Mahmut Esat Bozkurt - Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası

Page 1



Mahmut Esat Bozkurt TÜRK İHTİLALİ'NDE VATAN MÜDAFAASI


© Bu kitabın yayın haklan

Analiz Basım Yayın Tasarım Gıda Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti.nindir.

Birinci Basım: Haziran

2006

Kapak R esmi: "Gaziantep Şehitleri ve Şahin Bey Anıtı" (Şahin Bey, savunduğu köprünün başında,

30 Man 1920 tarihinde

şehit düşmüştür). Teknik Hazırlık: Analiz Basım Yayın Baskı: An Matbaacılık

ISBN:

975-343-451-0

KAY NAK YAYINLARI:

447

ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM GIDA TİCARET VE SANAY İ LTD. Şli. Meşrutiyet Cad.

Kardeşler Han

No: l 2/3

34430 Galatasaray-İstanbul web adresi: www.kaynakyayinlari.com e-posta: iletisim@kaynakyayinlari.com Tel:

(02 l 2) 252 2 l 56-99 Faks: (0212) 249 28 92


Mahmut Esat Bozkurt ••

TURK IHTILALl'NDE ••

VATAN MUDAFAASI Yayıma Hazırlayan: Atatürk'ün Bütün Eserleri

çalışma grubu

3



MAHMUT ESAT BOZKURT

Türk devlet adamı ve hukukçu, Türk Devrimi'nin ideolojisi olan Kemalizmin belli başlı kuramcılarından biridir. 1892 yılında İzmir'in Kuşadası ilçesinde doğan Mahmut Esat Boz­ kurt, çiftçilik ve ticaretle uğraşan, bir ara İzmir Umumi Meclis üyeli­ ğinde bulunan Hacı Mahmut Oğulları'ndan Hasan Bey'in oğludur. 1 923'te İzmir'de Menekşelizade Dr. Hüsnü Bey'in kızı Feheda Hanım ile evlenmiş. Gün, Ay adlarında iki kızı ve Y üksel adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini Kuşadası ve İzmir Yusuf Rı­ za mektebinde yapan Bozkurt, İzmir İdadisi'ni bitirdikten sonra il. Abdülhamit'in istibdat yönetimine karşı mücadeleye katılan dayısı Ubeydullah Efendi ile birlikte İstanbul'a gelerek l 908'de Hukuk Mektebi'ne girmiştir. İstanbul Hukuk'tan 1 9 1 2 yılında mezun ol­ duktan sonra İsviçre'de Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yeniden hukuk öğrenimi görerek önce lisans diploması almış, son­ ra, "Du Regimes des Capitulations Ottomanes" ("Osmanlı Kapitü­ lasyonları Rejimi Üzerine") adlı doktora tezi ile "Cum Laude" de­ recesiyle Hukuk Doktoru olmuştur. l 9 1 9'da İsviçre'nin Lozan ken­ tinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti'nin başkanlığına seçilmiştir. Yurdun işgali üzerine derhal İsviçre'den ayrılıp arkadaşları Sara­ coğlu Şükrü ve Kazım Nuri Bey'ler ile vatana dönmüş, Kuşadası bölgesinde Kuvayı Milliye'yi kurarak başına geçmiş ve efelerle bir­ likte Milli Mücadele'ye katılmıştır. 23 Nisan l 920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne İzmir millet­ vekili olarak seçilen Mahmut Esat Bey, bu görevini 1 943 yılında 5


(5 1 yaşında) ölümüne kadar sürdürmüştür. 12 Temmuz 1922'de ku­ rulan Rauf Orbay kabinesine 30 yaşında İktisat Vekili olmuş, bu görevi sırasında Ziraat Bankası'nın ıslahı, çiftçi kredi kooperatifle­ rinin kurulması, esnaf teşkilatlarının reorganizasyonu, Emlak ve Eytam Bankası'nın kurulması gibi sosyal ve ekonomik davalarla uğraşmıştır. Büyük zaferden sonra Mahmut Esat Bey'in önerisi ve Atatürk'ün onayı ve onursal başkanlığında Türkiye'de ilk kez Milli İktisat Kongresi İzmir'de 17 Şubat l 923'te toplanmıştır. Bu kongre­ de milli ekonomi, girişimci sınıfın Türkleştirilmesi ve karına eko­ nomi savunulmuştur. l 924'te Adliye Vekilliği'ne getirilen Mahmut Esat Bey, 1925 yı­ lında Ankara Hukuk Mektebi'ni kurmuş ve ilgili çalışmaları sürdür­ müştür. 17 Şubat l 926'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde oybirliğiy­ le kabul edilen Medeni Kanun'un mimarıdır. Bu kanunun tarihi ge­ rekçesi O'nun eseridir. 4 Nisan l 926'da Resmi Gazete'de yayımla­ nan Medeni Kanun'un altı ay gibi kısa bir geçiş döneminden sonra kesin olarak uygulanmasını kabul ettirmiştir. Bu sürenin çok kısa olduğunu ileri süren ve İsviçre'de bile dört yıllık geçiş döneminin öngörüldüğünü hatırlatarak, din kaynağına dayanan hukuk sistemi­ nin kolay kolay değiştirilemeyeceğini öne sürenlere karşı, "Türk hukukçuları için altı aylık sürenin yeterli olacağına dair inancını" belirtmiştir. Kanunun uygulamaya geçişindeki başarı, Mahmut Esat Bey'in haklı olduğunu göstermiştir. Türk Medeni Kanunu, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, daha sonra da Ceza Muhakemeleri Kanunu, Deniz Ticaret Kanunu, Türk Vatandaşlık Kanunu, İcra İflas Kanunu ve l 930'da kadınlara verilen seçme ve seçilme hakkını tanıyan Belediye Kanu­ nu izlemiştir. Mahmut Esat Bey, 1927'de Ege Denizi'nde Türk gemisi Bozkurt ile Fransız gemisi Lotus'un çarpışması ve sekiz Türk denizcisinin ölümünü takiben, Türk Adliyesi'nin Fransız kaptanı tutuklaması 6


üzerine Fransa ile aramızda çıkan anlaşmazlığı sonuçlandırmak için Atatürk'ün de onayını alarak konuyu Lahey Adalet Divanı'na götürmüştür. 7 Eylül 1 927 günü Lahey'de Türk hükümetini temsil ederek yaptığı başarılı savunma ile davayı kazanarak dünya hukuk literatürüne "Lotus-Bozkurt davası" olarak yerleşmesini sağlamış­ tır. Kemal Atatürk, bu başarısı nedeniyle Mahmut Esat Bey'e "Boz­ kurt" soyadım vermiştir. 1 930 sonlarında Adliye Vekilliğinden istifa ettikten sonra Anka­ ra Hukuk Fakültesi'nde Devletler Hukuku, Siyasal Bilgiler Fakül­ tesi'nde "Anayasa Hukuku" Profesörü olarak: görev yapan Bozkurt, Atatürk'ün isteğiyle Türk gençliğine İhtilal'in Hukuk Tarihini anlat­ mak üzere görev almış, İstanbul Üniversitesi İnkılap Tarihi kürsü­ sünde 8 Mart 1 934 Perşembe günü ilk dersini vermiştir. 1 6 yaşında olduğu 1 908 yılından ölümüne kadar ( 1943) 35 yıl boyunca ülke sorunları hakkında yazılar yazan Bozkurt, Milli Mü­ cadele yıllarında Anadolu'da Yeni Gün ve Hakimiyeti Milliye gaze­ telerinde ateşli yazılar yazmış, daha sonra İzmir'de çıkan Anadolu gazetesinde yazılarına devam etmiştir. Son yazılarını Yeni Sabah gazetesinde yazan Mahmut Esat Bozkurt son yazısı "Y ürekler Acı­ sı"nı yazdıktan az sonra gazetede rahatsızlanmış ve derhal hastane­ ye kaldırılmışsa da bir hafta sonra, 2 1 Aralık 1 943 günü hayata göz­ lerini yummuştur. Son yazısı vefat haberi ile birlikte 22 Aralık l 943'te Yeni Sabah gazetesinde yayımlanmıştır. Mahmut Esat Bozkurt, Milli Mücadeleye cephede de hizmet ettiği için kır­ mızı-yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. Bozkuıt, dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu tarafından Anka­ ra Devlet Mezarlığı'na alınmak istenmişse de, eşi Feheda Bozkurt'a vasiyeti ile Selçuk'taki çiftliğinde aile mezarlığına defnedilmiştir. Vefatı üzerine yazdığı makalesinde, Yusuf Ziya Ortaç, yazısını şöyle bitiriyordu . . . "İsviçre dağlarından Anadolu dağlarına silah omuzda koşan hu­ kuk doktoru, serdengeçti Mahmut Esat Bozkurt, vatan hudutların-

7


dan fikir hudutlarına kadar her cephede dövüşe dövüşe, en son, ka­ lem elindl'. Allah'ın:ı kavl'<>tıı. .. "Bir yanardafiı topraga veriyoruz . . . "

Başlıca Eserleri: Beyıu ımifel Bozkurt-Lotus Davası 'ııda Türkiye­ < ı\ nkara, 1 927), Osmanlı Kapitülasyon/arma Dair (Doktora Tezi, LLanbul, 1 928), Türk İhtilali'nde Vatan Müda­ faası (İzmir, 1 934), Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları (İzmir, 1 939), Hukuku Düvel Yardımcı Ta/ehe El Notu (Ankara, 1 939), Devletlera­ rası Hak ("Hukuku Düvel") (Ankara, 1 940), Atatürk İhtilali (İstan­ bul, 1 940), Aksak Demir'in Devlet Politikası (İstanbul, 1943), Ata­ türk İhtilali /-il (İstanbul, 2003) adlı yapıtları yayımlandı. Fransa Müdafaaları

8


İÇİNDEKİLER Sunuş

ı1

Mehmet Çavuş Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası Londra Konferansı Hakkında İleri Yaşasın Türkiye Cephedeki Gelişmelerle İlgili Hazırlanan Rapor Hakkında Bayram Çıkarken Hazır Ol Cenge! Halk-Saray Mütareke Meselesi Mütarekenin İçyüzii Türkler Tarih Önünde Cevabi Notamız Münasebetiyle Yeni Nota Notalar Etrafında Büyük Günler İkinci Cevabi Notamız Münasebetiyle Sevr'den Sonra İtilaf Devletlerinin Barış Teklifleri Münasebetiyle Cevapları Ne Olacak? Sarayın Günahları Babıali'nin Notası Münasebetiyle Yakındoğu Barışı İzmir İçin İnönü'lerde . . . Atatürk İçin Türk Orduları İçin . . .

15 17 51 54 56

Dizin

58 62 64

67 70 75 79 85 90 95 101 1 11 115 121 126 128 131 139



SUNUŞ

Kemalist Devrim'in kurmay kadrosu ve düşünürleri arasında seçkin bir yeri olan Mahmut Esat Bozkuıt'un eserlerini yayımlama­ yı sürdürüyoruz. llozkuıt'un Atatürk İhtilali adlı baş eserinin iki cildini ilk kez tam metin olarak birlikte yayımladıktan sonra, Aksak Demir'in Devlet Politikası ve Masonlar Dinleyiniz! başlıklı kitaplarını da sizlere ulaştımuştık. Bu kez Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası baş­ lıklı kitabı yayımlamanın kıvancı içindeyiz. Aiatürk'ün önerisiyle, l 934'te üniversite gençliğine Türk İnkıla­ bı'nı anlatmak üzere devrimin lider kadrosundan ve düşünürlerin­ den Yusuf Hikmet Bayur, Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker ve Yusuf Kemal Tengirşenk görevlendirildi. Üniversitelerde "İnkılap Tarihi Dersleri" okutulmaya başlandı. Mayıs l 933'te Darülfünun yerine kurulan İstanbul Üniversitesi'nin l Ağustos l 933'te açılış tö­ reninde Maarif Bakanı Reşit Galip Bey şunları söylüyordu: "Yeni Üniversite'nin en birinci vasfı, milliliği ve inkılapçılığıdır. Bunun içindir ki, Üniversite'nin Edebiyat ve Hukuk fakültelerinin tedrisatı bu iki mühim esasa göre teşkilatlandırılmıştır. Milli tarih için yeni kürsüler kurulmuştur. Türk İnkılabı'nın ideolojisini Üni­ versite işleyecektir. Bu maksatla kurulan Türk İnkılabı Enstitüsü, Üniversite'nin en mühim cihazıdır ve bu cihaz yalnız orada çalışan­ ların değil; yalnız bağlı olduğu Edebiyat Fakültesi'nin değil; talebe-

11


sinden profesörüne kadar bütün Cumhuriyet aydınlarının, bütün memleketin malıdır. O, inkılap aşkı ve imanının kürsüsü olacak, hangi fakülteden olursa olsun, her talebe ancak orada bir imtihan geçirdikten sonra diploma almayı vazife ve şeref bilecektir. İnkılap Enstitüsü hukuki, siyasi, adli, toplumsal, iktisadi ve mali sahalarda ve umumi surette milli kültür sahalarında Türk İnkılabı'nı doğuran sebepleri, Türk İnkılabı'nın ana unsurlarını, prensiplerini, inkılap­ tan doğan Türk istikbalini her safhasında inceleyecektir." ı İstanbul Üniversitesi Tarih bölümüne bağlı İnkılap Enstitüsü 4 Mart 1 934'te eğitime başladı. Yusuf Hikmet Bayur "Türk İnkıla­ bı'nın dış politika boyutu", Mahmut Esat Bozkurt "Türk İhtilali'nin hukuk tarihi", Recep Peker "dünyadaki si yasal parti ve sistemler karşısında Türk İnkılabı" ve Yusuf Kemal Tengirşenk "Türk İnkıla­ bı'nın iktisadi boyutu" konusunda eğitim verdiler. İstanbul Üniver­ sitesi Konferans Salonu'ndaki derslere Harp Akademisi dahil, İs­ tanbul'daki bütün yüksek okulların öğretim kadrosu ve son sınıf öğ­ rencileri katıldı. Radyo naklen yayın yapıyor ve Beyazıt Meyda­ nı'ndaki hoparlörle de halka duyuruluyordu. Üniversite'den mezun olabilmek için İnkılap Enstitüsü'ndeki derslerden ve ayrıca sorumlu tutuldukları Nutuk ve Türk Tarihi Tet­ kik Cemiyeti tarafından yayımlanan Tarih kitabının inkılap tarihini kapsayan 4. cildinden başarılı olmak zorunluydu. Mahmut Esat Bozkurt, 8 Mart 1934'te verdiği ilk derse şu söz­ lerle başlamıştı: "Arkadaşlar! Her şeyden önce, dünyanın Türk soyundan olan en büyük şefini, Gazi Mustafa Kemal Hazretleri'ni ve onun yüksek şahsiyetinde Türk İhtilali'ni sonsuz saygılarla selamlarım. Büyük Şefim, ihtilalin hukuk tarihini Türk gençliğine anlatma­ mı münasip görmüşler . . . Bu çok ciddi işi Maarif Vekiileti'miz bana bildirdiği zaman, Selçuk'ta çiftlerimin başında bulunuyordum. Ya1 l-lakiıniyeri Milliye, 1 Ağustos 1933.

12


pıp yapmayacağımı düşünmedim bile. Kabul ettim. Hazırlanmaya başladım. Çünkü Şef emredince, başarılamayacak bir iş olmadığı­ na inanım vardır. Gazi Mustafa Kemal, Türk milletinin önünde ilerleyen bir zafer bayrağıdır. Bu bayrak bugün de, yarın da, öbür gün de, bütün güç­ lükler üstünde yükselecek ve hep yenecektir. Ben, dünkü yeniş ve yenilişi yaşadım. Ben, dünkü yeneni ve yenileni gördüm. Yenen; hep yücelen, yücelen. . . Ve sonra, yayından fırlamış alevden bir ok gibi karanlıkları yakan Şefiyle, Türk milleti idi. . . Yenilen, onun yürüyüşüne karşı koymak isteyen bütün bir dün­ ya oldu! Yaklaşmakta olan yarınlar içinde yenecekleri ve yenilecekleri bugünden görüyorum. Yenecekler, dünkü yenenler; yenilecekler, gene büyük yürüyüşün önüne çıkmak isteyen bahtsızlar olacaktır. Bu kadar inanıyorum. Siz de inanınız ! Gün, bütün eserleriyle, bütün varlığıyla inanın verimidir."2 İstanbul'dan sonra 9 Mart 1 934'te de Ankara' da İnkılap Kürsüsü açıldı. İlk dersi veren, Başbakan İsmet İnönü'ydü. İstanbul Üniver­ sitesi İnkılap Enstitüsü'ndeki öğretim kadrosu burada da aynı ders­ leri verdi. Mahmut Esat Bozkurt, İstanbul İnkılap Enstitüsü ve Ankara İn­ kılap Kürsüsü'ndeki derslerini 3 Eylül l 934'te İzmir Halkevi'nde verdiği konferanslarda tekrarladı. Elinizdeki kitabın esasını oluştu­ ran, l 934'te İzmir Postası tarafından da yayımlanan "Türk İhtila­ li'nde Vatan Müdafaası" adlı kitapçık bu konferanslardan birinin başlığıdır. Kitaba ayrıca Bozkurt'un vatan savunmasına ilişkin l 92 l ve 1 94 1 yıllan arasında Anadolu 'da Yenigün, Yeni Asır ve Ulus ga­ zetelerinde yayımlanan yazıları ve TBMM Gizli Celse Zabıtları nda '

2

Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali 1-11, Kaynak Yayınları, Nisan

2003. 13


yer alan konuşmalan da eklenmiştir. Böylece kitap, Türkiye'nin va­ tan savunması sürecini yansıtmış oluyor. Kitap, Atatürk'ün Bütün Eserleri çalışma grubu tarafından yayı­ ma hazırlanmıştır. Mahmut Esat Bozkurt üzerine geniş bir çalışma­ sı bulunan Doç. Dr. Şaduman Halıcı'nın yayım sürecindeki titiz ve özverili katkılan için teşekkürlerimizi sunarız. Mahmut Esat Bozkurt'un devrimci bilinç ve kararlılığına Türki­ ye'nin ihtiyacı var. Bu görev anlayışıyla yeni kitapları hızla okurla­ rımıza sunmaya devam edeceğiz. Saygılarımızla. Kaynak Yayınlan

14


MEHMET ÇAVUŞ t

İtalya'nın, bu korsanın toplarına sen idin, Bu vatanın şanı için göğüs gerip dayanan. Afrika'nın çöllerinde yıkık çökük tabyada, İtalya'nın filosuna tek başına top atan. Trablus'un çöllerinde şehadetle can veren. Dretnotun güllesine yumruğunla yürüdün. İşte o gün bir an için olsun orada durmadın. Düşmana bir düziye gülle kurşun attın. İtalyanlar şarapnelle kollarını kırdılar, Kan fışkıran ellerinle top attın kaçmadın. Kalenin her tarafından ateş tutmuş yanarken, Yine dönüp yüz çevirip düşmandan yılmadın. Ta sonunda kınk dökük top üstüne sarıldın, Osmanlılık için orada ağladın ve el açtın. Şehit oldun, fakat bugün en metin ve en çetin, Yüreklerde bile yine, yüce bir iz bıraktın.

1 Mehmet Çavuş: Arkadaşlannın şehit olmasını müteakip, İtalyanlann azgınca sal­ dınlarına rağmen Trablus'ta Hamidiye Tabyası'nı tek başına mertçe müdafaa eden bir Türk kahramanıdır. Çeşitli yerlerinden yaralanmakla birlikte ölünceye kadar düşmanla çarpışmıştır.

15


Nefesinin en sonunu alırken, çalaptan, Milletin, devletin sağlığını diledin. Bu milletin büyük eri, ey Turan'ın torunu Sen ölmedin, yükseklere, pek yükseğe yüceldin. Sen ölmedin, Tanrı'nın arşına kadar yanaştın, Milletin ta kalbinde onulmaz bir yer açtın. Osmanlı'nın ve Turan'ın tarihinin, en büyük, Evet, büyük ve pek yüce bayrağını sen aldın. Vatanın ve dinin ulu büyük adına, Ölmeyi ve can vermeyi aziz gördün, özledin Sen ölmedin, büyüklerin, haklanna yürüdün, Osmanlı'nın ve Turan'ın tarihini şenledin. Fakat, şimdi karın, kızın hepsi seni bekliyor, Y üksek, ıssız yamaçlardan hepsi seni özlüyor. İlişmesin sakın gözün bunların kulübesine, Küçük yavrun Ayşeciğin, baba! .. diye ağlıyor. Kuşadası, 8 Aralık 1 9 1 l Mahmut Esat

16


TÜRK İHTİLALİNDE VATAN MÜDAFAASI!

Mondros Mütarekesi 1 9 1 8 yılında Ekim'in 3 1. günü Mondros Limanı'nda demirli bu­ lunan Agamemnon adındaki İngiliz zırhlısında Osmanlı delegele­ riyle İngiliz Amirali Galtrop arasında bir mütareke imzalandı. Bu, Osmanlı İmparatorluğu'nu teslim eden bir "uzlaşma" idi. Bu uzlaş­ manın adına tarih " Mondros Mütarekesi" diyor. İmparatorluk delegeleri o zamanki İzzet Paşa kabinesinde Bah­ riye Nazın Rauf, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet ve erkanıharbi­ ye kaymakamlarından Sadullah Beyler idi. Osmanoğullan devletinin çöküm yılını tespit eden bu mütareke muhtevasını kısaca gözden geçirebiliriz. 25 maddeden meydana gelen mütarekenin esaslan şunlardır: A) Akdeniz ve Karadeniz boğazları açılacak, buradaki istihkam­ ların hepsi düşman devletler tarafından işgal olunacak. Öteden beri Avrupalıların denizler serbestisi namına ileri sürdü­ ğü bu dava artık halledilmişti. Çünkü, sonra Lozan Antlaşması'yla da teyit olundu. Yani Boğazlar açıldı. rMadde l] B) Bütün ordular derhal terhis olunacak, yalnız memleketin asa­ yiş ve sınırlarının muhafazası için lazım olan kuvvetler bu terhisten Esat Bozkurt° un bu kitabı ilk olarak 1934 yılında İzmir Postası tarafından "'İn­ kılap Kürsüsü"' derslerinde tespit olunmuş ve yayımlanmıştır. Kitabın 1934 bası­ mındaki dizgi ve yazım hataları giderilmiştir. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

1 M.

17


istisna olunacak. Şu kadar ki, silah altında kalacak kuvvetlerin ta­ yini düşmanlarla anlaşmak suretiyle yapılacak. Bunun manası, İtilaf devletlerinin ilerideki tekliflerine karşı koya­ cak, kafa tutacak bir kuvvetin elde bulunmamasıdır. [Madde 5] C) Zabıta vazifesini görenler müstesna olmak üzere Osmanlı harp gemileri düşmana teslim olunacak ve bir Osmanlı limanında bağlı bulundurulacak [Madde 6] D) Toros tünelleri düşman tarafından işgal olunacak. [Madde 1 0] E) İran'ın Osmanlı kuvvetleri tarafından tahliyesi, Müttefikler emredince Kafkasya arkası boşaltılacak. İran tahliye ettirildiği halde Kafkasya arkası için buna alelacele lüzum görülmemesinin sebebi, Bolşevik tehlikesini İtilaf devletleri hesabına Osmanlı ordulanna önletmek idi. [Madde 1 l ] F) Arabistan'da bulunan muhafız kıtalar düşmana teslim olacak. Kilikya'da asayişin muhafazasına memur kuvvetlerden başka kuvvet kalmayacak. Trablus'taki asker ve subaylarla oralarda bir avuç kah­ raman tarafından denizlere kadar zapt olunan yerler -ki İtalyanlardan alınmış bazı liman ve kasabalardır- bunlar tekrar Kral Emanuele'in askerlerine iade edilecek. [Madde 1 6, 1 7, 1 8] G) Bütün demiryolları İtilaf devletlerinin denetimine konacak. Kafkasya arkasındaki hatlara gelince, bunlar tamamen onların ida­ resine girecek ve Batum işgal edilecektir. [Madde 1 5] H) Osmanlı İmparatorluğu düşman esirleriyle Ermeni esir ve tu­ tuklulannı derhal İtilaf devletlerine iade edecek, buna karşılık bu devletler bizim esirlerle henüz askerlik çağına gelmemiş esirlerimi­ zin iadesini nazarı itibare alacak, yani bizimkilerin iadesi düşman­ larımızın keyfine bağlı kalacak. [Madde 4 ve 22] İ) Terhis olunacak Osmanlı askerlerinin silahı, cephanesi, nakil vasıtaları, teçhizatı İtilaf devletlerinin talimatına göre kullanılabile­ cektir. [Madde 20]

18


J) Müttefikler menfaatlarını tehdit edecek herhangi bir vaziyet karşısında Osmanlı İmparatorluğu'nda istedikleri stratejik noktaları işgal hakkına sahip olacaklardır. Bundan başka, doğu vilayetlerin­ de karışıklık çıktığında Müttefikler oralarda istedikleri mahallere girebileceklerdir. [Madde 7 ve 24] Bu son iki madde Müttefikler hesabına büyük bir kazançtı. Zira onların menfaatlarını tehdit edecek vaziyetin tayin ve takdiri doğ­ rudan doğruya kendi görüşlerine, kendi hükümlerine bırakılıyordu. Vatan bir açık kapı haline sokuluyordu. Doğu vilayetlerine girmek hakları ise ileride vücut vermek istedikleri "Ermenistan devleti" projesini kurmaya yönelik bulunuyordu. Mondros Mütarekesi'ni iki bakımdan inceleyebiliriz: 1 . Tarih bakımdan, 2. Hukuk bakımından. Tarih bakımından Mondros Mütarekesi'nin bana göre manası: Ölüm kararı verilmiş Türk milletinin her türlü müdafaa vasıta­ larından ayırtılarak dişinden tırnağına kadar silahlı ve eli satırlı düşmanın önüne boynu, kollan, ayakları bağlı olarak atılıvermesi­ dir. Tarih bunu böyle anacaktır. Ve diyecektir ki, Türk milletine bu reva görüldü. Fakat o, kasapların elinden kurtulmasını bildi ve kur­ tuldu. O bu kadarla da kalmadı, kasapları yakalarından tuttu, yere vurdu. Satırı ellerinden aldı, başlarında paraladı ve sonra bütün mazlum milletlere kurtuluşun, esaretten kurtuluşun yolunu, yolları­ nı gösterdi, öğretti. Nasıl gösterdi ve nasıl öğretti? Türk genci, unutma ki, bir millet için yaşamanın hürriyete, ba­ ğımsızlığa kavuşmanın ilk şartlarından biri, belki de birincisi, ölü­ mü göze kestirmektir. Türk milleti işte bunu göze aldı. Dağları ye­ rinden koparıp sökecek kadar sert fırtınalar içinde dimdik ayakta durdu, dövüştü, dövüşmesini bildi.

19


Türk genci, yine unutma ki, en medeni millet, dövüşmesini en iyi bilendir. Her şeyi kasıp kavuran yıldırımlar, yalnız onu, başla­ rında büyük şefleri ile kadın erkek, çoluk çocuk dövüşen Türk mil­ letini tarihin göğsünden söküp alamadı. Millet ünlü şefi ile şimşek­ li boralar, dağlar gibi yuvarlanan hınç dalgaları önünde bir kaya parçası gibi durdu. Kayaya çarpanlar aşamadılar; onun eteklerinde paralandılar parça parça dağıldılar. Eğer bir yıldırım darbesi Türkü tarihin göğsünden söküp alabil­ seydi, medeniyet öksüz kalırdı. Tarih bir mezara dönerdi ki, orada baykuşlar öter, baykuş çığlıkları ortalığı alırdı. Ölümü göze, almanın tılsımı nedir? Bunu size büyük Erkanıharbiye Reisimizin2 bir kitabından, Gar­ bi Rumeli'nin Sureti Ziyaı adındaki yüksek eserinden söyleyeceğim. Türk Mareşali diyor ki: Ölümü göze almanın yolu, inanmaktır. Ben bu özdeyişi samimiyetle kabul ediyorum. Seven, inanan millet ölüm­ den yılmaz. Yaşamak hakkı büyük saatlerde ölümden yılmayanlann­ dır. Türk milleti yaşayacak ve yaşatacaktır. Biz bir milletiz ki, dünün, bugünün, yarının, yarınların tarihine hitap etmek salahiyetine sahip kavimlerin başında geliriz. Biz bir milletiz ki, insanlara söyliyecek çok şeylerimiz vardır. Bu bizim hakkımızdır. Mustarip beşeriyetin Türk milletinin bütün bir tarih içinde zaman zaman yükselen sesi ıstırapların belli başlı dermanı olmuştur. İngiliz tarihşinaslarından Woolley Sumerli/er adındaki nefis kitabında diyor ki: "Mısır, eski Yunan, Roma medeniyetleri, Sumer medeniyeti ya­ nında dünkü çocuklar gibiydi. Biz Avrupalılar, Amerikalılar bugün­ kü medeni varlığımızı Türkçe konuşan Sumerlilere borçluyuz, on­ lara minnettarız."

2 O zamanki Genelkurmay B aşkanı Mareşal Fevzi Çakmak. (Kaynak Yayınlan'nın notu.)

20


Hanımlar, beyler! Benim bir milliyetçi olarak her millete ve her milliyete hürme­ tim vardır. Fakat niye saklayayım, Türk olmasaydım kendimi dünyanın en bahtsız adamı sayardım. Ne mutlu Türküm diyebilene.

Ölüm Nedir, Hayat Nedir? Bu noktayı da kendi anlayışıma göre izah edeyim. Bu iki soru­ ya kestirme cevap vermek çok müşküldür. İnsanlık kendini bileli bununla uğraştı; hekimleriyle, filozoflarıyla çalıştı ve çalışıyor. Be­ nim sorularım bu sahaya ail değildir. Toplumsal ve siyasi hayatla alakalıdır. Fakat meseleyi bu yönden de tarif etmek zordur. Anlayı­ şımı sizlere, Türk gençliğine bazı misallerle izah edebileceğimi zannedebiliyorum. A) Gazi, milletin varlığı tehlikeye düşünce ordu müfettişliğin­ den istifa etti. İdama mahkum oldu. Korkmadı ve "Ben şimdi daha kuvvetliyim. Yerim milletin sinesidir. Milletim için çalışacağım. Ben bütün varlığımla milletimin malıyım. Sade bir vatandaş olarak onun davası uğrunda çalışacağım" dedi, ısrar etti ve muvaffak oldu. Bugünkü eserler milletin ve bu fedakarlığın verimidir. Büyük Adam, ölümü göze aldı. Fakat bir millet bir vatan kurtuldu. Yepye­ ni bir rejim kuruldu. Fakat Şef bu yolda ölseydi ne olacaktı? Ona ölmüş denebilecek mi idi? Bence asla. Çünkü o, bütün bir kavmin ve bütün bir tarihin yü­ reğinde yer alacak, ektiği tohum bir milletin geleceğini hazırlaya­ caktı. Buna ölüm değil, tam manasıyla yaşama denir. B) Reşat Bey adında bir Türk miralayı büyük taarruzda intihar etti. Çünkü vazifesini yirmi dakika geç yapmıştı. Fakat o ölmedi yaşıyor. Ve bütün bir vazife duygularını yaşatıyor.

21


C) Nizip Muharebesi'nde kaçışanlara bir Türk miralayı şöyle bağınyor: "Alçaklar, kaçıyorsunuz. Geliniz, görünüz, mektepli bir zabit mil­ leti yolunda nasıl ölüyor, görünüz" diyor ve şehit oluyor. Bu kahra­ n; ın öldü mü? Bence asla. Onun ölümü gönüllerde haysiyet, şeref, namus abidesi oldu. Yaşıyor, yaşayacak ve ölmeyecektir. Düşününüz ki, ben bu hatırayı Mısır hakkında Fransızca yazıl­ mış bir tarihten alıyorum. Demek ki Türk miralayı yalnız öz Türk­ lerin değil, ölümünden yüz sene sonra dünyada şerefin manasını bi­ lenlerin de kalplerinde çarpıyor. D) Plevne düştüğü gün Türk esirleri hakkında bir Rus gazeteci­ si gazetesine şunları yazıyordu: "Giyecek ve yiyecekten mahrum, karlar üstünde yatan Türk esirlerinin arasında yaşıyorum. Bunlar yarım saat sonra ölecek za­ yıf, hasta, yaralı insanlardı. İçlerinden biri ölünce kalanlar onun yırtık pırtık elbiselerini kapışıyorlar ve üstlerini örtmeye çalışıyor­ lar. Bunların yanına yaklaşıyorum, bir şeye ihtiyaçları olup olmadı­ ğını soruyorum. Biraz sonra ölecek olan bu adamlar, benim Rus olduğumu anla­ yınca, sanki bir şeyleri yokmuş gibi bir vakarla yüzüme bakıyorlar ve şiddetle 'Hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur' diyorlar. Şimdi anlıyo­ rum ki, Plevne'yi bütün ordularımıza karşı, ancak bu duyguda adam­ lar müdafaa edebilirlerdi." Plevne kahramanları ölmedi. Onlar bütün bir Türk milli izzetinefsinin şehadet abidesi gibi yaşıyorlar; asırlara baka baka yaşayacaklardır. Onları asırlar saygı ile anacaktır.

E) 1 876 Osmanlı-Rus Seferi'nde bir Osmanlı monitoru3 Tuna

yalılarında Rus cephaneliğini imhaya memur edilmiş, isabetli atış yapabilmek için sahile on metreye kadar yanaşmış, ateşe başlamış. 3 Monitor: 19. yüzyılın sonunda 20. yüzyılın başında sığ sularda da yüzebilen ve

hücum veya savunma amacıyla kullanılan ona büyüklükte bir zırhlı savaş gemi­ sine verilen ad. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

22


Her taraftan üzerine ateş yağdırılıyormuş. Fakat geminin süvarisi hiç aldırış etmeden, apaçık güvertede bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, yalnız kumanda vermekle meşgul oluyormuş. Fena halde sinirlenen bir Rus subayı sahilden tabanca ile süvarimizin üzerine ateş etmeye başlamış. Yine aldıran olmamış; süvari kumanda vermekte devam etmiş; sanki düğün bayram günü imiş gibi, yahut alelade bir manev­ ra yapılıyormuş gibi. Nihayet düşman cephaneliği ateş almış. O va­ kit vazifesini yapan Türk süvari sahildeki düşmanlara dönmüş ve gülmüş, "Aferin, vazifenizi yaptınız, fakat vuramadınız" demiş, on­ ları selamlamış ve gemisine yol vererek ayrılmış. Bu hatıra, vakada hazır bulunan bir Rus subayının notlarından alınmıştır. Biraz da yabancılardan bahsedeyim. A) Eski Roma'da bir Romalı ayan, Neron'a yapılmak istenen bir suikastta tutuklanmıştır. Söyletmek için kendisine çok eza ve cefa ediliyor. Nihayet Neron "söylemezsen seni öldüreceğim" diyor. İş­ kenceden ölüm haline gelen ayan şu cevabı veriyor: "Ben sana öl­ düremezsin demedim, fakat söylememek hürriyetini elimden ala­ mazsın" diyor. Bu ayan öldü mü? Hayır, yalnız Roma'nın değil, bü­ tün bir insanlığın hürriyet kahramanı halinde tarihler içinde bir hey­ kel gibi yükseliyor. Bir gün bana bir arkadaşım anlatıyordu. Japon harbiye mektebinde bir vaka olmuş. Bir arkadaş diğerine hakaret etmiş. Hakaret eden bir müddet sonra vefat etmiş. Hakaret görenin bunu düelloya davet etmesine imkan kalmamış. Hakareti üzerinde taşımaya da tahammül edemediğinden, intihara karar ver­ miş. Bu kararı sınıf arkadaşlarından bir Japon prensi haber almış. Arkadaşını intihar etmek fikrinden vazgeçirmeye çalışmış. Fakat kabul etmemiş. "Ben bu vaziyette yaşarsam zararlı adam olurum" demiş. Nihayet şu şartla mesele halledilmiş: Prens, hakareti üzeri­ ne almış ve arkadaşını intihardan kurtarmış. Fakat şimdi yine bir mesele vannış. Prens ölürse hakaret yine ortada kalacak, yine inti-

23


har söz konusu olacak. Haber aldığıma göre, prensin intihardan kurtardığı adam, Japonlara Mançuri zaferlerini kazandıran imiş. İz­ zetinefsin ölümün fevkinde tutulması, bir milletin zafer şartların­ dan oluyor. Hususi hayat da böyledir. Şimdi de yaşadıklarını zanneden bir iki Romalının hayatlarını anlatayım. Bazı Romalıların mezar kitabelerinde şunları okuyoruz: "Yedim, içtim, kazandım, eğlendim. Her şey yaptım. Şimdi burada yanıma kar kalan yalnız bunlar oldu. Ziyaretçi! Akıllı isen benim gibi yap." Türk genci, bu bir hayat mıdır? Nihayet bir hayvanın mezarına bir taş dikilmek istense, bundan başka ne yazılabilirdi. Belki biraz daha açık bir ifade ile "Burda yatan beygir, yedi, içti, tepindi, kiş­ nedi, buraya gömüldü ve bunlar yanına kar kaldı" denebilirdi. Bu mezar kitabeleri neyi ifade eder, bilir misiniz? Bence Ro­ ma'nın yıkım devirlerini. İşte benim ölüm zannedilen yukarıdaki misallerden anladığım, hayattır. Hayat sayılan mezar kitabelerin­ den anladığım da mezardır, ölümdür. Alman filozofu Schopenhauer "Hayat, fasılasız bir mücadeledir, orada silah elde ölünür" diyor. Hayatta silah elde ölümü gözlerine kestiremeyenler boyunlarında zincirle yaşarlar. Böyle yaşamaya mahkumdurlar. Bağımsızlık için ölümü göze almak, bağımsız olmanın birinci şartıdır.

Hukuk Bakımından Mondros Mütarekesi Bu mütareke, imzalandığı zaman toplantı halinde bulunan "Os­ manlı Meclisi Mebusanı"nın tasvibine arz olundu. Gerçi Osmanlı padişahının mütareke yapmakta Osmanlı Kanunu Esasisi'nce salahiyeti vardı. Fakat böylesinin, yani milletin silahlarını düşmana teslim eden, vatan parçalarının, hana lüzumunda bütün bir 24


vatanın işgaline razı olan bir mütarekeyi silahların ve toprakların sa­ hibine sormadan tatbik etmemesi icap ederdi. Bu bir mütareke değil, hemen hemen bir antlaşma idi. Silah ve vatan veren bir antlaşma . . . İzzet Paşa kabinesi bunda gafil kaldı. Cürüm işledi. Müttefikler mütarekeden tam manasıyla istifade etmesini bildiler. Gerçi iyi ni­ yetle değil, fakat devletler hukuku bakımından onlar eleştirilemez­ di, iltizam edilemezdi. Çünkü hareketleri şekle tamamen uygundu. Fırsatı kaçırmadı­ lar. Düşünebiliriz ki, Müttefikler galip, Osmanlı İmparatorluğu mağlup idi. Böyle olduğu halde, düşmanlar hukuken de kuvvetli ol­ mayı ihmal etmediler. Halbuki ihmal edebilirlerdi. Çünkü galip idi­ ler. İstediklerini, her istedikleıini yapabilirlerdi. Fakat bunu kuvvet değil, hukuki yoldan başarmayı hesaplarına daha uygun buldular. Çünkü kati, hayati zaruret olmadıkça kullanılan kuvvetlerin yıp­ ranacağında şüphe yoktu. Bütün vasıtalara müracaattan sonradır ki, kuvvetlerin kullanılması uygun olabilir. Galip Müttefikler kuvvet­ lerini Mondros Mütarekesi ile de takviye etmiş bulunuyorlardı. Kuvvet hakla bezenmiş oluyordu. Osmanlı delegeleri, Osmanlı hükümetini, mağlup bir devleti temsil ettikleri halde bu hususa lazım olan ehemmiyeti vermediler, yahut bunu anlayamadılar. İsmet Paşa Hazretleri'nin birçok defalar işittiğim ve istifade ettiğim yüksek değerli bir görüşünü burada yad etmek istiyorum. Diyorlar ki, kuvvetlinin haksız olması bile az çok bir zaaftır, bir zarardır. Fakat hem zayıf, hem haksız; bundaki felaketin sonu olmaz. Hanımlar, beyler! Osmanlı İmparatorluğu yalnız zayıf değil, mağluptu. Mağlubi­ yeti kabul etmişti. Üstelik bir de mütareke ile haksız oluyordu. Mü­ tarekeyi takip eden facialar İsmet Paşa Hazretleri'nin özdeyişlerin­ de kuvveti ispat eder.

