türk » ünde u Tat Türksüz olmaz . . . ıı sözü bunu anlatırmış. Eskiden Tat mahkfun olan İran, Hind, Efgan, Rus, Cermen kavimlerine de de­ nirmiş. Türk Devleti çok defa yabancı devletlerin ve millet­ lerin sınırlarında teşekkül ettiği gibi bazen de Moğol, Tonguz gibi Aşiretlere dayanırmış. O zaman bu Aşiret[1]

Şimdi de bu kelime bazı isimlere yapışık olarak dilimiz­

de söylenir durur : Rumeli, Hamideli, Kocaeli, Tunceli. . . . v.s. gi­ bi. Elçinin de bu kelimeden geldiği muhakkaktır. Rahmetli Ziya'ya göre, İl sözü nasıl Türklerde müstakil bir kavmin adı ise, Elçi de sulhçu demekmiş. Iller, Türklerin «ÖZ» dedikleri Aşiretlerden vü­ cude geliyormuş. Aşiretlerde, insanlar arasındaki kavgaların ço­ ğunu kendileri halleder ve devlet karışmaz. Halbuki Aşiretler II haline gelince devlet bütün fertler arasındaki kavgaya müdahale ederek o halledermiş. Onun için Türkler Il'i sulh manasına da kul­ lanırlarmış. Bundan Ziya şu neticeyi çıkarıyor : «Bazı bedhahla­ rımız Türklerin büyük İlhanhklar kurmak için muharebeler açtık­ larını, çok kanlar döktüklerini yazarlar. Halbuki . . . . . . böyle de­ ğildir.» Türk Medeniyeti Tarihi. Ziya Gökalp. Sahife

:

158.


89 lere «Tatarıı onların illerine de cı Ulus ıı , boylarına da «Üy­ makıı derlermiş.

Lepley - Demoulin teorisi : Bu teori, meşrutiyet devrinde, rahmetli Sabahattin beyin «teşebbüs-Ü şahsi - adem-i merkeziyet» adını ver­ diği politik programının esası idi. Bu meslek'e göre adamların tuttukları iş oturdukla­ rı yerlere göre değişir; onların eşyaları da öyle. Bunlar ise, yaşama tarzlarını ortaya koyar. Ailenin mahiyeti, şehrin ve devlet teşkilatının hususiliği hep bundan ileri geliyor. Kısacası bu meslekin belli başlı adamlarına göre bütün insanların yaşayışı yere dayanıyor. Acaba bu «yer ıı den onlar ne anlıyordular ? Çok ge­ niş bir mana. Bir kere bu sözden onlar toprağı, suları, denizleri anlatmak istiyorlar. Sonra yerin altını, havayı, mevsimlerin şu kadar veya bu kadar devamını . . . ve bu yerde yaşıyan bitki ve hayvanları kastediyorlar. Deniz kenarlarında yaşıyanların balıkçı olmaları, steplerde ya­ şayanların çobanlıkla meşgul bulunmaları hep bunların oturdukları yerler icabı imiş. Bu hal onların yaşama şekillerini ve kurdukları devletlerin hususiyetini vücucle getirirmiş. Ben bu meslek üzerinde çok durmıyacağım. Çünkü bir kerre esasları sağlam değildir. Neden diyeceksiniz ? Onlara göre Norveç fiyodlarında yaşıyan Vikinglerin İn­ giltere'ye geçmesi suretiyle bu memleket hayatı «ferdi­ yetçilik>> esasına dayanmış. Halbuki Vikinglerin memle­ keti Norveç değil . . . Norveç Fiyordlarında yaşamış olan­ lar ise bu zatlerin ideallerine uygun bir hayat sürmemiş­ lerdir.


90 Bu fikir esasında doğru olsa bile bizi ilgilendirmez. Çünkü bunlara göre adamlar bulundukları yerlerin ge­ rektirdiği yaşama şeklini, iradeleri ile değiştirebilirler­ miş. Öyle olmasa bunlar nasıl Fransızlara şöyle veya böy­ le olun detlerdi. Öyle olmasa, S abahattin beyin Türklere verdiği öğütlerin ne manası olurdu? [1] .

Ratzel'in düşünceleri : Alman ilim adamı Ratzel «milli karekterleri coğrafi sebepler vücude getirdiıı diyor amma yukarıda söylediğim adamlar gibi değil. Ratzel'e göre çevreler elbette insanlara tesir eder­ ler. Bu inkar edilebilir mi? Mesela bir avrupalı, hele yüksek ülkelerde yaşıyan bir avrupalı Hindistan'a gi­ dince gevşer. Neden? Çevre bu adamların bünyelerine te­ sir ediyor da ondan. Kavimler insanlardan mürekkep [1]

Sabahattin Beyin Meşrutiyette Türklere verdiği ötüt şu

idi : « «Sizin ecdadınız steplerde yaşamışlardır. Büyük babalarını­ zın çoğu hayvan yetiştirmekle ve çobanlıkla geçinirdi. Böyle bir iş aile teşkilatında erkeğin mutlak hakim olmasını ve Poligamiyi, ya­ ni bir kaç kadınla evlenmeğ:I, devlet teşkilatında ise padişahlığı, mut­ lakiyeti ve merkeziyeti gerektirir. Şimdi siz hürriyet istiyorsu­ nuz. Bu şu veya bu padişahı tahttan indirerek şunu veya bunu ba­ şınıza geçirmekle olmaz. Sizin de İngilizler gibi, ferdiyetçiliği şiar eylemeniz gerekir. Bunun için ise terbiye sisteminizi değiştirme­ niz lazımdır. Bunu yapmalıyız. Türkiye

Nasıl Kurtarılır.

hattin S. 53 - 54. Mesleki İçtimai. Aynı adam. S. 18

-

Saba­

36. Step ve

Türk İçtimai Teşekkülü. S. 81 Netice. S. 121. Bu meslekte olan adamlar Fransa'da ne vakit ve nasıl bu fikir­ leri yaydılar ? Prens Sabahattin Bey babasiyle Avrupaya gittiği za­ man pek gençti. Bu ilim adamlariyle nasıl temas etti ? Onlara ne için bir dervişin şeyhine bağlanması gibi bağlandı ? İttihatçılar bu adamı neye sevmiyorlardı ? O devir Türkleri neye onun inanla­ rını benimsemedi ? Doğrusu

Türk

ilim

öğretme beklenir.

İşte bence aydınlanacak meseleler bunlardır. adamlarından bu noktalan

yazma

ve

bize


91 olduğuna göre neye bunlar da çevreye ait tesirlerle vücude gelmiş olmasın? Bu tesirler elbette iklim, toprak, nehir, deniz gibi sebeplerden ileri gelir. Görmüyor muyuz dağ­ lar milletlerin genişlemesine engel oluyorlar. Ovalar ise bu genişlemeğe yardım eyliyorlar. Toprağın daha doğru­ su coğrafi sebeplerin bu tesirleriyledir ki milletlerde gördüğümüz hususi halleri izah etmeliyiz. Bir memleketin tabii hazneleri olması, ticaret sanayi ve nakil işlerini kolay­ laştıracak vasıtaların bulunması oradaki halkın bünye­ sine tesir ettiğini kim bilmez? Almanlar çok_ zaman iptidailere «Tabiat K avimleri» yüksek medeniyete erişenlere ise cc Kültür Kavimlerin der­ ler. Ratzel'e göre bu tefrik doğrudur, amma gerçekten, Kül­ tür'ün Kavimleri ve milletleri yarattiğini sanmamak şar­ tile. Bu iki türlü insan topluluğu tabiatle başka başka yönden temas ederler de ondan böyle deriz. Kısacası onun fikirleri kendinin yazdığı şu cümleler içindedir : ccŞimdiki insan yaşayışının bütün kısımların­ da olduğu gibi tarihin bütün sahfalarında da toprak bü­ yük tesir icra eder ve etmiştir. Öyle ki, insanların ira­ delerindeki hürriyet ve ihtiyar toprağın tesiriyle adeta yok oluveriyor . . . Toprak milletlerin mukadderatını in­ safsızca ve keyfi olarak nizamlıyor. Her adam milletinin mirası olan toprak üzerinde yaşıyor, orada ölüyor ve orada yapılan kanunlara boyun eğme zorun­ da kalıyor. Politika topraktan gıdasını alır. Toprak siyasi yaşayışın belli başlı gayesidir. Milli gaye toprağın ko­ runmasını gerektirir . . . Bütün toprağını baybeden millet artık istiklalden de mahrumdur. Ne yapalım, dünya böy­ le olmuş! ıı [ l ] . [1]

Autobiyographie. Ratzel. C.

yeleri. Mehmet İzzet. S. 68 - 69.

1.

S. 48.

Milliyet Nazari­


92 Şairler ve tabii sınır fikrinden faydalanmak istiyen politikacılar : Her memlekette şairler de, edipler de toprağı n vatanıı k avramının en esaslı unsuru gibi görürler. Eskiden İstan­ blu'da başıboş gezen mahalle köpekleri var idi. Bu kö­ pekler kendi mahallerinin sınırlarını pek iyi bilirler, ' oraya yabancı köpeklerin girmesine müsaade etmezlerdi. Onun çindir ki, mesela Abdülhak Hakid köpekler de bile vatan sevgisi olduğunu söylüyor ve sonra n vatanını sev­ miyen acaba ne sever ? » diye soruyor. Namık Kemal de Türk topraklarının güzelliğini, vatan hakkındaki yazıla­ rında belirtiyordu. Öğretmenler bilirler : Okullarda vatandaki toprak, de­ niz ve dağlarının güzelliğini anlatmak, gençlere milli ter­ biye vermek için, en önemli vasıtalardan biridir. M eşru­ tiyette çocuklarımıza öğretilen şarkılar arasında :

Zümrüd ovalarında altın ırmaklar akar. Aç gözlü düşmanlar, sana hasretle bakar. Biz Türküz, sen Türklüğe bir emanetsin, Hiç korkma, hep ölür, seni vermeyiz. gibi kıtalar çoktur. Bestesi İsveç'lilerden alınan izcilik marşının bir parçası da şudur :

Bu gök, deniz nerede var? Nerede bu dağlar, taşlar? Bu ovalar, güzel kuşlar? ... yürüyelim arkadaşlar. Fikir ve sanat adamlarının toprak ve sınırlara ver­ dıkleri önemdir ki politikacıların eline meşhur «tabii sı­ nırıı fikrini vermişti : Bu politikacılara göre her millet tabii sınırlarına doğru gelişirmiş. Bu halde her milletin yer yüzündeki hakkını coğrafya tayin edermiş. 1870 sa-


93 vaşından sonra Almanyanın genişlemesini meşru ve hak­ lı göstermek için bu fikirden faydalanıldı : «Milletler, de­ niyordu, coğrafyanın emrettiği sınırları elde etmelidirler. Diplomatların devletlere çizdikleri sınırların ne önemi var? Eğer onlar her millete tabii sınırlarını vermemişse o millet ergeç oraları alacaktır» [1 ] .

Coğrafi çevre milletleri yaratabilir mi? Yukarıda da söylemiştim : Sosyal ekol denilen mes­ lekin düşünceleri sağlam esaslara dayanmıyor. Onun için daha makul gibi gelen Ratzel'in düşünceleri üzerinde du­ racağım. Bu Alman ilim adamı, toprağın herşeye hakim ol­ duğu inanında ve bundan insanların kurtulamıyacağı fik[ 1 ] Birinci Dünya Savaşının galipleri Paris'te toplanmış­ lardı. Çekoslavak sınırlarının ne olacağı düşünülüyordu. O za­ manlar Amerika Cumhurbaşkanı Wilson'da oraya gelmişti. Av­ rupanın kurt diplomatları, hele bu arada Fransa'yı

temsil eden­

ler harita üzerinde « buralar da Çeklerin olmalıdır» deyip duruyor­ lardı. Wilson bunlara karşı «Canım efendim, bu dedikleriniz yer­ lerde

Alman

çoğunluğu

eğer Çekler'e

var»

diye

mukabele

ettikçe

«efendim,

tabii sınırlarını vermezsek yaşayamazlar ki»

diye

karşı koymakta idiler. Wilson dayanamadı, onlara şu hikı'l.yeyi anlattı :

«Amerika'da,

varmış.

İstemiyormuşki

demişti, kendi

vaktiyle çiftliğinin

bir

deli

zengin

etrafında

hiçbir

çiftçi top­

rak bulunsun. Zengin değil mi di O ? Bu maksatla komşusunun tarlasını satın başkasının

almış.

Fakat

görmüş ki

toprağına bitişik . . .

bu

defa da

çiftliği bir

Onu da satın almış. Fakat yine

çiftliğin. dört tarafında tarlalar olduğunu görmüş. Onları da al­ mış.

Fakat

çok büyüttüğü çiftliğinin

etrafında

yine başkaları­

na ait toprak kaldığını görünce intihar ederek bu dünyadan gö­ çüp

gitmiş.

Benim

anladığıma

göre

siz de

Çekoslovakya'lılan

Amerikada'ki deli haline sokmak istiyorsunuz.> Wilson'un haklı olduğunu

İkinci

Dünya

Savaşından

Dünya Savaşı da göstermiştir.

önceki

hı'l.diseler de,

İkinci


94 rinde . . . Onca toprağı olmayan milliyet olamaz. Halbuki Musevilerin şimdi Filistin'de milli toprakları var amma İkinci Dünya Savaşından önce bu, yoktu. O zaman nasıl Museviler arasında «Milliyet>> duygusu yok diyebilirdik : Siyonizm ceryanı meydanda iken? Evet coğrafya şartları, bu arada toprak adam­ l ardan mürekkep olan milletlere elbette tesir ederler amma bunu büyültmemelidir. İngiliz'ler denizle geçinen milletlerden olmakla beraber 200 - 300 yıl önce gemileri ya azdı, ya yoktu. O derecedeki 15 nci yüz yılda 5 nci Hanri Hollandalı'lardan gemi almaya mecbur olmuştu. Utrecht anlaşmasından beridir ki İngilizler denizlerde ha­ kim olmaya çalışmışlardır. Şu halde İngiliz'lerin bütün hayatı, oturdukları ada ile nasıl aydınlanabilir? Evet, memleketin sınırları dağlarla örülmüş olan yer­ ler eskiden tek başına yaşar gibiydi, fakat bu dağlardan mı, yahut Allahların dağlar üzerinde bulunduğu inanın­ dan mı ileri geliyordu? Bu belli değil. Osmanlı İmpara­ torluğu yüz yıllar boyunca Musul'u hakimiyeti altında bulundurdu. Fakat asla toprak altındaki petrolden fay­ dalanmadı. Karabük Demir eritme ocaklarının temeli atıldığı z aman Divrik dağlarında demir olduğunu bilmiyorduk. Bu fabrikanın temeli atıldıktan sonradır ki Sivas'a doğru Demiryolu inşaatı ilerlediği vakıt Divrik'te demir olduğu anlaşıldı. Çünkü kullanılan pusulaların ibreleri, ne yapı­ lırsa yapılsın, daima Divrik'e doğru eğildiği görülüyor­ du. Amerika yerlileri ayaklarının altında bulunan kay­ naklardan faydalanıyorlar mıidi sanki? Malezya adala­ rında eskiden gemicilik vardı amma onlar, bir kültür, bir ilim ve din yapamadılar. Halbuki Sami Kavimler çölde oturdukları halde medeniyetçe ilerlemişlerdi : Diger ka-


95 vimlerle olan münasebetleri sayesinde . . . Onlar şehir teş­ kilatı kurdular ve ticareti, zamanlarına göre ilerlettiler de insanlık tarihinde önemli rol oynadılar. Memleketimizde çok tanınmış olan Fransız Sosyoloğ'u Durckheime'de bir yazısında şunları diyordu : «Bugün milletlerin ideali eskiden olduğu gibi toprak alma değildir. Bundan çok uzaklaşmıştır. Artık toprak hırsı devletlerin, hussiyetle devlet adamlarının en çirkin ve kaba meyillerin­ den addolunuyor . . . Eski Atinal'lılar büyük bir millet idiler amma coğrafya bakımından değil. ıı Bu sözler Ratzel'in teo­ risine rağmen toprağın önemi çoğalmadığını göstermeğe yeter. Netekim, İkinci Dünya Savaşından sonra koca bir kıt'a olan Hindistan'ı İngilizler bırakıverdiler : Nüfuzların­ dan hiçbir şey kaybetmeksizin. Eğer bir milletin büyük­ lüğü toprağının genişliği ile ölçülseydi, İ ngiliz Devlet • adamları Hindistan'ı bırakırlar mı idi?. Bazı diplomatların ağızlarından düşmeyen tabii sınır düşüncesi üzerinde uzun uzadıya durmıyacağım. Uçak· lar karşısında bugün o düşünce nasıl savunulabilir ? Ger­ çi askerlik bakımından müdafaası kolay, yahut daha güç yerler var amma « ŞU deniz, şu nehir, şu dağ bu millet için tabii ve zaruri bir sınırdır» sözü artık mezara gömül­ müştür ve gömülmelidir. Diyeceksiniz ki bu söylediklerin doğrudur amma es­ kiden böyle değildi. O zamanlar denizler, nehirler, dağ­ la.r, bataklıklar milletleri birbirinden ayırırlardı. Halbu­ ki tarih bunu göstermiyor. Mesela İrlanda bir adadır. Fa­ kat bu hal onları İngiliz istilasından koruyamadı. Bü­ yük Britinya bir adadır. Fakat oraya türlü kavimler gi­ rerek birbirleriyle karıştılar da Britinya'lılar meydana geldi. Fenikeliler, Yunanlılar, Kartacalılar, Romalılar bir­ birleri arkasından Akdeniz adalarında sömürgeler kurdu­ lar. Araplar, arada deniz olmasına rağmen, İspanya'ya


96 geçtiler de orada Endülüs Devletini kurdular. Vaktiyle Fransa Fas'ı, Tunus'u, Cezayir'i Osmanlı İmparatorlu­ ğundan koparmıştı : Fransa ile bu memleketler arasında deniz olmasına rağmen. Nehirler de öyle . . . Tarihin verdiği derslerden öğre­ niyoruz ki nehirler milletleri ayırmaktan ziyade birleşti­ riyor. Dağlar başka türlü mü sanki? Prene dağları Fran­ sa'nın Kuzeyinde tabii sınır olduğu ora çocuklarına hala telkin edilip durulur amma bu, sadece mesela 300 yıl ön­ cedenberi böyle idi. Bohemya dağları Çekleri Almanlar­ dan ayıramadı. İtalya son zamanlarda Alp dağlarına dayandı amma birçok gönülleri zorla susturarak. Kısacası dağlı dağlıya kavuşabiliyor. Ormanlar ve bataklıklarda yaşıyanlar da öyle. Onun içindir ki bunlar ne dün, ne bugün milletleri ayı.rmamıştır. Böyle olunca kavimlerin teşekkülleri coğ­ rafi sebeplerle vücude gelmiştir denemez.

