KÖY KADINI - MEMLEKET PARÇALARI ,
'
Hareket YaYlJllan : 6 Fikri E serler: 5.
YAYLACIK
MATBAASI
Ä°STANBUL
-
1967
REMZİ oCuz ARIK
KÖY KADINI MEMLEKET
PARÇALARI
HAREKET YAYINLARI İSTANBUL
P. K. 1240
-
İKİNet BASKI: ARALIK 1967 BİRİNCİ BASKI: 1943
•
PROF. REMZÄ° OOUZ ARIK (1899
-
1954)
REMZİ oGUZ ARIK'IN HAYATI
Remzi Oğuz Arık 1899 yılında Kozan'ın Kabaktepe köyünde doğmuştın. Babası Mehmet Ferit bey, annesi Zekiye hanımdır. Aile itibariyle Oğuz boylarından Farsak aşiretine mensuptur. · İlkmektebe Selanik'te ablasının yanında başladı. Ablasının ölümü üzerinıı baba yurduna döndü. Bir müddet sonra onu su bay olan ağabeysinin yanında İşkodra'da görüyor�. Balkan Harbinden sonra sırası ile İstanbul'da Mercan İdadisine, İzmit Lisesine, bilahare İstanbul Muallim Mektebine devam etti. Bu devrede Remzi Oğuz Türk Ocağı çatısı içinde faaliyet göster miştir. Muallim Mektebini bitirdikten sonra İstanbul'da Darüley tam Mektebinde, Adana'da Zafer-i Milli Nümune Mektebinde ve yine İstanbul'da Galatasaray Lisesinin ilk kısmında görev aldı. İstanbul'da öğretmenlik yaparken bir yandan da Edebiyat Fakültesine devam etmek suretiyle felsefe tahsil etmiştir.
1926 yılında açılan bir imtihanı kazanarak devlet hesabına ihtisas yapmak üzere Fransa'ya gitmiştir. Paris'te Sorbonne Üniversitesinde dersleri takip ederken bir yandan da Louvre Arkeoloji Mektebinde ihtisas tahsili ia,ptı. 1931 de yurda döndü. önce İstanbul müzesinde arkeoloji mütehassıs muavinliğine tayin edildi. Bir ara Maarif Vekaletin de arkeolog olarak çalıştı. 1943 yılında Ankara Arkeoloji ve Et· noğrafya Müzesi idaresine memur edildi. Bir müddet sonra Etnografya müzesi müdürü oldu. Remzi Oğuz'un Türk müzeci liğine hizmeti büyük olmuştur. Arkeolog Remzi Oğuz Arık ih tisasının kudretini daha ziyade kazılarda gösterdi. Amerikal! larla Alişar, kendi başına Karalar, Yalova, Göllübağ, Alacahö yük, Çankırıkapı, Karaoğlan, Hacılar, Alaittintepe, Bit'.!: kazıla· rını yaptı. 1936 da Oslo Arkeoloji Kongresinde, 1938 de Kahire' de Milletler Arası Kazılar ve Sanat Tarihi Konfera.'lsında aynı yıl iQinde Kopenhag Arkeoloji Kongresinde memleketimizi tem sli etti. ·
'
Remzi Oğuz Arık Etnografya Müzesinde çalıştığı sırada Gazi Terbiye Enstitüsünde tarih hocalığı, 1939 da Dil-Tarih ve
Coğrafya Fakültesinde arkeoloji profesör vekilliği ve sonr a pro fesörlüğü görevini ifa etti. Bir müddet sonra Enstitünün mü- dürlüğüne tayin olmuş, Sanat Tarihi ve Dinlıır Tarihi dersleri ni okutmuştur. 1942 de kendisini çevreleyen zihniyetle uyuşa madığından buradan ayrıldı. 1949 da İlahiyat Fakültesinde İslam Sanatları Tarihi okut muştur. 1950 de Seyhan'dan milletvekili seçilerek politikaya atıldı �2 de Köylü Partisini kurdu. 3 Nisan 1954 de sebebi meçhul kalan bir uçak kazası sonunda ebedi hayata intikal etti.
__
TAKDİM
Hareket Yayınları bu defa «Büyük Anadolu Davası'--..
nın önderi merhum Remzi Oğuz Arık'ın eserlerini Türk okuyucusuna bir dizi halinde sunmayı kararlaştırmıştır .. Onun fikirlerini, ideallerini, heyecanlarını mensup oldu ğu milletin hafızasına yeniden nakşetmek vazgeçilmez: bir vazife idi. Bu vazifeyi yerine getirmekle biraz �evinç ve daha çok ihmallerin ıztırabını duyuyoruz. Öyle bir memlekette
yaşıyoruz ki,
idealleri çürüt-
mek için her şey hazır, heyecanları söndürmek için her duygusuzluk kol geziyor, samimiyetin ulaştığı her mer halede bir çöplük ağzı açılıyor. Remızi Oğuz gibi bir va tan abidesi, millet fedaisi neslimiz için bir mes'ele, bir sancı olmalıydı. Unutmak ve geçmek. Ne talihsiz kader! Şu memleket denizinde bir dalga kabarıyor, fakat onu söndürmek içi:ı:ı her kör kaya, her taşlık sahil amade bekliyor. O, öm:rü boyunca Anadolu'yu bütün sevgisiyle kucak ladı. Onun içinde bir mabette imiş gibi yaşadı. Her gün: bir sevgili yüzü okşar gibi vatanın dağınık ve muztarip yüzünde fikrinin, duygularının, bilgilerinin müşfik uza nışlarını dolaştırıp durdu. Bu hususta eserlerinden aldı ğımız ilham - yüreğimizde hayranlık uyandırarak dostlarının şehadetini tastamam doğruluyor.
10
«Köy Kadını - Memleket Parçalan»ndan sonra pek
yakın bir gelecekte size onun
«Coğrafyadan
Vatana»,
«İdeal ve İdeoloji» ve bilahare diğer eserlerini aynı dizi
içinde takdim edeceğiz. Neşredeceğimiz eserlerde merhumun imlasına
ve
noktalama hususiyetine sadık kalınmıştır.
HAREKET YAYINEVİ
•
ÖNSÖZ Allahın yalnız insana bahşettiği büyüklük, insanlıktan ya ·alınıyor veya ona veriliyor. Çok kere beşerin en büyük bildik leri, ondan büyüklük çalanlardır. Bunlar, madde aleminin av· -cılarıdır; ihtiraslarının dizginlerini bırakmış, hareket aleminde her vasıta ile iktidar ve saadet peşindedirler. Zavallı beşeriyet, kendi ruhunu paçavraya çeviren, bu kendi hırsızlarıı.nın meftu nudur. Bunlar büyüklüklerini insanlığın bu vasfından çalarlar. İnsanlığa büyüklük bağışlayan gerçek büyükler ise, ruh dünyamızın fatihleridir. Bunlar bizdeki zaafları neşterlemekle işe başlarlar. Bu neşter bize ıztırap verici olduğu için onlar, kendilerine ilk düşman olarak kurtarmak istedikleri beşeriyeti bulurlar ve· ilk mücadeleleri, kurtaracakları bu zümre ile olur. Bu mücadele, belki de mücadelelerin en çetinidir. Remzi, ruh dünyamızın büyüklerindendi. Kurtaracağı züm re ile .mücadelesini bitirmeden, henüz hakkiyle anlaşılamadan öldü. Vahşi ve psikopat Neron Roma'nın en büyüğü diye tanılır ken, Sen Piyer, Roma'nın esirleriyle hıristiyan mahallelerinde halka teselli sunan meczub bir keşişti ve iz'anını, can gözlerini büsbütün kaybetmiş olan Romalı, sirklerde masum hıristiyan ları parçalayan vahşi hayvanlarla gladyatörleri alkışlıyordu. Sen Piyer, ruhlarını kurtarmak istediği bu masumların mukaddes kurbanı olmak. için bunlar Romalıya teslim olarak çarmıh>ı gerildi. Bugün O, küremizin yarısını kaplıyan koca bir medeni yetin çocukları için bir veli, bir mürşid, Allaha yakın insan üstü bir varlık olmuştur. Neron ise insanlık vicdanının mah kum ettiği, hayvana yakın bir zillet limsali. İnsanlığın idrakini biraz evvel ith3<m etmiştim; hafızasını tebrik ediyorum. Zaman hakikatlerin yardımcısıdır. Ancak zamanın amelesi biziz; duyan lar hak ve hakikat ateşiyle yanmasını bilenler, hakkın hizmetin de çalışmazlarsa o ateş aydınlatmaz. Remzi'yi en yakından tanı yanlardan biri sıfatiyle onun mürşid, veli şahsiyetini size tanıt mayı borç bildim. Onun, ruhunu kurtarmak istediği gençlik hu-
12
Ö N SÖZ
zurunda kendimi mes'ul sayıyorum. Eğer ben ve benim gibiler bunu yapmazsa, bizi itham ediniz! Sizin de vazifeniz, ruhlarını zın selamet yollarını uyanış ufuk.larınızı, öllimü bahane ederek tıkayanlara, ihmalin ihanet olduğu bu noktada isyan etmektir. Evet ben vazife yapacağım: Şu bedbaht şehir halkı, altı yaşın da okula başlıyan sabisinden tutun da, fabrikalarda çaiışan bü· tün amelesine kadar, kafile kafile, hakikat temaşasına gider gibi,. buz revüsüne sevk edilirken Remzi Oğuz'un gökyilzünde sessiz ce kurban olduğu bu meş'um devirde size bir dünya risaleti an latacağım. Maddeye ve zevke çevrilmiş tecessüsUnüzü bir kah ramanın bir mukaddes şehidin ruhwıa çekmeğe çalışacatım. Sen Pol, bir olan Allah'ı tanıtmak vazifesiyle görevlenip Atina' ya giderek şehrin etrafını dolaştıktan sonra, Areopaj meydanın dP. topladığı halka şöyle demişti: «Atinalılar, mabutlarınızı gör-· düm. Hiç biri gerçek değil. Yalnız şehrin dışında meçhıil ilahın barındığı bir karanlık kuyunuz var. İşte gerçek ilahınız yalnız. odur: Ben o meçhfil ilahı size malüm kılmıya geldim!» Her büyük adamın ölümüyle arz üzerinde gerçek hayatı başlar, sanki beden toprağa girince, ruhlara akacak feyiz arza. fışkırır. Şimdi Remzi'nin hayatı başlıyor. Ona hep birlikte uza nacağız. O muazzam hayatın, ruhlarımıza hayat getirecek olan cihadını şimdi size anlatacağım. O kimdi? Neyi kurtarmak istiyordu ve ne yaptı? . . . Remzi Oğuz'u tam otuz yedi sene evvel Paris'te tanı dım. Bir asırdanberi Garbın medeniyetini benimsemek ihtira siyle evvelleri çoğu Fransa'ya olmak üzere Avrupanın medeni yet ve aydınlık merkezlerine tahsil için gönderilen gençlerimiz. gittikleri yerlerde önce gerilik ve şaşkınlıkla bunalıyorlar, bu ralara afıştıktan sonra ise, sanki bu hayatın mükafatı imiş gibi eğlence ve sefahatı a.ıemlerinde karar kılıyorlardı. Her nesil böy le oldu. Namık Kemal ve arkadaşlarından maada bütün ·nesiller, bu şaşkınlıkla başlayıp sefahatin, lüksün ve zevkin benimsenme siyle tahsil planlarını tamamladılar ve ellerindeki pek çoğu ya rım ve derecesi bakımından değersiz diplomalarını kalkan gi bi kullanarak memleket sınırlarından içeri girdiler. Onunla bü yük mevkiler, mansaplar, maaşlar satın aldılar. Diyebilirim ki Remzi Oğuz'a kadar Avrupa'ya pek çok Türk gençleri gönderil di, lakin bir Türk gençliği gönderilememişti. Bölük bölük Av rupa'dan vatana dönenler azar azar burada Paris'i ve onun sefa hatini tesis ettiler. Tanzimatçılarla Meşrutiyetçiler ise Garbın de-· ğerlerini bize getirdiler, Paris'in irfanından bir parça getirdi-·
ÖN SÖZ
13
:ıer. Lakin bu irfanın da bizim varlığımıza maya olamayışı, iş leyen zekaları mütemadiyen düşündürüyordu: ne, manikür, _kıyafet ne varsa getirdik;
11Garbdan maki
hatta ilmi eserleri de
naklettik. Yine de kurtuluş alametleri yok! Neydi bunun sebe bi?» Otuz yedi sene evvel, Remzi Oğuz denen hari:ı:.ulô.de erkan-ı harbi Paris'te taıuyışımla bu
muamma bende çözüldü:
Biz o
zamana kadar Paris'i Anadolu'ya getirmişiz. İstila bizi sakatla
mış. Remzi Oğuz Anadolu'yu Paris'e götürmüştü. Tıpkı Kudüs' ten çıkan Sen Pol'le Sen Piyer, biri ruhu İsa'yı Atina'ya, öbürü Roma'ya nasıl gölürdüyse, Remzi Oğuz da Anadolu'Ylt Paris'e öyle götürmüştü. O bir havari idi. Remzi Oğuz'u ilk tanıyışımda, onu bir havari olarak gör düm. Şarktaki facianın aşkını Garbın varoluşlarına ulaştıran ilk hıristiyan doktorları gibi, Anadolu'nun
güneşi olan bu muazzam
insan da Paris'te Anadolu'nun bir remzi, senbolü olmuştu, Ev vela Garba gidişin şaşkınlığıyla yüklü olan ve Paris'in şiddetle .sarsıcı hayat dalgası altında nefesi kesilen Türk gençlerinin ya nına koşuypr, hepsine yardım elini uzat:yor, sevgi dolu kalbini açıyqr ve daha ilk anda ona bir mücahit olacağını müjdeliyor du. Onu anlamıyanlar, kendi insanlıklarını küçük görenler ona bir hulyaperest gözüyle bakıyorlardı. İnsan, yii.ni Ailaha en yakın varlık olduğumuzu eşref-i mah lükat olduğumuzu, ilk mürebbi ve ilk mürşit gibi hepimize müj deleyen odur. Burada hatalı yetişmenin neticesi olarak, sadece kendimize düşen küçük vazifemizi yapabileceğimize aklımız eri yordu. Her birimiz bir cihad
ordusunun
fedaileri
olacağımızı
kabul edemiyorduk. O, hepimizi, hepimizin kalbini şiddetle sars tı. «Uyan be Anadolu çocuğu!ıı
diyordu. 11Sen kendini kurtar
mazsan seni kim kurtarabilir?.. » Avrupa'nın hayati merkezlerine lik,
ciğerlerinde
yorgunluk,
kalbinde
benzinde
nefsine güvensiz·
uçuklukta
giden,
zorba
lıklara tahammül etmeye kuvvetliden korkmaya alıştırılmış, sin miş ve bu yüzden kurnazlığı. ideal sanmış Remzi'ye dönüp «Biz mi memleket
ve
Anadolu
Biz mi tarih kurtaracağız?» diyerek küçüle küçüle zaman o iman abidesi şahlanıyordu:
çocukları
medeniyet kurtaracağız? sordukları
«Elbette sen kurtaracak·
sın!.. Değilse niye geldin? Avrupa'da ne arıyorsun? Diploma mı götüreceksin? Seni gönderen Anadolu'ya karşı
bezirganlık m!
yapacaksın?..» Anadolu
çocuğunun
tarihin
acı
kanburlaşmış iz'anına uyandırıcı bir
darbeleriyle
bodurlaşmış,
şamar gibi inen ihtarları
14
ÖN SÖZ
hepimizi kendimize getirdi. Hepimizin kalbinde onun vicdanın dan serpilmiş kıvılcımlar vardır. Eğer bu kıvılcımlar bir kısmı nın k.&lbinde körleşmiş bulunuyorsa o kabahat Remzi'nin değil kalbinde Remzi'yi kaybeden küçüklertndir. Onu tanıyanlar ,onun temasına kavuşmuş olanlar, kimler olursa olsun, dikkat ve insaf ile kendilerine dönünce mutlaka orada Remzi'den bir cevher bulacaklardır. Vicdanımızda barınıp onu bizden gizleyen düşmanlarla pervasızca savaştığı anlard:ı. bu ıztırablı ·ameliyata dayanamıyanlann bazen ona karşı, dinle yip: «Yahu sen bizim çalışmamıza., disiplinimize, fikirlerimize ne karışıyorsun? Bu sal8.hiyeti kimden aldın? Bizim burada te. lebe müfettişimiz var!» mealinde çıktığı olurdu. Bu tarzda mu kabeleyi, Remzi'nin tereddütleri, hayretleri gideren ve sanki her şüpheyi çözmeğe hazır duran bütün akıl cihazı bir hüviyet, bir bayrak gibi karşılıyordu: ccNe söylüyorsun? derdi. Ben bu va zifemi vicdanımdan ve onun sahibi olan Anadoludan ·aldım. Bundan büyük sal8.hiyet; menbat olur mu?» Sonra gözleri sanki altı yüz yıllık acı ile gülümser, mahzun bir tatlılıkla, onun köylü tarafını ifşa eden iç çekmenin hemen takip ettiği dertli bir tebessümle muhatabına doğrulur, «Bana bak, derdi, vazifenin kaynağı vicdandır. Sen müfettişine hesaJ)' verirsin. O başka mesele. Senin o vereceğin hesap kazma kürek işlerine ait olacaktır. (Diploma alma hususundaki gayretlere kazma kürek işi derdi.) Ben senin vicdanını ve onun iskeletini kuran hareketlerini hatta hislerini kontrol etmeğe- mecburum ... Kendimize dikkat etmezsek çökeriz. Elimizde kalan pek az şey. içersine düştüğün bu dünya ile kendimizi karşılaştıralun. Se nin henüz nefsine güvenin yok.. Halbuki dünya ile boy ölçüş meye mecburuz. Anlıyor musun alakamın sımnı? Dünya ile boy ölçüşmeye mecburuz. İster istemez bu medeniyete karışaı.. cağız. Hem de kendimizin kalarak. Kendimizi kaybettik mi müs temleke oluruz.» Remzi Paris'te bulunduğu müddetçe, oraya giden Türk ço cukları, orada şaşkın ve garip değildiler, sahipsiz değildiler. Orada Anadolu'nun davasını, aşkını buluyorlar ve belki gençlik demlerinin memleket toprağına gömdüğü katı aşklarını bu sa yede unutuyorlardı. Remzi onlara gerçekten müfettiş, mürşit, Meşrutiyetçilerin önce makarrı olan Paris, lanik'ten kalkıp İstanbul'a giren bir hareket mıştı. Remzi'nin çalışması böyle bir ordunun
veli idi .. sonra. onlara Se ordusu hazırlat barutunu kazan-
ÖN SÖZ
15
dıracak küçüklükte değildi. O, ruhlan harekete geçiriyordu. DO.· vasından bahsederken sık sık kullandığı «seferberlik» tabiri, ruhlar a.Ieminin, ilim ve hakikat dünyasının zaferi için hazırlıktı. Garbın taklidi ile Avrupalılaşma tezini nefret ve istikrahla reddeden, yine anavatan dışında Turan'da maceralar arama gaf letinden, böyle bir uykudan ancak kabiliyetli iz'anlan uyandl· ran bu adamın bir din gibi bağlandığı ideal, mistik bir cezb� içinde kendini teslim ettiği büyük aşk ne .idi? Onu teker teker her birine telkin ettiği Avrupa'daki tahsil gençliğimizi, Almanya'ya ve İtalya'ya kadar uzatmak şartiyle, ·bin dokuz yüz otuz yılında Paris'e davet etti. Paris'te Türk ta lebe cemiyetini kurdu. Yorulmak:, dinlenmek bilmeyen gayret lerinin eseri olan bu cemiyetin ilk açılış toplantısına her ta. raftan iki yüz kadar Türk genci gelmişti. o gün, hem de vücudu ateşler içinde olduğu halde, davayi izah için tam iki saıe.t konuştu. Vücudu ve ruhu birlikte yanı yordu: «Dokuz asır evvel Orta Asya'dan sürekli dalgalar halinde Anadolu'ya gelip yerleşen Oğuz Türkleri burada Anadolu'nun coğrafyasiyle adını ve kaderini tayin eden bir millete hayat ver miş, sonraki asırlarda bu milletin çocukları, sınırları Fırat kı yılarından Dinyestr'e, Kafkasya'dan Afrika çöllerine kadar uza. nan bir imparatorluk kurmuşlar. Beş asırdan beri metropolü teşkil eden bu ülkenin çocuk.lan bu sınırların bekçiliğini yap mış. Anavatan, imparatorluğun her bucağı için, para, servet, in· san... nesi varsa harcamış. Anadolu çocuklan uzak diyarlarda Anadolu'nun bütün servet ve hayat kaynakları imparatorluğun tabaasını elde tutmak zoriyle harcarurken Anadolu'da yükselen bir baş yok. Her bakundan insafsızca harcanan Anadolu'da bu gün yol yoktur. Sağlık şartları acıklıdır. Köylü, çocuğunu oku tacak halde değil; köyde mektep henüz bir hasret mevzuudur. Üç sınıflı köy mektebi bu ihtiyacı karşılamayamaz. «Bu acıklı realitenin yanı sıra halkımızın ahlaki durumunu ele alın. Köyde suç eksik değil: İşsizlik, dedi-kodu, fitne almış yürümüş haldedir. Asırlık tazyikler, mel'un otoriteler köyluyc esaret duygusu vermiş. Alp Arslanların torunları bugün başları eğik haldedir. Bitip tükenmek bilmiyen mücadeleler, oriu tüket miştir. Bütün bunlardan başka, Anadolu için en mühim mesele ve en büyük tehlike, onun saf şuuruna bir zehir gibi aşılanan «rejiyonalizmıı tehlikesidir. Şehirler, kasabalar, hatta köyler arasına ayrılık, hatta açıkça düşmanlık tohumları serpilmiş.
·
ÖN SÖZ
16
.Anadolu'nun bir büyük vatan, bu halkın tek bir millet olduğu �uurunu ona vermezsen tehlike
büyüktür. Bir köyün sefaleti,
öbürünü sevindiriyor. Garpta milliyetçiliği yayanlar, milletlerini tek bir mayanın mahsulü bir büyük hariıur halinde ortaya koy· J,Jluşlar. Millet, bu büyük birliktir. lik), bir vatanın adım olabilir.
Rejiyonalizm
(mahaUiyetçi·
müstemleke haline gidişine doğru atılmış
ilk
Yabancı şuurların anavatanda yaratabileceği bu
zihniyet bizi çökertmeğe kafi gelebilir. ıcBu manzaranın karşısında bir de münevveri düşünün.
Söz
de münevver bu halkın yarasından tamamen habersizdir. Hal kın hizmetinde olmak iddiasında değildir. _yat
ve
ahlak vermek
mecburiyetinde
Ona ilim, irfan, ha
olduğunu
bilmiyor.
Ona
son asırlarda ya dalkavuk, ya da Garbın şuursuz mukallidi halin de
gördük. Buraya
gelenler Anadolu'yu
unuttular.
Memlekete
dönenler Garbın hayatın· en aşağı seviyesine ait vasıtalarını gö türdüler. ııHalbuki Anadolu her an başımızın üzerinde olmalıdır;
ba
şımızm üzerinde gezen haritadan bir bulut gibidir. Düşünün !ti o, bunca felaketlere rağmen anavatan olmak vasfını hiç bir za man yitirmemiştir. ıcŞimdi kurduğumuz cemiyetin gayesine geliyorum. Burada frenlerimizi elde tutarak ve Anadolu'dan bir cephe halinde dıı rarak, her an birbirimize hesap veren adımlarla davaya doğru gitmeliyiz. Ne aldık? Ne götüreceğiz? Bilelim, başbaşa düşüne· !im. Kader her şeyden önce bir muayyeniyettir; onun tesadüf le pazarlığı olamaz. Bugünden itibaren,
Anadolu'ya olduğu gi·
bi, topluluğunuz, hep birbirinize söz vermiş durumdasınız. Hür· riyetin kayıtsızlıkla, avarelikle alakası yoktur.
