Mehmet Emin Resulzade - İhtilalci Sosyalizm ve Demokrasi

Page 1



MEHMET EMİN RESULZADE

İHTİLALCİ SOSYALİZM ve

DEMOKRASi

Derleyen ve Çeviren

Ramin Cabbarlı

oocu(KfTABEVİ


Doğu Kitabevi - 71 Sosyologca Kitapları Dizisi - 43

Sosyologca Kitapları Dizisi Yayın Yönetmeni

Ertan Eğribel-Ufuk Özcan

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 16997

Bu kitabın tüm yayın hakları Doğu Kitabevi'ne aittir. Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında tüm alıntılar, Kültür Bakanlığı Telif Haklan Sözleşmesi gereği yayınevinin iznini gerektirir.

Dizgi Konsept: Atilla Ceylan Kapak Tasarımı: Atilla Ceylan

Kayhan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 244 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 576 Ol 36

1. Baskı: Mayıs 2014

ISBN: 978-605-5296-69-8

Doğu Kitabevi Cağaloğlu Yokuşu, Narlıbahçe Sokak, No: 6 Cağaloğlu İstanbul Tel: 0212 527 29 26 Faks: 0212 527 29 26

www.dogukitabevi.com


İÇİNDEKİLER

Önsöz 5 İhtilalci Sosyalizmin İ fi ası 17 Demokrasinin Geleceği 39 Ulusal Dayanışma . . 71 Millet Olmak Azmi 77 Milletçilik-Patriotism . . . . . 79 Ulusal Birlik . . 81 Yanlış Terim Kullanmayalım . . 83 Millet ve Kavim . . . . . 85 Ulusal Ahlak . . . . . . . . . ........... . . . . . . ..... . . . . . . . .. . . . . . . .. . . ....... . . . . . . . . . . . .... . . . . 87 İdealistler, Oportünistler, Bozguncular . . . . . . 89 Doğu İslam Uygarlığında Azerbaycan'ın Rolü 91 .......... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ....

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ........

... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . .. . . . . . . . . . . . ...... ........

...

.... . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .. . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

...

.

.

...

....

...

.

...... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

....... . . . . . . . . . . . . . . . . ........... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.

....

...

...

.

..

.....

........ ....... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

....

....

.

.

...

.....

........

. . ......... . . .....

Bibliyografya Rical-i Azerbaycan Der Asr-i Meşrutiyet.. . . . .

.

.

....

. . ...

....

.

.......

99



ÖN SÖZ

Prof. Dr. Cemil Hasanlı

zerbaycan'da 19. yüzyılın ikinci yarısında Mirza Fetali Ahundov ve Hasan Bey Zerd abi'den gelen bir ulusal uya­ nış ve bir medeni yenileşme hnn•kt'ti v n rdı. Bu h n reket sonraki dönemlerde belirli tarihi aşa m n l n rcfon g<\'lİ. Süz konusu han•ke­ tin başında biz Zerdabi'yi, merkezinde A. Hiisc•yinzadl', A. A�a­ oğlu, A.M. Topçubaşov'u, sonunda Mehml't Emin l{l'sulı.adc•'yi görüyoruz. Resulzade'nin "Kurhıluşumuz Ti.i rkçülii�i.imi.izdc•­ dir" ve "Diriliklerin en kıymetlisi ulusal diriliktir" dü�i.iııcc•si bu tarihi süreci tamamladı. Azerbaycan bütün İslam ve T ürk dünyasında, İsla m ümnwt­ çiliğinden Türk milliyetçiliğine doğru tarihi geçişi başlatan ve onu sona eriştiren ilk ülke oldu. Resulzade'yi yetiştiren de aynı tarihi süreç, aynı tarihi ortam olmuşhı. Resulzade kimdir? Onun kimliğini açıklamak için geçirdiği hayat yoluna kısaca göz atmak gerekiyor. Olayların en başında genç Resulzade'yi, günden güne yükse­ len özgürlük hareketinin içinde görüyoruz. Azerbaycan aydın­ ları, yazarları, gazeteciler içinde Resulzade, önce Kuzey Azer­ baycan'da sonra ise Güney Azerbaycan'da, 1905-1907 y ı l l a rında Rus Devrimi ve 1908-1911 yıllarında meşrutiyet hareketi ve Set­ tar Han hareketinin katılımcısı olan yegane insandı. Eger Azer­ baycan basınını dikkatle izlersek Resulzade kendi makaleleri ile Bakü ve Tebriz'de, genelde Yakın Doğu ve Rusya'da yaşanan bü-

A

5


MEHMET EMİN RESULZADE

tün devrim mücadelelerinin sadece siyasi yazarlığını değil, aynı zamanda tarihi salnamesini de yazmışhr. Onun bu konuyla ilgili yazılarının sayısı iki yüz elliden fazladır ve bu yazıların büyük kısmı İran devrimi ile ilgilidir. İran devrimi hakkında yazanlardan ilk olarak Resulzade bu devrimin ulusal karakterini belli etmiştir. Tekamül gazetesinde yazdığı makalede İran devriminin merkezinin Azerbaycan'a geçtiğini bildirerek şöyle yazıyordu: Azerbaycan bu günlerde bir ateş-i inkılap ve ihtilal içinde yanıp yakılmaktadır. Bu inkı­ lapta büyük rol oynayan Türklerdir. Evet, Türklerin de olması gereklidir. Çünkü Kafkas vilayetlerinde amelelik yapmakla ge­ çim parası kazanan İranlıların çoğu Azerbaycan Türkleridir ki, burada Rusya ameleleri arasında çalışmakla birlikte özgürlük ve özveriye alışmışlar. Resulzade'nin yüzyılın başında ileri sürdü­ ğü "İran bahadırları Türklerdir" düşüncesi, 20. yüzyıl boyunca İran'da gerçekleşmiş bütün devrimler örneğinde tarihin sınavın­ dan başarıyla geçti. 1913 yılının Şubat ayında Rusya İmparatorluğu Romanov­ lar'ın hakimiyete gelişinin 300. yılını büyük tantana ile kutladı­ lar. Bu olay ile ilgili 1913'te af fermanı imzalandı. Bu fermandan yararlananlardan biri de Resulzade idi. Resulzade 1913 Nisanın­ da Bakü'ye döndü ve kendisi ile yeni bir atmosfer getirdi. İran ve Türkiye'deki göçmenlik hayatı Resulzade'nin görüş sisteminin şekillenmesinde önemli rol oynamıştı. O, İran'da Avrupa usulü basılan ilk gazete olan İran-e Nov'un yazı işleri müdürü ve baş editörü olmuştu, Seyit Hasan Takizade ile birlikte İran Demok­ rat Partisi'nin ideolojisini hazırlamıştı. Türkiye'de göçmen ko­ numunda yaşadığında Türk Ocakları'ndaki deneyimi, Türk Yur­ du'ndaki yazıları, A. Hüseyinzade, A. Ağaoğlu, Z. Gökalp gibi büyük Türkçülerle birlikte faaliyette bulunması, onun bir lider olarak, evrimci ve profesyonel bir devrimci olarak yetişmesinde çok faydalı olmuştu. 6


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Daha sonra Ziya Gökalp'ın vefatı ile ilgili yazdığı makalede Resulzade bu dönemi şöyle anlatıyor: "Merhum Ziya Gökalp'ın Türk Yurdu'nda basılan Türkleşmek, İslamlaşmak ve Çağdaşlaş­ mak makaleleri beni hep sevindiriyordu. Bakü'ye geri döndüm. Basın dil sorunu ile uğraşıyordu. Bu meselede Ziya Gökalp ku­ ramının müdafaacısı oldum." Gerçekten de Resulzade'nin Bakü'ye dönüşünü takip eder­ sek, onun 1913 yılının yazında Şelale dergisinde "Kolay dil - Yeni Dil", "Yeni Dilbilimciler ve Türkçüler", "Dil Önemli Toplumsal Bir Etken" gibi ilginç yazılarının tanığı oluruz. Resulzade bu ya­ zılarında Azerbaycan'ın toplumsal ve kültürel hayatı için acil olan bir gerçeği ortaya koydu . Onun dü�i.incesine göre milletin millet olarak şekillenmesi için konu�ma dili i ll• yazı d i l i arasınd a­ ki fark ortadan kaldırılmalıdır. Muhan•rl'lll'll diiııdi.ikll'n sonra İkbal gazetesinde, Şelale, Basiret ve Dirilik nwcımıal.ırı nda Azer­ baycan Türk milletinin varlığının bilimsel açıdan an.ı l iz l'dildi­ ğini tam olarak Resulzade'nin eserlerinde görüyoruz. Bunlardan en önemlisi Dirilik'te yayınlanan "Ulusal Dirilik" ba�lıklı silsi­ le yazılarıdır. Bu silsile makalelerde Resulzade bilimsel açıdan milletin din birliğine değil, dil ve kültür birliğine dayandığını, Müslümanlığın millet olmadığını, ümmet anlayışı üzerinde ku­ rulmuş bir dini inanç ve iman olduğunu ispatladı. "Ulusal Dirilik" başlıklı silsile yazıları Azerbaycan'ın toplum­ sal düşünce tarihinde belli bir aşamaya son verip yeni aşamanın başlanmasının temelini oluşturdu. 1914 yılının güz mevsiminden itibaren Resulzade üç ay boyunca ulusal dirilik sorunsalı üzerinde çalıştı. Ulusal bağımsızlık mefkuresini bilimsel ve ku ramsa l açı­ dan bu silsilede kurdu. Genelde "Ulusal Dirilik" Resulzade'nin yaratıcılık hayatında doruk sayılacak eserlerdendir. Resulzade "Ulusal Dirilik" eserini yazdığında ar tı k 1. D üny a Savaşı başlamıştı. Bu silsilede değinilen görüşler sava�ın sonuç­ ları ile doğrudan ilişkiliydi. Resulzade, 1. Dünya Sa va �ı'nd a atı' 7


MEHMET EMİN RESULZADE

lan topların büyük imparatorlukları titreteceğini ilk anlayanlar­ dan idi. 1915'te yayına başlayan Açık Söz ilk sayısında Resulza­ de'nin 11Dünyanın haritası savaşta değişecek" öngörüsünü kamu tarhşmasına bıraktı. 20. yüzyılın büyük dönüşümleri, dünya haritasında gerçekleşen değişimler, milletlerin kendi kimlikleri­ nin farkında olması ve tarihi sürecin akışında kendilerinin ulu­ sal haklarına kavuşması, Resulzade'nin büyük bir zeka ve geniş dünya görüşüne sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Azerbaycan'da Türk ulusal bilincinin bir ideoloji olarak gibi meydana çıkması, ulusal kimliği belirleyen en önemli görüşler sistemine çevrilmesi, kuşkusuz Açık Söz'le bağlantılıydı. Rusya İmparatorluğu'nda Türklerin ve bu sırada Azerbaycanlıların dil, din, tarihi gelenek, ahlak ve maneviyat ayrıntılarına göre bağım­ sız ulusal bir varlık olduğunu esaslandırmak Açık Söz'ün başlıca amacı idi. 1917'de gerçekleşen Rus Devrimi, Resulzade'nin hayatında büyük değişimlere neden oldu. Devrimin ilk günlerinde biz onu coşkun olayların içinde görüyoruz. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Moskova'da yayınlanan 111917. Yılın Siyasi Hadimleri" adlı ansiklopedik yayında onun çok yönlü faaliyetine geniş yer ve­ rilmesi tam bununla ilişkilidir. İkinci Rus Devrimi Resulzade'yi siyasi bir lider olarak Rusya çapında sahneye çıkardı. 1917'de Resulzade, Rusya'nın devlet yapısı ile ilgili öyle bir görüş orta­ ya koydu ki, sistem değişmesine rağmen, Rusya bugüne kadar da 11ulusal yerel özerkliğe11 dayanan bu görüşün çekiciliğinde­ dir. 1917 devriminden, birçok Rus liberal ve sosyalistinden farklı olarak Resulzade'nin beklentileri sadece sınıfların özgürlüğü de­ ğil, aynı zamanda milletlerin özgürlüğü idi. Onun düşüncesine göre, 1917 devrimi mahkum sınıflara özgürlük, mahkum millet­ lere de özerklik verecekti. 1917 ilkbaharında toplanan iki Müslüman kurultayı, Resul­ zade'yi Rusya Türklerinin lideri haline getirdi. Aynı yılın 15-20 8


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Nisanında Kafkas Müslümanlarının Bakü Kurultayı, Rus dev­ riminden Azerbaycan Türklerinin beklentilerini ortaya koydu. Azerbaycan'ın siyasi ve toplumsal kuruluşlarından başka, Ku­ zey Kafkas, Gürcistan ve Yerevan Müslümanlarının çeşitli ku­ ruluşlarını temsil eden temsilciler karşısında Resulzade konuyu geniş bir biçimde ele alarak sunum yaph. 1917 Bakü Kurultayı bütün Kafkas Türklerinin, Rusya'nın siyasi hayahnda kahlımını aktifleştirmekle beraber, Resulzade'nin de bir lider olarak siyasi süreçlerin üst düzeyine yükseldiğini kanıtladı. Biz şunu Bakü Kurultayından az sonra, 1917 Mayısında Rus­ ya Müslümanlarının Moskova Kurultayında daha kabarık şekil­ de görmekteyiz. Moskova Kurultayına o dönemin A.M. Topçu­ başov, Sadri Maksudi Arsal, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Fatih Kerimi, Ahmet Salikov, Mustafa Çokayev, Selim Çanturin, Ayaz İshak.i, Reşit İbrahim, Hadi Atlasov ve başkaları gibi çok tanınmış şahsiyetler katılıyorlardı. Fakat kurultayın parlak yıl­ dızı Resulzade idi. Moskova Kurultayında, toprak özerklip;i ide­ alinin fikri öncüsü de Resulzade idi. O şöyle düşünüyordu ki, kültürel özerklik ideali Rusya'nın Türk halklarının günden güne artan ulusal farkındalık sürecini genellikle karşılayamazdı. Re­ sulzade'nin görüşleri Moskova Kurultayında büyük oy çokluğu ile 271 oya karşı 446 oyla kabul edildi. Kurultayın kararına göre, milli arazi prensibi ile federatif esasta kurulacak demokratik cumhuriyet Rusya devlet kuruluşunun Müslüman halklarının çıkarlarını tam sağlayan en iyi devlet yapısıdır. Çarlık Rusyasd. Dünya Savaşı'nın ağırlığına tahammül ede­ medi. İkinci Rus devrimi, imparatorluğu tarihin arşivine dev­ retti. İmparatorluk dağıldığında Resulzade'nin önderlik etti�i Müsavat Partisi Güney Kafkas'ın en güçlü siyasi örgütlerinden biri olarak ulusal güçlerin ve genellikle milletin umut yerine çev­ rilmişti. 1917'de Müsavat Partisi Azerbaycan halkının milli-azat­ lık düşüncelerinin esas önde geleni, ulusal hareke.n başta giden 9


MEHMET EMİN RESULZADE

teşkilatçısı, ulusal mübarezenin güçlü siyasi gücü idi. Resulza­ de'nin önderliği ile bu parti 1917 Ekim ayında Bakü Sovyeti'ne, aynı yılın Kasım ayında Rusya Müessisler Meclisi'nde geçirilen toplantılarda büyük başarı kazandı. Azerbaycan'ın bağımsızlık beyannamesinin ilanı arifesinde biz Resulzade'nin Güney Kafkas meclisi içerisinde coşkun mü­ cadelesinin tanığı oluyoruz. Sadece Müslüman Fraksiyonun cid­ di baskısı altında 22 Nisan 1918'de Güney Kafkas'ın istiklali ilan edildi. Bununla bağlı olarak Resulzade yazıyor ki, Güney Kafkas büyük Rus devriminin başarılarını bize yalnız irtica vaat eden Rusya'ya kurban vermemelidir. Güney Kafkas bağımsız olmalı­ dır. Eğer biz istiyorsak ki, Güney Kafkas'ın yeni doğan evladının yaşamak becerisi olsun, o zaman bağımsızlığı, bizi tehdit eden korkunun hükmü ile değil, vicdanın hükmü ile ilan etmeliyiz. 1918 Mayıs ayında Resulzade'nin Batum'da Türkiye ile müza­ kere eden Güney Kafkas Cumhuriyeti barış heyetinin terkibinde olması, heyetin önemli müzakereler etmesinde, bağımsızlığın bi­ rinci haftasında Osmanlı İmparatorluğu ile dostluk anlaşması im­ zalaması Azerbaycan'ın gelecek alınyazısında önemli rol oynadı. 1918 Mayıs ayının sonunda Güney Kafkas Seymi'nde or­ taya çıkan ikinci siyasi gerilim onun dağılması ile sonuçlandı. Azerbaycan halkı önünde sorumluluğunu derinden idrak eden Seym'in Müslüman Fraksiyonu hemen milli şuuru etkiledi ve Resulzade Batum şehrinde olduğu halde Milli Şura'nın başkanı seçildi. Milli Şura Azerbaycan için en gerilimli dönemde ülkenin sorumluluğunu üzerine aldı ve 28 Mayıs İstiklal Beyannamesi'ni ilan etmekle Azerbaycan Milli Şurası, sözün siyasi anlamında Azerbaycan milletinin varlığını tespit etmiştir. Öyle ki, Azerbay­ can kelimesi sadece coğrafi, etnografya ve dilsel bir sözcük ol­ maktan çıkarak siyasi bir alem kazanmıştır. Yeni kurulan Cumhuriyetin karşısında duran en önemli gö­ revi Resulzade, ülkenin siyasi, iktisadi, medeni merkezi olan 10


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Bakü'yü azat etmekte ve bağımsızlığı Azerbaycan'ın bütün hu­ dutlarına yaymakta, ülkenin arazi bütünlüğünü temin etmekte gördü. Aslında kimi tarihçilerin yazdıklarının tam tersi olarak, Resulzade'nin Temmuz ayında Devlet-i Aliye-i Osmaniye'ye yolculuk eden bir Azerbaycan heyetine başkanlık etmesi sırf yu­ karıda yazılan önemli görevlerle ilgili idi. Uluslararası durumu tahlil ederek aynı dönemin şartları içinde Resulzade düzgün olarak öyle kanıya varıyordu ki, yalnız kardeş Türkiye Azerbay­ can'ı düşmanların elinden koparıp alabilir. Sadece Resulzade'nin ısrarlı isteği ile Türkiye'nin Harp Ba­ kanı Enver Paşa Azc rbaycan' a yeni bir T ürk tümeninin gönde­ rilmesi konusunda e m i r verd i . 1918 Ey lül ay ında İstanbul'daki Azerbaycan heyetinin ba�kanı olarak Rl•s u l zalil•'nin yeni tahta çıkmış Sultan VI. Mehmet Vahidcttin' il• glirli�ı ı wsi 1\:1.l'rbaycan' ın uluslararası durumuna ve Bakü'nün özgür ol unnıas ın<ı ol uml u bir etki yaptı. Görüşmek için gelen heyetler arasın d a ilk olarak Azerbaycan temsilcilerinin kabul edilmesi su 1ta11 h li k li nwl inin Azerbaycan'a olan yakın ilgisinden ileri geliyordu. Bu kabul ko­ nusunda Azerbaycan hükümetine bilgi veren Resulzadc �(iy ll· yazıyordu: "Biz çıktığımızda Sultan'ın Enver Paşa hazretleriıw yaklaşarak 'bu dakikalar ömrümün en mutlu dakikalarıdır' de­ diğini duyduk ve bundan dolayı sinemiz iftiharla doldu." Azerbaycan hükümetinin gergin mücadelesi, kahraman Türk ordusunun savaş hareketleri, Resulzade'nin İstanbul'da diplomatik çalışmaları sonucunda 15 Eylül 1918'de mukad­ des kurban bayramı gününde Bakü azat edildi. Bakü'nün azat olunması konusunda mutlu haberi Türkiye'nin Harp Bakan ı Enver Paşa Resulzade'ye bildirdi. Bundan sonra Türkiye'de birkaç haftalık diplomatik çalışmadan sonra 22 Ekimde Rcs u l ­ zade Bakü'ye geri döndü. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin devrilmesinden sonra Resulza­ de hapse atıldı. Birkaç aylık hapisten sonra iki yıjnı da Mosko11


MEHMET EMİN RESULZADE

va'da geçirdi. Kendi yazdığı gibi iki yılın bağımsızlık mücadele­ sinden ve sonraki iki yılın istibdat kargaşasından sonra ilk Cum­ huriyet yaratıcısı olan Resulzade'nin yüz tuttuğu ülke kardeş Türkiye oldu. O, A. Hüseyinzade, A. Ağaoğlu, A. Caferoğlu, A. Yıldırım, M.B. Mehmetzade, E. Yurdsever ve diğer istiklal müca­ hitleri ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti kuruculuğunda, "kahra­ man Türkiye'nin elde ettiği istiklal" gayesine fikren ve amelen iştirak etmişti. Resulzade'nin muhaceretteki hayatının büyük bir devri Türkiye Cumhuriyeti ile bağlı olmuştur. 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edilmesinden birkaç ay önce Resulzade'nin İstanbul'da Azerbaycan Cumhuriyeti eseri yayınlandı. Bu eser Azerbaycan'da Cumhuriyet yönetim usulü düşüncesinin yayıl­ ması bakımından önemli rol oynadı. Resulzade'nin Azerbaycan Cumhuriyeti kitabı Türkiye'nin İzmir şehrinde geçirilen "Kitap Bayramı'nda" en yüksek ödüle layık görülmüştü. Resulzade İs­ tanbul'da Azerbaycan siyasi göçünün esasını koydu. 1923-24 yıl­ larında Müsavat Partisi'nin harici bürosunu ve Azerbaycan milli merkezini yarattı. Her iki teşkilatın başlıca reklam organı olan Yeni Kafkasya dergisini yayınlamaya başladı. Türkiye Cumhuriyetinin ilk beş yılında (1923-1928) yayınla­ nan bu dergi esasen üç önemli konuyu, Azerbaycan Türklerinin istiklal idealini, Rusya Türklerinin özgürlük dileklerini, Anadolu Türklerinin Cumhuriyet kuruculuğunu kendi sayfalarında tanı­ tıyordu. Resulzade'nin İstanbul'daki çalışması gerek Türkiye'de ve gerekse de Kafkas ve Rusya Türkleri arasında öyle geniş yan­ sımıştı ki, Sovyetler Birliği'nin önderi Stalin'in tavsiyesi ve tali­ matlarına esasen SSCB özel hizmet kurumları ve reklam organ­ ları ona karşı genel mücadeleye başlamıştı. Resulzade aleyhinde hazırlanan kitapçığın en yüksek seviyede kurulmuş yazarlar ko­ lektifine dört yıl önce Resulzade'yi hapisten azat etmiş Stalin'in tavsiyeleri oldukça ilginçtir. O, şöyle yazıyordu: "Resulzade'nin gerici kitapçığı konusunda Musabeyov, Mirzayan, Ahındov, Ki12


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

rov, Orahelaşvili yoldaşlara benim maslahatını: Resulzade aley­ hine kitapçık hücum karakteri taşımalıdır. Hiçbir halde kendini temize çıkarmaya gerek yok, ona alttaki ithamlarla hücuma geç­ mek: 1. Döneklikle. O, Bolşevik'ti, sonunda onlara ihanet etti; 2. Türklerin kendilerinin menfaatlerine ihanetle; çünkü Resulzade kendisi ve onun Müsavat Partisi, Kızıl Ordu'nun Türklere yar­ dım göstermesi ve Bakü'nün alınmasına engel yaratıyorlardı; 3. Azerbaycan halkına ihanetle: toprağın köylülere ve toprak bey­ lerin mülklerinin iptal edilmesine engel yaratıyorlardı; 4. Bütün Şark halklarının menfaatlerine ihanetle: Müslümanlar üzerinde İngiltere'nin sömürgecilik hükümranlığını korumakla, ona yar­ dım etmekle; 5. Ermeni-Tatar katliamının teşkiliyle: "Resulza­ de'yle Azerbaycan Purishkevich"i olarak "alay etmek"; 6. Şam­ hor talanının teşkiliyle itham etmek, onu "Azerbaycan talancısı" olarak damgalamak. Benim fikrimce, eğer bu kaziyeler dikkate alınırsa, kitapçık tamamı ile ikna edici olacaktır. Selamlar. J . Sta­ lin. 16 Eylül, 1923" Stalin'in bu heyecanının nedeni, Resulzade'nin kalınlık ola­ rak büyük olmayan bu kitabı Bolşevik'lerin bütün milli siyase­ tini şüphe altına almasıydı, bu siyasetin asıl mahiyetini ifşa edi­ yordu. İlk önce Resulzade'nin "ifşası" K. Musabeyov'a verilmiş olsa da, o bu işin üstesinden gelemedi. Çok ilginçtir ki, aynı za­ manda, 1924 yılı başlarında Kazan'da Kalirncan İbrahimov'un Tatar Ulusal Hareket liderine karşı yazdığı Kara Mayaklar kitabı yayınlandı. Bu kitabın bir bölümü de Resulzade ve onun "karşı devrimci broşürü" hakkında idi. T ürkiye'de Cumhuriyetçilik idealinin propagandasında, Yeni Kafkasya' dan sonra İstanbul'da yayınlanan Azeri-Türk (1928-1931), Odlu Yurt (1929-1930) gibi dergiler, haftada bir kez yayınlanan Bildiriş (1929-1931) gazetesi büyük rol oynamıştı. Aynı yıllarda Resulzade'nin İstanbul'da yayınlanan İlftilalci

Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği, Milliyet ve Bolşevizm, 13


MEHMET EMİN RESULZADE

Kafkasya Türkleri, 1930'da Paris' te yayınlanan Kafkas Problemi ile İlgili Olarak Panturanizm kitapları 1930'lu yıllarda onun değişik Avrupa ülkelerinde yayınladığı İstiklal (1932-1934) gazetesi, Kurtuluş ( 1934-1938), Promotey dergilerinde ulusal mücadele ve yeni cemiyet kuruculuğu, Türklük ve demokrasi, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki devrimci değişimler, Atatürk'ün şanlı mü­ bareze yolu ve ışıklı kişiliği ile bağlı son derece ilginç, kuram­ sal ve toplumsal açıdan değerli düşünceler ileri sürülmüştür. Resulzade'nin il. Dünya Savaşından sonraki çalışmaları da Türkiye Cumhuriyeti ile bağlı olmuşhır. 1947 yılında Ankara'ya dönen Resulzade Azerbaycan milli merkezine önderlik etmiştir. 1949'da Azerbaycan Kültür Derneği'ni kurmuş, 1952'de Azerbay­ can dergisinin yayınlamaya başlamış, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu ile yakından işbirliği etmiştir. Bakü'de doğup An­ kara'da ölen, Azerbaycan'da çağdaş bir cumhuriyetin kurulma­ sında önemli rol oynayan, Türkiye Curnhuriyeti'nin kuruluşuna aktif iştirak eden Resulzade'nin adı Ulusal Bağımsızlık ruhu ve mefklıresi yaşadıkça yaşayacaktır. Azerbaycan Cumhuriyeti bağımsızlığına kavuştuktan son­ ra Resulzade'nin eserlerinin yayınına manevi bir ihtiyaç görül­ müştür. Sovyetler'in çöküşünden sonra Bakü'de Mehmet Emin Bey'in birkaç eseri yayınlanmıştır. Tanınmış araştırmacı Prof. Şir­ memmed Hüseyinov yirmi iki yıllık bir sürede, 1903-1918 yılları arasında Resulzade'nin kaleminden çıkan yazılarını dört ciltte toplamıştır ve bu iş şimdi de devam ettiriliyor. Türkiye, Rusya, İran ve başka ülkelerde de onun ayrı ayrı eserleri ışık yüzü gör­ müştür. Şimdi ise Ramin Cabbarlı, Resulzade'nin bir sıra Türkiye Türkçesi'nde eserlerini yayına hazırlamıştır. Bunların arasında İhtilalci Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği adlı çok değerli risaleler de mevcuthır. Bu risalelerden başka, Resulzade'nin bir­ kaç felsefi-sosyolojik makalesi de yayına dahil edilmiştir. Bunla­ rın içerisinde "Ulusal Dayanışma", "Millet Olmak Azmi", "Mil14