Millet ve ekonomi : Acaba miletleri yapan ekonomi mi? Arapların bir Atasözü varmış : H angi yer beni geçindirebiliyorsa ora­ sı vatanımdır diye . . . Acaba böyle midir? Gerçi ekonomideki değişikliğin milli yaşayış üzerine büyük, hem pek büyük tesiri var. 19 uncu yüz yıla hem millet asrı, hem ekonomi asrıdır denebilir. Yuhannet'nin şu sözleri çok söylenir durur : « Milliyet sade güzel dil ile değil, belki iyi bir çorba ile beslenir bir şirkettir« [1 ] . Meşrutiyette İttihat ve Terakki İstanbul Merkezi bu inan­ da idi [2] . [1]

Bu cümle Mehmet İzzet'in Milliyet Nazariyeleri

adın­

daki kitabından alınmıştır.

[2]

İstanbul Merkezi ile İttihat ve Terakkinin umumi merke­

zini birbiriyle kanştırmamalıdır.


97

Alman devletleri arasında gömrugun birleşmesi si-. yasi birleşmeğe yol açtığını okullardan çıkanlar bi1irler. 19 ncu yüz yılda, Kırım Savaşı sıralarında bütün Osman­ lı İmparatorluğunu yarı sömürge haline getirmek iste­ yen İngilizler bile, Türk tezini o vakıtki Rus'lara karşı savunurken u fakat, diyorlardı, Osmanlılar mahvolma­ mıştır. Çünkü ticaretleri ilerliyor. ıı Milliyet fikri ile ekonominin sıkı surette birbirine bağlı olduklarını gösteren en iyi misal İrlanda tarihidir. Görünüşe bakılınca İngilizlerle İrlandalı'ların düşmanlığı mezhep farkından ileri gelmiş sanılabilir. Gerçekte de İngiltere henüz Katolik mezhebinde iken, o devirdeki Papanın yardımiyle İrlanda'yı aldı. Anglikan adı altın­ da müstakil bir kilise kurulunca'da İrlanda'lılar buna tabı olmağa zorlandılar. İşte İngilizlerle İrlanda'lılar arasın­ daki ihtilaf bundan ileri gelmiştir deyenler var. Halbuki hiç öyle değil. İngilizlerle Irlandalılar arasındaki kavganın sebebi daha çok ekonomik idi : Bir aralık Irlanda'.lı çocuk katolik babasından ve annesinden miras alamazdı. Va­ siyet ve hibe orada yasaktı. Onlar Anglikanlardan toprak satın alamazlar, belli zaman dışında kiralayamazlardı. Fa­ kat bir İrlanda'lı katolik'in karısı veya oğlu Anglikan ümmetinden olunca [1] kocasına veya babasına ait mil­ kin tamamını değilse bile önemli bir kısmını elde ederdi. İrlanda toprakları İngiliz lordları tarafından alındığı için onlardan mühim bir kısmı Amerika'ya göçüyordular. Sonradan Irlanda'lılar istiyorlardı ki Hükumet lordlara geçmiş olan bu araziyi istimlak eylesin de küçük çiftçi­ lere dağıtsın. İşte İrlanda'lılarla İngilizler arasında za­ man zaman kanlı mahiyet alan kavgaların esası budur. O halde hemen kabul etmek Iazımdırki Irlanda milliyeti[1]

Burada

ümmet

kelimesini

«Eglise>

manasına

kullanı­

yorum. Bu kelimenin anlamı hakkında 9 uncu sahüeye bakınız.


98 tıin doğmasında bu ekonomik halin tesiri çok büyük ol­ muştur.

Adam Simith'in düşüncesi : « Milletleri ekonomi hayatımı doğurmuştur? ıı sorusu hakkındaki düşüncelerimi söylemezden önce ekonomik ilim adamlarının bu konudaki fikirlerini hülasa etmek istiyorum. Ekonomiyi 18 nci yüz yıl sonunda, kuranlar­ dan biri, hatta bunların en büyüğü şüphe yok, Adam Simith'dir. Bu adam ne diyor acaba yukarıda söylediğim tez hakkında? Adam Simith'e göre medeni memleket içinde yaşı­ yanlar ya toprak rantiyle [1] , ya ücret veya maaşla, ya­ hut karla geçinir. Bunlardan hangi zümrenin menfaati umumi menfaatla bir aradadır acaba? Simith'e göre karla geçinen tüccar ve endüstri erba­ bının menfaatiyle umumi menfaat arasında ahenk yok­ tur. Çünkü «cemiyet geliri arttıkça kar haddi artmaz ve cemiyet geri gidincede kar haddi düşmez. Hatta bunun tersi olur. Sermaye toplanması hızlı olan yerlerde kar yüzdesi azdır, fakır memleketlerde ise çok . . . Onun için tüccar ve endüstri ile meşgul olanların diğerlerini aldatmakta faydası vardır ve bunun için ellerinden geleni yaparlar>> [2] . [1]

Adam Simith

Rant'ı şöyle tarif eder :

kullanılmasından dolayı

«Rant toprağın

onun sahibine verilen hissedir.

Bu his­

se toprak işçisinin ücreti ve çiftçinin koyduğıı sermaye faizi ve onun nazaret etme hakkı çıkdıktan sonra elde kalan kardır.

Ba­

zan

için

bu fark

sarfettiği

eskiden

emek

toprak

sahiplerinin

ve sermaye karşılığı

onu iyileştirmek

olursa da

bazan da

böyle

olmayabilir. Yani toprağa sahip olanın bir nevi im tiyazı halinde bulunabilir 193.

s.

[ 2]

.

. . .» . .

Ekonomi meslekleri. Emin

Erişirgil.

C.

I.

Ekonomi meslekleri. Emin Erişirgil. C. I. S . 194 - 195 .

1952 yılında Ankara'da Karpiç Lokantasında eski bir Vekil


Görülüyor ki Adam Simith doğrudan doğruya milli idealin nereden vücude geldiğini araştırmamış, fakat mil­ leti teşkil eden zümreler arasında onun umumi menfaatı­ na uygun olmayan kar sahipleri bulunduğunu açıkça söy­ lemiştir. yüksek tahsilde iken sınıf arkadaşı olan bir zata rastlamıştı. Bu zat İngilizce, Almanca, Fransızcayı bilirdi. önemli bir şehrimiz­ de tüccardı, çok zengindi. O vekilin hatıra defterinde bu tüccar­ la konuşpıası şöyle yazılıdır : - Türk parasının düşmesi

karşısında ne için kayıtsız kalı­

yorsun ? Niye yazı yazmıyorsun ? - Biz tüccarlar para düşmesinden zarar etmeyiz ki :

Para

çıksın yahut düşsün, bir tertibini bulur kıi.r etme yolunu biliriz. Bu para düşmesinden senin gibi fakirler zarar görür. - Sen Maliye Vekili olsan bu parayı düzenlemek için ne yapardın ? - Bu memleket bir dakika bile bana tahammül etmez ve kimse beni o mevkie getirmez. - Farzetki öyle bir mevkie geçtin ; Hatta Maliyede ve eko­ nomide diktatör oldun ne yapardın ? diye soruyorum. - önce bütçenin gelirleriyle giderlerini tam bir muvazene­ ye sokardım . . . bunun için fazla işleri üzerime almazdım, fazla memurları Hükümet kapısından dışarı çıkanrdım.

Sonra da dö­

viz işine burnumu sokmazdım. - Senden dolar isteyerek eşya getirmek talebinde bulunan tüccara ne derdin ? - Bir memleketin ihracatı ve milli vapurlar

i çin yabancı

memleketlerde verilen navlunları gibi şeyleri yabancı parayı ge­ tirir. Onun için ben bu tüccara yabancı para bulursan getir, bu­ lamazsan eşya getirme derdim. - . . . . . . nın maliyeye ve paraya ait yazılarını okuyor musun ? - Evet okuyorum. - Onunla senin görüşün arasında fark var mı ? . - O eskisi gibi değil . . .

devletçiliğe kaçıyor. . .

bilirsin, ben

ekonomide tamamiyle liberalim. Eski vekil, o konuşmayı hatıra defterine yazarken, Adam Si­ mith'in yukarıda kısaltarak yazılan düşüncelerini hatırlamış olsa gerektir.


100

Federic List'in düşünceleri : Meşhur Alman ekonomi ilim adamı Frederic List'in ekonomiden anladığı mana başka idi. 19 uncu yüz yılda ben Simit'in yolundan yürüyorum diyen ekonomi ilim adamları insanların ekonomik menfaatlerini ararken yap­ tıklarına bakarak millete çıkarlar ve ekonominin fizik gibi her yer için doğru tabii kanunları var derlerdı : Arz ve talep kanunu gibi, rakabet kanunu gibi. Halbuki List böyle yapmanın doğru olmadığına kanidir. Neden? Önce teker teker adamların hareketine bakarak milletin ekono­ misine çıkma yolu ekonominin konusuna uygun değil. Çün · kü bu ilmin konusu teker teker adamlar değil, milletin ekonomidir. Her millet, durumuna göre, bir ekonomi po­ litikası güder. O millet içindeki adamlar da buna tabi olur­ lar. List'e göre insan toplulkları çobanlık devrinden baş­ lıyarak endüstri devrine doğru gelişiyor. Bir kavim hangi nevi yaşama durumunda ise ona göre ekonomi politikası oluyor. Onun için bütün dünyaya şamil ekonomi kanun­ ları diye birşey olamaz. Acaba müstakil bir milet olmak, yani müstekil olarak yaşamak için mi ekonomi politikası var? Yoksa mil­ li ekonomi var da onun için mi topluluklar millet hali­ ne geliyorlar? Bizim burada incelemek istediğimiz soru, takdir edersiniz ki budur. Yazık ki List eserlerinde buna cevap vermiş değildir.

Maddi tarihçilerin fikirleri : Yukarıda ortaya konulan sualin açıkca cevabını veren maddi tarihçiler olmuştur. Ekonomi ve tarihle meşgul olan­ lar bilirler ki maddi tarihçiliği kuran, Marx ile arkadaşı Engels'dir. Şu varki bu iki adam millet ve milliyetçilik


101

fikirleriyle uzun uzadıya uğraşmış değillerdir. Onun se· bebi her ikinsinin de hayatıdır. Onlar Alman İhtilalinden sonra Fransa ve İngiltere'ye sığınmışdılar. 18 nci ve 19 un· cu yüz yılda, şimdi tıpki İsviçre ve Amerika gibi ora­ lar gerçekten birer sığınma yeri idiler. Aslında Alman olan ve memleketlerini bırakma zorunda kalan bu iki zat elbette millet idealine iyi gözle bakmıyacak, ve onu adamakıllı inceleyemiyeceklerdi. Nitekim öyle oldu. Marx «Komünist Beyannamesi ıı nde «işçiler birleşiniz. . . Sizin milliyetiniz olmazıı diye adeta bağırıyordu da milletler içindeki işçi zümrelerinin sermaye sahipleriyle mücadelelerini istiyordu. Arakada­ şı ise yazılarında kah u milli dil» ekonomik çalışmanın eseridir diyor, kah menşe bakımından onu ayrı gÖl'."Ü­ yordu. Kısacası Marx da, Engels'de zamanlarındaki gavga.­ ların gerçek sebebi olan milliyet fikrini layıkıyla kavra­ mışlardı denemez. Asıl tarih madiyeciliğin düşüncelerini meşhur Alman Sosyalisti C avutsky'nin yazılarında görüyoruz. Ona gö­ re mademki millet ve milliyetçilik fikri tarihten geliyor, onun kaynağını görmek için elbette tarihe bakmak la­ zımdır. Bu sosyalistin gözünde ötedenberi insanların aşiret kabile ve kavim halinde yaşamaları ya tabiate karşı, ya dış düşmana karşı korunma zorundan gelmiştir. Şu varki in­ san topluluklarının kavim halinden çıkararak millet haline gelmesi endüstri ile başlar. Endüstrinin vücude getirdiği eşyayı satabilmek ıçın tüccar sınıfına el­ bette ihtiyaç var. İşte bunun içindirki her devirde zen­ gin ticaret adamları olmuş ve büyük ticaret merkezleri kurulmuştur. Ancak bu merkezlerde işçiler de var, es­ naf da, şu varki böyle şehirler ve memleketler olunca


102 devletler arasında rekabet artar. Onun için kendi dilimiz dışında, başka toplulukların dillerini de öğrenme zorun­ da kalırız. Fakat hangi topluluk ticarette diğer topluluğu yener? Elbette siyasi ve askeri kuvveti olanlar. Bu ger­ çeği her devirde pek iyi anlayanlar yabancı memleketler de yaşamış tüccar sınıfı olmuştur. Mesela eskiden İstan­ bul'da Venedikli, Cenevizli veya Yunanlı tüccarlar vardı. Bunlar biliyorlardı ki zengin olmaları vatanlarının kuv­ vetli olmasına bağlıdır. Onun için tüccarların menfaat­ leri arasındaki zıdlık, milli gavgaları doğurur, milli bir­ liklerin toprakca gelişmelerine sebep olur. Bugün bile en çok milliyetçi görünenler yabancı memleketlerde yaşı­ yan tüccar sınıfı değilmidir?. Şu varki milliyetçilik fikri bugün yalnız tüccarlara ait değil, bütün zümrelerde ortak bir ideal halindedir. Nasıl olmuş da önce tüccara ait olan bu ideal milletin di­ ğer zümrelerine geçmiştir ? Bu sosyalist fikir adamına gö­ re onu ordu yapmıştır. Mademki tüccar zümresi memle­ keti savunmak ve büyütmek istiyordu,o halde vatanla­ rında kuvvetli bir ordunun bulunması lazımdı. Ordu, toplıyabilmek için askeri mükelleflik usulü konuldu. Bir­ kere bu oldu mu, çalışan sınıfın en aşağı tabakasına bile milli ideal yayılır. Eskiden en aşağı tabaka köleler idi. Şimdi Onlar hukukçu hür, fakat iktisatça köle olan sı­ nıf yani Proleterlerdir. Kısacası, bu sosyaliste göre milet fikri ekonomik se­ beplerle doğmuştu ve yayılmıştı amma sonradan müsta­ kil kuvvet haline gelmiştir. O bu hale gelince bu fikir bazen ekonomik gelişmeğe bile muhalefet etmiştir. Ka­ vutsky diğer bir yazısında daha ileri giderek ekonomi­ den doğan ve fakat ondan ayrılarak müstakil hale ge­ len milli duygunun gelişmesi sebeplerini · şu üç unsurda görüyordu : 1 Ticaretinin aldığı şekil, 2 Hiçbir şah-

-


103

sın köleliğine girmeğe artık halkın tahammül etmemesi, yani demokrasi hareketi ve insanların siyasi hürriyet peşinde koşmaları 3 edebi terbiye ve kültürün halk küt­ leleri arasında yayılması. -

Ziya Gökalp'in düşünceleri : Dikkate değer bir hadisedir ki, milli ideal ile ekono­ mi hayatının birbirine bağlı olduğu inanı yalnız tarihi maddiyecilerin yazıllarında görülmez. Onlardan tamamen ayrı olan, hatta onları çok tenkid eden yazarlar arasın­ da da bu düşünüş yer almıştır. Rahmetli Ziya Gökalp bunlardan biri idi. Ona göre gazeteciler satışlarını sağ­ lamak maksadiyle okuyucularının hamiyet duygularını okşarlarmış . . . Sosyal ve mahlli hayatı birtakım renklerle süslemeleri de bundan ileri geliyormuş. Böylece milliyet duygusu gazetelerden, isanlık duygusu kitaplardan, mo­ dernlik duygusu da makinelerden doğmuş [ l ] .