Her şeyden ön
ce o, mes'ul olmasını bilmektir. Vatandan uzak ufuklarda mes" uliyetimiz pek ağır, çok yüklüdür. Burada teker teker ismiyle ·
anılan Türk genci yok, Anadolu'nun ismiyle anılan Türk gençli· ği yardır.» . Bu nutuk uzun ve ateşli idi. O gün anladık ki Garp şehirle rinde bir asırdan beri tahsil avcılığına gönderilip oralarda ya· payalnız taliine terkedilen Türk gençliğinin ilk defa sahibi var dır, mürşidi vardır. Bu başsız ordunun da bir başı vardır. Paris'in sis, 1şık ve toz halinde çiseleyen
yağmurlar
yüklü
hulya geceleri, hayat geceleri.. Kütüphanelerden veya barlardan çıkarak şehrin kenarlarındaki evlerine dönen ve istirahate ko şan Türk çocukları, Lüksenburg Bahçesi'nin yukarısındaki sanat -enstitüsünün
etrafına
saçtığı
aydınlıkların
çevresinden
geçer·
ÖN SÖZ
17
ken birisi, gözleri ateş ve asabiyet, teneffüsü şiddet ve mücade le, adımları irade ve karar yüklü birisi yakalarından tutar, sar sar, onların uyku ile mahmurlaşmış gözlerini açar: «Söyle, der, söyle! Bugün Anadolu için ne düşündün?ıı San ki hasta, ilaç istiyor; sanki aç, yiyecek dileniyor; sanki mah kum yalvarıyor: «Anadolu için bugün ne dtlşündün, Türk ço cuğu?» Bu adamdan kurtulmak kabil mi? Kurtulmadık! Ona tes lim olduk. Neslimin bedbaht çocukları! Siz onu yakından ta nımadınız. İtiraf ediyorum: Bu ad2m uykularımıza nüfuz etti. Şuurumuzun altındaki mahrem mıntakalara girdi; bu adam şahsiyetlerimizi yoğurdu. Eski imparatorluk bakiyesinin kaderine razı, rahatına min nettar, nefsine itimatsız ve korkak çocukları, Remzi'nin nebı şahsiyetinde Alp Arslanları, Fatihleri buldular. Kim derdi !<i onun alnında Yıldırımların, Ali Şükrülerin kementle takip edilen talii yazılıdır! Yıldırım Hanın mertliği, Anadolu ovasında ke· mentle yenilmişti. Büyük dava şehidi Ali Şükrü de kahpe bir iraden:n kemendine teslim eöildi. Elbette Remzi'yi de yer yü zünde yenmek imkansızdı. Hiç kimse bu kadar geniş mücadelenin sahibi olmamıştır. Türk gencinin yaşayışından, tahsil projelerinden, inancından ve ahlakından tutun da insanlığın Anadolu'ya karşı alabileceği ceı:ı· henin tasarrufuna ve Anadolu'nun insanlık huzurunda açık bir insanlık cephesi halinde cihana hesap vereceği düşüncesine kadar bütün meseleleri onun kafası içinde yaşıyordu. Ve bütün bu da vaların _şahibi o, mes'ulü o, müdafii o, şehidi de o olacaktı. Her zaman, «çocuklar, biz yatakta değil, darağacında ölmesini bile ceğiz.» derdi. Huzuru bu sahada bir sevgiye ulaşmaktı; saade· ti yine bu davada bir ümidi avlamaktı. Hassas zekasının kıvıl cımlariyle bilenmiş mizacı nüktelerle yüklü idi. Alayla eğlenir gibi şakalaşır, gülüşle eğlenir gibi gülerdi. Disiplinsizlikten, k:ı-· dercilikten müteneffir, laübaliliğe, kalenderliğe düşmandı. Asla anlayamadığı iki şey vardı: Küçüklük ve kibir. Küçüklük zillet demekti. Millet olduğunu bilen bir neslin insanı küçük olamaz. Bunca ıztıraptan, bunca mes'uliyetlerden nasıl sıyrılabilirsiniz? Bizde onlar büyüktür, sevgi büyüktür. Aşkın küçüklüğünü söy leyen varsa ancak o varlık büyüklüğünü bilmiyor, demektir. İn san mahlukatın ulusudur. Sonra melekler gibi masumlasan ba· kışını üzerimizden sıyırarak daha yükseklerde dolaştırı� : F.: :?
18
Ö NSÖZ
11 Ah Muhammed, ah Muhammed, neler getirmiş!» diye içi nin İslama hayranlık mıntake,larına dalardı. Onwı bütün ömrünce nefsine ait bir meta olarak asla be·. nimseyemediği ikinci nesne ise kibirdi. Esasen onu yıkan bazı dostlarının kibri oldu diyebilirim. O her halinde, her hücumun da, hatta her haksız asabiyetinde bile sadece dostu, sadece in sandı. Allah onu insanlık kalıbından çıkarmamak üzere yarat mış. Onda meleklikle romantizm, hulya ile şiddet sımsıkı birleş mişti. Ve bu müstesna terkib, Niçe'nin Apollon'la Baküs'ü eü· leştiren dehasının ortaya koyduğu Şarklı bir örnekti. Onun ruh yapısında medeniyet ve rönesans aşıkı hir fatih'in kuvvet ve iradenin aşkiyle birleştiğini görüyorduk. Zıt kutuplann tezad teşkil eden tehlikelerinden kurtarıcı ze kası, neslinde şu iki uçurumu fark ediyordu: Ya kendimizin ol mayan sahte idealler neslin taşkın ruhlannı hoyratlaştınyor, kainat karşısında iz'ansız, kör ve iddiacı bir hale koyuyor; veya hiçliğimize inanmış ise bazılarında aşağılık duygusu doğuru· yor, uşak ruhunu benimsetiyor, müstemleke çocuğu haline geti riyor. Önce Remzi ruhu yiyip bitirecek olan bu aşağılık duygusun dan ürküyordu. Anadolu'nun boynu bükük çocuklarına çesaret, irade vermek, en az bir Garplı kadar kendilerine güvenebile ceklerini onlara anlatmak için, bu üstün hikmetin telkini uğ runda Paris'te çok çalıştı. 1931 de vatana dönerken Garpta, memleketin yakın inkılabını hazırlamak üzere tahsile bıraktığı gençliğe şöyle diyordu: 11 Anadolu çocuğu, başını Allaha kaldır! Orada Anadolu'nun haritasını çizilmiş bulacaksın. Kendini o haritaya can verecek lerin başında bilmelisin.» Lakin vatana dönünce antitezle karşılaştı. Her çeşit kuv vet cephesine, her şuursuzluktan davasına karşı gelen taşkın· lık, onu şiddetle sarstı. 11 Ne olursa olsun, tek başıma bile bu bayrağı sonwıa kadar omuzlarımda taşıyacağım.» diyordu. De· magojinin her gün biraz daha tükettiği millet enerjisini ideali istikametinde kullanmak için, bir nefer, bir amele gibi çalışma ya karar verdi. İlkin mesleği olan arkeoloji sahasında orta Ana· dolu'nun toprağiyle senelerce süren çetin bir didişme plıinını kabul etti. Alişar kazılarının Amerikalılara mal olan şerefinin hak.iki yaratıcısı oldu. Alacahöyük'te Orta Anadolu'nun bağrın· dan tarihin gömdüğü saltanatları keşfetti. Karalar ve daha sou raki kazılardan sonra bir müddet için kazma küreği köylünün
ÖNSÖZ
19
kulübesine emanet bu-akarak tedrisatına başladı. Nihayet son yıllarında siyaset kılıcını kuşandı. Bu sahada karşılaştığı engel ler müthişti. Asıl şimdi insanın tehlikeli tarafiyle karşı karşıya geldi. Unutmamak lazımdı ki, nasırlı vicdanlar hamlesinin kar şısına çıkan Remzi, bir kalb adamıydı, her zaman kalbiyle yaşa mıştı. Ve her varlığı fethedebilen kalbinin kırılmaya tahammü lü yoktu. Halbuki o çok kırıldı, lakin azmini kırmadı. Kalbe karşı gll'lmesini bilen ve burnundan ötesini görmiyen taşkınlık. Rmnzi'yi gerçekten bir ateş gibi muhasara etti. O, kelimenin asıl mıi.nasiyle siyaset yapamazdı. Zira mizacında Niçe'ninki ka dar haşin ve bükülmez bir irade ile Paskal'ın narın kalbini bir leştirmişti. Bu durumda yaratılan insan için en büyük tehlike siyaset yapmaktı. Bunu bildiği için o siyaseti, vatanperverlik yolu olarak seçti. Uzunca sürmüş olan bu faaliyete hazırlık yııl larında, onun hiç bir fedakarlık ve pazarlık kabul etmeyen «ya hep, ya hiç» prensipi, zaman :zaman zedelenmişti. Bu hal ,Rem zi'yi için için harab ediyordu. Kalbinde taşıdığı bu buhran bün yesine sık sık musallat olan ateşlerine karışıyordu. Vaktiyle varlıklarını tebcil edercesine yükselttiği siyaset arkadaşları, , senelerin alıştırdığı ikbal zaviyelerini terkedemiyerek Remzi'y; bu yolda yalnız bıraktılar. O asıl büyüklüğünü, muhitin lakay disi arasında gösterdi. Çılgınlık göstermedi, vekarla hareket etti. Onun tek hatası; önce, yapacağı inkılabın, diliyle, enerji siyle, bizzat belagat olan varlığiyle esaslarını hazırladığı Paris' teki <;>alışmalarının, yurda döndükten ve yaptığı pek çeşitli ve yaygın neşriyatın şuurların ta içine· sinerek bir nesli harekete geçirebilmesi için daha yirmi senelik bir zamanın geçmesini bekleyecek kadar sabra sahip olmayışı idi. Onu, ideali uzak çöllerin bir sarayı olmaktan kurtararak, yalnız altın kazmasiyle değil, hem de dimağiyle işlediği Anadolu'nun toprağına indiren müthiş realizm, sabra meskenet damgasını vurmuştu. Şarklının medeniyetler ve ruhlar öldürücü sabrı onu tiksindirmişti. Or dusunun bütün hazırlıklarını ve yine kendi tabiriyle seferber liğini tamamlamış bir erkan-ı harp gibiı ötedenberi vadettiği meydan muharebesine girişti. Savaş muhakkak ki çetin olacaktı. Kılıcının kabzasına ')! koyarak «yer demir, gök bakır!» diyen Serdar, bir mektubunda şöyle diyor: «Ömrümüz tatsız, umutsuz, aydınlıksız geçiyor dostum.. Hayat ilerliyor. Temmuz 15 te elli yaşıma girmekte. yim. Şu yarım asrın özü ne oldu? Hep hüsran, hep aldanmak. hep yeniden başlamak ve hep yollara yeniden dönülmek! Yani
20
ÖN SÖZ
bizim neslin akıbeti de taayyün etmiş gibi...» Vereceği meydan muharebesine hazırlanan Serdarın bu hüz nü muhitin ona ilhamı idi. Kendine çevrildiği zaman, binlerce defa tekrarladığı şu sözü yine bir mektubunda okuyoruz: «Son nefese kadar didinme devam edecek» diyordu. Nihayet feci ak!· bet geldi, çattı. Kalbleri hasta bir nesle ta Garbın varoşlarından başlayarak, iman ve aydınlık getiren Hallac ruhlu bir havari... Anadolu çocuklarının sıtmalı benizleriyle hemahenk yürek· lerine hayat ve cesaret kanı aşılıyan bir doktor... Hayal milliyetçiliğini dağ, taş gibi realite yap;rn, ikbal san dalyelerinin üstündeki namütenahilikte barınan bir iktidar ha valarda öldü, gök varlıklarına karıştı. Çok sevdiği Anado!u i"uun toprağına göklerden indi. Lakin onun ebedi olacak eseri gönfü. lerimizdedir. Remzi! Ruhun ebedi olsun!.. Ruhlarımıza nurdan, imandan. ışıktan yapılmış ebedi bir saray bıraktın. Sen ebediliği fethe den nebiler ordusuna Allah'ın en güzel emanetisin ! NURETTİN TOPÇU
KOY
KADINI
/
KÖY KADINI·
Anadolu'yu, başka yurtların
bütün
haraplığı,
geriliği ile
beraber
üstüne çıkaran asıl mucize nedir bilir
misiniz? Köy kadını! ... Köy kadını... Milletimizin
höyük yığınının kadını! ..
Çocukluğunu duymadan kızlığa,
kız yaşını
tanımadan
kadınlığa, kadınlığına doymadan toprağ·a geçen mahluk!. İşte bu, bizi bir millete, bir vatana mensup olduğumuzu söylemek gururuna, iftiharına kavuşturan asıl sırdır. Onu sakın gazetelerin, mecmuaların cümleleriyle ta nımaya kalkışmayın... O yazıları yazanlar ne köyü,
ne.
köylUyi.i, ne köy kadınını tanırlar. Köy, köylü, köy kadını bu milletin hala el dokunulmamış sırlarını, zenginliğini meydana ·getirmekte devam ediyor. O elmas
çekmeceyi
aGacak anahtarı, geçiş devresi nesillerinde aramak boş tur. «Köy kadını» demekle Türk kadınını, yahut asıl Türk kadınını ifade etmiş oluyoruz. Bir kere o, bugünkü mille timizin yüzde yetmişbeşini doğurmuştur. Sonra bir mil lete millet dedirten unsurların höyük kısmını onun ya· rattığına, şimdi çoğunu onun koruduğuna,
nesilden ne
sile onun geçirdiğine inanıyoruz. Bundan başka hepimiz biliriz ki, şehir kadını, köyden gelmiş, köyden sivrilerek şehrin eksiğini tamamlamaya
gelmiş
olanlar bir
yana
bırakılırsa bu milletin ana benliğini temsil etmekten uzak bir sayı azlığı, bir mana yoksulluğu içindedir. ��ahir ka-
24
KÖY KADINI
dını - hiç olmazsa onlar arasında Türk kadınlığını tem sil ettiği zannedilen sözde münevverler içtimai «fo'nc tion» u olmıyan veyahut, çekildiklerinde bu «fonction�> zarar görmiyecek, hatta bugünkü duruma. göre, selamet bile bulacak olan - bir azlıktır. Bugün için, onun devam ettirdiği hayırlı bir an'ane, üzerine aldığı müspet bir «mission - vazife» yoktur. Göreneklerin «müessese» hali ne gelmiş en değerli, vazifelerin en ağırı ve mukaddesi olan «analık» bile ; şu veya bu sebeple şehir kadınının kaçındığı bir mana almıştır. Şimdilik sıfatı: eksik bir ökumanın, kötü bir lüksün kibrini gezdiren beynelmilel bir müsrif olmaktır. Halbuki köylü kadını bu milletin kaderine ait tarihi bir «mission»U bulunan, bu milletin varlığı ile alakalı an'aneyi devam ettiren, şehir kadım azlığının çok kere uydurma salonlarda erittiği millet ya pısını boyuna tamir eden, tamamlıyan bir çokluktur. Bu nun içindir ki, köy kadını sözü ile biz, asıl Türk kadınını kastediyor ; doğru bir ifade bulduğumuza inanıyoruz. ( 1 ) Bu türlü anladığımız Türk kadını, bizim, bütün mil letlerin karşısına hiç korkmadan çıkmamızı temin ede cek böyüklüğü nefsinde toplamıştır. Hiçbir millet gös terilemez ki varlığına ait imkanları, şartları bizimki ka dar kendi kadınlığına borçlu olsun ! ... Kaç asırdır, sözde metropol olan Anadolu, kendi müstemlekeleri yoluna, doğranan bir damar gibi, boşal maktadır. Osmanlı İmparatorluğunun tek endişe, tek merhamet, tek saygı göstermeden her türlü « kumarlara bastığı» A�adolu'nun insan serveti; bugün hala millete - ·
(1) Ankara'da, «Ulus Meydanı»ndaki abidenin bir köşesiıü süsleyen « Mermi taşıyan kadın» heykelinin bütün güzelliği, bu rQilleite ait kurtuluş anıtında yer alan, yer almaya layık olan kadınlığı «köylü kadını» olarak �emsil etmesi değil midir? Ve gine yalnız bu ba.kmidan, Prof. Matşın kadınlığ:ı,mıza ait Cenev· re nutkunu manalı, değerli bulmaktayız.
KÖY KADINI
25
yakışacak kitlede ise bunu yalnız köylü kadınına borç luyuz! .. Anadolu'yu ikiyüz yıla yakın bir akınla yeniden fethedip yeni bir hüviyete sokan en son Türk göçü; bu ülkede Bizans, lran, Arap ve daha başka millet kültUr· lerinin birliğine çarptı. Türkmen kültürünün, yalnız başı na çarptığı bu birleşmiş kültürlere, sonraları imparator luğumuzun Enderun nfüesseseleri de katıldı. Bugün mü kemmel bir surette görüyoruz ki Türkler'in Anadoluda. büyük «mission» unu durduran Moğal istilası gibi, Haç· lılar gibi engellerin yanında bu müthiş kültür düŞman lığı da yeralmış bulunuyor. Fakat, öteki engelleri silip süpüren höyük kudret, kültür imtihanında da yenilme miştir. Bu kültür zaferinin asıl kaynağı köy kadınımızın haberi olmadan Allahı taşıyan bir Sina ağırlığı ile, yüz yıllardanberi akıp gelen Türk kültürünü, kapalı ruhunda korumasıdır. Türk kültürü gibi, Anadolunun iktisadı da, lmpara torluğıın kumıarbazhğına bahşiş verilmişti. Bilhassa yeni deniz yolları bulunması yüzünden Anadolu, transit yed olma ehemmiyetini kaybedince, bozulan muvazene, Av rupa sanayiinin devleştiği devirlerde bizim için bir fela ket halini aldı. Anadolu'nun harplerden artakalan var1yoğu, bu devrin mirasyedi - nesilleri ile Türk olmıyan azhklann elinde Avrupanın vahşi aldatmaya yarayan müstemleke mallarına akıtıldı. Bu eşsiz israfın bitirdiği millet bünyesi «Kurtuluş harbimiz» de, yıllarca Böyük Millet Davasını zafere götüren bir malzeme, takat kay nağı imkanını, vazifesini görebildiyse bunu, ancak, köy lüye, onun harikulade tutumlu oluşuna, hatta... hatta... onun insan ihtiyaçlarının ve seviyesinin aleyhine kullana cak kadar sabırlı, kanaatlı oluşuna borçluyuz. Köylü er keği şehirle, şehirli ile nispeten çok temastadır; şehrin
KÖY KADINI
26
kötüiüklerine, israfına daha çok akışı mümkündür. Anı· ma çocukluğu duymadan kızlaşan, kız yaşını tanımadan kadınlaşan, kadınlığına doymadan topraklaşan köylü ka dını; sert bir tahammül
dininin bütün merasimine ria
yeti sayesinde, Anadolu'yu tam bir iflastan kurtaran asıl amil olmuştur. Köy kadınının böyüklüğü, için, yalnız onun tarihi
eşsiz
kıymeti
«missionU>>ndan
Türkiye
ileri gelmiyor.
Köylü kadın, bugün de dün gibi, memleketin kuvvet al dığı en feyizli pınar olmakta devam ediyor. Nüfus meselesi Türkiye için bir ölüm kalım işidir. Bu işte köy kadınının yükündeki misilsiz ağırlığı anla mak için köyün tam bir imkansızlık gösteren manzara sını gözönüne getirmek yeter. Bayramdan bayrama et yiyen, zaman zaman şekerin varlığını büsbütün unutan gıda yoksulluğundan, her çeşit avadanlığa,. her çeşit sıh hat vasıtasına kadar coğrafyanın lfttufkarhğı şöyle yana durursa tam bir yoksulluk içinde çocuk
bir
böyütmek,
bir şehirli kafasiyle, bünyesiyle belaların belasıdır. Fakat., evinin, işinin herşeyi olan köy kadını, bu «belayı» dok torsuz, ilaçsız, her yıl meydana getirmeyi vazifeden hö yük birşey bilmekte devam ediyor; bir tane bile çocuk yetiştirmemek
için
her
türlü
mazereti
önesüren
şehir
kadınının aksine o, «çocuk belası» nı kendi sütlü ile veya kendi kanı ile besliyor.
Ordunun kurtaran safları, mu
kaddes safları, köy kadınının herşeyini vererek böyiit tüğü Mehmetlerle meydana gelir. Sınırların dört yanını kuşatan düşman ve teknik üstünlüğüne Anadolunun çı kardığı
höyük tarihi kalkan: ordu; köy kadınının kam
eseridir. Anadolu'nun çetin nüfus işini biz, işte bu ese-ri veren köy kadınının böyüklüğü ile halledeceğimize inanı yoruz. Ana olarak aldığımız köy kadını hala ahengini
yi
tirmemiş cemiyetlerdeki feragatm böyüklüğünü taşıyor.
KÖY KADINI
27
Kendi nefsine düşmüş bir kadın örneğinin bozgununu, hakikatta bütün muvazenesini yitirmiş olan köyde daha tamamiyle görmüyorsak bunun sırrı köyde henüz ayakta öuran ailedir. Şehirde aile nedir ki? Her çeşit keyfin, hevesin oyun· cağı! ... Bazan iki toy çocuğun «sevişiyoruz! .. » demesi, bazan iki ana babanın karşılıklı kibri, arzusu, aile denen millet temelini kurutmaya yeter. Böyle heveslerle kuru lan yuvaların aynı kolaylıkla göçmesi, cemiyetimizin in·· tikal devrindeki alam€tlerinden biridir. (İstatistiklere ve adliye dosyalarına bir gözatmak bu hususta şahit ara yanlara yet.esi vesika verit.) Köyde.. ailenin temeli toprağın derinliğine girmiş tir. Orada yuvayı gelipgeçici hevesler değil, ilk insanı coşturan cins ihtirasları; yahut toprağın ancak köy ço cuğu tarafından cşitilip anlaşılan esrarlı daveti, emri... kurar. Bu itibarla da köy kadınının gönlündf,D erkeğini ne ölüm1ı ne mahşer siler. Köydeki aile yuvasını harbin tırpanı bile güç devirir. Köy kızı yoldan çıkmaz mı? Şehrin sözgelimi, Anka rada'ki telsizlerin... korkunç değirmenine düşmezse; onu yoldan çıkarmak için kocası olmak farzdır. Ve o kıratta bir «Diyana»yı kaçırmak için «Köroğlu» kadar efsane leşmiş köy erkeği olmak şarttır. Kızı kaçıran erkek, so nunda hayat arkadaşına sahip olmayı ihtiras yapan bir kahramandır; sevdiğiyle kaçan kadın, aşk ihtirasını her türlü riyakarlıkların kabuğundan sıyırmış bir -anadır. Onun suçu da kendine yakışacak böyüklük1edir. Ne analık feragatındaki bu tabii böyüklük ne kadın·· lık ihtirasındaki bu temiz, höyük tabiilik, .. neye inanaca·· ğını bilmiyenlerin, hele gönlü boşalmış süslü mankenlerin karı değildir. Her üstün gördüğü teknik sahibi millete� benzemiye yeltenen cemiyetlerin kadını, hergün put de ğiştiren bir dinsize benzer. Onun gözünde ferağat da.
'28
KÖY KADINI
böyük ihtiraslar da birer ııpdalhktır. Köy kadınının, inan dığı, sevdiği şey bulunan benliği, bugün de kültürümü zün zaferini vadeden tek ihtiyat kuvvetimizdir. Asırlar dır kültür sahasında deha veremiyoruz. Bütün müesse selerimiz havada dönen boş, yeyici bir çarktır;
başka
milletlerin bulduğu, yarattığı şeylerle
yaşayan bir tu
feylidir. Bu durgunluk, bu gerileme,
bizde orta sınıfı
beslemesi lazımgelen köylünün düşkünlüğüne müvazi bir iniş çizgisi çizmiştir. Bugün yaratan milletlerin kafilesi ne katılmak için kendimize dönüyoruz. Bu dönüşte bize cevap, hep köyün bağrından geliyor. İnsanlığın karşısı na çıkaracağımız herşeyimizi oradan
topluyoruz. Halk
dili, Halk edebiyatı, Halk şiiri, Halk zevki, Halk musı .. kisi, Halk oyunu, Halk ahlakı. .. dediğimiz manevi mirasın böyüklüğünü hergiin biraz daha iyi anlıyoruz. Hakikatta, bu kültürü
olanca temizliğiyle,
eksiği
veya fazlasiyle· saklayıp bize devreden; her çeşit kültür karışıklığı ile sersemlemiş, hangi yolda ilerliyeceğini şa şırmış şehirlerimiz değil, köyümüz, köyümüzde köy ka dınıdır. Ninnisi, ağıdı, türküsü, hikayesi, atalar sözü ile köy kadını nesillere... Türk dilinin giizelliklerini,
Türk
musikisinin artık beynelmilel olmak yoluna giren melo dilerini nasıl aşıladı, öğretti, sevdirdi ise; Türk dansın1 -düğündeki, harman yerindeki, tarladaki halayları, oyun ları ile öyle muhafaza etti; Tür� efsanesini, masalların da öyle yaşattı. Rengin, renk ahenginin unutulduğu,
Türklerce eri
şilememiş bir nimet sanıldığı bu nankör zamanlarda, ec nebilerdeki kadar kendi
çocuklarının da
bilgisizliğine,
istihkanna ve itfirasına cevabı, köy kadınının bulduk. Cemiyetimizin bu yoldaki dehasını,
elişinde
tezgahının,
kasnağının üzerine eğilen Türk kadını korudu ve bu Türk kadınına ırkın orijinal motiflerini köy kadınının an'ane ve tabiatle beslenen örnekleri verdi.
