Necdet Sevinç - Acının Tadı

Page 1



ACININ TADI NECDET SEVİNÇ

Sürgün Tiryaki Dilekçe Suç İnfaz Lo Koç Ziyaretçi


9Dlaziçl

,._

......

BOGAZİÇİ YAYINLARI A.Ş. ISBN: 975-451-117-9 Kapak Baskı: Seçil Ofset Baskı: Bayrak Mat. Ltd. Şti. Dizgi: Yıldıray Aktürk Baskı Tarihi: Ekim 1994

BOGAZİÇİ YAYINLARI A.Ş.

-

Prof. İsmail Gürkan Cad.

Ortaklar İşhanı 12/25 Cağaloğlu/İstanbul P.K. 1397-Telefax: 526 09 77, Tel: 520 70 76


' Sürgün

"Sevgili Metin Polisler seni alıp götürdüklerinde, söyledikleri gibi yarım saat sonra dönmeyeceğini biliyordum ama, bu ayrılığın böylesine uzayacağını da düşünmemiştim doğrusu . . . O gece sabaha kadar buğulu camın gerisin­ den, buğulu gözlerimle yolunu gözledim. Her şeye rağ­ men bir umut vardı içimde. Her şeye rağmen umutlu olmak istiyordum. Karın, tipiye çevirdiği o saatlerde rüzgar bir gizli görevi üstlenmişcesine sokağın karını bir uçtan bir uca savuruyor, sana ait son izleri de siler­ ken, tehditkar ıslıklarla camlan sarsıyordu. Bu müthiş uğultunun kahredici tekdüzeliği, zaman zaman motor gürültüleri ile bozuluyor, çamurluğa çarpan patinaj zincirlerinin ritmik sesleri benliğimi buruk bir heye­ canla sarsıyordu. O zaman bir serçenin umutsuz çırpı­ nışları gibi çarpıyordu yüreğim: Seni mi getiriyorlardı acaba? O gece sabaha kadar askeri araçlarla polis araba­ ları geçti sokaktan. Fakat hiçbiri evin önünde durma­ dı, hiçbirinden inmedin sen.


Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yollara düştüm. Se­ ni arayacaktım, ama nerede? Karakolda mı, şubede, komutanlıkta mı? Hangi Karakoldun, hangu şubeden, hangi komutanlıktan başlamalıydım acaba? Bu sinir bozucu arayış aylarla sürdü. Her gün bi­ raz daha kırıldı umutlarım, inancım her gün biraz da­ ha sarsıldı. İtildim, kakıldım karakollarda . . . Şubelerde azarlandım, kovuldum. Ve komutanlıkta süngü çekti Mehmetçik! " Yasak" dedi. Seni aramak yasaktı, anlaşı­ lan. İnanır mısın, artık seni bulmaktan da ümidi kes­ miştim, senden de bir tanem. Sık sık battaniyeye sarı­ lıp ıssız yollara, metruk evlere, arsalara bırakılan ce� setlere dair haberler yayılıyordu, o günlerde. Apart­ man boşluklarında intihar eden kimliği meçhul insan­ lardan bahsediliyordu. Acaba sen de mi bir battaniye­ ye sarılıp, bir yolun kenarına atılıvermiştin? Bir süre de morglarda aradım seni, gördüğüm cesetler sana benzemiyorlardı ama, ölü müydün, sağ mıydın bilmi­ yordum ki ... Oh Tanrım! Ne sıkıntılı günlerdi onlar, ne kabuslu günlerdi. Sonra bir adam telefon açtı. Zile cezaevinde oldu­ ğunu söylüyordu. Sizin koğuştanmış, tahliye olmuş. Numarayı sen vermişsin, ona. Telefon açmasını rica et­ mişsin. Niçin yazmıyor? dedim, cevap vermedi. Senden haber almak! Bu ne büyük mutluluktu Tanrım. Yüzyirmisekiz gün sonra olsa bile, haberin hapishaneden gelse bile ne erişilmez bir saadetti bu! . . İzini bulmuştum ya, seni bulmuş gibiydim. Üşü­ müyordum artık. . . Birden başağrılarımın kesildiğini 6


farkettim. Renkler daha canlı, ışık daha parlaktı. Sak­ sılarda boy atmış pembe, beyaz, mor menekşeleri ilk kez görüyor gibiydim. Kaloriferlerin üzerindeki siyah mermere itina ile dizdiğin kuşkonmazları, açelyaları ve kütüphanenin kıyısındaki kaktüsleri de öyle. Hemen bir valiz buldum. Müflonlu montunu, yün gömleklerini, yün çama­ şırlarını dizdim içine. Mavi çizgili hırkanla, lacivert balıkçı kazağını yerleştirdim sonra. Valizi tam kapat­ mak üzereyken Özlem, minicik ellerinde birer çorapla badi badi geliverdi. Senin tiftik çoraplanndı bunlar. - Bunları da götür, anne dedi. Babamız üşümesin. Ona hiçbir şey söylememiştim. Seni attaya gitti bi­ liyordu. Fakat atta neresiydi? Nineme göre Fizan, an­ neme göre Malta, Özlem'e göre Zile mi? Özlem'i komşuya bırakıp, hemen o gece, ilk otobüs­ le yola çıktım. Dağlar, götürüldüğün gün gibiydi; göz­ gözü görmüyordu tipiden. Ovalar kara gömülmüştü adeta . . . Yaylalar buz kesmişti. Fakat izini bulmuştum ya, her nefeste biraz daha yaklaşıyordum ya sana, sa­ na geliyordum ya, umurumda bile değildi bu beyaz ce­ hennem. Binbir güçlük, binbir heyecanla Zile Cenaevi'ne geldiğimde "Görüşmemin mümkün olmadığını" söyle­ diler. Olacak şey miydi bu? Bu karda kıyamette İstanbul'dan geldiğimi, mutla­ ka görüşmek zorunda olduğumu söyledim. " Olmaz" de­ diler. "Görüşemezsin" . . . - Neden? ·

7


- Onu Savcı Bey bilir. - Savcı Bey nerede? - Mahkemede! Üç yıldızlı, yaşlı bir gardiyandan mahkemeyi tarif etmesini istedim. Kolll;mdan tutup, kuytu bir yere çek­ ti beni. Sağa sola göz gezdirip, nöbetçi kulelerinin bizi görmediğinden emin olmak istedi. Sonra ölüye bakar gibi baktı bana . . . Ve sanki suç ortaklığı teklif eden bir gizlilik içinde: - Sana bir kıyak yapmak istiyorum da, dedi. Nişanlandığımızdan beri seni devamlı olarak nezarethanelerde, hapishanelerde aramak zorunda kaldığım için -asla sitem etmiyorum- bu kıyak keli­ mesini yadırgamamıştım. Hemen sordum. - Nasıl yani? - Benden duymuş olma. Lakin aradığın mahkumu Çanakkale Cezaevine yolladılar. İhtiyar gardiyanın, ölüye bakar gibi yüzüme bakı­ şından kötü bir haber vereceğini hissetmiştim ama, Çanakkale gibi yeni bir atta adresi bildireceğini de dü­ şünmemiştim doğrusu. - Ne zaman yolladılar? - İki gün oldu. - Niçin yolladılar bu karda kıyamette? - Kelek yaptı da ondan. - Yani? - Yani isyan çıkardı. Otobüste Çanakkale'ye doğru yol alırken, senin iki gün önce geçtiğin yollardan geçmenin hazzını duyuyor­ dum. Yollarımız aynıydı ya . . . Aştığım dağları sen de 8


aşmış, geçtiğim yerlerden sen de geçmiştin ya ve hep­ sinden önemlisi izindeydim ya, önemli olan buydu be­ nim için . . . Ha iki gün evvel, ha iki gün sonra... Ne fark ederdi ki? Aslında çok şey farkederdi de, seni buldu­ ğum günden beri sensizliğe alışmış bir ben için iki gün ara ile aynı yollardan geçmek az bulunur mutluluk muydu ki? Kolay kolay yakalanır şans mıydı bu? Ulu Tanrım ne büyüksün sen? Fakat kumaş kaplamalı sünger koltuklarına gö­ müldüğüm o kaloriferli otobüste yol boyunca üşüdüm ben. Kurşun geçirmez mantoma rağmen üşüdüm bir tanem. Oysa üst üste iki kazak geçirmiştim sırtıma . . . Başıma yün beremi almış, yün bir eteklik giymiştim. Çorabım yün, eldivenim yün, kaşgolum yündü. . . Ama içim içime geçti yol boyunca . . . yol boyunca titreyip dur­ dum. Sen nasıl geçtin o yollardan bir tanem? O çelik ce­ zaevi arabasının içinde, çeliğe oturup, çeliğe yaslana­ rak nasıl gittin, İstanbul'dan Zile'ye, Zile'den Çanak­ kale'ye kadar? Bileklerindeki kelepçe çelikten, bir yı­ lan gibi beline dolanan sevk zinciri çelikten, bir yudum çay içmeden, bir lokma ekmek yemeden, susuz sigara­ sız ... Çanakkale Cezaevi'nin savcısı, önce anlayış göster­ di, sonra anlayış göstermemi istedi benden. Nizam­ namelerden, talimatnamelerden, emirnamelerden fa­ lan bahsetti. Israrımın hiçbir faydası olmadığını söylemeliyim. Hücredeki mahkumla görüşmek yasakmış. Anladığıma göre ben Zile'ye indiğim gün, seni Çana.kkale'de hücre­ ye kapatmışlar. Görüşebilmemiz için hücreden çıkacn!)


ğın güne kadar beklemem gerekiyordu. Beş koca gün yanı ... Beş gün sonra dönmek üzere İstanbul'a hareket et­ tim. Sonra Özlem'in rahatsızlığı. . . gözümün önünde gün be gün eriyişi, tükenişi yavrucağın . . . Doktorlar. . . Doktorların çaresizliği . . . Hastahane koridorlarında ge­ çen günler, haftalar, aylar ... İstanbul Bayrampaşa Cezaevine gönderildiğini bil­ diren telefonu alınca yanımda sandım seni . . . gözümün önünde, dizimin dibindeydin sanki . Sanki eskisi gibi elele , gözgöze, haşhaşa, dizdizeydik. Şu anda elimi uzatsam, ulaşabilecek gibiyim sana. Fakat niçin yaz­ mıyorsun Metin? Niçin hep tahliye- edilen mahkumlar bildiriyor adresini? Yoksa yazmanı engelleyen bir se­ bep mi var? ... Bu mektup, eline ne zaman geçer bilmiyorum. Çar­ şamba ziyaret günüymüş. Çarşamba görüşmek üzere gönül dolusu sevgiler. Özlem'le ikimiz, Özlemle öperiz. Sevgi." Metin, mektubu katlayıp cebine sokunca meydan­ cıya iki çay seslenen Recep, endişeyle sordu: - İddianame mi ahi? Hakim, Recep için "adam öldürmeye tam teşebbüs­ ten" 18 yıl hüküm vermişti ama, aslında Recep'in yegane suçu cahillikti. Fakat bu suçun tek faili o muy­ du, bilinmez. Okulun, öğretmenin bulunmadığı bir köyde doğ­ muş, okulla, öğretmenle tanışmadan büyüyüp tomba­ lacı olmuştu Recep. Okuma-yazma bilmediği için mek­ tup kavramı da oluşmamıştı kafasında. Bu yüzden bir 10


zarf içinde gönderilen her kağıdı, ya celp sanırdı, ya iddianame, ya karar. Çünkü kendine hep celp, iddiana­ me ve karar gelmişti zarf içinde. Metin "-İddianame değil" dedi. Mektup. Yengen­ den geliyor. Nihayet yarın görüşebileceğiz. - Özlemi de getiriyor mu ahi? Özlem, en büyük özlemiydi Metin'in. Son onüç ay­ dan beri görememişti onu. Koklayamamış, kucaklaya­ mamış, öpememişti. Şekerli bir ciklet, bir gofret, basit bir oyuncak olsun verememişti. Halbuki şimdi dışarıda olsaydı, şu Şubat'ın dondurucu soğuğuna, karına, aya­ zına meydan okurcasına Özlem'i alıp, bahçeye çıkardı. Birlikte kalıp çıkarırlardı baba-kız, şen, şakrak... Kar­ topu oynar, kardan adam yaparlardı . . . Sonra o işi asar­ dı, Özlem okulu. Nereye? Nereye olursa giderlerdi. Ama duvarsız mekanları tercih ederlerdi daha çok. . . Demirsiz ve duvarsız mekanları . . . Ve bir de gardiyansız . . . Jandarmasız. Fa­ kat kar altında bile olsa toprağa değmeliydi ayakları. Gökyüzünü görmeliydiler. Yeşil olmasa bile ağaca, bit­ kiye doymalıydılar . . . Çalıya, çırpıya hatta . . . Böyle bir mekan, ya bir orman olabilirdi, ya da Kemalettin Be­ yin çiftliği . . . En iyisi Kemalettin Beyin çiftliğine gitme­ liydiler. O zaman Sevgi'yi de alırlardı yanlarına . . . Atla­ rın, koyunların, ineklerin arasında, horoz ötüşlerini dinleyerek ve toprağın üstünde, gök kubbenin altında ne güzel günler geçirirlerdi Tannın! Recep, Metin'in dalıp gitmesini hastalığına yor­ muştu. Tekrar sordu: - Hı, özlemi de getirir mi ahi? 11


-:- Getirmez sanıyorum, dedi. Özlemin beni böyle bir yerde görmesini istemez. Onu görmeye can atmama rağmen ben de istemem bunu. Çaylarını bitirmişlerdi. Metin "-İki çay daha söyle Recep" dedi. "Üşüyo­ rum. Bir de koğuşu dolaş bakalım, aspirin var mı?" Recep, bir hamlede ranzadan atlayıp, ocağa doğru az aklaştı. Sevgi, gerçekten Özlem'i getirir miydi acaba? Geti­ rirse dünyalar onun olurdu. Öpmek isterdi, öpemezdi. Koklamak isterdi, koklayamazdı. Sarılmak isterdi, sa­ rılamazdı . Hatta doğru dürüst göremezdi onu. Fakat gene de dünyalar onun olurdu. Görüşme kabini, mahkum ve ziyaretçi tarafından, bir karış ara ile önce demir parmaklıklarla ikiye ayrıl­ mıştı. Sonra iki kalın camla bölünmüştü boydan boya. Ve bu camla parmaklığın arasına da milimetrik kareli iki tel örgü gerilmişti. İnsanın gözbebeğini bile dört parçaya bölüyordu bu tel örgü . . . Bir de ziyaretçi kabi­ ninden ışık doldu mu içeriye, gelenin kim olduğu bile anlaşılmazdı. Fakat ya sesi? Özlem'in sesini duyardı hiç olmaz­ sa . . . Az mutluluk muydu bu? Ondört aydan beri değil Özlem'in, hiçbir çocuğun sesini duymamış, hiçbir çocu­ ğun yüzünü görmemişti Metin. Recep az sonra çaylarla geldi. - Aspirin yok ahi, dedi. Hasan'ın zulasında bir ta­ ne varmış, onu da Bekir Baba'ya vermişler. Fakat sa­ na bir battaniye buldum. Aspirin yerine battaniye! . . 12


Üç günden beri fena halde soğuk almıştı Metin. Isınmak için çayını çabucak içip, ranzasına kıvnlıver­ di. Çekti battaniyeleri başına. Yumdu gözlerini. Bir rü­ yaya daldı ki, özlem üstüneydi, sevgi üstüneydi. Ziyaret günleri mahkumlar erkenden kalkar, zey­ tin ekmeklerini atıştırdıktan veya idarenin verdiği çor­ bayı kaşıkladıktan sonra traşlarını olup, gözlerini ho­ parlöre dikerlerdi. Ve isimlerinin anons edilmesini beklerlerdi dikkatle ... Saat yediye geliyordu. Ziyaret anonslarının başla­ masına iki saat vardı daha . . . koğuş hoparlöründe önce metalik bir sinyal, sonra da parazit belirdi. Bütün mahkumlar kulak kesildiler. Bu saatte yapılacak bir anons, hayra yorulmazdı hapishanede. Az sonra hoparlördeki parazit, kart, kaba bir insan sesi haline gelmişti. Dikkat! Dikkat! Bu 'Dikkat, dikkat"le başlayan cümle yirmi küsur mahkumun adını sıraladıktan sonra şöyle noktalandı. " . . . ve Metin Yazır, sevke gidiyorsunuz, derhal ko­ ğuş kapılarına geliniz." Sevke gitmek, bir hapishane­ den, bir başka hapishaneye gönderilmek demekti. Re­ cep beyninden vurulmuşa döndü. Metin'e baktı. Uyu­ yordu. Uyandırmağa kıyamadı. Fakat birkaç dakika içinde giyinip, koğuş kapısında olmazsa, gardiyan ge­ lip, coplayabilirdi. Battaniye'nin üstünden kolunu kav­ rayıp sarstı: - Ahi, ahi! Metin güçlükle açtı gözlerini. - Ne var, n'oldu Recep? - Ahi kalk, sevke gidiyorsun. 13


Metin hiç şaşırmadı. Tepki de göstermedi. Titreye­ rek ve demirlere tutunarak indi ranzadan. Cezaevinin özel kıyafetini eşofmanın üzerinden giyemezdi. Yasak­ tı bu. Çünkü mahkum kaçarsa eşofmanlı birini sivil­ lerden ayırmak kolay olmazdı. Sırtını ranza demirleri­ ne dayayarak idarenin keten pantalonunu güçlükle ayağına geçirdi . Rengini atmış, astarsız keten ceketini giydi. Sigarasını, kibritini Recep'e verdi. Sevke gider­ ken sigaranın, kibritin, aspirin'in, ekmeğin dahi yasak olduğunu biliyordu. Recep'e döndü. - Adım anons edilirse ziyaretçime sen git Recep. Yengene söyle, yeni adresimi bildiririm. İki arkadaş erkekçe kucaklaştılar. Bu birkaç sani­ yelik kucaklaşmada Recep, cayır cayır yandığını his­ setmişti Metin'in. - Fena üşütmüşsün ahi, dedi. Fena üşütmüştü ama ne yapabilirdi ki? Doktorun, moktorun, revirin mevirin hikaye oldu­ ğunu ikisi de biliyordu. Torpilliler olmasaydı, revir açı­ lır, doktor atanır mıydı acaba hapishanelere? Metin iki dakika sonra koğuş kapısındaydı. Hemen dışarı aldılar. Ve dik merdivenlerden, uzun koridorlar­ dan adeta sürüklercesine kapıaltına getirdiler. Burada yirmi kadar mahkum toplanmıştı . Sayı , yeni gelenlerle otuza yaklaştı. Bütün mahkumlar önce bir gardiyan koridorundan geçtiler. İki taraflı dizilen gardiyanlar, ayakkaplarından başlayarak ağızlarının içine, uçkurlarına kadar aradılar mahkumları .. Sonra sıra jandarmalara geldi. Sigara, çakmak, kibrit, kalem vesaire gibi masum ve yegane varlıklarına elkoydular. Üç-beş kuruş paraları , götürülecekleri cezaevlerine 14


yollanmak üzere ellerinden alındı. Ve teker teker ko­ mutanın huzuruna çıkarıldılar. Metin, komutanın odasına girdiğinde ayakta dura­ mayacak kadar halsizdi. Bir an evvel bir duvara yasla­ nabilmek için istenecek bilgileri sorulmadan söyleyi­ verdi. Adını, soyadım, ev adresini yazdırdı önce. Boyu­ nu, tahmini kilosunu, kaç çürük dişi olduğunu, ten ve göz renklerini, ayak numarasını, sağ bacağındaki kur­ şun yarasını, alnının sol üst köşesindeki şark çıbanı izini, yani firarı halinde teşhisini ve yakalanmasını sağlayacak tüm işaretleri yazdırdı tek tek. - Tamam mı, dedi, Komutan. - Tamam. Başgardiyan itiraz etti: - Komutanım bunun sağ eli de felç olmuştur! - Felç olmadı, dedi Metin. Felç edildi. Felç olmuştu veya felç edilmişti. Yapılan iş için önemli değildi bu. Üstünde durulmadı. Sağ el parmak­ larının kalem tutma gücünden bile yoksun olduğunu da kayda geçirdiler. - Malatya E tipi cezaevine gönderiliyorsun, dedi Komutan." Ve ilave etti. - Çık! Çıktı. Yazım çizim işlemleri bitince, mahkumların bilek­ leri çuval ağzı bağlanır gibi; çeke çeke bağlandı zincir­ le. Bu zincirin uygun halkaları arasına birer- asma kilit geçirildi. Jandarma, polisinki gibi çember kelepçe kul­ lanmazdı, zincir kelepçeyi tercih ederdi. 15


Bilekler şişerdi zincir kelepçede . . . Hareket ettikçe şişer, şiştikçe davul derisi gibi gerilir, kan otururdu parmaklara. Mahkumlar teker teker cezaevi arabasına itildiler. Çelik bir buzdolabı gibiydi arabanın içi. Bir çelik koltu­ ğa ilişiverdi Metin. Başını dik tutamıyordu artık. Boy­ nu arabanın çelik çeperine doğru kaydı. Tam gözleri yumulmak üzereydi ki dört jandarma girdi içeriye. El­ lerinde beş-altı metre uzunluğunda kalın bir zincir vardı . Sevk zinciriydi bu! . . Sevk zinciriyle bütün mahkumlar birbirine bağlandı. Cezaevi arabası Bayrampaşa Hapishanesinden çı­ karken ziyaretçiler uzun kuyruklar oluşturmuşlardı kapıda. Sevgi, bir şeyler mi sezinlemişti, bir şeyler mi hatırlamıştı, bilinmez, buğulu gözlerle baktı arabaya . . Özlem el sallıyordu. Ertesi günkü gazeteler Bayrampaşa Hapishanesin­ den Malatya'ya mahkum götüren arabanın Bolu dağla­ rında uçuruma yuvarlanışını haber olarak değerlendir­ mediler bile. Arap ülkelerine yapılan canlı hayvan sev­ kiyatıyla ilgili yeni esaslar yer alıyordu basında.

16


LO Müteferrikanın büyük demir kapısı açılınca Lo, ranzasında doğrulup, gözlerini bir şelare gibi karanlığa dökülen aydınlığa çevirdi. 25 mumluk ampullerin ala­ cakaranlığına alışmış gözkıi, elmas tozlan gibi kapı­ dan içeriye savrulan ışıktan kamaştığı için gelenin kim olduğunu seçememi�ti ama, bu yeni gelenin bir hü­ kümlü veya tutuklu o�duğundan emindi. Çünkü siluet halinde de olsa görüyordu onu. Üniforması yoktu, copu yoktu. Sağ kalçasının üzerinde 7.65'lik bir kırıkkale sallanmıyor, sağ omuzundan kulak memesine doğru bir otomatik tüfek namlusu uzanmıyordu. Hatta kelep­ çeliydi bilekleri. Nezarethaneye "Bağlı" olarak girile­ meyeceği için kelepçeli bileklerini bir çocuk uysallığı ile polise uzatmıştı. Oldukça iriyan, boyuna posuna bir adamdı. Fötr şapkasına ve kaportasına bakılırsa zen­ gin bir herif olmalıydı. Gerçekten zengin miydi acaba? Ama zenginin ne işi vardı nezarethanede? Şu genç yaşına rağmen, yedi kez hapise girip çıkmış, bir çok ce­ zaevinde aylarca yatmış, fakat kelli felli birine pek rastlamamıştı. .. Yatacak yer ve yiyecek ekmek sıkıntı­ sı çekmedikleri için zenginler pek suç işlemez, işleyen­ ler de kolay kolay yakayı elevermezlerdi ama inşallah 17


varlıklı bir adamdı bu yeni gelen . . Baksana adam uy­ sal muysaldı ama dimdik duruyordu polisin karşısın­ da. Öyleyse karnı toktu. Dövülmeyeceğinden, iteklen­ meyeceğinden, hor görülmeyeceğinden emindi. Yırtık çoraplardan fırlayan çamurlu parmakları , kızgın saca yapışırmış gibi, soğuk betona yapışmıyor, ya da ayak­ kabısının çivileri etine gömülmüyordu öyleyse. Gömül­ seydi böylesine dik durabilir miydi? Eeee, karanlık ge­ cede, kara taşın üzerindeki karakarıncayı gören ve bi­ len Allah, meşrutiyetten kalma şu anıtsal Sansaryan Hanında mı unutacaktı Lo kulunu . C ahildi , günahkardı, işsiz, güçsüzdü, çalar çırpardı ama gene de Allah'ın kuluydu. Rızkın kefili o değil miydi? İşte bi­ raz gecikmeli de olsa rızkını, kısmetini gönderiyordu, kurban olduğum. Nezarethane nöbetçisi polis, palaskasının sag ;y na sarkıttığı anahtarlığı çıkarıp, kısmetin kelepçesini söktü: - Çıkar kemerini! - Anlamadım. - Anlamayacak bir şey yok. Kemerini çıkar. Kısmet, şu son olay müstesna, hayatı boyunca ne hapishane görmüştü, ne nezarethaneye girmişti. Hatta lüks amerikan arabasıyla günde iki kez önünden geçti­ ği mahalle karakolunun merdivenlerine bile değme­ mişti ayağı, şahitlik için olsun gitmemişti. Buna rağ­ men kemerin nezarethanedeki sakıncasını hemen kav­ rayıverdi : - İntihar edecek adam mıyım ben? - İntihar etmeniz beni ilgilendirmez. Kemeri çıkarın lütfen. � ...

18


Kısmet, polisin anlayış göstereceğinden hala ümit­ liydi. "Bakın memur bey" diye söze başladı. Önemli bir işadamı olduğunu, zaten avukatlarının birkaç saat içinde gelip kendini kurtaracaklarını, hükümet çevre­ lerinde nüfüzlu tanıdıkları bulunduğunu, bu nüfuzlu tanıdıkları vasıtasıyla onu, istediği takdirde istediği sahil kasabasına tayin ettirebileceğini uzun uzun an­ lattı. Ve ilave etti: - Karım ünlü bir ses sanatçısıdır. Eğer hafif mü­ zikten hoşlanıyorsanız, her akşam, davetli olarak prog­ ramını takip edebilirsiniz. Polis büyük bir dikkatle dinledi onu. Ve hiçbir şey anlamamış gibi cevap verdi : - Ne hafif müzikten hoşlanırım, ne de bilumum hafifliklerden. Lütfen kemeri çıkarın. - Fakat iki haftadan beri rejim yapıyorum. Keme­ ri çıkarırsam, pantolonumun belimde durması müm­ kün değildir. Polis copuna davranacak gibi oldu, vazgeçti: - Bakın beyefendi, dedi. "Kuralları ben koymuyo­ rum. Benim görevim emirleri uygulamaktır. Lütfen zor kullanmağa mecbur etmeyiniz. Kısmet, ister istemez kemeri çıkarıp polise uzattı. - Kaybolmaz değil mi? Çok değerli de . . . - Kaybolmaz. Şimdi lütfen kravatı da çıkarın. Kravat . . . Çok değerli bir kemer . . . Önemli tanıdık­ lar. Şarkıcı kadın. Lo, bütün bunların önemli bfr servet göstergesi olduğunu düşünüyordu. Servet deyince de aklına yemek geliyordu . . . Hükümet çevrelerinde önem­ li tanıdıkları bulunan, üstelik şarkıcı bir kadınla da evli olan bir işadamı her gün kebap yese parası bit19


mezdi herhalde ... Kimbilir, belki de Kısmet, her akşam alev alev yanan şöminenin önüne, ipek örtüsü nakış nakış çiçekli bir masa konduruyor, sonra bu masayı bi­ lumum kebap ve lahmacun çeşitleriyle donatıyordu. Kebap ve lahmacun aklına gelince daldı gitti Lo. Acılı Antep, acılı Adana, acılı Urfa. Acılı Antep altıez­ melisi, ince yufkaya dürüm edilmiş, acılı ve bol piyazlı Antep cartlağı, çiğ köfte, yağlıköfte, siniköfte . . . Tepsi tepsi soğanlı Urfa, nerpekmezli Kilis, sarımsaklı An­ tep lahmacunu. Leğençelerle bostana salata, çoban sa­ lata, çiğ salata, sulu salata, kırk-elli güğüm köpüklü ayran. Küfe küfe biber: Antep yeşili, Maraş kırmızısı, Urfa alı, Antakya kızılı . . . Ölbeler dolusu karabiber, kırmızı biber, pul biber, toz biber. Külek külek yoğurt. Külek külek cacık. Ve bol miktarda yeşillik: Yeşil so­ ğak, yeşil sarımsak, taze nane, marul, kıvırcık, mayda­ noz, tere, turp, yarpız, kuzukulağı, asma yaprağı. Tu­ luk tuluk Karpuzatansuyu, bir kervan yükü rakı! Ve bir de lo! Lo ilk ve son olarak böyle bir sofraya Barak'ta Ala­ yuntlu Hasan Ağa'nın düğününde oturmuştu. O gün­ den bugüne yemek deyince aklına hep bu iki dönüklük arazi üstüne kurulan sofra gelir, bu bol acılı sofrayı düşleyerek tokluk üzerine hayal alemlerine dalardı. Müteferrikanın büyük kapısının şakır şukur kilitlendiğini duyunca daldığı rüyadan uyandı. Gelen Kısmetti. Hemen yanma yaklaştı: - Geçmiş olsun. Yeni gelen teşekkür etti ama, daha bu konuksever kader arkadaşının yüzünü bile göremiyordu. Lo yar­ dımcı oldu ona. Kolundan tutup ranzasına götürdü: 20


- Sigaran var mı? - Kullanmam. Bu kötü haberdi işte . . . Lo üç gün önce nezarete alındığında üç tek üç sigarası vardı pakette. Bu üç si­ garanın ilkini tutuklandığı gece içmiş, diğer ikiyi Cu­ martesi ve Pazar günleri için ayırmıştı. .. Bugün pazar­ tesiydi ve öğleye yaklaşmıştı vakit! Lo hala sigarasızdı. Ve en kötüsü açtı da ... Son parasına Cumartesi sabahı iki tost almış, ondan sonra da kısmetini beklemeğe başlamıştı. Ve gelmişti Kısmet! Sigara kullanmasa da gelmiş­ ti. Şimdi biraz durur dinlenir, şaşkınlığı geçtikten son­ ra nezarethanede de olsa yaşamak gerektiğini anlar, acıkır ve açlığını farkederdi: Eh o zaman kravatı, çok değerli bir kemeri , hükumet çevrelerinde önemli tanıdıklan ve şarkıcı bir kansı olan kader arkadaşı ne yiyecekse bir porsiyon da kedine söylemez miydi? Söylerdi. Hatta belki bir paket de sigara ısmarlardı. Karnı doyduktan, cebinde de bir paket sigarası olduktan sonra nezarethane mi dayanır­ dı Lo'ya. Fakat gene de işini sağlama bağlamalıydı. - Sen şanslısın ahi, diye söze başladı. Kısmet bön bön baktı ona: - Neden? - Gerçi şanslı insanın nezarethanede ne işi var diyeceksin ama, geiıe de şanslısın. Keşke ben de pazarte­ si günü tutuklansaydım. Kısmet, bu açıkalamalardan hiçbir şey anlamamıştı: - Niçin? 21


- Niçin olur mu ahi? Pazartesi tutuklanan insanı ikindiye varmıı z hapishaneye teslim ederler. Yatacağın yer belli olur, yiyeceğin yemek. Ama Cuma akşamı ya­ kalandın mı işin bitik demektir. Hele bir de benim gibi paran yoksa, yandın gitti vallahülazim! Vallahülazim iki günden beri ağzıma bir sokum ekmek girmemiştir. Kısmet hiç oralı olmadı. Derin bir iç geçirdi. Ve eli­ ni yüzüne alıp, başladı düşünmeğe. Olacak iş miydi şimdi bu? İnsan nezarethaneye girer girmez, derin düşünce­ lere dalar, kendini böylesine kapıp koyverirse hapisha­ nede ne yapardı? Lo, hem insanlığından, hem de Kıs­ met'den bekledikleri konusunda biraz daha iyimser olabilmek ve umutlarının altını çizdirebilmek için ar­ kadaşını teselli ihtiyacı duydu: - Üzme kendini, dedi. Koç gibi yatar çıkarsın. Hem adamın cebinde para olduktan sonra hapishane ne ki . Otel otel! . . Eğer karnın acıktıysa, kumanyacı garson neredeyse gelir. . . Ekmek içi döner, sucuklu, sa­ lamlı, sosisli, karışık tost. Hamburger, kokoreç, hatta lahmacun ve kebap bile var. Karnını doyurursun, sır­ tında pek olduktan kelli ceza mı dayanır adama? Kısmet, cevap verir gibi mırıldandı: - İlginize çok �eşekkür ederim. Avukatlarım nere­ deyse gelir beni kurtarırlar. Bu "kurtarırlar" kelimesi sapantaşı gibi çarptı Lo'nun yüzüne. Fakat derhal tecrübesini konuşturdu: - Olur mu ahi? Bura ziyarete gelen altı ay kalır demişler. Sen gene karnını doyur, kurtulursan mesele yok. Lakin bir aksilik olursa akşama kadar acacına do­ laşmazsın. Başına gelmeyen bilmez ahi, açlık bildiğin 22


gibi değil. Vallahülazim iki günden beri ağzıma bir lokma ekmek girmemiştir. Kısmet, gene mırıldanır gibi konuşmayı tercih etti: - Ben rejim yapıyorum. Bir süre yemesem daha iyi olur. Beyninden vurulmuşa döndü Lo. Ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırdı. Donup kaldı adeta. Şans mıydı bu şimdi? Cuma akşamından beri dört gözle beklediği ve bulduğu anda, kravatı, çok değerli bir kemeri, hükü­ met çevrelerinde önemli tanıdıkları ve şarkıcı karısıyla üstüne hayaller kurup, nice umutlar bağladığı Kısmet, böylesine yün, böylesine tüy, böylesine kıl mı çıkmalıy­ dı Tanrım? Ama o da bunca yılın mahkumu, bunca yılın kur­ duydu. Ne yollar görmüş geçirmiş, ne kulağı kesiklerle yatmış kalkmıştı. Ne yapar eder, bu cicili bicili beye­ fendiyle arkadaşlık kurar, nezarethanede de hapisha­ nede de gül gibi geçinip giderdi. Hafifçe dokundu omu­ zuna: - Biraz evvel polise yengenin şarkıcı olduğunu söylediniz. Aslında ben de müzisyenim. - Yaa, öyle mi? Kısmeti, ilk kez dikkatle baktı Lo'ya. Elini yüzün­ den çekti. Poposunu hafif sağa döndürdü. Tepede'n tır­ nağa süzdü Lo'.yu. Camiden yürütülmüşe benzeyen ayakkabısı, şalvar bozması pantolunu, alacakaranlıkta bile kirden grileştiği seçilebilen, sarı iplikle dokunmuş balıkçı kazağı ve narçiçeği ceketiyle hiç de müzisyene benzemiyordu. Fakat bir kılıksızlık modasıdır gittiği için olabilirdi de: 23