Acaba millet gerçekten ekonominin mahsulümüdür? Görülüyorki Milliyetçiliği ekonomiye tabi gören yal­ nız tarihi maddiyeciler değildir. Başka fikir adamlarından bazıları da aynı inandadırlar. Ben önce diğer fikir adamla­ rından başlıyarak tarihi maddiyecileğe doğru gideceğim ve neye ekonominin milleti doğurmağa yetmiyeceğini anla­ tacağım. Şüphesiz gazeteciler mahlli hayatı yazarlar ki gaze­ teleri satılabilsin. Çünkü bunlar halkın isteklerine cevap vermeğe mecburdurlar. Şimdiki gazeteciler niye zabıta vak'alarını, onların diliyle söyliyeyim, şişiriyorlar? Elbet­ te satma endişesile. Fakat gazetenin satılması daha önce milli ve mahalli işlerden haberi olma arzusunun okuyu[1]

Rahmetli Ziya bu fikirleri Fransız Sosyoloğu Tarde'dan

almıştır. Türkleşmek, İslamlaşmak . . . S. 3

-

9. Yeni Mecmua Sayı 32.


104

cularda uyanmış olması lazımdır ; yahut zabıta ve kangas­ ter vak' alarma karşı merakı sinema gibi vasıtaların uyan­ dırması gerekli. Eğer hanımlarımızın tahsiline daha önce maarif vekilliği ehemmiyet vermeseydi bugünkü « Hür­ riyet» gazetesi en çok satan gazetelerden biri olabilir mi idi ? Kısacası daha önce halk arasında bir duygu uyanmalı ki gazeteciler ona dayanarak satış için tedbir alsınlar. Milli duygular bir memlekette uyanmamış ise gazeteler okuyucu­ larına yaltaklanarak bunu doğurabilirler mi? Tarihi maddiyecilerin de görmek istemedikleri nokta budur. Onlara göre, mesela İngilizce yahut Almanca ve­ ya Fransızcayı neden öğreniyormuşuz? Bilirmisiniz. Başka memleketlerin faturalarını ve ticaret mektuplarını oku­ mak gerekiyormuş da ondan. Hadi diyelim ki şimdi böy­ le olsun. Fakat biz Fransızcaya çalıştığımız sıralarda böy­ le birşey çevremizde de yoktu, kafalarımızda da. Biz me­ sela Fransızların edebiyatını anlayalım diye onların dili­ ni öğrenme hevesinde idik. Şimdi bu zatlara soralım; Acaba neye Musul yıl­ lar ve yıllar Osmanlı hükumetleri elinde bulundu da kim­ senin oradaki petrolleri işletmek hatırına bile gelmedi ? Neye Sivas Şimendifer Hattı yapılıncıya kadar demir ma­ deni üzerinde oturuyorduk amma bunu bilmiyorduk? Neye islam memleketinde domuz beslenmez? Neye orta anadolu­ da vaktiyle Eşraf denilen Zümre oğullarını çarşıda dük­ kan açmağa sevk etmezlerdi ? Bütün bunlar din, ahlak bilgi ve görenek hesaba katlamadıkça aydınlatılabilir mi? Ben de biliyorum ki milli hayat bugünün ekonomik hayatını adeta begenmiştir. Öyleki milli hayat gelişen yerlerde ekonomi hayatı da gelişiyor. Fakat memleket tehlikede görülürse sermayeli sınıftan tutun, bütün züm­ reler elele veriyorlar. Afrika'da Boyerler böyle yapma­ mışlar mı idi?.


105 Kıbrıs halkının elbette ekonomik menfaatı şimdiki idare altında bulunmasındadır. Buna rağmen oradaki rumlar Yunanlılarla, Türkler bizimle birleşmek istiyor­ lar, acaba neden? [ l ] . Bu hadise mlliyet duygusunun çok defa P.konomik menfaatlerden üstün geldiğini göstermez mi? Doğrusu bence bunun en güzel misali 1 870 Alman Fransız harbinde Marks'ın Almanlığını hatırlıyarak «Al­ manya Fransa tarafından tecavüze uğramıştır ve kendini savunmaya zorlanmıştır» demesi olmuştu. Gerçi milli duygunun yayılması ekonomide de iler­ lemeyi gerektirir amma bu hal, onların asla birbirine tabi olduğunu göstermez. Mesela Alman, İtalyan Birliği olunca bu memleketler gelişti ve onların devlet adamları da bü­ yük sömürgelerimiz olmalıdır dediler amma bu doğru­ dan doğruya endüstri hayatının tabii icabı idi, Milli ha­ yatın değil.

Dil hakkında iki tez : Mademki ırk da, coğrafi sebebler de, ekonomik hal­ ler de milletleri doğurmamıştır. Acaba manevi haller mi milli ideali meydana getirdi? Manevi hallerin başında dil gelir. Dilin gelişmesi, itibar kazanması her mem­ lekette milli idealin belirdiği zamana rastlar. Onun için[1]

Rahmetli Izzet, bundan 34 yıl önce çıkan kitabında şöyle

der : «Kıbrıs halkı iktisadi menfaat bakımından Ingiltere'yi tercih etmelidir. Fakat adanın ekseriyeti Yunanistan'a, ekalliyeti Türkt­ ye'ye iltihak eylemek arzusundadırlar.» Milliyet Nazariyeleri. S. 89. Lozan Muahedenamesi kesin olarak Kıbrıs'ın idaresini Ingiltere'ye bıraktığı zaman orada Lise Müdürü olan zat bu satırları yazan adama şunları anlattı : «Ü sıralarda İngiliz olan Vali Rum ve Türk ileri gelenlerini ve o arada bizi çağırarak şunu tebliğ etti : «Tür­ kiye ile yaptığımız andlaşmada ada Ingiltere'ye bırakılmıştır>. O sırada bir Rum, Vali'nin karşısına dikildi : «Rum halkı bu ilhakı asla kabul etmiyecektir.» diyerek.


106 dir ki bazı aydın insanlar «milli ideal dilin gelişmesine bağlıdır ve ona tabidir ıı demişlerdir. Nitekim rahmetli Ziya Gökalp şunları söylüyordu : «Millet aynı dille konuşan fertlerin topudur . . . Din, ahiak, hukuk, siyaset, ekonomi, ilim gibi işlerin tek temeli li­ sandır. Bu işlerin değer kazanması dilin önem kazanma­ sına bağlıdır. Lisan sosyal hayatın zemini, manevi yaşa­ manın dokusu, medeniyetin ve kültürün esasidir. ıı Fakat bizim Ziya Gökalp'in de katıldığı bu inana, bazı milletlerin aydınları, mesela Fransız'ların fikir adam­ ları şüpheli gözle bakıyorlar. Onlar şöyle demektedirler : «Biz tek bir milletiz. Buna kimsenin şüphe ettiği yok, fakat bazımız Bask'ca, bazımız Brotan'ca, bazımızsa Fla­ manca veya Almanca konuşuruz. Anadilimiz böyledır ıı Onlara göre milletleri dil doğurmamıştır. Bu iki zıt iddiadan hangisi gerçeğe uygundur acaba : İşte mesele burada... Diyeceksinizki her iki tarafın delilleri­ ne bakarız. Buna şüphe yok, şu kadarki iki tarafın delille­ rini tartmak kolay bir iş değil. Meseıa birinci tezi ileri sürenler u 19 uncu yüz yılda bazı milletlerde doğan birleş­ me ideali, milli dilin meydana gelmesiyle beraber geliş­ miştir » derler. Gerçekte de böyle olan yerler var. Meseıa İtalya'da böyle oldu. Sırp'larda, Çeklerde, İrlanda'lılarda yazarlar, dil bilginleri, şairlerdir ki m illi dili yenilediler, hatta yarattılar, sonra millet oldu. Norveç'lilerde milli duygu başlayınca Danimarka'lılardan geçen kelimeleri atmaya uğraştılar. İkinci tezi savunanlar ise anadilinin Milli duyguyu yaratmadığına inananırlar. Onların delil olarak ileri sür­ dükleri konulardan biri, bizi çok ilgilendirmesi 18.zım gel­ diği için onu yazmakta fayide görüyorum. Bir tarihçi, Türk zabıti hizmetinde çalışan bir çocukla şöyle konu­ şur :


107

- Hangi memleketdensin? - Bosna'dan. - Hangi millettensin? - Türk'üm. - Türkçe bilir misin? - Hayır. - Mademki Türkçe bilmiyorsun, Türk olduğunu nasıl söylüyorsun? - Bilmem, bana Türksün dediler. - Benimle şu dakika hangi dili konuşuyorsun? - Bilmem. - Ben sana Sırp'ça söylüyorum, sen bana Sırp'ça cevap veriyorsun ; demekki ikimiz de Sırp'ız? - Hiç öyle değil. Sen bana Sırp'ça söylüyorsun, ben sana Boşnak'ça cevap veriyorum. Sen Sırp'sın, ben Tür­ küm [ 1 ] . Zavallı' Boşnak çocuğu Türk'lüğünü kurtarmak için ne kadar çok çabalıyordu ! Bunu bilgisizlik sanmamalı­ · dır. Hırvat'lar da kendilerine Sırp dedirtmemek için ne kadar uğraşırlardı!. Avusturya'lılar Alman'ca konuşur­ lar; Bavyeralılar da öyle. Fakat bir Avusturyalıya, bir Bavyeralıya sen Purusyalısın, dediniz mi adeta isyan eder. Bu deliller karşısında ne yapmalı? Bence gidilecek yol şudur : Dilin millet karşısındaki durumunu tesbit et­ mek, yani bu vasıtanın neye yaradığını anlamak, sonra da onun gerçekten milli ideali doğurup doğurmadığına bakmak. [1]

Milliyet Nazariyeleri. Mehmet İzzet. S. 93.


108

Dil milletleri birbirinden ayırt eder : Herkes bilir ki dil, milleteri ayırt ettirir. Bunun se­ bebi bir kerre konuşma şeklidir. İngilizcedeki «Th ıı Türk­ çedeki u I » sedası birçok milletlerde olmadığı için, bu harfleri her millet mensubu !aylıkla söyleyemez. Sonra, yazış vastaları da ayrıdır. Almanlar Gotik harflerinde milli bir koku alırlar. Hırvatlarla Sırplar ara­ sında dil itibariyle belli başlı fark, birinin latin harfle­ rini, diğerinin başka harfleri kullanmasıdır. Çarlık Rus­ yasında yaşayanlar İslav birliğini kuvvetlendirmek için latin harafleriyle Rusçanın yazılmasını asla iyi görmez­ lerdi. Ruslar kendi ülkelerindeki Türkleri birbirinden ayırmak için onlara Latin harfini, bir parçada Rus harf­ leriyle karıştırarak zorla öğretmeye halkmamış mıdırlar? Hatta birbirinden uzakta yaşıyan Türkler arasındaki şive farkını devam ettirmek için konuşulduğu gibi keli­ melerin yazılacağını onlara kabul ettirmemiş mi idiler ?. Doğrusu bu temsil ve parçalama usulü Ruslara da mahsus değildir. Almanlar sınırları içinde yaşıyan Lehli­ lerin adedini az göstermek için bunlardan Protostan olan­ lara ccGotik harfleriyle kitaplarınızı bastırırsanız, size yar­ dımlarda bulunacağız.» demiyorlar mı idi? Çünkü onlar « Mazor» adiyle bir millet yaratmak istiyorlardı da akıl­ larınca memleketlerindeki Lehlilerin mıkdarını, istitistik­ lerde yarım milyon eksik göstereceklerdi.

Dil miiletin aynasıdır.: D i l yalnız milletleri ayırt etmeğe yaramaz, onun ha­ fızası olur da. Yalnız burada bir ihtirazi kaydı koymak lazım. Dil milletin bütün hafızası, bütün aynası değildir. Bu işi gören mimari ve musiki de vardır. Mesela Türkler elbette Edirne'nin Selimiye'sinden, İstanbul'un Süleyma-


109

niye'sinden ve Yeni Camün'den, sayın Ulvi Cemal Er­ kin'in çifte tellisinden zevk alırlar ve geçmişi hatırlarlar. Bu ihtirazi kayıtları daima hatırda tutmak şarityle lisan bir neslin duygusunu ve düşünüşünü kendinden son­ raki nesillere geçirir ve onun aynası olur. Bunun içindir­ ki bazı dildeki tabirler diğer dile kolay kolay tercüme edilemez. Meseıa Türkçe cc nazik» kelimesinden Türkle­ rin anladıkları manayı tam olarak ifade eyleyen Fransız ca kelime yok. Kezalik Almanca «Gemütlih ıı sözünü kolay kolay Türkçeye çevirmek mümkün değil. Fransızların «polie n sözünden anladıkları manayı da biz bir kelime ile Türkçeye çeviremeyiz [ 1 ] . Bunlar neyi gösterir : Bir milletin düşünüşü diğeri­ ni uymadığını. Mesela Çince'de büyük kardeş manası­ na bir kelime varmış, küçük kardeş manasına da ayrı bir kelime. Fakat · Kardeş manasına gelen hiçbir söz yokmuş. Neden? Çünkü Çinlilerin aileleri Patiyarkaldir. Böyle bir ailede kardeş ya büyük olur, ya küçük. Arapların hayatında devenin oynadığı rol malumdur. Onun ve tür­ lü hareketlerinin bu dilde ne kadar çok adı var. Kısaca­ sı, bir miletin dilini gerçekten öğrenmek ve anmakla­ dır ki onun türlü zamanlarda geçen düşüncesini öğrene­ liriz. Bu hale bakarak, milletin esaslı unsuru dildir diye­ mez miyiz ?.

Dil ayrılığı mıdır milliyetin esası? Acaba böylemidir? Bizde böyle olmadığına inananlar ötedenberi İsviçre'yi misal olarak göstermeyi adet edinmiş­ lerdir. Ben bu misali ortaya koymakta fayda görmüyorum. İsviçre'nin bazı kantonlarından Fransızca, bazı kantonların­ da Almanca ve bazı yerlerinde de İ talyanca görüşülür [1]

Milliyet Nazariyeleri. Mehmet İzzet. S. 98.


110 ama hepsi İsviçre'liyim der.. Şu kadar k i bazı İsviçreliler bu sözden tek bir millet olduklarını anlarlar ama bazıları bir nevi ufak milletler topluluğunu. Nitekim Birinci Dünya Savaşı yıllarında İsviçre'lilerden Fransızca konuşan yerler Fransızlara, Almanca konuşan yerler ise Almanlara hak veriyorlardı [ 1 ] . Onun için İsviçre misalini bir taraf koymak la­ zımdır. Esasen bir Türk için dilin milletleri doğurmaya yetmediğini anlamak hiç zor değil ; bunun için memleke­ timizdeki Yahudilere bakmak yeter. Bunlar 15 inci yüz yılda İspanya'dan göçmeye mecbur olunca Selanik'e gel­ mişlerdir. Ana dilleri İspanyolca idi, hala da öyle. Fakat kendilerini asla İspanyol addetmezler. Şimali Amerikalılar İngilizce, Cenubi Amerikalılar İspanyolca konuşurlar. Fakat bunların birine sen İngiliz­ sin, veya sen İspanyolsun desek kabul ederler mi? Şüphe yok, bir adamın hangi millete mensup oldu­ ğunu konuştuğu dilden anlarız. Şu varki bu hal dilin [1]

Bu satırları yazan adam Birinci Dünya Savaşı yıllarında

eski Londra Büyük Elçisi rahmetli Hüseyin Ragıp Baydur ile bir­ likte İsviçre'ye gitmişti. Ragıp'ın elinde Maarif Nazın Şükrü Bey­ den alınma bir mektup vardı. Bunda Nazır, İsviçre Elçisinden memleketimizde Fransızca okutacak iki İsviçreli zat istiyordu. İ ki arkadaş Bern'e varır varmaz, bu mektubu verelim diye Elçi­ liğe gitmişlerdir. Aslında Mısırlı olan bu Elçi. bizi kabul etti. Ra­ gıp da mektubu verdi. Elçi aldı okudu. Sonra bize dönerek şun­ ları dedi : «Sizin Nazı rınız benim yazdığım raporları da okumu­ yor mu ? Ben Latin İsviçresinden yani Fransızca konuşulan yer­ lerden size hoca göndererek memleketime fenalık edemem. Şunu iyi bilmelisiniz ki Latin İsviçreliler, düşmanımız Fransızlardan da­ ha ziyade bize düşmandırlar.» Belli idi ki bunları söyliyen Elçi Na­ zır'a kızmıştı : o mekuubundan dolayı. Bu gösteriyor ki İsviçre'yi elçi, milletler camiası addediyor ve Fransızlarla harp içinde oldu­ ğumuz için Latin İsviçre'sinde oturan ve anadili Fransızca olan halkın bize şiddetle düşman olduğunu bilmemizi istiyordu.


