Necip Hablemitoğlu - Sovyet Rusya'da Devlet Terörü

Page 1

HABLEMITOGLU KİTAPLARI: 1

Dr. Necip Hablemitoğlu Sovyet Rusya’da Devlet Terörü

E

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM YAYINLARI

^

\


3

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM YAYINLARI



1954 yılında Ankara'da doğan Hablemitoğlu, 1977 yılında Ankara Üniver­ sitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun ol­ du. 1977-1978 yıllarında “Dilde Fikirde Işde Birlik” adlı aylık bir dergi yayınladı. Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştık­ tan sonra Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde master ve doktora yaptı. Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak çalış­ malar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkanlar'da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda alan çalışmaları yürüttü. Bu çalışmalar çeşitli gazetelerde yazı dizisi olarak yayınlandı. 1995-1996 yıl­ ları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir projesinde (UNDP) görev alarak Moldova'da Gagauz Türkleri’nin Latin alfabesine geçişi ile ilgi­ li olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında, Cumhuri­ yet döneminin başında bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğret­ menlerin bulunduğunu belirleyerek, bu öğretmenlerin bugün yaşayan öğren­ cilerinin anılarını derledi ve bir kısmım Kemal'in Öğretmenleri başlığı ile yayınladı. Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan Hable­ mitoğlu, şehit edildiği 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniver­ sitesinde Doktor öğretim Görevlisi olarak binlerce öğrenciye yimi yıl bo­ yunca Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi derslerini verdi. ilk kitabı, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırını Tûrkleri'nin kendi topraklarından zorunlu göç ettirilişini anlatan ve 1974 yılında yayınlanan “Yüzbinlerin Sürgünü”dûr. Diğer kitapları, “Çar^k Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917)”, “Şefıka Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası" ve “Kırım’da Türk Soykırımı” isimli çalış­ malardır Hablemitoğlu’nun özellikle Türkiye dışında yaşayan Türk toplu­ lukları ve Kırım Türkleri konusunda yayınlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Bir Kırım Türkü olan Dr. Necip HAB­ LEMİTOĞLU, Kırım Türkleri’nin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı’ya ait ta­ rihi belgelerden oluşan bir arşive de sahipti. Ayrıca, Türkiye'de veyurt dışındafaaliyet gösteren bölücü terör örgütleri ve


Alman Vakıfları ile Avrupa Birliği Uyum Yasaları içinde yer alan vakıflar yasası konularında çeşitli araştırmaları bulunan Hablemitoğlu, çalışma alanına ilişkin Türkiye’de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi top­ lantılarda sayısız konferanslar verdi, çeşitli televizyon ve radyo programla­ rına katıldı. Kendisi gibi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU ile evli, Kanije ve Uyvar adında iki kız çocuk babası idi. Bütün çalışmalarına ilişkin geniş bilgi için http:/www.hablemitoglu.com adresindeki on line yayından yararlanılabilir.


Dr. Necip Hablemitoğlu

Sovyet Rusya’da Devlet Terörü

E

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM YAYINLARI


Toplumsal Dönüşüm Yayınları: 283 Araştırma, inceleme dizisi: 103 © Dr. Necip Hablemitoğlu SOVYET RUSYA’DA DEVLET TERÖRÜ 1. baskı: Güven Yayınları, Ankara, 1974 2. baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları ISBN 975-6448-81-4 Yayınevi kurucusu: Hayri Bildik Genel yayın yönetmeni: Hatice Bahtiyar Kapak tasarımı: Sait Maden Baskı, cilt: Can Matbaacılık Aralık 2004

Genel dağıtım: KARDAK Kardak@Sistemd.com Narlıbahçe sokağı no. 6, Cağaloğlu - İstanbul Tel: (0212) 528 66 89, Belgegeçer: 519 84 85 toplumsaldonusum@superonline.com


İÇİNDEKİLER Sunuş Giriş

....................................................................................7 .................................................................................. 11

I. Bölüm: Sovyet Rusya ve Ölüm Kampları Ölüm Kamplannm Tarihçesi..................................................... 17 II. Bölüm: Ölüm Kampları Ölüm Kamplarının idari Yapısı............................................... 103 III. Bölüm: Ölüm Kamplarında Hayat Şartlan

Iş Durumu................................................................................ 123 IV. Bölüm: ölüm Kamplarında Sosyal Hayat ve Faaliyetler

Eğitim ve Propaganda............................................................. 155 V. Bölüm: ölüm Kamplarında İsyan ve Firar Olayları

ölüm Kamplannda isyan ve Firar Olayları............................ 181 VI. Bölüm: ölüm Kamplannda Cinsel Hayat

ölüm Kamplannda Cinsel Hayat........................................... 191 VII. Bölüm: Cezalan Biten Mahkumlann Durumu

Cezaları Biten Mahkumlann Durumu...................................197 VIII. Bölüm: Mahkumlann Sayısı ve Kampların Listesi

Mahkumların Sayısı................................................................ 203


IX. Bölüm: Sonuçlar Sonuçlar .................................................................................221 ı X. Bölüm: Hür Dünyada ölüm Kampları Hakkında İtiraf ve İfşaatlara Gösterilen İlgi ve Tepkiler Hür Dünyada ölüm Kampları Hakkında İtiraf ve ifşaatlara Gösterilen ilgi ve Tepkiler.......................................229 Bibliyografya............................................................................247


SUNUŞ ON DOKUZYAŞINDABİR İDEALİSTVE ONUN BİR ESERİ ÜZERİNE: NECİP HABLEMİTOĞLUVE SOVYET RUSYA’DAÖLÜM KAMPLARI Dr. Necip Hablemitoğlu’nun elinizdeki eseri, daha önce kitap olarak “Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları”adıyla 1974 yı­ lında yayımlanmıştır ve kendisinin yayımlanan ilk kitabı olma özelliğine sahiptir. Onun “Yüzbinlerin Sürgünü: Türksüz Kı­ rım" adlı eseri de yine aynı yılda basılmıştır. Bu eserinden otuz yıl öncesinden haberdardım. Ancak değerli arkadaşım Hablemitoğlu’nun elinizdeki kitabının varlığından, ikinci kez yayımlanması aşamasında haberim oldu. Her iki eseri de bir­ birinin devamı niteliğindedir. Elinizdeki bu ilk kitabını oku­ duktan sonra, kendisine olan hayranlığımın bir kat daha arttı­ ğını belirtmeden de geçemeyeceğim. Necip Hablemitoğlu bu eserini kaleme aldığında on dokuz yaşındadır. On dokuz yaşındaki bir gencin böyle bir eser ortaya koyması için de ancak bir idealist olması gerektiği kuşkusuzdur. Gerçekten de o, tanıdığım ilk günden beri bende gençlik çağın­ daki idealizminden hiçbir şey kaybetmemiş bir insan izlenimi bırakmıştır. Tek başma da kalsa, hak bildiği yoldan şaşmayan ama bir yandan da kendisini sürekli geliştiren bir idealistti. Fa­ kat, kendisine böyle bir konu üzerinde çalışarak, o genç yaşında kitap yazdırtan bazı etkenleri bilmeden, bu ilk eserini hakkıyla ve layıkıyla değerlendirmenin mümkün olamayacağı da açıktır... Necip Hablemitoğlu, 1950’li yılların başında, o dönemde Sovyet blokuna dahil bulunan Bulgaristan’dan Türkiye’ye sür­ gün edilmiş bir ailenin çocuğudur.


Kendisiyle ilk tanışıklığımız sırasında, altı yıl kadar önce, bu sürgünün, ailenin Türkiye’ye gelişinden sonra da devam eden son derece dramatik hikayesini onun ağzından dinle­ miştim. Bulgaristan’da pek şerefli bir geçmişe sahip, Nüvvab Medreselerinden yetişmiş bir bilgin olan dedesi, Sovyet Rus­ ya’nın uydusu haline gelmiş olan komünist Bulgaristan’ın giz­ li polisince, haksız yere göz altına alınıp günlerce işkence edil­ dikten sonra ailesi ile birlikte sınır dışı edilmiş ve Türkiye’ye geldikten üç hafta sonra da iç kanamadan ölmüştür. Dedesini tanımadan, onun trajik ölümünden yıllar sonra Türkiye’de gözlerini dünyaya açan Necip Hablemitoğlu, işte böyle bir ai­ le ortamı içinde yetişmiştir. On dokuz yaşında iken elinizdeki eseri hazırlamış olmasında, dedesine yapılan zulüm ve işken­ cenin payı bulunduğu da muhakkaktır. *** Komünizmin sonunu hazırlayan en önemli etken, onun insan doğasına olan aykırılığıdır. Komünizmin vaad ettiği cennet ise, tıpkı Haşan Sabah’ın müritlerine vaad ettiği gibi bir yalancı cennettir ve bu da yalnızca kısıtlı sayıdaki Komü­ nist Parti üyeleri içindir. Ama onun asıl gerçeği olan buzlu ce­ hennemi, sayıları on milyonlarla ifade edilebilen Soveyt va­ tandaşı canları pahasına yaşamıştır. Bir yanda sayısı ancak yüz binlerle ifade edilebilen küçük bir mutlu azınlık, diğer yanda bin bir türlü sebeplerle ölüm kamplarına sürgün edile­ rek köleler gibi çalıştırılan on milyonlarca insan... Sovyet ger­ çeği kısaca budur. Milovan Djilas, “Yeni Sınıf” adlı eserinde, sınıfsız toplum ütopyasıyla milyonları peşinden sürükleyen Marksist-Leninist sistemin uygulamadaki çarpıklıklarını ortaya koymuştu. Sovyetler döneminin tanınmış rejim muhaliflerinden biri


olan yazar Aleksandr Soljenitsin ise Türkiye’de de basılan “Gulag Takımadaları”adlı eserinde, Bolşevik ihtilalinin başa­ rıya ulaşmasından 1970’li yıllara kadar olan süre zarfındaki toplama ve çalışma kamplarına sürgün konusunu işlemişti. Soljenitsin’in tümüyle gerçeklere dayalı eserinde anlattığı sahneler dehşet vericiydi. Nitekim, şimdilerde Amerika’lıların Ebu Gureyb cezaevinde yaptıkları zulüm ve işkenceden ötürü, bu tür cezaevleri “Amerika’nın Gulag takımadaları” diye nite­ lendirilmektedir. işte değerli arkadaşımız Necip Hablemitoğlu da, aynı ko­ nuda, yerli ve yabancı kaynaklardan derlediği bilgilerle, adeta bir doktora tezi hazırlar gibi, genç yaşına ve döneminin im­ kanlarına göre, mükemmel diyebileceğimiz bu eseri meydana getirmişti. Kendisi, "Yüzbirılerin Sürgünü: Türksüz Kırım” adlı eserini şehit edilmesinden kısa süre önce yeniden ele alıp gözden geçirerek “Kırım’da Türk Soykırımı”adıyla yayma ha­ zır hale getirmiş ise de, elinizdeki esere hiç dokunmadığı, bu­ na fırsat ve vakit bulamadığı anlaşılıyor. Elinizdeki kitabın, ilk baskıdan bazı eski kelimelerin değiştirilmesi dışında hemen hiçbir farkı yoktur. Ancak kitabın adının, “Sovyet Rusya’da Devlet Terörü” olarak değiştirilmesi, eşi saygıdeğer Şengül Hablemitoğlu hanımefendinin tercihidir. Kendileri bu konu­ da bana, “Necip Beğ yaşıyor olsa ve kitabı yeniden bastıracak olsa adını bu şekilde değiştirirdi” dediler ki elbette doğrudur. Necip Hablemitoğlu’nun bu kitabını yeniden yayınlamak, hem onun idealizmine, çalışma aşkına, emeğine ve medeni cesaretine saygının, hem de aziz hatırasını yaşatmanın bir ge­ reğidir. Eser bu yanıyla da, özellikle genç okurlar için onun pek azını dile getirebildiğimiz üstün niteliklerinin elle tutulur, gözle görünür somut bir örneğidir. O büyük insan artık kalp­


lerimizde ve eserlerinde yaşamaya devam edecektir. Sevenle­ rine düşen görev de budur. işte elinizdeki kitabın yayımlan­ ması da, hiç kuşkusuz bu gaye doğrultusunda yapılmış önem­ li bir hizmettir.

Av. HaniH ALTIŞ Yeni Hayat Dergisi Genel Yayın Yönetmeni


Sovyet Rusya, komünizmin propagandası için her yıl bütçesinden birkaç milyar ayırmaktadır. Bu kadar büyük bir tahsisat, sadece belirli bir amacın gerçekleşmesi yolun­ da yapılacak faaliyetler için ayrılmıştır. Nitekim, bugün bü­ tün dünyayı saran ve ülkelerin güvenliğini tehdit eden anarşik hareketler, Sovyet idarecilerinin bu yolda çizdikleri “Komünist Dünya” stratejisinin ve bu stratejinin tatbikatta iyi bir şekilde uygulanışının eseridir. Harcanan milyarlar da bu yolda etkili bir araç olmaktadır. Geriliğin, adaletsizliğin ve dolayısıyla sömürü düzeni­ nin karşısında olduğunu her zaman iddia eden Sovyet Rus­ ya, “İlim Akademileri” ve hür dünyadaki kiralık kalemşor­ ları ile bunların kökenini araştırmakta ve doğru ile güzelin sadece ve sadece komünist sistemde var olduğunu ileri sürmektedir. Bu iddia, bir noktada söz götürmez bir şekil­ de iflas etmektedir. Bu noktaya gelebilmek için şu soruyu sormak gerekir: Sokağa atılırcasına cömertçe harcanan bu paraların kaynağı nerededir?.. Hür dünyayı anarşizmin içine, insanları vatanlarına ihanete sürükleyen, sürekli ve uzun vadeli bir çalışma yo­ lunda sarfedilen bu milyarların kaynağının teşhis ve tespit edilmesi, bu araştırmanın başlıca heyecan ve ilham konu­ su olmuştur. Bugün, “Sovyet” ortak adı ile bilinen iki tip Rusya’nın varlığını iddia ve ispat edebiliriz: Biri, hür İnsan­


lar Rusyası; yabancıların görebildiği, tiyatroları, baleleri, aya giden füzeleri, metroları, fabrika ve binaları ile göz bo­ yayan, pembe rüyalar ülkesi Rusya!.. Diğeri, hükümlüler, esirler Rusyası; tel örgüler arkasında gözetleme kuleleri ve süngülü muhafızlarıyla zulüm ve işkencenin bütün şidde­ tiyle hüküm sürdüğü devlet köleleri Rusyası!.. ikinci haldeki Rusya tipi, Sovyet Rusya’nın şimdiye ka­ dar kısmen gizli kalmış olan gerçek yönünü aksettirmekte­ dir. Bu yönüyle Sovyet Rusya, büyük bir su değirmenine, rejimi olan komünist sistemi ise, bu değirmenin çarkına benzemektedir. Sistemin yaşaması için çarkı döndüren ge­ rekli su; milyonların gözyaşı, ter ve kanından başka bir şey değildir. Çarkın her dönüşünde bir taraftan onbinler öl­ mekte, diğer taraftan propaganda için harcanan milyarlar çıkmaktadır, işte bu çarkı döndüren su, bugün, hür ülkele­ rin insanlarına sunulan dostluk kadehinde mevcuttur. Biz buna, esaret şarabı (!) da diyebiliriz. Zayıfları cezbeden, içeni sarhoş eden fakat sarhoşluk etkisi uzun sürmeyen bu kızıl “şarap” daha nice yıllar, hür dünya güvenliğinin üs­ tünde Demokles’in kılıcı gibi durmaya devam edecektir. Bu esaret şarabının (!) terkip olarak bilinmesinin hür dünyaya pek çok şeyler kazarr'dıracağı muhakkaktır. Bu araştırma, bu konuda bir reçete olarak hazırlanmış olup, 50 yılda 60 milyondan fazla kurban veren komünist rejimin iç yüzünü, “ö!ü m Kampları” aracılığı ile açıklamaktadır. ölüm Kampları ve kamplardaki mecburi çalışma hak­ kında çeşitli dillerde ve tarihlerde çeşitli kitaplar yayınlan­ mıştır. Bunların çoğunluğu hatıra türündendir. Ancak, hiç­ birisi, ünlü Sovyet yazarı Aleksandr Soljenitsin’in yazmış


olduğu “îvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün” romanı ka­ dar etkili olamamıştır. Hayatının sekiz yılını Ölüm Kampla­ rında mahkûm olarak geçiren Soljenitsin, tamamen Ölüm Kamplarını kortu alan bu romanını yayınlamaya muvaffak olduğunda bütün ülke çapında, beklenilmeyen sevgi ve il­ gi gösterisiyle karşılaştı. Sovyetler Birliğinde genel bir he­ yecan başgösterdi. Bu öylesine bir heyecandı ki, eserde ül­ kenin en büyük sosyal çıbanına, Ölüm Kamplarına temas ediliyor ve konu işlendikçe gözler önüne milyonlarca bed­ baht kurbanın yürekler acısı yaşantısı seriliyordu. 1937 yılında, Ölüm Kampları ile ilgili bir eser yazan Mark Rhein, Barselona’da Rus ajanları tarafından vurularak öldürülmüştü. Yıl 1960 ve devir Stalin’in devri değil. Solje­ nitsin, kitabını yayınlamakla yıkılmaz zannedilen birçok engelleri ve putları kırdı. Kitabın önsözünü yazan Sovyet şairi Aleksandr Tvardovski, büyük bir cesaretle şöyle diyor­ du: "Yazar, bir hüküm lünün -şafaktan ışıklar sönene ka­ dar süren- çok norm al bir gü nü nü almıştır. Fakat bu ale­ lade gün, okurların kalbini, gözleri önünde varolan ve sayfalarda onlara çok yaklaşan insanların talihine karşı acı ve üzüntüyle doldurmaya yetmektedir. Yazarın, en b ü ­ yük başarısı, bu acı ve üzüntünün hiçbir zam an ümitsizli­ ğe yer bırakmamasıdır. Aksine, dürüstlüğü ve gerçekçiliği anlaşılmamış olan roman insanı öylesine etkilemektedir ki, söylenmemiş olan fakat söylenmesi gereken düşüncele­ rimizi de ortaya koymaktadır. Bunun için bizi birleştir­ mekte ve kuvvetlendirmektedir”.


Tvardovski’nin sözleri boşuna değildir. Soljenitsin’in sihirli kaleminden akıcı bir üslup kazanan bu eser, aslında alışılmış bir roman değil, aynı hayatı paylaşan milyonlarca kamp mahkûmu insanın dramatize edilmiş gerçek ve ortak hayat hikayesidir. “Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları” adını taşıyan bu eser, ne bir roman ve ne de bir hatıra derlemesidir.Tama­ men bir araştırma niteliğinde olan bu eser, uzun ve yorucu bir çalışma sonucu elde olunan bilgi ve belgelerin objektif bir şekilde değerlendirilmesi ve bilimsel esaslara uygun olarak tasnif edilmesi ile meydana gelmiştir. Çalışmalarım­ da gerekli bütün yardımlarını esirgemeyen muhterem ba­ bam Adem Hablemitoğlu’na, sayın Saide Arslanbek hanı­ mefendiye ve sayın Hüseyin Ayırgan beye, ayrıca diğer ilgi­ li arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunmayı borç bili­ rim. Varlık-Ankara/7/11/1973

Necip HABLEMİTOĞLU


1. B Ö L Ü M

SOVYET RUSYAVE ÖLÜM KAMPLARI



A) ÖLÜM KAMPLARININ TARİHÇESİ

Sovyet “ceza” ve “ekonomik” sisteminin temel direği olan Ölüm Kampları, diğer bir deyimle Esir veya Mecburi Çalıştırma Kampları, kuruluş itibariyle Çarlık Rusya'sına dayanmaktadır. Kısacası, Çarlık Rusyasmın Ölüm Kampları sistemi öylesine bir tohum ekmişti ki, Sovyet Rusyası yeni şartlar altında bugün bol ve bereketli mahsul (!) kaldırıyor. 17. yüzyıldan itibaren gelişmeye ve genişlemeye başla­ yan Çarlık Rusyası, bir Avrupa devleti olabilmek için eko­ nomik alanda birçok yatırım yaptı. Bu yatırımların içinde en önemlisi; hammadde kaynakları bakımından çok zen­ gin olan Sibirya’nın bir endüstri bölgesi haline getirilmesi idi. Bu yatırımın gerçekleşmesi ile Ölüm Kampları arasın­ daki kopmaz bağıntı böyle bir ihtiyaçtan doğmuştu. Bu ih­ tiyacın giderilmesi, Ölüm Kamplarının büyümesi ve geliş­ mesi oranında mümkün olacaktı, işte bu noktadan hare­ ketle Ölüm Kamplarının ilk nüvesi Sibirya’da oluşturuldu. Gerçekten de Sibirya’nın iskanında oldukça önemli rol oynayan etken; ölüm Kamplarının kuruluşu ve sürgün sis­ teminin geliştirilmesiydi. Rus Çarı Müthiş Ivan (1531-1584) bu harekete hız verdi. Müthiş Ivan’ın PolonyalIlara teslim olmayı kabul eden “Cumhuriyetçi” Novgorod ve Piskov şehri ahalisini kitle halinde Kuzey Ural bölgesine sürmesiy­ le “sürgün” sistemi, Rusya ceza sisteminin en önemli un­ suru ve silahı oldu.


Sibirya’nın tam olarak ele geçirilmesi ise, Çarlara sür­ günü müstakil bir ceza olarak geniş ölçüde uygulamak im­ kanını vermişti. Bir takım suçluları Sibirya’da kurulan m ec­ buri çalışma merkezlerine sürerken, Rus hükümeti; “bir taşla iki kuş vuruyordu”. Bir yandan suçluları cezalandırı­ yor, diğer yandan yeni sömürgede Rus unsurunun artması­ nı sağlıyordu. Çarlık devrinde Sibirya’ya sürgün hareketi olanca hı­ zıyla devam etmiş; Deli Petro ise, sürgüne katma olarak ve­ ya onun yerine “Katorga”yı tatbik etmekle bu hareketi da­ ha değişik bir yola sokmuştur. “Katorga” sistemi ile gerçek anlamda ilk Ölüm Kamp­ ları, diğer bir deyimle Mecburi Çalışma Kampları kurulmuş oluyordu. Kamp mahkûmlarının işi; limanlar, gemiler, ka­ leler yapmak, bataklıkları kurutmak, kanallar açmak gibi ağır ve cebri devlet işlerinde çalışmaktan ibaretti. Deli Pet­ ro, “katorga”yı başta Azak denizi sahillerinde, Baltık kıyı­ sındaki Rogervik limanında ve Petersburg’da uygulamıştı. Deli Petro’dan sonra gelen Çarlar ise, bu cezayı; Sibirya ve Orenburg kalelerinde, maden ve tuz ocaklarında daha ge­ niş ölçüde uygulamışlardır. Sibirya’ya sürülen “katorga” mahkûmları üç kategori­ ye ayrılmışlardı: 1) M aden ocaklarında çalıştırılanlar; 2) “Zavod”larda (imalathane) çalıştırılanlar; 3) Kaleler inşaasında çalıştırılanlar... Bu durum Çarlık Rusyasının yı­ kılışına kadar devam etmiştir. Çalışma m erkezlerinde sürgün nüfusunun fazlalaşması için; serserileri, askere yaramayan çürükleri, ölüm e m ahkûm olup da affedilen


kadınları (1931 de), fahişelik yapan kadınları, üç yıl m üddetle vergi vermeyen Yahudileri (1880’de) vs. sürüyor­ lardı. 1754 senesinde çıkan bir kanunla Sibirya’ya sürgün, daimi bir cezalandırma tedbiri olarak tespit ediliyor ve başlıca iki şekle ayrılıyor: 1) Belirli bir bölgede yerleşmek üzere sürgün; 2) “Katorga” cezası çekmek, yani ağır, cebri devlet işlerinde çalışmak üzere sürgün... “Katorga” m ah­ kûm larının belirli bir m üddet için sürülenleri, m üddetle­ rini doldurduktan sonra, müddetsiz sürgünler ise 20 sene sonra serbest göçm en durum una geçebiliyorlar ve bulun­ dukları yerde yerleşmiş olan eski göçm enlerin arasına ka­ tılıp gitmek hakkını kazanabiliyorlardı. Sibirya’yı dolaşan Yugoslav seyyahı Prof. Aleksandr Trakonov; Mecburi Çalışma Kamplarına ilaveten, Doğu Si­ birya’da Rusya’nın en meşhur ve en korkunç hapishanele­ rini gördüğünü söylemektedir. Çarlık Rusyasının bu kor­ kunç hapishaneleri siyasi mahkûmları barındırmaktadır. Aralık 1905 ihtilal denemesinde bu hapishaneleri binlerce ihtilalci doldurmuştu. Mahkumların birçoğu, ceza müd­ detleri bittikten sonra dahi kendi öz memleketlerine döne­ bilirle hakkına sahip bulunmadıklarından, bulundukları yerlerde, baştan, yeni bir hayata başlarlardı. ölüm kamplarına giren bir mahkûm, önünde bir yaşa­ yabilme kavgasının uzadığını görür. Trakonov’un da dediği gibi: “Bu gibi yerlerde tutunabilmek ve oranın korkunç soğuklarına mağlup olmamak için, büyük bir enerji sarfetmek ve mücadele etme işinde gayet tecrübeli olmak ge­ rekir. Çünkü buraların tabii hadiseleri bazen o kadar girift


bir hal alır ki, onları yenmek ve onlara tahammül etmek her baba yiğidin harcı değildir”. Çarlık devrinin Ölüm Kamplarını Sovyet devri ile karşı­ laştırırsak pek büyük farklar görürüz. Gerçi, temel ve sis­ tem aynıdır, fakat yollar ve metotlar değişiktir. Şunu da hiç­ bir zaman unutmamak gerekir ki; 1913’de Çarlık Rusyasımn ölüm Kamplarında ve hapishanelerinde 32.757 m ah­ kûm bulunuyordu. Bunların ancak 5.000’ini siyasi m ah­ kumlar oluşturuyordu.

B) ÖLÜM KAMPLARININ KURULUŞ NEDENLERİ

Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kuruluş nedenleri başlıca iki noktada toplanmaktadır: “Ekonomik” ve “Siya­ si” nedenler, 1917-1921 “Savaş Komünizmi” devresinde, Sovyet Rusya, ihtilalden ötürü sanayii mahvolmuş, ekono­ mik hayatı durmuş, çeşitli halkların milli direniş hareketle­ ri yoğunlaşmış bir ülke... ölüm Kamplarının kuruluş nede­ ni, bu hususların ayrı ayrı tahlili ile daha da iyi anlaşılmak­ tadır:

1- EKONOMİK NEDENLER

ihtilalin gerçekleşmesi, Sovyet Rusya içinde birtakım yeni yaraların açılmasına ve bazı buhranların doğmasına neden oldu. Bu yaralar daha ziyade ekonomik sahada ken­ dini gösteriyordu. Sanayi malları üretimi hemen hemen durmuş, fabrikalar, imalathaneler çalışamaz hale gelmişti. Ülke içinde; “beyaz-kızıl” çatışması alabildiğine devam ediyor, büyük şehirlerde kan gövdeyi götürüyordu. Böylece


yeni bir rejim, milyonlarca insanın kanı pahasına yerleşti­ rilmeye çalışılıyordu. Enflasyon hızla ilerlemiş, Rusya’nın ekonomik hayatı­ nı kasıp kavurmuştu. öyle ki, 1920 yılı Ekim ayı sonunda rublenin satın alma gücü, 1917 Ekimine nispetle ancak % 1 idi. Yani 100 ruble, 1 ruble değerine inmiş oluyordu. Para değerinin düşmesi, ülke içinde anarşinin bütün şiddetiyle kol gezmesi karşısında, köylü, ürettiği gıda mad­ delerini elinden çıkarmadı. Bunun üzerine hükümet kuv­ vetleri köylünün ürettiği mallan zorla almağa ve özel mül­ kiyeti devletleştirmeye başladı. Böylece, bütün Rusya ça­ pında bir kıtlık hüküm sürmeye başladı. Ayrıca, kıtlığın asıl suçlusu ve sorumlusu olan kızıl ihtilalcilere karşı yer yer halk isyanları baş gösterdi. Bu isyanların en önemlisini Antonov yürütmüştür. Tambov bölgesinde en azından 50 bin kişilik iki ordu gücünde girişilen bu ayaklanmayı, Mareşal Tukaçevski komutasındaki Kızılordu birlikleri kanlı bir şe­ kilde bastırmıştır. 1917-1921 “Savaş Komünizmi” devresinin sonu sayı­ lan bu kıtlık sırasında sadece Türkistan’da: 1.400.0001, Kı­ rım’da: 100.0002 olmak üzere bütün Rusya sınırları içinde 6.000.000 insan ölmüştü3. Bu kıtlık devrini yaşayanların hatıraları ve verdikleri örnekler gerçekten tüyler ürpertici­ dir4. Açlıktan ölenler kamyonlarla toplanıyor, rastgele gö­ mülüyorlardı5. Bu ara ölü insanları yiyenlerin de sayıları çoğalmaktaydı6. Sovyet hükümeti kıtlığa tedbir olarak sa­ dece 21 milyon sterlin tutarında yardım almışsa da bu, kıt­ lık buhranını gidermekten çok uzak bir ölçüdeydi7.


1921-1922 kıtlığının önlenmesi için hiçbir tedbir alın­ mayışı, bu kıtlığın yarıyarıya “suni” olduğunu doğrulamak­ tadır. Mesela, Kırım’da 1921 mahsulünün büyük bir kısmı, diğer gıda maddeleri ile birlikte müsadere edilerek “Sov­ yet” etiketi altında ihraç edilmiştir8. Aynı yıllarda kıtlıktan Ukrayna’da milyonlarca insanın ölmesi de bu iddiayı doğ­ rulamaktadır. Halbuki Ukrayna, Doğu Avrupanın zahire ambarı olarak bilinmektedir. Sonuç olarak denilebilir ki, milyonlarca insanın hayatına malolan bu kıtlık, ekonomik nedenlerin yanısıra anarşist halkların temizlenmesi, azal­ tılması yönünden bir o kadar da siyasî anlam taşır. Bir yandan kıtlığın, diğer yandan özel mülkiyetin orta­ dan kaldırılmasının yarattığı tepkiler ve salgın hastalıklar ülke içinde insan gücünü adeta eritmişti. Fakat bütün bu güçlükler ve bunlara ilave olarak daha pek çok şey, ihtilali durduramadı. Fanatik komünistler yılmadı. Öyle ki, 1920 yılı sonbaharında bütün milli isyanlar bastırılmış, ihtilal­ den istifadeyle kurulan cumhuriyetler ortadan kaldırılmış­ tı. Buna karşılık ekonomik çöküntü durmadan artıyordu. Devletleştirilen fabrikaların üretimi düştükçe düşüyor, köylü devletin toprağında çalışmak istemiyordu. işte böyle bir durumda Lenin, parti stratejisinde büyük bir değişiklik, kısaca geriye dönüş yaparak cesur bir hare­ ketle “Yeni Ekonomik Politika” (NEP)yı benimsediğini ilan etti. Böylece marksizm, fiiliyattan ilk defa ayrılmış oluyor­ du. Lenin, sadece işçilerle meseleyi halledemeyeceğini ve isterse köylülerin komünist sistemi yıkabileceklerini gör­ müş oluyordu. Gerçekten de bu sonuca varan Lenin, sırf rejimin kuvvet bulması için geriye dönmek, ideallerinden taviz vermek zorunda kalmıştır.


“Yeni Ekonomik Politika”ya göre; köylü, buğdayım zo­ runlu olarak devlete vereceğine, ayni vergi sistemine uy­ gun olarak hareket edecektir. Devletleştirilen sanayi teşeb­ büslerinin büyük bir kısmı sahiplerine iade edilecektir. Tüccar tekrar işe başlıyor, hususi dükkanlar tekrar açılıyor­ du. Özel şahıslar tekrar zahire ticaretine devam edebiliyor, bankalar mevduat kabulüne başlıyordu. “Yeni Ekonomik Politika” acaba başarılı oldu mu? Bu soru, ekonomistler tarafından çeşitli yönlerden İncelen­ mektedir. NEP devrinin üretim durumları ile 1917 senesi­ ne ait üretim sonuçlarını mukayese edecek olursak, bu devrenin hiç de başarılı olmadığını görürüz. NEP, bir bakı­ ma, Sovyet iktidarının kuvvet kazanmak için ortaya attığı oyalama ve göz boyama taktiğinden başka bir şey değildir. 1928’e kadar devam eden bu devre boyunca üretim düşük­ lüğü önlenememiş, ekonomik çöküntü durmamıştır. Mesela, sanayi sektöründe 1917 üretim seviyesine ula­ şabilmek için yıllar geçmiştir. 1917 üretimini 100 olarak ka­ bul edersek, 1921 yılı üretimi % 18, 1922 üretimi % 25 ve 1923 yılı üretimi % 30 civarında kalmıştır9. Bu üretim dü­ şüklüğü 1921 sonbahar ve kışındaki hammadde kıtlığından ileri gelmişti10. Gerçek nedenlerin başında muhakkak ki, insan gücünün zayıflaması geliyordu. Maden sanayii 1917’ye göre % 10-12 oranında bir üretim temposuna girdi­ ği an, kızıl yöneticiler, insan gücüne duyulan şiddetli ihti­ yacın farkına vardılar11. Sovyet Rusya, 1928’de nüfus itibariyle Ingiltere’den üç misli daha kalabalık olmasına rağmen, kömür üretimi, İn­ giltere’nin yedide biri, çelik üretimi ise yarısı kadardı12. Şüp


hesiz ki Sovyet Rusya, o zaman daha ziyade bir tarım mem­ leketiydi. Fakat tarım sahasında da geri bulunuyor, halkını kıt kanaat besleyebiliyordu. 1923 yılındaki tarım üretimi, 1917 yılındaki üretimin ancak % 25’i kadardı13. Yukarıdaki istatistik rakamlarından da anlaşılacağı üzere, 1927-1928 devresinde Sovyet Rusya’da gerek sanayi ve gerekse tarım yönünden büyük bir gelişme olmadı. Yatı­ rım yapılan hemen her sahadan işe yarayacak hiçbir sonuç alınamadı. Avrupadaki kalkınma yarışına böylelikle ayak uyduramayan Sovyet Rusya’nın kızıl yöneticileri, libera­ lizmle karışık bir komünist sistemin yürümeyeceğini anla­ dılar. Böylece, I. Beş Yıllık Planın tatbikatına geçildi. Bu plan, birçok dev yatırımları öngörüyordu ve Sovyet yöneti­ cileri bu yatırımları gerçekleştirmek inancı içindelerdi. Hem de milyonların kanı pahasına...

2- SİYASÎ NEDENLER

Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kurulmasında dü­ şünülebilecek nedenler içinde en önde geleni muhakkak ki, siyasî olanlardır. İhtilal başarılı oldu fakat birçok mille­ tin de hürriyet arzusuAa maloldu. Lenin, çeşitli yollardan, ihtilalin akabinde kurulan birçok “cumhuriyet”i Sovyet sı­ nırları içine dahil ettirmeyi başardı. Mesela, Aralık 1917 ta­ rihli ve Lenin ile Stalin imzalarını taşıyan "Şarkın Emekçi Müslümanlarına H>tap”da şöyle deniliyordu: “Rus Çarları zalimleri tarafından camileri, minberleri yıkılmış, dinleri, adetleri çiğnenmiş olanlar, biz sizlere hi­ tap ediyoruz.”


“Kendi memleketinize kendiniz sahip olmalısınız.” Kendi hayat ve maişetinizi kendi arzu ve bünyenize göre tanzim ediniz. Sizin buna hakkınız vardır; çünkü sizin mukadderatınız sizin elinizdedir.” “Biz bayraklarımızla bütün dünyanın mazlum millet­ lerine hürriyet götürüyoruz.”14 Görüldüğü gibi bu yaldızlı sözler ve vaadler, sadece kandırma ve gözboyama maksadıyla söylenmişti. Yalanla­ rın kısa ömürlü olacağını önceden kestiren kızıl yönetici­ ler, iktidarlarını sağlama almak için mevcudu kısa zaman­ da 250.000’e ve bütçesi 3 milyar rubleye çıkarılan Gizli Po­ lis Teşkilatını kurdular.15 “Olağanüstü Komisyon” adı veri­ len bu teşkilat; “Çeka” tabiriyle meşhur oldu. Çarlık devri­ nin Gizli Polis Teşkilatı olan "Okhrana”, ihtilal devresinde Komünist Partisinin en fazla hücum ettiği kuruluştu. “Okhrana”nm bir nevi devamı sayılan “Çeka”, bugün bile, alet olduğu tedhiş faaliyetini hatıra getirir. “Çeka” vasıtasıyle ihtilal yıllarında Rusya’da hüküm sürdürülen tedhişi Lenin dahi inkar etmemektedir. Nite­ kim Lenin açıkça: “Tedhişin gayesi dehşet vermektir!”16 diyerek “Çeka”nın faaliyetlerini tasvip ettiğini ortaya koy­ maktadır. “Çeka”nın faaliyetleri sonucu Çarlık unvanı yeni Rus tarihinin sayfalarından kazınıp atılmıştı. Fakat onun yerine Lenin ve Stalin’in gelişiyle başlayan daha korkunç bir Çarlık hortladı. Bu konuda Çekoslovakya’nın kurucusu T. G. Masaryk haklı olarak şöyle diyordu: “Bunlar Çarlığı değil, Çarları devirmek için sahneye


çıktılar. Bugün giyindikleri elbise, içi dışa çevrilmiş, Çar­ lık üniformasından başka bir şey değildir.”17 “Okhrana”dan daha ileri bir metotla çalışan “Çeka”, daha sonraları sırayla: “GPU”, “OPGU”, “NKVD”, “MVD” ad­ larını aldı. Fakat işkence ve kan dökme hırsı nesiller boyun­ ca devam etti. Hafiyeliği bir sanat haline getirdi; milyonları bulan cinayet misalleriyle korku ve huzursuzluğu, Sovyet sosyal hayatının en hakim özelliği mertebesine çıkardı. “Çeka” bir ihtiyaçtan doğmuştu ve Sovyet ansiklopedi­ sinde şöyle deniliyordu: “GPU, mahkemeler ve hapishane­ ler gibi cebir organları geçici bir zaman için muhafaza edilmektedir. Burjuva sınıfının mukavemeti devam ettik­ çe de muhafaza olunacaktır. Fakat bu mukavemet gevşe­ diği oranda mücadele vasıtaları da ortadan kalkacak­ tır”18. Ortaya bir soru çıkmaktadır: Kuruluş devrinde en te­ sirli mücadele vasıtası olan gizli polis teşkilatı, her geçen gün kadrosunu genişletirken (1941’de 600.000) acaba bur­ juva sınıfı buna paralel olarak güçlenmekte midir? Buna göre pek yakında Sovyet Rusya’yı proleteryasız sadece bur­ juvazinin ve en az onun kadar “MVD” elemanının yaşadığı bir ülke olarak görürsek şaşmamak gerekir... Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kuruluş amacı baş­ lıca şu soru üzerinde toplanmaktadır: Komünizm Sovyet halklarına ne getirdi? Fertler ve halklar arasındaki eşitliği sağlamak üzere iktidara geldiklerini söyleyen kızıl yönetici­ ler, sadece ve sadece baskı, korku ve zulüm getirdiler. Değil burjuvazi ve proleterya, en inanmış komünistler dahi yarat­ tıkları bu rejimden nefret ettiler. Onbinlerce ihtilalci komü­


nist, bu hayal kırıklığı içinde “rejim aleyhtarı" suçu ile ya kurşuna dizildiler, ya da Ölüm Kamplarına sürüldüler.

C) KOMÜNİZMİN RUSYA’YA YERLEŞMESİ

ihtilal, 1917 yılında gerçekleşmesine rağmen progra­ mı, 1928 yılına kadar uygulamaya konulamadı. Açıkçası, yukarıdaki nedenlerden, 1928 yılına kadar Sovyet Rusya'da komünizm uygulanamadı. Bu tarihe kadar geçen devre, denilebilir ki komünizme geçiş devresidir. Bir nevi “liberalkomünist” karışımı bir sistemin hakim olduğu bir devrede komünizm lehine yapılan tek iş; gelecekteki komünizm aşamalarına hazırlıklı olabilmek için Sovyet iktidarının kuvvet kazanması olmuştur. Lenin’in ölümünden (1924) sonra iktidarda tek başına kalan Stalin, Troçki gibi ihtilalci, Sultan Galiyev gibi Türkçü-îhtilalci liderleri temizledikten sonra iktidarını gereği gibi kuvvetlendirdiğini anlayınca komünizm aşamalarına doğru ilk adımı attı. NEP devrini sona erdirerek, I. Beş Yıl­ lık Planı kanunlaştırdı. Stalin temizliğe önce köylülerden başladı. 1928 yılı yaz aylarında, bir takım çiftlik ve köyleri dolaştı. Seyahatten büyük bir öfke ve köylülerin mahsulü sakladığı iddiası ile döndü. Gerçekte bu iddia doğru olmakla beraber, müstak­ bel bir temizlik (!) hareketi için küçük bir bahaneydi. Mese­ leyi GPU’ya havale etti. Bütün köy ve çiftliklerin istisnasız kolektifleştirilmesi emrini verdi. Stalin, bu emrin yarata­ cağı tepkileri ve bu tepkilerin en büyüğü ve korkuncu olan müstakbel kıtlığın mutlak surette doğacağını da düşün­


müştü. Stalin’e göre komünizmin devlet çarkı artık dönme­ liydi; komünist ihtilali için milyonlar ölmüş ne çıkardı? Bu noktadan hareketle, toprak sahiplerinin (Kulak) tasfiyesi için gerekli emirleri vererek bütün emniyet mekanizmasını harekete geçirdi. “Kulak”lara karşı uygulanacak tedbirleri hazırlamakla görevlendirilen Politbüro komisyonu, 1929 yılının Aralık ayında, kulak ailelerindeki nüfus sayısının 5-6 milyon ol­ duğunu tahmin etmişti.19 Bu tahmin, bir yıl önce Stalin’in yaptığına aşağı yukarı uymaktadır. Buna göre Kulak’lar, köylü ailelerin % 5’ini mey­ dana getirmekte ya da 25 milyon köylü ailesi içinde, 1 milyo­ nu biraz aşmaktadır. Halbuki bu rakamın en azından 5 veya 6 milyon kişi olduğunu, Sibirya ve Urallara sürülenlerin pek çoğunun Ölüm Kamplarında köle gibi çalıştırılmak suretiyle öldüğünü kabul etmek gerekir. Kaldı ki Stalin dahi, 1931 sonbaharında tasfiye edilen kulak’ların miktarını 10 milyon olarak göstermiştir. Kollektivizasyon yüzünden köy ekonomisinin çökmesi sonucu, Sovyetler Birliği, 1932 ile 1934 yılları arasında gö­ rülmemiş ölçüde bir kıtlığa sahne oldu. En ciddi durum özellikle tahıl yetiştiren' bölgelerde görülmüştür; Ukrayna, Kuzey Kafkasya (özellikle Kuban), Orta ve Aşağı Volga, Ka­ zakistan v.s. Açlıktan ölenlerin sayısı bakımından yapılan en dikkatli tahmin 5.5 milyon kadardır.20 Öne sürülen diğer bir iddia da bu rakamın 7 milyon olduğudur.21 UkraynalI­ lar sadece kendi bölgelerinde 7 milyon insanın açlıktan öl­ düğünü ileri sürmektedirler.22 t

1930’dan başlayarak 1934’e kadar devam eden ve mil­


yonları orak gibi biçen açlık karşısında Sovyet hükümeti ne gibi tedbir almıştı? Hemen hiçbir tedbir alınmadığını söy­ leyebiliriz. 1921-1923 açlığında dahi dışarıdan aldığı 21 milyon sterlin tutarında küçük bir krediyle açlığa karşı mü­ cadele (!) eden Sovyet hükümeti, 1930-1934 yılları arasında kıtlık yaşandığını kabul etmek istememiş, bunu gizlemeye çalışmıştır. Açlıkla ilgili hiçbir tedbir alınmayışının yanısıra Sovyet hükümeti, bu kıtlığın Rusya çapında yayılması ve halk dire­ nişinin zayıflaması için dışarıya çok ucuz fiyatla buğday ih­ raç etmiştir.23 Milyonların hayatına malolan bu ihraç geliri ile de; sanayileşme için gerekli olan makinalar satın alın­ mıştır. Rus araştırmacılarından Grigoriy Aleksandrov, bu konuda Kırım’da gördüklerini şöyle anlatıyor: "... bu korkunç açlık yıllarında, cesetler, şehir ve köy sokaklarını kaplarken, en iyi cins buğday Kırım limanlarına getiriliyor, devamlı bir surette, yabancı vapurlara yükleni­ yor, taze şarap borular vasıtasıyle gemilerin anbarlarına aktarılıyordu... Korkunç açlık henüz sağ kalmış olanları bi­ çiyordu. Kendi mahsulünden mahrum edilen bu bölgeye, gıda maddeleri, bilinçli olarak sevkedilmiyordu.24 Canavarca tatbik edilen bütün bu metotlar sonucu; 1926’da 31 milyon nüfusu olan Ukrayna, 1939’da 26 milyon nüfusa inmiş bulunuyordu. Kollektivizasyonun yol açtığı can kaybı özellikle Orta Asya’da büyük olmuştur. Kruşçev döneminde bir tarihçinin yazdığına göre; Kazakistan’da: “1930 ve 1931 yıllarında yapılan birçok yanlışlıklar, büyük ölçüde üretici gücün yok olmasına ve köylerinde birçok in­ sanların ölmesine sebep olmuştur.25


Gerçekten de kollektivizasyon yüzünden Kazak Türkle­ ri 1.5 milyon nüfus kaybetmişlerdir. Bu arada yüzbinlerce Türkistan Türkü, yerleşme bölgelerinde yaşamaya zorlan­ mışlarsa da bunların birçoğu Çin’e göçmeyi başarmıştır. Aynı devrede Türkistan’da tamam olarak 3 milyon Türk öl­ dürülmüştür.26 Kırım’da ise 40 bin aile reisi “kulak” damgası yiyerek Urallara ve Sibirya’ya Ölüm Kamplarına gönderilmiştir.27 Bunların aileleri de ayrı bölgelere sürülmüşlerdir.28 1- SOVYET HALKLARININ KOMÜNİZME DİRENİŞİ

1921-1928 NEP devresinde milli ve sosyal faaliyetleri pek kısıtlanmayan Sovyet halkları, 1928’de kanunlaşan I. Beş Yıllık Planın getirdiği “kollektivizasyon” ve “tasfiye” ha­ reketleri karşısında büyük bir tepki gösterdiler. Toprakları ve ürünleri ellerinden alman köylüler, bü­ tün ülke çapında yer yer anti-sovyet mahiyette isyanlar çı­ kardılar. Elde ettikleri ürünleri, sırf kızılların eline geçme­ mesi için tarlalarda yaktılar. Kollektif usulünü tatbik eden memurları ve komünist komiserleri öldürdüler. Böylece gelişen bu ayaklanmalar, GPU kuvvetleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış, asilerin köyleri yakılmıştır.29 Halkların komünizme karşı direnişi; Sovyet ekonomisi için geriye gidiş niteliğini taşır. Köylü sonuna kadar diren­ miştir. Kollektivizasyon yüzünden hayvanlarını boğazla­ mayı, Kolhozlara vermeye tercih eden köylü, ülke içinde hayvancılığı adeta felce uğratmıştır. Kollektivizasyonun ilk yılı olan 1928’de 2.985.000 at ve 17.641.000 baş sığır ve 32.000.000 koyun boğazlanmıştır.30


Böylece, 1928*1933 yılları arasında; 26.6 milyon baş sı­ ğır (toplamın % 42.6), 15.3 milyon at (toplamın % 47’si), 63.4 milyon koyun (toplamın % 65.1’i) öldürülmüştür.31 Toplam olarak, 1931’deki hayvan sayısı, 1929’un 1 /3’üne düşmüştür. Hatta, uzun bir müddet sonra dahi, mesela 1939’da at sayısı 1929’un 1 /2’si kadardı.32 Sovyet Rusya’da komünizm yerleştirilmesine karşı çı­ kan ve bu konuda direnen halkların içinde teşkilatlı çalış­ maları ile en dikkati çeken Türkistan Türkleri olmuştur. Kollektivizasyon hareketi, Türkistan Türklerinin milli hare­ ketlerinin yeniden başlamasına yolaçmıştır. Bu hareket, her geçen müddet zarfında kuvvetlenmiş, mücadele şid­ detlenmiştir. Mesela Özbekistan’da, “burjuva-milliyetçilerinin”, müslüman din adamlarının ve başka anti-sovyet unsurla­ rın desteğini gören KULAK-BEYLER, kitleleri topluca öldü­ ren kızıl komünistlere karşı çok güçlü direniş göstermişler ve her yola başvurarak savaşmışlardır... Özbekistan’ın pa­ muk bölgelerinde “Kulak”lar, pamuk üretimini azaltmak ve buğday üretimini arttırmak için geniş ölçüde tahriklerde bulunarak kolektivizasyona karşı direnmişlerdir. Bazı böl­ gelerde “Kulak”ların ve Beylerin düzenledikleri birçok ey­ lemden sonra, bunlara katılan memurlar ve köylüler toplu­ ca öldürülmüştür. Sadece 1930 yılında 333 terör eylemi ol­ muştur. Yine toplu kolektivizasyonla ilgili olarak bir milli direniş eylemine geçen "Basmacı” çeteleri, faaliyetlerini arttırmışlardır. 1930 yılında Özbekistan’da 11 çete faaliyet göstermekteydi...


Kazakistan’da beyler, uzak step bölgelerine ve hatta Sovyet Rusya sınırlarının ötesinde Çin’in Doğu Türkistan bölgesine topluca göçler düzenlemişlerdir. Kırgızistan’da direniş, hayvanların topluca öldürülme­ si ve yurt dışına göç şeklinde olmuştur. Beylerin etkisiyle, sınır üzerindeki Atbaşinsk reyonunun Tuyuk ve Bogçata köylerinin bir kısım halkı Çin’e göçmüş ve 30 bin baş ko­ yunla, 15 bin baş sığırı da birlikte götürmüştür. Isıkkul, Tiyan-Şan ve Oş sınır bölgesinde Beyler ve Manapalar çeteler kurarak Kolhozlara saldırmışlardır. Türkmenistan’da birçok bölgelerde mahalli liderler, köylüleri Kolhozlara girmemeye, yurt dışına kaçmaya, sı­ ğırları öldürmeye ve ürünleri imha etmeye razı etmişlerdi. Çöle yakın bazı bölgelerde, bir önceki yıl nerdeyse kökü ku­ rutulan “Basmacılık” hareketi yeniden yoğunlaşmıştır. Unutulmamalıdır ki, Rusların “Basmacı” adını verdikleri, basit haydut çeteleri değil, Türkistan’ın hürriyeti için sava­ şan gerillalardır. Kırım’da Türklerin milli direnişi, 1929’da Alakat isyanı ile kendisini gösterdi. Bu isyan, Kızılordu birlikleri tarafın­ dan vahşice bastırıldı, ihtilalcilerden birçoğu kurşuna di­ zildi, binlercesi ölüm Kamplarına sürüldü.33 Bütün Rusya çapında yayılan bu milli direniş hareket­ leri, Türk olmayan unsurlarda da görülmektedir. Asırlardan beri Rusya’da yerleşmiş yabancı kolonistleri; Almanlar, is­ veçliler, Yunanlılar, Bulgarlar ve FinlandiyalIlar Rusya’yı terkederek Batıya, atalarının diyarlarına çekilmeye mecbur oldular. Polonya, Romanya, Letonya ve Finlandiya sınırla-


rina yakın olan yerlerdeki binlerce köylü, sınırdaki Rus mu­ hafızlarının kurşunlarına aldırmaksızın gurbet diyarlarına iltica etmişlerdir. Fakat kızıl cenneti (!) terkedebilenler ge­ nel nüfusa oranla az bir şeydi. Hatta bu ilticalar bazen kan­ lı olaylarla da şekilleniyordu. Bu olaylardan biri 1932 Mar­ tında cereyan etmişti. Dinyester şehrinin donmuş buzları üzerinden Romanya’ya geçmek isteyen ve ekserisi kadın ve çocuk 700 kişi, GPU sınır muhafızları tarafından kurşunla­ narak öldürülmüştür.34 Ukrayna’da ise 1928 yılının ilk yarısında 117 tedhişçilik olayı görülmüştür. 1928’in ikinci yarısında ve 1929 yılında “kulak”ların faaliyeti daha da artmıştır. 1928 Ekiminden 1929 Şubatına kadar "Kulak”lar, 300 adam öldürme, yarala­ ma ve soygun olayı gerçekleştirmişlerdir. “Kulak’’ların 1929’da giriştikleri terör eylemlerinin sayısı 1927’ye göre dört kat artmıştır.35 Stalin, bu tip milli direniş hareketlerini kırabilmek, hiç olmazsa yavaşlatabilmek için bir takım kararnameler çı­ kardı. Hatta bu kararnamelerde; zorla Kolhozlara sokulan köylülerin isterlerse çıkabilecekleri de yazılıydı. Böylece anti-sovyet faaliyetler yavaşladı. Buna paralel olarak da Kolhozların mevcudu azaldı. Verilen serbestlik sonucu ba­ zı yerlerde Kolhozların üye sayısı bölgeye oranla % 3 ’e ka­ dar inmişti.36 Fakat durumda kalıcı hiçbir değişiklik olma­ mıştır. Yağma, tedhiş ve sefalet köylüleri, kendilerini ve ai­ lelerini ölümden ve açlıktan kurtarmak için Kolhozlara döndürmek zorunda bırakmıştır. Bütün bunlara ilave olarak 100 milyon köylü ve çiftçi­


nin rejime olan nefret duygusu bilenmiş, iyi niyet ve sem­ patisi yokolmuştu. Proleterya sınıfında meydana gelen bu his, yıllarca devam edecek, kızılların tarım uygulama siste­ mi nesiller boyu nefretle anılacaktı.

2- KOLLEKTİVİZMİN REJİME SAĞLADIĞI YARARLAR

Kollektif tarım sisteminin zorla uygulanışı rejim açı­ sından dört yarar sağlamıştır: a) Köylülerin bütün direnci kırılmış, anti-sovyet ve anar­ şist gruplar dağıtılmıştır. Köylünün artık buğday üre­ timini engellemek, ekilen bölgelerin yüzölçümünü küçültmek, ürünleri saklamak ya da fiyatları yükselt­ mek yolu ile rejimi etkilemeleri imkanı kalmamıştır. b) Tarım bölgelerine parti ve polis eliyle geniş ölçüde politik kontrolün yayılması; endüstride yapıldığı gi­ bi, bu bölgelerde de çalışma örgütlerinin ve iş disipli­ ninin uygulanması mümkün olmuştur. Önceleri köy­ lülerin kendiliklerinden yaptıkları ekim, toprak sür­ me gibi tarımsal işler, bundan böyle resmi parti di­ rektiflerine göre yürütülmüştür. c) Köylülerin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yaptıkları tüketimin kontrol edilmesi ve böylelikle rejimin zorla koyduğu şartlara ve miktarlara göre ta­ rımsal ürünlerin toplanabilmesi sağlanmıştır. d) Endüstri alanına aktarılmak üzere köylü-işçi gücü­ nün seferber edilmesi ve Sibirya ile Uzak Doğu gibi az nüfuslu bölgelerde yerleşimin sağlanması kolaylaş­ mıştır. Bütün bunlar, rejime öylesine yararlar sağlamıştır ki, 40 yıl sonra bugün, Sovyet Rusya buğdayını hâlâ dışarıdan ithal ediyor.


Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının ülke ekonomisinde aldığı önemli yer, I. Beş Yıllık Planın tatbik safhasına konulmasiyle daha da önem kazanmıştır. I. Beş Yıllık Plan, birçok dev yatırımları öngörüyordu. Bu dev yatırımlar genellikle Rusya’nın sanayiine kaydırılmış ve muazzam bir işçi gücü­ ne ihtiyaç duyulmuştur. Böylece Kızıl yöneticilerin gözleri Ölüm Kamplarına çevrilmiştir.

