Necmettin Sefercioğlu - Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Page 1

TÜRKÇÜLÜKTE KARABASANLAR DÖNEMİ 1944-1945 Irkçılık ve Turancılık Dâvası Sanıklarından Avukat İSMET TÜMTÜRK’ün Savunma’sından Bölümler İle

Necmeddin Sefercioğlu

23

TÜRK OCAKLARI ANKARA ŞUBESİ Ankara – 2018


Türkçülük’te Karabasa’nlar Dönemi Necmeddin Sefercioğlu Türk Ocakları Ankara Şubesi Yayınları: 66

ISBN: 978-605-81946- 1-8

Basım Tarihi Mart 2018, ANKARA Baskı : Boyut Tanıtım Matbaacılık Ltd. Şti. İvedik Org.San. 1354 Cd. Fora İş Mrk 1.Kat No:138 / 76 Yenimahalle | Ankara Tel 0 312 385 72 12


İÇİNDEKİLER Önsöz / 5 Giriş / 9 Bölümler: I.

Başlıca “karabasan” olayları / 11

II. Karabasanların başlıca sorumlular / 27 III. Karabasan olaylarının sonraki evreleri / 35 Ek 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Dâvası sanığı Avukat İsmet Tümtürk’ün savunmasından / 41 Başlıca kaynaklar / 66


Türk Yurdu İftar Yemeği 3 Ekim 2007


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

5

ÖNSÖZ Bu kitapçık ülkemizin, özellikle de Türk milliyetçilerinin 1944-1945 yıllarında yaşadığı, Irkçılık-Turancılık Davası denilen bir karabasanlar dönemini anlatabilmek için hazırlanmıştır. Çünkü Türk milliyetçilerinin, kutsal inanç ve dâvamızın geçmişte yaşadığı olayları bilmelerinde, mücadelelerinde nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini düşünüp buna göre davranmalarında sayısız yararlar vardır. Aynı biçimde, yetişkin milliyetçilerin de, geçmişteki millî dâvamızı etkileyen olayları hatırlamalarında yarar bulunmaktadır. Bu kitapçık o olayların en önemlisini hatırlatmaya yöneliktir. 1944-1945 yıllarını içine alan, işlemleri 1947 yılına kadar uzayan bir dâvaya ilişkin karanlık olayları özetlemek amacındayız. Türk milliyetçilerince “Türkçülük Dâvası” denilen bu dâvaya ilişkin olaylar, Türk milliyetçiliğinin tümüyle ortadan kaldırılmasına yönelik bir hedefle başlatılmış ve o yolda ilerletilmişti. Bunun için, yüzlerce milliyetçi Türk genci, büyük ıstıraplara malolan sorgulama ve sanıklık günleri yaşadı. 03 Mayıs 1944 günü Ankara’da yapılan ve olumsuz hiçbir olayın yaşanmadığı bir öğrenci yürüyüşü bahane edilerek gözaltılar ve tutuklamalar başlatılmış, ardından olay ad ve nitelik değiştirerek bir Sıkıyönetim davası biçimine büründürülüp dâva açılması işi o zamanki İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına havale edilmişti. Çünkü o yıllarda Istanbul’da Sıkıyönetim vardı. Bu havalenin hiçbir yasal dayanağı yoktu. Türk milliyetçileri için böyle bir dava açılmasına gerek duyuran sebep ise, 2. Dünya Savaşları’nın sonuna doğru Rusya’nın Almanya ile yaptığı savaşı kazanma sürecine girmiş olması idi. O sırada Türkiye Almanya ile dost idi. Rusya ile de arası hiç hoş değildi. Bu durumu tersine çevirmek, Sovyet Rusya’ya yanaşmak ihtiyacı içinde olan ve kendisine “Millî Şef” dedirten Cumhurbaşkanın etkisi altında bulunan T.C. hükûmetinin çözmesi gereken bir görev olarak görünmekte idi. Fakat bunu yapabilmeyi sağlayacak bir “bahane” bulunması gerekirdi.


6

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi 03 Mayıs 1944 Gençlik Yürüyüşü, bu işin bahanesi olarak kullanılmak istendi.

Bunu sağlayabilmek için, yayınları ile tanınmış Türkçüler başta olmak üzere, yurdun değişik yerlerindeki, Türkçü dergilere abone olan kişiler gözaltına alınarak İstanbul’a getirildiler. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün işyeri olarak kullanılan Sirkeci’deki Sansaryan Han’ında toplandılar. Çeşitli işkenceler ve tehditler altında yüzlerce genç adam ve yüksek öğretim öğrencisi sorgulardan geçirildi. Onlar, “hükûmeti devirip milliyetçi bir hükûmet kurmak”la suçlanıyorlardı. Ancak öyle bir girişim yoktu. Ankara’daki yürüyüşte Cumhurbaşkanı ve yakın zamandaki bir TBMM konuşmasında “Biz Türkçüyüz” diyen Başbakan Şükrü Saracoğlu’nu ululayan sloganlar atmıştı. Fakat hükûmete ve özellikle bu işlemleri teşvik eden “Millî Şef”e, Rusya’ya yakınlaşmayı sağlayacak bir “bahane” gerekli olduğu için, sanık adaylarının ifadelerine aldırış eden olmadı. Yapılan soruşturma sırasında alınan ifadelerin istenilen biçime dönüştürülebilmesi için gençlere olmadık işkenceler yapıldı, dayaklar, falakalar altında alınan ifadeler, tutanaklar, söylenenler büyük ölçüde değiştirildi. Değiştirilemeyenler üzerinde sonradan hedefe uygun çarpıtmalar yapıldı. Sonuçta, ifadesi alınanlardan 26’sı hakkında dava açılması kararlaştırıldı. Bunların 3’üne ait dosyalar ayırıldı. 23 kişi ile başlatılan davada dosyası ayırılan sanıklardan da birinin katılması ile 24 kişilik bir sanık topluluğunun yargılaması yapıldı, duruşmalar bir yıla yakın sürdü. Bu 24 kişinin 10’una ceza verildi, 14’ü serbest kaldı. Yani davayı açtıranlara ve yürütenlere göre, hükûmeti devirme işini bu on kişi yapmış olacaktı. Akl-ı selimin kabul edemeyeceği dava temyiz edildi. Durumu inceleyen Askerî Yargıtay, mahkemenin kararlarını temelden bozdu. Sonra başka bir sıkıyönetim Mahkemesinde yapılan

yeni duruşmalar sonunda (Önceleri dosyası ayrılan ve bu ikinci duruşmalara katılanlar da içinde) bütün sanıklar beraat ettiler. Fakat dâvaya ilişkin işlemler yine Askerî Yargıtay’ca incelendi. Verilen beraat kararına yapılan itirazlar, son olarak Yargıtay Genel Kurulunca reddedildi ve Türkçüler tümüyle aklandılar, beraat ettirildi. Kitapçığımızın amacı, bu davanın ayrıntılarını vermekten çok, dava dolayısıyla sanıklara uygulanan akıl almaz işkenceleri, duruşmalar sırasında ortaya çıkan olumsuz davranışları ve bunların sorumlularını gözler önüne


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

7

sermektir. Türk milliyetçilerine bu davaların her evresinde yapılan ve uygun görülen, yasa ile bağdaşması mümkün olmayan tavır ve davranışlar da anlatılmaya çalışılmıştır; Türk gençleri dostunu ve düşmanını tanıyabilsin diye’ Ayrıca, elbette Türk milliyetçiliği tarihinin acıklı bir dönemini bilmek te çok önemli! Ve gerekli Bu kitapçığımızda, kendi yazdıklarımızla yetinmeyip, Türkçülüğe önemli hizmetlerde bulunmuş olan, dâvanın sanığı rahmetli Avukat İsmet Tümtürk’ün dava sonunda Mahkemeye sunduğu “savunma”nın, yapılan yasa dışılıkları avukat gözü ile değerlendiren bölümlerini alıntılandırmayı da yararlı gördük. Böylece üzerinde durmağa çalıştığımız “Karabasan” olaylarını, onları bizzat yaşayan, yaşayanlardan dinleyen ve tanığı da olan bir Türk milliyetçisinin ağzından öğrenmek mümkün olacaktır. Üstelik bu belgede yer alan sözler İstanbul 1. Sıkıyönetim Mahkemesi yargıçlarının huzurunda söylenmiş ve Mahkeme’nin kayıtların da resmîlik kazanmıştır. Bu küçük araştırmayı, Türkçülüğü yegâne hayat felsefesi sayan ve öylece yaşayan, 06 Ocak 2018 günü sonsuzluğa uğurlamak bahtsızlığına uğradığımız Yücel Hacaloğlu’nun aziz anısına armağan ediyorum. Her zaman olduğu gibi, yazılarımı bilgisayara geçirirken teknik yardımlarından yararlandığım oğlum İlhan Sefercioğlu’na teşekkür borçlu olduğumu belirtmekten zevk duyuyorum. Necmeddin Sefercioğlu



Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

9

GİRİŞ Her kişinin hayatı boyunca karşılaşabileceği, karşılaştığı üzücü, yıpratıcı dönemler vardır. Bunlar onun hayatını olumsuz etkileyebilir, hayat akışını değiştirebilir, onu bambaşka bir insan durum veya konumuna koyabilir. Bu tür olaylara tıp dilinde karabasan (veya kâbus) deniliyor. Kişinin karşı karşıya kalabileceği bu durumlarla bazen toplumlar, topluluklar, bir inanç veya ülküye bağlı olanlar da karşılaşabiliyorlar. Bu kişi topluluklarının uğradıkları karabasanlar, kişilerdeki gibi kısa süreli değil; aylarca, hatta yıllarca sürebiliyorlar. 03 Mayıs 1944 günü başlayıp 1944-45 yılları boyunca süren, hatta 16 Kasım 1947’ye kadar uzayan, “Irkçılık-Turancılık Dâvası” olarak ünlenen bir yüz karası olaylar zinciri bu tür toplum karabasanlarının tipik bir örneğidir. Bunlar; elbette kişilerdekine benzeyen beden rahatsızlıkları değildirler; o yıllardaki hükûmet politikası ile o politikayı yürütenlerin yarattığı yapay zulüm olgularıdırlar. Bu, sonradan niteliği değiştirilen, adı “Irkçılık-Turancılık Davası”na dönüştürülen, komünizmi lânetleyen bir öğrenci yürüyüşünün devletin ve devletlilerin eliyle nasıl sömürülebildiğinin hazin bir hikâyesidir. Biz, bu çalışmamıza, ünlü Irkçılık-Turancılık Dâvasında sanık olarak yer alan, dâva evreleri boyunca bütün evreleri yaşayan ve olayların tanığı olan hukukçu İsmet Tümtürk’ün dâvanın sonunda Mahkeme Kurulu’na sözlü olarak okuduğu ve yazılı olarak da sunduğu savunmada yer alan, dâva evrelerine ilişkin bölümleri de bir ek olarak sunmayı görev saydık. Onun sözleri, Karabasanlar Döneminin tipik olaylarını aynı zamanda bir “hukukçu” dikkati ile görmeye yardımcı olacaktır.


10

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Tümtürk’ün savunmasında yer alan açıklamalar, “Irkçılık ve Turancılık” dâvasının nasıl bir hava içinde ve hangi şartlar altında başlatılıp sürdürüldüğünü açıkça göstermektedir. Hele, olayın önce sorgu yargıçlığını, sonra da savcılığını yapmış olan Kazım Alöç adlı “hukukçu” yüzbaşının yaptığı bazen çocukça, fakat her zaman taraflı tavır ve hareketleri hayret ve üzüntü ile okuyor, Türkçülerin uğratıldığı zulüm ve işkenceler için “baht utansın” demekten kendimizi alamıyoruz. Dâvanın, sorgular ile başlayıp I Nu.lı Sıkıyönetim Mahkemesi kararı ile sonuçlanan sürecinde soruşturmacı, Mahkeme Kurulu üyesi ve savcı olarak görev yapanların adaletin tecellisini sağlamakla görevli değil, “sanık” sıfatı verilen Türkçü aydınlara her türlü eza ve cefayı göstermeye memur kişiler gibi hareket etmeleri “karabasan” tabirini haklı çıkaracak bir “süreç” niteliği kazandırmıştır. Onulmaz acılar, unutulmaz sıkıntılar yaratan bu dönem, Türk milliyetçiliğinin en üzüntülü dönemlerinden biri olarak değerlendirmeye lâyık bir dönem olmuştur. Bu dönemdeki olaylarda görev alan emniyet ve adalet görevlilerinin gösterdiği taraflılık açıklaması çok zor olumsuzluklarla doludur. Onlar sanki adaleti sağlamağa yardımcı olmakla değil, Türkçüleri kesin olarak mahkûm etmekle görevli idiler. Fakat bu plân, Askeri Yargıtay’ca bozulmuş, Türkçülere verilen cezalar ortan kalkmış, sanık yapılan bütün Türkçüler aklanmış, fakat karabasanlar döneminde çektirilen eza ve cefalar yanlarına kâr kalmıştır. Türkçüler o eza ve cefaların üzerine bir sünger çekerek o uğursuz dönemin başlangıcı olan 03 Mayıs’ı Türkçüler günü yapmışlardır. Umarız Tanrı o karabasan günlerini bir daha göstermez.


I. BÖLÜM 1944-47’DEKİ BAŞLICA KARABASAN OLAYLARI



Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

13

Bu karabasanlar döneminin olayları, Türkçü Hüseyin Nihal Atsız ile komünist Sabahattin Ali (Alı) arasındaki bir “hakaret davası”nın Ankara’da görüldüğü 03 Mayıs 1944 günü yapılan gençlik yürüyüşü ile başladı. O gün, duruşma salonu uygun büyüklükte olmadığı için, eski “Adliye” yapısının dışında biriken milliyetçi gençlerce, disiplin içinde gerçekleştirilen, yalnızca komünizm ve komünistler aleyhinde sloganlara yer verilen, hatta Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve yöneticilerin ululandığı, o zamanın Ulus’ta bulunan Başbakanlık binası önünde son bulan bu “yüksek öğretim gençliği1 yürüyüşü” hem zamanın yöneticilerini ürkütmüş, hem de onlara, yapmak istedikleri bir dış siyaset yönlendirmesi için onu alet olarak kullanma ilhamını vermişti. Böyle bir siyasî manevra yapılmasına ihtiyaç duyuran durum, o yıla kadar Alman yanlısı bir dış siyaset gütmüş olan tek parti iktidarının, Almanya’nın 2. Dünya Harbi’nde yenilme sürecine girmesi ile, şaşkınlık ve telaş içine düşmüş bulunması idi. O yıllarda, Büyükelçi sıfatlı ünlü bir diplomat olan von Papen, Almanya’yı temsilen Ankara’da görevli idi. Elbette Türkiye’nin Almanya ile ilişkileri de çok iyi idi. Fakat orduları ile Rusya’nın başkentine kadar yaklaşıp yenilerek 1 1944 yılında Ankara’da bir üniversite yoktu. Yalnızca Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Hukuk, Tıp ve Dil ve Tarih-Coğrafya bağımsız fakülteler, Siyasal Bilgiler Okulu, Kız ve Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulları, vb. bulunuyordu. Bir de galiba Tarım Bakanlığına bağlı olan, 3 de bölümü bulunan Yüksek Ziraat Enstitüsü vardı. Üniversite, bilindiği gibi, 1946’da kuruldu. Bu kuruluş sırasında var olan üç fakülte ile Y. Ziraat Enstitüsü’nün iki birimi, Ziraat ve Veteriner Fakülteleri olarak, Siyasal Bilgiler Okulu fakülte olarak buna bağlandı. (Üçüncü bölümü ise, Orman Fakültesi olarak İstanbul Üniversitesine gönderildi.) Ayrıca, bir de Fen Fakültesi kuruldu. Ankara Üniversitesi Böyle oluştu.


