Mehmet Eröz - Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz

Page 1


MiLLi KÜ'LTÜRÜMÜZ VE MESELELERiMiZ

Prof.

Dr.

MEHMET ERÖZ



Milli Kültürümüz ve Meselelerimiz

Prof. Dr. Mehmet

İST. 1983

ERÖZ


DOÖUŞ Yayın

ve

Dağıtım

Yerebatan Cad. Muhterem E f. No : 7 /1 Cağaloğlu Dizgi : Baskı

Sk.

/ İST.

CAN Matbaa

: Er - Tu Matbaası

Kapak Düzeni: Acar Reklam Hasip Mengi Kapak Baskısı:

Seçil Ofset Cild: Acar Mücellithanesi İsteme Adresi: Tüııkınen Yaymevi Beyaz Saray No: 33 Beyazıt/İstanbul


İ Çİ N DE K İ LE R

Sahife

Önsöz Giriş

BİRİNCİ BÖLÜM TÜRK KÜLTÜRÜNDENÖRNEKLER.

17-Ul

17 Töre Türk İçtimai Hayatında Totemizm İzleri .26 .42' 3 Türk Dili ve Milli Kültürümüz 4 Türkistan'dan Kıbrıs'a Tek Kültür . . 51 61 5 Kıbns Türklüğün Bir Parçasıdır . 6 Çeşitli İdeolojiler Karşısında Türk Milliyetçive İslamiyet . 75 liği 7 Zeybeklik ve Zeybekler . . . . . . . . .85 8 Türk Kültüründe «Börk», «Papaık», ve «Keçe Külah» . . . . . . . . . . 100 9 - Türk Yemek Adetleri .106 10 --- Kaşgarlı Mahmud ve Anadolu Yörükleri .111 11 Ertuğrul Gti.zi İhtifali . . . . 119 l2 - Evlenme ve Düğün Töreni İle İlgili Türk Gelenekleri . . . 12 5 . . . .133 13 - Dünden Bugüne Türk Kültürü 1

-

2

-

--

.

-

-

.

.

.

--

.

.

.

.

.

.

.

.

-

--

.

-

.

.

.

.

.

.

.

İKİNCİ BÖLÜM TÜRK SOSYAL YAPISI 14- Sosyal

145

15

.194

-

Yapımız ve İçtimai Teşkilatımız Türkçülük, Muarızları ve Düşmanları .

143-262


16 17

---

A!ganistan'da Türk Aşiretleri Türk Mülkiyet sistemi

.209 .214

ÜÇÜ NCÜ BÖLÜM TÜ R KLÜGÜ NKA RŞI KA RŞIYA OLDUGU l\IESELELER

18 19 20 21 22

263 - 397

Komünizm, Sosyalizm, Sosyal Demokrasi «İşçi - Köylü İktidarı> Sloganının Gerçek Manıisı «Karşı - Devrim» ve «Kontr - gerilla> . . . . Kadro Hareketi ve Kadrocular . . . . . . Kırkbe�inci Kuruluş Yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti . . . . 23 Atatürk'ün Devletçiliği 24 Din ve Sosyalizm 25 Humeyni'nin «İslıim Devrimb 26 İsia.miyet ve Sosyalizm 27 Faşizm, Nazizm ve Kapitalizm 28 Ortadoğu ve Petrol . . . . . Faydalandığımız Eserler (Bibliyografya) --

-

--

-

.265 .285 .292 .300

-

-

-

-

-

--

--

333 .341 .353 .364 .376 .383 .390 .398


ô.V S Ô Z

Bu kitap, yirmi yıldır yazdıklarımızın ürünüdür. Maka­ lelerimizi, tebliğlerimizi, broşürlerimizi, 1977 de «Türk Kül­ türü Araştırmaları» başlığını taşıyan bir kitapta toplamıştık . .Şimdi ise, yeni bir kılığa, rahmetli hocam Prof. Dr. Ziyaed­ din Fahri Fındıkoğlu'nun deyimi ile, yeni bir «kisve-i tab'a büründü». Yani, yeni bir kitap oldu ; kalıbı ile, muhtevası ile yeni bir kitap. Gerçi, bahislerin yarıdan fazlası, eski ki­ tapta da vardı. Fakat, bu eserde, eski yazılar gözden geçiril­ diği gibi, onlara eklemeler yapılmıştır ; ayrıca, günümüzde geçer akça olan, aktüel olan yeni konular da yazılıp, kitaba ilave edilmiştir. Hepsinden mühimi, sözü edilen bütün ya­ zılar, birbirinden ayrı ve kopuk makaleler olmaktan kurta­ rılmış ; maya ile hamur gibi yoğrulmuş ; uzvi (organik) bir bütün haline getirilmiştir. Herbiri, diğerini tamamlayıcı bir niteliğe kavuşmuştur. Arada bir görülen tekrarlar, bu bü­ tünlüğü bozacak, fikrin ve üslubun akışını engelleyecek ka­ dar büyiik değildir. Dünyamız meselelerle dolu. insanlık, doktrinlerde, ideo­ lojilerde, acele reçetelerde, derdine derman arıyor. Türkiy'-


nzizin meseleleri daha da büyük ; çevresi clil,\111.111 ,/ıı/ıı. Düş­ man, cepheden saldırmak yerine, içeride mütfr/i/.. ,,.,. arıyor. Eskiden para ile ve diğer çıkarlarla elde ettiği iç clii,\1111111/arı, şimdi ideoloji ile kolayca bulabiliyor. Genç ve körpe ıli111ağ­ larda ve vicdanlarda, ideolojik ağını gerip ; o kişiyi, bir ağ kurdu gibi, içinden kemiriyor. Emrinde, yüzlerce, binlerce şahsiyeti silinmiş, özü gitmiş, içi boş ağaç gibi olaıı insanlar vardır. Askerimiz, sınırlarda nöbet bekleye dursun, düşman içeri girmiştir. Zararın neresinden dönülürse kardır. Yeni nesilleri kurtarmak, onları bu felaketlere karşı uyarmak la­ zımdır. Boş laflar, özü olmayan kalıplar, klişe sözler, slogan­ lar, yaraya merhem olmaz, onu kanatır bile. Yapılacak iş, o gencin kendisini tanımasıdır. Yani mensup olduğu milletin tarihini, kültürünü, sosyal yapısını bilmesidir. Bunu bilince, kendisini bilecek ve etrafındaki meselelere, tehlikelere, dik­ katle bakabilecektir. Milli şuur, tarih şuuru, ona kendi ben­ liğini, şahsiyetini kazandıracaktır. Kitabımız böyle bir sosyolojik muhtevaya, öz'e sahiptir. Burada, yeri gelmişken bir noktaya dokunalım. Telif ve ter­ cüme olmak üzere Türk kültürüne iyi eserler kazandırmış olan değerli bir araştırıcı aTürkiye'yi sosyoloji kurtaracak­ tır.>> diyordu. Biz ise, «Sosyolojiden ne köy olur, ne kasaba» diyen ülema'nın sözlerini ve sol basının attığı çamurları hatırla­ yarak, acı acı güldük. Gökalp sosyolojisini devam ettiren kürsü'nün, kararan talihini yakından gördükten, bildikten sonra, başka ne yapılabilirdi? Bu kara talih bir gün ak olur, tan yeri gibi ağarırsa, Türk kültürüne pek çok eserle yar­ dıımcı olan genç ilim adamları yetişecektir. Aksi halde, rah­ metli Atsız'ın

deyimi ile «Baht

utansın!»

diyelim.

Kitabın basılmasına vesile olan ve dizilen basılan yazı­ ları dikkatle, titizlikle düzelten, asistanım Mehmet Fikret Gezgin'e., kitabın basımını sağlayan DOGUŞ Yayınevi yet-


kilileri Dursun S. Güleryüz ve Hanefi Bostan Beylere te­ şekkürü borç bilirim. Ayrıca CAN Matbaası mürettip ve teknik elemanlarına, dizgi ve baskı işlerindeki gayretlerin-· den ötürü teşekkür ederim. İstanbul, 6 Eylül 1983

Mehmet ERÖZ


GİR İŞ

Üç ana bölüme ayırdığımız kitabımız ; Türk milletinin kültürünü, sosyal yapısını (içtimai bünyesini) ve karşı karşı­ ya bulunduğu hayati meseleleri ele alıp, inceleme ve bir fikir verme gayesini taşımaktadır. Bu

kadar geniş ve muhtevalı

konuyu, gerektiği şekilde ve bütün incelikleri ile ele almanın mümkün olmadığını, herkes bilir. Söz konusu meseleler ve konular hakkında, genç .kuşaklara, aydınlatıcı bazı fikirler verilebilir ve yol gösterici olunabilirse, maksat hasıl olmuş olur.

Kültür

ile

sosyal yapı,

içtimai ilimler edebiyatında fark­

lı değerlendirmelere tabi tutulmuşlardır. Amerikan kültür antropolojisi, kültüre ağırlık verirken, İngiliz sosyal antro­ polojisi, sosyal yapı üzerinde durmuştur. İngiliz antropolo­ jisinde

Malinowski,

fonksiyonalist kültür anlayışı ile ayrı bir

yol tutmuştur. Cemiyetlerin, insan topluluklarının değişen ve değişmeyen yönleri olduğu gerçeği,

A. Comte

ve

Durklıeiııı

tarafından da ele alınmıştır. O zamandan beri sosyoloji, ce­ miyetlerin nisbeten sabit olan, durgun olan yönlerini (sos­ yal yapılarını) ve hareket halindeki (proses, vetire, süreç için­ deki) değişen yönlerini incelemeye başlamıştır. Sarsıntısız, düzen içindeki bir değişmenin kanunlarının bulunmasına ça­ lışılmıştır, Amerika'lı sosyologlar,

Parsons

ve Mertcııı, yapı­

laşmış şekilleri ve fonksiyonlarını göstermişlerdir. Srırokin, cemiyetle kültür ve şahsiyet arasında kuvvetli bir sl'ıılcz kur­ muştur.


Bütün bunlardan çıkan sonuç odur ki, cemiyetle (onun yapısıyla), kültür arasında çok sıkı bir bağ vardır. Sosyal yapı ile, kültür, bir gerçeğin iki yüzü gibidir. Sosyal yapılar, mevcut kültüre göre şekillenirken; kültür de, içinde bulun­ duğu sosyal çerçeveden devamlı tesirler alır. Bu arada, So­ rokin i n belirttiği şahsiyetin rolü de inkar edilmemelidir. '

Türk cemiyeti gerçeğini ortaya koyabilmek için, onun kültürünü ve yapısını bir arada düşünmek icap eder. Biz de öyle yaptık ve hususlara, kültürünü, yapısını (sosyal bütün­ leşmesini) tehdit eden maruz bulunduğu tehlikelere mese­ lelere de işaret ettik. Kültürün, en mühim unsurlarından biri olan din, üzerin­ de dikkatle durulması gereken bir müessesdir. Şüphe yok ki milletimiz, Müslümandır. Dünya Türklüğünün hemen ta­ mamı bu dini kabul etmiştir ve bin yıldır ona yürekten bağ­ lıdır ve kılıcıyla da, kalemiyle de onun hizmetinde olmuş­ tur. Ancak, İslamiyet öncesindeki Türk dini hayatının ince­ lenmesi de gerekir; bunda ilmi bakımdan da, milli bakım­ dan da, dini bakımdan da bir mahzur yoktur. Hatta bu hu­ susta zaruret bile vardır. Çünkü böylece, Hıristiyan ve Mu­ sevi olan Türklerin nasıl eriyip gittikleri anlaşılacaktır. Bun­ ları ayrı ayrı ele alıp i ncelemeye kitabın hacını müsait de­ ğildir. Hıristiyanlaşan Türklerin akıbetini ve kaderini, bu adı taşıyan eserimizde ortaya koymaya çalıştık. Türkler'in, bir kamlık (şamanlık) dini devresi yaşadığına, Tanyu, Kafes­ oğlıı inanmıyor ve yüksek seviyede bir gök dinine sahip bu· lunduklarını söylüyorlarsa da, Togan, Abdülkadir İnan, aksi görüştedir ve biz de bu sonuncuların fikrindeyiz. Pek çok yerli ve yabancı düşünür de bu görüştedir. Bize göre, İslam· lık -öncesinde Türkler, totemizm, şamanizm din ve inanç sistemlerini yaşamışlardır. Gök Tanrı inancı içinde, bu es· ki dini unsurlar da varlığını devam ettirmiştir. Türklerin şamanizmi, Eskimo veya diğer iptidai toplulukların şama· nizmi ile bir değildir. Onda totemistik unsurlar kadar, gök


dinine iat daha yüksek unsurlar vardır. Bütün bunları, An a

­

dolu ve Rumeli Aleviliğinde ve Bektaşiliğinde, en açık şe­ kilde görmekteyiz. Bunları da ayrı bir başlık altında göster­ mek fırsatını bulamamış isek de, yeri geldikçe muhtelif ba­ hisler içinde ufak notlar halinde açıklamak vazifesini yerine getirmiş sayılırız. «Türkiye'de Alevilik ve Bektaşilik» adlı kitabımızda, konuyu teferruatı ile inceledik. Mevcudu kal­ mamış olan bu eserin ikinci basımında, şamanizm ve Gök Tanrı inancı üzerinde daha çok durmak istiyoruz. Tarih ön­ cesi devirlerine ait inançları anlatan !Totemizm»i, ayrı bir başlık halinde sunduk. Kültrümüzün anlaşılmasında ip uç­ ları vereceği kanaatındayız. Milli kültürümüzün ana taşlarından, temellerinden olan dilimiz ve uğradığı tecavüzler hususunda, yeni yetişenleri uyarmaya çalıştık. Dildeki değişme ve yenilikler, kendi tabii kanunları içinde ve müdahalesiz olur. En dayanıklı ve en az değişmeye uğrayan kültür unsuru, dil'dir. Bu müessese (ku­ rum) üzerinde yapılacak uluorta müdahaleler çok tehlikeli­ dir. Genç nesillere, kültür değerlerimizin tanıtılması, milli varlığımızın devamı ve milli bütünlüğümüzün bekası için, şarttır. Bu, kültür unsurlarının taşlaşmış olduğu, hiç değiş­ meyeceği manasına gelmez. Ancak, değişmelerin zararsız ol­ maması, ihtilalci bir hüviyete bürünmemesi demek olur. Din ve dilden başka, diğer kültür müesseseleri üzerinde de durulmuştur. Mezhep çatışmaları ile bölünmek istenen Türklüğün, nasıl aynı kültür değerlerini paylaştığı görüle­ cektir. Nisbeten sabit bir çehre arzeden sosyal yapımızın, mü­ esseseleşmiş (kurumlaşmış) şekillerini, göçebelik, yan-göçe­ belik ve yerleşik hayat tarzları altında, bazı ipuçları halinde vermeye çalıştık. Türk aile, oymak, boy ve uruk tc�kilatlan, millet haline geliş ve engelleri, sınıf kavgasına dayanmayan bir sosyal ve iktisadi yapı, bu bölümün konularıdır.


Üçüncü bölümde, dünyanın olduğu kadar, Türklüğün de mühim meselelerinden olan «sosyalizm•, çeşitli yönleri ile incelenmiştir. Diğer aşırı doktrinler (Nazizm, Faşizm) ve sosyalizmin ·büründüğü yeni dini kisve (İslam Sosyalizmi), açıklanmıştır.



BİRİNCİ BÖLÜM ..

..

..

..

TURK KULTURUNDEN ORNEKLER



-

1

-

TÖR E

Eski Türklerin yazısız hukukudur. Sonradan yazılı kaide­ ler de eklenmiştir. Kişiler ve zümreler arası münasebetleri düzenleyen; idarecilerle idare edilenler arasındaki işleri, hak ve vazifeleri belirten usullerdir. Kısacası Türk içtimai hayatı­ nı düzenleyen kaideler bütünü olan «Töreıı>, Türk'lükle yaşıt olsa gerektir. Kelimeyi, ilk defa yazılı şekilde Orhun kitabele­ rinde görüyoruz. Eski Türk yazıtlarında, «Törü» şeklinde geç­ mekte ve «kanun, nizam, anane ve türemek » anlamlarına gel­ mektedir. Daima «El (il) törüsü» şeklinde geçmekte ve «Devle­ tin, milletin, vatanın töresi» ni -ifade etmektedir. Elegeş Ya­ zıtı'nda Göktürk hakanı, Türk milletine cEl töresi» ni terket­ memelerini söylüyor. Başka bir yerde, Türk hakanı, «Hakanı­ nı kayıp etmiş olan milleti, cariye ve kul olmuş milleti, Türk töresi bozulmuş olan milleti, ecdadının töresince vücude ge­ tirmiş ... » olduğunu söyler. Bu kelimeden yapılan « törün» ke­ limesi de «düğün, merasim» anlamına gelir. Göktürk'lerden sonra hakimiyet kuran, Uygur hanlarından birinin adı da « U-töre» dir (1). Töre'den başka kelimeler de yapılmıştır. Me­ sela bugünkü «Teleut»larda, «Töröngey», ilk yaratılan insan .demektir. «Ceddiala töztörıı> ilk yaratılmıştır. Gene Teleut ve D.iğer lehçelerde «Törül», kabile, akraba, menşe demektir. .«Bir tör- töz den neşet edenler» manasına gelir (2). (1) H. Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, 1, 35 ve çok yerde; 11, 35, 37, 111. 180 - 81, 189', ist. 1938 - 40. ,(2) Prof. Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1968, st. 272.


18

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Divan-ı Lfıgati't- Türk'te «Törü» şeklinde geçmekte ve dü­ zen, nizam, görenek, adet ve yaratılmak manalarına gelmek­ tedir. «Töre veya Tör» kelimeleri evin, çadırın başköşesi, mi­ s afir yeri, sedri anlamlarına gelir. «Törüt veya Türüt», yarat­ mak, birşey takdir veya ıslah edilmek manalarını verir. aTö­ rütti ve törütür» kelimeleri de buradan çıkmıştır. Kaşgarlı Mahmud «Töre» ile ilgili şu atasözünü naklediyor: «Küç el­ den kirse, törü tünglükten çıkar - zor (zulüm) elden (ülke­ den, kaprdan) girerse, töre (nizam, insaf) bacadan çıkar». Di­ ğer bir atasözü, Türkler'in töreye ne derece bağlı oldukları­ nı gösterir: « El kalır, 'törü kalmaz - el bırakılır, töre bırakıl­ maz» (3). Ziya Gökalp, bunu şöyle açıklar: «Eski Türkler'e göre, vatan, töre'den yani milli kültürden ibaretti. Kaşgarh Mahmud'un lfıgatında zikredilen ülkeden geçilir, töreden ge­ çilmez atasözü, milli kültüre verilen kıymet derecesini göste­ rir» (4). Vamberi, Türkmen gençlerinin tepelerinde bıraktıkları bir tutam saçın, omuzlarına kadar uzandığından bahseder. Ba­ şın diğer kısmı (yüzde doksanı) ustura ile tıraşlıdır (5). Çin kaynaklan da bütün Türk uruıklannda bu geleneğin varlığın­ dan bahseder. Edremit Türkmenlerinden iki ihtiyarın bu şe­ kilde resimlerini almıştık. Kendilerine bu saç şeklinin sebe­ bini sorduğumda: « Düşman eline geçersek, başımızı keserken. murdar eliyle yüzümüzden tutmadan, saçımızdan tutup, boy­ numuzu öyle kessin diye bırakırız.» dediler. Kutadgu Bilig'de de «Törü» şeklinde geçer ve «kanun, ni­ zam, adalet» anlamını ifade eder:

Kılıç ursa,-bıçsa yagı boynını Törü bile tüı.se ili budunı (3) K aşgarlı Mahmud, Divan-ı Lllgiti't-Tilrk, B. Atalay tere., 1, 106 ; II, 18, 25, 303 III. 120, 221, 262, 303. (4) Ziya Gökalp, TürkçO.Hl.ğün Esaslan, İstanbul, 1970 (Bin Temel Eser ) , st. 153. (5) Vambery, Travels..., sf. 69, 172.


T Ö RE

19

Törü tüz yo rıttı bayudu (zenginleşti) budun Atın ezgü kıldı ol ezgü ödün (5a). Ziya Gökalp, Doğu Türklerinin «Törü», Batı Türklerinin «Töre» dediğini, Türk Töresi isimli eserinde açıklar ve Türk kelimesinin «Töreli» anlamına gelebileceğini söyler (6) . Hüse­ yin Namık Orkun da, «Türk Sözünün Aslı» isimli broşüründe aynı fikri ileri sürer.

lbn-i Kemal; «Dekayık'ü'l-Hakayık» adlı eserinde «ayin» kelimesi için izahat verirken, ayinin «türe» manasına geldi­ ğini şöyle açıklıyor:

«Ayin, Farsça'dır. Şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanım derler, resim derler. Türk dilinde türe derle_ r ve ddetle lüzum olduğundan ötürüdür» (7). Kazak-Kırgız'lar, yazısız olan örfi hukuklarına «Tö re» ve­ ya «Zang» yahut «Yol» adını verirler. Kazak-Kırgız hanların­ dan Tavke Han (1710-24) Seyhun (Sirderya) havzasında bulu­ nan Kültübe (Gültepe) denilen yerde, ileri gelen beylerin ka­ tıldığı bir kurultay toplamış ve «Kasını Han'dan kalan kas­ ka (yeni, aydın) yol, isim Han dan kalan eski yol» a bazı kai­ '

deler eklemiştir. Eski töreye yapılan yeni ilavelere «Ceti car­

gı - yedi yargı» denir. <<'Bu kaideler tesbit ve tedvin edilme­ miş ise de, kısa cümlelerle atalarsözü olarak' tertip edilmiş­ tir.» ( R) . Osmanlı kaynaklarında da «Töre» yi görmekteyiz. Aşık­ paşazade kelimeden şöyle bahseder. «Türedür hanum! Ezel­ den kalmışdur» (0). Babur, «Vekayi» inde «Yasa» ile töreyi

( 5a) Abdülkadir İnan, aynı eser, sf. 641. (6) Ziya Gfüalp, Türk Töresi, İstanbul, 1339, sf. 3-4 vd. (7) «Töre» Maddesi, M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1951. (8) Abdülkadir İnan, aynı eser, sf. 288. (9) Aşıkpaşaoğlu, Tevarih-i Al-1 Osman, Atsız neşri, İstanbul, 1949, sf. 104. .


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

20

aynı anlamda kullanmakta ve hem «Cengiz Töresi»

demektedir

«Cengiz Y asası»,

hem

(10) . Gerçekten yasa kelimesi,

Moğolca değil, Türkçedir ve töre ile eş anlamlıdır. Divan-ı Lı'.igati't Tü rk, Kutadgu Bilig gibi Moğol istilasından çok ön­ ce yazılmış olan eserler meydana çıkarıldıktan sonra, M.J­ ğolca sayılan birçok kelimelerin, Türkçe olduğu anlaşılmış­ tır. «Yasa» k elimesi de bu kelimelerden b iridir. Kül Tegin yazıtında «Öd tengri yasar kişioğlu kop ölügli törerniş - za­ manı Tanrı takdir (yapar) eder, kişioğlu ölmek üzere türe­ m iştir» cümlesi vardır ki, buradaki «yasar» (yapmak, niza­ ma koymak) kökünden teşkil edilmiş partisiptir. Kazak Türk­ çesi'nde «yasagan - halık» demektir. «Yasagan Tannın» der­ ler ki «Halık Tanrım» demektir. Eski bir Uygur m etninde <<nizam, kanun» anlamına gelen «yasak» k elimesi bulunuyor. «Yasa» türlü Türk lehçelerinde «kanun, n izamname»

anla­

mını ifade için kullanılır. Çağatayca'da bu «yasa» kelimesin­

«yasal = savaşa ha­ yasavul = çavuş, yasanın emirlerini tat­ bik eden kimsedir . .. ) Yargan (Eski Türk yazıtlarında şahıs adı) ... ve yargucı kelimelerinin anlam bakımından farkı yoktur... aynı kökten gelen «yarlığ» (hakanın fermanı, hükmü) den, pek çok k elimeler teşk il edilmiştir. zırlanmış asker safı;

terimi Kaşgarlı tarafından tesbiot edilmiştir» yazıtlarında bir de ri» anlamına gelir

((

Yaryan»

(12) .

(11) . E sk i Türk

kelimesi vardır ve «Zabıta ami­

Gezdiğimiz, gördüğümüz Yörük ve Türkmen oyrnakla­ nnın «Töre» k e1imesini bildiğini müşahede ettik. Hemen hep­ si «El adeti, Türkmen töresi» ifadesiyle mefhumu dile geti­ Bozöyük-Söğüt çevresi K!lrakeçili YÖrükleri (Sünni

riyor.

(10)

Gazi ZahirQddin Muhammed Babur, Vekayl, Babur'un tıratı, Ankara, Arat'ın n otu).

Abdülkadir İnan, aynı eser, sf. 642-43. (12) H. Na.mık O rk un, Aynı eser, I 54, 156. (ll)

Ha­

1946, II, 657 (Çeviren : Pror. R. Rahmeti


TÖR E

2l

_;}anları da, Alevi olanlar da) huysuz, nizacı i<.sana «Töre­ siz» isim ve sıfatını veriyorlar. Adapazarı, Karasu'ya bağlı Melen Köyü'nde «Töreli» inatçı, dirayetli kimse demektir. «Törelenmek», inat etmek, demek oluyor. Prof. Togan, Türk hukuk, tarih ve etnografisi ile uğra­ şan Batılıların töreyi, yasayı, iptidai göçebelerin hukuk tas­ lağı olarak telakki etmelerinin yanlışlığını belirterek, Türk yasasının, töresinin sadece göçebelerin değil, yarı göçebele­ rin de hukuku olduğunu ve Türk töresinde, toprak hukuku­ na ait pekçok hükmün mevcudiyetini göstererek, bu iddia­ ıarı çürütür (13). Babur da, Türk töresinin, yasasının bir «nas» gibi katı şekilde anlaşılamıyacağını, zamanla geli.;;ect>­ ğini kabul ederek şöyle söyler: « ...bir kimseden iyi bir nizam (kaide) kalmışsa, onu!i.ia amel etmek lazımdır, eğer babalar kötü bir :� yapmışlarsa, onu iyi bir işle değiştirmek lazım­ c.ur.» (14). TÜRK TÖRESİNE DAİR BAZI MİSALLER Çinlilerin, Tu-kiu adını verdikleri eski Türklerin «ceza kananlanna göre isyan, ihanet, adam öldürme, zina ve bağ­ lı b:_r atı çalmak ölümle cezalandırıhn>(15). Bugün Anadolu Yörük ve Türkmenlerinde de buna benzer hükümler vardır. Hele yarıııı asır önce, bin beş yüz yıl önceki töre, yasa hü­ kümleri aynen uygulanıyordu. 1 96 1 yılında İzmir'in, Cuma­ ovası'na bağlı Hurtuna Köyündeki Karatekeli Yörüklerinden Ahmet Ağadan (o zaman 83 yaşında çok akıllı, görgülü bir ihtiyar) dinlediğimize göre, hırsızın, Yörük obalarında yeri olmaz, hırsız bir daha obaya dönemezdi. Namus için cina03) Prof. Z. Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İst. 1 946, sf . 375 - 378. <H> Babur, aynı eser, sf. 657. ( 15) W. Radloff, Sibirya'dan, Çev. Dr. A. Temir, İst. 1954, I, 131.


22

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİ Z

yet .işleyenin itibarı sonsuzdur. Zina .işleyen kötü kadını «ar­ dıç ağacı» na bağlayıp yakarlardı. Kötü kadın çok seyrek çı­ karmış, gençliğinde bir defa bir kadının yakıldığını görmüş. Bu durumu tasvip etmiyor ve «Alması farz, boşanması sün­ net. Öldürmeğe ne lüzum» diyordu. Şimdiye kadar Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Karatekeli Yörüklerinin· yerleşmiş bulunduğu, Alaylı Köyünde (Tire-İzmir). ve Doyranh köyün­ de (Tire) ve Selatin Köyünde (Ortaklar-Aydın) de vaktiyle kö­ tü kadın «Çam ağacı»na bağlanarak yakılırmış. D.iğer yöre­ lerde ve Edremit Türkmenlerde buna benzer misaller var. Kızılbaş Türkmenlerde, namusla, başkasının mahna el uzat­ mamakla ve dedikodu yapmamakla ilgili töre, şu veciz ifa­ deyle belirtilir:

«Eline, beline, diline, Özüne, gözüne, sözüne». Selçuklular devr.inde, Oğuz töresine çok ehemmiyet ve­ ril.frdi. Sultan Alaeddin Keykubad'ın verdiği şöleni, Türk Oğuz töresini de açıklayarak, Yazıcıoğlu Ali şöyle anlatır: « ...Sadra ve iki kola Oğuz resmince başdan başa döşe­ nip müzeyyen ve mürettep oldu ve kasat-ı kımız ve kımran ve mümessik ü muattar şerbetler Oğuz'un resim-Ü erkanı üzere içildi ve bunun zamanına ve oğlanları zamanına değin işbu ebyat tertibinde töre sürüldü. Ve sağ kol beyler bey­ liği Kayı ve Bayat bey.ine ve sol kol beyler beyliği Bayındır ve Çavuldur beyine veriliyordu. Ve kalan beyler dahi bu yir­ mi dört boyun beyleri oğlanlarına verilmeyince gayriye ve· rilmezdi. İşbu tertip üzerine ki zikrolunur:

Hanlar atası Oğuz .Han söyledi . Böyle töre, yol ü erktin eyledi 1şbu resmiyle vasiyet kıldı Tti ola oğlanlarına töre, yol.


TÖRE

23

Dedi: Kayı çünkü sonra han ola Sağ beğler beği andan ola Töremiz beğler beği hem sol kola Şöyle gerektir ki Bayındır ola Töre ü yol ü agırlamak dahi işbu tertip üzre ola ey ehi Kim Kayı otursa andan sonra Bayat işbu ter tip üzre oturmak gerek Önlerinde müçeler dunnak gerek Kımız u kımran da bu tertibile Aga (*) u ini (**) arasında içile Mansab u beğlik dahi bu resmile Urug u soyuna göre verile» (18). Yukarda uzun şekilde yaptığımız iktibasta görüldüğü üzere, şölenlerde Türk töresinin usullerine uyulur. Ziya Gök­ alp'in dediği gibi, Türk .içtimai hayatının esası olan şölen­ ler, toylarda « Ülüş», «Orun» denen kaidelere uyulurdu. Bu­ nu Fatih'in İstanbul'un fethinde verdiği yağmalı toy'da ve III. Ahmed'in çocuklarının sünnet düğünü dolayısiyle, bütün İstanbul halkına verdiği iki hafta süren şölende görebilir.iz. Bu bahsi, ileriki yazılarımızda daha geniş olarak ele ala­ cağız. Lütfi Paşa Tarihinde, Osman Gazinin tahta geçiş mera­ simi şöyle anlatılır: ·«Oğuz resmince üç kere yükünüp baş koydular. Andan dürlü ballardan ve kımızlardan getirüb Os­ man Gazi'ye sağrak sundılar» (17). Şükrullah Tarihinde, Os-

Ağabey, büyük erkek. Küçük erkek kardeş. ( 16) Abdülkadir İnan, aynı eser, sf. 640-41. (17) Ziya Ö:zJkaynak, «Kımız Kitabı Hak.kında Kitabiyab, Ko­ puz, sayı: 5 (Lütfi Paşa Tarihi, İst. 1341, sf. 22'ye atıf) . (*)

(*"')


MİLLİ K'OLTOR'ÖMUZ VE MESELELERİMİZ

24

mantıların sefer esnasında çalınan davulu ayakta dinledikle­ rini, bunun töre olduğunu şöyle anlatır: a: •••

Doksan üç yaşında idi. Er Tuğrul'un ölümü haberi

Sultan Alaeddine erişince buyurdu. Er Tuğrul oğlu Osman'a yarlık yazdılar. Tuğ, davul, kılıç, kaftan gönderdi. Osman'ı savaşa memur kıldı. Sancak, kaftan ve davul gelince Os­ man Beğ ayağa kalktı. Padişahlık türesince davul çaldılar. Kutlu olsun dediler. O zaman oturdu. O çağdanberi Osman'ın türesidir: ne zaman seferde davul çalınsa Osmanoğullan ayakta dunırlar» (18). Vambery, Orta Asya'ya yaptığı seyahatinde, Türk töresi­ ne dair çok şeylere şahit olmuştur. Birgün, Gümüştepe (bu­ gün kuzeydoğu İran'da) ile Etrek Nehri arasında bir yerde, Allah Nezir adında ihtiyar ve fakir bir Türkmenin çadırına misafir oluyor. Bütün ısrarlara rağmen ihtiyar Türkmen, elindeki tek keçiyi misafirleri için kesiyor. Vambery «0 sah­

nenin hdtırdsı aklımdan hiç çıkmayacak» (19) diyerek, Türk töresi karşısında, hayretini gizleyemiyor. Gene bir yerde, hay­ van alış verişi yapan, tüccara mallarını satan göçebe Türk­ menlere rastlıyor. Veresiye olan muamelenin senet yazısını Vambery'e doldurtuyorlar. Borçlu senedi imzalıyor. Fakat burada Vambery'yi hayretlere garkeden bir şey oluyor. Se­ nedi alacaklı değil, borçlu alıp, cebine koyuyor, Vambery ikaz edince, alacaklı olan Türkmen, senedi ne yapacağını, borcunu hatırlatması için senedin borçluda kalması gerek­ tiğini söylüyor (20) . Bu misaller, Vambery'yi şaşırtan haller, Türk töresi üzerine kurulmuş muhteşem Türk ahlakını gös­ terir. aAnda» ve »Andağa» denilen kan kardeşliğinin (iki ki­ şinin birbirinin kanını içerek kan kardeşi olması adeti) mi(18) Şükrullah, Behçetilttevarih, İst. 1949, Atsız neşri, sf. 52. ( 19 ) A. Vambery, Travels in Central Asia, London, 1864, sf. 74. ( 20) Aynı eser, sf. 1 0 1 .


TÖRE

25

sallerini veriyor ve eski Macarlarda da «Aldomas» adıyla bu adetin yaşadığını söylüyor. Hatta Müslüman olan Osmanlı­ larla, Hıristiyan olan Macarların, bu adeta uyarak birbirinin kanını içtiğini ve sulh yaptıklarını söylüyor (21 ) . Timur'un ilZun börkünden ve kulaklarındaki küpelerden bahsederken, bunun Moğol adeti olduğunu söyler (22). Fuat Köprülü, bir makalesinde Oğuz beylerinin kulaklarına küpe takmak adetinde olduğundan bahseder. Aynı geleneği Yavuz Sultan Sel.im, kulaklarına küpe takarak devam ettirmiştir. Balım Sultan'ın «mücerret dervişleriJ> de kulağı küpeli idi­ ve "eski kulağı kesik» deyimi de buradan gelir.

ler

Kısacası biz kendimi:re dönersek Türk hakanının dedi­ ği gibi:

Ey Türk! Altta yer delinmedikçe Üstte gök çökmedikçe Senin ilini ve töreni Kim bozabilir?

(21) A. Vambery, History of Bokhara, London, 1873, sf. 15L (22) Aynı eser, sr. 195.


-2TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ

Mantık öncesi bir zihniyete sahip bulunduklarına inan­ dığımız iptidailere mahsus «totemizm» in izlerini, Türklük içinde aramak ilk bakışta yadırganacak ve belki de hoş !kar­ şılanmayacaktır. Fakat, biraz ileride açıklayacağımız gibi, biz, en iptidai dediğimizden en modemine kadar, bütün ce­ miyet ve insanların derece derece, .totemlere, tabulara, şah· siyet kültlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarına inandığımızdan, Türklerde totemizm izleri aramakta mahzur bulmuyor, böy­ le bir incelemeyi ilmi gerçeklere ay-kırı saymıyoruz.

Totemizm Nedir ? Totemizm, sosyolog ve sosyal antropologlar tarafından, «Totem» kelimesinden meydana ge­ l

-

tirilmiştir. Kelime, Kızılderili adı verilen Kuzey Amerika Yer­ lilerinden alınarak, sosyal fümler edebiyatına maledilmiş­ tir (1). Bu yerliler ve Afrika ve Avustralya klanları, totem adı verilen hayvan, nebat veya eşyayı kutlu, mübarek sayar, eş­ yada !bile bir hayat tasavvur eder, kendileri ile bu totemler arasında bir hısımlık bulur ve aynı atadan geldiklerine ina­ nır, .totemlerine son derece hürmet eder, ona dokunmaktan çekinirler. Totemi öldürme, kesme, yeme, ona dokunma hu( 1 ) E. E. Evans-Pritchard, Theories Of Primitive Religion, Ox­ tord, 1965, Sf. 12. <2> A. R. Radcliffe-Brown, Structure and Function in Prlmitive Society, London, 1968, Sf. 133.


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ susundaki yasağa Polinezyalılarm

«Tabu»

dilinde

mış» manasına gelir

27

adı verilir. Haram, yasak demektir. «Menetmek, m enedilmiş,

yasaklan­

(2). Melanezyalılardan alınmış, totemizme

ait diğer bir m efhum

«Mana»

dır. Hem klan m ensubunda,

hem de totemde tecelli ettiğine ve içtimai hayatı düzenledik­ lerine inandı�ları bu esrarlı kuvvete «mana» adını verirler. Durkheim'ın dediği gibi, totem hayvanlarının ihsan edilişi, Melanezyalıların zihniyetine göre, kendileri tarafından şahsi mal olarak değil, Mana adını verdikleri gayrı şahsi kuvvet tarafından olur

(3). İptidai insan, «mana» yı, «Obje ve hadi­

selerin .kendilerinde mevcut

asli

hassalar

olarak

görür».

Avustralyalılar «Mana» yı, mücerret bir şekilde değil, totem kabul edilen bir hayvan veya nebat şeklinde düşünürler. To­ tem olan «maddi şekli, bu gayri m addi cevheri temsil eder.» «Bu cevher veya bu hayati prens'İp, hem insanlarda hem de onlann totemlerinde»

bulunur. Totemi karga olan klanın

fertlerinin kendilerini

aynı

inançla

(4). İptidai zihniyeti izaha çalışan

izah

edilebilir

zamanda karga saymaları,

bu

Durkheim, «Mana» yı şöyle açııklar: «İptidailer dini ayinler sırasında gündelik

hayatlarının üstünde taşkın ve coşkun

bir ruhi hayat yaşamaktadırlar... iptidai, bizim zihniyetimizle içtim ai heyecan dediğimiz bu cezbeyi izah edemez... :iptidai insan, .içtimai hayatın vecdinden ibaret olan bu kuvveti bir­ leşik, umumi ve esrarlı bir kuvvet gibi t asarlar ve ona Mana adını verir. Bu birleşik ve taşkın ayinde hazır bulunan her­ keste Mana aynı zamanda m eydana çıktığı için kişisel bir şey değil, fakat toplumsal birşey gibi tasarlanır»

(ıı).

«Cezbedici» ve «Tehdit edici» içtimai kuvvetlere Durk-

(3) Prof. Lucy Mair, An Introduction To Social Anthropology, Oxf.ord 1 965, Sf. 191 - 92. (4) Evans-Pritchard, aynı eser, Sf. 31, 59. (5) Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji, İstanbul, 1943, S!. 85-86.


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MF.SELELERİMIZ

28

heim, «İçtimai tayzik» (contrainte sociale) adını \'ı'llr. ıcOna göre her içtimai tazyikin hem cazip, hem korkutul'ıı ,ıı ı vas­ fı vardır. Fakat içtimai kuvvet daima bu iki vasfı ıa�ıınaz. KI.anlann etrafında dolaşan kutsal hayvanlar ve lilU nıhlan cazip değildir. Büyücülerin dalına davul gürülti.isli vı· bazı kr.rkL:tucu dualarla kaçırtmağa çalıştıkları korkuııı,: Jc.ııvwt­ lerdir. Faıkat bazan cazip ve korkunç kuvvetler ayııı ıııcvzu­ da birleşir. .. » (8) . Totemizmin mahiyet ve unsurlarına ait, bu oldukı,-.ı uzun girişten sonra, totemizmin ne olduğunu daha derli loplu şe­ kilde açıklayalım. «Totemizm, Avustralya, Amerika ve Af­ rika'mn bazı iptidai halkları arasında bir dinin ycriııi alan ve onların sosyal teşkilatının esasını meydana getiren bir sistemdir... totemizm hadisesine, 1 869'da ilk defa umumi dik­ kati çeken, bir İsk�yalı olan

Reinach, 1900

Mc Lennan

idi»

(7).

yıllarında totemizmi, «Code du totcıni.rnıe»

adını verdiği on .iki maddelik bir cetvel halinde şöyle açıklar:

1 - Totem hayvanları ne öldürülebilir, ne de yenilebilir­ ler. İnsanlar tarafından beslenir, ihtimamla yetiştirilirler. 2

- Kaza ile ölen bir hayvan için yas tutulur ve hay­

van, bir klan üyesi gibi şerefli bir şekilde gömülür.

3 -

Bazı hallerde yeme yasağı, hayvanın vücudunun sa­

dece belirli bir kısmına konur. 4

- Korunan hayvanlardan biri, ihtiyaç yüzünden öldü­

rülür veya kesilirse, tabu'nun ihlalini telafi için, affettirici çarelere ve çeşitli kurnazlık yollarına başvurulur.

5 - Hayvan, ayinle kurban edilir ve merasimle yenir, 6 - Hususi merasim ve dini ibadetlerde, bazı hayvanla­ rın postları giyilir. Totemizmin hala cari bulunduğu yerler­ de derisi giyilen hayvanlar totem hayvanlarıdır.

(6) Pro!. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Sosyolojinin Problemleri, İs­ tanbul, 1955, sr. 11. (7) Sigmund Freud, Totem And Taboo, London, 1965, Sf. 100.


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ

29

7 - Klanlar ve klan fertleri, totem hayvanlarının isim­ lerini alırlar.

8 - Birçok klanlar, çeşitli aletlerinde ve silahlarında, tolemlerln tasvirlerini bulundururlar.

İnsanların vücuduna

hayvan resimleri çizilir ve dövme yapılır. ·

9 - Totem, korkunç veya tehli:keli bir hayvan ise, o

hayvanın, kendi adıyla anılan klan üyelerini koruyacağı farz. edilir. 10 - Totem hayvanı, klan üyelerini himaye ve ikaz eder. 11 - Totem hayvanı, klanın sadık üyelerine geleceği ön­ ceden bildirir ve onlara kılavuzlu!k eder. 12 - Totemli klanın üyeleri, müşterek bir ataya olan ortak bir bağ dolayısiyle, totem hayvanıyla hısım olduklarına inanırlar.

J. G. Frazer,

l910'da yazdığı dört ciltlik, «Totemizm ve

Ekzogami» isimli eseriyle konuya aydınlık getirmiştir. Ona göre totemizm, hem dini hem de sosyal bir sistemdir.

Dini

görünüşüyle, bir fertle totemi arasındaki ıkarşılıklı saygı ve hi111aye münasebetlerinden ibarettir. Sosyal vechesi ile, klan üyelerinin birbirlerine ve diğer klanların fertlerine karşı olan münasebetlerinden

ibarettir

ki,

bundan ekzogami

denilen

«klan dışından evlenme» şekli meydana gelmiştir. Totemizme dayanan sosyal sistemin ortadan kalıktığı ülkelerde din, to­ temizmin izlerini taşıyabilir. Klan mensubu, totemi ile klan­ daşlan arasında ayırım yapmaz. Kendilerinin bir totemden üremiş olduğuna inanan klan mensupları için o totem hay­ vanlarını avlamak, kesmek veya onun etini (veya bir bitkiyi) yemek, tabu'dur (haramdır, yasaktır). Bazı hallerde toteme dokunmak ve bakmak da yasaktır. Birçok hallerde totem, lıas ismiyle çağrılmaz. Totemi koruyan tabu'ların ihlali, şid­ detli hastalık ve ölüme yol açar. Totem, tehliıkeli bir hayvan ise (bir av hayvanı veya tehlikeli bir yılan gibi), klan üye-


30

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

lerine zararlı olmayacağına inanılır. Buna rağmen bir fert, o totem hayvanı tarafından yaralanırsa, yaralanan kimse klan­ dan atılır. Doğum, cemaat üyeliğine girme ve ölüm gibi çe­ şitli vesilelerle büyük merasimler yapılır, dini ve sihri mahi­ yetteki danslarla, üyelerin klandaşlığı sağlanır veya pekleş­ tirilir. Klan bağı, aile bağlarından çok kuvvetlidir. Bir klan üyesi, başka bir klanın mensubu tarafından öldürülürse, kan davası birinci klanın bütün üyeler.i için borçtur ve ikinci 1klanın herhangi bir ferdinden alınabilir. Klanın bütün ka­ dınları «bacı» sayıldığından, klan içinden evlenmek, cinsi münasebette bulunmak tabu'dur. Bu yüzden başka klandan evlenmek zarureti, ekzogami'yi (klan dışından evlenme) yi do­ ğurmuştur (8). Totemizmin sosyal görünüşünü, klan organizasyonnna irca eden Radcliffe Brown, Durkheim'ın, totemik timsal veya şekillerin kullanılmasını {yani totem hayvanı veya ne­ batının timsalinin resmedilmesi), totemizmin esaslı bir par­ çası olarak görmesini vakıalara dayanarak tenkit eder. Ona göre, insanların tamamiyle veya geniş çapta vahşi hayvanla­ rın avlanması veya yabani otların, yemişlerin toplanmasına geçimlerini bağladığı cemiyetlerde, totemizmin herhangi şek­ line sahip olunsun veya olunmasın, hayvanlar veya nebatlar, ritüel tavrın objesi haline getiııirler. Totemizm, insanla, ta­ bii türler arasındaki her çeşit ritüel münasebetin ancak bir kısmını teşkil eder. Totemizmdeki tekamülün, sosyal geHşme­ de büyük ehemmiyet taşıdığını söyler ve Katolik Kilisesi aztiz­ letinin «mübarek, kutlu» sayılmalarını, totemizmin bir ge­ lişmesi olarak kabul eder. Bu misalde grup veya klan tote­ mizmini görür. Hıııistiyanlıkta bir ferdi koruyan wz ile, Avustralya ve Amerika kabilelerinin şahsi totem veya koru­ yucu hayvanları arasında benzerlik bulur (9).

(8) Aynı eser, S!. 101 - 106. (9) Radeliffe-Brown, aynı eser, Sf. 117 - 127.


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERt

31

Totemizm bakiyelerini günümüz Avrupa'sında bile bul­ maktayız. « ... kuzeydeki kimi Rus köylüleri Rusça volk (kurt) yerine komşuları olan Türklerin börü kelimesinin bozuntusu olan birlik kelimesini söylerler... Almanlarda bir atalar sö­ zü var: 'Kurdun adı söylenirse o koşarak gelir'. Bu atalar sözü de Almanlarda Wolf (kurt) adının tekinsiz (tabu) oldu­ ğuna işaret sayılmak.tadır. Alman köylüleri Noel bayramın­ dan sonra gelen hafta iQinde kurdun adını (Wolf şeklinde} söylemezler, onun yerine das Gewürm (kurt, böcek) yahut Ungeziefer (yerde sürünen yaratık) kelimelerini kullanırlar. Hatta bir Alman köyünde soy adı wolf (kurt) olan bir papa­ za, bu adın tabu sayıldığı günlerde, Herr Ungeziefer derler­ miş... Lehler, kurdun Leh dilindeki adını söylemekten saıkı­ nırlar. Onun yerine robak yani kurt, böcek derler, Litvalılar ela kurdun adını söylemezler: söylemek gerekirse mişkinis. şuo yani orman köpeği derler. Estonyalıların edebi dilinde kurda, Almancada köpek demek olan Hund denir. Fakat asıl Estoncada kurdun gerçek adının susi olduğu tesbit edilmiş, korunma için kullanılan Hund takma adı asıl gerçek olan susi adının unutulmasına sebep olmuştur. Ruslar ve Ukray­ nalılar kurdun adı olan wolk'u söylemekten sakınarak tür­ lü türlü takma ad ile adlandırırlar: seriy, seriş, serorvat... derler ki boz, bozca, bozcağız... demektir. Estonyalılar da 'ormanlı boz' anlamına gelen bir kelime söylerler... » (10). Yukarıdaki uzun misallerde insanlığın masum inanışla­ rını, çocukça davranışlarını, mantık öncesi, iptidai dediğimiz hallerini gördük. Bir de yirminci asrın bir totemizmi vardır iki, şahsiyet küHü şeklinde insanlığın esaretini mazur gös­ termek için yaratılmışıtır. Masa tenisıi takımı, kazandığı şam­ piyonluğu «Mao'ya borçlu olduklarını», ameliyat eden dok­ torlar başarılarını «Mao'dan aldıkları ilhama medyun olduk· ( 10) Prof. Abdülkadir İnan, Ma·kaleler ve İncelemeler, Ankara. 1968, sr. 625.


MİLLi KÜLTtiRtl'Müz VE MESELELERİMİZ

32

larınıı> söyleyebilirken, biz iptidai diye masum insanları hiç kınamamalıyız. Stalin Kültü de bir devrin cinayetlerini ört­ mek için bir maske olmuştu. Küçücük çocukların körpe di­ mağlarına yerleştirilen şu Stalin şiiri, modem totemizmin en canlı örneklerinden

biridir.

wBen küçücük bir kız.ım, Dans edebilir ve şarkı söyleyebilirim. Stalin'i görmüş değilim, Fakat yine de onu seviyorum» (11). Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, totemizm, şu veya bu şekliyle her cemiyette, her zaman var olmuştur. Şıimdi de

y

Türk içtimai �a atında onun izlerini arayalım. il

- Türk içtimai Hayatında Totemizm izleri.

Bu bahsi, Reinach'ın yukarıda verdiğimiz tasnifinin ışı­ _ğında ele alacağız. a)

Türkle rin Bazı Hayvanları Kutlu Sayması, Onları Avlamaması, Etini Yememesi.

Yirmi dört boylu Oğuz İli'nin her dört boyu için

bir

«ongun» u, uTöz» ü (Totemi) vardı. uOngun olarak zikredilen avcı kuşlar başlıca şahin, kartal, tavşancıl, sungur, uc ve ça­ kır'dır»

(12) . Bu kuşlardan «Uçkuş» un, Kadirli-Saimbeyli ta­

raflarında bilindiğinıi ve adına «Karakuş• denildiğini bir öğ­ rencimizden öğrendik. Bu yırtıcı kuş,

7 - 8 kilo ağırlığında,

sıkıştırıldığında insanlara saldıran ve parçalayabilen bir hay­ vandır. Nesli tükenmektedir. Çok sarp yerlerde yaşar. Yav­ rusunu av için beslerlenıriş.

( 11 ) «Documents 58. Adress to the Instltute of Philosophy in Moscow, by G. Pomerantz>, Problems Of Communism, SeP­ tember-October 1968, Sf. 31. (12) Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara, 1967, Sf. 205.


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİ ZM İ ZLERİ

33

Ziya Gökalp'in «Eski Türkler toteme ongon diyorlardı» ifadesine karşılık, Abdülkadir İnan, «Ongon» un Moğolca ol­ duğunu, Türkçesinin «Töz» olduğunu söyler (13) . Ongon keli­ mesinin aslı Moğolca olsa bile, Türkçeye iyice yerleşmiş ola­ cak 1d, Avşarların Deller ' (Deliler) Oymağının kurduğu kö­ yün adı uOrıguncular Köyü» dür (14). Çeşitli Türkmen ve Yö­ rük oymaklarında kelimenin «Onmak» (şifa bulmak, deva bul­ mak), «Onmasın» (deva bulmasın, saadet yüzü görmesin) an­ lamlarında kullanıldığını şahsen müşahede ettik. Günümüz Türkiye'sinde bazı hayvanların «Adak» ismiy­ le beslenmesi ve kurban edilmesinin, totemizmle, ongonla olan ilgisini, Abdülkadir İnan'ın çok kıymetli şu açıklama­ sından anlıyoruz: uReşidüddin tarafından tesbit edilen Oğuz menkibesinde yirmi dört Oğuz boyunun kuşlarından 'ongon' adiyle bahsedilmektedir ... Bu ·konuya dair Reşidüddin'in ver­ diği malumatı Yazıcızade Ali harfi harfine Türkçeye şöyle çevlımiştir: 'Bu (kuşlar) anlarun oykunı ola ve bu lafzun iştikakı oynuk'dandur ki ol zemanun Türkçesince kutlulık­

Llur şöyle ki: «Üynuk bolsun derler» yani kutlu olsun de­ mektür. Adet ve töre oldur ki her canavar ki bu boyun oy­ kunı ola çün anı tefe'ül üçün mubarekliğe muayyen etmiş­ lerdür ana kasd etmiyeler ve incitmiyeler ve anun etin ye­ miye. Bu zamana değin ol mana mukarrardur. Mahmud (13) Abdülkadir İnan, aynı eser, St. 268. 73 . .(14) FarU'k Sümer, aynı eser, Sf. 279. R eşidüddin den naklen Yazıcızade Ali şöyle anlatır: cBu (kuşlar) anlann oykum ola ve bu ldfzın iştikakı oynuk'dandur ki ol zemanın türk· çesinde kutlulüdur, şöyle ki 'oynuk bolsun derler' yf!ni kutlu olsun demektür. Adet ve töre odur ki her canavar ki bir bo­ yun oykunı ola çün anı tefe'ül üçün mubarekliğe muayyen et­ mişlerdür ana kasd etmiyeler ve incitmiyeler ve anun etin yemiye. Bu zamana deyin ol mana mukarrardur» (Abdiil· kadir İ nan, dnk mı, Idık mı», Makaleler ve İncelemeler, Sf. 617) . '


34

MİLLİ K'OLTOR'OMUz VE MF.sELBLERl:WZ

Kaş.gari (1, 63; B. Atalay, 65) kelimeyi şöyle izah ediyor: 'ıduk' kutlu ve mübarek olan; aslında sahibinin yaptığı bir adak için saklanarak yünü ku:ıkılınıyan, sütü sağılmıyan, yük vurulmıyan, başı boş bırakılıp salıverilen her hayvana bu ad verilir. Moğolların 'ongon' olarak salıverdikleri hayvan­ lara da binilmez, dokunulmaz, sütü sağılmaz. Dokunulmaz. olduğu içindir ki 'mubarek, kutlu' anlamına da gelir• {16). Anadolu'da geyik avının kötülüğü hakkında menkıbeler anlatılır. Geyik avı ile ilgili •tür:küler yakılmıştır. Urfa taraf­ larının bir türküsünde de bu husus şöyle anlatılır:

Ben de gittim bir geyiğin avına Geyik çek!i beni kendi ağına (veya atına-tuzağına) ... Alevilikte de geyiğin büyük yeri vardır. cBektaşi an'ane­ sine göre, Kaygusuz Abdal, Teke Beyi'ne tabi olan Alaiye San­ cağı Beyi'nin oğludur ve ismi Gaybi'dir. Menkıbede uzun uzun anlatıldığı veçhile, birgün avda okla bir geyik vurdu. Yaralı geyik kaça kaça büyük bir asitane'nin kapısından gir­ di. Gaybi de arkasından dergaha girerek dervişlere geyiği sordu. Dervişler haberleri olmadığını söylediler. Meğer bu geyik suretinde görünen, bu asitanenin şeyhi olan Abdal Mu­ sa Sultan imiş. Abdal Musa, Gaybi'yi huzuruna çağırıp geyi­ ğe attığı oku gösterdi. Bu kerameti gören Gaybi şeyhe mürit olma:k istedi.. .» (18). Kızılbaş Türkmen aşiretler.inin, tavşan etini yememeleri, onu avlamamaları, tavşanın onlar için totem (ongon-töz) ol­ masından ötürü olsa gerektir. Nitekim şu kaynaktan, Orta Asya Şarnanistlerince tavşanın totem sayıldığını anlıyoruz: cTürk ırkına mensup şamanistlerde çok yaygın olan töz'ler Tilek, Kozan (tavşan), Aba (yaıııi ayı), Bürküt (kartal), Tıyin ( 15) Abdülkadir inan, aynı eser, Sf. 617 -18. (16) Fuad Köprülü, cMısır'da Bektaşılık>>, Türkiyat Mecmuası,. c. VI, 1939, Sf. 14 -15.


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ

35

(sincap), As (kakum) ve bunlara benzer adlar taşıyan put­ lardır. Bunlardan başka büyük kamlar, kahramanlar, iyi ve kötü ruhlar namına yapılan putlar da vardır» (17). Radloff'un verdiği bilgiye göre «Şaman davulunun üze­ rine gerilmiş olan derinin dış kısmına kırmızı şekiller çizil­ miştir ... bana atların kurban atı, kuşların kaz ve kartal ve at üzerindeki kıimsenin de şaman olduğunu söylediler. Ağaçlar, Tanrılar tarafından takdis edilmiş kayını (somo) ifade eder» (18) . Gene Radloff'un tafsilatlı şekilde anlattığı bir şa­ manizm ayininde şaman, gökyüzünü dolaşırken, bir ara kaz­ dan bahseder, onu iyilikle anar, onun için dua eder {19). Bu ifadeden, kazın töz-<>ngon olduğu anlaşılıyor. Anadolu Tah­ tacı'lannda da, mezar taşlarına, daha ziyade mezar tahtala­ rına « Kaz ayağı» resmi çizilir. Alevilikteki «Pençe-i Al-i Aba = Abanın altındakilerin yani Ehl-i Beyt'in pençesi », kaz ayağına tamamen benzer. Soy, sülfile anlamına gelen kelime, zamanla Ali'ye benzetilmiş ve «Hz. Ali Pençesi» sayılmıştır. Türkler atı da kutlu saymış, bir «at kültü» meydana ge­ tirmiş, atı ayinlerle kurban edip, merasim, şölenlerle yemiş­ lerdir. «Barak» veya «İt» adı verilen köpek de kutlu sayıl­ mıştır. Proto-Bulgar'lar, Kıpçak'lar (Kuman'lar) köpeği kutlu saymışlardır. Kırgız'lann «Kumayık Köpeği», «bütün hay­ vanların törö'sü, yani hamisi sayılmaktadır (20) . b) Totemle Aynı Soydan Gelme inancı v e Totem

Adının Şahıs ve Oymak Adı Olması. (17) Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara, 1954, Sf. 45. 0 8 ) W. Radloff, Sibirya'dan, İstanbul, 1956, II, Sf. 21. ( 19) Aynı eser, 81. 28. (20) Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, «Türk Onomastiğinde 'Köpek' Kültü>, Türk Dili Araştınnalan Yıllığı -Belleten- 196l'den ayn basım, Sf. 1 - 5. ·


36

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ

VE MF.SELELERİMİZ

Göktürkler kurttan ürediklerine inanıyorlardı {21) . uGök­ Türk kağanının muhafızları kendilerini kurt tesmiye eder, (kurtlardan neş'et ettiklerini ve menşelerini hiç bir şekilde unutmak istemediklerini) söylerler. Kağan çadırının önünü kurtbaşı süsler ve Çin imparatoru da ona, kurt resmile müzey­ yen bir bayrak göndermek suretile iltifatta bulunur ... Gök­ Türk menşe efsanesinin bir varyantına göre, kurt anadan doğan oğlaa fc"1kal'ade kabiliyetlere malik bulunduğu, rüz­ gar estirdiği ve yağmur yağdırdığı halde, babasının alel'ade bir kadından doğan çocukları basit insanlardı.» {22) . Çin yıl­ lıkları «Tu-kiu'ların dişi bir ·kurttan türedikleri hakkındaki efsaneye işaret ediyor... Bayraklarında altın bir kurt kafası bulunur {23). Ergenekon Destanı'nda, kurdun kılavuzluğu ve Türkleri felaketten kurtarması bilinmektedir. Oğuz Kağan Destanı'nda «(Gök tüylü, gök yeleli, büyük erkek kurt) se­ fere çı-ktığı esnada, bir ışık içinde, Oğuzun çadırına girer ve ona yol gösterir» {24). Dede Korkut hikayelerinde «Kurt yüzü görmek mübarektir» denir. Anadolu'� yola çıkanlara; «Uğurunuz Kurt uğuru olsun!» denir. Sabah, yolu üzerine kurt çıkanın, işinin rast gideceğine inanılır. Silifke Tahtacı­ larında, Kağan Destanında anlatılan kurdun «Gök gudük» şeklinde anıldığını ve ona dair rivayetler anlatıldığını gör­ dük. Hatta ııKurdoğulları» denen bir sülfile, bu asil kurdun soyundanmış. Birçok yerde de, pek çok uKurdoğulları• için, yakın rivayetler dinledik. Ege, Akdeniz Tahtacıları, hasta olan, kurdeşen olan çocuklarının boyunlarına kurdun aşık kemi(21) Geniş bilgi için bk. Pro!. A. N. Kurat, « Gök-Türk Kağan­ lığı•, A. Ü. DTCFD., X, 1 · 2 ( 1952) , Mart-Haziran, Sf. 7 10 vd. (22') J. Deer, cİstep Kültürü•, A. Ü. DTCFD., XII, 1 - 2, 1954, Sf. 169. (23) W.Radloff, Sibirya'dan, 1, Sf. 130 - 31. ( 24) Prof. Dr. Mehmet Kaplan, «Dede Korkut Kitabında Hay­ •

vanlar>, Köprülü Armağanı, Sf. 284.


TtiRK

İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ

37

ğini, bağlar, bu kemikten bıçakla suyun içine çentip, hasta çocuklara içirir, kurt postundan birkaç tüyü tütsüler, çocuğa teneffüs ettirirler. Kozan'ın Hacılar Köyünde, Türkçe konu­ şan, Kürt denen, aslında Türkmen olan ( 25) halk, yakın yıl­ lara kadar, lohusalann yastıklarının altına bir parça kurt postu kordu. «Alkarısı» denen, sarışın efsanevi şirret kadı­ na karşı konınmuş olurlardı. Aynı inanç Orta Asya ŞamanL­ ğında ve bütün Türk boylarında vardır. Gagauz'ların «Kur.t Bayramı» meşhurdur ( 20) . Nurhak Dağı aşiretleri «Canavar­ ların içinde Bozkurttan kutlusu olmaz» derler ( 27) . Karakırgızlar, köpekten üredi,klerine inanırlar ( 28) . Yuka­ rıda da söylendiği gibi köpek, Türkler tarafından kutlu sayıl­ makta, «İt» veya «Barak» adları ile anılmaktadır. Kaşgarlı Mahmud «Barak» ı şöyle açıklar : « Barak, çok tüylü köpek. Türklerin inandıklarına göre kerkez kuşu kocayınca iki yu­ murta yumurtlarmış, bunların üzerine otururmuş, yumurta­ nın birisinden barak (tüylü köpek) çıkarmış. Bu barak kö­ peklerin en çok koşanı, en iyi avlayanı olurmı,ış» (29) . Rumeli Türkleri (Bulgaristan Türkleri), saçları gözlerini örten çocuklarına, «Tülü Barak» diye hitap ederler. Rason­ yi (30) , Hüseyin Namık Orkun ve Gökalp, kutlu hayvan isim­ lerinin, şahıs ve oymak ismi olarak alındığını söylerler. Hat­ ta Ziya Gökalp, eski Türkleri, dört yöne göre şöyle ayırır: merkezde Tisinler (Tosunlar) olmak üzere, Tunguzlar (Do-

(25) «Sosyoloj i Kon!eranslan� kitabında ve Belgelerle Türk Ta­ rihi isimli dergide bu konuda geniş bilgi verdik. (26) Atanas Mano!, «Gagauzlar», Varlık, sayı : 153, 1939. (27) «Anadolu'da Bozkurt>, Halk Bilgisi Haberleri, S. 14, 18, 1930, 31, Abdülkadir (İnan), A. Rıza Yalgın. (28) Pro!. İ. Kafesoğlu, «Türk Tarihinde Moğollar», İ. Ü. Ed. F. Tarih Derg., V, 8, 1 953, Sf. 1 28. (29) Divan, 1, 377, A. İnan, Makaleler İncelemeler, Sf. 219, A. Caferoğlu, aynı makale. (30) L. Rasonyi, Tarihte TürkHlk, Ankara, 1971 , Sf. l 't - 22.


MİLLi KOLTVRUMO'z

38

VE MESELELERİMİZ

muzlar), Hun-Kunlar (Koyunlular), Kuşanlar (Kuşlar), İT-ba­ raklar (Köpekler)

(31). Bugün Türkiye'de altı adet «Tosunlar»

köyü vardır. Gaziantep'te Barak Boyu pek çok köy teşkil ederek yerleşmiştir. « Barak» efsanevi bir kavim ve efsanevi bir padişah adıdır ve İlhaniler Sarayı'ndaki ünlü bir dervişe « Barak Baba» denildiği bilinmektedir. Kırgızlar'ın bir boyu­ nun adı larından

altemgen» dir (32). On altıncı asırda birinin adı da aBarak Han»dır (33).

Taşkent sultan­ On altıncı asır­

da Taşkent sultanlarından birinin adı da Dulkadırlı Beyi­ nin adı, aAlaüddevle Bozkurd Bey» dir (34). Bugün Maraş çevresinde Türkçeden başka dil konuşan «Tilküliler», P;of.

Z. Velidi Togan'a göre, daha Huzistan'da

iken Türkçeyi unutmuşlardı. Toros Yörükleri arasında bir «Çakal Oymağı»na rastlamıştık. Bugün Çakal'lardan bir kol, Maraş'ın kenarına yerleşmektedir. Adıyaman'a bağlı «Çakal Köyü» nün adı, idarecilerin garip kararlan ile son zaman­ larda değiştirilip,

« Yarmakaya»

yapılmıştır. Türk göçebele­

rindeki geleneğe göre, Orta Asya'da olsun, Anadolu ve Ru­ meli'de olsun, toprağa yerleşen boy ve oymakların adı, köy adı olarak alınır rak

alan

e"). Totem adını oymak veya boy adı ola­

göçebeler,

aynı

adı

köylerine

de

vermişlerdir.

Bunu Trakya ve Rumeli'de görelim. Rumeli'de totem isimli

Doğancılar, Kurt-kayası, Sungurlu. Akkerman, Bender, Kili ye bağlı olanlar : Doğancı, köyler: Alııyolu'na bağlı olan köyler: '

(31) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1341, St. 36 - 39. (32) A. Caferoğlu, aynı makale, St. 2, 7. (33) Prot. Dr. Z. V. Togan, Bugünkü Türkili (Tilrkistan) ve Ya­ kın Tarihi, İstanbul, 1947, Sf. 143. (34) Prot. Dr. Şahabeddin Tekindağ, «II. Bayezid Devrinde Çu­ kur-Ova'da Nüfuz Mücadelesi>. (35) «Töre» Dergisinde (5 10. sayılar, 1 971 - 72) bu konuda ge­ niş bilgi verdik. -


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ

39

Koca-kurd, Turnacı, Babaeski'ye bağlı olanlar: Doğancılar, Dobruca'ya bağlı olanlar: Arslan-suyu, Balıkçı, Kargalık, Meh­ nıed-tekecik, Edirne'ye bağlı olanlar: Kurd-kayası, Songur­ lu, Tonrullu. Filibe'ye bağlı olanlar: Çakırcı, Keçililer. Hırs­ ova'ya bağlı olanlar: Atmacalar, Aygırlı - Musa, Divane-köpek, Doğancı, Doğancı-Ali Obası, Donrul fakih, Kargalık, Koçmar­ lı. Koyuncu-pınarı, Sere (?) geyiği, Karindbad'a bağlı olan­ lar: Atmacalı, Dana-köy, Doğancı, Kurd (Bali)-obası, Küçük­ evrenler, Sungurlu, Tavşanlı. Kırk-Kilise'ye bağlı olanlar: Ev­ ren-obası, Kara-evren, Kurd-bacak, Kurd-Kayası Kurd-pınarı. Rus-Kasrı'ya bağlı olanlar: Atmacalı, Çakırlı, Dana, Doğan­ cı, Evrenli, Köpekci, Kurd-Bdli, Tavşanlı. Silistre'ye bağlı: Atmacalı, Boz-evren, Çakırlı, Evren-pınarı, Koçmar, Şumnu'­ ya bağlı: Doğancılar, Evrenler, Kara-doğan, Mor-evrenli, Yı­ lancı, Zağarlı. Tekfur-gölü'ye bağlı: Kargalık, Koyunlu, Toy­ doğan. Varna'ya bağlı olanlar: Doğan-yuvası, Donrul-fakih, Geyik-ormanı, ineksuvaran, Kara-evren, Karakurd, Kargalık, Kartallı, Koçmar, Kurd-nefesi Yılanlık. Yanbolu'ya bağlı: Atmacalı, Büyük-evren, Cuma-evren, Çakırlı, Doğancılar, Don­ rul, Evrencik, Evrenler, Songurlu, Şahin, Tavşanlı. Yenice­ Kızılağaç'a bağlı: Çakalcı, Doğancılar, Kurd-kayacı, Kuzgun deresi (38). Buradaki ·köy isimlerinin çoğuna Anadolu'da da pek çok rastlıyoruz. Beş adet «Atmacalı» köyü adı geçti. Bugün At­ macalı'lar, «Atmalı» veya «Atma» adıyla, Maraş-Malatya ara­ sında oturmakta ve Türkçeden başka bir dil konuşmakta­ dırlar. c) Bazı Hayvanların Adının Söylenmemesi. «Tuba (So­ yot) Türkleri börü yerine 'Uzun kuyruklu' yahut 'gök-gözlü' derler. Yakutlar kuturuktah (yani 'kuyruklu') derler. Çoban­ lıkla geçinen Başkurtlar geceleri börü demekten çok sakı-

(36) Prof. Dr. M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli'de Yürükler, Tatar­ lar ve Evlad-ı Fatih4n, İstanbUl, 1957, St. 105 - 167.


40

MİLLİ KÜL'l'ÜRtİMÜZ VE MESELELERİMİZ

nır, onun yerine 'kuş-kurt' kullanırlar. Kırgız-Kazaklar 'börü' adını biliyorlarsa da kaskır, Çuvaşlar kaçkır diyorlar ki bü­ tün bu adlar tabu sebebiyle yerleşmiş adlardır. Oğuzların kurt'u da böyledir. Çuvaşlar sonradan kaçkır adını da börü'­ nün gerçek adı sayarak bunu da tabu yapmışlar ve kaçkır'a 'paygambar iti' demeye başlamışlardır, 'uzun kuyruk' (vurun hüre) dahi derler» (37). Aydın ili köylüleri «akrep » in adını söylemekten çekine­ rek, « Kuyruklu» diye bahsederler. Edremit Tahtacılarında kurda «Peygamber Köpeği» denildiğini gördük. Aydın taraf­ larında yılan, çiyan v.s. için «böcü-börtü» deyimi kullanılır. «Şamanistlere göre ayı orman tannsı ruhunun timsa­ lidir, adı da taQudur. Şamanistler bilhassa ormanlarda ayı­ nın adını söylemekten korkarlar. Eski Kıpçaklar ayıya 'aba' (yani 'baba') derlerdi. ' Karaoğlan' adı da, ayı adının tabu ol­ duğu eski devirden kalma bir hatıra olsa gerektir» (38). Ana­ dolu'da ayıya, e:Karaoğlan», «Kocaoğlan», «Oynayan» denir. Atalar ruhuna olan bağlılığı bütün Türk boylannda ve şamanizm ayinlerinde görmekteyiz. Bunu bilhassa Kızılbaş Türkmen aşiretlerinin, ölüm yaslarında, Hıdırellez eğlence­ lerinde gördük. Aydın köylerinde yılana karşı «şerbetli» ol­ ma inanç ve geleneği, şahsi totem inancının bir devamıdır. Hayvanların vücudunun bazı kısımlannın tabu olması ge­ leneğini, Oğuzların meşhur «Ülüş» sisteminde bulabiliriz. Ülüş'ün izleri yaşamaktadır. Gaziantep Barak'lan ve Urfa Karakeçilileri, hatırlı misafirlerine sadece koyun başı verir­ ler. Misafire koyunun diğer kısımlan verilmez. Misafir için o kısımlar tabu'dur. Ege ve Akdeniz Tahtacılarında, cuma akşamları komşulara gönderilen yemeğe «Ülü» veya «Ülüş» denir. A. inan, aynı eser, Sf. 626. (38) A. İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Sf. 63.

(37)


TÜRK İÇTİMAİ HAYATINDA TOTEMİZM İZLERİ

41

Eıkzogami adeti, birçok Türk boylarında halen caridir ve tarihte hemen hemen haklın usuldür (39). Fakat bizim gez­ diğimiz Yörük ve Türkmenlerde, yakı'l. akraba ile evlenile­ bilmektedir. Dayı kızı, amca kızı alınabilmektedir. Bu usul, herhalde Anadolu'ya geldikten çok sonra yerleşmiş olsa ge­ rektir. Çünkü Dede Korkut'ta aksini görüyoruz. Orta Asya Şamanistleri «Kayın» ağacını mukaddes sa­ yar. lran'ın Maku Bölgesinde 26 köyden ibaret Karakoyun­ lular, yakınlarındaki bir ormanı kutlu sayar ve ona (Karaoğ­ lan» der (40). Anadolu'da da Çınar Ağaç (Kaba ağaç) kutlu sayılmıştır. Aydın dağlarında yetişen, zeytin cinsinden Tek­ nel-Tehnel Ağacı (Defne'ye benzer), zeybekler tarafından kut­ lu sayılır ve bu ağaca « Ölüm ağacı» da denir. Zeybekliğe gi­ riş merasimi bu ağacın karşısında olur. Efe, yatağanı ağaca saplar, zeybekliğe girecek kızan yemin ettikten sonra, hepsi silahlarını bu ağacın zeytine benzer meyvalarının yağıyla yağlarlar (41) . Bugün, Türk geleneği halinde İ slamiyetle tezada düşme­ den yaşayan ve hatta ona milli bir hususiyet ve kuvvet veren inançlar bunlardır.

(39) A. inan, «Türk Düğünlerinde Ekzogami İzleri'> , Makaleler

ve İncelemeler, Sf. 341 - 49 ; Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu, «Türk Aile Sosyolojisi», Prof. Dr. R. Şükrü Suvla Armağanı, İstan­ bul, 1970'de geniş bilgi var. (40) A. İnan, Şamanizm, Sf. 62. (41) Enver Behnan Şapolyo, «Efe, Zeybek, Kızan . . . », Türk Yurdu, Temmuz 1954, S. ı. (234) , Sf. 52 .


- 3 T ÜRK D İLİ VE M İLLİ KÜLTÜRÜMÜZ

Şu dünyada bir kişiye Yanar gözüm köynür özüm Yiğit iken ölenlere Gök ekini biçmiş gibi *

Miskin ti.dem oğlanını Benzetmişler ekinciğe Kimi biter kimi yiter Yere tohum saçmış gibi.. Yunus Emre

Türk dili perişan, Türk dili hasta. Zevksiz bilgisiz, gafil ve maksatlı kimseler onu masaya yatırmışlar, ameliyat edi­ yorlar. Sağ çıkacağını Allah bilir. 13. Yüzyılın sonlarında, 14. Yüzyılın başlarında Türk di linin hor görülmeye başlanmasına üzülen Aşık Paşa şöyle yakınıyordu:

­

Türk diline kimesne bakmaz idi Türklere lıergiz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi ol dilleri, İnce yolı, ol ulu menzilleri.


TORK DİLİ VE MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ

43

Karamanoğlu Mehmet Beyin fermanıyla Türkçenin iti­ barı yerine geldi. Osmanlı İmparatorluğu saray çevrelerinde II. Murad'dan sonra Türkçe yeniden ihmale uğradı. Fatih,

Cem Sultan, Kanuni, Türkçe şiirler yazdıkları ve Kemalpa­ şazade ve Vani Mehmet Efendi feryat ettiği halde Türkçenin itibarlı bir dil olmasına engel olundu. Dahil bulunduğumuz İ slam camiasından, dini kültür kanaliyle aktarılan, zaruri ve faydalı kelime ve terimler bu niyet ve gayrete vesile oldu. Sonunda Türkmenlerin, Yörüklerin, yani Türk halkının ko­ nuşmadığı sun'i bir edebi dil doğdu ve halktan kopmuş, ona yabancı bir münevver sınıf türedi. Türkmenler, Yörükler saf Türkçeyi konuştu; münevver­ ler sun'i lisanlarını tekellüm etti. Geçen asrın sonlarında Tür·k aydınları arasında doğmaya başlayan Türkçülük fik­ ri, dilin sadeleşmesi cereyanını yarattı. Bu cereyanın başın­ da Ziya Gökalp'ler, Ömer Seyfeddin'ler, Veled Çelebi'ler, Ne­ cib Asım'lar vardı. Bu yüzden ilmilikten uzaklaşmadı, çığ­ rından çııkmadı. Gökalp meseleyi ilmi olarak ele aldı. «Bir dilin başka dillerden eş anlamda olmamak şartiyle kelimeler alabileceğini; fakat gramer şekli (siyga) alamayacağını be­ lirten Gökalp, dilimizde kullanılan Arapça ve Farsça keli­ melerden siyga mahiyetinde olanların derhal atılmasını, öbürlerinin eğer halk dilinde karşılıkları yoksa, kabul edil­ melerini söylüyor. Bir kelimenin cemi şekli de sıyga sayıl­ dığı için, cemiler kullanılmayacaktır. Fakat siyga mahiyeti­ ni kaybetmiş, klişeleşmiş olan ahlak, edebiyat, talebe, evlad, amele gibi kelimeler muhafaza edilecektir... Başka bir dil­ den siyga ve ek gibi terkipler (isim ve sıfat tamamlamaları) da alınamayacağından Gökalp, Arapça ve Farsça terkiplere hiçbir lüzum olmadığını, esasen Türkçeden terkiplerin her cinsi bulunduğunu açıklamaktadır.» (1).

( 1 ) Doç. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Dil Davası ve Ziya Gökalp İstanbul 1965, sr. 33 - 34. ,

,


44

ll.:IİLLt KÜLTÜRtiMOZ VE MESELELERİMİZ Gökalp fazla müdahale etmeden, dilin tabii seyri ıçın­

de sadeleşeceğini ifade ediyordu. Fakat milli mücadele ru­ hunun getirdiği Türklük sevgisi, dil bahsinde

yavaş

ya­

vaş bizi aşırılığa götürdü. Halka mal olduğu, köylerde bile konuşulduğu halde, güzünün yaşına bakılmaksızın Arap ve Fars asıllı her kelime atılıp yerine, nesebi sahih olmayan « sözcük» ler uydurulmağa başlandı. Milli kültürümüzün Akıbetini düşünen İstanbul Muallim­ ler Birliği, 1 948 senesinde bir Dil Kongresi topladı. Kıymet­ li ilim ve fikir adamları raporlar verdiler. Prof. Fmdıkoğlu, Prof. Halide Edip Adıvar'ın tebliğleri ilgi çekiciydi. Halide Edib Hanım şöyle diyordu: «Dilimize giren ve Türkçeleşen Arap menşeli keiimeleri bir Arap hakimiyeti gibi görmek yanlıştır. Nasıl ki, Garp milletleri, bugün kendilerine nis­ beten siyasi bir kuvvet ifade etmeyen Yunanlıların harsını, ortadan kalkmış olan Romalılardan Latin alfabesini ve ıstı­ lahlarını almış olduklarını söylerken, şereflerine halel g€l­ diğini hiç hatırlarına getirmezer.» (2) Bu kongrenin hayli faydası oldu. Bugün böyle kongre­ lere, hatta dil ve milli kültür seferberliğine muhtacız. Çün­ kü bir yandan samimi olarak Türkçeyi arıtmak isteyen iyi niyetli vatandaşlarımız, diğer yand:ın solcular, alabildiğine Türk diliyle uğraşıyorlar. Samimi olanlara yazımızın sonun­ da birkaç sözümüz var. Diğerlerine gelince: Türk'ün hiçbir şeyini, din, örf-adet, ahlak, san'at, müzik vs. ni sevmeyen komünistlerin, Türk diline olan aşırı sevgilerinin ( ! ) fart-ı muhabbetlerinin ( ! ) sebebini araştırma·k lazım. Niçin bun­ lar Türkçenin üzerine böyle titriyorlar? Meseleye önce ta­ rih içinden bakalım, Kının Türklerinden Gaspıra'Iı İsmail Bey, 10 Nisan 1 883'te Kınm'da Tercüman Gazetesin i çıkar-

(2) Prof. Halide Edib Adıvar, İngiliz Dilinin Tektl.millü ve Türk­ çe, kongreye sunduğu rapordan, (Birinci Dil Kongresi, İst. 1949, sr. 13> .


TÜRK DİLİ VE MiLLt KÜLTÜRÜMÜZ

-45

dı. Gazetesinde, Rusyadaki Müslüman halkların kültür bir­ liği için, (dil birliği, ülkü birliği, faaliyet birliği)ni zaruri görüyor,

Müslüman

mekteplerinde ve basınında Osmanlı

Türkçesinin (İstanbul ağzının) ortak edebi dil olarak kulla­ nılmasını tavsiye ediyordu. Azerbaycan'da Ağaoğlu Ahmed Bey ve Hüseyinzade, bu fikri benimseyip, des teklediler. 1906 Ağustosunda Nizhnı Novgorod'da toplanan « Üçüncü İslam Kongresinde» Rusya Müslümanları için tek bir İslami ede­ bi dil ihtiyacı olduğuna, bunun da Osmanlı Türkçesi olabi­ leceğine, Müslüman mekteplerinde bunun tatbik edilmesine ve yeni neslin milli bir ruh içinde yetiştirilmt>sine karar ve­ rildi (3). B u yazılar ve kararlar Rusya Türklerini, Müslümanlarını yıllarca canlı, diri tuttu. Çarlık Rusya'sı bu halden gocunu­ yordu. Ne zaman ki komünist ej deri pençesini Türk elleri­

nin

can evine �eçirdi, herşey gibi, Türk dili de kara gün­

lerini yaşamağa başladı. Türkmen, Özbek,

Uygur, Kırgız,

Kazak, Tatar'ın Türk kavminin kolları, aşiretleri olduğunu biraz tarih, coğrafya kültürü olanlar bilir. Komünist Rus­ ya, Türk kavmini tarihten silmek için Rusya Türklerini, Türk­ menistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan gibi yalancı cum huriyetlere aymdı. Gıiya burada ayn kültürden, ayn soy­

dan insanlar yaşıyordu. Kaynaşmayı önlemek, uçurumu iyi­ ce açmak, milli kültürü baltalamak için Türkmen, Uygur, Öz­ bek, Kırgız, Kazak, Tatar lehçeleri arasındaki ufak tefek farkları başka başka alfabe ve gramer tatbiki suretile arttı­ rıp, ayrı diller haline getirrrı.eğe çalıştılar ve bugün de bü­ tün güçleri ile bu işe devam ediyorlar. Bu gayrete bizim yerli kızıllar seyirci mi kalsın? Kalma­ dılar ve Orta Asya Türkleri ile temasımızı ve maziyle ilgimizi kesmek için ne lazımsa yaptılar, yapıyorlar. Aksi halde, bil-

(3) Serge A. Zenkovs'.{y, Pan-Türkism and İslam in Russia, Har­ vard Üniversity Press, 1960, pp. 30 - 49.


46

MİLLi KÜLTÖR'OMUZ VE MESELELERİMİZ

tün Türk dünyası bizi anlayacak, belki yarınki kuvvetli rad­ yo yayınımızı dinleyecek, dergi ve gazetelerimizi

okuyacak­ doğacak.

lar. Paylaşılan ve yaşanan büyük bir Türk kültürü

Onların bizi, bizim onları rahatça anlayabileceğimize dair işte üç misal (Türkistan'dan, Azerbaycan'dan, Irak'tan Ker­ kükten) : Stalin •tarafından öldürülen, Türkistan milli şairi

Çolpan, Türkistanın esareti için şöyle diyordu: Güzel Türkistan senge ne boldu (Sana ne oldu?) Sebep vakitsiz güllerin soldu, ah, güllerin soldu Bilmem ne için kuşlar ötmez bahçelerinde, ah, bahçelerinde 60 - 70 yıl önce Rus istilası karşısında, Azerbaycan'dan şu feryat yükseliyordu:

Yuvası dağılmış, ocaklar tütmez Virandır vatanım bülbüller ötmez, Bu zulmü bizlere kimseler etmez, Ağla vatan ağla, nerde istiklal? Salibin zulmüyle sönsün mü Hilal? Azerbaycan ili, Türk'ün öz yurdu Oğuz Han yurdunu bu ilde kurdu Cihan sarsmışdı muzaffer. ordu Ağla Azerbaycan, ordun ne oldu? Söyle Azerbaycan, yurdun ne oldu? Bağrında düşmanlar gezsin mi iter an, Esir yetimleri kessin mi her an yadlara mı kalsın bu aziz vatan, Ağla Azerbaycan, kanlar çağlıyor, Bu hale Türkistan, Turan ağlıyor.


l'ÜRK Db..İ VE MİLLl KÜLTÜRÜMÜZ

47

Bugün Bağdat'ta Türkmen Kardeşlik Kulübünün çıkar­ dığı

aKardeşlik»

Dergisinin 1964 .temmuz ve 1965 nisan nüs­

halarından aldığımız birkaç örnek

Yetimlere yoksullara dayak ol (destek dayanak) Yetimlere yohsullara dayak ol Sahavete, yahşiliğe ortak ol Gadir bilen yahşiliği anar hey Bir Horyat

Gül onun Bülbül onun gül onun Bağda bir bülbül ölmüş Kanlısıdır gül onun Bir Atasözü

« Yüz aklın varsa, bir akıllıya daha danış.» Bu üç misal gösteriyor ki, bütün Türk dünyası, Türklü­ ğün son kalesi Türkiye'den yükselen sesi duyup, anlayabi­ lecek. Bunu önlemek, ortak dili yok etmek solcuların (ya­ bancısı yerlisi) en büyük vazifesidir. Türk diline sarılmanın, onu arıtmanın, yozlaştırmanın işte en mühim sebebi. Ne yazık iki muvaffak olmaya başladılar bile. Değil dış Türk­ ler,

lini

anlamaz

Türkler

bile

oldu.

radyonun, Eski

gazetelerin

eserler

ise

bir

dergilerin

di­

muamma

ha­

line geldi. Yirmi yıl önce Dinar Türkmenleri, Toros Yörük­ leri, Edremit'in Alevi Türkmenleri, radyonun dilinden an­ lamaz olduklarından yakınıyor, şikayet ediyorlardı. Bu ne mene Türkçedir ki, onu Yörük anlamaz, Türkmen anlamaz,

Alevi Türkmen anlamaz? .. Hülasa, nesiller arasında ve Türk elleri arasında kültür uçurumları yaratılıyor, mazimizi unut­ mağa mahkum ediliyoruz. Yarınki nesiller değil dünü, bizi bile anlayamayacaklar. Türk milli kültür sarayının yıkılma-


MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

48

sına çalışan baykuşlar onun yık.ıntılaıi. arasında tünemek için bekliyor... Şimdi samimi, içi Türklük sevgisi ile dolu olan aydın­ lara sesleniyoruz. Şimdiye kadar söylediklerimizden anlaşı­ lıyor _1ki, biz öztürkçenin değil, uydurma Türkçenin aleyhin­ deyiz. Yunus'un, Dadaloğlu'nun, Karacaoğlan'ın , A şık Vey­ selin dilindeki Türkçelerin, başımızın üzerinde yeri vardır. Biz demek is tiyoruz ki, dil bahsinde muhafazakar olalım; uydurmacılığı bırakalım; Türkçede karşılığı bulunan Frenk­ çe kelimeleri almayalım, dilimizin üzerinde titreyelim, ge­ rekli değişikliği yarının kudretli aDil Akademisi•ne bıraka­ lım. Daha iyisini Gökalp söylemiş; şimdilik onu takip ede­ lim. Dilimiz kendi akışı içinde yatağını bulacak; büyük Türk edebi dili ve kültürü doğacaktır. Gelin şimdi olanı biteni ya­ kından görelim. Batıya gümrük duvarlarını açmışız; her gün izinsiz, ruhsatsız yüzlerce kelime geliyor ve öztürkçeciler on­ ları rahatça kullanıyorlar. Bunlar, ilmi ve teknik terim ol­ mayıp, dilimizde karşılıkları olan, . günlük konuşmada geçen kelimelerdir. Misfil mi işte :

ldnse etmek, empoze etmek,

anons vermek, anons yapmak, problem, amblem, mansiyon, etap, brifing, deklerasyon, kostüm, repertuvar, enstruman, piknik, şömine vs .. Türkçe adına uydurma kelime yara-tmağa da son veri­ niz. Bırakınız bu işi, yarının Dil Akademis-inin Ali Şir Nevfil'­ leri, Kaşgar'lı Mahmud'ları dev ilimlerile halletsinler; bu iş, cücelerin işi değildir. İ şte size «sala bindirilip, sele verilen zavallı Türkçeye» musallat olan birçok kelimeden birkaçı : (Parantezin dışındaki uydurmacası, içindeki halkımızın kul­ landığı hakikisidir.)

Anımsama

bilinçli (şuurlu), birey (fert), denetçi (müfettiş. Bir zamanlar

le, basamak), tiş etmek),

düzey

aşama (merha­ denetlemek (tef­

(hatırlama yerine uydurulmuş),

espentör idi),

(seviye), (yatay'ın yatık şeklinde, dikey'in dikine şek-


TORK DİLİ VE- MiLLt KÜLTÜRÜMÜZ

49

· Iin söylenmesi gerektiği gibi, buradaki_ düzey de yanlıştır. Belki düzlük denebilir amma, o da seviye demek olmaz),

doğal (tabii), düşün (fikir), karşın (ustaları, 'rağmen' karşı­ lığı kullanıyor; taklitçi acemiler ise. 'karşı, karşılık' yerine kullanıyor), genel (umumi, İngilizce ve Fransızca General'den alınsa gerek), görev (vazife, hizmet, iş), içtenlikle (samimt olarak), ilginç (ilgi çekici), inan (iman, inanç), içerik (muh­ teva; bir erik çeşidi değil), kural (kaide), koşul (şart), kutsal (Dede Korkut'ta da geçen kutlu kelimesini, öztürkçecilik adına bırakıp, kutsal'ı uyduranlara, bugün Anadolu'da Yö­ rük ve Türkmenlerin, Alevi Türkmenlerin kutlu kelimesini kullandığını hatırlatırım. Mesela kına gecesinde söylenen: «Gız anam kınan gutlu olsun» veya uGutlu olsun diyenin aki­ beti hayrolsun» gibi), kanıt (Kaşgarh 'cesaretlendirmek' ye­ rine kullanırken, bunlar 'delil' karşılığı kullanıyor), özerk, (muhtar, müstakil) , özgürlük (hürriyet, daha önce 'özgenlik' d iyorlardı), örneğin (mesela) , ödev (vazife, iş, hizmet}, özel (hususi), öngörmek (derpiş etmek, gözönüne almak), olu ın­

lu (müsbct), olumsuz (menfi), onay (tasdik etmek), mevsim­ sel (mevsimlik), neden (sebep), sorun, (sormak fiilinden ya­ pılan sorun kelimesinin mesele'nin yerini tutmayacağı mey­ dandadır), süre (vade, zaman, vakit, an, müddet, ecel). Gö;-m­ düğü gibi farklı manalar taşıyan 5-6 kelime bir uydurma süre kelimesiyle ifade edilmek isteniyor. Böylece dilimizi iyi­ ce fakirleştirecekler, kültürümüzü kısırlaştıracaklar. Sürmek filinden, Fransızca duree'ya benzeterek süre kelimesini uy­ durmuşlar), toplum (cemiyet, cemaat), zorunlu (zaruri), yön­

tem (usul, metod), yükümlü (mükellef, vazifeli), yarışmacı (yarışçı yerine kullanıyorlar. Güreşçi'nin güreşmeci, koşu­ cu'nun koşmacı olamayışı gibi yarışçı da yarışmacı olamaz. Müsabık yerine belki yarışçıyı kullanabiliriz.), uygarlık (me­ deniyet), yaşam (ylışantı nın yerini aldı. Hayat, ömür, yaşa­ '

ma, yaşayış), önermek (teklif etmek, tavsiye etmek, salık


SO

MİLLt KÜLTÖRVM'OZ VE MESELBLERİMİZ

vermek, ileri sürmek, 3!'kıl vermek), yönetmen (idareci), de­ ğinmek (temas etmek, dokunmak, değmek manasında kul­ lanıyorlar. Tüııkçemizde cdeğinmek» filli yoktur a:değınek»· fiili vardır. •Konuya temas ettik• Arapça oluyorsa a:konuya dokundu• veya a:konuya değdi• denir.). İşte dilimiz, böyle fakirleştiriliyor; kültürümüz, böyle­ sine yıkıma uğratılıyor. Balkan Türklüğü, Orta Asya Türk­ lüğü ile dil bağımız, kültür bağımız kopuyor. Eski kültür hazinemizden habersiz, köksüz ve sığ bir nesil yetişiyor. Bu­ nun vebalinden, samimi öztürkçeciler sakınsınlar. Şuurla, maksatla bu dili bozma işini üzerlerine alanlara sözümüz yok. Onlar, o yolun yolcusudurlar; gitmeden olmazlar; et­ meden olmazlar; yıkmadan durmazlar...


-

4

-

T ÜRKİSTAN'DAN KlBRIS'A TEK KÜLTÜ R

Kıbrıs Türkleri'nin kültürüne baktığımızda, çevreden ge­ len ufak tefek tesirleri bir yana bırakırsak, Türkiye Türklü­ ğü, Balkan Türklüğü, Azerbaycan ve Orta Asya Türklüğü ile hemen hemen aynı hususiyetlere sahip olduğunu görürüz. Gerçekten, Kıbns Türkleri çokluğu itibarile, Aydın'la Adana arasında yaşayan Yörüklerin, oymaklar halinde Kıbrıs Ada­ sına yerleştirilenlerinin torunlandır. Yani, Anadolu Yörük­ leri'nin, Türkmenleri'nin torunlandırlar. Bu bakımdan, ay­ nı milli kültüre sahip bulunmalarında şaşılacak birşey yok­ tur. Rumeli Türkleri'nin, Kerkük Türkleri'nin, Azerbaycan, Kırım, Kafkas, Türidstan Türkleri'nin de aynı kültüre sahip oluşlan gibi. Çünkü aynı soydan gelmektedirler, coşkun akan aynı milli kültür pınarından içmişlerdir. O yüzdendir ki, Türk Müziği sanatçısı Emel Sayın, Moskova ve Bakıl'da ver­ diği konserde çılgınca alkışlandı. TRT .televizyonu'nuiı açık­ lamaması ve seyircileri göstermemesi yüzünden öğreneme­ diğimiz, fakat Moskova'da oturduklannı veya yakın yerden geldiklerini tahmin ettiğimiz çok kalabalık olan Türk dinle­ yiciler salonu doldurmuştu. Çok manalı şarkılar istediler ve sanatçımız, büyük bir milli heyecanla onlan okudu. Çiçek­ ler gönderdiler. Sanatçımızın etrafını sarmışlar, gözyaşları


MİLLİ KÜLTÜRtiMüZ VE MESELELERİMİZ

52

dökmüşler, boynuna sarılmışlar. Bunun ne demek olduğunu Emel Sayın iyi anlamış. Fakat aynı yerlere giden Ayla Al­ gan anlayamamış. TRT'nin televizyonu'nda, «hafif şarkılar» söylemezden önce, kendisine sorulan bir soru üzeri ne bun u ortaya koydu. Bakıl'da şarkı söylerken, salondan b i r ses yükselmiş: «Men seni sevirem ». Ayla Algan, bunu, manalı manalı gülerek, «SÖZ aramızda» diye nakletti. Bu sevginin, bir kadına duyulan sevgi olduğunu sanmış; kendisinin şah­ sında, Türkiye Türklüğüne, dünya Türklüğüne duyulan sev­ gi ve gönderilen selam olduğunu galiba anlayamamış. Gene aynı şarkıcı, Taşkent'te Özbek Türklerinden püyük sevgi gör­ müş. İhtiyarı genci etrafını sarmış. «Repertuarımda - dağar­ cığımda diyemiyor hep Batı müziğine ait eserler vardı. Fakat Taşkentli Özbekler, benden hep alaturka - Türk müziği di­ yemiyor - şarkılar istediler. Türkiye'yi çok yakından biliyor­ lar. Çanakkale içinde vurdular beni, indim yarın bahçesine ve daha neler neler. Bir buçuk saat sürdü» dedi. Bu iki örneği, çok yeni olduğu, çok şey ifade ettiği ve Türk kültürünün, bütün Türk dünyası üzerinde, ortak bir atalar mirası olduğunu gösterebilmek için verdik. Bu husus­ ta sayısız örnek vardır ve bunlar, ilmi eserlerin konusunu teşkil etmektedir. Pek az millete nasip olan bu kü1tür bir­ liği, büyük bir coğrafya parçası üzerinde, biR yıllık mekan ayrılığına rağmen, sarsılmadan yürüyebilmiştir. Çeşitli iç ve dış düşmanların, onu yıkmak için sarfettikleri bütün gay­ retlere

rağmen, yeniden yeniye canlanmaktadır. İlerdeki günler, onun ihtişamlı devirlerine şahit olacaktır. Bu giı1şten sonra, büyük Türklük ve onun kültürü içinde, Kıbrıs Türk kültürünün yerine kısaca bakalım. FETİHTEN GÜNÜMÜZE KADAR KIBRIS 1571 'de Türk ordusunun Kıbns'a girmesinden sonra, bir Türk vatanı haline gelen Kıbns'a ardı ardına Türk cemaat-


TtiR.KiSTAN'DAN KIBRIS'A TEK KÜLTÜR

53

leri gelerek yerleşmiştir. Bir asırdan fazla devam eden bu Türk göçü, hazan gönüllü, hazan cebri olmuş, Türk göçebe­ leri adaya yerleştirilmiştir. Adanın Türkleştirilmesinde büyük rol oynayan Yörükler, Türkmenler, Türk kültürünü adaya taşımış oldular. Artık buralarda, Aydın, İ çel, Çukurova Yö­ rüklerinin ağzıyla Türkçe konuşuluyordu. Adanın 1 878'de fii­ len elimizden çıkması, Türkiye ile olan kültür bağını biraz­ cık zedelemişti. Ayastefanos Andlaşmasının çok ağır hükümleri, Osman­ lı İ mparatorluğunu Rusya'nın tehdidi altına sokmuştu. Bu­ nu, çıkarlarına aykırı bulan İ ngiltere, teşebbüse geçti. «Rus­ ya neticede, büyük devletler arasında Berlin'de bir kongre akdini kabul etmiş ve Londra'daki Büyük Elçisi Şovolof ile, Lord Salisbury arasında 30 Mayıs 1 878'de bu kongrenin esas­ larını teşkil edecek bir muhtıra ile bilhassa Türkiye'nin şark vilayetleri

hakkında,

Rusya'nın

ele

geçirdiği

imtiyazların

kendisine dahi verilmesi keyfiyetini hüküm altına aldırmış bulunuyordu.» İ ngiliz Dışişleri Bakanı Lord Salisbury, yap­ tığı gizli görüşmelerden sonra, 30 Mayıs 1 878'de İ stanbul'da. ki İ ngiliz Büyükelçisi Sir Layard'a bir telgraf çekerek şun­ ları bildirmişti : « İ ngiltere ve Rusya devletleri arasında yapılan gizli mü­ zakereler ilerlemiştir. Ayastefanos Andlaşmasının Osmanlı, Avrupasına dair olan maddelerinin Avrupa ve bilhassa İ n­ giltere menfaatlerine muvafık surette tadili muhtemel görü­ lüyor... İ ngiltere'nin ittifak taahhüdünü yerine getirebilmesi için, küçük Asya ve Suriye sahilleri civarında bir mevkie ma­ lik olınası lazımdır. Kıbrıs Adası, İ ngiltere nazarında bu maksada kafi görülmektedir. İ ngiltere, Osmanlı Devletinden mülk almak arzusunda bulunmadığından Adanın kemakan Osmanlı Devleti aksamından kalkmasını ve sadece idare ve zapt ve raptının İ ngiltere'ye ait bulunmasını kafi addetmek­ tedir.» İ ngilizler, Kıbrıs Adasındaki heveslerine kavuştular


Miı.ı.t K'OLTUR'OMOz VE MESELBLERbltz

54

ve Ada kendilerine verildi. Osmanlı Devleti

sıkışık durum­

da idi. Başka çare kalmamıştı. « Kıbrıs anlaşması iki madde halinde, 4 Haziran 1 878'de Sadrazam Saffet Paşa ile İ ngiliz sefiri

Layard

tarafından

imzalanmıştı.

İ kinci

Abdülhmit,

andlaşmanın üstüne» « hukuk-ı şfilıaneme asla halel gelme­ mek şartıyla muahedenameyi tasdik ederim.» ibaresini yaz­ mıştı. Hükümdarın İ ngiliz Sefiri Layard'dan aldığı senet de şöyleydi :

«Tarabya, 15 Temmuz 1878 - Haşmetlu Kraliçe Hazretleri­ nin Sefiri, Zdt-ı Hazret-i Pô.dişdhi.'nin 15 Temmuz 1878 tarih­ li ittifak tedafüi ahidndmesinin tasdiki ile murad buyurduk­ ları veçhile hukuk-ı şahanelerine asla halel getirilmemeye sd'yedileceğini beyan eder» deniyordu. Ada geçici olarak İ ngilizlere terk edilmişti. Vekiller He­ yeti yaptığı toplantıda, adanın geçici olarak terki yanında şu kararları da almıştı: Adada yaşayan Türkler'in miras, ev­ lenme davaları'nın şer'i mahkemelerde görülmesi; cami, mek­ tep, tekke, hayrat, emlak ve arazinin gelirlerini toplamak üzere, Evkafın Kıbns'ta bir memur bulundurması; Adada miriye ait emlak ve arazinin Osmanlı Devleti tarafından ge­ rekirse satılması; Adanın Türkiye'ye geri verilmesinde, İ n­ giltere'nin yol vs. yapımında harcadığı parayı istememesi �). Vekiller Heyetinin aldığı bu kararlara karşılık, yirmi otuz yıl içinde Kıbrıs Türk cemaati, kendi haline terkedil­ mişti. Gayet teşkilatlı olan Elen Kilisesi ve milli meseleleri de içine alan dini faaliyet l eri; İ ngiliz idaresi, misyoner faa­ liyetleri, .Batı medeniyetini ıtemsil ettiğine inanılan İ ngiliz kültürü yanında, Türkler sahipsiz hale gelmişlerdi. Tarihçi Ramazanoğlu Niyazi Beyden duyduğumuza göre, Adaya Tür­ kiye'den din ve mektep hocası gönderilmiyordu. Bu yüzden,

( 1 ) Halılk Y. Şensuvaroğlu, cKıbns'ın İngiliz İdaresine İş ve Düşünce S. 246, Haziran 1964, Sf. 3 - 7.

Geçişb,


TORKISTAN'DAN KIBRIS'A

TEK

KÜLTüR

55

Türklerin aklı eren ve ileri gelenleri, Osmanlı Devletine baş­ vurarak, çocuklarının İngiliz ve Rum tesiri altında dini ve milli terbiyelerinden çok şey kaybet!Dekte olduklarından ya­ kınarak, çok acele olarak hoca ve öğretici gönderilmesini ri­ ca ediyorlardı." Merhum Niyazi Bey, buna dair olan vesika­ ları, arşivde görmüş, bu arzunun nasıl karşılandığı, yerine getirilip getirilmediği, neticelerinin ne olduğu, araştırıcılar tarafından incelenmeğe değer. Sevr Andlaşmasının 1 15. Maddesi ile, Kıbrıs'ın İngilte­ re tarafından ilhakı Türkiye'ye kabul ettiriliyor ve 1 16. Mad­ de ile de Türkiye'nin «Kıbrıs Adası üzerinde veya Kıbrıs Adasına dair bilumum hukuk ve müstenidatından feragat» ettiği belirtiliyordu. Lozan Andlaşması'nın 20'nci Maddesi, Sevr'in 1 1S 'nci Maddesi'nin aynıdır. Kıbrıs üzerindeki hak­ larımızdan vazgeçtiğimize, feragat ettiğimize dair bir taah­ hüde girmemiş olmamıza, feragatname vermemize rağmen, adı geçen 20. Madde yüzünden, 1924'de Ada, hukuken de eli­ mizden çıkmış sayıldı (2). 1960 Londra ve Zürih anlaşmaları ile, Kıbrıs Türklüğü ile hukuki bağımız yeniden kurulmuş oldu.

KIBRIS TÜRKLERİ'NİN KÜLTÜRÜNE DAİR BAZI İPUÇLARI

Hukuken de, fiilen de, elimizden çıkmış olsa da, Ada Türklüğü ile Türkiye Türklüğü'nün bağı tamamen kesilme­ di. Kıbrıs'lı Türklerin gözleri kulakları, Türkiye'de oldu. Tah­

sile, gezmeğe geldiler; bir ·kısmı iş bulup burada yedeşti.

(2) Ramazanoğlu Niyazi, cKıbrıs Adası'nın Mukadderatı ile Çok Yakından Alakadarız,> İş ve Düşünce, Sayı: 246, Haziran 1964, Sf. 10.


56

MİLLİ KÜLTORtiMOz VE MESELELERİMİZ

Şimdi kısa bir şekilde, Kıbrıs Türkleri'nin kültürüne dair bazı noktalan belirteceğiz (3). DÜGÜN ADETLERİ: Vaktiyle Kıbrıs'ta evlenme, yuva kurma işinde, Türkiye'de olduğu gibi «görücülük» usulü var­ dı. «Görücüler», «kız görmeye» giderlerdi. Kızı beğendikleri takdirde, udünürcülüğe» gidilirdi. uAllahın emri, peygambe­ rin gavliyle, gızınızı oğlumuza isterig» denilirdi. Kız evi nazlı olduğundan, bu isteme birkaç defa olur ve sonuncusuna «bü­ yük dünürcülük» denirdi. Dünürcüler şu şiiri okurdu:

Uzun uzun gozlar (cevizler) Yeter oldu sözler lşte geldig bizler Ne dersiniz sizler Havlımızda (*) vardır padem Size getirdig oğur gadem Sizden bir cevahır isterig Verecen yoksa ne den (**). Şu şiirden sonra, «Fahr-ı filem Efendimizin buyruğu şe­ riat üzerine gızınızı isterig» derler. Kızın anası cevap ola­ rak şöyle söyler:

Tencerede bişen oddur Şimdi yedig garnımız togdur Alem mehel (***) görduysa Bizim deyeceğimiz yogdur. (3) Öğrencilerimizden Kıbrıslı Şirin Hayrettin ve Necmi Meh­

met'e hazırlattığımız öğrenci vazifesinden faydalanıyoruz. ( * ) Avlu, evin bahçesi. ( **) Ne dersin? (***) Aydın ili ve çevresinde, cmeheb, «münasip, uygun• de­ mektir. Kıbns'ta. da aynı manaya geldiği anlaşılıyor.


TÜRKİSTAN'DAN

KIBRIS'A TEK

Ktn.TOR

57

Bu tatlı çekişmeden sonra, söz kesilir ve « ağırlık» adı verilen başlık parası tesbit edilirdi. Bu başlık parası, Tür­ kiye'de ve Orta Asya'da vardır. En eski Türk metinlerind�

«Kalıng»

diye geçer. Düğün, aynen Anadolu'daki gibi, bir haf­

ta sürerdi. - Pazartesi düğün başlardı. Çarşamba gecesi, Kına Gecesidir.

Geline kına yakılır.

kadınlar

kendi

aralarında

oyunlar oynarlar. Çalgılar çalınır. Oyun esnasında uğur ge­ tirsin diye bir testi kırılırdı. Nikahın imam nikahı olduğunu da belirtelim. Günümüzde, Türk.iye'ye bağlı olarak değişmiş­ tir. Perşembe günü gelin alma günüdür. Çalgılar, çalınır. oyunlar oynanır. Önce kızın babası, elindeki kuşağı üç defa kızının beline bağlar ve çözerdi. Buna

•Kuşatma»

denir.

Türk.iye köy düğünlerinde, bunun benuri vardır. Sonra kı­ zına bir mücevher takardı. Babanın ardından annesi, kar­ deşleri ve yakın akrabaları ckuşatmall) ve ziynet takmağa başlardı. Bu merasim bittikten sonra, gelin ata bindirilir ve oğlan evine doğru yola çıkardı. Eski düğünler ihtişamlı olur­ muş. Misafirlere verilen yemekler arasında

se,.

«mantı»

ve

«her­

Herse, buğday ve etten yapılan ve Anadolu «keşkek» adını verdikleri yemek olsa gerek. Yörükler, cherse» yerine chelise» sözünü, bir tatlı adı

de varmış.

Yörükleri'nin Bazı

olarak kullanırlar. Gelin, oğlan evine geldikten itibaren, bir hafta «müba­ reb adı :verilen tebrik ziyafetleri olur ve eğlenceler yapılır.

Yakın aıkraba, kardeş çocukları arasında evlenme pek yok­ tur. Bunu sağlığa zararlı görürler. Orta Asya Türkleri de, ye­ di veya dokuz göbeğe kadar akraba ile evlenmezler. Tü:rıkiye Yörük ve Türkmenleri, nasıl olup da kardeş çocukları ile evlenmeğe başlamış ? Bu ne zaman adet haline gelmiş, in­ celenmeğe değer. Çok kadınla evlenme, seyrek olarak görü­ lürdü. Bugün bu usfillerin çoğu terkedilmiş, tek kadın alın­ mağa başlanmıştır. Bazı köyler mü;;tesna, Kıbrıs'ın her ta­ rafında düğünler, bfr günde olup bitiriliyor. Türkiye'deki sos-


58

MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

yal ve kültürel değişmelere ayak uydurulmuş oldu. Bugün, geline para takılıyor. Londra'daki Kıbrıs'lı Türkler bu adeti devam ettiriyorlar. Böylece, yeni evlilere, maddi: yardım ya­ pılmış oluyor. Bu adet, Azerilerin, evlenme dolayısiyle, yeni çiftlere yaptıkları ve «Şabaş» adını verdikleri yardıma çok benziyor.

DOGUM ADETLERİ : Türkiye ve Orta Asya'da hala

can­

halde yaşayan ve menşei Şamanizme ulaşan, 11 kırkı çık­ ma» ve «albastı» inancı, Kıbns'ta da mevcuttur. Lohusa, lı

kmkı çıkıncaya kadar yalnız bırakılmaz. Çocuk sarılık ol­ masın diye, kırkına kadar eve sıcaık ekmek sokulmazdı. Bu tedbirlerle, lohusa «albastı» denilen felaketten korunurdu. Çocuğu yaşamayanlar, çocuklarını farazi olarak satarlar­ dı. Buna «çocuk satma» denirdi. Çocuk tartılır, ağırlığınca para veren, çocuğu satın alırdı. Sonunda çocuk kendi ba­ basına verilir, parayı veren parasını geri alırdı. Eğer satın alınan kız çocuğu ise, satın alan, çocuğun düğününde ona güzel bir bakır tencere hediye ederdi. Böylece, ölümünün önünün alınmış olduğuna inanılırdı. Bu inanış, Türkiye ve Orta Asya'da da vardır. Çocuklarını, kötü ruhların şerrin­ den korumak için yalancıktan satarlardı. Orta Asya'da on­ lara çok kötü isimler verilirdi. Böylece kötü ruhun, artık o çocuğa musallat olmayacağına inanılırdı. Vamberi ve Prof. Abdülkadir İnan'ın, Prof. Caferoğlu'nun Orta Asya'ya dair verdiği, misaller bunu açıkça gösteriyor. Türkiye'de de, İslamiyetin tesiri ile olsa gerek, bu gele­ nek yumuşatılmış ve kötü isimler yerine, «Dursun, Durmuş,

Duran, Satılmış» gibi isimler verllmeğe başlanmıştır. Trab­ zon, Of taraflarında ise, «Dur Ali, Dursun Ali» isimleri veri­ lerek, bu inanç yaşatılır. SÜNNET ADETLERİ :

Sünnet düğünleri, Türkiye'deki

gibi muhteşem olurdu. Törene, cuma günü başlanır, pazar


TÜRKİSTAN'DAN KIBRIS'A

TEK

KÜLTÜR

59

gunu son bulurdu. Sünnet olacak çocuk ve sünnet olmuı;. arkadaşlarından seçilmiş

«Sağdıç» lan,

fesler giyerlerdi. Fes­

lerinde kıymetli taşlar bulunur, cumartesi yemek verilir, pa­ zar günü sünnet olurdu. o güne ıkadar, çalgılar çalar, eğle­ nilirdi. Oyunları, zeybek ve Silifke oyunlarıdır. Bazı yerler­ de, davul, Silifke'de olduğu gibi, elle ve kucaıkta çalınır. Pazar günü, çocuklar, cemaatle camiye giderler ve ilfilıi­ ler okuyarak dönerlerdi. Sünnet yalnız erkeklerin bulunduğu mecliste yapılır. Çocuğun ağzına lokum verilirdi. Sünnetten sonra, hediyeler, paralar verilir, akşam kadınlar eğlenirdi. Bütün bu törenler, Türkiye'de yapılandan farksızdır.

ÖLÜM ADETLERİ : Ö lüm halinde, son nefesini vermek­ te olanın başında Kur'an okunur ve ağzına zemzem damlatı­ lırdı. Gece ölüm vaki olmuşsa, cenazenin üzerine beyaz çar­ şaf örtülür ve üzerine, kadınsa makas, e r.kekse siyah saplı bıçak konurdu. Mezarlıktan dönenlere, ölü evinde yemek ve­ rilirdi. Bu adet,

Baf'ın Aydın

Köyünde ve Magosa'nın Li­

vatya Köyünde yaşıyordu. Lokma ve helva da dağıtılırdı (cami ve mekteplerde) .

gÜ.n

Helva, her yerde bu

de dağıtılmaktadır. Ü çüncü ve Kır­

kıncı günler mevlid okutulurdu. İ lk üç gün ve yedi cumarte­ si, şafa.ktan önce mezara okunmuş su dökülürdü. Bunlar, İ s­ lami renge bürünmüş. Şamanizme ait adetlerdir. Ölünün çık­ tığı odada, üç gece ışık yakılır (halen, Adanın her yerinde). Ö lünün elbiseleri fakirlere dağıtılır.

MADDİ KÜLTÜR : Bazı köylerde halen çok yaşlılar, si­ yah « dizlik» giyerlermiş. Bu, zeybek kılığıdır. Londra Ca­ miinde, yetmişik.i millet arasında, elli yaşlarında ve altmış yaşlarında iki şahsın, Kıbns Türk'ü olduğunu hemen an­ lamıştım. Orta yaşlısının belinde kırmızı kuşak vardı ve cep­ kenle, yelek arası bir şey giymiş. Tavır ve hareketlerinde, zeybeklik, dadaşlı.k, yiğitlik seziliyordu. Tereddütsüz. Türkçe


60

Mİl.Lİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

hitap ettim ve tatlı Türkçe cevap aldım. Bu dizlik adı veri­ len kılığın, son zamanda aldığı şekil, böyle olacak. Baf'ta pastırma yapılmakta idi. «Hellim» adı verilen pey­ nirin, eşi yoktur. Tadına doyulmaz. Keçi boynuzuna, İçel Yörükleri gibi, «harnup» derler. Bazı günlerin uğursuzluğuna inanılır ve yapılan işin ters gideceği sanılır. Cuma günü yıkanan Çamaşırın suyu ölülerin üzerine gideceği inancı gibi. Bir mülkün « tapu»suna «koçan» adını verirler. Batı. Ana­ dolu Yörükleri de, tapuya koçan derler. Koçan aynı zaman­ da, mısırın yenilmeyen iç kısmına da denir. Mısır'ı İngiliz­ lere kaptırdığımızda, Şair Eşref, Mısır'ın koçanı'nın (tapu­ sunun ve yenilmeyen kısmının) elimizde kaldığını söyleye­ rek, Padişahı hicvediyordu. Çok ·kısa şekilde belirtmeğe çalıştığımız, Kıbns Türkle­ rinin kültürü, Türk kültürünün bir parçasıdır.