D) ÖLÜM KAMPLARININ KURULUŞU

Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının kuruluş tarihi 1918 ve 1919 yıllarına dayanmaktadır, ilk Ölüm Kampı, Arkanjel yakınlarında Kholmogori’de açılmıştı.37 Çarlık devrinden kalma olan "katorga” mahkûmiyetinin tatbikatına ise 1923 yılında Beyaz Denizdeki Solovezki adalarında başlanmış­ tır.38 Kızıl yöneticiler, sonradan bunu, kimsenin kendi iste­ ğiyle, hatta en büyük vaadler mukabilinde bile gitmeyece­ ği bölgeleri işleterek yararlanılabilecek muazzam bir teşki­ lat (GULAG) haline getirmiştir. 1922’de henüz kuruluş halinde 2 kamp bulunurken, 1927’de bu rakam 50’ye yükselmiştir. 1930’da ise 90 yeni kamp daha açılmış, Sovyet proleterlerinin hizmetine (!) su­ nulmuştur.39 Sabık GPU memuru Kiseliov-Gromov, 1928 ile 1930 yıl­ ları arasında sadece altı Ölüm Kampının 662.257 mevcudu olduğunu söylemektedir.40 Kollektivizasyon sırasında: 1931-1932 yıllarında bu kampların mevcudunun 2 milyo­ na41, 1933-1935 yıllarında ise bu mevcudun 5 milyona çık­ tığı ileri sürülmektedir.42


1928 yılına (NEP devresinin sonu) kadar ölüm Kamp­ ları daha çok siyasi mahkumları barındırıyordu. 1928 yılın­ da I. Beş Yıllık Plan kanunlaşınca, mahkum işçiliğinin ge­ nel sanayileşme hizmetine verilmesi uygun görülmüştü. Ama, bu mecburi çalışma sayesinde halk ekonomisinin ne derece kalkınıp gelişeceği hatırlardan bile geçmemişti. Ay­ nı sene içinde mahkum işçiliğinin daha fazla kullanılarak bazı ekonomik projelerin daha az masrafla gerçekleşmesi yoluna gidileceği bildirildiği gibi, Adalet Komiserliğine de sağlam mahkum işçilerin mecburi çalışmaya tabi tutulma­ sına dair tamim gönderilmişti. Buna koşut olarak, üç sene­ den az mahkumiyetle sonuçlanan yığınla davanın yeniden görüşülmesi hususunda da karar alınmış, böylece hapisha­ nelerde yer azlığı nedeniyle hakimler tarafından merha­ metlice davranılarak verilmiş olan kararlar bozdurularak, bütün bu kimseler yeniden mahkum edilmişler ve hepsi de ölüm Kamplarına gönderilmişlerdi. O tarihte alınan bir tedbir de: “Üç seneden fazla hapse mahkum edilenler bu zamanlarım çalışma kamplarında geçirirler” yolunda veri­ len bir hükümdü. 7 Nisan 1930 tarihli kararnamenin ilk iki fıkrası şöyleydi: “1- Mahkemece üç seneden az olmamak şartıyla hürri­ yetlerinden mahrumiyete hüküm giyenlerle, 2- OGPU’nun hususi kararı ile mahkûm olanlarla, bu müddetlerini Çalışma Kamplarında geçirirler”43 Bu kararname halen yürürlüktedir. Ölüm Kamplarının kontenjanları da Moskova tarafından tayin ve tespit edilir. Memleket içinde suçlu miktarının birkaç kişi tarafından ta­


yin edilmesi, Sovyet adalet sisteminin sadece bir yönüdür. 11 Şubat 1931’de yayınlanan diğer bir kararnamede ise; “sanayiin ihtiyacı için taşradan 7.723.000 köylünün m ec­ buri surette hizmet ettirilmesi”44 emredilmiştir. Uzun müddetten beri Sovyet yöneticilerinin zihnini iş­ gal eden hapishane meselesi böylece hallediliyordu. Tıklım tıklım dolu hapishanelerdeki tutuklular Ölüm Kamplarına sürülüyordu. Artık ne kefaletle salıverme, ne müddeti dol­ madan önce serbest bırakma, ne hususi veya genel af, hiç­ biri yoktu. Hepsi için ve müddetlerinden çok daha fazla yıl­ lar için, iş vardı.... Az sonra, hürriyetten mahrum edilenle­ rin memleketin planlı ekonomisine ve Beş Yıllık Planına ne şekilde hizmet edeceği ilan olunmuştu. Artık zor kullana­ rak çalıştırma veya zorla çalıştırma bütün ekonomik kal­ kınma ve gelişmelerde gittikçe önem kazanan bir unsur ol­ muştur. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, komünist rejimin kuruculuk işi, emekçi sınıfın hayati kuvvetleri hesabına ya­ pılmaktadır. Köylüleri devletin bir kölesi haline getirmek, Ölüm Kamplarındaki mahkumların bedava emeğinden faydalanmak, emek ücretini en aşağı bir seviyeye indir­ mek, ölçü ve normlarını yükseltmek suretiyle komünistler, daima birikim hızını arttırmaya çalışmışlardır. Elde edilen bütün bu bilgiler, çalışabilir her hükümlü kadın ve erkeğin çalıştırılması sayesinde üretimde büyük artışlar olduğunu doğrulamaktadır. Bugün dahi Ölüm Kamplarında milyonun üstünde tut­ sak işçi mevcuttur. Bu insanlar gerçekte Sovyet yöneticile­


rinin yatırımını teşkil etmektedirler; pahallı cihaz ve makinaların yerini almaktadırlar. Makinalar için binalara, bakı­ ma ve belirli miktar ve kalitede yakıta ihtiyaç vardır. Halbu­ ki, bu tutsak işçiler için böyle bir şeye lüzum yok. Bakım is­ temezler, kendilerinin yapmış olduğu ısıtılmamış baraka­ larda yaşayabilirler. Yakıt ihtiyaçları-yiyecekleri-şartlara göre ayarlanabilir: Bir kiloluk ekmekler 400 grama indirile­ bilir, şeker hiç verilmese de olur, kokmuş tuzlu et, yahut balık karşılığında, aynı şekilde verimli olarak çalışırlar. So­ nuç olarak mahkum yani tutsak işçi, her şey için elverişli bir makinadır; bugün bir kanal açar, öbür gün ağaçları de­ virir, ertesi gün de balık tutar. Tek gerekli şey, onu iş yap­ maya zorlayacak verimli bir teşkilattır. Bu ise MVD’nin ih­ tisasıdır. Ama hepsi bu kadar değil; mahkûm işçiliğinin hâlâ mevcut olduğu Sovyet Rusya’da, mahkum işçilerin temi­ ni hemen hiçbir şeye mal olmamaktadır; malzeme hu­ dutsuzdur ve bilanço düzenlenirken hesaba katılacak ne faizler, birikmiş borçlar, ne de ihtiyat hesabı mevcuttur. Ve sonra, ücretler meselesi, maaşlar, hayat sigortası, sen­ dika ödenekleri v.s. bütün bunların hepsi, Sovyetlerin yap­ tıkları işler için hayati değer taşıyan, “çalışma masrafları” olarak gruplandırılabilir. MVD’nin bu hususta sıkılmasına lüzum yoktur. Bir kamp bölgesinde çalıştırılan binlerce in­ san arasında, maaş alan memurların sayısı, birkaç kişiyi geçmez; geriye kalanlar, ücretsiz olarak çalıştırılmaktadır­ lar... Köle gibi çalıştırmak insanca değildir demek, yersizdir. Çünkü, Marksizmin yapısına, insan sevgisi diye bir şey kat­


mak düşünülmemiştir. Lenin; “Sovyet bünyesine tehlikeli­ dir” diye kabul olunanları zorla çalışmaya mahkûm etme­ ye başlamıştı. Kruşçev ise, Leninci bayrak altında Stalin’i ayıplarken, mahkûm işçileri de hiçbir zaman bahis mev­ zuu dahi etmemiş ve sistemde bu konuda bir değişiklik yapmamıştı. Bunlara ilaveten Kruşçev, şöyle diyordu: “Düşmanlarımız bizim uyanıklığımızı ve devlet emni­ yet organlarımızı zayıflatacağımızı ümit etmektedirler. Ha­ yır, böyle bir şeye imkan yoktur. Proleter kılıcı daima kes­ kin olmalı, inkılabın mahsullerini, işçi sınıfının elde ettik­ lerini ve emekçi halkın kazanmış olduğu kıymetleri her za­ man başarı ile korumalıdır.”45 Bu aleni beyanat, Sovyet ceza sisteminin katiyen değiş­ meyeceğini haber vermekte ve açığa vurmaktadır. Bugün, Brejnev-Podgorni-Kosigin üçlüsünün takip ettikleri yol, Kruşçev’in aksine, Stalinizm ilkelerine dönüş yoludur. O halde Ölüm Kamplarının ve mahkum işçiliğinin sona er­ mesi diye bir durum mevcut değildir. Sovyet yöneticileri biliyorlar ki, sistemde herhangi bir değişiklik sistemin sonu olacaktır. Verilen her taviz, yeni bir tavizin beşiği olacaktır. Kaldı ki, Ölüm Kampları, Sovyet ekonomisinin ana öğesi, temel unsurudur... Şu halde Sovyet Rusya yaşadıkça esaret de yaşayacaktır... Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının sayı ve mevcudu­ nun arttırılması, Beş Yıllık Planların öngördüğü şekilde gerçekleştirilmektedir. Ölüm Kamplarının gelişimi, bu planların muhtevasını araştırmakla daha da iyi anlaşıl­ maktadır.


E) ÖLÜM KAMPLARI VE BEŞ YILLIK PLANLAR

Beş Yıllık Planların hemen hepsinde görülebilen ortak özellik, yatırımlarda öngörülen hedeflere Ölüm Kampları vasıtasiyle çabuk ve masrafsız ulaşmaktır. Bu açıdan Ölüm Kampları, Sovyet ekonomisinin vazgeçilmez unsuru olarak değerini (!) kabul ettirmiştir. Beş Yıllık Planların ana muh­ tevaları ve öngörülen dev yatırımların mahiyeti, bu planla­ rın ayrı ayrı incelenmesi ile açıklığa kavuşmaktadır: f

l-BİRİNCİ BEŞ YILLIK PLAN

Birinci Beş Yıllık Planda, Ölüm Kampları şebekesinin yeni ayarlanmış şekliyle Solovki Kamplarının tarım, balık­ çılık, kerestecilik ve tuğla ocakları işletmelerine ilaveten Ukta bölgesinde petrol ve maden kaynaklarının işletilmesi, Kibinsk’de fosfat, Vorkhuta’da kömür, Vaygaç’da kurşun ve çinko ve Novaya Zemlya’da kurşun üretiminin geniş ölçüde yapılması mümkün oldu. Ayrıca, karayollarının inşasında büyük rol oynamaya başlayan ölüm Kamplarının Birinci Beş Yıllık Planda ba­ şardığı en muazzam iş, Beyaz Denizi Baltık Denizine bağla­ yan Belomor kanalının inhası idi. Bu kanalın inşası sayesin­ de Batlık denizindeki Rus donanması, herhangi bir savaş halinde Alman, Danimarka, İsveç veya Ingiliz donanması tarafından kıstırılamayacak, kolayca Kuzey Buz Denizine ulaşabilecekti, ilk defa olarak bu çaptaki iş, bir ekonomik işletmeye değil, GPU’ya havale ediliyordu. 300.000 kişilik bir esir kafilesi bu iş için kullanıldı ve ikinci Beş Yıllık Pla­ nın hemen başlarında Kanal tamamlanarak “Stalin" adıyla


açıldı. II. Dünya Savaşında kanal faaliyet halindeydi. Al­ man Hava Kuvvetleri tarafından tahrip olunan kanal, 1946 yılında tekrar açılabildi. Askeri uzmanlarca strateji bakı­ mından büyük önemi olmadığı kabul edilmektedir. Birinci Beş Yıllık Planda başlayan diğer işlere gelince; Özbekistan’ın Karaganda bölgesinde kömür madenleri iş­ letmesi, müessese ve mesken inşası; Leningrad bölgesinde kanal inşaatı, kerestecilik ve yakacak odun işleri; SorokaKotlas, Syzran-Kungur, Türkistan-Sibirya demiryollarının inşası; Urallar ötesinde Demir ve Çelik sanayinin yeni mer­ kezi büyük Magnitogorsk şehrinin meydana getirilmesi; Stalingrad civarında “Kızıl Ekim” ve “Barikat” adı verilen büyük sanayi fabrikalarının kurulması v.s. Bu projelerin büyük bir kısmı, Birinci Beş Yıllık Plan döneminde ve ölüm Kamplarının sayesinde gerçekleştiril­ di. Bu devrede zorla çalıştırmanın en tesirli çalışma sahası ormancılık ve kerestecilik işleri olmuştur, ikinci Beş Yıllık Plan devresine girilirken milyonlarca esir kerestecilikte ça­ lıştırılıyordu.

2- İKİNCİ BEŞ YILLIK PLAN

Şubat 1932 de Moskova’da toplanan Komünist Partisi­ nin 17. Kongresi, ikinci Beş Yıllık Planın hazırlanmasına ka­ rar vermiştir. Bu Plan, 1933 ile 1937 arasındaki devreye ait­ tir. Kongrede Molotov ve Kuibişev İkinci Beş Yıllık Planda yer alan projeleri açıklamışlardı. Bunlar: 80 millik Moskova-Don Kanalının inşası, Mariinsk Ka­ nal sistemi ile Moskova nehri sisteminin yeniden yapılması,


Dinyeper nehri üzerinde tam bir ulaşımın temini, Sozh neh­ ri üzerinde baraj inşaatı ve Volga ulaşımının mükemmelleş­ tirilmesi hususlarını ihtiva ediyordu. Bu kanal inşası içeri­ sinde en çok takdirle karşılanan Moskova-Volga Kanalı ol­ muştu. 1932’den 1937’ye kadar devam eden inşaat, 4 Tem­ muzda bitirilince büyük bir tören yapıldı ve NKVD’ye şük­ ranlar sunuldu. Volga-Don Kanalının inşası da küçümsen­ meyecek başarı olmuştu. 1567’de Sokullu Mehmet Paşa ta­ rafından inşa hazırlıkları başlatılan fakat yarıda bırakılan bu kanal, aradan 370 yıl geçtikten sonra gerçekleştiriliyordu. Böylece Azak Denizi Hazar Denizine bağlanıyordu. Planda sözü geçen diğer hususlara gelince; Magnitogorsk’un inşasına devam olunacaktı. Kuznetsk’de kömür madenleri daha verimli olarak üretimde bulunacak, Millerovo’da büyük ölçüde kireç ve taş ocakları işletilecek, Svir nehri üzerinde Şaturi’de hidroelektrik santralları meydana getirilecekti. Bunlardan başka Volga üzerinde yeni bir köp­ rü inşa olunacak, Brezina ve Vişera’da kimya fabrika ve müesseseleri kurulacaktı. Kuzey ormanlarında kerestecilik es­ kisi gibi devam etmekle beraber, iki yeni proje daha tatbik sahasına konuluyordu. Bunlardan biri; Trans-Sibirya de­ miryoluna ikinci bir hattın ilavesiyle Uzak Doğuda Kuzey Baykal-Amur demiryolunun inşası idi. Yarım milyon esir bu işte çalıştırılacaktı. Projelerin bir diğeri ise, Kolima neh­ ri civarında keşfolunan madenlerin "Dalstroy” adı altında büyük ölçüde esir kullanılarak çalıştırılmasıydı. Hakikaten birkaç sene içerisinde Sibirya arazisinin mühim bir kısmı Ölüm Kamplarıyla örülerek daima gelişen ve genişleyen önemli bir sanayi kurulmuştu. Merkezi Magadan’da bulu­


nan, sayıları 7 milyonu bulan esirlerin çalıştırıldığı bu böl­ ge, Sovyetlerin iç ve dış politikasında önemli bir yer alacak şekilde gelişiyordu. Görülüyor ki, İkinci Beş Yıllık Planın getirdiği yatırım­ ların gerçekleşmesi de tamamen Ölüm Kamplarının mesa­ isine dayanıyordu. Bu büyük çaptaki işlerin başarılması için konulan sermaye insandan başka bir şey değildi...

3r ÜÇÜNCÜ BEŞ YILLIK PLAN

Üçüncü Beş Yıllık Planın ilanından evvel, ikinci Beş Yıl­ lık Plan sırasında ölüm Kamplarındaki feci hayat şartları yüzünden ölen esirlerden boşalan yerlere yenilerin doldu­ rulması gerekiyordu, işte 1937’de, meşhur kanlı temizlik (!) sırasında NKVD, mahalli ajanlarına gönderdiği bir tebliğle, tutuklanacak insanların miktarını gösterir büyük bir kon­ tenjan cetveli yolladı. Kontenjan bir hayli geniş tutulduğu için geniş ölçüde tutuklama yapılması gerekiyordu. Şüphe­ li şahısların tutuklanması ile kontenjan dolmadığından, evvelce mahkumiyetlerini tamamlamış şahısların yeniden yakalanıp sürülmesi gerekiyordu. Bunlar da yetişmeyince suçsuz insanların tutuklanması başlıyordu. 1937-1938 yıl­ ları arasında tutuklanarak ölüm Kamplarına gönderilenle­ rin sayısı 8 milyonu geçmiştir. Nihayet 1939’da ilan olunan Üçüncü Beş Yıllık Planda öngörülen işleri Molotov açıklarken ölüm Kamplarının müsbet çalışmasına da işaret ediyordu: Evvela, Kuibişev bölgesinde dünyanın en büyük iki hidroelektrik santralının kurulacağı, muhtelif bölgelerin


ekonomik olduğu kadar stratejik nedenlerle yeni demiryol­ ları ile örüleceği ve Kazakistan’ın boruyla döşenerek Volga ile Ural dağları arasında ikinci bir Kaku’nun kurulacağı müjdelenmiştir. Sonra muhtelif bölgelerin sulama işleri gözden geçirilecek, Gürcistan'daki bataklıklar kurutulacaktı. Ukrayna ve Magnitogorsk civarında maden tasfiyehane­ leri kurulacaktı. Üçüncü Beş Yıllık Plan, 1939 Martında ilan edilmişti. Fakat bu projeler gerçekleşmeden Sovyet ekonomisi, 1940 Haziranında savaş ekonomisine çevrildi. Bir sene sonra, Alman istilasıyla bütün planlar altüst oldu ve ölüm Kamp­ larının mahkum işçileri, savaş ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde çalıştırılmak durumuna düştüler. Mesela, Soroka, Onega, Kargopol, Kuzey Dvina, Kuzey Ural ve Peçora böl­ gelerindeki hava meydanları mahkum işçiler tarafından inşa edildi. Kuibişev bölgesindeki kamplar, yer altı hava meydanları inşasıyla görevlendirildi. Don havzası ile Stalingrad bölgesindeki savaş sanayiinde ve müstahkem mev­ ki inşaatında tamamen mahkum işçiler kullanıldı. Gene bu mahkumlar, Mançurya sınırı boyunca Bureya Kampların­ da savunma hatları meydana getirdiler. Temnikov, aşağı Amur, Uzak Doğu ve Kufcnetsk Kampları mahkumları cep­ hanelikler inşa etmeye, mermi ve cephane yapmaya gön­ derildi. Sahil bölgelerinde tahmil ve tahliye işlerinde kulla­ nıldılar. Stratejik önemi bulunan yeni demiryolları yaptı­ lar. Hayat kaybının büyük nisbette olmasına rağmen bü­ tün bu projeler kısa bir zamanda ve plana göre gerçekleşti­ rildi. II. Dünya Savaşında Alman-Sövyet cephesinin açılması


sonucunda bir yandan açlık, diğer yandan savaş; kamplar­ daki milyonların sayısından epey bir azaltma yaptı. Mecbu­ ri Çalışma Kampları gerçekten ölüm Kampları haline geldi.

F) İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE ÖLÜM KAMPLARI

Savaşın başlaması ve Alman-Sovyet cephesinin açıl­ ması üzerine bütün Sovyet Rusya’da umumi bir panik başgösterdi. General Viasov’un, orduları ile birlikte Almanlara teslim olması, Türk ve Ukrayna asıllı Kızılordu mensupları­ nın hiçbir direniş göstermeden Almanlar tarafına geçmesi vb. durumlar Sovyet savaş gücünü oldukça yıprattı. Cephede askerler 16 yaşından 56 yaşına kadardı. Artık sıhhi muayeneye dahi lüzum görülmüyordu. Onbinlerce doğru dürüst iyileşmemiş yaralı tekrar cepheye sevkediliyordu. Okul çağındaki çocuklarla, kadınlar dahi erkeklerin yerine fabrikaya alınıyorlardı. Bu arada insan gücü kıtlığında mecburi işe tabi olan milyonlarca mahkum işçi, Sovyet ekonomisinin can da­ marlarından birini teşkil ediyordu. Serbest işçilerin askere alınması ile savaş nedeniyle artan tutuklamalardan bu mahkum işçilerin sayısı hayli yükselmişti. Resmi rakamlar­ da bu yekun 20 milyon olarak kabul ediliyordu. “Almanlar gibi Sovyet Rusya’da da savaş sanayii esirle­ rin işlerine dayanıyordu” diyen Victor Kravchenko, aradaki farkı şöyle açıklıyordu: “Aradaki fark: Almanya fethettiği milletleri esir ediyor, bizim Kremlin ise kendi halkını esir ediyordu.’’46


Savaştan kaçanlara veya suç işleyenlere yargılamasız verilen ölüm cezaları hiçbir şeyi değiştiremedi. Bunun üze­ rine Sovyet yöneticilerinin gözleri tekrar Ölüm Kamplarına çevrildi. Cephede en ön safta dövüşmek üzere “Cezalılar Ordusu” kuruldu. Bu ordunun mensuplarını gönüllü kamp mahkumları oluşturacaktı. Bu konuda derhal bir kararna­ me yürürlüğe sokularak mahkumlara tebliğ edildi. Karar­ namede şöyle deniliyordu: “Siyasi ve inkılap-ihtilal aleyhtarı suçlardan mahkum olanlardan başkası gönüllü olarak cepheye gönderilecek. Bu­ nun için dilekçe verilmesi lazımdır. Orada gösterecekleri sa­ dakat ve fedakarlığa göre suçları affedilecek ve savaşın biti­ minde de sabıka kayıtları silinerek, medeni haklarına sahip birer vatandaş olarak addedileceklerdir. Ayrıca, nişanlarla tal­ tif edilecekler, arzu ettikleri işe de girebileceklerdir."47 Bu kararnamenin tebliğinden sonra mahkumlardan bir kısmı dilekçe vermeye başladı. Fakat bunların pek ço­ ğunun başka bir gayesi vardı. Zira daha kolay kaçabilecek­ lerini umuyorlar, hiç olmazsa Almanlara iltica imkanı ol­ duğunu düşünüyorlardı.48 “Cezalılar Ordusu” gereken her yerde düşmana karşı en önde savaşacaktı. Bu arada düşman tarafına geçmek is­ teyenler olursa, buna asla imkan ve fırsat verilmeyecek ve cepheyi terk edip kaçanlar ise geride mevzilendirilmiş NKVD birlikleri tarafından imha edilecekti. Kamplarda di­ lekçe veren zavallı gönüllüler (!) cephede kendilerini bekle­ yen bu korkunç akıbetten habersizdi. Onlar sadece bu kamplardan kurtulmak istiyorlardı. t

Pasternak’ın dediği gibi; “Cezalılar Ordusunda hizmet


edenler, şayet sağ kalırsa, hürriyete kavuşuyorlardı. Kilo­ metrelerce tel örgüler, hücum hücum üstüne, aylar ayı de­ vam eden topçu düellosu, işte bunlar ölüm taburlarının göğüs gerdikleri şartlardı. Ve Pasternak soruyor: “Ben nasıl bu cehennem içinde sağ kaldım. Burası bir mucizedir.”49 Almanların askeri başarısı ve onları durdurabilecek hiçbir cephenin teşekkül etmemesi Stalin’i telaşa düşürdü. Almanlar ilerledikçe Ölüm Kamplarını ve hapishaneleri tahliye etmek büyük bir mesele olmuştu. Hatta serbest halktan evvel bunların tahliye edilmesi lazım gelmişti. Ça­ lışmaları ekonomik bir değer oluşturmakla birlikte bu mahkum işçilerin Sovyet rejimini sevmeleri imkansız oldu­ ğu gibi, Almanların da işlerine yarıyabileceklerdi. Ayrıca bu mahkum işçiler, Sovyet esaret sistemi hakkında çok değer­ li bilgileri de açıklayabilirlerdi. Tahliye edilemeyecekleri anlaşılınca bu esirlerin kitle halinde öldürüldükleri bilin­ mektedir. Bilhassa Minsk, Smolensk, Kive, Harkov, Dinyepropetrovsk, Zaporozide ve Kabardino-Balkar SSC’de mah­ kum işçilerin imha yolu ile tasfiyesine gidilmiştir. Victor Kravchenko, bu tip bir katliamı şöyle anlatıyor: “Kabardino-Balkar Cumhuriyetinde NKVD’nin emriy­ le Fabrika Müdürü Anokov, maiyetindeki mahkum işçileri en son kadın ve çocuğuna kadar makineli tüfek ateşine tut­ muştur. Bu mıntıka Almanlardan kurtulunca Anokov’u mükafat olmak üzere o mıntıkanın en yüksek makamı olan “Millet Komiserleri Konseyine” başkan yaptılar.”50 Biraz değişiklikleri ile aynı tip katliam, Olginskaya Kampında da yapılmıştı. Kamptaki 29.000 tutukludan beş seneden az hüküm giymiş bütün tutuklular salıverilmiş,


daha fazla hapse mahkum olanlar da 31 Ekim 1941’de kur­ şuna dizilmiştir.51 Minsk şehrinin VOHR Kumandanı ise bu tip bir katli­ amı şöyle naklediyor: “Bir yıldırım radyogramı aldık. Radyogramda mah­ kumları tahliye etmek imkanı olmadığından hepsini imha etmek gerektiği emrediliyordu. Derhal emrin ifasına giriş­ tik. Odaların küçük deliklerine makineli tüfek namluları dayayarak içeride bulunanlar üzerine kurşun yağdırmaya başladık. Bu yetmiyormuş gibi, odalara el bombaları atılı­ yor, bombalardan bütün bina sarsılıyordu. Koridorlara, merdivenlere, hizmetçi odalarına petrol ve benzin dökerek koğuşları bir anda ateşe verdik.”52 Diğer bir VOHR Kumandanı ise mahkumların imha edilişini şöyle anlatmaktaydı: “Büyük bir demiryolu kavşak hattı yük ve yolcu katar­ ları ile doldurulmuştu. Katarlar harekete hazır vaziyette bekliyorlardı. Bu meyanda, kapalı yük vagonlarının içeri­ sinde binlerce mahkumun bulunduğu birkaç katar daha vardı. NKVD üniformasını taşıyan silahlı kuvvetler mah­ kumların bulundukları vagonları ateşe vererek gözden kay­ boldular. Duman içerisinde boğulan mahkumlar, muhak­ kak ölümden kurtulmak için, elleriyle vagon duvarlarım kırmaya çabaladıkları halde, pek de muvaffak olamıyorlar­ dı. Mamafih bazı vagonların duvarlarını delmeye muvaffak olmuşlardı. Bu suretle kurtulan mahkumlar, diğer arkadaş­ larının yardımına koşuyorlardı. Mahkumlardan pek az bir kısmı kurtulmaya muvaffak oldu. Zira demiryolu kavşağı muazzam bir ateş yığını haline gelmişti.”53


Aynı durum Sovyet hapishanelerinde de mevcuttu. 31 Ekim 1941’de Kırım’ın Akmescit şehrinde NKVD binasının bodrumlarında ve şehir hapishanesinde bulunan bütün mahpuslar kurşuna dizilmişti.54 Kızılordu Kırım’dan çekil­ dikten sonra, Akmescit’in NKVD bodrumlarında meydana çıkarılan birçok ceset arasında kadınlara ve bebeklere ait olanlar da vardı.55 Aynı durum, Kırım’ın diğer şehirlerinde de mevcuttu.56 1- SAVAŞ ESİRLERİ VE ÖLÜM KAMPLARI

Savaş bitiminde, Sovyet ekonomisi için en gerekli un­ sur olan insan gücü, kısmen savaş esirleri ile karşılandı. Sovyet hükümeti, Kızılordu tarafından esir edilenlerin sa­ yısını açıklamamış olmakla beraber, sadece Alman savaş esirlerinin 3-4 milyonu bulduğu tahmin edilmektedir.57 Savaş sonrası Rusya’yı yerinde tetkik eden John Fischer ise bu rakamı 2 milyon olarak vermektedir.58 Buna ilaveten Romanya, Macaristan, Polonya, İtalya, Finlandiya ve Yu­ goslavya'dan getirtilmiş savaş esirleri vardı. 1945 Ağustosunda, Sovyet ordularının Mançurya’ya ilerleyişi Japon esirleri elde etmelerine neden oldu. Sayıla­ rı milyona varan bu esirler derhal Ölüm Kamplarına yerleş­ tirildiler ve orada emekçiler arasına karıştırıldılar. Sabık komünist Yusuf Yıldırım; Karaganda kampında azınlıkta olan Japonların, ekmekleri diğer mahkumlar tarafından gaspedildiği için açlıktan öldüklerini yazmaktadır.59 İtalya hükümetinin 27 Şubat 1944’de Mecliste verdiği izahata göre Rusya’daki 60.000 savaş esirinden ancak 12.513’ü yurtlarına dönebilmiştir.60


1939’da kamplara gönderilen 440.000 sivil PolonyalI­ nın 15.000’inin öldüğü ve bunların 8.700’ünün subay oldu­ ğu bilinmektedir. Bunlardan ancak 48 kişinin kaldığı, son­ radan tespit edilmiştir.61 1944 yılı Mart ayında Dışişleri Bakanlarının Moskova Konferansında Molotov, 1.003.974 Alman savaş esirinin memleketine iade edilmiş olduğunu, geride sadece 890.532 kişi bulunduğunu açıklamıştı. Alman savaş esirleri arasında büyük bir ölüm nisbeti olduğu kabul edilse dahi, bu rakamların gerçekle ilgisi olmadığı açıktır. Ocak 1945’de “Müttefik Kontrol Komisyonu” adına bir emirname çıkarılmıştı: “17-30 yaşındaki kadınlarla, 18-44 yaşları arasındaki erkeklerden Alman ırkından gelen ve herhangi milliyetten olursa olsun Romen vatandaşı olan herkes, Sovyetler Birliğinde mecburi iş mükellefiyetine ta­ bidir...” Ingilizler ve Amerikalılar bu emirnamenin çıkarıl­ dığını ancak 4 Ocak tarihinde öğrenmişlerse de, sevkiyat, 6 Ocak tarihinde başlamıştır. 4 Ocak 1945 tarihinde Rusların bu hareket tarzını öğre­ nen müttefik temsilcileri derhal Moskova ve Bükreş’te ki so­ rumlu Sovyet subayı General Vinagradoff nezdinde protes­ toda bulunmuşlardır. Ama bütün bu çabalar boşuna çıkmış, sevkiyat durdurulmamıştır. Böylece Romanya’nın en kıy­ metli endüstri işçileri dahil olmak üzere Romanya’dan Rus­ ya'ya yüzbin kişiden fazla işçi sevkedilmiştir. Ruslar, ihtiyaç­ larını temin etmek üzere bu emirnameyi çıkarmışlardır. Ni­ tekim, sevkedilen Almanlar, Kazakistan’daki Karaganda kö­ mür ocaklarında çalıştırılıyordu.62 Sadece Ukrayna’da çalış­ tırılan Alman esirlerinin sayısı birkaç yüzbin civarında idi.63


Savaş esirlerinin durumuna dair 1946 yılı 26 Ağusto­ sunda “Continantal News Service” de neşrolunan mufassal raporda, savaş esirlerinin bir ölüm Kampından öbürüne gönderildikleri ve böylece kamp sistemi hakkında geniş bir fikir edindikleri belirtiliyor. Odesa’da mevcut 24 kampta sa­ vaş esirlerinin limanı ve fabrikaları onarmakta kullandıkla­ rı kaydolunmakta ve bunların sahilde beton müstahkem mevkiler ile cephanelikler inşa ettikleri de yazılmaktadır. Tambov yakınında Rada’da 188 No’lu kampta 4000-5000 ki­ şilik savaş esirleri arasında ölüm sayısının günde 15 oldu­ ğu ifade olunmaktadır. Leningrad’ın 250 kilometre güney doğusundaki Boroviç’teki 270 No.lu kampın subaylar ve erler olmak üzere iki­ ye ayrılmış olduğu ve her birinin 5000-6000 esir barındırdı­ ğı ve bunların % 90’ının mukavemet teşkilatı mensubu Po­ lonyalIlardan mürekkep olduğu bilinmektedir. Bataklık bir bölgede bulunan kampın esirleri ağaç kesmekle görevlen­ dirilmişlerdi. Leningrad ve banliyölerinde 30 kamp daha vardı ki bunların esir mevcudu kadınlar dahil olmak üzere 200.000’i buluyordu. Ayrıca, birkaç bin Macar esirinin Dniepropetrovsk’da büyük çelik fabrikalarının inşaatında çalıştırıldıkları da bi­ linmektedir. Kamp esirlerinin çalıştırıldığı diğer işler ise: Kuibişev’den Baykal gölünün batısına kadar olan de­ miryolunun inşası. Bunun stratejik önemi; Avrupa Rusyasını müstakbel sanayi merkezlerine yani Magnitogorsk, Akmolinsk, Pavloda, Kulunda, Barnaul ve Kuznetsk havza­ sına bağlamaktır. Ayrıca yeni Güney Sibirya demiryolu hat­ tının inşasıdır ki, bu da Avrupa Rusyasını Pasifik Okyanu­


suna ikinci bir hatla bağlamayı öngörmektedir. Sovyet kay­ naklarına göre 1946 yılında bu muazzam projelerin tahak­ kuk işinde 3 milyon savaş esiri çalıştırılıyordu. Savaş sonrasında Avrupa ve Asya’daki geniş ülkelerin Ruslar tarafından işgali, Sovyet askeri makamlarına mahal­ li halk üzerinde geniş surette tasarruf imkanı sağladı. Olur olmaz bir sürü insan Rusya’nın ücra köşelerindeki Ölüm Kamplarına sürülüyordu. Sovyet aleyhtarı hareketlerde bu­ lunmuş olmak yahut faşist idareye temayül etmiş bulun­ mak 20 seneye kadar "Katorga”ya yani ölüm Kamplarında hizmet görme cezalarına çarptırılmak için kafi idi. Moskova yakınlarında Krasnogorsk’da bazı gösteriş kampları da vardı. Bunlarda Mareşal Paulus, General Sedlitz ve bazı ileri gelen Ispanyol kızılları gibi seçkin zevat esir ola­ rak yaşıyordu. Gıdalarına ve istirahatlarına itina gösterildiği ve çalıştırılmadıkları rivayeti kamplara yayılmıştı. Bu imti­ yazlı kamplardan biri de, Urallardaki manastır binalarında kurulan 150 No.lu kamptı. Bu kampta; “Almanya’yı kazan­ mak” tekniği icabı olarak rütbeli Alman subayları bulundu­ ruluyor ve kendilerine istisnai olarak efendice muamele edi­ liyordu. Ancak bunların sayısı azdı ve bu sefer kızıl yönetici­ ler yeni kurbanlarım »seçti. Bunlar, Almanlara esir düşmüş Kızılordu mensuplan ve diğer bir kısım Sovyet vatandaşı idi. 2- RUS SAVAŞ ESİRLERİ VE ÖLÜM KAMPLARI

Savaş sona erdikten sonra, savaşa girmiş olan milletler, vatandaşlarının bir an evvel yurda dönmek isteyeceklerine inanıyorlardı. Sovyet Rusya dışında hiçbir devlet bunların zor­ la getirilmesi için tedbir düşünmek gereğini duymuyordu.


Rus savaş esirlerinden başka milyonlarca Sovyet va­ tandaşı Batı Avrupada bulunuyordu. Bunlar arasında başta Türkler, UkraynalIlar ve Ruslar olmak üzere kadın, erkek Sovyet vatandaşı işçiler, Vlasov Ordusu mensupları vardı. Savaş esirlerini iki grupta incelemek gerekir. Bunların bi­ rincisi; kendi isteği ile Sovyet Rusya’ya dönen Kızılordu mensuplan, diğeri; Vlasov Ordusunda Kızılorduya karşı sa­ vaşan sabık Kızılordu mensupları yani lejyonerler ve Çalış­ ma Taburları çalışanları. a) SAVAŞ ESİRİ KIZILORDU MENSUPLARI

Alman esaretinden kurtulan milyonlarca Sovyet savaş esiri, büyük bir mutluluk içinde vatanlarına dönüyordu. Bunlar arasında hakiki vatan hainleri (!) yok denecek kadar azdı. Ama, bu insan yığınlarının yabancı ülkelerdeki te­ masları, oradaki yaşayış tarzları ve tecrübeleri kendilerini hükümet nazarında şüpheli ve tehlikeli yapmıştı. Nitekim vatanlarına dönenlerin NKVD’nin korkunç sorgusundan geçirilmesi bir kural oldu. Vatanlarına dönenlerin en büyük suçu “esir” olmaktı. Alman ordusunun oluşturduğu lejyonlarda bilfiil çalış­ mış olanlar kurşuna diziliyor, diğerleri 15-20 sene “Katorga”ya yani Ölüm Kamplarında hizmet (!) görmeye mahkum edili­ yordu.64 Ancak yaşlı erkek ve kadınların evlerine dönmeleri­ ne müsaade olunuyordu. Fakat yurda dönen Sovyet vatan­ daşlarının sicil fişine: “Rejim bakımından tehlikeli” ibaresi iş­ leniyordu. Bunların çocukları okula kabul edilmedikleri gibi, sorumlu mevkiler de kendilerinden esirgeniyordu. Kısacası ikinci sınıf bir halk tabakası olarak muamele görüyorlardı.


b) SABIK KIZILORDU MENSUPLARI (LEJYONERLER)

Bu grupta toplananların Sovyet Rusya’ya iadesi büyük mesele olmuş, diplomatik skandaliara neden olmuştur. Sta­ lin, komünist sistemin gelecekte de yaşayabilmesi için sada­ katlerine hiçbir zaman güvenilmemiş halklardan intikam al­ manın gerekliliğine inanıyordu. Bu intikam duygusu, sabık Kızılordu mensupları için korkunç bir akıbet hazırlamıştı. Savaş sonrasında Almanya, İtalya, Avusturya, Fransa ve İsveç’te milyonlarca Sovyet vatandaşı savaş esiri olarak bulunuyordu ve bunlar da yurtlarına dönmek istemiyordu. Stalin, 11 Şubat 1945’de Yalta Konferansında: “Sovyet va­ tandaşlarının arzularına bakılmayarak Sovyet Rusya’ya ia­ delerini” şart koşarak bu teklifini aşırı bir ısrarla müttefik­ lerine kabul ettirmişti.65 Müttefikler önce bu teklifi kabul etmek istememişlerse de, Stalin’le olan dostluğun takviye­ si gibi bir eğilim sonucunda bu teklifi kayıtsız şartsız kabul etmişlerdi. Bugün dahi hâlâ kurulamayan bu takviye edil­ miş dostluk (!) o zaman yüzbinlerce Sovyet vatandaşının hayatına malolmuştu. Anlaşmanın hükümlerine uygun olarak, Kuzey Kafkas­ ya, Kırım, Idil-Ural, ^Ukrayna, Belorusya, Türkistan, Azer­ baycan, Gürcistan bölgelerine mensup lejyonerler, mütte­ fikler tarafından can düşmanları kızıllara teslim edildiler.66 Genellikle hiçbir savaş esiri Rusya’ya dönmek istemiyordu. Bu arada binlerce savaş esiri Almanya’dan İsviçre’ye, Fran­ sa’ya Belçika’ya ve Hollanda’ya kaçtı. Savaş esirlerinin Rusya’ya dönmemek için direnişe geç­ meleri yüzünden kendilerini sınıra götürecek kamyonlara


bindirilmeleri için Amerikalı askerlerin sopa, dipçik süngü ve hatta silah kullanmaları gerekiyordu. Buna benzer direniş örnekleri bazen tüyler ürpertici vak’alarla şekilleniyordu: Drau nehrinin vadisinde 7.000 Kuzey KafkasyalI acı akıbetlerini bekliyordu. 27 Mayısta Kafkas lejyonunun ku­ mandam General Kılıç Girey başta olmak üzere 150 kişilik subay maiyeti İngiliz karargahına davet olundular ve he­ men sonra tutuklandılar. Ingiliz ve Amerikalı generaller Kı­ lıç Girey'e: “Her ne kadar Nazilerle işbirliği yaptınız ise de eğer affedilmeniz için yalvarır ve demokrasilere sadakat yemini ederseniz, Sovyetlere teslim edilmeyecek ve serbest bırakılacaksınız” dediler. General Kılıç Girey onlara, tekliflerini kabul ederse di­ ğer yurtdaşlarının da serbest bırakılıp bırakılmayacağını sordu. Bu teklifin yalnız kendi şahsı için bir istisna olduğu cevabını alınca asil Kafkas Türkünün dudaklarından yavaş yavaş şu acı ve tarihi sözler kan damlaları gibi döküldü: “Benim adamlarım cesur askerlerdir: hür bir Kafkasya için hayatlarını vermeye hazırdırlar. Benim ecdadım, şeref ve namus uğrunda Rus boyunduruğuna karşı savaşırken şehit oldular. Bu arkadaşlarım ise, gece gündüz benimle aynı ülkü için döğüştüler. Onların kanı benim kanimdir; şerefle savaştığımız anlar o şerefi paylaştık. Şimdi de aynı akıbeti paylaşacağım. Milletime ihanet edip, onlar Sovyet NKVD’sinin ölüm mangaları tarafından idam edilirken, ben burada korkak gibi yaşayamam. Bir gün gelecek sizler de anlayacaksınız ki, Sovyetler sizin hakiki dostlarınız de­ ğildirler. Fakat belki o gün, iş işten geçmiş olacak. Bugün bu yaptıklarınızla sizler de Sovyetler kadar suçlu oluyorsu­


nuz. Bolşevizme karşı muzaffer günlerde, adamlarımla hep bir arada idik. Şimdi onlar ölüme giderken, onları yalnız bı­ rakamam. Başlarında yine ben, kızıl cellatlara doğru yürü­ yeceğiz. Bu şerefi kimseye bağışlayamam.” Hayretler içinde kalan İngiliz ve Amerikan kumandan­ ları, General Kılıç Girey’in kendilerine sırt çevirerek hazır bekleyen GMC kamyonuna, ölüm yolculuğuna gidişini şaş­ kın nazarlarla takip ettiler. Kahraman Kılıç Girey önde, arkadaşları ve ülküdaşları arkada Sovyet bölgesine götürülerek vahşi komünistlere teslim edildiler. Kısa bir müddet sonra, bu kafilenin cesur birer Kafkaslı Türk olarak nefret ettikleri kızıl cellatlar tara­ fından toptan şehit edildikleri anlaşıldı.67 Diğer Kafkaslıların teslimi 28 Mayıs 1945 de tamam ­ landı. Fakat bu teslim sırasında Drau nehri kıyılarında çok korkunç sahneler yaşandı. Yıllar sonra Drau kıyılarındaki dramın şahitlerinden bir çiftçi, Martin Nagale şöyle dedi: “Çok korkunçtu. Kadınlar teslim edilmemelerini rica ederken hıçkırıklarında kalbini boşaltıyorlardı. Bu yalvarış­ ların faydasız olduğunu gören bir çoğu da çocuklarıyla kendilerini Drau nehrftıe attılar.”68 Bir başka şahit Mrs. Maria Tiffling de buna benzer sah­ neler anlattı: “Bir ailenin bütün fertleriyle Drau sularında mahvoluşunu unutamam. Anne bir yavrusunu sırtına bindirmişti. Diğer ikisinin ellerini tutuyordu. Üçüncü ve en küçük ço­ cuk babasının kollarındaydı. Hepsi de kendilerini asi Drau’nun sularına korkunç çığlıklarla attılar.”69


Bugün, Güney Avusturya’da Spittal-Drau kasabası ya­ kınlarında, ormanların serin sessizliği içinde mütevazi fa­ kat manası büyük hazin bir anıt görülür. Bu anıt, 28 mayıs 1945’de, orada kızıllara teslim edilen 7000 Kuzey Kafkaslı Türkü anmak ve unutmamak için dikilmiştir. Tarihi anıtın üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır: “Burada 28 Mayıs 1945’de 7000 Şimali KafkasyalI, ka­ dın ve çocukları ile birlikte Sovyet makamlarına teslim edildiler ve Islamiyete olan sadakatleri ile Kafkasya’nın is­ tiklali ideallerine kurban gittiler.”70 Diğer direniş örnekleri de yürekleri sızlatan hareketler­ le şekillenmişti: “1946 yılının Ocak ayında Dachau’da 10 Sovyet savaş esiri boğazını keserek intihar etti, diğer 21’i de ustura ile in­ tihara teşebbüs ederken yakalandı. Ertesi gün başka bir ba­ rakada yine ustura kullanarak boğazlarını kesmiş esirler bulundu.”71 Fransız hükümeti, Sovyet işgal bölgesinde bulunan 300.000 Fransız savaş esirini alabilmek için Rus NKVD ko­ misyonlarının Fransa’ya giderek geri dönmek istemeyen Sovyet vatandaşlarına karşı harekete geçmelerine izin verrfıek zorunda kaldı. Böylece NKVD’ye mensup üniformalı, üniformasız memur ve ajanlar Sovyet vatandaşlarını giz­ lenmekte oldukları yerlerden bulup çıkartarak zorla Rus­ ya’ya gönderdiler. Fransız basınında öyle kanlı ve tüyler ürpertici olaylar açığa vurulmuştu ki, Sovyet ajanlarının Fransa’daki icraatı ve kullandıkları usul aleyhine kamuoyu ayaklanmıştı. Ni­ hayet 1946 Mayısında Fransız İçişleri Bakanı, Sovyet Elçisi


Bogomolov’dan NKVD’nin icraatını durdurmasını talep et­ ti. Amerika Birleşik Devletlerinde de aynı şey cereyan edi­ yordu. Fransa’da ve Almanya’da ele geçirilmiş olan savaş esirleri sessizce iade ediliyordu. Ama bu arada intihar edenler, vapurdan atlayarak Amerika’ya tekrar sığınanlar az değildi. 4 Ekim 1945’de, General Eisenhower Yalta anlaşması­ nın bu maddesini hükümsüz kılmak istedi. Sovyet vatan­ daşlarının zorla iadesine devam edilmemesini emretti. O sırada, 26.400 Sovyet vatandaşı Amerika’nın nezareti altın­ da idi. Müttefik Kuvvetler Başkomutan sözcüsü; “Sovyet vatandaşlarını temin için Amerikan askerlerinin hayatını tehlikeye koyamayız” diye durumu izah etti. Mamafih, A.B.D. Dışişleri Bakanlığı Eisenhovver’in bu emrini selahiyet dışı verilmiş sayarak hükümsüz kıldı ve Sovyet vatan­ daşlarının iade programının bitirilmesini emretti. Bu geniş ölçüde vukubulan hareket neticesinde, Sovyet yöneticileri Ölüm Kamplarına bol miktarda taze insan kuvveti temin etmiş oldu. Zorla iade alınan milyonlarca Sovyet vatanda­ şının kaçta kaçı Ölüm Kamplarına gönderildi? Bu kesin olarak belli değildir. Ama bu kamplarda yalnız Ruslar değil, bütün dünya milletlerinin mahkum mümessilleri vardır. Don sanayi havzasından elde edilen bir raporda: “Don havzası madenlerindeki ölüm Kamplarında Romenler, Yugoslavlar, PolonyalIlar, Almanlar ve Macarlar vardır. Bunlara ilaveten çeşitli Sovyet vatandaşı ve bir mik­ tar da İtalyan bulunuyor” denilmektedir. Savaş sona erdikten sonra Rusya’da iki temizlik (!) ha­


reketi daha oldu. Birincisi; düşman işgaline uğramış bölge­ lerde yapıldı. Böylece hiçbir zaman güvenilmeyen milletler imha edilmek istendi. Bu, 1940’da Letonya, Estonya ve Litvanya gibi Baltık memleketleri halkına uygulanan m eto­ dun aynısı olup, milletlerin topyekün sürgün yolu ile imha­ sını öngörüyordu. Bu hareket 1943 Nisanında, Almanlarla işbirliği yapanlar için cezai hükümlerin uygulanması ile gerçekleşti. İkinci temizlik hareketi. 1946 yılı Ağustosunda başladı. Bu hareket daha ziyade Anti-Sovyet faaliyetlere katılan Sovyet milletlerinin aydınlarını kapsıyordu. Her iki temiz­ lik hareketiyle Ölüm Kampları için taze kuvvet elde edildi.

G) SAVAŞ SONRASI VE ÖLÜM KAMPLARI

Sovyetler açısından savaşın kaybı ve kazancı çok bü­ yüktür. Stalin, büyük bir prestij kazanmış, komünizmin te­ sir ve yayılma sahası artmıştı. Buna karşılık Sovyet ekono­ misi, siyasi ve sosyal yapısı mahvolmuştu. Ekonomik du­ rum bozulmuştu. Savaş öncesi ekilen alanların % 47’si ve savaş öncesi el­ de bulunan hayvanların % 45’i düşman işgali altında kal­ mış, hayvanların birçoğunu Almanlar ya öldürmüşler ya da alıp götürmüşlerdi. Resmi tahminlere göre 98.000 Kolhoz, 1876 Sovhoz ve 2890 Makine Traktör istasyonu Almanlar tarafından kısmen veya tamamen yok edilmiştir.72 Alman Ordularının geri çekilme esnasında 2000 şehir, 7000 köy ve 4 milyon işçi çalıştıran fabrikaları kısmen veya tamamen tahrip ettikleri resmen açıklanmıştır.73 Sadece Dniepropetrovsk’da 41 fabrika havaya uçurulmuş, 10.000


evden ancak 400 tanesi onların çıkardığı yangından kurtu­ labilmişti.74 Bu geriye çekilme yolu üzerindeki yüzlerce millik toprak, üzerinde hayat eseri kalmayan bölgeler du­ rumundaydı. 25 milyon insan barınaksız kalmıştı.75 Ayrıca savaş devresinde ülkenin ekonomik faaliyetleri hemen hemen durmuştu. Kömür üretiminin % 60’ı, çelik üretiminin yarısı, tarıma ayrılan toprakların yarısı, alümin­ yum üretiminin 2 /3 ’ü, şeker pancarına ayrılan toprakların 9 /1 0 ’u Alman işgalindeydi.76 Bunlara karşılık Sovyet Rusya’nın kazancı ise şu olmuş­ tu: Savaşın Almanya aleyhine sona ermesi üzerine ilerliyen muzaffer (!) Kızılordu birlikleri Berlin’e kadar dayandılar, önlerine çıkan her fabrikayı söküp Rusya’ya taşıdılar. Ayrı­ ca, yakalayabildikleri bütün Alman bilginlerini de toplayıp ülkelerine götürdüler. 18 Mart 1946’da, Yüksek Sovyet Meclisinin oturumun­ da onaylanan savaş sonu “Dördüncü Beş Yıllık Plan”, birçok dev projeleri uygulamaya koyuyordu. Bu plan, savaşta mahvolan sanayinin yeniden tesisini ve üretimde üstelik savaştan evvelki rakamlara nazaran % 50 nisbetinde bir arttırma yapılmasını öngörüyordu. Kısacası bu plan, bütün memleketten ezici bir fâaliyet istemektedir. Plan, ayrıca, 1950 yılına kadar 104 çelik fabrikası, 315 yük­ sek fırın inşa etmeyi, Almanların tahrip ettikleri 1800 köprü­ nün tamir edilmesini ve ulaşım için 7500 lokomotif ve 472.000 yük vagonunun hizmete konulmasını öngörüyordu.77 Plana göre; hidroelektrik santrallarının yeniden kurul­ ması öngörülüyordu. Volgo havzasındaki petrol sanayiinin verimi % 240 oranında arttırılacak, Tatar Cumhuriyetinde,


Saratov, Kuibişev, Ural, Ukta ve Sahalin bölgelerinde yeni petrol kuyuları işletilecek; Leningrad, Kuzey Kafkas ve Doğu Sibirya mıntıkalarında büyük bir akaryakıt sanayii kurula­ caktı. Toplamı 7230 kilometreyi bulan yeni demiryolları ve 12.500 kilometre kadar da yardımcı hatlar döşenecekti. Mev­ cut hatlara 50.000 kilometrelik yeni ray döşenecekti. Stalin Kanalı (Baltık Denizini Beyaz Denize bağlıyan kanal) yeni­ den onarılacak, Dinyeper, Pripet, Don, Kuban, Noman ve Batı Dvina, Svir nehirleriyle Ladiga ve Onega göllerinde ula­ şım ve nakliyat sistemleri yeniden tanzim olunarak, liman­ lar, rıhtımlar ve iskeleler inşa edilecekti. Savaş öncesi rakam­ larına nisbetle kerestecilik % 59’luk bir artış kaydedecek, bu­ nu başarmak için de muhtelif kereste nakliye yolları yapıla­ caktı.78 Planın öngördüğü diğer işler arasında ise; eski yolların onarılmasının yanı sıra 7000-8000 millik yeni yol yapımı ve su yollarında kanal sisteminin geliştirilmesi bulunuyor­ du.79 Sadece Kuzey Kafkasya, Hazar ve Orta Asya hatlarına 1000 yeni dizel lokomotifi tahsis edilecekti. Bu beş yıllık plan döneminde yeni yapılacak demiryolları arasında Tran-Sibirya hattına paralel ve bu hattın güneyinde yapıla­ cak yeni demiryolu hattı, çelik şehri Magnitogorsk’u Stalinsk’e ve daha batıda Kuibişev’e bağlayacaktır. Planda, ba­ tıdaki ve güney batıdaki sanayi merkezlerinin yeniden onarılması konusu önemli yer tutmaktadır. Bu merkezlerin savaş öncesi üretimlerinin aşılması öngörülmüştü. Mesela, düşman işgaline uğrayan bölgelerdeki sanayi bölgelerinin üretim kapasitelerinin savaş öncesi kapasitelerini % 15 oranında aşması planlanmıştır. Donbas kömür ocaklarının üretim kapasitesi savaş öncesi seviyesini aşarak yılda 88


milyon tona çıkarılacaktır. Yine demir ve çelikte güney böl­ gelerinde savaş öncesi seviyeye ulaşılması öngörülürken, Urallar ve Sibirya, Kazakistan gibi yeni sanayi merkezlerin­ de, bu seviyenin aşılması planlanmıştır. Yeni plan, bir bütün olarak tüm sanayi üretiminin 1950’de savaş öncesi seviyesini % 48 oranında aşacak şekil­ de hesaplanmıştır. Bu oran, 3000 orta ve büyük çaptaki sa­ nayi tesisinin, 2700 yeni tesisin kurulmasını zorunlu kıl­ maktadır.80 İşgücü veriminde savaş öncesine nazaran % 36 oranında bir artış beklenmektedir.Bir bütün olarak, ekono­ mik sistemin sabit sermayesinin'savaş öncesi seviyeyi % 8 aşması beklenmektedir.81 Görüldüğü gibi, kısa bir sürede gerçekleştirilmesi ön­ görülen “Dördüncü Beş Yıllık Plan”, büyük bir insan gücü­ nün varlığına dayanılarak hazırlanmıştır. Bu muazzam in­ san gücünün, ölüm Kamplarındaki milyonlarca mahkum işçi sayesinde sağlandığı bilinmektedir. Zaten, bu büyük planın gerçekleşmesi, mevcut Sovyet şartlarına göre, ancak ve ancak mecburi çalışma sisteminin varlığına, gelişme ve genişlemesine bağlıdır. Milyonlarca insanj köle gibi çalıştıran merhametsiz sistemin kalkınma planı da methametsizdi. Bütün yatırım­ lar sanayi bölgelerine aktarılmış, tarım sahası boş bırakıl­ mıştı. Nitekim 1947’de meydana gelen kıtlık, yüzbinlerce insanın hayatına malolmuştu. Kruşçev, meşhur 20. Kongre nutkunda bu konu ile ilgili olarak şöyle diyordu: “Stalin ve Molotov’un uyguladıkları yöntem şöyleydi: Bazı bölgelerde halk açlıktan kıvranır ve ekmeksizlikten ölürken, onlar buğdayı yabancı ülkelere satmaktaydılar.