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

letçilik-Patriotism", "Ulusal Birlik", "Millet ve Kavim", "Ulusal Ahlak", "Yanlış Terim Kullanmayalım", "İdealistler, Oportünist­ ler, Bozguncular" ve "Doğu İslam Uygarlığında Azerbaycan'ın Rolü" gibi ilginç makaleler mevcuttur. Ramin Cabbarlı'nın yayın için seçtiği eserlerin çoğu Azerbay­ can'da henüz yayınlanmamıştır. Bunların hepsi Resulzade'nin yetkinlik döneminin kalem tecrübesi olduğundan, kitapta top­ lanan risale makaleler felsefi, sosyolojik genellemeleriyle dikkat çekiyor. Müellifin bu yazılarda ileri sürdüğü genellemeler bugün Azerbaycan tarihi, medeniyeti ve aynı zamanda Türk ve İslam dünyası için önemini koruyor. Umut ediyorum ki, Ramin Cabbarlı'nın hazırladığı bu ki tap, Resulzade mirasının yayı l m a s ında Vl' ll•bliğ ol u n m as ın d a Azerbaycan bağımsızlık düşüncesinin banisi olan büyük önde­ rin düşünsel mirasının öğrenilmesi doğ ru lt u s u nda üıwmli <ıd ım olacaktır. Kitapta toplanan eserler lider bir şahsın hayatının da h a az malum olan son yıllarına ışık tutuyor, onun yetkinlik seviyt•si hakkında okuyucularda aydınlık bir tasavvur yaratıyor. ­

,

15



İHTİLALCİ SOSYALİZMİN İFLASI

insan belli bir başlangıçtan gelip belli bir sona doğru gidiyor •

mu? Yoksa ilk ve sonu belli olmayan bu yolun sürekli yüksek­ lere hrmanan bir yolcusu mudur? Sıkın t ı Vl' esare t içindl' yaşa­ yan birey kendine baskı yapan topluluk ll'ITil'llİ yaşamını dq�işe­ rek sıkıntı dünyasından çıkabilecek mi? Yoksa daha iyi bir yaşam tarzı bulmaya kadir olmakla birlikte, insan kendini saran l'nw·l­ lere karşı daima mücadele etmek zorunda mıdır? Dinler, dünyanın sıkıntı ve ihtiyaç evi olduğuna inanmış ol­ duklarından dolayı insanın hiçbir tür vazgeçemeyeceği "Ö1.gür­ lük" idealini tatmin etmek için işi öbür dünyaya bırakıyor, mü­ minlerini cennetlerle avutuyorlardı. Ahlakçılar, tahammül ve sa­ bır kuramından itaat ederek, insanı nefsini zorlamak, dünyadaki tezat ve ihtiyaçlar üstüne çıkmak suretiyle ruhen özgür, manevi olarak mutlu bir filozof şekline koymak istediler. Fakat fıtratı kendini düşünen olan insan ne öldükten sonra tekrar dirilerek mutlu bir hayat yaşamak gibi "veresiye"lere, ne de "mazlum­ luk" gibi "ücret"lere ikna olur cinsten idi. O genellikle yaşayışın­ dan memnun değildi. Sıkınh dünyasında ortamı değiştirmek ve bir an önce özgür­ lük dünyasına çıkmak ihtiyacını ruhunda taşıyordu. •

17


MEHMET EMİN RESULZADE

1

"Yeryüzü Cenneti" İdeali 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında zuhur eden, bir taraftan Rousseau, Kant ve Hegel diğer taraftan da Comte, Spencer ve Marx gibi filozoflar beşeriyete iki umut estirdiler. Çeşitli kuramlar, çok kere çelişkili sistemler müdafaa eden bu filozoflar çağdaşları üzerinde bıraktıkları derin etkilerle düşün­ celerde "yeryüzü cenneti"ne ait bir inanma doğurdular. Prof . Novgorodsev'in sınıflandırmasına göre, bunlar birinci bu kana­ at içinde idiler ki, mümtaz bir kısmı şeklinde olsa bile, insanlık kendi varlığının mesut ve vaat edilmiş devrine yaklaşıyor; İkin­ ci: insanlık tarihinin bu son saadetli aşamasına vardıracak icazlı sözle, kurtarıcı sistem kendilerine malumdur. Rousseau, insanoğlunun daha mesut günlere varacağını ke­ sinlikle söylememişse de, onun yayınladıkları böyle bir inanışa sebep olmuştur. Rousseau'nun peygamberane çağırışları insa­ noğlunu esaret ve yalan zincirlerinden kurtaracak yeni bir kitap teşkil ediyordu. Malum olduğu üzere Rousseau, insanın evvelce daha hür ve doğal bir hayat yaşadığı kanısında idi. Evvelce var olan bir doğal hali yeniden kanunileştirmek mümkün müdür? Sorusuna o "Ben bu meseleyi çözebilir umudundayım! " diye cevaplıyordu. Filozofun bu cesur cevabı yeni siyaset kitabının inanmışlarına can ve iman veriyordu. "Halk Egemenliği" kura­ mı bu dinin kesin ve parlak bir ifadesi idi. Kant'a göre "Edebi barış boş bir fikir değildir." Filozof beşeri­ yeti bu maksada götüren amillerin gittikçe maksada yaklaştıkla­ rını iddia ediyor. Beşeriyetin yaklaşacağı kurtuluş sahili Kant'a göre daha çok uzaktaysa da, Hegel'e göre bu, en yakın bir zamanda elde edile­ cek bir nimettir. Devlet, Hegel'ce insan kuvvetlerinin en büyük şekillenmesidir. Maksada varmak için akıl ile özel çıkarlar ve 18


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

kendini düşünme arasında ciddi bir mücadele vardır. Fakat bu mücadele -filozofun düşüncesine göre- sona varmış, aralarında uzlaşma olmuş, "Devlet, Aklın bir ifade ve gerçekliği haline gel­ miştir". "Bizim Alem" ile "günlerimiz" "tarihin son aşamasıdır". Hegel'ce, beşeriyet olgunluk derecesine varmışhr. Tanrılıkla in­ sanlığm, nesnellikle öznelliğin uzlaşması bu olgunlaşmanın fel­ sefi ifadesidir. Bunun pratik temsilcisi ise çağdaş hükümettir. O hükümet ki, bireye kişisel evrimini temin etmekle beraber cemi­ yetin birliğini de temin ediyor". Birey ile topluluk uzlaşıyorlar. Başka esaslar ve ifadelerle olsa da, Comte da beşeriyetin ge­ leceğini aynı katiyet ve hoşgörü ile mi.ijdelemi�tir. Pozitivist fel­ sefenin kurucusu "beşeriyetin mi.imtcız kısmı, doğilyil t'n ziyilde uyan toplumsal düzen döneminin gelip ç<1lnıasın.1 yanil�nıak üzere bulunuyor" diye bekleyenleri tesl• l li L'tnwktl•dir. Bunun için filozof, her şeyden evvel, düşünce ve yargılam.ıların pozitif yöntemleri esasları üzerine birleştirmesini talep L•d iyor; d ii�ün ­ ce ve yargılamalardaki anarşiyi gidermeye gerekli bu l uyor d u . Comte'a göre beşeriyet, Rousseau, Kant ve Hegel'de olduğu gibi, hukukun gelişmiş şekillerini uygulamakla değil, bilim VL' ll'kni­ ğin söz götürmez hakikatlerine tabi olmakla kurtulabilecektir. Evrim kuramının temsilcisi olan Spencer bile asrının egemen düşüncesi bulunan toplumsal iyimserliğe hak vermiştir. Spen­ cer'ca da "Gelişme, beşerin bütün ihtiyaçlarını temin edecek bir dereceyi bulacaktır." Filozofa göre kendini düşünme ise diğerini düşünme arasındaki mücadele göründüğü gibi daimi değildir. Bir gün gelir, cemiyetteki gelişme sayesinde bu mücadele tümü ile yok olur. En uzak bir zamanda olsa da beşeriyet uyum ve dü­ zen dünyasına gire bilmek imkanı ile mesuttur. Doğal gelişmenin aynı uyum ve düzenle sonuçlanacağı fikri Marx kuramının esasını oluşturur. Evrim kuramı SpencL'r gii i Marx'ı da günün birinde zorunluluk dünyasının özgürlük all'­ mine dönüştüreceği inancına getirmiştir. Ona gön.' bir gün gl'lir 19


MEHMET EMİN RESULZADE

ki, " gasp edenler gaspa uğrarlar ". Bu gasp kapitalizmde mev­ cut doğal kanunlarının gelişimi ile kendi kendine var olur. Üre­ tim sınırlı ellerde birikir; bir sermaye sahibi birçok insanı ezip meydandan çıkarır. Sermaye sahiplerinin azalması ile sefillik ço­ ğalıyor; sömürme müthiş bir şekil alır; diğer taraftan işçinin canı acır, direnişi artar. Nihayet sermayenin bir merkezde birikmesi, cemiyetin çoğunlukla işçi haline gelmesi çelişkisi son derecesine getirir. Siyasi mahfaza iktisadi baskıya dayanamaz. Kapitaliz­ min son nefesi gelir, "gasp edenler gaspa uğrarlar". Bu devrim gerçekleştikten sonra dünya değişir. İnsanlar "zorunluluk dün­ yasında özgürlük saltanatına" geçerler. "Özgürlük dünyasında" ise insanlar maddi zorunlulukları gidermek için değil, manevi dilek ve zevklerini doyurmak için çalışırlar; cemiyet, üretim ara­ cına sahip olmakla, önce mahkum olduğu ortam ve muhite şim­ di hakim olur. Birey ile cemiyet birbirine kavuşuyor; mücadele ve çelişki meydandan kalkar. Hür, uyumlu, düzgün ve zorun­ luluksuz bir dünya oluşur. Sosyalizm gerçekleşir, tek kelime ile dünya cennet olur. il

Sosyalizmde Marksizm Sosyalizm Marx'tan başlamaz. İnsan uygar bir cemiyet halin­ de yaşadığı andan itibaren, sosyalizm fikrine tanıdık olmuştur. Daha eski Yunanistan sosyalizm idealini biliyordu. Yunan filo­ zoflarından Platon ideal devleti özel mülkiyetten muaf bir ortak­ lık esası üzerine düşünüyordu. Ondan sonra dünya düşünürleri arasında sosyalizm fikri ile uğraşan kuramcılar çok olmuştur. Sosyalizm tarihi, Owen, Fourier, Saint-Simon, Proudhon vb. gibi büyük idealistlerin çok hararetli davetlerini, hayal edip zihinle­ rinde kurduklarını belirlemiştir. Bu mücahitler beşeriyetin zo­ runluluktan kurtulacağını, paranın ortadan kalkacağını, insanın 20


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

istediği gibi çalışıp istediğini bulacağını tasavvur ediyorlardı; İşte bu adalet, kardeşlik ve eşitlik dünyasının bir an evvel var oluşu için ülküsel propagandalara el ahyor, sosyalizmin gelece­ ğine romantik bir inançla inanıyorlardı. Bununla birlikte sosyalizm Marx'ın ortaya çıkmasına kadar evrensel bir mahiyet kazanmamış, sosyalizme inananlara hayal ile uğraşan "Ütopist"ler gibi bakılmışh. Marx'ın tüm değeri bu hayal bilim süsü vermektedir. O, bunu başardı. Marx'tan önceki sosyalizme Hayali Sosyalizm, onun kurduğu sosyalizme ise Bi­ limsel Sosyalizm denildi ki, diğer tabiri de Marksizm'dir. Marksizm yalnız dünya ilerlemesinin, kapitalizm gelişmesi­ nin sosyalizme varacağını ve yeryüzü cennetinin gerçekleşeceği­ ni iddia etmek yetinmedi. O, bu tarihi sürecin ne şekilde sonuçhınnca�ı hakkındn bir kuram tesis etti. Hegel'in tarihi idealizme t a t bik l't ti�i tl'aruz di­ yalektik kanununu tarihi Materyalizm tatbik ederek o, dini, top­ lumsal ve siyasi müesseselerin sabit bir şey olmayıp si.in•k li de­ ğişimde olduklarını ve bu değişimde fikirden ziyade maddl•nin, hatta sadece maddenin, etkili etken olduğunu iddia etti. Koyu materyalist olan Marx'a göre cemiyet tek parça bir vnr­ lık değildir. O çeşitli sınıflardan ibarettir. Bu sınıflar üretimdeki mevkilerine göre belirlenip birbiri ile rekabet ve hatta mücade­ le etmektedirler. Toplumsal her sistem belli bir sınıf egemenliği üzerine ayaktadır. Kapitalizm sistemini temsil eden sınıf burju­ vadır. Sosyalizm sistemini gerçekleştirecek sınıf da işçidir. Marx, "proletarya" ismi ile başka maaş alanlarda ayırdığı kapitalist sa­ nayideki işçiyi idealize eder. Marx ve arkadaşı Engels'in düşüncesine göre millet gibi dev­ let de daimi bir müessese değildir. Bunlar kapitalizmle meşrut bir kavramdırlar. Onlara göre millet ve devletlerarasındaki m ­ cadele bile, bir millet ve devlet içindeki sınıf mücadeleleri gibi, iktisadf çıkar ihtilaflarının birer ifadesidir. Milletler yok, yalnız

f

21


MEHMET EMİN RESULZADE

sınıflar vardır. Zorunluluk dünyasının malzemesi olan devletin de, milletin de ortadan kalkması için bu müesseselerle alakası ol­ mayan "proletarya" sınıfının zaferine ihtiyaç vardır. Bu zafer ise gelecek. "İşçi diktatörlüğü" ilan olunacaktır. Diktatörlüğü tesis eden işçi ise gittikçe devlet kuruluşunu dağıtacak ve özgürlük dünyası var olacaktır. Bunun için Marx, Hegel'den farklı olarak, modern devleti idealize etmez, aksine onu inkar eder. Marx'a göre modern devlet kapitalistlerin diktatörlüğünden ibarettir. Temeli zülüm ve gasp üzerine kurulmuş bir binadır. Bu bina yı­ kılmalıdır. Bunun için de o, sınıfların dayanışmasını reddeder, mücadelelerini ise kabul edip kutsar. Modern cemiyetin temelin­ de koyulan sınıf mücadelesini yumuşatmak isteyen toplumsal reformcular, Marksizm'e göre, "gasp edenlerin gaspa uğraması" günü geciktiren ve bununla yeni mesut hayatın doğmasına engel töreden zavallı ütopistler ve işleri öyle veya böyle idare eden­ lerdir. Marx ile arkadaşı Engels, özellikle yayına başladıkları ilk devirde sosyalist devrimin bir an evvel gerçekleşeceğini bekliyor ve bu umut ile işçiyi teşkilata davet ediyorlardı. 111

Komünist Manifesto Marx, Adam Smith, Charles Gide, List vb. gibi yalnız yeni bir mektep kurmuş büyük iktisat alimi değildi. O, aynı zamanda sosyalizmin kesin bir halde geleceğine ve proletaryanın bir dev­ rim vuruşu ile esaretten özgürlüğe atılacağına inanmış bir davet edici idi. Düşünce ile ilgili olan çalışmalar arasındaki önemi de bundan kaynaklanır. Bu sayededir ki o, diğer iktisat bilimcileri gibi, yalnız kendi öğrencileri ve kendine benzer uzmanlar ara­ sında kalmayıp dünyaya yayılan bir şöhrete sahip, dinleri inkar eden yeni işçi dinin peygamberi olmuştur. Bu dinin kitabının "Kapital" olduğunu biliyorsunuz. Kapital'in üç büyük ciltte 22


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

söylemek istediği, Marx'la Engels tarafından yazılan "Komünist Manifestosu"nda özetlenmiştir. 1848' de yayınlanan ve 1872' de tekrar yayınlanırken yazarları tarafından 25 sene sonra olsa da, hükmünden bir setrini olsun kayıp etmediğini iddia edilen bu belge ihtilalci Marksizm'in inandığı temelleri güçlü bir şekilde ifade etmektedir. Bu belgeye göre "insanoğlunun hayatı bütün teferruatına varıncaya kadar değişmeye mahkumdur. Burada dini, ahlaki, toplumsal ve siyasi bütün kanunları ile şimdiki dünyaya harp ilan etmiştir. Tarihi ilişkilerin, geleneklerin sınırları ve özelliklerin tümüne bir kalem çekilmiştir. "Bu iki ulu be r a be rlik kar�ısınd<ı <ıilc, milliyet, sınıf farkı ortadan kalktığı gibi, vatan, devlet ve mülkiyet kavramla­ rını da yok olmalıdır. Proletarya insanoğlunu lll'r ti.ir sömürme, baskı ve mücadele sıkıntısından k u rta rm ak gibi kuts,ıl bir giirev ile şeref kazanmıştır." Manifestoya göre bir taraftan sermayelerin biriknwsi, diğe r taraftan cemiyetin proleterleştirilmesi sayesinde çok sürmeden gelişmiş Avrupa devlerinin birinde, özellikle Almanya' da, i�çi, hakimiyeti eline alır; "Proletarya Diktatörlüğü"nü k urup ve bu şekilde o, diğer dünya işçilerine önderlik yaparak kapitalizm dünyasını devirir. İhtilalcı sosyalizmin yeryüzü cennetinde beslediği umut "Ma­ nifesto"da olduğu kadar güç, mantık açık ve cesaretle başka bir yerde ifade edilmemiştir. iV

Lasakılık (Lassalleanism) Rousseau ve Hegel ekolunun devlete, milli dayanışma ve "Toplumsal Sözleşme"ye bağladığı umudun iyimser sonuçları, bu umudu idealize edenlere göre gerçekleşmedi . Doğrudur, si­ yasi demokrasi ilerledi, yeni müesseseler gelişti. Bu müesseseler 23


MEHMET EMiN RESULZADE

sayesinde Avrupa orta çağlardaki sınırlılığından çıktı: Güzel Sa­ natlar, düşünce, bilim ve felsefe güçlü ve verimli bir feveranla fışkırdı. Akliyat ve pozitif bilim geniş bir meydan aldı. Teknikte vücuda gelen keşifler sayesinde geçimi akılları şaşırtan bir şekil­ de değişti. Evet, siyasi demokrasiye bağlanan umut boşa gitmemiş, bu sayede hayat epeyce gelişmiş, cemiyette olan gizli üretim güçle­ ri verimli bir şekilde çiçeklenmiş, çok faydalı sonuçlar vermişti. Fakat bütün bunlarla beraber büyük filozofların heyecanlarla ta­ hayyül ettikleri toplumsal adalet, diğer tabirle, "Yeryüzü Cen­ neti" daha gerçekleşmemişti. Bu tatlı hayal ile yaşayanlar hala beklemekte idiler. İşte, Marx ile Engels ilan ettikleri "Manifesto" ile bu beklentiden gelen umutsuzluğu yeni bir umuda dönüştü­ rüyor; kurtuluşun devletten ve demokrasiden değil, "diktatör­ lük" ile "sosyalizm"den geleceği sevincini işçiye aşılıyorlardı. Bilindiği üzere sosyalizm düşüncesi işçiyi hedef edinip bir kuram olsa da, hayatta işçiden olmayan orta sınıflar ile aydınla­ rın bir kısmını da kendine çekmiştir. . 1. Dünya Savaşı arifesinde birçok Avrupa devletlerinin pek önemli birer kuruluş halinde bulunan sosyalist fırkaları ulusla­ rarası bir organa sahip idiler. Almanya' da sosyal-demokrat fır­ kası bu "Enternasyonal" e dahil olan fırkaların en önemlisiydi. Yaklaşık üç milyon üyesi var idi. Buna yaklaşık yedi milyon üyeye sahip işçi sendikalarının da kendisine iyice dikkat besle­ diklerini ilave edersek, o zaman bu fırkanın ne müthiş bir kuru­ luş olduğunu tahmin edebiliriz. Diğer ülkeler Almanya kadar olmasa da, az çok işçi fırkasına malik idiler. Siyasi hayatlarında sosyalizmin pek önemli bir rol oynamakta idi. Almanya fırkası yalnız üyelerini çokluğu ile değil, tarihinin eskiliğini ve reisle­ rinin evrensel kıymet ve itibarı ile de mümtaz bir güç idi. Kari Marx ile Engels Almanyalı kökenli oldukları gibi, Bebe}, Las­ salle ve Gautschi gibi ünlü sosyalistler de buradan yetişmişti. 24


İHTİLA LCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Avrupa sosyalizminin 1. Dünya Savaşının ortaya çıkışı üzerine derin bir bunalım geçirdiği bize malumdur. 19. yüzyılın toplum­ sal en güçlü idealıru oluşturan sosyalizm savaş esnasında sonra geçirdiği ayrışma ve iflas günlerini epeyce algılaya bilmek için, Almanya fırkasının tarihini araştırmak yoluyla, sosyalizmin elli­ altmış sene esnasında geçirdiği düşünsel değişim ve dallanma tarihini, özet de olsa, gözden geçirmek gerekliliğini hissediyoruz: "Almanya sosyal- demokrat fırkasının eskiden beri "Lasal­ cılık" ismi ile ünlü olan bir akım vardır; bu akım Marksizm'le sürekli bir çarpışma halinde idi. Marx'ın yukarıda gördüğümüz kimi devlet hakkındaki fikri olumsuz idi. Halbuki Ferdinand Lassalle bu konuda tümüyle Hegel'e sadık idi. Olumlu bur gö­ rüşü var idi. Devleti inkar değil, kabul ediyordu. Lassalle'a göre devlet bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik ve hakimi­ yetinden ibaret değil, cemiyetin idaresine yarar, sınıflar üstün­ de bir makinedir. O, Liberalizmin devleti iktisadi münasebetle müdahale yasaklayan kuramını çürütüyor, böyle bir müdahale demokratik devletin görevinden olduğunu iddia ediyordu. Las­ salle'a göre esaslı kanunlar cemiyetin içindeki toplumsal sınıf­ ların bizzat sahip oldukların güç ve iktidarın hakiki denkliğini kanıtlayan vesikalardır. Bu düşünüşü ile o, Rousseau'nun "Top­ lum Sözleşmesi"nden esinlenmiş olduğu gibi, işçiye hitap ede­ rek söylediği bir nutkunda Hegel'in devlet hakkında beslediği ülküsel görüşleri de dile getiriyor, Bemstein'in bir ifadesine göre adeta Fichte'nin ağzı ile söylüyordu; O, diyordu ki: "Tarih, efendiler, insanın doğayla mücadelesinden ibarettir. Doğa denilen şey, ihtiyaç, fakirlik, zorunluluk, cehalet, zayıflık ve başkalarından ibarettir. İnsan tarihe ilk girdiği ilk serelerde doğaya karşı çok zayıf idi. Bu zayıflığın gittikçe azalmasına yö­ nelik olan hareket, özgürlüğün gelişime ve yükselişi demektir ki, tarihin ifadesi de odur. Bizlerden her hangimiz kendi ba­ şına hareket etmiş olsaydı, bu mücadelede kesinlikle başarılı 25


MEHMET EMİN RESULZADE

olmazdı; nitekim şimdi de olmuyor ve ileride de olamaz. Öz­ gürlüğü geliştirmek, insanoğlunu özgürlük yoluna sevk etmek işi devlete üzerine bir vazifedir. Devlet bireylerin manevi vah­ dette birikmiş bir toplusudur, öyle bir vahdet ki bireyin gücü­ nü milyonlar defa artırır; bireyin kendi başına çıkaracağı belli gücü milyonlar defa arttırır. Devletin görevi yalnız birey ile mülkiyeti müdafaa etmek değildir. Onun görevi, aksine, bire­ yin tek başına elde edemeyeceği şeyi bireylerin birleştirilmesi ile gerçekleştirmektir. Devletin görevi insanın zatındaki pozitif özellikleri geliştirmektir." Devlet fikrini eleştirmek değil, idealize eden Lassalle, mahke­ me karşısında kendini savunarak söylediği bir nutkunda "devlet her hangi bir uygarlığın kutsal ateşidir ki onu ben sizinle beraber (hakimlere hitap ederek) o barbarlara karşı müdafaa ediyorum" demiştir. Marx'ça ayaktan başa kadar zulüm ve haksızlıktan ibaret olan devlet Lassalle'ca medeniyet halkı bir "Kutsal Ateş"tir. Birisi onu yıkmak, ateşe vermek, bir an önce devirmek ister; diğeri ise, ak­ sine, onun ateşi ile cemiyeti ısıtır, onun olgunlaşmasına çalışır, eksikliği reform yapmakla insanoğluna daha ziyade verimli ol­ masını diler. Birisi yıkıcı ihtilal, öteki yapıcı reform yanlısı. İhtilal mı, reform mu?- işte Sosyalizm ve Marksizm fikrini senelerden beri işgal eden ve onu türlü türlü ekollere bölen iki önemli soru!... v

Erfurt Programı İhtilalci Sosyalizm şevki Liberalizmin "Toplumsal Adalet" te­ sisindeki uğursuzluğu sonucunda gelmişti. Reform fikri de ihti­ lalci sosyalizmin vaat ettiği ihtilal gününün gecikmesi sayesinde ilerliyordu. Marx'ın hakiki öğrencileri büyük bir umut ve inanç26


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

ihtilal gününün bir an evvel gelip yetişeceğini her gün tekrar L'diyor, işçinin kulağını dolduruyordu. Sosyal demokrat temsil­ cilerinden Golmar (1892-1893) senelerinde yayınlanan sosyalist Neue Zeit gazetesinden topladığı bu tür cümleleri risale halinde yayınlamıştır: Bu örneklerde sosyalizmin 19. yüzyılda halli, ya­ kın zamanda işçi ihtilalının ortaya çıkışı ve kapitalizmin komü­ nizme dönüştüreceği gibi, falcılığı saymakla bitmez! Toplumsal devrimin bir an evvel ortaya çıkacağına bağlanan iman sosyalizm fırkasına lazım idi. Çünkü bununla o, işçinin ve arkasından gelen kitlenin, sabırsızlığına bir tür yanıt veriyordu. Fakat bu taktiğin başarısı çok da uzun süremezdi. Bir taraftan kızgın kafalar köpürerek A n a rşizm Vl' ihtilalci scnd i k a l izmc yö­ neliyor, tarihi aşamayı bekl emeden, güce başv u rmak yöntemini tercih ediyor; diğer taraftan genel o l a ra k ihtilal ik• b i r Şl'Y kazanı­ lacağından umut kesiliyor, reform yöntemine taraf g id il iyord u ; Sosyalizm "beklenti ve sabırsızlık" krizine tutuluyor, parçalanı­ yordu. Almanya bir büyük sanayi ülkesiydi. Almanların tarih sürecinde formalaşmış ulusal tabiatları düzeni sevmek idi. Bu sebeplerle Almanya sosyalizmi daha bilimsel yöne taraf gitti, Marksizm'in son amaçlarını reddetmekle beraber, bugünkü dev­ let ve cemiyet içinde de işçinin, kısmen olsun, hayatının sağlan­ masına ve özgürlüğüne, mümkün olduğu kadar, tesisine önem verdi. 1891 yılında Erfurt'ta toplanan "Parti Kurultayı"nda yeni bir program yayınladı. Bu program iki kısımdan ibaret idi. Bir kısmı uzak maksadı kastederek ayni ile bahsedilen Komünist Manifestosundan diğer kısmı da yakın maksadı amaçlayan bir minimumdan ibaret idi. "Minimum" denilen programda, sosyal­ demokrat fırkası, devletin de demokratikleştirilmesini, genel se­ çimlerin yerine getirilmesini, kanuni kuruluşların iki senede bir toplanmasını talep ediyor. Her tür siyasi tehditlerin kaldırılması­ nı ileri sürüyor; referandum hakkını talep ediyor. Halkı impara­ torluk, devlet, velayet ve şehir işlerin kendi kendini bizzat idare la