-

S

-

KIBRIS, TÜıRK.LüCüN BİR PARÇASIDIR

16 Ağustos 1974 Cuma günü, kahraman Türk Ordusu, şanlı atası «Attila»nın ismini vererek planladığı aAttilci Hat­ tıcnı, Yunanlı'nın ve Rumun anladığı dil olan silahla çize­ rek, Kıbns'ın kuzeyini aldı. Yeni bir zafer daha kazandı ve Kıbrıs Türklerini kurtardı. 1571 yılında Magosa'ya giren Türk kumandanı, «Lala Mustafa Paşa» olmuştu. 1 974 yılın_. da Magosa'ya giren Türk kumandanı, «Osman Fazıl Polat

Paşa» olmuştur. Dörtyüz yıl sonra Tü�k askeri Magosa'ya gi­ rerken, eskisinden farklı olarak, Magosa Kalesi'nde bir ay­ dır mahsur durumda kalan, yiyec<'k ikmali yapmaktan mah­ rum, fakat keadisinl yiğitçe savunan 13.000 Kıbrıs Türk'ünün sevinç gözyaşları içinde karşılandı. Kale duvarlarından Türk bayrakları sallanıyor, Türk askerinin üzerine çiçek yağıyor­ du. Kıbns'ın kuzeyi, ikinci defa fethedilmişti. Birinci fetihte, Türkiye'den Tür.k cemaatlerinin getirilip, Kıbns'a yerleştirilmesi söz konusu idi. · Bu sefer, esasen Kıb­ rıs ta oturan Türk'leri Attila Hattı 'nın 'kuzeyinde kalan yer­ leşme bölgelerinde bir plan dahilinde, akıllıca yerleştirmek gerekiyor. Magosa, Serdarlı Sancağı, Lefkoşe, Girne, Lefke Türkleri, zaten yerli yerinde kalacaklar. Larnaka, Limasol ve Baf Türklerini de buralara getirmek, iktisadi hayatı can­ landırmak ve Türk cemaatine refah ve mutluluk getırmek, bu iskan siyasetinin gayesini teşkil edecektir. BunuJJ da ba-


62

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

şarılacağından emin bulunuyoruz. Biz bu makalemizde, dört asır önceki Kıbrıs fethinden sonra takip edilen iskan siya­ setinden bahsedeceğiz. 1571 'DEN SONRA KIHRIS'A TÜRKLERİN YERLEŞTİRİLMESİ Osmanlı Türk Devleti, çok yüksek 'bir iskan siyaseti ta­ k.ip etmiş, fethettiği yerlere Türk nüfusu sevkederek, orala­ rı Türkleştirmiştir. Rumeli'de; yolların, geçitlerin, derbent­ lerin emniyetini sağlamak, yeni köyler kasabalar kurulma­ sını tentin etmek, alınan yeni toprakları şenlendirmek, or­ dunun aııkadan vurulmasını önlemek gibi düşüncelerle, Ana­ dolu'dan çok sayıda Yörük - Türkmen oymakları getirilip, yerleştirilcti. Bu sayede, Rumeli, Türk diyarı olmuştu. Aynı iskan siyasetini Kıbrıs'ta da tatbik eden Osmanlı Devleti, oraya da Türk göçebelerini gönderiyordu. Çadırları ve sürü­ leri ile buralara gönderilen göçebe Türkler, Kıbrıs'ın çehre­ sini değiştirmişlerdi. Çoğu göçebeliği bırakıp, köyler, kasa­ balar kuruyorlardı. Kıbrıs'ın birçok yeri, taşıyla toprağıyla Türk olmuştu. Bu göçlerden biri, 1 708 yılında olmuştur. İçel, Antalya taraflarındaki köyler halkını, ekinlerini, ağaçlarını, koyun ve keçileri ile harap ettikleri ve zararlara ve kavgalara sebep ol­ dukları için, birçok Yörük oymağının Kıbrıs'a sürülmelerine feııman çıkmış, emre itatsizlik ettikleri takdirde, «katllerinin

caiz olduğuna» dair, Şeyhülislam Abdullah Efendi'den bir de fetva alınmıştır. Adı geçen fetvada, «Taifei mezbureyi ahiz ve şerlerini def' ve Kıbrıs ceziresine iskana me'mur olan Zeyd Vali taifei mezbureyi ahz ve Kıbrıs ceziresine iskan murad itdikde mezburlar şer'i şerife ve emri sultaniye itaat itmeyüb muharebe sadedinde olsalar emri veliyyül emr ile taifei mezbure ile mukatele idüb şerlerini def' içün katlet-


KIBRIS, TORKLOÖÜN aiR PARÇASIDIR

63

mek caiz» olduğu belirtiliyordu. Bunun üzerine Yörükler,. Antalya'dan gemilere bindirildi. Yolda, bir kısmı gemi kap­ tanlarını öldürüp kaçtılar. •Bir kısmı da, adaya geldikten sonra, Aydın, Menteşe, Saruhan ve Kütahya taraflarına ka­ çarak, oralara dağıldılar. İki yıl sonra, 1710'da, çeşitli bas­

kı ve tehditlerden sonra, ziraat ve hayvancılıkla uğraşmak. kendi hallerinde oturmak şartiyle affolundular. Bir kısmı iskanı kabul ederek, köyler kurdu ve ziraate başladı, bir kıs­ mı da göçebeliğe devam ederek hayvancılık ve dağlarda ağaç kesmekle uğraştılar (1). Hayvancılıkla uğraşanlara, gene cc Yö­

rüb, ağaç işleriyle uğraşanlara aTahtacı» denildi. Ege ve Akdeniz dağ eteklerinde bugün bile aynı mesleği yürüten

«Tahtacılar», Kızılbaş Türkmenlerdir. Demek ki, Türk gö­ çebelerinin bir kolu böylece Kıbrıs'a gidip yerleşmiş, diğer kolu Türkiye'de kalmıştır. Bu iskan ve sürgün hareketinin, .. diğer bir misalini Silifke Llmanı'ndan (Taşucu'ndan) yapılan sefer teşkil etmektedir (2). Osmanlı arşiv vesikalarında, bu iskan faaliyetine dair pek çok vesika olduğu bilinmektedir. Yukarıdaki bir iki misal, bu konuda bir fikir vermek için nakledilmiştir.

KIBRISTA YER ADLARI (3) Yer adlan, iskanla, yerleşme ile sıkı sıkıya ilgilidir. Bir toprağa yerleşen insanlar, kültürlerine göre, oraları isim­ lendirirler. Bu hususta Türkler çok hassas ve ileridir. En ( 1 ) Ahmet Refik, Anadolu'da. Türk Aşiretleri, İstanbul, 1930, sf. IX ve 145 . (Z) Prof. ö. L. Barkan, «Osmanlı İmwı ..mrluğunda ... », İktisat

Fakültesi Mecmuası, c. 11, sf. 551 - 552. (3) Öğrencilerimizden Kıbrıslı Şirin Hayrettin ve Necmi Mehmet'in hazırladığı vazifeden ve büyük bir Kıbn.s haritasın· dan !aydalamyoruz.


�4

MİLLt K'OLTORt.l'Müz VE MESELELERİMİZ

bir arazi parçasını bile, bir coğrafyacı, bir haritacı gi­ belli eder ve adlandırırlar. Köy ve kent isimlerinden baş­ ka, dağ, tepe, yayla, geçit, bel, belen, dere, ırmak, göl ve diğer arazi parçaları, Türklerin hafızasında şifahi bir harita gibi belirtilmiş ve kaydedilmiştir. Atalarımızın bu meziyet ve titizliği bizde yok. Biı:ler, idarecilerimiz eliyle. bu güzelim isimleri birer birer kurban ediyor, köy adlarını rastgele de­ ğiştiriyoruz. Bunu çeşitli yazılarımızda, misalleri ile açıkla­ dık, yakındık. Kimsenin duyduğu yok. ufak

bi

Kıbrıs'a yerleşen Türkler de, kurdukları köylere ve bu­ lundukları yerlere, Türk geleneğine göre isim verdiler. Türk geleneğinde yer adı, şu kaidelere göre konur: 1 Orta As­ ya, Azerbaycan'daki bir yer adının, Anadolu ve Rumeli'deki bir yere konması, 2 Ulus, uruk, boy ve oymak adının, yer­ leşilen köyün adı olarak kabul edilmesi, 3 Bir totem (on­ gun, töz) adının, yer adı olarak kabulü, 4 Yerleşme sıra­ -

-

-

sındaki bir vak'anın, bir oluşun, köy adına tesiri, 5 leşilen arazi şekline göre isim verme.

-

Yer­

Kıbrıs'ta bu kaidelere uygun şek.ilde yer ve köy adları­ nın alınmış olduğunu, vereceğimiz bazı misallerle gösterelim. Aydın'la Mersin arasından sürülen Yörükler, buradaki yer adlarını ve kendi oymak adlarını, adadaki köy ve arazi par­ çalarına verdiler. Bunlardan bazılarını şöylece sıralayıp, açık­ layabiliriz.

Beşparmak Dağları : Aydın'la Muğla arasında uzanan çok sarp dağlara, Beşparmak denir. Buraları çete savaşı için çok elverişlidir. Çakırcah'nın ve diğer zeybeklerin yıllarca barındığı yerler buraları jdi. Son yıllarda, aKır gerillacıla­ rııından «Şafak Grubu» na mensup olanlar da buralarda sak­ Janmıştı. Sıkı bir komando harekatı ile ele geçirildiler ve bi­ Jihare •Affı Şahane• ye mazhar oldular. Kıbrıs'a giden Türk· lcr, Türkiyc'deki Beşparmak Dağları'na çok benzeyen dağla-


KIBRIS, TÜRKLÜÖtiN BİR PARÇASIDm

65

ra da aynı adı verdiler. Şon zamanlarda Rum çetecilerinin üs­ sü olmuştu. Gene, yiğit komandolanmızın sıkı bir askeri harekatı ile elimize geçirdik.

Kızılbaş Bölgesi: Türklerde baş giyimine uyularak, oy­ mak ve boy ismi alındığını göreceğiz. Kazaklar arasında «Kızılbörklü», «Konurbörklü» oymakları vardı. Ayrıca, Afga­ nistan'da, İran'da ve Türkiye'de «Akbaş» ve «Kızılbaş» ismi alan oymak ve boylar olduğu bilinmektedir. Sonradan, Kızıl­ baş adı, Alevi Türkmenlere verilmiştir. Kıbnstaki Kızılbaş Bölg.;;si , bu isimdeki Yörük oymağının yerleşmesinden ötürü konulmuş olabileceği gibi, Kızılbaş Türkmen oymaklarının yerleşmesinden de alınmış olabilir. Kızılbaş ismi, Türkiye'de manasız bir korku havası yaratır; üzerinde konuşulması ade­ ta tabudur.

Lefkoşe'ye Bağlı Köyler; Çamlıköy. Çamlık bir arazide kurulmuş olmalıdır. Bu­ rada verdiğimiz köy adlan eski isimlerdir. (Rumca asıllı olup sonradan Türkçeleştirilen köy isimlerini buraya almı­ yoruz.) Küçükkaymaklı. Türkiye'de «Kaymak, peynir, yağ, yün, ayran, süt»le anılan pek çok köy ve kent ismi vardır: Ayran­ cılar, Sütçüler, Yoğurtçular, Yağcılar, Peynirciler gibi. Adı geçen Yörük oymağının ihtisaslaştığı konuyu gösterse gerek­ tir ve ona göre oymak isim almıştır. Oymak yeı-,eşince, kö­ ye de aynı isim veriliyor. Burada da öyle olmuş. Aynca, Bü­ yükkaymaklı da olacak.

Dizdarköy, «Dizdar», Farsça cKale muhafızı» demek imiş. Doğu Anadolu'da, soylarını Sultan Alparslan devrine çıkaran «Dizdaroğulları» vardır. Bu köyde de böyle bir gelenek bu1:.ınsa gerektir.

Beyköy. Anadolu'da, göçebeliği terkedince veya yan gö­ çebe haline gelince, boy (aşiret) veya oymak beylerinin otur-


66

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

duğu köye, «Beyköy» deniliyor. Dinar Türkmenleri arasında gezerken, böyle bir bey köyüne rastladık. Onlar da aynı şeyi söylediler. Kıbrıs'taki «Beyköy»e de aynı şekilde yerleşilmiş. demektir.

Gönyeli. (Yeni adı: Gönenli), Softalar (Yeni adı: Düzova), Hamitmandralar (Hamitköy). Bunlarda da bir oymak adı, bir oymak beyinin adı, köy adı olarak alınmıştır.

Lefke'ye Bağlı Köyler : Alevkaya. Arazi şekliyle ilgilidir. Gaziviran. «Ören» veya «Viran, veran•, bir yerdeki eski eserleri, yıkık yerleri ifade eder. Böyle bir yerde köy kuru­ lunca, köyün adı bu kelimelerle meydana gelir: Karacaören,. Kızılcaören, Akören, Akviran, Belören, vs. gibi. Adı geçen köyde de aynı geleneği buluyoruz. Buradaki «Gazi» ismi, bir savaşla ilgili olabileceği gibi, Gazi isimli bir şahsın adı ile ilgili olabilir. Üstelik, «ören» in ayn bir manaya geldiğini ve şahıs adı olarak kullanıldığını da, değerli bir makaleden öğrenmiş bulunuyorum.

Magosa'ya Bağlı Köyler : BaJıçalar, Kaleburnu, Kukla (Yeni adı: Köprü), Sandal· lar. Bu köy adlan da, arazinin şekline ve oymak isimlerine göre alınmış olmalı.

Gömeç. Yörükler, balın peteğine «Gömeç» derler. Petek­ li bal yerine de gömeçli bal derler. Bu köyün adı da, bunun­ la ilgili olabilir. Sinde (Yeni adı: İnönü). «Sinde•, cSindel»in bozulmuş şekli olmalı. cSindel», bir Türkmen oymağının adıdır. Kay­ seri'nin Pazarören Kazasında yerleşen Avşarlar'ın bir oyma­ ğının adı «Sindel» idi ve «Sindelhöyük Köyü»nÜ kurdular. Biz bu köye gittik. Bergama'nın, Yörük köylerinden birinin


KIBRIS, TÜRKLÜÖÜN BİR PARÇASIDm

67

adı da cSindel» dir. Bir araştırmaya konu olmuş, fakat araş­ tıncı ismin nereden olduğunu bilmeksizin konuyu işlemiş. Yörük oymağının adı olduğunu anlayamamıştır. Galiba Feh­ mi Aksu'nun «Isparta ili Yer Adları» isimli kıymetli eserin­ de, Yörük-Türkmen oymakları arasında, «Sindel» de sayıl" maktadır. Bu bakımdan bu köy adının değiştirilmesi iyi olmamış. Kıbrıs Türkleri, bunu belki de Rumca bir isim zan­ nederek değiştirmişler. Türkiye'deki idareciler ise, bundan misli misli ihtiyatsız. Arayıp sormadan yüzlerce ismi değiş­ tiriveriyorlar. Burdur'daki «Oğuzhan» ismini «Buca�» yapı­ veriyorlar. Burada saymağa imkan olmayan nice güzelim isimleri yok ediyorlar.

Baf'a Bağlı Köyler : Yalya (Yayla), Kukla (Sakarya) köyleri. Kurtaka (Kurtağa). İkibin yıl önceki Orta Asya Türkleri, büyüğe, babaya «Aka» derlerdi. «Kurt» isimli bir oymak be­ yinin bu köyü kurmuş olması muhtemeldir. Larnaka'ya Bağlı Köyler : Tatlısu, Terazi, Bahçalar, Mormenekşe köyleri. Bu köy­ lerin adı da, arazinin şekline, toprağın biçimine, akarsulara göre alınmıştır. Girne'ye Bağlı Köyler : Ağıda (Ağıdağ), Kambilli (Hisarköy), Kömürcü, Kam, eski Türklerde, Şamanizmde, din adamlarına verilen ad idi. Buradaki köyün adının onunla ilgisi olup olmadığını bilmi­ yoruz. Aytuna (Mersinli), Cilan (Ceylan), Muttakaya

(Mutluka­

ya) köyleri. Son olarak üç köy üzerinde duracağız. Lefke civarındaki

«Doğancı» Köyü, doğan kuşu ile ilgilidir. Bu isimde pekçok Türkmen, Yörük oymağı biliniyor.


68

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Arapköy. Lefkoşe ile Magosa arasında bir köydür. Arap ırkı ile ilgisi yoktur. Türk köyüdür. Türkler, yağız çehreli in­ sanlara «Arap» derler. Takma ad olarak pek çok kimseye verilir. Bu isimle anılan şahısların soyundan gelen oymak, Türk geleneğine göre, aynı adı alır. Tarihi vesikalarda, bu isme rastlıyoruz. Balıkesir civarında oturan pekçok «Arap­ lı• yörüğü vardı. Birinci Murad ve Yıldırım devrinde Ru­ rneli'nin iskanı sırasında bu Araplı'ların ,rolü büyük oldu. Aşıkpaşazade Tarihi ve diğer Osmanlı tarihleri, bohur-buğur (çift hörgüçlü damızlık erkek deve, Türkistan'dak.i adı: Buğ­ ra) besleyen Araplı Yörüklerinin, zorla kafileler halinde Ru­ rneli'ye götürüldüklerinden ve Selanik tarafları ile, Bulga­ ristan'da Filibe taraflarına yerleştirildiklerinden bahseder­ ler. Araplı Yörüklerinin bir ;kolu Ege'de kalmıştı. Bugün Ay­ dın ilinde, on kadar «Araplı» köyü vardır ki, isimleri değiş­ tirilmiştir. Tarihi vesikalarda, bu oymaklara mensup şahıs­ ların, çok eski Türkçe isimler almış olduklarını görüyoruz. Adı geçen oymağın bir kolunun K.ıbrıs'a yerleşmiş olduğu anlaşılıyor. Prof. Z. V. Togan, Özbekler arasında da bir «Araplı• oymağının olduğunu kaydeder.

Çerkez. Limasol'a bağlıdır. «Çerkes», bir Türk boyunun adıdır. Kıpçak Türklerinin Küçük Yüz (Kiçicüz) koluna bağ­ lı Bayulu (Bayoğlu)na tabi boylardan birinin adı, aÇerkes•­ tir (4). Gerçekten, Kıpçak Türklerinden olan Kının Tatarla­ rının, Kırım'da, Bahçesaray'da kurmuş oldukları köylerden birinin adı da aÇerkez»dir. Türkçe konuşan Kuman - Kıpçak, Peçenek Türkleri tarafından kurulmuştur. Anadolu'da da, «Çerkez,. isimli Türk köyleri vardır. Vamberi, Batı Türkis­ tan'da, Yornut Türkmenleri'nin beyi olan «Kolçak Han•m •kardeşinin adının aÇerkes Bey,. olduğunu söyler (5). Demek

( 4) Prof. Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1968, Sf. 4 - 5. (5) Vambery, Travels in Central Asla, London, 1864, Sf. 79.


KIBRIS, TÜRKLÜÖÜN BİR PARÇASIDIR

69

ki, Batı Anadolu'da bulunan Türkmen oymakları arasında bir oymJğın adı «Çerkes» idi ve Kıbns'ta bir köy kurdu. Kıbns'ta, Türklerin oturduğu bölgelerde, dağ dere, ır­ mak, göl gibi arazi parçalanna verilen isimler dikkatle tes­ bit edilmiş olsa, çok dikkat çekici neticeler alınır. Bu da ar­ tık bundan sonra mümkün olabilir. BİR HARİTAYA GÖRE KIBRIS'TAKİ TÜRK YER ADLARI : (6)

Karpas (Karabaş)a Bağlı Olanlar : Kapsalos (Aslı Kapsal olmalıdır. Divanü Lügatif Türk'te kapsamak kelimesi olduğuna göre, bu adın Türkçe olduğu görülüyor); Boghaziou Bodamos ("Bodamos"lu pek çok yer adı var. Galiba, Rumca "dere" manasına gelen bu kelime, Türkçe "dere"li isimlerin yerini almış. Buradaki adın aslı

Botazdere veya Boğazönüderesi olabilir) , Ankouli Potamos, Chaha Potamos, Akatu Kalamoulli Potamos (bu son dört yer adının da Türkçe aslından olması muhtemeldir), Tokhni (6) Kıbns Türk Milli Arşivi ve Araştırma Merkezi Şube Amiri, Sayın Mustafa Haşim Altan ın bize 1977 yılında gönderdiği '

,

değerli malzemeden faydalanaraaı:, yukarıdaki bahse, bu bölümü eklemek imkanını buluyoruz. İngilizler tarafından 1 . 1882'de hazırlanan ölçekli Kıbns haritasında, pek --

63.360

çok yer adı var. Ricamız üzerine, Mustafa Haşim Bey, bü­ yük bir gayret ve titizlikle bunları okuyup, bize ı 786 köy ve yerie�me adı göndermiştir. İngilizler, yer adlannı tesbit ederken, Rum yanlısı bir tavır takınmış, bazı Türk isimlerini değiştirmişlerdir. Hnrita şudur : 1' Trigonametrical Survey Ol The lsland Ol Cyprus, Executed and Published by Com­ mand of H. E. Major General Sir R. Biddulph, K. C. M. G. C. B. R. A .. High Commissioner, Under the direction of Cap... ta.in H. H. Kitchner, R. E., Director of Survey, London, 1882.


70

MİU.t KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

(Toklu? Bir yaşına yaklaşan kuzuların adıdır ki, bu adı almış oymak ve köy adlarımız vardır), Topçu Köy (Ayios Androni­ kos), Boğaz, Monarga, Mersinnere; Ardana, Dophnei (Defne?,) Yerani; Tembeldere; Khroumbeli; Karavopetra Adası, Ko­ dur (Agrotiri) ; Galounia Adası, Kernathion Adası; Koutso­ petri Adası, Ziamet (Leonarisso); Selena Potaınos (Selena Deresi?); Kharanki, Ambeli Potamos, Akamas, Skaloudhia Adası, Kaleburnu (Galinoporni), Jiladere, Jila Adası, Kara­ manes Potamos (Karamanlı Deresi demektir. Kıbrıs Türk Devleti, eski Gençlik ve Kültür Müsteşarı Sayın Fikret Kür­ şad 'dan öğrendiğimize göre, Rumlar, Türkler'e «Karama­ nos» demektedirler ki, bu «Karamanlı» manasına gelmekte­ dir. istanbul'un Samatya semtinde oturan Hıristiyan Türk­ ler'e ve Anadolu'daki Hıristiyan Türkler'e de hem «Karama­

nos», hem de «Karamanlı» denirdi. Bu konudaki eserimizde, meseleyi aydınlığa kavuşturmağa çalıştık); Pyri Potamos (Birdere?); Dip Karpas (Rizo Karaazo); Avlaki (Avlak?); Kour­ kouva (Varkouopetra) ; Lefko Adası; Nankomi? (Kom'la il­ gili olabilir) ; Kodylia Adası; Ammi (emmi, amca?). Messaoria'ya Bağlı Olanlar : Deyirmentepe; Hacıdere; Vathili; PaşaköJ (Asha); Mania Çiftlik; Apolcestra Çiftlik; Yenağra; Keurnech (Kornokipos) ; Tirmen (Tripimeni). Leeka (Lefke) ya Bağlı Olanlar : Çamlıköy (Kalohoryo); Kadia (Katydhata) ; Atsas (?) ; Kholou; Kourdali; Pekmeztoprak; Kara Vostasi; Bağlıköy (Ambelikou) ; Karakou; Mylos Tou Batali; Apliki (Ablış) ; Moutoulias; Konara; Karavi; Selemani; Trouilli; Muti Tou Mali; Muti Tou Yeronisou; Mansoura; Mersinoudia; Katouri Potamos (Katur Deresi); Muti Tou Vadhiou; Kapparka; Sela; Alevga; Selaintabi; Karakoli; Muti Kariakiou.


KIBRIS, TÜRKLÜGÜN BİR PARÇASIDffi

71

Dagh (Dağ) : Çakıllıdere (Yalias) ; Teredhia; Athasi; Sakallık; Gour­ delo; Akhera Çiftlik; Karakas Vouno; Kantara; Koroğlu Çift­ lik ,Lakatarnia); Kanlıdere; Kavllourate; Doukana (Neokho­ rio) Çiftlik; Kolokoshdere; Köşkçiftlik; Kolokoshçiftlik,· ln­ cirlidere; Jinnardere; Prastio Mandra; Jinnar Mandra; Paleo Goka Mandra; Gönyeli; Ortaköy; Media Çiftlik: Media Arga­ ki; Acı Mehmet Çiftlik; Kanlı Mustafa Çiftlik; Hacı Ömer Mandra; Büyük Beli Mandra; Nazlı Ahmet Mandra; Zühre Kadın Mandra; Veli Mandra; Türk Mandra; Dikomo Podama,· Dauddere. Morpho (Omorfo) : Muttoudz.a; Malla; Argai; Asino; Ghaz.iveran; Boz.ova; Baraj Manastrı; Kuruhavuz.; Akacha; Dhenia Çiftlik; Kaphka­ leas; Aloupos Çiftlik; Ankoulo Çiftlik; lkidere (Dhyo Po­ tami). Kerynia (Girne) : Kharis Çiftlik,· Koutelos Çiftlik; Kampyli; Siskelib (Sis­ kipos); Agridaki,· Kurdemen (Kondernenos); Sina Manastrı; Hapusan Çiftlik; Karavas,· Akhiropretos Manastrı; Karokon­ ci Çiftlik; Ridara Çiftlik; Kocakaya; Kömürcü; Arapta.şı; Ag­ lıırda (Agridhi) ; Kalamouthi Adası,· Rasha Adası; Phounji Çiftlik; Bernao (Paleoklisia) Çiftlik; Boğaz.i Milos; Ckaghen­ baghchessi; Kaliounji Baghchessi; Puskulu Baghchessi; Ter­ mia Çiftlik; Karakomi Çiftlik; Çiftlikiya (Vouna); Ak Manas­ tır (Ayios) ('khrysostornos) ; Ziareti; Çatalköy (Ayios Epikti­ tos); Miriam Dağı,· Arapköy (Klepini); Ayios Amvrosios Çift­ lik; Baloukia; Attalo; Çukha (Platimatis) Çiftlik; Karga Ka­ yası; Dere; Khartja; Khoti Adası. Lô.rnaka : Tatlısu (Mari) ; Kavos Kharnouphas (Harnup?) ; Potamos


72

MİLLİ KÜLT'ÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

(Dere?) ; Pendaskino Çiftlik; Tokheni; Alamino Çiftlik; Odou; Softalar (Sophtades); Aplanda Çiftlik; Melani; Tourkas; Ka­ nikli; At hasa; Arkhanselndhi; Arpera Çiftlik; Veligaudhia; Mormenekşe (Dromolakxia); Hala Sultan Tekkesi; Paşa Çift­ lik; iskele; Pano Çiftlik; Kato Vlakhos Çiftlik; Salih Ağa Çiftlik; Sinaitiko Çiftlik,· Tuzla; Hacı Togli Çiftlik; Phourni Çiftlik; Kellia (Chellia); Dhiazi Enus Çiftlik; Riddel Çiftlik.

Magosa (Famagusta) : Daoud Çiftlik; Kourd Ali Manastır (Kurt Ali Manastırı); Güvercinlik (Akhyritou); Gaidhoura Mandıra (Eşek Mandıra­ sı?) ; Gaidhoura (Eşek? Türkçe'den mi Rumcaya çevrilmiş, belli değil) ; Poyraz (Pedalium - Greko); Sandalaris. Değirmenlik : Habeşitepe; Dizdarköy (Nisou) ; Louroujina; Dali; Kot­ chatepe; Çakıllıdere; Kiracıköy (Athiano); Margo Çiftlik; Ez­ derha; Athalasa Çiftlik (Khalassa); Cenk Tepe; Eyleııce; Mis­ kinler Çiftliği; Bağcı Ayazma (Ayomoloyiates); Kobat Çiftlik; Hacıdere; Ayia Kebir (Ayia); Kırklar Tekke (Ayisarantaces); Harmantepe; Ayias Çiftlik; Eskişehir; Pavoğlu Mandra,· Bü­ yük Kaymaklı,· Küçük Kaymaklı; Kızılbaş (Takhona) ; Çingir­ li; Çömlekçi Çiftlik; Ornidhi Çiftlik; Orunla (Omitha) ; Har­ manlık; Zeytinboğaz; Minareliköy (Neokhorio) ; Vuni Çiftlik; Kuru; Kurudere; Deyirmenlik (Kythrea) ; Cumaa; Beyköy; Miriamdağı; Kocatepe; Karatepe; Tatlıdere; Yeniceköy (Pet­ ra Tou Dhiyeni); Kurumanastır; Zeytinlikdere; Tatlıdere; Til­ kilibela; Mandra Hacıyanna. Limasol : Fasur Çiftlik; Çerkes Çiftlik; Paleon Konaki (Spitya du Ali Aga) ; Ayorgi Çiftlik; Stavru Çiftlik; Koumana (Kuman


KIBRIS, TORKL'OÖÜN BİR PARÇASIDIR

73

kelimesi açıkça görülüyor. Türkmenler içinde Kumanlar'm bulunmuş olması çok hayret vericidir) ; Loukha; Barak Klis­ ha (Barak Kışla olabilir mi?); Koulas (Kula olabilir mi?) �

Yerasa; Yasa; Muti Ourgou? Kharya Muti? Evdim : Lakos Hüseyin Ağa; Evdim (Anadolu'da «acele ettim» manasına gelir) ; Sımvula Çiftlik; Erimi; Atmeydanı; Zeynep Çiftlik; Mersina; Dora,· Sanaca; Kantu; Halasa. Baf : Sına Manastırı; Kuklia; Ömer Aga Çiftlik; Aşelya Çiftlik; Anadolikon Çiftlik,· Yerokipia Çiftlik; Limnaria Çiftlik; Fini­ ke; Konya; Kafkas; Kurdala; Vasilikon Çiftlik; Armu; Mal­ lucena; Seren; Kukla Çiftlik,· Anavargos; Dıplargacı; Çada; Hloraga; Tala; Gılı; Podima Çiftlik; Telama11u? Şınıa; Alaka­ tı Çiftlik. Celocera : Susuz; Aksılu; Musere; Kafkala; Amarget; Karamanidi; Htori Çiftlik; Ata Çiftlik; Hulu; Kılan; Cımılı Çiftlik; Varusıs Çiftlik; Mamundalı; Hapalıdara (Khaphtara) Çiftlik; Kara­ mudi; Mersini, Kildn (Gildn); Trozıha Çiftlik, Malya (Mal­ lia), Kalamos, Saku; Mandra; Kildn; Sirka; Halazı; Kardagi. Hrisofu : Arnavutburnu; Sergi; Pakepasma; Gliki Mersini; Yolu; Potami Çiftlik (Dereçiftlik'in Rumca'ya çevrilmiş şekli ola­ bilir) ; Yolu Çiftlik; lkrami Çiftlik; Toksetra Çiftlik; Pru (Olmpru) Çiftlik; Kafkala; Kaluklu; Daud; Emin Efendi Çift­ lik; Tolupos,· Kondilia Çiftlik; Hortini; Hris�lakurna Maı zas tırı; Karneni Mandra; Korkutas; Kılıdı; Duruotu Mersini;·


74

MİLLİ KÜLTORtiMtİZ

VE MESELELERİMİZ

Yalya (Yayla olabilir); Melamı; Kapıtara Çiftlik; Jımılı Çift­ lik (Akseki'nin bir köyünün adı, Çimi'dir) ; Konari; Kapsala; Sıkıa Du Mustafa; Mutı Atova; Mutı Du Öncü; Lıvadı; Eksılı; Karkavas; Sakhoru. Yukarıdaki değerli malzemeyi bize gönderen Mustafa Haşim Bey'in, Mühimme Defterlerine dayanarak, açıkladığı­ na göre, Kıbrıs'ın fethinden hemen sonra İç Anadolu'dan, Güney ve Batı Anadolu'dan, Silifke yoluyla otuzbin Türk, Kıbrıs'a göçürüldü. Bunların içinde pekçok zenaatkar ve çift­ çi vardı. Ayrıca şu Yörük oymakları da Adaya gönderilmiş­ ti: Akkeçili, Köseoğlu, Şıhlı, Patrah (Pıtırah?), Çıplaklı, Kök­ lü, Taslaklı, Cerit, Saçıkara vb .. Ayrıca «Kethüda Hasan namında biri, Ilgın, Ak.şehir, Is­ haklı, Akdağ'dan, perakende olarak kendi istekleriyle, bin hanelik bir grup götürmüştür.• (*)

<•>

Kıbrıs Türk Milli Arşivi, Osmanlı Kıbrıs İsk4n Belgeleri, Arşiv No. k. I. Mühimme Dert. XIX. sf. 304. Mustafa Haşiuı Bey, daha başka değerli vesikalar da göndermiştir. 1900'ler­ den sonra Kıbrıs Türklerinin, Rumlar'dan gördükleri eziyet

ve vakıf mallarının idaresi halı:ıkında İstanbul'a gönderdik­

lerl yazılardan bazı örnekler görQ.lüyor. Bunları, ilmi bir dergide, bir makale olarak değerlendirmeyi düşünO.yoruz.


- 6 -

ÇEŞİTLİ İDEOLOJİLER KARŞISINDA TÜRK MİLLİYETÇİL1Cİ VE İSLAMİYET

Bu konuyu iki makale halinde sunacağız. İlk makalemiz­ de din aleyhindeki sistemli fikirleri ele alacağız. İkinci ma­ kalemizde, İslamiyeti yıkmak isteyen çeşitli fi.kir ve cereyan­ lar karşısında, milliyetçiliğimizin ve dini hayatımızın mese­ lelerini gözden geçireceğiz. Şimdi ilk makalemizin konusuna girelim: - I -

Totemizmden, vahye dayanan semavi dinlere kadar, bü­ tün dinler, cemiyet hayatında vazgeçilmez bir gerçek olma­ ları bakımından, içtimai hadisedirler. Din, iptidai düşünce­ den modern düşünceye kadar, bütün ferdi ve kollektif şuur­ ların sıkı sıkıya bağlandığı bir realitedir. Durkheim ve Levy­ Bruhl, dinin, iptidai hayatta bile oynadığı role işaret etmiş­ lerdir. Max Weber, ilerlemiş bir Batı dünyasında, Protestan­ lığın, nasıl kapitalizmi hazırladığını delilleriyle göstermiş­ tir. Hinclistan'da dini düşüncenin, içtimai bünye üzerindeki büyük tesirini, bilmekteyiz. ·

ve

Ferdi ve içtimai plandaki bütün buhranlı hallerde, fert cemiyetler, kurtuluş çaresini onda bulmuşlardır. Bu du­

rum, dinin, sosyal kontrol vasıtası olması kadar, insan ruhu-


76

MİLL! KÖLTtlRtl'MOz VE MESELELERİMİZ

nun derinlıiklerinde yatan bir güç olması ıile izah edilebilir. Bu bakımdan hem riıhi, hem de içtimai yönü vardır. İptidai ve semavi dinlerde veya Toynbee'nin deyimi ile, «İptidai», «nüve halindeki », cyüksek ve ikinci derecede yüksek» din­ lerde aynı seciyeyi buluruz. Böylece din; tabii, içtimai ve ruhi hadiseler karşısında, insana vergi yüksek ruhi ve içti­ mai kabiliyetlerin bir yaratması olduğu gibi, bir peygambere gönderilen İlahi haber ve emirler manzumesi de olabilmek­ tedir. Her cemiyette çok tesirli olan bu müesseseye karşı, asır­ lar boyu hoşnutsuzluklar da gösterilmiştir. Aleyhteki fikirle­ rin bir kısmı hissi ve maksatlı iken, bir kısmı da, vakıaları objektif tahlile tabi tuUna iddiasınuı eseridir. İlmi hareket etmek ve düşünmek endişesi, bazı fikir adamlarını, din aley­ hinde düşünceler beyan etmeğe sevketmiştir. Bunlardan biri olan A. Comte, insanlığın tek yönlü bir tekamül çizgisi üze­ rinde, üç içtimai tekamül merhalesinden geçtiğini belirtıir. Bu merhaleler, cÜç Hal Kanunuıonda ifade edilen, «Teolojik», «Metafizik» ve «Pozitif» devirlerdir. Çok tenkid edilen bu fel­ sefi düşünceye göre, din müessesesıi, devrini tamamlamış ve pozitif düşünceye yerini bırakmıştır. Pozitivizm veya müsbet düşünce denilen bu telakki gereğince, ilahi dinin yerini, po­ zitif ilme dayanan bir insanlık dini alacaktır. Bu fi.kir Avru­ pa'da din aleyhinde yeni yeni fikirlerin gelişmesine yol aç­ tığı gibi, Tanzimat'tan sonra Türk düşünce hayatına girerek, bazı münevver çevrelerde tesir bırakmıştır. Ahmet Rıza Bey de galiba bu düşüncede idi. Comte'un görüşlerini bu bakım­ dan benimseyen Feuerbach, dinlerin zamanlarını tamamlamış olduklarını ve yerlerini bir insanlık dinine bırakacaklarını söyler. Marx ve Engels'in din hakkındaki düşüncelerinde, bahsettiğimiz fikir cereyanlarının tesiri vardır. Comte'un te­ siri altında kalan sosyal antropologlardan Sir James Frazer, insanlığın gelişme merhalelerini, «sihri», «dini» ve «İlmi»


TÜRK MİLLİYETÇİLİÖİ VE isLAMiYET

77

,Jevrelere ayırmaktadır. Bu tesirlere kapılan birçok düşünce adamı, dini inançlara sıkı sıkıya bağlı birçok ilim adamının bulunuşundan yakınmışlardır. Daha başka cereyanlardan bahsetmek mümkünse de bun­ ların içinde en keskini ve en şiddetlisi olan Marxist-Leninist teoriyi kısaca incelemek, bütün din aleyhtarı fikirler hakkın­ da bilgi edinmemize yardımcı olabilir. Komünist Beyanna­ mesi'nde, dinin, istismarı gizlemek üzere, burjuvazi tarafın­ dan uydurulmuş bir haydi olduğu söylenir. Feuerbach, Al­ lah'ı insanların yarattığını söylüyordu. Marx ve Engels, bir adım daha ileri gitmiş ve onun, burjuvazinin eseri olduğu­ nu iddia etmişlerdi. Marx, «The Poverty of Philosopy» isim­ li eserinde, Proudhon'un felsefi ve iktisadi fikirlerini ağır bir dille tenkit ederken, onun dine ve kiliseye yönelttiği ağır sözleri ve saldırıları takdirden geri kalmaz. Marx ve En­ gels 'in din hakkındaki fikirlerinin toplanması ile meydana getirilen •Ün Religion» isimli eserde, Marx'm, dini, halkı al­ datan, uyuşturan bir «afyon» olarak kabul eden satırlannı buluruz (Moskova, sf. 42). Lenin de « Socialism and Religion» isimli eserinde dini, «ruhi baskı şekillerinden biri», halkı is­ '

tismar etmenin bir vasıtası, bir «afyon» olarak görüyordu. Aynı eserden öğreniyoruz ki, Lenin, parti programlarına açık­ ça ateist (dinsiz) olduklarını yazamayışlannın, kitlelerin ha­ la o aldatıcı hayallere bağlı bulunuşlarından ötürü olduğu­ nu söyler. Lenin, dinsizlik propagandası için kitlelere, son de­ rece bol ve çeşitli malzeme sunulması, yılmadan çalışılması gerektiğini açıklar. 1955 Eylül'ünde Sovyetler Birliği'ni ziya­ ret eden Fransız Parlamento Heyetine, «dinin, kitlelerin af­ yonu» olduğu görüşünün hala muhafaza edildiği bildirilmiş­ tir. Lenin, sonradan Bolşevik (Komünist) Partisi adını alacak olan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinde, Hıristiyanlıkla sosyalizmi bağdaştırmaya uğraşan Bogdanov ve Lunaçerskiy ile mücadele etmiştir. Diğer yandan, meşhur taktikleri ile,


78

MİILİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Çarlık rej imine karşı Rusya'daki çeşitli milliyetlerle ittifak yoluna gitmiştir. Rahmetli Zeki Velidi Togan dan dinlediği­ mize göre, Lenin, Togan'a, sosyalizmle dinin bağdaşabilece­ ğini söylemiştir. Gerçek düşüncelerini ise, yukarıda kısaca verdik. Bu hususta Bolşevik nazariyecilerinden Buharin da­ ha açıktır. Dinle komünizmi bağdaştıracağını sanan zayıf �o­ münistlerden bahsederek, «Din benim bir komünist oluşu­ '

ma mani değildir. Hem Allah'a, hem komünizme inanırım. Allah'a imanım, proletarya ihtilali uğruna dövüşmekten beni alıkoyamaz» düşüncesinin kökünden sakat olduğunu, çünkü,

ccdinle, komünizmin hem nazari, hem ameli bakımdan bir­ birine zıt» olduğunu; iki büyük öğreticinin tarihi materya­ lizmine bağlı olarak, dini, bir hayal, bir afyon olarak kabul etmenin icap ettiğini belirtir. Ona göre dinle mücadelenin iki yolu vardır. Birincisi, dini fikirlerin yayıcısı olan din teşki­ latları ile; ikincisi halkın kafasındaki «yanlış fikirlerle». Sovyetler Birliği'nde, bu dünya görüşü ile, bütün din­ lerle ve bilhassa İslamiyetle o kadar mücadele edilmiştir ki, buna ait bilgileri, birkaç kitabı kaplar. Burada çok kısa ola­ rak, bir iki hususu belirtelim. Ateist dernekleri ile bütün Rusya'da din aleyhine büyük propagandaya girişilirken, 1 930 yılında, bütün kilise, cami, ibadet yerleri, depo ve eğlence kulübü haline getirilmiştir. 1 953'de, Büyük Sovyet Ansiklo­ pedisinin ikinci bas.kısında, İslamiyet için şöyle deniyor: «Daima bir irtica rolü oynamış olan İslamiyet, istismarcı sı­ nıfların elinde emekçileri manen ezen bir alet olup, yabancı sömürgeciler tarafından Doğu halklarını esaret altına almak için kullanılmaktadır.» 23 Mayıs 1953 tarihli Kızıl Özbekis­ tan Gazetesinde «İslamiyeti tam manasiyle yıkmadan, komü­ nizmi kurmanın imkanı yoktur» deniyordu. 1 956'da Stalin­ abad'da toplanan Orta Asya Arkeologlar ve Etnograflar İkin­ ci Kongresinde, halkın vicdanından İslamiyetin sökülüp atı­ lamamış olduğu itiraf edildi. 21 Ağustos 1 959 tarihli Pravda'-


TÖRK MIİLLİYE'I'Çiı.iöt VE tsLAMlYET

79

da, dinin, işçilerin menfaatine aykın olduğu belirtiliyordu. 21 Temmuz 1959 tarihli, cPravda Vostoka»da Hz. Muhammed ve Kur'an hakkında şu ağır sözler sarfediliyor: cKendi şahsi i<)hreti ve köle sahiplerinin çıkarlan için yeni bir din yara­ tan kurnaz bir dolandırıcıdır.» c Kur'an ve İslamiyet, köleli­ ği, hususi mülkiyeti, sosyal adaletsizliği ve saldırgan savaş­ lan savunan eserlerdir.»

Hıristiyanlıkla da, diğer dinlerle de mücadeleleri vardır. Fakat vicdanlardaki din duygusunu söküp atamamış, yaşayan bir sosyal müessese olarak dini yıkamamışlardır. Dini, bir yandan hayal sayarken, diğer yandan onun muazzam gücünü kabul zorunda kalmışlardır. Marx, bir üstyapı müessesesi saydığı dinin, istihsal tekniğine tabi olarak değişip sosya­ lizmle ortadan kalkacağını söylemişti. Bu kehaneti de, Sov­ yetler Birliği'ndeki içtimai gerçekler yalanlamıştır. Botto­ more'un çok güzel şekilde belirttiği gibi Marx, bir yandan dinin, hadiseler karşısında duyulan korku ve heyecanın ese­ ri olduğunu ve zamanla kaybolacağını söylemekle; diğer yan­ dan çeşitli cemiyetlerde dini doktrinlerin rolünü, ideolojiler gibi saymakla, tenakuza düşmüştü. Dinin, bilhassa İslam Dininin, içtimai hayattaki yapıcı rolünü ve milliyetçilikle sıkı bağını, gelecek yazımızda göster­ meye çalışacağız. Din aleyhindeki tutum ve tavırları, fikir çerçevesinde kalan cereyanlar da zararlı olmakla beraber,

dine karşı aktif ve yıkıcı bir mücadele veren Marxizm-Leni­ nizm, en tehlikelisidir. Tarihin akışı, diyalektik kanunların determinist seyri içinde nizamın değişip, yeni merhalelere geçileceğini kat'i şekilde söyleyen ve bu yeni düzende dinin ortadan kalkacağını müjdeleyen komünist «Ütopya», rüya­ ların gerçekleşmesine engel gördüğü udin»le, determinizme uymayan «iradeci» bir hamle ile, mücadele etmektedir. Böy­ lece, zamanla ortadan kalkacağını umdukları bir hayal olan din, aynı zamanda en korktuklan gerçek de olmaktadır. Di-


80

MİLLİ K'OLTtl'ROMOz VE MESELELERİMİZ

ni ve milli hayatımıza, bilhassa bu ideoloj iyi de göz önüne alarak bakmak gerekir.

- il En iptidai cemiyetlerden en medeni milletlere kadar ce­ miyet planında; en iptidai zihniyetten, en ilmi düşünceye kadar fert planında; dinin oynadığı mühim rolü ve onu yık­ mak için çalışan bazı mühim ideoloji ve fikirleri kısaca be­ lirtmeğe çalışmıştık. Bu yazımızda, Türkiye'nin durumunu, dine karşı olan cereyanları, İslruniyet'in milli kültürümüzde­ ki yerini göstermeğe gayret edeceğiz. Sovyetler Birliği'nde çeşitli baskılara rağmen, dinin can­ lılığını devam ettirişi yanında, Türkiye'de serbestliğe rağmen bir aralık dini hayatta bir sarsıntı meydana gelmişti ve halen .arazları ve sarsıntıları devam etmektedir. Sosyal ve kültürel değişimlerden çok, sistemli propaganda, telkin ve eğitim usul­ leri, bu yıkıntıyı hazırlayıcı olmuştur. Gazete, dergi, kitap, radyo, sinema, tiyatro ve kitlelere tesir edici diğer vasıtalar, bu yıkımın hazırlanmasında pay sahibidirler. «Kabahat Müs­ lümanlıkta Değil, Müslümanlardadır • isimli kitabın hatırlat­ tığı gibi, bilhassa din adamlarının tutum, davranış ve tavır­ ları ve hepsinden mühimi, bilgi seviyeleri, bu yıkıntının ha­ zırlanmasına yardımcı olmuştur. Zek;at gibi çok mühim bir farzın, iyice dik.kate alınmadığı bir zamanda, sakal sünne­ ti gibi teferruata bağlanarak, genç nesillere İslamiyet'i kara sakallı ve kara çarşaflı olarak sunmak, aklın, imanın, iz'anm, din gayretinin işi olamaz. Bunlarda, misyoner ruhunun zer­ resi bile yok. Bu tutwn ve davranış, yukarda bahsettiğimiz propaganda ve telkinin de eklenmesiyle, genç nesilleri ya d inden imandan ediyor veya müessesenin kuvveti yüzünden, _gençlerde ikili bir şahsiyet doğuyor. Müessese çok kuvvetli -0lduğu için, Ramazan ve Kurban Bayramlarına katılıyor;


TÜRK MİLLİYETÇİLİÖİ VE isLAMiYET

81

k u tlamalarda bulunuyor; kandil simidi alıp evine götürüyor; l ıazı hallerde bayram namazına bile katılıyor, fakat diğer ta­ raftan « din afyondur» iddiasına karşı çıkamıyor. Alevi ce­ ı ııaatlerinde ise, daha dün «Muhammed-Ali'nin yolwı nda ol­ d uğunu söyleyen genç, bugün Marx-Lenin ve Mao'nun yolu­ ı ı a düşmüştür. Bunda; bir yandan dedelerin cahilliği; bazı hocaların, camilere gelen Alevileri itişi -(Alevinin önce Muse­ v i , sonra Hıristiyan olması gerektiği gibi ahmakça ve haince l ı i r iddia ile)-, öte yandan Marxist-Leninist propagandanın, lıü tün gençler gibi, Alevi gençlerine de el atışı, rol oynamak­ tadır. İyi ellerde, din, büyük hizmetler görür. Hele İslam dini gibi çok yüksek bir din, milli hayatımıza bereket getirir. Caspıralı İsmail Bey, Hüseyinı.ô.de Ali Bey ve Ziya Gökalp, modern ilmi zihniyetle, dini bağdaştırmağa çalışmışlardı. Bu sayede İslamiyet, bize çok şeyler k azandırır. Genç nesiller zaman ona sahip çıkabilir. İlmi teşvik eden prensipleri, İs­ lamiyetin devirlere uygun bir hayatiyet taşıdığını gösterir. Hele varlıklıların pek dem vurmadığı, bahsetmediği ı.ekdt, modern sosyal güvenliğe örnek olacak kudrette ve fonksiyon taşıyıcılık kabiliyetindedir. Hac üstüne hac tazeleyen, cennet hazırlayıcılarına, önce zekat farzının yerine getirilmesi ge­ o

rektiğini ve zekat veremeyecek durumda olanlara hac düş­ meyeceğini hatırlatabilecek, ihtar edebilecek cesarette hoca­ lar olmuş olsaydı; mahallesinin fakirleri yakacak odun bu­ lamaz, çoluğu çocuğu soğukta titrerken; İslamiyet adına ha­ cı beyler, yeni yeni masraflara girmezler; komünizme fırsat hazırlamaz; biçare insanları dermansız bırakmazlardı. Av­ rupa'ya gidenler, din adına gitmiyor; bunu emsal göstermek yanlıştır. Hac, ancak varlıklı olup, zekatını veren, fakir ba­ bası olanlara yaraşır. Bu, dinin de, örfün de, milli vicdanın da emri olsa gerektir. Dini tanıtan sesler, ilimden nasip al­ mış olmalıdır. Kalp kapılarını açıp, cuma namazına koşup


gelmiş insanlara ilkokul seviyesini aşamamış bir hoca bil­ mem ne kıssaları anlatırsa, yıkıcı cereyanlar önünde din­ darların elbette dayanma gücü kalmaz. Bu din, akıl dinidir; mm dinidir. Onu cahilin, mutaassıbın elinden kurtarmak la­ zımdır. Ziya Gökalp 'h� açıkladığı gibi, İslam dini, realite (şe'niyet) hükümlerinden bahseden ilmine cKelamı., kıymet hükümlerinden bahseden ilmine •Fıkıh» adım vermiştir. Ke­ lam'ın esası, bir itikat meselesinde akıl ile nakil arasında bir uyuşmazlık doğduğu takdirde, naklin (Ayet, hadis) akla göre yorumlanacağıdır. Demek ki İslamiyet itikatlarda, yani realite hükümlerinde aklı hakim sayıyor. Fıkıh'da İmam Ebu Yusuf: cÖrfden mütevellit naslarda itibar örfedir» diyor. İran'da Türk hakimiyeti varken, Afşar hanlarından Na· dir Şah İstanbul'a, Osmanlı sarayına bir din ve ilim heyeti göndermiş, Sünni-Şiii ayrılığının kaldırılması, İslam dininin bir bütün haline getirilmesi için onlan memur etmiştir. Ziya Gökalp'in, Türkçülüğün Esasları'nda, Koca Ragıp Paşa'nın bir kitabına dayanarak belirttiği gibi, Nadir Şah'ın yolladığı heyet, Osmanlı « Ülema-i Rüsum»u (resmi bilginleri) ile, onla­ rın rütbe, mertebe ve şatafatlan yüzünden görüşemedi ve netice alamadan geri döndü. Bu hadiseden, Zeki Velidi Togan da bahseder. Azeri şairi Ali Ekber Sabir de bu ikilik­ ten yakınır. İslam dininin kuvvetlenmesi ve milli bünyemizin sağlamlaşması için, bu ayrılığın kaldırılması gerekir. Fakat her iki mezhep içinde, bu işi gerçekleştirecek yürekli, iman­ lı, dirayetli, güçlü, atılgan mütebahhir, misyoner din ad�m­ larını nasıl bulmalı ...

Gökalp, lsldm dinini, Türk milliyetinin temel unsuru sa­ yıyordu. Gerçekten, dinimizle milliyetimiz birbirinden ayrıl­ maz şeylerdir. Çadırından, halısından, giyim kuşamına kadar pek çok unsurunu kaybettiğimiz maddi kültürümüz, son de­ rece değişikliğe uğramıştır. Milli kültürümüzün maddi ol­ mayan sahasında da büyük kayıplar var. Dilimiz perişan


TÖRK MİLLİYETÇİLİÖİ VE İSLAMlYET

83

halde. Geleneklerimiz, örf-adetlerimiz, düğün usullerimiz yer yer kaybolmakta. Bu şartlar altında, İslam dini, milli kültü­ rümüzü yaşatmakta büyük hizmet görecektir. Müslüman ol­

mayan Türk uruklarının Avar, Uz, Peçenek, Kuman, Bulgar, ııruk ve ulusları nasıl eridiğini, Slavlaştığını, Cermenleştiği­ ııi, Grekleştiğini tarih göstermiştir. Yarım asır önce, Konya ve Ege'de bazı Hıristiyan Türk cemaatlerinin, Elenleştirme siyaseti altında eriyip gittikleri bilinmektedir. Şehirlerin eri­ tici havası, milli kültürü yıkmağa çalışan türlü cereyanlar karşısında, bir genç eğer dini terbiye almamışsa, dini inan­ cı zayıfsa, erimeğe mahkumdur. Kendisi değilse çocuğu kay­ bolacaktır. Bugünkü şartlar için İslamiyet olmadan, sade­ ce Türk milli külütürü ile, şahsiyetini devam ettirmek, belki milli kültür araştırıcıları için mümkün olur. O da bu vasfını, çocuğuna zor geçirebilir. Bu . sözlerimizle, Türk kültürünün zayıf olduğu gibi bir iddiada bulunuyor değiliz. Türk töresi­ nin canlı olduğu köy ve oymak çevrelerinde yaşamayan, ki­ tabi kaynaklardan da bunu alma imkanını tam bulamayan ·-hiç değilse son yıllardaki şartlar içinde şehir çocukları­ nın, milli kültürlerini, ancak İslam dininin yardımı ile ko­ ruyabileceklerini söylüyoruz. Bunun daha etraflı şekilde açık­ lanması, çok yer alır. Fert olarak da cemiyet olarak da di­ nimizden pek çok şey almışızdır. Kaşgarlı Mahmud'un dedi­ ği gibi, Türkler de, sanki İslam dinine hizmet için yaratıl­ mışlardır. Onun kılıcı ve kalemi olmuşlardır. Bunu, Kazan Türklerinden, büyük din bilgini Musa Carullah'ın 1921 yılın­ da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gönderdiği Beyannaıne'­ dcn de anlıyoruz. Bu beyannameden bir iki cümleyi akta­ rarak bunu gösterelim: «Şark milletleri Bolşevik'lerin lafla­

rmdan, vahşetlerinden, bütün proletaryanın her biri mahru­ miyetten, esaretten bezdi, tamam usandı. Her fertte, her mil­ lette necat arzuları gayet büyüktür. (Onların) esaretten lıa­ ldsı yalnız sizin elinizde olabiliyor... Türk'ün kuvvetli eliyle, lslilmiyet'in altın kalemiyle yeni hayatın, yeni bahtın ka-


84

MİLL! KÜLTÜRÜMÜZ

VE MESELELERİMİZ

nunlarını, siz necip Türk milleti, medeniyet sahifelerine ya­ zınız!... Bütün Türkistan, bütün Turan Müslümanlarına sa­ dık bir tercüman olmak şerefiyle ben şu risalemi, Biiyük Millet Meclisi'ne tebliğ ediyorum. Türkiye Türkleri'ııe, bütün Turan Türkleri'nin ihlaslı dualarını, hürmetli selamlarını, bü­ yük ihtiramlarını, halis muhabetlerini, takdirlerini, teşek­ kürlerini emanetli, sadakatli bir lisanla Büyük Millet Mec­ lisi'ne arzediyorum. Türkiye Türklerinden, bütün Turan Türkleri'nin ümitleri gayet büyüktür. » (1) . Yetişmiş, ilimden nasibini almış, mutaassıp olmayan din adamlarının elinde parlayacak bir İslam dinini bekleyelim ve ümit edelim. Birleştirici, kaynaştırıcı, yükseltici, ileri götü­ rücü olacak olan dinimiz, milliyetimizle, miIHyetçiliğimizle, ilim hayatımızla çatışmadan, tam bir ahenk içinde gidecek­ tir. Birbirini tamamlayacaktır. Bu İslamiyet, sosyal adalet için, sosyalizme muhtaç olmayacaktır. Türkçülüğümüz, mil­ liyetçiliğimiz Türkiye'nin kalkınması için sosyalist «yöntem­ lere» (usullere) el açmayacaktır. Kalkınma, sosyal adalet meselelerimizi, kendi dini ve milli kaynaklarımızda bula­ cak, onlan hummalı bir ilmi faaliyetle nurlanan milliyetçi beyinlerin çalışmalarına havale ederek, dertlerimize devalar bulacağız. Milliyetimizi, dinimizden ayırmak isteyenlerin asıl niyetlerine dikkat etmek gerekir.

(1) Musa Carullah, cTürkiye TO.rklerine Beyannlme>, İş Mec­ muası. sayı : 82, 1948, sf. 137-138.


-

7

-

ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

Bilecik ve Balıkesir' den Antalya'ya kadar uzanan Batı · ve Güneybatı Anadolu'da bir alplar, yiğitler takımına giren­ lere «Zeybek» denirdi. Bolu ve Ankara çevresinde buna aSey­ nıen» denir. Erzurum'da «Dadaş», Karadeniz'de « Uşak» ke­ limeleriyle ifade edilir. «Zeybek» ile «Seymen» sözleri aynı kökten («Zey», «Sey») ·gelmişe benziyor. Türk dünyasında Yenisey, Seyhun, Seyhan şeklindeki yer adları da, burada

«Sey» he�esini taşıyor. Zeybek'in menşeini, Bizans'ta arayanlar var. İşin aslı şudur: 1 280 - 1282 yıllarında, Emir Menteşe kumandasındaki Türk kuvvetleri, Bizans İmparatoru VIII. Michael'in kuvvet­ lerini yenerek, Aydın ve Sultanhisar'ı almıştı. Bunu kayde­ den Bizans kaynakları, Emir Menteşe'den «Salpakis» diye bahsediyordu. Kelimenin bu Rumcalaşmış şekli, türlü yo­ rumlara uğramıştır. Mükrimin Halil Bey bunu, aSal Bey» ola­ rak kabul etmiştir. Paul Wittek, çeşitli ihtimaller üzerinde durur. İranlıların dilinde «Salkapls», «Cesur.» demek imiş. J>aul Wittek, «Salpakis», «Alp Bey» manasına da gelebilece­ ğini; ayrıca, «Salam Bey», «Kalam Bey» anlamlarını da taşı­ yabileceğini; «Sahil Beyi» manasına gelmesinin daha muh­ t emel olduğunu söylüyor. Fuad Köprülü riün de, bu son yo­ nıınu benimsediği anlaşılıyor (1 ). '

( l)

Dr. Himmet Aydın, Aydın Oğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, İstanbul, 1946, sf. 5 ; Paul Wittek, Menteşe Bey-


MİLLi KtİLTORUMt.l'z

86

VE MESELELERİMi�

cıSalpakis»in manası üzerinde iyice durmatlaıı Zcybek­ liği; Elenliğe, Grekliğe bağlamak isteyenler var (2) . Peçeneklerin Balkanlarda inşa ettiği kalelcrtlcn birinin adı cıSalma-katay»dır. Nemeth'e göre, cıSalma, Osman lı Türk­ lerinde Patrouille (kol, devriye) manasına gelin• (3). Kara-Kır­ gızların ong (sa) bölüğünün Tagay şubesinin Bugu boyunun bir oymağının adı, cıSalmek»dir (4). Doğu Türkistan'da Yeni­ hisar ın köylerinden birinin adı, cıÇaybağıı manasına gelen «Saybağııdır. Rize ile Of arasındaki bir derenin adının «Sal­ mataıı oluşu üzerinde de durulmalıdır. '

Bu misaller, cıZeybekıı ve cıSeymemıin Türkçe asıllı, Türk asıllı olduğunu gösterir. Bunu destekleyen bir vesikaya da sahibiz. Bizans kaynaklarından öğrendiğimize gö re, Peçe­ nek Türkleri'nin ·kılığı, zeybek kılığı idi. Bunu, şu vesika­ dan anlıyoruz :

«Bunların elbiseleri kısa olup, ancak dizlerine kadardır ve kolları da omuzlarından ayrılmıştır. Onlar bununla ken­ dilerinin öz ayrılmış olduklarını bariz bir şekilde göstermek isterler» (5) . Orta Asya'da, cıEr» rütbesi ve ismi olan alpların mezar-

liği, Ankara, 1944, çeviren: O. Ş. OOkyay, sf. 26 - 30 ( PachY· meres tarafından Mantachias'ın unv anı olarak rivayet edi­ len Salpakis) .

(2) Mesela .bk. H. Oğultürk'ün, 1. Uluslararası Türk Folklor Kongresi'ne sunduğu tebliğ (c. III, sf. 273 ) . ( 3 ) Dr. Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul, 194 . sf. 59. (4) Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ank.nrıı., 1968, sf. 6. (5) Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, iV - XVIII. YUzyıllnrdn Ka­ radeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletlori, Ankara, 1972, sf. 325 (Konstantin Porp Hyrogenetus'un I >n Admi­ nistrandolmperis adlı eserinde, Peçenekler hakkındaki bil' gi) . ..


87

ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

«Er-bengü» deniyordu (6) . Zeybek oyun­ «Balıkesir Bengisi» ile «Bergama Bengisi»ni; bun­ lara benziyen «Edremit Güvendesi»ni ve Toroslar'daki «Ben­ gü samaht >>nı bu bakımdan değerlendirmelidir. larına konulan taşa larından,

Zeybeklik

ile

Kazaklık

arasında bir bağ bulunabilir. Ana­

dolu Yörükleri arasında görülen « Zeybekler»in başında bir

«Efe »

bulunurdu. Efe, zeybeklerin başı ve ağasıdır. Yiğit�

liğe, cesarete, dirayete göre, zeybekler arasından bir

efe

se­

çilir. Genç bir zeybek de efe olabilir. Babası ölen zeybeklere

«efe» seçilirdi. Sarıtekeli Yörük Ali Efe, yirmi yaşlarında iken, üzerine, efe seçilmiştir. Babası Abdil Efe'ni n

gücünü, kuvvetini ispat edebilirse, yörüklerinden olan babasının ölümü

yürek ve vasıflarını, oğlunda bulan yaşlı zeybekler, ona se­ ve seve itaat etmişlerdi.

Ziya Gökalp'a

göre zeybeklik, tahsildar ve zaptiye zul­

müne karşı, yörüklerin, yiğitçe bir mukabelesidir.

nan Şapolyo,

Enver Beh­

Aşıkpaşazade Tarihine dayanarak, zeybekleri

Rum diyarı gazileri;

sınırlardaki, uçlardaki yiğitler olarak

gösterir. Zeybekliğin ortaya çıkış sebebini söyleyebilmek için uzım çalışmalar ister.

Sebep ne olursa olsun, zeybekler mert,

dürüst, cesur, hak ve haklıyı koruyan, zalime aman verme­ yen insanlardır. Yörükler arasında mala, cana, ırz ve na­ musa göz dikenlere, efe ve zeybek değil,

Çakırcalı Mehmet Efe,

aÇalıkakıcı»

denir.

kendi adını kullanarak, bir Yörüğü

soyan ve kızını kaçıran çalıkakıcılan yakaladığında kurşun­ lamayı efelik töresine aykırı bularak, ateşte yaktırmıştır. Erzurum'da söylenen « dadaş » kelimesi de aynıdır. Ay­ dın'da bir «Dadap köyünün bulunması da bunu gösterir. E. B. Şapolyo, 1938 yılında Aydın'da yaptığı araştırmalarda, yalnız

Koçarlı,

Germencik ve Dadaş'ta ve

Kuşadası

Var­

sak'lannda ve Aydın'ın Sankeçili, Santekeli ve Çakal Yörük-

(6) Dr. Emel Esin'in, il. Milli Türkoloji Kongresi'ne sunduğu tebliğden.


88

MİLLİ

KÜLTÜRÜMÜZ VE .MESELELERİMİZ

!erinde zeybekliğin izlerini bulmuştur. Aynı yazar, ağır ola­ rak ve çift zeybek tarafından oynanan oyunlar oh.ırak «Har­ mandalı» ve «Dadaş»ı sayıyor. Biz ikincisini hiç duymadık. Dernek ki, zeybekliğin dadaşhkla çok yakınlığı vardır. Efenin maiyetinden olan zeybeklere «Kızan» denir. En­ ver Behnan Bey, zeybeklerle kızanları ayırıyor ve yeni zey­ bek olanlara kızan diyorsa da, bizim duyuşumuz, bütün zey­ beklere «Kızan» denildiğidir. Rumeli Türkleri arasında «Kı­ zan» çocuk anlamına gelir. Ege'de kullanılana yakın oluyor. Dağıstan Avar'larında « Rızan» şeklinde kullanılır ve «aile efradı» anlamına gelir (7). Adapazarı'na bağlı . Kızanlık kö­ yünün ve Bulgaristan'daki Kızanlık kasabasının ve Doğuda­ ki Hizan kazasının adı buradan gelse gerektir. Bulgaristan Türkleri, Azeri ve Orta Asya Türkleri gibi, « Bala» kelimesini «Çocuk» manasında kullandıkları halde, ayrıca «Kızan» ke­ limesini de ona yakın anlamda kullanmaktadırlar. Bu da gös­ teriyor ki, kelime Dağıstan, Doğu Anadolu, Ege ve Bulgaris­ tan gibi, Türk kültürünün üç ayn uzak coğrafi bölgesinde yaşamak tadır. Zeybekler gerçekten yiğit, dadaş, mert insanlardır. Yö­ rük Ali Efe'yi çocukluğumuzda gördük. Ayaklarını İzrnir'de tramvay kestiği için, bir adam sırtında götürüyordu. Yaşlıca, ufak tefek ve gövdesinin yarısı noksan adam, belinden kesilmiş bir arslana benziyordu. 1 960'larda, Eğridir Gö­ lü'ne bakan Anarnas Dağı Yaylalarında, Hayta Yörükle­ rinden «Martinli Z-eybeği» gördük ve çadırında misafir olduk. Doksanı geçkin olmasına ve hasta bulunmasına rağmen, ge­ ne de heybetli idi. Ayaklarını çatarak, yani bağdaş kurup, bir ayağını, diğerinin üstüne atarak oturuyordu. Bu, zeybek oturuşu, yiğit oturuşudur. Bol bol tütün içiyordu. Ondan

(7) Prof. Dr. A. Caferoğlu, «Etimoloj ik Araştırma Denemelerb , Türk Dili Araştırmaları Yıllığı {Belleten) 1957'den ayn ba­ sım, sf. 4 5. -


ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

89

dinlediğimize göre, Demirci Mehmet Efe, kendisine kızan ol­ mak için gelen zeybeklere, «Dinine düşkün olan Yörük Ali"­ nin yanına gitsin» der, gönderirmiş. Martinli Zeybek, Demir­ ci Mehrriet Efe'nin zeybeklerinden idi. Aydın'ın, Bozdoğan Kazasının, Birese köyünde gördüğümüz 84 yaşındaki diğer bir zeybek de aynı şeyleri söyledi. O da Demirci'nin kızan­ larından imiş. Birese Köyüne komşu olan Dutağacı Köyün­ den idi. Atın üzerinde bir heykel gibi duruyordu. Her gün en az üç saat ata biner, köy köy gezermiş. Dinç, zinde, şaka­ cı idi iki zeybeğin birleştiği nokta, Yörük Ali Efe'nin milli­ yetine, dinine çok düşkün, çok şuurlu olduğu idi. Yörük Ali Efe'nin şu sözleri de bunu açıkça gösterir: « Bir fert ne ka­ dar yüksek ve kahraman olursa olsun, cc millete iyilik yap­ tım• diyemez, ancak cchizmet ettim» diyebilir.» (Orkun Der­ gisi, 54. sayı, 12 Ekim 1951) Demirci Mehmet Efe, Demirci Yörüklcrindendir. Baba­ sı da efe imiş. Demirci Yörükleri Türkiyc'nin her yanında vardır. Maraş'ın Pazarcık'ına bağlı Demirci Köyü halkı, Ha­ tay'ın alınması ile, Suriye'den buraya nakledilen Türkmen'­ lerdendir. Hemen hepsi demircilikten anlayan, oldukça sert ve yırtıcı insanlarmış. Yörük Ali Efe, Demirci Mehmet Efe ve Başkızanı Sökeli Ali Efe, Gökçen Efe, Danışmanlı (Da­ nişmendli) İsmail Efe (Bafa Gölü kenarında Danışmanlı - Ta­ nışmanh Köyünden) , Mestan Efe, Kıllı Hüseyin Efe, kızanla­ rı ile birlikte, Milli Mücadeleye katılmış ve Yunanlılar'a kan kusturmuşlardır. Bu zeybek ruhu bütün Yörüklerde mevcuttur. Mesela, 1 960 yıllarında Söke'nin dağ köylerin­ de yaşamakta olan « Pınarcı,, ailesi. Galiba Birinci Dünya Harbinin · sonlarında veya Mütareke yıllarında, Aydın hava­ lisinde azgınlıklarını arttıran Rum eşkiyası, bir gün, bir Yö­ rük çadırını basmak üzere harekete geçer. Köpe_klerin kor­ kunç havlamalarından işi anlayan Pınarcı ailesi, hemen mar­ tinlerini kapıp çadırın önünde mevzilenirler. Aile iki kişilik­ tir. Bir karı, bir koca ve iki de tüfekleri var. Rum eşkiyası


MİLLİ

'90

KÜLTÖRÜMOZ VE MESELELERİMİZ

on kişi �dar. Uzun bir çatışma sonunda, bir Rum ölüyor, birkaç yaralı olduğu halde Rumlar kaçıyor. Aydın Valisi, bu yiğit Yörüklere madalya veriyor. Aydın ve Söke'de halkın tak­ ·dirleri arasında dolaşıyorlar. Bir ara ziyaret etmek için ni­ yetlenmiştik, nasip olmadı. Şimdi ikisi de Tanrının rahme­ tine kavuşmuştur. Yaşlı bir akrabamdan dinlediğime göre, 1 856 Kırım Sa­ vaşına gönüllü olarak katılan uGer Ali Efe,. Sivastopol'da, Malakof Tabyasına bayrağı diken yiğittir. Gene aynı akra­ bamızın anlattığına göre, Bulgaristan'da, Bulgar komitacıla­ rın J?askılarından bıkıp usanan Sultan Abdütaziz. Alaşehir'li Süleyman Paşa'nın (meşhur Türkçü Süleyman Paşa olacak), tavsiyesine uyuyor. Süleyman Paşa, bu komitacıların hakkın­ -dan zeybeklerin geleceğini söylemiş. Zeybek birliği teşkiline memur edilen Süleyman Paşa, Aydın

ilinden gönüllü bir

zeybek taburu teşkil ediyor. Çakırcalı Mehmet Efe'nin ba­ bası Ça,kırcalı Ahmet Efe, Yörük Osman (veya diğer adıyla Cerid

Osman - Ccrdosman)

Hepsinin başında

Efe

maiyetleri

Bakır'lı Mehmet

Efe

ile

(Bakır

katılıyorlar. Köyünden)

vardır. Sekiz yüz kadar zeybek İstanbul'a getiriliyor. Çam­ lıca sırtlarında talim yapıyor, kulaklı bıçaklarını kınlarına bakmadan, süratle sokup çıkarıyorlar. Bir Beyoğlu, yürüyü­ şünde, bu dağlı yiğitlerin heybetinden, Beyoğlu':ımn tatlısu frenkleri paniğe uğrayıp, kaçacak delik arıyor. Zeybekler va­ kur, heybetli, sağa sola bakarak geçip gidiyor. O gece Bey­ lerbeyi Sarayı'na davet ediliyorlar. Bakırlı Mehmet Efe, Ça­ kırcalı Ahmet Efe, Cerid Osman Efe, diğer efeler, başkızan­ ları ve ileri gelen zeybekler, Sultan Aziz'le bir salonda ye­ mek yiyorlar. Yemekten sonra, bağlama refakatinde, Sultan Aziz'in isteği üzerine, Bakırlı Mehmet Efe, kalkıp zeybek oynuyor. Bir arslan heybetiyle, yere diz vurup, hoplayışlar, nara atışlar padişahı son derece heyecanlandırıp, gözlerini yaşartıyor. Bakırlı Mehmet Efe'yi alnından öpüyor ve sırtın­ daki paltoyu, eliyle ona giydiriyor. Sultan Aziz'i heyecanlan-


ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

91

dıran yiğit oyununun ihtişamlı tablosunu Rıza Tevfik Bölük­ başı'nın kaleminden takip etmek lazım. Ne yazık ki, on yıl evvel bir makalede veya makale içinde okuduğumuz bu tas­ viri, ne kadar aradıysak da bulamadık. Rıza Tevfik, zeybek oynayan bir efeyi seyrederken duyduğu huşu, ürperti, heye­ can ve gururu, o kadar sanatkarane anlatıyordu ki, hiç bir kalemin bu seviyeye ulaşacağını ummayız (8). Ertesi sabah Padişah'la vedalaşan efeler, zeybeklerini alarak Bulgaristan'a hareket ediyorlar. Birkaç ay içinde, bilmedikleri dağlarda, Bulgar eşkiyasına ağır darbeler indi­ rerek, vatana şan ve şerefle dönüyorlar. Fakat, idareciler kendilerinden çekiniyor. Bakırlı Mehmet Efe'yi · Bergama'da pusuya düşürerek vuruyorlar. Çakırcalı Ahmet Efe'yi, dev­ lete hizmet ettiği, eşkiya takibi vazifesinde bulunduğu hal­ de, bir Ramazan günü, Ödemiş dağlarında, akşam namazı kılmak üzere secdeye kapandığı zaman, maiyetinde bulunan Hasan Çavuş, sırtından hançerliyor. Secdeye kapanmış hal­ de kalıp, ruhunu teslim ediyor. Cerid Osman Efe ve baş­ kızanını, aynı günlerde İzmir Konağına iftara çağıran İz­ mir Valisi Halil Rifat Paşa, iftardan sonra bir bahane ile dışarı çıkıyor ve efeler kurşun yağmuru altında can veriyor. Cerid Osman Efe'den başka, bir de «Koca Cerit» diye bir efe daha vardır. Enver Behnan Şapolyo'nun, Türk Yurdu'nda (Temmuz 1 954, sayı 1 , 234 çıkan makalesindeki resim (sf. 52) bahsettiğimiz Bulgaristan Seferi ile ilgili olsa gerektir. Hatırımızda kaldığına göre, bir gazetede çıkan Hami­ diye Zırhlısının maceralarını anlatan tefrikada (Cemal Sa­ raçoğlu'nun olacak), Balkan Harbinde, askeri birliklerimizin bazı cephelerdeki ric'atini gemilerden gören gönüllü zeybek­ ler, hırslarından deli oluyor ve kaptanlara kendilerini karaya çıkarmaları için yalvarışları anlatılıyordu. Plevne Savaşı'na

(8) Adı geçen malı1mat, M. Ragıp Kösemihal'in «müsiki> hak­ kındaki eserinde mevcuttur.


92

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

da Aydın'dan bir gönüllü zeybek ve Yörük köyleri halkı ka­ tılmıştır. Bu satırların yazannın dedesinin babası Şakir Efendi de, Gönüllü Aydın Taburu, Dördüncü Bölük Emini olarak harbe iştirak etmiş, yaralanmış, geri çekilme esnasın­ da Kuşadası'nın Çanlı köyünden bir arkadaşı kendisini sırt­ layarak saatlerce taşımıştır. Toros dağlan Yörüklerini ve bilhassa Kozanoğullannı tedip için «Fırka-i lslahiye» teşkil edilmiştir. Cevdet Paşa da bu işle vazifelendirilmiştir. Bugünkü « Islahiye Kazası», o zaman Yörüklerin zorla iskanı ile kurulmuştur. Avşar boz­ laklarında bunlar yanık yanık anlatılır. Cevdet Paşa, Fırka-i ıslahiyenin temelini teşkil eden zeybekleri şöyle anlatır: « Derviş Paşa, Ostrok Boğazından mürur ile Karadağ'ı yarıp muzafferane İşkodra cihetine geçmiş olan asakir-i şahane­ nin en güzidelerinden yedi tabur nizamiye seçti ki ekseri neferatı zeybek bahadırları ..... idi. Dağlarda ve taşlarda kek­ lik gibi seğdirirlerdi ve tüfenkleri hep nev-icad şeşhane idi... .. Zeybekler ise mehalik ve muhatarattan (ölmekten ve tehlikeye atılmaktan) sakınmaz, yorulmaz ve usanmaz şuhu şen sanki askerlik için yaratılmış bir kavimdir. Doğrusu insanın bir güzel soyudur» (9). Yunanlılar Ege'yi ve diğer devletler Anadolu'nun muh­ telif yerlerini işgal ettiğinde, Türk vatanı ayaklanmış, Gazi· antep'i, Maraş 'ı, Doğusu, Batısı ile silaha sarılmıştı. Ege'de de Yunan'lara karşı zeybeklerin mücadelesi çok sert oluyor­ du. İngilizlere verilen resmi bir raporda, bu bölge Yörük ve zeybekleri için şu ifadeler yer alıyor: " ··· Bu insanlar Yu­ nanlılardan nefret etmektedir ve kahramanlıkları da bilin­ mektedir. Bilhassa dağlık bölgelerdeki zeybek ve yörükler (9) Cevdet P�a. Tezakir, 21 . 39, Yay. Ord. Prof. Cabid Baysun,

Ankara, 1963, sf. 133.


ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

93

korku nedir bilmezler. Moralleri ise çok yüksek olup, Yu­ nanlılan yurtlarından atacaklarına eminler»

(10) .

İstanbul tulumbacıları, tulumba takımları n ı isiml endir· mişlerdir.

İstanbul'un

bütün

sandıkları

edilmiş dört isim vardır. Bunlardan biri dır

(11) .

tarafından

kabul

«Zeybek Takımı»·

Yörüklerin çoğu, eski Yörüklerin hemen hepsi zeybek elbisesi giyerdi. Adana, Gaziantep, Hatay, Maraş, Adıyaman, Kayseri, Niğde, Bingöl taraflarında Yörüklere

«Aydınlı»

der­

ler. Erzurum Üniversitesi Ziraat Fakültesi profesörlerinden Prof. Lütfi Ülkümen'den «Aydınlı »larla ilgili bir

oluş

(hadise)

dinlemiştik. Prof. Ülkümen, bir yaz ayında Bingöl Yaylala­ rında

« Köçer-Göçer»

adı verilen koyuncu aşiretleri ziyaret

ediyor. Konuşurlarken, karşıdan zeybek kılığında bir Aydınlı geliyor. « Hoca» diyorlar.

« Gördüğün Aydınlı'da birkaç yıl

geçmeden bizim gibi Kürt olur Vaktiyle biz de Aydınlı idik.» iörükler, Zeybeklikten bahf.eden bu satırlar memleket ger; çeklerine ışık tutuyor.

Zeybek Olma Merasimi:

Enver Behnan Şapolyo'nun ifa­

desine göre, zeybekliğe alınma, ona göre, « Kızan olma» me­ rasimi Ş Ö) le yapılır. Dağ başlarında yetişen «Teknel-Tehnel (Defni! benzeri) » ağacının önünde yapılır. Bu ağaç totem dir. «Ölüm ağacı» da denir, zeybeklerce kutlu sayılır. Efe, koca yatağanmı bu ağaca saplar, yeni aday, töreye uygun yemin eder. Efesinin elini öper, zeybekler efenin alnın::!r.ı. öper, aday tehnel ağacına saplanmış olan yatağan (büy i.; k bıçak)ın altından yedi

kere geçer.

Sonra tehnelin zeytiıw

benzer meyvalarını silahlarına sürerler. Bu merasimin teft:r-

(10) İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İnceleme: Erol Ulubelen, İstanbul, 1967, sf. 207, Vesika No. 509. ( 1 1 ) Reşat Ekrem Koçu, «İstanbul Tulumbacıları> , Tercüman, 14 Temmuz ve 3 Eylül 1968.


94

MİLLİ

K"OLTORÖMUZ VE MESELBLERİllİZ

ruatım bahsettiğimiz yazarın, adı geçen makalesinden takip etmek gerekir.

Efe ve Zeybek Kıyafetleri: Bu bahsi Enver Behnan Şa­ polyo'dan aynen naklediyoruz. « Efelerin başına giydikleri nar çiçeği rengindeki fese cıKozunlu başlık» derler. Bu, çu­ hadan yapılmış ve işlemelidir. Zeybeklerin giydiği fese de «Kabalak» adı verilmektedir. Bu fesler Mevlevi sik.kesi gibi uzun ve kalıpsızdır. Efelerin kozunlu başlığa sardıkları ke­ fiyeye «Poşu» derler. Bu poşunun kenarlarına genç kızlar oyalar işlerler. Bu sanatkarane örmelerin bir senede bit­ tiğini söyleyenler vardır. Efenin giydiği mavi renkli şalvara «Çaşir menevrek» adı verilir. Bu şalvarın boyu diz kapakla­ rının üstüne kadar uzanır. Dizleri yaz ve kış daima açıktır. Diz kapakları ak olanlar, ancak yeni kızan olanlardır. Çaşir menevreğinin yan tarafları siyah ipek işlemeli kaftandan­ dır. Efenin çaşir menevreğinin göğsüne yakın taraflarından donun kenarları görünmez. Zeybeklerde görünür. Donlarına « Dizlik» derler. Efelerin feslerindeki püskül pek uzundur. Efe püskülü yüz dirhem olmak adettir. Bu püsküle uKoza» adı verilmektedir. Koza sağ taraftan omuza doğru sarkar. Siyah renkte ve ipektendir. Efelerin giydikleri ceketin kol­ larv-olursa cÇepken», kolsuz olursa «Camadan» derler. Ca­ madan ve çepkeni mavi veyahut lacivert çuhadandır. Üzeri siyah ipek kaftanla pek sanatkarane işlenmiş ve üzerinde birçok tezyini motifler vardır. Sırmalı çepken de vardır. Bunu efeler giymez, ekseriya zeybekler ve kızanlar giyerler. Bu çepkenlerin altına pullu mintan giyerler, yakası yoktur. Bu mintanlara «Alakye» derler. Bellerine de kumaş sarar­ lar. Buna da «Acem şalı» denilir. Acam şalının üstüne me­ şinden bir kuşak daha sarılır ki buna da «Silahlık» denilir. Bu silahlığın arasından kulaklı bir yatağan bıçağı sokulur... Efelerin kollarında gümüşten kabı olan «Bazubent»ler var­ dır. Bunun içinde kurşun geçmez muskası vardır. Bu muska-


ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

9.S.

!arın içindeki yazılar, şAyin-ı dikkattir. Tamamen eski Türk­ lerin Orhun ve Uygur yazılarına benzer bir takım işaretlerle doludur. Göğüslerinde bir de gümüşten «Hamaylı» denilen gümüş bir muhafaza asılıdır. Bunun içinde En'am vardır. Bazubent daha kızan iken takılır, ölene kadar taşınır. Efele­ rin mavzerleri baştan başa gümüş kakma işlemelidir. Efele­ rin göğüslerinde çapraz bir vaziyette duran bir fişeklik var­ dır. Buna da uKarkılık» derler. Üzerinde gümüşten işleme­ ler vardır. Efeler ayaklarına giydiklerine de ayrı ayrı adlar verirler. Üzerinde birtakım işlemeler olan çizmeye «Kayalık» derler. Bunu yalnız efeler giyerler. Zeybek ve kızanlar ise çarık giyerler... Efeler çizme giymedikleri zaman çorabın üstüne bir meşin dizlik giyerler. Buna da «Kepmen» · tabir ederler. Kepmenin arasına bir kama sokulur. Çok 'kere bu kama ile zeybek oyunu oynamaktadırlar .... . » (12). Zeybek Oyunları: Aydın, Muğla, Tavas, Kordon, Berga­ ma, Soma, Ortaklar, Pamukçu, Harmandalı, Sakız, Tefenni, Kadıoğlu, Kocaarap, ve Bengi zeybekleri meşhurdur. Malat.

( 12) Enver Behnan Şapolyo, cEfe, Zeybek, Kızan... Yaşayışları ve Adetlerfa, Türk Yurdu, Temmuz 1954, sayı 1 (234) , sf. 43 - 55.

cZeybeklerin giydiği, dize kadar gelen kısa pantalona, «dizlik» denir. Kıbrıs'ta da böyle söylenir. Bunların en kı­ sası, Aydın ve Muğla zeybeklerinin giydiği, dizin dört par­ mak yukarısında olan dizlik idi. Bursa kılıç-kalkan ekibi­ nin giydiği mayo bozması şeyleri, Bursa. çevresi zeybekle­ rinin giymiş olacağına aklımız pek yatmıyor. Balıkesir Pa­ mukçu ve Türkali köyleri zeybek oyunu e.ıciplerinin giydiği dizli'kler, dizi örter ve altına da çorap ve tozluk giyilir. Sö­ ğüt çevresi Karakeçili Yörüklerinin zeybek kılığı da bun­ dan :rarksızdır. Bursa'nın Keleş zeybekleri, dizden aşağıya inen, pamuklu beyaz bir dizlik giyerler. Böyle olunca, Bur­ sa Kılıç.Kalkan Takımının, bir geleneğe sahip çıkar'.ien, as­ la sadık kalması ve o geleneğin bütün icaplarını yerine getirmesi gerekirdi. Bizim bildiğimiz, mayonun giyildiği yer, plajlardır.


"9 6

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

ya'nın «Üç ayak zeybeği» ve Bingöl taraflarındaki bir oyun havası da zeybektir. Biz sadece Bengi zeybeği üzerinde du­ racağız. Bu oyun Balıkesir çevresinde oynanır. Çok muhte­ şem bir oyundur. İnanca göre, düşman kumandanının kel­ lesi etrafında oynanır. Aslen Karakeçili Boyundan olan bir paşadan dinlediğimize göre, Elazığ'da da Bengi oyunu oyna­ nırmış. Bengi, «Mengü»nün bozulmuş şeklidir. Kaşgarlı Mah­ mud'un eserinde ve diğer tarihi kaynaklarda kelime «Ebedi, ölümsüz» anlamına gelmektedir. Silifke'nin üzerinde, Balan­ dız Yaylası eteklerindeki bir Tahtacı Köyünde (Kırtıl), on yıl kadar önce, bir kış gecesi seyrettiğimiz o:Mengü» oyunu, sö­ züyle, özüyle eski bir Türk oyunudur. Zeybekten başka bir biçimde, kadın erkek oynanıyor. İnsana huşu veren bir oyun Çam kütüğünün ışığında aydınlanan Türkmen çehreleri ara­ sından kabak kemane ve çöğürün nağmeleri arasında, «Ölüm­ süzlük oyu.İıunu» seyredip, sanki ölümsüz olmuştuk. Afganistan'da, Hanabad'ın doğusundaki dağlarda, Öz­ bek'lerle meskun yerde, «Bengi» adı verilen bir çukur var­ dır (13). Ulukışla'nın batısında, Dikmen Yaylası ile bitişik olan yaylanın adı: «Bengi Yaylası»dır ve bu civardaki boğa­

«Bengi Boğazı» denir. Doğu Azerbaycan'da, Sarab bölge­ sinde bir köyün adı ccMenkütay Köyü»dür. İsim olarak da tarihte geçmektedir. Çağatay lehçesinde o:Mengü»nün yerini,

za

Buradan, Arapça, «Baki» karşılığı ccTohta» kelimesi yapılmıştır ( 1'1 ) . Sovyet zulmüne karşı öm­ rü boyunca mücadele eden ve Sovyet zindanlarında uzun yıl­ lar inietildikten sonra öldürülen Tül'kistan milli şairi Çol­

«Tohtamış» almıştır.

pan, bir şirinde (komünistlere karşı Türk dünyasını ayaklan-

( 13 ) Gunnar Jarring, On The Distribution Of Turk Tribes in Affghanistan, Lund, 1937, sf. 15. (14) A. Wılmbery, History Of Bokhara, London, 1873, sr. 1 79, dipnot 2.


ZEYBEKLİK VE ZEYBEKLER

97

dırmak için yazmış olduğu bir şiirinde) cTohtanmakıt fiilini « Dayanmak, mukavemet etmek• anlamında kullanır: «Halk denizdir, halk tolkundur, halk küçdür, Halk isyandır, halle oddur, halk öçdir... Halk kozgalsa (ayaklansa) küç yoktur ki tohtansın ; • (111). Bu misaller de iyice gösteriyor ki, zeybeklik ve efelik, kökü Orta Asya'ya dayanan milli bir davranış, yaşayış ve gelenektir. Bu makalemizi okumuş olan değerli araştırıcı Cahit Öz­

telli, bize aşağıda fotokopisini sunduğumuz mektubu gön­ dermişti. Hatırlayamadığımız noktalarda bizi aydınlatıyor­ du. Ne yazık ki, biz bu kitabı, bastırıp, mektubu yayımla­ mazdan önce, Öztelli, Hakkın rahmetine kavuştu. Yazı, onun ruhunu şad edecektir. 14/ 1 1 / 1977 Sayın Eröz, Türk Kültürü Araştırmaları eserinizi zevkle okuyorum. Türk gençlerini Büyük Millet olduğumuzu ancak böyle de­ ğerli eserler tanıtabilir. Sizi tebrik ederim. Eserinizin 144. sayfasındaki Rıza Tevfik in yazısının ye­ '

rini hatırlayamadığınızı bildiriyorsunuz. Bana kalırsa Rıza Tevfik'in o yazısı «Nevsal - i Afiyet - Salname - i Tıbbi11de «Raks Hakkında» (s. 405) adlı makalesidir.

Salname Doktor Besim Ömer (Paşa) tarafından hazırlan­ mış, 1 3 1 6 yılında basılmıştır. Makalede üç resim vardır. He­ le bir zeybek resmi var ki, pek ilgi çekicidir. Ben bu makalenin Zeybek oyunları kısmını ele alarak bir yazı yazmıştım. Künyesini veriyorum çıktığı yerin

:

«ilk Milli Oyun Araştırmacımız - Türk Folklor Araştır­ maları (dergi) - cilt 5, sayı 1 1 8, 1959.» { 15) Dr. Baymirza Hayit, TOrkistan'da öldürülen Türk Şairle­ ri. Ankara, 1971, sf. 28. ( cHalk> isimli şiirinden) .


98

MİLLİ KÜLTÖ'RÜMÜZ

VE

MESELELERİMİZ

B u derginin koleksiyonları İstanbul Belediye kitaplığın. da olacaktır. Zeybek'in resmini almıştım yazıya. Bende faz­ la sayı olmadığı için gönderemiyorum. İleride belki yararlanırsınız diye size bildirmeyi uygun buldum. Bu vesile ile de sizi tebrik etmek istedim. Adresinizi de bilmediğim için Kutluğ Yayınlan vasıtasıy. la yazıyorum. Elinize geçerse sevinirim. Bir iki küçük eserimi de göndermek isterdim, ama sizi bulacağına emin olmadığım için şimdilik geri bıraktım. Tekrar tebrik eder, sevgilerimi sunarım. Cahit Öztelli Bahçelievler, 9. Sokak

,

A nk a r a

Zeybe.klikle ilgili diğer vesika, Atatürk'ün Demirci Meh· met Efe'ye gönderdiği mektuptur. 1. Ü. Ed. Fak.'den Yrd. Doç. Dr. Ali İhsan Gencer'in özel arşivinden alınmıştır. Rah­ metli Şükrü Güllüoğlu'na okutarak, �endi okuduğumuzu da kontrol imkanı bulduk. Yeni yazı ile veriyoruz :

A nk ara 11 Haziran 1336

Besmele

Umum Kumandan Demirci Mehmed Efe Kardeşime, Kahraman e!elerinizi size gönderiyorum. Aydın'ın bu doğ. ru özlü ve redakar evlatları, Bolu ve Düzce havalisinde memle­ ketimizi g4vurlann esaretine düşürmeye çalışan hainleri, pek k ahramancasına ve !edakarane tedib ettiler. Vatanımıza büyük hizmetler ifa ettiler. Allah iki cihanda aziz etsin. Kendilerine ve umum kumandanları olan zat-ı 4linize Büyük Millet Meclisi­ nin k albi ve samimi teşekkO.ratını takdim eder, gözlerinizden öperim kardeşim erendim. Büyük Millet Meclisi Reisi M. Kemal


.

���Lii

'·


-8-

TÜRK KÜLTÜRÜNDE «BÖRK» «PAPAK» VE

«KEÇE KÜLAH-.

Buradan başlamak üzere Türk Töresi ile ilgili yazımıza devam edeceğiz. Şimdi ilk olarak Türk baş giyimlerinin Türk kültüründeki yerine dokunalım. Sosyoloji ve sosyal antropolojide, cemiyet ve cemaatle­ r:n maddi kültür unsurlan üzerinde, maddi olmıyan kültür unsurlarının tesirinden bahsedilir. Bir yemeni, bir yazma, lJir para kesesi, bir halı, bir kilim sadece bir eşya değildir. Onlann üzerindeki işlemeler, nakışlar, süsler, birer göz nu­ ru ve emek mahsulüdür, ustasının zevkini, kabiliyetini, ma­ haretini gösterdiği gibi, o cemiyetin kültürünün de aynası­ dır. O yüzden bazı maddi kültür unsurları, kültür değişme­ lerine karşı, sadece eşya olmadıkları için mukavemet göste­ rirler. Vaktiyle şapkaya karşı olan mukavemetde bu husu­ sun da tesiri olsa gerektir. Eski baş giyimi olan, cbörk», « kalpak», «papak» yerine, «fes»in mücadelesiz mi kabul edil­ diği hususu incelenmeğe değer. Tabii bunu adevrim heyecan ve cazibesi» ile değil, ilmi araştırmalarla anlamak lazım. Çünkü, dağdaki zeybeklerin baş giyimine kadar ulaşan afes»in Greklerden nasıl geçtiği, ilmi tedkiklere layık bir konu teşkil eder. Biz bu makalemizde, abörk», «papak» ve « keçe külah»ın Türk kültüründeki yerini ele alacağız. Börk, bütün Türk


TÜRK KÜLTÜRÜNDE «BÖRK> «PAPAK>

101

lehçelerinde kullanılmakta ve aşağı yukarı buna yakın şekil­ de telaffuz edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud, «Başsız börk bolmas, Tatsız Türk bolmas» «başsız bört olmaz, Tatsız Türk olmaz» demektedir. Bu atasözünden, eski Türklerde börk giymeyen bir kimsenin düşünülmiyeceğini anlıyoruz. «Tat» yabancı demektir. Farslar'a dendiğı gibi, kabile şuuru ile ayn boy mensuplanna da söylendiği vakidir. Nitekim «Sart» kelimesi de böyledir. Bu kelime hem Farslar'a, hem de tica­ retle uğraşanlara verilen isimdir. Küçültücü bir anlamı var­ dır. Göçebe zihniyeti, yerleşik olanları, korkak ve tembel olarak görür. Kaşgarlı Mahmud, göçebe Oğuzlar'ın, şehirden çıkmayan Oğuzlar'a, «tembeller, atılmışlar» manasında « Ya­ tuk» dediklerini söyler. işte aynı manada olmak üzere gö­ çebe Kazak Türkleri, yerleşik Uygur Türkleri'ne «Sari» der­ ler. Türkiye'de aynı ayırım, Karadeniz'de «Çepni-Ekinci», diğer taraflarda «Yörük-köylü», aYörük-Manav» şeklinde ya­ şamaktadır. Kaşgarlı Mahmud'a dayanarak, «börk»ün, eski bir Türk başlığı olduğunu anlamış bulunuyoruz. Fuad Köprülü'nün tarihi araştırmalarından anlıyoruz ki, (Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar, Türkiyat Mecmuası,

il, 21 ve Osmanlı Devletinin Kuruluşu, sf. 49) , Selçuklular devrinde Türkmeri boy ve oymakları, «kızıl börklü ve çarık­ lı» idiler. Osmanlılar devrinde de aynı giyim devam ediyor­ du. Aşıkpaşazade Tarihi'nin kaydettiğine göre (Osmanlı Ta­ rihleri, İs tanbul, 1 949, Atsız neşri, sf. 1 17-18), Orhan Gazi, kardeşi Alaaddin Paşanın tavsiyesi ile, askerlerinin kızıl­

börk'ünü, akbörk haline çevirtmiştir. Bu iş şöyle anlatılır: « İmdi, etrafdağı beğlerin börkleri kızıldur. Senin ağ olsun» di!dİ. Orhan Gazi emretdi. Bilecik'de ak börk işlediler. Orhan Gazi geydi. Ve cernitevabii bile ak börk geydiler». «Divanda burma dülbend geyerler idi. Kaçan kim sefere gitseler börk giyer:er idi. Ve börkün altına şevküle geyerler idi : ··"· Kö!JrÜ­ liı'nfüı bahsettiğine göre

(Osmanlı

Devletinin

Kurulu�u


MİILİ KÜLTÜRÜMOZ

102 sf.

VE MESELELERİMİZ

75) . Orhan Gazi'nin dünürü Aydınoğlu Gazi Mehmet Beğ,

uçlarda savaşan askerlerine diğer Türkmenler'den farklı ola­ rak, «Ak keçe külah, ak börk» giydirmişti. Türkmenler kızıl börk giymekteydiler. İbni Batuta'nın bahsettiği

«Ak börk»

«Ahiler»

d'!

giymekte idiler. Bu değişikliğin mezhep müla­

hazalarından ötürü mü, yoksa daha düzenli askeri birlikleri aşiret kuvvetlerinden ayırmak için mi yapılmıştır, bilemiyo­ ruz. Yeniçerilere de, ak keçe külah, ak börk giydirilmişti. Börk aslında sivri uçlu ıkoni şeklindedir.

Yeniçeri

börkü

biraz değişmiş olmalı. Osmanlılar zamanında, « tüfekçi taife­ sinin», «yeniçerileri

gibi ak

börk giymesi, yasağ»

olundu

(Ö. L. Barkan, Kanunlar, sf. 356 ve Caferoğlu, Serpuş ve Baş giyimi hakkındaki makalesi, sf.

120) .

Çeşi tli Türk uruk ve boylarında, baş giyimine bağlanan içtimai teşkilat şekilleri görmekteyiz. Börk, papak, kalpak ismi almış uruk ve boylar pek çoktur. Mesela

«Karapapak »

!ar, kalabalık bir Türkmen boyudur. İran Azerbaycanı'nda, Kars 'ta, Muş'ta ve Adananın Osmaniyesi'nin köylerinde yer­ leşmiş lerdir.

«Karakalpak«

lar da denir. 1946 yılında, Rus­

yanın aldat tığı bazı asiler, Batı İran'da, Savuçbulak (Maha­ bad) da bir

kukla hükumet

kurmuşlardı. İleri gelenleri hep

asıldı. Kalabalık bir Karapapak topluluğu, gafletle bu asilere yardımcı olmuştur. Kazak Türkleri'nin bor koluna bağlı (Büyük Kazak or­ dusu), iki uruğun adı: yun adı:

ccKızılbörk»

Abdan ve Suvan uruğları. Bu iki ccKonıırbörk » tür (P.P. İvanov,

ve

bo­ Ka­

rakalpakların Tarihine Dair Metcryallcr, Ülkü Mec. c. s.

XI, 65, Teınuz 1 938, Tere. H. Ortekin.) Buradaki «konun>, kah­

verengi i le duman rengi arasında bir renktir ki, bütün Türk­ men ve Yörükler tarafından bilinmekte ve kullanılmaktadır. 1960'lı

yıllarda,

Pakistan'ın

Maliye

Bakanı,

« Nawab

Mu·

zaffer Ali Han Kızılbaş» idi. Anlaşılan bu zat Türk asıllıdır ve böyle bir uruğa mensuptur. Nitekim, Caferoğlu'nun adı


TÜRK KÜLTÜRÜNDE cBÖRK> «PAPAK>

103

geçen makalesinden öğrendiğimize göre, Afganistan'daki Şii olan Türklere «Kızılbaş » denmektedir. İran Alevi Türkle­ rinden de Osmanlı kaynakları, «Kızılbaş», «Kızılbaş ordusu» diye bahsetmektedir. Demek ki daha önce, uruk ve boy ismi olarak kullanılan börk ve külah, sonradan mezhep ifade eder olmuştur. Kızılbaş Türkmenlerin, « kızılbörk »ü devamlı şekilde giymelerinin bunda rolü büyüktür. Kendileri, bu baş giyimini, Hz. Muhamed'e, Hz. Ali'ye Uhud, Sıffiyn, Hayber cenklerine bağlıyorsa da, yukarıda gösterdiğimiz gibi, bu

çeşit baş giyimi tamamiyle milli kaynaklara, Orta Asya'ya dayanmaktadır. Prof. Abdülkadir İnan'ın kıymetli kitabın­ dan (Makaleler ve İncelemeler, sf. 6-7) öğreniyoruz ki, Kırgız uruklan, « Ong» (sağ) ve « Sol» diye ikiye ayrılırlar. Sağdaki uruklar: Adigene, Tagay'dır. Adigene'ye bağlı boylardan olan « İçkilik»in oymaklarından birinin adı da «Kızılbaş »tır. Akbörk giyen Türkmen boy ve oymaklarından bazıları, «Akbaş» ismini almıştır. Atsız'ın son çıkardığı «Oruç Beğ Tarihi»nde, «Akbaş»lar hakkında bilgi olduğu gibi, Ahmet Refik Beğ de, Anadolu'da Türk Aşiretleri isimli kitabında bu boydan bahsetmekte, fermanlardan parçalar vermekte­ dir. Ege taraflarında Akbaş'lar köy ve kasabalarda dağınık şekilde bulunduğu gibi, bu isimle anılan köyler de kurmuş­ lardır. Caferoğlu'nun adı geçen makalesinde (ayrı basım, sf. 123), Orhan Gazi devrinde Kandıra eyaleti reisinin adının ve il. Bayezid zamanında Varsak (Farsak) boyunun beğlerin­ den birinin soyadının «Akbaşoğlu» olduğu kayıtlıdır. Caferoğ­ lu'nun aynı makalesinden öğreniyoruz ki, İran kaynakları, Lezgi kabilelerinden birinin adının «Kara Börklü» olduğunu belirtiyorlar (sf. 1 19-20). Kırkız destanı kahramanı «Manas»ın karılarından birinin adı uKarabörk»tür. Buhara Sünni eko­ li.ine "Yeşilbaş» denmekte idi. Dede Korkut'ta, « ipüzengilü, kiçe börklü» bir taifeden bahsedilir. Yıldırım Bayezid dev­ rinde, «Kiçe Börklü» vakfı mevcuttu. (Caferoğlu, sf. 120, 123).


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

104

Bugün Anadolu'da, Karabörk, Karabörklü, Kızılbörk, Börk­ lü, Akbaşlı .köyleri vardır. «Börk» kelimesi de bilinmekte­ dir. Kayseri Avşar'larında küfür olarak da · kullanılır. Büyük Selçuklu Sultanı, Melikşah'ın, « Zübeyde Hatun»­ dan olan oğlunun adını, birçok tarihçi « Berkiyaruk » veya « Berkyaruk» diye kaydeder (Mesela bk. İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İ stanbul,

İmparatorluğu,

1953, sf. 1 5 .) Bizim kanaatımıza göre bunun doğ­

rusu «Börküyaruk »tur. Yani «yarım börklü, yırtık börklü» demek!tir. Prof. Abdülkadir İnan çok güzel gösteriyor ki, eski Türkler, çocuklarını kötü ruhların şerrinden korumak için onlara çok kötü isimler verirlerdi.

Vaınbery'in

eserle­

rinde de, Türkmen boy ve oymak isimleri arasında böylele­ rine

rasladık,

Anadolu'da

bugün

Durmuş,

Durdu ,

Duran,

Dursun, Satılmış gibi isimler aynı inanç ve geleneğin deva­ mıdır. Vaktile böyle bir isim

«Çirkin»

idi. Bugün çocuğuna

böyle bir isim koyacak ana baba düşünemeyiz. Fakat devrin

inanç ve mantığına göre bu tabiidir. Bugün Antakya taraf­ larında

«Çirkinoğulları»

meşhurdur. İzmir'in

Selçuk kaza­

sına bağlı Şirince Köyünde bugün Ywıanistan'dan gelen mu­ hacir Türkler oturmaktadır. Vaktiyle burada

«Çirkince>>

oy­

mağı oturuyordu. Çirkinceliler Hıristiyan idiler, fakat Türk­ çeden başka dil bilmiyorlardı. Giyim kuşamları, gelenek ve örf-adetleri bizimki gibi idi. Aydın'ın bir köyünde oturan Kı­ zılbaş Türkmenleri'nden dinlediğime göre, vaktiyle bu kö­ ye tahta biçmeğe giden kadınlara, oranın ihtiyar kadınları, bir zamanlar kendilerinin de Müslüman ve Türk olduğunu, Efes'e gelen papazların kendilerini kandırıp Hıristiyan et­ tiklerini ve göçebeliği bıraktırarak bu köye yerleştirdiklerini, açtı'klan mektepte çocuklarına

Rumca ve din dersleri ver­

diklerini anlatmışlardır Köyün ismine de oymağın ismini ver­ miş,

eski

Türk

geleneğine

uymuşlardır.

Elen

Kilisesi'nin

Elenleştirme siyaseti ve Türk kültürünün devlet elinde hi-


TÜRK KÜLTÜRÜNDE eBÖRK> «PAPAK>

105

maye görmeyişi, pek çok Türk oymağından birini de böylece kurban vermiş, Milli Mücadeleden sonra «mübadil» olarak Yunanistan'a gönderilmişlerdiır. Yunan işgalinde, Yunan as­ kerlerine karşı Müslüman Türkleri sakladıklannı, himaye ettiklerini eskiler söylüyor. Demek ki, Türk baş giyimlerinin Türk içtimai hayatında .Kültüründe yeri büyüktür. Kısa bir makale içinde ancak bu kadar bir açıklama ile bunu anlatabilmeğe çalıştık. ve


-9TÜRK YEMEK ADETLERİ

Bu yazımızda, maddi ve maddi olmayan kültürü birleş­ tiren bazı eski Türk yemeklerinden ve yemek etrafında te­ şekkül etmiş olan yemek geleneklerinden bahsedeceğiz. Bun­ ların çoğu kaybolmuş ve kaybolmakta bulunan, Türk kültür yadigarlarıdır. Yerlerini, şehir «yaşantı•sının ve sanayileş­ menin getirdiği, biraz da zaruri olan, «benzi solmuş sandö­ viç», tost, hamburger almıştır. Heyecanlı, aceleci bir hayat tarzının getirdiği, ayak üstü yeniveren yemeğin, eskisi ile kıyaslanması mümkün değildir. Türk töresinde yemeğin ye­ ri büyüktü. İçtimai hayatın hemen her safhasında, sosyal münasebetlerin çoğunda, yemek işin esası olurdu. Doğumlar, sünnet düğünleri, düğünler, bayramlar, yağmalı toylar, ime­ ce toplantıları ve ölüm hadiseleri hep yemekle bir arada giderdi. Geleneğin tesbit ettiği şekilde, sofralar hazırlanır, yemekler çıkarılır, bütün oymak, boy veya köy halkı birlik­ te yer, birlikte eğlenir veya acıyı paylaşırdı. Anadolu'da hala bu gelenek yaşamaktadır. Yağmalı toylarda, verilen ziyafetten sonra, ayrılan şey­ ler potlaçvari bir şekilde yağma edilirdi.. Bu bir Oğuz gele­ neğidir ve diğer Türk ulus ve uruklarında da mevcut olmuş­ tur. Kımızların sağdırılıp, tepeler gibi etlerin yığdırıldığı ve herkesin doyurulduğu şölenlerde, güreşler, yanşlar, eğlen-


r0RK; YEMEK ADETLERİ

107

celer hep yemekten sonra olurdu. Ekin biçme işinde, eşi dostu, konu komşuyu davet eden tarla sahibi, i meceye gelen­ lere ziyafet verir, emeklerinin karşılığını dar iktisadi dü­ şünceler ötesinde, tatlı tatlı söyleşip, tatlı tatlı yenilen ye­ mekle

mükafatlandınnış

olurdu.

Doğumlarda,

sünnet dü­

ğünlerinde, herkesin damakları tatlandıktan sonra, gönülleri tatlanır, eğlenilir, gülünür oynanılırdı. Ölüm hadisesi mey­ dana gelmiş evin acısına katılmak için oraya önce komşula­ rın yemekleri gider, sonra komşular giderdi. Birlikte yemek yenilir, birlikte acı duyulurdu. Yakınını kaybetmiş olan üçün­ cü veya yedinci günü, bir horoz veya kudreti varsa oğlak veya koyun keser, pilav ve diğer yemekler hazırlanır ve bü­ tün oymak veya köy halkı davet edilirdi. Buna Göktürk kita­ belerinde « Yoğ» ve

« Y ıty » denmektedir. Kaşgarlı Mahmud bundan «Yoğ-basan» diye bahseder. Bugün «kırk hayrı» adı

verilir. Göktürk Ki tabeleri nde « aş», «hayır aşı», « hayır» veya «Üç hayrı»,, « yedi hayrı», « kırk hayrı» adı verilir. Göktürk Kitabelerinde «aş», «yemek» manasına geliyor. Aydın taraf­ larında, bir dilekte bulunan kimse, isteğine erince, adak olan horoz veya koyunu keser, bir kazan bulgur pilavı pişirir ve mahallenin çocuklarını çağırır, her çocuk kaşığını alıp bu ziyafete koşar. Buna « dede aşı» adı verilir. Alevi Türkmenlerin bir Hıdırellez şenliğinde, yemegın nasıl eğlencenin, inançların tezahür şekli olduğunu yakın­

dan müşahede etmişizdir. Akşam üzeri, önümüze her evden yünden dokunmuş bir sofra içinde birkaç yemek konuyor­ du. Birkaç lokma alıyor, dua ediyorduk. Bu sofralar küçük topluluklar halinde çayırlara oturmuş guruplara giderek dev­ rolunuyordu. Yemeği yiyen hayır dua ediyor, yemekten hem yiyen hayır görüyor, hem sofra sahibi ev hayır görüyordu. Yemek etrafında şekillenmiş kaideler, yalnız istihlak yolla­ rını, yemek adabını değil, birçok kültür motifini de ihtiva ediyordu.


108

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ Şimdi kısaca ele almış bulunduğumuz bu yemek gelene­

ğinden sonra, eski Türk yemeklerinden bazılarını ele alalım. Alfabe sırası ile, bazıları hakkında kısa bilgi verelim.

Akıtmaç: Yörük ve Türkmenlerin saç üzerinde yaptık­ ları hafif bir hamur yemeğidir. Deve veya koyun sütü ile olur. Deve doğurunca alınan ilk sütten (Ağın'dan), veya ko­ yunun ilk sütünden (Ağız) yapılır. Bu süt Unla karıştırılır ve saç üzerinde hazırlanır.

Bulamaç: Un, yağ ve yoğurtla yapılır. Kaşgarlı'nın Di­ van'ında «Bula», «pişirmek» demek oluyor. Keşkek: En iyi buğdaydan ve etle pişirilerek yapılır, delikanlılar tarafından kepçelerle döğülür, lastik gibi olun­ ca, üzerine kırmızı biberle eritilmiş yağ gezdirilir ve düğün­ lerin zerde ve pilavla birlikte gelen baş yemeği, lezzetli, haş­ metli yemeğidir.

Höşmerim: Yörüklerin meşhur peynir tatlısıdır. Yağ ve şekerden de yapılır. Edremit ve Tekirdağ'da tatlıcılar tara­ fından yapılıp satıldığını gördük. Rize taraflarında «Höşmer­ li» diye anıldığını da işittik.

Mantı: Çok eski bir Türk yemeğidir. Orta Asya'da bu yemeğe «Menti» denilir. Kazak ve Uygur Türklerinden böyle dendiğini işittik. Kayseri taraflarında çok meşhur olmuştur. Başka yerlerde «Tatar Böreği» de denmektedir ve çok çeşit­ leri vardır.

Samsa : Uygur Türkleri, ıkuru boğaça şeklindeki bir ha­ mur yemeğine «Samsa»derler. Buna, bu satırların yazarının ninesi « Yaylankı» dereli. Osman Gazi'nin silah arkadaşların­ dan birinin adı «Samsa Çavuş» idi. Türkiye'de «Samsa Tat­ lısı» bilinmektedir. Bulgaristan Türkleri, baklava dilimine « samsa»derler. «Bir samsa baklava», ubir samsa koymuş ta­ bağa» şeklinde söylenir. Tutmaç : Kaşgarlı Mahmud, b(ı yemeği şöyle anlatır : «Türklerin tanınmış bir yemeği. Bu yemek Zülkarneyn'in


TÜRK YEMEK ADETLERİ

109

yaptığı azıklardandır; şöyle yapılmıştır: Zülkarneyn, karan­ lıktan çıktıktan sonra azıkları azalmış; Zülkameyn'e açlık­ tan yakınmışlardır; ona (bizi aç tutma) demek olan (bizni tutma aç) diyerek (yolumuzu aç, biz yurtlarımıza gidelim) gi­ bi sözler söylemişler. Zülkarneyn, bilginlerle konuşmuş, bu yemeği çıkarmışlar, jşbu yemek, bedeni kuvvetlendirir, yüze kırmızılık verir, kolaylıkla sindirilmez. Tutmaç yenildikten sonra suyundan da içilir. Türkler bu yemeği gördükten sonra (Tutmaç) demişler. Aslı (Tutma aç)tır. (Divan, 452). Tutma çöpi: tutmaç yapılmak için kıyılan yufka parçalarının her­ biri, (Divan, 111, 1 1 9). «Ol tutmaç bulgadı = o tenceredeki tutmacı bulandırıcı, karıştırıcı» (Divan, 111, 289). Yumurtalı hamurdan yapılmış yufka, et, tereyağı ile ya­ pılan güzel bir yemektir. Bulgar Dağlarında yaylıyan bütün Yöriikler ve Konya Ereğlisi'nde oturan Bekdik oymakları, halen biliyor ve yapıyorlar. Bckdik oymağında, analar ço­ cuklarına «ata binip, atın sağrısını sallandırsın», yani kuv­ vetli olsun diye tutmaç yedirir. Büyük Türk hakanı Tuğrul Beğ de, Türkmen oymakları arasında yediği tutmacı çok beğenmiş. Bunu okuduğumuz yeri hatırlıyamıyoruz. Mevla­ na'nın Mesnevi'sinde « Senin için böyle güzel tutmaç pişir­ dim. Sen kibirleniyor, yemiyorsun... Tutmacın hamurunu istemezsen suyunu ye, kendine gıda et» deniyor (M. Zeki Oral, Selçuk Devri Yemekleri, Türk Etnografya Dergisi, il, 3 1).

Yufka : Yöriiklerin, Türkmenlerin ekmeğidir, Saç üze­ rinde yapılan, mayasız ekmektir. Bin üç yüz yıl önce Türkle­ rin bu ekmeği yediklerini Göktürk kitabeierinden anlıyoruz. Orada, «Yufka» diye geçer (H. N. Orkun, Eski Türk Yazıt­ ları, 1, 104).

Yoğurt : Eski bir Türk yiyeceğidir. Bulgar'lar kendilerine mal etmek istiyor. Onlara da Sılavlaşmadan önceki Bulgar Türklerinden kalmıştır. Kaşgarlı Mahmud, bu meşhur Türk yiyeceğinden «Yoğurt» diye bahsetmektedir (Divan, 1, 182,


1 10

MİILt KÜLTÜRÜMÜZ VE MF.SELELERİMİZ

208, il, 189, 111, 164, 190). Rumeli Türkleri patlıcan salatasına «Köpoğlu » derler. Romanyalılar Almanya ve İngiltere'ye sev­ kettikleri konservelerinden birinin adı « Köpogli» dir. Yo­ ğurt da böylece bizden geçmiştir. Burada kısaca bahsettiğimiz Türk yemek geleneği ve yemekleri ile Türk kültürünün kaybolmakta olan bir yönüne birazcık ışık tutmak istedik.