Evet yoldaşlar, gerçekten 1947 de ülkenin birçok bölgesin­ de, mesela Kursk bölgesinde halk açlıktan ölürken, buğ­ daylar ihraç edilmekteydi”. 1947 yılındaki kıtlık kamp tayınında da kendini göster­ miş ve yiyecek hem azalmış, hem kalitece düşmüştür. Bun­ dan dolayı ölüm Kampları mahkum mevcudunda sayı iti­ barı ile oldukça bir düşme olmuştur. 1950 yılında, Ölüm Kampları, Sovyet ekonomisinde daimi bir hal almıştır. Bu cihetle, kamplara sevkedilenlerin sayısı Stalin’in ölümüne kadar gittikçe artmıştır. Zorla çalıştırma şekli daimi bir ekonomik sistem olarak Stalin’in idarede en hakim olduğu devrelerde göze çarpmaktadır. Esasen Stalin’in özlemini duyduğu; emriyle hareket eden bir toplum ve emirle hare­ kete geçirilen bir ekonomi idi. Bu ekonomi sistemi başarılı oldu mu? Tarım sahası dı­ şında; evet denilebilir. Tarımda hiçbir zaman Çarlık devrin­ deki 1914 üretimine yetişilememiştir. Kısacası, muazzam kalkınma planları ile sanayileşen Sovyet Rusya için ölüm Kampları vazgeçilmez bir unsurdur. Çünkü, ölüm Kampla­ rındaki milyonlarca gönüllü (!) işçiyi iyi beslemek gibi bir mesele yoktur. Bugün Sovyet Rusya, ekonomide olduğu gibi iç bünyesinin siyasi durumunu da göz önüne alarak ölüm Kamplarına her bakımdan bağlı kalmaktadır. Şu da bir ger­ çektir ki, 50 yıldan beri sistemin özüne işleyen Ölüm Kamp­ larının kaldırılması, komünist sistemin sonu olacaktır. #

H) MİLLETLERİ TOPYEKÜN SÜRGÜN ETME TEKNİĞİ

II. Dünya savaşı başlamak üzere iken Stalin, komünist ideolojinin düşmanı olan milletlerin zararsız (!) hale geti­


rilmesi yolunda planlarını yapıyordu. Gerçekten de bu mil­ letler, ilk fırsatta Sovyet Rusya aleyhine cephe almaya mü­ sait ve hatta hazırdılar. Stalin, muhtemel bir savaştan Sovyet Rusya’nın muzaf­ fer çıkması için bu milletlerin gözden çıkarılması gerektiği­ ne inanmıştı. Bunun için de ilk planda; Baltık ülkeleri (Letonya, Estonya, Litvanya) ile Kırım, Kalmuk, Çeçen-Inguş, Volga Alman, Balkar, Karaçay Cumhuriyet ve Muhtar Eya­ letleri ahalisinin topyekün sürgün edilmesi gerekiyordu. Plan gereğince işe ilk önce Almanlarla komşu olan Baltık ülkelerinden başlandı. Ancak, savaşın erken başlaması ve Alman-Sovyet cephesinin kurulması üzerine durdurul­ du. Plan kapsamına giren milletler, suç dahi işlemiş olsa­ lar, buna ceza olarak “genocide” (topyekün imha) hareketi­ nin uygulanması çok daha büyük ve korkunç bir suç teşkil etmektedir. Sovyet idarecilerinin bu hareketi değil yapma­ sı, düşünmesi bile onları milletlerarası suçlu durumuna düşürmekteydi. Başta Stalin olmak üzere Sovyet idarecile­ ri, bu hareketlerini; “tedbir” olarak nitelendirmektedirler. Hiç şüphesiz bütün bunlar, birçok millet aleyhine, bu mil­ letleri imhaya yöneîik tedbirlerdir. Bu tedbirlerin ceza ya­ hut devlet emniyet tedbirleri şeklinde kamufle edilmesi, katiyen bu hareketlerin içeriğini değiştiremez. Bu milli gruplar, hiçbir zaman bir ülkenin geleceği yönünden tehli­ ke oluşturmaz ve genel bir suçla suçlandırılmazlar. Milletlerarası hak ve hukuk böyle olduğu halde Stalin, hiçbir şeye aldırmaksızın ve her tepkiye karşı durarak sava­ şın başında ve sonunda bu kanlı planını gerçekleştirdi.


Topyekün sürgün edilen milletler, Sibirya ve Uzak Doğu’daki mecburi çalışma merkezlerine dağıtıldılar. Buralarda ya­ şayan eski sürgünlerle karıştırıldılar. Böylece, Sovyet eko­ nomisinin ihtiyacı olan milyonlarca gönüllü (!) işçi sağlan­ mış ve sınırlar da emniyet altına alınmış oluyordu. Sürgün metotları hakkında NKVD ve KGB yani Sovyet içişleri Bakanlığı ve Emniyet Bakanlığı tarafından yayınla­ nan 34 gizli belge bugün hür dünyaya ulaşmıştır. Bu belgele­ rin mikrofilmleri New York Kütüphanesinde mevcuttur. Sa­ dık olmayan unsurların topyekün sürgünlerine dair olan bu belgeler; “Gizli”, “Çok Gizli”, “Mahrem”, “Çok Acele”, “Şahsa Mahsus” gibi ibareler taşımakta ve gizlilerinin altında ise; “Okunduktan sonra iadesi" ibaresi bulunmaktadır. Bu belge­ lerde ilk göze çarpan husus, gayet sistematik, muntazam ve iyi düşünülmüş, olmalarıdır. Esas prensipler kadar, basit terefruat da bu belgelerde yer almış bulunuyor. Mesela, kur­ şun kalem tedarikine, harekata iştirak edenlere yemek tevzi­ ine, tabancalara yerleştirilecek kurşun adedine dair talimat dahi mevcuttur. Bütün bunlar Moskova’da topyekün sürgün işlerini yürütmek hususunda ihtisasları mükemmel unsurla­ rın mevcudiyetine birer delildir. Belgeler, mahalli organların dikkatini, bilhassa ajanların çalışmasına çekmektedir. “Ajan Çalışması”, “Ajan Raporları” tabirleri, NKVD makamlarınca gizli ajanların çalışması manasına gelmektedir. Bu ajanlar Sovyetlere muhalif olan veya Sovyet rejimi için tehlikeli gö­ rülen şahısları bildirmektedir. ilk topyekün sürgün hareketi Baltık ülkelerine uygu­ landı. Topyekün sürgün edilen milletler, Sibirya, Türkistan, Urallar ve Uzak Doğu’daki mecburi çalışma merkezlerine iskan edildiler. Kundakdaki çocuktan en yaşlıya kadar fark


gözetmeden bütün bir milleti köklerinden sökülen bir ağaç gibi alıp, yabancı diyarlarda yerleşmeye, bir nevi yokolmaya zorlamanın metotları orijinal olsa gerektir. Bu metotla­ rın ve bu metotların uygulanışının bilinmesi, 20. yüzyılda yaşamamız ve hür dünyanın kızıl bloka karşı şuurlu cephe kurması yönünden mutlaka gereklidir. 1- BALTIK ÜLKELERİ VE TOPYEKÜN SÜRGÜN (LETONYA, LÎTVANYA, ESTONYA)

Sovyetler Birliği, Almanya ile olan dostluk münasebetle­ rini geliştirmek gayesiyle 1940 yılında bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre; Litvanya, Letonya ve Estonya’daki Alman asıllı vatandaşların Almanya’ya göç etmesine izin veriliyor­ du. Neticede Litvanya’dan 100 bine yakın, Letonya’dan 10 bi­ nin üstünde, Estonya’dan ise 10 bin Alman asıllı Baltıklı, Al­ manya’ya göç etmiştir.82 Bu rakamlar, buralardaki Alman ahali sayısının çok çok üstünde olan rakamlardır. Rakamlar­ daki yükseklik de, Baltık boyunda sayısı çok olan karma aile­ lerin, Almanya’ya göç amacıyla, kendilerini Alman diye kay­ dettirmeleri yüzünden ileri gelmiştir. Bu göç neticesinde Baltık boyu bütün Alılan ahaliden boşalmış, Almanya’ya göç edenlerin sayısı hemen hemen 250 bin kişiyi bulmuştu. Halbuki, Stalin, 1939’da bu ülkelerin kaderi ile ilgili bir açıklama yaparak içişlerine karışmayacağına dair kesin söz vermişti. Stalin, Alman hükümetiyle Baltık ülkelerinin ka­ deri konusunda anlaşma yaparken başka bir gaye daha ta­ şıyordu. O da; Baltıklıların Sovyetlere olan güven ve sada­ katlerinin derecesiydi... Nitekim, Stalin, bu güven ve sadakatin menfi yönde ol­


duğunu, Baltıklıların Almanya’ya göç için can atışlarından görmüş ve hazırladığı kanlı plana bu üç ülkeyi de dahil et­ mişti. Ştalin, kendine göre haklıydı; Almanya, Baltık göç­ menlerini kendi fabrikalarında çalıştırıyordu. Diğer Baltıklılar Sovyet fabrikalarında çalışmak istemezler miydi? Bu­ nu denemek ve anlamak için gerekli vicdan (!) zaten Stalin’de ve getirdikleri sistemin özünde mevcuttu. Litvarıya’da bu metotların uygulanışı şöyle cereyan etmiştir: 10 Ekim 1939’da Litvanya ile Sovyetler Birliği arasında bir karşılıklı yardım anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma­ ya göre; Litvanya’nın iç işlerine müdahaleden, Sovyetlerin kayıtsız şartsız imtinada bulunacağı taahhüt olunuyordu. Gerçekten de 1940 Haziranına kadar eski partiler ve eski hükümet iktidarda kaldı. Bununla beraber anlaşmanın im­ zasını müteakip, 11 Ekim 1939 da Moskova NKVD’si, ajan­ larını, Litvanya’da siyasi ve sosyal bakımlardan tehlikeli gördüğü şahısların listesini hazırlamakla görevlendirdi. Sovyetler aleyhine herhangi bir harekete girmiş olup olma­ dıkları hususu dikkate alınmaksızın, bütün aydınların lis­ tesi hazırlanmaya başlandı. 1940 Ağustosunda Baltık ülkeleri Sovyetler Birliği tara­ fından işgal ve ilhak edildi. Kasım ayında da topyekün sür­ gün işlerine girişilmek emri verildi. Tehlikeli olarak tespit edilen gruplar ve şahısların listesi çok uzundu. Komünist Partisi hariç olmak üzere bütün siyasi parti mensupları, komünistlerin kovmuş olduğu bütün şahıslar, bütün su­ bay, mülteci ve aydınlar grubu buna dahildi. Bu uzun liste­ de dükkan ve mağaza sahipleri, otelciler ve lokanta sahip­


leri de sosyal bakımdan tehlikeli sayılmışlardı. Yabancı ül­ kelerdeki akraba ve dostlarıyla temasta olanlar dahi tehli­ keli damgasıyle sürgüne tabi tutuluyorlardı.83 Yollama üslerinin 5 Mayıs 1941’e kadar tamamlanması ve harekatın 1 Haziran tarihinde bitirilmiş olması emrolunmaktaydı. Aile reisleri; Ölüm Kamplarına sevkolunacak, aileleri ise Rusya’nın ücra bölgelerine sürüleceklerdi. Veri­ len talimata göre hazırlıklar hiç şüphe uyandırmadan ses­ sizce yapılacak, ajanların vermiş olduğu bilgiden geniş öl­ çüde faydalanılacaktı. Her bölgeye “Troika” adı verilen üçer kişilik gruplar tayin olunuyordu. Bunlar gizli polis teşkilatı­ na mensup elemanlardı. Bu “Troika”lara evlerde yapılan aramalarda ele geçirilen eşyanın ne şekilde müsadere edi­ leceği ve ne yolda zabıtlarının tanzim olunacağı ve tutukla­ nan şahısların ne surette kayıtlarının yapılacağı bildirili­ yordu. Ayrıca umumi harekata geçmeden evvel yapılan bir genel toplantıda; “sürgün olunanlar arasında Sovyet halkı­ nın düşmanları bulunmak hasebiyle silahlı bir mukaveme­ te karşı alınacak tedbirler” düşünülerek, silahların ateşe hazır bulundurulması karar altına alınıyordu. Karı kocanın birbirinden ayrılması, şahsi eşya ağırlığının muayyen bir haddi aşmaması bildiriliyordu. Tutuklama nedenleri, sürü­ lecek aileleri korkutmamak için basit ve standart bir içerik taşıyordu. Böylece aile reislerinin kendilerine yakın bir kampa gönderileceği inancı uyandırılmak istenilmişti. Topyekün sürgün harekatı, düzenlendiği gibi, gayet muntazam olmuştu. Sır iyi saklanmış ve halk gafil avlan­ mıştı. Litvanya’nın eski başşehrinde sadece bir yaralama vak’ası olmuş, 23 kişi gizlenmiş ve bir kişi kaçabilmişti. 122 kişi de evlerinde bulunamamıştı.


Plan gereğince yapılan bu harekatın başarılı olması için aşırı yorgunluğu ve uykusuzluğu göze alarak çalışmış bulunan altı yoldaş terfi ve nişana layık görülüyordu. Yukardaki ufak te­ fek olaylar da; “harekatı güden personelin beceriksizliği” yü­ zünden meydana gelmişti. Kaçanların yakalandıkları mahal­ de imha olunmaları da ayrı bir emirle tebliğ ediliyordu. Estonya ve Letonya’da da durum Litvanya’dan farksızdı. İnligiz gazetecisi Paul Winterton, Ağustos 1944’de Estonya’mn başkenti Tallin’de gördüklerini şöyle anlatmaktadır: “Estonyalılar Ruslardan nefret ediyorlar ve korkuyor­ lardı. Ruslarla mahalli halk arasında gözle görülebilir bir kaynaşma yoktu.”84 Bir kadın memur, Winterton’a şu açıklamayı yapmıştı; 1940’da Estonya’yı işgallerini müteakip Rusya toplu tutuk­ lamalara başlamış ve çok kimseyi Rusyanm iç bölgelerine sürmüşler. Bunun siyasi zanlıların temizlenmesinden daha geniş bir hareket olduğunu söyleyen Estonyalı kadın, bin­ lerce ailenin yok edildiğini belrttikten sonra gözyaşları ara­ sında: “Kızkardeşim ile küçük yeğenim de tutuklanarak sü­ rülmüşlerdi. O zamandan beri kendilerinden hiçbir haber alamadım. Korkarım ki bir daha dönmeyecekler” demişti. Kadın, devamla şunları söylemişti: “Almanları aramız­ da görmekle birçoklarımız sevindiler; çünkü hiç olmazsa Ruslardan daha iyi hareket edeceklerine inanıyorduk. Nite­ kim, Tallin’de gayet iyi davrandılar. Gittikleri vakit birçok Estonyalı da onlarla beraber git­ ti. Bir kısım halk kaçtı, bazıları da balıkçı kayıkları ile Fin­ landiya’ya geçmeğe çalıştı. Burada kalan bizler dehşet için­ de idik. Ruslar arasında, 1940 yılında Tallin’de bulunan


kimseler de vardı. Sürgünlerin yeniden başlamasından en­ dişe ediyoruz. Daha şimdiden birçok kimse tutuklanmıştır. İngiltere ile Amerika’nın bizi bu durumdan kurtarmak için çalışacağı ümidindeyiz...”85 Gerçekten de Estonyalı kadın memur, şüphelerinde haklı çıkmış, topyekün sürgün Sovyet işgali üzerine yeni­ den başlatılmıştı. Alman orduları geri çekilirken muhteme­ len akıbetlerini gören Baltıklılardan da önemli bir kısmı yurtlarını terketmişti. Bunlar, Almanya, Avusturya ve İsviç­ re’ye dağılmışlardı. UNRRA ve IRO'nun verdiği rakamlara göre, 1946-1948 yıllarında Almanya ve AvusturyalIların mülteci kampların­ da 100 binin üstünde Eston, 150 bine yakın Leton ve aşağı yukarı 150 bin Lityanyalı olmak üzere 400 bin Baltıklı mül­ teci bulunuyordu. Aynı tarihte A.B.D.’de 2 milyondan fazla Baltıklı yaşıyordu. Alman-Sovyet savaşından önce ve sonra Sovyet hükü­ meti tarafından Batlık topraklarından sürgün edilenlerin sayısını tam olarak tespit etmek imkansızdır. Yalnız, bili­ nen ve tahmin edilen husus şu ki, Baltık boyunun üç m em ­ leketinde insan kaybının genel sayısı 200 bini Letonyalı, 100 bin kişiden fazlası da Litvanyalı olmak üzere 700 bin ki­ şi civarındadır. 1940-1941 yıllarında Almanya’ya göç etmiş bulunan 250 bin kişi ve Alman işgali sırasında ölen 300 bin­ den fazla Yahudi, bu rakama dahil değildir.86 Sonuç olarak, Rusya’nın kendisi için stratejik bakım­ dan önemli olan uzun bir sahili elinde bulundurmak iste­ mesi ve bunu ülkenin güvenliği ile bağdaştırması; bu vahşiyane, canavarca hareketi yani Baltıklıların topyekün sü­


rülmeleri sonucunu doğurmuştur. Ayrıca, Baltık devletleri vaktiyle Çarlık Rusyasının bir parçası idi. Yine Rus yayılma­ cılığına hizmet eden, Çarlığın bir nevi devamı olan Komü­ nist Rusya’nın bu ülkeleri tekrar sınırları içine alması Rus şovenizmi açısından normal sayılabilir. Kaldı ki, çok kısa aralıklarla iki dünya savaşına giren Rusya’nın sınırları bo­ yunda bağımsız küçük devletlere tahammülü yoktur. Çün­ kü, küçük ve zayıf olmaları yüzünden bu devletler Rus­ ya’nın düşmanlarına yardım etmek eğilimini göstermekte­ dirler. Gerçekten de Baltıklılar haricinde aynı akıbete uğra­ yan Kırım Muhtar SSC, Çeçen-înguş Muhtar SSC, Kalmuk Muhtar SSC, Kabartay-Balkar Muhtar SSC (sadece Balkar kısmı), Karaçay Muhtar Eyaleti hep hudut boyunda veya hududa yakın oluşları ve ayrıca bunların milliyet ve din iti­ bariyle komşu Türkiye ile müşterek oluşları gibi sebepler­ den sürgün planına dahil edilmişlerdi. Bugün, Sovyet Bü­ yükelçilik ve Konsolosluk binalarında ziyaretçilere iftiharla takdim edilen propaganda broşürlerinde Baltık Cumhuri­ yetlerinden şu şekilde bahsedilmektedir: “Sovyet Baltık Cumhuriyetine hoş geldiniz. Baltık De­ nizi ağır ağır dalgalanıyor. Pek eski zamanlardan beri Baltık denizine Kehribar Denizi derlerdi. Fırtına zamanı kehribar taşlan deniz kenarına atılırdı. Halk destanlarına göre güne­ şin ışığını içine çekmiş olan kehribar saadet sembolüdür. Baltık kehribar sahili boyunca Estonya, Litvanya ve Letonya Sovyet Baltık Cumhuriyetleri bulunmaktadır. Burada meşe ve kayın ağacı koruları, sakin mavi göller, çam ağaç­ ları, kum tepeleri, bol güneş bulabilirsiniz...” Yukarıdaki satırlar bir soruyu doğuruyor: Tabiat güzel­


likleri ile eşsiz olan bu ülkede aranılan her şey mevcut ol­ duğu halde; bu ülkenin şanslı ve mutlu (!) özbeöz evlatları halen nerede?..

2- KIRIM VE TOPYEKÜN SÜRGÜN

Kırım’da topyekün sürgünle ilgili olarak Kızılordu bir­ liklerinin Kırım’a hücumu, 8 Nisan 1944’de başlamıştır. 18 Nisan 1944’de sadece Akyar Almanların elinde kalmıştı. 13 Nisanda Alman’lar Akmesçit şehrini terketmişler ve Kı­ rım’dan savaşarak geri çekilmişlerdir. Başta Akmescit ol­ mak üzere birçok Kırım şehri; “iki tarafın topçu ateşiyle ha­ rabelere dönmüş, halk korku içinde perişan, Kızılordunun girişini seyrediyordu.”87 Kızılordu işgalinin ilk iki haftası en şiddetli tedhiş za­ manları idi. Almanlarla işbirliği yaptığı tespit edilen Türkler, ordu komutanlarınca derhal ölüme mahkum edilmiş­ lerdi.88 iki kişinin ifadesi veya ihbarı, herhangi bir kimseyi Almanlarla işbirliğiyle suçlamaya ve ölüme mahkum etme­ ye kafi geliyordu.89 Raporlar, cadde ortasında yapılan top­ lu kurşuna dizilmelerden bahsetmektedir.90 Akmescit şeh­ rinin ağaçlarında ve telefon direklerinde sovyet cellatları­ nın asmış oldukları kurbanlar sallanıyordu.91 Olayların içinde bizzat yaşayanların ifadelerine göre, en fazla tutuk­ lama ve katliama maruz kalanlar; Kırım’ın bilhassa yalı bo­ yunda yaşayan Türk köylüleri idi. O günlerde binlerce, bel­ ki de onbirlerce Kırım Türkünün öldürülmüş olduğu tah­ min edilebilir. Görgü şahitlerinden biri, bu yürekler acısı, insanlık dı­ şı olayları şöyle tasvir ediyor.


“Sovyet orduları Kırım'a girdikten sonra, kumandanlı­ ğın hususi bir emriyle bütün Türk ahalisi iki hafta müddet­ le NKVD kıt’alarının keyfi muamelesine terkedilmişti. Az­ gın askerler, kadınların ve çocukların ırzına geçiyorlardı. Müdafasız insanların yürekler parçalayıcı feryatları duyu­ luyordu.”92 Kırım Türklerinin sürülmelerinde vazifeli bulunan ve 1953 yılı Haziran ayında hürriyeti seçerek Batıya sığınan sabık NKVD yarbayı Grigoriy Stepanoviç Burlutskiy’nin verdiği bilgiye göre, Kırım Türklerinin toyekün sürülmesi olayı 1944 yılı Haziranında yani Sovyet ordusu Kırım’a gir­ dikten iki ay sonra vukubulmuştur.93 Burlutskiy açıklamalarına devam ederek, Kırım Türkle­ rinin sürgünü esnasında kullanılan metotların; Kuzey Kaf­ kasya’nın Çeçen-Inguş Cumhuriyetinde tatbik edilmiş olan metotların aynı olduğunu, yani sürgünün; Kırım’a bu maksatla sevkedilen NKVD kıt’aları tarafından ayırdedilmeden bütün Türk halkının aynı zamanda ve ansızın tu­ tuklanarak yapıldığını söylemiştir.94 18 Mayısı 19’a bağlayan gece, şehir ve kasabalarda ya­ şayan Türklerin tamamı kendi evlerinde, silahlı askerlerin baskınına uğruyor. Kendilerine çevrilen silahların namlu­ ları karşısında, elleri kaldırtılarak ve duvar dibine dizilerek şu emri alıyorlar: “Elde götürebilecek eşyanızı alın ve 15 dakikada hazır olun...”95 Burlutskiy’in anlattığına göre; Kırım Türkleri, “gafil av­ lanarak ansızın yakalandıkları için mukavemet etmeye fır­ sat bulamamışlardır.”96


Türk halkını Kırım’dan çıkarma işinin ilk safhası yuka­ rıda anlatıldığı gibi olmuştur. Fakat bazı ayrıntılarında da belirli farklar yok değildir... İşte, Sankiza İbrahim imzalı ve Sovyet Hükümetine hitaben yazılmış olan mektupta şöyle deniliyor: “Saat 3 ’de çocuklar uyurken, askerler geldi. Hazırlık yapmak için bize 5 dakika verildi. Ne eşya ve ne de yiyecek almamıza müsaade edildi. Zannettik ki, kurşunlanmaya götürülüyoruz.”97 Sürgün edilen Kırım Türklerinin mukadderatı ve onla­ rın halen bulundukları mahal, Sovyet hükümeti tarafından ısrarla gizli tutulmaktadır. Burlutskiy diyor ki: “Sürülenler, hayvan nakline mahsus, hiçbir iptidai ter­ tibatı olmayan vagonlara doldurulmuşlardı.” “Vagonlar balık istifi dolduruluyor, kilitleniyor, mühür­ leniyor ve askeri kıt’alar tarafından muhafazaya alınıyordu. Sürgün mahalli bildirilmemişti.”98 Burlutskiy’in tahminine göre, sürgün edilenlerin bü­ yük kısmı” daha yolda iken “telef” olmuştur.99 Sankiza İbrahim’in protesto mektubu devam ediyor: “... Fakat çabuk ölüm değildi bu. Hayvan nakline mah­ sus ve onlarla tıkabasa dolu bir şekilde 3-4 hafta sürecek yolculuğa çıkarıldık. Yolumuz Kazakistan’ın kızgın çölün­ den geçiyordu. Götürülenlerin içinde Almanlara karşı çete harbi yapanlar, gizli mukavemet mensubu, komünist par­ tisi üyesi, Sovyet hükümetinde faal rol oynayan Kırımlılar da vardı. Sakatlar ve ihtiyarlar da mevcuttu. Erkekler o ara faşistlere karşı savaşa devam ediyorlardı, onların sürgünü savaş sonuna geciktirilmişti. Eşleri ve çocukları ise, zorla


götürülenlerin ekseriyetini teşkil ediyordu. Ölüm nispeti; küçükler, ihtiyarlar ve hastalar arasında bilhassa yüksekti, ölüm sebebi; susuzluk, havasızlık ve pislikti. Yolda can ve­ renlerin cesetleri dışarı çıkarılamadığından, yaşayanlar arasında çürür, su ve gıda almak için yapılan kısa durmalar esnasında, demiryolu hattı kenarında bırakılırdı. Gömül­ melerine izin yoktu.”100 Temmuz ve Ağustos 1969 da Taşkent’de yargılanan 10 Kırım Türkünden Yusuf Süleyman ifadesinde kısa ve öz olarak şöyle diyordu: “Bizleri mezbahaya götürülen hayvanlar gibi alıp gö­ türdüler. Ve Orta Aulda bıraktılar.!101 115 Kırım Türk halkı temsilcisi tarafından Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesine, Bakanlar Ku­ ruluna ve Yüksek Şurasına sunulan muhtırada ise aynen şu satırlar yer alıyordu: “24 yıl önce, 18 Mayıs 1944 de, babalan, kocaları ve oğulları büyük anayurt savaşında hayatlarını feda ettikleri, kanlarını döktükleri ve işçi birliklerinde hizmet ederek tah­ rip edilen fabrikaları yeniden kurdukları bir zamanda, aç ve çıplak müdafaasız çocuklar, kadınlar ve malül ihtiyarlar, silahlı erler muhafazasında, kapalı yük vagonlarında te­ merküz kamplarına götürülüyorlardı. Sürgün mahalline kadar süren hemen hemen üç hafta­ lık “seyahatin” dehşet ve kabuslarını unutmağa imkan var mı? Bu “seyahat” sırasında insanlar açlıktan şişiyor, bitlere yem oluyorlardı. Hasta ve aç insanların yanıbaşında yolda ölenlerin, muhafızların zamanında kaldırmadıkları çürümeğe yüz tutmuş cesetleri yatıyordu. Bu arada yakınların


ve akrabaların hiç olmazsa demiryolu boyunca gömülme­ sine müsaade edilmiyordu. İnsanlar vagonlardaki havasız­ lıktan boğuluyor, birçokları akıllarını kaybediyorlardı.”102 Kırım Türkleri; Ural, Sibirya, Kazakistan ve Orta Asya’nın binlerce kilometre içerilerine nakledilmişlerdir.103 Bir kısmı­ nın Almanya'dan dönmüş işçilerle beraber Özbekistan’ın Taşkent bölgesine ve Vıborg’un 25 kilometre kuzeyinde, Karelya şeridine sürüldükleri anlaşılmıştır.104 Alman, Pakistan ve Ukrayna basınında; 50 bin Kırım Türkünün, 1 Ekim 1950’de, Vilno Grodno bölgesine iskan edildiklerine dair ha­ berler yayınlanmışsa da henüz doğrulanmamıştır.105 “Kırım Tatarlarının Rus Dostlan” imzalı mektupta bu konuda şöyle deniliyordu: “ Kırım Tatarlarının bir kısmı Kazakistan’daki ve çoğu Özbekistan’daki barakalara getirildi. İşte Kırım Tatarlarının bu memlekete gelmeleri böyle oldu. Sürgün sona erdi, fa­ kat halkın toptan imha edilişi bundan sonra başladı. Yerli halk arasında hükümet alanları tarafından yapılan aleyhte propaganda sebebiyle bunlar, gelenleri oldukça soğuk kar­ şıladılar. Alışılmamış sıcaklar, sıtma ve hele Kırım’ın temiz sularına alışmış vücutlarda arkların bulanık suyunun yay­ dığı hastalıklar sebebimle başlangıçta pek çok kimse öldü. Evvela baraka, ahır ve bodrumlarda iskan edildiler. Bilaha­ re, ilk safha atlatıldıktan sonra, insan barındırmaya mah­ sus evlere kavuştular. Çetin ve sebatlı bir çalışmanın müka­ fatı olarak Kırım Tatarlarının yeni evleri oldukça düzgün­ dü. Fakat bunlar çok sonradan olan şeylerdir. 1944-1945 senelerinde ise halk, yeni yerinde kırılıyordu.”106 Taşkent mahkemesinde Yusuf Süleyman ifadesine de­


vamla: “Kimse bizimle meşgul olmuyordu. Aç, kirli ve has­ taydık. Hastalar açlıktan şişmeye ve aileler toptan ölmeye başladılar. Şunu söyliyeyim ki, 206 kişilik köyümüzden 100 kişi öldü. En az 18’ini ellerimle gömdüm. Akrabam olan 7 aileden kimse kalmadı.107 Yine Kırım Türklerinden olan genç fizikçi Yusuf Os­ man: “Evet, Kırım Türklerine kendilerini gömmeleri için 1,5 metrekare toprak verilmiştir.”108 diyordu. Hayat zorlu­ ğu, İdarecilerin yüz kızartıcı gaddarlıkları ve salgın hasta­ lıklar yüzünden ölen onbinlerce Kırım Türkünün insanlık vicdanında bıraktığı yara acaba kapanabilir mi? Diğer ifa­ deler de yukarıdakilerden farksız: “.... Köyümüzden 30 aile götürüldü, bunlardan ancak 5 aile az zayiatla kurtulabildi. Yeğenim Menube Şeyhislam, 8 çocuğu ile birlikte sürüldü. Hepsi Özbekistan’da açlıktan öldüler. Oysa, kocası harbin başından beri orduda bulunu­ yordu ve cephede öldü. Bu aileden ancak Nera isminde bir kızcağız kurtuldu ise de, yaşantısının dehşeti ve açlık sebe­ biyle sakat kaldı.” “... Erkeklerimiz cephede çarpışıyorlardı. Cenazeleri kaldıracak adam bulunmadığı için ölülerimiz bazen yanı­ mızda kalırdı.”109 Sovyet mahkemelerindeki tutanaklara göre Özbekis­ tan’a sürülen 200.000-250.000 nüfustan büyük çoğunluğu ancak 11 günde ve geri kalanlar 8 Haziran 1944 tarihinde yerleşecekleri bölgelere ulaşmıştır.110 1 Temmuz 1944’de ancak 151.424 nüfuslu 35.750 aile Özbekistan’a varabilmiştir. Sene sonuna kadar 818 aile daha gelmiştir. 1945 yılında da ordudan tardedilen 2.000 Kırım Türkü daha Özbekis­


tan’a ulaşabilmiştir.111 Sovyet istatistiklerinde gerçeklerin genellikle “tahrif edildiği”112 dikkate alınırsa durumun va­ hameti ve korkunçluğu daha da iyi anlaşılmış olur. Aynı Sovyet makamlarından Özbekistan Güvenlik Ko­ mitesinin “resmi kayıtlarına” göre; “Kırımlı göçmenler (ya­ ni sürgün edilenler) arasında 1944 Mayısında 1 Ocak 1945 tarihine kadar ancak 13.598 kişi ölmüştür ki, bu da Kırım Türklerinin % 9.1 oranını oluşturmakta idi.113 Yine aynı is­ tatistikte; 1 Ocak 1945-1 Ocak 1946 devresinde ise 2562 er­ kek, 4525 kadın ve 16 yaşından küçük 6069 çocuk olmak üzere, 13.183 kişinin ö l d ü ğ ü ileri s ü r ü l m e k t e d i r . * ^ Sovyet istatistik otoriteleri (!) 1946 yılına kadar yuvarlak hesap olarak Kırım göçmenlerinin (!) % 22’sinin öldüğünde ve bu­ nun da 33.000 insan olduğunda ısrar etmektedirler. Bu ra­ kam doğru olsa bile sürgün sırasında yolda ölenleri kapsa­ mamaktadır. Bunun yanısıra Kırım Türkleri, bazı bölgeler­ de bu ölüm nispetinin mesela Ural bölgesinde % 100’e ulaştığını belirtmişlerdir.115 Kırım Türk halkı temsilcileri, 1966’da yaptıkları istatis­ tiklerin sonuçlarına göre, sürgün sırasında ve ondan sonra­ ki 18 ay içinde Kırım Türklerinin nüfuslarının % 46’sının mahvolduğunu ileri sürünüşlerdir.116 Bu ise 110.000 insa­ nın ölümü demektir. Batılı araştırmacılar ise yaptıkları araştırmalar sonucu elde ettikleri istaistiklerde bu rakamı 80.000 olarak göstermektedirler.117 Rakamlar ne olursa olsun, ortada acı bir gerçek daima durmaktadır. O da; “Genocide” yolu ile Kırım Türklerinin topyekün imha edilmek istenmesidir. Sonuç olarak denilebilir ki, tutarsız bir iddia ile Kırım


Türklerinin topyekün sürülmeleri, onları sistematik bir şe­ kilde imha siyasetinin son aşamasını oluşturduğuna hiçbir şüphe kalmamaktadır. Bunun gerçek nedeni, Moskova’nın Kırım yarımadasını yerli Türk nüfusundan temizleme ve Kı­ rım’ı Sovyetler Birliğinin bir Rus Eyaleti haline getirme iste­ ğidir. 3- KAFKASYA VE TOPYEKÜN SÜRGÜN

Baltık ülkeleri ve Kırım’daki topyekün sürgün harekatı­ nın nedenleri, Kuzey Kafkasya için de söylenebilir. Kuzey Kafkasya’da bu harekat, çok yönlü olarak yapılmıştır. Başta Kafkas Türkleri olmak üzere diğer müslüman etnik boyları da harekat kapsamına alınmıştır. Bunlardan Çeçen-Ingus halkının sürgün ve imha hareketini, bir Sovyet üniversite öğrencisi bütün teferruatı ile anlatmıştır. Sonradan Fran­ sa’ya sığınmayı başaran bu öğrenci, aşağıdaki açıklamayı yapmıştır: "1943 yılı sonlarında Çeçenlerin ve Inguşlarm toptan sürgün edileceğine dair rivayetler başladı ise de bu husus­ ta konuşmak yasak edilmişti. 1944 yılında, Şubat başların­ da Grozni şehrine 3-5 tonluk Studbeyker askeri kamyonla­ rına bindirilmiş külliyetli miktarda NKVD hususi kıt’aları ile yine NKVD’ye mensup ordu birlikleri gelmeye başladı. Bu sırada basında şu fikirler, düşünceler tekrarlanmaya başladı: “Yollarımızı ve köprülerimizi tamir ve İslah edelim. Bu suretle yurdumuza ve sevgili Kızılordumuza yardım edelim ki, onlar şu dağlık bölge manevralarını kolaylıkla yapabil­ sinler. v.s.”


Askeri birlikler dağlık bölgelere yayılmaya başladı. Ni­ hayet 23 Şubat Kızılordu günü geldi çattı. O günün akşamı köy meydanlarında ateşler yakıldı ve Rus askerleri bu ateş­ ler çevresinde mızıka çalmaya, dans etmeye, şarkı söyleme­ ye başladı. Zavallı halk her şeyden habersiz ve hiçbir şeyden şüphelenmediği için meydanlardaki ateşi seyretmek ve as­ kerlerin oyun ve şarkılarını görmek, işitmek için meydanla­ ra toplanmıştı. Halkın bir kısmı meydanlarda toplanmış iken, askerler onların etrafını sararak bütün erkekleri tutuk­ ladılar. Silahı bulunan Çeçenler derhal Ruslarla çarpışmaya başladı. Söylendiğine göre o gün ve onu takip eden günler­ de ölenlerin sayısı 5.000 kişiyi bulmuştur. Fakat silahsız Çeçenlerin mukavemet teşebbüsleri her tarafta başarısız kal­ mış ve tasfiye edilmişti. Bütün tutulan erkekler ahırlara dol­ durularak hapsedilmiş ve aynı zamanda askerler evleri ta­ rayarak meydana çıkmış olan erkekleri birer birer toplaya­ rak hapsediyor; kadınlara da sürüleceklerini haber veriyor, sabah erkenden hazırlanmalarını emrediyorlardı. Fakat sürgün edilenlere de eski yırtık elbiselerinden başka bera­ berlerinde hiçbir şey götürmelerine müsaade etmiyorlardı. Inguş ve Çeçenistan’ın dağlık köylerinde bu facia başka tür­ lü cereyan etmiştir. Bu dağlık bölgelerde halk, normal silah­ lardan mahrum olmasına rağmen her tarafta şiddetli çar­ pışmalar ve kanlı savaşlara katıldı. Ellerinde yalnız kama ve bıçaktan başka şey bulunmayan yiğitler, Ruslara saldırarak onları biçip kesiyor ve kendileri de oracıkta şeref uğrunda canlarını feda ediyorlardı. Orada bulunan ve sonra geri dö­ nen Kızılordu mensupları, Çeçen-lnguşların ihtiyar, kadın ve kızlarının bıçak ve hançerle Rus askerlerine nasıl saldır­ dıklarını hayretler içinde anlatıyorlardı.


Bundan ötürü de bu dağlık bölgelerde Rus birliklerine şu emir verildi: “Buralarda halkın her şeyini yağma ve talan etmek ve köylerini de tamamen yakmak gerekir ki, mukavemet eden partizanların oralarda maddeten barınmalarına imkan kal­ masın”. Bu emir, çok şiddet ve dehşetle tatbik edildi. Birkaç gün içinde bütün köyler ateşe verildi. Yıkılan köylerin kük­ reyen ateşleri çok uzaklardan görülüyordu. Takriben bu sıralarda sözde bir genel af ilan edildi. Giz­ lenmiş ve saklanmış bulunanların saklandıkları yerden çı­ kıp teslim olmaları şartı ile affa hak kazanacakları bildirili­ yordu. Bu gibilerden bazıları sürülen ailelerine katılmak ve onlarla beraber olmak düşüncesiyle çaresiz olarak bu emirlere boyun eğdiler. Fakat birçok partizanlar vardı ki, onlar Rusların barışmaz düşmanlarıydı. Ve tamamen imha edilmedikçe de oralardaki kanlı kurtuluş mücadelesi susturulamıyacaktı. Nitekim, bugüne kadar orada Sovyet Hü­ kümetine büyük engeller çıkaran ve hükümet makamlarını çok uğraştıran mücadele grupları mevcuttur. Bu faciaların hemen arkasından Rusya vilayetlerinden Orlof ve Kurski’den ve başka yerlerden birçok yeni Rus köy­ lüleri buralara nakil ve iskan edildiler. Çeçen-tnguşların toprak ve malları onlara dağıtıldı. Gaspedilen hayvanların yarısını yeni gelen Rus köylülerine verdiler. Diğer yarısını ise Orlof vilayetine şevkettiler.”118 Ingiltere’ye sığınan sabık Kızılordu albayı Tokaev ise, bu Rus vahşeti hakkında gördüklerini şöyle yazıyor: “23 Şubat 1944’de Kızılordu Bayramının arefesinde Ku­


zey KafkasyalIların da asla unutamayacakları bir günde Grozni’de büyük bir toplantı yapıldı. MVD Albayı kürsüye çıktı ve herkes korku ve sessizlik içinde onun şu sözlerini dinledi: "Esas meseleye temas etmezden önce ihtar etmek iste­ rim ki, toplantı binası askerlerle çevrilmiştir; kim kaçmaya teşebbüs ederse olduğu yerde kurşuna dizilecektir.” Hazır bulunanlar dehşet içinde bu sözleri dinlerken Al­ bay sağ elini kaldırıp havada bir daire çizdi. Bu bir işaretti. Derhal dışarıda makinalı tüfek ve otomatik silah sesleri du­ yulmaya başladı. Aynı zamanda bir sürü MVD askeri salo­ na girerek kürsünün etrafında yer aldılar; tabancalarını halka çevirdiler. Bir iki kişi Albaya yaklaşmak istedilerse de derhal öldürüldüler. Salonun arka tarafında bulunanlar­ dan bazıları kaçmaya çalıştılarsa da makinalı tüfek ateşiyle delik deşik oldular. Genç bir Inguş kamasını çekerek MVD askerlerinin üzerine atıldı. Lâkin bir kurşun yiyerek yere ölü serildi. Dehşet içinde kalan halk olduğu yerde durdu. Bir elinde tabanca tutan Albayın diğer elinde Politbüro ile Devlet Savunma Komitesinde alınan kararların metni var­ dı. Albay sözlerine devamla şöyle dedi: "Stalin’in makul milli siyaseti; bu muazzam sosyalist ülkemizde refah içinde yaşamanız için her şeyi yapmıştır. Lâkin siz, önderimiz ve mürşidimize, şanlı Bolşevik partisi­ ne ve size her türlü refah imkanının verildiği bu memleket­ te yaşayan sair milletlere ihanet ettiniz. Almanlarla işbirli­ ği yaptınız.” Bu itham üzerine salonun her tarafından hiddetli ses­ ler yükselerek: “yalan, yalan; biz Almanlarla hiçbir zaman işbirliği yapmadık. Biz müstebit Hitler’i hiçbir zaman des­


teklemedik. Bilakis her türlü istibdada muhalifiz" diye hay­ kırdılar. Muhafızların bir kişi daha öldürmeleri üzerine sa­ lona gene sessizlik çöktü. Albay devam etti: "Sovyet hükümetinin kararı gereğince bu andan itiba­ ren Çeçen-lnguş Hükümeti lağvedilmiştir. Ve bütün halk tevkif olunmuştur. Ve hükümet tarafından tespit olunacak bir mahale sürülecektir. Hepiniz silahlı muhafızların neza­ reti altında buradan doğru demiryolu istasyonuna götürü­ lecek ve orada hazır bulunan vasıtalara yükleneceksiniz. Ai­ leleriniz bu anda istasyona sevkedilmektedir. Her biriniz beraberinizde 18 kilo ağırlığında eşya götürebileceksiniz. Oraya dönmenize hiçbir sebeple müsaade olunmayacaktır.” Nazilerle savaşırken sol kolunu kaybetmiş olan ve top­ lantıya üniforması ile bütün madalyaları ile gelmiş bulu­ nan uzun boylu bir Binbaşı kürsüye gelerek Albaydan söz istedi. Konuşmak müsaadesini alınca halka şöyle hitab etti: “Vatandaşlarım! Gördüğünüz gibi evlatlarınızdan biri olan ben, sol kolumu harpte kaybetmişimdir. Sayısız Çeçenler, lnguşlar, Asetinler, Kabardinler, Karaçaylar gibi ben de memleketimin müdafaası uğrunda kanımı veya canımı esirgemedim. Bugün ise bizi vatana ihanetle itham ediyor­ lar. Bu alçakça bir yalandır.” Albay onun susmasını emretti. Lâkin Binbaşı göğsün­ deki madalyaları koparıp Albayın ayağına atarak konuşma­ ya devam etmek istedi. Bir silah patladı ve Binbaşının al­ nından açılan delikten kan sızmaya başladı. Binbaşı yere devrildi. Bu manzara karşısında çılgına dönen bir kadın, ani bir hareketle elbisesinin önünü yırtarak göğsünü açtı ve Al­ bayın üstüne yürüyerek: “Vur, beni de vur!” diye haykırdı.


Onu da delik deşik edip yere serdiler. Kürsüye doğru ilerle­ yen diğer kadın ve erkekler de aynı feci akıbete uğradı. 1944'de yaşanan bu facia esnasında bazı Çeçenler ve înguşlar kaçıp dağlara sığınmaya muvaffak oldular, işte bu dağlarda müşterek gayeleri Rus aleyhtarlığı olan partizan grupları o tarihten beri savaşmaktadır. Faaliyetleri bazen başarı ile neticelenmekte, bazen akamete uğramaktadır. KafkasyalIların arzusu; tamamen Rusya’dan ayrılmaktır. Ve son zamanlarda faal bir muhalefette bulunmaktadırlar.”119 Karaçay ve Balkar Türklerinin sürgününe dair bilgi çok azdır, hatta sürgünün tarihi de kesin olarak tespit edilmiş değildir. Bunların sürgünü hakkındaki hükümet kararna­ mesinin metni de elde edilememiştir. Elde mevcut bilgiler arasında S. Kuliev’in yazdığına göre, Almanların geri çekil­ mesinden sonra memleketi yeniden işgal eden Bolşevikler, şaşkın ve perişan bir halde kaçtıklarının hıncını, katliamlar halinde, masum ahaliden almaya başladılar, ihtiyarlar, ka­ dınlar, çoluk-çocuk, komünistler ve Kızılordu saflarında gösterdikleri kahramanlıktan dolayı takdir nişanları almış olan harp mamülleri ve rastgele herkes kurşuna dizilmiş ve kılıçtan geçirilmiştir. Halkın kılıçtan kurtulan kısmı yaya olarak Nalçik’e oradan da Sibirya’ya sürüldü.120 S. Kulive’den sonra daha etraflı bilgiyi, hürriyeti seçmiş olan Albay Grigoriy Tokaev vermektedir.121 Onun verdiği bilgiyi, 1954’de Batıya iltica eden yarbay Burlutskiy doğru­ lamaktadır. Sürgün ve katliamda gösterdiği hizmetlerden dolayı, üzerinde “1944’deki fedakarlığı için-NKVD” ibaresi yazılı bir İsviçre saati ile taltif edilmiş olan bu sabık NKVD subayı G. Burlutskiy, şunları anlatmaktadır:


“Ben o zaman NKVD ordusunda asteğmen idim. 1943 yılının Ekim ayında, Kuzey Kafkasya cephesinin arkasını ko­ rumaya memur bulunan askeri gruptaki alayımıza, hükü­ metin fevkalade mühim bir kararını icra için, Kuban’dan ha­ reket emri verildi. Sovyet vatandaşı bir milleti topyekün anayurdundan çıkarmak gibi şerefsiz bir vazifenin ifasına memur edildiğimiz kimsenin aklına gelmemişti. Neler ya­ pılmış olduğunu ve neler yapılması lazım geldiğini alay su­ baylarına Karaçay Muhtar Eyaletinin arazisine girdikten sonra bildirdiler, ileri sürülen iddiaların doğru olduğu hak­ kında şüphe etmek için hiçbir delile sahip değildim. Bunun­ la beraber bu iddiaları tahrik etmek imkanından da mah­ rumduk. Bütün subay arkadaşlarım gibi ben de Karaçay halkının cebren sürgünü hakkındaki emrin ifasına giriştik... Benim vazifem, ahalisi cebren sürgün edilen meskun mahallin korunma ve savunmasından ibaretti. Bu suretle meskun mahalli kuşatmış olan askeri kuvvetin kumandanı olmak hasebiyle, bütün hat boyunca dolaşmak ve bu hal­ kın nasıl sürüldüğünü gözlerimle görmek imkanına malik bulunuyordum. Muayyen günün muayyen saatinde, ellerinde önceden hazırlanmış listeleri mevcut bulunan NKVD ve KGB icra memurları, yanlarında emirlerine verilmiş silahlı kuvvet olduğu halde, kendilerine ayrılmış evlere yaklaşıyor, inan­ dıkları askerlerden silahlı muhafızlar koyduktan sonra, Sovyet hükümetinin sürgün hakkındaki kararını bütün ai­ leye ilan ediyorlardı. Uzak bölgelere sürüleceklerini söyle­ mekle yetiniliyordu. Gidecekleri yerin neresi olduğu söy­ lenmiyordu. Toplanmak için bir saat vakit veriliyor, kendi­ leriyle beraber 100 kilogram eşya almalarına müsaade edi­


liyordu. Herhangi bir mukavemetin ve emre itaatsizliğin faydasız olduğu hatırlatılıyordu. Feryat ve figanlara, yalvarmalara ve gözyaşlarına rağ­ men, bir saat sonra, toplanma merkezlerine nakledilmek için, aileler önce kamyonlara dolduruluyor, toplanma mer­ kezlerinden de, yine, silahlı askerler tarafından muhafaza edilen kamyonlar vasıtasiyle de demiryolu istasyonlarına götürülüyorlar, burada alelade yük vagonlarına doldurulu­ yorlardı.”122 Çeçen-tnguş halkının sürgün edilmesi hakkında da bilgi veren G. Burlutskiy, devamla şunları anlatıyor: “Çarlar hakimiyetine karşı kendi istiklalleri uğrunda kahramanca mücadeleleri ile tanınmış olan dağlı milletle­ rin ananevi cesaretleri herkesçe malumdur. Bu cesareti Sovyet hükümeti de biliyordu. Dağlıların mukavemet ve in­ tikamından korkan Sovyet hükümeti, iğfal yoluna başvuru­ yor, vatanseverlik duygularını istismar ediyor, onları ko­ münist yalanlarının ağma sararak, bir defalık bunlardan kurtulmak için en müşkül durumlarını kolluyordu. Sovyet hükümetinin bu kanlı idraata fevkalade bir önem verdiğini de belirtmek gerekir. Bu sebeple Grozni şehrinde hususi bir hareket dairesi kurulmuş olduğu da tesadüf eseri değil­ di. Bu dairenin başında, generallerden ibaret büyük bir su­ bay kadrosu ile beraber, Sovyetler Birliği içişleri Bakan yar­ dımcısı general Serov durmakta idi. Hareket halinde olan Kızılordunun arkasını korumaya memur ordu grubunun kumandanı general Zimin dahi buraya geldi”123. Bundan sonra Burlutskiy, sürgün harekatını anlatarak diyor ki:


“Grozni’de olduğu gibi Çeçen-lnguş Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinin her yerinde dahi güneşli bir gün­ dü. Mensup olduğum kıt’a, durmakta olduğu kaza merke­ zinde bu kanlı güngüne, Kızılordu'nun 26. yıldönümüne tahsis edilen şenliklerle başlamıştı. Kasabanın meydanına nümayişçi kafileleri akın etmekte idi. Ellerinde komünist partisi liderleri ile hükümet üyelerinin portreleri, parola ve yazılı levhalar v.s. bulunmakta idi... Kafileler içinde çalgı aletleri ile gelen de vardı. Hiçbir şeyden şüphelenmeyen halk, milli havalarını çalıyor, milli şarkılarını okuyordu. Alay bandomuz gelenleri meşhur melodilerle karşılamakta idi. Hitabet kürsüsünde Çeçen-lnguş Cumhuriyetinin ko­ münistleri ve idarecileri birer birer çıkıp nutuk söylüyorlar­ dı. Bu komünistler görünüşlerine göre ya Çeçen veya înguş idiler. Ordu namına kıt’amızın subayları, siyasi şube reisle­ ri ve başkaları konuşmakta idi. Başta kaza komünist partisi sekreteri olmak üzere, yer­ li komünistler, askerler, nihayet alelade Çeçen ve tnguşlar da hitabet kürsüsüne çıkarak Kızılordunun kahramanlığı hakkında hararetli nutuklar söylüyorlardı. Almanlara karşı zaferleri, parti ve hükümetin sosyalizm yolundaki başarıla­ rını, Sovyetler Birliğindeki milletlerin kardeşliğini övüp dö­ küyorlardı... işte bayramın tam bu hareketli anında alay kumandanının muavini kürsüye çıkarak, kısa ve kuru nut­ kunda Komünist Partisi ile Sovyet hükümetinin kararım ilan ediyordu. Kararın muhtevası şöyle özetlenebilir: “Sovyetler Birliği arazisi Alman-faşist orduları tarafın­ dan işgal olunduğu zaman Çeçen-lnguş Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ahalisi-Çeçenler ve Inguşlar-Alman


ordularına yardım ettiler. Bunu dikkate alan Komünist Par­ tisi ve Sovyet hükümeti, Çeçen-lnguş Muhtar Sovyet Sosya­ list Cumhuriyetindeki Çeçen ve înguşları yüzde yüz nispe­ tinde Sovyetlerin başka bölgelerini göçürmeye karar ver­ miştir (nereye sürülecekleri gösterilmemiştir).” Bundan sonra sözüne devam eden kumandan muavi­ ni demiştir ki; “Herhangi bir mukavemet ve emirlerimizin icrasından boyun kaçırmak yolundaki teşebbüsler, partinin ve Sovyet hükümetinin kararlarına itaatsizlik telakki edilecek ve ordu ikaz etmeden silah kullanacaktır.” Kürsüden işaret ettiği taraflara bakılınca meskun m a­ hallin ordu tarafından kuşatılmış olduğu görüldü. Ağır ve hafif makineli tüfekler, alelade tüfek ve otomatlar meydan­ daki Çeçen ve Inguş nümayişçilerinden ibaret canlı hedefe doğru çevrilmişti. Kumandan muavinin emriyle kürsüye yaklaşan silahlı askerler, karşı karşıya bir duvar vücuda ge­ tirdiler. Arada yalnız bir metre genişliğinde bir yol bırakıl­ mıştı. Kumandan muavinin verdiği emir üzerine, Komü­ nist Partisi üyeleri, diğer Çeçen ve tnguşlar bu yoldan geçe­ rek ve yanlarındaki silahları teslim ettikten sonra dörder ki­ şilik mangalar halinde sıralanacaklardı. Silahları teslim et­ meyenler, hemen orada kurşuna dizilecekti. Tarihte benzerine tesadüf edilmeyen bu barbarca ve haince kararı dinleyen halk, hayretler içinde donakalmıştı. Kulaklarına inanmıyordu. Neden sonra kendisine gelen halk, parti ve hükümet liderlerinin portrelerini nefretle ye­ re fırlattılar. Meydanda bulunan bütün nümayişçiler, baş­ larında, kaza ve nahiye komünist teşkilatları sekreterleri


olmak üzere, dörder kişilik mangalar haline geldiler, iğfal edilen insan kafilesi, silahlı askerlerin nezareti altında, şe­ hir dışındaki toplama kamplarına sevkolundu. Bu hadise 23 Şubatta cereyan ediyordu. Şehir dışındaki toplama kampı açık bir mahalden ibaretti. Evlerde kalan ihtiyar, ka­ dın, çoluk-çocuk ve bebekler zorla kamyonlara doldurulup aynı toplama kampına gönderildi. Buradan da, aynı kam­ yonlarla, yük kamyonlarına doldurulmak üzere, demiryol istasyonuna sevkolundular.”124 Topyekun sürgün harekatının hemen akabinde Kuzey Kaf­ kasya’nın durumunun tasvirini yapan Burlutskiy şöyle diyor: “Halk gittikten sonra ıssız sokaklarda, mevzilerini terk edip mahalli mektep binasına yerleşmeye giden NKVD kıt’alarının çizme seslerinden başka ses duyulmuyordu. Şahit oldukları manzaranın kasvetine bürünen kıt’alar ses­ sizce buraya yerleştiler. Fakat NKVD’nin faal birlikleri, yani ajan ve hafıyeler herhangi bir sınırlamaya maruz değildiler. Bunlar, şehri votka ve şarap için talan ediyor, koyunları ke­ siyor; sokak ortasında bunları temizliyor, evlerdeki kıymet­ li eşyaları yağmalıyorlardı. Bu sarhoş sesleri, bir zamanlar gururlu bir millet olan ora ahalisinin ölüm çanları idi.”125 Böylece, 800.000 Çeçen-lnguş ve 200.000 Karaçay-Balkar olmak üzere 1 milyondan fazla KafkasyalI, Ölüm Kamp­ larına ve mecburi yerleşme merkezlerine iskan edilmiş oluyordu. Şunu da söylemek gerektir ki, sürgün edilenlerin önemli bir kısmı mahallinde, yarıdan çoğu da yollarda, toplama kamplarında ve zindanlarda, açlıktan, hastalıktan ve soğuktan hayatlarını kaybetmiştir. Sürüldükleri bölge ve feci akibetleri ve ölüm oranı hakkında henüz kesin bilgi el­


de edilememiştir. Yalnız, 1955 yılında, yani sürgünden 11 yıl sonra, resmi olmayan bazı malumat alınabilmiştir. Fa­ kat bu çok noksan malumat da yalnız Çeçenlere ve Inguşlara aittir. Karaçay-Balkarların ise ne yerleri, ne de yaşayıp yaşamadıkları malum değildir. Ancak, sürgün yerlerinde rahat durmayan Kafkas Türkleri ve müslümanları, 1957 yı­ lında kısmi bir affa tabi tutulmuşlardır. Bu affa göre, pek az KafkasyalI öz yurduna dönebilmiştir. Baltık ülkeleri, Kırım ve Kafkasya’da uygulanan “Millet­ leri Topyekün Sürgün Etme Tekniği”, Sovyetlere iki büyük kazanç sağlamıştır. Birincisi, sınır boyları, rejime hiçbir za­ man intibak etmemiş milletlerden temizlenmiştir. İkincisi, “Ölüm Kampları” ve “Bakir Topraklar”, milyonlarca işçiye kavuşmuştur. Böylece Sovyet ekonomisinin gelişimi hızlı bir şekilde artmak imkanına kavuşmuştur. Bütün bu kazançlara karşılık, Sovyetlerin iki de büyük kaybı olmuştur. Her şeyden evvel, hür dünyada komünist sisteme karşı olan nefret daha da artmıştır. Bu durum antikomünist güçler için Sovyetler aleyhine bir propaganda ve­ silesi ve vasıtası olmuştur. Diğer kaybı; dili ve dini aynı Türk halkları arasında sürgün bölgelerinde birlik ve daya­ nışma kurulmuştur. Kafkas Türklerinin ve müslüman halk­ larının sürgün yerlerinde sık sık çıkardığı isyanlar, Sovyet ekonomisine kısmen zarar vermiş, ülke içinde anti-sovyet unsurların doğmasına yol açmıştır. Bugün dahi Kırım Türkleri, yurtlarına dönmek için yaptıkları mücadelelerle, Sovyet Rusya içinde en teşkilatlı tazyik grubu olarak kendi­ lerini göstermektedirler. Sürgün edilen milletlerin bu tip milli direniş hareketleri, “halkların sovyetleşmesi” prensi­ bini teoride kalmaya mahkum etmektedir...