- Son olarak nerede çalıştınız? - Hacı Osman Efendi'nin torununun sünnet düğününde. Lo, Kısmet'in, cevabını garipsediğini, yüzünün bu­ ruşmasından farketti ve hemen ilave etti: - Yani hatır için. Olabilirdi. Sevgili kansı da konu komşu, akraba ve arkadaş hatırı için sünnet düğünlerinde icra-yı sanat etmemiş miydi? Hatta kariyerini ileri sürerek asla git­ mek istemediği araba komisyoncusu Hamdi Efendi'nin kızinın düğününde hatır gönül belası hem oynayıp, hem söylememiş miydi? - Ses sanatçısı mısınız, yoksa. - Çalgıcıyım. Haaa, Çalgıcıydı demek. Hangi enstrumanı kullanıyordu acaba? - Gitarist misiniz, yoksa trompet veya Lo, sözünü kesti Kısmet'in: - Yok lo! Zurna çalarım ben. Babam da davulcuy­ du. Kısmet, otomatik olarak çevirdi başını. Köse pem­ besi yanaklarını avuçlarının içine alıp, katır boncuğu mavisi gözlerini dikti şiltenin üzerine. Gene derin bir iç geçirdi. Gene daldı dipsiz düşüncelere. Lo, muhabbetin bird�nbire kesilmesini Kısmet'in efkarına yormuştu. Karısını mı düşünüyordu acaba? Evet evet, mutlakrı yengeyi diJşünüyordu. Öyle ya, ko­ cası hapishaneye düşen şarkıcı bir hanımın başına ne­ ler gelmezdi şu İstanbul'da? Fakat Kısmet'in derin düşüncelere dalmasının, kendini yiyip, tüketmesinin yengeye ne faydası olurdu 24


ki? Kaldı ki; açlıktan kazınan midesine hiç olmazsa bir kuru simit indirebilmesi ve belki bir paket sigara sahi­ bi olabilmesi de Kısmet'le konuşup ahbap olmasına bağlıydı. En iyisi Kısmet'in efkarını görmezden gelip, devam etmekti : - Aslında bizim bütün sülalemiz müzisyendir, di­ ye yükseltti sesini: Öyle daldan eğme, sonradan olma değil, kökten sürme, anadan doğma çalgıcıyızdır. Bil­ mem tanır mısın? Abdal Cimo dedem olur benim. Rah­ metli gümüş zurnasını eline aldı mı, mezardakiler bile göbek atardı vallahi! Zilini, mikramesini, tefini, zilli tefini alan, çadırdan dış an çıkar, bir şıkırdım şıkırdım başlardı ki sorma. Kısmet sormuyordu zaten. Hatta hareket bile et­ miyordu. Ama Lo devam etmeli ve mutlaka konunun içine çekmeliydi onu: Kambersiz düğün olmaz ya, bizsiz de olmazdı. Bi­ zim o tarafın ağalan bir düğün dernek kuracaklan za­ man önce bizi çağınrlardı. Abdal Cimo ve uşaklarını yani . . . önümüze kebaplar, lahmacunlar, çiğ köfteler konur, rakılar açılır, sigaralar paket paket dağıtılırdı. Allah bin kerre razı olsun, yiyebildiğimiz kadar yer, içebildiğimiz kadar içerdik. Artanını çoluk çocuk hak­ kı, avrat uşak hakkı, kul hakkı, yetim J:ıakkı diye eşe­ ğimize yükler abamıza gönderirlerdi, yemin billah. Nezarethanenin kapısı açılınca Lo sesini kesti. O güne kadar görmediği güzellikte, muhteşem bir kadın belirdi karşısında. Platin saçları, etrafına rengarenk tüy takılmış, geniş kenarlı yanprik şapkasının altın­ dan bir çağlayan gibi omuzlarına dökülüyor, gümüş tellerde yansıyan gün ışığı nezarethanenin karanlığına 25


savruluyordu. Bembeyaz kürkü, bembeyaz çizmeleri, yumuşak ve ahenkli hareketlerine bağlı olarak bir par­ layıp, bir kaybolan süt beyazı bacaklarıyla ışıltılı bir kristal prizma gibiydi adeta. Kısmet, polisin çağırmasını beklemeden, ranzadan atlayıp, kapıya koşunca Lo, ziyaretçinin "yenge" oldu­ ğunu anladı. Konuşulanları pek duyamıyordu ama, sa­ rılıp kucaklaşmalarını, teselli öpücüklerini ve bütün kalbiyle görmemeyi dilemesine rağmen kimseden esir­ genmeyen bembeyaz bacaklarını seyretti . . . Yengenin, Kısmet'e bir demet banknot verdiğini gördü. Demek ki; avukatları kurtaramamışlardı onu. Yoksa bu kadar parayı niye versindi. O halde kumanyacı garson gelin­ ce karınlarını tıka basa doyurur, belki üstüne birer ta­ bak da kadayıf yerlerdi. Ya sigara? Kısmet akıl edip de bir kıyak yapmazsa Lo rica ederdi Böyle dar günde, böylesine zengin bir adam için bir paket sigaranın lafı mı olurdu? Allah göstermesin ama, şimdi Alayuntlu Hasan Ağa burada olsaydı, müteferrikadaki bütün mahkumlara, bilumum kabep ve lahmacun çeşitlerin­ den tepsi tepsi ısmarlar, beşer onar paket de sigara al­ dırırdı. Kapıdaki polisi de unutmazdı haa. O da ana kuzusu değil miydi? Allah'ın kulu değil miydi o da? Yenge gidip de kapı kilitlenince Kısmet, Lo'nun ranzasına gelmedi. Eli yüzünde volta atmağa başladı. Kumanyacı garson gelmek üzereyken Lo'nun tek başı­ na oturması feci bir hata olurdu. Derhal atladı ranza­ sından. Kısmet'le birlikte adımlamağa başladı: - Gelen yengeydi herhalde? Kısmet, Lo'nun sorusuna "evet" deyip, kestirip at­ tı. Halbuki derin konulara dalmaları, muhabbeti koyu26


laştırmalan gerekiyordu. Ama adam konuşmaya hiç de niyetli değil gibiydi. Lo, derin bir nefes alıp, bir kez da­ ha denedi şansını: - Yengemi bir verden gözüm ısırıyor ama, sigara­ sızlıktan bir türlü çıkcıramıyorum. Kısmet, düşen pantolonunu çekmek!r meşg�ldü. Lo devam etti: - Acaba Alibeyköy'e sık sık gelip gider mi? Alibeyköy, Haliç'in lağım kokula�1na gömülmüş, son derece geri bir semtiydi İstanbul'un. Değil Suadi­ ye'de doğup, Çiftehavuzlar'da büyüyen karısı, Kısmet bile bir kez gitmemişti bu toz ve çamur deryasına. - Hayır, dedi : Karım, Alibeyköy'ün yolunu bile bilmez. Kısmet'in azarlarcasına cevabı üzerine Lo ister is­ temez bir süre sustu. Ama kumanyacı garson gelme­ den mutlaka bir muhabbet başlatmalı ve bu muhabbet Kısmet'i mutlaka yakından ilgilendirmeliydi . Birden gözleri ümitle parladı: - Kemahlı Kel Apti'nin kahvesine takılır mısı.n hiç? Kısmet ters ters baktı Lo'ya: - Hayır. Hayatım boyunca kahveye gitmedim. - Askerliğini Karaköse'de yapmış olmayasın? - Hayır. Ankara'da yaptım. - O zaman Kağıthaneli Kopuk Kazım'ı mutlaka tanırsın. Kazım da vatani görevini Ankara'da yapmış­ tır. Kopuk mopuktur ama, hayırsever adamdır, fakir fukara babasıdır. Aç gördümü doyurur, çıplık gördümü donatır. Bir gün Kel Apti'nin kahvesinde yolsuz kaldı27


ğını anlayınca çağırdı lahmacuncuyu . . . koydurdu san­ dığı önüme ... Yiyebildiğim kadar yedim. Vallahülazim. O verdi parasını . . . Sonra iki paket de Samsun aldırdı. Ben o zaman Birinci içerdim ... Şimdi Samsun içiyorum tabii . . . Avucuma da biraz arpa sıkıştırdı . Almam mal­ mam dedim, ısrar ettim, direttim ama, mümkünü yok, verdi parayı. Birden nezarethanenin büyük kapısının açıldığını farkettiler. Aynı anda süpürge sarışını bir garson boy­ nunu içeri uzatıp, makamına uygun bir şekilde bağır­ dı: - Kumanya ahiler . . . Dumanı üstünde lahmacun, tost var, sandviç var, ekmek içi döner var, isteyene ke­ bap getirilir... Maltepe, Samsun bulunur. Tokat, Bafra kalmadı ahiler. N ezarethanedekiler bir anda kapıya doğru koşuş­ tular. Kısmet kıpırdamadı bile. Lo, lahmacunları, tostları, sandviçleri, peşpeşe mi­ delerine indiren, ikişer üçer paket sigara alıp, cepleri­ ne yerleştiren mutlu mahkumlara baktı bir süre . . . Kıs­ met içeri düşmeden bunları kısmet sanmış, fakat azar­ lanmış, iteklenmiş, terslenmişti . . . Yeni Kısmet gerçi kibar adamdı, efendi adamdı, azarlayıp, iteklemiyordu ama anlayışı da kıt mıydı ne? En iyisi bir kez daha ha­ tırlatmaktı: - Şimdi biter ahi, dedi. Ne sigara kalır, ne lahma­ cun. Bu köpoğlu giderse de bir daha gelmez. Kısmet, böyle ne idiğü belirsiz garsonlar tarafın­ dan açık tepsilerde satılan lahmacun vesairenin hıfzı sıhhaya aykırılığı hususunda uzun bir nutuk çekti Lo'ya. Sonra sigaranın zararları üzerine bilimsel bir 28


seminer verdi ki; bitirdiğinde, o süpürge sarışını gar­ son tepsisini boşaltıp, kayıplara karışıvermişti. Bir saat sonra Kadıköy Adliyesi'nin önündeydiler. Bir hükümlünün gıyabi tutuklama kararının vicahiye çevrilmesi için gerekli işlemler yapılıncaya kadar bek­ lemeleri gerekiyordu. Kısmet'le aynı koltuğa oturan Lo, ikinci şube minibüsünün parkettiği yolun tam kar­ şısındaki muhallebicinin vitrininde nar gibi kızarmış nefis börekler gördü. Dirseğini Kısmet'in karnına ha­ fifçe dokundurarak: - İstanbul'un en güzel böreğini bu adam yapar, dedi. - Nereden biliyorsun? - Bilmez olur muyum ahi? Geçen sene bugünlerde Paşakapısı cezaevine götürülüyorduk. Gene böyle bir minibüse binmiştik. Minibüs gene bu mahkemenin önünde durmuştu. Yanımda senin gibi bir arkadaş vardı. Şans bu ya, geçen sene de Cuma akşamı tutuk­ lanmıştım. Gene karnım açtı. Açlıktan öluyordum val­ lahülazim. Allah razı olsun arkadaş hem kendi yedi, hem de bana ısmarladı. Şimdi kaç porsiyon yerim bile­ mem, lakin o zaman bir buçuk porsiyonu bir dakikada bitirmiştim anam avradım olsun. Tadı hala damağım­ dadır. Hatta arkadaş bir paket de sigara almıştı da. Kısmet, Lo'nun sözünün bitmesini beklemeden ön koltuktaki polise seslendi: - Memur bey bakar mısınız lütfen? Polis, telsizin sesini kısıp, başını hafifçe arkaya çe­ virdi: - Ne var? 29


- Şuradan börek yiyebilir miyiz acaba? - Tabii . . . Fakat arabadan çıkmak yok. Kısmet cama vurup garsonu çağırdı. Birer buçuk porsiyon iki börek söyledi: Lo ilave etti: - Pudra şekeri bol olsun. Kısmet tekrarladı. - Evet. Pudra şekeri bol olsun. İki tabak da iyi pi­ şirilmiş fırında sütlaç. Dünya Lo'nun olmuştu sanki . . . Bol pudra şekerli bir buçuk porsiyon börek, üstüne de bir tabak fırınta sütlaç yedi mi karada ölüm yoktu artık. . . Kısmet'i yan­ lış anladığı için kendinden utandı Lo. Adam haksız mıydı ki? Kimbilir o lahmacunları, o sucukları, sosisle­ ri hangi murdar hayvanın etinden yapıyordu o süpür­ ge sarışını pezevenk! Veya pezevengin patronu. Nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu Kısmet'e. - Valla beyim, dedi. Sen hem bizim Alayuntlu Ha­ san Ağa'ya çekmişsin , hem Kağıthaneli Kopuk Kazım'a, hem de geçen yılki kavvata! Kopuk ve özellikle kavvat lafından alınan Kısmet, ters ters baktı Lo'ya. Lo farkında bile değildi. Devam etti: - Onlar da senin gibi fakir fukara babasıdırlar. Aç gördümü doyurur, çıplak gördü mü donatırlar. Garson, elinde tepsi, tepsinin içinde börek ve süt­ laç tabaklarıyla gelivermişti. Kısmet, birbuçuk porsiyon börekle, bir tabak sütla­ cı ön koltuktaki polise ikram etti. Gerisini de kendisi yedi. "Buyur" demeden, ucundan bir parça koparip ver30


meden, ikram etmeden yalayıp yuttu tabakları. Sonra hafifçe dokundu Lo'nun omuzuna: - Haklıymışsın, dedi: Börek güzeldi. Akşam ezanına doğru Bayrampaşa Cezaevinin ka­ rantinasında buldular kendilerini. Lo, bunca yılgın mahkumu olmasına rağmen, öm­ ründe böyle karantina görmemişti. Gerçi temizdi, pırıl pırıldı, apaydınlıktı. Karantinalarda tuvaletlere esa­ sen kapı takılmadığını ve defi hacet'in mahkumun gö­ zünün önünde yapılması gerektiğini zaten biliyor, ayrı­ ca bunu garipsemiyordu da . . . Fakat azami elli yatağın bulunduğu karantinada, şu andaki mevcut, yüzelliyi aşıyordu. Ve kimbilir akşama kadar kaça ulaşırdı bu sayı? Lo, açlıktan içine çökmüş gözleriyle şaşkın şaşkın etrafına bakınırken Kısmet kolundan tutup sarstı: - Geceyi burada mı geçireceğiz? - Evet. - Nerede yatacağız dersin? - Betonda! - Ne? - Betonda! Buradan temiz yer mi bulacaksın ahi? Bizden öncekiler koğuşlara dağılıncaya kadar betonda yatacağız. - Kaç gün sürer bu? - Belli ol�az. Üç gün de sürebilir, altı gün de. - O halde battaniye falan verirler herhalde? - Dalga mı geçiyorsun ahi? Kampa mı geldik ki? - İstesek? - İstersen bir dene, bir araba dayak yersin. 31


Kısmet yıkılmıştı adeta. Sırtlarını duvara verip çö­ meldiler. - Benim asıl endişem yatacak yer meselesi değil, dedi. Lo. - Ne öyleyse? - Yemek! İdare eğer yatak sayısına göre yemek çıkanrsa, vallahülazim sabaha kalmaz ölürüm ben. Kısmet, sanki sesi bir başka dünyadan geliyormuş gibi hüzünlü bir tavır takındı: - Demek açsın? Laf mıydı bu şimdi? Lo, sabahtan beri açlığını belli etmek, hatta açlığını ilan etmek için elinden geleni yapmamış mıydı? Her fırsatta karnının sırtına yapıştı­ ğını ima etmemiş miydi? Alayuntlu Hasan Ağa'dan, Kağıthaneli Kopuk Kazım'dan, geçen seneki kavvattan bunun için laf açmamış mıydı? Ama Kısmet'e bir türlü midesinin tamtakır olduğunu da anlatamamıştı. İd­ raksizliğin bu kadarı tahsille bile mümkün olmazdı doğrusu. Ama şimdi Lo'nun bunlarla geçirecek vakti yoktu. Yemek için iki şey gerekti. Tabak ve kaşık! Oy­ sa Lo'nun ne tabağı vardı, ne kaşığı. İdare, gerekli gördüğü zaman seyyar kantini ka­ rantinaya yollayıp, mahkumların tabak, kaşık, sabun gibi acil ihtiyaçlarını karşılamalarını sağlardı ama, bu seyyar kantin belki yarın gelirdi, belki iki gün sonra. Hatta belki de mahkumun tabağa, kaşığa, sabuna ihti­ yacı gerekli görülmez, o zaman da kantin mantin gel­ mezdi. Hoş şu anda kantin gelse ne yapabilirdi ki Lo? Parasız pulsuz kaşık mı verirlerdi adama, tabak mı ve­ rirlerdi. Öyleyse ne yapardı Lo? 32


- Çalardı! Başka hiçbir çaresi, hiçbir çıkar yolu yoktu Lo'nun. Ya Birecik taraflarında şanı şöhreti dağa taşa yayılmış Abdal Cimo'nun torunu pahishane köşelerinde açlık­ tan ölmeğe razı olur, ya da mesleğini icra ederdi. Lo, derhal kararını verdi. Ama kader arkadaşına da sormadan edemedi: - Tabak, kaşık ister misin? - Benim karnım tok. Lo "Bana müsade" deyip, mahşer kalabalığına ka­ rışıverdi. Döndüğünde, gömleğinin altına, karın çukur­ luğuna yerleştirilmiş bir plastik tabak ve kolunun içi­ ne soktuğu kepçe gibi bir tahta kaşık sahibiydi. Açtı, halsizdi, takattan düşmüş, dizinde derman kalmamıştı ya, çömeldi Kısmet'in yanına. Yumdu göz­ lerini: Ne muhteşem sofra kurulmuştu Alayuntlu'nun düğününde . . . Yemek dediğin, acı olmalıydı, zehir zık­ kım. Kor gibi yakmalı, ısıtmalıydı insanın içini. Kanını harekete geçirmeliydi deli çay gibi . . . Ve yay gibi germe­ li, tay gibi güç vermeliydi insana. Lo, Alayuntlu'nun sofrasından, koşuşmalar, itişip çekişmeler, plastik tabak ve tahta kaşık sesleriyle uyandı. Yemek dağıtılıyordu. Daldı kalabalığın arası­ na. İrayarılar, boylu poslular, güçlü kuvvetliler, yemek dağıtılan yerle karantinayı ayıran demirparmaklıkla­ rın önünde hava geçirmez bir set oluşturmuşlardı adeta . . . Adeta etten bir duvar örmüşlerdi. Lo, bu etten duvarın arasına kazık çakar gibi uzattı kolunu . . . Ya­ pıştı demirden . . . Bütün gücüyle çekti kendini parmak­ lıklara doğru ... Arkadan itenlerin de sayesinde bir süre 33


sonra en öne gelmişti. Bir kamyon, bir tır, bir tank ta­ rafından itiliyordu sanki . . . Neredeyse kalabalıkla de­ mir parmaklıklar arasında yamyassı olacaktı. Karanavana kazanları bu demir parmaklığın öte yanındaydı. Çekip uzattı tabağını . . . Yemekhane görev­ lisi mahkum alaycı bir tavırla sırıttı, bir kepçe kapus­ ka boşalttı Lo'nun tabağına . . . "çek" dedi. Tabak zaten dolmuştu. Lo çekti. Fakat tabağı bir türlü kendi tarafı­ na alamıyordu. Ağzına kadar kapuska dolu tabağın ça­ pı, iki parmaklık demiri arasındaki boşluğun eninden oldukça büyüktü. Yanlışlık yaptığını, tabağı kendi ta­ rafında tutup, kepçenin içeri uzanması gerektiğini an­ lamıştı ya, iş işten geçmişti artık. Ne yapıp etmeli, ta­ bağı içeri çekmeliydi . Biraz daha eğse miydi acaba? Eğdi. Yağı, yüzü döküldü yemeğin. Ama tabak geçmi­ yordu. Biraz daha eğdi . Biraz daha döküldü yemek. Fakat tabak yine sığmıyordu. Biraz daha eğmesi gere­ kiyordu. Yemeği dökmeden, olanca dikkati, olanca ma­ hareti ile yapmalıydı bunu. Sırtı ve poposuyla arkadan itenlere mukavemet ederken yavaş yavaş eğmeye baş­ ladı tabağı. Eğdi, eğdi. Hayır olmuyordu. Tabağın, dik­ dörtgen şeklindeki demir parmaklığa tam bir köşegen çizmesi gerekiyordu. Fakat o zaman da bir kaşık ye­ mek kalmazdı. En iyisi öbür eliyle yemeğin üstüne bastırmalı, tabağı öyle çekmeliydi, içeriye . . . Lo, sol eli­ ni kapuskanın üzerine bastırdı. Poposuyla arkadakile­ ri itip yavaş yavaş geriye çekilirken, tabak botlu bir gcırdiyan tekmesiyle fırladı gitti elinden: - Zıkkımın kökünü ve itoğlu it. Her tarafı yağ et­ tin! Lo, el, yüz, üst baş yağ içinde döndü Kısmet'in ya­ nına, çömeldi. Sırtını duvara verdi. Kaşık kaşık kapus­ ka yiyenleri seyre daldı yutkunarak. 34


TİRYAKİ Tiryaki, bir Şubat akşamı Paşakapısı Hapishane­ si'nin o izbe, o karanlık, o sınlsıklam Müşahade Koğu­ şu'na atılır atılmaz karşılaştığı ilk mahkuma sordu: - Çay var mı? Yirmi, yirmiiki yaşlannda bir delikanlıydı bu. Göz­ lerini kırpıştınp, soğuktan morarmış dudaklarını bü­ züştürerek tuhaf tuhaf baktı Tiryaki'ye. - Dalga mı geçiyorsun ahi, dedi. Nereye geldiğini sanıyorsun sen. Demek İçgüvenlik Komutanı hala değişmemişti. - Adanalı hala İçgüvenlik Komutanı mı? - Evet. İki sena önceki gardiyan Hamido olayından sonra koğuşta çay bulundurmayı da tüp bulundurmayı da yasaklayan bu Adanalı komutanla yıldızı bir türlü ba­ rışmamıştı Tiryaki'nin. Bahçede mutlaka iki adamını peşine takmış, koğuşta, tuvalette, ziyaret kabininde, her yerde, her zaman nefesini ensesinde hissettirmiş­ tir. Eğer başgardiyan da hala eski başgardiyansa nefes aldırmayacaklan kesindi. - Kemikkıran hala başgardiyan mı? 35


Gelir gelmez İç Güvenlik Komutanı ve Başgardi­ yan gibi adları selavatsız anılmayan iki yetkiliyi soruş­ turmaya başlayan bu mahkum acemi biri olamazdı. Delikanlı derhal toparlandı: - Evet ahi, dedi. Kemikkıran hala başgardiyan, fakat siz kimsiniz? - Sizlerden biriyim. Düzgün konuşan, okumuş yazmışa benzeyen bu derli toplu insan, özellikle soğuk kış günlerini cezaev­ lerinde geçirmeye alışmış sıradan bir sabıkalı olamaz­ dı. Suçu neydi acaba? - İcraatın ne ahi? - Hükumeti tahkir ve tezyif. Delikanlı tahkir ve tezyifin ne olduğunu "çakama­ mıştı" ama işin içinde hükumet olduğuna göre son der­ ce önemli bir suç olmalıydı bu. - Mesleğiniz? - Sırası gelirse öğrenirsin. Sorgu sırası Tiryaki'ye gelmişti. - Adın ne sinin? - Nizam. - Suçun? Nizam elini ensesine atıp, mor dudaklarını sivri burnunun etrafında tur atırmaya başladı. Eğdi başını yere. Alacakaranlığa rağmen utancından Tiryaki'nin yüzüne bakamıyordu belli ki . . . Belli ki pişmandı. Tiryaki soruyu tekrarladı: -- Niye tıktılar seni buraya? - - İftira ettiler abi. 0 (' •:1·


- Ne diye iftira ettiler? - Cepci diye. - Tekerüstü mü? - Yok ahi. Mecidiyeköy durağında. - Günlerden, emekli üç aylıklarının dağıtıldığı gün müydü? Bir süre donup kaldı Nizam. Sonra şaşkın başını "evet" anlamında salladı. Tiryaki devam etti: - Tutuklu musun, hükümlü mü? - Tutukluyum. Mecidiyeköy gibi; Balkanların ve Ortadoğu'nun en kalabalık otobüs durağında, cüzdanını almağa niyet­ lendiği "enayi" tarafından enselenen, üstelik mahcup, utangaç, ettiğine bin pişman bir tutuklu Tiryaki'nin pek işine yaramazdı ama, hapishane şartlarında bu delikanlıyı değerlendirmekten başka da çaresi yoktur. Konuyu değiştirdi. - Sayım kaçta? - Sabah yedi, akşam yedi. - Havalandırma? - Onbirde. Saata baktı. 18.30. Demek ki, gardiyanların yönet­ tiği cezaevi çayhanesinde, çay iddiasıyla satılan o ber­ bat sıvıdan bir .bardak içebilmesi için daha 16 saat 30 dakika daha beklemesi gerekiyordu. Beklerdi. İkinci Şube'nin müteferrikasında cuma akşamın­ dan şu ana kadar nasıl umut ve özlemle beklediyse ge­ ne aynı umut ve özlemle bekleıdi. Beklerdi ama günde 37


bir bardak çayla tatmin olacak adam mıydı Tiryaki? Kaldı ki o bir bardak çaycağızın eline geçeceği de şüp­ heliydi. Havalandırma saatinden yarım saat önce ka­ pıda toplanmağa başlayan seksen küsür mahkumun, kapı açılıraçılmaz o küçücük çayhaneye nasıl doluştuk­ larını, nasıl üstüste yığıldıklarını bilirdi Tiryaki. İtişe, çekişe, öndekileri tekmeleyip, yandakileri dirsek ve omuz darbeleri ile ekarte ederek ocağa ulaşabilenlerin, ellerinde bir bardak �ayla geri dönmeye çalışırken, bardağın yarısının boşaldığını da bilirdi. O zaman ho­ murdanmalar, küfürleşmeler başlar, küfürleşmeler başlayınca da gardiyan ocağı kapatıp coplarına sarılır­ lardı: - Yasak ulan! Çay yasak! Ve başlarlardı ellerindekini rastgele sallamaya . . . Öndekiler fena halde coplanırken, arkadakiler güç bela koğuşun karanlığına atarlardı kendilerini. Saat akşamın yedisine doğru kart bir ses koğuşun ıslak duvarlarında yankılanıverdi: - Sayımın! . Bütün mahkumlar, bir hücreden farksız olan oda­ larından çıkıp, tek sıra halinde koridora dizildiler. Az sonra üç yıldızlı gardiyanlardan Musa, irikıyım iki jan­ darmanın önünde göründü. Tören kıtasını teftiş eden Osmanlı paşası gibi mağrur ve azametliydi Musa . . Mümkün olduğu kadar yıkılmış gür kara kaşlarının al­ tındaki makinalı tüfer namlusuna benzer dipsiz ve ka­ ranlık gözlerini teker teker her mahkumun üzerinde dolaştırarak sayımı tamamladı. Elindeki listeden tah­ liye olanları düştü, yeni gelenleri ilave etti. Sonra ge­ lip, Tiryaki'nin tam önünde durdu. Topuklarını birleş­ tirdi. Kollarını tombul gövdesine yapıştırdı. Çenesini hafif yukarı kaldırıp, derin bir nefes aldı: 38


- Allah kurtarsın. Sıktı dişlerini. Birbirine sürüp gıcırdattı. Uzattı üç siyah parmağını. Tuttu Tiryaki'nin çenesinden. Olanca gücüyle sıktı. Ve kenetlenmiş protezlerini birbirinden ayırmadan dedi ki: - Ayağını denk al! Bil ki gözüm üzerindedir. Tiryaki o gece Nizam'ın koğuşuna yerleşti. Müşa­ hedenin üst kat, dip köşesindeki iki yataklı, bu kutu gibi, bu hücre gibi, bu küçücük, bu minicik odada tam beş kişiydiler. Nizam ve Tiryaki malum. Ötekilerden Hamza ırza tecüvüzden tutuklu. Hüsnü ve Bektaş hırsızlıktan hü­ kümlüydüler. Bir yankesiCi, iki hırsız ve bir ırz düşmanı! Bir bar­ dak çaya ulaşmak için yararlanacağı ekip buydu Tir­ yakia'nin. Hırsızların ve acemi de olsa yankesicinin kendilerine verilecek görevi iyi-kötü başarabilecekleri­ ne inanıyordu ama ırz düşmanı düşündürüyordu Tir­ yaki'yi. Eğer paralan da yoksa cezaevlerinin en itibar­ sız mahkumlarıydılar ırz düşmanları. Gardiyanlar ta­ rafından da, mahkumlar tarafından da sürekli itilip kakılır, sürekli hakarete uğrarlardı. Öldüresiye dövü­ lürlerdi hatta. Özellikle namus uğruna hapishaneye düşenler, yakaladıkları ilk fırsatta yoketmek isterlerdi onları. Ya bir şey soracakmış gibi yapar, ya ateş iste­ mek bahanesiyle. sokulur ve aniden çökerlerdi başları­ na. Ama mahkumun altın zinciri, kolunda pahalı bir saat ya da künye münye varsa genellikle tavır değişir­ di . O zaman uydurduğu yalana inanmak zorunda ol­ duklarını hissederlerdi.

