Orhan Karaveli - Ziya Gökalp'i Doğru Tanımak

Page 1



Ziya Gökalp'i Doğru Tanımak "Türklük hem mefkürem hem de kanımdır"


DOGAN KITAP TARAFINDAN YAYlMLANAN ORHAN KARAVELI KITAPLARI

Sakallı Celiil

Tevfik Fikret ve HaiOk Gerçegi

Tanıdıgım Niizım Hikmet

ZIYA GÖKALP'I DO�RU TANIHAK "Türklük hem mefkQrem hem de kanımdır''

Yazan: Orhan Karaveli Yayın haktan: © Dolan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınev inden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir �ekilde kopya edilemez. ç<>&altılamaz ve yayımlanamaz.

1. baskı 1 ekim

2008

1

ISBN 978-975-991-947-4

Sertifika no: 11940 Kapak tasarımı: Yavuz Korkut

Baskı: Altan Basım Ltd. 1 Yüzyıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi 222/A 34200 Baleolar- ISTANBUL

Dotan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.

19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 1O, 34360 Şi�li - ISTANBUL

Tel. (212) 246 52 07/ 542

Faks

(212) 246 44 44

www.dogankitap.com.tr 1 editor@dogankitap.com.tr 1 satis@dogankitap.com.tr


Ziya Gökalp'i Doğnı Tanımak "Türklük hem mefkürem hem de kanımdır"

Orhan Karaveli

ii1

DOGAN KITAP



GeleceÄ&#x;in yazan Saga'ya



kindekiler

'J'pşekkür Sunuş

...........................................................................................

................................................................................................

ll

13

Birinci bölüm Ziya Gökalp Kürt müydü?

..........................................................

17

İkinci bölüm Osmanlı "Divan-ı Harb"i çöküyor

.............................................

55

Üçüncü bölüm Mektuplarla büyütülen lazlar

....................................................

81

Dördüncü bölüm Tek hocalı üniversite

............................................... .................

151

Beşinci bölüm lmparatorluktan çözülmeye, Turan'dan Anadolu'ya

............

165

Altıncı bölüm Ziya Gökalp, seksen dört yıl sonra Ziya Gökalp'in soyağacı Dizin

.......................................

...............................................................

............................................ ....................................................

211 236 239



Teşekkür

Bu kitabın yazılmasında ilgilerini esirgemeyen Hakan Akçaoğ­ lu, Ali Ekber Ataş, ldris Atmaca, Ünal Başaran, Liz Behmoaras, Figen Beytaş, Alaeddin Bilgi, merhum Sami Bocutoğlu, Haluk Er­ dem, Alp Gökalp, Mete Gökalp, 1\ııian Gökalp, Necdet İnal, Re­ şid lskenderoğlu, Sevinç Karacan, Erdoğan Karakoyunlu, Cenk Kargı, merhum Celal Kişmir, Ömer Koç, Ziya Nebioğlu, Bahattin Öztuncay, Fethi Pirinççioğlu, Yasemin Pirinççioğlu, Nusret Şurn­ lu, Canan Temo, Attila 1\ıygan, Fikret Türkmen ve lıian Yürür'e içten teşekkürlerimi sunuyorurn.



Sunuş

Fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir... Atatürk

Türklüğün, bunca gecikerek de olsa yeni ve çağdaş bir "ulus dev­

let" ve kimliğinin bilincine varnuş köklü bir "millet" olarak tarih

sahnesinde yerini almasındaki öncü ve önder Mustafa Kemal Ata­ tück'ten; gelmiş geçmiş bütün Türklerin en yücesi olan bu, benzeri görülmemiş insandan başkası değildir. Güneş gibi parlak bu gerçe­ ği göremeyenler ya da görmezden gelerek unuttunnaya çalışan art niyetli nankörlerin sayısı ülkemizde az değildir ve ne yazık ki sürek­ li artmaktadır. Büere.k karanlığa itilmiş cahil kesimlerin küçük he­ saplan ve aymazlığı yüzünden bunlar hiç de yakışmadıkları yerlere çıknuşlardır ve ülkeyi, hızla bir uçuruma sürüklemektedirler. Peki, Atatürk'ün olağanüstü dehasının gelişip olgunlaşmasına katkıda bulunanlar, ona esin kaynağı olanlar kimlerdir? Ülke dışın­ dan, eserlerini özenle değerlendirdiğini bildiğimiz Montesquieu, Je­ an-Jacques Rousseau ve Voltaire gibi büyük düşünürler. Kendi ülke­ sinden ise, çocuk zihninde "vatan", "millet" ve "hürriyet" kavrarnla­ rının oluşup yerleşmesini sağlayan Namık Kemal (1840-1 888) var. Onu, "Türk .Aydınlanması"nın ilk ışıklarını yakan ve bir şürinde ken­ disini "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim" diye tarif eden Tevfik Fikret (1867-1915) izliyor. Bir de tabü, gencecik bir öğrenciy­ ken "cuma tatili" törenlerinde herkes gibi "Padişalum çok yaşa! .. " diye bağırınayı reddedip sesinin çıktığı kadar "Milletim çok yaşa! .. " diye haykırdığı için daha o zamanlar "Yıldız"ajurnal edilen Ziya Gö­ kalp (1876-1924) var. Görünüşü sakin, sessiz ve sabırlı ama iç dün­ yası patlamaya hazır fırtınalarla yüklü, kabına sığamayan, biraz mistik ama ayru zamanda atak ve farklı bir Anadolu delikanlısı. Daha çocuk yaşlarından başlayarak ulusun ve ülkenin gelece­ ği için tasarladığı yolda bu "üçlü"nün düşüncelerinden yararlan­ diğını saklamayan Atatürk "Heyecan ve hislerimin babası Namık


14

Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp'tir... " demiş ve Pikret'ten "Ben inkılap ruhunu ondan aldım ..." diye söz etmişti. İnsanın, Atatürk'le aralarında adeta kozmik ve gizemli bir ileti­ şim olduğunu düşünrnekten kendini alamadığı bu büyük insanlar "elli"li yaşlarını bile göremediler. Üstelik, sürgünler, karanlıklara isyan ve güzelliklere özlemle geçen acılı yaşarnları noktalandığın­ da üçü de kırk sekiz yaşındaydı. Moda deyimle, acaba bir tür "şifre" miydi bu? Yoksa, yalnızca rastlantı mı? Atatürk ne Narnık Kernal'i görebildi, ne de çok istemesine karşın Tevfik Fikret'i. Yurdu kurtarmak için Anadolu'ya geçme kararını ise, çok düşündürücü biçimde, onun artık oturmadığı Rurnelihisa­ n'ndaki evine, "Aşiyan"ına çıkan yokuşu tınnamrken açıkladı, gü­ vendiği bir asker hocasına Fikret yıllar önce ölmüştü ama genç Mustafa Kemal -nedense- onun yaşadığı ortarnı hissetrnek, kokla­ rnak istemiş olmalıydı, bir "müthiş macera" öncesinde. Pikret'in "Gelibolu'daki Miralay" dediği Mustafa Kernal'i çoktan "keşfettiği­ ni" ve onu "muhakkak görrnek istediğini" yıllar sonra, hasta yata­ ğında ziyaretine gelen dostlarının aniattıklarından öğrenecektik. Ziya Gökalp'e gelince. Bu konuda Atatürk de Gökalp de az çok şanslı sayılabilirlerdi. Biri, ünlü Hareket Ordusu'nun yirmi yedisin­ deki kurrnay başkanı olarak ünlenmişti, öteki ise bir "rnürşit" (yol gösterici) olarak. İttihat ve Terakki'nin Selanik'teki 1909 kongre­ sinde tanışrnışlar, hemen birbirlerine ısınmışlar ve dikkatleri üzer­ lerine çekrnişlerdi. Sözünü ettiğim "üçlü"nün sanınm en talihlisi olarak Ziya Gökalp "beklediği ve geleceğinden kuşku duyrnadığı kahramanı" görüp tanımış ve onun önderliğinde Türklüğün kendi "ulus devletini" kurduğuna tanık olmuş, üstelik bu kuruluşa katkı­ da bulunmuştu. Ne yazık ki, Cumhuriyet'in ilk yıldönümünün kut­ lanrnasına sayılı günler kala, başta Atatürk, bütün ülkeyi acılar içinde bırakarak öldü. Yurt içinden ve dışından ailesine gelen sayı­ sız "başsağlığı" telgraflarından biri "Ziya Gökalp sevgisi"nin ne denli yaygın ve içten olduğunu gösteriyordu: Mefkı1reyi yaratanlardan, büyük Türk muharriri Ziya Gökalp Bey'in ufulü (ölümü) umum Türkler gibi harnal esnafı üzerinde de pek derin tesir icra etmiştir. En samimi taziyetimizin (başsağlığı di­ leklerimizin) ka.bulünü ailesinden rica ederiz... İstanbul Harnal Esnafı Cemiyeti ı 1. Şevket Beysano�lu, Ziya Gökalp Için Yazılanlar, Söylenen/er, Diyarbakır'ı Tanıtma ve Turizm Dernegi Yayınları, No. l 6, Ankara, 1 964.


15

Ölümünden beri, Ziya Gökalp üzerine, onun değişik yönlerini irdeleyen çok sayıda kitap yazıldı ve sarunm çoğu da yararlı ol­ du. Bu konuda ben biraz farklı bir yaklaşım sergilerneye çalıştım vp onunla ilgili olarak az bilinen, hatta hemen hiç bilinmeyen ko­ ııulara, bilgi ve belgelere ulaşınaya çalıştım. Bunda sanının gaze­ IPcilik mesleğim etkili oldu. Örneğin, ne yazık ki yaygın bir kanı­ ııın bugün de geçerli olmasına karşın üzerinde pek durolmayan onun gerçekten Kürt kökenli olup olmadığı konusuna ağırlık ver­ dim. Hatta kitabımda önce bu konuyu ele aldım. Malta sürgününden, yaklaşık iki yıl boyunca eşine ve kızlan­ na yazdığı 572 mektup kitap halinde büyük boy 600 sayfa tutu­ yordu ama bu konu onunla ilgili yayınlarda ya hemen hiç ele alınmamış ya da -bildiğim kadanyla- birkaç örnek verilerek ge­ (;iştirilmişti. Oysa bu, aile içi özel mektuplar -kendisinden pek az söz ettiğini bildiğimiz- Gökalp'in son derece kapsamlı ve iç­ ten bir "özyaşamöyküsü"nü (otobiyografi) oluşturuyordu adeta. Hepsi de birbirinden anlamlı, özenli ve kolay anlaşılır bir dille yazılmış 572 mektubu tek tek incelediğimde, onun, pek bilinme­ yen ya da üzerinde durulmayan "eğitimci" (pedagog) yanıyla karşılaştım. Sonra, mükemmel bir eş ve sevgi dolu bir babayla... Koşullar ne olursa olsun çevresine umut ve iyimserlik saçan bir aydınla... Bir buçuk yıl boyunca onca sürgünü bir esir kışiasının büyü­ cek bir odasında toplayıp hemen her akşam bıkmadan usanma­ dan -ve tabii, hiçbir karşılık beklemeden- verdiği "felsefe ders­ leri" kitap olarak halen -sadeleştirme bölümüyle birlikte- tam 922 sayfa tutuyor ve yakın zamana kadar "kayıp kitap" olarak biliniyordu. Sempozyumlarda "Kim bu adam! .. Üzerinde dur­ maya değer mi? .. " diye sözümona efelenen kimi bilim adamia­ nna (!) üstelik sürgün koşullannda yazılmış bir "cevap" niteli­ ğindeydi. Falih Rıflo Atay, Osmanlı'run son dönemini anlatırken "Türk­ lük'ten kaçan kaçanaydı! .. " demişti. Günümüzde de Türklük'ten, yurtseverlikten, milliyetçilikten kaçan "İkinci Cumhuriyetçi" densizler üstelik el üstünde. Kaçmayaniann yeri ise belli! Türki­ ye'nin Atatürk'ü artık bir kenara itmesi "gerektiği" açıkça söyle­ niyor, yazılıp çiziliyor. Ülkemizin bölüneceği (!); laik, demokratik hukuk devleti olmaktan çıkacağı (!) artık biliniyor da bunun ne zaman gerçekleşeceği konusunda "rivayet muhtelif"! lçerden ve dışardan bu işi tezg3.h.layanlar Cumhuriyet'in lOO'üncü yıldönü­ münden önce bu işin "halledilmiş" olacağından emin gibiler.


16

Böyle bir ortamda ve korkanın tam zarnarunda Türkiye'nin yalan geçmişini anımsamak ve yaşananlardan ibret almak gerekiyordu.. Ziya Gökalp'i 84'üncü ölüm yıldönümünde özlemle anarak ve düşünerek. . . Saygılarımla,

Orhan Karaveli

Ataköy, 19 temmuz 2008


Birinci bölüm Ziya Gökalp Kürt müydü?

Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir... Ziya Gökalp

Yazar ve diplomat Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974) h ir yapıtında Ziya Gökalp'in edebi ve düşünsel portresini ustalık­ la çizerken "Horasan illerinden göçüp gelmiş bir tarikat şeyhine henzerdi..." diyor. Bugün hayatta olan ve annesinin üzerine titre­ yen torunu Sevinç Karacan sayesinde kendisiyle tanışıp konuş­ ma fırsatı bulduğum en küçük kızı Türkan Yurtcanlı'ya (doğm. 1918) göre de kökleri "Horasan illerine" uzanıyordu. Gökalp'in kendisinden iki yaş küçük kardeşi emekli albay Nihat Gökalp'in ( 1878-1954) oğulları maliyeci Mete Gökalp ile emekli hava tuğge­ neral Turfan Gökalp de Türk kökenli olduklarından hiç kuşku duyrnuyorlardı. O halde, döneminin bir Yunus Emre'si edasıyla, Benim dinim ne ümittir ne korku, Allahıma sevdiğimden taparım. Ne cennet ne cehennemden bir koku ı Almaksızın vazifemi yaparım. Vaiz! .. Deme "cehennemin ateşi Çıkar bilmem kaç bin çeki odundan", De ki "vardır bir güzellik güneşi, Doğmuş bizim aşkımızın od'undan (ateşinden)". Vaiz! .. Bana muhabbeti şerheyle (açıkla) Ben aramam, şeytan nedir, melek ne? Erenterin esranndan söz söyle: Seven kimdir, sevilen kim, sevmek ne? 1 . "Din" başlıklı bu güzel şiirdeki bu sözcük bazı kaynaklarda "korku" olarak geçmek­ tedir. Do�rusu "koku" olmalıdır. Nitekim, "korku alınmaz" ama koku "alınabilir".


18

Beni cennet vadi ile avutma,

O kalbimdir, çünkü sevgi elidir. Cehennemin azabıyla korkutma, Korku nedir bilmez gönlüm: delidir!

diyen; enniş tavırlı sessiz ve sakin, Meta utangaç çocuk görünümü altında zaman zaman patlayan bir volkan gizlediğinde yalandan ta­ ruyan herkesin birleştiği tükenrnez bilgi hazinesi bu bilge insarun kökeniyle kimler ve niçin bu denli ilgilenir ve uğraşırlar? Neden ha1:1, Tevfik Fikret denilince kimilerinin aklına hemen "Amerika'ya gi­ dip orada papaz olan oğlu Haluk"un gelmesi gibi, Ziya Gökalp'ten söz edilince de "Kürt kökenli olduğu! .. " iddiası öne sürülür? Bunun yanıtını sanının tarihin derinliklerinde ve özellikle Os­ rnanlı'nın çöküş sürecinde "fırsat bu fırsat" diyen hemen bütün etnik gruplar kopup giderken lttihatçılarla onların fikir önderi Zi­ ya Gökalp'in -kendi bulduğu sözcükle- Türkçülük ve Türk rnilli­ yetçiliği mejkilresini tam zamanında ateşlernesinde aramalı. Ateşleyerek, Anadolu'nun da parçalanmasına set çelanesinde ... Mantık, tutarsız olduğu kadar iddialı da: Diyarbalor, dahası bü­ tün Güneydoğu Anadolu'da yalnızca Kürtler yaşadığına ve Ziya Gökalp de bu bölgenin çocuğu olduğuna göre Kürtlüğünden kuş­ ku duyulamaz! Kendi milleti (!) yerine Türklük için çalıştığına gö­ re de halkına sırt çevirmiştir; benliğini inkar etmiştir! . . Kürtlerin kökeni ve Anadolu'ya n e zaman gelip yerleştikleri konusunda doyurucu bir sonuca henüz vanlamamıştır ama Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki bereketli Mezopotamya bölgesinin binlerce yıldan beri ardı arkası kesilmeyen gelgitlerle tam bir "Babil Kulesi" olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Dünyanın hiçbir köşesinde kentler böylesine el değiştirrnerniş, insanlar böylesine karışıp harrnanlanrnamıştır. En eski çağlar bir yana bırakılırsa, kimler geçmemiştir bu böl­ geden, günümüzde "Kürdistan'ın başkenti" (!) diye pazarlanmak istenen ve aslında bir tarih, ticaret, transit ve kültür merkezi olan antik "Amid" yani Diyarbakır'dan: Asurluların, Keldanilerin, Kürt­ lerin, Acemlerin, Romalıların, Arapların, Türklerin istilasına uğ­ ramamış mıdır bu kent ve çevresi? Çoğuna gerçekten başkentlik yapmamış mıdır? Hepsinden camiler, ki.liseler, çeşrneler, köprü­ ler, surlar, eğitim kurumları kalmamış mıdır? Gökalp'in büyük kı­ zı Seniha Hanım'ın eşi yazar ve öğretmen Ali Nüzhet'in (Göksel, 1 897-1 961) kitabında belirttiği gibi2 Doğu Roma (Bizans) lrnpara2. Ziya Gökalp'in Hayatı ve Malta Mektupları, lkbal Kütüphanesi, Istanbul,

1 93 1 .


19

torluğu döneminde yapılan surlar üzerindeki çeşitli imparator ve padişahlara ait yazıtların bir bölümü bugün de yerlerinde durmu­ yor mu? Bir zamanlar Bağdat ve Horasan gibi bir bilim ve kültür merkezi olan Diyarbakır'daki önemli ve nadir yazma eserlerin ço­ �u Selahaddin Eyyubi tarafından Kahire'ye taşınınadı mı? Erme­ ni, Keldani, Süryani gibi Hıristiyan toplulukların dinsel ve öğre­ nim kurumları ayn iken Türklerin, Arapların, Kürtlerin ve Zazala­ rın iıfan ocakları aynı değil miydi? Aynı okullarda, aynı medrese­ lerde öğrenim görmüyorlar mıydı? Diyarbakır il merkezinde ço­ �unluğu Türkler oluşturmuyor muydu? Türkçe resmi dil değil miydi? Kız alıp vermelerle Türkler ve Kürtler kaynaşmamış mıy­ dı? Kimi Kürt aşiretleri zamanla Türkleşirken, "Karakeçi", "Ka­ nıklı", "Türkan", "Salor" ve "Bekdili" gibi Oğuz kabile ve köyleri de zamanla Kürtleşmerli mi? Ünlü

Yön dergisinin kurucularından gazeteci ve yazar Doğan Türklerin Tarihi'nde3 "Türkmen ve Kürt

Avcıoğlu (1926-1983)

toplulukları arasında hayli karmaşık ilişkiler, karışmalar, kaynaş­ malar olduğunu" belirttikten sonra ekliyor:

Oğuzların 24 oymağından biri olan Türlanen "Döğerli" oymağı Ha­ lep yakınlanndaki Arap kabilelerini Türkleştirirken Gündoğmuş, Bu­ dak, Yağmur, Kaya, Tanrıverdi, Durmuş, Dündar ve Satılmış gibi apa­ çık Türkçe adlar taşıyan Türkmen oymaklan da Kürtleşiyordu ... Ya­ vuz Sultan Selim Farsça şiirler yazarken Kürt kökenli olduğuna ina­ nılan ama Türkçe konuştuğu bilinen Şah İsmail bu dille güzel şiirler söylüyor ve Anadolu Türkmenlerini peşinden lran'a sürüklüyordu... Tarih sahnesinden silinip giderken ardında filizlerini ve izleri­ ni bırakmış çok eski ve unutulmuş toplulukların bile Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır nasıl yoğun bir kaynaşma ve karış­ ma içinden bugünlere süzülüp geldiğini bilimsel verilerle ayrıntı­ lı biçimde çok güzel anlatan değerli araştırmacı Doğan Avcıoğ­ lu'nun kitabının bir yerinde kesin bir teşhisle gene de "Türk mil­ liyetçiliğinin ve Türkçülüğün ideoloğu Kürt kökenli Ziya Gökalp" diyebilmiş olması şaşırtıcıdır.

Kürtlerin kökeni 'Türk" ve "Kürt" sözcüklerinin aynı dört harlle yazıldığına dik­ kat çekerek iki halkın da aynı kökten geldiğini bilimsel

]. Do�an Avcıo�lu, Türklerin Tarihi, beşinci kitap.

(! ) biçim-


20

de kanıtlamaya çalışanlar da çıknuştır; karda yürürken pabuçları "kart kurt" diye sesler çıkardığı için "bunlara" Kürt denildiğini ile­ ri süren siyaset adamları da .. Elbette ciddiye alınacak bir yanı yoktur bu ve benzeri saçma­ lıkların ve hemen bütün uluslar gibi kökleri ne denli tartışmaya açık olursa olsun kendilerini öyle hissettikleri sürece bir Kürt halkının varlığı yadsınamaz. Bu arada, Kürtlerden "Ön Asya'da (Anadolu'da) yaşayan Türk asıllı bir kavim" diye söz edilmesini4 ciddiye almak kolay olma­ sa gerektir. Her şeyden önce bu, kendilerinin ayrı bir kökten gel­ diğine inanan, ne denli karışmış ve kaynaşmış olurlarsa olsunlar farklı gelenek, dil, alışkanlık ve kültür özelliklerini sürdüren, çe­ şitli ülkelere dağılmış milyonlarca insana karşı saygısızlık değil midir? "Kürt gerçeği"nin kabullenilmesi ve yüzlerce yıldır birlikte ya­ şadığımız, ekmeğimizi bölüştüğümüz; bizleri Anadolu'dan da sür­ mekte kararlı emperyalizme karşı omuz omuza ölüm kalım sava­ şı verdiğimiz Kürt kardeşlerimizle üniter yapımızı zorlamadan, bölünmeden ve ülkemizi güçsüzleştirmeden yapıcı ve yaratıcı yollar bulunması Türkiye'nin önde gelen amacı olmalıdır. Kürtler de, Cumhuriyet'in bu ülkede yaşayan herkese, bu arada kendilerine neler kazan dırdığıru unutmamalı; kendi durumlarıyla

komşu ülkelerde yaşayan Kürtlerin durum unu kıyaslamalıdırlar. Bir de şu, Diyarbakır'ı "Kürtlerin kalesi"

kenti"

(!), "Kürtlerin baş­

(!) gibi görüp göstermeye -bilinen nedenlerle- pek me­

raklı hayal tacirleri ayaklarını artık yere basmalı, bu güzel ken­ tin binlerce yıllık tarihi içinde Kürtlüğün yerinin ne olduğunu unutmamalıdırlar. Nitekim,

Meydan-Larousse'a göre (cilt 3, s. 766), Diyarbakır

eyaleti içinde yer alan Diyarbakır kentinin adı, lsa'dan 1300 yıl ön­ cesine tarihlenen Asur çivi yazılarında "Amidi" olarak geçer. Bu ad, Yunan ve Latin kaynaklarında "Amido"ya dönüşmüş, kenti çevre­

leyen surlar ile öteki yapıların koyu renkli volkanik taşlarla yapıl­ nuş olması nedeniyle Türkler kente " Kara Amid" demişlerdir. Za­

manla "Amid"den bozarak "Hamid" diyenler de olmuştur... Yine

Meydan-Larouse'a göre (cilt 3, s. 766), Diyabakır'ın bili­ 5 500 yıl önce yaşamış olan Hurrilerdir. Son­

nen ilk uygar halkı

raki dönemlerde "Sümer/Akkadlar, Akkadlar, Urartular, Asurlu­ lar ve Persler kente egemen olmuştur. Bunları, Selefkilerin, Ar­ saklıların, Sasanilerin ve Romalıların egemenliği izler. Sırada, Bi4. Meydan-Larousse, cilt 7,

s.

735.


21

Emperyal Sultan şehzadeliRi sırasında.

i!ı. lt.L 1 .LZ �u.L·.r.::u'J •

ABDUL-HAMID KHAN II. (h

Nllt 18 Chaban lZ58

1

If

(ZZ Stptembrr 1842)

1901 yılına ait Fransızca Dogu Ticaret Yıllıglnın giriş sayfası dönemin padişahı ll. Abdülhamid Han'a ayrılmış: "Majesteleri Emperyal Sultan"ın tahtta "Osmanlı ailesi"nin 34'üncü, "lstanbul'un alınışından" sonra da 28'inci üyesi olduRu belirtiliyor.

34� Sauveralıı d• to Famltlı d Oıman tl 28* dtpalı lo priJt dt Constorıtınoplt At..ıt sur ı. Tnm lt 31 Aout 1876 (tn 1 R93, l• f!l Chob:uı).

zanslılar, İranWar, Arap İslam orduları, Selçuklular, İnaloğullan ve Artukoğullan vardır. Bütün bu el değiştirmeler ve nice uygar­ Iıkiara ev sahipliği ve başkentlik yapan Diyarbakır sonunda Ya­ vuz Sultan Selim'in Çaldıran zaferiyle (1 51 4) Türk-Osmanlı ege­ menliğine girecektir. . . B u durumda, Süryani, Arap, Kürt, Pers ve Türk kökenli çok sa­ yıda bilim adamı, şair, yazar ve devlet adamı yetiştiren Diyarba­ kır'ın tarihin hangi evresinde -bırakın "başkent" olmayı- bir "Kürt kenti" olduğunu sormak gerekmez mi? Şimd.i bir de yakın geçmişe, Cumhuriyet öncesine ve Osman­ lı'nın son dönemine bir göz atalun. İstanbul'da "yabancı" bir ya­ yın kuruluşu tarafından her yıl düzenli olarak yayımlanan, "salna­ me" niteliğindeki 1901 YıUığı'nas göre Türkiye'nin güneydoğu5. Annuaire Orient:al du Commerce, Constantinople, /901.

(Tamamı 1 840 sayfadır.)


22

Ziya Gökalp ll. Abdülhamid'den öylesine nefret ediyordu ki, Diyarbakır'da küçük bir ö�renciyken törenlerde "Padişahım çok yaşa!.." diye b�ırmayı reddedip "Milletim çok yaşa!.." diye haykırdı�ı için "Yıldız"a jurnal edildi. Okuldan kovulmasına ramak kalmıştı. Hatta, arkadaşlarıyla bir de gizli "Cumhuriyet" kurmuştu daha okul sıralarındayken. lstanbul'da, Baytar Mektebi'nde yüksekö�renimi sırasında yazdı�ı bir şiirde (1 895) Abdülhamid'i "Gece Sultanı", "Kanlı Padişah" gibi sözlerle tanımlıyor ve ona, "Tarlada, tezgahta çalışan biziz 1 Bu devlet, bu millet, bu vatan biziz .. 1 Sevmiyoruz seni, ortadan çekil / Hükümran millettir, hükümdar de�il... " diye sesleniyordu. .

su, Diyarbalor ve çevre "vilayet" ve "sancak"lanyla yüzyıl sonun­ da ne durumdaydı? Diyarbakır vüayeti: Nüfus 413 525. 90 OOO'i Hıristiyan, kalaru Türk ve Kürt. Diyarbakır merlrez: Tigre (Dicle) Nehri'nin sağ layısında tari­ hin ilk dönemlerinde "TTgranocerta" adıyla kurulmuş Romalılann antik

"Amida" kenti. 4 500 hane. 35 000 kişilik nüfusunun çoğunluğu (14 365'i) Ermeni olmak üzere Hıristiyan. Büyük camiler, Ermeni katedralleri;


23

maroken, deri, pamuldu ve ipekli kumaş atölyeleri, boyahaneler; Türk

"Askeri Rüştiye Mektebi" ve "ldadi". Biri kızlar için 25 Türk mektebi. Ay­ nca, Ermeniler, Kaldeliler, lsraelitler, Katolik Suriyeliler için rahip ve ra­ hibeler tarafından yönetilen mektepler, Protestanlar için eğitim kurum­ lan... ltlıalat: Fransa, Almanya, Avusturya ve İngiltere'den manifatura, pamuk, şeker, kalay, çinko, çivit, petrol, demir, cam, sabun, zücaciye vb. Ihracat: tiftik, yün, ipek kozası, pamuk, tütün, tereyağı, deri, bakır, pi­ rinç, şarap, at, kabr, deve. Ihracat toplamı: 4 738 000 frank.ltlıalat top­ lamı: 4 485 000 frank. Basın: Türkçe resmi gazete Diyarbakır. Müdürü Rıfat Efendi. Memurlar: Genellikle Türk, yardımcılan kısmen Ermeni. Konsolosluldar: İngiltere ve Fransa ..

Diyarbakır'ın demografik yapısı XX. yüzyıla girilirken "Kürdistan"ın "başkenti" (!) Diyarba­ kır'da Kürtlerden niçin pek fazla söz edilmiyor? Bunun için bir de "mesleklere" ve sosyal hayata göz atalım: Mimar ve müteahlıitler: Bogosyan, Bedrosyan, Kalbiyan, Kalfayan, Kaprelyan ve Guiragos efendiler. Bir deNatık Efendi var nasılsa .. Ku­ yumcular: Garabet, Amiryan, Bakkalyan, Kalyan ve lskenderyan. Sar­ rajlar: Bedros Kuyumcuyan, Uzunyan ve Takacıyan efendiler. Dülger­ ler:

Mıgırdıç Aristodelyan, Ohannes Guiragosyan ve Milyan efendiler.

Bakırcı/ar: Abacıyan, Ohannesyan ve Sarkis Parmaksız. Ecza tüccarı: Pavlaki Bey. Saatçiler: Garabet Saatçiyan, Bedros Tamkiyan, Sivaslı Mikael ve milliyeti belirsiz Ömeroğlu. Kunduracılar: Antuan Abulaf,

Garabet Ahçiyan,Nazar Şahnazaryan, Mardiros Sabuncuyan ve bir de Harputlu Sarkis Efendi. Doktorlar: H. Cerrahyan, Garabet Pirinçyan, Tapinos ve "askeri doktor" Yanko Efendi. Belediye hekimi İsmail Bey de unutulmamış. Tüccarlar: Hemen tamamı Ermeni. Aralarında, Cerci­ zade (Ciğercizade ?) Abdurrahman, Fethullah H3.kim, Kadızade İsmail ve Redvanlı (?) Mirza Efendi isimleri dikkat çekiyor. Terziler: M. Agop­ yan, Garabet Diradoryan, Kirkor Cerrahyan efendiler ile "Mösyö" Cor­ ci ve "Terzi" Popo! Zücaciye: Hosep Atamyan, Guiragos, Ohannes Kal­ Cayan, Oskerciyan, Pinecyan ve Petyun (?) Hakim efendiler.

Gezintimizi biraz daha sürdürelim: Diyarbakır vilayetinin Mardin sancağı: 27 000 toplam nüfusun 10 OOO'i Hıristiyan, Keldani ve Suriyeli. "Kalanı" Türk. (Kürtlerden ha­ his yok.) Ergani Madeni: 6 940 nüfusun 3 OOO'i Ermeni ve Rum. (Ka-


24

lanı verilmemiş.) Mamuret-ül Aziz (Harput, bugünkü Elazığ): Top­ lam nüfus 220 000. 175 OOO'i Türk, 45 OOO'i Hıristiyan. Malatya sanca­ ğı: 83 500 kişiden 75 OOO'i Türk, 8 500'ü Hıristiyan. Dersim sancağı: 28 000 Müslüman (Kürt), 16 000 Hıristiyan. Urfa sancağı: Toplam 130 000 kişiden 92 OOO'i Türk, 8 OOO'i Ermeni, 2 OOO'i Suriyeli. Ayıntab (Gaziantep): Toplam nüfus 43 150. 34 486'sı Müslüman (köken belir­ tilmemiş). Hozat (Dersim, sancak merkezi): 5 000 Kürt, 200 Ermeni. Muş sancağı: 15 000 Türk, 15 000 Ermeni. Burada Türk tüccarlar -ne­ dense- öne çıkıyor: Derviş, Ömer ve SaraçzadeNadir ağalar. Hacı İb­ rahim, Hacı Muhammed, Hacı Musa, Hacı Yakub ve Hacı Yasin efen­ diler. Erzurum vilayeti: Vilayette yaşayan 617 000 kişiden 520 OOO'i Müslüman (köken belirtilmemiş), kalanı Ermeni, Rum ve yabancı. Burada, Amerika Birleşik Devletleri'nin yanı sıra İngiltere, Fransa, Rusya ve İran'ın da konsolosluk bulundurmaları dikkat çekiyor.

Kürtler, Nasturiler, Ermeniler, Keldaniler, Yezidiler... Osmanlı Hükümeti tarafından değil de yabancılar eliyle hazır­ lanan 1901 YıUığı'nda bulduğumuz Doğu illeriyle ilgili bilgiler böyle. Nüfus dağılımı bütün bölgede en dikkate değer olanı ise "Van vilayeti" . O tarihlerde bile lngiltere'nin, Fransa'ıun, lran ve Rusya'ıun konsolosluk bulundurduğu "kozmopolit" "vilayet"te 424 000 toplam nüfusun yarısım 21 0 OOO'le Kürtler oluşturuyor. Sırasıyla Nasturiler 82 000, Ermeniler 80 000, Türkler 30 500, Kel­ daniler 1 0 000, Yezidiler 5 400, Museviler 5 000, Çingeneler 600 ve Çerkezler 500 kişiden oluşuyor. Diyarbakır çevresi, Dersim (bugünkü Tunceli) ve Dersim'in sancak merkezi Hozat ile Van dışında Kürtlerin çoğunlukta oldu­ ğu başka bir yere 1901 YıUığı'nda rastlannu yor. Genelde aşiret hayatı yaşayan ve tarımla uğraşan Kürtlerin ve kentlerde yaşasa­ lar da Türklerin refah ve zenginlik sağlayan işlere ilgi gösterme­ dikleri ya da bu fırsatın kendilerine verilmediği ortada. Yalnız Do­ ğu ve Güneydoğu'da değil, Türkiye'nin hemen her yerinde azın­ lıklar ve özellikle Ermeniler alışkanlıkları, yetenekleri ve daya­ ıuşmaları sayesinde yorucu işlerde Türkleri ve Kürtleri çalıştınr­ ken kendileri refah içinde yüzerdi. Sonra, güç günlerimizde Rus­ larla, Fransızlada işbirliği yaparak bizleri arkadan vurdular. lş tehcire dayarnnca da "soykınm" yalanıyla ortalığı birbirine kattı­ lar. Bugün de katıyorlar. En yoğun olduklan bölgede bile Kürtlerin yüz yıl önce kimlerin gölgesinde kaldığım belgeleriyle gördük. Bölgedeki Türklerin de


25

c m lardan

bir farlo yoktu. Peki, ya Cwnhuriyet? Suurlı olanaklarla, kimsenin elini eteğini öpmeden, onurunu ve bağımsızlığıru özenle koruyarak Osmanlı'nın 600 yılda yapamadıklaruu yapmadı mı? Yüz yıl önce ülkede acaba ciddi bir Kürt zengini var mıydı örneğin? Bu1-(iin, Selahattin Beyazıt1ar, Emin Cankurtaran'lar, Halis Toprak'lar, �t>hmuz Tatlıcı'lar, Mustafa Süzer'ler, Ağa Ceylan'lar, Adnan Po­ lat'lar, Nadire lçkale'ler ve daha yüzlercesi, binlereesi "Türkiye'nin «'ll zenginleri" listesinde boy gösteımiyorlar mı?6 Yalnız Güneydo­ ğu'da değil, Istanbul'dan lzmir'e, Antalya'dan Mersin'e kadar Türki­ yp'nin her yerinde istedikleri gibi yerleşip istedikleri işi yapmıyorlar ıııı? Yerel yönetimlerde, orduda, devlet kademelerinde hak ettikleri t>n üst mevkilere çıkmalarına kim engel oldu? Içi boş hayallerle kar­ deşler arasınanifak sokarak devleti güçsüzleştinneye çalışanlara hak ettikleri yanıtı vermek; losacası, Cwnhuriyet'i korumak ve kol­ lamak bu Cwnhuriyet için canlarını veren şehitlerin, Diyap Ağa gi­ hi vatanseverlerin çocuklarına, torunlarına da düşmez mi? Dersim mebusu, ünlü aşiret reisierinden Diyap Ağa Yunan or­ dusu Ankara'nın eteklerine kadar sokulup da Büyük Millet Mec­ lisi'nin Kayseri'ye taşınması gündeme geldiği heyecanlı ve gergin günlerde kürsüye çılop şu sözleri söylemişti: "Efendiler, biz buraya düşmandan kaçmak için mi geldik yok­ sa savaşarak ölmek için mi? Ben bu binadan dışarı çıkmanı. Kim­ se de beni yerimden lopırdatamaz! Isteyen varsa gidebilir. Benim gidecek yerim yoktur! .. Mustafa Kemal Paşa Diyap Ağa'ya büyük ilgi ve saygı gösterir, "

arabasına alarak onurlandınrdı. Diyap Ağa'nın yukandaki sözleri az çok bilinir de bugünün üzücü ve endişe verici olayiarına ışık tutacak, yoldan çıkanlara doğru yolu gösterecek nitelikteki sözleri unututup gitmiş gibidir. Savaş kazarulnuştır. Lozan'da toplanması kararlaştınlan çokulus­ lu barış konferansında Türkiye'nin haklarını savunacak otuz sekiz yaşındaki lsmet Paşa başkanlığındaki "murahhas heyeti" Mustafa Kemal Paşa'nın yönlendirmesiyle oluşturulmuştur. Istanbul üzerin­ den trenle İsviçre'ye gitrnek üzere hazırlıklarını yapmaktadır.

Meclis'te ilk söz Diyap Ağa'nın 3 kasım 1 922 günü toplantıyı açan Meclis reisi ilk sözü "Do­

ğu"nun sevilen ve sayılan Diyap Ağa'sına verir. Düşmanın top ses­ leri Ankara'dan duyulurken "Ben buraya kaçmak için gelmedim! .. "

6. Nokta dergisi, yıl

2,

sayı

24.


26

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın en güç ve kritik günlerinden biri. Takvimler 22 mart 1 921 tarihini gösteriyor. Düşman bir "top atımı" uzaklıkta. Mustafa Kemal Paşa, derin bir sevgi ve saygı besledigi Dersim (Tunceli) mebusu ünlü Diyap Aga'yı arabasına buyur etmiş.

sözleriyle Meclis'in taşırunasım öneren kimilerinin yeniden düşün­ mesine yol açan, bu, dev yapısı, renkli sarığı ve paltostıntın üzeri­ ne inen ak sakalıyla çağdaş bir mitoloji kahramanını andıran ses­ siz ve sakin ama itibarlı adam acaba bugün neler söyleyecekti? İttihat ve Terakki Partisi'nin Ankara merkezi olarak yapıruma başlanan ve eksikleri Mustafa Kemal Paşa 27 aralık 1 91 9'da All­ kara'ya geldikten sonra tamamlanıp 23 nisan 1 920 günü Büyük Millet Meclisi olarak açılan binanın okullardan getirilmiş tahta sı­ ralarında oturan fesli, sarıldı, kalpaklı ve asker giysili mebuslar­ dan "çıt" çıkmamaktadır. Nefesler tutulmuş gibidir. Usulca yerinden kalkıp kürsüye doğru yürür. Bir gün önceki "gizli celse"de (2 teşrinisfuu [kasım] 1 922) "Sulh konferansına iştirak edecek murahhas heyeti ile htmlara verilecek tahsisata dair mazbata" (TBMM Gizli Celse Zabıtları, cilt 3, s. 979) görüşüldüğünden "Paşa" da Meclis'tedir. Diyap Ağa önünden ge­ çerken hafifçe yerinden doğn.ılur, içtenlikle selamlaşırlar ve "Do­ ğu'ntın sesi" olarak bilinen ünlü aşiret reisi Diyap Ağa şu kısa fakat anlamlı, bugünlere de ışık tutacak konuşmayı yapar:


27

Efendiler, kusura bakmayınız, ben ihtiyanrn! Hepimiz biliyor ve söylüyoruz ki, dinirniz, diyanetirniz, aslımız ve neslimiz hep bir­

dir... Bizim içimizde aynlık ve gaynlık yoktur. İsmimiz de, dinimiz de Allahmuz da birdir. Başka ne diyeyim? Hepinize söz yetiştirrneye ben takat (güç) bularnarn. Hepimizin halimize göre söyleyecek söz­ lerimiz vardır. Hele, bu haller bir düzelsin de, ondan sonra, daha çok konuşuruz. Murahhaslanrnız (Lozan'a) haklanrnızı kurtarmaya gidi­ yorlar. Allah, rnuinleri (yardırncılan) olsun. Hamdolsun gidenler, di­ nini, diyanetini bilen adarnlardır. Zaten, hepimiz biriz, kardeşiz. Ama

düşmanlar bizi birbirimize sardırmak (düşürmek) için tuzaklar kuruyorlar. Sen şöyle, ben böyleyirn... diye hile yapıyorlar. Ne yap­ salar nafile. Biz hep kardeşiz. Birisinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Abdülkadir, biri Mehrned isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. La ilahe iliallah Muharnrneden resulullah, işte bu!

Kürt'ü de bu! Türk'ü de bu! .. (Yakın Tarihimiz, cilt 4, s. 91, 13 ara­ lık 1962)

Alkışlarla kürsüden inen Diyap Ağa'nın konuşmasını Bitlis me­ husu Yusuf Ziya Bey'inki. izler: Avrupalılar diyorlar ki, Türkiye'de yaşayan azınlıkların en büyüğü ve en kalabalık olanı Kürtlerdir. Efendiler, bendeniz de Kürt oğlu Kürt'ürn. Bu sıfatırnla sizleri ternin ederim ki Kürtler hiçbir şey iste­ rniyorlar. Biz Kürtler Avrupa'nın Sevr paçavrasıyla verdiği haklan, hukuklan ayaklarırnızın altında çiğnedik. (Sonra da) Türklerle bera­ ber kanırnızı döktük ve onlardan aynlrnadık. Aynimak da istemedik lsterneyeceğiz de! ..

Bir süre sonra Kürt ileri gelenlerinin Lozan Konferansı'nda İn­ giltere temsilcisi ünlü Lord Curzon'a yazdıklan bir mektup (onla­ nn ortaya attığı) "Bağımsız Kürdistan" projesini benimsemedik­ lerini, dahası protesto ettiklerini ortaya koyar. Haydaran, Kurey­ şen, Deminan ve Lolan aşiretleri temsilcilerine göre Kürtler Türk kavimlerindendirler ve onlara "yiğit, cesur" anianunda "Kürt" adı­ nı verenler de Türklerden başkası değildir. Yer yer alaylı bir dille yazıldığı görülen mektuptan, gerçek İn­ giliz emellerinin çok iyi anlaşıldığı belli olmaktadır: Kürtler, Avrupalıların ve özellikle İngiliz diplornatlannın hak, özgür­ lük ve bağımsızlık adı altında ileri sürdükleri parlak vaatlerle yaldızlı güveneelerin arkasında kendi çıkar ve yararlarından başka bir şey dü-


28

şürunediklerine çoktan iman etmişlerdir. Lord (Curzon) cenaplanrun biz Kürtler için kendilerini bu kadar yormamalaruu rica ederiz. . . İkti­ darlan dünyaca bilinen murahhas heyetimizle onun muhterem reisi sevgili hemşehrimiz İsmet Paşa Hazretleri'ne başanlar diliyoruz...

"Başbakanlık Osmanlı Arşivi HR. lM. 60/3" nurnarada kayıtlı 24 ocak 1923 tarihli bu mektubun altında "Umum Kürt Arnele ve Esnaf Cemiyeti Reisi" Salih Kahya adına " lsazade Ahmed" ile "İs­ tanbul'daki Umum Kürtler" adınaLolan aşireti "Kürt Gençler Ce­ miyeti" eski reisi Duzerzade Dersimli Mehmed Sabri'nin imzala­ rı vardır. (Hürriyet gazetesi, 4 şubat 2008) Türkiye'nin Lozan'da birlik halinde duruşu sayesinde yenik dü­ şen İngilizlerin kışkırtmasıyla dışlandıkları duygusuna kapılan ki­ mi Kürtler ve özellikle şeriatçı elebaşlan çok geçmeden -1847'de­ ki Botan emiri Bedirhan ve 1883'teki Ubeydullah isyanlannda ol­ duğu gibi- silaha sanlacaklar ve daha üç yıl önceki "Türklerden ayrılmak istemedik, istemeyeceğiz . .. " sözleriyle allaşianan Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey "Şeyh Said İsyanı"yla (1925) ilgili görulüp idam edilecekti.

Dış destekli isyanlar Bir yurt gezisi sırasında 14 ocak 1923 günü lzmit'e gelen Mus­ tafa Kemal Paşa İstanbul basıruna, gazeteci Ahmet Emin (Yal­ man) Bey'in bir sorusu üzerine şunları söyler: Bizim ulusal suurlanmız içinde Kürt unsurlan öylesine yerleşmiş­ lerdir ki (ancak) pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğun­ luklarını da (zamanla) kaybede ede, Türklerin içine gire gire öyle bir durum oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir suur çizmek istesek Türki­ ye'yi mahvetmek gerekir. Mesela, Erzurum'a, Sivas'a, Harput'a kadar giden bir sınırın çizilmesi gerekir. Hatta, Konya çöllerindeki Kürtler de göz önünde tutulmalıdır. Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük dü­ şürunekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşa­ caktır. O halde, hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka, Türkiye'nin halkı söz (konu­ su) olurken onlan da beraber ifade etmek gerekir. lfade olwunadık­ lan zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi, Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi hem Türklerin hem (de) Kürtlerin yetkili meclisle­ rinden oluşmuştur. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. (Yoksa) ayrı bir sırur çizmek doğru olmaz...


29

Onun dehası ve milletinin ona olan inancıyla zafer kazanılmış ama daha ne barışa ulaşılmış ne de "ulus devlet" hedefine. �r kış şartlarında Paşa, kaypak ve kozmopolit Istanbul "matbuatı"nın ünlü (!) kalemlerine seslenmek üzere geldili lzmit'te trenden iniyor. 1 3 ocak 1 923.

1925'in, 1934'ün dış destekli isyancılan "Şeriat isteri.ik. . . " safsa­ lasıyla ayaklan üstünde dunnaya çalışan genç Cumhuriyet'i içer­ den yıkmaya çalışmasalar ve yeni Türk devletine en çok yedi yıl ümür biçtikleri için elçiliklerini İstanbul'dan Ankara'ya taşıma zahmetine bile uzun süre giTineyen -başta Ingiltere olmak üzere­ "Düvel-i Muazzama"nın art niyetli ham hayallere kapılmasına yol açmasalardı daha iyi olmaz mıydı? Yüce Atatürk, değil Cumhuriyet'in ilanı, Lozan'ın bile henüz imzalanmadığı günlerde, en fazla 1-1, 5 milyon Kürt'ün yaşadığı 10 milyonluk yorgun ve bitkin Türkiye'de -tarihte hiç sının ve devleti olmamış Kürtler için- "Nereden nereye sınır çizeceğiz?" demeye getiriyordu. "Kürtlerin geleceği ne olacak?" biçiminde­ ki "tuzak" kokan soruyu soran da tartışmalı kişiliğini Vatan'da yazdığım 50'li ve 60'1i yıllarda yakından tanıma fırsatı bulduğum Ahmet Emin Yairnan'dan başkası değildi. Anadolu'ya gelen Türkler bin yıl önce, mevcut olmayan bir Kürt devletini değil de Bizans ordulannı yenip zamanla bütün topraklannı ele geçirdi­ ğine göre 1920'Ierin başında Mustafa Kemal Paşa, güçbela kur-


30

tanlmış Türkiye pastasından okkalı bir dilim kesip altın tepsi içinde ikram mı edecekti Ahmet Emin Bey gazetesinde haber "patlatsın" diye? Ya şimdi? Türkiye 70 milyonu ru;;mış. Kürt kardeşlerimiz de sa­ nınm 8-10 milyonu. Yalnız Güneydoğu'da ya da Konya "çöllerin­ de" değil. Bru;;ta İstanbul, lzmir, Antalya, Mersin, Ankara gibi bü­ yük kentler olmak üzere ülkenin her yerinde iç içeyiz. Mahalle­ ler, sokaklar, apartmanlar hatta aileler arasında mı sınır çizece­ ğiz? Kötü yönetimlerle, açlıkta, işsizlik ve cehaletle birlikte sa­ vru;;mamız gerekmez mi? Tıpkı, Çanakkale ve Kurtuluş Sava­ şı'nda dış düşmana karşı olduğu gibi... Bölünüp parçalanmış, halkı birbirine güvenini yitinniş, tehlikelere açık bir ülke yerine güçlü, çağdru;; ve gönencin ülke düzeyine yayıldığı geleceği par­ lak bir Türkiye için . . .

Gökalp'in kökeni üzerine "resmi" araştırmalar Ziya Gökalp'in kökeni hakkında ileri sürülen iddialar ve bunla­ nn yol açtığı tartışmalar, zaman zaman, resmi görevlileri de hare­ kete geçirmiştir. Bu arada, "T.C. Diyarbakır Vilayeti Maarif Mü­ dürlüğü Kültür Bürosu"nun 27.3.1956 tarih ve 42212120 sayılı em­ rine "T.C. Çüngüş Kazası Milli Eğitim Memurluğu"nun 9.4.1956 ta­ rih ve 4221146 sayılı yazısıyla yanıt veren Maarif Memuru Niyazi Özdemir derlediği bilgileri sunmaktadır. Diyarbakır Maarif Mü­ dürlüğü "Ziya Gökalp'in beşinci atalannın geldiği yerler" hakkın­ da bilgi sormaktaydı. Bu bilgiler daha sonra, Gökalp'le ilgili çalış­ malanyla tanınan Diyarbakır Lisesi tarih öğretmeni Fahrettin Kır­ zıoğlu'ya iletilmiştir. Diyarbakır Müzesi yetkililerinin yardımıyla elde ettiğim ve ilk kez yayımlanan bu ilginç yazışma, geçen yüzlerce yıl nedeniyle Gökalp'in kökeni hakkında kesin bilgiler vermemekle birlikte, söz konusu köy halkının ve sonradan gelenlerin anadilleriyle ilgi­ li önemli ipuçlan içeriyor. Önce, "T.C. Çüngüş Kazası Elyos Köyü Bru;;öğretmenliği"nin mührü altına el yazısıyla yazılmış Elyos Köyü Bru;;öğretmeni Ah­ met Yıldızhan'ın 4.4.1956 tarihli yanıtı: (Soru a) Çennik'in Yoğun nahiyesi merkezi Alos ile yeni kaza Çün­ güş'ün Elyos köyünde öteden beri kendilerini "Ziya Gökalp'in atalarıyla akraba" sayan aileler kimlerdir? Soyadları ve meşguliyetleri nelerdir? (Cevap) Elyos köyünde öteden beri kendilerini "Ziya Gökalp'in


31

J-zf'!A

17-�-IO'� aUn v•

ı<aarır

MlldUrlU(Une

ıcUltUr

bilroaıı t23-3I20

.J!lS' """"'

'-r •"1ılı e;are

c.

At.ıılo.rının gtl�111 yerler hakqadQ Elyos ktırU o.ır:uıu Bat ÖIN t.••mlll.1114tn alın :m rıı.Ponın aa lı 11•, aF11 iır:U14•u .!!aza •trkez1n�e dava vek.1111&1 ya4)an Ct•al Bo.idc•lr t.4rarınchn ya�ılı otar.ıc: verll•n alu GÖKALP'IN

.ane. raPOru

belnol

..

1l1t1kt.e aunulautt.ur.

a--Bu b.uuata OYre•hd•

•alu•atıntı aUr.caat. ett.1&U1z kl•a•lerı:hu

a..ıu.tat tl4t et.ıa l•kaıilsrı

..

ola M ılını •lll�l ları la

•UabC. bir

arz edorla.

N� ı<faarlr

.... O. '----� DIYAR8AT. IIIR lllLA

YETI i Mu.ril Mücl&riDfO

o::o:� 1

'

tio-

"'-•auru

Diyı.rbaJo.r: I6-4-l 956

KUl tt.ı-

422-ın,

Eld,

Yıl 1 956. Diyarbakır Vilayeti Maarif Müdürlü�U Ziya Gökalp'in atalarının ara�tırılmasını istiyor. atalanyla akraba" sayan aileler bilinrnediği söylenilmektedir. Yalnız: Taluninen dört yüz sene evvel "Mavelioğullan" namıyla ma­ nıf kalabalık bir göçebe ailesi köyüroüzün doğusunda bulunan, 3 km uzaklıkta "Süleyman Çayırı" denilen otlak yerde çadırlarını kurarak hayvanl arını gütmeye başlamışlar. Bunu duyan Elyos köyü halkı si­ lahlanarak onlan uzaklaştınnaya gitmişlerse de yanlarına yetiştikleri anda (kendilerine) kurbanlar keserek, ziyafetlerle büyük iltüatlar göstermelerinden memnun kalan köy halkı onlan uzaklaştırmaktan vazgeçerek, köylerine getirip bir kısım arazilerini de onlara satarak Elyos köyüne yerleşmelerini sağlamışlardır. Bu ailenin bir kısmının da (köylerine) gelirken aynlarak Urfa vilayetinin Viranşehir kaza


32

merkezine yerleştikleri, sonradan (bu) İbrahim Paşa ailesinin Elyos

köyüne (yerleşen) akrabalaruu zaman zaman aradıklanndan söz edil­ mektedir. Bu ailenin soyadlan "Yıldınrn", şimdiki meşguliyeileri de rençperliktir. Evvelce bu ailenin cerrahlık ve pratik doktorluk yaptık­ lan (da) söylenilmektedir. Aynca: Bu köyden şimdi hangi aileye mensup olduklan bilinmeyen bir kısım ailenin de Çermik'in Alos nalliyesine çok eskiden geçim zorlu­ ğu ve kışiann şiddeti yüzünden gidip yerleştiideri de ifade edilmektedir. (Soru b.) Bu ailelerin Diyarbalor'da "Müftüzadelerden Ziya Gökalp ailesi"yle yakın zamana kadar ne gibi bir münasebetleri devam etmiştir? (Cevap) Bu ailelerin "Ziya Gökalp ailesi"yle münasebetlerinin bi­ linmediği söyleniyor. (Soru c.) Bu aileler köylerinden kalkıp vilayet merkezine göçen Zi­ ya Gökalp'in dedelerinin göç etmesi ve yaşayışlan (hakkında) neler anlatıyorlar? (Cevap) Ziya Gökalp ailesini bilmedikleri için göçme sebebini de anlatamayacaklannı söylüyorlar. (Soru ç.) Bu köyün (Alos veya Elyos) asıl yerli halkı hangi anadi­ Iiyle konuşuyor? Buna göre köyün bütün nüfusu eski yerliler ile son­ radan gelerek yerleşenterin nispeti (bağı) nasıldır? (Cevap) Bu köyün asıl yerli halkı ile sonradan gelenlerin anadi­ li Türkçe olup, ta ezelden beri de Türkçe konuştukları söylenilmek­ tedir. Sonradan gelen aileler köyün dörtte birini teşkil ettiği gibi bu nispetin halen de devam ettiği saygılarımla arz olunur. 4.4.1956 Elyos Köyü Başöğretmeni Ahmet Yıldızhan (imza)

T.C. Çüngüş Kazası Elyos Köyü Başöğretmenliği'nin 1956 yılı­ nın nisan ayında henüz bir daktilosu olmadığı anlaşılıyor. Başöğ­ retmen Ahmet Yıldızhan'ın inci gibi yazısıyla kaleme aldığı yanıt ise sorumlu, ciddi ve içten bir Cumhuriyet öğretmeninin kişiliği­ ni yansıtıyor. "Diyarbakır Maarif Müdürlüğü"ne yanıtma "Bilgin Ziya Gökalp" başlığını atan Çüngüş kazasında "davavekilliği" ya­ pan Elyos köyünden "Mehmet oğlu Cemal Başdemir" ise şunları yazmış daktilosunda: Çüngüş'ün Elyos köyü eski Oğuz Türkleri tarafından mesken tutul­ muş ve az bir zaman sonra, suyu ve havası insan yaşayışma çok elve­ rişli olduğundan büyük bir köy haline gelmiştir. Gerçekten, köyün çevresi yüksek "Savulcak", "Gevher Baba", "Te­ pe Tarla" dağlanyla çevrili bulunduğundan yazlan gayet serin, kışla­ n

da soğuk ve kann fazla yağmasına sebep olur. Bundan, tahminen


33

:.!fiO yıl kadar evvel yine bir kış mevsimi gayet şiddetli geçmiş. dar kar yağmış

O ka­

ki köyün evleri ve bahçelerdeki ağaçlar bile görün­

mez olmuş. Bu şiddetli kış süresince köyden ölenler gömillmek için kabrista­ ııa götürülmüşse de "mezar eşiciler" karları atmaktan usanmışlar, bir türlü toprağı bulamamışlar. Nihayet toprağa benzer çalı çırpı işareti �,·ıkınca "toprak bulundu" zannıyla ölüyü oraya bırakmışlar. Nihayet kış bitince, bahar gelmiş ve karlar erimiş. Köylü bakmış ki, toprak zannederek ölüleri meşe ağaçlarının tepelerine gömmüşler. Ölülerin hepsi ağaçların (üzerinde duruyor). Nihayet yeniden mezarları kazıl­ mış ve ebedi istirahatgahlarına dört ay sonra konulabilmişler. Köylüden birkaç şahıs bu (nedenle) köyden nefret duyarak göç et­ mek için başka bir yer aramışlar. Nihayet, Çermik ilçesinin Alos kö­ yünü Elyos köyünden darılarak kaçanlar kunnuş ve yurt edinmiş. İş­ te meşhur şair Ziya Gökalp'in, Elyos köyünden hicret edip Alos köyü­ nü kuranlardan birinin torunu olduğu kanaatindeyim ... Kuşaktan kuşağa, yüzlerce yıldan beri aktantıp 1950'li yıllara kadar uzanan müthiş ve yaşanmış bir öykü olarak anlatıyor Ce­

lal Başdemir Ziya Gökalp'in "atalanru". Bahar gelince coşan ve

dala yaprağa duran koca koca meşe ağaçlannın tepesinden sar­ kan ölü insan vücutlan ve bunların görüntüsüyle sarsılan şaşkın

v<> zavallı köylüler! .. Filmiere konu olabilecek adeta "gerçeküs­ hi" bir öykü . . .

Ziya Gökalp'in kökleriyle ilgili olarak, "resmi makamlann" is­ teği üzerine bölgedeki bir okul başöğretmeni ile "davavekili"nin yaptığı araştınnalarla vardıklan sonuçlar önemli bilgilere işaret ediyor. Özellikle, Ziya Gökalp'in olası atalarının çevreye göç ediş tarihleri ve hem kendilerinin hem de yerleştikleri köyde yaşayan­ Iann "anadillerinin" Türkçe olması açısından. 'Türkçülük" konusunda kafa yormasından ve tezler oluşturup bunları yaymasından rahatsızlık duyan Türk ve Kürt çevrelere, içten ve yapmacıksız üslubuyla gerekli soğukkanlı yanıtları ver­ mekten kaçınmamıştır Gökalp. Atatürk'ün yakın çevresinden gazeteci, yazar ve siyaset adamı

Falih Rıfkı Atay'a (1894-1971) dostu hakkında "Ziya Bey, Diyarba­ kır'da tek başına yazıp yayımladığı dergisiyle bizi Ankara'da ida­ re ediyor!.." dedirten şair, ünlü Küçük Mecmua'nın 25 aralık 1922

tarihli 28'inci sayısında yayımlanan "Millet nedir?" başlıklı önem­ li yazısında -biraz sadeleştirerek kısalttığımız- şu satırları kale­ me almıştır:


34

Mille t nedir?

Milletin ne olduğunu anlamak için, önce ne olmadığını incelemek gerekir:

1- Millet, önce, coğrafi bir topluluk değildir. Örneğin İran dediğimiz zaman bu ülkenin yalnız İran milletini içerdiği sarulmamalıdır. Orada, "lrani"lerden başka birçok Türkler ve Kürtler de vardır. Bnnnn gibi, Arabistan'da da bütün nüfusnn Arap olduğunu

ak hatadır... O hal­

sanm

de hiç kimse yaşadığı ülkeye göre milliyetini belirleyemez.

2- Millet, ırk ve kavim demek de değildir. Toplumlar, Tarihöncesi zamanlarda bile ırk açısından saf ve kavimce de katıksız değildiler. Savaşlarda esir almalar ve esir düşmeler, göçler, kız alıp vermeler ve özümsemelerle milletler birbirine kanşmıştır. Aslında toplumsal huy­ lar organik verasetle değil de eğitimle geçtiği için ulusal karakter açı­ sından ırklann bir rolü yoktur. 3- Millet, da

bir imparatorluk içinde birlikte yaşayanların toplamı değildir. Örneğin Osmanlı uyruğundaki herkesi "Osmanlı mille­

ti"nden saymak da hata idi. Çünkü bu bileşimin içinde çeşitli millet­ ler vardı.

4- Millet, birilerinin keyfine ve çıkarına göre kendisini mensup saydığı herhangi bir toplum da olamaz. Üstelik kişilerin böyle bir özgürlüğü de yoktur. İnsan ruhu duygutarla düşüncelerden oluştuğu için milliyetimizi araştırarak keşfedebiliriz. Bir partiye üye olur gibi sırf irademizle şu yahut bu millete dahil olamayız. O halde millet nedir? Sosyoloji ilmi gösteriyor ki, "mensupluk" terbiyede, kültürde yani duygularda katılırula (saptanır) . . . En çok sevdiğimiz dil anadilimizdir. Ruhumuzu heyecana gark eden bütün dinsel, ahlaki ve estetik duygulan bu dille almışız. Bunlan çocuklu­ ğumuzda hangi cemiyetten almışsak o cemiyet içinde yaşamak iste­ riz. Başka bir cemiyet içinde yaşamak bize büyük çıkarlar sağlasa da orada olmak istemeyiz . . . Maddi niteliklerimiz ırkımızdan geliyor­ sa, manevi niteliklerimiz de terbiyesini aldığımız toplumdan gelir. Çünkü insan kişiliğimiz bedenimizde değil ruhumuzdadır . . . Büyük İskender'e göre gerçek babası Filip değil Aristo idi. "Çünkü" diyor­ du, "birincisi maddiyatımın ikincisi maneviyatımın doğumuna se­ bep olmuştur. . . " İnsan için maneviyat maddiyattan önce gelir. Bu nedenle miUiyet­ te kök ve soy kütüğü aranmaz, terbiye aranır. İnsan, hangi cemiye­ tin terbiyesini a1nuşsa onnn ideali için çalışabilir. Terbiyesi ile büyüdü­

ğü cemiyetin idealleri uğrnna yaşannnı (bile) kolayca feda edebilir...

Irken Türk olmadığı halde terbiye ve kültür açısından Türk ruhnna sa­ hip, mutluluk ve felaketierimize ortak dindaşlarımız vardır ki bunlar-


35

dan bir kısmı ulusal savaşımlannuzda önderlik ederek büyük özveri­ l<>rde bulunmuşlardır. Aldıklan terbiye nedeniyle bunlar Türk toplu­ mundan başka bir millet içinde yaşayamazlar. Bunlan Türklüğün dı­ �ında saymak milliyetin bilimsel niteliğini bilmernekten kaynaklanır. Ümeğin Diyarbakır kentinde oturonlar ta Selçuklular, /naloğulları

ve Artukoğulları zamanından beri Türk'tür. Sonradan, Hanem Türkleri, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri de gelerek (burada­ ki) Türklüğü artırmıştır. Tarihsel bilgiler, binlerce şairlerin divanlan, camiler ve surlardaki yazıUar olmasa bile kentin dili, ahlaki ve adetle­ ri gösteriyor ki Diyarbakırlılar Türk'tür. Buradaki kültür en zengin Türk kültürüdür. Topladığırnız halkla ilgili masallar, şarkılar, atasözle­

ri (folklor), Diyarbakır'ın eski sakinleri Türk olduğu gibi birkaç göbek önce filan aşiret ya da kazadan gelerek buradaki Türk kültüıiin e göre terbiye almış ve anadili olarak çocukluğunda Türk diliyle konuşmaya başlamış olan herkes de Türk'tür. Görülüyor ki, milliyetin belirlenmesi keyfe tabi bir sorun değil, bi­ limsel olarak incelenip çözümlenmesi gereken bir konudur. Ben gençliğimde öğrenim görmek için lstanbul'a gittiğimde (işte bu) bilimsel incelemeye başlamak zorunda kaldım. Çünkü burada, eskiden kalmış kötü bir alışkanlıkla bütün Karadeniz halkına "Laz", bütün Suriyelllere ve Iraklılara "Arap", bütün Rumeli halkına "Arna­ vut" dedikleri gibi, bizlere yani Doğu vilayetleri halkından olanlara da "Kürt" milliyetini yakıştırdıklannı gördüm. O zamana kadar ben kendimi, bilimsel bir incelemeye dayanma­

sa da hissen Türk sayıyordum. Gerçeği bulabilmek için bir yandan "Türklülüğü" diğer yandan da "KürUüğü" incelemeye giriştim ve işe önce dilden başladım: DiyarbakırWar Kürt mü, Türk mü?

Diyarbakır şehrinde anadil Türkçe olmakla beraber herkes biraz Kürtçe de bilir. Dildeki bu "ikilik" şu nedenlerle açıklanabilir: Ya Di­ yarbakır'ın Türkçesi bir "Kürt Türkçesi"ydi ya da Diyarbakır'ın Kürt­ çesi bir "Türk Kürtçesi"! .. Bu konudaki incelemelerim gösterdi ki Di­ yarbakır'ın Türkçesi Bağdat'tan ta Adana'ya, Bakı1'ya, Tebriz'e uza­ nan doğal bir dilden, yani Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerine öz­ gü Azeri lehçesinden ibarettir. Bu dilde hiçbir yapaylık yoktur. Dola­ yısıyla, Kürtlerin bozduğu bir Türkçe değildir. Diyarbakır dilinin Aze­ ri Türkçesi olması "şehirlerin Osmanlı Hükümeti'nin etkisiyle Türkçe konuştuğu" iddiasını da kökünden çürütür. Çünkü, eğer öyle olsaydı bu şehirlerde konuşulan dilin Osmanlı lehçesi olması gerekirdi. DiyarbakırWarın kullandığı, sınırlı sözcüklerden oluşmuş Kürtçe'ye


36

gelince. B u dilin köylerde konuşulan düzgün Kürtçe'den farklı olduğu­ nu gördüm. Kürtçe, Farsça'run alcrabası olduğu halde "sözdizimi" açı­ sından hiç ona benzernez. Çünkü, Farsça'da bulunmadığı halde Kürt­ çe'de hem "erkek" ve "dişi" sözcükler, hem de Arapça ve Latince'de ol­ duğu gibi "i'rab"7 vardır. Dernek ki, Kürtçe Türk diline oranla daha çok, bir karışırndan oluşmuştur... Diyarbakırlılar (Türkçe'de olmayan) "dişi" "erkek" ve "i'rab" gibi özellikleri saklı tutmakla beraber Kürt sözdizimini Türk kullanımına uydurarak yapay bir Kürtçe icat etmiş­ ler. Bu Kürtçe'yi "Türk Kürtçesi" olarak isimlendirrnek doğru olur. "Dilbilim" açısından doğru olan bu gerçek Diyarbakırlıların Türk oldu­ ğuna en büyük kanıttır. Aynca Diyarba.kırhlar bu dili yalruzca Kürtler­ le konuştukları zaman kullanırken, kendi aralarında söyledikleri dil Türkçe'dir. Güya bildikleri düzrne Kürtçe'nin sözcükleri sınırlı oldu­ ğundan, boşlukları Türkçe sözcüklerle doldururlar. Zaten, birçoğunun bildiği Kürtçe, "gel", "git" gibi birkaç sözden ibarettir. Diyarbakırlıların Türk olduğunun kanıtlarından birini de mezhep alanında buldum. Diyarbakır'ın gerçek halkı bütün Türkler gibi "Ha­ nefi" iken Kürtler genellikle "Şafii"dir. Bu farklılıklar Diyarbakır hal­ kına özgü de değildir. Doğu ve Güney illerimizdeki bütün kentlerin halkı Kürtçe'yi Diyarbakırlılar gibi bozarken Hanefi oldukları için de Şafii Kürtlerden aynlırlar. Giysi, yemek, bina, mobilya gibi kültür ve alışkanlıklarla ilgili konularda da aralarında derin farklılıklar vardır. Bu işaret ve belirtiler Diyarbakırlıların Türk olduğunu gösterdi­ ği gibi babamın iki derlesinin birkaç kuşak önce Çennik'ten, yani bir Türk çevresinden geldiğine göre benim de Türk soyundan olduğu­

mu anladım. Bununla beraber, dedelerimin bir Kürt ya da Arap çevresinden geldiğini anlasaydım, gene de, Türk olduğuma kamr vermekte duraksamayacaktım. Çünkü milliyetın yalruzca eğitime (terbiyeye) dayandığını toplumsal incelernelerimle anlarnıştım. Sanı­ rım

ki, bu incelerne ve araştırrnalarımla yalnız kendim için değil, bü­

tün Doğu ve Güney illerinin kentleri ve şimdiye kadar Türk kalan köyleri için son derece önemli bir konuyu çözrnüş oldum.

Bildiği Arapça ve Farsça'run yardınuyla Doğu, gelişkin Fransız­ ca'sıyla da Batı kültürlerini öğrenmiş ve özümsemiş olan Ziya Gö­ kalp'in kendi köklerini aramadaki içtenliğini ilgiyle karşılama­ mak mümkün mü? Ellerinde tartışılması olanaksız bir belge var­ mışçasına onu, "Kürt olduğu halde bundan caymakla" ya da "ken­ di soyu için çalışacağına Türklük için çalıştığı" gerekçesiyle "ken7. Arapça sözcüklerin sonundaki harf ya da "harekenin" d�işmesi. "Üstün", "esre" ve "öt­ re" işarederinin, sesli harlin bulunmadıgı bu dilde harflerin nasıl okunacatını belirlemesi.


37

milletine ihanetle" suçlayanlar bu bilge v e çelebi insarun inanç VI' duygulanna neden saygı göstermediler? Göstermiyorlar?

di

K iirtlüğü ve Kürtleri aşağılayan tek bir sözünün bile olmaması bir yana Kürtlüğü daima yücelttiğini de bilmiyorlar nu? Başka etnik gruplar gibi Kürtlerin de yaşadığı bir çevrenin ço­ ı·ıığu idi Ziya Gökalp . Annesi Zeliha Hanım (1856-1923) Diyarba­

kır'ın Kürt kökenli ailelerinden "Pirinççizade"lerden Salih Ağa'nın kızı değil miydi? Bir bunalım sonucu daha on sekizinde i k en kafasına bir kurşun sıktığında yardımına hemşehrisi Doktor i\hdullah Cevdet (1869-1932) koşmamış mıydı? Hani şu İttihat ve 'J'Prakki Gerniyeti'nin ilk kurucularından, Içtihad dergisinin ya­ .vıncısı ve bu dergide "Neslimizi düzeltmek için Avrupa ve Ameri­ ka'dan damızlık erkek getirmeliyiz ..." diyecek kadar "nev'i şahsı­ ııa münhasır" (kendine özgü) ve tartışmalı kişilik Malta sürgünü dönüşü Ankara'da belli bir süre kaldıktan son­ ra gittiği Diyarbakır'da yayımladığı ünlü Küçük Mecmua'nın -hem de- 5 haziran 1922 tarihli ilk sayısında çıkan "Türklerle Kürtler" başlıklı yazısını okumalı Ziya Gökalp'in, onu daha iyi ta­ ııımak için: ..

Türklerle Kürtler

"Milli Misak"ımız bize etnografik bir sırur çiziyor. Bu sırunn içine alınan yerler nerelerdir? İki milletin, yani Türklerle Kürtlerin yerleşik olduğu yerler. Milli programımız nasıl yeni araziinizin dışında hiçbir Türk köyünün kalmasına razı olmuyorsa, hiçbir Türk aşiretinin yani köyünün buradaki Kürt milletinden ayn düşmesine de razı olamaz. Bu nedenle, Musul'da, Bağdat'ta Kürtlerle ya da Türklerle "meskiln" ne kadar yer (ve) sancaklarla kazalar varsa hepsini anavatana kavuş­ turmak vatani görevlerimizin en önemlilerindendir. Bugün anavatandan uzak düşmüş bir Kürt Irakı ile bir Türk Irakı var. Bunlar, Anadolu toplumsal varlığırun kopanlması mümkün olma­ yan canlı parçalarıdır. "Milli Misak"ınuzın Türklerle Kürtlere aynı değeri ve önemi verme­ si de gösteriyor ki, bu iki millet arasındaki vefa ve sadakat bağlan her türlü tasavvurun üzerinde bir içtenliğe sahiptir. Gerçek şu ki, Meşru­ tiyet'ten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir rahatsızlığa uğrama­ dı. Aşiret kavgalarında zarar görenler de gene yalnız aşiretler oldu. Bu kavgalar, saruldığının aksine, hükümete isyan ya da halka karşı haydutluk niteliğinde değildi. Balkan Savaşı ve Mütareke dönemi gi­ bi en felaketli günlerimizde bize dostluk elini uzatan, bizimle içten dert ortaklığı eden bu vefatı millet değil miydi? Bugünkü bağımsızlık


38

mücadelesine d e topyekUn katılıp Türklerle beraber "ya hep y a hiç" diyen de bu sadakatli millet değil midir? Türk nasıl olur da bu kadar içten bir kardeşin, bu kadar hukuka saygılı bir arkadaşın benzersiz vefakarlıkl arını, sayısız özverilerini unutabilir?