29'
K,ÖY KADINI
Bütün harpsonu nesilleri gibi bir haşrüneşir geçi ren ahlak bünyemdzde eyi, kötü bize, bizin;ı
damgamın
vuran ne varsa köyde, köylüde, köy kadınında bulmuyor muyuz? Türk erkeği, Türk kadınına bakınca daha
çok
gezen, daha çok karışan, daha çok yadırgı tesirlere kap1lan bir unsurdur. Halbuki köy kadını,
toprak, dam ve
ağılla çerçevelenen aleminin sınırlarını taşmıyan muvaze neli varlıktır. Bu itibarla kültürümüz, onun ağırbaşlı çek·· mecesi içinde bin türlü yadırgı kültür
düşmanlıklarını
arkada bırakarak bizi bulabilmiştir. Dünkü İmparatorluk için bir kumar fişi olan Ana dolu'nun Metropol iktisadında o höyük felaket içinde! .. yerli bir iktisat
tekniğinin mayasını
koruyan: küçük
tezgahı, çıkrığı, iği, kirmeni, çapası, sabanı, döneği, ora ğı ile köy kadını olmuştu. Bugün de Türkiye iktisadının temeli olan ziraatt� en esaslı unsur halinde karşımız;.ı gine o çıkıyor. Kendi iktisat muvazenesini yitirmiş ola'1 köy, bugün hala nefes alıyor, hatta bir devlet çerçevesint, bütünlüğü ile ayakta tutan cüzütam gibi muhafaza edi yorsa, bunu başka milletlerle nisbet kabul etmiyen ucuz bir elemeği bolluğunun, bütün istihsalde omurga kemiği olmasına borçluyuz. Köydeki. elemeği! ... Çalışanların
ekmeğini
yapan,
tandırda veya ocakta pişiren, onu en uzak bucaklara ka dar eriştirip dağıtan, dağda sürüyü otlatan, onu köye g:=:· tiren, sağan, yoğurt, yağ, peynir yapan ve bunları koru ma tedbirleri alan; yahut sürüyü kırpan, kılı yünü te mizliyen, eğirerek onu dokuyan yahut ham madde ola rak satılacak hale getiren; tarlayı süren, eken, bekliyer., mahsülü biçen, harman eden, anbara taşıyan, satışa çı karan yahut, bankaya olan borcunu ödemek için şehr� döken; borca ve bin mihnetle aldığı hayvanları otlatan. yarasını ve çıkığını saran, hastalanınca şifa bulan, ölün-
KÖY KADINI
30
ce eli böğründe, yükün altına kendi giren... elemeği ! Bu nun karşılığı ya bir hiçtir, ya bir yığın borçtur, ya mü selsel bir açlıktır. Bir müthiş hiçliğe dökülen bu bedava elemeği, hesabı hiç tutulmarnJş elemeği: KÖYLÜ KADİ
NINDIR. Bugün müthiş bir bozgun aleminin arasında,
Ana
dolu köylerinde bir tahammül-nıucizcsini görüyoruz. Böy lece, beşeriyetin en çetin buhran devrini inanılmaz sükun ve
bir
emniyet içinde aşmaya çalışıyorsak... bunu;
yalnız köy istihsaline elemeğini veren köy kadınının, o yaman enerjiyi, çalışmayı hesaba katmıyacak kadar en gin bir gönül zenginliğiyle yaradılmış olmasında, bir kerı� bile emeğinin hesabını, kendini işletenlerden aramamasın da bulmalıyız. Bütün bir milletin en bakir ihtiyat kuvveti olan köy kadını acaba bugün nasıl görülmektedir? Millet hayatın da ona ayrılan yer nedir?
Sıfırdan
daha aşağı bir ra
kam! ... Sıfırdan daha aşağı...
Çünkü, köy kadını; hesab'l
girmiyen kuvvettir! Onu şehirde : yalancı ve gırtlağına kadar dolandırıcı borca gömülen lüksün pudrası, kızilı arasında topraktan; köyde: toprak rengine girmiş na sipsiz erkeğinden farkeden kim'dir? Ona şehirde,
şimdi hedefsiz bir süs ömrü geçiren
renksiz adaşlarının uşaklığı, lüks hademeliği layik görül· müştür. Yahut barlarda, en sefil iştahların lambasını ta şımak, hızını dindirmek vazifesi verilmiştir. Köy kadı nının, belki
asırlardır içine akıp toplanan,
kavuşması şehrin bu en sefil köşelerinde
arzularına boğazlanan
haya ve iradesi pahasına olurken, köy kadını, elinde ol· mayan sebeplerle şehre boşalırken mesela bir
Telsizler
mahallesinin her bakirliği kazıyan yaman esirlik makina� sı dişlerinden onu koruyan hangi teşkilattır? Buna al dıran kimdir?
KÖY KADINI
31
Hakikatta, köylerinden kopanlıp şehirlerin kayıt sız ve hor gören bağrında, şeref öğüten
değirmenler-a
dökülen Türk kadınını, barların ve alelade yerlerin kir leten ışıkları altında görenler, içtimai vazifesini, tarihi «mission»unu ebediyen kaybeden bu yeni cins lüks ve haz paryalarının artmasından
dehşete düşmekte
haklıdır.
Köyün. muvazenesi bozulalı, onun kadınını şehirde yal nız bu akibet bekliyor! ...
Aile temelini sarsan kültürlerin bozgunundan hala uzak;
kadını
kozmopolitleşen
kültürlerdeki
kısırlıktan
şimdilik habersiz; çöküntüye uğrayan cemiyetlerde lüks hayvanına yaklaşan kadın olmaktan hemen tamamiyie münezzeh; . ta.katı tükenmiş millet iktisatlarında
israf
çarkı haline giren kadın olmaktan henüz çok uzak olan köy kadını; erkeğin arkadaşı olarak, ana olarak ailemi zin ve milletimizin temelidir. Ondan bizim beklediğimiz : sefaletin bekçiliğini yapması değildir. Onun sabrını, ira desini takdis edişimiz, ·köyün geri ve perişanlığına som,;, na kadar şuursuz bir seyirci olmasından ileri gelmiyor. Biz onun; tarih felaketleri, cefaları üstüne yükselen can· lılığına; felaketi, kaderi yenen takatına hayranız. Fakat köy kadını tıpkı köy gibi, bu
muvazenesiz,
borçlu, daima «başkası için kullanılan emek» olmaktan çıkacak;
köy çerçevesini doldurduktan, köy çerçevesin·
de bereketlenip gümrahlaştıktan sonra şehrin
yediği,
erittiği nüfusu tamire, telafiye akacaktır. Köy kadınını: kadınlığını yitirmiş, unutmuş bir ırgat halinde bırakan; yahut teknik adına, ilerleme adına onu böyle bir ırgat bırakmayı bir keşifmiş, bir hünermiş gibi beyinlere sin dirmek isteyen herkesten, her usulden tiksiniyoruz.
Köy
kadınını yuvasına dönmekten; yuvasında ana, eş, hem şire sevgili olmanın imtiyazından ayırıp sözde iş, sözde teknik pazarının paryası sefilliğinde hapseden her ter biyeden, her tahsilden şüphe edeceğiz.
32
KÖY KADINI
Ondan asıl beklediğimiz : bugüne kadar olduğu gibi, bu milletin kendine mahsus nesi varsa, onun haznesi kal ması, bu milletin gizli ihtiyat kudreti olmak sırrını ver memesidir. Şehrin bugünkü dalgalı, her an değişen bün yesi Türkiyeyi beğenilmiyecek karışıklığa uğratırsa,
kö
yün ağır ve uyanık şuuru, an'anenin tartısını ağır basa cak; ziraatımız vasıtasıyle millet iktisadımızdaki muva· zenesi sayesinde şehrin kumara basacağı
her kuvveti
telafiye o koşacaktır. Her çocuk yeni bir imkan, yeni bir istidat, yeni bir umuttur. Köy kadınından, _yani höyük Türk kadını çok·· luğundan beklediğimiz· bu imkanı, bu istidadı, bu umudu bol yetiştirmesi, eyi beslemesi, ve onu, bizim olan ruhun, ahlakın en temiz örneği gibi vermesidir. İlle bu bizim olan ruh ve ahlak!. Bunun tek kefili bugün köy kadını dır. Şu İstanbul'daki Polonez köyü ile bizim: köyleri mu kayese edince duyduğumuz gerilik ezasını, utancını, köy lerimizin morfolojisinden geliyor zannedenler nekadar ya nılıyor! ... İstanbul'da bize tek kadeh temiz süt içirmeyen bela, mandıranın hem de asri mandıranın yokluğu mu dur? Yoksa süt denen gıdayı telvis etmekten eza mesuli yet duymayan ruhun taş kesilmesi midir? Ankara'nın dibinde Polenez köyünden güzel, �ri köylerimiz
var.
Onun insanı, harap köylerimizin insanından daha verim siz, daha geri! . Anadolu'nun köy kadını bizim bu düğü mümüzü çözecek tek imkandır. Birgün Anadolu, en ileri bir millete vatan
olunca
onun bu mazhariyetini gören nesiller, köy kadınının yani Türk kadının böyük ve temiz hatırasını yeni Süleyma niyeler, yani anıtlarla anacaktır.
KÖYLÜ VE KEVEN Gözlerinizi, yalnız el ve ayaklarınızı değil, gözlerı nızı de didikleyen, parçalayan bozkırın çalılariyle yl)n� lunca, bir mucizeye rastlarsınız : Kevenler ! Dikenleşen çiçekleri, kabuklaşan ufaclk yaprakla riyle görünmekten ziyade
siniyor hissini veren keven ·
!er,. bozkı rın sert, hüzünlü bağrında açan bir ottur ki ona kabuk, toprak, taş diyeceğiniz gelir. O her ot gibi yeşil ccğildir, yeşermek bozkır otunun sanki nasibi olmamış tır. Güdük gövdesi toprağın üstünde yükselemediğinden ciir ki her yanı boz, esmer bir renge bulanmıştır.
Minik,
açılmaktan korkan yaprakcıklan, güneşe bakmaya
zol·
cesaret eder gibi, hafif yeşilliğini iki büklüm olarak sak lar : Üstünde ürediği toprak gibi ! Boz, korkunç boşluğun. sert çoraklığın bağrında gözleri biraz aldatan, aldattığı, için biraz dinlendiren : onun denmesi caizse esmer yeşi! liğidir. Bu:ı.un içindir ki, ayağnızı dalayan, yırtan keven . . bütün çorak görünüşüne rağmen, Bozkır'ın bir mucizesi dir. Köylülerin kevenle münasebeti, şehirlininki gibi gö
·
züyle değildir. Bozkır köylüsünün, ancak bir günlük ek· meğine yetirebildiği didişmesi arasında, zevkinin
gıda
sına ayıracak valtlı yoktur. Onun dikkati bugün,
mide ·
. sile derisinin iptidai isteklerine sap! anmıştır. Bu istek
.
ks ve onu kendine verecek, getirecek vasıtaları : köyl ü rıün bundan başka ehemmiyet verdiği şey, yalnız bun ıan t0hlikeyc
düşürenlerdir. F. : 3
KÖY KADINI
34
Bu vasıtaların başında köylünün hayvanı gelir. Ke venle köylünün münasebeti, işte asıl hayvanı yüzünden dir. Kuraklık bozkırın tabii halidir, kıtlık köylünün ka deridir. Bu kaderin orağı köylünün mahsulünü biçti mi , onun dilinde «yer demir, gök bakır !» çaresizliğini, gözün de
canından evvel hayvanın açlığını bulursunuz.
sülünü _Löceğe,
çürümiye,
kuraklığa
Mah··
yem eden kader,
hayvanının tek yiyeceği olan samanı da elinden çalmıştır. Tarlasında beli bükülen köylü bu sefer bozkırın çakıl ları arasında dizler. Elinden tutan, daha doğrusu elini ayağını tutup onu yere çökerten yalnız kevendir. O diken diken çiçek, o kabuk kabuk gövdecik köylü nün umudu haline yükselir. O zaman kevenin kopma iste miyen sapiyle köylünün aç, umutsuz hücumu arasında yaman bir döğüş başlamıştır. İnsan koparmak istedikçe ot çelik kadar sert ve · las · tikli liflerini gerer. İnsan onun dibini açıkkökünü bul
·
mak istedikçe ot yerin metrelerce derinliğine saldığı ko! larını gömer gibi gizler. Sonunda insan dibini bulamadığı otun gövdesini keser, toplar, döğer; hayvanının ağzın da çiğnenecek hale soka,- ve ancak o zaman bir nef�s alır. Çelikleşen liflerini bir burgu gibi
yerleri oymakta
kullanarak, bir damla suyu yedi kat yerin dibinde arayı:ı.ıı şu bodur, dikenleşmiş otla ; altında
kuraklığın, kıtlığın pıçağı
gözleri dönen, kayalar
dibinde, dağlar başında
Lir lokmayı yerden, gökten soran şu insan'ın talihi ne kadar birdir!
M E M L E K ET PA RÇA LA R
•
GÜZELLİKLERİMİZİN FETHİ Kendi kendimizin fethine çıkıyoruz.. Bütün dünyayı -bilen, bütün dünyadan haberi olan; fakat Anadolu'ya ge lince basireti" ba.ğlanan şark ve garp· kozmopolitlerimizin zıddına.., biz milliyetperverler .. , kendi kendimize dönü yor ve ilkin kendimizi tanımaya gidiyoruz. Dünyanın güzelliğini kıskanmadan, o güzelliği in sanlığm gönlüne rahmet gibi sinmiş görmek için, Anado lumuzun güzelliklerini keşfe, fethe koşuyoruz. Resim, nakış, heykel, oymacılık, savatcılık, kakma · cılık.. ile mimariığımızın, şu dünyada bize millet payed kazandıran pınarını tırtıllar, kurbağalar kaplamış.. Fır çamızla, çelik yontma kılerrümizle, yazı kalemimizle bö cekleri temizlemiye, Türk zevkinin imana, şevke, vuzuha fi.şı k gözlerinden içmiye hazırlanıyoruz. Bugün tek telle çalan tanburamızın türküleri, yarı nın höyük musikisine gereken motifleri veriyor. Paleti d aha genişlememiş ress::ı.mımız�a yarının renk, ışık ı�:": rikasmı yaratacak ürpertiyi görüyoruz. Hacım fikrine, genişliklere daha aklı pek yatmıyan heykeltraşım;z, bili· yoruzki, yarın emel abidemizi yontacak kadar sıtmalar içinde. Daha dün hor gö:tülen çömez mimarımız, bugün eline aldığı yapıları dörtbaşı mamur veriyor ; yann On· Jan insa�ılığın mücerret güzeHiğine plan bekliyebiliyo Hız.
Hey şark ve garp kozmopoliti ! Anadoluya eyi lxı.l� ! Ondaki haşrüneşr daha bitmedi. Türkiye'nin bozkırların-
38
MEMLEKET PARÇALARI
dan kıyılara doğru bir gerinme, bir gerilme var. Büğüfü Anadolu sınırları
içinde, yekpare bir lnilletin
hamuru
yuğruluyor ! Ona biz cevherimizi maya yaptık o cevher asırların arkasından mızın
sızıp gelen yakutlu kandan ; zeka
ve zevkimizin mabetlerde, çeşmelerde akan kev
serinden ; Türkmen kızının halı tezgahlarında, çini ocak larımızda, gergef, kasnak tahtalarında renk, şekil alan göz nurumuzdan, gönül nurumuzdandır. Biz bu diyarın değil, 14 milyonun değil, bir buçuk milyarın tasasını çt: ken hulyacılar gibi Türkiye'ye arkamızı çevirip «Madde ! . Madde!
..
»
diye haykırmıyoruz. Biz güzelin, iyinin aşıklu
rıyız ve her yere yalnız Türkiye'nin « sevgi.. sevgi! . iş.. iş! yaradış.. yaradış! . .
sınırları �>
içindet.
diye akacağız.
Güzelliğin, güzelliklerimizin fethine koşanlara diyo ruz ki : Türkiye'yi gezin! İlkin en yakın yerlerimizden başlıyarak, Türkiye'nin dört bucağını gönlünüze kazın ! Vatan havada gezen bir hülya değildir. Vatan aşk gibi, kale gibi bir realitedir, bir hakikattır. Milliyetçiyim diyen kız ve delikanlı! Vatan hakika tını elinle tut, ayağınla, gözlerinle tanı! Gez, haydi, gez! Güzelliklerimizin fethi için ; yekpar0 bir millet kültürü yaratmak için!
•
KİMSESİZ GÜZELLİKLER
Adana - Mersin treninin yolcuları,
bilmem göre
göre bıkmadılar mı? Vagonlarda çok güzel iki fotoğraf vardır :
Halep kal minin Fransızlar tarafından çektiril
miş ve turizm düşünceleriyle bölmelere, çok zaman önce çivilenmiş fotoğraflan ! ' Fransızların maksadı kendileri için sadece takdire
layıkbr. Fakat bu resimlerin karşısında,
benim içimde
boy
nu bükülen başka düşünceler var .. Bu düşüncelerin ayna sına vuran bin isim, bin resim var. Türk mimarlığı
birdenbire
Süleymaniye'yi,
Yeni
cami'yi, Edirnedeki «Sultan Selim Cami» sini yapmadi . 'fürk yazısı birdenbire «Yesari» nin,
insana hayranlık
veren kompozi.syonlanna yükselmedi. Mesela Bursa'nın
«Yeşil» indeki Türk nakşı, hal!
larımızın her çeşitinde bizi beşeriyetin
renk
mertebesine yükselten eşsiz ahengi birdenbire
üstatları
bulmadı.
Türk oymacılığı, herhangi mihrabımızda,
herhangi
rahlemizde, hatta herhangi mermer veya taş kapımız daki büyüleyecek kadar güzel kıvrımlarını bir
adımda
bulmadı.. Türk kakmacılığı, silahlarımıza, avadanlıkları mıza beşeriyetin güzel sanatlar arasında yer
verdiren
anlayışını, inceliğini birdenbire icat etmedi ..
Vaktiyle dünyanın en gaileli, en gaile veren devleÜ
haliJ!e gelmemiz için, taaa «Orta Asya» dan
başlayıp
40
MEMLEKET PARÇALARI
«Anadolu» nun dört köşesinde uzanıp
giden bir emekle
me, bir heceleme devri geçirdik. Her derebeylik toprağm da Türk siyaseti, Türk idareciliği yeniden
bilene hilene,
ebedileşen kudretini kazandı. «Türk sanatı» da böyledir. Onun da şahe�erlerini ver mesi, son noktaya ermesi için « Anadolu» nun dört bu�a ğında bir
«Tavaifi mi.i.lfık»
devri yaşaması lazım geldi.
Bu devre eserlerinin kıymeti : onların bir taraftan Türk · men ruhunun primitif. fakat bakir, fakat kendine mah · sus bütün güzellik,
hazlanma
sevki
tabiilerini aksettir
mesinde ; öbür yandan da bu özün üstüne
gelip tesi!'
eden diğer sanat _işlerinin aslını, iç yüzünü bize naklet.. mesindedir. Yukarıda söylediğim düşüncelerin
aynasına
vuran.
ad, resim. . . işte bu eserlere aittir: Adana'da, Tarsus't&.. ne kadar Türk eseri var ki, sevilmek, unutkanlık tozla rını silkmemizi bekliyor ! Adana'daki bir «Ulucami» niıı
p
batı ve doğu ka ısı; bir «Akçamescit» in kubbe ve kerne: biçimi ; bir «Irmak hamamı» nın ışık terti batı ; Tarsus·un bir «Kırkkaşık » imaretinin ocaklığı veya girme
kapısı ;
bir « Ulucami » minberi ; bir « Gönhanı » nın kapısı, kub· hesi ; bir Kubat Paşa medresesinin kapısı . . . ; Silifkenin ce!'.lnet kadar güzel Silifkemizin - köprüsü, kalesi . . . ; bütün Seyhan, Ceyhan, Tarsus çayı, Göksu . . . vadilerindeki eski abidelerin akıl almaz güzellikteki yıkıkları .. ; bizim tren ierimizi süsleyemez mi ? Bu memleketin fotoğrafçısı acaba - herhangi ecnebi fotoğrafçıyı geçecek eserler
vermemi�
m,ddir ? Kimsesiz
güzellikler !
Anadolu'nun
bütün
kimsesiz
güzellikleri ; arkeolojinin kristalinden geçm1:;k ve çocuk larının içine bir eleğimsağma. gibi a kmak
istiyor.
ADANA
Adana'ya üst ya�dan gelenler, Bozkırları zahmetle aşan yolların milyonlarca voltluk, dayanılmaz bir kud ret eliyle boyun büktüğünü görürler. Eski insanların tap · tığı azametli öküzün, boyunduruğa vurulmasına benzer bir halle kıvranan yol, Torosların içinde, Dante'nin seren. camını geçirir. Aşağı baksanız gözleriniz kararır. O ka dar yukarıdasınız ; geçide gök�rden bakar gibisiniz. Yu karı baksanız başınız döner : O kadar çukurdasınız ; in sanlığın, gözünü iik açtığı zaman kendini bulduğu, yedi kat yerin dibinden, mağ·aralardan b&kar gibisiniz. Kendinden geçer gibi, büküle büküle süriinen yel Hacıkırına geldiğ·i zaman ; hep o dayanılmaz kudretir: eliyle dağın yontulduğunu, Çakıt'a yol verildiğini görür sünüz. Siz Çukurova'�'l işte böyle yaman bir pencere den ; hakikaten dağlarına, göklerine, ovasına yakışır ululuktaki bu dört köşe yırtıktan seyredersiniz. Denizle ovayı, yerle göğü birleşmiş gibi gösteren bu bakış, yukarılardan uçurumlara bakmanın şaşkınlığını değil ; uzaklardan Selçuk kervansarayına erişmenin vaadini, emin liğini tattırır. Toroslan, artık klasik Qir Türk minaresin den iner gibi inersiniz. Ova o zaman özenilerek, düşünii lerek hazırlanmış bir mabet ölçüsUndedir. Sahiden de Çukurova, tabiatın dikkatla, özenerek, kurduğu yerdir. Seyhan'ın, Ceyhan'ın, Tarsus çayının ağzıyle Anadolu'nun özünü, çamurdan bir harç gibi kul.
�
42
MEMLEKET PARÇALARI
lanan tabiat ; yüzlerce asır bu ufacık ovayı denizin bağ rında işlemiş; çatısını
çatmıştır. Anadolu'da iyice
bili
nen c� lalı taş devri medeniyetinin şimdilik yalnız Mersin' deki Yümüktepede karşımıza çıkmasına şaşmıyoruz. İlk insanlar, o kadar emekle ışıldattıkları medeniyetleri içiıı., kudretin beğene beğene işlediği böyle bir köşeyi
seçecek
zekada idiler! Nekadar özenilerek yaratılmış olursa olsun Çukuro- va adsız bir toprak, bir coğrafya idi. Onu Yüregir diye damgalayan, adını sanını koyan Türkmenler
oldu.
Ta
biat onu denizin ağzından çekmiş çıkarmışsa; sonsuz v e adsız coğrafyanın içinden çıkarıp tarihimize hediye ederı biz olduk. Tabiat ona Anadolunun özünü,
nehirlerinin
ağziyle sürüyüp getirdi. Biz ona, Türkmen kızının büküle büküle doğurduğu milyonlarca
aşiret
çocuğunun ka
niyle can verdik. Çukurovanın, dünya kunılalıdanberi Türk olmasınm sebebi budur. Dünya yıkılasıya kadar Türk hikmeti b u olacağı gibi !
kalacağını n
YAGMURDAN SONRA ADANA Yerden göğe, gökten yere döne döne körolan gözler. dünkü yağmurlarla yıkandı ve İsa eli değen hastanınki. gibi, açıldı. �"imdi herkes birbirine, karşısındakine baka baka ufuklara dönüyor, ve Adana'nın çözüler. dilinden şimdi vait, şefkat ipek gibi akıyor. Yere, göğe sıkılar. yumruklar, kucaklaşmak için açılıyor. Adanalı insanlıkla, yaradanla barışıyor. Günlerdenberi kapısının eşiğindeki baharın uzattıg·ı demet demet nergize, menekşeye bakmayı bile akıl ede meden tarlasının evleklerinde uğunan Yüreğir çocuğu, şimdi filizlere ibadet ediyor : Şu araba, otomobil kafilesi , ş u yayalar akını, Adana toprağının esmer derisi üstünde kımıldayan yeşilliğe koşuyor. Binlerce yıl önce, bahan kaybeden insanların kışın döktüğü yaşları, her ilkbaharda silen Demeter ve Perser hone ayinlerini hatırlatan bu Nevruz neşesi, Adanaya nasıl da pağanist bir sima veriyor! Adaiıa'ya putperest diyeceğim geliyor ! Anadolu'nun kurtuluş harplerinde gördük : , Adana çocuğu toprağının efendisi kalmak için kerametler gösterdi. Topraklarının hakimi kalan karayağız lar, tarla dönümleri önünde, alınlarının aklığı için saba na koşulmaya razı! Gözünün, yerden göğe, gökten yere.· zincirlendiğine bakmıyan : bu memleket çocuğunun kal bi toprakhdır!