14

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

hızla Almanya’ya dönme zorunda kalan Adolf Hitler’in durumu dünya siyasetinin bir dönüm noktası olmuş, II. Dünya Savaşlarının sonunu yaklaştırmıştı. Bu olumsuz durum dolayısıyla, Almancı siyaseti bırakıp Rus yanlısı bir siyasete geçiş yapma isteği ve zorunluluğu duyuluyor, fakat bunun için bir çözüm yolu da bulunamıyordu. O zamana kadar birçok Türk topluluğunu boyunduruğu altında inleten Sovyetler Birliği, Türk milliyetçilerinin ve Cumhuriyetimiz yurttaşlarının sevmediği bir ülke ve devlet durumundaydı. Bundan dolayı hükûmet, bir yolunu bularak Alman yanlısı siyaseti bırakıp Rus yanlısı bir siyasete geçebilmenin zorluğunu yenebilme çabasında idi. Fakat bunu yapabilmeyi sağlayacak bir sebebe, bir bahaneye ihtiyaç duyuluyordu. Rusya’nın resmî ideolojisi olan komünizmin lânetlendiği 03 Mayıs 1944 Yürüyüşü’nün böyle bir dönüşüm için kullanılabileceği akıllarına geldi devlet ve hükûmet yetkililerinin. Bunu sağlayabilmek için yürüyüşe katılanlar kışkırtıldılar; hükûmet aleyhinde eylem ve söylemler yapmaya zorlandılar. Bu kışkırtmalar bir sonuç vermedi. Ama, başlatılmış olan gözaltına almalar da durmadı. Emniyet I. Şubesinin acar polisleri, dönüş yolundaki genç yürüyüşçüleri, yakalayıp motosikletlerinin sepetine 2 atıyorlardı. 03 Mayıs 1944’ün ardından, Ankara ve İstanbul gazetelerinde “Irkçılık-Turancılık” üzerine, kuruntuya dayalı yazılar ve haberler yayımlatılmaya başlandı. 07-20 Mayıs 1944 arasında, başta o sırada Hükûmet organı olan Ulus gazetesi olmak üzere, zamanın belli başlı gazete ve dergilerinde başyazı ve yazılar yayımlandı.3 Bu yazılar 2

O yıllarda zırhlı polis arabaları yoktu; polisler yakalama işlerini yanlarında sepet denilen tek koltuklu eki bulunan motosikletlerle yapıyorlardı. 3 Bu yazılar, başta Falih Rıfkı Atay’ın 11 yazısı olmak üzere, 24 yazarın 62 yazısı yayımlandı. Ayrıca, yayın adlı imza ile Ülkü dergisinde 2 ile Tasviri Efkâr gazetesinde 4, Yeni Sabah’ta 1 yazı çıktı. Bu yazılar ve haklarındaki eleştiriler için, bk. Hayri Yıldırım, 3 Mayıs 1944 olayı ve Irkçılık Turancılık Davası. İstanbul, Togan Yayıncılık, 2015. 127-186. ; Necmeddin Sefercioğlu, 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvası. Ankara: Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2009. 16-17.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

15

hemen bir araya getirilip, bazı eklemelerle, Maarif Vekilliğince kitap olarak çıkarıldı.4 Ayrıca birçok Türkçünün evleri, işyerleri, üzerleri arandı, mektuplarına, defterlerine, notlarına, kitaplarına, okudukları dergilere, el konuldu. Onlar, önce Ankara’da, ardından götürüldükleri İstanbul’da gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Istanbul’da gözaltına alınan ve tutuklananlar da eklendi. Böylece yüzlerce Türkçü gencin sorgulanması yoluna gidildi. Sorgulamaların Istanbul’a kaydırılmasının sebepleri vardı: a) O sırada Istanbul sıkıyönetim altındaydı; Türkçülerin orada, “IrkçıTurancı” yaftası altında, Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmaları daha ilgi çekici ve ses getirici olacaktı. Bu durumun Rusya’ya ileti olması da kolaylaşacaktı. b) Istanbul’da, gözaltına alınanlar ile tutuklananların sorgu için konuk edilecekleri, “mutena hücre”leri bulunan çok özel yerler vardı. Türkçü sanık adaylarının sorguları, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda bulunan bu imkânlara sahip özel hücrelerinde tutularak ve kendilerine çeşitli işkenceler uygulanarak yapılabilirdi. Ama yapılan bu işin yasal bir yanı yoktur. Çünkü “yürüyüş” Ankarada yapılmıştı ve sorgulama ve yargılamanın da orada yapılması gerekir idi. Yani sorgulamalar için yasal olmasına bir yol ve yer seçilmiş oluyordu. Ankara’daki yürüyüş dolayısıyla başlatılan sorgulamalar, bu sebeplerle, Istanbul’a aktarıldı. Ankara’da olan kimi sanık adayları da Istanbul’a getirildi. Adı değiştirilerek “Irkçılık-Turancılık dâvası” denilen Sıkıyönetim Mahkemesi dâvasına geçilmeden önce, yüzlerce genç işkenceli, özel hücreli, falakalı, dayaklı, küfürlü ve silâh tehditli sorgulardan geçirildi. Türkçülere uygulanan karabasanlar bunlarla sınırlı kalmadı. Kimisi, “Vekillik emri” denilen ve aylıklarını yok derecesine indiren, yönetim 4 Irkçılık-Turancılık. Ankara: Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, 1944. (Enstitü Maarif V.’ne bağlı bir kurumdu.)


16

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

cezalarına uğratıldı. Kimisinin evdeşleri, sorgulanmadan ve bir sebep de gösterilmeden, gözaltına alınarak aylarca Emniyet Müdürlüğü’nde tutuldular; öğretmen olan onlar da “vekillik emri”ne alındılar; çok küçük olan çocukları, başkalarının bakımına muhtaç bırakıldılar. Böylece, dâva başlamadan, sanıklar sorgulanmadan, “fiilî infaz”lar gerçekleştirilmiş oluyordu. Sonuçta, sorgulanan yüzlerce kişinin yalnızca 26’sı için dâva açılması uygun görüldü. Duruşmalar başladığında onların 3’ünün dosyaları (ikisinin o sırada Türkiye’de bulunmadıkları, birinin de nerede olduğu bilinmediği için) ayırıldı ve dava 23 sanıkla başlatıldı. I Nu.lı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde bakılan “dâva”ya, 07 Eylül 1944’de başlandı. Bu dava, yapılan 66 duruşmadan sonra, 29 Mart 1945 günlü karar ile sona erdi. Mahkeme, duruşmalar sonunda yargıladığı 245 sanığın 14’ünü beraat ettirmiş, 10’una 10 yıla kadar uzayan hapis ve sürgün cezaları vermişti: Ceza verilenler: Zeki Velidî Togan (10 yıl ağır hapis, 4 yıl Adapazarı’na sürgün), Reha Oğuz Türkkan (5 yıl ağır hapis, 2 yıl Diyarbakır’a sürgün), Cihat Savaşfer (4 yıl ağır hapis, 1,5 yıl Uşak’a sürgün), Nurullah Barıman (4 yıl ağır hapis, 1,5 yıl Kırşehir’e sürgün ), Hüseyin Nihal Atsız (6,5 yıl ağır hapis) Nejdet Sançar (1 yıl 2 ay hapis), Fethi Tevetoğlu (1 yıl 20 gün hapis), Cebbar Şenel (11 ay hapis), Cemal Oğuz Öcal (11 ay hapis), Alparslan Türkeş (9 ay 10 gün hapis) idiler. Beraat edenler ise; Hamza Sadi Özbek, Muzaffer Eriş, Zeki (Özgür) Sofuoğlu, Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Şaik Gökyay, Fazıl Hisarcıklı, İsmet Rasin Tümtürk, Hikmet Tanyu, Yusuf Kadıgil, Fehiman Altan, Heybetullah İtil ve Saim Bayrak idiler. 5

Dosyası ayrılmış bulunanlardan Heybetullah İtil sonradan duruşmalara katıldığı için sanık sayısı 24’e çıkmıştı ü Bk. Necmeddin Sefercioğlu, 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvâsı. Ankara: Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2009, 28.s.: Talat Ülker, Hüseyin Nihal Atsız. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları, 2015. 65. s...


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

17

İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim bu Mahkemesi’nin kararı Askerî Yargıtay’da yapılan “temyiz” incelemesinde 2. Ceza Dairesi’nin 25 Eylül 1945 günlü ve oybirliği ile verilen bir kararla, tümüyle bozuldu.6 Tutuklu bütün sanıklar da telgraf emri ile serbest bırakıldılar. Bu kez Istanbul 2 Nu.lı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde 26.08.1946 günü yeniden başlatılan duruşmalar sonucunda, bu dâvaya katılan 2 sanık (Nuriman ve Ahmet Karadağlı) da aralarında olmak üzere, bütün sanıklar aklandı. 31 Mart 1947’de verilen bu karar Askerî Yargıtay Genel Kurulu’nun 18 Kasım 1947 günlü kararı ile onaylandı.7 Böylece, “mürettep”, kurmaca ve yasal olmayan bu dâva, aklanma ile son buldu; fakat işkenceler, iftiralar sorgusuz “fiilî infazlar” ve bir buçuk yıllık suçsuz mahpusluk pahasına! Karabasan olaylarının evreleri Türk milliyetçilerinin uğratıldığı karabasan olaylarının üç evreli olduğu söylenebilir: Birincisi, Ankara’daki olaylar; İkincisi Istanbul’daki sorgu döneminde yaşanmış olan olaylar; üçüncüsü, duruşmalar dönemindeki olaylar. 1. Ankara’daki olaylar: Maarif Vekili Hasan Âli Yücel‘in başkanlığında, Gazeteci ve İstanbul Milletvekili Falih Rıfkı Atay ve zamanın Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ca yönetilmiştir. Fakat, bu olayların baş sorumlusu, Atatürk’ün ölümünün hemen ertesi günü Cumhurbaşkanlığı görevine getirilen ve 14 Mayıs 1950’ ye kadar o görevde kalan İsmet İnönü idi. O, kendisine “Millî Şef” dedirterek, ülkede bir diktatörlük yapısı oluşturmağa çalışmaktaydı. Fakat, vesveseli biriydi; her hareketten kuşkulanır, onlardan kendisine bir zarar gelip gelmeyeceğini düşünürdü. 03 Mayıs 1944 öğrenci yürüyüşü de onu çok kuşkulandırmış, kaygılandırmıştı. O yürüyüşü yapan gençlerin Başbakanlığın önünden sonra Çankaya’ya yürüyeceği ve Köşk’e gelip 6 Hayri Yıldırın. Askeri Yargıtay 2. Ceza Dairesi’nin Bozma Kararı. 3 Mayıs 1944 Olayı ve Irkçılık Turancılık Davası. İstanbul: Togan Yayıncılık, 2015. 495-517. s. 7 Yıldırm. Yargıtay Genel Kurulu Kararı. Aynı Eser, 525-530. s.


18

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

orada eylem yapacağı düşüncesi ile Muhafız Alayı’ndaki askerlerin Köşk alanı çevresinde tedbir almasını emretmişti. Oysa, Ulus’tan ayrılan gençler yine Anafartalar Caddesine girip Samanpazarı’na yönelmişlerdi. Ankaradaki olaylar, yürüyüş yapan gençlerin avlanması ile başlamıştı. Emniyet güçleri, suçsuz birçok öğrenciyi yakalayıp siyasi şubeye götürdü, gözaltına aldı. O arada, Siyasal Bilgiler Okulu’nun 60 dolayında öğrencisi ile birlikte, 175 yüksek öğretim öğrencisi gözaltına alınmıştı. SBO Öğrenci Derneği’nin Başkanı Osman Gümrükçüoğlu ile son sınıf öğrencilerinden Ali Çankaya ve Ziya Çoker, arkadaşlarını kurtarabilmek umudu ile Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Genel Kurmay Başkanı Kâzım Orbay’a başvurdular. Onlardan olumlu bir karşılık bulamadıkları gibi özellikle Vali’nin azarlaması ile karşılaştılar. Bu olay, Hükûmet yetkililerini ve elbette Maarif Vekilini harekete geçirmiş ve Yücel, bu üç öğrencinin okullarından temelli çıkarılması için SBO Disiplin Kurulu’nun hemen toplanmasını emretmişti. Kuruldaki görüşmeler sürerken, Okulun Müdürü Prof. Dr. Zeki Mesut Alsan, gittiği şehirden güzel bir tesadüfle Ankara’ya ve Okula dönmüş, Kurula girmiş, Gümrükçüoğlu’nun 2 yıl, Çankaya ile Çoker’in 1’er yıl okuldan uzaklaştırmasını sağlamak suretiyle öğrenimlerinin temelli olarak sona erdirilmesini önlemişti8. Kendi dâvası dolayısıyla Ankara’da bulunan Atsız da göz alına alındı. Çünkü Istanbul’a gittiğinde oradaki üniversite gençliğinin büyük gösteri, yürüyüş yapmasından kuşkulanılıyordu. Ardından milliyetçi olarak tanınan, ancak yürüyüş olayı ile ilgisi olmayan, hattâ olayla ilgili bir bilgisi bile bulunmayan kişiler de göz altına alınmağa başlandı. Bu gözaltılarda 03 Mayıs 1944’teki Ankara yürüyüşüne katılanlarla yetinilmeyip Ardahan, Aydın, Balıkesir, 8 Osman Gümrükçüoğlu, “Mülkiye Şeref Kitabı’nın Çıkması Vesilesiyle… Mülkiye ve Mülkiyelilere ait İlginç bir Şeref Tablosu: Tarihî Bir Anımız. Türk Yurdu, 157 (Eylül 2000), 50-53. s. Prof. Dr. Alsan’ın bu girişimi, kısa süre sonra Dekanlıktan uzaklaştırılması ile son bulmuştu


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

19

Bandırma, Bitlis, Isparta, İstanbul, Samsun ve Zonguldak’ta da gözaltılar yapıldı; gözaltına alınanlar Ankara’ya getirildiler. Bu gözaltılar sırasında, onların birbirlerini görmesi, kimlerin gözaltına alındığının öğrenilmesi önlenmeğe çalışıldı. Daha sonra hepsi de özel korumalar ile Istanbul’a gönderildi. Birinci evre böylece sona erdi. “Yasal olmayan yürüyüş” dâvasından vazgeçilip İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesine dâva açılması kararlaştırılınca, Ankara’da gözaltında bulunanların hepsinin Istanbul’a gönderilmesine karar verildi. Böylece 2. evre başlatılmış oldu. 2. Sorgular evresi. Askerî bir mahkeme sürecinde bütün sorgulanacakların Askerî bir cezaevinde bulundurulması yerine, sivil olanların bir takım özel hücreleri bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda bulunan Merkezinde tutulması yoluna gidildi. Asker olan gözaltılılar ise, bir askerî ceza evinde konuk edildiler ve sorgulama sırasında Sansaryan Hanı’na getirilip sorguları bittikten sonra yeniden o cezaevine götürüldüler. Istanbul’daki gözaltılarda da, Ankara’da olduğu gibi, sanık adaylarının bir birini görmelerine, birbirleri veya yakınları ile görüşmelerine asla izin verilmemekteydi. Asker olmayan sanıkların Sansaryan konukluğu, dava başladıktan sonra da uzun süre sürdü. Sansaryan Hanı denilen bu yapının üst katında 20 hücre vardı. Bunların 18’i, içerisinde bir tahta karyolanın(!) zor sığabildiği darlıkta idi. Bazısında hiç pencere yoktu; olanlarınki ise, tepede bir delikten başka bir şey değildi. Üzerlerinde yatak bulunmayan, karyola denilen tahtaların üzerinde yatılıyordu. Hücrelerin hepsi bit, pire, tahtakurusu, vb. haşereler ile dolu idi. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, getirildiği ilk gece, bu haşerelerden kurtulamamış, her birini yakalayıp öldürerek, hücresinin kapı kenarına, aşağıdan yukarıya sıralayarak yapıştırmıştı.


20

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Ertesi sabah bunu gören görevliler, Hoca’nın hücresini yeniden badana etmek zorunda kalmışlardı. 19. ve 20.’ler ise “tabutluk” veya “mutena hücre” olarak biliniyordu. Bu iki hücre, 50x50 sm. derinliğinde, 2 m. yüksekliğinde dikine bir tabutu andıran birer oyuktu. Tepelerinde 500 vatlık 3’er lamba vardı. Sorguya alınan gözaltılı veya tutukluların istenildiği gibi “ifade vermelerini” sağlamak için, sanık adayları buraya sokuluyor, yanlardaki zincirler ile kolları, bağlanıyor ve tepedeki lambalar yakılıyordu. Oturabilecek bir durum söz konusu değildi. Lambaların verdiği sıcaklıkla sanık adaylarının beyinleri allak bullak oluyor. İstenildiği yolda ifade vermeleri böylece sağlanmağa çalışılıyordu. Sanık adaylarına uygun görülen başka yerler ve yöntemler de vardı. Bu yerler, Sansaryan Hanı’nın iki kat altında bulunan, “mezarlık” denilen hücrelerdi. İçlerinden Han’ın lâğım suları geçen, duvarları, tavanları, tabanları daima nemli ve yaş olan yerlerdi. Orada kalacakların yatakları mezar kitabesine benzer uzunca, yassı bir taştan oluşuyordu. Özel sanık adayı olanlar sorgucuların takdir ettiği günler boyunca oralarda kalmak zorunda idiler. Sorgular sırasında en şiddetli cezaya Hüseyin Nihal Atsız uğratıldı. Sorguya alınmadan önce tam bir hafta süreyle “Mezarlık hücresi”nde konuk edildi. Bu sürenin sonunda oradan ayrılırken, yanında götürdüğü şapkası küf içinde kalmıştı. (Son aylarda internet’te dolaşan bir konuşma bandı metninde yer alan ve Atsız ile Reha Oğuz Türkkan’ın bir sohbetini aktaran metne göre, Türkkan da Mezarlık denilen işkence yerinde, sorguları tamamlandıktan sonra iki gün konuk edilmişti.)9 Tabutlukta konuk edilenlere gelince: Onlar Reha Oğuz Türkkan, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Hamza Sadi Özbek10 idiler. Kimi birkaç kez, kimi kısa veya uzun sürelerle oraya tıkıldılar. Fehiman Bu konuşmanın çözülmüş bant metni için, bk. “Ek 1 – Atsız ve Türkkan’a ait bir ses kaydının çözümlemesi. Kağan Bahadır Küçükalcan, Her Devrin Menkubu Atsız. Istanbul Aygan Yayıncılık, 2015. 531-538. 10 Sonradan anlatılanlara göre, iri gövdeli olan Özbek, Tabutluğa sığmamış, görevliler onu oraya sokabilmek için hayli uğraşmak zorunda kalmışlardı.