27


MEHMET EMiN RESULZADE

etmeğe davet ediyor; Asker yerine Milis talebinde bulunuyor; savaş be barışın ulusal fikre başvurarak halledilmesini, uluslara­ rası ihtilafların hakem aracılığıyla hesabının kapatılmasını talep ediyor; dinin bireye özel bir iş olduğunu vb. ideal bir hükümet esası olarak ilan ediyordu. Bu taleplerin, bütün radikalizmine rağmen, program olarak ortaya konulmasını Marx ile Engels zamanında protesto etmiş, bunu Lassalle idealizminin "Oportünizm"i şeklinde anlamışlar­ dır. Çünkü devlet ıslaha yönelik bu maddelerle fırka, tekrar ta­ rihi ilişkilere geri dönüş yapmış, devleti tanımış bulunuyordu. Halbuki buna giriş olarak yazılan manifesto, aksine, devleti, ıs­ lahı mümkün olmayan bir kuruluş gibi kökünden baltalıyor, sos­ yalist ihtilalından sonra kuracak cemiyette de devlet kuruluşuna yer vermiyor, onun gittikçe dağılmasına razı oluyordu. Böylelik­ le Marx'ın iktisadi materyalizminden çıkan komünizm hayali ile Hegel'in idealizminden gelen devlet hakikati yan yana geliyor, ihtilalcilikle reformculuk bir deftere yazılıyordu. VI

Revizyonizm ve Sosyal Patriotizm Erfurt programındaki bu ikilik sosyalizm teşekküllerindeki fik­ ri mücadelenin klasik bir menşesini teşkil etmiştir. İhtilalalar fırka ile işçiyi manifestoya, reformcular da zeyline doğru çekmişlerdir. Lassalle ruhunu idealize eden Alman sosyalistleri, vaat edilmiş ihtilal günü uzaklaştıkça, Manifesto'nun fırka progra­ mında tarihe ve geçmişe saygı olarak sade bir beyanname rolü oynadığına yetinmiş, Manifesto ile beraber Kapital'in bile orta­ ya koyduğu temelleri tetkik ve araştırmayı gerekli görmüştür. Bernstein tarafından temsil olunan bu tetkikçilikle Almanya sosyalizm tarihinde "Revizyonizm" denilir. Revizyonizm, sınıf mücadelesinin önemini derk etmekle beraber, bunun Marx' ta 28


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

olduğu gibi kesin ve mutlak bir kıymeti sahip olmadığını iddia etmiş, sınıf çıkarlarını müdafaa etmekle beraber, işçinin ulusal çıkarlar namına devlet içinde diğer sınıflarla ortak işbirliği ede­ bileceğiyle sınıf dayanışmasına da olumsuz bir gözle bakma­ mak gerektiğini ileri sürmüş. Aynı zamanda kapitalizm gelişi­ minin, Marx'ın iddia ettiği gibi, muhakkak Sosyalizm devrimi ile sonuçlanacağı konusunu da şüphe altına almıştır. Kapitaliz­ min gelişimi ile işçi sefaletinin arttığı, kooperatifler, sendika­ lar ve toplumsal reformlar sayesinde Marx'ın söylediği kadar olmadığı gibi, köy ve ziraat üretimi tasavvur olunduğu kadar, toplanmıyor, küçük sermayedarların sayısı da kesinlikle azal­ mıyor, orta sınıflar Kapital ve Manifesto'da söylendiği gibi, hiç de bulunmaz hale gelmiyorlar. "Reformculuk" Almanya'da ilerlediği gibi, diğer ülkelerde de ilerliyor; hızla gelişen Avrupa Kapitalizmi ulusal sınırları­ nı geçerek sömürge siyasetine atılınca oradan elde edilen fazla kıymetleri vatan burjuvazisini kısmen kendi "proletaryası" ile paylaştığından, doğal olarak her ülkenin sosyalistlerinde bir tür sosyalizm milletçiliği, diğer bir tabirle "Sosyal-Patriotizm" yetiş­ tirilmeye başlıyor. Şöyle ki, 1904 senesinde Almanya ile Fransa arasında, ünlü "Agadir" meselesinden dolayı çıkan olayda Al­ manya sosyalistlerinden Bebel, Reichstag'da söylediği nutuk­ larının birinde "Biz bu toprak üzerinde yaşıyor ve onu kendi­ mize merhaban bir ana ve vatan haline getirmek için mücadele ediyoruz. Biz, bu amaçla çalışıyoruz, buna doğru gidiyoruz ve bu vatandan bir parçayı olsun kimseye çiğnetmez, onun yolu­ na canımızı feda ederiz" demişti. Diğer bir nutkunda ". . . Ben ve arkadaşlarım, yabancılara, bir avuç olsa da Almanya toprağını terk edemeyiz. Çünkü Almanya parçalandığı gün, milletin ma­ nevi ve toplumsal hayatı da parçalanmış demektir!" Marx'ın her tür özellikleri mahveden Enternasyonalizm'ine karşı burada insan kendi vatanının istiklalini müdafaa etmek 29


MEHMET EMİN RESULZADE

gerekliliğinden bahsediliyor. Soyut Sosyalizm kavramı insanın belli idraki tarafından çürütülerek, tekrar tarihi ilişkilere geri dönüş yapılıyor. Burada bütün sınıfları kendine bağlayan genel iyileşme fikri gerçekleşiyor. Vatan nedir? Üzerinde yaşadığımı toprak mı? Bu, yalnız yaşa­ dığımız toprak değil, Bebel'in kolaylıkla işaret ettiği gibi bu anne babalarımızdan bize geçen manevi değerlerin toplamıdır. Bu hem din, hem dil, hem edebiyat, hem güzel sanatlar, özet olarak bir milletin hakiki siması ve manevi şahsiyetini oluşturan bütün değerlerin toplusudur! Almanya sosyalizminin bilinci yalnız vatan ve millet kav­ ramlarında değil, diğer özelliklerde de mevcut bütün kıymetleri inkar eden İhtilalci Marksizm'den uzaklaşıyordu. Marx din ile mücadeleyi sosyalizmin ancak bilim ve teknolojiye itibar etmesi­ nin pek aydın bir remzi gibi düşündüğü halde "Erfurt" progra­ mı dini her kese mahsus özel bir iş gibi ilan etmiştir. Liebknecht ise "Sosyalizmi, ateizme dayanan diğer dinlere karşı bir din gibi değerlendirilmekten" kurtarmak gerekliliğinden bahsedip bu­ nunla da halk kitlesi üzerinde nüfuzları güçlü olan Katolik fır­ kaları ile mücadele etmeği kolaylaştırmıştır. Almanya Sosyal-de­ mokrat fırkasının nizamnamesi gereğince bir Sosyalist istediği kiliseye mensup olabilir. Vatan ve milliyet fikri 1. Dünya Savaşı arifesinde yalnız Al­ manya sosyalistlerinde değil, diğer ülkelerin sosyalistlerinde de billurlaşmış bir şekil almağa başlamış, her tarafta bir tür "Vatan Sosyalizmi" var olmuştur. İngiliz sosyalistlerinden ünlü McDo­ nald -ki geçenlerde işçi hükümetin� teşkil etti- 1909 senesinde ya­ yınladığı bir eserinde Engels'in devleti tanımladığı hakkındaki tezini çürüterek diyordu ki: "Devlet -bu ne hükümettir, ne de cemiyet; bu bağımsız mille­ tin şekillenmiş siyasi şahsiyetidir; toplumun siyasi araçlarla ge­ nel emir ve isteklerini (umumi idare) icra eden teşkilatıdır. Dev30


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

ll'ti yalnız birey tarafından var olmuş bir kuruluş gibi görmek doğru fikir değildir. Onun var oluşunda geçmişin de rolü var­ dır. . . Bunun içindir ki devleti organik bir varlık gibi görmelidir." Aynı fikri ifade eden "revizyonist" Bernstein "fonksiyonların bölünme ve ayırt edilmesi üzerine hayvanlarda bel kemiği nasıl oluşmuşsa, cemiyetteki iş bölümü tesis etmekle de hükümet ma­ kinesi oluşmuştur. İşbölümünün ileride azalması değil, daha zi­ yade artması doğal olduğundan devletin de geçici değil, sonsuz olması gerekmektedir" diyor. Devletin şu şekilde değerlendirilmesi I. Dünya Savaşı'na ön­ ceki senelerde aşağı yukarı bütün Avrupa sosyalistlerinde güçlü taraftarlar bulmuş, uluslararası mücadele ve rekabette bir mil­ letin işçileri diğer bir millete karşı kendi burjuvaları ill' birlikte hareketi uygun görmeye başlamışlardır. VII

Savaş Esnasında Sosyalizm Savaşın ortaya çıkışı ile uluslararası ilişkiler kesilince sosya­ list enternasyonali de parçalandı. Toplu kıyımı protesto etmek üzere Fransa'da Jaures, Almanya'da Liebknecht gibi idealist­ ler çıktıysa da, bunlar azınlıkta kaldılar. Çoğunluk her taraf­ ta vatan müdafaasını sosyalizm enternasyonalizminden üstün gördü. Belçika sosyalisti Vandervelde Kral Alber'in, Almanya sosyalisti Scheidemann da İmparator Wilhelm'in kapısından ayrılmadılar. "Deutschland Über Alles" nağmesi yalnız Alman ırkçılarının değil, aynı zamanda sosyalistlerinin de dilinin ez­ beri idi. 1. Dünya Savaşı esnasında Almanya Sosyal-demokrat­ larının işleyip de düzenlenmiş bir hale getirdikleri sosyalist va­ tanseverliği araştırmaya değer bir olaydır. 1909 senesinde Profesör Harmes yayınladığı bir eserde Sos­ yal-demokratları geçirdikleri bu bunalımdan yalnız "Lassalle'a 31


MEHMET EMİN RESULZADE

Doğru" sloganı kurtarabilir, demişti. 1916 senesinde ise bu sözü Sosyal-demokratlar arasında söyleyenler oldu. O senede yayın­ ladığı bir eserinde Alman Sosyal-demokrat düşünürlerinden Kanisch savaştan sonra fırka Lassalle'ın kuramları ile onun ge­ leneklerine ve onu izleyen Schweitzer'in fikirlerine başvurmalı­ dırlar veya onların ileri sürdükleri düşünceleri şimdiki durum­ lara uydurmalıdır, diyordu. Kanisch'in düşüncesine göre "sosyal-demokrat fırkası sınıf mücadelesi fikrinden vazgeçmez, fakat Alman milletinin birliği namına daha ziyade kesinlikle Alman devlet idealının bayrağı alhna girerek, Almanya devletçiliyi ile daha sıkı şekilde birleşir." Görülüyor ki burada Marx'ın sınıf mücadelesi hakkında ileri sürdüğü tez ile Lassalle'ın devleti idealize ettiği tez arasında bir kaynaşma yaranmış oluyor. Çok mümkündür ki, kendi geçmi­ şine saygı olarak ve Marx'ın hatırasını değer vermek için fırka daha birçok zaman eski sloganlarını sözde de olsa tekrar edip duracak; fakat yalnız tekrar edecek. Pratikte ise ihtilal prensip­ lerinden ziyade devletçilik ve reform esaslarına sarılacakhr. Ber­ nstein'ın ünlü bir sözüne göre "asıl olan gaye değil, harekettir"; yani dünyanın bir gün gelip de her türlü tarihi ilişkiler dışında sosyalizm cenneti şekline gireceği karanlık bir hayaldir. Halbu­ ki içinde bulunduğumuz cemiyetin hareketi temasla his olunur, gözle görülür bir mahiyettedir. Realist bir siyasinin görevi göz­ lemlenenlerle çıkaracağı kararlarla iş görmek, bu günkü müm­ künü yarınki hayale feda etmemektir. Bu günkü mümkünleri Al­ man sosyalistlerini realizmde 4 Ağustos 1914 siyasetine getirdi. Bu tarih sosyalizm tarihinde pek büyük bir devrim dönüm nok­ tasını teşkil eder. Bu gün kendi aralarında cereyan eden çok ha­ raretli tartışmadan sonra Sosyal-demokratlar savaş bütçesine oy vermek kararını vermişlerdi. Bu karar sonra "4 Ağustos Siyaseti" ismi ile ünlü olan devre bir başlangıç noktası teşkil etmiş oldu. Almanya'da herkes Sosyal-demokratların savaş bütçesini redde32


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

deceklerini beklerken, mucize olmuş, sosyal-demokratlar bütün dünyayı şaşkınlık içinde bırakmışlardı. Olağanüstü zamanlar, özellikle savaş günlerinde, cemiyete dahil olan grup ve sınıflar­ da başkasını düşünmek duyguları coşar, milli vicdan, milli bilinç daha hassas, daha idrakli olur. Sosyal-demokratlarda kendilerini bu esnada Alman olarak duymuşlardır. O "Ağustos Günlerin­ de" duygularını nakleden Kanisch diyor ki: "Biz sanki çok uzun süren bir uykudan uyandık. Gözlerimizi açtık ve ansızın en bü­ yük ihtiyaçtan ve en büyük tehlikeden doğan Almanya vatanını tuttuk! Ve Almanya vatanı bizi tuttu. . . " Kanisch yine diyor ki: "Evvelce işçi vatan kavramlarında yalnız kendi düşmanını görü­ yordu. Halbuki şimdi kendisini onun bir bölümü olarak his edi­ yor. Evvelce o devleti dışarıdan saldı rı ile alınaGık ve da�ıtılacak bir kale şeklinde görüyordu; halbuki şimdi onun his vt• fikirleri devleti dahilinden almak ve ıslah etmekle meşguldür. i şçi hare­ keti artık devlet ile kuruluşlarını kendi eline geçirip onları kendi ruh ve arzusu vasıtasıyla düzenleyebilmek devrine giriyor. Bu, işçilerin yaratıcı devletidir. Temeli atılmış bu devlet işçinin yürek kanı ile müdafaa edeceği gelecek devlettir." Bu satırlar savaş esnasında, 1916 senesinde yazılmıştır. Fakat buradaki ruh ve ifade tarzı, devletçilik ve vatan namına söylenen övgü Alman sosyalizminin savaşa sunduğu cereyanı ile hazır­ lanmıştır. Wildenberg, Almanya sosyalistlerinin Marksizm'den ayrı yol tuttuklarının iki anını belirtiyor: biri "Revizyonizm" diğeri de savaş esnasındaki davranış tarzı! Revizyonizmi daha "Erfurt" programı esnasında görülen Lasallecılığın bir türü gibi değerlendirsek o zaman 4 Ağustos'a kadar iki şekilde görülen ayrılma yalnız bir kaziyenin gelişim ve evriminden ibaret oldu­ ğu meydana çıkar ki o da Alman sosyalizminde ulusal devlet idealının yavaş yavaş evriminden ibarettir. Bu evrim zemininde görülen "4 Ağustos siyaseti" umumi mil­ li amaçların resmi olarak onayından ibaret olup vatanseverliğin 33


MEHMET EMİN RESULZADE

açık aşikar bir nümayişidir: sınıf idraki aşikar ve kesin şekilde meydandan çekilerek mevkisini milli duygulara bırakmışhr. VIII

Almanya İhtilali Esnasında Sosyalizm 1918 senesinin yenilgisi üzerine Almanya'da ihtilal cereyan etti. İhtilal olayından daha evvel düşünülen koalisyon hüküme­ tine davet olunan Sosyal-demokratlar ("Ekseriyet sosyalistleri") bu daveti kabul etmekten korkmadılar. Bebel'in, Sosyalist fırka­ sı hükümeti yalnız sosyalizm devrimini yapmak amacıyla ele almalıd ır, vasiyetini dinlemediler. Kasım devriminden ve Wil­ helm'in istifasından sonra hükümeti tümüyle ele aldıkta bele, Sosyal-demokratlar, Sosyalizm prensiplerini d eğil, demokratik cumhuriyet hükümetinin esaslarını tahkim etmekle meşgul ol­ dular. Y önetime gelen sosyalist hükümeti demokrasi ve huku­ ki hükümet yolu ile gitmek niyetinde olduğunu gösterdi, sınıf hakimiyeti ve işçi diktatörlüğü sistemini reddetti. İhtilal zama­ nında yayınlanan süreli yayınların birinde Vorwiirts gazetesi "biz hükümeti zor yoluyla ele alsak da onu zor kullanmak için değil, adalet ve hukukun kurulması için yararlanacağız. Biz galip gel­ dik; fakat bu galipliğin sonucunu kendimize değil, bütün halka yayacağız. Sloganımız "hakimiyet Sovyetlere" değil, "hakimiyet bütün millete aittir!" olacaktır" diyordu. Vorwiirts bu sloganın "Erfurt" programına tümüyle kabul edil­ diğini söylemeyi de unutmuyordu. Gerçekten de Almanya Sos­ yal-demokratlarının devrim esnasında ltyguladıkları siyaset "Er­ furt" programının "Lassalle" etkisi ile düzenlenen "Minimum" maddelerini kabul ediyordu. Fakat "Maksimum"unu teşkil eden manifestosuna hiç de razı değildi. Almanya sosyalistlerinin "Er­ furt" programından yalnız minimum kısmını aldıkları sonra Cum­ hurbaşkanı olan işçi Ebert'in 1918 senesindeki galipliği ardından 34


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

işçi ve asker vekilleri şurasında söylediği tarihi nutuk ile de ka­ nıtlamıştır "Ebert" bu nutkunda "galip proletarya sınıf hakimiyeti kurmuyor. O önce siyasi, sonra da iktisadi hükmetmeyi ortadan kaldırarak, insan özelliğini taşıyan bütün bireylerin özgürlük ve eşitliğini sağlıyor. Demokrasinin en büyük idealı budur" diyordu. Demokrasi fikrini, sınıf hakimiyetine karşı koymakla Alman­ ya sosyalistleri devlet dahilinde, sınıflar üstünde ulusal bir bir­ liğin var olduğu itiraf etmiş oluyorlar. Kanisch diyor ki: "Savaş esnasında biz bir zaman unuttuklarımızı tekrar öğrenmiş olduk: Öğrendik ki millet arasında sınıf ihtilaf ve mücadelelerinden başka bütün sınıflara mahsus genel ve ortak bir şey de vardır." Kanisch bu kadarla yetinmiyor, savilş l'Snilsıntfa Alnımı milleti­ nin, bütün eksikliğine rağmen, askerlikte, iktisatla Vl' tl'şkilatta pek büyük bir beceri göstermesi ile de üğüni.i yor. Bu, yalnız sözde değildi. Biraz sonra Almmı ya'dil ortilya çı­ kan dahili kargaşalarda Ekseriyet Sosyalistlerinin komünistlere ve başkalarına karşı gösterdikleri şiddet, demokrasiyi korumakta gösterdikleri cesurluk gerçekten de değer vermeğe layıktır. Sos­ yalist Noske ile Ebert'in Almanya Curnhuriyeti'ne gösterdikleri hizmet büyük Friedrich ile Bismarck'ın Almanya İmpilratorlu­ ğuna yaptıkları hizmetten az değildir. Ekseriyet sosyalistlerinin, Lassalle gibi, demokrasi idealını var olan güç ve kanaatleriyle sa­ vunan kuramcılar da vardır. Kardenauer ismini taşıyan bu ada­ mın fikirleri ile Kelsen isminde diğer sosyalist olmayan bir ku­ ramcının düşünceleri arasında hiçbir ayrım olmadığı Rus araştır­ macılarından bir profesör söylüyor; Kardenauer bazen Marx'tan bahsederse de, eserlerinde bundan azıcık bir eser yoktur, diyor. Almanya Sosyal-demokratlarının ihtilal esnasında parçalan­ dığı ile sonra tekrar birleştiklerinin ayrıntılarına girmeyeceğim; Bunlardan komünistlere gidenlerin dışındakiler tekrar birleş­ mişlerdir. 1920 senesinden beri Almanya Sosyal-demokratları arasında fırka programının değişmesi oldukça söz konusu idi. 35


MEHMET EMİN RESULZADE

1902 yılında Kassel'de toplanan fırka kongresi programın değiştirilmesi için önerilen komisyonu itirazsız kabul etti. Bu kongrede fırka programının değişmesinin gerekliliği hakkında "Kurt" programı ile "Erfurt" programının düzenlenmesinde rolü olan eski Sosyal-demokratlardan Mecklenburg'u "revizyonizm" lideri Bernstein ile beraber, yeni ruhu temsil eden Laufketer ile Wantig de var idi. Laufketer böyle bir düşünce beyan ediyordu. O diyordu ki: "önce sosyalizm bir mide meselesidir, diyorlardı; şimdi bu bir kültür meselesidir. Sosyalizmin görevi insani uy­ garlığın yüksek zirvesine çıkarmakhr. Bu görev maişetin iktisadi esaslarını değişmeden ifa olunamaz. Bu iktisadi değişim daha önemli bir amacın elde edilmesi üçün de gereklidir. Bunların kökü ise kültür uygarlık alanındadır. Laufketer'in düşüncesine göre "din bireye özel bir değer" değildir. Hükümet vatandaşla­ rının vicdanı ve bireysel değeri hakkında öneme sahip olan bu kuruluşa karşı umursamaz kalamaz. Fırkanın da, devletin de bu mesele ile ciddi meşgul olmasını önerirken, kongredekiler­ den birçoğu, kendisini "çok güzel" nidalar ile onaylamışlardır. Laufketer'den sonra çıkan Wantig ise din konusunda söz söy­ lerken, "sosyal- demokrat fırkası sanki tarihi materyalizm esası üzerinde kurulmuştur" diye, 19. yüzyılın burjuvazi elinden dü­ şen bayrağı kaldırmayı fırkasına önermiştir; onun düşüncesine göre, "burjuva sınıfı maneviyatı terk etmekle sade materyalizme gitmiş, uygarlığı maddileştirmiştir:" Bilindiği üzere Marx sosyalizmi tarihi materyalizm esası üze­ rine dayanan Mutlak Komünizm ile iktisadi.. materyalizmden ibaret biliyordu. Halbuki hayat ile karşı karşıya gelen Almanya Sosyal- demokratları öğretmenin bu mutlak esaslarından ne ka­ dar uzaklaşmışlardır! Geçen sene toplanılan Heidelberg kongresinde Almanya fırkası programı değişti; kongre "Erfurt" programının "Mini­ mum" kısmında dinin serbestliğine, kiliselerin bağımsızlığına 36


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

ait maddeleri ile beraber, diğer özelliklerini de değiştirdiği gibi, "Manifesto" kısmım da epey yumuşatb. Geçmişine saygı olarak onu tümüyle kaldırmadıysa da "cemiyetin, sosyalizm gayesine doğru gittiğini" kesin ve yüzde yüz şekilde ifade eden tabirlerini "cemiyet gelişiminin seyrini gösterir bir eğilim" şeklinde değiş­ tirdi. Yani "Sosyalizm Devrimi" fırkasından ziyade "Sosyal Re­ formlar" fırkası olduğunu itiraf etmiş oldu. 'Sosyalizmi Bekleme Bunalımı'nm sanayi ülkelerinde "Refor­ mculuğu" doğurduğunu söylemiştik. İşte sanayi Almanya' da ihtilalci sosyalizmin değil, sosyal ıslahat partisinin galipliğini de gördük. Bu hakikat Almanya'da ortaya çıkhğı gibi, İngiltere, . Amerika ve hatta Fransa gibi ülkelerde de aşa�ı yukarı aynıdır. Demokrasi geleneği güçlü sınai gelişimin kuvvetli olduğu ülkeler Marx'ın düşündüğü sınıf hükmetmesini değil, demokrasiyi derin­ leştiriyor, vatan ve milliyet fikrini inkar değil, aksine, en bunalımlı zamanlarda kurtarıcı bir fikir olmak üzere ona sarılıyorlnr. IX

Rusya Tecrübesi Sanayiye sahip Almanya'da ıslahat ve ulusal demokrasi fikirleri gerçekleşirken, köylü Rusya'da diktatörlük ilkeleri zafer kazandı. Lenin Marksizm'i aslına dönüşle "İşçi Diktatörlüğü"nü kurdu. Bu girişimin ne gibi "Yeryüzü Cenneti" ortaya çıkaracağını hepimiz iyi biliyoruz. "Lenin" bilindiği üzere, 2. Enternasyonal Sosyalistle­ rin hepsine mürtet 'demiş, ihtilalci Marksizm'den uzaklaştıklarını ilan etmişti. Bolşeviklerin "Manifesto" ruhuna daha sadık kaldıkla­ rıyla, daha ziyade Ortodoks Marksçı olduklarını kabul edersek, şu kabilden Marksizm'in nasibi dünyada cennet değil, ancak cehen­ nem yarata bileceğini de kabul ebneliyiz. "Yeryüzü Cenneti" kuruculuğuna Rusya'dan başlayan Lenin'in bütün hesapları cihan devriminin yardıma geleceğine bağlı idi. 37


MEHMET EMİN RESULZADE

Bu konuda onun en büyük umudu Almanya idi. Almanya Ulusal Demokrasi Kuramım yaygınlaşhrınca, Moskova diktatörüne geri dönüş yapmaktan başka çare kalmadı. Marx, "Erfurt" kongresini görmeden ölmüştü. Lenin ise "Yeni İktisadi Siyaset"i kendi kura­ rak öldü. Bu siyasetin şimdiki halde komünist fırkasıru ikiye ayır­ dığını biliyoruz. Bir tarafta hakiki komünistler; diğer tarafta da bir tür reformcular duruyor. Hakikat yeniden hayale galip geliyor. ***

Milyonlarca can, milyarlarca servete mal olan Rus tecrübesi de ispat ediyor ki yeryüzünde her tür milli ve tarihi ilişkilerden yoksun yeryüzü cenneti kurmak boş hayaldir. Bu boş hayal için dünya tarihinin olumlu bir hakikat olarak meydana getirdiği ulusal demokrasiyi feda etmek olmaz. Sosyalizmin kuruluşu ile zorunluluk dünyasına son verilerek her tür bağlılıktan azade bir özgürlük dünyasına atılmak hülyası ile kişisel özgürlüğümüzü bize en emin ve en doğal şekilde sağlayacak ulusal bağımsızlık ve ulusal demokrasi sloganından uzaklaşmayalım! Bilelim ki tarih ilki ve sonu belli olmayıp daima yükseklere doğru giden sonsuz bir yoldur. Bu yolun varabileceği hayal edilen son kişinin mümkün olduğu kadar daha özgür, daha serbest, daha olgun bir varlık olmasıdır. İnsandaki bireysel üstünlük ve eksikliklerin çoğunlukla ortam ve cemiyetten alınan tabiatlar olduğunu göz önüne alırsak, insan cemiyetlerinin milliyet ve demokrasi esas­ larında özgür ve bağımsız olmalarının dünya tarihindeki rolünü hakkıyla algılar, ulusal devlet idealinin ulviyet(yücelik) ve yara­ tıcılığını bütün varlığımızla his ve aklımızla derk ederiz! 4 Şubat 1926, İstanbul

Bu yazı, "Demokrasinin Geleceği " isimli yazıyla birlikte "İhtilalci Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği " adıyla "Milli Azerbay­ can Neşriyatı "nın 8. sayısı olarak İstanbul'da 1 928 tarihinde Orhaniye Matbaası tarafından yayınlanmıştır. (R. Cabbarlı) 38


DEMOKRASİNİN GELECEGİ

1

Sorunsalın Ortaya Konuluşu

1

Dünya Savaşı'ndan sonra dünya tarihinin içinde etkili en • büyük faktörlerden birisi, kuşkusuz, bütün güç ve öne­ miyle tarih sahnesine gelen c.i oğu milletseverliktir. Türkiye cumhuriyeti başta olmak üzere, doğuda ki milletsL•verlik -di­ ğer tabirle- ulu�al bağımsızlık uğrunda n•rt•y<rn l'dL•n azametli hareketin, hakiki mahiyeti, gözettiği gaye itibarıyla, d emokra­ tiktir. Ulusal egemenlik, cumhuriyet ve bağımsızlık sloganları ile harekette bulunan bu hareket, şüphesiz ki, bir demokrasi hareketidir. Evet, doğu demokrasileşiyor. Bu demokrasileşmenin cereya­ nında ülkemiz Azerbaycan'ın rolünü burada ayrıca belirlemeye ihtiyaç görmüyorum. Şu kadarını söylemeliyiz ki yedi- sekiz se­ neden beri düşmana karşı eşit olmayan şartlar dahilinde devam ettirilen kanlı mücadele istiklali geri almaya yönelik bir dava, aynı zamanda demokrasi uğrunda bir mücadeledir. Demokrasi her hangi bir beşeri cemiyetin yönetmesine mah­ sus bir sistemin adıdır. Bu ismin özellikle siyasi yönetime işaret ettiği de bellidir. Demokrasi sisteminin genel oya dayanan bir halk idaresinden ibaret olduğu da hepinizce malumdur. Bu halk idaresinin ne gibi temsili meclisler ve kuruluşlar tarafından ida­ re olunduğu ve ne gibi hukuki esaslar ve toplumsal özgürlükler toplusuna dayandığını burada ayrıntılı açıklayacak değiliz. De­ mokrasi olaylarının neden ibaret olduğu, az çok, hepimizce ma39