39


- Çocuk iftiraya uğramış ahi, derlerdi. Tufaya ge­ tirmişler arkadaşı. Arkadan fena halde sigaraya ihtiyaç duyan iri-kı­ yım bir mahkum ceplerini araştırarak öne fırlar; "Bu paket de nereye kaybolmuş" gibi mırıldanmalardan sonra; - Sen o ibnelerin-adresini bana ver ahi, derdi. İki gün sonra tahliyeciyim. Hepsini de imamın kayığına bindirmezsem anam avradım olsun. Tiryaki, Hamza'nın kolunu, boynunu yokladı. Üs­ tüne başına baktı. Çulsuzun biriydi bu oğlan. �e iş yapıyordu acaba? -' - Mesleğin ne senin? - Ben ütü tamircisiyim ahi. Zaten o kadın da beni ütü tamiri için çağırmıştı. Vallahi billahi benim bu işte bir suçum yok ahi. Ütü, bir elektrikli alet olduğuna göre, ütü tamirci­ si, aynı zamanda elektrik tamircisi de olabilirdi. Paşa­ kapısı Cezaevi g}bi elekarik tesisatı arap saçına dön­ müş bu yüz küsur yıllık Osmanlı harabesinde elektrik­ lerin sık sık arıza yaptığına defalarca tanık olmuştu Tiryaki. Ya, intihar etmek isteyen bir bunalımlı mah­ kum, kablolara tutunup kendini boşluğa bırakarak bir çok koğuşta ışıkların sönmesine sebep olur, ya da sav­ cı, müdür, komutan ve gardiyanların odalarındaki elektrik sobalarının hep birlikte fişe takılması sigorta­ ları attırırdı. O zaman fellik fellik elektrikçi Rüştü'yü ararlardı gardiyanlar. O elektrikçi Rüştü ki, dolandırı­ cılık suçundan dama düşmüş bir marangozdu aslında! Marangozdan elektrikçi olurda da, ütü tamircisinden olmaz mıydı? 40


- Bana bak, dedi Tiryaki. "Eğer sen cezaevinin elektirikçisi olursan krallar gibi yaşarsın. - Nasıl yani? - Gardiyanlardan farkın olmaz. Temiz hava almak için havalandırma saatlerini beklemezsin. İstedi­ ğin zaman mutfağa gidip, yemeğin etlisini yağlısını yersin. Çayını içersin, ziyaretçilerinle kabinlerde değil, kapıaltında, belki de gardiyanların odasında yüzyüze görüşürsün. Çoluk çocuğun varsa kucaklayıp öpersin. Koklarsın, seversin. Hatta fırsat kollayıp savcının veya müdürün odasından telefon bile edersin. Gözlerinin içi güldü Hamza'nın. - Yapma yahu'? Telefon bile edebilir miyim ger­ çekten? - Kafayı çalıştırırsan. - Ya gardiyanlar bu ırz düşmanıdır diye sabah akşam döverlerse? - Kimse işine yarayan adamı dövmez. Hem sen ırz düşmanı falan değilsin ki. İftiraya uğramış bir adamsın. Ütü tamiri için girdiğin evde hanımefendiye saldırmadın. Hanımefendi sana saldırdı. Öyle değil mi? Öyle değildi ama Hamza "Evet" der gibi salladı ca­ hil başını. Tiryaki devam etti: - Eğer savcının gözüne girersen, bakarsın mahke­ mede sana yardımcı olur. - Olur mu? - Adaletin görevi suçluyu yakalamak olduğuna göre . . Ve sen de pir-ü pak bi� adam olduğuna göre, ni­ ye yardımcı olmasın ki? 41


Elini sıfır numara traş edilmiş başına götürüp, ka­ şağılarmış gibi kaşıdı. Bir şeye takılmıştı anlaşılan: - Ya anlamadığım bir arıza çıkarsa? Tiryaki, tavanda sarmaş dolaş uzanan beş kabloya dikti gözlerini. - Baksana şunlara, dedi. Yenikoğuş hariç ben bu cezaevinin bütün koğuşlarında yattım. Hepsinde de kabloların durumu aynı. Anlamadığın bir arıza çıkarsa tesisattan şikayet edersin. Malzemeden şikayet eder­ sin, işçilikten şikayet edersin. Tamam mı? Kafasına yattı bu iş. Tamam öyleyse dedi Hamza. Hemen bir kağıt kalem bulup, cezaevi müdürlüğüne, "Elektrik tamircisi olarak istihdamı için emir ve müsa­ adelerini arz" eden bir dilekçe yazdılar. Sıra, Bektaş ve Hüsnü'nün ikna edilmesine gelmişti. Önce birer sigara ikram etti Tiryaki. Sonra derin bir iç çekti: - Şimdi büyükçe bir çaydanlığımız olsa, dedi . Bir de porselen demliğimiz. Ocağı yakıp, çaydanlığı üzeri­ ne koysak. Bir çay demlesek şöyle, tavşan kanı. Kristal bardaklara süzsek. Şekerini atıp karıştırsak şıkır şı­ kır. Ve bardağı incitmemeye gayret ederek iki parma­ ğımızın ucuyla tutsak. Ve her yudumu ağzımızda do­ laştırarak içsek gıdım gıdım. Bektaş, Nizam, Hüsnü kaderli bir tavır takındılar. Ölü evindeydiler sanki. Güçsüzlüklerine, çaresizlikleri­ ne, ezilmişliklerine acıdılar. - Mahpusluk zor değil, ahi, dedi Bektaş. Zor olan mahrumluk. Ben günde 20-30 bardak çay içerdim, şim­ di bir bardak bile elime geçmiyor. 42


Demek Bektaş da tiryakiydi. Öyleyse çaya daha çabuk ulaşacaktı Tiryaki. Hüsnü ile Nizam niye ses çı­ karmıyordu acaba? Nizam'ı boşverdi, Hüsnü'ye sordu: - Ya sen Hüsnü, sen çay sevmez misin? - Olursa içerim, olmazsa aramam ahi. Benim zorum votkayla. Vallahülazim meslek hayatım boyunca tekel bayiinden başka mekan soymamışımdır. Aslında kaçak maçak cezaevine votka giriyordu ama bir orospu çocuğu kelek yapınca komutan dışandan nevale geti­ rilmesini yasaklamış. İkaz yollu iki kez öksürdü Tiryaki: - Nasıl kelek yapmış? - Dışarda tezgahı kurmuş, anladın mı? Kurduğu tezgah şeytanın aklına gelmez ahi. Her ziyaret günün­ de herifçioğluna bir karpuz gelmeye başlamış. Bir de­ ğil, iki değil, beş değil, onbeş değil. Her ziyarette bir karpuz. Meğer karpuzun içine iğne ile votka şırınga ederlermiş. İdare işe uyanınca da komutan "yasak" de­ miş. Karpuz da yasak, sigara da yasak. Her şey yasak. - Görüyor musun dedi Bektaş, bir ibne çocuğunun yüzünden mahkumun başına neler geliyor? İkaz yollu tekrar öksürdü Tiryaki. Birer sigara da­ ha dağıtıp konuyu değiştirdi: - Şimdi boşverin votkayı motkayı , çay olsa içer misin, içmez misiniz? Hep birlikte cevap verdiler: - İçeriz! Bektaş'la Hüsnü'yü işaret etti Tiryaki: - Öyleyse siz ikiniz yarın çayhanede esaslı bir ke­ şif yapacaksınız.


- Niçin? - Çay demleyeceğiz ya. Çay lazım, şeker lazım, bardak, kaşık lazım. - Ya tüp? - O benim işim. Herkes birbirinin yüzüne baktı. Olacak şey değildi bu. - Hapishanede tüp mü var ki çalacaksın, abi, dedi Bektaş. Eskiden koğuşlarda bile varmış. Fakat bir puştun yüzünden yasaklamışlar. İki kez ikaz yollu öksürdü Tiryaki: - Bakın, dedi, lütfen eski mahkum arkadaşlara karşı saygılı olalım. Siz işinizi yapın, gerisine karışma­ yın. Nizam sen de çayhane gardiyanını kolla, çayı ne­ reden alıyor anlamağa çalış. Kantinden mi , depodan mı? Hamza'nın dilekçesini sabah sayımında gardiyan Musa'nın eline tutuşturdular. Musa sevmezdi böyle kağıtlara aracı olmayı. Gözlüğünü takıp, pala bıyıklar gibi burulmuş gür kaşlarını geniş alnına doğru gerdi. Ve dilekçeyi hecelerken sordu Hamza'ya: - Ne bu? - Dilekçe. - Ne dilekçesi? - İş. - Yani senin bu dilekçeyi yazmaktan maksadın ne? - İş istiyorum. Ütü tamircisiyim de. Tiryaki Hamza'yı bir dirsek darbesiyle ikaz edip lafa karıştı : 44


- Arkadaş elektrik tamircisi de size yardımcı ol­ mak istiyor. Gözlüğünü üniformasının cebine sokup, fena halde çattı kaşlarını Musa: - Sen gene bir işler çeviriyorsun ama dedi, sonu iyi olmaz. Bu Hamza iki aydan beri burada, aklına ne ütü tamirciliği geldi, ne elektrik tamirciliği. Şimdi sen gelir gelmez elime bir dilekçe tutuşturuyor. Bize yar­ dımcı olacakmış. Ulan devletin ırz düşmanlarının yar­ dımına ihtiyacı mı var be? Elinde dilekçe, iki jandarmanın arasında yürüdü gitti Musa. Beş on adımdan sonra geri döndü. Öfkeyle tuttu Tiryaki'nin yakasından: - Bana bak, dedi. Müdür Bey de, Kumandan Bey de Savcı Bey de karpuz meselesini unutmamıştır. Ben dahi unutmamışımdır. Tüp meselesi de Hamido'nun kafasından bir türlü çıkmamıştır. Benim dahi kafam­ dan çıkmamıştır. Eğer bu hapishaneden canlı çıkmak istiyorsan, ayağını denk al. Bil ki Müdür Bey'in gözü üzerindedir. Savcı Bey'in gözü üzerindedir. Kumandan Bey'in gözü üzerindedir. Hamido fırsat kollamaktadır. Ben dahi fırsat kollamaktayım. Benim dahi gözüm üzerindedir. Kumandan da, savcı da, müdür de okumuş insan­ lardı, aklı başında adamlardı. Bu yüzden onlardan pek endişe etmiyordu Tiryaki . . . Fakat Hamido farklıydı. Cahildi, okumamıştı . Kabaydı. Kapı gibiydi. Kindardı. İki sene önceki isyanda başına ne geldiyse Tiryaki'den biliyor, Tiryaki'yi sorumlu tutuyordu Hamido. Halbuki Allah da biliyor, kul da şahitlik ediyordu ki bu isyan hadisesiyle Tiryaki'nin hiçbir ilgisi yoktu. 45


İki sene önce gene böyle soğuk bir kış günüydü. Tiryaki çay demlemek için hazırlık yaparken, canhışar bir feryat yükselmişti koğuşun derinliklerinden: - Yetişiiiin, Mahmut Usta ölüyor! Mahmut Usta'yı tanırdı Tiryaki. Sever, sayardı da. Zımpara yapmakta olduğu mobilyanın ayağını, huysuz bir müşterinin başına çarpıp ölümüne sebebiyet ver­ mekten yirmi yıl hapse mahkum olmuş, sözü sohbeti dinlenir bir mahkumdu Mahmut Usta. Kalp hastasıydı da. Trinitrin temini için idareye iki hafta arayla iki di­ lekçe yazmış, fakat bir türlü cevap alamamıştı. Bütün bu gelişmelerden sonra, böylesine acıklı bir feryat du­ yardı da durur muydu Tiryaki? Hemen camı açıp vargücüyle bağırmıştı: - Yetişiiinn! Mahmut Usta kalp krizi geçiriyor! Bu feryada ilk kulak veren kapı gardiyanı Hamido olmuştu. Fakat Hamido içeri girer girmez rehin alın­ mış ve isyan başlamıştı. Tiryaki, Mahmut Usta'nın sıhhat ve afiyette oldu­ ğunu görüp, çayını demlemek için tüpünün yanına döndüğünde, Hamido'nun zararsız hale getirilmiş ol­ duğunu gördü. Elleri, ayaklan yatak çarşaflan ile bağ­ lanmıştı. Herhalde yumruklanmış veya tekmelenmiş olmalıydı ki kulağından kan sızıyordu. Dudaklan pat­ lamıştı. Hiç hareket etmediğine bakılırsa belki bir-iki kırık çıkık da vardı. Levaboya gidip demliği temizledi Tiryaki. Çaydanlığa su doldurdu. Bardağını, kaşığını yıkadı. Döndüğünde, birbirine raptedilmiş iki tüpün kemerlerle Hamido'nun poposuna bağlanmış olduğunu gördü. İsyancılar, üstteki tüpü yakacaklar, üstteki tüp 46


popoya bağlı tüpü ısıtacak ve Hamido ya havaya uça­ caktı, ya parçalanacaktı. Çaydanlığını, mütevazi piknik tüpünün üzerine koyup, çıkardı çakmağını Tiryaki, İşte ne olduysa o an­ da oldu. Tanımadığı bir el uzanıp çakmağı kaptı Tirya­ ki'nin elinden. Ve gidip, Hamido'nun poposuna bağla­ nan tüpü ateşleyiverdi. Tiryaki, isyandan sonra sevkedildiği Ağır Ceza Mahkemesi'nde bütün bunlan hakime anlattı. Anlayış da gördü. Fakat Hamido'ya anlatamadı. Ona göre; ma­ dem ki suç aleti olan çakmağın mülkiyeti Tiryaki'ye aitti ve madem ki Mahmut Usta'nın kalp krizi geçir­ mekte olduğunu anons eden ses de Tiryaki'nin sesiydi, o halde cürmün faili de Tiryaki'ydi. Tiryaki, beş metrekareden daha büyük olmayan, beş kişinin paylaştığı odada, dalıp gittiği iki yıl öncesi­ nin olaylarından Bektaş'ın sesiyle sıyrıldı: - Ahi saat dokuzbuçuk. Bu, çay saatına bir buçuk saat var demekti. Çünkü havalandırma saatı, çay saatı demekti Tiryaki için. Hemen kalkıp aşağıya, koğuş kapısına indiler. Yaslan­ dılar kapıya. Beklemeğe başladılar. Birbuçuk saat son­ ra bu kale kapısı kadar muhkem kapı açılacak ve Tir­ yaki ok gibi fırlayacaktı çayhaneye . . . Onbuçuktan sonra bütün koğuş, kapının ardına yı­ ğıldı. Kapı arkasındaki sahanlık, koridor, merdivenler tıklım tıklım doluydu. İtişip çekişmeler, ağız dalaşları başlamıştı bile. Tiryaki, parmaklarının ucuyla cebindeki paketten bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi. Çakmağını hazırladı. Çok severdi çayla sigarayı. Bir ·

47


yudum çay, bir nefes sigara. Sonra bir yudum çay da­ ha. Çayhanede, çayı aldıktan sonra bir eli dolu olacağı için şimdiden hazırlık yapması gerektiğini biliyordu. Yoksa, çayhanenin o kalabalığında sigara çıkarabil­ mek için elini cebine götürecek boşluk bile bulamazdı. Saat onbirde, kapı açılır açılmaz fırladı Tiryaki . Daldı çayhaneye. Nefes nefese ocağa yaklaştı. Yarım saattan beri avucunda sıkıp durduğu parayı uzattı. "Çay" dedi. Ve hemen ilave etti: Demli olsun! Garson görevli mahkum, ıslak ellerini önlüğe kurulayıp, dem­ liğe uzanmıştı ki bir gardiyan şapkası yükselmeğe baş­ ladı tezgahın arkasından, şapkanın altından da adı ga­ zetelere "Kahraman" olarak geçmiş, Paşakapısı Hapis­ hanesi'nin ünlü gardiyanı Hamido'nun kafası!.. - Sen ha? İki adım geri çekilmek istedi Tiryaki. Fakat çayha­ neye doluşanların karşıkonulmaz iteklemesiyle Hami­ do ile burun buruna geldiler. Bütün öfkesiyle tuttu Tiryaki'nin yakasından Hamido. İtti çekti, itti çekti. - Çay yoook, diye bağırdı bütün gücüyle. Döndü yanındaki garson görevli mahkuma: - Bu herifin çay içtiğini görürsem hücreye attırı­ rım seni, dedi. Ne sen vereceksin, ne mahkumun gö­ türmesine müsade edeceksin. Anlaşılmış mıdır? - Anlaşılmıştır. Nasıl oldu anlayamadı , Tiryaki bir anda bahçede buldu kendini. Çenesinde şiddetli bir ağrı, kabasında hafif bir sızı vardı. Cuma akşamından beri, her saniyesinin bir gün gi­ bi uzamasına tahammül edilerek geçirilen zamanın so­ nunda, üşüyen avuçlarına bir bardak çay bile alama48


mıştı. Ne biçim kaderdi bu be? Hemen Hamza'yı bul­ du, çekti kuytu bir köşeye. Tehlikeli bir suç ortaklığı teklif eder gibi fısıldadı: - Hamido gene kelek yaptı. - Nasıl? - Bana çay vermiyor. Şimdi sen al şu parayı, çayhaneye git, bir bardak çay al. Parmak uçlarınla barda­ ğın ağzından tut. Kimseye çaktırmad? n elini cebine yerleştir. Tuvalete gel. - Tamam abi. - Sakın kimseye çarpr ö.. Kimsenin de sana çarpmamasına çalış. Ve beni gön.! :ıceye kadar da elini ce­ binden çıkarma. Tam.-ım mı? - Tamam. Vınladı gitti Hamza. Tuvaletler, oldumolası cezaevlerinin en sakin köşe­ leriydi. Özellikle Paşakapısı Cezaevi gibi karavana kaynatılan hapishanelerde mahkum varlıklı da olsa, karın doyasıya yemek yiyemez, bu nedenle de tuvalete pek ihtiyaç duymazdı. Tiryaki'nin çay içtiğinin farke­ dilmesi, olaya adı karışanların da Hamido'nun gazabı­ na uğramasına sebep olacağı için, istenmeyen kokula­ ra rağmen, şu şartlar altında en uygun çay salonu ap­ desthane oluyordu. Tiryaki, kantinden birkaç paket sigara alıp, girdi tuvalete. Voltalamağa başladı. Bir süre sonra soğuk betonda dikkatle yürüyen bir insana ait ayak sesleri duydu. Hamza olmalıydı bu gelen. Adımlar dikkatle atıldığına göre, demek ki çayı alıp cebine koymuştu. Hemen dudaklarının arasına bir sigara yerleştirdi Tir­ yaki . Çakmağın, montunun sağ cebinde olup olmadığı49


nı kontrol etti. Yerindeydi. Hamza içeri girer girmez sigarasını ateşleyecek ve çayını yudumlamağa başla­ yacaktı. Hamza, tuvaletlerin bulunduğu bölmenin kapısına gelince, sağını solunu kontrol etti. Süzüldü loş salona, Kıstı sesini: - Tamam abi. Aynı tonla cevap verdi Tiryaki: - Takip edilmiş olmayasın! - Yok. Takip eden olmadı. Hamza, bardak tuttuğu elini dikkatle cebinden çı­ karmağa çalışırken, tuvaletlerden birinin kapısı açıldı. İri-yarı bir siluet belirdi. Bütün heybetiyle Hamido'ydu bu. Palaskasını bağlamağa çalışarak Tiryaki'ye yak­ laştı: - Siz ne yapıyorsunuz burada? - Burada ne yapılır abi? Homido gardiyan bakışlarıyla tarassut ederek, şöyle bir keşif turu attı etraflarında: - Esrar mı içiyorsunuz? - Esrarı görsem tanımam abi. - Öyleyse eroin çekiyorsunuz. - Allah göstermesin abi. Beklenmedik bir şekilde kızdı Hamido: - Ulan ben yalan mı söylüyorum? - Estağfırullah abi. Hamido, Tiryaki'nin esas duruşta olmasına rağ­ men, Hamza'nın bir elinin cebinde olduğunu yeni far­ kediyordu: 50


- Ne var senin elinde? - Hiiiç. - Çıkar elini cebinden. Hamza, bardağı uygun bir şekilde usturuplayıp eli­ ni çıkardı. - Kapıya sıkışmıştı da ahi, dedi. Üşüyünce çok acıyor. Hava da kar serpintili. Bu sırada kaplumbağa iriliğinde bir lağım faresi geçti ayaklarının ucundan. Üçü birden ürktü. Zıplaya­ rak geri çekildiler. Aynı anda çaya benzer bir sıvı ak­ mağa başladı Hamza'nın parçalarından. Her şey mah­ volmuştu. Hamido farketmeseydi bari. Hamido'ya çe­ virdi gözlerini. Ve aynı anda karnına yediği bir gardi­ yan tekmesiyle yerde buldu kendini: - Erkek adam altına işer mi be? Çıktı gitti Hamido. ötekiler, çaya ulaşamadıkları için üzgün, belayı ucuz atlattıkları için sevinçliydiler. Hamza, Tiryaki'nin kolunda koğuşa doğru ilerlerken, gardiyanlar, havalandırma saatinin bittiğini ilan eden düdüklerini öttürüyorlardı. Koğuşa geldiklerinde Bektaş ve Hüsnü'nün görev­ lerinde üstün başarı gösterdiklerine şahit oldular. Meslek onurunu her şeyin üzerinde tuttukları anlaşı­ lan bu iki azılı hırsız, çayhaneden, kristal olmasa da beş cam bardak, beş kaşık, ve bir kutu da kesme şeker yürütmüşlerdi. Nizam'ın verdiği istihbarat da fena sa­ yılmazdı. Kuruçay, kantinin deposunda muhafaza edi­ liyor, ihtiyaç duyuldukça oradan çayhaneye gönderili­ yordu.

51


Tiryaki, oturup bir durum değerlendirmesi yaptı. Bektaş da, Hüsnü de, Nizam da depodan birkaç paket çayı hiçbir sorunun çıkmasına fırsat vermeden çalabi­ lecek yetenekte arkadaşlardı. Hamza'nın dilekçesi de kabul edilirse, her gece el ayak çekildikten sonra çay­ larını demler, çaylı sohbetlerle renk katarlardı mono­ ton mahkumluklarına. Aklına bir şey geldi Tiryaki'nin: - Kimdi, dedi tekel bayiinden başka mekan soymayan arkadaş? Hüsnü parmak kaldırdı: - Bendim. - Öyleyse depoyu sen soyacaksın! - Fakat ahi. Tiryaki, konuşmasına izin vermedi Hüsnü'nün . . Cebinden onbin lira çıkarıp uzattı: - Şimdi sen şu parayı al. Yarın havalandırma sa­ atında Bektaş'la birlikte depoya gider, sünger yatak almak istediğinizi söylersiniz. Depo gardiyanı onbin li­ rayı görünce bozuk olmadığını söyleyecektir. "Canın sağ olsun dayı" der, parayı uzatırsınız. Bektaş onu odasında lafa tutar. Depo gardiyanı Hasan Dayı emek­ lilik konusunda çok dertlidir. Siz "Daha emekliliğine çok var mı?" deyin, gerisine karışmayın. O saatlarca konuşacaktır. Bilmem depoyu hiç gördünüz mü? - Hayır. Görmedik. - Depo bir garaj kadar büyüktür. Yataklar deponun arka tarafına istif edilmiştir. Hasan Dayı romatiz­ madan şikayetçi olduğu için genellikle elektrik sobası­ nın başından ayrılmaz. Yerinden kalkacak olsa bile "Sen zahmet etme dayı, biz alırız" dersiniz. 52


- Israr ederse? - Etmez. Eğer ederse, Bektaş sen "Halamın kocası Emekli Sandığı'nda kapıcıdır, odacıdır." falan der­ sin. O zaman Adalet Bakanı gelse bile yerinden kalk­ maz. Hasan Dayı emeklilik konusunda başından ge­ çenleri Bektaş'a anlatırken, Hüsnü sen içeri geçer sün­ ger yatağın kılıfına birkaç paket çay sokuşturursun, sonra da katlar çıkarsın. Tamam mı? Hüsnü endişeliydi: - Ya aramaya kalkarsa? - Paranın üzerini almayacağınıza göre bu zayıf bir ihtimal. Ama ya depoyu tünel kazacağız, ya da bu riske katlanacağız. Görev anlaşılmıştı. Hüsnü, onbinliği cebine yerleş­ tirirken, Nizam'a döndü Tiryaki: - Sana gelincee ... Nasıl üstün bir yankesici olduğunu isbatlayabilmen için sana bir şans tanıyorum. Kasıldı Nizam. Isırdı mor dudaklarını: - Emret ahi. - Bana bir kaşık lazım. - Kaşıklar geldi ya. - Çay kaşığı değil, demir bir kaşık lazım, yemek kaşığı. Bu kepçe, çatal veya bıçak da olabilir. Fakat bı­ çağın riski büyüktür. İstersen sana da yol gösterebili­ rim. Fakat istiyorum ki haşan sana ait olsun. Parmağını şakağına dayayıp derin bir düşünceye daldı Nizam. Sonra: - Bir ipucu ver, ahi, dedi. Basit bir ipucu. - Revir!

- 53


Derhal çaktı Nizam. Demir kaşık veya çatalın en kolay ve fazla riske girmeden bulunabileceği yer, has­ talardan ziyade hatırlı mahkumların yattığı revirdi. Diş sancısı veya böbrek ağrısını bahane ederek kendini revire atar ve bir fırsatını bulup, siparişi temin eylerdi. Cezaevi idaresinin revirdeki paralı pullu mahkumlara kürek misali tahta kaşık vermeyecek kadar nazik ol­ duğu bilindiğine göre, belki birer kaşık da arkadaşlan için yürütürdü. Görevi kabul etti Nizam. El sıkışıp, birbirlerine ha­ şan dilediler. Fakat akşam sayımında, boyuyla posuyla, pala bı­ yıklarıyla, bıyık gibi yoğun kaşları ve kartal gibi bakış­ lanyla sonsuz bir gardiyan olan Musa, Hamza'nın kar­ şısına dikilip, "Devletin ırz düşmanlannın yardımına ihtiyacı yokmuş ve olmayacakmış" deyince ümitlerini kaybettiler. Hüsnü, Bektaş, Nizam ve hatta bizzat Hamza, bu elektrik tamirciliği meselesiyle çay sorunu arasında bir bağlantı olduğunu hissediyorlardı ama bu bağlantının ne olduğunu da bilemiyorlardı. Koğuşa girince sordular: - Abi ne iş bu elektrik işi? Tiryaki, pırıltılı gözlerini tavandaki kablolar üze­ rinde bir süre dolaştırdıktan sonra cevap verdi arka­ daşlanna: - Bakın çocuklar, sizden müsterih olmanızı ve ba­ na inanmanızı istiyorum. Eğer siz görevlerinizi yapar­ sanız, yann akşam demli çaylarımızı hep birlikte yu­ dumlarız. İkinci gün Bektaş'la Hüsnü birer kiloluk dört poşet çayla döndüler. Nizam, çorap lastiklerinin arasına sı54


kıştırdığı büyükçe bir demirkaşığı uzattı Tiryaki ağa­ beyine. Sonra koltukaltına yerleştirdiği paşabahçe işi kristal bir çay bardağı sundu: - Çam sakızı, çoban armağanı ahi, dedi. Dün ak­ şam kristal bardak deyince içim sızlamıştı. Akşam, el ayak çekilince Tiryaki Hamza'nın omuz­ larına çıkıp oturdu. Anlaşılan rahat çalışması için ta­ vana yakın olması gerekiyordu. Çay kaşıklarının birini aldı eline. Ve başladı tavandaki kablolarla oynamaya. Bektaş biraz endişe, biraz hayretle sordu: - Ahi ne yapıyorsun? - Hangi kabloda elektrik cereyanı olduğunu anlamağa çalışıyorum. - Ya çarpılırsan? - Bu tehlikeyi göze alamazsak çay içemeyiz. Hamza'nın niçin elektrik tamircisi yapılmak isten­ diği şimdi anlaşılıyordu. Tiryaki, Hamza'nın tavsiyesiyle kalınca bir mendil sardı kaşığa. Kabloların üzerindeki plastik maddeyi dikkatle kazımağa başladı. İlk iki kabloda elektrik yoktu. Söktü aldı bunlardan birini. Bu kablonun bir ucunun soyulup kanca haline getirilmesini istedi . Ço­ cuklar, istenileni yapmağa başladılar. Biraz canları yandı, görünmez bir güç tarafından odanın içine sav­ ruldularsa da dördüncü kabloda elektriği buldular. To­ parlanıp bu kez Bektaş'ın omuzuna çıktı Tiryaki. Elektrik yüklü bakır teli kuşatan plastik maddeyi çak­ mak ateşiyle iki santim kadar yaktılar. - Kaşığı bana verin, dedi Tiryaki. - Hangi kaşığı? 55


- Yemek kaşığını. Kiloluk süt kutularından birini de yıkayıp su doldurun. Tiryaki, kancalı kablonun bir ucuna yemek kaşığı­ nı uygun bir biçimde bağlayıp, oldukça dayanıklı bir rezistans elde etti. Ve kaşığı su dolu süt kabına sokup, kancayı kabloya takıverdi. Bardaklar yıkanırken su kaynamıştı bile. Bir diğer süt kutusu demlik haline getirildi. Onbeş dakika son­ ra, Şubat'ın soğuğuna rağmen kalorifer�iz ve sobasız hücrelerinde dünyanın en nefis çayını yudumlarken, Tiryaki yapmayı kararlaştırdığı elektrik sobasının planlarını çiziyordu.

56


suç Hasan koğuşa girdiğinde mahkumlar bir kavga sonrasının gerginliğini yaşıyorlardı. Daha beş-on daki­ ka evvel, başına battaniye geçirilen Mustafa, koğuşun arka taraflarına sürüklenip, fena halde dövülmüştü. Aslında amaçları şişlemekti. Fakat Ayı Galip zulasın­ dan şişi alıp, gelinceye kadar olay mümessile intikal etmiş ve Mustafa, idare ile başının derde girmesini is­ temeyen koğuş mümessilinin sayesinde bir kez daha hayatını kurtarmıştı. Ancak mümessil de Mustafa'nın yaşaması gerekti­ ğine pek inanmıyordu. Hatta önce o Mustafa'yı orta­ dan kaldırmayı tasarlamış, günlerce düşünüp, plan, program yapmış, kararını vermişti. Boğacaktı Musta­ fa'yı!.. Ama uyurken değil. . . Mustafa, her gün sabah ezanından yarım saat önce kalkar, kollarını dirseklerine, pijamasını dizlerine ka­ dar çeker, tokyalannı ayağına geçirir, tuvaletin yolunu tutardı. Önce bir güzel süpürüp temizlerdi tuvaleti . . . Bu, göreviydi onun. Sonra abdestini alıp, namaza du­ rurdu. Mümessil kararını vermişti. Mustafa, tuvaleti te­ mizlerken sessizce arkadan yaklaşacak, başına çarşafı 57


geçirecek ve gık demesine fırsat bırakmadan kucakla­ yıp büyük su variline tepeüstü sokacaktı onu. Bunu yapmıştı da. Fakat hiç hesapta yokken ishal­ li bir mahkumun tuvalete damlaması planların altüst olmasına sebep olmuştu. Sonra mümessil, otuzaltı yıl­ lık cezası yargıtayda usulden bozulunca umutlanmış başını yeni dertlere sokmaması karan almıştı .. Fakat bu kez, öteki mahkumlar Mustafa'yı öldürmeyi kafaya koymuşlardı. Bütün bunlardan habersizdi Hasan. O ne mümes­ sili tanıyordu, ne koğuşu, ne Mustafa'yı .. Etrafına şöy­ le bir baktı. Çayocağının başındaki üç-beş kişiden baş­ ka herkes ranzalarının üzerindeydi. Herkesin canı sık­ kın, herkesin kaşı çatıktı. Koğuşun dip taraflarından homurdanmalar, küfürler duyuluyor, arasıra tehditkar naralar yükseliyordu. Yalnız Mustafa, uzun, demir masanın bir köşesine saklanırcasına ilişmiş, boynunu omuzlarının arasına çekmiş, önündeki plastik çorba tabağının içinden "küçük zararsızlan" ayıklıyordu. Hasan, bir tebessüm, gülen bir göz, ilgili bir yüz göremeyince Mustafa'ya doğru yaklaşıp yanıbaşına oturuverdi. - Afiyet olsun. Hapishaneye girdiğinden beri ilk kez adam yerine konuyor, ilk kez biri tarafından selamlanıyordu. "Sa­ ğal" dedi, titrek bir sesle ve hemen sordu: - Karantinadan mı geliyorsun, başka koğuştan mı? - Karantinadan. - Öyleyse açsındır.