- 10 -

KAŞGARU MAHMUD VE ANADOLU YÖRÜKLERİ

İlmiye sınıfına, asil bir soya mensup bulunan Kaşgar'Jı Mahmud, bize büyük bir miras, büyük bir abide olarak bı­ raktığı eserini, yalnız kitabiyat planında, şehir muhitlerinde, saray çevrelerinde hazırlamamış. Türk ellerini, yaylalarını, kışlalarını, göçebe Kırgız, Kazak, Uygur v.s. çadırlarını gez­ miş, onlarla haşır neşir olmuş, deyeseklerini, atasözlerini zaptetıniş, kelimelerini kaydeuniş, yaşayışlarını incclemiş­ dir. Bu yüzden, onu okurken sanki bugünkü Anadolu'nun Yöıiikleri ve Türkmenleri arasında dolaşıyor gibi oluyoruz. İlkbaharın binbir renkli çiçeklerinin mis kokular saçtığı yaylalara doğru, ağır ağır ilerliyen Yörüklerin göçüne katıl­ mış gibiyiz sanki. Üzerlerine en güzel kilim ve halıların atıl­ dığı yüklü develerin en önünde, yeni elbiselerini giymiş on beşin sunasının elindeki kirmenini çevire çevire, yününü eğire eğire giderken, göz ucuyla (Karacaoğlan)ına bakışını, Kaşgar'lı göıiivenniş. Konalgalarında, konak yerlerinde on­ larla eyleşmiş, çadırlarında yatmış, ocak başında odunları ölçere ölçere, közleri karıştıra karıştıra, o yılın gidişinden, malların bereketinden, tokluların, oğlakların ,erkeçlerin fiatından konuşmuş, dertleşmiş. Divan'ın yüzler;ce binlerce kelimesinden anladığımız bu ünsiyeti, ·kısa · zamanın içinde ancak 10-15 kelimeyle izaha çalışacağız. Vaktimiz olsa, keli-


1 12

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VB MESELELERİMİZ

meler meşheri, çadırları'nın önünde, bişşekle yayık yayan Yörük kadınlarının musikisiyle bir kat daha mfmalanırdı. Biz tez elden kelimelere geçelim, bir Divan'dakine bakalım, bir de Yörükler ve Tür:kmenler arasındaki mukabilini arıya­ lım, büyük ve müşterek Türk kültürünü biraz olsun tada­ lım.

Ala : Hile, insanın içindeki şey. «Kişi alası içtin, yılkı alası taştın = yani insanın alası içinde, hayvanın alası dışın­ da.» Yörükler de, jnsan oğlunun gizli niyetini anlamanın im­ kansız olduğunu belirtmek için aynı şeyi söylerler.

Alaçu : Yörükler, Türkmenler'de (Alaçuk, alaçığ) şeklin­ de söylenir. Birkaç çalı çırpı, eski çul ve kilimle yapılan derme çatma kulübeciğe bu -isim verildiği gibi, vaktile Alevi Türkmenlerin kullandığı, şimdi Toroslar'da, Barcın ve Balgu­ san Yaylaları'nda yaylıyan Bayazıd'lı, Murad'lı, lşık'lı, Köse­ reli, Keşefli, Bahşiş aşiretlerinin içinde oturduğu, tren va­ gonu biçimindeki keçe çadırlara da bu ad verilir.

Basan veya Yoğ Basan : Ölü gömüldükten sonra üç ya­ hut yedi güne kadar verilen yemek. «01 ölüğge yogladı = o, ölü için yemek verdi.» demektir. Kaşgarlı, «Türklerin gele­ neği böyledir» diyor. Yörükler ve bilhassa Alevi Türkmenler yedirilen bu yemeğe (üçüncü, yedinci, kırkıncı günü ve yılın­ da verildiği için) Üç Hayrı, Yedi Hayrı, Kırk Hayrı, Yıl Hayrı derler. Davar keserek, bulgur pilavı pişirilerek yapılır. Orta Asya Şamanizmi'nde de aynı şeyi görüyoruz. (Bk. Abdülka­ dir İnan, Şamanizm, Ankara, 1 954 ve Türkiye Alevileri ile Orta Asya Şamanizmini mukayese eden ve yakında çıkacak olan broşürümüz).

Bay ve Bayut : Zengin ve zengin etmek manalarına gelir. «Tcnği meni bayıttı = Tanrı beni zenginletti» gibi. Kırgız, Kazak, Uygur, Tatar, Oğuz gibi bütün Türk lehçelerinde bu kelime (Zengin) demek oluyor. Toroslar'da, Işıklı Aşiretinde


ANADOLU YÖRÜKLERİ

113

(Bayıtrnak = zengin etmek) şeklinde kullanılıyor. Farsça'ya da Türkçeden geçmiş olsa gerek. (Bu tesir için bk. Fuad Köprülü , Yeni Fariside Türk Unsurları, Türkiyat Mec. VII­ VIII, sf. 1-16). Zengin dernek olan (Bay) , bugün (Beğ) kelimesi yerine geçiyor. Buna biz (Züğürt tesellisi) diyor, (Bayan) kelimesi için bir izah tarzı bulamıyoruz.

Bozlamak : Devenin bağırması. Divan'da « Ol botum boz­ lattı» deniyor. O, deve yavrusunu, dorurnunu b ağırttı, de­ rnektir. Yörükler de devenin bağırmasını aynı (Bozlama, bo­ zularna) kelimesiyle if�de ederler. Hatta, deve cinslerinin çı­ kardıkları seslere göre, bu kelimeyi daha ze nginleştirir, ge­ nişletirl�r : Deve Bozular, Lök Öter, Kirinci Tırlar, Beserek Guğurur gibi. Dede Korkut hikayel erinde de (Bunlatmak) şeklinde görüyoruz: «İvini çözdi, kaytabanın buzlatdı, kara kaçın kişnetdi, dün katdı, köçdi.» (Doç. Dr. Muharrem Er­ gin, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1 964, sf. 75) Yani, «Çadırı­ nı çözdü, devesini, kara koçunu bağırttı, dün göçüp gitti» d em ektir.

Börk

:

Başlık, külah demektir. Bekdik Aşiretinde, ve

bugün Kayseri, Adana, Maraş arasında 100 - 150 köy teşkil eden Avşa(larda örme başlığın adı (Börk) tür. Avşarlar'da (Börküne bilmem ne ederim) diye bir de küfür vardır. Türk Alevilerine, Kızılbaş denmesi vaktile kırmızı renkli, keçeden mamı11 börk giymelerinden ötürüdür. Esasen tarihi kaynak­ larda da, bütün Türkmen aşiretleri, « siyah libaslı, kızıl börklü ayakları çarıklı» olarak tavsif olunur. (Prof. Dr. F. Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, İst. 959, sf. 49 ve aynı müellifin Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Np tlar, Tür, kiyat Mec. il, sf. 21).

El : Memleket, ülke, sulh, yabancı manalarına gelen bu kelime, bütün Anadolu'da hemen aynı manalarda yaşıyor. Sulh manasına gelen (El)d �n (Elçi) kelimesi doğmuş.


MİLLi Kt.h.Ttm:OMUz VE �ELELERİll4İZ

1 14

Em : İlaç. «Erkeç eti em bolur= erkeç eti ilaç olur de­ mektir.» Yörükler de bunu ilaç manasında kullanıyorlar. Bir de deyesekleri var: «Kelin emi olsa, önce kendi başına sü­ rer.»

Etük : Yumuşak meşin çizme demektir. Ata binmek için gayet iyidir. Yörükler cedilcıo der. Kadınlar san renkli­ sini giyer. Vaktile «edik»siz gelin ol mazm ış. Işıklı, Kösereli aşiretleri halen kullanıyor.

ilenç : Beddua demektir ki, aynen Türkiye'de de kulla­ nılır.

Kargış : Divan'da lanet manasına geliyor. Sünni Dinar Türkmenlerinde (Yas, matem) demek oluyor. Kımız : Kısrak sütünün mayalandırılması ile yapılan bu şifalı milli Türk içkisi, Anadolu'da unutulmuştur. Bugün Rusya'da, sırf kımızla verem tedavisi yapan prevantoryum­ lar, sanatoryumlar mevcuttur. Yalnız Dinar Türkmenleri, Horzumlular, Bekdikler inek ve koyundan, doğumu müte­ akip aldıkları ve adına (Ağız) dedikleri sütle, diğer sütü ka­ rıştırırlar, meydana gelen kıvamlı süte (Kımız) derler.

Kutluğ : Mukaddes demektir. «Kışka etin kelse kalı kut­ luğ yay = kutlu yaz geldiğinde kış için hazırlan» deyiminde görülür. Bütün Yörükler bu kelimeyi kullanır: (Evin kutlu olsun, çadırın kutlu olsun, çocuğun kutlu olsun, silahın kut­ lu olsun gibi). Edremit Alevi Türkmenleri, düğün başlarken yapılan bayrak duasında bu kelimeyi şöyle kullanırlar: « Pey­ gambere salavat, Seyyidina Muhammed, Kutlu olsun diye­ nin, akıbeti hayrolsun ! .» Dede Korkut hikayelerinde de bu kelimenin sık sık geçtiğini biliyoruz. O halde öztürkçe adına dilimize yapışan (Kutsal) « sözcüğü» ne oluyor?

Oğulcuk : Ana rahmi, oğulduruk

demektir.

Aydın'ın

Bozdoğan kazası civarındaki Yörük, Türkmenler kardeş to­ runlarına (oğulduruk) derler.


115

ANADOLU YÖRÜKLERİ

O k : Paylar ve toprak hisseleri üzerine üleşmek için atılan ok, çekilen kur'a, mirasta düşen pay demektir.

bir ok tegdi

=

ona mirastan bir pay düştü»

«Anga

manasına gelir.

Anlaşılıyor ki, Kaşgarlı'nın yaşadığı devirde ve hatta daha önceleri Türk içtimai muhitinde, örfe dayanan hukuk, mi­ rasçıların mirası paylaşmaları için (Ok atmalarını) gerektiri­ yordu. En azından bin senelik zaman farkına ve Türkistan'la Ege sahilleri arasındaki korkunç mekan engeline rağmen mirasın bölüşülmesinde cari olan bu (Ok atma) adeti, bugün halen

Edremit

Alevi

Türkmenlerinde

tatbik edilmektedir.

Onlar d a bu ameliyeye, bu geleneğe (Ok atma) derler. Ka­ dın, erkek ayırmaksızın, miras kalan menkul ve gayrimen­ kul malları müsavi parçalara ayırırlar. Faraza dört mirasçı olsun. (Ok) adı verilen dört tane ağaç kazık hazırlanır, her­ birinin üzerine bu dört mirasçının ismi yazılır veya işareti, alameti konur. Yabancı, tarafsız bir ihtiyar bu dört (Ok)u bakmadan alır.

İki avucunun içinde tutar ve ellerini arka­

sına kavuşturur. Görmeksizin, oklan birer birer rnenkfı.l ve gayrimenkfı.l hisselere bırakır.

Herkes

kaderine razı

olur.

Olrnıyan Edrernit'e iner, mahkemeye başvurur. Fakat bu hal vaki

değildir.

Bunları

söylerken,

masa

başında

araştırma

yapan hukukçularımıza bir tavsiyede bulunmak istiyorum :

Türk milletinin içine girsinler, örf-adetlerini incelesinler. Yeni kodifikasyonlar, hukuki tedvinler böyle vücuda gelir. Hazır elbise misali tercüme kanunlar ve bambaşka içtimai vicdanların belirtisi hukuki metinler yanında, biraz da ken­ dimıze dönelim ... Eski Türklerde (ok) aynı zamanda bir davet sembolüy­ dü. Hun, Göktürk ve diğer Türk devletleri hakanları, kabile­ lerini harp veya başka bir sebeple bir yere toplamak istt:­ diklerinde, onlara (ok)

gönderirlerdi.

Bu, davet manasına

gdirdi. Gök Türk kitabelerinde Bilge Kağan'ın 7 1 4 senesin­ deki Beş-Balık seferinden bahsolunurken (Okığlı kelti, yani


1 16

MİLLİ KULTÜRtiMOZ VB MESELELERİMİZ

okunmuş, ok gönderilmiş olanlar, çağrılan imdat kuvvetleri geldi) denilmektedir. (Dr. Osman Turan, Eski Türklerde Okun

Hukuki Bir Sembol Olarak Kullanılması, Belleten, sayı: 35, sf. 308) Divan-ı Lugati't-Türk'te de (Okumak) davet etmek m anasına geliyor. Anadolu'da Yörük, Türkmen ve bütün köy­ lüler düğüne, sünnet düğününe daveti (Okumak) kelimesi ile ifade ediyorlar. (Falan okundu-falan davet edildi) demek­ tir. Kendisine (Oku) denen, bir mendil, çevre, yazma, poşu, yağlık gönde:rıilen kimse, (Okunmuş), yani düğüne davet edil­ miş demektir. Zamanla (Ok), (Oku) kelimesine dönmüş.

Pışmak, bişmek: (Er kımız pışdı) demek, (Pişbek, pişkek, bişek, bişşek) denilen değnekle kımız dövdü demektir. Saba denilen kocaman tulumda kımız bişildiği gibi, yağ çıkarmak için süt de bişilir. (Abdullah Tayma:s, Divan-ı Lugati't-Türk

y

Tercemesi, Türki at Mecmuası, VII - VII, sf. 239) Yağ çıkar­ mağa yanyan, bir, bir buçuk metre uzunluğunda olup, ucun­ da daire şeklinde delikli bir parçası bulunan bu ağaçtan mamul filete Yörükler, Türkmenler (Bişşek, bişek, fişek, fiş· şek) derler ki, (bişmek) fiilinden gelmedir. Fakat bu fiil ter­ kedilmiştir. Orta Asya'daki (Saba) denilen büyük tulumun yerini de, keçi derisinden tuluk olarak çıkarılan (Yayık-Yan­ nık) almıştır. Yerleşme ile, deri ağaç şekline istihsal eder. Bu maksat için testi de kullanan köyler vardır.

Tutmaç : Kaşgar'Iı (Tutmaç) için şöyle diyor: «Türkle­ rin tanınmış bir yemeği. Bu yemek Zülkarneyn'in yaptığı azıklardandır; şöyle yapılmıştır: Zülkarncyn, karanlıktan çık­ tıktan sonra azıkları azalmış; Zülkarncyne açlıktan yakın­ mışlar, ona (bizi aç tutma) demek olan (bizni tutma aç) di­ yerek (Yolumuzu aç, biz yurtlarımıza gidelim) gibi sözler söylemişler. Zülkarneyn, bilginlerle konuşmuş, bu yemeği çıkarmışlar, işbu yemek, bedeni kuvvetlendirir, yüze kırmı­ zılık verir, kolaylıkla sindirilmez. Tutmaç yendikten sonra


ANADOLU YÖRÜKLERİ

1 17

suyundan da içilir. Türkler bu yemeği gördükten sonra, (Tut­ maç) demişler. Aslı (Tutma aç)tır» (1, 452). Yumurtalı hamurdan yapılmış yufka, et, tereyağı ile ya· :pılan güzel bir yemektir. Bulgar Dağlarında yaylıyan bütfüt Yörükler, Bckdik aşiretleri halen yapıyorlar. Bekdik Aşire­ tinde analar, çocuklarına «Ata binip, atın sağrısını sallan­ dırsın», yani kuvvetli olsun diye tutmaç yedirir. Büyük Türk Hakanı Tuğrul Beğ de Türkmen aşiretleri arasında yediği (Tutmaç)ı çok beğenmiş. Mevlana'nın Mesnevisinde «Senin için böyle güzel tutmaç pişirdim. Sen kibirleniyor, yemiyor­ sun... Tutmacın hamurunu istemezsen, suyunu ye, kendine gıda et» deniyor. (M. Zeki Oral, Selçuk Devri Yemekleri, Türk Etnoğrafya Dergisi, il, sf. 3 1 ) .

Ülüş

ve

Üleşmek : Kaşgar'lı b u kelimelere şu manayı

veriyor: (pay, halk arasında taksim, paylaşmak) « Olar ikki onlar ikisi mallarını üleştiler» demek olu­ tawarın üleşdi yor. «Oğuz boylarının (Türkmenlerin) ananesine göre içti­ malarda her boyun, oturaca:k (işgal edeceği) yeri, (Damga)sı, =

(Ongun)u ve hatta ziyafet için kesilecek hayvanın etinden alacakları (Pay)lar, (Ülüş)ler de (Gün Han) tarafından tayin edilmişti.» Pay, müçe de denilen bu (Ülüş) an'anesi Ana­ dolu'da uzun müddet yaşamıştır. «Ala'ad-din Keykubad dev­ rinde ise bu an'anenin bir kanun (Oğuz töresi) sıfatı ile tat­ bik edildiği o zamanda r.ivayet olunmuştur. (Tevarih-i Al-i Selçuk, , Houtsman, 3,214-217)» (Abdülkadir, Orun ve Ülüş Meselesi, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul, 1 93 1 , sf 121, 1 3 1). İ kinci Kılıç Arslan da Türk töresince, ülkesini (Ülüş) usulüne göre oğulları arasında taksim etmişti. (Prof. Dr. Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1 946, sf. 1 94). Bugünkü Anadolu Yörüklerinde (üleşmek) fiili yaşıyor. Silifke ve Edremit Alevi Türkmenlerinde ise (üleşmek) fiili-


1 18

MİLLİ KÜLTÖRÜMOZ VE MESELELERİMİZ

nin yanında (Ülüş) geleneği, müessesesi de canlılığını muha­ faza ediyor. Cuma akşamlan her Türkmen pişirdiği yemek­ ten en az üç komşusuna gönderir. Onlar da aynı şekilde mu­ kabele ederler. Buna (Ülüş) denir ki, Kaşgarlı'nın ve diğer kaynakların

bahsettiği Türk töresine tıpatıp

uyar. İmdi

(Ülüş) ün ihtiva ettiği yüksek yardım şuuru, tesanüd ruhu, komşu bağı, Türklük sevgisinin ilhamiyle sosyal adaletçi olduklarını .iddia eden ve bunu temin için dışarıdan sistem getirmek istiyen iktisatçılara şunu demek i�teriz. Türk mil­ letinin ruh cevherini, geleneklerini, müesseselerini tanıma­ dan, bilmeden, incelemeden bir milli iktisat sistemi yaratı­ lamaz, sosyal adalet kurulamaz. Dışarıdan ödünç alınan sis­ temler, iğretidir, buhranlar, felaketler getirir. Onu biz vara­ tacağız. Bir yandan kıymetlerimizi, müesseselerimizi tophya­ cak, diğer yandan ilimle mücehhez olacak, sonra ikisini yo­ ğurarak Türklüğün beklediği milli sistemi yaratacağız. Türklük ve ilim muhabbetinin sevgisiyle, Kaşgarlı Mah­ mud'un mekanının cennet olmasını Allahtan niyaz eder, ilim şubelerinin her dalında aranızdan · birçok, Kaşgarlı'nın çık­ masını dilerim.


- ıı -

ERTUÔRUL GAzİ İHTİFALİ

Birkaç gün önce, 13 Eylül Pazar günü Söğüt kasabasında Ertuğrul Gazi ihtifali yapıldı. Osmanlı Devleti'nin büyük ata­ sı ve kurucusu anıldı. Burada sözleri yürekten, ciğerden de­ ğil, gırtlaktan gelenlerin yapmacık ve klişeleşmiş nutuklan dinlenmedi, fakat altıyüz yıllık gelenek canlandırıldı. Biz bu makalemizde, tarih şurundan mahrum yetiştirilen genç nesillere, bahsi geçen geleneği anlatmağa çalışacak, genç ruh ve dimağların gizli köşelerinde küllenmiş közleri parlat­ mağa, alevlendirmeğe gayret edeceğiz. -

1

-

Büyük Türk Hakanı Alparslan'ın 1071 yılında Malazgirt Meydan Savaşı'nda Bizanslılan yenmesiyle Anadolu kapılan Türklere açılmış, yüzbinlerce çadır halinde, sayısız Türk­ men (Oğuz) aşiret ve oymağı Anadolu'yu Türkleştirmiş; ta­ şıyla toprağı ile Türk diyan haline getirmişti. Ovalar, yayla­ lar, köyler, şehirler Türkmen aşiretlerinin yurdu olmuştu. Merhum Prof. Fuat Köprülü'nün «Osmanlı Devleti'nin Kuru­ luşu» isimli eserinde bahsettiğine göre 13. asırda Anadolu'yu dolaşan bir Arap coğrafyacısı Antalya ile Aydın arasında yüz­ bin Türkmen çadın saymıştı. Bu rakam Anadolunun nasıl Türkleştiğini göstermektedir.


120

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Anadolu'ya gelen Oğuz boylarından « Kayı Boyu»nun «Boybeği» Ertuğrul Gazi idi. «Orhan Gazi':Qin imamı İshak Fakih'in oğlu Yahşi Fakih ile Şeyh Edebali'nin oğlu Mah­ mut Paşanın ağız rivayetlerine dayanarak Osmanlı Devle­ ti'nin ilk zamanlarına ait» hadiseleri toplayan Aşıkpaşaza­ de (1) Ertuğrul Gaziden « Erdungnl» diye bahseder ve Süley­ man Şah'ın oğlu olarak gösterir (2). Şükrunllah da «Behcetüttevarih» isimli eserinde Ertuğ­ rul Bey'in babasının «Süleyman Şah» olduğunu, Fırat Nehri­ ne atını sürüp boğulduktan sonra bugün Suriye toprakların­ da bulunan Caber Kalesi'ne gömüldüğünü kaydeder (3). «Düs­ turname-i Enveri sahibi ile Fatih'in son ve şehid Sadrazamı Karamanlı Nişancı Mehmet Paşa; tarafımızdan Türkçeye çevrilen Arapça Tevarih-i Al-i Osman'ında, Ertuğrul'un ba­ basının adının Gündüzalp olduğunu yazar.» (4). Ertuğrul Gazi muhtelif kaynakların kaydettiğine göre doksan, doksanbeş yıl yaşamış, Bizanslılarla savaşmış, ci­ vardaki bütün Türkmen aşiretlerine kendisini sevdirmişti. Oğlu Osman Gazi de ayni cengaverlik ruhu ve Türklüğe has tevazıi, merhamet ve fazileti ile büyük bir Türk imparator­ luğunun temelini atmıştı. Osman Gazi ve oğlu Orhan Gazi Türklük şuuruna sahip idiler. Aşıkpaşazade, Osman Bey Karacahisan alıp cuma namazı kıldırmak için Selçuk sulta­ nından izin alınacağını söyleyenlere karşı onun ağzından dedelerinin Anadolu'ya Selçuklular'dan evvel girdiklerini şöyle yazar: «Bu şehri hut kendi kılıcımla aldım. Sultanın bunda ne dahli varkim ondan izin alam? Ona Sultanlık ve( 1 ) İbrahim Hakkı Konyalı, Söğüt'de Ertuğrul Gazi Türbesi ve İhtifali, İstanbul, 1959, Sf. 4. (2) Aşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul, 1970, Sf. 6-7 (Bin J."emel

Eser) (3) Osmanlı Tarihleri, Atsız Neşri, Türkiye Yaymevi. ( 4) İbrahim Hailtkı Konyalı, aynı eser Sf. 4.


ERTUÖRUL GAZİ İHTİFALİ

121

ren bana dahi Hanlık verdi, dedi. Eğer minneti şu sancağsa ben but kendi sancağıla getirup uğraştım ve eğer iderse ki, ben al-i Selçukum derse ben but Gök Alp nesliyim. Eğer bu vilayete ben önce geldim derse Süleyman Şah but önden geldi.• (5). Ertuğrul Gazi, oğlu Osman Gazi ve torunu Orhan Gazi zamanındaki bu « Oğuzluk şuurU>>na, «Türk'çülük şuuruna• Paul Wittek, «Milli Romantizm» adını verir (6) . Bu şuur, Oğuz boylarından «Kınık Boyu»nun kurduğu Selçuklu Dev­ leti'nden sonra gene Oğuz boylarından « Kayı Boyu»n-Jn kur­ l!uğu ve altıyüz yıl sürecek olan, muhteşem Osmanlı impara­ torluğunun doğmasına sebep olmuştur. Bu şeref Ertuğrul Gazi'ye ve bilhassa oğlu ve torununa aittir. İşte ölüm yıldönümü yadedilen Ertuğrul Gazi böyle bir Türkmen beyidir. Tarihi kayıt bulunmamakla, beraber, oğul­

lan gününden, yani altıyüz seneden beri her yıl bu ih lifal yapılmaktadır. -

II

-

Ertuğrul Gazi İhtifali hakkında, merhum Ali Rıza Yal­ gın'ın «Çekiköy» isimli makalesinde (Uludağ, 1941 - 42, sayı

42-43) ve diğer yazılarında geniş bilgi vardır Şakir Ülküta­ şır'ın «Ülkü» mecmuasında çıkan bu husustaki makalesi de kıymetlidir. İbrahim Hakkı Konyalı'nın adı geçen kitabın­ da geniş tarihi bilgi vardır. Vaktiyle bu ihtifal, martın dokuzuna rastlayan Nevruz günü yapılırmış, sonradan eylül ayının ikinci haftasının pa­ zarına alınmış. Vaktiyle Karakeçili Aşireti reisi, onbeşgiin önceden bütün yörükleri ihtifale d::.vet cde;·:niş. Şimdi bu

(5) Aynı eser, sr. 5.

(6) Prof. Dr. Fantlc Sümer, OğuZlar (Türkmenler) , Ankara,. 1967, S!. 166.


MİLLİ KÜLTÖR'ÖMUZ VB MEBELELERbltz

122

işi, « Söğüt Eski Eserler Kurumu ve Ertuğrul Gazi Gününü Anma Cemiyeti• yapıyor. Türbe önünde yenen etli bulgur pilavının masrafını ve diğer masraftan onlar karşılıyor. Vaktile ihtifal çok debdebeli ve heyecan verici olurmuş. « Yörük Alayı• adı verilen bir kaç bin kişilik atlı yörük ka­ filesi, muayyen konak yerinde buluştuktan, bir araya gel­ dikten sonra, önde sancaktar ve kılıçlı muhafızı olduğu hal­ de, zeybek kıyafetleri ile Söğüt'e doğru yürüyüşe geçerlerdi. Tabii, günlük kıyafetleri esasen zeybek kıyafeti idi. Sadece en yeni elbiselerini giyerek merasime katılırlardı. Bugün ka­ dınlar kıyafetlerini aynen muhafaza etmekte, fakat erkekler biraz daha değiştirmiş durumdadırlar. Ertuğrul Gazi'nin ilk çadırını kurduğuna inandıkları, Türbe'nin karşısındaki «Yurt Yeri• denilen tepeye çadırlarını kurarlardı. Türbenin etra­ fında döner, ziyaret eder, dualar okurlardı. Sonra kurban­ lar kesilir, aşlar pişer, davullar döğülür, pehlivanlar güreı­ .şir, yiğitler cirit oynardı. Bu merasim üç gün sürerdi. Bu gelenek hiçbir resmi makamın zorlaması ile yapılmıyordu. Öyle olsa zaten bu şekilde güzel, canlı ve içten olmazdı. Bunu yaptıran Türkmen töresi ıidi. «Kavmi şuura sahip olan II. Abdülhamid Karakeçililerin bu ziyaretine resmi bir ma· hiyet verdirdi; öz oymağı saydığı Karakeçili gençlerin bu­ lunduğu bir alay meydana getirdi ve ona Ertuğrul Alayı adı­ nı verdi. Ayrıca yine onun devrinde veya daha sonra; c Er­ tuğrul'un ocağında uyandın, şehitlerin kanlarıyla boyandın•

beyti ile başlayan bir marş bestelendi. Abdülhamid, Kara­ keçili oymağı mensuplarını Alman imparatoruna, kendi ak­ rabaları olarak tanıtmıştı.• (1). Biz

1960'1ı yıllarda bu ihtifali görm:ek üzere gitmiştik.

İhtifale üç aşiret katılmıştı : Karakeçili, Karakeçtit ve Ka­

ratekeli aşiretleri, Ayrıca Samsun'un Bafra ve Çarşamba {7) Prof. Dr. Faruk

Stımer, aynı eser, Sf.

219.

ka-


ERTUÖRUL aAzt İHTİFALİ

123

zasının «Yörükler Köyün»nden Karatekeli Aşireti halkından 30-40 kişi bir otobüs tutarak Söğüt'e gelmişlerdi. Yörük'ler arasında merasime katılarak, kendileri ile bol bol konuşma fırsatı buldum. Kendilerine İzmir, Aydın, Antalya, Mersin ve Adana havalisi yörüklerinden bilgi verdiğimde hayret et­ mişlerdi. Bir Yörüğün Ertuğrul Gazi Günü'ne katılmayışı­ na akılları ermiyor; bu işi havsalaları almıyordu. Halbuki bahsettiğimiz yerlerin Yörüklerinin böyle bir günden haber­ leri yoktu. Gittiğimiz yıl dehşetli yağmur yağmış, adamakıllı ıslan­ mıştık. Merasim yarım kalmış, cirit oyununu da seyredeme­ miştik. Bizim gititğimiz sene Yörük süvarilerinin arkasına, meraklı bir şehirli, atına binip katılmıştı. İnsan bu durumu yadırgıyordu. Duyduğumuza göre, son yıllarda altı yüz yıllık gelenek soysuzlaştırılmağa başlanıyormuş. İhtiffil, Yörüklerin anlattığına göre 37 yıl yapılmamış, 37 yıl türbe kapalı kalmış. Galiba ikinci meşrutiyet yılların­ da kapatılmış. 1946 yılında, Yörük Çolak İbrahim Çavuş'un öncülüğünde, Kızıltepe, Yörükyayla, ve Yörükçetmi köyle­ rinde 35 atlı, geleneği yeniden canlandırıyorlar. Söğütlülerin de teşvikinin tesiri oluyor. Söğüt panayırı esnasında 35 atlı Eskişehir yolunda, Çatalçeşmelerde atlarından iniyorlar. İh­ tiyarların talimatı i le abdest alıyorlar. Bu abdestle türbeyi ziyaret edecekleri kendilerine tenbih ediliyor. «Doruktan aşarken» Söğütlü atlılar karşılıyor. Söğütlü atlıların sayısı 1 20 dir. Sonuncu atlı tek kalmasın diye Sakarya köylerin.den bir ihtiyar handan katırı çekiyor ve 156'ya iblağ ediyor. Söğütlüler gözyaşları dökerek, çılgınca alkışlıyorlar. Üzer­ lik otu serpiyor ve yakıp tütsülüyorlar. Süvariler, atlarıyla üç defa türbenin etrafında dönüp, ziyarette bulwıuyorlar. Fazla kalmaktan çekinerek Söğüt'e dönüyorlar. Sıracalı Hacı Halil'in hanına gelip oturduklarında, çok ihtiyar bir Sö­ ğütlü, «Allah'a çok şükür bu günleri de gördük, 37 sene ka-


124

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE M§ELELERİMİZ

palı kaldı, 38'nci sene açıldı» diye kambur belini doğrult­ maya çalışarak, ak sakalına dolan gözyaşlarını silmeye çalış­ mış. Bugünden cesaret alan atlılar, ertesi günü türbeye tek­ rar gitmişler. Şükrü Saraçoğlu'nun alakası görülmüş. Sa­ raçoğlu: «Ben evvela Söğüt'e, sonra Kabe'ye giderim. Bu de­ demin mal1» demiş. Bu kafilede en ihtiyar Ertuğrul Alayında süvari çavuş­ luğu yapan Bozalan köyünden İsmail Çavuş imiş. Yiğitbaşı da, Bozalan'lı Kara Mustafa. Yunanlılar Ertuğrul Gazi'nin sandukasını da tahrip et­ mişler, Sultan Hamid'in hediye ettiği şal vs. yi Birinci Mah­ rnud'un türbeye hediye ettiği kıymetli «Kur'an-ı Kerim»i de ç;,lmışlardır. Ertuğrul Gazi böyle büyük bir zat ve ulu atamızdır. O'nun gününü yaşatmak, milli şuur sahibi her Türk'ün bor­ cudur.


- 12 EVLENME VE DÜGÜN TÖRENİ İLE İLGİLİ TÜRK GELENEKLERİ

Örf-adet, gelenek ve milli kültürii teşkil eden töre ve diğer ruhi, bedeni amiller gibi sosyolojik, psikolojik ve diğer tabii faktörler, milletlerin birbirinden bariz farklarla ayrılmasına sebep olan tesir edicilerdir. Bu bakımdan, milletlerin ayn seviyeleri ve duygulan vardır. Milletlere mahsus olan bu karaktere bu seciyeye, «milli seciye• adı verilir. Durkheim, milli şuurun, maşeri vicdanın, çok ağır bir şekilde, asırlar boyu meydana geldiğini ve bir defa teşekkül ettikten sonra kolay kolay yıkılmadığını söyler. Gustav Le Boıı, milletlerin ruhundan ve sedyesinden bahsederken, Durkheim'ın fikir­ lerini paylaşır. Bu iki düşünürün fikirlerini nakleden Prof.

Sadri Maksudi Arsal Türk seciyesini yaratan unsurları ele

alıp inceler (Mi lliyet Duygusunun Sosyoloj ik Esasları, İs­ tanbul, 1955, sf. 8 1-6). Biz de bu makalemizde, Türk milli seciyesinin bir görünüşünden, evlenme ile ilgili gelenek ve telakkilerden bahsedeceğiz. Türk ailesinin yapısı hakkında Gökalp ve Abdülkadir İnan, iyi bilgiler vermektedirler. Türkler, istisnalar dışında, tek kadın alırlar. Bütün uruklannda evlenme beş, yedi veya dokuz göbekten sonra olabilir. Yani dokuz göbeğe kadar akraba olanlardan kız alınmazdı. Dede Korkut hikayelerin­ de, Oğuz uruk ve boylarının, kendi oymakları dışından ev-


126

MİLLİ

lendikleri birçok

KÜLTtl'RtiMOZ VE MESELELERİMİZ

(ekzogami kaidesi)

yerlerinde,

kardeş

anlatılır.

çocuklarının

Bugün

Türkiye'nin

evlendikleri

görül­

mektedir. Bu değişikHğin hangi şartlar altında meydana gel­ diğini bilmiyoruz. Sosyal ve kültürel değişmeler, dünya görüşünde farklı fikirler getirdiği halde, bir bütün olarak aile ve evlenme müessesesi hakkındaki duygu ve düşünceler, bütün Türk dünyası için, asırlar boyunca aşağı yukarı aynı hususiyetleri taşır. Soyun ve sopun temizliği ahlaklılık ve namusluluk manasındaki te asftlet»e çok ehemmiyet verilir. Yörükler bu konuda birçok atasözüne,

deyesek'e

sahiptirler. Mesela: uasıl

ara, soy ara, bulunmazsa ne çare » «At beslenirken, güzel istenirken» çok dikkat etmelidir. Geleneğini devam ettiren Türk uruk ve boylarında, evlenecek olan kız ve erkeğin rıza­ larına da bakılır. Sevgi ve anlaşmaya dikkat edilir. Bazı hal­ lerde, beşikteki çocuklar nişanlanır. Beşiklerinin kenarına bir işaret konur ve buna

ubeşik kertmesi»

denir. Dede Kor­

kut hikayelerinde de «beşik kertmesi»nden bahsedilir. Ba­ zan evlilik, kız kaçırma ile olur. Korkuteli'nin üzerindeki

uSöbüce Yaylası»

nda yaylayan

c Yeniosmanlı»

Yürüklerinde

bir kız kaçırma hadisesinden sonraki davranışlara şahit ol­ muştuk. Neticede,

yaşlılar araya girip, kızın anasını ikna

«kalın kesildi». Kız için ödenen paraya, pek çok yer­ de u kalın» denir. Bazı yerlerde buna «başlık» da denir. Gök­ türk Yazıtlarında bundan «kalin» diye söz edilmektedir. (Es­ ki Türk Yazıtları, I, 156). Kaşgarlı Mahmud, çeşitli Türk uruk ve uluslarının buna «kalınğ» adını verdiklerini söyler (Divan, III, 3 7 1 , 372). Dede Korkut'ta «kalınlık» diye geçer. Prof. etti ve

Zeki Velidi Togan'ın eserlerinden birinde, Orta Asya'da eski bir Türk düğünü anlatılırken, Yörüklerin

«beserek»

adını

verdikleri çok iri ve kıymetli develerin «kalın» olarak veril­ miş olduğunun belirtilişini hatırlıyoruz (eğer yanlış hatırla­ mıyorsak) . Diğer taraftan, Abakan Tatar'larında c düğün me-


EVLENME VE DÜÖON TÖRENİ

127

rasimi, kıza tilip olma, kalm'ın öderımesi, düğün ayıni ve ziyafet gibi kısımlardan ibaret olmak üzere, hemen hemen aynen batı komşulannda olduğu gibidir. Fakat çok defa Şor'larda olduğu gibi, gelin kaçınlmak suretiyle götürülür ve ödenmesi icabeden kalın müzakeresi ancak ondan sonra bir neticeye bağlanır•. (W. Radloff, Sibirya'dan, Çev. A. Te­ mir, 1,

386). �

Çin kayna'klarının yazdığına göre, Kırgız düğünleri çok muhteşem olurmuş. Bazan bin koyun kadar hediye verilir­ miş (Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültürü, An­ kara,

1962, sf. 209). Doğu Türkistan'da Karahanlılar zama­

nında, Humar Hatun isimli bir kadın, oğlunun düğünü dola­ yisiyle yedi küp dolusu altın külçe « baliş» döktürmüş, üze­ rine yazı yazdırmıştı. Bu külçeler, 15. Asrın sonlarında Ho­ ten'de bulunmuş ve eritilmiştir. (Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş sf. 1 17). Bugün Türkıiye'nin birçok yerinde, bilhassa köylük yer­ lerde düğün davetiyesine «oku» veya «okuntu» denir. Bu kelimeler, «Ok» sözünün aldığı yeni şekil olmalıdır. Eski Türklerde «ok» bir davet sembolü •i di. Hun, Götürk ve diğer Türk devletleri hakanları, kabilelerini harp veya başka bir sebeple bir yere toplamak istt..>diklerıin<le, onlara «Ok » gön­ derirlerdi. Bu, davet manasına gelirdi. Göktürk kitabelerin­ de Bilge Kağan'ın 714 senesindeki Beş-Balık sefeı:ıinden bah­ solunurken «Okığlı kelti», yani okunmuş, ok gönderilmiş olanlar, çağırılan imdat 'kuvvetleri geldi deniliyor» (Dr. Os­ man Turan, « Eski Türklerde Okun Hakiki Bir Sembol Ola­ rak Kullanılması», Belleten, sayı:

35, sf. 308). Kaşgarh Mah­

mud'un meşhur eserinde de «okumak», «davet etmek» ma­ nasına geliyor. Bu son eserde, «Ok» un, mirasın bölüşülme­ sinde de kullanıldığı belirtiliyor. Buna «Ok atmak» deniliyor ki, aynı usul ve isimle bugün, Aydın ve Edremit Alevi Türk­ menlerinde yaşadığını gördük.


128

MİLLi

KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Osmanlı Türklerinde de, davet etmek, aynı kelime ile ifade olunuyordu. Aşıkpaşazade Tarihinde buna dair güzel misaller vardır. Bir ikisini gösterelim: Köse Mihal'ın kızı­ nın düğünü için büyük hazırlıklar yapıldı. «Etrafın kafirle­ rine ve tckfürlerine okuyucular gönderdi. Ve hem Osman Gaziyi dahi okudu. Ve hem tekfürlere dahi habar göndürdü kim: «Gelin; Bu Türk ile aşina olun kim bunun şerrinden emin alasız• dedi. Vade olundığı gün geldiler. Mubalağa sa­ çular getürdiler. Osman Gazi camiisinden sorira geldi. Eyü halılar ve kilimler ve süriyile koyunlar getürdi. Ve illa Os­ man Gazinün saçusını gayetle beğendiler. Hasılı üç gün düğün oldı. Ve bu tekfürler Osman Gazinin keremine hay­ ran kaldılar» (Aşrkpaşazade Tarihi, Atsız neşri, İstan­ bul, 1949, sf. 100). Bilecik Tekfürünün düğününde: «Ve Gaziyi düğüne dahı -0kıdı. Osman Gazi dahi Mihal'a okıyıcılık haylı nesne ver­ di» (sf. 1 0 1). Osman Gazi birgün eyitdi: cMihalı okıyalwn, İslama da­ vet edelüm. Anı müslüman edelüm.• Sonunda «Ve ol batıl dini terk edüb halis müslüman oldı» (sf. 1 07). Günümüzde Yörük ve Türkmen düğünleri de çok deb­ debeli olur. uOku» veya »Okuntu» ile, köy halkı ve civar köylerdeki tanıdıklar «okunur», düğüne davet edilir. Düğün törenlerini tafsilatı ile burada anlatmağa imkan ve lazum yoktur. Sadece bazı mühim nflktalara işaretle yetineceğiz. Teferruatlı bilgiyi, Hamit Zübeyr Koşay'ın, Yusuf Ziya De­ mirci'nin eski Türk düğünlerine ait zengin ve mukayeseli malzemeyi fütiva eden eserlerinden edinmek mümkündür. Türk Folklor Araştırmaları Dergisindeki bu konu ile ilgili makale:er, Uğural Barlas'ın, Maraş ve diğer bir kaç ilin mahalli düğün adetlerine ait kitabı istifadelidir. Silifke . köy düğünlerinde, delikanlılar dağdan odun kes­ meğe giderler. En çok, en düzgün odunu ilk önce getiren


EVLENME VE DÜÖÜN TÖRENİ

129

gencin i tibarı büyük olur; ona mendil, havlu, yağlık hediye edilir; bu oduna «yüğrük odunu» denirdi. Bir çok yerde, düğünün düzenle ve hadisesiz geçmesi için gençler arasın­ dan dirayetli, cesur bir delikanlı seçilir. Buna, yerine göre, «yiğitbaşı», cı efebaşı», « seymen» denir. Bunların yardımcısı; bayrak taşıyan «bayraktar» dır. Güveğiye yardımcı olan ar­ kadaşına «sağdıç» adı verilir. Doğu ve Güney Doğu Anado­ lu'da ve Adana taraflarında, sünnet düğünlerindeki «kirve­

lik» müessesesini Gökalp, «potlaç» a benzetir. Düğün

töreni,

davul

zurna

refakatindeki

bayrak dikmek üzere hareket etmesi ile başlar.

kafilenin,

1965 yılında,

Edremit'in Çamcı Köyünde (Alevi Türkmen köyü) böyle bir düğün gördük. Genç kızlar bir evde, bayrağımızı atlas gibi süslemiş kenarına ı;;ırma püsküller işlemiş, dikmişler, san­ cak gibi hazırlamışlardı. Bu iş bitince, bulunanlar, beş veya on lira bahşiş verdiler. Yığılan paralar kızlar tarafından alındıktan sonra, 'kilimin üzerinden hürmetle kaldırılan bay­ rak, dört tarafından tutularak, iki tarafa doğru sallanarak, şu dua okundu:·

«Peygambere salavat Seyyidirza Muhammed Kutlu olsun, kutlu olsun, diyenin Akıbeti hayrolsım.» Fakat, bu düğünden iki yıl önce,

1963 te, Ege'nin başka

bir Alevi Türkmen köyünde şahit olduğumuz bir nişan tö­ reni; milli seciyenin sarsılması, töre'nin değişmesinin en be­ lirgin bir ifadesi olarak, bizi dehşete düşürdü. Öğretilen şe­ kilde, «kutlu olsun, kutlu olsun, diyenin akıbeti hayrolsun» diyerek yüzük taktığımız bu «asri» nişanda, İzmir'den getir­ tilmiş olan caz takımının önünde Japone kollu kızlar ve .erkekler, büyük bir maharetle «rokn-rol» (rock and roll) yapıyordu. Davul zurna önünde, üç etek ve zeybek kılığı ile


1

oynanacak zeybek oyunlarını seyretmeyi umduğumuz bu köyden, hayal kırıklığı ile ayrılmıştık. Durkheim ve Gustav Le B on un bahsettiği, «milletlerin ruhu», zamanla bambaşka bir kalıba mı büriinüyordu? Yoksa bunlar mevzii ve geçici hadiseler miydi ? Bunu, içtimai bünyemizin ve kültüriimü­ zün, ilerideki mahiyeti gösterecektir. Bu, değişmelerin hiç olmayacağı, bünye ve kültürlerin kaskatı kalacağı manasına gelmez. Yirminci asırda en iptıidai kabilelerde bile, büyük sosyal ve kültürel değişmeler meydana geliyor. Fakat, ihti­ lalci değişmelerde bile, cemiyetlerin sabit kalan taraflan var­ dır. Sarsıcı değişmeler önünde, Türk, seciyesinin ist·ikrar ve sebatını zaman gösterecek ... '

Eski Türk düğünlerinde, gelinler üç etekli ve «edik» li olurlardı. Üç etek, ata binmede kolaylık sağlayan, Orta As­ ya'dan getirilme kadın ve erkek giyimidir. Toroslar'da, ihti­ yar Yöriik erkeklerinin de üç etek giydiğini görmüştük. Os­ manlı'larda da bu giyim vardı. «Edik», yumuşak kırmızı me­ şinden yapılmış kısa konçlu bir çizmedir. Evliya Çelebi, Ma­ latya ve Diyarbakır'lı kadınların «edik» giydiğinden bahse­ diyordu. Toroslarda, edik giyen genç kızlar gördük. Ma­ raş'ta halen meşhurdur. Uygur ve Kazak Türkleri, Tatar Türkleri( Kıpçak - Peçenek), buna uetükıt, a edüb, «Ötük» adını verir. Oçbin yıl önce Orta Asya'da, Göktürkler bu çizmeyi giyiyor ve adına «edük» diyorlardı. (Eski Türk ya­ zıtları, 111, 175, 180). Kaşgarlı Mahmud'un eserinde «etük» diye geçiyor ve dokuz yüzyıl önce Orta Asya ulusu ve uruk­ lannuı bu çizmeyi giydiği anlaşılıyor. Yani kesintisiz günü­ müze kadar ulaşmış bir maddi kültür unsurudur. Gerek Bilecik - Eskişehir çevresi Karakeçili yöriik kadınları, ge­ rek Siverek - Viranşehir arasında Türkçeyi kısmen unut­ muş olan Karakeçili kadınlan, bellerine gümüşten, gayet kıymetli kemerler takarlar. Gelinin de esas ziyneti arasın­ dadır. Hun Türklerinin, Göktürk'lerin, Hazarların ve diğer


EVLENME VE DÜÖÜN TÖRENİ

131

Türk uluslarının b u kemeri kullandıklarını, eski mezarlar­ d<;n çıkan malzeme göstermiştir. Gelin perşembe günü ata bindirilir ve oğlan evine dob ru düğün kafilesi hareket ederdi. Ev veya çadıra gelindiğin­ de, gelin attan inmez; geleneğe göre hediye beklerdi, kayın­ babası «indirnıelik» adı verilen bir meblağ (altın, koyun, davar, sığır at, tarla gibi) bağışlamaya söz verince, attan inerdi. Bu meblağın yüksek olması için, oğlan evinden bir akraba kıza delil olurdu. Pazar bitince, kızın attan inmesi için kaparo mahiyetinde «Arılık » denen nakit ödenirdi (To­ ros yörük ve Türkmenlerinde). Çok yerde, gelinin üzerinden, susam, üzüm , buğday, da­ rı ile karışık bozuk para atılır. Yaşlılar bile uğur getireceği inancı ile para kapmağa çalışır. ·Buna «saçı saçma» adı veri­ lir. «Dansı başımıza!» temennisi buradan gelir. Ve çok eski milli geleneğe dayanır (Abdülkadir İnan, Makaleler ve İn­ celemeler, sf. 1 91). «Şamanist ve Müslüman Türkler'in evlen­ me törenlerinde müşterek olan Şamanizm unsuru, gelinin geldiği gün başına saçı saçmaktır. Bu saçı, yukarıda zikret­ tiğimiz vcçhile, her devirde topluluğun istihsal ettiği en mühim mahsulünden olmuştur. Avcılık devrinde avın kanı, yağı, ve eti, çobanlık devrinde süt, kımız ve hayvanların ya­ ğı, çiftlik devrinde dan, buğday, muhtelif meyvalar saçı ola­ rak kullanılmıştır. Saçı, yabancı soya mensup olan bir kızı kocasının soyunun ataları ve koruyucu ruhları tarafından kaltul edilmesi için yapılan bir kurban ayininin kalıntısı­ dır... (Abdülkadir İnan, Tarih'te ve bugün şamanizm, sf. 1 67).

Vambery, Osmanlı sarayında, bayram kutlama törenle­ ri esnasında, padiŞahın önünde gümüş para serpildiğinden bahseder. Aynı yazarın belirttiğine göre, 1 396'da 5 senelik aynlıktan sonra Timur, birçok zafer kazanmış olarak Se­ merkand'a dönerken; maiyetleri ile birlikte gelen karılan, kızlan ve torunları tarafından Ceyhun Nehri kıyılarında kar-


1 32

MİLLt KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

şılanmış ve Türk töresine göre hakanın üzerine altın ve kıy­ metli taşlar serpilmiş ve hakana, donatılmış, süslenmiş bin at ve katır hediye edilmiştir [A. Vambery, History of Bokha­ ra , Landon, 1823, sf. 187]. Osman Gazi zamanında bu geleneğe «saçu .. dendiğini yu­ karıda nakletmiştik, Türk dünyasının her köşesinde, binbeş­

yüz yıldır yaşayan köklü bir Türk geleneğidir. Gelini çadırda ayakta tutar, türkü söyleyip, ağlatırlar. Kına gecesinde de, kına yakılırken, türkü söylenir ve gelin ağlatılır. Silifke Alevi Türkmenlerinde, kına gecesi türküle­ rinden biri şöyledir:

Çattılar ocak daşını Vurdular düğün aşını Çağırın oğlan gardaşını Cız anam kınan gutlu ossun [olsun] Duyduğun diller datlı ossun Cırat [kır at] gelmiş gemini gever Conur [duman ile kahverengi renk] daylak [deve] çanını döver Cız anam kınan gutlu ossun Duyduğun diller datlı ossun Anası besler el gönenir.

Gerdek gecesinin ertesi günü Barak Türkmen kadınlan, geline eziyet etti diye güveyi tartaklarla [Ömer Özbaş, Gazi­ antep Dolaylarında Türkmenler ve Baraklar, Gaziantep, 1958]. Kısaca el aldığımız Türk düğün gelenekleri bunlardır. Türk seciyesini aksettiren bu kültür unsurları, kısmen za­ manın tahribine uğramış, kısmen de devam etmekte bulun­ muş ve bulunmaktadır.


- 13 DÜNDEN BUGÜNE TÜRK KÜLTÜRÜ

Yirminci asır dünyasında, yeniden Büyük Türkiye hali­ ne geliş ve Türk Milleti haline varış vetiresinin hızlandırıl­ ması ve tamamlanması için, milli kültür ve sosyal yapı in­ celemelerinin, ilmi esaslara o turtulması gerekir.

İncelmiş

ve süzülmüş pir kültürün ortaya çıkarılması ve işlenmesi, herşeyden önce o kültürü yaşayan milletin tanınmasına bağ­ lıdır. Türk kültürünün kaynaklarını tarihimizin derinlikle­ rinde ve bugünkü Türk cemaatlerinde bulabiliriz. « Böyle bir hareket, halkı boş bir levha, pasif bir hammadde gi­ bi görmiyccek, kuvvetini içtimai bir şuuraltı'ndan alacak­ tır. » Tanzimat zihniyeti, halkı cahil ve aciz buluyor, ona ilim ve fen götürmekle her şeyin halledileceğine inanıyordu. Maa­ rif Nazırı Emrullah Efendinin «Tuba Ağacı » nazariyesi de bu görüşü işliyordu. «Ona göre, münevverlerin Üniversite­ lerde yapacakları bu zihni kültür, yukarıdan aşağı

inm(!k

suretiyle halka kadar yayılacak, garpçılığı ve milliyetçiliği halka yerleştirecekti. Bu görüşte halk bir levhadan, tama­ miylc pasif bir iptidai maddeden ibaret olup, yukarıdan aşa­ ğı inen zihni kültür, ona istediği bütün şekli, hüviyeti ve ma­ nayı verebilirdi. » Ahmet Mithat Efendi de aynı görüşteydi. «Ahmet Mithat, Anadolu'nun folklor t�mellerine, milli bün-


134

MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

yenin bütün Mythos'Ianna 'Acem basması', 'batıl itikad' gö­ züyle bakarak unuttunnağa• çaiışıyordu» (1). Halkımız milli kültürümüzün yaratıcısıdır. Köylerimiz­ de, Alevi ve Sünni Türkmen aşiretleri arasında Yörüklerde milli kültürümüzün en saf ve kıymetli şekillerini, haınmad­ de, yan mamiıl ve mamıil halinde bulabiliriz. Böyle bir araştırmada Kars ile Edirne arasında kalmak bizi kısır ne­ ticelere ulaştıracaktır. Kültürün bütünlüğü ve devamlılığı, zaman ve mekanı kesintisiz şekilde, bütün olarak ele alma­ mızı gerektirmektedir. Yani zaman içinde, Türk kültürü araştırmalarına ne yalnız Cumhuriyet'lc, ne Osmanlı Dev­ letinin kuruluşu ile, ne de Sclçuklu'larla, Malazgirt'le başh­ yacağız. Milli kültürümüzün kökleri Hun Türklerine daya­ nır ki, bu da binbeşyüz, ikibin yıl öncesi demektir. Mekan içinde de Kars'ın ötesindeki Azeri'leri, Türkmen'leri, Öz­ bek'leri, Kırgız'ları, Kazakları, Uygur'ları, Tatar'lan, Baş­ kurt'ları, Kerkük ve Kıbrıs ve Rumeli Türkleri'ni ele alma­ lıyız. Bu incelememizde, türlü siyasi ve içtimai şekiller için­ de, muhtelif Türk cemaatlerinin, devrin şartlarına göre ol­ dukça yüksek bir medeniyet halinden, derece derece göçe­ be basitliğine doğru, çeşitli kültür nümfıneleri verdiklerini müşahade edebiliriz. Bu basitlik, iptidailik değildir. Basit bir hayat yaşayan göçebe Türkler'de bile, oldukça yüksek bir kültürün izlerini vesikalardan takip etmek mümkündür. Yeri geldikçe bunlara dokunacağız. Esasen cclptidailik » iza­ fidir. Durkheim ve Seeley : cc En ileri devleti, en iptidai ka(1)

Prof. Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, İstanbul, 1948, sf. 182-183.

<tOrta oyunu:mu ve «Köroğlu�nu küçümseyip, onları

masal sayan ve halk şairlerini hakir gören bu zihniyet hak­

.:nnda şu değerli m akaleye bakınız : Fevziye Abdullah Tansel, «Tanzimat Devri Edebiyatında Halk Şairlerinin Tahkiri Meselesb, Türk Dili ve Tarihi Hakkında Araştırmalar, 1, Ankara, 1950, s!. 115-126.


DÜNDEN BUGÜNE TÜRK KÜLTÜRÜ

135

bile ile mukayese ediniz, nisbetler farklı olmakla beraber, aynı hususiyetleri göreceksiniz» der. (2) . Uygur'lar yüksek

bir

kültür

seviyesine

ulaşmışlardı.

Modern Avrupa'dan çok önce, birer ticaret merkezi haline gelmiş olan canlı şehir merkezlerinde, rehin; faiz ve temet­ tü işlerinin yürütüldüğü iktisadi, mali, hukuki muameleler­ de bulunuyordu (3). Uruklar, boylar, oymaklar kendi milli hayatlarını yaşar­ ken, bazı hanedanlann zaman zaman milli kültürden uzak­ laştıkları görülmüştür. Buna misal olarak Selçuklu'lan ve­ rebiliriz. Bazı « Selçuklu hükümdarlan kuvvetli bir Türk kültürü ile gelmedikleri için; yanlannda İran'lı katipler getir­ mişler ve resmi muhabereleri Fars'ça yazmışlar, İran'lı mün­ şiler kullanmışlar, tarihlerini Fars'ça yazdırmışlardır. İlk hü­ kümdarlar henüz yarı göçebe ruhu muhafaza ettikleri için, eski Türk adlarını ve geleneklerini muhafaza ediyorlardı. Alp Arslan, Kılınç Arslan, Kutalmış, Sancar, Kara Arslan ilah ... gibi. Fakat şehirlerde yerleştikten ve Fars kültürünü benimsemeye başladıktan sonra İra n hükümdarlarının ad­ lannı aldılar. İran saltanatını devam ettirmekle öğündüler. İlk zaptettikleri şehire Arz-ı Rum, memlekete Mülk-i Rum, kendilerine Sultan-ı İklim-i Rum diyerek, Roma'hlığı benim­ ser göründükleri halde, Doğu-Roma imparatorluğunun bil-

(2) (3)

G. Lienhardt, Soeial Anthropology, London, 1 966, sf. 32.

Ahmet careroğlu, Uygurlar'da Hukuk ve Maliye Istılahla.. rı, Türkiyat Mec. Cilt iV, 1934, st. 1-44. Bu hususta ayrıca şu kaynaklara bakınız: Reşit Rah­ meti, «Uygur Istılahlan>, Türkiyat Mec. Cilt VII, Reşit Rahmeti, «Türkçe Turtan Metlnlerb, Türkiyat XII. 15-22. Baaheddin Ögel, «İslamiyetten Evvel Türk Kültür Tarihi ve aynı müellifin Bin Temel Eser dizisinde çıkan dört cilt .kitabı. Ziya Gökalp, cTürk Medeniyeti Tarihi» ; Orhun Ki­ tabeleri Hakkında H. Namık Orkun ve Muharrem Ergin'in kitapları. Prof. Kafesoğlu'nun Bin Temel'de çıkan kitabı; ZekiZ Velidi Togan ve Eberhard'm eserleri.


136

MİLLİ KÜLTÖRÜMtl'Z VE MESELELERİMİZ

yük bir kısmı üzerinde İslami İran kültürüne dayanmaları yüzünden

İran geleneğine bağlandılar. Keykubad, Keyka­

vus, ilah... gibi İran hükümdarlarının adlarını aldılar.» (4). Böyle olmakla beraber, Moğol tehlikesini uzaklaştıran Sultan Alaaddin Keykubad halk arasında « Uluğ Keykubad » adiyle anıldı ( 5) • . Bu hal, onların Fars kültürü tesirinde kal­ malarına rağmen, gene de milli kültürden bazı unsurlar ta­ şıdıklarını, meziyet ve fazilet sahibi olduklarını, bu yüzden halk tarafından sevildiklerini gösterir. Ayni hali Osmanlı padişahlarında da görüyoruz. İlk pa­ dişahların sadeliği ve töreye bağlılığına nazaran, sonrakiler milli kültürden hayli uzaklaşmışlardır.

Fakat Sultan Ha­

mid'in babası Abdülmecid Han'ı, bir bakıma son Selçuklu hükümdarlarından çekten,

daha şuurlu olarak görmekteyiz.

Ger­

1855 yılında Osmanlı Devleti ile İngiltere ve Fransa

arasında akdolunan % 4 faizli istikraz anlaşmasında, Padi­ şah kendisinden şu şekilde bahsederek, bu şuuru ortaya koyuyor : « BİZ ki, billıtfihi teala Türkistan ve Türkistan'ın şdmil olduğu nice memdlik ve bülddnın Padişahı, es-Sultan ibnü's-Sultdni'l Gdzi Abdülmecid Han.. . » (8). Bununla bera­ ber, fazilet ve meziyetleri bir yana, Türk töresinin birçok Osmanlı sultanında kaybolmağa yüz tuttuğunu görüyoruz. Sultan İkinci Murad'a kadar Türk töresi muhafaza edilmiş­ tir. İkinci Murad'ın sarayında ozanlar ve kopuzcular Oğuz Destanı okur ve çalarlardı. «Onbcşinci asrın sofi şairlerin­ den Kemal Ümmi, bir gazelinde «Oğuz ozanlarının bağıra çağıra şiirler inşat» ettiklerini söylüyor ki, bu i fade, İslami

Hilmi Ziya Ülken, aynı eser, s!. 348, Pro!. Dr. Osman Turan, Yenf Selçuklular Tarihi, Ankara,

(4) (5) ·

(6)

1956, sf. 211.

İ. Hakkı Yeniay, «Yeni Osmanlı Borçları Tarihb, İstan­ bul, 1964, sf. 22.


DÜNDEN BUGÜNE TÜRK KÜLTÜRÜ'

137

an'anelerden ziyade, kavmi an'anelere bağlı olan ozan'ların aleyhindedir». (7). Fatih devrinde Çandarlı Kara Halil Paşa'nın katli ile, dönme ve devşirme saltanatı başlamış oluyordu. Rum Meh­ met Paşa, Türk düşmanı idi. Türk çocuklarına kapalı olan Enderun Mektebinden, devşirme çocukları okuyor ve Os­ manlı idareci sınıfına katılıyordu. Bu idareci sınıf nazarın­ da Türkler, kaba, cahil ve Kızılbaştı. Türk'lere « Etrak-i bi­ idrak» (anlayışsız Türkler) adını verdiler. (H). Bu sıralarda saray çevrelerinde ayn bir kültür gelişi­ yordu. Bu hal, Türk kültürünün uzvi bir şekilde üıkişaf et­ mesine engel olmuştur. Seçkinler tabakası milli kültürün kaynağına yabancı, hatta ona düşman idiler. Anadolu Bey­ liklerinde ise milli bir gidiş vardır. «Menteşe Beğlerinin mil­ li lisanlarına da ehemmiyet verdiklerin; ,, biliyoruz. Denizli Beği «İnanç Bcğin oğlu Murad Arslan Bcğin emri ile Türk­ çe (Fatiha tefsiri) yazıldığını söyliyebiliriz» (0). Karamanoğ­ lu Mehmed Beğin milli şuuru ise meşhurdur. İki, üç asır Osmanlı padişahları, ataları Ertuğrul Ga­ zi'yi

hatırlarına

bile

getirmemişlerdir.

Eskişehir - Bilecik

Yörüklerinin, beş altı asırdır, her yılın eylül ayında Ertuğ­ rul Gazi Türbesi'ni ziyarete gitmeleri, padişahların gözün­ den kaçmış, bu sevgi gönüllerinden ırak olmuştur. Bu ziya­ rete « Yörük Bayramı» adı verilirdi. Beşyüz kadar atlı, baş­ larında sancaktarları olduğu halde, konaklıya konaklıya Sö-

(7)

Prof. M. Fua d Köprülü, cTürk Dili ve Edebiyatı H:ık.kında Araştırmalar>. İst. 1934, sf. 278. (8) Azmi Güleç, cTürklük Hakkında İftira Edebiyatı>, Türk Düşüncesi, sayı 3 (36 ) , 1957, sf. 1 6 -24. Devşirmelerin çoğu, Hıristiyan Türkler arasından top­ lanıyorsa da, onlar dini şuurdf n ötürü, asıllarını bil­ miyordu. (9)

KöprUUi.zade M. Fuad, «Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar>, Türkiyat Mec. Cilt 2·, 1923, sf. II.


138

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

ğüt kasabasına gelir, Türbe civarına çadırlarına kurar, at­ larıyla Türbe'nin etrafında dolaşır, dua ederlerdi. Sonra ka­ zanlar kaynar, etli bulgur pilavı ve zerde pişer, kurbanlar kesilir, davullar döğülür, yiğitler cirit oynar, pehlivanlar gü­ reşirdi. Bu ziyaret üç gün sürerdi. Bu Türkmen - Yörük Tö­ resinin farkına ancak Sultan Hamid varabilmiş, «Ulu Ced­ dim» diye tebcil ederek, Ertuğrul Gazi'nin Türbesini tamir ve ihya etmiştir. (10).

Devşirme saltanatı, Türk Töresini, Osmanlı Sarayından tamamiyle ihraç edememiştir. 1453'de İstanbul'un fethinden sonra, büyük toy (han-ı yağma) yapıldığını Evliya Çelebi kaydediyor (11). Yağmalı toy bilindiği gibi, eski bir Türk ge­ leneğidir. (1::). 1701 yılı haziran ayında, Padişah İkinci Mus­ tafa, Edirne'de bir cirit oyunu tertipledi. Türk töresine uy­ _gun şekilde cirit oynandı, havuz dolusu karlı şerbetten hem kendileri içti, hem de Edirne halkına dağıttılar. (13). Osmanlı saraylarında ve zengin konaklarında, iftar ye­ meğinden sonra, davetlilere, bir kese içinde, ev sahibinin kudretine göre dağıtılan ve «Diş Kirası» adı verilen, para, eski Türk geleneğinin yeni şekli idi. Padişah Üçüncü Ah­ med'in şehzadeleri için yapılan, iki hafta süren, yemekli, eğ­ lenceli muhteşem sünnet düğünü, eski Türk geleneği olan -« Orun ve Ülüş » usulünü aynen yaşatıyordu. (14).

( 10)

Bu hususta bk. İ-brahim Hakkı Konyalı, cErtuğrul Gazi Türbesi> İst. 1959 ve All Rıza Yalgın'ın bir makalesi ve ileriki sahifelerde «Ertuğrul Gazi İhtifali> başlıklı "yazı­ mız. { 1 1 ) Halil İnalcık, «Kutadgu Bilig'de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri» Reşit Rahmeti Arat İçin, Anka· ra, 1966, sf. 270. (12) Bu hususta, kitabımızın ilgili kısmına bakınız. ( 1 3 ) Silahdar Fındıklılı Mehmet Ağa, Nusretname, sadeleşti­ ren ismet Parmaksızoğlu, cilt II, Fa.s. I, İstanbul, 1966, sf. 81-2. { 14) Nusretname, cilt II, Fas. II. İst. 1969, sf. 397-403, Bu hu-


DÜNDEN .CUGÜNE TÜRK KÜLTÜRÜ

139

1 396 yılında, Timur beş yıllık ayrılıktan sonra, zaferler kazanmış olarak Semerkand'a dönerken, karıları, kızlan ve kız torunları (maliyetleri ile birlikte) tarafından muhteşem bir merasimle, Ceyhun Nehri kıyılarında karşılanmıştı. Bu karşılama töreni esnasında, milli geleneğe göre, Hakan'ın üzerine altun ve kıymetli taşlar serptiler. Bunu nakleden Vambery, Osmanlı Sarayında Bayram merasimlerinde, pa­ dişahın önüne doğru, gümüş paralar serpilmesi adetini bu Orfta Asya geleneğine bağlıyor ve aynı geleneğin Anadolu'da düğünlerde, gelin gelirken üzerine para s erpme şeklinde de­

vam e ttiğini söylüyor (1G).

Devletin, halk arasında milli kültürün canlandırılması ve yayılması hususundaki ilgisizliği, dağınıklığı ve kabile kültürlerinin gelişmesine yol açar. Milli dayanışmanın yeri­ ni, kabile tesanüdü alır. Bu durumu ne yazık ki, Osmanlılar devrinde görebiliyoruz. İbni Arabşah gibi mutaassıp ülema­ nın tesirile, halka yabancı gözüyle bakıldı. Bu hal, birçok Kızılbaş Türkmen aşiretinin küskünlüğüne yol açtı. Devlet yıkmak, milli birliği parçalamak isteyen cereyanların, pro­ pagandaların bu aşiretler üzerinde tesirli olmasına yol aç­ tı. Birçoğunu kılıçtan geçirdik, kalanları İran'a kaçtı. Bir kısmı

da

·

Doğu'daki

aşiretler arasında eriyip,

Türkçeyi

tcrketti. Doğu Vilayetlerinin Türkleşmesi vetiresi ters yön­ de

işledi. « Bu müfrit sünnilik, Azerbaycan Türklüğünü müf­

rit şiilerin kucağına atacak, iki buçuk asır sonra da mezhep­ leri birleştirmek hususunda Nadirşah Afşar tarafından ya­ pılacak çok müsait ve her iki taraf için kabule şayan tek-

susta aynca bk. Abdülbakir !nan «Orun ve Ülüş Mese­ lesi> Tür:{ Hukuk ve İktisat Tarihi Mec. İstanbul 1931, cilt 1. Zeki Velid! Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, ı. İst. 1946, sf. 201, 273-93, İbrahim Kafesoğlu, «Selçuk'un Oğullan ve Torunlarn, Türkiyat Mec. XIII. 1 1 8. ( 15) A. Vambery, History of Bokhara, London, 1873, sf. 187.


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

140

liflerin reddine saik olacaktır. » (18). Türklüğün bu parçalan­ mış halinden büyük bir üzüntü duyan, kudretli Azeri şairi

Mirza Ali Ekber Sabir şöyle yakınır : «Bir vaki Şah lsmail-ü Sultan Selime, Meftun olarak eyledik lslamı dünime (iki parça), Koyduk iki taze adı bir din-i kadime (eski bir dine), Saldı bu teşeyyü' (şiilik), bu tesennün (sünnilik) bime hiz, Kaldıköça bu haletle seza-i esefiz biz Öz dinimizin başına engel kelefiz biz. imdi yine var taze haber, yakşı temaşa, İranlılık, Osmanlılık ismi olup ihya, Bir kıt'a yer · üstünde kopup bir yeke dava, _Meydan ki kızıştı olarak mahv serapa, Onsuz ela ki her çend ki yekser telefiz biz, Öz kavmimizin başına engel kelefiz biz» (1'). Halktan kopan Osmanlı münevveri, yapma bir Osman­ lı Dili meydana getirmiş, halk güzel Türkçesini konuşur­ ken, o «Lİsan-ı Osmaniyi tekellüm eylemiştir». İlmi kavram ve deyimlerden vazgeçtik, günlük konuşma diline bile, Arap­ ça

ve

Farsça'dan

kelimeler alarak,

bunların

Türkçe'sini

terketmiştir. Bu aşırılık, tamamiyle aksi istikametteki bu­ günkü aşırılığı davet etmiştir. Bugünkü de, Fransızca ve İn­ gilizce'den günlük konuşma dilindeki kelimeleri alıyor. Os­ manlı münevveri, « Baş sağlığı»nı bıraktı, «Taziye t»i aldı; « Karşılama» yerine « İ s tikbal»i, « Uğurlama, yolcu etme » ye­ rine, « Teşyi »i, « Hoş geldin» yerine «Hoş amedi»yi aldı.

Kaş-

( 16) Prof. Dr. Z. Velidi Togan, -aynı eser, sf. 378. ( 17) Süleyman Tekiner, «Sovyet Azerbaycanında Tenkitlere Hedef Olan Bazı Şiirler üzerinde İncelemelen, DERGİ, No. 17, 1959, sf. 69 (Azerbaycan Mecmuası, No. 8-9 ( 8081) Ankara, 1958'e atıf) .


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

141

garlı Mahmud'un « Çay ardı» diye bahsettiği yerden, Araplar gibi «Mavera-ennehr» diye bahsetti. Onun dilinde, Ceyhun ve Seyhun Nehirleri Arapçaları ile yer değiştirdi, Amu Der­ ya ve Siri Derya Nehirleri oldu. Böyle bir aşınlık, bugünkü aydının

«Anons»larına,

cLanse»lerine,

« Enterese»lerine,

« Etapıolanna, aSkor»larına, «Piknik»lerine, «Tape etme»leri­

ne, «Olanak»lanna, a Saptarna»larına yol açmıştır (18).

Bu bahislere sonra tekrar dönmek üzere konumuzun belkemiğini teşkil eden mevzuulara girelim. Türk milleti­ nin sosyal yapısı, miHi kültürümüzün hakkında iyi bilgi edin­ memize yardımcı olacak ve millet haline gelişimizde takip edilen siyasi ve içtimai şekilleri, içtimai teşkilat tarzlarını açıklığa kavuşturacaktır. Bu bakımdan Türk uruk, ulus, boy ve oymaklarını, aşiret sistemlerini ele almamız icap ediyor. Onun için böyle bir usul takip ediyoruz.

(18)

Bu hususta bk. Rahmetli Prof. taş'ın eserleri ; rahmetli Dr. Ali Dili adlı kitabı ve ayrıca Prof. oğlu'nun, cTQrkçe'nin Karanlık

Dr. Faruk, Kadri Tlmur­ Karamanlıoğlu'nun Türk Dr. Necmettin Hacıemin­ Günlerb isimli kitabı.



İ Ki N C İ B Ö LÜ M ..

TU R K S O SYAL YAPIS I



-

14

-

SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

Müesseseleşmiş, kaidelere bağlanmış sosyal münasebet­ ler ağından; statü ve rollerden; çeşitli teşkilatlardan ibaret çok kanşık bir sistem arzeden sosyal yapı hakkında, dört başı mamur eser vermek çok güçtür. Bunu, çok küçük ha­ cimli iptidai klanları, cemaatleri inceleyen büyük antropo­ loglar başarabilmiştir. Büyük cemiyetleri de aynı başarı ile anlatabilmek hemen hemen imkansızdır. Çünkü bu toplu­ luklar, son derece karmaşıktır. Türk cemiyeti de bunlardan biridir. Bu bakımdan onu, bazı yönleri ile ele alıp, inceliye­ ceğiz. Göçebe ve yarı-göçebe halinde iken sahip bulunduğu teşkilat şekli, bizi hayli aydınlatacaktır. Yer yer yerleşik ha­ yat düzeni içindeki teşkilatlanma usullerine de bakacağız. Bunu bilhassa mülkiyet yapımızı, dolayısıyle iktisadi siste­ mimizi incelerken ele alacağız. Böylece sosyal tabakalaşma düzenimiz hakkında da fikir edinilmiş olacaktır. Bunun dı­ şında sosyal sınıf ve tabaka sistemimizi derinliğine ele alıp incelememiz mümkün değildir. Fakat sunduğumuz bu ba­ hisler de, zaman ve mekan içinde, sosyal yapımızın gelişme seyrini gösterecektir. İÇTİMAİ GELİŞME BASAMAKLARINDA TÜRK GÖÇEBELİGİNİN YERİ Türklerin hepsini göçebe saymak hatadır. Uygurlar, İdil Bulgarları büyük şehirler kurmuş medeniyet eserleri mey-


1 46

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

dana getirmişlerdi. Bir Çin'li seyyahın, Uygur şehirlerinde gördüğü halk kütüphaneleri hakkında bilgi verdiğini, Togan kaydediyor. Diğer Türk uruklarının pek çoğu yarı-göçebe idi. Köy ve şehirlerde çeşitli iktisadi faaliyetlerle uğraşıyor, ya­ zın yaylaya çıkıyorlardı. Bir kısmı ise göçebeydi. Bütün milletler gibi Türk milleti de, yerleşik hayata geç­ mezden önce, bir göçebelik hayatı geçirmiştir. Bugün bile . Anadolu'nun çeşitli yerlerinde ve muhtelif Türk ülkelerinde göçebeliği devam ettiren perakende oymaklara rastlanır. Türk soyu artık yerleşik hayata geçmiş, ziraat, ticaret ve sanayide ileri şekiller gösteren bir hamle içinde, millet ha­ line gelme yolundadır. Türk göçebeleri ileri bir medeniyet seviyesinde bulun­ muş, yüksek bir kültüre sahip olmuşlardır. Prof. Fuad Köp­

rülü coğrafi şartlar ve iktisadi zaruretlerle sıkı sıkıya alaka­ lı bulunan nomidisme'in (göçebeliğin), içtimai tekamül ba­ kımından, geri bir safha olduğunu ve göçebe kavimlerinin maddi ve manevi yüksek bir kültür-den ve hukuki teşkilat­ tan

mahrum

bulunduklarını

zannetmemelidir»

diyerek,

Türk uruklarının yüksek bir yaşayış seviyesi gösterdikleri­ ni ifade ediyor ve : «Asırlardanberi Karadeniz şimalindeki geniş bozkırlardan geçen Türk şubeleri hakkında tetkikler­ de bulunan alimler bu hakikati teyit etmektedirler» (1) di­ yor. Göçebelere dair zengin bilgiler veren Prof. Zeki Velidi Togan, göçebelerin medeniyet seviyesini göstern şu dikkat çekici açıklamada bulunuyor :

«hükümdarların ve zengin­

lerin 'orda'lannda da ipekle dokunmuş halılar olmuştur.

(1)

Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, «Ortazaman Tür'k. HUlı:uki Müesseseleri,, İkinci Türk Tarih Kongresi Kitabı, İstan­ bul, 19�3. sf. 388-90.


147

SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

Böyle 'dermeev'lerin (çadırların), 'kirege ve ok'ları (çadırın ağaç çerçevesi), altınla ve fil dişleriyle ziynetlenmiş ve mil­ yonlara mal olan bir mesken ve medeniyet abidesi olmuş­ tur• (2). Böyle muhteşem bir hayat yaşıyan göçebe halk, şe­ hirlere yerleşenleri hor görüyor, onlara aşağı gözle bakıyor­

lardı. Şehirlere yerleşenlerin bir kısmı hiç olmazsa yazları yaylalara çıkarlardı. Bu gelenek halen Türkiye'nin birçok yerinde caridir. Göçebe Oğuz'lar, şehirlere yerleşen soydaş­ larına «Yatuk» adını verirler. Kaşgarlı Mahmud bu deyim hakkında şunları kaydediyor : «Tembele 'yatuk kişi' denir. Oğuzlardan bir takımları vardır ki, şehirlerinden dışarı çık­ mazlar, savaş yapmazlar. Onun için bunlara 'yatuk' denir. ' tenbeller ve atılmışlar' demektir» (3). Ziya Gökalp, Leon Kahun'un «Göçebeler, coğrafi muhitin icbarile, zaruri ola­ rak göçebedirler» şeklindeki iddiasına Türk tarihinden mi­ saller vererek, meselenin esasının başka olduğunu izah edi­ yor. Gökalp'in belirttiğine göre, Bilge Kağan bir gün kayın babasına, kavmini şehirlere yerleştirmekten bahsediyor. Ka­ yın babası bunun iyi bir fikir olmadığını, şehirler kurup yer­ leştikleri takdirde hürriyet ve istiklalleri kalmıyacağını, Çin'e istedikleri gibi akın yapamıyacaklarını söylüyor.

Halbuki

göçebe halde akın yapınca, Çinlilerin onları bulmasına im­ kan yoktur. Çadırlarını yükledikleri gibi uzak diyarlara göç­ meleri işten bile değildir. Bu ikna edici cevap karşısında Bilge Kağan fikrinden vazgeçiyor. Ziya Gökalp bu konuda şu misali de veriyor. Selçukname müellifi, dayısının göçe­ belik hakkında'ki fikirlerini şöyle nakleder : «Dayım daima bize nasihat ederdi, derdi ki : 'Sakın olmaya ki şehirlerde oturasınız, yerleşesiniz.

Zira, şehirlerde oturanların ili

ve

Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan, BugQnkQ Türkili (TO.rkis­ Yakın Tarihi, C. I, İstanbul, 1942 - 47, sf. 46. (3) Kaşgarlı Mahmud, Div4n-ı Lüg4ti't-Türk, B. Atalay çev., C. III, sf. 14.

(2)

t::n) ve


148

MİLLİ KOLTORtiMttz VE MF.SELELERİl'ırlİZ

boyu mallı.m olmaz, asalet ve şercfe li kalmaz; beğlik ve asa­ let ancak göçebelikte ve Türkmenliktedir'» ( 4) . Anamur'da Yörüklere « Yaylacı», köylerde kalıp, yayla­ ya çıkmayan yerleşik halka ayaycı» denir. Yaycı'lar yayla­ ya çıksa bile, bu göçebe yaylacılığı değildir, deve ve davar­ lan hemen hemen kalmamıştır. Karadeniz'de, bilhassa Gi­ resun taraflannda vaktile bu mefhumları aÇepni» ve « E k in­

ci» kelimeleri ifade edermiş. Anadolu'nun muhtelif yerlerin­ de Türkmen, Yörük ve Göçer kelimelerine karşılık, «Ma­

nav» ve «Köylü» kelimeleri aynı şeyi i fade eder. Toros Dağ­ lannda ve Amanos Dağı yaylalarında gördüğümüz ihtiyar Yörükler, köylere ve şehirlere yerleşen Yörükler için hüzün­ leniyor, onları garip, unutulmuş, zavallı buluyorlardı. İç­ lerinde onlar için göz yaşlarını tutamıyanları gördük. Bu hal, Kaşgarlı Mahmud'un bahsettiği göçebe zihniyetinin en canlı ve yaşıyan misalidir. Birçok ihtiyar da, cenazelerinin toprak ve taş · damlardan değil, ata yadigari çadırlardan çık­ masını istiyor ve evlatlarına bunu vasiyet ediyorlardı. Bu­ nunla beraber yıllar, büyük sosyal ve kültürel değişmeler getirmiş, nice ihtiyar da şehirlere gönüllü olarak koşmuş, ziraat hayatına iyice intibak etmişlerdir. Aynı halin Orta Asya'daki tecelli şeklini Prof. Zeki Velidi Togan'ın, Prof. Ahmet Caferoğlu'nun, Prof. Bahaeddin Ögel'in ve

Prof.

İbrahim Kafesoğlu'nun, Prof. Eberhard ve

Prof.

Radloff,

Barthold ve diğer . ilim adamlarının yazJ}anndan takip et­ mek mümkündür. Bugün ise, Sovyet idaresi, Türk göçebe­ lerini cebri şekilde, kollektif çiftliklere (kolhoz) sevketmek­ te,

hür göçebeleri kolhoz ırgatları haline getirmektedir. B u

ameliyede d e başarı elde etmiştir.

(4) Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1341, sf. 11-12.


149

SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ TÜRK İÇTİMAİ TEŞKİLATI HAKKINDA BİLGİ

Prof. Eberhard, Çin kaynaklarında, Türklere mensup olduklarını kuvvetle tahmin ettiği, bin küsür kabile ve klan ismi bulduğundan bahseder (6). Türk boylarının ismine da· ir bir listeden Prof. Togan şöyle bahsetmektedir : «Kutbed· din Aybek namına 1206'da Fahreddin Mubarekşah Guıi ta­ rafından, Türklerin tarih, dil, hayat, akide ve adetlerinden ve faziletlerinden bahsederek bir eser yazılmıştır, buna bir Türkçe şiir ile beraber Türk kabilelerinin çok ehemmiyetlı bir listesi de ders edilmiştir.» (6). Hun Türklerinden Osmanlı Türklerine

kadar

bütün

Türk şubelerinde, on ikili bir boy ve oymak taksimatı görü­ lür. «Hiong-nu (Hun) teşkilatında onikisi sağ onikisi sol ol­ mak üzere yirmidört bi.iyük memuriyet vardı; memuriyet­ lerin böyle sağ ve sol diye ikiye ayrılışını Tu-kiüler'de (Gök­ türkler) gördüğümüz gibi, sonradan mesela Oğuzların içti­ mai teşkilatında,

Moğollar'da,

Harzemşah'larda,

Memlıik­

ler'de, Akkoyunlular'da, Safeviler'de de göri.iyoruz. Macar alimi Andras Alföldi, Çin serhadlerinden cenubi Rusya boz­ kırlarına kadar muhtelif sahalarda kurulm� ş muhtelif Türk devletlerinde mevcudiyetini iddia ettiği çifte hükümdar mü­ essesini de bununla alakalı bulmaktadır» ('). Osmanlı Türk­ leri devlet teşkilatında da, bu sağlı sollu, onikişerden yirmi­ dörtlü boy düzeninin aynen yaşadığını görüyoruz. «Osmanlı devleti teşkilatında sağ kol, sol kol olmak üzere ikili düzen esaslı bir kaide olarak yer aldıktan başka, 24'lü düzene ait de bazı misaller vardır. Mesela Rumeli eyaleti 24 sancağa ay-

(5)

Prot. Dr. W. Eberhard, «Türklye'de Sinolojinin Vazifele· riı>, Çığır Dergisi, 1941, sayı 99. (6) Prof. Dr. z. Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş. İstanbul, 1946, st. 146. (7) Prot. Dr. · F. Köprülü, aynı makale, sf. 391.


1 50

MiLLt KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

rıldığı gibi, Diyarbakır eyaleti de sekizi yurtluk, beşi ocaklık olmak üzere 24 sancak idi...» (8) . Kaşgarlı'nın bahsettiğine gö­ re 24 Oğuz boyunun kendilerine mahsus ayrı damgaları var­ dı. Her dört boyun ise, müşterek bir Ongun'u (Töz'ü, to­ tem'i) vardı. Bu totemler, çok - eski devirlere ait olsalar ge­ rektir. Bugün Anadolu'da bazı hayvanların uğurlu veya uğur­ suz sayılmaları, tekin sayılmamaları o günlerden kalma si­ lik izler olsa gerektir. Mesela, tavşan'ı uğursuz sayma, ayı­ dan çekinip adını anmama, kurttan korkarak canavar veya « Peygamber köpeği » diye anma gibi, Edremit Türkmenleri­ nin kurda peygamber köpeği dediklerini biz kendimiz gör­ dük. Çuvaşlar da kurda « Peygamber iti » adını verirler, Ya­ kutlar ise aynı hayvan için «Kuyruklu» adını verirler (0). Ay­ dın bölgesinde akrebin adı « kuyruklu» dur. Yirmidört Oğuz boyunun ayrı damgaları vardı. «Kaşgar­ lı ve Reşideddin'in listelerinde, boyların damgaları da veril­ miştir... Salgurluların paralarında Salur damgası görüldüğü gibi, Akkoyunlu paralarında Bayındır ve Osmanlı hükümda­ rı il. Murad'ın bazı sikkelerinde de Kayı damgası bulun­ maktadır. Akkoylınlular damgalarını yalnız paralarına değil, yaptırdıkları eserlere, resmi vesikalara, bayraklara da koy­ durmuşlrdır. Herhalde II. Murad'ın haleflerinin paralarında Kayı damgası görülmüyorsa da, hükümdarlara ait şahsi eş­ yalarda, toplar da dahil olmak üzere, silahlarda bu damga­ ya sık sık rastgelinmektedir.» (10) .

Kürt adıyla anılan, aslını unttuğuna, Türkmenliğini kay­ bettiğine inandığımız kabileler de de 24'lü boy teşkilatına rastlıyoruz. « Safevi devrinde Karabağ'da yaşayan ve 24 oba-

(8) Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara, 1967, sr. 206. Pro!. Dr. Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, An­ kara, 1968, sf. 626. (10) Pro!. Dr. Sümer, aynı eser, sf. 204.

(9)


SOSYAL YAPIMIZ

VE

İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

151

dan meydana gelen bir topluluk da, teşkilatına uygun olarak, « Iğirmi Dört» adını taşıyordu. Şeref Han, bu topluluğun Kürd menşeli olduğunu söylüyor. Yine ona göre, kendi men­ sup bulunduğu Bitlis dağlarındaki Ruzegi adlı Kürd boyu­ nun 24 obadan müteşekkil olup, bunlardan 12 obanın Bilba­

si ve 12 obanın da Kovalsi adını taşıdığını söylüyor» (11) . İç­ timai teşkilatta bu derece bir taklit düşünülemiyeceğinden, bu

boyların

eski

Türk

geleneğini

devam

ettirdiklerine

hükmolunabilir. Slavlaşmadan önceki Tuna Bulgarları'nın da adı geçen 24'lü teşkilata sahip bulunduklarını, Köprülü, Kurat ve di­ ğer araştırıcılar gösteriyor. TÜRK İÇTİMAİ ZÜMRELERİNİ SINIFLANDIRMA DENEMELERİ Türk sosyolog ve tarihçileri, bugüne kadar Türk kavmi ve içtimai zümrelerine ait ortak bir terminoloj i üzerinde an­ laşmış değillerdir. Bir içtimai heyetin, başka başka terimler­ le ifadeye çalışıldığı sık sık görülen bir haldir. Ziya Gökalp, İmam Maverdinin «Ahkam-ı

Sultaniye»

kitabında, kavmi

zümrelerin tasnifini gösterdiğini, bu tasnifi Hz. Ömer'in ka­ bul etmiş olduğunu belirterek, eski Arapların « Şaab, kabile, amare, batn, fahz, fasile» şeklindeki ensap silsilesini biraz değiştirerek, «kavim, şaab, kabile, amare, batn, semiyye, ta­ li semiyye» şeklinde sıralıyor ve aile zümrelerini de «usbe, ehil, ayaı (baba, ana ve çocuklardan ibaret aile) » olarak sı­ nıflandırıyor. Bu tasnifi esas alarak Türk kavmini de şöyle bir sınıflandırmaya tabi tutuyor : «Türk kavmi uruklardan mürekkeptir diyerek, «uruk »tan sonra gelen zümrelere sıra­ sıyla şu isimleri veriyor : «Cil, il, kul, boy, bölük, tire, yarım(11)

Aynı eser, sf. 207-8.


MİLLİ K'ÖLTÖRÜMOZ VE MESELELERİMİZ

152

tire, fasile, soy, ocak, akev» (12). Bu tasnif denemesinden sonra bu hususta şunları kaydediyor : «Arap ve Türk ıstı­ lahlan zahirde birbirine mütenazır olmakla beraber, dela­ let ettikleri zümreler arasında farklar vardır. İki taraftaki ailevi zümreler ayni enmuzeçten olmadığı gibi, Türklerde kavmi zümreler çok mürekkeptir. Demek ki, yukarıdaki te­ nazür tamamiyle doğru değildir» diyerek, açıklamasına şöy­ le devam ediyor : «Aşiretler merkezi sıkleti haiz zümre esas olmak üzere, tasnif edilmiştir. Bir aşirette merkezi sıklet (se­ miyye) de ise ona (semiyyevi aşiret) namı verilir. Avustural­ ya aşiretleri bu sınıfa mensuptur. Bunlara (basit totemli aşi­ retler) adı verilir. Merkezi sıklet (batn) da ise ona (batni aşiret) namı verilir. Şimali Amerika Hindlileri bu sınıfa mensuptur. Bunlara (mütekamil totemli aşiretler) denilir. Merkezi sıklet (amare) de ise buna (amarevi aşiret) adı ve­ rilir. Amerika aşiretleri bu enmuzece mensuptur. Bunlarda artık totemizmden eser kalmamıştır. İki evvelki sınıflarda (maderi nesep) esas iken, bu enmuzecde (pederi nesep) ha­ kimdir. Merkezi sıklet (kabile) de ise, buna da (kabileyi aşi­ retler) denilir. Arap aşiretleri de bu enmuzece mensuptur. Merkezi sıklet (şaab) da ise, buna da (il) namı verilir. İşte Türk illeri bu enmuzecdendir. İl, aşiret mahiyetinde değil, küçük bir millet tabiatındadır. Binaenaleyh Türkmen ille­ rine göçebe olduklarına bakılarak aşiret denilirse de, haki­ katte aşiret enmuzecinden uzaklaşmışlardır. Çünkü kan da­ vasını kaldırarak,

küçük bir hükumet

şekline girmişler­

dir» {13). Prof. Sadri Maksudi Arsal, eski Yunan, Roman ve Cer-

( 12) Ziya Gökalp, cEskl Türklerde İçtimai Teşkila.t İle Man­ tıki T'asnitler arasında Tenazür», Milli Tetebbular, Cild 1, sayı 3, 1331. (13) Ziya Gökalp, «Aşiretler Hakkında Sosyoloji Tetkikleri>, Doğu Mecmuası, sayı 9-11, 1943.


BOSYAL YAPIMIZ

VE

İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

1 53

man dillerindeki, kelimeler yardımıyla, Türk içtimai zümre­ lerini isimlendirmeğe çalışır. Şöyle ki : Aileler ittihadı (soy =

gens

=

genos); soylar ittihadı (oymak

maklar ittihadı (ok şu

açıklamada

=

=

curia, fratria) oy­

tribus, file). Sadri Maksudi devamla

bulunuyor :

• Yakut

oymaklan

birleşerek

«COn» (Yakutça halk, ahali, kalabalık ve kabileler ittihadı manalannı ifade eder) meydana getirirler ... Con, Romalılann tribus,

eski

Türklerin

c Okı>lanna

tekabül

ediyordu» (14).

Merhum Sadri Maksudi Bey, Oğuz'u bir Türk şubesi olarak görmez, bir oklar ittihadı olarak kabul eder. Bu hususu şöyle açıklar : « Bir zümrenin diğer beşeri zümrelerle mü­ cadele, onların tecavüzüne karşı kendi hayat ve mevcudiye­ tini muhafaza zaruretinden oymaklar ittihadı «Ok»lar (tri· bus) zuhur eder. Bunlar da daha geniş bir içtimai birlik kurdukları zaman «oklar,,ittihadı «Oğuz» (Confederation de tribus) meydana gelir. Oymak, ok ve oklar ittihadı içtimai olduğu kadar da siyasi teşekküllerdir» (15). Prof. Sadri Maksudi'nin yukarıdaki tebliğini, bahsi ge­ çen Türk Tarih Kongresinde merhum Prof. Mükrimin Ha­

lil Yinanç şöyle tenkid etmiştir : «Anadolu'da ve Yakın­ şark Türklerinde kabile teşkilatı başkadır. Evvela uruk, sonra oymak, badehu boy, daha , sonra ulus, ondan sonra da il gelir. Nitekim Uzun Hasan Bey in Amasya valisi olan Şeh­ zade Bayezid'e yazdığı mektuplarda «Oğuz ili ve Bayındır ulusu» ibaresi geçmektedir» (16). Aynı konu ve tebliğ üze­ rinde yaptığı tenkidde Abdülkadir inan şunları söylemiş'

(14)

Prof. Dr. Sadri Ma.k.sudi Arsal, «Eski Türklerdeki Soy ­ Oymak Teşkilatının, .. >, iV. Türk Tarih Kongresi, Anka­ ra, 1952, sf. 11 1-120. ( 15) Prof. S. M. Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İst. 1947, sf. 348.

(16) Tarih Kongresi Kitabı, sf. 122-3. Eski Bulgar'lann «On ­

Ogurı> On - Oğuz - On - Ok? Hara day anm asını da dikkate

alm alıdır.


1 54

MİLLİ KÜLTÖR'OMttZ VE MESELELERİMİZ

tir : « Eski Türk teşkilatında soy, oymak v.s. birliklerini ifa­ de eden terimleri tasnif tecrübesi rahmetli Z. Gökalp ta­ rafından yapıldı. Gerek onun ve gerek S. M. Arsal'ın tasnif ve bu tasnif için kullandıkları terimler çok karışıktır. Türk­ lerin boy teşkilatını ifade eden boy, ulus, il, oğuş (Yakutca

us), oba, ok v.s. gibi terimler onbirinci asırla (Mahmud Kaşgari'de) bile ittiradlı değildir. Mesela boy bir yerde ka­ bile, bir yerde kavim, bir yerde nas diye tercüme edilmiş­ tir. «Boy» kelimesine «kabile» dediği gibi, «Oba»ya da «ka­ bile» diyor. Bir yerde Yıva kabile, diğer yerde batın ile karşılanıyor. Tasnifler ancak muayyen bir asır yahut iki üç asır için yapılabilir. Bir asırda oymak yahut soy dediğimiz zümre, iki üç asır sonra büyük kabile hatta kavim olur, yeni oymaklar türer» ( 17) . Abdülkadir İnan Beyin i fadesinin son kısmına biz ka­ tılmıyoruz. Boylar, oymaklar büyüyüp, · küçülebilir. Bu hal, içtimai heyet ve zümre isimlerinin d e değişmesini gerektir­ mez. İçtimai kadroları, yeni zümreler doldurur. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu şöyle bir sıralama yapıyor; kemik manasına gelen söyük ı(müşterek bir menşe ve ec­ dattan inen fertlerin birleştiği bir ünite). klan (siyasi, içti­ mai ve ekonomik esaslar üzerine kurulmuş bir teşekkül ma­ hiyetindedir) . Birincisi kapalı bir muhit haricine çıkmayan zümre, ikincisi kolayca değişen ve hatta ortadan kalkan bir teşekkül idi. Her ikisinin biı'leşmesi ile, daha kuvvetli ve idari değeri haiz yani oymak adını alan tribü vücude gel­ mekte idi... Kabile, bazan büyük bir federasyondan vücuda gelirdi bazanda büyük, bir klanın idari hakimiyetini kabul ederdi. Bu takdirde, yeniden tamamiyle yeni bir ad altında birleşik bir klanlar koalisyonu vücuda gelmiş oluyordu. Bu kabil klanlar birliği, Türk onomastiğinde esas kabile adı ·

( 17)

Aynı eser, sf. 1 24.


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

155

yanında bir de koalisyon'a girenlerin sayısını belirten ra­ kamlar ilavesiyle ifade edilmekte idi. Mesela : Tokuz Oğuz, Tokuz Tatar, Üç Kunkan, Otuz Tatar, On Uygur gibi. Bun­ ların vücude gelmesiyle, bozkırlarda yeni ulus, yahut il hat­ ta yurt adı altında göçebe bir devlet kurma sistemi de vücu­ da getirilmiştir ki, bunlar ekseriya birbirinden farklı etnik birlikler kompleksinden terekküp etmişlerdir. Lakin seyyar bozkır hayat şartlarına bağlı tribü, ulus, i.I teşekkülleri kemik ve klan birliklerine nisbetle daha az sağ­ lam ve sabit idiler. Bunların istikrarı her şeyden evvel gün­ delik hayat ihtiyaçlarına bağlı bulunmaktaydı, zaruret icabı ansızın toplanılır ve dağılır idi. Mütemadi değ.işmeler

il, ulus ve tribünün en karakteristik bir vasfı halini almıştı. {18) . Kazak'ların içtimai yapısını ele alan yabancı bir sosyo­ log, tayfa'dan (taife) orda'ya kadar giden bir sınıflandırma yapıyor. Yazar, Kazak içtimai bünyesini önce «Akkemikler» (varlıklılar, imtiyazlılar) ve «Karakemikler» (halk) diye iki­

ye ayırdıktan sonra, « Tayfa»yı (Klan'ı) ele alıyor. Bazı yer­ lerde buna «Taife» de denmektedir. Tayfa'ların başında «Ak

sakal» denen yaşlı, nüfuzlu kimseler bulunmaktadır. Sovyet idarecileri bu içtimai teşkilatı felce uğratmış oldukları hal­ de, geleneği yıkamamışlar ve aksakal'ların otoritesini sarsa­ mamışlardır. Nitekim, bir müddet evvel, Özbekistan ve Türk­ menistan kolhozlarında, gençlerin pasif mukavemeti önün­ de;: aciz kalan Sovyet idarecileri, aksakalların nüfuz ve oto­ ritesine sığınmak zorunda kalmışlardır. Adı geçen sınıflandırmada tayfa'dan sonra «sök» (fratri) gelmektedir. Tayfa'lar (klanlar) daha sağlam

birliklerdir.

Birlikte göç ederler. «Sök»ler ise, tayfa'ların savaş veya baş­ ka zaruretlerle bir araya gelmesinden ortaya çıkan, pek sa-

( 16) Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, 'Iürk Dili Tarihi: cilt il, 1964, sf. 2'3-25.

İst.


156

MİLLİ KÜLTÜRÖMÜZ VE MESELELERİMİZ

bit olmıyan birliklerdir. Yinniden fazla tayfa (klan) veya birkaç sök (fratri) bir araya gelerek u uruk»u meydana ge­ tirirler. Başlarında «Bi» (Beğ) vardır. Uruk'lann birleşme­ sinden «Drda»lar meydana gelir. (19). Bütün bu misaller gösteriyor ki, üzerinde anlaşılmış or­ tak terimler mevcut değildir. Biz Türk etnolojisi sahasında büyük otorite olduğuna inandığımız Prof. Abdii.Ikadir İnan'ın yukarda naklettiğimiz bilgilerine ve kendi araştınnalannuza dayanarak, bir tasnif denemesinde bulunacağız. Tabii, tarihi, sosyal ve kültürel bir varlık olan «millet» manasını vermemekle beraber, kısmen ona yaklaşan « Bu­ dun» kelimesinden başlayarak, «Aile »ye kadar uzanan bir sı­ ralama içinde, açıklamalarımızı yapacağız. Hemen belirtelim ki, bu terimlerin çoğu bugün ortadan kalkmıştır. Toprağa yerleşme, sosyal ve kültürel değişmeler, sosyal teşekkül ve şekillerin dağılıp kaybolmasına yol açmıştır. Bununla bera­ ber bu günün «Türk milleti» haline gelişimizdeki, seyri, ta­ rihi ve sosyal vetireyi takip etmek bakımından böyle bir bilgi son derece lüzumludur. BUDUN Tarihi kaynaklarda kavim ve halk manasına gelmekte­ dir. « Orhun yazıtlarında Çin gibi yabancı bir kavme budun denildiği gibi, Türk olduklarına şüphe olmayan Kırgız, Kar­

luk, Oğuz topluluklarına da budun denilmektedir. . . Yusuf Has Hacip, « Kutadgu Bilig» de budun kelimesini çok kulla­ nıyor. Peygamberin na'tinde «budun» kelimesini «hal.k» an­ lamında kullanıyor :

(Sevgili peygamberi esirgeyen Tanrı

gönderdi, o halkın seçkini, kişinin iyisidir) . .. (Halka rehber ve kişinin en iyisi olan akıllı ilbeyi ne diyor, dinle) . .. XIV.

( 19)

c. D. Forde, Habitat, Economy and Society, London, 1964, sf. 321.


SOSYAL YAPIMIZ

VE

İÇTİ MAİ TEŞKİLATIMIZ

1 57

yüzyıl başlarında yazılan Kısas-ı Enbiya'da ve bu yüzyılın or­ talarında Altın Orduda Saray kentinde yazılan « Hüsre vü Şirin» de budun kelimesi çok geçer. Faka t XV. yüzyılda ya­ zılan eserlerde, hele Çağatay edebiyatında budun kelimesine rastlanmaz. Bu devfrde eski ubudun» terimi yerine « ulus» kelimesi geçmektedir.» (20) . Bir Türk Hakanı, ueb ve, ubudun» dan şöyle bahseder : «Adım El Togan Tutuk; ben semavi (veya ilfilıi) elimin elçisi idim. Altı müttefik buduna beğ idim»

(21). Göktürk harfleri

ile yazılmış Yenisey nehri kıyılarındaki Kırgız Türklerinin yazıtlarında, Beş-Balığ'da oturan Basmıl Türklerinden « Ugu­ şım, budunumıo diye bahsediliyor

(22).

Kaşgarlı Mahmud'un büyük eserinde de «budun», «halk, kavimıo manalarında kullanılmıştır. Buna dair bir:kaç misal verelim :

« Budun tcrildi

sakladı

bütün halk birbirinden saklaştı, gizlendi... Budun

=

=

halk

toplandı ...

Budun kamuğ

ekşi suratlı sıkı adam bakmaz... Budun yuş boldı kıştı... Budun yığıldı halk toplandı» (23).

=

halk sı­

=

EL (İL). Kavmi olmaktan çok, siyasi bir teşekküldür. Buhranlı, karışık devirlerde bir araya gelen ulus, boy ve U!ukların, teş­ kilatlarını bozmadan siyasi bir teşekkül meydan� getirdikle­ ri çok görülmüştür. İl de bunlardan biridir.

<·

t » harfi ile

değil, yumuşak bir « E » sesi ile okunması gerekir. Kaşgarlı

(20) Prof. Abdülkadir İnan, Ma.k:aleler - İ ncelemeler, sf. 629. {21) Hüseyin Namık Orıkun, Eski Türk Yazıtlan, İstanbul, 1940, cilt 111, sf. 31. {22) Bahaeddin Ögel, Türk Kiiltürünün Gelişme Çağlan, is­ t?. nbul, 1971, cilt il, sf. 28. ·(23) Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lılg4ti't-Tüıık., Besim Atalay tere., il 127, 216, 250 ve HI.


158

MİLLİ KÜLTÜRtiMüZ

VE MESELELERİMİZ

Mahmud'un Divan'ının bir çok yerinde bu kelime ile ilgili misaller verilmiş, açıklamalar yapılmıştır. Bir ikisini göste­ relim : «El kalır törü kalmas el bırakılır, töre bırakılmaz... Bey el basdı. .. El bulgandı el karıştı» {24). Arnavutluk'taki « Elbasan» Kasabası «el basmak»_ fi.ili ile yapılmış bir şehir ismidir ve tavası meşhurdur. Ziya Gökalp el ve elçi kelimelerini şu şekilde açıklar � «İl kelimesinin en eski manası (sulh) dür. Mahmud Kaşgari'­ de böyledir. İlçi kelimesi bu manadan gelir. (İlçi) bidayette (sulhçü) manasındaydı. İl kelimesinin ikinci manası da (dev­ let) oldu. Orhun kitabelerinde (il) kelimesi bu ikinci mana­ da kullanılmıştır. Türkler.in aşiret devri tarihten evvel geç­ miştir. Tarih, Türkleri (il) halinde yani göçebe d_evletler şek­ linde görmüştür. Küçük illerde sulh mabudu (Oğan)dır. Di­ ğer yersular aşiretlerini harbe teşvik ettikleri halde, Oğan bunları harpten ve kan davasından men eder... Sonradan halk manasına geldi ... «İlle kara gün bayramdır,» yahut «el­ le gelen düğün bayram ... » Sonra bu, halkın oturduğu ülke ma­ nasına gelmeğe başladı : İç İl, Dış İl, Rµm İli gibi. Daha son­ ralan (yabancı) manasına gelmeğe başladı : Katip benim, ben karibin il ne karışır» (25). Gökalp, «İl»in başında bulunan «İlhan» için «Ha­ kanlar hakanı» deyimini kullanır {26). Osmanlı kaynaklarında da bu kelimenin kullanıldığını. Türklerin Rumeli'yi fethedişlerini, Aydın ve Balıkesir Yörük­ lerinin Rumeli'ye geçişini nakleden İbni Kemal tarihinin şu satırlarından anlıyoruz : « ... Aydıncık nevfilıisinden hayli il =

=

II, 10, 25, 238 ve ili, 221. Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, sf. 35-36. (21i) z. Gökalp aynı eser, sf. 194. (27) Prof. Ömer L. Barkan, «Osmanlı İmparatorluğunda Bir İ skan ve Kolonlzasyon Metodu Olarak Sürgünler>, İkti­ sat Fakültesi Mec., c. XIII. No. 1-4, 1954'den ayn basım, sf. 6.

(24) (25)

Aym eser,


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

159

ve boy geçüp ol kenarda şehir ve köy edindiler ve yerleşti­ ler ... Türkler terekelerin terk idüp akıncılığa gönül berk idüp evlerin barkların bırakıp gittiler. Öküzler satup at ve don tahsil eylediler. Öğendirelerin göndere, sapanların kemana tebdil eylediler. Karesi nahiyesinden göçer - konar hayli Arap evleri vardı... Göçtüler, Rum - İli nahiyetine geçdiler ve ol kenarlarda alınan hisarlar civarında yerleştiler... » (27) . Bura­ da adı geçen «Arap evleri>ınden tarihçi ,«Araplı Yörükle­ ri11nin çadırlarını kastediyor. Yani birçok çadırlı Yörük Ru­ meli'ye geçti, demek istiyor. «Arap» kelimesini «Araplıkla» ilgili zanneden Prof. Ö. L. Barkan, bir netiçeye varamamış, epeyce tereddüde düşmüştür. Bu bahsin açıklamasını ileride yapacağız. Şifahi kaynaklarda da bu kelimeye rastlıyoruz. Pir Sul­ tan Abdal : «Türkmen yaylasına yürümez. Aşiret dağılmış, el bozuk bozuk» diyor.

Bir ata sözünde «El mi yaman, bey mi yaman?» denir. Gene buna cevap teşkil eden bir şekli söylenir : «El bir olur­ sa, bey yaman. » Aşşık (Aşık) Seydi'nin İskan bozlağında : «Oymak oymak ilimizin bozulaşır mayaları11 denir. Buhur (Buğra) dan olma dişi deveye Yörükler «maya» derler ve devenin bağırmasını «bozulamak, bozulaşmak11 sö­ züyle ifade ederler. Barth'ın ifadesine göre, Güney İran'da Fars göçebele­ rinden «Basseri»ler, aşiret teşkilatlarının en yüksek seviye­ sine «İl» adını verirler. «İl» oniki «Tire»ye (soy zümresi) ay­ rılır. (28) . Türk tesiri açıkça görülmektedir. İran'ın Türk gö(28) F. Barth, Nomads of South Persia, Oslo, 1965, sf. 50.


çebelerinden olan 11Şahsevenlcr»de de <ıtirc• ve <ı. t3ife» keli­ melerini buluruz. Of'un «Çataltire Köyüıonün adı da buradan gelmektedir. Çin kaynaklarının Tu-cüe'ler adını verdiği bir Türk ili­ nin hakanları, «Şahsi kudrete bakılarak seçilirıodi. Aynı kay­ naklar, bir «TU» (tuğ) altında toplanan Hunların hakanlan­ na «A-ji» adını verir. «A-ji kışın samurdan bir külah giyer. Yazın külahta altın düğmeler bulunur. Külahın ucu sivri ve sonu kıvrılmıştır. Daha aşağı mevkide bulunanların hepsi beyaz keçe külah giyer» (28). Beyaz keçe külah giyme adeti, Osmanlılarda ve Anadolu Beyliklerinde de devam etmiştir. Orhan Gazi, askerlerinin «kızıl börk»ünü, aak keçe külah• şekline çevirmiştir (30). Antalya ile İzmir arasındaki Türk­ men aşiretleri tarafından büyük saygı gören ve sevilen Ay­ dınoğlu Mehmet Bey de askerlerinin «kızıl börk»ünü, ak keçe külah haline çevirtmiştir (31). Prof. Fuad Köprülü, eski kaynaklarda Oğuz Türklerinin kızıl börk giydiklerinin kayde­ dildiğini nakleder. «Kızılbaş• tabiri buradan kalmadır. Gene bir kültür bağı kurmak, Türk kültürünün devamlılığını be­ lirtmek bakımından şu hususu nakletmeden geçemiyeceğiz. Rasonyi'nin kaydettiğine göre, cRomalılar Hun kemerlerini en değerli ganimet sayıyorlardı• (32). Anlaşılan bu kemerler altun ve gümüşten d i. Biz bu kemerlerin gümüş olanını Sö­ ğüt, Bozüyük Karakeçili Yörüklerinde ve Kürt adı verilen, fakat Türkmen'in ta kendisi olan Siverek Karakeçililer'inde Prof. Dr. W. Eberhard, Çin'in Şimal Komşuları, Ankara. 1942, sf. 68-86. (30) Aşıkpaşaoğlu, Tev4rlh-i Al-1 Osman, Atsız neşri, İ stanbul, 1949, sr. 1 17. (31) Pro!. Dr. Fuad Köprı1lü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, İst. 1959, s!. 49 ve aynı mı1elli!in cAnadolu Beylikleri Ta­ rihine Ait Notlar. Türkiyat Mec. il. 21. (32) L. Aasonyi, Tarihte Türklü'k, s!. 74. {29)


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

161

gördük. Bu kemerler, Hun Türklerinin kültürünün günümüz Türkiyesi'nde yaşadığının canlı şahididir. Kırgız Türklerinde prenslere cManap» adı verildiğini Vambery kaydeder (33). ULUS Prof. Abdülkadir İnan, kelimenin aslının, birçok kimse­ lerin iddiasının aksine olarak, · Moğolca olmadığını söyliye­ rek «Eski Türkçe'de şehir ve karye anlamına gelen ULUŞ terimi Moğol istilasından sonra ş/s değişimiyle ULUS şek­ linde yayılmıştır» diyor ve halk, kavim, devlet manalarına geldiğini söylüyor. Devlet manası «Çağatay ulusu, Çuçı ulu­ su» deyimlerinde olduğu gibi. Şöyle devam ediyor : «Ulus kelimesine ilk defa VIII. yüzyılda, Kül Tegin yazıtında rast­ lanıyor. Yazıtın kuzey yüzüne (in, 12) cenaze törenine ge­ len kavimlerden bahsederken : «kilo batısındaki Sogd, Be­ reçker, Bukarak Ulusta Nen Sengün, Ogul Tarkan kelti» (34). Kaşgarlı Mahmud, •ulus• kelimesinin Çigilce «köy•, Ar­ guca •şehir» manalarına geldiğini söyler (35). Ziya Gökalp

ise, ulus'ları ongun'larına göre ayırarak, - «Türkler eski za­ manda (dört ulus)dan mürekkep (bir İl) halinde idiler» de:ı­ ve bu ulusların Hiyongnu (Hun), Tunguz, Saka ve Kuşan ulusları olduğunu söyler (38) . İsmail Hakkı Uzunçarşıh, Oğuz­ ları bir ulus sayarak, «Türklerin aşiret hayatında Ulus riya­ seti esas itibarile ailenin ve sonra bütün aşiret beylerinin muvafakat ve kararlariyle tevcih edilegeldiğinden, hüküm(33) (34)

A. Vambery, Hlstory of Bokhara, London, 1873, sf. 13. Prof. AbdülI.adir İnan, Makaleler - İncelemeler, sf. 629 30. (35) Kaşgarlı Mahmud, Divan, 1. 62. (36) Ziya Gökalp, cİçtimat TeşkllA.t ile Mantıki Tasnifler Ara­ sında Tenazur. Milli Tetebbular Mec. İstanbul, 1331, c. 1, sayı : 3, sf. 401. -


162

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ

VE MESELELERİMİZ

darlığa getirilen Tuğrul Bey hakkında da bu yolda hareket edilmiştir» (37). Prof. Mükrimin Halil Yinanç'ın, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey'in kendisinden bahsederken «İlim Oğuz, Ulusum Bayın­ dır» ibaresini kullandığını nakledişinden bahsetmiştik. Diğer yandan aynı zat .« İnallu, Karamanlu, Taraklu»ları da «Ulus» saymaktadır (38). Bize göre, merhum hocanın ilk nakli daha doğrudur. Sonuncular, «Uruk» veya uboy» sayılmalıdır. Tö­ reye bağlı, geleneklerini iyi bilen Uzun Hasan Bey'in ifade­ si, en sağlam vesikadır. Buna göre, Oğuz'lar (ve Karluk, Uy­ gur, Peçenek, Ağaçeri, Kıpçak, Kırgız, Uygur, Kuman, Ka­ zak Yağma'lar...) birer «İl» sayılmalıdır. Oğuz'ların yirmi dört boyu birer ulus sayılmalıdır. Türk milleti, birçok «İl»den ve pek çok uUlus»tan meydana gelmiştir. Türk Ulu­ su yok, Türk ulusları var. Fakat ulus'lar tarihe karıştı. Bu­ gün birtek Türk milleti var, uUluğ Türklük» var. Tarihin diyalektik ve materyalist tefsiri iddia ve baha­ nesiyle, dini ve milli bağlan koparmak, milli ve manevi dc­ ğerlerj yok etmek, milletleri ortadan kaldırmak için, ikti­ sadi, sosyal ve siyasi bir doktrin halinde yaratılan, şeytani · dehaların eseri komünizm (Marksizm-Leninizm), insanlığın üzerine kabus gibi çökmüştür. Kültür ihtilali de onun tat­ bikattaki bir tezahür şeklidir. Silahlı bir ayaklanma ile dev­ rilen hükıimetler, yıkılan devletler yanında, cemiyetin sos­ yal yapısının ve kültürünün de tahrip edilip, yerine proleter kültürünün getirilmesi gerekmektedir. Bunu «kültür ihtilali» ile yaparlar. Bu ihtilalin en mühimi, dil sahasında yapılanı­ dır. Merhum Azerbaycanlı Türk milliyetçi fikir adamların­ dan Mirza Bala'nın dediği gibi, Rus Sosyal Demokratlarının (37) Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti (38)

Teşkil4tına Medhal, Ankara, 1970, sf. 21. Prot. M. Halli Ylnanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Dev­ ri, st. 174.


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

163

(sonradan Bolşevik adını aldıtar) babası ve Lenin'in hocası olan Plekhanov, «Her muhteva, kendisine mahsus şekil talep eder» der. Yani sosyalist-proleter kültürü, milli kalıplar içinde sunmağa imkan yoktur. Millet, milli, milliyetçilik ke­ limeleri yaşadıkça, milli kültürün yıkılıp, sosyalist kültürün yerleşmesi beklenilemez. Onun için «ulus, ulusal, ulusçuluk, bağımsızlık, özgürlük» demelidir. Bizim gafiller de buna, «arı dilcilik» aşkıyla, olanca şevk ve gayretle hizmet ederler. Bu hususla Orta Asya'daki tatbikat şöyle oldu : Türk ulus­ larını (Türkmen, Kazak, Kırgız, Uygur gibi) veya illerini, ay­ rı birer millet gösterip, aşiret şuurunu (asabiyetini) teşvik e ltiler. Ayrı alfabe kullandırdılar, Rus alfabesini mecbur tu ttular, lehçe farklarını arttırdılar. Türkiye Türkçesi ile ortak yanların, Arapça ve Farsça asıllı olup, bütün Türk dün­ yasının kul landıgı müşterek kelimelerin atılmasını sağladı­ lar. Atılan h.dimder arasında «millet, milli, milliyetçilik» ke­ limeleri de vardı. Türkiye Radyolarının anlaşılmaması için d ilde her türlü oyunu oynadılar. Türk lehçelerine, Rusça te­ rimler, ıstılahlar soktular. Türkmenlik, Kazaklık, Uygurluk, Özbeklik, Kırgızlık şuurlarını canlandırıp, Türklük şuuıunu söndürmeğe çalıştılar, «Millet»i, «Ulus,. haline sokmağa gay­ ret gösterdiler. Bu durumu Ziya Gökalp elli yıl önce sezmiş ve Türkleri uyarmıştı. Şöyle ki : «Bir ülke dahilinde bulu­ nan muhtelif Türk şubelerinin, ayrı asabiyetler (kabile şuu­ runu kastediyor) teşkli etmesine kat'iyen meydan vermeme­ li, aşiret yahut kabile ve şube mefkureleri varsa öldürülme­ li, canlı ve kuvvetli olarak yalnız («Tür.k müslüman mefku­ resi») bırakılmalıdır. Bütün Türkler, müslüman olduğu için, milliyetimizin esasını yalnız Türklükle müslümanlık teşkil eder. Bunların haricinde evvelden aşiret, kabile, şube mef­ kureleri marazi hadiseler olduğu için, sür'atle tedavisine ça­ lışılmalıdır» (311). Bu nasihati duyan bile olmadığı için, Rus(S9)

Ziya Gökalp, cRusya'daki Tllrkler Ne Yapmalı?», Yeni Mecmua, sayı 38, 4 Nisan 1918, sf. 234-35.