25


Benim bu düşüncelerime karşı denebilir ki, Osmanlı delegeleri başka ne yapabilirlerdi. Cevap vermezden önce bu soruyu diğer bir soruyla karşılamak isterim. Osmanlı delegeleri ne yaptılar? Bir mütareke ve bu mütareke ile memleketi teslim ettiler, de­ ğil mi? Fakat vazifeleri bu mu idi? Denebilir ki, mağlup ne yapabilirdi? Buna cevap şudur: Mağlup, yok edilmek istenilince teslim olmaz­ dı. O�un en kuvvetli silahı budur. Mütareke, Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nu yok ediyordu. Nitekim Sevr Antlaşması ile bu gerçekleşmişti. Teslim olunmazsa, hiç olmazsa bir ümit, bir kurtuluş ümidi ka­ lıyordu. Nitekim hakikaten böyle olduğu sonradan anlaşıldı. (Lo­ zan Antlaşması'yla bu hakikat tezahür etti.) Yok edilmek istenilen mağlubun en kuvvetli silahı teslim olmamaktır diyordum. Büyük tarihi bir vaka bu görüşüme hak verecektir. 1 870- l 87 l Alman-Fransız seferinde Bismarck'ı çekemeyen ra­ kipleri elde edilen galibiyeti lüzumu gibi istismar edemediğini ile­ ri sürmüşler, diplomatın aleyhinde propaganda yapmışlar. Bismarck cevabında diyor ki: "Ben bu kadarını elde edinceye kadar akla karayı seçtim. Fazla istemeyi çok düşündüm. Fakat korktum ki, Fransız teslim olmaz. O zaman ne yapacaktık? Fran­ sa'yı baştan başa işgal, değil mi? Benim asıl korktuğum büyük teh­ like bu idi. Çünkü o zaman bütün ve yorgun Alman ordularını silah altında tutmak mecburiyetinde kalacaktım. Meçhul zamanlara ka­ dar Alman milleti nasıl silah altında kalabilirdi ve Fransa nasıl yo­ la getirilebilirdi." Mağlubun teslim olmamasının nasıl dehşetli bir şey olduğunu Bismarck'ın şu müdafaası çok güzel tasvir eder. Fırsatı kaçırmamalı, fakat fırsata kaldırabileceğinden fazlasını yükletmemelidir. Çünkü bu suretle de fırsat kaçırılmış, yok edilmiş sayılır. Nihayet unutmamak lazımdır ki, delegeler heyeti, hatta hü­ kümet, hatta bazı büyük işlerde meclisler bile millet demek değil26


dir. Delegelerin sözü milletin son sözü değildir. Delege, milletin za­ rarına olan teklifleri imza etmemekle mükelleftir. Hayatı pahasına olsa bile . . . Bunu yakın tarih içinde yapmış bir delegeyi hatıra kabilinden kaydedebiliriz. Clemenceau'nun elinden Versailles Antlaşması'nı imzalayacak olan Alman delegesi Brockdorff Rantzau bütün Müt­ tefikler karşısında hayret verici bir ısrar ve inatla Almanya'yı mü­ dafaa etti. Sonra mağrur galiplere bazı değişiklikler yaptırmayı ba­ şardı. Fakat bunu da kafi görmedi. Versailles Antlaşması'nı imzala­ madan memleketine döndü. Acaba Mondros Mütarekesi delegeleri bunu yapamazlar mıydı? Yapmaları lazımdı. Fakat onlar böyle ha­ reket şöyle dursun, mütarekeyi şerh ede ede methe koyuldular. Re­ şat Hikmet Bey'in o vakitki gazetelere verdiği beyanat dikkate de­ ğerdir. Onlar vazifelerini yapmadılar. Şu halde tarihin eleştirilerine katlanmaları lazımdır. O zamanki Ahmet İzzet Paşa kabinesi de bu töhmet altından çıkamayacaktır. Nitekim: Muzaffer düşmanlar hiçbir fırsatı kaçırmadılar. Kuvvetlerine dayandılar. Mondros Mütarekesi'nin kendilerine tanıdığı haklara dayandılar. Bence milleti silahlarından tecrit ettiler, vatanı yer yer işgal et­ meye başladılar, toplarının himayesinde Yunanlılara İzmir'i işgal ettirdiler ( 1 5 Mayıs 1 9 1 9). Meydanı boş bulan düşman içerilere doğru ilerlemeye başladı. Fakat İzmir kordonlarında dökülen Türk kanı akan bir alev ve bir ateş gibi Türk gönüllerini yakmaya başla­ dı. Düşman ilerliyordu. Nihayet Aydın'a girdi. Aradan çok geçme­ den yüzüne demir eldivenli bir yumruğun darbesi indi; sersem bir halde denize doğru yüz geri etti. Bir fırka düşman kaçıyordu. Onun ardı sıra iki yüzü geçmeyen Türk köylüsü koşturuyordu. Düşman kaçtı, kaçtı, Germencik ve Ba­ latçık önlerine gelebildi. Takviye edildi. Tekrar Aydın üzerine yürü­ dü. Bir avuç Türk genci son kurşunlarını sarf edinceye kadar ana top­ raklarını müdafaa ettiler. Aydın teslim olmadı. Düşman eline geç27


mekten ise kendi kendine yanmayı tercih etti. Yandı, kül oldu. Yanan Aydın, Türk milletinin karanlık, kapkaranlık günlerinde hürriyet, ba­ ğımsızlık yollarını gösteren nurdan bir feneri oldu. Diğer taraftan Fransızlar Maraş'ı işgal ettiler. Bir cuma günü ahali Maraş kalesinde al bayrağı göremedi. Ortalığı bir endişe aldı. Herkes birbirine bayrağı soruyordu. Ondan haber istiyordu. Şurda hurda, sinirli, heyecanlı, tiz sesler yükselmeye başladı: "Bayrak ne­ rede, bayrağı istiyoruz" sesleri. Bayrağa kavuşmanın yolu, ölümü kestirmekti. Millet bunu kavra­ makta gecikmedi. Bir anda sopa ile, satırla, bıçakla, tabanca ile, tü� fekle bir alay düşmana saldırdı. Vuruştu, vuruştu, doyuncaya kadar vuruştu ve öldürdü. Boğuşma bir hafta sürdü. Ve nihayet düşmanın Türk kılıcından kurtulanları denize doğru yöneldi. Düşman eliyle indirilmiş olan Türk bayrağı yine Türk evladının eliyle kaleye çekildi. Anlı şanlı sallanmaya başladı. Bayrağın etrafın­ da yüzlerce şehit yatıyordu. Tıpkı onların Allah'a bakan başlarında açmış taze bir lale gibi o gün al bayrak gözlere çok parlak görünü­ yordu. Sanki rengini şehitlerin akseden kanından alıyordu. Maraş muharebelerinde "vurun aslanlarım, namus günüdür" destanı, bağım­ sızlığa kavuşmanın bir vecizesi olmuştu. Biz bir milletiz ki, al bayraktan ayrı düşmektense, bu pis dünya­ ya bir daha dönüp bakmamak üzere gözlerimizi kapar, ona sarılır, ebediyetlere ulaşırız, ebediyetlere . . . Al bayrak bizim gözlerimizin ışığı, gönüllerimizin alevidir. Gaziantep, aylarca başsız, kumandansız bir halde Fransız kuv­ vetlerine karşı koydu. Gaziantep aylarca on beşlik toplarla dövül­ dü. Zaman zaman artık insan kalmadığını zanneden düşman şehire yürüdü. O vakit binlerce kadın, erkek, çocuk, sopalarla, silahla yer altından, siperlerden çıkıyorlar, hürriyet, bağımsızlık yolunda bo­ ğaz boğaza, gırtlak gırtlağa dövüşüyorlardı. Sanki mezarlarında ya­ tan şehitler bile hürriyet kavgasına iştirak ediyorlardı. Namus kav-

28


gasına koyuluyorlardı, düşmanı gerilere atıyorlardı. 1 876 Osmanlı­ Rus Seferi'nde Erzurum halkının kahramanlıkları bütün dillere des­ tan olmuştu. Milli muharebelerde anladım ki, Türk vatanının her yanı bir Erzurum imiş, yahut Erzurum Türk vatanının hayatından hir parça imiş. İngilizler İstanbul'u, İtalyanlar Kuşadası'nı, Antalya'ya kadar vatan parçalarını boyuna işgal ediyorlardı. İşte bugünler içinde Türk milleti, başındaki suçlu hükümetin, vatanı teslim eden suçlu hükümetin, dünyanın yüzüne bağımsızlık ve hüniyet haykırarak kurşu�lannı sıkmaya başladı. O günler akmaya başlayan kan, teslim olmayan bir milletin sö­ kecek kızıl şafaklannın müjdecisi oldu. O günlerin büyük ölülerini hatırlıyoruz. Saygı ile anıyoruz. Türk tarihi, insanlığın hürriyet ve bağımsızlık tarihi, onlara saygılarla açıktır. Türk vatanını teslim alamayan bütün bir düşman dünya, kudur­ muş bir halde Türklüğü yok etmek istiyordu. Gazi Şef, milletin başında kumanda ediyordu. Vatan her tarafın­ dan ateş çemberi içine alınmıştı. Fakat teslim olmuyordu. İç düş­ manlar da dış düşmanlarla el ele vermişlerdi. Halife, vatanını, milletini müdafaa edenlerin katli için şeyhülis­ lamı Dürüzade'ye fetvalar verdiyordu. Düşman ordularını halifenin dostu olarak tanıyordu. Bu sıralarda Sevr Antlaşması imzalandı. Mondros Mütarekesi'nde hedeflenen gayeler bununla fazladan faz­ laya elde edilmiş oluyordu. Hain padişah, hain damadı, hain sadra­ ı.amı hain Ferit'le bunu kabul etti. Ne millete sormaya, ne de bir meclis toplayarak görüşünü alma­ ya lüzum görmedi. Osmanlı Kanunu Esasisi de ayaklar altında çiğ­ neniyordu. Çünkü Kanunu Esasi'ye göre böyle bir antlaşmanın mutlaka milletin tasvibine arz edilmesi lazımdı. Suçlu padişah yalnız bir saltanat şurası toplamakla yetindi . . . Sevr Antlaşması'nı bu salahiyetsiz teşekkülün tasdikine koydu. Bu

29


teşekkül, utanmadan yalnız Osmanlı İmparatorluğu'nu değil, vata­ nın Türklerle, öz Türklerle meskun kısımlarını düşmanlara bırakan antlaşmayı kabul etti. Yalnız bir kişi, bir tek kişi, ayandan Topçu Feriki Riza Paşa Hazretleri antlaşmayı kabul etmedi. Ve hain halifeye: "Memleketin sahibi, millet kabul etmedikçe, siz kabul etseniz bile ne çıkar" diye bağırdı! Bu büyük ruhlu asker, ne yazık ki, kur­ tuluş günlerini görmeden gözlerini dünyaya kapadı. Artık Türkiye haritadan silindi zannediliyordu. Buna düşmanlar seviniyor, dostlar kan ağlıyordu. Fakat bu görüş hakiki bir görüş değildi. Türklüğün mukaddera­ tı hakkında bütün bir dünya aldanıyordu. Türklük ateşten dalgalar önünde bir kaya parçası gibi dimdik ayakta duruyordu. Bu kayanın başında yükselen Gazi Şef kafasını kullanıyor, düşünüyor ve elin­ deki kılıcı yangınlar içinden dünyaya sallıyor ve "Teslim yok!.. Ya istiklal ya ölüm" diye bağırıyordu. Türk genci! Günü gelince sen de yangınlar içinde dimdik ayak­ ta durmasını bileceksin. Bütün bir hasmın yıldırımlarına ve şimşek­ lerine göz kırpmadan bakacaksın. Onu ayaklarının altında çiğneye­ ceksin .. . Çünkü ceddin harikaları senin, ceddin değil. Cet uzaktır. Ağabeylerin, ablaların denecek kadar yakın bir nesil bunu yaptı. Sen de onlardansın. Dünyanın yenilmez soyundansın . . . Türksün, Türk. Bundan daha güzel ad ve san bulunur mu dünyada? .. Gazi bütün milletle beraber bağırdı: Günü gelince Sevr Antlaş­ ması çamurlu bir paçavra gibi yırtılacak. Ve yırtıldı . . . Düşmanların yüzüne lime lime atıldı. Türk öldü zannediliyordu. Çünkü düşmana batıracak bir iğnesi, tek bir iğnesi bile yoktu. Kendi öz soyundan olan Büyük Şefi ona kurtuluş yolunu gösterdi. Büyük sıkıntılara düştü. Fakat içinden çıkmasını bildi. Gün oldu ki ordu süngüsüz kaldı. Ankara civarındaki kaza ve köylerden Üzer­ lerinde pide pişirilen saclar toplandı, dövüldü, süngü yapıldı. Bunla30


ra gülenler, günün birinde o süngülerin Mehmetçiğin eliyle göğüsle­ rine vurulduğu zaman yalnız kendilerinin değil, bütün bir suikastçı alemin de göğsünün delindiğini gördüler. Hürriyetini almak istedik­ leri milletin önünde dize geldiler. O zaman Başkumandan bağırdı: "Türk orduları, ilk hedefiniz Akdeniz'dir." Gençler, bu ilk hedeftir. Düşmanlar bir asırdan beri tasarladıkla­ rı gayeyi elde etmek istiyorlardı. Bu gaye TürkWğü susturmak, Türklüğü yok etmek, haritadan onun adını silmek idi. Tarihin sımnda birçok defalar yok edilmek istenildik, fakat yok olmadık, var olduk, var olacağız, yok etmek isteyenleri yok edeceğiz. Bu bizim hakkımızdır. Size bir vakayı nakletmeden geçemeyeceğim. Memleketimizin en zayıf yıllannda Napoleon Mısır'ı aldı. Akka üzerine yürüdü. "Akka'yı alırsam, bütün bir Asya'yı aşarım" diyor­ du. Akka önünde büyük ve kanlı muharebeler oldu. Hani eski bir Türkçe tabirle kan gövdeyi götürüyordu. Fakat Cezzar Ahmet Paşa kumandasındaki bir avuç Türkle Akka teslim olmuyordu. Napoleon ne yapacağını şaşırmış bir halde boyuna hücumları yeniliyordu. Fakat hücumlar başarılı olamıyordu. Ni­ hayet büyük bir hücuma daha karar verdi. Hücumu en meşhur ku­ mandanlarından General Bon idare ediyordu. O kadar' şiddetle hü­ cum yapıldı ki, bizzat General Bon askerin başında kale duvarla­ rına tırmanmaya başladı. Her tarafta top, kurşun, ateş ve taş yağ­ dırılıyordu. Ara sıra kale deliklerinden büyük kazanlarla kızgın katranlar dökülüyordu. Kazanlardan biri General Bon'un üstüne döküldü. General simsiyah bir halde Akka duvarlarına yapıştı. Öl­ dü, orada kaldı.

Napoleon süratle geri çekilmeye başladı. Hayatında ilk defa mağlup oluyordu. Bu harp dahisi şu sözleri söyledi: "Türk öldürülür, fakat yenilemez." Ben buna ne ilave edebilirim? Müsaadenizle bir cümlecik da­ ha . . . "Türk öldürülür, yenilemez" bu çok doğrudur. Ancak unutma31


mak lazımdır ki, Türk öldürülürken, öldürmesini de bilir. Ellerimiz armut toplamıyor ya! .. Türk genci, sana Akka bir şan, şanlı bir hatıra olsun. Onun ma­ nası, senin milletine, memleketine kem gözle bakanlann akıbeti simsiyah bir yüzle duvarlara yapışıp kalmaktır. Bütün bir dünyaya kapkara bir yüzle teşhir edilmektir. Sen bu memleketi böyle bekleyeceksin. Buraya yan bakanları böyle kapkara suratlanyla duvarlarına yapıştıracaksın. Biz medeniliği, sulhçuluğu seven bir milletiz. Fakat namus ve şe­ refimizi hiçbir şeye değişmeyiz. İnanmayanlar varsa onlara nasihat etmeli. Demeli ki: Biz tarihin acı ve tatlı günlerini görmüş, yaşamış bir medeniyete hizmet etmek istiyoruz. Yerinizde rahat durunuz. Bü­ tün bu güzel nasihatleri dinlemeyenlere, musallat olanlara da buyu­ run meydan demekten asla çekinmemelidir. Bütün bunlara inanmayanlar talihlerini denemekten yasaklı değil­ dir. Dünyanın boy ölçüşecek yerleri az değildir. Bekliyoruz. Bugün de "Türk İhtilali'nde Vatan Müdafaası" konulu inceleme­ ye devam edeceğim. Vatan yanıyordu. Yurt alevlerle yıkanıyordu. Sanki o ateşten gömlek giymişti. Yanıyor, yakıyor, vuruyor, dövüşüyordu. Bütün bir düşman dünyasına karşı dimdik duruyordu. Teslim ol­ muyordu. Hem iç hem de dış düşmanla uğraşıyordu. Çünkü hain halife ve onun hain hükümeti dış düşmanların yanında saf almış bu­ lunuyordu. Vatanı da, milleti de bu iki amansız düşmanın elinden kurtarmak lazımdı. Millet başsız, kumandasızdı. Fakat yer yer dövüşüyorlardı. Kan gövdeyi götürüyordu. Memleket şerefiyle, tarihiyle, bütün varlığıy­ la tehlike içinde idi. Bu kapkaranlık milletin, memleketin bu kim­ sesiz günlerinde İstanbul'da mütevazı evceğizinde onu bir baş dü­ şünüyordu. Onu bir öz evladı düşünüyordu. Bu baş bizdendi; öz Türk soyundandı . . . Gazi Mustafa Kemal'di. O, Çanakkale içinde bütün Müttefik ordularını yenen, onları yüz geri denizlere döken, 32


sonra tarihe yeni bir çığır açan Türk kumandanı idi. Çünkü bugün­ kü Rusya'nın yeni talihini Çanakkale muharebeleri tayin etti. Bu yeni Rus rejimi alemin siyasi, iktisadi, toplumsal rengi üzerinde et­ kili oldu. Ben değil, yabancı eliyle yazılmış vesikalar söylüyor. Bü­ tün bunları yapan adam şimdi öz milletini, ana yurdunu düşünüyor­ du. O, günün birinde Samsun'a çıktı ( 1 9 Mayıs 1 9 1 9). Millet tahtında sabahlan müjdeleyen bir çoban yıldızı gibi parladı. Gazi Mustafa Kemal 8 Temmuz 1 9 1 9 gecesi ordu müfettişliğin­ den ve askerlikten istifa etti. Şef, bu yeni vaziyeti hakkında şunları söylüyor: "Resmi sıfat ve salahiyetten uzaklaşmış olarak, yalnız milletin şefkat ve civanmertliğine güvenerek ve onun temiz feyiz ve kudret kaynağından ilham ve kuvvet alarak vicdani vazifemize devam et­ tik." Türk demokrasisinde sade bir vatandaş olmaktan daha kuvvet­ li, daha büyük üstün bir şey yoktur. Büyük Mustafa Kemal, istifasından önce arkadaşlarını topladı. Kendisiyle çalışmak isteyenleri!1 iyi düşünmelerini tavsiye etti. Acele karar vermemelerini, işe başladıktan sonra onu sonuna kadar götünnek icap ettiğini anlattı. Yarı yolda dönmenin millet için, şa­ hısları için çok zararlı ve tehlikeli olacağını izah etti. İşin çok cid­ di olduğunu, şakaya tahammülü bulunmadığını söyledi. Onlar da düşündüler, taşındılar, içlerinden bir kısmı bu büyük işe girişmeye cesaret edemediler. Ayrı kaldılar. Şimdiki Sıhhiye Vekili Refik4 1tte eski Tahran Büyükelçisi Hüsrev5 Beyefendiler Şefe katıldılar. On­ dan ayrılmadılar. Hatta yeni vaziyet içinde Şefe eskisinden daha fazla bağlı, onun emirlerine eskisinden daha fazla itaatkar kalacak­ larını beyan ettiler. Büyük işe başlanıyordu. 1 9 1 9 yılının 23 Temmuz'unda Erzu­ rum'da lise binasında bir kongre açıldı. Buna Türk ihtilal tarihi, "Erzurum Kongresi" diyor. 4 Refik Saydam. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

5 Hüsrev Gerede. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

33


O gün Türk tarihi en büyük eserlerinden birini yaşıyordu. Gazi bu kongre için şunları söyledi: "Tarih bu kongremizi ender ve bü­ yük bir eser olarak kaydedecektir." Çok yerinde bir hükümdü. Erzurum Kongresi her bakımdan ih­ tilalin en büyük eseridir. O, başlı başına bir kitaptır ki, her okunu­ şunda, etrafında her düşünülüşte, uzun görüşlü fikirlere, esaslı kav­ rayışlara tesadüf olunur. O, yalnız vatan müdafaası bakımından de­ ğil, ihtilalin bugüne kadar verimi olan bütün muazzam eserlerin bir programı, bir kaynağıdır. Biz burada onu yalnız vatan müdafaası görümünden inceleyeceğiz. Erzurum Kongresi, 1 ) Milli sınır dahilinde bulunan vatanın bütün kısımları bir bü­ tündür, birbirinden ayrılamaz. 2) Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı millet hep birlikte müdafaa ve mukavemet edecektir. 3) Kuvayi Milliye'yi etkin ve milli iradeyi hakim kılmak esastır. 4) Manda ve himaye kabul olunamaz. Diyordu. Erzurum Kongresi'nin bütün kararları bundan ibaret değildir. Biz burada .doğrudan doğruya vatan müdafaasını alakadar eden kı­ sımları kaydetmiş bulunuyoruz. Kongre kararıyla artık millet dağınık mesaisini teşkilatlandırı­ ffJr. Bütün bir düşman dünyaya birlik halinde karşı koymaya başlı­ yordu. Milletin başına kendi öz soyundan muasır medeniyetin en büyük şefi geçmiş bulunuyordu. : Şimdi yer yer dövüşen millet, yavaş yavaş büyük başın direktif­ lerine göre vuruşmaya başlıyordu. Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi takip etti. Bu kongre Erzu­ rum Kongresi'nden fazla bir şey yapmış değildir. Ancak Erzurum Kongresi bölgesel idi, kısmi idi. Sivas Kongresi bütün milleti ve va­ tanı temsil ediyordu. Bu itibarla Erzurum Kongresi'nin kararlarını

34


vatan çapında bir hale koyuyordu. Sivas Kongresi'nin bütün ehem­ miyeti bundan ibarettir. Yalnız bir hususu ehemmiyetle kaydetmek lazımdır. Zira bu vatan müdafaasıyla yakından alakadardır. Milletin, memleketin bağımsızlığını kayıtsız ve şartsız müdafaaya karar ver­ diği bir anda, Sivas Kongresi'nde bunu bozucu bir teklif ortaya atıl­ dı. Bu, manda teklifi idi. Manda, "vekiilet" manasına gelir. . . Büyük harpten sonra, galipler mağlubiyete uğrattıkları devlet­ lerden, mesela Osmanlı İmparatorluğu'ndan, Alman İmparatorlu­ ğu'ndan ayırdıkları arazileri ve orada yaşayan halkı mandaları altın­ da idare etmek hususunda anlaştılar. Milletleri vekiiletle idare?! Fakat galip devletler bu vekiileti kim­ den alıyorlardı? Onlara bu salahiyeti kim veriyordu? Hepimiz ve herkes bilir ki, vekiileti mal sahibi verebilir? Fakat galipler idareleri altına aldıkları milletlerden böyle bir salahiyet almışlar mı idi? As­ la! Buna, kendi kendine gelin güvey olmak denir. O halde mandanın hakiki manası ne idi? Mandanın hakiki mana­ sı ilhaktı. Bir milleti esir yapmaktı. Galipler bunu açık söyleyemedi­ ler. Çünkü Wilson prensiplerine göre her millet kendi mukadderatını kendisi tayin edecekti. Galipler daha Harbi Umumi içinde bu esası kabul etmişlerdi. Fakat samimi olarak değil, bir propaganda vasıtası olarak kabul etmişlerdi. Sonra utanmış ve daha doğrusu cihan kamu­ oyunu aldatabileceklerini ummuş olacaklar ki, "ilhak" kelimesini te­ laffuz etmeden, hakiki maksatlarına "manda" kelimesiyle nail olabi­ leceklerini düşündüler ve oldular. Fakat yine ilk soru önünde durmak lazım. Mandayı, yani vekaleti, milletleri idare vekiiletini galiplere kim verdi? Her halde idareleri altına düşen milletler değil!.. Bilakis bunlar boyunduruktan kurtulmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar, ya ayaklanıyorlar, yahut hukuki yollarda protestolarla haklarını giderek istiyorlar. Manda salahiyetini galiplere veren Cemiyeti Akvam'dır.6 Güzel, fakat unutmamak lazımdır ki, Cemiyeti Akvam denilen mü6 Milletler Cemiyeti. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

35


essese galiplerin kendi icatlarıdır. Bundan başka, bugün manda ile idare olunan milletler varacakları Cemiyeti Akvam'ın malı mıdır ki onların filan ve filan devlet tarafından vekaletle idare olunmasını uy­ gun bulabilsin?! Görülüyor ki, mandanın hukuki bakımdan bir kıy­ met ve manası yoktur. Bu bir maskedir. Sıyrıldığı zaman onun altın­ da boyunları zincirli esir milletler ve bunları hakimiyetleri altında tu­ tan elleri demir kamçılı emperyalist gözükür. Sivas Kongresi'nde kendini her ne pahaya olursa olsun müdafa­ aya karar vermiş Türk milletine bu teklif olunuyordu. Teklifçilerin başında Bekir Sami, Kara Vasıf, Hami Beyler bulu­ nuyorlardı. Hami Bey görüşünü uzun uzun izah etti. Türk milleti iç­ in Amerika mandasını tavsiye ediyordu! Bunu tavsiye edenler, uka­ laca gerekçeler ileri sürüyorlardı. Mesela, Türk milletinin iktisaden olsun, harsen olsun büyük medeni devletlerden birinin himayesine, desteğe ihtiyacı varmış! Aksi halde yaşamazmış! Fakat, mandanın Avrupa devletlerine verilmesi tehlikeli olur­ muş. Bize çok uzak bulunan Amerika bu hususta tehlikesiz imiş. Bu suretle Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasının önüne ge­ çilmiş olurmuş. Birlik muhafaza edilirmiş vs. ve daha birçok "muş" ve " mış"lar. . . Kara Vasıf Bey o kadar ileri gidiyor ve diyordu ki: "Memleke­ tin ve milletin tamamen kurtulduğunu kabul etsek, farz etsek bile, yine yabancı bir devletin himayesine, desteğine muhtacız." Türk milletini mandaya layık gören, onun mukadderatında söz sahibi olmak isteyen zavallı gafiller, ne Türk milletinin manasını, ne de mandanın mahiyetini bilmiyorlardı. Siyasi tarihin verimlerinden tamamen habersiz idiler. Hele Refet Paşa'nın manda hakkındaki fi­ kirleri bu konuda pek gülünç şeylerdir. Lafın kısası Sivas Kongresi bu teklif ile trajikomik bir sahne arz ediyordu. Türk siyasi tarihini, çok değil, fakat azıcık gözden geçirmiş bir adamın mandanın ne de­ mek olduğunu bilmemesine imkan yoktur.

36


1 877 Osmanlı-Rus Seferi'nin verimi olan Berlin Antlaşması sı­ ralarında Avusturyalılar Bosna-Hersek'i bu manda teorisiyle kendi­ lerine ilhak ettiler. Fakat hiç olmazsa Osmanlı İmparatorluğu'nun rızasını aldılar. Mecburi veya gayri mecburi ortada bir rıza vardı. Bu uzlaşmaya göre Avusturya, Bosna-Hersek'i vekaleten idare ede­ cekti. Fakat biliriz ki, Bosna-Hersek bir daha Osmanlı İmparatorlu­ ğu'na iade edilmedi. Ve nihayet 1 908'de resmen Avusturya ve Macaristan'a ilhak olun­ du. Türk milletinin mukadderatında söz sahibi olmak hakkını kendi­ lerinde bulan bu mandacı (!) efendiler bu kadar yakın bir tarihimizi hilmiyorlardı. Devletler hukuku hakkında çok değil, fakat orta halde fikir sahibi olanlar da pekala bilirler ki, bu manda meselesi hemen hemen bir asra yakın bir zamandır yazarları mel?gfil etmektedir. İngiliz devletler hukuku yazarlarından Lorimer milletleri üçe ayırır: 1 ) Medeniler, 2) Yarı medeniler, 3) Vahşiler. Yazar birincile­ re tam, ikincilere yan bağımsızlık tanır, üçüncüler bağımsızlığa la­ yık değildir. Dikkat edilirse, bugün tatbik edilen manda bu mana da­ hi lindedir. Galiplerin mandası altındaki yarı medenilere az çok ma­ halli bir idare tanıyor. Mahalli bir hükümet taslağı kabul ediliyor. Vahşiler doğrudan doğruya galibin idaresi altındadır. Loriıner vak­ ı iyle yazdığı eserinde bizi de yarı medeniler sırasına koyuvermiştir. Aklına öyle esmiş, öyle yazmış. (Dilin kemiği olmadığı gibi, kalem­ de de dizgin yoktur.) Adamcağızın canı öyle istemiş olacak ki, öyle yazmış! Bol keseden atmış tutmuş ! Hovarda mı hovarda ! Düşünelim bir kere, bizim mandacı efendiler nelerden ve neler­ den gafil bulunuyorlardı. Bunlara hain dememek için ne demeli? ! İsterseniz o kadar ileri gitmeyelim. Fakat bunlara serbesçe cahil di­ yebiliriz a? ! "Felaket içinde başka ne düşünülebilir, ne tavsiye edilebilirdi?" diyenlere cevabımız kısa olacaktır. Milletin, memleketin o günler­ de maruz kaldığı .felaket, esaret tehlikesi idi.

17


Doğrudan doğruya esarete giriftar olmakJa7 kelime farkıyla esa­ rete düşmek arasında bir fark yoktu. Köleliğin iyisi kötüsü olmaz. Kölelik köleliktir . . . Düşmanın yapmak istediğiyle bizim mandacı­ ların teklifleri birbirinin aynı idi. Aradaki fark, kelime farkı idi. O kadar.. Şu halde yapacak şey kendiliğinden bellidir. Nedir? Manda­ yı da ret. Zihinlerin karıştığı bir sırada yine büyük Gazi ortaya atıl­ dı. Vatanseverleri ikaz etti. Tehlikeyi gösterdi. Hakikatleri meyda­ na koydu. Manda teklifleri reddolundu. Düşününüz bir kere, manda kime layık görülüyordu. Türk mil­ letine değil mi? Halbuki o, milletlerin en medenilerinden birisi idi. Ne yazık ki, hiila yeni, yepyeni devletler hukuku kitaplarında man­ da yer buluyor. Yalnız yer bulmuyor, hak bakımından uzlaştırılma­ ya çalışılıyor. En son neşriyat arasında mesela tanınmış Alman ya­ zar Kari Strop'un devletler hukukunda bu tez müdafaa ediliyor; meşru gösterilmek isteniyor. Buna ancak ikiyüzlülük ve ahmaklık inanır; hak hukuk değil! Ne yazık ki, tarihin seyrinde hakkın hu­ kukçular elinde ihtirasın vasıtası olduğunu hüzünle görüyoruz. Bugün ve yarının Türk hukukçuluğuna düşen en büyük vazifeler­ den birisi de, hakkı bir ihtiras vasıtası olmaktan kurtarmak, maskele­ ri yere vurmak, doğruyu göstermek olmalıdır. O, bunu yapabilir. Hiçbir milletin diğer bir milleti ne nam ve ne sıfatla olursa ol­ sun boyunduruğu altına almak hakkı yoktur. Hürriyet ve bağımsız­ lık her kavmin hakkıdır. Hiçbir milletin diğer bir milleti geri gör­ mek ve bu suretle onu manda namı altında veya başka namlar altın­ da istismar etmek salahiyeti yoktur. Her millet kendi mukadderatı­ nı kendi tayin etmelidir. Fakat Türk İhtilali'nin prensiplerinden ilham alan bütün bu gö­ rüşlerim reddolunacak, dinlenmeyecek, mutlaka bu milletin diğer milleti idare hakkından ısrarla bahsolunacaksa, o halde manda ile 7

"Esarete düşmek, uğramak" anlamında. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

38


idare edilmeye değil, diğer herhangi bir milleti mandası altında ya­ �atmaya en salahiyettar millet Türk milletidir. Hem bu laf değil, ta­ rihin hakikat olmuş hadiselerindendir. Türk milleti asırlarca milletleri ve milliyetleri idaresi altında ya­ �attı. Macaristan iki asır, Sırbistan, Romanya dört asırdan fazlh, Yu­ nanistan beş asır, hele Bulgaristan bundan 26 sene evveline kadar tam altı asırdan fazla bir zaman birer Türk vilayeti halinde idare edildiler. Biz bir milletiz ki, 1 8. asrın sonlarına kadar cihanın haki­ ınesi olarak yaşadık. Düşününüz bir kere, bizim mandacı efendilerin gafletini! .. Sırası gelmişken şunu da söylemeliyim ki, 1 9. asır içinde milli­ yetler prensibi teorisini ortaya koyan İtalyalı Manzini'nin tezi çok hücumlara uğradı. Bütün devletler hukuku yazarları kıyametler ko­ pardılar; "Bu tez dünyayı allak bullak edecek" dediler. Bunlar em­ peryalistler, istilacılar hesabına ne derlerse desinler, milliyetçilik prensibi gün geçtikçe kazanıyor. Bir dili söyleyen, bir yerde bir bir­ lik arz eden, kültürü bir, duygusu bir, acısı, saadeti bir olan bir kav­ min bağımsızlık ve hürriyeti reddedilemez haklarındandır. Bu, Türk İhtilali'nin prensiplerindendir. Her millete, her milliyete hür­ metim vardır. Bunun içindir ki, ben milliyetçiyim. Hayatımda yal­ nız bunu duydum. Benliğimi de insanlığı da hep, hep bu kavram iç­ inde, Türk milliyetçiliği kavramı içinde anladım ve buldum. Fakat ne saklayayım; ben Türk olmasaydım, kendimi dünyanın en bahtsız adamı sayardım. Manda meselesinin içyüzü işte bu idi ve bu kadar düşünmeye değerdi. Manda meselesi vatan müdafaası günlerinde ortaya konul­ muş bir tuzak, hatta bir suikast idi. Yok edildi. Türk genci! Unutma ki, bunu müdafaa edenlerin en hararetlile­ rinden bir ikisi Türk değildi. Türk'ü duymasına, onu anlamasına imkan yoktu. Türklüğün Türk olmayanlardan işbaşına getirdiği şa­ hıslardan gördüğü zarar, bütün bir tarihin yürüyüşünde dış düşman­ lardan çektiği ıstıraplardan çok üstündür. 39


Türk genci! Bu sana acı bir hatıra olsun. Sen Türkten başkasına 1 ınanma ... Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Milli i ş­ lerinin başına geçireceğinin şahısta bu kadar mutaassıp ol. Zarar et­ mezsin. Gazi nutkunda: "Kanından olmayanlara inanma" diyor. Yatan parça parça düşerken, millet Mondros Mütarekesi'yle tes­ lim olunurken toplantı halinde bulunan Osmanlı Meclisi Mebusanı, Osmanlı imanı nelerle meşgul bulunuyordu. Oralarda neler cereyan ediyordu. Matbuat ne yapıyordu? Büyük tatlı günlerin kıymetini bilmek için, o acı günleri ara sıra hafızalarda yaşatmak faydalı olur. Osmanlı Meclisi Mebusanı birbirine giriyordu; hükümet indirip lıinu irmekle uğraşıyordu. İstifalar, soru önergeleri birbirini takip ed iyordu. Talat Paşa kabinesi istifa ediyor, İttihatçı reisler kaçışı­ yor, yabancı memleketlere iltica ediyorlar. Orada Ermenilerin taki­ binden kurtulamıyorlar, öldürülüyorlar. İzzet Paşa kabinesi Mond­ ros Mütarekesi'nden sonra istifaya mecbur oluyor. Yerini Tevfik Pa­ şa hükümetine bırakıyor. Meclis'teki Rum, Eımeni, Arap, Türk me­ buslar arasında kürsü üzerinde sövüşmeye kadar varan münakaşa­ lar yapılıyor. Ermeni mebuslar katledilen, tehcir edilen Ermenilerin kanın ı istiyorlar. Rum mebuslardan birisi, bir Pontusçu bütün Türk tarihine hakaret ediyor, Fatih devirleriyle tıpkı bir sarhoş gibi, sar­ hoş naralarıyla alay ediyor, eğleniyor! Türk vatanının istila altına girmesini Allah'ın bir cezası sayıyor! Halep mebusu dayanamıyor, çağırıyor ve "Bir Türk mebus Atina meclisinde bunları söyleye­ mezdi" diyor. Rum mebus oranın adalet ve medeniyet yeri olduğu­ nu Türk kürsüsünde anlatmaya başlıyor! .. Türk milleti milyonlarca şehidini bağrına basarak yeni müdafa­ alara hazırlanırken kürsüsünden bu hakaretleri dinliyor. Ayan daha mesut bir manzara arz etmiyor. Hain padişah tarafın­ dan reisliğe tayin olunan Ahmet Riza Bey reislik kürsüsünden bir •

40


nutuk irat ediyor. Padişahı methediyor. "Artık onun lakabı, sıfatı 'Gazi' değil 'A dil' olacaktır" gibi manasız, tatsız şeyler söylüyor. Açık Türkçesi safsatalarla meşgul oluyor. Bu kadarla da kalmıyor. Bir önerge veriyor, kendi tabiriyle "Ermeni, Rum, Arap kardeşleri­ mizi taktii ve tehcir8 eden, mesut edilmeli, ceza görmelidir" diyor. Hatta daha ileri gidiyor, taktii ve tehcir işleriyle hükümet reis ve er­ kanının "Divanılili"ye değil, doğrudan doğruya Divanıharplere sevk edilmelerini istiyor, sebep olarak da "Divanıali"de muhake­ melerinin uzayacağını, halbuki süratle bitirilmeleri lazım olduğunu ileri sürüyor. Ayan reisi o kadar ileri gidiyordu ki, Kanunu Esasi'yi de tanımıyor. Çünkü vekillerin vazifelerinden kaynaklanan işler de ancak "Divanılili"de muhakeme olunabilirler. Reisin takriri bilhassa Ermeni ayan tarafından takdirle karşıla­ nıyor. Ahmet Riza Bey'i uzun uzun methediyorlar. Bu sırada bu va­ tanı, bu milleti tam ve samimi manasıyla duymuş ve sevmiş bir va­ tanperver ayağa kalkıyor. Bu, Topçu Feriki Riza Paşa Hazretleri'dir. Ahmet Riza Bey'e "Önergeninize Türkleri de koyunuz. Zira onlar da Ermeni. Rum, Arap kardeşleriniz kadar mazlumdur. Hatta onlar­ dan çok fazla zulüm görmüşlerdir. Bu devleti asırlardan beri Türk unsuru yaşatmıştır. Hem de her türlü mahrumiyetler, zahmetler içinde yaşatmıştır. Mazlum dediğiniz Ermeni, Rum, Arap kardeşle­ riniz Türklere çok eza ve cefa etmişlerdir. Onlar da mesul edilme­ lidir" diye bağırdı. Ahmet Riza Bey bu hitaptan, bu çok yerinde tekliften müteessir oluyor. Paşa'ya teessüf ediyor. Tabii teessüf kendisine iade ediliyor. Ahmet Riza Bey Türk kelimesini koymamakta, bunun lüzumsuz olduğunda ısrar ediyor. Riza Paşa en lüzumlu kaydın "Türk" oldu­ ğunu söylüyor, münakaşa alevleniyor. Her kafadan bir ses çıkmaya başlıyor. Ermeni ayan, Ahmet Riza Bey'in katılmasıyla haykırıyor. "Önergeye 'Türk' kelimesi konacaksa, Osmanlı İmparatorluğu'nda8 Tak t i i ve ıeheir:

Öldürme ve zorla göç etıirme.