MARDİN
Dünyada pek az yerin coğrafyası ile tarihi Mardin' deki gibi tam anlaşmış bulunur. Dicle'nin, binlerce yıllık didinmelcrle kenrline
geniş vadinin cenubunda, doğudan batı ya
doğru
aGt1.ğı
uzana•ı
dağlar, yer yer ad alırlar : doğuda, Mardin'in Cü:re kaz:ı sında, Cudi dağı, Deredağı, Karadağ, Herekol, Seyhabat.
Çeman, Kerah diye anılan hir yı ğın yükseklik : i linin ortalarında, Haltan , Softek, Rıdvan dağ
Şeyhömer, Mardin
ları vıı,.rdır. Batıda ise bunlar Massos
:yahut daha
adıyla, Massios dağı, Mazıdağı, Hızdağı diye
eski
bilinirler.
Daha batıda artık Karaca-Ali dağı .o:muştur. Benim gibi Diyarbakır'dan şimalden
gelenler
bö
yii.k ana vadinin içinde diklemesine inecek ; Mazı, Hız dağ larına ek olan tepe l er
yığ-ım
ile Massos tepesiııi a=?acak·
lardır. Böyük bir ova şehri, ortaçağ Ana.do lu sunun '
en
ünlü beldesi olan Diyarbakır'dan aynlanlar iC;in i:ıfartlin . inanılmaz bi r « tesadüf>., ti.ir. Ufak çayların
yaı·dığı va
diciklerden geçen yol kıvra na kıvrana iner, çıkar.
Bu yol Diyarbakır'dan bir i ki kilometre uzaklaşıncrı
bir ören yerine benzer seller ona bir i skel et zaval lılığı ver miştir. Çektiğiniz zorluklanlan Dlcle'nin tütüıı i-ıir in sanlığı tanımış yüzünü bile görem i yccck i,u.di:'. r p��·i§ansı nız. Halbuki yolc u l u ğun başl a ngıc ın da Dicle �.kim, ha . yalin, üzerinde duracağı en uzun, en şaşılacak, en güzel
ı ·ealitedir.
MARDİN
45
Bugüne kadar bilinmiyen Diyarbakil' höyüğü ( iç ka lede, hökıimet konağı yaılındaki tepe ) , yolculuğun daha başlangıcında bu yerlerin tarihi hakkında uyanık bulun manız için size ilk kıvılcımi vermiştir. Doğuya ve cenuba doğru inen Dicle'ye bütün bir insanlığın ilk geçidi diye bakarken nehir boyunca serpilmiş, birbirinden değişik uzaklıklarla ayrılmış, irili ufaklı, kiminin üstü düz, kimı ninki girintili çıkıntılı birçok höyükler görürsünüz. Cilalı taş devri sonunda veya bakır çağından başlıyan, bir sırı: i nsan topluluğunun yaşadığı şehir yıkılarından meydana gelen bu yığmalat size, yolunuzun, hiç olmazsa beşbfrı yıllık bir insan geçidi olduğunu söyler. Fakat yeni yol, ana vadiden ayrılıp cenuba, dağ · !ara sapınca Dicle artık görünmez olur, höyükler orte:\ dan silinir. Tepelere zaman kale, kule izleri, daha doğrusu iskeletleri belirir. Bunların Ortaçağ baş larına rastlıyan bir çehresi vardır ki, Diyarbakır'la Mar din arasında bu yolun geç devirlerde, yol tekniğinin dağa, kayaya hakim olabildiği asırlarda açıldığını haber verir. Dicle'nin uzaktan bir deniz ktyısı gibi görünen va· disinden ayrılıp yükselmeğe başlayınca ilkin içinize bir gariplik çöker. Allahım ! Bu tepeler ne kadar, ne kadar çıplaktır ! Yeryer çat1amış, parça parça olmuş, didiklen miş bu kayalar alemi, -acaba kaç bin yıldan beri yeşil renge hasrettir ? Arasıra, yerye c ufak sulara rastlarsınız. Bun lar sefil dereciklerdir, ama çevrelerinde ağaca yer vere cek kadar zengin gönüllüdür. Köyler de daima bu cömert :.lavalh:lığın dibinde tünemektedir. Tepeierse her yerde keldir ve kendilerini yeşile kavuşturacak mucizeyi çatlak dudaklarla sorar, bekler gibidir. 90 kilometrelik bir imtihanla sabrımızı sömüren bu kel, yalçın alemin dönemeçleri bitip uzaktan Mardin ka· lesi göründüğü vakit, erişilmez, geçilmez bir dağın üs tüne taşlardan işlenme bir taç gibi, ilkin garip, heybetli
46
MEMLEKET PARÇALARI
gelir. Bakma isteğiniz tükenmiş, görme takatınız taş ke silmiştir ; fakat Mardin'in ve kalesinin şimal arkası olan sahaya yaklaştıkça mesafenin, umutsuzluğun belirsiz kıl dığı bir cennet açılmaya başlar. Bu beklenmedik güzelli ğin yerdiği şaşkınlık, bir çocuk sevinci ile iç aleminize yayılır. Saatlardan beri ; geniş ovasına yayılmış ünlü Diyar· takır'ın, onun herşeyden ünlü surlarının kaybolduğu ağaç lıkların, bütün bu feyzi yaşatan Dicle'nin ,hasretile kilit · !enen ağzınızdan bin güzel kelime birden fışkırır. Siz ka lenin arkasındaki bu bağlar, bahçeler diyarını dolanıp yükseldikçe bu yalçın tabiatın sakladığı levhalar, birbiri ardından aşağılara doğru, safha safha kayar, süzülür. Mardin'in eski Diyarbakır kapısına vardığınız zaman, se vinçle canlanan gözleriniz, uçsuz bucaksız bir deniz gibi uzanan ovalara, çöllere dalar ve boğulur. Hiç olmazsa 200 - 400 metrelik uçurumlarla ayrıldığınız bu sonsuzluğun yanıbaşında Mardin kalesi, başı göklere değen bir efsa·· ne kahramanı gibi, diğer bir sonsuzluğa benzer. Demi!l söylediğim «tesadüf» işte budur ve Mardin böylece sizi daha eşiğinde iken büyüler . Fakat Mardin'de tarihle coğ·rafyanın ne kadar an · laşmış bulunduğunu görmek için burada, «Diyarbakır ka pısı» nın bu ' kendiliğinden olma sekisinde durmak yet mez. Hökumet konağına kadar uzayan, şimdi güzel di yebileceğimiz, iki kilometrelik ana caddeyi de geçmek lazımdır. Anadolu'nun ancak en eski şehirlerinde rastla dığımız taştan evler, bütün beldeyi, hem o kadar sanatla doldurmuştur ki tarihle bugünü, eski ile yeniyi ayırt ede meden batıdan doğuya sevgi ile, hayranlıkla yürürsünü�. Bu da yetn�ez. Tarihle coğrafyanın Mardin'deki an lafimasını görmek için kaleye tırmanmak gerek. Massos dağu nn tepesini şimdi yer yer çürümüş, zamanın türlü devreleri ile koparıla koparıla gedikleşmiş ve böylece te . •
·
M A R D İN
47
penin coğrafyasını bir taştan çelenk gibi çevrelemiş olan bu surlardan aşağılara bakı ş, eşi pek az bulunur bir ür penş, bir tad verir. Bu tada dikkat ediniz. 1934 de, Niğ de'nin 63 kilometre poyrazındaki Göllüdağ'da 2410 met relik keskin bir doruktan Melendiz ovalarına bakmıştın• . Erciyes'in, Hasandağı'nın arasında, tükenmez uçurumla ra dalan göz, bir daha bu dünyaya dönemem zannediyoı ve insanın içine bu dünyada olmıyan bir ürperme çökü yor. Halbuki Mardin kalesinin surlarından on kilometrt! aşağıda pıçakla kesilmiş gibi dik, keskin görünen çöle, il kin , bir mermer çağhyanı gibi dökülen }.farelin şehrinin hendesesinden geçilerek varılır. Bunun içindir ki binler ce metre derinliği, bir burgu gibi döne döne iner ve GÖ iün esmer, kızıl bir deniz gibi dalgalı sonsuzluğuna y::ı. yılan bakışınız, bjr tasfiyeye uğramış gibidir. Cografy�... nın sert, hatta vahşi realitesini, Türk tarihinin m.tzbu t, medeni, gümrah realitesi yumuşatmış, eritmiş gibidir. Aşağılardan , Mardin istasyonundan, Nusaybin veya Kızıltepe ( yahut eski Koçhisar) yollarından yokarıya baktığınız vakit volkanik, vahşi, dalgalı tepelerin başına tir '.)ahin yuvası gibi çöken Mardin kalesi ve eteğinde bembeyaz bir hayal şehri gibi uzanan Marclirı , bu coğ rafyanın üstünde esrarlı bir scrgu:ya benzer : Kuş uç maz, kervan geçmez bu doı·uğa,. bu şEhri niçin kurrrı'..! <J · !ar ? Buna biraz sonra cevap vereceğim. Fakat aslına ba karsak, Mardin'in, bugün çevresinde bulunan bir çok faen yerlerine dör.rnemes_i , bizim tarihimizin iradesiııdca ileri gelmiştir. Yeni zamanlann iktisadi değil3ikfiğ·i, hele kervan yollarının esaslı değ·işmelere uğrnm ası yüzünden yıkılması beklenebileıı. bu şahinler yuv,•,sı <ö3id beldcnıiz, yolun istiklalini yeniden kazanmasiyle kurulmuştur. l�ğı.x demiryolu, dünyadaki üstünlüğünde rakipsiz kalsaydı, Mardin de ya aşağılara, çöle inerek tarihteki tahtından düşecek, yahut baştan aşağı örenle�ip sönecekti. Aua,
48
l\1EMLEKET PARÇALARI
yol yeniden yayaların, ille otomobilin, kamyonun eline düşmüş bulunuyor. Tiren yüzünden yalnız vadilere, düz · lüklere yönelen yol ; yapı tekniğinin şimdiki mücizel eri sayesinde, hele makinanın insan isteğine dost kıldığı im kanlar sayesinde yeniden yükseklere tırmanmıya başla · mıştır. Böylece Matdin'in de, yeni çağların kendisini mah kum eder göründüğü akıbetten sıyrılması, hatta soıı yıllarda, konuklarını ağırlıyan höyük bir aile gibi ken dine çekidüzen- vermesi mümkün oldu ; şehri altlı üstlü ikiye bölen iki kilometrelik güzel caddesini açtı ; on kilometrelik Mardin istasyonuna inen, Zinciriye medrese sine, kaleye, bahçelere çıkan yoliarı düzene koydu. Mer mer bir çağlıyan gibi, yükseklerden alçaklara dökülen şehrin yüzünü geceleyin devamlı bir ay ışığı gibi aydın latan elektiriği, Anadolu'yu petrolün esirliğinden kurta ran bu en böyük XX inci yüzyıl mucizesini hemşerilerine hediye etti. Bir taraftan Irak'a bir taraftan Suriye'ye Lübnan'lara, öbür taraftan İran'a, Kafkas'lara gidenlerin uğ rağı olmak imtiyazını Mardin'den alır gibi görünen Di yarbakır demiryolunun zararını da, yolun bu yeni istik lali önlemiş bulunuyor. Gene bu istiklal sayesindedir ki ; bugüne kadar yaz keyfini çıkarmak istiyenleril} , kale ardında, tarihi bağlara, tahçelere gitmek pahasına boşalttığt Mardin ; şimdiye ka · dar ancak l� eı)işlerin manastırlarında, bektaşi dervişlerinin kilerlerinde dem lenen eşsiz şarapların yapıldığı üzümleri , bu üzümlerden daha değersiz olmıyan başka meyveleri, fıs tığı yetiştiren Mardin ; çevresindeki iyi suları, seyrek bah · tiyarlann tadabildiği Mardin ; kanalizasyon anlamını yiÜr miş olan Mardin ; ilk ve sonbaharların doyum olmıyan ılık lığını tek başına tattıktan sonra yaz ile kışın arasında mah zun mahzun unutan Mardin ; pek yakın bir yarmın Türki-
MARDİN
49
:ye'sinde, birinci smıf bir iç turizmine merkez olacaktır. .Şimdi kaçakçıların sindiği, sinerek geçmeğe çalıştığı va dilerin can noktalarında yükselen yeni jandarma kara kolları yanında, yarın Anadolu'nun dört köşesinden akıp
.gelen yolcuların dinleneceği konaklar .kurulacaktır.
İyi ama bu höyük gelişmeyi hazırlamak için çaba Iıyanlar, yine Mardin'in insanına dayanmak zorundadır.
Ah bu insan... tık konuşulduğu vakit bir Ortaçağ kitabı okuyorum zannını verecek kadar çetrefil Mardin insanı ! . .
Anadolu'nun henüz eldeğmemiş kültür ve sanatının, bu
devlet düşkünü beldesinin sahibi, bekçisi olan bu insanı ; biraz aşağıda, tarihin içinde göreceğiz. Fakat bu insan, bugün de, yıkılan bütün bir medeniyet alemini destekli
yecek kadar içi, dışı bütün kalmış bir Türklük örneğidir. Mardin de otele indiğimiz zaman bizi, bir bil�diğimiz
şehirde, para kazanma zanaati ile yaşıyan bir madrabaz
gibi değil, misafirsever bir ev sahibi gibi karşıladılar. Kaldığımız müddetçe, b� ev sahiplerinin durumunda ak
saklık gprmedim. Nerde para dinine dayanan yabancı .otelciliği ; nerde güngörmüş, Türk Mardin'in, Türk göre neğine varan, bizim olan misafir ağırlayışı !
Bu bakımdandır ki coğrafya ne olursa olsun, ikti sat ve yol ne yaparsa yapsın, herşey, Mardin'in bu Türk
soyu ile ayaktadır. Daha doğrusu bütün olanlar, ancak bu ebedi Tark özün, dışarıya, açığa vurması demektir. Yarının iç, ve dış turizmini Anadolu'da damgalıyacak
olan da : Mardin'in Türk ruhunda kaynıyan, memleketin hemen her yerinde henüz canlı kalan bu rnJisafir ağırlama göreneği olacaktır. Mardin'in tarihteki yerini rivayetlerle değil arkeolog
gözü ve kafası ile, yani elegeçen abidelere, eserlere gör·� belirtmek isterseniz, başlangıç noktanız Selçuklular ola .caktır. Mardin'in adını Babilonyalılara, Asurlara, Muşkilere, Kommuhlara, Perslere, Yunan'lılara, Romal'ılara,
F. : 4
50
MEMLEKET PARÇALARI
Araplara .. bağlamak isterler. Kimbilir, bu!].ların
belki
hepsi de Mardin'den, Mardin'in yanlarından geçmiştir. Hele şurası kesin olarak bellidir ki bu yöreler cilalı taş
devri insanın son göçlerine, son yerleşmelerine, maden çağının medeniyetlerine beşik olmuştur. Mardin c-oğraf
·
yasında Cfıdi dağının adını bugün, yaşı otuzu geçmiş nes lin merakiyle okuyanlar belki yoktur. Ama dört Mukad
·
des K'itabın birbirine devrettiği en heyecanlı hatıra : Nuh Peygamber efsanesi, Cudi dağiyle çerçevelenir. Bu daf�
ise ( Bugün Mardin'in doğuda en ünlü kazası olup Irak Suriye - Anadolu sınırlarında kurulan ilk Türkmen bey·· liklerinden birine merkezlik yapan )
Cizre'dedir.
Yafes
köprüsü, Cizre kasabasının hemen içindedir ve sadece bu Yafes adı, yörenin ilk insanlık bağlarını bize nakletmeğe
yeter, Halbuki Mardin'in cenup batısında ve Habur su yunun 'başlarında bulunan Tell-el-Halef ile Tell Çağar Pazar hafriyat yerleri, 1912 den beri, Ön - Asya'nın en
eski en önemli arkeoloji eserlerini vermiştir. Asur sami
leri'nin gaddar ve açgözlü akınlarına sebep olan bakır madenini veren Ergani, nihayet buraların da toprağından
sayılır. Mardin istasyonundan en �ok onüç kilometre ba tı-cenupta bulunan Kızıltepe ( Eski Koçhisar) höyüğiine
giderken Gurs suyunun, Zerkan suyunun üzerinde Har zim, Hacı Mişmiş höyüklerine rastlıyoruz. Hele Kızıltep�
höyüğü, Zerkan suywıun başlangıçlarında en böyük yer
leşme yerlerinden birini meydana getiriyor. Bu höyükle rin yüksekliğine, böyüklüğüne bakınca her birinin bir Çağar-Pazar bir Tell-el-Halef olabileceğine hökmetme
mek mümkün mü ? Kimbilir, eski Erdua'yı, belki birgün , Mardin'in hemen şu doğusundaki vadilerde bulacağız !
Ama arkeolojinin realitelere dayanan usulünü kul lanıqca asıl Mardin, ancak ve yalnız Türkmenlerin malı olarak meydana çıkıyor. Sağa bak : Türk, sola bak : Türk;: aşağı bak : Türk ; yakarı bak : Türktür.
MARDİN
51
Bir kere daha söyliyelim : genç olmak nasıl ayıp de ğilse, hatta yerine göre bir imtiyazsa ; bir soyun, tarih teki yerini almıya başkalarından geç başlaması ; bir il'e başkalar-ından geç gelmesi de başa kakılacak bir eksik sayılmaz. Yeter ki o soy, vardığı yerde başkalarından geri kalmıyan sanat ve medeniyet eserleri yaratabilsin. Bu bakımdaç Mardin şehri Ön-Asya'nın en son fatihler göçünü meydana getiren Türkmenlerin yarattığı bir şe hir olmakla yalnız ve yalnız övünecek bir ömür yaşamış tır. Bu ömürle övünmesini çok iyi bilen halk, tarihin bi! · diklerini bir' yana bırakarak, «Mardin, bizim yerin en eski adıdır ve Merdin demek mertlerin ini demektir. » tefsirini tamamiyle benimsemiş olarak karşınıza, çıkar. Mardin'in dört yanına baktığınız zaman tarihte yer almak için bir millete hak veren anıtların hemen hepsini Artık Oğulları adına, yahut onlar gibi Türkmen olanla .. rın adına bağlandığını görürsünüz. «Artık Bey» adını il kin Malazgirt savaşı dolayısile okuyoruz. Prof. Mükri min Yınanç, Artık Bey için «en höyük kumandanlardan» demektedir. Kendisine Mardin ve çevresinin <(ıtkh edil mesi ile oraların fethi başlıyor. Demek ki Mardin'in asıl tarihimize girişi ve bir şehir olarak doğuşu Türkmenler le Onbirinci Yüzyılda oluyor. Ondan önce Cezire, Malat ya, Miya-Farikin, Garzan, Hısm-Keyfa ve Amid adları bütün vak'aları çeker gibidir. Battal-Gazi gibi bir gaza ve efsane kahrama nının adı Malatya sitesine sımsıkı bağlı bulunmuyor mu ? Onbirinci Yüzyıl Anadolu için bir bakıma bütün öri Asya için bir kaynaşma ve bil'. dönüm yüzyılıdır. İnsan lık tarihinin askıda kalmış bir kısım hesaplarının görü lüp temizlenmesi bu zamana rastlar : Bizans imparator luğunun, bir sömürge olarak harcadığı Anadolu'dan ko ğulması bu asırda keskinleşir ve Anadolu'nun, sömürge
-
MEMLEKET PARÇALARI
.52
olmaktan çıkıp, kültür, siyaset birliğine kır çağından sonra ilk defa bu asırda
kavuşması Ba-· gerçek
olmağa
başlar. Anadolu'ya höyük birliğini vermeğe başlıyan ay nı Türkmen akını, müslüman şarkta
İlk « rönesans»ın
doğmasına sebep olur. O rönesans ki bugün ilk defa adı nı anıyoruz. O rönesans ki Akdeniz'in klasik alemiyle şar kın
( garp klasizmine hoca hk eden )
·
bütün kaynaklarını
birbirine yaklaştırmıya, kaynaştırmıya yeni baştan te şebbüs etmiştir. Bir bakımdan, şarklı ve sönmüş millet lerin görenekleri , kültür kalıntılarının aynasında ve
o
kalıntılar yardımiyle anlaşılmış görünen, Yunan ve Ro ma alemi, işte bu rönesaıısla ve Türkmenlerin
eli, zekas1
ve zevki ile şark alemine yeniden aşılanmıştır. Bütün bunları, Anadolu'nun yeni ve höyük bir me deniyete açılışını, yeni ve höyük bir Türk imparatorlu ğuna ana-vatan oluşunu, b u ilk Şark-İslam rönesansını Türkmenlerin meydana getirmesindeki bütün hususiyet leri. . . bu devrin hadiselerinde, sanat eserlerinde gözden geçirmek mümkündür. Bütün ihtirası ile, bütün zaafı w gücü ile, bütün vefası ve vefasızlığı ile, bütün iyi ve kötü kabiliyetleri ile «insan»ı bu devrin eşsiz uyanış ve oluşun da görüyoruz. Bizim bakımımızdan bu Onbirinci Yüzyılın başka bir güzel, höyük hususiyeti
var : Anadolu
Beylikleri !
Bi'C
vilayet kadar böyüklüğü olan yerleri, bir imparatorun, bir hökümdarın ihtirası, özenmesi, kadrosu ile idare edeıı Türkmen Beyleri yüzünden , Anadolu'daki bol, çeşitli fi kir merkezleri, ebediyat ve sanat merkezleri doğabilmiş ti. Bu çeşitli ve bol merkezler sayesinde - Haçlılar gibi,
Mogol seli gibi, milliyet v e soy şuurunun henüz doğmamış olması gibi şartları içinde bile Anadolu'nun ortaçağı fi · kirin, gönlün, şövalyeliğin,
insan zaafının ve insan ta
hammülünün, elişinin, sanat eserinin, henüz mislini gör-
53
MARDİN
mediğimiz bir gümrahlık çağı olmuştur. Şimdi imrendi ğimiz ve ancak ilmini kurmaya çabaladığımız sanat, fikir,
gönül ve şövalyelik şaheserlerinin Anadolu'da o kadar bol, o kadar devamlı bulunması� bundadır. Selçukluların İran, Horasan ve Irak'taki impara
torluklarile Orta ve Ön-Asya'nın kavuştuğu yekparelikten önce, bir islam beylikleri, hökumetleri çağı var. Gazneli ler, Karahanlılar, Herzemşahlar, Saman oğulları, Bü ·
veyh oğulları, Hamdan oğulları, Fatimiler ne olursa ol
sun ; iri veya ufak, beylik veya imparatorluk hepsinde or
tak · olan ilk nokta : devamsızlıkları : ikinci nokta : daha sonraki Türkmen birliği için Asya'nın kalbini hazırlamış olmalarıdır.
Bu ilk ve böyük Selçuklu imparatorluğunun dağılma sı ile üreyen Türkmen beyleri Anadolu'daki Selçuk im paratorluğunun kurulmasına köprü
işini görmüşlerdir.
Nasıl ki bu imparatorluğun dağılması üzerine Anadolu' da üreyen yeni Türk beylikleri ; Osmanlı imparatorluğu
nun kurulmasına imkan veren yerli ve Türk şahsiyetini Anadolu'da geliştiren kudretler olmuştur.
Artık oğullarını Türkmen siyasi yaşayışında birden··
bire denecek kadar parıldatan sebep : «Haçlılar»ın karşı · sında, mensup oldukları medeniyet topluluğunu
böyük
bir erkeklikle korumalarıdır. Artık Bey ; Alpaslan, Melik
şah zamanlarında Anadolu'nun Bizanslılar elinden alın ması için böyük hizmeti görülen ve iradesi, kudreti Bi tinya'da olduğu kadar Basra mıntıkasında da Selçuk İm
paratorunu sevindiren kahramanlardandı.
Bununla beraber Mardin adı anıldığı zaman aklımı za ilk gelen, onun oğlu Necmittin İlgazi'dir. ( 1104 yılın
da) Henüz kararını bulmamış bir tarihin. bazan en böyük
�
ka ramanlara bile musallat ettiği !'!eciye gevşekliği, İl:
54
MEMLEKET PARÇALARI
gazi' de pek tutunamıyor. Şu iki hadiseyi unutamıyorum '.