164

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

BOY Kaşgarlı Mahmud kelimenin Oğuz lehçesinde, kabile, aşiret, hısım manasına geldiğini söyleyerek, şu açıklamada bulunur. « Birbirini tanımayan iki adam karşılaştıkları za­ man önce selamlaşırlar, sonra «boy kim» diye sorarlar. « Han­ gi kabiledensin ?» demektir. « Salgur» diye cevap verir. Ya­ t.ı.ut. .. (baş.ka boy adlarından birisini söyler». {45). Bu ifadeye göre Oğuzların 24 şubesi birer «boy»dur. Halbuki Uzun Hasan Bey «Bayındır»ın crUIUS» olduğunu ifa­ de ediyordu. Türkçe konuşan, fakat kendilerine «Kürt» denen Kozan Türkmenlerinden, Aslanlı Köyü halkından Musa Sedefoğlu'­ dan aldığım şu mısralar, «boy» ve «boybeği» kelimelerinin Anadolu Yörük ve Türkmenleri arasında yaşadığını gösterir. Bozuluk bahçesi bağı Yıkılık avlığı dağı Dundarlıeli' boybeği N enni Süleymanım nenni

Refahiye (Orçur)nin, Zenber Nahiyesine bağlı Zaba bey­ lerine «Boybeği» dendiğini duyduk. Osmanlı kaynaklarında cr boybeği» tabiri geçmektedir. Mesela : «·Pilrtek boy beğisi Cafer Bey... », « .. .zikrolunan ce­ maat ve aşiret boy beğlerini ve kethuda ve iş erlerini ve sa­ irlerini . .. » {48) cd..ekvanik Ekradı boybeğisi... ve kethudalan» «Reyhaniye aşireti boybeğisi Mürsel-zade merhum Ahmet Paşa'nın oğlu Mustafa Şevki Bey gelip .. . » (47). (45) DivA.n-ı LQgö.ti't TQrk, m, 141. (46} Ahmet Refik, Anadolu'da Türk Aşiretleri, tst. 1930, sr. 91, 145, 185. (47) Cevdet Paşa, Tezakir, yay. Ord. Pror. Cavid Baysun An­ 'kara, 1963, III, 140.


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

165

lar bu «marazi duygıt»yu kuvvetlendirip, Türkleri parçaladı ve hükmü altına aldı. URUK Bize göre, «Uruk», «ulus»tan küçük, «boy»dan büyük­ tür. Babür'ün cVekayi»inde bu kelimenin manası iki şekilde gösteriliyor : 1 - Hısım, akraba ve taallukat, 2 - Hüküm­ dar eşyası (40). Uygur Sözlüğü'nde de kelimenin iki manaya geldiği gösteriliyor : 1 - Nesil, kuşak, soy, torunlar, 2 - Tohum, ekin. (41). «Uruk sözü eski türkçede kan bağı ile bağlı birlikleri ifade etmek için yerinde kullanılan ·bir deyimdir. Urug veya Uruk sözünün esas anlamı, tohum, nesil, zürriyet ve soy demektir. Fakat aynı söz, Göktürk harfleri ile yazılmış Kır­ gız yazıtlarından beri, çok küçük boylar için de kullanılan bir deyimdir» (42). Kelimenin sonralan uboy»dan büyük ce­ maatleri ifade için kullanıldığı anlaşılıyor. «Onuncu asırda Peçenekler birçok uruğlardan başka, sekiz büyük uruğa ay­ rılmışlardı. Bir asır sonra ise bu uruğlann miktarının on üçe baliğ olduğunu görüyoruz ki bunlar umumi Peçenek adından başka bir de kabile reislerinin isimleriyle yadolu­ nuyorlardı. Bu hadise daha sonraki devirlerdeki Türk ka­ bilelerinde dahi görülmektedir.» (4�). Prof. Z. V. Togan, «uruk»un «oymak», «aris», «soy», «ti­ re», «ara» gibi tali bölümlere ayrıldığını söyler ve «Türkmen uruklan», «Yağma ve Çiği! Urukları»ndan bahseder. (44). ·

(40) (41)

Babür, Vekayi, Ankara, 1946, c. II, sf. 659. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İst. 1968, sf. 266. (42) Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, c. II, sf. 28-29. (43) P. P. ivanbv, «Karakalpakların Tarihine Dair Materyal­ ler», Ülkü Mec., c. XI, sayı 65, 1938. (44) z. V. Togan, Tılrkistan Tarihi, sf. 39, 75, 98.


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

166 1717

yılında Kazak Hanı tarafından 111. Sultan Ahmed'e; hediyelerle beraber bir elçi gönderilmiş, Sultan Ahmed ta­ rafından da Kazak Hanına «Türkistan Beylerbeyi» payesi ve­ rilmiştir. ('1H). OYMAK Kaşgarlı Mahmud'un Divan'ında «Oğuş» kelimesi oymağı ifade etmektedir. {49) Anadolu'nun birçok köy ve Yöriik Türkmenlerinde «oymak» kelimesi bilinmekte ve kullanıl­ maktadır. Güney Doğu Azerbaycan'da, Meraga yakınlarında bir bölgenin adı «Çar-Oymak»tır. Bugün Anadolu yörüklerinin bir arada konup göçenleri bir ccoba» teşkil eder. Beş on ça­ dır bir «oba»dır. Mekan ifade eden bir kelimedir. «Oymak» ise, «Oba» halkının veya bir iki ccoba»nın teşkil ettiği sosyal grubun, içtimai hey'etin adıdır. Söğüt Karakeçilileri, vagon şeklini andıran keçe çadırla­ rına «oba.,, adını verirler. Yeni Osmanlı Yöriiklerinde, çadır topluluğu manasına geldiği gibi, komşu manasına da geli­ yor,' «Oba»nın en yaşlısı oba başkanı olur. Son devir Os­ manlı kaynakları ve Devlet idaresi, «Oba» yerine «mahalle» kelimesini kabul etmiştir. Bugün birçok Yörük boyu, oyma­ ğı da, «oba» yerine «mahalle» kelimesini kullanmaktadır. Bunların başında « kethüda» bulunurdu. Yöriikler «kethü­ da»ya « kıilıya» derler. Konya Ereğlisi köylerine yerleşmiş olan Bekdik'ler «oba»nın hatırı sayılır şahsına «oba başı» adını verirler. «Oymak reisi» mukabildir. Bekdik'lerde «Oba baskını» adı verilen, yarı şaka baskınlar olur. Bekdik'lerde bir ata sözü şöyledir : (48) Merhum Prof. z. V. Togan'ın bir konferansında, merhum Ahmet Bey'in (Zaptiye) tuttuğu nottan. (49) Divan, 1, 61, 88 il, 83, 103.


SOSYAL YAPIMIZ

VE

İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

167

«Oğlunla oba ol, kızınla komşu ol.» Prof. Abdülkadir İnan'ın adı geçen eserinin 6 14 - 16'ncı sayfalarında «Oba» hakkında iyi, zengin bilgi vardır. SOY - SOP «Yakutların bugün semiyyeye verdikleri isim (Sib) ke­ limesidir ki (Soy-Sop) kelimesindeki (Sop) ile müteradiftir. Eski Türklerde (Sop) kelimesi (Soy) manasına olup, gerek (Soy) ve gerek (Sop) kelimeleri bu iki kelimeden müştaktır. O halde (Clan) kelimesinin Türkçedeki mukabili şark Türk­ çesinde (Sop) ve Oğuz Türkçesinde (Soy)dur. (Soy-Sop) ta­ biri ikisinden mürekkeptir... Hatta Diyarbekir'de kadınların ıstılahına göre (Soy) baba cihetinden olan akrabaya, (Sop) ise anacihetinden olan akrabaya denilir». AİLE 1'ürk ailesi hakkında Gökalp, Arsal, lnan, Fındıkoğlu, Kafesoğlu ve diğer düşünürlerin yazılarından istifadeli bil­ giler edinmek mümkündür. Bizim de bu konuda bir iki bro­ şürümüz vardır. Türk aile yapısını ve geçirdiği değişmeleri, ilmi izahlara kavuşturabilmek, uzun çalışmalara ihtiyaç gösterir. Bu iş başarılabilirse, hacimli bir eser ortaya çıkar. Burada kısaca ifade edelim ki, Türk aile yapısı; ne pe­ derşahi (patriyarkal, ataerkil), ne maderşahi (matriyarkal, anaerkil), ne de ana hukukuna tabi (maderi) idi. Türk aile­ si, Gökalp'in doğru olması muhtemel olan görüşüyle, Pederi (baba hukukuna tabi) idi. Bu tipte evin ve aile ocağının baş. kanı baba olmakla birlikte; ana ve çocukların da söz hak­ kı vardır. Onlarla görüşülür, müşavere edilir. İstisnalar bir yana, Türkler hep tek kadınla evlenirler­ di. Evlenme, dışardan olurdu (ekzogami). Üç, beş veya yedi


168

MİLLİ

KÜLTÖRÜMOZ VE MF.SELELERİMİZ

göbeğe kadar evlenme yasağı vardı. Anadolu'da ve belki de Oğuzlar arasında bu yasak kalkmış; kardeş çocukları bile evlenir olmuştur (endogami). Bunun zararlarını, bugünün tıbbı gösteriyor. Kadının cemiyette saygılı bir yeri vardı. lbni Batuta'nın, lbn Fazlan ın yazdık.lan ve kendi kaynaklanmız bunun deli­ lidir. Sağlam esaslara dayanan Türk ailesi, cemiyetimizin, mil­ letimizin sağlam taşlarıdır. - Onu ideolojiler, seks edebiyatı ve filmleri soysuzlaştırmazsa, devletimiz ve milletimiz ebed -müddet olacaktır. '

«TÜRK» ADI HAK.KINDA Hüseyin Namık Orkun'un yazdığı gibi, «Türk», «mukad­ des soyumuzun ebedi adıdır.• Yazarını heyecana garkeden bu ifade bize de heyecan vermelidir. Sadece bugün yeryü­ zünde yaşıyan Türkler değil, en azından iki bin sene önce­ sine kadar varan bir geçmiş içinde yaşamış bulunan mil­ yonlarca insan (atalarımız) ve bizden sonra yaşayacak olan torunlarımız, hep bu « mukaddes Türk soyuna• dahildir. Akan bir nehrin sulan gibi, zaman suyu içinde gelip geçen ve «İla­ hi vazifesini» yerine getiren bir soy bir kavim. Kaşgarlı Mah­ mud'un rivayet ettiği Hadis-i Kudsi'deki ifadeyle, Doğu'ya yerleştirilmiş ve insanlığa adalet götürmek, mazlumu koru­ mak, zalimi ezmek için hizmete çağırılmış bir soy. Mevlana, bir şiirinde soyumuzu şöyle anlatır : Türk odur ki onun korkusundan köy lulricden emin olur. Türk o değildir ki tamahkdrlığı yüzünden her uygunsuzun şamarı altında kalır. Şamarını yer. » Türk kavmi, çeşitli şube ve kollara ayrılır. Bunlar : Oğuz (Türkmen, Karluk, Ağaçeri, Çiğil, Kalaç), Uygur, Kazak, Kır­ gız, Kuman-Kıpçak (Kının ve Kazan Tatar'larının aslı), Baş­ kurt, Bulgar (Bugünkü Slav'laşanlar değil, eski Bulgar'lar),


BOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

169'

Peçenek, Hazar, Yağma, Avar, gibi Türk şubelerini sayabili­ riz. Şimdi bunlar ve kollan hakkında gayet kısa bilgiler ver­ meğe çalışalım. OGUZ {TÜRKMEN) Türklüğün en büyük, en kalabalık bir şubesidir. Bu­ na «Ulus» değil, «İl» demek gerektiğini daha önce söyle­ miştik. Oğuz İli, gönül rızası ile Müslüman olduktan sonra «Türkmen» adını aldı. Azarbaycan Türkleri, Irak Türkleriy Anadolu Türkleri, Rumeli Türkleri, hep Oğuz Türk'üdür. Türkmendirler. Batı Türkistan'da, Sovyetler tarafından kur­ durulmuş sözde Türkmenistan Cumhuriyeti halkı da Türk­ men'dir. Afganistan Türkleri'nin bir kısmı da Türkmcn'dir. Oğuz'lar (Türkmen)ler Anadoluyu taşı ve toprağı ile Türk­ leştirdikten sonra, yavaş yavaş yerleşik hayata geçtiler. Gö­ çebeliğe devam edenlere Türkmen denilmekle beraber, bu tabir daha ziyade yarı göçebeler için kullanılır oldu. Göçe­ belere « Yörük» denildi. Bu kelime « Yörümek»ten

gelir.

« Yüğrük at» misalindeki, canlı, hareketli, kabiliyetli anla­ mını veren « Yüğrük» kelimesinden yapılmış, «Yürük» keli­ mesi ile, « Yörük»ün ilgisi yoktur. Manalar başka başkadır. Bazı tarihçi ve araştırıcılar, kelimeyi yanlış kullanmaktadır­ lar. Oğuz'lar hakkındaki güzel bilgiyi Kaşgarlı Mahmud ver­ mektedir. Arap ve Fars kaynaklannın verdiği bilgiyi ve Oğuz­ ların ahvalini, Prof. Faruk Sümer ve Prof. Osman Turan, Prof. Mükrimin Halil Yinanç ve Prof. İbrahim Kafesoğlu'­ nun eserlerinden takip etmek mümkündür. Oğuzlar önce « Bozok» ve « Üçok» diye iki kola ayrılıriar. Bu ana kollar da onikişer « Ulus» veya « Boy»a ayrılır. Böylece Oğuz ili, 24 Ulus veya Boy'dan meydana gelir. Bunlar : «Kayı» (Türki­ ye'nin muhtelif yerlerinde 25 Adet Kayı köyü vardır) ; «Ka­

ra - Evli» (Bu isimde 8 köyümüz vardır) ; «Yazır» (17 adet


170

MİLLİ

K�TÜRÜMÜZ

VE

MESELELERİMİZ

köy adı); «Avşar (Afşar)» (Bu isimle anılan 48 köyümüz mevcuttur. Avşar köyleri daha çoktur, fakat hepsi Avşar is­ mi almamış, oymak isimlerile anılmakta bulunmuştur. Sade­ ce Kayseri'de yüzelli kadar Avşar köyü mevcuttur. Isparta'­ nın Gelendos t kazasında on kadar, Adana, Maraş arasında ve muhtelif yerlerdeki Avşar köylerinin toplamı birkaç yüzü bulur) ; «Karkınıı (13 Karkın köyü vardır) ; «Bayındır» (20 adet bu isimde köyümüz vardır. Ayrıca İzmir'in bir kazası­ nın adı da Bayındır'dır) ; «Peçenek (Becenen) » (iki köy) «Çavuldur» (Çavundur) (Onbir köy), «Çepni>ı (Köy adları­ mızda onsekiz kadar Çepni köyü vardır. Halbuki Karade­ niz sahillerinin, Rize'den Sinop'a kadar uzanan kıyılar hal­ kının büyük ekseriyeti Çepni Türklerindendir. Vaktiyle bu­ ra Çepnileri Alevi idiler. Sonradan Sünnileşerck, Çepni adı­ nı kaybettiler, köylü ve şehirli haline geldiler. Yiğit Çepni­ ler vaktiyle kadını ve erkeği ile, Rum - Pontus devletine kar­ şı kahramanca savaşmış, onların muntazam askeri birlikle­ rini geri püskürtmüşlerdir. Halen Gerze, Ünye dağlarında, Giresun'un Anadolu'ya bakan yaylalarında, Çayeli'nin u Bü­ yükköy Nahiyesi»nde çok sayıda Çepni olduğunu duyduk. Giresun'un

Dereli'sine

bağlı

«Yıldız Köyü»

ve

Espiye'ye

bağlı « Elmalıbelen Köyü» halkı, Çepni'dir. Balıkesir - Aydın bölgesinde dırlar.

«Çepni»

Balıkesire

değil, bağlı

cc Çetmi»

olanlar:

adıyla

Karagedik,

anılmakta­ Karaman,

Çukurhüseyin, Macarlar, Söğütkırı, Soğanbükü, Kabakdere, Kepsut; Sındırgı ve Bigadiç'e bağlı Çepni köyleri Kocasi­ nan; Güvem, Kozpınar, Akyar, Elyapan, Yumrukluçetmi, İn­ kaya, Kuşkaya köyleri. Aydın'ın Söke'sine bağlı_ Sofular ve Terziler köyleri hep Çepni köyleridir); «Salımı (beş Salur köyümüz vardır. Salurlar, Yalvaç ve Karaman boylarına ay­ rılır. Isparta Yalvaç'ın bir mahallesinin adı cc Salur»dur. Bur­ dur'un Karamanlı Nahiyesi, eski Karaman'lılar tarafından kurulmuştur. Konya Ermenek tarafında, epeyce Karaman


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTIMA.i TEŞKİLATIMIZ

171

köyü vardır. Suriye'de Lazkiye Vilayetine bağlı Bayır - Bu­ .cak nahiyelerinde iki Karaman köyü vardır. Bugün hala Türkçe konuşmakta, Türklüklerini bilmektedirler); «Ala Yıındlu» (bir köy vardır) ; «Eymür» (yirmidört köy adı var­ dır. Ömrünün en kıymetli yirmibeş yılını, Osmanlı arşiv kayıtlarına veren kıymetli bir dostumuzun verdiği bilgilere göre, Rumeli'de, Varna'da onaltıncı asırda iki Eymür köyü vardı : Eymiroğlukuyusu Köyü ve Eymiroğulları Köyü. Bun­ dan sonra Rumeli köylerine ait vereceğimiz bilgi, aksi gös­ terilmedikçe, bu kaynaktandır.) «Bayat» (Otuzbir Bayat kö­ yümüz vardır. Kerkük'te de birçok Bayat köyü bulunmak­ tadır. İran'da da Bayat'lar ve Bayat köyleri olduğu bilin­ mektedir). «Kınık» (İzmir'de bir kazanın adıdır. Selçuk­ oğullan da bu boya mensuptur. Otuzsekiz tane Kınık isimli köyümüzün varlığı biliniyor. Hüseyin Namık'ın yazdığına göre, sadece Isparta'da beş adet Kınık köyü olup, köy ad­ lanmız kitabında mevcut bulunmamaktadır); «Yıva» (Otuz kadar köy); «Iğdır» (Onbeş kadar köy adı); « Yüregir» (altı köy); «Dodurga» (onbir köy); «Döger» (Sadece Urfa, Sive­ rek'te bir köy); «Kızık» (Onyedi köy). Mevcut Oğuz boy ve köyleri bunlardır. Urfa ve Kayseri Sarız'da Badıllı adı ve­ rilen ve Türkçeyi unutmuş olan ve Anadolu'nun diğer ta­ raflarında da bulunması gereken Beğdili'lerle ilgili köy ad­ lanna rastlanamamıştır. Doğrudan doğruya «Oğuz» adını alan yedi köyümüz vardır. «Türk» ve «Türkmen» adlarıyla kayıtlı altmışbeş köyümüz mevcuttur. Yirmibir köyümüz de «Yörük» adı al­ mıştır. Urfa'nın Birecik Kazasında bir köyümü;zün adı da «Bozok»tur. Ege'de birçok köy Türkmen olduğu gibi, Afycm'un Emir­ dağ'ına bağlı köylerin çoğu Türkmen köyüdür. Dinar'ın Dombayovası ve Çölovası'ndaki köylerin çoğu da Daniş­ mend Türkmenidir. Keskin'e bağlı Türkmen köyleri : Meh­ metbeyobası, Kenanbeyobası, Büyükoba, Halifeli, Gazibeyli,


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

172

Konur, Efend.iköyü, Eminefendiköyü, Armutlu, Maşatlı, Ke­ venli, Battalobası, Karakasıklı, Danacaobası, Hacıaliobası, Göçbeyli, Olunlu,

Solaklı,

Hacıömersolaklısı, Dağsolaklısı,

Kayasolaklısı, Kavurgalı ve Kaçak köyleri ; Akşehir civarın­ daki Taahhütlü Köyü de Türkmen'dir. Batı Türkistan ve Afganistan'daki ke»

Boyu,

«Tohtamış» ve

«Otamış»

Türkmen'lerin «Te­ oymaklarına

ayrılır.

Otamış'ın sonraki şekli «Ôdemiş»tir. İzmir'e bağlı bir ka· zamızın adı ,.Ödemiş olduğu gibi, Kırşehir, Çankırı ve Zon­ guldak'a bağlı bu isimde üç köyümüz vardır. Afganistan Otamış Boyu veya oymağı, « Bahşi» ve uSıçmaz» oymakla­ nna ayrılır. Bahşi'lere Türkiye'de

Bahşiş

Yörüğü

denir.

Bunlar yazın Hadim - Ermenek arasında Barcın Balgusan ·

yaylalarında ve kışın Anamur, Gülnar köylerinde kışlayan Yörüklerdir. «Sıçmaz» İzmir, Aydın bölgesi Karatekeli'leri­ nin bir oymağının adıdır ki, Afganistan Teke'lilerine aynen uymaktadır.

İzmir'in Cumaovası, Tekeli ve Tire'ye bağlı

Alaylı, Doyranlı köyleri, Aydın'ın Selatin, Balatcık köyleri; Adapazarı Karasu Kazasına bağlı bir iki Yörük köyü ve Ba­ lıkesir'de birkaç köy ve Samsun Bafra'sına bağlı «Yörükler Köyü»

halkı

Karatekelidirler. XVI.

Asırda

Varna'da

bir

« Tohtamış Köyü» ve Bahşiş'lerin kurduğu iki köy vardı. Karakeçililer : Ertuğrul Gazi Torunları olduklarını, Ka­ yı Boyundan geldiklerini söylerler. Bozüyük'e bağlı Karake­ çililer :

Kızıltepe, Yörükçetmi (Dibekli), Bozaslan, Dardere,

Eceköy , Oğlakçı (yeni adı : Aşağıarmutlu), Muratdere, De­ realmacık, Aksutekke, Kızılcapınar, Çayderc, Kapanalan, Ku­ yupınar köyleri. Pazaryerine bağlı olanlar :

Bakraz (Yeni

adı : Günyurdu) . Küçükelmah köyleri. Eskişehir'e bağlı köy­ ler : Aşağıguzfındık, Yukarıguzfındık, Kartal, Dutlu, Yusuf­ lar, Durgutlar, Akçayır, Karacaşehir, Eşenkara, Mollaoğlu, _

Karacaören, Yarımca, Margı, Kıravdan, Kuyucak Yörük­ yayla köyleri Gördes'te otuziki parça Karakeçili köyü, Sa-


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

173

lihli'de beş Karakeçili köyü vardır. Urfa'nın Siverek kaza­ sına bağlı 60 - 70 kadar Karakeçili köyü vardır ki, Türkçe­ lerini unutmuşlardır, kendilerine Kürt demektedirler. Bun­ lar Yörüklere, Karakeçili Yörükleri bunlara akraba olduk­ larını söylemektedir. Siverek Karakeçililerini Belgelerle Türk Tarihi Dergisinde, bir dizi yazı halinde ele almış bu­ lunuyoruz. Diğer Oğuz (Türkmen - Yörük), boy ve oymaklarının ba­ zıları da şunlardır : Araplı - Arapçı : Türkmenler arasında bulundukları gibi, Orta Asya Özbekleri arasında da görülür. İran'ın Şahseven Türkmenleri arasında da bir Arapgirli oymağı olduğunu bi­ liyoruz. Bu isimle anılan seksenbeş köyümüz mevcuttur. Bir 'kısmının ismi değiştirilmiştir. Bunların Arap'lıkla ilgisi yoktur, an Türk'türler, Yörük Türkmen'dirler. Tarihi kayıt­ larda, Manisa - Balıkesir bölgesinden, Rumeli'ye gönderilip iskan edilen «Buğurcu Arapları,. bugünkü Araplı Yörükleri­ nin dedeleridir. Buğur (Buğra) denilen, çift hörgüçlü da­ mızlık, erkek Orta Asya devesini beslediklerinden bu isim \:'.erilmiştir. Arap ismi, Prof. Ömer Lütfi Barkan'ı şaşırtmış­ tır. Kadınlarının ve erkeklerinin adı, çok eski Türkçe olan bu göçebelerin Arap ismiyle yadedilrnelerine bir mana vere­ memiştir. Karasu'ya bağlı Denizköyü, Araplı Yörükleri tara­ fından kurulmuştur. Onaltıncı asırda Silistre'de de bir Arap­ lar Köyünün olduğunu biliyoruz. Atçekenli : Galiba Kayı'lardan gel.medirler. Karaman'ın Ortaoba Köyü ve civarındaki birkaç köy Atçekenli'dir. Bozdoğan : Büyük bir Yörük boyudur (aşiretidir) Ah­ met Refik Beyden öğreniyoruz ki, Karacahacılı'lar, Kürk­ cülü'ler, Tekelü'ler, Melmenci'ler, Aladinlüler, Keşşaflar, Bozdoğan'lılardandır. Böyle olunca, Anamas Dağlarında ko­ nup göçen, kışın Antalya'ya inen Karahacılılar'ı Bozdoğan1ı


1 74

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

sayacağız demektir. Keşşaflılar, Keşefli adıyla Ermenek ci­ varında, Balgusan'da ve bilhassa Yellibel'de yaylarlar, kışın Mut'taki köylerine inerler, İzmir'in bir kazasının adı Me­ nemendir. Burayı bu boy kurmuş demektir. Silifke'nin Taş­ ucu Nahiyesi halkı Menemenci boyundandır. Ermenek, Yel­ libel civarında Menemencilerin bir köyü vardır. Bozdoğan adıyla bir kazamız Aydın'a bağlıdır. Bunu da Bozdoğan'lı­ ların kurduğunu biliyoruz. Adana taraflarında çok sayıda Bozdoğan köyü vardır. Farsaklar arasında da «Bozdoğan»ların olduğunu, Sü­ mer'in «Çukur - Ova» araştırmasından öğreniyoruz. Cabar - Çapar : Caber Kalesi adını bu boydan almıştır. Ahmet Refik Beye göre, bunlar Yeniil Türkmenlerine bağ­ lıdır. Kayseri, Adana, Gaziantep ve Aydında Çapar'lar çoktur. Cerit. : Yiğit bir Yörük boyudur. Ege'de vaktile Yörük,. Cerit Osman diye ünlü bir efe vardı. Sultan Aziz tarafından Bulgar komitecilerinin fesadını önlemek üzere Bulgaristan'a gönderilmiş, Çakırcalı'nın babası ve maiyetleri ile birlikte bu işi başarmışlardır. Keskin'e bağlı onsekiz Cerit köyünün varlığını biliyoruz. Adana, Sivas taraflarında da Cerit köy­ leri vardır. Gaziantep'te «Kuşçucerit», Maraş'ta «Çağlayan-­ cerit, Küçükccrit, Yumaklıceritı> köyleri bilinmektedir. Çıtak : Ali Rıza Yalgın'a göre, Kayseri'de Çıtak, «Oynak»

demektir. Dinar Türkmenlerine göre, kavgacı, nizacı demek­ tir. Rumeli Türkleri arasında da bu manaya gelir. Yunanis­ tan ve Bulgaristan Türkleri arasında birçok Çıtak vardır. Halen Anadolu'da beş parça Çıtak isimli köyümüz mevcuttur.. Hayta : Bir Yörük boyudur. Vuruculuk, kırıcılık, gezici­ likleri yüzünden tanınmış, «Hayta gibi gezmek», «Hayta,. Haytalık» deyimlerine konu olmuşlardır. Ege ve Akdeniz sa­ hillerinde pek çokturlar. Anamas yaylalarında yaylar, kışın


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİM.Al TEŞKİLATIMIZ

175

Antalya'ya iner veya Isparta civarında kalır veya Aydın'a gi­ derler. Eski Türk vasıflarını ençok devam ettiren bir boydur.. Çok sayıdaki Yörük boyunu ve köyünü yazmağa imkan yoktur. Beş altı ay içinde çıkarmağı umduğumuz bir kitap­ ta bunları çok geniş olarak ele alacağız. Kısaca birkaçına da temas edelim. Nevşehir'de onaltı Herikli Köyü vardır. Nevşehir'de Boynuinceli Yörükleri de çoktur. Bunların bir kolu Silifke - Erdemli'dedir. Honamlı'­ lar Konya, Antalya, Adana taraflarında köyler kurmuştur. Antalya, Korkuteli'de on kadar Yeniosmanlı Yörük köyü vardır. Eskiyörük, Yeniyörük, Çakallı, Karakoyunlu, Bur­ hanlı, Muratlı, Sarıkeçili, Sarıtekeli, Kızılkcçili, Akkeçili, Akkuzul, Farsak, Bolacalı, Kızılışıkh, Horzum boylarının kurduğu köyler, İzmir, Aydın, Denizli, Muğla, Antalya, Is­ parta, Burdur, Mersin, Konya, Adana taraflarında yüzleri bulur. Konya Ereğlisi'ndc beş on tane Bckdik köyü vardır. Kurgutlar, Yağmurlar gibi köylerimiz de çoktur. DİGER TÜRK İL, ULUS VE URUKLARI : Ağaçeri : Büyük bir Türk şubesidir. Karakoyunlular

arasında da bir oymağın adı bu şekildedir. Avar : Kafkasya'da dillerini kaybetmiş Türklerdir. Ge­ rede'de üç sülale vardır. Avarlar, Çongarlar, Alamanlar. Bu Alaman kelimesinin aslını kitabımızda açıklayacağız. Köy adlarımız arasındaki «Avan, Avana» kelimeleri, Avar'ın bo­ zulmuş şekli olsa gerektir. Çigil : Büyük bir Türk şubesidir. İzmir'de, Denizli ta­ raflarında, Çiğli köy ve nahiyeleri vardır. Konya, Ilgın ka­ zasına bağlı bir nahiye ve bir köy Çigil köyüdür. Maraş, Pa­ zarcık Kürt Alevileri arasında bir iki köy Çiğil köyüdür ve kendileri de uÇiğilli» olduklarını kabul eder ve bununla öğünür.


176

Mlu.t KÜLTÖRÜMOZ VE MESELELERİMİZ

Kuman - Kıpçak

:

Karadeniz'in

kuzeyinden

göç

eden

Türklerdir. Bugünkü Kazan ve Kının Tatar'lannın dedeleri­ dir. Bu Türkler bir ara Moğol hakimiyeti altına düştükleri için kendilerine Tatar denilmiştir. Türkçeleri Kuman - Kıp­ çak

leihçesidir.

Halis

Türk'türler, fakat Hüseyin

Namık

Beyin dediği gibi, inatla Tatar ismini taşırlar, Balıkesir, Bur­ sa, Eskişehir, İstanbul, Ankara'da kalabalık halde bulunan ve Tatar dediğimiz cemaatler, Kuman - Kıpçak Türklerinden, kısmen de Peçenek Türklerinden başka birşey değildirler.

Kazak

:

Rus Kossak'lanndan bu Türkleri ayırmalıyız.

Rus'lara yanlış olarak Kazak denilmiştir. Bugün Orta Asya'­ da sözde bir Kazakistan Cumhuriycti'nde en az 6 - 7 milyon Kazak Türk'ü yaşamaktadır. Doğu Türkistan'da, Çin esare­ tinde de pek çok Kazak Türk'ü vardır. İstanbul'da, Salihli'- · de, Konya'da, Adana'da ve Ulukışla'nın Kazak köyünde, Ge­ rede ve Koçhisar'da bir iki Kazak köyü bulunmaktadır. Anadolu'da birçok Karluk köyü de vardır. Birkaç Özbek köyü, bir iki Hun köyü vardır. Diğer Türk şubelerinin etraf­ lı açıklamasını çıkaracağımız kitaba saklıyoruz. Son söz ve öz olarak şurasını belirtelim ki, Anadolu'muz halis Türk va­ tanıdır. Çokluğu Oğuz (Türkmen) olmak üzere, çeşitli Türk uruk ve boylan tarafından iskan edilmiş, kurulmuş, Türk­ leştirilmiştir. Bu vatan üzerinde büyük bir soy, modern ma­ nada bir millet haline gelmektedir. Bu millete, Türk milli­ yetine dahil Türk ulusları, urukları da yabancı kalamaz. Bu konuları da gelecek ve son yazımızda inceleyelim. (*) .(•)

Türk İçtimai Teşkildtı ve Türk göçebelerinin yerleşerd.:t köyler ikurmalanna dair yazdığımız bir dizi yazı ile ilgili olara!Jt gençlerden Abdurrahman Çelik'ten bir me!ltup al­ dık. Abdurrahman Çelik mektubunda, Burdur'da da bir cDöğen köyünün bulunduğunu söyleyerek, cBeydilli Yö­ rüklerinin eskiden bizim taraflara (Tefenni) geldiğini ata­ lanmız anlatırlar> diyor. Bahsi geçen mektubun, kısaca da oısa, üzerinde durmak istediğimiz kısmı şurasıdır : cSon


SOSYAL YAPIMIZ VE

İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

177

TÜRK MİLLİ BİRLİCİNE DOCRU Önceki yazılarımızda Türk boy ve oymak teşkilatı hak­ kında bilgi verdik ve çeşitli Türk uluslarına, uruklanna, yıllarda köylerimiz üzerinde korkunç bir isim katliamı devam etmektedir. Tefenni ve Gölhisar yöresinde Yüre­ ğir, Barak, Bayındır, Dodurgıa, Yazır ve mal11mat ebine­ mediğim başka köy adlan değiştirilmiş. Bu konu ile de ilgilenir ve yazarsanız iyi olur... > Bu konuda birkaç satır yazmak ve içimizi dökme fır­ satı verdiği için Abdurrahman Çellk'e teşekkür ederim. Çok uzun olan yazılarım arasına bu konuyu sıkıştırama­ nuştım. Bu mesele cidden yürek yarasıdır. Yu.kandaki sa­ tırlarda görüldüğü gibi, Oğuz İlinin boylarından olan Yü­ reğir, Bayındır, Dodurga ve Yazır köylerinin adlan değiş­ tirilmiş. Barak da büyük bir Türk boyudur. Orta Asya'­ dan getirilen çok eski Türk töresi olan «thüş> sistemini bütün canlılığı ile Türkiye'de yaşatan boydur. En büyük kollan Gaztantep'tedir. Otuz ıkırk köy olduğu söylenir. Türkiye'nin muhtelif yerlerinde de Barak köyleri vardır. Rumell'de, Bulgaristan'da da üç Barak köytlııQn varlığını biliyoruz. Bizim işgüzar idarecilerimiz, manasız, anlamsız, diye demek ki, eski Türk isimlerinden alınmış köylerin adlarını değiştiriyorlar. Yedi yıl önce, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından çıkanları Reşid Rahmeti Arat İçin isimli 'kitapta, bu konuya dokunmuş, köylülerin şikayetlerinden bahsetmiş, ilgililerin dikkatini çekmiştik. Meğer hiç dikkat çekmemişiz. Ata larımız rastgele köy adı koymazlardı. İdarecileri­ miz ilk önce bunu bilmeliler. Köy adlarını, uruk, boy, oy­ mak isimlerinden koya rlardı. Yahut, Orta Asya'dald bir yerin adını buradaki köye veya kente verirlerdi. «Talas», «Karasu,,, «Ula> <Muğla) Taşköprü> gibi. Bu gelenek da­ h a ziyade dağ ve nehir göle adlarında görülür : A'kdağ, Karadağ, Bozdağ, Alldağ, Baıbadağı, Aksu, Göksu, Kara.­ su, Sansu, Seyhun, Ceyhun, Akçay, Gökçay, gibi... Arazi şekline, yerleşme esnasındaki bir hiidiseye, es'ki bir totem (töz-ongun) olan ve silik izleri kalan bir h ayvanın adına göre isim alınırdı. Atalarımız bu kadar şuurluydu. Onla-


1 78

MİLLt KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

boylarına ve oymaklanna dair açıklamalarda bulunduk. nn bugünk1l çocuklan da aynı derecede şuurlu. Her git· tiğimiz köyde bize köy isimlerinin değiştirilmesinden Şi· kayet ettiler. Köyl1ller tasavvur edilemiyece:k derecede üzülüyor, bu işi türl1l türlü yorumluyorlardı. Vaktile, İzmir'in Ödemiş'ine bağlı 4Keles Nahiyeshnin adını bir idarecimiz çok kaba bulmuş olacak ki, değiştirip kendi aklına göre yakışıklı olan 4Kiraz> kelimesini almış. Halen Kiraz diye geçmektedir. «Keles> bir Yörük boyu. nun ( aşiretinin) adıdır. Vaktile Kazdağı, Balıkesir taraf. lannda dolaşırlarmış. Bursa'nın lıir 'kazasının adı bugün de cKeles»tir. Sakın olıı ki, bir idareci bizim bu y2.zımızı okuyup, onu da «Kiraz>laştırmaya... Aydın'ın Söke kaza.­ sının Serçin Köyün1ln adı cGölönil>ne çevrildi. Köylüler on yıldır gene «Serçin> diyor ve bu değiştirme işine son derece sinirleniyorlar. cSelçin> eski T1lrkçede, Osmanlı vergi terimlerinden koyunlardan alınan verginin adıdır. cOsmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğii>nde ismi geçmektedir. Şimdi bu kaynağı bulma imkıtnımız olmadığı için tam karşılığını veremedik. Vergi ismi ile köy adı verme gelene· ği vardır. Buna diğer bir misal, ınukışla'nın «Kılan» Kö­ yüdür. Köy adlan -üzerinde hassasiyetle durmalıyız. Onlar bi­ zi ulu soyumuza bağlıyan canlı izlerdir. İdarecilerin keyfl tasarruflanna, bilgisizliklerine terketmemellyiz. Ermenice, Rumca asıllı kelimeler elbette değiştirilmell... Fakat Türk­ çe kelimeler üzerindeki karan, Türk etnolojisi ve tarihin­ den anlayanlar, sosyolojik ve sosyal antropolojik bilgisi olanlar ve hepsinden mühimi, Türk tarihini gözü gibi se­ venler vermelidir. Onun için bu vasıflan taşıyan bir he­ yet kurulmalı ve bu heyetin kararı olmadan hiçbir köy1ln - adı değiştlrilmernelldir. Aynca kurban edilmiş olan köy isimleri de aslına kavuşturulmalıdır. Geçen yıl bir konferansımızı dinleyen üniversiteli bir genç, kasabalarında da böyle keyfi bir tasarrufa. gidilmek­ te olduğundan yakındı. Çorum'un Alaca kazasındaki, «AY· han», «Yıldızham, cGünhan•, «Dağham isimli mahalle­ lerin adlan, belediye tarafından değiştlrilme'.r isteniyor­ muş. Şimdi ne oldu bilmiyorum.


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

·

179

Konuya ait bu sari yazımızda, Çin Seddi'nden Balkanlar'a, Siblrya'dan Basra Körfezi'ne kadar çok büyük bir saha üze­ rinde yayılmış olan ve tarihin muhtelif devirlerinde milli kuruluşlar halinde, tarih sahnesinde görünen Türk ulusla­ rının, uruklarının, bugün anlaşılan manası ile, millet hali­ ne gel!şi vetiresini n şartlarından, karşılaşılan güçliiklerden ve bize mahsus imkanlardan bahsedeceğiz. Hemen belirte­ lim ki, bu milli birlik, bugünkü Türkiye sınırları içinde kuvvetlenip, bütünleşip (5°), millet haline geliş yolunda iler­ lemekle bitmiş olmayacaktır. Türkiye sınırları dışında yüz milyona yakın ve milliyetimize dahil bulunan bir Türklül<: yaşarken, onlan hiç hesaba katmıyan bir millet ve milli­ yet telakkisi; tarihimizi elli yıl öncesinin Cumhuriyeti ile, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu ile, Malazgirt Zaferi ile başlayan t::-.ı-'.h tezleri kadar sakat ve yanlış bir sosyo­ lojik görüş olacaktır. Bu konudaki gen!ş açıklamayı yazının sonuna bırakalım. Büyük Arap tarihçisi ve bazılarına göre dünyanın ilk sosyoloğu İbni Haldun'un deyimi ile, «kabile asabiyeti»nin (ulus, boy, oymak dayanışma ve şuuru)nun, milli şuur ve tarih şuuru haline gelmesi, millet dediğimiz tabii, tarihi ve sosyoloj ik varlığın şekil almasına yolaçabilir. Böyle bir tamamlanış, Gökalp'in deyimiyle « Harsı>1n (milli kül tür)ün, o cemiyetin bütün fert ve zümrelerince benimsenmesi ve yaşanmas1 ile mümkün olur. Soyumuzun büyük devletler kurma ve milli hayat yaşama tecrübesine sahip bulunuşu­ nu, miili kültürün yayılışını kolaylaştıracak ve milli birli­ ğe gidic;; i hızlandıracak, Biz'e has kabiliyet ve hasletlerdir. Milli birliğin büyük adımlan elbette, biricik müstakil Türk devletine sahip olan Türkiye'de atılacaktır. (50)

Bütünleşme, tamla�ma h akkında geniş ve kıyme tli bilgi veren şu makaleye bk. Doç. Dr. Amiran Kurtkan, «805yal Entegrıı,syom, Rem Ş1lkrü Suvla'ya Armağan, İst.

1971, sf. 233-241.


180

MİLLİ KÜLTtiRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ Çokluğu Oğuz (Türkmen)

olmak üzere, Kuman - Kıp­

çak, Kalaç, Kazak, Peçenek, Çiği!, Karluk gibi Türk ulusla­ rı Türkiye Türklüğü'nün soy temelini teşkil etmektedir. « Soy»dan, biyoloj ik ve antropoloj ik manadaki uirk»ı değil, etnoloj ik ve sosyoloj ik anlamdaki «soy»u tarihi ve içtimai menşe birliğini anlıyoruz. Bu husus Sadri Maksudi Arsal'ın, millet tarifinde iyice belirmektedir : «Millet, antropoloj ik manada ırk birliği ile birbirine bağlanmış fertlerin mecmuu olmaktan ziyade, MlLLl RUH birliği, müşterek tarih, müş­ terek kültür, müşterek maşeri ruh, milli seciye, lisan, örf ve adet birliği ile birbirine bağlanmış insanlar kitlesinden iba­ ret etnoloj ik ve psikolojik varlıktır.» Gökalp de aynı gö­ rüşle milleti şöyle tarif eder : «Millet, lisanım müşterek olan, yani ayni terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan harsi bir zümredir.» Biz bu tarifleri benimsemekle beraber : ortak dil, aynı milli kültür ve terbiyeyi alışın, etnolojik ve sosyo­ lojik manada «ırk»a mahsus bir vakıa olduğunu kabul ede­ rek, milletin tarihi ve içtimai olduğu kadar, tabii bir varlık olduğunu da belirtm'iştik. Asırlarca bir arada yaşıyan in­ sanlar, aynı kültür hususiyetlerini paylaşırken, nisbi bir tecritten doğma tabii hususiyet de kazanıyorlar. Böyle bir tabii ayniyet, büyük Türklük potası içinde, milli kültürün yardımı ile Türkiye'mizde, yarım asır içinde başarılabilir. O zaman «SOY» problemi bulunmayacağından, milli kültü­ rün iyice benimsenmesi mümkün olacağı için, çok sağlam bir millet haline geleceğiz. Bu gayrette, Türk dilinin ve di­ nimizin büyük yardımı olacaktır. Türk soyunun büyük bir nüfus çokluğuna sahip bulunuşu, azlıkların aynı dini payla­ şışı, içlerinden birçoğunun vaktile Balkanlar'a geçmiş Türk­ lerin çocukları oluşu, müşterek bir maziye sahip bulunuşu­ muz lehteki hususlardır. Ayrıca, Kürt Uruğu'nun, Batı Hun­ ları, Göktürkler, Çiği! Türkleri, Kuman Türkleri ve Oğuz (Türkmen) Türkleri ile aynı boylar arasında zikredilmesi de mühim bir noktadır.


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

181

o:Soy»u böyle geniş v e müsamahalı bir manada anhya­ rak, onu şekillenmek üzere, milli kültürün emrine veriyo­ ruz.

Milli kültürümüzün gelişmesinin ve hizmet görmesinin

imkanlarını ve bunu engelleyen saikleri biraz aşağıda gös­ termek üzere, « soy»umuz hakkında bir iki hususu daha açık­ lamak istiyoruz. Türk soyunu gerek kendi içinden, gerek si­ yasi ideoloji k maksatlarla dışarıdan ayn menşelere çıkar­ mak isteyen nazariyelerle karşı karşıya bulunuyoruz. Bun­ lann en tehlikelisi « Etno - Genez ,, denen nazariyedir, tarih görüşüdür. Bu teze göre, Anadolu Türkleri'nin ataları Orta Asya Türkleri değil, Eti

(Hitit)ler, Frikyahlar, Lidyalılar,

Romalılar, Bizanslılardır. Truva, Aspendos, Efes festivalle­ rinde bu zihniyet sırıtır. Turizm hastası, tarih şuurundan nasipsiz bazı aydınlar da buna alet olmaktadırlar. İstanbul'­ da, Bayezid'te, Bizans Tak - ı Zaferi'nin toprak altından çı­ kanlıp, yolumuzun üstüne dikilişinde, Fatih'in

Simkeşha­

ne'sinin, İkinci Bayezid'in Hamamı'nın, Patrona bahanesi ile yıkılmak istenişinde, Sultanahmet'teki Bizans samıomın (Yerebatan) ihya edilerek, Türk - Osmanlı çeşmesinin boynu bükük kenara atılışında ve Selçuk'da Aydınoğlu İsa Beğ camiinin perişan bırakılışında bu zihniyet ve hain teşebbüs kendisini göstermektedir. Aynı zihniyet ve tez, Türk kültü­ rüne ait temel kitap olarak, birkaç yabancı dilde, Türk hü­ kumetinin de maddi desteği ile, Unesco tarafından çıkanlan

«Fundamenta» kitabında, Türk soyunu ayrı menşelere çı­ karmakta, Türk kültürüne başka kaynaklar bulmaktadır. Pertev Naili Boratav'ın bu işte menfi rolü büyük olmuştur. Rahmetli Zeki Velidi Hoca, bir yandan protesto mahiyetin­ de Fundamenta yazı heyetinden çekilirken, diğer yandan muhtelif gazetelerde makaleler neşrederek, Türk ilim çev­ relerini, siyasi mahfilleri, Hükumeti uyarmaya çalıştı, fer­ yat etti ise de, her yerden taş sessizliği ile mukabele gör­ dü. Kimsenin kılı bile kıpırdamadı. Bu makaleler, ölümün-


182

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

«Türklüğün Mukadderatı Üzerine» den sonra çıkarılan isimli kitapta bulunmaktadır. Ayrıca, Prof. Fındıkoğlu'nun, Türk Yurdu'nun Ekim 1 966 sayısında çıkan bir makalesin­ de de, buna dair kısa bilgi vardır. Bunun üzerine Zeki Ve­ lidi Bey, Türkiye'de on ciltlik bir «Türk Kültürü El Kitabı» çıkarılması teşebbüsüne geçti. Bütün Türk dünyasının, ta­ rihi, sosyoloj isi, etnoloj isi, iktisadı, edebiyatı, sanatı, etnog­ rafyası, tabii ve içtimai ilimleri bu kitapta olacaktı. Yerli ve yabancı alimlerden, kendi konularına ait söz alındı ve siparişler verildi, kitapların ön muhtevası neşredildi. Gel­ gelelim, Türk Hükumet i n den himmet ve yardım görülmed i . Zeki Velidi Hoca, ölümünden birkaç gün ünce bile, yata­ ğın d a bu eserle meşguldü. Aynı tez, Orta Asya'da kendisini göstermiştir. Bir kı­ sım Batı Türkistan Kent Türkleri, Özbek adını «milli» isim

olarak almışlar ve kendilerini milattan önce yaşamış ıcKan­ guylar»a ve İslam devrindeki «Samaniler»e bağlama gara­ betini göstermişlerdir. Bazı Kazak bölgecileri, Kazak'larm tarihini milattan önceki ıc Usun» ve « Yuyban»lara bağla­ maktadırlar. Batı Türkistan Türkmenleri içinden bazı ga­ rip ve bölücü fikirdeki kimseler, tarihi köklerini, soylarını, Türkten ziyade, milattan önce yaşamış olan Masagit ve

Sarmal zümresine dahil bulunan Alan kavmi halitasına bağ­ lıyorlardı. Bugün bu tez, Ruslar elinde büyük bir silah ola­ rak kullanılmakta, çok ince, usta mctodlarla Türk Ulusları­ nı ayrı birer millet imiş gibi göstermeğe çalışmaktadır. Lehçe farklarını art tırıcı lisan gayretleri ve Rus alfabesi­ nin her birine farklı tatbikinden meydana gelen ayrı edebi dil, bu tarih tezi ile birlikte, Türk dünyasını bölmektedir. Bunun farkında bile olmıyanlar hala, ıculus»tan bahsede­ dursun bakalım ... Milli kültürümüzün (harsımızın)

temel unsurlarından

biri dindir. Din deyince elbette İslamiyeti anlıyoruz. Türk


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKiLATİMIZ

183

soyunun asırlarca kılıç ve kalemiyle hizmet et tiği İslamiyet, sanki Allah tarafından bu kavme emanet edilmiştir. Türkler olmasaydı, korkunç dalgalar halinde gelen Haçlı sürüleri önünde, İran'lılar ve bugün Kudüs'te perişan olan Arap'lar kaç gün dayanabilirdi? Biz bu yüce ve en ileri dine böyle hiz­ met ederken, İslamiyet de milliyetimizin koruyucusu oldu. Müslüman oan Türkler milliyetlerini muhafaza ederken, Hı­ ristiyan olan Kuman - Kıpçaklar, Peçenekler, Bulgarlar (*) ve Musevi olan Hazar'lar ve Karayimler birer birer eridiler, Slavlaştılar, Türklüklerini kaybet tiler. Gagauz'ların da sonu budur. Demek ki milliyetimizi, din temelinden mahrum eder­ se k, ilerilci nesilleri erimeğe mahkum edeceğiz. Baş döndü­ rücü teknik yenilikler, maddi kültür değ!şmeleri karşısın­ da, milli ve manevi değerlerinin çoğunu kaybeden, diliyle ve nüfus kağıdı ile Türk olan Türk'iin milliyetinin hızla kay­ bolmasını önlemeğe hizmet edecek olan n:ıilli kültürümüzün en büyük desteği, yine İslfımiyet olacaktır. Milliyetimizle dinimiz birçok noktada içiçe girmiştir. Lokmalar, kömbe­ ler, paylar, aşureler, «dede aşları,» «hayır»lar, kandil simit­ ler!, «hayır helvaları», susam helvaları, arife ve bayram gün­ lerinde mezarlık ziyaretleri, mersin dalları ile mezarlığı süs­ leme, türbe ve yatırları ziyaret, bez bağlama, dilek dileme, adak adama gibi adetler ve «Mevlid'imiz», dinimizle milli­ yetimizin kucaklaştığı, Türklüğe mahsus geleneklerdir. He­ le Ramazan ayında (diş kirası gibi) ve iki dini bayram gün­ lerinde, İslfımi gelenek içinde Türklüğümüzden gelme bir­ çok gelenek mevcuttur. İslamiyetin bu birleştirici rolü nında, onu dar bir kalıp içinde anlar ve müsamahasız görüşe saplanırsak, bölücü bir tesiri olabilir. Buna da sebep olmuş oluruz; dini müessese değil. Şunu demek

ya­ bir biz is­

tiyoruz : mutaassıp bir göriişle, Sünniliğin dışındaki mez<•>

Hıristiyanlaşan Türkler, (Ankara, 1983) isimli kitabımıza bakllllZ.


184

Miu..l KÜLTÜRÜ'MUZ VE MESELELERİMİZ

hep mensuplarını İslam camiasından çıkarırsak, milli bir­ liğimize ağır bir darbe indirmiş oluruz. Bunun yerine, Şiilik ve Aleviliği de şefkat kollan arasına alan geniş bir İslami­ yet anlayışı, dini ve milli hayatımıza bereket getirecektir. Dinimizi, Arap kültüriinden de kurtarmak zorundayız. Bu­ nun ne demek olduğunu şu misalle anlatalım : On yedi yıl kadar önce kasabamızda, Türk asıllı, çok mutaassıp Müs­ lüman olan bir hemşehrimizin, Türkler için « Ye'cuc - Me'­ cuc» deyişine ve kendi soyunu kötüleyişine şahit olmuştuk. Bu kelimelerin ne demek olduğunu sorduğumuzda, Kur'an'­

da yazılı olduğu, oradan öğrenmemiz gerektiği cevabını al­ dık. Son devrin en büyük müfessir ve din alimlerinden mer­ hum Elmalı'lı Küçük Hamdi Efendinin on ciltlik muhteşem tefsirine başvurduk. İslam kaynaklarında

Avrupa'lıların «Agog - Magog» dediği, «

Yecuc - Me'cucıo diye geçen kelimeler,

zalim bir kavmi ifade ediyordu. Bu kavim büyük bir seddin bir yanında oturuyordu. Kısa boylu, çekile gözlü ve çok ka· labalık idiler ve dünyayı fesada boğacaklar, insanları mah­ vedeceklerdi. Bunların şerrine karşı, Seddin öbür yanında­ ki kavim, veli veya peygamber olan «Zülkarneynııden yar­ dım dilemişlerdi. Kur'an'da böyle yazıyordu. Bu Ayet'i tef­ sir eden bazı Osmanlı bilginleri, aYe'cuc - Me'cuc» denilen ve dünyayı ifsat edecek kavmin Türkler olduğunu, Türklü­ ğün İslfuniyet'e olan hizmetini bir kalemde silip atarak, ya­ zabilmiş, söyleyebilmişlerdi. Kulaktan kulağa, nesilden ne­ sile, bu kötü zan ve iftira, bizim cahil ve mutaassıp hem­ şehrimize kadar gelmiş ve ona İslfımiyet adına, Türk düş­ manlığını öğretmişti. Antalya Yörüklerinden, Yazır Boyu'n­ dan olan, Elmalı'lı Muhammed Hamdi Yazır, İslfımiyeti Arap kültüründen ayırdığı için, Türk'lerin Yc'cuc - Me'cuc değil; Ye'cuc - Me'cuc olan Çin kavmine karşı, dünyayı koruyacak bir kavim olduğunu belirtmiştir. Bindörtyüz yıl önce, Ayet halinde insanlığa sunulan ibretli bildiride gösterildiği v e yanın asır önce Elınalı'lı Hamdi Efendinin Tefsiri'nde açık-


SOSYAL YAPllUZ VB İÇTİMAİ TEŞKiLATIMIZ

185-

landığı gibi, Çin, kalabalık nüfusu, bütün insani, dini, ma­ nevi kıymetleri ortadan kaldıran bir komünizm heyulası ile, insanlığın başına bir Ye'cuc ve Me'cuc olarak çıkmıştır. Ayeıt ve tefsirinin gerçekleşmesini beklemek, yani Türkle­ rin, Zülkarneyn'in yardımı ile, insanlığı bu beladan kurtar­ ması, ileride olacaktır. Buna inanmak ve onun için hazır­ lanmak, dini ·ve milli ideolojimiz olmalıdır. Türkler, dünya­ da bunu yapacak belki de tek millettir. Gökalp bu hususta şöyle söyler: «Alman feylesofu Niçenin tahlil ettiği fevkal­ beşerler, Türklerdir. Türkler, her asnn (yeni insanlan)dır. » Burada şu hususu da belirtmeden geçemiyeceğiz. Türk­ lerin Ye'cuc - Me'cuc olduğunu iddia eden Osmanlı devri devşirme zihniyetli, Arap kültürü almış din adamını tenkit ederken, topyekôn Osmanlı'lığı, Osmanlı devrini kötüleme kastımız yoktur. Esasen Osmanlılık, kavmi değil, siyasi bir kuruluştur. Onu meydana getiren, Avrupa'lılann ve bazı dev­ şirmelerin iddia ettiği gibi, dörtyüz çadırlık bir Kayı Aşireti değildir. Çoğu Oğuz olmak üzere, çadırlı ve yerleşik, çeşitli Türk ulusları, boylan ve oymakları bu devleti meydana ge­ tirmiş, onun asli ve kurucu unsuru olmuşlardır. İmpara­ torluk yıkılınca, yeni Türk devletini gene bu millet - i asli kurmuş ve devlet sadece ona dayanmıştır. Osmanlı devleti­ nin bütün müesseseleri, Türkleşmemiş devşirmenin gayre­ tine rağmen, eski Türk kültür ve müesseselerinin devamı­ dır. Yeniçerinin başındaki ak keçe külah bile, Hun devrin­ den kalmadır. Bu kültür devamlılığı ve Türk unsurunun Os­ manlı devletini kurmuş olduğu vakıası, Fuad Köprülü'nün çok .kıymetli araştırmaları, Ömer Lütfi, İbrahim Kafesoğlu, Faruk Sümer, Zeki Velidi ve diğer Osmanlı ve Selçuklu ta­ rihçilerinin çalışmaları ile meydana çıkmıştır. Onun için, eski Türklüğe sarılıp, Osmanlılığı yermek de; eskiyi, eski Türk kültürünü, Hunları, Göktürkleri, Uygurları, Karahan­ lıları, Selçukluları bir kenara iterek, Osmanlılığa sarılmak


186

MİLLİ K'OLTUR'OMttz VE MESELELERİMİZ

da hatalı bir tutum ve davranış olur. Türk kültürünü sev­ mek, hepsini aynı derecede sevmekle mümkündür.

Kaşgarlı Mahmud ve Vani Mehmed Efendi de aynı gö­ rüşteydi. Ne yazık ki bugün, mutaassıp din çevrelerinde acaip bir Türk düşmanlığı gelişiyor. Müslümanlık adına böy­ lesi de olur mu? Türk kavminin, lslamiyet'e olan hizmet­ lerini ne çabuk unutmuşlar. Milli kültü.rümüzün ikinci temel direği Türk dilidir. Milli birliğimizin kurulmasında, dilimiz büyük rol oynaya­ caktır. Bir yandan Türkiye'de herkesin ana dilinin Türkçe olmasını sağlıyacak olan dildeki bu gelişme, diğer yandan Türk dünyasındaki lehçe Bunu bir asır kadar önce büyük mil liyetçi Gaspıra'lı kirde, işcle birlik » şiarı jJe

farklarını ortadan kaldıracaktır. Kırım'ın Bahçesaray'ında doğan lsmail Bey sezmiş ve «Dilde, fi­ Türk dünyasına mal etmeğe ça­

lışmıştı. Türk dünyasının ortak edebi dilinin, İstanbul'da konuşulan ve yazılan yazı dili olmasını teklif etmişti. İstan-. bul Türkçesi ile Tercüman Gazetesi'ni çıkarmış, Kırım'da, Kazan'da, Azerbaycan'da, Türkistan'da çok sevilmiş, tutul­ muştu. Bu büyük bir hamle idi. Orta Asya'da Ruslar ve Çinliler eliyle Türk lehçeleri arasındaki ufak farklar uçu­ rum haline getirilirken, biz de boş durmuyor onlarla ve mazimizle aramızdaki bağı koparıyoruz. Teknik ilerleme!\!· rin yıkımı yanında, onların getirdiği nimetlerden de fayda !anmak gerek. Radyodan, televizyondan, sinemadan, gazete ve dergilerden istifade etmek lazım. Fakat bizim gayretimiz aksi istikamette. Gerek bu vasıtalarla, gerek mekteplerimiz­ de Türk dilinin hayrına çalışmıyoruz. Bir yandan Türkçe ile Hgisi olmayan kelimeler uydururken, diğer yandan da İngi­ lizce, fransızca kelimeleri Türkçeleri olduğu halde dilimize sokuyor, kendi kelimelerimizi boğuyoruz. _Lanseler, anonslar, parafe etmeler, brifingler, piknik'ler, şömine'ler, kuzenler, etaplar bize Erasnıus'u hatırlatıyor. Erasınus, devrindeki ya-


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

187

hancı dil züppeliğini acı bir dille tenkit eder: « dili sülükler gibi k!-J.llanır görünce, kendilerini birer tanrı sanan, latincc bir söylevde yunanca birkaç kelimeyi yerli yersiz, arap saçı lrnline getirerek kullanıp, sözü muamma haline sokan şu günümüzün bayan öğretmenlerini benim de taklit edesim geldi. B.u öğretmenler hiçbir yabancı dil bilmeseler bile, küf­ lü dört beş kitaptan eski bir kaç kelime çıkarıp, bunlarla okuyucunun gözlerini kamaştırırlar. Bu kelimeleri anlıyanlar allameliklerinin tadını tatmak fırsatını bulmakla kurum sa­ tarlar : anlamayanlarda ise, anlaşılmadıkları oranda hayran­ lık UY.andırırlar. Çünkü, uzaktan gelen şeylere fazla hayran­ lık göstermek, dostlarım için azımsanacak bir zevk değildir. Sonuncular arasında, bilgin geçinmek bcnbenliğinde olanlar varsa, küçük bir hoşnutluk gülümsemesi, küçük bir «evet» işareti, eşeklerinkine benzer bir kulak sallama, bunların ca­ hilliklerini başkalarının gözünde örtmeğe yeter» (51). Ninniler, türküler, şarkılar, ağıtlar, masallar, hikayeler, atasözleri , deyişler, dualar, niyazlar nesillerin ruhuna nakşo­ lunur. Edebi mahsuller romanlar, hikayeler, piyesler, şiir­ lerle Türk dili işlenip, geliştirilecektir. Bu iyi niyet ve bilgi­ ye bağlıdır. Bu konuda TRT bize bedbinlik veriyor. Ümidi­ miz yeni kanundadır. Devletimizin dile sahip çıkarak, yeni Akademi kurma çalışmalarından hayırlı sonuçlar alınması­ nı

diliyoruz. Millet oluşumuzda Türk musikisinin büyük rolü olacak­

tır. Dini ve ladini klasik Türk musikisi, Türk san'at musiki­ si ve Türk halk musikisi ile, milli kültürden gıdasını almış bir nesil yetiştirmek mümkündür. Hepsi de bizim öz malımız­ dır. Ziya Gökalp, Türk san'at musikisini bizim saymamakla hata işlemiştir. Birçok konuda elli yıl ötesini görmüş, Tür-

(51) Erasmus, Deliliğe Methiye, Çev. Şerif Hulüsi, İstanbul, 1956,

sf. 11 12. •


1 88

·

MİLLİ KOLTORUMOz VE MESELELERİMİZ

kiye'nin bugünkü birçok meselesine ışık tutmuş olan ve pek çok çok konuda henüz aşılamamış bulunan Ziya Gökalp'i, bundan dolayı kötülemek olmaz. Bu büyük adam, musikimiz hakkında henüz esaslı araştırmalar yapılmamış olduğu için, o gün bu hükme varmıştı. Dr. Suphi Eı.gi'nin, Rauf Yekta B ey in ve Hüseyin Saadettin Arel 'in araştınnalannı görebil­ miş olsaydı, Gökalp'in düşüncesi muhakkak başka olurdu. '

Bu araştırmalar onun ölümünden sonra yapıldı ve yayımlan­ dı. Hüseyin Sadettin Arel in önce dergilerden . tefrika edilen ve 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kitap halin­ de bastınlan aTürk Musikisi Kimindir» isimli eseri, dostları '

sevindirecek, düşmanları yerindirecek kıymettedir. Bu de­ ğerli eserin gösterdiği gibi, san'at musikimiz de öz malımız­ dır ve çok yüksektir. Onu da artık üvey evlat muamelesin­ den kurtararak, devletin resmi himayesi altına almak zorun­ dayız. Devlet Konservatuannda Türk musikisinin, Türk saz­ larının öğretilmemesi ne demektir? Bu ne aşağılık duygusu­ dur; nasıl kendi kendini inkardır? Milletin parasıyla, devle­ tin bütçesinden aynlan paralarla kurulan konservatuarda yalnız sanat musikimiz değil, halk musikimiz, halk oyunla­ rımız da öğretilmeli, Türk dünyası taranarak, oyunlar, sesler tesbit edilmelidir. (52). (52)

Bu konuyla ilgili bir hatıramı anlatmak isterim 196l'lerde Aydın ve Söke'ye, Türkistan milli oyunlarını göstermek üzere, Salihli'den bir Tüıkistanlılar kafilesi gelmişti. Hep­ sini sevdiğim bu insanlar arasından Doğu Türkistan Uy­ gur Türklerinden Eyüp Beği hiç unutamadım. Eyüp Beğle hayatta iki gün görüşmek nasip oldu. Doğu Tür'kistan'­ dan kaçıp gelen bu kıymetli san'atkii.rla Söke'de tanış­ tık, ertesi gün Aydın'da da dertleştik. Sonra selamlar geldi gitti. O gece Aydın'd.a yemekte, kalabalık arkadaş grubu arasında Eyüp Beğ, tarif edilmez bir coşkunluk belirtisi içinde ayağa kalktı. Hepimizi heyecana garke­ den konuşmasında, Türkistan'ın batısının, doğusunun olmadığım belirterek, dünyada bir tek Türkistan olduğu-


SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAİ TEŞKİLATIMIZ

189

Konservatuarın yetiş tireceği büyük nazariyatçılar, san'at­ karlar sayesinde Türk musikisi, günümüzün kıymetli bes­ tekarı Avni Anıl'ın deyimi ile, «Montör»lerin elinden kur­ tarılmalıdır. Gerek halk musikimizi, gerek san'at musiki­ mizi «aranje eden», «düzenliyen» «Montajcıların», «Montaj mül.iği»nin, Can E tili'nin deyimiyle « im za taklitçileri»nin milli kültürümüze büyük zararı oluyor. Türk san'atını ve musikisini bilgili ve iyiniyetli ellere teslim etmenin zamanı nu, onun da «Uluğ Türkistan» olduğunu söyledi. Onun gözleri mi nemliydi, yoksa bizim gözlerimiz nemliydi de, onunkileri öyle mi gördük? Bllemem, fakat_ o gece, Eyüp Beğ, meşin çizmeleri, kuşağı sıkıca bağlanmış ve dizin­ den aşağı inen paltosu ve böı'küyle, sahnede adeta uçu­ yordu. İki peri .kızının arkasından saklıca gelerek kovay­ la su bırakmalarını geç farkederek, hayıflandı... «Gör­ megenim, görmegenim� ( Görmemişim, görmemişim) di­ yerek meşin çizmelerinin bumuna basıp sekiyor, san'atın inceliğini gösteriyordu. Eyüp Beğ yaradılıştan san'a tkar­ dı. Oynadığı oyunu mektepte öğrenmiş değildi. Ataların­ dan gördüğü gibi oynuyordu. Fa.le.at onda b aşka bir in­ celik, dille ifadesi kabil olmayan bir başkalık vardı. Ne yazık ki o güzelim oyunlar, onun yüksek san'at kabiliye­ ti, onunla birlikte mezara gitti. Fakirllğin, vatanından oluşun çilesi ile geçen kahırlı yıllardan sonra, pek bir ve­ fa görmediği ikinci vatanında, onbeş yıl önce ebedi ale­ me göç etti. Devletimizin 'konservatuannın böyle kıymet. leri köşelerinden bulup çıkarması ve Türk kültO.rüne fay­ dalı kılması gerekmez mi? Fakat nerede ... Onun aklı hep Frengistan' da ... Operada da, Jı:onservatuann himmeti gerek. Amma şimdiki gibi değll. Ruhuyla, sesiyle, sözüyle bize yabancı olanı değil. Anlamadan, ileri görünmek hevesile alkışla­ yan bir avuç insana 'karşılık, milletin sesini dile getiren, Azeri Türklerinin kendi müzlklerile, kendi milli hayatla­ nndan alarak oynadıklan «Arşın Mal Alama benzer bir opera. Son yıllarda kurulan «Türk Musikisi KonservatuarP, eksikliği biraz gidermiş olsa gerektir.


190

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

geçmek üzeredir. Bu sahadaki yıkım, bir kültür istilasının zaferi olacaktır ki, artık cephelerde yenilmeğe lüzum kal­ maz, millet öz evlatlarının eliyle c�ğerinden hançer yer. Milli kül türden ilham ve feyiz alan milli bir hayat, mil­ li bir iktisat sistemi ile kuvvet kazanır. Fertlere, sosyal sı­ nıf ve. tabakalara, huzur içinde yaşama imkanı verecek, on­ ları fakirliğin pençesinden kurtaracak olan milli iktisat s:s­ temi, elbette ne sosyalizm (komünizm), ne de kapitalizm­ dir. Bu, kendi tarihi, sosyal, iktisadi, tabii şartlarımızın ya­ rattığı, kendimize mahsus sistem olacaktır. Böyle bir kal­ kınma şeklini başarı ile yürüt tüğümüz takdirde, kapitalizm­ den yılıp komünizme koşan Asya ve Afrika'nın biçare aydın­ larına da örnek olmuş oluruz. Onlar, sosyalizmin yalnız bir iktisadi doktrin olmayıp, bütün milli ve manevi değerleri ortadan kaldıran, milleti yok eden, kozmopolit bir sistem olduğunun farkına varmıyor; sosyal adalet heyecanının na­ rına yanıyorlar. Türkiye'de gelişecek, geliştirilecek milli kültürün, �1 ii­ tün Türk dünyasına yayılmasından sonra, ileride Türk b : r liği d e meydana gelecektir. Bunu engellemek isteyen iç n dış düşmanlar vardır. Hem komünist, hem kapitalist düny:ı­ sı bunu istemez. Çin ve Rusya bundan dehşet duyar. Bir de

bu fikrin iç düşmanları var. Bunu, Profesör Zeki Vclidi Togan'ın 1942 yılın�a, Türk Yurdu'nun 8. sayısında çıkan bir makalesinden, uzun bir nakil yaparak göstermeğe çalı­ şalım. Prof. Togan, Türk dünyasının yediye bölünmüş ol­ duğunu anlatarak, buna dair misaller veriyor : Türk dün­ yası «Türkiye Türkü, Azeriler, Türkmen,· Özbek (Batı Tür­ kistan), Uygur (Doğu Türkistan), Tatar (Kazan Tüı-kü) , Ka­ zak (Kazak - Kırgız) şeklinde taazzuv etmek yoluna girdi. (Bunlardan başka, Kırgız, Karakalpak, Nogay - Ku�uk ve Başkurt gibi taazzuvlar da baş göstermişse de, çok mahalli mahiyettedirler). Bu taazzuvlar arasında son yirmi sene


191

SOSYAL YAPIMIZ VE İÇTİMAt TEŞKİLATIMIZ

zarfında cereyan eden münasebetler, her milliyetçi Türkün yakından alakadar olarak takip etmesi icabcden bir keyfi­ yet olmuştur. Şimdi bu yedi grubun edebiyatları, onları ya­ şatan muharrirler, şairleri ve ayrı « milli varlık» iddialarını esaslandırmağa

çalışan ideoloğları

vardır.

Bu

ideoloğlar,

temsil ettikleri grupları müstakil milletler gibi telakki eder­ ler ve her biri diğerinin müstakil millet olduğunu tanır. Bu taazzuvlardan Türkiye Türklüğü kendi başına bir millet ola­ rak teşekkül etmiştir ve burada bahis mevzuu değildir. Di­ ğer teşekküller ise, şimdilik bu kavimler üzerine yabancı­ ların hakimiyetini kolaylaştırıcı ve bu Türk zümrelerini, ya­ landan olsa bile, ayrı birer milletmiş gibi göstererek münte­ siplerine, teselli verici bir hal almaktan ileri gidememiştir. Her grubun nüfusca az, kültürce zayıf, yabancılarla karışık ve coğrafi cihetten hazan pek dağınık (mesela Kazaklar ve Kazan Türkleri) olduklarını müdrik olan idcoloğları,

bu

«millet»lere bir hayat hakkı kazandırmak fikriyle kendi zümrelerine bitişik küçük Türk kabilelerini ilhak ederek büyümek davalarıyla meydana atılırlar ki, bugünkü ve müs­ takbel ihtilaf ve anlaşmazlıkların kaynağını teşkil

eder.

Azeri Türkü, Dağıstan Kumuklariyle birlikte oradaki No­ gayları da kendilerine ilhak etmek ister;

halbuki Kazan

rejiyonalistleri bu Nogayları Tatar bildiklerinden kendile­ rinden sayarlar. Özbekler, Aral Gölü civarında.ki Karakal­ paklan kendilerinden bilirler, nitekim bir aralık cumhuri­ yetlerine dahil idiler. Kazanlarla Başkurtlar 1 9 1 7 - 1 920 se­ nelerinde, Özbekler de beraber olduğu halde, daha geniş bir camiada birleşmek istediler, fakat Kazan İdcoloğları Başkurtları Tatar addettiklerinden, onları muhakkak ken­ di

camialarında

bulundurmak,

«Tatar - Başkurt»

yahut

« Edil - Ural» milleti yaratmak azminde bulundular. Batı Tür­ kistan'ın eski medeni «Kent Türkü» kendisini sadece «Türk» tesmiye etmeği kafi görmeyip, kabile mikyasında bir «mil­ letıı• olmak fikriyle aşiret halinde yaşayan Özbeklerin adını


1 92

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

« millet ismi» olarak benimsemek yoluna girdi ve bu aşiret halinde yaşıyan Özbekleri kendinden saydı; halbuki etnik ci­ hetten bu Özbekler daha ziyade Kazaklara (ki bunlara eski­ den Özbek Kazağı denilmiştir) yakındır. Avrupalı alim ve seyyahlar tarafından bile daima a:Türkb tesmiye olıinan Do­ ğu Türkistan Kent Türklerinin mahallicileri de, «Türkıo is­ mi yerine kabile mikyasında a:millet• ismi olarak « Uyglir» adını aldılar ve bu «rnillet•in civar kabileler hesabına geniş­ lemesini ileri sürdüler. Tiyenşan Dağlarındaki Kırgızlar et­ nik ve menşe itibariyle Batı ve Doğu Türkistan'm l\.ent Türküne yakındır : Halbuki hayat şartları ve lchçelerin• . ı fo­ netik hususiyetleri bir olmak itibariyle Kazaklar bu Kı rgız­ ları kendilerinden sayarlar ve a: Kırgız - Kazak• tabirini · mil­ let» ismi olarak kabul ederek, bÜna dört elle sarılırlar... Bu mahalli taazzuvlar, Türk milleti vücudunda en belalı müz­ min bir hastalık şeklini alıyor.• Türk dünyası gerçeklerin­ den alınmış bu değerli ve ibretli satırlardan sonra, Prof. Togan, ayn «ulus•lar kurarak, Türk dünyasının parçalan­ masına sebep olacak fikir sahiplerinin bir azlık teşkil ettik­ lerini söylüyor. Bunların bir kısmı samimidir. Türk birliği­ nin gerçekleşmesine pek inanmadıkları için veya kendi «Ulus»u etrafında halkalanacak bir birlik tasarladıkları için bu fikirdedirler. Diğerleri ise soyca Türk olmadıklarından Türkçülüğe karşı çıkarlar (mesela Tdcikler) . Mesela menşe itibarile Tacik olan, şair Fıtrat, a:umumi Türk hayalleri ile avare olmaktan milleti kurtardık•, c Osmanlı kitaplarını mek­ teplerimizden sürdük- diye mektep kitaplarında öğünüyor. «Kazanlılardan Azim Kasimov, Azerbaycanlılardan Mir Cafer Bağırov, Kazaklardan eski Altınsarı'nın halefleri hep ayni fi­ kirdeki insanlardır. Bunların hepsi, Türkiye Türkçesine kar­ şı alcika gösterenleri «Üsmanizm hesabına milletimizi dolan­ dıranlar» diye muaheze ederler. Bunlara göre umumi Türk .kültür meseleleri için sade bir alaka bile tıpkı buradaki


SOSYAL YAPIMIZ VE: İÇTİMAİ TEŞK:tı.ATIMIZ

193

Anadolucular için olduğu gibi, kendi milletlerini «TV.rklük hülyası nam ve hesabına kumara basmak'tır». Diğer taraf­ tan, 1924 yılında Taşkent'te Münevver Kari, Abdullah Evla­ ni, Aşur Ali Zahiri, Abdülhamid Çolpan gibi Özbek yazarlan «Sada - i Türkistan», « Uluğ Türkistan» gazetelerini çıkararak, asıl gayenin «Özbeklik», «Kazaklık» olmayıp, «Türklük» ol­ duğunu göstermişlerdi. Bundan korkan Ruslar, büyük Türk şairi Çolpan'ı uzun yıllar zindanlarda çürüttükten sonra, öl­ . dürmüşlerdi. Türk birliği konusunda Gaspıralı lsmail Bey 'in, ilmi ve azimli gayretleri unutulamaz. Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmet,

Hüseyinzade Ali, Mirza Bala, Resulzade, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Abdullah Battal Taymas, Ahmet Cafer­ oğlu, Reşid Rahmeti Arat, Müstecip Ülküsal Akdes Nimet Kurat, Zakir Kadiri Ugan ve diğer dış - Türk fikir adamlan­ nın hizmetleri büyüktür. Onların ve Türkiye Türkleri'nden yetişen ilim adamlarının gayretlerine rağmen, Tatarlık, Uy­ gurluk, Kazaklık, Özbeklik, Azerilik, Oğuzluk şuurlan büs­ bütün silinememiştir. B izim Anadoluculann da, Rumelici­ lerin de, Oğuzcuların da, « suyun ötesi, berisi• lafını dilin­ den eksik etmeyenlerin de bu huylarından vazgeçip, kabile şuuru», «Ulus şuuru•nu terkedip, «milli şuur»a ulaşmalan umudundayız. Hemşehrilik duygulannı büsbütün azdıran futbol lig maçlannın da bir yoluna konulması gerekir. Yirminci yüzyılın şartlannda ve gelişme seviyesinde ar­ tık biz, ne Tatar, ne Özbek, ne Kazak, ne Uygur, ne Kırgız, ne Azeri, ne Oğuz ulus'una mensubuz. Biz, «Büyük Türk

Mille ti» nin üyeleriyiz. Bu konuyu biraz daha derinleştirmek iyi olacaktır. Onun için bundan sonraki bölümü buna ayınyoruz.


- 15 -

TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

T ürkçülük fikrini, bin beşyiiz yıl öncesine, Göktürkler'e kadar götürebi l iriz. Göktürk hakanlarının, «Türk budunu» (Türk soyu, Türk kavmi) lie övünmeleri, onun iyilik, cesaret ve diğer meziyetlerinden bahsetmeleri, kusurlarını düzelt­ meğe çalışmaları, bu hususu iyice ortaya koyar. Fikir, Kaş­ garlı Mahmu d da zirvesine çıkar. Türklük sevgisi He dolu ol.an bu Türk bilgini, Türk kavminin Allah indindeki değe­ rini ve tarihi misyonunu, bir «hadisi kudsi» naklederek an­ latır. Ali Şir Nevô.i, Türk kültürünün hayranıdır ve Türk di­ linin Farsça'dan hiç geri kalır yeri olmadığını gösterir (1). Türkiye'deki bilginlerden Aşıkpaşa, Kemalpaşazade ve Vdni Mehmed Efendi nin adından söz edilmelidir. Bilhassa sonuncusu, dar manada Türkçü, Oğuz Türkçüsü idi (2) . '

'

Mefkurenin (idealin, ülkünün) Gelişmesi ve Öncüleri

de, Prag Kongresi'nde, Panislavizm'in temelleri atıl­ mıştır. 1867 Moskova Kongresi'nde, Polonya ve Sırp temsil1848

( 1)

Kaşgarlı Mahmud, Divan - Ü Lil.gati't T1lrk (B. Atalay çev.> , 4 cilt ve bu eser hakkında yazılan makalelere bakınız. All

Şfr Nevili, Muhakem�t - ü1 Lil.gateyn (iki dilin karşılaştı­ nlması). (2) İsmail Hami D4nişmend, Türkl1lk Meseleleri, İstanbul, sf. 83 . 115.


TÜRKÇ ÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

1 95

cileri bu cereyanın. «Ruslaştırma» manasına geldiğini söyle­ yip, karşı çıkmışlarsa da, sonraki yıllarda daha da güçlen­ miştir (3). Panislavizmin emelleri, Macar ve Rusya'daki Türk aydınlarını korkutmuştur. Macarlar, Panislavizm ve Pancer­ menizm önünde çaresiz kalınca, Ural-Altay kavimlerini bir araya getirmeyi gaye edinen, «Panturanizm» fikrini ortaya atmışlardır. Türk, Fin, Macar ve Moğol kavimlerini birleş­ tirmeyi hedef alıyordu. Gene bu sıralarda (1870 de), Buda­ peşte Üniversitesinde, dünyanın ilk «Türkoloji kürsüsü ku­ rulmuştu. Macarlar bu fikre öyle heyecanla sarılmışlardı ki, Sultan Abdülhamid zamanında Macaristan'a gönderilen he­ yette bulunan, «Çağatay Lugatı» yazan, Türkçü�erden, Bu­ hara'lı Şeyh Süleyman Efendi 'nin elini öpmek için sıraya giriyorlardı (4). «Pan» sıfatı verilerek, « Pan-Türkizm» şeklinde anılan «Türkçülük» ise, «Bütün Türklük» fikrini savunuyor ve sa­ dece Türkler'in birliğini düşünüyordu. Tanzimat'çıların ve Genç Türkler'in (Yeni Osmanlılar'ın), Batı'yı taklitten öteye geçemiyen tutumları ve «Osmanlılık» veya

« Osmanlıcılık»

fikirleri, gittikçe gücünü ve manasını kaybediyordu. İşte bu sıralarda, Türkiye dışındaki Türkleri, onların meselelerini ve kültürlerini merak etmeye başlayan düşünürler, Osmanlı münevverleri ortaya çıktı. Bunlardan biri, sonradan «paşa­ lık» ünvanı verilecek olan Ahmet Vefik Efendi (Paşa) dir. .!hmet Vefik Paşa, Osmanlıca (Oğuz lehçesi) üzerinde durur­ ken, diğer Türk lehçeleri ile de ilgilenmiş; Çağatay lehçesi­ ni öğrenmiş, Ebülgazi Bahadır Han'ın «Şecere-i Türki» sini

(3) Prof. Hans Kohn, Panislavizm ve Rus Milliyetçiliği, ter­ cüme eden : Dr. AgıUı Oktay Güner, İstanbul, 1983, sf. 75 - 92, 143 - 157. (4) Prof. Dr. L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, 1971, sf. 129, 259 ; Prof. Dr. Z. V. Togan, Türklüğün Mukadderatı Üzerine, İstanbul, 1970, sf. 86 ; Yusuf Akçura, Tür.kçülılk, İstanbul, 1978, st. 76.


1 96

MİLLt KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

de tercüme etmiştir. İstanbul Dariilfünunu'nda (üniversite­ sinde), umumi Türk tarihi müderrisi (profesörii) olmuş ve böylece, «Bütün Türklük» fikrini iyice benimsemiştir. Türk kültürüne bağlılığı dillere destan olmuş, bütün yaşayışı , gi­ yim kuşamı, ev eşyası Türklüğün izini taşımıştır. Şemseddin Sami Bey, ünlü lfıgatları ile Türk dilini ve Türk kültürünü işliyor ve «Bütün Türklük» fikrine güç katıyordu. Sultan Abdülaziz devrinde, askeri mektepler nazın olan «Süleyman Paşa», «Tarih-i Alem» isimli tarihinde, Batı ve Doğu kaynaklarına dayanarak, Hunlar'a kadar çıkarak, bü­ tün Türk tarihini işledi. Bu çalışmalar ve eserler, dış Türk­ ler'e de tesir edecektir. Daha ilcriki yıllarda, bu kere, Türki­ ye'den ilham almış olan dış Türkler, Türkiye'ye tesir edecek­ tir (8) . Türkiye içinde ve Dışında Türkçülüğün Gelişmesi

Süleyman Paşa'dan sonra, Necip Asım ve Veled Çelebi, Türkçülük fikrinin öncülerinden oldular. Ahmet Mithat Efendi'nin Beykoz'daki yalısında, Cuma toplantılarında bu fikri geliştiriyorlardı (8). Yabancı ilim adamlarının, Türko­ loji sahasındaki çalışmaları da, Türkçülüğün gelişmesinde rol oynamıştır. Ondokuzuncu Yüzyılın ortalarında, Kırım'ın Bahçesa­ ray'ının Gaspıra Köyünde, ileride Türk dünyasının büyük ideoloğu ve idealisti olacak bir çocuk dünyaya gelmişti, Or­ ta tahsiline Rus askeri mekteplerinde devam eden bu çocuk, Rus milliyetçiliğinin ve Panislavizmin ortasında, yarının Türkçülüğünün ilk damlalarını, özüne dolduruyordu. Girit'Yusuf Akçura, TO.rkçülllk, sf. 46 - 57: HQseyin Namık Or­ kun, TürkçülQğün Tarihi, Ankara, 1977 ( Kömen Yayını) , sf. 52 - 55. (8) Orkun, aynı eser, sf. 58 - 61. ( 5)


TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

197

te, Türkler'in Rumlar tarafından öldürüldüklerini duymuş, bir arkadaşı ile birlikte gizlice. Odesa'da vapura binmişti. Pasaportsuz olduğu anlaşılınca yakalanıp, ailesine teslim edil­ mişti. Artık Rus mektebine dönmemiş, bir

müddet Türk

mekteplerinde Rusça öğretmenliği yapmış, sonra da Paris'e gitmiştir. 1872 - 1 975 arasında Paris'te kalmış, mücadele ile hayatını kazanmış, bilgisini arttırmış ve Batı'yı içinden tanı­ ma fırsatını bulmuştur. Rusça ve Fransızca bilen bir Türk olarak, Osmanlı Ordusunda zabit olmak için İstanbul'a gel miş, fakat teşebbüsleri boşa gitmiştir. Bir rivayete göre sad­ razam, meşhur Rus sefiri İgnatiyef'e bu müracaatı bildir­ miştir. İsmail Bey Kınm'a dönmüş, gazete çıkarına isteği reddedilince, öğretmenliğe başlamıştır. Öğretim ve eğitim (terbiye) metodlanna yenilik getirmişti. Bu yüzden usulüne, «Usul-Ü cedit» (yeni metod) adı verildi. Yeni esaslarla, Batı ilim ve tekniğini edinmeyi, Türk çocuklarını yetiştirmeyi, Türk dünyasını uyandırmayı tasarlıyan bu yol, eski usulcü­ ler (medreseciler) tarafından hücuma bütün dış Türk dünyasına yayılmıştır.

uğramışsa da, hızla Süleyman Paşa ve

Şemseddin Sami Beylerin fikirlerinden de çok şey edinmiş olan İsmail Bey, nihayet müsaade alarak, gazete çıkarma emeline nail olmuştur. «Tercüman» adlı gazetesi, 1883 te, yansı Rusça, yansı Türkçe olarak çıkmağa başlamıştır. Ga­ zetenin şiarı, «Dilde, fikirde, işde birlikııtir. Bütün dünya Türklerinin aynı ağızla konuşmaları, «Boğaziçinin sandalcı­ sından, Kaşgar'ın devecisine kadar» aynı kelimelerle anlaş­ maları, ortak bir edebi dilin doğması, fikir birliği doğuracak ve ona dayanan «İŞ», «hareket», «aksiyon», yani dünya Türk­ lerinin birliği

doğacaktır

(7).

İstanbul'dan, Doğu

Türkis-

(7) On yıl kadar önce, İstanbııl sokaklarında anarşinin ilk kıpırtıları olurken, Baıkırköy'de, Migros mağazasının ka­ pısı yanında yumurta satan, yetmiş yaşlarında heykel gibi bir Kının Türkü'nden (Abdili.kelam Çongarlı> bu


198

MİLLİ KÜLTüRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

ta:ı:ı'a

kadar her

yerde

aranıyor,

okunuyordu.

O dev:

rin şartlarına göre, çok yüksek bir rakam olan, beşbin ra­ kamına ulaşmıştı. Rusya'nın müslüman ve Türk tebaası üze­ rinde ihtisas sahibi sayılan Misyoner İlminsky ve Profesör Simirnov gibi nüfuzlu müsteşrikler, gazetenin yayımlanma­ sına izin verilmesinin «siyasi bir hata» olduğunu söylllyor­ lardı. (8) Öte yandan, Rus gizli polisi Okhrana'nın bir rapo­ runda, adı geçen gazetede ve bu yolda yürüyen diğer Türk gazetelerinde görülen İslam propagandasının, Pan-Türkizmi örten bir perde olduğu söyleniyordu (9).

Gaspıralı lsnıail Bey, karısının ziynet eşyalarını, evinde­ ki eşyaları satarak, gazetesini çıkarmağa devam etti. «Ter­ cüman 'ı n kapatılması için birçok teşebbüsler olduysa da, İsmail Bey'in zeka, maharet ve enerjisi bütün Türk ve İslfun düşmanlarının entrikalarına mukabele ile, yirmi otuz milyon­ luk Türk kitlesinin kendi dilinde çıkan bu ufacık haftalık yegane gaze tenin yayınının devamını sağlayabilmiştir» (1°). Türklük ve Müslümanlığa sıkı sıkı sarılarak, ilim ve tekniğini alma şeklindeki

Batı'nıD.

sentezi ve diğer fikirleri,

Türkiye Türklerinden başka, Kırım, Kazan, Azerbaycan ve Türkistan Türklerine de tesir etmiştir. Azerbaycan'da, dış Türk dünyasının ilk gazetesi olan

«Ekinci», 1875 te, Hasan Bey Zerdabi tarafından çıkarılmış­ tı. Milliyetçilik fikrini çok üstü kapalı işliyordu. 1878 de, Os­ manlı-Rus harbi sırasında kapandi. Tercüman'ın yaptığı hiz-

şiarlan dinlemek, beni son derece heyecanlandırdı. Yu­ murta satara'k ekmeğini kazanan bu ihtiyar, II. Dünya Harbi'nde, Ruslar'a karşı savaşanlardandı. (8) Akçura, Türkçülük, sf. 199. ( 9) Jacob M. Landau, Pan - Turkism in Turkey, London, 1981, sf. 11. Biraz aşağıda tenkidini vereceğimiz bu eserde, Türkçüiüğün tarihine dair zengin bilgi var. (10) Akçura, aynı eser, sf. 107 - 108, 200.


TÜRKCÜL'OK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

199

met gibi bir hizmet göremedi. Zaten satışı da bine bile ulaşa­ mamıştı (11) . İsmail Bey'i takip eden birçok Türkçü yetişti: Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Sadri Maksudi (Arsal), Zeki Velidi (Togan), Abdullah Battal (Tay­ mas) ve diğer birçok düşünür ve hareket adamı, 1905'te ya­ pılan Rus-Japon harbinden sonra, Rusya bir ideoloji kazanı haline gelmişti. 1917 yılına kadar süren bu çalkantı esnasın­ da Türkler, ne yazık ki birşey elde edemediler. Duma'daki (Rus Meclisindeki), Kongrelerdeki çalışmalar neticesiz kal­ dı. Türk ve İ slam topluluklarının, Rusya'nın her yerinden gönderdikleri temsilcilerle yapılan bu kongrelerde alınan kararlar, kuvveden fiile geçirilemedi, Rus Çağlığının çökü­ şü sırasında, tutulacak yol'da anlaşma sağlanamadı. Kimi muhtariyet, kimi federasyon fikrinde oldu; mahalli milliyet­ çiliklerin hayli tesiri görüldü. Gaspıra'lı İ smail Bey başta ol­ mak üzere, Kırım ve Kazan Türklerinin ve Azerbaycan Türk­ lerinin çalışmaları semeresiz kaldı. Gökalp, 1918 yılında «Ye­ ni Mecmua»da yazdığı, « Rusya Türkleri Ne Yapmalıdır-» başlıklı makalesinde, «kabile şuurlan»nın «marazi hadise» olduğunu, onun terkedilerek, yerine «milli şuur»un getiril­ mesi gerektiğini söylüyordu. Fakat iş işten geçmişti. Orta Asya'da, (<Birlik Tuvı», « Uluğ Türkistan», «Türk Söz ve El Bayrağı», «Turan», «Hürriyet» gazeteleri «Bütün Türklük» fikrini işlemeğe · başlamışlarsa da, Ruslar, Türk ülkelerini bir bir işgal etti, Enver Paşa ve Basmacı'ları yok edildi. Bu fi. kirler öldürülememiş, sadece çok sert tedbirlerle, su yüzü­ ne çıkması önlenmektedir. Çolpan'ın şiirleri hala hafızalar­ dadır. Hepsinin ümidi Türkiye'dedir (12) .

(11) Orkun , aynı eser, sf. 69 - 70 vd. (12) Bu konuda. daha. geniş bilgi için bk. : Türk Dünyası El Kitabı (Ankara, 1976, T.K.A.E. yay.) içindeki ma'kalemiz (sf. 1361 - 1377) ve aym eser içinde Akdes Nimet Kurat ve


200

MİILİ KÜLTÜ'RÜMÜZ VE MESELELERİMİZ 1908 !erden itibaren, Türk Derneği, Türk Ocağı ve Türk

Yurdu etrafında gittikçe gelişen Türkçülük, Ziya Gökalp ta­ rafından sistemleştirilmiştir. Prof. Zeki Velidi Togan, Ziya Gökalp'i «Türkçülüğün manevi rehberi olarak kabul etmeli­

yiz» diyor ve şunları ekliyor:

«

Yanlışlan, eksikleri varsa ta­

mamlamalıyız» (13). Gökalp'in geliştirdiği Türkçülüğü, kültü­ rel esaslan üzerinde yürütmek, siyasetten uzak tutmak fay­ dalı olur. Ancak, Türk dünyasının kurtuluşu ve birliği de, bir ideal olarak gönüllerde yaşamalıdır.

Türkçülüğün Muarızları Türkçülüğü çekemeyenler, sevmiyenler, onu hazmede­ miyenler çoktur. Birkaç misalle yetinecek, fikri seviyesi dişe dokunur olmayanlara dokunmayacağız.

Bunlar

arasında,

« İslam'ın kavmiyete karşı olduğu» iddiasıyla, Türk düşman­ lığı yapanlar· da vardır. Gerçek Müslüman olan, Türk kavmi­ ni nasıl sevmez? Tarihi bilen, bunu yapar mı? Onlan ele al­ mağa, ne vaktimiz, ne de yerimiz müsaittir. Türkiye'de sekiz yıl kalarak Türkçeyi öğrenen,· David Hotham adındaki bir İngiliz'in, Türkiye hakkındaki bir ya­ zısı, bir gazetede yayımlandı (Milliyet, Nisan - Mayıs 1973). « Etnolog ve tarihçi değilim» diyen yazar; Türkiye Türkleri'­ nin, Rusya'daki ve Batı Çin'deki Türkler'den apayrı bir mil­ liyete, Anadolu milliyetine mensup bir kavim olduğunu ispat­ lama işini, kendisine vazife edinmiş. «Türk istilftsından son­ ra», yerli kavimlerle Türkler arasında, tersine bir kültür ak­ tarması olmuş. Yazara göre, Anadolu'claki topluluklar şun­ lardır: Hititler'den öncekiler, Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar,

Ahmet Temir'in makaleleri (sf. 1295 - 1316, 1391 · 1404) ; Landau'nun adı geçen eseri, sf. 10 - 16. Bu konuya ait yerli ve yabancı pek çok eser vardır ki, burada veremiyoruz. (13) Togan, Till'lklüğün Muikadderatı Üzerine, st. 86 ; Rasonyi, Tarihte Türklük, sf. 258 259. -


TÜRKÇÜLÜK,

MUARIZLARI

VE DÜŞMANLARI

201

Keltler, Yahudiler, Yunanlılar, Romanlılar, Ermeniler, M� ğollar. Yazar, tez'ine şöyle devam ediyor: cAsya'dan gelen bir avuç Türk, kendilerini hazır mevcudun ortasına kat­ mış, böylece bir Anadolu karışımı, aşağı yukarı önceden ney­ se, öyle devam edip gitmiştir. Bütün mesele, kalabalık karı­ şımın Türkleri hazmedip arasında eritmesi gerekirken, sayı­ Türklerin, yerli halka damgasını basacak derecede kuv­ vetli çıkmalarıdır. Bunun sonucu olarak da, önceden var olan

ca az

kavimler, Türkçe konuşan Müslüman bir halk haline dön­ müş.. tür (Milliyet, 22 Nisan 1 973, 1 Mayıs 1973). Kültür değişmesi ve sosyal değişme hakkında, sosyolog­ lara ve antropologlara yol gösterecek (!) bir teori. Türkler «bir avuç» olduğu halde, erimiyor, eritiyorlar; dinlerini ve dillerini, kalabalık yerli ahaliye kabul ettiriyorlar. Ü stelik, bi­ raz aşağıda adından ve görüşünden bahsedeceğimiz bir yaza­ rın deyi miyle, • İpt idai bir göçebe kültürü" ne de sahiptirler. Bu yan-ilmi tcz'in, sağlam bir yanı yoktur. Ona, uyan » sıfa­ t ı bile cömertli k t ir. Bugünkü Rumlar, Ermeniler, Yahu d i ler olmasaydı, dediği belki do�ru bir dereceye ka da r dogru ola­ bilirdi. Anadolu'nun pek az sayıdaki-zelzele, bulaşıcı has ta l ık ve harplerden kurtulabilen - topluluklarını, Ermeni ve Rum kiliseleri, asırlar boyu bünyelerinde eritmiştir. Bundan başka, Anadolu'ya, Müslüman Türkler'den asırlar önce gelen Hıris­ tiyan Türkler'in varlığını da unutmamalı. Yazar, «Pan-Tür­ kizm,. den korkmakta ve milliyetçiliğin, sağcıların inhisarın­ da olmadığını söylemektedir. Yazara göre, solcular da milli­ yetçidir (!). Solcu olduğu anlaşılan bu İngiliz yazarının, Tür­ kiye'ye kadar gelerek, Ttirk gazetesind_e, Türkçülüğü ve Türk kültürünü ve milliyetini kötülemesi, anlaşılacak şey değil­ dir. İ kinci misalimiz buna benzemiyor. Objektiflikten uzak­ laştığı noktalar olmakla birlikte, ilmi seviye ve kalitesi mü­ kemmeldir. Ele alacağımız eser, ljriel Heyd in, Ziya Gökalp hakkındaki kitabıdır. Heyd, Gökalp'in Türkçülüğünü şöyle '


202

MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELER1MlZ

tenkit ediyor: Gökalp, milletin şuur altında yatan iddialan canlandırmak için iki yol tutmuştur, tutulabileceğini söyle­ miştir: 1 Eski Türklerin kültür ve tarihini araştırmak, 1. Halkın kültürünü incelemek. Gökalp'e göre, eski Türkler sayı­ sız meziyetlere sahiptiler: Misafirperver idiler, alçak gönüllü -

-

idiler; fedakardılar; yiğittiler; dürüsttüler. Bilhassa kendile­ rine boyun eğen kavimlere karşı davranışları çok insancay­ dı. İdarecilerinin tek gayesi, bir barış düzeni kurmaktı. Din­ lerinde taassub da yoktu, nefse eza da yoktu. İbadetin bedii cephesine bağlıydılar. Mefkure (ülkü) ve şahsiyet, eski Türk­ ler'in meçhulü değildi. Bu mefhumlar, yazısız ve yazılı ka­ nunlarında ifadesini bulmuştur. Taraf tutmayan bir tarihin, günün bfrinde, demokrasinin ve kadın haklarına saygının, Türkler arasında doğduğunu kabul edeceğini söyleyen Gökalp, eski Türklerde kadınların içtimai hayata katıldıklarını ve hatta savaşlara bile iştirak ettiklerini söyler. Gökalp'in bu fikirlerini nakleden Uriel Heyd'e göre, «Bu ideal tablonun oturduğu zemin, değersiz ve cılız birkaç delilden ibaret»tir. Herder'in iddialarına benze­ mektedir. Bunlara cevap verrrieğe çalışmazdan önce, Heyd'in, bu konudaki birkaç sözünü daha aktaralım. Heyd, şöyle devam ediyor: «Gökalp, soyunun asaletine iman etmekle kalmaz, sahneye bir başka mit (üsture) de çıkarır. Bir çok milliyetçi ideolog'da şahit olduğumuz bu mit, kavminin büyük bir mis­ yonu olduğu mitidir. Tarihten Türk soyunun ahlaki üstünlü­ ğünü öğrenen Gökalp, Türk milletinin tarihi misyonunu en üstün faziletleri gerçekleştirmek» ve fedakarlık ve kahraman­ lık menkıbelerinin jmkansız olmadığını ispatlamaktır, der. Gökalp'in bu fikirlerini aktaran Heyd'in iddiasına gö­ re, Gökalp'in dikkatten uzak tuttuğu bir hakikat vardır. O da şudur: «İlkel kabilelerden ibaret olan eski Türkler, ileri bir medeniyetin kusurlanndan da meziyetlerinden de yok-


r; ı ı

TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

203

�tL_ sundular. XX. yüzyılda göçebe bir kavmin kültürel kıymetlerine dönmek teşebbüsü tam manasıyla» yanlış bir iştir.

Heyd, Gökalpin ölümünden sonra, Türkçülük yolunda iler­ leyen Türk bilginlerinin ilmi araştırmaları, ne kadar değerli olursa olsun, «modern Türkiye'nin (kültürel gelişmesine) etkileri olmamıştır» hükmünü veriyor (14) . Adı geçen eseri Türkçeye çeviren, değerli fikir adamı Ce­ mil Meriç Beyin, bu acı tenkit ve ithamlar karşısında sus­ ması, bir not düşmemesi, şaşırtıcıdır. İstanbul Üniversitesin­ den mezun olan Heyd'e demek birşey verememişiz. Amerika'lı sosyolog Zimmermiın kadar objektif davransa yeterdi. O, «Türk inkılabının fikir babası, manevi babası Gökalp'tir» di­ yor (1"). Heyd, eski Türk kültürü üzerinde kalem oynatmış yerli ve yabancı yazarları incelemesin zarar yok, sadece ken­ d i soy u n d a n o l a n Vam bery ile Leon Ca hun 'u okusa yeterdi. büyük devl et ler, i mparatorluklar kuran bir kav­ min kültürünün, «ilkel » (iptidai) olmad ığı hakikatını teslim

O za m a n ,

edecekti. Eğer her göçebe kabile kültürü iptidai ise, göçebe 1 branilcrin kültürü de iptidai olmak gerekir. Kendisi niçin, hemen hemen ölü olan bir dil ve kültürü canlandırmağa ça­ lışanlar arasında yer alıyor? Türk aydınlarının, yaşayan bir dile ve canlı bir kültüre sahip çıkmaları niçin yadırganıyor? « Sizin ülkenizde insafın yeri yok mu?» diye bir söz vardır. Onlara hak olan, bize hak değil mi? H eyd, eserinin önsözün­ de şöyle diyor: « Kitabımız önce İbranice olarak yazılmış ve Kudüs'teki İbrani Üniversitesi tar'1fından filoloj i doktorası tezi olarak kabul edilmiştir» diyor. İkibin yıl öncesinin ölü diline ve kültürüne dönmeyi ken­ disine hak bilen Heyd, acep niçin bizim eski Türk kültürün-

Uriel Heyd, Ziya Göka.lp'in Hayatı ve Eserleri, çeviren : Cemil Meriç, İstanbul, 1980, sf. 81 - 85. ( 15) Prof. Dr. C. C. Zimmerına.n, Yeni Sosyoloji Dersleri, çevi­ ren : Dr. A. Kurtkan, İstanbul, 1964, sf. 3 - 4. (14)


MİLLi KÜLTOR'OMUZ VE MESELELERİMİZ

204

den ilham almamızdan gocunur? Gökalp'in ve onun izinden gidenlerin bu yöndeki çalışmalanndan tedirgindir? Söylene­ cek söz, verilecek cevap kitap hacminde olur. Şimdilik bu kadarla yetiniyor ve üçüncü yazara geçiyoruz. Ele alacağımız üçüncü eser, Amerika'lı yazar, Jacob M. l.Andau un, •Pan-Turkism In Turkey, London, 198 1 » (Türki­ '

ye'de Pan-Türkizm) adlı eseridir. Yazar,

Türkçe ve Rusça

dahil, birçok dildeki kaynağı konuşturan ve Türkiye üzerin­ de ihtisaslaşan veya ihtisaslaşmakta olan, çok dikkatli bir araştırıcıdır. Türkiye üzerine başka bir eseri daha çıkmış ve Türkçeye tercüme edilmişti. Eserin, yorulmak bilmiyen bir insanın çalışmasının ürünü olduğu anlaşılıyor. Rusya'daki dış Türklerin meselelerini ele alırken, daha yumuşak dil kullandığı, biraz daha objektif olduğu gözden kaçmıyor. Cumhuriyet devri öncesi Türkiye'sindeki Türkçü­

lük hareketleri ile ilgili satırlarında da, keskin bir dil görül­ müyor. Dış Türkler hakkında yazan bir çok yabancı araştı­ rıcının (Kolar'l.., Hostler, Wheeler gibi), meseleleri objektif olarak gözler önüne sermelerinin, bunda dahli olsa gerek­ tir. Amma, iş Türkiye'ye ve cumhuriyet devrine geldi �i, o zaman iş değişiyor. Landau'nun buradaki hükmü keskin, üs­ lubu acıdır. Üzerine «Pan» damgası bastığı «Türkçülük» hak­ kında yapılan bütün çalışmalan, «propaganda» olarak görü­ yor. Pan-Türkistler, • aktif Pan-Türkist propagandası » nı hızlandırmış; « Komünizm»i, gittikçe artan bir şekilde « şa­ mar-oğlan1» (Whipping-boy) haline getirmişler ve 3 Mayıs 1944'de « so.kaklara dökülmüşler» (sf. 94, 1 1 1 , 1 1 2, 1 1 3 , 1 14). Bu cıPan-Türkist propaganda», Kıbrıs Türkleri arasına da sıç­ ratılmış. Hatta, Çin istilası karşısında vatanını terkederek, ikinci vatan Türkiye'ye sığınan lsa Yusuf Alptekin'in, 1960 yılında Johnson'a, Chiang-Kai-Sheke, Arap Birliği Genel Sek­ reteri Azzam'a ve başkalarına, «muhtıra• vermesi de, yazara göre, o:Pan-Türkist .Propagandasıdır• (sf. 1 15).


TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

205

Elli yıldır esir Türklerin davası için mücadele eden /sa Yusuf Bey, Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak hazırlanan umuh tıra»sının sonunda şöyle haykırır: « Bütün İslfım mem­ leketlerinden ve Hür Dünya devletlerinden, Kızıl Çin ve Rus emperyalizmi altında her türlü insan hak ve hürriyetlerinden mahrum olarak yaşayan, müslüman Türk halkının davasını bir an önce Birleşmiş Milletler'e intikal ettirmelerini ve des­ teklemek:rini talep ediyoruz. Keza İslam devletlerinden ve Dünya İslam B irliği Umumi Katipliğinden Kongre kararla­ rını, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmelerini bekliyo­ ruz» (16). Hür ve demokratik bir ülkenin insanı olan Lan­ dau yu, çaresiz insanların bu feryadı hiç müteessir etmiyor. '

O, « Komünizm»in, «şamar-oğlanı» haline getirilmesinden (!) yakınmaktadır.

Landau, ilmi

faa l iye t

göstererek, pek çok değerli eser ve­

ren ve « mutedil bir Pan-Tü rkizm • yaptığını kabul ettiği Türk Kültürünü Araştırma Ensti tüsü'nün faaliyetlerini bile, bir dereceye kadar propaganda saymakta ve komünizme karşı olan çalışmalarından tedirginlik duymaktadır (sf. 159). «Kül­ türel» Pan-Türkizm'e bağlı olan Prof. lbrahim Kafesoğlu'nun «Bütün Türklük» sözünden de memnun değildir (sf. 159). Bi­ zim, uTürkistan'dan Kıbrıs'a Kadar Tek Bir Kültür» başlıklı makalemizden de epeyce rahatsız olduğu anlaşılıyor (sf. 156157). Landau haber veriyor: Pan-Türkistler Türkiye'de 1 950' lerden sonra, akültürel Pan-Türkizm propagandasına» hız vermişlerdir (sf. 132). Anlaşılır şey değil : Türkiye'de cTürkçülükıo benimsen­ miyecek te, neye bağlanılacak? Landau, bunun da

cevabını

veriyor. Diyor ki: cıTürkiye'deki mutedill�r•, « Pan-Türkizmi romantik bir fantezi sayıyor; ırkçı ve şövenist görüyorlar.»

{16)

Büyük Türkistan Hakkında Muhtıra, İstanbul, 1967, sf. 24. Bu muhtıra, Landau'nun bahsettiği muhtıra'nın biraz daha geliştirilmiş şeklidir.


206

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Ona göre bu hareket, küçük bir aydınlar, seçkinler hareketi­ dir (17). Biraz aşağıda ise, Türkiye'ye gelen dış Türkler'in (Kınm'lı, Kazan'lı, Azerbaycanlı, Ti,irkistanlı), sayıyı kabart­ tıklarını resmen açıklıyor (sf. 109). Landaunun «Mutedillerııi kimler ola acaba? O çevrelerden aldığı ilhamla, Atsız'la kar­ deşi Nejdet Sançar'ı «ırkçı Pan-Türkistler»in başında anıyor. Atsız'ın, 1948 de İsrail Devleti kurulur kurulmaz bu konuda yazı yazması ve Sançar'ın da, «Kızıllar, Farmasonlar, Siyo­ nistlerıı başlıklı bir makale döşenmesi, yazarımızın öfkesini mucip olmuştur (sf. 127). Şakası yok; Landau bu konuda çok hassastır. Siyoniznı'e laf söyletmez. Landau'ya göre « Si­ yonizmıoin «Pan» karakteri çok zayıftır; o daha ziyade, ma­ halli bir milliyetçilik hareketidir. Yazarımızın tarifine göre

«Siyonizm», «Bütün Yahudiler'i, ata yurtlarına (ana vatanla­ rına) getirerek, onları yeni bir millet ve devlet içinde şekil­ lendirmek» gayesini taşıyan - hareketin adıdır. 1917 Balfour Beyannamesi hükümleri doğrultusunda, ce milli bir vatan»

da (Filistin'de), sürgünlerin bir araya getirilmesine çalışan: «siyonist hareket», önce İngiliz desteğine kavuşmuş, sonra da beynelmilel destek görmüştür (sf. 1 82, 185). Siyonizm'in « Pan» karakteri yoktur; bu vasıf, Pan-Türkizm'e, Pan-Ara­ bizm'e, Pan-Cermenizm'e aittir (sf. 1 80-184).

Landau, Abdullah Battal Taymas'ın «Kazan Tatarları»n­ dan, «Kazan Türkleri• diye bahsetmesini beğenmiyor. Zeki (17)

TO.rkçtiltik hareketi, dar bir çevrenin malı değil, bOttin Türklüğe yayılma istidadı gösteren bir düştince sistemi· <lir. Gezdiğimiz Yörükler ve TOr:<menler'in, Tür·kiye dışın· daki Türkler'e büyük ilgi gösterdiklerini, onların sayıları­ nı ve hallerini merak ettiklerini, ibretle ve ta:kdirle mtişa­ hede ettim. Yirmi yıl önce Toroslar"da, «Karahacılı» Oy­ mağından, yetmiş yaşlarındaki cSuyuyağdan İbrahim Ağa> bu sevgiyi şöyle ifade etmişti : cYedi dağ ötesinde bir YörOğün ayağına diken batarsa, acısını burda ben duyanın».


TÜRKÇÜLÜK, MUARIZLARI VE DÜŞMANLARI

207

Velidi Togan için de şöyle söyler: «Dış Türkler'in milli kur­ tuluşu ve siyasi birliği için, yorulmak bilmez bir şekilde mü­ cadeleye girdi. Sovyet aleyhtarı amansız bir üslupla, Türkis­ tan'ın istiklalini» istiyordu (sf. 82, 93).

Landau, Türkiye'deki Türkçülük hareketleri hakkında birçok kaynağa başvuruyor. Bun lar arasında dikkat

çekici

olanlardan birkaçı şunlardır: Muzaffer Şerif, İngiliz Elçilik

Raporu, Agop Dilaçar ve Prof. Z. Fahri Fındıkoğlu. (sf. 1 32). Yazar, Prof. Fındıkoğlu'nun Türkçülüğünden ve bu konuda,

«Türk Yurdu»na (1 968-1970 lerde) yazdığı değerli makaleden habersiz görünüyor.

Landau, « Irkçı» dediği «Pan-Türkizm» kadar, «kültürel» dediği « Pan-Türkizm»e de muarızdır. Onun için, Ziya Gökalp'­ in fikirleri de, Yusuf Ziya Ortaç'ın ve Orhan Seyfi Orhon'un «Çınaraltı»sı da sevimsizdir (sf. 95). Yazar, «Ziya Gökalp, ırkçılığı takbih l!diyordu» (sf. 92) dediği halde, onun fikirle­ rinden gene de hoşlanmaz. İngilizler, Rus'ların endişe ederek,

Hindistan'a

doğru sokulmasından

Türkçülük hareketini

destekleme

ihtiyacı

duymuş ve bu maksatla Vambery ve diğer bazı bilginleri Or­ ta Asya'ya göndermiş, eserler yayımlamışlardı. Birinci Dün­ ya Harbi sırasında, bu cereyandan Almanlar'ın istifade et­ mesinden kaygı ve kuşku duyarak, karşı çıktılar. Enver Pa­ şa ve Basmacılar'ını ve diğer Türk istiklal (kurtuluş) hare­ ketlerini desteklemediler. İngiliz Genel Kurmayı'nın o tarih­ teki bir raporu da, bu endişeyi ve adı geçen harekete karşı

duydukları antipatiyi gösterir (18).

Türkçülüğün Düşmanları Şüphe yok ki, bunların başında Sovyetler B irliği ve Kızıl Çin gelir. Lenin, III. Enternasyonal'in İkinci Kongresir (18)

Togan, Türkistan Tarihi, sf. 562 563. -


208

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

(Moskova, 1920), «Pantürkizmin• Rusya için arzettiği tehlike­ ye dikkatleri çekiyordu. Stalin'in milliyet meselelerinde, baş yeri Türk meselesi alır (1 8) . a Büyük Sovyet Ansiklopedisi», •Türkiye'nin hakimiyetini yaymak» maksadıyla hareket eden ve bu maksatla bütün Türkleri birleştirmeğe çalışan, •Türk gerici çevrelerinin şövenist doktrini• diye tarif eder. Yazı­ nın devamı şöyledir: Genç Türkler'den beri « tarih kalpazan­ ları, bu halkların birliğini ve ortak ırki bağlarını ispatlamak için mücadele• edegelmişlerdir (20) . Türkçülük

hareketleri

hakkındaki Sovyet tezlerinden bazı kısa iktibasları, ileride (Kadro Hareketi ve Basmacılar'la ilgili makalede) vereceğiz. Sovyetler ve Kızıl Çin, hem ideolojik yönde, hem de sür­ günler, tasfiyeler, Rus halkının Tiirk bölgelerine iskanı, sıkı idari tedbirler gibi fiili yönlerden, Türklüğü ve dolayısiyle Türkçülüğü sindirmeğe, parçalamağa ve ortadan kaldırmağa çalışıyor. Türkiye'nin ilkin kültürel yönden hazırlıklı olması, bütün dünya Türklerine fikri rehber olması gerekir. Bu iş, üniversitelerimize, aydınlarımıza, basınımıza düşmektedir.

Türk Dünyası Elkitabı'ndaJd ma:İalemlze ve cMarxizm · Leninizm ve Tenlddl> isimli eserimize b2kınız. .( 20) Jacob M. Landau, Pan - Turkism in Turkey, sf. 18 19.