9


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

21

Altan (Tokluoğlu)’ya ise, tabutluk kapısı açılarak içi gösterilmiş ve uygun ifade vermezse oraya tıkılacağı ihtar edilmişti. Kimi sanık adayları da tabutluk veya mezarlık değil, sürekli kaldıklarına göre daha kötü hücrelerde yatırılıyorlardı. Sorgulama sırasında yalnızca bu tür yer gösterimleri ile yetinilmiyor; sorgulananlara küfür, dayak, falaka, başına silâh dayama dahil, işkencenin her türlüsü uygulanıyordu. Söz gelişi, Prof. Zeki Velidi Togan’a tam iki gün, yemek, ekmek ve su verilmemişti. Bu yöntem sonradan başka sanık adaylarına da uygulanmıştı. Bunların hepsi sorgu öncesinde, sorgulananın maneviyatını bozmak için yapılıyordu. İşin ilgi çekici yanı, sorgu sonunda sanıklığı uygun görülmeyenler de bu tür işkencelere uğratılabiliyorlardı. Söz gelişi sonraki yıllarda Serdengeçti dergisini çıkaran Osman Yüksel, tabutlukta konuk edilmek şerefine ermişti.11 Sanık olmaya değer görülmeyen tıp öğrencisi Mehmet Külahlıoğlu’ya, falakaya yatırma uygun görülmüştü. Hikmet Tanyu’ya, tabutluğa ek olarak, ağır küfürler ve başına silah dayanarak ölüm tehdidi yapılmıştır. Bu küfür ve değişik biçimlerdeki tehditlerden öteki sanıklar da paylarını almışlardır. Bütün sanıklar, bunlara ek olarak ihtilattan men (yakınları dahil, hiç kimse ile görüştürülmemek), soruşturmalar boyunca banyo yapmaktan yoksun kaldılar. Kağıt-kalem edinmek imkânına bile çok zaman kavuşamamışlardı. Yiyeceklerini kendi imkânları dışarıdan getirtmek zorunda idiler; aksi halde 300 gramlık ekmek ile günü geçirmeleri gerekiyordu. O ekmeğin katığı yoktu. Bir ara buna da sınırlama getirildi: Yalnız domates, hıyar, peynir ve zeytinden başka bir şey alınmasına izin verilmedi. Bu mantıksız uygulamayı bir süre sonra kaldırmak zorunda kaldılar.

11 Osman Yüksel, bu “Tabutluk” serüvenini ayrıntıları yazmıştı. Bk. Osman Yüksel, Azap Hücrelerinde. Serdengeçti, 2 (1947).


22

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Bu ikinci evrede, dâvanın asker sanıkları bir askerî cezaevinde tutulmuşlar, sivil sanıklara uygulanan işkencelerden genellikle uzak kalmışlardı. Fakat “ihtilâttan men” onlara da uygulanmıştı. Askerlerin hücrelerindeki yataklar en azından Emniyet hücrelerinin yatakları kadar pis, bakımsız ve iğrenç imiş. Söz gelişi o sırada yedek subay olarak askerliğini yapan rahmetli Dr. Hasan Ferit Cansever, verildiği hücrede bulunan, iğrendiği yatağa girememiş üç gün geceyi tahta bir sandalye üzerinde geçirmek zorunda kalmış. Bunun üzerine Cezaevi yönetimi, Hekim beyin evinden bir yatak getirtmiş. Bu dayanılmaz acı günleri, Atsız Beğ, Sansaryan Hanı’ndaki hücresinde bir koşma yazarak dile getirmiş. Onu, hücreler katının sessiz olduğu bir günün öğle sonunda yüksek sesle okumağa başlamış. Onu duyabilen bütün sanık adayları dikkat kesilerek o güzel şiiri dinlemeğe başlamışlar. Bu duruma, kattaki nöbetçi polisler müdahale etmek istemişler. Fakat başarılı olamamışlar: Burada güneş açmıyor, Ümit kuşu ötmüyor, Yol yok, kervan geçmiyor, Dakikalar geçmiyor.

Döndüm vuslat yolundan Yandım firkat çölünden Tanrı rahmet selinden Bir damlacık saçmıyor.

Bir kadının melâli, Bir yavrunun hayali, Bir evin öksüz hali Gözlerimden kaçmıyor.

Karardı gündüzlerim, Kış oluyor yazlarım, Dumanlanan gözlerim Uzak yakın seçmiyor.

Bir gönülüm: Muratsız. Bir kartalım: Kanatsız. Kendinden geçse Atsız Dakikalar geçmiyor… 31 Mayıs 1944


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

23

Şiiri büyük bir sessizlik içinde dinleyen sanık adaylarından Nejdet Sançar, hücresinin duvarına bir yumruk indirerek “Geçmez’…” diye haykırmış, öteki sanık adaylarının kimisi de “Geçer!..” diyerek. 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Dâvasının bu sorgulamalar evresi, karabasan olaylarının en yoğun olduğu, sanıkların sanık değil birer “tutsak” gibi değerlendirildiği evredir. Bu dönemde sanıklar hem birbiri ile, hem yakınları ile görüşme konusunda tam bir yasak hayatı yaşadılar: hatta birbirleriyle karşılaşma ihtimalleri bile önlenme yoluna gidilmişti Okuma yazma yönünden de tam bir yasaklama söz konusu oldu; hiçbir kitabı okumalarına, hiçbir gazete veya dergiyi görmelerine izin verilmedi. Yeme ve içmeleri konularındaki kısıtlamalar da ilgi çekiciydi: Bir süre kendilerince bin bir zorlukla dışarıdan getirtilmeğe çalışılan yiyeceklerin neler olması gerektiğine bile karışıldı. Otuzdan çok kişinin tıkıldığı tutuklu hücrelerinde kalanlar tek musluklu bir lavabodan, sıra ile yararlanmak zorunda bırakıldılar. Onlar, aynı zamanda tabii ve bazen ivedi ihtiyaçlarını gidermek için de tek tuvaleti 24 saati geçen sürelerden beklemek zorunda kaldılar. Yaşadıkları bu tür olumsuzluklardan yazılı veya sözlü olarak yakınmak yasak idi. Zaten o tür düşüncelerle yetkililere başvurmak da mümkün değildi. Çünkü sözlü yakınmalar için yetkililere ulaşmak, yazılı yakınmalar için kâğıt kalem edinebilmek imkânsızdı. Öte yandan, sanıkların veya sanık adaylarının sorgularını, onları yapmağa yetkili yargıç değil, Emniyet Genel Md. Yardımcısı veya onunla birlikte olan Emniyet üst yöneticileri yapıyor, çoğu zaman onlara Sıkıyönetim Komutanı da katılıyordu. Fakat düzenlenen tutanağı, sanki sorgulamayı o yapmış gibi, yalnızca Sorgu Yargıcı olan Kâzım Alöç imzalıyordu. Yani, sorgulamalar yasalara aykırı biçimde ve bir “show” havasında geçiyordu.


24

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Sorgulamalar sırasında sanık veya sanık adaylarının silâh gösterilmesi yoluyla tehdit edilmesi, küfürlerle veya başka baskıcı sözlerle sindirilmeğe çalışılması olağandı. Çünkü tüm ifadelerde amaçlanan, sorgulananın sözlerinin değil, sorgulayanların istediklerinin tutanağa geçirilebilmesi idi. Bunu sağlamak için de sorgulanacak kişi, bir gece öncesine kadar bir takım sindirme tedbirlerine tabi tutuluyordu (“Mezarlık hücresi”nde tutmak, saatler hatta günlerce tabutluk işkencesi görmelerini sağlamak veya daha kötü bir hücrede yatırmak, dayak veya falakadan geçirmek… gibi). Bu sindirme tedbirlerine rağmen istenilen ifadelerin alınamadığı durumlarda ise, o ifadeler, sorgu yargıcının (yani Alöç’ün) kalem oyunları ile değişime uğruyordu. Zaten sanıklara okutulmadan imzalatılan tutanaklar, çoklukla, sorgu sırasında zaptedilen değil, önceden hazırlanmış olan metinlerdi. Sorgulama sırasında zaptedilen metinler de, değişikliklere uğratılıyordu. Ayrıca, soruşturma sırasında yazılan tutanaklar değişiklik ve eklemelerle duruşma dosyasına konulduğu için sorgulama yapılana, metni gösterilmeden imza ettiriliyordu. Bu metinlerin hemen hepsi, silinti, ekleme, vb. ile dolu idi. Kısacası; sorgu evresine ilişkin bu belgelerin hepsi bu bakımdan da “lekeli” idi. Bu yüzden onların ne sanıkların, nede avukatlarının görmesi istenmiyordu. 3. Duruşmalar evresi. Duruşmalar başlarken, asker ve sivil sanıklar aynı cezaevinde bir araya getirilmişlerdi. Bu durum bazı yasakların ortadan kalmasını sağlamıştı. Fakat, ayrı bir binada olan duruşma salonuna giderken, sanıklar öğrenciler gibi sıraya konuluyor, duruşma salonunun bulunduğu yapıya sokak veya cadde üzerinden, süngülü jandarmalar arasında, halkın içinde götürülüyorlardı. Bunun sanıklar için ne kadar onur kırıcı olduğu düşünülmüyordu. Ayrıca, orada da sanıklar ve avukatları mahkeme dosyasını incelemekten yoksun kalmışlardı. Sanıkların duruşmalar sırasındaki sözleri, çoğu kez, tutanağa değiştirilerek veya eksik aktarılırdı. Dinlenmesi istenen tanıklar


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

25

dinlenmemiş, sanıkların pek çok hukukî istekleri kabul görmemişti. Öte yandan, sorgulama sırasında “sanık adayı” olarak ifadesi alınan, fakat nedense “sanık” olma şansını yitiren kişilerin sorgu sırasında alınan ve savcının elden geçirdiği ifade tutanakları, mahkemeye tanık ifadeleri olarak sunulmuştu. Tanıkların çoğunu duruşmalara getirmek gereği duyulmamış, yalnızca ifadelerinin okutulması ile yetinilmişti. O ifadeler de tehditlerle alınmış, üstelik değişikliğe uğratılmış olan ifadelerdi. Duruşmalar sırasında sanık adayları dışında yalnızca üç kişi tanık olarak dinlenmişti. Ötekilerin hepsi, sanık adayı iken “tanık” yapılmış kişilerdi. Bunlardan tanık olarak alınan ve değişikliklerle “sanık ifadesi” olarak kullanılan metinlerin durumu da “lekeli” yani “şaibeli” olmaktan uzak değildi. Duruşmalar sırasında da sanıkların dosyalarını incelemeleri, vekilleri (avukatları) ile görüşmeleri mümkün değildi, yasaktı. avukatların dahi dosyaları inceleme şansları yoktu. Onların dosya incelemiş olmalarını göstermek için, duruşmaların sonunda mahkeme kâtibinin dosyalardaki, mahkeme başkanının işaret ettiği yerleri avukatlar topluluğuna okuması yoluna gidilmişti. Yâni, bir “hile-i şer’iye” uygulanmıştı. Duruşmalar, öyle olması gerekirken, alenilikten uzaktı. Onları basın görevlileri izleyemiyordu. Meraklılar veya sanık yakınları da yapılan baskılar ve dinleyicilerin oturmaları için konulan bankların zamanla kaldırılması yüzünden dinleyicisiz bir şekilde sürebilmişti. Oysa mahkemelerin, bir kapalılık kararı verilmedikçe herkese açık olması yasa gerekliliği idi. Fakat bu gereklilik, dinleyici olanlara gelenlere yapılan baskılar ve onlara karşı gösterilen olumsuz tavırlar yüzünden havada kalmış, dinleyenlerin sayısı, giderek sıfıra yakın bir sayıya düşmüştü. Böylece duruşmaların yasal bir özelliği olan “alenilik” fiilen ortadan kalkmış oluyordu.



II. BÖLÜM KARABASANLARIN BAŞLICA SORUMLULARI



Dâvanın sanıklarından Nejdet Sançar, dâvadaki savunmasına “Bu dâva… bir dava yaratmak davasıdır” deyerek başlamıştı. Sorgulamalardan kararlara kadar geçen süreç, bu gerçeği açıklar niteliktedir. Her harekette görüldüğü gibi, bu dâvanın düzenlenmesinde ve uygulanmasında rol oynayanlar yani karabasanların oluşturucuları, uygulayıcıları ve sorumluları vardı. Bunların kaydedilmelerinde, tarihe kayıt düşülmesi yönünden bir zaruret olduğunu düşünerek, onlardan ve yaptıklarından kısaca söz etmek istiyoruz. Cumhurbaşkanı İnönü, o yıllara kadar yürüttüğü Almancı siyasetten Rus yanlısı siyasete nasıl geçiş yapılabileceğinin, bu sorunun nasıl çözümleneceğinin kaygısı içinde idi. O (İnönü), öğrenci yürüyüşünün bu siyaset dönüşümünde kullanılıp kullanılamayacağını düşünüyordu; değişmez Maarif Vekili de onu bu yolda özendirmekteydi. Bir “Irkçılık-Turancılık dâvası” düzenleme düşüncesi böylece doğdu. O, önce, Hükûmeti etkileyerek, 18 Mayıs 1944 günü bir “Vekiller Heyeti Resmî Tebliği” yayımlanmasını sağladı. Hemen ertesi, 19 Mayıs 1944 günü, Gençlik ve Spor Bayramı söylevinin önemli bir bölümünü o konuya ayırmaktan hiç çekinmedi.12 Bildirideki ve söylevindeki sözler, birbirinin hemen hemen aynı idi. Bunlar açılacak dâvada delil sayılacaktı. Çünkü sorgulamalarda dişe dokunur bir delil veya dayanak bulunamamıştı. İnönü, açılan bu dâvayı titizlikle izlemiştir. İstanbul I. Sıkıyönetim Mahkemesince yapılan duruşmalardan sonra verilen kararı ile çok mutlu olmuştu. Fakat 1947’de çıkan son Askerî Yargıtay kararları 12 Bu Resmî Tebliğ ve söylevin metinleri için, bk. Irkçılık-Turancılık, Ankara: Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, 1944. 5-8. ss.; Necmeddin Sefercioğlu, 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvâsı. Ankara: Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2009. 59-62. ss.


30

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

onu çok sarstı ve kızdırdı. Öyle ki, bir süre sonra ziyaret ettiği Askerî Yargıtay’dan, 40 yıllık yakın arkadaşı olan Yargıtay Başkanı Org. Ali Fuat Erden’in makamına uğramadan ayrıldı. Belki de bu ziyareti ona olan kızgınlığını göstermek için yapmıştı! Nitekim, kısa bir süre sonra, Orgeneral Erden ile kurulundaki iki üst subay emekliye ayırıldı Elbette bu kurmaca dâvanın başka sorumluları da vardı. Sekiz yıldan fazla bir süre “Maarif Vekilliği” yapan ve “Millî Şef”in çok yakını olan, annesine aşir ve Kur’an okumak için Çankaya Köşk’üne sıkça ve teklifsizce gidebildiği söylenen Hasan Âli Yücel, bunların önde geleni idi. Irkçılık-Turancılık Dâvası’nın hazırlayıcı ve uygulatıcısı konumunda idi. “İsmet hâlâ girmedi mi kodese / Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?” diyerek İnönü aleyhine şiir yazan ve Sabahattin Ali denen komünisti, onun lehine bir şiir yazdırarak affettiren, ona öğretmenlik veren ve Atsız aleyhine dâva açmaya yöneltmiş olan odur, Ayrıca, Falih Rıfkı Atay aracılığı ile Türk basınının kısa süre içinde 60’ı aşkın “Irkçılık-Turancılık” aleyhinde yazı yazmasını teşvik etmiş; basında çıkan o yazıları Irkçılık-Turancılık adı altında bir araya getirterek Bakanlığa bağlı bir kurumun yayını olarak yayınlatıp Türkiye’deki bütün okullara ve kütüphanelere dağıttırmış, İsmet İnönü’nün ünlü 19 Mayıs 1944 söylevini çoğalttırıp bütün ülke okullarına dağıtarak, öğretmenlere sınıflarda o söylevi açıklayan, yorumlayan dersler yapılmasını yine Yücel emretmişti. Ayrıca, haklarında soruşturma yapılmamış, dâva açılmamış olan Atsız ve Nejdet Sançar’ın evdeşleri Bedriye Atsız ve Reşide Sançar ile başka kimi öğretmenlerin ve DTCF Tarih Doçenti Dr. Osman Turan’ın “Vekillik emrine” alınarak aylıklarının kesilmesi, Atsız ve Sançar ile kimi başka öğretmenlere, bu dâvada aklanmalarına rağmen bakan bulunduğu sürece görev vermeme ısrarını sürdürmesi de Yücel’in zulüm defterine yazılacak hususlardı. Hasan Âli Yücel, ayrıca cok katı bir Atsız ve Nejdet Sançar düşmanıydı. Atsız’a düşmanlığının sebebi, kendisinin Türk Edebiyatına Topşu Bir Bakış adlı eserini Atsız’ın “Alaylı Âlimler” başlıklı yazısını da, bütün yanlışlarını ayrı ayrı göstererek eleştirmesi ve yazıyı “Hasan


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

31

Âli Bey! Çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum?”13 deyip onu istifaya dâvet etmesi idi. Nejdet Sançar’a olan kini ise, onun, öğretmeni bulunduğu Sivas Öğretmen Okulu’nu ziyareti sırasında kendisini, yani Maarif Vekilini karşılayan öğretmenler arasında bulunmaması idi. Sançar, Hasan Âli Yücel’i karşılamadığı gibi, daha sonra, okul müdürünün odasında ve öteki öğretmenlerin önünde onunla çok çetin bir tartışmaya girme atılganlığını da göstermişti. Bunlar Millî Şef’in gözdesi olan bir bakana karşı yapılacak işler değildi. Zamanın Maarif Vekili, Atsız-Sançar kardeşlere olan düşmanlık ve kinini yalnızca onların kendilerine göstermekle yetinmemiş, ailelerine de bu kin ve düşmanlık çerçevesi içinde acı ve sıkıntı çektirmekten geri kalmamıştı. Atsız’ın evdeşi ve lise tarih öğretmeni Bedriye Atsız’ın 13 Mayıs 1944’de, Sançar’ın evdeşi ve lise kimya öğretmeni Reşide Sançar’ın ona yakın günlerde “vekillik emrine” alınmaları, eşleri tutuklu iken onların da aylıklarından büyük ölçüde yoksun edilmeleri anlamını taşıyordu. Bununla da yetinilmemiş, Bedriye Atsız, herhangi bir soruşturma geçirmeden 16 Mayıs 1944 günü gözaltına alınmış ve o sırada 4,5 yaşında olan oğlu Yağmur’u, o sırada temizlik yapmak üzere evde bulunan temizlikçi Fatma Kadın’a bırakmak zorunda kalmıştı. Temizlik yapan hanım, akşam üzeri polisler evin çevresinden ayrılınca, çocuğu aynı cadde üzerinde evleri bulunan Arnavut asıllı bir aileye emanet etmişti. Bu ailenin üç kızından biri olan Fevziye Oran Yağmur’un bakımını üstlenmiş ve ona çok iyi bakmış olduğu için onun “ikinci annesi” olmağa hak kazanıştı.14 Yağmur Atsız, o çetin günleri “Ben Oran ailesi’ne çok şey borçluyum… bir kere hayatımı borçluyum. Çünki eğer 1944 tevkiyfatı’nda sivil polisler Annemi de götürdükten sonra o ikindi ben dörtbuçuk yaşında bir çocuk olarak evde kaldığım zaman “İkinci annem” Fevziye Abla gelip beni yanına almasaydı kimbilir 13 Atsız, “Alaylı Âlimler”, Orhun, 5 (Mart 1934). 102-105. 14 Yağmur Atsız, Ömrümün İlk 65 Yılı. 2. bs. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı, 2006. 202.