111

milleti meydana getirdiğini anlatınaz ki. . . Mesela birisi bize u milletleri dillerinden ayırıyoruz da şuna Bulgar bu­ na Arap diyoruz. Güzel, fakat şu millet niye bu dili ko­ nuşuyor » dese nasıl cevap vereceğiz? Kimlerin milli dili Sırp'ça, kimlerin Bulgar'ca, kimlerin Yunan'ca olması la­ zım geldiğini bilseydik Makedonya meselesi diye birşey olur mu idi? Ötedenberi Yunan'lılarla Arnavut'lar arasında Epir bölgesi meselesinde ihtilaf vardır : Yunan'lılar bu bölge­ nin kendi ırklarından olanlarla dolu olduğunu söylerlerse de Arnavut'lar tersi iddiadadırlar. Bir aralık İngiliz'ler Fransız'lar, Alman ve Avusturya'lılar halk arasında bir an­ ket yaparak meseleyi halletmek istediler. İngilizler ve Fran sızlar köy evlerinin kapısından giriyorlar, onların erkekle­ rine «Arnavutmusun, Yunanlımısınıı diye soruyorlardı. Bunlardan bir kısmı Yunan' ca u biz Venizelos idealindeyiz ıı diye cevap veriyordular: Fakat Alman ve Avusturya'lılar tavuk kümesinden atlıyarak mutbakta bulunan ihtiyar yer­ li kadınlara aynı suali sorunca onlar temiz bir Arnavutça ile «Ben Yunanlıyımıı diyordu. Selçukluların, bir devirde resmi dili Farsça idi. Fakat halk evlerinde Türkçe konuşurlardı. Selçukluları şimdi İran'lı mı addedeceğiz ?. Tanınmış Alman Feylesofu Fıch­ te varya, beşinci nutkunda şöyle diyordu : uAynı dil ile konuşan kimseler bir bütün teşkil ederler ki tabiat Lu bütünü birçok bağlarla birleştirmiştir. ıı Fakat bu sözleri mubalğa etmemelidir. Öyle milletler vardırki ana dili baş­ ka olan hemşehrilerini hoş görürler, Çünkü bunlar inan · mışlardır ki millet dilden ibaret değildir. Öyle adamlar vardırki pekala aynı dili konuşurlar amma aynı şeyi duy­ mazlar. Fakat Ana dili ayrı olan öyle insan kümeleri var­ dırki asla birbirinden ayrılmayı düşünmezler. Bütün Hint­ liler evlerinde İngilizce konuşsalardı, yalnız bu halleriyle biz Ingilizlerin oradaki halkı İngilizleştirdiğine hükmede-


1 12 bilir mi idik? Irlanda misali meşhurdur : 1851 de İrlan'da adasında Irlanda dili ile konuşan bir buçuk milyon adam vardı. 1 871 tarihinde bunlar 800.00 ne inmişti. 1901 de ise ora nüfi.ısunun ancak % 14 ü anadili konuşmasını biliyor­ lardı. Fakat burada İrlanda'lılık duygusu sönüyor mu idi acaba? Hayır . . . Belli idi ki çok artmıştı. Kısacası dil bir alettir. Nasıl ekonomik aletler mıl­ leti yaratan kaynak addedemiyorsak, dile de aynı vasfı vermemeliyiz. insanlar kendi eserleri olan maddi aletlerin de, manevi aletlerin de köleleri haline gelmemelidirler.

Milli karakter : Fransız fikir adamı Erenst Renan «millet nedir? » Su­ aline şu cevabı veriyor : u Bir millet manevi varlıktır, ma­ nevi prensiptir. İnsanlar ne ırkın, ne dilin, ne dinin, ne dağ ve denizin kölesi olamazlar. Sıhhatli ve ateşli adam­ lar bir araya gelince bir vicdan belirir ki buna millet de­ nir. » Bizde Anayasa hukuku okutan hiçbir profesör yok­ tur ki Sorbon'da hocalık eden Hauriou'yı kitaplarından tanımasın. O, «Bir millet, yüksek bir kültür sayesinde hususi karekter elde eden kavime denir, bu karekter ne­ silden nesile geçer» diyor. Acaba bu iki zatın söyldiği şekilde bir karekter, bir umumi vicdan var mıdır? Eğer varsa millet «milli karek­ tere sahip olan ferdlerin topuna denir>> diyecektik. 19 uncu yüzyılın ortalarında böyle bir karakterin ol­ duğuna, hele hukukçular, inanmışdılar. Öyle olmasa idi, bu hukukçular nasıl şu sözleri söyliyebilirlerdi : «Bir mil­ leti diğerinden ayıran şey, dil olduğu gibi onun hukuk müesseseleridir de . . . nasıl dilimizi değişdiremiyorsak hu­ kuk müesseselerimizi de istediğimiz hale sokamayız. Her millet tesadüfe değil, eski devrine bağlı hususi bir şahsi-


113

yettir.» [ 1 ] . Görülüyor ki hukuk müesseseleri de milli ka­ rekterimiz icabı imiş. Yoksa başkalarının taklidi mahsulü değilmiş. Bu karekterler nedir acaba? Bu inanda bulunanlara göre mesela Fransızlar topluluktan hoşlanırlarmış, iç duy­ gularını hemen meydana vururlarmış. Tenkitten, alay ve espriden zevk alırlarmış. Teoriler kurmaktan hoşlanırlar­ mış. Açık ve basit fikirler zevklerine gidermiş, politika işle­ rini pek anlamazlarmış amma büyük cesaretleri varmış, fa­ kat sebatkar ve azimkar değillermiş. Almanlar ağır ve kaba imişler, fakat duyguları derin­ miş, onlar hem gerçekçi, hem idealistmişler. Tezatları telif etme meharetine sahiplermiş. Kuvvete hayran olur­ larmış. Hayallerden son derece lezzet duyarlarmış. Çalış­ kanmışlar. Düşünce alanında meceraya atılırlarmış. Irade­ leri kuvvetli imiş amma disipline çabuk girerlermiş. Umu­ miyetle vazifeyi gökten emir tanırlarmış da ona itaat eder­ lermiş . . . İngiliz'lere gelince : Onlar görünüşte kayıtsızlarmış amma nefislerine hakim imi��er, yaptıkları işin çoğu ori­ j inal olurmuş. Kendi kuvvetlerine, serbestçe seçtikleri ortaklarının kuvvetlerine inanırlar, sebatla ve cesaretle bunlardan faydalanmayı bilirlermiş. Eşyanın görünüşün­ den ziyade esasına bakarlarmış da lüksten ziyade konfor­ dan hoşlanırlarmış. Teorilerden ziyade müşahedeye ehem­ miyet verirlermiş. İtalyanlar ileriyi gorur, ihtiyatlı adamlarmış. Pazar­ lıklı işlerde pek usta imişler. Vakıalara çok önem verir­ lermiş. [1]

Hukuk Fakültesi Mecmuası. Prof. Veliyüddin. Sene

nüshalanndan.

1917


114 İspanyollar böbürlenmekten hoşlanırlarmış. Mağrur ve şövalye ruhlu adamlarmış. Sözlerinde ve özlerinde doğru imişler. Nefisleri için bile zulmederlermiş. Merhametsiz bir iradeye sahip imişler. Eski kavimleri de anlamak için onların ortalama karek­ terine bakmayı teklif edenler çok. Mesela bunlara göre Fe­ nikeliler tüccarmışlar, Çinlilerin ameli netice çıkarmaya müsait düşünüşleri varmış. Hintliler hayalci imişler. Te­ orileri her türlü müşahedelerin üstünde farzeden bir hal­ leri varmış. Eski bir Yunanlı ne Asyalıya, ne Romalıya benzerlermiş. Onların açık ve ince zekaları varmış, akılları ile hareket ederler, gördüklerini aydınlatma ihtiyacını duyarlarmış. Duyguları hayallerinden zayıfmış, her işin umumunu kavrarlarmış amma ayrıntılarını da çok iyi belirtirlerimiş.. Romalılar ise çok pratik adamlarmış. Bizim düşünürlerimize göre ise Türkler misafir se­ ver ve mütevazi adamlarmış.

Kavim Psikolojisiyle uğraşan ilim adamları ve politi­ kacılar : Bundan yüzyıl kadar önce Alman'lar, kavimlerin psi­ kolojisi adiyle bir takım incelemelere girişmişlerdi. Bun­ lar şu neticeye varıyorlardı: «İngiliz'lerin milli karekteri ameli olmaktır. Bacon dini bile gerçeklik cihetinden değil, ameli faydası bakımından kabul etmiyor miydi? Fran­ sızlar ise İngilizlerden fazla teori ile ilgilenirler. Onlar zengin duygulara sahiptirler. Leibnitz'in dünya görüşün­ de Alman'ların kuvvetli ve zayıf tarafı gözükür... Spen­ cer'in sosyoloj isindeki sınıflamalar, hele onun askeri mil­ letleri geri, fakat endüstri milletlerini ileri addeylemesi Ingiliz'lerin ruhi temayüllerini anlatır. Fransız'ların


karekteri açık zekalı olmalarıdır. Onlıµ- umut ile umut­ ımzluk arasında çırpınırlar, muhayyeleleri yaratıcıdırlar, edebiatları incedir, tarih ve matematikte ileridirler.» İlim adamları bu sözleri söylerler de politikacılar bun­ dan faydalanmak arzusunu beslemezler mi hiç? Birinci ve İkinci Dünya Savaşından sonra Fransız'lar «Ren» i al­ mak için ileri sürdükleri delillerin başında, bu nehrin iki tarafında olan halk kaba Alman'lara değil, ince Fransız'lara benzedikleri vardı, İkinci Dünya Savaşı sıralarında İtalyan'lar Fransız'lardan Nice'i aldıkları zaman ora hal­ kının tamamiyle İtalyan krekterinde olduklarını söylüyorlardı. Amerikan politikacılarına göre Birinci ve İkinci Dün­ ya Savaşında Amerika'lıların başarıları neden ileri geli­ yormuş bilir misiniz? Kendi halklarının üstün karekter­ lerinden. Onun. için dünya politikasında bunlar liderlik etmeğe artık hak kazanmışlarmış. Teslim edersiniz ki bü­ tün bu laflar politika hırslarının propogandasından başka birşey değil.

Milli karekter diye birşey olur mu? Bir kere şunu iyi bilmeliyiz ki bu iddia yeni değildir; en iptidai kavimlerde de vardır. Cenubi Amerika yerlile­ rine göre dünyanın en şecaatli, en asil, en büyük kalpli adamları kendileri imişler, Bir Groendland'lı terbiyeli ol­ mağı o derece kendi kavimlerine ait bir meziyet olarak kabul ederler ki terbiyeli bir adama tesadüf edince «bizim kadar nazikıı derler. Asurilerin toprak altından çıkan eserlerinde yazılı sözler meydana koymuştur ki onlar hakimdirler, cesurdurlar, kudretlidirler.


116

İran'lıların kendi meziyetlerine ait sözleri Türk­ ler arasında çok meşhurdur. Bu yüzdendirki bir sürü ka­ rikatürce yazılar yazılmıştır [1]. Bu kavimler psikolojisini tetkik edenlere ilk sora­ cağımız sual şudur : Bu incelemelerinizde konu olarak al­ dığınız kavimden hangi zümreyi tip olarak kabul ediyor­ sunuz? Onlar tabii olarak u orta tiplerıı i alıyoruz derler, ve gerçekte de bunların müşterek olan karekterlerini tes­ bite çalışırlar. Fakat siz bu kavimden hiç büyük adam çık­ mamışmıdır? diy� onlara sorunca bunların susmaları la­ zımdır. Çünkü eğer bu büyük adamları, dahileri hesaba katmıyoruz derlerse onları bu milletin yabancısı addet­ mek gerekir ki hiçbir millet buna muvaffakat edemez. Gerçekte de bu dahilerin en büyük vasıfları her şeyden önce milletleri üzerine tesir etmeleridir. Bunların ortaya koydukları vasıflar, dahillerin, büyük adamların bu memleket halkına tesir eylemiş olmasından ileri gelmiş bulunmasın?. Denilebilirki nasıl bir yerdeki yüksek dağ zirveleri oradaki araziyi tavsif etmeğe yaramazsa, dahiler de içle­ rinden yetişdikleri milletlerin diğer fertlerine benzemez­ ler. Ancak bunların açtıkları yolda yürüme arzusunda olanlardır ki bu büyük adamlar, bir dereceye kadar, andı­ rırlar : Bir karikatür asıl ifade eylemek istediği adama ne kadar benzerse o kadar. Bunlar doğru ama «en mede­ ni memleketlerde bile milleti teşkil eden adamların ka[1]

Şark milletlerinde büyük elçilik etmiş olan bir zat bu

satırlan yazan adama, şunları hikaye etmiştir : «Şarklı bir ada­ ma siz kendi milletlerinin eksikliklerini ve noksanlarını söyledi­ niz mi biz mükemmeliz derler de mensup olduğunuz milleti çekiş­ tirmeğe başlarlar. Fakat nerede biz nerede siz ! . . .

Sizler böyle,

sizler şöyle dediniz mi onlar biz perişan insanlanz, ah sizin glbl olsak derler.>


117

rekterleri arasında büyük farklar, hatta tezatlar vardır. İş bölümünün artmasiyle bir millete mensup insanlar ara­

sında o kadar ayrılık olur ki ileride adamlar arasında in­ san olmaktan başka bir değer kalmıyacaktır [l] » . O halde bir milletin müşterek karekteri nerede kalı­ yor? Rusya'yı gözünüzün önüne getirin, Türkenyef ile Ras­ potin'in, Rus aydınlariyle böyle olmayanların arasında ne kadar büyük fark var? Şimali İtalya ile cenubi İtalya'lı ve Sicilya'lı arasında ne kadar birbirinden ayrılık mevcut. Alman psikoloj i bilgini Wund, cenubi İtalyan halkının hırs­ la ve hayalle dolu olan hallerini, Sicilya halkının İspanyol'­ lara benzeyen karekterlerini belirtiyor, Şimali İtalya' da ya­ şıyanların ise pozivitizme ve insanlığa meyillerini anlatı­ yor ve kısacası Rönesanstan itibaren İtalya halkının, bu üç bölgede oturmalarına göre, ayrı ayrı karekter sahibi olduklarını söylüyor. O halde milli birlik başka şey, ka­ rekter birliği yine başka şey. Bizim yazarlara göre Türkler «çabuk çevreye uyma ve kapılma ıı karekterinde imişler. Wund'a göre ise Al­ manlar yabancıları körce taklit ederlermiş de onlar ara­ sında yaşadıkları zaman kendi varlıklarını bile inkar eder­ lermiş. Öyleki Almanlar bir yere göçdüler mi diğer mil­ letlerin göçmenlerinden önce Alman olduklarını unu­ turlarmış. Doğrusu çevreye kapılmakla, yabancıya ben­ zemek hemen hemen aynı vasıflardır. Bu vasıflarla mı Türkleri Almanlardan ayıracağız ? Gülünç hale düşmeksizin her Türk'ün, her Alman'ın bu milli karekteri gerçekleş­ dirmeğe çalışmasını nasıl tavsiye edeceğiz? Diye­ ceksiniz ki hayır onlar milletlerine ait bu kareketleri bilmeli ve bunu düzetmeğe çalışmalıdırlar. Güzel, güzel

s.

[1] 102.

La division bu travail sociale. Dürkheime. ikinci Bası.


118 amma acaba düzeltebilirler mi ? Düzeltirler derseniz o za­ man milli karekterler dediğimiz şeyleri adamlar kendi ita­ deleriyle yaratıyorlar demektir. Hem bu milli karekterlerin sebebini nerede araya­ cağız? Elbette eski devirlerden gelmiş geleneklerde. O hald bu karekterler değil, gelenekler milli ideali yaratı­ yor demektir.