58


Açtı! İliklerine kadar açtı hem de. Altı gün altı ge­ ce kaldığı karantinada, bir kaşık yemek yememiş, ta­ yın ve su ile karnını doyurmaya çalışmıştı. - Buyurun, dedi. Önündeki tabağı çenesinin ucuy­ la işaret ederek. "Herkes kısmetini yer." Hasan, bir parça tayını dumduru çoroaya banıp ağzına attı. İçinden çıkarılan hamam böcekleri, tomuz­ lan bacakları ve daha adını bilmediği bir sürü haşarat, tabağın hemen yanında bir küme olu.5 �urduğu halde çorba hoşuna gitmişti Hasan'ın . . . Tayından bir parça daha koparıp, çorbaya uzandığı anda meydan okuma­ ya benzer bir ses yükseldi koguştan: - Yeni gelen bura gelsin! Hasan duymama:z 'ığa verdi. Hoşlanmazdı böyle ça­ ğırılmaktan. İkinci bir .caşık olmadığı için elindeki lok­ mayı banıp, ağzına attı. Hasan'ın bu kendine güvenen hali hoşuna gitmesi­ ne rağmen Mustafa tedirgindi. Yeni bir bela çıkar diye korkuyordu. Ancak kendisinin işitebileceği bir sesle: - Gitseniz iyi olur, dedi. "Çağıran mümessildi." Hasan duymadı bile. O bir an evvel karnını doyur­ maya çalışıyor, zaten yağı pul pul donmağa başlayan çorba iyice soğumadan midesine ılık bir şeyler insin is­ tiyordu. Tabağa tekrar uzandığında yaba gibi bir el do­ kundu omuzuna: - Yeni gelen sen misin? Hasan başinı çevirip, sesin sahibine baktı. Orta boylu, tıknaz, ayı gibi kıllı bir adamdı bu. - Benim dedi. Sen kimsin? - Adım Galip. Övünmek gibi olmasın ama mahpusta Ayı Galip lakabıyla tanırlar beni. 59


Hasan bir belaya çattığının farkındaydı. Ama önce karnmı doyurmalıydı. Yüzünü sofraya dönüp, ekmeğe uzandı: - Allah adını bağışlasın, dedi. Ne istiyorsun? Hasan'ın umursamaz tavrı Galip'in ağrına gitmiş­ ti. Gücünün yeteceğine inansa hemen oracıkta işini bi­ tirirdi fakat koğuşun içinde rezil olup, sakalı saydır­ mak da vardır. Bu yüzden tehditkar bir nasihatı tercih etti: - Önce bu pezevenkle yemek yeme, dedi Mustafa'yı göstererek ... Hem mümessil de seni çağırıyor. - Hemen mi? - Hemen. Ayının acelesine rağmen Hasan hemen kalkmadı. "Sen git" dedi. "Ben yemekten sonra gelirim." Mustafa, Hasan'ın ne denli acıkmış olduğunu far­ kettiği için diş ağrısını bahane edip, yemekten çekildi. Kaşığını sabunlayıp, Hasan'a verdi. Yemekten sonra birer çay söyleyip, birer sigara yaktılar. Mahkumlar "Yeni gelen"in bu cüreti kimden aldı­ ğını merak eden gözlerle ranzalarından Hasan'ı izli­ yorlardı. Mümessil emredecek, sonra Ayı Galip'i ayağı­ na kadar gönderecekti de, mahkum ağırdan alacak, ye­ rinden kıpırdamayacaktı. Olacak şey miydi bu? Üste­ lik adam yeni gelmiş, selamsız sabahsız koğuşa dalmış ve bütün Koğuşun kefen biçtiği Şu pezevenk Musta­ fa'nın yanına oturup, tabağından yemek yemişti. Kanı­ na mı susamıştı bu adam? Çaylar bitince Hasan kalktı. Ranzaların arasına dalıp, Galip'i buldu. 60


- Mümessil kim? Mümessil, Hasan'n ağırdan almasına bozulmuş, suratını asmış oturuyordu. Bir kibir anıtıydı adeta . . . Bunca yıllık mahpusluk hayatında hiç kimse ona yan gözle bakamamış; hiç kimse önünden geçmeğe cesaret edememiş, en ufak bir saygısızlıkta bulunan olmamış­ tı. Fakat ya yeni gelen? Yeni gelen başgardiyan gibi, jandarma çavuşu gibi fütursuz dolaşıyordu koğuşun içinde . . . Buna haddini bildirse miydi acaba? Sigara ikram edecekmiş gibi ya­ pıp, ceketinin iç cebinden falçatayı çıkararak aniden gömse miydi kalbine? Yoksa bir geceyarısı Ayı Galip'e şişletse miydi onu? Veya yanında mı olsaydı? Hangisi daha uygun olurdu acaba? O bunları kafasında atıp tutarken, Galip, Hasan'la birlikte göründü. - Yeni Gelen, dedi, Galip. "Hani seslenmiştin de gelmemişti ya . . . sonra beni salmıştın. " Mümessil, yapmacık bir nezaketle oturuş şeklini değiştirdi. - Geçmiş olsun, dedi. Gel otur hele. Hasan bağdaşı kurup oturdu ranzaya. Arkasına, kolunun altına birer yastık verdiler. Mümessil, ranza­ nın başucundaki çiviye asılı tesbihlerden birine uzan­ dı. Her taşı fındık iriliğinde kehribar bir tesbihti bu. - Çek. - Çekmem! Bozuldu mümessil. Halbuki bu teşbihi "Bir gidip gelmek" için kimler istememişti ki . . . Koğuş gardiyanı 61


Kemal bile, tesbihi yanın saatliğine alabilmek için iki gün ardında dolaşmıştı. Ama şimdi, bu yeni gelen, minnetsiz zahmetsiz kendisine sunulan kehribarı red­ dediyordu. Elini ceketinin iç cebine attı, bu kez ... Fal­ çatayı mı çıkarsaydı, Maltepe'yi mi? Maltepe'yi çıkardı. - Yak! - Yakmam! Çattık belaya diye düşündü mümessil. Sakal sıvazlar gibi çenesini sıvazlamağa başladı. Acaba bir de çay teklif etse miydi? Ya reddederse? O zaman gerçekten kötü olurdu. Ama ya kabul ederse: - Çay? - Demliyse. Rahat bir nefes aldı mümessil. Ayıyı ocağa yolladı. Çaylar içilirken, yasaklardan, hapishane kurallarından falan bahsedildi. Memleketten söz edildi biraz, semtten konuşuldu. Fakat mümessilin asıl öğrenmek istediği şey, Hasan'ın suçuydu. Bu adam hangi suçun failiydi acaba? Hırsıza, cepciye, yankesiciye, tufacıya benzemiyordu. Belki ka­ çakçıydı. Belki de leşi vardı. Leşi varsa kaç taneydi? Hasan, izinsiz kalkınca, mümessil sertleşmek ihti­ yacını duydu: - Tevkif müzekkereni ver hemşerim, dedi. Selam­ sız geldin, izinsiz gidiyorsun. Mümessilin sertleşmesi etrafındakilerin tertibat almalarını gerektirirdi. Üst ranzadakiler battaniyeyi hazırlayıp, beklemeye başladılar. Alttakiler hamle va­ ziyetine geçtiler. Ayının eli, şişini kavramıştı bile . . 62


Hasan tevkif müzekkeresini çıkarıp, uzattı. Mü­ messil kaparcasına aldı elinden ve hemen okumağa başladı. Neden sonra başını kağıttan kaldırıp, etrafını çepeçevre saran arkadaşlarına bir açıklama yaptı. - Arkadaşımızın önemli bir vukuatı, önemli bir ic­ raatı yok, dedi. Kendisi gazeteciymiş. Evrakı Hasan'a uzattı "Beni dinlersen o Musta­ fa'dan uzak dur, dedi. Yoksa başını belaya sokarsın. Burası Cağaloğlu'na benzemez. Hasan, ranzasına çıkıp oturduğunda Mustafa ak­ şam namazını kılıyordu. Kimdi bu adam? Suçu neydi? Mümessil, Ayı Galip, ötekiler Mustafa'ya niçin düş­ mandılar? Üstelik namaz da kılıyordu. Namazın hapis­ hanelerde insanı yanıltan bir ölçü olduğunu biliyordu Hasan. Çünkü bir çok mahkum, özellikle yüz kızartıcı suçlardan içeri düşenler, ırz düşmanları, cinsi sapık­ lar, bir iftiraya uğradıklarını mahkuma inandırmak için derhal namaza başlar, fakat bir süre sonra, koğuş­ tan üç-beş arkadaş edinince namazı, niyazı bırakır, di­ ne imana küfrederlerdi. Bu Mustafa onlardan biri miy­ di acaba. Yoksa gerçekten iftiraya uğrayan bir garip mi? Mustafa namazını bitirmeden derin bir uykuya daldı Hasan. Sabah Mustafa uyandırdı onu. "Geç kalır­ sak ustabaşı kızar ahi" dedi. Sağ blok D-10 Koğuşa, işyurtlarında çalışan mah­ kumların koğuşuydu Bayrampaşa cevaevinde . . . Halı, çorap, marangoz, demir atölyeleriyle matbaada çalı­ şanların bir kısmı kalıyordu bu koğuşta . . . Ötekiler de sağ blokun üst katında bulunan diğer koğuşlara dağı­ tılmışlardı. 63


Ustabaşı, gerçekten belanın ta kendisiydi. İhanet ettiğini sandığı suçsuz günahsız karısıyla, kızını önce öldürüp, parçalara ayırmış, sonra da kıyma haline ge­ tirip lahmacunlara satmıştı . Hayatının tam yirmi yılı­ nı cezaevlerinde geçirmişti bu yüzden .. Bu yirmi yıllık ceza bitince dışarıya intibak edememiş, savcılığı bir di­ lekçe verip, Bayrampaşa Cezaevi matbaasında sivil us­ tabaşı olarak çalışmağa başlamıştı. Dev gibi, dağ gibi bir adamdı. En yakınlarından ihanet gördüğüne inan­ dığı için hiç kimseye itimat etmez, hiç kimseyi adam yerine koymazdı. Katı, gaddar, sadist, tedaviye muh­ taç bir manyaktı bu ustabaşı . . . Gülmez, şakalaşmaz, hatta konuşmazdı bile . . . Yalnız, matbaada çalışan mahkumlara küfretmek için açardı ağzını. . . Her gün mutlaka "Kafası bozuk" olur, her gün mutlaka barut fı­ çısı gibi girerdi matbaaya . . . İğrenir, tiksinir, nefret ederdi mahkumlardan . . . Ve en çok ırz düşmanlarına kin duyar, ezmek, tüketmek, yoketmek isterdi onları ... Mustafa'nın ödü kopardı ustabaşı'ndan. Elinden geldiğince ona görünmemeğe çalışır, emirlerini eksik­ siz uygular, bir dediğini iki etmezdi ama gene de yara­ namazdı. Şimdi kendine güvenen ve önemli tanıdıkları ol­ ması gereken bu gazeteci, acaba koğuşta olduğu gibi, matbaada da yakınlık gösterir miydi ona? Öyle sanı­ yordu ama, gösterse ne değişir, ne yazardı ki ... Mustafa'nın ikazı üzerine Hasan çabucak hazırlandı. Mahkumlar, başlarında matbaa gardiyanı olduğu halde, ikişer ikişer dizilip, bir askeri birlik intizamıyla bodrum katındaki basımevine geldiler. Zaten dikkat çekmemek konusunda özel bir yapıya sahip olan Mus64


tafa, Hasan'ı kendine siper etmiş, dudaklarında bir dua, titrek dizlerinin üzerinde sanki yokluğu temsil ediyordu. Ustabaşı onu göremeyince cam bölmeden bir goril gibi dışarı fırladı: - Nerede o orospu çocuğu? Mustafa ortaya çıktı. - Buradayım usta. Ustabaşının, yuvasından fırlayacak gibi hiddetli gözleri kalabalığın arasında Mustafa'yı aradı ve bulun­ ca gürledi: - Senin anan orospu mu lan? Mustafa ne cevap versindi bu soruya? "Evet" dese olmazdı, "Hayır" dese bela çıkacaktı besbelli . . . Başını öne eğip, öylece kalakaldı. Ustabaşı tahammül edemezdi buna. Tekrar gürledi: - Soruma cevap versene pezevenk? - Değil, dedi Mustafa. "Rahmetli anam namazlı abdestli bir kadındı." - Öyleyse ben yalan mı söylüyorum? Mustafa'nın cevap vermesine fırsat kalmadan bal­ yoz gibi bir yumruk, betonun üstüne sanki yapıştırdı onu . . . sonra karnına, karaciğerine, böbreklerine balyoz gibi tekmeler inmeğe başladı. Mustafa, cezaevine girdiğinden beri vaktinin önemli bir kıs ll1:ını dayak yemekle geçirdiği için tekme­ lerden nasıl korunması gerektiğini de öğrenmişti. Önce kapıaltı gardiyanları coplamışlardı onu, girer girmez, adımını atar atmaz cezaevine . . . Deftere kaydı­ nı yapmak için tevkif müzekkeresini istemişler ve mü­ zekkereyi görür görmez coplarına sarılıp, başlamışlar­ dı vurmaya. İkinci fasıl karantinada başlamıştı. Gece65


yarısına doğru dört iri gardiyan karantinaya dalıp, ye­ diliklerin dört metrekarelik koğuşuna çekmişlerdi Mustafa'yı . . . Basmışlardı odunu ... Karantinada kaldığı altı günün her gecesinde daha bir hırsla, daha bir öf­ keyle, daha kararlı ve daha acımasızca vurmuşlardı. Mustafa koğuşa geçince bu işkencelerden kurtula­ cağına inanıyordu. Fakat hiç de öyle olmadı. Önce kapı gardiyanlarından, daha sonra da mahkumlardan da­ yak yedi sık sık .. Bu ustabaşı ise en az haftada bir kez öldüresiye dövüyordu Mustafa'yı. Dövmediği günler tu­ valet temizletiyor, kaldıramayacağı kadar ağır kağıt balyalarını taşıttırıyor, sürekli küfredip, onurunu kırı­ yordu. Ama neden yalnız veya daha çok Mustafa maruz kalıyordu bu hakaretlere? Mümessil, Ayı Galip, gardi­ yanlar ve şu manyak ustabaşı neden bir başkasını de­ ğil de özellikle Mustafa'yı dövüyorlardı? Hasan bu soruya uzun süre cevap veremedi. Fakat Mustafa ile de ilgisini kesmedi. Onunla yemek yedi, onunla volta attı, onunla gidip geldi matbaaya . . . Bir gün koğuşun e n yaşlısı olan Seyfi Dayı tuttu kolundan Hasan'ın .. Çekti bir köşeye. - Bak evlat, dedi. Sen bu Mustafa ile ilgini kes­ mezsen haberin olsun başını belaya sokacaksın. Büyük belaya sokacaksın hem de. - Neden? - Nedeni medeni yok bunun. Ben bu kadarını söyleyeyim, gerisini sen anla. Hasan ilk kez irkildi. Seyfi Dayı, doğru sözlü, gör­ müş geçirmiş bir insandı. Boş yere konuşmaz, durup dururken ikaz etmezdi adamı. 66


- Senin dilinin altında bir şey var Seyfi Dayı. Seyfi Dayı "Birşey değil, çok şey var evlat" dedi ve sanki birileri tarafından Hasan'la birlikte görülmek is­ temiyormuş gibi yürüdü gitti. Hasan, ertesi gün bahçede D- 1 1 koğuşu'nun mü­ messili Mehmet Ali Bey'le karşılaştı. Mehmet Ali Bey'i memleketten tanır, sever, sayardı. Kiracı-ev sahibi me­ selesinden başı derde girmiş, elli yaşından sonra ha­ pishanelere düşmüştü. - Bu ne tesadüf, dedi Hasan. - Tesadüf değil, diye cevap verdi Mehmet Ali Bey. Altlarına birer hasır kürsü çekip, bahçenin bir kö­ şesine oturdular. Mehmet Ali Bey tekrar etti: - Hapishanede karşılaşmamız tesadüf de, seni bulmam tesadüf değil. Özellikle aradım seni. Özellikle görüşmek istedim. Hasan konuyu tahmin etmişti: - Şu Mustafa meselesi mi? - Evet! Sizin koğuş kaynıyor. Ayı Galip, mümessil ve adamları gizli gizli bir şeyler tezgahlıyorlar. Başına bir iş gelir diye korkuyorum. Mehmet Ali Bey, eline bir süpürge çöpü alıp, beto­ nun üzerinde gezdirmeğe başladı. Ve gözlerini süpürge çöpünden ayırmadan; - Kızına p·ezevenklik yapan bir adamla arkadaş... lık etmek sana yakışır mı, dedi: Kulaklarına kadar kızardı Hasan: - Gerçek mi bu? - Gerçek veya değil. Bütün cezaevi böyle biliyor. 67


Mehmet Ali Bey, Hasan'ın yüzüne bakmadan ce­ binden bir gazete kupürü çıkarıp uzattı: - Bu gazete hapishaneye geldiğinde, Mustafa da­ ha tevkif edilmemişti. Fakat mahkumlar gazeteyi okur 1 okumaz onu temizlemeye karar verdi. Böyle şeyler mahpusta hoş karşılanmaz. Herkesin kızı var, ailesi var. Hasan, mümessilin, 'Ayı Galip'in, ustabaşı ve öteki­ lerin öfkelerini şimdi anlamağa başlamıştı. Bu namaz­ lı niyazlı Mustafa, demek kızına pezevenklik yapmıştı ha? Namus uğruna zindana düşenler nasıl tahammül ederlerdi buna? \ Hasa � , Mustafa'nın niçin iş yurtlan koğuşuna ve.. ' rildiğini de yeni yeni kavrıyordu. Oyle ya, yaşı kırkbeşi geçmiş bir duvarcı ustasının matbaada ne işi vardı? Böyle bir suçun faili, aşağı koğuşlardan herhangi biri­ ne verilseydi, mahkum anında parçalardı onu. Demek ki idare Mustafa'yı matbaa koğuşuna alarak bir "mü­ essif hadiseyi" önlemeye çalışmıştı. - "Bana müsaade" deyip, yekindi Hasan. Fakat, Mehmet Ali Bey kalkmasına izin vermedi. Tuttu omu­ zundan. Oturttu kürsüye. "Kulağını bana ver" dedi: - Bu akşam Mustafa'nın işini bitirecekler. - Ne? - Bu akşam Mustafa'nın hesabı görülmeye görülecek de, benim asıl korkum sensin. Mahkum ayağa kalktı mı ne yapacağı belli olmaz. - Ne demek bu? , - Bu şu demek: Mustafa'yı öldürecek olanlar, ya­ kayı ele vermemek için seni de .ortadan kaldıracaklar­ dır. 68


- Kaldıracaklar mıdır? Kaldıracaklar mı? Mehmet Ali Bey, bir sigara uzattı Hasan'a. Bir de kendisi yaktı. Derin derin nefesledi. - Kimse arkada şahit bırakmak istemez, Hasan, dedi. Şimdi var git, ya gardiyana saldır, ya ustabaşına. Kendini hücreye attır. Bana kalırsa başka kurtuluş yo­ lu yok. Hasan koğuşa geldiğinde işbaşı zamanına daha ya­ nın saat vardı. Bir çay söyleyip, ranzasını çıktı. Musta­ fa geliyordu ileriden . . . . Kolları dirseklerine, paçaları dizlerine kadar çemlenmişti. Islak terliklerin üzerinde kaymamak için ranzalara tutunarak ilerliyor, dudak­ lan bir duayı mınldanır gibi hareket ediyordu. Gerçek­ ten dua mı okuyordu acaba? Yoksa bu namaz, bu niyaz birçoklarının yaptığı gibi mahkuma masumiyetini inandırmak için miydi? Hasan, namaz kılarken dikkatle süzecekti onu. Duruşunu, oturuşunu, rükua varışını, secdeye kapanı­ şını, selam verişini inceleyecek, bir falsosunu yakala­ mağa çalışacaktı. Fakat Mustafa, seccade olarak kul­ landığı lime lime battaniyeyi çıplak betono yayarken alaylı bir gardiyan sesi yükseldi kapıdan: - Pezevenk Mustafa buraya gelsin. Mustafa seccadeyi bırakıp, çekine çekine kapıya yöneldi. Dövecekler miydi acaba? Çünkü gardiyanlar ya jandarmadan fırça yiyince, ya da canlan eğlenmek isteyince, Mustafa'yı çağırır. Tanrı kuludur demezler­ di. Bütün başlar Mustafa'nın üzerindeydi. Bütün göz­ ler onu takip ediyordu. Fakat koğuşun raylı büyük de­ mir kapısı açılmayınca, Mustafa'ya diş bileyenler bir­ birlerine sormaya başladılar.


- Ne iş? Mustafa az sonra üçüncü hamur samanlı kağıttan mamül, ince uzun, resmi bir zarfla dönüp Hasan'ın ranzasına tırmandı. " İddian 11me" dedi , zarfı uzattı . Sonra bir başka resmi kağıt çıkardı cebinden. Bu da tevkif müzekkeresiydi. - İki gün sonra mahkemem varmış, dedi. "Bana bir savunma yazar mısın?" Hasan, önce tevkif müzekkeresine baktı Musta­ fa'nın . . . Bu resmi kağıtta "Kızını satmaktan sanık" ol­ duğu kayıtlıydı. Kızını satmaktan sanık bir insan nasıl savunulur, nasıl savunma yazılabilirdi? "Utanmadın mı?" diyecekti, vazgeçti. Çıkardı iddianameyi okumaya başladı. Gergin sinirları gevşedi okudukça . . . Yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. 16 yaşındaki kızını başlık parası ve imam nikahıyla evlendirmişti Mustafa . . . Fakat sev­ diği gençle beraber olmak isteyen kız, polise . gidip, ken­ dini satan babasından şikayetçi olduğunu söylemişti. İncir çekirdeğini doldurmaz bir dava idi bu . . . Ama bu incir çekirdeğini doldurmaz dava için ne dayaklar ye­ mişti Mustafa, ne küfürler dinlemişti. İki gün sonra duruşmaya giderken, Hasan'la bir­ likte mümessil ve Ayı Galip de uğurladı onu. Tahliye olacağına kesin gözle bakılıyordu. Kucaklaşıp, helal­ leştiler.

70


KOÇ Devlet kapısında eskimiş bir adam değildi ama yü­ zü cesede benzerdi Kadir Ağa'nın .. Sabah sayımından sonra kanı çekilmiş bol kemikli yüzü ile birlikte ranza­ sına bağdaşı kurup oturur, Babo çayı demleyinceye ka­ dar bir eliyle otuzüçlü kehribarını şakırdatırken, öte­ kiyle o bitmez tükenmez bıyıklarını burmağa başlardı. İyi adamdı Kadir Ağa . . . Ruhsatsız silah yakalat­ mak gibi her babayiğidin başına gelebilecek bir suçun faili olarak derdest edilip, Daday Cezaevi'ne sokulmuş, o günden sonra da toplam iki koğuşu olan jandarma tavlasından bozma bu hapishanenin babası haline gel­ mişti. Ama ille de Babo'nun babasıyla Kadir Ağa . . . Babo, sabahın ilk saatlerinden itibaren altına ha­ sır kürsüyü çekip Kadir Ağa'nın yamacına oturur, Ka­ dir Ağa'nın sardığı cıgarayı koğuşun alacakaranlığına duman duman üfleyerek, Kadir Ağa'nın çayını yudum yudum midesine indirirken; "Ben memleketteyken . . " diye bir muhabbete başlardı. Bir iddiaya göre Urfa'da, bir iddiaya göre Adıyaman'da yedi köyü olan Abuzer Ağa'nın yegane oğluydu B abo. Dört traktörleri, iki bi­ çerdöverleri, jipleri, pikapları, apartmanları ve binler­ ce baş davarları vardı ama cebinde beş kuruş parası yoktu Babo'nun . . Fakat yakında gelecek ve Kadir Ağa'ya olan tüm borcunu bir çırpıda ödeyecekti. .

71


Kadir Ağa, bütün bu martavallara masal dinlermiş gibi kulak verir, muhabbetin ibresi "Bizim Fırat kena­ rında öyle karpuz yetiŞir ki etrafını yirmidört saatta dolaşamazsın " türünden saçmalığın tahammül edil­

mez kertesini zorlamağa başlayınca da, omuzuna hafif­ çe dokunarak " üzme canını" derdi "Senden para pul isteyen yok. " .

Hemen herkesten alacaklı olmasına rağmen Kadir Ağa gerçekten kimseden para istemezdi. Yalnız para mı? Dişi, başı ağrıyan Kadir Ağa'ya gider, ilacını ondan alırdı . Devletin verdiği aylık erzakı tüketenler, bir markete gitmenin rahatlığı içinde Kadir Ağa'ya başvu­ rur, salçayı, pirinci, bulguru, mercimeği, yağı, zeytin­ yağım ondan alırdı. Çay paketini buruşturup fırlatan­ lar, ya bahçede volta atarken ya da koğuşta Babo ile muhabbet ederken Kadir Ağa'ya bir selam sarkıtır, du­ rumun azim bir vehamet kesbettiğine dair uzun bir girizgahtan sonra, bir paket çayı koltuklarının altına kıstırıp uzaklaşırlardı. Hemen hepsi paraları veya zi­ yaretçileri geldiğinde iade etmek kaydını ileri sürdük­ leri halde, çoğu borcunu ödemezdi . Daha çok gurbet mahkumları başvururlardı Kadir Ağa'ya. Çünkü gurbet mahkumlarının geleni gideni ol­ mazdı. Ziyaretçisi olmazdı . Para getireni, bir paket çay, bir paket sigara vereni olmazdı . Görüş günlerinde yerli mahkumlar kuşluk vakti traşlannı olur, en güzel elbiselerini giyinir, arkasını yatırdıkları boyasız pa­ puçlarını ayaklarına geçirerek, rengarenek sallamalı tesbihleri ellerinde bahçede volta atarken, gurbetten gelenler güneşli bir duvarın dibine sıra sıra çömelip, 72


gözlerini kapıya dikerlerdi. Çoğu Urfalı, Malatya'lı, Muş'lu, Karaköse'li, Kars'lıydı bu mahkumların, Ta Kars'tan, Karaköse'den, Kastamonu'nun Daday ilçesi­ ne herhangi bir ziyaretçinin gelmesine imkan ve ihti­ mal verilmemesine rağmen, onlar gene de hapishaneyi jandarma komutanlığının önündeki geniş düzlükten ayıran, kanatları birbirine zincirle bağlanmış demir parmaklıklı kapıdan bir dakika için olsun ayırmazlar­ dı gözlerini. Ve sabahtan akşama kadar civar köyler­ den hapishaneye taşınan sepet sepet meyvelere, paket paket çaylara, tepsi tepsi böreklere, etlere, butlara bir çıkarma kağıdı gibi gözlerini yapıştırarak, karın gurul­ tularını dinlemeye verirlerdi kendilerini. Anadan, ba­ badan, kavimden, kardeşten ve arkadaştan yana hayale dalarlardı ziyaretçi üstüne. Gelen giden olmazdı tabii . . . Babo'nun d a �eleni gideni olmazdı ama o sırtında Agah Efendi'nin tahliye olurken bıraktığı, eteği yerler­ de sürünen siyah trençkotu ve kürdan bacaklarına ge­ çirdiği simsiyah pantolonu ile bir muhterem peder gibi mahkumun arasında dolaşır ve yaklaşmakta olan bir motor gürültüsü veya araba kornası duyduğu anda he­ yecanla haykırırdı: - Bu gelen Babo'dur! Babo'nun babası ölü müydü, sağ mıydı, hatta Babo hayatı boyunca babasını tanıyabilmiş miydi? Bilinmi­ yordu bu. Çünkü Babo, su işini silah zoruyla çözümle­ meye kalktığı için Daday Cezaevi'nde mecburi ikamete tabi tutulan Muhittin Ağa'ya, rahmetli babasının da böyle bir su anlaşmazlığı yüzünden pınarın başında öl­ dürüldüğünü anlatmış, Malatya'lı Ramazan'ın iki pa73


ket sigarasından birine sahip olabilmek umuduyla başka bir dramatik hikaye uydurmuştu. Klasik şema­ ya uygu� bir yerli film gibi başlayan bu hikayeye göre; Babo daha üç aylıkken, bir cuma günü cami kapısına bırakılmış, önceleri çocuk yuvalarında oyuncağa, sonra da yetiştirme yurtlarında, şimdi olduğu gibi bir paket ve hatta bir adet sigaraya muhtaç büyümüş, tekel ba­ yiini soymaya kalkışınca da soluğu hapishanede almış­ tı. Babo'nun hikayesi fena koymuştu Ramazan'a. He­ men meydancıyı çağırarak iki çay istemiş, zulasından çıkardığı bir paket Samsun'u Babo'ya uzatırken demiş­ ti ki: - Üzme canını. Kader utansın. Ve teype fena halde arabest bir kaset koymuştu Ramazan. Çay, sigara ve arabeskle kafayı bulunca da ilave etmişti: - Tahliye oluncaya kadar misafirimsin. Allah ne verdiyse yer, Allah ne verdiyse içeriz. Fakat iki gün sonra Babo'nun bir rivayete göre Ur­ fa'da, bir başka rivayete göre Adıyaman'da yedi köyü olan Abuzer Ağa'nın yegane oğlu olduğunu duyunca, sekizyüz lira yevmiyesi verilmediği için çalıştığı iş ha­ nını kundaklayarak üç küsur milyar liralık zarar ziya­ na sebebiyet vermek gibi fevkalade ciddı bir "icraatın " sahibi olan Ramazan, şahsının enayi yerine konulnı sına izin verir miydi? Vermezdi. Hemen gidip sağlı sollu dört tokat aşketti Ba­ bo'nun suratına. Ve şahsının bir paket Samsun'unun derhal iadesini istedi. Bir daha da arabesk dinletmedi. 74


Koğuşun içinde sille tokat dövülmesi, bir paket si­ garanın iadesinin istenmesi ve en kötüsü arabeskin yasaklanması oldukça ağır bir cezaydı Babo için . . Fa­ kat bu tokat ve yasaklama, Kadir Ağa ile ilgi kurması­ na sebep olduğu için dövüldüğüne memnundu Babo. Babo, o günden sonra Kadir Ağa'nın nüfuzunu paylaşmağa başladı. Günde üç öğün Kadir Ağa'nın sof­ rasına oturuyor, bal, süzme yoğurt, sahanda yumurta, kızartılmış sucuk, çay, zeytin vesaireden oluşan :;abalı kahvaltısından sonra Kadir Ağa'nın uzattığı bir paket samsunu ceketinin iç cebine yerleştirip Allah'ına şük­ rediyordu. Babo, Kadir Ağa'nın sayesinde hayatının en güzel günlerini yaşıyordu. Aç değildi, açıkta değildi. Çaysız sigarasız değildi. Bazı gurbet mahkumları gibi kuru ekmekle gününü geçirmiyor, belki bir sigara ikram edebileceklerini düşünüp onun bunun etrafında perva­ ne olmuyordu. Eh, Kadir Ağa'nın hatırı için kendisine karışan, döven, sövüp sayan da olmadığına göre Daday Cezaevi'nden daha rahat yer mi bulunurdu Babo'ya? Keşke mümkün olsaydı da buradaki ikametini uzata­ bilseydi. Eveeeeeett, iyi fikirdi bu. Mart'ın ayazında tahliye olup sipsivri ortada kalacağına, hapishanede birini haklar, Kastamonu ormanlarının ortasındaki bu ilçe­ de, köknar, ardıç, çınar ve çam kokularını içine sindire sindire üç-beş ay daha yatardı . Nasıl olsa Kadir Ağa'nın sofrası Halil İbrahim sofrasından farksızdı. Hem cezaevinde icraatta bulunmak mahkumluk kari­ yerini de yükseltmez miydi? İyi ama kime saldırmalıydı? 75


Ramazan'a! .. Hapishane'de, en mühim icraatın faili olarak ceke­ tini sağ omuzuna atıp, parmak uçlarıyla bıyıklarını burarak, yumurta topuk ayakkabılarının üzerinde mil­ lete meydan okurcasına voltalayan Malatyalı Rama­ zan gibi bir hasım dururken saldıracak adam aramak caiz miydi? Babo, bu kararından bir hafta sonra, bir punduna getirip, iki koğuşun müşterek mutfağında kullanılan yegane bıçağı Ramazan'ın kabasına hafifçe saplayıver­ di. Eylem; işin cezai, hukuki ve vicdani sonuçları dik­ katle hesap edilerek gerçekleştirildiği için yara önemli değildi. Fakat ona rağmen Ramazan'ı derhal Kastamo­ nu Devlet Hastahanesi'ne sevkettiler. Babo, geçici bir süre için bir tek mahkumu dahi bulunmayan kadınlar koğuşuna kilitlenirken, hapishanenin toplam üç gardi­ yanından biri olan Celal sevinçle cezaevine girip, Ka­ dir Ağa'nın tahliyeci olduğunu bildiriverdi. Anlaşılan Yargıtay, mahkemenin verdiği cezayı ağır bulmuştu. "Kesilen" yeni cezayı ise Kadir Ağa çoktan infaz etmiş bulunuyordu. Kadir Ağa çıktı, savcı girdi içeriye. Arkasında yir­ mi kadar komando ve jandarma komutanı vardı. iki koğuşun yegane bıçağı olan suç aletine derhal el kondu. Her taraf sıkı bir aramadan geçirildi. Yatak­ lar, yorganlar, yastıklar didik didik edildi. Tüm zulalar patlatıldı. Torbalar, poşetler, valizler ortaya döküldü. Üst baş yoklandı. Ve tüm cam çay bardakları, demir çatallar, kaşıklar müsadere edildi. Savcının emri uya­ rınca mahkum bundan böyle tahta kaşık, plastik tabak ve plastik bardak kullanacaktı. 76


Yasaklamalar bununla da kalmadı. Havalandırma saatleri kısaltıldı. Görüş süreleri azaltıldı. Uzayan saç­ ların derhal kesilmesi, bıyıkların dudak hizasını geç­ memesi emredildi. Ve "Allah kurtarsın" bile demeden çekip gitti savcı! Fakat Babo hakkında da herhangi bir adli işlem yapmadı. Cezaevinde hayat gerçekten zorlaşmıştı. Soğan yumrukla kınlıyor, domates uzun tırnaklar yardımıyla koparılıyor, sarımsak avuçlarda eziliyordu ama, kı­ zartmalık patlıcan ve patates doğramaya, cacık yap­ maya bir çare bulunamıyordu. Artık et doğramak imkansız, adi plastik bardaklardaki çay tatsızdı. Eğer o günlerde Babo kilitlendiği koğuştan çıkarıl­ saydı, o suçsuz, günahsız, üstelik mert ve yardımsever Malatyalı'yı kalleşçe bıçakladığı ve yaşanan şunca sı­ kıntılara sebep olduğu için mahkum belki de linç eder­ di onu. Fakat beş-on gün sonra yeni hayata alışan tu­ tuklu ve hükümlüler yumuşadılar. Babo'ya gene yiye­ cek, içecek bir şeyler vermiyorlardı ve Babo gene idare­ nin kuru ekmeğiyle hayatını idame ettiriyordu ama ar­ tık kadınlar koğuşunun pencerelerinin önünde topla­ nıp, hakaret eden, söven sayan da kalmamıştı. Hastahaneden taburcu edilen Ramazan, iki jan­ darmanın refakatinde cezaevine teslim edilince, baş­ gardiyan odasına aldı onu. Babo'yu da çağırdı. Nasihat etti ikisine de. İkisine de öğüt verdi. Barıştırıp, öpüş­ türdü. Ve gözünün üzerlerinde olduğunu söyleyip, ko­ ğuşa yollayıverdi. Babo için hayatın en zorlu günleri başlamıştı artık. Gerçi kimse itip çekmiyor, küfretmiyor, hakaret etmi­ yordu ama ne adam yerine koyan vardı onu, ne de bir bardak çay veren. 77


Günlerce tıka 'basa karınlarını doyuranlara gıpta ile baktı Babo. Eti, sucuğu uzaktan koklamakla, birer acı soğan kırıp bulgur pilavının.başına çökenlere sade­ ce bakmakla yetindi. İzmarit içiyordu sigara yerine... Kireçli çeşme suyunu askeriye tayınına katık edip yemekten sa p sarı kesilmişti Babo. Kanının bile sarar­ dığını hissediyor, etler, butlar, sucuklar uçuşuyordu gözünün önünde. Şimdi Kadir Ağa koğuşta olsaydı, kı­ vırcık butundan bol soğanlı bir karakavurma yapardı Babo. Bir şehriyeli pirinç pilavı pişirirdi, tereyağlı. Ol­ gun domatesleri muntazam bir surette doğrayıp, may­ danoz, taze soğan, yeşil biberi ilave ettikten sonra, so­ yulmuş salatalığı halkalar halinde dizerdi bu karışı­ mın üstüne. Biraz tuz, biraz zeytinyağı, üç-beş zeytin tanesi, iki tutam sumak ekşisi serperdi. Bol sulu bir de limon sıkardı. Ve çekerdi kaşığı. Yoo, çekmezdi, bol na­ neli bir cacık yapar, iki kase de süzme yoğurt çıkarırdı torbadan. - "Buyur ağa" derdi. "Yemek hazır." Kadir Ağa iki kaşık alıp çekilirdi. - Eline sağlık Babo, derdi. "Sen de olmasan ben ne yapardım?" - Mühim değil, diye cevap verirdi Babo . "Yeter ki sen iste, hindi dolması bile elimden gelir, e\ <Jl' Allah." - Eksik olma, derdi Kadir Ağa. Madem canın çek­ ti, onu da yarın yaparız. Ve siniyi önüne çekip abanırdı Babo. Tabakları te­ ker teker sıyırdıktan sonra "İster fakir ol, ister fukara" diye başlardı. Çıkarıp, bir paket Samsun ikram ederdi Kadir Ağa. Kadir Ağa yemekten sonra biraz kestirmek için uzanır, Babo yıkadığı bulaşıkları dolaba yerleşti,

78


rirken baklava kalmadıysa iki dilim helva atıştırır ve­ ya bal kaşıklayıp, çayı ocağa koyardı. Kurban Bayramı'ndan .bir gün önceydi . Baba gene artık yavaş yavaş sırtına yapışmakta olan midesini Kadir Ağa'nın sofrasında envaı türlü dünya nimetle­ riyle doyururken, bahçeden gardiyan Celal'in sesi yük­ seldi. - Babooo! Babo!