MEHMET EMİN RESULZADE

lumdur, diye düşünüyorum. Konumuz da "Demokrasi Nedir?" değil, "Demokrasinin Geleceği"dir. Fakat demokrasinin geleceği ile neden uğraşıyoruz? Bu so­ yut mesele ile uğraşmanın faydası nedir diye sorulabilir. Bizce bu konu bizim için soyut ve teorik bir değildir. Aksine, bu, bizim için çok önemli ve aktüel bir konudur. Neden diye sorabilirsiniz. Çünkü: demokrasi idealini biz, doğulular, bilindiği üzere batı­ dan alıyoruz; daha doğru tabirle, çağdaş uygarlık dünyasından alıyoruz. Fakat doğu demokrasi sistemini öyle bir zamanda uy­ gulamaya başlıyor ki bu sistem, asıl vatanı olan Avrupa ile Ame­ rika'da "Büyük Cihanda Demokrasileri" ismiyle ünlü çağdaş ülkelerde (İngiltere, Amerika ve Fransa) epey eleştirilere maruz kalmıştır. Çağdaş uygarlığın çöküşünden, Avrupa'nın iflasın­ dan, demokrasinin inhilal ve tükenişinden bahseden ne kadar eserler yayınlanmıştır. Komünistler soldan, faşistler de sağdan demokrasiyi "öldürücü" eleştirileri amaç alındı, birer tür dikta­ törlük ortaya getirmiş; biri demokrasi sisteminin "yalan" diğeri de "zayıflık" tan ibaret olduğu iddia etmişlerdir. Demokrasi, açık ve amansız düşmanlarını her ne kadar Rus­ ya ile İtalya gibi demokrasi geleneği yok veya çok zayıf ülkeler­ de bulmuşsa da, geleneksel demokrasi ülkelerinde de, o, çeşitli cephelerden eleştiriye maruz kalmıştır. Radikal düşünür ünlü demokratlardan birçoğu demokrasinin düşmanları tarafından dava olunan iflasını değilse bile, şiddetli bir bunalım ve hastalık geçirmekte olduğunu itiraf etmişlerdir. 1. Dünya Savaşının dünya ekonomisi ile uluslararası ilişkile­ ri üzerinde yaptıkları tahripler yenen, yenik düşen ve hatta ta­ rafsız ülkelerin siyasi, iktisadi ve toplumsal temelleri üzerinde az tahripler yapmamıştır. Bu tahripler ve sarsıntılar sonucun­ da meydana halli zor olan birçok zor meseleler atılmıştır ki, bu meselelerin hallinde demokrasi ilkeleri ile idare olunan ülke­ ler az sorunlara uğramamış ve az sarsıntı geçirmemişlerdir. Bu 40


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

sorunlar ve sarsınhlar hala çözülmemiştir. Demokrasi taraftan eleştirenlerin bunalım, muhaliflerin ise iflas diye tarif ettikleri bu halın mahiyetini algılamak, yeni demokrasileşmeye başlayan bizim için elbette gereklidir. Gereklidir, çünkü biz bilmeliyiz, acaba, demokrasiyi tesis etmekle zamanı geçmiş bir sistemi mi kabul ediyoruz? Veya bunalımda olan bir sistemi kabul etmekle ne dereceye kadar dikkat ve basiretle hareket ediyoruz? Riski­ miz nedir? Bu bunalım ihtiyarlık sonucunda gelen bir ölüm ıstı­ rapları mı? Yoksa büyümek meselesinde görülen bir olgunlaşma hastalığı mıdır? Bütün bu soruları cevaplamak için demokrasinin geleceği olup olmadığını öğrenmek bizim için gereklidir. Bunun içindir ki "Demokrasinin Geleceği" konusunun biz do�ulular için yalnız teorik değil, pratik bir değeri de vardır. il

Demokrasinin Felsefi Mahiyeti Demokrasinin geleceği olup olmadığını takip edebilmek için onun ne mahiyette bir müessese olup, ne yolda gelişti�ini tet­ kik etmek lazımdır. Bu gelişimin sürecini (dinamiğini) bilmeden doğal olarak onun ne gibi bir sona aday olduğunu kestirmek de müşkül olur. Bilindiği üzere demokrasiyi oluşturan üç önemli temel vardır. Bunlardan birincisi özgürlük, ikincisi eşitlik, üçüncüsü de ulusal egemenlik esaslarıdır. Demokrasi bu üç esasın terkibinden olu­ şan bir topludur. Bu esasları birer birer tahlil ve onların demok­ rasideki rollerini inceleyelim: Birinci özgürlük prensibini alalım: Bu, şüphesiz demokrasiyi terkip eden öğelerden en önemlisidir. Fakat böyle olmakla bera­ ber, kendi kendine demokrasiyi teşkil edemez, hatta özgürlük prensibi ilk defe olarak bugün hepimizin alışkın olduğumuz 41


MEHMET EMİN RESULZADE

gibi, özgür düşünceli kişiler tarafından değil, İngiliz kiliselerin­ den bağımsız mezhepler tarafından ileri sürülmüştür. Eşitlik fikri de ilk ortaya çıkışında bugün bizim algıladığı­ mız anlamda ortaya çıkmamıştır. Eşitlik fikrini, ilk defe olarak, mutlakıyetçilik taraftarları ileri çekmişlerdir. Kralın hakimiye­ tini temin etmek ve krallığa merkeziyet verdirmek için mut­ lakıyet taraftarları eşitlik prensibini feodaliteye karşı savun­ muşlardır. Devlet işlerinin yalnız feodallere has bir iş olmayıp, kanuna göre bütün vatandaşların eşit bir hakka sahip olmasını yaygınlaştırmışlardır. Sonra doğal hukuk taraftarları bu fikri daha ziyade derinleştirmiş, insanların doğal olarak eşit olması fikrini yapmışlardır. Ulusal egemenlik fikri de, ilk defe olarak demokrasinin bu­ gün en büyük amansız düşmanı olan Cizvit papazları tarafından müdafaa olunmuştur. Bunlar dünyevi hükümetlere ve hüküm­ darlara karşı mücadelelerinde halka dayanmak amacıyla bir za­ man ulusal egemenlik esasını müdafaa etmişlerdir. Fakat sonra bu fikir aynı zamanda yalnız kralların baskı rejimine karşı değil, papalık işleri ve rütbelerine karşı da çevrilince, iş değişmiş, ulu­ sal egemenlikçiler kafirliğe uğramışlardır. Özgürlüğü mutlak şekilde alır ve bunu yalnız soyut özgürlük prensibi açısından, mantık icabı, sonuna kadar götürürsek, iş de­ mokrasi dairesinden çıkarak, bir taraftan anarşiye, diğer taraftan da monarşiye kadar gider. Bir hükümdarın isteğine göre idaresi de monarşinin mutlak bir özgürlüğü ile meşruttur. Nitekim her türlü devlet ve icbar aleyhinde bulunan anarşistler de bireyin öz­ gürlüğünü mutlak şekilde müdafaa ederler. Eşitlik prensibinin mutlak ve soyut şekilde uygulaması da bizi maksada ulaştıramaz. Eşitliğin mutlak şekilde uygulaması özgürlük kavramı ile bir çelişki teşkil eder. Siyasi hukukta eşitlik mümkün, iktisadi faaliyet hususunda eşitlik tasavvuru mümkün olsa da, şahsiyetlerdeki özelliklerin manen aynı derecede eşit gö42


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

rülmesi uygun değildir. Bütün özellikleri aynı baskı altında ezen "eşitlik" hakiki özgürlük ve bireysel zekanı ezen bir afet olur. Ulusal Egemenlik prensibi de mutlak şekilde uygulanamaz. Mutlak şekilde uygulanacak ulusal egemenlik kişisel özgürlük prensibi ile koyu bir çelişki teşkil eder. Bu, kolektif namına icra olunan bir zorlama ve despotluktan ibaret olur ki bir birey namı­ na icra olunan despotluktan pek de farklı olmaz. Rusya örneğin­ de olduğu gibi. Görüyoruz ki bu üç esastan her hangisi yalnız başına alınırsa demokrasiyi teşkil edemiyor. Demokrasi, bu, aslında bağımsız olan üç prensip arasında terkibi zaman ortaya çıkıyor. "Demokrasi ideali ulusal egemenlik temeli üzerinde özgür­ lük ve eşitlik kavramlarının terkibinden ibarettir" bu formülü i lk defe veren insan Rousseau'dur. Rousseau'ya göre özgürlüksüz eşitlik olmadığı gibi, eşitliksiz özgürlük de yoktur ve iki kavra­ mın uzlaştırılması yalnız bütün toplumun ve bu topluma dahil bulunan her bireyin şahsen idare edilmesi ile var olur. 111

Demokrasi Kavramının Gelişme Süreci Burada bir şeyi de söylemeliyiz. Toplumsal müessese ve kav­ ramlarının hepsinde olduğu gibi, özgürlük, eşitlik ve ulusal t'gl'­ menlik kavramlarında da daimi bir istikrar yoktur. Bu kavraml.ıı· zaman geçtikçe değişiyor, ifadeleri başkalaşıyor. Bunlar dL•ği�ti l.. ­ çe doğal olarak bunların terkip ve birleşmesinden ibarl't o l.ın d t ' ­ mokrasi ideali de değişiyor; değişmesi gerekli oluyor. Diyt•l i ı ı ı l.. i Rousseau ve Fransız mektebinde hukuki eşitliğin ma h i yt'I İ i lll • I · Jikle nicelikte idi. Doğal hukukçular yalnız bireyi dli � l i ı ı i i v ı ı l', eşitliği bireyleri kapsamına alıyorlardı. Fransa İnsnn 1 1 .ı ı.. l . ı r ı Bı ' ­ yannamesi insanın hakkından bahsederken y a l n ı z onu ı ı �.ıl ı sıııı alıyor, bu şahsiyetin cemiyet içindeki durum VL' n ill· l i ğ i ı w i l ı ı t · ı ı ı 43


MEHMET EMİN RESULZADE

vermiyordu. Vatandaş, bir birey olmak üzere, seçim hakkı kaza­ nıyor, ulusal egemenlik ancak bireysel oyların toplamı sonucun­ da kararlaşhrılıyordu. Şimdiki demokrasi ideali ise hukuki eşit­ lik mahiyetine niteliğe ait öğeleri de fazla içine almağa başlıyor. Örneğin Nispi Temsil prensibi bu sıradandır. Majoriter (çoğun­ lukçu) seçim sisteminde büyük bir grup egemenlik hakkından gerçekten mahrum kalıyor. Bu mahrumluğa meydan vermemek için seçkilerde çağdaş demokrasi nispi temsil esasını koyuyor. Nispi temsilin esasının uygulaması ile bir birey sade bir birey olduğunun dışında bir de belli bir fikir zümresini teşkil ettiğine göre salahiyet hakkı kazanmış oluyor ki bu, hukuki eşitlik mahi­ yetine nicelikten başka nitelik öğelerinin içeri alınması ile ortaya çıkıyor. Bu mesele, temsil meslek prensibi ve federalizm esasla­ rının uygulaması ile de kanıtlanıyor. İnsanlar sade bir birey sıfa­ tıyla değil, bir de bir meslek mensubu veya belli bir yüzölçümü ahalisi olmak şekliyle de salahiyet kazanmış oluyorlar. Son za­ manlar salahiyet kazanmakta olan milli azınlıklara ait imtiyazlar da bu sıradandır. Bir insan yalnız belli bir devletin vatandaşı ol­ mak şeklinde değil, bir de bu devlet içinde var olan belli bir mil­ liyete mensup olduğuna göre salahiyet hakkı kazanmış oluyor. Hukuki eşitlik kavramında gördüğümüz bu değişmeyi öz­ gürlük kavramında da görebiliriz. Doğal haklar taraftarına göre birey anneden özgür olarak doğar. Fransa İnsan Hakları Beyan­ namesinde olduğu gibi bu görüş Amerika Bağımsızlık Beyan­ namesinde de yazılmıştır. Özgürlük düşüncesi İngiltere'den alınmışsa da Fransa ihtilalinden sonra özellikle yaygınlaşmış ve 19. yüzyılın ilk yarısında adeta hakim bir durumda bulunmuş­ tur. Özgürlük kavramı bireyi, devletin, cemiyetin ve her türlü kanunların etki ve baskısından mümkün olduğu kadar serbest görmek ister. Siyasi, harbi ve iktisadi faaliyetinde doğal kanunla­ ra tabi olmayı birey için yeterli ve bunu tabii gören özgürlükçü­ ler "Liberalizm" sistemini ortaya getirmişlerdir. Liberallere göre 44


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

devletin birey üzerindeki nüfuzu büyük bir şekilde sınırlandırıl­ malıdır. Siyasi Liberalizm bu amaçla fikrin, dinin, bilimin, sözün, yazının, toplum, birlik ve teşekküllerin serbestliğini müdafaa eder. Nitekim iktisadi Liberalizm de devleti bireylerin iktisadi faaliyetlerine müdahaleden kesin bir şekilde yasaklar. İktisadi Liberalizm sisteminin müjde getirenleri bulunan Fizyokratlara göre iktisadi faaliyetler doğal kanunlara tabidir ve bu hususla hayat ne kadar kendi haline terk edilip, iş tabiata bırakılırsa, cemiyet o kadar yarar görür. Fizyokratların takipçisi ve iktisnt eliminin kurucusu ünlü İngiltere alimlerinden Adam Smith, fiz­ yokratların "Bırak yapsın, bırak geçsin" sloganı ile ifade ettikleri iktisadi Liberalizm mektebini kurmuştur. Adam Smith ve kendi­ sini takip eden Manchester iktisadi mektebi bireyi devlete kar�ı müdafaa etmiştir. Özgürlük fikrinin gayesi siyaset, kültür ve din alanında bireysellik başlangıç noktası olduğu gibi, iktisadi alan­ da da bu olmuştur. Endüstriyel gelişim devrine giren Avrupa'nın 19. yüzyılın ilk yarısında ve akılları şaşırtacak bu tarzda ortaya çıkan gelişim in' de özgürlük fikri ile bireysellik başlangıcının şüphesiz çok büyük etkisi olmuştur. Fakat özgürlük fikrinin iktisadiyata uygulaması ile hızlı şekilde gelişen Avrupa sanayisi, ufak sanayi devrini atla­ yarak büyük sanayi devrine geçince özgürlük fikrinin iktisadi v t · sınai faaliyetin her alanında faydalı olup olmayacağı dü�ün i.1 1 meğe başlanmış, günden güne şiddet alan sınıf ihtilaflarının l ıı n zimi için hükümetin iktisadi faaliyet alanına müdahak• t•th•n·k toplumsal dengeyi sağlamak zorunda olduğu kanaati o r t . ı y. ı 1,;ı ı.. mışhr. Daha ziyade Liberalizmin karşısında Sosyalizm s i s t ı · ı ı ı ı ortaya çıkmıştır. Sosyalistlere göre cihanda gördü�üın l l ı. l ı i H ı ı ı ı ahenksizlikler, iktisadi, toplumsal eşitsizliğin birer sl'lwhı i l.. l ıs . ı di Liberalizm ve bireyselciliktir. Liberaller "cemiyl'lt• ı.. . ı r�ı l ı l n • y " sloganını müdafaa ederken bunlar sırf cemiyl'I t.ır.ı l ıııı t ı ı t . ı ı. ı k kolektivizmi yaygınlaşhrıyorlar. Şimdiki zaın a n d .1, l� usy.ı ' d ,1 1 1 ·

45


MEHMET EMİN RESULZADE

başka, kolektivizmi tatbik tecrübesini uygulayan bir ülke yoksa da, toplumsal ve iktisadi ilişkileri düzenlemek için bireysel öz­ gürlüğü sınırlandıran hükümet tedbirlerinin Avrupa ve Amerika ülkelerinin çoğunda kabul edildiğini ileride bütün ayrıntılarıyla göreceğiz. Bugün bireysel özgürlük ve mülkiyet prensiplerine değer vermekle beraber, özellikle iktisadi faaliyette bireyselcili­ ğe, cemiyetçiliği yan yana getiren ve birleştiren dayanışmacılık kuramı epey kuvvetlenmiştir. Görülüyor ki eşitlik fikri gibi, özgürlük fikri de değişmez bir kavram değildir. Her hangi toplumsal bir müessese bir değer gibi bu da gittikçe değişen ve başkalaşmağa maruz kalan bir kavramdır. "Eşitlik" ve"özgürlük" kavramlarının zaman gittikçe uğ­ radıkları değişimi biz, bu iki kavramın birleşmesinden doğan demokrasi kavramında da görüyoruz. Siyasi Avrupa hayatında iktisadi Liberalizm prensibi hakim olduğu dönemlerde demok­ rasinin hedef edildiği gaye her şeyden evvel bireyin özgürlü­ ğü idi. Bu özgürlük kavramının toplumsal ifadesi ise mülkiyet müessesesinin şartsız kayıtsız dokunulmazlığı ve kutsallığı idi. Halbuki Avrupa ve Amerika sanayisinin akıllara şaşırtarak yüzde ilerleyen gelişimi sonucunda ortaya çıkan toplumsal ku­ rumlar bu konuda derinlemesine kadar araştırmaya koyuldular. Toplumsal iki sistem ortaya çıktı. Sosyalizm oluştu. Sendikalizm doğdu. Mülkiyet ve onun kutsallı ğını kökünden inkar eden bu inkar namına harekete geçen Komünizm ve Bolşevizm sistem­ leri meydan aldı. Bu gibi olaylar karşısında kalan demokratçılık tabii olarak eski ilke üzerinde fazla inat ve mülkiyet müessese­ sinin şartsız ve kayıtsız kutsallık ve dokunmazlığını müdafaa edemezdi. Sağduyu bu müessesenin yararlı olduğu gibi, zararlı taraflarını da görmek yeteneğinde idi. Bu görüş sayesindedir ki çağdaş cemiyetin ahengini sağlayan esas bulundu. "Solidarizm" dayanışmacılık sistemi yaygınlaştı. Dayanışmacılık Liberalizm 46


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

gibi mülkiyet esasına saygı gösterir, ama ona kutsallık derecesini vermez. Cemiyetin çıkarlarına göre gerektiği zamanlarda mülki­ yet hakkının sınırlamasını ve devletçe şu hakkı kullanmak tarzı­ nın belirlemesini gerekli görür. O, bireyselcilikle cemiyetçiliği bir araya getirir. Bugün demokrasi sistemleri arasındaki hakim akım da budur; Dayanışmacılıktır. Demek ki dünkü Liberalizm l'sasi üzerine dayanan demokrasi fikri bugün Solidarizm (Daya111�­ macılık) sistemine doğru gitmektedir. Fransa ihtilatı esnasında hakim olan demokrasi fikri bireyin hükümete karşı özgürlüğünü sağlamak amacına yönelik idi; çağdaş demokrasi düşünce tarzı ise yalnız birey değil, grup ve topluluklar çakarlarının sağlanma­ sını da düşünmek zorundadır. iV

Demokrasinin Hukukla İlişkisi Demokrasinin hukukla ilişkisi gayet de semimidir. Bu iki kavram arasında tam bir denge vardır. Hak ve hukuka d a y a ­ nan bir yönetim, demokrasi taraftarlarının nesnel tftaştırm.ı ­ lar sonucunda aldıkları bilimsel sonuçlara göre, ancak haki k i demokrasi kuran bir ülkede düşünülebilir. Demokrasi i k• h u ­ kuk arasındaki denge bu iki kavramın esasında olan ortak h i r özellikten ileri geliyor. Bu ortak özellik ise, aynı konuyu il'! k i k eden Gurvitch'in pek haklı olarak yazdığı şekilde, denı ok r.Hı i ve hukuk bireysellik (individualism) ve evrenselliğin ( u ı ı i vı · r salism) bir araya getirilip birleşmesinden var oluyor. Dı· ı ı ı n k r.ı si, yukarıda söylediğimiz gibi, şahısa ait özgürlük ill· l ı . ı l k . ı . ı i l egemenlik esaslarının birleşmesinden doğma hukuki ı·� i ı l i k l ı • ı ı ibarettir. Hukuki özgürlük dediğimiz şey de Cl'nı i y ı • t i ı ı k i �,. ı l ı k üzerindeki etki ve baskısını sınırlandıran ve b u n l a rı ı ı ı... . 11 �.; ı l ı k l ı ilişkilerini belirleyen bir ölçektir. Başkasının üzg l i rl 1 1 )', l i 1 1 1 ı v 1 1 k etmemek şartıyla vatandaşın özgürlüğünü sağ l . ı y . ı ı ı d ı · m n k r, ı � i 47


MEHMET EMİN RESULZADE

bu hukuki özgürlük namınadır ki siyasi farklı düşünce ve sis­ temlerin, aynı özgürlük ve hukukla, aynı cemiyet içerisinde bir biriyle paralel şekilde yaşamalarına tahammül eder. Farklı fikir sistemlerine karşı gösterdiği bu incelik ve uysallık, eleştirmen­ leri, demokrasinin hayır ve şer kavramlarına karşı umursamaz şeklinde görürler. Halbuki demokrasi hayır ve şer kavramları­ na kesinlikle umursamaz değildir. "Siyasi Rölativizm" dedik­ leri farklı fikir sistemlerine tahammülü de bunu ifade etmez. Aksine vatanı özgürlüğün tesis ve temini ile o, bireyi her türlü Despotizm ve Mutlakıyete karşı müdafaa ettiği gibi idealleri de zorunlu kabul ettirilmek zilletinden kurtarır. "Rölativizm"in varlığının sebebi cemiyetin sürekli ilerleme ve değişmede olan süreci ile uyumlu bir yönetim sistemini temin etmesindedir. Bir millet çeşitli toplumsal sınıflarla gruplardan ibarettir. Hükümet her ne kadar şekilce bütün bir milleti temsil ile iktidar maka­ mına geliyorsa da, hakikatte bu yönetimi çeviren aktif grup o cemiyet içindeki belli bir gruptur. Cemiyet sürekli şekilde is­ tikrarlı bir müessese değil, diğer toplumsal müesseseler gibi yavaş yavaş olsa da, sürekli değişen bir canlı şeklinde değer­ lendirirsek, yönetim başında bulunan aydın fikirli, daha doğ­ ru tabiri ile gelişmiş müdürler grubunun sürekli olarak değiş­ mesini ve zaman zaman yenileşmesini kabul etmeliyiz. "Siyasi Rölativizm"e tahammülsüz demokratik olmayan cemiyetlerde bu değişme işlemi kolaylıkla elde olmaz. Çünkü burada değiş­ menin zamanını belirlemek için ortada belli bir ölçek yoktur. Bunun içindir ki demokrasi kurmayan ülkelerde siyasi deği­ şimler reformlar yolu ile değil, çoğunlukla ihtilal yolu ile gider. Daha önceler yayınladığım makalelerin birinde demokrasinin en doğru tanımını şöyle tasavvur etmiştim: "Demokrasi, bizce, çeşitli toplumsal tabakayı sahip olup, sürekli bir şekilden başka şekle geçerek, evrimde bulunan cemiyetin, vakit ve zamanın etkisi ile üretim işlerini düzenlemekteki rolleri değişen gelişmiş 48


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

grupların iş başına gelmesini kolaylıkla sağlayan idare sistemi­ dir."1 Böyle bir sistemin ilkesel dayanağı ancak farklı toplumsal grupların cemiyet idaresi hakkındaki birer dilek ve ideallerini ifade eden çeşitli siyasi fikir ve programlara gösterilen taham­ mül, incelik ve uysallık gösterme ile elde edilir ki "Siyasi Röla­ tivizm" dedikleri de budur. Bireysel özgürlüğün mutlak şekli ile toplumsal egemenliğin mutlak türü arasını birleştirmekten ibaret olan dayanışmacılık­ la bireysel özgürlüğün ve özelliklerden başka gruba ait hak ve özellikleri de göz önüne aldığını söylemiştik. "Siyasi Rölativizm"e tahammül etmeyen bir sistemde ise da­ yanışmacılık bu özelliği bütün gücü ile gelişmekten mahrumdur. Ekonomi alanından siyaset alanına geçersek, hukuki özgürlüğün de yalnız bu sayede ahenktar bir sistem edeceğini hemen hisse­ deriz. Şöyle ki her hangi cepheden bakarsak, demokrasi ile hu­ kuk arasında sıkı ve çok semimi bir ilişki buluruz. Demokrasiden bahseden bir yazar diyor ki: "Toplumsal teşekkül h-.kukun reali­ zasyonunu sağlayan tekçe imkan alanı demokrasidir. Hukukun egemenlik ve bağımsızlığı demokrasi yolunun rehber yıldızıdır. Diğer hükümet sistemlerinden demokrasi bununla ayrılıyor ki, onun için hukuk dışında bir hükümet kurmak tasavvur edile­ mezdir. Hükümetin kurması ile hukukun müdafaası- demokrasi için- iki ayrı ayrı şey değil, yalnız bir şeydir." Demokrasi ile hu­ kuk -pek ünlü bir tanıma göre- bir sikkenin (madeni para) iki yü­ züdür. Hukukun geleceği olduğu gibi, demokrasinin de geleceği emindir. Hukukun geleceği yok oluşa mahkum olmadığı gibi, demokrasinin geleceği meçhul değildir. Demokrasi yok olmağa mahkumsa, hukuk fikrinin de çöküşünü beklemeliyiz. Bu ise tışağı öğelerin zaferi ve hakiki uygarlığın çöküşü demektir. '

"İki Kafkasya", Yıl: 3, Sayı: 3,

s.

1.