Hısm-Keyfa emiri iken, Selçuk «Sultan-ı azam»ı Mehmed'e isyan eden Musul valisi Çekermiş'i cezalandır mak için, arasının açık olduğu Tutuş oğlu ve Halep erni ri Rıdvan ile işbirliği yapmağı kabul ediyor: örfün ve milli birliğin karşısında bütün hislerini susturabilen a dam ! Anadolu Bizanslıların, Haçlıların bitip tükenmek bil
miyen tehlikeleri içinde. Birçok şehir ve kasaba düşman elinde. Bu sırada Sultana verdiği sözü tutmıyan Çeker miş'in cezasını veren imparatorun başkumandanı Çavlı
asi Musul şehrinin önünde, Yine. bu sırada, Türk tarihi· nin höyük kahramanlarından biri olan, Anadolu sultanı.
birinci Kılıç Aslan, imparatorunun üzerine yürüyor. İn sanı üzen bu sapkınlığın karşısında Artık oğlu İlgazi, ha la duyduğumuz azap ve öfke ile, füüsüne Fırat gibi bir
s�:ınsuğluğu mezar yapan kahraman fakat il.si Kılıç As · l�n'ın cezalandırılmasına koşuyor.
Gerçi, kendisi de, o
kadar höyük düşüncelerle, Haçlılara karşı giden «Sultan-ı
azam»ın Suriye'deki ordusuna kattığı · oğlu Ayaz'ın, Ak ·
sungur tarafından ahmakça hapsedilmesine dayanamıyoı:
ve başkumandanı cezalandırıyor. Fakat bu yüzden nef . sine uzun bir gurbet felaketini yüklüyor. Zaten biraz son ra da imparatorundan suçunu bağışlamasını
diliyerek
onun affına kavuşuyor. Böyük Kılıç Aslan'la yine höyük
Nurittin Zengi arasında Haçlılara karşı savaş devrini, İi b:r gazi Necmettin kadar zaferle, feragatla do!duran Türk emiri yok iken, adına para bastırmamış olması, s�.· biden onun bir gazi seciyesile · yaşayıp öldüğünü göster · mez mi ? Sonra kardeşi Eminittin, durup dururken ken
disinin Diyarbakır da üstüne yürümüştü. İlgazi kendin
den önce Mardin emiri olan bu cebbar kardeşi yenmiş ve öldüğünü görmüştü. Böyle iken, yalnız Mardin'in değil .
bugün, bütün Türklüğün öğündüğü eserlerden biri olar.
MARDİN
-�Maristan»ı m'
kendisi
55
bitirmiş, fakat ona kardeşinin adı
vermişti. İlgazi'nin ölüsünü Silvan (Miya-Farikin ) dan
Mardin'e «Sarı Cami» ye getirenler acaba onun vasiye
tine mi uydular, yoksa Mardin'i bukadar höyük bir seci yenin, bu kadar sıcak bir gönlün kanatlarından ayırma · mak mı istediler ?
Artık oğullarının öteki beylikleri gibi Mardin'dek:
devletleri de temiz bir temele dayanıyor. Bu ailenin elin de Nlardin, İbni Batfıta'nın da şehadet ettiği gibi. « İslam şehirlerinin en latifi ,en bedii, en metini olan bir belde ; kalesi tamnmış kalelerin en ünlülerinden» oldu. Burad�.
höküm sürüp «Kayı» boyunun damgasiyle özelleşen pa ralarını bastıran öteki onüç ondört hökümdar zamanın
da Mardin, tarihinin hangi imtihanlarını geçirmemiştir ? Fakat bu Emirlerin kendilerine güvencinin derecesini in ·
san her adımda görüyor. Mesela İlgazi Sait Necmittin, Tebriz hökümdarı Hasan'dan babasının ( Nasiriddin Şe· hit ) öcünü almak için çarpışmaktan kaçmamış, onu yenmiş ; sonra Hülagu gibi korkunç bir cihangirin hli «Zenciriye cumuna karşı koymaktan da çekinmemişti.
Medre�esi» ni yaptıran İsa Bey, Temür gibi bir seli ön · lemiş, ne gariptir ki önünde hiçbir engel tanımıyan bu cihangir, Mardin kalesine girememiştir.
Tarihin bu yayılışı gözden geçirildikten sonradır ld Artık oğulları'nın adına ve bahtına bağlanan Mardin'in
coğrafyası ile tarihi arasındaki bağdaşmayı anlamak ka bildir. Son derece zorlu beylikler ve devletlerle çevrilen :
Cengiz torunları Temür ve oğulları, Karakoyunlular, Ak· koyunlular gibi eşlerine seyrek rastlanır dehalar ihti raslar arasına düşen Mardin'in niçin böyle lrnıı :ıçmaz, kervan geçmez denecek bir dağa konduğu daha kolayca a nlaşılıyor. İster tüccar, ister fatih olsunı.. Mardin, kendi
.sine yönelenlere sahiden sapa düşüyor. Bütün alış-veriş
56
MEMLEKET PARÇALARI
ve döğüş selleri Dicle'yi takibederek Musul'a iniyor vey� Diyarbakıra çıkıyor. Mardin'i höyük şehir, böyük sanat
ve fikir merkezi yapan şey ise : orayı elealan cemiyetin idaresi, isteği ve kahiliyetidir. Böyük sanat ve fikir merkezi ! Bunu gelişigüzel kui lanmıyorum. Mardin'e ilk ayak basan hirisi, orayı tepe
den tırnağ':I. kadar bir Ortaçağ anıtı sanır. Buradaki «Ür
taçağ)> sözünü-adet olduğu üzere-aşağılık anlamında de ğil, ebedıyete meydan okuyan, taştan sanat çağlıyanlar::: bırakan oluş, yaratış çağı anlamında kullanıyorum:. Cum huriyet devrinde tamir gören « Şehidiye» minaresini ya
hut yeni belediyenin iy.i bi:> hediyesi olan saat kulesini, hatta şöyle herhangi bir Mardin evini eski bir abidenit"� taşçı ustası elinden çıkmış sanmamak, Mardin'i ilk gören
ler için zordur. Böyük mimarlık göreneğini yaşatan Mar din'in, kalesinden tutunuz da Kızıltepe (eski Koçhisar ve daha eskiden Deniser) kaza merkezinin Ulu Cami'sine, «Rasat kulesi» denen anıtına yahut Cizre'den
Rişmil'e,
Hasankeyif'ten Dara örenlerine kadar he� yanında, Türk sanatının ve fikrin bu şahitlerine yaralı ve kış savaşı ge çirmiş, bakımsız bir ordu halinde rastlarsınız. Zaten bü
tün Selçuk sanatını yaratan çağın boyaları gibi Artıklaı�
da ortadoks islamlığın içinde şaşırtıcı bir çehre ile gö
rünürler. Elinize bol bol geçen Artık paralarına bakınız. Orta Asya'nın herşeyi süs motifi gibi kalıba sokan� us
luplaştıran «pagan» Türk sanatı ile insanı, plastik alemin
mihrakı yapan Yunan « paganizmi>>nin birleştiği bu mi nik maden kabartmalar ; soyumuzun iç aleminde soluğu nu duyduğumuz sanat ülküsünü, sanat imkanını bize nakleyler gibidir. Eski paralarındaki bu «plastik»lik he vesi, diğer Selçuk beylerinin, devletlerinin eserlerinde de
gözükür. Fakat hiçbirisi Artık oğullarile Musul'daki Zen· gi Atabey oğullarının paralarındaki özelliğe kavuşama
nuşbr. Sanattaki bu plastiklik şevkini, Artıklılar'ın tun�
M A R D İN
57
veya bakır eserleri üzerinde daha derin bir zevkle, beğen mesile görmekteyiz. Sasani yahut Bizans örneğinin kopyacılığında düm düz kalan islam sanatı, Türklerin elinde insana ve kaina ta çevrilmişti. Selçuk sanatının bütün mimarlık eserieri le küçük sanatlarında insan, hayvan, nebat, çiçek türlü semb�ller halinde, hazan tuhaf ve karışık bir kabartma lar silsilesi gibi bulduğumuz bu çevriliş, Artık oğullarının mi.denden eserlerinde bir şuura, bir nizama erişmiş gibi · dir. XII. ci Yüzyıldaki Artık paralan üstünde görülen büstler, portre denecek aydınlığa vardığı gibi, XU üncü Yüzyıldan başlıyarak yapıldığı anlaşılan kutu, silah ve silahlıklar, çekmece, şerbet kazanı ,havan, şamdan, le ğençe, ibrik, kase, tas.. halindeki sanat eserleri üzerinde de aym kabartmalar serisinin enli ve ensiz, dairevi dola nan nuntıkalar içinde yerlerini bulduğUnu görüyoruz. Bu mıntakalar içinde kah tekerlek, kah armut biçimli çerçe veler içine ayrıca bağdaş kurarak oturan, ata binip koş turan insan mevzularını ; ince dallardan filizlerin yahut birbirine geçmiş çifte aşık yollarından bir zeminin ara · sında, bir «metope» aydınlığı ile yeralmış görmek bizi sevinç ve · şaşkınlığa uğratıyor. Armut biçiminde bir çer çevenin içini, çok kere insan, hazan kfıfi yazı geçmele rinden . kabartmalarla
süslemek, A�tık oğullarının taş,
tahta, maden eserlerinin hemen hepsinde görülür. Söz gelimi : bir Ulu Cami'nin, bir Zenciriye'nin, bir Şehidiyc' nin minarelerinde bu motifi nekadar yerinde ve nekadar özenilerek işlenmiş buluyoruz ! Fatımiler'in insana hiç de neşe vermiyen fakat plastik bakımından çok önemli anla · yış belgeleri olan sanat mot!fleri yanında Artık sanat iş leri, ayrı bir gurup meydana getirir. Bu gurubu, höyük Selçuk sanat denizi içinde, Musul Atabeyleri'nin san1:1.t grubu ile birlikte elealmak doğru olur. Unutmıyalım ki Musul'un oynadığı siyasi merkez rolü, Bağdat'tan sonra
MEMLEKET PARÇALARI
en böyük çekici ve yaratıcı tesirleri doğurmuştur. Musul
okadar koyu Türk yerleşmesine, Türk idaresine ve oka dar şuurlu, okadar uzun ve devamlı bir alan olmuştu ki imparatorluğun başlıca veliaht yetiştiren en yakın bir merkezi sayılıyordu. En böyük Selçuk asker ve beyleri
Musul'un Atabeylik vazifesiyle imparatorluğun kaderine tesir ediyordu. Tabii bütün istila ve akınlar da Musul'u hedef biliyordu. Burasının Ninva adı ile Ön Asya'nm bin · !erce yıllık tarihinde aldığı yeri düŞünürsek, Selçuklula rın vaktinde bu ününü, bu önemini kolayca anlıyabiliriz.
Yukarı Dicle'nin bütün beylikleri bu siyasi cazibenin çev resine toplanmıştı. Artık oğulları sanatında bu plastik şevkini, mimarlık vesikalarının hepsinde, en yüksek ye ·
rine varmış bulmaktayız. ister Hasankeyf'teki türbey� veya minarelere, ister Kızıltepe'nin «Rasat Kulesi>>ne ve ·
ya Ulucami'sine, ister Mardin'deki Kasımiye'ye, Necmit tin İlgazi'nin hisar içinde harap camisinin mihrap kitabe· sine bakınız.
Bütün artık anıtlarında, Silvan'ın Ulucamisi duvar
larında yahut Batman köprüsünün ayaklarını tutan mah muzun üstünde, hele Diyarbakır'ın Yedi Kardeşler, Evli beden burçlarında, Urfa Kapısı'nın bugün eşi olmıyan mil ·
den kaplamaları üstünde ; o çağın taze ve keskin itikat
larına meydan okuyan bir plastik a-şkını yayılmış bulur· sunuz. Urfa Kapısı'nın kaplamaları üstündeki türlü hay
van «figür» !erinden meydana gelen başlan, efsanenin
önünüze serdiği bir kitap sahifesi gibidir. Yedikardeşler
veya Evlibeden burçları önünde insan bir müdafaa vası tasının, bir ölüm yerinin karşısında olduğunu unutur : bu
korkunç kale parçasını Artıklılar bir cami gibi, bir türbe
gibi, hatta bir Kur'an yaprağı gibi kabartmalarla bere· mişlerdir. Çifte kartal kanatlı aslanla bütün bu müte
nazır parçalara ; öteki kadın çehrelerine ; hepsi birden bir
klasik çağ «moulure» ü halinde kuleyi kuşatıp çerçevele-
59
MARDİN
re yerleşen - giizel yazılara, kemerlere, saçaklara ; ( söy ler gibi canlı ) duran bu plastik manzumeye .. başka hiç bir yerde rastlıyama�sınız. Bütün tehlikelere sanatın dinle birleşen ifadesiyle önleme ister gibi bir hal karşı sındayız. Bunları yaptıran Artıkoğlu Salih Mahmud'u kendi zamanı bile hazmedememiş, onu putperest zannet mişti. Yeni yeni anlamıya çabaladığımız bu ilk şark röne sansını, Artıkoğulları'nın diğer kültür ve sanat teşebbüs lerinde de yakalıyoruz. Diyarbakır Artıklarından Melik Alp İnanç Kutluğ Necmittin buyruğu ile onun için Sür yaniceden Arapçaya çevrilen Anavarzalı Diyoskürid'i:r; (Miladın I inci asrı ) «Materia Medica» adlı eseri, Tür)_{ göreneğini, klasik çağ düşünüşünü ve islamın bütün taz� imanını biraraya getiren bu vahşi çağın üstüne bir ışık salkımı sarkıtıyor gibidir. Bu Melik Necmittin İlgazi'yi düşününüz : kardeşi Eminittin'in, Mardin'deki hastaha ne, medrese, cami ve hamamdan meydana gelen mimar lık manzumesini o bitirtmişti. Bu eser, başlı başına bir insanlık uyanışı değil midir? Mardin'i tarihimizin içine bir kahramanlık, bir sa nat, bir insanlık merkezi gibi yerleştiren Artıklılar niçin okadar acı bir sona kavuştular ? Şimdi 944 ( 1564 ) de «Mardin Artıklıları Tarihi»ni yazan «Katip Ferdi»yi ha-· tırlıyorum. Bu civanmert insan, bu acı sonu ne kadar du yarak bize naklebniştir. Karakoyunlu devletinin yaman hökümdarı Kara Yusuf'a Mardin'i teslim etmeğe mecbm· kalan son Artıklı hökümdarı Melik Salih, Memleketini bırakıp Musul'a çekiliyor : ·
San, riı.h-ü-revanın verdi, teslim eyledi. San, yerine türlü derdi cisme talim eyledi. Olmasın kimse cihanda kimseye naçar zebun, Ölmesi yeğdir, azizi.o , diri olmaktan o gün !
60
MEMLEKET PARÇALARI
Zavallı Melik Salih ! O devrin en ünlü şehir devleti
olan Musul'la bir ayarda tutulan Mardin gibi devletinden düştüğü için mi, yoksa tarihlerin ima ettiği gibi «ağı içi rildiği» için mi ; Musula varmasından sekiz gün sonra
ölüp gitti. Yeni evlendiği eşinin de ardından öldüğünii söylerler. Çocukları da Sincar taraflarına göçebe olup çekilmiş, bununla beraber Mardin, Türk alemi için yine ünlü, yine yoluna ölünür bir diyar olmakta devam etmiş
tir.
Bugün kurtuluş savaşlarının sırat köprüsünden ge· çen Mardin ; arkasını yasladığı höyük Türk tarihinin, bu
tarihe o kadar yakışan coğrafyanın üzerinde yeni bir ge leçeğe bakıyor. Bağdat'taki valilerin «Türkçe konuşuldu
ğu için azarladığı » Mardin nerede ; Massius dağından göz leri bir pıçak gibi delen, Türklüğün sınır bekçisi, bizim Mardin nerede ? Eşsiz meyveciliği, tarih zevkinden kuvvet alıp kendi
öz çocuklarının eline geçecek kuyumculuğu, dört mev simi toplıyan iklimi, hele dünyanın bütün düşüklüğüne
a rka çeviren misafirseverlik göreneği, bize türlü larda türlü zeka örneği veren höyük çalışmaları ;,
alan bun
ların hepsine sığınak ve pınar olan Türk- şuuru ile Mar din ; pek yakın bir yarının Anadolu'sunda birinci sınıf
bir turizm şehrimiz olacak ; tarihteki manasına uyar bir
Türklük anıtı olarak kalacaktır.
TARİHTE KAYSERİ
Bazı beldeler vardır ki göbeklerini tarih kesmiştir. Onların doğuşu bütün insanlık için bir başlangıç veya Ôir
son gibi bellenir. Geçirdikleri çağlar, bugün bile herkesin ·dinde bir ölçü, dilinde bir efsanedir. Ebesi baştan başa en müthiş, en heyecanlı bir Türk
tarihi olan Anadoluda bizim «Kayseri»nin böyle bir bel de olduğunu söylersem hemşerilerim biraz şaşıracaklar dır. Anadolu'nun bütün böyüklükleri gibi, beldelerine ait tarih imtiyazları o kadar az bilinir ve o kadar az değer
görürdü ki ; varlığı bazı milletlerde bir nevi milliyet esa -
sı olabilecek ( 1 ) şehirlerimiz bugüne kadar bizde yalnız
piçleşmişlerin alay mevzuu olarak kalmıştır. Konya, Er zurtun, Malatya, Harput, Divrik, Eğin, Van ve Kayseri böyledir. Halbuki bu beldelerimizi, ille Kayseriyi,
bugünkü
görüşümüzün, duyuşumuzun ölçüsüyle ve hele arkeolojik san'at ve kültür tarihinin verdiği yeni hökümlere dayana rak gözden geçirirsek ; önümüzde milletimizin geçmişine şeref, geleceğine sonsuz umutlar
verecek bir abidenin
yükseldiğini görürüz ve şaşırmamız hemen gider. * **
Kayseriden bize en eski haberi veren tabletlerdir (2 ) ( 1 ) Meseli Roma beldesi Faşizm için böyledir. ( 2 ) Ortası kabarıkça değirmi bir sigara tabakasına benze yen tabletler, kilden yapılır. Üzerlerine çivi yazısiyle metinleI" yazılır, ufak şekiller, tablolar, imzalar yazılır.
62
MEMLEKET PARÇALARI ·
Bunlar, XX. asnn başından beri Anadolu'da, Mezopo tamya'da, Mısır'da ele geçmişlerdir. Yozgat'ın garp şi malindeki Boğazköy'de, Kayseri'nin Kültepesindeki ka zılarda bulunanların ışığı altında ; Milattan .ence 2725 yıllarına doğru Kayseriden bir belde diye bahsedildiğini görüyoruz. ( 3 ) Burası belki de Puruşhanda adlı yakın merkeze tabi idi. Bu merkez şimdiki Kültepe öreninin ye rinde kurulmuş ve Kayseri'den 20 kilometre şimali şarki de bulunan Ganeş beldesinden çok ayrıdır. Ganeş o za· manki Kayseridir ve Mezapotamya'dan gelmiş bir Sami tüccar kolonisini, asıl beldenin dış çevresinde barmmak tadır. ( 4) Bu koloninin ruhu, gözü hep dışarıda : Asur' dadır. Gerek Ganeş diye anılan o zamanki Kayseri, gerek daha ayrı ve yerli bir m�rkez olan Puruşhanda, tamamiy le yerlilerin elindedir. ( 5 ) Puruşhanda'lıların Sami tüc car kolonisini sıkıştırmaları neticesi Agade kıralı eski ve ya birinci Sargon zamanında (yani Milattan önce 2n5 yıllarına doğru ) Mezopotamyalıların Kapadokya'ya gir diklerini görüyoruz. Bunlara karşı koyan yerli beylikler arasında Ganeş kıralı Zipani'nin ismi geçiyor. Mazaka'mr. yani Kayseri'nin bu tarihte, böyle höyük çapta hücuma uğraması için çok eskiden kurulmuş bir halde olması gerektir. (6) Elimizde vesikalar bulunmadığı için daha ilerisi hak kında şimdilik bir şey denemez. Yalnız, şimdiye kadar yapılan kazılarla, Anadolunun - yalnız garbında değil ( 3 ) Dr. G. Contenau : La Civilisation des Hitites at des Mil tanniens ( 1934 ), P. 51. ( 4 ) G. Contenau : La Civilisation des Hitites at des Miltan niens ( 1934 ), P. 58 ( 5 ) Bu yerlilere arkeoloji dilinde Asianiques veya Proto. Hi:.. tites deniyor. ( 6 ) G. Contenau : aynı. eser, S. 55.
'
63
TARİHTE KAYSERİ
ortasında Milattan 3500 yıl öncelerine doğru geniş bir yaşamanın vesikalarını bulmuş bulunuyoruz. Bu vesika lar, Anadolu'nun o zamanlardan başlayıp 2500 yılların
da birleşmiş - bir manzara gösteren münasebetlerini gös termektedir. Bu münasebetlerin Kafkasya, Kıbrıs, Su riye ve hele Mezopotamya, Ege ve Akdenizle yapıldığını
anlıyoruz. Böyük muhaceretlerin neticesi olan akınlar bir yana bırakılırsa, bu münasebetlere her manasiyle « miı badele münasebetleri» diyebiliriz. Bunların içinde en de
vamlısının, o zamanki Anadolu kültürü üzerinde en çok tesir yapanını -Mezopotamya, Ege ve Akdeniz olduğu gö rülüyor.
Anadolu coğrafyasındaki imtiyaz, yalnız şark
ve
garp arasında transit işini görmekle kalmamıştır. Şimdi
ki Çanakkale ( Troade) , İzmir - Aydın ( Lydia) alanların da Miladdan 2500 - 3000 yıl önce kurulabilen siteler, Ana
dolu'nun maden, hayvan ve nebatlarından da höyük çap ta istifade eden Emporium'larla temsil ediliyordu. Troiade alanındaki Hisarlık ( Troie ) , Mysia alanlarında
( Adramittium) , Bergama ( Bergamos) , küçük
alanlarında Bandırma
Edremit Firikya
( Kyzikos) , Lydia alanlarında İz..
( Tral-· mir (Smyrna ) , Efez (Ephesos)', Sardes, Aydın les ) ... Batı Anadolu'nun Emporium'ları ; Kemerhisar (Tyana) , Kayseri ( Mazaka) , Boğazköy (Hattuşaş) ... Or
·
ta Anadolu'nun Emporium'ları ; Sinop, Trabzon ( Trape zus ) . . . Karadenizin kıyısının ; Tarsus ( Tarsis ) , Malatya
( Melitene veya Melide) , Diyarbakır (Amida ) , Carabulus
( Gargamış ) . . . Cenup Anadolu'nun Emporium'ları idi . Eskişehir (Dorylaion) in, �zmit (Nikomedia) ın, Kadıköy ( Chalcedoine ) ün _h iç olmazsa arkayık
Yunanistandan
önceki devirlerden başlıyan bir mübadele tarihi vardır.
Din merkezi ve ticaret merkezi. .. , mabet ve depo . . . . bunları Anadolu'nun eski devirlerinde birbirinin yanında yer almış bul_uyoruz. Ünlü . bir mabudun adını taşıyan bir .
MEMLEKET PARÇALARI
mabede koşanlar, höyük çapta bir alış verişin de kaynağı oluyorlardı. Mesela Efez'in meşhur Diana mabedi Lydia için ; Eskişehirin şark cenubunda ve Sakarya (Sangarios ı kıyısındaki Pessinonte'nin «Toprak ana» « Kybele» ma bedi Firikya'hlar için böyle idi.
�
u merkezler arasındaki höyük ticaret yollarının asırlarca süren bir tarihi var. Biz bu yolların varlığım bir kaç türlü vesika ile öğreniyoruz. Bir kere Romalıların, Bizanslıların zamanında işleyen askerlik ve ticaret yolla
rının haritası ; konaklarının bir çok listesi ; seyahat ya panlann, hacıların hatıraları elimize geçmiştir. Yunan . Roma ve Bizans tarihçilerinin daha önceki an'.anelerce. hadiselere dair verdiği malumat sırasında bu merkez
lerden ve yollard?,n haberimiz oluyor.
Sonra Anadolu'da (Mesela : Boğazköy'de, Kültepe' eli
de, Tarsus'ta, Efez'de .. ) Mısır'da, Mezopatamya'da mize geçen tabletler askerlik, ticaret hadiselerine
ve
münasebetlerine dair malumat verirken bizi merkezler . menziller ve yollar hakkında da aydınlatıyorlar. Aynı
yerlerde bulduğumuz kayalara oyulmuş salineler, kabart· malar, heykellerle mühürler üzerinde gördüğümüz sah
neler, çok eski devrin kıyafeti, nakil vasıtası, ticaret va·· sıtaları, ziraat usulleri, biçimleri, kanunları hakkında bi · ze çok esaslı fikir ve haber vermektedir.
Bunlardan başka ; bir yere mahsus taşlar madenler ·
den yapılmış süs ve ibadet eşyasının - bu taşların, bu madenlerin bulunmadığı yerlerde - elimize geçmesi.. . bizi, .
.
bu alış veriş yollar ı, menzileri hakkında aydınlatan baş -
ka şahitlerdir. Bu şahitler ; bir istila yahut etnografik bir kaynaşmanın neticesi olan «bir müşterek medeniyet» •ve sikalarından, daha esasta ayrılıyorlar.