( K aynak

Yayıııları'ııın not u . ) 41


ki bütün unsurları saymak ve kaydetmek. 'Türk'ten sonra 'Çinge­ ne'yi de ilave etmek lazımdır" diyor. Milletimiz ve milliyetimize bu kadar hakaret ediliyor. Hem nerede? .. Meclisi Mebusan'da ve A yanda! .. Nihayet şöyle bir formül bulunuyor. "Ermeni, Arap, Rum" ka­ yıtları kaldırılacak, "Osmanlı" denecek, Ahmet Riza Bey ve Erme­ ni güç hal buna razı oluyorlar. Riza Paşa Hazretleri'ne de bu şekli kabul etmesi tavsiye olunuyor . . . O kabul etmiyor. . . Türk kelimesini koymaktan niçin korktuklarını soruyor. Fikrin­ de sebat ediyor. Nihayet teklif oya konuyor. "Osmanlı" tabiri kabul ediliyor. Riza Paşa Hazretleri'ne teklifinin reddolunduğu ve yalnız kaldığı tebliğ olunuyor. Paşa Hazretleri cevabında: "Ne yapayım, zararı yok, ben Türk milletiyle beraber kaldım" diyor . . . Türk genci! Riza Paşa yalnız kalmadı. O, Türkün gönlünde ve bütün bir Türk tarihinin içinde yaşıyor ve yaşayacaktır. Ne yazık ki tek başına beraber kaldığı Türk milletinin zafer gün­ lerini görmeden öldü. Fakat o, ölmedi. Nur yüzlü ihtiyar Türk mezi­ yetini saygı ile anıyoruz ve unutmuyoruz. "Meclisi Mebusan" karış­ makta devam ediyor. Aydın Mebusu Veli Bey kürsüye çıkıyor. Bugün harp kabinelerini Meclis'in tuttuğundan, halbuki harp kaybedilmiş olduğundan yeniden seçim yapılması, milletin itimadının yeniden te­ celli etmesi lazım geldiğinden bahsediyor. Şunu bunu eleştirmekle, şunu bunu itham etmekle vakit geçir­ menin doğru olmadığını, müddeti biteli bir seneden fazla olan Me­ busan'ın kendini yeniden milli idarenin tecelliyatına arz etmesi icap ettiğini söylüyor. Veli Bey'in birçok yerinde görüşleri gürültülere boğuluyor. Ni­ hayet Tevfik Paşa kabinesi o vaktin tabirince bir "iradei seniye" ile Mebusan'ı feshediyor. Giden meclise kimse acımıyor.

42


Şurası muhakkak ki, saati çalındığında üzerine düşen vazifeyi yapmayan bir varlığı, mahiyeti ne olursa olsun, bir hain dağıtsa da kimse müdafaa etmez. Meclis, Veli Bey'i dinleseydi, hain Vahdet­ ıin'in eliyle dağılmak şerefsizliğinden kurtulmuş olurdu. Tevfik Pa­ şa kabinesi yerini hain Ferit'e bıraktı. Matbuat daha fena bir man­ zara arz ediyordu. Bilhassa Türk olmayan matbuat. . . Bunlara başında Ali Kemal, Peyam-Sabah da katılmış bulunu­ yordu. Osmanlı İmparatorluğu her bakımdan son günlerini yaşıyor­ du. Fakat onun enkazı üstünde yeni bir devlet kurulacaktı. Bu, ye­ ni Türkiye Cumhuriyeti idi. Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın feshinden bir seneden fazla süren bir zaman sonra, Anadolu'daki milliyetçilerin talebiyle Vahdettin son "Meclisi Mebusanı Osmani"yi toplamaya razı oldu. Ali Riza Paşa ka­ binesi işbaşına geldi. Ve seçimlere başlandı. Bu meclis kısa bir müd­ det çalışabildi . Edime Mebusu Mehmet Şeref Bey verdiği bir öner­ geyle hain Ferit'in divanıaliye sevkini istedi. Bu meclisin mühim kararlarından birisi de "Erzurum Kongre­ si"nin tespit ettiği "Milli Misak"ı resmen kabul etmek oldu. Niha­ yet 1 6 Mart günü İstanbul baştan başa işgal olundu. Düşman dev­ letler zabıtası Millet Meclisi'ne girerek milletvekillerinden birçoğu­ nu tutukladılar. Meclis kordon altına alındı. Kalan üyeler bu şartlar dahilinde çalışmak mümkün olmadığından, faaliyetlerini tatil etti­ ler. Şehzadebaşı'nda Mehmetçiklerin kanına girildi. Onları saygıy­ la anıyoruz. Bu işlerde hain Halife Vahdettin'le hain damadı Ferit'in düşman­ lar\a beraber olduğunda şüphe yoktur. 1 920 yılının 23 Nisan günü Ankara'da yeni Türk devletinin ilk büyük meclisi açıldı. Bütün memleketin mukadderatına hakim ol­ du. Gün geçtikçe çete teşkilatına nihayet veriliyor, muntazam ordu­ lar vücuda getiriliyordu. İşte bu sıralarda "vatan müdafaası" müş­ kül ve tehlikeli anlarından birini daha geçirdi. Bu. "Çerkez Etem"in düşmanlara katılmasıyla neticelendi. 43


"Türk Demirci Efe" ile "Türk Y örük Ali Efe" Çerkez'in bütün al­ datmalarını reddettiler. Ona katılmadılar. Düşmana ilticadansa, Türk tarafının dağlarında ölmeyi tercih ettiklerini bildirdiler. Türk kanı böyledir. Hakkın, şerefin, bağımsızlığın o kadar aşığı­ dır ki, ölümü, yabancı eliyle kurtulmaya bin kere tercih eder. Bütün bu duygular bir milletin yaşamak kabiliyetinin en kuvvetli işaretle­ ridir. Bu duygularla yaşayan bir milletin yenilmek imkanı yoktur. Biliyoruz ki, Napoleon gibi bir harp dahisi, ilk defa başını Ak­ ka önünde mağlubiyet taşına vurdu. Sersem sersem Mısır'a kaçar­ ken, "Türk öldürülebilir, fakat yenilemez" dedi. Ben buna küçücük bir kayıt ilave etmek istiyorum. Napoleon'un görüşü doğrudur. An­ cak Türk öldürülürken de öldürmesini bilir. Bedava ölmez. Elleri­ miz armut toplamıyor a . . . Size bir Türk kahramanının eski bir menkıbesini söyleyeyim. l 898'de "Kandiye"yi Avrupa devletleri işgal etmişlerdi. Katliam töhmetiyle zanlılardan Ali Onbaşı yabancı divanıharp kararıyla ida­ ma mahkum edildi. Elleri kelepçeli darağacının altına getirildiği zaman kendisinden bir şey isteyip istemediği soruldu. B i r bardak su istedi. Getirildi. Su kendisine uzatıldığı zaman kelepçeli kollarını kaldırdı, şiddetle suyu uzatan İngiliz neferin başına indirdi ve onun ölüsünü darağacının altına serdi. Sonra cesedin üstünde asıldı. Nasıl, Türk öldürülürken öldürmesini biliyor mu? Burada mevzu olan, lalettayin bir nefer değildir. Bütün bir hak­ sızlığın başına indirilen demir kelepçedir. Türk genci ! Ali Onbaşı sana şanlı bir hatıra olsun ki, kanını taşıdığın soy en sıkışık bir zamanda elleri kelepçeli olsa bile haksızlığın başını bi­ leklerindeki demir bağlarla, hana ayaklarındaki bukağılarla ezme­ ye muktedirdir. Bunlar laf değil, hayali aşmış hakikatlerdir. Tevfik Paşa hakkında bir rivayet var. Güya büyük bir vatanper­ verlik göstererek Londra Konferansı huzurunda sözü Ankara heye44


tine bırakmış. Yine bir tesadüf eseri olarak milli heyet içinde bulu­ nuyordum. İzmir Mebusu sıfatıyla . . . Tevfik Paşa sözü milli heyete bırakmadı. O ihtiyar haliyle uzun uzun söyledi ve yalnız hilafet ve saltanat haklarını müdafaaya çalıştı. Sanki memleketin o badireli günlerinde uğraşılması ve kurtarılması lazım gelen yalnız bu iş var­ mış gibi. Sanki hilafet ve saltanat kurtarılması lazım pek ehemmi­ yetli bir şeymiş gibi . . . Bence bilakis memleketin, milletin kurtarılması için dış düşman gibi hilafetle saltanatın imhası lazımdı. Tevfik Paşa'nın esasen sözü Ankara'ya verdirmiş olması söz konusu edilemezdi. Çünkü Ankara'yı konferansa devletler davet ediyordu. Ankara oraya söz söylemek için gitmişti. Londra Konferansı'nda Tevfik Paşa'ya vatanperverlik hesabına düşen şey, memleketi, milleti hakkıyla temsil eden Ankara delege­ lerinin huzurunda sükfit ederek çekilip gitmekti. Böyle büyük tari­ hi rolleri yapmak her yiğidin karı değildir. Tevfik Paşa da yapamadı. Ve tarihe bir nam bırakamadı. Kosko­ ca bir fırsatı kaçırdı. Konferans sonunda Ankara delege heyetinin reisi Bekir Sami Bey arkadaşlarının bütün muhalefetine rağmen milli hükümet na­ mına bir sulh mukavelesi imzaladı. Bu mukavele milli davaca takip edilen esaslara külliyen muhalif idi. Sevr Antlaşması'ndan farkı, şekli değişikliklerden başka bir şey değildi. Ankara'ya dönüldüğün­ de Meclis bunu reddetti. Az kalsın Bekir Sami Bey İstiklal Mahke­ mesi'ne veriliyordu. Yine Büyük Şefin şefaatiyle kurtarıldı. Londra Konferansı'nda millicilerin prestijini, kredisini kırmak için, millicilere Sevr Antlaşınası'nı asgari değişikliklerle kabul ettir­ mek için Yunanlılar Büyük Millet Meclisi'nin muntazam ordularına İnönü'nde bir taarruzda daha bulundular. Buna tarih " İkinci İnönü Muharebesi" diyor. Yunanlılar burada bir daha mağlup oldular. Bir müddet sonra "Altıntaş"tan sökün eden Yunan taarruzu ba­ şarılı oldu. Büyük Millet Meclisi orduları ta Sakarya önlerine kadar 45


geri çekildiler. Yine büyük ve mühim bir vatan parçası düşman is­ tilasına uğradı. Hele bir aralık Ankara bile müşkül anlar geçirdi. Hiç unutmam, top sesleri şehir içinde duyuluyor, düşman tayya­ releri şehri bombardıman ediyorlardı. Bir taraftan top sesleri ortalığı çınlatırken, diğer taraftan Büyük Millet Meclisi önündeki bando İstiklal Marşı'nı çalıyordu. Şimdi res­ mi marşımız olan bu havanın şu parçası dikkate değerdir: "Doğacaktır sana vaadettiği günler hakkın Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın. "

Millet, Türk milleti, başına üşürülen demir, ateş y�ğmuru içinde usanmadan, ümit kesmeden, geleceğini böyle görüyor, ona böyle ina­ nıyordu. Millet aldanmadı; geleceğini umduğu, dilediği gibi buldu. Sakarya önüne geri çekilen millet orduları cidden çok müşkül bir vaziyette bulunuyordu. Vesaitsizliğe, parasızlığa, firariler de ek­ leniyordu. Hem ordularının maneviyatını takviye etmek, hem de vaziyeti yakından görmek için Millet Meclisi kendi üyeleri arasın­ dan seçilmiş heyetleri Sakarya'da toplanmış olan Türk askerlerinin içine gönderdi. Bu heyet üyeleri içinde ben de bulunuyordum. Hiç unutmam, bir gün akşama yakın, grup kumandanlarından Halit Paşa merhumun çadırına vardık. Paşa o vakit bey- bizi kar­ şıladı ve ağırladı. Arkadaşlar arasında Konya Mebusu Vehbi Hoca da bulunuyordu. Halit Paşa'ya hitaben: "Oğlum, biz sizi buralarda değil, İzmir içinde, hiç olmazsa İz­ mir önlerinde ziyaret etmek isterdik" dedi. Halit Paşa bu hitaptan çok üzüldü ve Hoca'ya hitaben: "Rica ederim, zaten yaralarımız çok derin, onlara siz de bir avuç tuz katmayınız! Siz ne zannediyorsunuz? Düşman, Türk ordularıy­ la mı dövüşüyor? Asla! Düşman, Türk ordularının cenazesiyle mu­ harebe ediyor. Lakin bu cenaze yarın dirilecek, düşmanı yerden ye­ re vuracaktır. Anlamadığınız işlere karışmayınız! " dedi ve çadırı terk ederek çıktı gitti. •.

46


Hakikat, saati çalınca Paşa'nın dediği gibi oldu. Biraz sonra Sa­ karya önünde dünyanın en büyük muharebelerinden biri oldu. Ana­ dolu'nun, bu öz anavatanın çöllerine kadar sürülen bir millet, Türk milleti, kadın erkek, çoluk çocuk, yelesi dimdik dikilmiş aslanlar gi­ hi şahlandı. Gazi Başkumandan başa geçti. Dünya birbirine karıştı. Kan gövdeyi götürür bir hal aldı. Mehmetçikler boyuna vuruyor, süngülüyor, boğuşuyordu. Toplar ortalığı sarsıyordu. Geceli gün­ düzlü günlerce dövüşüldü, dövüşüldü . . . Türkiye'de harp olacak Tarihlere şan olacak Bu yerlerde düşman değil Türk milleti han olacak! . .

Pek şanlıyız ! İstihkôma indirdileı� Kanlı gömlek giydirdiler Malum olsun anneciğim, Bir oğlunu öldürdüler. Pek şanlıyız! Ankara 'da demiryolu Diişman aldı sağı solu A.,çkerim çok, cephanem yok. Yetiş Kemal Paşa kolu! Pek şanlıyız! Kır atı nallatırım. Dağda taşta oynatırım. Bütün Yunan karşı gelse, Tek nalına çiğnetirim . . . Pek şanlıyız! 47


Havası, o günlerde milletin savaş destanı idi. Nihayet Sakarya Meydan Muharebesi'nde düşmanı yüz geri etti. Ve ondan sonra bir daha vatanın içine doğru ilerleyemedi. Muharebe günlerinde ben yağmurlu havalarda, ıssız geceler içinde hanımların hanımını gör­ düm. Bu, Türk hanımı idi. Omuzunda çaput parçalanna sanlı yavru­ cuğu ağlıyo, o, kağnısıyla cepheye cephane çekiyordu. Cephaneyi yağmurdan, yavrusundan fazla örtmeye çalışıyordu. Sakarya, dünyanın belki de en büyük maddi ve hele şüphesiz ma­ nevi muharebesi bu şartlar içinde Türkler tarafından kazanıldı. Türk genci! Böyle en elverişsiz şartlar içinde muharebe kazanmak senin milli tarihine yabancı şeyler değildir. Alpaslan, Malazgirt Muharebesi'nde iki yüz elli bin kişilik bir Bizans ordusunu yirmi bin kişilik bir süvari kıtasıyla imha etti. İm­ paratoru esir aldı. Kılıçarslan, bir milyon Haçlıyı kılıcının ağzı yamuluncaya ka­ dar kesti, kırdı, geçti . . . Fakat Sakarya, zamanın siyasi, toplumsal, iktisadi, askeri şartları göz önünde tutulursa, bence dünyanın en büyük eseridir. Sakarya'da yalnız Yunanlılar yenilmedi. Bütün bir düşman dünya yenildi. Sila­ hıyla, servetiyle, askeriyle, bütün varlığıyla yenildi. Harpten Sonra Tarih adındaki eserinde Amerikalı "Simond" bu­ nu böyle anlıyor.. Şuracıkta yeri gelmişken:

Biz Altıntaş'tan Sakarya önlerine çekilirken Yunan Kralı yahut Yunan Orduları Başkumandanı Papulas şunları söylemişti: "Muharebe meydanlarında Mustafa Keınal'i çok aradık, fakat kendisine rastlayamadık! " Bu atıp tutmanın cevabını Türk Başkumandanı verecektir. Biraz bekleyiniz. 48


Bir mühim noktayı daha söylemek isterim: Biz Sakarya'ya çekilirken Meclis'te muhalefet rahat durmuyor­ du. Bin bir müşkülat çıkarıyordu. Milli varlık ciddi tehlikeler geçi­ riyordu . . . Bu aralık her müşkülü halleden Büyük Şefin sesi yük­ seldi; gönüller ferah buldu, kalpler de kuvvet. . . Şef, "Düşman, vatanın mukaddes ocağında boğulacaktır" dedi. Hatta şairimiz Mithat Cemal'in: "Ölmez hu vatan, ölse de hatta Çekmez kürenin sırtı bu tabutu cesimi"

mısrasını okudu. Bozguncuların ağızlarını tıkadı. 26 Ağustos 1 922'de Büyük Taarruz başladı. Afyon dağlarından demir eldivenli yumruğu kafasına yiyen düşman "Dumlupınar Meydan Muharebesi"nde imha edildikten, Başkumandanı "Triko­ pis"i esir verdikten sonra hemen yok oldu. O vakit Türkün Gazi Başkumandanı haykırdı: "Türk orduları, ilk hedefiniz Akdeniz'dir! " Millet orduları, rüzgarlardan fazla bir süratle vatanın her tarafı­ ııı düşmandan temizlediler. İzmir içinde Akdeniz önünde göründü­ ler. Bütün düşmanlar vatanı öz evlatlarına bıraktılar. Fransızlar, İn­ gi lizler, İtalyanlar işgal ettikleri yerlerden çıktılar. Türk Başkumandanı size yukarıda kaydettiğim atıp tutmanın cevabını şimdi verdi ve "Muharebe meydanlarında Yunan Kralı'nı ı,:ok aradım, fakat bulamadım. Bütün tacidarlar gibi o da memleke­ ı inin en felaketli anlarında milletini bırakarak kaçtı" dedi. Hakaret hir kaya parçası gibi suratlara atıldı. Türk genci!.. Vatan böyle kurtuldu. Sevr böyle parçalandı. Yeni Türk devleti Lozan Antlaşması'yla böyle tesis edildi. Yeni eseri bütün azametiy­ le Şef sana emanet etti. Sen bunu bekleyeceksin. Ruhunun kuvve­ ı iyle bekleyeceksin. 49


Ordularına bak, dünyadan büyük bir tarihi, alevden bir bayrak gibi elinde taşıyor. Bu bayrak ve bu tarih hep yükselecek ve hep ya­ zacaktır. Seni yazacak, seni anlatacaktır.

50


LONDRA KONFERANSI HAKKINDA•

Mahmut Esat Bey (İzmir): Efendiler, önünde bulunduğumuz bu büyük meseleyi halledebilmek için, her şeyden evvel, acizane kana­ atime göre, maddi vesikalara dayanmak lazımdır. Maddi vesikalara dayanmadıkça bu mesele hakkında bir karar vermek, yine acizane kanaatime göre, bu büyük mesele önünde hisle hareket etmek olur. Muhterem hükümetimizin bize verdiği vesikalar, tamamıyla bu me­ seleyi olumlu bir surette hallettirebilecek bir mahiyette değildir. Fa­ kat olumsuz bir surette hallettirebilir. Efendiler, acizane kanaatime göre, BMM ve her vakitten büyük Türkiye'miz bir İngiliz manevra­ sı karşısında bulunmaktadır. İngilizler, silahla ellerinde oyuncak et­ tikleri Halife'nin nüfuzunu, biliyorsunuz ki, buraya sokamadılar. Bu kanaati hasıl ettikten sonra, ellerinde oyuncak olan ve bu memleke­ tin mukadderatıyla oynayan Halife'nin nüfuzunu her vakitten kuv­ vetli olan Anadolu'muzun . . . tekrar sokmak ve bu suretle Anado­ lu'da teşekkül eden hükümetimizi yıkıma uğratmak isterler zannedi­ yorum. Efendiler, önünde bulunduğumuz dava, acizane kanaatime göre, bir Yunan meselesi değildir. Bir Yunan-Türk meselesi değildir. Hatta, İngiliz-Türk meselesi de değildir. Bir Doğu davasıdır. Bu Do­ ğu davası önünde İngilizlerin bizimle kolay kolay uyuşabilmek im­ kanı yoktur. Nitekim, bizim istediğimiz, Misakı Milli'de istediğimiz �artlar İngilizler için o kadar ağırdır ki, bunları kabul ellikleri takdir' TBMM Gdi Celse lubıtları, c. l , Türkiye İ ş Bankası Kültür Kayınlan, Ankara, 1 985, s.388-389. Mahmul Esat Bey, bu koııu�ıııasını Türkiye Büyük Millet Mcc­

lisi'niıı 5 Man 1 92 1 tarihli oturumunda yapmıştır.

51


de her vakitten kuvvetli bir Türkiye'nin kurulacağından şüpheleri kalmaz. O Türkiye hiçbir zaman feragat etmediği hilafet hakkını. . . ve Halife'nin elini tuttukça İslam dünyasının Türkiye'ye yönelmiş olması ve bu suretle İngilizlerin bugün nüfuzu altında bulunan mil­ yonlarca İslamların bize doğru yönelmeleri demektir ki, bu, İngiliz siyasetinin Doğu'da iflasından başka bir şey değildir. Bu büyük me­ sele önünde İngilizlerin bizimle kolay kolay uyuşmayacaklarını zannediyorum. Yalnız, bu davayı doğrudan doğruya silahla hallede­ meyeceklerini belki anlayan İngilizler, İstanbul'a nüfuz ederek, bizi tanımayarak Londra Konferansı'na götürmeyi, manevi bir çöküş iç­ inde bırakmayı pek arzu ediyorlar. Eğer bizimle uyuşmak isteseler­ di, doğrudan doğruya bize müracaat ederler ve bizi oraya çağırırlar­ dı. İngilizler ve Avrupa pek iyi takdir eder ki, Türkiye'yi temsil eden, Anadolu'dur. Hukuk teorileri de böyle söylüyor. İngilizler, tamamıy­ la bunu takdir ettikleri halde bize müracaat etmiyorlar, bizim müker­ reren vuku bulan müracaatlarımızı nazarı itibara almıyorlar ve gidi­ yorlar İstanbul'da onları tanımayan, yani Sevr Antlaşması namı ve­ rilen . . . güçten düşmüş İstanbul'a müracaat ediyorlar ve onlar vası­ tasıyla bizi davet ediyorlar. İstanbul'un hiçbir hakkı kalmamıştır. Bugün, alelade, Trabzon'da Hacı Veli Ağa'nın tesis edeceği hükü­ metle İstanbul'da tesis olunan Tevfik Paşa hükümeti arasında kati­ yen bir fark yoktur. Hukuk bakımından fark yoktur, efendiler. Olsa olsa, İstanbul Halife'nin tarihi hukukuna dayanmaktadır. Fakat efen­ diler, ilk kanunu esaside, yani 93 Kanunu Esasisi'nde bu varit olabi­ lirdi. Sonradan, 1 908 İhtilali'nden sonra Halife'nin bir tarihi hukuku kalmamış ve hükümet icrası salahiyeti de 1 908 İhtilali'yle hukuken ve tamamen millete intikal etmiştir. Dolayısıyla bu suretle teşekkül eden Anadolu hükümeti önünde İstanbul hükümetinin mahiyeti kal­ mamıştır. Muhterem hükümetimizin kanaatini bilmem. Fakat bu noktadan hareket ederek diyebilirim ki, bendeniz, bugün Tevfik Pa­ şa buraya gelmi� olsa, bendeniz, misafireten alıkoymam ve hukuk

52


bakımından hapishaneye götürürüm. Kendilerine karşı hürmetim haki kalmak şartıyla. Fakat, her şeyden önce memleketimin menfa­ atı, hukuku, kanunlarıdır muhterem ve itaat edilecek olan. Efendiler, Scvr Antlaşması memleketimizi, kısacası milletlerarası bir sömürge vaziyetine (mahiyetine) koymaktadır. Bu suretle ifade edilebilir. İn­ gilizler ve Avrupalılar belki bundan bazı noktaların lehimize halle­ dilmesini kabul edebilirler. Bu milletlerarası sömürge haline koyan antlaşmadan, hatta yine o antlaşma icabınca bütün limanlarımız da ınilletlerarası bir koloni halindedir. Çin'de ve Afrika'da olduğu gibi ne kadar fedakarlık ederlerse etsinler, bizim onlarla uyuşmak imka­ nımız yoktur. Çünkü biz kapitülasyon istemiyoruz. Biz, Misakı Mil­ li ile tayin ettiğimiz hudutlar içinde, tarih önünde hür ve bağımsız yaşamaya her milletten fazla layık olan biz Türkiyeliler, orada hür ve bağımsız kalmak istiyoruz. Avrupa'nın bu katiyen işine gelmez. Biraz evvel arz ettiğim gibi, Doğu meselesinin düğümü buradadır. Dünya değişiyor, İngiltere Kralı'nın tacı tepetaklak oluyor. Dolayı­ sıyla bendeniz, Londra'ya gitmek taraftarı değilim. Londra'ya gidil­ diği takdirde Anadolu hükümeti zaafa uğruyor demektir. Bugün yal­ nız Anadolu Türklerinin değil, hakkını Avrupa'nın yüzüne haykıran Anadolu hükümetidir.1 Bunun için gidilmesin. İngilizler Halife vasıtasıyla bizi en zayıf noktamızdan vurmak istiyorlar ve bu Anadolu hükümetini dağıtmak istiyorlar. Biraz ev­ vel de arz ettiğim gibi, İngilizler tekliflerinde halis olsalardı, hükü­ ınetin mükerreren vuku bulan taleplerine karşı tereddüt etmezlerdi. Onlar bizi mutlaka İstanbul ile beraber istiyorlar. Onlar biliyorlar ki, İstanbul onların emeline uyacaktır. Bu suretle bizi bir ikilik ya­ ratacak vaziyette bırakacaklardır ve dolayısıyla meseleyi lehimize halletmeyeceklerdir. İngilizler, istediği şekil ve surete koyacaklar­ dır. Bendeniz bu kanaatteyim ve memleketimin selametini Avru­ pa'ya gitmemekte görenlerdenim. 1 Cümle zabıtta bu şekildedir. (Kaynak Yayınları'nın noıu.)

53


İLERİ! .. *

İki günden beri taarruza başlayan düşmanın büyük kuvvetleriy­ le yiğit askerlerimiz arasında Yenice, İnegöl, Yenişehir havalisinde şiddetli çarpışmalar cereyan etmektedir. Büyük Mehmetçiklerimiz bu mübarek atalar yurdunu düşmana insanlığın üzerinde kahraman­ lık dersleri vererek müdafaa etmektedirler. Son günlerde siyasi müzakerelerin halledemediği sevgili Türki­ ye'mizin ve büyük Türklüğümüzün talihi silahların gücüne havale olundu. Üç yıldır hak için, Türk milletinin, Türkiye'nin istiklal hak­ kı için çekilen Türk kılıcı şu saatte kadim aşinası olan tarihinin önünde büyük borcunu yerine getirmektedir. Denebilir ki, bin sene­ den beri Türk'ün silahı bugünkü kadar şuurlu, mefkureli, milli bir yolda çekilmedi. Bugün vatan cephesinde düşman önünde saf saf dövüşen Türkler ellerinde Allah'ın mübarek intikam kudretinin hi­ maye ettiği silahı Türkiye'mizin ve Türklüğün hakkı, Türk tarihinin şerefi için işletiyorlar. Metin imanları, saf ve pak vicdanlarıyla Al­ lah'ın huzurunda duran bu şanlı vatan müdafileri Türklük için ve bütün esir ve mazlum milletler için Tanrı'nın insanlara tanıdığı en aziz bir hak olan hürriyet ve bağımsızlığı istiyorlar. Ne büyük ve ne şerefli bir mücadele yarabbi! Mağlup düşman çekildiği yerlerde her şeyi, kadını, ihtiyarı, ço­ cuğu ve bütün bir mukaddesatı kana, kıtale, ateşe verirken, şimdi önünde hakkın ve adaletin timsali olarak yükselen Türk tarihi, bin*

Anado/u'da Yenigiiıı, i l

54

Temmuz 1 92 1 , Numara: 656-276. s. I .


lerce yıllan velveleleriyle taşıyan bu tarih, Mehmetçiğin ruhunda canlandı ve yürüyor. Bütün bir Türk dünyası ruhen ve manen bu ta­ rihin, bu büyük Mehmetçiğin yanı başında vakar ve muhabbetiyle hayat için, bağımsızlık için yürüyor . . . İleri! .. Uzak yollarda kalan İzmir, Trakya, yeşil Bursa, baharlara küsen hülbülleriyle, çamlı bellerde kuruyan çağlayanlar başında, laleleri sümbülleri solan yamaçlarda ağlayan öksüzleriyle, kızlarıyla, dul­ larıyla, esaret zulmetlerini yırtacak ay yıldızı, karanlıkları yakacak al bayrağı, hasretle, gözyaşlarıyla, hıçkırıklarla bekliyor . . . İleri!.. İleri!.. Ey önünde asırların önünde hürmetle boyun eğdiği kah­ raman ırkımın yiğit altın ordusu. Hak ve hürriyet seni bekliyor! Kahraman cetlerimin memleketler alan silahlarıyla yavaş yavaş türbelerinden çıktıklarını görür gibiyim . . . Dünyaları kendilerine dar gören Yavuz'lar, Fatih'ler yattı.klan mübarek toprakların kurtuluşunu gözlüyorlar. Çanakkale'de yatan cesur kardaşlar şimdi kemiklerine yapışmış silahlarıyla titreşiyorlar. Çiğnendiğimiz yeter, gelin, uyu­ duğumuz topraklan, esir Türkleri kurtarın diyorlar . . . İleri!.. Her vakitten büyük ve aziz Türkiye'miz hak ve hürriyet için, hak ve bağımsızlık için döğüşüyor. Bu, dünyanın tarihinin kaydet­ ıiği en şanlı mücadelelerdendir. Davamız Allah'ın ve insanlığın önünde açık ve paktır. Matemli tarihimiz, hak ve hürriyet bizi bek­ liyor. İleri!.. İzmir Mebusu Mahmut Esat

55


YAŞASIN TÜRKİYE! .. *

Y üce Mehmetçikler, bu aziz ve her zamandan büyük mübarek atalar yurdunu katil ve kanlı düşmanın son saldırıları önünde, kük­ remiş, yeleleri dimdik olmuş aslan sürüleri gibi müdafaada devam ediyorlar. Yaşasın Türkiye!.. Türk tarihinin, Türk milletinin manasını görür ve duyar gibiyim. Biz o milletiz ki, tarihimizin her büyük hadisesi milletler için bir ağabeydir. Hakikaten eski ve yeni yılların hikayelerini naklettiği ır­ kım, dünyanın kahramanlık, şeref ve fazilet düsturlarını ortaya ko­ yan Tanrı gücüdür. Metin olalım! Bütün bir Türk dünyası, emelle­ rinin husulünü bizim zaferimize bağlamış bütün bir mazlum insan­ lık, mazlumlar Asya'sı, aziz yurdumuzun bütün mukaddesatı, hak ve hürriyeti, her şeyi, gözlerini, yaşlı gözlerini bizlere çevinniş, inanıyor ve bekliyor. . . Muhtelif devletlerini, manevi ve maddi muhtelif müesseselerini Türk'ün hareketiyle feda eden tarih boş yapraklarını açtı ve bekli­ yor. Yolların açık, binlerce yılları söyleyen hak tarihinin aksettiği yalın ve parlak kılıcın keskin olsun kahraman ırkım! .. Metin olalım! Biz tahammül, sabır, cesaret ve metanet manasını ifade eden bir soyun nesliyiz! Türk neslindeniz! .. Ordumuz, Tanrı'nın mübarek hi­ maye eline dayanan yiğit ordumuz demir gibi dövüşmekte, içerile­ re doğru çektiği düşman ordusunun Anadolu önlerinde mezarını kazmaktadır. Y ıllardan beri sevgili Türkiye'mizi ve Türklüğümüzü saran karanlıkları yırtacak nurlu güneşin doğuş saatinin çalma an­ ları artık uzak değildir. Buna inanalım ve çalışalım. *

Anado/u'da Yenigün, 24

56

Temmuz 1 92 1 , Numara: 668-288. s. I .


Metin olalım! Bütün milletler tarihlerinde müşkül ve çok mü­ him anlar geçirdiler. Almanlar, Fransızlar, İ talyanlar, Baıı'nın bu üç hüyük milleti büyük büyük tehlikeleri başardıktan sonra dünya on­ lara büyük millet dedi. Fransa Kralı XVI. Louis, saray gibi vatanına ihanet ederek ya­ hancı milletlerin ordularını kendi taç ve tahtını muhafaza hırsıyla Fransa'ya soktuğu gün Fransızlar, Fransız İnkılabı çok büyük tehli­ keler içinde kaldı. Ama inkılaptan, vatan, milliyet ve hürriyetten iman ve kanaati emin Fransız milleti azminde, iradesinde hiçbir ufak tereddüde düşmedi, sebat etti, yürüdü ve kazandı. Hürriyet ve bağımsızlık gibi bütün insanlıkça en mukaddes ta­ nınmış hak için, insanı hayvandan farklı kılan ve ayıran bu iki aziz imtiyaz için dövüşen sevgili Türkiye'miz de sebat edecek, çalışacak ve kazanacak. Yaşasın Türkiye! .. İtimat ve cesaretle daima ileri! İ kinci Sultan Murat "Yama" Mu­ harebesi'nde, Üçüncü Sultan Mehmet "Eğri" 1 kanlı savaşında ne hüyük, ne müşkül anlar yaşadılar. Düşman eline esir düşmek tehli­ kesine maruz kalmışken, metanet, sebat yolunda en büyük zaferle­ ri kazandılar! Birincisi Macar Kralı'nın başını Türk mızrağına tak­ t ı . İkincisi "Eğri" gibi bir kaleyi Türkler saltanatına kattı. Tarih diyor ki: Türk ve hürriyet, bunlar birbirinin iki ezeli aşığı­ dır, ayrılamazlar; ayrıldıkları gün manaları kalmaz ve ölürler. Ha­ yır! Biz Türkler ölmek istemiyoruz. Vatanımızın yaslı kıyafetiyle Allah'ın ve insanlığın önüne koyacağımız davamızda hakkımızı Al­ lah'ın ve insanlığın vicdanı huzurunda seller gibi kan dökerek isti­ yoruz. Anadolu'nun içlerine çekilsek de, yeryüzünde bir tek Türk kalsa da, bu açık hakkımızdan vazgeçemeyiz. Vatan, mukaddesat, tarih, kahraman cetlerimiz titriyor. Dünya ve fazilet titriyor. Türk'e esaret zincirleri vurulamayacak diyor. Ya­ şasın Türkiye! .. İzmir Mebusu Mahmut Esat 1

Erlau. (Kaynak Yay İ nları'nın notu.)

57


CEPHEDEKİ GELİŞMELERLE İLGİLİ HAZIRLANAN RAPOR HAKKINDA•

Mahmut Esat Bey (İzmir): Muhterem efendiler, Rıza Nur Beye­ fendi ile Vehbi Bey'in beyanatından sonra, bendenizin fazla bir şey söyleyeceğim yoktur. Arkadaşlarım hakikati heyeti aliyenize bütün açıklığıyla söylediler. Yalnız kendi görüşüme göre, bazı birkaç ha­ kikat ilave etmek istiyorum. Meselenin askerlikle alakalı sırf fenni noktalannı asker arkadaşlarıma terk ediyorum. Oraya dair bir şey söyleyecek değilim, salahiyetim yoktur. Fakat bu mesele hakkında da bir sivil gözüyle edinebildiğim izlenimleri heyeti a!iyenize arz edeceğim. Evvelemirde ordunun, kumandanlarının rivayetine göre, ordunun bugünkü acil ihtiyaçlan, ordumuzun her bir şeyden ziyade askere ih­ tiyacı vardır. Bunun da miktan çok değildir. Kemal Beyefendi'nin be­ yanatına göre, ordu daha yirmi bin kişiye sahip olur ise, düşmanı Sa­ karya sularında, hatta taarruza da geçer ve düşmanı ezer. ı Bendeniz bu yirmi bin kişilik asker ilavesini çok görmedim. Milli hareket es­ nasında, muntazam hükümete sahip olmadığımız esnada halkın gale­ yanı ile bir hareket vuku buldu ve üç ay zarfında bütün cephelerde çarpışan Türklerin adedi seksen bin olmuştu. Gerçi bunlar muntazam değildi. Memleket her suretle kahramanlığını gösterdi. Fakat her hal·'•

TBMM Gizli Celse Zahırları , c.2, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1 985, s. 142-144. Mahmut Esat Bey, bu konuşmasını Türkiye Büyük Millet Mecli­ si'nin 2 Ağustos 1 9 2 1 tarihli oturumunda yapmıştır.