"Kürtleri sevmeyen bir Türk Türk değildir" Doksan yıl sonra bugün de Türkiye'de herkesin bir kez daha okuyup değerlendirmesi gereken coşkulu ve anlamlı satırlannı aynı içtenlikle sürdürüyor Ziya Gökalp: Kürt, bu sadakat yolunda yüıümekle kendi varlığını, kendi kültür ve bağımsızlığını da korumuş oldu. Mübarek yurdu düşmanların pis ayaklan altında çiğnetmedi ... Bu sonucu, Kürt'ün civanmertçe sada­ katine bağlamayıp da yalnız akıllıca tedbirliliğiyle değerlendirmek doğru değildir. Tarih gösteriyor ki başan daima doğruluğun ödülüdür. Kürt, zeki

olduğu kadar inançlı, dürüst ve vicdanlıdır da. Bunu kanıtlamak için yalnız şu son on yılı değil on yüzyıllık ortak geçmişimizi anımsa­ mak gerekir. Bundan on yüzyıl önce, bugünkü Yunanlılarla İngilizle­ rin ve Fransızların dedeleri "Haçlı süriileri" halinde İslam ülkelerine akın etmeye başladıklarında bunları kovmak için hangi milletler ve hükümdarlar el ele verdi? Kara Bağa'lar, Alp Arslan'lar, Kılıç Ars­ lan'lar, Nureddin Şehid'ler bu cihatta ne kadar çalıştılarsa Selahaddin Eyyubi'ler de o derece çalışmadılar mı? .. Tarihsel örnekler de göste­ riyor ki Türkler ve Kürtler aziz vatanımızı düşmandan ve kutsal dini­ mizi fesattan esirgemek için daima birlikte cihada atılmış iki dost mil­ lettir. Türkler nasıl daima dini, ahlaki idealler için çalışmışlarsa, Kürt­ lerin rehberi de her zaman iman ile vicdan olmuştur. Bu iki millet, bin seneden beri, ayru topraklarda aynı idealler için el ele vererek müca­ dele etmişlerdir. Bu gerçeği kim inkar edebilir? Türklerle Kürtlerin içieri birbirine benzediği gibi dışları da benzer. Türk yahut Kürt milletinden bir adamı gördüğünüz zaman bunun Kürt mü yoksa Türk mü olduğunu yüzünden tanıyamazsınız. Oysa başka milletlerden bazılarına mensup kişilerin hangi kavimden ol­ dukl arını, yüzlerinden, ilk balaşta ve pek kolay anlayabilirsiniz. Yüz­ lerin benzeşmesi, birbirine kanların da kaynaması için başlıca sebep­ tir. Kendimize benzeyen bir çehre, aynı zamanda, kendimize benze­ yen bir ruh demek değil midir? Kürtlerin uygariıkça bir kusuru varsa (bu) bazı kısımlarının ha.Ja aşi­ ret halinde kalmasındandır. Fakat, Türklerden de ha.Ja böyleleri yok


39

mudur? Gerek Türklerin gerek Türkmenlerin aşiret şeklinden henüz kurtulamaması, "çöl"le temasta bulWliDalaruun sonucudur. Çölde da­ ima sefer halinde (Arap) aşiretler bulundukça, onlarla komşu olanların ıla göçebe ve silahlı bir durumda kalmalan zorunludur. Çünkü, başka hir şekilde ırzlarını, hayatiamu ve servetlerini koruyamazlar. (Bu durumda) Kürtlerle Türkmenlerin aşiret hayatından kurtarıl­ ınası yalnız bir yolla sağlanabilirdi. O da çöldeki aşiretlerle bunların arasında "Çin Seddi" gibi bir duvar yapmaktı. Önceleri imkansız olan hu iş, şimdi kendiliğinden mümkün bir hal aldı. Her felaketten bazen iyi bir sonuç çıkabilir. Özellikle Arap milleti gibi bir din kardeşinden -geçici olsa bile- ayn düşmemize ne kadar üzülsek azdır. Fakat, çöl ile vatanımız arasında bir sınınn oluşması, aşiretlerin barışa kavuşma­ sında da çok yararlı olacaktır. Çünkü askeri bir sınır canlı bir engeldir ki Çin'in ünlü duvarından daha dayanıklıdır! Gerek "Elcezire"de, ge­ rek Irak'ta çöl ve Kürtler arasında bu yapılacak olursa az zamanda bü­ tün aşiretler kendiliklerinden barıştan yana tavır koyacaklardır. Zaten, Büyük Millet Meclisi de bu aşiretlerin yerleşik düzene geçirilmelerine karar vermiş ve (bu konuda) hükümeti görevlendirmiştir. Özetlemek gerekirse, Türklerle Kürtler bin yıllık bir ortak din, or­ tak tarih

ve ortak coğrafya sonucunda maddi ve manevi bakımlardan

birleşmişlerdir. Bugün ise ortak düşmanlar ve ortak tehlikeler karşı­ sında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak ortak bir kararlılıkla kur­ tulabilirler. O halde büyük bir inançla diyebiliriz ki, bu iki milletin bir­ birini sevmesi her iki taraf için hem dini hem (de) siyasi bir farzdır.

Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir. . . Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir. . .

Seksen altı yıl önce, kendisini Türk bilse d e Kürtlere daima yalan hissetmiş bir büyük düşünürün usta kaleminden çılrnuş bilgece sa­ t.ırlar. 1924'teki erken ölümünün hemen ardından, Kurtuluş Sava­ şı'ınızdaki yenilgilerini içlerine sindiremeyenlerin teşvik ve deste­ ğiyle cahil ve bilinçsiz kimi Kürt kardeşlerimizin, birlikte kurdukta­ n devleti yıkmak için ellerine tutuşturulan silaha sarıldıklarını gör­ se acaba neler düşünürdü? Hele bir de bugünleri, bugün yaşananla­ n? .. Dost ve müttefik geçinenlerin, Türkiye'nin bölünüp parçalana­ cağı ve yeniden sömürgeleştirileceği günlerin hayaliyle ellerini ovuşturduklarını görseydi, kahrından, bir kez daha ölmez miydi? Güçlenmemizi engelleyen, içlerimizi yakan, daha kötüsü Türk­ lerle Kürtler arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularını etkile­ rneye başlayan olaylara bir son vermek için Türkiye'nin aydın, cesur ve yaratıcı kafaları ne zaman harekete geçecek? Ne zaman,


40

yapıcı çözümlerin ortaya atılmasıyla rahatlayacağız? Kendi halin­ de bir örnek olarak, Ziya Gökalp'in yukardaki yazısı, birileri tara­ fından binlerce, on binlerce, yüz binlerce hastınlarak bütün Tür­ kiye'ye dağltılamaz mı? Nerede bir şeyler yapabilecek Türk ve Kürt aydınları? Neden susuyorlar? Bu işin böyel yürümeyeceğini, "sondan bir önceki (sonuncusu Kuzey Kıbns Türk Cumhuriye­ ti!..) Türk devleti"nin -en azından- amaç ve gönül birliğiyle bü­ tünlüğünün tehlikede olduğunu görmüyorlar mı? Dünyanın öncü toplumbilimcilerinden (sosyolog) biri ve Tür­ kiye'nin bu bilim dalındaki kurucusu ve ilk "hocası" Gökalp'in iç ve dış sorunlarla boğuşan Türkiye'ye ışık tutacak önemli yazıla­ nndan biri de, ölümünden yalnızca üç ay önce, 20 temmuz 1924'te Cumhuriyet'te yayımlanan "Kürtlerin menfaati" başlıklı yazısıdır. Onun, yıllar önce kaleme aldığı bu yazıdaki görüş ve ki­ mi önerileri düşündürücü değil mi? Kürtlerin bir losını göçebe ise bir losnu da yerleşiktir. Bu toplumsal "ikilik" toplumsal çevreyle ilgilidir. Çöl ağzında bulunan Kürtler göçe­ be iken çölden uzak yaşayanlar yerleşiktir. "Çöl" demek, şehir ve kasa­ balan haraca bağlayan silahlı ve yağmacı Arap aşiretleri demektir... Si­ lahsız bir halk silahlı bir orduyla komşuluk ederneyeceği için (sonun­ da) çöl ağzında yaşayan Kürtler de göçebe haline gelmiş ve yerleşik köyterin başına onlar da bela olmuştur... Demek ki, bedevi Araplarla

komşuluk Kürtlerin felaketine yol açmışken Türklerle komşuluk ha­ yırlı etkiler yapmış ve yapmaktadır. Kürtler zeki ve anlayışlı insanlar olduklan için "anca beraber kanca beraber" diyerek Türklere dört elle sanlırlar; onlarla beraber yaşamak, vatandaşlık etmek isterler. . . Kürt­

lerin çıkarı Araplardan uzak ve Türklere yakın yaşamaktır. . .

Kürtler Gökalp'in "çilesi" mi? Yeri gelmişken, Ziya Gökalp'le ilgili hiçbir yazı ya da eserin "kaynakça"sında adına rastlamadığım ilginç bir kitaptan söz et­ mek istiyorum. "Fırat Yayınları" (?) arasında çıkmış. Yazarı losa­ ca "Rohat". Sanınm, lsveç'te yaşayan bir Kürt yazar. Soyadırun "Alakom" olduğu öyleniyor ama -nedense- belirtilmemiş. Kita­ bın adı ise Ziya Gökalp 'in Büyük Çilesi: Kürtler. Kapsamlı bir "kaynakça"yla çalışmış ve ilginç saptarnalarda bulunmuş olsa da yazarın öncelikle amacının "Gökalpizm" diye nitelediği tezleri ve bunların sahibini aşağılamak olduğu görülüyor. "Önsöz"de "Duy­ gusallığa kapılarak onu kötülerneyi hiç düşünmedim... " dese de


41

" 1\iirt kaynaklannda" Gökalp'e yönelik kızgınlığın "dönek" ve " ı ı:mkör" suçlarnasıyla "sınırlı kalmasından" şikayetçi. "Türkçü­ IHğün esaslarını belirleyen birinin Kürtler arasından çıkınasının kocaman bir paradoks" olduğunu ileri sürdükten sonra "C . Ali BPdirhan'ın (?) "Türkçülüğün peygamberi" diye tanımladığı Gö­ kalp'in "çilesini" paylaşan Kürtlerin, yani, etnik kimliklerini inkar PdPrek kendilerini Türk olarak kabul edenlerin sayısının bugü­ ııiin Türkiye'sinde hayli kabarık olduğunu, öne sürüyor ve ekli­ yor: "Gökalp'in dört elle sarıldığı 'ulusal dayanışma' düşüncesi ).(iinümüz Türkiye'sinde çatırdarnaktadır! .. " Rohat'a göre Ziya Gökalp "Kürtleri Türkler arasında eritip asirni­ h• Ptmek dışında bir çözüm yolu bulamamıştır... Kürt aydınlanma hareketi içinde hiç yer almamış; bir Kürt milliyetçisi olamamıştır... Kürtlerden uzak durmak için büyük çaba göstermiştir... (Gene de) < lökalp'in Kürtçe'yi konuşma ve yazı dili olarak bilmesi, onun, Kürt kültürünün yazılı kaynaklarını ... (bu arada) Ahinede Xani, Şeref­ xan, Maleye Ciziri, Şeyh Rıza Talabani, Melleye Bate, Mevlana Xa­ lit, Baba Tahir gibi Kürt yazar, şair ve düşünürlerini incelemesini sağlamıştır... Zaman zaman kendini 'Kürdolog' olarak da kabul Pderdi ... Kendi kuşağı içinde Kürtler üzerine onunki düzeyinde in­ ı·elemelerde bulunup kafa yoran ikinci bir isme rastlamak olanak­ sızdır... Gökalp'e göre 'Osmanlı aydıru' Kürtlere 'ekrad-ı bed nihad' ( yaradılışı, soyu bozuk Kürtler) olarak bakardı." Ziya Gökalp gibi az rastlanır çap ve nitelikteki bir düşünürün "Kürtçülük" üzerine değil de "Türkçülük" üzerine kafa yormasın­ dan ne denli rahatsız olduğunu saklamayan Kürt yazar kitabında bıktıncı bir biçimde yinelenen "Gökalp'in aslında Kürt kökenli ol­ duğu" iddiasıyla açıkça çelişse de şairin yakın arkadaşı Cemil Asena'nın şu sözlerini kitabına almak dürüstlüğünü de göstermiş­ tir: "Ziya, öyle bir granit seciyeye sahipti ki, kanına dair bir küçük şüphesi olsaydı bunu söylemekten çekinmezdi... " "Granit bir seciyeye sahip olduğu" gerçeğini kitabına alınarnaz­ lık etmeyen Rohat şu iddialı görüşlere de yer veriyor: Türkiye'nin manevi kurucusu, babası, ideoloğu ve düşünsel minla­ n

Ziya Gökalp'tir... Türk milliyetçiliğinin temellerini atan da ondan

başkası değildir... Atatürk, düşünce üretme ve görüş geliştirme konu­ lannda Ziya Gökalp'in öğrencisidir... Bu iki adam aynı kök üzerinde büyüyen bir ağacın dallan gibiydiler.. . 8

8. Rohat, Ziya Gökalp'in Büyük Çilesi: Kürtler, Fırat Yayınlan, Istanbul, 1 992.


42

Yaşar Kemal'e göre Ziya Gökalp'in kimliği Yüz yıldan beri çeşitli çevre ve kişilerin gündemde tutmaya ça­ lıştığı "yeni Türkiye'nin manevi miman" 9 Ziya Gökalp'in kökle­ riyle ilgili tartışmalara son verirken bazı Türk aydınlannın bu ko­ nudaki görüşlerini de aktarm ak istiyorum. Bunlardan ilki, Tl P (Türkiye lşçi Partisi) yöneticilerinden Ata­ türk ve Komünizm, Mihri BeUi Olayı kitaplannın yazan Rasih Nuri lleri'dir (doğm. 1920). Osmanlı ve Cumhuriyet'te önemli hiz­ metleri geçmiş bir gazeteci ve yayıncı ailenin günümüzdeki deva­ mı olan Sayın lleri tarihi bir kütüphane ve müzeden farksız evin­ de bana "Ziya Gökalp Kürt kökenli olabilir ama kimilerinin iddia ettiği gibi 'dönek' biri değildi" demiş ve eklemişti: "Türkçülüğü icat eden insana nasıl dönek gözüyle bakılabilir?" Yıllar önce bir Alman dergisine verdiği demeçte Atatürk döne­ mini yakışıksız sözlerle aşağıladığı için kendisini eleştirdiğim ve İstanbul Yenikapı'da sahil yolu üzerindeki heykelinin buradan kaldınlıp bu derginin bahçesine dikilmesini önerdiğim gazeteci meslektaşırn Yaşar Kemal'e de sormuştum:

Yaşar Kemal: "Kendini Türk hisseden herkes Türk'tür...

"

9. Şevket Beysanoglu, Yeni Türkiye 'nin Manevi Mimarı Ziya Gökalp, Ziya Gökalp Der­ negi Yayını, Ankara, 2002.


43

Vedat Günyol: "Dilim nedeniyle Türk'üm. Bununla gurur duyuyorum ... "

Gazeteci ve turizmci Fethi Pirinççioglu: "Babam KUrt, annem Çerkez. Ben, Atatürk kadar Türk'üm. Halis Türk'üm ...

"

"Yahu Yaşar Kemal, Ziya Gökalp için Kürt'tü diyenler var. Sence de Kürt müydü?" "Değildi." "Neydi peki?" "Türk'tü! .. Adam, yaşamı boyunca 'ben Türk'üm' demiş. Ona, kim nasıl ve ne hakla 'Hayır sen Türk değil Kürt'sün! . .' diyebilir ki? Bence, kendini Türk hisseden herkes Türk'tür. 'Kürt'üm' de­ seydi o zaman da Kürt olurdu!. . " Kıdemli ve değerli gazeteci dostum Vasfıye Özkoçak'ın baş­ kanlığıru yaptığı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "Gazeteciler Sosyal Dayanışma Vakfı" 2003 yılında önemli bir etkinliğin ilk adımlannı atmıştı: "BabıaJi Sohbetleri". lık sohbet toplantısı, ce­ miyet başkanı Orhan Erinç'in yanı sıra sonraki yıllarda ikisini de yitirdiğimiz oyun yazan Recep Bilginer (1922-2005) ile karikatü­ rist dostum Semih Balcıoğlu'nun (1928-2006) katılımıyla yapıl­ mış, büyük ilgi görmüş ve hepsi de basın yaşamımızda silinmez izler bırakan gazeteci ve yazar üyelerin ikili ya da üçlü gruplar ha­ linde katılımıyla sürüp giderek kitaplaştınlmıştı. l o 1 O. Babııfli Sohbet/eri,

Dota-n Kitap, Istanbul, haziran

2007.


44

Binlerce yıldır nice bilim adam­ ları, yazarlar ve şairler yetiştir­ miş kültür ve uygarlık merkezi Diyarbakır'ın en ünlü ve seçkin çocu� Ziya Gökalp, kentin her köşesinde bugün de yaşı­ yor sanırsınız: "Kaleiçi"nin mahallelerinde, daracık sokak­ larında ve dogdu�. "mefkOre­ sine" henüz ulaşamadı� on sekizinde kafasına bir kurşun sıktı� "müze ev"de... Gönül, Diyarbakır Büyükşehir Beledi­ yesi'nin, kentin bu büyük evia­ dına saygının geregi olarak. bir depoya atıldı� söylenen heyke­ lini güzel bir meydana dikmesi­ ni bekliyor. Bir de, Diyarbakır'­ daki üniversiteye, başlangıçtaki kararlara uygun olarak yeniden "Ziya Gökalp" adının verilmesi için girişimde bulunmasını.

15 nisan 2006 tarihindeki etkinliğin katılımcılan ise gazeteci hat sanatçılanndan Etem Çalışkan'la gene kıdemli gazeteciler­ den Ali Oraloğlu ve Fethi Pirinççioğlu'ydu. Osmanlı'da ve Cum­ huriyet'in ilk dönemlerinde önemli devlet adamlan yetiştiren Di­ yarbakırlı Pirinççioğlu ailesinden gelen aziz dostwn Fethi Pirinç­ çioğlu, 40'lı yıllarda Cumhuriyet'te başlayan gazetecilik döne­ minden sonra yurtdışı görevlerde bulwınıuş ve bugün de ikinci kuşağın yönettiği öncü bir turizm şirketini eşiyle birlikte Türk tu­ rizmine kazandımuştı. Ziya Gökalp'in annesi Zeliha Harnın'ın (1856-1923) ağabeyi ve "Osmanlı Meclis-i Mebusan" üyesi, "Pi­ rinççizade Mehmed Arif Efendi'nin ( 1853-1909) torunu ve Gö­ kalp'le birlikte Malta'ya sürülen, Cwnhuriyet'in ilk "nafıa" (bayın­ dırlık) vekillerinden Feyzi Bey'in oğlu olan Fethi Pirinççioğ­ lu'nun "Türklük ve Kürtlük" konusuna bakışını, yukarda sözünü ettiğim Babıôli Sohbetleri kitabından aktanyorwn: Seksen yaşına ulaşmış ve dünyanın dört bir yanını kanş kanş ge­ zip incelemiş biriyim. 1925'teki "Şeyh Said lsyanı" sırasında ve seçkin bir ailenin (üçü laz, dördü erkek) yedinci çocuğu olarak Diyarba­ kır'da dünyaya gelrnişirn. Hayatta kalıp kalrnayacağırn o günkü olay-


45

lara bağlıymış ama sonraki yıllarda mutlu bir çocuk olarak büyümü­ şüm. Bir Kürt bcıbarwıı

ve

bir Çerkez annenin, en azından bir Ata­

türk kadar lw1is Türk; yüzde bin beş yüz Türk çocuğu olarak büyü­ düm. Size de bu sıfatla hitap ediyorum... Böyle başlıyordu sözlerine basın, tanıtım ve turizm dünyanu­

:t.ın seçkin isimlerinden Fethi Pirinççioğlu. Köklerindeki Kürtlük,

onun "bir Atatürk kadar halis Türk" kimliğini, belki daha anlamlı

kılıyordu. Hicaz ve Yemen valiliklerinde bulunmuş Diyarbakırlı Kürt Ce­

mil Paşa'nın torunu; eski Karta! {lsta.nbul) kaymakamlarından Ali

fo�fendi ile Çerkez Miluinnisa Harum'ın oğlu, hukuk doktoru, ya­

zar,

çevirmen ve düşünür Vedat Günyol ise (1911-2004) eğitimci

ve şair Ali Ekber Ata.ş'ın derlediği yapıtta (Vedat Günyol'a Anna­

flan 1 J OO'e 5 Vardı, Cumhuriyet Kitapları, ekim 2004) şöyle ta­ nımlıyor kimliğini:

Ben neyim şimdi? Bir Türk! Neyimle Türk? Dilimle! Türkçe benim doğal yurdumdur. Dünyanın neresinde olursam olayım, hiç fark et­ mez... Yunus'lardan, Pir Sultan'lardan, Dadaloğlu'lardan süzüle ince­ le özleşen, gelişen bir dildir benim yurdum, barınağım, can damanm!

Dilim nedeniyle Türk olmak büyük bir onurdur benim için. Ben, Türkçe'nin fışığıyım, diyebilirim. Türkçerole düşünüyor, Türkçemle yaşıyorum ...

Ziya Gökalp'e göre "soy" ve "millet" kavramları, kendi sözleriy­ le şöyle özetlenebilir: Dünyanın hiçbir yerinde saf ırk tasavvur edilerneyeceği gibi saf bir kavim de olamaz. Sosyoloji ilmine göre insanlar dünyaya gelir­ ken sosyal vicdanlarını beraberlerinde getirmezler. Dille, dinle, ah­ lak, estetik, siyaset ve iktisatla ilgili vicdanlarını sonradan ve terbi­ ye yoluyla edinirler. Toplumdan alırlar. Millet de zaten bu ortak ter­ biyeyi almış bireylerin oluşturduğu bir topluluktur. Atiarda ve bazı başka hayvanlarda olduğunun aksine insanlarda şecere (soykütü­ ğü) aranmaz...

Türkçülük, Türk milletini sevmek demektir. "Türk'üm" diyen herkesi Türk biliriz. Türklüğe hayınlık edenler ise cezalandınlır. .. 1 1 ı ı . Yakm Tarihimiz. ciıt 3, s. 353. Nihad Sami Banarh, Resimli Tork Edebiyatı Tarihi,

ciıt 2, s. ı ı ı O- ı ı ı 9.


46

Ziya Gökalp, bilimsel bir yaklaşımla böyle diyordu ama işgal altındaki İstanbul'da bir "Türk" vardı ki bu bilge ve yurtsever in­ sanla uğraşmaktan sanının zevk duyacak ve Beyoğlu'ndaki bir berberde tıraş olurken "alınıp" yargılanmak üzere Ankara'ya gö­ türülürken halk tarafından İzmit'te linç edilecekti. Mülkiye öğrenimi görmüş, UZWl süre yurtdışında kalmış bir ga­ zeteci, yazar ve siyaset adamı olan Ali Kemal'di bu (1867-1922). Kurtuluş Savaşı başlarken Damat Ferid Paşa kabinelerinde ma­ arif ve dahiliye nazıriıkiarında bulın1muş ve Mustafa Kemal Paşa eyleminin yasadışı olduğunu ilan eden genelgelerin altına imzası­ nı atmıştı. Bın1unla da yetinmemişti Ali Kemal. Basın yaşamında­ ki ortağı Ermeni olduğu için "Artin Kemal" diye de bilinen bu adam Peyam ve Sabah'ın birleşmesiyle Peyam-ı Sabah adını alan gazetesinde Mustafa Kemal Paşa'yı "maskaralıkla" nitelemiş (7 mayıs 1920), Kurtuluş Savaşı'mızdan söz ederken "Yalancı mil­ liyet davası mübarek şeriata aykındır... " diye hüküm vermiş ( l l nisan 1920) ve hızını alamayıp "Mustafa Kemal cezasım bulacak­ tır: İdam. . . İdam... İdam... " (29 nisan 1920) diye kin kusmaktan utanmamıştır. Nazım Hikmet'in bir şiirindeki dizelerle, - Kim bu Ali Kemal? - Gazete muharriri, İngiliz'den para alır. Adamıydı Halife'nin, Gözlüklü, şişman. Kan damlardı kaleminden fakat murdar fakat pis bir kan! ..

diye nitelenen böyle birinin Mustafa Kemal Paşa için istediği ce­ zanın aynını Ziya Gökalp'e de reva görmesi ilginç değil midir? Bu­ nWl öyküsünü de "ilm-i içtima" (sosyoloji) dersinin müderrisi (profesör) olarak ders verdiği İstanbul Dfuiilfünunu'ndaki (üni­ versite) bir öğrencisinden dinleyelim: Söyledikleri, çetin ve uzun çalışmaların ürünü olan şeylerdi. (Ge­ ne de) "notsuz" ders verirdi. Anlamadığınızda sorularınızı ince ve na­ zik bir edayla karşılar ve hiçbirini karşılıksız bırakmazdı. Zil çaldığın-


47

Iyi yetişmiş bir Osmanlı aydını olan ama yaşamı dramatik bir sonia noktalanan Ali Kemal. da onun da bizim de yerimizden kımıldamadığımız, sınıfı terk etmedi­ ğimiz olurdu. Bir keresinde, aynı sınıfta dersi olan bir Alman öğretim üyesi (haber göndererek) sınıfı "istemişti" ... Savaşın son günleri gelmiş "akıbet"imiz belli olmaya başlamıştı. Derse ginneden önce Ali Kemal'in o günkü başmakalesini okıımuştuk. "Serlevhası" (başlık) "Ziya Gökalp idam edilmelidir!" biçimindeydi. Zi­ ya Bey Hocamız çok iyi bilinen soğukkanlılığıyla dersini verdi. Belki görmemiştir diye düşünerek, gazeteyi gösterdik ve fikrini sorduk. "lçtimai bir olay" demekle yetindi. O kadar. Kayıtsızlığı, baldıran zehrini titremeden içen Sokrates'in ölüm karşısındaki umursamazlı­ ğından farksızdı. .. (Bu olaydan sonra) dostlarının "Sizden başka kimseleri olmayan ailenize acıyın; bir süre gizlenin" biçimindeki telkinlerine aldınş et­ medi. (Sonunda) bir gün dersi için geldiğinde alıp götürdüklerini duy­ duk ve eski Harbiye Nazırlığı binasındaki koğuşta ziyaretine gittik.


48

Niyetimiz hocamızı teselli etmekti. Karşımızda aynı sakin adam

var­

dı. O bizi teselli etti! . . ı 2

"Ölürsem bu topraklarda ölürüm" Ba.o;;ına gelecekleri biliyor muydu Ziya Gökalp? Elbette biliyor­ du. Rauf (Orbay) Bey'in tam bir ayrnazlık, belki de önemli bir iş ba.o;;ardığı inanç ve işgüzarlığıyla irnzaladığı Mondros Ateşke­ si'nden hemen sonra partilerini kapatan İttihat ve Terakki'nin ile­ ri gelenleri yurdu terk ederken Talat Pa.o;;a çok sevip saydığım her­ kesin bildiği Gökalp'e, "Ziya Bey" demişti, "ülke dışına çılana ka­ rarı verdik. Düşman lstanbul'a mutlaka girecektir. Bunlar yahut bize karşı olanlar sana da kötülük yapacaklardır. O nedenle sen de Avrupa'ya kaç. Karışıklık geçtikten sonra hepimiz döneriz." Israrla söylüyordu bunları bir zamanların güçlü "sadrazamı". Hiç düşünmeden cevap verdi "fırka"nın "merkez-i umumi" üyesi ve fikir önderi: " lşlenrniş herhangi bir suçum yoktur. Bu nedenle ve kesinlikle kaçmayacağırn. Ölürsern de bu topraklarda ölürürn . " ı 3 Acılarını içine akltarak işgalden sonra da üniversitedeki ders­ lerini sürdürdü henüz kırk ikisindeki bilim adamı. Yeni Mec­ mua'daki yapıcı ve uyarıcı yazılarını da. Gene de 28 ocak 1919'daki tutuklanmasından önce Dfuülfünun eminine ı 4 şunları söylerneyi görev bitmişti: "Düşmana yenilmekle İttihat ve Terakki mantığı iflas etmiş bulunuyor. Bu mantığın tam tersi ise Hürriyet ve İtilaf (fırkası) mantığıdır. Bir gün bu mantığın (ülkede) egemen olması bekle­ nir. Yani intikam mantığının. lşte o zaman birçok suçsuz insan da bundan zarar görecektir. Şimdi, sizin gibi bağımsız kalanlara dü­ şen vatanİ görev, birleşerek bu intikam mantığına meydan ver­ rnernektir. Dfuülfünun'daki görev yerinde tutuklanmasını, yıllar sonra Cumhuriyet Halk Partisi hükümetlerinde ba.o;;bakanlık görevi üst­ tenecek olan Profesör Şernsettin Günaltay şöyle anlatacaktır: ..

Bir gün, Dii.rülfünun "lçtimaiyat" bölümünde (onunla) bir konuyu tartışıyorduk. Birden kapı açıldı. Ara sıra rastladığım uzun boylu, kı1 2. Hatemi Semih Sarp, "Profesörlükten Sürgüne", Iş Mecmuası, 1 939, sayı 1 9. l l.

Enver Behnan Şapolyo, lttihadı Terakki ve Meşrutiyet Tarihi, Istanbul,

1 974.

1 4. 1 933 tarihli "Üniversite Reformu"yla "Dirülfünun" "Istanbul Üniversitesi" adını al· dı. "Dirülfünun emini" "üniversite rektörü', "fakülte reisleri" de "fakülte dekanı" olarak anılmaya başlandılar.


49

sa sakallı bir adam içeri girerek Ziya Bey'e yaklaştı ve bir kağıt uzat­ tı.

Bunun ne hakkında olduğunu anlamak için Ziya Bey'in yüzünü in­

celedim: Her zamanki gibi telaşsız, heyecansız ve kayıtsız idi. Kağıdı oku­ yup cebine koyarken, "Derse giremeyeceğim. İdareye haber verirsi­ niz... " dedi ve kapıdan çıktı. Durumu anlamıştım. Gelen adam polis hafiyesi, getirdiği kağıt da "tutuklama emri" idi. Darülfünun kürsü­ sünden (alınıp) cezaevinin rutubetli bir köşesine götürülüyordu (ama) her zamanki gibi sakin ve telaşsızdı .. . l 5 "

Bu tutuklama olayında Ali Kemal'in parmağı olduğundan kim­ senin kuşkusu yoktu ve İttihat ve Terakki genel sekreteri, Malta sürgünlerinden Mithat Şükrü Bey'e (Bleda) göre: Kimin kime düşmanlığı varsa işgal kuvvetlerine ilibarda bulunu­ yor, onlar da sorup soruşturmadan (yakalayıp) cezaevine gönderiyor­ du... Azınlıklar (ise) intikam duyguları ile akla hayale sığmayan yalan­ lar uydurup bir yandan Türklere zulmedilmesini sağlarken bir yan­ dan da işgalcilerin gözüne girip parsa toplamaya çalışıyordu. . . ı 6

Hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklanıp atıldığı zindanda, önüne çıkarıldığı "Divan-ı Harp"te ve iki yıl boyunca sürgün kala­ cağı Limni ve Malta adalarında bir tek gün bile umutsuzluğa düş­ roediği onunla beraber olan herkesin ortak gözlemi ve inancıdır. Diyarbakırlı yazar, araştırmacı, hukukçu ve uzun yıllar Ziya Gö­ kalp Derneği'nin başkanlığını yapan Şevket Beysanoğlu onunla ilgili şu anıyı aktarır: Mütareke'nin karanlık günlerindeyiz. Millet şaşkın ve perişandır. Aydınların büyük bir bölümü de karamsar ve umutsuz. Gene de bir çı­ kış yolu aranmaktadır. İstanbul Büyükada'da toplanıp bir avuç aydın "Çare! .. Çare! .. " diye tartışırken Ziya Gökalp'in de toplantıya katıldığı görülür. Yahya Kemal de (Beyatlı, 1884-1958) oradadır. Hemen fikrini sorar yakından tamdığı Ziya Bey'in: - Sizce "çare" nedir, üstad? - Çare, Türk'ün kendine gelmesinden ibarettir, der Ziya Gökalp. Karamsar ve umutsuz değildir. "Tarihin de gösterdiği gibi Türkle­ rin her felaket zamanında, içlerinden çıkacak bir kahraman tarafın­ dan temsil edileceklerini ve arkasından yürüyecekleri bu kahramanın 1 5. M. Şemsettin Günaltay, "Ziya Gökalp Merhum", Ziya Gökalp Dergisi, kasım 1 6. Mithat Şükrü Bleda, Imparatorluğun Çöküşü, Istanbul,

1 979.

1 974.


50

'Ergenekon' efsanesindeki 'Bozkurt' gibi onlan selamete çıkaracağı­ nı ... " söyler. . . ı 7

Zindanda kendisini ziyaret eden arkadaşı Ali Merdan Bey'den Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Mr. Wilson adına açık mek­ tup biçiminde düzenlenen toplu protestonun altına imza atacak yeterli insanın İstanbul'da bulunamadığını öğrenince de şöyle konuşur: "Onlan şimdi burada bulamazsınız. Fakat Anadolu'da çoktur­ lar... "

1\ıtuklu bile değilken idam edileceği söyleniyordu Daha tutuklu bile değilken, gazetesinde onun tutuklanıp "idam edileceğini" yazarak ailesini, yakınlannı ve sevenlerini üzmekten sadistçe bir zevk aldığı anlaşılan Ali Kemal ise Mustafa Kemal Pa­ şa'nın dahiyane kararldığı ve yönlendirmesiyle Ankara'nın elin­ deki bir avuç İngiliz esiri karşılığında Malta sürgünlerinin tama­ mı İngilizlerce ister istemez serbest bırakılınca kinini bir kez da­ ha kusmakta gecikmez: İtalya üzerinden 19 mayıs 1921 günü geldiği İstanbul'da iki yıldır uzak kaldığı dostları, eşi ve kızlarıyla bir gece geçirip er­ tesi gün kalkan Samsun vapuruna yetişir Ziya Gökalp. Ailesi de bir sonraki vapurla yanına gitmek için hazırlığa başlarlar. Ne var ki, babalarının bindiği vapur Karadeniz'de yol alırken Ali Kemal'in gazetesinde çıkan bir yalan haberle perişan ola­ caklardır. Gazetenin haberine göre, Gökalp'le bazı başka Malta sürgünle­ rinin bindiği vapur devriye gezen bir İngiliz savaş gemisi tarafın­ dan torpillenerek batınlmış ve kurtulan da olmamıştır. Büyük kızı Seniha Hanım'ın (Göksel, 1902-1980) bu "facia"yla (!) ilgili olarak yazdıklan şöyle: Yapurumuzun hareket edeceği gün Ali Kemal'in gazetesinde baba­ mızın bindiği vapurun battığı haberi çıknuştı. Artık geri dönemezdik. Ta Samsun'a kadar içierimiz yana yana yaptık bu yolculuğu. Babam da -nasılsa- bizim geldiğimiz vapurun battığı haberiyle sarsılnuş ama inanmak istememiş. Bindiği sandalla bizleri Samsun iskelesinde kar­ şılamaya geldiğini görünce gözlerimize inanamadık ve tabii çok ra­ hatladık. Birkaç gün sonra da dört at arabasıyla Ankara'ya gitmek 1 7. Şevket Beysano!llu, Yeni Türkiye 'nin Manevi Mimarı Ziya Gökalp.


51

için yola çıktık: Biz hepimiz, Dr. Rıza Nur Bey I 8 ve Şeyhülislam Hay­ ri Bey'in çocukları. Anadolu'nun kuş uçmaz kervan geçmez bozuk yollarında Dr. Rıza Nur Bey'in konaklama yerlerimizi bulup hazırlat­ ması sayesinde rahat ettik. .. I 9

Herhangi bir suçla yargılanıp hüküm giymeden yaklaşık iki yıl boyunca "savaş esiri" (! ) olarak Mondros Ateşkesi'nin imzalandı­ ğı Limni Adası ile -o zamanki- İngiliz sömürgesi Malta'da tutulan Ziya Gökalp'in Ankara'ya ilk gidişini Dr. Rıza Nur şöyle anlatır: Giresun'dan Samsun'a gelip indiğim otelde Ziya Gökalp'e rastla­ yınca "Diyarbakır'a gidip de ne yapacaksın? Vatana hizmet gerekli. Seni Ankara'ya götüreyim... " dedim. Önce biraz duraksadı ama so­ nunda razı oldu. On yıl boyunca (siyasal hayatta) birbirine karşı saf­ larda bulunrnuştuk ama vatan işi başkaydı ve kıymetli adamlar iş ba­ şına gelmeliydi. " lttihatçılar" içinde "bin düşünen" tek kafa ve 3.lim bir adamdı. Zi­ ya Bey arabalardan birinde eşi ve üç kızıyla. Yanlarında bir tek yor­ gan var. Eşi bunu Ziya Bey'in üstüne iyice örttükçe kızıp bir telane atar ve söylenirmiş. Anlattıklarında gülüyorum. Yolda bir deve kerva­ nına rastladık. "Hilal-i Ahmer"in (Kızılay) Samsun'dan yolladığı mal­ zemeyi Ankara'ya götüriiyorlarmış. Bu malzeme arasında çok da mit­ ralyöz yollanrnıştır. Onlar, üç beş mavzerle önden gittiler, biz de arka­ larından. Talihimiz varmış. Bunlara rastlamasak eşkıyanın avucuna düşebilirdik! 20

Kurtuluş Savaşı'nın belirsizliklerle dolu en gergin günleri. 13 ha­ ziranda Ankara'ya ulaşan Ziya Gökalp ay sonunda Maarif Vek3le­ ti'nin Telif ve Tercüme Encürneni'ne alınır ve sonradan Mustafa Kemal Paşa'nın Cumhuriyet adını vereceği Yeni Gün'de "Büyük Azirn" başlıklı manzwnesini yayımlar. İşte, Ziya Gökalp'in o gergin günlerin Ankara'sında yazdığı ve hallan "kuvve-i maneviyesi"ni (moralini) yükselteceği için coş­ kuyla karşıtanan "Büyük Azim" manzumesinden bölümler: 1 8. Askeri Tıbbiye'den doktor yüzbaşı olarak çıkan Rıza Nur ( 1 879- 1 943) tarihçi ve ya­ zar olarak tan ındı. Istanbul ve Ankara meclislerinde milletvekilliti. ilk Ankara hükümet­ lerinde satlık bakanlıj!ı yaptı. Lozan'da lsmet Paşa'nın iki yardımcısından biriydi. 1 924'te siyasi hayattan çekildi. Çok sayıda eseri vardır. 1 9. Seniha Göksel, "Babamın Son Yıllarına Ait Hatıralar", Dogu Mecmuası, ekim 1 943, sayı 1 2. 20. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hacıracım.


52

Hakka razı bir kavimiz, mefkı1remiz adalet Namert bir düşman bizi ezmeye etti niyet Milletçe verdik karar: Ya ölüm ya hürriyet! Andiçtik, ebediyyen silahlı kalacağız Vatanın her taşını düşmandan alacağız! Biz sulhçu bir milletiz, kılıcımız kalkandır Lakin "ehlisalipler"2 1 hata bize düşmandır Hakkı tanıttıracak kan, kan, kan, yine kandır! Andiçtik, ebediyyen silahlı kalacağız Milletin her hakkını düşmandan alacağız! Namussuzca basarak silahsız bir vatanı Kadın, çocuk, ihtiyar... Akıttığı Türk kanı Bir seldir ki silecek yeryüzünden Yunan'ı! Andiçtik, ebediyyen silahlı kalacağız Şehitlerin kanını düşmandan alacağız!

Ali Kemal'e verilen cevap: "Bana 'Türk değil' diyen piçtir...

"

1920 yılı şubat ayının ortalannda, Malta'ya ilk getirildikleri yer olan Polverista esir kampına yeniden yerleştirilmişlerdi. Dört arkadaş aynı odayı paylaşıyordu. Eylül başlannda beri ar­ tık, çevre köy ve kırlann yanı sıra kentlere, bu arada Valet­ ta'ya22 inmelerine de izin verilmişti. Valetta, zengin İngiliz aile­ lerinin görkemli villalannda kış aylannı geçirdikleri bir sayfiye kentiydi. Önce, üniversitenin bahçesinde bir süre oturup eşini, kızlan­ nı ve dostlannı düşündü. Ne kadar da özlemiştİ hepsini. O sa­ bah aldığı mektuplan cebinden çıkanp bir kez daha okudu. Ya­ rın, "posta günü"ydü. Oturup hepsini cevaplandıracaktı. Neler yazacağım tasariayarak gülümsedi. Dizinin üzerine koyduğu bir kağıda mor kalemle notlar aldı. Sonra kalkıp "Public Lib­ rary" diye bilinen kent kitaplığına doğru yürüdü ağır adımlarla. ll.

Haçlı Seferleri'ne katılanlar.

22. O tarihlerde bir Ingiliz sömürgesi olan Malta adalar grubunun, adını, Türk kuşatması sırasında savunmasını yapan şövalyelerin komutanı olan La Valette'den alan başkenti.


53

Kütüphane görevlisini "Borıjur madam ... Bugün nasılsınız?" di­ ye selamladı. Fransızca'yı İtalyan aksanıyla konuşan güler yüz­ lü bir kadındı bu. Aylardan beri hemen her hafta görüştükleri için birbirlerini tanıyorlardı: "Konstantinopol'dan ... Çocuklarınızdan, eşinizden yeni ha­ berler aldınız mı? . . Nasıllar? . . " Gülümsedi Ziya Bey: " İ yiler­ miş . . . Sizin mösyö de iyidir 'inşallah' . . . " Görevlinin en sevdiği sözcüktü bu. lstenen Fransızca kitaplar­ la en yeni gazeteleri "eliyle koymuş gibi" (!) hızla bulup getirirken o da, "lnsala .. lnsala... " diye gülümsedi. Türk "esirlerden" başkalamu da tanımıştı ama Ziya Bey fark­ lıydı. Güzel Fransızca'sıyla her geldiğinde onunla ilgilenir ve çok merak ettiği İstanbul hakkında bilgiler verirdi. Kadın da bazen "Mon Dieu... Dragut! .. Dragut! .. " derdi. Osmanlı'nın 1565'teki ba­ şarısız Malta kuşatmasını ve Turgut Reis'in bu kuşatma sırasında şehit düşüp orada gömüldüğünü çok iyi biliyordu. Hemen bütün Maltalılar gibi! Okuma salonunun rahat ortamında çoktan kitap ve gazetele­ rine dalmıştı Ziya Gökalp. Birden, Fransızca gazetelerden biri­ nin "Doğu Haberleri" bölümünde "Ali Kemal" adına rastladı. He­ men bir göz attığında kendi adının da geçtiğini gördü. "Türkçü­ lük" hareketinin öncülerinden biri olduğundan idam edilmesi gerektiğini yazan Ali Kemal şimdi de "Ziya Kürt'tür" "serlevha"lı başyazısında en haksız ve dayanaksız sözlerle onun "Kürt oldu­ ğu halde Türkçülüğe hizmetle" "kendi milletine ihanet ettiğini" ileri sürüyordu. Önündeki kitap ve gazeteleri tombulca eliyle bir kenara itti. O sakin, sessiz, bir şey sorolmadıkça pek konuşmayan adam git­ miş, vaktiyle Galata'dan geçerken sarhoş İtalyan gemicilerinin bir Türk arabaemın üzerine çullarup zavallıyı dövdüklerini görün­ ce hışırnla kavgaya karışıp adamı kurtaran ama başından yaralan­ dığı için de on beş gün boyınıca hastanede yatan 2 3 Ziya Gökalp sanki geri gelmişti. Masadan usulca kalkıp kütüphane görevlisinin yanına gitti ve "Bir iki yaprak boş kağıdınız var mı?" diye sordu. Sonra gidip yerine oturdu ve bir süre sonra Kastamonu'da "münteşir" Açık Söz gazetesinde yayımlanıp çok geçmeden bü­ tün Türkiye'ye elden ele dolaşacak olan "manzum" cevabını yazdı: Alhddin Korkmaz, Ziya Gökalp, Aksiyonu, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Üzerindeki Tesirleri. Milli Egitim Bakanlı!J Yayınları, Istanbul, 2005.

ll.


54

ALl KEMAI:E Ben Türk'üm diyorsun. Sen Türk değilsin! İslam'ım diyorsun, değilsin İslam! Ben, ne ırkım için senden vesika, Ne de dinim için istedim i'lfı.m ... 24 Türklüğe çalıştım sırf zevkim için, Urumadım bu işten asla muka.fat! Bu yüzden bin türlü felaket çektim, Hiçbir an esefle demedim: Heyhat! .. Hatta ben olsaydun Kürt, Arap, Çerkez, İlk gayem olurdu Türk milliyeti!

Çünkü Türk kuvvetli olursa, mutlak Kurtarır her İslam olan mill eti . . . Türk olsam olmasam ben Türk dostuyum, Türk olsan olmasan sen Türk düşmanı! Çünkü benim gayem Türk'ü yaşatmak, Seninki öldürmek her yaşatanı. .. Türklük hem mefkı1rem, hem de kanımdır; Sırtımdan alınmaz, çünkü kürk değil Türklük hadimine2 5 "Türk değil" diyen, Soyca Türk olsa da, piçtir, Türk değil!

14. Hüküm, mahkeme kararı. 15. Türklüge hizmet edene.


İkinci bölüm Osmanlı "Divan-ı Harb"i çöküyor

Reis Nazım Paşa: "Sizin fetvanızla bir Ermeni 'katliamı' olmuştur. Ne diyeceksiniz?" Ziya Gökalp: "Milletinize iftira etmeyiniz! 'Katliam' değil karşılıklı vuruşma olmuştur. Bizi arkadan vurdular. Biz de vurduk...

"

Osmanlı Hükümeti, kınrolardan sorumlu kişileri galip devletlere teslim etmekle ve Müttefiklerin bunları yargılayacak mahkemeyi be­ lirleme hakkını tanımakla yükümlüdür...

Sevr Antlaşması, madde 23

Kurtuluş Savruşı'mızın, Mustafa Kemal Pruşa komutasındaki orduların ve Türk halkının zaferiyle sonuçlanması üzerine "Al­ lah'tan sonra İngilizlere güvendiğini" söylemekten çekinmeyen "Müslümanlann halifesi" ve son Osmanlı padişahı "Vahideddin Efendi"nin (VI. Mehmed) olası bir yargılamadan kurtulmak için bir İ ngiliz zırhlısıyla Malta Adası'na kaçtığı bilinir de 145 seçil­ miş Türk'ün, "Mütareke" ve işgal döneminde kukla Damat Fe­ rid Pruşa hükümetince yakalanıp, sorgusuz sualsiz, o zamanla­ rın İ ngiliz sömürgesi aynı Malta Adası'na sürgün edildiğinden ve iki yıl boyunca burada yruşadıklanndan pek söz edilmez. Neyse ki bu konuda ilk baskısı yirmi üç yıl önce yapılmış önemli bir kaynak vardır. ı Kimler yoktu ki bu 145 kişi arasında? Sadrazamlar, bakanlar, ordu komutanlan, valiler, milletvekilleri, ünlü gazeteciler... İngi­ liz yetkililerin hazırladığı "kara liste" de, yani "ilk yakalanacaklar" listesinde Mustafa Kemal Pruşa'nın adı da vardı ama İngilizler na­ sılsa geç kalmışlardı. Çünkü amaçlan düpedüz Türkiye'nin kafa­ sını gövdesinden ayırmaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükü­ meti'nin Sevr Antlruşması'nı "yok" sayması; hatta İngiliz Bruşsavcı­ lığı'nın, imzalanmış olsa da "henüz" onaylanmamış ve yürür­ lüğe girmemiş bir antlaşmaya dayanılarak "Müttejikler arası " bir mahkeme önünde Türklerin yargılanamayacağı görüşü bi­ le dikkate alınmamıştı. 1 . Bilal N. Şimşir, Malta Sürgün/eri, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1 985.


56

Şaşırtıcı "esir" listesi Çeşitli kategorilere ayniınıştı yakalanacak "suçlular". "Zulüm yapanlar; zulüm yapılmasına göz yumanlar; İngiliz savaş tutsakia­ nna ya da Türkiye Hıristiyanlanna zorbalık edenler" gibi... Bir de dokuz kişiyi kapsayan "Mütareke antlaşmasını çiğneyenlerin" C listesi vardı ki en başına "milli hareketin lideri" diye nitelenen Mustafa Kemal Paşa konulmuştu. Kazım (Karabekir) ve Ali Fuat (Cebesoy) paşalar da aynı listede boy gösterenler arasındaydı. 2759 numaralı "Mebusan Meclisi üyesi" Ziya Gökalp ise "zulüm (!) yapmış olmakla" suçlanan on altı kişi arasındaydı. Osmanlı'nın, kendisi gibi yenik düşmüş öteki müttefiklerine İngilizlerin reva görmediği bu yüzkarası ve benzersiz uygulama­ da, sıradan mahkUmlar gibi "numaralanarak" tel örgülü esir kampianna tıkılanlara bir göz atalım: 2754 - Prens Abbas Halim Paşa. Nafıa nazın. Sürülme nede­ ni: Kabine üyesi, Ermenilere zorbalık 2755 - Prens Said Halim Paşa. Sadrazam. Ermenilere zorbalık 2756 - Mithat Şükrü (Bleda) Bey. İttihat ve Terakki Partisi ge­ nel sekreteri. Burdur mebusu. Eski maarif nazın. Ermeni kınının­ dan sorwnlu. 2757 - Hacı Adil Bey. "Osmanlı Mebusan Meclisi" reisi. Asayi­ şi bozmak ve "kınmdan" suçlu. 2758 - Mahmud Kamil Paşa. 5. Ordu komutanı. Ermeni kın­ mı ve sürgünü suçlusu. 2759 - Ziya Gökalp. D3.rülfünun hocası. Ergani Madeni mebu­ su. Asayişi bozmak ve Ermenilere zorbalık suçlusu. İttihat ve Te­ rakki Fırkası "Merkez-i Umumi" üyesi. 2760 - Halil (Menteşe) Bey. Adiiye ve hariciye nazın. Sürülme nedeni: İttihat ve Terakki üyesi olmak, Ermenilere zorbalık 2761 - Kara Kemal Bey. Nafıa (Bayındırlık) nazın. Spekülas­ yon (?) ve Ermenilere zorbalık suçlusu. Aynca; 2763 "numaralı" eski maarif nazın Ahmed Şükrü Bey ile D3.rülfünun hocası, yazar ve mebus Ağaoğlu Ahmed Bey ve Er­ zurum mebusu, "Milli Telgraf Ajansı" sahibi ve müdürü Hüseyin Tosun Bey, bu, "en önemliler" listesini tamamlıyordu. Üçünün de suçu -nasıl yaptılarsa- "asayişi bozmak" ve "Ermenilere zorba­ lık"tı. İngiliz "Foreign Office"inin (Dışişleri Bakanlığı) özenle hazırla­ dığı başka listeler de vardı, kimi ilginç ve ünlü isimlere ait "özel­ liklerin" (?) aşağılayıcı biçimde ve kabaca belirtildiği. Örneğin,


57

1914-1916 yılları arasında Ziya Gökalp'in "kürsü asistanlığı" göre­ vini üstlenen gazeteci Ahmet Emin Yalınan'dan ( 1868-1972) şöyle söz ediliyor: "Vakit gazetesi başyazarı. Savaş öncesinde birkaç yıl Amerika'da kaldı. Selanikli Yahudi dönmesidir. Savaş içinde Al­ man parasıyla beslendiği söylenir... " Listelere alırurken, haklarındaki nazik (!) yonıntlarla İngiliz "centilmeıtliği" kanıtlanan birkaç isim daha: Celal Nuri (Ileri) Bey: "/leri gazetesi başyazarı. Bu gazete, ha­ len maarif nazın ve İttihatçıların en amansız düşmanı olan Ali Ke­ mal Bey'in 'Saray hafiyeliği'ni ifşa etmekle reklamııu yapmıştır. . . " Salah (Cimcoz) Bey: "Gazeteci. İstanbul mebusu. 'Sözümona' Türk Sosyalist Partisi lideri." Fethi (Okyar) Bey: "Eski Sofya setiri ve dahiliye nazırı. 'Görü­ nüşte' (?) muhalefete geçti ve 'Hürriyet-i Peıveran' partisini kurdu." Ve içlerinde 37 Türk subayının da bulunduğu 145 Malta sürgü­ nü arasından seçilmiş, İngilizlerdeki derin Türk düşmanlığının ve hoyratlığının caıtlı kanıtı birkaç isim daha: Gazeteci Hüseyin Cahit Bey (Yalçın, 1875-1957). 6. Ordu Ko­ mutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa. Sivas Valisi Mehmed Sabit Bey. Dahiliye nazıriarından İsmail Canbulat Bey. İstanbul Merkez Ko­ mutanı Albay Mehmed Cevad Bey. Diyarbakır Valisi İbrahim Bed­ reddin Bey. Kars Şı1rası" Adalet Bakanı Cihangiroğlu Aziz Bey ile "Şı1ra"nın Rum üyesi Mösyö Pavlo Janusev ve gıda bakanı Yusu­ foğlu Yusuf Bey. Kars Polis Müdürü Musa Bey Salahov. Gene Kars Şı1rası"ndan Rus üye Radjinskiy Matrol ile Rum sosyal yar­ dım bakanı Mösyö Vafiadis Stefani. "Lazistan" mebusu Süleyman Sadi Bey ile İzmir mebusu Ubeydullah Efendi. "Şeyhülislam" Ür­ güplü Hayri Efendi. Cumhuriyet'in içişleri bakaıllarından ve Ata­ türk'ün yakın çevresinden mülkiye müfettişi Şükrü (Kaya) Bey. "Medine müdafii" üıtlü Fahrettin (Türkkan) Paşa Harbiye nazın ve Isparta mebusu "Mersinli" Cemal Paşa ile "Senatör" Çürüksu­ lu Mahmud Paşa O zamanki adıyla "Galata Sarayı Sultanisi"nden mezun olduktan sonra askerlik mesleğini seçen ve "Erkan-ı Har­ biye-i Umumiye" reisliğine kadar yükselen Çanakkale kahraman­ larından Cevat (Çobaıtlı) Paşa Tevfik Fikret'in okul arkadaşı, Er­ zurum ve Şam valisi Hasan Tahsin Bey ve tabü, "halife hazretleri­ nin nimetleriyle beslendiği" (!) için olacak Mustafa Kemal Pa­ şa'nın "lstanbul'a gitme ... " uyarılarına aldınş etmediğinden işgal altındaki "Osmaıtlı Meclis-i Mebusaru" çatısı altında İngiliz sö­ mürge askerlerine kahramanca (!) teslim olan 2776 sürgün kayıt numaralı "Hamidiye Kahramanı" Hüseyin Rauf (Orbay) Bey... "

"


58

Dönernin ve sonrasının birkaç ünlü ismi daha: " İstanbul Gazeteciler Cerniyeti Başkanı" 2783 Ebüzziyazade Velid Bey. Vali, yazar ve şair 2784 Süleyman Nazif Bey. Alay gaze­ tesi başyazarı Enis Avni Bey, yani Cumhuriyet dönemi ünlü ro­ man yazarlarından Aka Gündüz (1885-1958). Afyon Mebusu "Kel" Ali (Çetinkaya) Bey. 9. Ordu Komutanı 2803 Yakup Şevki (Suba­ şı) Paşa. . 2 .

Neden sürüldüğü belirtilmeyenler de vardı Rastgele seçip yukarıya aldığımız isiınierin yanında, İngiliz kaynaklarının "neden sürüldükleri"ni hiç belirtrnerniş oldukları da var. Örneğin bir "Sarrafoğlu Michel Efendi" görüyoruz ki teğ­ men rütbesiyle Osmanlı ordusunda çevirmenrniş. Abdullah Mur­ gan "çavuş", 2750 Mustafa Sıtkı "onbaşı", Mehrned Abed ise "er"! "Medine Müdafii" Fahrettin (Türkkan) Paşa'nın yaveri Süvari Teğmen Şevket Ziya Bey ise komutanıyla birlikte sürgün yolculu­ ğuna çıkarılmış. .. Kim bilir, belki de Türk'ü arkadan vurmaları için çil çil altınlarla satın aldıkları Arapların ihanetine karşın "Ravza-i Mutahhara" adıyla bilinen İslam Peygamberi'nin kabrini -Mütareke koşullarına aldınş etmeden- korumayı aylar boyunca sürdürdüğü için İngilizlerin bile hayranlığını kazanmıştı Fahret­ tin Paşa. Belki de bu yüzden ona farklı davranmışlar ve yaverini de beraberinde götürrnesine izin vermişlerdi. Peygamber'in me­ zarına Osmanlı tarafından armağan edilen bütün değerli eşyayı, bu arada her biri 50 kiloluk altın şamdanları, Hazret-i Osman'ın ceylan derisine elyazrnalı ünlü Kuran'ını, pırlanta ve incilerle Hazret-i Muhammed'in adı yazılı benzersiz levhaları, Medine'nin er geç düşeceğini anlayınca bir rnuhafız kıtasının eşliğinde ve son trenlerden biriyle lstanbul'a gönderen de oydu. Malta'daki esare­ ti boyunca, yaverinin de yardımıyla bol bol çiçek yetiştirmiş ve üniforması ile çizmelerini üzerinden hiç çıkarrnamıştı. İ ki buçuk yıl sonra özgür kalınca da maceralı bir yolculukla yurda dönüp Kurtuluş Savaşı'na katılmıştı. Mustafa Kemal Paşa ondan "Adını altın harflerle tarihimize yazdırmıştır... " diye söz edecekti. 3 Atatürk'ün gayretiyle kurtulup yurda dönen Malta sürgünleri­ ne Ankara Hükümeti kucağını açtı. Hiçbiri hakkında kovuştur­ rna, hatta araştırma gereği duyrnadı. Çoğu "lttihatçı" olan bu yurt­ sever aydınların büyük bölümü de, zamanında Ankara yerine ls2. A.g.e.

]. Emin Çölaşan, Hürriyet. 20 aıustos 2006.


59

Aynı zamanda yetkin bir fotograf sanatçısı olan, Malta sürgünlerinden "Medine Müdafii" Fahrettin Paşa. Kendi objektifınden.

tanbul'daki Meclis'e katılmış olmalarının öngörüsüzlüğünü Kur­ tuluş Savaşı'na önemli katkılarda bulunarak unuttunnaya çalıştı­ lar. Önemli asker ve sivil görevlere getirildiler. Bakan bile yapıl­ dılar. "Çürük yumurtalar" ise ortaya çıkmakta gecikmedi: Çok geçmeden esefle görüldü ki ulusal idarenin onca kurtarma gayreti ve cömertçe hoşgörüsü dahi bu şahısların vicdanları üzerinde olumlu bir etki yapmamıştır. Yurda döner dönmez buradaki arkadaş­ larıyla birleşerek, ülkenin kaderine, yeniden el koymak hırsı ve alış­ kın oldukları "komitacı" yöntemleriyle Ankara idaresi aleyhinde giz­ lice çalışmaya başlamışlardır. Önce bir "genel kongre", sonra "İttihat ve Terakki Fırkası Sevk ve İdare Komitesi" adını uygun gördükleri gizli bir heyet halinde toplantılar yaptılar, İstiklal Mahkemesi'nin da­ ha sonra "idam"la cezalandıracağı Osmanlı maliye vekili ünlü Cavid Bey'in evinde ... "Gizli heyet"te, Atatürk'ün gayretiyle Malta sürgünün­ den kurtarılan, komitacılıklarıyla ünlü kişiler de vardı: eski iaşe nazı-


60

Islam ve Peygamber �şı�ı. "dini bütün" Fahrettin Paşa'nın objektifınden eşi Fatma Sıdıka Hanımefendi. Başı açık, zarif ve şık bir Müslüman Türk kadınının yüz yıl önce çekilmiş resmi. Fatma Sıdıka Ha­ nım, bugünkü, ortalıktaki bazı benzerlerinden acaba daha az mı Müslüman'dı1 Daha az mı namuslu ve inançlıydı1 Ne oldu birden­ bire kimi kadınlarımıza ki şeriat devleti Osmanlı'da bile görülmeyen garip kılıkiara büründüler1 n

Kara Kemal, eski maarif nazın Ahmed Şükrü, eski dahiliye nazın ls­

mail Canbulat beyler gibi. Eski İzmir valisi Rahmi Bey de aralannday­ dı. Programlannda; seçilerek veya katılrnalarla Meclis'te kuvvetli bir grup oluşturmak, İcra Vekilleri Heyeti içinde etkili bir durum elde et­ mek, İttihat ve Terakki Fırkası'nı yeniden canlandırmak ve lstanbul'u başkent yapmak gibi hedefler de vardı. Bu hedeflere ulaşınada Rauf (Orbay) Bey'in yardımına güveniyorlardı. .. 4 Atatürk'e "İzmir Suikastı"nı hazırlayaniann arasında bile eski Mal­ ta sürgünleri vardı. lstiklal Mahkemesi işletildi. Hükümler verildi. Hü­ kümler giyildi. Bir tarih dönemi kapandı. . 5 .

Yeri gelmişken, Atatürk'ün neden ve ne zaman söylediği pek bilinmeyen ünlü "Benim naçiz vücudurn bir gün elbet toprak ola­ caktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır... " sözlerini arumsatmak istiyorum. 18 haziran 1926 günü (Ankara'da) hükümet tarafından şu "res­ mi tebliğ" yayımlarumştı: 4.

Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Haaralar, YKY, Istanbul, 2004, s. 278-279.

5. Bilal N. Şimşir, Malta Sürgün/eri, s. 4 1 4-4 1 5.


61

Reisicumhur hazretlerinin seyahatleri esnasında, İzmir'de tatbik edil­ mek üzere, bir suikast tertip edildiği keşfedilerek mürettipleri (tertip edenler) silahlan, bombalan ve hazırlıklan ile reisicwnhur hazretlerinin lzmir'e muvasalatlanndan (vanşlanndan) bir gün evvel tevkif edilmiş­ lerdir (tutuklanmışlardır). Mevkuflar (tutuklular) suikast teşebbüslerini itiraf etmişlerdir. Mesele "lstiklal Mahkemesi"ne tevdi olunmuş ve "mahkeme heyeti" davayı mahallinde (yerinde) takip ve ıiiyet eylemek üzere (bakmak, incelemek üzere) lzmir'e hareket etmiştir.

"Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır" Ayru gün Atatürk de aşağıdaki açıklamayı yayımlayarak düşün­ eelerini kendini seve seve adadığı yurttaşlanyla payiaşıyor ve 10 ka­ sım 1938'den on iki yıl önce ve ilk kez "ölüm"den söz ediyordu: Akim

(sonuçsuz) bıraktırılan suikast teşebbüsü münasebetiyle ce­

miyetlerden, müesseselerden, memurlardan, kınnandanlardan, zabit­ lerden, mebuslardan, arkadaş ve vatandaşlanından samimi teessürleri­ ni muhtevi (içeren) aldığım mektup ve telgrafnamelerden dolayı pek mütehassis ve minnettanm. Teşebbüsün benim şahsımdan ziyade, mu­ kaddes Cwnhuriyet'imize ve onun istinat ettiği (dayandığı) aii (yüce, yüksek) prensipiere müteveccih (ilkelere yönelik) olduğuna şüphe yoktur. Bu sebeple, umumen izhar olunan (topluca belirtilen) hissiyat­ la Cwnhuriyet ve prensipierimize olan fart-ı merbutiyetin (fevkalade bağlılığın) ne derece layezal (sonsuz) olduğuna bir kere daha kani ol­ dum. Temeli, büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlatlanndan mürekkep (oluşmuş) büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve şuurunda teessüs etmiş (yerleşmiş) olan Cwnhuriyet'imizin ve milletin ruhundan mülhem (ilham olunmuş) prensiplerimizin bir vücudun izalesi ile halel­ dar olabileceği zehabında bulunanlar (bir vücudun ortadan kaldırılma­ sıyla bozulacağı samsına kapılanlar) çok sahif dimağlı (boş kafalı) bed­ bahtlardır. Bu gibi bedbahtlann, Cwnhuriyet'in adalet ve kudret pençe­ sinde müstahak olduklan (hak ettikleri) muameleye maruz kalmaktan başka nasibeleri (elde edecekleri) olamaz. Benim naçiz (önemsiz) vü­ cudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cwnhuriyeti ilele­ bet payidar kalacaktır (sonsuza kadar yaşayacaktır). Türk milleti em­ niyet ve saadetini ziimin (güven altına alan) prensiplerle medeniyet yo­ lunda tereddütsüz yüıiimeye devam edecektir.

1926'nın "İzmir Suikastı" öncesine dönersek 22 kasım 1924 tarihli "Fethi (Okyar) Bey kabinesi" on kişiden


62

oluşuyordu ve ilk beş vekili Malta'dan dönenler arasından seçil­ mişti: Başvekil ve Milli Müdafaa Vekili Fethi Bey. Maliye Vekili Mus­ tafa Abdülhalik (Renda), Nafıa Vekili "Pirinççizade" Feyzi, Harl­ eiye Vekili Şükrü (Kaya) ve Ticaret Vekili Ali Cenani beyler. Bu sonuncu isim dışındakilerin yararlı hizmetleri görüldü. Nasılsa önemli bir bakanlığa getirilen Ali Cenani Bey ise farklı ve ilginç bir şahıstı. İşgal kuvvetlerince tutuklanınca İstanbul'daki "I ngiliz Yüksek Komiserliği"ne şu mektubu yazmaktan çekinmemişti: Ben hiçbir zaman Talat ve Enver paşalarla dostluk kurmadım. (Şimdi de) "Milliyetçi" olmakla suçlanıyorum! "Onların savaşı"nda yer almaya hiç niyetim yoktur. Nitekim Meclis'te de "milliyetçilere" karşı çıktım. Onlar Anadolu'ya geçerken ben burada kalmayı tercih ettim. Kemalciler köylerini yağmaladığı için yakıniarım Halep'e kaç­ mak zorunda kaldılar...

Bu sözlerle İngilizlerden şefaat dilenen Ali Cenani Bey Ittihat­ çılar iktidardayken Talat Paşa'ya yanaşmış, koyu lttihatçı kesil­ rnişti. İttihatçılığı da mebus seçilmek içindi ve seçilmişti de. An­ tep (Gaziantep) yöresinde altı yedi köyün sahibiydi. Zengindi. Çokçası, Istanbul'da yaşardı. Kurtuluş Savaşı'nın başlannda "Kuvayı Milliye"ci gözüktü. "Müda­ faa-i Hukuk Grubu" mebusu olarak son Osmanlı Meclisi'ne girdi. "Ba­ nş antlaşması"yla köylerinin Suriye'de kalacağını anlayınca, bu sefer de "Hürriyet ve İtilaf"çılığa kaydı. Ermeni sürgününden (yararlana­ rak) zengin olduğu söyleniyordu. İngiliz arşivlerinde hakkında lekeli bir dosya vardı. İşgal üzerine Anadolu'ya geçmeyip İstanbul'da kaldı ve işgal kuvvetleriyle dostluk ilişkileri kurmaya çalıştı. Nişantaşı'nda­ ki evinde Ermeni zenginleriyle Fransız ve İtalyan subaylanna davet­ ler veriyor, Amerikan yüksek komiserinin dostu olduğunu söylüyor­ du... Kemalistleri İngilizlere jumallemekten çekinmeyen Ali Cenani Bey Malta'dan bir Kemalist kahraman gibi döndü. Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi'ne girdi. Ticaret bakanı bile oldu... 6

Neyin nesi olduğunu çok iyi bildikleri anlaşılan İ ngilizler, onun, tutuklu olduğu "Arapyan Han"dan yazıp kendilerine gön­ derdiği 7 temmuz 1920 tarihli jurnal mektubunu dikkate alınayıp Malta'ya sürgün ettiler. "Doğru kişiyi" seçtikleri için isabet ettik6. A.g.e., s. 3 1 7-3 1 8.


63

leri bile söylenebilirdi. Kendi yurduna yaramayan birinin onlara ne hizmeti olabilirdi ki? "Adam seçmede" çok titiz olduğu bilinen Ankara Hükümeti ise "atlamıştı". Bilselerdi onu "Kemalci bir kah­ raman" gibi karşılayıp görev verirler miydi? Gene de, nasıl bir adam olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Zahi­ re fiyatlarnun yükselmesini önlemek için "Ticaret Vekilliği" emri­ ne verilen 500 000 lirarun harcanmasında usulsüzlük yaptığı ge­ rekçesiyle hakkında Meclis soruşturması açılmış, milletvekili do­ kunulmazlığı kaldınlmış ve Yüce Divan'a sevk edilmişti. Böylece, "Yavuz zırhlısının havuzlanması"ndaki usulsüzlük nedeniyle hü­ küm giyen Bahriye Vekili Topçu İhsan Bey'den sonra Yüce Di­ van'a yollanan ikinci bakan oluyordu. 14 mayıs 1928'deki karar duruşmasında Yüce Divan Ali Cenani Bey'i ( 1872-1934) bir ay hapse ve 1 70 000 lira tazminat ödemeye mahkUm etti. Şimdi biraz geri dönelim ve Ziya Gökalp'in Malta'ya sürgün ediliş öncesinde "Osmanlı Harp Divanı" önündeki unutulmaz ve umursamaz "duruşuna" bir göz atalım.

Bekirağa Bölüğü'nde bir düşünür Ziya Gökalp'in, 28 ocak 1919 günü 7 İstanbul Dfuülfünunu'nda kürsü arkadaşlanyla beraberken tutuklarup, Harbiye Nezareti'nde­ ki "Bekirağa Bölüğü" diye ünlenen cezavine götürüldüğünü biliyo­ ruz. Eşine verilmek üzere kısa bir tezkere yazmakla yetindi: "Tev­ kif edildim. Merak etmeyiniz. Polis merkezine yatak vesaire gön­ deriniz." Bir de durumu Dfuülfünun "eminine" (rektör) bildinnele­ rini istedi, yanındakilerden. Başka bir şey söylemeden kendisini al­ maya gelenlere soru sormarlan ve tepki de göstermeden, her za­ manki zor duyulan sesiyle "Buyrun gidelim... " dedi, o kadar... lkdam gazetesinin 29 nisan 1919 günü yayımladığı "iddiane­ me" niteliğindeki "kararname"ye göre Ceza Kanunu'nun 45'inci maddesi "mucibince" ve "tehcir" (göçe zorlama) ve "taktil" (kat­ letme) suçlan nedeniyle cezalandınlmalan istenenlerden biri de Ziya Gökalp'ti. Tam da o günlerde, "sarışın bir kurda benzeyen" genç bir pa­ şa, İstanbul Şişli'de, Cumhwiyet'le "Halaskargazi" (Kurtancı ga­ zi) adıru alacak olan cadde üzerindeki dört katlı bir evde Anado7. Ziya Gökalp'le ilgili kimi kaynaklarda, tutuklama tarihi olarak 30 ocak günü gösteril­

mektedir. Oysa. büyük kızı Seniha Hanım'a Malta'da "Yeniverdala" esir kampından yol­ ladıtı 28 ocak 1 920 tarihli mektuba, "Bugün, tevkifimizin bir seneye ulaştıtı gündür" di­ ye başlıyor.


64

lu'ya geçmek üzere son hazırlıklannı yapmaktadır. Mavi gözleri de "çakmak çakmak" bakan henüz otuz sekizinde­ ki "Halaskar Gazi" İstanbul'dan umudunu kesmiştir ama İstanbul Baro Başkanı Celaleddin Arif Bey, "Çürüksulu" Mahmud Paşa ve göz he kimi Esad Paşa gibi tertemiz ve seçkin kimi Osmanlı aydın­ lan ve arkadaşları, kurdukları, "Milli Kongre" adlı bir cemiyetle ve hukuk yoluyla haia bir şeylerin yapılabileceği düşüncesinde­ dirler. Bu "Milli Kongre"nin toplantısına bir gün genç bir "erkan-ı harp" zabiti gelir ve kendisini tanıtır: Mustafa Kemal Paşa'nın ya­ veri Miralay Büsrev (Gerede). Genç kurmay, komutanının görüş­ lerini özetler: "Düşman işgali altındaki İstanbul'da bir şey yapıla­ maz. Anadolu'da ise mümkündür. . . " 8 Yazısından bir bölümü yukanya aldığımız Haşim Nahit Bey, Mustafa Kemal Paşa ve ordulannın yeniden fethedeceği "düş­ müş" İstanbul'un halini şöyle anlatır: Bir sabah Ziya Gökalp'i "Bekirağa Bölüğü"nde ziyarete gidiyor­ dunl... Köprü'den geçerken, bir yük arabasının üstünde hayvanlanru ayakta güden bir arabacıya rastladım. "Seyriiseferi" tanzim eden ya­ bancı bir asker tam yanından geçerken siyah ve uzun kırhacını -her­ halde keyif olsun diye- çocuk yaştaki arabaemın suratma indirdi. De­ likanlı, fışkıran al kanlar yüzüne gözüne, üstüne başına aka aka, hiç­ bir şey olmamış gibi yoluna devam etti. Ne vuran bir şey söyledi ne de vurulan...

"Mermerden bir heykel gibi" arabasının üzerinde dimdik duran arahacı gencin kanlı hayalini gözbebeklerinde taşıyarak Çakmak­ çılar Yokuşu'nu tırmanır Haşim Nahit Bey ve arkadaşı Ziya Gö­ kalp'i yattığı koğuşta bulur. Asker koğuşuna benzeyen geniş ve havasız bir odanın içinde de­ mir karyolalar "balık istifı" doldurulmuştu. (Bunlardan birinin üstün­ de) Ziya, boynu bir yana bükük, elleri dizlerinin üstünde kavuşturul­ muş, bir kuzu masunduğu ile düşünüp duruyordu. Yan yana oturduk. Ağzından bir umutsuzluk veya şikayet sözü çıkmadı. Bir süre (Zi­ ya'nın koğuş arkadaşı) Memduh Şevket Bey (Esendal, öykücü, devlet adamı, 1883-1952) ile de konuştum. Memleketin seçkin insanları, adı "Osmanlı" olan bir hükümet taslağının eliyle yakalanıp zindana atıl­ mışlar. Kim bilir, bunlara ne yapacaklardı? İçimde sonsuz bir acı ile hürriyetimden utanarak "Bekirağa Bölüğü"nden çıktım. .. 9 8. Haşim Nahit Erbil, Türk Yurdu, cilt 26, sayı 5-6, 1 942. 9. A.g.d.


65

İttihat ve Terakki'nin "genel merkez" üyesi niteliğiyle ne kadar ııüfuzlu olursa olsnn kira evinde oturduğunu ve beş parasının bu­ hınmadığıru herkesin çok iyi bildiği Gökalp'in bir de büyük kızını dinleyelim, o günlerin ortarnını daha iyi anlayabilmek için. Seni­ ha o tarihte henüz on yedi yaşındadır: Babamı ilk zamanlar kolayca ziyaret edebiliyorduk. Sonra kapıya İngiliz nöbetçiler diktiler. Göıiişmeler yasaklandı. Ali Kemal'in gaze­ tesinde asılacakları, sürgüne gönderilecekleri haberleri çıktıkça kor­ kumuz artıyordu. Bir gün sabnm tükendi. Fırsat kollayıp kendimi içe­ ri attım ve babamın koğuşuna doğru koşmaya başladım. İngiliz nefer­ ler üzerime saldınnca sesimin çıktığı kadar bağırdım. (1\ıtuklular­ dan) gazeteci Hüseyin Cahit Bey (Yalçın, 1874-1957) araya girip beni babamın yanına götürebildi. Babam karyolasında oturmuş okuyordu. Beni görünce sevindi ama "Bir daha gelme... " dedi. Bir ihtiyacı yoktu, her şeyi vardı... Bu olaydan sonra artık dışardan penceresinin önüne gelip konuşabiliyorduk ... l O

"Milletimize iftira etmeyiniz ...