I. SOVYET'LERDE TUTUKLANMA, YARGILAMA VE SÜRGÜN METOTLARI

ölüm Kampları ile ilgili olarak Sovyet Rusya’da tutukla­ ma, yargılama ve sürgün metotlarının bilinmesi, birçok ka­ ranlık noktalan açığa çıkaracaktır. Bu, aynı zamanda, ölüm Kamplarına kabul edilme şerefine (!) nail olan emekçilerin hayat dramlarının bilinmesi yönünden de gereklidir. Her ne kadar buraya kadar anlatılanlardan bu konuda fikir yü­ rütmek mümkünse de, bunları kısa olarak açıklamak bir zorunluk olarak kabul edilmelidir. Ancak şunu da ilave et­ mek gerektir ki, burada yazılanlar hiç kimsenin şahsi dü­ şüncesi veya fikri değildir. Burada yazılanlar, Sovyet cenne­ tini (!) görmüş olanların hayat hikayelerinden çıkarılan ve objektif bir tahlile tabi tutulan sonuçlardır.

1 - TUTUKLAMA

Tutuklamalar çok zorlayıcı nedenler olmadığı takdirde hep sabahın erken saatlerinde yapılmaktadır, iki üç silahlı NKVD polisi kapıyı çalarak, bazen nazik, çok defa kabalık­ la evvela evi, köşe bucak ararlar, bilhassa kitap, mektup gi­ bi evrak üzerinde çok dururlar. Bu metot; Lenin devrinde nasılsa bugün dahi aynıdır ve teferruat da olsa dahi hiç de­ ğişmemiştir. Bugün, Kırım’a dönen Kırım Türklerinin tutuklanışı, general Grigorenko, Yuli Daniel, Andrei Siniavskiy gibi “Sovyet Demokratik Dayanışma Grubu” üyelerinin tutuklanışları, Soljenitsin’in son eserine el konuşu vs. 19271928 kanlı temizlik yıllarında yapılan tutuklamalardan şe­ kil itibariyle hiç de farklı değildir. Tutuklananlar, suçuna ve itiraf kabiliyetine (!) göre bazen günlerce, bazen de aylarca


hapishanelerde açlık ve soğukla mücadele etmek zorunda­ dır. Topyekün sürgüne uğrayan milletlerin fert ve gruplar halinde tutuklanışı ise malumdur. 2.

YARGILAMA

Ekseriyetle tutuklananların suçu bellidir: Casusluk, tahrip, Sovyet askeri gücünü azaltmak, burjuva milliyetçisi, anti-sovyet propaganda yaparak yabancı hücumları tahrik, mevcut sosyal düzeni kapitalizm lehine yıkmak vs. Sovyet Ceza Kanununun 58. maddesine göre bu suçlara verilecek cezalar da şöylece tespit edilmişti: KRTD : Mukabil ihtilal, Troçkist faaliyetleri; 5 ile 10 yıl. KRD : Mukabil ihtilal; 5 yıl. KRA : Mukabil ihtilal kargaşalıkları; 5 yıl. Sovyet mahkemesinde yargılanan Kırım İcra Komitesi sabık başkanı Veli İbrahim... Yıl 1928 ve Veli İbrahim Mos­ kova’nın kararı ile idama mahkum edilecektir... CHSlR : Vatan haini aileye mensup olmak: 5-8 yıl. PSH : Casusluktan şüpheli; 8 yıl. SUE : Sosyal bakımdan tehlikeli eleman; 5 yıl. S VE' : Sosyal zararlı eleman (parazit); 5 yıl Yukarıda yazılı olan suçlan işlemiş sayılmak o kadar kolaydı ki, GPU mahkemeleri önüne geleni mahkum et­ mekte güçlük çekmiyordu. GPU’nun sınırsız yetkileri ara­ sında hiçbir suç dosyası olmayanları dahi 3-5 sene m ah­ kum etme de bulunuyordu. Bu insanlara mahkumiyet ne­ deni sorulduğu zaman “demişsin” cevabını almak adet ol­ muştu. Ne dediği ve ne yaptığı daima kendince meçhul, GPU tarafından ise malum bir suç (!)...


Diğer bir yargı makamı olan “Halk Mahkemeleri” de aynı metotlarla yüzbinlerce Sovyet vatandaşını mahkum etmişti. Öyle ki, duruşmalar açık olarak yapılmış fakat sa­ nıklara, kendilerini müdafaa için avukat tutmalarına izin verilmediği gibi, zorla getirilen yalancı şahitlerin ifadeleri yanında, malum teşkilat tarafından bilhassa getirtilip otur­ tulan, her fırsatta suçlulara hararet etmeye memur dinleyi­ ciler önünde sanıklara doğru dürüst söz dahi söyletilmez. Stalin zamanı ile bugünün Rusyasında yargılama m e­ totları arasında değişen hiçbir şey yoktur. Kırım Türkleri­ nin genç liderlerinden Uya Gabay, 12-19 Ocak 1970 de Taş­ kent şehrinde yargılanırken büyük bir cesaretle; Devlet Gü­ venlik Komitesi ajanlarının (yani Sovyet ceza organları temsilcilerinin) mahkeme salonuna dinleyici olarak alın­ masını kendisi için “hakaret” saydığını söylemiştir. Andre Gide diyor ki: “Sovyet Rusya’da davası ne kadar haklı olursa olsun, devlet makamlarının mahkumiyetini arzu ettiği bir sanığı müdafaa eden Rus avukatı ise hapı yutmuştur!..” Sovyetlerde yargılama metotlarının en dikkat çekici bir özelliği de; “İtiraf” meselesidir. Her suçlu, ancak suçunu itiraf ettikten sonra ceza görmektedir, itiraflarla bile insan­ ların vicdanında bir sorgulama yaratılmış oluyordu. İtiraf­ ların elde edilmesi NKVD için masraflı oluyor, suçlu içinde hayati bir önem taşıyordu. Ancak her ne pahasına olursa olsun istenilen itiraflar alınıyordu. Sovyet yargılama metotlarını daha iyi anlayabilmek için Veli İbrahim, Buharin, Feyzullah Hoca, Akmal ikram Brodbki, Yuli Daniel ve Andrei Sinlavskiy’in yargılanmala­ rını incelemek yeterlidir.


3- SÜRGÜN

Yargılanması biten mahkumlar, bulundukları hapisha­ neden; “kara karga” adı verilen kapalı kamyonlara bindiril­ mekte, bunlarla kendilerini bekleyen özel hapishane vagon­ larına götürülmektedirler. Bazen üzeri "et”, “ekmek” yazılarak ve sarı ile yeşile boyanarak kamufle edilen bu “kara karga”, 20-21 Mayıs 1968'de Moskova’da Kırımlı Türk protestocuları­ nı olay mahallinden uzaklaştırmada önemli rol oynamıştı. Sovyet Rusya’da bütün dünya standartlarının aksine tren rayları arasındaki mesafe daha farklıdır. Yani hiçbir memleketin vagonları Sovyet Rusya’da ilerleyemez. Fark sadece bu kadar değil; hiçbir memlekette olmayan vagon­ lar da Sovyet Rusya’da mevcuttur. Bunların adına özel hapisane vagonu denilmektedir. Ayrıca, kalabalık mahkumla­ rın nakledilmesinde kapalı hayvan vagonları da kullanıl­ maktadır. UNRRA temsilcilerinden John Fisher, 1946 yılında, Rusya’da gördüğü bir hapishane vagonunun tasvirini şöyle yapıyor: “Vagonun pencerelerinde kalın demir parmaklıklar vardı. Gene demir parmaklıklı bölmeler vagonu on kom­ partımana ayırıyordu, iki tarafta sağlam çelik kapılar vardı. Üniformalı dört muhafız koridorda aşağı yukarı dolaşıyor ve parmaklıklı pencerelerin arkasından, istasyondaki as­ kerlerle konuşuyorlardı. Ne bana, ne de yol arkadaşıma alaka gösteriyorlar, mahpuslarıyla da meşgul olmuyorlardı. Mahpuslardan yirmi kadarını görebildim. Burada da dik­ katimi çeken mahpusların son derecede gençliği oldu. Kompartımanların birinde, hep köylü gibi giyinmiş ve yir-


mibeş yaşlarında kadar olan kadınlar vardı. Bunların dördü pencere parmaklıklarına asılmış, istasyonu dolduran kala­ balığa donuk ve ifadesiz bir yüzle bakıyordu. Diğer bir kompartımanda birkaç erkek ve üçüncüsünde de tek bir kadın vardı. Diğerleri boştu. Yahut içinde adam vardı da ye­ re uzanmış oldukları için ben göremiyordum. Bu kompartımanların hiçbirinde ne yatak, ne de her­ hangi bir istirahat vasıtası görebildim. Vagonlar bir hayvan vagonu gibi çıplaktı. İstasyondaki adamlar da bu yolculara, bahis mevzuu olan hayvanlarmış gibi hiçbir alaka göster­ miyorlardı126. Kompartımanlarda 8 kişilik oturacak tahta kanepe olup, normal olarak 10 kişi de alabilir. Ancak Alman savaş esirlerinden VValter Wetter, bir kompartımanda 24 kişi,127 Anatoly Marchenko, 30 kişi ile seyahat (!) etmek zorunda kalmıştır. Marchenko diyor ki; “aramızdan biri ölse yere düşmezdi.”128 Mecburi seyahat sürgün yerine göre günlerce, hatta haf­ talarca sürmektedir. Gerek gıdasızlık ve gerekse pislik ve has­ talık yolcu sayısını da azaltmaktadır. ölüm Kamplarında ve sürgünde 5 yıl yaşamaya muvaffak olan Şevki Bektöre, bu konudaki hatıratında şöyle diyordu: “İstasyonda bizi yük vagonlarına doldurdular. Buna doldurmak değil de, istif etmek dense daha doğru olurdu. Çünkü üç küçük yük vagonuna 150 kişi yerleştirilmişti. Kı­ mıldayacak yerimiz dahi kalmamıştı. Her vagona da bir faraşka, on ekmek, adam başına bir miktar tuzlu balık veril­ mişti. Kapılar ancak hava girecek kadar açık bırakılmış ve arkalarından demir kollarla kilitlenmişti”.


"Yolculuğumuzun üçüncü günü bir başkası daha cin­ net getirdi. Yerinden fırladığı zaman anlamıştım bunu. Bir­ denbire kendini demir kapıya atmış, yumruklamağa ve ka­ pıya kafasını vurmağa başlamıştı. Kimse engel olmak için yerinden kımıldamıyordu. Kal­ kacak halimiz de yoktu ya. Ağzı köpürmüş, burun delikleri genişlemişti. Gözleri iyice büyümüş, başından akan kan gözünü kaplamıştı. Manzarayı görmek istemiyordum. Gözlerimi sıkı sıkıya kapamıştım. Biraz sonra ses kesilince her şeyin bittiğini anladım. Baktım adam ölmüştü. Kapıda ve yerlerde beyin parçaları vardı.”129 Kırım Türklerinin 1968’de yayınlamış oldukları 115 im­ zalı bildiride şöyle deniliyordu: “Bu seyahat (!) esnasında insanlar açlıktan şişiyor, bit­ lere yem oluyorlardı. Hasta ve aç insanların yanıbaşında yolda ölenlerin, muhafızların zamanında kaldırmadıkları çürümeye yüz tutmuş cesetleri yatıyordu.”130 Sovyet Rusya’da kaldığı 30 yıl içinde hayatının 6 yılını ölüm Kamplarında geçiren Yusuf Yıldırım ise şunları anla­ tıyordu: “Her vagona ikiyüz kişi dolduruyorlardı. Sonra kapatı­ yorlardı. Vagonun tavanf, duvarları demirdendi. Orta yere kocaman bir fıçı ile su, teneke maşrabalar koymuşlardı. Va­ gonun köşelerinde birer delik açmışlardı. Bu abdeshaneydi. Yer çok dardı. Köşedeki abdeshaneye birbirimizin üstü­ ne basarak gidiyorduk.”131 Görüldüğü üzere, Sovyet ceza sisteminin sürgün meto­ du da insanlık dışı olup sistemin ruhu ile tezada düşme­ mektedir. Sürgün metotlarında insanlık dışı hareketler sa­


dece bu kadar değildir. Bir de bu metodun en son merhale­ si; trenden kamp yerine kadar olan mesafenin aşılmasıdır. Bu, ilk bakışta hiç de dikkat uyandırmaz ama bir de bunu, bu hayatı yaşayanlara sormalı: Şevki Bektöre devam ediyor:"... Yine sıraya dizilip oniki kilometre içeride bulunan kampa gidiyorduk. Yağmur aynı tempoda devam ediyordu. Her yer çamur içerisinde olduğundan kafile güç ilerliyordu. Yol uzadıkça belirtileri de başlamıştı. Yağmur da tam karşı istikametten gelip bir kamçı gibi vuruyordu yüzümüze. Yanımda yaşlı bir Kırgız yürüyordu. Vagondan inip de sıraya girdiğimizde, onun böyle bir yürüyüşe fazla dayanamayacağını zannetmiştim. Ama şimdi benden daha dinç adımlar atıyordu. iki, üç saat durmadan yürümüştük, işte bu sırada kafi­ lenin en önünde birisinin yuvarlandığını fark ettim, ihtiyar Kırgız’da görmüştü herhalde. “Tamam onun işi” dedi. Ya­ nılmamıştı. Kafile önce duralar gibi oldu. Fakat muhafızla­ rın bağırıp çağırmaları, süngü uçları ile dürtmeleri üzerine yürümek zorunda kalındı. Adamcağızı çiğnememek için gayret sarfetmeye imkan yoktu. Çünkü, hiçbirimizde takat kalmamıştı. Gözlerimi kapadım. Biraz sonra çamurdan da­ ha yumuşak bir şeye basıp geçince açtım, ihtiyar Kırgız ya­ vaş bir sesle: “Elimi tut’’ dedi. Dediğini yaptım. Başını arka­ ya çevirmiş öyle yürüyordu. Bir el silah patladı, ihtiyar Kır­ gız titrek bir sesle; “işini bitirdiler” dedi. Yol iyice berbatlaşmıştı. Birisinin ayakkabısı balçığa saplandı. Almak için eğildiğinde, başına yediği bir dipçikle olduğu yere yıkıldı. Aynı muhafız ensesine bir kurşun sıktı. Artık birçoğumuz ayakkabılarımızı ellerimize almıştık. Bu


işi yapmakta gecikenler ayakkabılarını balçıkta bırakmış yürüyorlardı.132 1940 Eylülünde tutuklanan PolonyalI gazeteci Leonid Schekach, 1941 ilkbaharında Harkov hapisanesinden Peçora Kamplarına getirilmiştir. Schekach, kampa ulaşması­ nı şöyle anlatıyor: "... günlerce, gecelerce yürüdük. Kâh inşa edilmekte olan demiryolu üzerinden, kâh ormanlar içerisinden geç­ tik. Bir müddet sonra geceyi gündüzden ayıramaz olduk. Kuzeyin fecri geceleri gündüz gibi parlak gösteriyordu. Za­ man mefhumunu kaybettik, hayvanlar gibi güdülüyorduk. Yollarda kâh ağaç kütükleri, kâh demiryolu taşları taşıyan kadınlara rastlıyorduk. Yiyeceğimiz kıt, suyumuz çok azdı. Yağmur dışardan, ter içerden vücudumuzu ıslatıyor, rüzgâr kurutuyordu. Maddeten ve manen bitmiştik, ama daha yo­ lumuz bitmemişti. Yollarda kampları geçtikçe, kamp idare­ cileri içimizden beğendiklerini seçip alıyorlardı. Böyle bir seçme sonunda tek doktorumuz da elimizden gitti... niha­ yet 700 kadar mahpusla hedefimize vardık.”133 Yusuf Yıldırım ise Sibirya’ya sürülüşünü şöyle anlat­ maktadır: “Vapurlar, hayvan *nakli için kullanılan vapurlardı. Ahırdan farksızdı. Vapur yolculuğu da üç dört gün sürdü. Vapurdan çıktığımız zaman müthiş bir soğukla karşılaştık. Kar tipisi vardı. Dişlerimiz birbirine vuruyordu soğuktan. Birkaç gün yaya olarak gündüzle gecenin farkını anlama­ dan yürüdük. Kar tipi hiç dinmiyordu. Bizi kutup dolayın­ daki Narilsk’e getirmişlerdi. Kampa yaklaştığımızda, tipi biraz dinmişti. Geçtiğimiz yolun sağında solunda uzaklar­


dan kuleler görünüyordu. Ateş sesleri işitiliyordu. Yürüme­ yen mahkumları yolda kurşunluyorlardı. Ellibin kişi kadar vardık. Bir kampın önünde durdurulduk. Tahminen on ka­ fileye ayrılmıştık. Bir kafile burada kaldı. Kafileleri her mil­ letten karışık olarak teşkil etmişlerdi. Epey ilerledikten sonra yine bir kampın önünde durdurulduk. Burada beş kafile bırakıldı. Yine kafileler hareket etti. Kimsede yürüye­ cek takat kalmamıştı. Canımızı dişimize takarak, yürüyor­ duk. Geride kalanların üzerine köpekleri saldırtıyorlardı. Ben en son kafileydim. Kurşunlananların, takatsizlikten düşüp donanların, can çekişenlerin, yaralananların, sıra­ dan ayrıldı diye öldürülme tehlikesi olduğunu bildiğimiz­ den üzerlerine basarak yürüyorduk. Bunların sayısı herhal­ de ikiyüzden fazlaydı.”134 Anatoly Marchenko, 1965’de sürgün yerine gönderilişi­ ni şöyle nakletmektedir: “... ulaştığımız bir istasyonda indirilmiş ve beşer kişilik dizi halinde sıraya sokulmuştuk. Her yanımız gardiyanlar ve köpeklerle çevrilmişti. Demiryolu üstünde bulunan bir köprüyü geçmek için yürümeye başladık. Birden bir kalabalık toplandı. Birçok insan bizi seyredi­ yordu. Aralarından bazıları bize sesleniyor: “Nereye gidi­ yorsunuz” diye soruyordu. Bazıları da sigara paketleri hatta para atıyorlardı bize... Sonra birden bir görevli geldi ve nak­ liye işinden sorumlu olan katar amirine çıkıştı: “Herkes gör­ sün diye mi bunları güpegündüz yürütüyorsun? Sana böyle yapmamanı söylemedik mi? Sanki bir tiyatro gösterisi var­ mış gibi bütün halkın toplanmasına sebep oldun!..”135


Daha nice nice örnekler ve Sovyet ceza sisteminin kur­ banı olan milyonlarca zavallının yürekler acısı yaşantısı!... Daha kötüsü, daha yürekler paralayıcı olaylar, bu zavallıla­ rın ölüm Kamplarına girişinden sonra başlıyordu..


II.

BÖLÜM

ÖLÜM KAMPLARI



A) ÖLÜM KAMPLARININ iDARt YAPISI

Ölüm kamplarının idaresi, MVD’nin (eski NKVD) bün­ yesindeki “GULAG” dairesinin elinde bulunmaktadır. “GULAG” dairesinin başkanlık vazifesini esasen Sovyet içişleri Bakan muavinlerinden biri yapmaktadır. Bu idare, sayısız kadroya ve çok geniş bir bütçeye sahip muazzam bir mües­ sesedir. Bu hususta bir fikir edinmek için umumi idareye dahil ve kendi başlarına yine büyük bir idari-iktisadi ma­ kam oluşturan şubeleri açıklamak yeterlidir. GULAG’da şu şubeler vardır. 1) Siyasi Şube (Politotdel) 2) Kadro Şubesi

3) Operatif-Çekist Şubesi (III:Şube) 4) Muhafaza ve Rejim Şubesi (VOHR) 5) Hesap-Taksimat Şubesi (URO) 6) Kültür-Eğitim Şubesi (KVO) 7) Idari-Iktisadi Şube (AHO) 8) Teçhizat Şubesi 9) Teftiş Şubesi 10) Savcılık Şubesi

11) Sağlık Şubesi (SANO) 12) Baytarlık Şubesi 13) Kamp Mahkemeleri Şubesi 14) Başmuhasebe Şubesi


15) Plan Şubesi 16) Maliye Şubesi (FİNO) 17) Talimat Şube 18) Teknik Şube 19) Orman Şubesi 20) Köy Ziraat ve İktisadiyatı Şubesi 21) Maden Sanayi Şubesi 22) İnşaat Şubesi 23) Sanayi müesseseleri ve kampların meşgul oldukları di­ ğer hususi üretim ve inşaat sahaları Şubesi Mesela, “Kadro" şubesi, bütün kumanda, siyasi ve idari-iktisadi kadronun işlerini idare etmektedir. Yapılan ta­ yinleri, nakil ve intikal işlerini, aynı zamanda aşağı rütbeli kadronun da sayım ve hesap işlerini bu şube idare etmek­ tedir. “Rejim” şubesi, kamplarda rejim düzenini kurmak ve idare etmekle görevlidir. “Üçüncü şube”, kadronun hazırlık ve programını düzenlemekle beraber, talimatı hazırlamak ve kamplarda ajan teşkilatı kurmak işiyle de vazifelidir. “Teç­ hizat” şubesi de, muhafız kuvvetleri kıt’alannı teçhiz etmek işiyle meşguldür. Bütüh şubelerin görevleri ayrı ayrı olup, komünist sistemin yaşaması açısından hepsinin başarmak­ la yükümlü olduğu işler, gerçekten büyük ve önemlidir. Her kamp müstakilen (mahkumların sayısı, üretim iş­ letmeleri bakımından) büyük bir örgütlenme olduğundan her kampın kendine göre çeşitli şubeleri vardır. Bu şubeler de yaptığı işe göre, kamp mıntıkalarına taksim edilmekte ve bu mıntıkalar da küçük dairelere, yani kamp teşkilatının


ilk kısımlarına bölünmektedir. Başka bir taksimat vardır ki, o da; bazen küçük dairelerin “izam” adı verilen gruplara taksim edilmesidir. Bu “izam” grupları da kamp dışında ge­ çici olarak çalıştırılmak üzere gönderilen bir grup m ah­ kumdan ibaret bulunmaktadır. GULAG’dan başlayarak “izam” grubunda biten bu teş­ kilatın kuruluşu hakkındaki bilgi, mecburi iş sisteminin ne derecede insanlık dışı olduğunu ve bu teşkilatı kurmak için sarfedilen gayret ve emekleri çok iyi ve açık bir şekilde be­ lirtmektedir. ölüm Kamplarında idareci olan görevlilerin durumla­ rının ve yetki sınırlarının bilinmesi, konu açısından gerek­ lidir: 1) KAMP İDARECİLERİ

Kamp idaresi oldukça karışıktır. Büyük bir kamp, bü­ tün teşkilatı ile adeta bir şehir gibidir. Beslenecek ve giydi­ rilecek sakinleri vardır; iktisadi verimi yüksek bir seviyede tutmak gerekir; kendi mahkemeleri, hapishaneleri mev­ cuttur. Bunların yanısıra, ölüm Kamplarının gerek sayıca ve gerek kapladıkları saha bakımından büyüklüğü bunları idare edecek dirayetli ve kabiliyetli personele ihtiyaç göste­ rir. Moskova daima bunun sıkıntısını hissetmiştir. 19301940 seneleri arasında Kamp idarecisi yetiştirmek üzere özel kurslar ve hatta okullar açılmıştır. Bilhassa kamp ida­ recilerinin Komünist Partisine mensup olması başlıca vasıf olarak aranmaktadır. Kamplarda idareci vasfı olan kadroları üç kısma ayır­ mak mümkündür: Kadro memurları birinci kısma dahil


bulunmaktadır. Sovyetler Birliğinin MVD’sinin kadrosuna dahil ve GULAG’ın kadro şubesi emrinde bulunan bu me­ murlar, devletin teminatı altında bulunuyor ve birçok imti­ yazlardan istifade ediyorlar. Bundan başka bu kısma dahil memurlar ancak GULAG’ın onayı ile başka yerlere nakil ve diğer görevlere tayin edilebilir durumdadırlar. İkinci kısım, gönüllü olarak ücretle çalışan memurlar­ dır. isminden de anlaşılacağı üzere, bu gibi memurlar, idari-iktisadi görevlere mensup mütehassıs sıfatıyla ücretle alınmış kimselerdir. Şunu da kaydetmek lazımdır ki, bu gö­ revlerde çalışan gönüllü ücretli memurların aylıkları, ken­ dilerine muadil mülki idare memurlarının maaşından yük­ sektir. Bazen, kamp için değerli addedildiği veya müsbet bir değeri görülüp, kabul olunduğu takdirde sabık mah­ kumlar arasından da gönüllü memur alınmaktadır. Bunların çoğu, evvelce aynı kampta mahkum olarak bulunmuş kimselerdir. Tekrar eski hayata dönmeleri imka­ nı bulunmadığından, burada kalmayı tercih ederler. Artık kamp hayatı onların varlıklarına işlemiştir, onun bir parça­ sı olmuşlardır. Bu yüzden ömürlerini orada tamamlamak isteyenler de vardır. Nihayet, sayıca en tazla kısmı, mahkumlardan ibaret memurlar teşkil etmektedir. Bu memurlar, mahkumlardan ibaret olup idare teşkilatında çalıştırılmaktadırlar. Her bir kamp için her kısımdan memur sayısı gösterilmek suretiy­ le kadro tayin edilmektedir. Muhafaza kuvvetleri dışında her büyük kampta beşbin kadar kadrolu ve gönüllü ücretli memur bulunmaktadır.


2) KVCH

Eğitim ve öğretim bölümüdür. Komünist Partisi üyele­ rinden biri tarafından idare edilen bu bölümde hür insan­ larla beraber mahkumlar da bulunmaktadır. Bu bölümün veya diğer bir deyimle şubenin başlıca görevi, mahkumla­ rın şahsını incelemektir. Bundan başka bu şube, üretimi arttırmak gayesiyle üretim mahallerinde müsabakalar da tertiplemektedir. Bu şube asıl göreviyle alakadar mesele­ lerle üçüncü derecede meşgul bulunmaktadır. KVCH’nin bir kütüphanesi, bir de okuma odası vardır. Barakalara gazete ödünç vermek, konserler ve temsiller tertip etmek, filimler göstermek görevleri arasındadır. Kamp atmosferinin nabzını yoklamak, mahkumlara gelen ve giden mektupları sansür etmek, mahkumların yukarı makamlarrah arzu ve taleplerini havale etmek gibi işlerle de meşgul olur. Kütüphanede umumiyetle otuz kırk kadar kitap vardır. Mahkumlar o kadar çalıştırılmaktadırlar ki, yemek ve uy­ kudan başka bir şey düşünemezler. Bu itibarla okumaktan, hele kitap okumaktan hiç zevk almazlar. Ama bürolarda çalıştırılanlar ile sakatların kitap okumak için vakitleri bu­ lunmaktadır. Kaldı ki, KVCH çalışmalarına katılmak fazla gıda elde etmek için bazı imkanlar da sağlamaktadır. Mahkumları gayrete getirmek için KVCH tarafından bandolar da kurulur. Ama bandoların çalma saatleri çok uygunsuzdur. Mesela, sabahın beşinde müthiş yağmur al­ tında, aç ve çıplak insanlar, çoğu bitkin bir halde, çalışma yerine muhafızların nezaretinde götürülürken, tel örgülü kapı yanında bando çalar. Bu nağmeler, zaten manen ve


maddeten tükenmiş insanlar için bir anlam taşımamakta­ dır. Ama belki kendileri için ölüm marşı çalınıyor hissini vererek ölümün rahat ülkesine kavuşmuş olmanın huzuru­ nu aşılaması bakımından bir teselli olabilirdi. 3) MVD OLAĞANÜSTÜ TEMSİLCİSİ

Her kampta Komünist Partisinin mutemedi olan MVD temsilcisi bulunur. Sovyet rejimi tarafını müdafaa etmek, onun gözü ve kulağı olmak başlıca görevidir. Her zaman, her yerde mevcuttur. Herkes kendisinden korkar. Zira mahkumlar arasından elde ettiği ajanlarla diğer mahkum­ ları ölüme mahkum etmek yetkisi vardır. Hatta Kamp ida­ resi dahi bu temsilciyi kontrol ve onu tenkit edemez. Bu temsilciler, çoğu zaman hükümet aleyhtarı hareket veya sabotaj gibi suçlarla suçsuz insanların ölümüne sebep ol­ muştur. Bilhassa siyasi suçlular, ağızlarından çıkacak bir sözün yanlış yorumlanması sonucunda ölüme mahkum edilecekleri düşüncesiyle daima bir korku içinde yaşarlar. 4) VOHR

ölüm Kamplarının ıpuhafaza teşkilatının özel bir ismi mevcuttur, ki buna da “askerileştirilmiş muhafaza” veya kı­ saca VOHR denir. Muhafız kuvvetleri, sayı itibariyle oldukça kabarık bir yekun teşkil etmektedir. Bunların miktarı, muhafaza altın­ da bulunan mahkumların sayısına oranla % 2,5 ila % 5 ’i bulmaktadır. Bazı durumlarda bu oran daha da artmakta ve % 7,5’a varmaktadır. Muhafız kuvvetleri miktarlarına göre muhtelif kısımlara bölünmektedirler. Mesela, 100 kişi­


yi bulan bir muhafız kuvveti “hususi müfreze” adını taşı­ maktadır. 100’den 1500’e kadar olanlara III. Kısım muhafı­ zı, 1500’den 2500’e kadar olanlara II. Kısım ve 2500’den faz­ la olanlara I. Kısım muhafızları adı verilmektedir. Muhafız kuvvetlerinin subay sayısı, muhafız kuvvetlerinin kampla­ ra taksim edilişine ve merkezdeki faaliyetin mahiyetine gö­ re, tayin edilmektedir. Bu merkezlerde arama köpekleri de mevcuttur. 1941 de, yani savaş başlayınca “manevra grup­ ları” adıyla yeni kıt’alar teşkil edilmişti. Muhafız kuvvetleri kıt’alan çok yönlü bir teşkilata sa­ hiptirler. Kampın muhafız kuvvetleri birkaç müfrezeden oluşur. Uzak mesafede bulunan şu veya bu kamp şubesi yanında özel müfreze veya özel taburlar bulundurulmakta­ dır. Daha ziyade toplu bulunan kamplarda muhafız kuv­ vetleri, tabur ve özel takımlar halindedir. Bu takımlara, an­ cak orta kumanda heyetine dahil subaylar kumanda edebi­ lir. Her takımın bir de siyasi idarecisi vardır. Muhafız kıt’aları; tabanca tüfek, makineli tüfek gibi hafif silahlarla donatılmışlardır. El bombaları, ihtiyat silah olarak depolar­ da saklanmaktadır. GULAG’ın muhafız şubesine bağlı bu­ lunan kampların muhafız kuvvetleri kendi faaliyetleri bakı­ mından başka idari teşekküllerin de emri altında bulun­ maktadırlar. Mesela, iç hayat ve hizmet işleri itibariyle kamp idare reisine, hareket bakımından, hareket-teknik şubesi reisine, siyasi bakımdan kampın siyasi şube reisine bağlı bulunmaktadırlar. Bu çeşit bir ordu için meydana getirilen uygun ve iyi şartlar, Sovyet hükümetinin bu muhafız kadrosunu iyice koruduğunu ve itimat edilir bir kuvvet halinde yaşatmaya önem verdiğini göstermektedir. Muhafız kuvvetlerinin ku­


manda heyeti ile erler, yiyecek, elbise v.s. bakımından Sov­ yet ordusundaki normlara bağlı bulunmaktadırlar. Bunun­ la beraber, bazı imtiyazlardan istifade etmektedirler. Mese­ la, 1941 de muhafız kuvvetlerinin erlerine esas maaş olarak 240-250 ruble aylık veriliyordu. Aynı zamanda aileleri de ışığı, ısınması, mobilyası öncelikle verilen apartmanlarda oturuyorlardı. Daha uzak yerlerde hizmet görenler şüphe­ siz daha fazla aylık almaktaydılar. Bu gibi yerlerde ara ver­ meden iki sene çalışmış olanlara aylıklarından başka ayrı­ ca ikramiye de veriliyordu. Aralıksız devamlı olarak çalış­ mış olanlar, daha fazla kazanmaktaydılar. Erlerin istifade ettikleri bu imtiyazlardan kumanda heyetinin de istifade edeceği tabiidir. Şunu da kaydetmek gerekir ki, VOHR reisi­ nin, hazır elbise, iki aylık izin, ışıklı, sıcak apartmandan başka, ayda 5000 ruble maaş almak imkanı vardı. Muhafız kuvvetlerinin ağır iklim şartları altında hizmet gördükleri hususu da gözden uzak bulundurulmamıştır. Mühim olan taraf, bu gibi ağır şartların muhafız kuvvetleri üzerinde olumsuz bir tesir yapmasına yol vermemektir. Muhafız hizmeti, kendi değeri bakımından dokuz kısma ayrılmaktadır: 1. Bekçi ve nöbetçi hizmeti. 2. Maiyet ve refakat hizmeti. 3. Nezaret hizmeti. 4. Kontrol ve müsaade hizmeti. 5. Seyyar gece karakol kolu hizmeti. 6. Firarileri arama hizmeti. 7. Kamp sınırları dışında emniyet hizmeti. 8. Muhafız kuvvetlerinin dahili hizmeti.


9. hizmeti.

Olağanüstü olayları tasfiye işine hazır bulunma

Bütün bu hizmet şekillerinden en fazla dikkat çekeni, şüphesiz son hizmet olsa gerektir. Bu hizmetten maksat, muhafız kuvvetlerine dahil her kıt’a veya grubun kampta çı­ kabilecek anarşik hareketlere karşı hazır ve tedbirli bulun­ masıdır. Bu gibi hadiseleri önlemek için özel askeri emniyet planları olduğu gibi, her hadise için önceden düşünülmüş talimatlar da vardır. Bu talimatlar oldukça teferruatlı bir şe­ kilde hazırlanmış, yalnız muhafız kıt’alarının değil, ayrı ayrı erlerin hareket tarzı bile belirtilmiştir. Mevcut sistemi karakterize ettiği için bu hususta birkaç kelime söylemek gerekir. Mesela, harekat hizmetine dair “alarm talimatı” diye bir talimat vardır ki, burada kıt’a grup ve kumandanların ne şekilde hareket edecekleri ayrı ayrı belirtilmiştir. Alarm talimatı esasen hadiselerin mahiyetine göre muhtelif tarz­ da yazılarak muhafız kuvvetlerinin bu talimata göre hare­ ket etmeleri mecburi kılınmıştır. Kampta isyan, muhafız kuvvetlerine saldırmak, silahlarını almak, grup halinde fi­ rara teşebbüs, yangın, zelzele, çökme hadiseleri, felaket gi­ bi, mahkumların firar etmek veya kargaşalık çıkarmak için faydalanabilecekleri hadiseler, olağanüstü hadiseler olarak kabul edilmektedir. Herhangi bir Ölüm Kampında şartlar değişince, talimatda da derhal bir değişiklik yapılır. İşte, bütün bunlar, kamp sistemi planlarının ne derecede kılı kırk yararcasına işlendiğini ve Moskova idarecilerinin akla gelebilecek en ufak bir anarşik harekete karşı ne kadar has­ sas davrandığını göstermektedir. VOHR’ın köpek yetiştirme yerlerinde birçok köpek ye­


tiştirilmekte ve terbiye edilmektedir. Bu köpekler arama hizmet için ayrılmış bulunuyordu. Ayrıca onlardan bekçilik için de istifade ediyorlardu. Bekçi köpekleri blokpostlarda hizmet görmekteydiler. Blokpost denilen şey; iki direk ara­ sına gerilmiş 50-60 metre uzunluğunda telörgüden ibaret­ tir. Tele, köpeğin bağlandığı zincirli bir halka yerleştirilmiş­ tir. Köpek, uzun zinciri sayesinde telörgü etrafında serbest­ çe dolaşarak bekçilik yapmaktaydı. Blokporstlar esasen ne­ zareti güç olan yerlere konulmaktadır. Köpekler, her 6-8 sa­ atte değiştirilmekteydi. Bu gibi blokpostlara yaklaşmak is­ teyenler, eğer önceden kurşunla vurulmamışsa, köpek ta­ rafından derhal parçalanıp lime lime edilmekteydi. Arama köpekleri bazen bir sene devam eden hazırlık kursları görmektedirler. Bu hazırlık devresinde köpek, in­ sanlardan tamamen tecrid ediliyor ve ancak arama köpeğiy­ le beraber çalışacak olan bir tek adama alıştırılıyor. Bu kurs taliminde en önemli taraf; takip terbiyesi, mücadele şekille­ ri ve ısırma talimleridir. İzi bulmak ve bu iz üzerinde yürü­ mek talimine bilhassa önem verilmektedir. Her Ölüm Kam­ pında 150’den fazla arama köpeği ve 500 kadar bekçi köpeği vardır. Çoğu zaman bu kadarı da kafi gelmemektedir. Sonuç olarak denilebilir ki; Ölüm kamplarında muha­ faza işi, farklı bir tarzda teşkilatlandırılmış ve diğer bütün dünya muhafaza sisteminden tam anlamı ile başka bir tarzda ve gayede kurulmuştur.

B) ÖLÜM KAMPLARINDA ÇALIŞTIRILANLAR KİMLERDİR?

ölüm Kamplarında yaşayanları üç kategoriye ayırmak mümkündür:


1.) Profesyonel suçlular (adi suçlular) 2.) Kamu düzenine karşı suç işlemiş olanlar (BITOV1K) 3.) Siyasi suçlular. Hırsızlar, katiller, adi suçlular grubuna dahil olup, mahkumlar ordusunun küçük bir kısmını teşkil ederler. Kamp içinde birbirlerine en çok bağlı olan ve bu sayede da­ ha iyi geçinip daha iyi giyinen ve beslenen bu gruptur. Kamp hayatı üzerinde tesirli bir rol oynarlar. Çoğu mesle­ ğini burada da icra eder, ellerine geçebilecek her şeyi çal­ mak, bilhassa başkasının yiyeceğini çalmaktan büyük zevk duydukları da ifade edilmektedir. Kamp idarecilerinin bu tür hareketleri bastırması gerekmesine rağmen, çoğu za­ man seyirci kalarak suçluların tarafını tutarlar. Çünkü suç­ suz olanlar; “vatan haini”dir, yani siyasi suçlulardır... BITOVIK’lar; kamu müesseselerinde çalışıp suistimalden suçlu olan kimselerdir. Sovyet Rusya’da seyyar satıcı­ dan temizlik işçisine kadar herkes devlet memurudur. Sov­ yet bürokrasisinin alt kademesinden üst kademesine kadar görülen ortak özellik; çoğunluk memurların kendilerini ve ailelerini geçindirmek için başka yollara başvurmasıdır. Dolandırıcılık, karaborsacılık ve rüşvetten suçlu kimseler­ le, umumi adaba aykırı suç işlemiş bu şahıslara kampta iyi bir mevki verilir. Kampın “Kültürel ve Terbiyevi Kısmı”nın idaresini bunlar yürütür. "Halkın düşmanı” denilen siyasi suçlulardan daha iyi yaşama imkanlarına sahiptirler. SlYASÎ suçlular ise yedi ayrı kısımdan ibarettir: a) Kolektif ziraat yapılan arazide ferdiyetçi eğilimlerin­ den şüphe edilip, çalıştırılmak istenmeyen çiftçiler bu grubu teşkil eder. Sayıca en fazla olan Ukrayna köylü­


leridir. Bunu Türkistan ve Rus köylüleri takip etmek­ tedir. Bunların siyasi fikir ve gayeleri yoktur. Sadece Sovyet sistemine karşı kalpten gelen kinleri mevcut­ tur. Ağır iş görmeye alışık olmaları hasebiyle iş kolla­ rının büyük çoğunluğunu bunlar teşkil eder. b) Sınır boylarının eski sahipleri: Bunlar, Rusya Lehleri, Koreliler ve Baltıklılardır. Ölüm Kamplarına topye­ kün iskan edilmeleri ile sınırlar, doğuda ve batıda gü ­ ven altına alınmıştır. c) Savaş suçlusu olarak mahkum edilmiş kimseler: tşgal altındayken düşmanla işbirliği yapmış olanlar, savaş esirleri, Almanya’y a götürülüp düşmanla isteyerek veya istemeyerek bağ tesis etmiş olan kadın ve erkek­ ler ve nihayet savaştan sonra işgal edilmiş olan mem­ leketlerin vatanseverleri de bu kategoriye dahildir. Kı­ rım ve Kafkasya Türkleri, Volga Almanları da savaş suçlusu olarak kabul edilmekte ve bu kategoriye da­ hil edilmektedirler. d) Rusya dışında seyahat etmiş veya Rusya dışında akra­ baları olup da bunlarla iletişimde bulunanlar: Bu kategoride Yahudiler, diğerlerine nisbetle büyük bir yekun tutmaktadır. Genellikle hemen hemen her Ya­ hudi ailesinin Polonya ve Romanya’da; bugün ise, İs­ rail ve A.B.D’de yalayan bir veya birçok akrabası bu­ lunmaktadır. Bu gruba yabancı komünistler de dahil­ dir. Kendi hükümetinin baskısından kaçan Alman, Avusturya, Macar ve İran komünistleri, Rusya cenne­ tinde (!) iyi muamele görecekleri yolundaki inançları­ nın kurbanı olarak Ölüm Kamplarında ömürlerini tüketmektedirler. Bu kategoriye dahil olanların he­ men hepsi, mahkemece değil, gizli polisin ilgili bürosu tarafından mahkum edilmiş bulunmaktadır.


e) Dini inanışları sebebiyle hüküm giymiş olanlar: Miislümanlar, katolikler, Ukrayna Ortodoks kilisesi men­ supları ve protestanlar. Bu kimseler yüksek ahlak se­ viyeleri gibi inançlarının sağlamlıkları ile de tanın­ mışlardır. Bunlar, “parazit" takımına dahildir. Kamp­ larda hüküm süren maneviyat bozukluğu ve düş­ manlık hislerine karşı bunlar: “karanlıktaki fener" misali ışıldamaktadırlar. f) Vasat ve vasatın üstünde bulunan devlet memurla­ rından siyasi sebeplerle hüküm giymiş olanlar: Bun­ ların çoğu Komünist Partisinin iiyesi olup, sabotaj şüphesiyle vazifelerinden uzaklaştırılmış bulunan inşaat mühendisleri ve teknisyenlerdir. Bunlar kamp­ ta diğer siyasi suçlulardan daha rahat yaşamaktadır. Kendilerine idari vazifeler verilebilmektedir. g) Bu son kategoride, demirperde gerisi ülkelerde anti-sovyet faaliyet mensupları yer almaktadır. Bilhassa, 1956 Macar milli-kurtuluş ihtilali sonrasında 63.000 Macar vatanseveri Ölüm Kamplarına iskan (!) edilmiştir.

C) ÖLÜM KAMPLARININ REJİMİ

Ölüm Kampları rejiminin temel prensiplerine göre mahkumlar, şu esaslara göre taksim olunmaktadır: 1.) Cinsiyetine göre. 2.) Iş kabiliyetlerine göre. 3.) Meşgul oldukları işlere göre. 4.) Mahkumiyet maddelerine göre. 5.) itimat derecelerine göre. 6.) Mahkumiyet sürelerine göre.


işte, her grup mahkum, bu esaslara göre şu veya bu re­ jime tabi tutulmaktadır. Rejim, muhtelif gruplar için muh­ telif şartlar ortaya koymuştur. Bu şartlar da belirli bir tasni­ fe tabi tutulabilir, ilkönce, bu tür mahkumlar için mecburi olan ve “genel rejim” adını taşıyan bir rejim vardır. Mahku­ mun hareket edeceği ve dolaşabileceği sahanın son haddi­ ne kadar tecridi, mecburi yoklama, dış dünya ile temas ve irtibattan mahrumiyet, üzerinde en gerekli eşyadan başka bir şey bulundurmamak yasağı bu kabilden birçok yasaklar bu genel rejimin esas noktalarını teşkil eder. “Sıkı rejim” tatbik edildiği zaman normal olarak mahrumiyet derecesi de o nispette artmaya başlar. Bu sıkı rejim, haklarında özel talimat olan mahkumlara tatbik edilmektedir. Aslında bü­ tün siyasi mahkumlar bu rejime tabidirler. “Sıkı rejim” de­ mek; kuvvetli muhafaza, daha sıkı kontrol, bu gibilerini idari-iktisadi işlerde sınırlı sayıda çalıştırmak, kampta her hangi bir olumsuz hareket olduğunda onları sorumlu gör­ mek demektir. “Ceza rejimi” ise, mevcut şartlar bakımından daha ağır ve sıkıdır. Görünüşte, güya sistematik bir surette anarşik olay çıkaran mahkumlara tatbik edilmektedir. Kamp idare­ si bu rejimi kimseye hesap vermeden canı istediği mahku­ ma tatbik etmek yetkisine sahiptir. Bahsi geçen rejim, “ce­ za noktaları” olarak tespit edilen hususi kamplarda tatbik edilmektedir. Bu gibi kamplar, çok uzaklarda ve ıssız bölge­ lerde bulunmaktadır. Bu tip kamplarda muhafaza işi ol­ dukça sıkı, yiyecek durumu çok kötüdür. Gruplaşma tamamiyle yasak olup mahkumlar en ufak bir olay üzerine hüc­ reye kapatılarak olayın tekrarında derhal kurşuna dizil­ mektedirler.


Tecrit gayesiyle tatbik edilen rejim şartlan da yok değil­ dir. Aslında gerçek hapis, hapishane içinde hücrede yaşa­ maktan başka bir şey değildir. Bu kısma dahil mahkumlar, sıkılığı ve şiddeti itibariyle yukarıda anlatılan bütün rejim­ lerden daha ağır bir rejime tabi bulunmak zorundadırlar. Nihayet, “serbest rejim” adını taşıyan bir rejim de mev­ cuttur. Bu rejim, esasen, kamp idaresi için her hangi bir de­ ğeri ve önemi bulunan mahkumlara tatbik edilmektedir. Çoğu zaman kampın üretim görevlerinin gerçekleşmesi için gerekli olarak kabul edilen uzmanlar da bu kısma dahildir.

D) KAMP BÖLGESİ

Ölüm Kampları, genellikle insanların kendi istekleri ile gidemeyecekleri bölgelerde kurulmuştur. Genel olarak bir kamp; dört tarafı dikenli tellerle çevrilmiş, gözetleme kule­ leri ile geniş bir saha üzerine kurulmuştur. Hemen her kampta düşünülen tek şey, mahkumların firarı meselesidir. Bunun için de her kamp çevresinde iki engel vardır. Birin­ cisi; beş metre genişliğinde, üç metre derinliğinde bir çu­ kurdur. Bu, ortaçağda şatoların etrafını çeviren içi su dolu hendeklere benzemektedir. İkinci engel ise, beş metre ge­ nişliğindeki iz tarlasıdır. Bu tarla, gizlice geçenin ayak izle­ rini göstermekte ve firar hareketlerinin kontrolünü sağla­ maktadır. Ayrıca, geceleri bütün kampı tarayan projektör­ ler de mevcuttur. Kamp bölgesi içinde; kamp büroları, mahkum baraka­ ları, mutfak, banyo ve hastane bulunmaktadır. Muhafız as­ kerlerin ve kadrolu memurların evleri ile dükkan ve fırın umumiyetle kamp bölgesi dışındadır.


Kamp bölgesi, çalışma alanı ile çok geniş bir yer tutar. Mesela “Bamlag” kampı, 30 kadar şubesiyle 1000 kilomet­ rekarelik bir sahaya yayılmıştır. "Belbatlag” kampı, her biri 300 kilometre mesafede bulunan “Kem”de ve 500 kilometredeki “Kandalakşe”de ve 900 kilometre mesafede bulunan “Murmansk”daki şubele­ rini idare etmektedir. Tabii, bütün bu bölgeler arasında da­ ha küçük birçok şubeler vardır. “Kolima” kampının, Fran­ sa’nın dört misli, “Peçora” kampının ise Britanya adaların­ dan daha büyük olduğu bilinmektedir. Yukarıda da tekrar edildiği gibi, ölüm Kamplarının ku­ rulduğu bölgeler, gerek iklim ve gerekse diğer tabiat şartları bakımından her insanın uyum sağlayamayacağı yerlerdir. Mesela, “Kolima” kamp bölgem, Kuzey dairesinin en soğuk ve yaşamak için en elverişsiz arazisi üzerindedir. Senenin dokuz ayında nehirler, hatta toprak buz tutar. Ortalama ısı, -34 C ci­ varındadır. “Sazlag” kampı ise Orta Asya çölleri üzerinde ku­ rulmuştur. Görülüyor ki, ölüm Kampları Sovyet Rusya’da nü­ fusun dağılımında bir denge (!) unsuru olmaktadır. ölüm kampları, bulundukları bölgelere uygun isim al­ mışlardır. Şehirlere yakın oldukları için bazı kamplara Vorkutlag, Uhtpeçlag, Viyazmfag, Kuibişevlag, Karlag, Sverdlag isimleri verilmiştir. Kamplardan bazıları da bulundukları bölgenin adını almışlardır. Mesela, Sazlag (Orta Asya Kam­ pı), Dallag (Uzak Doğu Kampı), Sevostlag (Kuzey Doğu Kampı), Bomlag (Baykal-Amur Kampı) vs. Görüldüğü üzere kamp bölgeleri, kızıl rejimin kurbanı milyonlarca mahkuma karşı, en azından Sovyet adalet sis­ temi ve kamp idarecileri kadar sert ve merhametsizdir.


E)

KAMP MAHKUMLARININ BİR GÜNLÜK HAYATI

Ölüm Kamplarının rejimine uydurulan mahkumların hayatı gerçekten yürekler acısıdır. Sovyet Rusya’nın bu gö­ nüllü (!) işçileri bir günlük programlarında da görüleceği üzere yaşamıyorlar, adeta sürünüyorlar. Bu programa tabi her mahkumun ağır hayat şartları yüzünden günden güne eriyeceği muhakkaktır. Sovyet ölüm Kamplarının ne demek olduğunu anla­ mak ve bu hususta bir fikir edinmek için aşağıdaki günlük programı gözden geçirmek kafidir: K alkm a............................................................... Sabah sa a t 4 ’de Kahvaltı ve işe hazırlık...............................5 ’den 6 ’ya kadar I ş .............................. ............................................ 6 ’dan 1 2 ’ye kadar ö ğ le y em eğ i.....................................................1 2 ’d en I 3 ’e kadar Iş ve d ö n ü ş ...................................................... 13’den 1 9 ’a kadar Akşam y e m e ğ i................................................1 9 ’d an 2 0 ’ye kadar Akşam yoklam ası ........................................2 I ’den 2 2 ’ye kadar

Şüphesiz, bu programda iş saatini arttırmak gayesiyle bir takım değişiklikler de yapılmaktadır. Mesela, kampların çoğunda öğle yemeği verilmemektedir. Kampların sosyal hayat şartlarının; iş, gıda, giyecek, is­ tirahat, sağlık ve bakım durumlarının ayrı ayrı incelenmesi ile bu programın korkunçluğu daha da açığa kavuşacaktır.



III.

BÖLÜM

ÖLÜM KAMPLARINDA HAYAT ŞARTLARI



A) tŞ DURUMU

Ölüm Kamplarının her mahkumu çalışmaya mecbur­ dur. “Mecburi Çalışma Kampları” adı da bu zorunluluğun daha açık bir ifadesidir. Mahkumlar çeşitli yönlerden ince­ lenir ve yapacağı iş, bedeni kabiliyeti ile ehliyetine dayan­ dırılarak tespit edilir. Mahkumlar şu gruplamaya tabi tutulmaktadırlar: 1.) Her türlü işi yapabilir, 2.) Vasat gayret isteyen işlerde çalışabilir, 3.) Birinci sınıf sakat, 4.) ikinci sınıf sakat. Mahkumlar, kamp mevcudu ve işin önemine göre; 2030 ve 50-100 kişilik çalışma kollarına ayrılır. Bu kollara ayrı­ lan mahkumlar, yukarıdaki gruplamanın ilk üç maddesine dahil olanlardır. Kamp idarecileri bu üç sınıf arasında fazla bir ayırım yapmamaktadırlar. Her kolun mahkumlar arasın­ dan seçilmiş bir lideri vardır. Çalışma esnasında “Foreman” yani takım nezaretçisi, çalışma koluna nezaret eder. Kendisi de mahkum olan Foreman, günün sonunda kendi emri al­ tındaki kol tarafından yapılan işin hacmini kaydeder. Çalış­ ma kolu lideriyle beraber her mahkumun vesikasını beraber doldurur. Bu vesikalar; çalışma normlarını tespit eden büro­ ya gider, onlarda her mahkumun kendisi için tayin olunan nispetle ne kadar iş çıkarmış olduğunu tespit eder. Sonra bu vesikalar yiyecek kısmına gönderilerek, her mahkumun er­ tesi gün ne miktar tayın alacağını tespite yardım eder.


Asgari normlar mütemadiyen arttırılmaktadır. Böylece mahkum % 100 normuna ulaşabilmek için her gün daha fazla gayret sarfetmek zorundadır. Daha fazla yemek arzusu, bazı kimseleri takatsizliğe kadar sürükler, zira verilen gıda­ lardan sarfetmiş olduklarından fazla enerjiyi hiçbir zaman alamamaktadırlar. Verilen normu dolduramayanların ise yi­ yeceklerinde kısıntı yapılmaktadır Normu doldurmamayı itiyad haline getiren mahkumların akıbeti, yavaş ölümdür. Asgari normu dolduramayanlara hücre cezası veril­ mektedir. 1941’de ölüm Kamplarından kurtulan PolonyalI­ lardan biri “iş” hayatını söyle anlatmaktadır: “Kolima”daki gerekli miktar altını çıkarmayan ekibin ara vermeden tekrar vazifeye devam etmesi icap ediyordu. Gündüz ekibinin böylece bütün gece çalışması işten değil­ di. Gece başarı gösterilmezse mahkumlar hücrelere konu­ luyordu. Hücrelere çıplak girmek adetti. Tabii soğuktan donmak tehlikesi daima vardır. Altın ihtiva eden tabaka iş­ lendikten sonra toprağın temizlenmesi lazımdı. Bu, 36 metrekarelik bir arazi parçasının süpürülmesi demekti. Bunu layıkı ile yapamadıkları için kaç mahkum hücreye tıkılmıştı. Hele Volga bölgesinden gelmiş olan Alman arka­ daşım Untenberg, bu işi başaramadığı için çırılçıplak ve kir mıldamamak şartiyle hücreye konulmuştur. Gece berraktı; sivrisinek sürülerinin üzerine akın ettiğini gördük. Sabah olduğu zaman bütün vücudu şişmişti: ıstıraptan avaz avaz bağırıyor, yerlerde debelenip duruyordu...”136 Diğer bir PolonyalI, gazeteci Leonid Schekach, Peçore Kamplarındaki “iş” hayatını şöyle anlatmaktadır: “ ... ilk günü 18 metreküplük bir çukur kazmam ve çıkar­


dığım toprağı 18 metre öteye götürmem emir olundu. Ancak 6 metreküplük bir çukur kazabildim. Katorga yani kürek mah­ kumu tabiri bile bu çeşit esir çalışmasını tarife kafi değildir. Sabah 5’de işe çıkıyorduk. Uzun uzun bizi sayıyorlardı ve her seferinde bir yanlışlık yapılıyor ve tekrar sayılmamız icap ediyordu. Sonra iş yerine götürülüyorduk. Kürekleri­ mizle kıramayacağımız kayalar çıkınca insan kudretinden daha fazla bir gayret sarfetmemiz gerekiyordu; bazen de yerden sular fışkırıyor, işimiz daha da güçleşiyordu.”137 Alman savaş esiri VValter Wetter ise, Mavkeeka maden­ lerindeki ve kamptaki çalışma hayatını dile getiriyor: “Artık işimiz bitti dedim. Devamlı ölümler, kazalar birbi­ rini takip ediyordu. Kamptan çıkıp 50 dakika yol yürüdükten sonra maden ocaklarına varıyorduk. Sabah-öğlen-akşam ol­ mak üzere üç vardiya halinde çalışıyorduk. Şayet sabah var­ diyasına dahilseniz sabahın üçünde kalkıyor ve 200 gram ekmek ve sudan yapılmış bir çorba ile işbaşına gidiyordu­ nuz. Sabah 6.30’da emniyet kapıları dahi olmayan asansör­ lerle kuyulara iniyorduk. Aramızda kadınlar da vardı. Nöbet­ çiler bizi asansöre kadar götürüyor, sonra geri dönüyordu. Biz ise fırtına gibi aşağı gidiyorduk. Her taraftan başımıza sular sızıyordu. Burası 500 m. derinlikte kömür tabakaları bulunan basit maden ocakları tesisiydi. Bu iş yerinde bir ka­ za geçirdim. Yaramın iyi olmasını beklemeden tekrar beni çalışmaya zorladılar. Madem ki ekmek yiyordum, o halde bunu haketmeliydim. Kampta küçük bir büfe vardı. Orada Rus votkası ve Kırım şarabı bulunurdu. Eğer normlarınızı normalin üzerinde doldurursanız birkaç kuruş sahibi olur, bunlardan satın alabilirdiniz. Ama bizde o kuvvet nerede idi? Normal normumuzu dahi dolduracak takatte değildik.