32

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

ne olurdum. Evet, sevgili ve rahmeli emektarımız Fatma Kadın, diğer komşularımızdan Sıdıka Hanım ve daha hayâl-meyâl ancak hatırlayabildiğim muhtelif komşu hanımlarda benimle ilgilenmişlerdi ama alıp evine götüren Fevziye Abla olmuştur. ” deyerek anlatıyor. Bedriye Atsız 26 Temmuz 1944’te salıverilmesine rağmen, vekillik emrinde bulunma durumu devam ettirilmiş ve bu durum ancak o Kartal Ortaokulu öğretmenliğine atanınca sona erebilmiştir. Başka bir deyişle 23 ay vekillik emrinde bırakılmış, sonra da lise öğretmeni olduğu halde, ortaokul öğretmeni yapılmıştır15 Nejdet Sançar’ın evdeşi Reşide Sançar’a gelince; o da 20 Haziran 1944 günü “vekillik emrine” alınmış, bu durumu, ancak kendisine duyurulmadan Zonguldak Lisesi Kimya öğretmenliğine16 atandığı 20 Ekim 1944’de sona ermiştir. Fakat atama emri kendisine bildirilmemiş, durumu atandığı ilden merak edip Istanbul’a kadar gelen bir öğretmen arkadaşlarından öğrenerek, yeni görevine atanmadan iki ay sonra gitmek zorunda kalmıştır. Öğrenmekte daha geç kalsa idi, belki de görevinden uzaklaştırılabilirdi. Onlar “vekillik emrinde” olarak çok az bir aylık almak durumunda bırakıldılar, büyük sıkıntılar içinde yaşadılar. Bunlara ek olarak, Dahiliye Vekilliği de harekete geçirilerek Emniyet Genel Müdürlüğü’nde Adalet Bakanlığı temsilcisi, İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşaviri ve Emniyet Genel Müdürü’nden oluşan bir komisyon kurdurulur. Ne hikmetse, Komisyon’un başkanlığını Hasan Âli Yücel yapar. Bu komisyon hükûmetin arzusuna uygun şekilde, “Türkiye’de 15 Talat Ülker, Aynı Eser, 61. 16 Reşide Sançar, Zonguldak’a atandığı kendisine bildirilmediği için oradaki görevine 2 ay sonra başlayabilmişti. Bu atamayı sorgulamak için Istanbul’a gelen öğretmen Ziya Özkaynak aracılığı ile öğrenebilmişti. Anlaşılan, ona duyurulmadan atamanın süresi geçirilecek, göreve başlamadığı gerekçesiyle görevine tümüyle son verilecekti.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

33

Irkçı ve Türkçü Faaliyet” üzerine bir rapor hazırlar. Bu rapor da Irkçılık-Turancılık Dâvası’nın delilleri arasında yer alır. Bir kopyası Istanbul I. Sıkıyönetim Mahkemesi’ne, bir kopyası Maarif Vekilliğine, öteki nüshaları Dahiliye Vekili Hilmi Uran imzalı bir genelge ile İçişleri Bakanlığı teşkilâtına gönderilen bu komisyon kararına bölüm olarak eklenen bir liste ile “Irkçı ve Turancılar”ı jurnal edilir. Böylece Mahkemenin o listede yazılı 47 kişinin de “sanık” olarak yargılaması istenmiş olur. Fakat Mahkeme bu raporu ve içerdiği listeyi hiç dikkate almamıştır.17 Gazeteci-milletvekili Falih Rıfkı Atay ve sonradan evinde intihar eden Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ayrıca Ankara’da gözaltına alınan öğrenci ve başka kişilerin gözaltı durumları ile yakından ilgilenmişler(!), ilgilileri bu yolda teşvik etmişler ve desteklemişlerdir. Dâvanın İstanbul’a aktarılmasından sonra, İstanbul Emniyet Müdürlüğündeki sorgulama ve işkence işlemlerinde, önce soruşturma yargıcı, sonra da Irkçılık-Turancılık dâvasının savcısı olan Kazım Alöç ile Emniyet Umum Müdür Yardımcısı Kâmuran Cuhruh, Istanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü I. Şube Şefi Sait Koçak, sorgulama döneminin bir “işkence dönemi”ne dönüşmesindeki başlıca sorumlular durumundadırlar. Onlar haklarında açılan işkence dâvasında yargılanmaktan Demokrat Parti iktidarının çıkardığı “af kanunu” ile kurtulmuşlardır. Özellikle Kâzım Alöç, Türkçülere olan nefretini Irkçılık-Turancılık Dâvası’nın savcısı olarak da, dâvanın sonuna kadar sürdürmüştür. Davanın savcılığını yapan Kâzım Alöç ile birlikte I. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yargıçları olan Başkanı Tümgeneral Yusuf Ziya Yazgan, Duruşma yargıcı Yarbay Cevdet Erkut ve 3. üye Albay 17 Bu Komisyon raporu ile çok acele ve özensiz hazırlandığı hemen anlaşılan 47 kişilik “Irkçılar ve Turancılar listesi ve İçişleri Bakanı’nın imzasını taşıyan genelge için, bk. Yıldırım, Aynı Eser, 219-230. s.; söz konusu listenin düzeltilmiş ve abece sıralı listesi için, bk. Sefercioğlu, Aynı Eser, 63. s. Bu rapor ve genelge, Hilmi Uran’ın da Türkçülük karabasanında aldığı rolü açıkça gösteriyor.


34

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Galip Kaan da tarafsızlıktan uzak bir dâva yönetimi göstermişlerdir. Duruşmalar sırasında sanıkların sözleri sık sık kesilmiş, söylediklerinin çoğu tutanağa eksik ve sözleri değiştirilerek yazdırılmış, sanıkların dinlenmesini istedikleri tanıklar dinlenilmemiş, böylece dâvanın bütünü ile aydınlatılması önlenmiştir. Özellikle Kâzım Alöç, duruşmalar boyunca sanıklara hakaret etmekten geri kalmamıştır. Bir duruşma sırasında kötü şartlardan ve işkence uygulamalarından yakınan bir sanığın sözüne karşı, dâvanın Savcılık makamını işgal eden Kâzım Alöç, büyük bir pervasızlıkla, “Efendim! Biz bunları huzurunuza misafir olarak değil, hükûmeti devirmek isteyen vatan hainleri, katiller ve caniler olarak sevk ettik. Kendilerini Perapalas otelinde oturtacak değildik. Bunları huzurunuza reisicumhur namzedi olarak da çıkarmadık. Onun için elbette her nevi zulmü görmüşlerdir ve göreceklerdir“18 demekten çekinmemiş, Mahkeme Kurulu üyeleri de onu sessizlikle dinlemiş, Sanıklarca aynen tesbit edilmiş bulunan o çirkin sözler, Avukat Kenan Öner’ce yapılan ısrarlı isteğe rağmen, tutanağa geçirilmemiştir. Öte yandan Türkçü sanıklara işkence yapıldığını açıkça ortaya koyan, hakaret ve peşin hüküm niteliğinde olan bu sözlerin Mahkeme Kurulunu oluşturan kişilerce “hoş” karşılanmış bulunması, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yönettiği duruşmaların seyir durumunu açıklar niteliktedir. Tarafsızlık değil, bir taraflılık belirtisi ortaya koyan bu tutum, duruşmalar boyunca sürdürülmüştür. Kısacası, Mahkeme Kurulunun tutumu yüzünden Savcının ağzından yapılan işkenceleri kaçırdığı sözler tutanağa geçirtilememiştir.

18

Orkun’dan Sesler: 1944’ten Hâtıralar. Orkun, 9 (01 Aralık 1944), 9.


III BÖLÜM KARABASAN OLAYLARININ SONRAKİ EVRELERİ



İstanbul I. Sıkıyönetim Mahkemesinin “temyizi kabil olarak” verdiği karar üzerine suçlu görülen sanıklar, Askerî Yargıtay’a başvurarak kararın bozulmasını istemişlerdir. Bu başvurular öce Yargıtay Tetkik Kurulu’nca düzenlenmiş bulunan 16.10. 1945 tarihli rapor19 Yargıtay Başkanlığına sunulmuş, bunu inceleyen Askeri Yargıtay 2. Ceza Dairesi’nin Korgeneral F. Erden, Tümgeneral H. Alpagut ve Tuğgeneral İ. Berkok’tan oluşan kurulunca, sayfalar boyu açıklanan, yasalara uyumsuzluk ve noksanlık örneklerinin verilmesinden sonra: “Ve sıkıyönetimin başlangıcı 23/Kasım/1940 tarihli olmasına ve bölgelerinin de İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale Kocaeli illerinden bulunmasına nazaran bu bölge dışında ikamet edenlere yönelik “eylemsel”, “sözleşmesel”, “yayınsal” bazı eylemler hakkında ilgili sanıklar ve müdafileri tarafından “görev” ve “genel zamanaşımı” noktalarına dair önce ve sonra ileri sürülen iddiaların ilgilendirdiği yasalar hükümleri bakımından ve usul ve uygulama kanunları yönünden bunların ne dereceye kadar makbul ve reddedilmiş olacağının gerekçesiyle ve tercih sebepleriyle birlikte belirtilmemiş olması bile yolsuz bulunmuş olduğundan, hükmün As. Y. Us. K.nun 241, 242, 243, 246. maddeleri gereğince sayılmış ve belirtilmiş noksanlardan itirazen ve kendiliğinden BOZULMASINA … ve bozma sebeplerine göre tutuklu bulunan sanıkların tutukluluk hallerine yer olmadığından geri kalan bu bozma sebeplerine göre tutuklu bulunan sanıkların tutukluluk hallerinin devamına 19 Askerî Yargıtay Tetkik Kurulu Raporu için, bk. Hayri Yıldırım. Askerî Yargıtay’ın Tetkik Raporu. İstanbul, Togan Yayıncılık, 2015. 291-295. s.


38

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

yer olmadığından geri kalan yargılamalarının tutuksuz olarak yapılmasına, başka sebeplerle tutuklu değillerse tahliye keyfiyetinin telgrafla yerine bildirilmesi ve bu davanın bozma sebepleri dairesinde tamamlanması ve sonuçlanması için Sıkıyönetim 2 Numaralı Mahkemesi’ne aktarılıp verilmesine 23/ Ekim/1945 tarihine rastlayan Salı günü oybirliği ile” karar verilmiştir20 İstanbul Birinci Sıkıyönetim Mahkemesi’nce verilen kararın Askerî Yargıtay’ın 2. Dairesi’nce incelenip bozulması çok tabii idi. Çünkü, Türkçülerin uğratıldığı bu dâvanın askerî bir mahkemece görülmesi yasalara tümüyle aykırı. Dâvaya sebep olan olay, yani öğrenci yürüyüşü Ankara’da yaşanmıştı. Belki yalnız o yürüyüşü düzenleyenler için ve mutlaka Ankara’da açılacak bir dâva söz konusu olabilirdi. Başlangıçta gözaltılar ve tutuklamalar da Ankara’da yapılmıştı. Fakat, Millî Şeflik’çe Ankara mahkemeleri ve yürüyüşü düzenleyecek öğrencilere verilebilecek cezalar yeterli görülmemiş olacak ki, dâvanın sıkı yönetim altında bulunan Istanbul’a aktarılması yoluna gidildi. Ankara İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığının yetkili olduğu bölgede değildi. Yasal olarak dâvanın oraya nakil edilmemesi gerekirdi. Fakat emir yüksek yerden verilmişti. Rusya’ya yakınlaşmak için dâva Istanbul’a alınmalı ve oradaki Sıkı yönetim mahkemelerinin birinde görülmeli idi. Ayrıca olaya da biçim değiştirtmeli “Irkçılık-Turancılık” kılıfına sokulmalıydı. Yazık ki İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı yasalara değil Millî Şef’in isteğine uydu ve dâvayı onun isteğini yerine getirecek olduğunu düşündüğü I. Sıkıyönetim Mahkemesine verdi. Mahkeme, uzun süren duruşmalar sonunda 26 kişi olan sanıkların, ikisinin dosyası ayırıldığı için, 24’ünü içine alan bir karar verdi. Bu 24 sanığın 14’ü aklanmış (beraat etmiş), sadece 10’une pek de dâvanın 20 Hayri Yıldırım, Aynı Eser, 5i6-517.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

39

adı ile uygunluk göstermeyen cezalar verilmişti. Temyiz başvuruları üzerine Askerî Yargıtay’ın 2. Ceza Dairesi, uzun incelemelerden sonra, kararı temelden bozmuş, tutukluğu hâlâ sürmekte olan on sanığın da hemen salıverilmesini emri telgraf ile mahkemeden istemişti. Böylece duruşma günlerinde birçok üzücü olayların yaşandığı I. Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararları yok durumuna girmişti. -oIrkçılık-Turancılık dâvasının görülen 2. aşamasına, İstanbul 2. Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, 26 Ağustos 1946 günü başlandı. Tümgeneral Yaşar Yeniceoğlu’nun başkanlığındaki Mahkemenin üyeleri de duruşma yargıcı General Şevki Mutlugil ve Yarbay Ömer Köprülü idiler. Savcılık görevinde ise Hâkim Yüzbaşı Mehmet Ünlü vardı. Duruşmalara, dâvanın ilk aşamasında Almanya’da bulundukları için dosyaları ayrılan ve yurda dönmüş bulunan Nuriman-Ahmet Karadağlı çifti de katılıyordu. Böylece Irkçılık-Turancılık Dâvasının sanık sayısı 26’ya çıkmış oluyordu. Duruşmalar sırasında birçok yeni tanık dinlendi. Zamanın İstanbul Valisi Lütfi Kırdar da bu tanıklar arasında idi. 31 Mart 1947 günü yapılan son duruşmada Mahkeme Kurulu “bütün sanıkların beraatına” karar verdi.21 Bu karar Adlî Âmirlik’çe temyiz edilmiş ise de Askeri Yargıtay bu başvuruyu reddederek Mahkeme’nin kararını onayladı.22 Ardından Adlî Âmirlikçe bu karara yapılan itiraz da Askerî Yargıtay Genel Kurulu’nca da reddedildi.23 Böylece 03 Mayıs 1944 günü yapılan bir öğrenci yürüyüşü ile başlayıp 18 Kasım 1947 günü verilen Yargıtay Genel Kurulu kararı ile son bulan sıkıntılar dönemi, 3 yıl 6 ay 15 gün sonra sona erdi. Bu süreç, Kısaca belirtmek gerekirse, Türk milliyetçileri için tam

21 Talât Ülker, Hüseyin Nihal Atsız. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları, 2015. 68. 22 Askerî Yargıtay 2. Ceza Dairesi’nin Red Kararı. Hayri Yıldırım, 3 Mayıs 1944 Olayı ve Irkçılık Turancılık Davası. İstanbul: Togan Yayıncılık, 2015. 519-523. 23 Askerî Yargıtay Genel Kurul Kararı, Yıldırım, Aynı Eser, 525-530.