Gelenekler milli ideali aydınlatabilirler mi? Bazılarına göre her millet ancak kendi ruhundan do­ ğan geleneklerle yaşar. ıcBiz bize benzerizıı sözü de budur. Rahmetli Ziya şunları diyordu : «Türklerin kabahati tekamülden doğan müesseselerin biribirine bağlı olduk­ larını düşünerek onları canlı gelenekler haline sokacak­ ları yerde bunları bir tarafa atarak her ülkeden aldıkları şeyleri kaide ve müesseseler haline getirmeleri olmuştur.. Balkan Harbinde Bulagar'larla yaptığımız çarpışmaları­ mızda onlar geleneklerinden, biz ise soğuk kaidelerden ilham alarak birbirimize saldırıyorduk. Neticede gelenek­ lerin kaideleri yendiğini gördük» [1 ] . Burada bir sual hatıra gelir : Neden yabancı millet­ lerden alınan kaideler bizde birer gelenek kuvvetini ala­ mıyorlar? Bu suale verilen cevap şu : Yabancının taklidi milli ruhu tazyik ediyormuş ve onun gelişmesine engel oluyor muş da ondan. Bu cevabın müphemliği ve man­ tıksızlığı ise meydanda. Bu gelenekleri nerede bulacağız ? Bunları Ziya'nın kaide, bizim şimdi görenek dediklerimizden nasıl ayıra­ cağız? Birtakım kimselere göre bunu tarihten çıkaracak­ mışız. [1]

Türkleşmek

.. .

Sahife 14 - 19. Rahmetli Ziya'nın kaide

dediklerine biz şimdi görenekler adı veriyoruz.


119

Tarih milli hayatı yaratır mı? «Millet Tarih eseridir » der dururuz amma bunun ger­ çek manasını tahlile bile Ilı.zum görmeyiz. Şüphe yok, mil­ let geçmiş zamanlarda olmuştur. Bu apaçık bir gerçektir. Fakat herkesin bildiği bu gerçeği ikide bir ne diye tek­ rarlıyoruz? Bence pek basit bir sebepten : «iHalk mensup olduğu milletin geçmiş zamanlarda büyük birşey olduğu­ nu sansın diye. ıı Çünkü geçmiş zamanlarda büyük birşey olduğunu sanma, bugün birşeyler olmayı istemek ile bir arada bulunur inanındayız. Şüphe yok, her millet kendi tarihine dayanır, gele­ neklerini orada bulacağını sanır. Fakat her öğretmen bi­ lir ki bu geleneklerin gerçekten kendi milletine mahsus olmasının önemi yoktur. Tersine gelneklerin bazıları sayesinde, gelecek nesillerin kendilerini yeryüzünde kuv­ vetli ve imtiyazlı farzey lem esi mühüimdir [1] . Ba­ kınız bir Fransız fikir adamı ne diyor : «Franklar Galya­ da yerleşince eski Cermen aslından geldiklerini u:ı:ıuttu­ lar da Fransız milleti doğdu. . . Onun için Fransız milleti­ nin nesillerine hakim olan hadise, bir unutmadan iba­ rettir.» Bize isiamdan önceki Türkleri inceleme arzusu garp­ lılardan gelmiştir. Avrupada, Osmanlı İmparatorlu­ ğunu sömürge haline getirmek . istiyen politikacılar kendi ilim adamları içinden bazılarını Türkleri inceleme­ ye teşvik ettiler. Dikkat edilirse türkiyatla meşgul olan ilim adamlarından çoğu kendi tabiiyetinde çok Türkler bulunan Ruslar içinden veya Türkiyeyi yarı [1]

Bu gerçeği tarihçiler gibi politikacılar da çok iyi gör­

müşlerdir. Meşrutiyet devrinde rahmetli Ziya Gökalp'ın, Cumhu­ riyette Atatürk'ün tarihçilere zahir olmalan, onları teşvik eyle­ meleri hep bundan ileri gelmiştir.


120

sömürge haline getirmek istiyen yerlerden çıkmıştır. Bu memleketlerin politikacıları « müsteşrik » denilen bu adamlara hususi önem veriyorlar, onları destekliyorlar­ dı. Meseıa meşhur müsteşrik Wamberie'i Gülistan ve Haristan yazarı Ahmet Hikmet beye şunları diyordu : ıı İngilizler beni çok severler, çünkü onlara Asyayı tanı­ tan ben oldum. Onlar beni dinlediler, anladılar. İngilte­ re Kıral Hanedanı ile ayrı ayrı dost oldum, onların ilti­ fatlarını gördüm.» İslclmdan önceki Türkleri inceleme merakının aramız­ da yayılmasının bir sebebi de şudur : Meşrutiyetten sonra islclmlıktan gelen bazı hukuk kaidelerinden kurtulmak is­ tememiz, Cumhuriyette ise Türk'ü Osmcınlı ve Selçuk dev­ letlerinden daha önceye dayandırmak arzusunda bulunma­ mız. Bu misaller gösteriyor ki tarihte şu veya bu devreye bakma merakının yayılması bile politik bir maksatla ol­ muştur. İstiklcll Savaşı başladığı zaman Fransızlar ne için Ada­ na' da ·kalacağız diyorlardı biliyor musunuz? H açlı sefer­ lerde Fransızlar da varmış da, oraya gelmişler de ondan, kısacası tarih uydurmaktan. Reni Almanya'dan almak için Fransız'lar ihtilal devirlerini hatırlamaya mecbur ol­ muşlardı. Bugünkü Yunanlılar Bizans tarihi aşkına İstan­ bul'a girmek arzusunu beslerler : Nitekim, Rus Çarların­ dan biri, bilmem hangi zaman, bilmem kiminle evlenmiş olduğunu ileri sürerek Bizans tahtına konmanın kendi hak­ ları olduğunu söyledikleri gibi. İnsan bu safsatalara bakdıkça Goethe'nin şu söz­ lerini hatırlayacağı geliyor : ccDostum, geçmiş zaman­ lar bizim için yedi mühürle kapanmış bir kitaptır. Sizin geçmiş zamanların ruhu dediğiniz şey, o devri yazan ta­ rihcilerin ruhudur. Onların ortaya koydukları hikayeler -ise doğrusu, acınacak şeylerdir.»


121

Acaba bu unsurların hepsi bir araya geliyor da milli idealleri mi doğuruyor? Yukarıda söylemiştim : Ne ırk, ne coğrafya, ne eko­ nomi gibi maddi haller milletleri doğurdu, ne dil, ne ge­ lenek, ne tarih gibi manevi cihetler milleti vücude getirdi. O halde diyebilirsiniz ki bunlar teker teker değil amma hepsi bir arada milli ideali doğurmuş olmasın ? Bence ka­ tiyyen hayır. Neden diyeceksiniz? İnsanlar daima şu top­ rak üzerinde yaşamışlardır. Daima anatomik ayrılıklar gösteriyorlardı : Yani bazıları beyaz, bazıları siyah, ba­ zıları dolikosefal, bazıları bırakoselaf idiler. Ötedenberi her kavmin kendine mahsus dilleri vardı ki onunla konu­ şuyorlardı. Yazı meydana geldiğindenberi bunların için­ den ileri olanların da daima tarihi olmuştur. Bununla be­ raber oldum olasıya adamlar milletler halinde yaşıyor­ lardı diyemiyoruz da 19 uncu yüz yılda millet ideali doğ­ du ve bu yüzden memleketler alt üst oldu inanındayız. Yalnız bu durum gösteriyor ki ıı Millet İdealiıı Kavim'lar­ da bulunan şu veya bu unsurun biraraya gelmesi eseri değil. O halde on dokuzuncu asırda nasıl milletçilik doğdu? Bunu araştırmalıyız. Onun İngiliz ve Fransız'larda, Alman­ lar ve İslavlarda nasıl doğduğunu ve bize nasıl ve ne için geçdiğini a raştırmam ve söylemem bundandı [ 1 ] .

[1]

Sahife 2 8 v e sonrakilerile 53 v e sonralan.


İ NSANLIK D EV R İ İnsanlığın minalan : Eskilerin <ı beşeriyet n de dedikleri insanlık dilimizde birbirine yakın şu üç manada kulanılmaktadır : A Di­ ğerlerinin acılarından acınma, onların yardımına koşma, onların sevincini görünce sevinme, kederini görünce de kederlenmededir. B Millet sevgisini geçici bir kuruntu sanarak onun yerine bütün insanları sevmeğe uğraşmak­ tır. C İnsanların daima millet halinde yaşayacaklarını ka bul eylemekle beraber, onların kendi üstünde bir otorite ta­ nıyacaklarına ve ileride böylece birbirlerini boğazlamaya kalkmayacaklarına inananların halidir [ 1 ] . -

-

-

Rahmetli Ekrem beyin,

Bizki insanlarız, insanları ızrar ederiz. Bizi şadan edeni derde giriftar ederiz. Kimseyi sevmeyiz amma, yine her insana muttasıl meyl-ü muhabbet yüzü izhar ederiz.

[ 1 ] Bizim insanlık dediğimize, Fransızlar «Humanitb veya «: Humanisme», İngilizler ise «Hurnanisim» diyorlar. Fakat bu ke­ limeler başka manalara da gelir. Mesela pozitif ilimlerden fazla Yunanca ve Latince gibi derslere ve edebiyat saatlerine ziyade yer veren okul sınıflarına onlar bu adı verirler. Bu kelimeler aynca Rönesans devrinde, eski Yunan ve Latin dillerine merak sararak onlann edebiyatını diriltmek lüzumuna inanan adamların meslek­ lerine de denir. Bence «insanlık» kelimesini dilimizde ifade ettiği mana dışında kullanmamalı ve Renessantaki Latince ve eski Yu­ nanca dillerini öğrenerek onann edebiyatlarını diriltmı>ye ait mes­ lek'e « ümanızma« veya «Ümanistleu demeliyiz.


123

Bizki insanlarız, insanlığı katleyleyerek Muhterem destimizi pençe-i hunhar ederiz. Değil insan, bizi çekmekte bütün mevcudat : Kırları, dağları bin mihnete düçar ederiz. sözleriyle hemcinslerinden şikayet ettiğine bakılırsa in­ sanların birbirine bağlanmalarından başka duyguları da var demektir. Atalarımızın « insanın suyu bir amma, huyu bindir» demeleri de bundandır. Bütün bu tecrübelere ve sözlere rağmen öyle adam­ lar vardırki eğer bütün insanlar okuyacak ve iyi terbiye görecek olsalar dünyanın cennet olacağına ve artık adam­ ların biribiri üzerine atılmıyacağına inanırlar. Eski Yu­ nanistan'da bazı filozoflar bu fikirde idiler. Bu inanda olan ski Romalı'lar da vardı. Meşhur Şeyh Sadi'nin de düşünceleri budur. Tevfik Fikret'de bu fikirde olanlar­ dandır. Bunlar toplulukta gördükleri eksikleri insanla­ rın kemale gelmemiş olmalarından ileri geldiğini sanırlar. Mesela Namık Kemal,

İnsan idi, insan idi, insan idi amma Üç beş köpeğe olmasa sermaye bu insan! diyordu. Demekki onun gözünde de bu üç beş köpek yok­ mu, işte bunlar ortadan kalkıverince yahut onlara da iyi bir terbiye verilince insanlık gerçekleşebilecekti. . Bazı filezoflara göre insanlığın teessüs edememesi hafızalarından ileri geliyormuş. Fransa'nın meşhur filo­ zofu Bergson şöyle diyor : «Şu meşhur suali kendimize soralım : Kavimimizin selameti . . . için bir yerde, masum bir adamın işkenceye uğramaya mahkum olması icabetti­ ğini öğrenirsek ne yaparız? Eğer sihirli bir süzgeç olan hafızamız bunu bize unutturacağını ve artık ondan hiç birşey bilmiyeceğimizi anlarsak belki bu suale müsbet ce­ vap verirde, ona muvafakat ederiz. Fakat biz var olalım, eşya var olsun diye bir adam ebedi olarak vahşice bir ezi-


124

yete mahkum olduğunu daima düşüneceksek hayır, buna razı olmayız ve böyle olacağına etrafımızdaki bütün eşya yok olsun, bu dünyadan bırakıp gidelim daha iyi olur deriz » [1]. 18 inci yüz yılda Fransız, Alman feylesoflarının çoğu insanlığın olamamasını teker teker adamlara verilen ter­ biyede görüyorlardı. O devirde Alman edibi ve feylezofu Lessing var ya, o bir kitabında şu masalı anlatıyor : « Gü­ ya Osmanlı Pasişahlarından biri tabaasından zengin bir yahudinin malına göz koymuş. Onu elinden almak iste­ miş; istemiş ama kuvvetli bir sebep de bulamıyormuş : Bu işi yapmak için. Birgün onu huzuruna çağırmış, iltifat etmiş, sonra da şu suali sormuş : Türkler'in, hıristiyanla­ rın ve Yahudilerin inandıkları dinlerden hangisi gerçeğe uygundur ? ve hangisi diğerlerinden üstündür? diye . . . Ya­ hudi bu sualin altından ne çıkacağını anlayınca şu cevabı vermiş : Padişahım, demiş, müsaade edin de bu husustaki düşüncelerimi bir hikaye ile anlatayım. Eskiden bir adam varmış; çok zengin imiş. Ölümünün yaklaştığını anlayın­ ca etrafındakilere şöyle vasiyette bulunmuş : Görüyor­ sunuz, demiş; parmağımda pek sevdiğim bir yüküz var. Ben ölünce hangi oğlumun onu takdığını görürseniz bü­ tün servetimi buna vereceksiniz. Bir müddet sonra da bu zat ölmüş. Parmağında aynı yüzüğü taşıyan oğlu da, mi­ raslarına konmuş . . . Bu oğlu nihayet onun oğlu da aynı vasiyette bulunmuşlar. Böylece servet parçalanmaksı­ zın devem edip gidiyormuş. Günün birinde torunların­ dan birinin üç oğlu olmuş ve üçüncü de çok severmiş. Öyleki birbirlerinden ayırd edemiyormuş onları. Bir gün kuyumcuya gitmiş, parmağındaki yüzüğünün tıpkı aynı iki tane daha yaptırmış. Onları saklıyormuş. Fakat ölüm yatağına düşünce oğullarını birbirlerinden habersiz ya[ 1 ] Din ve Ahla.k'ın iki Kaynağı. Bergson. Türkçeye çeviren : Mehmet Emin S. 94 - 95.


125

nına çağırmış : Hakkını helal etdiğini söyliyerek öl­ dükten sonra takılmak üzere bu yüzükleri her birine vermiş. Çocuklar mirasın kendisinde kalacağını düşüne­ rek seviniyorlarmış; Babaları ölür ölmez de çocuklar onun verdiği bu yüzükleri takmışlar ve bu servetin mirasçısı ol­ duklarını iddia eylemişler ... Arada çok kavgalar olmuş, nihayet Kadı'ya (Hakime) gitmişler, O da meseleyi halle­ dememiş. Çünkü yüzükler birbirine çok benzermiş. Bu yüzden o dava sürüp gitmiş ve sanıyorum ki hala sürüp gidiyor. » Bu hikaye ile Lessing'in söylemek istediği şu : Hiç bir dini inan kendi dışında gerçek ve hak olan şey­ ler bulunmadığını söyliyemez : Hiçbir adam kalkıp da ben herkesten iyiyim, gerçeği yalnız ben bilirim diyemiyeceği gibi. u Eğer her insan Padişah karşısında söz seyleyen Ya­ hudi gibi hakim olsa imiş, insanlık kendiliğinden oluve­ recekmiş » İyi amma garpte uzun zaman Lessing'in beğendiği bu hava esmedi. Mesela Kant'in din hakkındaki doktrinini ancak re bıyıksız gençler, miskin gevezeler doğru buluyor­ ' lar>> diyenler ve öylece hükumete jurnal verenler çıktı : Şarkta mesela Osmanlı İmparatorluğunda şu Alevi'yi, şu Şiir'yi kesmeli fikri nasıl alıp yürümüşse .. ..

Bir kısım adamlara göre bütün çektiklerimiz hep «millet» dediğimiz toplulğu koruma ve onu başkalarının toprağına hakim kılma endişesinden doğuyormuş. Gerekli imiş ki 20 inci yüz yılda bundan vaz geçelim de bütün insan­ ları sevmeğe bakalım. İnsanlığın yukarıda «B >ı ile işaret ettiğimin manası budur. Onların düşündükleri bu hedef kolay kolay gercekleşe­ cek bir şey değildir ; bir an için gercekleşeceğini farzet­ sek bile insanlık mileıtin yerını tutabilirmi? So­ rusuna cevap vermek bugünkü durumda çok güç. «Hatta ruhu daima başkalarını sevmeğe alışmış olan admalara


1 26 bile siz insanlığa hizmetle mükellefsiniz dediğimiz zaman belki O, bundan soğukluk duyacaktır, çünkü gösterilen konu çok geniş, elde edilecek netice de çok dağınık tırıı [1] . O halde gerçekleşebilecek, yalnız insanlığın üçüncü manası kalıyor. Ben bu manaya «sosyal manada insanlıkıı diyorum.