1 Cümle zabııta bu şekildedir. (Kaynak Yayınlan'nın notu.)

58


de, millet vazifesini yaptı, kudretini gösterdi. Tarihi manasını ifade ederek düşmana darbe indirdi, vazifesini yaptı. O zaman kendisinin muhtaç olduğu kumandanlara sahip olamadı. İstifade imkanı da ola­ madı. Tasavvur buyurunuz ki, efendiler, bugün muntazam bir hükü­ mete sahibiz. Bu yirmi bin kişiyi her vakit çıkarabiliriz. Buna tarihi­ mizle şahidiz, o tarihe sahibiz. Biz o tarihin sahibiyiz ki, efendiler, devletin en müşkül anında harikalar icat ettik, en büyük harikaları gösterdik. Öyle zannediyorum ki, bu millet bu son harikayı göstere­ bilir. Zannetmişler ki, efendiler, Türkiye orduları çalışıyor.2 Hayır, Türkiye'nin tek bir kolordusu bütün Yunanistan ordularıyla çarpışı­ yor, dövüşüyor. Yine, grup kumandanlarından Halit Bey, zannetme­ yiniz ki, pek sıkıldı, çok ümitsizliğe düştü ve sıkıldı. Sıkılarak zan­ netmeyiniz ki, Yunan ordusu Türkiye'nin ananevi ordusuyla çarpışı­ yor. Fakat bugün Türk ordusunun cenazesiyle uğraşıyor. Dolayısıyla Türk ordusu yine kefeniyle, fakat Türk ordusu Yunan ordusunun ke­ feniyle . . . Bu, bir kolordumuza daha bir kolordu eklemekten ibaret­ tir. Hatta yirmi bin kişi ilave etmek lazım geliyor. Kahraman ifadesi­ ni tekrar ediyorum. Yunan Sakarya sularında . . . Efendiler, Türk mil­ leti Allah'ın rızası ve Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlığını . . . Türk milleti bunu tarihinde gösterdi. Bu dini bin bu kadar senedir müdafaa etti. Hürriyet ve bağımsızlığını Cenabı Hakk'ın ona bahşet­ tiği mana ile bugün yine müdafaa etmek kudretine sahiptir. Yeter ki, gözlerimin önünde Osmanlı ordusunu kullanan cephedeki kuman­ danların eline daha yirmi bin kişi verelim. Ordunun içine girdiğim zaman hakikaten şaşırdım. Askerin önünde söz söyleyecek liyakati kendimde göremedim. Ve zannettim ki, yedi yüz yıllık tarihimiz ayaklanmış, düşmanla . . . önüne düşürmüş. Kemal Bey'in, ben çok düşündüm. Benim küçük sözlerim bu belagat karşısında bir şey ifa­ de edemedi. Çok zamanlar sustum. Yalnız subaylarla görüştüm. Ke­ mal Bey'in karargahına girdiğim zaman tarihin ananevi bir kumanda2 Zabııta "çalışıyor" yazılmış. "Çarpışıyor" olmalı. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

59


gördüm. Kırık eliyle geliyordu. Bağımsızlığı ancak böyle kırık elleriyle. . . kanaatim vardır. Milletin her türlü hürriyetini muhafaza edecekleri . . . göze almış kumandanlar kurtaracaktır ve harp içinde hürriyet ve bağımsızlığını kurtaracaktır. Ordudan faydalanarak bütün tarihi yaşadım. Ordudan feyz alarak geldim. Halit Bey'in karargahı­ na girdiğimiz zaman da, o da çolak ve kırık eliyle memleketi, hürri­ yeti, bağımsızlığı için kumandan Halit Bey Türk milletinin azmi, düşmanın kafasını kıracaktır. (İnşallah sesleri, alkışla1:) Muhterem efendiler, ordunun ikinci ihtiyacı yine kumandanların ifadesiyle, subay ihtiyacıdır. Veysel Bey'in fırkasını ziyaret ettiğimiz zaman gördük ki, bu muharebe subay muharebesi olmuş, yüzde otuz telefat vermiştir. İhtiyat subayları büyük bir fedakarlıkla, askeri nok­ sanlarına rağmen büyük bir cesaretle Türk milletinin, bütün İslami­ yetin bağımsızlığını muhafaza etmek üzere çalışıyorlar. Ordunun ihtiyaçlarından birisi de kumandanların ifadesine gö­ re, yiyeceği, içeceği yok, ordu ricat ettiği zaman kafi derecede er­ zak alamamış. Hemşerileriınden birkaç nefere tesadüf ettim. Onlar­ la görüştüm. Hepsi . . . yalnız. Hareket zamanı bazı neferlerin ayak­ larında çarık yoktur. Biz düşmanı yenmeye geldik, zarar yok biraz da aç dövüşürüz, dediler . . . Yoktu. Fakat yürüyüşten geliyorlardı. Y üzbaşılarına sordum, derhal tedarik edilecektir, dedi. Yalınayak müteessir değildi. Yalınayak bir nefer yanıma geldi. Heyetle ben neferin önünde yere bakmaya mecbur olduk ve sıkıldık. Burada haykırarak istemediğime utandım. Maaş meselesi nerede? Arkadaşlarım söylediler. Ordu maaş ala­ mıyor. Sonra, elbise ve tütüne de ihtiyaçları varmış. Bunlara onun­ cu, on beşinci . . . Yalnız, tütün ve sigara kağıdına da ihtiyaçları var­ dır. Bunları verdiğimiz gün düşmanın yüzünü geldiği yere çevire­ ceklerine inanıyorum. Muhterem efendiler, bendeniz tarihimizin en mühim dakikaları­ nı yaşadığımıza kaniim. Hükümetin maziyi ilgilendiren idari ve simm

60


yasi hatalarının şimdi burada eleştirilecek zamanı olmadığına kani­ im. Yapılacak şey, memlekette birliği temin, hükümeti takviye et­ mek ve işi demir ellere bırakmak lazımdır. Meselenin idari ve siyasi yönüne gelince, düşmanın Ankara'yı alması Avrupa'da pek mühim bir hadise olarak görülebilir. Bir kere memleketimizin dahili siyaseti olmak üzere gayet müşkül vaziyet­ te kalırız. Zannetmişler ki, bütün bunlarla dava biter. Halbuki Türk milleti hür ve bağımsız yaşamaya alışıktır. Onlar Türklerin hürriye­ tine ne kadar (bağlı olduklarını takdir edemezler. Türkler, tarih)3 dünyayı tanıdığından beri onsuz yaşamamıştır. Tarih Türk milletini tanıdığı günden beri, Türk milletini hür ve bağımsız tanıdı. Türk milletinin esir olarak, esaret zinciri taşıyarak yaşamak imkanı yok­ tur. Ankara'nın düşmesiyle dava bitmez, fakat memleket çok müş­ kül vaziyete düşer. Evvela mali bakımdan. Bizim pek mühim mem­ leketlerimiz düşman eline geçecek ve dolayısıyla bir bütçe vücuda getirebilmek için bizim harap, zayıf, zavallı doğu vilayetlerimizden lazım olduğu kadar para tedarik etmek imkanı olmayacak ve müda­ faa imkanı da kalmayacaktır. Yabancı bir millet memleketin mu­ kadderatını eline alınış ve Türk milleti başka bir milletin hesabına çalışıyor demektir. Sonuna kadar dövüşeceğiz, y ine dövüşeceğiz. Mukadderatını eline almış olan ve bu memleketin tarihine cevap vermek mecburiyetinde bulunanlara yaraşan, meseleyi had bir şek­ le sokmak tedbirlerine girişmektir.

3

Eski yazı metnin okunamadığı durumlarda, TBMM Gdi Celse Zahıı/arı'nı yayı­ ma hazırlayan Mustafa Ü nver tarafından parantez içindeki sözcükler konmuştur. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

61


BAYRAM ÇIKARKEN*

Geçen üç yıllık yaslı bayramlarını, yedi asır talihine hükmetti­ ğimiz sefil bir milletin, Yunan kavminin hakaret ve istilası altında kanayan dağlı yüreğiyle karşılayan güzel İzmir, Trakya, yeşil Bur­ sa, Adana, ah evet bu yıl da, bütün bu gamlı matemli Türk illeri ka­ til ve kanlı düşmanın kan sızan zalim satırı altında gözleri yaşlı kur­ banlar gibi inleyerek karşıladılar . . . Ah milletim ! .. Kurban mı yok­ sa kurban bayramı mı var? Diyorlar ki, yaraları derin İzmir'in, gümüş sular çağlayan laleli, sümbüllü dere boylarında gezinen ahu bak ışlı, şakrak sesli köy kız­ ları, Türk tarihinin bu ismet perileri susmuş, çiğnenmiş, dereler ku­ rumuş, çiçekler solmuş çamlı belleri süslemez olmuş . . . Adana'nın Türk tarihinin aşkını nakleden ormanlarından şimdi yetim ve dul kanı akıyormuş. Meriç, yanık çağlayanlarıyla Türk Trakya'nın si­ yah talihine ağlıyormuş. Bursa, yaralı göğsünde taşıdığı mukadde­ satına vurulan zincirlerle inliyor, titriyormuş . . . Allahım! . . Varlığını yeryüzünde ispat için yarattığın Türk mille­ tini bu cehennemi gecelerin sabahına kavuştur. Çektikleri yeter ol­ du! Allahım! Hürriyet ve bağımsızlık için dövüşen Türk milletinin dumanlı dağ başlarında kalmış kimsesiz kadınlarına, öksüzlerine acı . . . İki bin yıldır hep hürriyet şarkıları söyleyen bir tarih, Türk ta­ rihi esaret zehirini tanımasın, tanımasın . . . Rengini göklerinden alan, zalim dünyalarını bir meşale gibi al renkle, bir nur gibi ay yıl*

Anado/ıı'da Ye11iı:ün.

62

1 9 Ağustos 1 92 1 , Numara: 700-3 1 1 . s. 1 .


dızı ile asırlarca aydınlatan al bayrak yerlere çalınmasın! .. Allahım, reva mı ki, zalim, adalet timsalini çiğnesin? Ey milletim! .. Alnını yüksek tut! Kalbin ümitle dolsun! Sen, mazlumlar Asya'sının zulüm dünyasına açtığı bayrak.sın. Sen, Tan­ rı'nın mazlum milletlerin hürriyet ve bağımsızlığı için çektiği kılı­ cısın. Bugün de Al lah'ın tarihine kader kıldığı ezeli vazifeyi yerine getiriyorsun. Dünyalara yeni devirler açmak dünya hareketlerinin manasını tespit etmek, bütün bunlar Tanrı gücüyle yazılmış, bize inmiş tarihine has olan kudretlerdir. Dağlarından, taşlarından tekbir, tevhit sesleri akseden, yurdunda tarihinin şehnameleri söylenen bu şehitler diyarında yüzlerce bayku­ şun bir arada ötüşünü andıran düşman seslerini top sesleri sustura­ caktır. Sonsuz, derin gökleri taklit eden mübarek cami kubbelerinin ilahi şafakların yıldızlan gibi yanan kandilleri sönmeyecek, tan vak­ tinde bütün kuşların, kainatın halkına ibadetleri anında Allah'ın birli­ ğini feryat eden yanık sesli müezzinlerin susmayacaktır. Ey milletim! Sen Allah'ın ve insanlığın vicdanının bütün insanlık için tanıdığı aziz bir hakkı istiyorsun; hürriyet ve bağımsızlık istiyor­ sun. Senin davan, Tanrı ve vicdan davasıdır. Hakarete uğratılan yur­ dumuzun derin dertleri bizlere kanlı gözyaşları döktürürken, inanalım ki, evveli bilinmeyen tarihimizin, o hak ve fazilet abidesinin, yirmin­ ci asırda işlenen

kanlı cinayetlere bakan bir gözü, bir canlı heykeli ha­

linde cephelerde dimdik duran altın ordunun Batı Asya kolunu teşkil eden Mehmetçikler bu büyük davayı mutlak kazanacaklardır. Ey milletim ! Tanrı ve vicdan davası yolunda kan döküyor, can veriyorsun. Tarihin, insaniyet tarihine meçhul olan yeni bir sayfa açtı. Esir Asya'nın gözü sendedir. Tanrı duası seni saran karanlıkla­ rı

yırtacak, türlü şafaklar açacaktır. İzmir Mebusu Mahmut Esat

63


HAZIR OL CENGE ! *

Barış şayiaları dolaşıyor. Avrupa matbuatı Yakındoğu işlerinin az çok lehimizde halline dair birçok şeyler yazıyorlar. Hariciye Vekili­ miz Avrupa yolunu tuttu. Bütün bu işler, bu dedikodular arasında düşmanın Eskişehir-Afyon hattında kışlamakta olduğunu gözden uzak tutmamak icap eder. Bugünkü vaziyetin asıl hakiki safhası bu­ dur. Avrupa ve başta İngilizler barış yollarını, Yunanlıların art arda hezimetlerinden sonra ancak bugün arıyorlar. Türkiye her gün barış istedi ve silaha sarıldığı anlardan beri yalnız barışı bulmak için kana­ dı ve kanamaktadır. . . Görülüyor ki, Avrupalılar Yunanistan'a milli taleplerimizi kabul ettirdikleri saatten itibaren karşılarında, kendile­ rini müşkülata düşürebilecek emperyalist ve kapitalist emelli bir Tür­ kiye yoktur. Bizim şu vaziyetimiz, Misakı Milli'mizin yayımlanma­ sından beri genişlemiş bulunuyor. Bizimle halisane anlaşmak isteyen Fransızlarla imzaladığımız son antlaşma hayat hakkımızı müdafa­ adan başka bir gaye takip etmediğimizin en bariz bir delilidir. Misa­ kı Milli'mizi dünyaları aldatan Wilson prensiplerine benzetemeyiz. Hadiseler bu farkı tamamen gösterm iştir. Bizim temiz davamız ve açık gayemiz meydandadır. Bu davanın özeti bütün halkçı mil­ letler gibi Türkiye'nin de yabancıların her türlü ihtiraslarından uzak bir halde, hudutları içinde hür ve bağımsız yaşamasıdır. Fakat Av­ rupa'nın bugünkü vaziyeti şu haklı taleplerimizi dinlemeye ve onu kabule ne dereceye kadar müsaittir? * Aııadolıı 'du 64

Ye11igii11,

27 Şubat 1 922, Numara: 8 1 0-423, s. I .


Fransa kabinesinin de gitmesine rağmen Briand'ın memleketimiz hakkında takip ettiği hayırhahane siyasetin şimdilik bir değişime uğ­ ramadığını görüyoruz. Debat gazetesi müstesna olmak üzere, başta

Le Temps ve diğer Fransız matbuatı memleketimiz lehinde yazmak­ ta devam ediyorlar. Fransız kamuoyu, ne olursa olsun, yeni bir harbe girmekten şiddetle kaçınmaktadır. Esasen Fransızlar memleketinin iktisadi bünyesi gayesiz maceralar ardında koşmaya müsait değildir. Bilhassa Suriye hudutları üzerinde Türkiye gibi bir düşmandan da­ ima kaçınmak Fransa'nın esas ınenfaatlan gereğidir. Fakat hiçbir za­ man ihmal edilmemesi icap eden bir nokta var ki, o da bizimle hoş geçinmek isteyen Fransa'nın Almanya önündeki vaziyetidir. İşte bu vaziyet onu İngiltere'ye, İngiltere siyasetine fazlaca bağlamaktadır. İtalya ne düşünüyor ve ne yapmak istiyor? Giolitti kabinesi mem­ leketimiz hakkında şöyle böyle olmakla beraber mülayim denebile­ cek bir siyaset takip etti. Kabinenin erkanından bulunan Hariciye Na­ ı.ın

Kont Sforza bu uyuşma siyasetinin bayraktan olmaya çalıştı. Fa­

kat malumdur ki, bu kabine anlaşma sahasında fiili bir semere topla­ maya muvaffak olmaksızın işbaşından ayrılmaya mecbur oldu. Yeri­ ne gelen Bonomi arkadaşı della Toretta ile birçok sebeplerden dolayı İngiltere siyasetine fazla miktarda meyletti. Bu suretle İtalya ile Tür­ kiye arasındaki vaziyet aydınlanmaktan uzak kaldı. Hususi kısmımız­ daki telgraflardan da anlaşılacağı üzere bugün Bonomi; Giolitti, Or­ lando, Meda gibi reislerden meydana gelen bir büyük kabine teşkil et­ meye çalışmaktadır. Bu kabine teşekkül ettiği takdirde bize karşı na­ sıl bir siyaset takip edecektir? Böyle karmakarışık siyasilerden mey­ dana gelen bir heyetin alacağı vaziyeti şimdiden kestirip atmak müş­ kül ve mevsimsizdir. Bu bir falcılık olur. Biraz seyredelim. Yalnız or­ tada mevcut bir hakikat varsa, o da bugün İtalya ile bizim aramızda bir çözüm şekli bulunmamış olmasıdır. İlave etmek i steriz ki, Anado­ lu'da iktisadi mahreçler, imtiyazlar elde etmek ümidinde bulunan İtal­ ya'nın dahili vaziyeti ve bilhassa mali kudreti Türkiye hakkında Üç-

65


ler İtilafı'nın tatbikini isteyecek ve bunda ısrar edebilecek bir mahi­ yette değildir. Esasen İtalya'nın harekete geleceği ve bu yolda her tür­ lü fedakarlığı göğüslemeye karar verdiği farz edilse bile her vakitten büyük Türkiye'mizin bunu kabul etmesine imkan yoktur. Lloyd George'un ve Lord Curzon'un son beyanatına bakılırsa bü­ tün bu işlerin mercii olan İngiltere siyasetinin lehimize hayliden hay­ liye değişmekte olduğu görülüyor. Times gibi muteber İngiliz gaze­ teleri Yunanlıların Anadolu'dan ihracı lüzumuna dair makaleler ya­ yımlıyorlar. Türkiye'nin h_ukukunu tanımakta öncü olan Fransa'nın izinden gitme havası İtilaf devletleri nezdinde bugün gittikçe artıyor. Unutulmamalıdır ki, işin hakiki mahiyetini müttefiklerinden ev­ vel görmeye muvaffak olan Fransa'nın Yakındoğu siyasetine diğerle­ rini i ltihaka mecbur eden en büyük etken, Yunanistan'ın Anadolu me­ selesini halle şu önümüzde çırpınan zaaf ve acziyle ve beceriksizli­ ğiyle muktedir olamayacağı keyfiyetidir. Hayat ve memat mücadele­ si içinde bulunan Yunanistan İtilafçıların bu kanaatini lehine düzelt­ mek için son çırpınışla bir suikast daha gösterecektir. Ancak Türki­ ye'nin aziz ve mübarek sinesi bu kanlı ve pek yakın saldırıyı erittiği, Kral Konstanlin'in, masum kanı sızan tacını yerlere çaldığı gündür ki, Türkiye, Misakı Millisi ile istediği hayat hakkına nail olacak ve İtilaf devletleri barışı imzalayacaklardır. O gün Yunanistan yıkılacak­ tır. Türkiye elinde hak haykıran silahıyla, barışı bekliyor. Fakat bütün bu dedikodular içinde aziz ve büyük milletim! Hazır ol cenge! Eğer ister isen sulh ü salah.

66


HALK-SARAY*

Barış söylentileri dönüyor, fakat düşman her vakitten fazla bir faaliyetle harbe hazırlanıyor. Bir asrı dolduran kanlı yıllar içinde dünya istilacılarına, tarihin yangınlarından renk alan al ve yüksek bayrağıyla yürüyen Türk köylüsü ilahi bir tevekkül, sarsılmaz bir azim, bir metanetle arkasında bulunduğu kanlı savaşı bekliyor. . . Aziz ve büyük Mehmetçik, kılıcın keskin olsun! .. Türk köylüsü bütün bir tarihinde başkalarının hesabına çalıştı. Harbi Umumi sonunda yalnız kalınca mübarek kanını menfaatları uğrunda asırlarca akıttığı kimselerden yine ihanet gördü ! .. Silahı alındı. Onu kemirmek için asırlardan beri iştihasını artıran emperya­ listlerin ve Batı sermayecilerinin yırtıcı pençeleri altına, çırpınan ya­ ralı bir av gibi atıldı. Türk köylüsü, bağrında asırların açtığı derin yaralarla kanıyordu. Kan kusuyordu. Bu karanlık günlerinde imdat bekleyen köylü; efendi tanıdığı, dinin hizmetçisi bildiği saraya mah­ zun gözlerini çevirdi, medet diledi. Yaslı tarihimi ve beni kurtarın dedi. Saray onun gözyaşlarına kapılarını kapadı. Kan çanağına dö­ nen gözlerini göklere dikti. H ürriyeti için ağladı, veda etti . . . Siyah ve kızıl bulutlar içinden doğan ay ve yıldızı gördü. Büyük tarihin büyük efendisi hasretle gözyaşları döktü. Onu yine ve daima başı­ nın, bütün dünyanın başının üstünde gezdirmek için kalktı. Çaput parçalarıyla yaralarını sardı. Kulağını vatanın topraklarına verdi. Ta Viyana önlerinden, Mağrip'ten, İran içlerinden, Hint denizlerinden *

Anadolu 'da Yenigün,

28 Şubat 1 922, Numara: 8 1 5-428, s. I .

67


gelen sesleri dinledi. Bu sesler ölü cetlerinin idi. Bu korkunç inilti­ ler Türk köylüsüne, onun hür tarihini matemle okuyorlardı . Hürriye­ tini, bütün varlığını tehlikede gören köylü Leyla'sını kaybetmiş Mecnun'lar gibi koşturdu, yırtındı, paralandı. Nacak, satır, taş, topuz ne bulduysa eline aldı ve geldi. Cephelere dikildi. Karşısında sarayı vatan düşmanlarının müttefiki olarak buldu. Köylü kendisine hür­ metle bakan ay yıldızı gördü. Bu hürriyet timsali; ona, korkma yürü diyordu. Durmadı . Kapalı, yaşlı gözlerini ağır ağır semalara kaldır­ dı. Ve sonra çoluk çocuğu, kadını kızanı ve kağnısıyla, her şeyiyle yürüdü. Türk tarihi kendisine yabancı olmayan aşina günlerini yaşa­ maya başladı. O gün bugün Türkiye halkı tırnaklarıyla ve bütün mevcudiyetiyle ay yıldızına varmak için dövüşüyor. Bütün dünya emperyalizmi önünde hak için çarpışıyor. Şimdi vatanın esir parça­ larından yükselen esir kardeş sesleri Türk köylüsünü bekliyor. Şim­ di İzmir'in, Bursa'nın, Edime'nin kandilleri yanmayan ilahi mabetle­ rinde dullar, öksüzler, hakaret edilen genç kızlar, ak başlı ihtiyarlar titrek ve zayıf dualar içinde Türk köylüsünü bekliyor. . . Bu matem illerinin önünde, İstanbul'un giden hürriyet için yas tutan hakan tür­ beleri, minberleri, camileri ve mukaddesatı önünde bütün bu felake­ te, bu yaslara zevk ve sefahat içinde gülen, kahkahalarla gülen bir saray var. Bu saray memleketin kalbinde biten bir çıban, bu şehitler ülkesinin mübarek topraklarında akan bir irindir. Bu saray bütün bu büyük mazinin üstünde kurulmuş bir baykuş yuvasıdır ki, oradan yurdun felaketli demlerinde, karanlık geceler içinde baykuş sesleri duyulur. Oradan vatan ve hürriyet savunucularının katli vacip oldu­ ğuna dair fetvalar çıkar. Orada vatan düşmanları ile ittifak kararları verilir. Orada tarihin ve Türk köylüsünün, Türkiye halkının katledil­ mesi, yok edilmesi için tedbirler alınır. Orada Anadolu birliğinin im­ hası için casuslar tertip olunur ve vazifelendirilir. Ah, orada bu za­ vallı memleketin kan, ateş ve esaret altında inlemesi, i lelebet inle­ mesi için düşünülür. Memleketin varlığını, bağımsızlığını korumak

68


maksadıyla ve hukuk manasınca en meşru bir surette tesis ettiği dev­ letle ve bu devletin hak yolunda göğülemekte olduğu muazzam mü­ cadele ile Türkiye halkı, şüphe yok ki, büyük tarihinin içinde eşsiz bir şey yaptı. Bu gibi büyüklükler esasen Türk'ün hasletidir. Fakat halkın ve mukaddesatın büyüklüğü karşısında günahlarını itiraf ile sarayın tövbeye varması icap ederdi. Yazık ki, sarayın Damat Ferit ve haşa din namına hareket eden daha bazı menfaatlılarıyla ve bu memleketin yabancı düşmanları ile müştereken aziz Türkiye'mize suikastlar hazırlamakta olduğunu istihbar etmekteyiz. Bütün milletin ve Millet Meclisi'nin meşru ve hukuki varlığı önünde, İstanbul'da fuzuli bir surette hükümetin başında bulunan­ lar bu milletin mukadderatıyla alakadar hiçbir iş hakkında rey sahi­ bi olmadıklarını bilmel idirler. Milletin iradesinin tecelli ettiği yer olan kanunlar huzurunda, her fert gibi almak mecburiyetinde bu­ lundukları vaziyeti anlamalıdırlar. Türkiye halkının temsilcisi olan Millet Meclisi'nin rızası hila­ fında hareket eden herhangi bir kudret hukuken millete karşı isyan etmiş demektir. Türkiye halkı ise, irade ve hakimiyetinin haricin­ de yürümek isteyenlerin cezasını vermeye her zaman kadirdir. Os­ manlı tacidarlarının düşman istilası altında hi lafet makamını işgal eden günahkar oğlu, cetlerinin titreyen türbeleri önünde memleke­ ti ve tarihi, yüzünü elleriyle örterek bir an için olsun düşünsün. Günah bütün tarihe matem salacak kadar büyük ve siyahtır.

69


MÜTAREKE MESELESİ*

Aylardan beri Türkiye işleri hakkında kararı alacağı rivayet olu­ nan Paris Konferansı nihayet toplandı. Görüşünü tespit etti. Ve ka­ pılarımızı çalarak bir mütareke taslağı uzattı. . . Şimdi de bunun ce­ vabını bekliyor. Bu teklif, tahmin edilenin ve umulanın hilafında bir zamanda vuku bulmamıştır. Ancak bu mühim hadise etrafında olumlu veya olumsuz bir görüş ortaya koyabilmek için oldukça in­ ce ve kavrayışlı bir tahlile ihtiyaç vardır. Malumdur ki, mütareke, düşman orduların kumandanları ara­ sında imzalanan ve ufak bir müddetçik düşmanlığın terkini gerek­ tiren eden alelade bir akit mahiyetinde değildir. Mütareke, oldukça uzunca bir zaman için, düşman devletlerce şartları tayin edildikten sonra kabul ve tasdik edilen milletlerarası bir akittir ki, barış esas­ larını tespit için top ve silah seslerini susturarak, lazım olan sükun ve zemini hazırlar. Dolayısıyla, mütareke muharip devletler mu­ kadderatında pek ziyade ehemmiyete sahip olması lazım gelen bir hadisedir. Yıllardır hayat, hürriyet ve bağımsızlığı yolunda dövü­ şen, titreyen, kanayan halkçı Türkiye'miz bugün, işte bu pek mü­ him hadisenin önünde bulunuyor. Her vakitten fazla tetik durmak, gözlerimizi açmak mecburiyetindeyiz. Hak için dövüşen Türkiye evladının, canı ve malı pahasına meydana getirdiği bugünkü muvaffakiyetli vaziyetin feyizli mahsu­ lünü biçebilmesi ancak açıkgözlülükle mümkündür. Son asn kanlı *

Anado/u 'da Yenigün, 27 Mart

70

1 922, Numara: 45 1 , s. 1 .


siyasi felaketler ve tecrübeler mektebi olan Osmanlı Türkleri tarihi, bize bu uyanıklığı bahşedebi lmek için kafi miktarda dersi ihtiva et­ mektedir. İşte bu acı derslerden feyz alarak, içinde bulunduğumuz hadiseyi tahlil edebiliriz. Paris Konferansı'nın bize uzattığı mütarekenin maddelerini birer birer eleştirip incelemeden evvel, onun bize teklifini icap ettiren si­ yasi sebep ve saikleri kavramak isteriz. Türkiye biliyor ki, Yunanlı­ ları bu memleketin başına musallat eden, Yunanistan'ın bir asırdan beri besleyip şişirdiği ihtiraslardan ziyade, bugünkü mütarekename esaslarını kararlaştıran ve tespit eden İtilaf devletleri hariciye nazır­ larının mensup oldukları hükümetlerdir. Ve bilhassa İngiltere'dir. Hakikaten, İngiltere'nin ciddi himayesine mazhar olmasaydı, Yunan ihtirasları kısır kalırdı. Esasen ihtiyar emellerini tatmin için Türkler diyarına gelen Yunanlılar aynı zamanda, başta İngiltere olmak üze­ re, Doğu meselesinin İtilaf devletlerine temin ettiği menfaatların el­ de edilmesine silahlı bir avukat saflığı ve vazifesiyle de karışmış oluyorlardı. Dolayısıyla, biz Türkiyeliler bir Yunan meselesi değil, bir Doğu meselesi, bir Türkiye ve İtilaf devletleri mücadelesi karşı­ sında bulunuyorduk. Bugün yine, Fransa hariç olmak üzere, aynı vaziyetteyiz. Şu halde saik nedir ki, Sevr Antlaşması ve bunun tat­ hik suretini gösteren meşhur "Üçler Uyuşması" hükmünce taksimi­ ne karar verilen Türkiye ile İtilaf devletleri görünüşte vaziyeti bir Türk-Yunan meselesi gibi görerek anlaşmak istiyorlar? Veya düş­ manının kafasına son ve kati darbeyi indirmek azmiyle hazırlanmış olan Türkiye'yi düşmana yürümekten -mütarekename icabınca ge­ çici olsun- mene çalışıyorlar. Niçin? Olumlu ve kati değilse bile bu hususu az çok aydınlatabilecek pek çok ihtimaller mevcuttur. Son zamanlarda Yunanistan dahilinde, keşmekeşten ziyade ihtilale ben­ zer bir suret ve mahiyette gittikçe artan hareketler, bilhassa İngilte­ re'yi Yunanistan'ın Türkiye meselesini başarabileceğinde şüphelen­ dirdi, ümitlerini çok kırdı .

71


Hakikaten, Gunaris kabinesinin düşürülmesiyle ve onun yerine şu veya bu kabinenin getirilmesiyle ve hatta en ziyade harp tarafta­ rı olan Venizelistlerin işbaşına geçmesiyle de Yunanistan'ın taze ha­ yat bulmasına imkan yoktu. Zira, Yunanistan'da Kral ve Gunarisçi­ Ierle Venizelistleri bir görüş etrafında toplamak mümkün değildi. Olsa bile, bu memleketin iktisadi ve toplumsal kabil iyetinin, gittik­ çe kuvveti artan ve gittikçe bütün bir Doğu'nun yardım ve desteğin­ den feyz alan Türkiye ile boy ölçüşecek bir mahiyette olmadığı gö­ rüldü. İngiltere'nin nihayetsiz maddi yardımlarının bile hak ve hür­ riyet için kanayan aziz ve büyük Türkiye'mizi imhaya kafi geleme­ yeceği anlaşıldı. İngiltere Yunanistan'ın aciz ve miskin hali karşı­ sında düşünürken Hint ve Mısır ve bütün bir İslam dünyasının ga­ leyanı önünde kaldı. Hindistan Nazırı "Montagu"nun istifası işin ehemmiyet ve müşkülatını büsbütün meydana koydu. Fransa'nın Türkiye işleri hakkındaki görüşü ise "Ankara Anlaşması" ile belir­ lenmiş ve açıklığa kavuşturulmuştu. İngiltere'ye açıktan açığa zıt bir vaziyet almak istemeyen, daha doğrusu alamayan İtalya Bono­ mi ve della Toretta kabinesinin düşmesinden sonra her halde Türk­ Yunan ihtilafında İngiltere ile bir fikirde deği ldi. Birçok sebepler hakkında işin az çok lehimizde halline taraftar bulunuyordu. Bütün bu hadiseler İngiltere siyasetini müşküle soktu. O mertebe ki, Tür­ kiye'yi parçalamak davasında İngiltere, önünde can çekişen Yuna­ nistan'la yalnız kalmış gibiydi. Bütün bu sebepler arasına dünya ik­ tisadiyatının korkunç vaziyetini de katmak lazımdır. Türk-Rus dostluğu ve bu dostluktan kuvvet alan Doğu hareketi yalnız İngil­ tere'yi değil , bütün bir Yakındoğu'daki, hatta Afrika'daki menfaatla­ rını düşündürecek hale getirdi. Bu kadar büyüyen ve gittikçe etrafı sararak her yeri yakmak eğilimini gösteren bu büyük dünya yangı­ nı İngiltere diplomasisini, ister istemez, mütareke teklifine mecbur etti. Fakat düşmanı tam tepeleyeceğimiz bir sırada, bu teklifi ya­ panların iyi niyetlerinin derecesi nedir? İngiltere, Yunanistan ve

72


kendi hesabına bizi oyalamak, vakit mi kazanmak istiyor! Niçin devletler hukukundaki usul doğrultusunda, mütareke teklifini düş­ manımız Kral Konstantin hükümeti yapmıyor da bu, bir nevi mü­ dahale manasını içerecek bir şekilde İtilaf devletleri tarafından vu­ ku buluyor? Bir sürü sorulardır ki , bunların cevabını ayrı bir maka­ lede vereceğiz. İlave etmek isteriz ki, ortada, İtilaf devletlerinin çok şüphelendiğimiz hatta inanmak bile istemediğimiz iyi niyetlerinin derecesini anlamak maksadı i le ortaya koyduğumuz bu tereddütlü sorularımızı takviye eden ortada bir de mütareke metni ve bunun tebliği sureti vardır ki, onu olduğu gibi alırsak, bu yolda aracılık eden üç devletin memleketimiz hakkında iyi düşünmediklerini gör­ mekte zorluk çekmeyiz. Bu husustaki değerlendirmemizi de yarına bırakıyoruz. Ancak şu noktaya da işaret edelim ki, Avrupa diploma­ sisi bu mütarekenin aynen kabul veya düşünmeksizin reddi halinde bizi tuzağa düşürmek kastındadır. Önümüze atılan mütareke iki ta­ rafı keser bir kılıçtır. Dolayısıyla yukarıdan beri izah ettiğimiz ve mütarekenin teklifiyle neticelenen siyasi sebep ve hadiselerden azami derecede, milli menfaatlarımıza uygun bir surette istifade et­ meyi düşünmeliyiz ve mütareke hakkındaki karşı tekliflerimizi ona göre hazırlamalıyız. Unutmamak icap eder ki, büyük davamızın en ince, en nazik, en müşkül saatleri onu haklamak üzere bulunduğu­ muz bugündür. Bugünü zaferle taçlandırmak istiyorsak, prensip olarak, harbin devam ettiğini ve davamızı fiilen kazanacağımız gü­ ne kadar devam edeceğini kabul etmeliyiz. Harbe bitmeyecekmiş gibi hazırlanmak zaferin elde edilmesi için en kısa yoldur; zaferin amentüsüdür. Tıpkı fırtınalı denizlerde yuvarlanan dalgalar gibi git­ tikçe artan, kabaran, yükselen, köpüren ve iki bin yıllık Türk tarihi­ nin yürüyen timsali halinde karşısına çıkan Türk gücü önünde, Yu­ nanistan baştan başa titredi, sarsıldı. Pek muhtemeldir ki, dünyanın yıkamadığı Türk gücünü Batılı­ lar hile ile devirmek yolunu tutmuş olsun lar. Böyle bir atlatılmanın

73


avı olabilmekliğimize içinde yetiştiğimiz acı tecrübe mektebi mü­ saade etmeyecektir. Belki Yunanistan, gürültüleriyle hak ve hürri­ yet haykıran ve bağrında yıldırımlar, tufanlar taşıyarak akropoller üstünde yeniden uçmaya başlayan kıvılcımlı Türk pilotları altından sıyrılarak az karlı bir surette kaçmaya çalışıyor. Fakat Yunanistan'ın işin içinden az karlı çıkması Türkiye'nin zararlı kalmasını ifade eder. Aziz ve büyük Türkiye! Seni aldatan, devletler hukukunun bi­ le yüzünü karartan Mondros Mütarekenamesi'ni unutma!

74


MÜTAREKENİN İÇYÜZÜ*

Yenigün'ün geçen pazartesi nüshasında İtilaf devletlerinin müta­ reke teklifi münasebetiyle yazdığımız makalede bu mühim mesele etrafında biraz daha durarak işlemek lazım geldiğini söylemiştik. Bugünkü yazılarımızda "Üçler Konferansı"nın bize uzattığı müta­ rekenin kapsam, mana ve neticelerini, metni üzerinden ve bu metne ek olarak sızan yorumları tahlil ederek anlamaya çalışacağız. Gazetelerde yayımlanan mütareke metni açıktır. Maddelerden önceki küçük girişte: "Yakındoğu'da barışı geri getirmek ve yeniden can ve mal kaybetmeden Küçük Asya'nın tahliyesi için tekliflerde bulunabilmek maksadıyla Paris'te toplanmış olan üç 'büyük dev­ let'in hariciye nazırları ilk vazifelerinin alakadar olan hükümetlere düşmanlığın derhal tatilini ısrarla tavsiye etmek hususundan ibaret olduğunu takdir etmektedirler", deniyor. Biliyoruz ki, "Milli Mi­ sak"ımızın çerçevesi yalnız Küçük Asya'nın hürriyet ve bağımsızlı­ ğını kavramıyor. Türk İstanbul ile yine Türk olan Doğu Trakya hür ve bağımsız Türkiye camiasının bölünme kabul etmez kıymetli ve aziz birer parçalarıdır. İtilaf devletleri tarafından yalnız Küçük As­ ya'dan bahsedilmesi dikkate değer bir noktadır. Yakındoğu'da kan ve mal kaybına artık bir nihayet vermek emelini takip eden İtilaf devletlerinin bu pek insani( ! ) arzularını, esasen harbi, bütün bir in­ sanlık için en aziz bir hak tanınan hürriyet ve bağımsızlığını temin edici bir barışı bulmak maksadıyla kabul eden Türkiye'miz şükran* Anadolu'da Yenigüıı, 29 Mart 1 922, Numara: 453, s. 1 .