40

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

bir karabasanlar dönemi olmuştur. Fakat, sorgulamalar sırasında yapılan akıl almaz işkencelere ve büyük bir tarafgirlik içinde yürütülen duruşmalara rağmen sanık olarak seçilen 26 kişinin hepsi de 1947 ye kadar uzayan 2. dâva aşaması sonunda aklanmışlardır. “Bu sonuç, elbette, davayı “icat eden” ve onu Türkçülere zulüm için bir âlet olarak kullananları, özellikle de Cumhurbaşkanı İnönü’yü ve Maarif Vekili Yücel’i hiç memnun etmedi. İnönü, bundan kaynaklanan kızgınlığını, bu karardan sonraki, belki de özellikle yaptığı bir Askerî Yargıtay ziyaretinden, Mahkemenin başkanı ve kendisinin kırk yıllık arkadaşı olan Orgeneral Ali Fuat Erden’in odasına uğrama nezaketini göstermeden ayrılarak ortaya koymuştu. Zaten, Erden Paşa ile Yargıtay’ın öteki üyeleri Tümgeneral Kemal Aklan ve Tuğgeneral İsmail Berkok kısa süre sonra emekliye ayrıldılar. Yücel ise, o yenilginin öcünü, aklanan öğretmenlerin işlerine dönmesini engelleyerek aldı.”24 Buna karşılık, “Millî Şef” ve adamları 14 Mayıs 1950’de yapılan milletvekili seçiminde “hak ile yeksan” olmuşlardı. Çünkü, Milî Şef’lik de CHP iktidarı da milletin onlara verdiği ceza ile son bulmuştu.

24 Talat Ülker, Aynı Eser. 68.


EK 1944-1945 IRKÇILIK- TURANCILIK DAVASI’NDA SANIK İSMET TÜMTÜRK’ÜN “SAVUNMA”SINDAN25

25 Tümtürk’ün savunması. 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar. Istabul: Türk Edebiyatı Vakfı, 2010. 310-334. ss. .



Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

43

Bu tahkikatın hususiyetler: Şimdi müsaadenizle bu tahkikatın arz ettiği hususiyetleri sırasıyla ele alıyorum. Tahkikatı yapan kim? Selahiyettar askeri makamların resmî binalarında tahkikat yapmak için bu hizmete muhassas ve elverişli yerler varken her nedense subay maznunların sorgusu da dahil olduğu halde, duruşma safhasından evvelki bütün tahkikat Emniyet Müdürlüğü binası içinde yapılmıştır. Hazırlık tahkikatı mı, yoksa ilk tahkikat mı olduğu bir türlü anlaşılamayan bu tahkikat nasıl cereyan etmiştir? Duruşma zaptında buna dair izahat ve tafsilat yoktur. Yalnız bu tahkikatta alınan her ifadenin zikri “usulen alınmış” sözleriyle başlar. “Usulün” ne olduğunu katiyetle bilmiyorum. Olanı aynen anlatmakla yetineyim. Lalettayin bir sorgum: Hücremden çıkarılıp bir odaya götürülüyorum. Kapıyı açıp içeri girince karşı tarafta kocaman bir koltuğa gömülüp vücudunu kendine has bir şekilde çarpıtarak oturmuş, ayaklarını odanın ortasına doğru uzatmış, ağzındaki puroyu püfür püfür içen bir adam var. Yüzüne ve sesine elinden geldiği kadar mutaazzım, gazup ve kahhar bir ifade vermeğe çalışıyor. Bu Emniyet umum müdür muavini Kâmuran’dır. (Soyadının Çuhruh olduğunu zannediyorum.) Kâmuran’ın sağında ve kapı ile koltuk arasında, duvar dibinde, orta büyüklükte, üzeri çıplak bir masa var. Masanın arkasında bir iskemle… Bu iskemlenin üstünde müeddep bir şekilde sivil giyinmiş, hukuk rozetli genç bir adam oturuyor. Bu şimdiki savcı Kâzım Alöç’tür. Kâmuran’ın koltuğunun sol tarafında başka bir masanın arkasındaki iskemlede bir başka genç oturuyor. Önündeki masada bir yazı makinesi bulunan bu genç sivil polislerden daktilo vazifesini gören Muzaffer’dir.


44

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Sorgu başlıyor. Soruları Kâmuran soruyor. Sorduğu sualler verilmesi matlup cevapları anlatır mahiyette. Bazıları evvelce verilen bir neticeyi teyit ettirmek isteyen suallerden ibaret. İstenilen cevap çıkmayınca Kâmuran’da bir hiddet ve şiddet fırtınası; ayağa fırlıyor, tehditkâr tavırlar alıyor ve nihayet istenilen cevabı işkence ile alacağını açıkça söylüyor. Bütün bu sırada Kâzım Alöç ile Muzaffer; bunlardan birincisi dikte ettirmek ve öbürü makine ile yazmak suretiyle, Kâmuran’ın umumi direktifi altında, bir şeyleri zapta geçiriyorlardı. Bunlardan kırık dökük bazı sözleri yarı işitiyor, yarı işitemiyordum. Ne yazıldığına dikkat etmenin imkânı yoktu, tereddüde düşülünce, Kâmuran’a soruluyor, onun bir işareti meseleyi hallediyordu. Zannedersem o sefer, belki de daha önceki sefer idi, iyi hatırlamıyorum, söylediğimden bambaşka bir şekilde zapta geçirilen bazı şeylere itiraz etmiştim; nazarı itibara alınmadı. Nihayet Kâmuran’ın sinek kovar gibi bir işareti sorgunun bittiğine işaret ediyor. … O sırada sonu bağlanan ve imza yerleri hazırlanan zabıt kâğıtlarını Kâzım Alöç topladı, birbirinin üstüne bir deste halinde koyarak en altındaki yerinde kalmak ve üstündekiler sıra ile birer ikişer parmak yukarı doğru kaymak suretiyle kâğıtları gereken şekilde sıraladı. Kâğıtların yalnız imza yerleri görünüyordu. Kâzım Alöç’ün parmağı ile gösterdiği yerleri imzaladım. Kâğıtların hiçbirisini okumadım. Kâmuran’ın ikinci bir işareti… Dışarı çıkarılıyorum. Benim sorgularım diğer maznunlarınkine nazaran çok basit ve hadisesiz geçmiştir. Mesela benim sorgumda tahkikat heyetinden yalnız bu heyetin başı Kâmuran ile heyetin azasından Kâzım Alöç bulunmuştur. Heyetin diğer azası olan İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir ile bunlara nazaran ikinci planda kalan Said Koçak (İstanbul Emniyet Birinci Şube Müdürü) ve Ankara’dan gelen muhtelif diğer emniyet mensupları vesaire benim sorgumda bulunmadığı gibi Sayın Örfi İdare Komutanı da benim sorguma şeref vermemişlerdir. Diğer maznunların sorguları daha kalabalık olduktan başka daha heyecanlı ve enteresan tablolar da arz etmiştir. Küfürler, tehditler, tokatlar vesaire muhtelif sorguların yeknesaklığı başka türlü giderilmiştir. Ancak iki noktada her sorgu birleşiyor:


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

45

1. Sorguyu kim yapmış olursa olsun ki ekseriya Kâmuran yapmıştır, ifadede onun adı ve şahsiyeti ortadan silinmiş ve bütün ifadeler Kâzım Alöç tarafından alınmış gösterilerek yalnız onun tarafından imzalanmış ve bu halde “usulen” alınmış bulunan ifadelerin hemen hepsi, başka bir noktayı araştırmaya kalmadan, sahtelikle mualleldir. 2. Bütün maznunlara ifadeleri okutulmadan imza ettirilmiştir. Maznunların bunu niçin yaptıklarına gelince… Bunun yardımcı sebepleri itimat etmek, mahcubiyet, tecrübesizlik, o anın şaşkınlığı, telkin altında kalmak gibi sebeplerdir. Asıl ana sebebi ise bundan sonra gelen bölümde anlatıyorum. İŞKENCE Bu tahkikatın başlıca hususiyetlerinden birini de işkence teşkil ediyor. Bu işkence mevzuuna dair söylenecek her şeyi söylemeye bu kısa müdafaanamede yer olmadığı gibi esasen herhangi bir maznunun yapılan işkencelerin panoramasını eksiksiz bir bütün halinde görmesine de tahkikatın üzerine, bilhassa baş taraflarına ve kaynakların üzerine gerilen kalın ve hiçbir zaman kalkmamış bulunan esrar perdesi manidir. Ben burada sadece tatbik olunan başlıca işkence nevi ve şekillerini söyleyeceğim ve ancak sağlam surette bildiğim kadarını söyleyeceğim. Evvelâ şu noktayı belirtmek icap eder ki, bilfiil maddeten yapılan işkencelerin yanında ve arkasında sarih veya müphem surette yapılan işkence tehditleri yer almıştır. Ve tahkikatın seyri üzerinde müessir olan belki bilfiil işkencelerden pek fazla olarak bu işkence tehditleridir. Bilfiil yapılan işkencelerin çoğu ve pek bariz şekillerinin hepsi ilk veya hazırlık tahkikatı denilen safhanın bitmesiyle bitmiş veya duruşmanın sonuna kadar maneviyatını bozucu, susturucu ve sindirici bir baskı tesirini icra etmiştir. Türkçülere karşı yapılan işkenceleri iki kategoriye ayırabiliriz: a) Uzun müddet tatbik edilme neticesinde maznunun ruhî kuvvetini yıpratıcı ve inhitata uğratıcı tesirini tedricî ve birikici bir şekilde icra eden ‘hafif’ fakat devamlı tazyik ve tazip tedbirleri,


46

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

b) Maznunun bütün maneviyatını bir hamlede çöktürmeyi istihdaf eden acı, vahşi ve şedit işkence şekilleri. A) Devamlı ve ‘hafif’ tazyik ve tazip tedbirleri; Evvela şu noktayı belirtmek icap eder ki tahkikat esnasında tatbik edilen mevkufiyet tarzı, başka hiçbir şey olmasa da başlı başına bu bende girecek mahiyettedir. Kanun bizim askerî bir tevkifevinde tutulmaklığımızı emrettiği halde, her nedense ilk tahkikat ve duruşmanın çoğu sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü binası dahilinde hapsedildik. Hapsedildiğimiz hücrelere bir karyola sığdıktan sonra fazla yer kalmayacak derecede dar, tavanları basık, havasız, karanlık ve pisti. Ya dışarıya hiç penceresi yoktu yahut da pencere vazifesi gören aralık pencereden ziyade delik denecek kadar dardı. Hücrelerin içinde tahtakurusu ve sivrisinek kaynaşıyordu; bir aralık salgın halinde bitler de etrafı kapladı. Bu haşeratı ortadan kaldırmak için en basit bir hareket kâfi gelecekken hiçbir şey yapılmadı. Karyolaların üstünde tahta parçalarının yan yana getirilmesiyle yapılmış bir sathın üzerinde yattık. Aylarca tam bir ihtilat memnuiyeti halinde yaşadık. Sorgularımız bitti. Hâlâ ihtilattan memnuiyet (yasaklama) devam etti. Duruşma başladı, ihtilattan memnuiyet yine devam etti. Duruşmada sorgular bitti, bir kısım maznunların hâlâ ihtilattan memnuiyeti devam etti. Şahitler dinlendi, hâlâ aynı hal devam etti. Şahitlerden sonra yazılı delillerin okunmasına başlandı ve bu işte bir müddet devam ettikten sonradır ki ihtilattan memnuiyet herkes için nihayet kaldırıldı. İhtilattan memnuiyetin maznunlar için ifade ettiği mana uzun aylarca bir mezar yalnızlığını çektirmekten ibaret kalmadı. Bu ihtilattan memnuiyet maznunları tazip, tahkir ve ızrar etmek gayesiyle yapılan çeşitli muameleler için bir türlü bitip tükenmek bilmeyen bir bahane kaynağı olmuştur. Yalnız üç misal vereceğim: Mesela ihtilattan memnuiyeti muhafaza etmek için mevzu kaidelerden bir hücreden ayakyoluna giderken iki maznunun birbirinin yüzlerini uzaktan bile olsa görmemeleri için ayakyoluna çıkmak bir sıraya


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

47

konmuştu. Evvela birisi çıkacak, dönüp hücresine gidecek, üzerine kapısı kapanacak ve ondan başka birisi kapısına vurarak dışarı çıkmayı isteyecek ve bekleyecekti. Kapısı belki açılacak ve belki de açılmayacaktı, bu biraz da baht işi idi. Otuz küsur kişi tek bir ayakyoluna gitmek için sıra bekliyordu. Nihayet iş öyle bir hale geldi ki en acil ve tabii bir ihtiyaç için bile olsa ayakyoluna gidebilmek bir muvaffakiyet ve mazhariyet hâlini aldı. Bu da maznunlara yapılan muameleleri tanzim eden kimseleri tatmin etmedi. Bir gün baktık ki yeni bir kaide konmuş. Ancak günün muayyen saatinde dışarı çıkmaya izin varmış. Geri kalan müddet içinde ne kadar acil bir ihtiyaç olursa olsun dışarı çıkmak mutlak surette yasakmış. Hesap etmiştim ve hesabımın neticesini bir yazı ile tahkikat hakimi Kâzım Alöç’e bildirmiştim. Herkesin işini en çabuk bir şekilde yapıp bitirmesi halinde bile bir maznuna dışarı çıkmak sırası yirmi dört saatte bir bile gelmiyordu. En acil ve tabii ihtiyacı için bile en aşağı yirmi dört saat beklemek mecburiyetinin manasını aklı selim takdir eder. Yiyeceklerimizi dışardan çok zor, masraflı, zararlı ve külfetli bir şekilde temin edebiliyorduk. Bunun tafsilatı ayrı bir rezalet faslını dolduracak kadardır. Fakat bir gün o da çok görüldü. Bir tahdit vazediliverdi. Dışardan yalnız dört kalem eşya aldırmaya müsaade edilecekti: Domates, hıyar, peynir ve zeytin. O kadar! Çünkü yalnız bunlar zaruri ihtiyaçlarmış ve başka şeyler lüzumsuz bir lüks kabul ediliyormuş ve bize unutulması çok güç bir eda ile söylendiğine göre biz oraya istirahat etmek için getirilmişiz! Doğrudan bir kıl eni bile ayrılmamış olmak için hemen ilâve edeyim ki bu yukarıdaki iki tedbir çok sürmedi, az sonra kaldırdılar; fakat benzerleri yerini almakta gecikmedi. Emniyet Müdürlüğü’ndeki bütün ikametimiz boyunca çeşitli tazip ve tahkir tedbirleri birbirini takip etti. Ruhlarımızda birinin boşalttığı yeri öbürü hemen doldurdu. Sürprizsiz geçen günler az oldu. Bir tedbir daha (Bu vereceğim son misaldir): Biz sıcak bir yazın en sıcak günlerinde mevkuftuk. Havasız, bunaltıcı hücrelerde kapalı idik. Aylarca


yıkanamadan kaldık. Yediğimiz şeylerin yağları vesaire hep yattığımız yatağın üstünde idi. Bu vaziyet içinde hiç olmazsa elini ve ağzını yıkayabilmenin ne gibi ihtiyaç olduğunu tasavvur etmek için biraz düşünmek yeter. İşte bu vaziyette bulunduğumuz yerdeki tek musluğun suyunu kestiler. Bazı günler lütfen bir iki saat kadar su akıttılar ve buna (hücrelerden çıkmak için gerekli uzun merasim sebebiyle) maznunlardan ancak bir kısmı erişebildi. Bazen ise günlerce üst üste su akıtılmadı. Dışarıdan ufak bir şişe suyun getirtilmesine imkân bazen hasıl oldu, bazen de olmadı. Bu böyle bütün bir yaz ve sonbahar sürdü. Türkçülerin, Emniyet Müdürlüğü binasında geçirdikleri aylarca süren müddetin bütün safahatı, en ince teferruatına kadar bugün gözümün önünde cereyan ediyor gibi hafızamda canlıdır. Son derece sakin olarak, hissiyatıma kendim de hayret edecek kadar hâkim olarak, vakalardan bir mücerret şuur bitaraflığı ile bakıyor ve hüsnüniyetle ve gayretle bütün bu müddet esnasında bize karşı yapılan bir tek dürüst ve temiz hareket, yapılması unutulan bir tek çirkinlik ve küçüklük nevi bulmaya çalışıyorum. Çalışıyorum, fakat muvaffak olamıyorum. Şurasını derhal teslim edeyim ki Emniyet Müdürlüğü’nde yapılanların bütün manevi mesuliyeti ancak orada hakim bir zümreye aittir. Her rütbede emniyet mensupları arasından Türkçülere yapılan zulümlere karşı içinden nefret duyan ve bunların icraatına alet olmaktan elinden geldiği kadar çekinen pek çok Türk çocuğu çıkmıştır. Onların vaziyetini anlıyor ve takdir ediyorum. Emniyet Müdürlüğü’ndeki yaşatılış tarzımızın umumi şeklinin de bir nevi işkence olduğunu işaret ettikten sonra, buna ilâveten muayyen şahıslara karşı zaman zaman adamına ve tahkikatın seyrine göre yapılan ‘hafif’ ve devamlı işkence nevilerinden birkaçını arz edeyim:


YAKINLARIYLA GÖRÜŞTÜRÜLMEME Birdenbire sevdiklerinin arasından alınıp kapatılan ailesine bağlı her adamda yakınlarına, anasına, babasına, çocuklarına, kardeşlerine karşı şiddetli bir hasret mazur görülebilir. Hele bu yakınlar maddî manevî her türlü sıkıntı içinde en gayr-ı müsait ve acı şekiller arz eden hayat mücadelesi karşısında yapayalnız kalmışlarsa onlara karşı duyulan hasrete bir üzüntünün, merakın, iç titreyişinin ekleneceği de tabiidir. Böyle olmuştur ve tahkikat idare edenlerce bu cihet maznunların bir zayıf noktası olarak yakalanmış ve tahkikatın bütün boyunca bu zayıf noktanın üzerinde oynanmıştır. Görüşmelere kâh müsaade edilmiş kâh birdenbire bu müsaade sebepsiz yere geri alınmış, kâh müphem vaitlerle günler ve haftalarca intizar halinde bırakmak yolu tutulmuş, bu iş daima üzmek ve iradeleri bağlamak için bir koz olarak kullanılmıştır. Rivayetlerin müphem tehdit, ima ve ruhi tazyiklerin kısmen bu yakınlar üzerine yöneltilmesi de ihmal edilmemiştir. Bunun bilfiil tatbiki ile karısının hapsedilmesi yalnız Atsız hakkında tatbik edilmiştir. Birikici tesirleri çok ağır olan bir devamlı tazyik şekli de okuyup yazma yasağıdır. 18 Mayıs tarihinden itibaren her türlü gazete ve mecmuanın okunması maznunlar için şiddetle yasak edilip bu yasak bütün ilk tahkikat boyunca ve duruşmanın da yarılarına kadar aralıksız devam etti. Dünyada olan bitenle bütün alâkamız kesilmiş, sanki dünya bizim için küçülüverip tahkikat heyetinden ibaret kalmıştı. İlk başladığı zaman ehemmiyetsiz gibi gelen bu memnuiyet, müddetinin uzamasıyla gittikçe tesirini artırmış, hakiki bir sıkıntı ve ıstırap kaynağı olmuştur. Tahkikat ile alâkalı olduğu vehmedilen her türlü yazıları kesilip çıkarıldıktan sonra gazetenin kalan kısımlarının okunmasına müsaade edilmesini teklif ettimse de, Kâzım Alöç, Örfî İdare Komutanı’nın emrine atfen bu teklifin de kabul edilmeyeceğini bildirdi. İlk tahkikatın baş taraflarında mutlak bir okuyup yazma yasağı işkencesi tatbik edildi. Kendilerinden istenilen şekilde bir ifade alınıncaya kadar


50

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

maznunların bir kısmına, bu arada bana, yanında herhangi bir kâğıt bulundurmak ve yazı yazmak yasağı kondu. Tamamen zararsız ve tahkikat mevzuu dışı yazılar yazmak ve yazılan her şeyi istenildiği anda göstermeye ve vermeye hazır bulunmak teklifim de reddolundu. Okumak için neyi isterlerse kendileri tarafından tayin olunmak ve istedikleri şekilde alınmak ve kontrol edilmek şartıyla kitap okumama müsaade edilmesini istedim. Hiçbir şeye, adi romanlara bile müsaade etmediler. Kâzım Alöç’ün benim ağzımdan yazdığı ikinci ifadeyi de, imza edinceye kadar, bir aydan fazla bir müddet esnasında, dört çıplak duvar arasında, içinde yürünülemeyecek kadar dar ve penceresiz bir hücrede, ihtilattan tam memnuiyetin üstüne bir de yazmak ve okumaktan da tam memnuiyet halinde yaşadım. Bunun tesiri işkencenin daha kaba ve göze çarpar şekillerinin tesirinden az değildi. Diğer bir ‘hafif tazyik tedbiri’ de kötü hücrelere kapatmak suretiyle maneviyatı bozmaktır. İlk ifadeleri matluba uygun olarak alınan maznunlar çok kere bunun üzerine nispeten daha iyice hücrelere veya gene nispeten daha serbest şerait altında dışarıdaki odalara naklolundular. Yeniden bir husus hakkında ifadelerine müracaata lüzum görüldüğü vakit çok kere bu maznunlar, ifadeleri alınmadan birkaç gün evvel yeniden eski hücrelerine veya daha kötü bir yere konulmuşlar ve maneviyatları bu şekilde bozulduktan sonradır ki ifadeleri alınmağa başlanmıştır. Bu usul hemen hemen her maznun hakkında tatbik edilmiş ve âdeta bir nevi kaide halini almıştır. Mesela Atsız ifadesi alınmadan evvel yedi gün müddetle yerin beş metre dibinde, mezar gibi karanlık ve rutubetli bir hücreye konulmuştur. Duruşma sırasında da aynı taktik kullanılmıştır. Mesela Hamza Sadi Özbek, mahkemede ifade vereceği günden önceki gece karanlık bir hücrede, başka bir kimse ile beraber, aynı tahta yatak üzerinde yatmağa mecbur edilmiş ve ifadesinden evvelki geceyi bir dakika bile uyumadan geçirmiş ve ifadeyi o tesir altında vermiştir.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

51

Emniyet Müdürlüğü’nde yapılan muamelelere dair şikâyet ve taleplerin karşılanış şekline gelince… Evvela yazı ile, kanun dairesinde merciine şikâyet etmenin maddî imkânları çok defa bizden nezedilmişti. Çünkü kalem kâğıt almak ve kullanmak tahkikatın devam ettiği müddetin büyük bir kısmı esnasında bizim için yasaktı. Kâğıt, kalem ancak tamamen keyfî olarak ve tahkikatçıların işine geldiği işler için verilebiliyordu. Şikâyet için kâğıt kalem bahse mevzu olamazdı. Şifahi şikâyet ve taleplere gelince, çok defa karşımızda bir muhatap bulamıyorduk. Polisler haklı olarak böyle işlerde hiçbir selahiyetleri olmadığını söylüyorlardı. Selahiyettar kimselerle temas için konulan usul ise şuydu: Söyleyeceğimiz şeyi veya görüşmek istediğimiz nöbetçi komiseri vasıtasıyla alâkadar şahsa bildiriyorduk ve alâkadar şahıs isterse ve istediği zaman bizi görüyordu. Tabii, tutulduğumuz muameleye dair şikâyet ve talepler ise daimi bir sükût ile karşılaşmıştır. Gelen giden olmamıştır ve taleplerimizin çok defa reddedildiğinin bildirilmesine bile lüzum görülmemiştir. Ayrıca şikâyet ve talep hoşa gitmeyecek bir şekil alınca bunların mukabil tedbir şeklinde bazı akisleri kendini göstermekte gecikmemiştir. Mesela hariçten alınan mallarda geniş miktarda hırsızlık yapıldığını ve birtakım hakaretamiz muamelelerde bulunulduğunu Kâzım Alöç’e bildirmemin hemen ertesi günü, belki bir tesadüf neticesi olarak, yukarıda arz ettiğim ayakyoluna çıkmak hususundaki çok ağır tehdit vazolunmuştur. AĞIR VE ŞİDDETLİ İŞKENCELER Bu tahkikatın tipik, ağır işkence şekli ‘tabutluk’ denen yere konulmak olmuştur. Kâmuran Çuhruh’un müstehzi dilinde ‘mutena hücre’ adını alan bu yer, Emniyet Müdürlüğü’nün üst katında, yol uğrağı olmayan bir yerde, sadece işkenceye yarayacak ve hususi surette o iş için sabit ve daimi bir yapı olarak inşa edilmiş bir hücredir. Bunlardan yan yana iki tane vardır: 19, 20 numaralı hücreler…


52

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Bunların içinde bir adam ayakta duramayacak ve çömelemeyecek şekilde, ancak ayakta durabilecek kadar hücrenin içi dardır. Hücrenin penceresi yoktur. Hava alacak deliği de yoktur. Ancak son şikâyetler üzerine bu hücrelerde hava alacak delikler açılmış ise de bunlar kapaklıdır ve gerektiği zaman o deliklerden de istifade ettirilmeyebilir. Hücrenin duvarlarında içerideki adamın dirseklerinden ıstırap verecek bir şekilde duvara bağlanması için duvara gömülü hususi halka tertibatı vardır. Çok güzel bir yer olmadığı görülen bu hücrenin tek iyi tarafı, en soğuk kış günlerinde bile üşümek imkânı ve karanlıktan korkanlar için karanlıkta kalmak tehlikesi olmadığıdır. Hücrenin tavanında üç tane beheri beş yüz mumluk, yani cem’an bin beş yüz mumluk elektrik ampulü vardır. Bunlar tabutlukta ayakta duran adamın başından ancak pek az yukarıdadır. Ben kendim tabutluğa sokulmadım. Gerek bu davanın maznunlarından gerek diğer kimseler arasından tabutluğa girenlerin müttefikan tasdik ettiklerine göre bu kafaya sıcak vurma işkencesi cidden çok ağır ve beyinde çok feci ağrılar husule getiren, tahammül olunması hemen hemen imkânsız bir işkence nevidir. Tabutluğa maznunlardan Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, Hamza Sadi Özbek ve Reha Oğuz Türkkan sokulmuş ve orada az çok uzun müddetler bırakılmışlardır. Fehiman Altan’a ise kapısından vaziyet gösterildikten sonra icap ettiği gibi ifade vermediği takdirde içinde bırakılacağı kendisine ihtar edilmiş ve ifadesi öyle alınmıştır. Yukarıda saydığım isimler, tabutluğa sokulduğunu sağlam surette bildiğim kimselerdir. Başkalarına da tabutluk muamelesinin yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Ancak bu tabutluktan umumi bir tehdit vasıtası olarak sık sık istifade edilmiştir. Tabutlukta yapılan işkenceler hakkında tahkikat yapmak için bazı zevatın geleceği Emniyet Müdürlüğü’ne tebliğ olununca oradaki üç ampul kaldırılmış, yerleri muvakkat sıva ile kapatılmıştır. Buna da pek lüzum yokmuş, çünkü tahkikatı yapacak zevat tabutlukların bulunduğu yere kadar zahmet


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

53

buyurmadılar. Ve Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in odasında oturup gerekli gördükleri izahatı aldıktan ve kahvelerini içtikten sonra avdet buyurmuşlardır. Bu zevat maznunlardan hiçbiriyle de temas etmemişlerdir. İkinci bir ağır işkence şekli aç bırakmaktır. Bu usul Zeki Velidi hakkında tatbik edilmiş ve bu zat icap ettiği gibi ifadesi alınmadan evvel kırk sekiz saat aç bırakılmıştır. Bu usulün başkalarına da tatbik edilip edilmediğini bilmiyorum. Üçüncü bir şekil doğrudan doğruya dayaktır. Bu usul maznunlardan olup mahkemeye sevkedilmeden bırakılmış ve fakat maznun sıfatıyla ve dayakla verdiği ifade bir şahadet delili olarak mahkemede okunmuş ve kendisi İstanbul’da bulunduğu halde mahkemeye her nedense çağrılmamış olan Külahlıoğlu Mehmet hakkında bütün şiddetiyle tatbik edilmiştir. Dördüncü bir şekil (ağır küfürlerle beraber) tabanca ile ölüm tehdididir. Hikmet Tanyu’ya tahkikatı idare eden Kâmuran tarafından kendisinin muvafık ifade vermediği takdirde (çekip gösterdiği tabancasıyla) öldürüleceği ve mahzende infaz edilecek bu ölümden sonra doktor tarafından icap eden bir rapor verileceği ve bunun hiçbir aksi ve mesuliyeti olmayacağı söylenmiştir. Türkçü maznunlardan sekseninin de böyle öldürüleceği söylenmiştir. Bunlardan başka ağır ve hakaretamiz birçok şekillerde dövmenin, tahkir ve tehdidin muhtelif şekillerinde tazyikler yapılmıştır ki bunların iğrenç tafsilatıyla heyetinizin uzun uzadıya vaktini almak istemiyorum. Çünkü kanunen ve ahlâken işkencenin her şekli ve azı veya çoğu birdir. İşkence mevzuunu bitirirken şu noktayı arz edeyim ki işkence görenlerin bunlara dair yapılacak en ufak bir şikâyet ve ihbarın bile bu işkencelerin tekerrürü ile cezalandırılacağı ima edilmiş veya sarahaten söylenmiştir. Yüksek heyetiniz önünde bu sebeple ancak işkencelerden pek az kısmı söylenebilmiştir. Söylenenler de nedense zapta geçmeye lâyık görülmemiştir. Bu arada heyet-i hâkime önünde de savcı Kâzım Alöç’ün maznunları tedhişe matuf şiddetli hücumları vuku bulmuştur. Mesela maznunlardan Fehiman


54

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

Atlan’ın sorgusunun yapıldığı 29 Eylül Cuma günkü celsede kendisine yapılan tehdit ve tazyiklerden bahsederken, bu genç maznun arkadaş her nasılsa, tecrübesizliği sebebiyle herhalde, bilmeden bir hürmetsizlikte bulunmuş olacak ki sayın mahkeme reisi tarafından susması kendisine şedit bir şekilde ihtar edilmiştir. Aynı günkü celsenin sonunda işkence meselesi üzerinde cereyan eden münakaşayı savcı Kâzım Alöç mealen şu sözlerle kapatmıştır: “Biz bunları huzurunuza vatan hainleri, câniler ve katiller olarak getirdik. Bunları Perapalas veya Tokatlıyan otellerinde yatıracak değildik. Onlar müstahak oldukları muâmeleyi görmüşlerdir. Elbette ki onlara her nevi zulüm yapılmıştır ve yapılacaktır” Buna rağmen yine arada sırada ifadelerin işkence tesir veya tehdidi ile imzalatıldığı ve kendi iradesini belirten bir mahiyette olduğu muhtelif maznunlar tarafından duruşmaların devamı boyunca söylenmiştir. Bu beyanlar ya zapta hiçbir surette aksetmemiş veyahut da “bu ifade bu zapta zuhulen böyle geçmiştir” içinde bulunduğum halet-i ruhiye sebebiyle “Zaptı okumadan imzaladım” gibi işkence yapıldığını pek anlatmayan müphem tabirler ile zapta geçmiştir. İLERİ SÜRÜLEN MAZERET Bütün bu işkencelere ve sair yapılan yolsuzluklara karşı bunları irtikap edenlerin ileri sürdükleri tek mazeret, tek bahane, temcit pilavı gibi tekrar tekrar ortaya çıkarılan, her kelimesinin arkasında samimi yetersizliği, yolsuzluğu, yalancılığı, sahteliği sırıtan bahane şudur: Güya hükümet fevkalâde vahim ve acil bir tehlike içinde imiş, bu tahkikatçılar olmasaymış devriliverecekmiş, bunların kalpleri hükûmete karşı o kadar ateşli bir sadakatle dolu imiş ki bu müthiş ve ani tehlikeyi görür görmez şuurlarını kaybedip öne atılıvermişler, nasıl heyecanlanmışlar ki hâlâ heyecanla titriyorlar imiş. Bunlar cerhe değmez. Fakat vazifemi yapmak için gene şu kadarını işaret


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

55

edeyim yeter. Bu tahkikatta ortaya çıkarılmış gibi gösterilen şeyler ta 1942 tarihinde bir broşürle bizzat Türkçüler tarafından ortaya atılmış ve dedikodusu ve matbuat sahasındaki akislerini memlekette duymayan kalmamıştır. Bunlar polisçe birkaç kişinin şöylece malûmatlarına müracaat edilmekten başka bir değer verilmeyle karşılanmamıştır. Biraz sonra bu işin hiçbir ehemmiyeti olmadığı anlaşılmış ve bu tahkikata da nihayet verilmiştir. Çünkü kimsenin tevkifine ve herhangi bir cezai takibe de lüzum görülmemiştir.

MÜDAFİLER VE DOSYA TETKİKİ Duruşmanın ilk celsesinde yüksek heyetiniz maznunlardan isteyenlerin âmir-i adlî’nin isteyeceği avukatları vekil tayin edebileceklerine karar verdi. Bazı gazetelerce bu karar hiç lâyık olmayan kimselere gösterilen fevkalâde bir lütuf ve semahat eseri olarak karşılandı. Maznunlar ise bunun mevcudiyetini hemen hemen unuttukları hukuka nihayet dönülebileceğine dair bir işaret telakki ederek ümitle karşıladılar. Bazı müziç idarî zorluklardan geçilerek vekiller nihayet tayın olunabildi. Fakat tatbikatta tezahür eden müşkülatın başlıca ikisi, bu müsaadenin müdafaa için kıymetini hemen hemen tamamen ortadan kaldırdı. Bunlardan birincisi vekil ile müvekkilin görüşme yasağı idi. Duruşmanın bütün devamı sırasında, ta sayın savcı’nın son mütalaanamesi okununcaya kadar vekillerin müvekkilleri ziyaret edip buluşmaları yasaktı. Vakıa duruşmayı idare eden sayın hâkim maznunlarla veya vekilleriyle hususi konuşmalar esnasında vekillerle maznunların savcı Kâzım’ın nezaret ve murakabesi altında konuşmalarına müsaade edileceğini vaad buyurdular; fakat böyle bir müsaade, bir türlü yukarıda arzettiğim gibi, duruşmanın en son safhası gelinceye kadar fiiliyat sahasına çıkamadı Vekillerin vazifelerini tam bir verimle yapabilmelerine ikinci mani, dosyayı görme yasağı oldu. Vekillerin tayin muameleleri hitam bulur bulmaz ilk istekleri dâva dosyasını görmek oldu. Bu istek terviç buyurulmadı. Duruşmaların uzun seyri sırasında vekillerin ve maznunların dosyayı görmek


56

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

ve evrakın suretini almak hususunda tevali eden hususi ve resmi taleplerinin karşılaştığı umumiyetle müphem ve bazen ümit verici cevapların ve her ümidi takip eden hayal inkisarının teferruatlı hikâyesini burada yazacak değilim; ancak, müsaade buyurursanız, neticeyi kaydedeceğim. Hiçbir maznunun hiçbir dosyayı görmesine hiçbir zaman müsaade olunmamıştır. Vekillerine gelince, savcının son iddianamesi okununcaya kadar, onlar hakkında da aynı mutlak yasak hüküm sürmüştür. Bundan sonra ise yüksek mahkemenizin 2 Şubat 1945 gününde verdiği vekillerin dava dosyasını tetkik edebilecekleri hakkındaki kararın tatbiki, 6 Şubat Salı gününde bütün avukatların bir arada dosya tetkikine davet olunmaları suretiyle yapılmıştır. Muayyen gün ve saatte duruşmayı idare eden sayın hâkimin hazır bulundukları bir toplantıda zabıt kâtibi dosyanın sayın hâkim tarafından emir buyrulan kısımlarını yüksek sesle ve hızla okumuştur. Bu okuyuş bir saat devam etmiş ve tekerrür etmemiştir. Dosyadaki evrakı vekillerin bizzat görmesine müsaade edilmemiştir. Dosyanın hangi yerlerinin okunacağını vekillerin istirhamları değil, sayın hâkimin tensip ve emirleri tayin etmiştir. Vaki talepler red buyurularak dosyadaki evrakın hiçbirisinin suretlerinin alınmasına müsaade buyurulmamıştır. Bu dâvada kıymetli vekillerin yardımlarının müessiriyetini azaltan pek mühim bir âmil de, şüphesiz, yapılan aleyhte neşriyatın ve çıkarılan bazı rivayetlerin yarattığı terör havasının umumiyetle vekillerin maneviyatları üzerindeki az veya çok tesirleridir. ŞAHİTLER Bu dâvanın bütün şahitleri hakkında müşterek noktalar: 1. Bu şahitlerin Hâlim Sabit, Ziya İlhan ve Hüseyin Yalçınlar müstesna, hepsi bu davanın eski mazmunlarıdır. Bilahare şu veya bu mülahaza ile maznun mevkiinden çıkarılıp kısmen yeminli kısmen yeminsiz olarak şahit mevkiine getirilmişlerdir (Huzuren dinlenmeyip ifadeleri okunanların hepsi böyledir).