Sosyal manada insanlık gerçekleşebilecek mi acaba'? Yoksa bu da bir kuruntu mudur? Bence içinde yaşadığımız dünyada, bugün adamlar ikiye bölünmüş durumdadırlar : Bir kısmı hürriyet sonra eşitlik diyorlar, diğerleri önce eşitlik, sonra hürriyet de­ mektedirler. İnsanlığın gelecekte kurulması için şimdi­ den yapılmasını teklif ettikleri işler hakkında bu iki züm­ renin görüşleri de farklıdır. Birincisine göre milletler hür olarak kendi üstlerinde bir otorite kurmalı, aralarında ihtilaf oldu mu, kendi kuvvetleriyle halle kalkacakları yerde oraya baş vurmalıdırlar. İkincilerine göre ise, dev­ letler hiçbir zaman kendi Üzerlerinde böyle bir otorite kur­ maya razı olmazlar. Prusya kırallığa Alman birliğini kur­ mak için küçük küçük prenslerin rızasına mı baş vurdu ? Tersine Prusya'nın askeri kuvvetine dayandı, onunla Al­ man Birliğini kurdu. İnsanlık ancak şöyle kurulabilir : Nu­ fusu ve kuvveti çok olan milletler birleşerek diğerlerini zorlamalılar ki devletler kendi üstlerinde bir otoritenin kararlarını kabul etsinler. Fakat bu iki zümre içinde hiçbir kimse görmedim ki sosyal manada insanlık gerçekleşmemeli yahut gerçekle­ şemez derneğe şimdi cesaret edebilsin [2] . [lJ

Din ve Ahlakın İki Kaynağı. Henri Bergson. Türkçe'ye

çeviren. Mehmet Emin. S. 42 ve sonralan. [2]

İçinden

pazarlıklı politikıı.cılar müstesna. . .

onlar

halkı

avlamak için kfı.h 99 luk tesbih kullanırlar, kfı.h milliyetçiyiz, hat­ ta Türkçüyüz derler. Bence bunlan bir tarafa bırakmalıyız.


12'1 Sosyal manada in sanlık neye gerçekleşemiyor acaba ?

Atatürk'ün büyük nutkundan yukarıya naklettiğim fıkrada bir cümle var; O da şu : ıı İnsanlara her türlü duy­ gularını ve bağlılıklarını unutturup onları kardeşlik ve eşit­ lik halinde birleştirerek insani devlet kurma nazariyesi de kendine mahsus şartlara maliktir. » İnsanlığı gerçek­ leştirmek için gerekli olan bu şartlar rahmetli Atatürk ce nelerdi acaba? Bunu ben bilmiyorum. Yalnız, öyle sa­ nıyorum ki şimdiye kadar insanlığın kurulmasına aşağıda söyleyeceğim sebepler en�gel olmuştur : a - Buhar kuvvetinin sanayie tatbiki dolayısiyle endüstri çok çabuk ilerlemiştir ve bu yüzden bir takım memleketleri sömürge veya yarı sömürge haline sokma emeli garp politika ve fikir adamları için zaruri görülmüş­ tür. Bu duruma u emperyalizmıı arzusu denir [1] . b - Sınırları koruma için her devletin kuvvetli bir ordu beslemesi lazım gelmiştir. c - Yer yüzündeki kavimler aynı seviyede değil­ dirler ; aynı ideali beslemiyorlar. e - Okullarda çocuklara ve gençlere bir nevi futu­ h atçılık, bir nevi sömürgecilik terbiyesi verilmiştir. f Milletlerarası ekonomik yaşayışta bir düzen ku­ rulamamaıştır ve bazı milletler yabancı para «döviz» sı­ kıntısı çekmektedirler. -

Şu varki sömürgecilik politikası artık öl�üştür. Sö­ mürge halinde ötedenberi idare edilen kavimler bile efen­ dilerine karşı kendilerini savunuyorlar. Her devlet sınır­ l arının korunması için birleşmiş milletlere baş vurmak[1]

«İngilizlerden önemli bir kısmı emperyalizmin müşterek

medeniyet davası olduğuna inanıyorlar> Mehmet İzzet. S. 149.

Milliyet

Nazariyeleri.


128

tadırlar [ 1 ] . İkinci Dünya Harbinden sonra devlet adam­ ları futuhat yapacağım diye diğerine saldırmaktan çeki­ niyor ve korkuyorlar. Fakat yukarıda söylediğim sebeplerden ikisi vardır­ ki hala devam edip gitmektedirler : a - Bütün kavimle­ lerin aynı seviyede olmamaları, b - Ekonomik güçlükler ve düzensizlikler. İşte şimdi insanlığın kurulşuna gerçek engeller bence bunlardır. Fakat adamların gönüllerinde yaşıyan hiçbir ideal hemen gerçekleşememiştir. Halkın reyi ile idareye geçme, ve halkın seçecekleri millet vekilleri vasıtasiyle hükumeti kontrol etme demek olan demokrasiyi gerçek­ leştirmek için insanlar ne kadar kan döktüler? Fransız ihtilalinden bugüne kadar 168 yıl geçtiği halde dünyanın yarısında bile henüz özlenilen böyle parlmentolar yok. İnsanlığın gerçekleşmesi elbette demokrasiden daha güçtür. Şu var ki, sarsak sarsak da olsa, bu idealin ger­ çekleşmesi için çalışanlar var. Bunların kimler olduğunu ve neler yapdıklarını kısaca söyliyeceğim.

Cemiyet-i Akvam : Birinci Dünya Savaşında Amerika Cumhur Başkan­ lığı makamında Woodrow Wilson vardı. Bu zat Cumhur [1] Bi r: yerde gerçekten topluluk var diyebilmek için buna dahil olan insanların aralannda çıkacak ihtila.flan halleyleyecek bir yer bulmalan gereklidir. Millet bir topluluk teşkil eder. Çüu­ kü orada herkes çıkan ihtilaflan halleyleyecek mahkemeler bulur­ lar. Kabileler ve aşiretler halinde olanlarsa aralanndakl kavgala­ nn hangisi i çin Reislerine baş vurmak lazım geldiğini bilirler. Hal­ buki milletler şimdiye kadar böyle bir topluluk teşkil etmemişler­ dir. Onlar aralannda çıkan ihtilaflan ancak silah kuvvetleriyle hallederler. Milletler kendi

üstlerinde bir otorite tesis

kadar da bu hal devam eyleyecektir.

edinceye


129

Başkanı olmazdan önce memleketindeki üniversitelerde sosyal ilimler ve tarih okutmuştur. 1902 de bu profesörü Princeton üniversitesi, Amerikalıların tabirinyle başkan, bizim verdiğimiz adla rektör seçmişti. « Şimali Arrıerika'da bir üniversite rektörü, aynı zamanda politika adamı sa­ yılır. Onun nutuklarını gazetler naklederler. Eğer istidat sahibi ise, biraz da maharetli davranırsa bu, ahlakı bir otorite de kurabilir . . . » [ 1 ] Wilson'da Rektör seçilir seçil­ mez böyle olmak istedi ve mücadeleye girişti. O, halk ço­ cuklarını zengin ve trustçü olanlara karşı himaye ediyor­ du. Bu zenginler birleştiler, daha çok evlatlarını Rektör­ den kurtarmak için New J ersay Valiliğine seçilmesine yardım ettiler. Onlar sanıyorlardı ki bu profesör, politi­ ka işlerinde acemidir, onun için istediklerini ona yaptı­ rabilecekler. Halbuki O, daha ilk günlerden itibaren vila­ yeti halkına dayanarak kendini o mevkie getiren bu patronları hiçe saymağa başlamıştı. Bu nankörlüğe kızan­ lar, onunla mücadeleye giriştiler. Wilson ise bunlara hiç al­ dırış etmiyordu da onlar üstünden halka hitap ediyordu. İşte 1912 de Amerika' da Demokrat Partinin Cumhur Baş­ kanlığına aday gösterdiği zat budur. -

O, seçilmişti. Fakat herkes merak ediyordu: Bu pro­ fesör Beyaz Saray'da ne yapacak diye [2] . O, yeni işinde de gerçekten profesörmüş gibi hareket etti. Mühim bir politika işi oldu mu, onu doğuran hadiseleri araştırır, baş­ kalarının fikirlerini de dikkatle dinlerdi amma bir kere karar verdi mi, herkesten ona itaat de istiyordu : Her öğ­ retmen talebesınden böyle bir displinli hareket, böyle bir [1] Amerika Birleşik Devletler Tarihi. Andre Maurois. Tü ı·k­ çeye çeviren Fuat Gökbudak. 2 nci C. S. 171. [2]

Beyaz Saray,

ları yerdir.

Amerikan Cumhurbaşkanlarının oturduk­


1 30 itaat beklediği gibi. Bu yüzden eski dostluklarını bile bozmaktan çekinmemiştir. Zaman zaman « prensipler ba­ his konusu olunca, bir adım gerilemekdense insan kendi ha­ yatını, hatta dünyayı feda eylemelidir» diyordu. Wilsun'un Cumhur Başkanlık yaptığı sıralarda başrı ile, veya ba­ şarısızlıkla biten bütün işleri hep bu sözünün içindedir. Daha ilk işe başladığı gündeki nutkunda şunlar vardı : «Amerika hayatında iyilik fenalıkla karışmış haldedir. Iyi olanı zayıfletmeden fenalığı temizlemek, tamir etmek, düzeltmek hayatımızın her safhasını saflaştırmak ve in­ sanileştirmek vazifemizdir. » O fabrikalardaki kadın ve ço­ cukların çektiklerini karşısındakilere anlattıktan sonra hükumet kuvvetini şahsi gayeler için kulanmayacağını ve halkı unutmayacağını söylüyor ve sonra onlara şu vaatlerde bulunuyordu : «İlk işim tarifelerde, Bankacılık sisteminde, endüstri hayatında yenilik yapmak olacaktır. » Başkanlığa geçişinden iki yıl sonra Avrupa'nın bü·· yük milletleri birbirinin boğazına sarıldılar : Birinci Dün­ ya Savaşı başlamıştı. Wilson hangi taraf haklıdır acaba? diye düşündü. Lüzitanya hadisesinden önce de haklı gör­ düğü tarafa yardım ediyordu. Bu vak'a çıkınca da, her tarih kitabının yazdığı gibi, Amerika artık harbe sürük­ lenmiş oluyordu. Birinci Dünya Savaşı bitti, O zaman Wilson kalktı Avrupa'ya gitti. Bazılarına göre onun en büyük politika hatası budur. Hiç Amerika o sıralarda bırakılır mı idi? Ancak Wilson'un hasımlariyle andlaşma yapmak için A vrupaya gelişi hatalı bir kareket mi idi? değil mi idi? burasını ben tayin edemem. Şurası muhakkakki O, Ame­ rika'da kendine yöneltilecek hücumları biliyordu amma istiyordu ki dünya yepyeni bir müessese kazasın da artık insanlar birbirlerinin boğazına sarılamasınlar. Böyle bir


131 müessesenin işleyeyebileceğine Fransa'nın ihtiyar Başka­ kanı Clemenseau da, İngilterenin kurnaz hükumet başkanı Luyid George'da inanmıyordu. O halde yapacağı ilk iş bun­ ları kandırmak ve bu müesseseyi adamakıllı kurmak ola­ caktı. O, Avrupa'ya ayak attığı zaman arkasında artık Ame­ rika yokdu. Orada aleyhinde ne yapılmak kabilse o yapılı­ yordu amma Fransa, İngiltere, İtalya halkı kendini bir kurtarıcı olarak selamladılar. Doğrusu O, bundan da cesa­ ret aldı. Milletleri, bir cemiyet halinde toplama zamanının geldiğine inandı. Savaş yıllarında ona arkadaşlık ve or­ taklık edenler « sınırlar ne olacak, düşmanlarımızı silah tan nasıl tecrid edeceğiz ? ıı v.s. gibi laflar söyledikçe O, mut­ tasıl : « Mademki kavimler cemiyeti kuuracağız, artıl:: bu suallere ne hacet ? ıı diyordu amma her defasında karşı­ sında ihtiyar Fransız Başkanı Clemenceau'yu görüyordu. Kurnaz, Galya'lı bir politikacı olan Luyd George ise Wil­ son'un yanında iken onun gibi konuşuyordu amma bir tarafdan da Clemenceau'ya göz kırpıyordu. İtalyan Baş­ vekili İngilizce bilmezdi, söz sırası ona geldikçe memle­ ketinin arzularını Fransızca tekrarlayıp dururdu. Wilson bu keşmekeşten bıkmıştı : Cemiyeti Ak­ vam olsun da ne olursa olsun der gibi durum aldı. Harp zamanında kendinin ilan ettiği 14 prensipin çoğundan Av­ rupalı ortakları onu vazgeçirdiler. İstediği Cemiyet-i Ak­ vam kuruldu amma çok sert bir «Wersaille» andalaşması içinde. Mağlup devletler, bilmem ne kadar milyar harp tazminatı diye para ödeyip duracaklardı. Artık O, Amerika'ya kesin olarak dönmüştü. Baktı, Amerika'lılar Cemyet-i Akvama girmemeğe, Avrupa iş­ leine karışmamağa kararlı idiler. Onu ve onun gibi dü­ şünenleri, yakın olan seçimde, düşüreceklerdi.


1 32

Birleşmiş Milletler : Nasıl Wilson Birinci Dünya Savaşı sonunda milletleri bir masa etrafında toplamak istemiş ise, İkinci Dünya Sa­ vaşında da Amerikan Cumhur Başkanı Franclin Delano Roosvelt'te Birleşmiş Milletler adiyle yine onları bir ma­ sa etrafında toplamak istedi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bu zatın neye kendi memleketinde büyük bir otorite sahibi olduğunu anlat­ mak için onun başkan olduğu zaman Amerika'nın ne du­ rumda bulunduğunu hatırlatmak isterim. O zaman Ame­ rika'da 14 milyon işsiz vardı. Altı milyon çiftçi on mil­ yarlık ipotekli borç altında inliyordu. O sıralarda bir Amerikan gazetecisi çiftliği şöyle tarif eder : « Bizim memlekette çiftlik, der, ipotek edilmiş mümbit araziye denir ki dört tarafı alacaklı ile dolmuş. Üzerinde yedi ki­ şilik bir aile oturur amma onlar benzini bitmiş otomobil­ le ihtiyaçlarını karşılamak için boşuna didinip dururlar.» Bu sıralarda pamuk beş sente, buğday 35 sente düşmüştü.. Arazi sahiplerine verilen borç para geri alınamadığı için mahalli Bankalar iflas ediyorlardı. Bankaların büyük ser­ mayedarlan ise, korkularından paralarını çekmiş bulunu­ yorlardı. Şimali Amerika'yı teşkil eden devletlerin yarı­ sına yakın mıktan tediyelerden aciz olduklarını ilan et­ tiler. Roosvelt ilk nutkunda bu durumu şöyle anlatıyor : «Çiftçilerimiz mallarını satacak pazar bulamıyorlar. Mil­ yonlarca ailenin birikdirdikleri yok oldu. Bir işsiz vatan­ daşlar ordusu yaşamak mes'elesiyle karşı karşıya bulu­ nuyorlar. Halin trajik durumunu inkar etmek için abtal bir iyemser olmak lazımdır. . . . Sarrfalar medeniyet ma­ bedimizdeki yerlerini bırakarak kaçtılar. Şimdi onları bu mabede saygı göstermeğe davet etmeliyiz. Memleket ya­ ralarını sarmak için hemen harekete geçmemizi istiyor. Bizim vazifemiz bu hale gelen milletimzi tekrar çalışa­ bilecek duruma sokmaktır.»


133 Bu hale düşen bir memlekette üç türlü ekonomik politika takip olunabilir . 1) Şahsi teşebbüslerin muvaze­ neyi sağlamasını beklemek, 2) İstihsal vasıtalarının mil­ lileştirilmesi yoluna gitmek ve böylece sosyalist ve komi­ nistlerin ekonomik politikasını takip eylemek, 3) Güdüm­ lü yahut planlı ekonomik politikası yoluna girmek. Yeni Başkan bu son .usulü üstün bulmuştu. Fiatleri yükselt­ mek için doları yüzde kırk düşürdü. İşsizlere iş bulmak için muazzam baraj lardan tutun, Abide dekorasyonlarına kadar birçok planlar hazırlattı ve bunları gerçekleştirme­ ğe kalktı. Gündelikleri arttırmak için herkesi toplu iş and­ laşmaları yapmaya teşvik ediyordu. Amerika'lıları hayali plasmanlardan korumak için Bankaları daha sıkı kontro­ la tabi tuttu . . . Onları ıc Securities Exchanges Commissionıı dedikleri bir heyetin nazaretine bıraktı. Çiftçileri ferah­ landırmak için ipoteklerin bir kısmını devlet hesabına aldı ve faiz nisbetini azalttı. Toprak verimlerinde fiatın düşmesine mani olmak için çiftçilerden pamuğun ve buğ­ dayın ekilme yerlerini tahdit etmelerini istedi. İşte Ame­ rika'lıların o sıralarda yeni ideal «New ideal ıı dedikleri politika sistemi bu idi. .