49


MEHMET EMİN RESULZADE

İnsanlığın geleceğine ve uygarlığın zaferine inananlar için de­ mokrasinin de gelişmesine inanmak bir gerekçedir. v

Hukuk Anlayışında Gelişim Hukukun öteden beri genel ve özel diye ikiye ayrıldığı ma­ lumdur. Genel hukuk bütün bir millet ve cemiyete ait hususları kapsıyor ki onu fiili uygulayan devlet ve onun yasalaştırma ve yerine getiren güçleri temsil eden de hükümet müessese ve tem­ silcileridir. Özel hukuk ise bireylerin doğal ve kazanılmış hak ve yetkilerini belirler. Mutlak monarşilerde hukukun kökeni başkadır. Orada hü­ kümdar bütün yetkisini halktan değil, gökten veya Allahtan alır. Hükümdarın şahsı Allah tarafından halkı istediği gibi yönetmeye vekil edilmiştir. Burada hükümdarın icraatına sınır koyan kanun ya din veya gelenektir. Burada tanındığı şekli ile genel veya özel hukuktan bahsedilemez. Meşruti monarşilerde ise hukuk genel hukuk ile özel hukuk ayrılıyor. Bu ayrıma anayasa ile bile tespit ve tasrih olunuyor. Fakat bununla birlikte, Meşruti ülkelerde ge­ nel hukukun tümüyle hakim olup, hükümdara ait özel hukuka hiç de tabi olmadığı iddia edilemez. Burada, şüphesiz, hüküm­ dar kendi yararına bir sınır düşünmüştür. Hükümdarlığın miras yolu ile babadan oğla geçmesi başka türlü yorumlanamaz. Meş­ ruti monarşide, sadece hükümdarın değil, aynı mantıkla birçok sınıfların seçkin temsilcileri için de genel hukuk üstünde bir sıra kural dışılar gözetilmiştir. Cumhuriyette ise bu sınırlar temelin­ den kalkmıştır. Bu cumhuriyet anayasaları ne kadar demokratik olursa, genel hukuk içinde özel hukuk tamamlayıcı unsurlarını ifade eden hususlar da o oranda azalır. Fakat bugünkü radikal-demokrasi sadece genel hukukun her türlü özel hukukun tamamlayıcı unsurlarından ve etkilerinden 50


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

uzak tüm egemenliğini temin etmekle yetinmiyor; genel hukuk içinde bir de sosyal hukuk ve birey hukuku çeşitlerine ayrılıyor. İşte bu yeni anlayışa göre sadece siyasi bir müesseseden ibaret olan devlette değil, her hangi toplumsal ve iktisadi bir müesse­ sede de bizzat cemiyetin kendi teşekkülünden doğan bir hukuk vardır ki belli bir birey o cemiyete mensupluğu ile belli bir hak ka­ zanmış oluyor. Örneğin siyasi veya siyasi olmayan bir cemiyete mensup olmakla biz yeni bir hak kazanmış oluyoruz ki mensup olmadan o hakka sahip değildik. Aynı zamanda bizim mensup­ luğumuzla o cemiyet de bizim üzerimizde belli bir hak kazanmış oluyor. Diğer türden b i r örnek. Bel l i bir fabriknyı alalım: bu fabri­ kanın kendine özel bir teşekkülü, hayatı ve düzeni vardır. Doğal olarak bu fabrikaya özel bir hak vardır ki oraya mensup olanlar, işçi olsun, patron olsun, amir olsun, memur o l sun heps i o hak­ ka tabi olmak zorundadırlar. Bu hak o fabrikada eldl' edi len bir araya gelme ve ortaklaşmadan doğmaktadır. Demek ki fabrika­ ya mensup olanlar belirli sosyal bir hakka uymak zorundadırlar. Aynı hakkın varlığını biz kooperatiflerde, ticari şirk�erde, esnaf birliklerinde ve işçi sendikalarında da görüyoruz. Fakat devlet kurumunda, siyasi hayatta genel hukukun özel hukuka üstünlü­ ğünü sağlayan demokrasi siyasi olmayan müesseselerde sosyal hukukun bireysel hukuka üstünlüğü hala sağlayamamıştır. Tu­ talım ki, devlet idaresinden hükümdarın özel hukuka dayanan istibdat ve mutlakıyetini tümüyle dışlayan ve onun yerine genel oy ile belirlenen ve genel hukuku temsil eden halk müessesini ko­ yan demokrasi, iktisadi ve toplumsal hayat alanında hala hüküm süren bireyi hukuk temsilcilerini sosyal hukuka tümüyle tabi edememiştir. Devlette miras yolu ile olan hükümdarlığın önemi tümüyle yok edilmiş iken, bir devlet kadar önem kazanan büyük fabrikada bu prensip hala hüküm sürmektedir. Hukuk anlayışın­ daki bu günkü hissedilen gelişimin göze aldığı yön işte budur. Bireysel hukukun her yönden sosyal hukuka tabi olmasıdır. -

51


MEHMET EMİN RESULZADE

Hukuk anlayışının bu gelişimi ile demokrasinin geleceği ara­ sında büyük bir ilişki vardır. Bu ilişki bize demokrasinin hangi yolda gelişeceğini gösterir ve bunu da gösteriyor ki demokra­ si her halde sade siyaset alanının inhisarında kalmaz, hayatın bütün alanına uygulanır. Demokrasi bildiğimiz kimi yalnız bir yönlü değil, çok yönlü bir müessese şekline girmeğe başlamış ve geleceği de bu yönün gelişimine bağlıdır. VI

Demokrasi Gelişimini Gösteren Yeni Olaylar Demokrasinin geleceği, bu müessesenin politika alanından başka, ekonomi alanına da genişletileceği şekilde düşünülüyor. Bu tasavvurun hayal ve varsayımlardan ibaret olmayıp baş ver­ miş olaylara dayalı bir gözlem sonucu olduğunu takdir ede bil­ mek için farklı ülkelerdeki olayları araştırmalıyız. İngiltere'de: Önce İngiltere'den başlayalım. Malumdur ki İngiltere, ekonomi de girişim, özgürlük ve bağımsızlık taraftarı olan bir ülkedir. Ünlü "Manchester" ekolünün "Bırakınız yap­ sınlar, bırakınız geçsinler" prensibini doğuran ülke burasıdır. Bununla birlikte olaylar bu ülkede de hükümeti işçi ile fabrika­ cıların ilişkisini ayarlamak sıkıntısına koydu. 1. Dünya Savaşı esnasında üretim ve tüketim hususlarını hükümet kendi eline al­ mıştı. Fabrikaların üreticiliğini daha ziyade artırmak endişesiyle hükümet, fabrikaları kendisi kontrol etmek ihtiyacını hissetti. Bu kontrole o, işçi sınıfının temsilcilerini de davet etmek lüzumuna ikna oldu. Kontrol komisyonuna işçi sınıfının temsilcilerinin dı­ şında fabrika sahipleri ile hükümet temsilcileri de katılıyorlardı. Bu karma kontrol komisyonunun uygulamada çok büyük fayda­ ları görüldü. Her fabrikada bir karma komisyon kurdu. Harp esnasında faydası görülen bu komisyonların harpten sonra da korunması düşünüldü. 1917'de Avam Kamarası Başka52


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

nı, Oteli'nin başkanlığı alhnda bir komisyon kurdu; bu komis­ yon "Oteli Komiteleri" ismi ile müesseseler kurmayı öneriyordu. Komisyon tarafından sunulan kanun layihasının gerekçelerinde deniliyordu ki: "Devletin çıkarındandır ki harp esnasında, sınıf­ lar arasında oluşan dostluğu şimdi de devam ettirsin. Bunun için işçi ile patronlar arasındaki ilişkiyi onaylamalıdır." Bu projeye göre işçi ile patronlardan mürekkep fabrika komi­ tesi kuruyor. Aynı alanda çalışan fabrikaların komisyonları "Ma­ hal Şurası" kuruyorlar. Bunların üstünde de "Milli Şura" duru­ yor. Bütün bu "Şura"lar "sanayinin gelişim ve ilerlemesine ait tüm meselelerde uğraşır ve hususta şuraya katılanların görüş­ lerini dinler" bu şuralar aracılığıyla işçiler çalışma saatini belir­ leyip ve onların yürütülmesini kontrol etmek imkanını buluyor. Komiteler işçinin çakarları açısından üretim araçlarının ve sınai gelişimlerin tarzına da denetiyor; sınai kanun layihalarını tartı­ şıyorlar. İşçi ile patronlar arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkların barışla çözüp ve sonuçlandırılmasına da bakıyorlar. "Oteli"nin komisyonları gemicilik sanayisinde, dilllizcilerde, ekmekçilerde, kuyumcularda başarı göstermişlerdir. Lloyd Gc­ orge'un 1919'da Mebusan'da (Meclis-i Mebusan veya Mebuslar Meclisi- Çevirmen) iki milyondan ziyade işçi "Oteli" komiteleri­ ne dahil imiş. İngiltere' de pek büyük nüfuza sahip olan ve "Trade Union" ismini taşıyan işçi sendikaları birliği "Oteli" komitelerini ıwk de yaygınlaşhrmaz. O, komiteleri kendine rakip görür. Bununl.1 birlikte eskiden sırf iŞçinin ücretini arttırmak ve yaşam krn;nı l l .1 rını iyileştirmek gayesi ile hareket eden "Trade Union" h·�k i l . ı t ı d a , şimdi yüzyılın ruhunun değerini artırmakla başla m ı �;, s.1 1 1.ı y i üzerindeki kontrole kendisinin de katılımını iste m i � t i r B ı ı l ı ı ı ­ sustaki başarı Demiryolu Kurumu hakkındaki kil ra rd ı r. Bı ı "- · • · rara göre -ki 1919'da uygulanmıştır- hükümct, Dl'ın i ry ı ı l ı ı K ı ı nı ­ ınunun müdürlüğüne "Trade Union" tem s i l c i l l• r i n i n k iı l ı l ı m ın ı .

53


MEHMET EMİN RESULZADE

kabul ettirmiştir ve bu katılımı diğer katılanlarda aynı hak ve yetkide görmüştür. Amerika'da: Fabrikanın idari yönüne işçinin iştirak ettirilmesi İngiltere' de hükümet girişimciliği ile yürütüldüğü halde Ameri­ ka' da bu girişim bazı fabrikaaların kendi girişleri ile gerçekleş­ miştir. Bu nedenle de Amerika' daki fabrika komitelerinin çeşit­ leri farklıdır. İlk fabrika komitesinin uygulama şerefi Amerika işadamlarından ünlü John D. Rockefeller'e aittir. 1914 senesinde Rockefeller'in Colorado'da yerleşen madenlerde büyük bir grev ilan edilmiş ve grev çok kanlı olaylara sebep olmuştu. Bu olaylar sonucunda Rockefeller kendine özel madenlerle çelik fabrikala­ rında "Demokrasi Rejimi"ni uygulamağa karar vermiştir. Rocke­ feller tarafından uygulanan bu "rejim"in temelleri Amerika sos­ yologlarından Mackenzie King tarafından düzenlenmiştir. Roc­ kefeller' in 1915'te kendi fabrikalarında uyguladığı bu rejim son zamanlar diğer Amerika fabrikaları için de bir örnek olmuştur. Bu rejimin esasları bundan ibarettir: fabrikanın farklı atölyelerin­ de genel oya müracaat şekliyle işçi komiteleri kurulur. Sonra, bu komiteler, gerekirse işçi "şura"ları şeklinde birleşiyorlar. İşçi ko­ miteleri ile "şura"ları sırf işçiye ait olan meseleleri bağışsız olarak çözüyorlar ve patronlarla karşılıklı çözülebilecek meseleleri bir­ likte inceleyip hazırlıyorlar. Aynı zamanda, ayda iki defa olmak üzere, bunlar, patronlar veya temsilcileri ile birlikte de bir araya gelirler. Şu şekilde kurulan karma komi teler, müessesenin iç işle­ rine ait bütün hususlara bakmak yetkisini elde etmiş oluyorlar. Şöyle ki; mesai saatleri, mesai ücreti, işin tanzimi, disiplinin te­ mini vb. işbu komitelerin yetkisi dahilindedir. Karma komiteler müessesenin gelişimi ve ilerlemesi için gereken hazırlıkların mü­ zakeresine de ilgi duyuyorlar. Aynı zamanda bu komiteler işçinin müesseseden gelen kazanca ortaklık esaslarını da belirliyorlar. Karma komitelerin en önemli görevlerinden birisi de gözlenilen anlaşmazlıkların önüne geçmektir. İşin teknik, ticari ve mali yön54


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

leri ise müessese sahibinin yetkisi dahilindedir. Karma komite üyeleri arasında fikir birliği olmadığı takdirde meselenin halli hakeme veriliyor ki teşkil yöntemi, yerine göre değişir. Amerika'nın demokratik fabrikalarından birisi de New York'ta yerleşen Domo fabrikasıdır. Bu fabrikada uygulanan sisteme mucidi mühendisin ismi ile "Leega" sistemi den i l i yor. "Leega" sistemi gereğince fabrikada modern devletlerin anayasa kanunları uygulanıyor. Şöyle ki Domo fabrikasının kendine özl'I "Mebuslar Meclisi (Meclis-i Mebusan)" vardır. Bu meclis i�çi ler tarafından seçilmiş "Deputy" (mebus)'lerden oluşur. Domo'nun "Ayan Meclisi" de vardır. Bu meclis de kontrmetrlerden (Fran­ sızcası contremaitre'dir, ustabaşı ve şef anlamındadır- çev i r­ men), kontrolörlerden ve a tölye başçılarından oluşur. Fabrikan ın aynı zamanda "kabine" si de vardır ki bu da şirketin yönetim ku­ rulundan ibarettir. Haftada bir defa "Mebuslar" ile "Ayan11 ay rı ayrı toplaşırlar -iki meclisin birlikte toplaştığı zamanlar da olur­ bu müesseseler fonksiyonuna göre Rockefeller'in karma komi tL'' lerine benzerdirler. Diğer bir fabrikanın ("Tirandror11 fabrikası) kanuna göl"l' "Ayan" meclisi aynı şekilde işçi tarafından seçiliyor. Yalnız b u n ­ lar deneyimli ve staj görmüşler arasından seçiliyorlar. t_;L•ıwl veya ihtilaflı meseleler karma komisyonlarda çözüm b u l uyor k i bunlar müdürleri temsil eden " Ayan11 ile işçiyi temsil eden " M l•­ busan11 adlı eşit şekilde seçilen üyeden oluşur. Ünlü otomobilci Ford müesseselerinde de demokrasi n·j i ı ı ı i nin uygulandığı biliniyor. Hatta "Fordizasyon" diye i.i ı ı l i i l ı i ı sistem vardır ki bir taraftan işçiyi dolgunca maaşla çn l ı �t ı rı ı ı . ı k , diğer taraftan da onu fabrikanın kazancına ortak ettirnwk l's,1 � 1 1 1 1 da içine alan bu sistem Avrupa sanayicileri ta ra fınd . 1 1 1 1,·1 1 h. l ı ı l yük ilgi v e önemle araştırılmaktadır. Ford aynı z.1 11 1 . 1 1 1 1 1 . ı 1 �1, ı ı ı i ı ı kendi imal ettiklerinden de kendisi kullanmnk L's.ı s ı ı ı ı d.ı ı ı y g u " lamıştır. Her işçi ailesinin bir otomobil edinnwyl' l ı .ı h. k ı v.ı rd ı ı. 55


MEHMET EMİN RESULZADE

İngiliz yazarlarından Mr. Sester' in rivayetine göre 1919'da karma komitelere malik Amerika fabrikalarında ortaya çıkan anlaşmazlıklardan yüzde 61'i ilk ortaya çıkısında çözülmüştür; bunlardan yüzde 36'sı müdürler, yüzde 27'si işçiler lehine çözül­ müştür. Shell şirketinde ortaya çıkan 250 uyuşmazlıktan -ki 6 ay esnasında baş vermiştir- 85'i işçi lehine çözülmüştür. İngiliz kömürcü işçisi Trade Union'ları tarafından seçilen özel komisyon Rockefeller müesseseleri ile kurumunu araştırdıktan sonra bu sonuca gelmiştir ki: "Karma fabrika komiteleri erfak (en ziyade yumuşak, arkadaş) memurlar tarafından meydana gelen kötü davranışları azaltmış, işçi ile patronlar arasındaki çelişkileri yumuşatmaya sebep olmuştur." Amerika Mesai Federasyonu da fabrika şuraları lehinde fikir bildirmiştir. Bu federasyon 1919' da Wilson'un girişimi ile işçi sendikaları, patronlar(işveren) cemiye­ ti ve "ahali" temsilcilerinden oluşuyor. Amerika komitelerinin zayıf tarafı kanun kuvvetiyle onay­ lanmadıklarıdır. Bu girişim kendi varlığını yalnız "sınai reform­ lar sınai ihtilaldan daha yenidir" kanaatini taşıyan girişimcilere borçludur. "Ulusal Sanayi konfederasyonu" müdürü yayınladığı bir be­ yannamesinde diyor ki: "Fabrika şuraları faaliyetinin sonucu çok parlak ve güven verici olmuştu. Fabrika komiteleri bizim en gü­ zel yeniliklerimizden biridir. Biz kanmışız ki, güzel idare edecek olursak, bu sayede ortaya çıkan bütün ihtilafları, dış müdahalesi olmadan, kendi evimiz dahilinde haledebileceğiz." Avusturya ile Almanya' da: 1. Dünya Savaşından yenilmiş ve perişan çıkarak, ihtilala maruz kaldıklarına ve komünizm dene­ yimlerine birer sahne kurduklarına rağmen, Avusturya ile Al­ manya sınai esaslarını bozmadan, Rusya ve kısmen de İtalya' da görülen kargaşadan kendilerini koruya bilmişlerdir. Bu başarıyı onlar uzak bir görüş ve sağlam bir sezişle "Ekonomik Demokra­ si" rejimine karşı gösterdikleri özene borçludurlar. 56


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Karma fabrika komiteleri, Avrupa' da ilk kez olarak Avustur­ ya' da meydana gelmiştir. Bu komitelerin teorileri de (Otto Bauer ve Adler), ameliyab da ilk kez olarak burada görülmüştür. Kar­ ma komiteler burada 15 Mayıs 1919 kanunu gereğince gerçekleş­ miştir. Bu kanun daha sonra Almanya için de bir örnek olmuştur. Almanya'da 4 Şubat 1920 tarihinde uygulanan kanun ile Avus­ turya kanunlan arasında adeta fark yoktur. Bununla birlikte Al­ manya' da, fabrika komitelerinden bahseden ilk "Degret" ihtilalci sosyalist hükümeti tarafından daha 23 Aralık 1918'de yayınlan­ mışb. Bu ihtilal ve sosyalist hükümeti tarafından yayınlanmasına rağmen, bu degret şaşırbcı bir şekilde ılımlıydı. Komiteler fabri­ kacılann temsilcileri ile birlikte ücret hakkında var olan itilafların uygulamasını denetlemek, gerek işçi ve hademenin kendi arasın­ da ve gerek onlarla işverenler arasında iyi münasebetlerin temin ve tesisine bakmak; üzücü olaylara karşı koruma girişimlerde bu­ lunmakla yükümlü idiler. Bu kanun en ılımlı düşün� işçiyi bile tatmin etmişti. 1919 Türenberg'de toplaşan işçi sendikleri kongre­ si, Rusya' da olduğu gibi, "İşçi Diktatörlüğü"nü reddetmekle be­ raber, demokrasi esasının, sanayi alanında da uygulamasını talep etmişti. Kongre siyasi "Sovyetler" (şuralar) sistemini reddetmeklt• beraber, sanayide iktisadi şuralann kurulmasını talep ediyordu. Bu "şura"lar aracılığıyla işçi, üretim üzerinde genel bir kontrol hakkı alacakb. Almanya komünistlerini oluşturan "Spartakovci­ ler"e karşı direnmek gerekliliği ile hükümet işçinin bu talt>bini kabul etti. 4 Mart tarihi ile "şura"lann sanayi üzerinde koııtrolii yetkisini bulunduran bir işçi müessesesi gibi değerlend irild i�i hükümet tarafından ilan olundu. Sonra bu esaslar 1919 spm•si 1 1 Ağustos' ta ilan olunan Almanya Cumhuriyeti anayasasına d ıı d .1hil oldu. Anayasanın 165. maddesi Almanya işçi hayatınd.ı yt•ı ı i bir dönem açmışbr. Bu maddede deniliyor ki: "Eşit haklara sahip olarak işçi, memurlar ve p a t ro n l.ı r, ı ıwsa i ücreti ile koşullarının tertibinde olduğu gibi, m fü•sst•st• n i n i k l i 57


MEHMET EMİN RESULZADE

sadi olarak da gelişme gerekçelerini ortak şekilde hazırlamak için getiriliyorlar. Ekonomik ve toplumsal çıkarlarını savunup sağlamak amacıyla her hangi bir müessesede işçi, şuralar kur­ maya hak kazanıyor ki bu şuralar da aynı cinsten sınai mües­ seseler dahilinde il işçi şuralarının ve işçi şuraları federasyonu kurarlar. İl ve federal işçi şuraları, patron temsilcileri ve baş­ ka ilgili sınıflarla birlikte il ve federal iktisat şuraları kurma ve oluşmasında katılacaklardır ki bu iktisat şuraları toplumsal mahiyette fonksiyonlara sahip olup, sosyalizasyon kanunlarını uygulayacaklardır." İktisadi ve toplumsal mahiyette olan en önemli kanun layi­ haları "Federal İktisat Şurası" nın incelemesine veriliyor. Aynı zamanda bu müessese kanun layihaları hazırlamak için girişim­ de bulunmak hakkına da sahiptir. Bunun gibi o belli araçlarla kendi görüş açısını Rayhştag' a karşı müdafaa ettirmek olanağına da sahiptir. Şu şekilde Almanya anayasasına göre paralel şekilde yaşayan iki türlü müessese vardır: Sade "işçi şuraları" ile (ma­ halli, il ve federal) "Karma İktisat Şuraları" (İl ve Federal) Fabrika şuralarına ait olarak 4 Şubat 1920'de yayınlanan ka­ nuna göre "şura"nın bilavasıta fabrikanın teknik hususlarına karışmak hakkı yoksa da, fabrika yönetim kuruluna bir iki söz sahibi temsilci sokma şekliyle fabrika yönetimini kontrol etmek olanağı sağlanmıştır. Müessese sahibine de üç defa işin genel du­ rumu ile gelecek planlar hakkında "şura"ya hesap vermek zo­ runluluğunda olduğu gibi, yıllık çıkar ve ziyan bilançosunu da buraya sunmalıdır. "Şura"nın, işçinin fabrikada işe alınması ve kovulması hak­ kındaki müdahale etmek hakkı da çok önemlidir. Müessese sa­ hibi işçiyi işe alma ve kovma hakkında dikkatli olmağa zorunlu olduğu esasları işçi şuraları ile birlikte kararlaştırmak zorunlu­ luğundadırlar. Şura kovulan bir işçiyi, itilafa zıt olarak kovul­ muş değerlendirilirse, o zaman bu ihtilaf "İtilaf Komisyonu"na 58


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

havale ediliyor ki bunun vereceği karar iki taraf için de kabul edilir. Başka hususlarda şuranın görevleri çoğunlukla savunma mahiyetlidir. Kanunun özel maddesi şura üyelerinin kişisel ko­ runmasını sağlamaktadır. Bu kanun özellikle komünistlerin eleştirisine maruz k a l m ış­ tır. Hıristiyan sosyalistler ise aksine bu kanunu savunmuşlard ı r. Onlarca bu kadarla kalmamalı, işçiyi müessesenin kanancı i le mülkiyetine de ortak ettirmelidir. Bu şekilde onlar sınıflar ara­ sındaki mücadeleyi hafiflettirmek maksadını güdüyor ve sosy;ı ­ lizm ile mücadeleyi kuvvetlendirmek istiyorlar. 5 Temmuz 1920'de akdedilen sendikalar kongresi fabrika şu­ raları hakkında aldığı kararlarda diyor ki: Fabrika şuralarını n işi 1 . Emtianın üretim ve tüketimine ait mekanizmayı tümüyk· öğrenmek; 2. Müessesenin yönetmesini vahit bir plan üze� k u r­ mak, 3. Toplumsal ve siyasi mahiyette olan meseleleri haletmek ve 4. Fabrika şuraları üyelerinin iktisadi bilgilerini genişlend i r­ mekten ibarettir. Bu takrirde deniliyor ki "iktisadiyatın kapitalist düzen l e nw ve idare prensipleri öğrenmiş işçinin miktarı çoğaldıkça "işçi h.ı ­ reketi" direnişi de o oranda artacaktır. Burada Almanya hareketi için fabrika şuralarının içerd iği l ' ı ı önemli bir hayat noktası söylenilmiştir. Şüphesiz ki bu şur a l . ı r toplumsal bir okuldur. B u okuldan mezun olmak için çok z a ı ı ı .ı ı ı ister. İşçi sendikaları 4 Şubat kanununu iyice uygulama k i ı,' i ı ı büyük kurum kurmuşlardır. Birçok şehirlerde hazırl ı k ku rsl.ırı açılmıştır. Bu kurslarda fabrika şuralarında çalışacak li yl'h·r l ı. ı zırlanmaktadır. Bu üyelere oldukça geniş iktisadi v e ll•k ı ı i k l ı i l giler veriliyor. "Münster" darülfünunu aynı yanında l ı ı ı . ı ı ı ı . 1 1.- l . ı özel bir fakülte kurulmuştur. Aynı zamanda bu a ııııu,· 1 . ı pı• !... 1,·1 1 ı... uzmanlık ve bilim mecmua ve gazeteleri de yayı ııl.ı ı ı ı y u r. Avusturya kanunu da, yukarıdaki yazıdan a ıı l .ı�ı l d ı �� ı g i lı i , Almanya kanunundaki esasları içermektedir. 59


MEHMET EMİN RESULZADE

Fabrika komiteleri veya "şura" ]arı yeni kurulan Avrupa ülkelerinden, sanayi hayatı ortaya çı­ karılmış Çekoslovakya' da da vardır. Fakat mahiyetine göre Çek kanunu Almanya kanununa göre daha az radikaldir. Norveç'te, kanun, bir müessesedeki işçiden dörtte biri isterse, fabrika komitesinin oluşmasını uygun görüyor ve bu komite an­ cak şura şeklinde olan bir mahiyete sahiptir. Lüksemburg kanununa göre de fabrika şuralarının mahiyeti şura şeklindedir. İtalya' da, savaştan sonraki karışıklık senelerinde Ciyoletti kabinesinin bu mesele ile ciddi bir şekilde uğraştıkları malum­ dur. Ciyoletti fabrika şuraları ile "Yüksek İktisat Parlamento" kurmuştur. Bu müesseselerin görevleri ile kurulma tarzları -aşa­ ğı yukarı- yukarıdan beri naklettiğimiz prensipleri içeriyordu. Şimdiki durumda bile, faşizm prizmasından geçmek şekliyle olsa da, işçi sendikalarının İtalya' daki rolü büyüktür. Bu alanda Avrupa ülkelerinin -kendi önemi ile uyumlu ola­ rak- bir dereceye kadar geride kalan Fransa' dır. Fransız işadam­ larmdan Edward Phelan isimli uzman bir şahıs mühendis ve fab­ rikacı "Avrupa Meselesi ve Onun Halli" isimli eserinde harpten sonraki Avrupa sanayi bunalımını tasvir ettikten sonra, bu bu­ nalımın halli için, birer çare olmak üzere, demokrasinin siyaset alanının inhisarında olmayıp, iktisat alanına da uygulanmasını talep ediyor. Tarafsız bir iş adamı ve uzman olmak sıfatıyla fab­ rikalarda uygulanacak demokrasinin çok büyük yararlar vere­ ceğini Phelan deneyime dayalı bir kanı kuvvetiyle söylüyor. O, 1925'te yayınladığı bir kitabında Amerika deneyiminden takdir ederek bahsediyor. İşçiyi fabrikanın karma ortak ettirmek ve kendileri ile insani davranışta bulunmak işçiye fazla maaş ver­ mekten ibaret olan "Fordizasyon"un çok olumlu sonuçlara se­ bep olduğunu kıymet vererek iddia ediyor ve kendi fabrikasında uyguladığı bazı deneyimlerin de yararlı olduğunu zikrettikten Diğer Avrupa Ülkelerinde:

60


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

sonra, işçiyi yalnız kara ortak ettirmek değil, fabrikanın yönet­ mesine alıştırmayı da ekonominin gelecekte gelişmesi için gerek­ li buluyor. Bu yola girmezse, Phelan'a göre, Avrupa ve özellikle Fransa sanayi bu alanda dev adımları ile ilerleyen Amerika ile rekabet edemez ve iktisadi kökleri üzerinden kaymış bulunan siyasi demokrasi de tehlikeye maruz kalır. Düşünce alanı ve iş itibari ile ekonomiyle çok da alışık olma­ yan Fransız düşünürlerinden ruhbilimci Gustave Le Bon bile Amerika'nın bu üstünlüğünü önemseyerek yazmışhr. VII

Parlamentarizmin Bunalımı �

Demokrasi kavramının gelişim süreci, bununla birlikte, hukuk anlayışının gelişimi ve sonra demokrasinin sade siyasi ala­ na inhisarı ile iktisadi ihtilafların haledilemediğini, sınai hayatta bile demokrasi prensiplerinin uygulamakla başlandığını söyler­ ken, "Demokrasinin Bunalımı" hakkında söylenen bu kadar söz­ ler arasında bir hakikati biraz aramak boşuna sayılmaz. Şüphe­ siz, yan etkileri belirgin şekilde his olunan bir hastalığın harptL'n sonraki dünyayı sardığını itiraf etmeliyiz. Bu hastalığın teml'li­ ni dünyanın sarsılmış ekonomisinde aramalıdır. Birinci Dünya Savaşından önce sanayi son derece gelişmiş olan ileri ülkell•rdl1 günden güne sıklaşan sınıf bunalımlarını halletmekte zorluk 4-'l'­ ken demokrasiyle, Birinci Dünya Savaşının ardından artık b ü t l i ı ı sertlik ve şiddetiyIe kabaran bu meselelerin bu güne kad a r u y gulanan yönetim usullerini denetleyip değiştirmeden, çlizii p V l ' tesviye etmeyi başaramadıklarına gün geçtikçe yetinnwyl' h.ı ı;; l.ı dılar. Demokrasi, malum olduğu üzere, sade şekilden ihart'I dı·­ ğildir. Bu, eğer isterseniz, şekilden ziyade manayı i fadl' l'dl'r. 1 >l· · mokrasi her şeyden önce belli bir fikir sistemidir. 13u fi l...i r s i sh•nı i ­ nin takip ettiği gaye ülke yönetiminde, zaman z a m a n d q� i � n w ·