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

57

2. Bu, şahit olmaya namzet maznunların şahit sıfatıyla yeminli olarak okunan ifadelerinin hepsi, bunlar işkence bölümünde anlattığım ve o bölümde yazdığım şartlar alında bulunurken alınmıştır. Ve ancak şahit sıfatıyla bu ifadeler alındıktan sonra tahliye edilmişlerdir. Şahit ifadesi diye okunan ifadelerin bir kısmı doğrudan doğruya bunlardan maznun ifadesi olarak alınan şeylerdir. Maznun ifadesi olarak alınan ifadelerlin elverişli görünmeyip de şahit sıfatıyla ayrıca yeminli ifade alınan hallerde ilk ifadeler ortada yoktur. 3. Şahitlerden çoğunun muhtelif şekillerde tazyik gördüğünü bilebiliyoruz. Mesela Osman Yüksel uzun müddet “Tabutluk”ta kalmış, Külahlıoğlu Mehmet sopa ile dövülmüştür. Hüseyin Yalçınlar “şahit sıfatıyla” ifadeleri alınmadan önce tabutluğa konmuştur. Öbürlerine neler yapıldığını ve neler söylendiğini tespite şimdilik imkân yoktur. 4. Şahitler bulundukları yerden mahkemeye kadar, bir suçlu gibi, zabıta memurları tarafından tutulup getirilmişler ve ilk “yakalandıkları” andan şahadetlerini bitirip şehir dışına çıkarılıncaya kadar hiç kimse ile konuşmalarına müsaade edilmemiştir. Şahitlerden Ülker Kaşlı duruşmada, geceyi bir otelde geçirdiğini söylemeye mecbur edildiği halde, hakikatte geceyi Emniyet Müdürlüğü’nde geçirmiştir. Diğer şahitler için de aynı ihtimal varittir. Esasen mevkuf bulunan, casusluktan zanlı Hüseyin Yalçınlar ise ifade vermeden önceki 48 saati askerî hapishanenin bir tecziye yeri olarak kullanılan “Taş Oda”sında geçirmiştir. Bu gibi noktalara dair şahitlerin şahadetini müteakip maznunların söylediği şeyler zapta geçirilmemiş ve sorulmak istenen sualler sorulmamıştır. 5. Maznunların şahitlere sorulmasını istediği sualler şifahen ve zapta geçmeden reddedilmiş ve bu hususta mahkemenin zapta geçen bir karar vermesi gerekeceği şeklindeki itirazlar nazar-ı itibara alınmamıştır. 6. Şahitlerin şahadetlerinin zapta geçirilmeyen bazı kısımlarının da zapta geçirilmesi ve bazı yerlerinin şahitlerin ağzından çıkan şekle daha yakın olarak zapta geçirilmesi hususundaki talepler de nazar-ı itibara alınmadı.


58

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

YAPILAN TAHRİFLER Bu tahkikatın bir hususiyeti de her nevi yazılar üzerinde maznunlar aleyhine, her safhada şaşılacak bir cüretle bol bol tahriflerin yapılmış olmasıdır. Tahriflerin üç yer ve zamanda yapılması mevzuu bahis olabilir. 1. İfadeler alınırken maznunun veya “şahit”in söylediği sözleri, manâyı aleyhe çevirecek surette az veya çok tahrif ederek zapta geçirmek: En fazla yapılan, baştan sona kadar yapılan ve bu tahkikatın en acıklı tarafını teşkil eden, doğruyu eğriltmede en müessir olan tahrif şekli budur. Her maznun bunu şahsında tecrübe ile gördüğü halde ve diğer maznunlarda da yapıldığını bildiği halde ne yazık ki bu çeşit tahrifleri evrakı okuyarak anlamanın imkânı yok. 2. Mevcut metinlerin naklinde yapılan tahrifler: Bizim için tespit imkânı olan yegâne tahrif şekli budur. Onun için yalnız bunların tespitine girişilmiştir. Diğer maznunların müdafaanamelerinde bunlara dair pek çok misal verilmiştir. Ben misal tekrarlamayacağım. Bana ait kısımlar da baştanbaşa öyledir. Bütün bu tahrifler, bittabii, yalnız maznunların aleyhine olarak yapılmıştır. Bu hâl tesadüf ihtimalini ortadan kaldırır. Tahriflerin şekillerine gelince… En fazla görülen şekil birbirine bağlı ve ancak bir bütün halinde ele alındığı zaman tam ve doğru bir mana ifade eden sözlerin bir kısmını alarak, bir kısmını atmak suretiyle yazının kastettiği manâyı değiştirmektir. İkinci bir şekil de buna ilâveten veya bunsuz, bazı kelimeleri veya kelime sonlarını ve edatları değiştirerek manâyı bambaşka yapmaktır. Üçüncü ve son bir şekil de büsbütün serbestleşerek metinde bulunmayan kelimeleri ve hatta koca cümle parçalarını görülen lüzum üzerine metinlerine sokmaktır. Her üç şekil de tekrar ve tekrar kullanılmıştır. Bu tahrifat dilimizde ve bütün başka dillerde bir sözün aynen nakledildiği manasını taşıyan tırnak işaretlerinin içindeki kısımlar üzerinde yapılmıştır. Savcı Kâzım’ın rivayeti yoluyla gelen metinler ile hakiki metinler arasındaki


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

59

fark herhangi bir dikkatsizlik veya tabı hatasıyla izah olunabilecek mahiyeti çoktan aşmış, bir kısmı aynen değil de mealen veya telhisen nakletmenin zaruri veya mazur kılabileceği değişikliklerin de hududundan taşmış ve hemen hemen sayın savcının maznunlarla hususi görüşmelerinde söyledikleriyle zapta geçen resmi beyanları arasındaki farklar derecesine yaklaşmıştır. Bütün bunlar söylendikten sonra da acı bir düğüm halinde zihinlerde kalan mutlak bir cevap isteyen ve cevaplandırılacağını hiç ummadığım bir sual var: Bu tahrifleri efkâr-ı umumiyeye ve belki de mahkemeye karşı yapan kimse veya kimseler hiç olmazsa devlet idaresinin başında olanlara bu metinlerin yalan olduğunu, muharref olduğunu itiraf etmişler midir? GENİŞ MÜDAFAA AKKI Yüksek heyetiniz bazı ara kararlarında ve savcı da son mütalaanamesinde maznunlara geniş müdafaa hakkı verildiğini beyan etti. Bir bakımdan kanunun icabı böyle yapmak olduğuna göre bunu söylemek bir bedahatın tekrarından ibarettir. Bir bakımdan ise işin belki biraz daha ince bir tarafı da vardır. Her mevzu üzerinde insanların başka başka görüş ve düşünceleri olabileceği gibi, herhangi muayyen bir dâvada maznunlara verilen müdafaa hakkının geniş olup olmadığı hususunda da telakkiler ayrılabilir. Verilen müdafaa imkânlarını bir kimsenin yeter genişlikte görmesine karşı diğer bir kimse mesela azami derecede dar görebilir. Bu bir takdir meselesidir. Fakat işin mühim noktası, can alacak noktası şudur ki bu maddi cihetlerin takdiri meselesi değil, hukuki cihetlerin takdiri meselesidir. Kanunların muhakeme usullerine dair hükümlerinin tefsiri ve tatbiki meselesidir Bu cihetlerin de takdirinin duruşmayı yapan mahkemeye ait olacağı tabii ise de kanun vazıı mahkeme heyetlerinin de nihayet zuhul etmesi imkân dahilinde bulunan fanilerden terekküp ettiğini nazar-ı itibara alarak verilen kararları ve yapılan muameleleri ikinci bir tetkikten geçirmeyi adalet ve hukuk emniyeti için zaruri görmüş ve bu zaruret Temyiz Mahkemesi’nin


60

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

hikmet-i vücudunu teşkil etmiştir. Usule müteallik bir ihtilafın muhakkak temyize intikal edebilmesinin mekanizma ve müeyyidesini ise kanun vazıı askerî ceza usulünün 201/6. maddesinde vermiştir. Fıkra aynen: “Hâkimlerin, Müddei Umumi ile maznun ve müdafi muhakeme usullerine riayet edilmediği iddialarının zapta geçirilmesini talepte hakkı vardır” [demektedir]. Bu dâvanın duruşma safhasında, bilhassa duruşmanın baş taraflarında, en göze çarpan bir cihet maznunların takip edilen usule itirazları ve bundan çıkan münakaşalardır. Bunların hepsinin akıbeti zapta geçirilmeden, o ciheti “Mahkeme takdir eder” sözleriyle maznunun taleplerinin reddedilmesi olmuştur. Bir kere de temyize bir takdir ve hak ve imkânı verebilmek için itiraz edilen noktanın zapta geçirilmesi yolunda maznunların yaptığı mükerrer taleplerde, neyin zapta geçip geçmeyeceğinin takdiri de mahkemeye ait olduğunun şifahen belirtilmesi suretiyle kâmilen reddolundu. İTİRAZLARA SEBEP OLAN BAŞLICA NOKTALAR 1. Maznunun sorgusunun bitmesini müteakip diğer maznunların sorgusu yapılırken bazı noktaların tavzihini ve bazı soruların sorulmasını talep ettiler. Bu talepleri kabul edilmedi. İlk iki sorguyu, yani Cihat Savaşfer ile Muzaffer Eriş’in sorgularını, müteakip bunlara karşı ne diyeceği sıra ile diğer maznunlara soruldu. Fakat bu pek mahdut bir saha içinde kaldı. Duruşmayı idare eden sayın hâkim, birkaç nokta hakkında her maznuna sual, sorup aldığı cevapları sıra ile zapta kayıt buyurdular. Bazı maznunlar sorguya karşı diyeceklerinin bu noktalar olmayıp başka cihetler olduğunu söyledilerse de, neyin mühim olduğunu mahkemenin takdir edeceği cevabıyla iskat edildiler. Sual sorulmasına hiç müsaade buyurulmadı. Sorulması istenen sualler hakkında mahkemenin bir karar vermesi, hiç olmazsa bir talebin reddedildiğinin zapta geçmesi istendi. Lüzum olmadığı esbab-ı mucibesiyle şifahen red buyruldu.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

61

Üçüncü sorgudan, Nurullah Barıman’ın sorgusundan, itibaren ise, duruşmayı idare eden sayın hâkim maznunların sorgularını müteakip buna karşı diğer maznunların ne diyeceğinin bundan sonra sorulmayacağını, ancak bütün sorgular bittikten sonra her maznuna bunlara karşı ne diyeceğinin sorulacağını tefhim buyurdular. Bu karar da zapta geçmedi. Bütün sorgular bittikten sonra bu karar ve vaid her nasılsa unutulup veya lüzum kalmadığı anlaşılıp, maznunlara sorgularda söylenenlere karşı ne diyecekleri sorulmadı. Buna mukabil sual sormak hakkını maznunlarla beraber aynı maddeden ve kanunun aynı ibaresinden alan iddia makamı yapılan her sorgunun sonunda ve hatta maznunun ifadesinin devamı sırasında da bu ifadeyi keserek dilediği sualleri sorabilmiştir, 2. Bütün duruşma esnasında devam eden en mühim itiraz mevzuu ifadelerin, maznunların olsun, şahitlerin olsun, zapta geçiriliş şekli oldu. Bittabi zapta geçen şeyler aynen söylenenler değil, söylenenler arasından duruşmayı idare eden sayın hakim tarafından zapta geçirilmesi gerektiği takdir buyurulan kısımların telhisen ve mealen ifade buyurulmuş şekilleriydi. İtirazlar bazen zapta geçirilmesine lüzum görülmeyen kısımların müdafaa için hayati bir ehemmiyeti olduğu kanaatine dayanıyordu. Bu kanaatle maznunların ısrarlı ricaları vuku buluyordu. Bu ricalar nihayet bazen isaf buyuruluyor, (bazen kısmen), bazen de o şeylerin zapta geçmesine asla müsaade buyurulmuyordu. Zapta geçirilmeyen şeylerin müdafaa sırasında söylenebileceği sayın hâkim tarafından ihtar buyruluyordu. Buna karşı, ifade veren bir maznun sorgusu sırasında söylediği bir noktayı kendi müdafaasına taalluk ettiği için zapta geçirilmesini isteyen başka bir maznun, bu ciheti müdafaasında söyleyebileceği ihtarına karşı kendisi hakkında bir başkasının o noktayı söylemesiyle aynı mahiyeti haiz olmayacağını çok defa iddia ve izaha kalkışmış ise de bunlar nazar-ı itibara alınmamıştır.


62

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

İtirazlar bazen de maznunun söylediği şeyin mealen ifadesinin maznunun maksadını ifade etmekte tamamen muvaffak olmadığı, maznunun söylediği şeyin başka bir şey olduğu, manaca arada fark bulunduğu noktalarına matuf oluyordu. Ve asıl uzun ve ısrarlı münakaşalar bu mahiyette itirazlar üzerine vuku buluyor, maznun bazen bir veya bir iki kelimeden ibaret bulunan asıl söylediği şeyin aynen zapta geçmesi için çok istirham ediyor; fakat uzun münakaşaların neticesinde ya zapta geçen ifade şekli istenilen istikamette pek cüzi bir tadile uğruyor veya olduğu gibi kalıyordu. İtirazların bir kısmı da maznunun kanaatine göre bir bütün teşkil eden ve ancak baş tarafındaki beyan ile onu takip eden beyan veya beyanlar birlikte mütalâa edildiği vakit tam doğru mana çıkan ve bunlardan biri alınıp diğerleri alınmadığı takdirde mana büsbütün değişip bozulan hallerde hâkimin bu beyanlardan yalnız bir kısmını zapta geçirip onu tahdit veya izah eden mütebaki kısmını zapta asla geçirmemesi halinde oluyordu. Bu takdirde de şiddetli itirazlar vuku buluyordu. Şurasını şükranla kaydedeyim ki bazen sayın hâkim bu itirazları dinlemek hususunda sakin ve mütebessim bulunuyorlar ve hatta mesela bu münasebetle maznunların Kuran’daki “Sarhoşken namaz kılmayınız” ayetinin “sarhoşken” kısmını çıkarıp kalan kısımdan Kuran’ın namazı menettiği neticesini çıkarmaya mütedair Bektaşi fıkrasını bile bu münakaşalar sırasında zikretmelerini müsamaha ile karşılamak lûtfunda bulunmuşlar ve fakat zapta ifadelerin geçiş şekli asla değişmemiştir. 3. Bu vaziyetler karşısında maznunlar verdikleri ifadeleri kendi kanaatlerince sahih metinlerini yazı ile hazırlayıp şeklen her bakımdan tamam ve kusursuz ve pullu birer dilekçe halinde veya dilekçe ile beraber dava dosyasına konulmak üzere yüksek mahkemenize vermeye müteaddit defalar teşebbüs etmişlerse de her seferinde bu talep ve teşebbüsler kati surette reddedilmiş ve maznunların bunun ancak bir mahkeme kararı ile ve zapta geçerek reddolunabileceği, hiç olmazsa böyle bir kâğıdın verilip de reddolunduğunun zapta geçmesi hususunda ısrar ve talepleri de reddolunarak bu hususta zapta hiçbir kayıt yazılmamıştır.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