75


la karşılar. Yazık ki, iki yıldan beri Türkiye'mizin yaralı bağrında ve bütün insanlığın önünde işlenen bunca faciaların, milletlerarası hu­ kuk huzurunda dökülen bunca masum kanlarının, söndürülen Türk ocaklarının hakiki fail ve müsebbibi, bugün bize insaniyetten bah­ seden Avrupa diplomasisidir. Birkaç sermayedarın veya kanlı ve in­ tikamlı bir mazinin beslediği ihtirasların tatmini maksadıyla düş­ manlığın derhal ve ısrarlı bir surette tatili teklifinde bulunan İtilaf hükümetleri vaktiyle de işi böyle görseler, insani duygularını bun­ dan iki yıl evvelisi idrak etseler ve onu göstermiş bulunsalardı, biz de bugün onların iddialarındaki iyi niyete inanabilirdik. İlave etmek isteriz ki, bu gibi beyanatın modası geçmiştir. Ekseriya çirkin kasıt­ lar saklayan, günahlar örten bu gibi parlak formül lere, -bir Türk şa­ irinin dediği gibi- ancak ikiyüzlülük ve ahmaklık inanır. Anlayışımıza göre bizimle -hukuken- muharip vaziyette bulu­ nan İtilaf devletleri ve bilhassa İngiltere işin kendi hesabına çıkma­ za sapmakta olduğunu gördü. Ve meseleyi yine kendi lehine müm­ kün olduğu kadar faydalı bir şekilde halledebilmek kaygısıyla mü­ tareke teklifinde bulundu. İki gün evvel yayımlanan yazılarımızda­ ki siyasi tahlilimizle elimizde tuttuğumuz ve aralıksız okumakta bulunduğumuz mütarekename şartları işin hakiki mahiyetinin bu merkezde billurlaştığını göstermektedir. Hakikaten teklif olunan mütarekename projesinin altıncı maddesi: "Düşmanlık üç ay müd­

detle tatil edilecek ve ilk barış mü::.akerelerinin iki düşman tarafça kabulüne kadar üç aylık müddetle kendil(�inden yenilenecektir vs" diyor. Bu manaya göre barış şartları belirleninceye kadar iki ordu aralarını ayıran on kilometrelik mesafede üç ay ve belki daha fazla bir zaman karşı karşıya duracaklar ve birbirlerini gözleyeceklerdir. Barış şartlarında uyuşulamadığı takdirde muharebe yeniden başla­ yacaktır. Barış şartlarının tayin ve tespitinden evvel, Müttefikler'in düşman işgalinde bulunan Türkiye parçalarının tahliyesini bahse değer görmemeleri ise bizim "Milli Misak" ımızla dünyaya ilan et-

76


tiğimiz barış şartlarımızın kendilerince ve Yunanlılarca kabulünün pek de mümkün olmadığını gösterir. Aksi halinde tahliyede bir sa­ kınca kalmazdı. Malumdur ki, Cihan Harbi sonlarında Almanların mütareke teklifini, Müttefikler kabul etmediler. Şarttan ve kayıttan bağımsız bir surette Almanların işgal ettikleri araziyi boşaltmaları­ nı karşı tekliflerinde ortaya koydular. Ancak tahliyeden sonradır ki, mütarekeyi kabul edebileceklerini ve barış masası etrafında topla­ nacaklarını bildirdiler. Bugün bize karşı tahliyeyi zikre bile lüzum görmeyen İtilaf devletleri hiç olmazsa barış şartlarını söylemiş ol­ salardı, hareketimizi bir dereceye kadar kolaylaştırmış olurlardı. Halbuki bundan da bahis yok. Dolayısıyla niyet ve kasıtlarının her tarafı karanlıktır. Eğer İtilaf devletleri mütareke tekliflerinin önsöz­ cüğünde de zikrettikleri gibi can ve mal kaybına hakikaten bir ni­ hayet vermek gibi asil bir emel taşıyorlarsa, hürriyet ve bağımsız­ lığından başka bir şey istemeyen Türkiye'mizi tayin edilecek bir mütareke müddeti zarfında hemen tahliye ettirmelidirler. Aksi tak­ dirde iddialarının bir kıymeti kalmayacağı gibi, mütareke teklifi de Türkiye'ce kabule değer olamaz. Çünkü Müttefikler'in hazırdaki teklifine göre daha aylarca büyük orduları yaşatmak zarureti ortaya çıkıyor ki, bu, mal kaybının en büyük saikidir. Yunanlılann olduk­ ları yerlerde kalmaları, onların şimdiye kadar yaptıkları gibi işle­ mekte oldukları vahşetleri devam ettirmekten ve matemli bir vatan parçasını geleceği meçhul bir müddet içinde, daha uzun bir zaman inletmekten başka bir netice veremez. Mal ve can kaybından kor­ kan İtilaf devletlerinin bu cihetleri ihmal etmemeleri gerekirdi. Bu, yürüttükleri mantığın zaruri bir neticesidir. Zannederiz ki, hakkını arayan Türkiye -müddetle kayıtlı olsa bile- derhal tahliye işini ka­ bul eden bir mütarekeyi reddetmeyi düşünemez. Esasen takip etti­ ği prensiplerin gerekleri böyle bir harekete manidir. Esef vericidir ki, elimize verilen mütarekename böyle bir manayla kayıtlı olmak­ tan çok uzaktır. Mukadderatımızı meçhul ve korkunç bir suretle

77


bağlamak istiyor. Biz müsait vaziyetimizden, müsait zamandan is­ tifade etmek isteriz. Ve bunu zaman kaybederek düşmanlarımızın lehine elden kaçıramayız. Bizimle anlaşmak isteyenlerin gizli ka­ paklı yollardan dolaşmamaları lazımdır. Bir noktaya daha işaret edelim ki, ordumuzu İtilaf devletleri temsilcilerinden oluşacak ko­ misyonların nezareti altında bulunduramayız. Unutmamak icap eder ki, bu devletler fiilen değilse bile hükmen henüz bizimle mu­ harip olmak vaziyetinden çıkmamışlardır. Dünyanın hangi yerinde bir ordu kendisini hasımlannın teftişine bırakabilir? ! İlave edelim ki, bize teklif olunan mütarekenameyi düşünmeksizin reddettiğimiz takdirde İtilaf dev Jetleri aleyhimizde pek şiddetli bir propaganda yapacaklardır. Bu takdirde onlara propaganda zeminini kendi eli­ mizle hazırlamış olacağız. Böyle bir hareketten bilhassa İngiltere istifade edecektir. Gerek İslam alemine ve gerek Türk-Yunan harbi­ nin devamından dolayı günden güne adetleri çoğalan gayri mem­ nunlara Türklerin yola girmez insanlar olduklarından bahsedecek­ ler, aleyhimize cereyanlar hazırlayacaklardır. İşte buna meydan vermeyecek karşı bir teklifte bulunmak lazım.

78


TÜRKLER TARİH ÖNÜNDE" -Cevabi Notamız M ünasebetiyle-

On beş günden beri dünya siyasileri, dünya matbuatı Türkiye'ye teklif edilen mütareke ve barış işleriyle meşguldür. Uzun müzake­ relerden sonra Büyük Millet Meclisi birkaç gün evvel Yenigün'de yayımlanan tahlil ve tahminimiz doğrultusunda Türkiye'mizin ce­ vabını yazdı ve devletlere bildirdi. Sureti gazetelerde çıkan bu ce­ vabi notayı, esaslan itibariyle pek münasip bulur ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni bu hususta gösterdiği basiret ve liyakatten do­ layı da tebrik ederiz. Biliyoruz ki, her zamandan büyük Türki­ ye'miz, eski ve yeni hukukun, mukaddes kitapların, bütün bir insan­ lık vicdanının bütün milletler için aziz bildiği, mukaddes tanıdığı hürriyet ve bağımsızlık haklarını bütün dünyalara karşı müdafaa yolunda kanadı ve kanıyor. Bugün Türkiye'miz mübarek elini zu­ lümlerin, kinlerin, ihtirasların açtığı derin ve acıklı yaralarına basa­ rak, kızıllıkları yavaş yavaş silinen ufuklara gözleri yaşlı bakarak . . . fakat büyük bir metanetle manasını ezeliyetten alan hürriyet aşkı içinde yalnız üç devlete değil, cevabını, hak duygusu bir olan in­ sanlığın vicdanına uzatıyor. . . Umarız ki, bize şimdi haktan bahse­ den ve kısmen dünkü günahkar seleflerinin eliyle akıp giden, Tür­ kiye'nin, bu hürriyet ve hak aşıkları ilinin mübarek kanını dindir­ mek arzusunu ateşli bir surette müdafaaya koyulan bugünkü İtilaf devletleri diplomasisi, bu cevabi notayı layık olduğu ehemmiyetle *

Anadolu 'da Yenigün,

6 Nisan 1 922, Numara: 460, s. I .

79


alacaklar ve kabule koşacaklardır. Böyle bir neticeyi beklemekte, elim ize uzatılan mütareke ve barış notalarında ifade olunan ve gö­ rünüşteki manasınca samimi olduğuna inanmak lazım gelen beya­ nat dolayısıyla kendimizi pek haklı görürüz. Çünkü İtilaf devletle­ ri verdikleri notada Yakındoğu'da kan dökülmesine artık bir nihayet vermenin adalet gereği olduğunu -hak için dövüşen bizlere- hatır­ latıyor, bağımsız anavatanımızın bize iade edileceğini de bildiriyor­ lardı. B üyük Millet Meclisi verdiği cevapta ise bunu kabul ettiğini söyledi. Şu kadar ki, niyetlerinin samimiyetine teminat teşkil ede­ bilmek üzere derhal tahliye işine başlanılmasını bildirdi. Esasen Müttefikler de barış notalarında mütarekeyi bu maksatla teklif et­ mekte olduklarını beyan ediyorlar ki, Meclis'imizin verdiği cevap­ la İtilaf devletlerinin görüşleri arasında uygunluk hasıl oluyor de­ mektir. Bu gibi sebeplerden dolayı, Türkiye'mizin karşı teklifinin devletlerce kabul edilmesi, yine onların tarafından ortaya konulan fikir ve maksadın zanıri bir mantık zinciri olmak lazım gelir. Aksi halde, bizleri insanlığın vicdanı önünde barışa davet eden bu dev­ letler yine o vicdan, o şuur önünde iddialarını bizzat çürütmüş, söz­ lerinin haini olmuş olurlar. Bunda şüphe yoktur. İtilaf devletleri ba­ ğımsızlık ve hürriyetimizin temin edileceğine dair dünyanın vicdanı­ nı şahit tutarak bizi barışa davet ediyorlar. Cevabi notamızdaki pek haklı talebimizi yerine getirmedikleri takdirde, bundan böyle döküle­ cek kanların bütün mesulü olmak üzere onları, Türkiye'miz, ali mah­ keme huzurunda dava etmekte haklı olacaktır. Yunanlıların üç yıldır kan kusturdukları, yaslara büründürdükleri, boyunlarındaki esaret zincirlerini taşımakla inleyen kara bahtlı öz kardeşlerimizi bir an ev­ vel hür göımeyi istemekten, bizim için ve herhangi bir millet için da­ ha mübarek bir gaye, bir hak olabilir mi? Bütün bu kıtallere son ver­ mek gibi bir emel beslediğini iddia eden İtilaf devletlerine, emelle­ rindeki içtenliğin asgarisini bundan daha güzel ispat edebilecek bir delil olur mu? Olmazsa ve öyle ise biz bu neticeyi medeniyet dünya-

80


Si

Önünde, hak ve fazilet alemi Önünde hürriyet yollarında çektiğimiz

silahımız elimizde, azimle ve metanetle bekliyoruz. Bakalım, yakın olan yarın ne gösterecek? Tetik dural ım, insanlığın kanlı mücadelesi içinde hassası diplo­ mat günahı yazmaktan ibaret olan paslı siyasi tarih, günahkarl ığın diplomasi için bir haslet olduğunu söylüyor. . . Biz Türkler, elimiz­ de hakkımızı almaya kadir silahımızla hürriyet düşmanlarına karşı hazır bulunurken, istiyoruz ki, tarih biraz da doğruluktan nasipli ye­ ni bir yaprak açsın, gülmeyen insanlığın şiarı hep ve yalnız kanlı al­ datmalardan ibaret kalmasın. Makyavel devri kapansın, örtünsün, sussun . . . Bunu uyanışa doğru gözlerini açmakta olduğunu zannet­ mek istediğimiz Avrupa diplomasisinden bekliyor ve ümit etmek istiyoruz. İstiyoruz ki, gelecek nesil, asrımızın adına mazlum mil­ letlerin bütün bir tarihte titreyen haklarının yükseldiği, doğduğu, güldüğü asır desin ! . . İşte, bugünkü Türklüğün yolunda kan döktü­ ğü büyük mefkure . . . İlahi ve mukadder tarihi vazife . . . Şimdi basık tavanlı, zayıf kandi li titreyen odamda, geçen günle­ ri yüzüm avuçlarımın içinde düşünüyorum, sadece geçen günleri değil, geçen mucize yıllarını düşünüyor, büyük ırkımın harikaları­ nı, onun bir uzvu, bir parçası hakkıyla duymaya, dinlemeye, kavra­ maya çalışıyorum. Fakat, çok küçük kal ıyorum düşündükçe. Hiç durmayan ve yürüyen iki bin yıllık Türk tarihinin, bu çok büyüle­ yici hürriyet için bütün dünyaya karşı Sakarya ilerilerinde duran Mehmetçik halinde, yine durmayıp yürümekte ve devamlı yüksel­ mekte olduğunu görüyorum. Görüyorum ki, yürüyen ve yükselen, iki bin yıldır. İnanıyorum ki, bu yükselen tarih iki bin yıllık bir ışık­ tır. İki bin yıldır karanlık dünyalara aydınlık salan bir Tanrı kandi­ lidir. Tanrım ! .. Bu aziz kandili yıldınmlardim, boralardan sen koru, kandilin sönmesin ! .. Sonra, hakları çiğnenen zayıf ve kudretsiz kul­ larının kuvveti kanlı geceler içinde tükenir giderler.

81


Ey büyük Türk köylüsü! Ey çileli ırkım ! . . Sen bundan üç yıl ev­ vel hürriyetini yaralı görünce narin geyiklerin gezindiği çamlı bel­ lerden, dağlardan çıktın; karacalar gibi süzülerek düşman sesleri çınlayan ovalara indin ve yürüdün . . . Düşmanların seni öldü bili­ yorlardı. Tarihine dikecekleri mezar taşını bile hazırlamışlardı ! . . Sen yine yürüdün, sen silahsızdın, aldırmadın, yürüdün . . . Ölüme karşı bile! Elleri silahlı gelen düşmanların o vakit birer birer yıkıl­ maya başladıla. Sen ilerledikçe her şey devrilmeye, kırılmaya, kaç­ maya, titremeye başladı. Dünyaları tufanlar aldı. Her şey değişti, bugünkü haline girdi. Çünkü, sen iki bin yılsın. İki bin yılın asil ve yüce duygusunu taşıyan, seni alageyiklerin sütüyle büyüten, ceylan bakışlı, dağlı Türk annesinin oğlusun, onun kucağında yetiştin . . . Hak yolunda, bütün dünyanın hakkı yolunda kullandığın ilahi gü­ cün önünde bugün, vaktiyle göklerde süzülen şahinler gibi termos­ ferlerini aştığın, akropollerine yıldırımlı sağanaklar akıttığın siyah vicdanlı bir nesil dize geliyor ! . . Affet! . . Fakat dün sana eşkıya demeye kıyan dost suratlı insan­ larla, bugün sözlerini geri almaya çalışan düşmanlarına sor ki, han­ gi milletin eşkıyaları halta efendileri hürriyetin, hakkın, efendiliğin inceliklerini senin kadar duymuş, bu duygu içinde senin kadar yük­ selmiştir? Oh milletim! Bu çok ufak mahlukların lafına gücenme, affet! .. Sen iki bin yılın özenerek bezenerek koruduğu bir fazilet abidesisin. Tann istemiş ki, senin yaptığın şeyleri nakleden tarihin, dünyaya büyüklük örneği olsun . . . Sen o kadar yükseksin ki, bu se­ fillere bakamazsın bile . . . Lakin unutma ki, büyük vazifen henüz bitmemiştir. Bazı dize gelir gibi görünen düşman fırsatını avlayın­ ca insanı yüreğinden vurur. Su uyur düşman uyumaz, derler. Altı yüz yıl evvel Kosova Cengi'nde cetlerinin başında yürüyen bir ha­ kanın böyle aldatılmış, şehit edilmişti. Ne ise, o bir hakandı, fakat sen bir millet, bir tarihsin. Allah korusun. Evet, vazifen bitmedi. Düşman ayakları altında kalmış yurtların var ki, kıyılarında deniz

82


sulan çalkalanarak ağlıyor, yamaçlarında laleler, sümbüller açmı­ yor, kuruyor. Kenarlarında solgun güllerin yasla döküldüğü ırmak­ lar akmıyor. Orada esir kardeşlerin var, dağlar başında titrek sesli kavallarında kara bahtlarına ağlıyorlar. Oralarda minarelerinde ya­ nık sesli müezzinleri susmuş, kandilleri sönmüş camilerde gözyaş­ ları dökerek zincirli, titrek elleriyle Tann'ya dua eden ve sesini uzak yollardan bekleyen öz kardeşlerin var. Bunlar her sabah önünden doğan güneşin battığı yerlerdedir. Onları görmedikçe, onlan yerle­ rinde bularak kucaklamadıkça sakın silahını duvara asma ve inan­ ma ve daima hazır ol ! . . Vazifenin en zor ve nazik günündesin!.. Bilirim, önünde tarih için can veren kardeşinin kanından açılan çiçeği kopanr, onun çaput parçalı kırık mezar taşına süs olsun diye takarsın. Belki taşı da yoktur. Çiçeği yolar, kabrinin üstüne saçarsın. Sonra yine o çiçekten bir iki yaprak kopanr, kendi bahtına da bakar­ sın; bahtına, geyiklerin dolaştığı yerlerde kavalından ağlarsın. Bun­ ların hiçbirisi sana koymaz. Tanrı devlete, millete zeval vermesin, dersin ! . Fakat bilirim ki, büyük ve ince gönlün dağlar başında kim­ sesiz kalmış anacığının, kadıncığının, Türklüğün büyük annesinin, büyük hanımının yalınayak kaldığını, elleri nasırdan çatlayarak ka­ nadığını belki de aç kaldığını düşündükçe titrer, üzülürsün. Oh aziz Mehmetçik ! İncinme, seni ve hakkını düşünenler çoğalıyor. Senin gücünün önünde dünyalar dize geldi. Gerideki dertlerini, düşmanla­ rını güneşlerin battığı denizlerin öbür yakasına sürdükten sonra kö­ künden kurutmak, gücünü kullanmakla değil, bir yan bakışınla ola­ cak işlerdendir. Sen dünyalara sığmayan ve zaman zaman bahtını göklerde arayan bir söğütsün, ondan olsa gerek, bayrağının işaretini ay yıldız olarak işlemiş, rengini de hak yolunda akıttığın kanlarınla boyamışsın. Bundan olmalı ki, bu boya, cihan mazlumlarının kurtu­ luş bayrağı olmuş! .. Belki toprakların küçüldü. Fakat tarihin büyü­ dü. O kadar ki, senin önünde tacidarlar, iklimler ufak ve manasız ka­ lır. Çünkü sen daha yaratılışta başına Tanrı'nın taç giydirdiği, tacidar

83


olmak için yarattığı bir soyun efendi oğlusun. İkinci Ergenekon'dan çıkış günleri yaklaşıyor. Yalnız senin olan bir emeğin mahsulünü bi­ çecek gün geliyor. Uzaklarda belirmeye başlayan şafaklarda bir me­ lek görünüyor. Bu, duygulan bir olan ve senin gibi çalışan mazlum­ lar ve ezilenler dünyasının timsalidir. İnsanlık yolunda şehit düşen­ lerin mezarlarına çelenk bırakmaya, senin de silahını ve yaralarını öpmeye geliyor. Ak gün doğmaya başlıyor. Yalnız onu çeviren gece­ leri yırtacak olan silahına her vakitten fazla sarıl . . .

84


YENİ NOTA*

İtilaf devletlerinin beş on günden beri beklenilen cevabı, niha­ yet evvelki gün gece yarısı geldi. Cevaba cevap olan bu nota, içe­ riği itibariyle bundan evvelki makalelerimizde yürüttüğümüz fikir ve tahminlerimizin haricinde bir şey değildir. İlk mütareke teklifle­ rine karşı teklif olmak üzere Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nce ortaya konulan tahliye esasını bu son notalarında devletler kabul et­ miyorlar. İstiyorlar ki, Anadolu'nun bağrına batmış bir ok halinde duran düşman, vaziyetini muhafaza etsin. İstiyorlar ki, kendi elle­ riyle en zayıf bir zamanımızda sinemize soktukları bu ok, ta ki ba­ rış şartlan konferans masası başında kabul ve imza edilinceye ka­ dar -ve kim bilir belki daha uzun bir zaman ! - bizi kanatsın ve biz en güçlü bir günümüzde bu okun açtığı yara ile inleyelim. Diyoruz ki, hayır efendiler! Eğer medeni iseniz, eğer notalannız­ da kopardığınız yaygaralardaki gibi hakikaten insanlığın keyfiniz ve ınenfaatınız için artık kanamasını istemiyorsanız, kendi ellerinizle Türk'ün göğsüne soktuğunuz oku yine kendi ellerinizle ve bir an ev­ vel çıkarınız ki, belki o vakit, tarihin büyük bir matemle kaydettiği günahı kısmen olsun silebilirsiniz. Yoksa, yüzünüze geçirdiğiniz maskenin düşeceği gün uzak değildir. İtilaf devletlerinin verdiği bu yeni cevabi notanın ne dereceye kadar kabule değer olduğunu biz­ den evvel söylemesi lazım gelen, asker mütehassıslardır. İşin ilk maddi noktası burasıdır. Bittabi, daha birçok mütehassısları dinle*

Anado/u'da Yeni11ün,

19 Nisan 1 922, Numara: 470, s. I .

85


mek lazım gelecektir. İşte bilhassa bunları dinledikten sonradır ki, harbi yalnız ve ancak Türkiye'nin kurtuluşu için kabul eden Büyük Millet Meclisi, millet namına son ve kati cevabını verecektir. Şu ka­ dar ki, mütehassıslar dinleneceği, Meclis'imiz kararını vereceği za­ mandan evvel bizim de Yenigün'de kendi anlayışımıza göre bu nota­ nın mahiyetini tahlil edebilmemize bir mani yoktur, sanınz. Son no­ tadan açıkça anlaşılıyor ki, İtilaf devletleri kırk dereden su getirerek ilk tekliflerinde ısrar ediyorlar. Son notanın mahiyeti ve İtilafçıların bundaki ısrarları, bizi bazı şeyleri düşünmeye mecbur ediyor. Haki­ katen anlaşılıyor ki, devletler, vicdanın ve hukukun herhangi bir millet için en muhterem tanıdığı birtakım haklardan başka bir şeyi ihtiva etmeyen Misakı Milli'mizi kabul etmek istemiyorlar. Bu hu­ susu, esasen, elimize uzattıkları barış şartlarında açıkça söylediler. Fakat tahliyeyi barışın imzasından evvel kabul etmemeleri gösteri­ yor ki, bize teklif ettikleri barış şartlarından başka daha geniş esas­ lar için pek de müsait davranmak niyetinde değildirler. Evet, devlet­ lerin tahliyeyi kabul etmemeleri keyfiyeti, barış teklifleri münasebe­ tiyle edindiğimiz bu kanaati bir kere daha teyit etmiş oluyor demek­ tir. Aksi takdirde tahliyeyi kabul etmemeye bir sebep kalmazdı. İkinci noktaya gelince: Her iki düşman tarafın terhisi suretiyle bile olsa bilhassa İngiltere, Türkiye'mizi düşmandan kurtulmuş ve serbest bir halde görmek istemiyor. Bunun için birkaç sebep tasav­ vur olunabilir. Başlıcaları, serbest bir Türkiye'nin barış masası ba­ şında yine bilhassa İngiltere'nin vatanımız hakkında beslediği ihti­ rasları tatmine razı olamayacağı korkusudur. Bunun yanı başında yine bu devlet, mutlaka elinde tutmak istediği bazı yerlerimizi, Yu­ nan ordusu Anadolu'dan çekilirse, bizim ele geçireceğimizi muhak­ kak saymaktadır. Özetle, "Milli Misak"ımız mazlum ve zayıf milletler dünyasının başına bir bela kesilen İngiltere siyasetinin hoşuna gitmiyor . . . Ve bundan, bize istediği gibi fedakarlık yaptırabilmek için Yunan or-

86


dusuna, maksatlarını elde edene kadar mübarek topraklarımızı çiğ­ netmek istiyor. İşte bize medeniyetten bahseyleyen, kan dökülme­ sinden pek ziyade üzüntü duymakta olduğunu müşterek notada ha­ raretle beyan eden İngiliz siyasetinin, maskesi sıyrılınca görebildi­ ğimiz yüzü ! . . Fransa v e İtalya'ya gelince; b u devletler kapitülasyon ve bilhassa İtalya iktisadi nüfuz mıntıkası meselesinde ağırca basabilmek için Yunan ordusunun memleketimizi tahliyesine taraftar olmasa bile, bu sebepler etrafında fazla tahlil yapmayı lüzumlu görmüyoruz. Çünkü bunlar ve meseleleri, terazinin kefesinde inat ve ısrar hususunda çok ağır basacak bir halde değildir. Esasen geçenki makalelerimizde ise bu hususa dair anlayışımıza göre kafi derecede izahat vermeye çalışmıştık, onunla yetiniyoruz. Pek de ehemmiyete değer bir şey olmamakla beraber şurasını da gözden uzak tutmamalıdır ki, İtilaf devletleri , memleketimiz hak­ kında takip etmekte olduktan zalimane siyasette temsil ettikleri mil­ letlerin eğilim ve hislerine tamamen tercüman olmuş değillerdir. Ti­

mes gibi, Le Temps gibi İngiltere ve Fransa'nın ve hatta İtalya'nın en mühim gazeteleri �ğer hakikaten halkın umumi fikirlerini söylü­ yorlarsa?!- "Milli Misak"ımızın tanınması ve tahliyenin mutlaka kabul edilmesi hususunda bizimle bir fikirde gibidirler . . . Şurası da kayda değerdir ki, İtilaf devletleri son notalarından anlaşıldığı üze­ re, barıştan evvel tahliye esasını kabul etmemekle işleri sağlama bağlamayı menfaatlarına uygun buluyorlar. Fakat biz onların teklifi doğrultusunda hareket ettiğimiz takdirde, Yunan ordusunun memle­ ketimizi tahliye edeceğine dair, acaba bize ne gibi teminatta buluna­ bilirler?! Bu teminatın mahiyeti ne olabilir? Ve biz, onların temina­ tına ne dereceye kadar itimat edebiliriz? Bu devletler, sözlerinin ne mertebe eri olduklarını Wilson şartlarıyla, Mondros Mütarekename­ si'nin malum olan tatbiki suretiyle göstermediler mi?! Onların bize itimadı yoksa, haklı davamızı kazanmaktan, bunu bütün insanlığın

87


vicdanı huzurunda talepten başka bir gayesi olmayan biz Türklerin onlara hiç de itimadı olamaz. Biz bu devletler gibi başkasının haya­ tına göz dikmiş değiliz. Onlara diyoruz ki, üç yıldır emellerinize na­ il olmak maksadıyla çiğnettiğiniz memleketimizden elinizle soktu­ ğunuz düşmanı çıkarınız. Hangi millete karşı böyle haklı bir talep, bir hak inkar olunabilir? Notanın hakiki mahiyeti ve bununla İtilaf­ çıların takip ettiği gaye hakkındaki şahsi kanaatimiz budur. Meclis'i­ mizin ve onun hükümetinin ne düşündüğünü ve ne yapacağını bil­ miyoruz. Bize göre bildiklerimizi göstermek istedik. Korkarız ki, bir dolap karşısında bulunuyoruz. Gözlerimizi iki değil dört açmak la­ zımdır. Siyasi tarihimizin, bu gibi atlatılmalardan kendimizi koruya­ bilmek için çok acı dersleri, çok kanlı sahneleri vardır. Doktor Tev­ fik Rüştü Bey biraderimizin geçenki makalelerinde iliştikleri gibi Cenova Konferansı'nın neticeleri, devletlerin memleketimiz hakkın­ daki hakiki vaziyetlerini biraz daha aydınlık içinde görebilmekliği­ mize hayli yardım edecektir. Yakın olan o günü kollayalım. Geçen bir makalemizde devletlerin mütareke tekliflerine saik siyasi ve ik­ tisadi sebepleri tafsilatıyla tahlile çalışmıştık. O makalemizin hazır­ daki hale tamamen uymakta olduğunu sandığımız bazı fıkralarını burada aynen yad ile bugünlük bu kadarla yetineceğiz. Diyorduk ki:

"Muhtemeldir ki, Lloyd George kabinesi ve onu menfaat/an gereği tutanlar, hatta temsil etmekte olduklarını fuzuli iddia ettikleri İngiliz halkının da menfaati ve eğilimleri hilafına bize yeniden karşı teklif­ lerde bulunacak, haklı taleplerimize çapraşık cevaplar verecektir. Unutmamak lazımdır ki, belki İngiltere maruz kaldığı bugünkü müş­ kül siyasi ve iktisadi vaziyet karşısında vakit kazanmaya ve bizi gev­ şetmeye çalışacaktır. Korkarız ki, Fransa ve İtalya kabineleri de mensup oldukları milletlerin hakiki menfaat/arını bir tarafa bıraka­ rak Lloyd George kabinesinin görüşüne iştirak ederler. Türkiye'miz insanlığın vicdanı önünde vazifesini yaptı. Türk milletinin mukadde­ ratını ellerinde tutmak hakkını kendilerinde görenlere düşen tarihi

88


vazife, düşmanlara fırsattan istifade ettirmemektil: " Bugün hadise­ lerin teyit etmekte olduğu bu hakikati bir kere daha bağırıyoruz. İla­ ve ediyoruz ki, İtilaf devletleri "Milli Misak"ımızı da tanımıyorlar, Türk köylüsü, Yunanlıyı saçlarından tutarak Akdeniz kıyılarında boğmadıkça veya Avrupalılar buna kanaat getirmedikçe, büyük Tür­ kiye'mizin dileklerini dinleyecek kulağa, bizimle nota teati etmekte olan devletler sahip değildir.

89


NOTALAR ETRAFINDA*

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu dakikaya kadar, İti­ laf devletleri tarafından tebliğ olunan son notaya henüz cevabını vermemiştir. Bugün yann kati cevabı verilmesi beklenen bu ve ge­ çen notalar etrafında biraz daha durmak, işlemek isteriz. Geçen iki hafta içinde hükümetimizle İtilaf devletleri arasında teati edilen no­ talar hakkında yaptığımız muhtelif tahlillerde, bu devletlerin görüş­ lerini ve tekliflerinde saik olan siyasi vaziyetlerini anlamaya ve tes­ pit etmeye çalışmıştık. Bugün de şu dakikaya kadar cevabı tarafı­ mızdan verilmemiş olan son nota ile bundan evvelki notalar arasın­ daki çelişkileri ve bize göre devletlere karşı takip edilmesi lazım ge­ len hareket hattını göstermeye ve çizmeye çalışacağız. Malumdur ki, devletler ilk notalarında ve onu müteakip hükümetimize İstan­ bul'daki temsilcileri marifetiyle tebliğ ettikleri ve Yunanlıların da kabul ettiklerini bildirdikleri barış tekliflerinde maksatlarını aynen şu yolda ifade ediyorlardı. Diyorlardı ki, "Mütareke teklifi Yunan kuvvetleri tarafından Küçük Asya'nın barışçı bir surette tahliyesini ve bu hava/inin tamamı üzerinde Türk hakimiyetinin iadeten tesisi­ ni temin etmek açık niyetiyle yapılmıştu: " Bu cümleleri takip eden diğer bir fıkra da: "Yunan kuvı•etlerinin tamamen ve barışçı bir tarz­ da geriye alınması için gerekli zamanın dört ayı hafifçe geçeceği he­ sap olunuyor. " Buradan anlaşılabilecek mana, tahliye esasını, dev­ letlerin de mütareke şartından olmak üzere kabul etmiş olmalarıdır. "' Anado/u 'da Yenigün,

90

20 Nisan 1 922, Numara: 472, s. l .


Bu noktayı ayrıca izaha değer bir keyfiyet bile göremiyoruz. Çok açıktır. Çünkü ve hakikaten bu manaya göre, devletler tahliyeye ba­ rışın imza ve takririnden sonra başlayacak değillerdi! Zira, barış mü­ zakeresi on ay da devam edebilirdi; devletler ise Anadolu'nun dört ayda, son notada ise daha kısa bir zamanda tahliye edilebileceğini bildiriyorlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Hariciye Ve­ kili vasıtasıyla bu notaya verdiği cevapta " . . Hükümetim mütareke .

için, esas şart olarak mütareke ile beraber tahliye işine başlanması­ nı elzem saymaktadır" demekle devletleri taahhütlerinin yerine geti­ rilmesine davet etmekten başka bir şey yapmış olmuyordu. Halbuki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne tebliğ olunan son nota­ larında devletler bu ilk görüşleriyle bağdaştınlması çok güç bir va­ ziyet arz ediyorlar. Bu notanın metninden bazı parçalan olduğu gibi okuyucunun değerlendirmesine arz etmek, açık bir çelişkiyi göster­ mek istiyoruz. Şimdi İtilafçılar diyorlar ki: ". . . Bununla beraber,

Müttefik devletler Ankara hükümetinin mütareke akdini bağladığı Anadolu'nun derhal tahliyesi keyfiyetini kabul edebileceklerini zan­ netmezleı: " Halbuki yukarıda naklettiğimiz parçalarda görülüyor ki, devletler mütarekeyi -yine kendi tabirlerince- can ve mal kaybına meydan vermeksizin Anadolu'yu barışçı bir surette Türk hakimiye­ tine iade maksadıyla teklif etmişlerdi. Dikkat edilirse çelişkinin git­ tikçe açığa çıkmakta ve billurlaşmakta olduğu görülür. Esasen devletler barış tekliflerinde, mütarekenin akdini müte­ akip başlayacak olan tahliye işinin "General Foch"un tahminine gö­ re dört ayı hafifçe aşabileceğini bildirmişlerdi. Hükümetimiz, verdiği cevaplarda ise Anadolu'nun derhal, tama­ men ve bir anda tahliyesini istemiş değildir. Hakikaten görüşümü­ zü teyit eden bu cevabın mesele ile alakadar yönünü aynen kaydet­ meyi münasip buluyoruz. Hükümetimiz bu cevapta: "Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi Hükümeti, Anadolu 'nun tahliye müddeti olan dört aydan ibaret. . " demekle tahliyeyi aşamalı olarak, adım adım .

91


kabul etmiş bulunuyordu. Nitekim, bu satırları izleyen diğer satır•

larla maksadını pek açık surette gösteren hükümetimiz, "mütareke-

nin başmdan itibaren ilk on beş gün zarfında Eskişehir-Kütahya­ Afyonkarahisar genel hattmm ve mütarekenin başından dört ay zarfında İzmir dahi dahil oldu,�u vb . " tarzında karşı bir teklifte .

.

bulunuyordu ki, bu, devletlerin gerek notalannda ve gerek banş tekliflerinde hararetle ifade ettikleri arzu ve emellerine uygun bir cevaptı. Halbuki iki gün evvel bize tebliğ edilen ve sureti aynen ga­ zetelerde çıkan cevaplarında Yunan hükümetinin ve kendilerinin böyle bir şartı kabul edemeyeceklerini anlatıyorlar! ! Şu halde Tür­ kiye ne yapsın? Barış anlaşmasının imzasından sonra mı tahliyeye razı olsun? ! Ya o zaman Yunanlılan Anadolu'dan devletler çıkara­ bilecek veyahut Yunanlılar çıkmaya razı olacaklar mıdır?! Bizi ne ile temin edebilirler? ! Papulas'ın İzmir'deki faaliyeti ve müdafaa teşkilatı meydanda iken ve buna İngiltere alenen yardım ederken biz devletlerin hararetli beyanlarına nasıl itimat edebiliriz/? Fazla olarak, bu devletler son notalarında "Yunan hükümeti bu tür bir şar­

tı -bizim tahliye şartımızı- kabulden kaçınabilİI: Kabulü halinde da­ hi gerektiğinde tekrar harbe başlamak üzere askeri kıta/arını Trak­ ya 'ya nakletmesine fiilen môni olmak inıkônsız olur" demekle bizim şüphelerimizi haklı olarak çekmektedirler. Hakikaten, Anadolu'nun tahliyesi esası kabul edilmeksizin barış masası etrafında toplanıl­ dıktan sonra, herhangi bir sebeple Yunan hükümeti burada harbe başlayacak olursa, onun Rumeli'de askeri hareketine mani olmaya­ caklannı bildiren devletler, Yunanlılara Anadolu'da nasıl mani ola­ caklar?! Şunu ilaveye lüzum görürüz ki, burada zikri mutlaka lazım olmayan birçok siyasi ve coğrafi sebepler, vaziyetler dolayısıyla dev­ letler, Yunan hükümetini meramlarına boyun eğdirmek kudret ve ik­ tidarına daima sahiptirler. Biz onların bu gibi görüşlerine, işi kırk de­ reden su getirerek aleyhimize halle çalışmaktır, diyoruz. Zira, bunu başka bir suretle yorumlamak mümkün değildir. Devletlerin &ayele-

92


ri banş ise, bizim görüşümüz bunun elde edilmesine onlannkinden fazla müsait ve daha çok kısa bir yoldur. Devletlerinki ise bir tuzak da olabil ir. H;ıkikat ortadadır. Devletler tahliyeyi banşın imzasından sonra istiyorlarsa, biz buna gelemeyiz ve bu husus, onlann notaların­ da aleme ilan ettikleri sözlerin ve maksatların zıddıdır. Yok, tahliye­ nin banş konferansının açılışıyla başlamasını arzu ediyorlarsa -ki şimdiye kadar söylediklerine göre işi böyle anlamak lazımdır- hükü­ metimizin verdiği cevapta anlaşılacağı gibi, biz buna hazınz ve bu görüşte ısrar etmeliyiz. İtilaf devletlerinin kendilerine vasıta edindik­ leri Yunanlıların ve ordularının hali, yine tıpkı kendi halleri gibi ber­ battır. Hakkımızı bütün medeniyet dünyasına ilan ederek yapmalıyız. Şurası muhakkaktır ki, meselenin dizginleri İngiltere'nin elinde­ dir. Ve daha açık bir tabirle, içinde bulunduğumuz, bir Türk-Yunan davası değil, her vakit iddia ettiğimiz gibi, bir Türkiye-İngiltere me­ selesidir. İşin mahiyetini o açıdan kavramaya çalışmalıdır. Buna da­ ir görebildiklerimizi, ayn bir makalede bir resim tablosu halinde göstermeye çalışacağız. İngi ltere'nin siyasi ve iktisadi vaziyeti ma­ lumdur, mütarekenin tahliye şartını ihtiva etmesi keyfiyetinin, dev­ letlerin ilk görüşleri ileri sürülerek ısrar edildiği takdirde ınuvaffaki­ yetle neticeleneceğinden çok ümitliyiz. Her halde tuzağa düşme­ mekle beraber, son nota düşünmeksizin ret dahi edilmemelidir. Va­ ziyet ve fırsat İtilaf devletlerinden ziyade bizim lehimizdedir. Bun­ dan istifade yolları aranmalıdır. Müttefikler mütarekede, tahliyeyi kabul etmemekte ısrarlı davra­ nırlarsa, hayal meyal hatınmızda kaldığına göre, Rus-Japon muhare­ be ;inde olduğu gibi, mütareke yapmaya hacet kalmaksızın, ordumu­ zun parlayan talihini bağlamaksızın banş şartlarını görüşmek üzere devletlerle temas edilebileceğini mümkünat haricinde görmüyoruz. Her halde bu hususta ilk söz asker mütehassıslarındır. Sonra sırasıy­ la diğer mütehassıslan dinlemelidir. İlave edelim ki, biz haklı milli taleplerimizi temin edici bir barış için harp ediyoruz. Fakat hakkını

93


almak için ayaklanmış ve gazabından titreyen bir millete boyuna ba­ rıştan bahsetmek fena ve vahim tesirler yapabilir. Ve bundan düşman istifade eder. Hatırlatalım ki, Clemenceau hükümeti Harbi Umumi içinde Fransa'da lüzumsuz ve manasız bir surette barıştan bahseden­ leri vatan haini sıfatıyla cezalandırmıştı. Clemenceau'nun hareketini, suiistimal edilmemek şartıyla çok doğru görürüz.