·

Babo dikeldi ranzasında. Tilki gibi dikti kulakları­ nı. Bir gardiyan adamı hayır için çağırmazdı ya, hayır­ dı inşallah. Yoksa şu Malatyalı vukuatından dolayı mahkemeye mi götürülecekti? Ama onunla barışma­ mışlar mıydı? Ramazan'a rağmen kamu davası açıldıy­ sa bile mağdurun da çağrılması gerekmez miydi? Babo, dermansız kollarıyla bir yerlerden tutunup, titrek bacaklarını ranzadan aşağı sarkıttığı sırada Ce­ lal'in sesi yeniden duyuldu: - Acele et Babo! Ziyaretçin var. Babo'nun da bir ziyaretçisi olabileceğine, onun da aranıp sorulabileceğine öylesine inanılmıyordu ki bü­ tün koğuş bahçeye çıktı. Fakat aynı zamanda görüşme yeri olarak kullanılan dış kapının, demir parmaklıkla­ rının gerisinde, görkemli boynuzlarıyla sadece dana gi­ bi bir koç duruyordu. Babo koçu· görür görmez "Bu gelen Kadir Ağadır" diye bağırmağa başladı. Babo'nun Kadir Ağa ile bozdu­ ğu bilindiği için kimse inanmadı buna. Koskoca Kadir Ağa, bayramüstü, çiftini çubuğunu, işini gücünü bıra­ kıp, ne idüğü belirsiz bir uğursuzun ziyaretine _neden gelsindi? 79


Önde Babo, bütün mahkumlar kapıya dayandılar. Koç içeri girmekte ısrarlı gibiydi ama, çevrede kimse­ cikler yoktu. Kapı ile komutanlık binasının arasındaki geniş düzlüğü dikkatle tarassut altında tuttular, ileri­ de sadece tam teçhizatlı iki jandarma eri, belirli bir noktaya kadar muntazam adımlarla gidip geliyordu. Bomboştu meydan, Herhalde gardiyan Celal'in tatsız bir şakasıydı bu. Babo hariç, mahkumlar yavaş yavaş dağılıyorlardı ki komutanlık binasının arkasından dönüveren gıcır gıcır bir traktörün hapishaneye doğru yöneldiğini gördüler. - Tamam, tamam , dedi Babo. "Bu gelen vallahi de Kadir Ağa 'dır, billahi de Kadir Ağa 'dır".

Gelen Kadir Ağa değildi ama kahyasıydı. Fakat Babo, Kadir Ağa'yı görmüşcesine sevindi. Kadir Ağa, rahatsız olduğu için gelememiş, ''arkadaşlar kusura bakmasınlar" demişti . "Mübarek bayram günlerinde mahrum kalmasınlar, gönülleri şen olsun" diye bir koç göndermişti, bütün mahkumlara . . Hepsinin teker te­ ker gözlerinden öpüyordu. Lakin özellikle Babo'ya selamı vardı, özellikle Babo'nun gözlerinden öpüyordu. Babo'ya bir kilo Samsun, bir kilo çay, çay şekeri, pi­ rinç, tereyağ, yoğurt, peynir, sebze, meyve vesaire gön­ dermişti. Kahya hediyeleri kapıya taşıdı. Koçu içeriye aldı­ lar. Sayım vakti yaklaşıyordu. Sayımdan sonra koğuş­ larına kilitlenecekleri için bahçeye çıkamazlardı. Ma­ latyalı Ramazan "Günahtır arkadaşlar" dedi . "Bu mübarek hayvana yem vermek lazım. Aç kalması caiz değildir. "

80


Gerçekten caiz değildi. Ama Babo'nun aç kalması caiz miydi? Koç kadar kıymeti yok muydu Babo'nun? Durmadı üstünde. Babo dahil herkes, aynı zamanda hayvan yemi ola­ bilecek, kendileri için fevkalade değerli meyve ve seb­ zelerinin bir kısmını, zulalarından çıkarıp koçun önü­ ne koydular. Ve et bayramına erken uya / mak için er­ ceden yattılar. Ertesi gün savcı bayramlaşmağa gelmedi. Jandar­ ma Komutanı memleketine gitmiş, ba.;gardiyan yıllık izne ayrılmıştı. Sayımı gardiyan Celaı yapıp, esas du­ ruştaki on'beş kadar mahkum �m bayramını bir tek cümle ile kutladı : - Bayramınız mübarek ulsun. - Sağol. Bayram dolayısı}' :a havalandırma saatlerindeki sı­ nırlama kaldırılmıştı. Mahkumlar isterlerse akşam sa­ yımına kadar bahçede kalabilirlerdi. Babo hemen ko­ çun yanına koştu. Arkasından ötekiler... altını temizle­ diler. Okşadılar. Öpüp sevdiler. Etini butunu, sırtını yokladılar. Besili hayvandı doğrusu. Babo baktı ki ye­ mi bitmiş, ortalığa seslendi: - Bu hayvanın yemi bitmiş, aç kalması caiz değil­ dir. Kimde elma, hıyar, domates, maydanoz varsa geti­ rip önüne koysun. Ceketi omuzunda, bir duvarın dibine çömelip, te­ fekküre dalan Malatya'lı cevap verdi Babo'ya: - Kesilecek hayvana yem verilmez. Suyunu tazele kafi.

Bir Sivas'lı Şakir vardı, esrardan mahkum .. Ya sa­ bahtan akşama kadar ranzasında uyuklar, ya da gü81


neşli günlerde sırtını bir duvara yaslayarak, yağışlı havalarda her yanından duman salan o delikdeşik saç sobanın etrafına kedi gibi çöreklenerek sürekli düşü­ nür, herkes tarafından itilip kakılmasına rağmen, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmazdı. Mahkumlar filozof koymuşlardı adını. Çıktı geldi filozof. Dedi ki: - Eğer tekbirli salavatla kesmezseniz ben bu hay­ vanın etini yemem! Fena halde bozuldu Babo. "Yemezsen yeme" dedi. " İmamı nereden bulacağız şimdi ?".

Okumuş hak verdi Filozofa: - Doğru söylüyor, dedi. Her şeyin bir şartı şurtu var.

- Öyleyse hakime bir kart yaz, bir imam bulup , tevkif etsin. Okumuş , Siirt'li bir dava vekilinin, ilk mektep üçüncü sınıftan terk oğluydu. Bir süre Palu tarafların­ da istidacılık yapmış, daha fazla kazanmak umuduyla işini İstanbul'a nakledince de hakime hakaretten içeri düşmüş pürsinir bir herifti. Ters ters baktı Babo'ya. Yay gibi gerdi kaşlarını: - Şimdi ben, dedi "istersem iki de şah it bulur, adliyenin şahsiyet-i maneviyesini tahkir ve tezyif et­ mekten hakkında yeni bir dava açtırabilirim.

Malatyalı Ramazan, yaba gibi ellerini omuzuna koydu okumuşun: - Öfkene uyma dayı, diye yükseltti sesini. "Aziz mübarek günde mahkemeyle ne işimiz var, Allah 'ını seversen ? Baba bir cah illik etti, lakin sen ok umuş adamsın. Küçükten k us lf r, büyükten af demişler.

82


Okumuş bur lahavle çekip devam etti: - Tekbir şarttır amma imam şart değildir. Tekbir get i rmesini bilen bir arkadaşımız, sünnet-i şerife uy­ gun olarak kurbanı kesebilir. - Öyleyse çağırın Veysi'yi. Babo elini kulağına attı: - Veysiii, Veysi ! Veysi, adliyenin emanet deposunu soymaya teşeb­ büsten hüküm yemiş, namazlı niyazlı, iriyarı bir mahkumdu. Koptu geldi koğuşun izbesinden. - Bi durum mu var? Babo, boynuna sarılıp iki yanağından şapur şupur öptü Veysi'nin. - Allah rızası için şu kurbanı kes babo , dedi. Acı­ mızdan öldük .

Veysi, o iriyan cüssesiyle hayvanın dört ayağından kavrayıp, yere yıktı. - Bana bir ip bulun. İp ne gezerdi cezaevinde. Babo hemen fanilasına davrandı. Yırtıp, hayvanın ayaklarını bağladılar. - Bıçak? Babo'nun, Malatyalı Ramazan'ı vurmasından son­ ra, savcının, iki koğuşun yegane bıçağını müsadere et­ miş olduğunu o anda hatırladılar. Herkes birbirinin yüzüne baktı. - Gardiyan Celal'den isteriz, dedi Babo. "Bu aziz mübarek günde herhalde yok demez. " .

Veysi, Babo, Okumuş, Filozof toplanıp gardiyan odasına girdiler.

83


- Bayramın mübarek olsun Celal Ağa. Celal, üzülmüş tesbihini ipe dizmekle meşguldü. Gözünü pırıl pırıl parlayan Erzurum taşlarından ayır­ madan soğuk soğuk sordu: - Biz sizinle bayramlaşmamış mıydık? Babo hemen atıldı: - Bayramlaşmıştık. Sayımda. Lakin biz iade-i zi­ yarete geldik. Celal bir süre cevap vermedi . Bozuk gözlerini kır­ pıştırarak sağ iki parmağının arasında tuttuğu mumlu \pi, sol iki parmağının arasında tuttuğu tesbih tanesi­ ne güç bela geçirince "Bu biiir" dedi. Daha otuziki tes­ bih tanesi , bir de imame vardı geride. Ve gardiyan Celal, aşırı derecede miyop, trahomlu gözleriyle, kim bilir kaç dakika meşgul olurdu bu yere giresi tesbihle. Celal, ince uzun parmaklarını, ikinci Erzurum ta­ şına uzatırken "Ne bekliyorsunuz?" tonunda ve asla yüzlerine bakmadan yükseltti sesini: - Eeeee? Şiddetle azarlama tehlikesini göze alıp, iki adımda Celal'in masasına yaklaşıverdi Babo: - Ver elini öpüym ahi. Celal, bütün dikkatiyle ipi tesbihin deliğine geçir­ meye çalışıyordu. Ne elini verdi, ne cevap. Babo devam etti: - İstersen ben saplayayım ahi. Sana zahmet ol­ masın. Elimden boncuk işi de gelir. Bir de güzel imame yaparım. İkinciyi saplamıştı Celal. - Bu ikiiii. 84


Elini üçüncü taneye uzattı. Okumuş gibi, ilkokul üçüncü sınıfa kadar eğitim görmüş, istidacılık gibi bir kariyer sahibi olan, bir dava vekilinin oğlu tahammül edemezdi bu tavra: - Bizim bir ricamız var, dedi. ''.Aziz mübarek gün­ de elimize bir kurban geçti. Lakin bıçağımız olmadığı için kesemiyoruz.

Celal fena halde çattı kaşlarını: - Sen okumuş adamsın, dedi. İstidacılık falan yaptığını da söylüyorsun. Alat-ı kıtaa yasağı nedir bilir misin? Hiç duydun mu? Hiç böyle bir yasak duymamıştı Okumuş. Elini ba­ şına atıp kaşımağa başladı. İstidacılıkla meşgul bir dava vekilinin oğlu olarak itirafı güçtü ama başka ça­ resi de yoktu. - Bilmem , dedi. Hiç duymadım. - Bu ü üüüç, dedi Celal. Ve devam etti: Eğer alatı kıtaa yasağını bilseydin, gelip bıçak istemezdin ben­ den. Alat-ı kıtaa demek, kesici alet demektir. Ve kesici alet yasaktır.

Böyle bir cevap beklemiyorlardı. Bir süre sessiz, şaşkın, hareketsiz kaldılar. Yani şimdi kurbanı kese­ meyecekler miydi? Filozof "İdare et be abi" dedi. "Biz de insanız. Ge­ lenimiz yok, gidenimiz yok, paramız yok, pulumuz yok. Bayramüstü, gurbet elde elimize bir kurban geçti. Hem senin payına da bir but düşer. "

İlk defa yüzlerine baktı gardiyan. Ve besili bir koç butu uçuştu gözlerinin önünden. Kendi fakirhanesini, kendi çoluk çocuğunu düşündü. Allah devlete zeval vermesindi ama, devletin verdiği ile de bir but götürü85


!emiyordu eve. Şimdi bayram günü, elinde bir koç bu­ tuyla eve gitse, toplasa çoluk çocuğunu başına, bir ka­ vurma yapsa, alsalar kaşıkları ellerine, iki çimdik tuz atsalar içine, bir de yağlı yoğurttan buzlu ayran özese­ ler, iki bayramı bir arada etmezler miydi? Allah bilir ya derisi, bağırsağı boynuzu, belki kellesi de kendi pa­ yına düşerdi koçun. Tesbih tanelerini avuçlayıp Babo'ya uzattı. - Biliyorsun gözlerim bozuk, dedi. Bunları sapla, bir de güzel imame yap. Kastamonuspor olsun. Kalktı ayağa. - Nereye? - Savcı Bey'e! Durumu anlatıp izin almam lazım. Siz hayvanı hazırlayın, bir saata kalmam, dönerim. Celal cezaevine döndüğünde hava kararmak üzereydi. Buruk bir ses tonuyla "Sayııım." diye bağırdı. Mahkumlar tek sıra halinde dizildiler. Babo sordu: - N'oldu ahi? - Sayın savcı bey, sayın vali beyin bayramını kutlamak için Kastamonu'ya gitmiş. Bekledim gelmedi . Kurbanı yarın keseriz. Siz yemini suyunu eksik etme­ yin hayvanın. Mahkumlar, meyveden , sebzeden ne buldularsa koçun önüne koyup, sessiz sedasız koğuşlanna çekildi­ ler. Bayramın ikinci günü Celal sayımı yapıp çıktı . Çe­ virdi yüzünü savcının evine, açtı ayaklarını. Çevreden ızgara, pirzola, kebap, kavurma kokuları yükseliyordu, bazı bahçelerde akşamdan terbiyeye ya86


tırılmış kuşbaşılar şişlere saplanıyordu. Bu mis gibi kokuları ciğerlerine sindirebilmek için derin nefesler alarak ilerledi Celal. Savcı Bey, bayramın birinci günü erkenden Kasta­ monu'ya gittiğine göre demek ki kurbanı kesmemişti. Öyleyse bugün keserdi. Kimbilir, belki de sokağın kö­ şesini döndüğünde, savcının ikamet eylemekte olduğu ahşap köşkün ön bahçesindeki ceviz ağacının dalında, en az Kadir Ağa'nın mahkum arkadaşlara yolladığı koç iriliğinde bir kurbanın sallanmakta olduğunu gö­ rürdü. Eeee? Bir but da Savcı Bey vermez miydi kendisine? Na­ sıl vermezdi canım? Adliyede görevli olduğu zamanlar­ da, az mı çay, kahve götürmüş, evine az mı nevale taşı­ mıştı? Her hafta çarşıya, pazara Celal giderdi. Her se­ ne odunu kömürü Celal alırdı. Bahçeyi Celal beller, ağaçları, çiçekleri Celal budardı. Hatta bir keresinde kuru temizlemeden beyaz takımını almak için Kasta­ monu'ya kadar gitmemiş miydi? Hürmette de ku­ sur etmediğine göre bir butu niye esirgesindi koskoca savcı - Ya yenge? Varidatlan yerinde olduğuna göre belki bir kurban da o keserdi. Bir but da o verirdi kendisine. Başı sıkış­ tıkça, misafir geldikçe "aman Zeynep yetişsin" diye ha­ ber salmıyor muydu? Ve Zeynep işini gücünü bırakıp, çoluğunu çocuğunu terkedip, yengenin hizmetine koş­ muyor muydu? Onunkini de, cümleninkini de Allah ba­ ğışlasındı ama, o ele avuca sığmaz, o haylaz, şımarık, o pire gibi çocukların kaprislerine katlanmıyor muydu? 87


Az mı nefes tüketmişti onlar için? Her pazartesi günü o koca konağın ahşap merdivenlerini gıcır gıcır silen, camları pervazları temizleyen, çamaşıİ"ı bulaşığı yıka­ yan sevgili karısı Zeynep değil miydi? Eveeet, Allah bin kere razı olsundu, Zeynep'in yevmiyesini bir gün bile aksatmamıştı ama, nasıl olsa yevmiyesini veriyo­ rum diye bir butu esirger miydi Sibel Hanım? Esirge­ mezdi. O zaman üç butu: olurdu Celal'in. " Yok yok" de­ di. "Bu kadarı fazla. Eğer Sibel Hanım da kurban ke­ ser ve bir butu uzatıp, "Şunu Zeynep kavurl'!un, çoluk çocuğunla yiyin" derse, anası avradı olsundu ki mah­ kumun butunu almayacaktı Celal. Ölmüş müydü ki?

Ayıptı yahu... Yazıktı, günahtı. Köşeyi dönüp, savcının evini görünce ceviz ağacını aradı gözleri. Ağacın dalları bombuştu. Biraz daha ilerleyince pancurların da kaplı olduğunu gördü. Er­ ken mi gelmişti acaba? Saata baktı. 7.5. Bu saatta ka­ pıya dayanmak ayıp olurdu doğrusu. Bir yıl boyunca sabah erkenden kalkıp mahkemeye gelen, ve her gün bir sürü cahil cühelaya laf anlatmak zorunda olan Sav­ cı Bey, tatilden istifade uyuyordu herhalde. Bir sigara yakıp, kapının karşısındaki duvarın di­ bine çömeldi Celal. Sibel Hanım perdeleri çekip, cam­ ları açtığında saat onu geçiyordu. Celal hemen yekindi. Kolunu demir bahçe kapısının üzerinden aşırıp, sürgü­ yü açtı. Daldı bahçeye. Gözucuyla kurbanlıkları araya­ rak bahçeyi geçip zile bastı. Az sonra savcı karşısın­ daydı: - Ver elini öpüym beyim dedi. Bayramınız müba­ rek ola .

- Senin de Celal, çok bayramlar göresin. 88


"İçeri gir, bir kahve iç, bir bayram şekeri ye " diyen

yoktu. Derhal konuyu açmalıydı öyleyse.

- Mahk umlar da hürmetle ellerinizden öpüyorlar Savcı Bey , dedi. Mahkumlar da bayramınızı mübarek ediyorlar.

Dişini sıkıp, başını salladı Savcı Bey. Ve dedi ki: - Cezaevinde durum nasıl? Gene itişip tepişiyor­ lar mı? - Yok beyim, dedi Celal. "Bir cahilliktir ettiler. Aslında hepsi k uzu gibidir. Size çok selam ettiler. Bir de ricaları var.

- Neymiş o? - Kadir Ağa bir kurban göndermiş de kesmek için bıçak lazım. Savcı düşündü, taşındı, ucuz atlatılan bir bıçakla­ ma hadisesinden sonra cezaevine bıçak sokulmasına izin vermenin sakıncalı olduğu kanısına vardı. Babo ve Ramazan tahliye olmuş muydu acaba? - Şu Babo denen serseri tahliye oldu mu? - Olmadı beyim. - Ya Malatyalı Ramazan? - O da tahliye olmadı. - Olmaz , dedi Savcı. Şimdi eğer ben böyle bir şeye izin verirsem, o Malatyalı ne yapıp edip bıçağı eline geçirir ve alır intikamını. Bayramı kana b ulamaya­ lım. - Başüstüne, dedi ama allak bullak oldu Celal. Ve savcı kapıyı örtmek üzereyken sordu: - Kurban kesecekseniz kasap alıp geleyim mi efendim?

- Hayır. Biz kaymakam beyle Abana'ya gideceğiz.

89


İçeri girip kapıyı kapattı savcı. Celal gittikçe uza­ yan yollarda, mis gibi kebap kokularını özüne sindire sindire cezaevine geldiğinde ağlayacak gibiydi. Merak­ la yolunu gözleyen mahkumları başına toplayıp, her şeyi anlattı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bütün yürekler durmuştu adeta. Eller yüze alınmış, buğulu gözler bi­ linmez sılalara dalıp gitmişti. Yalnız Babo'nun sesi yükseldi : - Bir ihtimal daha var. - Nedir o? - Savcı Bey madem mahkuma bıçak vermeyi mahzurlu buluyor, o zaman bir kasap gelip kurbanımı­ zı kessin. Fena fikir değildi galiba. Zar zor ikna edilen Celal savcının evine döndüğünde Sibel Hanım, kaymakamın arabasına biniyordu: - Nasılsın Celal Efendi? Zeynep nasıl? - Sağlığınıza duacıyız efendim. - Zeynep'e söyle, bayramertesi gelsin. Silip süpürsün etrafını. - Başüstüne efendim. Celal, elinde bir valizle arabaya doğru yaklaşmak­ ta olan savcıyı görünce koştu. Aldı elinden valizi. Geti­ rip bağaja yerleştirdi. - Beyim , dedi. Yutkundu, büktü boynunu. Elleri­ ni oğuşturdu. "Mahk umlar mahrum kalmasın isterse­ niz, emrederseniz bir kasap getirip koçu kestireyim. - Olmaz Böyle şey, dedi savcı. Adamı derhal re­ hin alırlar. Bayram günü başımızı derde sokmayalım.

90


Zaten ben gidiyorum, Kaymakam Bey gidiyor. Başgar­ diyan yok. Jandarma Komutanı izinli. Olacak şey de­ ğil bu senin dediğin.

Atladı arabaya. Celal "Efendim m üsade b uyurun dışarıda kestirip getireyim" teklifinde buhnmayı dü­

şünüyordu ki savcı camı açıp seslendi: - Gel buraya Celal efendi. İki adım koşup esas duruşa geçti Cel.al. - Buyurun Savcı Bey. - Başçavuşa söyle, bu mün'.lLlebe! siz koçu hapishaneden aldırıp, bir hayır � urumuna sevketsin. Tesel­ lüm makbuzunu da döndüğün;.de bana getirsin. - Emredersiniz. Celal, hızla uzakL şmakta olan arabanın arkasın­ dan bir süre bakakaldı. Toprağa çakılmışçasına hare­ ketsizdi. Ölü gözü gibi mat, ölü gözü gibi donuktu göz­ leri. Damarlarında devaran eden kan, görünmez vam­ pirlerce bir anda emilip, tüketilmişti sa_nki . Kadere lanet edip, şeytana lanet edip sürükledi ayaklarını. Hapishaneye gelince mahkumlar etrafını aldılar: - N'oldu Celal Ahi? Kasap ne zaman geliyor? Dudaklarının titrediğinin belli olmaması için "Ha­ yır" anlamında başını arkaya itti Celal. Sırtını dönüp, gardiyan odasına doğru ilerlerken dedi ki: - Bu kurbanı kesmek mümkün değildir. Her şey anlaşılmıştı. - Öyleyse asalım, diye bağırdı Baba. "Cezasını as­ mak suretiyle infaz edelim. "

Malatyalı, kayan ceketini omuzuna yerleştirdi: - Şahsım anlayamadı. Ne cezası bu? 91


- Ne cezası olur mu gardaş? Yemedik ne elma bı­ raktı, ne hıyar, ne domates. Kitap hakkı için zulamda ya iki domates kalmıştır, ya o da kalmamıştır. Kadir Ağa'nın koçu iki jandarmanın önünde tahli­ ye olurken Babo, yumrukladığı bir kuru soğanla son domatesini tuza basıp, karnını doyurmaya çalışıyordu.

92


İNFAZ İki polisin durağa yaklaşmakta olduklarını görün­ ce hemen sıradan çıktı. Kıstı iğne topuzu gözlerini. Beykoz yönüne doğru peşpeşe sıralanmış belediye oto­ büslerini kendine paravan yaparak uzaklaşmağa baş­ ladı. Nereye gitseydi acaba? Bir an, kalkışa hazırlanan araba vapuruna atlayıp Sirkeci'ye geçmeyi düşündü. Vapurda, Anadolu'dan gelen bir otobüse yanaşıp, mua­ vin veya gariban sanılmasını sağlar, karşıya geçince de İzzet'in seyyarından bol kekikli kokoreç ve köpüklü ayranla karnını doyururdu. Ama o koca Üsküdar Mey­ danı'nı nasıl geçecekti? Hiç polise rastlamayacak mıy­ dı? Ya meydanın tam ortasında infaz masasından bir motorsikletli önünü çevirirse? Veya biraz önce gördü­ ğü iki aynasıza enselenirse? Yakalanma ihtimali dahi. viyolonsel telleri gibi gerdi sinirlerini. İki saatten beri İstanbul'un üzerine tükürüp duran sulusepkene rağ­ men kor gibi yandığını hissetti. Açtı yaka düğmelerin­ den birini. Çenesini avuçladı ki diken diken. Osman'ın tavsiyesiyle eşgalini değiştirmek için o çalı cırpı bıyık­ larını kırptırıp, üst dudağının tam ortasına düşey bir badem yerleştirmişti ama, ipsiz sapsız takımına ben­ zetilip, şüphe çekmemesi içni her gün traş olması ge­ rektiğine dair ikazı da unutmuştu. Hemen traş olma93


lıydı öyleyse. Duvar diplerinden, kepenk altlarından, arka sokaklardan Fıstıkağacı'na varmalı, Berber Züh­ tü'nün dükkanında hem sakalını kestirmeli, hem vakit geçirmeliydi. Zeki, Fıstıkağacı'na yöneldiği sırada feryat figan bir polis arabasının meydana daldığını görünce irkildi. Kendisini mi anyorlardı acaba? Belki de bir başka suç­ lunun peşindeydiler. "Yo yoo" diye geçirdi içinden. "Ne başka suçlusu canım?" Belli ki o iki polis kendisini si­ lahlı sanmış, herhangi bir müessif olaya sebebiyet ver­ memek için telsizi açıp merkezden yardım istemişti. Öyleyse? Öyleyse hemen toz olmalıydı. Ama nereye gi­ debilirdi ki? Fıstıkağacına devam edemezdi. Meydanı geçemezdi. Geri dönemezdi. Kıskıvrak kuşatılmıştı adeta. Etrafı şöyle bir kolaçan etti. Baktı ki cemaat Vali­ de Sultan Camii'nin merdivenlerini tırmanıyor. He­ men karıştı aralanna. Daldı camie. Ön safta, imamın arkasında bir yer bulup, kaldırdı kollarını: Allahüek­ ber. Namaz mı kıldı, Tanrı'ya mı yalvardı, Cuma bo­ yunca kendisiyle amansız bir hesaplaşmaya mı girişti, bilinmez. Camiden çıkar çıkmaz kalabalık bir gurubun ortasında, mü'minlerin dinle ilgili sorularını cevaplan­ dırarak iskeleye doğru vekarla ilerleyen imama yak­ laştı. - Hocam, dedi. Bir mesele var ki günlerden beri uykularımı kaçırıyor. Kime sorduysam doğru dürüst bir cevap alamadım. Acaba bana yardımcı olibilir misi­ niz? Hoca, ilk defa gördüğü bu adamı şöyle tepeden tır­ nağa süzdü. Değil dini sorunlara, hiçbir soruna kafa 94


yormuş bir suratı yoktu muhatabının. Ablak yüzü, iki korkak gözü ve bir tek düşünce çizgisinin dahi belir­ mediği yumru alnıyla sorsa sorsa gusül abdestinin şartlarını sorabilirdi bu adam. - Sor bakalım, dedi. Neymiş günlerden beri uyku­ larını kaçıran bu mesele? Zeki hemen hocanın yakınına sokuldu. Ve derin okumuş olduğunu duyduğu, ilim, irfan ve en önemlisi itibar sahibi hoca efendinin yanıbaşında, iskeleye ka­ dar herhangi bir polisin dikkatini çekmeden ilerleyebi­ leceğinden emin olmanın huzuru içinde soruverdi : - Acaba Hazreti İsa'nın göbeği var mıydı, yok muydu? Kıpkırmızı kesildi hoca. Şu garip adamın iki gün­ den beri uykularını kaçıran bu soru, yüzyıllardan beri nice şeyhülislamın, nice papazın, nice hahamın uyku­ suna malolmuştu da gene de bir sonuca bağlanama­ mıştı . Ne demeliydi şimdi bu münasebetsize? - Esasen bu mevzuda allamenin bir mutabakatı yoktur, diye söze başladı. Sonra, "bu meselenin sarahaten anlaşılabilmesi için Hazreti İsa aleyhisselamın babası var mıydı, yok muydu sualine cevap verilmesinin icabettiğini , lakin bu mevzuda da ihtilaf bulunduğunu, esasen bu gibi itikadi bahisleri ayaküstü konuşmanın caiz olmadığı­ nı, kaldı ki kendisinin derhal müftülüğe gitmekliğinin gerektiğini" anlatarak, bir münasip zamanda buluş­ mak üzere atlattı Zeki'yi. İskeleye gelmişlerdi. Hoca Efendi, arkasından sü­ rüklediği cemaatle birlikte Eminönü vapuruna, Zeki Beykoz vapuruna atlayıverdi. İskele tarafında, bir cam kenarına oturup, gözlerini Üsküdar Meydanı'na çevir95


di. Eğer vapura doğru ilerleyen polis, bekçi vesaire gö­ rürse, kendini tuvalete kilitleyecek, Beykoz'a kadar da çıkmayacaktı. Vapur hareket edince rahat bir nefes aldı Zeki. Bir çay istedi. Bir sigara yakıp, derin derin nefesledi, çayı­ nı yudumlarken. O sırada iri kıyım, beyaz trençkotlu, siyah şemsiyeli, fötr şapkalı bir go"ril gelip Zeki'nin tam karşısına oturuverdi. Gömüldü koltuğa. Dikti sert bakışlarını Zeki'nin ürkek gözlerine, oyar gibi bakma­ ğa başladı. Zeki çaresiz çevirdi başını. Mutlaka polisti bu be­ yaz trençkotlu adam . Fena enselenmişti. Hoca Efen­ di'nin peşine takılıp Eminönü'ne gitmediğine bin kere pişman oldu. Kahretti. Kalkıp kendini vapurun tuvale­ tine kilitlese miydi acaba? Ama goril izin verir miydi ki? Dönüp baktı, Sfenks gibi oturuyordu adam. Gözleri hala üzerindeydi. Yoksa birine mi benzetmişti bu adam Zeki'yi? Kime benzetebilirdi ki? Hem birine ben­ zetseydi, böyle dik dik bakar mıydı ki? Yo yo, herhalde İnfaz Masası'nın sivil dedektiflerinden biriydi bu herif. Belki de İnfaz Masası'nın amiriydi. Öyleyse niye yaka­ lamıyordu? Laf mıydı bu şimdi? Denizin ortasında ya­ kalayıp da ne yapacaktı canım? Bekler, Beykoz İskele­ si'nde inerken o dev cüssesiyle koluna girip, ekip ara­ basına doğru süreklerdi. Zeki , gözlerini tavandaki can yelekleri üzerinde gezdirirken "İşim bitik" diye geçirdi içinden. "Keşke yanıma fazla para alsaydım" diye düşündü. "Osman zi­ yaretime gelinceye kadar hapishanede perişan olmaz­ dım". Acaba hala bakıyor muydu adam? 96