Bu eski merkezleri biribirine bağlıyaıı yolların ana-
65
TARİIITE KAYSERİ
istikametleri hakkında şimdi oldukça aydınlıktayız. ( 7 ı
Tıpkı, bugün, lzmirden biri Manisa - Afyonla şimal, öteki
İzmir - Aydınla cenup şark istikametinde iki demiryolu dağıldığı gibi ; eski Lydia sahillerinden (Ephesos'dan ya
hut Smyrna'dan ... ) iki höyük yol çıkıyor, şark illerine gidiyordı,ı. Höyük Menderes'le küçük Menderes bu husus ta ilk tabii istikameti göstermiştir. Şimalyolu Afyondan bükülüyor ; Pessinonte'den Gordion'dan ( ki Sakarya'mn kenarında, Beylikköprü yanında olduğu 1900 kazıları ile anlaşılmıştır ) , Ankyra'dan geçip şimdiki Ankara'nııı ro ·
lünü o z:ı.manlar oynayan Hattuşaş'a eriş.iyordu . Oradar.. ya İran ve Kafkasya hudutlarına girmeli:: üzere Zile ( Ze
l a ) , Cormana ( bakırı ile hala meşhur 'l.'okat ) a ; ya Ma zaka'ya (Kayseri ) varıp Malatya - Diyarbakır - Dicle yo
lu ile Mezopotaınya'ya ; ya hutta Karadeniz kıyısmdaki Sinop'a geçiyordu. « La Route Royale» «hökümdar yolu:» adıyla klasik devirlere, hatta Selçuk devirlerine
kadar
höküm süren bu pek uzun yolu tutmanın iki sebebi var
dı. Birisi : Konya'nın şimal şarkından başlayıp Aksaray eteklerine kadar uzayan «Tuz çölünün» geçmek mecbu riyetinden kurtulmak ; ötekisi, Milattan önce 2000 yılla rında, muazzam bir Hitit İmparatorluğuna merkez ola
cak ehemmiyette bulunan Hattuşaş'a uğramak mecburi yeti !
Batı Anadolu'sunun kıyılarından çıkan öteki cenup
yolunun şimal yolundan daha az kullanılmadığını ; hatta
bu yolun Kilikya üzerinden Suriye'ye, Mısır'a, Mezopa tamya'ya geçecek kervanların en işlek bir geçidi ol duğunu biliyoruz. Bu yol Aydın - Dinar ( Dineir, Apa mee ) üstünden Konya'ya
( İkonium )
ve Oradan Maza-
( 7 ) Bu menziller, yoliar husu·,,;unda başlıca : İngilizlerin hö yük arkeoloğu W. 1\1. Ramscy'e, Newton'a, Fransız G. Perrot'ya, G. Raclet'ye, R. Dussaud'ya ; ltus alimi Rostovtzef'e ; Alman C. !Iumann, Kiepeı1.'c çok borçluyuz. F. : :;
66
ka'ya
MEMLEKET PARÇALARI
( Kayseri) varıyordu.
Mazaka'dan
Karadenize,
Kafkaslara, İran'daki Ekbatan ( yani bugünkü Hemedan )
a, Malatya - Diyarbakır üstünden Persopolis'e ; yahut Tyana üstünden Gülek boğazı yolu ile Tarsus'a, oradan
da Suriye'ye Mısır'a gitmek mümkündü. Mezopotamya, Mısır, Suriye, Kıbns'tan gelenler Antalya üstünden Pa mukkale ( Hierapolis) ve Denizli'den Sardes'e varmak nasıl mümkün idiyse, Sardes'ten yahut Ephesos'tan ge lenlerin Afyondan sonra Dorylaion yolu ile Nikomeld ya'ya, İznik'e, Bizans sahillerine inmek imkanı o kadar
vardı. Efes ve Sard'dan Çanakkale ve Marmara kıyıları na gitmek istiyen kervanların yolu pek meşhurdu . Bu yolun ana çizgisi ; İzmir' den geçmek üzere Bergama, Ed ·
remit, Turuva, yahut İzmir, Bergama, Bandırma ( Kyzi kes ) veya İzmir, Bergama, Daskalion (Gemlik körfezin de ) dir. Bu son yolların ne kadar ehemmiyetli olduğunu, Turova'da 1865 denberi, Bergama'da 1882 denberi ya
pılan kazılarda bulduğumuz taştan, madenden , kemiktf>n yapılmış eserler ortaya. koymuştur.
(8)
Bu yolların gerçekliğine, üzerinde kullanılan vasıta ların ne olduğuna dair bilgimizin başka bir bölümünü yi
ne Kültepe tablet'lerine ve orada bulunan bir ınıührün re · simlerine borçluyuz. Milattan önce 2000 yıllarına doğru yapılmış bu tablet üzerinde dört dağ eşeği koşulmuş dört
( 8 ) Mesela : Kıbrıstan gelen ve milattan önce 2300 yıllann· dan yeni olmayan bakır veya tunç kaplar, avadanlıklann Tu nıvanın il. şehrinde, biiyük bir hazine ile ele geçmesi; Kıbns'a mahsus çanak çömleklerin Antalya - Kibyra ( Korkuteli ) yolu üzerinde ; yeni fakat bitirilmemiş tunç ve demir hançerlerin Antalya - Ağlasun - Dineir yolu üzerinde ele geçmiş bulunma ları, Anadolu'daki eski yolların Milattan önce 3000 yıllarında bi· •e hayal değil, geniş ve işlek bir hakikat olduğunu gösterebilir. Bu hususta en güzel hulasayı şu eserde bulabilirsiniz : Rene Du·s sauıt:1 La Lydie e ijses voisins. 1932 33 •
67
TARİHTE KAYSERİ
tekerlekli bir araba vardır. Mezopotamyadaki 3000-4000 yıllık Sümer sitelerinin kazılması ile elimize geçen ben
zerlerinden, eşlerinden anlıyoruz ki bu araba, Sümer'ler
den geçmiştir ; Anadolu'da kullanıldığını ise tabletlerdeki alım satım mukavelerinden açıkça öğreniyoruz. Bu ara
banın kullanılabilmesi için keçi yollarından farklı bir yol sisteminin kurulmuş olması pek tabiidir. * **
Bu başlangıcı okuyucularımın uzun
bulamamasını
dilerim. En kısa çizgilerle anlatmaya çalıştığım: bu baş
langıç olmasa idi, bugünkü Kayseri'nin tarihi karekteri üzerinde söyleyeceklerim köksüz kalırdı. Kayseri'yi şehir olarak gözden geçirenler" gerek bu giinki.i beldenin, gerek dünkü Mazaka'nın su, hava bakı · mından hiç bir fevkaledeliğini göremezler. Orduların hü cumuna karşı da onu koruyacak tabii seddi yoktur ; bere ketli fevkalade bir toprağı, her şeyi yetiştiren ikli
mi yoktur.
Böyle olmakla beraber, onun
hiç
olmaz
sa 5000 yıldır ve her türlü ırk, rejim elinde höyük, gerekli bir merkez kalması ; dört taraftan akan yoi
ların
düğüm yerinde
ğunu
biliyoruz ;
mektedir.
bul unmasından
O nu n böyük fakat
bir
yanı
savaşa
başındaki
ileri
meydan
gel
oldu
Ganeş'den
çı
kan vesikalarda, vaktiyle kendisine, davalarının temyiz edilmek için gelindiği hakkında kayıtlar var.
Demek ki Kayseri tarihe bir cihangirin eliyle değil, Anadolu'daki insanlığın tabii, devamlı ihtiyaçları ile doğmuştur. Milad'dan önce XX. asırda yaşıyan Yunan
Coğrafyacısı Stroben Kayseri'nin Sinoba
150, Malatya
yolu ile Fırat'a 300 km. olduğunu kaydetmeyi gerekli bu luyor. Ve böylece Kayseriyi meydana getiren, ticaret mü nasebetlerini klasik devirde bile yaşadığını göstermiş
oluyor. Stroben Kayseri için bunları yazmayı lüzum gör-
MEMLEKET PARÇALARI
68
düğü zaman, böyük Boğazköy çoktan unutulmuştu ; Gar
gamiş silinmişti ; yüzlerce askeri merkez ortadan kaybol muş gitmişti.
Şurasını hemen söyliyelim ki - hiç olmazsa Romalılar
zamanına kadar - Kayseri, Mazaka
adıyla
ve şimdiki
şehrin biraz ( yarım veya bir Km. kadar ) cenubunda,
ce ·
nubt garbisindeki tümeltiler üstünde kalmıştır. Bugi.ia oraya «Eski şehir» derler. Orada metodlu, sürekli kazıla�· yapılmadığı için şimdiden kesilip atılmasa da, yerin üs
·
tünde kalanlarla olsun bugün Mazaka'nın bütün tarihim
takip imkansızdır. Belli başlı devreler arasın<la atlama lar vardır. B u eksikliği göz önünde tutmak şartiyle, l.1a · zaka'yı kuranlar veya onu belli bir site gibi insanlığa ta nıtanlar «asianiques»ler yani Anadolunun ilk yerlisi Pro ..
to-Hitti'ler olduğunu te'yit mevkiinde
söyleyebiliriz.
bulunmadığımızı
Eti'lerin ille höyük konfederasyonlarının merkezini
Kızıhrmağın cenubunda Kültepe Ganeş'in bu konfederas yonla Mezepotamya münasebetlerinde birinci dereced � rol gördüğü şüphesizdir. Bu münasebetler ister Lidya yo lu ile, ister Dicle yolu ile olsun Mazaka boyuna bir durak kalmıştır .Eti konfederasyonunun merkezi şimale, Bo ğazköy'e ( Hattuşaş) geçtikten sonra da Mazaka itibarın dan kaybetmemiştir. Akdeniz kıyılarından gelen, şimal
yolu Ankuva'da (Ankara) Boğazköy'e uğrasa da Maza ka'ya inmek mecburiyetini giderememiştir.
Milad'dan önce 1650'ye doğru Etilerin Kapadokya'
nın ve «Kültepe»nin üzerine bir bulut gerilmiş bulunuyor. Anadolu höyük bir akına uğruyor. Buna Hikscslar'ıı
akını diyenler, Hindu-Avrupailerin diyenler var. Bu çağ' üzerinde vesikalarımız daha yok gibi. Miladdan önce
1450 ye doğru Eti imparatorluğunun yeniden kurulduğu
nu bildiren Mısır ve Anadolu vesikaları bolcadır. Bu ikin ci Eti federasyonu Şubbillülyuma'nın hökümdarlığı ile
69
TARİHTE K.AYSERİ
değişiyor, şevket kazanıyor. Bu devrenin sonuna kada:: Mazaka'nın Anadolu'nun birinci sınıf merkezi vazifesini
gördüğünü ele geçen eserlerden anlıyoruz. Anadolu 1200 yıllarına doğru höyük çapta bir dep reşme içindedir. Bunun hakiki sebepleri, hakiki istika · metleri üzerinde kesip atan malumatımız yoktur. Ortalık
durulunca şöyle bir vaziyet görüyoruz :
«Denizden gelen
kavimler» in zoriyle, Anadolunun garbında yerli en bÖ·· yük Em;porium ve Homiros'un ölmez İlyada'sına mevzu olan Turova ( şimdiki Asarlık ) mahvolmuştur. Firikler Çanakkale, Marmara kıyılarında kalabalıklaşmış,
sözle
ri geçen bir kavim olmuştur. Son Çankırıkapı, Karaoğlan,
Pazarlı kazıları ile Firiklerin Anadolu ortasına kadar Mazaka'nın yayıldığını anlamaktayız. « Ganeş» yerine
kurulduğunu ve cenubunda, cenup garbinde yeni bir Eti devletini kurulup buna şimdilik Louites'leıin hökfımeti
dendiğini görüyoruz. Boğazköy heğamonyası kaybolmuş tur. İdarenin, hakimiyetin ağırlık merkezi cenuba ve garba geçmiştir. Garb ve Ankuva'nın Dorilaion'un ille Gordion'un - Louiteslere ait Tyana alanlarının merkezi
düşünülen ve 1934 de keşfolunan - Göllüdağ'ın parlama sı bu zamana düşer. Bu devreye arkeoloğlar, kültür ha
kınımdan Post-Hittiler (yani Hititlerin hemen arkasın
dan gelen devir)
derler. Göllüdağ'daki höyük merkezin
bu zamanda höyük ehemmiyet kazandığı zannolunuyor :
Anadolunun ortasında en zorlu, dayanıklı devleti o za
man burada gördüğümüz gibi !
Yeni merkezlerin arasında Mazaka asırlardır süren
göreneğini devam ettiriyor, bütün yollar buraya dökülü yor. Boğazköy düşmüştür. Dorylaion, Gordion, Ankuva'
c!an geçen yol itibardan düşmemiştir. Ve büküldüğü yeı l\Iazaka'dır. İkoniom'dan geçen cenup yolu Garsoura'ya ve Göllüdağ'a uğramaktadır, fakat döküldüğü yer Ma zaka'dır. Bunu, yani bu devrede dahi Mazaka'nın höyük
MEMLEKET PARÇALARI
70
ekonomik rölünün bütün Anadoludaki üstünlüğünü göster mek için Alişar'da, Boğazköy' de, daha yeni keşfedilen Göl·
lüdağ'da bulduğumuz kapkacakların birbirinin ayni oldu ğu ortaya koymamız yeter. İstanbul, Ankara, Kayserı
müzelerindeki vesikalar bu hususta şüphe bırakmamak
tadır. Bugün Mazaka alanlarının neresine varılsa, hangi kayasına bakılsa, Eti devirlerinin vesikalarına bol bol rastlandığı gibi, İstanbul, Ankara, Kayseri müzeleri de
bu vesikalarla doludur.
Demir, Anadolu'da daha III. binde vardı, fakat onu
işlemek zordu. Bu yüzden ondan yapılanlar süs eşyas1 olarak kalmıştı. Başka madenlerde işçiliğin ilerlemesi sa yesinde demirin işlenmesi de kolaylaştı, ilerledi. Anado
lu'da Miladdan önce 1000 yıllarına doğru meydana gelen
höyük depreşme, demire hakim olanların eseridir diye biliriz. Bu devrenin şampiyonları Anadolu'da Firiklerdir.
( 9 ) . Gordion'un höyük merkez olduğu bu zamanlarca Mazaka ön saftadır. Hatta Mazaka adının ille bu çağda ün saldığını tahmin eyliyoruz. Çiftçilikleri, hayvancıhkla rı nasıl dillerde geziyorsa Firiklerin dokumacılıkları, renklerin iç manalarını sezişleri, hele musikideki a nlayı<ı
ve buluşları, dinlerindeki vecd ve esrar. . . Bugün öylece
dillerde gezer. Onların Anadolu'daki san'at simasına vur· duğu damga çok açık ve vesikaları pek bol, pek meydan
dadır. Etilerin göreneğini yakından sürüp gittikleri, on ların mirasına kondukları için Yunanlılarla Anadolu'nun ilk medeniyetleri arasında asıl geçit, asıl intikal devresi
onların devridir .
( 9 ) Hiç bir türlü dil benzetmesiyle tarih yapmak istemeden şunları ortaya koymam·a okuyucularım müsade etsin : Anadolu"· da bir çeşit elmaya bugün hala Firik elma denildiği gibi buğ ı.l.ayın bir türlüsüne de Toros'larda Firik buğday dendiğini pek iyi hatırlıyorum. Nas1l ki Ankara keçisine benzeyen bir çeşit ke çiye Firik veya Filik denmektedir.
TARİHTE KAYSERİ
71
Tahmin olunur ki Mazaka'nın ekonomik kuruluşu bu çiftçi ve san'atkar kavmin başvurduğu, ele aldığı, en yüksek surette işlettiği bir miras olmuştur. Bu alanlarda ( Kültepe de, Göllüdağ'da, Boğazköy'de .. Alişar da .. Ala cada .. Karaoğlanda .. ) ele geçen Firik çanak çömlekleri ile istihkamlarını göz önüne getiriniz ; Mazaka'nın bh· Firikya merkezi olduğu hakkındaki h ökümler ve onun an'aneleri değerinden bir şey yitirmediği kolayca anla şılır.
* **
Anadolu'nun en eski medeniyeti an'anesi olan yer lerinden birisi Lidya alanıdır. Sardis, Efozos buradadır. Lidyalıların iktisat ve ticaret yönünden kazandığı ün
çok üstündür. Firiklerin Anadolu ortasını ve bu ortanın dört yol uğrağı olan beldelerini ele geçirmelerini, Lid ·
ya'nın İran'la, Mezopotamya ile olan tehlikeli bir tran
sit yoluna sokmuştu. Lidyanın Mezopotamya'ya yolladı · ğı eşya, din, san'at ve düşünceleri ile oradan neler aldı ğını ille gleptik bakımından yapılan son keşiflerin aydın . .
lığında iyice görüyoruz.
Mısır, Mezopotamya medeniyetlerinin Kıbrıs ve Lid ya yolu ile Kapadokya'ya, netice olarak eski Anadolu ·
medeniyeti üzerine yaptığı tesirleri, en zorlu şekilde ıs pata çalışan tarihçiler, arkeologlar bugün çoktur. Şark tan gelen bakır ve demir madenlerinin toplandığı, Lid
ya'nın Tmolos dağından ve Pactole suyu kıyılarından top
lanan altın ve elektronların akabileceği höyük Mazaka deposunun Firik'ler elinde kalmasına dayanamıyan Lid ya kıralları - onların istilasına uğramadıkları halde, doğu
yollarının kilidini kurtarmak emeliyle - bu kavmi ezmeyi milli siyaset yapmışlardı. Aslına bakarsak Firikleri yı kan, şimalden Kafkasya yoluyle inen Kimmerler değil. Lidyalıların bu siyaseti olmuştur. Ve Firikya, meşhur kı-
72
MEMLEKET PARÇALARI
ralı Midasın intiharı ile 676 da değil daha
IX
uncu asırda
ölüme mahkum olmuştur. Kimmerlerin yahut Kimirlerin Anadoluya akışı Mi laddan önce VIII. asırda olmuştur. Mazaka'nın bu çağda ki halini pek bilmiyoruz. Kimıirlerin akını yağma, karışık · lık şeklinde olduğundan o zaman içinde geçen hadiselerin hali bulanıktır, karanlıktır. Bu karanlık devrenin, Mazaka bağları en derin olan
Lidya'daki tesiri müthiştir. Anadolu'nun o zaman en zen· gin, en temelli bir devleti olduğu halde, Kimir akınındar! Orta Anadolu kilidini hiç düşünmeden, Asuriye kıralı As surbanipala sığınmıştır. Asuryalılar Lidyalılarla birlikte Kimirleri Adana alanında 637 de tamamiyle mahvettiler ve Lidya kurtuldu. Mazaka yolu doğuya ,batıya yeniden açıldı; amma buralarda Asuryalıların elinde bir oyuncak haline girdi.
612 de Ninova'nın Medes Kıralı Keyaksar tarafın dan alınıp yıkılışı Asurya boyunduruğunu kaldırıyor. O zaman, bütün Firikyanın mirasına konan Lidya'nın
ta
Mazaka'ya kadar hökmünü yürüttüğünü görüyoruz. Fakat Keyaksar Asuryahların Anadolu'daki hego manya siyasetini benimsiyor. Çoraklığı, kabalığı,
o za
man pek dilde gezen İran yaylasının hakimleri - taşsız, ağaçsız, madensiz Asurya toprağı üzerinde yaşıyanlar.: biteviye Surya'ya, Doğu - Anadolusuna aktıkları gibi.. Anadolunun çok ünlü olan bereketli, ille Ege kıyılarına göz dikiyor. Mazaka'nın Medler eline düşmesi bu yüz · dendir. Kapadokya'nın ille onun hemen tek kalan merke·· zinin Medler eline düşmesi, Anadolu'da o zaman en zorlu olan Lidya'nın can evinderi vurulması gibi bir şeydi. G. Radetn'in dediği gibi, şark yollarından mahrum kalmak, akıllar ına, tahammüllerine sığar şey değildi. Kıral Alyat
te'nin 585 de Kızılırmak boylarına kadar, Medlerle döğiiş . mek üzere koşup gelmesi, bu bakımdan çok manidardır.
TARİHTE KAYSERİ
73
Onun atlattığı tehlike Krezüs zamanında Lidyanın başı na gelmiş ; Kapadokya'yı ve merkezini kurtarayım der
ken zenginliği, zekası dillerden düşmeyen bu Kıral ülke
si ile birlikte Medlerin kölesi olm,uştur.
Medler Kapadokya'da uzun zaman kaldılar ve temei · lileşmeğe çalıştılar. Pessinonte, Gordion, Ankuva Pteria
ve Tavium, Kom.ana Pontika, Stalata'dan geçen «Kırat yolu»nun en işlek devrini açtılar. Bu yolun üzerinde mü him maden ticareti ve din duraklarından biri olup Tokat'ın şarkında, şimdilik Koyulhisar veya Reşadiye tarafların da bulunan Pontos Komana'sındaki yerli mabet ve Tan
rının tesirinden kurtulmak için Zela şimdiki Zile'yi ele aldıklarını görüyoruz. Burada yeni bir Tanrı için yeni bir
mabet ve kervansaraylar kurdular.
Mazaka'nın bu çağda ekonomik değ·erini kaybetme .. diği anlaşılıyor. Medlerin resmi yolu olan şimal yoluna
karşı Anadolu'daki hayatın açtığı cenub yolu yalnız iş · !emekle kalmıyor, elimize geçen çivi yazısiyle yazılı soıı
devir tabletleri burada Med'lerin ve sonra onların yerin� geçen Pers'lerin çok zorlu münasebetlerini ortaya koy maktadır. Bu münasebetlerin boyuna artan cinsten ol duğunu görüyoruz. Çünkü Dara'nın zamanında
bütün
Anadoluyu hökümleri altında tutan Perslerin Kapadok ya'yı hususi bir idare bölümü ile korudukları aniaşılıyor. O zaman «Pontos Kapadokya'sI>> ve «Böyük Kapadok ya» diye ikiye ayrılmış, benliğini yitirmemiş bu alanlar
da Mazaka ikinci kısmın merkezi kalmıştır. Böylece Pers lerin «Pontos Komanası>>na yaptıkları yıkıcı rekabetten Mazakanın esirgendiğine h ökmolunabilir. Bu bir çeşit müstakil kırallığını Kapadokya
M.Ö.
III. asıra kadar muhafaza edebiliyor. Perslerin hegoman
yasını bir kuru yaprak gibi havaya savuran Makedonya lı İskender fırtına-sını Mazaka atlattı, fakat İskenderin
kumandanları o dünya imparatorluğunu paylaşınca Ka-
74
MEMLEKET PARÇALARI
padokya ve netice olarak Mazaka, sırasiyle onlara tabi
oldu, yahut onların himayesine girdi. Böyük «avanturier» in sarstığı alem, Rom.a'nın soğuk, menfaatçi, hissiz zin cirini takana kadar kendini bulamadan çırpındı. Ölenle
·
rin sayısını kim bilebilir ? Devrilen höküm.darların yekıi· nu nedir ? Kaybolan zekanın, emelin hesabını kimden ara ·
malı ? Şaşılacak şeydir. Helenistik devri diye anılan
bu
muvazenesi bozulmuş çağda Kapadokya bir çeşit istiklal içinde yaşadı. Aryarat'lar denen yerli hökümdarların
mütemadiyen Mazaka'yı birinci sınıf merkez olarak al dıkları anlaşılıyor. M.ö. 323 den 100 tarihine kadar Ma· zaka'nın bu yerli idaresini, elimize geçen takip edebiliyoruz.
paralarından
M.Ö. 100 tarihinde Mazaka'nın başına bir yıldırım
düşüyor. Bu çok ünlü Mihridat ( yahut Mithridate l dır. Roma imparatorluğunun Anibal'den sonra rastladığı bu höyük ve gaddar düşman Anadolu'nun kendi orduları,
Roma ordulariyle bir kaç defa baştan başa yağma edil mesine, yıkılmasına sebeb oldu. Bu devrenin Mazaka için
bir bela olduğwıu yazalım . Mihridat intihar edip bu ka· sırga geçince Mazaka'nın, Romalıların himayesinde yine yerli bir çeşit hökümdarlığa kavuştuğunu göri.iyoruz.