( 19)

·


AFGANİSTAN'DA TÜRK AŞİRETLERİ

Son Arap - İsrail çatışmasından sonra, Orta-Doğu buh­ ranını sulh yolu ile halletmek ve Araplarla Yahudilerin ara­ sını bulmak üzere, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Utant, Gunnar Jarring'i tayin etti. Galiba İsveç'in Moskova Büyük­ clçisi olan bu kıymetli diplomat, aynı zamanda kıymetli bir Türkiyatçıdır da. Türkoloji üzerinde tatbiki ve nazari araş� tırma yapabilecek derecede Türkçeye ve Rusçaya hakimdir. Biz bu kısa makalemizde, kıymetli araştırıcının Afganistan Türkleri hakkındaki eserinden * faydalanarak, Türkiye'deki Türkmen aşiretleri ile Afganistan'daki Türkmen aşiretleri arasında bir mukayese yapacağız, Makalenin çerçevesi, diğer Türk boyları ile mukayeseye imkan vermiyor. Afganistan'da Türk kavminin kolları, dallan olan Türk­ men, Kazak, Kırgız, Özbek, Kıpçak, Karluk, Karakalpak Türkleri mevcut bulunmakta ve Afganistan'ı, bir kısmı ile Türk ülkesi halinde muhafaza e tmektedirler. TÜRKMENLER:

G. Jarring, Tumanovich'in Türkmenleri beş gruba ayırdı­ ğını söyleyerek, onun tasnifini şöyle naklediyor: ( *)

Gunnar Jarring, The Distribution of Tu�:ı: Tribes in Af­ ganistan, Lund, 1939. Türkoloji ile ilgili eserleri : G. Jarring, Some Notes on Centr�l Asi? n Turkish Place Names, The Bulletin of the Geological Institutions of The University of Uppsala, Vol. XL. Uppsala, June 1961 ve. G. Jarring, Uzbek Texts from Afgh � n Turkestm.


MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

210

Bu guruba mensup aşiretler doğrudan doğruya Sa­ 1 lur-Kazan'ın torunu Salur-Ogurcik'in neslinden gelirler. Sa­ -

lur-Ogurcik'in soyundan gelenler beş aşiret teşkil ederler: a

-

Salur: 1) Karaman, 2) Yelovaç (Yalavaç), 3) Kiçi-aga.

Bu üç gurubun herbiri tekrar 6-7 kola ayrılır. Herbiri, tekrar kendi aralarında 2 ila 10 bölüme ayrılır. Böylece Sa­

lur'ların aşiret sisteminde 110 oymak ismi mevcuttur. b

-

Sarık: A

-

Alaşa:

1) Alnış, 2) Alnah, 3)l!sta, 4) Hoc Nazara. B

-

Pulat-Şah: 1) Sapı, 2) Bairach (Bayıraç), 3) Horasanlı,

4) Gerzeki, 5) Arhaki, vs. Keza bunun da birçok kollan vardır. c

-

Teke: A

-

Takhtamish (Tohtamış): 1) Vekil, 2) Bek.

B

-

Otaınislı (Otamış): 1) Bahşi, 2) Sıçmaz.

Teke'lerin de birçok bölümleri vardır.

d

-

Yomud: A

-

Oara-cheqa (Kara-çeke) veya Kutlu Tenıir: 1) Çeni-Atabay: 10 küçük kola ayrılır. 2) Şerif-Cafarbay: Önce 3 kola ayrılır. Bu üç kol da aynca 2-3 kola ayrılır.


211

AFGANİSTAN'DA TÜRK AŞİRETLERİ B

-

Bayram-Çoli veya Utli - Temir:

1) Orsuqchi (Orsukçı), 2) Okuz (Öküz), 3) Sa­ lakh (Salah), Herbiri 2-3 kola ayrılır. C

-

Uslıaq « Uşak): Önce 7 kola ayrılır. Bu yedi kol da kendi ara­ larında 2-3 kola ayrılır.

Yomud'ların 140 kadar aşiret kolu vardır.

2

-

a

-

İkinci gurup, doğrudan doğruya Oğuz Han'ın to­ runlarıdır:

Clıoudar veya djaudor (Çavdar): A - Abdal (Anadolu'daki Abdal'larla ilgisi yoktur. Anadolu Abdallarının Türklükle ilgisi şüphe­ lidir. F. Köprülü kısmi bir ilgi görüyorsa da, pek ihtimal dahilinde değildir.) B) Maşrık, C) lkdir (Iğdır), Ç) Kara, D) Bazachi (Bazacı), E) Buruncuk.

Çavdar'lar 50 kola ayrılır. b

-

Gökten: a

-

Kai

(Kay) :

Üç

kola ayrılır.

Osmanlı'ların

« Kayı>lara mensup olduğu isbatlansa bile, Mo­ ğol'lukla ilgili olmadıkları buradan anlaşılı­ yor. b - Duberga (Dodurga olabilir) :

İki kola

Göklen'ler 78 kola ayrılır.

c) Khatab, d) Mukri. Bunlar, Göklen'lerle

ilgilidirler.

Khatab (hatap) devenin havudu (semeri) üzerindeki bir çift ağaca Yöıiikler tarafından verilen isimdir. İran'da


MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

212

Mukri Kürtleri olduğu malumdur. Mükri'lerin Göklen Türkmenlerinden olması ilgi çekicidir. e - Oara- dashli (Karadaşlı- karadeşli): Müellif «Yazır aşiretinin yeni adıdır» diyor. A) Gendeliali: Üç kola ayrılır. B) Jalali (Calali) : Dört kola ayrılır. C) Göklen-çaklı: Altı kola ayrılır.

f - Karkın : Birkaç kola ayrılır. g - Ersan: A) Uluq (Uluk), B) Güneş, C) Kara-aul, Ç) Bek-aul. h) Beiat (Bayat), i) Agar, j) Ogurcali. 3 - Üçüncü gurup, Türkmenleşmiş olanlar: a) Ata, b) Şıh, c) Hoca, ç) Said, e) Mahtum. A - Nur-Mahtu.m, B - Kalli-Mahtum. Bu guruptakiler 55 kola ayrılırlar.

4 - Dördüncü gurup: a) Sunçı, b) Nuhurlı, c) Anaulı, ç) Murça.

5

-

Beşinci gurup: Oğuz menşeinden olmayan, yeni te-

şekkül etmiş aşiretlerdir: a)Ali-ili, b) Hızır (veya Kutlar), c) Hızr-ili. Salur'lar, şu şekilde tasnif ediliyordu:

1) Yalavaç, 2) Karaman, 3)Anabölegi. Geçen asırda Anadolu'da «Yalavaç» aşireti vardı. Halen lsparta'nın « Yalavaç» kazasını kurmuşlardır. Aynı aşiret ta­ rafından kurulmuş birçok uYalavaç» isimli köyümüz de var­ dır. «Karamanlu»Iar Türkiye tarihinde mühim roller oyna­ mışlardır. Bu aşiret tarafından kurulmuş bir kaza ve 20-30 köyümüz vardır.


AFGANİSTAN'DA rtmx AŞİR.ETLERİ

213

«Teke» aşiretinin kollan olan Tohtamış, Otamış, Bahşi ve Sıçmaz'a gelince: Anadolu'nun birkaç yerinde « Tohtamış» köyü mevcut­ tur. Göller Bölgesinde «Tohtamış Gölü» vardır. Otamış, Öde­ miş şekline dönmüştür. Ödemiş aşireti, İzmir'in Ödemiş ka­ zasını teşkil etmiştir. Ege bölgesinde yarı göçebe hayatı ya­ şayan Kara-Tekeli Yörüklerinin bir «oba»larının adı cc Sıçra­ mazlı»çlır ki, aynen Afganistan'daki Teke aşiretinin aşiret teşkilatına ve ismine

uymaktadır.

«Bahşi»ler,

Türkiye'de

«Bahşiş» adını almışlardır. Mersin'in köylerinde kışlar, Bal­ gusan -Balasagu'dan bozulma- ve Barcın yaylalannda yay­ J<ı rlar. Anadolu'nun her yerinde «Çavdar» isimli köy ve nahiye­ ler bolcadır. Bunlar «Çavdarlu» aşireti tarafından kurulmuş­ tur. Bir vilayetimizin adı da «Uşak»tır. Adı geçen aşiretle ilgi­ lidir. Iğdır, Kars'ın kazasıdır. Anadolu'nun birçok yerinde bu isimle anılan 50 kadar köy vardır. Oğuz'ların belli başlı bir boyudur. Kısa bir makale çerçevesi içinde daha fazla derine in­ meğe, muhtelif kaynaklara atıflar yaparak, teferruatlı

neti­

celer çıkannağa imkanımız yoktur. Fakat şu kısa yazı bile gösteriyor ki, Anadolu'daki, Afganistan'daki Türk aşiretleri bir kaynaktan doğmuş, müşterek bir kültürden gelmiş, uzak coğrafi sahalara akıp gitmişlerdir. Anavatan Türkistan, hep­ sinin kutlu ocağı, mukaddes

menşeidir.

milli kültürümüzü kesinlikle yıkamıyor.

Coğrafi engeller,


- 17 - . TÜRK MÜLKİYET S İ STEMİ

İ nsanlığın sıkıntı ve acılarını bu müessesenin varlığın­ da saadetinde bu müessesenin kaldırılmasında gören üto­ pistlcr gel ip geçmiştir. Eflatun gençliğinde, mülkiyeti ava­ ma mahsus

görmüş;

idareci

ve

muhariplerin vazifelerini

iyi yapmaları için mülkiyet kaygı ve hırsları

olmamasını

şart saymış ve bu yüzden onlar için mülkiyetin ilgasına ortadan kaldırılmasına hükmetmiştir. Fakat nazariye pla­ nında kalan bu düşünce, upuzun yıllar, hayatın miyetlerinin gerçekleri

karşısında

ve

insan ce­

bir varlık göstereme­

miştir. Eflatun, ömrünün son yıllarında hatasını kabul et­ miş, insanın yaradılışına aykırı olan bu nazariyenin tatbik kabiliyetinden

mahrum

bulunduğunu

anlamıştır

Proud­

hon, mülkiyeti hırsızlık saymıştır. Sismondi ise ferdi mül­ kiyetin ifratlarını, devlet müdahalesi ve içtimai siyaset ted­ birleri ile gidermek taraftarıydı (1 )

.

J. J. Rousseau nun tasavvur ettiği bir eski dünya cen­ '

neti var mıydı? Senin benim düşüncesinden uzak, mülkiyet­ siz bir insanlık hakikaten mevcut olmuş mudur? « Rous­ seau'nun, Marx'ın veya Hobbes'un haklı oldukları şüphe­ lidir. İbtidai insanlar maişetlerini temin için mücadele et­ mek zorunda idiler. B inaenaleyh muhakkak ki bir altın

(1)

Bu hususta geniş bilg� için bk. Prof. Z. Fahri Fındıkoğlu, Sosyalizm, İstanbul 1965.


215

TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

çağ yaşa.rnadılar. Bilakis galebe edecekleri tabiat kuvvet­ leri pek çoktu ve onlar da hayatta kalabilmek için (Kro­ potkin'in tabiri ile) « karşılıklı yardımlaşma» suretile iş­ birliği yapmak zorundaydılar» (2). ın

Marx ve Engels, Amerikalı sosyal antropolog Morgan'· iptidai kabilelere dair acele ve sathi müşahedelerine da­

yanarak, insanlığın ilk devirlerinde müşterek mülkiyet, ya­ ni iptidai komünizm bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu asrın başlarında büyük sosyal antropolog Malinowski,Trob­ riand Adaları yerlileri arasında da kalarak, onların mües­ seselerini iyice öğrendi. Yerli cemiyetlerinde mülkiyet mü­ f ssesesini)ı kollektivizmden uzak, ferdi mülkiyete yakın bir hususiyet arzettiğini gördü. Ayrı örf-adet ve gelenekler, bu müesseseye farklı fonksiyonlar, ayinler ve imtiyazlar yüklemek tedir. Trobriand adalarında aşağı yukarı mülki­ yete delület eden b i r k el i me vard ır: Toli. Sahip, malik ma­ nasına gel e n

bu kelime, ö n ek olarak kullanılır ve sahip eşya isminin önüne getirilir Mesela, toli-waga (san­ d a l sahibi), toli-bagula (bahçe sahibi), toli-bımukwa (do­ muz sahibi), toli-megwa (sihir sahibi, sihirbaz) gibi. Mali­ ııo wsk i n in kaydettiğine göre, Trobriand yerlisi, kendi adı­ nı taşıyan ve kendi malı olan bir toprak parçasına sahip olunan

'

olmayı şiddetle arzular. Trobriand adalarında herkesin ay­ rı toprağı vardır. Mahsul alındıktan sonra hemen anbar­ lara taşınmaz. Bir müddet, harman yerinde sergilenip, gös­ terilir. Yerliler, tarladan tarlaya dolaşır, mahsulü mukaye­ se eder, iyi neticeleri takdir eder, överler (3). Malaya

Negrito'larının küçük

avlanma ve yabani ye­

mişleri toplama grupları bile, bazı yabani

ağaçları, belli

(2) Pro!. Garle C. Zimmerınan, Yeni Sosyoloji Dersleri, Çev. Dr. Amiran Kwtkan, '.İstanbul 1964, sf. 311.

(3) Bronislaw Mallnowski, Argonauts Of The Westem Pacmc, Landon 1966, Seventh lmpression, sf. 116 - 120.


216

MİILİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

fertlerin mülkü olarak kabul ederler. O ağaçların meyvası, o fertlerin malıdır ve ağaçların bulunduğu saha da onla­ rın mülkü sayılır (4). Bugünkü Sovyet Rusya'sında, daha yüksek sosyQlist safha olan sovhoz sistemine tamamiyle geçilememiş olma­ sı ve kolhoz köylülerine bir iki dönüm tarlayı ekme ve bir­ kaç hayvan besleme hakkının verilmiş olması, insanın ya­ radılışında mevcut mal-mülk duygusundan ötürüdür. Bu sevgi, köylüler arasında bu şekilde tecelli ederken, kapi­ talist sınıfın yerini alan yeni idareci sınıf arasında, araba, apartman, lüks villa (Daça) sahibi olma şeklinde ortaya çıkmaktadır ki, kollektivizmin ergeç yerini mutedil bir fer­ di mülkiyet sistemine bırakacağının işaretidir (11). - 1 -

TÜRK URUK VE BOYLARINDA MÜLKİYET Acaba eski Türk'lerde mülkiyet ferdi mi idi, yoksa iç­ timai zümrelere mi aitti? Bu hususu vesikaların ışığında incelemeğe çalışalım. Avrupa'lı ilim adamları, göçebeleri, ıçtimai tekamül çiz­ gisinin en alt kademelerinde görür, onların boşıboş, rast­ gele bir hayat sürdüklerine, sadece çevrelerini istismar et­ t.i.klerine inanırlar. Amerikalı sosyolog Prof. Zimmerman da bunlardan biridir. Zimmerman'a göre, tam göçebeler, hay( 4)

Daha geniş bilgi için şu makalemiZe bakınız : : Sosyal AntropoloJb, Sosyoloji Kon­ feransları, Dokuzuncu Kitap, sf. 21 83. Rusya'daki tatbikat ve Marxizmin toprak mülkiyeU görü­ cZiral Kollek· şü ha:kJa.nda şu makalelerimize bakınız : 11Yeni Bir İçtimai hlın

·

(5)

tivizm ve Meselenin Bugünkü Rusya Bakımından Tahllliıt,

İktisat Fakültesi mecmuası, cilt 25, No : 4, 1968, sf. 140 187. Ve cMarxtzm - Leninizm ve Toprak Reform.o», İktisat Fakültesi Mecmuası, Cilt 2'1.


211

TÜ'RK MÜLKİYET SİSTEMİ

anlan ehlileştinnekten uzak ve ziraate yabancıdırlar. Sa­ dece toplayıcılık ve aycılıkla geçinirler (8). Bu görüş türlü bakımlardan tenkit edilebilir. Prof. Fu­ ad Köprülü, içtimai tekamül bakımından birbirinden çok farklı göçebelik şekilleri bulunduğunu, onun bazı ileri şe­ killerinin,

ekincilikten

daha yüksek

bir

içtimai

tekamül

merhalesi teşkil ettiğinin, bazı alimlerce müdafaa edildiği­ ni belirterek bu hususta şunları söyler: •coğrafi şartlar ve iktisadi zaruretlerle sıkı sıkıya alikalı olan ve birbirinden çok farklı şekilleri

bulunan

nomadisme'in,

içtimai teka­

mül bakımından, geri bir safha olduğunu ve göçebe kavim­ lern maddi ve manevi yüksek bir kültürden ve hukuki teş­ kilattan

mahrum bulunduklarını

zannetmernelidirfer.

Ta­

rih ve sosyoloj i tetkiklerinin bugünkü neticeleri, bu yasa­ yış tarzında da yüksek bir kültür seviyesine erişmek müm­ kün

olduğunu

meydana

koymuş,

hatta,

yukarı

orta

za­

manda- Avrupa'nın yerleşmiş halkının, kültür bakımırnl:: rn , Eurasia'nın göçebe kavimlerinden ne gibi iktibaslarda bu­ lunduğunu göstermiştir. Bilhassa · askeri teşkilat, harp alet­ leri ve tekniği gibi hususlarda faikiyetleri, kendilerin� düş­ man kavimlerin kronikçileri tarafından bile itiraf edilmiş, bazı göçebe Türk zümrelerinin, bu fatih ve istilacı atlı gö­ çebelerin, dahili teşkilat yani idari ve siyasi müesseseler ba­ kımından da ileri derecede olmaları gayet tabiidir» (7) . Prof. Sadri Maksudi Arsal, göçebeliğin medeniyet sevi­ yesile, ruhi inkişaf seviyesile değil, tabii şartlarla yakından ilgili bulunduğunu belirtir: • Bazı milletler bazı devirlerde oturdukları saha hasıran ziraatle geçinmeyi mümkün kılmadığı için, büyük

(6) (7)

Prot. C. C. Zimmemıan, aynı eser, s t. 309 314. Prof. Dr. M. Fuad Köprlilü, O rbzaınan Türk Hukuki Mü­ esseseleri, İkinci Türk Tarih Kongresi kitabı, İstanbul, 1943, sf. 388 90. -

-


MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

218

· miktarda hayvan beslemeye mecbur oluyor, hayvan besle­ meye mecbur oldukları için göçebelik hayatı sürüyorlar. Göçebelik çok hayvan besleyici olmanın icaplarından­ <lır. Hayatı ziraatten ziyade hayvan beslemek suretile temi­ ne mecbur eden amil ise, vatanın tabii ve iklimi şartları­ dır.» Göçebelerin ziraat mümkün olan sahalarda ziraat de yaptıklarını söylüyor, buna misal olarak Hun'ları veriyor. Hun'larcla ziraat yanında, demir, deri ve yünü işleyen türlü zenaatlar da hayli ilerlemiştir. (8). Yüksek bir göçebe kültiirünc sahip Türk aşiretlerinin yıllık göçleri, töre, gelenek, iktisadi şartlar ve mülkiyet mü­ nasebetleri ile ayarlanmıştır. Moğol göçebelerinin de yayla ve kışlaları az çok belli idi. « Dünyanın diğer çoban kavim­ lerinde olduğu gibi, Moğol göçebeleri de sürülerine otlaklar arıyarak senede birkaç defa yer değiştirirler, göç ederlerdi. Bu göçler yaylaların arasındaki mesafenin uzaklık ve yakın­ lığına göre tanzim edilirdi » (9) . Dünyanın belki de en seyyal göçebeleri olan bedevilerin bile kendilerine mahsus meraları dolaşma alanları mevcut­ tur. « Kendilerine ait birkaç kuyu vardır. Kuyulara kabile­ nin markasını, yani develerine

vurdukları

işareti

vurur­

lar» cıo). Bu misalleri, toprak mülkiyeti ile ilgili oluşu bakımın­ dan ele almış bulunuyoruz. Açıkça görülüyor ki, Türk gö­ çebeleri, Moğol göçebeleri, hatta Bedeviler mülkiyete konu olabilecek yayla ve kışlalarda, gayet

muntazam bir seyir

içinde iktisadi ve içtimai hayatlarını yaşarlar. Şimdi bu hu­ susu biraz daha yakından görelim:

Prof. Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, istan· bul, 1947, sf. 155 - 56, 212, 220. ( 9 ) B. Y. Vladimirtsov, Moğolların İ ç ; timai Teşkilatı, Tere. Abdtilkadir İnan, Ankara, 1944, sf. 60. {10) Robert Montagne, Çöl Medeniyeti, İstanbul, 1950, Tere. Avni Yakalıoğlu, sf. 17 - 18. (8)


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ 1

-

219

ORTA ASYA TÜRKLERİNDE MÜLKİYET

İskitler, niza ve uyuşmazlıklann kaynağı olduğu inan­ cı ile mal, mülk toplamaktan sakınırlardı (11). Aynı kaynak­ ta bu kavmin kımız içip, at eti yedikleri de yazıldığına gö­ re, hiç değilse at süıii lerine malik idiler. «Türk tarihinin her devrinde Türkler arasında hem gö­ çer mallar (menkuller), hem göçmez mallar (tarlalar, arsa­ lar, binalar) üzerinde mülkiyet hakkı teessüs etmiş olduğu­

nu göıiiyoruz. Türklerin her devirde

evi-barkı, yeri-suyu

vardır. Türkçede tarımak, ziraatle uğraşmak;

tarla (tarığlak),

Larıma mahalli demektir. Ziraatle uğraşan Türklerin başlıca serveti küçük zira­ at sahalarından ibaret tarlalar olduğu gibi göçebe Türkle­ rin esas serveti hayvan süıiilerinden için göçebe Türk ler hayvanlara « tavar »

ibaret olurdu. Onun

derlerdi. Eski türk­

çc tavar sadece « servet» manasına ifade eder. Göçebe Türk­

lerin esas serveti hayvanlardan ibaret olduğundan hayvan­ l a ra « tavar» demişlerdi. Bu tavar kelimesi Anadolu türkçe­

sinde davar telaffuz olunmaktadır... Mevlfına'nın . oğlu Sul­ Lan

Veledin şiirlerinde « tavar» servet manasında kullanıl­

mıştır. Bu tavar kelimesi türkçeden Rus diline de geçmiş­ t i r. Ruslar bugün ticaret mallanna (Marchandise e towar)

derler . ..

Eski Türkler servetin muhafaza olunduğu yere de ta­

Yarliğ derlerdi. Eski Türkçede servet, mülk manasını ifade eden diğer bir kelime de vardı: ad (ed). Bu kelime Uygur­ lardan kalma vesikalarda bazen tavarla birleştirilerek ad­ tavar şeklinde kullanılırdı...

Uygurlardan kalma vesikalar

arasında, arazi mülkiyetine ait bir çok vesika vardır ... Ara­ zi satışına ait vesikalardan başka, üzüm bağı kiralamaya (11)

A. Rıza Kılıç, İskitler ve İskitler Hakkında Heredot'un Verdiği Bilgiler, İstanbul, 1935.


Mİ LLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERÜiÜZ

220

ait vesikalar da vardır ... Bütün medeni milletlerde olduğu gibi, eski Uygur Türklerinde de arazi satıldığı, kiralandığı gibi terhin (ipotek) dahi edilebiliyor ... Bütün medeni mil­ letlerin hukukunda olduğu gibi eski Türk camialarında da i ki tür varislik görüyoruz: Kanuni varislik, vasiyetname neticesinde varislik. . » (12). F. W. Müller'in Doğu Türkistan'da, Turfan şehri kazı­ .

larında

bulup

çıkardığı

Uygur

metinleri

arasında,

ferdi

mülkiyet mefhumu ve ona atfedilen ehemmiyeti gösteren yazılar vardır. Bunlardan ikisi, Türkiye lehçesi ile şöyle­ dir: «Hayatta mal ve mülke, iktidar ve kudrete karşı tema­ yül görülür» ve «Mal, servet, eşya-, kudret ve kuvvetiniz · ço­ ğalnuş olsun» (1:ı). Bir Karaçay atasözünde de ferdi mülkiyet ifadesi bu­ luyoruz: «Koçkar, koy da malçıhğa faydalı

=

koç ve koyun

hayvancılara mülktür. Orta Asya'da kışlaklar ve hayvanlar

ferdi

mülkiyet;

mer'alar, yaylalar ve misafir çadırı müşterek mülkiyet ko­ nusudur. «Kazak-Kırgız'larda misafir çadırı

aşiretin

müş­

terek malıdır. Yemek de müşterek çıkar» (10). Radloff da kışlakların ferdi mülk olduğunu belirtir: «Kışlak sahalar komş u lardan umumiyetle tabii sınırlarla ayrılacak şekilde bölünmüştür, demek, bunlar dere, göl, tepe, yamaç v.b . gibi nesnelerle hudutlanır. Tabii sınırlar bulunmadığı takdirde di­ rek ve taş gibi sun'i işaretler dikilir. Bir sahanın sınırı bü­ tün akraba ve komşularca bilinir, dokunulmaz ve bunlar soy-

(12) ( 13)

Prof. Sadri Mak.sudi Arsal, aynı eser, sf. 339 - 43. Prof. Akdes Nimet Kurat, Göktürk Kağanlığı, Dil ve Ta­ rih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt X, sayı : 1 - 2, 1952, sf. 5. ( 14) Dr. Saadet Çağatay, Karaçay'da Bir.kaç Metin, Dil ve Ta­ rih - Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt X, sayı : 3, 1951 . ( 15) Prof. Abdülkadir İnan, Kazak - Kırgız'larda Yeğenlik Hakkı ve Konuk Aşı Meseleleri, Türk Hukuk Tarihi Dergi­ si, Cilt 1, 1941 - 42. -


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

221

tarın himayesinde bulunur... Kışlaklar bir şahsın mülkü sayıl­ dığı halde, yaylalar soyun müşterek malıdır» (1 6) . Göktürk kitabelerinde de ferdi mülkiyeti

sarih şekilde

gösteren ibarelere rastlanıyor: «Altının (sarısını), gümüşün beyazını, ipeğin halisini, dannın ekimli olanını, atın, aygırın, k a ra kakımların, gök sincapların (iyisini) Türklerime, kav­

mime kazandırdım» (17). Suci

Yazıtında fıia: ağılım on, at sürüm sayısız idi» deniyor (1H).

«Zengin idim,

Eski Türkler atlarını, sürülerini kendilerine mahsus dam­ galarla damgalarlardı. Tonyukuk kitabesinde bu damgaların atlından « töğüıt» diye bahsedilmektedir (111). Ege ve Toros­ lardaki Kızılbaş Türkmen aşiretleri arasında adökün» şeklin­ de söylendiğini kendimiz müşahade ettik. Ege ve Toroslar­ daki Yörükler ise bu damgaya, dövme veya döğme diyorlar. Kaşgarlı Mahmud'un büyük Türk ansiklopedisi denebilecek eserinde, kelime « töğün» olarak geçmektedir (2°). Diğer bir damga şekli, hayvanların kulağını biraz keserek yapılan işa­ rettir. Buna Türkistan ve · tran Azarbeycanı'nda «En veya Jn,, denilir (21). Yörükler de «en» kelimesini kullanır. Kaşgarlı'­ nın Divan'ında bu ameliyenin adı «enemek»tir (22). Yörükler «enemek» kelimesini «iğdiş etmek, burmak» manasında kul­ lanır. Kulaklara, ferdi mülkiyet işareti olarak çentik yapma usulü Macarlarda da mevcuttur (23) . ( 16) ( 17)

( 18)

(19) (20) (21) ( 22) ( 23)

W. Radloff, Sibirya'dan. tere. Dr. Ahmet Temir, İstanbul, 1956,cilt 1. sf. 428 - 29. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Y:ı zıtlan, İstanbul, 1943, cilt 1. sf. 58. Aynı eser, cilt 1, sf. 56. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türkler'de Arma, Varlık, s2yı 172, 1940. Kaşgarlı Mahmud, DMin-ı Lılgati't - Türk, Besim Atalay, tere. cilt ı, sf. 4 14. Prof. Abdülkadir İnan, aynı makale ve aynı müellifin «Bi­ rinci İlmi Seyahaye Dair Raporı>u, İstanbul, 1930, sf. 17. Divan-ı Lılgati't - Türk, Cilt 111, sf. 256. H. Namık Orkun, aynı makale.


222

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Türk ve Moğol miras hukuku ferdi mülkiyet esasına da­ yanmaktadır. Cengiz Han Yasası bu hususta geniş fikir veri­ yor. «İntikal meselelerinde Yasa'nın sadece örf ve adeti te'­ yit ettiği görülüyor. Aile reisinin ölümünden sonra, babanın mameleki çocukları arasında taksim edilir, en büyük oğul diğer oğullardan daha fazla hisse alırdı» (24). Radloff'un da Kazak'ların miras müessesesi hakkındaki kanaatı aynıdır: «Zengin :Kazak, hayatı esnasında büyük oğullarını müstakil yapmak ister ve bu maksatla hayvanların büyük bir kısmını büyük oğluna verir ve kendi kışlağı dar geliyorsa, onun için yeni bir arazi satın alır. Eğer kışlağı yetecek derecede büyük ise, hayvan mevcudundan oğullarına isabet eden miras his­ selerini ayırdıktan sonra, onlara hususi kışlaklar da tahsis eder. Pederden kalan malın ve kışlağın varisi küçük oğul­ dur» (25) . Kaşgarlı'nın yaşadığı devirde ve ondan önce, Türk içti­ mai muhitinde cari olan teamül hukukuna göre, miras, mi­ rasçılar arasında «Ok atarak » paylaşılırdı. Divan'da «Ok» şöyle tarif ediliyor: «paylar ve toprak hisseleri üzerine üleş­ mek için atılan ok, çekilen kur'a, mirasta düşen pay demek­ tir.» Bugün, Balıkesir ve Aydın havalisi Alevi Türkmenleri mirası ok atarak paylaşmaktadırlar {26). 2 - TÜRKİYE TÜRKLERİNDE MÜLKİYET

Büyük Selçuki devletinin veziri Nizam ül-Mülk «araziyi mukataalara taksim ederek askeri hizmetleri mukabili olmak ve irsen intikal etmek suretile askerlere verdi. Nizam i.il(24)

Prof. Dr. George Vernadsky, Cengiz Han Yasası, Türk Hu­ kuk Tarihi Dergisi, 1941 - 42', cilt 1, sf. 129. ( 25) W. Radloff, aynı eser cilt 1, sf. 42·a. (26) Divdn - ı L1lgati't - TO.rk, Cilt I, sf. 37, 48. Ayrıca «Ok» ve «okumak» hak.kında Sosyal Antropoloji hakkındaki, adı ' geçen makalemize bakınız (sf. 25 - rn > .


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

Mülk'ün Siyası:: tnamesinde izahat ettiği bu uslll

223

mucibince

111 ukta'lar, yani kendilerine arazi ikta edilenler «reaya» yani <;iftçilerden yalnız muayyen miktarda vergi (mal-i hakk) al­ maya selfilıiyetdar olup, başka bir hakka malik değillerdi; ve bunu da, ahaliyi rencide etmeyecek bir şekiide ifa edecekler­ d ı ; ahali şikayetini hükümete bildirmekten menolunamıya­ caktı; reayaya karşı haksızlık edenlerin

ikta'ları ellerinden

alınacaktı; çünkü, gerek arazi, gerekse tebaa ancak hüküm­ dara aitti. .. İşte bu şuretle, Büyük Selçuki İmparatorluğu­ nun ilk defa muayyen askeri hizmet mukabilinde, irsi olmak üzere, askeri ikta'lar yani tımarlar vücuda getirdiğini görü­ yoruz. Halbuki bundan evvel, Selçukiler

tarafından birçok

i<lari müesseseleri taklit edilen İran ve M:ıveraünnehir'deki eski İslam devletlerinde de ikta usulü cari olmakla beraber, askere arazi verilmez, yalnız muayyen maaş verilirdi» (27). Askeri ve iktisadi zaruretler dolayısı ile böyle bir kar­ ına sis tem meydana getirilmiştir. « İmparatorluğu kuran bu göçebe unsurun, yine o imparatorluğun yaşaması için, aske­ ri kuvvetin esası olması zarureti var idi. Bu münasebetle, bir taraftan devletin henüz dayanmakta olduğu bu göçebeleri ye­ ni şartlara uydurmak için onları feodal hayat tarzı ve haki­ miyet telakkisinden uzaklaştırmak, diğer taraftan eski yaşa­ yışın verdiği itiyat dolayısı ile devam eden yağma ve çapul hareketlerine son vererek, devlete bağlı müstakar bir unsur haline sokmak icap ediyordu. İşte Selçuklu devrinde topra­ ğa bağlı bir ordunun meydana çıkması, yani göçebelere ara­ zi tevzi etmek suretile, askeri iktalann kuruluşu hadisesi bu ihtiyaç ve zaruretlerin askeri hedefler ile te'lifi, asker ve ida-

(27) K öprülüzade M. Fuat, Bizans

Müesseselerinin

Osmanlı

Müesseselerine Te'slri Ha.k'lunda Bazı Mülahazalar, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası cilt I, 1931, s!. 221 22. ,


224

MİLLi KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

reci unsurlar ile reaya arasındaki münasebet ve menfaatle­ . rin ahenkleştirilmesi faaliyetlerinin bir neticesidir» (28) Toprak devlete ait bulunuyor, reaya (köylü) uburada mu­ vakkat tapu ile bulunuyor ve toprağı işlediği müddetçe, evlad ve torunlarına da intikal eylemek şartiyle kendisine doku­ nulmuyordu; köylü muvakkat tapu ile elinde bulunan topra­ ğı işleyip bunun öşür ve resmini devlet hazinesine vereceği yerde oraya vermeyip, hükümetin o öşür ve resmi bir hizmet mukabili kendisine terkeylediği bir sipahiye veya Emire ya­ hut mülk sahibine, yahut da vakfın Reaya dört sınıfa

mütevellisine verirdi»,

ayrılmıştı: lktô. reayası (tımar,

zeamet,

has,) vakıf reayası, malikane reaydsı veya bunlardan ikisinin

müşterek reayası. «Köylü, elindeki toprağın muvakkat tapu­ sunu kimin reayası ise ondan alır ve öşür ve resmini oraya verirdi; köylü kendi sipahisinin veya vakfın veyahut mülk sahibinin emrinde olup kendi elindeki yerleri sürüp ekmek­ le mükellefti; o toprağı bırakıp başkasının toprağına gide­ mez ve başkasının raiyyeti olamazdı ... Sipahi hizmet görmez­ se azledilir, köylü, ekip biçmezse toprağı elinden alınırdı.• Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar arazi idaresini, Selçukiler­ de cari olan ikta (tımar), mülk ve vakıf sistemini iktibas ede­

rek, yürütmüşlerdir (29) .

Gerek ikta sahibi (mukta), gerek reaya (çiftçi, köylü) ba­ kımından, toprak üzerinde babadan oğula geçen bir nevi ve­ raset hakkı tanınmıştır. «Bütün Türk İslam devletleri, eski hukukçuların nazariyeleri hilafına olarak, bu gayeyi temin etmek için, iktah,ırı, hizmetin devamı şartı ile, yalnız hayat­ ları müddetince, sahipleri elinde bırakmadılar; şeriatte an­ cak mülkiyette cari olan irsiyeti, bir örf halinde, iktalara da

(28> Osman Turan, o:İkt4> maddesi, İslam Ansiklopedisi, sr. 952. (29) İ. H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Ak.koyunlu, Ka­ r:oı'rnyunlu Devletleri, sf. 240 42. -


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

225

ı atbik ettiler ... İkta sahibinin oğlu küçük olduğu, yani hiz­ met edecek bir çağda bulunmadığı zaman, büyüyünceye ka­ dar iktaını idare edecek birisinin tayin edildiği, oğlu olma­ dığı takdirde iktaının kardeşlerine veya kölesine devredildi­ ği kaydedilmektedir. Bununla beraber, mülkiyette cari olan d iğer haklara, yani hibe, vakıf ve satışa asla müsaade edilme­ d iğini biliyoruz» (3°). Yazıcıoğlu Ali'nin Selçukname'sinde Birinci Alaeddin Keykubad devrinden bahsedilirken, onun « tımarları gazilere yani sipahilere tahsis ettiği ve bir tımar sahibinin ölümünde oğlu ehliyetini ispat edince tımarın ona tevcih olunduğu11 ka­ yıtlıdır (31). Reaya bakımından aynı veraset usulünü görüyoruz. •Çiftçi ölecek olursa toprağın mutlaka erkek evladına intikal etmesi lazımdı; kız evlada verilmezdi; bu madde on altıncı asır ortalarına kadar aynı şekilde Osmanlılarda da vardı, fa­ kat Osmanlılar sonradan toprağı işlemek şartiyle arazinin kız evlada da intikalini ka.bul etmişlerdir» (32). Büyük Selçuklularda, Anadolu Selçuklularında, Anadolu Beyliklerinde ve Osmanlılarda; İslam kültür çevresinden ve Türk içtimai bünyesinden doğan bir toprak sistemi, mülkiyet hukuku var olagelmiştir. Bu sisteme, son zamanlarda Mar­ xist çevrelerin kollektivizmi yakıştırmağa çalışmaları, ideo­ lojik gayretden ötede ilmi bir kıymet taşımamaktadır. İkti­ sadi ve içtimai şartların yarattığı usulleri, sistemleri, kendi zaman ve mekan hususiyetlerini göz önünde bulundurarak ( 30) (31)

«İktıi> maddesi, sf. 954. Köprülüzade M. Fuat, aynı makale, sf. 230. ( 32) İ. H. Uzunçarşılı, aynı eser, st. 242. Osmanlılarda bağ ve bahçelerin, ferdi mülkiyet konusu olduğunu; ınirPs bırakıldığını ve alınıp - satıldığını, mah­ keme kayıtlarından anlıyoruz. (Bk. H. Ongan, Ank:ıra'­ nın 1 Numaralı Şer"iye Sicili, Ankara. 1958, sf. 51, 74, 81, 8'.:', 93, 95) .


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

226

mütelaa etmelidir. Bu konunun selfilıiyetli bir kalemi Osman­ h toprak hukukunun, nev'ine has oluşunu, aşağıdaki kuvvet­

li ifadesiyle belirtirken, Marxist iddialan da çürütmüş olu­ yor: «

. .. Defterlerde üzerinde bir miktar toprak yzılı bulunan

köylü, çifti-çubuğunu terk edip başka yerlere, başka işler bul­ mağa gidemez. Bu takdirde il.İt olduğu sipahiye veya has ve­ ya vakıf sahibine «çift bozan resmi» veya « leventlik akçesi» namı altında muayyen bir tazminat ödemesi lazım gelmek­ tedir. Bu tazminat, terk edilen ziraat işlerinin mahsulünden « raiyet sahibi» ne verilmesi lazım gelen vergilerin muadili­ dir. Aksi takdirde, kaçak reaya takibedilir ve on sene zarfın­ da bulunduğu yerden kaldırılıp zorla köyüne, toprağı başına nakledilir. Fakat, dikkat edilecek olursa, bu gibi kayıt ve mükelle­ fiyetler, köylünün hukuki statü bakımından medeni hakların­ dan ve hürriyetlerinden mahrumiyetinin, şahsi

tabiiyetinin

bir neticesi olmaktan ziyade, teşkilatlı bir devletin maliye idare sisteminin icabı, herkesi vazifeye

ve

bağlamak zarureti­

nin bir ifadesidir. Bu idari tedbir, onlann hukuki statülerin­ den müstakil olarak bir imparator

emirnamesiyle alınmış

farz edilebilir» (33) .

Ziya Gökalp uOsmanlı arazi kanunnamesindeki (« tasar­ rufı>u) ferdi mülkiyetden, « (rekabe»yi) içtimai ibaret» sayıyordu (34) . Gökalp'e göre bu,

mülkiyetden

Türklere mahsus

bir sistemdi. Meseleyi şöyle açıklar: « Türkler, hürriyet ve istiklali

sevdikleri için, iştirakçi

(komünist) olamazlar. Fakat, eşitliği fertçi de kalamazlar. Türk (33) ( 34 )

sevdiklerinden dolayı,

kültürüne en uygun olan sistem

Pror. Ömer Lütfü Barkan, Türklye'de «Servaj > Var nu İdi? Belleten, cilt XX, sayı : 78, 1956, sr. 245 - 46. Ziya Gökalp, Rusya'daki Türkler Ne Yapmalı? Yeni Mec· mua, sayı : 38, 4 Nisan 1918, sr. 234.


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

227

solidarizm, yani tesanütçülüktür. Ferdi mülkiyet, sosyal da­ yanışmaya yaradığı nisbette meşrudur. Sosyalistlerin ve ko­ münistlerin ferdi mülkiyeti ilgaya teşebbüs etmeleri doğru değildir. Yalnız, sosyal dayanışmaya yaramayan ferdi mülki­ yetler varsa, bunlar meşru sayılamaz. Bundan başka, mülki­ yet yalnız ferdi olmak lazım gelmez. Ferdi mülkiyet gibi sos­ yal mülkiyet de olmalıdır. Cemiyetin bir

fedakarlığı veya

zahmeti neticesinde husule gelen ve fertlerin hiç bir amelin­ den hasıl olmayan fazla karlar cemiyete aittir ... Hülasa, her türlü sefalete nihayet vererek umumun refahını temin için ht:ı-

ne lazımsa yapılır... Demek ki Türklerin sosyal mefkure­

�. ; , fenli

mü: kiye ti kaldırmaksızın, sosyal servetleri fertlere

kaptırmam::'. �c. uraumun menfaatına razasına

ve

sarfetmek üzere mu­

üretilmesine çalışmakdır» (3ıı).

Ferdi mülkiyet esas olmakla berabe�, her devirde, Türk cemaatlerinde, onu amme menfaatine yarar hale getiren pot­ l<'.çvari müesseseler mevcut olmuştur. Hakanların,

beylerin

bazı eşyanın yağmalatılması, Ziya Gökalp ve ona istinaden Prof. Mehmet İzzet tarafından aşırı sermaye ve mülk terakü­ münü önleyici, ferdi mülkiyetin ifratlarını giderici, içtimai tesanüde (sosyal dayanışmaya) hizmet edici bir davranış ola­ rak, bir müessese olarak kabul edilmiştir (36). Buna dair birçok misal vermezden önce,

Yörüklerdeki

toprak ve hayvan mülkiyeti meselelerini kısaca ele almak is­ tiyoruz. YÖRÜK OYMAKLARINDA MÜLKİYET Yörükler, ferdi mülkiyet konusu olan hayvanlarını ken­ dilerine mahsus işaretlerle damgalarlar. Toroslar'da, Barcın

(35) (36)

Ziya Gö'.{alp, Türkçülüğün Esasları, Hazırlayan Mehmet Kaplan, İstanbul, 1970, Bin Temel Eser, sr. 180 . 81. Bu hususta bk. Prof. Dr. Mehmet İzzet, Yeni İçtimaiyat Dersleri, İstenbul, 1928, st. 95.


223

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİI;1İZ

Yayla.mıda ziyaret ettiğimiz Bahşiş aşiretinden Köpüklüoğ­ hı Hasan Ağanın

damgası eski yazı «Vav» harfi idi. Lakin

Yörüklerin çoğu damga kullanmaz. Hemen hemen bütün Yö­ ıii kler, hayvanların kulaklarını çentmek suretile sahip bulun­ dukları malları nişanlamış olurlar ki, bu nişana, bu işarete

«en» tabir edilir. Bütün Yöıiiklerin yaylaları, aşiret hükmi şahsiyeti na­ mına topludur veya aşiretin zilyedliği altındadır. Yayla, aşi­ retin müşterek mülküdür. Yayla hudutları içinde fertlerin hayvanları

serbestçe

yayılır.

Bunun bir istinasını Söbüce

Yaylasında gördük. Korkuteli'nin üstünde,

tarihi Orta Asya

yaylalarını andıran bu muhteşem yayla, aşiret üzerine tapulu olmakla beraber, farazi hudutlarla aileler arasında taksim edilmiş, insan boyuna yaklaşan bereketli

çayırları

kendi yerinden biçtikten sonra, hayvanların

herkes

bütün yaylada

serbestçe otlaması kabil oluyor. Gezdiğimiz birçok yaylada bu tahdit ve kayıtlan görmedik. Sadece her aile, çadırının veya taş evinin etrafına geniş bir bahçe ayırıp, çevresine bir metre yüksekliğinde taş yığarak hudutlandırıyor. Bu bahçe­ nin içinde patates, domates, mısır, ayçiçeği, kabak, fasulye v.s. yetiştiriyorlar. Müşterek mülk olan yayla içinde, bu taş evler, çadırın kapladığı saha (yurt yeri), evin etrafındaki bah­ çe, fertlerin kendi malıdır. 35-40 sene önce çadırı terk eden yarı göçebe Manavgat ve Alanya Yörüklerini, Toroslar üze­ rinde, Akseki-Hadim

arasındaki Alaybeyli Yaylasında ziya­

ret ettik. Yıllardır bu yaylanın zilyedi durumunda idiler. Se­ kiz sene önce, yayla evleri için 80 kuruş bina vergisi ödüyor­ l�rdı. Bu bina vergisini,

yaylanın

maliki

olduklarını isbat

için, ileride bir ihtilafın zuhur etmesi ihtimaline karşı, seve­ rek ödüyorlardı. Ermeneğin üstünde Yellibel mevkiinde, va­ gon şeklindeki çadırlarında yaylıyan

Kösereli Aşireti halkı,

zilyedi bulundukları yaylada, taşla çevirdikleri bahçeler için vergi ödüyorlardı. Yayla aşiretin müşterek malıdır. Yarı gö-


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

229

çebe olan bu aşiret, kışın Mut kazasına bağlı köylerinde, yer fıstığı dahil, türlü mahsul elde ediyor. Ziraat sebebiyle ve yaylalarının yol kenarında olması yüzünden develerini sat­ mışlar, yaylaya kamyonla göçüyorlar. Nadas yaptıkları sene, ekilmeyen arazi mer'a olarak kullanılıyor. Bu takdirde zira­ at için ferdi mülkiyet konusu olan tarla, mer'a olunca müş­ terek mülk haline geliyor. Kışladaki, köydeki arazi ekim, bi­ çime tahsis edildiğinde ferdi mülkiyet konusudur. Ekim ya­ pılmayan sene, o tarlanın sahibi, o sahayı mer'a olarak ayı­ rarak, onun teamül hukuku gereğince, müşterek mülk ola­ rak kullanılmasını kabul etmiş oluyor. aşiretlerde de aynı hali müşahade

Gördüğümüz diğer

ettik. Yayla ve köydeki

(kışla) mer'a, aşiretin mülküdür (tapulu veya zilyedlik halin­ de). Geriye kalan gayrimenkul emlak fertlerin, ailelerin şah­

si malıdır. Eğer malik veya zilyed değil iseler, yayla sahibi bulunmuyorlarsa, köylerden

mer'a

icarlayıp,

hayvanlarını

müşterek otlatırlar. İcar bedelini o arazi üzerinde yayılacak küçük ve büyük baş hayvan sayısına göre emsal üzerinden bölerler. Hayvan başına (bacak başına) otlakiye ücretini bu­ lup, sahip bulunduğu hayvan sayısı ile çarparak herkes ken­ di borcunu oba'nın veya aşiretin sözü geçen, fiilen reisi va­ ziyetinde olanına öder. O da « köy sandığı»na teslim eder. - il -

TÜRKLERİN MÜLKİYET SAHASINDAKİ TESANÜTÇÜLÜCÜ (DAYANIŞMACILICI)

1 - TOYLAR - ŞÖLENLER - ZİYAFETLER Türkler arasında mülkiyetin ifratlarını gidermek ve sos­ yal adaleti tesis etmek için bir çok gelenek meydana gelmiş­ tir. Türk kabilelerinde, bilhassa Oğuz boylarında revaçta olan ve potlaç müessesesini andıran «yağmalı-toy» adetini misal gösterebiliriz. Bu adette, gösteriş gayesinden çok, ser-


230

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Yet birikimini önleme, ferdi mülkiyetin ifratlarını giderme ve fakirleri doyurma mülahazası ağır basıyordu. Dede Kor­ kut kitabında, mevsim icabı Üçok ve Bozokların

biraraya

geldiği zaman, Kazan Hanın (Salur Kazan), bütün ahaliyi da­ vet edip « toy verdiği» anlatılır. «A ttan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırılıp, göller gibi kımız sağdınlarak» veri­ len bu ziyafetten sonra, Kaza n Han karısının elinden tutarak dışarı çıkar, geleneğe göre büyük çadır içindeki eşyanın yağ­ ma edilmesini isterdi C7). Büyük çapta gösteriş gayesine yö­ nelmiş olan ve çok hallerde malların tahribi ile neticelenen ibtidai

kabileler

«potlaç»

ından,

bahsettiğimiz

«yağmalı

toy»u ayırmak gerekir. Burada mallar tahrip edilmez, kulla­ nılmak üzere yağına edilir. «Türkler, Yakın Doğu Ülkelerine geldiklerinde, diğer ge­ lenekleri arasında bu yağmalı toy geleneğini de getirmişler­ di. Farsça manzum ve mensur ·eserlerde görülen hwan-ı yağ­ ma (yağma sofrası) sözü, bu yağmalı toyu ifade etmektedir. Selçuklu'lardan başka, Suriye Atabeğleri devletinde (Zengi­ ler) ve Osmanlılarda da bu geleneğin devam et tiği görülmek­ tedir» (38). Hille Emiri Seyfü'd-Devle Sadaka, Sultan

Melikşah şe­

refine büyük bir ziyafet vermiş ve yemek sonunda, Türk ade­ ti gereğince, serviste kullanılan altın, gümüş takımların mi­ safirler tarafından yağma edilmesine müsaade edilmişti» (39). Göktürk kitabelerinde hakanın asıl vazifesinin halkın in­ sanca yaşamasını temin etmek, onu doyurmak, hatta içtimai adaleti sağlamak olduğu anlatılır. Orhun kitabelerinde Bilge Kağan, yoksul milleti doyurduğunu, fakir kavmi zengin etti(37)

(38) ( 39)

Doç. Dr. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1964, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., st. 52, 116 - 17. Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara, 1967, sf. 401. Doç. Dr. İbrahim Ka.fesoğlu, Sultan Melikşah Zamanın­ da BüyÜ'k Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953, sf. 138.


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

23 1

ı'l, i ı ı i

söykr. «Tanrı buyurduğu (ve taliim olduğu için, kısme­

ı i ıı ı

olduğu için) ölecek olan milleti diriltip doğrulttum, çıp­

bk kavmi elbiseli, fakir kavmi zengin kıldım, az kavmi çok

J.. ı l d ı m » «Altının (sarısını), gümüşün beyazını, ipeğin halisini, d a rı nın

ekimli olanını, atın, aygırın, kara kakımların, gök

s i ncapların (iyisini) Türklerime, kavmime kazandırdım» (40). Halka karşı şevkatle, babaca davranmak, onu doyurmak -;; e k l i ndeki bu hükümdarlık anlayışı, sonraki yıllarda aynen devam etmiştir. Bu hal, ferdi mülkiyeti sağlam bir müessese

lıaline getirmiş ve içtimai huzursuzlukları

ortadan kaldır­

ı ı ı ı ş tır. Hakimiyet anlayışı bakımından, kayıtsız şartsız bir ira­ temsil eden mesela, eski İran İmparatoru ve Allahın

deyi

�iizcüsü olan Peygamberin vekili İslam halifesi telakkisin­ farklı bulunan Türk devletinde hükümdar ile tebaa ara­

den

sında bir nevi zımni mukavele mevcut idi. Halkın i taat ve sadakatle bağlılığına karşılık hükümdarın da idaresi altın­ dak ileri doyurması, giydirmesi ve zengin etmesi töre icapla­ nndan idi» (41). Kutadgu Bilig'de, Ögdülmüş, Beğ'e şunları söyler: « Hazineni aç ve servet dağıt. Adamlarını sevindir, onlar senin her arzunu yerine getirirler... Adamların çok ve kala­ balık olsun, asker çok olunca gazayapar hazineni doldurur­ sun . . .

Beyler cömert olursa adlan dünyaya yayılır... etrafına

üşüşerek asker toplanır ve ordu olur, asker ve ordu ile in­ s;m dileğine kavuşur. Cömert ol, bağışla, yedir, içir... Dünya hakimi bey niçin hazine toplar, asker nerede ise orada ha­ zır

hazine olur». Ulug-kent beyi der ki «halk mesut olmalıdır,

halkın mesut olması için karnının doyması lazımdır... Zira

(40) (41)

H. N. Orkun, Eski Türk Yazıtlan, cilt I. sf, 27, 42, 43, 58. İbrahim Kafesoğlu, cSelçuklan Ma ddesi, İslam Ansiklo­ pedisi, st. 390.


232

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Karabudunun kaygısı hep karındır ... Onların yiyecek ve içe­ ceklerini eksik etme» (42) . Müessesenin manasını en iyi anlatan tasvirlerden birini Nizam'ül·Mülk'ün Siyasetname'sinde

buluruz: «Padişahlar

sabahleyin hizmete gelen kimseler yiyecek bir şey bulsunlar diye (sarayda), zengin sofralar kurdurmak

hususunda dai­

ma ihtimam göstermişlerdir. Eğer Heri gelen kimselerde he.­ men yemeğe oturma isteği yoksa, yemeklerini zamanı gelin­ ce yemelerine mani yoktur. Fakat sabahlan muhakkak b u sofra kurulur. Sultan Tuğrul güzel sofralar kurulması v e çe­ şit çeşit yiyecek konması hususunda fevkalade dikkat eder­ di. Ata binip seyre ve ava gittiği zaman, gerektiği şekilde yi­ yecek hazırlanırdı ve kırda sofra kurulduğu zaman o kadar

yiyecek karşısında bütün büyük er Vt< emirler hayret içinde kalırlardı. Türkistan Hanları, hizmetliler bakta bol yiyecek bulunmasını

yanında ve· mut­

tamamiyle devlet düzenine

ait bir iş olarak kabul ederlerdi. Semerkand'da gittiğimiz zaman bazı gevezelerin dilinden

Uz-Kent'e

şunu işittik ki,

Cikili (Çigil) ler ve Maveraünnehir'liler daima derlermiş ki: Biz Sultanın gelişinden ayrılışına kadar sofrasında bir lok­ ma ekmeğini yemedik» (43). Bu adeti 1330 larda İbn Battuta Kastamonu Beyliğinde şöyle tasvir etmiştir: « Her gün ikindi namazından sonra . _sultanın kabul res­ minde bulunması adettir. o zaman yemek getirilir, kapılar açılır, şehirli göçebe yabancı

misafir kim olursa

yemeğe

o turmaktan men edilmez.,.

(42) Halil Inalcık, Kutadgu Bilig'de Tür.;c ve iran Siyaset Na­ zariye ve Gelenekleri, Reşit Rahmeti Arat için, Ankara, i 966, sf. 269 71. (4.3) Halil İnalcık, a ynı makale, (Nizam'ül Mü1k, The Book of Goverment or rules far Kings, trans. H. Darke, Lan­ don, 1960, sf. 127 . B'e atıf) . •


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

233

Aşıkpaşaz�deye göre Osmanlı sarayında «ikindi vakti nö­ ururlar ki, halk gelip yemek yiyeler.» 1453 de İstanbul'un fethinden sonra büyük toy (han-ı yağma) yapıldığını Evliya Çelebi kaydeder (X, 60-62). Silfilıdar Tarihi'nin kaydettiğine göre, 1664 de Kının as­ keri Orduy-i Humayfın'a gelince c ta'am döşenüp ni'metin had kesreti vasfa gelmez, Tatar askeri yağma edüp orduy-i Hümayfın halkına bile bezl olundu• (4'). Aşıkpaşazade, hazinelerine paralar yığan, sonunda ken­ disi de, milleti de helak olan padişah ve emirlerden misaller vererek, şu nasihatte bulunur: cİmdi azizler mal oldur kim hayra sarf ola. Padişahla­ rın desti oldur kim karnı dok ola ve doğru ola. Muhkem leş­ ker ana derler kim dok ola ve galaba ola. Kendi açlığı kayusı olmaya• ('11) . Behcetüttevarihinde Şükrullah, Orhan Gazi zamanında «Müslüman ordusunda kişi bulamıyorlardı ki zekat veya sa­ daka vereler• diye memleketin içinde bulunduğu bolluğu ve yardımlaşmanın derecesini ifade eder. Şükrullah'ın Orhan Gazi'den İkinci Murad'a kadar ge­ lip geçen padişahların sosyal adaletçi ve Türk töresine uy­ gun icraatları hakkında verdiği izahatı kısaca görelim: Orhan Gazi «pek az gün geçmişti ki Ulubadı, Bursayı al­ J ı. Ondan sonra birçok uğraşıp İzniği de aldı. Kiliseleri mes­ cit ve medrese yaptı. Onlardan başka İznik ve Bursada yok­ sullar evi yaptırıp yoksullan doyurmak için mallar vakfetti. O yoksullar evinde bilginlere ve hafızalara akça bağladı». « ... Ondan sonra gazi ve şehit şah {Birinci Murad) buyur­ du: Bursa'da ahret için bir yapı yaptılar. Hem konuk evi, hem cami, hem medresedir. Kimsesizler, yoksullar için pahct

Halil inalcık, Tarihi, I. yay. < 45) Aşıkpaşaoğlu, ri, Atsız neşri, < 44)

aynı ma:kale (Fındıklılı 1!ehmet, Silahdar A. Refik, 1928, sf. 271'e atın . Tevarih - i Al - i Osman, Osmanlı Tarihle­ 1949, sf. 234.


MİLLİ KÜLTÖRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

234

çalardan, tatlılardan, ekşilerden, daha gi.izeli olrnıyan yemek­ lerin hepsinden verilmesini,

konukların

yemlendirilmesini buyurdu. Hatiplere,

hayvanlarının da

hafızlara, müderris­

lere, muidlere, öğrencilere vazife karşılığı akça bağladı». Sultan Yıldı rım Bcyazıd Beğ «azli gerekeni azletti. Halk, ülkeler alanın yüksek adalet ve şefkatini işitince ekim biçim­ leri, iş güçleri ile, yurtlarını şenlendirmekle uğraşır oldular. Osmaneli her nekadar şenlik idiyse de on kat daha şenlendi. ... Gazi padişah sağlık esenlikle doyum olarak geri dönüp Edirne'ye erdi. Buyurdu: Alınan ulcadan bir darülhayır yap­ tılar. Kimsesizlere, yoksullara, bilginlere, şeyhlere -ister bey, ister yoksul herkese- türlü yemekler verilmek üzere evkafını tayin buyurdu. Ondan sonra yine Bursa başkentine gitti. Buyurdu : Bur­ sada bir darülhayır, bir hastahane, Ebu İshakihane, iki med­ rese, bir cami yaptılar. Onların efkafını tayin buyurdu. Darülhayırın evkafından olmak üzere aş ve yemden baş­ ka, her yıl bilginlere ve yerli yabancı yoksuiıara 600 mud ( 1 mud

=

yirmi kile, her gün konuğa v e yerliye et ile birlikte

300 çanak aş eriştirilmek üzere vakıflarını

Hastahane, Ebu İshakihane,

tayin buyurdu.

medreseler ve camiin her biri

için ayrıca vakıflar tayin buyurdu.

Görenek olduğu üzere

bunlara şeyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akça­ larını tayin ettirdi, 30 hafız darülhayıra, 30 hafız camiye ta­ yin buyurdu ki hergün biri Tanrı kelamından bir cüz oku­ ya.. » İkinci Sultan Murad da « Bursada bir yoksullar evi yapıl­ masını buyurdu. Hemen yapıp gelip gidene yemek ulaştırır oldular... Edirnede bir darülhadis, bir yoksullar evi ve cami yaptırmışlardı. .. Ergene'de de başka bir darülhayır yapılma­ sını buyurdu ki gidip gelene yemek eriştircler. Ergene Suyu üzerinde 174 kemerli bir taş köprü de

yaptırmışlardı ... B u

d indar padişahın uğurlu çağında yapılan hayrat; savaşlar; kafir ellerinin alınması; medreselerin, mescitlerin, bankalı-


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

235

l.1 1111, camilerin, minberlerin, taştan köprülerin, kervansaray­ ve başka hayır yerlerinin yapılması; bilginlerin :uluğla­

Lı rın

yetiştirilmesi, zfıhidlerin ve Tanrıya tapıcıların yüceltil­

ıııp

ı ı ıcsi;

ahalinin ve giiçsüzlerin acınması; Tanrıya türlü yakın-

1 ı � lar

gösterilmesi hiçbir çağda görülmemiştir.» (46).

1 701 yılı Haziran ayında Padişah

il.

Mustafa Edirne'de

cirit oyunu hazırlattı. «Bunun üzerine kilercibaşı ile J-Iel­

lıir

l':ıcıbaşı sabah erkenden adamlarını toplayarak köşk önün­ ı lı· 400 okka şekerle kırmızı şerbet kaynatmaya başladılar. l

l a1.ı rlanan şerbeti köşkün altındaki havuza doldurup üstüne

1 . ı rbalarla lı·

su ve kaya gibi buz parçaları döktüler. Şerbet böy­

hazırlanırken Padişah da işi izlemekteydi». Hazırlıklar ta­

ıııamlanınca Padişah, köşkteki yerini

aldı ve ilk önce cirit

oyuncularına şerbet gönderdi. Onlar da attan i nerek şerbeti l�· ı i ler

cirit oyununa başladılar. Arada bir gelip gene içiyorlar­

ı"L·k ılı.

ve töre ger�ğince yer öptüler ve tekrar atlarına bine­

Hem oyun seyedildi, hem kana kana şerbet içildi. Akşam

i i 1.eri saray civarındaki mahalleler halkı, saraya gelip, «gü­ ltiim, desti, bakraç ve ibriklerini» şerbetle doldurup, padişa­ ha dua ettiler. (41). Hele Üçüncü Ahmed'in

şehzadeleri için yapılan ve iki

l ıafta süren muhteşem sünnet düğününe bütün İstanbul hal­ kı

davet edildi, hepsine yemek verildi. Bu ziyafetlerde, rnahi­

Yl'lini biraz aşağıda açıklıyacağımız «Ülüş ve Orun» ismi ve­ r i len

eski Türk an'anesi canlı şekilde yaşıyordu. İlk gün « derecelerine göre vezirler, ulema efendiler,

ı ı ı a taracıbaşıya kapucuya kadar bütün divan-i hümayun gö­ n·vlileri bayram tebriklerinde olduğu gibi sıralanarak düğü< 46 ) uım

Şükrullah, Behcetüttevarih, Osmanlı Tarihleri, Atsız neşri, İstanbul, 1949, sf. 53 - 63. Silahdar Fındıklılı Mehmet Ağa, Nusretn4me, sadeleşti­ ren İsmet Parmaksızoğlu, cilt II, FasikQl 1, İstanbul 1966, st. 81 - 2.


236

.

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

nü kutlamak üzere Padişahın eteğini öptüler ve otağ-ı hüma­ yun kapısı önünde kurulan çengede ziyafete katıldılar. Ayın 16 ıncı Perşembe günü, ulemaya ziyafet çekildi... 17 Cuma .günü, İstanbul'daki bütün müderrislcre yemek veril­ di... Akşam denizde donanma yapılıp, sayısız hava fişekleri atılarak eğlenildi... Padişah Tersane Sarayından, deniz üstün­ deki kafesli köşkten... donanma şenliklerini seyretmişlerdi.

18 Cumartesi günü, Nakibüleşraf Efendiyle 120 kadar önde gelen seyyid'e ve İstanbul, Galata, Eyüp ile Üsküdar­ daki padişah ve vezir camilerinin 38 kadar şeyhlerine yemek verildi...

1 9 Pazar günü padişah ve vezir camilerinin hatiplerine, imamlarına yemek verildi...

20 Pazartesi günü, sipah,

silahdar ve aşağı dört bölük

ocaklarına ziyafet çekildi. Hazırlanan

program üzerine şe­

hirdeki 45 çeşit esnaf 5 gruba ayrılmış, her gruba birgün ve­ rilmişti. Bunların ilk grubu bu sabah Eyüp tarafında, Kağıt­ hane yolunda, Kayaburnu'nda toplanarak alaylarını düzmüş­ ler, Fil Köprüsünden geçerek o tağ-ı hümayun önundeki çen­ geye gelmişler ve düğün hediyelerini sunmuşlardı. Ondan sonra hepsi yemeğe alıkonuldu...

21 Salı günü, yeniçerilere yemek verildi. Onlar için ha­ zırlanan sofrada, üç ayaklı sehpalar üstünde, boynuzları yal­ dızlı:.. 200 koyundan yapılma büryan kebabı ile yine boynuz­ ları çeşitli renklerle boyalı 300 pişmiş koyun, 4500 sini pilav ve zerde ve her tablada 2 ekmek olmak üzere bü yük bir sof­ ra kurulmuştu ... Yemeğin sonunda

meydana, ne zerdedcn,

ne pilavdan tek bir birinç tanesi kalmış, ne de

koyunların

kemiklerinden eser görülür olmuştu ...

22 Çarşamba günü Dergah-i Ali kapucubaşılarıyla müte­ ferrikalar ve çavuşlara yemek verildi. Bugün ikinci grupta­ ki esnaf, sözü geçen yerde toplanarak anlattığımız gibi hedi­ yelerini getirip yemeğe davet edildiler...


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

237

23 Perşembe günü, bostancılarla istabl-i amire hademele­ ı i ı ı e ziyafet verildi. Bugün de üçüncü grup esnafı aynı yerde l ı ıplanarak armağanlariyle birlikte ı • ('(: ı il er '."·ı ı ; ııe

Padişahın huzurundan

ve ziyafete katıldılar.

Cuma güni.i, Baş defterdar ile Divan-i hümayun şefle­

ycır.ck

ı ·.d ircrek

veril di ve dördüncü

grup esnaf da hediyelerini

yemeğe alıkonuldular...

25 Cumartesi günü, cebecilere, topçulara, toparabacıla­ ra

ve tersane ocaklarına yemek verildi. Düğüne davet edilen

l s ıanbul'daki Rusya ve Fransa elçilerine Sadaret kethüdası1 1 1 11

yerinde 12 direkli özel bir çadır kurularak, oturmaları

lı; i n

iskemleler getirilip ayrı bir sofra hazırlandı. Elçiler ge­

l i rdikleri

armağanları Telhisçinin aracılığıyla Padişaha sun­

ı ı ı uştular. Geride kalan beşinci grup esnaf da, bugün geçe­ n·k

armağanlarını getirdiler ve yemeğe alıkonuldular.

26 ıncı Pazar günü, İstanbul, Galata, Eyüp, Kasımpaşa, camilerin imam ve hatipleriyle

Beş iktaş ve Üsküdar'daki

1 lalveti, Celveti, Mevlevi, Kadiri ve öteki tarikatların şeyhle­ ri ne, müridlerine ziyafet verildi. Ayrıca çağrılan İngiltere ve Felemenk balyoslarına da özel bir sofra kuruldu. Elçiler he­ d iyelerini sunduktan sonra konaklarına gittiler.

27 Pazartesi günü, açıkta bulunan beylerbeyilere, beyle­ re, kadılara ve divan-i hümayun şeflerine yemek verildi. Bu­ gün

ise Venedik balyosuyla Avusturya elçiliği müşteşarı da­

vet edilmiş, getirdikleri armağanlar kabul edildikten sonra, onlara da özel bir sofra çıkarılmıştı.

28 Salı günü, Padişahın sofrasına çağrılan İstanbul, Eyüp, Galata, Kasımpaşa, Beşiktaş ve Üsküdar halkı, posta posta gelerek düğün meydanına serilen 5000 tepsi pilav ve zerdeyi

yemişlerdi. Bu düğün

ziyafetlerinden

kadınların

ı ı ıahrum kalmaları reva görülmediğinden, bugün düğüne -ge-


238

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

len ve şurada burada dolaşan kadınlar için Okçular Tekke­ sinde sofralar kurulmuş ve bir oda yeniçeri tekke kapısına gözcü konularak onların, padişahın herkese açık olan sofra­ sından yemek yemeleri sağlanmıştı. Bu gün Dubrovnik elçi­ si davet edilmiş ve kendisine hazırlanan özel sofrada yeme­ ğini yemişti.

29 uncu Çarşamba günü, bu parlak düğünün son günüy­ dü. Sadrazam Paşa cömertçe kesenin ağzını açarak düğünde hizmeti geçenlerin her birini armağanlarla sevindirdi.» ("1q). İki buçuk asır önce yapılan bu muhteşem toy ve şölen­ le, Oğuz Des tanında bahsedilen toy arasında hiç bir fark yok-a tur. Destana göre: Oğuz Han, beyleri ve halkı Kurultay'a ça­ ğırdı. Meseleler konuşuldu. «Oğuz Han büyük bir ziyafet ver­ di, kırk gün kırk gece yediler, içtiler ». Ondan sonra Oğuz Han, ülkesini oğullarına «Üleştirdi », yani onlar arasında tak­ sim etti. (40). Oğuz boyları ve diğer Türk kabileleri zaman zaman bir araya gelerek, yapılan büyük taylara katılırlardı . «Oğuz boy­ larının (Türkmenlerin) an'anesine göre içtimalarda her bo­ yun oturacak (işgal edecek) yeri, damga'sı, ongun'u ve hatta ziyafet için kesilecek hayvanın etinden alacak pay (ülüş)Iarı da Gün Han tarafından tayin edilmişti... Her mevkiin ken­ dine mahsus «iilüş»ü vardır. Bir kabilenin muayyen bir mcv­ kie o turması, kesilen hayvanın

muayyen bir veya birkaç

azasında onun hakkını göstermiş olur. Bu hak yalnız kabi­ lenin değil, bir aile azalarına karşı bile riayet edilir... « Orun » ve « Ülüş» her kabilenin ve her oymağın kavim ve cemiyet içinde bir çok şeyler üzerindeki hukuklarını gösteren de­ lildir, müessesedir. Yayla, av, harp ganimetleri taksim edi­ lirken her kabilenin « orun»u ve «ülüş»ü nazar-i itibara ah-

( 48) (4�)

Nusretname, cilt II, Fasikül II, İstanbul 1969, sf. 397 -.403. Sadri M2.'ksudi Arsal, aynı eser, sf. 131.


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ ı ıarak ona göre «pay»

239'

verilir. « Pay, müçe» de denilen bu

« iilüş» an'anesi Anadolu'da uzun müddet yaşamıştır: «Ala'­ ad-din Keykubad devrinde ise, an'anenin bir kanun (Oğuz­ ı üresi) sıfatı ile taatbik edildiği o zamanda rivayet olunmuş­ t ur». Kazak Kırgız'larda da kesilen hayvan uzuvlarına göre on iki parçaya (müçe) ayrılır, içtimai mevkilerine göre, mi­ safirler arasında dağıtılırdı (50). İkinci Kılıç Arslan da Türk töresince,

ülkesini «üiüş»

ı ı sulüne göre oğulları arasında taksim etmişti. (111) .

M.F. Gavrilov'un, 1 925-40 yılları arasında Güney Altay'­

larda, Türk aşiretleri arasında yaptığı araştırmalar, aynı ge­ ll'neklerin halen orada da yaşadığını göstermektedir. Altay'­ l ı lar zaman zaman toplanır, ziyafetler çeker, ekşi sütten yap­ l ı klan rakıyı, bu toylarda müştereken içer ve şarkı söylerler. «Toplantıya iştirak edenler, kulübenin toprak zemini üzerin­ de serilmiş keçe parçası, kayın kabuğu, dana ve toy postları üzerinde bir daire şeklinde otururlardı. Erkekler bağdaş ku­ rarlar, kadınlar (adet üzere bağdaş kurup o turan ihtiyarlar müstesna) bir ayağını altlarına alarak otururlardı. Erkekler ı•c

kadınlar mevki ve yaşlarına göre sıralaııırlar; daha çok

hatırı sayılır ihtiyar erkek ve kadınlar, ev sahibi ile hanımı­ n ı n hemen yanında, diğerleri ve gençler kapıya yakın, daireyi ıamamlıyarak otururlardı. Rakı şöyle içilirdi ...» (ı;2) . Bugün Ege ve Toros Dağları Tahtacı Türkmenlerinde ve d iğer Kızılbaş Türkmenlerde «Ülüş » geleneği yaşamaktadır.

( 50) Abdülkadir İnan, Orun ve Ülüş Meselesi, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul, 1931 , cilt I, sf. 121. 131 - 33. (51) Prof. Dr. Z. Velidi Togan, Umümi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1946, sf. 194. (52) L. P. Potapov, Göçebelerin İptidai Cemaat Hayatlarını Anlatan Ç o:.C. Eski Bir Adet, tere. Rasime Uygun, İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, cilt XI, sayı : 15, Eylül 19_60.


MİLLİ KÜLTüRÜ:\fÜZ VE MESELELERÜ.ÜZ

24 0

Bu, «üleşmek

=

pay etmek» fiilinden meydana gelen bir ke­

limedir. Kaşgarlı Mahmud da kelimeye aynı manayı vermiş­ tir. Silivri'nin Kavaklı köyünde, cuma akşamlan çocuklara

«pişi» denen hamur işi (bugün daha çok şeker) verilir ki, bu adete «Cumacık» derler. Cuma akşamları her Türkmen pişirdiği yemekten en az üç komşusuna gönderir. Buna «ülüş» denir. « Pay», « Komşu hakkı», «hak• adını verenler de var. Cem ayinlerinde kesilen kurban etinden yaşlı, dul kadın­ lar, düşkün kadınlar, sakatlar, hastalar, 12 yaşından küçük ler, kimsesiz fakirler, yaşlı dul erkekler yiyebilir. Buna «Ter­

cüman Lokması» denir. Cem'e katılma hakkı olanlar da yer. Bir de misafirler için hazırlanan «Mihman Lokması» vardır. Bu geleneğin içtimai fonksiyonu meydandadır: tenceresinde et kaynamayan fakire, çoluk çocuğu ile et yedirmek, ona da i nsanca yaşama hakkı ·vermek. Türk geleneği bunu iyice ge­ liştirmiş. Fakat aşiretler dağılıp, köylerde adetler sarsılınca ve şehirler büsbütün töreden uzaklaşınca, fakirin halini dü­ şünen yok. Modern içtimai yardım (sosyal güvenlik) mües­ seseleri de tam manasiyle alınmadığından, bünyeyi sarsıcı, içtimai patlamalara hazır bir vasat doğuyor.

2

-

TÜRKLERDE HAYIR KURULUŞLARI VE İÇTİMAİ YARDIMLAŞMA

Bazı hukukçulara göre İslamiyetten önce, Türk diyarla­ rında « tam bir hususi hukuk olarak, vakıf kurumuna rast­ lanamaz.» Sadece «yardımlaşmaıodan bahsedilebilir (5�). Halbuki Uygur'lara ait bulunan kültür mahsulleri arasın­ da « ekseriyeti dini olmakla beraber edebi, iktisadi, tıbbi ve

(53)

Dr. Hüseyin Hatemi, önceki ve Bugünkü Türk Huku!m'n­ da Vakıf Kurma Muamelesi, İstanbul: 1969, sf. 16 - 17.


241

TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ idari metinler, vakfiye, vasiyetname, imtiyaz

verilmesi gibi

vesikalarla hususi mektuplar bulunmaktadır.» (54 ) . «Şarki Türkistan'daki kazılarda ele geçen Uygur Vakfi­ yeleri, bu bölgeye İslamiyetin girmediği bir zamana ait»tir

(66).

İslamiyetin kabulünden sonra Türk ülkelerinde, Selçuk­ lu ve Osmanlılarda «Vakıflar» en yüksek mertebeye çıkmış­ tır. «Muasır müverrih Reşidiiddin'in Gazan vakıfları hakkın­ da

-onun vakfiyye'lerine dayanarak- verdiği malumat, bilhas­

sa Tebriz yanında Şenb-i Gaz.an diye anılan yerde yaptırdığı türbe ve sair hayır müesseseleri

hakkındaki izahat, bunu

açıkça göstermektedir: Ebvab-ül-birr-i

Gazani diye maruf

olan bu binalar, muazzam bir türbe ile, cuma na.mazı kılma­ ğa mahsus büyük bir cami, Hanefilere ve Şafiilere mahsus iki medrese, Hfıpikah, darüssiyade (Seyyidlere mahsus mi­ safirhane), darüşşifa, rasathane, kütüphane, Bcyt-ül-kanun (devlet arşivi), mütevelliye mahsus bir bina, havı.izhanc (umu­ mi hela), umwni hamam, eytemhane (yüz çocuk için), met­ ruk çocuklara bakmak için bir müesseseden ibaretti. Bun­ lardan başka, dul kadınlar için, yolcular için, fakirler için kimses:z fakirlerin cenazelerini kaldırmak için, yolları te­ mizlemek için, efendilerinden korkan köle ve cariyelerin kırdıkları çanak ve çömleklerin tazmini için, kışın aç ka­ lan kuşların beslenmesi için ayrı vakıflar yapılmıştı. Bura­ ların memurları, hademesi epey büyük bir kadro teşkil edi­ yordu. Gazan, bu vakıflara, şer'an kendi mülk-i mutlakı olan mülkleri ve toprakları tahsis etti ve bu vakfın sıhhatine da-

(54)

ismet Binark, «Vakıflar ve Uygur Türklerinde Vakıf,

«Türk Küıtürüğ sayı : 78, Nisan 1969, sf. 426 (M. Şükrü Ak'.{aya, «Uygur Tür'.derinl ve Kültürlerini Tanıyalım,> DTCFD, ili, 1 943, sf. 77'ye atıf ) .

(i5)

İ. Bimrk, aynı makale.


242

MİLLİ KÜL'I'ÜRÜMÜZ VE MESEI.ELERİMİZ

ir birçok alim ve müftilerden fetvalar aldı. .. Gaza'nın vakıf­ ları yalnız bundan ibaret kalmadı. .. » (06) . Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da aynı şekilde sayısız vakıflar tesis etmiş, yirminci asır dünyasına örnek olacak sosyal adalet örneği göstermişlerdir. Bu diğer­ gam ve çok asil gayretleri, içinde bir miktar öğünme payı, şahsi menfaat endişesi bulunmuş olsa dahi, taktir etmemek elde değildir. Bu bakımdan Prof. Ülgener'in bedbin görüşüne katılamıyoruz. Prof. Ülgener'e göre, bu hayır işleri « İçtimai eh­ ramın zirvesine toplanan servet ve ihtişamı

zaman zaman

bir miktar aşağıya taşıyarak geniş kütleleri daha sıkı bir ita­ at çemberi içine almak» için yapılmaktadır. « Siyasi merkezi­ yetsizliğin her an büyük bir tehlike halinde karşılarına dikil­ diği saray ve devlet erkanı için bundan daha güvenilir bir yol olamazdı.» « Fakat unutmamak lazımdır ki, tarih boyun­ ca milyonları aşan mal ve servet sahipleri arasında nihayet binleri geçmeyen hayrat sahipleri kaide değil, ancak istisna olabilirler. Bugünün maddi

hayatına karşı eski devirlerin

hayır severlerini tahassürle ananlar, hayrat ve hasenat sa­ hiplerinin sayısını fazla mübalağa etmişe benziyorlar. Haki­ katte hayrata misal diye gösterilecek vak'aların çoğu hısse­ tin tersi olan hasbi (içten gelme) bir hayır

severliğe, el ve

vicdan açıklığına delil sayılamaz. En başta, saltanat ve ima­ ret sahiplerini cömertliğe zorlayan sebeplerden bir kısmının siyasi düşüncelere dayandığını yukarıda gördük .. » (57) .

(56)

Pro!. Dr. Fuad Köprülü, cVakı! Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekamülü,• Vakıflar Dergisi, Sayı : II, Ankara, 1942, s!. 2'0 ı. (57) Doç. Dr. Sabri F. Ülgener, İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlı'.lk ve Zihniyet Meseleleri, İstanbul, 1951, sf. 120 - 180. Bize göre törelerin, dini geleneklerin 'kuvvetli olduğu de­ virlerde karşılığında birşey beklemeden y apılan (hasbi) yardımlar pek ço.ktu. Bugün memleketimizde iki zümrenin h arcamalan yukandaki tavsife uyar. Bunlardan biri, -


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

243

DİGER YARDIM ŞEKİLLERİ Yakut ve Azerbaycan Türkleri, yardıma muhtaç olanlara damızlık hayvan temin ederek, kalkınmasına yar­ dıın ederler. Bu yardım şeklinin kendine mahsus usul ve er­ kanı vardır. Kırgız Türklerinde borca düşen bir kimse «ci­

la» ve «yurtçilik» adı verilen yardım müesseselerine başvu­ rur. Ayrıca «gedayçilik» sistemi vardır. Yakutlar ve Azeri Türklerinde bütün evlenen kızlara ve bilhassa fakir kızlara büyük yardım yapılır. Azeri köy düğünlerinde düğün sahibi için «şabaş » adı altında para toplanır (58). Bütün Türk cemaatlerinde «bitirilmesi

müstacel olan

ve fakat sahibi tarafından becerilemeyen tarla ve yahut ev iş­ lerine konu komşunun, akrabanın ve hazan da bütün köy ahalisinin kollektif bir şekilde bilabedel muavenette bulun­ masıdır. Yapılan yardım, bedenle olur. Diğer muavenet va­ sıtasına müracaat yasaktır. Yani örfce mükellef bulunduru­ lan işten kaçınıp para vesaire ile yardımda bulunmak imka­ nı yoktur» (0�) . Bu imece adeti Anadolu'da da çok yaygındır. Prof. Togan, « Hatıralar»ında, babasının

tertiplediği böyle

bir imece faaliyetinden bahseder: «Her

taraftan babamın

dost ve akrabası kımız ve koyun getirmişler, babam da bir kaç öküz kestirmişti. Ekserisi genç yüzlerce Başkurt şarkı söyliyerek güle oynıya ot biçiyordu. İkindi sıralarında ot biç­ me bitti. Kesilmiş koyun ve öküzler pişti, yemekten sonra

Hacca gitmeyi meslek haline getirenler, diğeri de su gibi para hareıamalarını, fakirlerin gözlerine sokarcasına ga­ zete sütunlarına geçirten, idraksız ve şuursuz sosyete men­ suplarıdır. ( 58) Bu hususta geniş ve zengin bilgi için bak. Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Türk Taamül Hu'kukuna göre İçtimai Muave­ net Müessesi, Vakıflar Dergisi, sayı : II, Ankara, 1942, s!. 186 . 89. (59) Aynı makale, sf. 190 - 91.


244

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

babam, meydanı oyuncu, şarkıcı, güreşçilere bırakıp eve git­ . ti. Biz gece yarısına kadar eğlendik ... » (60) Türklyemizde yaşıyan içtimai yardım

geleneklerinden

birisi de «Başakçılık Müessesesi»dir. Aydın havalisinde müs­ tahsil mahsulünü (incir, zeytin, hububat) aldıktan sonra, fa­ kir fukaranın toplaması (başak yapması) için, bir kısım mah­ sulü tarla veya bahçede bırakır. Yani mahsulün

tamamını

hasat etmez, içtimai endişelerle (yardım mülahazalarıyla v� ya hepsini toplama imkanı bulamadığı için) bir kısmını bıra­ kır (61). Bunları toplayanlara

«Başakçı»

denir. Terkedilen

mahsul ne kadar çok olursa, içtimai itibar ve manevi tatmin o nisbette yüksek olur (62) .

Prof. Dr. Zeki Velldi Togan, Hatıralar, İstanbul, 1969, sf. 86. (61) Bu konuda İ.Ü. Tıp Fakültesi, Tıp Tarihi Enstitüsünde yap. tığımız bir seminerde bereketli neticeler elde ettik. Dr. Müslim Gür Paşa, Malatya - Elazığ havalisinde cbaşakçı­ lığa:., «denekçilib dendiğini belirtti. Şükrü G1ill1ioğlu Bey, Adana, Maraş, Urfa, Diyarbakır taraflarında cmüessese» nin yaşadığını belirtti. cıBuğday başakçılanıt «üzüm ba.­ şakçıla.n» «başakçı geldb t4birleri kullanılıyormuş. Ba­ şakçı gelip, ba.'}ak yapmadan tarlaya hayvanlar sokulmaz­ mış. Sırf <ebaşakçılıbla geçinen aileler varmış. Kerim Yund Bey, Silifılı:e'de de bilindiğini söylemişti. Kemal Bozkurt Bey, daha önce, bize Antalya havali­ sinde de bu müessesenin bulunduğunu söylemişti. Hatt4 cbirader sen başakçıyla, tırmı!tçıyı farketmiyorsum söZü bile bazı durumlarda kullanılıyor. Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu da, eski İstanbul'un ma­ hallelerindeki sıkı dayanışma ve içtimai yardımlaşmadan, gizli bir elin kimsenin haysiyet ve gurunınu kırmadan muhtaçlara yardım için uzandığından, bugün böyle bir şeyin bulunmayışından bahsetti ve yakındı. (62) Çocukluğumun tatlı yaz aylarını geçirdiğim Aydın'ın bir köyündeki incir bahçemizden, bir eylül ayında kasaba­ mıza dönerken, ağaçlardaki ve yere dökülen incirleri niçin toplamadığımız hususu merıüımı çekmişti. Sualime; bir (60)


TÜrrK :M ÜLKİYET SİSTEMİ

245

Aynı adetin Karadeniz sahillerinde de olduğu şu türkü­ den

anlaşılıyor:

Dalda fındık kalmasın İyi toplayın kızlar Başakçılar almasın SONUÇ Büyük

bir

geleneğe

sahibiz.

« Sosyalizm» den,

« Sos­

yal adalet» dilemek, böyle bir geleneğe sahip, tarih ka­ dar eski bir millet içın züldür. Türk

geleneğini ve İslami

yardım hükümlerini (zekat, sadaka v.s.), modern müessese­ lerle birleştirirsek, sokaklarda dilenci görülmez, hiçbir fa­ kir sefaletin kamburuna duçar olmaz. Ziya Gökalp'in dediği gibi, ne ferdçilik, ne kollektivizm : içtimai dayanışma, tesa­ nütçülük bizim öz yolumuzdur.

yörük kızı olan rahmetli annem şöyle cevap vermişti : «Fa­ kircikler başak etsin oğlum. Onlann da hakkı var. Kış kıyamette onlar ne yiyecek?>.


-

11 1

-

OSMANLI TOPRAK REJİMİ VE YERLİ MARKSİSTLER

Son on-onbeş yıldır Tür!ciye'de, içtimai hadiselere Mark­ sist bir görüşle bakan bazı iktisatçı ve sosyologların ve pek çok solcu amatörün, Osmanlı toprak rej imini, kendi inanç­ larına göre açıkladıkları, yorumladıkları görülmektedir. Bu konuda epeyce kitap çıkarılmış ve solcu dergilerde pek çok makale yazılmıştır. Osmanlı toprak düzenini, Marksist geliş­ me şeması içinde bir yere oturttuktan sonra, mazisini seven Türk milletine, Marksizmin daha ileri merhalesi («aşaması») olan sosyalizmi benimsetmenin daha kolay olacağı inancı i ç inde olsalar gerektir. Aksiyon hevesi « devrim» aşkı buna sebep olmaktadır; tarihi ve ilmi hakikatleri tesbit etmek, içtimai vakıayı anlamak gayreti değil. Bu ilim kisveli, ideo­ lojik yayımlara karşı, tarihçilerimizin sessiz kaması acıdır. Uzun ve yorucu çalışmalara lüzum gösteren ve büyük bir kitap halinde verilmesi gereken bu konuyu, kısaca ele almak istiyoruz. Kitap çıkarmak için imkanımız, yeter malzeme­ miz, vaktimiz yoktur. Bu bakımdan, şimdilik meseleyi kısa şekilde de olsa ele almakta fayda olduğu inancı ile konuya girelim. MARKSİZM İÇTİMAİ HADİSELERİ TARİHİ MADDECİLİGE GÖRE AÇIKLAR Sistemin kurucusu Marx ve Engels'e göre,

cemiyetin

gerçek temelini, alt yapısını teşkil eden istihsal münasebet-


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

247

lcri ve istihsal tarzıdır. «İktisadi yapı» da denilen bu altya­ p ı , hukuki ve siyasi üst yapıyı tayin eder. Bu üst yapıya da « içtimai şuurun belli şekilleri tekabül eder.:) Yani, bir cemi­ yette tatbik edilen istihsal (üretim) tekniğinin ve istihsal münasebetlerinin, o cemiyetin hukuk ve siyasi sistemini, din; ahlak ve san'atını kesin şekilde tayin edeceği gibi doğmatik, ıck taraflı bir görüş karşısındayız. Gayet girift, karışık olan iç Limai hayat, sadece iktisadi teknikle açıklanmakta, üst- . yapının ik tisadi bünye üzerindeki tesiri hiç göz önüne alınmamaktadır. Sorokin'in deyimi ile « iktisadi içinde mistik bir kuvvet» tasarlamaktadırlar. Fakat sonunda Marx Engels, gayrı iktisadinin, iktisadi amil üzerindeki tesiri­ ni kabul zorunda kaldılar. Marx'ın ölümünden sonra Engels, ilk ve baş amilin, iktisadi faktör olduğunu belirtti. Plekha­ ı ıov da, üst yapının tesirini ele aldı.

n:

Soınbart, Marx'ın aksine, istihsal tekniğinin, iktisadi ve iç timai teşkilat şekillerini tayin etmesi gerekmediğini; bir ce­ m iyette kültürün yıkıma uğramasına karşılık, istihsal tekni­ ğinin çok zaman aynı kaldığını ortaya koydu. Tamamiyle farklı istihsal teknikleri esası üzerinde, aynı iktisadi siste­ ı ı ı '. n kullanıldığı veya aynı tekniğin tamamiyle farklı iktisa­ di sis temlere tatbik edildiği haller bulunduğu aynı iktisadi t eşkilatta, çok farklı kültür komplekslerinin bulunduğunu, veya aynı kültür komplekslerinin çok farklı iktisadi sistem­ lere sahip bulunabileceğini gösterdi. Eflatun, Spinoza ve Hcgel'in üç ayrı iktisadi sistem içinde yetiştiklerini, bu sis­ temlerin mahsulü olduğunu söylemeğe imkan olmadığını be­ l i ı tti. Marksizme göre, ilk iptidai merhale hariç, bütün insan­ tarihi sınıf mücadeleleri tarihinden ibarettir. İnsanlık de­ terminist (muayyeniyetçi (zaruretçi gerekirci) bir gelişme çizgisi üzerinde yürümektedir. Bu beş safhalı bir gelişmedir.

lık


248

MiLLt KÜLTÜRÜMÜZ VE MF.BELELERİMİZ

İlk basamak « İptidai kabile komünizmidir». Son merhale, sosyalizm (olgun hali komünizm) dir. Arada, kölelik devri, feodalizm ve kapitalizm merhaleleri vardır. Marx ve Engels, Amerika'lı sosyal antropolog Lewis

Morgan'ın acele ve sığ

müşahedelerine dayanarak, insanlığın

başlangıcında, ferdi

mülkiyet bulunmadığına, kollektif mülkiyetin cari olduğu­ na hükmetmişlerdir. Engels daha ileri giderek, ilk insanların aile müessesesine sahip bulunmadıklarını, hayvanlar gibi cin­ si hayat yaşadıklarını belirtmiştir. Aileden bahsetmeksizin, sosyalizmde, insanlığın eski mülkiyetsiz hale döneceği belir­ tilmiştir. Bir merhaleden bir merhaleye geçişin diyalektik maddeciliğin işleyişine göre olacağı ve bunun önüne geçile­ miyeceği iddia edilir. Bizim yerli solcuların ağızlarında geve­ ledikleri « tarihin tekerleğinin geriye çevrilemeyeceği, bunun gerici çırpınış olduğu» şeklindeki sözler, Komünist Beyanna­ mesi'nden alınmıştır. Marx, bütün insanlığı, birbirinden

apayrı cemiyetleri,

beş sınıf içine sokmağa çalışmıştır. Ru�ya'da görülen mir (köy ortak mülkiyeti) düzeni, onu şaşırtmış ve sisteminde tadilat yapmağa zorlamıştır. Feodalizme sokamadığı bu mül­ kiyet şeklinde, «Asya Üretim (istihsal) Tarzı» adını vermiş­ tir. Bu düzende, her köy, bütünden ayrı ve kendi başına bir varlıktır. Müstebit bir hükümdar, su kanalları açmakta, «bin­ lerce yıllık durgunluğa sahip» bu ekonomiden payını almak­ tadır. Marx,

Rusya'daki Narodnik'lerin (Popülist, Halkçı)

köy ortak mülkiyeti

üzerinde,

sosyalist bir düzen kurma

ümitlerine kapıldı. Lenin de önceleri aynı inançta idi. Sonra­ dan, sosyalizme geçmek için, cemiyetin kapitalist merhaleyi aşması gerektiğini belirtti. Fakat 1 920 de Üçüncü Beynelmi­ lel'in İkinci Kongresinde, kapitalizme ulaşmamış yan rnüs­ temlekelerin, bu safhanın üzerinden athyarak, ihtilalle doğ­ rudan doğruya sosyalizme ulaşacaklarını söylemiştir.


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

249

Sosyal antropolog Malinowski'nin müşahedelerine

ve

1 Icrskovits'in

bahsettiği birçok iptidai cemiyet araştırıcısının

i fadelerine dayanarak, insanlığın hiçbir devirde iptidai ko­ münizm hayatı yaşamadığını

belirtebiliriz. Ortak mülkiyet

şekillerinin görüldüğü devreler ve cemiyetler olmuştur. Fa­ kat

bunu bütün .insanlığa teşmil etmek yanlıştır. Ferdi mül­

k iyet

duygusu insanların yaradılışında vardır. Çeşitli cemi­

yetlerde, çeşitli ferdi mülkiyet biçimleri

görülmüştür. Aile

müessesesi de daima var olmuştur. İnsanlık tarihinde, sınıf mücadelesinden ziyade, ırklar, dinler ve siyasi kuvve tler mü­ cadelesi görülmüştür. Kropotkin'in

belirttiği gibi, insanlar

arasında « karşılıklı yardım• dayanışma, işbirliği de yaygın haller olmuştur. Marx'ın dar, katı kalıplarına

girmeyecek

yüzlerce cemiyet var olmuştur. Türk cemiyeti de b unlardan biridir. Bunu biraz ileride de ele alacağız.

OSMANLI TOPRAK REJİMİNİN MARKSİST YORUMU Türkiye'de solcular, üstadlan Marx gibi zorlamalara baş­ vurarak, Osmanlı toprak düzenini, Marksist kalıplar içine olurtmağa çalışmaktadırlar. cemiyetinde, Batı Avrupa

Onların kimine göre, Osmanlı feodalitesine

benzer bir bünye

mevcuttur. Derebeyler elinde ferdi mülkiyet mevcut olmuş­ tur. Senyör - serf, sipahi - reaya münasebetleri arasında fark yok t ur. Niyazi Ber-kes, İsmail Hüsrev, Behice Boran bu fi­ kirdedir. Sencer Divitçioğlu, Osmanlı istihsal tekniğinin

ve

i ktisadi bünyesinin, cAsya Üretim Tarzı»na uyduğunu söyle­ mekte ve bunu ispatlayabilmek için, Osmanlı tarihinden ve­ sikalar tedarikine çalışmaktadır. Doğan Avcıoğlu ise, Divit­ çioğlu'nun fikrini kabul etmemekte, Osmanlı içtimai ve ikti­ sadi teşkilatında, kapitalizme yönelebilecek bir vasıf görmek­ te

ve bu düzenin feodalizme benzer yönleri bulunduğunu, bu-


250

MİLLİ KÜLTüRÜMÜZ VE MESELELEHİM.i<:.

na Marksist bir deyişle u Prekapitalist

(kapitalizm öncesi)»

devre denilebileceğini söylemektedir. Muzaffer ve Oya Sen­ cer, «Gecikmiş bir feodalizm» diye

vasıflandırmaktadırlar.

Sencer Divitçioğlu ve aynı fikirde olanlar, Osmanlılarda ara­ zinin görünüşte padişahın oluşuna ve gene kendi inanışlarına göre ferdi mülkiyetin var olmayışına ve Osıp.anlı iktisadi-iç­ timai bünyesinin durgunluğuna bakarak, «Asya Üretim Tar­ zı» damgasını vuruvermiştir. Osmanlı iktisadiyatının durgun olmadığını, aynı ideolojiye bağlı olan

Doğan Avcıoğlu bile

söylemekte ve Divitçioğlu'nu tenkit etmektedir. Osmanlılar­ da toprak üzerinde ferdi mülkiyet olup olmadığı konusunu diğer yazımızda ele alacağız. Diğerlerinin iddia ettiği ccfeo­ dalite» veya «geç kalmış feodalite» veya ccpre-kapitalizm» hü­ kümlerini de o zaman ele alacağız. Şimdi Selçuklu ve Osman­ lılar dışındaki Türk Devlet ve Cemiyetlerinden misaller ve­ rerek, Türkler'de hiç değilse ikibin yıldır ferdi mülkiyetin mevcut bulunduğunu göstereceğiz. Marx Rus mir'ine ve Hin­ distan hakkında okuduğu yazılara dayanarak, bütün Asya'yı içine alan bir iktisadi ve içtimai tip yaratmıştır. Türk mül­ kiyet sistemi hakkında bilgi sahibi olsaydı, sistemini yeniden düzeltmek zorunda kalacağı muhakkaktı. Tabii bizdekiler de ona uyarak, Türk mülkiyet şeklini ve toprak düzenini, bu ye­ ni modele sokmağa çalışacaklardı. Marksizmin, iddia ettiği gibi, Orta Asya Türklerinde bü­ tün topraklar hakana ait değildi. Hakan, ceberrut bir tiran değil; hak ve vazifeleri töre'ye göre tayin edilmiş olan, oto­ riter ve şefkatli bir hükümdardı. Bütün mülkiyeti elinde bulunduran ve serfler kullanan feodal beyler de yoktu. Gö­ çebe ekonomisi ile, yerleşik hayat iktisadiyatı yanyana ve ahenk içinde yürütülmekteydi. Göçebe olsun, yerleşik olsun, her cemaatin kendine mahsus toprakları vardı ve bu top­ raklar ferdi mülkiyet konusu idi. Sadece yayla ve mer'alar ortak olarak kullanılmakta idi ve boyların malı sayılırdı.


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

25 1

Fakat bu otlaklarda yayılan hayvanlar, şahısların, ailelerin malı idi. Her fert, kendi hayvanına kendi damgasını vurur­ du. Bu damgaya, Göktürk (Orhun) yazıtları arasındaki Ton­ yukuk Kitabesinde, «Töğün» denilmektedir. Kaşgarlı 'Mah­ mut da, hayvanlara vurulan damgaya «Töğün» denildiğini belirtmiştir. Buna bugünkü Türkiye'nin Sünni ve Alevi Türk­ men boyları, oymakları «Dövme» veya «Döğıne» adını verir-· l er. Ferdi mülkiyetin hayvanlar üzerindeki diğer bir işaret �ekli, hayvanın kulağının ucunun çentilmesidir. Buna Yö­ rükler-Türkmenler « En veya İn» adını verirler.

Kaşgarlı

Mahmut bu ameliyeden «enemek» diye bahseder ki, bu kelj­ nıc

Yörükler arasında biraz değişik anlamla hayvanların iğ­

d i ş edilmesi demek olur. Türklerde ve Moğollar'da miras hukuku, ferdi mülkiyet esasına dayanmaktadır. Cengiz Han Yasası bu hususta açık h ükümler getirmiştir. Radloff'un da Kazak'Iarın miras mües­ sesesi hakkındaki kanaati aynidir. Bütün Türkler, toprak ve

d i ğer terekeyi, «Ok atmak» la paylaşırlardı. Mirasçı sayısına göre oklar hazırlanır, Üzerlerine mirasçıların işareti konur ve

sonra bu oklar ya bir çocuğa veya bir yabancıya attırıhrdı.

1 !t:rkes

mirastan payını bu şekilde alırdı. Kaşgarlı Mahmut,

bütün Türk dünyasında yaşadığı anlatılan bu geleneği anlat­ maktadır. Biz bu geleneğin, bütün canlılığı ile Edremit ve i\ydın Kızılbaş Türkmenlerinde yaşadığını gördük. Onlar da hİ.ına «Ok atmak» diyordu. Yalnız ok yerine ağaç kazık kul­ l anıyorlardı. Kazığa da « Ok » diyorlardı. Bilhassa Uygur Türklerinde canlı bir iktisadiyat vardı. Prof. Caferoğlunun çok güzel şekilde gösterdiği gibi, Uygur Türklerinde iktisadi ve mali deyimler ve muameleler çok ge1 i �mişti. Avrupa'lılardan yüzyıllarca önce çek kullanıyorlar­

d ı . Borç alıp verme, rehin (ipotek), icar, alım satım muame­ l dcri çok gelişmişti. Menkul ve gayrimenkul alım satımları, ı aınamen

ferdi mülkiyet düzeninin hakim ve cari bulunduğu


252

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

bir iktisadi, içtimai, hukuki ve siyasi düzen içinde yürütülü­ yordu. Çin ile İran ve Arap ülkeleri arasında ticaret yapan sayısız kervanlara sahip idiler. Çok canlı bir hayat vardı. Gö­ çebelerin kışlaları (aul'ları), obaları, yaylaları yanında, büyük ve hareketli ticaret şehirleri kurulmuştu. Orta Asya'da kışlalar ve hayvanlar ferdi mülkiyet, mer'a­ lar, yaylalar ve misafir çadırı müşterek mülkiyet konusudur. Bu müştereklik töreden gelme bir şekildir. Marksistlere ümit verici bir ortaklık değildir ve Marksist şemanın dar kalıplarına ve tarihi maddeciliğin determinist basamakları­ na sokulamaz. O, Türk içtimai muhitinde, Türk kültürünün, töresinin, tarih boyunca şekillendirdiği bir müessesedir, mil­ li bir vakıadır. Göktürk kitabelerinde de, ferdi mülkiyeti gösteren bir çok kayıt mevcuttur. Tarihi kayıtlar, Hunların da kışlalarda ve hayvanlar üzerinde ferdi mülkiyeti kabul ettiklerini gös· termektedir. Şahıs tarlaları, tabii sınırlarla veya kazık, taş gibi işaretlerle belli edilirdi. Orta Asya Türklerinde feodal beylikler ve serflik de yok­ tu. Uçsuz bucaksız mer'alarda ve kışlalarda herkes kendi mal ve mülkünün efendisi idi. Kara budun ile beğler arasın­ daki münasebetleri töre düzenliyordu. Bu münasebetler sı­ nıf çatışması değil, birlik, dayanışma ve ahenk esasına da­ yanıyordu. Doğum, ölüm, av, bahar bayramı, çeşitli adaklar, misafir şerefine kesilen hayvanlar gibi türlü vesilelerle kesi­ len kurbanlar, oymakların ve boyların bir araya gelmesine sebep olur ve «Yuğ» (Yas) ta birleşir ve «Yuğaşı» yiyerek, tasaya ortak olurlar, veya düğün, bayram, doğum şölenle­ rinde kımızlar içilir, Türkistan pilavı yenirdi. At yarışları, ci­ rit oyunları, pehlivan güreşleri Türklerin kaynaşmasının yol­ lan idi. Töre'ye göre, hangi boylann hangi mevkilere otura­ cağı ve kurbanın hangi parçalarını yiyeceği töre ile tesbit


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

253

ı·ı l : l mişti. Buna «Orun ve Ülü.ş» denmekteydi. Bu gelenek l ı ı ı g ün, Gaziantep Barak'larında ve Siverek Karakeçililerin­

dc (Misafire hürmet olarak sadece koyunun başını ikram et­ ı ı ıck) şeklinde ve Ege ve Akdeniz Kızılbaş Türkmenlerinde

nıma akşamlan birkaç komşuya pişirilen yemekten gönder­ mek

veya Cemler de etin en iyi yerinden kazanında et kay­

namıyanlara, düşkünlere, «Pay» adı altında göndermek şekKomşuya verilene aynen « Ülüş veya Oiiiı> denir. Bilhassa Oğuz Türklerinde yaygın olan «Yağma­ 1 i n de yaşamaktadır.

lı v..:

Toy »

geleneği, Amerika Kızılderililerinin mülkiyeti tahrip

gösteriş şeklinde sonuçlanan « Potlaçı>ından çok yüksek

içtimai fonksiyonları haiz bir

müessesedir. Her yıl, büyük

gelir sahibi olan beyler, oymaklar ve boylar halkını şölenle­ re

davet eder, anlan yedirir içirir, sonra hatununun elinden

tutup çadırı terkederlerdi. Çadırda kalan misafirler, bırakı­ lan malları yağma ederlerdi. Malın miktarı, beyin mürüvve­ tine, cömertliğine, asaletine bağlıydı.

Fazla bırakanın ünü

büyük olurdu. Bu geleneğin izleri, bütün Türkiye'de «Ba­

şak» müessesesi şeklinde halen yaşamaktadır.

Her türlü

mahsulden bir kısım fakirlere alıkonulur ve bunları topla­ maya gelenlere « Başakçı», ve yaptıkları işe « Başak Yapmak» denirdi. Osmanlı saray ve konaklarında, Ramazanlarda iftar yemeğinden sonra, misafirlere ev sahibi tarafından bir kese içinde hediye edilen ve «Diş Kirası» adı verilen para «Yağ­ malı Toy» geleneğinin İslami ve devrin şartlarına uydurul­ muş şeklinden başka bir şey değildir. Kederde ve sevinçte birbiri ile kaynaşmış insanların arasında, bugüne örnek ola­ bilecek sosyal adalet örneklerinin tatbikinden doğan huzur ve sevinç sınıf mücadelesine yer bırakır mı? Bu şekildeki bir münasebetler sistemine feodal münasebetler demek, il­

mi ve tarihi hikakatlerle bağdaşır mı? Türk milletinin körü körüne Batıyı taklit etmeyi sevme­ diğini ve dolayısiyle Tanzimat'tan. pek hoşlanmadığını gören


254

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

bazı Marksistler, bu yoldan girmeyi düşünmektedirler. On­ lara göre, ferdi mülkiyet, liberal zihniyetli Avrupa'lının ese­ ridir ve bize Tanzimat yolu ile gelmiştir. Tanzimat'a bir vu­ rurken, ferdi mülkiyete on vurmak suretile, gayelerine eriş­ meyi düşünmektedirler. Yukarıda kısaca açıkladığımız gibi, Orta Asya Türklüğünde ferdi mülkiyet vardı. Sonraki sayfa­ larda, Selçuklular ve Osmanlılarda da mevcut bulunduğunu göstermeğe çalışacak ve bu müessesenin Avrupa'lılardan alınmadığını anlatacağız. Esasen yukarıda dediğimiz gibi, en iptidai devirlerde ve insanlarda ferdi mülkiyet var olmuş­ tur. İnsanoğlunun yaratılışında «benim malım» duygusu var­ dır. Rusya ve Çin komünisLkri bir Lürlü bu duyguyu, insan­ ların gönlünden çıkarıp atamamışlardır. Mesele onu yıkmak değil, insaflı ve mutedil hale getirmektir. *

Yukarıdaki satırlarda umumi bir giriş yaparak, Marxiz­ min nasıl bütün insanlık tarihini, zaman ve mekan şartları­ na, kültür hususiyetlerine bakmaksızın, bir bütün olarak, beş içtimai tip halinde inselemek iddiasında bulunduğunu açıklamış ve yerli Marksistlerin bu şemaya uygun şekilde Türk toprak rej imini, »feodal», «Asya üretim tarzı» «pre­ kapi talist» sıfatlarıyla belirlemeye . çalıştıklarını ifade etmiş, buna karşılık eski Türk töresi ve mülkiyet sisteminin Marx'­ ın şemasına, sınıflandırmasına uymayan, «Türk'e mahsus » belirgin vasıflardan bahsettik. Burada da, Selçuklu ve Os­ manlı cemiyet yapılarının feodal bir bünye arzedip arzet­ mediği üzerinde duracağız. OSMANLI CEMİYET YAPISI VE FEODALİ'ZM İDDİASI. Jean Deny ve Scala gibi müsteşrikler

(oryantalistler),

Hıristiyanlık tesiri ile ve Türk'e karşı olan «peşin hüküm»-


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

255

ll'l'i ııden ötürü, Osmanlı cemiyet yapısının ve toprak reJımı­ ıı

i ıı

derebeylik vasfı taşıdığını, bu feodalizmin Avrupa ve Bi­

ıoıııs feodalitesinden mülhem olduğunu iddia ediyorlardı. Bu y;ızarlar kırk yıl önce, çok kuvvetli ilmi bir cevabı; Köprülü'­

ı ll·ıı alarak, tezlerinin çürüdüğünü gördüler. Şimdi de son y ı l larda yerli Marxistler ve bazı Rus ve Bulgar araştırıcıları, Osmanlı toprak rejiminde, feodal veya kollektivist bir çeh­ re bulma gayreti içindedirler. Bunlardan Behice Boran, ta­ ıi lıçilerin ııu

« tarih metodu»na çatmakta ve « Sosyoloj i metodu»­

ileri sürmektedir. Boran, tarihçilerin, Osmanlı İmpara­

ı urluğunu kendi tarihi ve hususi şartlar içinde incelemek gcrcktiğini, m illi, elini faktörleri hesaba katmak icap ettiği­ ı ı i söylemelerinden hiç hoşlanmıyor. Ona göre, en güzel iza­

h ı , müsbet bir ilim olan sosyoloj i yapabilir. Sosyoloj i, tec­ ri llcr

(« soyutlamalar») ve umumileştirmeler

ler>>) yoluyla, cemiyetleri idare eden kanunlara

(«genelleme­ ulaşabilir.

Behice Boran'ın kanunları, Marx'ın, Engels'in diyalektik ka­ nunlarından başka bir şey değildir. Cemiyetler, katı bir de­ l crminist görüşle beş içtimai tip içine sokulacaklardır. Böy­ lece, Osmanlı cemiyeti de üçüncü gelişme merhalesine rahat­ ı;a

oturtulacaktır. « Sosyalizm»in de ötesine geçen bu zihni­

yete, Sorokin'in deyimiyle «gayri ilmi», « ilim dışı» sıfatını verebiliriz. Osmanlı Devleti, bir Türk devletidir. Bu devleti getiren millet ve milliyet, Türk Milleti ve milliyetidir. Çokluğu Oğuz (Türkmen) olmak üzere, çeşitli Türk ulusları tarafından ku­ nılmuştur. Bu bakımdan içtimai teşkilat ve devlet yapısının, eski Türklük izlerini taşıması kadar tabii bir şey olamaz. Nitekim bunu, erbabı göstermiştir, biz de ileride bir kitap halinde sunmağa çalışacağız. Demek oluyor ki, Osmanlı mü­ esseseleri, hiç değilse Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu­ larında var olmuş olan müesseselerin bir devamıdır. Osman-.

l ı toprak rejiminin köklerini de, onlarda aramak lazımdır� J\vrupa'da, Bizans'ta, feodalizmde değil.


256

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ Büyük Selçuklular kthettikleri ülkelere, Türk boyları­

nı yerleştirmek, askeri hizmet sağlamak ve iktisadi hayatı canlandırmak maksadıyle kendilerine uygun bir toprak siya­ seti takip etmişlerdi. Toprağı üç şekilde bölmüşlerdi : İkta, vakıf ve mülk usulleri ile. Osmanlılar'da da bu üç şekil ay­ nen devam etmiş. Fakat, «iktA• yerine, « tımar» ve «Zeamet» kelimeleri kullanılmıştır. Padişah ve hanedan mensuplarına ayrılan iktalara da «has» denmiştir. Nizamülmülk'ün Siya­ setname'sinde açıklandığı ve Köprülü

tarafından nakledil­

diği gibi, «mukta'lar» yani kendilerine arazi ikta edilenler �·reaya»lardan yani çiftçilerden yalnız belli miktarda vergi (mal-i hakk) almaktan başka hakları yoktu. Siyasetnamede bahsedildiği ve İ.H. Uzunçarşılının

naklettiği gibi, reaya

(halk, çiftçiler) dergaha yani Sultanın kapısına ve Büyük Di­

van 'a başvurabilirdi. Timar sahiplerinin onları bu işten me­ nedemiyecekleri açıkça yazılmıştır. Ikta sahibi (Mukta), bu kanuna riayet etmediği takdirde icabında timarı elinden alınırdı. İşte bu hükümler, Türk reayası (çiftçisi) ile Avru­ pa feodalizmindeki serfin (toprağa bağlı yarı köle) birbirin­ den tamamen ayn zümreler olduğunu ortaya koymaktadır. İkta'lar (mukataa veya timar, zeametler) Avrupa Feoda­ lizmindeki senyör «fief»leri olmadığı gibi, reaya (çiftçi köy­ lüler) de Avrupa'daki « serf»ler

değildir. Ömer Lıltfi Bar­

kan'ın işaret ettiği gibi, serfler toprağa bağlı yarı - kölelerdir. Efendilerinin iz�i olmadan evlenemezler ve başka derebey­ liklerinden kız alamazlar. Miras hukukundan faydalanamaz, evlatlarına bir şey bırakamazlar. Toprağı terkedip, her han­

gi

bir meslek seçemezler. Efendilerinin bütün angaryalarına

koşmak zorundadırlar. Efendilerinin takip ve cezalandırma hakkı vardır. Ruhban sınıfına, manastırlara giremez ve hür insanlara karşı şahitlik yapamazlar. Buna karşılık Selçuklu

ve Osmanlı reayası (çiftçileri), « raiyet sahibine» (muktala­ ra, timar, zeamet yani dirlik sahiplerine

ikta sahiplerine),


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

257

« rc.rn ı-i çift » denen tarla vergisini ve «Öşür» isimli mahsul

vl'rgisini ödedikten sonra, hür ve

müstak il bir çiftçi olarak

ı;alışabilirdi; veya ortak olarak tarlaları sürerlerdi. Eğer top­ rak, «Vakıf» veya «mülk» is� köylüler vergilerini vakıf mü­ l l'vellisine veya mülk sahibine öderlerdi; onların ol urlardı.

reayası

İkta halinde mülkiyet (çıplak mülkiyet, rekabe)

-;ııl tanındır, tasarruf hakkı, askeri bir hizmet ·

mukabili

" ıııııkta»lara (ikta, mukataa sahiplerine, tımar, zeamet sa­ h iplerine zaimlere) verilmişti. Onlar da vergi mukabili, bu ıuprağın işlenmesini köylülere bırakır, savaş hallerinde he­ men hazır olmak üzere asker bulundururlardı. Süvari olan as kerlerine ve kendilerine «sipahi» denmiştir. Reaya (köylü çiftçiler) vergilerini vererek ekip biçer­ lerdi.

Eğer çifti çubuğu terkedip başka diyarlara gitmek

veya tekrar göçebeliğe başlamak istedikleri takdirde «Çift

/!ozan» veya «levendlik». akçesi isimli bir tazminat ödemek zorunda i diler. Bunu ödemedikleri takdirde, on yıl içinde yakalanırlarsa, yerlerine iade edilirlerdi. Osmanlı arşiv ve­ sikaları, Yörüklerin bu şekilde çift çubuklarını terkedip yaylalara kaçtıklarının, Rakka çöllerine yerleşmek isteme­ yişlerinin hikayesi ile doludur. Bu durumu «serf'»in toprağa bağlılık mükellefiyetine benzetmek isteyenlere karşı, ö. L. Barkan, bunun hukuki s tatü dışında, devletin iktisadi - içtimai hayatı tanzim et­ me yolunda bir imparatorluk tasarrufu olduğunu söyler. Gerçekten bu çok doğrudur. Bu mükellefiyet, onların sos­ yal sınıflar ehramında·ki (piramidindeki) aşağı bir statüden gelmemektedir.