Zeki, farkettirmemeye çalışarak gözlerini tavan­ dan gorile doğru kaydırdı. Evet, bakıyordu. Sıradağlar gibi gür kaşlarının altından, alıcı kuşlar gibi bakıyor4u hem de. Bakar kör müydü acaba? şöyle elini sinek kovar gibi sallasa mıydı? Veya gözüne dürtercesine uzatsa mıydı parmağını? Nanik yapsa mıydı? Önce ni­ yetlendi, sonra "Aman ha" diye ikaz etti kendini. Ne körü be? Hiç çatık kaşlı, kartal bakışlı köre rastlama­ mış, duyman:ıış, görmemişti. Rahatsız etmezdi körlerin bakışları insanı. Korkutmaz, ürkütmez, tehdit etmez­ di. Halbuki bu adamın bakışları, Allah muhafaza üdürgü gibi içini oyuyor insanın. Zeki, sigarasının ateşiyle ikincisini yaktı. İzmariti kabaralı ökçesinin altında ezerken tehdit tonlu bir emirle irkildi adeta: - Al onu oradan! Başını kaldırıp baktı, Sfenks konuşuyordu. - Utanmıyor musun, dedi. "Burada sigara içilme­ yeceğini bilmiyor musun? O ikinciyi çık dışarıda iç." Yanaklarının kızardığını hissetti Zeki . İzmariti avuçlamasıyla, kendini güverteye atması bir oldu. Mahçup olmuştu, bozum olmuştu, azarlanmış, hor gö­ rülmüştü ama Sfenks'le ilgili tahminlerinde yanıldığı için de seviniyordu. Sulusepken ıslaklığına aldırış et­ meden, banka oturup, boğazın yosun kokan havasını solumaya verdi kendini. "Yok canım" diye geçirdi için­ den. "Bu İstanbul bırakılır da hapishaneye girilir mi hiç?" Öyleyse daha dikkatli olmalı, bir uğradığı yere bir daha aylarca ayak basmamalı, kılık kıyafetine, saçına sakalına dikkat etmeli, vapur, otobüs, tren gibi içinde ·

97


her türlü insanın bulunabileceği araçlara binmemeliy­ di. Daha dikkatle olmalıysa ne işi vardı güvertede? Karın giderek _tipiye çevirdiği ve poyrazın insanın zünü tırmalamağa başladığı böyle bir havada tek başı ­ na güvertede oturması içeridekilerin dikkatini çekmez miydi? Sigarayı fırlatıp suçlu suçlu içerine süzüldü. Şöyle bir gözgezdirdi etrafa. Sfenks, hala sfenks gibi oturu­ yordu. Yanında ilişebileceği bir boşluk vardı ama şey­ tan görsündü yüzünü. Ayakta kalması, herkes tarafın­ dan kolayca görülmesine ve varlığı muhtemel polisler­ ce teşhisine sebep olacağı için mutlaka oturmak zorun­ daydı. İlerledi. Kıç güvertenin önündeki bölmede, der­ litoplu bir hanımefendinin yanında ve karşısında i ki boş yer gördü. Yanına kurulmayı saygısızlık telakki edip karşısına oturuverdi. Fakat Zeki otururoturınaz kadın, kibirli bir öfkeyle yüzünü alıp cama fırlattı adeta. Sonra da yüzü camda, kürkünün eteklerini di­ zinden aşağılara kaydırdı . Rahatsız mı etmişti acaba? Fakat ne yapmıştı ki? Bu kürklü h �ı nımlar da amma çalımlı oluyorlarda haa. Vapur babasının malı mıydı sanki? Boşverdi. Koltuğa iyice yaslanıp, çaktırmadan etrafı tarassuta başladı. Çengelköy İskelesi'nden henüz ayrılmışlardı ki kubbemsi göbeğini , sosyal konutların arka Lıalkonu gi­ bi çirkin bir popo çıkıntısıyla dengelemeğe çalışan öf­ keli bir et peyda oldu vapurda. Adam etti metti ama bilye gibi de hareketliydi. İki yanında heybe gibi iki el yuvarlanarak gelip, Zeki'nin karşısına oturuverdi: - İyi günler Necla'nım. 98


Anlaşılan, topuzunu simitçi tablası gibi başında dolaştıran kürklü hanımefendi ile tanışıyorlardı . Kadın, yüzünü camdan kazıyıp, mukabelede bu­ lundu. Bir süre çoluktan çocuktan, havadan sudan ko­ nuştular. Sonra kadın cama döndü, adam gazetesine. Zeki , başı yerde, konuşmaları bütün dikkatiyle dinlemesine rağmen, etten adamın mesleği ile ilgili herhangi bir şey öğrenememişti. Ama bu adam herhal­ de polis değildi. Pırıl pırıl parlayan dazlak kafası ve önemli bir servet göstergesi olarak ite ite dolaştığı gö­ beğiyle olsa olsa ya vurguncu bir celep, ya da Silivrili bir köyağası olabilirdi bu etten ve yağdan ibaret yara­ tık. Evet evet, göbek ve popoya ilaveten kelle kulak da yerinde olduğuna göre mutlaka çiftlik sahibi bir kalan­ tordu karşısındaki. Hiç kendi şişmanlığının hamallığı­ nı yapan bir polise rastlamamıştı ki. Maaşları kaç pa­ raydı ki zavallıların. Fakat kaşları niye çatıktı? Niye hiç gülümsemiyor ve güçlü azılarının arasında sert bir cismi parçalamak isteyen bir buldog gibi sıkıyordu dişlerini? Duruşmaya götürmek üzere kendisini yakalayan polis de dişlerini böyle sıkmamış mıydı? Sakın polis olmasındı bu ayaklı karpuz. Saç traşını inceledi dikkatle. Tipik bir memur traşıydı bu. Alnında ve kulak hizasında da şapka izini farkedince kararını verdi Zeki: Polisti bu! Belki başko­ miserdi, belki �mniyet amiri. Ama mutlaka polisti. Öy­ leyse bir ruh gibi süzülüp kendini tuvalete kilitlemeli, Beykoz'a kadar da çıkmamalıydı. Beykoz'a yanaşınca, vapurdan boşalan ve vapura binmek üzere beklemekte olan kalabalığın arasından bildiği bütün duaları okuyarak geçti Zeki. İskele baba99


sına halat sarmakla meşgul bir işçi ile yanındaki süne­ penin kulağına bir şeyler fısıldayarak ilerleyen siyah gözlüklü tıknazı önce polis sanıp telaşlanmıştı ama, bi­ rinin işine devam ettiğini, ötekinin manava yöneldiği­ ni görünce rahatladı. Ya buldog? Baktı ki Necla'nım önde, buldog peşinde ilerliyorlar, YaşJı bir Beykozlu'ya sordu: - Kim bu şişko? İhtiyar, ağzındaki kestaneyi seyrek dişlerinin ara­ sında öğütmeye çalışarak cevapladı: - O mu? O şişko boğazın en üçkağıtçı emlak ko­ misyoncusudur. Giritlizadelerin köşküne allem edip kallem edip el koyduktan sonra burnu büyüdü peze­ vengin. Şimdi de Necla'cımın yalısının peşinde ama havasını alır. Derin bir oh çekti Zeki. İki neşeli parmağıyla ihti­ yarın yanağından derin bir makas alıp, meydana doğ­ ru ilerledi. Şimdi iki lüfer, bir şişe rakı, çerez merez alıp Osman'ın evine gitmeli, özgürlüğün şerefine ka­ deh kaldırmalıydı. Yöneldi balıkçıya: - Şuradan iki lüfer seç bakalım . Taze olsun. Te­ mizle tavalık doğra. Çırak, tabladan iki lüfer alıp tezgahın arkasına geçti. O sırada sert bir el çökertti Zeki'nin omuzunu: - Baksana sen bana! İçinden birşeyler koptu, düştü Zeki'nin. Kanı kuru­ du sanki. Baksa mıydı, tüyse miydi? Ama arkasındaki eğer tahmin ettiği gibi polisse kaçmanın ne faydası olurdu ki? Çekip ateşlemez miydi siiahını? Namaz se­ lamı verir gibi başına hafifçe çevirip, gözünün ucuyla omuz başındaki fil ayağına baktı Zeki. Sulama kovası 100


gibi bir eldi bu. "Tamam" dedi. "Böyle bir el olsa olsa bir polise ait olabilir. Kimbilir, Zeki gibi kaç kişinin di­ şini dökmüş, çenesini dağıtmıştı bu yumruklar? Ç aresiz, beyazı sararmış, iğne topuzu gözleriyle birlikte döndü. Siyah çizmeleri, muşamba önlüğü, ka­ zağı ve külahıyla yaşlı ama dinç bir balıkçı vardı kar­ şısında. - Madem lüfer alıyorsun, o halde ızgara yapmalı­ sın, dedi. Lüferin tavası ağır olur. Sonra da gelip balık bayattı diyorsunuz. - Haklısınız dedi Zeki, sesi kulağına yabancı. "Siz nasıl isterseniz öyle olsun." - Öyle olacak tabii... Şurada kırk yıllık balıkçıyız. İnsan bilmiyorsa sorar yahu. Rakıyı, balığı, yeşilliği alıp Osman'ın evine geldi Zeki. Lüferi kızarttılar. Bol limonli bir salata yaptılar. Elmaları, portakalları soydular. Şişeyi açtılar. Kadeh­ leri kaldırdılar. Zeki, muhabbet boyunca o gün başın­ dan geçenleri bir bir anlattı Osman'a. Otobüs kuyru­ ğundan niçin çıktığını, Cuma'yı nasıl kıldığını, imamı, vapurdaki sfenksi, buldoğu, siyah gözlüklü tıknazı, ba­ lıkçıyı, tuvalet yolculuğunu dramatik bir üslupla uzun uzun anlattı. Ve sordu: - Şimdi sen benim yerimde olsan ne yaparsın? Osman, sanki aylar öncesi verilmiş bir karan açıklarmış gibi cevapladı Zeki'yi: - Teslim olurum. - Ne? - Gider teslim olurum. 101


Zeki, bir elinde şişe, ötekinde kadeh donup kaldı adeta. Sonra, Osman'ın gerekçelerini cankulağıyla dinlemeğe başladı: - Sakın yanlış anlama "diyordu Osman." İstersen bu evde aylarca, yıllarca kalabilirsin. Benim kazancım ikimize de yeter. Bana yük değilsin. Fakat bu kaçışın sonu nereye varacak Zeki? Hayatın boyunca kaçacak mısın? Gördüğün herkesi polis sanıyorsun. Her polisin seni aradığını sanıyorsun. Bu gidişle hasta olacaksın vallahi. Vallahi kafayı üşüteceksin. Zeki, doldurup dikti kadehini. Doğru söylüyordu Osman. Dün de simitçiye, salepçiye takmış, köşebaşın­ daki garip kestaneciyi milli istihbarat ajanı sanmıştı. - Haklısın galiba. - Haklıyım tabii. . Adam öldürmedin. Gasp yapmadın. Banka, market soymadı. Herife biraz şiddetli vurmuşsun veya alıcı yerine isabet etmiş. Hepsi bu. Yatacağın ceza 45 gün. Birbuçuk ay için, birbuçuk yıl­ dan beri perişan oldun. Ne mekanın belli, ne ikame­ tin. - Yani şimdi sen bana git karakola teslim mi ol diyorsun? ·

- Yoo, karakola değil, savcılığa. - Niye? - Ne bileyim ben? Karakolda dayak mayak var diyorlar. En iyisi gider İnfaz Savcılığı'na teslim olursun. Para meselesini düşünme. Ben sana koltuk çıkarım. Zaten devlet -Allah devlete zeval vermesin- mah­ kumun yiyeceğini, içeceğini veriyormuş. Ben de harçlı­ ğını gönderdikten sonra, göz açıp kapayıncaya kadar geçer 45 gün. 102


Osman'la Zeki iki gün boyunca bu sorunu tartıştı­ lar. Teslim olmanın risklerini, cezaevinde karşılaşabi­ leceği olayları, bu olaylara karşı alınması gereken ted­ birleri, mahkumlara ve gardiyanlara karşı nasıl dav­ ranılması gerektiğini teker teker tesbit ettiler. Zeki, pazartesi günü ilk vapurla Beykoz'dan ayrıl­ dı. Doğru İstanbul Adliye Sarayı'na geldi, İnfaz Savcı­ lığı'nı sordu. Bodrum kata inmesini söylediler. İndi. Baktı ki İnfaz Savcılığı'nın kapısının önünde iki polis duruyor. Bir ara duraklar gibi oldu. Acaba savcının huzuruna çıkmadan bu iki polis alıp götürürler miydi kendisini? Boşverdi. Nasıl olsa Savcı az sonra zile ba­ sıp, bu iki polisi çağıracak ve "Alın götürün şu iti" di­ yecekti. Asker adımlarıyla ilerledi polislere doğru. Topladı bütün cesaretini: - Afedersiniz, dedi. İnfaz Savcısı'yla görüşmek is­ tiyorum. Teslim olacağım da. Polislerden biri sigarasını ateşlemekle meşguldü. Ötesi son derece kayıtsız, "Sen bilirsin" dedi. "Savcı Bey içeride." Tıklattı kapıyı Zeki. - Gir! Girdi. Savcı, yaşlı başlı bir beyefendiyle görüşüyordu. Masaya yaklaştı: - Efendiin, dedi, ben hükümlüyüm, cezamı çek­ meğe geldim. Savcı, Zeki'nin yüzüne bakmadı bile. Başı yerde, önündeki dosyaları karıştırdı, karıştırdı. Sonra kalkıp bir başka dosya çıkardı dolaptan, onu incelemeğe baş­ ladı. 103


Bu savcının kulağı duymuyor muydu acaba? Ceza­ sını çekmeğe geldiğini bir daha tekrarlasa mıydı? Ama ya kızarsa? Ya "Sağır mıyım ulan 'diye bağırır, azar­ larsa"' Biraz daha bekledi. Bekledi. Bekledi. Hayır, bu incelemenin sonu gelecek gibi değildi. En iyisi sayın savcı beye bir kere daha hatırlatmaktı maruzatını. Söyleyeceklerini düzgün ve kolay anlaşılır bir cümle haline getirip, sesini yükseltti: - Ben hükümlüyüm, dedi. Teslim olmağa geldim. Savcı, gözlüğünün üzerinden "Niye geldin" der gibi baktı Zeki'ye. Sonra yüzünde hiçbir sevinç, acıma, şaş­ kınlık, öfke ifadesi belirmeden: - Şu kapıdaki polislerden birini bana çağır, dedi. Zeki, koşarcasına kapıya kadar gidip, polisle bir­ likte geldi. Savcı, hala önündeki dosyayı karıştırmak ve bazı notlar almakla meşguldü. - Buyurun Savcı Bey, dedi polis. "Beni emretmiş­ siniz." Zeki, çelik kelepçenin çizmemesi için saatini çıka­ rıp cebine yerleştirdi. Ceketinin kollarını hafifçe sıva­ dı. Kazağını dirseğine doğru çekti. Artık kelepçe, ra­ hatça kollarına geçebilirdi. Belki polis Zeki'yi kelepçe­ lemek ihtiyacını bile duymazdı. Öyle ya, kaç kişi gelip teslim oluyordu şu İstanbul'da? Şimdi Savcı Bey işini bitirip kalkar, .babacan ellerini Zeki'nin omuzlarına koyar ve karşısındaki yaşlı-başlı beyefendiye derdi ki: - İşte örnek bir vatandaş. Aleyhinde olsa bile ka­ nunun emirlerine uyuyor. Sonra polise dönerdi: - Bu iyi vatandaşa kelepçe takmayın sakın. Ha­ pishane müdürüne de söyleyin, temiz bir koğuşa ver­ sinler. İtin, köpeğin arasına atmasınlar. 104


Savcı gerçekten bu işi yapar mıydı acaba? Niye yapmasındı canım? Kendi iradesiyle gelip teslim olmu­ yor muydu? Kendi arzusu ile gelip adalete teslim olan adamın polisin elinden kaçmayacağını koskoca İnfaz Savcısı düşünemez miydi? Düşünürdü. Düşünürse ne kelepçe taktırırdı, ne de iteklenip, tartaklanmasına izin verirdi. İndirdi kazağının, ceketinin kollarını. Sa­ atini yeniden taktı koluna. Savcı, incelediği dosyalan üstüste koyup, bir pusu­ la uzattı polise: - 5. Ağır Ceza kalemine git. Müberra'nımı bul. Şu dosyayı alıp gelsin. Zeki baktı ki polis elden gidiyor, telaşla atıldı: - Ben ne olacağım Savcı Bey? Savcı Bey, ilk kez görüyormuş gibi baktı Zeki'ye: - Ne istemiştiniz siz? Tepeden tırnağa şaşırdı Zeki. Ama savcının bir dosyaya daha dalıp gitmesine fırsat vermeden sebeb-i ziyaretini üçüncü kez açıklayıverdi: - Ben mahkumum, dedi. Yani suçum günahım yoktu ama hakim ceza kesti. Kanuna karşı boynum kıldan incedir. Cezamı çekmeğe geldim. Teslim olmağa geldim." Bl.ırnunun ucuyla kapıyı gösterdi savcı: - Dışarıda biraz bekleyin. Beyefendi eli işimiz var. Çaresiz çıktı Zeki. İki saat kadar gözü kulağı kapı­ da, infaz savcılığının önündeki geniş, uzun koridorda voltalayıp durdu. Yorulunca gelip oturdu kapının kar­ şısına. Gözlerini kapıya dikti. Beklemeğe başladı. 105


Savcı, beyefendi ile birlikte çıktığında saat üçe ge­ liyordu. Zeki, polisler hemen toparlandılar. Polisler esas duruşta iken Zeki bir-iki adım yaklaştı ama Sav­ cı'nın bir el işareti ile kaldı olduğu yerde. Savcı, merdi­ venlerde gözden kaybolunca polislere yaklaştı: Ürkek, korkak: - Gidip bir kaşık yemek yesem izin verir misiniz acaba? Çok acıktım da. - Sen bilirsin. - Ya Savcı Bey gelir de beni bulamazsa? - Savcı Bey artık gelmez. - Gelmez mi? - Gelmez. - Ya benim halim ne olacak? - Kodese girmeye çok hevesliysen yann gelir, şansını denersin. Akşam, masada bir şişe, tabaklarda lüfer ızgara, gene Osman'ın evindeydiler. Osman "iyi ki Savcı Bey'in işi çıkmış" diye başladı: - Bana öyle geliyor ki İstanbul'da teslim olman sakıncalı. - Neden? Osman, üzerine taze bön kahve serpilmiş bir dilim elma attı ağzına. Kaşlarını yay gibi gerip, dudaklarını aksi istikamette büzdü. Önemli şeyler açıklayacağı za­ man hep böyle yapardı: - Akşam üzeri Recep'in Yeri'nde Kazım'ın erkete­ siyle karşılaştık, dedi. Paşakapısı'ndan yeni çıkmış. İçerisi çok berbat diyor. Bayrampaşa daha betermiş. - Yani sen bana teslim olma mı diyorsun? 106


- Yoo, teslim olacaksın. Teslim olmağa teslim ola­ caksın da İstanbul' da değil. - Ya nerede? - Benim memlekette. Divriği'de yani. B aşgardiyan Binali çocukluk arkadaşımdır. Yiğit oğlandır. Mert çocuktur. Sabahleyin Sivas otobüsüne atlar, ora­ dan Divriği'ye geçersin. Bulursun Binali'yi. Benden se­ lam söylersin. Sana belki de kadınlar koğuşunu ayırır. Geçen yıl gittiğimde görüşmüştük, kadın gardiyan ol­ madığı için, kadın mahkumları Sivas Cezaevine yollu­ yorlarmış. Sana bir de küçük televizyon ayarladık mı, paşa gibi yatar çıkarsın. Kadehleri Divriği'nin şerefine kaldırdılar. Ertesi gün, Osman Sivas'a uğurladı arkadaşını. Eline 35 ekran bir televizyon tutuşturdu, cebine biraz para koydu. Kadınlar koğuşunda ağırlaması ve Zeki'ye gözü gibi bakması için bir de mektup yazdı Binali'ye. Bir gün sonra Zeki, elinde televizyon, koltuğunun altında battaniyeye sarılmış bir sünger yatak, Divriği Hapishanesi'nde Başgardiyanın karşısındaydı. Osman'ın mektubunu okuyunca sevindi, gözlerinin içi güldü Binali'nin: - Ricası başım üzerinedir, dedi, uzattı elini: - Ver kararı. - Ne kararı? - Mahkeme karan. Hüküm yani. - Karar yok. Getirmedim. Esasen bana karar marar vermediler ki. - Adresine göndermişlerdir. 107


Zeki, hüküm giydiği günün gecesinde, oturduğu gecekondudan valizini alıp tüydüğünü söyleyemedi. Ama eğer karar dosyadaki adresine gönderildiyse bile, ev sahibine üç aylık kira borcu taktığı için bu kararın hiçbir zaman eline geçmeyeceğini biliyordu�. Bütün bu açıklamaları gereksiz buldu, evinin ·ı�­ timlak edilip, caddenin genişletildiğini söylemekle ye­ tindi. - Öyleyse Osman'dan isteyeceğiz, dedi Binali. "Dosya numarasını biliyor musun? - Biliyorum. - O halde şimdi git, Osman'a telefon aç, kararın suretini alıp bize göndersin. Zeki çıktı, girdi bir kahveye. Sobaya yakın bir rıra­ saya oturdu. Çay söyledi. Hapishaneye girmek, firar dolaşmaktan daha mı zordu ne? Öyle ya, birbuçukyıl boyunca, bütün İstanbul polisinin fellik fellik kendisi­ ni aradığını sandığı halde yakayı elevermemişti. Os­ man'ın dediği gibi bütün İstanbul polisi bir garip Zeki için seferber olmadıysa bile, İnfaz Masası dedektifleri mutlaka peşine düşmüşlerdi. Ama birbuçuk yıl boyun­ ca da hiç kimse yakalayamamıştı onu. Fakat adam gi­ bi teslim olmak isteyince iş zorlaşıyordu. İşte, İnfaz Savcılığı'na kadar gitmiş, kapıdaki polislere ve savcı­ nın bizzat kendisine teslim olmağa geldiğini söylemiş, fakat kimse oralı olmamıştı. Ve bugün de İstanbul'dan beri gelip, hapishaneye girdiği halde, geri çı�anlmıştı. Ne biçim işti bu be? Kararını değiştirip kaçmağa devam mı etseydi acaba? Fakat nüfus kağıdını cebine koyup, boğaziçi sa­ hillerinde göğsünü gere gere midye tava satabilmesi 108


için bu cezayı infaz etmesi şarttı. Söz verdi dönmeye­ cekti karanndan. Her türlü güçlüğü aşıp, kendini ce­ zaevine sokmağa ant içti. Ant içti ama, hapishaneye girmek için yaman bir mücadele vermesi gerektiğini de bilmiyordu zavallı. Çayını içip kahveden çıktı. Osman'ı aradı. Dosya numarasını verdi. Karar suretinin çok acele gönderil­ mesini, aksi halde hapishane üzerine kurduğu hayallerin yıkılacağını söyledi. Kapattı telefonu. Zeki, Divriği postasının öğleye doğru geldiğini Bi­ nali'den öğrenmişti. Osman'la görüştükten üç gün son­ ra, her ikindi vakti büyük ümitlerle mutlaka hapisha­ neye uğruyor, her defasında da Binali'den aynı cevabı alıyordu: - Yok kurban, henüz karar gelmedi. Aradan on sekiz gün geçmişti. Kar-kıyamet bir günde, Hafik'li Mürsel'in çayhanesinde semerci Halil Usta ile birlikte sobanın başındaydılar. - Kar yollan kapatmış, dedi Halil. - Deme. - Dağlara üç günden beri kar yağıyormuş. Bayırlar buza kesmiş. - Desene ben daha çok bekleyeceğim. - Öyle gibi. Halil Usta, şalvarının cebinden tabakayı çıkarıp, sigara sarmağa ·başladı. Sonra, kavlı çakmakla sigara­ sını yakıp, önemli bir sır ifşa edermiş gibi baktı Ze­ ki'ye. Tuttu elinden: - Aklıma bir şey geliyor, dedi. Sana bir iyilik yap­ mak istiyorum. 109


- Nasıl? - Divriği'de az çok hatırımı sayarlar. Övünmek gibi olmasın ama herkes sözüme güvenir, itimat eder. İstersen karakola ihbar edeyim seni. Biliyorsun, imza­ sız ihbarları ciddiye almıyorlar. İhbar dilekçesine adı­ mı, adresimi de yazarım. ortalık anarşist kaynıyor. Bana �yle geliyor ki yarım saata kalmaz gelip alırlar seni. Muradına ermiş olursun. Anarşist lafı ürküttü Zeki'yi: - Ya gerçekten anarşist sanıp döverlerse? - Onu bilmem. Komisere kötek çekmeyin derim ama, gene de polisin ne yapacağı belli olmaz. Kafası allak bullak oldu Zeki'nin. İhbar iyi fikirdi ama, oldum olası korkardı dayaktan. - İstersen sen yakalandıktan sonra Binali'yi de karakola göndeririz. Dövülmene mani olur. Işık ışık parladı Zeki'nin gözleri: - Dinlerler mi dersin? - Polis, gardiyan içiçe. Her gün beraberler. Niye dinlemesinler ki? Birlikte kalktılar. Ipıssız sokaklarda, dizlerine ka­ dar kara gömüle gömüle arzuhalci Arifin dükkanına geldiler. - Selamünaleykim. - Ve aleykümselam. Altlarına hasır kürsüleri çekip, mangala yanaştı­ lar. Halil usta, "Misafirim" diye tanıttı Zeki'yi. "Anka­ ra'dan gelmiştir" dedi. Sonra, memlekette ahlakın, asayişin kalmadığından yana uzun bir girizgah yapıp, konuyu açıverdi: 1 10


- 15-20 günden beri kasabada ipsiz sapsız biri do­ laşıyor. Hırsız mıdır, uğursuz mudur bilmem. Herke­ sin çoluğu çocuğu, avradı, ayali var. Belki de ırz düş­ manı falandır. Şimdi sen bir istida yaz, ben bu herifi yakalatacağım. Yazı makinasını masanın kenarına doğru itti Arif: - Olur mu Halil Usta? Sen dini bütün bir müslü­ mansın. Namazlı niyazlı adamsın. Sırf şüpheleniyor­ sun diye elin garibi şikayet edilir mi? - Şikayet değil, ihbar. - Ne fark eder ki? Belki yolcudur, tüccardır. Belki batak parası vardır, alacağını tahsile gelmiştir. - Ya birini öldürmeye geldiyse? - Birini öldürmeye gelen 15-20 gün dolaşır mı kasabanın içinde? Zaten el kadar bir yer. Divri� dediğin ne ki? Zeki, Arifi ikna etmek için söze karışma k gereğini duydu, aksi halde hapishaneye girme şansını bu kez de kaybedebilirdi. - Siz istidayı yazın, dedi. Suçu günahı yoksa za­ ten bırakırlar, ama eğer hakkında bir karar, hüküm falan varsa çeksin cezasını. Arif, öfkeyle kalktı masadan. "La havle"ler çeke­ rek, dükkanın içinde dolanıp durdu. Sonra gelip otur­ du mangalın başına. - Sen ne diyorsun kardeşim, dedi. Adamın suçsuz olduğu anlaşılıncaya kadar iflahını keserler be. Zaten bir Antep'li başkomiser gelmiş, sürgün müymüş, ney­ miş, değil karakola düşene, önünden geçene bile, Allah yaratmış demiyor, basıyor odunu. Falakaya mı yatın111


yormuş, sırtında sigara mı söndürüyormuş, herkesin ağzında bir laf. Arif, demliği ateşe sürüp devam etti: - Sen de garip adam sayılırsı, dedi. Ankara'dan mı ne gelmişsin. Şimdi ben kalkıp bu adamdan şüphe­ leniyorum diye karakola başvursam ayıp olmaz mı? Aklı fikri bir an evvel cezaevine girmenin yollarını aramakla meşgul olan Zeki boş bulunup "Yoo, dedi. Niye ayıp olsun ki? Hem polise yardımcı olmuyoruz, hem de polisten vazife bekliyoruz. İstersen bir istida yaz, beni ihbar et. İki elini dizlerine vurup kalktı Arif. - Pes doğrusu, dedi. "Size olacak olmuş." Sonra kürsüye oturup çattı kaşlarını . Parmağını, Semerci Halil'in gözlerine sokarcasına devam etti: - Askerden geldim, bu dükkanı açtım. 5 1 yaşın­ dayım. Bugüne kadar ne muhbirlik yaptım, ne ihbar dilekçesi yazdım. Bundan sonra da kellemi kesseniz yazmam. Anlaşıldı mı? İstidacıdan böyle bir tepki beklemiyorlardı. Adam dilekçeyi yazıp, parasını cebine koyar, gerisine karış­ maz sanıyorlardı. Çıktılar. Zeki, üşüyen ellerini ceplerine sokop, pa­ rasını hesaplamağa başladı. Suyunu çekmişti para. İki, bilemedin üç gün daha o sobası yanmayan otelde yatar, çarşıdaki lokantada pilav üstü kuru yer, Hafik'li Rüstem'in çayhanesinde çay içebilirdi. Fakat ya dör­ düncü gün? Ne yer, ne içer, nerede yatar kalkardı? Tuttu Semerci Halil'in kolundan: - Bu Antep'li komiserden haberin var mıydı se­ nin? 1 12


- Vardı. Antepli'nin zoru ırz düşmanlarıyla, yok­ sa kimseye karıştığı yok adamcağızın. Onun dayağını yemek için ya ırz düşmanı olacaksın, ya fransız. - Ben ırz düşmanı değilim ki. - Değilsin tabi. - Fransız da değilim. - Estağfirullah, o nasıl söz öyle? - O zaman şifahi ihbarda bulunsak. Kağıt kalem şart mı ki? - Doğru, dedi Semerci Halil. "D,: 1ıa evvel niye dü­ şünemedik biz bunu. Şimdi sen Hafüdi'nin kahvesine git otur, ben eşgal tarifi vı;-rip, polisleri gönderirim. Zeki, yarım saat sonra t r.ı.rakolda ifade veriyordu. - Söyle bakalı!n, dedi Antepli, yumruğunu masa­ ya vurarak, "Bu kaı �'a kıyamette Divriği'de ne arıyor­ sun? - Ben hükümlüyüm, dedi Zeki. Ve Antepli'nin öf­ kesini celbetmemek için hemen ilave etti: - İstanbul'da bir ırz düşmanını dövmüştüm. Tu­ rist rehberi miymiş, neymiş. Yanında da bir Fransız turist vardı. İkisi birlikte bir Türk kızına sarkıntılık edince kanıma dokundu ahi. - Eline sağlık, t.cdi Antepli. "Kırsaydın ağzını burnunu itoğlu itin". - Kırdım zaten. Ben ırz düşmanlarıyla Fransızla­ ra çok bozulurum ahi. İkisini yanyana görünce daya­ namadım. Lakin herife biraz fazla vurmuşuz galiba. Hakim birbuçuk ay ceza kesti. Antepli, karakolun en rahat koltuğuna oturttu Ze­ ki'yi. Bir sigara ikram etti, çay söyledi. 1 13


ha?

- Hem Fransız, hem ırz düşmanı. İkisi yanyana - Yanyana ahi. Sultanahmet'te.