"

Takvimler 6 mayıs 1919 tarihini gösteriyordu. Enver, Talat ve Cemal paşalardan oluşan lttihatçı lider kadrosu Alman dostları­ nın yardımıyla ülkeyi çoktan terk etmişti. Kalan başlıca sorumlu­ ların bir "Harp Divanı" önünde ilk sorguları yapılacaktı. Marmara Denizi yönünden lstanbul'a gelinirken, Sultanahmet ve Ayasofya camileri arasına ustalıkla oturtulan bir zamanların görkemli Adli­ ye Sarayı l l o gün nnutulrnaz günlerinden birini yaşarnaya hazır­ lanıyordu. Genç bir gazeteci, Hakkı Süha Bey (Gezgin, 18951963) çalıştığı lkdam gazetesine o günü ve sonraki duruşma gün­ lerini şöyle aktarrnıştı: 1 2 ı O. Seniha Göksel, "Babamın Son Yıllarına Ait Hatıralar", Dotu Mecmuasi, sayı 1 2. Şev­ ket Beysanoııu, Ziya Gökalp, s. 1 20. ı 1 . lsviçreli ünlü mimar Gaspare Fossati ( 1 809- 1 883) tarafından 1 848'de üniversite bi­ nası olarak yapılan Adiiye Sarayı 3 aralık 1 933'te yandı. Fossati dünya çapındaki ününü 1 SOO'lerdeki Mimar Sinan takviye ve onarımından sonra ciddi bir bakım görmeyen, ade­ ta harap durumdaki 1 SOO yıllık Ayasofya'yı yoıun biçimde ele alıp ustalıkla sa!lamlaş­ tırarak elde etmişti. Mimar kardeşler Gaspare ve Giuseppe Fossati özellikle ltalya ve Rusya'da da önemli yapıtiara imza attılar. lstanbul'daki, halen konsolosluk olarak kulla­ nılan Rus ve Hollanda elçilikleri de Gaspare Fossati'nin eseridir. ı l. Gazeteci, yazar ve e!itimci Hakkı Süha Gezgin Istanbul Erkek Lisesi'nde uzun süre edebiyat öıretmenli!i yaptı. Dostoyevski, Andre Maurois, Prosper Merimee gibi yazar­ ların yapıtlarını Türkçe'ye çevirdi. Yeni Mecmua'da ( 1 939) yayımlanan "Edebi Portre­ ler" başlıklı incelemesi belge niteli!indedir.


66

lstanbul'un, hiç de alışık olmadı�ımız bir görüntüsü: "sahil yolu" yok. Marmara'nın dalgaları, "tarihi yarımada"nın yıkık dökük surlarını yalıyor. Mimar lsidoros ve Anthemios ustaların, Osmanlı'nın bir estetik harikası olan dört minareyle �deta taçlandırdı�ı. sarıp sarmaladı�ı bir buçuk "milenyum"luk Ayasofya'sı bir yanda, Sedefk�r Mehmed A�'nın "Ben de varım... " dereesine ustalıkla konduruverdi�i güzelim Sultanahmet Camii öbür yanda. Geçmiş yüzyılın başlarında ya da öncesinde çekilmiş bir foto�raf. Peki, bu iki görkemli mabedin arasındaki, sanırım kimselerin anımsamadı�ı modern ve göz alıcı yapı da neyin nesir Sonradan ltalyanlı�ı seçen lsviçreli mimar "Fossati Biraderler" imzalı ve 1 848 tarihli üniversite binası! Sonradan Adiiye Nezareti olarak kullanılmış ve Ingiliz kuklası "Osmanlı Harp Divanı" Ziya Gökalp ve arkadaşlarını burada yargılamış. Sonra Cumhuriyet ve 3 aralık 1 93 3 gecesi, on binlerce cilt de�erli kitap, beş yüzyıllık vakıf senetleri, 1 300 adet avukat cüppesi ve "nezarethanesindeki" kaçıp canlarını kurtaramayan kimi tutuklularla birlikte yanıp kül olmuş ve Istanbul siluetinden silinmiş. Yetmiş beş yıldır yerinde yeller esiyor. Adiiye'nin etrafı dolu, bahçesi dolu, merdivenleri, koridorlan ve salonlan dolu. Süngülü jandannalar dimdik ve put gibi. Dilsiz! Bina­ ya ağır ve heybetli bir hava çökmüş. Gazeteci kartım bana yol açıyor. Kalabalığı yararak ilerliyorum. Nihayet "Matbuat Locası"na tırman­ dım. Her yer dolu. Yalnız kızıl çuha kaplı masalann, kürsülerin arka­ sı boş. Hakimler henüz gelmemiş, Kırmızı perdelerden (içeri sızan) ışık kan gibi (salona) akıyor. . . B u sırada kapılar açıldı. O gün yargılanacaklar arasında Merkez-i Umumi üyelerinden Ziya Bey'in dışında Cevat Paşa ile "Küçük" Ta­ lat, Mithat Şükrü, Rıza ve Atıf beyler de vardı. İttihat ve Terakki'nin işlediği ağır suçlara (cinayetlere) ikinci derecede katılmış sayılıyor­ lardı. Ziya Gökalp Yeni Mecmua idaresinde yürüdüğü gibi (rahat) yürüyordu. Mahkeme Reisi Mustafa Nazım Paşa "Mütareke döne-


67

Bir tarihi fotograf daha: O tarihlerde cami olan Ayasofya'nın ana kubbesinin çevresine kadar her yanı, buralara nasıl çıktıkları bilinmeyen lstanbullularla dolu. Inanılmaz bir görüntü. 6 mayıs 1 9 1 9 günü çekildili sanılan bir resim. Caminin yanı başındaki Adiiye Nezareti'nin büyük salonunda ve Harp Divanı önünde duruşmaları yapılan "lttihatçıların" Ingiliz askerleri arasında getirilip götürülmelerini izlemek ve bu durumu protesto etmek için toplananlar Sultanahmet Meydanı'na sıgmadıklarından çevredeki binaların damlarına bile çıkmışlar. Ayasofya da nasibini almış görünüyor bu durumdan ... minde" kinci ve tarafsızlığını yitirmiş bir yargıç olarak biliniyordu. Garip bir isim benzerliği ile "Müddeiumumi" Mustafa Nazmi Bey'in de lttihatçılan boy hedefi seçtiği ve sanıklar hakkında idam cezası isteyeceği söyleniyordu. . . Sırası gelen Ziya Bey soruşturması yapılırken çok sakindi ve ce­ vaplarını hiç duraksamadan veriyordu. . . Reis - İttihat ve Terakki ile "Müdafaa-i Milliye Cemiyeti"nin 1 3 mü­ nasebeti ne merkezde idi? Ziya Bey - Hiçbir münasebeti yoktu. 1 3. Çanakkale Savaşı sırasında Istanbul'un düşmesi olasılıgtnın Ittihat ve Terakki hüküme­ tinin gündemine geldigine ve "Teşkilat-ı Mahsusa" eliyle ve yurt savunması amacıyla böy­ le bir cemiyetin kurulduguna dair bilgiler vardır ki henüz yeterince irdelenmemiştir. Za­ manın maarif nazırı Şükrü Bey'in, Kurtuluş Savaşı karşıdanndan yazar Refik Halit Bey'e (Karay, 1 888- 1 965) söyledigine göre "Hükümet bu ciheti düşünerek tedbirlerini almıştı ... Dag ve çete savaşı için silah, cephane ve teşkilat hazırdı. Elli yıl dayanılabilirdi! (Aihddin Korkmaz, Ziya Gökalp, Aksiyonu, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Üzerindeki Tesir/en)


68

Reis - Merkez-i Umumi'de bu cemiyetin teşkili haklanda bir bahis cereyan etti mi? Ziya Bey - Hayır. Hiçbir bahis cereyan etmedi. Reis - Bu cemiyetin teşkili, fırkanın içtihat ve programına uygun muydu? Ziya Bey - Programınızda doğrudan böyle bir madde yoktur ama memleketin müdafaası ile ilgili bir cemiyet olması nedeniyle içtihadı­ mıza uygundu. Reis - Bu cemiyetin halktan para toplayıp biriktirmesi (de) prog­ ramınıza uygun muydu? Ziya Bey - (Daha önce) arz ettiğim gibi programımızda böyle bir madde yoktur. (Aynca) Memleketin bütün meseleleri fırkaca müza­ kere edilmez. Reis - Bu cemiyetin adeta düzenli biçimde halktan ve tüccardan para toplaması yasal mıdır? Ziya Bey - Cemiyetler Kanunu vardır. Bu ciheti (Merkez-i Umumi değil) hükümet görmeli ve incelemeliydi...

Ziya Gökalp'in ilk duruşmadaki rahat tavrı ve kimi zanhlann Divan-ı Harp reisinin sorularını cevaplarken kullandıklan saygılı ifadelere pek gerek duymaması mahkeme salonunda bulunanlan çok etkilemişti. Onun bu umursamaz, kendinden emin duruşu ve özellikle zaman zaman ders verir gibi konuşması, gazeteci Hakkı Süha Bey'in notlanna göre 12 mayıstaki ikinci duruşmada da de­ vam etti: Reis - Sizin Yeni Mecmua namında bir eseriniz var mı? Ziya Bey - Yeni Mecmua (eser değil) bir mecmuadır. Ben de (baş­ kalan gibi) yazı yazardım. Reis - Siz orada "Turancılık" haklanda bir makale yazarak Turan­ cıhğı "Osmanlılığa" tercih etmişsiniz. Ziya Bey - Benim o mecmuada "Turan nedir?" başlıklı bir yazım yayımlandı. Bu yazıda "Bugün düşünülebilecek hars (kültür) 1\ıran harsıdır. Yani, Osmanlı Türklerinin bir harsı vardır. (Bunu) öteki Türk kavimleri de kabu1 ederlerse iştirak etmiş olurlar. Yani, bütün Türk­ ler Osmanlı Türkçesi'ni kabu1 edeceklerdir. Bundan maksat, Azer­ baycan Türkleri ile öteki Türklere 'Osmanlı edebiyatı'nı kabu1 ettir­ mek; yararlı eserleri bütün Türk a.Iemine okutmaktır... " demiştim. Reis - Böylesi yayınlar Müslüman olmayan unsurlann hissiyatını incitmez mi? Ziya Bey - (Osmanlı Devleti'nde) Müslüman olmayan unsurlar


69

kendi kültürlerinde muhta.r (özgür, özerk) olduğu gibi, her unsur da kendi harsına sahiptir... "Türk harsı Türk milliyetidir" diyenierin fik­ rine gelince. (Onlar) "Biz Türk değiliz... " dedikleri zaman, yalnızca "Osmanlı" kalıyorlar ama (hill a) Rum, Ermeni "milletindendirler". Biz her milleti onaylıyoruz. "Milliyet" iddiası başka bir şeydir...

Divan-ı Harp reisi anlı şanlı Nazım Paşa, zanlıyı (!) suçlamaya çalışırken tökezlemiş ve Gökalp'in uzmanlık alanına girmiştir. Düştüğü durumdan kurtulmaya çalışmaktadır: Reis - Müslüman olmayan unsurlar arasında Türkçe'den başka dil bilmeyenler vardır. Milletler arasındaki bağlan güçlendireceğinize böyle yazılar yazmaktan ne fayda geleceğini umdunuz? Gökalp - Türkçe'den başka dil bilmeyen Rumlar kendi çocuklarını Atina'ya gönderdiler. Ermeniler de öyle. Her millet (kendi) milliyetine doğru gitmek zorundadır. "Wilson Prensipleri" 1 4 de bunu büsbütün meydana çıkardı. Osmanlılık siyasal bir kavramdır. Bir devlet içinde çeşitli milletler olabiliyor. Onların gelişmesine, hars (ve) milliyet pren­ siplerinin yayılmasına engel olunabiliyor. Bendeniz tam tersine, "Her milletin harsı birbirine lazımdır" dedim. Milletler arasında Meta bir tür "amaçların bölüşümü" oluşmuştur. Bir milletin (örneğin) müziğinden, yiinden yalnız kendisi değil öteki milletler de zevk alıp yararlana­

sana

bilirler. Milletlerde milli zevk ile birlikte "egzotik" ı 5 zevk de vardır. Ni­ tekim Pierre Loti'nin ı 6 Türk sanayiine, mimarisine tutkunluğu gibi Türkler de öteki milletierin kültüründen lezzet alırlar...

Salondan çıt çıkmamakta, mahkeme heyeti de Ziya Bey'i dik­ katle dinlemektedir. Bulundukları yer sanki Osmanlı Ceza Kanu­ nu'nun 17 ve 45'inci maddelerine göre sanıkları en şiddetli biçim­ de cezalandırması "beklenen" bir Divan-ı Harp değil de, D3.ri.ilfu­ nun'da "ilm-i içtima" (sosyoloji) kürsüsünün ilk "müderrisi" Meh­ med Ziya Bey'in ders verdiği sıruftır. Nazım Paşa eliyle "yeter" dereesine bir işaret yapar. Mahkeme reisi olduğunu hatırlamış gibidir. Sorularını sürdürür: 1 4. Amerika Birleşik Devletleri'ni Birinci Dünya Savaşı'na sokan, bu ülkenin on dör­ düncü başkanı Woodrow Wilson'un ( 1 856- 1 924) "prensipleri" barış görüşmelerine te­ mel hazırlamakla ünlüdür. 1 5. Başka ülkelere ait bitkiler, üsluplar vb. 1 6. Asıl adı Louis-Marie-Julien-Viaud olan Fransız deniz subayı ve romancısı Pierre Lo­ ti ( 1 850- 1 923) ilk romanı Aziyade'nin konusunu Türkiye'den almıştı. Istanbul'da bir caddeye adı verildi.


70

Reis - Yeni Mecmua için "Tahsisat-ı Mesture"den (örtülü ödenek) ne kadar para aldınız? Ziya Bey - Ben mecmuanın müdürü idim. lşim yazı yazmaktı. İda­ resine karışmazdım... ı 7

Kukla Osmanlı Hükümeti ve İ ngilizlerce amaçlanan hedefe bu yolla ve bu hava içinde varamayacağı anlaşılan Divan-ı Harp sal­ lanmaya başlamıştı. "Nihai darbe"yi ise 17 mayıs 1919 günü yapı­ lan son duruşmada Ziya Gökalp'ten yiyecekti: Reis - Türkler tarafından bir Ermeni katliamı olmuştur. Bunun için gerekli "fetva"yı da siz vermişsiniz. Ne diyeceksiniz?..

"Eyvah yanardağ patlayacak" Önceki duruşmalar boyunca soğukkanlılığını koruyan Ziya Gö­ kalp'i tanıyanlar, "Eyvah" diye geçirdiler içlerinden, "yanardağ şimdi patlayacak ... " Sanki, sorgulanan değil sorgulayandı. Divanı Harp re­ isini sert bir ses tonuyla cevapladı: "Milletinize iftira etmeyiniz! .. Türkiye'de bir Ermeni katliamı değil, bir Türk-Ermeni mukatelesi (vuruşma, kavga) olmuştur. Bizi arkadan vurdular. Biz de vurduk! . . "

Gazeteci Hakkı Süha Bey Ziya Gökalp'in bu sözleriyle oluşan havayı şöyle anlatır: Böyle bir cevap alacaklarını hiç beklemiyar olmalıydılar. Nazım Paşa'nın ağzı açık kaldı. Kaşlan alnına tırmanmış, gözleri fal taşına dönmüştü: "Demek, 'tehciri' de (zorunlu göç) mazur görüyorsunuz" diye ba­ ğırdı. Ziya Bey, Diyarbakır ağzıyla, "Tebi" (tabii) demekten çekinmedi... Bundan so nra Divan'ca sıralanan bütün suçları birer "Tebi" ile karşı­ ladı ve Harp Divanı'nın kanlı dekorundaki azametti görüntü bir anda yı­ kıldı. Çünkü, bu cevapları aldıktan ve salonda bunların uyandırdığı hay­ ran

uğultuyu duyduktan sonra, M.kim.lerle maznunlar arasındaki mesa­

fe ortadan kalknuş ve taraflar ortak bir düşman karşısında bulundukla­ rını

anlanuştı. Bu tarihi

anın

etkisiyle NBzırn Paşa (görevinden) istifa

ediyordu ... Ziya Bey, ennişlere özgü vakarı; namus ve erderole aydınlan­ mış yüzü; inandırıcı, bilime dayalı ve coşkulu heyecanıyla -bir çocuk sa­ fiyetiyle girdiği Divan'dan- bir kahraman olarak çıkıyordu... ı s 1 7. lkdam gazetesi, Istanbul, 1 3 mayıs 1 9 1 9. 1 8. Hakkı Süha Gezgin, "Divan-ı Harp Karşısında Ziya", Türk Yurdu, sayı 5-6, 1 942.


71

Mahkeme salonundaki sessizlik yerini müthiş bir uğultuya terk et­ mişti. Her taraftan, "Önderimiz nereye gidiyorsun? Seninle beraberiz" bağınşlan yükseliyordu ... ı 9

Mahkeme salonundaki İngiliz gözlernciler, Ziya Gökalp'i asma­ ya kalkışmanın önü alınamayacak olaylara yol açabileceğini an­ lamışlardı. Oysa, İngiltere'nin Karadeniz ordusu başkomutanı General Sir George Milne daha 12 ocak 1919'daki bir telgrafında "Türk'e çok sert bir ders verrnek gerekiyor" derken Kurtuluş Sa­ vaşı sırasında Ankara Hükümeti'yle ilişkiye giren galip Fran­ sa'nın o tarihteki dışişleri bakanı Stephen Pichon 5 mart 1919 gü­ nü "Alman, Avusturyalı ve Bulgar zanlılar tutuklanmış, hatta ra­ hatsız bile edilmiş değilken Türk görevli ve subaylarının Mütte­ fiklerce hemen tutuklanmak istenmesi tek kategori düşman yara­ tıp Müslüman Türk aleyhine ayrım yapmak oluyor... " sözleriyle İngiliz müttefikleriyle ters düştüğünü açıkça ilan ediyordu. 17 mayıs duruşmalarından hemen sonra Sadrazam Damat Fe­ rid Paşa İngiliz Yüksek Korniserliği'ne başvurmuş olmalıydı ki Amirat Richard Webb, tam da Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a ayak bastığı 19 mayıs günü şu telgrafı çekrnişti Londra'ya: Sadrazam, çeşitli nedenlerle tutuklanmış kişileri Türkiye'de mah­ kUm ettirrneyi çok zor, cezalandırrnayı ise daha da zor gördüğünden (bana) bunlann Malta'ya gönderilip gönderilrneyeceğini sordu...

"Vekili" 19 mayısta böyle derken Yüksek Korniser Amirat Art­ hur Calthorpe 30 mayısta (19 19) noktayı koydu : Bu sanıklann, hapisten kurtulur kurtulmaz, lttihatçı taraftarlaruun çekirdeği olacaklan apaçıktı. Bunun sonucunda başkentte bile son derece ciddi kanşıklıklann çıkacağından korkuluyordu. Bunlar, yal­ nız mevcut hükümetin değil fakat aynı zamanda Müttefiklerin de maddi ve manevi çıkarianna büyük zararlar verecekti. Tehlike açık olduğu kadar acildi de. (Bu nedenle) rnahpuslar 28 mayıs (1919) gü­ nü gerniye yüklendi ve gemi aynı gece yola çıktı. ..

Peki, bundan işgalci Müttefik ordularının sözde başkomutanı konurnundaki Fransız General Franchet d'Esperey'nin haberi var mıydı? Ne gezer! .. İşgalin ertesi günü "Cadde-i Kebir"den (lstiklal Caddesi) Bizans imparatorları gibi beyaz atuun dizginlerini ya1 9. Enver Behnan Şapolyo, Filozof Ziya Gökalp, Istanbul, 1 933.


72

Galip "Müttefik orduları"nın -sözde- komutanı Fransız General Franchet d'Esperey, astiarınca Fransızların hizmetine terk edilmesi önerilen Galatasaray Lisesi'nde. Okul müdürü Salih Arif Bey (ortada) ile Fransız "ders nazırı" ve başmüdür yardımcısı Mösyö Blanchong (sagda) "general"i aksi yönde ikna etmeyi başarmışlar ve Galatasaray da "işgal"den kurtulmuş.

nındaki askerlerine tutturarak şatafatla geçen eski askeri İngiliz­ ler adam yerine bile koymamıştı. ı o

"Garbın korkak zalimleri" "Kurşun asker" zavallı Fransız General Franchet d'Esperey, "İngiltere Yüksek Komiseri" Amiral Arthur Calthorpe'a 30 mayıs 1919 günü çektiği telgrafta İngiliz askeri makamlarınca aşağılan­ masından şöyle yakınıyordu: 20. Franchet d'Esperey'nin, lngilizlerle kıyaslandıgında gene de bir farklı yanı oldutıJ söylenebilirdi. Nitekim, astiarı tarafından kendisine yapılan "Beyoglu'ndaki Galatasaray Lisesi binasının boşaltılması ve Türk bayragı indirilip Fransız bayragı dikilerek Fransızla­ rın hizmetine tahsis edilmesi" önerisini bu okulu ziyaret edip yetkilileriyle görüştükten sonra reddetmişti. Bu "ret" olayında okul müdürü Salih Arif Bey ile Fransız "ders nazı­ rı" ve başmüdür yardımcısı Mösyö Blanchong'nun da etkisi olmuştu.


73

İngiliz askeri makamlarının 28 mayıs günü "İttihat ve Terakki" üye­ lerini hapisten alıp götürdüklerini İstanbul gazetelerinde okuyup öğ­ rendim... Asayişin korurımasını ciddi biçimde etkileyecek böyle önem­ li bir eylemden haberdar edilmeyişiinin uygun görülmesini hayretle karşıladım. Kuşkusuz bu, hükümetinizin emriyle yapılımştır ve İngilte­ re'nin kendi emellerini gözeten siyasal bir tedbirden ibarettir. . . 2 1

Başta Ziya Gökalp olmak üzere büyük çoğunluğu birikimli ve yurtsever insanlardan oluşan İttihatçtiarın Divan-ı Harp'teki -ge­ nellikle- vakur ve ödün vermez duruşları yalnızca bir kukla mah­ kemeyi çökertmekle kalmamış, sözde "müttefiklerin" nasıl içten pazarlıklı birer "kağıttan kaplan" olduğunu da gözler önüne ser­ miştir. Şairin sözleriyle "Garbın korkak zalimlerinin"22 birbirleri­ ne bile güvenleri yoktu ve Tann Türk'ü seviyor olmalıydı ki Mus­ tafa Kemal Paşa artık Sarnsun'daydı.

Enver Paşa: "Görev Mustafa Kemal Paşa'nındır... " Savaş kaybedilmişti. 7 ekim 1918'deki hükümetin istifasını Talat Paşa'nın sadrazarnlıktan, Enver Paşa'nın da harbiye nazırlığı (savaş bakanlığı) ve başkomutan vekilliğinden ayniması izledi. 30 ekimde Türk heyeti başkanı ve bahriye nazın Rauf (Orbay) Bey İngiltere heyeti başkanı "centilrnen" arniral Calthorpe'un hiçbir kayda geç­ meyen sözlü güvencelerine (!) dayanarak Sevr'in "önsözü" olan Mondros Antıaşması'nın altını kalp huzuruyla irnzalarnış!23 2 kasım günü İttihat ve Terakki Partisi Merkez Komitesi'nin Cağaloğlu'nda­ ki binasında24 toplandığını, sabık sadrazam Talat Paşa'nın kısa bir konuşmasından sonra da partinin feshine karar verildiğini görüyo­ ruz. Bu arada, "restorasyon" anlamına gelen "Teceddüt" adıyla par­ tinin yeniden düzenlenmesi görevi İsmail (Canbulat) Bey'e bırakıl­ nuştır. Birkaç saat sonra Alman kruvazörü "Lorelei" İttihat ve Te­ rakki Partisi'nin yöneticilerini Rusya'nın Odesa lirnanına götürrnek 2 1 . Malta Sürgün/eri,

s. I S, 87-88.

Kimi uzmanlarca dil, içerik ve üslup açısından Ahmed Haşim'den sonra en güçlü şa­ irlerden biri olarak kabul edilen Emin Bülent'in (Serdaroılu, 1 886- 1 942) ünlü şiirinden iki dize şöyledir: "Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni 1 Türk'üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi. .." Mustafa Kemal Paşa'nın Tevfik Fikret gibi onun öırencisi ve Gala­ tasaray Kulübü'nün kurucu ve ilk kaptanlarından Emin Bülent'i ve şiirlerini de çok sev­ diıi bilinir. 22.

23. Yakın Tarihimizde

yayımlanan anılarında böyle diyordu Rauf Bey.

Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinin yönetim yeri olarak kullanılan üç katlı ahşap bi­ na, halen de varlıgını sürdürmektedir ve ne yazık ki harap bir durumdadır. 24.


74

Hareket Ordusu komutanı güngörmüş Hüseyin Hüsnü Paşa (Türkiye Işçi Partisi [TIP] kurucularından Melımet Ali Aybar'ın dedesi) lstanbul'a dol!ru yola çıkmadan önce Selanik istasyonunda lıenüz yirmi sekizindeki "Kolapsı" (binbaşılık öncesi) Mustafa Kemal Bey'le birlikte bu resmi çektirmiş: "Selanik, Nafıa Nezareti'nde görevli Osman Bey'e, S nisan 1 909." Yıllar sonra Mustafa Kemal Paşa, kaybedilen savaş sonrası sadrazamlık için Alımed lzzet Paşa'yı, harbiye nazırlıl!ına da kendisini önerecektir.

üzere İstanbul'dan hareket edecektir. Güneydeki Yıldınrn Ordular Grubu"nun Alman komutanı Liman Von Sanders "Paşa" da görevi­ ni Mustafa Kemal Paşa'ya devretmiştir. O günleri güneesine şöyle kaydeder "San Paşa" : "

Halep'te bulwmyordum. Durumu değerlendirdim. Müttefiklerimiz ve biz savaşı kaybetmiştik ama Türkiye için sorun bütün varlığını kaybetme sonucuna varacak kadar tehlikeli (bir hal almış) idi... Ke­ sin ve çabuk çarelere başvurmakta tereddüt etmemeli, gerekirse müttefiklerimizden ayrı olarak vaziyet almalıydık. Bu görüşümü Pa­ dişah Vahideddin'e bildirerek sadrazamlık için Ahmed lzzet Paşa'yı, vekiliikiere (bazı) arkadaşlarımı önerdim. Ben de harbiye nazırlığına


75

getirilrneliydirn. Sadrazam (Aluned lzzet) Paşa'dan aldığun cevaptan, önerdiğim arkadaşlanının (en) önemlilerinin kabineye alındığını, be­ nim hizmetimden ise sulha kavuştuktan sonra yararlanılacağını öğ­ rendim. (Kendilerine cevabımda) banşın çabuk gelmeyeceğine, o za­ mana kadar güç ve bunalımlı durumlar karşısında kalacağımıza ve (bu ortamda) vatanıma ciddi hizmetler verebileceğime inandığun için Harbiye Nezareti makamını istediğimi; banşa ulaşıldıktan sonra bu işi benden iyi yapacak kişiler bulunduğundan, hizmetimin zorunlu değil gerekli bile olmayacağını belirttim... Şu işe bakın ki, Mustafa Kemal Paşa'yı her zaman kendisine karşı, hatta rakip görmekle birlikte üstün zeka, yiğitlik, yüksek yetenek ve olgunluğuna takdir duygulan beslemekten geri durmadığı anlaşılan Enver Paşa, ülkeden ayrılırken, ilgililere, "Benim yerirne Mustafa Ke-

Berlin'de 2 1 şubat 1 9 1 8 günü Alman fotoırafçı Emil Bieber'in çektigi, "Iki gözüm Hasan'ıma" ithaflı resmini gördügümüz Sadrazam Ahmed lzzet Paşa, Mustafa Kemal'in "harbiye nazırlıgına kendisinin getirilmesi" önerisini kabul etmeyecek ve -belki de bu nedenle- Kurtuluş Savaşı'na katılmayacaktır. Mustafa Kemal'e "evet" deseydi olayların seyri acaba degişir miydi1


76

Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey: "Yenilgi kesinleşmişti... Padişaha istifa­ sını götüren Talat Paşa'ya Enver Paşa diyordu ki: 'Harbiye Nezareti için pa­ dişaha Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye et. Bu makama muhakkak O gelmelidir.. " .'

lttihatçı "triumvira"nın üçüncü adamı, Bahriye Nazırı Ahmed Cemal Paşa. Talat ve Enver paşalar gibi o da yetenekli bir asker ve deterli bir Türk milliyetçisiydi. 1 922'de Tiflis'te Ermeni kurşunlarıyla can verdi. Fo­ totrafını "Sadrazam, devletlu, neca­ betlu Said Halim Paşa Hazretleri'ne arz ve takdim, Kudüs 3 aralık 1 9 1 5, Ahmed Cemal" diye imzalamış.

mal Paşa'yı getiriniz. (Memleketin) bugünkü durumunda ancak o bir şeyler yapabilir" demiştir .. 2 5 .

Atatürk'ün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'ın yukandaki sözlerini İttihat ve Terakki Partisi üyelerinden, Tevfik Fikret'le birlikte Tanin gazetesini yayımiayan gazeteci Hüseyin Cahit Yal­ çın da doğrulamaktadır. Atatürk'ün ölümünü izleyen günlerde Se­ dat Simavi'nin (1896-1953) Yedigün dergisinde balon neler yaz­ mış yılların ga:zetecisi: Yenilgi kesinleşmişti. Savaşı yapan "kabine" yerini terk ediyordu. Zihinlerde ve ruhlarda endişe ve acı vardı. Enver Paşa'nın sesi h3.J.a kulaklanrndadır. Padişaha istifasını götürmek üzere olan Sadrazam Talat Paşa'ya diyordu ki: "Harbiye Nezareti için (padişaha) Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye et. Harbiye (Nezareti'ne) muhakkak o gelmeli­ dir. Ondan başka orduyu toparlayacak kimse yoktur... " Enver, (benim de yanımda) böyle diyordu ama padişah Harbiye Nezareti'ne Musta25.

Hasan Rıza Soyak. Atatürk'ten Haara/ar.


77

Tipik bir Enver Paşa resmi. Silahlannı kuşanmış ve "Grande Rue de Pera"da fotografçı Bogos Tarkulyan'a pozunu ver­ miş "Erkin-ı Harp Binbaşısı" Enver Bey. 25 şubat 1 909 günü. lthafında "Osmanlıların Muhte­ rem Rıza Bey'ine arz-ı takdim ... " diyor. Kısaca "Rıza Bey" dedigi Osmanlı Meclis-i Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey olmalı.

Ziya Gökalp'e "yurtdışına birlikte gitmeyi" önerip "Ben ülkemi kendi haline terk edemem ... Hem işlenmiş bir suçum yok ki kaçayım!.." cevabını alan Talat Paşa ( 1 92 1 ).

,' ,

.

fa Kemal Paşa'yı getirmedi fakat o kendi kendisini daha da yüksek bir makama getirdi. 2 6

Sadrazam Talat Paşa başkanlığındaki kabine çökmüştür ama daha ne aşağılayıcı Mondros mütareke antiaşması imzalanmış ne de İstanbul işgal edilmiştir. Yıldınm Ordular Grubu Komutaru Mustafa Kemal Paşa İstanbul'da kalarak bir şeyler yapabileceği umudundadır. O nedenle harbiye nazırlığıru istemektedir. Onun, özellikle Çanakkale'deki yükselişinden tedirgin olduğu­ nu herkesin bildiği Enver Paşa bile umutlarıru Mustafa Kemal Pa­ şa'ya bağlarruştır. Evet, lursları aklıru ve çapıru aşan bir genç 26. Yedigün dergisi, Istanbul, kasım

1 938.


78

adamdır ama için için kıskansa da ancak silah arkadaşının bir şeyler yapabileceğini bilecek konumda olduğu anlaşılmaktadır. Kurtuluş Savaşı boyunca mektuplaşırlar da ayru yaştaki iki ar­ kadaş. Ne var ki Mustafa Kemal Paşa onu çok iyi tanımaktadır ve başlattığı kurtuluş savaşımından Enver'in uzak tutulmasında ka­ rarlıdır. Fırsat bulursa Anadolu'ya gireceğinden kuşkusu yoktur. Böyle bir gelişme planlarını altüst edebilir. O halde gerekli ön­ lemleri almalıdır.

Gördüğün yerde "vur" emri Yaşı tutanlar bilir. BabıaJ.i'nin renkli simalanndan, gazeteci ve tarihçi bir "Kandemir" vardı. Tam adıyla Feridun Kudret Kande­ mir (1895-1977). "Jön Türkler" arasında "Ağababa" diye isim yapmış "Bahriyeli" Ali Fahri Bey'in oğluydu. Rauf Orbay'dan, Atatürk'e 1926'nın "İz­ mir Suikastı"nda "dahli görülüp" İstiklal Mahkemesi'nde idama mahkUm edilen eski maliye vekili Cavid Bey'e, "Medine Müdafii" Fahrettin (Türkkan) Paşa'ya kadar hemen herkesi tanımış, hepsi­ nin ilgi ve güvenini kazanmıştı. Çok sayıda basılmış kitabı vardı. İstanbul'da bir Fransız kolejini bitirdikten sonra D3.rülfü­ nun'da hukuk öğrenimi görürken Hicaz cephesine gönderilmiş, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'da Meclis matbaasının kurulu­ şunda görev almış, "Milli Hükümet"in ilk istihbarat (haber alma) müdürü sıfatıyla Trabzon, Batum, Tiflis ve Doğu illerimizde özel ve önemli görevler üstlenmişti. 27 1962-1963 döneminde, bir yakı­ nırnın "imtiyaz sahibi" olduğu, elli iki "fasiküllük" dört ciltte ta­ mamlanan ve benim de bir süre katkıda bulunduğum Yakın Ta­ rihimiz'in yazı işleri müdürüydü. Cağaloğlu'ndaki Vatan gazete­ si matbaasında bir gün kendisine "Doğu illerindeki özel ve önem­ li" görevinin ne olduğunu sormuştum. Kulaklan az duyduğundan, önce, hiç duymamış gibi yapmış ama ben ısrar edince, "Bunlar devlet sımdır, söylenmez!" demiş­ ti. "Söyleyecek olsam kendi yayınımızda kaleme alırdım." Devlet sım da olsa, hepimizi ilgilendiren konuların er geç her­ kesçe bilinmesi gerektiği, üstelik aradan bunca zaman geçtiği yolundaki hatırlatınarn üzerine beni kırmamıştı. Ben de, güngör­ müş meslektaşırndan kırk beş yıl önce dinlediklerimi ilk kez açıklıyorum: 27. Türkiye Edebiyatçı/ar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Elvan Yayınları, Ankara,

2006, cilt 5, s. 1 928.


79

O günleri yaşamayanlar "Paşa"nın Ankara'da neler çektiğini, yur­ du ve milleti kurtarmak uğruna nelere ve kimlere katlandığıru bile­ mez. Kaderimiz pamuk ipliğine bağlıydı. Bir "ölüm kalım" savaşımı içinde, iç ve dış düşmanlarla sarılı haldeydik. Yalnızca gerçek yurtse­ verler ona bir şey oll.ırsa başımıza nelerin geleceğinin farkındaydı. Top sesleri Ankara'dan bile duyulurken, gittiği Almanya'dan Rusya'ya geçen ve orada "Bolşeviklerle" yakın ilişkiler içine girdiği söylenen Enver Paşa'nın bir yolunu bulup "Anadolu Hareketi"ne katılacağı ha­ berleri geliyordu. Oysa Meclis'te bir bölümü Mustafa Kemal Paşa sa­ yesinde Malta sürgününden kurtulmuş çok sayıda "lttihatçı" mebus vardı ve hiila Enver Paşa'ya bağlı olduğu bilinenierin sayısı hiç de az değildi. Enver gibi hırslı ve liderlik tutkunu biri Anadolu'ya girmeyi başarırsa halimiz ne olurdu? Tehlikeli bir "ikiliğe" yol açılmaz mıydı? Enver'di bu ve hırsiarının sırun yoktu... İdareyi ele geçirmek için her şeyi göze almayacağını kim garanti edebilirdi? .. Bir gün "Hacıbayram" yakınındaki "daire"mde çalışırken Mustafa Kemal Paşa'nın yakın çevresindeki bir kumandanın beni çağırdığını söylediler. Kurmay suufından, Meclis'teki en yetkili görevliydi. He­ men söze girdi: "Askerliğini Arabistan'da yapmışsın. Fahrettin Paşa'nın emrinde! Doğru mu?" "Doğru kumandanım." "Bak, Feridun Kudret oğlum. En yakın iki arkadaşını yanına alıp iki gün içinde 'Doğu'ya hareket edeceksin. 'Harcırah' ve silahlannızı yarın sana getirecekler. Önce Kars. Gittiğiniz yerlerin kumandanları­ na tekmil vereceksiniz, o kadar. Kimseden emir almak yok. Özel gö­ revli olarak durmadan dolaşacak ve her akşam 'makine başında' be­ ni bulacaksın. Yirmi dört saat iz süreceksin ama görevinin ne olduğu­ nu yanındakilere bile söylemeyeceksin." Yirmi altısında, askerlik deneyimli, attığını vuran çakı gibi bir gençtim ve benden isteneni anlamıştım. Dizlerim titriyordu. Zorlukla, "Görevim nedir kumandanım?" diyebildim. "Görevin... Enver Paşa! Anadolu'ya sızdığını duyduğunda hemen yanına gideceksin. Kafaru kullarup güvenini kazanacaksın ve... " "Vuracak mıyım kumandanım?" Cevap vermeden gözlerimin içine baktı: "Onu Anadolu'ya sokmayacaksın... Görevinin gereğini yapacaksın... Haydi, işinin başına, sana güveniyorum, Feridun Kudret Bey oğlum! .. " Görev bölgesinde aylarca kaldık. Kimi, asılsız çıkan söylentiler yü-


BO

zünden başırnızı yastığa koyamadığırnız geceler oldu. Enver Paşa'nın Bolşeviklerle arasının açıldığı, bölge halkını Sovyetler'e karşı örgüt­ lerneye çalıştığı haberleri geliyordu. Bir ordu topladığını ve Mustafa Kemal Paşa'nın başarısızlığı durumunda "ikinci dalga" halinde Ana­ dolu'ya girip yurdu düşmandan kurtaracağını söyleyenler ve buna inananlar bile vardı! Şükürler olsun ki bu hayallerin kurulmasına ge­ rek kalmadı ve "Büyük Taarruz" kesin zaferle sonuçlandı. 1922'nin ağustos sonlarında ise Enver'in ölüm haberi geldi. "Vulcuan" denilen yerde ardındaki bir avuç Türk'le "Kızıl Ordu" birliklerine karşı at sır­ tında ve -kurşunu kalmadığı için- kılıç elde savaşırken mitralyöz ate­ şiyle delik deşik edilmişti. Makine başında haberi verdim. "Emin misin oğlum?" diye sordu kurnandan. "Öyle görünüyor kurnandanırn ." "Emin olmadan sakın dönrneyin! Hemen Buhara'ya git. Durumu yerinde araştır...

"

Zafer kazanılınıştı ama "Kuvvacılar" ha.J.a sağlam basıyor, işi şansa bırakrnıyorlardı...

Yıllar sonra bir torba kemiğiıli Türkistan'dan getirerek İstan­ bul Şişli'deki "Hürriyet-i Ebediye Tepesi"ndeki kabrine koydular. "Kurtanlrruş vatan toprağına" sonunda kavuştuğu için herhalde mutlu uyuyordur, "Enver Bey!" Hırsiarı aklırun önünde gitse de seçkin ve yurtsever bir askerdi.


Üçüncü bölüm Mektuplarla büyütülen kızlar

MefkUre, tükenmez coşkulann, ümitlerin kaynağıdır... Sizin için bir başka mefkfire daha vardır ki, kadıniann ilim, ahlak ve hukukça yükselmesine çalışmaktır...

Ziya Gökalp

Eskiden mektup yazardı insanlar. "Eskiden" dedikse yanlış anlaşılmasın. Çok eskiden değil. Daha yinni otuz yıl öncesine kadar... Anneler, babalar gurbetteki çocuklanna. . . Çocuklar, anııelerine, babalanna. . . Arkadaşlar arkadaşlanna... Sevgililer birbirlerine . . . Özlemle beklenirdi mektuplar. Pencerelerde heyecanla gözle­ nirdi mektup getirecek postacılar ya da elden gizlice ulaştıracak sırdaşlar, dostlar. Çoğu kez titreyen ellerle açıhrdı zarflar, heyecanla okunurdu yazılanlar ve tekrar özenle yerleştirilirdi zarflanna mektuplar. O st üste konulup ipek bir kurdeleyle bağlanır, -gerekiyorsa- bir yerlere saklanırdı. Yıllarca... Belki on yıllarca saklandıklan, ara­ da bir çıkanhp tekrar tekrar okunduktan da olurdu. Kontes Marie d'Agoult, besteci Franz Liszt'in (181 1-1886) l833'te yazılmaya başlanıp on bir yıl boyunca aksatılmayan ve hemen hepsi de "Bizi birbirimizden ayınna Tannm ! .. " diye son bulan mektuplanna nasıl da gözü gibi bakmıştı. .. Lamartine de (Alphonse de, 1790-1869) ünlü "Göl" şiirinin ilha­ mını veren, arkadaşı Charles'ın eşi Madam Julie Charles'dan aldı­ ğı aşk mektuplanna... Ne diyordu fazla yaşamayan Julie bunlar­ dan birinde: "Biraz önce kollanının arasında sıktığım ve saadetin benden kaçışı gibi uzaklaşıveren sen, gerçekten sen miydin Alp­ honse?.. " Estelle Fournier ile besteci Hector Berlioz ( 1803-1869) birbir­ lerini çocuk denecek yaşta heyecan ve acı dolu romantik bir aşk­ la sevmişlerdi. Aradan yıllar geçip de tekrar karşılaştıklannda Hector altmış, Estelle ise yetmiş yaşındaydı ama hayret, aşklan ölmemişti. Yeniden mektuplaşmaya başladılar. Hector, bu yeni


82

dönernin ilk satırıanna "Sizden, sonsuza dek uzaktaşır gibi aynl­ rnıştırn. Böyle yaptığım halde, yeniden karşılaştığımızda bana gü­ lürnseyerek elinizi uzattınız. Ben de bu güzel eli dudaktanının üzerine bastırarak gözyaşlanrnla ıslattırn... " diye başlıyor ve şöy­ le bitiriyordu: "Sizi, içinde bir erkeğin duygulanyla bir çocuk kal­ binin masum itiraflannın birbirine kanştığı derin bir hayranlıkla taçlandıracağırn... " Ya, XIX. yüzyılın büyük şair ve yazan Victor Hugo (1802-1885) ile Fransız sahnesinin benzersiz sanatçısı ve gözbebeği Juliette Drouet arasında 1833'ten 1883'e kadar sayısız mektupla sürüp gi­ den aşka ne demeli? İnanılınası güç ama elli yıl boyunca hemen her gün bir mektup yazdığı söyleniyor Juliette'in sevgilisine. Bnnların, seçilmiş "1 001" tanesi yıllar önce Gallirnard Yayınevi tarafından gün ışığına çıkanl­ rnıştı. Victor Hugo'nWl yazdıklan ise ne oldu, bilinrniyor. Zarfının üzerinde kısaca "Şehirde M. Victor'a" yazısı okunan ve bu kadan bile dönernin Paris'inde Hugo'nWl eline geçmesine ye­ ten 16 şubat 1833 tarihli ilk mektubunda şöyle diyordu heykettı­ raş Pradier'yle evliliği dayanılmaz acılar ve hüsranla son bulan "Cornedie-Française"in fettan yıldızı Madam Drouet: "Monsieur Victor, bu akşam Madam K'nin evinde arzu ve sabırla sizi bekle­ yeceğirn... Ah, bu akşam! Her zerremi inanın size terk edece­ ğim! .. " Takvimler 1883 yılını gösterirken Juliette yetmiş yedi yaşı­ na gelmiş ve iki gün önce Victor Hugo'ya büyük bir törenle "Sa­ int" (Aziz) sıfatı verilmiştir. Son mektubunda ŞWllan yazar: "Sev­ gili, sana hak ettiğin ama benim vermeyi başaramadığım bütün mutluluklan dilerim. Benden sonra fakat beni unutmadan daha nice yıllar yaşa... Sana şimdi arzın topraklan üzerinde nasıl gü­ lürnsüyor ve tapıyorsam yann da göklerin enginliğinde ve sonsu­ za kadar öylece tapacağırn... Seneye kim bilir nerede olacağım, bilmiyorum. Bildiğim tek şey hayat şahadetnamerni mutluluk ve gururla şöyle irnzaladığırndır: Je t'airne... (seni seviyorum)."! Cep telefonu ya da bilgisayar ekranlanna böyle mesajlar "dü­ şüyor mu" günümüzde? Düşseler de beraberlerinde acaba sev­ diklerimizin kokusWlu getirirler mi? Yakınınızın, dostWlUZWl tut­ tuğu kağıdı elinize almanın heyecanını verirler mi, bilmiyorum. Bildiğim, Ziya Gökalp'in iki yıl boyunca esaretten eşine ve kızıa­ rına gönderdiği incelik, içtenlik ve bilgelik dolu yüzlerce rnektu­ bWl nice aşk rnektubWlu gölgede bırakacak bir derinlik ve dok­ san yıl sonra bile düşündürücü anlarnlar taşıdığıdır. 1 . Seksoloji Yıllıgı, 1 952, 1 953

(Türkçesi: Orhan Karaveli).


83

Büyük boy altı yüz sayfalık, özenle hazırlarumş bir kitap halin­ de yayımianmış olsalar da2 üzerlerinde hemen hiç durulmayan bu mektuplardan söz edeceğim.

"Prenses lna" vapunınun güvertesinde Ama önce 27 mayıs 1919 sabahının İstanbul'una dönelim. Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan Anadolu'nun içlerine doğru giderken, kaldığı evden bozma küçük bir otelin sedirinde bağdaş kurup kim bilir nice derin düşünceler içinde sabah kahvesini yu­ dumlarken Ziya Gökalp İngiliz bandıralı "Prenses İna" vapurunun üst güvertesinde İstanbul'u -belki de son kez- seyretmekte ve düşünmektedir. Dfuiilfünun'da o günkü ilk dersine girmek üze­ reyken sivil polislerce alınıp önce polis merkezine, sonra da, Be­ kirağa Bölüğü'ne götürüldüğü 28 ocak tarihinin üzerinden tam dört ay geçmişti. Bugün ise gecenin bir saatinde kaldınlıp öteki tutuklularla birlikte ve bir azılı caniler topluluğu gibi süngü tak­ mış İngiliz askerlerinin arasında Galata nhtınuna getirmişlerdi. Sonra da kocaman mavnalara balık istifi doldurarak, bu vapura. Ne amaçla, ne kadar zaman için ve nereye götürüldüklerini ise kimse bilmiyordu. Söyleyen de yoktu, hatta soran da. İngiliz as­ kerlerinin kendi aralannda konuşmalanndan "Prenses İna" vapu­ runun Çanakkale Savaşlan sırasında sömürgelerden asker taşıdı­ ğını öğrenmişlerdi, o kadar. Çanakkale "cehennemine" asker ge­ tiren vapur şimdi onlan bir yerlere götürecekti. . . Bir film şeridi gibi ailesi geçmeye başladı gözlerinin önünden: Babası Mehmed Tevfik Efendi'yi (1851-1890) kaybettiğinde on dört yaşındaydı; amcası ve "kaim pederi" "Müderris" Hacı Hüse­ yin Hasip Efendi (1845-1897) öldüğünde ise yirmi bir. Abiası Be­ hiye dört, kız kardeşi Maide iki ve ikiz kardeşleri Nail ve Naile ise gene iki ve dokuz yıl yaşayabilmişlerdi o dönemin Diyarbakır'ın­ daki sağlık koşullarında Abiası Sacide (1872-1932) ile kardeşleri Nihat (1878-1954) ve Sıtkı (1885-1945) hayattaydılar. Filistin cep­ hesinde binbaşı rütbesiyle savaşırken İngilizlere esir düşen Ni­ hat'ı Malta'ya göndermişlerdi. Zaten hep çocuklan ve eşiyle yeterince ilgilenemediğini düşü­ nür ve üzülürdü. Peki şimdi, onun yokluğunda ne yapacaklardı? Bütün umudu kırk yaşındaki eşi Vecihe Hanım (1879-1934) ile büyük kızı Seniha'ydı (Göksel, 1902-1980). Ortanca kızı Hürriyet 2. Fevziye Abdullah Tansel, Limni ve Malta Mektupları. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1 965.


84

(1908-1986) daha o n birinde, Türkan (Yurtcanlı, doğm. 1918) ise kundaktaydı. Birden, kaybettiği çocukları düştü aklına: İki oğlundan Hü­ seyin Vedat 1904'te dünyaya gelmiş ve yalnızca on üç gün yaşa­ mıştı. 1905'te doğan Tevfik Sedat ise iki yıl. İki de kızını kaybet­ mişti: Sevinç ( 1 906-1907) daha bir yaşındaydı, "Adsız" (191 1) ise ölü doğmuştu. Neyse ki, Türkan onlann acısını hafifletmiş­ ti. Bütün bu erken ölümlerin, yetersiz sağlık koşullarının yanı sıra yakın akraba evliliğinden de kaynaklanmış olabileceğini düşünürdü. O böyle eskiye dalıp gitmişken kulağına hiç de yabancı gelme­ yen bir sesle irkildi: "Baba! .. Baba! . . " Yakınlarıyla son bir kez gö­ rüşmelerine bile fırsat verilmeden sabah karanlığında koğuşla­ nndan alınıp bu vapura bindirilenlerin aileleri nasılsa durumu öğ­ renmişler ve "Prenses İna" vapurunun çevresine doluşmuşlardı sandallarla. Bunlardan birinde büyük kızı Seniha vardı ve işte ba­ basına sesleniyordu. "Kızım. . . Yavrum... " diye heyecanla el salladı Ziya Gökalp. "Babacığım!.. Annem ve Hürriyet de gelmek istediler ama ben getirrnedim... İyi yolculuklar babacığım ... Gider gitmez bize mek­ tup gönder olmaz mı?" "Tebi. .. Tebi... Gider gitmez yazarım. . . " Güvertedeki tutuklularla sandallardaki yakınları bağnşarak anlaşmaya çalışıyorlardı. "Aslan kızım, benim! .. Biliyorum o hem annesine yardımcı olacak hem de kardeşlerine annelik yapacak­ tır... " diye düşündü Ziya Bey. "Baba, sana biraz para getirdim. Üstünde bulunsun. Beş yüz li­ ra. Nasıl vereceğim sana?" Gemi harekete hazırlanıyor, kimsenin yukarı çılanasına izin verilmiyordu. Zaten, "borda iskelesi" de alınmıştı. Bir şey söyleyemedi. Kızını görünce zaten düşünemez olmuş­ tu. Yanında duran "Lazistan" mebusu Süleyman Sudi Bey, "Bir çı­ kın yapıp gemiye atsın" dedi. Arkadaşının tavsiyesine uydu: "Mendilinle bir çıkın yapıp buraya at, kızım... " Henüz on yedisinde, akıllı ve yapılı, güçlü ve güzel bir kızdı Se­ niha Söyleneni yerine getirdi ama havada bir kavis çizdiğini gör­ dükleri çıkın ne yazık ki babasına ulaşamamıştı. Geminin borda­ sındaki sandalcılar denize düştüğünü de görrnemişlerdi. Sonra­ dan anlatıldığına göre üst güverte yerine alt güverteye düşen çı­ kım orada bulunan İngiliz asker ve gemiciler hemen açıp içinde-


85

kileri alelacele bölüşmüşlerdi. Oysa zavallı Seniha ve annesi, o ta­ rihlerde önemli bir miktar olan bu parayı ancak kendi halindeki kira evlerinden bir şeyler satarak toparlayabilmişlerdi. Ziya Gökalp Limni Adası'nın Mondros limanından 26 haziran 1919 günü lazlarına yazdığı mektupta bu olayı şöyle anlatacaktı: Vapura getirilen para henüz bulunamadı. Sevk zabitine ve kapta.na müracaat etmiştim. Buradan da vapurda tahkikat yapılmak üzere Malta'ya yazıldı. Oradan, tahkikat sonucunun lsta.nbul'a bildirildiğini söylemişler. Sefarete müracaatla takip edebilirsiniz. Saruhan mebusu (Mehmed) Sabri Bey'e Malta'da takibi için vekiilet vermiştirn... Ben bu para meselesinden hiç üzülmedim. Sizin de üzülmemenizi isterim. "Kazayı, belayı (beraberinde) götürdü! .. " diye teselli bulmalısııuz. Di­ nirniz bunu gerektirir. Paranın vapura atılmasını söyleyen Sudi Bey "Ben sebep oldum ... " diye (bana) yüz lira verdi. Yaıumda eskiden de otuz lira vardı. Demek ki şimdi paraya ihtiyacım yoktur. Sakın, ben is­ temeden göndermeyiniz... Çevremizde renk renk kır çiçekleri açıyor. Önümüzde koyun sürüleri otlanıyor. Küçük tarlakuşlarının ötüşlerini dinliyoruz. Çamaşır yıkayan var. Hamam var. Denize de girilebilir... Hasılı, güzel bir tabiat içinde, kırda, dağlarla deniz arasınd� baraka­ lardan, çadırlardan yapılmış bir "dfuülfünun" ...

Sürgünden yazdığı ilk mektuplardan birinde nerdeyse gıpta edilecek bir tablo çiziyor Ziya Gökalp: kuşlar, renk renk çiçekler, dağlar ve deniz, otlayan koyunlar! Acaba böyle miydi gerçekten her şey yoksa eşi ve lazları üzülmesin diye mi btmları yazıyordu? Bu sorunun yanıtı -belki de- yazar ve düşünür, İttihat ve Te­ rakki'nin Afyon mebusu Ağaoğlu Ahmed Bey'in (1868-1939) anı­ larında gizli:

Nikbinliğin felsefesi Hiç unutmam, Malta'ya birlikte sürülürken, on iki arkadaş Mond­ ros'ta bize tahsis edilen tel örgü sahasına bkıldık... Hiçbir işkenceden, hiçbir zorluk, darlık ve sıkınbdan yılmayan, ruhundaki neşe ve sükUne­ ti daima koruyan Ziya, bu feci vaziyelimizde bile bizleri teselli edecek bir "tasnif" yapb ve şunları söyledi: "Biliyor musunuz arkadaşlar, her

(hassa) vardır. Biri bedensel (maddi, hayvansı) yaru, öteki melek (ruhsal, ulvi) yaru. lngilizler buraya maddi yanımızı getire­ bilmişlerdir. Melek yarumız ise İstanbul'da kalnuştır... " Üstadın bu insanda iki nitelik

iyimser "sınıflandırması" bizi neşelendirmişti. Zaten o ölüme giderken


86

bile iyimser olacak biriydi. Felsefesi "nikbinlik felsefesi" idi. "Ümit be­ nim ruhumun zorunlu gereksinmesidir... " derdi. "Bir bitki nasıl havasız ve ışıksız yaşayamazsa benim ruhum da ümitsiz yaşayamaz. Maddi kuvvetlerin yapamadığı işlerde ruhi kuvvetler başarılı olur. Ruhi kuv­ vetlerin en etkilisi ise ümittir. Ümit, altın gibidir. Hiçbir ortamda pas­ lanmaz. Ümit elmas gibidir, hiçbir kesici madde onu kesemez. Ümit ru­ hun gençliğidir ve bu ülke de ümitle kurtulacaktır. . 3 .

Ağaoğlu Aluned Bey'in -durumlannı bildiği için olacak- kızia­ nna "Ben isterneden sakın para göndermeyin... " diye yazan Ziya Gökalp'le ilgili -kimi yakınlannın daha sonra abartılı bulduğu­ bir gözleınİ daha var. Diyor ki: "Ziya Bey, Malta'da ihtiyaç içinde bulunuyordu. Günlerce aç kalsa da yemeğe davet edilrnedikçe kendiliğinden gelrnezdi. . . "4 27 mayıs 1919 tarihinde İstanbul'dan hareketle ertesi gün Lirn­ ni Adası'nın Mondros lirnanına demirleyen Prenses İna vapuru, içlerinde Ziya Gökalp'le beraber Said Halim, Abbas Halim ve Mahmud Karnil paşaların da bulunduğu "seçilmiş" on iki kişiyi burada bırakarak yoluna devarn eder. Öteki tutuklulan doğrudan Malta'ya götürecektir.

Her üç güne bir mektup Ziya Gökalp 18 eylül 1919 tarihine kadar Lirnni'den, 192 1 yılı nisan ayı sonlanna kadar da Malta Adası'ndan yaklaşık iki yıl (23 ay) boyunca eşine ve kızianna uzunlu kısalı ama hepsi de özenle yazılmış, önemli mesajlar içeren tam 572 mektup göndermiştir. Esaretin ilk üç buçuk ayı (toplam l lO) gün içinde Lirnni'den yazılan rnektuplann sayısı 32'dir. Bunlardan 13'ü eşi Vecihe Ha­ nırn'a, 13'ü kızlan Seniha ve Hürriyet hanımiara (birlikte), 3'ü Se­ niha'ya, birer tane Hürriyet ve bir yaşındaki Türkan'a, l'i de üç kı­ zına birlikte gönderilmiştir. Her üç güne bir mektup düşmektedir ki sonraki dönemlerde bu ortalama her gün bir rnektuba, hatta bunun üstüne bile çıkacaktır. Malta'ya gelince. lık kapatıldıklan ve 22 eylül-S aralık 1919 ta­ rihleri arasında 76 gün kaldıklan "Polverista" esir kampından 22'si eşine, 1 7'si "üç kızına hitaben", 4'ü de Seniha ve Hürriyet'e olmak üzere toplam 43 mektup. İngiliz askerlerinin bir sabah aniden gelip "Toplanın gidiyo3. Af.ıoııu Ahmed, "Ziya Gökalp Bey", Türk Yurdu, cilt 4. A.g.d.

1 , s. 3, 3 aralık 1 924.


87

nız! .. " diyerek götürdülderi ve l l aralık ı9ı9'dan 5 ocak ı920 gü­ nüne kadar 25 gün boyunca tuttuklan "Eski Verdela" kampında : ıo mektup yaznuş Ziya Gökalp. Bnnlann 9'u eşine, 8'i topluca üç kızına, 6'sı Seniha'ya, 3'ü Hürriyet'e ve "büyüyünce okusun" diye 4 tanesi de ikinci yaşını sürmekte olan minimini Türkan'a.

"Üzerinde güneşin batmadığı" koskoca imparatorluğını irili ufaklı birkaç adadan oluşan minyatür Malta sömürgesinde esir kampından bol ne var? Sıra şimdi de "Yeniverdela" kışiasında lş­ kence edilircesine bir yerden ötekine sürüklenen ve nerede, niçin

ve ne zamana kadar kalacaklan söyleomeyen tutuklular 5 ocaktan 12 şubat ı920 tarihine kadar da burada kalacaklar ve Ziya Bey eşi­ ne ıs, Seniha'ya ı2, eşi ve Seniha'ya ı , üç kızına birlikte 1 1 , Hürri­ yet'e 7 ve Türkan'a da 4 olmak üzere 37 günde 53 mektup da "Ye­ niverdela"dan yazacaktır. Nihayet fınal! Malta'ya gelişlerinde İkarnetleri için uygun görü­ len Polverista'ya dönüş. ı2 şubat ı920'den Mustafa Kemal Pa­ şa'nın olağanüstü gayretleri sonucunda serbest bırakılacaklan 1 92 ı'in nisan ayı sonlarına kadar, 430 gün boyunca kalacaklan kışla. Buradan da ı50'nin üzerinde mektup Vecihe Harum'a, l40'ın üzerinde Seniha'ya, 7 martta iki yaşını dolduran küçük Türkan'a tam 46, Hürriyet'e 45, Hürriyet ve Türkan'a 24 ve kızia­ nna birlikte ı mektup daha. . . 430 günde 4ı4 mektup. Babalannın yazdıklanyla büyüyen ve hepsi de onun adını özenle yaşatan üç değerli kız evlatla mükemmel bir eş ve benzersiz bir aııneye ya­ zılnuş, kocaman bir kitap oluşturan 572 mektup! .. Yakın geçmişimizin "iletişim tarihi" açısından önemli bir belge niteliğindeki Limni ve Malta Mektupları, aynı zamanda, Gökalp'in en boyutlu yapıtı da sayılabilir. Kısa ömrünün İstanbul'daki tutuk­ luluk süresiyle birlikte iki yıldan fazlası (toplam 27 ay) "Malta sür­ günü" sırasında ve öncesinde geçirilmiştir. Mektuplar arasındaki gezintimize çıkmadan önce XVI. yüzyıl Osmanlı savaş tarihinde de

önemli bir yeri olan Malta'nın geçmişine bir göz atalım: Başlıca kara parçalan Malta, Gozo ve Comino olan küçük bir adalar topluluğudur Malta Sicilya'nın hemen güneyinde küçük (Kuzey Kıbrıs Türk Cwnhuriyeti'nin onda birinden ufak: 320 kffi2) ama Akdeniz'in orta yerindeki çok stratejik bir noktadadır. Öyle ol­ duğu için de Osmanlı, "süper devlet" niteliğindeki dönemde (1565) dev bir donanınayla burayı kuşatnuş ama ele geçirememiş, üstelik Turgut Reis gibi bir büyük "kaptanıderya"yı şehit vermiştir. Tarihi, lsa'dan önce 4000'lere kadar uzanıyor. Roma'nın denetimine ginniş; imparatorluk bölününce İstanbul başkentli "Doğu Roma"nın hisse-


BB

sine düşmüş. Araplar, Normanlar derken 1530'da Katolik Kilisesi'ne bağlı, ünlü "Jean de La Valette" komutasındaki "Saint..Jean Hastaba­

kıcıları" diye bilinen "şövalye tarikatı"na geçmiş. Adayı yüksek sur­ larla koruma altına alanlar ve Osmanlı'ya karşı başarıyla savunan­ lar da La Valette'nin yönettiği bu şövalyeler. 1798'de dört yıl süren

Napolyon Bonapart egemenliği; 1814'te başlayıp 1960'lara kadar sü­ ren İngiliz yönetimi; 1974'ten beri de bağımsız cwnhuriyet! Nüfus halen 400 000 kadar. Halkı, tarih boyunca egemenlikleri altında ya­ şadığı Fenikeliler, Araplar, İtalyanlar, İngilizler ve onların çocukla­ rından oluşuyor. Sıcakkanlı insanlar ve Türkiye'den getirilen sür­ günlere yakınlık ve ilgi gösterdikleri biliniyor. Ne de olsa Akdenizli­ ler. Dilleri "Maltaca". Afrika Arapçası ile Sicilya ltalyancası'nın bir karışımı. İngilizce ikinci dil. Nüfusun hemen tamarnı "Roman Kato­ lik". Suurlı topraklarının çok iyi değerlendirildiği kalkınnuş bir ül­ ke. Kişi başına yıllık gelir 16 500 dolar düzeyinde. Şimdilerde işte böyle bir "ülke" Malta Cwnhuriyeti ve Ziya Gö­ kalp mektuplarının yüzde 95'ini, o zamanlar bir İngiliz sömürgesi olan bu adadan yazmış. "Esirier" için hazırlanmış, zaıf işini de gö­ ren beyaz kağıtlara mavi ya da siyah mürekkeple. Ziya Bey belki her gün yazıyor ama yalnızca pazartesi ve perşembe günleri veri­ lebiliyor İngiliz yöneticilere, gönderilmeleri için. Üstelik, "açık" olarak. Belki de bu nedenle siyasetten hiç söz edilmemiş mektup­ larda. Okunacaklan bilindiğinden ...

Limni mektuplan (27 mayıs-18 eylül 1919) Prenses lna vapuru, 27 mayıs 1919 Sevgili Kızlanın Seniha ve Hürriyet Harumlara, Vapura bindik, gidiyoruz. Hiç merak etmeyiniz. Gittiğim yerde sı­ lolmayacağırn. Benim düşündüğüm sizlerin ve validenizin üzülmeme­ sidir. Allahaısmarladık sevgili yavrulanrn. Son sözüm, validenize iyi bakınız.

lik mektup, özetle, böyle. İkinci mektup Mondros'tan. 29 ma­ yıs tarihli . Kıziarına hitaben yazılnuş: Salimen Mondros'a ulaştık. Güzel bir yerde misafir ettiler. Mektup­ lanruzı İngiliz postanesine vereceksiniz ve zarf açık olacak. Buranın Büyükada'dan farlo yok. Validenizin sıhhatine, Türkan'ın beslenmesi­ ne dikkat ediniz. Mektebe devam ediniz veya bir muallimeden ders alınız...


89

Kızianna yazılmış başka mektuplardan bölümler: Buradan gömlek kolalamak imkfuu olmadığından, altı tane 42 nu­ mara yakalı "mintan" isterim. Kaşarpeyniri ve Hacı Bekir şekeri de gönderebilirsiniz. . . Uzaktan köyler, daha ileride yeşil tepeler.. . Özetle, güzel bir sayii­ ye 3.lemi ... Neşeli bir hayat yaşıyoruz (ve) bu aynntıları annenizin me­ raklarına bir son vermek için yazıyorum. Gazete, mecmua ve Fransız­ ca romanlar isterim... Dört gözle iyi bir barışı bekliyoruz. Sizi boş ümitlerle oyalamaya çalışmadım. Milletini sevenlerin geleceği milletin geleceğiyle bera­ berdir. Daima, vatanın, milletin kurtulmasına dua ediniz. İnşallah milletimiz istiklal ve bütünlüğüne kavuşurken biz de birbirimize ka­ vuşuruz ... Diyarbakır'a gitmek konusunda fikrimi soruyorsunuz. Sizin için hangisi uygunsa onu yapınız. Validenizin sinirlerinin iyileşmesine se­ vindim. Vücudunu tedavi ettinneye başlarsa daha da sevineceğim. Siz iyi olursanız ben de olurum. Validenize itaat ediniz. Birbirinizi sevip iyi geçininiz...

Limni'den ilk yedi mektubtınu kıziarına yazmış Gökalp. Eşine yazılmış "Sevgili Refikarn Vecihe Hanım'a" diye başlayan ilk mek­ tup 10 temmuz 1919 tarihli: Buranın havası gayet iyi, manzarası da güzeldir. Hastalıklar buraya uğramıyor... Fakat ben sizin için merak ediyorum. Sıhhatine bakmalı, tedavi gerekiyorsa geciktinnemelisin. Seniha, Hürriyet ve Fatma (ye­ ğeni) artık öğrenime başlamalıdır. Hoca Hanım'dan da okuyabilirler... Zevciniz, Ziya Gökalp

Eşine beş gün sonra bir mektup daha: Ben ruhwnu hiç üzmüyorum. İnsanın ruhu sevinçli olursa vücudu da sağlıklı olur... Sen de kalbini şen tutarak sağlığıru koru. Senin ufak bir rahatsızlı­ ğın beni de çocukları da üzüntüden hasta eder. Sinirlerine h3.kim ola­

rak sağlığına ve çocukların sağlığına özen göstermelisin. Senden bek­ lediğim en büyük "lütuf' budur...


90

Gökalp'in yaşadıklannın Vecihe Hanım'ın sinir sistemini ağır biçimde etkilediği anlaşılıyor. Ziya Bey, içinde bulunduğu olum­ suz esaret koşullannı gizlerneye çalışmakta ve bilgece sözlerle eşine destek olmaktadır. Bedeni ıstıraplan rluyınamak mümkün değildir. Fakat manevi ıstı­ raplan ruhsal coşkular ve düşünsel sevinçlerle "uyutmak" kabildir. İnsan, kendi ruhililun doktoru olmalıdır. Sıkıntı verecek fikirleri, anı­ lan zihinden kovmak gerekir. Ben böyle yapanın, sen de yapmalısın. . . Bugün e n büyük vazifen sağlığını koruyarak çocukların sağlığuu ve ahlakını da korumaktır...

Kızianna 17 temrnuzda. Demek, o günlerde de "Nestle" ürünle­ ri var: Türkan'ı sütten kesmişsiniz. Bari ona Nestle sütü verseniz! .. Sağlık iyi hava ve iyi gıdayla korWlabilir. Validenizin emirlerine itaat ederek bana layık evlatlar olduğunuzu kanıtlayınız! . .

Gökalp 2 2 temmuz tarihli satırianna "Sevgili Vecihe'm" diye başlamış: Türkan henüz küçüktür ve bakıma muhtaçtır. Annesi hasta olursa ona kim bakar? Yalnız onunki değil, ailemizin selameti senin sağlığı­ na bağlı... Istanbul, ahlakça bozulmuş bir muhittir. Böyle bir yerde çocuklar kendi başianna bıralolamaz ... Sevgili Kızlanm, derslere başladığımza memnWl oldum. Sizden, tahsile büyük bir hevesle sanlmanızı istiyorum. Insanı insan yapan

ilim ile ahlaktır. Bu ikisini kazanmaya çalışmalı. Felaketler insanı ahlakça yükselmeye sevk ederse büyük nimet yerine geçer. Büyük adamlan yetiştiren de felaketlerdir. Şimdi de büyük ruhlu kızların

yetişeceği bir devirdir! Siz de bu felaketten yararlanarak yüksek ruhlu olmaya çalışmalısınız...

ll ağustosta "sevgili refikası"na: Mektupların geldiği günler hepimiz için bayramdır. O gün vakitler haberimiz olmadan geçer... Türkan süt içmesini bilmiyordu, acaba alıştı mı? .. Hürriyet beni kapı önünde bekleyeceğine kitaptarımın

içinde arasın. Okumaya (bir kez) alışırsa yazdığım kitaplar ve yaza­ cağım mektuplarla beni daha iyi görür...


91

"Nasıl vakit geçirdiğini" soran kızlarına bir de küçük sitemi var 1 1 ağustosta: Sizin ve annenizin tarihsiz mektuplarını aldım. Mektuba başlarken tepesine tarihini yazınız! .. Benim burada nasıl vakit geçirdiğimi soru­ yorsunuz. Söyleyeyim: Okumakla! .. Yaşamak için insanın önce bir mefkfuesi (ideal, ülkü) olmalı. Mejkure tükenmez coşkuların, ümit­

terin kaynağıdır. Mefkı1reler ulusal felaketler zamanında doğar. Bu­ gün, Türklerin en fazla mefkfueli olacakları bir zamandır. Sizin için

bir başka mejkure daha vardır ki kadınların ilim, ahlak ve hukuk­ ça yükselmesine çalışmaktır. Mefkı1reli bir adama "Nasıl vakit geçiriyorsun?" diye sormamalı...

"Müdür Allah, memurlan meleklerdir...

"

18 ağustosta Vecihe Hanım'a, sevgi ve özlemini belirten "aruz"la yazılmış bir de beyit eklemiş, "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur" dercesine: Ne kadar çok mektubunuzu alırsam o kadar mutlu olurum. Hatta Türkan da minimini parmağını mürekkebe batınp senin mektubuna imzasım atamaz mı? .. Burada yazdığım şiirleri Zekeriya Bey'e gönde­ riyorum. Büyük Mecmua'da çıkarsa görürsünüz... Hep bizimçündür kavuşmak ihtimali sevdiğim Dağların yoktur kavuşmak ihtimali dağlara...

18 ağustosta "sevgili kızları"na: Osmanlı lirasının burada kıymeti az. Elli İngiliz "kağıdı" veya siz parasız kalacaksanız yirmi otuz kadar gönderirseniz dört beş aylık "masarifime" kifayet eder...

Beklediği mektuplar nedense biraz geçikmiş anlaşılan. 25 ağus­ tosta "sevgili refikası"na filozofça sözler ediyor: Bir hafta daha beklemek çok acı olacak. Ne çare, salıretmek ge­ rekli. . . Nice "esirler" vardır ki, senelerce, ailelerinden mektup alama­ mışlardır... Kalpler arasında bir posta, gönüller arasında da bir telgraf (hattı) vardır ki "müdür" Allah, memurları meleklerdir. Mektubunuz gelmediği zamanlar, ben bu manevi yollardan yine sıhhat haberlerini­ zi alıyorum...


92

"Senin dudaklann, benim de dudaklanmdır... " 1 eylül, bayram. Nostaljik ve romantik satırlar eşine: Hepinizin bayramı mübarek olsun. Çocuklarunızı benim tarafım­

dan da öp. Senin dudakların, benim de dudaklarımdır... Ben bura­

da kendimi Diyarbakır'da saruyorum. "Fis Kayası" gibi yüksek bir mevkideyiz. Karşunızda deniz İstanbul'un Haliç'i gibi karanın içine girmiş. Bir ırmak kadar ince. Diyarbakır'ın "Çay"ını andınyor. Diyar­ bakır'dan "Kırtıbıl"a nasıl geçilirse, bu taraftan karşı yakaya öyle ge­ çiliyor. Yalnız burada "kelek"5 yok. Felek yalnız onu unutmuş! .. Bir köy var ki "Sa'di köyüne benzer. Bir başkası "Sünbüllü"yü andınr.

Ağaoğlu Ahmed Bey, önceki sayfalarda sözünü ettiğim Limni anılannda burada yaşadıklan "feci vaziyet"i anlatıyordu. Gö­ kalp'in aşağıdaki mektupta yazdıklanyla tam bir çelişki oluştura­ cak biçimde... Vecihe Hanım'ı rahatlatmak için de olsa bu kadarı bir hayli abartılmış gibi görünüyor: Sevgili Zevcem... Her türlü yiyecek, her türlü yemiş var. Günde dört defa sofraya oturuyoruz: Sabah "kahvealtısı", öğle yemeği, ikindi kah­ vealtısı, akşam yemeği. Kahvealtılarda sütlü çay, çikolata, peynir, yu­ murta .. Yemeklerde taze et, sebze (ve) yemişler var. Görüyorsunuz ki,

mahrumluk çekmek şöyle dursun, belki oburcasına, müsrifçesine yaşı­ yoruz! Yalnız tereyağıyla sadeyağ yok. Bunları yazışun, merak etmeye­ siniz diyedir... Sakalunı tıraş etmiyorum. Berber yok. Ben de her gün (bununla) uğraşamarn. lstanbul'a gelirken tıraş olunun...

8 eylülde Hürriyet ile minimini Türkan'a o gün yazdığı şiirleri­ ni göndermiş. Önce Hürriyet'inkiler: Rüzgar, rüzgar nereye? 1 Görünmez kanadını 1 Açnuşsın gidiyor­ sun... 1 Uğrarsa eğer yolun 1 İçine İstanbul'un 1 Götür benden öpüşler

1 Sevgili kızlaruna ..

Ve: Bulut, bulut karadan 1 Denizden geliyorsun 1 Pembe kanatların

var. . . 1 Evimi, kızlarımı 1 Geçerken görüyorsun 1 Bir haber yok mu bana?.. S.

Nehirleri karşıdan karşıya geçmek için kullanılan ilkel araç; sal.


93

Önce birkaç satır yazmış Türkan'a, sonra içten dizeler: Minimini parmaklannla "imzaladığın" küçücük mektubunu aldım. Seve seve okudum... Hürriyet'e şiir yazmış babam diye kıskanma! İş­

te sana da yazıyorum: Ne Hind'deyim ne Çin'de 1 Bir adarun içinde 1 Fikirler dokuyorum 1 Yazıyor, okuyorum. 1 Gurbet ilde kafesim 1 Ötmeye yok hevesin1...

Birkaç gün önce İngiltere'nin yeni mümessili olan amiral yan­ larına gelip hal hatır sormuş ve kış için daha uygun bir yer olma­ sı nedeniyle yakında Malta'ya gönderileceklerini söylemiştir. Bu­ nu, 15 eylülde eşine yazdığı mektuptan öğreniyoruz. Tabii başka şeyler de var bu mektupta: İstanbul'da iken tabii bütün gün seninle konuşamazdım. Ayn düş­ tükten sonra (ise) kalbirn hep seninle meşgul... Demek ki, uzaklaşma­ mış. . . Belki, birbirimize daha çok yaklaşmışız... Kürtlerin yazları "Zo­ zan" diye hasret çektikleri serin yayialar yok mu, işte burası öyle bir yer... Türkler daima yazın bir yerde, kışın başka bir yerde yaşamayı adet edinmişler. Şimdi biz de bir adayı "yaylak" yaptık. Başka bir adayı da "kışlak" yapacağız. (Malta'ya giderken) sakalımı tıraş edeceğim, çünkü orada­ kiler beni sakalsız görmeye alışmışlar... Biz girlineeye kadar oradan çıkınazsa Fatma'nın babasını da6 göreceğim ... Fatma'cıktan da7 ba­ basına selam götüreceğim...