Hele o orman kampında yarabbi neler gelmemişti ba­ şımıza! 8.5 metreküplük ağaçları elimizdeki kör testere ve kırık baltalarla kesmek zorunda idik. Ayaklarımızda ıhla­ mur ağacından yapılmış takunyalarla bir kadın nöbetçiyle beraber, eksi 30-35 derecede ormanlar içinde çalışırdık. Ayaklarımızın altı soğuktan kıpkırmızı kesilip donmak üze­ reyken ormanda kestiğimiz ağaçlardan bir ateş yakar, biraz kendimize gelirdik. Kestiğimiz ağaçları yaktığımız için de istenilen normları dolduramıyorduk.”138 Iranlı sabık komünist Mehrali Miyançi, Aşkabad topla­ ma kampındaki “Iş” durumunu anlattıktan sonra kendi durumundan şu şekilde bahsetmektedir: “Kampta tamir atölyesine alındım. Vazifem, vagonların tamiri için gerekli olan demirleri delmek idi. Hergün bir santimetre kalınlığında demir levhalar üzerinde 3,5 santi­ metre çapında 900, 1 santimetre çapında da 600 delik aç­ mam lazımdı. Paydos yapmadan günde 12 saat çalışıyor ve emeğim karşılığı 600 gram siyah ekmek alıyordum. Diğer mahkumlar tuğla yapıyor, halı dokuyor ve diğer el işlerinde çalıştırılıyorlardı. Gıdasızlıktan ve aşırı çalışmaktan ölenle­ rin ölüm haberi birkaç gün sonra kamp başkanına ulaştırı­ lıyordu. Zira, kamp menAırları birkaç gün de olsa ölenlerin gıda paylarından istifadeyi düşünüyorlardı.”139 Türkiyeli sabık komünist Yusuf Yıldırım, Karaganda kampında başından geçenleri şöyle nakletmektedir: “... Sabahın beşinde kalkıp, akşamın sekizine kadar ça­ lışıyorduk. Hergün gıdasızlık ve aşırı çalışmadan hastala­ narak; en az yüz kişi ölüyordu. Iş yerine geliş gidişte yürü­ yemeyen, kafilenin gerisinde kalanları da ya kurşunluyor,


ya da köpeklere parçalatıyorlardı. Sebebi gayet basitti, yü­ rümekten aciz bu insanların kaçacakları ileri sürülüyor­ du.”no Yıldırım, Narilsk kampındaki “iş” hayatını da söyle an­ latmaktadır: “Taş karyerlerinde çalışıyorduk. Vagonları doldurup, boşaltıyorduk. Hergün karyerde, yalnız kazanlarda 50-60 kişi ölüyordu. Tipisiz gün yoktu. Kampa üstümüz başımız buz bağlamış halde geliyorduk."141 Mahkumları iş yerine sevketmek “Foreman”ın vazifesi­ dir. “Foreman”lar vahşet ve gaddarlıkları ile ün salmışlardı. Çünkü bunlar da mahkum olup, yerlerini muhafaza edebil­ mek için her türlü insanlık dışı hareketleri yapmak zorun­ dadırlar. Bunların yemekleri ve yattıkları barakalar, mahkumlarmkinden farklı olup yaşamak için daha elverişlidir. Bütün vahşi muamelelere rağmen yaşamaktan ümidi­ ni kesen mahkumların protesto seslerinin yükseldiği görü­ lür. Bunların protestosu, işten kaçmaktır. İşi terkedenlere ceza yemeği verilir ki, bu da sabah sa­ de suya bir çorba ve akşam 250 gram ekmekten ibarettir. Bundan başka işi terkeden tek başına hücreye kapatılır. Eğer bir mahkum defalarca işi terketmişse durumu incele­ nerek dosyası mahkemeye havale olunur. Kendisine verile­ cek ceza; genellikle ölümdür. Hükmün icrası daha doğrusu ilamın infazı bütün mahkumların huzurunda olur. Vasati iş normunun % 30’undan aşağı düşmek de işi terketme sayı­ lır. Böyle olduğu halde bilhassa kış aylarında işi terketme hadiseleri çok olmaktadır. Bunlar içerisinde çok görüleni tamamen takatini tüketmiş ve her şeye ilgisiz nazarlarla


bakan kimsedir. Tek bir arzusu vardır. Mümkünse ılık bir köşede, saman yığınından ibaret yatağı üzerinde kıvrılıp yatmak, böylece hayatının ve enerjisinin tükenişini müm­ kün olduğu kadar az hissetmek... Ancak, mahkumların ilk fırsatta işleri sabote veya ağır­ laştırdıkları da görülmektedir. Zaten kampların sıkı rejimi biraz da bunun için uygulanmaktadır. UNRRA temsilcisi John Fischer, bu tip bir çalışmanın görgü şahidi olmuştur. Gördüklerini söyle anlatıyor. “Bu esirler, gördüğüm insanların en bitkin ve maneviya­ tı en düşükleriydi. Umumiyetle ekipler halinde ve kendi er­ başlarının kumandası altında çalışıyorlardı. Rus muhafızları (bunlar kollarında hafif mitralyöz taşıyan iki üç kuvvetli mi­ listir) esirlerin başlarında nezaret için bulunuyorlar ve iş sü­ müklü böcek süratıyla ilerliyordu, içeriden herhangi birinin tek elle kaldırabileceği bir tahtayı götürmek için Alınanlar­ dan yedisinin bir araya geldiklerini gördüm. Büromun ya­ nında hemen hemen harabe halinde bir binada bu esir kafi­ lesinin çalışmalarım, tamir mi, yoksa büsbütün tahrip mi et­ tiklerini anlayamaksızın beş gün müddetle seyrettim.”142 Kamplarda bir başka grup daha vardır ki, bunlar çalış­ mamayı prensip olarak kabul edenlerdir. Herhangi bir Sovyet kurumunda çalışmak onlar için şeytana hizmet etmek de­ mektir. Kamplarda hisselerine düşen sefalet, tahammül ede­ meyecekleri kadar ağırdır. Kaçınılmaz akıbetleri ölümdür. Mecburi çalışmaya kadınlar ve sakatlar da dahildir. Victor Kravchenko; Kemerova kampında ayazda odun taşyan kadınları gördüğünü söylemektedir. Kravchenko diyor ki; "kamplarda ölüm vak’aları pek yüksek olduğundan, hergün


14 saat çalışmak suretiyle ölenleri gömmek için hususi bir ekip kurulmuştu.”143 Gerçekten de kampların ağır hayat şartlarına başta kadınlar ve sakatlar uzun süre dayanamamaktadır. Mehrali Miyançi, Aşkabad toplama kampında ka­ dınlar ve sakatların durumunu söyle anlatmaktadır. “İş zamanında kör ve sakat olanlara katiyyen acınmı­ yor, bu gibilerini başka işlerde çalıştırıyorlardı. Sakatlardan da azami istifade etmek esastı. Çocuklara ve hamile kadın­ lara karşı da merhamet hissi duyulmuyordu. Onlar da baş­ kaları gibi günde 12 saat en ağır şartlar altında çalışmaya zorlanıyorlardı.”144 Sovyetlerde kamp mahkumlarının fert olarak hiçbir değeri yoktur. Gerektiğinde bir kamptan diğer kampa kira­ lanabilirler, gereken yerlere sürülebilirler. Kravchenko, 1940’da Kemerovo’daki antprizde çalışacak işçileri sağla­ mak üzere bölge NKVD ilgilisi ile görüşür. Kravchenko da­ ha sonrasını söyle anlatmaktadır: “NKVD’ye ait bu memur, ne kadar işçi lazımsa (5000 ve­ ya 10.000 yahut daha fazla) temin edebileceğini söylüyordu. Adeta hayvanlarıyla iftihar eden bir çiftçi gibiydi.”145 Aşağıdaki örnek, Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının iş ve işçi durumunu büyük ölçüde açıklamaktadır. BlomorBaltık kanalı inşa edilirken kamp şubelerinden birinde bir baraj bozulmuştu. Alarm verilmiş ve felaketi önlemek için 20 bin mahkum ayrılmıştı. Kendisi de idareci olarak olay yerinde bulunan yazar aynen söyle devam etmektedir: “Iş bölgesi askerlerle çevrilmiş ve mahkumların karşı­ sına silahlı kuvvetler dikilmişti. Baraj, sızan suyun basıncı­ na dayanamayacak bir durumda idi. Mahkumlar, barajda


kabaran ve kaynayan suya hiç de atılmak niyetinde değil­ lerdi. Hatta emir ve silahla tehdit karşısında bile hareketsiz duruyorlardı. Bu sırada kamp idarecisi Dimitri Uspenski, olay bölgesine geldi. Uspenski, barajı tamir ettikleri takdir­ de iş bitince her mahkuma birer kilo ekmek, bir paket tü­ tün ve 200 gram votka vereceğini vaadedince, durum de­ ğişti. Bu vaad mahkumları harekete geçirmişti. Maamafıh, barajın vaziyeti düzelmedi. Uspenski bunu görünce, en son çareye başvurdu ve mahkumiyet müddetini azaltacağı­ nı söyledi. Hatta iyi çalışan mahkumlardan bazılarının ar­ tık serbest olduklarını ilan ve kendilerini tebrik bile etti. Kamp idarecisi ne pahasına olursa olsun felaketi önlemeğe azmetmişti. Fakat, baraj birdenbire çöktü ve sular fışkırma­ ya başladı. Bu felaket sonucunda 10 binden fazla mahkum ve onlarla beraber gündelikçiler ve muhafız kuvvetleri de mahvoldular. Buna rağmen hiçbir tahkikat yapılmadı, fela­ ket örtbas edilerek ölenlerin sadece kayıtları silindi.”146 Nazariyat açısından yapılan iş mukabilinde para veri­ lecektir. Hatta bir aralık para verildiği de olmuştur. Fakat halen verilmekte olan sembolik miktar o kadar azdır ki, en yüksek başarı ile çalışanlar dahi bu aylık mesaileri mukabi­ linde ödenen ücretle kamp^karaborsasından 1-2 kilo kadar ekmek satın alabilirler. Kampın teknisyen sınıfına mensup olanların ücreti bir parça daha yüksektir. Son 10-15 yıl içinde Ölüm Kamplarında cezasını (!) çe­ ken Anatoly Marchenko kamp işçisine emeği karşısında ödenen ücretin içyüzünü söyle açıklamaktadır: “İlk ay çok çalıştım. Bu çalışmalarımızın karşılığında, aynen serbest hayatta olduğu gibi ayda bize 70-75 ruble


arasında para veriliyordu. Yalnız arada şu fark vardı: Ser­ best bir işçinin aldığı bu ücretten yalnız vergi kesiliyordu. Bizden ise hem vergi alınıyor, hem de aylık ücretimizin % 50’si kamp masrafları için kesiliyordu. Geriye kalandan bir­ kaç ruble kampta giydiğimiz elbise için alınıyor, ayrıca 13 ruble de yemek parası kesiliyordu. Böyle bir durumda çelişkiler içinde bulunuyorduk. Kampın en göze görünen yerlerine afişler asılmıştı: Bunlar­ da söyle yazılıydı: “Tasarruf yapın ve bir otomobil sahibi olun!” Fakat kampta kalma süremiz sona erip de serbest bıra­ kıldığımız zaman bir elbise ile bir çift ayakkabı alabilecek kadar para biriktirebilmişsek kendimizi şanslı sayıyorduk, îlk ay ancak 48 kopek (yaklaşık olarak 7 TL.) toplayabilmiş­ tim. İkinci ay elimde bir şey kalmamıştı.”147 Daha nice nice örnekler ve dünya işçilerini birleşmeye çağıran Sovyet Rusya’nın ölüm Kamplarındaki iş ve işçi durumu!... Bu mukayese birçok şeyleri açıklamaya yetmez mi?... B) GIDA DURUMU

ölüm Kamplarında mecburi çalışmanın en önemli un­ suru muhakkak ki gıda durumudur. Gıda durumu, bir m e­ seledir ve bu mesele de bir baskı ve zorlama aracı olarak kendini göstermektedir. Mahkumlara verilen gıda, gerek kalori ve gerekse mik­ tar bakımından yeterli olmaktan çok uzaktır. Umumi gıda siyaseti, mahkumları açıktan öldürmeyecek kadar yiyecek vermek ve daima fazla çalışmalarını sağlamak üzere daha


iyi gıda verileceği yolundaki ümitlerini arttırmaktır. Böylece zulüm ve işkencelerle dolu bu hayatta bilhassa açlığa önem veriliyor ve mahkumlara söz dinletmek için başlıca araç olarak onları aç bırakmak yoluna gidiliyordu. Açıkçası mahkumlara yemek yerine yem borusu çalınmaktadır. 1938-1939 yıllarında düzelir gibi olan gıda durumu, 1940’da tekrar bozulmuş, 1941’de Sovyet-Alman savaşının başlamasıyla, açlık, kamplarda normal bir durum haline gelmiştir. Bu devrede mahkumların çöpler içerisinde yiye­ cek aradıkları ve fare kızarttıkları artık gizlenemiyecek olaylardır. Bütün kamplarda yiyecek, bir “Kazan” veya “Karavana” sistemine göre dağıtılmaktadır, iyi çalışanlara iyi yemek prensibine dayanan bu usul, kamptan kampa değişmekte­ dir. Mesela, 1941-1942 kış mevsimi zarfında Avrupa Rusya sının kuzeyindeki kamplarda yemek dağıtma sistemi söyle idi: 1. Tam verim sağlayamamış bulunanlar, bölgedeki gün­ düzlü işçiler ve ikinci sınıf sakatlar): Günde iki defa sa­ de suya çorba ve 400 gram ekmek. 2. Tam verim sağlayanlar ve bürolarda çalışanlar: Günde iki defa sade suya çorba, 700 gram ekmek ve akşamla­ rı darı yemeği. 3. Tam verimin % 15 ile % 25 üstünde çalışmış olanlar: Günde iki defa çorba, 900 gram ekmek ve akşamları darı yemeği ile beraber küçük bir parça et veya balık. 4. Kamp idarecileri: 750 gram ekmek ve günde iki defa etli ve yağlı yemek. 5. Hasta yemeği: Günde üç defa yemek (nebati yağ ile pi­


şirilmiş) ve 700 gram ekmek. Miktarı az hastalar için de ağır (!) bulunması nedeniyle kamp idarecileri ve muhafızları bunlardan faydalanır.148 Diğer bir kampta, Uchta-Peçora’da gıda nizamlarına göre, kendi normunun % 75-80’ini dolduran bir işçi günde 200 gram, % 81-99’unu dolduran işçi 400 gram, % 100 veya daha fazlasına çıkanlar ise 600 gram ekmek almaktaydılar. Aynı kampın nizamnamesi köpeklerin insanlardan daha iyi beslendiklerini gösteriyor. Köpeklere günde 250 gram et (mahkumlara 22 gram et), “hafiye” köpeklere ise 400 gram et ve 20 gram hayvani yağ verilmektedir. Günde 15 saat ağır iş yapan mahkumlar aç yaşamaktadırlar.”149 Alman savaş esirlerinden YValter Wetter, Zoporoz kam­ pındaki gıda durumunu söyle anlatıyor: “Çalışma normlarına göre % 150 dolduranlar 800 gram ekmek, % 125 dolduranlar 700 gram ekmek, % 100 doldu­ ranlar 600 gram ekmek, % 100’ün altında dolduranlar 400 gram ekmek, % 50 dolduranlar 300 gram ekmek, % 25 dol­ duranlar ise 200 gram ekmek almaya hak kazanmaktadır­ lar.”150 Yukarıdaki büyük haksızlığı kamp idarecileri; “çok çalı­ şana çok ekmek” sözü ile kapattırmak istemektedirler. Sa­ dece bu kadar mı? Bu haksızlığın çok kapsamlı olarak ya­ pıldığını ortaya çıkaran VVetter söyle devam ediyor: “Arkadaşlarımı çağırdım ve onlara dedim ki; burada 700 gram ekmek yiyen herkes bir bakıma suçludur. Bunla­ rın 400 veya 300 gram yiyenlere yardım etmesi lazımdır. Benim kanaatime göre verilen bütün ekmek şahıs başına taksim edilmelidir, anlaşıldı mı? “Anlaşıldı” dediler. 14 gün


bu kararı tatbik ettik. 14 gün sonra ne oldu bilir misiniz; Stalino yakınındaki Mavkeeka maden ocaklarına kazmacı olarak sürgün hayatım başladı.”151 Mahkumlar, sabahın 4 ile 5 ’i arasında, çalışmaya gitme­ den evvel ilk yemeklerini ve akşam işten döndükten sonra 5 ile 7 arasında ikinci yemeklerini yerler. Mahkumların 12 sa­ at devamlı çalışmaları süresince yemek yemeleri yasaktır. Bundan dolayı kamplarda yiyecek hırsızlığı oldukça artmıştır. “Çalmak için bir şey bulamayan, çöp çukurlarını elleri ile eşeleyerek bulduğu patates ve soğan kabuklarını dahi yemeye razı olanların sayısı da oldukça kabarıktı. Bu bir nevi açlıkla mücadeleydi.”152 Bazen mutfak civarında cereyan eden şu manzara mahkumların düşmüş oldukları durumu göstermek bakı­ mından bir değer taşımaktadır: “Mutfak civarı mahkumlarla doludur. Arasıra aşçı ka­ pıdan dışarı çıkarak çiğ veya pişmiş artıkları dışarı fırlatır, işte o anda bekleşenler koşuşurlar, birbirlerini ite kaka, yuvarlaya tekmeleye fırlatılan artığı kapmaya çalışırlar. Artığı elde etme başarısını gösterenler son süratle koşarak arka­ daşlarından uzaklaşır ve rahat rahat yemek için kendine bir köşe arar. Bir saniyede fırlatılan artıktan eser kalmaz ve insanlar, ki artık insan olmaktan çıkmışlardır, hiçbir şey ol­ mamış gibi eski tavırlarını takınırlar ve bekleşirler, gözleri hâlâ mutfak kapısındadır.”153 Gerçekte yiyecekleri de mahkumlar temin etmektedir. Victor Kravchenko, 1940’da Kemerovo kampında gördükle­ rini şöyle anlatıyordu: “Pencereden bakarken 15 kadar kadının bu ayazda bir


tarafa odun yığdıklarını görmüştüm. Bir tanesinin başında bir çuval vardı. Diğerleri dumanları çıkan kovalar taşıyor­ lardı, elleri eldiven yerine paçavralarla sarılmıştı. Şefe ne yapıyorlar diye sordum. O iftiharla: Domuz ve kümes hayvanları besliyorlar, eti kendimiz yetiştiriyoruz, dedi. Bütün mahkumlar için mi? dedim. Mahkumlar mı -diyerek gülümsedi- millet düşmanla­ rını etle mi besleyeceğimizi zannediyorsunız, burası lokan­ ta değil, inanın bana memurların yiyeceği daha kolay te­ min edilmiyor.”154 Gerçekten de bu anlamlı cevap, birçok şeyi açıklamak­ ta ve bu konuda bir fikir vermektedir. Dün nasılsa bugünün gıda durumu da aynıdır Sovyet Rusya’da.. Anatoly Marc­ henko, 1964’de Potma kampındaki gıda durumunu şöyle açıklıyor: "... burada elime bir kase çorba tutuşturuldu. Gayet yağsız olan bu sulu madde sözümona lahana çorbasıydı ve milli bir yemeğimizin gülünç bir kopyasıydı. İkinci yemek; hepsi hepsi üç çorba kaşığı kadar olan sulu bir lapa idi. Bü­ tün bunları yutuvermek bir dakika içinde oluverdi. Zamanla öğrendim ki, günlük diyetimiz bizi ancak canlı tutacak ölçüde, “fenni” bilgilere dayanılarak hazırlan­ mıştı. Yaklaşık olarak 700 gram ekmek ve 50 gram etin kar­ şılığı kalori almaktaydık. Nöbetçilik yapan köpeklerin hak­ kı ise 450 gram etti. Verilen diyet, ağır iş yapan -bir insanın ihtiyacına yet­ mekten çok uzaktı. Bu durum bir yana, günlük olarak tes­ pit edilen yiyecek miktarını bile tam olarak alamıyorduk.


Hazırlanmak üzere mutfağa getirilen ete şaşkın gözlerle bakıyorduk. Çünkü bütün gördüğümüz mavi bir renk, ke­ mik, sert adale ve sinirden başka bir şey değildi. Eğer bir günde 15 gramlık gerçekten et alabilirsek kendimizi şanslı sayıyorduk. Siyah, sulu, kokmuş lahana yemeği getirildiği vakit önce bunun ne olduğunu tahmin edememiştim Hele yazın her yana yayılan koku bizi alaşağı edebilirdi. Yemek­ lerin çoğu bu yüzden dökülüyordu.”155 Normunu dolduramıyanların ve kamp nizamını bozan­ ların atıldığı hücrelerde gıda durumu, kelimenin tam mana­ sıyla bir fecaattir. Bu hücrelerde bir mahkumun uzun süre yaşaması imkansızdır. Hücre mahkumlarına verilen yiyecek durumunu açıklamak için sözü Marchenko’ya bırakalım: “Hergün belirli saatlerde yürüyüş yapılması için küçük bir bahçe ayrılmıştı. Fakat bu bahçede en ufak bir ota rast­ lamak mümkün değildi. Çünkü bitki adına ne yetişirse he­ men mahkumlar tarafından yeniliyordu.” "... hücrenin birinde bulunan mahkumlar, bir jilet ele geçirmişler biraz da şuradan buradan kâğıt parçaları topla­ mışlardı. Sonra bacaklarından, karınlarından birer parça et kesmişler, bunları bir kaba koymuşlar, kâğıtları da tutuştu­ rarak pişirmeye başlamışlardı. Gardiyanlar işin farkına va­ rıp da hücreye baskın yapınca hepsi parmaklarını kaptaki kaynar suya sokarak aceleyle et parçalarını alıp avurtlarına doldurmuşlardı. Biliyorum bu olaya inanmak çok güç gelecek... Ama gerçekten böyle bir şey olduğunu söyleyebilirim... Daha sonra bunu yapan mahkumlardan bazılarıyla ko­ nuştum. işin en şaşılacak yönü, kendileriyle görüştüğüm


zaman tamamen normal bir insan gibi görünmeleriydi. Bunlardan biri Yuri Panov adında bir mahkumdu. Birçok kere, parçalar kestiği için vücudunda çizilmedik, kesilme­ dik çok az yer kalmıştı. Panov yine de bir psikopata benze­ miyordu.”156 Marchenko’nun anlattıklarını doğrular biçimde ifade veren WalterWetter’de; kamplarda açlıktan insan eti yiyen­ lerin mevcut olduğunu söylemektedir.157 Hücre cezasının sonundaki durumu ise Yusuf Yıldırım şöyle anlatıyor: “Birgün kapı açıldı ama, dışarı çıkmak isteyen adımını atar atmaz, yere yıkılıyordu. Sıcak su, kuru ekmekten baş­ ka bir şey vermedikleri için yürüyecek halimiz yoktu. Hay­ vanlaştırılan nöbetçiler kahkaha ile gülüyorlardı. Sonra kollarımıza girip, barakalara sürükleyerek götürüyorlar­ dı.”158 Eşitlik (!) ülkesi Sovyetlerde, mahkumlara yiyecek dağı­ tımında eşitsizlik var diyenler muhakkak yanılıyorlar, ö r ­ nek mi? Çok ama pek çok var. Mesela bunlardan birinin; 1947’de Almanya üzerinden Türkiye’ye gelen Kırım göçme­ ni Murat Karabaş’m ifadesi şöyle: “1929-1930 yılları arasında Aşkabad şehrinde sürgün olarak bulunuyordum. O sırada Çin zulmünden kaçan Do­ ğu Türkistanlı Türkler Rusya’ya sığınıyordu. Bunlar, topla­ ma kamplarında 6 ay ile 1 sene bekletiliyor ve kendilerin­ den istifade yoluna gidiliyordu. Bunlardan 15-20 kişilik bir grup silahlı bir gardiyanın muhafazasında vagonlardan sandık indirip yüklüyorlardı. Karavanaları ise kamptan ge­ tiriliyordu. Yiyeceklerine baktım; un kavurmasından yapı­


lan kara renkli bir çorba idi ve tek bir kaşık vardı. Her mah­ kum bu kaşıkla beşer yudum alıyor ve yanındakine veriyor­ du. Bu durum birkaç gün devam edince görevimin mesuli­ yetine binaen gardiyana yaklaşarak bu mahkumlara acıdı­ ğımı ve hepsine çok ucuz olan birer tahta kaşık almak iste­ diğimi söyledim. Gardiyan büyük bir kararlılıkla ve hâlâ kulaklarımda uğuldayan şu cevabı vermişti: Olamaz çünkü, her insanın yemek yemesi farklıdır; ki­ mi iki kaşık alırken diğeri üç kaşık alır. Böylece yemekten aç kalkan da olur, tok kalkan da...”159 Sovyet Rusya’da Ölüm Kamplarının gıda dağılımında olmayan eşitlik, bu tip yüzlerce örnekle daha da iyi açıkla­ nabilir. Fakat bunlar sadece teferruattır ve ortada tek bir gerçek vardır. O da; Sovyet Rusya’da açlık kırbacı ile çalıştı­ rılan milyonların varlığıdır... C) GİYİM DURUMU

Mahkumlara elbiseler, bulundukları gruplara göre alınmıştır. Her mahkumun uzun kollu ve pamuklu bir ce­ keti vardır, bunu yazlık fanilası üzerine giyer. Bir de pa­ muklu kumaştan yapılmış yeleği mevcuttur. Kış ayları zar­ fında pamuklu pantolon âa verilir. Ancak, ağır iş durumu yüzünden birkaç hafta içerisinde bütün bu elbiseler bir pa­ çavra yığını haline gelmektedir. Her türlü işi yapabilen birinci gruptakiler için siyah renkli bezden bir ceket ile pantolon ve bir kat çamaşır, va­ sat gayret isteyen işlerde çalışabilenler için az kullanılmış elbise ve hafif işlerde çalışabilen üçüncü grup için de giyi­ lemeyecek kadar eski elbise verilmektedir.160


Ayakkabı ve eldiven meselesi de başka bir derttir. Kö­ seleden ayakkabı bulmak imkansızdır. Domuz derisinden yapılanlar ise su geçirmekte ve çabuk aşınmaktadır. Valenki (koyun, sığır veya at derisinden yapılan) ayakkabılar ih­ tiyaca yetmemektedir. Mahkumlara genellikle lastik çizme verilmektedir ki, bunlar ağır olup, ayaklan incitmektedir. Kaldı ki, yazın ayakları pişirmekte, kışın ise sıcak tutma­ maktadır. Bu yüzden ayak donmaları çok sık vukua gel­ mekte ve birçok ayak kesilmektedir.161 Lastik çizmenin da­ hi olmadığı kamplarda mahkumlar, ıhlamur ağacından ya­ pılma takunya giymektedirler.162 Yusuf Yıldırım, Karaganda kampındaki giyim hususu­ nu şöyle anlatmaktadır: “Barakaların kapıları önünde elbise, postal yığılmıştı, isimle çağırıp, herkesin numarasını söyleyip, elbise ve pos­ tallarla iki kat çamaşır verdiler. Elbiseler, büyük boydu. Kü­ çük boylular sonradan pantolonları, ceketleri kıvırıp dikti­ ler. Üzerimizdekilerini iple bağlayıp, sardık, isimlerimizi ve numaralarımızı yazıp, teslim ettik. Karşılığında bize birer resmi belge verdiler. Şapkanın ön tarafında, ceketin ön ve arkasında, kollarında, pantolonun diz kapaklarında ve ar­ kasında iri iri numaralar yazılmıştı.”163 Kampa gönderileceğini daha yargılama esnasında kes­ tiren mahkumlar, kampa giyinik gelmektedirler. Halen, Sovyetlerin en korkusuz fikir ve aksiyon adamı olarak bili­ nen Yuli Daniel de 1964 yılında cezasını (!) çekmek üzere, kampa; içi pamuklu bir ceket, miflonlu botlar ve kulaklık­ ları bulunan kürkten bir şapka ile gelmişti. Ancak, bütün bunları kamp idaresine teslim etmek zorunda kalmıştı.164


Giyim eşyalarının eski ve dayanıksız olması mahkum­ lar için büyük bir problemdir. Dr. E.Felix bu konuda şu ha­ tırasını nakletmektedir: “Uktizm kampına vardığım zaman soğuk bir Aralık gü­ nüydü. Üç hafta süren bir yolculuktan sonra derhal işe baş­ lattılar. Ayakkabılarım yırtılmıştı. Sabah sayımında, şefe ayakkabılarımın durumundan şikayette bulundum. Baktı ve güldü: “Ayakkabılarının durumu mükemmel, işten kaçı­ yorsan deliğe girersin!” diye bağırdı.”165 "Bu kamp hayatının en fena tarafı kamptaki diğer mahkumların size karşı takındıkları tavır ve yaptıkları ha­ reketlerdir. Eşyalarınızı çalarlar, barakadaki yerinizi alırlar, çalışırken iter kakar, tekmelerler ve sizi koruyacak hiçbir kuvvet yoktur. Sizin ayakkabılarınız kimin olacak diye kâğıt oyunu oynarlar, bahse tutuşurlar. Bir de bakarsınız ki, erte­ si sabah ayakkabınızın yerinde yeller esiyordur. Bazen, he­ diye vermenizi isterler; mesela ceketinizi bağışlamanız için ısrar ederler. Vermezseniz, başınıza binbir bela gelir ve söz dinlemediğiniz için siz kötü kişi olursunuz. Verirseniz, o kimsenin teveccühünü kazanırsınız, fakat bu sefer soğuk­ tan donarsınız.”166 Bütün bu giyim problemleri halledilmeden; “kel başa şimşir tarak” misali, Chibyu-Ukta kampında mahkumlara lavanta ve kolonya dağıtılmıştır. Böyle yapmakla herhalde mahkumların morallerinin yükseleceğini, hiç olmazsa, ko­ kularının düzeleceğini düşünmüşlerdi: “Yüzlerce mahkum sıralandı. Kendilerini yıkamak için sabun bulamayan, saç­ larını taramak için tarak elde edemeyen kadınlar dağıtılan birkaç damla esansı yüzlerine döktüler. Ama hâlâ aynı ekşi


kekremsi kokudan kurtulamamışlardı. Erkekler ise verilen kolonyayı içtiler.”167 Görüldüğü üzere, vahşet ve zulüm ülkesi Sovyet Rusya, aynı zamanda gariplikler ülkesidir de...

D) İSTİRAHAT VE YATMA DURUMU

Kamp bölgesinde mahkumlar, tahta barakalarda yatıp kalkmaktadırlar. Barakalar, gayet sık ranzalarla oldukça çok sayıda mahkum barındırır. Ancak kanlı temizlik yılla­ rında mevcut barakalar ihtiyaca kafi gelmemiştir. 1923’de meşhur Solovki kamplarına getirilen Boris Sapir, kampta mahkumların istirahat ve yatma durumunu anlatırken şöyle diyordu: “Gözetleme kulelerinden çanlar çalınarak geldiğimiz haber veriliyordu. Kamp komutanı tarafından evraka göre devir ve teslim alındıktan sonra yerlerimize yerleştik. Yer­ leştik diyorum. Çünkü yatak filan olmadığından yere çöke­ rek uyumağa çalışmıştık.”168 Boris Sapir, Solovki kamplarından sonra götürülmüş olduğu Kem kampındaki hayatı da şöyle hikaye etmektedir: “Kem’de yaşama şartları iğrençti. Barakalarda yatacak yer o kadar azdı ki, mahkumlar ancak yan yatabiliyordu. O da kaşık istifi şeklinde, başka türlü sığışmak imkanı yoktu. Pislik, koku ve haşarat kampın özelliği idi. îçeri giren bir kimse bu havadan derhal rahatsız oluyordu. Barakada tek bir lamba yandığı için okumak, yazmak imkansızdı; zaten o derece gürültü oluyordu ki, fazla ışık da olsa okumak yaz­ mak gene mümkün olmayacaktı.”169


1934 yılında Zengiata kampında mahkum olarak bulu­ nan Şevki Bektöre, kamp mahkumlarının istirahat ve yat­ ma durumunu şöyle anlatıyor: “Zengiata kampında sekizbine yakın mahkum bulunu­ yordu. Kamış barakalar öylesine doluydu ki, içine girmek değil, yanına yaklaşmak bile imkansızdı. Hepimiz dışarı da yatmaya mecbur olmuştuk.”170 Victor Kravchenko, 1940 yılında Kemerovo kampını zi­ yaret etmişti. Kamp barakalarının tasvirini şöyle yapıyor: " - Bu barakalarda kaç kişi barınıyor diye sordum. - 300 veya 350 kişi. Bu barakada 310 kadın var. Nö­ betçi kapıyı açarak seslendi: - Ayağa kalkın!.. Uzun karanlık basık tavanlı barakada mahkumlar te­ laşla kalktılar. Üst kattakiler ise hemen yere atladılar. Ağır hasta olan 3-4 kişi yerinden kıpırdamadı. Her yaşta ve her milletten kadınlar doluydu. Ağır ter, tahtakurusu kokusu mideyi bulandırıyordu. Küçük, demir­ li pis pencerelerden içeriye hafif ışık sızıyordu. Barakalar o kadar soğuktu ki nefesimiz gözüküyordu, buna rağmen ka­ dınlar yarı giyinik vaziyette idi. Şurada burada birkaç kişi ani misafirler karşısında paçavralarla göğüslerini kapatma­ ya çalışıyorlardı. Fakat büyük bir kısmında utanma ve his diye bir şey kalmamıştı. Çoğu gençti. 20 ila 30 yaşları ara­ sında üstelik yüz ve parçalanmış ellerinden kültürlü kimse­ ler oldukları belli oluyordu. Yatakları düz tahtadan ibaretti. İki katlı genişçe raflardan başka bir şey yoktu. Kimisi elbi­ selerinin bir kısmını yastık gibi bohçalayıp başının altına koymuş yatıyordu. Ortaya konulan minimini bir odun so­


bası, denize atılan bir bardak su tesirini yapıyordu. Mah­ kumların mecburi ihtiyaçları için kullanılan birkaç kova­ dan başka eşya, masa hiçbir şey yoktu. Kampa girerken mahkumların mektup, resim, dışarı hayatı hatırlatacak en ufak şeyler, çarşaf, diş fırçası, makas gibi en lüzumlu ihtiyaçları dahi elden almıyordu. Buna karşılık; bir madeni tabak, bardak ve tahta kaşık veriliyor­ du. Kağıt, kitap hiçbir şey yoktu. Dar duvarların bir tarafın­ da bir tane demir musluk, bütün temizleme ihtiyaçlarını temin ediyordu. Bizi gezdiren memur, bu iki rafın arasında bir üçüncüsünün sıkıştırılabileceğinden bahsetmişti.”171 Kemerovo fabrikalarında iş gücüne olan ihtiyacın bü­ yük ölçüde artması üzerine, daha fazla mahkumun getiril­ mesi gerekiyordu. Ancak, mevcut kampta daha fazla mah­ kum için yer yoktu. Kravchenko şöyle devam ediyor; “Kamp 3000 kişi ile tıklım tıklım olmasına rağmen, şef, 1000 kişi daha barındıracağından emindi. Bazı barakalarda ise, bir ekip çalışırken diğerleri yatıyordu. Maalesef bu her zaman tatbik edilemiyordu. Çünkü işin çeşidine bağlıydı. Bir üçüncü raf yapmakla belki mesele halledilebilirdi. Evet, belki biraz sıkışacaklardı ama, orta tahta üzerinde yatanlar daha çok ısınacaklar diye güldüler.”172 1941 yılında Peçora kamplarında mahkum olarak bu­ lunan Leonid Schekach, kampın bu konu ile ilgili durumu­ nu şöyle özetlemektedir: "... nihayet 700 mahkumla hedefimize vardık. Gözleri­ me inanamıyordum, birkaç iptidai barakadan başka bir şey yoktu. Ne şilte, ne battaniye, ne yastık vardı. Kuru tahta üzerinde yatacaktık. Akar su, kanalizasyon ve ışık namına


bir şey yoktu. Yerimiz köpek kulübesinden farksızdı. Kon­ serve istifi gibi uyumamız icabediyordu, o kadar kalabalık­ tık ve yer o kadar dardı.”173 1 9 4 1 - 1 9 4 2 y ılların d a P olonyalI m a h k u m la r ta ra fın d a n v erilen ra p o rla rd a n b irin d e şö y le d en iliyo rd u :

“Metruk, çamurlu bir arazi üzerinde, dört bir köşesin­ de muhafızlar için dikilmiş gözetleme kuleleri bulunan di­ kenli telörgüyle çevrilmiş bir sahada kafes gibi barakalara gelen kafileler görüyorduk. Burada mahkumlar birkaç gün geçirdiler. Fakat geceleri barakalara mevcut mahkumların %20’si girebiliyordu. Dışarıda kalanlar yağmur altında titreşiyor, ısınmak için barakalardan kopardıkları tahta parçalarını yakıyorlar­ dı. Bu durum böylesine birkaç gün devam etti.”174 Isıtma en düşündürücü mesele olarak devam edegelmektedir. Hemen her barakada demir sobalar bulunmakla beraber kafi miktarda yakacak bulunmaması ve bulundu­ ğu takdirde dahi müthiş soğuklarda bir sobanın bütün bir barakayı ısıtmaması yüzünden mahkumlar daima soğuk­ tan titremektedir. Bilhassa kuzey bölgelerinde soğukla mü­ cadele, el değmemiş büyük bir dava halindedir. Kamp mu­ hafızları, sırf; “kesici ve*öldürücü aletler ellerinde bulun­ masın” düşüncesiyle mahkumların hemen burunlarının dibindeki ormanlardan odun kesmesine izin vermiyor. Kamp idaresi ise, yalnız mahkumların çalıştırılmasını dü­ şündüğünden yakacak diye bir mesele tanımamaktadır. Jelabuga kampında kalan Alman savaş esirlerinden bi­ ri bu konu ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştı: “Bir bidondan testere yaptım. Akşamları binaların saç­


larını veya direkleri kesip karın içine saklıyor, geceleri içeri sokuyorduk. Karşımızda bulunan NKVD mensuplan daima gece çalışırdı. Çünkü sorguların bilhassa geceleri yapılma­ sına dikkat gösterilirdi. Biz de sobamızı onların çalışma sa­ atlerine göre ayarlıyorduk. Rusların kapımızın önünden geçtiği saatlerde sobayı yakmıyor, onlar sorguya başladığı anda odunları meydana çıkarıp ateşliyorduk.”175 Walter Wetter ise, bu konu ile ilgili olarak şöyle ifade veriyordu: “... odanın ortasında eski bir yağ bidonu soba olarak kullanılıyordu. Soğuktan donuyorduk. Herkes sobaya yak­ laşmak istiyordu. Bu defa arkada kalanlara sıcaklık ulaşmı­ yordu. Herkesi sobadan uzakta oturmaya mecbur kıldık. Böylece herkes eşit ölçüde ısınacaktı.”176 Cezalı olarak hücreye atılanların durumunu ise Anatoly Marchenko şöyle dile getiriyor: “Açlıktan bir deri bir kemik halindeydik. Bu yüzden ısına­ bilmek gücünden yoksunduk. Avluda tepinircesine yürürken ellerimizi de ovuşturuyorduk. Yaşlı ve hasta olanlar telörgünün köşesine çömelip yürüyüşün sonu gelinceye kadar titre­ şirken bir parça olsun ısınmak için birbirlerine sokuluyorlardı. Hücrelerimize döndükten sonra bir türlü ısınamıyorduk. Hücrenin kendisi de çok soğuktu. Geceleri çaydanlığı­ mızı, içindeki su donmasın diye pelerinimizle örtüyor, kendimizi soğuktan korunmak için, yastığımız, şilte dahil paçavra adına ne bulursak üzerimize çekiyorduk.”177 Görüldüğü üzere, Sovyet Rusya’nın Ölüm Kamplarında mahkumların istirahat ve yatma durumları en az gıda ve iş durumu kadar bozuk ve dehşet vericidir...


E) SAĞLIK DURUMU VE BAKIM

Ölüm Kampları mahkumlarının; iş, gıda, giyim, istira­ hat ve yatma durumlarından çıkan sonuçlardan sonra, sağ­ lık ve bakım durumu da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kamp doktorlarının çoğu mahkumdur. Kampın sağlık durumunu iyi bir seviyede tutmak üzere serbest bir dokto­ run nezareti altında asistanlar ve sağlık memurları çalıştı­ rılmakta ise de barakaların tüyler ürpertici hali bütün emekleri sıfıra indirmektedir. Barakaların çoğunda ne el, yüz ve ne de çamaşır yıkamak için sabun vardır. İklim şart­ ları, vitamin eksikliği hastalıklara sebep olmakta ve ayrıca ağır çalıştırma metotları mahkumların hastalığa karşı mu­ kavemetini azaltmaktadır. 1941-1942 kışında zatürre vaka­ larının %90’ı ölümle sonuçlanmıştır. İnsan değerinin olmadığı bu kamplarda, hastaneler de ona göredir. Iranlı sabık komünist Mehrali Miyançi hasta­ ne adı verilen “cefakeşler odası”nı şöyle tanıtıyor: “Mahkumları bu odaya almaktan maksat gıdalarını bi­ raz arttırmak suretiyle beslemekmiş. Zira, toplama kamp­ larından mahkum satın almaya gelenler alacakları işçi kuv­ vetinin nispeten sıhhatte olmasına ve bir parça dayanıklı olmasına dikkat ediyorlardı”178 Mahkumlara istirahat vermek, kamp doktorlarının yet­ kisi dahilindedir. Ancak gerçekte birer mahkum olan bu doktorlar, kamp idarecileri tarafından öyle bir göz hapsine alınmışlardır ki, istirahatı fazla verdiği iddiasıyla mahkûm doktorun, mahkum işçi haline indirilmesi çok kolaydır. Alman savaş esirlerinden biri bu konuda şu hatırasını naklediyor:


“Bir zamanlar Stutgart hastanesi başhekimi Prof.Dr. Schusterde bizim kampta idi. Hastalar Dr. Schuster’e gider ve onun vereceği rapora göre istirahat eder veya çalışırdı. Eğer Dr.Schuster sizi sevmemişse ölüm halinde olsanız da­ hi çalışmaya gönderilirdiniz.”179 Anlaşıldığı üzere, kamp doktorları her bakımdan kamp idarecilerine bağlıdır. Büyük hürriyetsever Yuli Daniel, 1966 da ağrısı nükseden kırık kolunu göstermek üzere kamp doktoruna gider. Ağır işlerde çalıştırılan Daniel’e izin vermekten kaçınan doktor, Daniel’in bir ay hücre hapsine atılmasına sebep olur.180 P olo n y alI sa v a ş e sirle rin d e n b iri r a p o ru n d a şö y le d i­ y o rd u :

“... nezle, bronşit, zatürre, verem, sıtma alıp yürümüş­ tü. Kangren çok sık vuku bulur, devamlı parmak, el ve ayakların kesildiğine şahit oluruz. Ölüm nispeti çok yük­ sektir. İşten ölmeyenler hastalıktan, hastalıktan ölmeyen­ ler, keder ve üzüntüden dolayı intihar ederek ölürler.”181 Bilhassa dizanteri ve tifo salgınları kampları daima tehdit altında bulundurmaktadır. Kravchenko diyor ki: “Dizanteri ve diğer zafiyetten ileri gelen hastalıklar kamplarda olağan şeylerdi. Görünen esirlerden pek azı sağlamdı.”182 Şevki Bektöre, 1933 yılında, Zerefşan kampında hergün 15-20 mahkumun dizanteriden öldüğünü söylemekte­ dir.183 Aynı tarihte Yalangaç toplama kampında aynı hasta­ lıktan ölenlerin sayısı günde 25-30 kadardı. Bazen bu ra­ kam 100’ü buluyordu.184 Ölenlere yapılan işlemler ise insanlık dışı hareketler­


den ibaret olup tüyler ürpertici olaylarla şekillenmektedir. 1929 yılında Popovosturov Toplama Kampında, Solovki’ye gitmek için Beyaz Denizin çözülmesini bekleyen binlerce mahkum arasında bulunan Osman Karabiber, gördüklerini şöyle anlatmaktadır: "... aradan bir ay kadar bir zaman geçmişti, kamp dahi­ linde gezmeye çıkmıştım. Kamandırov’larda (çam orman­ ları) soğuktan donanlar, bacakları kangren olarak kesilen ve daha çeşitli hastalıkların bulunduğu sağlık binasına doğru yürüdüm. Binaya yaklaştığım zaman, alt katta bir kapının açık olduğu gözüme ilişti. Nöbetçi yoktu. Büyük bir merakla kapıya kadar sokulup içeriye baktığım zaman gördüklerimin dehşeti içinde iliklerime kadar titredim. Manzara müthişti: Büyük ve salonumsu bir yerde çam kü­ tükleri gibi istif edilmiş bir halde yüzlerce insan cesediyle karşılaştım. Sendeleyerek duvara kadar sürüklendim. Dü­ şünüyordum, gelecekte bizim de aynı akıbete uğramıyacağımız ne malumdu? Bu ruh durumu içinde derhal orayı terkettim. Bir taraftan kızaklarla, ormanlarda soğuktan donmuş insan ölüleri geliyordu. Durumu eski mahkumla­ ra sorduğumda aldığım cevap müthiş oldu. Meğerse o ce­ setleri kazılan büyük* çukurlara doldurup yakıyorlarmış.”185 En az bunun kadar tüyler ürpertici başka bir örneği de Şevki Bektöre vermektedir. Bektöre, 1934 yılında Zerefşan kampında iken bu olaya şahit olmuştur. Diyor ki: “Bir sabah kampta yapılan umumi yoklamada bir mahkumun fazla bulunduğu tespit edilmişti. Sayım tekrar­ lanarak, kayıtlar da tekrar edildikten sonra övez Durdu


adında bir Türkmenin, arşivdeki fişinde; "ölmüştür” kaydı bulunmasına rağmen sağ olduğu ve bu sebeple mevcudun bir fazla görüldüğü anlaşılmıştı: Sayım yapan büro şefi fişi göstererek: - Sen, dedi, ölmüşsün ÖVEZ. Zavallı mahkûm ürkek ürkek etrafına bakınıyordu. - Evet ama tekrar dirildim işte, dedi ve hikayesini an­ latmaya başladı: “Bir sabah beni koma halinde bulmuşlar. Morgda ölü raporu verilince de diğer ölülerle beraber götürüp çukura atmışlar. Gece yarısı ayazın tesiriyle kendime gelmişim. O zaman bir yığın insanla, bir çukurun içinde olduğumu fark ettim ve kalkmak istedim beceremedim. Karnımda iki ayak, göğsümün üzerinde de bir ölü kolu vardı, ö n ce şu kol ve bacaklardan kurtulmalıydım. Yavaş, yavaş soğumuş in­ san vücutlarını üzerimden attım. Nihayet bir yığın ceset arasından sürüne sürüne hendeğin kenarına ulaştım. Ne­ fes almakta güçlük çekiyordum. Uzaktan çakal ulumaları geliyordu. Bu vahşi hayvanlara diri diri yem olup bu defa gerçekten ölebilirdim. Korkunun verdiği gayretle hendeği tırmandım, ileride kampın ışıkları görünüyordu. Halsiz­ dim kampa da dönmek istemiyordum. Mahkumlar arasına dönmek çılgınlıktan başka ne olabilirdi? Kaçıp kamptan uzaklaşmalıydım. Temiz havayı ciğerlerime doldurup sü­ rünmeye başladım. Kah yürüyor, kah sürünerek ilerliyordum. Zerefşan ır­ mağına vardığım zaman gün ışıyordu. Şimdi ne yapacak­ tım? Irmağın tek geçit yeri köprü idi ve daima kontrol altın­ da bulunuyordu. Köprüye yaklaştığım anda nöbetçilerle


karşılaşacaktım. Tabii hüviyet göstermemi istiyeceklerdi. O zaman ne olacaktı? Ben, Zerefşan kampında ölen 67178 numaralı Övez Durdu, diyemezdim ya, yaşamak, hür ola­ rak yaşamak istiyordum. Köprüye yaklaşmadan nehrin ke­ narındaki sazlıklar arasına saklandım. Kurtuluş için bir plan hazırlamalıydım. Akşama doğru açlıktan bayılacak hale gelmiştim. Yiye­ cek bir şey bulmak için nehir kıyısında ilerliyordum. Saat­ ler ilerledikçe yiyecek bulmak ümidi de azalıyordu. Niha­ yet bir kurbağa yakalamağa muvaffak oldum. Ateş yaktım, pişirdim ve yedim. Açlığımı biraz olsun gidermiştim. Geceyi sazlıklar arasında geçirdim, ikinci gün de karnı­ mı, kurbağa kızartması ile doyurdum. Köprüdeki nöbetçi­ ler yerlerinden ayrılmıyorlardı. Nehir de pek sert ve coşkun akıyordu. Yüzme bilmediğim için bu şartlar altında karşıya geçmeye imkan yoktu. Üçüncü gün kurbağa yakalamak da mümkün olmadı. Tabii geceyi ayazda, açıkla geçirmek zorunda kaldım. Bu şartlar altında kamp bölgesinden uzaklaşmak imkansızdı. Kimseye görünmeden kampa dönmek mecburiyetinde kaldım. Ne soran, ne de arayan olmuştu. Arkadaşlarıma da başımdan geçenleri anlatmamıştım, işte böylece bütün di­ dinmeme rağmen kaçma fırsatını lehime kullanmak müm­ kün olmadı.”186 övez Durdu’nun bu üç günlük macerasının bütün kamp hayatının bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Artık bu gibi yanlışlıklar yapılmamakta ve mahkumlar bu tip maceralara(l) sürüklenmemektedir. Bunun için kamp idarecileri gerekli bütün tedbirleri almışlardır. Şöyle ki:


“Karaganda kampında nöbetçiler, sabahları kalkamayan veya ölenlerin kafalarına odun tokmaklarla vurup, muayene(!) ettikten sonra, bacaklarından çekerek, ranzalar­ dan aşağı atıyorlardı. Döşeme çimento olduğu için, birçok­ larının kafaları patlıyor, kolları bacakları kırılıyordu. Sonra bunları arabaya doldurup, götürüyorlardı.”187 Bu gibi yüzlerce hatıra, Sovyet Rusya’yı değil canlılara, ölülere bile saygı göstermemekle damgalamaktadır. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere; Sovyet Rusya’nın Ölüm Kamplarında, mahkumların sağlık ve bakımlarına edilen dikkat, mezbahaya girecek hayvanların sağlık ve bakımları­ na gösterilen itina ve dikkatle mukayese edilmeyecek ölçü­ de azdır. Ve hemen hemen denilebilir ki hiç yoktur....



ÖLÜM KAMPLARINDA SOSYAL HAYAT VE FAALİYETLER



A) EĞlTtM VE PROPAGANDA

Ölüm Kamplarında eğitim ve propaganda işleri, “KVCH” bürosu tarafından yürütülür. Ancak, insanlık dışı metotlarla mecburi çalıştırılan mahkûmlara komünizmin propaganda­ sını yapmak gülünçtür... Sovyet cennetinin (!) içinde yaşayan bu zavallılara bu cenneti(!) anlatmak lüzumsuz ve faydasız olup, herhangi bir sonuç alınmayacağı da ortadadır. UNRRA temsilcisi John Fischer, 1745’de Dniepropetrovsk’da bir kampın barakalarının etrafında Propaganda levhaları gördüğünü söylemektedir. Bu levhaların bazıla­ rında şu komünist vecizeleri yazılıdır: “Hitler ezildi, fakat çok daha büyük bir şef, Stalin, sağ!.” “Zaferi Komünist Par­ tisine borçluyuz” vs. Fischer, gördüklerinden yerinde bir sonuca varıyor: “Komünistler, esirlere ancak adet yerini bulsun diye propaganda yapıyorlar.”188 1949’da Karaganda Kamplarında mahkum olarak bulu­ nan Yusuf Yıldırım, yemekhanede gördüğü durumu şöyle anlatıyor: “Yemekhanede, (Hürriyetine kavuşman elinde!), (Na­ muslu çalış!), (Leke ancak alm teriyle silinir!), (Komünistler yolunu şaşıranların elinden tutar!), (Komünistlere inan ve güven!), (Seni düşünen kampın idarecilerine yardım et!), (Komünizmin baş düşmanı milliyetçiliktir!) gibi sloganlar asılmıştı.” Yusuf Yıldırım, bu sloganların, mahkumların üzerindeki etkisini şu cümleyle ifade ediyor: “Herkes oku­ yup, gülüyordu...”189


Mahkumların dinlenme saatleri, KVCH bürosunun ha­ zırladığı konferans, münazara gibi zoraki eğitim ve propa­ ganda vasıtaları ile değerlendirilmektedir^). Acaba bu yol­ daki çalışmalar başarılı oldu mu? Bu sorunun cevabını, aşağıdaki örnek çok mükemmel bir şekilde vermektedir: “Bir gün Baltık Cumhuriyetinden bir temsilci gelmişti. Bize söylediğine göre temsilci önce bir konuşma yapacak, sonra da bir konser verilecekti. Mahkumlardan büyük ço­ ğunluğu bu toplantıya katıldı. Baltık hükümeti temsilcisi­ nin konuşmasının bitimine doğru aynı bölgeden olan bir mahkum ayağa kalktı ve elinde büyük bir itina ile kağıda sa­ rılmış bir buket olduğu halde kürsüye doğru yürümeye baş­ ladı. Daha önce böyle bir şey hiç olmamıştı. Gerçi, çiçek bu­ ketleri şarkı söyleyen, çalgı çalan sanatçılara veriliyordu ama, bir hükümet temsilcisine verildiği görülmemişti. Bir anda bütün salonu, insana dehşet veren bir sesizlik kapladı. Mahkum kürsüye yaklaştı ve elindeki buketi temsilciye uzattıktan sonra şöyle dedi: “Doğduğum topraklardan çok uzaklarda bulunduğum bu yerin bahçesinde yetişen çiçek­ lerden bir buketi vatandaşlarım adına size sunmak istiyo­ rum.” V Bu sözler bütün mahkumlar arasında homurtulu bir gürültüye sebep oldu. Her yandan, her köşeden bir ses çı­ kıyordu: “Seni pis, sahtekar seni!...” Gördüğüm bu sahneden ben de dehşete kapılmış, kız­ gınlıktan adeta infilak edecek hale gelmiştim. Mahkum kısa süren konuşmasını bitirdikten sonra bu­ keti temsilciye verdi. Buketin üzerindeki kâğıtlar sıyrılıp çı­


karılınca bir de ne görelim.! Çiçek yerine dikenli tellerden koparılmış parçalarla yapılmış bir demet!... Bir an için herkes, ağzı açık, donup kalıvermişti. Sonra bu derin sessizlik bozuldu. Ortalık alkıştan çınlıyordu. Ha­ yatımda bir olayın bu kadar şiddetli ve içten gelen bir duy­ gu ile uzun uzun alkışlandığını hatırlamıyorum. Toplantının yapıldığı günün akşamında, dikenli telden buketi veren mahkum, onbeş gün tek hücre hapsine atıldı. Oradan da “Spetz” cezaevine gönderildi. Kısa bir süre sonra bu olayla ilgili olarak kamp gazete­ sinde şöyle bir haber okuduk: "Birkaç gün önce tertip edi­ len toplantı ve konser, büyük bir ilgi görmüş ve bir dostluk havası içinde geçmiştir....’’190 Kamp mahkumlarını eğitmek ve onları komünist ide­ olojiye kanalize etmek çalışmaları, arzu edilenin aksine so­ nuçlar vermiştir. Bunun böyle olması da tabiidir. Bu tip fa­ aliyetler, kamp idarecilerine zararlı olmaktadır. Propagan­ da işlemi için gerektiğinde mahkûmlara taviz verilmekte, verilen her taviz ise bir yenisini doğurmaktadır. Bu tavizler, mahkûmları cesaretli kılmaktadır. Bunun bir örneğini Ana­ toly Marchenko vermektedir: “1964 yılının bir sonbahar günü, öğle yemeği için çalış­ ma yerinden yemekhaneye giderken yolda üç gardiyanın bir mahkumu tutarak sürüklercesine götürdüklerini gör­ dük. Kendisini tanıyorduk,. Bir fırsatını bularak seslendik: “Ne oldu, seni nereye götürüyorlar?” Cevap verdi: “Kruşcev yüzünden!...” Nikita Kruşçev görevinden yeni uzaklaştırılmıştı. Kamp idarecileri, kampta Kruşçev ile ilgili ne kadar iz ve


işaret varsa; flamalar, afişler, büyük boy resimler, söylediği nutuklardan alınan cümlelerin yazıldığı levhalar v.s. hepsi­ ni yoketmeye çalışıyorlardı. Sürüklenerek götürülmek istenen mahkum alacağı rüşvete karşı yapacamayacağı şey olmayan birkaç başka mahkûmla birlikte kamp karargahına çağrılmıştı. Kamp müdürü Sveşnikov kamp karaborsasında kolay kolay paha biçilemeyecek değerde olan Hindistan’dan ithal edilmiş birkaç paket çayı masanın üzerine koyduktan son­ ra şöyle der; “derhal kütüphaneye git ve Kruşçev’le ilgili ne varsa hepsini ortadan kaldır.” Mahkumun bakışı önce çay paketleri üzerinde topla­ nır. Sonra tekrar müdüre döner. Bir an düşünür ve şöyle ce­ vap verir: “Bu çayları almak için bir insan her şey yapabilir. Ama biliyor musun o ensen her gün biraz daha bizim saye­ mizde kalınlaşıyor. Hayatımız pahasına yağlanıp, semizle­ nip durdun...”191 örnekler çoktur ve sonuç tektir. O da; ölüm Kampları­ nın anti-sovyet eğitimi veren ve hür, demokratik fikirli bir okul(!) haline gelmiş olmasıdır....