Memleket

şartlarından,

iktisadi - içtimai

zaruret ve ihtiyaçlardan doğmaktadır. Çiftçiler, aynı töre'­ ı ı i n, aynı dinin müntesipleri olarak, o cemiyet içinde diğer­

lLTinin sahip olduğu itibara sahiptirler.. Türk töresine gö­ re, istedikleri boy ve oymaktan kız alabilirlerdi. Neşet Ça­ �atay'ın iV. Türk Tarih Kongresine sunduğu raporda çok


258

MİLLİ KtiLTtiRtiMU'Z VE MESELELERİMİZ .

güzel belirttiği ve İ.H. Uzunçarşılı'nın da yer yer işaret et­ tiği gibi, reaya, çoluk çocuğuna mal mülk bırakabilir, mi­ ras haklarından faydalanabilir, çocuklarını okutup, müder­ ris ve kadı yapabilirdi. « Serf» durumunda olanlar, «Ortak­

çı kullar», «Sığıroğlanları» adı verilen Hıristiyan çiftçi or­ taklardı. Bunların Türk nüfusuna nisbeti, XVI. Asırda, Ö.L. Barkan'ın verdiği bilgiye göre, Rumeli'de (% 2) ve Anadolu'­ da (% 0,5) gibi çok küçük bir nisbette idi ki, onlara bakıp bütün hakkında hüküm vermek çok hatalı olur. % 95,S'u veya % 98'i hür çiftçilerden ibaret bir cemiyete, feodal ya­ pılı demek, bir maksadın eseridir. Sultan Melikşah zamanında hakanın emrinde her an hazır olarak 46.000 süvariden ibaret bir askeri birlik vardı. Savaş halinde tımarlı süvariler, sipahiler hemen katılırdı. Bu 46.000 kişilik birliğin geçtiği yerlerde köylülere yük ol­ maması ve ikmal sağlamak için Sultan «has»ları tertip edil­ mişti. Mahsulü bu maksada sarfedilir, artarsa hazineye ge­ lir kaydedilirdi. Demek ki, içtimai şartlar, a skeri iktaları doğurmuştur. Harezmşahlarda ve diğer Türk devletlerinde de askeri ikta sistemi görülmüştür. İslam Ansiklopedisinin «ikta» maddesinde ve «Çiftlik » maddesinde bu hususta zengin bilgi vardır. Dr. Halil Cin'in bu konudaki doktora tezi de çok kıymetlidir. Gelecek yazı­ da atıfta bulunacağız. «Devlet» Dergisinde M. Demirci im­ zası ile yayımlanan makalede de, Doğan Avpoğlu tenkit edi­ lirken, güzel noktalara temas edilmiştir. Feodalizmle ilgili bahis olarak bu kadarı, bir

makale

için kafidir. Ferdi ve hususi ve kollektif mülkiyetle, diğer 1

hususlarla ilgili bahisleri gelecek makaleye saklıyoruz. *

Geçen sahifelerde, Marksizm'in cemiyetleri sınıflandır­ ma iddiasını anlatmış ve yerli Marksistlerin, Osmanlı içti-


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

259

mai bünyesini ve toprak mülkiyeti sistemini Marksist şema­ ya

uydurma gayreti içinde olduklarını belirtmiş ve bu ko­

nuda çalışan mütehassısların fikirlerine dayanarak, Osman­ lı

Türkiyesi yapısının feodal ve prekapltalist veya Asya tar­

arzetmediğini kendi tarihi şartlarından, milli bünyesin­

den gelme bir hususiyet gösterdiğini ortaya koymağa çalış­ mıştık. Konuyu bağlamayı düşündüğümüz bu yazımızda da, kollektif ve ferdi (hususi) mülkiyet meseleleri üzerinde du­ racak, konuyu umumi bir şekilde, bir terkibe kavuşturma­

ğa yöneleceğiz.

Hobhouse, Ginsberg ve WJıeeler yaptıkları neticesinde, 1 9 1 5 yılında, farklı gelişme

araştırma

seviyelerinde ve

farklı bünyeler arzeden, dört yüzden fazla az gelişmiş ülke ı ipi

bulmuşlardı. Bunları biyoloj ik sınıflandırmalardaki gi­

bi, birkaç tip içine sokmak mümkün değildir. Cemiyetle­

rin bazı benzer yanları olabilir; fakat benzemiyen yanları pek çoktur. Hepsini kendi şartları içinde incelemek ve de­ ğerlendirmek gerekir. Marksistler ise,

hususiyetleri silip,

umumiliklere ulaşmağa çalışır ve bunu başardıklarını iddia ederler. Aynı doğmatik görüşleri harfi harfine ele almak zorunda olan Marksistler de, teorilerini Osmanlı cemiyeti ile

aynı kılmağa çalışmaktadırlar. Bunu kabul ettirebilir­

h.:rse,

Osmanlı devlet ve cemiyet yapısına « fı;:odal» diyenler

için, « kapitalist» karakter arzeden günümüz

şartlarında,

« Sosyalist ihtilal» teori ve tatbikatının zaruretine, ilmi bir fetva var demektir. Prekapitalist ve Asya Üretim Tarzı bu­ l anlar için, varlığı ispatlanacak Osmanlı kollektif miilkiyet s istemi, sosyalizmi meşru kılacaktır ve bu esastan, şimdilik «demokratik ihtilal» için, küçük burjuvaziyi de

istismar

cderek, geniş cephe halinde çalışılacaktır. Geçen yazımızda da işaret ettiğimiz gibi Dr. Halil Cin, Osmanlı mülkiyet rej iminin, « dirlik» (zeamet, timar), «Va­ kıf»

ve «mülk» olmak üzere üçlü bir miilkiyet sistemi tat-


260

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİ1\'1İZ

bik ettiğ!ni, geniş misallerle göstermiştir. Prnf. Ş�kir Ber­ ki de aynı konuda, zengin misal ve izahlar Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, Neşet

vermektedir.

Çağatay, İsmail

Hakkı Uzunçarşılı, Osman Turan, lbnülemin Mahmut Ke­ mal ve Osmanlı toprak meseleleri ile uğraşan araştırıcılar, bu konuda aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir. Bütün bu bilgi­ ler Marksistleri yalanlamaktadır. Orta Asya Türklüğüne ait kaynaklar - ki bunlara çok kısa atıflarda bulunduk - ve Türkiye'ye göç etmiş olan çeşitli Türk uruklarına mensup R.imselerin ifadeleri, Anadolu Yörükleri ve Türkmenleri ara­ sında şahsen yapmış bulunduğumuz incelemeler, Marksist

teorinin ilmi sıhhatten mahrum olduğunu gösteriyor. Ge­ rek tarih içinde, gerek bugün, Türk cemiyetlerinde, karma bir mülkiyet sistemi hüküm sürmüştür. Bu sistem içinde, ferdi mülkiyetin yeri büyüktür. Onun yanında oymak mül­ kiyeti vardır ki, hunu sosyalistlerin kollektif mülkiyetine benzetmek büyük hatadır. O Türk töresinin

yarattığı ve

Türk içtimai bünyesine uygun olan, bize mahsus bir sistem­ dir. Sadece yayla ve mer'alarda tatbik edilen bu sisteme gö­ re, oymak veya köy halkı, hayvanlarını müştereken otlatır­ lar. Onun dışında, hayvanlar üzerinde, kışlalarda, toprakta, taşınır ve taşınmaz sınıf ve tabaka farkları olmaksızın töre­ ye göre, varlıklı ve varlıksızlann hayvanları otlaktan aynı şekilde faydalanır. Bazı köylerde, fertler arası ahenk sarsıl­ dı ve statü farkları çok açık şekilde belirdi ise bunu töre­

nin ve bünyenin sarsılışında ve milli esasta yeni bir kaide­ ler sistemine kavuşmayışımızda aramak gerekir. İlmi sıhhati olmıyan Marksizmin samimiyet bahsinde de sağlığından şüphe etmek gerekir. Çünkü, Asya Üretim Tarzından, Osmanlılarda ferdi mülkiyet b ulunmadığından bahseden ve sosyalist bir rejime geçmekle her türlü ferdi mülkiyetin sona ereceğini bilen ve onun için· çalışan insan­ ların, samimi olsalardı, toprak reformu türküsü çağırma-


TÜRK MÜLKİYET SİSTEMİ

261

ı ı ı a l a rı gerekirdi. Çünkü toprak reformu, mülkiyet üzerinde ıfilzenlemeler yapmak, büyük mülkleri parçalayıp, hür ve 111iistakil küçük köylü, çiftçi mülkleri yaratmak istiyen bir ıslııhat tedbiri, ferdi mülkiyet rejimini pekleştirici hukuki, ik tisadi, mali, teknik tedbirleri gerektiren içtimai bir tasar rııftıır. Hazırlıklı akıllı, hesaplı bir toprak reformu içtimai

bünyeyi kuvvetlendirir, kendi toprağını ekip biçmenin hu­ zurunu tadarak, ocağını tüttüren küçük çiftçiler yaratır. Bunu sosyalist arzu eder mi? Marx ve Engels, köylülerden nefret ediyordu. Onları ihtilale yaramaz, geleneğine ve top­ rağına bağlı şekilsiz bir sürü olarak görüyorlardı. Onun bir an

önce ortadan kalkmasını istiyorlardı. Büyük, makinalı

ziraat önünde küçük işletmelerin dayanamıyacağını düşü­ nüyorlardı. Bu sebebten onu kendi haline bırakmak, se­ faletle, tefeciyle, imkansızlıklarla boğuşmasını ve böylece yok olup gitmesini isteyen, muhteris bir arzu ile, reforma hiç taraftar olmadılar. Klasik iktisatçıların kapitalist zihni­ yeti ile tıpa tıp uyuşarak, «Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler» dediler. Ne halleri varsa görsünler, yıkılıp gitsin­ ler ve ihtilftl sürülerine katılsınlar, istediler. Sonradan ge­ l en sosyalistler ise, köyünün korkusunu gidermek ve reyi­

ni alabilmek endişesi ile, toprak reformundan bahseder ol­ uular. Sonradan Lenin de, toprak reformundan bahsetti ve lıatta köylüye reformu kendilerinin yapmasını telkin etti.

1 9 17 yazında, büyük malikaneler yağma edildi, Rusya'nın c.Iört bucağında meydana gelen toprak işgalleri ile memle­ ket alt üst olmuştu. Köylüler toprak sahibi olmuş, sosya­ listler bunu teşvik etmişti. Ekim İhtilali'nden sonra, ka­ lan toprakları da köylüye dağıttılar. Bunu tehlikeyi atlat­ mak ve köylünün desteğini

kazanmak için yapıyorlardı.

Troçki hemen kollektif toprak mülkiyetine geçilmesini is­ tiyordu. Lenin ve Buharin bunun bir zaman meselesi, köy­ lünün

biraz

değişmesi, daha

doğrusu

Sosyalist

Devlet'in


262

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

kudretlcnmesi meselesi olduğunu, bu bakımdan köylünün elinden toprakları hemen almanın büyük tehlikeler yarata­ cağını söyleyerek, bu teklife karşı çıktılar. Köylüler işin as­ lını çabuk öğrendi. « Kahrolsun Komünistler» şiarı ile ayak­ lanıp, iç savaşa giriştiler. Arkasından taviz devri (NEP) gel­ di ve 1929 larda bütün köylü toprakları kolhoz ve sovhoz haline getirildi. Dün köylüyü, küçük ferdi miilkiyeti savu­

nanlar, toprak rcfo rn ı wıu ıı faziletlerinden bahsedenler, şim­ di «zamirlerindekini» ortaya çıkarıyor, içlerinde yatan asla­ nın ne olduğunu gösteriyorlardı. Fakat atı alan, Üsküdarı geçmişti. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Sosyalist, köy­ lüyü sevdiğinden, küçük köylü mülkiyetine taraftar oldu­ ğundan değil, fakat, iktidarları müşkül durumda bırakmak, acele ve yıkıcı toprak reformlarına yol açmak ve kitleleri arkasına alabilmek ve kendisine taraftar toprak reformu havarisidir. İşi başardı,

edebilmek için, bünyeleri sarstı,

muradına erdi mi, bildiğini yapacak, ferdi mülkiyeti orta­ dan kaldıracaktır. İşte Marksistlerin samimiyeti budur. Bu­ rada Marksiszmle sosyalizmi eş manalı olarak aldık. Marks bi.itün sosyalistlerin vaftiz babasıdır. Şimdiye kadar edindi­ ğimiz bilgiye göre, ikisi arasında az farklılık gördük. Biri muradına ihtilalle, diğeri ağır ağır, seçim oyunları ile erer. İlmi sıhhati ve samimiyeti olmıyan bir sisteme bağlanılır? Hele mazimize ışık tutmada, onu fener

nasıl olarak

nasıl alırız? Cidden hasbi şekilde, yürekten inananı var mı­ dır bilmiyoruz? Burada kastımız, sistemi

tam manası ile . anlıyanlardır. Bize göre güzel teorik kalıplar içinde sunul­ muş, tehlikeli bir oyundur. Mazimize de, halimize de miili

Marksizmden teorik planda, mukayeseli tahlil gücü bakımı ndan erbabı faydalanabilir. Onun dışında. kitleleri bu zehirden koru­ kaynaklarımıza göre izah ve deva bulalım.

mak bir hekim ve cezacı hazakatiyle, aklı erenlere büyük bir borçtur.


• ı

i l

il

• •

i l

U C U N C U B O LU M I

T Ü R K LÜ G Ü N KARSI KARS IYA I

I

O LD U G U M ES E LE LE R



- 18 KOMÜNİZM, SOSYALİZM, SOSYAL DEMOKRASİ

Grek filozofu Eflatun, Milattan önce, ideal bir cemiye­ mutluluk esaslarını, idareci ve muharipleri için, aile ve

ı in

mülkiyet müessesesinin ortadan kaldırılmasında görüyor­

du. Bu fikirlerini, gençlik yıllarında yazdığı « Devlet (Cum­ huriyet) » isimli eserinde ele almıştı. Tecrübeleri artıp, fi­ kirleri geliştikçe, bu eserdeki düşüncelerinin, insan ve ce­ miyet gerçeğine aykırı hayaller olduğunu anladı ve bunları « Kanunlar» isimli eserinde açıkladı. Öğrencisi Aristv, aile­ nin, cemiyetin temeli olduğunu ve hususi mülkiye ti n de, ce­ miyet tarafından yaratılmış, faydalı ve vazgeçilmez bir mü­ essese olduğunu, kuvvetli delillerle gösterdi. (1). Böyle olduğu halde, yüzyıllar sonra b u fikirlerin birin­ cisine bağlanıp, komünizmin temellerini atmak isteyenler olacaktır. İngiliz ütopistlerinden Thomas More (1478 - 1 535), ai leye dokunmaksızın, ferdi mülkiyetin kaldırılması tarafta­ n

oldu. « Yer yüzünde mevcut olmayan ada» manasına ge­

len ve «ham hayal»i ifade eden «Ütopya» kelimesini kulla­ narak, bir eser yazdı ( 1 5 16). İtalyan papazı Thomasso Cam­

panella

(1 568-1639), « Güneş Sitesi (Şehri) » isimli eserinde,

ailesiz ve mülkiyetsiz bir cemiyetin planlarını (1)

yapıyordu.

Prof. Dr. Z. F. Fındüoğlu, Sosyalizm, İstanb:.ıl, 1965, sf. 38 B. Russell, History of Western Philosophy, London, 1965, sf. 125 - 134, 196 205.

-

44 ;

-


266

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Bu kitap, ömrünün yinnibeş yılını zindanlarda geçiren bir papazın, karanlık zındanlardaki hayallerinin eseri idi (2) . Bu üç insanın eserlerine dayanan

Onsekizinci Yüzyıl

düşünürlerinin bazıları, adil ve huzurlu bir cemiyetin nasıl olacağının münakaşasını yapmakta devam ettiler. Bunların başında, Fransız komünist-sosyalist düşünürleri gelmekte­ dir. 1848 de Marx ve Engels, yazdlkları Komünist Beyan­ namesi'nde, kendilerinden önce gelen bütün bu komünist­ sosyalist yazarlar için, «Ütopik (ham hayalci)» sıfatını kul­ lanacaklardır. Sanayi öncesi «Ütopist sosyalizm », Manifes­ to'ya göre, « teşkilatlı ve sınıf şuuruna sahip bir proletar­ yanın... ihtilal aleti olarak» kullanılmasını düşünmüyor ve sadece ahlaki esaslar taşıyan reform projelerinden ibaret bulunuyordu. İktisadi ve maddi meseleleri kurcalayıp, ce­ miyeti temelinden sarsmanın met� dlarını, kendileri geliş­ tireceklerdi (a).

W. Som ba rt 'a göre «Socialismo» (sosyalizm)

kelimesi

ilk defa İtalya'da, « içtimai mesele» manasında kullanılmış­ tır (4) . Max Beer'e göre, kelime ilk defa modern terim ola­ rak, Marx'ın «Ütopist sosyalistler» dediği Owen'cılar tarafın­ dan, «The Cooperative Magazine» de, 1 827 de kullanıldı (5). B. Russell'a göre Owen'ın yolundan gidenlere 1827 yılında

(2)

Fındıkoğlu, aynı eser, sf. 90 - 94, 104 - 110, 158 - 160; Russell,

aynı eser, sf. 504 - 509 ; Prof. Dr. F. Neumark, İktisadi Dü­

şünce Ta rihi, 1, sf. 94 - 95. ( 3 ) C. A. R. Crosland, The Future of Socialism, London, 1961, sf. 81 . 87; G. D. H. Çole, Socialist Thought, The Forerunners, London, 1953, sf. 259 - 260 ; F. Neumark, İktisadi Meslekler Tarihi, İstanbul , 1934, çeviren : Doç. Dr. A. A. özeken, sf. 185, 187 . 189. H) Prof. Dr. z . Fahri Fındıkoğlu, Kooperasyon Sosyolojisi, İs­ tanl:ul, 1967, sf. �:5:::. ( 5 ) Crosland, The Future of Sociallsm, sf. 101.


KOMÜNİZM, SOSYALİ ZM, SOSYAL DEMOKRASİ

267

., -.osyal isl» denilmesiyle, bu kelime ilk defa kullanılmış ol­

ı l ı 1 (11).

Sosyalizm kelimesi 1 827 !erden beri, komünizm kelime­ •,i

i l e birlikte kullanılır olmuştur. R. H. Tawney, « Sosyalizm

kl'li ı nesi, değil nesilden nesile, on yıldan on yıla, ayrı ma­ ı ıü l a ra» gelir, diyor (7). Manalar ne kadar değişirse değişsin, hepsinin belli ortak görüşleri vardır. Biraz aşağıda gösterc­ n!gimiz gibi, bütün komünis t ve sosyalist partiler, gaye ba­ ı.. ı ın ından değil, taktik ve strateji bakımından birbirlerin­ den ayrılırlar. Hepsinin hedefi, mevcut

cemiyeti (onların

deyimleri ile «kapitalist» veya « feodal» cemiyet) yıkıp, sos­ yalist bir düzen kurmaktır. Bu cemiyet, bütün

pürüzler

ı•. i c.krildikten (yani bütün muhalif ve düşman unsurlar or­ ı adan kaldırıldıktan) sonra, komünist cemiyet haline gele­ cektir. Sosyalizmde, bütün üretim araçları (istihsal vasıla­

rı), fertlerin elinden alınıp, devlete (kollektiviteye) devredi­ lecektir. Komünizmde buna, mübadele ve tüketim

araçla­

rının sevk, kontrol ve düzenlenmesi de dalidir (8) . Mesele, iktisadi yapıdaki böyle köklü değişmeden iba­ ret değildir. Yüzelli yıldır hemen hemen bütün ve

komüni st

sosyalist doktrinlere damgasını vurmuş ve onlar üzerinde

hakimiyet kurmuş olan Marxizm, sadece bir ekonomi dokt­ rini olmayıp aynı zamanda bir tabiat ve cemiyet felsefesi­ dir; yani, topyekun bir dünya görüşüdür. İnsanı ve cemiye­ ti, bütün maddi ve manevi varlığı ile kavramayı, yoğurma­ yı ve gaye edindiği şekle sokmayı planlamıştır. Bu bakım­ dan, ülkelerin de, dünyanın da en mühim meselesi budur.

Marx ve Engels, kendi sistemlerine « ilm i sosyalizm» (6) (7) (8)

ver-

Russell, History of Westeı p Philosophy, sf. 747. Crosland, ·aynı eser, sf. 81. Prof. Dr. F. Neumark, Genel Ekonomi Teorisi, c. 1 , fasikül 1, İ stanbul, 1944 çevirenler : R. Şükrü Suvla - A. A. özeken, sf. 37 - 39.


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜ Z VE MESELELERİMİ Z

268

mişlerdir. Ünlü

İ talyan

;;osyoloğu ve

Marxizmin ana fikirlerinin şiddetli

iktisatçısı Pareto,

tenkidini ihtiva eden

« Sosyalist Sistemler» (1902) isimli eserinde, bu •<İlmi» lik id­ diasının asılsızlığı şöyle

belirtilir:

«sosyalist

öğretilerin

esas i ttihaz etmiş oldukları ekonomik ve sosyoloj ik tezler, kendileri tarafından iddia edildiği gibi, hiç de ilmi değil, da­ ha ziyade düpedüz i deolojilerden ibarettir» (9) . Bütün tabii ve sosyal ilimlerin yerini alacak olan, «di­ yalektik materyalizm, .. tarihi materyalizm ve iktisat teorile­ ri», insan cemiyetlerinin ve kainatın, determinist bir tablo­ sunu çiziyordu. Tarih boyunca, şaşmaz bir zaruret ve dü­ zenlilikle yürüyecek olan gelişme

tablosuna, bedbin (ka­

ramsar, pesimist) bir görüş hakimdi. Kendi

mensupları

için, zaman zaman iyimser Vt:; mesiyanik müjdeler veriliyor­ sa da, bu böyle idi. Klasik liberal iktisatçıların bazısında gördüğümüz bu karamsarlık · ve hepsinin benimsediği « mü­ dahale etmeden, düzeltmeden, kendi haline bırakış», aynen Ma1'x ve Engels'e geçmiş ve sonraki bütün

sosyalistlerde

görülmüştür. Bu, ihtilalci anlayışlarının bir sonucu idi. Şaş­ maz ve amansız bir determinizmin kanunlarına inandıkla­ rı için, reform (ıslahat)dan hoşlanmıyor, kaçınıyorlardı. Iz­ dırapları azaltıcı, sefalet ve sömürüyü azaltıcı tedbirler, on­ ların hiç hoşuna gitmemiş; bunlara, proleter kitlelerinin ih­ tilal'e sevkedilmesini önleyici, « tarihi misyon»larını ortadan kaldırıcı vasıtalar gözüyle bakmışlardır. Sefalet ve haksızlık devam etmelidir ki, onlnr bunu sömürsün ve kullansın. Batı'­ da

ve

başka yerlerde hep böyle olmuştur. Bu hususu pek ib­

retli bir misalle gösterelim. Proletaryanın (işçi sınıflarının) mutluluğunu ve iyiliğini istediklerini söyleyen bu insanların, bu kon uda alınan bütün müsbet tedbirleri desteklemesi gere­ kir. Fakat, mesela Almanya'da bunun aksi olmuştur. 1880'ler-

(9)

Prof. Dr. H. Freyer,

İ çtimai

Nazariyeler

Tarihi,

Ankara,

1 968, çeviren : Prof. Dr. Tahir Çağatay, sf. 151 - 152.


KOMÜNİZM, SOSYALİ ZM, SOSYAL DEMOKRASİ

269

dl' A!:;:aıı Sosyal Demokratları, Reichstag'da (Alman Millet Mecl isinde), Bismarck'ın,

kanunlaştırmak istediği

« sosyal

ı•.üvcnlik kanunu tasarısı» aleyhinde rey (oy) vermişler ve k i ı lclerin, sosyal sigorta ve diğer sosyal güvenlik tedbirle­ ri nden malımın olmalarına sebep olmuşlardı. Bu, onların i h t ilalci gayelerinin icabı idi. Aynı şeyleri daha sonra, Sta­

liıı ve onun yolundan giden dünya solcuları yapacak, «Ame­ ri kan New Deal ini ve Keynes patentli reçeteleri, kapita­ '

l izmi kurtarmak ve muhafaza etmek rnaksadile tasarlan­ mış akıl eseri, fakat tembelce icatlar olarak» vasıflandıra­ l'a k

(nitelendirecek) !ardır (1°). Tarihi determinizm icabı, isteseler de istemeseler de,

l'cmiyetlerin belli basamaklardan, sosyal ve ekonomik dü­ zenlerden geçeceğini söyledikleri halde, gene de bu şaşmaz kanundan (!) şüphe ederek, sosyalist (komünist) ihtilalini, vasıta olarak kullanmak yoluna gittiler. Komünist ihtilali­ r ı i gerçekleştirmek için, profesyonel ihtilalcilerin ve onla­ rın kurduğu komünist-sosyalist partilerin öncülüğünde, kan­ dırılmış ve tahrik edilmiş proleter kitleleri seferber edile­ cekti. Bu maksatla, Marx ve Engels, dünya komünist ihtila­ li

teşkilatı olan Enternasyonal'i kurdular. İhtilal teşkilatla­

rı kurmadan ve kitlelere dayanmadan, başarıya ulaşamıya­ caklarını biliyorlardı. Hatta sonradan Lenin, ihtilal şeması­ na

« köylüleri» de dahil edecektir. Marx'ın şeması, ileri sa­

nayi ülkeleri içindi ve proletaryayı hesaba katıyordu. Lenin, Rusya şartlarını hesaba katmak zorundaydı.

Hatta daha

�onra, sanayileşmemiş sömürge ve yarı sömürge

ülkeler

için, ihtilal şemasına, din, mezhep ve milliyet meselelerini

de ekleyecektir. Yani gayeye ulaşmak için, «ilmi» dedikleri ı 10)

Ludwig von Misses'in Planning For Freedom And Other Essays And Adresses, (Illinois 1962) ; G . Radice, Democ­ ratic Socialism, London, 1965, sf. 15.


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

270

Itap»larına ve ideoloj ilerine, inanılmayacak ilaveler yap­ tılar. Her halde kitlelere sahip çıkmak gerekirdi. Lenin, o yüzden küçük bir ihtilalciler grubu (ihtilalci entellektüel sol grup) ile iş görmek isteyen «Bldnkistler» e o yüzden, şid­ detle hücum eder (11) . « 1:

Marx, ve Engels, kurulu düzeni değiştirerek, sosyalist bir düzen kurmak için, profesyonel ihtilalcilerin iştirakiy­ le, Enternasyonal'i teşkilatlandırdı. Ön� sosyalizme geçi­ lecek, bu düzen olgunlaştıktan sonra komünizme varılacak­ tı. Sosyalizmle komünizm arasında, kolayca aşılabilecek olan basamaklar vardı. Böyle bir düzene ulaşmanın yolu, kanlı bir ihtilal idi. Buna sosyalist veya proleter ihtilali adı­ nı veriyorlardı. Türkiye'de «İhtilal» kelimesi, « devrim»c çevrilmiştir. Bu ihtilal, işçiler kandırılarak, onlara dünya cenneti müjdesi verilerek yapılacaktı. Bu Enternasyonal, beş kongre. yaptı. Bakunin'cilerle arası açılınca, Marx, kilatı New York'a kaçırdı. Teşkilat, 1876'da dağıldı.

teş­

Avrupa'daki ve diğer ülkelerdeki sosyalist partileri ve grupları, 13 yıl dağınık kaldıktan sonra, güçlerini birleşti­ rip, yeni bir teşkilata kavuşmak maksadı ile, 1889'da Paris'­ te toplandılar ve 1 Mayıs 1 889'da İkinci Beynelmilel'i kur­ dular. Bu kuruluşun sevinci ile, 1 Mayısı dünya sosyalist bayramı olarak kabul ettiler. 1900 yılında, merkezi Brük­ teşkilatı idare edecek bir sel'e alındı ve burada bütün

«Sosyalist Enternasyonal Bürosu» kuruldu. Bunun başkanı E. Vandervelde, sekreteri C. Huymans idi. Bu teşkilata üye olan partilerin hemen tamamı Marxist (Marksist) idiler. 1900 yılında, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi de buna üye oldu. Bu parti, birkaç yıl sonra, Bolşevikler (çokluk grubu) Menşevikler (azlık grubu) olarak ikiye ayrılacaktır. (11)

Lenin, Two Tactics of Social Democracy in the Democ­ ratic Revolution, Moscow, 1966, sf. 129 (dipnot 36 ) .


KOMÜN İZM, SOSYALİZM, SOSYAL DEMOKRASİ

271

I kinci Enternasyonal, Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde yaptığı kongrelerde, sosyalist düzeni kurmanın yollarını araştıra­ ra k, bu yolda kararlar alıyor ve üye sosyalist partiler; iç ve d ı ş siyaset hakkındaki politikalarını buna uyduruyordu_ 1 9 14 yılına kadar büyük hamleler yaptılar, fakat bu sırada çıkan Dünya Savaşı, işlerini bozdu. Dağınıklık, harpten son­ ra da devam etti. 1917'de Rusya'da, Bolşevik İhtilali olmuş, düzen değiş­ mişti. Lenin, 1919 yılında Moskova'da Üçüncü Enternasyo­ ııal'i (Komünist Enternasyonal'i komintern'i), kurdu. Bazı sosyalist partiler buna katılırken, birçoğu başka bir teşki1<\t kurma gayreti içinde bulundu. Çoğu Marksist olmakla beraber, Marx'ın prensiplerini günün şartlarına uydurma­ n ın gerekliliğini çok iyi görüyorlardı. Avrupa değişmiş ve uyanmıştı. İşçilerin durumu düzelmişti; onlardan ihtilal beklemek, fazla iyimserHkti. Üstelik, proletarya ihtilali, teh­ likelerle dolu idi ve kanunlar karşısında barınamazdı. Uy­ gulamada, pratikte, sosyalizme erişmenin yollarında, ihti­ lalden ayrılmak gerekiyordu. Bernstein gibileri çoktan bu­ nun öncülüğünü yapmıştı. Teoride Marxist olmakla bera­ ber, pratikte ondan ayrılmalı, demokratik ve parlamenter yoldan, halkın reyini ala ala, ona «yavrum, kuzum» diye, di­ ye iktidara gelmeli idi. Bu düşüncelerle, 1 923'te Dördüncü Beynelmilel'i kurdular. Bu teşkila� 1 930 iktisadi krizinden sonra dağıldı ve nihayet Beşinci Beynelmilel, 195 1 'de ku­ ruldu. (12). Birinci Enternasyonal ile Beşinci Enternasyonal (Sos­ yalist Enternasyonal) arasında fark yoktur. Birinci, sonun­ cunun dedesi sayılır. Birinciye, komünist-sosyalist partiler

( 12) G. D. H. Cole, History of Socialist Thoght, The Socialist International ( 1889 - 1914) , Landon, 1956 ; G. Radice, De­ mocratic Socialism, st. 120 - 121 ; Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, İ stanbul, of. 592 652. -


272

Mİ LLİ KÜLTÜR ÜMÜZ VE MESELELER İ i.\.� İ Z

Ye teşkilatlar dahildi. Sonuncuya, sosyalist \'c sosyd demok­ rat partiler dahildir. Gayeleri bir, takip ettikleri yollar ay­ rıdır. Komünizmin ve sosyalizmin yıpranan ismini düzelt­ mek için, «demokratik soıı. veya « sosyal demokrasi » adına sığınmak icap ediyordu. 1900 lerde, Avrupa sosyalist parti­ lerinin hemen tamamı, Marxist idi. 1875 te kı,ırulan ve 1891 de en güçlü Alman sosyalist partisi haline gelen, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD), Marxist bir program kabul etmişti. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi (SPÖ)nin, Al­ man Sosyal Demokratları ile yakın bağları vardı. Partinin ideoloj isi, Marxist idi (13). Batı demokrasileri, onlardan son noktasına kadar fay­ dalanan solcular için, «Sınıf demokrasisi», «burjuva demok­ rasisi», «biçimsel (şekli) demokrasi•dir. Lenin, bunun yeri­ ne «gerçek demokrasi», «halk demokrasisi» kuracaklarını söylüyordu. Birçok sosyalist parti, bunu asosyal demokra­ si» ye çevirmiştir. Kamu oyunu (amme efkarını) yatıştır­ mak, «İhtilal» lafından kaygı ve kuşku duyan çevreleri tes­ kin e tmek için, Marxizmden vazgeçildiği intibahım vermek gerekiyordu. Bu ihtiyacı ilk duyanlardan biri Eduard Bern­ stein idi. İhtilali terkedip, parlamenter yolu salık veriyor­ du. Bunlara «revizyonistler» denildi. 1 89 1 de SPD'nin E r­

furt Kongresi, bu yönde karar aldı. Kautsky'nin Erfurt Programı, teoride Marxist, pratikte reformcu görünüşte idi (14),. Bu yÜzden Lenin'in hücumlarına uğradı (16). ki

Komünist, sosyalist, sosyal demokrat partiler arasında­ farkın, «gaye• farkı değil, «Strateji ve taktik» farkı oldu-

( 13) G. Radice, Democratic Socialism, st. 11. (14) Max Beer, aynı eser, sf. 651 - 616. ' 15) E. H. carr, The Bolshevik RevoluUon, c. 1, London, 1966, st. 78 ; V. L Lenin, The State and RevoluUon, Moscow, 1965, sf. 24 ; R. N. c. Hunt, The Theory and Practice of Com­ munism, London, 1966, sf. 182.


KOMUNtzM, SOSYALİ ZM, SOSYAL DEMOKRASİ

273

ğu artık biliniyor {18). il. Enternasyonal'in 1896 Londra Kongresi'nde, milliyet meselesinin ele alındığı görülüyor. Kongre, milliyet meselesinin yanında şu karan da aldı: «Bu Kongre, bütün ülkelerin işçilerini, beynelmilel kapitalizmin yenilmesi ve beynelmilel Sosyal Demokrasinin gayelerinin başarıya ulaştırılması maksadiyle birlikte mücadele etmek üzere, bütün dünyanın sınıf şuuruna sahip işçilerinin safla· rına katılmaya davet eder» {1 7). Enternasyonal'in 1 900 Paris Kongresi'nde, gayenin sos­ yalizme ulaşmak ve üretim araçlarını (istihsal vasıtalarını) sosyalleştirmek olduğu, ittifakla kabul edildi. Buna erişme­ nin vasıtası olarak «Sınıf savaşı» bo.nimseniyordu. Bu sa­ vaş'ın yorumunda farklar belirdi. Çoğu, tarihten alınan tlcrslerle, ihtilfıl yolunu terkediyordu. «Bu savaş ... anayasa­ ya uygun olacaktı». Sosyalist hareket, üç kademeden ilerle­ yecekti: siyasi ve parlamenter faaliyetle, sendika hareket­ leri ile, kooperatif çalışmaları ile. Açıkça Marxist damgayı taşıyan bu program, bütün ülkelerin sosyalistleri tarafın­ dan kabul edldi. Programın iki ana noktası vardı: gaye ola­ rak, üretim araçlarının (istihsal vasıtalarının) sosyalleştiril­ mesi (devletleştirilmesi) ve vasıta olarak, « Sınıf savaşı ». Bi­ rinci Beynelmilel'in kongrelerinde olduğu .ı;ibi, fikir ayrılık­ ları görülmedi. Farklılık sadece, «Sınıf savaşının icrasında­ ki metod farklarından geliyordu.» Enternasyonal'in eski kongrelerinde (ilk dört kongre) Paris'te (1 889), Brüksel'de ( 1 891), Zürih'te (1 893) ve Londra 'da (1 894) program üzerin­ de çetin münakaşalar olmuştu (1 8) . -

Alman Sosyal Demokrat liderleri, pratikte, parlamenter

< 16)

M. P. Ivor Thomas, The Soci11 list Tragedy, Landon, 1949, st. 37. < 1 7) V. I. Lenin, Selected Works, c. 1, Moscow 1967, sf. 632. ( 1 3 ) W. Sombr rt, Soci�ll.sm And Social Movement, New York, 1963, trans. M. A. Ep:>tein, sf. 210 - 212.


274

MİLLi KÜLTÖRÜMÜ'Z VE MESELELERİMİZ

demokrasiyi ve tekamülcü (gelişmeci) metodları kabul eder­ ken, Marxist ihtilal teorisine (örtülü şekline) bağlı kaldılar (19). /sveç Sosyal Demokrat işçi Partisi, Belçika . sosyalist partileri de bu görüşte idiler (21 ) .

Dünyanın her yerinde, Sosyal Demokratların açtığı yol­ dan, komünistler ilerliyor. Esasen gayeleri birdir. Rusya'da öyle oldu. Çekoslovakya'da sosyal demokratlar, komünist­ lere yardım etti ve komünistler böylece iktidarı aldı. Polon· ya ve Macaristan'da da böyle oldu. Fransız Sosyalist Parti­ si, 111. Entemasyonal'in Moskova Kongresine (1920) katıl­ dı (22). Her yerde, «birleşik cephe taktikleri», komünistleri, sosyalistleri ve sosyal demokratları birleştirmiştir (2.'l) . Komünist, sosyalist ve sosyal demokrat partilerin ne olduklarını açıkladık. Şimdi onların ortak yanlarını, pren­ siplerini, seciyelerini göstererek, bu bahsi tamamlayalım. MİLLİYET DÜŞMANLICI - BEYNELMİLELCİLİK İdeolojilerinin esasından, faaliyetlerinden, teşkilatlan­ nın adından anlaşıldığı gibi, beynelmilelcidirler. Milliyetle-

(19) O . Radice, aynı eser, sf. 13 - 14. (20) Aynı eser, sf. 12 13. (21) HarOld Macmillan, The Middle Way, New York, 1966, sf. 117; W. N. Loucks, Comparative Economic Systems, New York, 1964, sr. 2113 . 387. (22) Ivo Thom as, aynı eser, 39 . 73. Son iki yıldır, Avrupa sos­ yalist ve sosyal demokratlarının, Türkiye'deki anarşist · terörist komünistleri kurtarmak ve Tfirkiye'yi, Avrupa Konseyi'nden ve diğer. teşkilatlardan çıkarmak için sarfet­ tikleri gayret, yukandaki ifadeleri pekleştiriyor. Bu nok· tada, Lerıfn'in, cıBeyneln1ilel ihtililci Sosyal · Demoltrasi» <On The International Working - Class And Communist Movement, Moscow, sf. 4 1 ) sözlerinde büyük bir hakikat payı vardır. (23) Hunt, aynı eser, sr. 197. •


KOMÜNİZM, SOSYALİ ZM, SOSYAL DEMOKRASİ

275

rin ortadan kaldırıldığı, beynelmilel bir insan cemiyeti ta­ sarlamaktadırlar. Buna, insan cemiyeti mi, yoksa « Sürü» mü, demek icabettiğini kestirmek kolaydır. Baştan sona milliyet düşmanı olmuşlardır. Vatan ve milleti, « burjuva uydurması» saymış, proleterlerin vatanı olmadığını söyle­ mişlerdir. Buna rağmen, küçük milliyetlerin milli duygula­ rını kullanmak yoluna da gitmişlerdir. Çarlık Rusya'sında­ ki milliyetlerden - Türkler hariç - sempati ile bahsetmişler; Osmanlı ve Avusturya - Macaristan imparatorluklarındaki küçük milliyetleri kışkırtmışlardı. Hedefe ulaşıncaya kadar, milliyet tezadı ile sınıf tezadını birlikte kullanacaklardı. Lenin, bunun ustası olmuştu. Bolşevik İhtilalinden sonra, birçok milliyetin - Türkler dahil - muhtariyet veya istiklal isteklerini, şiddetle reddetmişlerdi. Lenin, Bulıarin, Troçki ve Stalin, önceki vaatlarından dönüş sebeplerinin sosyalist izahını yapmağa çalıştılar. Sovyetler Birliği Komünist Par­ tisinin Yirmibirinci Kongresinde (1959), Rusya'daki halkla­ rın cıbir tek sosyalist millet» teşkil ettiği kaydedildi (24) . Bu, bütün söz konusu milliyetlerin sosyalist potasında eritilece­ ği ve 60 - 70 yıldır «küçük milliyetler»e verilen sözlerin, bi­ rer yalan olduğu, demekti. Enternasyonal'in Arnsterdam Kongresinde (1904), bol bol kardeşlikten söz edilerek, marşlar söylendi. Fransızların Beynelmilel marşı çok beğenildi. Onlara göre, « törenlerde, burjuvazi milli marşlar söylüyordu; proletarya ise, beynel­ milel marşlar.» «Bu marşlar, bugünkü hali ile, Devlete kar­ şı öç ve öfke duygulan ile dolu olan proleteryanın savaş şarkıları» imiş. «Ezilen milletlerin siyasi istiklallerini yeni( 24)

Nadezhda Teodorovich, «A Fresh Campaign Against Islam in the USSR», Religion in the USSR, Munich, 1960, sf. 226. Aynca, bizim e:Man:izm Leninlzm ,.e Tenkidi» isimli kitabımıza bk. (Milliyet, sömürge ve emperyalizm bahisleri) . •


276

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

denıo kazanmaları için mücadele eden Sosyal Demokrasi, «millivetçiliğin, şövenizm şeklinde dejenere olmasını gör­ meyi istemez» imiş. Onların vatan�everliği, hakim sınıfla­ nn vatanseverliğinden ayn imiş. a Devlet vatanseverliği•, «siyasi vatanseverlik», ucievlet birliğini yaratmağa» çalışı­ yormuş. Bunun karşısında, dünya proletaryasının durumu farklı imiş. Sombart'ın dediği gibi, sosyalizm, milliyetin müstakil varlığını kabul ediyorsa, onları koruyan devlet'i de kabul etmeli ve amilli anti-patileri» de hesaba katmalı­ dır. Bu hal, sosyalizmin vatanseverlik anlayışının kendi içinde taşıdığı terakuzu (çelişkiyi) gösteriyor. Paris Kong­ resinde (1 900), şövenizm adı .altında, milliyetçiliğe çatıldı ve abeynelmilel barış ve beynelmilel kardeşlik teşkilatı» olmak temennisinde bulunuldu. Alman sosyalistlerinden Eduard David, milliyetçilik düşmanlığı ile ün yaptı (2G) . Beynelmilel'in Stutgart Kongresinde (1907), Rosa Lııx­ emburg, Lenin, Martov ve Bebel'in hazırladığı metin, Kong­ re tarafından -benimsendi. Bu kararda, « milli düşünce»Ye ve « askerliğe», « militarizm• adı verilerek, çatılıyordu. 11.Sınıf

şuurunu ve enternasyonal dayanışmayı önleyen milli peşin hükümler» kınandı ve onlarla mücadele edilmesi kararlaş­

° tırıldı (2 ).

ORDU DÜŞMANLICI VE BARIŞÇILIK. Enternasyonal toplantılarında harpler, kapitalizme has şeyler olarak gösterildi. 1907 Stutgart Kongresinde, kapita­ lizmin savaşçılığı, sömürgeciliği ve emperyalizmi kınandı. Alman Sosyal Demokratları, İmparator tarafından, muhrip yapımı için istenen tahsisat aleyhine, Meclis'te oy kullandı­ lar. Birinci Dünya Harbi, « işçi sınıfları arasında yeni bir va(25) ( 26)

W. Sombart,

aynı

eser, sf. 195 - 208.

Max Beer, aynı eser, sf. 6 12, 619.


KOMÜNİZM. SOSYALİZM, SOSYAL DEMOKRASİ

277

tanseverlik yarattı; sosyalistlerin çoğu, işçilerin desteğini kaybetmemek için, isteksiz olarak, harbi desteklediler.» 1914 Ağustosunda, başlangıçta harp aleyhinde protestolarda bu1 unan Fransız, Alman ve Avusturya sosyalist partileri, harp lehinde rey verdiler. «Milli savunma meselesi olan harpten, kaçınma şansı yoktu». Avusturya Sosyal Demokrat liderle­ ri nden Adler, Avrupa sosyalistlerinin harp aleyhinde çalış­ tıklarını, çare kalmayınca gönülsüz olarak razı olduklarını, « İşçi sınıfı dayanışmasına, milliyetin galebe çaldığını» yakı­ narak, yazıyordu (27). 1 889 da Paris'te, 1891 de Brüksel'de, 1 896 da Londra'da toplanan Beynelmilel Sosyalist Kongreleri « kapitalist içti­ mai nizamın en tehlikeli sonuçlarından biri olarak milita­ rizmin kınanması ve devamlı silah altında bulundurulan or­ duların ilga edilmesi (ortadan kaldırılması) » teklifleri, kabul edildi. Barışın sağlanması ve proletaryanın, barış konusun­ daki sesinin duyurulması isteniyordu. Şu kararlar alındı: Her ülkede işçi partileri, militarizme ve sömürgeciliğe karşı çıkma!ıdır; burjuvazinin savaş için proletaryaya yapacağı birleşme tekliflerine, karşı çıkmalıdır; sosyalist partiler her yerde, militarizme diş ve tırnaklan ile karşı çıkacak nesil­ ler yetiştirmelidir; parlamentoların sosyalist üyeleri, kara v e deniz kuvvetleri için yapılacak harcamalara karşı çık­ malı, aleyhte oy kullanmalıdır; gerektiğinde, Beynelmilel _ Sosyalist Komitesi tarafından, bütün ülkelerde aynı anda, militarizme karşı aynı biçimdeki protesto hareketleri dü­ zenlenmesi talimatı verilecektir. 1907 Stuttgart Kongresin­ de, llerve'nin başkanlığındaki küçük bir grup, harbe ve mi­ l i t arizme karşı daha radikal tedbirler alınması (grev, firar, i taatsizlik) teklifi, Kongre tarafından kabul edilmedi. Kong­ rede alınan kararlar, daha öncelci Beynelmilel Kongreleri­ nin, militarizm ve emperyalizm hakkındaki kararlarını te-

< 27)

G. Radice, aynı eser, sr. 15 . 16, 1 20.


278

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

yid ediyordu. Kısacası, «Teşkilatlı kara ve deniz birliklerine karşı� işçi sınıfını demokratik yoldan hazırlamak; militariz­ me karşı mücadele etmek; milli farklılıklan ortadan kaldır­ mak; milli peşin hükümleri yıkmak». Beynelmilel Büro, harbin çıkmasını önlemeli, çıkınca da hemen sona erdinnek için çalışmalı; harbi takip eden iktisadi ve siyasi buhrandan faydalanmalı; kapitalist sınıf hakimiyetinin ortadan kaldı­ rılmasına çalışmalıdır. Sosyal Demokrasinin bu milliyetçi­ lik düşmanlığı, Bakıınin'in sözlerinde en açık ifadesini bu­ luyor. Diyor ki: «Vatanseverlik, insanlığın eşitlik ve daya­ nışmasının doğrudan doğruya inkarı demek olduğundan, kötü bir şeydir». Onun için, bu sosyal mesele «sadece sınır­ ların kaldırılması ile, başarılı şekilde halledilebilirdi» (28) . 1907 Stuttgart Kongresinde Bebel, « savaş sırasında ge­ niş halk tabakalannın aşırı coşkunluğunun, milli savunma­ ya karşı durmayı pek çok güçleştirecek bir olay» olduğun­ dan yakındı (29). 1904'de Japony.a ile Rusya savaş halinde idiler. Bu sıra­ da İkinci Beynelmilel'in Amsterdam Kongresi toplandı. Bu­ rada, Rus delegesi Plekhanov ile Japon delegesi Katayama, sarılıp öpüştüler. Kongre üyeleri onları çılgınca alkışladı­ lar; bunu, barışın ve beynelmilelciliğin en belirgin sembo­ lü olarak selamladılar. (3°) . Kendi vatanına, kendi milletine en büyük ihanet demek olan böyle bir davranış, sosyalist­ lerin gözünde en büyük meziyet sayılmaktadır. Sosyalistle­ rin, sınıf ve beynelmilelciliğe olan sıkı bağlılıklarının sebebi, millet, milliyet ve milliyetçiliğe olan amansız düşmanlıkla­ rıdır. Tahammül edemedj.kleri şey, milliyetçiliktir. Onu za­ man zaman şövenistlikle, militarizmle, faşizmle nitelendir­ miş, eş manada tutmağa çalışmışlardır. Milliyetçiliğe yaptı(28) ( 29) (30)

Sombart, aynı eser, sr. 196 - 201. Max Beer, aynı eser, sr. 611 - 612. Sombart, st. 197.


KOMÜNİZM, SOSYALİ ZM, SOSYAL DEMOKRASİ

279

ğı hücumlarla tanınmış olan, Alman Sosyal Demokratların­ Dr. E. David, milliyetçiliğe karşı duyduğu amansız kin ve nefreti gizlememekte idi. Ne garip tezattır ki, her türlü milliyetçiliğe düşman olan bu sosyalist, küçük etnik grup­ ların, milli azlıkla_rın milliyetçiliğine sempati duymakta, on­ ları teşvik etmektedir. Bu tutum ve davranış sadece ona dan

mahsus değildir. Sosyalistlerin babası Marx da öyle yazmış, bu yolda faaliyet göstermişti. Lenin ise milliyet meselesni en ince noktasına kadar ele alan ve kendi lehlerine olmak üzere sömüren bir sosyalisttir. İşin aslını arıyacak olursak, ekonomik çehreli ve sosyal adalet maskeli görünen sosya· list hareket, birçok ülkede, küçük etnik grupların, azlıkla­ rın hareketi olmuştur. Rusya Sosyal Demokrasisi'nin bel­ kemiği, Yahudiler ve Ermeniler idi. Alman, Avusturya sos­ yal demokrasilerinde, Hollanda, Fransa, İ sveç sosyalizmle­ rinde az çok bu karakter göze çarpar. Böyle bir azınlık şu­ uru iledir ki Marx, milli kültürlere saldırıyor, bunların birer burjuva uydurması olduğunu söylüyor ve işçilerin vatanı ol­ madığını iddia edebiliyordu. Burjuva adı verilen, ticaret ve sanayi kapitalistlerinin ortaya çıkmasından yüzlerce yıl ön­ ce, Tür-k tarihi bakımından binlerce yıl önce, milli kültür­ ler doğmağa başlamıştı. Üstelik, 18. ve 1 9. Yüzyıllarda, Fransa ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde, moda haline gelen maddecilik, sadece zengin tabakalar, burjuvalar arasında yayılırken, fakir ve orta tabakalar, dinlerine, milli kültür­ lerine sıkı sıkıya sarılmış çeşitli derecelerde şerbet len sempatinin, daha çok ması da, milli kültürlerin,

�.;:alde idiler. Marxizme ve ondan içmiş olan sosyalizmlere gösteri­ burjuva çevrelerinden gelmiş ol­ burjuva kültürü ile en küçük bir

ilgisi olmadığını gösterir. Milli kültürler, milletlerin öz var­ lığından, şah damarından hayat kaynağı alırlar. Bu ölüm­ süzlük suyundan içerek, millet sevgısının sarhoşluğuna erenler, damarlarında dolaşan böyle bir ateşin sıcaklığı ile


280

Miı.ı..t KÜLTÜRüMtl'Z VE MESELELERİMİZ

hayatlarını mutlu kılanlar, maddi menfaatlerin esiri olma· yan, burjuva saltanatının sosyetik bataklığına saplanmıyan­ lardır. Marxizm, bunu pek ala biliyor, fakat sınıf çatışması ve ekonomik kavga .perdesi arkasında gizlemeğe çalışıyor­ du. Marxizmdeki kadar açık olmasa da, dünyanın çeşitli yer­ lerindeki sosyalizmlerde de, bu milli kültür düşmanlığı sı· rıtmaktadır. Kısa bir makale çerçevesi içinde anlatılması güç olan pek çok nokta vardır. Fakat kısaca söylenecek olan odur ki, ne türlüsünden olursa olsun, sosyalizm; beynelmilelci­ dir, maddecic;lir. DİN DÜŞMANLICI

Marx ve Engels'in diyalektik ve tarihi maddeciliğine gö­ re, din burjuvazinin sömürü aracı olarak kullandığı bir af­ yondur. Yukarıda kısaca belirttiğimiz gibi, burjuvaziden bin· lerce yıl önce, din müessesesi (kurumu), totemizmle birlik­ te doğmuştur. Hiç farklılaşmamış bir topluluk olan klan­ da doğan böyle bir din; üretim münasebetlerinin, sömürme ihtiyacının eseri değil, insanların kendilerini yaratanı bul­ ma yolunda harcadıkları psikoloj ik, ve sosyolojik gayretin eseridir. Marxizmde ve ondan gıda alan sosyalizmlcrde, di­ nin yeri yoktur. İkinci Enternasyonal kongrelerinde, Pro­ testanlığın Katoliklikle birleşme gayretlerinin yaratacağı tehlike üzerinde durulmuştur (31). Sosyalizme ihtilal yolu ile varan ülkelerde, dine karşı ne gibi tedbirler alındığı bilinen bir gerçektir ve ciltlerce kitabın konusu olmuştur. Milli kül­ tür yerine, proleter kültürü getirmek isteyen Marxizme, İkin· ci Enternasyonal, teorik planda tam manasıyla bağlı idi. Bu husus, çeşitli kongrelerinde tesbit edildiği gibi, Alman Sos­ yal Demokratlannın 1891 Erfurt Programı'nda açıkça belir· {31)

Sombart, aynı eser, st. 198 199. ·


KOllıltlNtZM, SOSYALİZM, SOSYAL DEMOKRASİ

28 1

tilmiştir. Dördüncü ve Beşinci Enternasyonal'ler bir çok şeyden ders aldıkları için, bu konuda çok hesaplıdırlar. Do­ laylı yollardan neticeler çıkarmak mümkün olabilir. Mesela, İ ngiliz İşçi Partisi, Komünist Beyannamesi'nin yazılışının Yüzüncü Yılı münasebetiyle 1948 yılında çıkardığı kitapta, üstadları olan Marx ve Engels'e, sevgi, saygı ve bağlılıklarını hiç bir zaman kaybetmediklerini iftiharla açıklıyorlardı. Avusturya Sosyal Demokratlarının ideoloj isinin Marxizm ol­ duğu iyice bilinmektedir; bu sebepten ötürü, bir «Avustur­ ya Marxizmi »nden bahsedilir. Alman Sosyal Demokratları, Marxizmde en ileridirler. Kari Kautsky, Rosa Luxemburg, Bebel, Liebnecht, Eduard David meşhurdurlar. Bunların ih­ tilalciliğine karşı, Bernstein, revizyonizmi temsil ediyordu. O, Marxizme bağlı kalınmakla beraber, pratikte değ:şiklik yapılmasının faydalarından bahsediliyordu. Taktik ve slrate­ ji değişmeli idi. İhtilalci yolun tehlikelerine gitmektense, par­ lamenter yoldan, barış içinde, sosyalizme ulaşmalı idi. Ana­ yasanın ve kanunların çizgisinden çıkmamalı itli. Bu g;)rüş, Dördüncü ve Beşinci Enternasyonal'lerin titizlikle üz�rinde durduğu nokta olmuştur, denebilir. FERDİ MÜLKİYETİN ORTADAN KALDIRILMASI

Marx ve Engels, sosyalizmde bütün üretim, bölüşüm ve mübadale araçlarının ortadan kalkacağını söylemişlerdi. Ki­ şilerin elinde bulunan mal ve mülk, istibdat rej imlerine teslim edilince, işler kolaylaşır. İnsan şahsiyetinin ve ha�·­ siyetinin teminatı olan ferdi mülkiyeti kal �ırma arzuları­ nın, geniş halk kitlelerinde yaratacağı dehşeti hesaba kata­ rak, buna bir formül buldular: Ortadan kaldıracakları mül­ kiyet, burjuva mülkiyeti idi; orta tabakalar, orta sınıflar, küçük burjuvalar, rekabet önünde silinecek, proleter ola­ caklardı. Onun için ortadan kaldıracakları mülk, cemiyct:n sadece çok küçük bir azlığının mülkiyeti idi. Fakat, clrnno-


282

MİLLİ KÜLTÜR ÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

mik ve sosyal gelişme ile birlikte, pek çok ülkede, orta sınıf­ lar çoğaldı, karma ekonomi ve milli bir anlayışla, kitlelerin refah seviyesi yükseltildi, mülkiyet halka yayıldı. Roma Hukuku'ndaki mutlak mülkiyet anlayışından uzaklaşarak, Türk Töresindeki mülkiyet müessesesi gibi mülkiyet şekli yayıldıkça, bütün cemiyetlerin her zümre ve ferdi, bu im­ kandan faydalanır hale gelecektir. O zaman, değiştirilecek düzen, bütün insanların faydalandığı mal ve mülkün zorla gasbedilmesi olacaktır. Bu konuda, Birinci Enternasyonal, pervasızdı ve bütün üretim, bölüşüm, mübadele vasıtaları­ nın sosyalleştirilmesini, kollektifleştirilmesini, devletleştiril­ mesini kararlaştırdı. İkinci Beynelmilel, biraz daha ihtiyat­ lı olarak, aynı kararlan aldı: Önce topraktan başlamak üze­ re, kamu mülkiyetine geçeceklerdi. İsveç Sosyal Demokrat Partisi, esas itibarile «Marksist p rensipler üzerine kurulmuştur. Partinin görüşüne göre ser­ maye, işçilerin is tismar edilmesi için başlıca kaynaktı ve başarılacak köklü reformun yolu, istihsal vasıtalarının t i.i · münün sosyalleştirilmesi idi» (32). Eski beyannamelerin çoğu veya sosyalist parti tüzükle­ ri (Alman Sosyal Demokratlarının 1 89 1 Erfurt programı, İs­ veç Sosyal Demokratlarının 1 897 programı ve hatta bir de­ receye kadar İngiliz İşçi Partisinin 1918 tüzüğü), bütün mülkiyetin, kamu mülkiyetine çevrileceğinden bahseder (33).

1900 Paris Kongresinde, sosyalist hareketin

gayesının

üretim araçların sosyalleştirilmesi olduğu ·karara bağlan­ dı (34) . Sosyal demokrat olduğu bilinen İngiliz İşçi Partisinin gelişme seyri, düşündürücüdür. lngiliz işçi Partisi, Birinci

T. Garlund «Sosyal Deıno'k.rat İ sveç'te Karına Ekonomh>, Ekonomik ve Sosyal Etftdler Konferans Heyeti ( 1965 Se­ mineri) , sf. 148. (33) Radice, sf. 43. ( 34) Sombart, sf. 106.

(32)


KOMÜNİZM, SOSYALİ ZM, SOSYAL DEMOKRASİ

283

Dünya Harbi sonuna ,kadar, « Sosyalist» lafını ağzına alma­ mıştır. Bu arada saflarına sosyalistleri almakta da tered­ düt etmemiştir. 1918 de kabul edilen yeni tüzükte «istihsal vasıtalarının müşterek mülkiyeti esasına dayanan» bir sis­ teme taraftar oldukları açıklanmıştır. « İstihsal vasıt<ı.lan­ nın

müşterek mülkiyeti» fikri, sosyalizmin en mühim un�ı.1-

ru olmasına · rağmen, İşçi Partisi kendisine hala «Sosyalist parti» demekten dikkatle kaçınıyordu. Ancak 1 932 den S•)ıl­ ra İşçi Partisi, nihai gayesinin sosyalizm olduğunu sövl<!­ meğe başladı. 1945 seçim beyannamesinde sosyalizm ve ba­ rış tan

bahsediliyor, «Büyük Britanya Milletler Camiasın­ da, ... ilerici, demokratik, hür, halka dayanan » bir sosyalizm

kurulacağı vaadediliyor ve bu sosyalizmin «bir hafta sonu ihtilalinin mahsulü olarak bir gecede ge!emiyeceği» belirti­ liyordu. Bu müphem ifadede, nihai gaye sosyalizm olmak­ la beraber, seçimden vazgeçilmeyeceği söyleniyordu. Ayrıca, halkın siyasi, iktisadi ve sosyal bakımdan kur tuluşunu sağ­ lamaktan başka, doktriner bir gayeleri olmadığı ifade edi­ liyordu. Fakat, İşçi Partisi, 1 948 yılında, Komünist Beyan­ namesi'nin yüzüncü yıl hatırası olarak çıkardığı eserde, Marxist Sosyalizme (komünizme) bağlılığını resmen göster­ di. Kitabın başına İşçi Partisi adına yazılan önsözde şu iba­ re vardır: «işçi Partisi, bütün işçi sınıfı hareketine ilhanı

veren insanlardan ikisi olan Marx ve Engels'e şükran bor­ cunu kabul eder. » Devamla: İngiliz işçi Partisinin kökü ln­ kendilerini giliz tarihindedir... Fakat, lngiliz sosyalistleri Avrupa kıt'asındaki arkadaşlarından asla tecrit etmemiş­ lerdir Bizim fikirlerimiz, doğrudan doğruya Marx'tan filiz­ lenen Avrupa sosyalizminin fikirlerinden farklı olmuştur, fakat biz de, Avrupa düşünür ve savaşçılarından ve bilhas­ sa Manifesto'nwı müelliflerinden yüz türlü tesir almış bulu­ nuyoruz.» Bu önsözde, Manifesto'ya uyarak, toprak

üzerindeki


284

MİLLl KÜLTÜR ÜMÜZ VE MF.SELELERİMİ Z

ferdi mülkiyetin kaldırılmasının, İşçi hareketinin i5teği ol­ duğu, çok ağır müterakki gelir vergilerinin sosyal adalet va·· sıtası sayıldığı, haberleşme vasıtalarının geniş ölçüde mil­ lileştirildiği, kredi ve diğer istihsal vasıtalarının_ da dc�·let­ leştirilmesine çalışıldığı, yani adım adım kollektif mülkiyet düzenine gidildiği ifade edilmiş oluyordu. CG). İngiliz İşçi Partisinin 1966 Ekim'inde Brighton'da yapı­ lan Kurultayında, Başbakan ve Parti Başkanı Mr. Wilson,. Parti içinde Marxist düşünceyi hakim kılmak için çalışan-·

lan, «lngiltere'nin iktisadi ve içtimai meselelerine Highga­ te Mezarlığında . (Marx'ın .. gömülü olduğu mezarlık) çare ara­ makla», «fosilleşmiş fikirlere salıip olmakla» itham etti ec) Birkaç gün sonra Moskova Radyosu «Marxizm ve sosyalizm fikirlerini Highgate Mezarlığına gömıneğe çalışıyorlar» e1). diyerek, Mr. Wilson'a çattı. ..

İşte; komünizmin, sosyalizmin,

sosyal

demokrasinirv

mazisi ve hali budur.

(35) (36) (37)

Ivor Thomas, The Sociallst Tragedy, st. 106 - 111. Evening Standard, 4 Ek.im 1966. The Daily Telegraph, 7 Ekim 1966.


- 19 « İŞÇİ - KÖYLÜ İKTİDARI » SLOGANl'NIN GERÇEK MANASI.

Son zamanlarda, seçim konuşmalarında, yürüyüşler;:!e mitinglerde, çeşitli toplantılarda, propaganda yazılarında, il­

mi kisveye bürünmüş makalelerde, iktidnrın kapitalist sını­ elinden alınarak, emekçi sınıflarına devredileceği söyle­ n ip durmuştur. Bu şiar Lenin'in «Proletarya Diktatörlüğü» rın

şiarının, kanunlarımıza, sosyal ve siyasi şartlarımıza uydu­ rulmuş, çevrilmiş, kibar ve nazik bir ifadesidir. Bu geçen asırdan Komünist Beyannamesi'nin yazılışından, beri sınıf­ ları birbirine düşürmek, m i lletleri yıkmak, cemiyetleri tah­ rip etmek için p iyasaya sürülen, çok ustaca hazırlanmış bir yalandır. Gaye, emekçilerin omuzlarına basarak, zalim bir

«Yeni sınıf» yaratmak, kilit noktalarını tutmuş olan Komü­ nist Partili bu mutlu azınlığın yardımı ile, bir « Presldyum»­ un ve onun üzerindeki tek şahsın korkunç saltanatını kur­ maktır. Marksizm-Leninizm, Marksist Sosya1izm, Komünizm ve Bolşevizm adı verilen doktrinin vaadleri ve tatbikat, ma­ kalemizin konusunu teşkil edecektir. MARKSİZM - LENİNİZMİN STRATEJİ VE TAKT!Ci.

Marx ve Engels tarafından ortaya atılan ve Lenin tara­ fından geliştirilen komünist (Marksist sosyalist) doktr:nin hedefi, iki safhalı ihtilal stratej isi ve çeşitli taktiklerle, kapi-


286

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

talist adını verdikleri kurulu düzeni yıkarak, sosyalist '.ve ol­ gunlaşınca komünist) bir düzen kurmaktır. Birinci mt!rhale­ de, sınıf mücadelesi yaratıcı, çok acele toprak reformlan ile feodal kalıntıları ve istibdat idarelerini yıkarak « Burjuva Demokrasisi», «Şekli» («Biçimsel») adını verdikleri Batı De­ mokrasilerini kuracaklardır. Buna «Demokratik lhtiliil Saf­ hası» (Bizim mahutlann diliyle «Demokratik Devrim Aşama­ sı») denir. Bu merhale için, aristokrasiye ve istibdada karşı cemiyetin bütün sınıftan geniş cephe halinde mücadele ede­ cektir. Bu Marksist ihtilal şemasına aynen uyduklannı, Sabi­ ha Sertel, Hatıralarında şöyle itiraf eder. «Biz Tan Gazete­ sinde ikinci bir partinin kurulmasını, burjuva demokratik devrimini tamamlama yolunda atılmış bir adım olarak öv­ dük.» Batı Demokrasisi kurulduktan sonra, bir yandan bu de­ mokrasi kötülenir,ken, diğer yandan onun nimetlerinden, ana­ yasa kuruluşlanndan son haddine kadar istifade edilecek, Lenin'in talimatı gereğince «Genel grevler»e gidilecek, grev, ücretleri arttırmak için, iş şartlarını düzeltmek için değil, devleti yıkmak, cemiyeti tahrip etmek için bir vasıta sayı­ lacaktır. O yüzden Lenin ideolojik gayesi olmıyan, gerekli hallerde sadece iktisadi gayelerle greve başvuranlara «ikti­ satçı» adını vermiştir. Köylüler kendi aralannda bölüne­ cek, subay ve sivil küçük burjuva bürokratlanndan ve di­ ğer küçük burjuvalardan yarı yola kadar, «Sosyal demok­ rasi,. vaadleriyle istifade edilecek, sonra onlar da terkedile­ rek, bir avuç komünist işçi, köylü, askerle kanlı «proleter veya Sosyalist ihtilal Safhası» («Proleter - Sosyalist Devrim

Aşaması») tamamlanacaktır. Mao, Castro Guevera, Ho'dan sonra bu stratejiye, şehir ve kır gerillacılığı eklenmiştir. 12 Mart'a kadar Türkiye, bu nazariyenin uygulama alanı hali­ ne getirilmiştir. Geniş cephe takti-kleri, sosyal adalet vaadleri,

cm<:kçi-


«İŞÇİ · KÖYLÜ İKTİDARI» SLOGANl'NIN MANAsI 287

lerin iktidarı yalanları ile hedeflerine ulaşan komi.inistler. insan haklarını nasıl katlederler, Rusya'dan misal vererek göstermeğe Çalışalım. SOVYETLER BİRL1Gt TECRÜBESİ: 1917 baharında Lenin, Rusya'nın başındaki demokr.1 � i k hi.ikıimeti, kapitalistlerin adamı, emperyalistlerin uşağı oia­ rak suçlarken, kendisi gizlice, Rusya ile harp halinde bulu­ nan kapitalist Almanya'dan para yardımı alıyordu. Alman­ ya'nın i şgalinden sonra bunun vesikaları müttefiklerin eli­ ne geçmiştir. Ardı arkası kesilmeyen ideoloj ik grevlerle v e kullandıkları topraklan derhal işgal etmeleri için, köylüle­ ri kışkırtmalariyle Rusya'nın sosyal, siyasi ve iktisadi bün­ yesi altüst oldu ve Marksist-Leninist ihtilfil programının uygulanması ile, 25 Ekim (7 Kasım) 1917 sabahının erken sa­ atlerinde, iktidar komünistlerin eline geçti. Bütün demok­ ratik parti ve müesseseler, böyle bir oldu bit tiye karşı çık­ tılar. Komünist liderlerin ilk işlerinden biri, 1917 Aralık ayında, Çeka adı verilen bir komünist tedhiş teşkil:Hı kur­ mak oldu. Bu teşkilat o zamandan beri GPU, NKVD, MVD, MGD adlarıyla faaliyetlerine devam etti, halen devam et­ _ mektedir. Komünist darbesinden üç hafta sonra, çeşitli parti ve müesseselerin zorlaması ile, Bolşevikler, çok önceden ka­ rarlaştırılmış olan seçimleri yapmak zorunda kaldılar. Rus­ ya Kurucu Meclisi için yapılan seçimde, ancak otuzaltı mil­ yon seçmen rey kullandı. Bolşevikler azlık haline düştüler. Lenin, Troçki, Stalin ve arkadaşları, 19 Ocak 1918'de Ku­ rucu Meclisi dağıttılar. Rusya'nın her yanında, köylüler . ve işçiler, işçi ve köylü iktidarını kurduklarını iddia eden Bol­ şeviklere karşı ayaklandı . 23 Mart 1919 tarihinde, Rusya Ko­ münist Partisi Sekizinci Kongresinde Lenin'in yoldaŞlanna


288

MİLLl K ÜLTÜRÜMOZ VE MESELELERİMİZ

açıkladığına göre, köylüler silaha sarılmışlardı ve «Kalırol­ sım Kommımiya» (Köylüler komünizm de;nesini beceremc­ diklerinden « Kommuniya» · diyorlardı) şiariyle Bolşeviklerin Kızıl Ordusu'na karşı dövüşüyorlardı. Troçki'nin idaresin­ deki Kızıl Ordu, isyanı bastırdı ve köylüleri büyük kitleler halinde öldürüldü. İşçi ayaklanmaları da kan ve ateşle bas­ tırıldı. Maksim Gorki bunu çok acı bir dille kınad ı. 1 92 1 yılı başlarında Kronştad Deniz Üssü'nde çıkan isyan d a ay­ nı şekilde bastırıldı. Bolşevikler çaresiz kalarak, NEP adı verilen "Yeni 1 ktisadi Siyaseti» (Bir nevi karma ekonomi) kabul ettiler ve birçok tavizler verdiler. Troçki, bütün top­ rakların köylüler elinden alınarak, hemen kollektifleştiril­ rnesini istiyordu. Fakat Lenin ve Buhadn, bunu mevsimsiz, erken ve tehlikeli buldular. Lenin'in hastalığı sırasında üçlü bir idare vardı. (Stalin, Leo Kamenev, G. Zinoviev). Lenin'in ölümünden sonra Sta­ lin, Zinoviev ve Kamenev'i aSol Muhalefet» yapmakla suç­ landırarak Troçki'nin akıbetine uğrattı. 1 928 - 29'larda N. Buharin, A. Rykov ve Sovyetler Birliği İşçi Sendikaları baş­ kanı M. Tomsky'i de «Sağ Mulıalefet»le suçlandırarak, ber­ taraf etti. 1929 - 30 yıllan, köylü topraklarının kollcktifleştirilmesi ve açlık yılları oldu. Kıtlıktan 5 - 10 milyon insan ölürken, StaEn'in «Bir Sınıf Olarak Kulakların (ağaların) Tasfiyesi» şiarı altında on - oniki milyon köylü Sibirya'daki cebri iş kamplarına sürüldü. Alelacele y�pılan barakalarda kalarak, korkunç iklim şartları altında, sabahın erken saatlerinden gece karanlığına kadar, boğaz tokluğuna çalışmaya mecbur tutulan bu biçare insanların çoğu kısa zamanda öldüler. Ka­ lanlaı;-ı, Sovyet mucizesinin dev eserleri olan elektrik santral­ lerini, barajları, büyük tesisleri tırnaklarıyla kazarak kur­ dular. Bunlar, yirminci asnn modern serfleri ve hatta kö­ leleri idi.


dŞÇİ - KÖYLÜ İKTİDARI» SLOGANI'NIN MANASI 289 S tal'.n, kendisine muhal! f olan komünist liderlerinden S. Kyrov'u öldürdükten sonra, kitleleri tedhişe tabi tuttu. 1 936 38 yıllarında NKVD şefi N. Yezhov'un idaresinde büyük te­ mizlik hareketlerine girişildi. Komünist liderlerinden Kame­ nev, Zinoviev, Buharin ve Rykov ve pek çok komünist ileri geleni, Halk Mahkemeleri'ne çıkarılarak, suçlarını itiraf et­ tiler ( ! ) ve öldürüldüler. 1948'de Zdanov'un ölümüyle, Devlet Planlama Teşkilatı Başkanı N. Veznesensky ve diğer taraf­ tarları temizlendi. Stalin'in ölümünden sonra, Kruşçev'in ve Malenkov'un dahil bulunduğu bir heyet işleri yürütüyordu. Parti sekre­ terliğini eline geçiren Kruşçev, << 1 957 yılında diğerlerini har­ cayarak tek lider haline geldi. 1964'de Kruşçev'in iktidardan düşürülmesinden sonra, gene ortak liderlik başladı. Halen (*) öyle görünmekle beraber, Brejnev tek lider olma yolunda­ dır. Brejnev, 1 964'de aynı zamanda Politbüro üyesi olan dört kudretli sekreterle (M.A. Suslov, A.P. Krylenko, N.V. Poda­ orni, A. N. Şelepin) mücadele etmek zorunda kalmıştı. 1 965 sonunda Podgorni'yi sekreterlikten uzaklaştırmayı başardı. 1967'de Şelepin'i uza·klaştırdı ve adamlarını kilit noktaların­ dan

attı. Krylenko ile Suslov sekreterlikte kalmakla bera­

ber, onları kendi tarafına çekti. Daha sonra, «Birinci Sek­ reter» ünvanı yerine, «Genel Sekreter» Unvanını aldı. Brej­

nev, 1 5 kişilik Politbüro'daki rakiplerini tas �iye için fırsat kollamaktadır. Çekindikleri Podgomi'nin yerini devlet baş­ kanlığına (Yüksek Sovyet Presidyum Başkanlığına) yüksel­ terek, kurtulabilir. İkisi arasında keskin ve sinsi bir müca­ dele devam etmektedir. Kruşçev ölünce gayet sönük bir şekilde, sıradan bir Sov­

yet vatandaşı gibi gömüldü. İnsanlığın, hürriyetlerin ve fa­ ziletlerin yeri olmıyan bir rejimde bundan fazlasını bekle-

< • > Makalenin yazılış tarihi BreJnev'in genel sekreterliği ön­ cesine rastlamaktadır.


290

MİLLİ KÜL'I'ÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

mek hatadır. Birbirini boğazlayan insanlar diyanna hala «yaşasın» çekenlerin ve orada cennet umanların ya saflığı­ na - bönlüğüne, ya beyin ve vicdanlarının karartılmış, sön­ dürülmüş olduğuna, yahut hainliklerine hükmetmek h!zım­ dır. Başka türlü düşünmeğe imkan yok. İşçilerin elinden grev hakkı alınmış, sendika idarecileri Komünist Partisi ta­ rafından tayinle getiriliyor. Toplu sözle.Şme yok. İşçilere, a ki­ me karşı çıkıyorsun? İşte senin iktidarın, işte senin devle­ tin,.» diye gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar. Ko­ münist İhtilali'nin yıldönümlerinden, Parti Kongrelerinden bir iki ay önce, «Bu Günler Şerefine» işçi yarışmaları, is­ tihsali arttırma kampanyaları düzenliyorlar. Stahanov'cu iş­ çileri teşvik ederek bir İşçi Aristokrasisi yarattılar. Kapita­ lizmde tenkit ettiklerinin çok fazlasını, işçiye bir pay ayır­ madan, fazla kıymet'i («artık değer») işçiden söküp alarak, mutlu azınlığın kesesine silcihlanmaya, her ülkelerde propa­ ganda masraflarına ve oranın komünistlerinin silahlandırıl­ masına harcıyorlar. Sovyet Birliği Anayasası'nın 126'ncı mad­ desine göre Sovyet vatandaşları ikiye ayrılmıştır. Bir taraf­ ta «Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne dahil, daha aktif ve şuurlu vatandaşlar» yani mutlu azınlık, diğer tarafta «ye­ teri kadar aktif ve şuurlu olmıyan» yani Komünist Partisi'­ ne girmemiş olan, ona alınmıyan vatandaşlar. Bu, insanlı­ ğa saadet vaad ederek, emekçilere iktidar müjdeliyerek ge­ len bir beladır. İnsanlığın yarısı bu felaketin pençesi altına düşmüştür. Kalan yarısının çok uyanık olması gerekir. Ka­ pitalist devletler ve müesseseler, kar hırsını biraz azaltarak, insafa dönsünler. Milli devletler, milli doktrinler, her ülke­ nin tarihi ve sosyal şartlarının çok farklı olduğunu, Marks ve Engels'in kafalarındaki şemalardan bambaşka bulundu­ ğunu, icraatları ile ispat e derek, sosyal güvenlik yolunda iyi adımlar atmalıdırlar. İşçilerin ve diğer vatandaşların da sa­ hip bulundukları nimetin kıymetini takdir etmeleri ve onu korumaları gerekir. Yolsuzluklar, hatalar düzeltilebilir, mem-


« İŞÇ İ - KÖYLÜ İKTİDARI» SLOGANI'NIN MANASI 291 Ickct yıkılırsa, bir daha düzeltmek mümkün değildir. İnsaf­ lı, kararında bir «Mülkiyet Müessesi» insan haysiyet ve hür­ riyetinin teminatıdır. Küçücük bağ ve bahçelerini, tarlala­ rını, kooperatifçiliğin yardımı ile, fenni şekilde işleyen köy­ lülerin, küçük atölye ve işletme sahiplerinin ocakları tüt­

t ükçe, milletler yıkılmaz. Ziya Gökalp'in sözleriyle Türkler mutedil bir ferdi mülkiyet anlayışına sahip bulunmuşlardır. Komünist ve liberalist anlayış onlara hiç uymaz. Türkler da­ yanışmacıdır. Birçok sosyalist ve bazı sosyal demokrat par­ tilerinin, sulh yolu ile de olsa, ferdi mülkiyeti öldürmeğe çalışmaları, sonunda komünizmin ekmeğine yağ sürecektir. Sosyalizmle kapitalizm arasında, milli olanını, kendi­ mize has olan tarihi ve sosyal şartlarımıza uygun buluna­ nı seçmeliyiz. Sadece şu kadarını söyleyelim ki, Susurluk Şeker Fabrikası'nda, sendika başkanlarının atılganlığı ve ça­

lışkanlığı ile, işçilerin kooperatif kurarak, profesörlerin bile sahip bulunmadığı bahçeli evlere sahip olmaları, çok ümit vericidir. İleride, kooperatifçilik, hususi teşebbüs ve kamu kesiminin, milli bir ruh ve anlayış içinde büyük hamleler ya­ pabileceğinin işaretidir. Sosyal adaleti de, kalkınma yolları­ nı da kendimizde arayacağız. Marks'ta, Lenin'de veya libe­ ralistlerde değil. Bunu yapmadığımız takdirde, komünist ik­ tidarının pençesine düşmek mukadderdir. Böyle bir rejim de, köylü ve işçilerin iktidarına değil, kitlelerin sefalet ve ızdırabına yol açar. (1).

(1)

B. 1. Niolaesky, cThe Crlmes Of The Stalln «Era», The New Leader, 1956. L. Schapiro, cKeynote - Compromise», Problems of Communism, Temmuz - Ağustos 1971, sf. 2 8. �t Rush, cBrezhnev and the Succession Issuev», aynı der­ gi, sf. 9 - 15. Münib 'te çıkan cDergbnin çeşitli sayılan ve Marksist Le­ ninst literatürün İngilizceleri ve bazı yerlileri. •

-


- 20 «KARŞI DEVRİM» VE «KONTRGERİLLA»

Şu iki terimin, son zamanlarda sol çevrelerde, ilim ve siyaset çevrelerinde, en yetkili ağızlar tarafından bile kulla­ nıldığı görülmektedir. Gazetelere geçmiş, kitaplara geçmiş, radyo ve televizyonda söylenir olmuştur. En fırtınalı konu­ larda, çatışmalı meselelerde sık sık ortaya çıkan bu deyi­ min, içyüzü ile açıklanması, makalemizin mevzuunu teşkil edecektir. «Karşı devrim» acaba yerli bir buluş mudur? Karşı - dev­ rim'den önce, « devrim » üzerinde durarak, meseleyi aydın­ lığa kavuşturalım. İngiliz ve Fransız dillerinde «Revolution», «İhtilal ve inkılap» demek oluyor. Birbirinden çok farklı iki manaya sahip olan bu kelime, Marxist Leninist edebiyatta çok ustaca ve rahatlıkla kullanılmış, çok işler başarmıştır. Kendi mensupları için, «İhtilal, silahlı ayaklanma» işaretini verirken, kendilerinden olmayanlara karşı, yumuşak bir « İn­ kılap» hareketi için çalıştıkları kanaatini uyandırmaktadır. ·

Türkiye Solu tarafından da, « devrim» kelimesi bu maksat için kullanılır. Kendileri için «ihtilal»i ifade eder, kendile­ rinden olmayanlara «Atatürk inkılaplarını• anlatır. Şimdi, tarihi köklerine inerek, meseleye daha yakından bakalım. Dünyanın altını üstüne getirmek, cemiyetleri yıkıp, bir ko­ münist düzen kurmak isteyen Marx ve Engels, « Sosyal ihti­ lal»i biricik vasıta olarak düşünmüşlerdi. Komünist Beyan­ namesi'nde bunu açıkça ifade ettiler ve silahlı ayaklanma manasına geldiğini çekinmeden söylediler. Komünist olma-


«KARŞI DEVRİ M» VE «KONTRGERİLLA»

293

yan halk kitleleri demek olan «burjuvazinin», bu sosyal ih­ tilal önünde «titremesi gerektiğini» söylediler. 18SO'de Marx, Komünist Birliği'nde yaptığı konuşmada aynı şeyleri belirt­ ti. Proudhon'u tenkit ettiği, Felsefenin Sefaleti isimli ese­ rinde de «Ya ihtilal, ya ölüm» diyordu. Bu «revolution», bu «devrim» iki kademeli, iki safhalı olacaktır. Birinci kademe­ de, istibdat idareleri, feodal düzen yıkılacak, meşrutiyet ve­ ya cumhuriyet idareleri kurulacak, demokrasiye geçilecek­ tir; anayasa kabul edilecektir. Bu birinci kademe, empeı1'a­ lizme, toprak asillerine, feodalite ve ibtibdada karşı, cemi­ yetin bütün sınıflannın işbirliği kazanılacaktır. Methedile­ rek ulaşılan bu siyasi rejime, «burjuva demokrasisi» adını verirler. Buna, «burjuva demokratik ihtilal safhası» da de­ nir ve ona, «burjuva demokratik ihtilali» ile ulaşılır. Yerli Marxistlerin dilinde bunların tam karşılığı şöyledir : « b ıt r­ juva denıokratilc devrim aşaması" ve «burjuva demokratik

devrimi». Marxist izaha göre, demokratik düzenin cari bulundu­

ğu bu merhalede, iktisadi düzen, kapitalizmdir. Kapitalizm, sistemin kaçınılmaz bir icabı olarak, kendi felake t tohumu­ nu kendisi yaratacak, «mezar kazıcılarıııı», «rahminde bü­ yütecektir». Bu mezar kazıcıları «proletarya" adı verilen iş­ çi sınıfıdır. İşçi sınıfı, cemiyetin çok büyük bir çokluğunu teşkil etmektedir. Çünkü, korkunç bir kar hırsı ve rekabet içinde, bir kapitalist diğer kapitalisti yok etmekte, orta sı­ nıf ortadan kalkmakta, sefilleşme artmakta, tarihi bir mis­ yon (sosyal ihtilal) için hazırlanan proletarya, kanlı ihtilal gününü beklemektedir. Marx ve Engels'in dediklerine göre, işçi sınıfının sefaleti dayanılmaz hale geleceği için, kapita­ lizmi yıkmak için ayaklanacaklar ve onu devirip sosyalist (komünist) düzeni kuracaklardır. Bu gidişi hızlandırmak için, işçi sınıfına rehberlik edecek bir parti kurulacaktır. İkinci merhaleye geçmek için, demokrasinin bütün nimet-


294

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİ Mİ Z

}erinden son noktasına kadar faydalanılacaktır. Daha önce methetmiş oldukları demokrasiyi, «burjuva demokrasisi», bir sınıfın demokrasisi diye kötüleyecek, ccgerçek demokra­ si,,, cclıalk demokrasisi» için çalışacaklardır. Yani bugünkü Batı demokrasilerindeki rejimler yerine, Doğu Almanya'nın, Rusya'nın, Çin'in halk demokrasileri ( ! ) gaye olarak göste­ rilecektir. Anayasa ve Anayasa müesseseleri, «Özgürlük» (hiir­ riyet)ler son haddine kadar istismar edilecektir. İşçi grev­ leri siyasi ve ideoloj ik grevlere çevrilecek, «genel grev11ler­ lc memleketler altüst edilecektir. GERİLLA SAVAŞLARI Ülkelerin kendi, tarihi, sosyal, tabii ve iktisadi şartları­ na göre, komünist strateji ve taktiğinde bazı değişmeler ya­ pılmakla beraber, ana strateji ve taktik aynıdır ve devamlı­ dır ve devamlıdır. Marx ve Engels'in söylediği gibidir. Dünya Marxist - Leninist nazariye ve tatbikatında, tamamen ona bağlı kalınır. Kapitalist iktisadi düzen ve burj uva demok­ ratik rej imi adını verdikleri cemiyet şeklinden, sosyalist (komünist) rejime geçmek için başvuracakları sosyal ihti­ lalin adı, «proleter veya sosyalist ilı tildl » dir . Adı geçen « de v­

rim» (ihtilal), burjuvaziye karşı, kapitalist sınıfın ezdiği pro­ letarya tarafından yapılacaktır. Bu sınıf kavgasına, sefale­ tin çekilmez hal alması hız verecek, sonu ihtilalle bitecektir.

Lenin, Rusya şartlarını dikkate alarak, proletaryanın yanı­ na, köylü sınıfını da ekledi. · Burada, «proletarya» sözünden, komünist ideolojiyi benimsemiş bütün sınıf mensuplarını anlamak gerektiğini, hemen belirtelim. Onun için de, işçi ve köylüler azlık teşkil eder. Teoride ise, tam tersine. Memle­ ketin şartlarına göre, bu ihtilal stratejisine çeşitli sınıflar çekilebilir. Mao ve Castro, ihtilali, gerilla savaşlarıyla ba­ şardılar.


«KARŞI DEVRİ l\b VE «KONTRGERİLLA>

295

Demek ki, komünistlerin «AmenlÜ»sÜ, Marxizm ve onun ihtilal şeması olmakla beraber, tatbikatta ayrılıklar görü­ lür. Şartları yorumlama farkından doğan bu ayrılıklar, ko­ münist olmayanları yanıltabilir. Türkiye solcuları arasında­ ki fikir münaşakaları da böyle yanılmaya yol açmıştı. Bir kısmının Marxist olmadığına hükmedilmişti. Halbuki çatış­ ma, Türkiye'nin hangi gelişme basamağında bulunduğunun yorumlanmasından çıkıyordu. «Sosyalist devrimciler, prole­ ter devrimciler», Türkiye'nin, « milli demokratik devrimini» çoktan yapmış olduğunu, onun için «proleter - sosyalist dev­ rime» (ihtilale) hazırlanmak gerektiğini söylüyordu. Bu ihti­ Hlli yapacak olanlar, sadece proleterlerdi. Sloganları da «Sos­ yalist Türkiye» olmalıydı. «Milli demokratik devrimciler» ise Türkiye'de, birinci merhalenin henüz aşılmamış olduğu­ nu, « devrim» için, «milli ve geniş cephe»nin şart bulunduğu­ nu, bu geniş cepheye sivil ve asker küçük - burjuvaların da dahil edileceğini söylüyorlardı. O yüzden, slogan (şiar), « Ba­

ğımsız Türkiye» olmalıydı. Birinciler, «milli demokratik dev­ rim»in, 27 Mayıs yordu.

1 960'da başarılmış bulunduğunu söylü­

SOLDAKİ BÖLÜNME 1 974'de TRT'nin başına geçip oturmuş bulunan İsmail Cem, soldaki bölünmeleri, «Türkiye gerçeklerinin yeterin­ ce bilinmemesi»ne, bağlıyordu. İsmail Cem, meseleyi şöyle açıklar : « Soldaki bölünmelerin bence ilk temel nedeni, ye­ terli teorik çalışma yapılmadan, bu çalışmapın yapılması­ na imkan bulunmadan sosyalist eylemin başlamış olması­ dır... İşçi Partisi (hareketinde)... bu güçlük... parçalanma­ ya yol açmıştır. Örneğin, ilk çatışma partinin dar anlam­ daki işçi sınıfına mı, yoksa geniş anlamdaki işçi sınıfına mı dayanması gerektiği meselesinden çıkmıştı. Oysa, bu so-


296

MİLLİ KÜLTÖRÜMOZ VE MESELELERİMİZ

runun teorik olarak parti kurulmazdan önce çözümlenmiş · olması gerekirdi. Aynı güçlüğe, parti içi demokrasisi sorunund.a da rastlandı. Türkiye modeli dendiğinde de rastlan­ dı. Teorik açıdan önceden çözümlenmesi gereken sorunlar, eylem sırasında sosyalistlerin karşısına çıktı. Bu durum ise hemen bölünmelere yol açtı. Bence soldaki bölünmelerin ilk nedeni teoriyi kurmadan eylemin başlamasıdır ki, tabii bu kimsenin suçu değildir. Türkiye'nin şartlan eylemin böy­ le eksik bir şekilde doğması zorunluluğunu yaratmıştır. Gerekli çalışmaların ve tartışmaların yapılmasına ne Atatürk dönemi, ne de Tek Parti ve DP. yönetimleri imkan bırakmadı» (1). Tan Gazetesi sahiplerinden Sabiha �ertel ise, Demok­ rat Parti hareketinden büyük şeyler bekliyor. 1 94S'lerde «Demokratik ihtilal safhasına» geçilmekte olduğunu hatı­ ratında yazıyordu.

Prof. Sadun Aren ise, aynlmanın hatasını, «milli de­ mokratik devrimcilere» şöylece yükler : «Türkiye'de emper­ yalizm ile mücadeleyi Türkiye'nin kendi yerli hakim sınıf­ ları il .- ve diğer hakim sınıflarla, toprak ağası gibi sınıflar­ la, mücadeleden ayırmağa imkan yoktur. Böyle bir ayırıma kalkmak, sosyalist mücadel�yi geriye itmek herhalde Tür­ kiye'nin devrimci bir başarı göstermesine imkan vermez. Türkiye'deki devrimci mücadeleyi yozlaştırır. Bundan ötü­ rü ben şahsen milli demokratik devrim düşüncesindeki ar­ kadaşları, bu akımı, sosyalist bir akım telakki edemem. Sosyalizm ile hiç alakası olan bir akım değildir. Bu akım doğru da olmadığı için dejenere olmaya mahkılrndur. Ev­ vela bunu yapacağız, ondan sonra sosyalizm yapacağız fik­ ri, dünyanın bugünkü ortamında geçerli değildir. Belki, Sovyet devriminden evvel böyle bir şey tartışılabilirdi. Fa-

(1)

Bu hususta bkz. Dr. Çetin Yetkin, «Türkiye'de Soldaki Bö­ lünmeler 1960 - 1970» İ stanbul, 1971.


«KARŞI DEVRİM» VE «KONTRGERİLLA»

297

kat bugün hem burjuvazi, hem de proleterya, olaylar hak­ kında bilinçlenmiştir. Biz hiç kimseyi, hele burjuvaziyi kan­ dıramayız. Burjuvazinin kanacağını, bir müddet işçi sınıfı ile birlikte kendi kuyusunu kazacağını sanmam, böyle de­ virler geçmiştir.» (2). u DEVRİM» ve «KARŞI DEVRİM» Yukarıdaki münakaşalar devam edip giderken, Türkiye uykuda idi. Kulak verenlerin çoğu da, «Atatürk devrimleri tartışılıyor» sanıyorlardı. Ta ki, silahlar patladı; insanlar öl­ dürüldü ve kaçırıldı; bankalar soyuldu; çeşitli sabotaj l::ı r yapıldı, « devrim»in ne demek olduğu o zaman anlaşıldı ve 12 Mart'a g�lindi. Siyasilerin istismarı, organize güçlerin yıpranması ve halkın ilgisizliği yüzünden, 12 Mart hedefin­ den uzaklaştı ve zayıf kaldı. Avrupa ve Amerika'da ise du­ rum başkaydı. Komünist Beyannamesi'nin yayımından he­ men sonra, « Revolution»un, «inkılap » mı, yoksa «ihtilftl» mi demek olduğu anlaşılmağa başlanmıştı. Bir dehşet havası ·

esiyordu. Diğer yandan, sosyal güvenlik tedbirleri alınmış, sosyal mevzuat geliştirilmiş, sosyal adalet umumi efkarın ilgilendiği konu haline gelmişti. İşçi sınıfının hayat seviye­ si düzeliyordu. İş günü, 1 5 1 6 saatten, 8 saate inmişti. Ta­ tiller bayram günleri vardı. Hele vasıflı işçilerin gelirleri daha da yüksekti. İşçi sınıfı, sefilleşmenin son haddinde -

canından bezip ihtilale hazırlanmıyor, aksine o cemiyetin o milletin bir parçası olmariın hazzı içinde, hak ve vazife­ lerini biliyordu. Bu şartlar, Marxistlerin ağız değiştirmesi­ ne yol açtı. Marx, 1 872 yılında, Beynelmilel'c hitaben yaptı­ ğı konuşmada, kapitalizmin, banş yoluyla da yıkılabileceği­ ni ve sosyalizme böylece de geçilebileceğini açıkladı. Marx'­ ın bu ihtiyatlılığını, daha sonra, kitlelerin reyini almak zo( !': )

Adı

geçen esere

bakınız.


MİLLİ· KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

298

runda bulunan demokratik sol da paylaştı. Sosyal demok­ rasi hareketi böylece gelişti. Sosyalizme ihtilalle değil, se­ çimle geçilecekti. Engels, kendilerine yüz vermez olan işçi­ l e ri, «burjuvazinin uşağı» diyerek kınıyordu. Diğer taraf­ tan, sefalet in artmakta ve proletarya ordusunun kabarmak­ ta olduğu iddiası üzerinde gene ısrarla durdu. Buradan ha­ reket ederek, « ihtilal» mefhumundan, «karşı ihtilal» mef­ humuna geçti. Yerli Marxistlerin deyimi ile, «devrim »den ,

" karşı devrim»e geçti. « Karşı - devrim»in esası şu idi : baş­ l angıç ta Marx'la birlikte burjuvaziye karşı proletaryanın « devrim» yapacağını söylüyorlardı. Şimdi ise, «devrim» ha­ reketi, artık doğrudan doğruya proletaryanın hareketi ola­

rak meydana gelmiyecekti. Proletaryanın günden güne bü­ karşısında dehşete kapılan burjuvazi, «karşı-devrim» yapmaya teşebbüs edecekti. Engels, burjuvazi, anayasayı ih­

yü m e s i

lal eder, « özgürlük leri » ortadan kaldırmaya çalışırsa, (yani « karşı - devrim»e hazırlanırsa), proletarya ona karşı «dev­ r im » yapıp yapmamakta serbesttir, diyordu. Yani, «dev­ rim»e se b ep olan, «karşı devrim»e hazırlanan burjuvazi idi.

Günah varsa onundu.

« SAKLAMBAÇ» OYUNU Engels'in, bu «karşı - devrim» mefhumu, sonradan çok kullanıldı. 12 Mart'tan sonra, Türkiye'de de çok söylenir ol­ du. Yeni solun fikir babası rolünde olan Marcuse, konuyu enine boyuna ele aldı ve sosyalizmi barındırmayan bütün sis temlere «faşizm» damgasını bastı. «Karşı - devrim»e mi­

sal olarak, komünistleri temizleyen Endonezya 'yı gös terdi . Şili'de, halkı vaadlerle aldatıp, işbaşına gelen Marxist Ai­ lende idaresi bütün ferdi mülkiyeti ortadan kaldırmak için

jşe girişince, halkın gözü açıldı ve ardı arkası gelmeyen grev­ ler başladı. Sonunda ordu işe el attı v e silahlı mukaveme­ te gi ri ş en Allende ve Marxist taifesini imha etti. Dünyada kı-


«KARŞI DEVRİM• VE «KONTRGERİLLA>

299

yametler koptu. Demokrasi havarileri, Şili'yi Ianetlemeğe başladı. 12 Mart'ta Türkiye'ye de de böyle hücumlar yönel­ tilmiş, Türkiye'nin Avrupa Konseyi'nden atılacağı tehdidi savrulmuştu. Bu kampanyayı açanların başında, Hollandalı parlamenter Dankart geliyor. Dankart devamlı surette Türki­ yenin işlerine burnunu soktu. 141 ve 142. maddelerden mah­ kum olanların af dışı bırakılmasının, Avmpa Konseyi'nce hoş karşılanmıyacağını söyledi. Bunların durumunu, çocuk­ ların «Saklambaç» oyununa benzetmek mümkün. Ebe olan, kafasını bir ağaca veya duvara dayayıp, gözlerini kapar. Di­ ğer çocuklar kaçıp saklanır. Birkaçı da serbest olarak ba­ ğırır : «Elma dersem çıkma, armut dersem çık ». Bu, saklan­ makta olan çocukların yakalanmamaları için paroladır ve açık açık söylenir. Demokrasi havarilerinin çığırtkanlığı da aynı; sosyalistlere birşey olmasın da, dünyanın altı üstüne gelsin.

«Kontr gerilla» ise, gerilla savaşı ile «devrim »i yapma­ · ğa hazırlanan Marxist - Leninistlere göz açtırmayan, ordu birliklerinin, emniyet kuvvetlerinin, jandarmanın ve milli -

emniyetin, Marxistlerin dilindeki adıdır. Ötesini okuyucular düşünüp, anlasın ...


- 21 KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

Milli mücadelemizin sona erişinden on yıl sonra, bir grup aydın tarafından bir fikir dergisi çıkarılmaya başlan­ dı. Ankara'da 1 932 - 1 934 yılları arasında KADRO adıyla ya­ yımlanan ve Türk inkılabının felsefesini yapmak iddiasında bulunan bu dergi ve temsil ettiği ideoloji, makalemizin ko­ nusunu t��kil edecektir. Ayda bir çıkan derginin, sahibi Ya­

kup Kadri (Karaosmanoğlu), neşriyat �üdürü Şevket Sürey­ ya (Aydemir) idi. Vedat Nedim (Tör), 1smail Hüsrev (Tökin) ve Burhan Asaf (Belge) devamlı yazı heyetinde idiler. Falilı Rıfkı (Atay), Ahmet Hamdi (Başar) arada bir yazdıkları ya­ zılarla, dergi yazarları arasında görünmüşlerdir. Dergi 1934'de Hükümet tarafından kapatılmış ve sahibi olan Yakup Kadri, elçi olarak yurt dışına gönderilmiştir. Şimdi, Kadro'nun üç yıl süren ideolojik hamlesini, yazarla­ rının bazı eserlerine de başvurarak incelemeğe çalışalım.

1 - Kadro'nun Dünya Görüşii. Derginin ilk sayısında, KADRO adına yazılan ve çıkışı sebeblerini açıklayan yazıdan, Şevket Süreyya'nın ve diğer yazarların makalelerinden anlaşılmaktadır ki, Marksist bir dünya görüşü, yayın organını ruhuna hakim bulunmaktadır. Gerçi bu ekol içinden gelen bir kalem, bu hareketi, « tarihi

maddecilikten gelen bir grup»un «Marksizmi - tadil ederek», «bir devrin ideolojisine ... materyalistçe» verdikleri cevap ( 1 ) (1)

Sadri Ertem, Politika Felsefesi, İstanbul, 1935, sf. 217.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

301

olarak görüyorsa da, bu « tadil ediliş» keyfiyeti, aşağıda ge­ niş şekilde göstermeğe çalışacağımız üzere, Marksizmden ayrılış manasında anlaşılmamalıdır. Söz konusu olan deği­ şiklik ve ilave, Marksizmce, Lenin'in getirdiği eklemelerden ve Türkiye gerçeklerinin icaplarından ibarettir ki, Şevket Süreyya'nın fikirleri bunu açıkca gösterir. Kadro'cuların «Marxizmi tadil» i n i n, Leninizm'e bağlan­

Şevket Süreyya'nın ifadelerinden l açıkça anlarız. « ııkıliip ve Kadro» adlı kitabında (sf. 190 1 9 1 ) adı geçen yazar, Len in 'in «iki tezat» (çelişki& görüşü­ mak

demek

olduğunu,

nü, Türk milliyetçiliğine şöyle tatbik eder : «Türk milli kurtuluş hareketinin yoğurduğu ve şekilleş­ tirdiği Türk milliyetçiliği, kendini hazırlayan ve olgunlaş­ tıran tarihi şartların tabii icabı olarak : a

-

b

-

Dışarıya karşı anti - emperyalist, içeriye karşı da anti - kapitalisttir. »

. Kadrocu'lar tarihi maddeci idiler ve cemiyeti inceleme metodlan tarihi materyalizmden ibaret bulunuyordu. Kad­ rocu'lara göre, bütün içtimai hadiseler ve cemiyetteki yapı değişiklikleri, ancak iktisadi hadiselerle anlaşılabilir ve açık­ lanabilirdi. K. Marx ve F. Engels, maddeci diyalektik metod­ lannı, tarihe ve insan cemiyetlerine uygulayarak, kendile­ rine ait bir sosyoloji ilmi meydana getirmiş ve adına ta­

rihi materyalizm demişlerdi. Onlara göre cemiyetlerin alt yapısı, üretim (istihsal) güçleri ile üretim münasebetlerinin (ilişkilerinin) bir ifadesi olan üretim tarzından ibarettir. Alt yapının üzerinde, onun maddi ve teknik niteliğine uygun bir hukuki ve siyasi yapı şekillenir. Bu siyasi ve hukuki yapının üzerinde de ona denk düşen dini, ahlaki, felsefi, es­ tetik şekiller ortaya çıkar ki, bu da cemiyetin üst yapısı'dır. İddialarına göre üst-yapı, tamamen alt-yapı'daki değişmele­ re bağlı olup, pasif bir vaziyette bulunduğundan, ona gölge


302

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

lıadise adını vermişlerdi. Yani tarihteki bütün sosyal ve kültürel değişmeler, sadece iktisadi - teknik bir temelin ürü­ nü sayılmış oluyor. Bu iddialara karşı, birçok düşünür haklı ve güçlü ten­ kitler yöneltmiş, binlerce yıl alt-yapısı değişmeyen birçok ülkede siyasi, hukuki, dini değişiklikler meydana geldiğini, felsefe ve sanat sahasında yeni yeni ekoller ortaya çıktığını misallerle göstermişlerdir. Bunlar arasında Max Weber. Werner Sombart, R. Stammler, Pareto ve Sorokin'in isim­ leri anılmağa değer. Bizde de Ziya Gökalp, söz ettiğimiz kuv­ vetli tcnkidleri yapanlar arasındadır. Şevket Süreyya, Kadro'da, Ziya Gökalp'in Mark;sizın hakkındaki tcnkidlerini cevaplandırmağa çalışırken, ideolo­ j ilerini ve hareketlerinin hedefini de açıklamış oluyor. Şev­ ket Süreyya diyor ki : « (Türkçülüğün esasları)nda tarihi ma­ teryalizmin, yahut Marksizmanın bazı «nazari esaslan üstün­ de varılan mütalaaların, dar sathi ve acele olduğuna emi­ nim.» ve devam ediyor : «Ziya Gökalp'in bahsettiği gölge hadiseler Tarihi materyalizmde yoktur. Filvaki tarihi mater­ yalizm, Cemiyet münasebetlerinin esasında yatan istihsal münasebetlerile ... içtimai ve fikri münasebetler arasında ka­ deme farkları bulmuştur. Fakat bu kademelerin birbirlerine karşı mütekabil münasebetleri nazariyesini de tedvin etmek suretile, cemiyet içinde pasif, yani sadece münfail bir takım gölge hadiseler tasavvuruna yer bırakmamıştır. (2). Şevket Süreyya'nın, Ziya Gökalp'a hücum vesilesi yap­ tığı ve Marksizmde bir gölge hadise düşüncesi bulunmadı­ ğı, alt ve üst yapılar arasında karşılıklı tesirlerin cereyan ettiği şeklindeki iddialan üzerinde biraz durmak gerekiyor. (2)

Şevket Süreyya, «Ziya Gökalp�. Kadro, sayı : 2, Şubat 1932, sf. 36 - 37. Burada ve bundan sonra, A. İ. ve T.İ .A ta­ rafından üç cilt halinde ve ctıpkıbasınu olara.k çıkanlan Kadro nüshalanna. başvuruyoruz.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

30,3.

K. Marx, Marksist literatürde ünlü ve klasik bir misal olarak kabul edilen, iktisadi determinizmi formülleştiren bir yazısında, alt-yapı'nın dışındaki bütün üst-yapının (bütün sosyal hadiselerin ve müesseselerin) gölge hadise olduğunu açıkça i fade etmiştir. Alt-yapı başlatıcıdır, tesir edici fak­ tördür; üst-yapı ise temeldeki değişmelere göre şekil alan ikinci derecedeki yapıdır, gelip geçici şekillerdir (3). Gökalp'ı tenkid ederken, Marksizmde, üst ve alt yapılar arasında tek taraflı bir tesirin söz konusu olmadığını ileri süren Şevket Süreyya'nın, az önce naklettiğimiz Marx'ın tek taraflı görüşüne ne derece bağlı olduğunu göstererek, içine düştüğü tenakuzu ortaya koyalım. Gerçekten "teknik gelişmelerin tarihi izahında tarihi materyalizmin... tarihin en doğru bir anlayış tarzı" olduğunu söyleyen Şevket Sü­ reyya, devamla şöyle diyor: "Hülasa, üretim araç ve vasıtaları üstündeki üretim iliş­ kileri, her zaman toplumun temel ilişkilerini teşkil ederler . Bu temel ilişkiler üstünde yükselen ve tabakalaşan ahlak, din, hukuk, sanat gibi ölçü ve anlayışlar da toplumun üst müesseselerini, yani süper-strüktürünü verirler. Temelde da­ ğılmalar, sert çelişmeler olunca, süper strüktür de kendili­ ğinden, iç yapısında değişikliklere uğrar. Şeklini 'değiştir­ meye başlar. Tarihi materyalizmin yahut tarihin materyalist anlayışının genel anlamı budur" (4). Gerçi bu satırların biraz yukarısında aynı yazar, kar� şılıklı münasebetlerden de şu şekilde söz ediyor: "' ... bir cemiyetin ekonomik Berilik derecesi; o cemiyet­ te tekniğin o esnadaki terakki derecesine göre şekillenir de(3)

( 4)

P. A. Sorokin, Contemporary Sociological Theories, London, 1964, sf. 524 - 525 (K. Marx, A. Contribution to Uıe Critique ot Polltical Economy, st. ll - 12'ye atıf) . Şevket Süreyya Aydemir, İnkılap ve Kadro, İstanbul, 1968 (ikinci basım) , st. 37, 41.


304

Mİ LLİ KÜLTÖRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

mek olur. Dil, ahlak, din, hukuk, estetik ilişkiler ve toplu­ mun ideoloj isi, bu teknl�in gelişmesine evvela tabi ve bağlı kalır. Fakat derece derece ve karşılıklı olarak bu sosyal iliş­ kiler de etkilerini yaparak, toplumlar durmadan şekil de­ ğiştirirler."(11) Üst yapı müesseselerine tanınan bu cılız tesir, acı ten­ kidler ve cemiyet gerçeklerinin zorlamasıyla olmuştur. Şev­ ket Süreyya da bu gidişe uymak zorundadır. Şöyle ki: ad­ larından daha önce bahsettiğimiz düşünürler, insan zekası­ nın ilim ve tekniği yarattığını; hukuki ve içtimai düzenin, iktisadi münasebetlerin mantıki ve fiili şartı olduğunu; din, ahlak, sanat ve felsefenin, cemiyetlerin yapısında ve değiş­ melerinde büyük rol oynadığını belirtmişler ve tarihi mad­ deciliğin yanlışları hakkındaki tenkidlerine şöyle devam et­ mişlerdir: "İktisadi faktör daima bir başlatıcı ise ve içtimai hayat sahasındaki bütün değişmeler, iktisadi şartlardaki de­ ğişmelere tabi buluyorsa, iktisadi faktörün kendi dinami­ ğini nasıl izah edebilriz? İktisadi faktörün devamlı hareket

halinde bulunan veya kendi kendisini harekete geçiren mis­ tik mahiyetine mi tabidirler; yoksa dğer bazı faktörlere mi bağlıdırlar? İktisadi faktörün önce gelişi, daima "başlatıcı" hareket ettirici oluşuna tlayandığından, bunun açıklanması gerekiyordu. 'Kendisini harekete getirici' faraziyesi, iktisadi faktörün bir nevi Tanrı olduğu inanışına, en kötü türünden bir mistisizme ulaşmaktadır. Bu tenkidler ve gerçekler karşısında Marx ve Engels, ik­ tisadi olmayanın, iktisadi faktör üzerindeki tesirini kabul zo­ runda kaldılar. Engels, Labriola ve Plekhanov, "ikinci dere­ cedeki faktörlerin ana faktör üzerindeki aksi tesiri"ne iste­ meye istemeye yer verdiler. .(5)

Aynı eser, sf. 41.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

305

Marx'ın ölümünden sonra, 1 890'larda Engels, ne Marx'm, ne de kendisinin iktisadi faktörü biricik tayin edici olarak görmediklerini; üst yapının çeşitli unsurlarının kısmi rolü­ ne inandıklarını söylüyordu. Fakat 21 Eylül 1 890'da Londra'· dan

J. Bloch'a

yazdığı mektupta bunları

söyleyen

Engels

için, temel faktör gene iktisadi idi. Engels, 25 Ocak 1894'de, Londra'dan

H. Stankenburg'a

yazdığı diğer bir mektupta da,

temel faktör olan iktisadi yapı üzerinde, siyasi, hukuki, fel­ sefi, dini, estetik gelişmelerin, kısmi bir tesire sahip olabile­ ceğini kabul

ettiğini belirtir. Fakat, tarihi gelişmeyi nihai şeyin, iktisadi faktör olduğu

olarak şartlandıran, tayin eden

iddiasını yazmaktan da kendisini alıkoyamaz. Engels, diğer bütün

fenomenleri sadece

pasif sonuç

saymadığını

söyle­

«iktisadi zaruret esası üzerinde, karşılıklı bir aksi­ yon hali»nden bahseder. Bu açıklamayı Sorokin, «beyaz si­ yahlık» veya «odundan demir» deyimlerindeki kadar karan­ lık ve belirsiz bulur. Plekhanov da aynı sıkıntı içinde, mese­ yerek,

lenin içinden çıkmağa çalışır. Marksist teoride bu karşılık­ lı

tesir meselesinin yarattığı güçlüklere, Schumpeter de işa-

ret eder (6). den

İşte böyle bir sıkıntı verici izahta bulunmak zaruretin­ ve böyle bir doktrine varis oluşundan ötürüdür ki, Ziya

verdiği cevapta, Şevket Süreyya, hayli zahmet çek­ miş olmalıdır. İş bununla da bitmiyor. Teoriden gelen zor­ luklar yanında, gerçek hayatın getirdiği müşküller de ol­ muştur. Engels tarafından etnoğrafya müzesine kaldırıla­ Gökalp'a

söylenen Devlet'i, tarihin gördüğü en müstebit devlet haline getiren Stalin, onu üs t yapı 'nın pasifliğinden kurtarcağı

-

(6)

Sorokin, aynı eser, sf. 527 - 533. K. Marx, E. Engels, Selected Works, c. II, Moscow, 1962, sf. 488, 503 - 505 ; G. Plekhanov, 'l'he Materiallst Conception of History, New York, 1964, sf. 16 - 26 : J. S. Schumpeter, Capitalism, Soclalism, and De­ m ocracy, London, 1965, sf. 13.


306 mak zorunda kaldı. Engels'in diyalektik kanunlarının üçün­ cüsü olan

«inkann inkan veya reddin reddi

kanunu» da

Stalin ve onun Devlet'i için bir tehlike teşkil ediyordu. Bir

antitez

karşısına dikilip, yeni bir

sentez'e

yol açmamalıydı.

O yüzdendir ki, daha önce «burjuva man tığı», «metafizik mantık» diye kötüledikleri tenakuzsuzluk (çelişkisizlik) man­ tığını, öğrencilerin zihni kabiliyetlerini geliştireceği gerekçe­ si ile, mekteplerde ders olarak konulmağa başladı. Rus di­ lini de üst-yapı müessesesi olmaktan çıkararak, yapılar dı­ şı saydı. Göıiilüyor ki, köprünün altından çok sular geçmiş, sos­ yalizmin teorisinde ve pratiğinde büyük değişmeler olmştu. Artık, üst-yapı müesseselerinin bazılarına, pasif birer unsur olarak bakmak tehlikeli olabilirdi. Bundan başka,

N. Berdiaeff'in şahane makalesinde be­ «ekonominin bütün insanlık hayatında amil ol­ ması, geçmişe ait bir fenalık» olup, sosyalizmin Mesihleri Marx ve Engels'in müjdelediği yakın bir gelecekte, zaruret lirttiği gibi,

ülkesinden, hürriyet ülkesine «mesianik bir sıçrayış» müm­ kün olacaktı. Marksizmdeki iktisadi determinizm,

coşkunluğu»

«inkılap

vermez ve mücadeleye sevkedemez. «Marksizm­

deki inkılap dinamizminin kaynağı ilmi şuur değil, bu rnc­ sianik bekleyiştir» « İnkılap coşkunluğunu, işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluşunu vadeden mesianik fikir verebilir». Onun için Marksizmin tamamiyle determinist tefsiri, « ko­ münistlerin inkılap iradeciliğine ve onların dünyaya dile­ dikleri şekli verebilecekleri inancına aykırıdır.»

Marx,

dün­

yaya yeni bir şekil vermek gerektiğini bundan ötürü söylü­ yordu ( 7) . Onun ve

decilik» (7)

ve

Lenin'in fikir ve davranışlarında bu «ira­ «inkılap - ihtilal coşkunluğu» bilinen bir gerçek-

N. Berdiaeff, «Marxizmin İç Çatışmalan>, Türk Düşüncesi. 10, sayı : 3, 1959, sf. 14.

c.


KADRO :aAREKETİ VE KADROCULAR

307

tir. İşte bu ikilik (zaruret ve hürriyet), Marksizmin birbiri­ ni tutmayan fikirlerinin özüdür. Şevket Süreyya da da bu ikiliği görmemek mümkün de­ ğildir. Hele Marksizmin «iradecilik» ve «İnkılap coşkunlu­ ğu»na büyük ağırlık vererek, ideolojilerin, alt-yapı üzerinde­ ki tesirini gözden ırak etmemiştir. Aşağıda da göstenneğe çalışacağımız gibi, Şevket Süreyya, « İnkılap heyecanını, hat­ ta sade bir ahlak değil, yeni bir din gibi mukaddesleştire­ limı> (8) diyecek kadar, zaruret ülkesinden hürriyet ülkesi­ ne doğru kanatlanmış, iradeci bir ideolog jdi. '

Şevket Süreyya, başka bir yerde, tekrar hürriyet ale­ minden zaruret alemine, iktisadi determinizme döner. Ziya Gökalp'la ilgili yazısında, «millet» denilen tarihi, sosyal ve kültürel varlığı, tekniğin eseri sayar ve «en ileri milli bir­ lik, en ileri teknikli memleketlerde bulunurı> (9) gibi garip bir fikir ileri sürer. Kadro'nun diğer yazarlarından lsmail Hüsrev (Tökin) •Devletı> hakkında yazdığı iki makalede Marx ve Engels'­ in fikirlerini nakleder. Ona göre devlet, bir sınıfın menfa­ atine hizmet eden bir organdır. Engels'in kelimeleri ile dev­ leti şöyle açıklar: «Vaktaki · idare edenlerle idare edilenler, mülkiye­ te tasahüp ettiler, o zaman Devlet doğdu. Devletin teessüsü, şahsi mülkiyetin umumi mülkiyetten dif­ feransiye (aynlmasile) olmasile, başlar. Binaena­ leyh, bizce Devlet, umumi olarak evvela cemiyette zıt menfaatlerin muhassalasıdır, saniyen muayyen menfaatler namına (ister zümrevi, ister milli olsun) cemiyete hükmeden bir iktidar cihazıdır.» (8) (9)

Şevket Süreyya, «İnkıldp Heyecam (Antuzlasmh, Kadro, sayı : 2, Şubat 1932, s!. 8. Kaılro, s ? yı : 2, sf. Z7.


308

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Ve Marx'ın intikal devresinin devleti olan «Proletarya Diktatörlüğü»nü belirtiyor. Lenin'in, günün sosyali�t dev­ let şeklinin aSoviyetiZm» olduğunu ifade ettiğini söyleye­ rek (1°) Marxist - Leninist bir devlet ve cemiyet görüşü su­ nuyor. Dr. Vedat Nedim (Tör), İsmail Hüsrev kadar açık ko­ nuşmamakla birlikte, «sınıf devleti»nden, devletin sınıf karak­ terinden bahseder ve yeni kurulan Türk devletinin böyle bir sınıf devleti olmadığını belirterek, baştaki Marksist izah tarzını, milli bir şekil içinde değiştirmeğe uğraşır (11) . Burhan Asaf (Belge) de, Kadro'nun ideolojisine uyan ve tarihi maddeciliği işleyen yazarlarından idi. Çeşitli ma­ kalelerinde bu husus görülmekte olup, biz sadece Kadro'­ nun kapanması dolayısıyla, adı geçen derginin son sayısın­ da yazdığı, aCihan içinde Türkiye» başlıklı yazısını örnek olarak göstermek istiyoruz. Yazar, bu veda makalesinde, 1 934 ler dünyasını inceliyor ve dünya üzerinde mevcut iki türlü tezadın (kapitalist ülkelerdeki sınıf tezadı ve metro­ pollerle sömürgeler arasındaki tezat), Cihan Harbinden (Birinci) sonra ortadan kaldınlmağa başlandığını söylüyor. Ona göre, «bugün birinci tezadın hallini Sovyet Rusya, ikincininkini kurtuluşçu Türkiye üzerlerine almış bulun­ maktadır.» Bu kurtuluşlardan sonra ise, «Alman ve İtalyan faşizmleri de pek kısa bir zaman zarfında, Liberal kapi ta­ lizmin bütün bir yüzyıl içinde biriktirdiği kıymet hüküm­ lerini aşındırmışlar ve faşizmin en tahripkar, en doğmatik nev'ini temsil eylemişlerdir.» Burhan Belge, bu açıklama­ larından sonra, kapitalist emperyalizm hakkındaki Lenin'in ünlü tezini, kendi üslup ve ifadesiyle, kapitalist ülkelerin (10) İsmail Hüsrev, cMilli Kurtuluş Devletçiliği.•, Kadro, sayı: 18 ve 19, Haziran - Temmuz 1933, sf. 27 ve 23 - 31. (11)

Dr. Vedat Nedim, cDevletin Yapıcılık ve İdareciUk kud­ retine inanmak gerektir>, Kadro, sayı : 15, Mart 1933, sf. 14.