Ve 18 eylül 19 19. Limni'den son mektup! Eşine. "Kış gelmeden sulh olup da lstanbul'a geleceğini... " umuyor. Nereden bilecek, 1919'un kalan aylarını 1920'nin tamamını ve 192 l 'in de ilk dört ayını daha sürgünde geçireceğini? Nereden bilecek koca Mustafa Kemal'in sulha kavuşmak, vatan ve milletin yanı sıra "Malta sür­ günleri"ni de esaretten kurtarmak için daha yıllarca sürecek nice savaşlar vereceğini? .. lç ve dış düşmanlarta nasıl ölümüne boğuşacagını?. .. w

Sevgili Zevcem... Bugün vapura biniyoruz. Buranın yaz keyfini sür­ dükten sonra kışı sıcak bir yerde geçirmek üzere Malta'ya gidiyoruz. Belki de kıştan önce sulh olur da, kış gelmeden biz İstanbul'a gelmiş oluruz. . . 6 . ve

7. lngilizlere savaşta esir düşüp daha önce Malta'ya gönderilen kardeşi Nihat Bey'i kastediyor. Fatma ise ( 1 9 1 4- 1 996) onun ilk eşinden olan kızıdır.


94

Malta mektuplan I Polverista Kışiası (22 eylül - 8 aralık 1919) Ziya Gökalp Malta'da ilk yerleştirildikleri Polverista Kışla­ sı'ndan eşine yazdığı 22 eylül l919 tarihli mektuba kalacakları ye­ ri överek başlar: Malta'ya geldik. Yerleştirildiğimiz yerin adı "Polverista Barakala­ n". Önceleri kardeşim de burada imiş. Yüksek bir yer. Her yer gözü­ müzün önünde. Herkesin özel bir odası var. Esiriere ait en iyi karar­ g3.h burasıymış. Dışan çıkabiliyormuşuz. Her taraf elektrikle "münev­ ver" (aydınlatılmış)... Sakalımı kesince gördüm ki (Linıni'de) çok şiş­ manlamışım! ..

(Malta'daki kardeşi) Nihat (Gökalp) Bey'e de yazmış Gökalp; İstanbul'da "beklendiğini" söylüyor ve sıra kıziarına geliyor: İstanbul'dan çıkarken bindiğimiz "Prenses İna" vapuruyla Malta'ya geldik. Boz renkli bir ada. Ahalisi kınk bir Arapça konuşuyor. Kadın­

ları sokağa siyah bir çarşajla çıkıyor! (Diyarbakır mebuslan) Fey­ zi ve Zülfi beyler de burada .. Validemin bir halası kızı vardı ki "Zibo Bacı" derdik. Bunun (esir) damadı burada imam imiş ... Annenizin sıhhati beni düşündürüyor... (Kaldığııruz yer) zabitlere ve küçük za­ bitlere aileleriyle (birlikte) oturmalan için yapılmış...

Eşine, okşayıcı, sevecenlik dolu edebi sözler: Allah, birbirini seven kalpler arasında açılmış manevi bir pencere­ dir. O, öyle bir semadır ki, ruhlanmız onun içinde yıldızlar gibi parlar ve birbirini uzaktan seyreder. Bilmem sen de beni "kalp gözü" ile gö­ rüyor musun? .. Yuva saadetini, yuvasından uzak düşmüş garip kuşla­ ra sormalı... Dünyada vatan sevgisinden sonra en tatlı duygu yuva sevgisiymiş. Ben, Tann'dan çok şey istemiyorum:

Yurdum mesut olsun, yuvam bahtiyar. Allah çok şey isteyenlerin duasını kabul etmez, çünkü artık bık­ mıştır. Fakat, az isteyenlerin muradmı verir... Siz daima benim yü­ zümden acı çektiniz. Şimdi de darlık çekiyorsunuz. Allah yine kavuş­ turursa, artık, sizi mesut edecek bir "hayat programı" yapacağım. Ço­ cuklanmı kendim okutacağım ...


95

"Malta sürgünleri"nin en uzun süre kaldıkları Polverista Kışlası. Biz Türkler aile hayatını bilmiyoruz. Aile hayatının kıymetini ondan uzak düştükten sonra anlıyoruz. İnsan, milletinden sonra en çok ailesini düşünmelidir; yurdundan sonra en çok yuvası için ça­ lışmalıdır... Mektuplarda hep senin ağladığından söz ediliyor. Şiir okunur ağlarsın! Mektup gecikir ağlarsın! Bu haberler ok gibi yüre­ ğimi deliyor. Kederlenmene gerçekten bir sebep göremiyorum. Farz et ki ben "tebdil-i hava" (hava değişimi) için bir seyahate çık­ mışım... Hani, bir daha kederlenmeyecektin? .. Niçin vaadini tutmu­ yorsun? Buraya Avrupa gazeteleri de geliyor. Yalnız, Türkçe gazete vermi­ yorlar! ..

Ziya Gökalp'in ne yazık ki pek bilinmeyen derslerle dolu yüz­ lerce mektubunu tek tek incelerken şaşırtıcı gerçeklerle de kar­ şılaşıyorum. Büyük kızı Seniha "tembellik edip" haftalarca yazmıyor baba­ sına! On bir yaşındaki Hürriyet "başkalarına yazdınyor" mektup­ laruu! Yazı yazmayı bilmiyor mu yoksa? Mümkün mü bu? Hele anneleri "Annen de biraz yazı bilseydi, ondan da el yazısı iu mektup isterdim! " diyor. Hem babası hem de eşi iı.lim birer in­ san olan Vecihe Hanım'ın okuması yazması yok mu? Neyse... Biz gezintimizi sürdürelim. ...

..

13 ve 16 ekim tarihlerinde eşine:


96

Seniha'nın uzak (bir) mektebe yazılması iyi değildir. Tramvayla gidip gelecek. Sen de sabahtan ak­ şama kadar merak içinde kalacak­ sm. Evde yahut yakın bir mektep­ te okuması daha iyi... Ev meselesi beni müteessir etti. İyi bir mahal­ lede münasip bir yer bulursanız çıkabilirsiniz. Fakat, olduğunuz yerde kalsanız bence daha iyi ... Fırtınalar gelir geçer. . . Kasırgalar gelir geçer... Biraz sonra görürsü­ nüz ki hava güzelleşmiş. Allah gü­ zeldir, güzelliği sever. Ara sıra "ce­ lallenir" (hiddetlenir) ama çok geçmez "cemal"e (güzelliğe) dö­ ner. Felaketler de gerekli. İnsan daima rahat içinde yaşarsa şıma­ nr, bizim memleketin deyimiyle

Ziya Gökalp'in "çocukluk aşkı", amca kızı ve fedaidr eşi Vecihe Hanım. Yüz hatları, ne denli güçlü ve soylu bir kadın oldutunu göstermiyor mu1

"bedter" derde düşer. Allah sevgili kullannı sınavdan geçirir. Allah yolunda yürüyenierin de çile çek­ mesi gerekir! ..

Kızlarına, 13 ekimde: Evdeki kitaplığımdan Homeros'un (MÖ IX.-VIII. yy) Odysseia'sı ile

Plutarque'ın (Plutarkhos, Yunanlı yazar, MS 46-1 19) Büyük Adamla­

rın Hayatı'nı, aynca Necmeddin Bey'den (Sadak, 1890-1953) Efla­ tun'la (Batı felsefesinin kurucularından Yunanlı filozof Platon, MÖ

428-348) Aristü'nun (Aristoteles, bilimsel görüşlerin "babası" Yunanlı filozof, MÖ 384-322) kitaplarını; Ali Bey'den de Homeros'un llyada'sı­ nı alıp göndermenizi isterim... Mektuplannız neden bu kadar kısa? Söz bulamıyorsanız Türkan'a sorun! .. Kitaplanm gelince İngilizce öğ­ reruneye tekrar başladım... Burası bir "dfuülfünun" gibi. Herkesin elinde bir kitap ... Mektuplarınızda nasıl vakit geçirdiğinizi yazmalısı­ nız

... Burada, "adatavşanı" var. Eti, tavuk etine benziyor. Malta'nın su­

yunu içmiyoruz. İtalya'dan gelen "Saint-Paul" suyundan içiyoruz. Taş­ delen suyu gibi şişe içinde. Fiyatı da ucuz. Taze et, balık yiyoruz. Bu­ rada yoğurt yok. Benim yerime de yiyiniz. Anneniz zayıftır, ona zorla yediriniz ... Seniha da şişmanlığıru tedavi ettirsin! ..


97

Vecihe Hanım'a: Kış geldi. Odun kömür aldınız mı? Ev meselesi nasıl oldu? Be­ nim için üzülrnek bana ihanettir! .. Çocukların rnektebe başlaması­ na memnun oldum. Yalnızlıktan sıkılacaksın. Bereket versin ki Tür­ kan var. O seni eğlendirir. Resimde neden öyle şaşkın ve rnahzun? Bu çocuk, daha bu yaşta kederin ne olduğunu b ilmeli miydi? Bir se­ nedir ki yuvarndan uzak yaşıyorum, yavrularıının cıvıltısını işiterni­ yorurn: Garip kaldım bu yerlerde göz yaşımı silen yok

Arif dili anlayan yok, gönül hali bilen yok. Bilmem bu dertleri neden deştirn? Yine teseUiye gelelim! Aynlık, beraberlikte saadeti iyi anlamak içindir. Sizin aranızda, hatta ço­

cukların gürültüleri içinde coşkulu yazılar yazabiliyordum. Oysa şimdi, sükunet içinde bir satır (bile) yazamıyorum. . .

Kızianna ekim sonlannda yazdığı mektuplardan birinde "Hür­ riyet, Türkan'ı daha çok sevdiğimi düşünerek onu kıskanıyor­ muş... Türkan, minimini olduğu için sevilir, ama ben, kim daha çabuk okuyup yazmayı öğrenir de bana mektup yazarsa en çok onu severim" dedikten sonra, kitaplan arasında bulunan Hoff-

Sürgündeki babaya Istanbul'dan gönderilen ilk resim. Soldan: Seniha, Hürriyet ve kardeş Nihat Bey savaşta Ingilizlere esir düşüp anne de ölünce ortada kalan kızları Fatma. Vecihe Hanım onu kendi kızlarıyla birlikte büyütmüş. Sandalyede oturan ise henüz emekleme ça�ındaki en küçük kız Tür�n.


98

Zaman akıp geçerken Malta'daki babaya bir resim daha. "Sıralanma" önceki resimden farksız ama Seniha başını biraz örtme yaşına gelmiş. Hürriyet büyümüş, Fatma -elindeki kitaba bakılırsa- okumaya meraklı. Türkin gene bir sandalye üzerinde ama artık ayakta duruyor...

ding'in "psikoloji"sini istiyor. s Daha önceki bir mektupta sözünü ettiği Zibo Bacı'nın damadının da öteki hasta esirlerle beraber gönderileceği haberini veriyor: Proudhon'un 9 "sosyoloji"sini henüz almadım ... Sizler hangi ki­ tapları okuduğunuzu yazmıyorsunuz. Tahsilde ba.<?anlı olmak için en iyi yöntem okumaktan zevk almaktır. Bir derse çalışırken ondan 8. 1 843 Danimarka dogumlu Harald Hoffding XIX. yüzyılın ikinci yarısında önemli ya­ pıtlar veren bir psikologdur. Karl Marx'ın "Iktisadi olayların dışında kalan bütün sosyal olaylar etkisiz gölge o/aylardır'' tezini çürüttügo söylenen Hoffding'in bazı yapıtları Zi­ ya Gökalp'in 1 922'den başlayarak başkanligını yürüttügü "Telif ve Tercüme Encüme­ ni"nce Türkçe'ye çevrilmiştir: 1 924. 9. Küçük burjuva sınıfının savunucusu olan Fransız sosyolog Pierre Joseph Proudhon ( 1 809- 1 865).


99

bir oyun v e eğlence gibi hoşlanmalı. Bir d e öğrenci hangi ilimden, hünerden en çok hoşlanıyorsa bütün eğilimini ona yöneltmeli. O za­ man başanlı olur. Hesap ve hendese (aritmetik ve geometri) gibi ilimler akla kuvvet verir. llerde okunacak kimya gibi ilirolerin de te­ melidir. Edebiyat ve şiire de önem verilmeli. Bunlar, hayal gücüne kanat, kalbe de heyecan verir. Resirole musiki de şiirle edebiyatın arkadaşıdır. Bunlann hepsi ruha güzellik, ahlaka temizlik katar. Din ve ahlak da en heyecan verice derslerdendir ama bizde ne yazık ki gereği gibi okutulmuyorlar. . . Derslerinize bir oyun ve eğlence gibi zevk duyarak çalışınız. Böyle yaparsanız içi dışı bir insanlardan olursunuz...

Eşine ve kızlanna bugünlerde yazdığı başka mektuplarda da eği­ tim ve öğretim konusundaki görüşlerini sıralamayı sürdürüyor: İnsan, özel öğretmenden evde de okuyabilir. Fakat, okulun yeri başkadır. (Çünkü) okul çocukların birleşmesinden oluşmuş bir ce­ miyettir. . . Dersler, oyunlar, düşünmek, yemek hep "içtima" halinde­ dir. Dersler topluca daha lezzetle dinlenir. İnsan tek başına bir sine­ mayı, tiyatroyu seyredebilir, bir konseri dinleyebilir mi? (Ancak) bir topluluk önünde çalınan bestenin değeri ortaya çıkar, anlaşılır. Bü­ yüyünce toplum içinde yaşanacağına göre çocukluk döneminde de böyle yaşamalıdır. Bazı öğrenciler gece gündüz çalışırlar ama emek­ leri boşa çıkar. Öğrenirnin yöntemi bilinmezse gelişigüzel çalışmanın yaran yoktur Her Türk, Fransızca veya Ingilizce'den birini mu­ ...

hakkak bilmelidir. Bilmeyen, hiçbir "hünerde" ilerleyemez. Biz, uy­ garlıkça Avrupalı, kültür açısından da Türk olmalıyız. Kültür halktan alınmalıdır. O nedenle eski "yazı dilini" bıraktık, halkın ko­ nuştuğu gibi yazıyoruz. Aruz veznindeki gazeller gibi şarkılar da hal­ ka yabancı kalmıştır. Halkın iyi gördüğünü Hak da iyi görür, fakat uy­ garlığa gelince bunu kesinlikle halktan alamayız, çünkü uygarlık ilimdir, fendir, sanayid.ir. Türk ve Müslüman kalarak "Avrupalı bir

miUet" olmalıyız. Amacımız, Avrupa uygarlığı içinde bir "Türk kül­ türü" yaratmak olmalıdır...

Günlük yaşama dair öğütler Eşi ve çocuklarıyla böyle kağıt üzerinde söyleşirken ortaya konmuş ilginç görüşler. Bugünlere ışık tutacak nitelikte. Sonra gene sağlık öğütleri ve penceresine konan bir mavi kuşun öterek söyledikleri:


1 00

Dört Diyarbakırlı bir araya gelip bir "Malta hatırası" olsun istemişler. Solda ayakta savaş esiri topçu binbaşı kardeş Nihat Bey. Kalan üçü ise Diyarbakır mebusu: ayakta ortada dayı ojtlu Feyzi (Pirinççizade) ve Zülfı (Tigrel) beyler. Önde oturan Ziya Gökalp. Annenizin dişlerini hemen yaptumalısuuz ... Sindirim ağızda başlar. Dişler bozulunca da "hazımsızlık" onu izler... Birden, pencereme konan kuş meğer bahçede aynarken kendi kendine şu türküyü söyleyen Türkan'ın yanından geliyormuş: Bugün pencerenin önündeydik hep 1 Bekledik postadan ablam ge­ lecek 1 Abiarn boynu bükük döndü postadan 1 Dedi: "Vapur yarın ak-


1 01

şam gelecek." 1 Yüce Tanrım ! .. Çabuk, babamı gönder 1 O gelince eve bayram gelecek. ..

Sonra gene ciddileşir. Sanki günümüze, günümüzün soyguncu­ lanna, din bezirganlanna, görgüsüz politika cambazianna dok­ san yıl öncesinden seslenir gibidir: Vicdanı rahat olanları hiçbir felaket bedbaht edemez. Oysa, rahat ya­ şayan öyle adamlar vardır ki bedbahttırlar, çünkü vicdan azabı içinde­ dirler. Halkın lanetini kazanmışlardır. Bunu daima hissederler. Tann insanı

vicdan felaketinden korusun. Çünkü onun teseliisi yoktur...

Böyleleri acaba gerçekten vicdan azabı içinde midirler? Bilin­ mez. Belki bunu da aşmışlardır.

13 kasımda kızianna döner: Biz bugün, binlerce yıl önce yaşamış insanların yüzlerini göremi­ yoruz ama yazdıkları kimi kitaplar elimizdedir. Bu kitaplar, eski in­ sanların gelecek kuşaklara yazdığı mektuplardır. Bunları okuyabilir­ siniz... Büyük adamların fikirleri de büyük olur... Küçük, kötü adam­

ların yazdığı kitapları okumakla insan yükselmez... Her bilgili in­ san ahlaklı değildir... Sizin rehberiniz de "ahlaklı bir din" ve "ahlak­

lı bir bilim" olmalıdır. O halde, ele geçen her kitabı okumamalı. Her yazı yazan adamın fikirlerinden yükseklik beklememeli. Özellikle biz­ de ve bu zamanda yazılan çoğu yazılar ruhu alçaltacak şeylerdir...

Dönemin "Mütareke basını"nı ve Ali Kemal, Rıza Tevfik, Re­ fik Halit gibilerini, sanının sansür nedeniyle isimlerini vereme­ se de ne güzel anlatmış. Ya bir de günümüzün "Ali Kemal'lerini" görseydi? Eşine yazdığı 1 7 kasım tarihli mektupta bir de küçük aynntı: Yukarı kattan orta kata ineceğinizi söylüyorsun. (Oysa) yalnız yu­ kan kattaki büyük oda güneş görür. Güneşli havalarda o odaya çıksa­ nız ve çocuklar da orada oynasa iyi olur. Güneş gören odalarda, gece­ leri bile hava iyidir; çünkü rutubet bulunmaz. Güneş girmeyen eve doktor girer... Geçen günkü kuş yine geldi. Türkan'a dair bir şiir okudu. Balwuz şu Türkan'ın kurnazlığına! Perilerle ahbap oluyor. Onları kuş şekline sokup bana gönderiyor:


1 02

Türkan öptü annesinin elini, Dedi: "Aııne, söyle bana bir ninni. . . " Türkan dedi: "Aııne, melek nasıl dır? Kime benzer, yüzü kimi andınr?" Dedi: "Aııne! Bildim melek nasıldır: Sana benzer, tıpkı seni andınr. . .

"

Eşine: Cuma geceleri bizim "tekkede" ı O toplanınz. Musiki, bilmeceler ve oyunlarla vakit geçirilir... Haftada bir iki gece de konferans verilir...

Kızlanna: Beş yahut altı ciltlik Histoire de la Civilisation en Angleterre'i (İngiltere Uygarlık Tarihi) istiyorum. Yazarı Buckle'dır. I ı Kütüpha­ nemde bulacaksınız.

Vecihe Hanım'ın, başka sürgünlerin yakınianna yazdıklan mektuplarda verdikleri haberlerden Ziya Gökalp'in söz etmeme­ sinden şikayetçi olduğu anlaşılıyor. Eşinin cevabı ise şöyle: Sinirli adamlar boş ümitlere kapılır, bunlar gerçekleşmeyince de üzülürler. Tabii bunların (boş) haberleri de çok olur... Başkalarının yazdığı mektuplardan temelsiz ümit ve (sonra da) üzüntüye düşmeye­ siniz. Ben (böylelerini) sakinleştirmeye çalışının ama başarılı olama­ yınca aniarım ki o beni sinirlendirecek! Ben size, daha ilk mektubum­ da oraya gelmemizin ancak sulhtan sonra kabil olabileceğini yazmış­ tım. Bundan emin olduğum için de kimseye bir şey sormadun... Size de (farklı bir şey) yazmadun. . .

Malta Adası'nda Türk camii Yazdığı blUlca mektuba karşın kızlarını pek memnllll ederne­ miş olmalı: Haftada dört uzun mektup yazdığun halde kafi görmüyorsunuz... Bir yenilik yok ki taze havailisler vereyim... Ruhumdan neler geçiyorsa, naı O. Arkadaşlarından birinin odasında yapılan müzik ve sohbet toplantılarından Gökalp böyle söz ediyor. Başka mektuplarda da "tekye" diyor. 1

ı . Ünlü Ingiliz tarihçi Henry-Thomas Bu ckle ( 1 82 1 - 1 862).


1 03

Malta'da, Müslüman mezarhgı ve cami. On beş sürgün hala bu mezarlıkta yatıyor. sıl bir hayat yaşıyorsam onu yazıyorum. Zaten ben eskiden beri düşün­ sel, içsel bir hayat yaşarun. Ruhum büyük bir içsel aıemdir ve biraz şa­ ir biraz da filozof olduğwn için hem güzel hem de dıştaki gerçekiere uy­ gundur... Türkçe gazete ve dergileri "yasaktır" diye vermediler. Buna mem­ nun oldum. Çünkü gazetelerin verdiği haberler insanı gerçekiere yak­ Iaştırmıyor, belki uzaklaştınyor. . . Malta'da bir Türk camü var. Sultan Abdiliaziz (İngiltere'ye v e Fran­ sa'ya giderken) buraya uğramış! Kraliçeden bir yer istemiş. (Verilen yere) küçük bir cami yaptırnuş. Caminin bahçesi güzel ağaçlarla, gül­ ler ve çiçeklerle bezenmiş. Bahçenin etrafındaki duvarlarda boylu boyunca yirmi otuz küçük minare var. Süs için yapılmış minare tak­ litleri. Uzaktan (burası) bir Müslüman yurdu gibi görünüyor. İçinde de kabristanı var. Aziz din ve millettaşlarımızın ruhlarına yasinler, fa­ tihalar okuduk. (Sonra) bir kapıdan şehre girdik. Bu kapı da vaktiyle 1\ırgut Reis'in şehit düştüğü yermiş. Bu deniz kahramanı burada ya­ tıyor. Maltalıların söylediğine göre buradaki kalelerin, surların bir bö­ lümünü de Türkler yapnuşlar. Vaktiyle adanın büyük bir kısrru 1\ırgut Reis'le leventlerinin elinde imiş... Bugün (esaretteki) Şeyhülislam Hayri Efendi de 1 2 San Salva­ dar'dan benim kaldığım binaya nakledildi... 1 2. Gümrük ve tekel bakanı olarak, "tek parti" döneminde yolsuzlukla suçlanıp Yüce Divan'da aklanan ve daha sonra başbakanlık yapan Suat Hayri Ürgüplü'nün babası.


1 04

Tören giysileri içinde Şeyhülislam Hayri Efendi. O da "Malta Syanı"ndan. O da Bogos Tarkulyan'a poz vermiş. 29 kasım 1 9 1 3'te.

Sevgili Zevcem, ben üç türlü garibim: yuvamdan, ilmi ve edebi meslektaşlanmdan ve yurdumdan uzak düşmek! .. Edebi ve ilmi dergilere yazı yazamamak, Dfuülfünun'da Türk Ocağı'nda konfe­ ranslar .veremem ek, düşünmekten başka işi olmayan bir adam için büyük bir yoksunluk değil mi? Benim, büyük ve gerçek vatanımdan başka iki de küçük vatanım vardır: mesleki zümrem ve sevgili ai­ lem . . . Yumurta bol ve ucuz! Her gün i ki tan e içiyorum. Dışardan gelme bir de Felemenk (Hollanda) peyniri var ki, kavuniçi renginde ve kar­ puz gibi yuvarlak. "Gravyera peyniri" diyorlar. Daima ondan yiyoruz. Yoğurttan başka her şey var... Rutubet var, doğru. Ama, rutubete yol açan lodos (rüzgan) bizi etkilemiyor. Çünkü, şahin yuvası gibi yüksek bir yerdeyiz ... Olduğum her çevrenin yalnız güzelliklerini gördüğüm­ den sıhhatim iyidir...


1 05

Malta mektuplan II Eskiverdela Kışiası ( l l aralık 1919-5 ocak 1920) Ziya Gökalp, Malta'ya geldiği 22 eylül 1919'dan 10 aralığa ka­ dar "konuk" edildiği Polverista Kışiası'ndan sonra bilinmeyen ne­ denlerle sevk edildikleri Eskiverdela ve Yeniverdela esir kampla­ nnda da birkaç hafta geçirmiş ama bu değişiklikler eşine ve kız­ Ianna aynı sıklık ve ciddiyede mektuplar yazmasını engelleme­ miştir. Hatta "olaya" olumlu bir gözle bakrnıştır. Nitekim, buradan eşine gönderdiği l l aralık tarihli ilk mektup­

ta "Bizim, üç ayda bir yer değiştirmemiz hem bir seyahat, hem de bir tebdil-i hava gibi oluyor. Bundan başka yeni insanlar görüyo­ ruz. Burası, kış için daha iyi. . . " dedikten sonra sözü bir kez daha, eşinin, -nedense bir türlü tedavisine başlamadığı anlaşılan- diş­ lerine getiriyor: Benim için, gereksiz yere harcadığınız paraları dişçiye ver. Dişleri­ ni yapıırmadan bana göndereceğiniz hiçbir şeyi kabul etmeyeceğim! Sen orada dişsiz (yeterince) beslenmekten yoksun kal, ben burada rahat edeyim. (İşte) bu, olmaz! . .

Vecihe Hanım'ın b u konudaki tavn aynı gün kızianna yazdığı mektuba da yansımış: Hepiniz bir araya gelip annenizin dişlerini yaptırtamıyorsunuz. İn­

sanın dişleri bozuk olursa yediğini hazmedemez. Hazınedemeyince (de) sıhhati bozulur. Annenizin dişlerini yaptırmaya çalışınız ...

15 aralıkta eşine yazdıklan çok ilginç: Bizden önceki esirler buradaki geniş balıçelere küçük köşkler, çardaklar, kulübeler yapmışlar. En pahalısı yarım İngiliz lirasınadır. Ben de bir tane satın aldım. Gündüzleri, kitap okumak için işe yarar...

Erzurum ve Sivas kongreleri yapılmış ama Mustafa Kemal Pa­ şa'run Ankara'ya gelmesine bile daha on iki gün var. Kurtuluş Sa­ vaşı, belirtileri olsa da fiilen başlamış sayılmaz. Gökalp, okurna­ lanna izin verilen Avrupa gazetelerinin etkisiyle olacak, "sulhun yaklaştığını" sanıyor, "çoğu gitti azı kaldı" diyor. Her gün ruhiyat ve içtimaiyat (ruhbilim ve toplumbilim) dersleri ve­ riyorum. Akşamları da konferans... Yaktim yararlı bir biçimde geçiyor.


Polverista Kıılası önünde sürgünlerden 33'ü birlikte görünüyor. Hepsi de, durumlarına meydan okurcasana rahat. Esarette detil de resmi bir yurtdııı gezisindeler sanki. Bir de köpekleri var anlaşılan.

o 0\


il

Malta sürgünleri: 1 . Atıf Bey, Çanakkale, 2. Muammer Bey, Sivas valisi, 3. Zekeriya Bey, Edirne valisi, 4. Rıza Bey, Bursa mebusu, S. Rıza Bey, merkez-i umumiden, 6. Mithat Şükrü Bey, katib-i umumi, 7. Sudi Bey. L.azistan mebusu, 8. Şükrü Bey, maarif nazın, 9. Tahsin Bey, 1 0. Tevfik Hadi Bey, polis müdürü, l l . Sabri Bey, Manisa mebusu, 1 2. Ali lhsan Paşa. 1 3. Memduh Bey, Musul valisi, 1 4. Asım Bey. 1 S. Halil Sezai Bey, 1 6. Ziya Gökalp, 1 7. Hacı Adil Bey, Meclis-i Mebusan reisi, 1 8. Halil Menteşe, adiiye nazırı, 1 9. Agaotlu Ahmed Bey, Karahisar mebusu, 20. Ahmed Nesimi Bey, hariciye nazın, 2 1 . Sabit Bey, Elaziz valisi, 22. lzmidi Rifat Efendi, 23. Feyzi Bey, Diyanbekir mebusu, 24. Binbaşı Nevzat Bey, 25. Ahmed Bey, 26. Macit Bey, 27. Binbaşı Hazım Bey, 28. Midhat Akif Bey, 29. Ferit Bey, 30. lbrahim Bey. evkaf nazın, 3 1 . Şükrü Kaya Bey, 32. Hüseyin Cahit Bey, Istanbul mebusu, 33. Salih Cimcoz Bey, Istanbul mebusu.

n

9

o '...ı


1 08

Boş zamanlanrnı ise Alman esirlerin yapbğı köşkürnde geçiriyorum. Küçük bir de bahçesi var ama köşk deyince büyücek bir şey zannetme­

yin. Fatma'run, Türkan'ın (içinde) oynayacağı kadar bir şey ama yeşil pancurlarla süslü sekiz penceresi var. Kitap koymak için de bir rafı...

Millet bizden razı ise bizi ister. Değilse ne yapalım? Ben, bütün örn­ rürnü ilim yolu ile rnilletirne çalışmaya sarf ettim. Burada da yine vak­ tirni dersler ve konferanslar vermekle geçiriyorum. Vicdanım rnüste­ rih, kalbirn rahattır... Geçen gün "tekye"de Urfa ağzı, Diyarbakır ağzı, Erzurum ağzı tür­ küler söylendi. Kendimi baba ocağında sandırn. Gözlerim yaşardı...

"Her yerde dua edilebilir" 25 aralıkta kızlarına: Hürriyet'le Türkfuı, dua için her gün camiye gidiyorlamuş. Dünya­ nın en güzel camisi insanın kendi kalbidir. Dua her yerde edilebilir. Bu minimini duacılar (evde) oturdukları odada da dua edilebilirler...

29 aralıkta eşine yazdığı mektupta sansürcülerden açıkça şika­ yet ediyor. Vecihe Hanım'ın rahim hastalığı gündemde: Siz her hafta birkaç mektup postaya birkaç mektup da sefaretha­ neye veriyorsunuz, fakat postacılar getirmiyor. Sansörler (sansür gö­ revlileri) mektupları çabuk gözden geçirrniyorlar. Bu adamlar aile mektuplannın ne dernek olduğunu bilmiyorlar mı? Kalp sahiplerini bu kadar üzrnekte ne yararları var?.. Siz benim tedaviye ve hıfzıssıh­ haya (sağlık korumaya) dair nasihatlerimi dinlemiyorsunuz! Rahirn hastalığınızı ihmal ediyorsunuz. Bu hafta tartıldırn, seksen yedi kilo geldim. Dernek ki son bir ayda iki kilo daha alnuşırn...

Yeni bir yıla giriş. 1 ocak 1920'de eşine: Bugün Garplılara göre yılbaşı. Yeni bir seneye giriyoruz. Garp tak­ vimini biz de kabul ettiğimiz için, senemiz 1336 oluyor... Her gün bir sallifesi boş olan takvirnli bir hatıra defteri aldım. Böylece, sizinle

(birlikte) geçireceğim içsel saatlerimi birer sahifede resmetıneye ça­ lışacağım. Bu derterin bitmesi nasip olursa, sana ve çocuklarırnıza "bir senelik bir mektup" yazılmış olacak. Sakın, bu sözlerimden bir sene daha ayrı kalacağıımza hükmetme...


1 09

Yıl 1 905. Yirmi dokuzundaki Mehmed Ziya üçüncü çocuıu Tevfik Sedat'ı ( 1 905- 1 907) kucaıına almış. Yanındaki büyük kızı Seniha'ya yıllar sonra Malta'dan "Sen bir kahramansın... Tevfik Sedat yaşasaydı bile ailemize senin kadar yararlı olamazdı ... " diye seslenecektir.

İçine doğmuş olmalı Ziya Gökalp'in "daha bir sene ayn kala­ cakları"! 1 ocak 1920'de ... Yeni bir yıla girerken kızlarına moral veriyor. Bir yandan da boğazına düşkün bir Ziya Gökalp'le taruşmış oluyoruz: Demiri ateşte kızarttıktan sonra suya sokarsanız çelik olur. lşte, bazı adamlan da felaket böyle çelikleştirir!.. Ben de o adamlardanım. Geçirdiğim kara günler ne vücudurnu lurpaladı ne de ruhumu. Tersi­ ne, hem vücudumun gücü arttı hem de iradem çelikleşti. . . 1 3 (Gönderdiğiniz) pastırma ve sucuk çok işime yaradı. İlk gelen peynir daha iyi çıkmıştı. Son gelen (ise) kutuya yaş olarak konull l. lsmet lnönü'nUn bir zamanlar söyledili sözleri anımsatıyor. "Şartlar zorlaştıkça az­ mim çelikleşir" demişti.


110

muş. Sucukla pasıırmanın en iyisini Galata'da Tünel'e yakın bir Rum bakkal var, orada bulursunuz. Bedri Bey de (İstanbul'dan) kıy­ ma getirtmiş! . .

"Zekeriya Bey gitti, bana ki m kitap gönderecek?" sözünden üzüldüğü anlaşılan büyük kızı Seniha'nın gönlünü alıyor: (Bil ki) senin bir tek mektubun, bütün filozof ve iiiimierin bana gönderilecek kitaplannın hepsinden daha değerlidir. Senin ruhunda­ ki kahramanca şefkat ne peygamberlerin kitabında var ne de fılozof­ lann. Ben seni anlamıyor muyum sanıyorsun? Sen, annen, Hürriyet, Türkan hepiniz birer kahramansınız. Gazeteler ki birer şeytandır, on­ lann hezeyanlanna (saçmalıklarına) tahammül ettiniz. Ben sizleri kutsal tanıyor, sizlere hayranlık duyuyorum...

Artık iki yaşını doldurmak üzere olan Türkan'a da -ilerde oku­ ması- için küçük bir sitem: "Baba da benim anne de" diye ablalanna baskı yapıyormuşsun. Ben hepinizinim, annen de hepimizin...

Vecihe Hanım'a: "Gazetelere güvenmeyin." (Bana gönderdiğiniz ve postada) kaybolan eşyanın listesini istediler, verdik, diyorsun. Beyhude! Giden para ve eşyadan ümidinizi kesiniz ... Gazete okumamak ve herkesin söylediği sözleri işitmernek ruhun pan­ zehiridir. Kalbin sağlığıru korur.

Eskiverdela'dan Seniha'ya son mektup: Sen yalnız kardeşlerine abialık etmiyorsun. Aynı zamanda annene babalık, babana da annelik yapıyorsun. Ailemizin direği oldun. Kar­ deşlerin Vedat'la Sedat yaşasalardı, ailemize senin kadar yararlı ola­ mazlardı. Ben kadınların yetenekçe erkeklerle eşit olduklarını ve

hukukça da eşit olmaları gerektiğini dilimin döndüğü ve kalemi­ min yazabildiğince anlatmaya çalıştım. . .

Malta mektuplan III Yeniverdela Kışiası (5 ocak-12 şubat 1920) Yeni "mekan"ından ilk mektubunu, 5 ocakta Seniha'ya gönder­ miş. Ona duyduğu sevgiyi, hatta saygıyı belirtiyor. Bir de, Diyar­ bakır yemeklerini ve Malta'da bulunmayan kimi yiyecekleri ne kadar özlediğini:


111

(Bütün çocuklannu) aynı sevgiyle severim. Evlat sevgisinin farkı olmaz. Fakat bir baba evladıru bir de "insan olarak" sever ki, sen bu felaket zamanlarında insanlığını gösterdin... Senin kahramanlığını görmüyor değiliz. Annen ve ben senden hoşnuduz. Allah da senden razı olsun... Diyarbakır köftesiyle "kibe" isteyeceğim. Lakin, postaya verilmek şartıyla. Torba yoğurdu bile bu yolla gelebilir...

8 ocakta eşine yazmış: İki geceden beri Yeniverdela'dayız. Bınası, evvelce oturduğumuz Polveıista'ya yakın ve onun karşısındadır. (Şimdi) burada yalruz siyasi esirler toplanmış oldu. Şimdiye kadar kaldığımiz binaların en güzeli, en tenlizi ve en sağlıklısı... Bu hafta size iki resim gönderiyorum. Ressam (fotoğrafçı) iyi sanatkar olmadığından (!) resim de iyi çıkmamış. Za­ manla çehrem de değişmiş. Bakalım, çocuklar taruyabilecek mi?..

Gökalp sonunda eşinin dişlerinin tedavisi için yeni bir çare ve yöntem bulmuş . . . "Kardeşim dişçiyi (sizin) eve getirecek! Bu, bi­ raz fiyatlı olsa da zarar yok. .. " diyor.

"Bu asnn Türkleri olmalıyız" "Sevgili kızlarına" 12 ocak günü yazdığı mektup ilginç görüşle­ rini iletiyor Gökalp'in: Ben, toplumsal gerçeldere ulaşabilmek için yirmi beş-otuz sene kafa patlattım... İşittiğim (olumsuz) sözler softaların veya züppelerin beynin­ den çıkıyordu. Züppeler kutsal bildiğimiz bütün duyguları yıkmaya çalı­ şıyor; softalarsa çağdaş ve uygar bir millet, "meşruti" bir devlet olmamı­ zı

engelliyorlardı. Züppeler, Beyoğlu Levantenlerinden ders alıruş; softa­

larsa eski Acemlerin kitaplarıyla kafalarını yoğurmuştu. "Alafranga" Av­ rupai olmadıkları gibi "alaturka" Türk de değildirler. (Gerçek) Avrupalı­ lar ahlaka, temizliğe ve

namusa

değer verirler. Levantenler ise bunlara

itibar etmez. Bize, ne Acem ne de Levanten uygarlığı yarar. İkisi de, gü­ nümüzün düşünsel gelişmelerine bakıldığında "medeniyetsizliktir". Biz, bu

asrın Türkleri ve Müslümanları olmalıyız!. .

Zevcesine: Buralarda yazı ve kışı geçirmem, Bekirağa Bölüğü'nde kalmaktan iyi oldu! Uzaktan uzağa daha kolay haberleşebildik. Bekirağa'da rnek-


1 12

tupla bile göıiişemiyorduk. .. Zaman, yalanların yüzündeki sahte örtü­ leri çıkanp atan, türlü hilelerle saklanıp halka gösterilmeyen gerçek­ leri meydana çıkaran, özetle, hiçbir kahramanın yapamayacağı işleri yapan tannsal bir güçtür. Boş yere akıp gitmez. Suçsuzlann temizliği­ ni, hainlerin alçaklığını ortaya koyan adil bir mahkemedir zaman... İstanbul'daki (salgın) hastalıklar geçineeye kadar hiçbiriniz mek­ tebe gitmeyiniz. Allah'a tevekkül etmekle beraber bulaşıcı hastalıkla­ ra, İspanyol'a, vebaya karşı ihtiyatlı davranmalı... Burada öyle hasta­ lıklar yok. .. Bu resimde Malta kadınlarının nasıl çarşaflandığını göreceksin. "Avrupa'da çarşaf yok" derlerse inanma. Buranın dili de Arapça... İstanbul'da bulaşıcı hastalıklann hüküm sürdüğünü işittikçe aklım başımdan gidiyor... Bugün tutuklanmamızın bir seneye ulaştığı gündür... Sulhun da olacağı yok. .. Ben de müflis bir Yahudi gibi eski defterleri kanştınyor, geçmişteki mutlu dakikalan hatıriayarak eski hayatımı canlandırma­ ya çalışıyorum... Maddi sıkıntı içinde olmadığınızı yazdınız. Bu elliet­ ten endişem kalmadı ama insanı yıkan asıl manevi üzüntülerdir.. . İs­ tanbul'da malumat yahut maarif namıyla dolaşan birçok fikirler var­ dır ki hem ilme hem de ahlaka aykındır...

Eşine ve kızianna duygusal, öğretici satırlar: Buraya gelen benim yalnız hayalimdir. Kalbim, ruhum, gönlüm siz­ lerle... Çimenler burada, yeşil bir halı gibi her tarafa döşenmiş. Üze­ rinde renk renk çiçekler, sevimli naloşlar. Bu halının bir eşini ancak bir Türk kızı dokuyabilir. Türkan "koko" dese de siz "çokolota" deyiniz. Her sözün doğrusu­ nu söyleyiniz, çünkü çocuk her işittiğini ayruyla tekrar eder. Ona, doğru Türkçe söyleyin ki dili düzgün olsun... Onu korkutacak biçim­ de bağırmalar yahut hareketler yapmayınız. Çocuk, her gördüğünü taklit ettiği gibi, korkaklığa ve cesarete de daha ufakken alışır...

4 şubatta Türkan'a da bir mektup: Benim babam deme! Bizim babamız de! Ben, yalnız senin değil abialarının da babasıyım. Aniadın mı sevgili yavrum? Her kardeşin


1 13

ayrı ayrı babası olmaz. Bütün kardeşlerin bir anası, bir de babası bulunur. . .

"Gazetelerin ağzına düşmeyelim ...

"

1920'nin "Mütareke İstanbulu"nda bugünkü gibi düzeysiz bir "magazin basını" olduğu anlaşılıyor. Eşine yazdığı 5 şubat tarihli mektup çok ilginç: Ben sizi mektupsuz bırakmam. Yalıuz sizden şunu isterim ki iki ya­ şındaki çocuğuma bile mektup yazdığım gazetelere kadar geçmesin. Her ne kadar biz burada (Türk gazetelerini) okumuyorsak da İstan­ bul'daki (gazetelerin) yazdıklarını bazı arkadaşlara bildiriyorlar. Bir adanun ailesine yazdığı mektuplar mahremdir. (ÖZellikle) benim gibi münzevi (köşesine çekilmiş) bir adanun yazdıkları... Varakparelerin

(kdğıt parçalarının, kötü gazetelerin) ağzına düşme'yi arzu etmem ...

Anlaşılan, abiaları Ziya Gökalp'ten gelen kimi mektupları ne­ dense kardeşlerinin elinden çekip almışlar: Gönderdiğim kartlar için Türkan'ı ağlatmışsınız. O kağıt parçaları melek bir çocuğun kalbinden daha kıymetli midir ki ağlamasına razı olabildiniz? Ona baba sevgisini ve özelimini öğreten sizsiniz. Yoksa, görmediği bir babayı nereden bilecekti? Nasıl, havayı gösteren bir ba­ rometre varsa aile içindeki sevgiyi gösteren bir de aile barometresi vardır ki çocuktur... Çocuğu şımartmak iyi değildir ama korkutmak da doğru değildir. Türkan gibi çocuklar tatlı dille yola gelirler...

Vecihe Hanım, eşine gönderdiği 1 şubat 1920 tarihli mektubun­ da önemli bir haber vermiş. Yeni Gün gazetesinin i 4 bildirdiğine göre Divan-ı Urfi (Örfi İdare Mahkemesi) İttihat ve Terakki Mer­ kez-i Umumi azalarının hükümet şeklini kötüleme suçlarından heraatine (aklanmasına) karar vermiştir. Ziya Gökalp bu kararı il­ gililere bildirdiğini belirtiyor ve memnun olduklarını ekliyor. 12 şubatta, Malta'daki esaretinden kurtulup İstanbul'a dönen subay kardeşi Nihat Bey'e yazıyor: Duygu ve kişilik açısından iyimser olduğum gibi ilim ve felsefe ba­ kımından da öyleyimdir. Bence Türkleri kurtaracak olan bilimsel bir iyimserliktir... 1 4. Yunus Nadi Bey'in Ankara'da çıkardıtı günlük gazete. Daha sonra, Atatürk'ün ver­ diti Cumhuriyet adını alacaktır.


ıı4

Eşine: Sağlığıma dair ne yazdımsa sizi inandıramadım. (Hakkımdaki) me­ rak ve telaşınızı gereksiz buluyorum. Şimdi de (Malta'da) sanki yiye­ cek bir şey yokmuş gibi oradan bir şeyler gönderme telaşına düşmüş­ sünüz. Oysa burada taze et, balık, tavuk, yumurta, peynir gayet bol ve gayet ucuzdur. Mümkün olsa da keşke ben buradan size gönderebil­ sem ... Büyükada'da giydiğim beyaz iskarpin gibi bir iskarpini yedi şi­ line aldım ki yedi meddiyeden az bir meblağdır... Mevcut param bir­ kaç ay yeter. Yine de bir şeyler yollamak sizi mutlu edecekse on-on beş lira yeter. İhtiyat akçesi olarak "ofis"te kalsın. Burada kimseye haftada iki liradan fazlasını vemıezler. Çok paranız da olsa (an­ cak) bu kadar harcayabilirsiniz. Haftada iki lira da burada çok para­ dır... Çünkü her şey ucuzdur...

Yeniverdela'dan son mektuplar böyle. Sürgünterin kaç parası olursa olsun kamp yetkililerince el konulup haftada iki liradan fazlasının verilmemesi ilginç ve düşündürücü. Ziya Gökalp'in mektuplarına göre her şey dudak uçuklatacak kadar bol ve ucuz. Hele meyve. Ne ararsanız var. Bir tek "maltaeriği"nden söz etmi­ yor Gökalp! . . "Yenidünya" olarak da bilinen bu meyvenin Malta Adası'yla doğrudan ilgisi yok. Vatanı da Çin ...

Malta mektuplan IV Polverista Kışlası (16 şubat 1920-30 nisan 1921) 1 6 şubat, kendi ifadesiyle "yeniden göç ettiği" Polverista Kışla­ sı'nda dördüncü günü Ziya Gökalp'in. Ayru tarihte, eşine ve kızlanna içini dökmeye çalıştığı, sayfalar dolusu üçer mektup yazmış. Dalgalı ve sıkıntılı bir ruh hali için­ de olmalı:

Kimler intihar eder? İnsan her arzu ettiği şeye sahip olamaz ama her sahip olduğu şeyi sevebilir... Mademki arzu ettiğim gibi düşünebiliyor; istediğim gibi his­ sedebiliyorum o halde hürüm. Mademki kendimi mutlu sayıyorum, o halde mutluyum... Sevgili zevcem, "Mektuplarımdan sıkılıyorsan ben yazmayayım" demen bana çok dokundu. Ben burada senin mektupla­ rın

sayesinde yaşıyorum... Bir adamın sevdikleri ve sevenleri yoksa, fe­

laket karşısında ilk aklına gelecek şey intihardır. İntihar eden adamla-


1 15

Yüz yıl öncesinden Malta görüntüleri: Valetta limanının girişi (üstte) ... Sliema iskelesinde faytonlar. Ikinci Dünya Savaşı sırasında Alman bombardıman uçakları Malta'nın ço!ıu kesiminde taş taş üstünde bırakmayacaktır. nn rlunununa dikkat etmişler, hep bekar ya da çocuksuz olduklaruu

görmüşler... Hayalimde canlandırdığırn ilerde geçiTeceğimiz mutlu ömürdür: Yeşil bir köyde, coşkun bir ırmağın gümüş dalgalaruu seyre­ diyoruz... İşte böyle tablolar gözlerimin önündedir. Bu hayalleri gerçe­ ğe biraz yaklaştıran senin ve kızlanrnızın mektuplandır. Sen bana yaz­ masan bu "yeşil köy hayali''ni yaşatabilir miyim? Allah aşkına, bir daha böyle acı sözler yazma .. Yiyecek şeyler istemediğim için sarunm gü­ cenmezsiniz. Evvelce yolladıklarınız bozulmuş olarak geldi! Sevgili kızım, filozojluğun bir tek yararı vardır ki içini şen tut­ maktır. Filozofta hırs, gurur, övünme gibi duygular bulunmaz. Bunlar olmayınca dış fı.lemin düşüncelerine kulak asmayabilir. Çünkü bir ada-


II6

mı başkalannın düşünüşlerine esir eden bu duygulardır. Böyle bir adam, kendi a.Iemine egemendir. Esir de bulunsa ruhunun içinde hür­ dür; sevdiklerinden uzak da bulunsa ruhunun içinde onlan görebilir...

Yaşamın en tatlı çağı çocukluktur. Burada kırlarda gezinirken öbek öbek çocuklar görüyoruz ki bize yalanlık gösteriyorlar, selarn veriyorlar. Acaba bizi de kendileri gibi mektep talebesi mi (!) sanı­ yorlar? Yoksa, başlanmızdaki fesler, kalpaklar onlara sevimli mi gö­ rünüyor?..

23 şubatta eşine ilk kez "Sevgili Harumcığım" diye hitap etmiş: Arkadaşlanmız çok iyi yemek pişirmeyi biliyorlar. Umwni yemekler o kadar lezzetli olmuyordu; fakat hususi yemekler hem arzuya göre

yapılıyor, hem "kerestesi" (?) bol, hem de pişirmesi nefis oluyor. . .

"Eskiden ben de konuşamazdım...

"

Gene "Sevgili Hanımcığım" diye başlamış 23 şubatta ve pek bi­ linmeyen bir yanını açıklamış: Hürriyet'in konuşmadığıru yazıyorsun. Bu kızın utangaçlığı gittik­ çe artıyor. Oysa utarup konuşmamak iyi değildir. Ona, kalabalık

içinde şiir okutturunuz . . . Ben de evvelce, yeni gördüğüm adamlarla konuşarnazdım, fakat bu iktidarsızlığı üzerimden atmaya çalıştım. Umwni meclislerde konferans vermeye başladım. Sonra, Dfuiilfünun müderrisliğini kabul ettim. lşte bu gibi tedbirlerle, tabiatımın aksi­

ne giderek her yerde söz söylemeye kendimi alıştırdım. . .

Benim çocukluğumda, sabah akşam sokağımızdan gururla ge­ çen ama yanımıza gelince eğitilip yanaklanmızı okşayan zabitler vardı ki onlara "Gazi Paşa'nın askerleri" derdik Parlak çizmele­ riyle yüreklerimizi hoplatır, ulusal bayramlarda da kılıç kuşanır­ lardı... Evlerinde de hizmetlerini gören "emirberleri" olurdu ki onlara da "asker ağa" derlerdi. Ziya Gökalp'in Türkan'a yazdığı mektupta bu sözcüğü kullan­ ması beni biraz şaşırttı. Ziya Gökalp subay mıydı ki evinde bir "asker ağa" vardı: Sevgili kızım, seni, başka kağıtlar vererek "babanın kağıtlandır" di­ ye aldatmak istiyorlar ama sen aldanmıyorsun! Benim gönderdiğim


1 17

mektuplann k3ğıdıru tanıyorsun. Annenden para alıp "asker ağa"ya vererek "çokolota" aldırınayı biliyorsun. M�ah aklın büyümeye başlamış.

l l martta Binbaşı Nihat Bey'e yazmış: Aziz kardeşim, mektuplann sansörleri ayn olduğu için (gelen bü­ tün mektuplar) ayru anda getirilmiyor. Şimdi gazeteleri de vermeye başladılar. Yeni Gün evvelce geliyordu; galiba şimdi gelmiyor...

18 martta Hürriyet'e yazmış: Burada ilkbaltarla birlikte ağaçların arasında kuşlar, çiçeklerin arasında kelebekler uçmaya başladı. . . Hepsi de sana, Türkan'a, Fatma'ya ı s selam ediyorlar... Okumayı, yazmayı öğrendin mi? Has­ talıklar mektebe gitmene engel oluyor. Bari evde ablan, Hoca Ha­ nım yahut "amucan" (Gökalp böyle diyor) seni okutsun. Ben gelin­ ceye kadar bir şeyler öğrenmelisin ki, ilerisini ben sana öğreteyim. Okumayı öğrensen, kitaplarda güzel masallar vardır. Devler insan­ lara fenalık yapmaya çalışıyor, perller kurtanyor. Sen peri masalla­ nnı çok seversin. İşte bunlar hep kitaplarda vardır... Merak ettiğin ne varsa hepsini, hepsini kitaplarda bulacaksın. Yeter ki, okumayı öğren.

Eşine, 22 martta: Gözlerimi kapayınca karşımdasınız... Diyarbakır'daki evimizi bü­ tün odalan, eyvanlan, avlusuyla göıiirüm... Sonra, köylerde geçirdi­ ğimiz günleri: Bacvan, Haşimoğlu, Çarugi, Cebbare sırasıyla gözleri­ min önünden geçer... Allah varken her şeyin sonunun iyi olacağına güvenmeli...

Gene Veeibe Harum'a ve gene 22 martta upuzun bir mektup da­ ha. Sanki eşine değil de, ülkesi "güzel ve yalnız" Türkiye'yi "tut1 5. Ziya Gökalp'in Limni ve Malta mektuplarında sürekli adı geçen Fatma, yedi karde­ şinden biri olan emekli topçu albay Nihat Gökalp'in ilk eşi Zekeriya Hanım'dan olan kı­ zıdır. Kendisi, Birinci Dünya Savaşı'nda Filistin Cephesi'nde savaşırken ( 1 9 1 6) eşi ve­ remden ölünce konu komşu cenazesini kaldırır ve iki yaşındaki Fatma'yı o zamanlar Sul­ tanahmet'te oturan Ziya Gökalp'in eşi Vecihe Hanım'a teslim ederler. Çok yüce ruhlu bir kadın olan Vecihe Hanım Fatma'yı, babası üç buçuk yıl süren esaret hayatından dö­ nünceye kadar kendi kızlarıyla birlikte büyütür. lstanbul'a dönüşünden bir süre sonra Kurtuluş Savaşı'na katılacak olan Nihat Gökalp, yarbaylııı sırasında ( 1 927) "lstiklal Ma­ dalyası"yla taltif edilmiştir.


118

kuyla seven " bir Nuri Bilge Ceylan'ın ı 6 duygularıru paylaşan biz­ lere yazılmış. Seksen sekiz yıl öncesinden, "Üzülmeyin, bu günler de geçer. . . Bu güzel ve yalruz ülke, bir gün, düzgün, çağdaş, biri­ kimli ve görgülü insanlar tarafından yönetilecektir. . . " dercesine. Tam bir Ziya Gökalp içtenliği ve bilgeliğiyle: Ben şikayetçiliğe alışmış insanlardan değilim. Tabiatta güzellikler, Allah'ta iyilikler çok. . . Ay, bugün hilal, sonra yarım daire olur. Nihayet bedirleşir (dolunaya dönüşür).

Malta'da bahar günleri yerlerini yaz sıcaklarına terk etmekte­ dir. Nisan başlarından mayıs ortalarına kadar yazılmış mektup­ lardan satırlar: Ben burada ilk gün nasılsam şimdi de öyleyim. Odamda kitap okurken, koridordan Ahmed Bey'in (Ağaoğlu Ahmed Bey olmalı) kahkaha sadaları (sesleri) geliyor. İşi keyfe, eğlenceye dölanüş, her saat gülüyor, şakalaşıyor... AiJlamak gerekirken, deliler gibi gülmek­ le vakit geçiriyoruz. Yaşlı adamlar, çocuksuz bir yerde kalınca ken­ dileri çocuk oluyor! .. Zaten burada yararlı olarak yalnız iki şey yapabiliyorum. Birisi, her posta günü sizlere mektup yazmak, ikincisi de bildiklerimi baş­ kasına öğretmek. Bunların dışında gönlümü şen tutacak şeylerle meşgul oluyorum: Konuşuyorum. Fal açıyorum. Düşünüyorum. Gezip dolaşıyorum. . . Yemek, içmek ve uyumak (eğer) yaşamaksa ben de yaşıyorum. . .

"Belki Allah'a da küseceğim ...

"

(Sizlerden) mektup almayınca çiçeklere, semaya, denize küsüyo­ rum.

Böyle giderse bir gün belki Allah'a da küseceiJim!. . Erkeğin gö­

revi, Allah'ın kendisine emanet ettiği eşini ve çocuklarını mutlu et­ mek ve özellikle çocuklarını gelecekte mükemmel bir saadet ve fazi­ lete hazırlamaktır...

1 6. 2 008 yılı Cannes Film Festivali'nde dünya devlerini geride bırakarak "en iyi yönet­ men" seçilen Türk sinema adamı Nuri Bilge Ceylan duygularını şöyle dile getirmiş ve bütün yurtseverlerin kalbini kazanmıştı: "Bu ödülü, tutkuyla sevdilim yalnız ve güzel ül­ keme adıyorum. "


1 19

Günümüzün çocuklan, tarihi kitaplardan okumak zorunda değil­ dirler. Çünkü tarih, canlı vakalar halinde ve gözlerinin önünde yaşan­ maktadır... Müfekkirem (düşünme yeteneğim) boş dunnaz, daima yeni fikirler yaratır. Sıkılrnak, üzülrnek işsizlikten gelir. İnsan işsiz kalınca kendi bedenini dinler. İç sıkıntılan duymaya başlar. Sinir hastalığı (da) bun­ dan doğar... Sevgili kızım Türkan, (bana gönderilen) elbisemin içine kendi en­ tarini de koyup "Ben de paketlerle beraber gideceğim ... " demişsin.

Sen zaten annenin mektuplanyla buraya gelip benim mektuplarımla dönüyorsun. Senin işin postacılık! .. Dewey'in I 7 Büyük Filozoflar'ını bir de küçük, ciltsiz bir kitap var: La

Vie Religieuse, 1 'economie et la Division du Travaill B (Dinsel

Yaşam, Ekonomi ve işbölümü). Kütüphanemden btmlan isterim. Bir de MiUi Tetebbular Mecmuası'nda "Eski Türklerde Sosyal Örgütlen­ me" başlıklı uzun bir yazım çıknuştı. O dergiden bir nüsha gönderir­ seniz memnun olurum... En yüksek adamlar, iradesi en kuvvetli olanlardır. İradenin de esası dikkattir. Dikkat, dalgın olmamak, uyanık bulunmak demek­ tir. . . Fuad Bey'in yeni çıkan Türklerde Ilk Mutasavvıjlarl 9 kitabından

bir nüsha isterim ...

"Yanko'da kuzu kebabı yerdik. ..

"

Bir adamda akıl varsa irade de vardır. Çünkü irade akla uygun iş yapmaktır. Alol doğru düşünmeli, irade de onun karar verdiği şeyi is­ temelidir... (Yeni) elbise isteyişimin nedeni, bizi şehirde serbest gezmeye bıra­ kacaklard.ı. Londra'ya yazdılar. Cevap gelmedi. Demek ki bunun ola1 7. John Dewey; Amerikalı filozof ve �li m. 1 8. Ciltsiz, küçük kitabın yazan Rene Meunier. Kitabın Türkçe basımının adı ise Hayat-I Diniye, Taksim-i Am�/ ve Hayat-I lktisadiye. 1 9. Profesör Fuad Köprülü'nün tam adıyla Türk Edebiyatmda Ilk Mutasavv1flar'ı 1 9 1 8'de basılmıştır.


1 20

cağı yok. O halde yeni elbiseye de gerek yok. .. (Biz de) kırlarda, köy­ lerde geziyoruz. Mevcut elbiselerirn şimdilik yeterlidir... Ben burada hiç sıkılmıyorum. Düşünmek, okumak ve okutmak be­

ni meşgul ediyor. llim adamı olmasaydım başkaları gibi sıkılacaktım. Demek ki bilgi, insana hiçbir zaman zararı olmayan fakat daima yara­ n

olan iyi bir arkadaştır... Bir gün gelecek, hürriyet istibdadı yenecek Adalet zulme galebe

çalacak (galip gelecek) ... Kütüphanemdeki, Gaston Richard'ın Soci­

alisme, La Femme dans l'Histoire ve Morale (Sosyalizm, Tarih Bo­ yunca Kadın, Moral) isimli kitapları bekliyorum ... Sevgili kızun Hürriyet Hanım'a, bugün Hıdırenez yahut Hızır-llyas günüdür. İstanbul'da olsaydım seninle beraber (Büyükada) Dil'e gi­ der, Yanko'nun gazinosunda kuzu kebabı yerdik. ..

"Kitaplanını satabilirsiniz ...

"

Sıkıntılara karşı nasıl tahammül edeceksiniz, sevgili zevcem? Ge­ çen sene borç vermek isteyenler vardı. Onlardan benim namuna is­ tikraz edilebilir (borç alınabilir). Icabederse kitaplarımı da satabi­

lirsiniz! Benim yüzümden bu sıkıntıları çektiğinizi düşündükçe acı çekiyorum .. . 2 0

13 mayıs ile 21 haziran 1920 tarihleri arasında yazılan mektup­

larda Ziya Gökalp'in daha önce bilinmeyen bazı düşünceleri ile gi­

derek ivme kazanan Kurtuluş Savaşı'ınızla ilgili üstü kapalı görüş­ lerine rastlıyoruz. Mustafa Kemal Paşa'dan, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden ve Ankara Hükümeti'nden

sanınrn

sansür nedeniyle

hiç söz etmese de Anadolu'daki gelişmeleri izlediği belli oluyor: Fabrikalarda makineleri çevicenin buhar kuvveti olduğu gibi, cemi­

yet makinelerini çeviren de ülkü ve üimdir. Bunlar oldukça karanlık­ ta kalınmaz. . . Bütün haksızlıkların sebebi cehaletle ülküsüzlüktür...

Birkaç sayfa önceki bir mektubunda "gönlünü şen tutmak için fal açtığından" söz etmişti. 14 mayısta büyük kızına "Fal ya20. Ziya Gökalp'in parası ve herhangi bir yerden geliri yoktu. Eşinin, az çok varlıklı bir

insan olan babasından kalanları elden çıkararak geçimlerini satladııı ve Ziya Gökalp'e de Malta'ya para gönderditi anlaşılmaktadır.


121

!andır... Dindar olan fala inanrnaz. llirn de falı kabul etmez! . . " di­ yor. Çağına göre çok öncü, hatta "ütopya" sayılabilecek fikirle­ ri de var: Ülkü her ülkeyi cennet yapacak. Her millet kendi cennetinde hür ve mesut yaşayacak. Dinler, uygarlıklar birbirini sevecek! .. Eskiden herkes, her millet insaniann sırtından geçinirdi. Yeni hayatta herkes ve her millet emek anahtarlarıyla doğanın gizli hazinelerini açarak oradan geçinecek Kimse miUetini sevdiği için suçlu sayılmaya­

cak. Değil en iyi adamlar, hatta iyi olmayanlar bile esarette çürütül­ meyecek! O (yeni) zamanın kanunları yalan, ahlakları sahte, ilim ve felsefeleri hileli olmayacak! .. (Burada) bazıları ailelerini Malta'ya götürmek için başvuru yaptı­ lar. Cevap bekliyorlar... Hayır, hülyayı bırakalım. Siz, bu yabancı ülke­ de sıkılırsınız... Benim bir bildiğim var ki o da Allah'ın varlığıdır. "Türk'ün Tan­

rı sı" herhalde öz üini, AUah yolunda canla başla çalışan Türk mil­ letini esirgeyecektir. . .

Atatürk'ün çok sevdiği Tevfik Fikret daha 1902'de "hernşiresi için" feryat ederken "Elbet sefil olursa kadın alçalır beşer (in­ san)" demişti. Bunları da Ziya Gökalp söylüyor, 24 mayıs 1920'de büyük kızı Seniha'ya Malta'dan yazdığı mektupta: Amerika'da erkekler yalruz sanayi ve ticaretle uğraştıklarından ilim, edebiyat, felsefe ve güzel sanatlar kadınlara ait hünerler sayıl­ mıştır. Eskiden kıziann eğitimi onları ev işlerine alıştırmalda sınırlıy­ dı. Bugün ise kızlardan yükseköğrenim de isteniyor. Onlar için üni­ versiteler, yüksekokullar açılıyor. Kadıniann görevi yalruz çocukları­ nı terbiye etmek değildir. Milleti eğitmek, erkekleri doğru yola sevk etmek de onlann görevidir. Basın, parlamentolar ve hükümetler er­

keklerin elinde bulunduğu için dünya savaşlardan, kavgadan, gü­ rültüden kurtulamıyor. Kadınlar bu işlere katılmış olsalardı her yer­ de şiddetten çok sevgi egemen olurdu. Avrupa, Cihan Harbi'nden ön­ ce kadınlara hukuk (haklannı) vermiş olsaydı insanlık için büyük bir felaket olan harp yaşanmazdı ...

Bir Ziya Gökalp doksan yıl önce böyle dernişken, halen yöne­ tirnde bulunanların kadınları, tıpkı engeliHer gibi, "korunrnaya


1 22 muhtaç yaratıklar" olarak görmesine ne demeli, Atatürk'ün Tür­ kiye'sinde?.. Her haber bir dalgadır. Dalgalar denizin ancak yüzeysel ve ani kı­ mıldanışlarıdır. Oysa denizde çok derin ve büyük hareketler vardır. Bunlar büyük akıntılardır... Cemiyet hayatı da büyük bir denizdir ve onun da hem dalgaları hem de akıntıları vardır. Toplumbilirnde bun­ lara "toplumsal akımlar" denir. Bu kanunları bilenler bugünkü bir akı­ mın yarın nasıl aksi bir akım doğuracağını da bilirler. .. Zekeriya Bey'den ben de ikinci bir mektup aldım. Cevabını da yazdım. Kendisi gazetecilik mektebine, refikası (eşi) hanım da içtimaiyat mektebine devam ediyormuş... Görüyorsunuz ki başkaları iyi bir tahsil görmüş­ ken yine yeterli bulmayıp tahsillerini artırmaya, tamamlamaya çalışı­ yorlar. 2 1 Ben de burada bir talebe gibi çalışıyorum. Ben de, sizin gibi kendi kendime okudum. Zamanımız, ilim zamanıdır, fen zamanıdır. Beni en fazla sıkan şey, sizin tahsilsiz kalınanız endişesidir... Hayatım yalnız bana ait olsaydı, sağlığıma hiç kıyınet vermezdim. Bugün, zavallı bir ailenin bütün ümidinin bana bağlı olduğwıu bilme­ yecek kadar şuursuz muyum? Mektuptarımdan daima tatlı sözler işit­ tiğinizi yazıyorsunuz. Ben, ruhumdaki duyguların milyonda birini yazmıyorum...

Açıkça söyleyemiyor ama Ulusal Kurtuluş Savaşı'yla ilgili ge­ lişmelerden haberli olduğu anlaşılıyor. "Milletimizin saadetli dev­ resi yakında başlayacaktır... " diyor 1920'nin haziran başlarında. Malta'da ilginç bir gelişmenin yaşandığını da 4 haziranda Seni­ ha'ya yazdığı mektuptan öğreniyoruz: (Mebus ve gazeteci) Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey'e ailesini (buraya) getinnek üzere müsaade ettiler. Başkaları da müracaat ediyor. Onla­ ra da müsaade edecekleri tabiidir. Cahit Bey'in ailesi şehirde otura­ cak. Kendisi her gün (yanlarına) gidip gelecek!.. l l . Ziya Gökalp'in başka mektuplarında da adı geçen yakın dostu ve hayranı Zekeriya Bey (Sertel, 1 890- 1 980) önemli bir sosyolog (Paris, Sorbonne) ve öırenimli (New York, Columbia Üniversitesi) bir gazetecidir. "Refıkası" Sabiha Hanım da (Sertel, 1 8961 968) Amerika'da sosyoloji ö�renimi görmüş bir aydın, yazar ve düşünürdür. Türki­ ye'nin de ilk kadın gazetecisi olarak bilinir. De�işik gazete ve dergiler çıkaran ve kitap­ lar yazan çiftin ortaklarıyla birlikte yayımladıkları ( 1 934- 1 945) ve Nazi Almanyası'na karşı bir tutum sergileyen Tan gazetesi ve Istanbul'daki matbaası bir kışkırtma sonucu 4 aralık 1 94S'te tahrip edildikten sonra sosyalist ülkelerde yaşadılar ve zaman zaman Nhım Hikmet'le birlikte çalıştılar. Çiftin kızları Yıldız Sertel de (do�m. 1 923) ö�retim üyesi ve yazardır. Kurucusu oldu�u "Sertel Gazetecilik Vakfı"yla anne ve babasının Tür­ kiye'de özgürlük ve ba�ımsızlık için vermiş oldukları savaşımı sürdürüyor.


1 23

Ben sizin (Malta'ya) gelmenizi hayal bile etmiyorum. Burada bir ai­ le çok paralan olmadan yaşayamaz... Pazartesi günleri arabayla çılayoruz. Deniz kenannda bir gazinoya gidiyoruz. Birkaç güne kadar deniz hamamianna başlayacağız... Her sabah felsefe dersi. Haftada üç gece de sosyoloji yani ilm-i içtima konferanslan var...

Küçük Türkan biçki-dikişe de şimdiden merak samuş olmalı: Makasla annenin hırkasıru kesmişsin! Biçki öğrenmek istiyorsan, böyle öğrenilmez. Küçük ablan bebeklerine elbise yaparken nasıl bi­ çiyor. Nasıl dikiyor? Yaptıklanna dikkat et. . .

"Ah. . .

Biz niçin Türklüğü unuttuk?"

Vecihe Hanım'a: Şimdilik (Diyarbalar'a gitmeyip) İstanbul'da kalmanız gerekir. Tabü, sağlığınlZı bozmayacak bir geçinme çerçevesinde. Yoksa, tasarruf edi­ lenin on katı tedaviye verilir. . . Yırmi liralık ev kirası eskiye göre paha­ lıdır ama bugünkü kiralarla layaslanırsa ucuzdur... Ben burada rahat

etmek için az konuşuyorum. Siz de gelen konuklarla az konuşursanız iyi edersiniz... Bütün anlaşmazlıklar hep (fazla) sözden çıkar...

Seniha'ya: Ben on altı sene annenle yaşadım. Aramızda bir saat bile dargınlık sürmedi ... Türk'ün köyü de, evi de, ruhu da sükiln içindedir. Ah,

biz niçin bu güzel, bu mesut, Türklüğü unuttuk? Benim sizlerden istediğim gerçek Türkler gibi tartışmasız, anlaşmazlığa düşmeden, derin bir sükfin ve sükı1t içinde yaşayınız... Bugünkü acılan hiç hatır­ lamayacağız. Milletimiz İstikiali ile vatanımız bütünlüğü ile kurtulmuş olduğu gün biz de herkesle beraber mesut olacağız.

Ziya Gökalp 14 haziran günü Seniha'ya yazdığı mektupta, "Bir millet uyandıktan sonra artık (bir daha) uyumaz... " diyor. Bugün­ leri görseydi acaba gene böyle düşünür müydü: Filozof olaylan herkesten başka görür. Olaylara bakmaz onların bir araya gelince ifade ettikleri gelişme hareketine bakar... Gelişme


1 24

varsa gelecek iyidir... Filozof (kozasındaki) ipekböceğine röntgen şuaıyla baktığında (sanılarun aksine) ipekböceğinin ölmediğini, belki tırtıl halinden kelebek haline geçtiğini görür... Toplurnlar da tırtıl ha­ linden kelebek haline geçebilirler. Bugün bayram! .. İnsan, ferdilikten çıkmadan içtirnai olabilir mi? On sekiz aydır ben ve benimle birlikte sizler çile çekiyorsunuz... Bi­ zimle birlikte bütün millet çile çekiyor...

Hayatımı itme valifetmiş olduğum için esirim. Başkaları olsa böyle adamları göğe çıkarırlardı. Eski devirlerde de galipler mağlup­ ların a.Iimlerini, sanatkarlarını alıp memleketlerine götürürlerdi. .. 22 Doğru bir adam tek başına doğru olamaz. Eşi ve çocukları da böyle kalmakta

ona yardımcı olmalıdır ki, yolunu şaşırmasın!.. Birçok adam

aile içi telkinler dolayısıyla sapmıştır. Zengin olmak benim ha,tırıma

gelmediği gibi ailem içinde de kimse bunu arzu etmemiştir. .. Gönderdiğiniz şekerler bayranun birinci günü geldi. Ancak, bu pa­ halılıkta bayram şekerine para vermenizi isabetli bulmadım ... Acı öm­ rümü tatlandırmak için mektuplarınız yeterlidir... Artık şehir hayatın­ dan nefret ediyorum. Medeniyet yalarunış! Zulümden, vahşetten iba­ retmiş. Yaptıklannın cezası olarak günümüzde o da yıkılıyor...

Yedi başlı devleri ezen kahraman Senilla'ya 28 haziran tarihli mektubunda böyle derken acaba kimi kastediyordu? Olaylar, diplomatları yalancı çıkarıyor. Umacıdan korkar zannet­

tikleri, yedi başlı devleri ezen bir kahramandır. Doğan bir güneşi batan bir güneş sanmak ne büyük gaftettir... Emperyalizm, bu asrın bünyesine bakıldığında bir hastalıktır. Bu asır, hürriyet, eşitlik ve mil­ liyet asndır... Yakında daha hür, daha adilane bir devir başlayacaktır. Bu sözlerimi hayal sanma, hakikattir.. . Yırmi

beş senedir yüzmediğim halde yüzmeyi unutmamışırn. Haf­

tada üç kez deniz hamamma gidiyorum. Şişmanhğa karşı yürümek ve yüzrnek çok yararlıdır... 22. Fatih'in Istanbul'un fethinden sonra Bizanslı ilim ve sanatkirların kentte kalmaları

için onları ikna etmeye çalıştı� ve bu konuda hayli başarılı oldu�tu bilinir.


1 25

Mektuplannız bana gurbette vatan kokusu getiriyor. Cehennemde cennet hayatı yaşatıyor. Bu yaz günlerinde soğuk Taşdelen suyundan da buzlu Kevser şarabından da iyidir... Allah'a karşı muhabbetimiz çıkar karşılığı olmamalı. Insan, güzel bir çiçeği nasıl güzel olduğu için severse, Allah'ı da güzeller güze­ li olduğu için sevmeli... Allah yoluna giden olmazsa O ne yapsın?.. Allah bizim taraftadır. Çünkü, hakkı, hakikati ve adaleti isteyenler bizleriz... Günümüzde, Allah yolunda çalışanlar gayet az ama şeytan yolunda çalışanlar çok. Fakat işin sonunda "Allahçılar" şeytaneılan yenecektir...

Mektuplar gecikince kızlarına esprili bir postacı resmi çizmiş mektubunda: Ben postacıyı, yetmişlik bir kadına benzetirim. İhtiyar olduğu için değneğine dayanarak yürür. Bunak olduğu için de sağdan soldan ge­ çenlerle konuşur. İşte böyle bunak bir kocakan bize mektup getire­ cek diye bekler dururuz... Ben bir mejkure isem, o mejkure bütün gençlerin ve çocukların ruhuna yerleşmiştir. Benim yok veya var oluşum artık o mejkure­ ye etki yapmaz. . .

19 Temmuz'da Seniha'ya: (Ailelerinin esirlerin yanına Malta'ya) gelmesi işi herkesi boş yere telaşa düşürmüş. Daha kimse gelmedi. Zaten, Hüseyin Cahit Bey'in ailesinden başka da istekli yok. Onlar da İsviçre'ye giderken (buraya) uğrayacaklarmış! Hepsi bu.

Aynı gün Hürriyet'e: Beni, annenden fazla sevdiğini söylüyorsun. Bunu kabul etmem. Bir baba ne kadar iyi olursa olsun, anne kadar iyi olamaz! .. Onun, si­ zin için çektiklerinin binde birini ben çelanedim ...

"Zavallı Türk milleti" "Yıllar geçer, haber gelir, yar gelmez! ..