B) DİNİ DURUM

Bu gün, Sovyet Rusya’daki din adamlarının sayısı he­ men yok denecek kadar azdır. Muhtelif temizlik yıllarında kanlı tasfiyeye uğrayan onbinlerce din adamı, ölüm Kamp­ larına doldurulmuşlardır. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, ateist felsefenin hakim olduğu kamp rejiminde bunların dini telkinatta bulunması yasaktır.


Din adamlarının ekseriyeti, ya ağır işe alışık olmadıkla­ rından normlarını dolduramamakta, ya da kutsal günlerde işte çalışmak istememelerinden düşmüş oldukları hücre­ lerde ömürlerini tüketmektedir. Marchenko bu konuda şunları söylüyordu: “Kamp idarecileri her fırsatta bu insanları rencide et­ mekten geri kalmıyorlardı. Bir gün aralarından bir tanesi doktora çıkmak istediğini söylediği zaman kendisine “Git seni, Tanrı tedavi etsin” diye cevap verilmişti.”192 Mahkumiyetini Jelabuga kampında çeken Alman savaş esirlerinden biri, bu konu ile ilgili olarak şöyle diyordu: "... biri katolik. Diğeri protestan olmak üzere iki rahip vardı ağır cezalılar bölümünde, Rahipler bizim için dua eder, raporlar hazırlar, vaaz verirlerdi. Rahiplerin her hare­ keti ve vaazları kamp komitesi tarafından kontrol edilirdi. Eğer metinlerde komünist düşünceler yer almıyorsa rahip­ ler konuşturulmuyor, komünizm propagandası yapmaya zorlanıyorlardı.”193 Din adamlarının durumu böyleyken, diğer mahkumla­ rın durumları da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ölüm Kampları, açlık, baskı, soğuk v.s. yüzünden öylesine bir ah­ laksızlık yuvası haline gelmiştir ki, buralardan daha ahlak seviyesi düşük yer tasavvur dahi edilemez. Hırsızlık, ajan­ lık, cinayet normal karşılanmaktadır. Zaten, kendi payına düşenle idareye kalkışmak bir nevi tedrici ölüme gitmek demektir. “Yaşamak için kuvvetli olmak” düsturu burada da kökleşmiştir. “Kuvvetli” olmak çok yönlüdür ve yaşamak için de bir bakıma manevi değerleri kaybetmek kaçınılamaz bir mecburiyettir.


Ancak, Ölüm Kamplarında yaşayan birçok kimsenin verdikleri örneklerden, Sovyet Türklerinin lehçe ayrılığına rağmen müslümanlık bağı ile bağlanmış ve kenetlenmiş olduklarını, yardım ve dayanışma grupları ile küçük cemi­ yetler kurduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu örneklerden anlaşılıyor ki, Türkler ve müslüman Kafkas halkları, dinden hiçbir zaman kopmamışlardır. Mesela, Romen asıllı Dimitru Nimigeanu, Novosibirsk mıntıkalarındaki Ölüm Kamplarında çatlamış, nasırlaşmış ellerini göğe kaldırıp, ALLAH ALLAH diye dua eden, zulüm ve sefaletle boğuşan Çeçen-tnguşlardan bahsetmektedir.194 1969 yılının Aralık ayında, Petrov Agatov imzasını taşı­ yan bir mektup Ölüm Kamplarından gönderilmiş ve çeşitli yollardan bu mektup Batı’ya ulaşmıştır. Bu mektubun en son cümlesi, bu konuda en özlü bir sonuç ifadesi sayılabi­ lir. Çünkü Petrov Agatov hâlâ Ölüm Kamplarındadır ve ora­ da müstakbel akıbetini beklemektedir. Agatov diyor ki: “Yirminci yüzyılda kendileri gibi düşünmeyen veya Tanrıya inanan insanları kamplara kapatmak aklın alacağı şey midir?”195 C) CEZAİ T E D B İR L E R İ MAHKUMLARIN PROTESTO HAREKETLERİ

Kamp idarecilerinin anarşist mahkumlara karşı aldık­ ları en önemli tedbir; hücre cezasıdır. Hücreler, gerek gıda ve gerekse ısınma problemleri yüzünden bir nevi infaz ye­ ridir. Hücreye devamlı veya sık sık kapatılanların % 90’ı ölüme mahkumdur ve bunun ekseriyeti de siyasi mah­ kumlardır.


Normal bir hücrenin tasvirini Marchenko şöyle yapıyor: “Hücreler bulunduğumuz kampın 800 metre kadar ile­ risinde bir baraka içindeydi. Bunlar arasında tek kişilik ol­ duğu kadar, iki veya daha fazla mahkumu alacak şekilde yapılmış olanları da vardır. Hepsinde yatak için kullanıl­ mak üzere çıplak düz bir tahta ve kapıda da içerisini gözet­ lemek için bir delik vardı. Bir köşede her türlü ihtiyacımızı gidermek için boş bir kova duruyordu.”196 Hücrelere atılan mahkumlar, genellikle rahat bırakılmamakta; ya sorguya çekilmekte ya da dayak atılmaktadır. Yusuf Yıldırım, hücrede geçirdiği günleri şöyle anlatıyor: “Burada hapislik tam bir işkence yeriydi. Yer altındaki hücreler tek, yirmi, otuz, elli kişiye göre yapılmıştı. Beni ve diğer onbeş kişiyi, tek kişilik hücrelere, ötekilerini yirmi, otuz, ellişer kişilik hücrelere doldurdular. Burada bir hafta kadar kaldık. Çoğu hastalandılar. Bağırdığımız zaman üzerlerimize hortumla su sıkıyorlardı. Ses çıkaramıyorduk.”197 Yıllardır “Spetz” adı verilen ceza merkezlerinde kalan mahkumlar tam anlamı ile kansızdılar. O duruma geliyor­ lardı ki; şeref, haysiyet, ahlak nedir unutuyorlardı. Her hüc­ rede daha önceden buraya getirilmiş iki veya üç mahkum vardı. Bunlar küçük menfaatler, bir parça daha fazla yemek almak için birbirleriyle itişip kakışıyorlar, homurdanıp du­ ruyorlardı. Umudunu büsbütün kaybedenler kendilerini asıyorlar, yahut da gece yatarken battaniyelerinin altında kimse görmeden damarlarını kesiyorlardı, içlerinden bazı uzuvlarını kesenler bile vardır.”198 Bu durum sadece hücrelere mahsus değildi. Polonyalı­


ların verdikleri raporda; kendini asarak, kuyuya atarak inti­ har edenler olduğu gibi, kaçmaya niyet ederek arkadan vu­ rulmak veya açlık grevi yaparak yavaş yavaş göçmek sure­ tiyle ölümü seçenlerin bulunduğu yazılıdır."199 Mahkumların kendi kendilerini sakat etmeleri de bir nevi protesto hareketi sayılmaktadır. Bir insanın böyle bir şeye kalkışabilmesi için muhakkak ki hayati sebeplerin ol­ ması gerektir ve bu hayati sebep de; ÖLÜM korkusudur... Mehrali Miyançi, ölüm Kamplarının en korkuncu olan Kolima Kamplarına gitmezden evvel, Vanino Toplama Kampında görmüş olduğu protesto hareketlerini söyle an­ latıyor: “ Mahkumlar, Kolima adasına gitmemek için kendi el­ leriyle kendilerini sakat bir duruma getiriyor, el ve ayakla­ rını kesiyor, muhtelif ilaç ve tütün suyu ile gözlerini görme­ yecek hale getiriyorlardı.”(200 ) Kamp hayatı çekilmez hale gelince bazı mahkumlar, en kolay intihar yoluna başvurmaktadırlar. Bu intihar; söz­ de firar yolu ile olmakta ve acısız bir şekilde ölümle sonuç­ lanmaktadır. Bu tip mahkumların hayattan bir beklediği veya gayesi kalmamıştır. Biliyordur ki, serbest bırakılsa bi­ le, karısı ya başka biri il#1evlenmiş ya da bilinmeyen bir ye­ re sürgüne gönderilmiş, çocukları da toplama merkezlerin­ de karıştırılmıştır. Anatoly Marchenko, şahit olduğu bu tip bir intihar vak’asını söyle anlatıyor: “Bir gün üç mahkum intihara kalkıştı. Iş saatinde, ça­ lıştıkları tuğla harmanını birden bırakıp kampı çeviren tel örgülere doğru koştular. Bunu gören nöbetçilerden biri ba­ ğırdı: “Tırmanmayın tellere.... Yoksa ateş ederim!...”


Tellere doğru koşan mahkumlardan biri cevap verdi: “Hiç durma, hemen ateş et, böylece bir iyilik, yapar, bizi bu mutlu hayattan kurtarmış olursun!...” Mahkum bu sözleri­ ni bitirdikten sonra tekrar koştu ve hızla tellere tırmanma­ ya başladı. Tam tepeye ulaşmıştı ki, otomatik makineli tü­ feğin tarakası duyuldu. Mahkum vurulmuş ve cesedi tellere takılarak öylece asılı kalmıştı. Peşinden ikinci mahkumun tellere tırman­ maya başladığı görüldü. Soğukkanlılıkla aynı akıbeti bekler gibi bir hali vardı. Kuledeki nöbetçi bir defa daha seslendi. Derken üçüncüsü bir hamle yaptı, bir sıçrayışta tellere çık­ tı. Her ikisinin de üzerine ateş edilmişti. Diğer ikisi ancak ebediyete kaçabilmişlerdi.(2 0 i) Kamp muhafızları, en gaddar ve merhametsiz insanlar arasından seçilmektedir. Hepsi cellattır. Ölüm Kampların­ da vaktiyle muhafızlık yapan P. Artemyev, söyle diyor: “İdam sırasında kamp savcısı ile kamp doktoru hazır bulunmaktadır. İdamlar istisnasız geceleri yapılmaktadır. Hususi, yani meslekten cellatlar yoktur, zaten bu gibilerine ihtiyaç yoktur. Zira, operatif-çekist şubesinin her memuru cellatlık vazifesini pekala yapacak durumdadır.”(202 ) ölüm Kamplarının en dikkat çekici bir yanı da mah­ kumların akıllara durgunluk veren protesto hareketleridir. Bu hareketlerin özü, tamamen anti-sovyet düşünceye da­ yanmaktadır. 1962’de, Sovyetlerde iken “döviz karaborsacı­ lığı” suçu ile toplama kamplarına atılan ve burada 5 yıl ka­ lan Batılı bir turist, bu konuda şu ifadeyi vermektedir: Bir ayağını kampta kaybeden bir Ukraynalı, adaletsiz Sovyet mahkemesini protesto alameti alarak göğsünü delik


deşik etmiştir. Onun dış görünüşü feci idi. Bu kamp mah­ kumlarının çoğu, Sovyet makamlarını protesto etmek üze­ re vücutlarına iğne ile: “Ben Sovyetler Birliğinin Kölesiyim”, “Ben komünizmin kölesiyim” gibi döğmeler yaptırmışlar­ dı.”200 Bu konuda en değerli bilgileri veren Anatoly Marchen­ ko, bazen insanı dehşete düşüren, bazen hayretler içinde bıraktıran vak’aları sade bir uslupla, olduğu, daha doğrusu gördüğü gibi aktarmasını bilmiştir. Sözü bu değerli Sovyet fikir ve mücadele adamına bırakalım: “Spetz kampında eğer görmeseydim, hiçbir zaman inanamayacağım olaylarla karşılaştım. Bunların en kor­ kuncu, mahkumların bütün vücutlarını kaplayacak şekilde yaptırdıkları düğmelerdi. Öyle mahkumlar gördüm ki, m e­ sela bunlardan ikisi alın ve yanaklarına döğme ile şu cüm ­ leleri yazdırmışlardı: “Komünistler cellattır”, “Komünistler halkın kanını içer” . Yine başka bir mahkum, iri harflerle al­ nına şunları yazmıştı: “Kruşçev’in Esiri!” Genel olarak bunları yapanlar adi suçlulardı. Hapisanelerde iken bir takım planlar kurarak kendilerini bu kamplara naklettirmişlerdi. Buna sebep de kamplardaki şartların hapisanelere göre daha iyi olduğu, çalışmanın ağır olmadığı ve daha insanca muamele görüldüğüne dair yanlış bir inanca sahip olmalarıydı. Bu kimseler, mesela parti aleyhinde bildiriler yayınlamak yahut buldukları bez parçalarından yaptıkları Amerikan bayraklarını herkesin görebileceği yerlere asmak suretiyle kamplara gitmek yolu­ nu buluyorlardı. Şüphesiz hemen hayal kırıklığına uğruyorlar. Siyasi


mahkumların bulunduğu bu kamplarda eskisinden daha çok açlıkla karşı karşıya kalıyorlardı. Bu bakımdan daha kolay hücre hapsini boyluyorlar ve gardiyanlar tarafından dövülüyorlardı. Hemen şikayetler başlıyor ama artık bu sızlanmaların hiçbir faydası olmadığını büyük bir acı için­ de görüyor, böylece karşı gelmenin, protestoda bulunma­ nın başka yollarını arıyorlardı. İşte bu mukavemet göster­ melerden biri de adi suçluların bulundukları hapishaneler­ de öğrendikleri döğme usulünü buraya uygulamalarıydı. Spetz kampında kaldığım barakada Nikoloi Serbakov adında bir genç görmüştüm. Yüzünde döğmesiz olmayan en küçük bir nokta yoktu. Yanağının bir yanma: “Lenin Bir Cellattır”, ötekine de: “işte Onun Yüzünden Milyonlarca in­ san Istırap içinde Bulunuyor” cümlelerini yazdırmıştı. Gözlerinin altında: “Kruşçev, Brejnev, Voroşilov-Hepsi Ka­ tildir” yazılıydı. Ensesinin tam arkasında siyah renkle ya­ pılmış bir el resmi vardı. Sanki boğazını sıkar gibi bir el!.. Elin üzerinde şu harfler vardı: “KPSS-Sovyetler Birliği Ko­ münist Partisi” baş parmağına da KGB harfleri işlenmişti. Bir eylül akşamı, bütün barakalarda bir laf yayıldı; Ser­ bakov kulaklarından birini kesmişti. Sonra bu kulağını hücresinin kapısına asmış ve gardiyan kapı üzerindeki kü­ çük deliğin kapağını açtığı zaman yüzüne fırlatmıştı. Kula­ ğın üzerinde şunlar yazılıydı: “22. Kongreye Benden Bir He­ diye". Mahkumlar bu döğmeleri nasıl yapıyorlardı? Bunu bir­ kaç defa gördüm. Bir mahkum önce ya postalının altından bir çivi söküyor ya da bir parça tel ele geçiriyor. Sonra bun­ ların ucunu büyük bir sabırla taşa sürerek sivriltiyordu.


Mürekkep için lastikten bir parça koparıp yakıyorlar, külü­ nü idrarla sulandırıyorlardı. Artık bundan sonra döğme yapma işi başlıyordu.201 Marchenko, bulunduğu kampta mahkumların yaptık­ ları diğer protesto hareketlerini şöyle özetliyor: “Birçok mahkum, hiç de faydası olmayan, bazı garip protesto hareketlerinde bulunuyorlardı. Kimisi karnını de­ şiyor, kimisi de gözlerine cam tozları atıyor, bazıları da (eğer bulabilirlerse) toz şekerini, ciğerlerinde abse yapıncaya ka­ dar burnundan içeri çekiyordu. Sık sık görülen protesto ha­ reketlerinden biri de çeşitli maddeleri yutmakla yapılıyor­ du. Eğer doktorlar bu insanların midelerinden çıkan şeyleri bir araya getirselerdi, belki de dünyanın en garip koleksi­ yonlarından biri çıkardı ortaya. Yutulan maddeler arasında çatallar, kaşıklar, diş fırçaları, tel parçaları vardı.”202 Kamp idarecileri bütün bunlara karşı nasıl tedbir alıyor­ lardı? Bunun cevabını yine Anatoly Marchenko vermektedir: “Bazen mahkumların vücutlarındaki dövmeleri çıkar­ mak için “ameliyat” da yapılıyordu. Tabii bu ameliyat çok iptidai usullere dayanıyordu; sadece dövmenin bulunduğu yerdeki deri kesiliyor, sonra çıkarılan parçadan geri kalan kısmındaki derinin iki «yanı birleştirilip dikiliyordu. Bu şe­ kilde üç defa ameliyat edilen bir mahkum tanımıştım. Bi­ rinci ameliyatta, üzerinde: “Kruşçev’in Esiri” ibaresi bulu­ nan alnındaki deri parçası şerit halinde çıkarılıp alınmıştı. Hastaneden geldikten kısa bir müddet sonra alnına yeni­ den bir döğme yaptırdı. Ama bu döğme de yine ameliyatla alınmıştı. Aynı iş üçüncü bir defa tekrarlanınca alnının de­ risi o kadar daraldı ki, gözlerini açıp kapayamaz duruma


geldi. Bu bakımdan mahkumlar kendisine; "Devamlı Ba­ kan Adam” diye ad takmıştı...”203 Bütün bu acıların, fedakarlıkların, bu protesto hareket­ lerinin sebebi ne idi? Marchenko, bütün bu olayların sebe­ bini düşünüyor, yorumunu yapıyor ve bir takım sonuçlara varıyor: "Bu insanlar neden böyle hayatları boyunca sakat ka­ lacak şekilde bazı uzuvlarını kesiyorlardı? Hele, ebediyen kalacak şekilde yüzlerini bir takım yazı ve işaretlerle donat­ mak için bir insanın hayattan umudunu kesmesi gerekirdi. Tıpkı bir hapisane şarkısında söylendiği gibi insan, artık burasını; “Ebedi bir hapisane” olarak kabul edercesine bir duyguya kapılıyor ve bu kadere boyun eğmek zorunda ka­ lıyordu. Serbakov’u merak ediyorum. Kulağını neden kes­ mişti. Ben de düşünmeye başlıyor, sonra derin bir kedere kapılıyor ve kendi kendime söyleniyordum; “Bize zulme­ denlere karşı neden vucudumdan bir parça koparamıyor da yüzlerine atamıyorum!.. Böyle anda insan kendi kendi­ sine: “Hangi sebeple?” diye soram ıyor...”204 Bütün bu örneklerden sonra ortaya şu sonuç çıkmakta­ dır; Moskova idarecileri, Sovyet Rusya’da komünizmin kök­ leşebilmesi için varsın istedikleri kadar üniversite ve ateizm enstitüleri açsın; sonu hüsrandır. Çünkü karşılarında kendi elleriyle kurmuş oldukları öyle bir müessese vardır, ki buna ölüm Kampları deniliyor, içinde barındırdığı milyonlarca işçi talebe (!) eninde sonunda bu sistemi yıkacaklardır. Çünkü şartlar, bu işçi-talebeleri(î) eğitmiş, kinlendirmiş ve bu sistemin mutlak yıkılması yolunda bilinçlendirmiştir ...


D) ÖLÜM KAMPLARINDAKİ AYDINLAR

Kampta bulunanların ezici çoğunluğunu hiçbir suçları olmadığı halde rejime tehlikeli görülerek buraya gönderil­ miş bulunan aydınlar teşkil eder. Bunlar mühendis, teknis­ yen, doktor, gibi sabotaj hareketlerine iştirak etmeleri baha­ nesiyle; sanayi idarecileri veya muhasebeciler gibi bilmedik­ leri bir kabahati işlemiş olmakla ve mensup oldukları mille­ ti sevmek (burjuva milliyetçisi) suçu ile Sovyet hükümetine sadakatsizlik yüzünden kampa gönderilmiş kimselerdir. Alman savaş esirlerinden biri bulunduğu Jelabuga Kampındaki aydınlar hakkında şöyle diyordu: “Burası bizim için adeta yüksek bir okuldu. Devamlı imtihan ediliyorduk. Bizim ceza bölümünde 35 doktor var­ dı. Rusya’nın başka yerlerinde bunca doktora ihtiyaç var­ ken bu 35 doktorun bizim aramızda ne işi olabilirdi? Ayrıca Fransızca, İngilizce ve Çince öğreten hocalarla iki de rahib vardı.”205 Kamp nüfusunun aydın unsurları için ağır bedeni iş­ lerde çalıştırılma çoğu zaman ölümle sonuçlanmaktadır. Aydın mahkumların bütün ümidi; mahalli kamp büroları ile Moskova merkez bürolarında çalıştırılan mütehassıs kimselerin kafi gelmemesinde ve böylece kendilerinin bu hizmetlere alınabilmelerindeydi... Daha yaşlı aydınlar için mutfak çalışması bir kurtuluş yolu olmaktadır. Vladimir Tchernavin: “Sovyetlerin Sessiz Mahkumları için Konuşuyorum” adlı eserinde profesörleri şöyle tarif ediyor: "... dar tahta sıralar üzerinde büzülmüş, ellerinde ince yemek bıçakları ile profesörler oturmaktadır, önlerinde


kapitalist memleketlerde domuzları beslemek için dahi kullanılmayan pis çuvallardan kirli, küflü patatesleri alarak ciddiyetle, adeta mühim bir eser yazar veya ders verircesi­ ne, soymakta ve böylece akşam çorbasının hazırlanmasına yardım etmektedirler.”206 Gene aynı eserde, yüksek diplomalı mühendislerin boruculuk, çilingirlik, elektrik ve telefon tamirciliği için yarış­ tıklarını, üniversite profesörlerinin yer silip parlatmak, merdiven ve trabzanları temizlemek için müracaatta bu­ lunduklarını ve bir din adamının ölünceye kadar kazan yakmak vazifesini üzerine almış olduğunu yazıyor. Gerçekten Sovyet Rusya’da aydın kadronun tamamla­ namaması da yukarıdaki duruma dayanmaktadır. Ve bu duruma dayanılarak söylenilebilir ki; kamplardaki aydınla­ rın ümidi boşuna değildir; birçok ilim adamı, vicdanlarının emrettiği sese rağmen idari makamların arzusunu yerine getirmekte, böylece hapis hayatının tahammül edilebilir kısmına geçebilmektedir. Mesela doktorlar, mevcut mah­ kumların ancak % 5-10'una istirahat verebilmektedir. Zira, İdari makamların emri bu merkezdedir. Bu itibarla hasta olanları sırf bu emir yüzünden işe göndermek zorunda ka­ lıyorlar ve çoğu zaman bu hastaların ölüsü geliyor, bazen o da gelmiyor. Fazla istirahat verdiği için doktorun ağaç ke­ sip sürüklemeye, kayaları taşımaya gönderdiği de olmakta­ dır.207 “Mütehassıs satmak veya kiralama” bir aralık çok re­ vaçtaydı. Mahkumları arasında bol miktarda profesör, mü­ hendis ve öğretmen bulunan kamp idaresi, diğer kamp idareleri ile “kira mukaveleleri” imzalayarak bu mütehas­


sısları belirli bir süre için ve belirli bir para mukabilinde ki­ ralayabiliyordu. Bu kontratlar canlı hayvan icarı veya satı­ şında kullanılanlara çok benzemektedir.208 Ancak, bugün bu tür kira ve satış muameleleri kaldırılmıştır. Anlaşılan ye­ ni tarz esir ticareti hakkında tarihe malolacak vesikaların bırakılması lüzumsuz ve tehlikeli görülmüştür. Muhtelif tarihlerde yapılan temizlik (!) hareketlerinde Türkistan, Kırım, tdil-Ural Azerbaycan gibi Türk ülkelerin­ den yüzbinlerce Türk aydını Ölüm Kamplarına sürülerek tasfiye edilmişlerdi. Bunların yurtlarına pek faydası olama­ mışsa da kamplarda anti-sovyet ve Türkçülük propaganda­ sı yaparak mahkum Türkleri bilinçlendirmeyi başarmışlar­ dır. Osman Karabiber hatıratında; Kırımlı Ethem Feyzi Gözaydm, Osman Derenayırlı, Kazanlı Hadi Atlasi gibi Türk aydınlarının Solovki Kamplarında mahkumların milli şuur ve gururlarını ayakta tutan konuşmalar yaptıklarını yaz­ maktadır.209 Kruşçev devrine kadar Ölüm Kamplarında mahkum olarak ömür tüketen çeşitli milletlere mensup aydınların ekseriyeti suçunu bilmiyordu. 20. Kongrede Kruşçev’in Stalin’i yerden yere vurması üzerine, ülkede, anti-komünist faaliyetler yeniden başladı. Stalin’i başa getiren komünist sistemdi. Bu sistemin başa getireceği liderler de sistemi ya­ ni komünist düzeni yaşatabilmek için Stalin’in yolundan gitmek zorundaydılar. Tekrar o eski dehşetli günleri yaşa­ mamak için sistemin yani rejimin değiştirilmesi mutlak ge­ rekliydi. Bu noktadan hateketle Sovyet Rusya’da “Genel De­ mokratik Hareket Birliği” kuruldu ve çeşitli milletlere men­ sup ilim adamları, yazarlar, şairler, sanatçı ve diğer tanın­ mış meslek adamları omuz omuza komünist sistem karşı­


sında cephe kurdular. Sonuç ne oldu? Binlerce hürriyetsever Sovyet vatandaşı Ölüm Kamplarını boyladı. Buna karşı­ lık ortaya atılan kıvılcım büyüdü ve bütün Sovyet Rusya’yı sardı. Sadece bu kadar mı? Hayır!.. Andrey Amalrik, Anatoly Marchenko, Yesenin-Volpin, Aleksandr Soljenitsin, Yuli Daniel, Andrey Siviavsky gibi Sovyet yazarlarının ifşaatla­ rı, yazıları, hikaye, roman ve şiirleri bütün dünyaya yayıldı ve çoğunluk, komünizmin içyüzünü öğrenmek fırsatını el­ de etmiş oldu. Gerçi, yukarıda adları yazılı olan bu cesur fikir ve mü­ cadele adamlarının bir kısmı, halen Ölüm Kamplarında bulunmaktadır. Ama, bir Amairik’in açlık grevi, bir Daniel’in uğradığı baskılar günü gününe hür dünyadan takip edilmektedir. Açıkçası, Sovyetler Birliği daha düne kadar bir kibritle tutuşacak saman yığını gibi idi. Bugün bu sa­ man yığını tutuşmuş, için için yanmaktadır. Pek yakında büsbütün yanacaktır. Buna şüphesi olmayan Andrey Amairik, yazdığı kitabına şu ismi vermişti: “Sovyet Rusya 1984’de Hala Var Olacak mı?”

E) MAHKUMLAR ARASI MÜNASEBETLER VE DAYANIŞMA GRUPLARI

Mahkumlar arasındaki ferdi münasebetler oldukça bo­ zuktur. Bunun böyle olmasının sebepleri çoktur. Mesela, milliyet ayrılığı ve ajan-jurnalcılığın varlığı bu sebepler arasında sayılabilir. Bu ayrılığın kökünü, Moskova idareci­ lerinin kolektif harekete karşı oluşunda aramak gerekir. KGB’nin mahkumlar üzerinde tatbik ettiği rejim ise bu si­ yaseti aşırılığa götürmektedir. Mesela, karı kocanın her iki­


si de zorla çalıştırılmaya mahkum edilmişlerse, karşılaş­ malarına meydan vermemek üzere başka başka bölgelere ve başka başka kamplara gönderilirler. Ana, baba ve çocuk­ lar ve yakın arkadaşlar ile aynı suçtan mahkum olmuş in­ sanlara da bu kural tatbik edilir. Bir müddetten beri aynı kampta birlikte çalışmış olan mahkumlar da böylece ser­ piştirilir. Sovyet Rusya baştanbaşa gizli ajanlar ve jurnalcıların kurmuş oldukları ağlarla örülmüştür. Sovyet genci, ajanı ve jurnalciyi örnek olarak almak, kendisine hürmet ve riayet etmek üzere yetiştirilmektedir. Her türlü kavgada taraflar birbirini KGB’ye ihbar etmekle tehdit etmektedirler. Kamp­ larda kendi çocukları, akrabaları ve dostları tarafından iha­ nete uğramış kimseler vardır. Bütün bunlar kamp mah­ kumları arasında birbirlerine karşı güvensizliğin yerleşme­ sine sebep olmuştur. Bazen bu güvensizlik, düşmanlığa ka­ dar varmaktadır. Bu güvensizlik ve düşmanlık bazı hallerde ortadan kalkmaktadır. Mesela, Yuli Daniel, Potma Kampına getiril­ diğinde ilk önce bütün mahkumlar kendisine soğuk bak­ mışlar hatta düşmanlık göstermişlerdir. Ancak, çok kısa bir süre sonra Yuli Daniel, ğerek konuşmaları, gerekse tevazu sahibi oluşu ile durumu kendi lehine çevirmesini bilmiştir. Bundan sonra kampta öylesine bir dayanışma doğmuştur ki, hasta olan Yuli Daniel’in gece ve gündüz nöbetlerini kamp mahkumları aralarında paylaşmışlar, kamp idaresi­ ne, Daniel’in daha hafif işlerde çalıştırılması için yine kamp mahkumları olarak baskı yapmışlardır. Kısa bir süre sonra kampın kısım başkanları olan mah­


kumlar, KGB bürosuna çağrılırlar. Orada kendilerine şu so­ ru sorulur: “Daniel’e kimler yardım ediyor?”. Verdikleri cevap şöyle olmuştur: “Hepsi!..” Yine sormuşlar: “Neden, kendi kendisine yapamıyor mu? Buna sahterkarlık denir ...” Bu sözler üzerine bir kısım, çok yerinde olan şu cevabı verir: “Siz komünistler her yerde birbirine yardım esasına dayanan arkadaşlık kurun demiyor musunuz? Herkes bir diğerinin arkadaşı, kardeşidir!...” Bu olay, Daniel’in daha da sevilmesine sebep olmuş­ tur. Anatoly Marchenko, Litvanyalıların halk şarkıları din­ letmek üzere Daniel'i kendi barakalarına çağırdıklarını, Leningradlıların kahve içmeye götürdüklerini, UkraynalIların ise şiir dinlemek için kendisinden ricada bulunduklarını yazmaktadır. Daniel, yakın fikir ve mücadele arkadaşı Valerie Ronkin’le 1969 temmuz ayında kamptan “Vladimir” hapisanesine nakledilmiştir. Vladimir hapisanesi ise mahkumlara yapılan muamelenin kötü oluşu ile tanınmıştır. Böylece, kamp idarecileri, kampı tekrar ıslah (!) edeceklerini zan­ netmişlerdi. Ancak, Daniel’in yarattığı kıvılcım büyümüş­ tü. Nitekim, naklin hemen arkasından, bütün kamp çapın­ da açlık grevi başlatıldı. Bu açlık grevi ile Daniel’e yapılan düşmanca hareketler ve Sovyet adalet (!) sistemi protesto edilmiş olunuyordu... Ölüm Kamplarında bu tip dayanışma gruplarının doğ­ masını önlemek çabası, savaş yıllarına dayanmaktadır. As­ keri disiplini ile tanınan Alman savaş esirleri, üç gruba ay­


rılarak kamplara dağıtılmıştır. Birinci grupta; Sovyetlerin işine yarayabilecek yüksek rütbeli subaylar bulunuyordu. Bunlara Urallardaki 150 No.’lu kamp tahsis edilmişti. “Al­ manya’yı kazanmak” tekniği icabı bu savaş esiri subaylara devamlı propaganda yapılıyor, ders veriliyordu. Buna kar­ şılık gıda ve giyecek durumları mükemmeldi, ikinci grupta ise; Sovyetlerle çalışmayı reddeden Alman savaş esiri su­ baylar bulunuyordu. Bunlar çeşitli kamplara dağıtılmıştı. Diğer rütbesiz savaş esirleri de muayyen kamplarda m ec­ buri çalışmaya mahkum edilmişti. Ancak, kati surette bu gruplar birbirleri ile karıştırılmamışlardı. Savaş bitiminde bütün Ukrayna’yı görevli olarak dolaşan John Fischer, dikkatini en fazla çeken şeyi şöyle anlatıyor: “Bütün Ukrayna’da tek bir Alman subayı görmedim. Bundan ne netice çıkarmalı? Bir esir, bölüğündeki subayla­ rın esir düşüşünün akabinde götürüldüklerini ve bir daha hiç görmediğini anlattı. Belki de bu esir subaylar, Rus­ ya’nın başka bir kısmında hususi kamplarda gözaltı edil­ mişlerdir.”210 Gerçekten de sayıları 3-4 milyon civarında olan Alman savaş esirleri, sadece grup dayanışması teşkil ederler kor­ kusu ile parçalanmış ve dağıtımları bu esasa uygun şekilde yapılmıştır. 1929’da Solovki kamplarında mahkum olarak bulunan Osman Karabiber, hatıratında şöyle diyor: “Bizden birkaç sene evvel gelmiş Kırımlılardan ve AzerbaycanlIlardan her türlü yardım ve himaye görüyor­ duk. Kampın, birçok hayati önemi haiz yerlerinin mesuli­ yetini üzerlerine alan bu muhterem zatların yardımları ve


iyilikleri olmamış olsaydı, muhakkak açlıktan ölürdük. Bil­ hassa gıda hususunda bize fevkalade yardımları dokunu­ yordu.”211 Bu ve bunun gibi sayısız örneklerden görüyoruz ki, milliyet ve din kavramı mahkumlar arasında birlik ve bera­ berlik sağlayabilmektedir. Diğer bir örneği de Şevki Bektöre vermektedir. Bektöre, hatıratının bir bölümünde; kamp­ larda kaldığı müddet boyunca Türk mahkumları ile birlik olduğunu ve onlardan yardım aldığını yazmaktadır.212 Bu sonucu yabancı asıllılar da doğrulamaktadır. Mese­ la, Oscar Fischer, 1944’de yurtlarından topyekün sürgün edilen Kırım Türkleri ile ilgili bir hatırasını şöyle naklet­ mektedir: “Tatarlar çok mağrur insanlardı. Hiçbir zaman kaynaş­ mak ve benliklerini kaybetmek istemiyorlardı. “Tatarlar Ta­ tar olarak kalmalı ve kendi milli hareketleriyle övünmelidir” diyorlardı. Ruslar Tatarlara ikinci sınıf insan muamele­ si yaparlar, onlara mühim vazifeler vermezlerdi. Tatarları daha çok geri ve süfli hizmetlere koştururlardı.”213 Ölüm Kamplarının korkunç rejimi dahi insanların mil­ liyet duygusunu kaybettirememekte, milli benliklerini unutturamamaktadır. Oscar Fischer, Kırım Türkleri örneği­ ni verirken, halen yurtlarına dönmek için Kremlinle daha doğrusu komünizmle savaşan Kırım Türklerinin mücadele kuvvetinin kaynağını da vermiş oluyordu. 1949-1955 yılları arasında Karaganda ve Narilsk kamp­ larında mahkum olarak bulunmuş olan Yusuf Yıldırım, mil­ liyet ve din esasına dayanan grup dayanışmalarını anlatan örnekleri verirken şöyle diyordu:


“Gedikli mahkumlar, işten dönüyordu. Uzaktan onları seyrediyorduk. Herkesi teker teker arayıp, içeri sokuyorlar­ dı. içeri girenler, bizim bulunduğumuz barakaların tel ör­ gülerine yanaşıyorlardı. Tabii kamptakiler, kendi milletle­ rinden olanlarla ilgileniyordu.”214 “Karaganda ahalisinin çoğunu Türk Müslümanlar teş­ kil ediyormuş, ustabaşı Kazak bana yardım etti. Gizli olarak yiyecek veriyordu. ... kamptaki subayların, askerlerin hemen hepsi Rus’tu. Tabii Rus mahkumlara müsamaha ediyorlardı.”215 Bizim bölümde Mançuryalı Ruslar, pek çoktu. Yerli Rusları sevmiyorlardı. Kavga çıktığı zaman, Baltıklılar, Müslümanları tutuyorlardı. Birgün akşamüzeri, müthiş bir kavga başladı. Kavga Ruslarla Baltıklılar arasında çıktı. Baltıklılar, yirmi kadar Rus’u öldürdü, yetmişini yaraladılar. Tel örgüler, parmaklıklar sökülmüş, bölmeler birbirine ka­ rışmıştı. Kulelerden ateş ediliyordu. Atılan kurşunlardan on kişi öldü, otuz kişi de yaralandı.”216 Narilsk kampında da dayanışma gruplarının kavgaları­ na şahit olduğunu söyleyen Yıldırım, şöyle anlatıyor: "... yerli Ruslar, Mançuryalı Rusların kendi kanından ol­ duklarını, Baltıklılar tarafından öldürülen arkadaşlarının in­ tikamını almaya teşvik ediyorlardı. Bu amaçla grup başkanları yeni listeler yaptılar. Mançuryalı Rusları, sekiz on grup halinde bir araya topladılar. Ruslara hafif işler veriliyor, dur­ madan yedirip içiriyorlardı, işin ağırlığı Doğu AvrupalIların, diğer yabancı milletlerin, Baltıklıların ve Müslümanların omuzlarına yükleniyordu. Biz Türk Müslümanlar, çok iyi ör­ gütlenmiştik. Milletlerin münasebetlerine göre tutumumu­


zu ayarlıyorduk. Aklımız sıra siyaset yapıyorduk. Bunun için bize, pek o kadar diş geçiremiyorlardı. Burası bir dağbaşı idi... Herkes kendi canının derdinde idi. Bileği kuvvetli olan­ lar yaşıyor, zayıf olanlar yaşama hakkı bulamıyorlardı.”217 Ruslar az olmalarına rağmen, bıçakları, muştaları elle­ rinden alınmadığı için Baltıklıları öldürüp, yaralıyorlardı. Ortalık ana baba günü gibiydi, inlemeler, bağırmalar tam bir vahşet sahnesiydi. Epey bir müddet sonra kapı açıldı. Bu cinayetlere kasten sebebiyet veren kampın kumandanı hiç sıkılmadan kapının önünde bağırıyordu; “Milliyetçile­ rin mutlaka cezalarını vereceğiz! icap ederse hepsini kur­ şuna dizeceğiz!”218 Iranlı sabık komünist Mehrali Miyançi, bu konu ile il­ gili olarak Kolima Kamplarında gördüklerini sonuçları ile birlikte şöyle anlatıyor: “Kampta bulunanların hayretini çeken bir konu da Azerbaycan, Kuzey Kafkasya, Ermeni ve Gürcüler arasında­ ki birlik ve dayanışma idi. Bu milletlere mensup olanlar esasen siyah saçlı ve esmer olduklarından, Ruslar onlara umumiyetle “siyah” adını takmışlardı. Kampta sözü geçen zümre halini almışlardı. Müttefik bir hale gelmiş olan bu zümre, kampa yeni bir esir kafilesi geldiğini haber alınca, derhal koşup kendi yurttaşlarını arıyor ve bulunca ikram ve memnun ediyor, himayeleri altına alıyorlardı. Kardeş gi­ bi geçinen bu zümre ile Ruslar arasında çoğu zaman tartış­ ma ve kavgalar da vuku buluyordu. Esasen milliyet mesele­ si yüzünden çıkan bu tür kavgalar ve geçimsizlikler en so­ nunda kendilerinin Ruslardan ayrı bir mahalde yerleştiril­ melerini gerektiriyordu.”219


Bütün bu örneklerden bir sonuç çıkıyor ki, o da: Milli­ yetçilik cereyanının en kuvvetli olduğu yerin ölüm Kamp­ ları oluşudur. Burada ezenler ve ezilenler, milli benliklerine sahip olarak yaşamaktadırlar. Baskı, zulüm, ağır hayat şart­ ları ve adaletsizlik, mahkumları kendi özüne dönmeye mecbur bırakmaktadır...


V. BÖLÜM ÖLÜM KAMPLARINDA İSYANVE FİRAR OLAYLARI



ÖLÜM KAMPLARINDA İSYAN VE FİRAR OLAYLARI

ölüm Kamplarının ağır rejimine dayanamayan mah­ kumların zaman zaman toplu isyana teşebbüs ettikleri bi­ linen olaylar arasındadır. Bu isyanlar, çoğunlukla milli ka­ rakter göstermektedir. Ancak, hayat şartlarını protesto et­ mek amacıyla yapılan isyanlara da rastlanmaktadır. Bunun yanı sıra, ferdi ya da grup firarları da sık sık vukubulmaktadır. Bu isyan ve firar olaylarının teferruatı, ölüm Kampları hakkındaki bilgi ve fikirleri daha da pekiştirmektedir. Bu konuda hür dünyaya ulaşan bilgiler çok azdır. Ancak, elde bulunan bilgiler, toplu isyanların Stalin’in ölümü (1953) akabinde başladığını göstermektedir. Bu bilgiler arasında Şevki Bektöre’nin anlattıkları da önemli yer tutmaktadır. Bektöre bu konuda şunları söylü­ yor: "Stalin’in ölümünden sonra, Kuzey Sibirya kampların­ da isyanlar çıktığı gibi, UkraynalIların elebaşılık ettiği bu isyanların KGB tarafından bastırıldığı ve binlerce mahku­ mun kurşuna dizildiği haberi süratle yayıldı. Habarovskiy şehrinde bulunan birliklerin de isyan ettiği, onyedi gün sü­ ren harekat esnasında birçok subay ve erin kurşuna dizildi­ ği de duyulan haberler arasındaydı. Oysa, Stalin’in ölü­ münden sonra, bir genel af çıkarılmış, fakat aftan faydala­ narak serbest kalanlar da bu isyanlara ve direniş hareketle­ rine katılmışlardı.”220 Stalin’in ölüm haberi bütün .Sovyet Rusya’da olduğu gi­


bi, Ölüm Kamplarında da çok çabuk duyuldu. Yusuf Yıldı­ rım, Varkuta kampında, bu haberin mahkumlar üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: “... Varkuta’da birkaç gün sonra, isyan başladı. Çünkü biz gelmeden önce, kulelerden hem iş yerinde, hem kamp­ ta keyfi ateş açarak mahkumlan yaralayıp, öldürdüklerini söylüyorlardı. Barakalara kara bayraklar asıldı. Burada is­ yanı örgütleyenlerin çoğu Ruslardı. Bir emniyet subayı, birkaç Rus’a; “Stalin’in öldüğünü, birçok kamplarda isyan­ lar olduğunu” söylemiş, bunun üzerine Ruslar da kampta isyan etmek için, herkesi ikna etmişler, işte biz geldiğimiz zaman hazırlıklar tamamlanmış, isyan başlamıştı. Her gün, yapılan ihtarlara rağmen hiç kimse kampın idarecilerini dinlemiyor ve işe çıkmıyordu. Durum çok ciddiydi, isyan­ dan dört beş gün sonra, Moskova’dan birkaç generalle, on kişilik bir heyet geldi, Moskovadan heyetin geleceğini tabii kamp idarecileri biliyorlardı. Bu caniler işledikleri cinayet­ lerini guya örtmek için, kampta duvarların önündeki yasak çevrenin tel örgülerini gece birkaç yerinden makasla kes­ miş oralara hayvan kanı dökmüşlerdi. Böylelikle, kampta ölü ve yaralıların kaçmaya teşebbüs ettiklerini ispat etmek istiyorlardı.”221 y Alman savaş esirlerinden biri, uzun esaret hayatından sonra vatanına döndüğünde, milli karakter taşıyan bir is­ yan dizisini şöyle anlatmıştı: “Moskova’dan 5300 kilometre doğuda, Krasnoyarsk ül­ kesinin Reşeti istasyonunda, birkaç tahta barakadan ibaret ve dikenli tellerle çevrili, yüksek bir duvarla kuşatılmış bir Toplama Kampı vardır. Bu Toplama Kampı, bir yerden baş­


ka bir yere sevkolunan mahkumlara geçici bir durak rolü­ nü oynamaktadır. 1953’de kutup bölgesi Varkuta’da ve Ka­ zakistan’daki Karaganda Kamplarında, 1954’de ise Novilski’de patlak veren isyanlar hakkında haberler bu barakalar­ da süratle yayılmıştı. Barakaların birinde bulunan 500 ka­ dar Çeçen, 1954 yılının Ekim ayı sıralarında, hemen isyan ederek dört idareci komünisti öldürdükten sonra erzak de­ posuyla birlikte barakayı ateşe verdiler. Üç başka barakayı da yaktıktan sonra kamp kapılarını kırarak firar ettiler. Reşeti istasyonundan itibaren kuzeye, tayganın (or­ manların) içine doğru, 400 kilometre uzunluğunda bir de­ miryolu hattı inşa edilmektedir. Bu yolun her iki tarafında, her 4-5 kilometrede bir Mecburi Çalışma Kampı mevcut­ tur. 22. ve 26. kilometrelerdeki kamplarda 4000’i aşkın Çe­ çen mahkumu vardır. Reşeti’deki Toplama Kampında kar­ deşlerinin isyan ettiğini duyan bu Çeçenler de ayaklanarak kamp idarecilerini öldürdüler, 3 ve 4 sayılı kampları ateşe vererek muhafız kıt’asının binasına girdiler, mahkumların istatistiğini tutan çekişti de öldürüp, cephaneleriyle birlik­ te makineli tüfekleri ele geçirdiler. Bu silahlar sayesinde nöbetçi kulelerindeki muhafızları da tepeliyerek, taygaya doğru çekildiler. Burada hususi surette inşa edilmiş olan binalarda yaşayan 3 ve 4 sayılı kampların idarecilerini de tamamiyle imha ettiler. Çeçenlerin isyanı yüzünden yalnız Reşeti bölgesindeki demiryolu inşaatı değil, belki Tayşet Kamplarında bulunan fabrika ve tesislerin faaliyeti de durmuştu. Sovyet kamp idarecileri Tayşet Kamplarından Reşeti istasyonuna takviye kıt’alan şevkettiler. Bunlar Reşeti etrafındaki taygalarda Çeçenleri aramağa ve avlamaya başladı. 1955 yılının Şubat


ayına kadar devam eden bu insan avı esnasında, komünist kuvvetleri Çeçenlerin % 50 nispetini öldürebilmişlerdir. Geri kalanlar taygalarda saklanmaya muvaffak olmuş, ba­ zıları ise hatta, trenlerle Vladivostok istikametinde firar edebilmişlerdir. Sibirya’nın birçok köy ve şehirlerinde ge­ celeri sokağa çıkmak tehlikeli bir hal almıştı. Çünkü kendi­ lerine elbise ve yiyecek bulmaya çalışan Çeçenlerin taarru­ zuna uğramak mümkündü. Hatta dişlerine kadar silahlı olan MVD mensuplan bile geceleri sokağa çıkmaya cesaret edemiyorlardı... ”222 Görüldüğü üzere 10 yıllık baskı ve zulüm hareketleri, Kuzey Kafkaysa’nın bu Müslüman halkını yıldıramamış, onların milli kurtuluş ruhunu küllendirememiştir. Ferdi veya grup firarlarına örnekler veren Şevki Bektöre şöyle devam ediyor: “Her ne pahasına olursa olsun, kamptan kaçanlar ek­ sik olmuyordu. Bir gün yine tarlada çalışırken silah sesleri ile irkildim. Atlı muhafızlar hem silah atıyor, hem de muh­ telif istikametlere süratle at koşturuyorlardı. Arkalarında köpekler de vardı. Konuşmalardan, çalışırken üç mahku­ mun kaçtığını öğrendim. Yanımda duran muhafıza: - Bakalım, dedim, kakalayabilecekler mi? - Siz, sanki bizi ciddi bir kovalama yapacak mı zanne­ diyorsunuz? dedi ve ilave etti; maksat, başkalarının da kaç­ masına mani olmak için şiddetle takip ettiğimizi göstere­ rek gözdağı vermektir.”223 “Kampta yine enteresan bir kaçış hadisesi cereyan etti. Tamirhanede çalışan üç mahkum iyi bir kaçış planı hazır­ lamıştı. Bulundukları tamirhanenin dışarısı ile irtibatını


kesen, tahta kapılı bir tel örgü vardı. Yeni tamir ettikleri bir kamyona binerek tecrübe maksadıyla bu tel örgünün için­ de dolaşıyorlardı. Direksiyonu bir Koreli mahkum kullanı­ yordu. Diğer ikisi ise şoför mahallindeydi. Kamyon, nöbet­ çilerin dikkatini çekmemek için sağa, sola hareket ettirili­ yor, bu duruma da tecrübe süsü veriliyordu. Kamyon, bir ara giriş kapısına doğru son süratle ilerleyerek kapıyı yıktı ve dışarıya fırladı. Nöbetçiler o kadar şaşırmışlardı ki, ateş etmek akıllarına gelinceye kadar kamyon gözden uzaklaş­ mıştı bile. Salar nehrinde yegane geçit yeri olan bir köprü vardı. Burada bulunan nöbetçiler, üzerlerine son süratle gelen kamyonu görünce, onu durdurmak için çok çalışmışlar, fa­ kat ne silah kullanmaları, ne de tehdit ve bağırmaları fayda etmemiş. Öyle ki, kamyonun önüne çıkan bir nöbetçi de, tam çiğneneceği sırada kendisini köprüden atarak zor kur­ tulmuş. Böylece üç tamirci ustası yollarına devam etmişler, fakat Taşkent yakınına geldikleri zaman lastiklerin patla­ ması üzerine kamyonu terk ederek ortadan kaybolmuşlar. Böylece bu kaçış planları geçici bir süre için de olsa gerçek­ leşmişti.”224 İkinci Dünya Savaşında Müttefik Orduları Genelkur­ may Başkanı ve Birleşik Amerika’nın eski Moskova Büyü­ kelçisi General Bedel Smith, bu tip bir firar vak’asını anlat­ maktadır. General Smith, adını vermediği ve "Arıcı” müstear ismini kullandığı bir Sovyet vatandaşının macerasını ha­ tıratında şöyle anlatıyor: "... bunlar arasında bizim “Arıcı” dediğimiz biri vardı. Senelerce Amerika’da bulunduktan sonra 1923’de Rusya'ya


dönüyor. O senenin mayısında bir gün, Rusya’daki hayat şartlarını açıktan açığa ve şiddetli bir şekilde tenkit ediyor. Derhal Çeka tarafından yakalanıyor ve casusluk iddiasıyla “kapalı celisede”, yani resmen yargılanmaksızın, Solovki adalarında belirsiz bir müddetle ağır hizmete mahkum ediliyor. On sene sonra mahkumiyetine son veriliyor. Fakat Si­ birya’da küçük bir kasabaya sürülüyor. Birkaç ay sonra ora­ dan kaçarak Moskova’ya geliyor ve sürgünden kaçmış ol­ duğu için üç sene hapse mahkum edilerek Habarovvsk ci­ varındaki temerküz kampına gönderiliyor. Orada iki sene kaldıktan sonra tekrar kaçıyor ve kendi­ ni huduttan dışarı atmak azmiyle evvela Moskova’ya geli­ yor. Bu arada tasavvurlarından bir arkadaşına bahsediyor. Daha o gün akşam olmadan kendini “Lübyanka” zindanın­ da buluyor. Bu sefer gene belirsiz müddetle Kolima Kamp­ larına gönderiyorlar. 1945 senesi Haziranına kadar orada kalan “Arıcı”, Novisibirsk’ten 600 kilometre ilerde küçük bir kasabaya sürülü­ yor. Orada kendini akıldan sakat bir insan gibi göstermeye başlıyor. Mesela karlı ve buzlu sahalarda başını alıp dolaşı­ yor, sürgünlerin hergün ^tmaya mecbur oldukları imzayı atmaya karakola gitmediği günler oluyor, geyik vurduğu zaman avını hakiki değerinden pek düşük bir fiyata satıyor. Resmi makamlar nihayet onun akli muvazenesini kay­ betmiş olduğuna kanaat getiriyorlar ve hareketlerine ehemmiyet vermez oluyorlar. 1946 Ağustosunda bir gün “Arıcı”, nehir kıyısına gidip soyunuyor, nehirde boğulduğu kanaatini vermek için elbi­


selerini orada bırakıyor ve yarı çıplak bir halde Sibirya’nın buz çöllerine dalıyor. Oradan Moskova’ya kadar olan mesa­ fenin hemen hemen yarısını yaya olarak aşıyor. Ben kendisini gördüğüm zaman karşımda, ömrünün yirmi üç senesini Ölüm Kamplarında ve sürgünde geçirmiş bir adam vardı.”225 Karaganda Kampında şahit olduğu bazı firar olaylarını, Yusuf Yıldırım, şöyle anlatmaktadır: “Yine bir gün, altı kişi aptalca bir kaçma teşebbüsüne giriştiler. İş yerinde kapıdaki erlere bıçakla saldırdılar, ger­ çi bir eri öldürdüler fakat hepsi kuleden açılan ateşle can verdi.”226 Kampta da kaçmak isteyen üç kişiyi yakaladılar. Bu üç kişi kamptan pislikleri taşıyan arabanın şoförünün ağzını tıkamış, elini, kolunu bağlamışlar, daha önceden de bu şo­ före benzeyen, mahkumlar arasında bir şoför bulmuşlar, kendileri de, kapağı küçük olduğu için, pislik arabasının al­ tını delmişler, oradan arabanın içine girmişler. Şoför araba ile kapıdan çıkmış ama usulü bilmediği için kapıdan ehli­ yetini istememiş, çılgınca gaza basmış, kapıdakiler şüphe­ lenmişler ve daha şoför gaza basarken ateş etmişler, şoför yaralanmış, araba durmuş. Tabii bunları da bize gösterdik­ ten sonra kamptan alıp götürdüler.”227 "... Ben yirmi kadar müslümanla kamyonlara tahta yüklemek için hazırlandım. Kaçacaklardan biri bana gelip, şoförü bağladıklarını söyledi gitti. Kendileri hazırladıkları tahta merdivenleri kamyonun döşemesine yerleştirdiler. Sonra, birer birer içine girip uzandılar. Hemen tahtaları yükletmeye başladım. Şoför direksiyonda gayet soğukkanlı


gülerek göz kırpıyordu. Kamyon tahtalarla dolmuştu. He­ pimiz bir yana dağıldık. Şoför, yavaş, yavaş kapıya yanaşa­ rak birden gaza bastı. Ağaç engelleri kolayca kırıp, yoluna devam etti. Biraz sonra, kuleden ateş edilmeye başlandı. Tabii havaya ateş ediyorlardı.”228 Bu örneklerden sonra düşünmek gerekir. Bu kadar in­ san, ölümü göze alarak hangi sebeple kamplardan kaçma eğilimini göstermektedir? Bu sorunun cevabı az da olsa buraya kadar olan bölümlerden çıkan sonuçlarla şekillen­ miştir. Diyelim ki, bu firar edenler, ölüm Kamplarının ağır rejimine dayanamamışlar ve yaşamak için bu yola başvur­ muşlardır. Ya sonrası? Bunu kaçan mahkum da pek iyi bil­ mektedir. Dünyanın başka hiçbir ülkesinde görülmeyen “Dahili Pasaport” sistemi bugün Rusya’da hâlâ mevcuttur. Şehirden şehre gidebilmek için pasaport gerekmektedir. Kamptan kaçmakla mahkum asla kurtulmuş değildir. Ergeç yakalanacaktır, öyleyse neden kaçıyorlar? Kimbilir, belki de firarı gerçekleştirdikleri anda duydukları hürriyet duygusu onları ölümsüz kılmaktadır. Hürriyetin olmadığı bu ülkede ve onun Ölüm Kamplarında yaşayan insanlar için bu birkaç saatlik veya günlük hürriyet, çok büyük bir şey olsa gerek...


VI.