61


MEHMET EMiN RESULZADE

leri zorunlu olan gelişmiş ve aydın grupların bir birilerini ardıl etmelerini kolaylaştırmağa yardım eder. Büyük sanayinin bütün kuvvetiyle gelişmediği, demokrasi müesseselerinin hala gelişime başladığı ve Siyasi Liberalizm ile İktisadi Liberalizm ekollerinin düşünceler üzerinde ikirciklenmeden etki bıraktıkları zamanlar­ da, vatandaşlarının siyasi eğilimlerini kamuoyuna dayalı şekilde şu veya bu şekilde temsil eden Parlamentarizm görevini yeterli şekilde ifa ediyordu. Toplumdaki iktisadi ihtiyaçları ve bu ihti­ yaçların gerektirdiği siyasi gayeleri uzlaştırmak için, sistem ve sınıf oluşumu ve organ oluşturması hala ilkel halde bulunan Av­ rupa ülkelerinde ayrı ayrı vatandaşların, daha sonra siyasi parti ve zümrelerin siyasi haklarını geniş ve parlamento seçimlerine katılımların tam şekilde sağlamak tümüyle yetiyordu . Çağdaş dünya ekonomisindeki bireysellik ve liberalizm devrini atlaya­ rak, zümre kuruluşları ve meslek organların oluşturması devrine girince mesele değişti. Sosyal hukuk anlayışı güçlendikçe sade birey hukuku temsil şeklinde oluşan parlamentarizm, çağdaş de­ mokrasi zarfının doğal bir zarfı olmak özelliğini kaybetti. Gelişi­ min ilerlemesi oranında artan işbölümü sonucunda varlık bulan bin türlü iktisadi ve sosyal zümre oluşmaları, siyasi hayatta sade bir birey şeklinde temsil edilmeyi yeterli görmediler. Ferdi temsil ile birlikte, içtimai temsil esası da uygulanmalı idi. Yoksa sade bireysel temsil ile oluşanlar parlamentolar çağdaş toplumun çok zor ve aşırı ihtiyaçlarını algılamaktan ve tatmin etmekten aciz kalacaklardı. 1. Dünya Savaşından sonra tanığı olduğumuz top­ lumsal bunalımların tekçe anlamı budur. Sırf bireysel temsil üze­ rine kurulan demokrasinin zarfını oluşturan "Parlamentarizm" ile hakiki demokrasiyi oluşturan toplumsal zümreler ve bunla­ ra özel iktisadi çıkarlar arasında derin bir uygunsuzluk vardır. Demokrasi zarfı büyümüş, genişlemiş, kavaramı gelişmiş ve bu evrim kendi ifadesini hukuk kavramının yeni anlayışında bul­ muştur; demek ki demokrasi zarfı hem madde, hem de mana 62


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

açısından büyümüştür; Halbuki zarf o oranda büyüyememiş, eski şeklinde kalmıştır. Bundan dolayıdır ki, biz büyük bir "bu­ nalım" a tanık oluyoruz. Fakat bu bunalım demokrasinin de�il, parlamentarizmin, mananın değil, şeklindir. "Parlamentarizm" bunalımının ne yolda halledileceğini yu­ karıdan beri takip ettiğimiz fikir zinciri ile hayattaki olaylar üze­ rinde yaptığımız kısa tetkik bize göstere bilir mahiyettedir. Yu ka­ rıda da söylediğimiz sebeple bu bunalım, demokrasinin siyaset bilimi alanından diğer hayatın diğer aşamalarına ve özellikle ekonomi alanına yayılmasıyla hal olunacaktır. VIII

İktisat Parlamentolarına Doğru Altıncı kısımda biz sanayide uygulanan demokrasileşme olaylarını söyledik. Avusturya sosyalistlerinden Otto Bauer ile Adler fabrikalarda uygulanan "karma komiteler" ile "İşçi Şu­ ra"ları uygulamalarının teorilerini de hazırlaşmışlardır. Bu te­ oriye göre siyasi demokrasinin oluşması ile iktisadi veya d a ha kısa anlamıyla sınai demokrasinin oluşması arasında pek büyük bir benzerlik vardır. Nasıl ki başlangıçta toplum içinde oluşan toplumsal zümreler tarafından günden güne kuvvetlenen ka­ muoyunun etkisi ile bütün iktidar ve egemenliği kendi elleri ndl' bulunduran hükümdar bazen kendi zekalarının uzak gören l i v i , bazen d e isyanlar ve ihtilaller (devrimler) gibi zorlayıcı olayl.m ıı baskısı altında olu.şturdukları yasa koyma meclislerle kt•ndi l ı . ı h. ve yetkilerini sınırlandırmışlardır; öyle d e büyük bir fo lı rih..ı ı ı ı ı ı birer iktidar sahibi olan patronlar, işin ve zamanın gereksi ıı i ın lı •­ rine tabi olarak, kendi istek ve yönetimleri yanında, zikn•dill'ıı örneklerde gördüğümüz gibi, fabrika "Mebusan" ı ik• /\ya ıı " ı ı ı ı ıı kurulmasına razılık vermiştir. Bugüne kadar gördi.i ğ i i m iiz i i r­ neklerde, fabrika sahibinin "Mutlakıyet İdaresi" yl'riııdl' " M l'�63


MEHMET EMİN RESULZADE

ruti Bir İktisat İdaresi"nin kurulduğunu görüyoruz ki, bu hare­ ketin ileride "İktisadi Fabrika Cumhuriyeti" ne kadar varacağını da tahmin edebiliriz. "Karma Komiteler" veya "İşçi Şuraları" gibi müesseselere kendi içlerinde yol vermemiş bulunan fabrikaların bile, demok­ rasi fikirlerinin yaygınlaşması ve işçi sendikaları aracıyla kendi çıkarlarını, mevcut olan kanunların içinde savunmayı öğrenmiş bulunan işçinin teşkilatmış hale gelerek, grev gibi etkili bir silaha başvura bilmesi gibi toplumsal faktörlerden etkilendiğini bilme­ yen artık yoktur. İktisadi demokrasinin en büyük propagandacıları, şüphe yoktur ki profesyonel işçi sendikalarıdır. Sendika kuvveti ik­ tisadi bir kuvvet olarak meydana gelmiştir. Hatta sendikalizm sistemi profesyonel işçi teşkilatının siyasetle uğraşmasını bile zararlı bulmaktadır. Fakat ne olsa da bir kere oluşmuş bu kuv­ vet, ister istemez, siyasi bu kuvvet haline dönüşecektir. Şim­ di bile bireylerin siyasi bir hak temsilleri yanında profesyonel işçi sendikaları temsilcilerinden ve iktisat erbabından oluşan iktisat parlamentolarının uygulaması yolunda bir sıra giri­ şimler vardır. Toplumsal reformların sırf diktatörlük gücüyle uygulandığı Mussolini İtalya'sında bile, işçi sendikalarından büyük şekilde istifade ediliyor. 1923 senesinden itibaren İtal­ ya' da "Ulusal İktisat Şurası" kurulmuştur. Bu "şura" kendisini birçok yararları kararları ile tanıtmıştır. Fakat gelecek İtalya' da bu "şura" dan ziyade Mussolini tarafından tasavvur olunan bir esnaf müessesine aittir ki ona aynı zamanda kanun koyma yet­ kisi de verilmek isteniyor. " Büyük Faşist Merkezi" tarafından onaylanan Mussolini projesine göre İtalyan "Senato" su pek esaslı bir değişime uğruyor. Senato üyelerinden yarısı hüküm­ dar tarafından seçiliyorsa da, diğer yarısı esnaf ve uzmanlık korporasyonları, yani profesyonel sendikalar "Esnaf Cemiyet­ leri" tarafından seçiliyor. 64


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Yukarıda zikredilen iktisat şurası ise mevkisini işbu temelini yeniletmiş olacak "senato"ya terk edecektir. İspanya' da kurulan "İktisat Şurası"run görevi mesleki temsil esası üzerinde kuracak iktisat parlamentosunu hazırlamakhr. Cumhuriyet Hükümeti tarafından kurulmasına girişilen "İktisat Meclisi" de böyle bir fikrin başlangıcını oluşturur. Almanya anayasasında kayıtlı ve yukarıda söylediğimiz 165. Maddenin amacı da iktisadi parla­ mento gayesinden esinlenmiştir. Bu fikir Çekoslovakya anayasa­ sında yer bulduğu gibi, Polonya anayasasında da yer bulmuştur. Avrupa' daki radikal reformları dikkatle takip ve hemen şu veya bu şekilde uygulamada gecikmeyen Japonya da "İktisadi Şura" kurmasında mesleki temsil esasını uygulamıştır. Anayasa hukukçularından Leon Duguit sendikanın aslında iktisadi bir güç olarak meydana gelmesine ra�men, hal hazırda hükümranlık gücü halına dönüşeceğini evrim dönemine girdi­ ğini iddia etmektedir. Leon Duguit'ye göre sendikanın hükümet yönetimine mükellef yasa koyma müesseselerde temsil edilmesi toplumsal bir gereksinim haline gelmiştir. Leon Duguit bu gerek­ sinimi hukuki bir yargılama sonucunda takdir ediyor. Kamuoyu araayla, Fransız hukukçusuna göre yalnız bireylerin temsil ettiği siyasi çıkarlar temsil olunuyor. Halbuki bireysel hukuktan kaynak­ lanan bu temsil hakkı yanında, sosyal hukukla ilgili, bir de çıkarla­ rın mesleki temsili vardır ki modern demokrasinin hakiki denge­ sini kurmak için bu temsil hakkından da yararlanmak gereklidir. Onun düşüncesine göre "bugünkü gençlerin kavrayacakları bir gelecekte partilerin rüspi temsili yanında bir de çıkarların meslek temsilciliği, yani sendika ve sendikaların birleşik kurulu halinde oluşan farklı toplumsal sınıfın bir temsili tertip edilecektir." Fransız sosyologlarından Hubert yeni yayınladığı bir kita­ bında bireyler ile arabulucu heyetler ismini verdiği ve mesleki toplumsal ve iktisadi organ oluşturmaların önemlerinden bah­ sederek "bu iki başlangıcın gerek devletin temelinde, gerek top65


MEHMET EMİN RESULZADE

lumsal bünyenin esaslarında itilafta olmaları gereklidir" diyor. Onun da tespitine göre "hali hazırda siyasete ancak bireysel is­ tekler nüfuz edebiliyor. Bundan dolayı siyasi güç aciz ve zayıfhr (Parlamentarizmin Bunalımı). Siyasi güç sade bireylerin değil, bütün arabulucu heyetlerinde temsilcisi olmalıdır. Halbuki işçi sendikaları ile patron sendikaları mecliste hiçbir şekilde temsil edilmemişlerdir." Hubert meselenin sade iktisadi mahiyette olan "arabulucu heyetler"in temsili ile de hallolunacağına razı değildi. Ona göre "Almanya'nın ortaya çıkarmağa çalıştığı Yüksek İktisat Meclisi yanlış bir fikirden, bütün toplumsal bünyenin yalnız iktisadi fa­ aliyetten oluştuğu fikrinden doğmuştur." Halbuki Hubert'e göre iktisat değerleri dışında olan toplumsal değerler de çoktur. "On­ ların siyasette temsil edilmek hakları olmalıdır."2 1919 senesinde Fransa mesai konfederasyonu Fransa iktisa­ di ve mali durumunu ıslah yetkisine dair bir "İktisat Şurası"nın kurulmasını gerekli görmüştü. Bu şura zanaatkar, sermaye sa­ hipleri, teknisyenler, iktisatçılar, tüketiciler ve hükümet temsil­ cilerinden ibaret olacaktı. 1924 senesine ait ikinci proje de aynı esaslar üzerine dayanmıştı. Mesai federasyonunun yalnız mer­ kezi "şura" değil, aynı zamanda İl Şuraları kurulmasını düşün­ müş olduğunu da söylemeliyiz. Bu hususta hü kümet ile federas­ yon arasında ihtilaf çıkarak nihayet 1925 senesinde sonuçlanan bir itilafa göre kurulan "Milli İktisat Şurası" mesleki temsil esası üzerine kurulsa da, yetki itibariyle şura şeklinde olan bir mahi­ yette kalmıştır. "Milli İktisat Şurası" üzerine cereyan eden tartışmalar vakti ile Fransa Mebuslar Meclisine yansımış ve Mayıs 1920 tarihinde bu konuyla yüzleşen Mösyö Sonja Mark demiştir ki:

2

Hubert'e ait bölümler Muhammet İzzet Bey'in Hayat'ın 65. numarasında yayınlanmış makalesinden alınmıştır.

66


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

"İşçinin büyük bir sayısının talep ettiği şey, organlaşmış iş­ çinin veya daha doğrusu, elişleri mesleği olsun, fikri meslekler olsun, el veya fikir işçilerinin ara sıra fikirleri yoklanılan ve ve­ recekleri fikirlere uyamaya bilen birer güç değil, fakat tümüyle milli güce dahil birer güç şeklinde anlaşılmasıdır; o şekilde ki si­ yasi temsili oluşturan bizlerin yanında ülkenin iktisadi çıkarının da temsili bulunmalıdır. Bu temsil, öbürü kadar doğru bir tem­ sildir. Meclislerin ikiliği bugünde mevcuttur. Siyasi Ayan Mecli­ simizin yerine Mesleki Ayan Meclisi talep ediyorum. Sanıyorum ki, dünyanın tüm milletleri için ihtilalların hareket noktası olmuş olan 1. Dünya Savaşından sonra, 1 875 a n ayasam ı zı n hiçbir şey değişmemekle pek ihtiyatsız h a reket e t m i ş ve ga r i p b i r şekilde kısa görüşlü olduğumuzu ispat etmiş o l u ruz. B u n d a n d o l a y ı ikili bir temsil esasını talep ederim. Siyasi temsi l i le bL•rabc r, tümüy­ le çıkarları, sermaye sahibinin olduğu gibi, işçinin dl' ç ı ka r la rı n ı içeren iktisadi temsil." Bu nutukta da demokrasinin gelişmesinin ne gibi müessese­ ler ortaya çıkaracağı ve parlamentarizm bunalımının hangi bir formaya dönüşmekle halledileceği gösterilmiştir. Radikal-de­ mokrasicilik, malum olduğu üzere, Ayan Meclislerini n aley­ hindedir. Ünlü demokrasi mefkuresine göre ideal, bir meclisli ve genel oy ile oluşan parlamentodur. Demokrasi aşağı sınıfla­ rın kontrolünden ibaret olan, hukuk hükümdarı ile seçkin sı­ nıfların, toplumsal yeni güçlerin saldırılarına karşı bir tür mu­ kabele eden "Ayan Meclisleri"ni reddetmekte haklıdır. Faka t sözün modern anlamıyla, meydana gelmiş üretici zanaatkarla­ rın temsilcilerinden ibaret "İktisat Parlamentosu" na benzer bir kontrol müessesesine gelince, iş başkalaşır. Öteki halk ki tleleri­ nin büyük bir azim ve heyecanlı bir saldırı ile siyaset hayatına atılmasına karşı değişiklik rolünü işleyen bir koruma gücüdür, bir yeni ise iktisadi esasları üzerinden kayan ve yeni ihtiyaçla­ rı hakkı ile tatmin edemeyen siyasi bir ideolojinin yeni hayat 67


MEHMET EMİN RESULZADE

kuvvetlerini engelleyen muhafazakarlığını değişmek için dü­ şünülmüş bir kontroldür. Öteki Avam Kamarasının hararetini alıyor; bir yeni parlamentoya daha ziyade hayat ve elastiklik vermek istiyor. Parlamentarizmin geçirdiği bunalımı siyasi temsil hakkı bi­ reylerden almak ve tümüyle mesleklere inhisar ettirmek şek­ liyle halletmek isteyenler gibi mesleklere temsil hakkı vermek hakkını mutlak surette reddeden teorisyenler de azınlıktadırlar. Birinciler sırf sosyal hukukun egemenliğini, diğer tabirle kolek­ tivizmi propaganda yapanlar, ikinciler de eski liberal ekolunun bireysekiliğine sadık kalmış olanlardır. Zamanın hakikati ise ne onlarla, ne de bunlardadır. Bu ikisi arasını uzlaşhran daya­ nışmacılardadır. Dayanışmacılara göre genel oya dayalı siya­ si temsil esasi üzerine kurulmuş Mebusan Meclisinin yanında toplumsal sınıflara özel iktisadi çıkarları temsil eden kuruluş­ ların temsilcilerinden ibaret ikinci bir fikri meclis de esas itiba­ riyle kabul edilendir. Leon Duguit'nin dediği gibi "Bireylerin nispi temsili yanında mesleğe dayalı temsile de geniş bir mevki verilmelidir."3 IX

Sınıflar Arasında Dayanışma Amerikalı yazar Arthur Twining Hadley "Demokrasi ve Mesail-i İktisadiye" (Demokrasi ve İktisadi Meseleler) isim­ li eserinde4 sınıflar arasındaki karışıklığın gidermesi toplum

3

4

Hubert, bireylerin iradesini temsil eden ve siyasi partilerin tarafından kurulan Mebusan Meclislerinin yanında kolektif heyetlerden kaynaklanan bütün kuvvet şekillerinin faal bir terkibinden ibaret olan Ayan Meclislerinin olmasını lazım görüyor. Hüseyin Cahit Bey tarafından çevrilmiştir.

68


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

içinde gerçek bir denge ve barış sağlamak için pek doğru bir formül veriyor. Bu formüle göre "sermayedarlarda mülkiyet hakkının adeta kutsal bir şey olduğu kanaati, işçilerde de kıy­ meti ancak çaba ile amelin ürettiği zannı ortadan kalkmadıkça sınıflar arasında hakiki bir dayanışma fikrini genellemek im­ kan haricindedir." Dayanışmacıların (solidaristlerin}, yaygınlaştırdıkları usul ile Amerikalı yazarı formülü tümüyle mutabıktır. Her top­ lumsal bir müessese gibi, mülkiyet müessesesi de zaman et­ kisi ile değişmeğe mahkumdur. Ne kadar sosyalist olmayıp, mülkiyet prensibini esasen kabul etmiş olsak da, arazi kıtlı­ ğından ıstırap çekmekte olan yoksul köylülerin mevcut oldu­ ğu bir ülkede ziraat topraklarını meyy it halinde bırakan orta çağların büyük çiftlikler "Latifund" sahibinin mülkiyetlerini el sürülmez bir kutsallıkla tanımayız. Nitekim fabrika sahibi kendi mülkünün sahibidir diye onun işçiyi istediği şekilde sö­ mürmesine de meydan veremeyiz. Hükümetin ve toplumsal müesseselerin hayatının bu sayfasını tertip etmekte haklı ol­ duğu fikrini kabul ederiz. Bununla beraber, toplumbilimsel Rus mekteplerinde ve özellikle komünizm ideolojisinde özel şekilde propagandası yapılan diğer aşırı teorilerle de mücadele ederiz. Bütün kıy­ metleri yalnız çalışmaya döndürüp de işçiden başka kimsenin yaşam hakkına sahip olmadığı fikrini çürüterek sınıf mücadele­ sini yapay surette alevlendirmek istemeyiz. Avrupa sosyalizmi bile, geçirdiği birçok deneyimden sonra, ihtilalci sosyalizmin toplumsal ve tarihi ilişkiler üstünde ileri sürdüğü bu soyut ha­ yalin tümüyle iflas ettiğine ikna olmuştur. Ülkesi yabancı bir düşmenin kanlı istilası altında inleyen bir milletin bireyleri hiç­ bir zaman ulusal birliği içerisinden patlayan böyle bir mefkure arkasından koşamaz. Bizce her türlü reformları engelleyen eski kafalı gericiler ulusal birlik, ulusal gelişim ve ulusal bağımsız69


MEHMET EMİN RESULZADE

lık için zararlı oldukları gibi, ulusal birlik ve bu birliği oluştu­ ran sınıflar arasında dayanışma ve barışı inkar ile sınıf mücade­ lesini ateşleyen komünistler de aynı derecede zararlıdırlar. Biz her türlü sınıf diktatörlüğünün aleyhindeyiz. Amacımız mille­ tin birliği, bağımsızlığı ve azaldığıdır. Bizi bu amaca doğru gö­ türen vasıta ise geleceği hiç de şüphe götürmeyen dayanışmacı demokrasi mefkuresidir! Yaşasın Demokrasi!

70


ULUSAL DAYANIŞMA

• •

zgürlük prensibi mülkiyet esasının uygarlık tarihinde oynadıkları büyük rol malu mdur. XVI I I . yüzyılın sonlarıyla XIX . yüzyı l başlarında bilim, fen, felsefe ve estetik al anında görülen parlak başarıların anası "özgü rlük"; onln rla bi rlikte yürüyen sanayi devrimi sonucundaki maddi ternkkiler ile ik­ tisadi gelişmeyi doğuran da "mülkiyet" olmu ştu r. Siyaset alanında Fransız devriminin ilan ettigi "insan hak­ ları" beyannamesinde, iktisat alanında da Manchester okuluna mensup iktisatçıların "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" şeklindeki formülleriyle esaslandırılan bu prensipler burjuva devriminde kahramanlıklar yaratan liberal düşünüş ideolojinin esasını oluşturmuştur. İnsanı, Orta Zaman geriliğinin siyasi, dini ve iktisadi üç katlı zaruret ve esaret kayıtlarından kurtaran ve bireye toplum içinde layık olduğu vatandaş konumunu veren kuvvet liberalizmin za­ feri olmuştur. Liberalizm, devletin vatandaş üzerindeki hakimiyetini en az dereceye indirip, onu yalnız dahili asayiş ile harici emniye­ ti temin eden, toplum hizmetinde ve kontrolünde bir müessese görmek istemiş; dinin dünya işlerinden ayrılığını talep ederek, vicdanların her türlü baskıdan serbestliğini göze almış; iktisadi alanda da şahıs girişiminden bağımsızlığına saygıyla mülkiyetin kutsallığını ilan etmiştir.

O

71


MEHMET EMİN RESULZADE

Liberalizmde esas ideal, bireylerin en çok özgürlüğü ve dev­ letin vatandaşlar arasındaki karılıklı ilişkiye en az müdahalesi­ dir. Şahsi teşebbüslerle, mülkiyet hakkını çürütüp sınırlandıran herhangi devlet müdahalesi, bu ideolojinin klasik anlayışınca, kesinlikle uygun değildir. Liberal devlet belli bir zamana kadar, tarihi vazifesini başarıy­ la görmüş, feodalizm sistemine bağlı kalan toplum kuvvetlerinin her alanda açılarak, ilerlemesini sağlamıştır. Fakat her tarihi toplum türü gibi, zincirlerini kırarak büyük bir hızla ilerleyen liberal toplum da içindeki çelişkili kuvvetlerin büyümesiyle toplumsal yeni çelişkiler karşısında kalmıştır. Başıboş rekabet esasına dayanan liberal üretim sistemi giri­ şimci ve egoist bireyler arasında sınır ve ölçü bilmez bir mücade­ leye meydan vermiştir. Bu ise bildiğimiz kapitalizmi doğurmuş ve ona bağlı sosyal bütün çelişkileri kanatlandırmıştır. Sözde siyasetçe özgür, manevi bakımdan özgür ve iktisat bakımından özgür olan vatandaşlar, işte yarını meçhul, bir dilim ekmek ka­ zancının esiri bir hale gelmişlerdir. Görünüşte hakimiyet "halkın oyuna" dayanan parlamento içinden doğmuş "sorumlu hükü­ metler" de ise de, hakikatte asıl hakimiyet yeni para aristokra­ sini denilen bankacılarla fabrikacıların elinde. Bir tarafta göz kamaştırıcı efsanevi zenginlik, öbür tarafta ise yürek yakan bir yoksulluk ve sefalet. Sınıfa karşı sınıf. İç mücadele. Vatandaşlar bıçak-bıçağa. Liberal devlet bizzat kendi ideolojisinin ürünü olan kapita­ lizmin doğurduğu bunalımla mücadeleden acizdir. Bu çelişki­ ye gene toplum içerisinde doğan yeni güçler karşı geliyorlar. Kapitalizmin doğurduğu proletarya sınıfına dayanan devrimci sosyalizm ideolojisi doğuyor. Diğer adı komünizm olan bu ide­ olojiye göre, burjuva toplumunu ıstıraplar içinde tutan şey libe­ ralizmin üretim alanındaki anarşiye izin veren bireyselciliyidir. Üretim araçları üzerindeki şahıs mülkiyeti hakkı baki kaldık72


İHTiLALCi SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

ça- komünistlere göre- insan toplumunun ıstırabına son gelmez. Toplumların bir millet ve devlet içinde birlikleri- onlarca- söz ko­ nusu olamaz. "ne millet var, ne devlet. Bu ancak çalışan kütleleri kullanmak için kapitalist ideologları tarafından uydurulmuş bir yalandır. Var olan sınıflardır. Liberal devlet, kapitalistlerin ha­ kimiyetini örtmek için, yüzüne vatan, bağımsızlık ve vatandaş özgürlüğü maskesi takmış sınıf hakimiyetinden başka bir şey değildir. Bunun için de, Marks' a göre, işçilerin ne vatanı var, ne de milleti. Vatan ve millet duygusundan yoksun olan bu yeni insanlar zümresi- proletarya- burjuva "diktatörlüklerini" devi­ rerek, kendi hakimiyetini kuracak ve yavaş yavaş bütün sınıfları ortadan kaldırarak sınıfsız ve çelişkisiz bir toplum yaratacakmış. Özgürlük ve mülkiyet prensipleri üzerine kurulan uygarlığı bütün eserleriyle inkara kalkışan bu aşırı cereyan, yeni bir abso­ lutism (mutlakıyet) ideali doğuruyor ki, onun en mükemmel ve en amansız temsilcisi komünizm ve Rusya'daki örneğiyle Bolşe­ vizm'dir. Sınırsız liberalizmin, çelişkilerle dolu, kendini içinden kemiren anarşik kapitalist sistemine döndüğünü çağdaş liberallerden ve li­ beral demokrasi ideologlarından, birçoğu bile itiraf etmektedirler. Devletin sade bir "gece bekçisi" rolünde olmayıp, toplumun tan­ ziminde aktif rol oynayan asri zamana uygun en mükemmel bir müessese halinde bulunmasını isteyen düşünürlerin başında He­ gel gibi geçen yüzyılın parlak dimağları durmaktadır. Anarşik kapitalizmden doğan çelişkileri ıslah için, millet ve devlet fikrini kökünden baltalayan Marksizm' in aşıladığı komü­ nizm ihtilalına kesinlikle gerek yoktur. Kötülük bizzat özgürlük ve mülkiyet prensiplerinde değildir. Nitekim bu prensiplere harp ilan etmiş bulunan komünizm devriminin Rusya' da vücu­ da getirdiği cehennemlik hayat mutlak kolektivizmin, mutlak liberalizminden, kıyas edilmeyecek derecede, fasit bir sistem ol­ duğunu meydana koydu. 73


MEHMET EMİN RESULZADE

Şu takdirde sonuç kendi kendine doğuyor: Ne bireysel özgür­ lük şahsi mülkiyetinden doğan kapitalist anarşisiyle sermaye istibdadı, ne de insanları benliğinden çıkararak, bir köle ve ma­ kine haline getiren komünizm esareti! Ne mutlak liberalizm, ne de mutlak kolektivizm! O halde: İkisini uzlaştıran Solidarizm Dayanışma. Dayanışmacılıkta çağdaş uygarlığın temelini oluşturan öz­ gürlük, şahsi girişim ve mülkiyet esasları bakidir. Fakat aynı zamanda devlet, mutlak liberalizmde olduğu gibi, bireyler, sı­ nıflar ve zümreler arasındaki ilişki ve mücadelelere lakayt, sırf zabıta vazifesiyle yükümlü bir müessese değildir. Bu sistem­ de özgürlük de, mülkiyet de mutlak değil, şartlıdırlar. Şart ise kamunun çıkarı ve devletle milletin selametidir. Şahsın olsun, zümre veya sınıfın olsun özgürlüğü, topluluğun yüksek çıkar­ ları ve özgürlüğünü bozmamak şartlarıyla çerçevelenmiştir. Li­ beralizm bu hududu bir şahsın özgürlüğüyle diğer şahsın öz­ gürlüğü arasında ancak itibar ediyordu; bunun için de devletin vazifesini sade bir zabıta ve mahkeme derecesine indirmek isti­ yordu. Solidarizmde ise devlet milletin temsi lcisi ve toplumda­ ki ilişkilerin düzenleyenidir. Şu suretle, solidarizm, özgürlük ve mülkiyet müesseselerinde koyulmuş tabii girişim ve ilerleme ham lelerini zedelemeden, ka­ pitalizmin liberal sistemde kamu çıka rı zararına işleyen aşırılık­ larının önüne geçmek vazifesini devlete veriyor. Sınıfları esas olarak alan komünizm gibi, bireyleri önemseyen liberalizm de kozmopolit ve enternasyonaldir. Solidarizm ise ulusaldır. Çünkü sade şahısların ve sınıfların maddi çıkara bağlı özelliklerini değil, sınıflar ve bireyleri bir toplum haline getiren manevi güçlere büyük kıymet veriyor. Bu manevi güçler ise mil­ let ve devletlerin gerçekleşmesinde birleştirici etken olarak etki bırakan dil, din, tarih, genellikle kültür ve ortak ideal gibi mane­ vi ve ruhsal kuvvetlerdir. =

74


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Liberalizm uygarlığın ruhunu bireyin yaratıcı egoizminde gö­ rür. Komünizm ise bunu sınıf egoizmine dönüştürür; solidarizm ise uygarlığı birey egoizmiyle toplum çıkarları arasındaki ahenk­ ten ibaret bilir. Liberal toplumda başkasını düşünmek (Altruism: diğerkamlık) kahramanlıktır. Solidarizmde ise bu bir vazifedir. Kültür ve tarih bağlarıyla manevi birlik oluşturan bir milletin bireyleri, topluluğun ortak çıkarlarını korumak için kendi şahsi hırs ve çıkarlarını hudutlandırmak zorundadırlar. Topluluğun çıkarlarını temsil eden müessese devlettir. Bireyin manevi ben­ liğini oluşturan ortaklı bütün değerlerin kaynağı ulusal camia, onu temsil eden de devlettir. Birey, diğer bireylerle ortak olduğu bu manevi benlikle kendine özel çıkarlardan ibaret maddi benlik arasında ihtilaf çıkınca, maddiliğini maneviliği ne feda etmek zo­ rundadır. Özgür ve mükemmel insan olmak faziletinin hükmü bundan başka olamaz. Devletler, milletler ve toplu ml<ır ancak "canlarını cananlarına feda edebilen" bu gibi azaya sah ip olduk­ ları zamandır ki kalıcı olabilirler. Mademki milletçiyiz, diyoruz; mademki ulusal devlet bağım­ sızlığını müdafaa ediyoruz, o halde bizim için ne kozmopolit liberalizme ve ne de komünizme tahammül caiz olamaz. Bizce müdafaa edilecek yegane sosyal sistem ulusal dayanışma siste­ midir.