"

Anadolulu Kezban, Yemen'deki Mehmetçik'ini beklerken bu acılı


1 26

sözleri kim bilir kaç bin kez tekrarlamıştır? Bu zavallı Türk milleti üç bin seneden beri hep bu felaketleri yaşıyor...

Hürriyet'e: Senin gibi bir harum kız kapı önünde otunnaz. Senin yerin ya mek­ tep yahut annenin yanıdır. Türkan da sokağa çılanasın. Sokak mikrop yuvasıdır... Bugün bütün dünyada salgın halinde bir sinir hastalığı, bir umumi delilik var. Herkes az çok çıldırmış: diplomatlar, gazeteciler, tüccar­ lar... Herkes de bwı.lara bakarak çıldırmış. Kiminin babası esarette, kiminin kocası ... Valetta şehri elektrik ışıklan içinde ... Hiç susmayan kilise çanları... Tramvay, otomobil sesleri...

Türk esirler öğretmiş olmalı. 12 ağustosta eşine adeta müjde

veriyor: Burada yoğurt yapmaya başladılar. Artık her gün

sarın

ısaklı yo­

ğurtlu patlıcan kızartması veya tatarböreği...

Seniha'ya, 19 ağustos 1920'de: Aileyi kadın yapar. O halde millet de kadının eseridir. Bizde kadın­

lar iyi tahsil görmedikleri için aile yükselemiyor. Aile yükselerne­ yince millet de geri kalıyor...

Eşine, 26 ağustosta: Bugün bayranun ikinci günü. Bilmem, böyle kara günlere bayram demek doğru mu? .. Malta'da adet olmadığı halde, ilk defa yağmur yağdı. Demek ki gök de Islam dıeminin bu kederli bayramına ağlı­

yor... Eski Türklerin inancına göre bir insan dünyaya gelirken "Gök Tann" "Yapık" adlı meleğine "Süt Gölü"nden bir damla alarak bunun­ la yeni doğacak olana ruh yapmasını söylerdi... İslam inancına göre de Allah, "Beni Adem'i tekrim ettim (insanoğlulanru uhıladım); kendi ruhumdan nefh ettim (üfledim)" buyuruyor. Ruhumuz mademki Al­ lah'ın ruhundan gelmiştir, o halde nasıl olur da bu f3.ni dünyanın kö­ tillüklerinden etkilenebilir?..


127

Ayru gün Seniha'ya evrenin oluşumunu anlatıyor: Eskilere göre evren birçok çarhlann (çarklar) birleşmesinden meydana gelmiş büyük bir makineye benzerdi. Şimdikilere göre ise sonsuz mekanizmalardan oluşan büyük ve karışık bir mekanizma­ dır. . . Bütün işleri madde mi yapıyordu? Bergson (Henry, 1859-1941) şu cevabı veriyor: "Allah önce maddeyi serbest bıraktı.

O (da) kendi

kanunları uyarınca güneşleri, yıldızları, gezegenleri ve bu arada Yer'i ve üzerindeki madenleri, denizleri . . . (Sonra) 'protoplazma' adlı mad­ de meydana geldi ve Allah da ona derhal ruhu, yani kendi ruhunu üf­ ledi. Ruh da cansız maddeye hayat vererek bitkileri, hayvanları ve so­ nunda insanı vücuda getirdi . . . "

Sevindirik! .. Ben bu tuhaf sözcüğü, son zamanlarda "geri zeka­ lı"dan üretilmiş "gerzek" benzeri bir saçmalık sanırdım televiz­ yonlarda, "Sevindirik oldum! .. " gibi konuşmalara rastlad.ıkça. Me­ ğerse, oldukça eski bir sözcükrnüş. Gökalp'in eşine yazdığı 2 ey­ lül 1920 tarihli mektuptan öğreniyoruz bunu: Milletler, rahat ve (işlerin yolunda gittiği) ikbal dönernlerinde ne oldum delisi haline girerler. Ülkemizde bunlara "sevindirik" adı veri­ lir. Oysa, felakete uğrayan milletler uyanırlar ve (bu durumdan) kur­ tulmak için mefkfueye dört elle sarılırlar. . .

(Eskiden) sorularıma cevap verecek bir filozof, bir bilim adamı aradım ama bulamadım! çalıştım.

O zaman, kendim sorularımı cevaplamaya

Zihnirn çok yoruldu ama fikirlerimi, "evlatlarırn gibi benim­

dir" diye çok seviyorum . . . Artık, yanımızda asker bir görevli olmaksı­ zın çılap bir yere gidebiliyoruz . . . Kayık yarışları izliyor, mağazaları dolaşabiliyoruz. . . Dün 8 eylüldü. Malta'nın büyük bayramı imiş. Güya bugün 1\ırgut Reis'i şehit etmişler ve Türkleri Malta'dan kovmuşlar. Kiliseler, büyük binalar, caddeler mahşer gibi aydınlatılrnıştı. Herkes bayramiıkiarını giyrnişti. . . Bir gün de Cahit Beylerin (Hüseyin Cahit Bey) oturduğu Medine kasabasına gideceğim "şömendöfer"le. Bura­ ya dişçi Atıf Bey adında yeni bir esir geldi. Herkes dişlerini yaptınyor. Ben de yaptıracağırn . . . Müzeleri, kütüphaneleri de göreceğim. . . Kilise­ lerde iğne atsan yere düşmez.

Bizde ise camiler gittikçe boşalıyor.

Vicdanlarda din azalınca böyle olur!. . Türk ve Müslüman kalmak, dinirnizi ve milli ahlalanuzı, milli estetik ve güzelliklerirnizle dilimizi korumak şartıyla Avrupalı olmalıyız.

değil ileriye gitmektir. . .

Türkçülük (de) budur. Geriye


128

Polverista, 20 eylül 1920. Vecihe Hanım'a: Yaşamak: yalruz düşürunekle olmaz. Gezmek, görmek ve işitmek de gerekli. Cumartesi günü sinemaya gittim... İnsan okumalda birçok yerleri görmüş gibi oluyor. Dernek ki okumak bir tür seyahat, seyahat de bir tür okumaktır. Dünya canlı bir kitaptır ki bütün ilimler bu kitaptan çıkanlnuştır. Bu kitabı "aslından" okuyaniara filozof denir. . .

23 eylülde kızı Seniha'yla bir söyleşi/mektup: Yeni dünyanın felsefesi ve uygarlığı nasıl olacak? Eskiden hükü­ metler halklannı korkutarak yönetirlerdi. Şimdi anladılar ki halk ar­ tık kendilerinden korkrnuyor... Cezalar artırıldıkça itaatsizlik de bir­ likte artıyor... Dernek karabaskı dönemi geride kalmıştır. Ancak hal­ kın rızasıyla kendilerini sevdirebileceklerdir. . . Vaktiyle hocalar herkesi cehennem azabıyla korkuturlardı. Şimdi (ise) herkes dinden sevgi, şefkat, coşku ve neşe istiyor. Allah'ı kor­ kunç göstermek isteyenleri dinlerniyor. . .

E n iyi uygarlık insanlan birbirine sevdiren uygarlıktır... Yalruz er­ keklere dayalı bir uygarlık ise kalpsiz, şefkatsiz ve içtenliksizdir. . .

Çürüksulu Mahmud Paşa'nın ailesi İtalya'ya gelmiş. Kendisinin de oraya gitmesi için izin verdiler...

4 ekim. Vecihe Hanım'a: Her çıkışta bir saatimi sinernada geçiriyorurn. Sinema, bu dünyaya benzeyen bir aıerndir. Orada da felakete düşenler, sonra, kurtulup mutlu olanlar var.

Bazı filozofZara göre içinde yaşadı!}ımız dünya

da bir sinemadırf. .

"Gazete haberlerine inanmam" 14 ekimde Seniha'ya yazdığı mektup basınla ilgili sert eleştiri­ lerini içeriyor: Orada çıkan bazı havadislerin sevinç bazılannın da keder verdiği­ ni yazıyorsun. Benim adetim hiçbir havadise inanmarnaktır. Bunlann,


129

masal ve tiyatrodan ne farla var? Yalan havadis yayımlamak bir sanat, bir fen niteliğini alnuş. Bunun birçok ülkede görevlileri, uzmanlan, kuvvetli bir örgütü hatta bir "nazın" bile var. Kibarca "propaganda" diyorlar yalan havadis yayınlamaya! .. Yalan söylemek ticaret adına yapılırsa reklam, siyaset adına yapılırsa "propaganda", din adına ya­ pılırsa da "misyonerlik"tir. Havadisleri masal dinler gibi dinlemeli...

1 kasımda Seniha'ya yazdığı mektupta "Türklere yeniden güler yüz gösterilmek isteniyor. .. " diyordu. Acaba bu değişiklik, İngiliz­ lerin, Anadolu'ya sürdükleri Yunanlı maşalarırun "Kemalciler" karşısında zorlanmaya başlamasıyla nu ilgiliydi? 8 kasım tarihli mektup da bu düşünceyi destekler nitelikte: Siyaset değişmiş gibi görünüyor. Şeyhillislam Hayri Efendi hakkın­ da tabipler birkaç kez (hasta olduğu hakkında) rapor verdikleri hal­ de serbest bırakmamışlardı. Şimdi, adi bir müracaatla müsaade etti­ ler. İstediği yere gidebilecek. Avrupa'ya veya İstanbul'a...

Vecihe Hanım'a 12 kasımda: Bizim tarikatlarda şeyh ile müridi arasında bir tür "kalp bitişikli­ ği" vardır ki adına "rabt-ı kalb" derler. Bu adeta bir manevi telsiz telg­ raftır. Söz dilinin yakından anlatamadığını bu kalp dili uzaktan an­ latabilir ki, Avrupalılar buna "telepati" derler. "Uzaktan duyuşma" anlamında...

Operayla tamşma Il. Abdülharnid "opera"nın ne olduğunu çoktan biliyordu. Yıl­ dız'daki özel "tiyatro" salonunda Avrupa'dan getirilen gruplar pa­ dişah efendirniz (!) önünde temsiller ve konserler veriyordu ama Ziya Gökalp gibi zamanın aydın ve etkin bir insarurun bile opera seyretmek için birkaç yüz bin nüfuslu küçücük bir İngiliz sömür­ gesine sürgün gitmesi gerekecekti: Evvelki gün ve dün ( 14 kasım) gezmeye çıktım. Önce sinemaya, akşam olunca da operaya gittim. Opera kumpanyası İtalya'dan gel­ mişti. Musikileri güzel, oyuncular da başantı idiler...

Hafif bir karın ağrısı geçirdiği için "hasta olduğu" söylentisi, o bildirrnese de ailesine kadar ulaşrruş. Gazetelere bile geçmiş.


1 30

Bir Bogos Tarkulyan "fototrafı" daha. Bu kez, Meclis-i Mebusan Reisi Hacı Adil (Arda) Bey'in kişilitinde Osmanlı şıkligını yansıtıyor. "Birader-i vefakarı" "Hayreddin Beyefendi Hazretleri"ne imzalamış Malta "ayanından" Hacı Adil Bey.

Polverista Kışiası önünde ve Ingiliz askerleri gözetiminde bir gezinti öncesinde. Herkes gönlünce giyinmiş. Fes de var, kalpak da. Kimileri "şapka devrimi"ni yapmış bile. Nedense, hepsi de bastonlu!


131

Esarette bir dinlenme anı. Ziya Gökalp soldan ikinci.

"Malta hatırası."


1 32

Bundan, hayli şikayetçi. 15 kasım tarihli mektubunda Senilla'yla dertleşirken "dalgasını geçmeden" edemiyor: Sizin kabahatmiz yok (ama) hastalık konusu artık "kabak tadı" vermeye başladı. Havadis bulamayınca icat etmeye alışkın ve yegane sermayeleri "habbeyi (küçük bir şeyi) kubbe yapmak" olan gazeteci­ ler bir masal uydurarak sizi telaşa düşürmüşler... Buna karşı ne yapa­ bilirim? Ben geceleri rahat mı uyuyorum, uyuyamayan biri bunu has­ talık sayabilir! .. Her yediğimi kolayca hazmettiğimi gören ama kendi­ si hazım zorluğu çeken biri buna hastalık diyebilir... Kış geldi ama hiç üşümüyorum. (Bundan da bir anlam çıkannasınlar) iyi fanilalar aldı­ ğım için üşümüyorum! .. İyi günlerimizde belki benim de "naz hastası" olmuşluğum vardır. Fakat şimdi, bu esarette kimse nazımı çelanez ki naz hastası olayım! ..

Seniha'ya 22 kasımda hayaile gerçeğin birbirine karıştığı sözler: O halde nereye gidelim? lşte bir pastacı dükkftnı! Buraya giriyoruz. Siz çay ve pasta ısmarlıyorsunuz. Ben de gam zamanının yoldaşıdır di­ ye bir "cocktail" (kokteyl) istiyorum. Ne yapayım? Kederli zamanlarım­ da bundan bir iki kadeh içip ruhumun kuvvetini yükseltiyorum ...

Vecihe Hanım'a 22 ve 25 kasım günlerinde yazdığı uzun mek­ tuplardan bazı bölümler: (Burada) hiç kimseyi ailesinden ve çocuklanndan başka arayan, düşünen olmadı ... (Gene de) bu durum insanlara (özel) bir şeref ver­ mez. (Çünkü) Aile muhabbeti hayvanlarda, kuşlarda da var... Kitapla­ rıının arasında Mahmud Esad'ın 2 3 Tarih-i Ilm-i Hukuk (Hukuk İlıni­ nin Tarihi) kitabı var. Onu ve bir de MiUi Tetebbular Mecmuası'nın üçüncü nüshası ile Şair mecmuasının nüshalannı gönderirseniz memnun olurum... Dün, bir oyuncakçı dükkftnının önünden geçiyordum. Türkan ya­ şında bir çocuğa babası oyuncak beğendirmeye çalışıyordu. Gözle13. Mahmut Esat Bey (Bozkurt, 1 892- 1 943) genç Cumhuriyet'in, "Maarif Vekili" Musta­

fa Necati Bey gibi en verimli dönemlerinde ve yaşlarında kaybettiti iki önemli isminden biriydi. Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra lsviçre'nin Lozan ve Freiburg üniversitelerinde doktora yapan Mahmut Esat Bey ikinci Meclis'e lzmir mebu­ su olarak girdikten sonra 1 924'te iktisat, sonra da adiiye vekillitine getirilmişti. Medeni Kanun'un yanı sıra Ceza, lcra, Iflas, Kara ve Deniz Ticaret Hukuku kanunları da onun ba­ kanlıtJ dönemlerinde yapılmıştı. Bozkurt adlı küçük bir Türk gemisini batıran Fransız Lo­ tus gemisiyle ilgili Lahey Adalet Divanı'nda açılan davayı kazanarak uluslararası ün kazan­ mıştı. Ankara ve Istanbul üniversitelerinde dersler verirken genç yaşta öldü.


1 33

rim doldu. Kaçtım oradan... Bu hafta da (Süleyman) Sudi Bey'e "İtal­ ya'ya gidebilirsin... " dediler. Böylece üç oldu gidenler. Allah sayısuu artırsın. Bu (işler) çorap söküğü gibidir! ..

Iyi olmak herkesin iyiliğini istemek demektir. İyi olmanın taduu .

almış olsalardı, bütün fenalar iyi olurdu! Keşifler yapmış bir 3.lim, da­ hiyane tablolar yaratmış bir ressam veya yeni makineler icat etmiş bir fen adamı, iyi bir insanın fazileti karşısında sönük kalır. İşte Türk mill etini, cehaleti, yoksulluğu, adamsızlığı, intizamsızlığıyla (gene de) yaşatan iyi bir kalbe sahip olmasıdır... Bende (de) biraz iyilik görü­

yorsan Türk olduğum içindir. Yoksa, kişisel erdemliliğimden değil! ..

Kızıanna 30 kasımda: Bu kağıdı Köprülüzade Fuad Bey'e (Profesör Fuad Köprülü, 18901966) gönderiniz. Annee Sociologique'nin altıncı cildinde Durkhe­ im'ın "İçtimai Tasnifler" makalesindeki sekizli tasnifın ayrıntılan (Çinlilere dair) bir kitaptan alınmış. Groote'un24 kitabından başka olan bu yapıtın yazan kim? Lütfen bana yazsın ...

"Sevgili zevcesine" 2 aralık 1920'de yazdığı mektup, Ziya Gö­ kalp'in pek bilinmeyen "pedagog" yaruru bir kez daha ortaya ko­ yuyor: Türkan (ablalan aracılığıyla) yine şikayet ediyor. "Sobanın ayağını kırdım diye annem beni dövüyor!" diyormuş. Türkan gibi çocuklar dövülmekle uslanmazlar. Ona, "Seni babana şikayet ederiz" demeli... Bir çocuğun çok uslu olması da iyi değildir. Zeki çocuklar yaramaz olurlar. Uslu çocuklar hımbıl olanlardır. Çocuğun bütün işi oyna­ mak! .. Oynamasın da ne yapsın?..

2 aralıkta Seniha'ya: Şimdilik birbirimizi mektupla görecegız, mektupla işiteceğiz... (Halen) yalnız mektup yazmaya iktidarım var. Bunda da kusur eder­ sem dünyanın en vahşi insanı (ben) olurum...

Dört gün sonra tekrar eşine: Haftada iki gün de "Kütüphane-i Umumi"ye (Public Library) gidiyorum. Operaya da istediğim kadar (gidebilirim)... Şerefli bir barıştan sonra şerefli bir surette (Türkiye'ye) geleceğim .. . 24. Groote (Geert, 1 340- 1 384). Felemenkli egitimci ve din adamı.


1 34

6 aralık günü Seniha'ya yazdığı mektupta doğru bir taluninde bulwmyor: İhtimal ki ilkbaharda kavuşacağız ... Annen diyor ki "Gelince sen okumayı bırak, ben de 'cigarayı' terk edeyim! " Birbirimize söyleyecek o kadar (çok) sözlerimiz var ki, aylarca, kitap okumaya zaten vakti­ miz olmayacaktır. Hürriyet, düzgün okumaya başladı mı? Dersleri ne kadar ilerlemiştir? Bu zavallı da devamlı bir mektep görmedi ki! Bir ay gider, altı ay gidemez... Türlü engeller okumasını geri bıraktı. ..

Eşine, o günlerde, insan ve çocuk "tahlilleri": Benim istediğim, kötülüğü iyilik gibi görmek değil, çevremizde hem iyilikler hem de kötülükler varken dikkati yalnız kötülüklere yö­ neltmemektir. İnsan neyi ararsa en çok onu görür. İşi gücü insanlar­ da kusur aramak olan biri doğal olarak birçok kusur görür veya gör­ düm sanır. Böyle yapan adam sonunda kimseyi sevmez, bedbin olur ve herkesten uzak yaşar. Oysa insanların meziyetleri, iyilikleri de var­ dır... İyilik ve güzellik arayan bunları da görerek insanları sever ve mutlu olur. . . Coşkun milletler zulme razı olmazlar. Durgun bir su nasıl bozu­

lur ve kokarsa, durgun bir miUet de zulme boyun eğer. Türk mille­ ti durgun dönemlerinde zulme çok boyun eğdi ama artık ülküleri var­ dır ve coşkun bir hale gelmiştir... Türkan'ın yine iki suçu var: Biri habersiz para alması, öbüıii haber­ siz çarşıya gitmesi. Bir daha böyle yaparsa ona darılınm. Maksadı, sa­ nınm,

size şekerleme getirip tatlı bir hayrete düşürmekti. Fakat, bu

boyda bir çocuk kendi başına nasıl sokağa çıkar? .. Bir çocuk, (Seniha gibi) sıkılgansa; ben, hatta babam da öyleydik. Sıkılgan çocuğun ruhunu sıkan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışma­ .lıdır... Örneğin ben, babamla rahat konuşamazdım. Eski zaman terbi­ yesi de bunu gerektirirdi. Böyleleri, "Maşallah çok sıkılgandır! .. " diye övülür ve terbiyeli sayılırdı. Oysa gerçek terbiye sıkılmamak, serbest olmaktır...

"Şairlik çocukluktur" Cevaplar çocuk ruhunu doyurmalı. Avrupalılar, çocuklarının soru sormasını dört gözle beklerler. Çünkü bir çocuk sorduğu şeyi anla­ maya hazırlannuş demektir...


1 35

Hürriyet'in Allah'a mektup yazması "şairane"dir. "Çocukça" değil. Çünkü şairlik de çocukluktan başka bir şey değildir...

Eşine, isyanlar ve çelişik duygular, düşünceler. Oraya gelince kitaplara veda edeceğim! Hiçbir şeyi bilmernek (bil­ rnekten) daha iyi imiş. Görüyorum ki cahiller rahat yaşıyor. Fakat (sen) bu sözüme pek de inanrna! Kitaplardan ne kadar zarar görsem (!) yine onlardan vazgeçernern. Çünkü, yaşamak için nasıl yemek gereki­ yorsa düşünrnek için de okumak gereklidir. Olrumayarılar düşünemez­ ler.

Zihinlerdeki "basrnakalıp" düşünceleri tekrarlayıp dururlar...

1919 sürgünde geçip gitmiş! 1920'nin sonuna doğru, 20 aralık­ ta, Seniha'ya öğütler: Kederli, ümitsiz zamanlarda Allah'a sanlrnalı. Başka çare yoktur. Allah'a sanlmak iyiliği sevrnek demektir. (Ama önce kalbini temizle­ meli) çünkü kalbini temizlemeyen insan AUah'ı oraya davet ede­

mez. İnsan (ancak) fenalıktan nefret edip iyiliği sevrneye başladıktan sonra kalbini Allah'a açabilir, ruhunu O'na gösterebilir...

Seniha'ya Türkan'ı tarif ediyor, incelik dolu sözlerle: Çocukluk hayatı en mutlu bir zamandır. Bu çağda bütün duygular şiir, bütün sesler rnusiki, bütün hareketler raks, bütün sözler masal­ dır, rornandır, edebiyattır. Hayat, meraklı bir tiyatro sahnesidir.. . İşte Türkan hayatı böyle görüyor. . .

Vecihe Hanım'la "İki seneden beri hürriyetimden yoksunurn... Bu iki seneyi nasıl geçirdiğirni ben de bilmiyorum... Bir sarhoşun, bir delinin, bir sersernin ömrü nasıl kendi haberi olmadan geçer­ se benim ki de öyle geçmiş... " sözleriyle dertleştikten sonra Seni­ ha'ya ilginç bilgiler veriyor:

Malta'da "Eşek" gazetesi Buraya (artık) gazete göndermeyin! (Bunlarda) "ruhlu" bir şey yok. "Maltız" diliyle iki gazete çıkıyor Malta'da: Birincisi, Arapça'da­ ki "eşek" anlamına Al-himar başlığıyla. İkincisi, Türkçe'deki gibi haston anlamına Baston adıyla. Maltız dili halis Arapça'dır ama bu­ nun böyle olduğunu akıllanna bir türlü sığdıramıyorlar. Bu dille ko­ nuşurlar ama dini ve resmi konularla edebiyat ve ilirnde kullandıkla­ n

dil İtalyanca'dır. Denilebilir ki bu toplum Maltız diliyle "duyuyor"


136

fakat İtalyan diliyle "düşünüyor". Yani iki dilli bir toplum. Bunlarda kültür ve uygarlık birbirine yabancı kalır. Oysa uygarlık kültür ağa­

cına aşılanmadıkça bütün çiçekleri açamaz. . . Selçuklu Devleti za­ manında Anadolu'nun yazı dili Farsça idi. Demek ki o zaman biz de iki dilli bir millet idik Sonra, bir devlet adamı, Karamanlı Mehmed Bey Farsça'yı kaldırarak Türkçe'yi yazı dili haline getirdi ama "Di­ van"daki katipler bu yazı Türkçe'sini Arapça ve Farsça söz ve tamla­ malarla o kadar doldurdular ki bu da ayrı bir dile (Osmanlıca) dö­ nüştü. Halk da (bu) yazı dilini yine anlamaz oldu. (Böylece) yeniden iki dilli bir millete dönüştük Bereket versin, şimdiki genç edebiyat­ çı ve şairlerimiz konuştuğumuz gibi yazmaya çalışıyorlar. Yoksa biz de iki dilli kalacaktık Uygarlığımız kültürüroüze aşılanamayacaktı. Yani, ulusal kültürümüz uygarlıktan yoksun kalacak, uygarlığımız ise millileşemeyecekti...

Seniha'ya 30 aralıkta. Endişeli satırlarla başlıyor mektubuna: Gazeteler, İstanbul'da kolera "zuhur ettiğini" yazıyor... (Sizlerden) mektup alıncaya kadar şiddetli meraklar içinde kalacağım.... Sıkıntı içinde olduğunuzu bildiğim halde bir şey yapamıyorum... Şibayoğlu (?) bir arkadaştan bize borç para bulamaz mı? (Kardeşim) Nihat Bey orada ise ondan belki borç alınabilir. İstanbul'un şimdi çok pahalılık olduğunu söylüyorlar. Tabii, bu kadar misafirler (!) geldi (ondandır). Paranın kıymeti de gittikçe düşüyor...

3 ocak 192 l'de eşinin yeni yılını kutluyor: Hepinizin yeni senenizi tebrik ederim. Bugünkü mektubum 1337 tarihiyle başlıyor... Felaketimizin de üçüncü senesi başlıyor. İki üç haftadan beri hiçbirimiz serbest çıkamıyorduk Esirlerden Vali Necdet Bey'le tüccar Mustafa Bey'in tirarı buna sebep oldu. Şim­ di tahkikat bittiği için yeniden serbest çıkmaya başladık .. 2 5 .

25. Ziya Gökalp'in eşine yazdıtı 3 ocak 1 92 1 tarihli mektupta kaçtıkları haberini verdi­ ti "Dahiliye Nezareti müsteşarı" 2687 esir numaralı Vali Necdet Bey ile tüccardan 2796 numaralı Kırzade Mustafa Bey'den sonra bir kaçış olayı da ileri tarihlerde yaşan­ dı. Eski 6. Ordu komutanı ünlü Ali lhsan (Sabis) Paşa ile on beş arkadaşı 6 eylül 1 92 1 günü bir ltalyan vapuruna gizlice binerek Sicilya Adası'na çıkmayı başarmışlardı. Içlerin­ de orda komutanları, valiler, eski bakanlar ve subaylar da vardı. Diyarbakır mebusu Pi· rinççizade Feyzi Bey, mülkiye müfettişi Şükrü (Kaya) Bey Cumhuriyet hükümederinde önemli görevler üstlenecek ama Ali lhsan Paşa, lsmet lnönü'yle anlaşmazlıta düşmesi sonucu inişli çıkışlı bir yaşam sürdürecekti. Filmiere konu olabilecek bu kaçış öyküsü Ingilizler için atır bir darbe olmuştu. Hınçlarını ellerinde kalan esirlerden aldılar.


137

1 0 ocak tarihli mektubunda "üsera" (esirler) hakkında haber var: (Serbest bırakılıp) Avrupa'ya gidenler Şeyhillislam (Ürgüplüzade Hayri) Efendi ile (Lazistan mebusu) Süleyman Sudi Bey'dir. Mithat Bey' e de "serbesti" verildi... (Ebüzziyazade, gazeteci) Velid Bey'le Şa­ fer Bey de (Yüzbaşı Şerafettİn Bey?) lstanbul'a (gelmiş)...

13 ocak 192 1: Sevgili kızım Seniha, halen Diyarbakır'la Halep üzerinden (!) "mu­ habere" var. Demek ki oraya gitseniz mektuplaşabileceğiz. Fakat ya­ kında lstanbul'a gelmemiz ihtimali de var... "Annem düşünemiyor" di­ yorsun. Siz düşünemiyorsanız hiç olmazsa Türkan'a sorunuz! Baka­ lım, falcı kızın bu husustaki falı nedir? .. "Amucana" dair bir şey yaz­

mıyorsun. O heraberinizde midir, değil midir?..

17 ve 20 ocakta Vecihe Hanım'a yazdığı mektuplar kötümserlik işaretleri veriyor: Seneler akıp gidiyor, bizim ve ailelerimizin nasıl cehennemi bir

lu.ıyat yaşadığuu düşünen yok... Bir milletin diğer milletleri esir et­ meye ne hakkı var? Bütün milletierin hür ve birbirine eşit olduğu bu yüzyılın en büyük akidesi (inancı) değil midir? .. Kış ne kadar uzun olsa (da) bir mevsimden ibarettir. Felaket de ancak bir süre devam edebilir...

"Avrupalılann sanatı yalan söylemektir" (lstanbul'a) gelmek haberi burada çok çıkıyor ama hepsi de so­ nuçsuz kalıyor. Bu nasıl oluyor, sana bir hikaye ile anlatayım: Adarnın biri "Bu yaz çok kiraz olacak" deyince "Nereden biliyorsun?" diye sormuşlar. "Canım çok (kiraz) istiyor da ondan! .. " cevabını vermiş. Herkes, gönlündeki neyse onun olacağına inanıyor. Kimileri de bazı yerlere başvuruyor ve olwnlu (!) cevaplar alıyor. (Oysa) Avrupalıların en büyük sanatı yalan söylemektir. Her gün bir yalan haberle birta­ kım zavallıları oyalamak istiyorlar... Avrupalılar bugün sarhoştur. (Bu nedenle de) kördür ve sağırdır... Yarın bu sarhoşluktan ayılacak, ger­ çekleri görüp işitecektir...

Eşine 3 1 ocak ile 3 ve 7 şubatta yazdıklarından bölümler: Kedere mağlup olmak bana güç geliyor. Felaket içinde "alı" ve "of'

etmeyi (ise) Bir Türk'e layık görmüyorum. . . Bunun için de "Hazret-i


138

Eyyub" kadar sabırlı olmaya çalışıyorum... Yakında esaretten kurtula­ cağımız söyleniyor ama ben bir şeye gerçekleşmeden önce inanmam ... Bize fenalık yapanlar birtakım hainlerdir. Millet haklanda (da) fenalık yapmak istediler ama Allah

razı

olmadı ... Zavallı Türkan geceleri üşü­

yor olacak ki "Babam gelince koynunda yatacağım" demiş. Ona baba sevgisini abiaları öğretiyor.. . Dünden beri burada "karnaval" başladı. Buna "maskara" diyorlar ve çocukların en sevdiği günler bu günlerdir. Bizde (ise) çocuklar için hemen hiçbir eğlence yok gibidir... (Avrupalı­ ların aksine) bizde neşesizlik ta çocukluktan başlar. Onlara olsun ne­ şeli bir ömür sürdüremiyoruz. (Bizde) çocuk oyunsuz, eğlencesiz kal­ mak (yüzünden) sıkılgan ve mahcup bir kişilik edinir...

Eşine ve Seniha'ya yazdığı, ı ı, ı4 ve ı 7 şubat tarihli uzun mek­ tuplar ilginç mesajlar içeriyor: Kurtulanlar nasıl kurtuluyor, diye soruyorsun. Onların, "çalışan" adamları var. MuaUimlerini düşünecek (olan) Darülfünun'du. Oy­

sa o da vefasız çıktı!. . Bu adanın her köyünde sinema var. Yalnız Va­ letta'da beş tane mevcut. Halk, sinemadan, musikiden, hele hele ope­ radan çok hoşlanıyor. Sessiz sedasız, işiyle gücüyle meşgul bir halk. Her ayın on günü muhakkak paskalya ibadetleri çok fakat taassup­

ları yok. Bizde ise ibadet etmeyenler bile taassup gösterir!. . Birçok mektep görmüş, tahsil etmiş adamlar ahlaksız, vatansız çıktılar, çünkü onlara ilim diye yanlış fikirler verilmiş. Yanlış ilim ce­ haletten kötüdür. Örneğin, bizim cahil köylümüz züppe alimlerden

daha ahlaklıdır. Vatanın, milletin ne demek olduğunu kimse ona öğ­ retmemiş ama köylümüz bunu duygularıyla ötekilerden daha iyi bilir. Demek ki "doğru duygu" yanlış duyguya tercih edilir. Fakat doğru duygu ile "doğru bilgi" bir adamda birleşirse onun ruhu bütünüyle sağlam olur... Nasıl, çirkin insanlar süslerle, takılarla çirkinliklerini örtmeye çalışıriarsa fena duygulu olanlar da güzel (görünen) fikirler­ le içsel çirkinliklerini gizlerneye çalışırlar... Zevkli, eğlenceli yerlerden hoşlanmıyorum ... Tek başuna kalmayı, tek başuna dolaşıp düşünmeyi seviyorum ... Aynlık zamanı bitmek üzeredir, fakat vefalı dostlar yoktur ki (be­ ni) hatırlasınlar! .. "Matbuat Cemiyeti" yazarlar için çalışıyor ama

benim de bir yazar olduğumu hiç hatırına getirmiyor. .. (Gönder­ diğiniz) on bir lira geldi...


139

Şubat ayı sonuna kadar yazılan mektuplardan bilgece sözler: lnsarun çok okumuş, çok düşünmüş ve çok duymuş olması, kalbi­

nin hazinesinde büyük bir sermaye, büyük bir servettir. Okumarnış bir adam olsaydım, muhtemel ki aile duygusu bende bu kadar ince,

bu kadar derin ve ateşli olmayacaktı... Bir çiçek bahçesinin bahçıva­ ru,

dağ çiçekleri içinde yaşayan bir çobandan daha çok zahmet çeker

ama bahçıvanın kendi yetiştirdiği çiçeklerden aldığı zevk de çobanın kır çiçeklerinden aldığı zevkten fazladır...

Ruhum bir yaz seması gibi bulutsuz ve saftır. (Çünkü) insaru hasta eden kin gibi, doymazlık ve açgözlülük gibi, hırs ve övünme gibi ihti­ raslardır. Ruh, bu gibi hastalıklardan uzak olunca dinginlik ve sessiz­ lik içinde yaşar... Sevmek, insanı mutlu eden tek şeydir. Talihsiz o adarndır ki ne sev­ diği ne de seveni vardır. . .

"lik göz ağnsı" kim? Senin hayalin özel doktoruro gibi her işime karışıyor. Şunu yiye­ ceksin, soğukta fanilalan artıracaksın, rüzgarlı havalarda (dışarı) çık­ mayacaksın gibi öğütlerle daima bana yol gösteriyor... Başkalanndan bana dair haber sormaruz çok canınu sıkar. Başkası benim halimi ne bilsin! ..

Ankara Hükümeti ile İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın Malta sürgünlerinin serbest bırakılması konusunda görüşmelere başla­ yacağı söylentisi Akdeniz'in orta yerindeki küçücük adalar gru­ buna çoktan ulaşnuştır. Mart 1921 ile sonrasında yazılan mektup­ ların içeriğinden bu durum kolayca antaşılmaya başlanmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın Anadolu'da Sakarya zaferine doğru bütün şiddetiyle sürdüğü günler: Türkan beni görünce taruyacağını saruyormuş. Demek ki zihninde bir baba hayali resmetmiş... Göz dili söz dilinden anlarnca daha zen­ gindir... Hüniyet Selanik'e gelirken Türkan kadardı (ama) beni görür görmez tanıdı. Yüzüme öyle bakıyordu. Çocuklar ilk gördükleri in­ sanlara karşı çekingen ve vahşi olurlar (oysa) Hüniyet beni eskiden beri taruyarmuş gibiydi; -Diyarbakır tabirince- bana "yavuk"tu. lhti-


1 40

mal ki babası olduğumu gözlerimden anlamıştı. Çocukluk başka bir aJ.emdir. İnsanlar büyüyünce o zamanın duygularıru wmturlar. Yazdı­ ğım çocuk şiirleri de gösterir ki ben o hayattan hiçbir zaman kopamı­ yorum? Çocukluğumda "amucamın" kızını da böyle özlemle bekler­ dim ve o da Malatya'dan gelirken şimdiki Türkan kadardı. . . 2 6 Size merak olmasın diye ben yalan yazacak değilim. Hem, durup dururken neden hasta olayım? (Sizlerden) ayrı bulunduğum iki sene zarfında benim hayatım yal­ nız düşünmekten ibaret kaldı. Bundan dolayıdır ki vücutça ihtiyarla­ madım. Yalnız, fikirce daha pişkin oldum ... Sevgili kızım, bu ·sabah erkenden kalktım. Çünkü "posta günü"dür. Annene, sana mektup yazmak lazım. Kalemi elirne alınca, iki senelik esaret hayatım gözümün önünden bir sinema şeridi gibi geçmeye başladı ... Sevgili zevcem, Allah Adem ile Havva'yı ve yavrularını bir aile ola­ rak yarattı. Demek ki bütün insaniyet bir aileden üredi. Bir kimseyi ai­ lesinden ayırmak, kalbi sineden, canı ciğerden ayırmak gibidir. Adem

Aleyhisselam'ın cennetten kovulması, ailesinden uzak düşmesi demek­ tir. Ah, insanlar ilk babalarından beri daima bu felakete mi uğrayacak­ lardı?.. Vaktiye Fransa'da filozof bir mebus Meclis'e şöyle bir öneri ge­ tirmiş: "Bir adam nefyedilecekse (sürillecekse) ailesiyle birlikte nefye­ dilsin!" Filozof mebusun amacı aileye acı çektinnek değildi ama bili­ yordu ki aileden bir kişi ayrılınca bütün aile perişan olur... Aileye layık olduğu yeri vermeyen bir uygarlık, uygarlık değildir... Adalet, düzen, re­ fah aileden başlamalıdır. Aile kanunu bütün kanunların başıdır... Allerne kavuşmak, bana yeniden hayata gelmek gibi görünüyor. Çün­ kü iki buçuk yıldan beri geçirdiğim hayat sosyal bir ölüm demektir... Bu­ rada serbestliğirnizi. artıracaklarmış! Cehennem içinde cennet hayatı ne kadar mümkünse, esaret içinde serbestlik de o kadar mümkündür! .. Ciddi şeylerle uğraşmaya ruhumun tahammülü yok. Zaten ilmi ki26. Gökalp Polverista Kı�lası'ndan 1 O mart 1 92 1 günü e�i Vecihe Hanım'a yazdılı mek­ tupla daha önce hiçbir kaynakta rastlanmayan bir gerçeli de ortaya koymu� oluyor: Ma­ latya'dan gelirken özlemle bekledili .. amucasının kızı" gelecekteki e�inden b�kası de­ lildir ve o tarihte altı �ındaki Mehmed Ziya üç �ındaki .. amuca kızı"na çocuksu duy­ gularla batlanmıştır bile. Ziya Gökalp bu gerçeli e�ine belki de ilk kez bu mektupla bil­ dirmektedir... Üstelik, şairane bir içtenlik ve sıcaklıkla.


141

tapların da yenileri yok ki okuyayırn. Savaştan beri Avrupa'da bir üim bunalımı var. Kitapların baskısı çok masraflı oluyor(muş). Bundan dolayı az satılan kitapları basmıyorlar. Kitapçılar da tüc­ carlar gibi düşünüyor. llim 3lemi bundan çok zarar görecek ... Sevgili lazım, altmış dört esirin serbest bırakılacağı biliniyor. Fa­ kat, beş on kişi dışında isimler belli değil...

Ve ilk müjdeli haber 28 martta: Sevgili eşim, evvelki gün isimler de belli oldu. Ben de özgürlüğüne kavuşacaklar arasındayım. Fakat şimdi lstanbul'a gelmek niyetinde değilim. Buradan İtalya'ya geçeceğim. Oradan hareketimi bildiririm. Diyarbakır'a yahut İhsan Hanırn'ın2 7 yanına gideriz. Henüz kararlaş­ tırmadırn... Gideceğimiz yerde öğretmenlikten başka bir iş yapmaya­ cağırndan (gelirken) kitaplarınu da getirmelisiniz... Vaktiyle kederden şaşırdığınız gibi şimdi de sevinçten telaşa düşmeyin. Daima soğuk­ kanlı olmalı ve sinirlerin deliliğine bir son vermeli... Bir araya gelince hiçbir sıkıntımiz kalmayacak. Çünkü ben burada sinir "tababetini", ruh doktorluğunu tahsil ettim! Bu fenne dair yeni çıkan kitapları oku­ dum. Sinirlerimi tedavi için buna ihtiyaç vardı ...

Eşine yazdığı 1 nisan tarihli mektupta, -yetkililer tarafından esirler üzerinde böyle bir umut ve beklenti yaratılmış olmalı ki­ "şimdilik İtalya'ya gidiyorum" diyor. Bir yerlere gidebilmek için daha otuz gün bekleyeceğini nereden bilsin? Bu durumda, o gün yazılmış satırlar " 1 nisan şakası"na, bu latifenin (!) mucidi Fran­ sızların deyimiyle "Poisson d'avril"e dönüşüyor: Dün, telgraf poliçesi olarak yirmi İngiliz lirası geldi. Şimdilik İtal­ ya'ya gidiyorum. Oradan bir yere hareket edersem telgrafla bildiri­ rim. Bu sırada İstanbul'a gelmeyeceğim. Aynlığımız biraz daha uzaya­ caksa da zararı yok. İhsan Hanım'ın yanına ne zaman gitmeniz gerek­ tiğini size yazacağım...

Gökalp'in dönüşle ilgili bazı planları olmalı ama bunları mek­ tuplarında açıklamıyor. Oysa, 16 mart günü Ankara Hükümeti 27. Ziya Gökalp'in mektuplarında ''lhsan Bey" ve ''lhsan Hanım" adları sıkça geçmek­ tedir. Aslında söz konusu olan Ittihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarından eski Mardin mebusu lhsan Bey'dir. lhsan Bey, Gökalp Malta'da iken ailesiyle ilgilenmiştir. Gökalp de sansürcülerden çekindigi için ve Ingilizierin bu zatı tevkif etmelerini önlemek amacıyla lhsan Bey'den, zaman zaman "lhsan Hanım" diye söz etmiştir.


1 42

adına Bekir Sami Bey ile İngiltere'yi temsilen Dışişleri'nden Ro­ bert Vansittart'ın irnzaladığı "esirlerin rnübadalesi" anlaşması ge­ reğince içlerinde Ziya Gökalp'in de bulunduğu ilk parti 64 kişinin serbest bırakılması karar altına alınmış durumda. Mustafa Kemal Paşa'nın, "Malta'ya sürgün" olayını öğrenir öğrenmez büyük bir öngörüyle derhal tutuklattığı 29 İngiliz arasında İngiliz general Lord Rawlinson'un kardeşi Yarbay Rawlinson bile bulunuyordu. Lord Rawlinson aylar önce ( 16 ağustos 1920) Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a yazdığı mektupta "Küçük kardeşim Mustafa Ke­ rnal'in elinde Erzurum'da tutsaktır... Malta'daki Türkler karşılı­ ğında onu kurtann... " diye feveran ediyordu. Aynca üç yüzbaşı, beş teğmen, astsubaylar, bir bölümü Hintli erler, çevirrnenler vb... İngiltere, Malta'dakilerden birkaçını serbest bırakarak bunların tarnamını kurtarmak için neler yapmadı? Bir İngiliz zırhlısında (!) bu konuyu görüşrnek üzere Mustafa Kemal Paşa'yı "her türlü gü­ venceyi vererek" cafeatlı sözlerle İzmit' e davet bile ettiler. Musta­ fa Kemal Paşa Rauf Bey gibi saf biri miydi ki bu süslü sözlere inansın? "Değiş tokuş isteyen ben değilim, sizsiniz! .. Benim iste­ diğim yere bir yetkilinizi yollayın ben de bir yetkiliınİ gönderi­ rim. . . " diye cevap verdi. "Malta'daki Türklerin tarnamını Anado­ lu'da belirleyeceğirn yere getirip bize teslim etrnedikçe elimdeki İngiliz subayların ve erierin bir tekini bile verrnem! .. " dedi. Önce bir hayli direndi İngilizler ama sonunda -ister istemez- razı oldu­ lar. Böylece hepsi kurtuldu Malta sürgünlerinin. Asker, sivil kirni­ leri ülkenin kurtuluşu ve yeniden kuruluşu için canla başla çalı­ şırken sayıları az da olsa kirnileri de tıynetlerini kurtarıcılarını öl­ dürmeye kalkışarak gösterdiler ve cezalarını darağacında çekti­ ler. Biri Osmanlı'da "maarif nazırlığı" yapmıştı. Malta dönüşü ön­ ce İzmit Müdafaa-i Hukuk Cerniyeti başkanı sonra da Trabzon va­ lisi oldu. İzmit rnebusu sıfatıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girdi. Öbürü ise Osmanlı'da dahiliye nazırlığını üstlenmişti. Malta sürgününden kurtulunca Ankara'ya geldi. İstanbul rnebusu ola­ rak Meclis'e girdi? lıkinin adı Şükrü Bey'di, ikincisinin ise İsmail Canbulat. . . Haziran 1926'da, Atatürk'e İzmir'de suikast girişimine karışmak suçuyla, 13 temmuz 1926 günü asıldılar. Neyse... Biz heyecanlı bekleyişin öyküsüne ve Gökalp'in son mektuplarına dönelim. Bavulunu çoktan hazırlamış olmalı ki 4 nisanda eşine "Vapura binrnerniz için gelecek tebliği bekliyoruz" diyor ve ekliyordu: "Be­ ni deniz tutmadığı için, dalgalı denizi de severim! .. " Oysa, daha haf­ talar vardı "vapura binrnelerine". Dernek ki, "Hemen gidiyorsu-


1 43

nuz! .. " gibi bir hava yaratımştı İngiliz yetkililer. Bir de düşündürü­ cü sözleri var: "Ben sizin yaruruza gelemiyorum. Acaba siz benim olacağım yere gelebilecek misiniz?" Ve ekliyor: "Mernlekete mi git­ meli, yoksa Thsan Hanım'ın yarunda nu kalmalı?.. " Gecikmeler onu biraz ikircikli yaprruş gibi. "Kurtulursam nerede birleşeceğiz? Ne­ rede yaşayacağız? .. " diye soruyor Vecihe Hanırn'a Birkaç gün sonra, 2 nisanda ise gene bildiğimiz, içten ve öğre­ tici insandır: Sevgili kızım, altmış dört esirle birlikte "terhis edildiğimi" yazmış­ tım. Şimdi, bekliyorsunuz... Biz de, sabırsızlıkla vapura binme haberi­ ni bekliyoruz... Türkan akıllıca sözler söyleyen bir hanım kız olmuş. Hürriyet, birkaç aylık mektep hayatıyla güzel mektuplar yazmaya başladı. Sen de ev işleriyle uğraşıyorsun. .. Eski zamanlarda Türk kız­ ları gayet iyi ev kadını olacak biçimde eğitilirlerdi. Kınalızade, kitap­ lığırnızdaki, Türkçe Ahlak-ı Aüiiyye adlı kitabında bir öykü anlatır. Kazvin kenti vaktiyle Selçuki prenseslerinden, yani sultan hanımla­ nndan birinin malikanesi imiş. Her yıl ilkbaharda burada otağını kur­ durur, malikanesinin düzenini gözetinniş. Yılların birinde lağım yapı­ mı için halktan yardım toplanırken bir heyet de katkıda bulanması için sultan hanıma gitmiş. Heyet, otağının önünde onu oturmuş nakış işlerken görünce bu hareketini hasisliğine vermişler, para koparama­ yacaklarına hükmetmişler. Geri de dönemedikleri için durumu mec­ buren anlatmışlar. Sultan hemen haznedarını çağırtıp gerekli paranın tamamını ödetmiş ve halktan toplananların da derhal iade edilmesini emretmiş. Eşraftan biri "Sultanırn, biz elinizdeki işi görünce sizden hiç para alamayacağınuzı düşünmüştük Oysa siz gerekenin fazlasını verdiniz... " deyince de "Hanedanımıza mensup bütün kadınlar ordu ve ülke yönetiminden uzak kaldıkça boş eğlencelerle vakit geçinne­ yip ev işleriyle uğraşırlar. Bu, eski bir geleneğimizdir... " cevabını ver­ miş. Bu hareket, yalnız Selçuk kızlarının değil, bütün Türk kızlarının geleneğidir, sevgili kızım... Ben önceleri de erkek eviadım yok diye hiç üzülmezdim. Çünkü, kız evlatla erkek evlat arasında fark gören eski kafalı babalardan değilim. Düşüruneye başladığırn ilk günden be­ ri kadınla erkeğin eşitliğini;

kız

evlatla erkek evladın aile ocağını de­

vam ettirmede aynı olduğunu kabul etmiştim. Gene de ailemizi çare­ siz bıraktığırnda senin bir aile reisi olarak bu denli çalışacağını pek ummuyordum. Çünkü henüz çocuk yaştaydın ve eğitimin de yetersiz­ di. Benim kadınlığa verdiğim ve başkalarına da kabul ettinneye çalış­ tığım değerin hakWığını bir kez daha karutladın. Annen rahatsız oldu­ ğu için ev işlerini üstlendin, kardeşlerinin ve annenin sağlık ve istira-


1 44

hatı için çalıştın. Annen de o kadar sinirli olmakla beraber büyük di­ renç ve sabır gösterdi. Hepinizin hakkımda gösterdiği şefkat ve mu­ habbet bu kara günlerde ruhuma aydınlık ve sıcaklık verdi ... İçlerinde, Ziya Gökalp'in yaru sıra Hüseyin Cahit (Yalçın), Ah­ met Emin (Yalrnan), Süleyman Nazü, Celal Nuri (lleri), Ağaoğlu Ahmed gibi ünlü gazeteci ve yazarlann... Rauf (Orbay), Kel Ali (Çetinkaya), Salatı (Cirncoz) ile Abbas Halim ve Said paşaların...

Mithat Şükrü (Bleda), İsmail (Canbulat) gibi devlet ve siyaset adamlarının... Mürsel, Cemal, Cevad, Esad, Şevki paşalann da bulunduğu altmış dört kişilik gruba dahil olanlar Malta'da bekle­ şiderken aileleri de İstanbul'da heyecan ve sabırsızlık içindeydi­ ler. Çoğunun sık sık Galata nhtımında toplandıkları, hatta, san­ daltarla "istikbale" (karşılamaya) çıktıkları bile söyleniyordu. Bundan, Gökalp de haberli olmalı ki eşine 21 mayıs tarihli rnek­ tubunda "Soğukkanlılıkla sonucu beklemeli. Orada her gün ya­ lonlannı karşılamak için iskeleye gidenler vannış. Herhalde sen kimseyi gönderrnezsin . . . " demektedir. Bu durumu bildiğinden olacak Seniha'ya yazdığı 2 1 nisan tarih­ li rnektubunda, dönüşünden değil de edebiyattan söz ediyor: Hürriyet güzel cümleler yapabiliyor. Böyle cümleler kurabilen ede­ biyat da yapabilir. Çünkü, edebiyatın esası güzel cümledir... Kimile­ ri, bir "mısra" yazamazken şair olmaya kalkıştıklan gibi kimileri de güzel bir cümle yaparoadıldan halde edip olmaya yeltenirler... Senin mektuplarında da cümleler gayet alacı ve doğal. Böyle, kalpten gelen sözler, "resmi" (!) ediplerin kalemlerini zorlayarak yazdıklan tatsız satırlardan bin kat daha güzeldir... İstanbul'daki tutukluluk dönemi de dikkate alınırsa nerdeyse iki buçuk yıllık gurbet, esaret ve aynlık hayatının son bulmasına yalnızca birkaç gün kalmıştır. Gökalp, eş ve çocuklarıyla artık sakin bir ömür sürecektir: Yeşillikler içinde, bir dere kenarında, ekmeğini "rnuallirnlik"le kazanarak. Ailesiyle birlikte ve onlar­ dan hiç aynlrnadan... Gelin görün ki lstanbul'a ayak bastığında orrnanlar, dere kenarları filan bir anda bitecek ve evinde bir ge­ ce, evet bir tek gece kaldıktan sonra yurt ve ulus sevgisi onu Anadolu'ya sürükleyecektir. Önce Ankara'ya, sonra Diyarbakır'a ve tekrar Ankara'ya Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne. Malta serü­ veninin son bulmasına yakın günlerde yazdığı son mektuplarda diyor ki:


1 45

Napoli'ye çıkar çıkmaz size telgrafla bildireceğim... Yerleşmek için havası güzel, ormanlı, bahçeli bir yer seçelim... Türkan taze yemişle­ ri çok sever, Hürriyet de ormanlardan hoşlarur. Seniha da yakırumız­ da deniz, göl yahut hiç olmazsa bir ırmak olmasını ister. Ben muallim olduğum için ancak mektep bulunan bir yerde oturabiliriz... Ruhum, senden aynialı yarım bir ruh olmuş. Seninle birleşince ruhumun ta­ mamlandığını göreceğim... Kafaının içinde fikirletim gölge gibi can­ sız. Aynlık beni bu hale koydu. Arzularıma sıcaklık verecek, gönlümü coşkuyla dolduracak senin tatlı öğütlerindir. Tırtıl kanatlarunca kele­ bek olduğu gibi benim hayailetim de kendinden geçince şair olur. . . Buradan ilk postada otuz yedi kişi hareket edeceğiz. Kalan yirmi dört kişi, Ankara'daki (İngiliz) esirlerle değiş tokuş edilecek. .. Esaretten kur­ tulmak ...

Tabü

buna çok seviniyorum. Biraz seyahat edeceğim. Yeni bir

memleket göreceğim. Dünyaya yeni gelmiş gibi olacağım...

Seniha'ya 28 nisan'da: Benim felsefem de Türkan'ın felsefesi gibidir. Şimdi diyeceksin ki "Hiç Türkan gibi bir bebeğin felsefesi olur mu?" Niçin olmasın? Her­ kesin felsefesi kendine göredir. Onun da kendisi gibi minimini bir fel­ sefesi var. O diyor ki "Ben Allah'a yalvardım, bu iş olacak! .. " Bu sözü halis bir imanla söylüyor. Türk köylüsü (de) böyle bir imanla Allah'a yalvardı: "Bana kuvvet ver, vatanımı kurtarayım ... " dedi. Allah (da) onun istediğini vermedi mi? İşte tarih böyle yapılır.. .

Ve. . . Sürgünden son iki mektup ... Benzerlerine oranla kısacık ama çok anlamlı. .. "Mutlu son" niteliğindeki satırlar. 571 'inci ve 572'nci mektuplar, "gerçek" bir Türk büyüğünün, düşünürünün içten ve içli kaleminden: Sevgili Zevcem Vecihe Hanım'a, Polverista, 30 nisan 1921 İki saat sonra vapurda bulunacağız. İtalya'da Taranto iskelesine uğrayacağız. Oradan hangi yolla geleceğimi telgrafla bildiririm. Bu­ gün artık gerçek serbestliğe kavuşuyoruz. Kardeşime selam. Çocuk­ ların gözlerinden öperim. Allahaısmarladık, sevgili zevcem. Cumartesi, 30 nisan 13362 8 ( 1921), Polverista Kocan Ziya Gökalp 28. Dotru tarih. bir sonraki mektupta da görüleceti gibi 1 336 delil 1 337'dir.


146

Sevgili Kızım Seniha Harum 'a, Polverista, 30 nisan 1921 Şimdi hareket etmek üzereyiz. Vapurla İtalya'ya Taranto'ya çıkaca­ ğız. Oradan telgrafla varışımı bildiririm. Hepiniz Allah'a emanet olu­ nuz. Sıhhatim çok iyidir, sevgili kızım. Amucana, annene selam. Kar­ deşlerinin gözlerinden öperim. Cumartesi, 30 nisan, 1337, Polverista Baban Ziya Gökalp

İstanbul D3.rülfünunu'nda derse girmeye hazırlanırken tutukla­ rup polis merkezine götürülüşünden yaklaşık 28 ay, Limni ve Mal­ ta'ya sürgün edilişinden de bir yıl kadar sonra, ilginç bir rastlan­ tıya tam da 19 mayıs ( 1921) akşamı işte tekrar İstanbul'dad.ır. İki yaşlı İngiliz vapurunun (Hibiscus ve Chrysanthemum) güvertesi­ ne kurulan çadırların içinde hareket ederlerken İngiliz yetkililer Anadolu'yu abluka altında tutan Yunan gemilerine karşı herhan­ gi bir güvence vermemişlerdi. İngiliz tutsaklığından Yunan tut­ saklığına düşmeleri işten bile değildi ama tuzu kuru birkaç kişi dışında hepsi parasız olduğundan başka çareleri de yoktu. Üste­ lik, Ermeni kornitacıları vardı gündemde. Eh, her zaman para ye­ terli olmuyor. Onlarla birlikte dönmeyip Roma'da kalan eski sad­ razam Said Halim Paşa bir süre sonra Ermeni kornitacıların kur­ şunlarına hedef olup hayatını kaybedecekti. Gökalp'in bir akşamüstü kapıyı çalıp evine dönüşünü büyük kızı Seniha (Göksel) şöyle anlatır: Çileli bir bekleyişten ve "İtalya üzerinden geleceğini" belirttiği mektuplarını aldıktan birkaç gün sonra akşama doğru çıkıp geldi ba­ bam. Hepimiz, sevincimizden adeta delirmiştik. Zavallı babam, bizi sakinleştirmek için hayli uğraştı ... Durumu öğrenen arkadaşlan evimizi doldurdular. İçlerinde Yahya Kemal de vardı ama vefalı dostumuz, felaket ortağırnız Ömer Seyfed­ din Bey (1884-1920) yoktu. O ölmüştü ... 2 9 Geç vakitlere kadar konuştular. Onlar gittikten sonra bu sefer biz 29. Çok genç yaşta askerlikten ayrılarak kendini yazı hayatına veren Ömer Seyfeddin edebiyatımızda "küçük öykü" türünün kurucusuydu. Selanik'te yayımlanan Genç Ka­ lemler dergisinde Ziya Gökalp'le beraber çalışmıştı. Kullandı�ı temiz Türkçe'yle geniş kitleleri etkileyen Ömer Seyfeddin geç teşhis edilen şeker hastalı�ı nedeniyle en verim· li ç�ında vefat eni.


1 47

"Britanya temsilcilili eliyle Istanbul" Cagaloglu Mektep Sokagı'nda Doktor Nafız Paşa'nın hanelerinde Ziya Gökalp Bey'in kerimeleri (M.IIe Ziya Gökalp) Hürriyet Hanım'a 28 haziran 1 336 tarihinde yazılmış bir kart: "Sevgili kızım, sizlerin halini düşündükçe ruhum mustarip oluyor... "

babamın etrafını sardık Konuştuk, konuştuk... Artık sabah olmuştu. Babamızı vapura bindirdik Anadolu'ya gidiyordu. Dostlarımızın teş­ vikiyle bir hafta sonra biz de onu izledik... 3 0

İngiltere, bir Türk ulusal direncini başlamadan ezmek için kukla padişahın ve onun başbakanı Damat Ferid Paşa'nın da destek ve yardımıyla asker sivil 145 Türk aydınını önce tutuk­ layıp Osmanlı Harp Divanı önüne çıkarmış, bundan bir sonuç alamayacağını anlayınca da Akdeniz'in orta yerindeki minyatür bir adalar grubuna sürgün etmişti. Mustafa Kemal Paşa da ya­ kalanacaklar arasında ve listelerin en başındaydı ama onu avu­ cunun içindeyken kaçırmıştı. Bu yüzden kendini hiç affetmedi ve ele geçirmek için, sonuna kadar her yolu denedi ama başa­ ramadı. Demek ki, Gökalp'in deyimiyle "Türklerin Tanrısı" bu ulusa ve ülkeye varlığını sürdürmek için bir şans daha tanımak istiyordu. 145 Malta sürgününden 1 5'i orada öldü ve Türk şehitliğinde Turgut Reis ile leventlerinin yanına gömüldü. 20 kadarı tek tek ya da topluca kaçınayı başardı. Ailelerine yazdıkları mektuplarda pembe tablolar çizseler de birçoğunun sağlığı esaret koşullarında lO. Seniha Göksel, "Babamın Son Yıllarına Ait Hatıralar", Dogu Mecmuasi, ekim 1 943.


1 48

bozuldu. Bunlardan biri de büyük ve inançlı bir düşünce adamı olmasının yanında duygu yüklü bir baba ve aile reisi olan Ziya Gökalp'ti. Nitekim, ülkesine, halkına ve ailesine kavuştuktan sonra doğru dürüst teşhis edilemeyen bir hastalık sonucu genç sayılacak bir yaşta öldü. Yaşasaydı, kendisinden "fıkirlerimin ba­ bası" diye söz eden Atatürk'ün yanında genç Cumhuriyet'e daha nice katkıları olacaktı. İnsanların hep iyi yanlarını ve iyi yönlerini görmeye çalıştı. Öğ­ renmekten yorulmadı, öğrendiklerini paylaşmaktan usanmadı. Kimseye ters bir söz etmedi. Kimseyi incitmedi. İki istisna dışın­ da: bağnndan, benliğinden, inancından ve "kanından" kopup ge­ len "Türklüğü" ona çok gören Ali Kemal ile Türklüğün en büyük düşmanı olarak gördüğü İngilizler. . . "Artin Kemal"e cevabı doğrusu çok sert olmuştu ama Kurtuluş Savaşı'na karşı çıkan adam bu cevabı hak etmişti... Limni ve Mal­ ta'da kimi sürgünler İngiliz görevlileri kişisel ya da toplu başvu­ rular ve isteklerle bunaltırken o, insanlıktan uzak, haksız hukuk­ suz ve düşmanca davranışları bile efendice bir sessiziilde sineye çekmiş göründü. Ama, günü gelince, "üzerinde güneş batmayan" imparatorluğun şımarık yüzüne, "İngiliz'e" manzumesiyle öyle bir "Osmanlı tokadı" patiattı ki . . . İngiliz! Kızarına öyle öfkeden,

Ebedi kurtulmaz alnın lekeden... Hep senin yüzünden dökülen kanlar, Yakılan şehirler, yok olan canlar.. Çek pis ayağını bu pak ülkeden, Çekil Kerbela'dan, Hind'den, Mekke'den. . .

Kurtulacak artık b aş tehlikeden: "İngiliz" unvanlı pis çekirgeden... Anladı sendeki za'fı kurbanlar: Karada acizmiş meğer korsanlar!

Ve "lngiliz'den Sakın" manzumesinden dizeler:


1 49

Kardeş, dalgın çıkma yola; Bir yol tut ki emin ola .. Önde varsa bir İngiliz, Gitme sakın, fena bu iz: Çalmaz yalnız o keseni, Soymaz yalnız elbiseni, Ruhunu da bütün sayar, Sende ne his, ne din koyar... Önce çalar vicdanını, Sonra alır vatanını. Vatanları odur yıkan; Yüz devlete vilıis çıkan. . .

Odur boğan hürriyeti, Esir eden bin milleti... Hind'i, Mısr'ı odur yutan, Denizleri elde tutan... Boğazlar'dan kaçmış iken, lstanbul'a girdi sulhen...

Tepemize astı balta: Korkmayana hazır Malta!

Bütün dünya onun kulu, Bir hür kaldı: Anadolu!

"İngiliz vatanıru savunan Türk'ü yenemez!.." Ziya Gökalp'in "lngiliz'e" manzumesinde "Karada acizmiş me­ ğer korsanlar" dediği İngiltere'nin "denizdeki gücü de 18 mart


1 50 1915 günü Çanakkale'de denizin dibini boylamıştı. Türk tarihinin o parlak sayfasını 1\ırgut Özakman Diriliş'te (Bilgi Yayınevi, 2008) şöyle anlatır: Bu sırada İstanbul'da nazırlar, İttihatçı yöneticiler ve devletin ileri gelenleri Sadrazamlık'ta toplanmıştı. Sessizlik içinde oturuyorlardı. Devlet çarkı durmuştu. Gelen telgraflan sadrazam bir göz attıktan sonra Talat Paşa'ya uzatıyor o da yüksek sesle okuyordu. (Bunlar) ümitsizlik yaymıyor ama ümit de vermiyordu. Ziya Gökalp (ise) iyim­ serdi. Bu iyimserlik bazılarına inandıncı gelmedi. Üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun yenilmemiş arınadasına karşı gelmek kolay mıydı? Hatta, mümkün müydü?.. Çanakkale'den gelmesi beklenen (olumlu) telgraf gecikince sadra­ zam (Said Halim Paşa) çok huzursuzlandı. Ziya Gökalp konuşmak ge­ reğini duydu: "Sevgili paşam... İngiliz askeri iyidir ama 'vatan savaşı' nedir bil­ mez. Bunların subaylan da erieri de emperyalist siyasetin emrinde vatanlanndan uzakta, sömürü ve çıkar için savaşmış insanlardır. Bu yüzden, vatanı için dövüşen bir askerin gücünü ve kararlılığını, feda­ karlığını da bilmez ve ölçemezler. Biz şimdi Çanakkale'de vatanımızı savunuyoruz. Vatanını savunan askerin gücü silahın gücünü aşar. İN­ GİLİZ VATANINI SAVUNAN TÜRK'Ü NE ANLAYABİLİR, NE DE YE­ NEBİLİR...

"

Saat 18.00'di. "Yenilmez armada" yenilmişti. Gün batıyordu. Deniz de gök de kan kırmızıya kesmişti. Sabah marşlar çalarak "Boğaz"a giren "birleşik donanma"nın -denizin dibine boylamayan- gururlu zırhlılan bir "cenaze korteji" gibi sessizce Çanakkale Bağazı'nı terk ediyordu...

Gökalp haklı çıkmıştı.


Dördüncü bölüm Tek hocalı üniversite

Yaşlı başlı devlet adamları, ünlü kwnandanlar, paşalar, ellerinde birer defter ve kalem, üstadın etrafına toplanır, haftalarca, aylarca bu derslere devam ederlerdi...

Ağaoğlu Ahmed Bey

Gökalp'te bir veli, bir peygamber gibi garip bir sirayet (yayma) ve telkin kudreti vardı...

lbrahim Alaaddin Gövsa

Malta'ya geldikten ve öteki arkadaşianınıza kavuştuktan sonra, Ziya kendisini Dfuülfünun'da gibi hissederek başına birçok eski ve­ killeri, kumandanlan, mebuslan topladı ve felsefe, sosyoloji dersle­ ri vermeye başladı. Çürüksulu Mahmud Paşa'dan Mersinli Cemal Pa­ şa'ya kadar bütün yaşlı başlı devlet "ricali", "namdar" kumandanlar, ellerinde birer defter ve kalem, üstadın etrafına toplanıdar ve hafta­ larca, aylarca bu derslere devam ederlerdi. Ziya o tahlil ve tasnif kuvveti sayesindeki açıklık ve anlaşılırlığı ile o zaman kadar sosyo­ loji ve felsefe ile ilgileri olmamış ünlü kişileri bu konulara öylesine ısındırdı, öylesine ilgi uyandırdı ki bunlar (sürgünden) kurtulup (Malta'dan) aynlırken (bu derslerden yoksun kalacakları için) adeta acı ve özlem duygulan içindeydiler! Ziya'nın dehasındaki ikinci bü­ yük kuvvet (ise) onun mefkiireciliği idi. Zaten, bu sözcüğü bulup di­ limize sokan da ondan başkası değildi. Mefkfueciliğin doğal sonucu iyimserliktir. Ziya, bütün büyük mefkiireciler gibi iyimserdi. Ruhuna hiçbir zaman ve hiçbir koşulda yeis ve umutsuzluk gibi bezginlikler girmemiştir. Er geç ve en karanlık zamanlarda (bile) etrafına iman ve umut saçardı...

Böyle diyordu Gökalp'in sürgün öncesinde, sırasında ve sonra­ sında en yakın arkadru;;larından tarihçi ve yazar Ağaoğlu Ahmed Bey.


1 52

Prens Sabahaddi n ( 1 877-!sviçre 1 948). Babası Damat Mahmud Celaleddin Paşa, annesi ll. Abdülhamid'in kız kardeşi Seniha Sultan. Dayısının tahttan indirilmesini ve meşrutiyetin ilanını savunan, "ademimerkeziyetçi" ve liberal tutumuyla ünlü Türk aydın ve düşünürü. Ziya Gökalp'in, Durkheim'dan da etkilenen toplumcu görüşlerine karşı oldugu bilinir.

Bir de, Dfuiilfünun'da asistanı ve Malta'da kader yoldaşı olan gazeteci Ahmet Emin (Yalrnan) Bey'i dinleyelirn: Onun Malta'daki günlük yaşamı zaman ve mekan anlamlanndan uzaktı. Zilıninde, bütün aynntılanyla düzenlenmiş bir sosyal aıem vardı. Yeni kitaplar okuyarak, daima yeni ve özgün ürünler veren zih­ nini hareket geçirir, yeni gerçekler bulur ve bunları ait olduklan hüc­ relere yerleştirirdi. Pek sevdiği çocuklan için çok üzüldüğü kuşku­ suzrlu ama bu üzüntülerini kimseyle paylaşmazdı. Şakacı arkadaşlan kendisini sudan bir söyleşiye sürüklemek istediklerinde onlarla bir-


1 53

RA FAlL fJHMfJDLi

Ziya Gökalp, Batı'da oldu�u kadar Türk dünyasında da tanınmış ve hakkında kitaplar yazılmıştır. Bunlardan ikisi de son yıllarda Azerbaycan'da yayımlandı. Azerilerin latin (!) alfabesi onu, "Göyalp" yapmış. likte gülüp şakalaşır ve sözü hemen ilmi bir varliye getirirdi... Ziya Gö­ kalp, yalnız kendi ilmi düzeyimize göre değil, ilim aıeminin genel öl­ çülerine göre de cidden yüksek ve geniş bilgilerini nasıl olup da siya­ si hayata vakfetmiş; nasıl olup da dar bir ruhla çalışan bir grubun içi­ ne kanşmıştı? Bu bence bir "muamma" ve Ziya Bey'in içinde de (sa­ nınm) bir yara idi ... Ziya Bey Malta'da her sabah düzenli biçimde fel­ sefe, psikoloji ve sosyoloji dersleri verdi. En ünlü kumandanlar ve devlet adamlan en gayretli öğrencileri idi. Zaman zaman konferans­ lar verdiği de olurdu ... Bazen de bildiklerini teklifsizce otururken ve­ ya bahçede gezinirken yanın dakilere aktanrdı... Her konuşmasının sonunda bu müstesna beyindeki bilginin derinlik ve çeşitliliği ile "is­ tifindeki" düzene hayret etmekten kendimizi alamazdık Yanına bir "zabıt katibi" konulsaydı, her gün söylediği sözlerden değerli bilimsel yapıtlar doğardı...

Yalnız Osmanlı'nın ve Servet-i Fünun döneminin değil Cumhu­

riyet'in de en yaman kalem adamlanndan gazeteci, yazar, çevir­ men ve siyaset adamı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey de Bekirağa Bö­ lüğü'nden Malta'ya kadar Ziya Gökalp'le kader birliği etmişti:


1 54

Düzenli bir "felsefe kursu" açnuştı. Çalışkan, ciddi ve devamlı öğren­ cileri vardı. Eski Yunan filozoflarını andıran bir sadelik ve coşkunluk içinde felsefi sohbetler yapıyordu. Şaşılacak derecede kuwetli bir bel­ leği ve doğurucu bir hayal gücü vardı. Her zaman, her çevrede tüken­ mez yeni görüşlerin kaynağı idi. Her olay için bir felsefi izah biçimi bu­ lur, ortalığı aydırılatan bir fener hizmeti görürdü. Benim kendisini "yazmaya" teşvik etmem üzerine karşı taamıza geçmiş ve "Buradan kurtulunca çevirilerin yarım kalacak! .. " demişti. Deguignes'nin Türk Tarihi'ni çevirmeye Ziya Bey'in bu uyarısının etkisiyle başladım. Hoff­ ding'in "psikoloji"si ile Durkheim'ın Dinsel Hayatın Ilkel Biçimleri'ni ise zaten Ziya Gökalp'in kitapları arasında görüp alnuş ve Türkçe'ye çe­ virmiştim. Yıllar sorua Ankara'da "Telif ve Tercüme Heyeti" bu kitapla­ çevirilerini onun önerisiyle benden istedi ve kitaplaştırdı. ..

rın

Şair, yazar ve siyaset adamı lbrahim Alaaddin Gövsa (18891949) ise bir yazısında Gökalp'i şöyle anlatıyordu: Prens Sahahaddin Bey süslü ve pürüzsüz cümlelerle rahat konuşur ama on beş-yirmi dakika sonra insanları usandırdığından dinlenmez olurdu. Şöhreti ondan sonra yayılmaya başlayan Ziya Gökalp'in ko­ nuşması ise Sahahaddin Bey'in aksine hayli tutuktu ama dinleyenler gözlerini ve kulaklarını dört açarlar ve onu gittikçe artan bir dikkatle dinlerlerdi. Bir veli, bir peygamber gibi garip bir yayma ve etkileme kudreti vardı Ziya Bey'de... ı

Nazım Hikmet Usta, nasıl, uzun ve acımasız "mapusluk" haya­ tında umutsuzluk, kötümserlik ve çöküntüye teslim olmak bir ya­ na, çevresindekilere hep yararlı olmaya çalışnuşsa, Ziya Gökalp de ona örnek oluştururcasına aynı yolda çaba harcanuştı. N3.zım'ın zindanda on binlerce dizelik bir Kurtuluş Savaşı Des­

tanı 'mn yanı sıra nice güzellikler yarattığıru biliyoruz. "Abi, şürleri­ mi okur musun? .. " diye yaruna gelen Çukurovalı genç hükürnlü "Mehmet Raşit Öğütçü"den "Oğlum, bırak şüri! Sen "düzyazı" ada­ nusın . Öykü yaz, roman yaz... " sözleriyle ve üç buçuk yıl boyunca .

.

baba-oğul gibi çalışarak kocaman bir Orhan Kemal (1914-1970) çı­ karan da N3.zım Usta değil midir? "Kader mahkfirnu" bir cahil köy çocuğundaki yeteneği keşfedip altı yıl sonra onu yazar ve "köy res­ lbrahirn Balahan (doğrn. 1921) yapan da, cezaevine tezga.h kurup kaderlerine terk edilmiş; "cigara" parası bile olmayan çaresiz ve zavallı hükümiiliere havlu dokurnayı öğreten ve bunların satışın­ dan gelen parayı gene onlara dağıtan da N3.zırn değil miydi? sanu"

1 . Yedigün dergisi, Istanbul, 5 nisan

1 938.


1 55

"Savaş suçlusu" (!) Ziya Gökalp'in iki yıllık Malta sürgünü sıra­ sında yaptıkları da Nazım'ı çağrıştınyor. O da kendisini urnutsuzlu­ ğa ve çöküntüye kaptınnanuş, o da öğretrnenliğe soyunrnuştu. Öğ­ rencileri ise cahil kalnuş köy çocukları ya da yazarlık, şairlik he­ veslileri değil de prensler, ünlü devlet adamları, komutanlar ve benzerleriydi. İçlerinde eski vekiller, mebuslar, valiler vardı; gen­ cecik subaylar, hatta düpedüz onbaşılar ve erler de... Pek azı yeter­ li öğrenim görebilmişti ama hemen hepsi Ziya Gökalp'in konferans ve derslerinden bir şeyler kapabilmek için çırpınıyordu. Belki de, benzerine hiç rastlanmanuş bir şeydi bu. Öyle ki durum Londra'ya "Buradaki tutsakların çoğu prens, nazır, vali, mebus gibi yüksek sosyal katlardan. Bunlar suçlarının ne olduğunu bilmiyorlar ve ak­ si kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılmaları gerektiğini söylüyorlar. Kendilerine yapılanı dinsel bir zulüm olarak görüyorlar... " diye telgraf çeken sömürge valisi Mareşal Lord Herbert Plurner'in bile dikkatini çekmişti. Yardımcılarından Ziya Gökalp'in verdiği ders ve konferanslarla ilgili olarak kendisini bilgilendinnelerini istiyor ve kışlaların normal bölümlerine sığmayan tutsak "öğrenciler" için daha geniş bir yerin tahsis edilmesi için iyi niyetle çareler araştın­ yar ve buluyordu. Dar kapsamlı konferanslar biçiminde başlayıp sürgün yılları boyunca hemen her güne yayılan ruhbilim, dinler ta­ rihi, toplumbilim, metafizik, felsefe ve tarih derslerini kaçırmayan tutsaklar Ziya Gökalp'e -şaka yollu da olsa- sonunda kendilerine birer diploma ya da en azından birer "sertifika" verilip verilmeye­ ceğini soruyorlardı. Ziya Gökalp de gülerek "Sınav yok ki diploma olsun... " diyordu ama aslında dersler çoğu kez "interaktif' biçimde ve "sorulu-cevaplı" geçmiyor da değildi.