Bu yerli hökümdarlıkta aklımızda kalması gereken iki şey var : Mazaka adının Eusebia'ya değiştiğini görü ·
yoruz, bir ; Mazaka'nın terkedildiğini seziyoruz, iki ; evet, Mazaka bırakılmış ve şimdiki Kayserinin temelleri atıl mıştır. Buna neden liızum görülmüştür şimdilik bilmiyo
ruz. Hatta, Mazaka'dan ne zaman ayrılınchğını da kestir
miş değiliz. Yalnız Roma himayesi altında işleyen yerli hökümdarlar mekanizması, boyuna yıkılan, yağma editen şehrin ne müdafaaya, ne yeniden kurulmağa kabiliyeti kalmadığını görünce bu «bırakma» karannı verr.�lş ola
bilir. Düşünülsün ki Mihridat'ın damadı Ermeni
Kırah
TARİHTE KAYSERİ
75
Dikson (yahut Tigran ) M.ö. 77 de bütün Mazaka hal kını kendi yeni payitahtına kaldırmıştı ! Zaten eski Kay serinin müdafaa bakımından hiçte höyük bir üstünlüğü yoktu. Yeni Kayseri'nin ise yolların daha tabii geçebi leceği düzlükte kurulmuş olmak gibi bir meziyeti düşü · nülmiiş olabilir. Bu iki noktayı bir yana bırakırsanız, yerli höküm dar meselesi artık bir laftır. Roma demir silindiri Ana dolu'ya yerleşmiştir. Kapadokya kaç kere bu silindirin altında ezildi ! Roma disiplini her yanda olduğu gibi Eu sebia'da da bir demir gömlek gibi son yerli kıral Arche laos'u boğdu. Miladın 17. yılında Eusebia kalktı, ve bi zim Kayseri'nin şimdiki adı Kaesarea kondu. Romalılar Kayseride hep «bilvasıta» hakim oldular. Zaman zaman Kapadokya'nın şarktan, cenuptan, şimai den yerli eyaletlerle böyüdüğünü görüyoruz. Kaesarea' nın bundan fazlası ile istifade ettiğini tahmin edebiliriz . Ogüst'ün höyük an'anesine sadık kalarak Tiber'e, kadastro ve ardından yollar meselesini Anadoluda ö.n safa geçirmişti. Flaviens'ler zamanında da yolların yeni den genişletildiğini, tamir edildiğini biliyoruz. Bugünkü Kayseride «Kağnı pazarı»nda, eski mezarlığın altında ele geçen mozaiklerin Roma devrine ait olduğunu zannet· mekteyiz. Sonra, Şar ( Kamana ) daki Roma eserleri, Ki lisehisar ( Tyana ) daki höyük ören, Göllüdağdaki Port Eti ve Firikya şehrinin üstüne kurulan höyük Roma si tesi, sözün kısası : Kayserinin sağında solunda, altında üstünde... bu devreden kalan yüzlerce ören, abide, eser . . Romalıların Kapadokya'da yedi olmadan yerleşecek ka dar orayı mühimsediklerini gösterir. Klasik dünyanı.n İngiltere'si olup höyük sitesinden başka her yere mü.s temleke gözüyle bakan Romalıların, Kayseriden zengin ve işini bilir bir bezirgan gibi geçtiğini yazalım. Roma devrinin hatırda tutlacak iki mühim vesikası
"76
MEMLEKET PARÇALARI
bence şudur : Bir kere Roma imparatorları burada bi" darphane kuruyorlar. Bunun manası Kayserinin rolü ba
kımından pek mühimdir. Sonra ; miladın 260 ında Sasani lerin belli hökümdarları Şapur, Roma imparatoru Vale·
·
rianus'u Kayseriyi muhasara ve zapt eyliyor. Bu zaman da Kayserinin nüfusunu 400.000 olarak kaydederler.
Anlaşılıyor ki Romıa'nın höyük vasfı olan inzibat ve €mniyet şartları içinde Kayseri, asırlardan beri gördüğü «şarkla garp, cenupta şimal arasında tavassut» işini en
iyi biçimlerde inkişaf ettirmiştir. İlle eski Kayseri'de izle ·
rini bol bol bulduğumuz höyük Roma eserleri bu inkişa· fın açık vesikalarıdır. Roma burada mabediyle, mabuduy
la, ticaretiyle enine boyuna yerleşmeye çalışmıştır, Kay seri'yi o kadar ehemmiyetli bulmuştur. Eski Kayseri ile birlikte yeni Kayseri'nin de kullanılmış olması pek müm kündür. 400.000 kişilik bir şehrin yalnız eski ve yeni
Kayseri' de barınması zordur. Bu nüfus yekununun sa ·
dece yazılması bile Kayseri'nin o zamanki
açıkça gösterir .
gelişmesini
.....
Hıristiyanlık Kayseri için bir musibet olmuştur. San' at, idare bakımından daha Bizansın benliğini kazanama
dığı bu ilk devreye hıristiyanlık adını vermemiz bu ac1 neticeden ötürüdür. Her yerde olduğu gibi Kayseri'de de mağara, katakomp sığınçlığından kurtulamayan hıristi yanlık biraz sonra her türlü serbestliğe kavuşmuştu. Kayseri'nin o zaman bir metropolik merkez olduğunu gö
rüyoruz. Daha eski çağlarda dini hususiyeti üzerine bir
şey bilmediğimiz höyük belde, böylece zanaat, ticaret, ekonomik karekteri yanında bir de dini çehre almıştır.
İşte bunun yüzündendir ki Miladın 111 . asrı sonunda ve IV. asrı başında hökümı süren Roma İmparatorları ( Diok letien, Galere ... ) hıristiyanlığı mahvetmek istedikleri za·
TARİHTE KAYSERİ
77
man Kayseri bu kastlardan çok zarar görmüştü. Birinci veya höyük Kostantin Miladın 312. senesinde hıristiyan lığı benimseyince yapılan işkencelerle tahribat da durur gibi olmuştu. Bir ara « Putperest Julyanus» hıristiyanlı ·
ğın her şeyine, her köşesine olduğu gibi Kayseri'ye de
musallat olmuş, bir mabedin yıktırılmasından gücenerek, eski adı olan Mazaka'yı yeniden almaya zorlamış, Kae-. sarea adını silmiş ve tabii hıristiyanlığa ait ne kadar eser varsa yok etmişti.
Bu bela 20 yıl kadar sürüyor. Arkasından ( 385 e
doğnı ) Theodosius felaketi geliyor. Koyu bir hıristiy::ı.r:. olan bu imparator, «Putp�rest Julyanus»un bir eşi daim türer korkusiyle olacak, bütün eski devir abidelerinin eserlerinin kökünü kazımaya çabalıyor. Bütün Anadolu"
da zelzele kadar ve hatta ondan daha beter bir yıkıcılı k devri, böylece, hıristiyanlıkla açılmış, sürüp gitmiş bulu nuyor.
Kayseri'nin bundan ne kadar zarar gördüğünü se1.
mek için Miladın VI. asrında - artık Bizans İmparatorlu ğu olan - Justinianus'un uzun bir onarma, tahkim etırie işine girişmeye mecbur olduğunu hatırlamaklığımız ye
ter. Yeni Kayseri'nin surları zorlu olarak yeniden yapılı yor ; iç şehir dış f)Chir ayrılıyor. Erciyes'den Kayseri'ye
doğru uzanan su yollarının bu devreye ait olması ihtimal
içindedir. Yeni yol sisteminin kurulduğu bu devrede Kay seri'nin tarihi rolü bir kere daha canlanıyor. Ş.imdi onun
içinden yalnız ticaret kervanları geçmiyor ; Kudüs'e, Sur ya'ya inen Hacılar kafilesi de burada duraklıyor.
Bin
hatıra, bin facia, bin zaferlerle dolu bu alanlarda hıris tiyanlık kendi zaferi için her teşebbüsü yapıyor. O dev
reye ait seyahat hatıraları, yol ve menzil listeleri Kay seri'yi höyük dikkatle yazarlar.
Ticaret münasebetleri sırasında, hıristiyanlığın
�11-
sır'da Surya 'ela meydana getirdiği san'at, din felsefesi ve
78
MEMLEKET PARÇALARI
Helenistik devirden dökülüp gelen ilim akıntılarını Kay
seri pek yakından tanıdı. Putperest devirler için «Kapa
dokya tabletleri» , «Kapadokya çanak çömlekleri» neyse ilk hıristiyanlık devirleri için «Kapadokya mağaralarm daki freskler» - san'at, kültür bakımından - odur. Biliyo·
ruz ki cemiyetin, insanın her i:Ki tezahürünü bu alanda sentetize eden yer Kayseri olmuştur. O derece ki, Hz. Muhammed'in kendi dostlarına burayı «ilim merkezb� gi
bi taktim eylediği - bir rivayet halinde de olsa - bize ka
dar gelmiş bulunuyor.
* **
İslamların Kayseri'yi
çok iyi tanıdıklarına
şüphe
yok. İstanbul'un düşman bir ideale merkez vazifesi gör düğünü bilen yeni din, onu ele geçirmek için akınlar yap tı. Karadan yapılanların daima Kayseri'den geçtiğini gö · rüyoruz. Hicretin 71 inde Emevilerden Abdülmelik'in 108 inde Müslime bin Abdülmelik'in, 111 inde Said bin Hı
şam'ın, 114 ünde Süleyman bin Hişam'ın orduları
Kay
seri'yi her geçişinde, yeniden zaptettiler. Fakat Kayse ri'nin İslam disiplinine göre düzene konması ancak Türk menlerle mümkün olmuştur. * **
Kayseri'nin Türkmenler eline, bir daha çıkmamıtlr üzere - geçmesi Danişmend'liler devrindedir ( 1174 - 1184 )
Yalnız Danişmend'lileri Anadolu'daki Selçuklular mede ·
niyetinden ayırmak zordur. Biz Kayseri'yi bir kaç yüz ve yıllık geçici hökümet tesiriyle değil, höyük kültür medeniyet disiplinleri içinde gözden geçirmeye, Kayse · ri'ye damgasını vuran fikir, iş san'at akınlarına göre ka
rekterini aramaya çalışıyoruz. Bu bakımdan ise Anado lu'daki san'at ve fikir «Tavaifi Müluk»ü devrini Selçuklular disiplini içinde görebiliriz. Yani
Anadolu'da
nasıl siyasi bir «Tavaifi Müllık» devri var idiyse bir saR'at
79
TARİHTE KAYSERİ
« Tavaifi Mülfık »ü devri de vardır ve bu devir Selçuk dev rine bir başlangıç ve Osmanlı klasiklerine temeldir. Selçukluların Kayseri'yi Konya'dan sonra en büyUk merkezleri haline getirdiklerini biliyoruz. ona ancak Sivas
Bu bakımdan
eş olabilir. Onların elinde şehrin - daha
önceki çağların hiç birini aratmayacak kadar - bakımlı, itibarda, yüksekte olduğunu ne kadar iyi görüyoruz ! Hö kümdar, umumi vali. . . kim olursa olsun ; savaşa gitme den
burada düşünür, burada hazırlanır, «Üssühareke »si
buradadır. Savaştan dönünce, ister alt ister üst gelsin, çekilip
yarasını
saracağı, dinleneceği
yer Kayseri'dir·.
Barış yıllarında her mevsim, bütün düşünce, duygu, bil · gi, san'at, idare, din höyükleri toplanıp meyvalarını ver dikleri yer Kayseridir. Surya, Mısır, Elcezire, Azerbay·· can, Gürcistan, İran, Bizans kervanlarının akıp gittiği hö yük durak Kayseri'dir. Bu belde o kadar Türkmendir ki Moğol sergerdesi Bayço gibi müthiş, gaddar bir düşma · n ı n eline düşmesi bir dönmenin, bir Ermeni Tavaşi'nin hainliğiyle kabil olabilmiştir ( 1 0 ) . Kayseri o kadar zen
gindir ki, geçirdiği bütün istilalara rağmen, Moğolların çapul alayları onu ancak bir haftada soyabilmişlerdir. Osmanlılar devrinde Kayseri artık klasik bir Türk merkezidir. « Makarrı ülema»dır, cenup, şimal kıyılariyle şark ve garp vilayetlerine geçit veren höyük emporiwn, böyük pazar ve depodur. Sinan'ın eseri olan «Kurşun lu Cami»
klasik hale yükselmiş mimarlığın örneği
va
ıneyvasıdır. Yüze gelir bir işçilik arandığı zaman Kayse ri'nin ustalarına koşmak uzun geçmişli bir görenektir. Hatta hususi evleri. .. yontma taştan, en özenilmiş silme ler, kirişler, kemerlerle yapılmıştır. İçlerindeki tahta işi divanlar, kabul odaları bugün bile bizi zevkle önünde ah . koyacak kadar uslfıpla, karekterlidir. Fatih'in onarıp ye-
(10) Halil Ertem «Kayseri şelui.» Sahife, 81.
:MEMLEKET PARÇALARI
80
nilediği kalesiyle surları hiç bir devrinkinden aşağı deği! dir, yüksektir. Bu devirde her şark seferine giden, seferden döner, hökümdar, vezir Kayseri'de duracaktır. Oranın medrese · sinde yetişeni bütün Anadolu siteleri saygı
ile güvenle
gösterecektir. İmparatorluğun bin türlü gedik açılan eko ncmi kalesi Avrupa em,peryalizminin kölelik dağıtan sa nayi seli basıp Anadolu'nun canı yavaş yavaş çekildiği kara yıllarda Kayseri'nin tezgahları duraksız işleyecek : bu yeni istilti. Anadolu'yu şaşkına çevirdiği sırada onun çocukları bu yeni cephede hemen yalnız başlarına silah kullanacakiardır. Onlar, bu kölelik dağıtan ecnebi ser· maye ve sanayie o kadar dehşet vereceklerdir ki piçle şen ve yabancı sermaye elinde köleleşen yabancı azlıklar, bu düşmeyen Türkmen
ekonomi
kalesinin
karşısında
hınçlarından kuduracak ; arsız mahalle çocukları gibi kü für edeceklerdir. Ecnebi sanayinin boğucu seline kafa tu tan görgülü, görenekli, becerikli diyarın, bu klasik «1\fa karrı ülema»nın zeki çocuklarına « Okuma yazma bilmem ama
Kayseriliyim ! »
yahut
«Kayseri'de Yahudi
barın
maz ! » dedirten kaba şakalar yapacaklardır. Fakat it ürecek, Kayseri'den geçen kervanlar geç mekte devam edecektir. O kadar ki,
XX.
asrın demir ve
ya çelik yolu da yine Kayseri'den geçecektir. * **
Kayseri geçirdiği devirlerin sonuna gelmiştir :
Tıp-
kı Anadolu gibi ! .. Anadolu Türkmenlerin eline geçmeden önce ancak çok eski devirlerde bazı kavimlere ( söz geli mi : Etilere, Lidyahlara . . . )
metropol olmuş gibi görii nü
yor. Amma bunlardan hiç birisi onu, bu kelimenin anlat tığı manada bir vatan, bir anavatan haline koyamamış. onun birliğini baştan başa temin edememiştir.
YalnıL
Türkmenlerdir ki Anadolu'yu en aşağı 150 yıllık, kesilme
bilmiyen akınlarla doldurmuş ; baştan başa kendinin fa-
81
TARİHTE KAYSERİ
nı, eti, kemiği ve kafasiyle yeniden kurmuştur. Türkmen lerin o zamanki kafasına hakim olan disiplin ise- klasik devirlerin felsefe,
san'at görenekleriyle dolu . . .
İslam
hktı. Anadolu böylece yekpare bir yüz almıştır. Türk soyu ve İslam disiplini ! . . Kayseri bu iki zoru yüzlerce yıl keskin ateşten bir soluma gibi içinde dalga lanır buldu. Türkmenlerin Anadolu'ya
yerleşmesinden
başlayarak hiç bir yıl gösterilemez ki Kayseri bunu bir vak'a, bir iş, bir eserle duymamış, ebediyete miş olsun ! . . ( 11) .
götürme
Haçlıların ve Moğol akımlarının Anadolu'da yeni aç maya başlayan orijinal Türkmen medeniyetini, daha baş larken boğduklarını, baştan başa örene çevirdikleri Ana dolu'ya gömmeye çalıştıklarını unutmak mümkün mü dür ? Anadolu'yu kendisine
anavatan, metropol
yapan
Türkmenlerin insanlığa vermeleri gerekli meyvayı vere mediğini acı acı düşünüyoruz. Buna rağmen, tarihin dönüm yerlerinde Anadolu, ır kının höyük karakterlerini insanlığa kah bir ders, bir hamaylı göstermekten geri
kah
kalmamıştır. Bunun se
beplerini biz Anadolu'nun, her türlü belalar içinde, bir çelik namlı gibi - ırkının enerjisini bilemesinde, ve
asır
larca süren höyük Türkmen ruhunun bu topraklara, baş ka ülkelerde eşini bulamadığımız, bir çeşit hava, bir çe şit görenek, bir çeşit inan... sindirmesinde buluyoruz. Tıpkı bunun gibi ; Kayseri'yi dolduran abidelerin çe şidindeki bolluğa, bu
abidelerin ebediyet için yapılışla
rındaki hınca, bu abidelerin her birindeki güzelliğin özel liğine bakınız. Burada hanlariyle, çeşmeleriyle,
kaleleri
ve surlariyle, camileri, minareleri, mescitleri, türbeleriy· ( 11 ) Bu husu�ta bir fikir edinmek istiyenlerbı, güzel bir istatistik halinde Kayseri'deki abideleri hulasa eden şu küçük tetkika müracaatları faydasız olmaz : Erciyes ( Kayseri Halkevi mecmuası) sayı 14-15 ( 1940 ve sahife 453 - 456 ) F. : 6
82
MEMLEKET PARÇALARI
le, medreseleriyle, tıp fakültesi ve hastahanesiyle ( 1205 veya 1224 te) ... Hakikaten höyük, olgun bir cemiyetin yerleştiğini kolayca anlarsınız. Bütiin yağmalar, yangın lar, yıkılmalar, hainlikler arasında, hatta bunlara rağ· men san'at ve bilgi işlerinin burada nasıl kök saldığına bakınız : Kayseri geçici bir akımın eseri değil ; kökü baş ka yerlerde olan bir milletin müstemlekesi değil ; Ana dolu'da kökleşmiş bir milletin yeni bir disiplinle kurduğu merkezdir. Ne kalesi Justinianus'un kurduğu kaledir ; ne mabedi Kayseri metrepolitlerinin «Mezamir» okuduğu ma beddir ; ne alış veriş karargahı, Bizansın yaptığı «agora,, !ardır. Eski geçmişten aldığı yalnız görgüdür, görenektir, atmosferdir ve bunların hepside yeni bir senteze kavuş muş, yeni biçimlerle, yeni bir ifadeye girmiştir. Kayseri' deki abideler de Helenistik devrinin,
Mezopotaınya'nın,.
Orta Asya'nın, Kafkasya'nın ve İran'ın, Roma ve
Bi
zans'ın .. motiflerini bulursunuz. Fakat o abideler o kadaF Selçuk o kadar Türktür ki ta Poiters'de onları tanıyab� lirsiniz! .. Kayseri'nin theologie kürsülerinde söylenen lerde neoplatonizm, aryatizm, yudaizm bulabilirsiniz. Fa kat o kürsülerdeki hava yeni din inanlarının o kadar de rin kaynağından, o kadar zorlu esiyor ki! . . Onun Seyyid Battal efsanesinde Hz. Ali'den bir çok şeyler bulabilirsi· niz ; hatta bu kahramanın aslını Peygamberin göbeğine kadar çıkarılmtış görürsünüz. Fakat o Elcezire'yi, Sur-- ya'yı, İran'ı, Azerbaycan'ı,
Kafkasya'yı...
dolaştıktan
sonra Anadoluya akan Türkmenlerin yolunu tutmuş-, .Anadolu'da yerleşmiştir. Onun «Üssühareke»si Malatya, fakat efsanesinin en heyecanlısına sahne olan Erciyes tir. Ben Erciyes'in başka dillerde hiç efsanesini bilmiyo rum. Fakat Seyyid Battal'ın «çahı cahıme . . » atıldığını: inleyen en canlı efsane, Erciyes'i ebediyen Türkmenleştir ıniştir. .
Kayseri her zaman tüccar kaldı. Amma Ganeş'den ne:
TARİHTE KAYSERİ kadar farklı !
83
Ganeş eski devirlerin gözi.l dışarıda olan
ticaretinin semboli.ldür. Bizim Kayseri'miz ise kalbi Ana dolu'ya çevrilmiş yerli iktisat göreneğinin merkezi oldu.
O bizde ticaret, iktisat mirasının ; güzel san'at ve zanaat mirasının mimarlık tekniği mirasının, bilgi hareketleri, düşünce hareketleri mirasının çekmecesi ve böyle göre neklerin bize kadar gelişinde amil oldu. Bir Sinan meydana gelişini araştırırken nasıl Kayse ri'nin
·
«Cırlavık» köyüne kadar iniyorsak ; Anadolu'daki
böyük tahammül, yaşama ve höyük hamleler yapma tıl·· sımının esrarını anlamak için bizim Kayscri'mize ve onun gibi ayakta kalan Anadolu sitelerinin ta iç yüzüne dö ·
neceğiz.
BOGAZKÖY
Partenon'u görenler,
isfenklere,
« Tacı-Mahal»e
ko
şanlar asırlardır süren bir telkin mirasının esiridirler. İç leri, gönülleri başıboş değildir. İstedikleri gibi göremezler, söyliyemezler. Onların gözünde, dilinde asırların
sanat,
ilim adamları görüp söyler. « Boğazköy», daha kimseye bu tatlı çeşit esirliği tat tıracak şöhreti bulmamıştır. Kalkış noktanız neresi olur sa olsun, « Boğazköy»e varışınızda içiniz bozulmamıştır. Kendinizi oradaki eşsiz tesirlere hazırlanmamış bulursu nuz. Ve « Boğazköy» sizi işte böyle, birde!J.bire ağına sarar. Oraya bugüne kadar gidenler hep tabiat arayıcılar oldu. Yeni devirlerin «eli asalı, ayağı demir çarıklı» ar-
keoloğu Texeir ve Humman'dan tutunuz da 1907 deki keş
fiyle Hitit tarihine orijinal bir ışık dağıtan , H. Wirick ler'e kadar Boğazköy'ünün yolunu tutanlar, bir ellerinde kazma kürek, öbüründe pertavsız bin
taşıyanlar oldu.
Üç
sekiz yüz senelik tarihinin bağrına bir elmas taht
gibi kurukn böyük beldeye, yalnız pertavsızla bakmak, en güzel bir hayat sentezini dağıtmaktı. Bunun için
de
dünyanın böyük bir hayat ve sanat sitesi, suyu çekilmi,? . bir değirmenden daha belirsiz, daha ziyaretçisiz, seneler ve senelerdir duruyor ! Benim gibi siz de ilkin, oraya Yozgat - Alaca - Ku· laklı üstünden gidiniz. Fakat bilmem bizim münevver kit-
BOGAZKÖY
85
lenin arasında kaçı şu adları tanıyacak ! Alaca . . . Kulaklı . . . başka başka suyu çekilmiş iki Anadolu değirmeni daha ! . . Bir kamyon, bir Ford sizi buralardan rahatça geçi rir. O zaman Hattuşaş'a lodosundan varmış olursunuz. Ki pert'e, Anadolu'nun yüzünü görmeden haritasını yapan şu eski böyük Kipert'e . . . bakınız : Yekbaz denen bir nahiye merkezimiz var. Oraya ka vuştunuz mu, Boğazköy, başsız kalmış bir dev gövdesi gibi görünür. İki derin vadinin ortasına devrilen, vadi leri doldurup taşan bir dev gövdesi ki, ( Selçukilerin, Ak dağmaden yolundaki karamıağra kalesi gibi ) ,
aşınmaz
yalçınlığiyle, höyük yollar geçen iki vadiyi, gözlerinin ve kudretinin kontrolü altına almış, dalgalı bir kayalık üs tüne tüneyen şahine, kartala da benzetebilirsiniz. Tarihin bu höyük kahramanı önüne temizlenmeden çıkamazsınız. Hele bir Türk,
bugüne kadar yaptığı ih··
mallerin günahından temizlenmedikçe,
gözlerini
sonsuz
ufuklara diken, bu kartalın göğsünü sıvazlayamaz. Kork mayın : Hititler size bu fırsatı verecek kadar höyüktür, inanan bir cemiyettir, mütefekkirdir. Bakın, solunuzdaki geniş ( ve daima yalçın ) kayalık nasıl oyulmuş, işlenmiş, hazırlanmış ! Burası yazılı - kaya'dır. Açık mabed ! güna hı olanları, herzaman, kayalarının yalçınlığından Anado lu göğünün, Anadolu güneşinin banyosundan geçiren Hi tit usulü ibadet yeri ! Buraya ürkek, ürkek girerken, bakınız niçin Mikel Angello'yu hatırlarsınız : Mukaddes ihtirasına şu
alem
dar gelen o sanat kahramanı, bir gün : «İnsanın yaptığı . bir kaya gibi yuvarlandıkça, asırların seli altında kaldık ça, bütün kalmadı ! » demişti de onun için ! Hititlerin adı ebediyen bilinmiyecek sanat adamları, mutlaka rönesans sanat devri gibi düşündüler. Sonsuz ihtiraslarına minik taşları az gördüler de dağları oydular, eserlerini ebedi yetlere her yönden, her yandan ısmarladılar.