75



MİLLET OLMAK AZMİ

illet anlamını ifade için dilimizde iki söz vardır: Milliyet ve Millet. Bunlardan birincisi lisani, dini, ırki, kavmi, tarihi, coğrafi, iktisadi ve siyasi amillerin tesiri ile meydana gelen etnik bir topluluğu ifade eder. İkincisi ise bu toplulukta doğan umumi bir iradeyi anlahr. Madzini'nin maruf tanımına göre Millet "toprağın, menşein, ahlak ile adetlerin ve lisanın birliğinden dolayı hayatında ve iç­ timai vicdanında anlaşma ve ortaklık yaranmış bir insan toplu­ luğuna" denir. Durkheim'ın nazarında ise "etnik amiller veya sadece tarihi sebeplerle ayni kanunlar altında yaşamak ve tek bir devlet kur­ mak isteyen insan topluluğuna millet denir." Durkheim, bu tanımını müşahede ettiği olaylarla teyit eder­ ken "ısrarla teyit olunursa, bu kolektif (maşeri) iradenin, tatmin olunmak hakkına malik olduğu ve bu iradenin devlet kurma­ ğa biricik esas teşkil ettiği, şimdiki medeni milletlerce, artık bir prensip olmuştur" diyor. "Madzini'nin tanımı ile Durkheim'ın tanımı arasındaki ifade farkına dikkat etmek lazımdır: Birincisinde Millet ögesel ve ta­ rihi bir olay (vakıa)' dır. İkincisinde ise millet toplumsal ve iradi bir hadisedir. Ötekinde milletin duş süreci anlatılıyor; berikinde -millet bir "prensip" gibi gösterilmiştir. O embriyodur (rüşeym-

M

77


MEHMET EMİN RESULZADE

dir), bu çocuktur. O ağaçtır, bu meyvedir. O annedir, bu yavru­ dur. O milliyettir, bu millettir. Dilleri, adetleri, tarihleri, dinleri, vatanları vb. bir olan insan­ lar bir milliyet teşkil ederler; fakat bir milliyetin millet haline geçmesi umumi şuur ve kolektif (maşeri) iradenin teessüsüne bağlıdır. Bu ise yalnız "toplumsal bellek" görevini gören orga­ nın oluşmasıyla vücuda gelir. Bu organ muhtelif zamanlara göre değişir. Orta çağlarda bu görevi feodal zümre görüyor, milliyetin sosyal hayat ve geleneklerini kayıt ed ip toplayan "bellek" han sarayları ile şövalye kalelerinden ibaret olu p kalıyordu. Zama­ nın değişmesiyle, tabii olarak organ da değişti. Burjuvazinin zu­ huriyle feodal sistem dağıldı. Maneviyat merkezi "kale"lerden şehirlere geçti. Şehirlerde yetişen aydın zümre milletin şuurunu terbiye ve iradesini temsil eden bir sınıf hal ine geldi . Bu sınıf, kullandığı en büyük vasıta- matbuat yoluyla milli­ yetteki kolektif iradeyi işledi; kendi arasında bu iradeyi çelikleş­ tiren fikir adamlarıyla sanatkarlar yetiştird i. Bunların sayesinde benliğini terk eden milliyet topl ulu�u bir millet olmak azmine geldi. Demokratik Azerbaycan toplulu�unda bu millet olmak ira­ desi, sözün, asrımızdaki medeni manasıyla, 28 Mayıs istiklal hadisesi ve beyannamesiyle lL•essüs etti. 32 yıldan beri dünya tarihinin en korkunç bir istilası al tında bulunmasına, en aman­ sız totaliter bir rejimin mahku mu olmasına rağmen Azerbaycan topluluğu bu iradeyi sadık kaldığını her fırsatta izhar etmekte, milliyet devrinden çıkarak millet olduğunu, 28 Mayıs fikrine bağlılığını her vasıta ile ispat etmektedir.

Azerbaycan Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 5, 1 Ağustos 1952.

78


MİLLETÇİLİK-PATRIOTISM

eçen sayımızda, milliyet ile millet sözlerinin manalarını in­

G celedik: "Milliyet etnik bir anlam iken, millet siyasi bir an­

lamdır" dedik. Bunu başka bir tabirle de ifade edebiliriz: Milliyet muayyen şartlar ve hadiseler neticesinde vücuda gelmiş statik (müstakar) bir varlıkhr; millet ise bu statik varlığın şuurlaşan dinamik (faal) bir şeklidir. Statik bir keyfiyet arz eden milliyet bakımından vatan coğrafi bir anlamdır. Halbuki şuur ve iradeye malik bulunan millet ba­ kımından vatan, siyasi bir anlam ifade eder. Etnik bir özellik arz eden milliyet mensuplarının yaşadığı bir yerden ibaret olan coğrafi vatan dinamizmden mahrum pasif bir sevginin konusudur. Halbuki siyasi şuur ve devlet olmak azmine malik bulunan bir millet için vatan aşkı aktif bir hareket amilidir. Etnik milliyetçilik ve coğrafi vatan sevgisi bir topluluğun yaşadığı yerlere: Dağlara, derelere, yayla ve ovalara, deniz ve çöllere karşı duyulan bir ilgiden ibarettir. Halbuki bir millet­ çi için Vatan, sadece maddi unsurlarla sınırlanmaz. Milliyette siyasi şuur güden milletçi, vatan' da da manevi bir öz, bir ruh arar. Onun için, vatan maddi değil, manevi bir varlıktır. Maddi özellikleri, manevi özelliklerle canlanmadıkça, coğrafi bir, bölgenin, sözün asil anlamıyla, zaten bir vatan olmasına im­ kan yoktur. Maddi vatan unsurlarından başka her aydın insanın 79


MEHMET EMİN RESULZADE

bildiği veçhiyle dil, din, edebiyat, musiki, felsefe, sanat ve tarih gibi manevi vatan unsurları vardır. Bu unsurlar, coğrafi vatan dışı içinde yoğrulup manevi bir vatan içi vücuda getirirler. Can­ sız madde canlı bir ide haline gelir. Milletin, devlet olmak azminde ısrar eden bir milliyet oldu­ ğu bilgin sosyologlar tarafından ortaya çıkarılıp tarif edilmiştir. Bunu biz geçen sayımızda kaydettik. Bir milletçinin vatan anla­ yışı, coğrafi anlamdaki vatanı bağımsız bir devlet haline getir­ mek istemesidir. Bir milletçi, her şeyden evvel İstiklal davasında bulunan bir vatancı -bir patriot'tur. Avrupalıların patriot terimiyle ifade ettikleri anlam, bizim, milletçi sözüyle anlatmak istediğimiz anlamın aynidir. Bu, Avru­ palıların nationalisrn sözü ile kastettikleri milliyetçilikten tama­ mıyla başka bir şeydir. Nationalisrn Garbi Avrupa demokrasi an­ layışınca tecavüzcü ve umumi terakki yoluna girmek istemeyen, dünya seyrinden ayrılmış bir gerici hareketidir. Halbuki Patrio­ tisrn bir milletin kendi mukadderatına bizzat kendisinin hakim olması ve kendine mahsus milli bir devlet kurması hareketidir; bu ise bütün dünyayı kavrayan terakki hareketinin bir parçası, demokratik bir harekettir. Tarihi muayyen şartların tesiriyle milliyet halinden millet ha­ line gelen toplulukların müstakil birer devlet kurmak veya isti­ laya uğrayan vatanlarının istiklalini geri almak uğrunda müca­ dele edenlere mutlaka Avrupalı terimce bir ad lazımsa, bunlara Milliyetçi (Nationalist) değil, Milletçi (Patriot), hareketlerinde de milliyetçilik değil, Milletçilik (Patriotisrn) dernek lazımdır! Azerbaycan Dergisi, Yıl: l, Sayı: 6, 1 Eylül 1952.

80


ULUSAL BİRLİK

illetçilik fikrine inananların ilk vazifesi Ulusal Birliği ko­

Mrumaktır. Bu, milletçilik fikrinin esası ve temelidir. Enter­

nasyonalist ve kozmopolit kuramlarla ortaya atılan Marksizm, komünizm ve anarşizm gibi doktrinlerin asıl gayesi, ulusal birlik ve bütünlüğü sarsmak parçalamak ve bozmaktır. İçtimai, sınıf ve zümreler arasında ihtilaf ve çelişki tahriki ve düşmanlık ortaya çıkarma bu amaçla yapılıyor. Halbuki hakiki milletçilerin üzeri­ ne görev olarak düşen kutsal gaye uzun ve sürekli tarihin mah­ sulü bulunan ulusal varlığı bütün faziletleri, gelenek ve görenek­ leri, kültür ve edebiyatı ile korumak, yaşatmak ve geliştirmektir. Yıkıcı ve çökertici enternasyonalist ve kozmopolit fikirlerin önüne ancak ulusal bünyeyi kuvvetlendirmek ve sağlamlaştır­ mak suretiyle geçilebilir. Milletçilik fikri, en tabii, en medeni ve en ileri bir fikirdir. Bilim ve kültürün gelişmesini ve yayılmasını engellemek şöyle dursun bu gelişme ve yayılmanın en etkili ve en kuvvetli bir etkenidir. Hem de insanlık kültürünün en tabii ve en normal gelişim yoludur. İnsanoğlu kültürünün bu kadar çeşitli, zengin ve verimli man­ zaralar sunması, onun birçok eski ve yeni milletlerin devamlı ve canla başla çalışmaları sonucunda doğmuş olmasındandır. Dün­ yada enternasyonal, kozmopolit veya gayri milli kültür diye bir şey yoktur. Çeşitli milletlerin çabaları sayesinde meydana gelen 81


MEHMET EMİN RESULZADE

ve hala her milletin damgasını üzerinde taşıyan bir dünya kültür dizgesi veya toplusu vardır. Bu kültür dizgisinde eski Türklerin çok büyük ve pek önem­ li bir rolü olmuşhır. Bu rol gelecekte, hiç şüphesiz, daha büyük olacaktır. Ne yazık ki, bu ortak Türk kültürü tarihin merhametsiz su­ reci sonucunda birbirinden uzak çeşitli alanlara dağılmıştır. Or­ tak düşman da şu ayrı ayrı Türk kültü r parçalarını birbirinden uzaklaştırmak ve birbirine yabancı kılmak için elinden gelen her şeyin yapmış ve hala durmadan yapmaktadır. İşte, bu durum karşısında Türk gençliğine düşen asil vazi fe bu uçsuz bucaksız Türk kültürünü bütün özellikleriyle tanımak, öğrenmek, sev­ mek, benimsemek ve tanıtmaktır.

82


YANLIŞ TERİM KULLANMAYALIM

Ç

ağdaş uygarlığa ayak uydurmağa yöneltilmiş ıslahat hare­ ketine bizde Batılılaşmak veya Avrupalılaşmak adı veril­ mektedir. Geri kalmış Doğu ülkelerini "Batı Uygarlığına" ulaştırmak yolunda radikal usullere başvuran ulusal Türk devriminin ide­ olojisini işleyenler Doğu Uygarlığı ve Batı Uygarlığı diye ikiye ayrılan uygarlık anlamlarını karşılaştırırken esaslı bir hataya dü­ şüyor, yanlış terim kullanıyorlar. Ulusal Türk devrimi Doğu'yu atıyor, Batıyı tutuyormuş. Doğu Uygarlığı değiştiriyormuş. Batı uygarlığını almak tarihi zaruretmiş vb. Uygarlığın coğrafi bölgelerin adıyla bölüştürmesi ve bir uy­ garlıktan diğer uygarlığa geçmek düşüncesi doğru bir görüş mahsulü değildir. Niçin, izah edelim: Dünya uygarlığı bir bütündür. Türlü alanlarda gördüğümüz ayrılıklar, türlü zamanlarda türlü ülkelerde görülen ayrılıklardan başka bir şey değildir: Bugün Avrupa veya Batı diye özlediğimiz ileri örnek, Alemin vaktiyle doğu veya Asya dediğimiz kıtalann bulundukları bu günkü "geri" duruma benzer bir alem teşkil etti­ ği malumdur. Dünya uygarlığının seyrini dikkatle takip edersek, onun dikey istikamette gelişen aşamalarından bahsetmek daha doğru olur. Bu bakımdan doğu uygarlığı ile Batı uygarlığından de­ ğil, Ortaçağ uygarlığı ile Çağdaş uygarlıktan, bahsetmek lazımdır. 83


MEHMET EMİN RESULZADE

Bizim "değiştirdiğimiz" uygarlık, Avrupa'nın da vaktiyle "değiştirmiş" olduğu Ortaçağ uygarlığıdır. "Almakta" olduğu­ muz uygarlık de bir Bah uygarlığı değil, Çağdaş bir uygarlıkhr. Biz, Doğu'yu ahp da Bahyı almıyoruz. Bahnın vaktiyle yap­ tığı gibi Doğu da, Ortaçağ zihniyet ve şartlarından, Çağdaş zih­ niyet ve şartlarına doğru yükseliyor. Bugünkü Doğu' da görülen devrimler, bir kaymanın, bir uymanın değil, bir yükselme, bir kalkınmanın eseridir. Doğulu bir milletçi, tarihi türlü sebeplerle geri kalmış vatanı­ nı, Çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak hususundaki azmine "Doğululuğu ahyor, Bahlılığı alıyor" diyemez. Derse, yanlış bir terim kullanmış olur. Bu yanlışlığı o, aslında milletçi bir iş yapar­ ken millete ait özelliklere arka çevirmiş bir insan durumuna düş­ mekle itham olunabilir. Gelişme düşmanı gericilerin bu ithamı karşısında bin bir dereden su getirip, kendi tutumunu açıklamak zorunda kalır. Örneğin, Doğu diyoruz. Japonya'yı kastetmiyoruz der; Batı dedikte İspanya'yı düşünmüyoruz gibi; dinleyenlerin zor anlayacakları bir takım tefsirlerde bulunmaması lazım gelir. Halbuki yanlış yorumlamalara fırsat vermeden bir bütün ola­ rak ele alınan dünya uyga rlı�ını Do�uya ve Batıya ayırmadan, yatay değil, dikey ayrılıklarından bahsetmek daha doğru ve daha makuldür. Milletçi Türkiye, bugünkü genç Doğululara örnek olarak yaphğı devrim hamlesiyle Doğudan sıyrılıp ta Bah'ya kahlmı­ yor; geri ortaçağ seviyeden çıkarak ileri çağdaş seviyeye yükse­ liyor. Azerbaycan Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 8, Ankara, 1 Kasım 1952.

84


MİLLET VE KAVİM

üyük Türk filozofu Ziya Gökalp merhum, bu konuyu işleyen bir yazısında (Yeni Mecmua no. 33) der ki: "Millet (Nation) şahsiyetini uzun müddet kaybettikten sonra tekrar diriltmeye çalışan bir Kavim demektir." Bu oluş gelişimini anlatırken Hoca, "Milliyet" tabiriyle de ifa­ de olunan «Kavim»in geçirdiği başkalaşım da şeklini açıklar ki, özeti bundan ibarettir: Kavimler tabi olduk.lan ortak bir din veya saltanatın etkisiyle benzeşerek, şahsiyetlerini kaybederler. Sonra, dahil bulundukla­ rı bu saltanat veya ümmetin çözülmesi üzerine, yeniden kendile­ rini bulurlar. Fakat bu defa bulunan şahsiyet kaybedilmiş kavmi şahsiyetin ayni değildir. O, uzun zaman birlikte yaşanan ortak uygarlık ve ümmet hayabrun etkisiyle, başkalaşıma uğramış yeni bir şahsiyettir. Kavim gitmiş, yerini millet almıştır. Kavim ile millet arasındaki fark, acaba, nedir? Hocayı dinle­ yelim: " ... Kavim inhisaradır. Kavim dini kendine hasreder, in­ sanlığı kendisinden ibaret görür, kozmogonisi vasıtasıyla evre­ nin oluşumunu kendi kavmi oluşumu ile izah eder. Bu itibarla ümmet şekli, kavim şeklinden daha ziyade insanidir; çünkü üm­ met, insanlık ve uygarlığı bir kavme hasretmez, birçok kavimleri içerisine almağa çalışan bir din dairesine hasreder. Bununla bir­ likte, ümmet de çağdaş uygarlıkla kıyasta inhisarcıdır. Çağdaş uygarlık yalnız bir dinin saliklerine inhisarı kabul etmez. Çünkü

B

85


MEHMET EMİN RESULZADE

bilime dayanan bu zümre türlü dinlere mensup milletleri de içi­ ne alabilir. Bundan dolayıdır ki milletler ümmetin değil, çağdaş uygarlığın birer parçasından ibarettir. Birçok sultani (emperyal) devletler bir ümmetin parçası olabilir. Fakat milletler, yani çağ­ daş devletler (tabire dikkat ediniz- idare) bir ümmetin parçası olamaz. Millet ne kavim gibi, ne de ümmet gibi, inhisarcı değil­ dir. Millet, çağdaş uygarlığı bir bü tün, kendisini de onun parçası olarak görür." Milliyetin, devlet olmak azmini gösterdiği ve bunda ısrar etti­ ği zaman ancak, millet olduğunu yazdığımız vakit (Azerbaycan No. 5) biz de bu fikri ifade etmiştik. Nitekim Ziya Gökalp da "millet" sözünü "devlet" tabirinin eşanlamlısı olarak kullanmış­ tır. Hocaya göre, "Türkler, Türkiye Cumhu riyetinin kurulmasın­ dan sonra millet hayatına başlamışlardır." Cumhuriyetten evvel "Türk mi lleti" ve "millet hayatı" yok muydu? Diye soranlara, sözü geçen maka leden aşağıya aktardı­ ğımız şu satırları okumalarını tavsiye ederiz: "Türk kavmi İslam üm metinden, Selçuk ve Osmanlı saltanat­ larından evvel de mevcut idi. Orta k İ ran uygarlığına dahil ol­ madan kendine özel kavmi bir uyga rl ığa sahipti. İran uygarlığı ile ümmete ve saltanat kurumları Tü rklerin birçok kavmi mües­ seselerini yok etti. Fakat ayni zamanda, Türklerin millet haline gelmesini sağladı." İşte sözün bu makalede izah olunan anlamıyla, milliyetçilik değil milletçilik, dünyanın ileriye doğru adımlayan demokratik gidişine uygun bir hareketin adıdır. Sözün çağdaş anlamıyla Pat­ riotizm' e karşılık olan bu terim milletçiliği yani Ulusal Bağımsız­ lığı ifade eder. Bu bazılarının düşündüğü gibi, yeni ve uydurma bir tabir değildir. Ziya merhumun yararlandığımız makalesi, Milletçilik başlığı altında yayınlanmıştır.

86


ULUSAL AHL.AK

i nsanoğlu topluluğunda bireyler için olduğu gibi milletler için •

de belirli ve sabit birtakım ahlak kuralları vardır. Bireylerden insan topluluğu, dürüst olmalarını, doğru söylemelerini, hile ve tezvire başvurmamalarını, içleriyle dışlarının bir olmasını, baş­ kalarının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmemelerini, dost ve muhaliflerinin fikirlerine saygı göstermelerini gıybet ve iftiradan sakınmalarını, hırs, kin ve hodbinlik gibi kötü hislere esir olma­ malarını, terbiye ve nezaketten ayrılmamalarını, vatan ve mil­ letlerine bağlı kalmalarını, yurttaşlarına maksimum yardımda bulunmalarını, ülke kanun ve kurallarına son derece riayet eden olmalarını, yurdun refah ve saadetine durmadan çalışmalarını, aile ve akrabalık bağlarını kutsal saymalarını, evlatlarını vatana hayırlı olacak şekilde yetiştirmelerini, yurt ve millette ilgili işler­ de büyük feragat göstermelerini talep etmektedir. Bunları aynen yapanlara toplum, ahlak ve karakter sahibi bir insan, vatanper­ ver, mükemmel bir vatandaş, şefkatli bir baba ve ulusal bir kah­ raman vasıflarım ilave eder. Aksini işleyenlere ulusal topluluğun eninde sonunda ne gibi damgalar vuracağı da malumdur! Ulusal ahlaka gelince, o da bireylerden oluşan büyük bir top­ luluğun toplu bir halde uyacağı ve sürekli bağlı kalacağı birta­ kım maşeri toplumsal ilke ve kurallardır. Millet hiziplerin, züm­ relerin ve sınıfların üstünde olduğu ve bunların hepsini içinde barındırdığı ve koynunda beslediği için hiç bir hizip, zümre ve 87


MEHMET EMİN RESULZADE

sınıf çıkarlarına veya gayelerine feda edilemez. Ulusal varlığın şahsi eğilimlere ve garazlara alet ve araç edilmesi ise akıl ve ha­ yale bile getirilemez. Her şey millet uğruna -işte, hakiki vatanseverlerin yegane şi­ arı (belgisi) bu olmalıdır. Milletin birliğini ve bütünlüğünü ko­ rumak, ulusal ahlakın başlıca ilkesidir. Türklük ve ulusal bağım­ sızlık prensiplerine mutlak sadakat, ulusal ahlakın ikinci büyük ilkesidir. Bu ilkenin kesin ve gerekli gerekçesi olarak, ,düşman ve istila eden herhangi bir kuvvetle ulusal bağımsızlık konusunda açık veya kapalı hiçbir pazarlık yapılamaz, Verilen söze ve ya­ pılan serbest anlaşmalara riayet ulusal ahlakın üçüncü ilkesidir. Hakkı, özgürlüğü, barışı ve demokrasiyi koruma ve savunma, zulme ve tecavüze karşı açık bir cephe alma ulusal ahlakın dör­ düncü ilkesidir. Ulusal seviyeyi sürekli yüksek tutma, geriliğe ve cehalete karşı savaşma ulusal ahlakın beşinci ilkesidir. Bütün bu ilkelere riayet eden milletlere insanlık camiası, ile­ ri, kültürlü, karakterli, canlı ve geleceği parlak milletler, diye kıymet verir. Aksi yolu tutanlara insanoğlu topluluğu da, tarih de bozulmuş, çürümüş ve ölüme mahkum milletler damgasını vururlar. Tarih boyunca ulusal devlet kurmağa ve yaşatmağı başarmış ve ün salmış milletler, hep ahlak ve karakterleri itiba­ riyle sağlam olan ve sağlam kalmış milletlerdir. Ahlak ve fazilet bireyleri yükselttiği gibi, onu taşıyan millete karşı dünya kamu­ oyunun, besleyeceği itibar ve inamı da gitgide yükseltebilir ve arthrabilir ve böylece ulusal davanın tahakkümünü birçok oran­ da kolaylaşhrır. Karakteri düzgün ve sağlam bir millet gelece­ ğinden emin olabilir. Çünkü ulusal alandaki her başarının başı ve temel şarh ulusal fazilettir. Azerbaycan Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 11, Şubat 1953.

88


İDEALİSTLER, OPORTÜNİSTLER, BOZGUNCULAR

iyasi, toplumsal ve ulusal hareketler objektif birtakım şartla­

Srın mahsulüdür. Coğrafi, iktisadi, kavmi, 'kültürel ve tarihi

etkenlerin birleşip kaynaşması ve gelişip şekillenmesi sonucun­ da, yaşanan zamanın hakim ruhuyla paralel olarak belirli hare­ ketler doğar. Objektif şartlarla ilgili bulunan bu hareketlerin oluş sırlarını anlamak ve bu oluşu, belirli aksiyonlarla istenilen istikamette ol­ gunlaştırabilmek için, hareketlerin sevk ve idaresi sübjektif bir takım amillere muhtaçtır. Siyasi olsun, toplumsal olsun, bütün hareketlerin teşkilatlanma­ sında görünen fikir, anlayış ve yöntem aynlıkları sübjektif amillerin objektif şartlara, diğer tabirle, yaşanan devirde mevcut realitelere ne dereceye kadar uyup uymadığını takdir farkından ileri gelir. Hareketleri idare edenlerden bir kısmı, idelere ve ide sistem­ lerine önem verir, tarihin gelişim Şartlarına ayak uydurmak ge­ reksinimiyle kendilerine, bilimsel esaslara istinaden bir sistem düşünür ve bu sistemdeki esaslara sadık kalarak hareket ederler. Bunlar idealistlerdir. İdealistler tarihteki gerçek olayları ihmal etmemekle beraber, bu realitelerin istenilen ideal istikamette gelişimini sağlamak için gereken tedbirleri alırlar. Buna mukabil Oportünistler vardır ki, bunlar tarihin seyri ve varılacak amaçla fazla meşgul olmadan, o gün hemen bir rol 89


MEHMET EMİN RESULZADE

oynamak için, sübjektif unsuru göz önünde bulundurarak ken­ dilerini akıntıya bırakırlar. Akıntının, kafileyi, istenilen sahilden başka bir yana götürüp götürmemesiyle fazla ilgilenmezler. Mefki'ı.reci realizm ile Oportünist realizm arasında muayyen zaman, mekan ve şartlar dahilinde işbirliği imkanı tasavvur olunabilirse de, toplumsal hareketlerde hastalıklı bir hal alan bozgunculukla hiç bir zaman işbirliği yapılamaz. İyi niyetten yoksun olup, faaliyete ancak inkar ve ihlal amacıyla girişenle­ re bozguncu denilir. Bunların ne objektif görüşleri, ne tarafsız tahlilleri, ne de olumlu programları olur. Onlar sadece mevcudu yıkmaktan zevk alırlar. İdealistlere Oportünistlere de bozgu nculukla mücadele et­ mek ortak bir vazifedir.