1919 yılının mayıs sonlarından eylülün ikinci yarısına kadar yaklaşık dört ay süreyle Limni Adası'nın Mondros limanında tut­ sak kalan Ziya Gökalp 22 eylülde küçük bir grupla birlikte Mal­ ta'ya getirilmiş ve Polverista Kışiası'na kapatılmıştı. Toplam dört konuşmadan oluşan "Malta konferansları"nın ilki tam bir ay son­ ra, 23 ekim günü verilmiş ve kasım ayı başlarında ta.mamlanmış­ tı. Çeşitli konulara değinilen ve Gökalp'in el yazılı notlarıyla kırk altı sayfa tutan konuşmalar beklenmedik bir ilgiyle karşıianmış ve iki yıl boyunca hemen her güne yayılacak olan "felsefe dersle­ ri"nin önünü açmıştır. Malta'ya getirilirken yanında belki de hiç kitap bulunmayan Ziya Gökalp'in bu konuşmaları genellikle bel­ leğinden yaptığı anlaşılıyor: On dokuz kitap sayfası tutan ilk konferansın ana başlıkları


1 56

"Eski Türk Dini Teşkilatı-Türklerin İslam Oluşu ve Abbasi Ordu­ sunda Türkler"di. Ara başlıklarda ise "Eski Türk Dininde Dörtlü Tasnif', "Eski Türklerde Sekizli ve Yirmi Dörtlü Teşkilat", "Yakut Türkleri dininde Şaman ve Hami Ruhlar", "Eski Türkler ve Arap­ ların Başka Kavimlere Verdiği Sıfatlar", "Türklerin İslam dinini Gönüllü Benimsernelerinin Nedeni", "Arapların Eski Dini ve İsra­ iloğullarının Yehova'sı", "Beynelmilel Büyük Dinler ve Ümmet Di­ ni", "İslamiyet'in Ümmet Dini Oluşuna Uyulmaması", "Emevilerin Yıkılış Sebebi, Halife Mutasım'ın Türklerden Oluşan Ordusu" ve "Müslüman-Türk Hakaniye, Karahanlı ve Selçuklu Devletleri Ara­ sındaki Farklar"ı görüyoruz.

Arap halifenin Türklerden oluşan ordusu "İslamiyet başlangıçta 'ümmet'ten ibaretken Peygamber'in ölü­ müyle 'ümmet devleti' değil 'kavim devleti' halinde kaldı. Hazret-i Ebubekir 'Halife Kureyş'ten olacak' dedi. Bu, aristokratik bir yak­ laşımdı. Hazret-i Ömer'in kanuniarına göre yalnız Araplar soylu idi. Diğerleri değildi ... " "Harun ür-Reşid'in üç oğlundan Mutasım'ın anası Türk'tü. Gençliğini, Türkistan'daki dayılarının yanında geçirerek Türkle­ rin üstün meziyetlerini yakından tanıyan Mutasım halife olunca Arap askerinin hepsini yanından uzaklaştırdı. Acemiere de gü­ venmiyordu. Irak ve İran'da ne kadar erkek ve kadın Türk esir varsa topladı, Bağdat'ın kuzeyinde Türkistan modelinde yeni bir kent kurarak onları buraya yerleştirdi; birbirleriyle evlendirdi. Erkekler gibi kadınlara da maaş bağladı. Bwılar başka kavimler­ den olanlarla evlenmeyecekler, çocukları da Türk olacaktı. So­ nuçta (katıksız) bir Türk ordusu oluştu. (Böylece) halifesi Arap olan İslam devletinde siyasal güç Türklerin eline geçiyordu. Araplar Mutasım'a çok kızdılar. Selçuklular ve Mısır'daki 'Köle­ men Ocağı' ile Osmanlılardaki 'yeniçeriliğin' kökü Abbasi halife­ si Mutasım'ın Türklerden kurduğu bu ordudur... " İkinci konferans "Kavim ve Ümmet Devirleri", "lslamlığın Türk­ lere ve Roma lmparatorluğu'nun Hıristiyanlığa Etkisi", "Osmanlı lmparatorluğu Düzeni", "lslamiyet'in Milletler Cemiyeti'ne Uygun­ luğu" ana başiıkiarım içeriyor ve özetle şu görüşlere yer veriyordu: "Eski Yunanlılar 'Barbaroi' dedikleri yabancıları kendi 'Hellen­ likleri' içine almazlar; Türklerde de 'Tat'lar ve 'Sağdak'lar Türk'e karışamazdı. .. " "Türkler, İslamiyet'i kabul ettikten sonra örneğin asalet konu-


1 57

snnda değişikliğe uğradılar. (Artık) Tatartarla evlenip karışırlar­ ken Tacikler ve Sağdaklar da Türkleştiler... " "(lslarniyet'ten önce) Türkler, Hnnlar, Peçenek ve Uzlar (Ku­ mantar) Avrupa'da kaybolmuşlardı. lslamiyet'i kabulden sonra (artık) Hıristiyan kavimler arasında kaybolmadılar ama Arabis­ tan ve Hindistan'da olduğu gibi İslam kavimlerine karıştılar. . . " "Türklerin dilinde yabancı sözcük eskiden yok iken Arap­ ça'dan Acemce'den birçok kelime (Türk diline) girdi. Namaz, ab­ dest gibi sözcükler İran yoluyla alındı . . . " "Selçukiler kendi ulusnna değil başkalarına dayanırken Ana­ dolu Selçuklu Devleti Müslüman halkı Türk olan kavmi bir dev­ letti. Cihangirlik (hevesine) düşmeyip oldukları yerde sosyal

hayatı yükseltmeyi amaç edinmişlerdi. . . Çünkü maksatları (oldukları yeri) kendilerine 'vatan' yapmaktı. . . "2 "İslam devletinin zayıf noktası halife veya sultanın kannn ya­ pamaması (idi). Osmanlı'da ise Fatih ve Kanuni'nin ortaya koy­ duğu 'kanunnameler'le devlet büyük bir adım atmış oldu ... " "Devir değişip 'gerileme çağı' başlayınca anavatandan uzakta­ ki 'Türk imparatorluğu ' zarara uğramış fakat Anadolu'daki 'mü­ li Türk devleti ' yaşatılmıştır. Eğer imparatorluk olmasaydı ük

çarpışmada düşmana Konya'yı verecektik. Son üç yüzyıldaki kayıplarta anavatan kurtulmuştur. Bugün ise anavatana kar­ şı uzanan elleri kırmaya çalışıyoruz . . . "

"İslamiyet demokrat bir dindir. Katoliklik ise kendi dışında din olmadığını söylüyor. Hatta Protestanlara kız vermiyor. (Bizde) Hıristiyanlardan bir zevce alınabilir... " Üçüncü konferans "İslam 3lerni"nde Türk-Kölemen egemenliğin­ den başlayarak Osmanlı'da devlet yönetim ve düzenine; Endernn'a ve medreselere uzarur. llk iki konferansı "kaçıranlarla" salon tıklım tıklım dolrnuştur. Ayakta kataruar bile vardır ve herkes ellerindeki defterlere not almaktadır "Müderris Ziya Bey"i ilgiyle izlerken: "Abbasi halifesi Mutasım'ın 833'te, 'Türk Kölemen ordusu'nu kurrnasıyla İslam aieminde Türklerin egemenliği başlamıştır. . . Sasanilerin ordusunda köle olan Sebük Tigin önce Horasan vali­ liğine getirilmiş, bunu Türk ordularından birine kurnandan olma­ sı izlemiş ve sonunda 'her emrine itaat edilmesi koşulu' kabul edilince Gazne tahtına oturmuştur... Zamanla iki Müslüman Türk devletinde biri 'sultanlık' öbürü 'hakanlık' olmak üzere iki hükü­ met şekli oluşmuştur... " 2. Osmanlı'nın kendi çevresinde sürekli yayılma siyasetine karşılık Anadolu Selçuklu Devleti'nin bulundu� yeri "vatan" yapma yaklaşımı ilginç bir saptama olsa gerektir.


1 58

"Osmanlılar 'devşirme usulü'nü bulunca, Türkçe öğrenip ls­ lam-Türk terbiyesi ile yetiştirilen Hıristiyan 'oğlanları' (Saray okulu) Enderun'da mülkiye ve harbiye dersleri görüyor, bunların arasından vezirler ve Enderun ağaları çıkıyordu... Osmanlı padi­ şahı ordusu ile birlikte sefere çıkınazsa sadrazam gidiyordu ve onunla beraber 'Divan-ı Hümayun' ve 'Sancak-ı Şerif' de. Yani 'Pa­ yitaht' da gidiyordu. Sadrazam 'serdar-ı sultani' sıfatıyla sefere çıktığında padişahın yanında bir 'kaaim-i makam'ı (vekil, kayma­ kam) kalıyordu ... Osmanlı'da 'soylu' olarak yalnız 'padişah hane­ danı' vardı. Kalan herkes padişahın kölesiydi . . . Öyle ki padişah suçlu bulunanlardan istediğini idama gönderebilirdi. ldam fermanı kimi zaman suçluya verilir, o da bunu hükmün yerine getirilmesi için kendi elleriyle 'icra memuru'na yani eella­ da götürürdü! İnsanlar bunu padişahın hakkı olarak kabul etmiş­ ti. O vakit Türkler büyük mevkilere çıkamazdı. Devşirme Sırplar, Macarlar; Bulgar, Arnavut ve İtalyanlar, geldikleri devlet hizme­ tinde 'Türk'ten fazla Türk' olurlardı. .. Yavuz Sultan Selim 1514'ün 'Çaldıran zaferi'nden sonra Safevilerden 'Kürdistan'ı fethedince, Şii İran'dan yüz çevirip gönüllü olarak Sünni Osmanlı idaresine giren Diyabakır'ın doğusundaki küçük kalelerde yaşayan 'Kürt beyleri'ne 'yurtluk' ve 'ocaklık' verildi... Devlet kuvvetli olunca ai­ le zayıf, aile kuvvetli olunca devlet zayıf düşüyordu... " Çoğu ilk kez duydukları bu bilgi ve yorumları dikkatle dinle­ yen Türk "tutsak-öğrenciler" bir sonraki konferanstan önce öğ­ rendiklerini arkadaşlarıyla tartışıyor ve merak ettikleri bir şey varsa gelip "hocalarından" soruyorlardı. Ziya Gökalp'in kapsamlı "felsefe dersleri"nin bir bakıma hazır­ lığı niteliğindeki "Malta konferansları"nın sonuncusu olan dör­ düncü konferans, tarihsel gelişmeleri doksan yıl öncesinin gün­ cel olayıarına kadar getirdiği için ayrı bir önem taşır, "Tanzimat"ı irdeler: "Tanzimat, 'Zeamet' ve 'Derebeylik'ten sonra Osmanlı'nın üçüncü dönemidir. Derebeylik'te 'ayan' namıyla yetişen türediler artık 'merkezi' tanımıyordu. Devletin gücü kalmamıştı. Bir 'yeni­ leşme hareketi' yapılmazsa varlığını sürdüremeyecekti. 'Saray' da kendi egemenliğini pekiştirmek için 'ıslahat' (iyileştirme) istiyor­ du... Hükümet zayıf olduğundan, Avrupa'ya hoş görünüp kendisi­ ni sevdirrne k için onları memnun edecek iyileştirmelere başlan­ dı... 3 Reşid Paşa'nın 'Tanzimat'ı, sağlığında, Ali ve Fuad paşalar tarafından elinden alındı. Sadarete ve dışişlerine onlar geçtiler... ]. Bugünün, Türkiye-Avrupa Birligi ilişkilerini çagrıştırıyor.


1 59

Bir taraftan kapitülasyonlar genişletilirken sefarethanelere ve patrikhanelere yargı hakla veriliyordu... Demek ki bizdeki 'gayri­ müslimler' hem genel hukuktan hem de özel olarak 'imtiyazlar­ dan' yararlanıyordu. Bu hatalar Müslümanlarda 'milliyet fikri'nin uyanmasına sebep oldu... Tanzimatçılara göre devletin dili Türk­ çe değil Osmanlı ca olacaktı ... Rum patriği gerçekte 'Osmanlı mil­ leti' diye bir kavramı gazetelere ilan vererek reddederken 'ayn bir millet olduklaruu n' bilincindeydi. Biz Türkler ise bir şey bil­ miyorduk! Tabii, milliyetini algılamayan bir topluluk hukuku­ nu da bilemezdi. 'Egemenlik ulusundur' diyebilmek için ulus (önce) kendi varlığından haberli olmalıydı. . . " Gökalp'i dikkat ve o tarihlerde böyle fikirler açıkça ortaya karunadığından biraz da hayretle dinleyen "devlet ricali" birbirle­ rine balanırken "hocalan" konuşmasını sürdürüyordu: "lslamlık'ta üç hükümet şekli vardır. Bunların ilki 'Hazret-i Peygamber' zamanındaki 'ilahi hükümet'tir ki arazinin de aske­ rin de Allah'a ait olduğu inancı üzerine kurulur. İkinci şekil 'sal­ tanat hükümeti 'dir ki egemen olan padişahtır. istediğini hapse­ der, istediğini öldürür. Üçüncü şekilde ise egemenlik ulusun­ dur!. . İngilizler, kendi halklarına karşı 'nasyonalist' (milliyetçi) fakat başkalanna karşı emperyalisttir. Bütün Avrupa devletleri böyledir. . . Gerçek milliyetçilik bütün milletleri kendi milleti ile eşdeğer görmektir. . . "

Softa diktatörlüğü "Gerçek ulema (bilginler) taşrada kalıp Anadolu ve Rumeli'deki çevrelerde İslamiyet'i doğru biçimde yaymaya çalışırken sahte ule­ ma (İstanbul'da) bizi idare etmiş... Hür olan müftülere halife bile kanşamazken onları bir yere toplayıp, Katoliklik'teki gibi reylerini almışlar. Roma lmparatoru Büyük Constantinus'un davetiyle top­ lanan Hıristiyanların İznik'teki ilk 'konsil'inde olduğu gibi bizde de böyle bir 'cemiyet' oluşturmak isteyen Mustafa Bekir, Vasfi. ve Na­ im hocalar, Meşrutiyet'i kaldırarak bir 'Din Meclisi' ile devleti ida­ re etmek istiyorlar. Niyetleri bir 'sojta diktatörlüğü ' kurmaktır. Bunlar boş isteklerdir. imparatorluklar yılalırken papa benzeri bir halife yaratmak yersizdir. Ülkemizi Mısır ve Hindistan durumuna getirecek sonuçlara gidiyorlar. Elbette başarılı olamayacaklardır. Egemen millettir... Türkler şimdi çağa uygun 'ulusal devlet' duru­ muna geçiyor. Türkçülük bu devrin ülküsüdür. . . " Mustafa Kemal Paşa Anadolu'da Kurtuluş Savaşı'nı yönetirken


1 60

uzaklarda bir yerde Ziya Gökalp de asker ve sivil olarak bu sava­ şımda görev alacak kalabalık bir Türk aydınlar grubuna "ulus devlet" kavramıru aşılamaya çalışıyordu.

Kayıp kitap: "Felsefe Dersleri" Bu kitabın hazırlık çalışmalan sırasında incelediğim yapıt­ lardan birinde "Gökalp'in on iki defter tutan, 51 6 sayfadan iba­ ret Felsefe Dersleri, Türk Tarih Kurumu tarafından ailesinden satın alınmıştır" deniyordu. 4 Bir başka yapıtta da şu satırlar vardı: Ziya Gökalp'in Malta'da verdiği ders-konferanslardan -elimizdeki­ lerden başka- üç takımının tutulan "notlar"ının da yurdumuza getiril­ diğinden bahsedilir. Bunlardan birini eski talebesinden ralunetli En­ ver Belınan Şapolyo -basılı eserlerini saydıktan sonra- şöyle tarutır. "Malta'da sürgünde iken vermiş olduğu 'dersler' de bir cilt tutacak ka­ dar çoktur. Bu notlar (eski 'iskan-ı muhacirin' memurlarından ve Mal­ ta'da Gökalp'in oda arkadaşlarından altıncı dönem Diyarbakır mebu­ su) Veli Necdet (Süngütay) Bey'de mahfuzdur." 5

İkisi de "güvenilir" olma durumundaki iki kaynaktan birinde Ziya Gökalp çapında bir Türk düşünürün "bir cilt tutacak kadar çok" notlannın "bir arkadaşının korumasında" olduğu söylenir­ ken bir başkasında "ailesinden satın alındığı" belirtiliyordu. Biraz "polisiye" bir durum! Gökalp'in "tek hocalı üniversite" olarak sürgünde kurduğu ve bir buçuk yıl boyunca durup dinlen­ meden ve hiç aksatmadan yüzün üzerinde Türk aydınına verdiği derslerin notlan için neredeyse "kayıp eser" denilecekti. Nitekim, denildi de! .. Veli Necdet Bey'de "mahfuz" veya, Türk Tarih Kuru­ mu'nun envanterinde olduğu söylendiğine göre belki bir gün ya­ yımlar, diye düşünülürken Felsefe Dersleri, Konya'da sessiz seda­ sız kitaplaştınlrruş! Hem de, "85 yıl sonra gün yüzüne çıkarılan KAYlP ESER" tanıtımıyla 6 Yakından tanıyanların kendisinden "Gökalp ancak bir filozof gibi düşünülürse manevi kişiliği ortaya 4. Fevziye Abdullah Tansel, Ziya Gökalp Kül/iyatı ll, Türk Tarih Kurumu Yayınları,

1 965. 5. Fahrettin Kırzıollu, Ziya Gökalp'in Malta Konferans/arı, Kültür Bakaniılı Yayınları: 282, Ankara, 1 977. 6. Ziya Gökalp, Felsefe Dersleri, sadeleştirenler ve yayına hazırlayanlar: Ali Utku-Erdo­ ıan Erbay, Çizgi Kitabevi Yayınları: 1 70, 922 sayfa, Konya, 2006.


161

çıkar. Şunu bilrneliyiz ki, yüzyılırnızda felsefi düşüneeye beyni Zi­ ya Bey kadar müsait hiçbir kimserniz yoktur"7 diye söz ettiği dü­ şünür Felsefe Dersleri'ni el yazısıyla kalerne aldığı on iki defter­ de toplarnıştı. Bu satırların yazıldığı tarihe kadar (haziran 2008) internetteki kısa bir tanıtım dışında kitaptan söz eden herhangi bir yayına rastlarnadırn. Nedense, yeterli ilgi görmemiş gibiydi ki­ tap ve konuyla ilgili öğretim üyesi kimi dostlarım da aynı görüş­ teydi. Oysa, eseri yayına hazırlayan, Erzurum Atatürk Üniversite­ si Felsefe Bölümü'nden Ali Utku ile Türk Dili ve Edebiyatı Bölü­ mü'nden Erdoğan Erbay "Ziya Gökalp'in felsefeyi en ciddi ve sis­ tematik tarzda Malta'daki felsefe dersleri vesilesiyle ele aldığını söyleyebiliriz... " diyorlar ve ekliyorlardı: Zengin kavramsal çerçevesiyle Gökalp külliyatının önemli unsur­ lanndan biri olarak Felsefe Dersleri'nin en önemli özelliği, sosyal bi­ limler metodolojisine temel teşkil edecek şekilde sistematize edilmiş olmasıdır. Bu bakımdan eser, Gökalp'in (doğru) felsefi portresinin çı­ karılmasını sağlamak yanında, siyasal ve toplumsal düşüncesinin te­ orik temellerine ilişkin tartışmalara da ilkesel ve kavramsal düzeyde göz ardı edilemeyecek olanaklar sunmaktadır... Gökalp için sürgün yılları, çokuluslu imparatorluktan ulus devlete geçişin siyasal proje­ sine, bir yeniden yönelim uğrağı olmuştur...

Utku ve Erbay, kitabın yayımtanmasındaki seksen beş yıllık gecikrneyi de şöyle yorurnluyorlar: Bazılan Gökalp'i tanıma, hatta onunla işbirliği yapma olanağı bulmuş Ziya Gökalp yorumculan (Köprülü, Baltacıoğlu, Fındıkoğlu, Erişirgil, Ülken, Tütengil ve öbürleri) düşünce dünyamıza ilk kez sunulan (bu) eseri görme şansına erişememişlerdi. (Böylece, ister istemez) sonraki sosyalbilimcilerimizin de eklendiği bir hatalar zin­ cirinin ilk halkasını oluşturdular... (Profesör Tahir) Parla (da) selef­ Ierinin kaleme aldığı yorumlardan devralınmış bir hatayla: "Gö­ kalp'in, doğrudan felsefe üzerine sistematik çalışmalan ya da yazı­ lan yoktur... " demiş oldu ... ("Kayıp eser" Felsefe Dersleri artık gün yüzüne çıktığına göre) bundan sonraki yorumlan (etkileyecek) şu düzeltmeyi yapabiliriz: "Gökalp'in, bilinen birkaç makalesi dışında, doğrudan felsefe üzerine hacimli ve sistematik bir eseri vardı (ama uzun süre) kaderine terk edilmiş, unutulmuş ve kaybedilmiş (olarak kaldı) . . . " 7. Profesör Mehmet Emin Erişirgil, "Ziya Gökalp ve Ilim", Milli Mecmua. kasım 1 924.


1 62

"Kayıp eser"e kısa bir bakış Kitabın, hazırlayanlar tarafından "çevriyazı" diye adlandınlan Gökalp'in el yazılı metninden alınan özgün bölüm, eserin tamam­ landığı gün olarak değerlendirilen "3 kanun-ı sani" (3 ocak 1921) tarihiyle ba.cşlıyor ve büyük boyutta 460 sayfa tutuyor. En sona, "Türk Tarih Kurumu Yazma Eserler Bölümü Y-1110" kayıt numara­ lı defterlerden 6 sayfanın fotokopisi eklenmiş ki, ilkinin üst tara­ fında kurum kütüphanesinin amblemli mührü görülüyor. "Sade­ leştirme" bölümü özgün bölümle yaktaeşık aynı sayfa sayısında ol­ duğundan kitabın tamamı 922 sayfayı buluyor. Felsefe Dersleri, "llim ve Felsefe", "Psikoloji", "Dil ve Sanat", "Mantık", "Ahlak" ve "Metafizik" ba.cşlıklarını ta.cşıyan altı ana bö­ lümden ve ilgili altbölümlerden oluşuyor. Kitabın bir ba.cşka yönü de, Ziya Gökalp'in Pascal, Leibniz, Auguste Comte, Locke, Hume, J. J. Rousseau, Hegel, Karl Marx, Nietzsche, Spencer, Emile Durkheim ve Bergson gibi çok sayıda Batılı düşünüre gönderme yapnuş olması. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e giden gergin ve göl­ geli bir dönemde ve bütünüyle ülkeden uzak bir coğrafyada yazıl­ mış olması da kitaba ayn bir önem ve anlam kazandınyor. Yüz yıl öncesinin büyük düşünürü Ziya Gökalp'in şa.cşırtıcı bel­ leğinin yanı sıra Türkiye'den ve Avrupa'dan kitaplar getirterek her hafta iki gününü çok zengin olduğu söylenen Valetta'nın "Umumi Kütüphane"sinde geçirerek hazırladığı Felsefe Dersleri dışındaki bazı yapıtlarının da "kaybolduğu" ileri sürülmüştür. Neyse ki şimdi, en azından Felsefe Dersleri karanlıktan kurtul­ muş bulunuyor. Umarım , felsefe dünyanuzın günümüzdeki yetki­ lileri bu kitap konusundaki görüşlerini ortaya koyarlar. Okuyucuya bir fikir vermek için Felsefe Dersleri'nin ilk ve son paragraflarını birlikte okuyalım: Başlangıçta bütün bilgiler felsefenin içindeydi. Felsefe, hem teorik hem de pratik olmak üzere genel bir bilim demekti. İki hedefi vardı: Birincisi, ilahi ve beşeri her şeyi izah etmekten, ikincisi ise güzeli ara­ mak ve iyi olanı yapmak hususWldaki faaliyeti sevk ve idare etmek­ ten ibaretti. Bugüne gelince, felsefenin işi sınırlannuştır, çünkü özel bilimler bağımsız bir hayat yaşamak üzere birer birer ondan ayrıldı­ lar. Eukleides vasıtasıyla matematik, Arkhimedes vasıtasıyla meka­ nik, Galilei vasıtasıyla fizik, Lavoisier vasıtasıyla kimya ve bu yüzyı­ lın psikologları ve fizyologları vasıtasıyla da fizyoloji ve psikoloji fel­ sefeden bağımsız birer bilim oldular. O halde her şeyden önce bu bi-


1 63

limlerin konusunun felsefenin konusundan nasıl aynldığıru ve bu iki­ sinin bize hazırlayıp verdiği bilgilerin aralarında ne gibi farklar bulun­ duğunu görmeliyiz. Gerçekten dikkate aluuruştır ki adalet yerini bulduktan sonra, ru­ hun kişiliğini kaybetmesi yahut yokluğa gitmesi mümkün olmaz mı? Fakat, böyle bir varsayımı Allah hakkında edinmiş olduğumuz fikirle uzlaştırmak çok güçtür. Ölürnden sonra ruhun durumuna ve uhrevi (ahiretle ilgili) hayatı ne suretle tasavvur edeceğimize gelince, bunlar birtakım meselelerdir ki, aklın ötesinde kalır ve metafizik onları ka­ rıştırmaktan bir fayda elde edemez.



Beşinci bölüm lmparatorluktan çözülmeye, Turan' dan Anadolu'ya

Türkleri silinmekten kurtaracak olan "milliyet" fıkridir. Türk, Türkleştikçe kuvvetlenir. Ziya Gökalp

XIII. yüzyıl sonlannda (1299 ?) bir Türk boyu olarak kurulup üç

kıtada çok sayıda etnik topluluğu kontrolü altına ainuş bulunan Osmanlı İmparatorluğu'nda Türk nüfus, XVII. yüzyıl başlarına ge­ lindiğinde azınlık dunununa düşmüştü. Başta Araplar, Kürtler, Er­ meniler, Gürcüler, Yahudiler, Rumlar ve Yunanlılar ile Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Hırvatlar, Macarlar, Makedonyalılar ve daha niceleri -o tarihlerde "vatan", dolayısıyla "vatandaşlık" kavramla­ n henüz oluşmadığından- devletin tebaasından sayılıyordu. Os­ manlı Sarayı'nın ilk dönemlerinde Türk boylannın ağırlığı hissedi­ lirken zamanla öteki etnik gruplann sözü geçmeye başladı. Artık askerlikte, ticarette, ekonomide ve genel olarak devlet yöneti­ minde "devşirmelerin" yanı sıra adlarını ve dinlerini değiştir­ meye bile gerek duymayan Türk ve Islam dışı unsurlar hizmet veriyor ve en önemli görev yerlerine geliyordu. Gözle görülür maddi zenginliklerinin yanında önemli bir politik güç de oluştur­ muşlardı. Bir biçimde Avrupa'dan gelip İstanbul, Beyrut, Selanik, İzmir, Mersin gibi ticaret merkezlerine kök salan "Levantenler" de, işleri gereği bu güçlü unsurlarla temas halindeydi... "Saray" ise bir başka 3.J.emdi. Şeyh Edebali'nin kızım eş seçen Osman Ga­ zi'den beri bir tek padişah bile kendisine layık bir Türk gelin bula­ mamıştı! Sultanın haremi ve çocuklannın analan "devşirme" ya da dörunelerden oluşmuştu. ı Rus, Ukraynalı, Çerkez, İtalyan, Er­ meni, Fransız, Gürcü, Sırp ve Rum güzelleri, pad.işah ve şehzade­ lerin başlarıru anlaşılan öylesine döndürüyordu ki, Türk kızlan arasından kendilerine eş seçmek akıllarına bile gelmiyordu. Dev­ letin "süper güç" olduğu bir dönemin pad.işalu bile "başkadın"ına 1 . Kevin Fewster, Vecihi Başaran, Hatice Hürmüz Başarın, Gelibolu / 9/ 5, Sistem Ya­ yıncılık, Istanbul, 2005.


1 66

Ziya Gökalp'in Diyarbakır'da dogdugu evin, bazı eklerle yeniden düzenlenip müzeye dönüştürülmeden önceki ( 1 934- 1 937) görünüşü. Sol yukardaki odanın sagında bulunan çıkmalı kısmı Gökalp okuma ve çalışma odası olarak kullanır ve "Karacadag Köşkü" olarak adlandırırdı.

yazdığı aşk dolu (!) mektuplarda onun ayağını yıkadığı suları iç­ meye hazır olduğtınu iniemekten çekinmiyordu ... "Osmanlı soyu" Nasreddin Hoca öyküsüne dönmüştü ırk ve kan açısından: "Tav­ şanın suyunnn suyu! .. " Osmanlı kendisini "Devlet-i Aliye-i Osma­ ni" ya da "Osmanlı İmparatorluğu" diye bilirken Birinci Dünya Sa­ vaşı öncesinde ve sırasında ülke Alman dostlanrnızın (!) gözünde "Enverland" (Enver'in Ülkesi) olup çıkmıştı. Şaka değil. Atlaslar­ da, tarih kitaplarında, postada ve "resmi muamelatta" adımız böy­ leydi. Neyse ki, bizden başka hemen herkes, bütün Avrupa ta XIV. yüzyıldan beri Türkiye'yi "Türkiye" diye biliyordu. Ya da, "Türk İmparatorluğu" olarak... Osmanlı'da Türklük'le ilgili sözler duyulmaya başlandığında XX. yüzyılın başına gelinmiş ve parçalanan imparatorluk yok ol­ maya yüz tutmuştu. "Avrupa'nın hasta adamı" olarak bilinen dev­ let Fransa'ya Cezayir ve Tunus'u; İngiltere'ye Mısır ve Kıbns'ı; İtalya'ya Trablus ve Onikiada'yı kaptırmıştı. imparatorluk sınırla­ n Balkan Savaşları'yla bir ara İstanbul'rm kapılanna kadar dayan­ mıştı. .. İşte bu utanç verici kayıpların yanı sıra aşağılayıcı ödün­ lere de katianan Osmanlı yönetimine bir tepki olarak İstanbul ile Rumeli'de yeni ve gözü pek bir güç oluştu. Kendilerine "Jön Türkler" (Genç Türkler) adını veren (asker-sivil) bu grup, eski çokuluslu imparatorluk sistemini bir "Türk imparatorluğu"na dö­ nüştürmek istiyordu. "Jön Türkler", yönetimdeki Osmanlıların


1 67

Anadolu köylüsünü idraksiz, kaba ve cahil gördüğü, bu nedenle "Türk" geçmişleriyle bağlanm çoktan kopanp attığı inancınday­ dı. Sulta.nın çevresinde ve İstanbul'la öteki büyük kentlerde ko­ nuşulan "Osmanlıca" Anadolu'da konuşulan Türkçe'ye benzemi­ yor, yönetirole halk birbirlerini anlamakta güçlük çekiyordu. Sul­ tarıla çevresi ve yönetim yüzyıllardan beri imparatorluğun Avru­ pa'daki topraklanndan getirilip yetiştirilen "devşirmeleri" Anado­ lu insanına tercih etmişti. "Jön Türkler" ağırlığı artık Türklere vermek istiyordu.2 Ziya Gökalp ise "Türkçülüğün" çıkışını ve yükselişini daha es­ ki tarihlere ve daha farklı nedenlere taşır: Türkçülüği.in ülkede "zuhurundan" önce Avrupa'da iki hareket var­ dı ki birincisinin adı "1\ırquerie" (Türkperestlik) olarak bilinir ve Av­ rupalıların evlerini Türk işi halılar, şamdanlar, kilim ve benzeri sanat eserleriyle süslemeleri anlamına ge!irdi. "Oryantalist" ressamların ya­ pıtları yanında Pierre Loti ve Lamartine gibi yazarların Türk yaşamıy­ la ilgili kitapları da "1\ırquerie"den sayılırdı ...

Amca ve kayınpeder müderris Hacı Hüseyin Hasip Efendi, babası küçük yaşta ölünce Ziya'nın yetişmesini üstlenmiş. onun Arapça ve Farsça ögrenmesini saglamıştı. lstanbul'a gitmesine ise karşı oldugundan genç Ziya bunu, askeri okul ögrencisi olan kardeşi Nihat'ın da yardımıyla ondan habersiz gerçekleştirebilmiştir. 2.

A.g.e.


1 68

Ziya Gökalp'in dayısı, Diyarbakır'ın önde gelenlerinden Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi Pirinççizade Mehmed Arif Efendi.

1 894. ldadi 4. sınıf. On sekiz yaşında. Kişilik bunalımı ve kendini arayış içinde kafasına kurşun sıktı�ı günlerde. Bunalımı :ideta gözlerinden okunuyor.

İkinci hareket ise "Türkoloji" idi. Avrupalı bilim adamlannın Türkle­ rin tarihsel nitelik ve cengaverlikleri; kurduklan devletler üzerine yazdı­ ğı kitaplar Türk aydın ve devlet adamlanru, hatta hünkılrlan etki.liyordu. İstanbul, büyük bir düşünce hareketine sahne olmuştu. Müdenis Ah­ med Vefik Paşa (1813-1891) Şecere-i Türki'yi Doğu Türkçesi'nden İs­

tanbul Türkçesi'ne çevirmiş; Lehçe-i Osmani adında bir Türk karnusu

(sözlük) hazırlayarak Türkiye'deki Türkçe'nin "büyük Türkçe"nin yal­ nızca

bir lehçesi olduğunu ortaya koymuştu. "Askeri Mektepler nazırlı­

ğı"ru üstlenen Süleyman Paşa "Türkçülüğü" askeri okullara sokmaya çalışıyordu. "Osmanlıca" gibi üç dilin oluşturduğu bir dil olamayacağıru anlayan paşa, yazar ve eğitimci Recaizade Mahmud Ekrem Bey'e ( 18471914) yazdığı mektupta: "Osmanlı" deyimi yalruz devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise Türk'tür. O halde, dilimiz 'Türk dili', edebiyatırnız da 'Türk edebiyatı'dır... " diyor ve ekliyordu: "Türkçülüğün ilk 'babalan' (Jön Türkler değil) Ahmed Vefik Paşa ve benzerleridir... " Türkiye'de Sultan Abdülhamid bu kutsal alanu durdurmaya çalışır­ ken Rusya'da iki büyük Türkçü yetişiyordu: Azeri Türkçesi'yle yazdığı tiyatro yapıtlan Avrupa dillerine çevrilen Mirza Fethali Ahundof ile çı­ kardığı Tercüman gazetesini bütün Türklerin okuyabildiği İsmail Gasplinski (Gaspıralı) Bey. Rusya'dan gelen Hüseyinzade Ali Bey "Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane"de "Türkçülüğün esaslan"ru anlatıyor;


1 69

Melunet Emin Bey şürinde, "Ben bir Türk'üm. Dinim, cinsim uludur" diyordu. Deguignes'nin Türk Tarihi ile Leon Callun'un Asya Tarihi Türkçülük konusunda çok etkili ve aydınlatıcı rol oynaııuştı ... Diyarbakır'dan lstanbul'a geldiğimde aldığım ilk kitap Leon Ca­ hun'un Asya Tarihi oldu. Sanki, "Pan-Türkizm" ülküsünü yüreklen­ dirmek için yazılmıştı. Çocukluğumdan beri Türk milletinin sosyo­ lojisini ve psikolojisini incelemek için harcadığım çabaların ürünle­ ri kafaının içinde "istif edilmiş" halde duruyordu. Dil meselesinin hallini yeterli görmüyor, Türkçülüğü bütün ülkü ve programlarıyla (birlikte) ortaya atma gereğini duyuyordum... Bunları içeren "Tu­ ran" manzumesini yazarak Genç Kalemler dergisine verdim. Manzu­ me tam zamanında yayımianmış oldu. Çünkü "Osmanlıcılığın" ve "İslam lttihatçılığı"nın (Birliğinin) ülke için tehlikeli olduğunu gö­ renler kurtarıcı bir ülkü arıyorlardı. "Turan" bu ülkünün ilk kıvılcı­ mı oldu. Bundan sonra, Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey (1870-1927), Halide Hanım (Halide Edip Adıvar, 1882- 1964), Hamdullah Suphi Bey (Tannöver, 1886-1966), Köprülüzade Fuad Bey (Fuad Köprülü, 1890-1966) ve Mehmet Emin Bey (Yurdakul, 1869-1944) bu doğrul­ tuda eserler verdiler. . .

Ziya Gökalp'in "Türkçülük" ve "Türk milliyetçiliği" misyonunda bir "final" değil de bir "çıkış" noktası olmanın yanı sıra onun ünü­ nün geniş kitlelere yayılmasında belirleyici bir rol oynayan "Turan" manzwnesi Selanik'te ünlü "Beyazkule"nin ilibindeki çay bahçesin­ de yazılmış ve kentteki, temiz Türkçe'yi savunan Genç Kalemler dergisinde 7 mart 1911 günü yayımlanarak ülkenin tamanunda yan­ kılarunıştı. Nerdeyse yüz yıl sonra, bugün bile Ziya Gökalp denince akla önce bu manzume gelmiyor mu? Kimilerinin sandığırun ya da bilinçli olarak öyle göstermeye ça.Iıştığırun aksine "1\ıran" şairi ha­ yal yüklü bir ütopyayı hedef göstenniyor, tam tersine, yüzyıllardır uyutulmuş ve aşağı.larunış bir büyük ulusa, tarihsel kimliğini ve şan­ lı geçmişini anımsatarak "ulus devlet"in ilk ışıklarını yakıyordu. Ziya Gökalp daha sonra, Kızılelma kitabının en başına "1\ı­ ran"ı koyarken "Mukaddes Vücuda" başlığıyla şu ilginç ve düşün­ " dürücü "giriş"i yapıyordu: Şair, kendi ruhunu bulandır. Ben bun­ ları, senin ruhunu bulduktan sonra yazdım. Orada, yaratıcı bir şi­ iriyet dalgalanıyordu. Bu şiiriyeti ben, destana geçirmek istiyor­ dum, fakat sen bekleyemezdin; onu tarihe solanaya başladın. O halde, ben duruyorwn, artık sen yürü! .. İşte, birkaç ufak sadeleştirmeyle o manzume: "


1 70

Mehmed Ziya (arka sıra, soldan ikinci) intihar girişiminden altı ay sonra (mart 1 895) kardeşleri, bazı mahalleliler ve arkadaşlarla: Sat başta, Erzurum Askeri ldadisi 3. sınıf ögrencisi Nihat (Gökalp) ve küçük kardeş M. Sıtkı (ön sıra, soldan üçüncü).

TURAN

Nabızlanmda vuran duygular ki tarihin Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil, Güzide, şanlı, necip ırkıının uzak ve yakın Bütün zaferlerini kalbimin çarpışında, Nabızlanmda okur, anlar ve yüceltirim. Sahifelerde değil, çünkü Attila, Cengiz, Zaferle ırkınu taçlandıran bu alınlar, O tozlu çerçevelerde, o iftiraya bulaşmış Muhit içinde kirli ve utangaç görünürken Şerefle boy gösterir İskender ve Sezar! Nabızlarımda evet, çünkü ilmen belirsiz Kalan Oğuz Han'ı kalbirn tanır tamamiyle, Damarlanmda yaşar şan ve ihtişamiyle Oğuz Han, işte budur gönlüme ilham veren: Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan; Vatan büyük ve ebedi bir ülkedir: Turan. . . 3 3. Nihad Sami Sanarlı Resimli Türk Edebiyarı Tarihi nde bu manzumeyle ilgili olarak

şunları söyler. '"Turan', aruz vezninin ahenk tılsımlarıyla ortaya çıkan ve yer yer şiir ik­ limlerine yükselen bir güzel manzumedir. Avrupalı tarihçilerin eski cihangirler hakkın­ daki taraf tutucu görüşlerine bir isyandır da... "


1 71

"Thran" manzumesi yayırnladığında daha Balkan Savaşlan faci­ ası yaşanmaımş; milyonlarca Türk'ün yüzyıllardan beri vatan bildi­ ği Rumeli kaybedilmemişti. Sonra Birinci Dünya Savaşı patlak ver­ di. İttihat ve Terakki Partisi'nin düşünce önderi ve merkez-i umu­ mi üyesi Ziya Gökalp, 1915'e gelindiğinde, kirnilerinin eleştirdiği bir yaklaşımla Talat ve Enver paşalara övücü dizeler yazıyordu. As­ lında amacı gücü elinde tutan bu insanlan yüreklendirerek sorum­ luluklannın bilincine varmalarına yardım etmek olmalıydı. Yaşamı boyunca hiçbir zaman kişisel çıkar peşinde koşmaımş, bu amaçla kimseye hoş görürunek istememişti. Aksi olsaydı "hecenin beş şa­ iri"nden biri olan gazeteci, şair ve yazar Yusuf Ziya Ortaç (18951967) Portreler'inde (1960) ondan şöyle söz eder miydi:

On parasız "güçlü adam" (İstanbul) Cerrahpaşa'da arka pencereleri geniş maviliklere bakan küçük, ahşap bir evde oturuyordu. Yer çıplak tahta, pencereler patis-

Istanbul' da, gözaltı ve sürgünlerle geçecek günlere dogru Baytar Mektebi ögrencisi ( 1 896- I S97) Ziya Gökalp yakın dostu ve arkadaşı A. Cemil (Asena, sagda) ve bir hemşerisiyle (ortada).


ka perde, eşya bir eski sedir, çarpık hacaklı sandalyeler! .. O, üzerin­ de ince çizgili bir entari, çıplak ayaklannda mercan terlikler, gelir, sa­ atlerce, "Türk mitolojisi"ni anlatır, yannki "Türk operası"nı hayal eder, bize yepyeni, bambaşka ufuklar açardı. .. Bu şatajatsız adam, Osmanlı lmparatorluğu 'nu avucunda tu­ tan adamdı. Bu fakir ev de onun eviydi. . . Hem de kira evi!. . Ziya Gökalp, parayı tanımadan yaşadı, tanımadan öldü. Evinin kış­ lık odununu bile arkadaşlan aldılar... O yalnız hayallerinin içinde bah­ liyardı. Minarelerinde Türkçe ezan okunan camiler, dükkaniarında l'ürk mallan satılan çarşılar, erkekle eşit Türk kadını ve çağdaş Müslü­ tnan Türk milleti! .. Tek başına bir genç kuşağa ideal aşılamıştı... Gökalp'i dinleyenler ona inanırdı. Çünkü, inandığını konuşan adamdı o. Bir kere kızdığını gördüm. Fuzuli'nin Türklüğünden şüphe­ lenen Dr. Abdullah Cevdet' e karşı, "Böyledir! .. " diye bağımuş ve de­ Vam etmişti: "Kendisinden şüphe eden başkalanndan da eder! .. " Büyük ilim adamı Gökalp, büyük bir şairdi de. Şu dört mısraya ba­ kınız. Acı renklerle çizilmiş bir tablo kadar canlı değil mi? Karanlık bir gece, sabaha yalan, Oğuz'un üstüne çöktü bir alan, Bu alan atadan kalma bir öçtü: Yıldı Oğuzeli, batıya göçtü!.. Bu çıplak odada her gün yeni bir konuya ışık tutardı: "Cami, adından da belli, cem olunan (toplanılan) yer. lçtima ma­ haııi. Orada Müslüman Türkler hayır işlerini, sosyal davalarını konu­ Şacaklar. Camide, sıralar, sandalyeler olacak. Kadın, erkek oturup biıyük mürşitterin nasilmtlerini dinleyecek, aydınlanacak! Mescit, Yine adından belli: Secde edilen yer. Orada Müslümanlar namazlarını kııarıar, Tann'ya dualarını yükseltirler... "

Konuştuğu konu üzerinde sözü dağıtmadan, dikkatini ve bilgisini 0tı.un kadar toplayan insan görmedim. İnandığını cezbe içinde (ken­ dinden geçerek) savunurdu. Bir gün Büyükada'da Türkleşmek, ls­

larnıaşmak,

Avrupalılaşmak konusundaki fikirlerini anlatırken masa ÜStündeki fesi yere düşmüş. "Ziya Bey" demişler. "Fesiniz yere düştü!"


1 73

Ahırkapı Tıp ldadisi ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane çıkışlı Dr. lbrahim Temo ll. Abdülha­ mid döneminin en ilginç simala­ rından biriydi. Dr. lshak SükOti ve Dr. Abdullah Cevdet'le bera­ ber, Tıbbiye'de ögrenciyken, gizli "lttihad-ı Osmani Cemiyeti"ni kurmuş ve 1/1 hücre numaralı ilk üyesi olmuştu. Ittihad-ı Osmani Cemiyeti Ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin çekirdegini oluştur­ du. Baytar Mektebi'nde yükse­ kögrenimini yaparken tanıdıkları Ziya Gökalp'i bu cemiyete üye kaydeden de hemşehrisi Dr. lshak SükOti ( 1 868- 1 903) ile Dr. Temo'dan başkası degildi. Siyasal nedenlerle Romanya'ya giderek orada senatör olan Temo'nun, bu ülkede yayımian­ mış Atatürk'ü Niçin Severim başlıklı bir de kitabı vardır. Göz ucuyla bile bakmadan, "Giderken alınm!" diyerek sözüne devam etmiş... Onu Mütareke'de tevkif edeceklerdi. Dostlan "kaç" dediler. Güldü ve sustu. Ertesi gün "Bekirağa Bölüğü"ne kapattılar. Haftada iki gün ziyaretine giderdim. Demir karyolasının bir ucuna o otururdu, bir ucuna ben. Bu "ölüm hücresi"nde, yatak odasındaymış kadar rahat, yine eski sohbetlerine devam ederdi. "Bizim" derdi, "iki benliğimiz vardır: Biri şeytan benliğimiz, öbürü melek... Zindanda olan şeytan benliğimizdir. Melek benliğimiz hür duygular, hür düşünceler içinde dolaşıyor... " Asılmaktan kurtulup da Malta'ya sürüldüğü gün, ne cebinde on pa­ rası vardı, ne (de) evinde ... Dostu Cafer (Dilanen) Bey birkaç yüz li­ ra yetiştirebilmişti, kallanak üzere çarklan işleyen gemiye .. Bu, on .

parasız adamın, on dakikada milyoner olacak güçte bir politikacı olduğuna bugün inanabitir misiniz?4 Yusuf Ziya Ortaç, Portre/er, Akbaba Yayınevi: Edebiyat ve Sanat Yayınları, 2. basım, Istanbul, 1 963.

4.


1 74

Ziya Gökalp'le ilgili yayınlarda alıntısına rastlamadığım yukar­ daki nefıs "portre"nin yazarı "gerçek" Babırui'nin en renkli sima­ larından biriydi. Uzun yıllar tek başına haftalık Akbaba dergisini çıkardı. 50'li yılların benzersiz karikatürist ve mizahçı kuşağı bu dergide yetişti. Gençlik yıllarımda birkaç kez ben de onunla gö­ rüşmek fırsatı buldınn. Buna dayanarak, çizdiği portrenin sonun­ daki soruya cevap vereceğim: "lnanmayız, üstat! Nerede Ziya Gökalp gibileri? Günümüzde politikacıların çoğu on dakikada milyoner olmak için çırpınan çapsız adamların arasından çıkıyor... "

191 1'in "Turan" manzumesi, hayalleriyle birlikte çok eskilerde kalmıştır. Yıl 1918'dir ve devlet çökerken felaketin mimarları ül­ keyi terk etmiştir... Olup bitenlerden sorumlu tutulup cezalandı­ nlacağı, hatta asılacağı söylentilerine aldınş etmez Gökalp ve "Suçum yoktur ki yurdumu terk edeyim! .. Hem öleceksem de bu­ rada ölürüm! .. " der ve "Bari bize bir yurt kalsa .. " wnuduyla haya­ lindeki "vatan"ın yeni resmini çizer: VATAN Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın... Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur, Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın . . 5 .

Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın! Bir ülke ki toprağında "başka ilin"6 gözü yok, Her ferdinde mefkfue bir, lisan, adet, din birdir. Mebuslan temiz, orda Boşo'lann 7 sözü yok, Hududunda evlatlan seve seve can verir, Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın! 5. Tanrı. 6. "Başka ülkenin" anlamında.

7. Daha önce yayımlanan ve ünlü "Vatan" şiirine de yer verilen kitaplann hemen hiçbirin­ de, Gökalp'in Meclis'te görmek istemedi� "Boşo'lar" hakkında bir açıklamaya rasdanmı­ yor. Şairin, "Boşo'lar"la Bolşevikleri kastetti�ni sananlar bile var. Peki, kimlerdir bu "Bo­ şo'lar"l Boşo Efendi, Manastır vilayetine baglı Seriice'den Osmanlı Meclisi'ne giren Rum kökenli bir mebustur. Görevi süresince yalnız Patrikhane'nin, Rum okul ve kurumlannın çıkan için gayret gösteren Boşo Efendi, sonuçta bir Osmanlı mebusu olduıtJnu, bu neden­ le biraz da ülkenin sorunlan için çalışması gerekti�ni anımsatanlara şu cevabı vermesiyle ünlenmiştir: "Osmanlı Bankası'nın sermayesi, yöneticileri ve bütün çalışanlan yabancı olup yalnız 'adı' Osmanlı'dır! Benim Osmanlılııım da Osmanlı Bankası'nınki kadardır... "


1 75

Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye, Sanatına yol gösteren ilimle fen Türk'ündür. Sanatkan birbirini her an eder himaye; Tersaneler, fabrikalar; vapur, tren Türk'ündür; Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Sonucu henüz "ortada" iken Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk devrimleriyle kazanılacak olanlara önceden işaret ediyor Gökalp: Türkçe ezan, Türkçe Kuran, üzerinde kimsenin gözü olmayan ba­ ğımsız ve hududunda evlatlarının seve seve can verdiği bir ülke! Temiz mebuslar; ulaşım ağlarının millileştirilmesi; sanayi, ticaret, ilim ve fende atılacak milliyetçi adımlar... Eşine, kıziarına ve zaman zaman da kardeşi Nihat Bey'le kimi dost ve arkadaşlarına Malta'dan yazdığı ve Anadolu'da olup bi­ tenlere -önce onlar tarafından okunacakları için- İngiliz görevli­ lere "açık" olarak verilen mektuplarda hiç söz etmez ama olum­ suz haberler adaya ulaştıkça endişeler içinde kıvrandığı belli ol­ maktadır. Soyut bir ülkü olsa da, haydi Turan'dan vazgeçtik, aca­ ba son tutunma yerimiz "vatan"ı da, Anadolu'ya da mı kaybede­ cektik? Nitekim, Malta'da yazıp kimseye sözünü etmeden ve san­ sürden kaçırarak Türkiye'ye ulaştırdığı "Çoban ile Bülbül" şiiri içinin nasıl kan ağladığıru gösteriyor. Öğüt gazetesi, 24 şubat 1920 tarihli ve 287 sayılı "nüshasında" "Çoban ile Bülbül"ü "Bugün vatanından cüda (ayrı) düşen büyük milli şairimizin son şiiri" notuyla yayımlar:

ÇOBAN lLE BÜLBÜL Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle: "Sürülerirn hani, ovam nerede?" Bülbül sordu boynu bükük bir güle: "Şarkılarırn hani, yuvam nerede?" Ağla çoban ağla, ovan kalmadı... Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı... Çoban dedi: "Ülkeler hep gitse de, Kopmaz benden Anadolu ülkesi." Bülbül dedi: "Düşman haset etse de, İstanbul'da şakıyacak Türk sesi..."


1 76

Çalış çoban çalış! Kurtar öz yurdu... Şairlerden topla bülbül, bir ordu. Çoban, dedi: "Edime'den ta Van'a, Erzurum'a kadar benim mülklerim... " Bülbül dedi: "İzmir, Maraş, Adana, İskenderun, Kerkük en saf Türklerim... " Sani çoban sani, mülkü bırakma, Yad elinde, bülbül, Türk'ü bırakma... Çoban dedi: "Sürülerim hep kaçsa, Bir sürüm var kaçmaz: Adı Türk ili ... " Bülbül dedi: "Şarlo ölsün, yok tasa, Türkülerim yaşar, söyler halk dili..." Yalvar çoban yalvar! İlin kurtulsun.. . Dile Hak'tan bülbül, dilin kurtulsun .. .

Dönemin benzersiz bir "ağıt"ı olarak karşılanan "Çoban ile Bülbül" Istanbul ve Anadolu'da elden ele dolaştı. Ankara'da ya­ yımlanan Yunus Nadi Bey'in Yeni Gün gazetesi, Genç Yolcular dergisi ve birçok yerel yayın organı tarafından "iktibas" edildi. Günümüzde bile kimi şiir uzmanları Gökalp'i "şairden sayrnaz­ ken" onun kendine özgü, kolay anlaşılır ve zaman zaman belki bi­ raz çocuksu dizeleri insanları derinden etkiliyor; verdiği mesajla­ n benimsetİyor ve onu gönüllerin tahtına oturtuyordu. s Millette umduğu mutluluğu görmeden ölürse mezar taşına "va­ tan mahznn ben mahznn" yazılmasuu isteyen büyük yurtsever ve düşünür Namık Kemal ile Türk aydınlanmasının parlak ışığı Tev­ fik Pikret'ten daha talihliydi Ziya Gökalp. Atatürk'ü gördü ve ta8. Edebiyat tarihçisi Nihad Sami Sanarlı ( 1 907- 1 974) "Onu şair olarak tanımlayamayız"

derken, "en olgun fikirleri bile sade ve basit bir söyleşiyle dizeleştirerek halk belleıine yer­ leştirmeyi hedefledi�ini" belirtiyor ve Gökalp'ten "büyük bir �lim ve ideal adamı" diye söz ediyordu. Peki, D�rülfünun'da bir süre Gökalp'in sosyoloji kürsüsünde çalıştıktan sonra, Cumhuriyet'te milletvekilligi hatta bakanlık yapıp yazarlıkta karar kılan Mehmet Emin Eri­ şirgil'e ( 1 89 1 - 1 965) ne demeli? Ziya Gökalp'le ilgili kitabının (Remzi Kitabevi) "roman" ol­ du�nu kendisinden başka sanırım kimsenin düşünmedigi yazarın belimigine göre "Ziya Gökalp ilim degildi ve belki olmak da istememişti. Filozof, hatta orijinal fikirler yaymak is­ teyen bir yazar da degildi. Şair olmadıgını söylemeye ise gerek yoktu; şiirlerini okuyunca bu zaten anlaşılacaktı..." "Romanında" (!) bunlan söyleyenin kendisi oldu�nu acemice giz­ lerneye çalışan Erişirgil yukandaki görüşlerini "�encilerine" aktarırken gözyaşlannın yer­ lere döküldügünü de saklamıyordu!


1 77

rudı. Yaptıklarırun ve Türkiye'nin kurtuluşunun taruğı oldu. On­ dan etkilendi ve onu etkiledi. Evet, uzun yaşamadı ama hiç ol­ mazsa: "Tesettür, ilkel arzulara ve çok eski toplumsal kurumlara kadar uzanan bir adettir, bu alışkanlığın bugün de (1920'lerin baş­ langıcı) sürüp gitmesi, TÜRK KADlNINA EN BÜYÜK HAKARET­ TİR. .. " dediği kılığa bürünmüş Türk kızlarının "Atatürk'ü sevrni­ yoruz, Humeyni'yi seviyoruz... İşgal altında kalsaydık daha mutlu olurduk! .. " diye TV ekranlarıru kirlettiklerini görmedi... Hiç ol­ mazsa, Cumhuriyet'te doğmuş, okumuş ama adam olamamış ki­ mi dangıl dungul, "ne idüğü malum" nankör ve art niyetli politika esnafının, iktidarın yüksek katlarından kasıtlı bir cahillikle dış basının etkili sayfalarına seslenerek Curnhuriyet'i kötülerlikleri­ ne ve Atatürk Devrimleri'nin millete "travma" yaşattığını söyle­ diklerine tanıklık etmedi (haziran 2008). Yüce benliğinin bütün içtenliğiyle: "Türkçülük yoltındaki bütün hareketler sonuçsuz kalırdı" diye ya­ zıyordu, eğer, Türkleri Türkçülük ülküsü etrafında birleştirerek bü­ yük bir yok olma tehlikesinden kurtarınayı başaran eşsiz dcllıi ortaya çıkmasaydı ... Bu dMıinin adıru telcrara gerek yok. Bütün cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa aduu kutsal bir sözcük sayarak her an say­ gıyla anmaktadır. (Ondan önce) Türkiye'de Türk halkırun hiçbir yeri yoktu. Bugün (ise) her hak Türk'ündür. Bu topraklarda egemenlik Türk egemenliğidir. Siyasette, kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar büyük ve kesin devrimleri yapan zat Türkçülü­ ğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşürunek ve düşündüğünü söyle­ mek kolaydır da yapmak ve yaptığını başarıyla sonuçlandınnak çok güçtür.. 9 .

Türkiye'nin, Mustafa Kemal Paşa'nın kişiliğinde yüzyıllardır beklediği kurtancı ve kurucu önderi sonunda bulduğu inancı Gökalp'ın, ona, iki manzum ve açık "istida" (dilekçe) vermesi­ ne yol açmıştır. 23 ekim ve 30 ekim 1922 tarihlerinde, Diyarba­ kır'da çıkardığı Küçük Mecmua 'da yayımlanan bu istidalar çok sayıda gazete ve dergi tarafından iktihas edilmiş, bu arada "bi­ rinci istida"nın kimi dizelerinin Ingilizeesi yazar Uriel Heyd'in 1950 yılında Londra'da basılan Türk Milliyetçiliğinin Kökleri (Foundations of Turkish Nationalism) başlıklı kitabına da alın­ mıştır. 9. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, hazırlayan Profesör Mehmet Kaplan, Kültür

kanlıj!ı Yayınları, Ankara, 1 976.

Ba­


1 78 1922 yılının ekim ayına gelindiğinde zafer kazanılmış ve Yu­ nan ordusu denize dökülmüştü ama henüz barışa ulaşılrnarnış­ tı ve İstanbul h3la işgal altındaydı. Ülkenin geleceği belirsizli­ ğini koruyordu. Daha da kötüsü, Rauf (Orbay) Bey başta olmak üzere, en yakın ve en güvendiği silah ve savaşırn arkadaşları, Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Refet paşalar bile onun yükselen yıldızından, ününden ve prestijinden rahatsız olmuş gibiydi­ ler... Zaferi kazanmakla görevinin artık sona erdiğini, gidip ül­ ke yönetimini gerçek sahibine yani "padişahırnız efendimize" teslim etmesi gerektiğini ona, en azından ima ediyorlardı. An­ kara'nın -yakından bildiğim- tozlu yollardan ulaşılan "Keçi­ ören"indeki bağ evlerine davet ederek "yanlış bir adım atma­ ması" konusunda onu açıkça uyarıyorlardı: Issız bir Ankara ge­ cesinin sabaha ulaşan romansı karanlığında! Yurtseverdiler ama ruhlannda devrimcilikten eser yoktu! Benzinleri çoktan bitmişti. Oysa Mustafa Kemal Paşa işinin daha yeni başladığını biliyor ve şimdilik renk vermemesi gerektiğini düşünüyordu. Zamanı gelince bu yurtsever, iyi niyetli ama ufuksuz "paşaları" gene değerlendirecekti. İyi de, onun aklından geçenleri nereden bilsindi Ziya Gökalp? "Benden bu kadar... " dernesinden endişe ediyor olmalıydı. Bu "rnüstesna" insana Türklüğün yalnız savaşta değil barışta da ihti­ yacı vardı. "Aman paşam, durmak yok, devam... Lütfen devam... " der gibiydi:

İSTİDA Gazi Paşa Hazretleri'ne Bu yurt mahrum düzenlikten, umrandan. .. l O Köylülerin nasibi yok irfandan; Ey, kurtaran bizi zalim Yunan'dan! Kurtar bizi daha birçok düşmandan! Medeniyet gerçi bize uzaktır, Mefkiiremiz güneş kadar parlaktır... Bütün millet yükselmeye müştaktır: l l Kurtar bizi cehaletten, noksandan! ı O. Bayındırlık. ı ı . Özlem içindedir.


1 79

Harpte nasıl ün aldıysa her nefer, Tezg3.hta da sanatına versin fer... 1 2 Kazanalım her hünerde bir zafer: Kurtar bizi iktisadi buhrandan! Mektep, müze, dfuiilfünun isteriz, Halkçılığa uyan kanun isteriz; Terakkimiz her an koşsun isteriz, Kurtar bizi beynelmilel hüsrandan! Sen d3.hisin, buna çoktan inandık... Mefkı1resiz rehberlerden pek yandık. .. Garp'te Şarklı yaşayıştan usandık: Kurtar bizi bu karanlık zindandan! Göster şimdi ilmi, harsi 1 3 hedefler Alim, şair, kumandanda, hep asker..

.

Her şey olur: Yalnız iste, emir ver.. . Kurtar bizi meskenetten, 1 4 hirmandan! ı s Sürümüzde bir kurt çoban kalmasın, Tepemizde gizli düşman kalmasın; Düşmaniann dostu hakan kalmasın: Kurtar bizi bu yaldızlı yılandan! Abdülhamid gerçi "Kızıl Sultan"dı, Buna nispet yine o bir insandı... Çok masumlar "fetva"sına aldandı: Kurtar bizi artık "Kara Sultan"dan!

Rauf Bey, ailesi "halifenin nimet lonntılarıyla beslendiği için (!) ona karşı olarnayacağıru" ileri sürer ve Refet Bey de İstanbul'da bunlara "Sakarya" isimli cins atlar armağan ederken Ziya Gökalp gerçekleri görüyor ve "Kurtar bizi bu yaldızlı yılandan!.." diye Parli­ şah Vahideddin'i işaret ediyordu. l l. Aydınlık, parlaklık. l l. Kültürel. 1 4. Miskinlik; fakirlik, yoksulluk. 1 5. Yoksunluk, mahrumiyet.


1 80

"İkinci istida" ilkinden daha kapsamlı ve coşkuludur. Mustafa Kemal Paşa'nın çok yorgun olduğu, kalp laizi geçirdiği ve barış­ tan sonra görev alrnayıp köşesine çekileceği söylentileri üzerine yazılmıştır:

İKİNCİ İSTİDA Gazi Paşa Hazretleri'ne Sen deyince, "Sulhten sonra isterim: Herkes gibi bir fert olmak, hür olmak... " Hepimizde doğdu büyük bir vehim: ı 6 Gerçekten mi bu kıyamet kopacak? Yeniden mi başlayacak felaket? Düşecek mi yine derde memleket? Hayır, asla! Yoktur buna bir imkan: Fert olamaz bir milletin beşiri... ı 7 Hürdür belki mefkfuesiz bir insan, Hür olamaz vazifenin esiri ... Kimse yanın bırakamaz bir işi, Eserinin borçlusudur her kişi... Gazi Paşa! Gerçi fazla yoruldun, Ihtimal ki rahata da muhtaçsın Lakin Türk'ün tılsımını sen buldun, lksir ı 8 gibi bu millete ilaçsın... Türk çocuktur, yaşayamaz babasız, Karanlıkta kılavuzsuz, lambasız... Artık çiftlik değil bu hür memleket, "Malikane" yazılamaz taşında .. Kahramanlar soyu olan bu millet, Arslanlan görmek ister başında .. 1 6. Yersiz korku. 1 7. Müjdecisi. 1 8. Olaf.ınüstü etkili madde, şurup.


181

Tehlikeli anda ona kim medetl 9

Eylemişse odur ancak mutemet. .. 2 0

Tepesinde kahramanlar olunca, Bu memleket daim gitmiş ileri... İlk sıraya haris fertler dolunca Paslı kalmış kalbindeki cevheri ... Bu milletin hali olur pek yaman, Kılavuzu olmazsa bir kahraman. .. Gazi Paşa! Ulu Tann aşkına, Elinden bu mülkü çürük bırakma! Acı, kurtardığın yurdun halkına, Öksüz gibi boynu bükük bırakma! Mektebinde onu okut, çalıştır.. .

Yavaş yavaş halkçılığa alıştır.. . Neticeden anlaşılır isabet:

Yoktur senin gibi Türk'ü anlayan... Ancak bilen yapabilir bir hidmet2 1 Sensin asn bilen, mülkü anlayan... Bu milletin sen tutmazsan elinden, Yanlış yola gidebilir cehlinden... 22 Sen yalruz bir büyük insan değilsin, Sende saklı nice meçhul kuvvetler... Yalruz dahi ve kahraman değilsin; Hep sendedir bize mevhub2 3 nusretler: 2 4 Türk feyzinin kaynağısın! Taş... Durma! İçten gelen hamleleri durdurma! 1 9. Yardım, yardımcı. 20. Güvenilen kişi. 2 1 . Hizmet. görev. 22. Cehaletinden. 23. lhsan edilmiş, verilmiş. 24. Başarılar, üstünlükler.


1 82

Tekamülün zembereği dehadır, Talihimiz sende etmiş tecelli ... 2 5 Bizi mevud26 terakkiye ulaştır: Bu da senin vazifendir besbelli... Türk, harsını G3.I]l'ten ödünç alamaz; Nurlanırken cihan, nursuz kalamaz...

Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında, yıllarca birlikte çalıştığı Talat ve Enver paşalarla ilgili olarak yazdığı lasa manzumelerin bir yerinde Talat Paşa'dan, Sen canlan birleştiren bir ruhsun Vicdanını sende görür cemiyet

diye söz ediyordu Gökalp. Enver Paşa'dan ise Siyasette ittifaklar dokudun Yedi 'çar'a birden meydan okudWl...

diyerek. Bu manzumelerin biraz da savaşı yönetenlere teşvik olsun di­ ye yazıldıkları belli oluyordu. Mustafa Kemal Paşa'ya "verilen" uzun, gerçekçi ve anlamlı "istida"larla layaslanabilecek bir yanla­ n yoktu. Bir de, "ölümünden bir ay önce lazının defterine yazdığı" kay­ dıyla 19'uncu ölüm yıldönümde (ekim 1943) Doğu Mecmuası'nda yayımlanan "Niçin" başlıklı manzume var ki "seriyi" tarnarnla­ maktadır. Son dörtlüğündeki, Uyanık bulWlWl ey Türk gençleri! İrtica sevemez bu tür rehberi ...

dizeleri var ki, Ziya Gökalp'in Cumhuriyet'in daha birinci yılı bile dolmadan bugün yaşadıklanmızı "gördüğünü" düşündürüyor? Bü­ yük lazının eşi tarafından ileri sürülen "bu manzurnenin Malta'da yazıldığı" savırun ise gerçeklerle bağdaşmaktan uzak olduğu orta­ dadır. Gökalp Malta'da iken 'Lozan' da dostların, düşmanların top­ larunası' bir yana daha Kurtuluş Savaşı bile sonuçlarunarnıştı. 25. Tecelli etmek: görünmek. 26. Vaat edilmi�. söz verilmi�.


1 83

NİÇİN Bu halkın başında bir kahraman var, Şan onundur ama millete yarar... Haklıdır bu şandan korksa düşmanlar, Dostlardan da vamuş tiksinen, niçin? Arttıkça bu dcllti Türk'ün şöhreti Dağılan milletin arttı vahdeti2 7 Sullite de faydalı böyle kuvveti Yıpratmak daha harp bitmeden, niçin? Toplandı Lozan'da dostlar, düşmanlar, Lloyd George saçıyor yine bühtanıar2 8 Lazımken müttehit2 9 olmak bu anlar, Aynianlar vamuş sürüden, niçin? Millet fedaidir kahramanına, Kim

taş atabilir onun şanına?

Dil uzatma sakın Türk arslaıuna! Anlatayım sana bilmezsen, niçin? O, milli dehaıun tam "Kemal'idir" Türk'ün hem celali 3 0 hem cemali<fu 3 1 Mefkiire görülmez ... O, timsalidir, Mefkiireye çattın, söyle sen, niçin? Uyanık bulunun ey Türk gençleri! İrtica sevemez bu hür rehberi, Susturun mantıkla kin güdenleri, Borcunuz savaşmak sonsuza, niçin?

1912 nisanında Maden (Ergani Madeni) sancağından seçilip Osmanlı Meclis-i Mebusanı'na giren Gökalp nasıl önerilen maarif nazırlığıru kabul etmeyerek Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sö27. Birli�i. birlik olması. 28. lftiralar. 29. Birlik halinde. 30. Büyllk. yüce; kızgın olan. 3 1 . Güzellik.


1 84

zü, lçtimaiyat Mecmuası ve Yeni Mecmua gibi dergilere yazılar yazrnışsa 1923'te de aynı yolu tuttu. Mustafa Kemal Paşa'nın iste­ ği üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ikinci döneminde Di­ yarbakır rnebusu olmuştu ama Hakimiyet-i MiUiye, Yeni Gün ve daha sonra onun yerini alan Cumhuriyet gazetelerinden yaşa­ rnının son günlerine kadar yazılarını eksik etmeyerek "vazifenin esirisin" dediği Gazi'nin yanında, yüklendiği görevi yerine getir­ meye çalıştı. Cumhuriyet'in ve devrimierin oluşturulup geniş halk kitleleri tarafından daha iyi aniaşılıp benimsenmesi için, ya­ ratıcı bir düşünür olarak en ön saflarda çalıştı. Cumhuriyet'in bi­ rinci yıldönümünü bile görernedi ama Atatürk'e yıllar sonra "Be­ denimin babası Ali Rıza Efendi, heyecanlarıının babası Namık Kernal'dir. Fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp... " dedirtecek ka­ dar ona yakın ve yardımcı oldu. Büyük önderin, "Türkiye Cumhu­ riyeti" denilen sarsılmaz eserinde en fazla erneği ve hakkı bulu­ nanlardan biriydi kuşkusuz. "Paşa"nın en güvendiği kimi arkadaşları, uçurumun kıyısına getirilmiş bir ulusun onun önderliğinde kanı ve canı pahasına kazandığı zaferin meyvelerini altın tepsi içinde "Allah'tan sonra lngiliz'e güvenirirn" diyen bir hain padişaha sunrnayı hayal eder­ ken o çoktandır yeni bir devletin yoluna taşlar döşerneye başla­ mıştı bile: Bütün Türkler ortak bir edebiyat diline sahip olmalıdır... Yaşamın özü yaratıcı bir gelişmedir... Uygarlık tarihi bir ülkede sanayiyle birlik­ te fertlerin de geliştiğini gösteriyor... Bilginlerimiz yalnızca fenden söz etmeyi bilirler ama onun uygulamasıyla uğraşacak güçleri yoktur. O halde bizde, gerçek anlamıyla ne fen vardır ne de bilgin... Devletler, kendi sanayilerini korumak için yüksek günuük vergileri koyarlar... Çarşıda esnaf yalnız kendi çıkarına çalışır gibi görünse de aslında bun­ dan ülkenin çıkarı doğar... Sağlık kurallarına uymazsak hastalanır, ikti­ sat kurallarını önemsemediğimizde de darlık ve sıkıntı içine düşeriz... Çağdaşlaşmak, uygar toplumların sürekli gelişen bilim ve beceri­ sinde onlardan geri kalmamak, (aralarında) üstün bir yer edinmek anlamına gelir... Vaktiyle "Bizans'ta" (İstanbul'da) değişik kökenier­ den işleri yolunda "kozmopolit" bir sınıf oluşmuştu. Bunlara "şehri" denirdi ve milliyetleri yoktu. Türk'ü aşağılarlar, Arap'ı beğenmezler, Laz'la eğlenirler, Kürt'ü günah işlemekten, kötülük yapmaktan çekin­ mez göıürlerdi. Bu "şehri"lere göre Türk, "ata binince kendini bey ol­ dum sanır"dı; "adam olmaz"dı; "doğmuştu anadan, öğüt alırdı eşek ile


1 85

danadan"; "aklı sonradan gelir"di... Tarih kitapları Türklerden "Etrak­ ı biidrak" (anlayıştan yoksun) diye söz ederdi ve bu dunun ulus olma duygusunun gelişınediği dönemlerde dikkat de çekmezdi... Milliyet fikrini İslam aıemine ilk getirenler Araplar ile Arnavutlar olmuştur. Bunlar Türk düşmanlığını yayma gereği duymuşlar, Türkle­ rin cibilliyetsiz ve barbar olduğuna Kürtleri de inandırmaya çalışmış­ lardı. Zaten, o zamanlar "Türk" unvanını kabuUenen kimse yok gi­

biydi ... "Türk" sözcüğü ayıplı (!) olduğundan kimse üzerine alınmı­ yor, aslen Türk olan gençler bile Arap, Arnavut ve Kürt olmakla (!) gurur duyuyorlardı... Diyarbakır ve Harput'ta kimi doktor Türkler kendilerini Kürt sanıyordu. Adam yerine bile konmayan Türkler İs­ tanbul'da "kaba ve köylü", Doğu Anadolu'da ise "Kızılbaş" idiler. Ge­ ne de, Saray'daki, hükümetteki (dairelerdeki) memurların bütün zu­ lüm ve yolsuzluklarından Türkler sorumlu tutulurdu ... "Tanzimat" Türklüğün yüzüne aldatıcı bir örtü çekmek istedi. Türk dili yok, "Osmanlıca"; örnek ve tarihi bir ırk (!) yani "Osmanlı mille­

ti" vardı. .. Yalnızca Türkler bu tuzağa düşerken Türk'ten başka her et­ nik grup çocuklarına kendi dilini ve tarihini öğretti ve sonunda

"Türklükfikri" patladı. . . Uluslar büyük bir felaket yaşadıklarında ruhlarda ve kalplerde yal­ nızca "ulusal kişilik" yaşar. İnsanlar kendi özgürlüklerini değil ulusla­ rnun

bağımsızlığıru düşünmeye başlarlar. Böyle bunalımlı dönemler

ulusların "döllenme zamanı"dır... Bir ulusun varlığı tehlikeye düştüğünde toplumsal bir ülkü (mef­ kfue) o ulusu zafere götürür. "Cermenlik" ülküsü Napolyon orduları­ nın Prnsya'yı ezdiği felaket anında ortaya çıktı. "Japonluk" idealini yaratan da Amerikalılar ile Avrupalıların aşağılayıcı baskılarıdır. Fransa, İngiliz istilası altında yok olmak üzere iken yarı deli bir köy­ lü kızından (Jeanne d'Arc) fışloran ulusal vicdan ülkeyi felaketten kurtardı (1429) ... Türkleri yok olmaktan kurtaracak olan milliyet fikridir. Sosyalizm büyük sanayiden doğar ve Türkler bu sahada henüz yeterince yol al­ mış değillerdir. Türk, Almanlaştıkça, Fransızlaştıkça veya Ruslaştık­ ça parçalanır. Türkleştikçe kuwetlenir... Mefkfireler tarihsel karma­ şa veya sosyal bunalımlardan doğduğuna göre yeni koşulların etkisiy­ le yalan veya uzak gelecekte sosyalizm fikrinin ulusçuluk duygusu-


1 86

nun yerini alması olasılığı yok mudur, diye sorulabilir. Türkiye'de bü­ yük sanayi oluştuktan sonra bizde de "sosyalizm mefkfuesi" doğa­ caktır. Fakat bu, öbür küçük mefkfueler gibi ulusal mefkfuenin bir yardımcısı olmaktan öteye gidemez. Sosyalizm, Avrupa ülkelerinde kuvvetiense de savaş zamanlarında yerini genellikle ulusal mefkfıre­ ye terk eder... Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayan ve sonunda Rumeli'nin de elimizden çılanasına yol açan "manevi mikrop" milliyet fikridir. Bu­ nun, bir hastalık mikrobu değil bir "maya" olduğunu; yüzyılın ise bir "milliyetler asn"na dönüştüğünü anlayamad.ık. Bu toplumsal gücü bi­ raz da kendi çıkarımiZ için kullanmayı düşünemedik. .. Milliyet fikri mahkUm bir kavmin kurtulması için kullanılan bir si­ lahtır. İslam hükümetlerinin idaresi altında artık Müslüman olmayan kavim kalmadı. Oysa bugün, Müslüman kavimlerin çoğunluğu esaret altındadır! 3 2 ..