94


BÜYÜK GÜNLER* -İkinci Cevabi Notamız Münasebetiyle-

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ikinci cevabi nota­ sı, geçen Pazar günü İtilaf devletlerine resmen tebl iğ olundu. Ak'ıl için yol birdir, derler. Bu nota dahi genel olarak Yenigün'ün geçen­ ki nüshalarındaki tahmin ve tahlillerimiz gibi çıktı. Esaslan itiba­ riyle makul ve mantıklı bulduğumuz bu notayı, aynı zamanda bir uyanıklık eseri olmak üzere görür ve bu münasebetle hükümetimi­ zi bir kere daha tebrik ederiz. Bu notada, devletlerin bize vaki olan ilk teklifleriyle, birinci no­ tamıza verdikleri cevap arasındaki tutarsızlık ve çelişkiler açıklık ve sarahatle gösterilmiştir. Devletler, maksatlarının, yeniden can ve mal kaybına meydan vermeksizin mütareke yoluyla tahliyeyi temin ve Türk topraklarında Türk hakimiyetini tesis etmek olduğunu bildiri­ yorlardı. Son notalarında bu hususun askıda bırakılması tarafını tut­ makla niyetlerinde samimi olmadıkları kendilerine anlatılmıştır. İki üç gün evvel meydana gelen Söke ve Kuşadası facialarını da bu ara­ da zikretmekle, Millet Meclisi Hükümeti, Yunanlılar barışın kararlaş­ tırılmasına ve tespitine kadar memleketimizde kaldıkları ve devletler bunda ısrar ettikleri takdirde bizzat iddia etmekte oldukları insani ga­ yelerden ne kadar uzak kalacaklarını pek sağlam bir surette kendile­ rine ispat etmiştir. Bu çok doğru . . . Fakat her vakit söylediğimiz gibi bir kere daha tekrar edelim ki, başta İngiltere devleti olmak üzere * Aııado/u'da Yeııigün, 25 Ni�an 1 922, Numara: 476, s. l .

95


Fransa ve İtalya insanlık, kan, mal, can ve hak gibi kel imelerle oyna­ maktadırlar ve pek meşhur adetleri üzere in'sanlığı ve bilmem daha masumların can ve malını bağırarak perdeler arkasında emellerine ulaşmak istemektedirler. Zavallı insanlık, en kirli davalar senin adı­ na, senin masum ve mazlum namına n,ı üdafaa olunuyor! Şüphesiz, daha dün bize mütareke ile barışçı bir surette topraklarımızın tahliye edileceğini insanlığın vicdanını şahit tutarak resmen bütün bir insan­ lık önünde söyleyenler, iki gün sonraki notalarında bundan vazgeçi­ yorlar. Ve tarihi, ırki alakası bütün hukuklar huzurunda Türkten baş­ ka kimseye ait olmayan gasp edilmiş vatan parçalarımızı bize iadeye kimbilir ne gibi maksatlarının temini için razı olmuyorlar. Yine kendi elleriyle aziz memleketimizin başına musallat ettik­ leri bir düşmana, Yunan gibi, tarihin vahşet dünyasında nadiren kaydettiği bir düşmana yurdumuzun kanından, canından, malından umdukları, bekledikleri en ufak menfaatlarının temini için barışın imzasına kadar kanayan vatan parçalarını çiğnetmekte ısrar ediyor­ lar. Nerede kaldı bu devletlerin daha mürekkebi kurumamış olan notalarındaki feryatları , insaniyetçilik, hakçılık davaları? .. Dünya­ lara karşı ilan ettikleri sözlerinden bir hafta sonra dönen bu efendi­ lere, hırslarına boyun eğmez diye itimat etmedikleri asil Türki­ ye'miz nasıl inanır? Sonra, Yunanlıların bütün barış tekliflerine rağ­ men İzmir ve havalisinde, notalara imza koyan İngiltere parmağıy­ la, İngiltere yardımıyla nasıl çalıştıkları, ne gibi teşkilatlara giriştik­ leri de malum! .. İşte hükümetimiz son cevabında -bize göre- bu çelişkileri pek güzel göstermiştir. Devletler bu pek açık hakikat karşısında ne diyecekler, ne dereceye kadar etkileneceklerdir? ! Son on beş günlük hadiseleri takip edenler için bunun cevabını vermek, zannetmeyiz ki, kehanet veya falcılık gerektiren bir iş olsun. Onlar yine bildiklerini okuyacaklar . . . Barışın imzasına kadar yine insan­ lıktan, haktan ve bilmem daha nelerden bahsedecekler. Bunda, Tür­ kiye'yi, bu masumlar memleketini çiğnetmekte belki ufacık bir vic-

96


dan azabı duymaksızın devam edeceklerdir. Zararı yok . . . Fakat, Türkiye halkı hak adına, bir gün bunun hesabını elbette soracaktır. Son notamızın ikinci kısmında " Misakı Milli"mizin çizdiği çerçeve dahi lindeki meşru taleplerimiz kısaca zikredilmiş ve Umumi Har­ bin sonlarına doğru bizzat Lloyd George'un dahi itiraf ettiği hakla­ rımızın tanınması lüzumu, devletlere hatırlattırılmıştır. Hükümeti­ miz bununla barış masası etrafında söyleyeceklerinin ana hatlarını şimdiden dünya önünde devletlere bildirmiş oluyor. Buna dair faz­ la bir şey ilave etmek istemeyiz. Kanaatimize göre notamızın en güzel, en samimi bir noktası da artık işi notalar teatisiyle uzatmak­ sızın ve bu sırada devamlı olarak kanayan kardeşlerimizin, mazlum bir insaniyet kitlesinin ah ve iniltilerine bir an evvel son vermek ar­ zusuyla bu pek aziz ve meşru davamızı, Türkiye'mizin -hazırlık mahiyetinde olmak üzere- barış masası etrafında müdafaaya hazır olduğunu beyan ve ilan etmesidir. İtilaf devletleri ve bütün dünya bilmelidirler ki, Türkiye'miz maksatlarında çok samimidir. Çekine­ ceği bir husus yoktur, çünkü davamız eski ve yeni hukukun, mu­ kaddes kitapların bütün insanlığa tanıdığı en aziz haklardır. Biz, in­ san olduğunu söyleyen her asri bir camia gibi bunları istiyoruz. Ve hakkımızı her vakitten fazla, silahımızla, gücümüzle almaya kadir olduğumuz, en kanlı bir düşmanımızı Akdeniz'in kıyılarında saçla­ rından tutarak boğmaya kendimizde liyakat gördüğümüz bir günde bize insanlıktan bahsedenlere, buyurunuz barış masasına, diyoruz. Artık insanlığın vicrianı hükmünü verecektir. Bu hüküm bizim için çok itaate değer ve muhteremdir. Biz ilhamlarımızı buradan alıyo­ ruz. Bu ilham ile üç yıldır yol unda sevine sevine, ölümlere karşı güle güle kanımızı akıttığımız davamızı tutan ve sonuna kadar tu­ tacak olan kuvvetimizi yapıyor ve yaratıyoruz. İtilaf devletlerinin pek yaman olan bu son cevabımızı reddede­ bileceklerine inanmayız, çünkü Makyavelliğin de bir haddi vardır. Nihayet maskeleri düşürenler, kendilerini müşkül bir vaziyete so-

97


kabilirler. Esasen son tekliflerimiz karşısında, vaziyeti müzakereyi reddetmek işlerine gelmeyecektir sanırız. Cenova Konferansı'nın gittikçe aydınlığa koyduğu siyasi ve iktisadi vaziyetleri de buna ta­ hammül edecek halde değildir. Yakın olan yarın işin doğrusunu söyleyecektir. Bakalım . . . Her vakit dediğimiz gibi bir kere daha söyleyelim ki, günah, emperyalistler ve kapitalistler diplomasisi tarihinin kanlı bir süsü­ dür. Orada asıl olan aldatma ve atlamadır. Ancak, halkçı yeni Tür­ kiye eski tarihinin son iki asırlık tecrübeleri önünde bulunuyor. Memleketimize çok ağıra mal olan bu tecrübeler, bugün yaşamak mücadelesi içinde bütün bir dünyaya karşı alnı yüksekte duran ye­ ni Türkiye'miz için bir siyer1 olmalıdır ve olacaktır. Bu acı tecrübe­ ler ancak bu suretle geçmişi telafi edeceklerdir. Yalnız ve yalnız Türk halkının, Türk üreticilerinin can, mal ve zekasıyla bugünkü parlak ve yüksek haddine varan yaşamak davamızın büyük günle­ rine girdik . . . Öldü zannedilen bir günde çamlı bellerden bahtına ağlayan kavalını çalarak çıkan ve diri denilen dahili ve harici düş­ manlarını bugün huzurunda gücüyle dize getiren Türk halkı, şimdi kuvvetinin yarattığı vaziyeti zeka ve siyaseti ile hal ve ispat edece­ ği imtihan saatlerindedir; bunu da bu halkın başaracağına, onu la­ zım olduğu gibi anlayanlar, onun büyük ve derin manasını incelik­ leriyle kavrayanlar şüphe etmezler. Hatırlatmak isteriz ki, yedi yü ­ ze yakın yıllardır süren saray tarihi, son iki asırda, bu milletin lıer vakit insanlığın üstünde bir kudretle, bir varlıkla kazandığı h:ıkkı­ nı, o, daima miskinliğiyle, sefilliğiyle kaybetti. Bu da bugün Tür­ kün mukadderatını ellerinde tutmak hakkını görenlerin kulağına küpe olsun. Türk köylüsünün yapraklarını açtığı yeni Tilrkiye tari­ hi geçen _riya ve gasp devrini kapadı ve açtınnayacak:ır. Bilmelidir ki, bu

yeni

tarih, Türk'ün kanıyla, malıyla bütün v:ırlığını feda su­

retiyle kazanmakta olduğu bir varlık davasında en ufak bir siyasi 1 Siyer: Yüksek ahlak ve nitelik. (Kaynak Yayınları'n?;ı notu.)

98


hatayı da asla affedemez. Bu büyük dava, ayaklan kanaya kanaya yürüyen ve kim bilir belki öksüz yavrucuğunu sırtında taşıyan, yır­ tılmış nasırlı elleriyle cephane dolu kağnısını cephelere doğru çe­ ken Türk kadınlarının, ak başlı yalınayak ihtiyarların, başı açık, çıplak çocukların emekleriyle kazanılıyor. Cephelere doğru yürü­ yen kağnılar arkası kesilmeyen gıcırtılarıyla göklerinde yıldızların bile söndüğü geniş ve ıssız ovalarda, sanki yaşamak isteyen, hürri­ yet isteyen Türk halkının, beş bin yıllık hür Türk tarihinin sanki bir inleyişidir. Haklarımızı müdafaa edecek olanlar, barış masası ba­ şında bunları düşüneceklerdir. Kağnısını çeke çeke, kavalını çala çala yürüyen Türk annesi, Türklüğün büyük hanımı ! . . Kan kustuğun ve hep siyahlar içinde ağladığın bütün bir tarihin, bütün bir tarihinde inleyen siyah bahtı­ nın artık susacağı saatler geliyor. Sen, her davranışında dünyalara yeni manalar yazmış bir soyun annesisin. Sen, büyük anne! Büyük hanım ! Yalınayak kanadın, seni duymayanlardan hakaret gördün, aç kaldın, fakat daima hanım ruhuyla yaşadın; efendi duygusunu taşıyan, iki bin yıldır hürriyet aşkıyla yanan bir nesil yetiştirdin . . . Yalnız sırmalı elbiseler içinde, saray köşelerinde, yalnız rütbeler iç­ inde senin talihine hükmedenler Türk'ün en felaketli bir gününde düşmanlarla birleşirken, bazıları da bu iş çıkmaz derken, duvarları yıkık kulübeciğinde beşiğini salladığın nesil, bu işin çıkar olduğu­ nu, Türk'ün ve Türk tarihinin yaşayacağını gösterdi. Yaşlı gözlerini sil, ak günün sabahı açılıyor. Büyük köylü! Efendi milletim ! Uzak­ larda, düşman ayakları altında göklere ve senin çalıştığın yerlere bakarak titremiş elleriyle, titrek sesleriyle dualar eden milyonlarca kardeşin seni bekliyor. Bütün Türjc tarihinin, Türk dünyasının yerinden oynadığı, dünya­ lara karşı dikilerek hakkını istediği bir zamanda, eski Osmanlı İmpa­ ratorluğu'nun hudutlan daralmış olabilir. Fakat Türk'ün manası, adı, sanı büyüdü ve büyüyor. Yaşamak isteyen bir millete de lazım olan budur. Varsın saray ve Babıali'si günahlanna yeni sahifeler yazsın.

99


İlave edelim ki, halkçı Türkiye'nin davasını ve manasını i fade eden bu son notayı Türk diplomasi tarihinde yeni bir devrin başlan­ gıcı olacak kadar ehemmiyetli buluruz.

1 00


SEVR'DEN SONRA* -İtilaf Devletlerinin Barış Teklifleri Münasebetiyle­ ())

İtilaf devletleriyle Türkiye'miz arasında 24 Mart'tan beri başla­ yan notalar devri de 22 Nisan tarihinde yine bu devletlere tebliğ et­ tiğimiz son ve ikinci notamızla kapanmıştır, sanırız. Türkiye'miz artık bir alay dedikodulu diplomat lafları değil, evet veya hayır yollu kati bir cevap bekliyor. Devletler hayır derler­ se, devletler içtenlik ve samimiyetlerine şahit tuttukları insanlığın vicdanı önünde bir kez daha ricat ederlerse, gazabından titreyen Türklük, eline Tanrı 'nın dünyalara yeni devirler açmak, yeni mana­ lar yazmak için verdiği ve beş bin yıllık hürriyet tarihinin sesini haykıran silahıyla bütün insaniyet tarihinde bir kir, bir leke olan ve kendisine reva görülen büyük haksızlığı silecektir. Devletler evet derlerse, biz tarihin huzuruna büyük davamızı insanlığın vicdan ve şuuruna bağırarak çıkacağız. Ve banş masası etrafında toplanaca­ ğız. Davamız açık ve temizdir. Bu temizlikten ilham alarak son notalanmızda verdiğimiz söz­ den dönmekliğimize imkan tasavvur edilemez. Ancak bunu bir zaaf eseri olarak görmemelidir. Her vakit hakkımızın tanınması şartıyla dünyalara ilan ettiğimiz ve etmekte olduğumuz banşseverliğimizin, Batı diplomasisinde adet olduğu gibi, herkesi aldatıcı bir fırıldak ol­ madığını, bunun perdeler ardında gizli maksatlar saklamadığını gös*

Anado/u 'da Yenigün,

28

ve

30 Nisan 1 922, Numara: 479-866

ve

867-480, s. I .

101


termek istiyoruz. Yoksa, düşmanı yenmek hususunda her vakitten fazla güçlü ve kuvvetli bir vaziyette bulunuyoruz. Esasen bu husu­ su takdir etmekte olan İtilaf devletleri diplomasisi işin son kertesin­ de memleketimizden koparmak istediği menfaatlarını k ısmen olsun kurtarmak sevdasındadır. Bunun içindir ki, Yunan'ın Türk darbesi altında ezilmesine meydan vermeden anlaşma yolunu tuttu. Lafın kısası notalar devri kapandı veya kaparımak üzeredir. Bu sahne bi­ terken açılacak olan ikinci perde içinde ya yıldırımlarla yanan harbi bulacağız veya barış masası etrafında toplanmış diplomatları göre­ ceğiz. Şimdilik bize kısmen meçhul olan bu kati sahnenin dahilini İtilaf devletleri tertip ve hazırlamakla meşguldürler. Biz her iki ihti­ malin tahakkukunda da beklemekte olduğumuz piyesin aktörlüğünü yapabilecek bir kudret ve liyakatteyiz. Defne dallarıyla süslü barış sahnesine çıkabileceğimiz gibi, güneşin battığı karanlık yerlerde ya­ şayan haris emperyalistler Avrupa'sının kendi eliyle tertip edeceği harp dramı piyesinde de hakkımızı almak ve düşmanı Akdeniz'in kı­ yılarında boğmak için buyrun meydana diyeceğiz. Bu belki Avrupa diplomasisi eliyle yazılacak bir trajedidir ki, biz orada aleyhimize kurulmuş tuzaklara, bize verilmek istenilen fena rollere rağmen yi­ ne birinciliği kazanacağız. İşte o zaman piyesin son perdesi de ka­ panırken, önünde elleri zincirli, gözleri yaşlı seyre dalan hakkın tim­ sali zincirlerini kıracak, Türk'ün güneşi süratle yükselecektir. Bu gü­ neş, mazlumlar ve ezilenler dünyasının içinde kaldığı karanlıkları yırtacaktır. Ve kimbilir, belki de bu güneş insanlığın asırlardır kanı­ nı, canını emen ve av olarak kendisine daima zayıfları seçen Batı emperyalizminin korkunç ve kanlı gücünü, elmasları, zümrütleri, yakutları arasından masumlar ve kimsesizlerin kanı sızan kapitalist­ lerin taçlarını bir daha dirilmemek üzere yakacaktır. Türk tarihinin, Türk kuvvetinin ne demek olduğunu bilenler için, bu, anlaşılması mümkün olmayan bir şey değildir. Bu trajedi son bulduğu gün, şair­ ler, Türk tarihinin açılacak yeni faslının adına hak günleri, hak dev-

1 02


ri diyeceklerdir. Bütün mazlum milletler tarlarında, tanburlarında, kavallarında, bağlamalannda, erganunlarında Türk köylüsünün açtı­ ğı yeni hürriyet yılını terennüm edeceklerdir. Sahnenin kahramanı yine Türk köylüsü olacaktır. Tarih böyle istiyor . . . Sevr'den sonra başlayan notalar devri kapanırken yakında açıl­ ması pek muhtemel olan barış sahnesi etrafında biraz durmak, İti­ laf devletleri tarafından elimize uzatılan barış tekliflerini gözden geçirmek isteriz. Bu son günlerde ortalıkta barış şayiaları pek çok döndü. Fakat devletler tarafından bize teklif edilen barış şartları da­ hilinde yeni Türkiye'nin kazanacağı hakiki ve maddi vaziyeti tespit etmek ve billurlaştırmak, bu şartları teker teker, oldukça ince bir tahlil eleğinden geçirmeyi icap ettiriyor. Memleketimizin her yerin­ de barıştan bahsedilmekte olduğu böyle bir zamanda böyle bir tah­ lili faydalı buluruz. Ne yapacağımıza, nasıl hareket edeceğimize dair bir karar vermeden vaziyetimizi görmek lazımdır. Bir kere da­ ha tekrar edelim ki, aziz haklarını geri almak için uzun bir harp iç­ inde aralıksız kanayan bir memlekette çok barış lafı çok zarar geti­ rir. Bu itibarla da bize teklif edilen barışın hakiki mahiyetini çıka­ rıp ortaya koymak ve bunun bizim maksat ve gayemize ne derece­ ye kadar uyabileceğini göstermek zaruretini duyuyoruz. Ancak böyle mühim bir tahlili bir çırpıda bir makale içine sığdı­ rıp çıkarıvennek imkanını görmüyoruz. Bugünkü makalemizi takip edecek olan yazılarımızda, barış şartlarını birer birer hukuki, iktisa­ di, siyasi kıymetleri bakımından asri manasıyla yapabilecek bir Tür­ kiye'nin muhtaç olduğu vaziyetle ölçerek mahiyetlerini göstermeye çalışacağız. Hüküm ve kararlarını vermek okuyucularımızın hakkı­ dır. Biz işi ve bu tekliflerin kıymetini bütün çıplaklığıyla anlayabil­ diğimiz kadar söylemeye çalışacağız. Şüphesiz siyasilerin hakikatler karşısında aynca düşünmek, başka türlü görmek hakları da vardır. Bu böyle olmakla beraber, biz işin hakikatini görebildiğimiz kadar göstereceğiz. Siyasilerin rollerini yapmalarına bu bir mani değildir.

1 03


Belki kolaylaştırabilir bile. İşin ve vaziyetin neresinde bulunduklan­ nı görmelerine yardım eder. Banş şartlarının birer birer tahliline gi­ rişmezden evvel Sevr Antlaşması'ndan bugüne kadar cereyan eden siyasi hadiselerin bir panoramasını çizeceğiz. Bunun daha sonra ya­ pacağımız eleştirilerin kolaylıkla anlaşılmasına tesiri olacaktır. Malumdur ki, devletler milletlerarası hukukla ifadesi mümkün olmayan Sevr Antlaşması'nı 1 9 1 9 yılında yazdıktan sonra bunu Türk milletine imzalattırmanın mümkün olmadığını gördüler. Memleketimizin hukuku esasiyesine göre başlı başına bir mana ifa­ de etmeyen ve camiamızı temsil etmek hakkına sahip olmayan sa­ rayı elde ettiler. Türkiye'nin idam kararını bu vasıta ile tasdik ve tat­ bik ettirmek istediler. Sarayın imzasını almaya muvaffak oldular. Hatta halife namını taşıyan adama bir fetva çıkarttılar ve bu fetva­ ya Türkiye halkını bütün vicdaniyatın, bütün hukukiyatın idraki hi­ lafına öldürmek ve Türk tarihini kapamak isteyenlere karşı yürüyen memleketin öz evladının katli vaciptir diye yazdırdılar. İslam dini, tarihinin hiçbir safhasında halife eliyle bu kadar aşağılanmadı. Hi­ lafete de sahip olan saray İslamın ve Türklüğün son ümidi, son da­ yanağı olan bu sevgili ve mübarek memleketi düşmana teslim et­ mek, esir kılmak istedi. İslamın saadetini temin maksadıyla neşre­ dilmiş olan bir dini, halife İslamın aleyhine kullandı. Bu büyük ve siyah günahı din tarihi derin bir matem içinde titreyerek kaydetti. ***

Sevr Antlaşması ihtiva etmekte olduğu şartlarla ve onu imza edenlerin sıfat ve salahiyetleri bakımlarından devletler hukuku, te­ mel haklar ve Kanunu Esasiye'mizle bağdaştınlamazdı. Zira bütün Harbi Umumi içinde İtilaf devletlerinin savunuculuğunu ve koru­ yuculuğunu daima ve ısrarla iddia ettikleri mi/letlerarası hukuk

esaslarına uygun bir antlaşma yapabilmek için akitlerden birinin

1 04


diğerinin hayat, hürriyet ve bağımsızlık haklarım yok edebilecek bir şart öne sürmemesi lazım gelirdi. ı Bunda eski ve yeni devletler hukuku yazarlarının hepsi müttefiktir. Halbuki Sevr Antlaşması ile devletler Türkiye'yi milletlerarası bir sömürge haline getiriyorlar­ dı. Bu, ancak bir suretle mümkün olabilirdi; devletler hukukunu Türkiye hakkında tanımamakla . . . Nitekim iş bu yolda cereyan etti. Fakat devletler ne salahiyetle Türkiye hakkında böyle bir harekette bulunabilirlerdi? Hukuken buna olumlu bir cevap vermek imkanı yoktur. Türkiye'mizin hazırdaki devlet ve idare teşkilatı, hukuk esa­ slan onu devletler hukuku haricinde bulundurabilmek -son zaman­ lara kadar Avrupa'da Yahudileri ve Protestanları kanun haricine koydukları gibi- hakkını devletlere bahşedemez. Ve buna bir sebep olamaz. Devletler hukuku prensiplerinden istifade hakkı onun esas­ larına riayetkar bir devlete karşı yasaklanamaz. Yalnız bu esaslara hürmetkar olmayan devletlerdir ki, devletler hukukundan faydalan­ ma hakkını iddia edemezler; çünkü milletlerarası hukuk, devletle­ rin karşılıklı riayetleri iledir ki, hayatını sürdürür. Bu takdirde, hu­ kuk nazariyatınca devletler hukuku haricine konması lazım gelen­ ler, Türkiye'den evvel İtilaf devletleridir. Çünkü Türkiye devletler hukukuna her vakit riayet etmiş, onlar ise Sevr Antlaşması'yla ve di­ ğer küçük milletler hakkında devletler hukukuna riayet etmediler. Onu tarihinin kaydetmediği bir surette hırpaladılar. Halbuki devlet­ ler hukuku teorisinde küçük büyük millet yoktur. İnsanların zayıf ve kuvvetlileri arasında fark olmadığı gibi, devletlerin hepsi de birbiri­ ne eşittir. Milletlerarası hukuk haricinde bir devlet olarak görülme­ mize saik Müslüman olmaklığımız ise, böyle bir kanaat bu ilmin umdelerine tamamen muhaliftir. Orada din meselesi yoktur. Devlet­ lerin hür ve bağımsız yaşamak esaslan vardır. Mezhepte, dinde ve vicdanda hürriyet, devletler hukuku programının ana hatlarından bi­ ridir. İftiharla ilave edelim ki, bu da Türk tarihinin dünya hukuk mü1 Emesi Neys ve Bonafis vs., Hukuku Düı·el.

1 05


esseselerine bir armağanıdır.2 Yine unutmamak icap eder ki, Avrupa devletler hukukundan tamamen istifade eden Japonya Hıristiyan de­ ğildir. Kitabi bile değildir. Putperesttir. Bu yolda söylenen dediko­ dulara rağmen tatbikatta tecel li eden bir hakikat vardır ki, devletler hukuku Avrupa diplomasisi elinde oyuncaktır; işine geldiği zaman tatbik.eder, gelmediği zaman yüzünü çeviriverir. Ve siz ona hakkını­ zı ne kadar bağırırsanız cevap alamazsınız. Size başını kaşır veya bir alay safsatalarla karşılık verir. Yine tatbikatta beliren hakikatlerden birisi de şudur ki, devletler hukuku kuvvetlilerin birbirine tanıdığı bir nimettir. Zayıfların fiiliyatta bundan faydalanma hakkı yoktur. Diyeceğiz ki, her şeyde olduğu gibi, devletler hukukunun da teyit ve icra vasıtası kuvvettir. Gerçi kuvvetliler bazı ufak milletlere bunu ta­ nımaktadırlar. Fakat bunlar o zayıflardır ki, kodamanların görüşleri­ ne ve menfaatlarına uysaldırlar. Belki bunlar bir nevi emirberdirler, hizmetçidirler, esirdirler. Lafın kısası, devletler hukukundan istifade etmenin iki yolu var: Ya kuvvetli bulunmalı yahut da herhangi bir kodamanın hizmetkarı olmalı. Doğu milletlerinin birliğidir ki, Batı emperyalizmini düşündürecektir. İşte esir olmak istemeyen Türki­ ye'mizin biricik kuvvet kaynağı. . . Şurasını da ilaveye lüzum görü­ rüz ki, Batı camiasını da tahakkümünde inleten oradaki idare can çe­ kişme günlerindedir. O yıkıldığı zaman milletlerin birbirini daha iyi bir surette anlayabileceklerini ümit ederiz. Evvelce Yenigün 'de yayımlanan dizi makalemizde -birçok Av­ rupalı yazarların fikirlerini şahit göstererek- demiştik ki, devletle­ rin bizi aile zümreleri arasına ithal etmemelerinin, bize devletler hukukunu tanımamalarının sebebi ancak siyasetle izah olunabilir; yoksa bunun mantıkla, hukukla ifadesi mümkün değildir.3 Belki her devletten fazla devletler hukukuna riayetkar olan Türkiye'mizi yine onun haricinde bulundurmak için Avrupa devletleri, hatta Av2 Emesi Neys, Hukuku Düvel, c.2. 3

Bonafis, Hukuku Düvel.

1 06


rupalı yazarlardan bazıları ilift1. mantık ve hakikatten tamamen uzak olmak üzere hayli şeyler söylediler ve yazdılar. Hakikati riya ile örtmek, ihtiraslarını meşru ve süslü göstermek için hayli gürül­ tüler yaptılar. Fakat bütün söyledikleriyle ve yazdıklarıyla kendile­ rini, kendi günahlarını nakletmiş oldular. Temiz Türkiye'miz bu söylenen şeylerle onları her zaman susturabilir. Avrupalıların bize karşı kullandıkları mantık silahını tamamen kendi aleyhlerine çe­ virmek mümkündür ve pek kolaydır. Sırası geldikçe kullanacağız. Lafın kısası bize karşı Batı emperyalistleri tarafından çekilen iftira okunun bir manası vardır. O da, kocamış Doğu meselesini mefkure edinen Avrupa'nın ne pahasına olursa olsun Türkiye'mizi haritadan silmek istemesidir. Milletlerarası hayatta işlenmek üzere çoktan be­ ri tasarlanan bu suçu Avrupa diplomasisi Umumi Harbin sonunda tamamlamak istedi. Fakat Türkiye'nin ayağa kalkışı ve bütün bir Doğu'nun hareketi önünde emperyalistler ellerinde tuttukları kanlı bıçakla sırt üstü düştüler. Memleketin mukadderatı hakkında kati kararını vermek üzere İstanbul'da toplanan Millet Meclisi padişa­ hın rıza ve hatta teşvikiyle İngiliz eliyle dağıtıldı. İngilizler ve müt­ tefikleri saray tarafından yapılan bu tecavüz, padişahın hükümleri­ ne riayet edeceğine dair yemin ettiği Kanunu Esasi'ye ve İngilizle­ rin her tarafta bütün dünyaya karşı hamiliğini iddia ettikleri devlet­ ler hukukuna muhalifti. Padişah, Allah ve millet huzurunda elini vicdanına koyarak ettiği yeminden dönmüştü; yalan söylemişti. İn­ giltere hükümeti de devletler hukukunun mukaddes dediği kaidele­ rini ayak altına almıştı. Hakikaten Kanunu Esasi'mizin yed �nci maddesi "barış ve ticaretle ve arazinin terk ve ilhakıyla ve Osman­ lı tebaasının asli ve şahsi hukukuyla alakalı ve devletçe masrafları gerektiren antlaşmaların yapılmasında Umumi Meclis'in tasdiki şarttır" diyor. Padişah ve düşmanlarımız bunu biliyorlardı. Millet Meclisi, o zaman her memlekette olduğu gibi bizim de hukuk teş-

1 07


kilatımız icabınca milletin kararını söylemeye gelmişti. Türki­ ye'mizin en zayıf bir gününde padişah düşmanlarla uyuşmuş oldu, Meclisi dağıttı. Milletin iradesini bir paçavra gibi yerlere çaldı. En meşru, en meşruti bir surette seçilen bu meclise saray ve tabileri --düşmanların ekmeğine yağ sürerek- milleti temsil edemez dediler. Fakat bunu diyenler kimlerdi? İngiliz eliyle işbaşına gelen Damat Ferit kabinesi ! . . Vatan düşmanlarının müttefiki olan saray ! .. Garip­ tir ki, bu bedbahtlar seçimle gelen bir meclisi gaspçı ve kendilerini memleketin hakiki temsilcisi görüyorlardı ! Daha fazla tahlile lüzum görmüyoruz. Muhakemesini okurlarımıza bırakıyoruz. Memleketi­ mizin hayat ve mematı meselesinde kati ve son sözü söylemek, ikinci fıkrasını aynen yukarıya naklettiğimiz Kanunu Esasi'miz hükmünce değil, bütün cihan hukuk teorilerince yalnız millete ve meclise ait ve has bir hak idi . Her devletin teşkilatı esasiyesine gö­ redir ki, gerek dahile ve gerek harice karşı onun yapacağı bir işin kıymeti ölçülebilir. Bunun haricinde hiçbir akit bir mana ifade ede­ mez. Yalnız bir mana ifade etmesi varit ise, o da bu takdirde fuzu­ lilik ve gasptır. Bizim Teşkilatı Esasiye'miz mutlakiyet idaresi esa­ sına dayalı olmadığı gibi, tacidar hakimiyeti usulü dahi değildir. Ancak bu biçim devlet idarelerindedir ki, milletin oyuna belki mü­ racaatta bağlı kal ınılmayabilir. 1 6. ve 1 7 . asırda yaşayan bu teoriler daha yine o zaman Alberin Janontil'in ve bilahare Eberon'un pek haklı hücumlarına uğramış ve çürümüştü. İnsaf edilsin, en geri asır­ larda bile asrımızın yeni yükseldiği müesseselerin inceliklerini duymuş ve tatbik etmiş olan Türk milletine 1 6. asır muamelesi ne hakla reva görülebilirdi? Halbuki Türkiye'miz bundan on beş sene evvel meşruti bir camia halini almış. üç sene evvelisi de sultanlı meşrutiyet usulünün üstüne çıkmıştır. Böyle bir idarede, pek tanın­ mış devletler hukuku alimlerinden Alfons Riviye'nin de dediği gi­ bi, milletlerarası bir akit hüküm ifade edebilmek için mutlaka mil-

1 08


letvekillerince tasdik edilmelidir.4 Anayasa hukuku ilmi dehaların­ dan Fransalı Profesör Esmain dahi aynı fikri daha güzel bir surette müdafaa etti.5 Belonculi, Kalov, Wurm gibi, isimlerinin burada bi­ rer birer sayılması mümkün olmayan birçok Latin ve Cermen hu­ kuk alimleri aynı fikirdedirler. Lakin Hukuku Esasiye'mize ve bü­ tün devletler hukuku esaslarına muhalif hareket edenlere karşı Tür­ kiye'nin ayağa kalkışı pek müthiş oldu. Lalelerin, sümbüllerin açtı­ ğı, gümüş derelerin çağladığı, geyiklerin oynaştığı dağlardan çıkan ve yalnız hakkı, hürriyeti, izzetinefsi bütün incelikleriyle duyan Türk halkı kimsenin yol göstermesine, teşvikine hacet olmaksızın beş bin yıllık tarihinin armağanı olan mübarek silahını büyük ve kanlı günaha çevirdi. Bu hareketi, Mustafa Kemal Paşa'nın riyase­ tinde toplanan Erzurum, Sivas Kongreleri ve nihayet Büyük Millet Meclisi'nin açılışı takip etti. Türk milleti, iradesinin paçavra olmadı­ ğını gösterdi. Onunla alay edenleri paçavra gibi yerlere serdi. Sevr Antlaşması'nı yırttı . Bugün dünyanın zoruyla da olsa haksızlığı ka­ bul edemeyeceğini gösterdi. Devletlerden çok şey deği l, fakat her insan camiasının iddia etmek hakkına sahip olduğu hüıTiyet ve ba­ ğımsızlığına hürmet istedi . Geçen seneki Londra Konferansı bunu temin edemedi. Devletler orada bazı ufak tefek değişiklikler ile be­ raber Sevr Antlaşması'nı bir başka yoldan tatbik çaresini aradılar. Fakat kimseyi aldatamadılar. Nihayet, Ankara Anlaşması vaziyeti değiştirdi. Fransızlar daha dün asi denilen, hakikatte Türk milletinin meşru temsilcisi olan Türkiye Büyük Mil let Meclisi Hükümeti'yle devletler hukuku esaslarına uygun bir akdi imzaladılar. Hakikaten asi biz değil, hukukça asıl asi başta padişah olmak üzere İstanbul'da­ ki hükümetidir. Hatta bu, asiden de başka bir şeydir. Düşmanla memleketin aleyhine anlaşmış bir mevcudiyettir! . . 4 Riviye, Hukuku Diiı·e/, c.2, s.7 1 . 5 Esmain, Hııkııkıı E.l'asiye. s.573.

1 09


Türkiye-Fransa Anlaşması ve buna eklenen siyasi, iktisadi müş­ küller İngiltere'yi düşündürdü. Ve Anadolu ile anlaşmak yolunu bir an evvel tutmaya sevk etti. Cenova Konferansı, Reballo Anlaşması bu vaziyeti daha ziyade karıştırdı. Notalar ve barış teklifleri geçen bir ay zarfında yayımlanan Yenigün nüshalarında uzun uzadıya tah­ lil ettiğimiz bu vaziyetin mahsulüdür. Müteakip yazılarımızda barış şartlarını incelemeye başlayacağız. Ancak şu hususu da ilave ede­ lim ki, yok edilmek istenilen bir milletin hakkını kurtarmak için as­ ri hukuka en uygun bir şekilde tesis olunan yerii Türkiye ile onun meclisini, hükümetini gaspçılıkla, asilikle itham edecek kadar ileri varan İtilaf hükümetleri, biz anayasa hukukunca ispata hazırız ki, kendileri bizzat temsilciliğini iddia ettikleri milletleri, ne hakiki menfaatları ve ne de iradeleri itibariyle bugün temsil edememekte­ dirler. Ve yerlerini uzak olmayan bir gelecekte, bu milletlerin haki­ ki vekillerine terk edeceklerdir. İki gündür çizmeye çalıştığımız tablo gösteriyor ki, azim, iman, emek, kuvvet, idrak ve zeka büyük Timurlenk'in dediği gibi, önüne çıkan her maniyi yıktı. Türkiye, da­ vasını kazanıyor ve kazanacaktır. Tarihi büyük olan ve hak için ya­ şamak ve yaşatmak isteyen bir millet ölemez.