- Hedefe bak be. Öyle fırsat kolay kolay ele geçmezdi Yakalamışken gebertseydin piç kurularını. - Sülüslerini kesecektim ama bırakmadılar ahi. - Buraya niye geldin? İstanbul polisi idare edemedi mi seni? - Epey idare ettiler. Sağolsunlar. Fakat benim yüzümden memur arkadaşların başına bir iş gelsin is­ temedim. Cezamı çekmeye geldim. - Evrakların nerede? - Gelecek. Osman'a telefon açıp istedim. Sigarasını söndürüp ayağa kalktı Antepli: - Sıkma canını, dedi. "İstersen ben buradan da sürgün oluncaya kadar elini kolunu sallaya sallaya do­ laşabilirsin. Sana yan bakanın gözünü oyarım. Bütün planlarının suya düşmek üzere olduğunu o anda farketti Zeki. - Olur mu komiserim dedi, "Allah göstermesin, sen beni hapishaneye yolla, bir an evvel cezamı çekip çıkayım. - Yooo, şunca yıllık meslek hayatım boyunca böy­ le bir vukuattan dolayı kimseyi tutuklamadım. Hima­ ye ettim hatta. Tutuklanmalarına mani oldum. Tutuk­ lanmışlarsa kaçmalarını sağladım. - Fakat benim işim gücüm var komiserim. Sen gel bir iyilik et, beni hapishaneye gönder, olsun bitsin bu iş. 1 14


- Yeter! diye bağırdı Antepli. Bakandan emir gel­ se bile tutuklamam seni. Kabahat sende değil ki . . Seni mahkum eden hakimde. Ama mutlaka hapishaneye girmek istiyorsan, beni bulaştırma bu işe. Bütün ümitleri kınldı. Koltuğa yığılıp kaldı Zeki. - Paran var mı? - Var. - Çıkar. Cebindeki bütün parayı çıkarıp koy şu masanın üzerine. Cebinde koynunda ne varsa çıkanp sümenin üçeri­ ne koydu Zeki. Antepi saymadı bile. - Hepsi bu mu? - Evet. Aslında param çoktu ama hapishaneye girişim gecikince harcamak zorunda kaldım. - Nerede yatıp kalkıyorsun? - Otelde. - Hangi otelde? - Gürün Palas. Zile bastı, genç bir memur girdi içeriye: - Buyurun başkomiserim. - Şu Gürün Palas'ın sahibini bul. Zeki'den para almasın. Aldıklarını geri versin. Hürmette kusur et­ mesin. Sobayı yakmadığını, söylendiğini falan duyar­ sam kapatırım otelini. Sittin sene açtıramaz. Oduncu Apti'ye de söyle, otele birkaç çeki odun yollasın. Ora­ dan kulübe uğra. Zeki'den bahset. Başkomiserimin mi­ safiri de, kardeşi arkadaşı da, hemşehrisi de, ajanı de, ne dersen de. Bu adam günde üç öğün canı ne istiyorsa yiyip içecek. İsterse kafayı çekecek, camı çerçeveyi in­ direcek, isterse olay çıkaracak, bela çıkaracak. Karışıl­ maya. Anlaşıldı mı? 1 15


- Emredersiniz başkomiserim. Memur, odayı terkedince, cebinden bir elli binlik çıkardı Antepli. Kıstırdı Zeki'nin avucuna. - Kusura bakma, dedi. Fazla param yok. Ayın da sonu. Hadi işin rast gelsin. Üç gün sonra Hafıklinin kahvesinde pişpirik oy­ narken, beklenen evrakın geldiğini öğrendi Zeki. He­ men Binali'yi buldu. - İnşallah artık hapishaneye giriyoruzdur. - Yok kurban, dedi Binali. Bir işimiz daha var. - Nasıl bir iş bu? - Şimdi bizim mahallenin muhtarına gidip, sana bir ikametgah ilmühaberi çıkaracağız. Yoksa mümkün değil cezaevine giremezsin. - Bir aksilik çıkmaz ya. - Çıkmaz çıkmaz. Benim evin adresini yazdırıp mühürletiriz. Hepsi bu kadar. Tulum peyniri ticareti yapılan mahzenimsi bir dükkana geldiler. Karşılama mükemmel, izzet ikram yerinde olduğuna göre, demekki muhtarla Binali sami­ mi arkadaştılar. O halde şu ikinci çaylarını içinceye kadar, evrakı ceplerine koyup, huzur içinde hapisha­ nenin yolunu tutarlardı. Binali, mahkumiyetten söz etmeden, münasip bir lisanla meseleyi açıp, bir ikametgah ilmühaberi çıkar­ mak için rahatsız ettiklerini söyleyiverdi. - Hay haayy, dedi Muhtar. "Rahatsızlık ne de­ mek. Vazifemiz. Gidip oturdu masasına. Daktiloyu önüne koydu. Uzattı elini: - Ver. 1 16


- Neyi kurban? - Nakil ilmühaberini Zeki ile Binali birbirlerinin yüzüne baktılar. - Ne dedin kurban? - Nakil ilmühaberi dedim. Binali, bunca yıllak başgardiyanlık hayatında hiç böyle bir ilmühaber adı duymamıştı. Şapkasını çıkarıp kafasını kaşıdı. - Şunu bir izah etsene kurban. - Muhtar, Zeki'yi gösterdi. - Arkadaş buraya gelmeden önce, hangi şehrin hangi mahallesinde kayıtlı ise, o mahallenin muhta­ rından tasdikli, imzalı bir nakil ilmühaberi almış ol­ malıydı. Yani adresini naklettiğine dair bir belge. Bi­ zim bu belgeyi görüp, dosyamıza koymadan ikametgah çıkarmamız kanuna aykırıdır. - Yeni mi çıktı bu kanun? - Yeni çıktı. Çünkü mesela Ankara'da suç işleyen bir adam, nakil ilmühaberi almadan kalkıp buraya ge­ lirse polis nasıl yakalasın onu? Gideceği memleketi ve hangi adreste mükim olacağını bildirip, nakil ilmühab­ seri almalı ki devletin işi kolaylaşsın. - Haklısın, diye atıldı Zeki. - Haklısınız ama benim devletin işini zorlaştırmak gibi bir niyetim yok. Bir an evvel hapishaneye gi­ rip cezamı çekmek istiyorum. Muhtar, hapishane lafını duyunca itti önünden daktiloyu. - Vallahi, dedi, Senin ne yapacağın beni alakadar etmez. Lakin nakil ilmühaberini getirmeden sana ikametgah veremem. 117


- Fakat ben nakil ilmühaberini getirsem bile Bi­ nali'nin evinde kalmayacağım ki. Hapishanede kalaca­ ğım. Devlet nerede olduğumu kayıtla kuyuda geçire­ cek. Dostluk, arkadaşlık, hatır gönül işe yaramadı. Bo­ yunlarını büküp çıktılar. Zeki doğru otele gidip Os­ man'ı çevirdi. Binali'nin adresini yazdirdı. Üç aylık ki­ ra borcu takarak tüydüğü gecekondu mahallesinin muhtarlığını tarif etti. Ve evrakın postayla değil, Div­ riği'ye gelen bir otobüsle gönderilmesini tembih edip, çağırdı katibi: - Yak lan şu sobayı . Git bir şişe de rakı al gel. Nakil ilmühaberi beş gün sonra ellerindeydi. Binali ile birlikte koşarak geldiler peynirciye: - Nakil ilmühaberi geldi muhtar. Muhtar, ilmühaberi alır almaz geri uzattı. - İyi ama bunun üzerinde fotoğraf yok ki. - Ne fark eder ki kurban? Bu ilmühaberin bir başkasına ait olabileceğinden şüphe ediyorsan kafa kağıdını incele. Orada Zeki'nin adı da var, fotoğrafı da. - Sen nasıl devlet memuru olmuşsun be adam, di­ ye çıkıştı muhtar. Ben talimatları uygulamak zorun­ dayım. Bana gönderilen talimatta nakil ilmühaberinin fotoğraflı olmasi isteniyor. Anladın mı şimdi? - İstanbul'daki muhtar nasıl tanzim etti öyleyse? Demek ki istenirse bir yolu bulunabiliyormuş. - O beni ilgilendirmez. Çıktılar. Zeki, Divriği Palas'tan, bu yanlışlığın düzeltilmesi için Osman'a telefon açarken, radyo Sivas-Divriği yo­ lunun kardan kapandığını bildiriyordu. 1 18


DİLEKÇE Kapı sürgülerinin çekilmekte olduğunu duyunca mahkumlar kavgayı bıraktılar. Şişler, bıçaklar, falça­ talar saklandı. En öfkeli kavgacılardan Belalı Basri ile Uzun Osman derhal namaza durdular. Cepçi Recai, Tufacı Temel'in elindeki açık-saçık gazeteyi kapıp, ye­ re sererek, iki dizini kınp oturdu üzerine. Sonra elleri­ ni semaya açıp, dua mırıldanır gibi kıpırdatmaya baş­ ladı dudaklannı. Kapı açıldı, 80'lik bir mahkum girdi içeriye. Nere­ ye gideceğini bilmeden, titrek dizlerinin üzerinde güç­ lükle ilerliyor, bardak dibi kadar kalın gözlüklerinin gerisinden içine itildiği mekanı tanımağa, anlamağa çalışıyordu. Belalı Basri, Cepci Recai, Uzun Osman, Tufacı Te­ mel ve diğerleri, zulalarından şişleri, falçatalan alıp ağız dalaşına başlayınca Ömer hemen ranzasından at­ ladı. Yaklaştı ihtiyara. Birileri çarpıp düşürmesin diye tuttu kolundan: - Geçmiş olsun amca. - Teşekkür ederim. Size de geçmiş olsun. Doktor nerede acaba? - Ne doktoru? ·

1 19


- Revir değil mi burası? Ömer, koluna girip ranzasına getirdi ihtiyarı. - Burası revir değil, dedi. Koğuş. - Ne? Koğuş mu dediniz? - Evet. Koğuş dedim. - Ne koğuşu? - Hırsız. Yüzünün kanı bir anda çekildi ihtiyarın. Sapsan kesildi. Ve aynı anda sağ elini kalbine götürüp, ovma­ ya başladı. Fenalık mı geçiriyordu acaba? Bu gibi durumlarla sık sık karşılaştığı için, yapıla­ caklar konusunda az-çok tecrübe sahibiydi Ömer. He­ men başının altına bir yastık çekip uzanmasını sağla­ dı. Ayakkaplannı çıkardı. Gömlek düğmelerinden bir­ kaçını açtı. Kemerini gevşetti. Üzerine bir battaniye çekti. - İyi misiniz? - İyiyim, iyiyim, dedi ihtiyar güçlükle. Biraz çarpıntım var. Fena bir haber alınca hep böyle oluyorum. Kalbim çarpmağa başlıyor, tansiyonum yükseliyor. Başına bir ağrı yapışıyor. Yaşlılık işte . . Ömer teselliye çalıştı ihtiyarı: İhtiyar, iki elini yüzüne koyup, gözpınarlannda bi­ riken yaşlan silerken mırıldandı: - Buralara düşecek adam mıydım ben? Çoluk ço­ cuğun yüzüne nasıl bakarım? Torunlara, gelinlere ne derim? Bu yaştan sonra... Hırsızlar arasında . . . İhtiyar gaf yaptığının farkına varmıştı. Yavaş ya­ vaş elini yüzünden çekip doğruldu. Üşüyen omuzları­ na bir battaniye alıp, sırtını ranza tahtalarına yasladı: 120


- Afedersiniz evladım, dedi. Sizi üzmek istemez­ dim. Ama insanın yaşı sekseni aşınca kontrolünü kay­ bediyor. Bu hırsız lafını siz duymuş olmayın. - Ben hırsız değilim. Ama siz gene de hırsız keli­ mesini unutun. Çünkü mahkumun tepkisi sert olur. "Anlıyorum, anlıyorum" anlamında başını eğdi ihtiyar: - Peki siz neden düştünüz buraya? Ömer derin bir iç çekti: - Yaralamadan. Bir trafik kazasında yedi yaşın­ daki kızımı ezen serseriyi yaralamadan.. Şimdi çok pişmanım ama iş işten geçti. Meydancı geçiyordu. İki çay seslendi Ömer. - Ben içmem. - Neden? - Şekerim var. Sakarinimi aldılar. Cezaevine ilk girdiğimde kaydımı yaparlerken cebimde koynumda ne varsa çıkardılar. Sakarinime, trinitrinime, tansiyon hapıma el koydular. - Bilmiyorlardır. - Evet, bilmiyorlardı. Ama onlara anlattım. Kalp hastası olduğumu söyledim. Şekerimin yükseldiğini söyledim. Tansiyonumu söyledim, ve mümkünse ilaç­ lanmla birlikte revire yollamalarını rica ettim. Revir, tek çıkar yoldu bu ihtiyar için. Aksi halde, kalpten, şekerden gitmezse, bitin, pirenin içinde pis­ likten gözlerini yumardı adamcağız. Ama revirden de önce, daha acil bir sorunu çözümlemek gerekiyordu: Yatak! Çünkü 60 kişilik koğuşq,p meycudu, ihtiyarla birt likte 97'ye yükselmişti ki' bu rakam iki gün sonra ka121


rantinadan yapılacak dağıtımla yüze de çıkabilirdi, yüzona da. Çayını içip kalktı Ömer. Koğuş mümessilini buldu. İhtiyarın durumunu anlattı. Hastalıklarından bahset­ ti. Böyle bir insanı betonda yatırmanın, ölümüne göz yummak demek olacağını söyledi. Dört ayrı davadan iki idam, iki müebbeti bulunan mümessil, umursamaz bir tavırla bıyıklarını burarak dinledi Ömer'i. - Suçu neymiş? - Bilmiyorum. Sormadım. Sormak da gerekmez. - Eski köye yeni adet mi getiriyorsun? Bir sigara yaktı Ömer. Bir de mümessile ikram etti. - Bak, dedi. Bu adamın suçu ne olursa olsun, yar­ dım etmek zorundayız. Adamcağız önce çok yaşlı. - Benim için mi yaşadı ki? - Bilmiyoruz. Ama belki de bizim için yaşamıştır. Belki İstiklal Savaşı gazisidir. - Belki de savaştan kaçmıştır. - Belki, ama geçmişi ne olursa olsun o yaştaki bir insana yardımcı olmak durumundayız. Kalbi var, tan­ siyonu var, şekeri var. - Öyleyse revire gitseydi. - Zaten revire sevkini istemiş, fakat revir diye bizim koğuşa getirmişler. Bilirsin, bol parası veya adam' olmayan binni kolay kolay revire yatırmazlar. Gözü 33 'lü kehribarında, sigarasından derin bir nefes aldı mümessil. Sonra ağzındaki bütün dumanı Öme t·'in yüzüne hohladı. 122


- Adam ya kavvatsa? Pezevenkse, yavşak, müpte­ zel falansa? Bir "Lahavle" çekip kalktı Ömer. Geldi ihtiyarın yanına. - Nasılsınız? Alışabildiniz mi biraz? İhtiyar, yorgun gözlerini, çevresindei i bütün ran­ zalardan tavana doğru sütun sütun yükselen sigara dumanlarına çevirdi. Allah'lı kitaplı, analı avratlı kü­ fürlere verdi kulaklarını.. İyi olmasıP ::ı. iyi değildi. Alı­ şamamıştı. Alışamayacaktı da. Ama nezaketen olumlu cevap verdi Ömer'e: - Sağol evladım, dedi. Buna da şükür. Battaniyelerin altma girip, ranzaya yaslandılar. Bu ihtiyar kimd_ acaba? Nereliydi? Bu yaşta hangi suçun faili olabilir, kiminle ne açmazı bulunabilirdi? Ve biraz evvel sözünü ettiği torunlar, oğullar, gelinler İstanbul'da mıydılar acaba? Yoksa memlekette mi? - Memleket neresi amca? - Sinop. - İçinden mi? - Yoo, Boyabat kazasından. - Yani gelinler, oğullar, torunlar Boyabat'tal�r mı? - Boyabattalar. Öyleyse ihtiyarın ziyaretçisi gelmeyecekti. Kızlar, gelinler, kirli çamaşırlarını aklayıp paklayıp getireme­ yecekler, oğullar, torunlar üç-beş kuruş harçlık vere­ meyeceklerdi. Ömer, bir otomobil tamirhanesinin sahibi olduğu için dışarıda para sorunu yoktu. Fakat kurallar gere123


ğince hapishanede haftada 1 .500 lira ile geçinmek zo­ rundaydılar. Bu 1500 liranın yarısını çaya, yarısını si­ garaya veriyordu Ömer. Gerçi ihtiyarın çay, sigara alışkanlığı yoktu ama, o berbat karavanayı da yiye­ mezdi bu adamcağız. Kantinden süt, bisküvit, yoğurt vesaire almak için de daha fazla paraya ihtiyaç vardı. Ne yapmalıydı acaba? Çamaşır iyi kolaydı. Önce "Koğuşta yıkanın" diye düşündü Ömer. Fakat koğuşun bitten pireden kırıldı­ ğını hatırlayınca vazgeçti. Bitli çamaşırların mutlak surette kaynatılması gerekiyordu çünkü. En iyisi, Ke­ mal'e bir mektup yollayıp, ihtiyar için don, gömlek, fa­ nila, kazak, çorap morap istemek ve kirlenen çamaşır­ ları eve gönderip yıkatmaktı. Ama para meselesini çö­ zümlemek bu kadar kolay değildi. Çamaşırların ara­ sında hapishaneye para sokmayı denemek, hücreye atılmayı ve eşek sudan gelinceye kadar dövülmeyi göze almak demekti. Çünkü çamaşırlar, içeriye esrar, eroin, silah vesaire sokulmasını önlemek için didik didik ara­ nır, para bulunursa da mahkumun kumar oynadığına dair bir kanıya varılırdı. Zor olacaktı bu pirincin taşını ayıklamak. Öyleyse? Öyleyse ihtiyara hapishanenin katı gerçeklerini söylemeli, bir an evvel haberleşmeyi sağlamaya çalış­ malıydı. Hemen büyük oğula mektup yazılıp, durum anla­ tıldı, adres bildirildi. İyi sıhhatta olduğu, çarpıntıları­ nın kalmadığı, şekerinin ve tansiyonunun yükselmedi­ ği, adı hapishane olsa bile rahat bir ortamda huzur içinde bulunduğu özellikle not edildi. Ve tabii para is­ tendi. 124


Bu iş tamamdı. Şimdi artık, adının Ali Rıza olduğunu öğrendiği ih­ tiyarı bir an öcne revire sevkettirmek için derhal bir dilekçe yazmalıydı. Derhal yazmalıydı çünkü, eğer gar­ diyanlar akşam sayımı için koğuşa geldiklerinde dilek­ çeyi ellerine tutuşturamazsa tam 24 saati kaybetmiş olacaklardı. Dilekçelerin, mektupların mutlak surette akşam sayımında verilmesi çok önemli bir kuraldı Bayrampaşa Cezaevinde .. Ve bütün kurallar az -çok çiğnendiği halde, bu kural, bugüne kadar çiğnenme­ mişti. Saata baktı, 20-25 dakika vardı sayıma. Biraz önce mektup için kullandığı bloknottan bir sayfa kopardı Ömer. Kağıt biraz küçük müydü ne? Evet, evet, nor­ mal bir dosya kağıdından birer, ikişer santim daha kı­ saydı eni boyu. Üstelik kareliydi de ... Bloknotu bırakıp ortalığa seslendi: - Kimde dosya kağıdı var? Ses, hemen hemen koğuşun yans�nda duyulması­ na rağmen cevap veren çıkmadı. Yakın ranzalardaki­ ler baş göz işaretleriyle kağıtlarının olmadığını bildir­ diler. Ömer, hemen meydancıyı çağırıp, eline birkaç kuruş sıkıştırdı. Bir paket sigara verdi. - Çabuk, dedi. Koğuşu dolaş, arkadaşlara selamımı söyle. Kimde dosya kağıdı varsa al, gel. Bir süre sonra döndü meydancı: - Kağıt yok ahi. - Hiç kimsede yok mu? - Yok. Herkese sordum. Kağıt ne gezerdi hırsız koğuşunda? Buradaki mahkumların yandan fazlasının okur yazarlığı yoktu. Okur yazar olanlar da, ilkokulu ikiden. iiçten terket125


miş, en tahsillisi orta sona kadar okuyabilmişti. Üç-beş kişi hariç, hemen hemen bütün koğuşun mektuplarını Ömer yazıp, Ömer okuduğu için, koğuşun kağıtla, ka­ lemle esasen ilgisiz olduğunu biliyordu. Ama bazen üç­ taş veya dama çizmek için kağıda ihtiyaç duyduklarını da biliyordu. Şu kareli kağıda yazsa mıydı acaba? Önemli olan dileği bildirmek olduğuna göre ne fark ederdi ki? Ama ya üç yıldızlı gardiyanlıktan parti ilçe başkanının torpiliyle Hapishane Müdürlüğüne terfi eden Şişman Hamdi kızarsa? Niye kızsındı canım? Ömrünün onyedi yılını gardiyan, başgardiyan ve ha­ pishane müdürü olarak cezaevlerinde geçiren bir in­ san, mahkumun bazen bir tek kibrit çöpüne sahip ol­ mak için bile saatlerce mücadele ettiğini bilmez miydi? Öyleyse anlayış gösterir, kağıdın bir-iki santim ufak ve kareli oluşunu mahkumun mahrumiyetine veya çare­ sizliğine verirdi. Hatta belki anlamazdı bile .. Öyle ya, 17 yıldan beri açık saçık fıkralar anlatarak mahpusha­ ne koridorlarını adımlamış, adam dövmekten, küfür etmekten ve bir de gözüne çarpan her şeyi bir gerge­ dan iştahıyla öğütüp midesine indirmekten başka hiç­ bir özelliği olmayan Şişman Hamdi belki de farketmez­ di kağıdın küçük olduğunu. Kağıttı bu, cop değildi ki . . Hem dilekçe nizamnamesi mi vardı ki canım? İşin ucunda ölüm yoktu ya. Oturup, özene bezene bir dilekçe yazdı Ömer. Tam bloknotu yerine koyuyordu ki kapının, açıldığını duydu. Dört gardiyan, dört jandarma girdi içeriye: - Sayınının! 126


Bütün mahkumlar muhtazam sıralar halinde dizil­ diler. Mevcut tamamdı. Ömer, iki adım önce çıkıp, mektubu, dilekçeyi uzattı çift yıldızlı badem bıyıklıya. - Ne dilekçesi bu? - Revire sevk için. Badem Bıyıklı, lütfen uzanıp aldı dilekçeyi. Yanın­ daki tek yıldızlıya döndü: - Aslında böyle kağıtlara aracı olmayı sevmem ben. Geçen hafta siyasilerin koğuşundaydım. Lavuğun biri gene böyle bir sayım sırasında bir dilekçe verdi eli­ me. "Ne lan b u " dedim. "Dilekçe " dedi . Bak bak, di­ lekçeye dilekçe diyr enayi. "Ulan ben bilmiyrmiyim bunun dilekçe olduğun u ? Ne dilekçesi Zan b u ? Yani se­ nin bu dilekçeyi yazmaktan maksadın ne ? Revir için­ miş. Kıyak olsun diye okumadım. Götürüp koydum Müdür Beg 'in masasına. Müdür ertesi gün beni çağır­ dı. Bir fırça yedim ki aklın durur. Meğer eşşoğlueşek "Yüksek Makamın alçak katına " diye başlamış. Bak bak, cehalete bak. "

- Estağfirullah, dedi Ömer. İsterseniz okuyun. Bi­ zim Müdür Bey'e saygımız vardır. Badem bıyıklı, heceleyerek okudu dilekçeyi. - Yok canım dedi, siz yapmazsınız. Zaten ne pis­ lik çıkarsa siyasilerin başının altından çıkar. Bana kalsa hepsini keserim ya. Mektubu, dilekçeyi katlayıp cebine soktu gardiyan: - Allah kurtarsın. Gardiyanlar, j andarmalar terkettiler koğuşu. Mahkumlar dağılıp yataklarına çıktılar. Pijamalarını, eşofmanlarını giydiler. Eller esrar ve zar için zulalara 127


uzanıyordu ki kapının tekrar açıldığı duyuldu. Ve bi­ raz önce siyasilerin dilekçesi ile ilgili olarak başından geçenleri anlatan badem bıyıklı, iki jandarmanın ara­ sında hışımla girdi içeri: - Yav sen gelsene buraya. Terliklerini ayaklanna geçirip fırladı Ömer. - Ne oldu? - Yav sen boyundan posundan utan mıyr mısın? - Utanacak ne var ki? - Yav sen Allah'tan korkmıyr mısın? - Ne yaptım ki ben? - Vııyyy, daha ne yaptım diyr? Lo daha ne yapacaksın? Lo hanamı harap edecektin sen benim. Lo ben senin gibi ipsiz sapsız mıyım? Hırsız, uğursuz muyum? Lo benim avradım uşağım var. Anam babam var. Ço­ luk çocuğum var. Bir de dul bacım var. Bacımın da iki çağası var. Bunların hepsi benim elime bakıyr yav. Yav sende hiç din iman yok mudur? Allah kitap bilmez misin sen yav? Yav damalı kağıda dilekçe yazıldığı gö­ rülmüş işitilmiş iş midir? Her şey anlaşılmıştı. Gardiyanın heyecanına, öfkesine, üslubuna şaştı kaldı Ömer. Sonra bir tokat gibi buruşturulup suratı­ na fırlatılan dilekçeyi hırsla yırtıp, bir battaniye serdi betona. Bir battaniye de üstüne alıp yumdu gözlerini. Ertesi gün, havalandırma saatında doğru kantine gitti. Biraz bisküvit, bir-iki kutu süt, kağıt mağıt alıp döndü koğuşa. Paketleri Ali Rıza Bey'e uzattı. Ve otu­ rup yeni bir dilekçe yazdı Cezaevi Müdürlüğü'ne . . 128


Herhalde artık itiraz etmezdi Badem Bıyıklı, Kağıdın eni tamamdı, boyu tamamdı, daması yoktu. Kantinde dilekçe kağıdı olarak ne satılıyorsa ondan al­ mıştı Ömer. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için "Dosya kağıdı dememişti, mektup kağıdı dememiş­ ti." On tane dilekçe kağıdı istiyorum demişti. Ve kan­ tindeki görevli ne verdiyse, onu alıp gelmişti. Öyleyse? Öyleyse Badem Bıyıklı artık itiraz edemezdi. Akşam, sayım bitiminde Ömer, Badem Bıyıklı'ya doğru iki adım atıp elindeki kağıdı uzattı: - Ne bu? - Dilekçe. Gardiyan katıla katıla gülmeye başladı. Öteki gar­ diyanlar da dalkavukça yılıştılar. - Yemin et. Fena .halde bozuldu Ömer. Fakat kızgınlığını belli etmesi, başını fena halde belaya sokması demekti. Sus­ tu o yüzden. - Yani senin bu dilekçeyi yazmaktan maksadın nedir? "- Bakın" diye başladı Ömer. Ve iki adım gerisin­ deki Ali Rıza Bey'i işaret ederek devam etti: - Bu amca çok hasta. Üstelik çok da yaşlı. Bir an önce revire sevki gerekiyor. Dilekçeyi onun için yaz­ dık. - Sen doktor musun? - Değilim. Değilim ama bir insanın hasta olduğunu görmek için doktor olmaya gerek yok. Astı yüzünü Badem Bıyıklı. Kaşlarını çatıp, sesini yükseltti: 129


- Böyle konferanslan sevmem ben. Sen bana akıl mı öğretiyrsin? Ders mi veriyrsin? Sen kimsin lan? Sen kimsin ki konuşiyrsin karşımda? Burayı dingonun ahı­ n mı sanıyrsın? Sanldı copuna. Kaldırdı kolunu: - Çarparım haa .. Çarpmadı. Çekip aldı dilekçeyi Ömer'in elinden. Çıktı dışanya. Aradan tam dokuz gün geçmişti. Bu dokuz gün bo­ yunca Ömer, özellikle Ali Rıza Bey, her gün her saat, her an dilekçenin cevabını bekleyip durdular. Bu süre içinde Badem Bıyıklı'ya bir kez dilekçenin akibeti so­ rulmuş "Her şeyin bir sırası var" şeklinde bir cevap alınmıştı. .Ama eğer bugün de revire sevk istemine bir cevap alınamazsa Ali Rıza Bey'in ilaçlannın iadesini isteyeceklerdi. Eski mahkumlar bunun imk�nsız oldu­ ğunu söylüyorlardı ama bir kez deneyeceklerdi şansla­ nnı. Akşam sayımından sonra elini kaldınp, Badem Bıyıklı'dan söz istedi Ali Rıza Bey. - Ne var? - Bir maruzatım var da. - Neymiş? - Öyle sanıyorum ki tansiyonum yükseldi. Yalnız sabah ve akşam sayımlarında -saygısızlık olmasın di­ ye- güçlükle ayağa kalkabiliyorum. Kalbim de sıkış­ tırmağa başladı. "- Kısa kes" diye bağırdı gardiyan. "Dilekçeni alıp müdürün masasına koyduk. Elimizden başka bir şey gelmez ki." 130


- Acaba diyorum, ilaçlarımın iade edilmesine yar­ dımcı olabilir misiniz? Bir de gribe yakalandım. Malum, camlar kıi-ık, hava soğuk. - Sabahtan akşama kadar itişip tepişip camları kınyrsız. Devletin ne suçu var bunda? - Ben devleti suçlamıyorum. Hiç kimseyi suçlamıyorum. Haplarımın iade edilmesini istiyorum sadece. - Ne hapı bunlar? - Trinitrin, sakarin, tansiyon hapı. - Ben tirinim mirinim anlamam. Ne renk bu haplar. San, kırmızı falan mı? - İkisi beyaz, biri kırmızı galiba. Göbeğini sektire sektire güldü gardiyan: - Olmaaaazz, dedi. Yasaktır. İstersen sana bir baş sarımsak alır, yarım akşam getiririm. Tansiyonu­ nu düşürür. - Fakat doktor yazdı bu ilaçları. Benim kalbim var, tansiyonum var, şekerim var. Elini copuna atıp, bütün gücüyle haykırdı Badem Bıyıklı: - Yav sen çok ileri gidiyrsin ha .. Seni ben mi da­ vet ettim buraya? Elin adamının kasasını patlatıp, ce­ binde koynunda ne varsa alıyrsız, sonra · da hap diye revir diye tutturiyrsız. Hem o hapları doktorun yazdığı nereden belli ki?. İsbatı, şahidi var mı? Hiç böyle bir tepki beklemiyordu Ali Rıza Bey. Sar­ sılmıştı. Başı dönüyor, düşecek gibi oluyordu. Tuttu Ömer'in kolundan. - Çek elini oradan!

131


Ali Rıza Bey, dengesini sağlamak için ayaklarını hafifçe açıp, elini Ömer'in kolundan çekti. - Topuklarını birleştir. Esas duruşa geç. İstenileni yaptı Ali Rıza Bey. Ve gardiyan koğuşu terkedinceye kadar da öylece kaldı. Dilekçe verileli tam 21 gün olmuştu. Ve bir hafta­ dan beri Ali Rıza Bey, ne sayım saatlerinde yatağın­ dan çıkabiliyordu, ne havalandırma saatlarında. Mahkumlardan bir-iki tane fazla battaniye bulunup üzerine örtülmüş, üşümesi önlenmişti ama çarpıntıla­ rına, başdönmelerine bir çare bulunamamıştı. Her gün, gözleri biraz daha matlaşıyor, rengi biraz daha uçuyordu. Kan akmıyordu sanki damarlarından. Sanki nabız durmuş gibiydi. Sık sık bayılıp gidiyordu adam­ cağız'. Göz kapakları kendiliğinden kapanıyor, boynu yastıktan düşüyor, bir gizli güç tarafından yatağın de­ rinliklerine çekiliyordu sanki. O zaman "Amcaya bak­ mak lazım" diye sesini yükseltiyordu Belalı Basri. "Adamcağız zayıf düşmüş, kimin zulasında sucuktan, yumurtadan varsa alıp gelsin. "

Fakat Cepci Recai itiraz ediyordu: - Adamı öldürecek misin oğlum? Tuzlu sucuk tan­ siyonu yükseltir. Bizim kahveye takılan bir moruk var­ dı, sucuğu yiyip cavlağı çekti. - Ya yumurta? - O da kalbe zarar verir. Bence ihtiyarın günde üç öğün süt içmesi lazım? - Zaten şu tamirci Ömer süt içire içire adamı ya­ tağa düşürdü. Sucuktan, yumurtadan zarar geldiğini h t a p yazsa inanmam, anladın mı? 1 :1 2


- Bence dedenin ne kalbi var, ne tansiyonu. Herif­ çioğlu revire kapağı atmak için bir dümen uydurdu, so­ nunda kendisi de inandı ama ben yemem. Ömer, bu sözlere pek kulak asmıyordu. Fakat ne yapması gerektiğini de bilmiyordu doğrusu. Tuz zarar­ lıydı, kalbe de zararlıydı, tansiyona da. Bunu biliyor­ du. Ama ya yumurta? Ya zeytin tanesi, beyaz peynir? Bunlar zararlı mıydı acaba? Kahrolası koğuşta oku­ muş yazmış, bilgisi, tecrübesi olan bir kişi bulunsaydı ne kadar kolaylaşacaktı hayat. Akşam üzeri, gene sayım için Badem Bıyıklı'nın karşısında, esas duruştaydılar. Tek yıldızlı mahkumu sayıp, tekmili verdi: - 110.