.

Doğrusu, Roosvelt Başkan olduğu zaman, yalnız eko­ nomi bakımından Amerika güçlükler içinde bulunmuyor­ du. Dış politikada da türlü müşküller vardı. Bir kerre Cemiyet-i Akvam'da Avrupa'lıların birbirlerile mücadele­ leri onların canını sıkıyordu : Amerika bu Cemiyet içinde ol­ madığı halde. İngiltere ve Fransa, söylene söylene de olsa, Birinci Dünya Savaşı sıralarında Amerika'dan aldıkları borçları ödüyorlardı. Fakat Roosvelt'in selefi zamanında, yani 1931 de, Cumhur Başkanı kongreden borçlarını veremi yecek hale düşen Almanya'nın taksitlerini geri bırakabil­ mek yetkisini alınca bu defa, İngiltere ve Fransa'da Ame­ rika'ya olan borçlarını ödememeğe başladılar. Halk bunu anlayamıyordu : Mademki, diyorlardı, bu devletler pa-


134 ra almışlardır, mal almışlardır Amerika'dan, niye bunla:ı.· borçlandıkları paraları şimdi vermiyorlar? Bu hal Ame­ rika Dışişleri Bakanlığı ile Fransa ve İngiltere'nin arasını çok açmıştı. İtalyan'ların Habeşsistanı sömürge haline sokması, Çekoslovakyayı İngiltere ve Fransa'nın kendi kaderine terk etmeleri Amerika halkını büsbütün kızdırdı. Wil­ son'un kurduğu Cemiyet'i Akvam ne işe ·yaradı sanki? diyorlardı. Onun için, 1935 ila 1937 yılları arasında Ame­ rika kongresi üç kanun kabul etmişti ki bunlar dururken Avrupa milletleri birbirinin boğazlarına sarılsalar bile Amerika tarafsız kalmaya mecbur olacaktı. Nihayet 1939 da beklenen harp patladı. Amerika'nın ekonomik durumunu düzelttiği için çoğunluğun çok sevdiği Cumhur Başkanı Roosvelt o zaman iktidarın başında idi amma Amerika'lılar harbe girmemeğe, Avrupa işlerine ka­ rışmamağa ahitli idiler. Yalnız Roosvelt ve askeri müşavirleri biliyorlardı ki yeni nakil vasıtaları dolayısiyle Amerika sınırları, İngil­ tere'den başlar. İngiltere ve sömürgelerinin hücma uğra­ ması demek, Amerika topraklarına asker çıkarma demek­ tir. Bunun için 1940 eylülünde 50 eski Amerikan destro­ yerlerinin İngiltere'ye bırakıldığı ve buna karşılık ola­ rak İngiltere'ye ait bazı adalarda Amerika'nın hava ve deniz üsleri olacağını ilan etti. O yılın sonunda da Ameri­ ka' da seçim vardı. Bu defa Roosvelt İkinci defa namzet­ liğini koydu ve kazandı. Halkın bu kararı gösteriyordu ki onlar muharebeye girmek istemiyorlar amma İngiltere'nin hücüma uğramasını da kendi memlketleri için tehlikeli görüyorlardı. Bunun üzerine İngiltereye yardım etmeli dusturu Amerika'da aldı yürüdü. Roosvelt'de, seçim yıllarında


1 35 onun rakibi olan Cumhuriyetçi Vendell L. Wilki de cc harp etmeden, adam öldürmeden İngiltere'ye mümkün olan yardımı yapman düsturunu ilan etmişlerdi. Onun için 1 941 yılı başlangıcında, Kongre Amerika Cumhur Başka­ nını, kira ve ödünç yoluyla İngiltere'ye her türlü harp malzemesini vermeğe yetkili kıldı. Eğer Japonlar Herakiri'yi [1] kabul ederek meşhur Peaul Harbur baskınını yapmamış olsalardı çok muhtemel­ diki Amerika İkinci Dünya harbine girmiyecekti. Fakat onlar bu hatayı işlediler. Amerika'lılar da savaşa katıldılar. Nasıl Wilson harp yılarında meşhur 14 maddesini sulh esası olarak ilan etmişse, Roosvelt de .İkinci Dünya yıllarında yani 1941 yılı Ocağında gelecekte daha iyi bir [1]

Bu söz Siyasal Bilgiler Okulu Şehircilik Profesörü olan

ve sonradan Berlin Belediye Reisliğine seçilen rahmetli Reuter'­ indir. Bir gün bu Reuter o sıralarda Siyasal Bilgiler Okulu Mü­ dürü olan adamın yanına geldi. «Haberiniz var mı, Herr Direktör

demişti, bir millet herakiri yapmag-a karar verdi. » Müdür şaşır­ mıştı. Ona «hangi millet ? » diye sordu. Reuter «gazeteleri okumadı­ nız mı ? Japonya» diye mukabele etti. Herakiri Japonca intihar demektir. Reuter bu harpte Alman­ ya'nın mağlup olacağına samimi olarak inandığı için kendi mem­ leketinin müttefiki olarak savaşa karışan Japonya'yı bir nevi in­ tihara karar vermiş addediyordu. Başka bir gün bu Müdürle Reuter ar.asında şöyle bir komu;­ ma geçmiştir : - Almanya bu harpte yenilerek çıkarsa acaba ne yapacflk dersiniz ? · - Tıpkı Birinci Dünya Savaşından sonra yaptıklarını . . . bir­ çok yeni enstitüler kuracağız, ne için mağlı1p olduk bu harpte ? diye araştıracağız . . . cilt cilt kitaplar yazacağız. Fakat bir müd­ det sonra aynı hatayı işliyeceğiz. - Hangi hatayı ? - İngiltere ile harbetme hatasını. Reuter

aslında

yahudi

kanından

değil,

Alman

kanundandı.

Sosyal Demokrat olduğu için Hitler'in gazabına uğramıştı da ooun için memleketini terk etmişti.


136 dünyada insanların yaşayabilmesi için her memlekette aşağıda sayacağım dört hakka fertlerin malik olması lazım olduğunu ilan ediyordu. Bu haklar şunlardı :

1 İnsanlar istediğini düşünmeli ve istediği şekilde bunu ifade eylemelidirler. -

2 İnsanlar istediği şekilde allahlarına ibadet ede­ bilmelidirler. -

3 İnsanlar korkusuz yaşıyabilmelidir· Yani kim­ senin vicdanlarında başkaları tarafından gözetlenme kor­ kusu olmamalıdır. -

4 İnsanlar istedikleri şekilde çalışmalı ve ihtiyaç­ larını giderecek eşyayı elde edebilmelidirler. Çalışamı­ yacak bir hale geldikleri zamanda ihtiyaçtan azade ola­ rak yaşayabileceklerine inanmalıdırlar. -

Aynı yılın Ağustas ayında bu nutukta sayılan hak ve hürriyetleri kendi memleketlerin de koruyacaklarını Ame­ rika ile İngiltere birbirlerine söz vermişlerdi. Atlantik ' ş artı denilen bu mukavelenameyi İngiltere imzalayınca Mister Beveridge, kendini bir plan hazırlamakla mükellef gördü. Bu plan kanu nileşmedi ve tatbik edilmedi amma o rapor çalışamıyacak hale gelenleri korumayı ve onlara te­ kaüt aylığı vermeyi, Devletin mesleki öğretim hakkındaki vazifelerini ortaya koyuyordu. Amerika'da ise milli kaynakları planlaştırma ensti­ tüsü 1943 yılının Ocak ayında Roosvelt nutkunun ve At­ lantik şartının tatbik safhalarını tesbit etmişti. Enstitü raporunun başında ı< ihtiyarlıkta, ihtiyaç ve yoksullukta, başkasına tabi olmakta, kaza hallerinde insanlara yardım etmek ve onları emniyet içinde yaşatmak lUzumu tekrar­ lanıyor, Sivil memurların siyasi sebeplerle vatandaşları gözetlemeğe hakları olmafüğı ileriye sürülüyor ve adam­ lann devlet tazyikinden uzak bir halde yaşamağa hakları bulunduğu ilave ediliyordu.


1 37 Altı ay kadar sonra, o devirde Dışişleri Bakanı olan Wallence'da şunları diyordu : «Amerika'da Roosvelt'in saydığı dört haktan zaten üçü var. Olmayan, ihtiyaçtan kurtulma hakkıdır. Bunu sağlamağa mecburuz. » 1944 yılında Roosvelt tekrar bir beyanname ile vak­ tiyle ortaya koyduğu dört hakkın neye gerçekleşmesi ge­ rektiğini anlatıyordu. Ona göre ıı zaruretler içinde olan adamlar hür değildirler. Bunlar memleketlerinde dikta­ törlük tesis etmek istiyenlere zemin işini görürler. Onun için çalışmak isteyen her insan behemehal iş bulmalı, her­ kes bir dam altında yerlaeşebilmeli, yaşlılıkta, hastalıkta, kazalarda himaye edilmeli, böylece geleceğinden emin ol­ malıdırlar. ıı Nihayet İkinci Dünya Savaşı bitmişti. O zaman Roos­ velt'in ilk işi bütün dünyanın delegelerini Sanfransisko'­ ya davet etmek oldu. İşte o vakit «Birleşmiş Milletler» kuruldu. Bu milletlerarası bu teşekkül, 1948 yılında Türki­ ye'nin de imzaladığı «İnsan Hakları Beyannamesi» ile yeni devir açmağa karar vermiş oluyordu. Bugün de Mil­ letlerarası bu toplulk o hedef için uğraşıp duruyor.

Bugünkü durumda sosyal insanlık devrine giriyoruz denebilir mi? İnsanlık devrinin açıldığını gösteren deliller bence bu hadiseler değildir. Çünkü Akvam Cemiyetinin başına ge­ lenler Birleşmiş Milletlerin de başına gelebilir [ 1 ] . O da şekilden ibaret kalabilir. Ll]

Şurayı itiraf etmek lazımgelir ki münhasıran tüzükleri

bakımından elbette Cemiyet-i Akvam Birleşmiş Milletıer'den daha üstündü :

Milletlerin hakları yönünden.

Çünkü Birleşmiş Millet­

ler galip ve nüfusu çok milletlere «veto» denilen haklar tanıyarak onlar arasında bir nevi aristokrasi kurduğu halde, Cemiyet-i Ak­ vam tüzüğünde böyle birşey yoktur.


1 38 Beni böyle bir durum meydana geliyor inanma sev­ keden sebep, nufusu çok bazı devletlerin dış politikasın­ daki değişikliktir. Doğrudan doğruya bizi ilgilendirece­ ği için bu değişikliğin orta doğudaki iki belirtisini size hatırlatacağım. Bunlardan biri İran Petrolleri işi, ikincisi S üveyş vak'asıdır. İran'ın güneyinde petrol kuyuları vardır. «Anglo - İra­ niyen Anonim Ortaklığı» adı altında bunu İngilizler işletir­ lerdi. Bu ortaklık İrandaki işinde devam edebilmesi için her vasıtaya baş vurmuştur. Bazı İran memurlarını satın al­ mış, onlara rüşvet vermiştir. Günün birinde İran'lılar bu şirketi millileştirmeğe kalkarak İngiliz'leri oradan Çıkar­ dılar. T .rııı dra'da Avam Kamarasında kıyamet kopmuştu. Nasıl bizi İran'lılar çıkarıyorlar diye. O devirdeki İngiliz Dışişleri Bakanı ise mebuslara şunları hatırlattı : « 19 uncu yüz yılda olsaydık, dedi, hükumetin işi gayet basit ola·· caktı; Basra körfezine iki kravazör göndermekle mesele­ yi hallediverecektik. Bugün aynı durum var mı?» Diyeceksinizki Basra Körfezine eğer İngiliz'ler asker çıkarsalardı, Ruslar da bu memleketin kuzeyini istila ederlerdi. Belki doğru. Fakat böyle de olsa bu hadise gös­ termiyor mu idiki devir değişmiştir ve artık sömürge ve­ ya yarı sömürge kurma zamanı geçmiştir. Fakat asıl önemli hadise bence Süveyş vak'asıdır. Sü­ veyş öteden beri İngiliz İşgalinde idi. Mısır'lılar da bun­ dan şikayet edip duruyorlardı. Kral Faruk'u tahtından indiren ve memleketten çıkaran ihtilal Hükumeti İngiliz­ lerle uyuştu : Başka bir devlet Mısır'ı istilaya kalktığı tak­ dirde oraya asker göndermek şartiyle Mısır'dan çıkıp git· meğe onları razı etmişlerdi. Fakat anlaşılıyordu ki İngiliz diplomasisi fırsat bek­ liyordu :- Mademki filan memleket Mısır'ı işgale kalkıyor,


139 ben de o muahedeyye dayanarak burayı istila edeceğim ıı diyecekti. Netekim bu fırsat İngilizlerin eline geçti. Mu­ sevilerin Mısır'ı işgal eylemekte olduğunu bahane ederek Fransız'larla beraber, Macar milliyetçilerinin ayaklandığı günlerde, Süveyş'i işgale halktılar. Netice ne oldu? .. İngiliz ve Fransız'lar gibi büyük ve kuvvetli iki memleket bu­ radan çekilip gittiler. Ne için? Ç ünkü Amerika bu iki dev­ lete manevi tazyik yapmıştı. Denebilirki « Fransız ve İngiliz'lerin Mısır'dan çıkma­ ları « insanlık bunu gerektiriyorıı gibi bir düşünceden değil, Amerika'nın ağır basmasından. Sanki diğer asırlarda bu­ na benzer ağır basmalar olmamış mı dır ?. Bunlar doğru amma şu Amerika ne için İngiltere'ye ve Fransa'ya ağır baskı yaptı da bu yüzden onlar oradan çıktılar? bunu düşünmek lazım. B azılarına göre Ameri­ ka Mısır'da İngiliz'lerin yerine geçmek istiyormuş da on­ dan. Bence kat'iyyen hayır. Fransız Akademi Azasından Andre Maurois Amerika tarihine dair yazdığı kitabın so­ nunda şöyle der : «Umumiyetle Amerikalılar kendileri­ ne sömürülecek bir yer aramamaktadırlar. Onlar için sö­ mürge ve tabaa devri çoktan geçmiştir. Gerçi bazı i ş adamları Amerika'da dolar diplomatlığına önem veriyor­ lar amma oradaki orta halk diplomasıyı daha çok insan­ lık duygusuna dayanmalıdır fikrindedirler. Amerika her zaman yeryüzünde ahlaki bir ideal uğruna kuvvetlilere karşı zayıflarla beraber, otokrasiye karşı hürriyet için sa­ vaşmağ·a hazır bulunmuştur. Wilson Amerika Birleşik Devletler Bayrağı insanlık hayrınadır derken samimi idi. Ortalama Amerikalının tabii meyli mağdurun yardımına koşmaktır. Bun da tek tehlike kurnaz bir sahtekarın ken­ dini mağdur göstermesi ve Amerika'ya kendini öyle tanıt­ masıdır. ıı İşte nun içindir ki ben bu hadiselere bakarak 1945 ten sonra dünya değişiyor fikrindeyim. Açılan bu devre ne demeli acaba? Bence onun adı « İnsanlık devri n dir.


140

Bizde bu dünya gidişini ilk önce hangi fikir adamımız sezmişti? Tuhafınıza gidecek amma ben burada söylemeğe ken­ dimi mecbur görüyorum : Dünyanın bu gidişini ilk önce se­ zen yine Ziya Gökalp olmuştu. Hem de Türkçülüğü tama­ miyle yanlış bir teoriye dayandırmak isterken. Bu yanlış teori şu idi : Medeniyet ile kültürün birbirinden ayrılabile­ ceğini sanması. O gerçekten de medeniyet başka, kültür başka şeydir diyordu.