Hedefimiz demokrasi yani "halkçılık" Ziya Gökalp'in, "kurtuluş"tan sonra fakat Lozan'dan önce An­ kara'da, 1-9 temmuz 1923 tarihleri arasında Yeni Türkiye gazete­ sinde "Yeni Türkiye'nin Hedefleri" ana başlığı altında peş peşe ya­ yımlanan ve biraz sadeleştirerek özetlerini verdiğimiz yedi yazısı geniş yankılar uyandırdı. Yayımlandıklan dönem açısından da dikkat çekici olan bu yazılardan ilki "lrklar Arasında Eşitlik" baş­ lığını taşıyor ve "Yeni Türkiye"nin hedeflerinin ne olduğunu şu sı­ ralar herkesin merak ettiğini belirterek şöyle devam ediyordu: 3 3 Bu yeni devleti harekete geçiren hamle "devrim ruhu", ülküsü "çağdaş bir devlet", hedefi ise "kültür" alanında "Türkçülük" olup si­ yaset alanında da bizim "halkçılık" dediğimiz ve en gelişmiş hükümet tarzı olan "demokrasi"dir. Demokrasinin işleyebilmesi için önkoşul ise "eşitlik"tir. Kadınlarla erkekler, beyazlarla siyahlar arasında eşit­ lik. .. Sosyal olaylar veraset yoluyla geçmez ve ırklar arasında aşılmaz uçurumlar yoktur. Örneğin Çinliler, Moğollar, Meksikalı ve Perulular uygarca yaşarken Avrupalılar aşiret düzeyinde idiler. Mağrur Avrupa­ lılar bunu unutarak gelişme ve uygarlığın yalnız kendilerine özgü bir 3 2. Ziya Gökalp, Türkleşmek. Islam/aşmak. Muasırlaşmak. Istanbul. 1 9 1 8.

33. Yeni Türkiye'nin Hedefleri, Profesör Dr. Hikmet Tanyu'nun bir incelemesiyle, Ba­ ha Matbaası, Istanbul, 1 974.


1 87

şey olduğunu sanıyorlar. Oysa her ırk bu konuda en yüksek düzeyle­ re yükselebilir...

İkinci yazıda "ulusların eşitliği" işleniyor: Demokrasinin birinci temeli "ırkların", ikinci temeli de "ulusların" eşitliğidir... Gustave Le Bon'a göre yüzyıllarca ayru ülkede ve birlikte ya­ şayan insanlar eğilimlerinin toplanu olan bir nesil oluştururlar ki bunun adı "tarihi ırk"tır. Cayson'a göre ise böyle toplumların milyonlarca dede­ si vardır ve aiUle-babalarının yanı sıra vataru onlara "ikinci bir aiUle" ya­ pan, duygulan kadar fizyoloji ve verasetleridir de... Kendine özgü kültü­ rü olmayan toplumlar ulus olamazlar. Aşiretler öylece kalmak isıerier­ ken uluslar dışandaki millettaşlanyla birleşip büyürneyi düşünürler...

"Tesettür"ün kökleri "Kadınla erkeğin eşitliği"ni konu alan üçüncü yazıda Gökalp, daha Cumhuriyet ilan edilmemişken Türk-lslam toplumnnnn alı­ şık olmadığı görüşler atıyor ortaya: Kimileri, biyoloji ilmine dayanarak kadırun yapısal açıdan erkek­ ten aşağı nitelikte olduğunu öne sürüyor ve bu nedenle de onların er­ kekle eşit olamayacağını söylüyorlar... Boylan daha kısa, kilolan da­ ha azmış! Üstelik adet görürler, hamile kalırlarmış. O nedenle erkek­ ten fazla bedensel bağunlılıkları varmış. İyi de, bunların sosyal yete­ neklerle ne ilgisi var? Kısa boylu, pek çelimsiz erkeklere rastlamıyor muyuz? Kimi kısa boylu erkekler uzun boylu olanlardan daha yete­ nekli değil mi? Kadınların bedeni bağunlılıklarından söz edilirken erkeklerin be­ deni bağımlılıkları unutulmamalı! Kimi erkeklerin birden fazla eş ve odalıklarla da yetinmeyip bir de hovardalığa kalkışmaları bedeni bir bağımlılık değil midir?.. O halde, kaduu toplum yaşanunda ve hukuksal açıdan erkekten aşağı bir yere koymanın gerekçesi yalıuzca sosyolojiktir. Durkheim'a göre kadınların "tabu" yani "haram" sayılmasının nedeni belli zaman­ larda onlardan kan gelmesi idi. Bu kanın "totemlerin" kanı olduğuna inanılırdı. Adet ve loğusalık zamanlarında kadınlar erkeklere görün­ mezler, ayru tencereden yemek yemezler, güneşe çıkmazlar, hatta toprağa basmazlardı... Ilkel topluluklarda görülen çeşiUi tesettür


1 88

(örtünme) ve saklanma kuralları hep bu "tabu" (dokunulmazlık) inancının sonuçlarıdır. . Demek ki kadıniann hukuk ve yetki açı­ .

sından aşağı sayılmalan sosyal nedenlerden kaynaklandığı için sos­ yal devrimlerle değiştirilebilirdi. Oysa, gerçekten bedensel sebepler­ den kaynaklanmış olsalardı toplum bir şey yapamazdı. Irklarla ulus­ lar gibi kadınlarla erkeklerde de farklı yetenekierin bulunma nedeni "organik" değil sosyaldir. O halde "halkçılığın" (demokrasi) ük üç ilkesi ır/dar, uluslar ve kadınla erkekler arasındaki eşiUiktir. . .

Dördüncü yazıda "Kastlann ve Sınıfların Eşitliği" işlenmiş: Başta Hindistan olmak üzere kimi ülkelerde ha.Ia geçerli "kast sis­ temine" göre insanlar sıruflandırmayla birbirinden aynlırdı. "Brah­ man"lar, askerler, tüccarlar, çiftçiler gibi. Bir kasta mensup olan baş­ ka bir kasttan biriyle evlenemez, yemek bile yiyemezdi. Feodol top­ lumlardaki beyler ve senyörler ile "serf' adını verdikleri köylüler ara­ sında olduğu gibi. Eski Türklerde de Türkçe konuşmayan, Türk töre­ sine bağlı olmayanlara "Sümlim", "Tat" gibi isimler verilirdi ama ka­ dınla erkek hukuk açısından birbiriyle eşit ve birbirinin tamamlayıcı­ sı sayılırdı. Ancak (savaşta) yenik düşen bir Türk toplumu kendisine "kara" unvanını verir ve yeniden bağımsızlığını kazanarak "ak" olmak için çaba harcaması gerektiğine inanırdı. Yenilen bir hükümdar da "Karahan" olarak arulırdı. .. Demek ki (insanlar arasındaki) eşitsizlik dinsel veya biyolojik ne­ denlerden değil de toplumsal nedenlerden kaynaklanıyordu. O halde bu eşitsizlikleri gene toplum giderebilirdi...

Milletierin sevişınesi 1-9 temmuz 1923 tarihleri arasında yayımlanan seri yazılarnun beşincisine Gökalp "Milletlerin Sevişmesi" başlığını uygun gör­ müş. Özetle şöyle diyor: Her ulus farklı bir kültür oluşturarak insanlığa sunar. Çiçek merak­ lılan nasıl başkalannın yetiştirdiği nadide çiçekleri (de) görmek ve koklamak isterlerse uluslar da başka uluslann kültüıiinü tanımak ve tadını almak isterler. Bir ulusun mahvalması birçok güzellikleri içe­ ren bir kültürün de ortadan kallanası demektir. Alman ulusu olma­ saydı Goethe'lerden, Kant'lardan, Schiller'lerden yoksun kalmayacak nuydık? İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus, Türk, Arap, Hint, Çin uluslan


1 89

bütün cihan için birer güzel "maneviyat 3.J.emi" değil midir? Uluslan

birbirine düşman eden bağnaz papaztarla öteki din adamlan ve emperyalistlerle kapitalistlerdir. Onların ortadan çekildiği gün in­ sanlar birbirini kardeş gibi sevecektir... Eğer bazı düşünürlerin iddia ettiği gibi "doğanın en esaslı kanwm savaş" ise ve "doğa en kuvvetlinin yasalarına tiibi olacak" ve "bir kav­ min başına gelecek bela ve sıkıntılar başka bir kavme yarar sağlaya­ caksa" "halkçılık" emperyalizmi, esareti, eşitsizliği, şovenizmi ve fa­ natizmi nasıl ortadan kaldırabilecektir?..

Yapay eşitsiziiiderin yerine doğal eşitsizliklerin geçmesi Altıncı yazı da bu baı;;lıkla 6 temmuz 1923 günü yayımlanmış: İnsanlar arasındaki eşitsizlllderin çoğu doğal değil yapaydır. Bir esirin efendisi, bir yarıcının ağası, bir işçinin patronu, okuma yazma bilmeyen birinin bilgili biriyle eşit olmaması doğal mıdır? Yoksa, esa­ ret, mülkiyet, miras gibi insanların yapay olarak yarattıkları toplum­ sal kurumların sonucu mudur? Öyle olduğuna göre bunları ortadan kaldırmak da toplumun görevidir... İnsanlar eşit olarak doğmalı, bakımsız ve sütsüz, sonra da okulsuz ve eğitimsiz kalmamalıdır. Fakir (doğan) çocuklar arasında ilerde da­

hi olacak nitelikte kim bilir niceleri varken, zengin çocukları arasın­ da da yeteneksiz, kalın kafalı ve tembel olanlar da bulunur. Bunların, önemli kurumların başına geçtiği toplumlar yükselebilir mi? .. O halde demokrasinin en temel ilkesi çocukları eşit koşullar altın­ da bulundurmak; beslenme, öğrenim ve eğitimlerinden aynı özeni esirgemeyerek her birinin yeteneklerinden toplumu yararlandırmak­ tır. Bu amaca ulaşmak için de bolşevik, komünist ve hatta yalnızca kolektivist ve sosyalist olmaya da gerek yoktur. Demokrasi, kişisel mülkiyet kuralını kaldırmadan bu sonuca ulaşabilir... Kızlarımıza lise ve yükseköğrenim hakkı veriyoruz da siyasal hak­ lardan büsbütün yoksun ve medeni haklarca da erkeklerden çok aşa­ ğı bir durumda bırakıyoruz. Bu iki hareket arasında büyük bir man­ tıksızlık yok mudur? ..


1 90

Toplum, kişilere nimetleri eşit biçimde dağıttıktan sonra onlara toplumsal hizmetleriyle orantılı davranmak hakkına sahip olabilir... (Bu arada) doğal eşitsiziiiderin zararından değil yararından söz edile­ bilir. Nitekim, bazılan el işlerine yetenekli iken başkalarının fikir ala­ nında veya öteki alanlarda beceriidi olmalan yararlı değil midir? Bir toplumda herkes şair olsa o toplum yaşayabilir mi? Herkes matema­ tilde uğraşsa ulusal kültür gelişebilir mi?..

Ve yedinci yazı:

İnsanlar hürdür Bundan önceki yazılarda, biyoloji bilimine dayanarak insanlar ara­ sında eşitlik olamayacağını ileri sürenlerin iddialanıun temelsiz oldu­ ğunu belirtmiştik. Şimdi de, insanların ruhbilim açısından özgür ola­ mayacağını iddia eden "nazariyecilerin" düşüncelerini tartışalım. Bunlara göre, insanların, siyasal ve vicdani özgürlüğe sahip olabil­ mek için ruhsal özgürlükle donatılmış olması gerekir. Oysa insanlar da hayvanlar gibi ruhen esirdirler. Örneğin, açlık, susuzluk, uyku ve cinsel gereksinmeler gibi eğilimler, insan ruhunda, emredici nitelikte­ dir. Bu içsel eğilimlerin baskısı altındaki insanın gerçekten özgür ol­ ması mümkün müdür? .. Evet, insanlar bunların etkisi altındadır ama üç ay oruç tutanlan, intihar amacıyla aylarca yemek yemeyenleri, kırk gün çile çekenleri görmüyor muyuz? Bunlar karşısında "İnsanlar, açlığın, susuzluğun esiridirler..." diyebilir miyiz? Bekaretini koruyan ihtiyar kızlar ile "dünyaya girmemiş" (!) erkekler az mı görülmüştür? Arzularına ege­ men olan bu insanlar gibi heyecanianna "hükümran" olanlar da var­ dır. Bu da gösteriyor ki insanda bedensel eğilimlerden başka toplum­ sal eğilimler de vardır, bunlar ülkü ve kavramlardır. İnsanın, dinsel, ahlaki ve estetik eğilimlerle arzularına ve heyecanianna galip gelme­ sine "irade" diyoruz. Arzu ettiğimizi yapmamamıza "olumsuz irade", arzu etmediğimizi yapmamıza ise "olumlu irade" adını verebiliriz. . . İnsanı ruhen özgür yapan, ülkü ve ideallerin yanında akla d a sahip olmasıdır. Ülküleri algılayan ruhi yetimize (meleke) "vicdan" diyoruz. Demek ki, insanı ruhi özgürlüğe sahip kılan vicdan ile akıldır. Top­ lumdan aldığı bu yetiler sayesinde insan ruhunun bedensel eğilimle­ rine galebe çalabilir ve buna karşı bağımsız bir duruma girebilir...


191

Özetlemek gerekirse insanlar özgür doğmazlar ama özgürlüğe ye­ tenekli olarak dünyaya gelirler. Toplum onlara önce ruhsal bir özgür­ lük verir, sonra da onlan siyasal ve toplumsal özgürlüklerle donatır...

1923 yılı yazı. Üstelik, temmuz ayı ! Sevr paçavrasını yırtıp atanlar, İsviçre'nin Lozan kentinde ülkenin tapusunu Avrupa'nın ikiyüzlü politika cambazlarının elinden koparıp almanın son ça­ baları içindeler! Ankara'nın Çankaya'sında mütevazı bir bağ evin­ deki "Tek Adam"ın sabırlı ama şaşmaz yönlendirmesiyle... Sonra­ ki yılın yaz sonunda vefat edecek olan Ziya Gökalp de az çok sağ­ lıklı döneminin son aylarında gece gündüz demeden "Yeni Türki­ ye"nin içini doldurmaya aday topluma engin dağarcığından bilgi­ ler aktarmaya çalışmaktadır: Irkların, ulusların ve kadınla erke­ ğin "eşitliğinden " söz ederek. O ve Türkiye'deki, "tesettürün" kalkmasını savunanlar, örneğin Mehmet Akif (Ersoy) Bey'in baş­ yazarı olduğu Sebil ür-Reşad dergisinde "alçak", "zındık" veya "ahlak anarşisti" türünden sözlerle suçlanarak hedef gösteril­ mekte ve Aksekili Ahmed Harndi Bey gibi seçkin bir din bilgini bile, aynı dergide "fakir erkeklerin evlenmelerini caiz (dinsel açı­ dan uygun) görmezken", onlara "şehvetlerine engel olmak için oruç tutmalarını" önermekteydi. Zenginlerin çok kadınla evlen­ meleri ise caiz ve yararlıydı, çünkü, kadınların sahipsiz kalma­ sını önleyecekti. Çankaya'daki bağ evinde acı kahvesinin yanında sigara üstüne sigara tellendirerek bu hezeyanları okuyan "Tek Adam", Ziya Gö­ kalp'in yazılarıyla teselli buluyor olmalıydı: Toplumdaki gerilemenin en önemli göstergesi ferdiyetçiliğin ege­ men anlayış olması ve liberal kapitalizmin bencil bireyciliğidir... Fert­ lerin kendi çıkariamu kollamalan ve özel mülkiyet haklan, ancak, toplumsal dayanışmaya hizmet ettikleri ve kamu yararına zarar ver­ medikleri ölçüde meşru sayılabilir... 34

Türklüğü keşfeden adam Diyarbakır'dan Selanik'e gelmiş, oraya yerleşmiş ve etrafına garip bir lehçeyle birtakım yeni fikirler söylemeye başlamış olan Ziya Bey'in adını ilk kez Paris'te Doktor Ali Agah'tan duymuştum. Bu gen­ cin aniattıkianna önce hayret ettim. Çünkü Ziya Bey'in henüz hiçbir )4. Sacit Kutlu, Ikinci Meşrutiyet'in ltanmm fOO'üncü Yılı, Vehbi Koç Vakfı, Istanbul, 2008, s. 47.


1 92

2 nisan 1 925 tarihli sayısında yayımianmış resim Büyük M illet Meclisi'nin ikinci döneminden bazı mebusları bir arada gösteriyor. Ayaktakiler, soldan: Ali Bey, "Kel" Ali (Çetinkaya) Bey, "Topçu" lhsan (Eryavuz) Bey, "Kılıç" Ali Bey, Saip Bey, Yunus Nadi (Abalıoglu) Bey. Oturanlar, soldan: Ziya Gökalp, "Agaoglu" Ahmed Bey, Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Yahya Kemal (Beyatlı), Ruşen Eşref (Ünaydın). Servet-i Funün dergisinin

yazı veya şiirini görmemiştim ama (Agii.h Bey'den) dinlediklerim ba­ na bir "havari" olduğu hissini verdi. Onun, iki yüzyıl önce Almanya içinde Almanlığı keşfeden "Leibniz"3 5 gibi Osmanlı İmparatorluğu içinde Türklüğü keşfeden adam olduğundan şüphelendim... Paris'te uzun süren gençlik hayatımı kapayıp da lstanbul'a döndü­ ğüm zaman, garip bir rastlantıyla ve daha dostlarımı bile görmeden Babı3.J.i Caddesi'nde Paris arkadaşım Doktor N3zım Bey'le karşılaş­ tım. Yanında şişman, değirmi yüzlü, hali taşralı ve çocuk gibi mahcup biri vardı. .. Saint-Simon, en öz ve en hassas bir şair olan Racine'i ta­ rif

ederken "Şair olduğunu belli eden bir yanı yoktu" der ya, işte ay­

nen öyleydi. Nazım Bey beni ona tanıtırken "Sana Paris'ten gelen es­ ki bir Türkçü'yü takdim edeyim, konuşunuz ve anlaşınız... " demiş ve Ziya Bey (buna) pek sevinmişti. Oysa ben artık Abdülhamid zamanın35. Yaşadıgı dönemde büyük üne kavuşan Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz ( 1 646- 1 7 1 6) mantık, metafizik ve matematik konularında önemli buluşlara imza attı. Av­ rupa'nın karmaşık imparatorluklar sürecinde "Aiman"lıgı öne çıkarmasıyla da tanınmıştır.


1 93

daki müfrit Türkçü değildim, hayalini Türkçülüğe kaptıran her Türk'ün gördüğü 1\ıran rüyasından uyaruruştım. Kendi vatanınuzın o zamanki sırurları içinde bir Türklüğe razı olmuştum. O zamanki de­ yimle bir "Osmanlı Türklüğü" istiyordum. Ziya Bey'e benim uslanmış düşüncelerim dar ve tatsız göründü! .. Balkan Savaşı'ndan sonra Türkçülük İstanbul'da heyecanlı bir yıl geçirirken ben bu hareketlere uzak yaşıyor ve kimi gençler arasında "karşı bir Türkçü" sayılıyordum. Oysa, yayımladığım derme çatma birkaç eseri Ziya Bey'in çok beğendiği ve gençlere örnek gösterdiği kulağıma geliyordu. (O sıralarda) görüşmediğimiz halde Ziya Bey bu teveccühünü D3.rülfünun'a müderris seçildiğimde de gösterdi ve onunla yakın arkadaşlığımız böylece başladı. .. Ben Büyükada'da oturduğurn için Ziya Bey'in de buraya gelmesi­ ni istiyordum. Böyle bir sayfiye hayatına ihtiyacı vardı ama Tür/dü­ ğün bu en yeni kafası ve yeni hayatının en cesur ve imanlı müj­ decisi tereddüt ediyordu. Diyarbakır'da yaşadığı gibi kapalı bir ömür sürmeye alışmış ve çerçeveden dışarı çıkmamıştı. Sağlık nedenleriy­ le sonunda razı olunca ona "Dil"e yakın, bahçeli bir köşk tuttuk. Ai­ lesiyle beraber buraya taşındı. (Büyükada'run) havasından, manza­ rasından ve sessizliğinden hoşlanmıştı. Cuma günleri, Ağaoğlu Ah­ med, Köprülüzade Fuad, Hamdullah Suphi, Necmeddin Sadık (Sa­ dak) ve Celal Sahir gibi arkadaşlarını yemeğe davet ediyordu. Akşa­ ma kadar aralıksız konuşuyor, tartışıyorduk. Bu dönem, Ziya Bey'in kitapların içinden (çıkıp) hayata açıldığı ve asrileştiği dö­ nemdir. (Başka günler de) "Yat Kulüp"te beni görmeye geliyor ve sa­ atlerce kalıyordu. Hayatın bu çerçevesinden hoşlanmıştı. Sonunda kulübe üye oldu... Ertesi yaz, ailesiyle birlikte (gene) geldiği gibi milli fikirlecin başın­ da çalışan öteki arkadaşlarınuzı ve ailelerini de Büyükada'ya sürükle­ di. "Akademos Bahçeleri"nin ağaçlan altında konuşan Eflatun (Pla­ ton) gibi, kendi evinin veya kulübün ağaçlan altında, saatlerce, yorul­ maksızın ama en meraklı dinleyicilerini bile bıktınrcasına "Türk içti­ maiyatuu" anlatır, anlatırdı... İnsanlara ateşi vermek istediği için Kaf Dağı'na zincirlenmiş Promete3 6 gibi ve kafasıyla ilme zincirlenmişti! Bir türlü kurtulamıyorrlu bundan ve her olay onda bir fikir silsilesini uyandırıyordu... ]6. Yeryüzüne ateşi ve uygarlı�ı getirdi�i için Zeus tarafından cezalandırılan ateş tanrı­ sı Prometheus.


1 94

"lçelim içelim şarab içelim" Ziya Bey şevki, coşkuyu, ihtirası severdi. Kendi aramızda, bazen onun evinde, bazen de Ada'nın Yorgolo, Dil, Viran Bağ, Hristos mesi­ relerinde yiyip içerken keyiflenir ve şu eski beyti söylerdi: lçelim içelim şarab içelim Nice bir gav gibi ab içelim?3 7 Derken, Türklerin Asya'daki şarap şehri Fergana'dan tutturup (oradaki) şöleniere geçer, "babaerkil aile"den günümüze kadar uzam­ verirdi. Bir gece, Aya Yorgi'de bir mehtap rüyası içinde bulunuyorduk ki içtimaiyattan söz etmeye başlamasın mı?.. Arkadaşları, bizler, onun gözünde birer konu idik. İçimizden birini parmağına dolar ve kızdınrdı. Bu saatler en eğlenceli saatlerimiz olurdu ... Bir gün "Köprülüzade cehd (çalışma, uğraşma), Yahya Ke­ mal ise vecd (heyecan) adamıdır... " demişti. Bir keresinde de kafaını tarihin derinliklerine kaptırdığımı bahane ederek: Harabisin harabati değilsin Gözün mazidedir ati değilsin38 dediğini biliyorum. Ben de kendisine cevap vermiştim, nasılsa, bir doğaçlama anıma rastladığından: Ne harabi ne harabatiyim Kökleri mazide olan atiyim... 39 Ziya Bey'i hiç tanımamış olanlar onun fikir arkadaşlarını ve tilmiz­ lerini, hükümetteki gücü sayasinde nimetiere boğduğunu yazdılar ve bunu sürekli gevelediler. Hem dostu hem de Dfırülfünun'da yardımcı­ sı olan Necmeddin Sadık (Sadak) Bey bunun bir "efsane" olduğunu herkesten iyi bilir. Bazılan da onun başkalanna iyilik yapmaktan uzak dunnasım bencilce bir düşünceyle hükümetteki itibanru kınnak istememesine bağlarlar. Bu görüş de yanlıştır. O maddi hayata karşı ilgisizdi. (Öyle ki) yalruz dostlarım ve fikir adamiamu değil kendisini, ailesini ve çocuklarını bile (bu konuda) düşürunedi... 1 7 . "Öküz gibi su mu içelim?" ]8. "Gözün geçmişte, gelecek de�ilsin." 39. "Kökleri geçmişte olan gelece�im."


1 95

Gökalp'in son günleri. Istanbul, Büyükada, Büyük Kulüp. Sagdan: Ziya Gökalp, Falih Rıfkı (Atay) ve arkadaşları. 1 924 yazı.

Vatan çatır çatır yıkılırken Ziya Bey mustaripti. Gene de en fena günlerde bile kurtulacağımızdan ümitvar olduğıınu söylüyordu. Ada'dan Cağaloğlu'ndaki küçük evine nakletmişti. Kendisini orada görmeye gidiyordum. Er geç tevkif edileceğini biliyor ve bunu büyük bir kayıtsızlık ve tevekkülle bekliyordu. Tevkif edildikten sonra da, birkaç kez, Bekirağa Bölüğü'nde görüştük Aynı neşeyle içtimai tas­ niflerine devam ediyordu. Malta'ya gittikten sonra Anadolu'daki der­ gilere gönderdiği manzumelerden umudunun solmadığı belli oluyor­ du. Nitekim Malta dönüşünde Diyarbalar'da Küçük Mecmua'yı aynı ruh tazeliğiyle çıkarmaya koyuldu ... Ziya Bey'i son kez Fransız Hastanesi'nde gördüm ve hastanenin mü­ dürü olan dostum Doktor Gassend'e onun bizim için ne kıymetli bir ha­ zine olduğunu söyledim. Bütün uğıırsuz tahminlere karşın kurtulabile­ ceğini umdum. Lakin iş işten geçmişti; Ziya Bey'i kaybettik. Hem de öy­ le bir zamanda oldu ki bu, kaybettiğimiz başın cevherini giizide ve seç­

kin zümreler bile anlayamamıştı. Ziya Bey'in bir mdyum4 0 olan bey­ ni söndüğünden beri vatandaki üimde karanlık vardır. . . 4 I 40. Pierre Curie ve eşi Marie Curie'nin 1 898'de buldugu, simgesi "Ra" olan, ışın etkin· ligi çok yüksek ve karanlıkta parlayan dopl radyoaktif kimyasal element.

4 1 . Yahya Kemal Beyatlı'nın ( 1 884- 1 958) bu yazısı, Türk Yurdu dergisinin kasım 1 92� sayısında, düşünürün ölümünden birkaç gün sonra yayımlanmıştır.


1 96

Ziya Gökalp'in beynini ilmi aydınlatan bir ışın kaynağı gibi gö­

ren Yahya Kemal ile Gökalp arasında ve '"1\ıran" konusunda fark­

lılıklar olduğu ileri süıiilür de, "Türk milliyetçiliği" kapsanundaki

derin benzerlikler üzerinde pek durulmaz. Evet, biraz da çöküş dö­ neminde yaşanan koşullann etkisiyle Gökalp, ulusal tarihimizin başlangıcuu Orta Asya'ya, çok eski tarihlere götürmüştür ama Yahya Kemal de bu uzak bölgenin Türk ırkına kaynaklık ettiğinin bilincindedir. Ancak ona göre "Türkiye Türklerinin tarihi bize Ana­ dolu'nun kapılaruu açan Malazgirt zaferiyle başlar... Çünkü Ana­ dolu, Türkiye'deki Türkleri, çeşitli uygarlıklann ve İslamiyet'in sentezinde yoğunnuş ve böylece yeni bir miUet yaratmıştır... " (Bir zamanlar) belirsiz ve kuşkulu bir Turan hayali içinde yüzüyor­ dum. Kendi milletinlizi (bizim dışımızdaki) Turanlı milletiere kanştır­ maktan bıkmıştım. Tarihçi Fustel de Coulanges'ın bir türncesi (bu sı­ rada) meşalem oluverdi. Bu tarihçi "Fransız toprağı, bin senede Fran­ sız milletini yarattı" demişti. Bu sözler üzerinde çok durdum. Demek ki, bir milletin oluşumunda en büyük rolü vatan toprağı oynuyor; be­ nimsenilen yeni bir vatan er geç yeni bir millet vücuda getiriyordu...

Yahya Kemal'le "Vatan" ve "Çoban ile Bülbül" gibi manzumele­ rin yazarı Ziya Gökalp arasında fazla bir görüş farkı yoktu aslında Aralanndaki tek fark, Türklüğünden kopmuş Türk milletini uyar­ mak amacıyla Gökalp'in bir misyon yüklenmiş ve bu misyonun bir öğesi olarak insarunuza "Bak sen ta nerelerden geldin... Köklerini

ve şanlı geçmişini unutma .. Binlerce yıllık bir tarihe sahipsin... "

diye sestenrnek gereğini duymuş olmasıydı. Yoksa onun da silah­ larını kuşarup bir yerleri fethe çıkmak ya da en azından uzak ak­ rabalarla kavuşup kaynaşmak gibi bir niyeti elbette yoktu. Gökalp, "Malta sürgünü"nü saymazsak bir kez bile Türkiye dı­ şına çıkmamışken daha on dokuzunda Paris'le taruşıp burada yıl­ larca kalan Yahya Kemal'e göre "Türk milletinden de Türk milli­ yetçiliğinden de habersiz Jön Türkler'in hedefi nefret ettikleri Al­ dülhamid II'yi indirerek Murad V'i tahta çıkannaktı. Osmanlı İm­ paratorluğu'nun tebaasından Yunanlılar (Rumlar), Bulgarlar ve Sırplar ise bu sıralarda Paris'te ateşli mitingler düzenliyordu. Jön Türkler yalnızca Abdülharnid'i yıkarak özgürlüklerine kavuşmayı düşlerken, milliyetçilik duyguları kabannış Rumlar, Bulgarlar ve Sırplar özgürlüklerine kavuşmak için Abdülhamid'i değil de Türk milletini ve devletini yıkmayı amaçlıyorlardı. Demek ki, Türk miUeti diye bir şey vardı!. . Ben de, bu nasıl bir millettir, geçmi­ şi nedir, diyerek merak etmeye başladım! Zaten, siyasal bilimler


1 97

mektebinde tarih okuyordum. Türk milletinin geçmişini öğren­ mek için tarih kitaplanru kanştırmaya başladım. Işte bende, mil­ liyet hissi ve miUiyetçüik böyle doğdu! . "42 Üsküp'te doğan, seçkin bir çevrede yetişen, Rumelili bir genç adam, "Türk milleti diye bir şeyin varlığım" kendisiyle ayru teba­ ayı paylaşan Rum, Bulgar ve Sırp gençlerinin Paris'teki mitingle­ rini görünce fark edecekti! Koca Ziya Gökalp, okumuş gençleri­ nin bile kimliğinden habersiz olduğu bu zavallı milleti silkelemek için "Turan" demesin de ne yapsındı? Yüce Atatürk'ün "Ne mutlu Türk'üm diyene... " sözleri de biraz -günümüzde ne hallere düş­ tüklerini ibretle seyrettiğimiz- dünün Cumhuriyet kuşaklarını sil­ kelemek için söylenınemiş miydi? Paris'te kimliğini kazandığı görülen Yahya Kemal Ziya Gö­ kalp'le -bir önceki yazısından da anlaşılacağı gibi- içten bir dost­ luk kuracak, onun önerisiyle ayru "kürsüde" "müderris" olup öğ­ renci yetiştirecek ve şunları söyleyecekti: .

Ne zaman milliyetimize uygun olursak o zaman Türk oluruz... Mil­ let başka milliyet başkadır. Birçok insan vardır ki Türk milletinden değildir fakat milliyeti Türk'tür... Türk ırlanın zaman ve mekan için­ deki genişliği karşısında gözlerim kamaştı...

Çoğu zaman "Osmanlı destancısı", "Osmanlı artığı şair" gibi hiç de hak etmediği nitelernelere hedef yapılan Yahya Kemal'in Os­ manlı'nın son üç yüz küsur yıllık tarihinden bazı kesitleri nasıl eleştirdiğine bir göz atarak bu bahsi kapatmak istiyorum: ı683 Viyana Seferi'nden önce Avusturya neredeyse Osmanlı parli­ şahının ayaklarına kapandı ama biz "savaş" dedik ve sopa yedik! .. Belgrad'ın fethinden sonra Avusturya barış istedi ama bizim öfke­ li sadrazamımız (Fazıl Mustafa Paşa) yanaşmadı. ı699'a kadar yenil­ gilerden kurtulamadık. .. ı 727'den

sonra lran'a sefer etmenin gereği yoktu. Ama kaç kez ye­

nildik ve Rusya ile Avusturya'nın cesaretini artırdık. ı 736 savaşı bu cesaretten doğdu... ı 768

Rusya Savaşı III. Mustafa'nın ahmaklığı eseridir...

42. Sennet Sami Uysal, Her Yönüyle Yahya Kemal Beyadı, 1. kitap, Toroslu KitaphlJ, Istanbul, kasım 2004.


1 98

ı 788'de Rusya'ya ve Avusturya'ya sava.ş açmamız, Koca Yusuf Pa­ şa' mn gayreti ve cehaletiyle olmuştur. Sonuç feci... ı 799'da

Napolyon Bonapart Mısır'a saldınnca işin önemini kavra­

yamadık. Devlet, savunmada gayretsiz ve beceriksizdi. 1806'da ayru Napolyon'la birleşip Rusya ve İngiltere'ye sava.ş açmak ise, III. Se­ lim'in ileriyi görmezliğinin şaheser bir ömeğidir...

Ve sözlerini şöyle bitirir Yahya Kemal Beyatlı: ı9 ı4'te Enver Paşa'nın yerinde Mustafa Kemal Paşa bulunsaydı Bi­ rinci Dünya Savaşı'ndaki kaderimiz böyle olmazdı. .. 4 3

Yakın tarihimizin, Yahya Kemal ile Ziya Gökalp'i yakından tanı­ ma fırsatı bulan önemli isimlerinden biri de gazeteci, yazar, siyaset adamı ve diplomat Yakup Kadri Karaosmanoğlu'dur (1889-1974). Ziya Gökalp 25 ekim 1924 günü ölmüş ve cenazesi İstanbul'un o tarihe kadar yaşamadığı söylenen çok coşkulu bir kalabalığın elleri üzerinde taşınarak Cağaloğlu'ndaki "II. Mahmut Türbe­ si"nin "hazire"sinde44 toprağa verilmiştir. Töreni baştan sona iz­ leyen Yakup Kadri Bey ağır ve yorgun adımlarla yakındaki Cum­ huriyet gazetesinin, bir zamanlar İttihat ve Terakki Partisi'nin merkez binası olarak kullanılan "idarehanesine" gelir, ikinci kat­ taki "yazı işleri"nin büyükçe odasındaki bir tahta masanın önün­ deki sandalyeye oturur ve Cumhuriyet'in ilk yıldönümünde ya­ yırnlanacak olan yazısını yazar: Kim derdi ki, suunnı henüz tayin etmekten aciz bulunduğum bir memleket yası ve bir milli elem ile karşı karşıya geleceğim ve Ziya Gö­ kalp'in mersiyesini yazmak talihsizliğille uğrayacağım? Gerçi üstadın ölümü ani bir surette olmadı. Kendisinin yalnız öğrencisi ve hayranı değil, ayru zamanda dostu da olanlar uzun zamandan beri aziz vücu­ dunu kaplayan derdin ağır, karanlık ve kesin yürüyüşünden haberliy­

diler. Bu bahtsızlardan biri de bendim. Geçen yıl Ankara'da yatağa dü­ şüp, bir hayli acı çektikten sonra lstanbul'a şifa aramaya giderken ne yazık ki hastalığının aduu bile öğrenememişti ve her gün biraz daha mezara yakla.şıyordu... Bu yol üzerinde bilP, olgun ve derin düşüneeli 43. A.g.e. 44. Bir cami ya da türbenin bahçesinde bulunan ve çevresi duvar veya parmaklıklada çevrili mezarlık.


1 99

Büyükada, Büyük Kulüp. Savaş yılları. Ayakta, soldan: Yahya Kemal (Beyatlı), Ziya Gökalp. Oturanlar, soldan: Fazıl Ahmet (Aykaç), Falih Rıfkı (Atay) ve Refik Halit (Karay).

insanların çehresine özgü durgunluğunu hiç kaybetmedi. Hatta, ken­ disini son gördüğüinde -ki, bir sedye içinde hastaneye taşuuyordu ve belinden aşağısı artık ölmüştü- gözleri ve alnı aynı sessizlik ve daya­ nıklılığını korurnaktayd.ı. Bir tarafında Afyonkarahisar mebusu Ruşen Eşref Bey (Ünayd.ın, 1892-1959), bir tarafında ben, onu Ada'dan lstan­ bul'a götüren vapurda, tıpkı bir zamanlar Türk Ocağı'nın bir köşesin­ deki hasbıhal tavrıyla konuşmuştuk. Ölüme hiç inanmıyordu ve bir mabut (tanrı) gibi tapındığı ilmin "tıp" aduu verdiğimiz koluyla mutla­ ka kendisini kurtaracağından emin görünüyordu. Mutludur o kişiler ki, herhangi bir şeye karşı besledikleri güveni kaybetmezler ve güle­ rek, bekleyerek umut içinde can verirler... Hiç şüphesiz Ziya Gökalp bu mutlu insanlardan biriydi ama onun felsefesini iki sözcükle özetlemek gerekirse buna ancak "umut felse­ fesi" denilebilirdi. Ta gençliğinden beri ömrü hep acı ve yoksunluk içinde geçen ve bütün büyük adamlar gibi bahtı bir "dram" olan bu


200

adam her şeyden önce benzersiz bir optirnist, iyimser idi. Lakin onda­ ki bu optirnizrn Leibniz ve Nietzsche'nin aksine ne mistik ve "sufıce" ne de destansı ve şairane idi. Bu optimizm ancak, ilim sevgi ve duy­ gusunun kalbe bağışladığı bir tür iman kuvveti olarak tarif edilebilir­ di. Nice fikri ve milli olaylara hep bu kuvvetin kalesi içinden bakmış­ tı. Ona göre

hayatta çözümü olanaksız bir sorun olmadığı gibi ba­

şarılması olanaksız güçlükler de yoktu. Bilimsel bir kuralın ay­ dınlatamayacağı karanlık olamazdı. . .

Onun yinelemekten yorulmadığı "Fert yok, toplum var" düsturu işte bu anlayış ve ruh halinin ürünüydü. Millet denilen ebedi varlıktan baş­ ka bir şeye önem vermeyen bir insan için acının, korkunun, tasanın ve endişenin anlamı olur muydu? Bunun içindir ki Ziya Gökalp İngilizlerin pençesinde Malta'ya sürülürken, "Bizim işimiz bitti! Milletin içinden başkalan çıkıp (gerekeni) yapacak" diyordu. Mutlaka çıkacakb. Çünkü milletler yaratma özelliğine sahip olan küçük aıemlerdi. Bunların göğ­ sünde tıpkı evrenin ve doğanın göğsünde olduğu gibi her gün, her saat, her saniye yüz binlerce zerreler ölürken yüz binlereesi doğmaktaydı. Sürgüne giden ve (belki) bir daha dönmeyecek olan Ziya Gökalp ve ar­ kadaşları eğer yok olan zerreleri temsil ediyorlarsa, ne ziyandı? (Onlar­ dan sonra) o suursız yaratma olayı sürüp gidecekti. Bu bilimsel ve fel­ sefi görüşten yoksun olan bazı kimseler, kendi başlarına bir felaket gel­ diğinde her şeyden umutlarını keserler ve bütün cihanda layarnetin koptuğuna hükmederlerdi. Ne yazık ki her millet ve toplulukta çoğun­ luk bunlardan oluşur ve panikler bunların yüzünden patlak verirdi. Ya­ zık o milletiere ki, böyle bir fırtına sırasında varlıklarının ufkunda bir yıldız gibi pariayarak yol gösteren dehalardan yoksun idiler... Ziya Gökalp, gerçi en geniş anlamıyla bu dehalardan biri değildi. Fa­ kat

bütün yaşamı boyunca Türk gençliğine bu dehanın doğacağını ha­

ber veren ve doğduğu gün de, "İşte! .. " diye haykıran müjdecilerin en kutsalı ve en inandincısı olmuştu. Diyorlar ki, o genç yaşında ve ken­ disinden beklenen eseri tamamlayamadan hüzün ve ıstırap içinde öldü. Hayır! Bir kere Ziya Gökalp için hüzün ve ıstırap yoktu. Çünkü, yukar­ dan beri söylediğimiz gibi kendi nefsi onu ilgilendirmezdi. Millet varlı­ ğının içinde çoktan (erimiş) bir ruhtu o! Öyle bir ruh ki, bir ışık gibi ay­

dınlatır, bir alev gibi ısıtırdı. Ve (artık) hepimizin ruhuna karışmıştır! .. En büyük eseri mi? Ziya Gökalp onu çoktan yaratmadı mı? Türk gençliği onun eseridir! .. Şaheseridir! .. 4 5

45. Yakup Kadri Karaosmano�lu, "Ziya Gökalp'in Vefatı", Cumhuriyet. 29 ekim 1 924.


201

Türkiye'de kaç talihlinin ardından yazılıp çizilmiştir böylesine yüceitici sözler? Hem de, Yusuf Ziya Ortaç, Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi seçkin şair ve kalem adarn­ ları tarafından? Üstelik bunlar, bu konuda yazılanlardan yalnızca birkaç örnektir, o kadar. Peki, onu farklı değerlendirenler; hakkında ileri geri konuşan­ lar, hatta depüdüz küçümseyenler olmamış mıdır? Olmuştur ve bu belki doğal karşılanmalıdır, ama hiç olmazsa en yakınlarının hazır bulunduğu bilimsel nitelikteki toplantılarda biraz daha özenli ve saygılı davranmaları gerekmez miydi? Hele "akademis­ yen" iseler. . . Buna döneceğim ama öne çağdaşlarından birkaç kısa am a dü­ şündürücü yorum daha:

Le Jeun Turc, Le Courrier d'Orient gibi Fransızca gazetelerin yanı sıra lkdam, Ati, Ileri gibi çok sayıda Türkçe dergi ve gaze­ telerde binlerce yazısı; Türkçe, İngilizce kitapları yayımlanan ga­ zeteci ve düşünür Celal Nuri Bey (lleri, 1877-1938) son "Osmanlı Meclis-i Mebusanı"na ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne seçil­ miş bir siyaset adamıydı da Ati gazetesinin 2 şubat 1919 tarihli sayısında Ziya Gökalp'le ilgili yazısı yayımlandığında düşünür, kukla Osmanlı Divan-ı Harbi'nde idarnı istenerek yargılanmak üzere ünlü Bekirağa Bölüğü'ne kapatılmış bulunuyordu. Şöyle di­ yordu Celal Nuri Bey: Kürtçülükten cayan Ziya Gökalp önceleri silik bir kişilik iken İt­ tihat ve Terakki Partisi'nin Selanik'te toplanan kongeresinden son­ ra ona durup dururken bir öncülük hevesi anz oldu (geldi). Buna, bulaşıcı bir hastalık örneği denilebilirdi. (Mehmed Ziya adını bırak­ mış) Gökalp adını takınmıştı. Kürtlük'ten caydığı için de Türk ve Türkçü olmuştu. Aynca artık, Turancı, Başkırtçı, Özbekçi ve Har­ zernci olup çıkmıştı! Şimdiye kadar gelip geçmiş milletierin tarihin­ de böyle bulaşıcı bir hastalık örneğine hiçbir zaman rastlanmamış olmalıdır. 4 6

Ölümünün üzerinden daha bir yıl bile geçmernişken, Cumhuri­ yet gazetesinin 25 ağustos 1925 tarihli sayısında "Yusuf Mazhar" irnzasıyla yayımlanan bir yazıda, herhangi bir neden ve belge gös­ terilmeden "Ziya Gökalp'in atalarının Kürt olduğu" ileri sürülüyor ve aynı gazetenin 10 eylül 1925 tarihli sayısında bu idida, Gökalp'in kardeşi topçu "zabiti" Nihat Bey tarafından yalanlanıyordu. 46. A. Vehbi Vakkasotlu, Tarih Aynasında Ziya Gökalp , Istanbul, 1 980.


202

Ziya Gökalp'in hemşerisi, Mondros Ateşkesi sonrası İtilaf Dev­ letleri'nin lstanbul'u işgali üzerine yayırnladığı ünlü "Kara Bir Gün" yazısı üzerine Fransız işgal komutanının yakalanıp idam edilmesini istediği "Servet-i Fünun" şairlerinden yazar ve eski va­ li Süleyman Nazifin de (1870-1927) gazeteci Celal Nuri Bey'den kalır yanı yoktu. Kürt kökenli olarak bilinen Nazife göre Ziya Gö­ kalp, "çılgının tekiydi" ve onun "Türkçülük mefkfıresi, Osmanlı Devleti için, Balkan Savaşları'nın bütün zararlarından daha kötü sonuçlara yol açmıştı!?" Bu arada, Süleyman Nazif ve Celal Nuri beylerin birer Malta sürgünü olarak Gökalp'le bir süre aynı kaderi paylaştıklarıru arumsatalım. Gene Kürt kökenli olarak bilinen ve "Sakallı Müderris" diye ta­ nınan "Babanzade Ahmed Naim Bey"in gözünde Ziya Gökalp'in öncülüğünü yaptığı Türkçülük Garp'tan (Batı'dan) gelen bir mik­ roptan başka bir şey değildi. "Şeyh Muhsin-i Fani" takma adıyla bir zamanlar belli bir isim ya­ pan Hüseyin Kazım Kadri Bey de ilk kez 1920'de yayırnlarup 1933'te yeni baskısı yapılan Ziya Gökalp'in Tenkidi başlıklı incelemesinde "Türkçülüğün, samldığının aksine, Rum, Ermeni, Bulgar, Arap, Kürt ve Arnavut gibi değişik etnik grupların milliyetçi etkinliklerinden kaynaklanmadığıru . tam tersine Türkçülük akımının bu (bölücü) etkintildere yol açtığım... " ileri sürerken, Ziya Gökalp'i de "Osman­ lı'nın parçalanıp çökmesinde aktif rol almakla" suçluyordu. .

.

Hasan Ali Yücel, Gökalp karşıtı mıydı? Celal Nuri (lleri), Süleyman Nazif ve Hüseyin Kazım Kadri bey­ ler gibi çağdaşlarının, dönemin bilinen çalkantıları içinde ya da ki­ şisel nedenlerle Ziya Gökalp'i yeterli ve doğru değerlendirememiş olmaları akla gelebilir de Türk aydınlanma sürecinde çok önemli bir yeri olan Hasan Ali Yücel'in (1897-1961) ona soğuk baktığı, en etkili olduğu yıllarda eserlerinin yayırnlanmasında gerekli ilgiyi göstermediği iddialarına ne demeli? "Atatürkçü kadronun sivil ka­ nadında" önemli roller üstlenen, Köy Enstitüleri'nin kurulup yay­ gınlaştınlmasında unutulmaz çabalar harcayan, sekiz yıllık milli eğitim bakanlığı süresince Türk halloru "Dünya Klasikleri"yle ta­ ruştıran eğitimci ve felsefeci Yücel, Ziya Gökalp'e gerçekten so­ ğuk bakmış, eserlerinin basımı konusunda ilgi göstermemiş olabi­ lir mi? Üstelik onun, daha yirmili yaşlarında İstanbul Dfuiilfünu­ nu'nda bir "Felsefe Bölümü" öğrencisi iken sık sık Türk Ocağı'na


203

gittiğini ve burada Ziya Gökalp'le bir araya geldiğini biliyoruz.47 Bu iddialann yanıtını Hasan Ali Yücel'in kendi sözlerinde ara­ yalım: Eserleri ha.Ia çok dağınık, fikirleri çok cepheli ve süratle tekfunül etmiş bu kıymetli düşünce adamırnızı, bilmem hangirniz etraflı olarak tanıdığırnızı iddia edebiliriz? Ziya Gökalp bugün de çözürnlenrne du­ rumunu muhafaza eden milli bir rneselernizdir... Ziya a.Iirn miydi? Filozof muydu? Şair miydi?.. Bu sorulara "hayır" denilernez! Onda, bu üç rnarifet kaynağından da unsurlar vardı... Ziya Gökalp, dünyaya gelmesiyle milletine hizmet etmiş büyükleri­ mizden biri olmak değer ve rnazhariyetini her zaman muhafaza edecek­ tir... Üstat, içindeki ateşi, dalgın gözleriyle tıknaz bedeninden ayn bir aıernde yaşar gibiydi! Çevresine yönelttiği bakışlardan keşfedilmesi mümkün olmayan bir adamdı. O konuşunca herkes susardı. En karışık meseleleri zekasının bıçağı ile üçe, dörde ayırıp dilim dilim ortaya koy­ masını beklerdik. Çok şey bilen ve her defasında yeni fikirlerle bize ge­ len Ziya Bey, bende, bir "düşünce büyücüsü" izlenimi bırakmıştır. Karı­ şık düşünceleri toplamada bu kadar rnaharetlisini görrnedirn.4 8

"Camiler kışla, minareler süngü, kubbeler miğfer" yalanı Kısa yruşamı boyunca nice güçlüklerle boğuşan, "Divan-ı Harp"lerde en ağır suçlamalarla yargılanan, sürgüıliere yollanan, Atatürk'e "fıkirlerimin babası" dedirtmesine karşın kimi Atatürk­ çü geçinenler tarafından bile zaman zaman görmezden gelinen Ziya Gökalp'in, ölümünden yetmiş üç yıl sonra bir kez daha Tür­ kiye'nin siyasal gündemine getirileceğini kim düşünebilirdi? Üs­ telik "dinci" çevreler tarafından ve inanmış ama ta Osmanlı'da "Kuran'ın, ezanın, dualann Türkçe okunmasını" isteyecek kadar çağdruş ve laik yapıda bir düşünür olduğu çok iyi bilindiği halde! .. Olay 1997 yılının 6 aralık günü yruşanmış ve "imam-hatip" çıkışlı, İstanbul Büyükşehir Belediye bruşkanlığında bulunmuş Tayyip Erdoğan isimli siyasetçi, eşinin mernleketi olan Siirt'te bir konuş­ ma yaparken, 47. Alev Coşkun, Hasan Ali Yücel 1 Aydınlanma Devrimcisi, Cumhuriyet Kitapları, Is­ tanbul, 2007, s. 22. 48. Hasan Ali Yücel, Hürriyet, Gene Hürriyet, derleyen Canan Yücei-Aronat, Kültür Bakanlıtı Yayınları, 2. cilt, Ankara, 1 998, s. 607, 61 O, 686.


2 04

Minareler süngü, kubbeler miğfer Camiler laşlamız, mürninler asker Bu ilahi ordu dinimi bekler Allahüekber, Allahüekber...

dizeleriyle başlayan ve tamanu dört bölümden oluşan bir şür oku­ duğu için hakkında dava açılnuş ve savunmasında (!) "Bu şür Ziya Gökalp'e aittir" demesi dikkate alınmadığından, on ay hapse mah­ kUm edilmişti. Siyasal yaşanu böylece tehlikeye ginnişken "Türk demokrasisinin onsuz olamayacağına" inanan taraftarlanrun yaru sıra "dunundan vazife çıkaran" ana muhalefet partisi lider ve yetki­ lilerinin de inanılmaz gayretleriyle yasalar zorlarup ta.rtışmalı for­ müller bulundu ve Meclis'e girerek partisinin başında, Türkiye'nin kaderine el koyması sağlanmış oldu. Hem de, üst üste iki kez. "Süngü"lü, "miğfer"li, "kışla"lı, militan dizelere gelince. Ziya Gökalp gerçekten böyle bir rnanzume yaznuş mıydı? Evet, Bay Tayyip Erdoğan'ın Siirt'te okuduğuna benzer (!) bir manzumesi vardı Gökalp'in ve ilk kez Balkan Savaşı'nın zor gün­ lerinde Halka Doğru dergisinin 16 mayıs 1329 (29 mayıs 1913) ta­ rihli ve 6 sayılı "nüshasında" yayımlanmıştı. Birinci Dünya Sava­ şı'nın ilk günlerinde Donanma Mecmuası'nda (2 1 eylül 1914) tekrar basılan "Asker Duası"nın makaslanmanuş ve montajlan­ mamış aslı şöyleydi:

ASKER DUASI Elimde tüfek, gönlümde iman, Dileğim iki: din ile vatan... Ocağım ordu, büyüğüm sultan... Sultana imdad eyle, ya Rabbi! Ömrümü müzdad49 eyle, ya Rabbi! Yolumuz gaza, sonu şehadet, Dinimiz ister sıdkso ile hizmet, Anamız vatan, babamız millet, Vatanı marnur eyle, ya Rabbi Milleti mesrurS l eyle, ya Rabbi! 49. Artmış, çoplmış. SO. Dogruluk. S I . Mutlu.


205

Sancağım tevhid, bayrağım hilal, Biri yeşil, ötekisi al, lslarn'a acı, düşmandan öç al, İslarn'ı abadsı eyle, ya Rabbi! Düşmaru herbad eyle, ya Rabbi! Kurnandan, zabit babalarınuz, Çavuş, onbaşı ağalarınuz, Sıra ve saygı yasalanmız, Orduyu düzgün eyle, ya Rabbi! Sancağı üstün eyle, ya Rabbi! Cenk meydanında nice koçyiğit Din ve yurt için oldular şehit, Ocağı tütsün, sönmesin ümit, Şehidi mahzun etme, ya Rabbi! Soyunu zebun5 3 etme, ya Rabbi! lşin özeti şuydu: Askere çağrılınca açun, tokum; anam, babam,

yavuklum demeden yurt savwunasına koşan; vatan, millet uğru­ na can vermeyi borç bilen inançlı, saf ve temiz yurt çocuklarına hitaben yazılnuş masum bir savaş manzumesi, niyeti belli ellerde saptırılarak, değiştirilerek, bozularak bir dinci ve militan amaç için kullanılmak isterunişti. Bu yapılırken beşer dizelik beş bö­ lümden ikisi bütünüyle çıkarılmış, buna karşılık -yazarı bugüne kadar ortaya çıkmamış- sahte bir "dörtlük" en başa korunuştu. Ziya Gökalp'in kemiklerini sızıatan bir acımasızlık ve sorumsuz­ lukla; camileri kışla, minareleri süngü, kubbeleri miğfer gibi gö­ ren kavgacı bir zihniyetle! Günümüzde de başbakan olan zat, si­ yaset hayatının yeni evresine böyle sahte bir dörtlükle başlamış ve cezaeviyle de taruşmış oluyordu.

Atatürkçü Ziya Gökalp Neyse ki Ziya Gökalp'in tarihi kişiliğine hak ettiği ilgi ve saygı­ yı gösteren bilim adamı ve aydınlarmuz da az değildi ve bunlar­ dan biri de Kırunlı göçmen, tüccardan Osman Nuri Bey'in oğlu, dünya çapında ün yapmış tarihçimiz Profesör Doktor Halil lnal­ cık'tı (doğm. İstanbul, 1916). ilerlemiş yaşına karşın 1943 yılın­ dan beri yayımlanan eserlerine yenilerini katan Sayın lnalcık, son 52. Sonsuz. 53. Zayıf, güçsüz.


206

"Türkiye Cumhuriyeti Postaları"nda Ziya Gökalp.

kitaplanndan birinde54 Ziya Gökalp'le ilgili olarak şın1lara dikkat çekiyor: Yaşamı kısa oldu ama düşüncesi yüzyıla damgasını vurdu. Müstes­ na kişiliği ona, savaşlar ve devrimler (içindeki) dramatik bir dünyada kılavuz rolü hazırladı... Etnik kökenini deşmek isteyenlere karşı cevabı açıktı. Diyordu ki: "Atalarım Türk olmayan bir bölgeden gelmiş olsalar bile kendimi Türk sayarım. Çünkü bir adamın milliyetini belirleyen (unsur) ırksal kökeni olmayıp (aldığı) terbiye ve (içindeki) duygulardır." Ziya Gö­ kalp 'in "ulusal kimlik" konusundaki bu görüşü, Atatürk Türkiye­ si 'nin "millet-vatandaş " anlayışına esas olmuştur. . . Hukukta kadın-erkek eşitliği, Türk'ün ve Türk vatandaşlığırun ta­ rumı, her vatandaşın bir "soyadı" alması, Türk dili ve tarihi konusun­ daki tezleri etkili olmuştur... 54. Halil lnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yayınları, Istanbul, 2007.


207

Atatürk döneminde, sanat ve eğitim alanlarında rehberlik göre­ vi üstlendi. Atatürk'ün ona karşı derin bir saygı beslediğini bili­

yoruz. . . Türkiye'nin cumhuriyet olarak (yeniden) kuruluşu Gö­ kalp 'in çoktandır düşündüğü ve yaydığı "ulusal Türk devleti " düşüncesinin zajeridir. Oysa önceleri o da Namık Kemal gibi bir "Osmanlı milliyetçisi", bir "Yeni Osmanlı" idi ve bir "Osmanlı mille­ ti" yaratmanın mümkün olacağına inanıyordu. Sonunda ''Atatürk­

çü Ziya Gökalp " oldu. . . (Avrupalı araştırmacılardan) Uriel Heyd onu "Türk milliyetçiliği­ nin babası" olarak görür... W. Deeds'e göre ise "Yeni Türkiye'yi biçim­ lendiren manevi kuruculardan biridir ve bu kuruluşta en büyük payı olan belki de Ziya Gökalp'tir...

"

Yakın zamanlara kadar onun buJduğu hars, mefkılre, örf ve "içti­ maiyat" gibi terimler kullanılmıştır. Ziya Gökalp gibi bir düşünür-sos­ yoloğa sahip olmak Türkler ve Türk dünyası için bir talih eseridir... Dfuülfünun'da Batı'nın bilim yöntemleriyle çalışan ve aralannda Fu­ ad Köprülü, Şemsettin Günaltay, lsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ahmet Emin Yairnan gibi isimlerin billunduğu ekibin düşünce odağı olmuş­ tur. Bu dönemde, sosyoloji biliminin gerçek kurucusu saydığı Emile Durkheim'ın5 5 pozitivist yaklaşımını benimsedi ...

Hemşehrisi ve bir zamanlar en yakın dostlanndan biri iken, bö­ lücü ve yılocı fikirleri ve "İngiliz Muhipleri (dostlan) Cemiye­ ti"ndeki faaliyetleri nedeniyle aralannın açıldığı sanılan Dr. Ab­ dullah Cevdet'in (1869-1932) Ziya Gökalp'le ilgili tanısı da losa fa­ kat dikkat çekicidir. MiUi Mecmua'nın 5 kasım 1914 tarihli sayı­ sında onu şöyle tarif eder: "Ziya Gökalp'i ben, bir salamandra56 S S . Sanayileşme ve kendeşmenin yanı sıra siyasal ve toplumsal çalkanaların d a etkin oldu­

� bir dönemde ünlenen Yahudi kökenli Fransız düşünür Emile Durkheim ( 1 858- 1 9 1 7)

sosyoloji biliminin kavram ve yöntemlerinin oluşum ve şekillenmesinde öncü rol oynamış­ tır. Toplumsal dayanışma ve işbölümü kavramlan da "birey" yerine "toplumu" esas alan Durkheim tarafından üretilmiştir. "Durkheim sosyolojisi"ni kendine rehber edinen Ziya Gökalp'e göre "sosyoloji"yi bilimsel biçimde kurmaya başlayan Durkheim'dan önce sosyo­ loji, felsefe, biyoloji ya da psikolojinin bir bahsinden ibaret gibi ele alınıyordu. Paris'in ünlü Sorbonne Üniversitesi'nde pedagoji profesörü olan Durkheim, "intihar" olayının kişisel de­ gil toplumsal nedenlerden kaynaklandıgını ortaya koydu. "Ensest"in yasaklanması konusun­ daki yazıları önemli araştırmaların yapılmasına yol açtı. "Durkheim sosyolojisi"nin ilke ve yöntemlerini benimseyen Gökalp bu sosyoloji okulunun Türkiye'de yaygın ve etkin bir du­ ruma gelmesine öncülük ederek Cumhuriyet öncesi dönemde Türk toplumunun içine dü­ şürüldügü bunalımı giderecek çareler bulmaya da çalıştı. S6. Odadan odaya taşınabilir bir tür kömür sobası.


208

içinde yakılan antrasit körnürüne5 7 benzetirirn. Alevi yoktur ama müthiş bir sıcaklık neşreder... " Bunları da siyaset ve devlet adarru , diplornat ve hatip dostu, Hamdullah Suphi Bey (Tannöver, 1886-1966) söylemişti: Bazı adamlar vardır ki, en durgını görüntüler içinde inarulmaz bir sa­ vaşım gücü taşırlar. Ağır ağır yüriirler ve yere sessizce hasarlar. Otunış­ lan, konuşmalan incelik ve ywnuşaklık ömeğidir. Oysa bu sessiz adamlar korkutucu birer mücadele aracıdırlar. Mücadele ederek yaşa­ yacak ve öleceklerdir! Güçlerinin kaynağı fikirlerinin içindedir. İnsan­

lık tarihi boyunca egemenliği pekişen ve zaferleri gittikçe büyüyen bir fikir ve ilim kuweti: İşte Ziya Gökalp böyle bir adamdı . . 5 8 .

Peki, Ziya Gökalp bir yazar, eğitirnci ve düşünür olmanın dı­ şında "filozof' olarak da tanımlanabilir mi? Kıziarına Malta'dan yazdığı ve benim de kitaba aldığım rnektuplara bakılırsa, o, ken­ disini filozof sayıyordu. Ya başkalarının gözünde? Bildiğimiz, bin yıllık Anadolu serüvenirnizde tıp doktoru "Feylesof' Rıza Tevfik'ten (Bölükbaşı, 1868-1949) başka kimsenin böyle bir sı­ fatla anılıp, tanınrnadığı .. . Bu dururnda ya bu sıfatı kendisine ki­ min ve hangi gerekçeyle verdiği bilinmeyen rahmetliden başka filozof nitelemesini hak eden ikinci birini yetiştirernerniş olma­ lıyız ya da yetiştirrnişiz, halen de yetiştirrnekteyiz de, bu konu­ da nedense adamakıllı kıskanç davranıyoruz! Türkiye üniversi­ telerinin felsefe bölürnlerinden birileri çıkıp da acaba bizleri ay­ dınlatabilir mi? Filozof kimdir? Bu sıfatı kazanmak için yapıl­ ması gerekenler nelerdir ve Türkiye'de filozof varsa ya da var idiyse, bunlar neden böyle bir sıfatla anılrnazlar? Hepsi de, ne yazık ki aramızdan aynlrnış bulunan örneğin bir Hilmi Ziya Ül­ ken, bir Takiyeddin Mengüşoğlu ya da Nerrni Uygur ve çalışma­ larını halen de sürdüren bir Bayan loanna Kuçuradi filozof nite­ lemesini hak etmemişler midir? Doğumunun SOO'üncü yıldönü­ mü nedeniyle Birleşmiş Milletler'in UNESCO örgütünce 2007 "Dünya Mevlana Yılı" olarak anılırken, bu konuda alınan kara­ nn gerekçesinde Mevlana Celaleddin Rumi'den "büyük filozof' diye söz edildiğini ülkemizde kaç kişi biliyor? Ve onun, "sevgi yoluyla bilgiye ulaşabilrnenin" simgesi olarak görüldüğü için bunca önernsenip yüceltildiğini?.. 57. Güç tutuşan fakat duman ve koku çıkarmadan yanarken çok büyük ısı veren bir kö­ mür türü.

58. Yakın Tarihimiz. cilt 3, s. 302.


2 09

Neyse . . . Biz "Türk Felsefe Cemiyeti üyesi" olduğu belirtilen Saffet Ürfi Betin'in kita.bına59 bir göz atalım: Ziya Gökalp, felsefenin asıl işareti olan soyut ve evrensel doktrin­ ler yaratmamakla birlikte (ve) ulusal değer ölçüleri içinde bir siste­ min yapıcısı olarak Türkiye'nin ilk filozofu olma durumunu koruya­ caktır... Gökalp'in ortaya çıkışı ve eserleri Atatürk devrimini ve ulu­ sal savaşım bilincini hazırlayan etkenierin başındadır, hatta bunların mi.ijdecidir... Gökalp (daha uzun) yaşasaydı toplwnsal reformlarında Atatürk'ün en çok konuşup danışacağı ve yararlanacağı düşünür (belki de) o olacaktı. Çünkü Türkiye'de görüş ve düşüncelerinde "bü­ tünlüğe" sahip (tek) değer ondan başkası değildi... Osmanlı padişahının "hal'i" ve saltanatla hilafetin (birbirinden) ayrıl­ ması üzerine, bunun gerekliliğini halka anlatan yazılar devletçe bir ki­ tapta toplanmış ve bunda Ziya Gökalp'in görüşlerine de yer verilmişti. Onun yazısı ötekilerine kıyasla daha kısa idi ama Atatürk devrimini bir düşünür ve filozof kafasıyla aniayıp benimsediğini gösteriyordu... Osmanlı İmparatorluğu içindeki Türklerin perişanlığını gören ve bu ulusun tarih içindeki dinamizmini bilen Ziya Gökalp, aydınlara ya­ laşır bir sevdaya kendini kaptırarak ulusuna yarayacak ders, ilke ve sonuçları bulup düzenlemiş ve "sevgilisinin" yararına sunmuştur. Gerçekçiliği idealizme dönüştürmesi o zamanki Türk toplumunun ih­ tiyaçlarına cevap veriyordu. (Böylece) daha yaşarken hedefıne vardı ama Atatürk'ün bütün eserlerini görerneden öldü . . . Yunanlı filozof ve bilim adamı Anaksagoras (MÖ 500428) Atinalı ünlü komutan ve devlet adamı Perikles'in (MÖ 495-429) hocası idi ve başarılarında büyük katkısı olduğu herkesçe biliniyordu. Bir gün, ma­ lını mülkünü fakiriere dağıtıp bir köşede yaşamaya başladı.. . Ziya Gö­ kalp (yaşasaydı) Atatürk'ün Anaksagoras'ı olacaktı. Bir "dış lamba­ nın" ışığından yoksun, kendi "iç lambasıyla" yetinmek durumunda kaldı ...

59. Saffet Ürfı Betin, Atatürk lnkılabı

ve

Ziya Göka/p, Güven Basımevi, Istanbul, 1 95 1 .



Altıncı bölüm Ziya Gökalp, seksen dört yıl sonra

Ziya Gökalp'in ölümü, bütün Türk a.Iemi için acı veren bir kayıptır.. . Reisicumhur Gazi M ustafa Kemal ( 1 924)

(Bu) büyük a.Iimin kaybı memleketin uğradığı bir felakettir.. . (Başvekil) lsmet ( 1 924)

Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti... Anadolu Ajansı ( 1 924)

Kim bu adam ki, hakkında böyle bir toplantı düzenleme gereği duyulmuş! .. Prof. Dr. llber Ortaylı (Gazi Ü niversitesi, "Ziya Gökalp Sempozyumu", Ankara, 8 mart 2004)

Seksen dört yıl önce, 25 ekim ı924 tarihinde, Büyükada'daki evinden sedyeyle getirildiği Taksim-Harbiye arasındaki Fransız Hastanesi'nde öldü. Kesin bir tanı konulamanuştı, bir süredir de­ vam eden hastalığına Aksi olsaydı bile ülkenin ve adı geçen sağlık kunınuınun o günkü yetersiz koşullarında "bir şeylerin yapılabilme­ si" pek mümkün olmayacak gibiydi. Herhalde, çok geç kalııınuştı... İstanbul'un o güne kadar tanık olmadığı görkemli bir kalabalı­ ğın elleri üzerinde taşınan na'şı, Ayasofya "Camii"nde cenaze na­ mazı kılındıktan sonra Çemberlitaş yakınındaki Il. Malunut Tür­ besi'nin "haziresinde" toprağa verildi. Güzel bir kabir yaptırdı se­ venleri onun için.


212

Asıllan Diyarbakır Müzesi'nde bulunan eski harflerle e l yazılı notlarla kardeşi Nihat Gökalp, ağabeyinin son gün ve saatlerini bir asker titizliğiyle kayda geçirmiş: Merhum ağabeyimin sıhhatinin renalaşmasından bir gün önce, 23 ekim 1924 cuma günü dimağında su toplandı. Bunun alınması halinde iyi bir sonuç sağlanabileceği söylendi. Doktorlar da aynı kanıdaydılar. Aile reisi olarak ben ve yengem Vecihe Hanım (bu ko­ nuda) bir senet imzalayarak verdik. lçi boru olan bir mili merhu­ mun omuriliğine soktular. Büyük bir tasın içine, dimağdan geldiği­ ni söyledikleri bir kilo kadar bulanık bir su aktı. Fakat bu arneliye­ nin (işlemin) bir yararı olmadı. Merhum, son günlerinde ağızdan gı­ da alamadığından (sözünü ettiğim) milin bir benzerini, ucu midesi­ nin içine geçineeye kadar (ağızdan) sokuyorlar ve bununla midesi­ ne sıvı bir gıda akıtıyorlardı.. . (Hastamız) Pangaltı'daki Fransız Hastanesi'nin ikinci katında bu­ lunan 38 numaralı odada tedavide idi. Telefonu, Beyoğlu 138... Son saatleri: Cumartesi, 24-25 ekim 1340 ( 1924) gece saat 22 sıra­ larında nabızları düşmeye ve hafif can çekişme belirtileri görülmeye başlandı. Sabaha doğru, saat iki buçukta, bu durum kademeli olarak artarak 4.49'da ruhunu teslim ettiler. Bundan sonra bile yüzü nurlu idi ve tazeliğini koruyordu. Bunları saat 5.40'ta yazıyorum... Yedek subaylarımızdan şehit Enver Bey'in eşi olan hastabakıcı Ma­ dam Roz ile hemşire Matmazel Maryel Vis (gece boyunca) yanımızda bulundular. Bu muhterem hanımlar büyük bir özen ve üzüntüyle hiz­ met ediyorlardı. .. Sözünü ettiğim Madam Roz'un yetim (kalmış) çocukları şunlardır: Zeki Enver ve Şahap Enver beyler. Büyüğü on bir, küçüğü beş yaşların­ da idi ve İstanbul'da oturuyorlardı. Şehit subay yavruları olmaları nede­ niyle her ikisi de "Kuleli Askeri Lisesi" ilkokul sınıflarına alırunışlardı... ı Ankara'dan, reisicumhur ve arkadaşları ile Büyük Millet Meclisi ve hükümet adına bir heyetin yanı sıra İstanbul'daki bütün resmi ve gay1 . Diyarbakır'da, Müze Müdürlü�'nün yakın ilgisiyle satladııım bu belgelerde adı geçen Zeki ve Şahap kardeşler ya da onları tanıyanlar bana ulaşıriarsa sevinirim. Ziya Gö­ kalp'in son anlarında ona hizmet eden şehit eşi Madam Roz'un en azından bir resmini bu kitabın olası yeni baskılarında kullanmak isterim.


213

Daha önce yayımlanmamış bir resim. 25 ekim 1 924 sabahı. Fransız Hastanesi'nde Türk ve Fransız uzmanlardan oluşan bir ekip alçıyla Ziya Gökalp'in yüzünün "maskını" alıyor. ri resmi kurumlann temsilcileri, aynca, halkın pek önemli bir kısmı en derin bir teessür içinde cenaze ve defın törenine katıldılar. Daha önce hastanede "ölüm raporu" imzalandıktan sonra merhwnun na'şı saygıyla "ölü odası"na alınmış ve lambalan sabaha kadar yanık bıra­ kılan bu odada tutulmuştu. Türk Ocağı (yetkililerinin) başvurusu ve bizlerin izni ile merhwnun yüzünün kalıbı alçıya alındı. Büstü veya heykeli yapıldığında bu (masktan) yararlanılacakmış. 2 ..

Bu notlan 24-25 ekim cwnartesi ve pazar günleri aldım. Nihat Gö­ kalp...

25 ekim 1924 pazar günü öğleye doğru Anadolu Ajansı bütün yurda ve dünyaya şu "tebliği" yayımladı: Türk vatanı

en

büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadele (az­

minin) ruhu olan milliyet fikirlerini yaymak suretiyle Ziya Bey'in ye2. 200 1 yılının mayıs ayında. Hulki CevizOI!u imzasıyla Aktüel ve Mevlüt U. Yılmaz im­ zasıyla da Yeni Düşünce dergisinde çıkan yazılarda, Ankara Etnografya Müzesi'nde Zi­ ya Gökalp'in "kesik" sat elinin mumyasının oldutu iddiası ortaya atılmış ve bu iddia fo­ tolarla da desteklenmişti. Işin ilginç yanı, müze yetkilileri bu konuda kesin bir şey söy­ lemiyorlardı: Bu, gerçekten bir elin mumyası mıydı yoksa bir mulaj mı� Her ne amaçla olursa olsun birilerinin Ziya Gökalp'in elini düpedüz kesmiş olması, kardeşi Nihat Bey'in bir dakika bile yanından ayrılmadılı bir ortamda olanaksız gibi görünüyor. Bu ko­ nu gene de, daha fazla vakit geçirilmeden adı geçen müze ilgililerince aydınlatılmalıdır.


214

rine getirdiği hizmetler, Türk milletinin kalbinde sonsuz bir minnet (duygusu) bırakmıştır. Anadolu Ajansı, bu büyük kayıp karşısında duyduğu derin üzüntüyü belirtir ve ulusurnuza başsağlığı dileklerini sunar...