1 10


CEVAPLARI NE OLACAK?*

Son cevabi notamız devletlere tebliğ edileli hayli oldu. Fakat bugüne kadar buna resmi bir ses cevap vermedi. Ajansların haber verdiği dedikodulardan ve siyasi vaziyetten bir netice çıkarmak az çok mümkündür. Son notamızın muhteviyatını bize vuku bulan ev­ velki teklifleri itibariyle İtilaf devletlerinin reddedebileceklerini zannetmiyoruz. Ve esasen buna bir sebep de yoktur. Tahmin ediyo­ ruz ki, devletleri anlaşmaya sevk eden siyasi ve iktisadi saikler, bu­ gün dünkünden fazla mevcut ve tesirlidir. Cenova Konferansı İngil­ tere'nin ümit ettiği neticeleri vermemiştir. Belki vaziyeti evvelkin­ den daha fazla muğlaklaştırmıştır. Reballo'daki Rus-Alman anlaş­ ması bugünü deği l, hatta yarını da İngiltere, Fransa ve İtalya men­ faatlarına göre karanlıkta ve meçhuller içinde bırakacak bir mahi­ yettedir. Bütün bu halledilemeyen ve her gün biraz daha çatallaşan siyasi gaileler karşısında, Yakındoğu işlerinin kendi aleyhlerine azami zararı icap ettirmeden neticelendirilmesini bu devletler ih­ mal etmeyeceklerdir ve edemezler. Aksi takdirde başında bulun­ dukları milletlerin mukadderatını idareden doğan hesabın cevabını veremeyecek kadar büyük bir mesuliyet karşısında bulunmaları uzak değildir. O derece ki, Rus-Alman anlaşmasıyla Avrupa yeni­ den, baştan başa allak bullak olmak tehlikesi içinde bulunmaktadır. Haricen bu suretle büyük ve mühim bir tehdide maruz kalan İtilaf devletlerinin dahili vaziyetleri, memnuniyet verici bir halde olmak*

Anadolı/da Ye11igü11,

3 Mayıs 1 922, Numara: 482, s. 1 .

111


tan da çok uzaktır. Hakikaten bunların idaresi altında bulunan İslam dünyasının ihtilal derecesindeki hareketi ve sonra sineleri içinde kaynayan ve durmadan feveran etmekte devam eden sosyalist cere­ yanları, iktisat buhranları, bu devletlerin Sevr Antlaşması'nı yazar­ ken hakkımızda düşündükleri gibi şimdi de aynı suretle düşünebil­ melerine ve hele bizi aynı vaziyette, aynı kuvvet ve idrakte görebil­ melerine hiç de müsait değildir. Esasen yine bu gibi sebepler karşı­ sında idi ki, bizimle anlaşmaya yanaşmışlardı. Şimdi ise bütün bu sebeplere Reballo hadisesi de eklenmiş bulunuyor. Buna Türkiye­ Fransa anlaşması da iltihak etmişti. Bu anlaşma göstermiştir ki, esasen Müttefikler arasında bir görüş birliği yoktur. Ve yine bu prensip anlaşmazlığı, devletleri kendi aralarında kolay kolay anla­ şacak bir halden hayli çıkarmıştır. Bugünkü makalemizde hafif bir surette işaret ettiğimiz şu saik­ lere, geçen ve evvelki haftalar yayımlanan yazılarımızda daha esas­ lı bir surette ilişmiş olduğumuzdan, bunların yeniden zikrine lüzum görmemekteyiz. Bu saikler arasına bugünlük yalnız birtakım etken­ leri daha ilave etmiş olmakla yetineceğiz. Bütün bunlar bir yana konsa da, İtilaf devletlerinin henüz mürekkebi kurumamış olan no­ talarındaki görüşlerinden öyle bir anda kati surette dönüvermeleri imkanını tasavvur edemiyoruz. Şüphe yok ki, bu efendiler, bizi za­ yıf gördükleri anda ve siyasi vaziyetlerini lehlerine tamir ettikleri vakit sözlerinde -vaatlerine sadık kalmış olmak için- sebat edecek değillerdir. Ancak teşekkür olunur ki, o vaziyetleri değişmiş değil, belki fazla fenalaşmıştır bile . . . İşte bu gibi etkenlerden dolayı ve bizim son notamızda takip ettiğimiz siyaset ve hareket hattına göre kati bir ret karşısında bulunacağımızı zannetmemekteyiz. Çünkü, bu cevabi notamız onların görüşlerine esasları itibariyle taban taba­ na değil, hatta sadece zıt denilebilecek bir mahiyette bile değildir. Belki onların daha sonra ikinci notalarıyla yok saydıkları ilk teklif­ lerine tamamen mutabıktır. Tahmin ederiz ki, İtilaf devletleri son

1 12


notamızın şekline ve kısmen de esasına ait bazı yerlerine ilişecek­ lerdir. Belki konferansın toplanma mahall i olmak üzere gösterdiği­ miz İzmit şehrini kabul etmeyecekler ve diğer bir mahalde toplan­ mayı arzu edeceklerdir. Fakat, belki bunu da kabul eyleyeceklerdir. Yine varittir ki, bunlar mütareke hususunda ısrar göstereceklerdir. Öne sürdüğümüz karşı barış şartlarımıza ufak tefek itirazlarda bu­ lunacaklardır. Lakin bu cihetlerin zikri, zannetmeyiz ki, hazırlık mahiyetinde olmak üzere teklif ettiğimiz barış önceliklerinin masa etrafında görüşülmesine mani olsun. Her halde, devletlerin karşı karşıya işi görüşmek istemiyoruz diyeceklerini ummuyoruz. Yakın olan yarın, bakalım ne gösterecek. Buradaki tahlilimizin kıymeti ancak matematiksel bir mahiyettedir. Birtakım malumlarla alt tara­ fı meçhul bir siyasi meseleyi halletmek istiyoruz. Lakin matematik­ sel olmalarıyla, her zaman siyasi ve toplumsal hadiseleri kavra­ makta isabet muhakkak değildir. Çünkü bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Hatırlatmak istiyoruz ki, yeni Türkiye, bugünkü müsait siyasi vazi­ yeti, İtilaf devletlerinin maruz kaldıkları siyasi müşkülatla ve ken­ disinin sürekli kuvvetlenerek Doğu siyasetinde gösterdiği uyanık­ l ıkladır ki, her milletçe ve bütün hukukça haklı ve meşru olan ta­ leplerini, iradesini dinletebilecek bir hale gelmiş olmasıyla kazan­ mış bulunuyor. Bu iki sebepten birinin zayıflaması bugünkü vazi­ yetimizi değiştirebilir. Dolayısıyla, bugün her vakitten fazla Doğu siyasetine ehemmiyet vererek kuvvetli bulunmak ve İtilaf devletle­ rinin düştükleri müşkülatı bertaraf etmede, vakit kazanmalarına meydan vermeden, onlara taleplerimizi kabul ettirmenin yolunu aramal ıyız. Ve bu mümkündür sanırız. İtalya'da Cenova'da bülunan bir arkadaşımızdan dün aldığımız bir mektubun mesele ile alakadar bazı parçalarını aynen naklediyoruz. Arkadaşımız diyor ki: "Paris Konferansı'nın verdiği kararlar, eski kararlara nispetle hayli ılıml ıdır. Büyük bir değişim var. Her ne kadar istediğimiz noktaya henüz gelmemişlerse de, büyük bir adım atıldı. Yeni İtal-

1 13


yan Hariciye Nazırı, Meriç hududu meselesinde Fransızlara iştirak etti. Diğer meselelerde selefi gibi İngilizleri takip eyledi. Bununla beraber, kanaatime göre İngilizler henüz son sözü söylemediler; da­ ha müsait anda bulunacaklardır." Her gün biraz daha kuvvetleşen Türkiye'miz davasını kazanı­ yor. . . Ve kazanacaktır. Ancak, Türkiye halkına karşı başarmayı ta­ ahhüt ettiğimiz işin en ince ve müşkül devrine girdik, ayağımızı denk almak mecburiyetindeyiz. Zira, su uyur düşman uyumaz der­ ler; tarih önünde vereceğimiz hesap büyüktür ve çok ağırdır.

1 14


SARAYIN GÜNAHLARI* -Babıali'nin Notası Münasebetiyle-

Yedi asırlık tarihinin ilk dördünü -zamanının idrakine göre- bu memleket için çok defa hayatını hiçe sayarak ve feda ederek bü­ yüklükler yaratmaya vakfet.m iş olan bir hanedanının, Kayıhanlılar soyunun son tacidarı bugün Bizans surları içinde, mensup olduğu ocağa ve memlekete ihanetle meşguldür. Vatanın en felaketli, en badireli günlerinde dini alet etmekle, fetvalar çıkarmakla, düşman­ larla birlikte Türkler memleketine karşı faal iyete gelmekle başla­ yan bu ihanet silsilesine, padişah, milletin mukaddesatına karşı asi hükümetine yazdırdığı son nota ile Türkiye tarihinin daima nefret­ le, hicapla yad edeceği bir ikisini daha ilave etti. Sarayın hükümeti tarafından İtilaf devletlerine tebliğ olunan bu notanın metnini gaze­ teler iki gün evvelisi yayımladılar. Şüphesiz okurlarımız bunu oku­ dular ve hükümlerini verdiler. B iz de vatan suçunun henüz mürek­ kebi kurumamış olan .bu siyah vesikasını dikkatle ve fakat derin ve milli bir matem içinde okuduk. Şu kadar var ki, milletin iradesinin tecellisi olan yeni Teşkilatı Esasiye'mize ve hatta eski Kanunu Esa­ si'mize yeni bir darbe mahiyetinde bulunan bu notayı hayretle kar­ şılamadık. Esasen saray denilen yerden Türk kavminin, büyük ırkı­ mın yaralı sinesini düşmanın himayesine dayanarak haris ve kanlı pençesiyle delmeye çalışan o bedbaht varlıktan daima suikastlar beklerim . . . Orası ancak bundan anlar, bundan zevk alır. Orası ya*

Anadolu'da Yenigün, 5

Mayıs 1 922, Numara: 862-484,

s. I .

1 15


bancılarla anlaşan ve sonra harekete gelen korkunç bir casus kud­ retidir ki, hep kanayan bu aziz Türkler vatanının kalbine sokulmuş bir düşman ileri karakoludur. Hakikaten dün ajansların Atina'dan tebliğ ettikleri bir telgraf ha­ beri , padişahın daima Kral Konstantin ve hükümetiyle hoş geçindi­ ğini, hatta pek ahbap olduklarını, saray akraba ve yakınlarının, sa­ ray erkanının balolarda Yunan kumandan ve subaylarıyla hazır bu­ lunduklarını zikrediyordu. Türk milleti için, Türk tarihi için ne elim, ne felaketli bir haber ya Rabbi. Daha dün büyük hakan Gazi Sultan Osman'ın Bursa'da, Ertuğrul'un Bilecik'te türbelerine, ke­ miklerine hakaret eden, yakan bir düşmanla, o türbelerde yatan bü­ yük Türklerin nesl i balolarda vals ediyor, dans ediyor. . . Bu nesil aynı düşmanın en kanlı bir istilasında inleyen milyonca Türk'ün feryadı, felaketi, iniltisi karşısında çalgılar, rakslar içinde sarhoş ve bitap, belki kadeh tokuşturuyor! .. Tanrım, bu feci maceradan Türk­ lüğü sen kurtar! .. Bizans duvarları içinde uzanan büyük tarihin bü­ yük parçasını henüz ayağını oralara kadar atarak, hakerete uğrayan mukaddesatını kurtaramayan Türk köylüsü sana emanet ediyor. . . Burada cetlerimizin son mübarek armağanı üzerinde kadın erkek, çoluk çocuk, hürriyet ve aşk yolunda, belki bazen aç ve çıplak, bü­ tün varlığını feda ederek, ıssız geceleri gündüze katarak tarihinin kurtuluşu için ölen Türk halkı senden bir gün evvel bağımsızlık ve hürriyet sabahını bekliyor . . . Bunu fırtınalı boral ı dağlar başında, sürülerin çıngırak seslerinin sustuğu tenha yamaçlarda, yalınayak, baş açık kalmış öksüzler, dullar yalnız senden umuyor ve istiyorlar. Hürriyet için her gün ölen Türk'ü ve tarihini sen esirge ya Rabbi ! . . Çilesi doldu v e çektikleri çok oldu. Artık matem yılları uzamasın! . . Sarayı v e onun hukukunu her n e pahasına olursa olsun, hatta Türklüğü parçalamak pahasına da muhafaza etmeyi ve korumayı, asi Babıiili hükümeti kendisine mukaddes vazife edindi. Babıali, yi­ ne sarayın eliyle yazılan, belki ve şüphesiz İngilizlerin suretini ha-

1 16


zırladıkları son notasıyla Türk halkının bugün de mübarek kanını çağlayan gibi akıttığı büyük davasına son merhalede bir cinayet da­ ha ilave etti. Yalnız ve bilhassa sarayın hukukunu milletin aleyhin­ de müdafaa yollu yazılan notasında bu memleketin meşrutiyet ma­ nasına göre hiçbir temsil salahiyeti olmayan Babıali huzur ve barı­ şın idamesi için -bunu ihlal edenlere karşı- İtilaf devletleriyle bera­ ber harekete amade olduğunu ve onların emirlerini infaza hazır bu­ lunduğunu da bildiriyor. Türk mi lletinin bütün bir cihan önünde si­ lahıyla delik deşik ettiği Sevr Antlaşması'nı, Türk tarihinin bu idam kararını imza edenlerin bundan başka bir zihniyet sahibi olamaya­ caklarını takdir ederiz. Esasen Türklükle alakası olmayanların, onu temsil bile etmeyenlerin onu duyabilmelerine, onu düşünebilmele­ rine imkan yoktur. Yalnız Teşkilatı Esasiye'mize, hatta eski Kanunu Esasi'mize göre de değil, fakat bunların esas ve kaynağını teşkil eden ve her medeni milletçe itaat olunan ve muhterem tanınan gü­ nümüz anayasa hukuklarınca dahi Babıilli'nin vaziyeti Ankara'daki Türkiye halk devleti ve hükümetine karşı asiden başka bir suretle ifade olunamaz. Şüphe yok ki, padişah ve hükümeti ancak mi lletin iradesine dayanmakla, onu temsil etmekledir ki, Türkiye halkı na­ mına söz söylemek salahiyetine sahip olabilir. Fakat hakimiyet ka­ yıtsız şartsız milletindir diyen ve sarayla düşmanların ihaneti ve te­ cavüzü karşısında gazabından titreyerek ayaklanan milletin irade­ siyle yazılan Teşkilatı Esasiye Kanunu önünde, İstanbul'da kendi akıllarına estiği gibi millet hesabına fuzuli hareket edenlerin mana­ sı nedir? Sualimizin cevabını onlar vermezden evvel biz söyleye­ lim, asi belki. Belki değil, şüphesiz bundan da fazla ! . . Evet, hukuki vaziyeti bundan başka türlü ifade etmek mümkün değildir. Memle­ ket padişahın çiftliği veya malikanesi, millet de onun kulu olsaydı, o zaman Babıali görüşünde haklı olabilirdi. Tacidarların Allah tara­ fından millet ve memleketin sahipleri olduğunu söyleyen Doğu te­ orisinin yaşadığı yıllar geçeli iki asır oldu. Vatanı prenslerin mali-

1 17


kanesi farz eden teorinin Almanya'da en hararetli savunucusu . olan Duhaller ve fikirleri öleli, bir daha dirilmemek üzere gömüleli bir asn geçiyor. Artık bu gibi düşünceler zavallı Afrika vahşilerine, Af­ rika'nın Honkunfo devletine miras kaldı. Fakat, rica ederiz, dünya­ nın en şerefli bir tarihinin sanatkan olan Türk halkı ananelerine, İs­ lam hukukuna, bugünkü Teşkilatı Esasiye ve meşrutiyet sistemine tamamen zıt olan böyle bir düşünce ile bugün nasıl idare olunabilir? Büyük bir ırkı, bütün bir tarihi mukaddesatı yaşayan ve yaşatan bu memleket, vatan olmaktan çıkar, bütün mukaddesatı çiğner de ken­ disine ihanet etmiş bir sarayın nasıl malikanesi olabilir? Dünyaya efendi olmak, başlı başına tacidar olmak için gelen bir millet nasıl olur da başlannda gasp olunmuş taçlar taşıyanların esiri olur? Evet, biz tarihiyle övünen o milletiz ki, ne Acem krallannın tahakkümü­ nü ne de mazlum ve ezilen bir insanlık kitlesinin üzerinde Allah'ın gölgesi olduklarını iddia eden Batı imparatorlannın ceberrut ve me­ zalimini anane olarak tanımadık. Türk kavmi kaderin daha yaratılış­ ta başına taç ve sorguç taktığı hür duygulu insanlardan meydana ge­ len bir taçlılar kafilesi, bir sorguçlular camiasıdır ki, onun tarihinde hakan da halife de hizmetçilik vazifesiyle iftihar ettiler. İşte o kadar. Türk memleketi hiçbir zaman malikane olmadı. Çünkü Türk hiçbir gün kendisini Allah'tan başkasının kulu olarak görmedi ve görme­ yecektir. Türk'ü başka türlü görenler pek yakın olan yann, hesapla­ nnı mahkeme önünde bakalım verebilecekler mi? Memleketi ve milleti kale almaksızın, notalannda, her şeyden evvel düşmanlann eliyle sarayın hayatının idamesine çalışanlara; memleketin dahili işini, namus meselesini yabancıların himayesiyle halletmek isteyen­ lere; icap ederse, dünya barışının İtilaf devletlerinin görüşlerine gö­ re muhafazasını, yani belki Rusya'ya, belki de milli hayatın kazanıl­ ması için dövüşen Türkiye'ye karşı gelmeyi" val\t eden Babıali efen­ dilerine soruyoruz ve diyoruz ki: Siz Sevr'i, vatanın idam kararna­ mesini imzaladınız. Siz, mücahitlerin katline dair düşmana yardım

1 18


maksadıyla fetvalar verdiniz. Vatandaşlan düşmanlara teslim etti­ niz. Siz milli hareketi yıkmak için çalıştınız. Siz dini de, tarihi de, milleti de onun en zayıf bir gününde düşmana teslim etmek için ça­ lıştınız. Şimdi ne hakla, ne salahiyetle Türkiye'nin asıl sahiplerinin işine karışıyor; onun hakk ında, onun meşru iradesi önünde söz söy­ lüyorsunuz ve siz kim oluyorsunuz? Düşman himayesine sığınan gaspçılar ve asiler, Türkiye'nin hukuk teşkilatı önünde siz kimsiniz ki, onun hakkında söz söylüyorsunuz? Kimi temsil ediyorsunuz? Tarihi hukuk iddiasında bulunan sultan unutuyor mu ki, asrımız hu­ kukunda bunun manası ancak gasp olabilir. Türk hukuk tarihinde ise böyle bir teori, bir dava yazılı değildir. Ve her şey Türk halkının, Türkiye milletinindir, onun dediği olacaktır. İstanbul hükümeti için en namuslu, hazırdaki hukuk teşkilatımı­ za göre en uygun hareket, kendisinden cevap bekleyenlere karşı, "Büyük Millet Meclisi'nin notasından sonra bana söz söylemek düşmez, ona iştirak ediyorum" demek olurdu. Ancak bu sı.ıretledir ki, geçmişteki günahlarının yanına bir sevap olsun koyabilirdi. Ve kim bilir, belki de bu sevap ayağı çukurda olan ihtiyar için tarihin ve Allah'ın huzurunda bir şefaatçi olurdu. Yapmadı . Ve bunlar yet­ miyormuş gibi, veliaht da Türkiye namına, düşman gazetecilerine büyük dostumuz Rusya aleyhinde beyanatta bulundu ! Vatan ve mil­ letin yüce menfaatları hilafına söz söyleyenlere nasıl itimat oluna­ bilir? Ve Millet Meclisi varken bunlar ne salahiyetle söz söylerler? ! İngiltere'de bile kral, parlamentoya karşı mesul hükümetinin reyini almadıkça hiçbir beyanatta bulunamaz. Nerede kaldı ki, bizim hu­ kukumuza göre, mukadderatı için söz söylemek hakkı yalnız mille­ te mahsus bir salahiyettir. Bu efendiler kim oluyorlar? Çiftlikleri, esirleri hakkında mı görüş beyan ediyorlar? ! Güzel bir efsanedir; Türkler Altındağlan'nda her sabah çadırla­ rının kapılarını güneşin doğduğu tarafa açarlar, Tanrı'nın ışığından, nurundan feyiz istiare ederlermiş. Bugün de kuylü Türk kızının mü-

1 19


barek ve asil sütüyle yetişen ve onun için hürriyet yolunda güle gü­ le ölen yiğit ırkım yüzünü cetlerinin duygularını besledikleri nura döndürdü. Yüzünde parlayan Türk ışığıyla, davasını karanlıklardan çıkaracak ve yaşayacaktır. Suratlarını günün yandığı yerlere çevi­ ren, oradan r . J l teçhiz edenlerin karanlıklar içinde mahvolacakla­ . .

rı gün uzak değildir. Osmanlı İmparatorluğu tarihinin Altıncı Mehmet Han'ı! Türk milleti kan ve ateş içinde hakkı ve hürriyeti için dövüşüyor. Koca bir vatan kıtası, Türk tarihinin kocaman bir parçası düşman istila­ sında, esaret zincirleri altında inliyor. Böyle günlerde cetlerin mil­ let yolunda ölmeyi kendilerine çok şerefli bir vazife bilmişlerdi. Aynı tarih huzurundaki halini yüzün avuçlarının içinde düşünüyor musun? Ben Türkoğlu, bunu senden soruyorum . . .

1 Bir sözcük okunamadı. (Kaynak Yayınları'nın noıu.)

1 20


YAKINDOG U BARIŞI*

Notalar birbirini takip ederek teati edildiği bir zamanda, İtilaf devletleri elimize bir de barış tekliflerini sıkıştırdılar. Bunun ihtiva etmekte olduğu şartlara ve meselelere dair yakında birkaç makale tahsis edeceğiz. Ancak, böyle bir tahlile başlamazdan evvel, barış masası etrafında toplanmaları pek muhtemel olan devletlerin ve bi­ zim delegelerin Yakındoğu için bir barış teminine ne dereceye ka­ dar muvaffak olabileceklerini düşünmek isteriz. Devletlerin barış şartlarını bir an bir tarafa bırakarak siyasi vaziyetin Türkiye'miz iç­ in esaslı bir barış teminine ne dereceye kadar müsait olduğunu gör­ meye çalışacağız. Gerçi devletler mütareke şartlarını da bildirdiler, lakin bunlar her şeyi olup bitmiş gibi görmekliğimize kafi midir? Biz zannediyoruz ki, hayır! .. Devletlerin ne gibi siyasi sebep ve saikler altında bizimle anlaş­ mak mecburıyetinde kaldıklarını, bundan evvel Yenigün'de yayım­ lanmış olan yazılarımızda anlayışımıza göre söylemeye çalışmıştık. Dolayısıyla, yine o siyasi sebepler, müttefikleri, asri bir millet ma­ nasıyla bizim hayat ve bağımsızlığımızı idame için asgari şartlan ihtiva eden "Milli Misak"ımızın çizdiği çerçeve dahilinde bir barı­ şı imzaya mecbur edecek bir mahiyette değildir, sanırız. Şüphesiz, devletlerin siyasi vaziyetleri her gün biraz daha kuvvetlenmekte olan Türk ordusu önünde gittikçe vehamet kazanıyor. Bununla be­ raber, zannetmiyoruz ki, "Milli Misak"ımızın istediklerinin hem de *

Anadolu 'da Yenİ!iÜn, 8 Mayıs 1 922,

Numara: 486, s. 1 .

121


mühim bir kısmını bu devletler henüz kabul edebilecek kadar sıkış­ mış olsunlar. Evet, milli taleplerimizin mühim bir kısmını diyoruz; çünkü Millet Meclisi'ne tebliğ olunan barış teklifleri bizim istediği­ miz barıştan hayli uzaktır. Bazı hususlarda aramızda derin farklar vardır. Pek muhtemeldir ki, müttefikler barış masası başında biraz daha müsait davranırlar veya davranmazlar. Bunlar siyasi vaziyetin leh ve aleyhlerinde vuku bulacak değişimlerine, bizim kudret ve halimize göre hareket edeceklerdir. Bununla beraber, bugün olduk­ ça aleyhlerinde cereyan etmekte olan vaziyetin öyle kolay kolay lehlerine dönebileceğini de ummuyoruz. Başta, yine ve daima İn­ giltere olmak üzere İtilaf devletleri memleketimize karşı besledik­ leri haris emellerini tatmin için her fırsattan istifade yolunu kolla­ yacaklardır. Bu hakikat daha şimdiden tezahür etmeye başlamıştır. Devletler siyasi vaziyet karşısında müşkülata maruz kaldıkça vakit kazanmak ve hadiselerin cereyanına göre hareket hattı takip etmek hakkında pek ustaClırlar. Her vakit tekrar ettiğimiz gibi bir kere da­ ha söyleyelim ki, İtilaf devletlerinin ve bilhassa İngiltere'nin ba­ ğımsızlık hayatımızla bağdaşması mümkün olmayan ve taban taba­ na zıt birtakım talepleri vardır ki, asri bir millet olarak yaşamak is­ teyen bizler için bunları kabul imkanı yoktur. Kabul etsek bile Ya­ kındoğu'nun vaziyeti, mana ve mahiyeti bu gibi şartlar altında kati bir barış tesisine müsaade edemez; zira, devletler kapitülasyon isti­ yorlar. İngiltere, Boğazlar'ı ve Musul'u istiyor. Yalnız bu kadar de­ ğil, Doğu ve Batı Trakya da dahil olmak üzere Yunanistan'ı Marma­ ra sahillerine, İ stanbul kapıları"la kadar uzatıyorlar. Bütün bunların manası, yeni Türkiye'yi işte barış, işte insanlık, işte medeniyet cihanı karşısındaki asil gayemiz diye diye kıskıvrak bağlamak ve sonra "şiri n i dahi kast etmesi cana gülerektir" atasö­ zünce -ve kanaatlerine göre- son kertesine getirdikleri Doğu mese­ lesinin tamamen hallini de geleceğe bırakmaktır. Maksatları bu ol1 Şir: Aslan. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

1 22


masa bile takip ettikleri hareket hattı bunu ifade eder. Devletlerin görülerine mutabık bir barışı imzalasak da Yunanlılann İzmir'i ve işgallerinde bulunan vatanın diğer kısımlarını kollarını sallaya sal­ laya tahliye edecekleri, aynca şüpheli bir husustur. Yalnız çıkıp gi­ decekleri değil, banşın imzasını müteakip yine İngilizlerin eliyle orada bizlere karşı bir müdahale mücadelesi yapmayacaklan da meçhuldür. Papulas'ın oralarda şimdiden başlayan teşkilatı ve son zamanlarda buna eklenen Venizelos'un İzmir havalisine geldiği şa­ yiaları önünde, işin içinde İngiliz parmağını, İngiltere fınldağını görmemek için kör olmak lazımdır. Anadolu'nun en kıymetli bir parçasında yeni bir Girit yaratılmak isteniyor. Görülüyor ki, devlet­ ler bize bir taraftan yanın yamalak barış teklif ederken, beri taraf­ tan da bu yanın banştan bile istifademizi kısır bırakmak için müş­ külat çıkarmaktan, fesatlar tertibinden geri kalmamaktadırlar. Siya­ si tarihimizin bir asn geçmekte olan son devirleri göz önüne getiri­ lirse, Batı diplomasisinin, insanlığı şahit tutarak onun namına Tür­ kiye'mizin yok olması için aynı yolda yürümekte olduğu meydana çıkar! .. Evet, Batı diplomasisi, bir nevi Haçlı halinde bize ve bütün İslam dünyasına karşı aynı maksatla hareket etmektedir. Fakat, Türkiye yok olmayacaktır. Bir mi1letin ölmemesi için ilk şart yaşa­ mak istemesidir. Türkiye ise bunu istiyor ve fiilen gösteriyor. Avrupa diplomasisi, asri maskesine rağmen Doğu'ya ve İslam dünyasına karşı vicdan ve şuurca bin yıl evvelki Haçlı halinden çık­ mış değildir. Yalnız başka bir şekilde, başka bir kıyafette, fakat es­ kisinden daha korkunç bir Haçlıdır. Bizce, fark bundan ibarettir. Dünkü Haçlı ları tahrik eden sebepler dini idi . Bugünkü harekete getiren etkenler de iktisadidir. Fakat netice yine bir, belki bugünkü daha çok tehlikelidir. Yani dün memleketimize saldıranlar Hazreti İsa'nın mübarek kabrini kurtarmak için geliyorlardı. Bugünkülerse karınlarını doyurmak ve bizi aç bırakmak, esir etmek maksadıyla akın ediyorlar. Devletlerin son banş teklifleri ve bunun arkasında

1 23


sakladıkları içyüzleri, Yakındoğu'yu bu büyük tehlike karşısında bı­ raktığındandır ki, esasl ı bir barışı belki temin edemeyecektir. Fakat biz buna karşı ne yapacağız? Mutlaka esaslı bir barış isteriz diye her teklifi reddedecek miyiz? Bunun cevabını biz değil barış masa­ sı etrafında toplanıldığı zamanki siyasi hadiseler ve vakalar tayin edecektir. Şu kadarını ilave edel im ki, İtalyanlar milli birliklerini bir asrı aşkın bir zamanda vücuda getirebildiler. İtalyan milli siya­ seti, her hadiseden istifade ederek, gayeden fedakarlık etmemek şartıyla oraya adım adım varılır sözünü kendisine şiar edinmişti. Bu şiarın teessüsünden yüz seneyi aşkın bir zaman sonra Trieste'yi al­ dı. İtalya'nın milli kahramanı Garibaldi'nin memleketi Nice'i, İtal­ yan ırkının yaşadığı Korsika, Malta, Tesen'i daha milli birliği içine sokamamıştır. Zannederiz ki, yeni Türkiye diplomasisi Doğu mese­ lesini fasılalarla halletmek siyasetini takip eden Batı diplomasisine karşı aynı mantık dahilinde aksi bir cephe tesis edebilir. Ve adım adım Türkiye'yi milli birlik çerçevesi içinde kurar. Batı diplomasi­ since fasılalarla halledilmek istenilen Doğu meselesini, yani Türki­ ye'yi öldürmek davasını Türkiye de kati barışlarla değil, fakat im­ kan dahilindeki geçici uzlaşmalarla adım adım öldürebilir. Meşru ve milli gayemize ulaşmak, zaıınetmeyiz ki, İtalyan birli­ ğinin muhtaç olduğu bir asra bağlı olsun. İtalya'nın vaziyeti hakkın­ daki siyasi, toplumsal ve iktisadi sebepler bizim hakkımızda varit değildir. Geleceğin şafaklarında gözüken çeyrek asırlık bir zamanın yeni Türkiye için çok şeyler vaat ettiğini şimdiden görmekteyiz. Bunları "Yeni Türkiye'nin Yarını" başlığıyla hazırlamakta olduğu­ muz bir makalemizde söyleyeceğiz. Biz ilk adımda Yunan mesele­ sini halletmek istiyoruz. Devletler bağımsızlık ve hürriyetimizle bağdaştırılabilecek bir surette hareket ederlerse, onlarla aramızdaki işleri de görmeye hazırız. Çünkü bizim gayemiz esaslı ve insani bir barıştır. Harbi bunun için yapıyoruz. Devletler bunu istemezlerse işi isteyecekleri güne bırakarak bekleriz. Onların mahiyetlerini de bir

1 24


kere daha dünyalara ilan ederiz. Fakat o zaman bu hareketleriyle, onların ne kadar kazanacaklannı yine kendileri düşünsünler. . . Tür­ kiye düşündü taşındı, bütün insanlıkça da mukaddes gayeleri için mücadeleyi kabul etti, ediyor ve maksadını elde edene kadar buna devam edecektir. İki taraf için insanlığın vicdanı hükmünü veriyor. Ve tarih yazıyor. . . İşte bu gibi sebeplerden dolayıdır ki, Yakındo­ ğu'da tam manasıyla esaslı bir banşın şimdilik, bugünkü vaziyet iç­ inde temin edilebileceğini zannetmiyoruz. Bununla beraber, geçici uzlaşma her gün mümkündür. Belki barış masasından delegeler böy­ le bir neticeyi elde ederek ayrılacaklardır. Belki fevkalade hadisele­ rin ortaya çıkmasıyla istediğimiz gibi esaslı bir barışa da ulaşırız. Her gün değişen siyasi hadiselerin uydusu olan diplomasi hare­ ketlerini kati surette tespit edebilmek pek güç bir şeydir. Bu çoğun­ lukla falcılık olur. Bakalım, yann ne gösterecek? Halin manası bi­ zi kati bir neticeye ulaştıramıyor. Bu muğlak vaziyet içinde görebil­ diğimiz bir yön varsa, o da nihayet bir uzlaşmadır; fakat tam mana­ sıyla bir barış deği l ! . . Ajansların tebliğ etmekte oldukları haberlere göre, İngilizler no­ tamıza halii bir cevap vermek istemiyorlar. Belki de evvela Ruslar­ la vaziyetlerini tayin ve tespit etmek istiyorlar. Sonra ona göre ha­ rekete geleceklerdir. Lafın kısası, barış bir gölgeye benzer ki, üze­ rine vardıkça kaçar. O bir pervane, bir kelebektir ki, pervanelerin kelebeklerin ışık etrafında toplanmaları, ışığın içinde yanıp kül ol­ maları gibi, barış da daima kuvvetin etrafında döner, onun aşığıdır. Barışı tıpkı bir paratoner gibi kuvvet cezbeder; onu kuvvet tutar. Bugün, barış bize doğru geliyorsa, buna saik de kuvvetimizdir. Bi­ raz daha kuvvetlenirsek kucağımıza düşecektir. Yoksa, bu işveli mahluk omuzlarını silkerek bir gölge gibi bizden uzaklaşır gider. Zaferin amentüsü, hiç banş olmayacakmış gibi daima ve her gün harbe hazır olmak, her gün biraz daha kuvvetlenmektir. "Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salah! ..

"

1 25


İZMİR İÇİN*

İzmir, Batı Türklerinin yirminci asnn mana ve kapsamına göre bir camia olduğunu iddia edebilmesi için şerefli bütün medeni ale­ me karşı �ullanabileceği maddi bir delildir. Türklük, Allah esirge­ sin İzmir' siz kahrsa harsen ve bilhassa iktisadiyatça 1 7. asra dön­ müş olur. 1 7. asrın ifade ettiği bir vaziyette bulunan bir millet ise yirminci asırda yaşayamaz. Dolayısıyla İzmir meselesi, Batı Türk­ lerinin ve dolayısıyla bütün Türklüğün bir hayat meselesidir. Tek­ mil milletlerarası hukuk hilafına, tarihi ve çoğunluk hukuku hilafı­ na, en zayıf bir günümüzde bizden ebediyen koparılmak maksadıy­ la Yunanlılar gibi milletlerin en vahşisine işgal ettirilen İzmir'in yi­ ne Türk dünyasına dönmesi zaruret ve lüzumu, bugünkü ve yarın­ ki Türklük için bir hayat meselesidir. İzmir, Osmanl ı İmparatorluğu'nun kurulmaya başladığı günler­ den beri semalarında daima al bayrağın dalga dalga ufuklara doğru serilen şafak renkleriyle ruhunu besledi. Bugün, tamam üç yıl oldu. İzmir, aşinası olduğu, ruhunun gıdası al bayraktan uzak düştü. Şim­ di, başlar, gözleri ufuklarda, zincirli elleri göklere dönük, onu hasret­ le bekliyor. Türk tarihini bilenler, Türk azminin ne demek olduğunu takdir ederler. Bu azim, yakın bir yann içinde İzmir'i yeniden, mut­ laka ve mutlaka hasretine kavuşturacaktır.

Anadolu 'da Yenigün,

1 26

1 5 Mayıs 1922, Numara: 492, s. l .


Şu satırları karalarken bile İzmir üç sene evvelki, hatta geçen seneki vaziyetinde bulunmuyor. Devletler, son barış tekliflerinde İzmir'i iadeye meyillidir. Bunlar hakkımızı teslime meyletmeseler de Türklük, İzmir'ine yarın kavuşacaktır. Ve her halde kavuşacak­ tır. İzmir'in de iltihakıyla müsellesi bir siyasi parça haline gelecek olan Anadolu'daki Batı Türklüğünün geleceğini, belki, bütün bir Osmanlı İmparatorluğu tarihinde yükselen devirlerin hepsinin üs­ tünde yükselecek kadar parlak ve azametli görüyorum. Biz, bugün kurtarmaya çalıştığımız ırki ve harsi birlik Türkiye'si ile Doğu tari­ hine yeni bir devir hazırlamaktayız. Esasen, dünyalara yeni devir­ ler açmak, Halik'in biz Türklerin alnına yazdığı büyük kaderin ge­ reğidir. Biz, Tanrı'nın çürümüş devirleri kapamak için yarattıgı bir milletiz. Bugün de vazifemizi yapacağız. Sözlerime nihayet verir­ ken milli hareketin ilk günlerinde İzmir'in ve bütün bir Türk dün­ yasının kurtuluşu için İzmir kapılarında gözlerini yuman ve şimdi oralarda bir mezar taşından bile mahrum uyuyan arkadaşlar ve bü­ tün bağımsızlık muharebelerinin şehit evlatlarına fatihalar takdim ediyorum. Kurtuluş günleri yakındır.

1 Miiselles: Ü çlü. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

1 27


İNÖNÜ'LERDE . . * .

Sayın General İzzeddin Çalışlar'ın güzel, beliğ yazılarından sonra İnönü savaşları için söylemek ve belirtmek istediğim bir nok­ tacık var: Bugünkü gibi 1 Nisan sabahı idi. Ankara sokakları al, yeşil bay­ raklarla donanmıştı. Sanki İnönü Meydan Sava�ı·nı kazanan şehitle­ rin, gazilerin kanlan yer yer, yurdun her yanında akisler yapıyordu. Türkün doğmakta olan yeşil çimenli, kızıl, mor laleli büyük baharını bu kahramanlar kanlarıyla sulamışlardı. Şimdi İnönü gazileri "İnönü dağlarında çiçekler açar" teraneleriy­ le bu bahan selamlıyorlardı. İkinci Viyana çekilişinden beri sürüp giden Türk'ün ters talihi 258 yıl sonra bu gün İnönü'lerde, Milli Şef İnönü'nün büyük kumandası altında ezilmiş ve yenilmişti. Ebedi Şef Atatürk'ün Milli Şef İnönü'ye "Bütün dünya tarihinde sizin İnönü meydan muharebelerinde üstlendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife üstlenmiş kumandanlar enderdir. Miiletimizin bağımsızlı­ ğı ve hayatı dahiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören ku­ manda ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük emniyetle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz. İstila altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan bugün en uç noktalarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak *

Ulus. 2 Nisan

1 28

1 94 1 , s. I .


hurdahaş oldu. Namınızı tarihin iftihar kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedi minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar milleti­ miz ve kendiniz için yükselme şaşaası ile dolu bir gelecek ufkuna da hakim ve nazır olduğunu söylemek isterim" diyordu. Bu yenişin anlamını yalnız ve sadece askeri bakımdan değerlen­ dirmek doğru değildir. Bu, çok dar bir çerçeve olur. Bence İnönü zaferinin anlamı 258 yılın yığdığı miskinlik havası içinden sıyrılan büyük bir milletin, Türk ulusunun kendi yüksek var­ lığına kavuşmasıdır. O artık "Ben vanm! Her şeyi yapmaya, yaratmaya kadirim! Hem de bütün yoksulluklar içinde! .." demek hakkını kendinde görebilirdi. Atatürk'ün İnönü'ye yazdığı telgrafın son satırları bu ciheti açık­ lıkla ifade etmektedir. Namık Kemal'in: "Bu kan yine o kandır" demesi ne kadar doğru imiş .. Namık Kemal söyledi. Fakat İnönü gösterdi. İnönü zaferi bir başlangıç idi ki, yarınları açıyor ve bizi bu açıl­ mış yarınlar içine yenilmez bir inanla koyup salıverdi . Bu yarınlar Türk'ün yalnız silah üstünlüğünün değil , siyasal, sos­ yal, ekonomik alanlardaki yeniliklerinin şahidi olacak ve bütün onla­ rı kavrayacaktır. Uzun süren savaşlardan yorgun düşmüş bir milletle beraber Mil­ li Şef İnönü'nün başardığı iş, bu kadar kavrayıcı ve bu kadar muaz­ zamdı. Öne düşmüş alınlar l Nisan sabahı yükseldiler! Alınlar yüksekle­ re baktılar.. Ve kalpler ferahlıkla, heyecanla, umutlarla çarpmaya baş­ ladılar! Sakarya'ları, Dumlupınar'ları kazananlar, bütün bir düşman dün­ yasını kan sızan saçlarından yakalayarak güneşlerin battığı denizlerin öbür yakasına atanlar, hep bu alınları ve bu kalpleri taşıyanlar oldu.