90


DOGU İSLAM UYGARLIGINDA AZERBAYCAN'IN ROLÜ

elli milliyet ve ırktan olanların, İslam uygarlığının ilerleme­ sindeki yerlerini belirleme çabası, nispetle, yakın zamanların işidir. Coğrafi bölgelerin bu husustaki değerlerini göstermek ise daha eskidir. Türk olmaları itibariyle Azerbaycanlıların İslam uygarlığına hizmet etmiş Türkler arasında yerleri bulunduğu gibi, bir doğu İslam memleketi olmak üzere, Azerbaycan'ın bu işte önemli bir rolü vardır. Türkçeden başka eserlerini yalnız Arapça ve Farsça yazmış olan Azerbaycanlı tanınmış şahsiyetlerin bir listesi yazılırsa, bü­ yük bir cilt olur. M.A. Terbiyet'in, "Azerbaycan bilginleri" ne ayırmış olduğu çok kısaltılmış cildi bile 400 büyük sahifeyi aşmaktadır, "Daniş­ mendan-i Azerbaycan" adındaki bu kitap eserlerini özel olarak Arapça ve Farsça yazmış Azerbaycanlılara ayırmıştır. Şu kada­ rını kaydetmek yeter ki, İslamiyet'ten önceki eski devirlere ait ünlüleri ile Batının tesiri ile İslam dünyasında başlayan yeni uya­ nış devrine ait isimlerden başka sadece, Nizami ve Çağdaşları üzerine doğrudan doğruya etki bırakan ve onlardan etkilenen devirlerde yetişmiş uygarlığa hizmet edenlerin Azerbaycanlı olanları bile, hem sayı, hem de değer bakımından dikkate layık bir önemdedir. (Örneğin ü nlü Fars peygamberi Zerdüşt de Azer­ baycanlıdır.)

B

91


MEHMET EMİN RESULZADE

Bunlardan birkaç önemlisine burada işaret etmek isteriz. Bu suretle, Doğu İslam uygarlığının her alanında Azerbaycan'ın tut­ muş olduğu yer hakkında genel bir fikir verilmiş olur. Hicretten sonra 421 yılında (M.S. X. yüzyıl) doğmuş olan Teb­ rizli Hatip, Arap edipleriyle sözlükçüleri arasında çok önemli bir mevki sahibidir: Arap edebiyatının ana kitaplarından birçoğu­ nu anlatmış ve aydınlatmıştır. Hatib-i Tebrizi adıyla tanınan bu adam, ünlü filozof Ebül-Ula Maarri'nin öğrencisidir. Konuşma dilinin Azerbaycanca olduğu hatıralarıyla ispat edilmiştir. Hicri 458' de ölen (X. yüzyılda yaşamış) Merzban oğlu Ebül­ Hasan Behmenyar, Ebu Ali Sina'nın büyük öğrencilerinden biri­ dir. Hocasının felsefesini devam ettirmiştir. Eserleri Avrupa dil­ lerine de çevrilmiştir. Hicri 6. yüzyıl astrologlarından, Şirvanlı Feridüddin, otuz yıl­ lık emeğin mahsulü ziyc'leriyle ünlüdür. Onun tanınmış rasadı H. 541 senesine aittir. Hicri 8. yüzyılda yaşamış Bakülü Abdal-ı Reşid, Arap coğraf­ yacıları arasında yüksek değerli bir yazar diye tanınmaktadır. Rus ve Türk tarifelerine ait ilginç açıklamalar veren eseriyle Av­ rupa' da da tanınmıştır. Gene 8 inci yüzyıl adamlarından, Marağalı Abd-ül kadir, mu­ sikideki bilgisi, bu hususta yazmış olduğu eserleri ve yaptığı yeni icatlarıyla tanınmıştır. 9. yüzyılın bilinmiş tabiplerinden, Şirvanlı Şükrüllah kendi uzmanlık alanında olduğu kadar, başka bilgilere ait eserleriyle de ünlüdür. Fatih Sultan Mehmet'in özel tabibi olan bu adam eğitimini Mısırda yapmıştır. Türkistan fatihi Emir Timur'un tarihini yazan Nizameddin-i­ Şam- Kazani de Azeri' dir. (Şam- Kazan Tebriz' de bir mahalledir) Mimarlık, Çinicilik, Nakkaşlık ve güzel yazı (Kalligrafie) gibi güzel sanatlarda, Azerbaycanlı sanatkarları Tebriz' de Erdebil'de, Nahçıvan'da ve Bakü' de yüksek eserleriyle takip edebiliriz. 92


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Tebriz' deki Gök Mescid'in çinicilik sanatı bakımından almış olduğu ün, yıkıntıları üzerinde araştırmalar yapan uzmanlarca bir ağızdan onaylanmaktadır. Gök Mescit, Kara Koyunlulardan ünlü Cihan Şah tarafından yaptırılmıştır. XV. yüzyılın başlangı­ ana ait olan bu mescidin (Cami) yanında büyük bir kütüphane, bilim adamlarına özel zaviyeler ve bir okul da varmış ki hepsine birlikte "Muzafferiye" deniliyormuş. Cihan Şah'ın bir aralık Irak ile Hindistan hududuna kadar yayılan Azerbaycan'daki hükü­ meti, 35 yıl sürmüştür. Bilgi ve sanatın himaye edeni olmakla beraber Cihan- Şah, kendisi de edebiyata bağlanmış "Hakiki" adı altında şiirler yazmıştır. Nahçıvan' da Azerbaycan Atabekle­ rinin yaptırdıkları "Mümine Hatun" türbesi yüksek bir sanatın kalıntısıdır. Mümine hatun, Azerbaycan Atabekler sülalesi başçı­ sı Eldeniz'in karısı ve Muhammed Cihan Pehlivanın annesidir. Türbe 1172-1185'te yapılmıştır. Azerbaycan mimarlarından S.A. Dadaşov ile M.A. Hünseyinov'ların "Bakü Akropolu" dedikleri, Şirvan Şahlar zamanından kalma, "Şaşal" üstündeki saraya ait binalardan en ünlüsü "Divanhane"nin ak taş üzerine işlenmiş oymalarla yapılışındaki mimari özellik zevk ve sanat ehillerini hayranlıklar içinde bırakmaktadır. (Şaşal içeri şehir denilen eski Bakü' de Şah mescidi ile Han sarayı binalarının kümelendiği te­ peye denilir. Şaşal adı altı anlamına gelen şeş Ali' den değişmiştir ki, bu da Han Sarayı kapılarından birinin üstündeki ak taş üzeri­ ne Arap harfleriyle kazılmış Ali (.)c.) adının sanatkarca işlenmiş bir oymadan çıkmaktadır. Bu oymada Ali ismi altı defa tekrar olunuyor. Rus mühendislerinden birinin, Goethe'nin "Mimari, susmuş müziktir" özdeyişinden esinlenmiş olacak, "Taşa dön­ müş musiki" diye hayran olduğu bu binayı, 1845'te yayınlan­ mış seyahatnamesinde, Kazan üniversitesi Profesörü 1. Berezin, "Müslüman mimarlığının en güzel abidelerinden biri" diye tarif etmektedir. 1683'te Bakü'yü ziyaret eden İsveçli Kemfero Engel­ berto bu abide hakkında şunları yazmıştır: "Divanhane özel bir 93


MEHMET EMİN RESULZADE

hayranlık vermekte ... Kendisine mahsus şekli ve mimarlıktaki tarzıyla de bu seçkin bina, sarayın en ihtişamlı bir ziynetini de oluşturmaktadır." XIV. yüzyıl şairi Erdebilli Arif, Şirvan' da Şah Ahsitan' dan kalma bir kaleden bahseder ki, duvarlarında dikili bulunan ince yapılı birer güzel statüden, fıskiyeler halinde, sular akarmış. Ge­ rek bunları, gerekse Bakü' de ki mimari anıtları bu şair, nefes al­ madan anlatmakta ve "Ferhat oğulları"nın bu eserlerine cidden bayılmaktadır. (Arif-i Erdebili'nin "Ferhat ile Şirin" adındaki el­ yazmasının biricik nüshası İstanbul' da Ayasofya kütüphanesin­ dedir, kayıt numarası 3335'tir.) İran nakkaşlığının en ünlü üstadı Kemaleddin Behzad'ın öğ­ retmeni Pir Seyit Ahmet, Tebrizlidir. Bu zat İ lhanlılardan, resim ve sanatla yakından ilgilenen Ebu-Said zamanında yetişen Ah­ met Musa Emir Devletyar, Şemseddin, Pir Ahmed Bag-i Şimali gibi ünlü Azerbaycan ressam ve nakkaşlarındandır. Timurlular­ dan Hüseyin Baykara'nın zamanında Herat' da "Ali Şir Nevai" nin himayesi ve gözetmesi altında çalışmıştır. Timurlular devri minyatürcülüğü adı ile ünlü nakkaşlık oku lunun kurulmasında etkisi vardır. Ayni okulun hocalarından, eski elyazmalarını nefis eserleriyle süsleyen ünlü minyatürcü lerden Ağa Mirek de Teb­ rizlidir. Nevai'nin zamanında Hera t'ta çal ışmış bulunan Tebrizli ünlü ressamlardan biri de Sultan Muhammed' dir. Bu adam son­ radan oğlu Muhammed ile Birlikte Safevilerin hizmetine geçmiş­ tir. Sultan Üveys Celair'le oğlu Sultan Ahmet zamanlarının seç­ kin suret ve şekil çizimcilerin imişler. Tebrizli Abdül-Hay çizimci Sultan Üveysin talebesi ve oğlu Ahmed' in üstadıdır ki, sonradan Timur tarafından Semerkant' a götürülmüştür. Azerbaycanlılar­ dan Hace- Kıyaseddin nakkaş, Kemali çizimci ile Mirza Alilerin isimleri de biliniyor. İlhanlılar devrinde evvelce daha çok Çinli­ ler ve Uygurların işi olan nakış ve tasvir sonradan Azerbaycanlı Türklerin elinde kalmıştır. 94


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Başta Seyrefi olmak üzere, Doğunun tanınmış birçok hattatları Azerbaycan' dan yetişmişlerdir. Seyrefi, İslam hattatlarından Ya­ kut-i Müsta Şemsinin öğrencilerdir. Tebriz'in tarihi eski binaları ve özellikle "Üstat Şakirt" adıyla ünlü olmuş bina onun yazılarıy­ la süslenmiştir. M.A. Terbiyet'in kaydınca, Azerbaycan'ın olduğu gibi, İran'ın da en iyi hattatlarının nesepleri hep Seyreff'ye varmak­ tadır. Timur'un münşiliğini yapmış bulunan Emir Bedreddin'in eliyle yazılmış ferman ve münşeat (düzyazılar) Mısır'da, devlet müzesinde muhafaza edilmektedir. Bunlardan, Baysongur'un kütüphane müdürlüğünü yapmış bulunan Cafer-i Tebrizi'nin ya­ zıları Herat' ın tarihi binalarını süslediği gibi Hindistan' da da ta­ nınmışhr. Nizami "Hamse"sinin 1 431'e ait eski elyazmalarından, Leningrad' ta Hennitage müzesinde muhafaza edilen nefis nüsha bu Cafer'in elinden çıkmışhr. Baberlilerden Hindistan İmparatoru büyük Akber'in Ağ­ ra' daki mimarlık anıtlarını süsleyen ressamlar arasında da Teb­ rizliler vardır. Osmanlı Sultanları tarafından Bursa ile İstanbul'da vücuda getirilen mimari abidelerde de Azerbaycanlı Türk sanatkarla­ rının eserlerini bulmak mümkündür. Örneğin, Bursa'daki ünlü Yeşil Cami'nin çinilerinden pek önemli bir kısmını Tebrizli us­ talar yapmışlardır. Caminin mihrap kısmını oluşturan çinilerde "Tebriz ustalarının işi" kaydı bulunmaktadır. Soyut bilgilerle maddi sanatlar alanını geçtikten sonra, Azer­ baycanlıların tasavvuf, felsefe ve genellikle düşünce hayatında Doğu İslam kültürune son derecede önemli yararlıkları dokun­ muştur. Tasavvufun, şahsiyeti müphemlikler ve mistik lejantlarla halelenmiş piri ve Celalettin Rumi'nin ilham kaynağı bulu­ nan Şems, Tebrizlidir. Aynı okulun klasik sırlarını anlatan ünlü "Gülşen-i Raz" sahibi Şeyh Mahmut, Azerbaycan'ın Şebister kasabasında doğmuştur. Gene Sufilerin tanınmış şahsiyetlerin95


MEHMET EMİN RESULZADE

den Hurufi tarikatının ünlü kurucusu Şah Fazlullah Naimi de Azerbaycanlıdır. Halveti'lerin tanınmış mürşitlerinden Şirvanlı Seyit Yahya Bakü' da cami, okul ve dergah sahibi olmuştur ve orada da gömülüdür. İran'ın moralist (ahlakçı) şairi ünlü Saadi kendi Bustan'ında Bakülü Babakuhi'den iktibas etmektedir. Aynı zamanda Şeyh Saadi, çağının tanınmış mürşitlerinden, Tebrizli Şeyh Hümam' dan da yararlanmıştır. Şeyh Hümam, İl­ hanlılardan Abaga Han'ın veziri Sahip- Divan'ın nedimlerin­ den olmuştur. Fesahat ve akıcılıkta "Azerbaycan Saadisi" diye ünlüdür. Selçuklular ve onlardan sonra İlhanlılar zamanında Azerbay­ can'ın türlü şehirlerinde İslam biliminin her bölümünde büyük bilginler yetişmiştir. İlhanlılar zamanında Azerbaycan'ın tarih, coğrafya, astronomi, tıp, felsefe ve başka hususlarda uluslararası bir değere sahip olduğu, Profesör Z.V. Togan'ın yararlandığım "Azerbaycan" makalesinde ayrıntılı açıklamalarla kaydolun­ muştur. Edebiyat alanına gelince, Azerbaycan'ın rolü daha büyük bir ölçüdedir. Azeri Türklerin klasik Türk edebiyatına Nesimi, Habibi ve sonunda Fuzuli gibi tanınmış ve büyük simalar verdikleri ma­ lumdur. Azerbaycanlıların klasik İran edebiyatındaki payları da önemli bir derecededir. Başta Genceli Nizami olmak üzere, İran edebiyatına, Azer­ baycan bir sıra ünlü isimler vermiştir; bunlardan Hakani Şirvani, Feleki Şirvani, Mücir Beylekani, Ebül-Üla Gencevi ve başkalarını kaydedebiliriz. Bunlar XII. yüzyılın şairleridir. Kendilerinden evvel XI. yüz­ yılda da şair ve hakim Tebrizli Katran bulunmaktadır ki, o za­ manki Azerbaycan hükümdarlarının hayat ve icraatını nazmet­ miştir. 96


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Bu devirlerde, Farsça, Müslüman Doğuda edebi ve resmi bir dil hükmündeydi. Fars olmayanlar da eserlerini bu dille yazar­ lardı. Fakat sadece bu devirlerde değil, daha sonraki yüzyıllara ait İran şairleri arasında da Ahmed İbni Muhammed-i Tebriz (XIV. yüzyıl) Kasım Envar (XV. yüzyıl), Sadık Efşar (XVI. yüzyıl) ve Saib Tebrizi (XVII. yüzyıl) gibi İran edebiyahnın ön sıralarında yer alan birçok Azerbaycanlıları görürüz. Bunlardan Tebrizli ol­ duğu ile hususi olarak öğünen Saib, Fars edebiyatının sonuncu üstatlarından en güçlüsü diye tanınmaktadır. Sfüb'in eserleri, Osmanlı sayının isteği üzerine, Safeviler tarafından, İsfahan' dan İstanbul' a hediye olarak gönderildi. Çağdaş İran edebiyatında da aslında Azeri olan ediplerin rolü önemlidir. Bunlardan "Kitabi Ahmet" sahibi Abdurrahim Talib­ zade, "Seyahatname-i İbrahim Bek" yazarı Marağalı Hacı Zey­ nelabidin ve "Ahter" gazetesi yazarı Mehmet Tahir gibi simaları zikredebiliriz.

97



Bibliyografya RİCAL-İ AZERBAYCAN DER ASR-İ MEŞRUTİYET

eşrutiyet devrinde Azerbaycan ricali demek olan �ukarı­ daki başlık altında Mehdi Müctehidf tarafından Iran' da 1947 senesinde 340 sahifelik mühim bir kitap neşredilmiştir. Kitabın mevzuu İran meşrutiyet hareketidir. Müctehidf, bu eserinde, 400' den fazla siyaset. Bilim, sanat, edebiyat, askerlik, maliyecilik, tabiplik, din, inkılap ve başka sahalarda sivrilmiş ri­ calin karakteristiğini veriyor. Müellif kitabına yazdığı önsüzde, bu telifte güttüğü maksadı ve kullandığı usulü izah ediyor: Bu izahtan anlıyoruz ki, kitap vaktiyle Şehzade Nadir Mirza'nın "Darüssaltane-yi Tebriz" eseri ile Mehmet Ali Han-ı Terbiyet'in "Danişmendan-i Azerbaycan" inin bir nevi devamından ibarettir. Müctehidf İran' daki Azerbaycan Eyaletinin bizzat öz ahalisi tarafından idare edilmesi fikrine taraftardır. O diyor ki: " İran Anayasa Kanununda, bugüne kadar ta tbik edilmemiş bir madde vardır: Eyalet ve Belediye işleri mahalli Encümenler (Meclisler) tarafından idare edilmelidir" . Müellif sözlerine şöyle devam edi­ yor. Biz temenni ederiz ki, anayasanın bütün mevzuatı hayata tatbik olunsun; eyalet ve şehir encümenleri kafi derecede yet­ ki ve iktidarı haiz olarak teşkil olunsun; fiilen mevcut bulunan şiddetli merkeziyet ortadan kalksın. Özgür bir İran' da hür bir Azerbaycan vücuda gelsin. Bu yalnız bize has bir dilek değildir;

M

99


MEHMET EMİN RESULZADE

hakikati gören bütün İran özgürlük severlerinin ve İran'a bağlı bulunan vatansever Azerbaycanlıların bundan başka bir dilekle­ ri yoktur (s. 4). Yazar, siyasi ideoloji bakımından meşrutiyetçidir. Meşrutiyet uğrunda çalışanların takdir edilmesi lüzumuna kanidir. Agay-i Takizade gibi o da İran için bir kurtuluş yolu düşünülmüş ise, bu ancak meşrutiyetin temini suretiyle olacak demektedir. Esasen meşrutiyetçi olmakla beraber, O, bu devirde faaliyet göstermiş bulunan bütün ricali meşrep ve akideleri ne olursa ol­ sun ilmi bir tarafsızlıkla, tasvir ve karakterize etmektedir. Me­ sela, 1945-1946' daki Pişeveri hareketine temasla diyor ki: "İran' ın hakiki mümessilleri olmadıkları halde, istediklerinin yarıdan fazlası adilane idi; fakat dışarıdan gelen bir elin aleti ve yabancı niyetlerinin icra vasıtası olduklarından dolayı, hareketleri ahlaki sıfatlardan mahrumdur. Bunun içindir ki, ecnebi himayesi orta­ dan kalkınca Pişeveri hareketi de sönüverdi" (s. 4). Bu derece objektif bir görüşle yazılan kitap zevkle okunmak­ tadır. Buna üslubun kolaylığı ve akıcılığı da ayrıca yardım emek­ tedir. Alfabe tertibiyle bir nevi ansiklopedi mahiyetinde olan eser, sadece biyografik malu mat vermekle iktifa etmiyor. Hal tercümelerini Verdiği ricalin ol umlu veya olumsuz karakteristik taraflarını da belirtiyor. Kitapta haklarında bilgi verilen şahısla­ rın genel vasıfları şunlardır: Azerbaycanlılık, hamiyet ve özellik. Müctehidl'nin karakterize ve idealize ettiği şahıslar Azerbay­ can' a bağlı İranlılardır. Müctehidi, siyaset alanında İran devletine hizmet etmiş bulu­ nan ricalin hal tercümelerini veriyor. Bunlardan: hükümet başın­ da, kabine azalığında ve Milli Meclis üyeliğinde bulunan yüksek şahsiyetlerin icraatı ve faaliyetlerinden bahsediyor. Azerbaycan­ lı mebuslardan birçoğu aynı zamanda hem Tebriz' den hem de Tahran' dan seçiliyorlar. Fakat bunların hepsi istisnasız Tebriz mebusluğunu tercih ediyorlar. 100


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Tebriz ahalisinden Ali Süheyli, Tahran Siyasal Okulunda tahsil gördükten sonra devlet memuriyetine girmiş ve tedricen ilerleyecek bakanlık, sefirlik, nihayet sadrazamlık (başbakanlık) makamına yükselmiştir. "İran'ın en buhranlı zamanında, İkinci Dünya Savaşı esnasın­ da, Rıza Şah Pehlevi'nin müttefik devletler tarafından memle­ ketten ihracı, Rus ve İngiliz ordularının memleketi işgali ve ünlü Tahran Konferansı'nın Roosevelt, Churchill ve Stalin'in iştira­ kiyle akdi sırasında, önce Hariciye Vekili (dışişleri bakanı), son­ ra da Başvekil (başbakan) olan Süheyli, memlekete olağanüstü hizmetler etmiş, üç Büyük Devletten "İran'ın toprak bütünlüğü­ nü temin eden tarihi öneme sahip bir senet almışhr ki, bu se­ net, sonralar 1945-1946 Bolşevik işgal ordusunun İran Azerbay­ can'ından diplomasi yoluyla çıkarılmasında çok işe yaramıştır. Buna rağmen, Süheyli, Meclis seçimlerine fesat karıştırmak su­ çuyla sonralar itham olunarak yüksek mahkemeye sevk edilmiş ve bu mahkeme huzurunda kendisini parlak surette savunmuş­ hır. Müctehidi'ye göre: yapılan ithamları reddederek, yaphğı hizmetleri izah ve bu hizmetlere mukabil mahkemeye verildi­ ğinden duyduğu teessürü beyan etmiş ve en sonunda demiştir ki: "Ben bir Azerbaycanlıyım halk kütlesi içinden gelmiş, hakim zümreye rağmen, memuriyetin en aşağı derecesinden en yüksek makamlara kadar yükselmiş bir insanım ve şimdi bu zümrenin kin ve hasedi yüzünden adaletin eline verilmiş bulunuyorum, kendimi adalete emanet, bedhahlarımı ise affediyorum!" Bu müdafaa üz-erine Mahkeme Heyeti müttefikan Süheyli'nin beraatına karar vermiştir. Hayatının hiçbir anında bu kadar ihtişam ve azametle görül­ meyen Süheyli'nin mahkemede "bir Azerbaycanlı sıfatıyla ifti­ har ettiğini" müellif bilhassa belirtiyor. Müctehidi edebiyat sahasında sivrilen Azerbaycanlı şahsiyet­ leri de sayıyor. Bunlar arasında şair Şehriyar'ın hal tercümesini 101


MEHMET EMİN RESULZADE

verirken, onun hiçbir zaman Azerbaycan sevgisinden geri kal­ madığını ve Azerbaycan hakkında bir kaç parça yazdığını ve "Kaside-yi Nuniye"sinde Azerbaycanlıları bilhassa methettiğini ve Tahranlıların Azerbaycanlılara karşı gösterdikleri yersiz gu­ rurlarını tenkit eden bir muhammes yazdığını kaydediyor. İran şairlerinden Şehriyar, Müctehidl'ye göre, Hafız'la İrec'e, Türkçe yazan Azerbaycanlılardan ise Sarraf' a gönül vermektedir. Hafız malum; İrec ile Sarraf üzerinde biraz duralım: İrec Mir­ za, Kaçar sülalesine mensup bir prenstir. Şiiriyet bakımından Müctehidl'ye göre çok ince ve yüksek bir sanata maliktir. Fakat muhteva bakımından şiirleri ayyaşların sefahat alemini tatmin eden konuları bir araya getirmiş bulunmaktadır. Müellif, kalıp güzelliğinin Azerbaycan, İrec'teki muhteva sakatlığının ise Tah­ ran mahsulü olduğuna, kanidir. Azerbaycan, bir insan şeklinde tecessüm etseydi, derdi ki: İrec Mirza' nın akıcı şiir yaratıcılığı ile selim zevki benden alınmışsa da, hezcl iyat söylemesinden habe­ rim yoktur; bunu o Tahran'ın eşra fı ile Şehzadeler muhitinden almıştır" (s. 38). Sarraf' a gelince, Hacı Rıza Sarraf Azcrbaycan'ın Türkçe yazan en büyük şairlerindend i r. 2500 beyitten aşkın divanının büyük bir kısmı Türkçe, geri kalanı ise Farsçadır. Divanı şimdiye kadar, Tebriz' de iki defa basılmıştır. Sarraf güzel yazmak sanatında ma­ hirdir. Onun Türkçe gazelleri Şirvanlı Ali Ekber Sabir ve üstadı Seyit Azim-i Şirvani'nin gazellerinden daha tatlı ise de, Bağdatlı Fuzuli'nin gazellerine ermez; fakat yerli Tebriz şivesinde yazılmış olduğundan, ahali arasında Fuzuli' den daha çok okunur, eğlen­ ce meclislerinde hanendeler onun gazellerini terennüm ederler. Onun bakir süjeleri Tebrizli Saib' in (XVII. yüzyıl şairlerindendir) şaheser beyitlerini hatırlatır. "Aşka dair bazı konularında o ka­ dar sadelik ve latiflik göstermiştir ki, Türkçe bazı gazellerini tür­ lü lisanlardaki en güzel aşk şiirlerinin ayarında saymak kabildir. Kendisine Türkçe söyleyen Saadi" demişlerdir (s. 108) 102


İHTİLALCİ SOSYALİZM VE DEMOKRASİ

Sarrafın Türkçe yazdığı mersiyeler birinci dereceden eserler­ dir. Halkça anlaşılmasını bilhassa nazarda tuttuğu için, bu mersi­ yelerde, alışılmamış Farsça sözcüklerden mümkün olduğu kadar sakınmışhr. Ölümünden kırk yıldır geçtiği halde, bu mersiyeler hala mersiyeciler tarafından okunmaktadır. Bunlardan bazıları cidden edebi bir değerdedir. Sarraf tan bahis dolayısıyla müellif, birkaç kelime ile İran Azerbaycan'ındaki Türk dili meselesine de temas ediyor. "Fars­ çanın ilmi yöntemlerle Azerbaycan' da tamimi" lüzumuna taraf­ tar olan Müctehid!, "ahalinin evlerinde Farsça konuşmalarını te­ min için düşünülen tedbirlerin çocukça olduğuna" kanidir. Fran­ sızlar Alsas'ı Fransızca, Almanlar da Loren'i Almanca konuştu­ ramamışlardır" diyor. Bu fikir, müellife göre, tamamıyla atılmalı ve ağza bile alınmamalıdır; çünkü bunun, aksi netice vereceği muhakkaktır (s. 110). Müctehidl'nin, bu ansiklopedik eseri, Azerbaycan' da cereyan eden siyasi, edebi, fikri cereyanları aydınlatan ve bu cereyanları temsil eden türlü karakterdeki şahsiyetlerden bahsetmektedir. Bu bahislerden biz İran Azerbaycan'ında zuhur eden siyasi, toplumsal ve fikri cereyanlar hakkında aydınlanıyor, mutaassıp İrancılarla mutedil Azerbaycancılar hakkında bir fikir ediniyo­ ruz. Kitabın bu bahislere ait özetini gelecek nüshamızda vere­ ceğiz. Azerbaycan Dergisi, Sayı: 33, 1955. Azerbaycan Dergisi'nde yayınlanan bu yazı, Resulzade'nin ya­ yınlanan sonuncu yazısıdır. 1955 yılının Mart sayısı, yani 34. sayı çıkmadan önce Resulzade vefat etmiştir. (R. Cabbarlı)

103


Sooyologco Klttıplan 6

CEMALLE D D İ N A F GA N İ �-:..

. . \I[ . �

.. ;BLJ ftiJ( DÜNYAS I



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.