BÖLÜM

ÖLÜM KAMPLARINDA ClNSt HAYAT



ÖLÜM KAMPLARINDA CİNSEL HAYAT

Günde 14 saat çalışan ve aldığı çok az bir gıda ile yetin­ mek zorunda kalan bir mahkum için böyle bir mesele söz konusu olamaz. Nispeten hafif işlerde, idari işlerde çalıştı­ rılanlar, aşçılar, berberler, doktor ve sağlık memurları gibi kimseler bu ihtiyacı şiddetle duyarlar. Ekseriyetle kampta çalıştırılan kadın mahkumlara göz dikerler. Bazen aynı odada yatıp teknik ya da idari işlerde çalışmakta olan iki veya üç mahkum, aynı kadına sahip olmaya karar verir. Ka­ dının daha iyi yemesini sağlarlar, kadın da onların sökükle­ rini diker, odalarını süpürüp siler. Bu bir aile karikatürü­ dür. Uzun yıllar Solovki ve Kem Kamplarında mahkum ola­ rak bulunmuş olan Boris Sapir, bu aile karikatürünün ana hatlarını söyle çiziyor: “Barakaların bir kısmı komutan ve maiyetinin yaşadığı “Bayanlar” barakası idi, fakat bunu “Kadınlar” barakası ile karıştırılmamalı. Kadın mahkumlar kampa geldikleri za­ man iki gruba ayrılırlar; bayanlar ve kadınlar... Bayanlar, tahsil görmüş, temiz kimselerdi. Bunların kampta bir iş gör­ dükleri görülmemiştir. Kadınlar, çamaşır, mutfak ve yer sil­ mek işlerinde kullanılıyordu. Bayanların ise kamp idareci­ lerine karşı hususi vazifeleri vardı. Bazen kamp idarecileri­ nin sarkıntılıkları mukavemetle karşılanıyordu, fakat kötü hayat şartlarına katlanmak için büyük cesaret lazımdı.”229


Cinsel ilişki mahkumlar için yasak edilmiş bulunmak­ la beraber, kamp idarecileri bu kaidenin ihlaline göz yu­ marlar. Nitekim, “gündelikçi" adını alan kamp idarecileri­ nin evlenmiş bulundukları kadınların % 80’i şu veya bu kampın eski mahkumlarıdır.230 Kocasının nerede olduğu sorulan birçok kadının: “Hangisi? Kamptaki mi, hür olanı mı?” diye cevap verdiği duyulmuştur. “Kamp karısı” tabiri alıp yürümüştür. Mahkumlar arasındaki kadın miktarı umumiyetle az­ dır, % 10’u geçmez. Bunların çoğunu adi suçlardan mah­ kum olanlar teşkil eder. Bir de, kocalarının, babalarının ve­ ya kardeşlerinin rejim aleyhtarı hareketlerini bildirmedik­ leri için hüküm giymiş siyasi mahkumlar vardır. Bunun ce­ zası 10 yıl ağır işlerde çalıştırmaktır. Bir de Sovyet aleyhtarı sözler sarfetmiş olan kadınlar da bu sebepten mahkum olarak bulunuyor. Umumiyetle kadınlar, kampta kısa bir müddet içeri­ sinde fahişe haline gelmektedir. Bunda yiyeceğin oynadığı rol büyüktür. Fazla gıda maddesi elde edebilecek kadar nü­ fuz ve mevkii olan mahkumlar, bu kadınları elde edebil­ mektedir. Kamplarda homoseksüellik de göze çarpmaktadır. Marchenko’ya göre homoseksüellik bilhassa gençler ara­ sında yaygındır.231 PolonyalI savaş esirlerinin raporlarına dayanılarak hazırlanan bir eserde bu durum söyle anlatıl­ maktadır: “Bilhassa bu ahlak düşkünü herifler içerisinde homoseksüelite geniş ölçüde yayılmıştı. Bu sanatlarını elalemin ortasında icra etmekten vahşice bir zevk alıyorlardı. Polon­


ya’dan yeni gelen kafileye bu hisle saldıranlar çok oldu. Muhafızlar müdahale etmek söyle dursun, seyretmekten hoşlanıyorlardı. Hatta birbirlerini iterek, şahlanarak bu çir­ kin manzarayı seyrediyorlardı; adeta hayvanların çiftleş­ mesine bakmaktan zevk alan bazı ahlak yoksulları gi­ bi...”232 "Kampta aşkın çiçek açacağını hayal etmek güç bir iş­ tir” diyen Anatoly Marchenko, mahkumların cinsel hayatı hakkında aşağıdaki bilgiyi vermektedir: “Aşk mektupları kadınlarla erkekler arasında bazen haftalarca, bazen de yıllarca alınıp veriliyordu. Bazen hem­ şireler, hastaları ameliyat odasına götürüp getiren benim gibi yardımcılar, mektup alıp vermede kullanılıyorduk. Ya­ kalanırsak hücre hapsine konmak işten bile değildir. Ama uzun süre normal hayattan uzak tutulmuş bu kadın ve er­ keklerin böyle davranışlarına hiçbir nizam ve kanun engel olamıyordu. Çoğunlukla ilk aşk mektubu rastgele birine gönderili­ yordu. Basit, kendini anlatan cümlelerle başlayan mektup, aşk ilanı ile sona eriyor ve bir gün buluşacakları yeri hayal­ lerinde canlandırıyorlardı. Böylece bir mahkum rüyasında sadece bir “kadını” değil, kendisine sevgisini söyleyen m e­ sela Nadya’sını, Lusia’sını kucaklamış oluyordu Gönderdiği mektubun cevabını büyük bir sabırsızlık ve heyecan içinde bekliyorduk. Sevgisini yazdığı kadının da aynı şekilde ken­ disine karşılık verdiğini görünceye yahut başka bir hayali sevgili bulduğunu öğreninceye kadar kamptaki ağır hayat, dikenli tel örgüler, yalnızlık duygusu, hepsi bir süre için unutuluyordu.”233


Görülüyor ki, mahkumların hayatı yönünden önemli bir mesele halinde kendini gösteren cinsel ilişkiler konusu, bugün dahi müspet bir kesinliğe kavuşamamıştır. Bu m e­ selenin çözümlenmesi için kamp idarecileri, hiçbir faali­ yette bulunmamaktadır. Daha doğrusu yetkileri de bu yön­ den kısıtlıdır. Ancak, aynı kamp bölgesinde yaşayan mah­ kumlar ile idareciler arasındaki cinsel hayat farkı büyüktür ve bu eşitsizlik, adaletsizlik, kampın rejimine uygun olarak bugüne kadar süregelmiştir ve rejim yaşadığı müddetçe de devam edecektir.


VII.

BÖLÜM

CEZALARI BİTEN MAHKUMLARIN DURUMU



CEZALARI BİTEN MAHKUMLARIN DURUMU

Cezalan biten mahkumların istedikleri yerlere yerleş­ melerine izin yoktur. Kamp ilgilileri tarafından önceden hazırlanan programlara göre, bu sabık mahkumlar, tayin olunan yerlere yerleştirilmektedir. Ancak, bunlara “hür vatandaş” demek yanlış olur. Bu sabık mahkumlar, en fazla Moskova’nın 125 kilometre ya­ kınına yerleşebilirler.234 Ayrıca, buna ilave olarak 135 Sov­ yet şehrinde yerleşemezler. Hatta bu şehirlerin 60 kilomet­ re mesafesinde dahi bulunamazlar.235 Yerleşmeye müsa­ ade edilen yerlerde de KGB’nin nezareti altında yaşamak zorundadırlar. Sovyetlerin bu sözde hür vatandaşları, her an tekrar tu­ tuklanma korkusu içindedir. Bu tip vak’alar çok olmuştur. Mesela, 1948 senesinin ekim ayında KGB’nin Hususi Mü­ şavere Komisyonunun “Tserküler A” adı altında yeni bir ka­ rar aldığı halk arasında yayıldı. Buna göre; siyasi mahkum­ lar yeniden tutuklanarak toplanacak ve kısa bir tahkikatın akabinde sürgün olarak Sibirya’ya gönderilecek, Krasnoyarsk Eyaletinde daimi kontrol altında bulundurulacaktı. Sürgünler iki kısımdı. Birincilere: “Portoviki” adı verilmişti. Kamp mahkumiyeti bitip de serbest olanlar, bu gruba da­ hildi. İkinci gruba: “Lagırniki” deniliyordu. Bu grupta; mahkumiyetlerini kampta doldurup Sibirya’ya sürgüne gi­ decekler bulunuyordu.236


Bu durum, nispeten daha az kapsamlı olarak bugün hâlâ tatbikat sahasındadır. Nitekim, tanınmış hürriyetsever yazar Andrey Amalrik, ilk defa 1966’da mahkum edilmiş ve Sibirya’ya gönderilmişti. 1970’de tekrar hüküm giyen ya­ zar, bu defa da üç yıl süreyle Sibirya’nın Kuzey Doğusunda­ ki Magadan Kampında kalmış ve bu cezasının bitmesine iki gün kala yeniden üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Cezasını tamamlayan sabık mahkumlar diğer bir de­ yimle yarı hürler, yuvalarına döndüklerinde genellikle hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Bu bir nevi aile dramıdır. Bu ko­ nuda verilebilecek örnekler çoktur. Kimisi kısa, kimisi uzun mahkumiyet yıllarından sonra evlerine dönerler ve aradık­ larından ne bir eser, ne de bunlarla ilgili bir ümit bulabilir­ ler. Bu, maddeten ve manen çöktürülmüş insanların tek da­ yanaklarının da yıkılmasından başka bir şey değildir... Bu konuda bir örneği, sabık MVD ilgilisi P. Artemyev vermektedir. Artemyev diyor ki: “1937 yılında Moskova’da Komünist Partisi Merkez Ko­ mitesi adaylarından mühim bir parti adamı “halk düşma­ nı” suçuyla tutuklanmıştı. Mevcut kanunlara göre, siyasi bir suçla itham edilenlerin aile efradı da aynı şiddetli taki­ bata maruz kalmaktadır.^Buna göre partili tutuklunun karı­ sı ve iki çocuğu da tutuklanmışlardı. Karısı bir kampa, ço­ cukları da NKVD’nin hususi yetimler evine gönderilmişti. Birkaç ay hapisten sonra bu mühim memur serbest bırakıl­ mıştı. Tabii olarak ailesini aramaya çalışıyordu. Adam, uzun müddet karısı hakkında bir malumat edinememiş, ancak iki seneden fazla süren araştırmalardan sonra karısı­ nın Karaganda Kampında bulunduğunu öğrenmişti. Tu­


haftır ki, karısını bulduğu ve kampa kadar geldiği halde ka­ rısını serbest bıraktıramamış ve bu iş için uzun müddet merkezden gelecek emri beklemek zorunda kalmıştı. Ço­ cuklara gelince, bütün gayretine rağmen, onlardan bir eser bulunamamıştı.”237 Daha içler acısı, daha yürekler paralayıcı örneği ise Sovyet ordusu yarbaylarından Sergei Malakhov vermekte­ dir. Malakhov, cezası biten mahkumların dönüşüne değin­ dikten sonra şöyle devam ediyor: “Moskova Üniversitesi Matematik Profesörlerinden çok yakın dostum x., 1938 yılında ölüm Kampından dön­ müştü. Hükümete karşı suikasttan dolayı Ölüm Kampında 10 sene hizmete mahkum edilmiş, fakat sekiz sene sonra suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakılmıştı. Moskova’ya döndüğü zaman evinde kimseyi bulamadı. Küçük kızı av­ luda oynuyordu. Ona doğru yürüdü. Kız “Babam halkın düşmanıdır. Onu görmek istemiyorum!” diye bağırarak kaçtı. Komşuları şüpheli nazarlarla etrafından uzaklaştılar. Karısı akşam saat 9’da işten döndü. Kendisine, yokluğu sı­ rasında tekrar evlenmiş olduğunu ve eşyalarını yakmış bu­ lunduğunu ve artık eve giremeyeceğini söyledi. Bu sırada kadının yeni kocası geldi ve polisi çağırmak tehdidi ile ken­ disini kovdu. Profesör geceyi avluda geçirmek zorunda kal­ dı. Bu sırada komşularından birinin ihbarı üzerine polis geldi ve evrakını gözden geçirdi. 24 saatten fazla Mosko­ va’da kalamıyordu. Ertesi gün tekrar evine girmek istedi, bu sefer polis vasıtasıyla zorla trene götürüldü. Profesör dos­ tum son süratle giden trenden atlayarak intihar etti.”238 Bu profesörün suçu ne idi ve akıbeti ne olmuştu? Daha


bunun gibi binlerce, onbinlerce yıkılan aileler, yıkılan kalp­ ler, solan ümitler, kıyılan canlar ve daha neler, neler... Bü­ tün bunlar, Ölüm Kamplarının Sovyet halkına en büyük hediyesi (!) idi. Bu hediye (!) ki onu bütün insanlık ve hatta gelecek nesiller lanetle anacaklardır, insan kanları ile dö­ nen bir değirmen çarkına benzemektedir. Her dönüşünde onbinler ölmekte, çarkın öteki yanında ise gökyüzüne ro­ ketler atılmaktadır, işte, Sovyet Rusya’daki rejimin gerçek yüzü!..


VIII. BÖLÜM

MAHKUMLARIN SAYISI VE KAMPLARIN LİSTESİ



A) MAHKUMLARIN SAYISI

Sovyet resmi makamlarının bu konuda hiçbir istatistik vermemesine rağmen, ölüm Kamplarındaki mahkum sayı­ sı hakkında yaklaşık olarak kesin kabul edilebilecek bilgiler elde edilmiştir. Bu bilgiler, evvelce NKVD memurlarından olup ölüm Kamplarında çalışmış bulunanların hatıra ve raporlarından; Ölüm Kampı idaresinde bulunup Moskova ile resmi ilişkisi bulunan kimselerin kaçtıktan sonra neş­ rettikleri yazılardan; Sovyet basınının dolayısıyle ölüm Kamplarına dair vermiş olduğu bilgiden ve nihayet 1943’den beri serbest bırakılan yabancı uyruklu binlerce mahkumun verdikleri tamamlayıcı haberlerden toplan­ mıştır. 1928 ile 1930 yılları arasında altı ölüm Kampının ve 162.257 mahkumun varlığına işaret eden eski GPU me­ murlarından Kiseliv-Gronov’un bu sözlerini D. Stelmakh ve A. Shestakova 1931 ve 1932 yıllarında bütün ölüm Kamplarında 2.000.000 mahkum çalıştırıldığını ileri süre­ rek tamamlamaktadırlar.239 1933-1935 yıllarında, eski mahkumlardan I. Solonevich’e göre, mahkum adedi 5.000.000’a varmıştır.240 Bunu meşhur araştırmacı Robert Conquestde doğrulamakta­ dır.241 1935-1937 yılları arasındaki durumu gözden geçiren ve Ölüm Kamplarından kaçmış bulunan Nikonov-Smorodin, “Kızıl Katorga” adlı eserinde kamplarda çalıştırılan mahkum sayısının 6.000.000’u bulduğunu ifade etmekte­


dir.242 ileri sürülen diğer bir rakam da, 1936’da mahkum sayısının 6.500.000’i geçtiğine dairdir.243 Yusuf Yıldırım, ikinci Dünya Savaşı sırasında 5.000.000 insanın ölüm Kamplarına sürüldüğünü ifade etmekte­ dir.244 Prof. Ernest Tallegren, Yıldırım’ın vermiş olduğu ra­ kamı doğrulayarak, 1940-1942 yılları arasında mahkum mevcudunun 10.000.000’a ulaştığını belirtmektedir.245 Ay­ nı müddet için bazı PolonyalI subayların verdiği rakam 12.000.000 mahkumdur.246 Ölüm Kamplarındaki bütün mahkumların sayısı hak­ kında birbirlerine yakın birçok rakamlar ileri sürülmekte­ dir. Amerika’nın eski Moskova Büyükelçisi VVilliam C. Bullit, 1925-1940 yılları arasında, Ölüm Kamplarının mevcu­ dunun hiçbir zaman 10.000.000’dan aşağı düşmediğini ifa­ de etmektedir.247 Brooks Atkinson, kamplardaki umumi mahkum miktarını 15.000.000, Vasil Petukov ise 20.000.000 olarak tahmin ediyor. 248 Victor Kravchenko, “Hürriyeti Seçtim” adlı eserinde, umum mahkum adedini 20.000.000 olarak kabul etmektedir.249 Iranlı Mehrali Miyançi ise, bu rakamın 25.000.000 olduğunda İsrar etmektedir.250 Bu rakamlar biraz abartılı olmakla beraber ölüm Kamplarında çalıştırılan înahkumlara, özel göçmenler ve mahkumların sürülen aileleri de katılacak olursa, bu ra­ kamların pek de gerçekten uzak olmadığı görülür. Bugün, ölüm Kamplarındaki mahkum sayısının Stalin devrine oranla daha düşük olduğu inkar edilemez. Arka arkaya çı­ karılan aflarla bu mahkum sayısı oldukça düşmüştür ama, ortadan kalkmamıştır. Rejimin devamı için de bu şarttır ve rejimin geleceği yönünden hayati bir önem taşır. Halen, sa­


dece Ukrayna ile Kamçatka arasında “56 Ölüm Kampı ile bu kamplarda 1.120.000 siyasi mahkum olduğu”251 bilin­ mektedir. Sonuç olarak meşhur iktisatçı Prof. Sergei Propokoviç, şöyle demektedir: "Yeni Rusya üzerindeki yüz kızartıcı lekeyi biraz olsun silebilmek için esirlerin sayısını ne kadar indirmeye çalışır­ sak çalışalım, ben diyeyim yedi milyon, siz deyin beş mil­ yon, gene de bir nokta zihnimizde abideleşmiş olarak kala­ caktır. O da Sovyetler Birliğinde bir ESİRLER sınıfının mev­ cudiyetidir.”252 B) KAMPLARIN SAYI VE LİSTESİ

1945-1947 yılları arasında Sovyetler Birliğinde tespit edilen Ölüm Kamplarının ülke çapındaki dağılımı, sayısı ve görevi şöyleydi: AVRUPA RUSYASI I. KUZEY-BATI RUSYA

1.

Kuzey Dvina Kampları, merkezleri Kotlaş: Kereste ve kâğıt sanayii ve demiryolu inşası.

2.

Kotlaş Kampı (Arhangelsk Bölgesi): Ormancılık-odun, kereste ve demiryolu inşası.

3.

Onega Kampları, merkezleri Plesetsk: Kerestecilik, çiftçilik ve demiryolculuk.

4.

Soroka Kampları, merkezleri Soroka: Madencilik, ke­ restecilik, hafif maden sanayii, taş ocakları, tuğla ocakları ve demiryolculuk.

5.

Arhangelsk Limanı Kampları: Kerestecilik, demiryol-


culuk, liman inşaatı ve Arhangelsk’de yükleme ve bo­ şaltma işleri. 6.

Molotovsk Kampı (Arhangelsk Bölgesi): Kuzey Dvina kamplarına bağlı: Demiryolculuk, yükleme ve boşalt­ ma işleri.

7.

Yagry Kampı (Arhangelsk Bölgesi): Madencilik, inşaat işleri.

8.

Kargopol Kampları (Arhangelsk Bölgesi), merkezleri Kargopol: Kerestecilik, tarım işleri.

9.

Kuloi Kampları (Arhangelsk Bölgesi): Kuloi ve Meşen nehirleri arasında kerestecilik.

10- Solovki Kampları (Beyaz Denizdeki Solovezki adala­ rında). 11 - Franz Josef Arazisi (80. Paralelin kuzeyinde, Kuzey Buz Denizindeki adalarda). 12- Murmansk Kampları (Kola Yarımadasında): Demir ve nikel madenleri. 13- Kandalakça Kampları (Kola Yarımadasında): Alümin­ yum, nikel ve çinko madenleri; “Severonikel Kombinat” için çalışma. 14- Monçegork Kampı (Kola Yarımadasında): Nikel, kalay ve tungsten madenleri işletmesi. 15- a) Volkov Kampı (Leningrad Bölgesi): Volkov su tevzi depolarının bakım ve idamesi ve madencilik. b) Svir Nehri Kampları (Leningrad Bölgesi): Svir kana­ lının bakımı 16- Belomor Kampları (Stalin Kanalı), merkezleri; Belomorsk’da Beyaz Deniz-Baltık Denizi kanalının bakımı. 17- Kibinak Kampları (Karelofin Sovyet Sosyalist Cumhu­ riyetinde): Fosfor madeni ve inşaat işleri.


18- Ladoga Kampları (Karelofın Sovyet Sosyalist Cumhuri­ yetinde): Kerestecilik ve inşaat işleri. 19- Vytegra Kampı (Vytlag): Demir madenleri. 20- Vanzlag kampı (Karelofin S.S. Cumhuriyetinde): Ke­ restecilik ve Vanz gölünde inşaat, kadınlar kampı. II. KUZEY DOĞU RUSYA

21- Kuzey Peçora Kampları (Arhangelsk Bölgesinde), mer­ kezleri Nargon-Mar’da: Demiryolu inşaatı, madencilik ve taşocakları. 22- Peçora Kampları, merkezleri Üst Kozhva: Demiryolu inşaatı ve madencilik. 23- Kuzey Demiryolu Kampları (Sevzheldorlag), merkezle­ ri Knyazhipogost, Vorkuta-Kotlas: Demiryolu bakım ve idaresi. 24- Vorkuta Kampları, merkezleri Vorkuta’da: Kömür ma­ denleri ve demiryolu inşaatı. 25- Uktizm Kampları, merkezler Üst Ukta; Peçora Kamp­ larına bağlı: Kömür, demir, bakım madenleri ve petrol kuyuları. 26- Ust-Usa, Vorkuta Kamp kümesine bağlı: Kömür made­ ni, balıkçılık, tarım. 27- Ust-Vim Kampları: Madencilik ve kerestecilik. 27- Viçegda Kampları: Madencilik ve kerestecilik. 28- Vişera Kampları: Madencilik ve kerestecilik. 29- Valgaç adası (Kuzey Buz Denizi Civarındaki Kara Denizin de): Kurşun, Çinko, Kalsiyum flüorürü ve diğer madenler. 30- Novaya Zemlya Adası Kampları (Barents Denizinde): Bakır ve diğer maden işçiliği ve inşaat işçiliği.


III. MERKEZİ AVRUPA RUSYASI 32- Volga kampları (Yaroslavi bölgesi): Maden kömürü üretimi. 33- Ribinsk Kampı(Yaroslavi Bölgesi): Maden kömürü üretimi. 34- Staliogorsk (Moskova Bölgesi): Kömür ve demir. 35- Dimitrov Kampı (Moskova Bölgesi): Kanal bakımı. 36- Unza Kampları (Unzhlag, Lvonovo Bölgesi), merkezle­ ri Sukobezvodnoya: Demiryolu inşaatı, kerestecilik, tuğla ocakları. 37- Starodub Kampı (Orel bölgesi): Mahkum çocuklar için ağır şartlı çalıştırma kampları. IV. GÜNEY AVRUPA RUSYASI 38- Stalingrad Kampları (Osobstroy), merkezleri Stalingrad’ta: Fabirka işçiliği (sanayi işçiliği). 39- Prorvinsk Kampı (Astrahan Bölgesi): Demiryolu inşatı, balıkçılık ve petrol kuyuları. 40- Kafkas Kampları (Yuzlag), merkezleri Baku’da: Demir­ yolu ve hava meydanı inşaatı. 41- Starobelsk (Ukrayna): demir ve kömür madenleri, aynı zamanda Don havzasında sayısı bilinmiyen kamplar. 42- Nikopol Kampları (Ukranya): Sanayi işçiliği ve maden ameleliği. 43- Nalçik: inşaat işleri ve petrol kuyuları ameleliği. V. DOĞU AVRUPA RUSYASI 44- Vetluga kampları (Vetlag), (Gorky Bölgesi): Keresteci­ lik.


45- Vyatka Kampları (Vyatlag, Kirov bölgesi). Merkezleri Volosnitsa’da: Kerestecilik, şose ve demiryolları inşa­ atı. 46- Bezymennay Kampları (Kuibişev Bölgesi), merkezleri Bezyemenka’da: Taşocakları, tuğla ocakları ve yer altı hava meydanları. 47- Usol Kampları (Usollag, Molotov Bölgesi), merkezleri Solikamsk’da: Kerestecilik, petrol bölgeleri, demiryolu inşaatı. 48- Temnikov Kampları, merkezleri Potna ve Yaras’da: Ke­ reste sanayii, doğramacılık, çiftçilik ve mensucat işçiliği. 49- Tetyuşi Kampı: Kerestecilik ve kömür madenciliği. VI. URAL BÖLGESİ 50- Kuzey Ural Kampları (Sevurallag), merkezleri Sosva’da: Demir cevheri, kömür, hafif ve kıymetli madenler işçi­ liği, maden tasfiyehaneleri, taşocakları ve kerestecilik. 51- Ivdel Kampları (Sverdlovsk Bölgesi), merkezleri Ivdel’de: Kerestecilik, madencilik ve kara yolları inşaatı. 52- Revda Kampları (Sverdlovsk Bölgesi), merkezleri Revda’da: Kerestecilik ve madencilik. 53- Kungur Kampları (Sverdlovsk Bölgesi), Gümüş, vesair madencilik. 54- Nedezdinsk Kampı (Sverdlovsk Bölgesi), Kömür üreti­ mi, demir cevheri madenciliği, maden tasfiyehaneleri. 55- Çusovoa Kampı (Sverdlovsk Bölgesi): Hidroelektrik üretimi. 56- Lobya Kampları (Sverdlovsk Bölgesi); merkezleri Novoya Lyolya’da medencilik.


57- Pervuralsk Kampı (Sverdlovsk Bölgesi): Madencilik ve maden tasfiyeciliği. 58- Samarovo Kampı (Sverdlovsk bölgesi): Kerestecilik ve çiftçilik. ASYA RUSYASI I. BATİ SİBİRYA

59- Omsk Kampı (Omsk Bölgesi): Kerestecilik ve inşaat iş­ leri. 60- Asir Kampı (Omsk Bölgesi) 61- Tobloisk Kampları (Omsk Bölgesi): Kömür, demir ma­ denleri, kara yolları inşaatı ameleliği. 62- Kemerova Kampları (Kemerova Bölgesi): Sanayi sitele­ ri inşaatı. 63- Narym Kampları (Novosibirsk Bölgesi): Madencilik ve inşaat sanayii. 64- Novosibirsk Kampları (Novosibirsk Bölgesi): Kereste­ cilik ve kömür üretimi. 65- Sibirya Kamp Kümeleri (Siblag, Novosibirsk bölgesi): Demir cevheri, mensucat fabrikaları, kereste sanayii, tarım ve dericilik. 66- Tomsk-Asino Kampları (Tomosinlag, Novosibirsk Böl­ gesi), merkezleri Tomsk’da: Kerestecilik, kara yollan yapım ve bakımı. 67- Barnavi Kampı (Altay Bölgesi): Sanayi inşaatı ve nakli­ yecilik. II. ORTA ASYA 68- Petropavlovsk Kampları (Kuzey Kazakistan), merkez­


leri Petropavlovsk’da: Madencilik ve kara yollan yapım ve bakımı. 69- Karaganda Kamp Kümeleri (Karlag), merkezleri Karaganda, Dolinskaye Spask’da: Kömür ve hafif madenci­ lik, fabrika inşaatı ve demiryolu inşaatı. 70- Aktyubinsk Kampı (Batı Kazakistan): Kerestecilik ve inşaat. 71- Semipalatinsk Kampı (Doğu Kazakistan): Eksik ayarlı maden üretimi. 72- Leninagorsik Kampı (Doğu Kazakistan): Maden tasfi­ yehaneleri, kara yollan yapım ve bakımı. 73- Taşkent Kampları (Özbekistan): Sanayi ve inşaat işçiliği. 74- Çardzhuy Kampları (Özbekistan): Petrol sahaları. 75- Sukobedzvodny Kampı (Özbekistan): Petrol sahaları. III. KUZEY ORTA SİBİRYA (Krasnoyarsk Bölgesi) 76- Norilsk Kampları (Norillay), merkezleri Norisk’de: De­ miryolları ve kara yolları yapım ve bakımı, kömür ma­ denciliği, 77- Igarka Kampları, merkezleri Igarka’da: Kerestecilik, Yenisey nehrinde ağaç nakliyeciliği. 78- Yenisey Kampları, Yenisey nehri ağzında: Kerestecilik ve inşaat işçiliği. 79- Ingaş Kampı: 80- Absagaçef kampları: 81- Krasnoyarsk Kamp Grubu (Karslag), merkezleri Kansk’da: Kömür madenciliği, kerestecilik, demiryolu inşaatı ve inşaat sanayii. 82- Turukhansk Kampı: Kerestecilik ve çiftçilik.


IV. DOĞU SİBİRYA VE UZAK DOĞU 83- Baykal- Amur Demiryolu inşaatı Kampları (BAM), merkezleri Taişet ve Svobodny’de: Taişet-Komsomolsk demiryolu inşaatı. 84- Taişet Kampı, Baykal-Amur demiryolu sonu: Madenci­ lik, demiryolu ve kara yolu inşaat. 85- Yukarı Lena Kampları (Irkutsk Bölgesi), merkezleri Bodaibo’da: Altın madeni ve kerestecilik. 86- Aşağı Lena Kampları (Yakut): Kerestecilik ve kereste nakliyatı. 87- Aldan Kampları (Yakut): Altın madenciliği ve kereste­ cilik. 88- Zido Kamp Grubu (Çita Bölgesi): Altın, demir, kalay ve tungsten madeni ve sanayii. 89- Gubarevo Kampı (Çita Bölgesi): Altın, demir, kalay madenleri ve sanayii. 90- Dermidonovka Kampı (Çita Bölgesi): Demir ve altın madenleri ve sanayii. 91- Magdagaçi kampları (Çita Bölgesi): Kobalt ve demir madenleri ve sanayii. 92- Zagamensk Kampları (Çita Bölgesi) Molibedenium (molibden) madenleri ve sınai işletmeleri. 93- Yerofei Pavlaviç Kampları (Çita Bölgesi): Demiryolu in­ şaatı. 94- Olekminsk Kampı (Yakut): Kerestecilik ve madencilik. 95- Bureya Kamp Grubu (Burlag), (Habarovsk Bölgesi), merkezleri Izvestkovaya: Demir yolu inşaatı 96- Uzak Doğunun Kuzey-Doğu Kamp Kümeleri (Sovvostlag), merkezleri Magadan’da (Habarovsk Bölgesi): Al­


tın, kurşun ve platin madenleri ve işletmesi, inşaat sa­ nayii ve nakliyecilik. 97- Kolima Kamp Kümeleri (Habarovsk Bölgesi): Altın, platin, kurşun madenleri ve işletmesi, balıkçılık, de­ miryolu ve kara yolu inşaatı, inşaat sanayii ve nakliye­ cilik. 98- Aşağı Amur Kamp Kümeleri (Nizneamursk) merkezle­ ri Komsomolsk’da: İnşaat ve madencilik. 99-

Novotambavsk Kampı (Habarovsk Bölgesi), aşağı Amur kamp kümelerine bağlı.

100- Polovinka Kampı (Habarovsk Bölgesi): Madencilik. 101- Nikolayevsk Kampları (Habarovsk Bölgesi): Altın ve demir madenleri ve işletmesi, demiryolları ve kara yolları ve bakımı. 102- Vladivostok Kamp Kümeleri (Sahil Bölgesi): Nakliyeci­ lik, muhabere ve inşaat sanayii. 103- Suçan Kampı (Sahil Bölgesi): Alcın madenleri işletmesi. 104- Port Nakotka Kampı: Yükleme ve boşaltma işçiliği. 105- Askold Adası (Sahil Bölgesi): Altın madeni işletmesi. 106- Giziga Kampları (Habarovsk Bölgesi): Yol inşaatı ve kerestecilik. 107- Kamçatka Kamp Kümeleri: İnşaat, balıkçılık ve petrol sahaları. 108- Sahalin Adası: Yol yapım ve bakımı, petrol sahaları ve madencilik. 109- Çukotka Kampları (Kuzey-Doğu ucu), merkezleri Çu kotka’da: Madencilik ve inşaat sanayii. 110- Bering Kampları (Alaska’ya yakın, Bering Boğazında): Madencilik ve inşaat sanayii. 111 - Verkoyansk Kampı.


112- Arman Kampı (Kolima kümeleri): Liman işleri inşaat sanayii, kadınlar kampı. 113- Plostraya Dresva Kampı (Kolima Kamp Kümeleri Böl­ gesi): Altın madenleri ve işletmesi, nakliyecilik ve yol inşaatı. 114- Magadan Kampı: Kolima kamp kümeleri merkezi. 115- Nagayevo Kampı: Liman işçiliği ve balıkçılık, Kolima kamp kümeleri içinde. 116- Seimçan Kampları: Kolima kampları için nakliyecilik, muhasebe işleri, inşaat sanayii ve altın madenleri iş­ letmeciliği. 117- Srednikan Kampı (Kolima Kümeleri): inşaat sanayii ve madencilik. 118- Maldyak Kampı: Altın madenleri işletmesi, inşaat sa­ nayii tarım. 119- Berelyag Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyeci­ lik, tarım. 120- Yıtırık Kampı: inşaat sanayii, nakliyecilik ve tarım. 121- Verknekolymsk Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyecilik, tarım ve inşaat sanayii. 122- Srednekolymsk Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyecilik, tarım ve inşaat sanayii. 123- Şaivinsk Kampı: Altın madenleri işletmesi ve inşaat sanayii. V 124- Talon Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyecilik, tarım ve inşaat sanayii. 125- Çay-Urya Kampı: Altın madenleri işletmesi, nakliyeci­ lik, tarım ve inşaat sanayii. Not: “Lag" eki, Ru'ça kamp manasına gelen “Lager”in kısaltılmı­ şıdır. “Stroy” eki ise inşaat grubu, inşaatçılık manasına gelen “Stroitelstvo”nun kısaltılmış şeklidir.


Sunulan bu liste tam olmaktan çok uzaktır; zira m an­ tar gibi fışkıran daha bir sürü kamp vardır ki hepsini yaz­ mak imkansızdır. Ama, bu kampların içersinde en önemli­ leri şu beşidir: 1) Dalstroy Kampları, yani Kolima Altın bölgesinde ku­ rulmuş olan kamp kümeleri. Bu kamplarda çalışan­ ların sayısı bir milyondan fazladır. 2) Baykal gölünün kuzey ve doğusundaki Doğu Sibirya Kampları. Bunlardaki mahkumlar da bir milyona yaklaşmaktadır. 3) Peçora Kampları, bu kamplarda çalıştırılanlar da bir milyon kadardır. 4) Arhangelsk bölgesinde Yagry ve diğer kamplar, ki bu­ rada çalıştırılanların tutarı da bir milyon civarında­ dır. 5) Karaganda Kampları, 150.000 mevcutlu olup, bilhas­ sa kadm mahkumlan ile Un salmıştır. Bazı kamplar da yaşama şartlarının son derece kötülü­ ğü ve mahkumlara yapılan zulüm ve işkenceleri ile meş­ hurdur. Bunlar:

a) Doğu Sibirya’daki Zido Kamp Kümeleri. Gıda azlı­ ğı ve dayaklı, kötekli muameleleriyle tanınmış olup, mah­ kumların zincirlere bağlı olarak çalıştığı söylenmektedir. b) Kamplardan cezalı olarak gönderilmiş olan mah­ kumların çalıştırıldığı ceza kampları. Bilhassa bun­ lardan Kolima nehri ağzındaki ile Yenisey nehri ağzındakiler dillere destan olmuştur. Ölüm nispeti %30’un üstünde olup, eş, dost ve akrabalarla, her tür­ lü haberleşme yasaktır.


c) Stalinogorsk Kadınlar Kampı: Yaşama şartlarının son derece ağır oluşu, gıdanın bozukluğu ve azlığı ile tat­ bik olunan şiddetli ceza sistemi ile önde gelmektedir. Kadın mahkumlar, Tula bölgesindeki demir ve kömür madenlerinde çalıştırılmaktadırlar. d) Vorkuta Kampları: Vatana ihanet ve askerlikten firar suçlularını barındırmaktadır. Ölüm nisbetinin yük­ sekliği ile ün salmıştır. e) Uzak Doğuda Komsomolsk civarındaki kamp; Sovyetler Birliğine sadakatsizlikten dolayı mahkum edi­ len kadın ve erkeklerle doludur. 25 seneye hüküm giymiş bu kimseler açlıkla, soğukla mücadele etmek yetmiyor gibi, dayak, eziyet ve işkenceye de taham­ mül etmek zorundadır. Ölüm nisbeti yüksektir. f) Hazar denizinin sahilindeki Pronvinsk Kampı. Kızılorduya katılmak istemeyen Türkistanlı Türklerle do­ ludur. g) Krasnoyarsk Kampları: Onbine varan hükümlüleriy­ le ve sağlık durumunun kötülüğü ile meşhudur. Ne doktoru ne ilacı, ne de hastanesi vardır. h) Kuzey Sibirya’daki aşağı Yenisey Kamplarında dola­ şan rivayete göre; Kuzey Buz Denizi sahillerinde esra­ rengiz bir kamp daha vardır ki burada Okyonusun ta­ banında işletilen madenlerde binlerce insan çalıştı­ rılmaktadır Bu mahkumlar yalnız yer altında çalış­ makla kalmayıp, aynı zamanda bütün ömürlerini orada geçiriyorlar. Bu kampa sürülme, tedrici ölüme mahkum edilme demektir. Girenlerden biri sağ çık­ mamıştır. Büyük asansör, hergün yeryüzüne, ancak tekrar gömülmek üzere cesetler çıkarmaktadır. i)

Doğu Sibirya’daki Zahamensk kampı da Moskova


bölgesinden götürülmüş mahkum çocuklar ile meş­ hurdur. Buradaki kız ve erkek çocuklar, madenlerde ve sanayi hizmetlerinde çalıştırılırlar. Daha nice nice kamplar ve mahvolan milyonlarca in­ san!.. Bir de gizli kalmış ve hür dünyaya ulaşamamış insan­ lık faciaları ile dolu yarım yüzyıldan fazla bir süre var... Bu süre içinde yaşayan insanların, bilhassa Ölüm Kampların­ daki mahkumların ve bunların geride bıraktıkları aileleri­ nin hayatlarını dramatize etmeye ne derecede imkan var, bu bilinmiyor. Ancak, bilinen tek bir şey varsa, Sovyet Rus­ ya’nın Ölüm Kampları sayesinde yaşadığıdır. Şu halde, Sov­ yet Rusya’nın temelindeki harç; milyonların kanı, teri ve gözyaşından başka bir şey değildir...



IX . B Ö L Ü M

SONUÇLAR



SONUÇLAR Sovyet idarecileri, şimdiye kadar yapmış oldukları bütün açıklamalarda: “komünizm”in, ülkedeki burjuvaziyi tama­ men ortadan kaldırdığı iddiasını gütmüşlerdir. Burjuvazinin ortadan kaldırılması, ekseriyetinin Ölüm Kamplarına sürül­ mesi ile mümkün olmuştur, bu bir gerçektir. Şu halde ortaya bir soru çıkmaktadır: Ölüm Kampları, sadece burjuvazinin tasfiyesi için bir vasıta olarak mı düşünülmüş ve kurulmuş­ tur? Sovyet idarecileri bu soruya olumlu cevap vermektedir­ ler. Ama, bir de durumun gerçek iç yüzünü incelemek gere­ kir. Çarlık ve Sovyet Rusyası arasında bir mukayese yapılacak olursa, gözler önüne kocaman bir Sovyet yalanı serilir: ÇARLIK RUSYASINDA HALK (1913) işçiler, memur ve müstahdemler Çiftçiler (özel mülk sahipleri)

: ........... % 16.7 : ........... % 65.1

Burjuvazi (hali vakti yerinde olan şehirli: ........... % 15.9 Çeşitli unsurlar : ..............% 2.3 SOVYET RUSYASINDA HALK (1939) işçiler, memur ve müstahdemler Kolhozcular, kooperatif üyeleri

: ........... % 49,7 : .......... % 46,9

Bağımsız çalışan çiftçiler Bağımsız çalışan sanatkarlar Çeşitli unsurlar

: ............. % 1,8 : ............. % 0,8 : ............. % 0,8

Çarlık Rusyasında, 1913 tarihinde ölüm Kamplarında 32.757 mahkum bulunuyordu. Bunların ancak 5.000’i siya­ si mahkumdu.


Sovyet demografisinde söz sahibi sayılı otoritelerden olan Former, 6.790.000 gibi büyük bir nüfus kitlesinin Sov­ yet istatistiklerinde ne müstahdem, ne de emekli olarak gözükmediğine ve 1926 ile 1939 istatistiklerinde ise hiçbir gruba dahil olmayarak gösterilen 10.000.000’luk bir fazlalık göze çarptığına dikkati çekiyor. Aradaki farkların, kamplar­ da çalışanların nüfus sayımında gösterilmediğine işaret et­ tiğine inanan Former, tahmininde yanılmamaktadır. Sov­ yet devrinde Ölüm Kampları hakkında bir fikir verebilmek için herhangi bir ölüm Kampını, mesela Karlag kampını ele alalım. Karlag kampı kurulur kurulmaz oraya derhal 30 bin mahkum yerleştirilmişti. Sene itibariyle mahkum artı­ şını gösteren tablo konu açısından oldukça anlamlıdır. Yıl.............................................Bin hesabı 193 5 ..................................................35-40 193 6 ................................................. 40-45 193 7 ................................................. 45-50 193 8 ................................................. 60-65 193 9 ................................................. 70-80 194 0 ................... ..............................80-80 194 1 ..................................................... 100 Görüldüğü üzere mahkumların sayısı altı yıl zarfında hemen hemen üç misli artmıştır. 1941 yılındaki mahkum sayısına bir kısım Alman savaş esiri de dahildir. Ancak, ölüm Kamplarındaki sayısı mühim bir yekun tutan ölüm vak’alarmı da gözden uzak bulundurmamak lazımdır. Ger­ çekte mahkum miktarı, cetveldekinden çok yüksek olmuş­ tur. Aynı kampta, 1941 yılında mahkum olarak bulunanla­ rın mahkumiyet kategorileri de dikkati çekmektedir:


inkılap aleyhtarlığı Adam öldürme Yaşayış ve hizmet “Vatana ihanet” edenlerin aile efradı olmak

: ...% 25 25 :....% 10

Bu sınırlı rakamlar bile, günahsız olarak bu kamplara alınanların ne kadar fazla bir yekun teşkil ettiğini ispat için yeterlidir. Komünist sistemden evvel, Çarlık devrindeki mahkum sayısı ile Sovyet devrinin mukayesesi yapıldığında ortaya çıkan sonuç, bu iki devir arasındaki korkunç farkı göstermektedir. Yukarıda da görüldüğü üzere, 1939 yılında Sovyet Rusya nüfusunun % 96,6’sı, Sovyet rejimine bağlı "emekçi” lerden ibaretti. Ve aynı tarihte ölüm Kamplarında 7.000.000 mahkum bulunuyordu. O halde, 1939 yılından sonra ölüm Kamplarındaki mahkum sayısı 20.000.000’a na­ sıl ulaşmıştır? Aradaki bu muazzam farkı, geriye kalan % 3,4 ile izah etmek ne ile mümkün olur? Cevap ortadadır: Sadece ve sadece meşhur Sovyet yalanı ile!.. ölüm Kamplarında “ölüm” durumuna gelince söyle­ necek çok söz vardır. Bu konuda hemen bütün ilgili araştır­ macılar, sadece 1917-1947 devresinde ölüm Kamplarında 21.000.000 insanın hayatlarını kaybettiği hususunda bir­ leşmektedirler. Bu korkunç rakam sadece Ölüm Kampları­ nın bahtsız kurbanlarına aittir. Ya diğer kurbanlar; “genocide” uygulanarak ortadan kaldırılmak istenen milletler, kur­ şuna dizilenler, hapisanelerde çürüyerek ölenler?.. Onların da sayılarının yine aynı tarihler arasında 42.000.000 olduğu ifade edilmektedir. Bu rakamlar, belki biraz abartılı görüle­ bilir. Ancak, ölüm Kamplarının bulunduğu ülke, rastgele bir ülke değil; Sovyet Rusya’dır. Bu isim bütün tereddütleri silmek için kafi değil midir?..


Bütün bu rakamlara dayanılarak söylenilebilir ki: Ko­ münist düzenin kuruculuk işi, halkın hayatı kuvvetleri he­ sabına yapılmaktadır. Köylüleri devletin bir kölesi haline getirmek, ölüm Kamplarındaki mahkumların bedava eme­ ğinden faydalanmak, emek üretimini en aşağı bir seviyeye indirmek, üretim ölçü ve normlarını yüksek tutmak sure­ tiyle Sovyet idarecileri, birikme hızını daima arttırmaya ça­ lışmışlardır. Şevki Bektöre, hatıratına "Volga Kızıl Akarken” ismini verirken şöyle diyordu: “Çarlık devrinde Volga, mahkumların teri ile sulanırdı, oysa komünist diktatörlüğün kurulmasından sonra mah­ kumların kanı, Volga’yı kızıla boyanmıştır.” Volga-Don, Türkmenistan kanalları, Kublişev, Volgagrad hidroelektrik santraları, Sovyetler çapında muazzam imar işleri hep, günahsız mahkumların meydana getirdik­ leri şahaserlerdir. Bütün yapılan işler, süngü zoru ile yaptı­ rılmıştır. Bu eserler, bu yolda kurban giden milyonlarca in­ san ölüsünün meydana getirdiği bir temel üzerine kurul­ muştur. Bugün, “Sovyet" ortak adı ile bilinen iki Rusya’nın mevcudiyetini iddia ve ispat edebiliriz. Biri, hür insanlar Rusyası: yabancıların görebildiği, tiyatroları, baleleri, aya giden füzeleri, metroları, fabrika ve binaları ile göz boya­ yan Rusya!.. Diğeri hükümlüler, esirler Rusyası. Tel örgüler arkasında gözetleme kuleleri ile süngülü muhafızlarıyla zulüm ve işkencenin bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü dev­ let köleleri Rusyası!.. Daha nice nice mukayeseler ve ortaya çıkan korkunç sonuçlar!.. Rusya ve peyk devletlerinde ölüm Kampları ile gelişen esaret, Sovyet ekonomisinin temel direği olmuştur.


Esaret sistemi, Sovyet idarecilerini iktidarda kılan muaz­ zam siyasi polis teşkilatıyla varlığını sürdürebilmektedir. "Esir Devleti” olmak komünizmin ruhuna aykırı düş­ mek demek değil midir? Ama, Sovyet idarecileri bunu ka­ bul etmek istemiyorlar. Esaret usullerine dönmekle Sovyet hükümeti, komünizmi felsefesinden ve siyasetinden uzak­ laştırmıyor; bilakis, Rusya içinde ve dışında her türlü vası­ ta ile, komünizm ateşini tutuşturmaya, beslemeye, büyüt­ meye ve korumaya çalışıyor. Yalnız bu tutuşturup yakmaya çalıştığı geçmiş yılların yumuşak ve hayallerle süslü komü­ nizm felsefesi değil, sınırsız bir baskı, kölelik ve esaretten ibaret, günün gerçeklerine uygun komünizm anlayışıdır. Bugün, komünizm rejimi ancak süngü gücüyle ayakta durmaktadır. Süngü kaldırılacağı takdirde, bu rejimin bir anda çökeceği muhakkaktır, ölüm Kampları ile birlikte ko­ münizm, Sovyet halkının üzerinde öyle bir etki yaratmıştır ki halk süngünün kaldırılmasını dahi beklemeyecek du­ rumdadır. 1961'den beri akıbeti meçhul Sovyet şairi, Yesenin-Volpin, bu konuda söylenebilecek olan en güzel son sözü vatandaşları adına söylerken şöyle diyordu: “Hey hemşehrilerim İnekler ve Öküzler! Bakın bir hele, Bolşevikler size ne ettiler! Fakat, tekrar korkunç bir savaş göreceğiz, Ve yepyeni devirler kapımızı çalacak.... "... Eğer ben bu savaşa ve açlığına dayanabilirsem, Belki o zaman bir sene daha beklerim, Büyüdüğüm ve kamçıdan çok korktuğum, O pek çirkin yerleri bir teftiş ederim.


Ukhta ve Ustvym hapisanelerinden Kalan bir avuç arkadaşla sohbet ederim. Fakat trenler tekrar işlemeye başlayınca, O zaman Rusya’yı ebediyen terkedeceğim. Ve mutlak surette emin olacağım ki, Rusya’ya küllerimden en küçük bir parça bile gitmeyecek” Kendisi belki ölüme, fakat duygu ve fikirleri hürriyete doğru giden bu sovyet vatandaşının şiirinden gözler önünene serilen; ölüm Kamplarının sahibi Sovyet Rusya’nın gerçek içyüzü ve vatandaşlarının tek ve tüm duygusu!..


HÜR DÜNYADAÖLÜMKAMPLARI HAKKINDAİTİRAF VE İFŞAATLARA GÖSTERİLEN İLGİ VE TEPKİLER



HÜR DÜNYADA ÖLÜM KAMPLARI HAKKINDA İTİRAF VE İFŞAATLARA GÖSTERİLEN İLGİ VE TEPKİLER ölüm Kamplarında yaşamış olup, Batıya sığınmaya muvaffak olanlardan bir kısmının yazmış ve yayınlamış ol­ dukları hatıratlarının dışında, bu konu ile ilgili ulusalararası anlamda birkaç teşebbüs de yapılmıştır. İlk teşebbüs, Birleşmiş Milletlerdeki İngiliz delegasyo­ nu tarafından yapılmıştır. 1949’da Sovyetler Birliğinin "İs­ lah Edici Hizmetler Kodeksi”, İngiliz delegasyonu tarafın­ dan çok etkili olarak açıklanmıştır. İkinci teşebbüs ise şöyle olmuştur: 1953 yılında Birleş­ miş Milletler tarafından teşkil edilen bir komisyon (Hindis­ tanlı bir avukat, bir Norveç Yüksek Mahkeme üyesi, bir Po­ lonyalI eski Dışişleri Bakanı) verdikleri raporda; Sovyet ekonomisi üzerinde esir işçilerin etkili olduğunu kabul et­ mişlerdir. Diğer bir teşebbüs Amerikan İşçi Sendikalarının: “Free Trade Union News AFL-CIO” adındaki resmi organının Ni­ san 1968 tarihli (4. Cilt, 12. sayısında, Sovyetler Birliğinde­ ki ölüm Kamplarının son durumu anlatılmakta ve Ukray­ na’dan Kamçatka Yarımadasına kadar 56 tane Ölüm Kampı bulunduğunu yazmaktadır. Dergideki ilgili makaleye göre, bu kamplarda 1.120.000 esir (siyasi mahkûm) çalıştırıl­ maktadır. Bunlarm çoğunlukla Baltık memleketlerinden, İkinci Dünya Savaşından sonra Rusya’ya eklenen Polonya topraklarından, Besarabya’dan ve Bukovina’dan sürgün


edilen insanlar olduklarını bildirmektedir. Diğer bir husus olarak da; mahkumiyet sürelerini tamamlayan esirlerin, bir daha memleketlerine bırakılmadığı ve çalıştığı yere ya­ kın oturmaya mecbur edildiğini belirtmektedir. Çünkü bunlar artık hür(!) işçi olmuşlardır. Başta Fransa olmak üzere bazı hür ülkelerde, Ölüm Kamplarının içyüzünü açıklar mahiyetteki yazı ve eserlere büyük çapta tepki gösterilmiştir. Bilhassa tasfiyelerin gizli kalması için insanüstü gayretler sarfedilmiştir. Bu tepkiler arasında en sık görüleni; yazılan bu eserlerin türlü iftira ve yalanlarla dolu olduğu ve bunun batılılar tarafından kasden yazıldığı iddiaları olmuştur. Şurası da muhakkak ki, bütün bu tepkilerin tek bir istisna olmadan hep “Komünist Partisi” üyeleri tarafından geldiği bilinmektedir. Bu konuda bilhassa Fransız komünistleri çok ileri git­ mişlerdir. Hatta, “Hürriyeti Seçtim” adlı eserin ünlü yazarı Victor Kravchenko aleyhine dava dahi açılmıştı. Fransız Komünist Partisi, yazarın iftira üzerine bu kitabı kaleme al­ dığını ve bunun bir Amerikan yazarı tarafından da iddia olunduğunu söylemiş ve bunu “Lettres Trancaises” adlı Fransız dergisinde bütün detayları ile açıklamıştır. Hatta kitabın Amerikan ÖSS Teşkilatı tarafından kaleme alındığı bile ileri sürülmüş, fakat mahkeme bir skandal şeklinde ko­ münistlerin aleyhindeki kararla sonuçlanmıştır. iddia sahibi Amerikalı yazar Sim Thomas adında biri var mı yok mu, pek bilmiyoruz ama mahkemeye çıkarılma­ dığı kesin olarak malüm. Bunun için de Thomas'ın uydur­ ma bir isim olduğuna inanmak gerekiyor. Mahkemeye bir­ çok Fransız yazar, sadece Stalingrad savaşının hikayelerini anlatarak, halkın ve yargıçların heyecanına hitap etmişler


ve böylece mahkeme esaslı bir fiyasko halinde sona ermiş­ tir. Sovyet hükümetinin gönderdiği şahitlerle birlikte ma­ hallen tedarik edilen şahitler, Ölüm Kamplarındaki hayat şa_ darının iyi olduğunu ispata çalışmışlarsa da bunda başa­ rı elde edememişlerdir. Hele Rusya’dan gelen şahit, General Yabir ve Lybçenkonun akıbetlerinden haberdar olmadığını söylemesi, UkraynalI yüksek bir memurun bu işleri tama­ mıyla bilmemezlikten gelmesi, dinleyiciler üzerinde çok fe­ na etkiler yaratmıştır. Kendi bölgesinde ileri gelen bir sana­ yici olduğu için maiyetinde çalışan mühendis ve teknisyen­ lerden haberdar olmadığını söylemesi, bu adamın yalancı şahit olduğunu bütün açıklığı ile meydana koymuştur. Kravchenko, davayı kazanmış ve müdafaa avukatı bir sosyalist milletvekili olan Izardda böylece Fransa’da meş­ hur olmuştur. Fakat Fransız solcuları, bu gibi gerçekler kar­ şısında dahi fikir değiştirmek şöyle dursun yine eski iddi­ alarında ısrarla duruyorlar ve Rusya’daki Ölüm Kampların hayatının buralara sevkedilenler üzerinde ıslah edici etki­ lerinden bahis etmekte devam ediyorlardı. Hatta, ünlü Fransız romancısı Jean-Paul Sartre, Fransızların Cezayir’de işkence metotları izlediklerini itiraf, fakat Rusların bu usu­ le asla yeltenmediklerini iddiada ısrar etmiştir. Türkiye’de Ölüm Kampları hakkında en tesirli açıkla­ ma Yusuf Yıldırım tarafından yapılmıştır. 1941’de inandığı ideal ülkesine, kızıl cennete (!) kaçan Yusuf Yıldırım, 1970 yılında çeşitli yollardan Türkiye’ye dönmeye muvaffak ol­ muştur. Yıldırım, “inanmıştım!” adını verdiği hatıratında • altı yıl kaldığı Ölüm Kamplarından da bir bölüm halinde bahsetmektedir. Bu hatıratın Türkiye’nin en yüksek tirajlı


gazetesi olan "Hürriyet” de yayınlanması, bu konuda Türk halkının bilinçlenmesine yol açmıştır. SONSÖZ Dünyanın dünkünden farklı olmasına rağmen Stalin’in kurduğu sistem bugün yerindedir ve eskisinden daha kuv­ vetlidir. Hiç şüphesiz ölüm Kampları eskisine oranla çok değişmiştir. Fakat komünizm gibi totaliter bir rejimin bu kampları tamamen kaldırmasına da imkan yoktur; zira re­ jimin otoritesi kuvvet ve baskıya dayanmak mecburiyetin­ dedir. Sovyet sistemi totaliter kaldığı sürece ya terörü azal­ tacak veya şiddetlendirecek; ya ölüm Kamplarındaki mah­ kumları serbest bırakacak veya tekrar toplayacaktır. Çünkü bu sistemde halkın liderler üzerinde bir kontrol kuvveti yoktur ve liderler istedikleri gibi hareket edebilmektedirler. Bugünkü sistemin yıkılabilmesi için Sovyet Rusya’da li­ beralleşme akımının gelişmesi gerektiğini söyleyen tanın­ mış Sovyet yazarı Andrey Amalrik, sözlerine devamla: “Böylece bir İdeoloji, aydınlarla, genel olarak fena yaşama­ yanlar arasında revaçtadır” diyor. Ya dana fena yaşayanla­ rın ideolojik durumu? Bunun da cevabını bir araştırmacı şöyle vermektedir: p

“Görünürde ateş yok, ateşlenmeye müsait yığınlar var. Zamanı gelince, iç ve dış olayların çakacağı bir kibritle tutu­ şacak olan bu yığınlar muazzam bir yangın doğuracaktır.” Sovyet sözcülerinden Çlenov, Sovyet hapisane ve Ölüm Kampları hakkında şöyle demektedir: “Buraları suç okulu değil, birer sosyal doğrulma okuludur.” Tolstoy ise: “Hapis­ te yatmamış insan, devletin ne idüğünü bir türlü anlayamaz”diyordu. Gerçekten de Çlenov’un teşhisi(!) doğru çık­


mış, Ölüm Kampları, Rusya’nın sosyal hayatındaki doğrul­ manın demokrasi ile gerçekleşebileceğine inanan milyon­ larca talebe(!) yetiştirmişti. Ve Tolstoy’un dediği gibi bu milyonlar, devletin ne idüğünü pekala anlamışlardı. Kısa­ cası böyle bir dünyada yaşamak ve gelecek nesillerin haya­ tını garanti altına almak için bu talebeler(l) bu uğurda dö­ vüşmekte ve mücadele etmektedirler. ölüm Kamplarından yetişen istidatlı bir talebe (!) olan Anatoly Marchenko'ya, büyük hocası Yuli Daniel, mahku­ miyet bitiminde mezuniyet diploması (!) olarak bir kitap hediye eder ve şu sözleri yazar: “Umumiyetle kamptaki her şey o kadar fena değildi. Gerçi bir kulağın sağır oldu ama gözlerin açıldı. Bununla gurur duyabilirsin. Çünkü her gözü açık olan insan her şe­ yi kolay göremez.” Kamp mezunu Marchenko, böylece meslek (!) hayatına atılır. “İşte Delillerim” adlı kitabını hazırlar ve Batıya kaçı­ rır. Yazıları bütün Rusya’da elden ele dolaşır. 1968’de Çekoslavakya işgalini, sert bir dille kaleme aldığı, 2.000 keli­ meyi bulan mektubu ile protesto eder. Protestoda der ki: “Memleketim adına utanç duyuyorum.” Bir hafta sonra tu­ tuklanır ve tekrar ölüm Kamplarına gönderilir. “İşte Delillerim” adını verdiği kitabının giriş kısmında da belirttiği gibi kamptaki grup başkanı yüzbaşı Usov bir gün kendisine şunları söylemiş: “Marchenko, sen hiçbir şeyden memnun olmuyorsun.... Bütün yapmak istediğin şey sadece kaçmak... işlerin düzelmesi, yoluna girmesi için ne yaptın şimdiye kadar?” Marchenko sözlerine şöyle devam ediyor: “Bütün bu yazdıklarımdan sonra bir gün tekrar yüzbaşı Usov ile karşı­


laşırsam ona şunları söyleyeceğim: Elimden gelen, gücü­ mün yettiği her şeyi yaptım, işte yine buradayım.” Ölüm Kampları öylesine talebeler(!) yetiştirmiştir ki bu talebeler(!) gerek yazı gerekse şiirleri ile inandıkları dava uğrunda ölesiye çalışmaktan, mücadele etmekten çekin­ memişlerdir. Bunlardan metamatik doktoru Yesenin-Volpin, 1959 yılında büyük bir ümitsizlik fakat o oranda bir ce­ saretle şu satırları yazıyordu: “Aslında ancak akli dengesi bozuk bir kimse Sovyetler Birliğinde aşırı kızgınlık duymadan yaşayabilir. Eğer böyle olmasaydı, komünistler sınırlarını bugün olduğu gibi mü­ hürleyip kapatmazlardı. Stalin devrinde halkı başka türlü tutamazlardı. Şimdi metotlar başka ama büyük bir değişik­ lik yok. izafi olarak kazandığımız hürriyet (ki bu, başka ül­ kelerden gelenlerin nazarında en utanç verici bir köleliktir) dahi bizim cemiyetimiz tarafından kazanılmış değildir. Başka bir deyimle, bu hürriyet, “Komünist Kilisesi” (Komü­ nist Partisi) tarafından halka daha müreffeh ve medenice bir hayat yaşaması amacıyla verilmemiş, kedi ile farenin mücadelesini andıran bir şekilde elde edilmiştir.” Yesenin-Volpin 1953 Aralık ayında Karaganda’dan Moskova’ya ilk döndüğü günlerde bitirdiği bir şiirinde ise şöyle söylüyor: * “Neler beklemiştim, neler, Fakat şimdi, Bilmiyorum bile, Niye yaşadığımı, Ve bu menhus Moskova’da oturan Vahşi Canavarlardan ne istediğimi.” “Vahşi Canavarlardan” kat’iyen korkmayan Yesenin-


Volpin, bir ara mücadele gücünün azalmakta olduğunu hissediyor ve niyetini şu mısrarlarla dile getiriyor: “Yabancı bir ilde kederliydim, Fakat şimdi Moskova’ya döndüm; Ama bir damla dahi Memnunluk duyamıyorum, Acı anılar gerçi gitti, Ama elimde olsa, Kozmopolit bir kimse olan ben, Tercihan yabancı bir memlekette yaşardım.” Halen hür dünyada yaşayan Aleksandr Soljenitsin’in çe­ şitli dillere çevrilen ünlü romanı: “tvan Denisoviç’in Hayatın­ da Bir Gün” Nobel armağanı kazanmış ve filme dahi alınmış­ tır. Bu romanda Soljenitsin, uzun yıllar mahkum olarak bu­ lunduğu Ölüm Kamplarındaki bir günlük hayatı anlatılmak­ tadır. Soljenitsin, romanları ve arada sırada yaptığı siyasi çı­ kışları ile Sovyet idarecilerinin tutamayacağı kadar meşhur olmuştur ve bunun sonucunda sınırdışı edilmiştir, ölüm Kamplarının bu müseccel talebesi(!) mücadelesini bugün dahi büyük bir cesaretle ve bütün şiddetiyle sürdürmektedir. Bu arada halen Ölüm Kamplarında olan veya kampla­ rın devamlı müdavimi olan Sovyet aydınlarının tanınması, anti-sovyet cereyanın ve Ölüm Kamplarının dolayısiyle Sovyet Rusya’nın geleceği açısından önemlidir. Bunlardan bazılarının isimleri: Yuli Daniel, Andrey Siniavski, Yuri Galanskov, Peter O. Grigorenko, Aleksandr Ginzburg, Yuri Sukeviç, Victor Krasin, İs­ mail Yazıcıoğlu, Reşat Bayramoğlu, Rolland Kadıoğlu, Rıdvan Gafaroğlu, izzet Hayırlıoğlu, Ilya Gabay, Mustafa Cemiloğlu, Ömer Bayramoğlu, Andrey Amairik, Krodid Lubarski v.s.