309

KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

sınıf meselelerine şu şekilde bağlar: « Kapitalizmin ileri saf­ hasına varmış olan memleketlerde, sınıf tezadı, eğer ihti­ lalci patlaklar vermemiş ise, şimdiye kadar bu, açık pazar­ ların istismar edilmesi ve bu pazarlarda yaşıyan insanların mahkum kalabalıklar haline

sokulması

sayesinde olmuş­

tur.» Bu sömürgeler halkının mahkum hale gelişinde, fa­

1 şizm gittikçe artan bir role sahip olmaktadır ( 2) .

Kadro'nun sahibi

Yakup

Kadri'yi

(Karaosmanoğlu)

Marksist saymağa imkan olmamakla birlikte, onun da der­ gisinin yazarlarından, tarihi maddecilikte geri kalmamak için çırpındığını hayretle görüyoruz. Mesela, kültür ve rne­ deniyet'ten bahseden bir makalesinde iktisadi determiniz­ mi şöyle savunur: «Japonya'da ileri teknikli medeniyet, gü­ nün birinde, mutlaka, eski asyai kültürü boğacaktır... Onun için güzel san'atlara, felsefeye vesair fikri mahsullere (bir cemiyetin süper-strüktür'ü)

. . .. diyenlerin hakları vardır.

Bunun ne kadar doğru bir telakki olduğunu anlamak için, en yeni ve en canlı birkültür hadisesi olan Rönesans» a bak­ _ mak gerekir. Ve Yakup Kadri böyle yapıp, Rönesans hadi­ 3

sesine bakıyor ve onun kaynağında tekniği buluyor. (1 ) .

( 12)

Burhan Belge, «Cihan içinde Türkiye� . Kadro, sayı : 35 36, İlk kanun 1934 - Son kanun 1935, sf. 35 - 43. Bu sosyalist fikirlerin savunucusu, yanlış hatırlamı­ yorsak, 1946'lardan sonra Demokrat Parti'nin sözcülerin­ den, fikri öncülerinden oldu. Bu kutup değiştiriş, idea­ lizmin mi, yoksa eyyamcılık ve çıkarcılığın mı eseridir, Jcestirmek pek mümkün değil. Şevket Süreyya ve diğer Kadroeu'ların C.H.P. içinde yer alıp, onu istedikleri yöne sevketme gayretlerine benzer bir gayret, Burhan Belge'de de belki mevcut bulunuyordu. Nitekim, Sabiha Sertel ha­ tıralarında, D.P. hareketini, Marksist ihtilalin birinci mer­ halesini teşkil eden burjuva demokrasisinin başlangıcı ve müjdecisi saydıklannı ve bu yüzden desteklediklerini ya­ zar. Burhan Belge, böyle bir idealizmle mi hareket edi-


310

MİLLİ KOLTtiRtiMttz VE MESELELERİMİZ Rönesans'ı, yeni bir ilmi zihniyetin ve yeni bir ilmt me­

todun yarattığını; bunda, İslam

kaynaklarının Latinceye

çevrilmesinin, Greko-Latin kültürünün ihyasının büyük te­ siri bulunduğunu; bu yeni kültür

hadisesinin

mimarları

arasında F. Bacon, R. Bacon ve sonraları Descartes'in, en az Leonardo kadar i tibarli bir yer işgal ettiklerini, Yakup Kadri hatırlamıyor olmalıydı. Yakup Kadri, bu yazısından üç yıl önce, 8 Ağustos 1929 da Milliyet gazetesinde, «Bir Şimşek ve Bir Gökgürültüsü• başlıklı yazısında, tamamen aksi bir fikri savunuyordu. Bir gün önce (7 Ağustos 1929) Atatürk, Eskişehir'de ünlü ko­ nuşmasını yapmış ve «Türk dleminin en büyük düşmanı ko­

münistliktir. Her göründüğü yerde ezilmelidir» dem iş ti Ya­ kup Kadri, bunu alkışlıyordu (14). .

1 932 !erde tarihi maddeci görünmeğe

çalışan Yakup

Kadri, aynı tarihte «Türkçe»nin acı kaderi için yanıp yakı­ nıyordu (15). Biraz daha öncesine gidelim. 1917 Martında İsviçre'de, bir sanatoryum'da tedavi görmekte olan Yakup Kadri, bi­ tişikteki Fransız kadınlarının

konuşmalarından, Rusya'da

yordu? İster ondan, ister menfaatten ôtllrıl girmiş olsun, bu hal ülke için k ayıptır. Milyonların umutla bel bağla­ dığı bir siyasi hareketin, Vatan Cephesi Şaşkınlıklarına ık.adar sürüklenişinde, amansız bir muhalefetin tahriki ve diğer bazı sebepler yanında, D.P.'nin, liberal kapitalizm­ den sosyalizme kadar Çeşitli sistemleri tadan müşavirler kullı:: nışının rolü büyü·k olsa gerektir. (13) Yakup Kadri, Kadro, say: 1 5, 1932, sf. 25-2'7. (14) Dr. Fethi Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara, 1967, sf. 430 (Bu konuşmayı 7 Ağus­ tos 1 929 tarihli Milliyet, Cumhuriyet ve İkdam gareteleri tam metin olarak vermiş ve 9 Ağustos 1929 tarihli Akşam gazetesinde Necmeddin SAdık (Sadak ) , bu konuşmayla il­ gili bir maik3 le yazmıştır) . (15) Yakup Kadri, «Türkçe», Kadro, sayı: 9, EylQl 1932, sf. 19·22.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR bir ihtilfil olduğunu v e bir geçici hükümet

311

kurulduğunu

duymuş. Bu konuşma ona, « Kadim Yunanistan'daki Orakl'­ lann söylendikleri mağaralardan akseden sadalar imiş bi» gelmiş ve

«Kızıltan»m

arasından seyretmiş

(18) .

gi­

söküşünü, böyle bir hercümercin

Sonraki yıllarda Sovyetler Birliğine davet edilmiş olan Yakup Kadri, sözünü etmekte olduğumuz yazı dizisinde, in­ tibalarını ve duyduğu heyecanı anlatır. « Bazı Frenk muhar­ rirleri, Rusya seyahatleri

esnasında

«Gepeu»

hafiyelerile

çevrildiklerini ve bir dakika hür kalamadıklarını yazıyor­ lar» diyen Yakup Kadri'nin kanaatına göre « Sovyet idare­ si, bir hafiye teşkilatı tutmak ihtiyacında değildin>. «Marksizm - Leninizm

(1')

denilen ve yetmiş, seksen sene­

den beri tedvin edilmekte olan fikir sisteminin ne tarihin­ den, ne de felsefesinden layıkile haberdar» bulunmıyan di­ ye nitelendirdiği aydınlardan pek farklı olan yazanınız, Rus cemiyetinin inkılap havasına kendisini kaptırmıştır. O yüz­ den şikayetçidir ve küskünlüğünü şöyle dile getirir:

cRus

İnkılabı mefhumu, beynimizin içine, ateşten bir kızıl ce­ hennem damgası halinde basılı kaldı... komünist

inkılabı

hailesinin büyük, müheyyiç, beşeri ve tarihi manasını an­ lamakta güçlük çekiyoruz. Bu

kozmik

hadiseyi, garptaki li­

beral burjuvalığın dar, küçük ve hasis ruz.» (18).

ölçülerile tartıyo­

O, Rusya gerçeğini görmüş, ta derinliklerine kadar an­

Bolşeva köyü. Bu Anatol France ve Pa­ tasvir ettiği sosyalist cen-

lamıştır. İşte bu gerçeklerden bir sahne: köyü görünce, gençliğinde okuduğu

ul Adam ( 16 ) ( 17) ( 18)

gibi sosyalist yazarların

Yakup Kadri. «Ankara, Moskova, Roma», Kadro, sayı :. 7, Temmuz 1932, sf. 32, 35. Yakup Kadri, Kadro, sayı : 9, sf. 38. Kadro, sayı : 9, sf. 35 36. -


MİLLİ KÜLTÜR.tl'MOZ VE MESELELERİMİZ

312

net (!)

gözünde birden canlanıp, gerçek oluvermiş. Şöyle di­

yor: · «Mustafa, türlü cürümler işleyen bir serseriler gru­ punun başı idi. Hayır sahbi, inkılapçı bir delikan­ lı, bir 'gepeu' memuru, bunları topladı. Etrafı ko­ rularla çevrilfuiş bir kır manastırına kapadı, ora­ da, hepsini terbiye ve inzibat altına alıp çalıştırma­ ğa başladı, ve az zaman içinde orasını bir küçük - sınaat merkezi haline soktu. İşte Bolşeva köyünün tarihçesi de aşağı yukarı budur.»

(19)

Yoksa üstadın hayranlıkla bahsettiği bu köy, bir

lama kampı, Soljenitsin'in Gulag Takım Adaları

top­

Adını ver­

diği yirminci yüzyıl esirlerinin çalışma ve mahkfuniyet yer­ lerinden

biri

miydi?

Yanılmak,

yanlış

anlamak

pekala

mümkündür. Çünkü üstad Yakup Kadri, kaç gecedir içki­ yi fazla kaçırıyordu. İki gece önce,

bir suvarede

«Kremlin sarayındaki

biraz fazla kaçırmış olan genç bir romancı »

ile, geç saatlere kadar tatlı tatlı sohbet etmişti. Dün gece ise,

alz.vestiya gazetesinin danslı ve çalgılı bir supesinde.. .

(masasında) bulunan genç kadınlar kendilerini dansa davet (edeceği) dakikayı (gözlerinden) keşfe çalışıyorlardı » cRes­ mi şahsiyetlerden birinin hanımı ile (yanyanadır). Genç ka· dm gülüyor, söylüyor, içiyor. Tıpkı Tolstoi'nin, Anna Ka­ ranin'deki salon kadınlarından

biri gibi. Çetrefil ve tatlı

(Fransızca) şivesile», üstad Fransızca konuşmağa bayıldığını söylüyor; Yeni çıkan

rumba

dansından bahsediliyor. Yirmi

yaşında bile olmayan bu dilberle uzun uzun konuşup, dans ediyor. Bolşeva köyü'ne mahmur gelmiştir; huriler aleminden gelmiştir. Başı yarı dumanlıdır. Onun için şunları mırılda-

( 19)

Yakup Kadri'nin aynı yazı dizisi, Kadro, sayı

:

13, sf. 39.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

313

nıyor: a: Deri ceketli kadınlardan, çarıklı kolhos işçilerinden mürekkep seyirci kalabalığı» « tiyatro gişelerinin önünde, tıpkı iaşe kooperatiflerinin önündeki gibi saatlarca» bekli­ yor. Hepsi mutludur; yüzleri güleçtir. Fakat aksiliğe bakın ki, a:Engin köylü tabakaları hala mülkiyet ve kazanç hak­ larına ba�ı müstakil bir sınıf halinde yaşamaktadır» (20) . İşte Kadro'cuların dünya görüşü budur. Gerçek Mark­ sistlerle daldan dala seken hercailerin bir araya gelmesi ile, KADRO'da bir inkılap ideolojisi, bir dünya görüşü işlenme­ ğe çalışılmıştır. 2

-

Türk istiklal Harbi ve Milli Kurtuluş Savaşları.

Çoğu gerçekten Marksist olan, tarihi maddeci olan Kadro yazarları, çeşitli sebeplerden ötürü, Marksizmden Leninizme geçmek zorunda kaldılar. Bunu da, «Milli kur­ tuluş savaşları» savunuculuğu içinde gizlediler. Bir kere Marx ve Engels, gelişmiş sanayii ülkelerinde­ ki, kapitalist cemiyet yapısını incelemiş; orada sefaleti ar­ tan bir proletarya sınıfının, sınıf kavgasını kızıştırarak, bir sosyalist ihtilale gideceğini söylemişlerdi. Bu kehanetlerin hiçbiri gerçekleşmemişti. Daha sonra, Rosa Luxemburg ve Hilferding, Emperyalizm « teorileri ile, azgelişmiş ve sömür­ ge d urumundaki ülkeleri de inceleme sahasına almışlardı. Lenin, bu teorilerden faydalanarak, Rusya'da, Asya ve Afri­ ka'nın diğer ülkelerinde, köylü kitlelerini, halk yığınlarını sevketmenin usullerini göstermiş, yeni bir «emperyalizm teorisi» ortaya atmıştı. Artık dünya üzerinde iki türlü te­ zat ve çatışma vardı : kapitalist ülkelerde, proletarya ile burjuvazi arasında; sömürge ve yarı sömürge durumundaki feodal yapılı cemiyetlerle, kapitalist sanayi ülkeleri arasında. (20)

Yaıkup Kadri, Kadro, sayı : 10, 13, sf. 40 - 41 ve 39 41. -


MİLLi KULTOROMO'z VE MESELELERİMİZ

314

Sovyetler Birliği, milliyetler meselesine büyük ehemmi­ yet vererek, çatışmanın bu ikinci türlüsünü ustalıkla kul­ lanmayı becerdi.

1919 da Lenin'in

III. Enternasyonal

Moskova da kurduğu,

(Komintern) kongreleri bu konu ile ilgi­

li hesaplı kararlar aldı ve Türkiye'nin kapitalist Avrupa ül­ kelerine karşı verdiği ölüm kalım savaşından, faydalanma­ nın yollarını aradı. Bu yüzden kadrocu'lar, bu ustaca yakın­ laşmayı,

kendi doktrinleri hesabına kullanma yoluna git­

tiler. Sebeplerden ikincisi,

Şevket Süreyya

dat Nedim (Tör), Moskova tahsili dönüşü, münist Partisine girmişlerdi. Hatta Şevket

Ve­ Türkiye Gizli Ko­

(Aydemir) ve

Süreyya, Merkez

komitesinde çok yüksek bir vazife almıştı. Bu partiyi yılında

Mustafa Suphi

kurmuştu.

Şevket

Süreyya,

1920

Vedat

Nedim, Dr. Şefik Hüsnü (Değmer), Sadrettin Celal (Antel) birlikte ladılar.

Aydınlık'ı çıkardılar ve komünist broşürler yayın­ Şevket Süreyya aynca aOrak-Çekiç• gazetesini çı­

kardı. Bu gazete çıktığı yıl olan

1925 te kapatıldı ve sahibi

Şevket Süreyya, istiklal Mahkem esi nde '

oldu

(21).

on yıla mahkum

1 932 de Atatürk'ün karşı­ sınıf kavgası'nd.an söz et­ mek akıl kan olur muydu? Ü stelik Atatürk, a.Sınıfsız, imti­ yazsız, kaynaşmış bir milletiz• diyor ve komünizme düş­ man olduğunu ilan ediyordu. Yapılacak şey, Lenin'in dilin­ Bu acı tecrübelerden sonra,

sına çıkıp,

kadro

sayfalarında,

deki milli kurtuluş Savaşlarını, Türk İ stiklal Harbi ile bağ­ daştırınaktı. Onlar da bunu yaptı. Milli Kurtuluş Savaşla­ rının heyecanlı savunucusu oldular. Bu yüzden Dr.

Nedim (Tör),

Vedat

a kapitalizmin talihini sınıf farklılığına bağh­

yan ve m illet farklılığını ikinci plana atan Marxizm, artık

{21)

Dr. Fethi Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Kom1Uılst Faaliyetler, sf. 381 - 399 (ve diğer sayfalarda çok zengin bilgi mevcutturJ .


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

315

değil yalnız millet farklılığından doğan milli kurtuluş ha­ reketlerinin, hatta kapitalist memleketferdeki sınıf farklı­ lığından doğan sınıf mücadelelerinin bile izahına kafi gel­ memektedir» {22) diyerek, Leninizme geçildiğini açıklıyor­ du.

Şevket Süreyya bu konuda çok ateşlidir. Bir kitap çı­ karmış, birçok makale yazmıştır. Diy<?r ki: «Milli mücade­ le, bir cephe harbi şekline istihale etmiş bir milli kurtuluş ihtilfilidir (müstemlekeciliğe karşı). {23) Şevket Süreyya, · ıs­ rarla ve heyecanla ayni konuyu işliyor: «Sömürgeciliği bir medenileştirme işi olarak alan batılı görüşten, bugünkü dünyanın en yaygın çelişmesi olan sömürgecilik nizamının doğru izahını beklemek elbette ki doğru değildir ... Sosyaliz­ me gelince; sosyalist önderler arasında ve sosyalizm edebi­ yatında bu konu, ya 'hukuku kayıtlanmış milletlerin hak davası' yahut 'milli meseleler' olarak zaman zaman ele alın­ mıştır. Fakat bu davanın gerek konusu, gerek zamanla de­ ğiş.melere uğrayan izah tarzı, daima hem eksik hem yanlış bir görünüş içinde kaldı», diyerek, Marx'm bu konudaki ek­ sikliklerine işaret eder. Bu işi komüntern başaracaktır. Fa­ kat o da, aldığı kararlarla kendilerini müşkül durumda bı­ rakmıştır. Bu yüzden, u/I/. Enternasyonal da hata yolunda» diyerek, güç telifler, sentezler karşısında bulunduklarını ima eder (24). Şevket Süreyya'nın III. Enternasyonal'e hem bel bağ- . layıp, hem onun hata ·yolunda olduğunu söylemesi şundan (22)

Vedat Nedim (Tör) , cMilli Kurtuluş Hareketleri ve Buh­ ram, Kadro, sayı 18, Haziran 1983, sf. 18. Ne gariptir ki, bu zat, yıllarca ülkemizde en büyük kapitalist işletmeler­ de, büyük vazifeler alacaktır. (23) Şevket Süreyya, Kadro, sayı : 8, Ağustos 1982, sf. 3. (24 ) Şevket Süreyya Aydemir, İn'kılap ve Kadro, İstanbul, 1968 Ol. Baskı) , sf. 115 - 130. Ondan sonraki sayfalarda da, Türk İstiklal Harbi'ni yorumlar.


316

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

ötürüdür: 111. Enternasyonal (Komüntern) 1 920 deki ikinci kongresinde, milli kurtuluş savaşları ve milliyetler mesele­ sini ele almıştı. Alınan karar şöyle oldu: sömürge ve -yarı sömürge halinde olan ülkelerin, emperyalist Batı sanayi ülkelerine karşı açtıkları milli kurtuluş savaşlarında, onla­ rı yalnız bırakmamalı, silah ve para yardımında bulunma­ lıdır. Ancak, bu yardımı yaparken, savaşların siyasi ve mil­ li rengini, sosyalist bir renge büründürmeli; köy ve kent­ lerde din, mezhep, sınıf kavgası yaratmalı; feodal artıkları silmeli ve en mühimi, milli liderler yerine, sosyalist lider­ ler getirmelidir. işte Şevket Süreyya'yı zor durumda bıra­ kan bu karardır. Bu karar gereğince Türkiye'ye Rusya'dan yardım gelir­ ken, Rusya'nın Mustafa Kemal'in yerini alması için en gü­ vendiği adam olan Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı da gönderil­ di. Bunlar, Türkiyedeki gizli komünist teşkilatlan ile bir­ leşip, harekete geçmeğe fırsat bulamadan, Trabzon'da öldü­ rüldüler. Bu sıralarda, Komüntern Kongresine katılan Türkiye temsilcisi, «Mustafa Kemal'le işbirliği yapacağız» derken, Dr. Şefik Hüsnü {Değmer), bu işbirliğinin ne türlü olacağı­ nı T.B.M.M. ne çektiği tebrik telgrafında açıklıyordu. Şefik Hüsnü, «Türkiye İşçi Ordusu», « Köylü Ordusu» deyimleri­ ni kullanıyor, ve milli Mücadelenin «bütün cihan proletar­ yasının müzaharetiyle» kazanılmış olduğunu iddia ediyor­ du. Fakat ona göre, bu hakiki bir kurtuluş değildi. Hakiki kurtuluş kollektivizm'de idi. Bunu da şöyle açıklıyordu: . «yakin bir atide işçi ve çiftçilerimizi hakiki kurtuluşa maz­ har edecek yegane çare olan müşterek istihsal ve mülkiye­ te müstenid içtimai inkılabın husul bulacağını kaviyyen ümit ettiğimizi arz (ederiz) » (25). (25)

Tevetoğlu, aynı eser, sf. 265, 103.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

317

Aynı tarihlerde Bakıl Kongresinde Zinovyev de, Türki­ ye'dek.i milli kurtuluş savaşının, yakında sosyalist bir renge bürüneceğini söylüyor ve Şefik Hüsnü gibi, hakiki kurtu­ luşun ( ! ) o zaman olacağını . müjdeliyordu. 1960 lardan son­ ra Türkiye'de «ikinci Kurtuluş Savaş ı »ndan, «alt-yapı dev­ rimleri»nden bahsedenler, Komüntern'de alınan kararlan, başka ifadelerle açıklamaktan başka birşey yapmış olmu­ yorlardı.

1927 yılında ustaca bir taktikle Türk Milli Mücadelesini kendi davası hesabına kullanmağa çalışan Şevket Süreyya ile, III. Enternasyonel'in (Komüntern'in) kararlannı aynen ve açıkça uygulamağa çalışan Şefik Hüsnü Değmer'in arası açıldı. Bu konuda Mete Tuncay, Şevket Süreyyanın dava adamı olduğunu, br. Şefik Hüsnü Değmer'in ise Komün­ tern emrine uyarak işleri berbat ettiğini şöyle anlatır: «kad­ rocular hakkında dillere dolanan 'dönüş' hikayesi pek doğ­ ru değildir. Asıl görüş değiştiren parti olmuştur... Cumhu­ riyetin ilk yıllarında TKP, Komüntern'in en çok ulusal bir­ lik gösteren seksiyonudur. Bunun sevabı ya da günahı ge­ niş ölçüde Şevket Süreyya Bey'indir ... TKP içinde, Komün­ tcrn'in isteklerine uygun hareket ederek, onu ve arkadaş­ larını alteden, Dr. Şefik Hüsnü Değmer olmuştur.» (26)

Şevket Süreyya, Milli Kurtuluş Savaşlarının havarisi olarak, onlan tefsire tabi tutarken, son yıllarda çıkardığı Enver Paşa hakkındaki kitabında, bambaşka bir yol tut­ muştur. Önceleri Asya'nın ve Afrika'nın bütün mazlum halk­ larının kurtuluşunu yürekten arzuladığını söyleyen yazar, Orta Asya Türkleri'nin, Sovyet Kızıl Ordusuna karşı yaptıc::;6 )

Dr. Korkmaz Alemdar, «Basında Kadro Dergisi...1>, Kadro (tıpkıbasım > . c. 1, sayı : 1, sf. 37. (Mete Tuncay, Milliyet Sanat Dergisi, 2 Nisı.m 1976, sf. 3'e atıf ) . Bu y a zıda Yakup Kadri'nin .«bireyci» (!erdiyetçi) likten. «toplumculuğa» (sos­ yalizme) kadar m:ir değiştirdiği belirtiliyor (sf . 37) .


318

Mİ LLİ KOLTORttMt.l'Z VE MESELELERİMİZ

ğı savaşa karşı, nedense pek soğuk davranmıştır. Enver Pa­ şa'nın Türkistan'da, Basmacılar'ın (milli çetelerin) başına geçerek yaptığı savaşlara ait bölüm, hemen hemen tama­ men Rus kaynaklarına ve Rus tarih tezine dayanmaktadır. Bütün dünyada Türk Tarihi üzerinde otorite sayılan ve En­ ver Paşa'yla uzun uzun görüşmüş olan Prof. Zeki Velidi To­ gan'ın «Türkistan Tarihi»nden, ııı Hatıralar»ından hiç fayda­ lanmamıştır. Bir yerde Zeki Velidi'ye, Enver Paşa'nın ka­ rarsızlığı ile ilgili bir atıf yapmıştır ki, ne eser, belli, ne yer, ne tarih, ne sayfa. Dr. Baymirza Hayit'in 1975 de basılan «Türkistan» isimli eserine hiç müracaat etmemiştir. Buha­ ra'nın son cumhurbaşkanı Osman Hoca (Kocaoğlu) İstan­ bulda öldü. Onunla burada görüştüğünü söylediği halde, Türkistan'daki Milli Mücadeleye dair ondan hiç birşey ak­ tarmamıştır. Şevket Süreyya'ya göre, Ruslara karşı Milli Kurtuluş Savaşı veren Türkistan, • kendini Türk bile saymı­ yordu». Ona göre, böyle bir Ülkede •Milli Kurtuluş Hareke­ ti» başlıca iki yönde yürümeliydi:

1 - Çarlık idaresine ve onun kalıntılarına karşı mü­ cadele, 2 - Feodal ve klerikal düzene ve onun kalıntıları­ na karşı mücadele. Bunlar haklı ve desteklenmeğe layık Milli Kurtuluş Sa­ vaşları idi. Fakat eğer bu savaş, Sovyetler Birliğine karşı yönelmişse, ezilmeğe layıktı. Bu tez; açıkça belirtilmemek­ le beraber, dikkatli gözlerden kaçmıyor. Hatırımızda kaldı­ ğına göre, ya Buharin, ya da Troçki bunu açık açık söyle­ miştir. Şevket Süreyya, M. Irkayev'in, uTacikistan'da Vatan­ daşlık Harpleri» isimli Rusça eserine dayanarak Basmacı hareketini, « Enver Paşa• kitabında açıklıyor. Diyorki; uSovyet resmi kaynaklarının açıkladığı rakamlara• dayana­ rak «mümkün oları titizlikle derleyebildiğime göre, bu Bas-


319

KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

macılar sayısı, çoğu ancak Baysun önünde toplanabilmek üzere, 4.000

-

6.000 i aşmamıştır.• (2'7)

Aslında Enver Paşa idaresindeki Basmacı hareketi, böy­ le küçümsenecek bir hareket değildi. Muntazam birlikler olmamakla beraber, İstiklal hareketleri, çete savaşları şek­ linde bütün Türkistana yayılıyordu.

Şevket Süreyya tena­

kuzu kendi kalemiyle ortaya koyuyor. Sayılan altı bine var­ mayan ve

«sergerdeler•

diye nefretle söz ettiği insanlar için,

Sovyetler Birliği acaba neden bu kadar telaşa düşmüştü? Şevket Süreyya'yı okurnağa devam edelim: « Enver Paşa ve Basmacılık hareketi ve bu hareketleri tasfiye politbüro'da verildi.• c Politbüro,

kararlan da

1 Mart 1922 de, Doğu Bu­

hara'da Askeri Birliklerle vesaitin takviyesi için şu karar­

lan aldı: a - Başkumandanlık Doğu Buhara'da özel Tümen­ ler teşkil edecektir, b -;- Buhara Parti Teşkilatı, askeri bir­ liklerle işbirliği için gerekli tedbirleri alacak ve istenilen malzeme ve iaşe ihtiyacını hazır bulunduracaktır.. . » büro,

Polit­

13 Martta yeniden toplanıp « Basmacılık harekatının

kesin ve nihai tasfiyesi hususunda yeni direktifler verdi».

Kamenev

başkumandan olarak gönderildi.

20 nisanda yeni

toplantı yapıldı ve o sırada Tifliste bulunan Stalin'in yakı­ nı Orjenikidze, «isyanı» incelemek üzere Türk.istana gönde­ rildi

(28) .

Şevket Süreyya Aydemir, l\4akedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa, c. ill, İstanbul, 1978, sf. 592 594, 629 630. (28) Şevket Süreyya, aynı �r. sf. 626 628. Yakup Kadri'nin «Enver adlı nimert» deyişine dair şu makaleye bk. Yz.b. Sipahi Çataltepe, cRusya'da Müslümanların Türkistan Ha­ reketlerb, Doğu Türkistan, yıl 2, sayı 10, 1981, sf. 14 .. Enver Paşa•nın şehit olması ile, mukavemet sadece çe­ tecilerin hareketine kalmıştı. Muntazam milli kuvvetler mevcut olmayıp, dış yardım da yoktu. Bütı1n mmet, çe­ tecilerle birlikte, Rus'lara karşı çarpışıyordu. 193l'de İb­ rahim Bey kumandasında büyük bir ayaklanma oldu 1935'de, dağlarda Rus birlikleri imha edildi. 1937'de Ka(27)

·

·

·

.


320

MİLLİ KÜLTÜR ÜMÜZ VE MF.SELELERİM.İZ

Görülüyor ki yangın çok büyüktü. Şevket Süreyya bile bunu elinde olmadan açıklamış oluyor. Türkistan'daki bu Milli Kurtuluş Hareketleri Enver Paşanın şehit · oluşundan sonra da, gittikçe artarak devam etti. Kadro'nun çıktığı yıl­ larda da devam ediyordu. 1935 - 1937 yıllarına kadar bütün şiddetiyle devam etti (29). Bu milli Kurtuluş Hareketleri, sonunda kanlı şekilde bastırıldı. Sovyet Tarih Tezi, bunlan, Şevket Süreyya'ya benzer şekilde açıklar. Mesela, Sovyet tarihçisi Vesilevski'ye göre, bu milli hareket, aşiret reislerinin, din adamlarının,

rakurum'da Nurata dağlannda milU kuvvetler harekete geçti. Hepsi de ıkanlı şekilde bastırıldı. Bu aya:klanmalan, milli-dini isyanları, Sovyetler Mar­ xist bir görüşle izah ederler. Mesela bunlardan Sovyet ta­ rihçisi Vasilevski'ye göre bu milli hareket yüzbinlerce iş­ siz çiftçinin, aşiret relSlerinin, din adamlarının, burjuva milliyetçilerinin kışkırtması sonucu, ayaklanmasından başka birşey değildir (*) ... Cenubi Türkistan umumi va­ lisi Corc Safarov da aynı şekilde izah ediyordu : Ferga­ ne vilayetindeki kıtlık ve açlrk, 1918'de üçyüzbin kadar topraiksız köylüyQ, elllbin kadar fabrika işçisini işsiz güç­ süz bırakmıştı. «Zenginler ve Milliyetçiler milli muhta­ riyet şiannı kullanaraı'c kendilerine alet edndiler.> Ayıık­ lanmalar, iktisadi buhranın ve Özbek burjuvazisinin eseriydi. Halbuki tamamen milli ve dini bır hareketti. Fergani basmacılar, cTürkistan Türkistanlılanndır; Türk:istan'dan ecnebi boyunduruğuna defedeceğiz; fakir ahalinin en son entarisini soyan Rus ile harp> şi!!rı ile savaşıyorlardı ( ** ) . ( * ) C . Warren Hostıer, Turkism and the Soviets, Landon, 1957, aynı eser, sf. 161 - 164. ( * * ) Togan, Türkdili (Türkistan) Tarihi, aynı eser, sf. 386 - 389. ( 29) Zeki Velidi Togan, Hatıralar, İst. 1969, sf. 384 - 458; Z. V. Togan, Bugünkü Türkill ( Türkistan), lst. 1947, sf. 386, 47�:. 579; Dr. Baymirza Hayit, Türkistan, İst. 1975, sf. 275 306. •


321

KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

burjuva milliyetçilerinin kışkırtması sonucu, yüzbinlerce iş­ siz çiftçinin ayaklanmasından başka birşey değildi (30}. Ce­ nubi Türkistan umumi valisi Safarov da, 1918 deki kuraklı­ ğın yol açtığı kıtlığın, işsiz güçsüz bıraktığı binlerce başıboş insanın, muhtariyet peşinde koşan milliyetçilere alet olu­ �uyla, bu isyanların çıktığını söylüyordu (31).

Şevket Süreyya'nm «Sergerdeler»i de ayın şey değil miydi? Onların başındaki Enver Paşa da, aciz, kararsız, ma­ ceracı idi. Halbuki Zeki Velidi, Enver Paşa'nın nasıl Türk ve İslam davasına gönül vermiş bir idealist olduğunu, kah­ ramanca çarpıştığını, şartların ona zaferi bahşetmediğini çok ibretli - şekilde anlatır. Göğsünde Kur'an, elinde kılıç, yiğitçe döğüşen Enver Paşa'nın, bozguna uğrayıp, kaçmak­ ta olan bir Rus birliğinin içinden atılan bir kurşunla şehit düştüğünü yazar ve onun şu sözünü nakleder: «Muvaffak» olamazsak, hiç olmazsa cesedimi burada bırakmakla Türk­ lüğün istikbaline hizmet etmiş olurum• (32}. Büyük şehidin cenazesini onbinlerce Türkistanlı'nın kaldırdığını Toğan ve Baymirza Hayit'den öğreniyoruz. Türkistan'daki milli kurtuluş hareketlerinin başarısızlı­ ğında, Kızıl Ordu'nun güçlü, modern tümenleri karşısında, çetelerin (Basmacı'ların) çarpışması ve bunlara Amerika ve İngilte!e'den hiç yardım edilmemiş olması büyük rol oyna­ mıştır. Bundan başka, Türkistan Türk'lerinin aşırı kabile şuuru ve cedit ve kadimi diye birbirlerinden kopuk hale gelişleri, milli birliklerinin zayıflamasına sebep olmuştu. Ziya Gökalp, 1918 yılında Yeni Mecmua'da «Türkistan Türk­ leri Ne yapmalıdır?» başlığı altında bir makale yazarak, Türkistan Türklerini uyarmış, milli şuuru canlandırmaları( 30)

(31) ( 32 )

C. W. Hostler, Turkism and the Soviets, London, 1957, sf. 161 - 164. To,�r n, Bugünkü Türkili (Türkist?n) Tarihi, sf. 388 389. Tog : n, Hs.tıralar, sf. -'.:56 - 453. -


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

322

nı istemişti. Enver Paşa'nın Lakay İbrahim'in elinde bir ay yan esir tutulması, Gökalp'in ne kadar haklı olduğunu gös­ terir. İleri teknikli büyük sömürgeci ülkelere karşı, milli kur­ tuluş savaşlarının, mazlum halkların hakkı olduğunu dur­ madan savunan Şevket Süreyya nedense, Sovyetler Birliği­ ne karşı yapılan milli mücadeleyi hiç sevememiştir. Kısaca aktardığımız yorumlarından sonra, Türkistan'da hiçbir fa­ cia cereyan etmemiş gibi davranıyor ve sömürgeci Rus'lann Türkistan'a yerleşmelerini «liberal kapitalist emperyalist bir sömürgeci» nin gönül rahatlığı içinde şu ibret verici sa­ tırlarla açıklıyor: uHülasa Orta Asya'da evvela Rus unsuru, sonra da esas kadrosunu Ruslardan derleyen Bolşevik teşkilatı, ülkenin bünye ve mukadderatında bir nevi yerli güç şeklinde kök­ leşmiş bulunuyordu. Softaların ve mürtecilerin ise Ruslar'la pek de alış�erişleri yok gibi göıiinüyordu.» Bolşevik Rus­ lar, herşeyi kökünden değiştirip, ülkeye iyice sahip olma kararını -verdiler. Gene Süreyya'yı dinleyelim.» «bu karar­ la Buhara'daki Mahalli Hükümet artık fiilen aksiyon dışı kalıyordu. Ve Buhara bir Şuralar Cumhuriyeti haline gel­ di------- --- -- Buhara· Sovyet Cumhuriyeti (oldu) » (33). Kadro'cuların Milli Kurtuluşçuluklarının özü budur. 3

-

Atatürk lnkıldpları ve Kadrocular.

Kadrocular, Atatürk inkılaplarını da kendi ideolojileri nam ve hesabına yorumlamak ve kullanmak istediler. istik­ ıaı Harbi kazanılmış, onların deyimiyle «emperyalist Avru(33)

Şevket Süreyya, Enver Paşa, sf. 605, 606, 628. Şevket Sü­ reyya'nın TKP'den ve Aydınhk'tan arkadaşı olan Nazım Hikmet de uArpaçayı'nın İki Yanı» isimli şiirinde, Türki­ yenin de yakında cŞOralar lttihaduun (Sovyetler Birliği'­ nin) yeni bir Cumhuriyefü olacağını iddia ediyordu.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

323

pa'ya karşı anti-emperyalist bir harple» . zafer elde edilmiş­ ti. Milli bir deylet kurulmuş, istiklale kavuşulmuş, modern çağın gerektirdiği ve Türk milletini çağdaş milletler seviye­ sine . çıkarıcı inkılaplar yapılmıştı. Fakat bunlar kadrocu­ lar için başlangıçtı. «İnkılap bitmemişti. ..... devam ediyor­ du». Ve bu inkılap «İnkılabı duyan ve yürüten azlık fakat şuurlu bir avangardın, azlık fakat ileri bir KADRO'nun ira­ desinde temsil» olunuyordu (34). Kadro ilk sayısına yazılan bu takdim yazısı Şevket Sü­ reyya'ya aittir ve «şuurlu ve öncü Kadro'larına olan inancı ve iradeciliği» haykırmaktadır. Daha önce dokunduğumuz gibi, Marksizm'deki ikilik, tezatlı yorumlar, Şevket Sürey­ ya ve arkadaşlarının birçok yazılarında vardır. Şimdi, « in­ kılap heyecanı ve irade sarhoşu» olan bu zatın, birdenbire hürriyet aleminin ümit verici, iyimser ufkundan iktisadi de­ terminizmin, çelikten mamul diyalektik kanunlarının aman­ sız pençesine düştüğünü görüyoruz. Bakınız ne diyor: «Türk Milli kurtuluş hareketinde devletçilik, bu hare­ ketin doğrudan doğruya maddi bünyesinden ve tarihi kanu­ niyetlerinden gelen bir şeydir. Yani doğrudan doğruya mad­ di şartların ve zaruretlerin emri ve ifadesi olan bir tabii kanundur. Bizim irademiz haricinde, hatta belki de bizim irademize rağmen teşekkül eden objektif bir fikir ve mad­ de hareketinin ta kendisidir» (36). Bizim «İrademize rağmen» varlığını gösteren bu objek­ tif hareket, diyalektik kanun, tarihi maddeciliğin ilmi ile herşeyi açıklamağa kadirdi. Gene, iradeciliği bir yana atıp, kanun'a teslim olan Şevket Süreyya'yı dinleyelim ; «Mesela, ilkel bir Hindu kabilesindeki sosyal şekil de(34) (35)

Kaılro, s�y ı : 1, sf. 3.

Şevket Süreyya, «Programlı Devletçillk�. Kadro, sayı 34,

T. evvel, 1934, sf. 8.


324

MİLLİ KÜLTÜRÜMUZ

VE MESELELERİMİZ

ğişmelerinden tutunuz da, Roma'nın yıkılış sebeblerine, Rö­ nesans'a, Fransız ihtilaline harp sonu devrinin milli kur­ tuluş hareketlerine kadar her toplumsal olayı, tarihi mater­ yalizm açısından incelemek, değerlendirmek mümkün­ dür» (38). Herşeyi açıklayabilen tarihi maddecilik, daha önce de dediğimiz gibi, alt-yapı'nın (üretim güçlerinin, üst-yapıyı tayin ettiğini söyler. İkisi arasında bir zıtlaşma ve düşman­ lık başlayınca, yeni bir sentez doğar. Cemiyet düzeni deği­ şir. Marx ve Engels'in «Alman İdeoloj isi» isimli eserlerin­ de, bu konuda verdikleri, misali, Şevket Süreyya, kendi ifa­ desiyle şöyle verir : «El değirmeni seviyesinde bir tekniğin, genel olarak esaret nizamı seviyesinde bir ilkçağ toplumu­ nu, buhar değirmeninin de XIX. yüzyıldaki Batı Avrupa toplumunu verişi gibi» (37) . O yüzdendir ki, her çağ, kendi­ sinden sonraki çağa, «rejimini değil, tekniğini aktarır» ( ).

«Tarihin amansız kanunlarının» kerametine

emin bu­

lunarak, tarihi maddecilerin, gönül huzuru içinde cemiyet­ lerin kendiliğinden gelişmesini bekliyecek kadar mütevek­ kil olmadıklarını da biliyoruz. Bu noktada tekrar iradeci­ liğe dönerler ve «inkılô.p heyecanı» ile kükrerler: Türk «İnkılabını yalnız İstiklal Savaşından ve nihayet yeni bir devlet kurmaktan, yeni Cumhuriyet nizamından ibaret olduğu görüşü, bu inkılabı yapan, yahut ona karışan­ ların çoğunda da hakim olmuştur. Hatta, Millet Meclisi de 1924 Teşkilatı Esasiye (Anayasa) kanunu bu ruh hali içinde çıkarmıştır denilebilir. Çünkü bu Anayasa, Cumhuriyeti ve dolayısiyle Milli Hakimiyeti getirmekle beraber, aslında klasik-liberal bir anayasaydı» (:1°) . (36) (37) (38)

Şevket Süreyya, İnkı14p ve Kadro (ikinci basım ) , sf. 47. Aynı eser, sf. 34. Ş. SO.reyya, cYeni Devletin İktisadi Fon'.tsiyonlan>, Kad­ ro, �ayı : 29, Mayıs, 1934, sf. 7.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

325

Ne yapıp yapmalı, «şuurlu ve iradeli bir avangard (ön­ cü) kadro'nun öncülüğünde», inkılabı köklü ve devamlı kıl­ malı idi. Bunun için inkılabın ideolojisini hazırlamalı, «İn­ kılapçı nesiller» yetiştirmeli cemiyette köklü değişiklikler için sanattan bile faydalanmalıydı. «Sanat sanat içindir» hükmü, « formalist mantığın şaheser cinayetlerinden biri» idi. Sanatı, cemiyetin ve inkılabın emrine vermek lazımdı. «Çünkü hiç bir telkin, sanatkannki kadar kuvvetli » olamaz­ dı. Bu sebepten ötürü, sanatkarı, «inkılabın akidesine» yar­ dımcı eylemeliydi (40).

Bu iradeciliğin büyük işler başarması gerekti. Yapılan inkılaplar hep «Üst-yapı inkılapları» idi. Cemiyette köklü değişikliklere, alt yapı inkılaplarına yönelmeliydi. Bunun için Atatürk inkıltipları..na, C.H.P. programındaki altı pren­ sipten biri olan «Devletçiliğin» yeni bir yorumunu ekleme­ liydi. Bu yorum «iktisadi devletçilik» idi. Bu yapıldığı taktirde, yeni bir «Milli Kurtuluş Devleti» doğacaktı. Avrupa devletleri ise, sınıf menfaatlerini kolla­ yan, sömürgelerin «fazla kıymetlerini (artık değer) » Avru­ pa'ya aktaran, çok partili burjuva usullerine sahip, «huku­ ki-siyasi bir müessese, ... Süper-stürüktürel bir teşekkül­ dür.» Milli Kurtuluş Devleti ise, anti-emperyalist bir harp ile

siyasi istikltilini kazanır. İkinci mücadelesi ile, iktisadi is­ tiklalini kazanır. Böylece, Avrupa'daki üst-yapı müessesesi olan devletin iki zaafından (emperyalizm ve . sınıf kasgası) kurtulan «yeni devletin iktisadi mekanizması, hukuki-siya­ si bünyesine adeta bir iskelet olmaktadır.» Hukuki-siyasi (39) (40)

Ş. Süreyya, İnkılap ve Kadro, sf. 15 ( İkinci Basımın ön­

sözü ) .

Burhan Asaf, «İnkılap Sanatına Varma.le Yolları'>, Kadro, sayı : 29, Mayıs 1943, sf. 32.


326

Mİ LLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİM İ Z

bir müessese olan liberal devletten» ayrı olan bu «Milli Kurtuluş Devleti», «milletin bünyesini kül halinde tebdil edecek ... milletin bizzat bünyesini (strüktürünü) yeniden ve yeni esaslara göre» düzenleyecektir. Bu iktisadi devletçilik, « milli plan» ile çalışacaktır. Milli Plan'ın dışında ancak, «Zaruri olan geniş istihlak (tüketim) işleri ile, küçük serma­ ye hareketleri » kalacaktır. Devlet her sahaya el atacaktır. « Büyük zirai işletmelerin yaratılması» bile bu plan'a dahil­ dir (41). Bu son hüküm, köylünün elindeki toprağın alınıp, Sovyet modelindeki «Kolhoz»a benzer işletmelılrin kurul­ ması arzusunun bir ifadesi midir? Vedat Nedim de, «Türkiye'nin ziraat sahasında olduğu gibi, sanayi sahasında da ancak bir iktisadi Devletçilik sa­ yesinde, kalkınabileceğini savunuyordu (42) . Köklü inkılaplar yapıp, sessiz, sedasız, adeta İkinci En­ ternasyonel'in tavsiye ettiği ve bazı sosyal demokrat parti­ lerin yaptığındanda daha gürültüsüz yapı değişikliğine ka­ vuşma iradesi. .. Bu iradecilikle Yakup Kadri de, arkadaşlarından geri kalmak istemiyor. Diyor ki: «Moskova'daki komünizm şefi» Dünya yüzünden bütün milli istiklal davaları bizim davamızdır» derken, «Ankara'­ daki nasyonalist, Şef, düşman kelimesi yerine 'Avrupa im­ perialistleri' tabirini ikame ederken öbürü berikinin dilini konuşmuş, beriki öbürünün yerine söylemiş oluyordu.• (43) Olup bi tenler, C.I-İ .P. içinde ve basın'da büyük telaş uyandırdı. Ahmet Ağaoğlu, Hüseyin Cahit Yalçın, Prof. t. (41)

Ş. Süreyya, «Yeni Devletin İ ktisadi Fonksiyonlan•, Kad­ : 29, Mayıs 1 934, sf. 10 - 14. Dr. Vedat Nedim, «Bizde Hususi TeşebbQsün Zaferi•, Kad­ ro, sayı : 13, İkinci Kanun, 1933, sf. 16. Yakup Kadri, «Ankara, Moskova, R oma » , Kadro, sayı : 7, Temmuz 1932, sf. 35.

ro, sayı (42) (43)


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

327

Fazıl Pelin, Peyami Safa, Yunus Nadi, «inkılapçılık ve dev­ letçiliklerinin» sosyalizm oyunu olduğunu yazıp, söyledi­ ler {44). Kadro kapatıldıktan 6-7 ay sonra, Atatürk'ün emri ile İktisat Vekili Celal Bayar, İzmir Fuarının açılış nutkunda: «Türkiye'nin tatbik ettiği devletçilik sistemi, XIX. un­ cu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye has bir sis­ temdir.» « Fertlerin hususi teşebbüslerini ve şahsi faaliyet­ lerini esas tutmak» ve büyük milletin ihtiyaçlarını karşıla­ mak için, fert ve hususi teşebbüslerin yapamadığı işlere ve sahalara devletin uzanması demektir (45) . Prof. Remzi Oğuz Arık, Kadro'cuların ahulul ve nüfuz» metodlannı ele alışlarına ve C.H.P. üzerindeki tesirlerine, Halk Partisine ve Halkevlerine sızmalarına dikkati çe­ ker {46). Kadro'nun yeniden basımına önsöz yazan Dr. Ömür Sez­ gin, «aynı ideoloj i, 1960'Iarda Türkiye'de Yön hareketi ile yeniden ortaya çıkıp, Doğan Avcıoğlu tarafından sürdürül­ müş»tür diyor (47) .

Atatürk, devletçilikten ne anladığını 1 929 da şöyle açık­ lamıştı:

«Bizim takibini muvafık gördüğümüz (Mutedil Devlet­ çilik) prensibi; bütün istihsal ve tevzi vasıtalarını fertler­ den alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tan(44)

Tevetoğlu, aynı eser, sf. 443 - 465 ; Dr. K. Alemdar, Kadıo, sayı : 1, sf. 2'5 - 36. Peyami Safa, Türk İnkıHi.bına Bakışlar, İstanbul, 1938, sf. 201, Tevetoğlu, aynı eser, sf. 460 - 465. Kadro, sayı : 1, sf. 20. '

(45) < 46) (47)


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

328

zim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müs­ tenit kollektivizm yahut komünizm gibi hususi ve ferdi ik­ tisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir. » 1 936 yılında aynı şeyleri tekrarladı (x) . 4

-

Kadrocular ve Türk Kültürü.

Kadro'cular bir dogma'dan hareket eden, Türk cemiye­ tini yakından tanımayan bir aydınlar grubudur. İçlerinden İsmail Husrev, Türk Cemiyetini, derebeylik düzeni olarak görmektedir. Ona göre, üç türlü derebeylik hüküm sürmüş­ tür. Bunlardan biri «Ruhani Derebeylik»tir ki, Bektaşi tek­ keleri ile Mevlevi tekkeleri tarafından temsil edilmektedir­ ler (48). Anlaşılan Yakup Kadri de «Nur Baba» isimli muhayyel romanı bu derebeyliği (!) yıkmak için yazmış. Prof. Ömer Lütfi Barkan, Türk cemiyetinin feodal bir yapıya sahip olmadığını, Batı'da da kabul edilen, en ilmi de­ lillerle ortaya koymuştur. Köprülü'nün incelemeleri de bu­ nu gösterir. Yakup Kadri, Türk köylüsünü, Orhan Gazi zamanında Türkiye'yi dolaşan lbn Batuta kadar bile sevmemektedir. « Yaban» isimli romanında Yakup Kadri, Türk köylüsüne olan nefretini ortaya koyar. Mesela, Seferberlikte (Birinci Dünya Harbinde) oğlu şehit olan Emeti Kadın, torunu ço­ ban Hasan'la kötü talihini yenmeğe çalışmaktadır. Bir gün (*)

( 48)

Atatürkçülük (Birinci kitap) , Ankara, 1982, (Genelkur­ may Baş.kanlığı yayını) , sf. 37. İ. Hüsrev (Tak.in ) , «Türkiye'de Derebeylik>, Kadro, sayı : 7 ve 8, sr. 17 - 18 ve 199 - 20. Aynı yazar, Türk köylerinde kollektivizm bakiyeleri bulmağa çalışıyor. Kars'ta, Rus Obşina'sına 'benzer sistem varmış < ! ) <Kadro, sayı : 13, İlkkanun, 1933, sr. 17 - 21 ) .


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

329

Yunan askerleri küçük Hasan'ı işkenceyle öldürürler. Eme­ ti Kadın yıkılmıştır, sabaha kadar ağıt yakar. Yakup Kadri bunu, « Emeti Kadın küçük çobanın ölüsü (başında) uluma­ ya başladı) diye ifade ediyor. Sabahleyin sevgili torununu sırtlayıp köy meydanına götürüşünü de, yazarın kalemin­ den takip edelim: « Emeti Kadın küçük Hasan'ın ölüsünü sırtına yiiklenmiş, bin zahmetle, iki büklüm yürümeğe ça­ lışıyordu ... sırtındaki dramatik yükü ile Shakespeare'in ca­ dılarından biri gibi yere yuvarlandı» (40). Küçük çoban Ha­ san'ı işkence ile öldüren Yunanlılar, herşeyi hayranı oldu· ğu Yunan mitolojisi ile açıklayan Yakup Kadri'ye göre, ubu facianın failleri» olarak, «eski Truva'nın kahramanları gibi Çobansız kalmış sürüyü paylaşıyorlardı» (G0). Yakup Kadri, kitabının faydalandığımız baskısında, «Yaban'a yönetilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entellektüel ağzından tezyife kalkışmış olmasıdır» diyor ve Yaban'ı kaleme aldığı 1 932 !erden çok önceleri Türk köylü­ sü için yazdığı bir yazıyı, kendisini savunmak için delil diye gösteriyor. Buna «özrü kabahatından büyük» denebilir. İşte birkaç cümlesi : Şu dakikada sizi ve köylerinizi hep birbirinize karıştı­ rıyorum. Hanginiz daha az sefil idi ? Hanginiz daha merha­ mete layıktı. Bilmiyorum.... hepinize karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer birşey duyuyorum ve tekrar karşı kalbimde kine ve öfkeye benzer birşey duyuyorum. Bir caninin öl­ dürdüğü adamın cesedinden korktuğu gibi sizden korkuyo­ rum. » «SİZ o viraneler içinden göçmüş neslin cehennemden dönen hortlakları halinde bizim önümüze çıkıyor ve yahut önümüzden kaçıp gidiyordunuz. Bizden niçin kaçıyordu(49) (50)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İstanbul, 1979 (Bir· lik Yayınları, 11. Basım) , sf. 235 - 248. Yaban, sf. 229.


330

MİLLİ KÜLTüRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

nuz? Bize doğru niçin koşuyordunuz? Bizimle sizin aranız­ da müspet veya menfi bir ilgi var mıydı ki, bizden kaçmak veya bize sokulmak ihtiyacını duyuyordunuz?» (61) « Evet, aramızda bir bağ, bir ilgi var mıydı? Siz benim için yerin dibinden çıkmış müstehaseler ve biz sizin için başka bir küreden inmiş mahluklar değil miydik? Sizin al­ tında barınacak bir tek damınız, başınızı koyacak bir tek yastığınız yoktu.» «Hayatı, oralardaki yaşayışa göre anla­ yan vücudumuzun, sizi n yaptığınız kağnı arabalarına bin-

{51) Fransız mektebi ile Yunan Mitolojisi v e Rusya ve Avrupa

arasında 'kararsız kalan aydının Türk köylüsü ile ilgisi yoktur. Biz, geZilerimizde Türk köylüsünün ne kadar asil, ne kadar yüksek ruhlu, misafir canlısı olduğunu gördük. Buraya sığmayacak misaller verebiliriz. Ona acımak, on­ dan korkmak değil, onu sevmek anlamak Hi.zım. O zaman :kendi yemez, misafirine yedirir. Yirmi yıl önce Antalya'­ nın Korkuteli ilçesinin bir dağ köyiı olan Taşkesik Köyü'ne yolumuz düşmüştü. Hepsi de 70 - 75 yaşlarında olan, bir­ çok savaşlara katılmış olan, 8 10 ihtiyar köylü bizi ağır­ lamış, harp hatıralarını anlatmışlardı. Şimdi hepsi de hak­ kın rahmetine ·kavuşmuştur. Yemekten sonra hepsi de hiz­ metime koştu. Yalvarmam, rica ve niyazda bulunmam fay­ da vermedi. Ben misafirleri idim; onları seven, anlayan misafirleri. Biri ibrLk tuttu, biri leğeni, biri havlu tuttu. İbretli bir tablo idi. -

Konya'nın Bozkır - Apa arasında, bir dağ köyünde (ga. liba Tahtalı köy olacak ) vaktim olmadığı için kalamadım Fakir köylü, beni misafir edemediği için ağlamaklı ol­ muştu. Prof. Mümtaz Turhan'a bir Erzurum köylüsü, cbizim münevverimiz ( aydınımız) , kömürle işleyen lokomotife benzer» demiş ve devam etmiş : «0 kömürün bittiği yer­ de kalır; biz ise, onun bizi terkettiği yerde>. Türk aydınının hali hakkında Prof. Sabri Ülgener'in, İktisat Fakültesi Mecmualarının son sayılarında dikkat çekici makaleleri çıktı.


KADRO HAREKETİ VE KADROCULAR

331

meye artık tahammülü yoktur; nasılki, bir defacık olsun si­ zin yediğiniz ekmekten yiyemeyiz» (52) . Yakup Kadri'nin bu romancılığı, sonraki yılların sol­ cu köy romancılığını yarattı. Kadro'cuların ardından, Os­ manlı cemiyetini Feodal veya yarı-feodal yahut, da Asya Ti­ pi Üretim Tarzında (ATÜT) görenlerin türemesi gibi. Kadro'da arasıra yazan Falih Rıfkı bile, Türk köylüsü­ ne karşı daha sıcaktı (53) . Kadro'cuların Türk köyünü, Türk köylüsünü, Türk kül­ türünü ne derece tanıyıp, sevdiğine dair başka misale lüzum yoktur sanırız. Sonuç: Bir grup KADRO'cu aydın, kafalarındaki doğma'yı, «Milli Kurtuluşçuluk» «iktisadi Devletçilik» ve inkılapçılık» prensibi ve şiarı içinde gerçekleştirmeğe, hakikat kılmağa çalışıyordu. Bu iş, «Sınıf kavgasına gitmeden, Devlet ve Par­ tiden faydalanarak gerçekleştirilecekti. İnkıiabın vasıtası, Şevket Süreyya'nın deyimiyle « İhtilal» idi. Bu metod, İkin­ ci ve Üçüncü Enternasyonel'lerin tavsiyelerinin, Türkiye şartlarına uydurulmuş bir karması olsa gerekti.

(52) Yaban, sf. 22 - 25.

(53)

Türk köylüsll böyle aydınlan iyi tanır. Yirmi yıl önce, Ödemiş (İzmlr) in Bozda.ğ Yaylasındaki pazara gelen Yö­ rük'lerle onların ç adırlanna gitmek istemiştim. Karate­ kell yörüklerlnden Veli Ağa ile aramızda şu konuşma geç­ ti : «Bizim çadırda bit vardır. Neye gelecen arkadaş?:& Is­ rarım üzerine, «·kepenek veririz, dışarda yatarsın.:ıı Onu da kabul edince, «İşte fırın. Ekmeğini al da, gel». Bu son isteğe de uyacağımı görllnce, diğer Yörilklere dönüp : cAr­ kadaşlar, bu adamı götüıüp, misafir edeceğiz. Bırakmak da da içimizden geçmiyecek> dedi. Bizi misafir ettiler, can­ dan ağırladılar. Göçenlerine Tann'dan rahmet dileriz. Falih Rıfkı Atay, «Bizim Köy:ıı , Kadro, sayı : 18.


332

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELEHİMİZ

İktisadi Devletçilikle, kimsenin ruhu duymadan, radi­ kal değişiklikleri yapıvereceklerdi. Ayakkabı boyacılığı ile tamirciliği fertlere bırakacaklar, rej im henüz çok yeni ol­ muş bulunacağından «ferdi tüketim»e de dokunmayacak­ lardı. Olmadı. Atatürk müsaade etmedi. Şevket Süreyya, 1968 de İnkılap ve Kadro'nun ikinci basımına yazdığı önsözde Marx'ın ve i l i . Enternasyonal'in, « İhtilal» metoduna gelmiş gibi görünüyor. Çünkü artık ona göre, «bugünkü Türkiye, Atatürk'ün benimsediği 'imtiyaz­ sız, sınıfsız, kaynaşmış bir millet' ülküsü ve çabası yermı, oligarşik bir kapitalizm nizamı içinde kalkınmak yoluna yö­ _nelmiştir» (sf. 19-20). Radikal değişiklikleri kaynağından gerçekleştirmeğe yönelik gizli bir sınıf kavgası yerine; değişikliklere yönelik açık bir sınıf kavgası. İçlerinden bazılarının, «Özel kesim» içinde «mutlu» ve yaptıklarından pişman oldukları haber­ leri hariç, demek ki Kadro'cular 30-40 yılda oradan buraya geldiler. Fakat gene de ihtiyatı · elden bırakmayıp, «Tek Adamı> ve «İkinci Adam»la aydınların, sivil ve askeri bürok­ rasinin gönlünü kazanmayı da ihmal etmemeğe çalışıyor görünüyorlar.


-

22

-

KIRKBEŞİNCİ KURULUŞ YILINDA TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ Dev kapitalist ve komünist iktisadi ve içtimai sistem­ leri arasında, Japon mucizesinden daha manalı bir kalkın­ ma modeli göstermeğe namzet bir devlet ve onun memle­ ket şartlarına göre meydana çıkardığı karma ekonomi sis­ temi, kırkbeş yaşına bastı. Kırkbeş yıl önce kapitalizmin ve komünizmin müstemlekesi ve yarı müstemlekesi durumun­ da olan geri kalmış ve az gelişmiş ülkelere, siyasi istiklal ve hürriyetin en güzel örneğini verdik. Sosyal demokrasiden biraz daha müteessir olur, sosyal adalet prensiplerine biraz daha dikkat eder, iktisadiyatımıza milliyetçiliğimizin kanat­ larını gerer, sanayide Avrupa'lılarla boy ölçüşebilecek hale gelmeden Ortak Pazar'a girmek gibi yeni bir kapitülasyon tecrübesine cü'ret etmedf'.n. ihtilal maceralarına maruz kal­ madan üç - dört plan devresi daha atlatabilirsek, iktisadi ve mali istiklalin de en güzel örneğini vermiş olacağız. Bu hal, milli ve içtimai bünyenin sarsılmamasına bağlı�ır. Bir milli kültür siyasetiyle dil ve kültür farkları giderilir. Sün­ ni - Alevi ihtilafı Türklük ruhuyla halledilir ve milli temsil ve entegrasyona ulaşılırsa, milli bünye iktisadi kalkınma için sağlam bir esas teşkil eder. Fakir kitlelerin, işçi ve köy­ lülerin, dar gelirli vatandaşların refaha kavuşturulması, tıb­ bın sosyalleştirilmesi, bütün milleti iç'.ne alacak umumi bir sağlık sigortasının kurulması, vatandaşların hastalık, işsizlik,


334

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

yaşlılık hallerinde istikballerinden emin olmaları, içtimai bünyeyi sarsılmaz hale getirecek ve komünizm propagan­ dasını tesirsiz kılacaktır. Bu hususta nikbiniz. Yanmış ya­ kılmış bir Anadolu devralmamıza, dünyada başka misali ol­ mayan şekilde anavatanını istismar ettiren, idareci sınıfı imparatorluk kurucusu milletten olmayan (Onbeşinci asır­ dan sonra) bir imparatorluk bakiyesi devralmamıza, kapi­ talist dünyasının taarruzuna uğramamıza, komünist dünya­ sının yutmak için fırsat kollamasına rağmen, şanlı bir ma­ ziye sahip bulunan, imparatorluk ve devlet tecrübesi olan, köklü bir milli kültür içinde yuğrulmuş bir soya mensup oluşumuz ve Türkiye'mizin jeopolitik vaziyeti dolayısiylc her badireyi atlattık. Kapitalist devletler Anadolu'yu istila etmişti. Kapita­ lizme karşı çıkıp, sol bir ihtilalle komünizmi kuran Sovyet Rusya milli mücadelemize yardımda bulunuyordu (1). Önü­ müzde taze bir misfü vardı. « Papaza kızıp oruç yer», kapi­ talizme gücenip komünist olabilirdik. Hissi sebepler vardı. Yerli komünistler buna çalışıyorlardı. Fakat Mustafa Ke­ mal'in milliyetçi şahsiye ti ve onun etrafında halkalanan Türk Ocağı mensupları, daha 1917'de, Rus ihtilalinin hemen akabinde «Küçük Mecmua»sında, « Kızıl Tehlike»yc işaret etmiş bulunan Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmet, Sadri Maksu(1)

Bu yardım aslında Orta Asya Türk'lerinin yardımı idi. Buhara Cumhuriyeti'nde CUrnhurbaşkanı Osman Hoca ve Başbakan Feyzullah Hoca eliyle toplanan milyonlarca al­ tun, Türkiye milli mücadelesine yardım için Lenin'e gön­ derilmişti. Bu altunlar Moskova darph anesinde Rus sik­ kesine çevrilip, Türklye'ye sevkedilmişti. Osman Hoca Ağustos 196B'de doksan yaşında İstanbul'da Hakkın rah­ metine kavuşmuştur, Türkistan'ın istiklalini göremeden göçmüştür. Gönderilen altunlar için bk . Dr. A. N. Öktem, Osman Kocaoğlu'nun Ardından, Türk Kültürü Eylül 1968, say" 71.


33S

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ

di, Yusuf Akçura, Zeki Velidi, Hamdullah Suphi'ler ve o yılların Anadolu'suna hakim bulunan kuvayı milliye ruhu bunu önledi. Mazlum milletlere bir ışık, bir rehber olarak ayn bir yol, orta bir yol tuttuk. Rusya o yıllarda kapitalizmden mağdur olan milletle· ri komünist yapıp, hakimiyeti altına alabilmek için büyük gayretler sarfediyordu. Üçüncü Komünist Beynelmilel'inin İkinci Kongresi'nde Lenin bu hususta şöyle diyordu : · « Ge­ ri kalmış memleketlerde nüfusun kahir ekseriyeti burjuva kapitalist münasebetleri gösteren köylülerden ibaret oldu­ ğu için, herhangi bir milli hareketin sadece bir burjuva de­ mokratik hareketi olabileceği şüpheden uzaktır. Bu geri kal­ mış memleketlerde, köylü hareketi ile belirli münasebetler kurmadan ve ona yardımda bulunmadan, proleter partile­ rin komünist taktiklerini yürütebileceklerine ve bir komü­ nist politikası takip edebileceklerine inanmak ham hayal olacaktır. Ezilen memleketlerin burjuvazisi milli hareketi ..•

-

tamamiyle desteklerken, ekseriya emperyalist burjuvazi ile tam ahenk halindedir. Yani, bütün ihtilalci hareketlere ve ihtilalci sınıflara karşı onunla işbirliği eder... Bu farkı dik­ kat nazarına (alarak), «burjuva - di!mokratik » tabiri yerine, «milli - ihtilalci» terimini ikame etmenin yegane doğru dav­ ranış olacağına karar verdik. Bu değişmenin ehemmiyeti şudur : komünistler olarak biz, müstemlekelerdeki burju­ va - kurtuluş hareketlerine, sadece samimi şekilde ihtilalci oldukları ve hareketin temsilcileri köylü ve istismar edilen ki tleleri ihtilalci bir ruhla yetiştirme ve teşkilatlandırma işimize mani olmadıkları takdirde yardun etmeliyiz ve yar­ dım edeceğiz. Bu şartlar mevcut değilse, bu memleketler­ deki komünistler, İkinci Beynelmilel'in kahramanlarının da dahil bulunduğu reformcu burjuvazi ile savaşmalıdırlar. Müstemlekelerde mevcut bulunan reformcu partiler ve ba­ zı hallerde onların sözcüleri kendilerine Sosyal - Demokrat derler.» .


336

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ Bu sözler milli mücadelemizin kızıştığı bir sırada, 26

Temmuz 1 920'de söyleniyordu. Lenin, milli mücadelelerin kazanılıp, komünist ihtilale çevrilmesini istiyordu. Önce ya­ bancı kapitalist burjuvaziye karşı savaş, sonra iç sınıf kav­ gası ve yerli burjuvazi ile savaş. Bunu temin edebildikleri takdirde o memleketin milli mücadelesine yardım edecek­ lerdi. Anadolu'ya da yardım bu maksatla yapılıyordu. Lenin, komünist faaliyetlerini önleyen reformcu, sosyal demokrat­ ların hakimiyeti altına giren İkinci Beynelmilel'e çatıyor, mensupları ile İkinci Beynelmilel'in Kahramanları diye alay ediyordu. Lenin aynı konuşmasında, bu geri kalmış ve müstemleke durumundaki ülkelere, Üçüncü Beynelmilel'in Sovyet hükumetlerinin, ileri ülkeler komünist partilerinin ve prolcteryasının yapacağı yardımlarla, bu . memleketlerin, iktisadi gelişmenin kapitalist safhasından geçmeğe ihtiyaç duymaksızın, sosyalizm ve komünizme ulaşacaklarını söylü­ yor ve Marksizmi revizyona tabi tutmuş oluyordu. Bunun için ihtilalci proletarya sistematik bir propaganda yürüte­ cek, işçi ve köylüler teşkilatlandırılacaktır (2). Aynı kongre­ de geri kalmış memleketlerde toprak sahiplerine ve feoda­ liteye karşı köylü hareketlerini, ihtiialci hareketleri destek­ leme kararı alındı. Kolonilerde hemen

komünist ihtilali

yapmak ve komünist prensiplerine uygun olarak zirai me­ seleyi halletmek mümkün değildi. İlk önce kapitalizme kar­ ş ı savaş açılacak, küçük burjuva reformları, mesela toprak reformu tatbik edilecek, ilk ağa - köylü ihtilafı yaratılacak, adım adım ikinci merhaleye yaklaşılacaktı (' ) . Rusya Türk milli mücadelesine, Üçüncü Komünist Bey-

(2) V. I. Lenin, Report of The Commission On The National And Colonial Questions in On The Unity of The Interna­ tional Communist Moveınent, Progress Publishers, Moscow, 1966, pp. 2�:-4 - 9. {3) Sidney Hook, World Communi�m. Princeton, N. J., 1 962, pp. 187 . 9.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ

337

nelmilel'inin kararlan sebebiyle yardım ediyor, milli ihti­ lalin sonunda komünist ihtilaline döneceğini umuyordu. Ay­ nı yıl Bakıl'da toplanan «Şark Milliyetleri Ktirultayı»nda, Rusya'nın dört numaralı adamı Zinovyev bu hususta şun­ ları söylüyordu : «Komünistler şuna inanmışlardır ki, mil­ li uyanış safhasına gelen Türkiye'nin emekçi kitleleri, k:ı­ çınılmaz bir surette sosyal uyanışa gelip duracak, yalnız yabancı burjuvazinin değil, belki Türkiye burjuvazisinin de devrilmesini, günün meselesi haline koyacaktır... Türkiye'­ deki harp milliyetçilik parolası altında yapılmaktadır... Bu­ rada, bittabi komünizm kokusu yoktur. Bununla beraber komünistler, İngiltere ve Fransa'ya karşı olan mücadelele­ rinde Kemalistleri destekliyor ve bundan sonra da destek­ Iemeğe devam edeceklerdir.» (4). Zinovyev Türkiye hakkın­ daki Rus emellerini yukarıdaki satırlarla en açık şekilde be­ lirtmiş oluyordu. Yalnız kuvayı milliyeciler Türkiye burju­ vazisinin devrilmesini sağlayabilmiş olsalardı, solcu bir ha­ rekette değil, milli bir harekette bulunmuş olacaklardı. Zi­ ra o zamanki Türkiye burjuvazisi, kapitülasyonlann ve Av­ rupa kapitalizminin temsilcisi durumunda olan gayrimüs­ lim azınlıktı. Daha sonra Trabzon'da öldürülen Türkiye Komünistle­ rinden Mustafa Suphi o yıllarda Lenin ve Zinovyev'in fikir­ lerini aynen paylaşıyordu. Milli mücadelemiz için onun da görüşü görüşü aynıydı. Şöyle söylüyordu : «... Türkiye ve Şark memleketlerindeki kıyamlar milli müdafaa şiarı ile başlasa bile, dünyayı saran ve zulüm ile çarpıştıkça, mağ­ dur amele ve rençber sınıflarının gönüllerini fetheden in­ kılap hareketlerinin az zamanda beyneimilel vasata geçme­ si bir zarurettir (&). (4)

Dr. G. Von Stackelberg, Bakıl'dan Bandung'a kadar, DER­ Gİ No. 2. 1955, s. 4. ,(5) Dr. Fethi Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, Ankara, 1967, s. 218.


338

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE l\lESELELERThlİZ

Milli mücadele şanla, şerefle kazanıldı. Cumhuriyet ku­ ruldu. Yunan sürülerinin yakıp yıktığı dertli Anadolu'nun yaralarını sarmak için merhem aranmağa başlandı. 1924 25'te Musul meselesinden İngiliz'lerle aramız açılınca Rus'­ lara yaklaşıldı. 17 Aralık 1925'te Rus - Türk dostluk anlaş­ ması imzalandı. Bu anlaşma ideolojik tesirler getirmedi. Bi­ lakis, 1 922'de komünist propagandasını yasaklayan Rauf Orbay hükumetinin kararlarını 1925'te komünistler aleyhi­ ne alınan sert kararlar takip etti. Rusya bunları yutmağa çalışıyordu. Komintern ideologları Mustafa Kemal'in anti komünist olmasına rağmen, ilerici ve hatta ihtilalci sayıla­ b ileceğini düşünüyorlardı. Çünkü feodalizmin kalıntılannı yıkıyor, liberal zirai siyaset takip ediyor, sanayi kalkınma­ sına başlıyor, kapitalist Batı'nın tecavüzlerine mukavemet e diyordu. 1928 - 29'da Moskova Türkiye'den umduğunu bu­ lamadı ve Mustafa Kemal'den ümidini kesti. Moskova fik.i� değiştirdi. Mustafa Kemal ihtilalci bir kahramanlıktan çı­ karıldı, gerici ve müstebit olarak vasıflandınldı ve kendisi için «Faşist» denildi. 1929 yazında Sovyet basını Türk hü­ .kürnetinin faaliyetlerini ve iktisadi siyasetini sert bir dille takbih etti. Türk basım da buna çok sert cevaplar verdi. 1929 sonunda ve 1930'da tekrar münasebetler gelişti. Batı­ nın iktisadi buhran içinde bunaldığı bir sırada, Ruslar ik­ tisadi yardım teklif e ttiler. Sekiz milyon dolarlık istikraz için anlaşmaya vanldı. Bunun çoğu dokuma sanayiinin ge­ lişmesi için kullanıldı. Kemalist devletçiliğin komünizmle ilgisi yoktu. Bu dev­ letçilik sermaye terakümünün imkan dahilinde bulunma­ dığı bir ülkenin şartlarına uygun bir kalkınma modeli idi. Mustafa Kemal ve hükumet mensupları, 1 932 - 33'lerde, sos­ yalist olmadıklarını, ekonomiyi kollektifleştirmek veya dev­ let inhisarlan tesis etmek niyetinde olmadıklarını, ziraate hiç dokunmayacaklarını, sanayi ve ticaretten hususi teşeb-


TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ

339

büsü kaldırmak arzusunu taşımadıklarını açıkça beyan et­ tiler (8). Bu şuurlu bir hareket, gidecekleri yolu bilenlerin gayreti idi. Yoksa bugünün sosyalistlerinin i tham ettikleri gibi, «bu zümrenin kendine özgü bir devrimci ideolojisinin olmayışı » anlan memleket menfaatlerine aykın bir hareke­ t e götürmüş değildir. Bu zihniyette olanlar korkunç fikir­ lerini şöyle belirtiyorlar : « . Nitekim zor günlerde gerekir­ se Sosyalist Devrim saflarına katılmanın sözünü eden adamlar, pek kısa bir süre sonra, askeri zaferin sonucu, em­ peryalistlerden tavizler koparınca 1 924 İzmir İktisat Kong­ resi'nde, liberalizm yolunu, kapitalist gelişme yolunu seçe­ ceklerdir. Bu da söz konusu zümrenin kendine özgü yer­ leşmiş bir dünya görüşünün olmayışının bir başka kanıtı­ dır... Türkiye'nin meselelerini kesin olarak çözüme bağla­ .

.

yacak olan akım elbetteki ne kadar iyi niyetli olursa olsun küçük burjuva radikalizmi değildir. Sosyalist akımdır. Ama gerçek sosyalizm, emekçi sosyalizmdir» (7). Aynı görüş Si­ yasal Bilgiler Fakültesi'nin Sosyalist Fikir Kulübü tarafın­ dan da paylaşılmaktadır. Biraz hoca üslfıbu taşıyan ifade­ lerde şunlar belirtiliyor : « Yakın geçmişimizin kutsal sa­ yılan değer yargılanndan sıyrılmış bir görünümü henüz çi­ •••

zilememiştir. Bu yüzden incelememizde Mustafa Kemal ve çevresindekilerin kişiliği üzerinde durulmamış, Mustafa Kemal hareketi, sadece maddi sonuçları açısından değer­ lendirilmiştir. Anadolu'daki sıcak savaşın bitimi olan 1923'­ ten sonraki ve Türkiye'nin açıkça sömürgeleşme yoluna gir­ diği yıl olan 1 947'den önce ... Anadolu, 1 920'lerde, sosyalizmin kurulacağı, sınıf kavgasının keskin bir biçimde ortaya çık­ tığı bir bölge değildir. Görünür kavga, sadece emperyalizme (6)

(7)

Bemard Lewis, The Emergence Gf Modern Turkey, Oxford University Press Second Edition, 1968, pp. 284 - 6. Ve ay­ nca ta.kip edilen iktisadi siyaset için bk. Prot. Dr. Z. Fahri Fındık.oğlu, T,Qrkiye'de Orta Sınıf Meselesi, 1965. Türk Solu gazetesi, 15 Aralık 1967, sayı 5, Başmakale.


MİLLİ Ktiı.TÖRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

340

karşıdır. Rus halkı, iki yıl önce, yüzyıllardır iliğini kurutan Çarlık rejimini ve hakim sınıfı altetmiş, iktidara kendisi geçmiş, Bolşevik Partisi yönetiminde Sovyet sistemini kur­ muştu. Bu genç sosyalist devlet, Anadolu ihtilaline sempati ile bakıyordu. İ ki ihtialin, Batı emperyalizmine karşı tu­ tumları aynıydı. Sovyetler Birliği, Anadolu ihtilaline silah yardımı da yapmıştı. Yani Anadolu ihtilalinin sosyalist ol­ masını kolaylaştıracak bir etken ortaya çıkmıştı ... Kapita­ list sistem kendisini yıkacak bir devrime tahammül ede­ miyor, kuyruğuna basılmış köpekler gibi saldırıyordu. Ana­ dolu ihtilali de aynı tehlike ile karşı karşıyaydı. Yani genç bir sosyalist komşunun varlığına rağmen, dünyadaki orta­ mın da Anadolu ihtilalinin sosyalist olmasını hazırlayıcı bir etken olduğu söylenemez. Türkiye'de de ülke milli ihtilalci gelişme biçimi ile başlayıp, sosyalist üretim ilişkilerine ağır­ lık verdiği, yani ekonominin düzenlenmesini merkezi plan­ lama birimi,ııe bıraktığı ölçüde başarı şansı vardır. Fakat bu rejime sosyalizm diyebilmek için, bir şartın daha yerine gelmesi gerekmektedir : İ şçi - köylü sınıflarının iktidarının gerçekleşmesi...» (8). Cumhuriyetin kırkbeşinci kuruluş yılında, iktisadi ve mali kuruluş ve kalkınmanın eşiğinde, milli devletimizin üzerinde ihtimamla titremeli, onu sosyalizmin tasallutun­ dan, kapitalizmin iştahından korumalıyız.

(8) . Sosyalizm. ve TilI'kiye, FKF Siyasal Bilgiler Fakültesi Sosyalist Fikir Kulübü Yayınlan, sayı : 2, An.kara, Aralık 1967,

sf.

3 · 15.


-

23

-

ATATÜ'RK'ÜN DEVLETÇİL/Ci

Atatürk'ün iktisadi alandaki devletçilik görüşlerini ele , alacağımız bu makalemizde, böyle bir devletçilik telfilckisini besleyen tarihi ve sosyolojik fikirlere de kısa bir şekilde do­ kunmayı uygun görüyoruz. Meseleyi kuru bir iktisadi dev­ letçilik olarak görmektense, onu içinde tatbik sahası bul­ duğu cemiyet ve devletin, tarihi, sosyal, siyasi kültürel şart­ lan ile birlikte inceleyip, mütalaa etmek, bizi daha sağlam sonuçlara ulaştırabilir. Bundan ötürü konuya, Türk devlet­ çilik geleneği bahsi ile giriyoruz. 1. TÜRK DEVLETÇİLİK GELENEÖİ

Türk hakanları, Macar Türkologlarından Rasonyi'nin de belirttiği gibi (1), milleti felaketlerden kurtarıcı birer kahraman olarak, karizmatik liderlik vasıflan ile donanmış kimselerdi. Tek kişinin hakimiyetine dayanan böyle bir ik­ tidar, hakanların karizmatik şahsiyetlerine karşı milletin duymuş olduğu sevgi, saygı, itaat ve güvenden ötürü, milli bir desteğe dayanıyordu. Türk devlet geleneğinde hüküm­ darlık haklan, örf-adet hukukuna göre tesbit edilirdi. Orta­ zaman büyük Türk devletleri, İslam hukuku dışında, bir (1)

Prof. Dr. L . Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, 1971, sf. 59.


342 i·

MİLLİ K'ÜLTÖRÜMUZ VE MESELELERİMİZ

'

amme (kamu) hukukuna sahip bulunuyorlardı. Türk devlet kurucuları, geleneğe dayanan, töreye dayanan bir kanun koyma ve tedvin faaliyeti içinde bulunmuşlardır. İslam di­ nine pek içten ve sıkı bir şekilde bağlı bulundukları halde, devlet otoritesi söz konusu olduğunda, örf-adet esasların­ dan ayrılmıyorlardı. Tuğrul Beyden başlıyarak, amme huku­ ku sahasında, Selçuklu hükümdarlarının serbest bir legis­ latif faaliyet gösterdikleri anlaşılıyor. Selçuklulardan son­ ra, İslam dinine en fazla bağlı sayılan Türk hükümdarları bile bu sahada, devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuş­ lardır. Ondördüncü Asırda şeriat ahkamına bağlılığı ile ta­ nınmış olan -Türk aslından- Melik Nüzzüddin Hüseyin Kert'in Herat'ta bir çok gayri şer'i kanunlar koyduğunu ve bunların bir kısmının Onbeşinci Yüzyılın sonuna kadar de­ vam ettiğini kaynaklar gösteriyor. Harezmşahlarda bu tür­ lü bir Jurisdiction ile meşgul olan ve Celaleddin Harezm­ şah'ın ordusunda, .bir kumandanın idaresinde faaliyet gös­ teren bir Yüksek Mahkeme vardı. B u mahkeme, örf ve ade­ te ve devletin örfi kanunlarına göre hükÜmler verirdi. «Çok realist olan bu devlet kurucuları... samimi müslüman ol­ makla beraber, devletin otoritesi, yani amme menfaati mev­ zuubahs olduğu zaman .... çok eski hukuki ananelerine göre, serbest bir Legilslation faaliyeti göstererek, aşağı ortaza­ manın en büyük imparatorluklarını kurmuşlardır. » Türk'lc­ rin bu devlet kuruculuk sıfatının, atalarından gelme bir ka­ biliyet olduğu anlaşılıyor (2). Teşkilat usulleri, hakimiyet sembolleri ve törenleri ba­ kımından zengin bir karakter arzeden bu devletçilik, çok eski bir geçmişe dayanmaktadır ki, Atatürk'ün devletçiliğin­ de böyle bir geleneği aramak yanlış olmaz. Atatürk'ün kurHukuki MQ­ esseselerb, İkinci Türk Tarih Kongresi kitabı, İstanbul, 1943, st. 408 418.

(2) Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, «Ortazaman Türk -


ATATÜRK'ÜN DEVLETÇİLİÖİ

343

tancılığı ve devlet kuruculuğu, kaynağım böyle bir geçmiş­ ten almakta ve halin şartlarına uygun yeni bir tip meyda­ na getirmektedir. Tarih kitaplarını bizzat okuduğu gibi, tarih profesör­ leri ile tarih sohbetleri ve müzakereleri eden, kongreler ter­ tiplettiren ve hatta Osmanlı İmparatorluğunun son devide­ rinin canlı tarihi hadiseleri içinden gelmiş bulunan Atatürk'­ ün, tarih şuurunun son derece kuvvetli olduğuna şüphe yok­ tur. Bu tarih şuurunu, milli bir şuur daha da kuvvetlendiri­ yordu. Prof. Afet İnan'm yakından şahit olduğu gibi, Türk'­ lerin medeniyet tarihinde mühim bir rol oynamadıkları, ile­ ri bir millet olmadıkları şeklindeki Batı'lı tarafgir ilim adamlarının iddiaları, Atatürk'ü öfkelendirip, üzüyordu. Çevresindeki tarihçilere ve ilim adamlarına vazifeler veri­ yor, bütün dünyaya, Türk'lerin medeniyete olan hizmetlerini, ilmi delillerle sunmalarını istiyordu. Bu emirler iki yönde ge­ lişti: Köprülü, Günaltay gibi bir kısım ilim adanılan Türk tarihinin gerçek köklerine, Selçuklulara ve Ortaasya Türk devletlerine ve cemiyetlerine eğilir ve onları incelerken; di­ ğer bir kısım araştırıcılar, Türk tarihini ve medeniyet kök­ Lidya'hlarda, Kapadok­ lerini, Hititler'de, Firikyalı'larda, yah'larda, Urartu'larda, Bizans'ta, Roma'da, Truvalılarda v.s. de bulmağa çalışıyorlardı. Bu ikinci görüş, Güneş-Dil Teorisini doğurmuştu. Umumi Türk Tarihi üzerinde otori­ te olan Prof. Zeki Velidi Togan, bu hale üzülüp, küserek Avusturya ve Almanyaya gitti; oradaki üniversitelerde ho­ calık yaptı. Rahmetli bilginden dinlediğime göre, Atatürk, Türk Büyükelçisi eliyle kendisine iki kere selam ve beşyüz lira para göndermiş ve « Hoca haklıymış, bizi yanılttılar» de­ miş. Atatürk'ün nutuklarından herkesin bildiği milli ve ta­ rihi görüşlerini, sağlam milliyetçilik duygusunu buraya ak­ tarmayı lüzumsuz buluyoruz. Sadece, Atatürk'ün Türk ta-


344

MİILİ KÜLTÜRtiMtl'Z VE MESELELERİMİZ

rihi ve Türk devleti hakkındaki esas düşüncelerini belirten bir vesikayı nakletmek istiyoruz. 22 Eylül 1924'te Samsun'­ daki bir konuşmasında diyor ki: « Bizim milletimizin hayat esasını düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin herbirine muadil olan Büyük Türk Devrine kavuşturur.» (3). Büyük çalkantılar, harpler, savaşlar, ihtilaller, inkılap­ lar içinden �elen ve çökmekte olan bir imparatorluğu, Ru­ meli'den, Arabistan'dan, Trablusgarp'tan dikkatli ve ibret­ li gözlerle gören bir kumandan olarak Atatürk, Türk milli­ yetçiliğini düşünce ve duygu halinde şahsiyetine sindirmiş­ ti. Gaspıralı İsmail Bey ve Hüseyinzade Ali Bey vasıtasiyle gelip, Ziya Gökalp'ta sistemli hir hale gelen Türkçülük, ya­ ni Türk milliyetçiliği mef'kılresi, Atatürk'ün bütün hayatı­ na, icraatına ve devletçiliğine de yön vermiştir. Ziya Gökalp başta olmak üzere çevresindeki milliyetçi şahsiyetler, Tür­ kiye Büyük Millet Meclisinin ateşli ve milliyetçi ruhu, Türk Ocağı ruhu, Türk Ordusu ve Türk Milleti, bir ruh ve şuur halinde, Gazi'nin şahsında, yeni bir Ergenekon'u yaşıyor­ du, yaratıyordu. Durkheim ve Gökalp'in sosyolojisindeki «Büyük Adam» nazariyesi, determinist bir görüşle, dahile­ rin cemiyetlerin ürünü olduğunu açıklar. Bu, meselenin bir yanıdır. İı elirli sosyal şartlarda ortaya çıkan dahiler, için­ den geldikleri cemiyetlere karşı tesirde bulunurlar. Atatürk de, Türk cemiyetinden aldığı milli ruhu ve milli hasletleri geliştirip, modem kalıplar içinde, yeniden Türk milletine sunmuştur. Bunun farkında olduğunu, kendisinin şu sözle­ rinden açıkça anlıyoruz: «Ben, milletin vicdanında ve istik,.

balinde ihtisas ettiğim büyük (3)

tekamül

istidadını bir milli

Prof. Dr. A. Afet İnan, Tarihten Geleceğe, Ankara, 1973, sf. 11.


ATATÜRK'ÜN DEVLETÇİLİÖİ

345

sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey, bütün heyeti içti­ maiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.» (4). il. ATATÜRK'ÜN KOMÜNiZM HAKKINDAKi

DÜŞÜNCELERi Atatürk'ün devletçiliğinin mücerret bir iktisadi devlet­ çilik olmayıp, Türkiye gerçeklerinden ve Türk devlet gele­ neğinden çıkarılmış bir deyletçilik tipi olduğunu anlatma­ ğa çalıştık. Tarihi ve milli kaynaklara, kısa da olsa, dokun­ duk. Şimdi de, bu devletçiliğin doktriner bir mahiyet ai-zet­ mediğini, sosyalist bir düşünceye dayanmadığını göstermek gerekiyor. Birkaç vesika ile bunu da anlatmağa çalışalım. Batı'lı kapitalist devletlerin istila ettiği Türkiye'ye, ko­ münizmi benimsemiş olan Sovyet Rusya, yardım elini uzatmıştı. Gerçi bu yardımın içyüzü bambaşka idiyse de -ki bunu biraz aşağıda açıklayacağız- o günün dumanlı havasında bunu anlamak, serinkanlı karar vermek kolay değildi. Bu tarihten altmış yıl geçtiği, ortalık ağardığı hal­ de, birçok Asya ve Afrika devleti hala serinkanlı kararlar veremiyor (6). Atatürk'ün bu konuda çok berrak kararlara ve hükümlere varması, pek çok ülkede bulunmayan bir dev­ let gelenek ve tecrübesine mirasçı bulunmasından ötürü­ dür. Ayrıca Gökalp gibi bir mürşit de vardı ve Atatürk ona son derece hürmet ediyor, fikirlerine kıymet veriyordu. Bü­ yük Türk sosyoloğu, daha 1918 !erde Yeni Mecmua'da, «Kızıl ve Kara Tehlike» başlıklı bir makale yazmıştı. Rusya'­ da Bolşevik İhtilalinin üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki, Gökalp bu yeni tehlike hakkında herkesi uyarıyordu. Ata(4) (5)

Nutuk, c. I, İstanbul, 1960, sf. 16. Bu konu ile ilgili olarak şu ma'kalemize bakınız : cİsld·

miyet ve Sosyalizm>, Milli EtitİDl ve Kültür Dergisi, yıl sayı 5, Aralık 1979, sf. 97-101.

2.


346

MİLLİ KtlLTORUMOz VB MESELELERİMİZ

türk onun yazılarından ve anlattıklarından faydalanıyordu. Daha ileriki yıllarda, Zeki Velidi'ler, Sadri Maksudi'ler, Ab­ dülkadir İnan'lar bu bilgiyi zengin misallerle besliyecekler­ dir. Bunları biraz daha yakından görelim. 22 Kanunusani 1337 ( 1921) tarihinde, T.B.M.M. de yta­ pılan bir toplantıda, Mustafa Kemal Paşa, Türkiye'deki ko­ münist faaliyetleri ve Sovyet Hükıimeti ile olan siyasi mü­ nasebetler hakkında şu açıklamayı yapıyordu: « ...malumunuzdur ve cihanın malumudur ki, bu milli esaslara derin rabıtalarla sadık kalan Mec­ lisiniz ve Hükıimetiniz müstakil bir devlet olarak Rusya Bolşevik Cumhuriyeti denilen bir devletle münasebeti siyasetinde hiçbir vakit komünistlik ile Bolşevik esasatını dahi telaffuz etmemiştir.• Konuşmasına devam eden Mustafa Kemal Paşa, Tür­ kiye'de komünist faaliyetlerinin arttığını şu sözleriyle ifade etmiştir: « Bir zaman geldi ki Ankara'da, Eskişehir'de, şurada burada memleketin hemen birçok yerlerin­ de bir çok insanlar, birbirleriyle rabıtaları olmak­ sızın komünistlik teşkilatı kurmaya ve aynı zaman­ da hariçten de bir takım insanlar serseri surette memlekette dolaşmaya ve aynı zamanda propagan­ da yapmaya başlamışlardır ... Heyeti Vekileniz.... herhalde bu millet içinde Komünizmin mahalli tat­ bik bulamayacağına kani idi ve kanidir.• «Bu gibi inkılabatın heyeti umumiyei milliye­ miz tarafından derhal imha edileceğine mutmai­ niz• dedikten sonra, buna karşı iki türlü tedbir alınabileceğini, ancak bunun da mahzurlu olduğunu şöyle açıklamıştır:


ATATÜRK'ÜN DEVLETÇİLİGİ

347

«Efendiler, iki türlü tedbir olabilirdi: Birisi, doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını kır­ mak; diğeri Rusyadan gelen her adamı derhal denzi­ den gelmiş ise vapurdan çıkarmamak, karadan gel­ miş ise hududun haricine defetmek gibi zecri, şe­ did, kırıcı tedbir kullanmak. Bu tedbirleri tatbik etmekte iki noktai nazardan faidesizlik görülmüş­ tür. Birincisi; siyaseten hüsnü münasebatta bulun­ mayı lüzu.m·\u addettiğimiz Rusya Cumhuriyeti ka­ milen komünisttir. Eğer böyle zecri tedbir tatbik edecek olursak o halde bilakaydüşart Ruslarla ala­ ka ve münasebette bulunmamak lazım gelir. (Fa­ kat birçok siyasi ve diğer sebeplerden ötürü) Rus­ larla temasta, münasebatta, i tilafta bulunmak iste­ dik ve istiyoruz ve isteyeceğiz.» Bu yüzden dostluğunu •istediğimiz bir hükumetin «prensiplerini tahkir etmemek mecburiyetinde» idik. Zecri, sert tedbirin ikinci mahzurunu da şöyle ifade etmiştir: «Fikir cereyanları cebir ve şiddet ve kuvvetle reddedilmez.... Buna karşı en müessir çare, gelen cereyanı fikriye mukabil fikir cereyanı vermek, fik­ re fikirle mukabele etmektir. Binaenaleyh komü­ nizmin memleketimiz için, milletimiz için, icabatı diniyemiz için gayri kabili kabul olduğunu anlatmak, yan efkarı umumiyei milleti tenvir etmek en nafi bir çare görülmüştür.» T.B.M.M. nde bu konuşmayı yapan Mustafa Kemal Pa­ şa, Hükumetin böyle bir düşünce ile hareket ettiğini, bu­ nunla beraber, ülkeyi tehdit eden her hareket ve cereyana karşı uyanık olduğunu açık ve keskin bir dille belirmişti. Zararlı faliyette bulunan solcu teşkilatlardan biri için de �unları söylüyordu:


348

MiuJ KÜLTÖR'ÜMUZ VE

!ııtFBELELERİMİZ

«Halk İştirakiyun Fırkası, doğrudan doğruya komünizm mahiyetini gösterir bir fırkadır ve mev­ suk malılmata göre burada bulunan Rus sefaretha­ nesi ile dahi tamamen hali temasta bulunuyorlar. Bu hususta fazla bir şey söylemek istemiyo­ rum. » (6) .

1 922 de Rauf Bey Hükumeti, komünizm propaganda­ sını yasakladı. Daha önce de «Yeşil Ordu» Teşkilatı İstiklal Mahkemesine .verilmişti. Bu . cemiyet in . nizamnamesinin (tü­ züğünün) 19. ve 20. maddelerinde, «kızıl ve yeşil bayrakla­ rın ittihadı (birleşmesi)» ile «kızıl inkılap» olacağı belirtili­ yordu(1). 1 925 te Türkiye Komünist Partisinin faaliyeti yasak edi' di. Bu işler Rusların canını sıkmakla beraber, Komintern'­ in (llI. Enternasyonal'in) ideologları, Mustafa Kemal'in an­ ti-komünist olmasına rağmen, feodalizmin kalıntılarını or­ tadan kaldıran bir zirai siyaset takip ettiğinden, sınai kal­ kınmayı başlattığından, kapitalist Batı'nın saldırılarına kar­ şı çıktığından ötürü, bir ihtilalci ve ilerici sayılabileceğini anlatmağa çalışıyorlardı (8). '

Zaten Türk İ stiklal Harbinde, Sovyet Rusya'nın Türki­ ye'ye yardımda bulunması, milli kurtuluş savaşını, sosya­ list bir renge büründürmek isteğinden dolayıdır ve ili. En­ ternasyonal'in ikinci kongresinde (Moskova, 1920) bu doğTBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 1, sr. 326-335 Ankara, 1980 ) . Bu zabıtlardan faydalanmamızı sağlayan Pror. Dr. Turan Yazgan'a teşekkür ederiz. (7) Dr. Fethi Tevetoğlu, Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faa­ liyetler, Ankara. 1967, st. l!>l-156. Nutuk'da da bu konu açıklanmıştır (il, 465-467 v.d.) . (8) Bu konuda şu makale ve eserlerimize bakınız : «Atatürk ve S osya.llz.nu , Türk Kültürü, sayı 217, Kasım - Aralık 1980, sf. 34-40 ; Marxizm - Leninizm ve Tenkidi. (6)


ATATiraK'tiN DEVLETÇİLİÖİ

349

rultuda alınan karar gereğince olmuştu. Zinovyev, Baku Konferansında, Türkiye'deki ihtilalin yakın bir gelecekte Bunu temin sosyalist bir renge bürüneceğini söylemişti. için, Mustafa Suphi ve yoldaşları Türkiye'ye gönderilmişti. Aynca, Türkiye'ye yapılan Rus yardımının kaynağı, Orta­ asya Türkleri idi. Rusya böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyordu (9). Bu yüzden /zvestiya, İ stiklal Harbimizden cAsya'da ilk Sovyet ihtilali• diye bahsedebiliyordu (10) .

17 Aralık 1 925 te Rusya ile Türkiye arasında dostluk andlaşması imzalandı. Fakat komünistlere karşı Atatürk'ün takip ettiği siyaset, 1928 !erde Rus'lan kızdırdı. Mustafa Ke­ mal'i artık cihtilalci bir kahraman•hktan çıkardılar ve •ge­ rici bir tiran» olarak ilan ettiler. Ruslara göre Mustafa Ke­ mal, burjuvazinin üst tabakalarına ve ckulakıolara» (toprak ağalarına) dayanan bir «Faşist» idi ve • milli Faşizmin• veya •Zirai Monpartizm»in hususi bir Türk damgasını taşıyan, te­ rör ve sosyal demagojinin emsalsiz bir karışımı ile idare­ yi yürütüyordu. Bu idare altında Türkiye, emperyalist ha­ kimiyete ve sosyal gericiliğe doğru gerisin geriye gidiyor­ du (11). 1 929 yazında Sovyet basınında Türk Hükumetinin ak­ siyonları ve iktisadi siyaseti sert bir dille kötülendi. Türk basını da buna sert bir dille cevap verdi (12). Bütün bu misallerden anlaşılıyor ki, Atatürk, sosyaliz­ me - komünizme karşı idi. Onun devletçilik politikasını, bu açıklamalardan sonra ele alalım.

'

(10) Dr. Mehmet Saray, cAtat1lrk'1l.n Sovyet polJtlkası», Ayn­ basım, Ed. Fak. Mat .. İstanbul 1981, sf. 45; Lord Kinros, Atatül'k, ist. 1973, sf. 369'a atıf) . O l > B . Lewis, aynı eser, sf . 2'84. 02) Ayıu eser, sf. 285.


111. ATATÜRK'Ü N DEVLETÇİ Lİ K G Ö RÜ Ş Ü

Şubat 1923 de İ zmir'de bir İ ktisat Kongresi toplandı_ Atatürk kongreyi açarken şöyle dedi: «siyasi, askeri zafer­ ler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle· taçlandırılmazlarsa husule gelecek zaferler devamlı ola­ maz» (13) . Kongreye, milletin her kesiminin temsilcileri katılmış­ tı. Bu milli birlik ruhu, ileriki yılların «sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir milletiz» şiarına götürdü. Kongre'ye hususi teşebbüs ruhu hakimdi. Daha sonra İ ş Bankası, Ziraat Bankası, Sanayi ve Maadin Bankası ku­ ruldu (1924, 1925). 1 925 te dşar kaldırıldı. 28 Mart 1927 de Sanayii Teşvik Kanunu ve 8 Haziran 1929 da Milli Sanayii Teşvik Kanunu yürürlüğe girdi. Ali İ ktisat Meclisi kuruldu. 1929'daki raporunda, adı geçen kuruluş, «Sanayiin gelişme­ mesini, fabrikaların optimal işletme hacmine uygun büyük­ lükte olmamalarına, teknoloj!ye önem verilmemesine, ele­ man eksikliğine ve kuruluş yeri hatalarına bağlıyordu. Sa­ nayiin gelişmesi için hammadde ihracatının durdurularak dışarıya mamul eşya ve ara mallan satılmasını, yatırımların yalnız hammaddesi meı,nlekette olan imalat türlerine yönel-· tilmesini ve en fazla tüketilen malların yurt içinde yapılma­ sını» salık veriyordu (14). O yıl Batı'yı sarsan iktisadi buhran, Batı'nm siyasi ve· iktisadi itibarını zedeledi. Türkiye'de hususi teşebbüsün, bilgi, sermaye, idarecilik yönünden yetersiz oluşu, kalkın­ ma ihtiyacı, yeni bir iktisadi siyaseti gerektirdi. Bu siyaset, Devletçilik idi. Devletin, fabrikalar açması, demiryolları yap(13) (14)

Prof. Dr. A. Afet İnan, Tarihten Geleceğe, Ankara, 1973,. sf. 40. Prof.Dr. Feridun Ergin, K. Atatürk, ist. 1978, sf. 187-189.


ATAT'ORKi)N

DEVLETÇİLİÖİ

3S t

ması ile başladı. Kasım 1 929 da Sovyet Rusya ile bir ticaret andlaşması imzalandı. 1 930 da karşılıklı ziyaretler başladı. g Mayıs 1932 de Rusya ile 8 milyon dolarlık bir andlaşma im­ zalandı. Bu yardım, dokuma sanayiinin gelişmesi için kul­ lanıldı (15). 30 Ağustos 1930 da Başbakan İ smet Paşa, Kayseri·Sivas. dem.iryolunu işletmeye açarken, «mutedil devletçilik» deyi­ mini kullandı. 10 Mayıs 193 1 de C.H.P. Programına doğru­ dan doğruya «Devletçilik» deyimi konarak, Atatürk tara­ fından tarifi yapıldı: «Bizim takip ettiğimiz devletçilik, ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün oldu­ ğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memle­ keti mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde, bilhas­ sa, iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandın. Bu prensip, diğer beş prensip ile beraber 5 Şubat 1 937 de Anayasaya da konuldu. Devletçilik prensibinin tatbikatı olarak planlı devreye 1933 yılında girilmiş oldu. B irinci Beş Yıllık Sanayi Planı, Cumhuriyetin 10. Yılında lfükıiınet Programında yer almış­ tır. Cumhuriyetten önce yapılmış ve yabancı şirketler elin� de olan işletmelerin, devlet tarafından satın alınması ve ye­ ni yolların yapılması, Planın icaplarındandı (18). Bu gidiş, önceki yıllarda darbe yemiş olan bazı sol­ culan ümitlendirdi. Devletçilik örtüsü altında gayelerine ulaşmayı hesapladılar. Kadro Dergisi bu maksatla çıkarıldı. u İnkılabın bitmediğini• • söyleyerek, Troçkivari devamlı bir ( 15)

< 16)

B. Lewis, aynı eser, sf. 285-286. Afet İnan, aynı eser, sf. 39-40.


352

MİLLİ KOLTttR'OMUz VB

MBSBLELERİMİZ

ihtilal teorisini savundular. « Sınıf kavgası» yapmadan, «Em­ peryalizme karşı milli kurtuluş savaşı» ve « Devletçilik» pa­ rolası ile mücadeleye atıldılar. Basında ve C.H.P. içinde bü­ yük tenkitlere uğradılar. 1 934 sonunda Dergi kapatıldı (17). 1 935 te Atatürk, Türkiyede uygulanan devletçiliğin On­ .dokuzuncu yüzyılın sosyalist teorisyenlerinin ileri sürdük­ leri doktriner devletçilik' olmadığını açıkça söyledi. O, Tür­ kiye'ye has bir sistemdi; ferdin yetişemediği yerlere Devle­ tin el uzatması dernekti. Bu sayede büyük bir milletin ih­ tiyacı karşılanmış olacak ve ülke kalkınacaktı (18). İ ktisat Vekili Celal Bey de bu sözleri tekrarladı.

Atatürk, 1929 ve 1 936 yılında, takip ettikleri devletçili­ ğin, «mutedil bir devletçilik» olduğunu; bunun, sosyalizm, komünizm ve liberalizmle ilgisi bulunmadığını açıkça belirt­ mişti (10). Kısaca anlatmağa çalıştığımız Atatürk'ün Devletçiliği, ,görülüyor ki, milli bir karma ekonomiden başka bir şey de­ ğildir. Ferdi mülkiyeti ve hususi teşebbüsü ortadan kaldır­ madan iktisadi kalkınmaya Devletin de katılması demektir. Medeni Kanun ve Ticaret Kanunu ferdi mülkiyete ve hu­ susi şirketlere imkan sağlamıştı. Devletçilikle kişilerin ser­ maye, bilgi ve tecrübe noksanlıkları giderilmiş oldu.

-(17)

Bu konuda geniş bilgi için, Sosyal Siyaset Konferanslan arasında çıkmış ol:>n «Pror. Dr. Orhan Tuna'ya Arma­ ğan> kitabındaki rna'kalernize bakımz. {18) Lewis, aynı eser, sf. 287; F. Ergin, aynı eser, sf 194-195; Afet İnan'ın eserlerine ve Peyı-rni Safa'nın «Türk İnkılA.­ bına Bakışlar:. adlı kitabına bakınız. o( 19) Atatürkçülük (Birinci kitap) , Ankara, 1982, < Genelkurmay Başkanlığı yayım) , sf. 37. .


- 24 -

DİN VE SOSYALİZM

Son senelerde Sovyetler'in Orta Doğu'­ da propaganda ettikleri « İslami Sosyalizm», terimi taktik icabı kullanılan bir aldatma­ cadan ibarettir. Komünizm, gerek nazariye­ sinde, gerekse uygulamasında, dine kesin­ likle karşıdır ve dinin yok edilmesini hedef alır. Bu gerçeği komünizmin doğuşundan bu yana yayımlanan nazari yazılara ve giri­ şilen uygulamaya dayanarak, kısaca açıkla­ maya çalışalım.

Bir asırdır cemiyetleri yıkıcı, düzenleri değiştirici bir te­ sire sahip bulunan sosyalizmin, din karşısındaki tutumunu da hadiseler pek güzel göstermiştir. Esasen sosyalist teori­ de, dine nasıl bakıldığı erbabınca bilinmektedir. Fakat kit­ lelerin istenen yöne götürülmesi için, sosyalistlerin gerçek niyetlerini çok zaman saklayıp, kuzu postuna büründükleri çok olmuştur. Bu oyun bilhassa bugün Müslüman memleket­ lerinde oynanmaktadır. Bunu, tarihi kaynaklardan alacağı­ mız misallerle göstermeye çalışacak, sosyalist teorideki ye­ ri ile aralarında münasebet kurmaya ve yurdumuz için ib­ ret dersleri çıkarmaya gayret edeceğiz.


354

MİLLi K'OLTORtiMUZ VE MESELELERİ MİZ

SOSYALİ ZM (KOMÜN İZM) VE SOSYAL ADALET : Ondokuzuncu asrın şehirleşme ve sanayileşmesi ile bir­ likte ortaya çıkan içtimai buhran ve sosyal meselelere çare bulma gayret ve endişesi, içtimai meseleyi doğurmuştur. O zamanlar, bu içtimai meseleye, cemiyet endişesine, «Sosya­ lizm» adı verilmiştir. Bu endişeyi duyanlar arasında, vicdan sahibi düşünürler, din adamları, Sismondi gibi iktidatçı ve sosyologlar vardı. Onların gayesi, cemiyette sosyal adaleti temin etmek, insanların ızdırabını gidererek, refah temin etmekti. Bunun için birçok sosyal adalet ve sosyal siyaset tedbirleri alındı. Fakat gene bu sırada, liberalist-kapita­ Iizmin doymak bilmez iştah ve merhametsiz tutumu yüzün­ den ezilen işçi kitlelerinin sefaletini istismar ederek, k:ıfa­ larındak düzeni kurmanın fırsatını arayan ideologlar yetiş­ ti. Bunlar, yaşlılık yıllarında fikirlerinin birer hayal olduğu­ nu anlayıp bunu itiraf eden Efldtun'dan ve ömrünün çoğu­ nu zindanlarda geçirip, güneşli ülkeler hayal eden Caınpa­ nella'dan ilhamını alan, hayalci (ütopist) düşünceler zinci­ rini geliştirerek, yeni ütopyalar ilavesi ile yeni fikir manzu­ meleri ortaya çıkardılar. Kurucusu Marks ve Engels olan bu yeni doktrin, tarihi ve diyalektik materyalizmle, bütün tabii, içtimai ve ruhi hadiseleri izah ettiğini iddia ediyor ve sistemlerinin adının sosyalizm olduğunu söylüyordu. Sosya­ lizmin olgunlaşması ile komünizme geçilecekti. Böylece, Ondokuzuncu Asrın içtimai meselesi; cemiyet endişesinin mahsulü olan, sosyal adalet manasına gelen sos­ yalizm, yeni sahip bulmuş, mana değiştirmiş oldu. Yeni gö­ rüş sahipleri, sosyal adaletin ancak düzeni değiştirmekle mümkün olacağını söylüyordu. Bu düzen değişikliği, yerine göre ihtilalle, yerine göre sulh yoluyla olacaktı. Fakat her ikisinde de sınıf mücadelesi esastı. İ nsanlar birbirine dü-


DİN VE SOSYALİ ZM

355

şürülecek, cemiyetler sarsılacaktı. Ferdi mülkiyet kaldırıla­ cak, her şey kollektifleştirilecekti. Piyasa mekanizması yok edilecek, bütün fertler merkezi bir otoritenin eline bakan esirler olacaktı. Sosyalizm ve komünizm bu idi. Ferdi mül­ kiyeti kaldırmadan, fosanın, tasarruf, çalışma, ileriyi görme ve kabiliyetinin eseri olan, çocuklarına devredilebilen ve in­ san haysiyetinin ve hürriyetinin- teminatı olan, cemyctin hay­ rına çalışan bir ferdi mülkiyete dokunmaksızın, sosyal ada­ let kurulamaz imiş gibi bir hükümle hareket ediyorlardı. En iptidai cemiyette bile bulunan serbest mübadeleyi yok ede­ rek, insanları saadete kavuşturacakları ütopyası içinde idi­ ler. Buna ya inanıyor veya inanır görünerek, kitleleri inan­ dırmaya çalışıyorlardı. Artık sosyalizm, sosyal adalet demek, sosyal adalet demek, sosyalizm demek olmuş, eş manalı ha­ le gelmişlerdi. Kapitalizm· zaten vurdunıduymazdı ve sosya­ lizme analık ediyordu. Sosyal adaleti, sosyalizmin elinden kurtarmak gerekti. Yirminci asrın iktisadi ve içtimai sis­ temleri, kapitalizm ve sosyalizm dışında kalarak sosyal ada­ lete sahip çıkmalıydı. Yoksa, ihtilalci olsun, sulhçu olsun bü­ tün sosyalizmler, sonunda sosyal adaleti boğacak, insanlığı ve onun kıymetlerini felakete maruz bırakacaktı. Çünkü bü­ tün sosyalizmler, sınıf mücadelesini esas alıyor; ferdi mül­ kiyetin kaldırılmasını gaye ediniyor ve komünist bir cemi­ yette insanları esir kamplarına tıkmayı istiyordu. Bu dok­ trinlerin içindeki saflar ne olursa olsun, doktrinin yaratı­ cıları ve tatbikçilerinin niyeti budur. Sosyalizmlerin en ha­ fifi sayılan, sosyla demokraside bile bu vasıflar vardır. Vak­ tiyle, Rusya sosyal demokratlan, Marksist idiler; sonunda,

«Bolşevik», daha sonra «Komünist» adını aldılar. Rosa Lük­ semburg ve Hilferding'in yön verdikleri Alman ve Avustur­ ya Sosyal Demokrat partileri, Marksist idiler. Sosyal demok­ rat olan İ ngiliz İ şçi Partisinin lideri Wilson, 1966 yılında, Brighton'da yapılan parti kongresinde, partisinin Marksist-


356

MİLLİ KÜLTÜRÜMUZ VE MESELELERİMİZ

lcrin istilasına uğrayışından yakınıyordu. Sosyalizmlerin en mutedili olan Hıristiyan Sosyalizmi bile, sosyalizmin pren­ siplerini (istihsal vasıtalarının sosyalleştirilmesi, sınıf kav­ gası, beynelmilelcilik) kabul etmiştir (1). Arap sosyalistleri de, «/sldnı Sosyalizmi» ütopyası içinde, sosyal adaleti �l yor­ damı ile aramakta, karanlıkta bilinmeyen yönlere doğru iler­ lemektedirler. Düşünmemektedirler ki, sosyalizmle din, sos­ yalizmle milliyetçilik, barışmaz düşmanlardır. Birinin oldu­ ğu yerde diğeri barınamaz: Mikropla ilaç gibi. Yirminci Asrın milli doktrinleri, sosyal adaleti sosya­ lizmde değil, kendi dini ve milli kaynaklarında aramak zo­ rundadırlar. Mevcut düzeni sarsmadan, aksaklık ve kötü­ lükleri ıslah ederek modern şartlara göre bir sistem yaratıl­ malıdır. Bu girişten, açıklamalardan sonra, sosyalizmin di­ ne bakışını ve tarihi ibret sayfalarını öz halinde açabiliriz. SOSYALİ ZM İ N D İ NE BAKIŞI Komünist Beyannamesi'nde, dinin, istismarı gizlemek üzere burjuvazi tarafından uydurulmuş bir hayal olduğu söy­ lenir. Lenin, dini, « rııhi baskı şekillerinden biri», halkı istis­ mar e tmenin bir vasıtası sayıyor, bir «Afyon» olarak vasıf­ landırıyordu (2) . Lenin, Rusya Sosyal Demokrat İ şçi Parti­ si'nde, Hıristiyanlıkla sosyalizmi bağdaştırmaya uğraşan Bogdanov ve Lunaçerskiy ile mücadele etmiş, diğer taraftan meşhur yalan ve taktikleri ile, merhum Prof. Zeki Velidi To­ gan ve arkadaşlarına, sosyalizmle dinin bağdaşabileceğini söylemiştir. Daha açık olan, Bolşevik nazariyecilerinden Buharin, din­ le sos\alizmi (komünizm) bağdaştıracağını sanan zayıf sos(1)

(2)

c . Gide - C. Rist. A. History Ot Economic Doctrines, Landon, 19'.':3, sf. 540. Lenin, Socialism and Religion, Moscow.


.DİN VE SOSYALİZM

357

yalistlerden bahsederek, «Din benim bir komünist oluşuma

mani değildir. Hem Allah'a, hem komünizme inanırım. Al­ lah'a inancım proleterya ihtilali uğruna dövüşmekten beni alıkoyamaz» düşüncesinin kökünden sakat olduğunu, çünkü «Dinle, komünizmin, hem nazari hem ameli bakımdan bir­ birine zıt» olduğunu, iki büyük öğreticinin tarihi materya­ lizmine bağlı olarak, dini bir hayal, bir kuruntu, bir afyon olarak kabul etmenin icap ettiğini belirtir. Ona göre dinle mücadelenin iki yolu vardır. Birincisi dini fikirlerin yayıcısı olan din teşkilfıtları ile, ikincisi halkın kafasındaki «Yanlış

fikirlerle» (ı) . Marks v e Engels'ten, Buharin'e kadar bütün sosyalist nazariyeciler, dine afyon dernekte, ilmi gerçekleri inkar et­ mektedirler. Sosyoloji ve sosyal antropoloji ilimleri gösteri­ yor ki, içtimai, ruhi ve ilahi bir müessese olan din, hiç bir sosyal farklılaşma ve tabakalaşmanm ve burjuvazinin bu­ lunmadığı iptidai kabileler, klanlarda bile var olmuştur ve i nsanlık kadar �skidir. Bunu bile bile inkar etmişler, ona bazen cepheden, bazen vasıtalı şekilde hücum ederek, orta­ dan kaldırmaya çalışmışlardır. Sovyet tatbikatı, sosyalistle­ rin bu bahiste ne kadar sinsi ve dünyanın en şaşırtıcı me­ Lodlannı kullandıklarının isbatçısıdır. Şimdi biraz da onu görelim.