63

4. Maznunlara yapılan muamelelere, bazı hususların izahına, itirazlara, ihtilattan maznuniyetin kaldırılmasına dair verilen dilekçeler pullu ve şeklen tamam olarak maznunlar tarafından verilmek istendikte mevzuu anlaşılınca, sayın duruşma hâkimi veya sayın reis tarafından ihtiva ettikleri talep ve hususlar şifahen red buyrulup dilekçenin alınıp dosyaya konulması, içindeki husus hakkında mahkemenin usulen bir karar ittihaz buyurması ve keyfiyetin zapta geçmesi tensip buyrulmamıştır. 5. Mahkeme takip edilen duruşma usulüne dair bazı noktalar hakkında yapılan itirazlar, mesela evvela yazılı delillerin tetkiki ve sonra şahitlerin çağrılması icap ederken evvela şahitlerin dinlenip delillerin sonraya bırakılmasının usule muhalif olduğu hakkındaki itirazlar hep şifahen red buyrulup zapta geçirilmemişlerdir. SAVCI KÂZIM’IN BAZI HAREKETLERİ Mahkeme heyetince ittihaz olunacak karar müzakere olunurken yargıçların bulunduğu odaya girmekte ve orada kalmakta bir beis görmeyecek kadar kendi bitaraflığına itimat besler görünen savcı Kâzım’ın, bir yandan da celse dışında maznunların hepsiyle dava bittikten sonra üniformasını çıkarıp dövüşeceğini söylemek gibi çocuklukla Donkişotluk arasında bir hareketle işgal ettiği makamın ciddiyetini hiçe sayması garip bir tenakuzdur Savcı Kâzım ciddi mahiyette söylediği sözlerde ve getirdiği haberlerle de bir nevi garabet ve inanılmazlık göstermekten kurtulamıyor. Mesela benim, hâkimler heyetince, daha doğrusu mahkeme reisince mahkemeden çıkarıldığım gün, savcı Kâzım, benim Reha Oğuz’dan ayrıldığımın malûm olmasına rağmen heyet-i hâkimeye karşı tavrımı ve duruşma sırasındaki itirazlarımı değiştirmediğim takdirde aleyhimde mahkûmiyet kararı verileceğini heyet-i hâkime namına bana tebliğ etmiştir. Aşikârdır ki Kâzım Alöç hiç olmazsa kendisine söylenen şeyi iyi anlamamış olacak. Çünkü hukuka bağlı bir mahkemenin bir fiil hakkında karar verirken o fiile ait delillerle hükmedeceği ve tamamen ayrı bir iş olan maznun ile yargıçların arasında tahaddüs eden


64

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

şahsi münakaşaların, ve sair hadiselerin esas hakkındaki hükme müessir olmayacağı pek tabiidir. SAVCI KÂZIM’IN SON LÂUBALİLİĞİ Savcı, son mütalaasında Reisicumhur Hazretlerinin son nutkunu aynen almaktan kendini alamamış. Bunun çürük davayı lâyık olduğu akıbetten kurtarmak için başvurduğu bir tesir altında bırakma hareketi, mahiyet itibarıyla yapıldığı iddia edilen İstiklal Marşı’nı polise karşı bir hile olarak kullanmaktan pek farkı olmayan bir suistimal teşkil ettiği aşikârdır. Nutkun kendisine karşı söyleyeceğim şey, bu nutkun istinat ettiği malumatın bizzat Reisicumhur tarafından toplanmadığı aşikâr olduğuna göre ve hakikaten nutukta mevzubahis hareketlere teşebbüs edilseydi nutuktaki sıfatlara layık olacağına göre, bu nutkun söylenmesini mahdut bir aldatıcı ve iğfal edici zümreciğin faaliyetinin tabii bir neticesi addediyorum. Ve hakiki vaziyeti bilseydi Reisicumhur Hazretleri’nin bu sıfatları iğfalcilere ve tahrikçilere tevcih buyuracaklarına emin bulunuyorum. Bu cihetten ne benim ne de diğer arkadaşların nutuk sebebiyle Reisicumhur Hazretleri hakkındaki hissiyatımız değişmiş ve sarsılmıştır. Savcının her türlü adi çekişmelerin üstünde devletin manevi şahsiyetini ve milli birliği temsil eden bir makama karşı beslenen yüksek hürmeti bir emrivaki ile hiçe sayarak kendi çürük ve iflas etmiş, tahriflerle lekelenmiş, yanlışlığı, sahteliği lime lime ispat edilmiş davasına karıştırmakla irtikâp ettiği saygısızlık olsun yapılmasaydı ne iyi olurdu. ALENİYET Duruşma salonuna gazeteciler yalnız son tahkikat kararının ve savcının esas hakkındaki son mütalâa kâğıdının okunduğu celselerde alındılar. Başka celselere hiçbir gazeteci alınmadı. Celselerde alınan bazı idari tedbirler ve dinleyicilere yapılan bazı muameleler ile dinleyicilerin pek az bir adede, bunlar da hemen tamamen maznunların yakın kadın akrabaları olmak üzere her seferinde gidip gelen aynı eşhasa münhasır kalmıştır.


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

65

Bunun başlıca sebepleri: İlk celsede bütün şiddetiyle tatbik edilen ve gelmek isteyenlerin akını kırılıncaya kadar devam eden bir usul, gelmek isteyen herkesin polisler ve sair kimseler tarafından tutulup kim olduğu, vazifesi, nerede oturduğu hakkında sorguya çekilmesi ve cevapların yazı ile tespiti. Bu usul çok muvaffakiyetli neticeler vermiştir. Mahkeme binasının etrafındaki dekorla (sıra sıra polisler, süngülü askerler, vesaire) ve esen umumi hava ile beraber bu tedbir dinlemeye gelenlerin uğrayacakları akıbetler hakkında çeşitli rivayetlerin çıkmasına sebep olmuş ve bundan sonra gelmeye teşebbüs edenler bir avuç kimseden ibaret kalmıştır. Dinleyicilerin büsbütün ortadan çekilmesinde ise onlara karşı yapılan çeşitli ve kısmen ağır suimuameleler rol oynamıştır. Kâfi gelecek tek misal: Duruşmanın ilk gününde resmî elbisesini giymiş bir askerî adlî hâkimin davayı dinlemek için mahkeme salonuna girmek isteyen bir genci tokatlamasıdır. Kalan ve başka celselerde gelmelerine müsamaha edilenler de gittikçe zorlaşan ve haysiyet kıran bir şekil altında gelmeye mecbur kaldılar. 1. Mevcut sıraların adedinin azaltılması ve kalanlara da bazı sivil memurların oturtulması sebebiyle gelen dinleyicilerden bir kısmının (çoğu kadındı ve celseler saatlerce sürüyordu) duruşmayı baştan sona ayakta dinlemek mecburiyetinde kalmaları. 2. Celse biter bitmez salonun ve salonun bulunduğu binanın ve binayı çeviren bahçeden geçip ana caddeye çıkan yolların derhal boşaltılması için bu işe tahsis edilmiş memur grubu tarafından dinleyicilerin pek kaba bir şekilde ve bazen itilip kakılarak ana caddeye çıkarılmaları (Dinleyicilerin çoğu kadındır, bunların arasında çoğu yaşını başını almış hanımlardır ve hepsi de içtimai mevki sahibidir. Buna benzer bir tedbir ve muamele başka hiçbir mahkemede, suç ister siyasî, ister askerî, ister adlî olsun, mevzubahis olmamıştır).


66

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

BAŞLICA KAYNAKLAR

1944-1945 Irkçılık-Turancılık Dâvası. Orkun, 3-61 (1950-1951).: Atsız, Yağmur. Ömrümün İlk 65 Yılı. 2. bs. İstanbul: Türk Edebiyatı Yayınları 2006. 222 s. [ISBN 975-6186-14-3] Bakiler, Yavuz Bülent, 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası’nda Sorgular, Savunmalar. İstanbul Türk Edebiyatı Yayınları, 2010. 592 s. [ISBN 978-605-5224-38-7] Küçükalcan, Kağan Bahadır, Her Devrin Menkubu Atsız. İstanbul: AyganYayıncılık, 2015. 538 s. [ISBN 978-605-84961-7-0] Özdoğan, Günay Göksu, Turandan Bozkurta. İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. Sefercioğlu, Necmeddin. 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvası. Ankara: Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2009, 68 s. Tanyu, Hikmet, Türkçülük Dâvası ve Türkiye’de İşkenceler. Ankara: Altınışık Yayınları, 1950. 48 s. Ülker, Talat. Hüseyin Nihal Atsız: Harşit’in Hırçın Sesi. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları, 2015. 373 s.. Yıldırım, Hayri. 3 Mayıs 1944 Olayı ve Irkçılık-Turancılık Davası. İstanbul: Togan Yayınları, 2015, 536 s. [978-605-5224-73-8]


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

67

NECMEDDİN SEFERCİOĞLU’NIN TÜRKÇÜLÜK İLE İLGİLİ YAYINLARI ■ Komünizmin İç Yüzü. Daniel Veingast’tan çeviri. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1977. ■ Remzi Oğuz Arık Bibliyografyası: Yayınları ve Hakkında Yazılanlar.Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1989. ISBN 975-17- O475-5. ■ Türkocağı’na Hizmet Edenler : Türkocağı’nda Kim Kimdi? Ankara : Türk Yurdu Yayınları, 2004. ISBN 975-7841-59-5 ■ Tanıdığım Ünlü Türkçüler, (Birinci Basım), İstanbul : Ötüken Neşriyat, 2005. ISBN 975-437-534-8 ■ Çifftçioğlu Nejdet Sançar : Hayatı ve Esrleri. Ankara: Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2006. ISBN 978-095-7841-66-8 ■ Türkçü Dergiler. Ankara : Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2008. ISBN 978-9757739-26-5 ■ Milliyetçi Dernekler. Ankara : Türk Ocakları Ankara Şubesi, ISBN 978-9757739-34-0 ■ 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Dâvası. Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2009. ISBN 978-975-7739-37-3 ■ Türk Milliyetçiler Derneği ve Kapanış Davası. İstanbul, Bilgeoğuz Yayınevi, 2012. ISBN 978-975-4599-10-0 ■ Türk Milliyetçiliği Alanında Bazı Ankara Anıları. Ankara : Türk Ocakları Ankara Şubesi, 2016. ISBN 978-975-7739-99-0 ■ Tanıdığım Ünlü Türkçüler. Eklemeli İkinci Basım. Ankara : Altınordu Yayınları, 2018 ISBN 978-605-2038-36-0.


68

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

TÜRK OCAKLARI ANKARA ŞUBESİ YAYINLARI 1. Türk Kültürü ve Doğu Türkistan (Yücel Hacaloğlu),44 sf., Temmuz 2002 2. Aydınlarımız ve Avrupa Birliği (Nuri Gürgür),64 sf., Mart 2003 3. Ateş Altındayız (Nuri Gürgür), 16 sf., Mart 2003 4. Milli Birlik ve Milliyetçilik (Yücel Hacaloğlu), 63 sf., Haziran 2003 5. AB-Kıbrıs-Kuzey Irak (Süleyman Demirel), 32 sf., Haziran 2003 6. Ankara Şubesi 10. Genel Kurul Raporu, 32 sf., Aralık 2003 7. Mehmet Emin Resulzade’yi Anıyoruz, 40 sf., Mart 2004 8. Kuzey Irak-Kıbrıs(Kamuran İnan),56 sf., Nisan 2004 9. Milli Devlet ve Büyük Ortadoğu Projesi 66 sf., Mayıs 2004 10. Milli Kültür, Mozaik Kültürler ve Bölücülük (Nevzat Köseoğlu), 46 sf., Haziran 2004 11. Ortadoğu ve Filistin 83 sf., Temmuz 2004 12. Hacı Bektaş Veli (Dr. Abdülkadir Sezgin), 92 sf., Ağustos 2004 13. Marşlarımız ve Destani Şiirlerimiz, 117 sf., Aralık 2004 14. Ses Bayrağımız:Türkçemiz (Yavuz Bülent Bakiler), Ziya Gökalp Yazı Yarışması 160s., Şubat 2005 15. Doğumunun 100. Yılında Nihal Atsız (Yücel Hacaloğlu), 103 sf., Şubat 2005 16. Türk Dünyası iki Yüzyılın Arasında (Prof.Dr.Orhan Kavuncu)65 sf., Şubat 2005 17. Milliyetçiler için Temel Eserler, 48 sf., Nisan 2005 18. Günümüzde Şark Meselesi ve Milli Egemenlik, 58 sf., Mayıs 2005


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

69

19. Türk Dünyasından Seçme Türkülerimiz, 200 sf., Haziran 2005 20. Atatürk ve Çanakkale, 61 sf., Temmuz 2005 21. Ankara Şubesi II. Genel Kurul Raporu, 36 sf., Aralık 2005 22. Ölümünün 50. Yılında Prof. Dr. Hüseyin Namık Orkun (Yücel Hacaloğlu) 48 sf., Mayıs 2006 23. Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri (İskender Okudan), 100 sf., Haziran 2006 24. 23 Nisan Milli Egemenlik ve Bağımsızlık, 32 sf., Haziran 2006 25. Türk Ocağının Taşra Dergileri (Ahmet Bozdoğan),195 sf., Temmuz 2006 26. Nejdet Sançar, Hayatı ve Eserleri (Necmeddin Sefercioğlu), 58 sf., Kasım 2006 27. İmparatorluktan Milli Devlete Geçiş, 86 sf., Şubat 2007 28. Hocalı Soykırımı, 60 sf., Nisan 2007 29. Marşlarımız ve Destanlaşmış Şiirlerimiz, 42 sf., Nisan 2007 30. Ülkücülük Nedir. Ülkücü Kimdir? 48 sf., Nisan 2007 31. Türk Dünyası Gençlik Kurultayları Üzerine (Yrd. Doç.Dr. Abdullah Temizkan), 90 sf., Mayıs 2007 32. Ergenekon Destanının Düşündürdükleri, 48 sf., Haziran 2007 33. Ankara Şubesi 12. Genel Kurul Raporu, 45 sf., Aralık 2007 34. Türkçü Dergiler (Necmeddin Sefercioğlu), 77 sf Ocak 2008 35. Prof. Dr. Osman Turan’ı Anıyoruz (Yücel Hacaloğlu), 48 sf., Şubat 2008 36. Atatürk’ün Türk Ocaklarını Ziyaretleri ve Konuşmaları (Dr. E.Akçiçek, Dr. M.Karayaman), 214 sf., Şubat 2008 37. Cafer Seydahmet Kırımer, Hayatı ve Eserleri (Ömer Özcan), 104s f., Mart 2008


70

Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

38. Milliyetçilik ve Yeni Yönelişler (Nevzat Köseoğlu), 40 sf., Mayıs 2008 39. Türkiye’nin Bütünlüğü ve Terör, 64 sf Mayıs 2008 40. Nuri Gürgür’ün Türk Ocakları 37. Kurultayını Açış Konuşması, 32 sf., Mayıs 2008 41. Milliyetçi Dernekler (Necmeddin Sefedcioğlu), 78 sf., Ağustos 2008 42. Yahya Kemal’de Vatan Sevgisi, 45 sf., Ocak 2009 43. 3 Mayıs 1944 ve Türkçülük Davası (Necmeddin Sefercioğlu), 66 sf., Mart 2009 44. Milli Birliğimiz ve Değişen Dünya Dengeleri, 72 sf., Mayıs 2009 45. Ankara Şubesi 13. Genel Kurul Raporu, 36 sf., Ocak 2010 46. Türk Ocakları Ankara Şubesi Başkanları, 73 sf., Nisan 2010 47. Dündar Taşer’in Fikir Hayatı (Muzaffer Çatak), 130 sf., Nisan 2010 48. Ankara Türk Ocağının Kuruluşu ve Faaliyetleri (Arzu İpek), 260 sf., Kasım 2010 49. Hüseyin Namık Orkun Hayatı ve Eserleri (Sabriye Gülay Çimen), 240 sf., Eylül 2011 50. Türk Düşünce ve Siyasi Hayatında Dr. Fethi Tevetoğlu (Dr. Mert Gönül), 210 sf., Aralık 2011 51. Ankara Şubesi 14.Olağan Genel Kurul Raporu, 48 sf., Ocak 2012 52. Türk Ocakları ve Atatürk (Nermin Kılıç), 204 sf., Mart 2012 53. Türk Kültüründe Liderlik ve Alparslan Türkeş, 75 sf., Haziran 2012


Türkçülükte Karabasanlar Dönemi

71

54. Türk Ocaklarının 100 Yıllık Yayın Faaliyetleri (1912-2012), (Dr. İbrahim Karaer), 159 sf.,Mart 2013 55. Türk Ocakları ve Türk Yurdu Hakkında Yapılan Tezler (Yücel Hacaloğlu, Dr. İbrahim Karaer), 159 sf., Mart 2013 56. Türk Ocaklarının Genel Merkez Olarak Kullandığı Mekanlar (1912-2013), (Dr. İbrahim Karaer, Yücel Hacaoğlu), 120 sf., Eylül 2013 57. Ankara Şubesi 15. Genel Kurul Raporu, 45 sf., Ocat 2014 58. Ankara Türk Ocağı 90. Yıl Albümü (Yücel Hacaloğlu, Sergen Çirkin), 260 sf., Nisan 2014 59. Türk Ocakları İdeolojisi ve Mimarisi (1912-1931) Oğuzhan Bozdağ Kasım 232 sf., Kasım 2014 60. Emperyalizme Direnen Türk: Mehmet Akif Ersoy Şubat (Prof. Dr. Nurullah Çetin) 28 sf., 2015 61. Ankara Şubesi Kahramanlık Şiirleri Türkülerimiz Marşlar (Meriç Coşkun), 112 sf., Mart 2015 62. Ankara Şubesi 16. Olağan Genel Kurul Raporu 48 sf., 2016 63. Türk Milliyetçiliği Alanında Bazı Ankara Anıları (Necmeddin Sefercioğlu) 128 sf., Haziran 2016 64. Dört Türk Büyüğü Üzerine, 116 Syf., Kasım 2018 65. Türkçülük’te Karabasanlar Dönemi, 74 Syf. Mart 2018 66. Türkiye’nin Milli Güvenliği ve Türklüğün Meseleleri 64 Syf. Mart 2018



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.