Bu kadronun faaliyetlerine bazen yabancı uyruklu ta­ lebeler de katılmaktadır. Bunlar da Ölüm Kamplarına ayırdedilmeden gönderilmişlerdir. Bunlar arasında İtalyan va­ tandaşı Teresa Marinuzzi ve Valtenio Tacchi sayılabilir. Yukarıda isimleri geçmeyen binlerce aydından başka burada adı geçmeyen hapishane ve akıl hastanesinde kontrol altına alınmış yüzlerce aydın vardır. Bugün, Ölüm Kamplarında hiç olmazsa bir iki sene yaşamaya muvaffak olanlar bile, bu harekete katılmaktadır. Artık bu hareket, heyecanın ve sonsuz kinin ürünü olmaktan çıkmış, kadro hareketine dönüşmüştür. Ölüm Kamplarından yetişen talebeler(!) kararlıdır ve bu hareket Sovyet Rusya’nın müstak­ bel akıbetine kadar bütün şiddetiyle devam edecektir. Ün­ lü Sovyet yazarı Valery Tarsis, Ölüm Kamplarında ve akıl hastanelerinde bulunan ve diğer, sözde hür olarak yaşayan ülküdaşlarının kesin hedefini şöyle çiziyor: “Komünistler vatanımı çaldılar. Vatanımın ruhunu çal­ dılar. Ama bu böyle devam etmeyecek. Rus halkı son kırk yıl içinde kendisine reva görülen işkencelere boyun eğme­ yecek. Buna inanıyorum, özellikle genç nesiller isyan için­ de bulunuyorlar. Gençler, bu haksızlığın devamına, eski nesiller gibi tevekkülle katlanmayacaklar.” “Batının beni silah olarak kullanması, bu bakımdan benim Batıyı silah olarak kullanmam demektir. Aynı za­ manda ortak bir savaş veriyoruz. Vatanımı ve onun ruhunu çalanlara karşı veriyoruz bu savaşı. Sonunda kazanacağız.” Ünlü Sovyet romancısı Igor Gouzenko, "Bir Devin Düşü­ şü” romanında rüyalarındaki yarının tasvirini şöyle yapıyor: "... bir rüya, güzel bir hakikat olacak; hürriyet ve adalet birer hayal olmaktan ebediyen kurtularak temiz elleriyle


insanların ve milletlerin kutsal hayatlarını koruyacak; şid­ det ve zulüm gibi sözler, anlamlarını yalnız tarihçilerin bi­ leceği kelimeler olarak kalacaktır.” Bütün bu örneklerden sonra ortaya tek bir sonuç çık­ maktadır. O da; Ölüm Kampları ile kurulan ve ölüm Kamp­ larının sayesinde ekonomik gelişmesini hızlandıran Sovyet Rusya, bir gün yine Ölüm Kampları yüzünden yıkılacaktır. Bugün, Sovyet idarecileri tekrar Stalinizm ilkelerine dönüş çabası içinde bulunuyorlar. Sebebi gayet basit: Kruşçev ile başlayan “buzların erimesi” kısa zamanda Sovyet Rusya’da çok sesli çatırtılara sebep oldu ve sosyal hayatında birçok çatlak meydana geldi. Bunları tamir telaşı içinde bulunan Sovyet idarecileri, bir gün gelecek ki, bütün tedbirlerin bo­ şuna olduğunu görecekler. Çünkü, sadece aydınlar değil, proleterya da bu konuda bilinçlenmiştir. Bunun en canlı örneğini yurda dönme faaliyetlerini görülmemiş bir teşki­ latlanma ile sürdüren Kırım Türklerinde görmekteyiz. Kısa ve özlü olarak diyebiliriz ki; Sovyet Rusya, her du­ rumda, 21 milyon insanın kanına giren Ölüm Kampları ile 20. yüzyılın ESlR devleti olarak tarihe geçecektir. DİPNOTLAR 1

Tacmurat, M urat: Genocide in the USSR. 27. s., 1958 M ünih.

2

Kınm al, D. Ediğe: Kırım ’da Topyekün Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. sayı, 18 s., 1956 M ünih. Ruskaya M isil, 8 Kasım 1947 Paris; Bala, Mirza: Sovyet R ejim inin Kırkın­ cı Yıldönüm ünde. Dergi, 11. sayı, 7. s., 1957 M ünih.

3 4

5

Taymas, Abdullah Battal: Rus ih tila lin d e n Hatıralar. Ötüken yayını, 1968 İstanbul; Taymas: Ben Bir Işık Arıyordum . 1962 İstanbul; Sanay, Recai: Kızıl Rusya’da Bir T ürk Kadını. Nebioğlu yayını, İstanbul; Bek töre, Şev­ ki: Volga Kızıl Akarken. 1965 Ankara; Kavchenko, Victor: H ürriyeti Seç­ tim . Çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaim ler yayını, İstanbul. Sanay: a.g.e. 81-82, s.


6

Kravchenko: a.g.e. 25. s.

7

Dobb, Maurice: 1917’den Buyana Sovyet Ekonom isinin G elişim i. 149. s., 1968 İstanbul.

8

Tatmanlı: Kırım’da Açlık Felaketinin Hakiki A m illeri. Emel, 3. sayı, 9-17. s.; 4. sayı, 6-13. s.; 7. sayı, 7-14. s., 1933 Köstence.

9

Turgut, Mehmet: Taşkent’e Doğru. 138. s., 1969 Ankara.

10

Dobb: a.g.e. 137. s.

11

Dobb: a.g.e. 137.s.

12

Alec, Nove: Yedi Yıllık Sovyet Planı. 13. s., 1961 Ankara.

13

Turgut: a.g.e. 138. s.

14

Kurat, Prof. Dr. Akdes Nim et: Türkiye ve Rusya. D.T.C.E yayını, 649-672, s., 1970 Ankara.

15

B ullit, VVilliam C.: Asıl Büyük Dünya. Nebioğlu yayını, 72. s., İstanbul.

16

Smith, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioğlu yayını 73. s., İstanbul.

17

B ullit: a.g.e. 34. s.

18

Smith: a.g.e. 73. s.

19

Conquest, Robert: Sovyet Rusya’da Tarım İşçile rinin 50. Yılı. 38. s., 1971 Ankara.

20

Conquest: a.g.e. 39. s.

21

Russkaya M isil Gazetesi, 8 Kasım 1947 Paris.

22

Gencer, A li İsmet: Neden Kom ünizm e Karşıyız? Türk Devrim Kurum u yayını, 65. s., 1966 Ankara.

23

Conquest: a.g.e. 39. s.

24

Aleksandrov, G rigoriy: Istrebleniye Krim skib Tatar. Sostsialistiçeskiy Vestnik, 3. Sayı, 51. s., 1950 NevvYork.

25

Conquest: a.g.e. 39. s.

26

Yarkın, Prof.Dr. İbrahim : T ürkistan’da Rusya’nın Sömürge Siyaseti. Türk Kültürü, 6, cilt, 69. Sayı, 672. S>, Temmuz 1968 Ankara.

27

Kırımal, Dr. Ediğe: Der nationale Kam pf der Krim türken. 292-293. s., Emsdetten/VVestf, 1952.

28

Kırımer, Cafer Seydahmet: K ırım al’ın yukarıda adı geçen eserine yazdı­ ğı Özsözde (26. s).

29

Murskıy, Volodim ir: Yeni Rusya’nın IçYüzü. 62. S., 1932 İstanbul.

30

Murskiy: a.g.e. 62.s.

31

Conquest: a.g.e. 27. s.,; Turgut: a.g.e. 141. s.

32

Dobb: a.g.e. 245. s.

33

Spuler, Bertold: Die K rim unter ressicher Herrscbacft, Blick in die Wissenscbaft, 8. Sayı, 1948 Berlin.


34

Murstıy: a.g.e. 62. s.

35

Conquest: a.g.e. 28. s.

36 37

Murskıy: a.g.e. 63. s. Conquest, Robert: Büyük Tedhiş. (Çev. Nüzhet Baba), D urum yayını, 103. s., 1969 Ankara.

38

Smith, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioglu yayını, 75. s., İstanbul.

39

Aydınlı, Ahmet: Sovyet Espiyonaj Organizasyonları. Türkiye Ülkücü Gençlik, 11. sayı, 1971 İstanbul. Kiseliov-Gromov: Lageri. Smerti v SSSR. 1936 Şangay.

40 41 42

Dallin, David J.: Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da M ecburi Çalışma. 42. s., 1951. Solonevich, Ivan: Russia in Chains and Escape from Russian Chains. 1938 Londra.

43

Dallin: a.g.e. 55. s.

44

Murskıy: Yeni Rusya’nın İç Yüzü. 77. s.

45

A bdülham itoğlu: a.g.y.

46

Kravchenko, V ictor: H ü rriyeti Seçtim. (Çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaim ler yayını, 264. S., İstanbul.

47

Bektöre, Şevki: Volge Kızıl Akarken. 143. s., 1965

48 49

Bektöre: a.g.e. 143-144. s. Conquest, Robert: Büyük Tedhiş. (Çev. Nüzhet Baba), Durum yayını, 156. s., 1969 Ankara.

50

Kravchenko: a.g.e. 265. s.

Ankara.

51

Conquest: a.g.e. 156. s.

52

Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının İçyüzü, Dergi, 9. s., 1957 M ü ­ nih.

53 54

Gavey: a.g.y. 114. s. Kırımal, Dr. Ediğe: Kırım ’da Topyekun Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. sayı, 14. s., 1956 M ünih.

55

Akın, İsmail: Bolşevizm Felaketi ve Kırım Halkı Mücadelesi. 8. s., 1947 Bihlendorf.

56 57

Kırım: a.g.y. 14. s. Dallin, David 1.-Nicolaevski, Boris 1.: Sovyet Rusya’da M ecburi Çalışma. 62. s., 1951 İstanbul.

58

Fischer, John: Sovyet Cennetinin İçyüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık yayı­ nı, 125. s., 1947 İstanbul.

59

Yıldırım , Yusuf: İnanm ıştım ! 220. s., 1972 Ankara.

60

• Dallin: a.g.e. 64. s.

61

Conquest: a.g.e. 146. s.


62

VVinterton, Paul: Rusya’nın IçYüzü. 100. s., 1946 İstanbul.

63

Fischer: a.g.e. 124. s.

64

D allin: a.g.e. 66. s.

65

Yalta Konferansında Roosevelt'in siyası m üşaviri olan ve konferansta büyük rol oynayan kom ünist Yahudi Alger Hiss’in sonradan Ruslar hesa­ bına çalıştığı anlaşılmış ve bu yüzden A m erika’da mahkum edilm iştir.

66

Brautigam, Dr. Otto: So bat es sicb zugetragen... Ein Leben als Soldat und D iplom at. Holzner-Verlag, 703. S., 1968 VVürzburg.

67

Devletbey, M.: Şimali KafkasyalIların Drau Faciası. Birleşik Kafkasya, 6. sayı, 23. s., 1953 M ünih.

68

Birleşik Kafkasya, 5. sayı, 5. s., 1965 İstanbul.

69 70

M ısıroğlu, Kadir: Moskof M ezalim i. Sebil yayını, II. cilt, 500. s., 1972 İs­ tanbul. Bu anıt, Batı Avrupa’daki M üslüm anlar Cem iyeti tarafından dikilm iştir. 24 Ekim 1960 Pazar günü açılış töreni yapılan anıtın masrafı, Avrupa’da yaşayan m üslüm anların bağışlarıyla karşılanmıştır.

71

D allin: a.g.y.

72

Conquest, Robert: Sovyet Rusya’da Tarım işçilerinin 50 Yılı. 58. s., 1971 Ankara. Dobb, Maurice: 1917’den Buyana Sovyet Ekonom isinin Gelişimi. 294295. s., 1968 İstanbul.

73 74 75

Ficher, John: Sovyet Cennetinnin Iç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya­ yını, 21. s., 1947 İstanbul. Dobb: a.g.e. 295. s.

76

Zotov, V.: Plan. Khoz. No: 5, 1945 Moskova.

77

Fischer: a.g.e. 19-20. s.

78

D allin: a.g.e. 74. s.

79

Fischer: a.g.e. 19-20. s:

80

D allin: a.g.e. 75. s.

81

Conquest: a.g.e. 59. s.

82

M ironenko, Y.: Sovyetler B irliğ in in Baltık Boyu C um huriyetlerindeki N ü­ fus Demografisi. Dergi, 28. sayı, 77. s., 1962 M ünih.

83

D allin: a.g.e. 9. s.

84

VVinterton, Paul: Rusya’nın IçYüzü. (Çev: Ferda Kocaçimen), 90. s., 1946 İstanbul.

85 86

VVinterton: a.g.e. 91. s. M ironenko: a.g.y. 75-77-78. s.

87

.Bektöre, Emin: Akmescit Faciası. Emel, 37, sayı, 34. S., Kasım-Aralık 1966 İstanbul.


88

Sheehy, Ann: Kırım Tatarları. Emel, 69. Sayı, M art-Nisan 1972 İstanbul.

89

Kırımal, D. Ediğe: Kırım Türkleri, Dergi, 59. Sayı. 14. s., 1970 M ünih; Kı­ rım ’da Topyekün Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. sayı, 16 s., 1956 M ünih.

90

Sheehy: a.g.y.

91

"Kırım ’d a Vaziyet Hakkında”. Kırım, 2. Sayı, 4. S., 13 Aralık 1944 Berlin; “ Kırım H aberleri’’. Kırım , 3. Sayı, 8. S., 10 Ocak 1945 Berlin.

92

93

Kırımal: Kırım T ürkleri. a.g.y., 14. s., Musa, A. Bolşeviklerin Kırım Tatar­ larına Karşı işledikleri Cinayetler. Azat Vatan, 4. Sayı, Haziran 1952 M ü ­ nih. Kırımal: a.g.y.

94

Kırımal: Kırım ’da Topyekun Techir ve Katliam, a.g.y.

95

Kırım Tatarlarının Rus Dostları: Kırım Tatarları Adalet Huzurunda. Novoye Russkoye Slovo, 23 M art 1969 NevvYork.

96 97

Kırımal: a.g.y. Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y.

98

Kırımal: a.g.y.

99

Kırımal: a.g.y.

100 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y. Sheey: a.g.y. 101 Sheehy: a.g.y. 102 Abdülham itoğlu, Necip: Kırım faciasının içyüzü. (Tefrika) Son Havadis, 1973 İstanbul. 103

Sheehy: a.g.y.

104

Kırımal: a.g.y.

105

Spuler, Bertold: Die K rim Uster Russischer Herrscharft, Blick in die Wissenscharft. No. 8 368. s. Berlin.

106 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y. 107 Sheehy: a.g.y. 108

Sheehy: a.g.y.

109 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y. 110 Pines, Richard: M uslim s o f Central Asia, trends and prospects. The M iddle East Journal, 2. sayısı, 1955 Washington (250.000); Sheehy, Ann: Soviet Central Asia and the 1970 Census. Mizan, l.Sayı, 3-13. s., Ağustos 1970 (250.000). 111

Sheehy Kırım Tatarları, a.g.y.

112 Nove, Alec: Yedi Yıllık Sovyet Planı. (Sovyet iktisa di Kalkınma ve Potan­ siyeli Üzerinde Bir Etüd) 11. s., 1961 Ankara. 113 Kırımal, Dr. Ediğe: M u h te lif Haberler. Dergi, 60. Sayı. 78. s., 1970 M ünih. 114 Sheehy: a.g.y. 115 Abdülham itoğlu: a.g.y.


116 Kırım Tatarlarının Rus Dostları: a.g.y. 117 Svobodnıy Kavkaz, 1. Sayı, 32. S., Ekim 1951 M ünih. 118 Hızal, Ahm et Hazer: Kuzey Kafkasya. O rkun yayını, 113-114. s., 1961 An­ kara. 119 Hızal: a.g.e., 114-115. S.; Tokaev, Grigoriy, A.: Soviet Im perialism . 1954 Londra. 120 Kuliev, S.: Ukrainets Ças Gazetesi, 14.10.1952 Paris. 121 Tokaev, G.A.: Hak eto proizoslo, Kavkaz, 7. Sayı, 1952 M ünih. 122 G. B urlutskiy’n in Am erikanın Sesi Radyosu, Avrupa İstasyonundan ver­ diği beyanatın m etni. 1954 M ünih; Karça, Ramazan: Şimali Kafkasya’da Tehcir ve Katliam. Dergi, 5.- Sayı, 45-46. s. 1956 M ünih. 123 Burlutskiy, a.g.y. 124 Karça: a.g.y., 47. s. 125 Hızal: a.g.y., 116. s. 126 Fischer, John: Sovyet Cennetinin İç Yüzü. 97. s., 1947 İstanbul. 127 Öztürkmen, Neriman: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? (tefrika), Son Ha­ vadis, 5 Ocak 1969. 128 Marchenko, Anatoly: İşte D elillerim . Son Havadis, 5 Ocak 1970, İstan­ bul. 129 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 108-109. s., 1965 Ankara. 130 A bdülham itoğlu: a.g.y. 131 Yıldırım , Yusuf: İnanm ıştım ! 213-214. s., 1972 Ankara. 132 Bektöre: a.g.e., 108-109. s. 133 Dallen, D avit J.-Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da M ecburi Çalışma. 29-30. s. 134 Yıldırım : a.g.e. 230-231. s. 135 Marchenko: a.g.y., 9 Ocak 1970. 136 D allin: a.g.e. 35. s.

^

137 D allin: a.g.e. 30. s. 138 öztürkm en, Nerim an: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? Son Havadis (tef­ rika) 1970 İstanbul. 139 M iyançi, M ehrali: Tudey-i der behişti m oud ya heft Sal z ir-i çekiş. 187. s., 1954 Tahran. 140 Yıldırım , Yusuf: İnanmıştım !. 220. s., 1972 Ankara. •141

Yıldırım : a.g.e. 231 -232. s.

142 Fischer, John: Sovyet Cennetinin İç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya­ yını, 125. s., 1974 İstanbul. 143 Kravchenko, Victor: H ü rriyeti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz). Rafet Zaim le r yayını, 222-223. s., İstanbul.


144 M iyançi: a.g.y. 145

Kravchenko: a.g.e. 220. s.

146 Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kam plarının içyüzü. Dergi, 9. sayı, 111. s., 1957 M ünih. 147 Marchenko, Anatoly: işte D elillerim . Son Havadis, 6 Ocak 1970 İstanbul. 148 D allin: a.g.e. 16. s. 149 Ketchum, Richard M .-Brum berg, Abraham. K om ünizm NedirîT.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını 49. s., 1967 Ankara. 150 Öztürkmen, Neriman: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? Son Havadis (tef­ rika) 1970 İstanbul. 151

Öztürkmen: a.g.y.

152 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 119. s., 1965 Ankara. 153 Mora, Sylvester, Zwierniak, Peter: la Justice Sovietique. 49. s., 1945 Ro­ ma. 154

Kravchenko: a.g.e. 220-221. s.

155 Marchenko, Anatoly: İşte D elillerim . Son Havadis, 5 Ocak 1970 İstanbul. 156 Marchenko: a.g.y. 12 Ocak 1970. 157 öztürkm en: a.g.y. 158 Yıldırım , Yusuf: inanm ıştım !. 234. s., 1972 Ankara. 159 M urat Karabaş’la M ülakat. 10.7.1973. 160 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 105. s., 1965 Ankara. 161

D allin, David Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da M ecburi Çalışma. 17. 1951 İstanbul,

162 öztürkm en: a.g.y. 163 Yıldırım , Yusuf: inanm ıştım !. 217. s., 1972 Ankara. 164 Marchenko, Anatoly: İşte D elillerim . Son Havadis, 17 Ocak 1970 İstan­ bul. 165 D allin: a.g.e. 28-29 s. 166 D allin: a.g.e. 28. s. 167 Dallin: a.g.e. 29. s. 168 Dallin: a.g.e. 36. s. 169 Dallin: a.g.e. 37. s. 170 Bektöre: a.g.e. 118. s. 171

Kravchenko, Victor: H ü rriye ti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz). Rafet Zaim le r yayını, 221-222. S., İstanbul.

172

Kravchenko: a.g.e. 221. s.


173 Dallin: a.g.e. 32. s. 174 Mora, Sylvester-Zvvierniak, Peter: La Justice Sovietique. 63. S., 1945 Ro­ ma. 175 Öztürkmen: a.g.y., 11. sayı. 176 Öztürkmen: a.g.y., 9. sayı. 177 Marchenko, Anatoly: işte D elillerim . Son Havadis. No. 8, 11 Ocak 1970 İstanbul. 178 M iyançi: a.g.e. 126. s. 179 Öztürkm en: a.g.y., No. 11. 180 Marchenko: a.g.y., No. 11. 181 M ora-Zwierniak: a.g.e., 31. s. 182 Kavchenko, Victor: H ü rriyeti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaimler yayını, 223. s., İstanbul. 183 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 113. s., 1965 Ankara. 184 Bektöre: a.g.e., 136. s. 185 Karabiber, Osman: Kırım lı b ir T ürk’ün Rusya’daki Maceraları. 78-70. s., 1954 Ankara. 186 Bektöre: a.g.e. 113-114-115. s. 187 Yıldırım, Yusuf: inanm ıştım !. 220. s., 1972 Ankara. 188 Fischer, John: Sovyet Cennetinin iç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya­ yını, 126. s., 1974 İstanbul. 189 Yıldırım : a.g.e., 216. s. 190 Marchenko, Anatoly: İşte D elillerim . Son Havadis. 14-15 Ocak 1970 İs­ tanbul. 191

Marchenko: a.g.e., 15 Ocak 1970.

192 Marchenko: a.g.y., 12 Ocak 1970. 193 Öztürkmen: a.g.y. No: 11. 194 Nimigeanu, D im itru : CehenAem Sınırını Aştı. 1962 Ankara. 195 Bir Rus M ahkum unun M ektubu. Emel, 59. sayı, 43. s., Temmuz- Ağustos 1970, İstanbul. 196 Marchenko: a.g.y., No. 3, 6 Ocak 1970 197 Yıldırım, Yusuf: inanm ıştım !. 234. s., 1972 Ankara. 198 Marchenko: a.g.y., No: 4, 7 Ocak 1970 199 Mora, Sylvester-Zvveierniak, Peter: La Justice Sovietique. 49. s., 1945 Ro­ ma. 200 Kınm al, Dr. Ediğe: M u h te lif Haberler. Dergi, 50. Sayı. 77-78. s., 1967 M ü ­ nih. 201

Marchenko: a.g.y., No: 5, 8 Ocak 1970


202 Marchenko: a.g.y., No: 7, 10 Ocak 1970 203 Marchenko: a.g.y., No: 7, 10 Ocak 1970 204 Marchenko: a.g.y., No. 5, 8 Ocak 1970. 205 Öztürkmen: a.g.y., No: 11. 206 Tchernavin, Vladim ir: I Speak for the Silent Prisoners o f the Soviets. 25. s., 1935 Boston. 207 D allin: a.g.e., 22. s. 208 Dallin: a.g.e., 22. s. 209 Karabiber, Osman: K ırım lı b irT ü rk ’ün Rusya’daki Maceraları. 90. s., 1954 Ankara. 210 Fıscher, John: Sovyet C ennetinin İç Yüzü. (Çev. Fethi Kardeş), Varlık ya­ yını, 126. s., 1974 İstanbul. 211

Karabiber, Osman: K ırım lı Bir T ürk’ün Rusya’daki Maceraları. 84. s., 1954 Aıikara.

212 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 1965 Ankara. 213 öztürkm en, Nerim an: Ruslar Almanya'yı Nasıl Böldü? Son Havadis, No: 1, 1970 İstanbul. 214 Yıldırım , Yusuf: İnanmıştım!. 217. s., 1972 Ankara. 215 Yıldırım : a.g.y. 216 Yıldırım : a.g.y., 232. s. 217 Yıldırım : a.g.e., 234. s. 218 Yıldırım : a.g.e., 232. s. 219 M iyançi, M ehrali: Tudey-i der behişti m oud ya bet Sal zir-i çekiş. 198. s., 1954 Tahran. 220 Bektöre, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 197-198. S., 1965 Ankara. 221

Yıldırım , Yusuf: İnanm ıştım!. 235. s., 1972 Ankara.

222 Şlyab Peremogi gazetesi, 13.1.1956: Karça, Ramazan: Şimali Kafkasya’da Techir ve Katliam. Dergi, 5. Sayı, 48-49. S., 1956 M ünih. 223 Bektöre: a.g.e. 121. s. 224 Bektöre: a.g.e., 124. s. 225 Smith, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioğlu yayını, 76-77. S., İstanbul. 226 Yıldırım : a.g.e., 221. s. 227 Yıldırım : a.g.e., 222. s. 228 Yıldırım: a.g.e., 224. s. 229

Dallin: a.g.e., 27. s.

230 Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kam plarının İçyüzü. Dergi, 9. sayı, 110. s., 1957 M ünih.


231

Marchenko, Anatoly: işte D elillerim . Son Havadis. No. 13, 16 Ocak 1970 İstanbul.

232 Mora, Sylvester-Zvvierniak, Peter: La Justice Sovietique. 146. s., 1945 Ro­ ma. 233 Marchenko: a.g.y., No: 13-14, 16-17 Ocak 1970. 234 Kirk, Lydia: Moskova M ektupları, (çev. Rahşan Ecevit), 106. s., 1953 A n­ kara. 235 M iyançi: a.g.y. 236 Kirk, Lydia: Moskova M ektupları, (çev. Rahşan Ecevit), 106. s., 1953 A n ­ kara. 237 Gayev, A.: Sovyet Temerküz Kam plarının İçyüzü. Dergi, 9. sayı 110. s., 1957 M ünih. 238

Dallin, David J.-Nicolaevski, Boris I.: Sovyet Rusya’da M ecburi Çalışma. 27. s., 1951 İstanbul. 239 Kiseliov-Gromov: Lageri sim ert v SSSR. 1936 Şangay: Dallin: a.g.e., 42. s. 240 Solonevich, Ivan: Russia in Chains and Escape from Russian Chains. 49. s., 1938 NevvYork. 241

Conquest, Robert: Büyük Tedhiş, (çev. Nüzhet Baba), D urum yayını, 104. s., 1938 NevvYork.

242 Nikonov-Sm orodin: Krasnaya Katorga. 1938 Sofya; Dallin: a.g.e. 42. s. 243 Aydınlı, Ahmet: Sovyet Espiyonaj Organizasyonları, Bu Organizasyona Bağlı Seksiyonlar, Cenoside M aruz Kalan M illetler. Ülkücü Gençlik, 11. Sayı, 10. S. Temmuz 1971 İstanbul. 244 Yıldırım , Yusuf: İnanmıştım!. 225. s., 1972 Ankara. 245 D allin: a.g.e., 42. s. 246 Dallin: a.g.e., 43. S.; Bedeli, Smith: Moskova’da Üç Yıl. 79. s., İstanbul. 247 B ullit, W illiam C.: Asıl Büyük Dünya. Nebioğlu yayını, 73. s., İstanbul. 248 D allin: a.g.e., 42. s. 249 Kavchenko, Victor: H ü rriye ti Seçtim, (çev. Zeria Karadeniz), Rafet Zaim ler yayını, 264. s., İstanbul. V 250 M iyançi: a.g.y. 251

Sovyet Kampları. Emel, 48. Sayı, 44, s., Eylül-Ekim 1968 İstanbul.

252 D allin: a.g.e., 54. s.


BİBLİYOGRAFYA ABDÜLHAMÎTOĞLU, Necip: Kırım Faciasının içyüzü. Son Havadis (tefrika), 1973 İstanbul. ABDÜLHAMÎTOĞLU, Necip: Kırım Faciası ve Turancılık Ül­ küsü. Yeni Milli Ülkü, G.Ü.T. yayını, Şehitler özel sayısı, 1969 An­ kara. ABDÜLVAHAP, A z e r b a y c a n l I : Hapis ve Sürgünde Kırımlılar. Emel 1938 Köstence. ADAMOVİCH, Prof.Anthony: Sovyet Rejiminin Sovyetler Bir­ liği Milli Cumhuriyetlerinde Uyguladığı Koloni Siyaseti. Dergi, 25. sayı, 1961 Münih. AKÇURA, İskender: Genocide Behind The Iron Curtain. 1963 NewYork. ALBERT, Valeri M.: Sovyetler Birliği Komünist Partisinde Yarı Resmi Temizlik. "Sovyetler Birliğinde Aktüel Gelişmeler” Bülteni, 4. sayı, Ekim 1971 Münih; Emel, 69. sayı, Mart-Nisan 1972 İstan­ bul. ALBRECHT, Kari /.: Der Verratene Sozialismus. 1939 Berlin. ALEKSANDROV, Grigoriy: Istrebleniye Krimskib Tatar. Sostsialistiçeskiy Vestnik, 1950 NevvYork. ALTUNBAY, Mehmet: Kırım’da Komünist Mezalimi. Mücahit, 1. sayı, Temmuz 1955 İstanbul. ANZEROVA, Alexandra: Aur dem Lande der Stummen. 1936 Breslau. ASLANBEK, Mahmut: Karaçay ve Malkar Türklerinin Faciası. 1952 Ankara. AYDINLI, Ahmet: Sovyet Espiyonaj Organizasyonları, Bu Or­ ganizasyona Bağlı Seksiyonlar, Cenoside Maruz Kalan Milletler. Ülkücü Gençlik, 11. sayı, Temmuz 1971 İstanbul.


AYTUGAN, Binbaşı: II. Dünya Savaşı ve Milliyetler Meselesi. Birleşik Kafkasya, 4/5. sayı, Kasım-Aralık 1951 Münih. AZERTEKİN, A.: Yeni Neşriyat. Dergi, 8. sayı, 1957 Münih. AZİZBEKOV, P.: Sovetskaya Rossiya bor’ba za ustanovlenıe i uproçenie vlasti sovetov v Zakavkazee. 1960 Baku. BACZKOWSKt, Wlodzimierz: Russian Colonialism, The Tsarist and Soviet Empires. 1958 NevvYork. BALA, Mirza: Rusya’daki Türklerin Tehciri. Cumhuriyet, 15.9.1949 İstanbul. BALA, Mirza: Moskova’nın Sürgün ve İmha Ettiği Milletler. Dergi, 9. Sayı, 1956 Münih. BALA, Mirza: Sovyet Rejiminin Kırkıncı Yıldönümünde. Der­ gi, 11. sayı, 1957 Münih. BARDAKÇI, tlharı: insanlık Zelzelesi. Murad yayını, 1967 An­ kara. BATIRHAN, B.: Kuzey KafkasyalI Çeçen-Inguş ve KaraçayBalkarların Topyekun imha ve Tehcir Faciasının 21. Yıldönümü Münasebetiyle. Dergi, 39/40. sayı, 1965 Münih. BAYTUGAN, Barasbi:The Fate of the Chechen-Ingush PeopIe. Caucasian Revievv, 2. sayı, 1957 Münih. BEAUSOBRE, Jıılia: The Woman Who Couldn’t Die. 1938 New York. BEKTÖRE, Şevki: Volga Kızıl Akarken. 1965 Ankara. BELEN, Bolulu N.: Komünist Rusya. 1947 İstanbul. BENNİNGSEN, Alexandri-Qııelquejay, Chantal: Le Mouvements nationaux chez Musulman de Russie. 1960 Paris. BİL, Hikmet: Yokedilen Bir Millet. Devlet, 23.6.1969 Ankara. BRAUTİGAM, Dr. Otto: So bat es sicb zugetragen... Ein Leben als Soldat und Diplomat. Holzner-Verlag, 1968 VVürzburg. BULLİT, William C.: Asıl Büyük Dünya. Nebioğlu yayını, İs­ tanbul. CAFEROĞLU, Prof.Dr. Ahmet: Kafkasya Türkleri. Türk Kültü­ rü, 4. Cilt, 37. Sayı, 1965 Ankara.


CAMBELL, RobertW.: Sovyet Ekonomisinde En Son Gelişme­ ler. T.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını, 1966 Ankara. CAROE, Olaf Sir: Soviet Empire. The Turks of Central Asia and Stalinism. 1953 Londra. CARR, E. //..-The History of Soviet Russie. 1954 Londra. CEBAGİ, V. Girey: Soviet Nationality Policy and Genocide. Caucasian Revievv, 1. sayı, 1955 Münih. CÎTRÎNE, Sir Walter: A la Recherche de ia Verite en Russie. 1937 Paris. CONÇUEST, Robert: The Nation Killers. 1970 Londra. CONÇUEST, Robert: The Deportation of Nationalites in the USSR. 1960 Londra. CONÇUEST, Robert: Büyük Tedhiş. (Çev. Nüzhet Baba), Du­ rum yayını, 1938 NevvYork. CONQUEST, Robert: Sovyet Rusya’da Tarım işçilerinin 50. Yı­ lı. 1971 Ankara. • CONÇUEST, Robert: Aklıselim Karşısında Rusya. Nebioğlu yayını, İstanbul. CZAPSKİ, Joseph: Souvenirs de Starobielsk: 1945 Paris. DALLİN, David J.-Nicolaevski, Boris /.:Sovyet Rusya’da Mec­ buri Çalışma. 1951 İstanbul. DANGERFÎELD, Elma: Beyond the Urals. 1946 Londra. DAVLETŞİN, Prof. Temürbek: Sovyetler Birliğinde Halkların Eşitliği Üzerine: Dergi, 52, sayı, 1968 Münih. DAVRANBEK: 2l ’ler Meselesi. Milli Türkistan, 119. sayı, 1967 Düsseldorf. DEMÎRER, Mehmet Arif-Orakla Çekiç Arasında. Kişisel Du­ ruşmalar. Kişisel Kitaplar, 1967 Ankara. DEMİRER, Mehmet Arif-Orakla Çekiç Arasında. Kişisel Ki­ taplar. 1966 Ankara. DERBENDİ, Abdülgani: 1956 İslam Kongresinde SovyetMahkumu Milletler Meselesi. Dergi, 8. sayı, 1957 Münih. DEVLETBEY, M.: Şimali KafkasyalIların Drau Faciası. Birleşik Kafkasya, 6. sayı, 1953 Münih.


DMÎTRİEVNA, Olga: 18 Jahre der Sovvjetherrschaft. 1938 Viyena. DOBB, Maurice: 1917’den Bu Yana Sovyet Ekonomisinin Ge­ lişmesi. (Çev. Metin Aktan), 1968 İstanbul. DUCHESS, M. P.: Conscription of a People. 1932 NewYork. ERER, Tekin: Beş Milyon Kırımlı Nerede? Son Havadis, 31.12.1966 İstanbul. ERER, Tekin: Kırım Türkleri ve Esir Türkler. Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını, 7. sayı, 1966 Ankara. ERER, Tekin: Moskova’da Yaz. Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını, 5. sayı, 1966 Ankara. ERER, Tekin: Rusya’da İhtilal mi? Komünizme ve Komünist­ lere Karşı Türk Basını, 7. sayı, 1966 Ankara. ERK, Mikail: Sovyet Rusya Sömürgeciliği ve Mahkum Millet­ lerin Mukadderatı. Kuzey Kafkasya’da Sovyet-Rus Vahşeti. Hedef yayını, 1964 Ankara. FEDENKO, Panas: Khrushchev’s, New Story of the Soviet Communist Party. 1963 Münih. FEVZİOĞLU, Prof. Dr. Turhan: Büyük Tehlike Komünizm. 1969 Ankara. FtSCHER, John: Sovyet Cennetinin Iç Yüzü. (Çev. Fethi Kar­ deş), Varlık yayını, 126. S., 1974 İstanbul. GAYEV, A.: Sovyet Temerküz Kamplarının içyüzü. Dergi, 3. sayı, 1957 Münih. GENCER,Ali İsmet: Neden Komünizme Karşıyız? Türk Dev­ rim Kurumu yayını, 1966 Anfyara. GEOFFREY, Wheeler: Racial Probiems in Soviet Müslim Asia. Oxford University, 1962 Londra. GOLDSTEİN, M.: Sovyetler Birliği Sanatında Stalinist ilkelere Dönüş. Dergi, 60. sayı, 1970 Münih. GOUZENKO, Igor: Bir Devin Düşüşü. (Çev. Ağasi Şen), 1000 Temel Eser, 1970 İstanbul. GÖKGÖL, Cengiz: Komünist Rusya ve Müslümanlar. 1958 Ankara.


GREİFE, Permann: Zvvangsarseit in der Sovvjetuniofı. 1936 Berlin. GROSSMAN, Prof. Grigoriy: Ekonomik Sistemler. Kişisel Ki­ taplar, 1968 Mersin. GROSSMAN, Richard: Mağlup Olan ilah. Nebioğlu yayını, İs­ tanbul. GUDERÎAN, Waldemar: Bolshevism, an introduction to Soviet Communism. 1960 NewYork. HACIBEYLÎ, Ceyhun: Türk Halklarını Sovyet imhasından Kurtarmalı. Azerbeycan, 1. sayı, 1951 Münih. HALPERN, Ada: Conducted Tour. 1945 NevvYork. HAYIT, Dr. Baymirza: Dünya Türklüğünün Facialar Merkezi (III) Son Havadis, 28.1.1970 İstanbul. HAYIT, Dr. Baymirza: Komünizm ve Türk Dünyası. 1972 An­ kara. HAYIT, Dr. Baymirza: Esir Türkler. Kişisel Kitaplar, 1966 An­ kara. HIZAL, Ahmet Hazer: Kuzey Kafkasya Hürriyet İstiklal Dün­ yası. Orkun yayını, 1961 Ankara. HIZALOĞLU, Mustafa Zihni: Kırım ve Şimali KafkasyalIların imhası. Mücahit, 13/14. sayı, 1958 Ankara. HOOVER, J. Edgar: Düşmanımız Kimdir? (Çev. Haşim Aytural), Önemli işler Müdürlüğü yayını, 1967 Ankara. HOSTLER, Charles Warren: Turkism and Soviets. (The Turks o the World and their political obectives), 1957 Londra. HUDSON, G.E: 1917-1967 Komünizmin Elli Yılı. (Çev. Fırat Argeşo), Sümerbank Kültür yayını, 1969 İstanbul. IRANYAN, Dikran: Rusya’ya Bir Daha Dönmeyeceğim. 1958 Ankara. İKİZ, M. Lütfi: 20. Asırda Genocide. Kuzey Kafkasya’da Sov­ yet-Rus Vahşeti, Hedef yayını, 1984 Ankara. İSLAM, /.: Stalin ve Müslümanlar. Serbest Kafkasya, 1. sayı, 1952 Münih.


KANTEMİR, Ali: Genocide in the USSR (The Moslems), 1958 New York. KARABİBER, Osman: Kırımlı Bir Türk’ün Rusya’daki Macera­ ları. 1954 Ankara. KARÇA, Ramazan: Genocide in the USSR (The People of the North Caucasus), 1954 Ankara. KARÇA, Ramazan: Şimali Kafkasya’da Tehcir ve Katlram. Dergi, 5. Sayı, 1956 Ankara. KARTAL, Mehmet: Komünizmin Din Politikası. Ufuk Ajansı yayını, 1971 Ankara. KENNAN, George F.: Russia and the VVest. 1960 NewYork. KETCHUM, Richard M.-Brumberg, Abraham: Komünizm Nedir? T.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını, 1967 Ankara. KIR1MAL, Dr. Ediğe: Der nationale Kampf der Krimtürken. 1952 Emsdetten. KIRIMAL, Dr. Ediğe: Kırım’da Topyekün Tehcir ve Katliam. Dergi, 5. Sayıdan ayrıbasım, 1956 Münih. KIRIMAL, Dr. Ediğe: Kırım Türkleri. Dergi, 59. Sayı, 1970 Mü­ nih. KIRIMAL, Dr. Ediğe: Muhtelif Haberler. Dergi, 60. Sayı, 1970 Münih. KIRIMER, Cafer Seydahmet: Der nationale Kampf der Krim­ türken. (Önsöz). 1952 Emsdetten. KIRIMER, Cafer Seydahmet: Rus Tarihinin İnkılaba, Bolşevizme ve Cihan inkılabına Sürüklenmesi. 1948 İstanbul. KİRK, Lydia: Moskova Mektupları, (çev. Rahşan Ecevit), 106. s., 1953 Ankara KİSELİOV-Gromov: Lageri simert v SSSR. 1936 Şangay: Dallin: a.g.e., 42. s. KÎTCHİN, George: Prisoner of the OGPU. 1953 New York. KOLARZ, Walter: Die Nationalitatenpolitik der Sovvjetunion. 1956 Frankfurt. KORKUD, Refik: Komünizmin İçYüzü. 1967 Ankara.


KRAVCHENKO, Victor: Hürriyeti Seçtim. (Çev. Zeria Karade­ niz), Rafet Zaimler yayını, İstanbul. KRİVtTZKt, WG.; Ben Stalin’in Ajanıydım. Millet yayını, 1951 İstanbul. KUCHEROV, Alexander: Rusya’da Köylünün Durumu. Kızıl Dünya, T.T.O.S.O. ve T.B.B. yayını, 1966 Ankara. KURAT, Prof. Dr. Akdes Nimet: Türkiye ve Rusya D.T.C.F. ya­ yını, 1970 Ankara. LAURAT, Lııcietı: Sovyet Tarımı-Krizin Kökleri. Komünizmin Düşündürdükleri, T.Ç.T.F. yayını. 1966 Ankara. LENtN, V.I.: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı. Sol yayını, 1968 Ankara. LÖKER, Erhan: Birgün Sovyet Rusya Yıkılırsa. 1950 Ankara. MALSAGOFF, S.A.: An Island Hell. 1926 Londra. MARCHENKO, Anatoly: işte Delillerim. Son Havadis, (tefri­ ka), 5-21 Ocak 1970 İstanbul. MENDE, Gerhard von: Die Türkvölker im Herrschafsbe reich der Sowjetunion. “Das Parlament”, 1960. MISIROĞLU, Kadir: Moskof Mezalimi. II. cilt, Sebil yayını, 1972 İstanbul. MİRONENKO, Y.: Sovyetler Birliğinde Vazedilmiş Aile ve Iş Kanunları Hakkında Bazı Mülahazalar. Dergi, 47. Sayı, 1967 Mü­ nih. MİRONENKO, Y.: Sovyetler Birliğinin Baltık Boyu Cumhuri­ yetlerindeki Nüfus Demografisi. Dergi, 28. sayı, 1962 Münih. MtYANÇt, Mehrali: Tudey-i der behişti moud ya bet Sal zir-i çekiş. 1954 Tahran. MORA, Sylvester-Zıveierniak., Peter: La Justice Sovietique. 1945 Roma. MOWRER, Lilian T.: Arrest and Exile. 1941 New York. MURSKIY, VolodimînYeni Rusya’nın IçYüzü. 1932 İstanbul. MOSA, A : Bolşeviklerin Kırım Tatarlarına Karşı işledikleri Ci­ nayetler. Azat Vatan, 4. Sayı, Haziran 1952 Münih.


NİKOLAYEV, Peter: Bauern unter Hammer und Sichel. 1962 Ankara. NOVE, Alec: Yedi Yıllık Sovyet Planı (Önsöz); Sovyet İktisadi Kalkınma ve Potansiyeli Üzerine Bir Etüd. 1961 Ankara. OLGIN, C.: Communism, Stalinism and the Intellectuals. Bulletin, 8. Sayı, 1971 Münih. OTAR, Av. İbrahim: Jenosit ve Kırım Türkleri. Emel, 22. sayı, 1964 İstanbul. ÖZTÜRKMEN, Neriman Malkoç: Ruslar Almanya’yı Nasıl Böldü? Son Havadis (tefrika) 1970 İstanbul. ÖZTÜRKMEN, Neriman Malkoç: Londra’da Kayboan Rus. Boğaziçi yayını, 1973 İstanbul. PİM, Allan-Bateson, Edıvard: Report on Russian Timber Camps. 1931 Londra. PİM, Allan-Bateson, Edıvard: Out of the Deep. 1933 Londra. PİPES, R. E.: Russian Moslems before and after the revulation and Soviet İmperalism. 1953 Indiana. POZNER, Vladimir: Sovyetlereli. (Çev. Mehmet Fuat), 1932 İstanbul. PUSİC, Aydın: Kırım Türklerinin Sessi. Azerbaycan, 11. Sayı, 1953 Münih. REMPEL,}.: Der Sovvjethölle Entronnen, 1935 Kassel. RUSSİNOV, Andrei: Die Grosse Tauschung. 1936 Berlin. SANAY, Recai: Kızıl Rusya’da Bir Türk Kadını. Nebioğlu yayı­ nı, İstanbul. SAYILGAN, Aclal: SSCB ve Sultan Galiev. 1966 Ankara. SCHİRVİNDT, Eugene: Russian Prisons. 1928 Londra. SCHVVARZ, Alexander: In VVolagda’s Weissen VValdern. 1937 Altona. SCHWARTZ, Harry: The Red Phoenix (Russie Since World War II.) 1962 New York. SHEEHY, Ann: Kırım Tatarları. Emel, 69. Sayı, 1972 İstanbul.


SHEEHY, Antı: Soviet Central Asia and the 1970 Census. Mi­ zan, 1. Sayı, 1970 NevvYork. SİNİAVSKİ, Andrei: Duruşma Başlıyor. Bora yayını. 1966 İs­ tanbul. SMİTH, Bedeli: Moskova’da Üç Yıl. Nebioğlu yayını, İstanbul.. SOLONEVİCH, Ivarı: Russia in Chains and Escape from Russian Chains. 1938 New York. SPULER, Bertold: Die Krim unter ressicher Herrscbacft, Blick in die VVissenscbaft, 8. sayı, 1948 Berlin. STACKELBERG, Vorı G.A.: Sovyet Komünist Empaeryalizmi Tecrübesi ve Sovyetler Birliğindeki Müslümanlar. Dergi, 23/24. Sayı, 1961 Münih. STALİN, J.: Sosyalist Ekonominin Meseleleri. Sol yayını. 1967 Ankara. STALİN, Marksizm ve Milli Mesele. Sol yayını, 1967 Anka­ ra. STALİN, /.: Leninizmin İlkeleri. Sol yayını. 1967 Ankara. SULTAN, Arifi Rusya’da Islamiyetin Bugünkü Durumu. Do­ ğan Güneş yayını, 1966 İstanbul. SULTAN, Garip: Moskova’nın Sürgün ve imha Ettiği Millet­ ler. Dergi, 9. Sayı, 1957 Münih. TACMURAT, Murat-Berdimurat, Aman: Genocide in the USSR. 1958 Münih. TARSİS, Valery: 7. Koğuş. T.Ç.T.F. yayını, 1966 Ankara. TARSİS, Valery: Çağımızda Yazar Cesur Olmaya Mecburdur. Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını, 7. Sayı, 1966 An­ kara. TATMANLI: Kırım’da Açlık Felaketinin Hakiki Amilleri. Emel, 3-4 ve 7. sayı, 1933 Köstence. TAYMAS, Abdullah Battal: Ben Bir Işık Arıyordum. 1962 İs­ tanbul. TAYMAS, Abdullah Battal: Rus İhtilalinden Hatıralar. Ötüken yayını, 1968 İstanbul;


TCHERNAVİN, Vladimir: I Speak for the Silent Prisoners of the Soviets. 1935 Boston. TEZEL, Memduh: Moskova’dan Geliyorum. Berkalp yayını, 1950 Ankara. TOKAEV, G.A.: Soviet İmperialism. 1954 Londra. TOTH, Prof. İmre: Komünizm ve Macaristan. Macaristan ih­ tilali 16. Yıldönümü, 1972 Ankara. TRAKANOV, Prof. Aleksandr A.: Sürgünler Diyarı Sibirya. (Çev. Sadullah Cenkçi), 1950 İstanbul. TURGUT, Mehmet: Taşkent’e Doğru. 1969 Ankara TÜRK, Prof. Dr. Cezmi: Dünyanın Çatısı Turan ve Rus Kafası. Toprak yayını. 1964 İstanbul. ÜLKÜSAL, Av. Müstecip: Esir Milletler ve Jenosid. Emel, 65. Sayı, 1971 İstanbul. VASSÎLYEV, Prof. M.: Sovyet Ekonomi Sisteminin Kırk Yıllığı. Dergi, 11. Sayı, 1957 Münih. VERBİNE, A.: Sovyetler Birliğinde Sendikacılık. (Çev. Bahattin F.), Hür yayını, 1967 İstanbul. VOLPİN-Yasenin: A leaf of Spring. 1961 Londra. VOZNESENSKY, N.A.: Soviet Economy During the Second War. The Communist Conspıracy, 1. Bölüm, 1956 VVashington. WEBER, Prof. Adolf: Kuvvetli ve Zayıf Tarafları ile Bugünkü Sovyet Ekonomisi. (Çev. Arif Demirer-Hikmet Sonay), Kişisel Ki­ taplar, 1967 Mersin. WHÎTE, W.L.: Report on the Russians. 1945 New York. WİTERTON, Paul: Rusya’nın Iç Yüzü. (Çev. Ferda Kocaçimen). 1946 İstanbul. YARKIN, Prof. Dr. İbrahim: Türkistan’da Rusya’nın Sömürme Siyaseti. Türk Kültürü, 6. cilt, 69. sayı, Temmuz 1968 Ankara. YILDIRIM, Yusuf: İnanmıştım!. 1972 Ankara. YUTANG, Lin: Gizli isim. (Çev. Suzan Akpınar), Işık yayını, 1962 İstanbul. ZAİTSEV, General I. M.: Solovki. 1931 Şangay.



HABLEMİT’OĞLU KİTAPLARI: 1

Necip Hablemitoğlu, 1950'li yılların başında, o zamanlar Sovyet blokuna dahil bulunan Bulgaristan'dan Türkiye'ye sürgün edilmiş bir ailenin çocuğu. Bu kitabı yazdığında on dokuz yaşındaydı. Tıpkı bir doktora tezi hazırlar gibi, ulaşabildiği bütün kaynakları değerlendirerek, o yaşta böyle bir eser hazırlamak kolay iş değildir. Bu araştırma, elli yılda altmış milyondan fazla insanın "ölüm kampları" aracılığı ile ortadan kaldırılmasına yol açan "komünist rejimin içyüzünü bütün ürkünçlüğüyle, bütün çıplaklığıyla göz önüne sermektedir. Dr. Necip Hablemitoğlu, bu eser hakkında şunları söylüyor: "Sovyet Rusya’da Devlet Terörü" ne bir roman, ne de bir hatıralar derlemesidir. Tamamen bir araştırma niteliğinde olan bu eser, uzun ve yorucu birçalışma sonucu elde edilmiş bilgi ve belgelerin objektif bir şekilde değerlendirilmesi ve bilimsel esaslara uygun olarak tasnif edilmesi ile meydana gelmiştir." Eser, Sovyet Rusya’nın karanlık, bilinmeyen bir dönemini aydınlatan, ürpertici bir belge niteliğindedir.

IS B N 9 7 5 - 6 4 4 8 - 8 1 - 4


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.