DİN VE SOVYET TATBİKATI Ekim 1 9 1 7'de Bolşevikler, Rusya'nın idaresini ele geçir­ dikten çok kısa bir müddet sonra, 24 Kasım 1 9 1 7'de, Lenin

Stalin 'in imzaları ile, «Rusya'nın ve Şark'ın Bütün Müslü­ ıııan lşçileri»ne hitaben, kudretli ve heyecanlı bir üslup için­ ve

de,

bir beyanname yaynıladılar. Bu beyanııamenin, Orta As-

(3)

N. Bukıharin, The ABC Of Communism, Michigan, 1966, sf. 247-53.


358

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE :MESELELERİ Mİ Z

ya, Kırım, İ dil-Ural, Azerbaycan, Kafkasya Türkleri'ne hitap eden kısmında, din hakkında şu müjdeler veriliyordu: «Ca­ mi ve mescitleri, dini inanç ve adetleri, Rusya'nın çarları ve müstebitleri tarafından tahrip edilen ve çiğnenen herkes! inançlarınız ve adetleriniz, bundan böyle serbesttir ve onla­ ra dokunulamaz. Milli lıayatınızı tam hürriyet içinde kuru­ nuz. Bu sizin hakkınızdır. Biliniz ki, haklarınız, Rusya'nın bütün halklarının hakları gibi, ihtilô.lin ve onun organları olan işçi, Asker ve Köylü Sovyetleri'nin kudretli himayesi altındadır. Bu ihtilale ve onun hükumetine destek olunuz» C) . Bu beyannamedeki vaadlerin nasıl büyük birer yalan oldu­ ğunu sonraki yıllar gösterecekti. Bolşevikler, rejim oturun­ caya, hasımlarını yok edinceye kadar, Türk-Müslüman dün­ yasını kazanmak, gönüllerini almak, zaman kazanmak düşün­ cesinde idiler. İ htilal arefesinde de böyle olmuştu. 1917 yılında Türk dünyası istiklal ve hürriyet içinde şahlanmıştı. Türk dünya­ sında, Gaspıralı ismail Bey 'in fikirlerinin tesirinde kalarak yetişen münevverler, bu ateşi yakıyordu. İ smail Bey, Kınm'­ da kurduğu mektepte, Türklük ve Müslümanhk'la, Batı ilim ve tekniğini bağdaştıran yeni bir öğretim metod ve zihniye­ ti getirmişti. Buna « Usulü cedid» (yeni metod) adı verilmiş­ tir. Bu :µsulü benimseyenlere de, «Cedidiler» denmiştir. Usu­ lü cedid yalnız eğitimi değil, içtimai ve siyasi hayatın her safhasını hedef alan bir dünya görüşü idi. Bu fikrin karşı­ sına çıkan muhafazakarlara da «Kadimi» deniyordu. İ smail Bey, 1 883'te, Bahçesaray'da, « Tercüman» Gazetesini çıkardı. «Dilde, fikfrde, işde birlik» şiarını işleyen ve İ stanbul Türk­ çcsini edebi dil olarak kabul ede n gazete, Türk dünyasında (Türkiye dahil) büyük rağbet gördü. İ smail Bey, Türkçülüğü işliyor ve bütün Türklerin kurtulmasını, kültür birliğini he(4)

E. H. Carr, The Bolshevik Revolution, London, 1966, c. 1, s!. 323.


;_

PİN VE SOSYALİZM

359

def alıyordu. Hüseyinzcide Ali Bey, Ağaoğlu Ahmet, Sadri Maksudi, Zeki Velidi, Mehmet Emin Resulzade, Alihan Bö­ keylzan, Çolpan, Elbek, Mağcan hep onun manevi talebesi sayılabilir. İ şte bu «Cedidiler», Türk milliyetçiliğine gönül vermiş bulunan bu Türk münevverleri, 1917'de Orta Asya'nın çeşi t1i yerlerinde gazeteler çıkararak milli bayrağı açmış­ lardı. Bu gazetelerden « Uluğ Türkistan», «Birlik Tuvı (Tuğu) », «Turan», «El Bayrağı», «Türk Söz», «Sada-i Türkistan», «Hürriyet» gibileri meşhurdur. Türkler milli bir fikir etrafında toplanıyor, birliğe doğru gidiyordu. İ dil-Ural, Kırım, Başkurt, Azerbaycan, Türkistan Türkleri «Milli Şura» lar kurmuşlar, parti ve hizip çekişme­ lerinden uzaklaşır olmuşlardı. Fakat, bu birliği bozan iki güç vardı; milİeti ayırmaya çalışan iki zümre vardı: Biri, ulema (din adamları) ile işbirliği eden monarşistlerle, Kadetler (konstitüsyonel demokratlar) . Bu ulema ve onlara bakan köhneperestler (kadimiler), «Çar ve Şeriat» istiyorlardı. Diğer ayırıcı zümre ise, Sosyal Demokrat ve Bolşeviklerden ibaret sosyalistlerdi. Din adam­ ları, «Cemiyet·i Ulema» isimli bir siyasi parti kurdular. Mo­ narşistler ve Kadetler kendilerine yardım ediyordu. Taşkent milliyetçileri 1 1 üyelik kazanırken, din adamlarının partisi, 65 üyelik kazanmıştı. Çarlık zamanının vali muavinlerinden Likoşiıı'i belediye reisi seçtiler. 1 1 Eylül'dc, Taşkent Bele­ diye Meclisi pek gürültülü bir toplantı yaptı. «0 gün, çok dindar sanılan ulema ve kadınlar, en mütaassıp Rus milliyet­ çileri ve papazları ile» bir olup, Tiirk Milliyetçilerine, Cedi­ dilere karşı mücadele ettiler. Milliyetçiler bundan son de­ rece mütessir olmuşlardı. Bir kısmı; papaza kızıp oruç yi­ yen, Amerika'ya kızıp, Rusya'ya sarılan Arap sosyalistleri gibi, sosyalizme bel bağladı. Bolşevikler bu durumdan fay­ dalanmasını bildiler. Taşkent Amele ve Asker Şurası (Sovye­ ti) ileri gelenleri, Türk münevverlerinin kafasına ve gönlüne


360

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

girmeye çalıştı. «Genç Bııharalılan> Cemiyetini kuranların bir­ çoğu, bu şekilde küstürülen gençlerdi. 1 920 yılında, Rus'ların harekatına silahla yardım ederek, Buhara Emirliğini ortadan kaldırdılar. Bombardımanda tarihi Türk şehri Buhara mah­ volmuş, binlerce ciltlik kitaplık da yanmıştı. Rus tarih bil­ g'.ni Barthold, istiladan b irkaç gün sonra Buhara'ya gelmiş ve yanan ki tapları üzüntü i le seyre tmişti. Sayfaların üzerin­ deki yazılar henüz okunuyor fakat elle tutulunca kül olup, ufalanıyordu. Dini taassup, ona küsen genç aydınların sos­ yalistlerle işbirliği ve yakılan Buhara ... (") . Azerbaycan'da da, Şii diiı adamlarının (Ahundların), Fars taraftarı olması ve Fars kültürüne meyilleri, birçok münev­ veri küstürmüş, bir kısmı sosyalist olurken, bir .,.kısmı da Batı hayranı olmuştur. Bolşeviklerin, İhtilalden sonra, Türklere dini hürriyet vaad eden bir beyanname yayımladıklarını yukarıda söyle­ miştik. Bu beyannameden kısa bir rnii.ddet sonra, 12 Ara­ lık 1 9 17'de, Halk Komiserleri Hey'eti, Hz. Osman'ın Kur'an'ı­ nın, Petrog_Ead Milli Kütüphanesi'nden, İslam Kongresi'ne naklini kararlaştırdı. Kısa bir müddet sonra, son Kazan kra­ liçesi aSüyüın - Bike» Hatun tarafından yaptırılmış olan Sü­ yüm - Bike Kulesi 'ni, Kazan Sosyalist Komitesi'nin emrine verdi. Milliyetler Halk Komiseri Stalin, Petrograd Milli Şura Başkanı Ahmet Bey Çalıkoğlu'na, Müslümanların yeni rej im ile işbirliği e tmesinin sayısız faydalarından bahsetti. Çalık­ oğlu, teklifi Ufa'da toplanan «Milli Meclis»e götürdü. Türk­ ler bu teklifi kabul etmedi (6) Bu misalde olduğu gibi, Rus­ ların gerçek niyetlerinin farkına varıldığı haller olmuşsa da, onların samimiyetine inanan Türkler de çok olmuştur. Nite(5)

(6)

Bk. Pro!. Dr. Z. Velidi Togan, Türkili Türkistan Tarihi, İst. 1 947, sf. 354-64. Bk. A. Bennigsen C. Lemerciler - Quelquej ay, Islam in the Soviet Union, Landon, 1967.


DİN VE SOSYALİZM

361

kim, Kırım ve Kazan'da mollalar ikiye ayrılmıştı: 1 - Ak Mollalar (rej ime düşman olanlar). 2 - Kızıl Mollalar (rejimi destekleyenler). Sonunda hepsi ayıldı amma, iş işten geç­ mişti. Sovyet rejimi dini ortadan kaldırmakta kararlı idi; mü­ sait zaman kolluyordu. Kazan Türkleri arasında çıkmış bu­ lunan Marksist Sultan Galiyev, 14 ve 23 Aralık 192 1 tarihin­ de, aZhizn, Natsional'nostey» Dergisinde, «Müslümanlar Ara­ sında Din Aleyhtarı Propaganda Metodları» başlıklı bir ma­ kale yayınlamıştı. Bu uzun makale, 1922 yılında Moskova'da kitap halinde basılmıştır. Bu makalesinde S ul ta n Galiyev, sosyalizmin inşası yolunda, diğer dinler gibi, bir engel teşkil eden İ slamiyetle mücadele etmenin zaruretinden bahsedi­ yordu. Fakat bu mücadelede ihtiyatlı olmak lazımdı. Çünkü İ slam dini, Hıristiyanlıktan daha «Canlı», daha «Demokra­ tik» ve içtimai hayatın her sahasına girmiş bir dindi. O se­ bepten, Sultan Galiye/e göre, Türk uruklarının kültür sevi­ yelerim'! ve dini teşkilatlarının kuvvetine göre bir mücadele metodu seçmek gerekiyordu. «Cedidiler»le « Kadinı i >ı lerin ça­ tışması, mollaların ikiye ayrılmış olması, dinle mücadele için iyi bir vasat hazırlamıştı. Bu tavsiye üzerine Sovyetler 192S'e kadar din müesse­ st:!erine epeyce hürriyet tanıdılar. 192S'ten itibaren, hücuma geçildi. Din mektepleri kapatıldı, dini ibadetler yasaklandı. Din müesseselerinin ik tisadi kaynakları ellerinden alındı. «Allahsızlar», «Dinsizler», «Hudasızlarıı cemiyetleri üyeleri büyük bir din aleyhtarı propagandaya giriştiler. Bunların üyelerinin çoğu Rus idi. Yaylım ateşi 194 l 'e kadar devam et­ ti. 194l 'de Alman'lar önünde bocalayan Ruslar, dinden me­ det umdular. Bu arada Müslümanları kazanmak için, dine yeni serbes tlik verdiler. Ufa Müftüsü Resuliyev, Almanlar'a çattı. 10 Haziran 194l 'de Bütün Rusya Müslüman Kongresi


MİLLİ KÜLTÜR'ÖMUZ VE ?tfE5ELELERİMİZ

362

Ufa'da toplandı ve dünya Müslümanlarını faşizme karşı sa­ vaşa çağırdı ('). Harpten sonra din aleyhtarı propagandaya, eskisi kadar olmasa da girildi. 1 955 Eylülü'nde Sovyetler Birliği'ni ziya­ ret eden Fransız Parlamento Heyetine, «Dinin, kitlelerin af­ yonu» olduğu görüşünün hala muhafaza edildiği bildirilmiş­ ti. 1 953'te, Büyük Sovyet Ansiklopedisinin ikinci baskısında, İslamiyet için şöyle deniyor: «Daima bir irtica rolü oynamış

olan İslamiyet, istismarcı sınıfların elinde, emekçileri manen ezen bir alet olup, yabancı sömürgeciler tarafından doğu halklarını esaret altına almak için kullanılmaktadır» (R) . 29 Ekim 4 Kasım 1956'da Stalinabad'da toplanan, Orta Asya İkinci Arkeologlar ve Etnograflar Kongresi »nde, İslami -

inanç ve geleneklerin devam etmekte bulunduğu, İslamiyet'le kafi derecede mücadele edilememiş olunduğu itiraf dildi. Sovyet etnoğraflarına, ilmi ve tatbiki Allahsızlık propagan­ da metodlarıın hazırlanması hakkında tal imat verildi (0). Ağustos 1959 tarihli Pravda'da, dinin, «işçilerin menfaat­ lerine düşman» olduğu, sosyalizmin kurulmasını önlediği ifa­ de ediliyordu (10) . Bunlar, binlerce ibretli misalden birkaçıdır. Şunu da he­ men belirtelim ki, Sovyetlere, dini yıkmasının yollarını öğ­ retmeye çalışan Sultan Galiyev bile makbul tutulmamış, o yazısından sekiz yıl sonra, «Burjuva milliyetçiliği» yapmakla suçlanarak yok edilmiştir. (7)

Aynı eser, sf. 142-52. Prof. A. Kunta, «Sovyetler Birliği'nde Müslümanlığın Ger­ çek Durumu, DERGİ, N u . 35-6, 1964, sf. 34. ( 9 ) Dr. G . A . von Stackelberg, cCurrent Soviet Policy Toward Islam>, Religion in the USSR, Munich, 1960, sf. 150-51. ( 10) N. Teodorovich, «A Fresh Campaing Against Islam in the USSR>, Religion in the USSR, Munich, 1960, sf. 227. (8)


DİN VE SOSYALİ ZM

363

SONUÇ : Sosyalizm, sosyal adalet dernek değildir. Mukaddes ki­ tabımızın Kur'an, sınıf mücadelesini kabul etmez. Vatanı için ölmeyi, «şeh it»likle müjdeler; milletini sevmenin her şeyden önce geldiğini söyler. Böylece beynelmilelciliğe karşıdır. Mil­ let realitesini, ayet ve hadislerin ışığında görmek mümkün­ dür. İ slam dininin tarihi materyalizmle bağdaşması yersiz bir düşüncedir. Böyle olduğu halde, İ slami sosyalizmden bahsetmek, bilgisizliğin veya kötü niyetin eseridir. İ slarn'da sosyalizm aramak başka, İ slamiyetin prensiplerinden, mües­ seselerinden faydalanarak, sosyal adaleti sağlamaya çalışmak başka şeylerdir. Dinimiz ve milliyetimizin pek güzel mües­ sese ve gelenekleri vardır ki, günümüzün modern milli ikti­ sat ve sosyal adalet sistemini kurmada, rehber ve yardımcı olabilir. Dini taassup ve ona küserek başka yollara gitmek fela­ ketler getirir. Din aleyhinde usta propagandalar yapanlara dikkat etmek lazımdır. Böyle bir ihtiyatın ne derece lüzum­ lu olduğunu şu misal ortaya koyar: III. Beynelrnilel'in (Kornintern), i l . Kongresinde, 1920 yılında şu karar alındı: Türkiye, İ ran, Afganistan ve Arap ülkeleri gibi kapitalist gelişmesini tamamlamamış memleket­ lerde sınıf mücadelesi yerine, mezhep, tarikat mücadeleleri­ ni kışkırtmalı, bir avuç münevveri fikren bölrnelidir. Tür­ kiye'de «Yeşil Ordu» bu direktife uyularak kurulmuştu. İ n­

gilizler'de de aynı gayret görülmüştür. 6 Kasım 1 920'de, Al­ bay Stoks'tan, Lord Curwıı'a gönderilen resmi yazıda, Azer­ baycan'da «Sünnilerle Şiiler arasındaki zıtlık büyüktür, biz bu zıtlığı dalıa da geliştirebiliriz» deniyordu (11) .

(11) İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İnceleme : Erol uıu­ belen, sf. 283.


- :s HUMEYNİ'NİN

« İSLAM

DEVRİMİ»

İran'da meydana gelen, İslami renkli ihti lfı.l hareketi­ ni, yara tıcısının (Ayetullah Hıımeyn'i'nin) iki

eserine at­

fen (1), açıklaınağa çalışacağız. Bu konuda, bir iki istisna e) dışında, ciddi çalışmalar yoktur. Türkiye'yi çok

yakından

ilgilendiren ve İslam dünyasının tamamı için tehlike teşkil eden, bu karanlık ihtilalci hareketin bilinmesi gerekir.

1) Huıneyni ve Şi'a. «Şii» ve «Şia» terimleri, «arkadaş» manasına

gelmekte

olup, Hz. Ali ve oğullarına olan taraftarlığı ifade eder. Bun­ lar, imamlığın, halifeliğin, seçim yoluyla olmıyacağını; Hz. Ali oğullarına ait bir hak olduğunu söylerler.

Sayısız fır­

kaya ayrılmakla birlikte, ana görüş bakımından üçe ayrı­ imamdan lırlar: 1 - Gulat (Caali) : İlahi ruh ve nur'un

(1)

Ayetullah Humeyni, İslam F�kıhında Devlet, İstanbul 1979, çeviren : Hüseyin Hateıni ; İmam Humeyni, Konuşmalar (1 Şubat 1979 6 Kasım 1981 ) , Ankara , 198�', ( İran İslam CUmhuriyeti Ankara Büyükelçiliği'nce yayınlanmıştır> . ( 2 ) Doç. Dr. Saadettin Kocatürk, ciran - İslam İnkılabı ve Se­ beplerb , Türk Kültürü, sayı : 230, Haziran 1982, sZ. 485 493 ; cHamle'nin Görüşü / İran ve İhtilal>, Hamle, sayı 7, 21.2.1983, sf. 4 6 ; Mustafa Talip Güngörge, Humeyni ve İran İnkılabı, İstanbul, 1983. -

-

-


HUMEYNİ'NİN c İSL.AM DEVRİMİ >

365

imama hulul ve intikal ettiğini (tenasuh) söylerler. Bu ina­ nışa göre, imamlar ölmez, fakat insanlara görüıamez. Hz. Ali, bulutlar arasında yaşamaktadır. Muhammed bin El­ hanefiyye, Hicaz'da, Razva Dağında yaşamaktadır. Hz. Ali, kendisine ulfıhiyet isnat edenleri yaktırmıştı. 2 lma­ miyye. Biraz daha mutedil olmakla birlikte; onlar da imam­ larda «masum » oluş (günahtan uzak) görür ve ölümlerini, -

kendi istek ve ihtiyarlarına bağlarlar. Bir imam'ın gaybube­ tine, kayboluşuna, gizlenişine (Mehdi'nin) inanırlar ve onun zuhur edeceği günü beklerler. 3 Zeydiyye. Beşinci imam, Zeyd bin Ali ye izafeten bu isim verilmiştir. En mutedili sayılır. Buradaki «imam» sözü, cami imamlığını değil, Hz. Peygambere halef oluşu ifade ediyor (3). -

'

Mutaassıp olmayan Sünni mezheplerinde ve bilhassa Türkler'de, Hz. Ali ve evlatlarına, Ehl-i Beyt'e karşı büyük bir muhabbet beslendiği halde, bu sevginin sadece Şii mez­ heplerine mahsus imiş gibi gösterilmesi, nazariyede eksik­ lik doğurduğu gibi, büyük sosyal kargaşalı k ve patlamalara yol açan sebeplerden biri olmuştur. Tarihte, Şii - Sünni ay­ rılıklarını ortadan kaldırmağa çalışan gerçek Müslüman fi­ kir adamları ve idarecleri olduğu gibi, bu ayrılığı daha da arttırmağa çalışanlar çıkmıştır. Mesela, «Bağdatı, hilafet merkezini istila eden Buveyh oğullan, bir taraftan kendile­ rine her istediklerini veren halife Müstekfiyi sürükleyerek sarayından çıkarıp gözlerini oydururken, diğer taraftan da tahrik ettikleri sünni, şii mücadelesi neticesi olarak Bağ­ dadı yağma ettiriyor, yaktırıyor, bigünah halkı sokaklarda parçalattırıyorlardı» (!). «Mısırda Fatımi hali fesi Haki mbi(3)

(4)

İbni Haldun, Mukaddime, I, İstanbul, 1 954, çeviren : Z. K. Ugan, sf. 525 - 540, 716 - 71 7 ; «Şia> Maddesi, İslam Ansik­ lobedisi, '1 16. cüz. Prof. Şemsettin Günaltay, «İslam Dünyası nın İnhitatı Sebebi SelçUk istilası mıdır?>, Belleten, sayı 5 - 6, 1938, '


366

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

emrillah, günün birinde siyah kölelerine Kahire'yi yakarak halkın mallannı yağma, kadınlarını esir etmeleri emrini ve­ riyor, neticede masum hlak ile siyah köleler arasında üç gün üç gece boğuşma sahnesi olan Kahirenin üçte biri ya­ nıyor» (5). Humeyni'nin, Şiilik içindeki yerini incelemeden önce, Türk tarihinden de bu konu ile ilgili bir iki misal verelim. «Olcaytu kendisine sünnilere karşı taassup hissi telkin et­ mek isteyen büyük şii fakihi Celaleddin Hasan bin Mutah­ har al-Hilli'yi huzurundan uzaklaştırdı; Sulduz ve Uygur beylerinin kendisinden daha çok sünni olmalarına karşı <la bir şey demedi. REŞIDEDD/N'in Feva'id-i Sultaniye rı aın eseri Olcaytu'nun bu orta yolu nasıl anladığını çok güzel ve birçok misallerle izah etmiştir.Temür'e gelince, o Mazen­ deranlılar onu Yezid telakki ettikleri halde, Suriyelilerce o şii idi.. .. Sünni ve şii farkına bakmadan, bir evladı nebi ve Ali sevgisi fikrini temsil eden ilk Osmanlı devrindeki Türk dervişleri BARAK - GEYİKLİ, ABDAL MUSA ve KAYGU­ SUZ gibilerin devri artık tarihe karışmıştı. Kendisi Türk dervişlerinden gelen Aşıkpaşazdde dahi artık bunlan tanı­ mıyor, onların zikirlerini 'şeytani amel' olarak vasıflandın­ yordu. Bu müfrit sünnilik, Azerbaycan Türklüğünü müfrit şiilerin kucağına atacak, iki buçuk asır sonra da mezheple­ ri birleştirmek hususunda Nadir Şah Afşar tarafından ya­ pılacak çok müsait ve her iki taraf için kabule şayan tek­ liflerin reddine saik olacaktın> (6).

(5) (6)

sf. 85-86 (Ebu Ali Ahmet bin Miskeveyh, Tecaribülümen, c. 2, sf. 86-87'ye atıf). Aynı makale (Ebül.mahasım ibni Tağn berdi, Ennücumuz­ zahlre, c. 4, sf. 176-18l'e atıf) . Prof. Zeki Velid! Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İs­ tanbul, 1946, sr. 378.


HUMEYNİ'NİN cİSLAM DEVRİMh

367

Mezhep ayrılığından yakınan Babür'ün torunu Ekber şöyle diyordu: « Eğerçi bunca iklimleri fethettim ve cihan­ girlik techizatı hazır ve amaöe bulunuyor, lakin hakiki bü­ yüklük Allahın rızasını kazanmaktır, din ve mezhep ihti­ lafından yürek rahat etmiyor» (7). Şiilik hakkındaki tarif ve kısa tarihi misallerden son­ ra, Humeyni'nin şia'sına bakalım. İ ran şiası, esas itibarile, « İ mamiyye» koluna bağlıdır. İ slam adına konuşan İ slftm cumhuriyeti kurduğunu söyleyen Humeyni, yukarıda adla­ rından bahsettiğimiz şahsiyetler gibi, gerçekten mezhepler üstü bir tavır takınarak, İ slamiyet için mi çalışmak tadır? Şia'ya olduğu kadar, Sünniliğe de muhabbet duyabiliyor mu? İ h tilalden sonra yaptığı konuşmalara bakarak, insa­ nın bu kanaata varacağı geliyor. 18 Ağustos 1980 de yaptığı ve «Besmele» ile başlayan konuşmasında şöyle diyor: « İ ran'­ ın Şii, Sünni tüm kardeş kitlelerini İ slam Kanunlarını yer­ leştirmek konusunda çaba harcamaları için tek bir çizgide birleştiren Allah Tealıi'ya şükürler olsun» (8) . Mehdi inan­ cı (9) dolayısiyle, kendisine yöneltilen tenkitler için de şöy(7)

Prof. Hikmet Bayur, d6'ncı Asırda Dini ve Sosyal Bir İnkılap Teşebbüsü, Ekber Gürkam, Belleten, 5 - 6, 1938, sf. 137-139. (8) İma m Humeyni, Konuşmalar, Ankara, 1982, sf. 81. ( 9 ) Mehdi, kaybolan ve ilerlde bir tarihte tekrar yeryüzüne inecek olan «imanu dır. «Oniki 1mam» inancında olanlar için bu zat, Muhammed bin Askcri'dir. Tirmizi; Mehdi'ye, a:Muntazar» (gelmesi beklenen) da denildiğini söyler. Bu­ nu nakleden İbni Haidun, Şia h akkında zengin bilgi ver­ dikten sonra, Mehdi'nin zuhuruna dair olan hadis'lerin zayıf hadis'ler olduğunu söyler ( İbni Haldun - Mukaddime, I, sf. 532 - 539, 716 717) . Samarra Şiileri, cMehdbnin çıkmasını teşvik etmek için her cuma günü, namazdan sonra, Sa.marra Camil'nin ka­ pısında altın eyerli, gayet güzel bir at hazır eder ve Meh­ di'nin gelmesini beklerlerdi. Sultan Sancar, zaferle bu ül•


MİLLİ KÜLTORtiMUZ VE :MESELELERİM.İZ

368

le diyor: « Peygamberler bütün maksatlarını gerçekleştire­ memişlerdir dolayısıyla Allah (C.C.) son zamanda Peygam­ berlerin gayelerini icra edecek bir kimseyi gönderecektir dediğimde bu zavallılar yalancılara bilerek veya bilmeye­ rek hizmet etmek için bu sözlerimizi yanlış yorumlayıp, 'filan adam Mehdi Şeriatı tamamlayacaktfr demiştir' itha­ mını bize yöneltirler. Bu bize yöneltilen en büyük haksızlık­ tır. Biz Hz. Mehdi'yi İ slam'a ve İslam'ın Peygamberine tabi bir ferd olarak kabul ediyoruz. Onun icra edeceği hükümler de Resul-u Ekrem'in (S.A.V.) emirlerine uygun olacak­ tır» (10) .

Humeyni, bütün fıkıh meselelerini ve idare esaslarını, Ş ia fıkhına göre ele alıyor. Aşağıda açıklayacağımız «Vela­ yet-i fakih» prensibinde de görülür. Her konuda açıklama­ larda bulunurken, sık sık «Mezhebimize göre», «Şia mez­ hebine göre», «Mezhebimizin ilkelerine göre» ibarelerini denebilecek bir kullanır (11). Mehdi hakkında da, müfrit Şii inancına sahiptir. Şöyle ki: aGaybet-i Sugrd (küçük ka­ yıplık) dan bugüne kadar bin şu kadar yıl geçmiştir. Yüzkeye girdiği zaman, bir cuma günü, bu ata yaklaşarak, «Bu at bende emanet kalsın, imam her ne zaman zuhur ederse teslim ederim» diyerek üzerine binmiş ve atı alıp götürmüş idi (Mehmed Şerefeddin, «Selçukiler Devrinde Mez:lhib», Türkiyat Mecmuası, c. I, İstanbul, 1925, sf. 1 17

-

118).

Hicretin 1400. Yıldönümünde ( 2 1 Kasım 1979 ) , Bedevi kı­ lığında bin kadar silahlı şahıs, sabah namazında Mescid ül Haram'ı basarak, içlerinden birinin uMehdi» olduğunu ve onun arkasında nam�z kılınacağını söylediler ve ce­ maati rehin aldılar. Çevreyi sar2n as!rnr ve polisle çatış. tılar; ycnilmeğe başlayınca mina relere �:r.açtılar. Sonunda ele geçirildiler (21 - 23 Kasım 1 979, gazeteler, TRT) . ( 1 0 ) imam Humeyni, Konu�malar, sf. 79. ( 1 1 ) Ayetullah Humeyni, İslam Fıkhında Devlet, çeviren : Hü­ seyin Hatemi, sf. 35, 66, 97, 1 1 5. -


HUMEYNl'NİN ciSLAM DEVRİMİ>

369

bin yıl daha geçmesi ve Hazret-i İ mam'ın teşrifini, masla­ hatını, henüz gerekli kılmamış olması ihtimal dahilinde­ dir. Bütün bu süre boyunca İ slami hükümler yerde mi kal­ malı, uygulanmamalı mıdır?• Burada geçen «Küçük kayıp­ lık» için, çeviren, şu açıklamayı yapıyor: «Onikinci İmam olan H azret-i Mehdi'nin sefirleri vasıtası ile müminler top­ luluğuna buyruk gönderdiği, imametinden Hicretin 328. ci yılına kadar süren dönem». Mehdi hakkında Huıneyni'nin bir iki sözüne daha yer verelim: «Şia'nın görüşü Peygam­ bcr-i Ekrem'in (S.A.) rıhletinden gaybet dönemine kadar». «Allah gaybet dönemi için belirli bir kişiyi devlet başkan­ lığına tayin etmemiş bulunsa bile, İ slam'ın i lk döneminden Hazret-i Sabih (A.S.) zamanına kadar yönetimde aranması g ereken özellikleri, gaybet zamanı için dahi yürürlükte kı­ l ın mış t ır.» (12) . Buraya kadar söylenenler, bir mezhep liderinin haklı olarak bağlı kalacağı inanç esaslan olarak kabul edilebilir. Fakat, bütün İ slam dünyasını harekete geçirmeğc çalışan ve onlara seslenen bir din adamının, mezhep işinde daha yumuşak olmasını beklemek, haksızlık mıdır? Hele bu mez­ hep büyüğü, halkı ayaklandırıp, id areye karşı bir «Aşıira» günü meydanı getirmeğe davet ederse (13), onun tarafsız ol­ madığı anlaşılır. Bu davet; hak, adalet, insanlık ve din adına yapılıyor­ sa da, aslında çok tehlikelidir. Çünkü, Hazreti Hüscyin'in Kerbela'da şehid edilişi dolayısiyle, her yıl

Muharrem'de

yapılan yas gününü anlatır. Sünni Türklerin pek çoğu, gamber torununun kaybından duyduğu a cıyı şiirlerle, re ve lokma dağıtmakla ve diğer davranışları ile ortaya maktadır. Buna rağmen, bu faci anın suçu, Sünnilere •.

(12)

Aynı eser, sf. 32, 60, 66, 98.

(13)

Aynı

eser,

sf. 162 - 164.

Pey­ aşu­ koy­ yük-


.\"/O

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

lenir ve onların hepsi «Yezit» sayılmak istenir. Türkiye'deki Alevi ve Bektaşilerle, İran Şiileri arasında birkaç ortak nok­ ta ötesinde hiçbir benzerlik yoktur. İran Şia'sında, eski İran kültürünün büyük rolü olduğu halde, Türk Alevilik ve Bektaşiliği, eski Türk kültürüne (Şamanizm ve diğer Türk kültür unsurları) ve İslam tasavvufuna dayanır (1·1). Bu benzemeyişe rağmen, ortak noktalardan biri olan «Aşıtra» günü ve yas tutma geleneği, tehlikeli yöne sevkedilcbilir. Humeyni'nin mesajı, bir yandan Sünni çevrelere dönük gö­ rünürken, öte yandan, Şii ve Alevi kitlelerine de, bir tah ri k vasıtası olarak ulaşabilir. «Her gün Aşılra. Her Gü;z Ker­

bela» şiar ve prensibi (1ı;), bu cemaatleri, devlete ve Sünni kitlelere karşı ayaklandırmağa, kinlendirmeğc yönelik ola­ bilir. Kullanılan terimler ve isimler, i şl en i len konular, bu

cemaatler için, kolayca anlaşılabilecek ve benimsenebilecek bir mahiyet arzettiğinden, Humeyni Hareketinde, ül kemiz Alevi cemaatlerine yönelik misyonerce bir çehre göze çarp­ maktadır. Onun, mezhepler üstü görünüşü de, Sünni cemaatlerini ele geçirebilmek içindir ki, hem Türkiye, hem de diğer İslam ülkeleri için, üzerinde ehemmiyetle

durmayı

gerektirir.

Alıund'ların (Şii din adamlarının) gayreti ile, Şiilik ka­ nalıyla, İran Türklerinin nasıl Fars kültürünün tesiri altı­ na düştüklerini, Ağaoğlu Alımet Bey, yetmiş yıl önce bir eserinde yanıp yakınarak anlatmıştı. Bu hususu, Akçııra­ oğlu Yusuf Beyin «Türkçülük» ki tabından öğreniyoruz. Ay­ nı tehlike, Anadolu Alevi cemaatleri için de söz konusu ola­ bilir mi? İhtimal az da olsa, düşünülmelidir. ( 14) ( 15)

Türkiye'de Alevilik ve Bekt4şilik isimli eserimize bakınız .. Mustafa Talip Güngörge, Hwneyni ve İran İnkılabı, sf. 1 1 - 13, «Hamıe»deki ve «Tiirk K illtürii>mdeki yazılara da bakınız.


HUMEYNİ'NİN cİSLAM DEVRİMİ>

371

II) Velayet-i Fakih. Fakih'lerin (İslam fıkıhçılannın, müctehidlerinin), Ve­ layet (idare etme, «yönetme») hakkı vardır. Humeyni'ye gö­ re, çocuk üzerinde büyüğün, veli'nin, nasıl onu çekip çevir­ me, idare etme hakkı varsa; Fakih'lerin de, halk üzerinde, millet üzerinde, böyle bir «Velayet» (velilik, idare etme, scv­ ketme) hakkı vardır. Bu hak, Şeriat'tcn (Şii hukukundan, fıkhından) doğmaktadır. Fakihler, fıkıh (İslam hukuku) bilgileri ve adaletleri ilc,Allalı tarafından bu vazifeye layık görülmüşlerdir. Fakihler, Hz. Muhammed'in ve İınam'ların (Hz. Ali soyundan gelen) iki vasfından biri olan (dünyevi olan), idare etme hakkına ve hizmetine (Velfıyet-i Fakih), varis olmuşlardır. Fakihler bu hizmeti yerine getirdikleri, devlet idaresini ele aldıkları taktirde, cemiyetlerde adi l bir düzen kurulmuş olacaktır. Bu olmadığı , devlet, başka şahıs ve zümrelerin elinde bulunduğu hallerde,

adaletsizlik hü­ küm sürecektir. Bu rej imlerin hepsi « Tağııt» rej imidir k i,

terim Kur'an'daki bir Ayet'dcn alınmış olup, «Meşru olma­ yan idare, hükumet ve devlet» manasına geliyor. Hıımey11i sistemi, Eflatunun ütopyasına benziyor. Fark, birinde dev­ letin başında filozoflar var; birinde ise, din adamları. İki­ si de, adil ve mutlu cemiyet düzenini buldukları inancın­ da. Eflatun, yaşlanınca, hayallerini farketmiş; Humeyni ise, yaşlılığında bunları savunuyor. Şii fakihlerinin, adil davra­ nacağını, haksızlık etmiyeceğini bize kim temin edebilir? Menfaat duygusu ile hareket eden, halkın değer verdiği dini mertebe ve statülerden faydalanmak isteyen, kıskançlık ve kin duygulan ile hareket eden, din adanılan yok mudur? Nitekim, uzun yıllar sürgünde kalan ve 1 960 lardan sonra, onbir ay Bursa'da oturan Humeyni, Şahlık rejiminden gör­ düğü eza ve cefadan ve gurbet acılarından ötürü, içinde do­ lan gayz ve kini yenebilmiş midir? Konuşmaları ve icraatı,


372

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

kin duygularının, din duygularına üstün geldiğini gösteri­ yor. «Aşfıra» meydanına dökülen, eli silahlı din adamında (fakih'de); müsamaha, merhamet ve kardeşlik duygusu ka­ lır mı? Din adamının din işlerini bu-akıp, sokaklara dökül­ mesi, dövüşmesi, o ülkede adaletten eser bırakır mı ? Halk tabakalarına yol gösterecek, öğüt verecek olanlar kalmadı­ ğına göre, kitleler birbirini yiyecek demektir. Kıyıda köşe­ de kalıp da, din işiyle uğraşan, fetva veren, yol gösterenleri de Huıneyni kınıyor ve bunlara gerçek fakih denilemiyecc­ ğini söylüyor.. Humeyni diyor ki: «Diyanet siyasetten ayrıl­ malı ve İslam bilginleri içtimai ve siyasi işlere karışmama­ lıdır» sözünü de «emperyalistler söylemiş ve yaymışlardır». Hz. Muhammed ve İmamların sahip oldukları velaye­ tin, «gaybet» den sonra da, «ddil fakih» bulunduğunu söy­ leyen Humeyni, bu uVelayet-i Fakih'in, itibari velayetin), hakimiyet, icra ve idare hakkını doğurduğu inancındadır. Dünyanın ilk sosyoloğu sayılan, Mısır'da eİı büyük dini ma­ kamı işgal etmiş olan, tarihçi lbni Haldun, devlet ve haki­ miyet meselesini, ilmi şekilde ele alır. Ona göre « devlet, milli toplulukların icaplarındandır. Devlet, ihtiyari

olarak

kurulmaz.» Devletin var olması, tertip ve düzeninin kurul­ ması için «zaruret» vardır (Mukaddime, 1 , 540 - 541). Bir ailenin veya zümrenin, hükümdarlık mevkiini ele geçirip, aralarından birini o işle vazifelendirmelerinin,

şartlarını

inceler. Göçebelik ve şehir hayatının (yerleşik hayatın), asabiyet'in (Soydan ve terbiyeden gelen şuur) coğrafi, ikti­ sadi ve diğer içtimai şartların rolüne dikkat eder. Hilafet olmadan da, devlet kurulduğunu ve kurulabileceğini , bu­ nun da kendi kanunları içinde (sosyoloji k kanunlar) meşru sayılması icap ettiğini açıklar (Mukaddime, 1 , 495 - 497 v.d,

5 12). Osmanlı hükümdarları, lıalife oldukları halde (Yavuz, Kanuni ve sonrakiler) , kamu idaresinde örfi lıukuka birin-


HUMEYNİ'NİN «İSLAM DEVRİMh

373

ci planda yer veriyor, devlet işlerinin hemen tamamını bu­ na göre yürütüyorlardı.

İ talyan iktisatçı ve sosyoloğu, çoğu Roma

tarihinden

alınan misallerle, tarih boyunca hakimiyet hakkının «elit»­ sosyolog lcrden elitler'e geçişini açıklamıştır. Amerika'Iı «Aydınlar çağı»

Ziınmerman, çok haklı olarak, çağımızın

olduğunu söyler. Demokratik rejimlerde, cemiyeti idare edenler aydınlardır. Cemiyet dindar ise, aydınlar da din­ dar olur veya halkın reyini alabilmek için öyle görünür. De­ mokrasinin iyiliği ve açıklığı buradadır. Humeyn'.i'nin cemi­ yetinde, idareci sınıfı («adil fakihleri») kim kontrol edebi­ lecektir. Humeyni bile kısa zamanda pes dedi; «mollalara, din adamlarına, devlet işlerine karışmamaları için çağrıda bulundu» (1 1 Şubat 198 1 , 19 ve 20.30, Radyo ve TV haber­ leri). İmamlar'a mahsus olan «Tekvini Velayet» (İlahi- külll hilafet) den farklı olan, «adil fakihler»e mahsus bulunan « İtibari velayet» i - bütün hükümranlık haklarını vermek­ tedir - (16) elde etmenin yolu nedir? Şimdi onu görelim.

III ihtilal Metodları ve Takiyye Prensibi. Mısır Firavunlarından, Roma imparatorlarından, İran �ahlarına kadar, bütün devletler ve rejimler, Humeyni ıçın, ıcTagut» (gayri meşru) dur. Bu hükümden, Bizans'ı yenen Sultan Alp Arslan, Haçhlar'ı yenen Kılıç Arslan bile kurtu­ lamaz. Safeviler, Afşarlar, Kacarlar da buna dahil olsa ge­ rektir. Osmanlı İmparatorluğu hakkında, lehte m i , aleyhte mi olduğu belli olmayan birkaç söz. Tagutları devirmek için, yoğun propaganda yapılacak, onların mahkemesine başvurulmayacak, onlara vergi veril­ ıııcyecek, silahlı militanlar yetiştirilecek, «Her gün aşüra, l l6 )

Humeyni, İslam Fıkhında Devlet, sf. 62 - 67.


MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

374

her gün Kerbelfl» prensibi ile, halk sokaklara

dökülecek,

her türlü ihtilalci metoddan faydalanılacaktır. Bunun Hu­ m eyni nin ağzından dinleyelim: '

«Bütün dindar ve gayretli halkın katıldığı

ortak bir

uyanış ve girişime yol açar. Bu uyanış ve girişim sonucun­ da sapık ve zalim yöneticiler bu devrim hareketine uymaz, (doğru boyun eğmez iseler, lslam'ın Sırat-ı Müstakim'ine yoluna) uygun olarak İslami gidişe tabi olmaz iseler, silah gücü ile bu hareketi susturmaya ve bastırmaya kalkışırlar­ sa, silahlı tecavüze kalkmış ve 'Fi'e-i bagıye' durumuna gir­ miş olurlar. Bu durumda müslümanlara düşen 'fi'e-ilbagiye' ile (isyan kar topluluk ile) , yani tecavüzkar hakim güçler ile cihad etmektir ki, toplum siyaseti ve yöneticilerin tutumu, İslfımi i l ke

ve

hükümlere uysun» (17).

Humeyni, «mü'min, takva sahibi, adil» kişilere, şu ke­ sin ve korkunç emri veriyor: «Tagutlann emir ve kurallarına teslim olmamak için onlara karşı çıkacak ve bozuk şartları ortadan kaldırmak için savaşacaktır. Elimizde, bozuk ve bozucu şartları orta­ dan kaldırmak, hain ve fasid, zalim ve zorba yöneticileri alaşağı etmekten başka çare yoktur.» Bu cümlenin sonun­ da, «çeviren» şu dipno.tu düşmüştür: «Özellikle lran'daki bu dersler verildiği sırada ve son zamanlara kadar hakim olan Şahlık ve istibdat düzeni ve mensupları kasdedilmektedir. Ancak, bundan sonra, bütün İslam ülkelerini benzer bir devrime çağıran bir tek cümle vardır ki, mevzuatımız karşısında, bu dik» ( I R) . ( ı 7)

Aynı eser, s-f. 138 - 139. Bu sözlerle, Engels'in «Karşı - İ hti­ teorisini ayırt etmek çok güçtür. Aynı eser, sr. 42.

Iab>

( 18)

cümleyi çevirme­


HUMEYNİ'NİN cisLAM DEVRİMh

375

Bütün bu ihtilal çalışmaları sırasında da, ihtiyat elden bırakılmaz. Bunun için «Takıyye» prensibine başvururlar. Humeyni bunu şöyle açıklar: «Bir kimse İ slam Devlet ve yönetim biçiminden söz et­ mek isteyince 'takıyye' (x) ile konuşmak zorunda kalır ve emperyalizmin etkisi ile çarpılmış olanların da muhalefeti ile karşılaşırlar ... Çünkü biliyoruz ki imamlarımız, bazı ger­ çek hükmü söyleyemedikleri, zalim ve zorba hakimlerin baskısına maruz kaldıklan çevre şartları içinde, şiddetli bir takıyye ve korku ile yaşadıkları oluyordu. Elbette on­ ların korkuları din içindi, kendileri için değildi.. Bazı ko­ nularda da takıyyeye başvurulmasa idi, zalimler mezhe­ bin kökünü kurutmaya girişirlerdi» (18) . Bu prensip, gizlilik, kapalılık ve samimiyetsizlik ifade­ sidir ki, nihai gayenin ne olduğunu, en yakınlardan bile gizler.

«Ma·ksat, gerçek amaç ve inancıni, içinde bulunduğu şart;. lann gereği ölçüsünde gizlemektir> (çeviren) (Aynı eser, sf. 19). (19) Aynı eser, sf. 19 - 2"0, 76. (*)


- 26 -

lSLAMlYET VE SOSYALİZM

Son yıllarda İslam ülkelerinde, sosyalizmle İslamiyeti bağdaştırma yolunda çalışmalar yapılıyor. Teoriler kurulu­ yor, pratiğe yöneliniyor. Arap ülkeleri bu konuda daha he­ vesli ve heyecanlı. Bu hareket yeni

olmamakla, altmış yıl­

lık bir geçmişi bulurımakla beraber, bugün iyiden iyiye kuv­ vetlenmeğe yüz tutmuş, millet hayatında tecrübe edilir ol­ muştur. Siyasi kadrolar bu teoriyi, İslam ülkeleri Iabora­ tuarlarına sevketmiş bulunmaktadırlar. Ne netice alacakla­ rını ileride göreceğiz. Bize göre bu hareketin kaynağı içerden çok dışarıdadır. İslam ülkelerinde komünist partileri ile fazla başarılı ola­ mayan, Marksizm yayıcıları, komünizm bezirganları, meta­ larını, «İslami» bir şal içinde satışa çıkarmış bulunuyorlar. Böylece, İslam dininin gücünden, müslümanlar arasındaki tesirinden de faydalanmış olacaklar. Satışlarını rahatlıkla yapacaklar. Gizli komünist partileri, istedikleri verimi sağlayama­

dı. En başarılı olduğu Suriye'de bile, fazla varlık göstere­ miyorlar. Rusya'ya bağlı olan Halit Begdaş'ın liderliğinde­ ki grup ile, ona muhalif olan Riyad Türk'ün başkanlığın­

daki grup, Hafız Esat Hükumetinde iki bakanlıkla temsil ediliyor. Fakat bütün cemiyete nüfuz için bu yetersiz: Mı-


İSLAMlYET VE SOSYALİZM

377

sır'da (Kahire ve İskenderiye) 1919'da İtalyan, Yunan ve diğer ecnebi komünistler tarafından kurulan teşkilat da fazla güçlü değil. Irak ve Lübnan'da çeşitli etnik gruplar ve inanç zümreleri tarafından kurulan komünist teşkilat­ ları da, sosyalizmi gerçekleştirecek seviyede değil. (1). Bun­ lar hep ithal malı olarak görülüyor. YerlPürün görüntüsün­ de bir sosyalizm metaı gerekli. Bu meta,

« İ slami sosya­

lizm,.dir.

/sldmi Sosyalizm Gayretleri. R. H. Tawney, sosyalizmin, on yıldan on yıla ayrı ma­ nalar kazanmakta olduğunu söylüyorsa da, Marksizmi n di­ yalektik maddeciliğinin, günümüzün hemen hemen bütün sosyalist doktrinlerinin ruhuna sindiğini gözden uzak tu t­ mamalıdır. Eflfıtıın'un, yaşlılık yıllarında, itiraf e t liği genç­ lik yıllarının ütopik düşünceleri bir yana bırakılırsa, Canı­ panella dan başlayıp, 18 19. yüzyıl maddeciliği ile beslenen '

-

sosyalizmler, hemen hemen bütünüyle Marksizm:n kanat­ ları altına girmişlerdir. Bu yüzden, ne kadar mana değiş­ tirirse değiştirsin, sosyalizm veya sosyalizmlerin belli se­ ciyeleri vardır. Sosyalizm kelimesi, Soınbart'ın belirttiğine göre, « içtimai mesele» manasına gelmek üzere İtalya'da kullanılmıştır. Başka yazarlar, kelimenin ilk önce 1 827 !erde

R. Owen'cılar tarafından kullanıldığını söylerler. Her ne olursa olsun, bu kalıbın içi, iki asır boyunca belli fikir ve prensiplerle doldurulmuştur. Bunları gayet kısa ve kalıa hatlarla şöyle sıralıyabiliriz: 1 Maddecilik: şartlar uy­ -

gun olmadıkça açıkça belirtilmeyen,

fakat

·

diyalektik \'e

tarihi maddecilikte en açık ifadesini bulan, din, manevi de­ ğer ve her türlü idealizm aleyhtarlığı; 2 Beynelmilelci­ -

lik: vatan, millet ve askerlik aleyhtarlığı. Milleti, birbirine (1)

John K. Cooley, «The Shifting Sands of Arab Communism», Problems Of Conununism, March April 1975, sf. 22 42. -

-


378

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ

VE MESELELERİMİZ

düşman sını flara ayırarak, sınıf kavgası yaratmak ve mil­ let yerine, Enternasyonal Sosyal Deınokrasi'yi kurmak (si­ yasi ve parlamenter hareketle, sendika faaliyetiyle ve ko­ operatif hareketiyle üçlü bir demokratik

uğraşı ile) veya

Enternasyonal Komünizm'i (ihtilal yoluyla) gerçekleştir­ mek; 3 Üretim araçlarını devletleştirmek (sosyal demok­ -

rat, demokratik sol denen sosyalist partilerinin programın­ da bu prensip yer alırken, komünistler, mübadele ve tüke­ tim araçlarını da kollektifleştirme yoluna giderler. Arada ince bir fark, soğan kabuğu cinsinden bir fark görülür) . Esasları ve prensipleri bu olan ve bunları gerçekleştir­ meğe çalışan sosyalizmle, İslam dini bağdaşabilir .mi? Bir İ slami sosyalizmden, ruhçu sosyalizmden bahsedilebilir mi? Bunun mümkün olduğunu, felsefe profesörü ve Fran­ sız Komünist Partisi eski politbüro üyesi Roger Garaııdy'­ den ve hiçbir şeyini sevmedikleri Osmanlı'nın toprak rej i­ minde, sosyalist bir ruh bulmak -için çalışan Türkiyeli sos­ yalistlerden öğreniyoruz. Gerçekten, « Sosyalizm ve İslami­ yet» adıyla Türkçeye çevrilen eserinde Garaııdy, lbni Rüşd ve İbni Haldun u tarihi maddecilerin öncüsü sayarak, sos­ '

yalizmin Müslümanlığın öz malı olduğu fikrini yerleştirme­ ye

çalışıyor. Garaudy, adı geçen eserinin, «Cezayir'de İslam

Sosyalizmi» başlıklı bahsinde, bu konuda şöyle diyor: « Bizi komünizmden ayıran şey, bizim sosyalizmi, Tanrı ile birlik­ te kurma isteğimizdir. O bir yandan toplumsal ve maddi ilerleme, öte yandan ruhsal değerlerin gelişip açılması» ile birlikte gider. Garaudy'nin, sosyalizmi «Tanrı ile birlikte» kuracağına inanan, iyi niyetli bir araştırıcımız, « İşte bu gö­ rüşe biz de katılırız, bµ da doğrudan doğruya İslam'ın he­ definin gerçekleşmesi

uğrunda

çalışmak

yor (2). Komünist olmadığını, İslami sosyalizmin (2)

demektir» di­ «Tanrı» ile

İleride bu konuda bir kitap çıkarmayı umuyoruz.


İSLAM!YET VE SOSYALİZM

379

birlikte kurulacağını söyleyen Garaudy, aslında « Revizyo­ nist» ithamını bile kabul etmeyecek derecede, «Marksizm ve Leninizm'e bağlı ortodoks bir Marksisttir», koyu bir ko­ münisttir. Marksizmi, günün şartları içinde başarılı kılmak için gayretler gösteren bir kimsedir (3). O ve onun gibilerin telkinleri, İslam dünyası düşünür

VG

idarecileri

arasında,

ne yazık ki izler bırakmakta, tesir icra etmektedir. Burada kısa bir iki misal daha vermekle yetineceğiz. Türkler'e yakınlık duyan ve Kıbrıs Harekatı sırasında b iz e

büyük yardımı dokunan, Libya lideri Albay Muammer

El-Kaddafi'nin, «Yeşil Kitap» adlı iki tane mini broşürün­ den ikincisinin başlığı, « Ekonomik Sosyalizm»dir. Bu bö­ liimde,

« Yeni sosyalist toplum», « Sosyalist düzen», « Sosya­

list mülkiyet» terimlerine rastlanıyor. 27. ve 29. sayfalarda da, «diyalektik»ten söz edil iyor. Bu diyalektik, acaba Mark­ sist diyalektik midir? Öyle ise, broşürden ve başka yazılar­

dan, komünizme, aleyhtar olduğunu bildiğimiz ve din, ah­ lak, gelenek gibi müessese ve değerlere itibar eden Kad­ dafi 'nin fikirleri ile diyalektik nasıl bağdaşabilir? Diyalek­ tik'te dine yer var mıdır? 12. sayfada, üretim faktörleri içi­ ne toprak alınırken, 17. sayfada toprak üzerindeki ferdi mülkiyetin kaldırılacağı ifadesi birbirine

ters

düşmüyor

mu? İslamiyette ferdi mülkiyetin yeri yok mu? 4. sayfada, «aşırı sağ ve aşırı sol rej imlerde» işçinin hep «Ücretli» ol­ duğunu, onu ortak yapmak gerektiği belirtiliyor. Buna, bu sisteme, sosyalizm değil, mülkiyetin yaygınlaştırılması de­ nebilir. (3)

Garaudy'nin kitabını biz göremedik. Garaudy'nin iddiala­ ve onu tasdik edenlerin sözleri şu kitaptan nakledil­ miştir : Mustafa Kubilay İmer, lslı\miyet ve Sosyalizm, Ankara, 1976 ( Ekonom�kı ve Sosyal Yayınlar) . Bu eserde rahmetli yazar, adı geçen akımı, tenkide t4bi tutuyor. n


380

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ Büyük iktisadi ve sosyal değişmeler karşısında, cemi­

yetler hazırlıksızdır. Cemiyetler, sanayileşmenin ortaya çı­ kardığı meseleler önünde, teşkilatsız ve tedbirsiz kaldı. On­ dokuzuncu yüzyıla damgasını vuran «kapitalist rulı», ıztı­ rap ve sefalete yol açtı. Bu

durumdan sosyalizm ustaca

faydalanmasını bilirken, ülkeler tecrübesizliğin

ıztırapla­

rın ve ihtiyaçların tesiri ile, acele kararlar almağa, reçete­ ler bulmağa itildiler. Asya ve Afrika'da bunun pek çok mi­ sali vardır. 1 920 yıllarında Türkiye bile, böyle bir «Seçim» le karşı karşıya kalmıştı. Uzun devlet tecrübesi, milli şuur ve tarih şuuru ve liderlerinin kuvvetli şahsiyeti, bu kararda aceleyi önlemiş, tehlikelerin savuşturulmasına imkan sağlamıştı. 1917'de sosyalistlerin işbaşına geçtiği

Bolşevik

Rusyası,

Türkiye'yi bu dar zamanında acele kararlar almağa ve sos­ yalizme götürmeğe çalışıyordu. Bunun

ıçm,

Türkiye'ye

ajanlarını gönderiyor ve komünist . teşkilatlar kurduruyor­ du. Bunlardan sadece konumuzla ilgili olan bir teşkilat üze­ rinde duracağız. Bu gizli komünist teşkilatı, 1 920 baharın­ da kurulan «Yeşil Ordu Cemiyeti»dir. Su yüzüne kapatılan ve mensupları « İstiklal Mahkemesi»

çıkınca önünde

yargılanan bu cemiyet, komünizmi, « İslami sosyalizm» esas­ larına bağlı görünerek, «müslümanları» «bu sosyal inkıla­

ba,, hazırlıyacaklardı. Bunun nasıl yapılacağını, Cemiyetin nüfuzlu üyelerinden Vakkas Bey, « Yoldaşlarım» hitabıyla başlayan konuşmasında şöyle açıklıyordu: « Rus Bolşevik yoldaşlarımızla bilfiil elele. » Yeşilodu Nizamnamcsi'nin 1 9. ve 20. maddelerini, konumuza ışık tutacağı inancı

ile

burada veriyoruz: « 19 - Yeşil Ordu, kızıl inkılap ordula­ rının samimi bir kardeşlik ile ebediyep. bağlısı ve müttefi­ kidir. 20 - Yeşil Ordunun tarik alameti yeşil

bayraktır.

İslam kardeşliği bu bayrak altında teessüs ve insanlar ara-


İSLAMlYET VE SOSYALİZM

381

sında kızıl ve yeşil bayrakların i ttihadı, mes'ut inkılaba ve gerçek saadete yönelen çahşmalan tamamlayacaktır». (4)

Sonuç : « İslami Sosyalizm»in süslü kapağını açıp, içindekilere bakmak lazım. İslam hukukunun ve bu ülkelere ait

milli

kültürlerin tenkit süzgecinden geçirmek lazım. Ondan son­ ra, ikinci bir elemeye, sosyolojinin, iktisadın, tarihin ve di­ ğer sosyal ve manevi ilimlerin süzgecine tutmalıdır. İslam ülkeleri bunu yapabilecek soğukkanlılıkta değildir, o sabra tahammülleri yoktur. İşsizlik, yoksulluk, huzursuzluk, ideo­ lojik çalkantı ve diğer iktisadi sosyal,

siyasi ve kültürel

faktörler, acele reçeteler tedarikine götürüyor. Usta bezir­ ganlar, şifa müesseseleri kurmuş, «İslami sosyalizmin» re­ çetesini verip, ilacını dağıtıyor. İslam ülkelerinin, Rus em­ peryalizminin Afganistan'da oynadığı oyunları görecek vak­ ti

yok. Sovyet Rusya'nın pençesinde inleyen altmış milyon

müslümanın halinden habersizdir. İsrail yüzünden gözleri­ ni Amerika'ya ve Batı'ya dikmiş, Humeynini n şahsında kük­ rüyor. Dileyelim ki, yeşil bayrak, kızıla boyanmasın.

de,

Bu makale yayımlanalı dört yıl oldu (6). Bu zaman için­ söz konusu mesele ile ilgili hayli neşriyat ortaya çıktı.

Bunların esaslı bir tahlilini, nasip olursa ileriki yıllara sak1 ıyoruz.

Şimdi burada bir iki sözle yetineceğiz.

Son zamanlarda Batı ve onu taklit eden Doğu, lbni Hal( 4)

lVt Granston, «Tlıe Thought of Roger Garaudy», Problems Of Communism, September - October 1970, sf. 1 1 - 18.

< !'"> l

Dr. Fethi Tevetoğlu, Türkiye' de Sosyalist ve Komünist Fa­ aliyetler, Ankara 1967, sf. 151 - 156.

< fi )

Prof. Dr. Mehmet Eröz, "İslamiyet ve Sosyalizm>, Milli Eğitim ve Kültür, sayı 5, 1979 (Öz.el Sayı), sf. 97 - 101.


382

MİIJ..l KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

dun'a büyük değer vermeğe başladı. Araştırmalar, doktora tezleri yapılıyor. Çok yerinde ve faydalı bir gidiş. Fakat öte yandan solcular, daha doğrusu İslam Sosyalisti rengine bü­ rünenler, lbni Haldun'un şahsında, sosyalizme destek arı. yorlar. Güya, lbni Haldun, ilk maddecilerden imiş; iktisadi faktörlere büyük pay ayırarak, sosyal Mdiselcri açıklıyor­ muş. Doğru; fakat bu, onun maddeci olduğu manasına gel­ mez ki. Tam tersine, çok faktörlü (amilli) açıklamalara yer verdiğini gösterir. Ruhi dini, faktörler yanında, coğrafi ve iktisadi faktörlere de yer vermesi, modern sosyoloj i anlayı­ şına çok uygundur. Prof Neumark, lbni Haldun'un madde­ ci olmadığını kesinlikle söylüyordu. Bu maddecilik iddiası­ nı ileri sürenlerin başında Garaudy geliyor; onu, bizim yer­ liler tertip ediyor. İslam dünyasında sosyoloj ık ve iktisadi kü! ti.irden mah­ rum bazı din adamları, sosyalizmle İslamiye t �rasında köp­ rü kurmağa çalışıyor. Tehlikeli teşebbüsün sonuçlarından habersizler. Bunlardan birinin (7) , so�yaliznu!en anladığı, «Sosyal adalet»dir; hürriyet hakkı; ilim hakkıdır (8). Hele «mülkiyet hakkı», «devletleştirme», « mülkiyetin sı­ nırlandırılması», «işçi hakları» bahisleri (0), İslami bilgi ka­ lıpları içine; sathi ve mücerret sosyalizm şiarlarının (slo­ ganlarının) dökülüp, dondurulması ile hazırlanmıştır ki, i k­ tisadi ve sosyoloj ik bir değer taşımaktadır. Diğer bir eserin (10) yazan, İslami bilgi bakımından kuv­ vetli olmakla beraber, ne kapitalizmi ne de sosyalizmi biliyor. O da, sosyalizmle sosyal adaleti birbirinden ayıramamaktadır.

Mustafa Sibai, İslam Sosyalizmi, çeviren : A. Niyazoğlu, İstanbul, 1976. (8) Aynı eser, sf. 87 - 154. (9) Aynı eser, sf. 157 - 200. (10) Seyyid Kutub, İslam - Kapitalizm Uyuşmazlığı, İstanbul, 1972, çeviren : A. Niyazoğlu. (7)


-

27

-

FAŞİZM, NAZİZM ve KAPİTALİZM

İleride birer kitap halinde incelemeyi düşündüğümüz bu üç sistem ve rejim hakkında, gayet kısa bilgi vereceğiz. Da­ ha doğrusu, eskiden yazdığımız bir yazıyı aynen alacağız. Sonuna da kapitalizm hakkında bir iki kelime ekleyeceğiz. FAŞİZM İ talyan Faşizminin öncüleri, Hegel Felsefesini biraz de­ ğiştirerek kabul eden ve Hegel'in, devletin yeryüzünde Al­ lah'ın en yüksek tezahürü olduğu hakkındaki fikrini benim­ seyen bir grup aydındı. Roma İmparatorluğu ve Rönesans çağında olduğu gibi, medeni dünyaya ışık vermek gibi şanlı bir

vazifeye sahip bulunduklarını iddia ediyorlardı. Şiarları

«Fert için hiç bir şey, ltalya için herşey» idi. Liberalizmi, demokrasiyi, savaş aleyhtarı fikirleri lanetliyor ve harbi «dünyanın biricik sağlık koruyucusu» olarak yüceltiyorlardı. Onlar için savaş, milleti tekrar canlı hale getirmenin zaruri bir vasıtası idi. İ talyan Faşizminin tanınmış filozoflarından ilki, Pisa Üniversitesi'nde felsefe, Roma Üniversitesi'nde tarih felse­ fesi profesörlüğü yapan Giovanni Gentile ( 1875 - 1 944) dir. 1923 yılında Mussolini tarafından faşist devletinin eğitim programını gözden geçirmekle vazifelendirilmiştir. Daha son-


3 84

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜ'Z VE MESELELERİMİZ

ra Faşist Kültürü Enstitüsünün müdürü oldu. Hegel'in yo­ lundan yürüyerek, üstadının idealizmini, hemen hemen mis­ tisizm noktasına kadar götürdü. Medeni kültürün ilmi po­ zitivist temayülünü ve son derece spiritüel olarak vasıflandırdığı Eflatun felsefesini tenkit etti. Ona göre, devlet mu­ kaddestir ve fertle devlet arasında tezat olamaz. Faşist felsefesinin gelişimine hizmet eden ikinci yazar,

Giuseppe Prezzalini'dir. 1882'de Perugia'da doğmuştur. Kül­ türlü bir aileye mensup olup, çok okuyan ve zengin bir bilgi hazinesine sahip olan bir insandı. Fakat 1903 yılında büyük idealist ve romantik şair Giovanııi Papini'yc rastlayıncaya kadar, bir ideal sahibi değildi. 1903 - 1 907 arasında Floran­ sa' da, beraberce Leonardo isimli edebi bir tenkit dergisi çı­ kardılar. Prezzolini, 1 908 - 1 916 arasında La Voce (ses) un ya­ zı işleri müdürü oldu ve bütün gayretini ltalyan Milliyetçili­ ğini canlandırmağa hasretti. Harpten sonra, siyasete faal şekilde katılmaktan vazgeçti. Prezzolini de Gentile gibi Hegelci idealistti ve devleti, ferdin üzerinde kutlu bir varlık sayıyor, parlamento müesseselerini hakir görüyor ve ondokuzuncu asrın liberal demokratik geleneğini, millet gücüne karşı bir tehdit vasıtası olmakla itham ediyordu. Prezzalini, Faşizmi, İtalyan «vatanperverlik ruhunun en yüksek kavramı» olarak vası flandırmıştır. 1922 Roma Yürüyüşü'nü arzu edilir bulu­ yor ve kaçınılmaz olarak görüyordu. Onun nazarında eski liderler kifayetsiz, rüşvet yiyici ve soysuzlaşmış idiler. İ talya hiçbir zaman Anglo - Sakson Anayasası ile, hiçbir zaman sa­ nayileşmiş kapitalist bir ülke haline gelemezdi. Sosyalizm, sendikalizm ve Bolşevizm gibi yalancı radikal ithalat, İtal­ yanlar için birer tehlike idi. Bir sınıfı diğerine karşı çıkar­ mışlar, kanunsuzluğu teşvik etmişler, ayaklanma ve grevler yüzünden büyük kayıplara sebep olmuşlardı. Bu kötülükler karşısında parlamento hükıimeti pasif kalıyordu. İşte bu fikirlerin hakim olmağa başladığı bir içtimai mu-


FAŞİZM, NAZİ ZM VE KAPİ TALİ ZM

385

hit içinde çabucak sivrilen Benito Mussolini, tarihteki yeri­ ni, İtalyan Faşist hareketinin kurucusu ve demagojik ağzı olarak kazandı. Faşizm teorisine hiçbir şey getirmediğini dü­ şünmek hata olur. İtalyan düşüncesindeki mühim temayül­ leri kavrayacak kadar idrak sahibi ve bu diişüncelere beliğ ' bir ifade verecek kadar kabiliyetli idi. Mussolini lider olduktan sonra, sendikalizmden alınına bir iktisadi teşkilat tarzı getirdi. Bu bünyeye korporatif dev­ let adını verdi. Sermaye ile emek arasındaki bütün müca­ deleyi ortadan kaldıracak şekilde, her iki tarafın temsilcile­ rini sendika ve korporasyonlarda, devlet kontrolu altına al­ mayı hedef tutuyordu. Banş taraftarlannı kötüledi. Harp, insanoğlunu yükseltir ve asilleştirirdi. O vasıtayla millet bü­ yür ve imparatorluk haline gelirdi. Emperyalizm, hayatiye­ tin esaslı bir tezahürü idi. Onun reddedilmesi zayıflık ve ölüm alameti idi. Fert için hayat; vazife, mücadele ve fetih­ 1 ten ibaretti ( 1 ) . Mussolini, 1914'te sosyalist dergi Avanti'nin yazı işleri müdürlüğünden, fikirleri değiştiğinden ötürü uzaklaştınldı. Popolo d 'italia yı kurdu ve Fasci di Combattimanto'yu tesis etti. Bundan Faşist hareketi gelişti. Mütecaviz bir milliyet­ '

çilik görüşüne sahipdi. Korporatif devlet fikri Sorel'dcn mül­ hem olup, tatbikatta tam bir başarı sağlayamamıştır (12) . NAZİZM (NASYONAL SOSYALİZM) İ talyan Faşizminin aksine, Alınan Nazizmi, doğrudan doğruya felsefi öncülere sahip değildir. Mussolini, Makyavel ve Sorel'i ihtirasla okuyan bir kimse olduğu halde, Hitler, E. Mc Nall Burns, Ideas in Conflict, London, 1963, sf. 217 - 222. (12) G.D.H. Cole, Communism And Social Democracy, London, 1961, sf. 367 - 68, 401 - 3.

:ıo


386

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

Yahudi düşmanlarının ve diğer ırkçıların eserleri dışında pek az şey okuyordu. İtalyan Faşizminin, devleti, insan tc· kamülünün zaruri bir vasıtası olarak yücelten Hcgel idea­ lizmi ile sıkı bir bağı vardı. Hegel felsefesinin Alman men­ şeine rağmen, Nazizm üzerinde tesiri hemen hemen yok gi­ bidir. Hitler, devlet fikrini, onu sadece bir cihaz, bir meka­ nizma sayarak, aşağı bir seviyede tutuyordu. Onun yerine

ınillet'i (Volk 'u) yüceltti. Nazizmin temellerini Niçe'de (Nietze) bulanlar yanılır. Çünkü Niçe, milliyetçilik, savaşçılık aleyhtarı idi ve Prusyalı askerlerden nefret ediyor ve Yahudileri, Avrupa'nın en yük­ sek soyu olarak görüyordu. Naziler nazarında; Alman mille­ tini 1 9 1 8'de arkadan hançerliyenler Yahudilerdir. 1 923 enflas­ yonunda, millet zararına spekülasyona girişmiş ve milyonlar vurmuşlardı. Weimar Cumhuriyeti'nin zayıflık ve başarısız­ lığından mes'ul idiler. Alman Nazizminin en orijinal ideoloğu Carl Sclıınit 'tir. Muhtelif üniversitelerde hukuk profesörlüğü yapmıştır. Ese­ rinde, milletler arasındaki mücadeleyi bir yaşama kanunu olarak kabul ediyordu. Diğeri, Alfred Rosenberg'dir. Alman asıllı olarak Mosko­ va Üniversitesi'nden mezun oldu. Bolşevik ihtilali üzerine Almanya'ya kaçtı. Yahudilere karşı düşmanlığı ile tanındı. Sarışın Nordik ırkın, atalarının yolunda zaferler ve şerefler kazanacağına inanıyordu. Hitler, kendisine mühim bir mev· ki " verdi. Ona göre Alman halkı Hıris tiyanlık yerine, Nor­ disizmi din olarak kabul etmeliydi. Yahudileri, kültür yıkı­ lışının ' canlı varlıkları olarak görüyordu. Onları, Almanların

Nordic ırkı saflığına karşı çıkan suikastçiler sayıyordu. Ya­ hudi mali faaliyeti ile bir tuttuğu, verimsiz kapitalizme hü­ cum ediyordu.

Bitler, Mein Kampf isimli eseri ile, milliyetçilik, füh­ rerlik, ırkçılık (Rosenberg.in Nordic'i yerine Aryan), Yahu-


FAŞİZM, NAZİZM VE KAPİTALİZM

387

di aleyhtarlığı, Lebensraum (millet için aktif yaşama alanı, sömürgecilik fikri) ve yayılma fikirlerini getirdi. Faşizmle benzerliği; otoriter, milliyetçi, militarist ve seç­ kinler idaresi taraftarı oluşudur (13) . Nazizmin vasıfları kısaca Pan - Cermen anti - semi tik (Yahudi aleyhtarı), otoriter ve küçük burjuva taraftarı olu­ şudur. Nazi Partisi Programı'run 24. maddesi, Parti'nin herhan­ gi bir mezhep ve imana değil, pozitif Hıristiyanlığa bağlı, ol­ duğunu söyler (14). KAPİTALİZM İktisadi üretimde (istihsalde), sermayenin (kapitalin) baş yeri almış bulunduğu, iktisadi ve içtimai nizamı (düzeni) ifa­ de eder. Onsekizinci yüzyılın sonlarında ve Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Batı'da görülen içtimai bir hadisedir. Kapitalizmin doğuşunda; ferdiyetçilik, faydacılık, libe­ raliz.m, maddecilik, klasik iktisat teorisi (Adam Smith, Malt­ lıus,

David Ricardo) büyük rol oynamıştır. Rönesans, Reform,

ilmi zihniyet, teknik yenilik ve icatlar, yeni kıt'alar keşfi, zengin toprakların altın, gümüş ve kıymetli mallarının Av­ rupa'ya taşınması, ticari ve mali kapitalin birikmesi, «Ka­ pitalist Ruh veya Kapitalist Zihniyet»le kucaklaşınca, böyle bir mucize ve insanlık hesabına hiç te müspet olmayan bir düzen doğmuş oldu. Bu kapitalist zihniyet, M. W eber, W.

Sombart, Schumpeter tarafından ilmi şekilde açıklanmıştır. Ondokuzuncu yüzyılın Batı ülkelerindeki bir «ideal tip» olarak görülen ve bugün orada bile hayli tadil edilmiş bulu­ nan

kapitalizmi,

karma

ekonomilerle

karıştırmamalıdır.

( 13) E. Mc Nail Burns, aynı eser, sr. 223 - 30. ( 14 ) G.H.D. Cole, Socialism And Fascism, London, 1961, sr. 35 - 40.


388

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

«Ferdi mülkiyet»i, «hususi (özel) teşebbüs»Ü, «piyasa meka­ nizması»nı, kapitalizme mahsus hadiseler saymak da hata­ dır. Bunlar, Fizyokrat ve Merkantilist düşünce ve uygula­ malar sırasında da vardı. Eski Roma'da, Eski Mısır'da, Me­ zopotamya'da, Akdeniz medeniyetlerinde, Türk ve İslam dev­ letlerinde vardı. Hatta günümüzün bütün iptidai topluluk­ larında (50 - 60 yıl önce klan hayatı yaşayan Afrika, Asya, Amerika, Avustralya toplulukları) küçük çapta vardı. Mallar alınıp verilir (ayni ve nakdi mübadele), mal - mülk sahibi olu­ nurdu. Kapitalizmde, bunların aşırı, inhisarcı (monopolcü), rekabetçi şekilleri görülür. O bakımdan, kapitalizmden uzak­ laşmanın yolu, sosyalizme veya Nazizm ve Faşizme gitmek değildir. Makıil bir ferdi mülkiyete, özel teşebbüse, piyasa mekanizmasına sahip olunarak da, kapitalizmden uzaklaşı­ labilir. Bu karma ekonomidir ve milli muhteva ile zengin­ leşir. 1971 yılında (Ağustos 20'lerde), hazırlanan toprak re­ formu tasarısı dolayısiyle Tercüman'da iki makale yazmış,

« kolhoz sistemine gitme tehlikesi» karşısında, aklı erenleri ve ilgilileri uyarrnağa çalışmıştık. Bir iki istisna dışında, herkes susuyordu. Bu tarihten 4 5 yıl sonra, çok teşkilatlı -

bir iş adamları derneğinin yemeğinde yaptığımız konuşma­ da; komünizmin tehlikesine işaret etmiş; hiç o lmazsa kese­ leri'nin endişesi ile uyanık olmalarını; ilaruarla sol neşriyatı beslememelerini söylemiştik. Üniversite içinde cereyan eden kavganın, yarın çarşılara, işyerlerine sıçrayacağını belirt­ miştik. Konuşmamızın pek tesir! olmadı. Kısa bir müddet sonra, «kepenk» kapattırdılar. İrili ufaklı iş çevrelerinin ne­ fesi bile duyulmadı. İşçi haklarına, sosyal adalet yardımlarına pek dikkat etmezken, eğlence ve israfa devam edip, sol'u susturacak (!) yardımları yaptılar. 12 Eylül'ün rahat havasından sonra, bu ünlü iş adamla­ rının sesini duyabildik. «Zarar eden iktisadi devlet teşekkül­ lerinin özel sektöre devrini• istiyorlardı. Bunun için kam-


FAŞİ ZM, NAZİ ZM VE KAPİTALİ ZM panya açtılar.

389

Atatürk'ün kurduğu, 1930'1ar Türkiye'sinin

kalkınmasında müspet roller oynayan bu teşekkülleri orta­ dan kaldırmak doğru olur mu? Kadro şişkinlikleri varsa, zararına çalışıyorlarsa, verimli değillerse, düzeltme yolla­ n yok mudur? Özel sektör niçin buna göz dikiyor? Türkiye gibi çok bakir iş sahaları bulunan bir ülkede, özel sektöre yatırım fırsatı mı yoktur? Nihai gayesi, ferdi mülkiyeti or­ tadan kaldırmak olan sosyalist ile; son hedefi, devlete ait mülkleri de ele geçirmek olan kapitalist arasında fark yok­ tur. Buna karşı olduğumuzu konferans ve seminerlerimizde söyledik; gene de söylüyoruz. Bu hal, karma ekonomiyi ze­ deler ve ülkeyi, sosyalizmle kapitalizm arasında mekik do­ kuyan, İngiltere'ye benzetir. Türkiye'nin böyle tecrübelere tahammülü yoktur. Ferdi mülkiyeti ve özel teşebbüsle bir arada ve ahenk içinde, ülkenin hayrına çalışan devlet (kamu) mülkiyeti ve teşebbüsü ve kooperatifçilik, karma ekonominin vazgeçilmez unsurlarıdır. Halka açık şirketler (dışarıdaki işçilerin serma­ ye katkıları ile) bu yolda büyük hizmetler görebilir. Kapitalizmin mahzurları ancak bu şekilde ortadan kal­ dırılabilir. Aksi halde, diğer radikal rej imlerin ağına düşmek mukadderdir.


-

28

-

ORTADOCU VE PETROL

İki asırdır gerek Rusya'nın, gerek Batı'lı devletlerin, stratejik ehemmiyetlerinden, jeopolitik durumlarından ötürü Orta Doğu ve bilhassa Türkiye üzerinde, büyük arzu, niyet ve düşünceleri vardır. Bu tasavvurları, petrol meselesi, son haddine çıkarmıştır. Büyük Petro'dan beri Çar hükılınetlerinin Şark siyaseti şu üç büyük prensibe dayanmıştır : «

1

'

-

Paleologue'ların mirasına konmak için, Osmanlı

İmparatorluğu'nu parçalamak, Ortodoks dinini müdafaa et­ mek, Akdeniz'e çıkmak; 2 3

-

-

Basra Körfezi'ne ve Hint Okyanusu'na inmek; İran, Hindistan ve Orta Asya ticaretini Rusyaya

doğru çekmek. Bu geniş hırsıcahlar, XIX. asırda İngiltere ile Rusya ara­ sında sık sık diplomasi ihtilafları tevlit etmiştir. Çünkü Rus­ ya'nın bu emelleri, Büyük Britanya'nın esaslı menfaatleri ile çarpışıyorlardı : Boğazlar'da Küçük Asya'da, İran'da Basra Körfczi'nde ve Türkistan ile Afganistan'da Rus ve İngiliz menfaatleri birbirine zıt idiler.» (1).

(1)

Jean Pichon, Cihan Harbi'nin Şark'a ait Kaynaklan, çe­ viren : Hüseyin Cahit Yalçın, İ stanbul, 1939, sf. 94 5. -


ORTADOGU VE PETROL

391

1 900 tarihinden itibaren bu rekabetin ıçıne, petrol de girdi. « Yakın Şark'taki petrol tabakaları keşfedilir edilmez, 1 ngiltere'nin, Almanya'nın ve Rusya'nın hırs ve tamahını tah­ r i k edeceklerdi. İki büyük şirket teşekkül etti. Bu rakip kudre tler, hisse senetlerini ele geçirmeğe çalıştılar ............ 1 9 1 3 'te, İngiltere Bahriye Nezareti, Amiral Slade'ı Anglo - Persian Cumpany'nın idaresine hükümetin iştiraki imkanlarını ma­ hallinde tetkik eylemeğe memur eyledi. İngiliz'ler, o zaman b i r harp takdirinde, donanmalarının şüphesiz Akdeniz'e ha­ kim olacağını ve İran petrolünün naklini temin edebileceği­ ı ı i düşünüyorlardı. Çünkü, Süveyş tariki ile nakliyat muvak­ kat bir zaman için sekteye uğrasa bile, onlara o Büyük Ok­ .v anus yolu her zaman açık bulunuyordu. 1 914'te, Slade He­ yct i'nin tetkikatı neticesinde, Londra kabinesi Anglo - Per­ s ian'ın adi tahvilatından elli milyonun ve beş miiyon obli­ g;ısyonun iştirası için 2.000.000 lira tahsis etti ve biraz sonra l ı u miktar 5.000.000'a çıkarıldı ..... . Büyük �ritanya hükümetinin İran petrollerini işletme müessir ve faik bir surettı;: iştiraki Petcrsburg hükiı­ ı ı ıdinin protestosunu davet ediyordu. Çünkü Karun petrol İ ';> i n c

o l a ı narları, 1907 ihtilafının tesbit ettiği bitaraf mıntıkada l ı ıılunuyorlardı. Fakat, Ruslar petrol hususunda gayet zen­ ı•.i ıı oldukları için, Tibet ve Afganistan hudutlarında bazı ı a v i zata mukabil, bitaraf mıntıkanın bu kısmını İngiltere'ye l ı ı ıakmağa hazır idiler.» (2) . 1 . Dünya Savaşı'ndan sonra, Türkiye'yi istila ve işgal İngilizler sun'i devletler kurmağa çalışıyorlardı. lrak'­

n l cn ı a l.. i

ve

Basra Körfezi'ndeki petrol menfaatleri, Türkiye'nin

pan;alanmasına bağlıydı. Dört ayrı dil konuşan, ayrı kültü­ , , . ıııcnsub olan ve içinde çok sayıda Türk aşireti bulunan k .ı l ı i lderi, Kürt adı altında birleştirmeye çalıştılar. Halbuki ı :� >

Aynı eser, sf. 168 70. -


M İLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİ Z

392

« Kürt» kelimesi Orta Asya'da Orhun Nehri kıyısındaki bir Türk boyunun adı idi. (3). Şimdi bu husustaki gayret ve fa­ aliyetlerini, gene kendi vesikalarından, İngiliz kaynakların­ dan takip edelim : _ cc Arap meselesiyle ilgili 12 Aralık 1919 tarihli yazıda, Fransızlar da Kürt ve Mezopotamya petrolünde hisse isti­ yorlar .. » 21 Temmuz 1919, Mr. Hohler'den Sir F. Tilley'e : « .. Mezopotamya şimdi bizim olacağına göre, ona (Albay Noel'e) bir Kürt Devleti kurdurup, kuzey dağlarını böylece koruyabiliriz » 19 Ağustos 1919, Amiral Webb'den Lord Curzon'a : « Amerika, Trabzon ve Erzurum'ıı içine alan bir Ernıe­ nistan'ı himaye edecek. Geri kalan dört vilayeti de bir Kürt Devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor.. » 27 Ağustos 1 919, Mr. Hohler'den Mr. C. Kerr'e : cc Kürtlerin ve Ermenilerin durumu beni hiç ilgilendir­ mez. Kürt meselesine verdiğimiz ehemmiyet Mezopotamya bakımındandır. Diğer taraftım Wilson beni korkutuyor, ajan­ ları devamlı hatalar yapıyorlar. . » •••

.

.

...

...

.

•••

.

İngiliz Yüksek Komisyonu'nun raporu : « .. . Kürt meselesi Mezopotamya'da tatminkar bir sınır

içindir. Şerif Paşa'nın konferansa gelip, Kürtleri temsil et­ mek arzusu ciddiye alınamaz. . » .

28 Kasım 19 19, Mr. Kitson'dan Sir E. Crowe'a : « .. Kürtlere her ne kadar inanmazsak da, onları kullan­ .

mamız menfaatimiz icabıdır. Doğu vilayetlerine gelince, Türklerle harp etmeden o bölgeleri Ermenistan ve Kürdis­ tan diye bölemeyiz. Çok korkarım ki, geçen Haziran'da aldı­ ğımız kararları Türklere kabul ettiremiyeceğiz, keşke aksini düşünebilseydim.• (3) Bu konudaki makalelerimize bakınız.


ORTADOG U VE PETROL

393

4 Aralık 1 9 1 9, Mr. Ryan'ın raporu : « Gerçi Majeste'nin hükümetinin Kürt meselesinde bü­ yük menfaati olduğu doğrudur. Fakat bu sadece Mezopotam­ ya ile ilgilidir ve sırf orayı korumak içindir. » •••

9 Aralık 1 9 1 9, Amiral Sir F. de Robeck'ten Lord Curzon'a:

«Kuwetler (İngiliz, Fransız), Kürtleri Mustafa Kemal'e karşı kullanmak için her parayı ödemeğe hazırlardır ... » 26 Aralık . 1 919, Türk meselesinde üçüncü toplantı :

Kürt kabileleri, lngliiz ve Fransız hakimiyetine kona­ cak, Kürdistan'da hiçbir şekilde Türk bırakılmayacak. Bir tek Kürt devleti mi, yoksa bir çok küçük Kürt devletleri mi kurulacağı düşünülecek, Ermenilere Amerikalılar kanalıyla silah temin edilecek ... » « •••

25 Aralık 19 19, Mr. Ryan'ın raporu : "··· Bizim şimdiki gayemiz bölmek, arkadaş gibi davra­ nıp kazanmak ve sonra hükmetmek olmalıdır .. » .

1 3 Aralık 1 9 1 9 :

İngiliz petrol şirketleri kendilerini, Amerikan pet rul şirketlerinden kurtarmak istiyorlarsa, Batum, Tiflis, Baku'­ den başka yeni kurulacak Ermeni devletindeki petrol işini de üstlerine alır. Bundan başka Musul, Kerkük ve Mezopotam­ ya'daki petroller İngilizlerin tesirinde olacaktır. Mezopotaın­ ya'daki Türk petrol şirketinden Fransızlara verilecek hak Türk hükumetinin hissesinden verilmelidir... » "···

1 8 - 26 Nisan 1920, San Remo Konferansı :

« ... Mewpotamya ve Filistin, lngiliz, Suriye, Fransız ınaıı­ dasına girecek. Mr. Lloyd George, Amerikan standart petrol şirketinin işleri karıştırmasından ve Fransızların petrolden yüzde elli hisse istemelerinden hoşlanıyor ... » 1 9 Nisan 1920, San Remo Konferansı :

Kürdistan meselesine gelince : Lord Curzon, bunun çok mühim bir soru olduğunu, İstanbul'dan Bağdat'a kadar «...


394

MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ VE MESELELERİMİZ

bütün bölgelerde yaptığı incelemede Kürtleri temsil edecek hiç bir kimseye rastlayamadığını, Şerif Paşa'nın kendisini Kürt temsilcisi gibi göstermesine rağmen b,undan emin ol­ madığını, esasen Kürtlerin Türklerle beraber yaşamağa alış­ mış olduğunu, Türklerle Kürtleri birbirinden ayırmanın çok zor olduğunu, ancak İngiliz ve Fransızların manda yoluyla bu işi başarabileceklerini, Musul'da yaşayan Kürtlerin İngi­ liz mandasına girdiğini söyledi ... » (4) . Vesikaların ibretle gösterdiği gibi,İniglizler, diğer müt­ tefiklerin yardımı ile, Türkiye'yi parçalamak, Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyorlardı. Fakat arzuları tahakkuk et­ miyordu. Kazım Karabekir Paşa idaresindeki ordu birlikle­ rimiz Doğu'da Ermenilere ağır bir darbe vurmuştu. Batı'da ise Mustafa Kemal Paşa idaresindeki milli kuvvetler, Yunan­ lılara ağır ağır darbe indirmeğe başlıyordu. İşgal kuvvetleri bunu üzüntüyle seyrediyordu. Bu sıralarda Azeri Türkleri, Bolşevik ihtilalinden fırsat bularak Rusya'dan ayrılıp, Milli bir devlet kurmuşlardı. Bu devletin felsefesi büyük Türk dü­ şünürii Ziya Gökalp ve Hüseyinzade Ali'nin fikirlerine daya­ nıyordu. Anadoluda şafak gibi doğmakta olan milli Türk dev­ letine ümitle bakıyor, ellerinden gelen yardıma hazırlanıyor­ lardı. Gene İngiliz vesikalarını takibe devam edelim :

15 Mart ı91o, Amiral Sir F. de Robeck'ten Lord Curzon'a: Azerbaycan Hükumetiyle, Türk milliyetçileri temas halindedir. Azarbaycan'a silah vermiyelim. » "···

..

Aynı tarihte Türkiye'de Genel Durum hakkında Gene­ rallerin Gizli Bildirisi'nde, Azeriler «Türklere sempati duyu­

yorlar. Ermenilere çok teşekkür edilir ki, bunların (Azeri

( 4) İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İnceleme : Erol Ulu­ belen, İstanbul, sf. 198, 205, 206, 216, 217, 218, 220, 224, 238,

241.


ORTADOÖU VE PETROL

395

Türkleri) ve Tatar'ların (Kırım, Kazan, Türkistan Türkleri kastediliyor - M. E.) Türklerle (Anadolu Türkleri) birleşmesi­ ni önlüyorlar,» deniyordu. 6 Kasım 1920, Albay Stokos'tan Lord Curzon'a :

«... Türklerin Ermenistanı muvaffakiyetle işgali, Orta Doğu'nun çehresini değiştirmiştir. Türkler şimdi Azerbay­ canı da kontrol etmek istiyeceklerdir. Ve bu durumda Bol­ şevikler'le de çatışmaları kaçınılmaz hale gelecektir. Biz bun­ ların ikisine de düşmanız, fakat hiç biriyle savaşmayacağız. Bir fırsat anında, biriyle birleşip diğerine karşı olalım ... Sünniler ile Şiiler arasındaki zıtlık büyüktür, biz bu zıt­ lığı daha da geliştirebiliriz. Mustafa Kemal ile Tiflis'ten te­ mas kurabiliriz, emrinizi bekliyorum .. » (5). .

Bu İngiliz tutumu, Bolşevik'lere imkan ve cesaret verdi. Kızılordu birlikleri, 27 Nisan 1 920'dc Bakuyu işgal ettiler. Lenin'e çektikleri tegrafta, milli Azerbaycan Türk Devleti'ni yıktıklarını şöyle anlatıyorlardı : « . .. İktidardan çekilmesiyle petrol hazinelerini de mahvet­ mek isteyen burjuvazinin bu cehennemi fikrinin gerçekleş­ mesi akim bırakılmıştır. Bu başarı bizim 1 Mayıs hediye­

mizdir. Beynelmilel burjuvazinin elinden alınan milyonlarca ton petrol stoku, proletaryanın hizmetine arzedilmiş olu­ yor . » (0). .

.

Beynelmilel proletaryanın eline geçtiği söylenen petrol­ kr, Rusya'ya akmağa başladı ve Rusya'nın bütün petrol ih­ tiyacının üçte ikisini yalnız başına Azerbaycan karşılıyordu.

Bundan sonra, Batı'lı güçlerle birlikte, hatta onlardan daha sıkı şekilde olmak üzere, Ermeni ve Kürt meselesini Rusya eline aldı. Bunu bir «halklar meselesi» bir «Bağım-

(5) Ayru eser, st. 253, 262, 282 - 83. (6)

Süleyman Tekiner, «Ekim İhtilali ve Sovyet Doğusu Halk­ {Münih) , No. 47, s!. 23 - 24.

ları> DERGİ,


396

MİLLİ KÜLTÜRÜMQZ VE MESELELERİMİZ

sızlık meselesi» haline getirdi ve sosyalizmle bir arada yü­ rütmeğe başladı. 1946 yılında lran'ın batısında, Savuç Bu­ lak'da (Mahabad'da) Rus ve İilgiliz gayretiyle kukla bir hü­ kumet kurduruldu. Bu hükumete, içinde birçok Türk aşi­ reti bulunan LUR'lar, Türk aslından olmaları muhtemel olan İLHANİZADE kabileleri, KARAPAPAK Türkleri (Türk asıllı ve Türkçe konuşur) destek oluyordu. Kırmızı, beyaz ve ye­ şil renkli, üzerinde buğday başağı bulunan bir bayrak ka­ bul eden bu hükumetin, milli marşından bir kaç mısra şöy­ ledir : «Baba Gurgur (Kerkük) bilir, Sert (Türkiye)den Kirmanşah'a kadar, Petrolümüz hayat suyudur, Musul'da da ona sahibiz.»

Rus ve lngiliz menfaatlerinin uyuşmaması sonunda, bu kukla hükumeti İran ordusu ezip yok etti. 1 956 yılında Orta Doğu'nun toplam petrol istihsali 172 milyon ton kadardı (Sovyetler Birliği dışında, bütün dünya istihsalinin % 20'sinden fazlası). 196S'te dünya ihtiyaçları için Orta Doğu'nun 400 milyon ton istihsal etmesi gereki­ yordu (o yılki hür dünya istihsalinin % 35 kadarı). 1 975'e doğru hür dünya petrol talebi, 1 .600 milyon ton civarında olacak ve bunun yarısının, Orta Doğu'dan istihsali gereke­ cektir.» (7) . Süveyş kanalının, kapatılmasından sonra, Türkiye'nin ehemmiyeti bir kat daha artmıştır. Petrol boru hatları ile, İran, Irak ve Suudi Arabistan petrolleri, Akdeniz'e akıtılma­ ğa çalışılacaktır. Bunun için anlaşmalar y<!pılmış, İskende­ run'a doğru boru döşenmeğe başlanmıştır. (7)

Sir Reader Bullard (ed. ) , The Middle East, London, 1961, sf. 57.


ORTADOÖU VE PETROL

397

A.B.D. de mühim petrol alıcıları arasına girmişti. «A.B.D. de istihlak edilen umum enerj inin % 28.7'si kömür­ den, % 4 1 . l 'i petrolden, % 26.7'si tab ii gazdan, % 3.4'ü hid­ roelektrik san trallerinden gelmektedir. 1 980 için yapılan tah­ m inlere göre, atomdan elde edilecek enerj inin nispeti sade'

ce % 8.7 olacaktır. Petrol 1980'de de yüzde 4 1 .5 ile hissesini muhafaza edecektir. Bu da demektir ki 1 980 ve daha ileri yıllarda Amerika, ihtiyacı olan petrolü imkan nispetinde dahilden ve daha fazla dış memleketlerden tedarik etmek mecburiyetinde kalacaktır. Atomun ticari bir kıymet kazanıp petrolün yerini alma­ sı için daha bir hayli beklemek lazım geleceğe benzemek­ tedir. Daha uzun yıllar petrolün Dünya ekonomisinde oyna­ makta olduğu mühim role devam edeceği söylenebilir.• (8).

Gerek Doğu, gerek Batı güçlerinin, diğer düşünce ve ih­ tiyaçları yanında, genişleyen petrol ihtiyaçları, gözlerin Orta Doğu'ya dikilmesine sebep olmuştur. Bu, önümüzdeki yıl­ larda, buradaki ülkelerde, birçok ihtilal ve anarşi hareket­ leri olacağı ve kukla hükumetler, devletçikler kurdurulma­ ğa çalışılacağı anlamına gelir.

(8)

Dr. Fazlı AyvercU, cDünyada Petrol>, İktisat ve Maliye Mecmuası, 15 Ekim 1958, cilt V, sayı 7, sr. 354.


FAYDALANDIGIMIZ KAYNAKLAR

Kitaplar : Yusuf Akçura Prof. Sadri Maksudi Arsal Aşıkpaşaoğlu,

K. Atatürk Atatürkçülük Şevket Süreyya Aydemir

Dr. Himmet Aydın F. Barth Max Beer A. �nnigsen-C. Lemercier­ Quelquej ay N. Bukharin Sir Reader Bullard (ed. ) , E. M. Nall Burns Prof. Dr. Ahmet Ca!eroğlu

E. H. Carr Cevdet P�a G. D. H. Cole

Türkçülük, İstanbul, 1978. Türk Tarihi ve Hukuk, st. 1954. Tevarih-i Al-i Osman, Atsız ne�ri, İstanbul, 1949. Nutuk, c. I, İstanbul 1960. (Birinci Kitap) , Ankara, 1932 ( Ge­ nelkurmay Başkanlığı yayını) . Makedonya'dan Orta Asya'ya En­ ver Paşa, c. III, İs tr nbul, 1978. İnkılap ve Kadro, İst:ınbi.ll, 1968 .. ,

Aydın Oğulları Tarihi Hak·kında Bir Araştırma, İstantul, 1 943. Noms.ds Or South Persia , Oslo, 1965 So�.yıalizmin ve Sosy.� l Mücadelele­ rin Tarihi, İstanbul. Isl2.m in the S ov i et U�ion, Landon 1967. The ABC of Communism, l\Hchi­ gan, 1966. The Middlc East, London 1051. Ideas in Con!Iict, London, 1963. Eski Uygur Türkçesi S öz lüğ ü , İs tanbul, 1968. Türk Dili Tarihi, c. II, İst. 1964. ,

,

The Bolshevik Revolution, c. 1, London, 1966. Tezakir, c. III (21 - 39) , Ankara, 1 963, y.ayımlayan: Prof. C. Baysun. History of Socialist Thought, The Soci::>Jist Intemational ( 1889-19 14 ) , London, 1956. Socialist Thought, The Forerun­ ners, Landon, 1953. Communism And Socia l Democ­ racy, London, 1963. Socialism And Facisın, Lond. 1961.


399 C. A. R. Crosland İsmail Hami Danişmend Prof. Dr. W. Eberhard Erasmu

The Future of Socialism, Lond. 1961 Türklük Meseleleri, İstanbul, 1 976. Çin'in Şimal Komşuları, Ank. 1942. Deliliğe Methiye, İstanbul, 1956, çeviren : Şerif Hulusi.

Muharrem Ergin Feridun Ergin Mehmet Eröz

Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1 964. K. Atatürk, İstanbul, 1978. Marxizm - Leninizm ve Tenkidi, İs­ tanbul, 1974.

Sadri Erten E. E. Evans-Pritchard

Prof. Dr. z. Fahri Fındıkoğlu C. D. Forde Sigmund Freud Prof. Dr. H. Freyer Gazi Zahirüddin Muhammed Babur C. Gide C. Rist -

Ziy<ı. Gökalp

TO.rkiye'de Alevilik - Beld�Uik, İs­ t a nbul, 1977. Hıristiyanlaşan Türkler, İst. 1983. Politika Felsefesi, İstanbuI, 1 935. Theories Of Primitive Religion, Ox­ ford, 1965. Kooperasyon Sosyolojisi, İst. 1967. Sosyalizm, İstanbul, 1965. Habitat, Economy and E•J ciety, London, 1964. Totem And Taboo, London. 1965. İçtimai r1azariyeler Tarihi, An.."'{ a. ro., 1 968, Çev. Prof. D:. Çağat:ıy. Vek·ayi, B abur'un Hatıratı, Ankara, 1946, c. II, çeviren : Prof. A. A. Arat . A History of Economic Doctrines, London, 1943. Türkçülüğün

Esasları,

İstanbul,

1970, Hazırlayan: Mehmet Kaplan. Türk Medeniyeti Tarihi, İst. 1341. Türk Töresi, İstanbul, 1339. Prof. Dr. M. Tayyip Gökbilgin Mustafıa Talip Güngör Dr. Hüseyin Hatemi

Rumeli'de Yürükler, T.atarlar ve Evl4d-ı Fatihan, İstanbul, 1957. Humeynl ve İr:'n İnkılabı, İst. 1983. Önceki ve Bugünk:ii Türk Huku­ kunda Vakıf Kurma Meselesi, İs­ tanbul, 1969.

Dr. Baymiria Raylt Uriel Heyd

Türkistan, İstanbul, 1975. Ziya Göltalp'in Hayatı ve Eserle­ ri, istenbul, 1980, çeviren : C. Meriç.


400 C. Warren Hostler

Sidney Hook Ayetullah Humeyni İ mam Humeyni

R. N.

C. Hunt

İbni Haldun Mustafa Kubiliy İıner Abdülkadir İnan

Prof. A. A fet inan İngiliz Belgelerinde Tür.kiye Prof. Dr. Mehmet İzzet Gunnar J·arring İbrahim Kafesoğlu Y. K. Kıaraosmanoğlu Kaşg-arlı Mahmud A. Rıza Kılıç

Prof. Hans Kohn İbrahim Hıı.kkı Konyalı Prof. Dr. Fuad Köprülü

Turkism and the Soviet�. London, 1957. World Communism, Princeton, N. J. 1962. İslam Fıkhında Devlet, İstanbul, 1979, çeviren : Hüseyin Hatemi. Konuşmalar, (1 Şubat 1979 - 6 Ka­ sım 1981 ) , Ankara, 1932 ( İ ran is­ lim Cumhuriyeti Ankara Büyükel­ çlliğince yayınl·anmı 1tır) . The Theory ıınd Practice of Com­ munism, London, 1966. Mukaddime, c. I, İst:!.nbul, 1954, çe­ viren : Z. K. Ugan. İ slamiyet ve Sosyalizm, AM:. 1976. Makaleler ve İncelemeler, Ank. 1968 Tarihte ve Bugün Şamanizm, An­ kara, 195•t Tarihten Geleceğe, Ankara, 1973. İnceleme : Erol Ulubelen, İstanbul, 1967. Yeni İ çtimaiyat Dersleri İst. 1928. On The Distribution Of Turk Tri­ bes in Atghanistan, Lund, 1939. Sultan Mellık:şah z.amanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu, lst. 1983. Yaban, İstanbul, 1979. Divan1l L1lgati-t Türk, c. I, II, III, Ankara, 1940 . 1941, çev. B. Atalay. İskitler ve İskitler Hakkında Hero­ dot'un Verdiği Bilgiler, ist. 1935. Panislavizm ve Rus Milliyetçiliği, İ stanbul, 1983, çev: A. O. Güner. Söğüt'de Ertuğrul Gazi Türbesi ve İhtifali, İ stanbul, 1959. Osmanlı Devletinin Kuruluşu, İs­ tanbul, 1959. Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul, 1934.


401 Prof. Dr. Akdes Nimet Kur.at

Prof. Dr. Seyyid Kutup Jacob D. Landau V. I. Lenin

IV . XVIII. Yüzyıllarda Karaderuz Kuzeyindeki Türk K,avimleri ve Devletleri, Ankara, 1972. Peçenek Tarihi, İstanbul, 1944. İslı'l.m . Kapitalizm Uyuşmazlığı, çev. A. Niyazoğlu, İst. 1972. Pan-Turkism In Turkey Lond. 1981 Selected Works, c. 1, Moscow, 1967. The State and Revolution, Mos­ cow, 1965. On The International W-0rking Class And Communist Movement, Moscow. On The Unity of The Internation::ıl Communist Movement, Mosc. 1966. Two Tacties Of Social Deınocracy in the Democratic Revolution, Moscow, 1966.

B. Lewis G. Lienhardt W. N. Loucks Harold Macmillan Prof. Lucy Mair

Socialism and Religion, Moscow. The Emergence of Modern Tur­ key, Oxford University Press, 1968. Social Anthropology, London, 1966. Comparative Economic Systems, New York, 1964. The Middli Way, New York, 1966. An Introduction To Social Anthro­ pology, Ox!ord, 1965.

Bronislaw Malinowski

Argonauts of the Western Pacifiç, London, 1966.

Robert Montaigne

Çöl Medeniyeti, İstanbul, 1950, çe­ viren: Avni Y.akalıoğlu.

Ord. Prof. Dr. F. Neumark

Genel Ekonomi Teorisi, c. I, İstan­ bul, 1944, çeviren: R. Ş. Suvla A. A. Özeken. İ,ktisadi Meslekler Tarihi, İstan­ bul, 1934, çeviren: Doç. Dr. A. A. özeken.

Jlalit Ongun

Ankara'nın 1 Numaralı Şer'iye Si­ cili, Ankara, 1958 . .


402

Hüseyin Namık Orkun Bahaeddin Ögel

Jean Pichon A. R. Radcliffe-Brown G. Radlice W. Radloft Prof. Dr. L. Rasonyi Ahmet Refik B. Russell J. S. Schumpeter Mustafa Sibai Silahdar Fındıklılı Mehmed Aga W. Sombart

P. A. Sorokin Prof. Dr. Faruk Sümer Şükrullah

Türkçülüğün Tarihi, Ankara, 1977. Eski Türk Yazıtları, c. I, II, III, İs­ tanbul, 1939 - 1941. İslamiyetten Önce Türk Kültür Tar. Türk Kültürünün Gelişme Ç·a,ğla­ rı, İstanbul, 1971, c. II. Cihan Harbinin Şarka Ait Kaynak­ lan, İstanbul, 1939, çeviren: Hüse. yin Oahit Yalçın. Structure and Function in Primi­ tive Society, London, 1968. Democratic Socialism, Lond. 1965. Sibirya'dan, c. I, II, İstanbul, 1954, 1956, çeviren : Dr. A. Temir. Tarihte Türklük, Ankara, 1971. Anadolu'da Türk Aşiretleri, İstan­ bul, 1930. History of Westem Philosophy, London, 1965. Capitalism, Socialism and Democ· racy, London, 1965. İslam Sosyalizmi, İstanbul, 1976, çeviren : A. Niyazoğlu. Nusratname, c. II, Fas. I, c. II, Fas. II, İstanbul, 1966, 1969. Sade­ leştiren: İsmet Parmaksızoğlu. Socialism and Social Movement, New York, 1968 (translated by M.A. Epistein.) Contemporary Sociological Theo. ries, London, 1964. Oğuzlar (Türkmenler) , Ank. 1967. Behcetüttevil.rih, İstanbul, 1949, Atsız neşri.

T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, c. 1 , Ankara, 1980. Dr. Fethi Tevetoğlu M. P. Ivor Thomas Faruk Kadri Timurtaş

Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler, İstanbul, 1967. The Soclalist Tragedy, Lond. 1940. Dil Davası ve Ziya Gökalp, tst. 1965


403

Prof. Dr. Z. Velidi Togan

Prot. Dr. Osman Turan

İ. Hakkı Uzunçarşılı

Sabri F. Ülgener Prof. Dr. Hilml Ziya Ülken A. Vambery A. Vambery B. Y. Vladimirtsov Ludwig Von Mises İ. Hakkı Yeniay Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç P.auı Wittek Serge A. Zenkovsky Prot. Dr. C.C. Zimmerman

Umumi Türk Tarihine Giriş, İstan­ bul, 1946. Türkili (Türkistan) Tarihi, İstan­ bul, 1947. Türklüğün Mukadderatı Überine, İstanbul, 1970. Hatıralar, İstanbul, 1969. Yeni Selçuklular Tarihi Ank. 1956. Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri. Osmanlı Devleti Teşkilatına Med­ hal, Ankara, 1970. İktisadi İhhitat Tarihimizin Ahlıik ve Zihniyet Meseleleri, İst. 1955. Sosyolojinin Problemleri, !st. 1955. Sosyoloji, İstanbul, 1943. Millet ve Tarih Şuuru, İst. 1943. Travels in Central Ala, Lond. 1964. History of Bo,k hara, London, 1873. Moğolların İçtimai Teşkilatı, An­ �ara, 1944, çeviren: Abdülkadir İnan. PLanning For Freedom And Other Essays And Addresse, Illinois, 1962. Yeni Osmanlı Borçları Tarihi, İs­ tanbul, 1964. Türkiye Tarihi, Selçuklu Devri, İs­ tanbul, 1946. Menteşe Beyliği, Ankara, 1944, çe­ viren : O. Şaik Gökyay. Pan-Turkism and Islam in Russia, Harvard University Press. Yeni Sosyoloj i Dersleri, İstanbul, 1964, çeviren : Dr. A. Kurtkan.

Makale ve Broşürler : Prof. Halide Edib <Adıvar)

cİngiliz Dilinin Tekamülü ve Türk­ çe», İstanbul Muallim Birliği, Bi· rinci Dil Kongresi, İstanbul, 1949.


404

M. Şükrü Akkaya Reşit Rahmeti (Arat)

«Uygur Türklerini ve Kültürlerini Tanıyalım» , DTCFD, III, 1943. cTüııkçe Turtan Metinleri>, Tiir·

itiyat Mecmuası, c. XIII. «Uygur Istılahları», Türkiyat Mec­ muası, c. VII. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal Dr. Fazlı Ayverdi Prof. ö. Lütfi

Barkan

Prof. Ö. Lütfi

Barkan

Prof. Hikmet Bayur

«Eski Türklerdeki Soy, Oymak Teş. kilatı�. iV. Türk Tarih Kongresi Kitabı, Ankara 1952. «Dünyada Petrol», İktisat ve Maliye Mecmuası, c. V, sayı: 7, 15/10/195�. «Türkiye'de Servaj Var mı İdi ? > , Belleten, c. XX, sayı : 78, 1956. «Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Ola­ rak Sürgünler», i. Ü. İktisat Fa­ kültesi Mecmuası, XIII, 1 · 4, 1954. «Osmanlı İmparatorluğunda ..�. İk· .

tisat Fakültesi Mecmuası, c. XI. «16'ncı Asırda Dini ve Siyasal Bir İnkılil.p Teşebbüsü, Ekber Gürkan» , Belleten, 5 6, 1938. «Marxizmin İç Ç atışmaları», Türk Düşüncesi, c. X, sayı: 3, 1959. cV•akıflar ve Uygur Türklerinde Va­ kıf>, Türk Kültürü, sayı: 38, 1969. cUygurlar'da Hukuk ve Maliye Is­ tılahları», Türldyat Mecmuası, c. iV, 1934. «Etimolojik Araştırma Denemele­ ri», Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten) , 1957. «Türk Onomastiğinde Köpek Kül­ tü», Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten), 1961. «Türk Tekamül Hukukuna Göre İçtimai Muavenet Müessesesb, Va­ kıflar Dergisi, sayı: II. «Türkiye Türklerine Bey.anname>, İş Mecmuası, sayı: 82, 1948. ·

N. Bercliaef

İsmet Binark Ahmet Caferoğlu

Musa Cı'.l.rullah


405 John K. Cooley

Prof. sa.adet Çağatay Yzb. Sipahi Çataltepe

J. Deer

cThe Shifting Sands o! Arab Com­ munism>, Problems Of Commu­ nism, March-April, 1975. cKaraçay'da Birkaç Metin> DTC· FD, c. X, sayı: 3, 195 1 . «Rusya'da Müslümanların Türkis­ tan Hareketi», Doğu Türkistan, yıl: 2, sayı: 10, 1981. «İstep Kültürü>, DTCFD, c. XLL, ·

1 . 2, 1954.

Prof. Dr. W. Eberhard Dr. Emel Esin Evening St.andard Prof. Dr. Z. Fahri Fmdıkoğlu

T. Gıarlund

«Documents 58. Address to the Institute of Philosophy in Mos­ cow, by. G. Pomerantze>, Problems Ol Coınnıunism, September-Octo­ ber, 1968. «Türkiye'de Sinolojinin Vaziyetle­ ri>, Çığır, sayı : 99, 1941. İkinci Milli Til.rkoloji Kongresine sunduğu tebliğ. 4 October, 1966. cTürk Aile Sosyoloj isi> , İ. Ü. İkti· sat Fa.kültesi Mec. (Rem Şükrü Suvla Armağanı) , İstanbul, 1970. «Sosyal Demokrat İsveç'te Karma Ekonomi>, Ekonomik ve Sosyal

Etüdler Konferans Heyeti 1965 Se· mineri. Ziy.a G ökalp

M. Granston

Azmi Güleç

«Rusya'daki Türkler Ne Yapma. lı?>, Yeni Mecmua, sayı : 38, 1918. cEski TüI'klerde İçtimai Teşkilı'it İle Mantıki Tasnifler Arasındaki Tenazur», Milli Tctebbular Mec­ mu ası, c. 1, sayı: 3, 1331. «Aşiretler Hakkında Sosyolojik Tedkiıklen, Dotu Mec. 9/11/1943. «The Thought Of Roger Garaudy>, Problems Of Communism, Sept. . Oct. 1970. cTürklUk Hakkında İftira Edebi­ yatı>, Türk Düşüncesi, sayı : 3 (36 ) ,

1957.


406

Prof. Şemsettin Günaltay «Hamlenin Görüşü / İran ve İhtilal» Dr. Baymirza Rayit Halil İnalcık Prof. Abdülkadir İnan Prof. Abdülkadir İnan

Prof. Abdülkadir İnan A. Rıza Yalgın Prof. A. İnan . A. R. Yalgın cİktıb Maddesi P. P. İvanov Kadro Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu Prof. Dr. Mehmet K2plan

cİslam Dünyasının İnhitatının Se­ bebi Selçuk İstilası mıdır? » , Bel­ leten, sayı: 5 . 6, 1938. Hamle, sayı: 7, 21 /2/1983. Türkistan'da Öldürülen Türk Şair­ leri, Ankara, 1971. « Kutadgu Bilig'de Türk be İran Si­ yaset Nazariye ve Gelenekleri», Re�it Rahmeti Arat İçin, Ank. 1966. Birinci İlmi Seyahate Dair, İst. 1930 cKazaılc-Kırgızlar'da Yeğenlik Hak­ kı ve Konuk Aşı Meselelerb , Türk Hukuk Tarihi Dergisi, c. 1, 1941 1942. «Orun ve thüş Meselesi», Türk Hu­ kuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, İstanbul, 1931, c. I. «Anadolu'da Bozkurb, Halk Bilgi­ si Haberleri, sayı: 14, 1930 - 1931.

isUim Ansiklopedisi, 1952 (Osman Turan) . cKarakalpaklann Tarihine Dair Materyaller., Ölkü, c. 11, sayı: 65, 1938. Üç cilt, A.İ.T.İ.A. yayınlan, Anka­ ra, 1980. «Tilr.k Tarihinde Moğollar», t. C. Ed. Fak. Tarih Derg., V, 8, 1953. cSelçuk'un Oğullan ve Torunlap», Türkiyat Mecmuası, c. XIII. «Dede Korkut Kitabında Hayvan» , KöpriiJü Armağanı.

Doç. Dr. Saadettin Kocatürk Reşat Ekrem Koçu Köprülüzade M. Fuad

«İran-İslam İnkıl§.bı ve Sebeplerhı, Türk Kültürü, sayı : 230,' 1982. cİstanbul Tulumbacıları», Tercü. man, 14/7/1968 ve 3/9/ 1968. cBizıa.ns Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar», Türk Hukuk ve


407

İktisat Tarihi Mec. c. 1, 1931. «Ortazaman Türk Hukukt Mües· seselerb, İkinci Türk Tarih Kong., 1940. Köprülüzade M. Fuad Köprülüzade M. Fuad

Köprülüzade M. Fuad Prof. A. Kunta

«Anadolu Beylikleri Tarihine Ait Notlar>, Türkiyat Mec. c. il, 1928. «Vakıf Müessesesinin Hulrnki Ma­ hiyeti ve Tarihi Tekamülü>, Va· kıflar Dergisi, sayı: il, Ank. 1942. «Mısır'da Bektaşilik», Türkiyat Mecmu.ası, c. VI, 1939. «Sovyetler Birliği'nde Müslüman­ lığın Gerçek Durumu», Dergi, No.

35-36, 1964. Prof. A. Nimet Kurat Doç. Dr. Amiran Kurtkan Atanas Manof Mehmed Şerefeddin H. Niolaesky H. Oğultilrk H. Namık Orkun

Dr. A. Naim Öktem Ziya Özkaynak L. P. Potapov

ltamazanoğlu Niyazi M. Rush

«Gök-Tü11k Kağanlığı>, DTCFD, c. X, 1 - 2, Mart - Hazrian 1952. «Sosyal Entegrasyom, İ. Ü. lkt. Fak. Mec. (R. Ş. Suvla Armağanı) . cGagauzlar>, Varlık, sayı, 153, 1939. cSelçuklular Devrinde Mezahib�. Türkiyat Mecmuası, c. 1, 1925. cThe Crimes of The Stalin Eraı>,

The New Leader, 1956. Birinci Uluslararası Türk Folklor Kongresi Tebliği, c. 111. cEski Türkler'de Arma>, Varlık, sayı: 172, 1940. «Osman Kocaoğlu'nun Ardından», Türk Kültürü, Eylill, 1968, sayı: 71. cKımız Kitabı Hakkında Kitabi­ yab, Kopuz, sayı: 5. «Göçebilir İptidai Cemaat Hayat­ lannı Anlatan Çok Eski Bir Adeb , İ. �- Ed. Fak. Tarih Dergisi, c. XI, sayı: 15, 1960, çeviren: R. Uygun. «Kıbns Adası'nın Mukadderatı İle Çok Yakından Alakadarızı>, İş ve Düşünce, sayı: 246, 1964. «Brezhnev, and the Succession lssue,, Problems Of Communism, July-Aug., 1971.


408 L. Schapiro

cSelçuklular Medeniyeti» Dr. G. R. Von Stackelberg

Enver Behnan Şapolyo Halü.k Y. Şehsuvaroğlu «Şia» Maddesi FeVZiye Abdullah Tansel

Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ Süleyman Tekiner

N. Teodorovich

The Daily Telegraph «Töre» Maddesi Prof. Dr. George Vernadsky

cKeynote-Compromise», Problems Of Communism, July-August, 1971. İslam Ansiklopedisi (İbr.ahim Ka­ fesoğlu) . cCurrent Soviet Policy Toward Is­ lam», Religion in the USSR, Mu­ nich, 1960. cBakıl'dan Bandung'a Kadar», Dergi, No. 2, 1955. «Efe, Zeybek, Kızan, Yaşayışları ve Adetleri)) , Türk Yurdu, Temmuz, 1954, Sayı: 1 (234 ) . <<Kıbns'ın İngiliz İdaresine Geçi­ şi>, İş ve Düşünce, sayı: 246. İslam Ansiklopedisi, 116. cüz. cTanzimat Devri Erebiyatında Halk Şairlerinin Tahkiri Meselesi»

Türk Dili ve Tarihi Hak. Araştır­ malar, II, Ankara, 1950.

Bayezid Devrinde Çukur-Ova• da Nüfuz Mücadelesb, Belleten, sayı: 123, 1967. cSovyet Azerbaycanında Tenkit­ lere Hedef Olan Bazı Şiirler Üze­ rinde İncelemeler», Dergi, No. 17, 1959. cEkim İhtilali ve Sovyet Doğusu Halkları)), Dergi, No. 47, Milnih. «A Fresh Campaiım Against Is­ lam in the USSR», Religion in the USSR, Munich, 1960. 7 October 1966. M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih n,.vi_rrı !?ri ve Terimleri Sözlüğü, İs­ tanbul, 1951. cCengiz Han Yasası», Türk Hukuk Tarihi Dergisi, c. I, 1941 - 1942. dl.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.