- Yataktaki moruk dahil mi? - Dahil. - Hala ölmemiş mi yav? - Ölmemiş, Dürttüm, hırladı. Copunu Ömer'in karnına sokup "Senin yüzünden" dedi Badem Bıyıklı. "Eğer aklıbaşında bir dilekçe yaz­ mış olsaydın, moruğu çoktan revire kaldırırlardı. "

tı:

Sonra 2 1 gün önce yazılmış dilekçeyi çıkarıp uzat-

- Müdür Beg kabul etmedi. Aklıbaşında bir dilek­ çe yazmalıymışsın. Aklıbaşında bir dilekçe nasıl yazılırdı acaba? Ömer, dikkatle inceledi dilekçeyi. Tarihi belliydi, gideceği makam belliydi. Talep belliydi. İsim, imza her şey tamamdı. 133


Ali Rıza Bey'in tevkifinden sonra, çalıştığı bankayı soymağa teşebbüsten tutuklu bir veznedar gelmişti ko­ ğuşa. Gidip veznedan buldu Ömer: - Aklı başında bir dilekçe nasıl yazılır? Veznedar çekip aldı dilekçeyi Ömer'in elinden. Okudu, bir daha okudu. - Haa, dedi. "Müdür Bey haklı. Ben de olsam böy­ le bir dilekçeyi kabul etmezdim". - Niye? - Baksana, Sağmalcılar Cezaevi Müdürlüğü'ne diye başlamışsın. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti hudut­ lan dahilinde böyle bir hapishane yok. - Nasıl olmaz. Biz buradayız ya. - Ama buranın resmi adı Bayrampaşa Cezaevi. - Çok mu önemli bu? - Çok. Böyle bir makam yok ki? Sen olmayan makama dilekçe yazıyorsun. Ömer yeni bir dilekçe yazdı. Ertesi akşam sayım­ dan sonra verd! Badem Bıyıklı'ya. Bir aksilik çıkarma­ ması için yanlışlıktan dolayı özür diledi. "Herkes Sağ­ malcılar Cezaevi diyor" dedi. "Bir de resmi adı olduğu­ nu nereden bilebilirdim ki." Fakat iki gün sonra geri geldi dilekçe: - Yav sen laftan anlamaz mısın diye başladı Ba­ dem Bıyıklı. Ve devam etti: - Benim anam var, babam var. Avradım, uşağım var. Çoluğum çocuğum var. Bir de dul bacım var. Bacı­ mın da iki çağası var. Lo ben senin gibi ipsiz sapsız mı­ yım. Hırsız uğursuz muyum? Lo dokuz baş horanta be134


nim elime bahıyr. Benim ekmeğimnen niye oynıyrsın? Boyundan posundan utanmıyr mısın? Fırlattı attı dilekçeyi. - Aklı başında bir dilekçe yazmalıymışsın, dedi. Müdür Beg öyle söyliyr. Gardiyanlar, jandarmalar koğuşu terkedince dilek­ çeyi alıp, gene veznedara geldi Ömer: - Baksana şu dilekçeye. Veznedar, kağıdın buruşukluklarını düzeltip okudu, okudu, okudu. - Valla, dedi. Aklıbaşında bir dilekçe bu. - Niçin kabul etmiyor öyleyse? Veznedar bir sigara yakıp, tekrar incelemeğe baş­ ladı. Düşündü, taşında, evirdi, çevirdi, "Buldum gali­ ba" dedi. - Hatayı mı? - Evet. Hatayı buldum sanıyorum. - Neymiş hata? - Sen Bayrampaşa kelimesini de, cezaevi kelimesini de ayrı ayrı yazmışsın. Halbuki bunlar bileşik isimlerdir. Çanakkale gibi, Tahtakale gibi, Gaziantep gibi. - Eeee? - Şimdi bu kelimeleri birleştirerek dilekçeyi yeniden yaz. Araya boşluk koyma. Tamam mı? - Tamam. Dilekçe yeniden yazılıp, bir gün sonra gardiyana verildi. Badem Bıyıklı, sıçanın kuyruğundan tutarmış gibi, iki parmağının ucuyla tutup, salladı dilekçeyi: 135


- Şimdi bu dilekçe tamam mıdır? - Tamamdır. - Aklıbaşında mıdır? - Evet. Aklıbaşındadır. - Ya Müdür Beg kabul etmezse? Ya gene iade ederse? - Valla ben elimden geleni yaptım. Yazdıktan sonra veznedara kontrol ettirdim. İsterseniz bir de siz bakın. - Lo sakın sen de "Yüksek Makamın alçak katı­ na" diye başlamıyasın ha. - Benim amacım amcanın revire yatırılması. Du­ rup dururken müdür beye niye hakaret edeyim ki. Her ihtimale karşı dilekçeyi dikkatle okudu Ba­ dem Bıyıklı. - Evet, dedi. Bu aklıbaşında bir dilekçeye benziyr. amma ve lakin Müdür Beg gene fırça atarsa koğuş şa­ hidim olsun ki Allah yaratmış demem, basarım copu. Gardiyanlar çıkınca Ömer hemen Ali Rıza Bey'in yanına geldi. Gözü yumuktu ama uyanık mıydı acaba? Hafifçe dokundu omuzuna, sesini kıstı. - Ali Rıza Amca . . Ali Rıza Amca .. Açtı baygın gözlerini ihtiyar: - Gitti mi o zevzek? - Gitti. Gittiler. Revir işi yarın hallolur gibi geliyor bana. Meğer dilekçeyi yanlış yazmışız, gecikme o yüzden olmuş. - Üzme kendini. Zaten benim yüzümden bir sürü azar işittin. - Boşver. İnsan sabırlı olmayı öğreniyor burada. 136


"Evet" anlamında gözlerini yumdu ihtiyar. - Karnınız acıkmıştır sanıyorum. Şöyle iyi kızar­ mış bir piliç olsa yer miydiniz? - Karavana yemekleri yağından, tuzundan yen­ miyor ki evladım. Üstelik çok da pis oluyor. Geçen gün Hüseyin'in tabağından fare kuyruğu çıkmış. Çıkardı. Fare kuyruğu da çıkardı, böcek de, fare­ nin kendisi de. Çünkü hamam böceklerinden, karıncalara, muhte­ lif solucanlardan kaplumbağa iriliğindeki farelere ka­ dar binlerce haşeratın kaynaştığı o garaj büyüklüğün­ deki mutfakta dörtbin küsur mahkuma yemek pişirili­ yordu. Ve hapishanedekilerin gereksizliğine esasen inanıldığı için de ne bulgur, pirinç ayıklanıyordu, ne de yeterince yakınıyordu sebzeler. Hatta iaşe görevlileri daha çok vurgun peşinde oldukları için müteahhidin satamadığı kokmuş et, çürümüş sebze, kurtlu peynir, tuzlu zeytin kamyona yüklenip mutfağa boşaltılıyor, sonra da bu davar yeminin üzerine birkaç kova su atı­ lıp, dev tencerelere dolduruluyordu. Ranzanın altındaki poşeti çekti Ömer. İçinden yağ­ lı kağıda usulünce sarılmış ve nar gibi kızarmış bir pi­ liç çıkardı. Koydu ihtiyarın önüne. Belli ki, karavanada tadını alıp, kemiğini görüp de etini bulamadıkları piliçlerden değildi bu. - Nereden buldun bunu evladım? - Mutfaktan, gardiyanlar kendileri için kızarttırmışlar. Bizim koğuşta mutfakta çalışan biri var. Geçen hafta rica etmiştim. Bir punduna getirip almış. - Yani çalmış. 137


Evet, çalınmıştı ama ihtiyarın huzur içinde karnı­ nı doyurabilmesi için bunu başka türlü açıklamak ge­ rekiyordu. - Hayır, dedi Ömer. "Bu pilicin parasını devlet ödüyor. Ama devletin bizim için aldığı pilice birileri el koyuyorlar. Şimdi biz onlardan hakkımızı almış oluyo­ ruz. Bir süre bakışıp durdular. Sonra tatlı bir tebessüm belirdi ihtiyarın dudaklarında: - Hadi öyleyse, çemle kollan. Bir kısmı, bir gün soraya kalsın düşüncesiyle "Ben yedim" dedi Ömer. "Arkadaş iki tane getirmişti. Siz uyuyordunuz. Ertesi günü· dilekçenin cevabını beklemekle geçir­ diler. Bütün anlayışsızlıklara ve şanssızlıklara rağmen umutluydular da. Çünkü Müdür, önce dilekçeye şüphe ile bakardı. Adetti bu. Veya tedbirdi. Ali Rıza Bey'in de revire yerleşip, ense yapmak isteyen açıkgözlerden biri olduğunu düşünür, ama dilekçeyi okudukça fikrini de­ ğiştirirdi. Kalp ve şeker gibi iki tehlikeli illete yaka­ lanmış, tansiyonu bir türlü düşürülemeyen, üstelik ilaçlarına idare tarafından el konulmuş 8;J yaşındaki bir adamın revire sevk talebini hiç olmazsa hapishane doktoruna inceletmez miydi bu adam? İnceletirdi. O zaman doktor zaten Ali Rıza Bey'i görür görmez revire alır, sorun da böylece çözümlenmiş olurdu. Kapıda itişip, çekişmeler olunca dönüp baktılar. Akşam karavanası dağıtılıyordu. - Yemek ne? diye seslendi Ömer: - Kapuska. Tam üç günden beri kapuska çıkıyordu. 138


Ömer, kayan battaniyeyi ihtiyann omuzuna çeke­ rek "Size bir bardak süt ısıtayım" dedi. "Biraz da büs­ kivit, peksimet fahın var." - Öyle zahmetlere girdiniz ki, mahcup ettiniz beni. Siz de olmasaydınız buralarda ne yapardım ben? Ömer sütü ısıtıp getirdi: - Orhan'dan bir haber var mı? Orhan, mektup yazıp, durumu bildirdikleri büyük oğluydu Ali Rıza Bey'in. - Yok, dedi Ömer. Henüz bir cevap gelmedi. - Öyleyse Adana'ya gitmiştir. Orada bir miras meselemiz var. Rahmetli annesi Adanalı'ydı. Ailenin bütün vekaletnamesi onda. Yıllardan beri uğraşıp du­ ruyor. Kapı sürgülerinin açıldığını duydular. Karavana kazanları mı götürülüyordu acaba? Yoksa sayım için mi geliyorlardı? Ama daha bir saat vardı sayıma. Ye­ mek dağıtımı da bitmediğine göre belki de Ali Rıza Bey'i revire götürmek için geliyorlardı. Kapı açıldı. Badem Bıyıklı girdi içeriye. İlk defa bu herifi görünce sevindiler. Ömer hemen fırladı: - Tamam mı? - Müdür Beg seni çağınyr. - Beni mi Ali Rıza Bey'i mi? - Dilekçeyi . kim yazdıysa o gelsin diyr. Birlikte çıktılar ve üç uzun koridoru geçip, birkaç merdiveni inip çıktıktan sonra, üzerinde "Müdür" yazı­ lı kapının önünde durdular. - Sen bekle. 139


Badem Bıyıklı kapıyı tıklatıp girdi içeriye. Ve bir dakika geçmeden uzattı kapıdan boynunu: - Gel lan buraya. Kendine sabır ve sükunet telkin ederek içeriye gir­ di Ömer. - Sen misin o eşşoğlueşek? Ömer bir an, tamirci yumruklarıyla beynini dağıt­ mayı düşündü müdürün. Sonra böyle bir tepkinin hiç­ bir sorunu çözümleyemeyeceğini hatırladı. Üstelik fena halde coplanır, sonra da katıksız hücre cezasına çarptırılırdı. Ve belki de infazısını yakarlardı. Yutkundu. Sadece kınayan gözlerle baktı müdüre. Deli dana gibi bir adamdı bu? Öfkesinden burun delik­ leri demirci körüğü gibi açılıp kapanıyor, kan çanağına dönmüş patlak gözlerinden nefret doluyordu odaya. - Sen misin o eşşoğlueşek dedim sana. Duymadın mı? Hiç oralı olmadı Ömer. - Beni istemişsiniz, dedi. Geldim. Müdür ayağa kalkıp ceketini çıkardı. Kırmızı yeşil­ li ekose gömleğinin kollarını çemledi. Taktı tombul parmaklarını pantolon askılarına .. Askı lastiklerini ge­ rip, göbeğinde şaklatmağa başladı. - Demek o eşşoğlueşek sensin ha? ulan hangi cür'etle bana hakaret edebiliyorsun sen? Senin kaçın kaç para it oğlu it! Acaba siyasi mahkumların "Yüksek Makamın Al­ çak Katına" diye başlayan dilekçesiyle mi karıştırıl­ mıştı Ömer'in dilekçesi? Müdür, cür'etten, hakaretten bahsettiğine göre herhalde böyle bir yanlışlık olmalıy­ dı. 140


- Afedersiniz, dedi. "Beni bir başkasıyla kanştın­ yorsunuz galiba". Müdür, Badem Bıyıklı'nın sümenin üzerindeki notunu eline aldı. - Ömer değil mi lan senin adın? - Ömer. - Hırsız koğuşunda değil misin sen müptezel herif? - Hırsız koğuşundayım. - Soyadın Toprak. - Toprak. Gök gibi gürledi Müdür: - Ben adamın ağzına sıçanın lan. Ulan karşımda esrar iç, affederim. Eroin çek, affederim. Hapisten kaç­ mağa teşebbüs et, cesaretine, erkekliğine veririm. Fa­ kat saygısızlığa gelemem ben. Bu makamın küçük gö­ rülmesine tahammül edemem. Anlıyor musun? Vur­ dum mu deviririm. Çarptım mı öldürürüm adamı. Döndü Badem Bıyıklı'ya: Doğru mu? - Doğru Müdür Beğim. Ömer, gene alttan almayı yeğledi: - Ben bilerek saygısızlık yapmam, dedi. Ama bil­ meyerek yaptıysam özür dilerim. - Yani sen bir mahkumun, hapishane müdürlüğü makamından ricada bulunamayacağını bilmiyor mu­ sun? - Bilmiyorum. İlk defa duyuyorum böyle bir yasağı.

141


Bütün gücüyle yumruğunu masaya indirdi müdür: - Bilmemek mazeret değildir. . . Ulan sen kimsin ki rica ediyorsun benden? Sen ancak dileğini makama arzedebilirsin. Anlaşıldı mı eşşoğlueşek? Rica edemez­ sin. Kağıdı fırlatıp, parmaklarını pantolon askılarına taktı gene. Başladı şaklatmağa. - Şimdi defol git. Aklıbaşında bir dilekçe yaz. So­ nunu arzederim diye bitireceksin. Gene rica mica et­ meye kalkma, beynini patlatınm senin. Hadi yıkıl kar­ şımdan. Mümkün olduğunca mutlu, mütebessim görünme­ ğe çalışarak koğuşa döndü Ömer. Yeni bir dilekçe yaz­ dı. Sayımda verdi Badem Bıyıklı'ya. Ve başağrılannı bahane edip, erkenden uzandı betona. Üşüdü mü, uyku mu tutmadı, bilinmez, saat 2 gibi uyandı. Bir sigara çekti canı. Pakete uzandı. Ama Ali Rıza Bey'in dumandan rahatsız olmaması için biraz uzaklaşması gerekiyordu. Hırkayı umuzuna alıp ayağa kalktı. İhtiyarın üzeri açılmış mıydı acaba? Dönüp büktı. Baktı ki Ali Rıza Bey fenalık geçiriyor. Hemen kapıya fırladı ve bütün gücüyle bağırmaya başladı: - Gardiyaaannnnn!.. Gardiyaaaannnn!.. Bütün koğuş uyanmıştı. Ama koridorda herhangi bir hareket duyulmuyordu. Kapı gardiyanlan hangi ce­ henneme gitmişlerdi acaba? Avazı çıktığı kadar'tekrar haykırdı: - Gardiyaaaannnn! .. Gardiyaaaannnn! .. Dikkatle koridoru dinlemeğe verdi kendini. Hayır, ne gelen vardı, ne giden. 142


Başladı kapıyı yumruklamağa. Fakat belki bir santim kalınlığındaki demir kapıdan gardiyanların duymalannı veya nereye kıvnlıp uyudularsa uyanma­ larını sağlayacak bir gürültünün çıkmasına imkan yoktu. - Camlan kırın, diye bağırdı. Bir anda bütün camlar aşağı indi. Tekrar haykırmağa başladı Ömer: - Gardiyaaannnn! .. Gardiyaaaannnn! . . Nihayet koridorda koşuşan insanlara ait ayak sesleri duyuldu. - Ne var lan? Noliyr içerde? Badem Bıyıklı'nın sesiydi bu. - Çabuk kapıyı aç. Ali Rıza Amca kriz geçiriyor. - Moruk kriz geçiriyr diye camları kırmak mı lazımdır? - Yalvarırım aç şu kapıyı. Adamın durumu çok kötü. - Lan siz beni rehin mi alacaksız yoğsam? - Ne rehin alması? İstersen bir düdük çalıp jandarmalar� da haber ver. Ama ne yapacaksan acele et lütfen. - Ulan sen bana emir mi veriyrsin utanmaz herif. - Allah nz�sı için, kitap hakkı için, Kur'an hakkı için aç kapıyı. Biraz daha gecikirsek kaybederiz adam­ cağızı. - Yemin et. Baktı ki adama laf anlatmak imkansız, terbiyesini bozdu Ömer: 143


- Ulan beni dinle badem bıyıklı zebani, diye ba­ ğırdı. Eğer derhal şu kapıyı açmazsan, seni de, müdür olacak o makam budalasını da ölüme sebebiyetten mahkemeye veririm. Her şeyi anlatırım savcıya. Anla­ dın mı aşağılık herif! Bir süre cevap gelmedi dışardan. Ömer etkili oldu­ ğunun farkındaydı. Aynı tonla devam etti: - Aç kapıyı sersem! Aksi halde başın öyle bir derde girer ki kimse kurtaramaz seni. - Fakat anahtar bende değil ki. - Kimde ulan anahtar? - Yüzbaşıda. - Çabuk bul yüzbaşıyı. Anahtarı al, gel. Badem Bıyıklı'nın koşuşan ayak seslerini duyunca Ali Rıza Bey'in ranzasına döndü Ömer. Bilebildiği, be­ cerebildiği kadarıyla sun'i teneffüs yaptırdı. Bir yudum su içirip, bildiği bütün duaları okudu ihtiyarın başu­ cunda. Sonra, yakını, çok yakınıymış gibi göğsüne ka­ panıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Cepci Recai, Ali Rıza Bey'in açık kalan göz kapak­ larını kapatıp, battaniyeyi yüzüne çekerken "Üzme kendini gardaş" diye sesi yükseldi Belalı Basri'nin: - Kurtuldu amuca!

144


� ZİYARETÇİ Müberra Hanım televizyonu kapa ...ıp, hesap soran bir tavırla Maruf Muntazam Be/in ka rşısına oturdu, "- Yarın ziyaret �ünt.yrnüş" dedi. "Eğer gene Fev­ zi Bey'i görmeye gitmezsen sana hakkımı helal et­ mem!" İki elini dizleriıd vurup, gömüldüğü koltuktan kalktı Maruf Bey. "Bana bak hatun! .. " diye bağırdı. Sonra alçalttı sesini: - Şu Fevzi Bey için niye hatırını araya sokarsın anlamam. Bu yaştan sonra hapishaneye gitmek yakı­ şır mı bana? - Canım ben sana hapishaneye git, kendini tutuk­ lattır demiyorum ki .. Yirmi yıllık komşunun başına bir kaza geldiyse, gidip ziyaret etmek gerekmez mi onu? - Ama o yirmi yıllık komşu, bir başka yinni yıllık komşuyu dövdü. - Biraz genç olsaydın sen de döverdin o yinni yıl­ lık komşuyu! Hem canım Sadık Bey'i karakola şikayet etmek için apartmanda imza toplamaya kalkan sen de­ ğil miydin? Konu komşuyu başına toplayıp, kat mülki­ yeti mevzuatını okumadın mı onlara? Temizlikçi kadı­ nın parasını vermediği için, çatı tamiratının masrafla145


rına· katılmadığı için, yakıt parasını ödemeğe yanaş­ madığı için mahkemeye vermeye kalkmadın mı ada­ mı? - Kalktım. Ama adamı dövmedim ki . . - Fevzi Bey de dövmemiş zaten. Gecenin yansında iki ayyaş arkadaşıyla gelip adamın tepesinde ara­ besk çalmaya başlayınca yukarı çıkıp ikaz etmek iste­ miş. Fakat üçü birden saldırmışlar adama .. Hem kü.., çük oğlan "Babam eve geldiğinde gözünün üstü mos­ mordu" diyor. Anlaşılan Sadık Bey, meyhanede yediği dayağın acısını Fevzi Bey'den çıkarmak istiyor. - Canım olur mu öyle şey? Fevzi Bey'i tutuklayan Bekçibaşı Bekir değil ki. Koskoca hakim. Bir hakim durup dururken tutuklar mı adamı? Anlayıp dinleme­ den hapishaneye yollar mı? Sorgu sual etmez mi hiç? Bu kez Müberra Hanım ellerini dizlerine vurup fır­ ladı koltuktan. "- Sana olacak olmuş bey! .." dedi. "Farzet ki Fevzi Bey suçlu. Farzet ki Sadık Bey'i pataklayan Fevzi Bey .. Ben sana git Fevzi Bey'in lehine, Sadık Bey'in aleyhine şahitlik et demiyorum ki .. Bırak apartmanı, mahallede bile Fevzi Bey'in ziyaretine gitmeyen kal­ madı. Vallahi karısının yüzüne bakamıyorum. Utanç sahibi oldum utanç!" Maruf Muntazam Bey, hamama, berbere, hastane­ ye, hapishaneye gitmeyi esasen pek sevmezdi ama hak verdi karısına. "Müberra doğru söylüyor" diye geçirdi içinden. "Çıkınca nasıl bakanz adamın yüzüne?" Ertesi gün traşını oldu. Giyinip kuşanıp fötr şap­ kasını başına geçirdi. Bastonlu şemsiyesini eline alıp, evden ayrıldı. 146


Önce mahalle bakkalına uğradı. "- Şurdan bir kilo sucuk, sosis salam falan ver." dedi. Sonra bir özür beyanı gibi ilave etti: - Bizim Fevzi Bey'in ziyaretine gideceğim de .. Bakkal, elindeki bir kangal sucuğu aldığı yere geri koydu. "- Fevzi Bey'in ziyaretine gideceksen bunlar ya­ sak Maruf Amca" dedi. "İçeriye giyecek, içecek, yiyecek almıyorlar. Sen salama, sucuğa vereceğin parayı Fevzi Bey'in adına hapishane Müdürlüğü'ne yatırırsın. Veya ne alacaksan cezaevi kantininden alırsın. En doğrusu bu. - Sigara falan? - Sigara da yasak. Hem Fevzi Bey sigara içmez ki. "Evet" anlamında başını salladı Maruf Bey. "Doğ­ ru" dedi. "Fevzi Bey sigara içmez." Maruf Muntazam Bey, 08.30'dan 14.45'e kadar çi­ seleyen yağmur altında kuyrukta bekledikten sonra Paşakapısı Cezaevi'nin görüşme kabinine girdiğinde tabutlukta hissetti kendini. Tabanı betondan, tavanı ve üç cephesi yekpare çe­ likten yapılmış, en fazla· yarım metrekare alanı olan , dikdörtgen pirizması şeklinde minyatür bir telefon ka­ bini gibiydi burası. Önünde, nefesten buğulanmış, ça­ resiz ellerin izleriye kirlenmiş, içine yerleştirildiği de­ mir çerçevenin kenarlarından, demir çerçeve gibi pas­ lanmağa yüz tutmuş kalın bir cam vardı. Bu camın dış yüzeyine, cam boyunca ve cama yapıştırılırcasına mili­ metrik kareli tel örgü geçirilmişti . Tel örgünün hemen 147


gerisinde demir parmaklıklar, onun da ötesinde, aşağı yukarı dört parmak eninde bir boşluk vardı. Bu, kabi­ nin ziyaretçi tarafıydı. Maruf Muntazam Bey'in gözü, boşluğa alışınca mahkum tarafındaki dikdörtgen pirizmanın cam yüze­ yinin de aynı şekilde demir parmaklıklar ve tel örgü ile bölünmüş olduğunu gördü. "Yazık" diye söylendi. "Fevzi Bey buralara düşecek adam mıydı?" Sonra çevresindeki uğultuları, bağrışmaları, çığnş­ maları dinlemeye verdi kendini. 22 kabindeki 44 kişi, seslerini muhataplarına duyurabilmek için olanca güç­ leriyle haykırıyorlardı. Birazdan Fevzi Bey de şu çift camın, çift tel ölgünün, çift demir parmaklığın gerisin­ de hayal meyal görününce, kendisinin de mesela "Na­ sılsınız" diyebilmek ve ağzından çıkanı karşısındaki­ nin anlamasını sağlamak için defalarca haykırması ge­ rekecekti. Ya sesini yükselttiğinde göz bebeklerindeki müz­ min basınç da yükselmeğe başlarsa? En iyisi bu durumu bir gardiyanla görüşmek ve anlayış göstermesini rica etmekti. Kabinden çıktı. Koridorda rastladığı ilk gardiyanı kolundan tutup bir kenara çekti. "- Bak evladım" dedi. "Ben gördüğün gibi yaşlı bir adamım. Böyle gürültülü yerlere alışamadım. Sesimi yükseltince de sanki damperli iki kum kamyonu gelip gözbebeklerimin üzerine park ediyor. Acaba diyorum ben Fevzi Bey'le şöyle haşhaşa görüşemez miyim?" İki elini dizlerinin arasına sıkıştırıp katıla katıla gülmeye başladı gardiyan. Sonra birden buldog suratı­ nı takınıverdi: 148


- "Amma uyanık morukmuşsun haa" dedi. "İster görüşürsün ister çeker gidersin. Hadi bakalım, yaylan şimdi. Biz kaçın kurrasıyız lan?" Fena halde mahçup oldu Maruf Bey. Fena halde üzüldü. Bu seviyesiz yaratığa bir tek kelime bile cevap vermeden, gelip girdi kabine. Ama bu yaptığını yanına bırakmazdı onun. Buradan çıkınca doğru Nargileciler Kahvesi'ne gider, emekli Ağır ceza Reisi Yekta Bey'i bulur, onun marifetiyle bu saygısız gardiyana ders ver­ menin yollarını arardı. Gün ışığı, bir şelale gibi karşı kabine dolunca Fev­ zi Bey'in geldiğini anladı. İki camın olağanüstü kirine, lekesine, iki cam arasındaki toza, örümceğe, otomobil fan gibi arısının gözünü alan ışık da eklenince Maruf Bey'in işi daha da zorlaşmıştı. Yüzünü dahi göremiyor­ du Fevzi Bey'in. Kimbilir, belki de Fevzi Bey değildi karşı kabindeki. Anlaşılan, kendini sesiyle tanıtması gerekiyordu. Fakat bu gürültüde ne kadar bağırmalıy­ dı ki sesi iki camı aşıp, Fevzi Bey'in kulaklarına kadar ulaşabilsin? Burnunu cama yaslasa görebilir miydi acaba? Ama önce camın kirini, buğusunu silmeliydi. "- Benim Fevzi Bey . . . Marufl . . Marufl . . " diye hay­ kırırken cebinden çıkardığı mendille cama doğru uzattı kolunu. Fakat mendil cama dokunduğu anda öyle bir şangırtı koptu ki, koca cam, binlerce zerrecik halinde kabinin içini dolduruverdi. Maruf Bey, arkasındaki kapının açıldığını farket­ medi bile. İri yan bir gardiyan kolu uzanıp dışarı çekti onu: - Gene mi karşıma çıktın moruk? Esrar mı verdin içeriye? 149


� u ağır suçlama karşısında şaşırıp kaldı Maruf

Bey. "- Ne esrarı evladım" dedi. "Bu yaşa geldim ne es­ rar gördüm, ne esrarkeş .. Allah bundan sonra da gös­ termesin." - Öyleyse eroin verdin. Ya da hap. Bu sırada birkaç gardiyan daha koşarak gelip Ma­ ruf Bey'in etrafını sardılar. Omuzundaki yıldız sayısından başgardiyan olduğu anlaşılan pürsinir bir herif öfkeyle haykırdı: - N'oluyor lan hurda? - Bu moruk camı kırdı başgardiyanım. İçeriye esrar mesrar verdiğinden şüpheleniyorum. Belki de ara­ dığımız lavuk budur. Başgardiyan elini copuna atıp burdu bıyıklarını . . Gözlerini Maruf Bey'e dikti: - Demek o pezevenk sensin? Tüfek gibi patladı Maruf Bey: - Terbiyeni takın be küstah! Ne biçim devlet me­ murusun sen? Bir kazadır oldu. İsterseniz parasını ve­ reyim siz taktırın, isterseniz bir camcı alıp gelirim. Bü­ yütecek bir şey yok ki ortada. Hem baban yaşındaki adama pezevenk demeye utanmıyor musun sen? Copuyla hamle vaziyetine geçip "Konuşma lan . . " diye gürledi başgardiyan. Sonra yanındakine döndü: - Babam yaşında adammış .. Ben babam yaşında öyle pezevenkler gördüm ki ne yaşa itimadım kaldı, ne başa. Sonra copu elinde, sarıldı Maruf Bey'in yakasına. Sarstı: 150


- Eğer suçunu itiraf etmezsen bil ki bu cop başın­ da kırılır! Maruf bey, bir zır cahille karşı karşıya olduğunu o anda farketti. Belki yalnız zır cahil deği, kötü niyetliy­ di de, bu adam. Çünkü Ağır Ceza Reisliği'nden emekli Yekta Bey'den, gardiyanların cezaevlerine esrar soktu­ ğuna sonra da kendilerinden şüphe edilmesini önle­ mek için bir kurban bulup, jandarmaya teslim ettikle"' rine dair nice hikayeler dinlemişti. Başında böyle bir oyun mu dönüyordu acaba? En iyisi biraz yumuşamak­ tı. "- Bakın" dedi. "Benim cam kırmaktan başka bir suçum yok. Eğer suç ise tabii. . . - Suç tabii. . . Hem içeriye esrar veya silah falan sokuyorsun, hem de bilmezden geliyorsun? Ulan dingo­ nun ahın mı burası? - Benim kim olduğunu bilseydiniz böyle konuş­ mazdınız. Kaldı ki içeriye esrar veya silah sokulabil­ mesi için iki camın da kırılması ve hem mahkum tara­ fındaki hem de ziyaretçi tarafındaki tel örgülerin par­ çalanması gerekir. Halbuki ben sadece bir tek camın kırılmasına sebep oldum. İsterseniz gidip bakın. - Gideceğiz tabii . . . Gideceğiz de kabine falan de­ ğil... Mahkemeye! . . İyi fikirdi bu. Maruf Bey,' gardiyanlara anlatmakta güçlük çekti­ ği gerçeğin, hakim tarafından derhal anlaşılacağından emin olmanın sevinci içinde "gidelim be" dedi. "Hakim­ den, mahkemeden korkacak adam mı sanıyorsunuz siz beni? 151


Maruf Muntazam Bey, yanın saat sonra, hakkında tanzim edilen evrakla beraber, Üsküdar Adliyesi'nde suçüstü hakiminin karşısındaydı. Hakim, önce kamu tanıkları olan gardiyanları din­ ledi. Tanıklar, bir süreden beri cezaevine esrar sokul­ duğunun anlaşıldığını, o günden beri faili yakalamak için gözlerini dört açtıklarını, üstün bir görev şuuruna sahip oldukları izlenimini vererek anlattılar. Sonra Maruf Bey'i işaret ettiler: - Ama sonunda suçluyu yakaladık. Hakim, "Kimin suçlu olduğuna karar vermek mah­ kemeye aittir" diye tersledi gariyanlan. Ve parmağının ucuyla Maruf Bey'i işaret etti: - Kalk! İki jandarmanın arasında kalktı Maruf Bey. Elleri­ ni birbirinin üstünde kenetledi. Adını, soyadım , baba adını, medeni durumunu yazdırdı. Sadık Bey ile Fevzi Bey arasındaki kavgadan, kansının ısrarı üzerine zi­ yarete geldiğinden bahsetti . "Kısa kes" ikazı üzerine sustu. - Cezaevine esrar sokmakla suçlanıyorsunuz. Hikaye anlatmayı bırakın da iddiaya cevap verin. Evet, iddiaya cevap vermesi gerekiyordu. "- Ben" dedi. "68 yaşındayım. Bu yaşıma kadar değil esrar, sigara bile kullanmadım. - Taşıyıcısınız öyleyse? - Ne demek o? - Hakim kızdı: - Saf adam numarası yapmayın bana. Esrar kullanmayabilirsiniz. Ama bu durum esrar ticareti yap­ manıza mani değil ki. 152


- Ne ticareti hakim Bey? Bu işi yapmak istesem de beceremem ki .. Ne esrarın satıldığı yeri bilirim, ne satanı, ne alıcıyı tanırım. Hem Fevzi Bey, yani ziyare­ tine geldiği komşu değil esrar, sigarayı bile ağzına sür­ memiştir. - Ağzına sürmeyebilir. Ya alıp içeride satıyorsa? - Olur mu hakim Bey? 20 yıllık komşumu tanımaz mıyım ben? - Öyleyse camı niçin kırdınız? - Kötü bir niyetim yoktu. Cam o kadar kirliydi ki Fevzi Bey'in yüzünü göremiyordum. Temizlemek iste­ dim. Ama mendil cama dokununca bir şangırtıdır kop­ tu. - Ve siz elinizdeki paketi içeri verdiniz. - Ne paketi hakim bey? İçeri bir şey vermek isteseniz de veremezsiniz ki. - Neden? - Mahkumla ziyaretçi arasında çift cam var da ondan! İki de tel örgü var. Kafes tel örgüsü . . . Camlar­ dan biri sağlam. O tel örgülerin deliklerinden ise iğne bile geçiremezsiniz. Geçse belli olur. Hakim, elini yüzüne aldı. Bir süre önühdeki evrak­ ları karıştırdı. Sonra "yaz" dedi katibe: - Gereği qüşünüldü. Sanık, Mahmut oğlu Maruf Muntazam'ın nüfus ve sabıka kaydının sorulmasına, vukuat mahallinde keşif yapılmasına, bu sebeple du­ ruşmanın 45 gün talikine ve hakkındaki suçlama vu­ zuha kavuşuncaya kadar sanığın tutuklanmasına ka­ rar verildi. 153


Hakim, başı yerde, aceleci adımlarla duruşma sa­ lonunu terkederken iki jandarma Maruf Muntazam'm bileklerine kelepçe takmakla meşguldü.

154



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.