1 29


Yine aynı inanla dolu kalplerdir ki, bugünkü siyasal, sosyal, eko­ nomik durumu yarattı. Ben, İnönü Meydan Savaşı'nın geniş ve moral anlamını böyle gö­ rüyorum: Türk tarihinin her yönden, yepyeni bir dönümüdür. Güne­ şin bahara dönmesi gibi . . . Tanrı göstermesin, aksi bir hal olsaydı, bi­ zi çok üzer, işlerin bitimini çok, pek çok uzatabilirdi . . . İnönü, Kılıçarslan'ın bin yıl önce Haçlılara karşı haklayamadığı bir işi aynı yerde başardı. Yabancı tarihlerin verdiği haberlere göre Kılıçarslan'ın kılıcının ağzı yamuluncaya kadar bir milyon Haçlı'yı yere sermesine rağmen İnönü'lerdeki savaşı kazanamaması Türk dünyası için yıllar süren fe­ laketleri doğurmuştu. Zamanına göre bugünün Siegfried'lerinden, ı Maginot'larından2 üstün olan İstanbul surları önünde yatanlar, tek bir gün içinde koca bir devleti ortadan kaldıran Mohaç'ı yapanlar, alınmaz adlı Nözel'i alanlar, bütün bunlar, şehitleriyle, gazileriyle, komutanlarıyla ayağa kalkmış İnönü kavgalarını seyrediyorlardı. İnönü Savaşları imtihanı, şehitleriyle, gazileriyle, komutanlarıyla ayakta duran bu heybetli kafile önünde verildi ! . . Bu destanı yazdıran komutan sağdır. Türk milletinin Ulusal Şefi olarak başta duruyor. Türk milletine gelince, o, dimdik ayak­ tadır. Ve çelikten bir çember gibi Şefin etrafını almıştır. Bu hal ile İnönü'leri, bir daha, bir daha ve bir daha yaratmaya fa­ kat -bize dokunulursa- bu defa yabancı illerde yaratmaya kadiriz. Gözümüz bu kadar pektir. Aziz Şef! Sen, sağ oladur. Ankara 1 Nisan 1 94 1

1 Siegfried Hattı; Almanya'nın batı sınırı boyunca 1 930'larda inşa edilen tahkimat sistemi. (Kaynak Yayınları'nın notu.) 2 Maginot Hattı; Fransa'nın kuzeydoğusunda olası bir Alman saldırısına karşı 1 930'larda yapılmış savunma hattı. (Kaynak Yayınlan'nın notu.)

1 30


ATATÜRK İÇİN TÜRK ORDULARI İÇİN . . . •

1 9 1 9 yılındayız . . . Mayıs'ın on beşi. İzmir Kordonu'nda kan dö­ külüyor. Bir albay süngülendi! .. Bu, Süleyman Fethi'dir. Ortalık te­ laş, velvele, panik içindedir. Silah sesleri . . . "Zito Venizelos"lar . . . Kışlaya düşman bayrağı çekildi. Başsız kalan Mehmetçikler, darma­ dağın, Anadolu içlerine çekiliyorlar. İzmir'in yüksek mahallelerin­ den son fişeklerini de kışla üzerine sıka sıka içerilere doğru çekili­ yorlar. 1 İzmir düşman istilasına uğradı. Çıldırmak işten değil. Düş­ man ilerliyor. Torbalı'yı aldı. . . Selçuk . . . Germencik . . . Bir sürü ka­ mun ve ilçebaylıklar2 patır patır düşüyor. Çoluk çocuk çığlıklarla kaçıyorlar. Her yerde cesetler . . . devrilmiş eşyalar. . . birbirine giydirmiş arabalar, beygir leşleri . . . Düşmanlar Aydın'a da girdiler! Bir canavar gibi soluyorlar. Düşman, derlenip toplanmaya çalışıyor . . . Bir top sesi! Bir daha ve bir daha . . . Kadın, erkek, çoluk çocuk sesleri. Gittikçe Aydın'a yaklaşıyor. . . Silahlı zeybekler. . . Omuzlarında su testileri taşıyan al yazmalı, peştemallı bayanlar. . . Yalınayak, baş açık çocuklar. Elleri sopalı, tahralı , baltalı insanlar . . . Hep­ si iki yüzden belki biraz fazla ! . . Dalama Köprüsü'nden Aydın'a doğ­ ru geliyorlar! Yalınayak, baş açık, koşarak ilerliyorlar. Hürriyet ve bağımsızlık için ilerliyorlar . . . * Yeni Asır, 9 Eylül 1 938.

1 İktisat Vekili ve İzmir Mebusu Bergamalı Rahmi gördü. 2 Kamun ve ilçebaylık: İl ve kaymakamlık. (Kaynak Yayınları'nın notu.)

131


Aydın sokaklarında silah sesleri, mitralyöz cayırtıları yükseli­ yor. Minarelerden, her yerden bombalar, tüfekler atılıyor. İki yüz kişilik kafile düşman alaylarıyla boğaz boğaza dövüşüyor. Düşman kuvvetleri geriye doğru çekilmeye başladı. Aydın, alevler içinde yanıyor. Aydın, hürriyet ve bağımsızlık yollarını aydınlatan bir fe­ ner gibi yanıyor. l 920 yılındayız. İnönü Muharebeleri başlamak üzere . . . Düş­ manlar ilk defa muntazam Türk kuvvetleriyle karşılaşacak! .. Fakat Türk ulusunun elinde düşmana batıracak iğne bile yok! Şuradan buradan derme çatma, çeşitli çapta tüfekler ele geçiriliyor. Fakat süngü yok ! ? Köylü bayanların bazlama sacları toplanıyor, dövülü­ yor, süngü yapılıyor. Fakat topta kama yok . . . Gürgen, meşe ağaç­ larından tahta kamalar yapılıyor.3 Toplar, düzenine konuyor! İnönü'lerde, düşmanlar Türk ordusunun yeniden bel irmeye baş­ layan bu kıtaları önünde, en son sistem silah ve malzemelerle ye­ nildiler. Alanlar ceset doldu. Ve al bayrak bu kızıl alanlar üstünde kızıl ufuklara doğru esmeye başladı. Düşman kaçıyor. Atatürk, İs­ met İnönü'ye "Türk'ün makus talihini yendiniz ! " dedi. l 92 l yılındayız. Milli davaya, satılmış halife ve Türk olmayan hempaları tarafından bin bir suikast tertip olunurken, Türk ordusu, düşman baskınlarıyla Altıntaş önlerinden Sakarya'Iara kadar çekil­ di. Yine birçok beldeler düşman istilası altında kaldı. Top sesleri, Ankara'da Meclis binasını sarsıyor. Ben oradayım. Azmin, metanetin, inanın yüksekliğini düşününüz ki, bu milli badire içinde Meclis önündeki bando durmadan çalıyor: "Doğacaktır sana vaadettiği günler hakkın Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın." Bando, teranelerini, boyuna yükseltiyor; sanki bunları Tanrı'ya iletmek istiyor . . . Bandoların hazin nağmelerine karışan iniltiler, top sesleri, sanki ikinci "Ergenekon" çıkışımızın bestesi oluyordu. 3 Eski Maliye Vekili, Gümüşhane Mebusu Hasan Fehmi'nin müşahedesi.

1 32


Sakarya önlerinde General Halit, kendisini ziyaret eden mebus­ lar heyetine: "Siz, düşmanlar Türk ordularıyla dövüşüyor mu sanı­ yorsunuz? Bu daha başlamadı. Fakat günü geliyor . . . " diye bağırmış­ tı. Burada ben de hazırdım. Tarihin en büyük muharebelerinden bi­ ri, hatta en büyüğü Sakarya önlerinde başlıyordu.4 Sakarya'da, bütün yoksulluğuna, bütün zaafına, on senelik müt­ hiş yorgunluğuna rağmen Türk orduları, en mükemmel bir tarzda silahlanmış. hazırlanmış düşman kuvvetlerine galebe çaldılar. Burada, Sakarya önünde görgüme dayanan bir tablo çizersem hakikati daha iyi anlatacağım: Bir aralık etrafımı General Şükrü Naili'nin alaylarından bir kıta sarmıştı. Kıtayı Meclis namına cesaretlendirecektik. Erlerin birço­ ğu baş açık, yalınayaktı. Pantolonları lime lime idi. Ceketleri yok­ tu. Üzerlerindeki silah ve cephane, bellerinden göğüslerine kadar, onlara elbise vazifesini görüyordu. Bunlarla hem bağımsızlığı ko­ ruyorlar hem de ısınıyorlardı. Bu kadar meşakkate göğüs veren bir ordunun erlerini cesaret­ lendirecek ne söylenebilirdi? Nutuk mu? .. Evet. . . Arkadaşlarım bunu benden mutlaka istiyorlardı. Fakat nutukların en yükseğini bu halleriyle onlar bize söylemiyorlar mıydı? Baş açık, yalınayak hür­ riyet için dövüşmeye hazır olmaktan daha güzel ne olabilirdi? Biz onları değil, onlar bizi cesaretlendiriyorlardı. Arkadaşlarım, benim mutlaka söz söylememi istiyorlardı. Bir taş üzerine çıktım. Titrek bir sesle: "Türk askerleri ! Millet, hürriyet ve istiklalini sizden bekliyor. Alınlarınızı yüksek tutunuz. Ve bu halinizle kalplerinizi Tanrı'ya gösteriniz. Yürüyünüz. Hak sizinle beraberdir. Millet Meclisi hepi­ nize selam ediyor. Gözlerinizden öpüyor" diyebildim. Onlar hep birden "Sağ ol ! " dediler.. Başka bir kelime söyleyeme­ dim. Taştan sendeleyerek indim. Hürriyet yollarında baş açık, yalı4 Amerika'nın Ankara Elçisi General Sherill'in Mustafa Kemal adındaki eserinden.

1 33


nayak koşan Türk ordusu dimdik duruyordu . . . Genç subaylar, elle­ rinde yalınkılıç heybetle ufuklara bakıyordu. Aralarından aynldık. Biz şu küçücük vazifemizi başanp çekildikten sonra ordunun büyük ödevi başladı. Kanlı savaş başlamıştı. Düşman Ankara'ya iki saat mesafededir. Polatlı istasyonu hurdahaş! . . Düşman ordulannı krallar idare ediyor. Fakat, Mehmetçiği bir adım geri atmak müm­ kün olmuyor. Atatürk, başlarında! Bir aralık atından düştü. Eğe ke­ mikleri zedelendi. O, ayağa kalktı. Bir eli böğründe, düşman ordula­ nna bakarak "Yakında belinizi kıracağım ! " dedi. Her taraf ateş için­ de, süngü süngüye . . . Boğaz boğaza. . . Fakat, Mehmetçik bir adım gerilemiyor. Gerilemeyecektir de . . . Çünkü Türk milleti beş bin yıl­ lık tarihini müdafaa ediyor. Namus günüdür. Her yerden yükselen sesler: " Vurun da arslanlarım namus günüdür" diyor. Düşman ordu­ lan tehlikede . . . Tuzlu göle düşecekler. Sakarya kıpkızıl akmaya başladı. Düşman süratle kaçıyor. Mehmetçik boyuna vuruyor! "Türk askeri, Türk askeri sayende Sakarya'da kurtuldu şen otağım"

teraneleriyle savaşın bayramını yapıyordu . . . Aradan hayli zaman geçti. Çıt yok . . . Türk ordusu son hazırlık­ larını yapıyor. Millet yerinde duramıyor. Yarınları hınçla bekliyor. Şimdi bütün Türk ulusu: "İstihkôma indirdiler Kanlı gömlek giydirdiler Malum olsun anneciğim Bir oğlunu öldürdüler. Pek şanlıyız. Alemdağı yol ver bize İstanbul'a gireceğiz . . . Ceddimizden miras kalan

O yerleri göreceğiz. Pek şanlıyız.

1 34


Kır atımı nallatırım Dağda taşta oynatırım. Bütün düşman karşı gelse Tek nalına çiğnetirim. Pek şanlıyız. Türkiye'de harp olacak Tarihlere şan olacak Bu yerlerde düşman değil Türk milleti han olacak. Pek şanlıyız. "

Destanını söylüyor. 1 922 yılındayız. Heyeti Vekile, Atatürk'ün reisliğinde toplandı. Mareşal Fevzi Çakmak ordunun durumunu anlattı. Nihayet, verilen karar şudur: Ordu taarruza geçecek . . . Fakat, bu belli edilmeyecek. Taarruz günü, Atatürk'ün Çankaya'da güya çay ziyafeti vermekte olduğu ajansla duyurulacak. Kararı vekiller imzalıyor. Ben de hazırım . . . Hep imzaladık. O vaktin Adliye Vekili Çankırı Mebusu ihtiyar Bay Neşet idi. Hiç unutmam. Kalemi eline aldı. Ağladı . . . Titreye titreye imza etti . . . Ve "Allah askerimizin birini bin göstersin" dedi. Aynı yıl. . . Ağustos'un 26'sı . . . Sabahın alaca karanlıklarını, Af­ yonkarahisar'ın yüksek dağlarında birbiri ardı sıra çakan şimşekler ve bunları takip eden müthiş top gürültüleri yırtıyor. Gürültü gittik­ çe şiddetleniyor. O kadar ki, gürültünün dehşet ve azametinden gü­ rültü duyulmaz oldu. Sanki bütün bir dünya inliyordu. Ortalığı sa­ ran ateş, korkunç bir hal aldı. Düşmanın üstüne yürüyor. Ortalık dümdüz oldu. Ne dikenli tel, ne hendek, ne kazık kaldı. Her yer yangın, kan, ceset içinde . . . Tarihten dört gün sonradayız . . . Ağustos'un 30'u. Dumlupınar meydanlarındayız. Top sesleri, mitralyöz cayırtılan yine ortalığı

1 35


çınlatıyor. Süngü süngüye, boğaz boğaza savaşılıyor. Düşman sö­ küldü. Başkumandanı kılıcını teslim etti ve teslim oldu. Düşman ordularının üst tarafı "Türk geliyor ! " diye bağıra bağıra kaçıyor. Atatürk bugünü şöyle anlattı: "Arkadaşlar, saatler i lerledikçe gözlerimin önünde gelişen man­ zara şu idi : Düşman başkumandanının şu karşıki tepede son gayre­ tiyle çırpındığını görüyordum. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfekleri nin, mitral­ yözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen avcı hatlarımızın, guruba yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ile­ ride görülüyordu. Bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevziini içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyor­ du. Güneş mağribe yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu. B ir an sonra cihanda büyük bir yıkım olacaktı ve beklediğimiz kurtuluş güneşi­ nin doğabilmesi için bu yıkım lazımdı. Hakikaten semanın karardı­ ğı bir dakikada Türk süngüleri düşmana doğru o sırtlara hücum et­ tiler. Artık karşımızda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı." İzmir'de titrek kandilli camilerde, titrek eller titreye titreye Tan­ rı'ya doğru kalkıyor. Ak sakallardan süzülen gözyaşları yıllarca sü­ ren bir hakaretin öcünü istiyor. Genç gelinler, kızlar, alınlarını yük­ sek tutmaya alışmış Türk delikanlıları hep bunu bekliyor. "Geliyor­ lar! " Her tarafta bu sesler duyuluyor. Aynı yılın "9 Eylül" sabahı, saat 9,5'tur. Kordon boylarında ya­ l ınkılıç Türk süvarileri göründü. Bir yanda yabancı devlet askerle­ ri selama duruyor, diğer yanda bombalar patlıyordu. Ne çıkar? Sü­ variler süratle ilerliyorlar. Biraz sonra Subay Şerafeddin hükümete ve kışlaya Türk bayrağını çekti. Hükümet konağı önünde bir yan­ dan yine bombalar patlıyor, diğer yandan halk, süvarilerin ayakla­ rını öpüyor, gözyaşları döküyordu. Şimdi, al bayrak, bir daha inme-

1 36


mek üzere Akdeniz'in enginlerine renk veriyor, esiyordu. Düşman, kan sızan saçlarından sürüklene sürüklene denizlerin öbür yanına atılmıştı. Mehmetçik, yol arıyordu. Onu bulsa daha neler olacaktı?! Amerikalı tarihçi, Dünya Savaşından Sonraki Tarih adını verdi­ ği eserinde "Avrupa bütün bir tarihin yürüyüşünde Türkler önünde bu kadar rczilane dize gelmedi" diyor. Çok doğrudur. Türk orduları bir değil, yedi devletle savaşmış ve hepsini yenmişti. Dava bitti mi? Bence hayır . . . Çünkü Atatürk, "İlk hedefiniz Ak­ deniz" dedi. Son demedi. O, Kordonboyu'ndaki at üstünde, uzakla­ rı gösteriyor. Bu, Türk'ün ülküsüdür. Bunu korumanın tek çaresi, bence her yönden savaşa hazır olmaktır. Yaşamak hakk ı her yönden savaşa hazır olan milletlerindir. Üç yıl süren istiklal savaşlarından, Atatürk'ün derslerinden be­ nim çıkarabildiğim hakikat şudur: Hayat bir kavgadır. Bugün yap­ makta olduğumuz büyük bayram, zaferle taçlanan bu kavganın ve­ rimidir. Bu davanın şehit oğlu şehitlerini minnetle, saygıyla anarken sesi­ mizin çıktığına bağırıyoruz: Sağ ol Türk ordusu ! . . Sağ o l Atatürk ! İzmir, 9 Eylül 1 938.

1 37


1 38


DİZİ N Acem krallan, l 1 8 .

Altıncı Mehmet Han, l 20.

Adana, 62.

Altındağları, l 1 9.

Afrika, 1 5, 53, 72, 1 1 8.

Altıntaş, 45, 48, l 32. Altrop ( İngiliz Amiral), 1 7 .

Afyon, 49, 64. Afyonkarahisar, 92, l 35.

Amerika, 36.

Agamemnon, l 7. Amerikalı, 48, -lar, 20, - tarihçi, Ahmet İzzet Paşa kabinesi, l 7, 1 37. 25, 27, 40.

Anadolu, 47, 5 1 , 52, 56, 66, 68,

Ahmet Riza Bey, 40-42.

85, 86, 9 1 , 92, 1 10, 123, 1 27, -

Akdeniz, 1 37, - boğazı, 1 7, - kı-

hükümeti, 52, 53, - içleri, 1 3 1 ,

yıları, 89, 97, 102.

- meselesi, 66,

-

Türkleri, 53.

Akka, 3 1 , 32, 44. A ıemdağı, 1 34.

Ankara, 30, 43-47, 6 1 , 1 1 7, 1 28,

Ali Kemal, 43.

Ankara Anlaşması, 72, 109.

l 30, l 34,

-

hükümeti, 9 1 .

Ali Onbaşı, 44.

Antalya, 29. Allah, 28, 40, 54, 55, 59, 62, 63, Arabistan, 1 8. 82, 1 07, 1 1 7- 1 1 9, 1 26, 1 35. Arap, 4 1 , 42, - mebuslar, 40. Alman, 24, 38, l l 1, l 30, dele­ Asya, 3 l , 56, 63, 90. gesi, 27, - İ mparatorluğu, 35, - Atatürk, Musafa Kemal, 2 1 , 30, -

lar, 57, 77, - milleti, 26, duları, 26. Alman-Fransız seferi, 26. Almanya, 27, 65, l l 8, l 30.

-

or­

32-34, 38, 40, 4 1 , 45, 47-49, 1 09, 128, 1 29, 1 3 1 , 1 32, 1 341 37 . Ati na, 40, l l 6.

Alpaslan, 48. 1 39


Avrupa, 52, 53, 6 1 , 65, 105, 1 1 1 ,

1 876 Osmanlı-Rus Seferi, 22, 29.

1 37,, - devletleri, 36, 44, 1 06, -

1 877 Osmanlı-Rus Seferi, 37

diplomasisi, 73, 76, 8 1 , 1 02,

1 908 ihtilali, 52

1 06, 1 07, 1 23, -lı yazarlar,

Bismarck, 26.

1 06, - matbuatı, 64.

Bizans, 1 1 6, - surları, 1 1 5 .

Avrupalılar, 17, 20, 53, 64, 89, 1 07. Avusturya, 37. Avusturyalılar, 37. Ayan, 40-42. Aydın, 27, 28, 42, 1 3 1 , 1 32. Babıali, ı ı 5- ı ı 8. Balatçık, 27. Batı, 57, - camiası, 1 06, - diplo­ masisi, 1 23, 1 24, - emperya­ listleri, 1 07, - emperyalizmi,

I 02, 1 06, - imparatorları, 1 1 8, -lılar, 74, - sermayecileri, 67. Batı Asya, 63. Batı Trakya, 1 22. Batı Türkleri, 1 26. Batı Türklüğü, 1 27. Batum, 1 8. Bekir Sami Bey, 36, 45 . Belonculi, 1 09. Bergamalı, 1 3 1 . Berlin Antlaşması, 37. Bilecik, 1 1 6. 1 870- 1 87 1 Alman-Fransız sefe­ ri, 26.

140

Boğazlar, 1 7, 1 22. Bolşevik, 1 8 . Bon (General), 3 1 . Bonafis, 1 05 , 1 06. Bonomi, 65. Bosna-Hersek, 37. Briand, 65. Bulgaristan, 39. Bursa, 55, 62, 68, 1 1 6. Büyük Taarruz, 49. Cemiyeti Akvam (Milletler Ce­ miyeti), 35, 36. Cenabı Hakk, 59. Cenova, 1 1 3, - Konferansı, 88, 98, 1 1 0, 1 1 1 . Çerkez Ethem, 43, 44. Cermen hukuk alimleri, 1 09. Cezzar Ahmet Paşa, 3 1 . Cihan Harbi, 77. Clemenceau, 27, - hükümeti, 94 Curzon, Lord, 66 Çanakkale, 32, 33, 55. Çankaya, 1 35 .


Çankırı, 1 3 5 .

Ermenistan devleti, l 9.

Çin, 5 3 .

Ertuğrul, l l 6

Çingene, 42.

Erzuı::u m. - halkı, 29, - Kongresi,

Dalama Köprüsü, l 3 l .

Eskişehir, 92, -Afyon hattı, 64.

Damat Ferit (Sadrazam), 29, 43,

Esmain (Fransız Profesör), 109.

33, 34. 43, 109.

69, 1 08.

Debat, 65.

Fatih, 40.

Demirci Efe, 44.

Fatih Sultan Mehmet, 55.

Divaniali, 4 1 .

Fevzi Çakmak (Genelkurmay

Dnetnot, l 5 . Doğu, 52, 72, l 23, davası, 5 l , -

Başkanı Mareşal), 20, 1 35 Foch (General), 9 1 .

hareketi, 72, - meselesi, 53, 7 1 ,

Fransa, 26, 66, 7 l , 72, 87, 94,

1 07, 1 22, 1 24, - milletleri, 1 06,

96, l l 0- 1 1 2, l 30, - kabinesi,

- siyaseti, l l 3, - tarihi, 1 27, teorisi, l l 7, - vilayetleri, 1 9. Doğu Trakya, 75, 1 22. 93 Kanunu Esasisi, 52 Duhaller, 1 1 8.

65, 88, - Kralı, 57, -lı, 1 09. Fransız, 26, - İnkılabı, 57,

-

mat­

buatı, 65, milleti, 57, -lar, 28, -

49, 57, 64, 65, 109. 1 1 4. Fransızca, 22.

Dumlupınar, 1 29, 1 35, - Mey­ dan Muharebesi , 49. Garbi Rumeli'nin Sureti Ziyaı, 20. Dünya Savaşından Sonraki Ta­ Garibaldi, 1 24. rih, 1 37. Gaziantep, 28. Eberon, l 08.

George, Lloyd, 66, 88, 97.

Edime, 43, 68.

Germencik, 27, 1 3 1 .

Emanuel, Kral, l 8.

Giolitti kabinesi, 65 .

Ergenekon, 84, 1 32.

Girit, 123.

Erlau (Eğri), 57.

Gounaris, -çiler, 72, - kabinesi,

Ermeni, l 8, 40-42, - mebuslar, 40.

72. Gümüşhane, 1 32.

141


Hacı Vel i Ağa (Trabzon), 52.

1 25 , - neferi, 44, - siyaseti, 52,

Haçlı, 1 23 , -Iar, 1 30.

87, -Türk meselesi, 5 l , - zırhlı­

Halife, 5 1 -53.

sı, 17.

Halik, 1 27. Halit (General), 1 33.

İngiltere, 7 l , 72, 76, 78, 86, 87, 92, 93, 96, 1 1 0, 1 1 1 , 1 1 9, 1 22,

Halit Bey, 59, 60.

1 23 , - devleti, 96, - diplomasi­

Halit Paşa, 46.

si, 73, - Kralı, 53, - siyaseti,

Hami Bey, 36.

65, 72.

Hamidiye Tabyası, l 5.

İnönü, 1 28, 1 32, - gazileri, 1 28

Harbi Umumi, 35, 67, 94, 1 04.

İnönü Meydan Savaşı, 1 28, 1 30.

Hariciye Vekili, 9 1 .

İnönü Muharebeleri, 1 30, 1 32.

Harpten Sonra Tarih, 48.

İnönü zaferi, 1 29.

Hasan Fehmi Bey (Maliye Vekili, Gümüşhane Mebusu), 1 32. Hindistan, 72. Hint, 72, - denizleri, 68.

İran, 1 8, 68. İsa, Hz., 1 23. İslam, 1 04, - alemi, 78, - dünyası, 52, 72, 1 1 2, 123, - hukuku, 1 1 8.

Hıristiyan, l 06.

İslamiyet, 60.

Honkunfo, 1 1 8.

İsmet (İnönü) Paşa, 25, 1 28- 1 30,

Hukuku Düvel, 1 05 , 1 06, 1 09. Hukuku Esasiye, 1 09. Hüsrev Gerede Bey (Tahran Bü­ yükelçisi), 33.

1 32. İstanbul, 29, 32, 53, 68, 69, 75, 90, 1 07, 109, 1 1 7, 1 22, 1 34, - hükü­ meti, 52, 1 1 9, - surları, 1 30. İstiklal Mahkemesi, 45.

İkinci İnönü Muharebesi, 45.

İstiklal Marşı, 46.

İkinci Sultan Murat, 57.

İtalya, 1 5 , 65, 66, 87, 96, 1 1 1 ,

İlgiltere siyaseti, 66. İnegöl, 54. İngiliz, 20, 1 07, 108, 123, - Ami-

1 1 3 , - kabinesi, 88, -lı, 39. İtalyan, - Hariciye Nazırı, 1 1 4, ırkı, 1 24, -lar, 1 5 , 1 8, 29, 49,

ral, 1 7, - devletler hukuku, 37,

57, 1 24, - milli siyaseti, 1 24.

- gazeteleri, 66, - halkı, 88, -ler,

İtilaf, - devletleri, 1 8, 7 1 , 73, 75-

29, 49, 5 1 -53, 64, 1 1 4, 1 1 6,

80, 85-87, 89, 90, 93, 95 , 97,

1 42


1 0 1 - 1 05, 1 1 1 - 1 1 3, 1 1 5 , 1 1 7, Kuşadası, 1 6, 29, 95 . 1 1 8, 1 2 1 , 1 22, hükümetleri, Kütahya, 92. -

1 1 0. İzmir, 27, 45, 46, 49, 5 1 , 55, 57,

Kuvayi Milliye, 34.

58, 62, 63, 68, 92, 96, l 26, Latin hukuk alimleri, 1 09. 1 27, 1 3 1 , 1 36, 1 37, - havalisi, Le Temps, 65, 87. l 23, Kordonu, 1 3 1 , mesele­ Leyla ile Mecnun, 68. -

-

si, 1 26. İzmit, l 1 3. İzzeddin Çalışlar (General), 1 28. Janontil , Alberin, 1 08. Japon, 93, -lar, 24, - prensi, 23. Japonya, 1 06. Kafkasya, 1 8. Kalov, 1 09. Kandiye, 44. Kanunu Esasi, 24, 29, 4 1 , 52,

1 04, 1 07, 1 08, 1 1 5, 1 1 7. Kara Vasıf Bey, 36. Karadeniz Boğazı, 1 7 . Kayıhanlılar, l 1 5 . Kemal Bey, 5 8 , 59. Kılıçarslan, 48, 1 30. Kilikya, 1 8. Konstantin, 66, 72, 73, 1 1 6. Konya, 46. Kordonboyu, 1 37. Korsika, 1 24. Kosova Cengi, 82. Küçük Asya, 75, 90.

Londra, 53, - Konferansı, 44, 45,

5 1 , 52, 1 09. Lorimer (İngiliz devletler huku­ ku yazan), 37. Louis, XVI. (Fransa Kralı), 57. Lozan Antlaşması, 1 7, 26, 49. Macar Kralı, 57. Macaristan, 37, 39. Magirıot hattı, 1 30. Mağrip, 68. Makyavel, 8 1 , -lik, 97. Malazgirt Muharebesi, 48. Malta, 1 24. Mançuri zaferi, 24. Manda, 34-39. Manzini (İtalyan), 39. Maraş, 28. Marmara sahilleri, 1 22. Meclisi Mebusan, 24, 40, 42, 43. Meda, 65. Mehmet Çavuş, 1 5 . Mehmet Şeref Bey (Edime Me­ busu), 43.

1 43


Meriç, 62, - hududu, 1 1 4.

gemileri, 1 8, - hükümeti, 25, -

Milletler Cemiyeti bkz. Cemiye­

İmparatorluğu, 1 7- 1 9, 25, 26,

ti Akvam. Misakı Milli, 43, 5 1 , 53, 64, 66, 75, 77, 86, 87, 89, 97, 1 2 1 . Mısır, 22, 3 1 , 44, 72, - m�deni­ yeti, 20. Mithat Cemal (Şair), 49.

30, 35-37, 4 1 , 43, 99, 1 26, 1 27, - Kanunu Esasisi, 24, 29, - kuv­ vetleri, 1 8, -lık, 1 5 , - Meclisi Mebusanı (Meclisi Mebusanı Osmani), 24, 40, 43 , - orduları, 1 8, - ordusu, 59, - padişahı, 24,

Mohaç, 1 30.

- tacidarlan, 69, - tebaası, 1 07,

Mondros,- Mütarekenamesi, 74,

- Türkleri, 7 1 .

87,

-

M ütarekesi, 17, l 9, 24,

25, 27, 29, 40, 92, - Limanı, 1 7.

Osmanlı-Rus Seferi ( 1 876), 22, 29.

Montagu (Hindistan Nazın), 72.

Osmanlı-Rus Seferi ( 1 877), 37.

Müslüman, 1 05.

Osman Gazi, 1 1 6.

Mustafa Kemal, 1 33.

Osmanoğulları devleti, 1 7 .

Musul, 1 22. Müttefik, - devletler, 9 1 , -!er, 25 .

Papulas (Yunan Orduları Başku-

Namık Kemal, 1 29.

Paris, 75,

mandanı), 48, 92, 1 23. Napoleon, 3 1 , 44.

-

Konferansı, 70, 7 1 ,

1 1 3.

Neron, 23.

Peyam- Sabah, 43.

Neşet Bey (Adliye Vekili, Çankı-

Plevne, 22.

rı Mebusu), 1 35.

Polatlı istasyonu, 1 34.

Neys, Emest, 105, 106.

Pontusçu, 40.

Nice, 1 24.

Protestanlar, 1 05 .

Nizip Muharebesi, 22.

Putperest, 1 06.

Nözel, 1 30. Rahmi Bey (İktisat Vekili, İzmir Orlando, 65.

Mebusu), 1 3 l .

Osmanlı, 1 6, 42, - askerleri, 1 8, - Rantzau, Brockdorff (Alman dedelegeleri, 1 7, 25, 26, - harp

1 44

)egesi), 27.


Rauf Bey (Bahri ye Nazın), 1 7. Reballo, 1 1 2, - Anlaşması, 1 1 O,

ı ı1. Refet Paşa, 36. Refik Saydam Bey (Sıhhiye Ve­ kili), 33. Reşat Bey (Türk Miralayı), 2 1 . Reşat H ikmet Bey (Hariciye Müsteşarı), 1 7 , 27. Riviye, Alfons, 1 08, 1 09. Rıza Nur Bey, 58. Riza Paşa (Topçu Ferik), 30, 4 1 . Roma, 23, 24, -lı, 23, 24, - medeniyeti, 20. Romanya, 39. Rum, 4 1 , 42, - mebuslar, 40. Rumeli, 92. Rus, 37, 72, -Alman Anlaşması, 1 1 1 , - cephaneliği, 22, - gaze­ teci, 22, -Japon muharebesi, 93, -tar, 1 25, - rejimi, 33, - su­ bayı, 23. Rusya, 33, 1 1 8, l l 9. Sadullah Bey (Erkanıharbiye Kaymakamı), 1 7 . Sakarya, 45 , 47, 49, 59, 8 1 , 1 29, 1 32- 1 34, - Meydan Muhare­ besi, 48. Samsun, 33. Schopenhauer (Alman fiwlof), 24. Selçuk, 1 3 1 .

Sevr Antlaşması, 26, 29, 30, 45, 52, 53, 7 1 , 1 0 1 , 1 03- 1 05 , 1 09, l l 2, l l 7, 1 1 8. Sforza, Kont (Hariciye Nazın), 65. Sherill, Charles (Amerika'nın Ankara Elçisi, General), 1 33. Siegfried hattı, 1 30. Siman (Amerikalı yazar), 48. Sırbistan, 39. Sivas Kongresi, 34-36, 1 09. Söke, 95 . Strop, Kari, (Alman yazar), 38. Süleyman Fethi, 1 3 1 .

Sumerli/er, 20. Sumerliler, 20. Suriye, 65 . Şehzadebaşı, 43. Şerafeddin (Subay), 1 36. Şükrü Naili (General), 1 33 . Tahran, 33. Talat Paşa, 40. Tanrı, 1 6, 54, 56, 63, 8 1 -83, 1 0 1 , 1 1 9, 1 27, 1 30, 1 32, 1 3 3 , 1 36. Tesen, 1 24. Teşkilatı Esasi, 1 1 7. Teşkilatı Esasiye, 1 08, 1 1 5, 1 1 8. Tevfik Paşa, 42-45, 52. Tevfik Rüştü Bey (Doktor), 88.

1 45


Times, 66, 87.

danı, 33, - kuvvetleri, 1 32, -

Timurlenk, 1 1 O. Torbalı, 1 3 1 .

ter, 22, 30, 4 1 , 48, 55, 51, 58, 6 1 , 78, 79, 8 1 , 88, 1 1 5, l 1 6, -

Toretta, 65, - kabinesi, 72. Toros tünelleri, 1 8.

lük, 29, 3 1 , 39, 54, 56, 8 1 , 83, 99, 1 04, 1 1 6, 1 1 7, 1 26, 1 27, -

Trablus, 1 5 , 1 8.

Mareşali, 20, - mebus, 40, -

Trabzon, 52. Trakya, 55, 62, 75, 92, 1 22. Trieste, 1 24.

memleketi, i l 8, - milleti, 1 9,

Trikopis (Başkumandan), 49. Tuna, 22. Turan, 1 6. Türk, 42, 43, 69, 75, 85, 96, 1 28, 1 36, - annesi, 82, 99, - askeri,

20, 28, 29, 36-39, 46, 47, 54, 56, 59-6 1 , 88, 1 04, 1 08, 1 1 7, 1 20, 1 35, - milliyetçiliği, 39, Miralayı, 2 1 , 22, - nesli, 56, ordulan, 46, 1 3 1 , - ordusu, 59, 1 2 1 , 1 32- 1 34, - pilotlan, 74, Rus dostluğu, 72, - siyasi tari­

46, 1 34, - Başkumandanı, 48, 49, - bayrağı, 28, 1 36, - darbe­ si, 1 02, - demokrasisi, 33, -

hi, 36, - soyu, 32, - süngüleri, 1 36, - süvarileri, 23, 1 36, - şa­

devleti, 43, 49, - diplomasi ta­ rihi, 100, - dünyası, 55, 56, 1 26, 1 27, 1 30, - esirler, 22, evladı, 28, - genci, 1 9, 20, 24,

62, 74, 8 1 , 99, 1 02, 1 04, 1 05,

iri, 76, - tarihi, 29, 34, 54, 56, 1 1 6, 1 20, 1 26, - topraklan, 95, - ulusu, 1 29, 1 32, 1 34, - üreti­ cileri, 98, - vatanı, 29, - vila­ yeti, 39, -Yunan davası, 93, Yunan harbi, 78, -Yunan ihti­ lafı, 72, -Yunan meselesi, 7 1 .

27, 30, 32, 39, 40, 42, 44, 48, 49, - gençliği, 2 1 , - gücü, 74, hakimiyeti, 90, 9 1 , 95, - halkı, 98, 99, 1 09, 1 1 7- 1 1 9, - hanımı, Türkçe, 20, 3 1 , 4 1 . 48, - hukuk tarihi, 1 19, - hu­ Türk Demirci Efe, 44. kukçuluğu, 38, - ihtilal tarihi, Türk ordulan, ilk hedefiniz Ak­ 33, - ihtilali, ı 7, 32, 38, 39, deniz'dir, 3 1 , 49, 1 37.

illeri, 62, - kadınlan, 99, - kah­ Türk Yörük Ali Efe, 44. ramanı, 1 5 , - kavmi, 1 1 5 , 1 1 8, Türkiye, 30, 47, 5 1 , 52, 54-57, - kızı, 1 1 9, - köylüsü, 67, 68, 59, 64-66, 70, 7 1 , 74, 76, 77, 82, 89, 98, 1 03, 1 1 6, - kuman79, 80, 86, 88, 89, 92, 96, 98, 1 46


1 00, 1 0 1 , 1 03, 1 05- 1 1 O, 1 1 3,

Versailles Antlaşması, 27.

1 1 4, 1 1 7- 1 19, 1 2 1 - 1 23, 1 25, Veysel Bey, 60. 1 35, - camiası, 75, - Cumhuri- Viyana, 68. yeti, 43, - diplomasisi, l 24, -Fransa Anlaşması, 1 1 0, 1 1 2, Wilson, - prensipleri, 35, 64, şartlan, 87. - halkı, 68, 69, 97, 1 04, -İngiltere meselesi, 93, -liler, 53, 7 1 , Wooley (İngiliz Tarihçi), 20. - meselesi, 72, - milleti, l 1 9, - Wurm, 109. tarihi, l l 5. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yahudiler, 1 05. 43, 45, 46, 49, 5 1 , 69, 79, 80, Yakındoğu, 64, 72, 75, 80, 1 1 1 , 1 22, 1 23, 1 25, - barışı, 1 2 1 , 86, 88, 1 07- 1 09, ı 1 9, 1 22,

-

1 32, 1 33, - Hükümeti, 79, 85, 90, 9 1 , 95.

siyaseti, 66. Yavuz Sultan Selim, 55. Yenice, 54.

Umumi Harp, 97, 1 07. Umumi Meclis, 1 07.

Yenigün, 15, 79, 86, 95, 106,

1 1 0, 1 2 1 . Yenişehir, 54.

Üçler, - İtilafı, 66, - Konferansı,

Yörük Ali Efe, 44.

75, - Uyuşması, 7 1 . Üçüncü Sultan Mehmet, 57.

Yunan, 47, 78, 93, 96, 1 02, - hükümeti, 92, kavmi, 62, - Kra-

lı, 48, - kumandan, 1 1 6,

-

kuv­

Vahdettin, 43. Varna Muharebesi, 57.

vetleri, 90, -lılar, 27, 45, 48,

Vehbi Bey, 58.

93, 95, 1 23, 1 26, - medeniyeti,

Vehbi Hoca (Konya Mebusu), 46.

20, - meselesi, 5 1 , 7 l , - ordu­

Veli Bey (Aydın Mebusu), 42, 43 . Venizelistler, 72. Venizelos, 1 23, 1 3 1 .

64, 66, 7 1 , 77, 80, 89, 90, 92,

ları Başkumandanı, 48, - ordu­ su, 48, 59, 86, 87,

-

taarruzu,

45, -Türk meselesi, 5 1 . Yunanistan, 39, 59, 64, 66, 7 1 74, 122.

147


Mahmut Esat Bozkurt 'un Diğer Kitapları

�= , Mahmut Esat Bozkurt

1 1

1 �M�����:,ı

= ., . . ,==ı , _ , , (·

AKSAK DEMİR'İN

DEVLET POLİTİKASI

ı

Timudenlıi. Üteıiıw lnu.·lt'mt'

"'·�·.. · . .,. \

,

DINLEYlNIZ! .

,

KAYNAK

YAYINLARI

'



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.