Gökalp ailesine gelen yüzlerce "taziye" telgrafının tam sayısı belli değildi ama içlerinden birinin yeri başkaydı: İstanbul Vilayeti vasıtasıyla (Diyarbakır rnebusu) Ziya Gökalp Bey'in refikası hanımefendiye: Muhterern eşiniz Ziya Gökalp Bey'in bütün Türk ôlemi için acı veren

bir kayıp oluşturan ebedi yokluğunun yarattığı başsağlığı

duygularımı ve Türk milletinin samimi ve kalpten üzüntülerini yük­ sek kişiliğinize

arz

eder ve Türk millet ve hi.j.kürnetinin büyük düşü­

nürün ailesi hakkındaki rnüşfik duygularını ternin ederim, efendim. Ankara, 26 ekim 1924, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal

Reisicumhurla aynı gün "Latife Gazi Mustafa Kemal" imzasıyla Latife Hanım da "Ziya Gökalp Bey'in refikası hanımefendiye baş­ sağlığı dileklerini "arz ediyordu". Başvekil İsmet Paşa'nın3 telgrafı ise şöyleydi: Büyük ôlimin kaybı ile memleketin uğradı!Jıfelaket içinde rnuh­ terern ailenizin duyduğu derin üzüntüye bizler de ailece katılıyoruz. Cenab-ı Hak'tan (sizlere) teselliler niyaz ederim. İsmet

Ziya Gökalp'in insan olarak kişiliğine; düşünce ve ülkülerine olan ilgi bunca yıl sonra da eksilmeden sürüp gidiyor. Birkaç ör­ nekle, gazeteci Taha Akyol köşesinde onun "yaşayan fikirleriyle h3la bir ışık olduğunu" belirtiyor ve bir "anma toplantısı" düzen­ leyen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölü­ mü'nü ve Dekan Prof. Korkut Tuna'yı yürekten kutluyordu. 4 llhan Selçuk, hayli buruk da geçse Cumhuriyet'in 83'üncü yıldöl. lsmet Paşa'nın 26 ekimde çektiıi bu telgrafta, "başvekil" olduıunu belirtmeden yal­ nızca "lsmet" imzasını kullanması dikkat çekicidir. Nitekim başvekil, üç gün sonra kut­ lanacak olan ilk Cumhuriyet Bayramı'ndan hemen sonra, o tarihlerde muhalefet parti­ si olarak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası karşısında istedigi yetkileri elde edemedigi için istifa ederek yerini Fethi (Okyar) Bey'e bırakacaktır. Ancak. Şeyh Said lsyanı karşısında Fethi Bey'in yetersizligi nedeniyle lsmet Paşa üç ay sonra yeniden baş­ vekilliıe getirildi. 4. Taha Akyol, "Gökalp 1 20 Yaşında", Milliyet, 23 mart 2006.


215

Yapılacak Ziya Gökalp anıtı için seçme çalışmaları.

nürnü törenler ve aydın ve bilinçli çevrelerde geleceğe dönük endi­ şelerle kutlarurken, Gökalp'in ilk kez Tanin gazetesinde 20 aralık 1915 günü yayımlanan ve, Benim dinim ne ümittir, ne korku, Allah'ıma sevdiğimden taparım!

dizeleriyle başlayan ünlü şiirinin tamamına "Pencere"sinde yer veriyor ve şöyle diyordu: Milli Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kurulan laik Türkiye Cumhuriye­ ti, Ziya Gökalp 'in şiirinde kendisini bulmuştu. Ama ne yazık (Cwn­

huriyetimiz) tarikat ve cemaat furyasında ulusal benliğiıli yitirdi... s

Oktay Akbal da üzüntülüydü ve sitemlerini açıkça yöneltiyor­ du "Orasıdır Senin Vatarun Diyen Adam" başlığıyla yayımlanan "Evet/Hayır" köşesinde: Ziya Gökalp şair, felsefeci, yazar ve devrimci kişiliğiyle; yapıtlarıyla, öngördüğü düşünceleriyle yaşayan bir bilge. Mustafa Kemal öncülüğün­ deki atılımların baş destekçisi... Türk!ük, Türkiyelilik, alt kimlik, kimlik

üst

gibi tartışmaların üstüne çılmuş bir Doğulu ywttaşınuz. .. Ata­

türk'ün "Ne mutlu Türk'üm diyene" gerçeğini kimliğiyle kanıtlanuş... Daha 1910'larda Türklüğü, Türkçe'yi, gerçek Müslümanlığı anlatmak, öğretmek, benimsetmek için şürle, kitapla, konuşmalarla büyük çaba 5. llhan Selçuk, "Pencere", Cumhuriyet, 29 ekim 2006.


216

1 . Topçu Binbaşı Nihat (Gökalp) Kurtuluş Savaşı'nda. 2. Küçük kardeş Sıtkı (Gökalp). l. Nihat Gökalp, ikinci eşi Muzaffer Hanım'la. 1 926. 4. 1 930'1u yıliann başları. Aile; apbeyleri, babaları, dedeleri Ziya Gökalp'i anmak için Diyarbakır'daki "baba ocagı"nda bir araya gelmiş. Ayaktakiler, soldan: Fatma, Seniha'nın eşi Ali Nüzhet Göksel, küçük kardeş Sıtkı, ortanca kardeş Nihat, Hürriyet. Oturanlar, soldan: Seniha, Nihat Bey'in Uçüncü eşi Nedime, kucagında Mete'yle. Sıtkı Gökalp'in eşi Sabiha. Yerde: Türldn, Sıtkı Bey'in büyük oglu Bilge ve Ali NUzhet ­ Seniha çiftinin büyük otlu Tekin Göksel. 1 934'te "Soyadı Kanunu" çıkınca kardeşleri Nihat ve Sıtkı beylerle hiç evlenmeyen kızı Hürriyet Hanım Ziya Bey'in sonradan benimsedili "Gökalp" adını "soyadı" olarak almışlardır.


217

harcanuş bir büyüğürnüz. Ama bizler wmtkan insanlanz. Böyle bir ön­ .

cüyü

ancak ölüm yıldönümlerinde zorlukla anımsıyoruz...

Fıkra, makale, kitap, hitabe... Hepsi toplumlarm aydınlanmasında etkilidir ama en güçlü, en kalıcı olan, iç dünyamızda yer eden şiirdir. Gökalp de bunu yapmış, kendinden sonrakilere en uygun öğütleri bı­

rakmış biri... Prof. Cavit Orhan Tütengil'e (toplumbilirnci, felsefeci,

1921 - faili meçhul kalmış bir cinayet sonucu 1979) göre Ziya Gö­

kalp'in etkisi ölümünden sonra da sünnektedir. Prof. Emre Kongar'a göre ise "Geç kalmış ulusallaşmanın kuramsal temeUerini atan bir düşünce adamıdır. . . "6

Başka bir Cumhuriyet yazan, Hikmet Bila, bugünleri düşün­ düren bir de alıntı yapmıştı köşesinde; devrim tarihimizin unutul­ maz bir ismi olan gazeteci, yazar ve siyaset adamı Falih Rıfk:ı Atay'dan (1894-1971): Türkçülük ve Türkçüler, hiçbir politikaya karışmasalar bile suçlu ve sorumlular arasındaydılar! Mütareke edebiyatında cinayet yerine geçen şeylerden biri de Türkiye'de milliyet hissini uyandınnaktı. San­ ki bütün felaketiere o yüzden uğramıştık. Maarif nazıriarından bi­ ri, mektep kitaplarından Türk kelimesinin çıkarılmasını istemiş­ ti. Türklük'ten kaçan kaçanaydı.J

Bunlan yazıyordu, aralarında görüş ayrılıklan olduğunu herke­ sin bildiği Taha Akyol, İlhan Selçuk, Oktay Akbal ve Hikmet Bila gibi kimi seçkin köşe yazarlan. Taha Akyol üstelik İstanbul Üni­ versitesi Edebiyat Fakültesi'nde düzenlenen Ziya Gökalp'le ilgili bir anma toplantısı nedeniyle Dekan Korkut Tıına'yı -haklı ola­ rak- kutluyordu. "Kim

bu adam? Ne gerek var onu anrnaya?"

Ölümünün SO'inci yılına rastlayan 2004'te Ankara'da "Gazi Üni­ versitesi" Ziya Gökalp'le ilgili bilimsel bir toplantı, bir sempoz­ yum (seminer) düzenlemeye karar verdi. Çalışmalar 8-9 mart günlerini kapsayacak ve rektörlüğün "Mimar Kemaleddin Salo­ nu"nda yapılacaktı. Sempozyumun konusu "Ziya Gökalp - Ulus Devlet ve Küreselleşme" olarak belirlerunişti. Doğrusu, ülkenin 6. Oktay Akbal, "Evet/Hayır", Cumhuriyet. 2 kasım 2006. 7. Hikmet Bila, "Sultanahmet'ten Çaglayan'a", Cumhuriyet. 2 mayıs, 2007.


218

ve dünyanın güncel sonınlanna ışık tutmaya açık bir konu seçil­ rnişti. Bununla da yetinmeyen üniversite yönetimi, günler önce­ sinden Ankara ölçeğinde tanıtımı yapılan "halka açık" sernpozyu­ rnu daha da çekici hale getirrnek için bir de konser düzenlemişti. Rektör Profesör Dr. Rıza Ayhan, herkesi, "Ziya Gökalp'in Anısına Türk Dünyası Müziğinden Örnekler" konserini onurlandırınaya davet ediyordu. Bitrnedi! Sayın rektör, yapacağı "açış konuşrna­ sı"ndan sonra Ziya Gökalp'in hayatta kalan tek kızı olan Türkan (Gökalp) Yurtcanlı (doğrn. 1918) Hanımefendi'ye özenle hazırlan­ mış görkemli bir de anı plaketi slUlacaktı. Gazi Üniversitesi böylece, kendisini yurduna ve halkına ada­ mış bir büyük düşünür ve bilim adamını tam da zamanında gün­ deme taşımakla kalmamış, onun, seksen altı yaşındaki (bu kitap yazılırken doksan yaşındaydı) kızını da Wlutrnamıştı: Plakette şu sözler okunuyordu: Sayın Türkan Gökalp, Türk düşünce ve siyaset hayatının önemli isimlerinden fikir adamı ve düşünür babanız Ziya Gökalp adına dü­ zenlenen "Ölümünün Sekseninci Yılında Ziya Gökalp-Ulus Devlet ve Küreselleşme Sempozyumu" anısına şükranlarımı sunanm. 8 mart 2004, Profesör Dr. Rıza Ayhan, Rektör

Ya katılanlar? Böyle bir sernpozyurnda "tebliğlerini" sunmak ve konuşmak için yapılan daveti kabul ederek kimler gelmemişti ki Ankara'ya? Gazi'den Prof. Dr. Sernih Yalçın, Mürotazer Türkö­ ne, Çağatay Özdemir, Necrneddin Sefercioğlu ve Ahmet Bican Er­ cilasun dışında, Ankara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Anıl Çeçen ile Sina Akşin, Hacettepe'den Prof. Dr. Urnay Günay ile Başkent Üni­ versitesi'nden Prof. Dr. Fikret Eren... Sonra İstanbul ve başka il­ lerden gelenler. İstanbul Üniversitesi'nden Prof. Dr. Mustafa Er­ kal, Korkut TlUla ve Doç. Dr. Özcan, Marmara'dan Prof. Dr. İnci Enginün ve Bilken'ten Prof. Dr. llber Ortaylı ... Gaziantep Üniver­ sitesi'nden Prof. Dr. Hikmet Yıldınrn Celkan ile Süleyman Demi­ rel'den Prof. Dr. Bayram Kodaman... Osrnanlı'nın, İstanbul'daki bir tek "Dfuii.lfünun"Wldan 100'ün üzerinde üniversite yaratan Cumhuriyet'in bilim adamı çocuklan Ziya Gökalp'in öncülüğünü yaptığı "ulus devlet" kavramı üzerin­ de tebliğ sunmak ve görüşlerini belirtrnek için toplanmıştı baş­ kentte. Dinleyecilerin çoğunluğunu da Cumhuriyet'in eğitimcile­ ri ile öğrenciler oluşturuyordu. Seçkin bir kalabalığın doldurduğu salonda, 8 mart 2004 pazar-


219

Gökalp ailesi Ziya Gökalp'i günümüzde de yaşatıyor ve anısının üzerine titriyor. Emekli General Turlan Bey'in oglu Yüksek Mühendis Alp Gökalp, babasının amcasını işte böyle hayal etmiş ve çizmiş. Daha beş yaşındayken.

tesi günü Rektör Prof. Dr. Rıza Ayhan kısa bir konuşmayla Ziya Gökalp'i andı ve sempozyumun amacını açıkladıktan sonra hazır­ lanan plaketi sunmak üzere Türkan Gökalp'i sahneye davet etti. Çok istemesine karşın, doktorları izin vermediği için ne yazık ki gelememişti Türkan Haıum ve en derin şükran duygularını Gazi Üniversitesi rektör ve yetkililerine iletmek üzere kızı Sevinç Ka­ racan'ı görevlendirrnişti.


220 Oğlu Oğuzhan'la birlikte Ankara'ya gelen Sevinç Hanım sunu­

lan plaketi aldı, teşekkür etti ve yerine oturdu.

lık gün öğleden önce, "Küresel Tehdit, Ulus Devlet ve Türkiye"

konuşulacaktı. Sırasıyla Profesör Erkal, Çeçen ve Tuna tebliğie­ tini stındular ve alkışlandılar. Öğleden sonrasının konusu ise "Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne Geçiş"ti. Oturum başkanı Profesör Eren, t:ırogram gereği ilk sözü Prof. Dr. llber Ortaylı'ya verdi. Sempozyuma katılanlar ve dinleyiciler, son yılların bu, çok mo­

c:la ve hemen her taşın altından çıktığını gördüğümüz; Kınm'ın }(efe kentinin "Ortay" köyünden, Avusturya doğumlu tarihçiyi dinlemeye hazırlandılar. . . .. . Ve, film koptu! Bu ilginç zatın konuşmalarındaki biraz alaycı ve c:linleyicileri küçümseyen, aşın bilgiç tavırların yabancısı olmayan­

lar fazla şaşırmadılar ama salonda birden buz gibi bir hava esti ...

Neler söylüyordu ünlü (!) tarihçimiz: "Kimdi bu Ziya Gökalp? İ"alanca sosyaloğun kötü bir kopyası değil miydi? Onunla ilgili

Olarak buraya toplanıp konuşmaya değer miydi?" Herkes hayretle birbirine baktı: Madem Ziya Gökalp, hakkında toplantılar düzenlemeye değer biri değildi, o halde neden gelmiş­ ti buraya kendisi? Yaptığı, yalnız Ziya Gökalp'in anısına, onu se­ Venlere, dinleyicilere, salonda hazır bulunan yakınlarına ve hep­ Sinden önemlisi Gazi Üniversitesi'nin rektör ve yöneticilerine dü­ t:ıedüz hakaret değil miydi? Böyle uluorta konuşmak bir bilim ac:J.amına yakışır nuydı? Sevinç Karacan duyduklarını, kulaklarına inanamadan bir süre 8abır ve şaşkınlık içinde dinledi. Kalkıp Bay Ortaylı'yı susturma­

Yı ve ona aynı kürsüden cevap vermeyi düşündü ama sinirden tit­ ti.yordu. Btınu yapacak durumda olmadığını hissetti ve "Iyi ki an­ ll.emi o yaşlı ve hasta halinde getirmemişim... " diye düşündü; sert

bir hareketle birden yerinden kalkıp salonu terk etti.

Yetkililer arkasından koşturarak, yapılan konuşma nedeniyle kendisinden özür dilediler... Bu sözlere kesinlikle katılmadıkları­

ll.ı ve kendilerinin de çok üzgün olduğtınu belirtip "Böyle bir şe­

Yin başınuza geleceğini bilseydik bu zatı elbette davet etmez­

dediler, ama büyük bir sarsıntı geçiren Sevinç Karacan'ı Scıl.ona dönmeye razı edemediler. Titreyen elleriyle biraz önce " d.edesinin anısına" verilen plaketi bu yetkililere iade etmeyi dü­ Şündü ama hemen vazgeçti. Ne suçu vardı Gazi Üniversitesi'nin? bk vasıtayla lstanbul'a döndü, oğluyla birlikte.

dik!.."

Sempozyum beklenmedik bir skandalla fiilen sona ennişti ama


221

davetti profesörlerden bir bölümü organizatörlere ayıp olmasın diye 9 martta yapılan ikinci günkü çalışmalara da katıldılar. Pro­ fesör tarihçi Bay Ortaylı ise bir daha ortalıkta görünmedi. Sayın Sevinç Karacan'dan dinlediklerimi, olayların taruğı olan -ulaşabildiğim- profesörterin hepsi doğruladılar. Bir farkla ki, Bay Ortaylı'run Gökalp hakkında kullandığı sözcükler aslında bu kita­ ba alınamayacak nitelikteydi. Konuştuğum hocalardan biri, Gazi­ antep Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Baş­ kanı Profesör Dr. Hikmet Yıldırım Celkan şunları söyledi bana: "Onu tanıyan bazı hocalar 'Aldınnayın! Bu adam hep böyle­ dir.. .' dediler, ama çoğumuz büyük bir infıal içindeydik. Benim konuşma sırarn ertesi gündü. Ona cevap vermek için (Sayın Cel­ kan burada farklı bir söylem kullaruyor) 9 martı bekledim. Ama gelmedi. Sanırım, gelemedi. Kaybolmuştu ortalıktan. Kimse de nerede olduğunu bilmiyordu. Oysa böyle toplantılardan sonu gel­ meden aynlmamak bilimsel nezaket gereğidir. Biz nasıl o konu­ şurken hazır bulunmuşsak onun da kendisinden sonra konuşa­ cakları dinlemesi gerekmez miydi?.. " Ziya Gökalp'in torunu Sevinç Karacan ve sanayici eşi Şahin Bey'le, İstanbul Suadiye'deki evlerinde uzun söyleşilerimiz oldu. Dedesi öldüğünde annesi altı yaşındaydı. O nedenle, Ziya Gö­ kalp'le ilgili olarak bildikleri, Seniha ve Hürriyet teyzelerinden dinledikleriyle sınırlıydı. Özellikle, hiç evlenmeyen ve yaşamı bo­ yunca babasının kişiliği, kitapları ve benzeri çalışmaları konu­ sunda sürekli kafa yoran Hürriyet Teyze'sinden duyduklarıyla: "Böyle bir insarun torunu olmak elbette gurur verici bir şey, ama size belli sorumluluklar da yüklüyor. Sürekli, 'Nasıl ona layık bir in­ san olabilirim? .. ' diye düşünüyorsunuz. Dedem, insanlara çok değer verir, başta kendi ailesi olmak üzere herkese sevgi ve anlayışla yak­ laşırnuş. Sinirlenip öfketendiğini gören olmanuş ... Bunun yanı sıra, kendisini bütünüyle ülke sorunlarına verdiği için çocuklarıyla yeterince ilgilenememiş. Başka babalar gibi ak­ şam olunca evine gelmesini beklerlermiş, ama o gelmezmiş. Öm­ rü hep ailesinden uzaklarda geçmiş, diyebiliriz. Limni ve Mal­ ta'dan yazdığı yüzlerce mektupla çocuklarının baba eksikliğini rluymalarını bir ölçüde önlemeye, onlara varlığını kanıtlamaya çalışmış olmalı. .. Arıneannemin ömrü ise eşinin öldüğü veya pa­ dişaha karşı olduğu için öldürüldüğü haberinin her an gelebilece­ ği korkusuyla geçmiş... " Bir de üzüntüsü var Sevinç Hanım'ın. Diyor ki:


222

"Evet, dedemin kendi kız­ lanyla yeterince ilgileneme­ diği, onlann geleceğini dü­ şünmeye fırsat bulamadığı doğru, ama 'Ben yalnız üç kızımın değil, bütün Türk çocuklarının babasıyım!. .' dediği de doğrudur. Peki, bugünün gençlerine, çocuk­ Ianna onu tarutmak için ne yapılıyor? Ziya Gökalp bir 'Alageyik' şiiriyle geçiştirile­ bilir mi? Eskiden hiç olmaz­ sa TRT' de zaman zaman onunla ilgili programlar ya­ pılırdı. Sonra bıçak gibi ke­ sildi bunlar. TRT'ye kimliği­ mi belirterek bunun nedeni­ ni sordum. Bir süre sonra mektupla cevap geldi kendi­ lerinden: 'Kim olurlarsa ol­ sunlar, ölümlerinin üzerin­ den elli yıl geçtikten sonra artık hiçbir Türk büyüğü Gökalp'in küçük kızı Türkan, Fahri Yurtcanlı'yla hayatını birleştirirken. için anma yahut benzeri bir program yapılmaz'mış! Anıl­ masın, demiyorum, ama örneğin bir Melunet Akif hiç aksatılma­ dan her yıl anılınıyor mı? Ve daha başkalan da .. Mevlana'yı 800 yıl sonra bile anmadık mı? Andık da fena mı oldu? Toplum için önemli işler yapmış ölümsüzleşmiş insanlar 'Aradan elli yıl geçti, artık yeter.. .' denilerek unutulmaya nu terk edilmeli?.. Seniha, hatta Hürriyet Teyzem Birinci Dünya Savaşı'nın güçlük ve kıtlık günlerini çok iyi hatırlayacak yaştaydılar. Onlardan din­ lemiştim. Dedem o tarihlerde ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki Fırkası'nın en etkili isimlerinden ... Bir akşamüstü 'parti' den gelen bir adam piyasada bulunmayan bazı erzakla bembeyaz francala­ lar getirir. Dedem müthiş sinidenir ve adamı 'Bunlan al ve kim gönderdiyse ona götür. Halk yiyecek elanek bulmazken boğazım­ dan geçer mi? . .' diyerek kapıdan kovar. Özellikle, hemen herke­ sin kendi çıkanndan başka bir şey düşünmediği günümüzde böy-


223

Türk�n Yurtcanlı küçük abiası Hürriyet Gökalp'le (solda).

le yüce ruhlu bir insanın bilenlere anımsatılmasında, bilmeyenle­ re de öğretilmesinde ne salonca olabilir? Aradan elli yıl değil çok daha fazlası geçmiş olsa bile... " Söyleşimiz sırasında Sevinç Hanım'dan annesiyle ilgili bilgi is­ tiyorum. "Biliyorsunuz, doksan yaşında ve kimi sağlık sorunlan olsa da iyi sayılır. En sevindirici olanı da zihni pınl pınl. Benim ve eşimin gözetimi altında çok yalorumızda oturuyor. Kendisini her gün muhakkak görür ve her ihtiyacını karşılanm. Yirmi dört saat ya­ nında eğitimli bir yardımcısı var... " "Biliyorum, babası tutuklanıp sonra da Malta'ya sürüldüğünde kundakta, dedeniz 'esaretten' kurtulduğunda ise üç yaşındaydı. Öldüğünde ise altı. Gene de onu görmek ve tanımak isterdim. Zi­ ya Gökalp'ten bizlere kalan bir armağan kendileri... " "Ben de isterim bunu, ama korkarım mümkün olmayacak. Ne­ denine gelince annem, aldığı terbiye gereği yeni biriyle taruşaca­ ğı zaman muhakkak hazırlık yapmalı. Ona göre giyinmeli, saçla­ nnı yaptırmalı! Ama bugünkü durumu buna elverişli değil. Yürü­ me güçlüğü var bir de ... " Küçük ve masum bir hileyle çok geçmeden bana bu imk3.nı sağ­ lıyor Sevinç Hanım. Birlikte evine gidiyoruz. Babası Malta'da iken abialarını "0, benim babam... " diyerek kızdıran -neredeyse- dok­ san yıl öncesinin kocaman, zeki gözlerle bakan "Türkfuı"ı karşım­ da Babasının "sevgili küçük kızı" şimdi tam bir hanımefendi. Biraz yaşlanmış, o kadar. Kızının ister istemez hazırladığı "Anne seni çok


224

güvendiğim bir doktor dostumuz ziyaret edecek. .. " hilesini (?) anla­ maz göründüğü hemen belli oluyor. "Kitabın" durumunu sorunca "Çıktığında ilk size getireceğim... " diyorum. Babasının "1924 sonba­ harında" Büyükada'dan sedyeyle hastaneye götürülüşü sırasında neler hissettiğini anlatırken gözleri doluyor. Ne kadar büyük ve in­ sanın Meta derinliklerine işleyen gözler bunlar... Durup dururken, "Babam da çok sevdiği ve hiç dilinden düşür­ ınediği Namık Kemal gibi kırk sekiz yaşında ölmüş ... " diyerek şa­ şırtıyor bizi. Aynlırken "Kabul ederseniz gene geleceğim... " diyorum. Gülümseyerek cevap veriyor: "Bekleyeceğim ... " Ziya Gökalp'i görmüş gibi, onunla konuşmuş gibi oluyorum. Bu kitabı yazarken en büyük şansım Ziya Gökalp'in, hepsi de önemli ülke hizmetlerinde bulunmuş seçkin yakınlarını tanımak oldu. Tıpkı zarif torunu Sevinç Hanım gibi büyük bir içtenlikle beni desteklediler. Bildiklerini ve ellerindeki belgeleri, resimleri benimle paylaştılar, yararlanınama sundular. En başta, doksan altılık koca çınar; öğretmen, bürokrat, yazar ve hukukçu Diyarbakırlı Reşid İskenderoğlu'nu (doğm. 1912) saymalıyım: Ziya Gökalp'in annesi Zeliha Hanım'ın ağabeyi, Os­ manlı Meclis-i Mebusan üyelerinden Pirinççizade Arif Efendi'nin torunu Reşid Bey. Kadim dostum ve meslektaşım Fethi Pirinççi­ oğlu da öyle. Onun kızı, değerli turizmci Yasemin Pirinççioğlu ol­ masaydı Sayın İskenderoğlu ile Gökalp kardeşleri, dolayısıyla Sa­ yın Türkan Yurtcanlı ve Sevinç Karacan'ı tanımayacaktım. Evet! Mete ve Turfan Gökalp kardeşler... Ziya Gökalp'in karde­ şi Nihat Gökalp'in çocukları. Mete Bey, önemli bankacılık görev­ lerinde bulunmuş, TBMM Bütçe ve Plan Komisyonu'nda Maliye Bakanlığı'nı temsil etmiş deneyimli ve uzman bir yönetici. Turfan Bey ise Türk Hava Kuvvetleri'nde tuğgeneral rütbesiyle emekli olmuş bir asker. 700 saatlik jet av-bombardıman (uçakla­ n) pilot deneyimi var. Hava Harp Okulu Öğretim ve Hava Kuvvet­ leri Komutanlığı Personel Dairesi başkanlıkları görevlerini başa­ nyla üstlenmiş. Reşid İskenderoğlu; Mete ve Turfan beyler... Onlarla yaptığım görüşmelerden söz edeceğim. Ah, keşke bir de sayısız yapıta im­ za atmış çok değerli oyun yazarı, şair ve doktor Orhan Asena'yla (1922-2001) görüşebilseydim! Ziya Gökalp'in abiası Sacide Ha­ nım'ın torunuydu Orhan Asena. Onu, 1981 yılında Diyarbakır Üni­ versitesi'nde yaptığı "Atatürk ve Diyarbakır" konulu ilginç "teb-


225

liğ"inden bölümleri kitabıma alarak anınaya çalışacağım. Ziya Gökalp'in, üstelik okul ağabeyim olan bir yakını daha var ki, Diyarbakır'daki "müze ev"ini ziyaret ettiğimde içim na­ sıl da sızlamıştı: Cahit Sıtkı Tarancı (191 0-1956)! Şiirimizin, dramatik yaşamı en verimli olabileceği çağda noktalanan ro­ mantik ve talihsiz çocuğu. Ziya Gökalp'in annesi onun dedesi­ nin kardeşi, babası Sıtkı Tarancı'nın da halasıydı. "Otuz Beş Yaş" şiirinin şairinden söz edilince ister istemez bir başka bü­ yük şair geliyor akıllara: Ziya Osman Saba (1910-1957). Cahit Sıtkı Tarancı'nın Galatasaray'da en yakın arkadaşı. Ayın yıl doğmuşlar ve Saba, arkadaşını "öbür tarafta" yalnızca bir yıl bekletmiş ... Oktay Akbal, Ziya Osman Saha'nın ardından "Yaşa­ dığımız dünyanın çirkinlikleri karşısında onun kadar yücelebil­ miş, onun kadar ermiş kişiliğine çıkabilmiş başka kimse düşü­ nülemez. . . " diyordu. Cahit Sıtla. Tarancı'ya dönersek. Dedesi Hacı Hüseyin Efendi, Pirinççizade Hacı Salih Ağa'run oğluydu. Babası Sıtla. Efendi So­ yadı Kanunu çıla.nca "Tarancı" soyadını aldı. Orta Asya'daki bir Türk "boy"unun adıydı Tarancı. 8 Gelin, ülkemizin şu talihsiz günlerinde ondan dizelerin gölgesi­ ne sığınalım:

MEMLEKET lSTERlM Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla san olsun, Kuşların, çiçeklerin diyan olsun. Memleket isterim Ne başta dert ne gönülde hasret olsun, Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne de sen ben farkı olsun, Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun, Olursa bir şikayet ölümden olsun. 8. Reşid lskenderoııu, Memleket Isterim, Ankara, 2008.


226

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin efsane hocalarından Profesör Sadri Maksudi Arsal'ı (1880-1957) Atatürk bir gün Çanka­ ya'ya davetle, kütüphane odasında kabul eder. İsmet İnönü'yle bir­ likte bir "Anadolu haritası üzerine eğilmiş" çalışmaktadır. Arsal'a dönerek "bu dağların bağ haline getirilmesiyle hem yeşilliğin sağ­ lanacağını hem de alınacak ürünle ekonomiye katkıda bulunulaca­

ğını, üstelik iklim bakımından da iyi olacağını" söyler.9 ATATÜRK Atatürk'üm eğilmiş vatan haritasına Görmedim tunç yüzünde böylesine geceler Atatürk n'eylesin memleketin yarasına Uçup gitmiş elinden eski makbul çareler. Nerde İstiklal Harbi'nin o mutlu günleri, Türlü düşmana karşı kazanılan zafer, Hiç

am öyle ağarsın bir daha tanyeri,

sanın

Atatürk'üm ben ölecek adam değildim der. Git hemşerim, git kardeşim toprağına yüz sür, O'dur karşı kıyıdan cümlemizi düşünür, Resimlerinde bile melul, mahzun görünür, Atatürk'ün kabrinde rahat uyumak ister. (1947)

Kısa bir şiir daha "Yeter ki Gün Eksilmesin Penceremden" di­ yen Cahit Sıtkı Tarancı'dan. Aralık 1951 'de söylenmiş. Diyarba­ kırh ya, köklerini tartışanlara cevap verircesine "Türk yürekleri­ mizden" söz ediyor: ATATÜRK'Ü DÜŞÜNÜRKEN Ne şairane mevsimdi sonbahar Bahçeleri talan eden bir deli rüzgardı, Kınlan dal, düşen yaprak, şaşkın uçan kuşlar. Eskiden sonbaharın bir güzelliği vardı. Gel gör ki Atatürk'ün ölümünden bu yana Sonbahar bir tuhaf bir başka geliyor, Vatan gerçeklerini hatırlatıp insana 9. A.g.e.


227

Cahit Sıtkı Tarancı.

Türk yüreklerimizi burka burka geliyor.

Fransız "ataşemiliter"i şaşırtan kitaplık Turlan Gökalp anlatıyor: "Saıunm 1959 yılıydı. Teğmen olarak Diyarbakır'da görevliyim. Üs komutaıunuz Kıdemli Hava Kunnay Albay Cevat TunaiO beni çağırttı. Gittim. Makanunda bir Fransız karacı albayla birlikteydi. Misafiri Fransa'nın Türkiye nezdinde 'ataşerniliteri' imiş. 'Sen Di­ yarbakırlı'sın. Arabanu al ve misafirimi gezdir. . .' dedi. Ben şoförtin yanına oturdwn. Fransız albayı arka koltuğa buyur ettik. Surlar, Gazi Köşkü, Urfa Kapı vb kentin tarihi ve önemli yerlerini gezdir­ dim. Bir saat olmadan hepsi bitmişti. Kendisine, Diyarbakırlı bir düşünürün 'müze ev'ini görrnek isteyip istemeyeceğini sordwn. 'İs­ terim. .' dedi. Ziya Gökalp'in evine gittik. Burada doğduğunu söyle­ dim ve kuzeye bakan, 'ayvan' diye bilinen bölümü gösterdim. Bal­ .

konwnsu bir yer. Çalışma odası, kütüphane. Her taraf k:itaplarla bezenmiş, bir bölüme de kendi yapıtları konulrnuştu... Fransız ataşe kitaplara şöyle ilgisizce yaklaşıp sırtlarındaki ya­ zar isimlerine bir göz atınca, 'Mon Dieu (Allahım)!.. Bunlar benim 1 O. Cevat Tuna. hava tümgeneral olarak emekli olduktan sonra vefat etmiştir.


228

Mete Gökalp. Babası, Nihat Gökalp'in lstiklal Madalyası'nı onurla taşıyor.

E. Hava Tuggeneral Turlan Gökalp.

babamın okuduğu kitaplar.. .' diye bağırrnaz mı? Meğer babası önemli bir bilim insanı imiş ve aynı kitapları okurrnuş. Birden ha­ vası değişti ve şaşkınlıkla, 'Sözünü ettiğiniz zat bunları gerçekten burada, Diyarbakır'da mı okumuş? . .' diye sordu. 'Evet' dedim, 'kesinlikle öyle'. Bu kez ciddileşerek, 'Bakın' dedi, 'ikimiz de su­ bayız. Burada yaşadıklarım, benim için, önemli bir deneyim. Ço­ ğu en ünlü Fransız düşünüdere ait bu önemli yapıtların Fransız­ ca asıllarının burada, sözünü ettiğiniz Türk düşünür tarafından okunduğundan emin misiniz? . .' Hiç duraksamadan 'Evet' diye ce­ vapladım sorusunu ... 'Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?. .' di­ ye üsteledi. 'Çünkü' dedim, 'o benim amcam. Kendisi de bir Türk subayı olan babamın iki yaş büyük ağabeyi! . .' Aramızdaki rütbe farkı birden kalkmış, gözünde adeta terfi et­ miştim. lçtenlikle kolwna girerek Fransızların o bol aksanlı İngi­ lizce'siyle 'Sizden özür dilemeliyim!' dedi. Diyarbakır gibi gözler­ den uzak bir Anadolu kentinde 1800'lü yılların sonlarıyla 1900'lü yılların başlarında Voltaire gibi, Durkheim gibi, Gustave Le Bon gibi, Jean-Jacques Rousseau ve benzerleri gibi ünlü Fransız düşü­ nürlerin yapıtlarının üstelik de kendi dillerinde okunabileceğini doğrusu düşünemezd.im .. .' Gülümseyerek 'Ama burası Mezopo­ tamya, sayın konuğwnuz' dedim. 'Yüzlerce, hatta binlerce yılın bir kültür merkezi... Amcam, bu kentin ve bölgenin yetiştirdiği sayısız bilim insanından, şair ve edebiyatçıdan yalruzca biri. Bel-


229

ki en çok ta.nınıp sevileni, ama gene de yalnızca biri. Başkentin­ de Fransa'yı temsil ettiğiniz ülkenin yeniden kuruluşunda Büyük Atatürk'e fikir babalığı yapan bir yüce kişilik .. ' Adeta utanarak önüne baktı: 'Diyarbakır'a geliyorum ve bu kentin yetiştirdiği bir Ziya Gökalp'ten haberim bile yok. Böyle bir amcanız olduğu için de sizi kıskanıyorum. Onu araştınp tammaya çalışacağım .. .' Dönüşte de Fransız ataşeyi arka koltuğa buyur edip ben şofö­ rün yanına oturmak istiyordwn ki 'olmaz' dedi. 'Sakıncası yoksa lütfen beraber oturalım.' İtiraz etmedim. Cevat Albay'ımın odası­ na birkaç saat sonra iki eski arkadaş gibi girmemiz herkesi şaşırt­ mıştı. Komuta.nım 'Ne bu samirniyet teğmen?' der gibi gözlerimin içine bakıyordu. Ben, 'Görev yerine getirilmiştir, komutarum .. .' diyerek dışan çıkarken Fransız ataşe yaşadıklannı albayıma an­ latmaya hazırlarur gibiydi..."

Heykelini depoya attılar! .. Üniversiteden adını sildiler! Kardeşi 1\ırfan Gökalp gibi ağabey Mete Gökalp de başta am­ calan olmak üzere ailelerinin Kürt kökenli gibi gösterilmek isten­ mesinden ve bunun ne yazık ki yaygın bir inanç haline gelmiş ol­ masından rahatsızlar. Kürtlerle bir alıp veremedikleri olduğu için değil, bu yakıştırmanın yanlış, kanıtsız ve temelsiz olmasına kar­ şılık değişik çevreler tarafından sürdürülmek istendiği için. "Nereden ve nasıl varmışlar bu sonuca? .. " diye Meta isyan edi­ yorlar: "Başta amcamız olmak üzere köklerimizi araştırmış ve Buhara Türklerinden olduğumuz sonucuna varmışız... Kürt oldu­ ğumuza inansak hiç gocunmadan 'Kürt'üz' derdik Neden gocu­ nacaktık ki? Kürt olmak kötü bir şey mi? Ayıp mı? Bu konuyu gündemde tutmak isteyenler, yoksa, amcamızın 'Türklük' bilinci­ ni ortaya atmış ve yerleştirmiş olmasından rahatsızlık mı duyu­ yorlar? Osmanlı'nın çözülme ve dağılma sürecinde, tam da Ana­ dolu bölünmeye (!) hazır hale gelmişken unutulmuş Türklüğün anımsanmış ve can havliyle buna sanlınmış olması birtakım ham hayalleri yoksa boşa mı çıkardı? Bölücülükle hiç ilgisi olmayan, aydın ve ulusalcı kimi yazar ve aydınlanmızın bile Ziya Gökalp'i, dolayısıyla bizleri ha.Ia Kürt kökenli gibi görüp göstermeleri ina­ nılmaz bir aymazlık değil midir? Yoksa, Gökalp'e duyulan bir kız­ gınlık mı söz konusu olan?.. " Özellikle Mete Bey'in başka üzüntüleri de var: Diyarbakır'ın en uygun bir yerine dikilrnek üzere yaptınlan Ziya Gökalp heykeli­ nin, bazı kesimlerin ve özellikle belediye başkanlarının karşı çık-


230

ması yüzünden değerlendirile­ mediğinden yakınıyor. Üstelik bu çok başarılı heykelin yeri bi­ linmeyen bir depoya atılıp unu­ tulmaya terk edildiğini söylü­ yor. Diyarbakırlılar, en ünlü ve değerli bir eviatiarına bunu na­ sıl layık görüyorlar, neden kim­ se bu konuyu gündeme getirmi­ yor, diye soruyor. Mete Gökalp'in bir başka üzüntüsü de Diyarbakır'daki, be­ nim de hayranlıkla gezip gördü­ ğüm Dicle Üniversitesi'yle ilgili: "Kentteki üniversitenin adı 27 Mayıs 1960 Devrimi'nin lide­ ri Cemal Gürsel ve daha sonra Süleyman Demirel dönemlerinOrhan Asena. de 'Ziya Gökalp Üniversitesi' olarak belirlenmişti. 12 Ey­ lül'den sonra, Kenan Evren'in devlet başkanlığı günlerinde de (Kurucu) Meclis'ten bu yolda çıkan karar Konsey'de nedense be­ nimsenmedi. Bu arada, Türkiye'deki üniversitelere Atatürk ve İnönü dışında şahıs adı verilmeyeceği belirtildi... Bir de bugünle­ re bakın. Şahıs adından bol bir şey var mı? .. " Mete Bey 1982 yılı haziran ayında Devlet Başkaru Kenan Ev­ ren'e bir mektup yazarak "Diyarbakır Tarutma ve Kültür Derneği" tarafından açılan yarışma sonucunda yaptınlan heykelin belirle­ nen yere dikilmesi konusunda "yetkililerin idareimaslahatçı dav­ ranmaları ve oy avcılığı peşinde olmaları" yüzünden sonuç alına­ madığını açıkça belirterek "duruma müdahale etmesini" ister, ama bugüne kadar ne üniversitenin "Ziya Gökalp" olması gere­ ken adı ne de Gökalp'in heykeli konusunda kimse tarafından her­ hangi bir girişimde bulunulmuş değildir.

"Kürt ya da Türk. ..

"

lledemiş yaşına karşın güçlü belleği, sağlam yapısı, aydın kişi­ liği ve sürekli yeni eserler vermesiyle bütün Diyarbakırlıların "ağabeyi" gözüyle gördüğüm Reşid lskenderoğlu, "Ziya Gökalp sizce Kürt müydü?" biçimindeki sorumu "Yok efendim" diye ce-


231

Reşid lskendero�lu.

vaplayıp ekliyor: "Evren Paşa'lar, Alparslan Türkeş'ler öyle dü­ şünseler de!.. Memleketin coğrafyasını, tarihini, bilmeden, aramadan, sor­ madan Batı Anadolu'da Doğulu kim varsa Kürt derler! . . Size bir arurru anlatayım. Ben lisede okuyordum. İstanbul'da Nişanta­ şı'nda Bir yakımından dinlemiştim: Kazım Karabekir Paşa 'Sen Kürt müsün yoksa Türk müsün?' diye sonnuş. O da biraz şaşırrruş olacak ki 'Paşam ben Müslüman'ım' diye cevap vermiş. Paşa gü­ lümsemiş ve adanun yanağıru okşayarak şunu söylemiş: 'Kürt de

olsan, Türk de olsan her şeyden önce adam olmalısın. . . "' Başlı başına bir tarih olan Sayın lskenderoğlu, sonrası biraz tartışmalı olsa da Kafkas Cephesi'nde ve Kurtuluş Savaşı'ımızda unutulmaz hizmetleri geçen Kazım Karabekir'den (1882-1948) bu derslerle dolu anekdotu aktanrken endişelerini de saklamıyordu. Ta "Şeyh Said lsyaru"ndan beri sürüp gelen bazı yetersizliklerin de sonucu olarak ülkemiz halen çok ürkütücü bir noktaya sürük­ lenmişti. Ona göre, çok güçlü ve kararlı bir irade ortaya konul­ mazsa Türkiye'nin bütünlüğü bile tehlikeye girebilirdi.

"Kayan yıldıziann parıltısı devam eder. . .

"


232

Kitabın sonuna gelirken, ralunetli Dr. Orhan Asena'nın Diyar­ bakır'da, adı bir gün belki "Ziya Gökalp Üniversitesi" diye biline­ cek olan yükseköğrenim kurumunda yaptığı "Atatürk ve Ziya Gö­ kalp" başlıklı konuşmanın özetine geldi sıra. Yıl 198l'dir. İlginç bir saptamayla başlar sözlerine Atatürk ve Ziya Gökalp (1991) oyununun da yazarı olan Asena: Bir ulusun en gereksinim duyduğu insanı en gereksinim duyduğu anda çıkarabilmesi, o ulusun, ne kadar yaşlanmış olursa olsun canlı­ lığını, diriliğiili gösterir...

Ve devam eder: Böyle bir insanın doğuşu bir rastlantı (veya) mucize değildir. Böyle bir insan yüzyıllarca süren biri kimlerden, çok acılı ve sancı­ lı değişimlerden çıkıp gelir... Osmanlı Devleti'nin çöküşünü izlerken Midhat Paşa'ların, Namık Kemal'lerin; tüm hatalarma ve yanlışlıkları­ na karşın bir İttihat ve Terakki hareketinin, bir Ziya Gökalp'in çıkışı da rastlantı değildir... Hem Osmanlı'yı, hem Türk'ü kurtarmanın ola­ naksızlığını gören Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin körpe ve yeşil dalını yedi yüzyıllık gövdeye aşılayabilmiştir. İşte burada Ziya Gö­ kalp'i anımsamak gerekir...

(Aynı dönemde dünyaya gelen) Atatürk ile Ziya Gökalp arasındaki etkileşim kaçuulmazdı. Önce Ziya Gökalp Mustafa Kemal'i, sonra da Mustafa Kemal Ziya Gökalp'i etkiledi ... Ziya Gökalp, dünyadaki milli­ yetçilik alamırun tüm ulus ve halkları etkilediği bir çağda imparator­ luğun artık yaşamuu tamamladığının farkına vamuştır... Bu gözlem onu Türkçülüğe iter. Onun Türkçülük ve milliyetçiliğinin kafatasçılık­ la bir ilgisi yoktur. Hatta, karşısındadır ırkçı milliyetçiliğin... Ziya Gökalp'in en çok eleştirilen yaru Turancılığıdır. Bugün hepi­ mize ters gelen bu tez, bir düşten başka bir şey değildi ve Gökalp bu düşü Hazreti Muhanuned'in cenneti gibi ne zaman, nerede ulaşılaca­ ğı belli olmayan bir hayal gibi sunuyordu. Asıl amaç, bu hayalin bü­ yüsüyle Türkçülüğü yaymaktı. Günümüzde bu düş de "Osmanlıcılık" ve "İslamcılık" düşleriyle birlikte silinip gitmiş ve Gökalp'in "Türkçü­ lüğü" Atatürk milliyetçiliği doğrultusunda ve "Misak-ı Milli" sınırları içinde doğru anlamuu bulmuştur... Atatürk'ü anlamak Ziya Gökalp'i anlamaktan geçer. Nitekim, son-


233

Mayıs 2008. Türldn Yurtcanlı, kızı Sevinç Karacan ve kitabın yazarı. radan Atatürk'ün gerçekleştirdiği tek devrim yoktur ki, Gökalp'in dü­ şüncesinden ya da düşünden geçmemiş olsun... Sosyal kurumlann. düzenleyicisi ve denetçisi olarak ilk plana alır Gökalp devleti. Böyle­ ce, liberal görüşlü Prens Sahahaddin'in ademimerkeziyet ilkesine de karşı çıkmış olur... En eski yazılannda bile laikliğin izlerine rastlanz. Henüz padişahın ayru zamanda halife olduğu bir ortamda, dinin devletten ayrılması ve hilafetin kaldırılması gibi kesin bir tavırla çıkmaz ortaya, ama yaşadı­ ğı günler düşünüldüğünde yürek isteyen bir önerisi vardır. "Şer'i (şe­ riata, Kuran'a uygun) mahkemenin Şeyhülislamlık kurumundan ayrı­ larak Adiiye Vek3.leti'ne bağlanması. " Bunun anlanu adaleti dinin sul­ tasından kurtarmaktı .

..

(Nitekim) Birinci Dünya Savaşı sırasında ya­

zılıp da Enver Paşa tarafından yayını yasaklanan "Meşihat" (Şeyhülis­ lamlık) şiliinin altı dörtlüğünden biri şöyledir. H3kim olan millet midir? "Meşihat" mıdır? Milli Meclis: Mebusan mı, "Bab-ı Fetva" mı? Meşrutiyet, bir hile-i şeriat mıdır? Hür bir millet olduğumuz yoksa rüya mı? Bu, ayru zamanda İttihat ve Terakki yönetimiyle ters düşmeye baş­ ladığının ilk kanıtıdır Gökalp'in ... Devrimciliğine gelince. Dilde, dinde, hukukta, kadın haklarında, sa-


234

natta, iktisatta ve hemen bütün kurumlarda Batılılaşma yollanru

...

arar

Halkçılığı "demokrasi"nin karşılığı olarak alnuş ve benimsemiştir. Fatih Rıflo Atay'a göre Atatürk, "yeni kuracağı partinin ilkelerini onun belir­ lemesini isteyecek kadar önemsemiştir" bu düşün adamıru... lnanılana, bekleyerek de ulaşabilir, arayarak da Beklemek karak­ terine uymadığından o hep aramıştır. Bu yolda, çok çetin sınavlar ver­ miş, hapisiere girmiş, öğrenimini yarıda bırakarak kendi kendini ye­ tiştirmek zorunda kalmıştır. Bu sırada "aradığı kahramanı" genç ve yurtsever bir askerde, Enver Paşa'da bulduğunu sanmış, ama yanıldı­ ğını çabuk anlamıştır... İşte o günlerde, savaştaki başarısız sonuçlara halkın dinsel duygularındaki zayıflamanın sebep olduğunu (!) ileri sü­ rerek kadınların uzun etekle dolaşmasını zonınlu kılan Enver Paşa Şeyhülislam (Ürgüplü) Hayri Efendi ikilisine karşı sesini yükseltmek­ te gecikmemiştir: "Kadınların ete!'jine devlet karışmaz. Karışsa ka­ nşsa doktorla, moda karışır... " demiştir. Talat Paşa'nın birlikte yurtdışına kaçma teklifıni "Ben milletimi, memleketimi kendi kaderine terk edemem" diyerek reddettiğinden tutuklanıp idam istemiyle Divan-ı Harp'te yargılanır ama Dfuiilfünun gençliğinin hakkındaki coşkun gösterisini gören İngilizler, ölümünün ciddi kargaşalığa neden olabileceği endişesiyle onu da Malta'ya sür­ mekle yetinirler... Gökalp'in felsefesi bir kahraman "aramaya", onu bir kez bulunca da bağlanmaya yatkındır. Aradığı kahramanı Atatürk'te bulmuştur. (Gene) Falih Rıfkı Atay'a göre Mustafa Kemal'in bilincindeki biri­ kimlerin belli başlı iki kaynağı Namık Kemal ve Ziya Gökalp'ti. Mus­ tafa Kemal'in ilk nutuklarında Nanuk Kemal, "belagatinden" esintiler varken, sonrakilerde Ziya Gökalp'in eski bir sadeleştirme cereyanını Türkçeleştirme kurallarının etkisi fark edilir... (Denilebilir ki) bir Atatürk'ten önceki Gökalp vardır, bir de sonra­ ki. Atatürk'ten önceki Gökalp, günün koşulları nedeniyle ve bilim adamı kişiliğinin yaralanması pahasına içindeki hızlı atın gemlerini durmadan kasarak beklerneye çalışırken Atatürk'ten sonraki Gökalp bir yarıştadır adeta Atatürk'ün köktenciliği, gözü pekliği ve ödün ta­ nımaz büyük soluğu artık onu koşturmaktadır. Falih Rıfkı'nın dediği gibi "Heyecan ve düşüncelerini Namık Ke­ mal-Ziya Gökalp ikilisinin Türk düşünce ve duygu dünyasına yaymış


235

olduğu havadan alıp buna kendi büyük prestij ve gücünü katan Ata­ türk yalnız köktenci değil sabırsızdır da... (0, yapacaklanru gerçek­ leştirirken) Ziya Gökalp bir yandan ona yetişmeye çalışmakta, bir yandan da (devrimlerin) felsefesini yapmak, sistemini oluşturmak, tarihsel, sosyal ve ekonomik temellerini hazırlamak, bağlantılarını kurmak ve hepsini birden tarihsel bir perspektif içine oturtmak için didinmekteydi. .. Bir bilim adamı için genç sayılacak yaşta ve Atatürk'ün daha son­ ra gerçekleştirdiklerini görerneden ölmesi onun için büyük bir baht­ sızhk, Atatürk için de şanssızhk olmuştur... Atatürk ve Ziya Gökalp çağlarını aydınlatan iki ışıktılar... Kayıp gi­ den yıldızlar ışıklannın panltısuu yüz binlerce yıl sonra bile yitirmi­ yorlar. Gökbilimciler bunu çoktan kanıtladılar...


236

Ziya Gökalp'in soyağacı Baba tarafı (Horasan'dan Anadolu'ya XVII. yüzyıl, Çennik'ten Diyarbalar'a) Hacı Ali Ağa

Zaim Abdullah Ağa

Hacı Hüseyin Sabir Efendi

Müderris Hacı Hüseyin Hasip Efendi + Esma Hanım Vecihe Harum (Ziya Gökalp'in eşi,

Mehmed Tevfik Efendi+ Pirinççizade Salih Ağa'nın kızı Zeliha Harum (1856-1923)

1879-1934)

Sacide Harum Behiye (evlenmedi) Fevziye

Lanıia

cemal Asena

+

Hfye

Naile

Fatma

lffet

(1914-1996)

Harum

Oyun yazarı, Dr. Orhan Asena

(1922 - 2001)

Mete + Güneş

Tomris + Necdet

1\ırfan + Neş'e

Ziya Gökalp + Vecihe Harum

Seniha (1902-1980) Öğretmen Ali Nüzhet Göksel Hüseyin Vedat

(1904-1904)

Adsız (kız) (1911, ölü doğdu) Tevfik Sedat

(1905-1907)

Türkan (doğm. 1918) + Bnb. Fahri Yurtcanlı

Hürriyet

(1908-1986)

(Evlenmedi)

Ve

t

Sevinç + Şahin Karacan

-,---

Yılmaz Bilge

Oğuzhan + Esra

Teoman

Gürgen

Neş'e + 1\ırfan Gökalp


237

Ziya Gökalp'in soyağacı Anne tarafı

Liceli Ağa

+

Pirinççi Aloş Ağa

+

Pirinççizade Hacı Salih Ağa

t

'

Son eşi Hacı Fatma Hanım'dan

lık eşi Hüma Hanım'dan

+

Hacı Hüseyin Efendi

+

t

Pirinççizade

'

Zeliha Hanım (Ziya Gökalp'in annesi)

Sıtla Tamncı

+

Şair Cahit Sıtla Tarancı

(1910-1956)

Zehra Hn. + Zülküf Bey

Zekiye Hn. (Nihat Gökalp'in ilk e )

f

Fatma

N3.zırna + Mehrned Vefik Pirinççioğlu (lnönü kabinesinde içişleri bakaru) Mikdat Muzeyyen

t

ı •

f

Reşid İskenderoğlu + Lernan Hanım



Dizin

A

Ali Kemal 46, 47, 49, 50, 52,

Abalıoğlu, Yunus Nadi 1 13,

176, 192 Abbas Halim Paşa 56 Abdullah Cevdet 37, 172, 173,

207 Abdullah Murgan 58 Abdülaziz, Sultan 103 Abdülhamid, ll. 21, 22, 129,

152, 173 Açık Söz 53

Adıvar, Halide Edip 169 Agoult, Marie d' 81 Ağaoğlu Ahmed Bey 56, 85,

86, 92, 1 18, 151 Ahlak-ı Aldiyye 143 Ahmed Cemal Paşa bkz. Cemal Paşa Ahmed lzzet Paşa 74, 75 Ahmed Vefik Paşa 168 Ahundof, Mirza Fethali 168 Aka Gündüz 58

Akbaba 173, 174 Akbal, Oktay 2 15, 217, 225 Aksekili Ahmed Harndi Bey

191 Akşin, Sina 2 18

Aktüel 2 13 Akyol, Taha 214, 217

Alay 58 Ali Agah Bey 191 Ali Cenani Bey 62, 63 Ali Efendi 45 Ali Fahri Bey 78 Ali Fuat Paşa bkz. Cebesoy, Ali Fuat

53, 57, 65, 101, 148 Ali Merdan Bey 50 Ali Rıza Efendi 184 Anadolu Ajansı 2 1 1 , 2 13,

214 Anaksagoras 209 Anthemios 66 Arda, Hacı Adil 56, 107, 130 Aristoteles 96 Arkhimedes 162 Arsal, Sadri Maksudi 226 Asena, Cemil 41 Asena, Orhan 224, 231 , 236

Asya Tarihi 169 Ataş, Ali Ekber 1 1, 45 Atatürk, Mustafa Kemal 13,

14, 25, 26, 28, 29, 33, 41-43, 45, 46, 50, 51, 55-61 , 64, 73-80, 83, 87, 93, 105, 1 13, 120-122, 142, 148, 159, 161, 173, 175-178, 180, 182, 184, 197, 198, 202, 203, 205-207, 209, 2 1 1 , 2 14, 2 15, 224, 226, 229, 230, 232, 234, 235 Atatürk lnkılabı ve Ziya Gökalp 209 Atatürk 'ten Hatıralar 60, 76 Atatürk'ü Niçin Severim 173 Atatürk ve Demokratik Türkiye 206 Atatürk ve Komünizm 42 Atatürk ve Ziya Gökalp 232, 235 Atay, Falih Rıfkı 15, 33, 2 17, 233, 234


240

Atıf Bey 66, 107, 127 Ati 201 Avcıoğlu, Doğan 19 Aybar, Mehmet Ali 74 Ayhan, Rıza 2 18, 219 Aykaç, Fazıl Ahmet 199 Aziyade 69 B

Babanzade Ahmed Nairn Bey

202 Babulli Sohbetleri 43 Balaban, İbrahim 154 Balcıoğlu, Sernih 43 Baltacıoğlu, lsrnayıl Hakkı

207 Banarlı, Nihad Sami 45, 170,

176 Bruşarın, Hatice Hürrnüz 165 Bruşaran, Vecihi 165 Bruşdernir, Cemal 32 Bedirhan, Ali 41 Bekir Sami Bey 142 Bekirağa Bölüğü 63, 64, 83, l l l, 153, 1 73, 195, 201 Bele, Refet 178, 1 79 Bergson, Henry 127, 162 Berlioz, Hector 81 Betin, Saffet Ürfi 209 Beyatlı, Yahya Kemal 49, 146,

192, 194, 195, 196, 197, 198, 199, 201 Beyazıt, Selahattin 25 Beysanoğlu, Şevket 49 Bieber, Emil 75 Bila, Hikmet 2 1 7 Bilginer, Recep 43 1901 YıUığı 2 1 , 24 Bleda, Mithat Şükrü 49 Boşo Efendi 174 Bozkurt, Mahmut Esat 132

Bölükbruşı, Rıza Tevfik 208

Büyük Adamların Hayatı 96 Büyük Filozoflar 1 19 Büyük Mecmua 91 Büyük Millet Meclisi bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisi c

Cahun, Leon 169 Calthorpe, Arthur 71-73 Canbulat, tsrnail 57, 60, 142 Cankurtaran, Emin 25 Cavid Bey 59, 78 Cebeso� Ali Fuat 56 Celal Sahir bkz. Erozan, Celal Sahir Celaleddin Arif Bey 64 Celkan, Hikmet Yıldınrn 2 18,

221 Cemal Pruşa 57, 65, 76, 151 Cemil Pruşa 45 Cevizoğlu, Hulki 2 13 Ceylan, Ağa 25 Ceylan, Nuri Bilge 1 18 Charles, Julie 81 Cihangiroğlu Aziz Bey 57 Cirncoz, Sal3.h 57, 144 Coşkun, Alev 203

Cumhuriyet 73, 198, 201 Curie, Marie 195 Curie, Pierre 195

ç Çalışkan, Etern 44 Çeçen, Arul 2 18 Çetinkaya, Ali 58, 144, 192 Çobanlı, Cevat 57 Çölruşan, Emin 58 Çürüksulu Mahmud Pruşa 57,

128, 151


241

D Damat Ferid Paşa 46, 55, 71, 147 Deeds, W. 207 Deguignes, Joseph 154, 169 Demirel, Süleyman 218, 230 Dewey, John 1 19 Dikmen, Cafer 173 Dinsel Hayatın Ilkel Biçimleri 154 Diriliş 150 Diyap Ağa 25, 26, 27 Doğu Mecmuası 51, 65, 147, 182 Doktor Nazım Bey 192 Donanma Mecmuası 204 Drouet, Juliette 82 Durkheim, Emile 162, 207 Duzen:ade Mehmed Sabri 28 E

Ebüzziyazade Velid Bey 58 Enginün, lnci 218 Enis Avni bkz. Aka Gündüz Enver Paşa 62, 73, 75, 76, 77, 79, 171, 182, 198, 233, 234 Erbay, Erdoğan 160, 161 Erbil, Haşim Nahit 64 Ercilasun, Ahmet Bican 218 Erdoğan, Tayyip 203, 204 Eren, Fikret 218 Erinç, Orhan 43 Erişirgil, Mehmet Emin 161, 176 Erkal, Mustafa 218 Erozan, Celal Sahir 193 Ersoy, Mehmet Akif 191, 222 Eryavuz, İhsan 192 Esad Paşa 64 Esendal, Memduh Şevket 64

Esperey, Franchet d' 71, 72 Eukleides 162 Evren, Kenan 230 F

Fahrettin Paşa bkz. Türkkan, Fahrettin Fatma Sıdıka Hanım 60 Fazıl Mustafa Paşa 197 Felsefe Dersleri 155, 158, 160, 161, 162 Fewster, Kevin 165 Filozof Ziya Gökalp 71 Fossati, Gaspare 65 Fossati, Giuseppe 65 Fournier, Estelle 81 Fuad Paşa 158 Fustel de Coulanges 196

G Galilei, Galileo 162 Gaspıralı İsmail Bey 168 Gazeteciler Sosyal Dayanışma Vakfı 43 Gelibolu 1915 165 Genç Kalemler 146, 169 Genç Yolcular 1 76 Gerede, Hüsrev 64 Gezgin, Hakkı Süha 65, 68, 70 Gökalp, Alp l l Gökalp, Hürriyet 83, 84, 86-90, 92, 95, 97, 98, 120, 139, 145, 147, 2 16, 22 1 , 222, 223, 236 Gökalp, Mete l l , 17, 228, 229, 230 Gökalp, Nihat 17, 1 17, 2 12, 213, 216, 224, 228, 236 Gökalp, Sıtkı 216 Gökalp, '1\ırfan ll, 17, 224, 227, 228, 229, 236 Gökalp, Türkan bkz. Yurtcanlı, Türkan


242

Göksel, Ali Nüzhet 18, 216, 236 Göksel, Seniha 51, 65, 134, 147 Göksel, Tekin 216 Gövsa, İbrahim Alaaddin 151, 154 Groote, Geert 133 Günaltay, Şemsettin 48, 49, 207 Günay, Umay 218 Günyol, Vedat 43, 45 Gürsel, Cemal 230 H

Hacı Adil Bey bkz. Arda, Hacı Adil Hacı Hüseyin Efendi 225, 237 Hacı Hüseyin Hasip Efendi 83, 167, 236 Hakimiyet-i MiUiye 184 Halka Doğru ı83, 204 Hareket Ordusu ı4, 74 Hasan Ali Yücel / Aydınlanma Devrimeisi 203 Hasan Tahsin Bey 57 Hayat ve Hatıratım 5ı Hayat-ı Diniye, Taksim-i Amat ve Hayat-ı Iktisadiye ı ı9 Hazreti Muha.mn:ıed 58, 232 Her Yönüyle Yahya Kemal Beyatlı ı97 Heyd, Uriel ı 77, 207 Hoffding, Harald 97, 98, ı 54 Homeros 96 Hugo, Victor 82 Hürriyet 28 Hürriyet, Gene Hürriyet 203 Hürriyet H anım bkz. Gökalp, Hürriyet Hürriyet ve İtilaf Fırkası 48

Hüseyin Hüsnü Paşa 74 Hüseyin Kazım Kadri Bey 202 Hüseyin Tosun Bey 56 Hüseyinzade Ali Bey ı68

ı İbrahim Bedreddin Bey 57 İbrahim Temo ı 73 lçkale, Nadire 25 Içtihad 37 lçtimaiyat Mecmuası ı84 İhsan Bey 63, ı4ı lkdam 63, 65, 70, 201 Ikinci Meşrutiyet'in Ilanının J OO'üncü Yılı 19ı Ileri 57 lleri, Celal Nuri 57, ı44, 20ı, 202 lleri, Rasih Nuri 42 llyada 96 Imparatorluğun Çöküşü 49 lnalcık, Halil 205, 206 İngiliz Muhipleri Cemiyeti 207 İnönü, İsmet ıo9, ı36, 226, 230, 237 lshak Sükiiti ı 73 lsidoros 66 lskenderoğlu, Reşid l l, 224, 225, 230, 23ı, 237 İsmet Paşa bkz. İnönü, İsmet lstiklal Mahkemeleri 59, 60, 6ı, 78, 1 1 7 Iş Mecmuası 48 Ittikadı Terakki ve Meşrutiyet Tarihi 48 İttihat ve Terakki ı4, 26, 37, 48, 49, 56, 59, 60, 65-67, 73, 76, 85, ı ı3, ı4ı, 17ı, ı73, ı98, 20ı, 222, 232, 233 İzmir Suikastı 60, 6ı, 78


243

J

Janusev, Pavlo 57 Jeanne d'Arc 185 Jön Türkler 78, 166, ı67, ı68, ı96 K

Kandemir, FeridWl Kudret 78 Kaplan, Mehmet ı 77 Kara Kemal Bey 56 Karabekir, Kazım ı 78, 231 Karacan, Oğuzhan 220, 236 Karacan, Sevinç ı ı, ı 7, 2 ı9, 220, 22 ı , 224, 233 Karacan, Şahin 221, 236 Karamanlı Mehmed Bey ı36 Karaosmanoğlu, Yakup Kadri ı 7, ı98, 200, 20ı Karay, Refik Halit 67, ıoı, ı99 Kaya, Şükrü 107 Kel Ali bkz. Çetinkaya, Ali Kınalızade Ali Çelebi 143 Kırzade Mustafa Bey ı36 Kırzıoğlu, Fahrettin 30, ı6o Kızılelma ı69 Koca Yusuf Paşa ı98 Kodaman, Bayram 2ı8 Kongar, Emre 2 ı 7 Korkmaz, Alaaddin 53, 67 Köprülü, Fuad 1 19, ı33, 16ı, ı69, ı93, 207 Kuçuradi, loanna 208 Kurtuluş Savaşı Destanı ı54 Kutlu, Sacit ı9ı Küçük Mecmua 33, 37, ı 77, ı95 Küçük Talat Bey 66

L

Lamartine, Alphonse de 8ı, ı67 Latife Hanım 2 ı4 La Valette, Jean de 52, 88 Lavoisier ı62 Le Bon, Gustave ı87, 228 Le Courrier d'Orient 20ı Lehçe-i Osmani ı68 Leibniz, Gottfried Wilhelm ı92, 200 Le Jeun Turc 20ı Liman von Sanders 74 Limni ve Malta Mektupları 83, 87, 1 1 7 Liszt, Franz 8 ı Lord Curzon 27, ı42 Lord Rawlinson ı42 Loti, Pierre 69, ı67 M

Madam Roz 212 Mahmud Celaleddin Paşa ı52 Mahmud Kamil Paşa 56, 86 Malta Sürgünleri 49, 50, 55, 58, 59, 60, 73, 93, 95, ıo7, 139, 142 Marx, Karl 98, 162 Matmazel Maryel Vis 2 ı2 Matrol, Radjinskiy 57 Maurois, Andre 65 Mehmed, VI. 55 Mehmed Abed 58 Mehmed Arif Efendi 44, ı68 Mehmed Cevad Bey 57 Mehmed Sabit Bey 57 Mehmed Tevfik Efendi 83 Mehmet Emin Bey bkz. Yurdakul, Mehmet Emin Memleket lsterim 225 Mengüşoğlu, Takiyeddin 208


244

Menteşe, Halil 56 Merimee, Prosper 65 Mersinli Cemal Paoşa 151 Metınier, Rene 1 19 Mevlana Celaleddin Rumi 208, 222 Meydan-Larousse 20 Midhat Paoşa 232 Mihri BeUi Olayı 42 Mihriıınisa Hanım 45 MiUi Mecmua 161, 207 Milli Misak bkz. Misak-ı Milli Milli Telgraf Ajansı 56 MiUi Tetebbular Mecmuası 1 19, 132 Milne, George 71 Misak-ı Milli 232 Mithat Bey bkz. Bleda, Mithat Şükrü Montesquieu 13 Mösyö Blanchong 72 Murad, V. 196 Musa Bey Salahov 57 Mustafa, III. 197 Mustafa Kemal Paoşa bkz. Atatürk, Mustafa Kemal Mustafa Nazım Paoşa 66 Mustafa Nazmi Bey 67 Mustafa Necati Bey 132 Mustafa Sıtkı 58, 236 Muzaffer Hanım 216 Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey 169 Mürsel Paoşa 144 N

Nafiz Paoşa 14 7 Narnık Kemal 13, 14 Napolyon Bonapart 88, 198 Nasreddin Hoca 166 Nazım Hikmet 46, 122, 154

Necdet Bey 136, 160 Nietzsche, Friedrich 162, 200 Nokta 25 o

Odysseia 96 Okyar, Fethi 57, 61, 214 Oraloğlu, Ali 44 Orbay, Rauf 48, 57, 60, 73, 78, 144, 178 Ortaç, Yusuf Ziya 171, 173, 201 Ortaylı, llber 2 1 1 , 218, 220, 22 1 Osman Gazi 165 Osman Nuri Bey 205

ö Öğüt 1 75 Ömer Seyfeddin 146 Özakrnan, Turgut 150 Özdemir, Çağatay 218 Özdemir, Niyazi 30 Özkoçak, Vasfiye 43 p

Parla, Tahir 161 Perikles 209 Peyam-ı Sabah 46 Pichon, Stephen 71 Pirinççioğlu, Fethi 43, 44, 45, 224, 237 Pirinççioğlu, Yasemin 224 Pirinççizade Arif Efendi 224 Pirinççizade Feyzi Bey 136 Pirinççizade Hacı Salih Ağa 225, 237 Platon 96, 193 Plurner, Herbert 155 Plutarkhos 96


245

Racine, Jean 192 Rahmi Bey 60 Recaizade Mahmud Ekrem 168 Refet Paşa bkz. Bele, Refet Renda, Mustafa Abdülhalik 62 Resimli Türk Edebiyatı Tarihi 45, 170 Reşid Paşa 158 Rıza Bey 77, 107 Rıza Nur 51 Rıza Tevfik bkz. Bölükbaşı, Rıza Tevfik Richard, Gaston 120 Rohat 40, 4 1 Rousseau, Jean-Jacques 13, 162, 228

Sarrafoğlu Michel Efendi 58 Sebil ür-Reşad 191 Sedefkar Mehmed Ağa 66 Sefercioğlu, Necmeddin 2 18 Seksoloji YıUığı 82 Selahaddin Eyyubi 19, 38 Selçuk, İlhan 2 14, 2 15, 2 1 7 Selim, III. 198 Seniha Hanım bkz. Göksel, Seniha Seniha Sultan 152 Serdaroğlu, Emin Bülent 73 Sertel, Sabiha 122 Sertel, Yıldız 122 Sertel, Zekeriya 122 Servet-i Fünun 153, 202 Simavi, Sedat 76 Soyak, Hasan Rıza 60, 76 Stefani, Vafiadis 57 Subaşı, Yakup Şevki 58 Süleyman Nazif 58, 144, 202 Süleyman Paşa 168 Süleyman Sadi Bey 57 Süngütay, Veli Necdet 160 Süzer, Mustafa 25

s

ş

Saha, Ziya Osman 225 Sabiha Hanım bkz. Sertel, Sabiha Sabis, Ali İhsan 57, 136 Sacide Hanım 224, 236 Sadak, Necmeddin 96, 193, 194 Said Halim Paşa 56, 76, 146, 150 Saint-Simon, Louis de 192 Salih Ağa 37, 225, 236, 237 Salih Arif Bey 72 Salih Ka.hya 28 Sarp, Hatemi Semih 48

Şahap Enver Bey 212 Şah İsmail 19 Şair 132 Şapolyo, Enver Behnan 48, 71, 160 Şecere-i Türki 168 Şevket Ziya Bey 58 Şevki Paşa 144 Şeyh Edebali 165 Şeyh Said lsyaru 28, 44, 2 14, 231 Şeyhülislam Hayri Efendi bkz. Ürgüplü Hayri Efendi Şimşir, Bilal N. 55, 60

Polat, Adnan 25 Portreler 65, 171, 173 Prens Sahahaddin 152, 1 54, 233 Proudhon, Pierre Joseph 98 R


246 T

Talat Paşa 48, 62, 73, 76, 77, 150, 182, 234 Tan 122 Tanin 76, 2 1 5 Tannöver, Hamdullah Suphi 169, 192, 208 Tansel, Fevziye Abdullah 83, 160 Tanyu, Hikmet 186 Tarancı, Cahit Sıtkı 225 ' 226' 227, 237 Tarih Aynasında Ziya Gökalp 201 Tarih-i Ilm-i Hukuk 132 Tarkulyan, Bogos 77, 104, 130 Tatlıcı, Şehrnuz 25 TBMM bkz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Telif ve Tercüme Encümeni 51, 98 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 214 Tercüman 168 Teşkilat-ı Mahsusa 67 Tevfik Fikret 13, 14, 18, 57, 73, 76, 121, 176 Tevfik Sedat 84, 109, 236 Tigrel, Zülfi 100 TİP bkz. Türkiye İşçi Partisi Topçu İhsan Bey bkz. Eryavuz, İhsan Toprak, Halis 25 Tuna, Cevat 227 Tuna, Korkut 2 14, 2 1 7, 218 Turgut Reis 53, 87, 103, 127, 147 Türkçülüğün Esasları 41 ' 168, 177 Türk Edebiyatında Ilk Mutasavvıjlar 1 19

Türkeş, Alparslan 230 Türkiye Büyük Millet Meclisi 28, 55, 62, 120, 142, 144, 184, 201 (TBMM) Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi 78 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Türkiye İşçi Partisi (TİP) Türkkan, Fahrettin 57, 58, 78 Türklerin Tarihi 19 Türkleşmek, lslamlaşmak, Muasırlaşmak 186 Türk MiUiyetçiliğinin Kökleri 177 Türköne, Mürntazer 218 Türk Sözü 183-184 Türk Tarih Kurumu 83 ' 160' 162 Türk Tarihi 154, 169 Türk Yurdu 64, 70, 86, 183, 195 Tütengil, Cavit Orhan 161 ' 217 u

Ubeydullah Efendi 57 Utku, Ali 160, 161 Uygur, Nerrni 208 Uysal, Serınet Sami 197

ü Ülken, Hilmi Ziya 208 Ünaydın, Ruşen Eşref 192, 199 Ürgüplü, Suat Hayri 103 V

Vakit 57 Vakkasoğlu, A. Vehbi 201 Vansittart, Robert 142


247

Vatan 78 Vecihe Hanım 83, 86, 87, 8992, 95-97, 102, ıo5, 108, 1 10, ı ı3, ı ı7, ı23, ı28, ı29, ı32, ı35, ı37, ı40, ı43, ı45, 2 ı2, 236 Vedat Günyol'a Armağan 1 J OO'e 5 Vardı 45 Voltaire ı3, 228 w

Webb, Richard 71 Wilson, T. Woodrow 69 Wilson Prensipleri 69 y

Yahya Kemal bkz. Beyatlı, Yahya Kemal Yakın Tarihimiz 27, 45, 73, 78, ı98, 208 Yalçın, Hüseyin Cahit 76 Yalçın, Semih 2ı8 Yalman, Alunet Emin 29, 57, 207 Yaşar Kemal 42, 43 Yavuz Sultan Selim ı9, 2 ı , ı58 Yedigün 76, 77, ı54 Yeni Düşünce 2ı3 Yeni Gün 5ı, 1 13, 1 1 7, ı 76, ı84 Yeni Mecmua 48, 65, 66, 68, 70, ı84 Yeni Türkiye ı86 Yeni Türkiye'nin Hedefleri ı86 Yeni Türkiye'nin Manevi Mimarı Ziya Gökalp 42, 50

Yıldızhan, Alunet 30, 32 Yılmaz, Mevlı1t U. 2 ı3 Yön ı9 Yunus Nadi Bey bkz. Abalıoğlu, Yunus Nadi Yurdakul, Mehmet Emin ı69 Yurtcanlı, Fahri 222, 236 Yurtcanlı, Türkan ı 7, 84, 2 ı8, 222-224, 233, 236 Yusuf Mazhar 20ı Yusuf Ziya Bey 27, 28 Yusufoğlu Yusuf Bey 57 Yücel, Hasan Ali 202, 203 Yücel-Aronat, Canan 203 z

Zekeriya Bey bkz. Sertel, Zekeriya Zekeriya Hanım ı ı 7 Zeki Enver Bey 2ı2 Zeliha Hanım 37, 44, 224, 236, 237 Ziya Gökalp Dergisi 49 Ziya Gökalp Derneği 42, 49 Ziya Gökalp Için Yazılanlar, Söylenenler ı4 Ziya Gökalp KüUiyatı ı60 Ziya Gökalp, Aksiyonu, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Ozerindeki Tesirleri 53, 67 Ziya Gökalp 'in Büyük Çilesi: Kürtler 40, 4ı Ziya Gökalp 'in Hayatı ve Malta Mektupları ı8 Ziya Gökalp 'in Malta Konferansları ı60 Ziya Gökalp 'in Tenkidi 202



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.