Yanlış teori bazen gerçeği bulmaya yarar : Yanlış bir teorinin doğruyu ve gerçeği bulmağa ya­ radığı ilimler tarihinde çok defa görülmüştür. Meselfı ta­ biatın daima kısa yolu takip ettiği fikri elbette yanlıştı amma bu başlangıçtan hareket eden bazı ilim adamları gerçek'i ve doğruyu sezmişlerdi. Tıpkı bunlar gibi, Ziya medeniyet ve kültür birbirinden ayrıdır diyordu amma bu teori onu dünyanın gidişini görmeğe sevk eylemiştir. Nasıl diyeceksiniz? Bunun için 1 Gökalp'ı medeniyet ve kültürü ayrı görmeğe sevkeden sebep ne idi? 2 O, ne için bunun üzerinde saplanıp kaldı? Bunları tetkik eyle­ mek lfızım. -

-

Medeniyet ve Kültür : Zıya'ya göre medeniyet onun içinde yaşıyanların or­ tak malıdır. Bu çağda aynı medeniyete mensup olan­ ların müşterek inanları, müşterek yaşama şekilleri var­ dır. İlk çağlarda Türk medeniyeti Çin medeniyetiyle ka­ rışık bir halde idi [1] . Türkler Orta Çağda İslam mede[1] kavminin kadar. 2

Rahmetli Ziya Türk tarihini üç devreye ayırır : 1 - Türk tarihte -

görünüşünden

islam

dinine

girmesi

zamanına

İslam dinine girmesinden garp medeniyetine girmesi­

ne, yani Tanzimata kadar. 3

-

Garp medeniyetine girme arzusun-


141 niyetinin önemli bir unsuru olmuşlardır. Tanzimattan son­ ra ise Garp medeniyetine girmeğe ve o medeniyetin rük­ nü [1] olmağa uğraşıyoruz . Kültüre gelince [2] Ziya'ya göre bu dini, ahlaki, be­ dii, hukuki duyguların tümüdür. Bu duygular yalnız bir millet tarafından yaratılır. Bunlar bugün aynı medeni­ yete mensup toplulukları ayıran vasıflardır. Bir millet medeniyet değiştirebilir amma kültürünü değiştiremez.

Ziya Gökalp'ı medeniyetten kültürü ayırmağa sevke­ dcn sebep ne idi? Medeniyet ve kültür arasındaki bu farkı, Ziya Gö­ kalp'ın ilk defa söylemediği muhakkak . . . Şu var ki onun çok sevdiği Fransız sosyoloğu Durkheime'in kitaplarında dan bugüne kadar. Bu taksim, onun gözünde nazari birşey de de� ğildi. İstiyordu ki Türk Tarihi ilk çağlarda Aksay-ı Şark ve Çin medeniyetiyle beraber incelensin, Orta· Çağ Türk Tarihi ise Garp Orta Çağı ile, yani hıristiyan ümmeti ile beraber karşılıklı tetkik olunsun : Ta 19 uncu yüzyılına kadar. Türk için yeni çağ 19 un­ cu yüzyılda başlar densin de o devirde garp medeniyetiyle beraber okunsun. Çok dikkate şayandır ki hala böyle bir tarih kitabını yazmış ve okutmuş değiliz. Eğer Türk Tarihinde ilk, orta ve yeni çağlarını böyle anlar, böyle okutursak kafamızı tırmalayan birçok mesele­ ler kendiliğinden hallolunuverir. [1]

Rükün kelimesi arapçada birşeyin aslı,

Onu eskiler «erkan» şeklinde cemi « Çoğub

cüz'ü demektir.

yaparlardı da mesela.

«erkan-ı Rical-i Devlet» derlerdi. [2] Kültürü Fransız ve İngilizler «Culture» şeklinde yazar­ lar. Bu dillerde o kelime ekin ekme manasına geldiği gibi terbiye, medeniyet, medeniyetin bir safhası manalarına da gelir. Rahmetli Ziya şöyle düşünüyordu : «Mademki, diyordu, kültür aslında ekin ekme demektir, araplar ise buna «hars» demektedirler, şu halde biz sadece medeniyetin bir safhası manasında olan kültür'e hars de­ meliyiz» onun için Ziya'nın yazılarında hars sözü, kültür manasına gelir.


142 da bu yok. O halde böyle bir fark olduğunu O nereden çı­ karıyordu?. Ziya'nın okuduğu kitaplar arasında F. A. Wolf'un eseri var, orada böyle bir ayırma mevcut, fakat ben şüp­ he etmiyorumki bu inanı O, daha çok Leon Burge ile N o­ vikof'un eserlerinden almıştır. Çünkü Leon Burge'nin kitabındaki şu cümleyi etrafındakilere tekrar edip durur du : «Bir millet varlığı elbette onun içinde bulunan insan­ ların ortak tarzda yeme şekillerinden, içmelerinden, nefes almalarından istidlal edilemez. Bir millet ancak kendi için düşündüğü, yolunu kendine ait bildiği, kendine mahhsus fikirleri olduğu ve tam istiklaline kavuştuğu anda vardır.» Novikof'da bu fikirleri daha açıklar : «Bir aşiret, der, ha­ kiki veya farazi akrabalık vasıtasiyle içindeki insanları birbirine bağlar. Devlet bu bağlılığa bir de hukuk irtibatı koyar. Milliyet ise manevi ve ahlaki bağı getirir . . . Milli olan devirde politikacı daima ikinci derecede bir a­ dam addedilir. Odevirde topluluğa birinci derecede te­ sir eden şahsiyetler sanatkarlar, edipler, alimlerdir ... Mil­ let düşünce ve ahlak itibariyle ortak bir yaşayışa sahip olan uzuvlara denir : Tam olan her miletin bir dini, bir dünya görüşü, sanat ve edebiyat ve ilim yolunda ortak­ lama bir gidişi vardır. » Esasen bu tarzda düşünüş yeni de değildir· : Milattan dört asır önce, yani Sokrat devrinde İsocrat Atina hak­ kında şunlar diyordu :«Atina halkı felsefe ve balagat yönünden bütün dünyadaki insanlardan üstündür. Atina'­ da şakirt olanlar [1] diğer yerlerde üstad sayılırlar. Bizim [1]

Şakirt öğrenci, talebe demektir. Eskiler «harbiye mekte­

bi şakirdanı», «tıbbiye mektebi şakirdanı» derlerdi.

Hükümet ka­

lemlerine yeni girenlere de onların «şakirdanı eklam» dedikleri olur­ du. Bu kelime eskiler tarafından esnaf çırağı, yanaşma manaların­ da da kullanılırdı. Lehce-i Osmani. Ahmet Vefik Paşa. S. 1187.


143 müesseselerimiz sayesindedir ki Yunanlı sıfatı bir kavime değil,aydın ve ince olanlara yani Anita'da doğmasa bile terbiyesi bizden bulunanlara denir. ıı Şu varki bence bu bahiste önemli nokta Ziya'nin bu­ nu nereden aldığı değil, ne için ona saplanıp kaldığıdır.

Ziya Gökalp bu fikre neden sa���mıştı? Ziya Gökalp Türkçülüğün dayanması gerekli esas­ ları aradı. Irkçı değildi. Türkler aynı ırktan geldiği için birleşmelidir diyemezdi. Ekonomik sebepleri yeter gör­ müyordu. Milletler dil zümreleridir, diyordu amma aynı dili konuşan insanlar vardı ki başka başka milletlerdendi. O devirde an'ane denilen geleneklerle onun kaide adını verdiği görenekleri birbirinden ayırma o kadar güçtü ki Türkçülüğü bundan birincisine dayandırmağa imkan gör­ müyordu. Türk halkı oldum olası u millet» halindedir, de­ rneği de doğru bulmuyordu. Çünkü O , tarih biliyordu. Türklerin türlü devirler geçirdiğinin farkında idi. O hal­ de neye dayandıracaktı Türklülüğü? Çareyi, medeniyetle kültür arasında okuduğu kitaplarda gördüğü farkı belirt­ mekte buldu. O, bu iddiayı, zamanına göre lfızumlu da farzetti. Çün­ kü Tan.zimattanberi Türkler garpli olmağa çalışıyorlardı. Fakat onlardan bir kısmı böyle olursak kendimize mah­ sus iyi şeylerden de vazını geçeceğiz? demekte idiler. Bu endişeyi ortadan kaldırmak gerekiyordu. Onun için u me­ rak etmeyin, Avrupa medeniyetine girmekle hüviyetinizi kaybetmiyeceksiniz. Çünkü size o hüviyeti veren şu veya bu medeniyet müessesesi değil, kendinize mahsus olan kültürünüzdür.» demesi lazımdı. Bence bu düşünce ile <lir ki O, medeniyetle kültürün ayrı olduğuna inandı.


144

Yanlış ve maksatlı propaganda : Başka bir kitapda da söylemiştim : Bu memlekette her zaman yarı aydın diyebileceğimiz bir zümre vardı ki bilme­ dikleri şeyi de bilir görünürler, daha doğrusu bilir görün­ myi faideli addederler [1] . Cumhuriyet devrinde de « aman efendim biz anadan doğma inkılapçıyız, devrimiciyiz, Ziya Gökalp ise böyle değildir. Mademki O medeniyet ve kültürü ayırıyordu, o halde sağ olsaydı elbette şu şapkayı giymeğe yahut la.tin esaslarından gelme yeni harfleri kabule karşı gelecekti » deyip dururlar. Ölen bir adamı böyle kötülemekte onla­ rın ne failedle-.ci vardı? diyeceksiniz. Bunlar sanıyorlardı ki böyle demekle yaltaklık ettikleri birtakım makam sa­ hiplerinin gözünde kendilerinin hasmı addettikleri adam­ lara düşüreceklerdi. Mesela u efendim, benim filan adamı sevmemekliğim, onun Gökalpjçı omasındandı» diyebile­ ceklerdi·

Acaba medeniyet müesseselerini ikiye bölmek kaa­ bil mi? Medeniyet, her şeyden önce yaşama şeklidir. Yaşa­ ma ise önce barınma ve giyinmeyi gerektirir. İnsanlar ev­ lerde barınırlar. Acaba evlerde milletlere ait hususilik var mı? Alman'ların bazılarına göre evet. Çünkü onlar kendi vatanlarını genişletmek için bunu da vesile adde­ diyorlardı : Cermen tipi binalar nerede varsa orasını Alman'ların istila eylemeleri - haklarıdır diyerek. Eski Avusturya - Macaristan İmparatorluğunda evleri inceleyen Meringer adlı bir ilim adamının çıkardığı neti­ ce ise şu oldu : ev milli değildir. Belli coğrafi bölgede, belli ev tipleri bulunur . . . Mesela yukarı Alman'yadaki [1 ]

Neden Filozof Yok ? Emin Eriş!rgil.

S. 9.


145

evler islav memleketlerinde de vardır, Macarlarda da var­ dır, Latinlerde de .. Buna karşılık Almanya'nın her bölge·· sinde diğer tiplerde de evlere rastlanır. Demek ki medeni­ yetin en esaslı unsuru addedilen evlerde Türk tipi, Alman yahut İslav tipi diye birşey yok. Acaba medeni milletler arasında giyinme farkı var mı? Yunan'lılarca Makedonya köylüleri başlarına giy­ dikleri şeylerde, ayakkabılarında, pantalon şekillerinde . . . Yunan'lıya benzedikleri için orada yalnız kendilerinin hakları varmış. Vaktiyle İngiliz Kraliçesi Birinci Eliza­ bet İskoçya Milli kıyafetini kaldırdığı zaman İngiliz milli birliğine hizmet etmiş farzederdi kendini. Bundan otuz kırk yıl önce Lehistan'da bir Rus'un Leh kıyafetine girme­ si ora halkı için kendilerine bir taarruz addedilirdi : Tan­ zimattan önce hıristiyanların mesela hamamlarda müslü­ man olanlar gibi takunya giymeleri islamlığa büyük te­ cavüz sayıldığı gibi. Şu varki medeniyette ilerlemiş milletlerde kıyafet farkı diye birşey artık kalmıyor. Mesela Fransızlar, İn­ gilizler, Hollandalılar arasında kıyafet ayrılığı yoktur. Oralarda kıyafet farkı, sadece meslekleri ve sosyal duru­ mu ayırmak için oluyor : Askerlerin sivillerden başka şe­ kilde giyinmeleri gibi. Kısacası medeniyet bölünemez. Kültür hadiseleri di­ ye ondan bir kısım ayrılamaz. Bu yanlıştır ; amma o ayır­ ma bizim Ziya Gökalp'ı dünya gidişini sezmeğe sevket­ tiği de inkar edilemez.


NETİCE Türkçülük, milliyetçilik bizde birbirini takip eden ay­ rı ayrı iki devir olduğu gibi şimdi de <<İnsanlık» devri­ ne giriyoruz yahut girmek üzereyiz : Yukarıda da şöylemiştim : Türkçülük Osmanlı Türk­ lerinde, 1904 yılında Yusuf Akçora beyin Türk Gazete­ sinde çıkan yazısiyle başladı. 1908 den sonra Ziya Gökalp bunun teorisini yaptı. Bu fikir Birinci Dünya S avaşının ilk yılından sonra politikaya hakim görünüyordu ve bu, ancak üç yıl sürdü [1} Cumhuriyet 1 945 yılına kadar Türkçü değildi amma iç ve dış politikada milliyetçi idi. ıc Milli misak sınırları içinde Türkçülükıı denilen şey esasında Fransız'ların ve İngilizlerin milliyetçilik sözünden anladıkları manaya ya­ kındı. Şu varki Türkiye bu devletler gibi değildi. Dışar­ da aynı dili konuşan Türk kütleleri vardı. Fakat Cumhu­ riyet Devlet adamları «milli misak sınırları içinde Türk­ çülükıı dedikleri prensibi kabul ederlerken çok ameli ola­ rak şu düsturu kendilerine şiar edinmiş idiler : «Dışar­ daki Türkler için garp Türklerinden bir tek adamın öl­ mesine bile razı olamayız n . Bu demek değildi ki dışarda mevcut olan Türklerle ilgimiz kalmamıştır; böyle şey olamazdı. Fakat Devlet adamlarımız biliyordu ki sınırlarımız dışındaki Türkler iki kısımdır : Bir kısmı bulundukları yerlerde azınlık teş­ kil ederler. Romanya'da, Bulgaristan'da, Yunanistan'da, [1]

19 uncu sahifeye bakınız.


147 Adalar'da yaşıyan Türkler gibi. Diğerleri bulundukları yerlerde kütle halinde yaşarlar : İran Azerbaycan'ında, Rusya'da, Çin'de olduğu gibi. Birinciler için Cumhuriyet devlet adamlarımızın söyledikleri şu idi : « Bulunduğunuz yerlerde sıkıntıda kalırsanız, anavatana geliniz. Bu top­ raklar sizi de besler. » Bulundukları yerlerde çoğunluğu teşkil eden Türk­ lere gelince, onlara şunları diyecektik : u Kendi kuvve­ tinizle istiklalinizi kazanınız. Eğer istiklalinizi kazanırsa­ nız ve Ilı.zum görürseniz bizimle konfederasyon halinde bir­ leşirsiniz ve böylece yaşamamızı daha iyi saglayabiliriz n .

Sosval hayatta hiç bir cereyan şu tarihde kapandı, öte· ki şu tarihde diğerinin yerini tamaıniyle aldı denemez: Türkçükük filan tarihte artık ölmüştür, onun yerine milliyetçilik geçmiştir ; o da filan tarihte öldü, yerini in­ sanlık devrine bıraktı denemez. Böyle bir laf söyleme sos­ yal hadiseleri incelemeği bilen bir ilim adamına yakış­ maz. Ancak meşrutiyet devrinde anlaşıldığı şekilde Türk­ çülük Cumhuriyetin hiçbir devrinde politikaya hakim ol­ madı; bundan sonra da olmıyacaktır. ·

Bu durumu iyi kavrıyabilmek için İngiltere'ye bak­ mak yeter. Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar bu memleket ekonomisinde herşey halkın hususi teşebbüs­ lerinden beklenirdi, mesela rekabet sayesinde bir nevi ekonomik düzen kurabileceğine inanılırdı. Fakat sonra­ dan İngiltere'de de politikaya devletçilik hakim oldu. İş­ çi partisinin istediği devletçiliği iyi görmeyen muhafa­ zakarlar bile, iktidarda iken, devlet eline geçen bazı bü­ yük işletmeleri hususi teşebbüs eline vermeğe cesaret edemediler. Şu varki İngiltere'de eski serbestlik düşün­ cesi ölmemiştir. Hala bunu temsil eden orada bir sınıf var; hatta eski bir parti de var : Liberal Parti. Ancak


148 bugünden söylenebilir ki hiç bir zaman artık büyük Bri­ tanyada 19 uncu yüz yılın ekonomi politikasına dönülmez; yani « ekonomide serbestlikn fikri ora politikasına hakim olamaz. Bence şimdiki Türkçülük İingiltere'deki Liberal Partisinin ideallerine benziyor.

Eski milliyetçilerdir ki Türkiye' de insanlık devrini ku­ racaklardır : Türkiye'de kim yürütecek bu insanlık devrini? Elbet­ te eski milliyetçiler ve onların oğulları. . . Yalnız sanmamalıdırki insanlığa bu giriş mücadele­ siz, muharebesiz oluvercek, bu gaye uğrunda insanlar kan dökmiyeceklerdir. Nasıl 19 uncu yüz yıla milliyet asrı denmişse, İkinci Dünya Savaşı sonunda açılan bu devreye de ileride «insanlık asrı ıı denecek ama nasıl milli­ yet düşüncesi insan topluluklarını alt üst etmişse, insanlık fikri de öyle olacak, fakat sonunda torunlarımız şu dün­ ya üzerinde daha iyi bir hayat yaşama imkanlarını bula­ caklardır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.