86
MEMLEKET PARÇALARI
Ferhat'ın Mikel Angello ile birlikte ıçınıze doğduğu bu açık mabette, kayalar dile gelmiş gibidir. Dizi dizi tanrılar ve ilaheler, kahramanlar ve hökümdarlar sizin gibi dolaşmaktadır. Tarihle, metafizikle haşir neşir olur sunuz. Temişlenmişsinizdir, Hattuşaş'a çıkabilirsiniz. Bir gün « Gazi geliyor ! » d�nmiş. Sayılı valilerden bi ri de ( 1 ) tarihin taş kesildiği - Hattuşaş'ı Türk işçisinin eline verip yol yaptırmış. Güzel ve kıvrak bir yol ki ora·· ya en layık bir biçimdedir : Hattuşaş'ın eteklerinde şimdı bir köyümüz pinekler, oradan höyük kale akrapoluna dö ne döne çıkarsınız. Bunun içindir ki Boğazköyde bir Sina çeşmesi var. Siz yaklaştıkça Boğazköy böyür, böyür ; ilk anda gö zün, zekanın kavrayamadığı bir böyüklükte yayılır. Tıp kı Kerkenez kalesinde gördüğüm içiçe genişlemek, yayıi · mak hususiliği ! Hititlerin bir alameti ! Daha Akropola varmadan, daha eteklerinde iken sizi üç şey çiviler yer yer, şahinlikler gibi, içinizde ür pertiler uyandıran kaleler ve kuleler ; yolunuza iri bir göz gibi dikilen gizli yeraltı yollarının ağızları ; Laocoon' daki yılan gibi birbirine geçen iri taşlardan örme duvar yıkıkları. Fakat Akropola çıktınız mı, diliniz tutulur. Ankara kalesi kadar höyük, yekpare bir kaya... Onun içinde di nin zevki, kuvvetin zevki, ihtiyacın derdi neler oydurma mış ! Revaklar ,höyük sarnıçlar ve burada suyu kaleye, şehre dağıtan su künkleri tertibatı ! Kütüphaneler, sara yın, çift ve taş direkli bölmeleri ! Acaba Şubbilülyuma bu rada mı okurdu ? Burada mı sonsuz, dalgalı ovalara ba kar ; Mısır'dan Babil'den, Süza topraklarından, Mitanr:i illerinden yahut Sart diyarından gelecek haberleri, hedi yeleri... şu yekpare revak altında mı beklerdi ? ( 1 ) O zaman Çorum valiliği eden Bay Cemal Bardakçı
B O G A Z K ÖY
87
Dostları için Hititler neler yapabilirlerdi ? Bunu bil mek için Milattan 1800 sene evvelki «Babil» akınını, da ha sonra Mısırlıların başına höyük bela açan «deniz mil letleri birliği>>ni düşünmek yeter. Düşmanlarına nasıl karşı dururlardı ? Bunu bilmek için, vadilerin içinden şu yalçın Akropolun eteğine kadar kakılan höyük, kaypak rampayı görmeniz gerek ! İnsana ehramların dört yüzünü hatırlatan bu taş örgü, zavallı eski Yunanlıları nekadar şaşırtmıştı ? Nerede böyle bir örgü görseler, «Kiklop işi ! » diyen, Heredot'un ürkek, hülyalı hemşerilerine Mısırlı lar'ın : «Daha siz çocuksunuz ! » demesi, ne kadar doğru ! Amazonlar için bize bıraktıkları efsane gibi, Hitit mimar lığı da onları şaşırtmış, dillerini dolaştırmıştı. Otomobiliniz sizi Akropolun eteğinde beklemektedir. İster onunla, ister - bir hac yapar gibi - yayan, Hattuşaş beldesini dolaşmıya başlarsınız. Şıu ( Nişan-Tepe ) ye ba kın : Hala Hitit yazılarını bir hamaylı gibi taşıyor. «Kral kapısı » sizi Mikena'nın «Aslanlı kapısı»na alır götürür : nasıl ki Akrapoldaki su künkleri tertibatı, Girit'in «Mi nas medeniyeti»ni, Knossos sarayını gözünüzün onune bir dürbün gibi çeker getirir. Yalnız, buradaki eserler, daha sarp, daha iddialıdır. Sağınızda, önünüzde mabet yı kıkları sıralanmıştır. İnanmayan milletler bu dev gibi eserlerin hangisini yapabilirlerdi ki ? Gizli yeraltı yollarının en sağlamı, en uzunu içinden geçerken asırların esrarlı dehlizlerinde yol alır, gibisiniz. Romalılara, meşhur «Tolos-Vofıte» sistemilni bu ilk örnek ler öğretmediler mi acaba ? Bu gizli yolların öbür ucu si zi vadinin yalçın bir geçesine çıkarır. İki yanınız Hititle rin o emsalsiz rampa örgüleriyle ağaç ve kaya kömele riyle saklanmıştır. Mısırlıların, Asurluların bile yıldıifa su «Mitanni » çocuklarını sindirmek için, işte bu işleri yapan ların korkusu lazımdı ! * **
88
MEMLEKET PARÇALARI
En hırçın düşmanların alıp yıkamadığı bu surlar zr. manın ve bizim kayıtsız ellerimizde şimdi bir eski zaman esirinin gözleri gibi oyulmakta. Hattuşaş'ın eteklerinde pinekleyenlerimiz, kalabilen ağaçların kanını emmekl.e geçinen, şu eşsiz isfenksleri kurşunlarına nişan yeri ya· pan gafiller olarak sürünnrekte ! Bereket versin ki bugüne kadar yalnız ilim adanıla n için dünyanın en ünlü sitelerinden olan Boğazköy, ka yıtsız zamanla şu pinekliyen çocuklarına ders ve zengin lik verecek devreye girmiştir. Şimdi Yozgat'ta bulduğum amirleri, münevverleri hatırlıyorum. Onlar topraklarına, etin tunağa bağlanışı gibi uyanık, özlü memleket çocuklarıydı. Bize Boğazköy yolunu kısaltmayı, Yozgat'taQ. en kolay bir yolculuk ya pılmasına gereken herşeyi yapacaklarını vadetmişlerdi. Bu vait, şüphesiz hakikat olacak diyorum. Ve göz lerim «Türk Tarih Kurumu» ile « Türk Turing Kulübü» ne dikiliyor. Gönlüm, bu iki memleket birliği ile höyük Hattuşaş'ın kalbini birleştirecek yerde bulunan irfan mü rnıessiline dönüyor. Siz böyle düşünürken güneş batmaya yaklaşır. Dün ya, Anadolu yaylalarına verdiği bir renk ve sessizlik şiirine dalar. Bunda, için bilinmez arzularını dindiren bir şey var. Döne döne çıkarak başlıyan ve sizi ebediyetle birleştiren gününüz işte böyle duyarak, düşünerek biter.
UAİTTİN TEPESİ Ankara'dan Konya'ya kadar uzanıp genişliyen Or-· ta Anadolu parçası jeologların, coğrafyacıların, istatistik-· çilerin gözünde nedir ki ? Haymana, Konya ovalariyle Koçhisar ve cenuptaki göller düzlüğünün birleşmesinden doğan bir istep denizi ! .. Şu kadar bin kilometre murab baı kuru, vahşi bir deniz ki Anadolu yaratılırken, daha Üçüncü Devrede, tabiatın hasis eli şuursuz bir alayla kireç, kum, tebeşir, jips, şist setlerile çevirmiş ; andezit, serpantin, diyorit'ten mıhlarla perçinlemiştir. Bu setle ri zamanın zelzelesi sarstıkça yeryer vadicikler, uçurum lar, yarıklar açılmış ; ne yazık ki buralardan çok kere lav akmış ; yahut genişçe çöküntüler olmuş, oralarda da an oo.k bataklıklar tutunabilmiştir. Bugün hakiki bir toz denizi gibi dalgalanan bu coğrafyanın tek neşesi Tuz Gölüdür
ve istepin bu
üçyüz kilometrelik boşluğunda
bunalan gözün gördüğü tek rüya seraplardır. 1941 yılında yaşayan Türk arkeoluğu için meseie ne kadar farklıdır ! Şöyle ortalama, 900 metre ile 1500 metre yüksek likteki bu istepte, yaylalardan ovalara iner, granitlerin ufalanmasından meydana gelen sert, renkli geçitleri ge çer, Tekedağı'nın, Paşadağı'nın, Bozdağ'ın, Karacadağ' ·
ın pınarlarından içerken, gözler Ankara'nın Ludumlu be li'nden ve Emir gölü'nden Konya'nın Beyşehir gölü ve Fasıllar köyüne ; Haymana' dan Aksaray'a kadar höyük lere, abidelere dalabilir. Türk arkeoloğunun gözü Çiha-
90
MEMLEKET PARÇALARI
çef, Andruzof, Hamilton, Ainsvort, hatta bir Pero, bir Şapü gibi yabancıların gördüğünden çok farklı bir alemi seyreder. Şimalden cenuba doğru, şimdi kuru yaylaların yamacında, eteğinde, yahut şimdi bir toz deryası, bir bataklık cehennemi olan ovaların kenarında yer tutan höyüklerin duvağını birer birer kaldıran insan ; !sa' dan hiç olmazsa 3000 yıl önce bu höyüklerin temelini atmış olan kitlelerin bütün macerasını yaşıya yaşıya ilerler. İster Erciyeş'ten ve Hasandağı'ndan yani doğudan. ister Emir ve Mugan gölleri mıntıkasından yani şimal den, ister Afyon taraflarından yani batıdan, ister Kilik yalar'dan yani cenuptan geliniz : Konya'dan geçeceksiniz ve AIA.ittin Tepesi'ne sellm vereceksiniz. Bu bakımdan Alaittin Tepesi, Orta Anadolu'da bu kısmın bağrında, tarihin özenerek yüksettiği bir kuleye, bir abideye ben zer. Benim gibi şimalden gelenler için bu kulenin mana · sı inanılmıyacak kadar derin, büyüleyicidir. Muhtelif kapalı havzaların döküldüğü Konya ovasına kadar, Or ta Anadolu'nun bu yaman çölünde, yüzü insana korku verecek kadar buruşuk ve sert tepelerin, yahut kam. leyleklerin küren (kuşların küme küme bulunuşu) halin de uçuştuğu göl taslağı bataklıkların arasından kamyon ların ,taksilerin, cehennemden kaçar gibi uzaklaştığım görürsünüz. Kağnıların, arabaların, develerin mütevekkil katarları, arı gibi çalışkan bir halkın durmıyan gidiş ge lişi ; yaratıldığı yerde kalmış hissini veren bu çölün belki en karakteristik alemini meydana getirirler. Yolunuzun üstüne değişik mesafelerle dizilen höyükler olmasa, siz de başkaları gibi bu istepe insan elinin değmediğine hök medersiniz. Fakat bu höyükler, yer yer oyulan böğürleri · ne ; hiç olmazsa beş bin yılın tabakaları, renkli ve dev işi bir kemer gibi dolanmış olan bu höyükler, size acele et memenizi söyler. Onların benzerlerini düşünerek hayali-
ALAİTTİN TEPESİ
91
nizde kaldırdığınız tabakalarında çok zengin, çok orijina� Bakırçağı, Hitit çağı, Firig çağı, Roma ve Bizans çağları, nihayet Oğuz Türklerinin mıedeniyetleri dile gelmiş gibi dfr. O medeniyetleri kuran kimbilir kaç milyon insanın tıpkı şimdi kağnısı ile, devesiyle akıp giden halkın düşün dürdüğü şekilde işte bu vahşi denen çöle karıştıklarını dü şünmemek mümkün mü ? Bütün bu milyonlar, şimdi bu ayaklar ve tekerlekler altında uğunan toza, çakıla dön müşlerdir. Nasıl ki onların şehirleri, o yüzleri bulan şehir leri, şimdi istepin şu asık yüzlü kayalıklarından, tepele rinden farkedilmez haldedir. Yıllarca Çihaçef'ler, And ruzof'lar, Pero'lar, çöle vaktiyle canvermiş olan kitleleri, onların şehirlerini işte bunun için görmediler. Beşbin yıl önce buraların tabiatım ele alanların macerası ; kaderi yenen, tabiata hökmeden fatihlerin efsanesidir. Bu hö yüklerin çokluğu, bu höyüklerdeki medeniyet katlarının duraksız, birbiri ardından gelişi, bu tabiatın kendi içind� barınanlara huzur değil, yıkılmaz bir iç çatısı verdiğini anlatıyor. Çöle meydan okuyan bu eşsiz tahammülü, sab rı, siikfınu, gevezeliğe ve firara müsaade etmiyen ağır başlılığı, Orta Anadolu'nun halkında bir karakter olarak buluşumuz sebepsiz değildir. Fakat höyüklerin dile gelen tabakaları, sizi geçmişin milyonlarca ruhile ne kadar çevrelerse çevrelesin, kapa lı havzaları aşıp Konya ovasında ilerlemeye başladığınız zaman yanınızda yalnız serap kalmıştır: Gözün alabildiği yerlere kadar, kuruluktan çatlamış, kel, diş diş ürpermiş çölde, kimsesizlik kefen gibi sizi sarmıştır. Kuş bile uç mıyan ve kayalardan meydana gelen sonsuzluğu, boşluğu içinde bir hisarı andıran uzak, görünmiyen köy evlerinin, efsanevi sütunlar gibi göklere değen
koyu direklerinin
serabı ile avunacaksınız. İşte tarihin, arkeolojinin bütün takatını yitirdiği bu
92
MEMLEKET PARÇALARI
andadır ki Konya vahası görünür. Bu vahanın, hasretile koşan çöl yolcularına ilk selamı veren Alaittin Tepesi'dir. Bu itibarladır ki Konya demek, bir anda, Alaittin Tepesi demek olur. Türk Tarih Kurumu'nun bugüne kadar yaptırdığı ka zıların tarihimize teması bakımından en millisi olan Kon yadaki çalışmalardan önce, gerek Konya'nın, gerek Alait tin Tepesi'nin geçmişi, masalların malıydı. Alaittin Tepe gelmişti. si, torba torba taşınan topraklarla meydana Yalnız Eflatun hakim, burayı nasılsa beğenmiş ve bir tP- fekkür kulesi kurmuştu ! Ş•imdi Türk arkeoloğunun eli, Alaittin Tepesini bü tün masallardan temizlemiş, onu hakikaten hayran kalı· nacak tarihinin kürsüsüne oturtmuştur. Gerçi Alaittin Tepesi'ne torba torba değil araba araba toprak taşınmış tır, ama bu, oradaki garip, sevimsiz ağaçlama hevesinin sebebinedir. Artık biliyoruz ki Alaittin Tepesi denen höyük, kum lu bir zemine, Firig çağı insanlarının kurduğu geniş bir şehirle yerleşiyor. Şunu artık anlıyoruz : Alaittin Tepe si'ni masaldan temizliyenler, Konya mıntıkasının, bütün Ön-Asya'da görülmemiş, azamet ve zenginlikte şehirlerl e Taş devri sonundanberi dolup taştığını tespit etmişlerdir. Mesela Konya'nın Cem Sultan Köşkü denen cenup yerin deki Karahöyük, görülmemiş böyüklüğü ile Konya'nın bütün geçmişini kaplıyor gibidir. Bu bakımdan Alaittin Tepesi, Taş ve Bakır Devri'nde uzun müddet bırakılmış, unutulmuş görünüyor. Fakat Anadolu'ya Milattan önce 1000 tarihlerinden beri akan Firigler akını buraya dökü lünce, höyüğümüzün bütün dünyaya meydan okuyacak kadar azametli bir şehre kavuştuğunu görüyoruz. Anadoluyu altüst eden türlü kasırgalarla kaybolan Firiglerden sonra Alaittin Tepesi sırasiyle Helenler'in. Romahlar'ın, Bizanslıların sığındığı bir istihkam oluyor.
ALAİTTİN TEPESİ
Onların tarihini kapıyan Türklerle ise ebedi çehresini almış görünmektedir.
Alaittin Tepesi
Alaittin Tepesi'nin en eski ve tarihi Konya olduğu nu söylerken diğer uzun devirlerin üzerinde duruşumıız bizi bunaltmıyor. Oğuz Türkleri gerçi Konya'ya en son gelenler olarak görünüyor ,fakat Alaittin Tepesi'ni insan lığa asıl takdim eden onlardır. Alaittin'de ve bütün bu mıntıkayı şaşılacak bir bollukta kaplıyan höyüklerde başka devir, başka medeniyet tabakaları bütün yüksek liği kaplıyor. Ne zararı var ? Türltter, başka kitlelerin binlerce yıl yaptığını hülasa eden her höyüğe karşı hat ta bu istepte onun tepesinden bakan bir abide bırakmış tır. Her sabah güneşle birlikte, duvarları önünde yüzü ne daldığım Alaittin camisini, Selçuk höyükleri yalnız Bizans kilisesinin yerine bir din adetini getirmek için kurmamıştır. Bu cami, yalııız ibadetin mütevazi, feragat li büzülmesi için de yapılmanuştır. Türk höyükleri bu mağ rur abideyi, daha önceki medeniyetleri mühürlemek ve Alaittin Tepesinden bütün tarihin makta'ını sanki sey retmek için yükseltmiştir. Onlar bu makta'ı şüphesi?. dikkatle, şuurla gözden geçirmişler ; höyük denizlerin, canlandıran solumasına, ancak sızıntı halinde kavuşmu� bu istepi, talihlerinin kendilerine iradelerini bilemek için nasip ettiğini anlamışlardır. O kadar iyi anlamışlardır ki, yaradanın unutmuş göründüğü bütün bu alemin ka · derini dokuzyüz yıl, Asya'nm, Avrupa'nın hınç ve kin dolu sellerine rağmen idare etmişlerdir. Bunu gördükten, bildikten sonra, Ön-Asya'nın en son göç dalgasını mey dana getiren bizim kitlelerimizin buralara başkalarından sonra gelmesinin ne h ökmü var ? Eski ve Türk Konya'nın hududu neresidir ? Bu sı nırlar, bir yandan cenuptaki Cem Sultan bahçesine, bir yandan garptaki Meram'a kadar mı genişliyordu ? Bunu
94
MEMLEKET PARÇALARI
tahmin ediyoruz, fakat yüzde yüz bilmiyoruz, ama Türk � !erin eline geçtikten sonra Alaittin Tepesi'nin artık yet� mediği meydandadır. Bu vadiyi Türkler o kadar eşsiz bir hayatla doldurmuşlardı ki, tarih ciltlerini kaplayıp taşı ran Konya abideleri doğabilmişti. Yalnız bunlar mı ? Bu� rayı dolduran hayat, çölün sönmüş alemine akmış ; in sanın bir kale diyeceği gelen o muhteşem Selçuk hanla rı meydana gelmişti. Yine bunun içindir ki bütün İslam dünyasını dolaşan bir Muhiddin-Arabi, bir Bahaiddin-Ve led, bir Mevlana Celaliddin, ancak Türklerin şarkta ya rattığı rönesansın havası içinde nefes alabilmişler, Kon ya'da karar kılmışlardı. Konya abidelerinin, eski ve Türk Konya'nın bugün ne kadarı elimizdedir ? Ah .. buna utanmadan cevap ver mek zor. Vatanın tapu senetleri olan bu abidelerin yok edil4Ji bilhassa son zamanlara rastlıyor. Elimizde ka lan, elimizden gidenin galiba binde biri ! Alaittin Tepe si'nden tarihin makta'ına bakanlar, eski ve Türk Kon ya'yı bir Antep işi gibi işliyen bizim zevkimizin vesika larını kaybettiklerine daima yanacaklardır. Bu tarihi ve bu abideleri yapanların bütün zerrelerinde, bütün işle rinde kaynaşan höyük, umumi ve bilhassa onlar için o kadar tabii olan sanat aşkı, güzellik aşkı nerede ; bu ta rihi, bu abideleri ancak bir tahsil, bir mektep, bir şuur mevzuu olarak alanların münferit çabalamaları nerede ?
BERGAMA YOLUNDA Tesadüfün insan ve cemiyet hayatındaki rolünü kim inkar edebilir ? Mümkün olsa da ferdi veya cemiyeti, bti · tün istidadından, kabiliyetlerinden ayırsak, sonra da iki ferdi, yahut iki cemiyeti mankenler gibi, otomatlar gibi zaman zaman karşı karşıya getirsek ; netice ne olabilirdi ? Tesadüf anlamı ancak insan için, yani etinin, kemi · ğinin altında bir maya, bir imkan, hulasa, olmaya, olma·· maya müsait bir canlı benlik taşıyan mahluk için bahis mevzuu olabilir. Bergama'nın ömrünü bu ölçü ile, bu gözlükle ince leyince onun zaman arasına bir yığın imkanlarla girdi· ğini ; Anadolu coğrafyasının buradaki tarih doğuşunu nasıl kolaylaştırdığını görürüz. İzmir'den hareket ederken bu doğuşu hazırlayan tür· lü imkanları düşünüyor, bilhassa coğrafyayı tanımak is tiyordum. Yer yer tamir gören ve sanki niçin yapıldiğını bilirmiş gibi bir canlılığı bulunan iyi bir şose üstünde birçok otomobil, otobüs uçuyordu. 60 ile 80 kilometreden aşağı düşmiyen, - hem de çok yağmurlu bir havada hıza, hurdada uçuyor demekliğime izin verilir, değil mi ? Chateaubriand'ın ondokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru geçtiği bu yollar, şimdi ne kadar farklı ! .. Daha 1930 da bu yolları, alaycı gözlerle geçen Henry Bidou (Le temps, 15.10.1930) şimdi bizi görse başka türlü ya zardı. Bu yol sıkıcılık bilmiyen bir canlı şeye benzer. Ovadan ( şimdi sonbahar yağmurlarını hazmetmekle uğ-
MEMLEKET PARÇALARI
96
raşıyor görünen ovadan ) tepeciklere, tepelerden denize inip çıkan ve bunları dağ eteklerine indiren, çıkaran canlı şey ! . . . Gediz'in seleserpe dolaştığı yer bitmeden Gii zelhisar çayı başlar. Daha onun ayaklarından kurtulma dan « Bakırçayı - KaikOS» vadisine girersiniz. Bu çaylar, bu vadiler ise soluyan, mevsime göre gülen, ağlayan. ufalan, böyüyen canlı şeylerdir. Bunların hepsi beton köprülerin cenderesine soku larak rahat geçit vermeye zorlanmıştır ki burada verdik leri hürriyeti başka yerlerde yayılışlariyle çıkarmağa çalışır gibidirler: Şu vadi buralara yerleşen ilk insanlara tabii bir yoi h izmetini görmüştü. Ege'den Anadolu'ya yaklaşanlarla Anadolu'dan Ege'ye bakmak istiyenler belki de, bizim ( kayık ) manasına gelen « Kaikos» un, dağla ovayı uyuş turan kıyılarını izlemişti. Bergama bu hatıraları unut mıyacaktır. Onun iskelesi o zaman Kaikos'un Ege'ye dö küldüğü yerde kurulacaktır. Bergama için ilk imkan işte bu vadidir ki onu bir taraftan «Thyatire - şimdiki Akhisar» yoluyla Gediz va disine, oradan «Sardis»e ; bir taraftan Kyzikos yoluyla Marmaraya, İstanbula, Karadenize, bir taraftan Troa de iline bağlamıştır. Biliyoruz ki, bize I. inci Turuva, V inci Turuva ör neğinde kapkacak veren Yortan, bugün de Gelembe çayı üstündedir ve bu çay, höyük Kaikos'un bir koludur. Ber gama müzesindeki tunç devrine ait iki kap, beldenin be:j kilometre garbında kalan Değirmen, Bahçe, Bahçıvan tepelerinde ele geçmiştir. Neolitik çağın işi olduğu anla · şılan, bugün Ankara Etnoğrafya müzesinde bulunan iri müdafaa baltası - Nefrit taşından - Bergama yakınla rında cenup doğudaki Kaşıkçı ile Muaacalı arasında, -
BERGAMA YOLUNDA
97
Gümüşova höyüğ·ünde bulunmuştur. Bütün bunlar Ber gama'nın, kendi coğrafyasındaki imkanlardan, çok esld tarihlerde faydalandığını meydana koymaktadır. Bergama'ya yaklaştığımız zaman bugünkü beldenin şinı:alindeki tepe, 300 metrelik yükseklikten bize bakı yor zannettim. Bu tepe, sessiz ve insansız dağlardan başka bir şeydi. Orada kemerleşen, kuleleşen duvarlar vardı ki za . manın oyduğu bu gözleri, birer Kyklope gözü gibi, gör meden bakıyor zannettirirdi. Burası tarihi Bergama'mn kurulduğu, kuvvetlendiği tepeydi. Bu tepeye eskiden ne derlerdi ? Bilmiyorum. Şimdı ona sadece «kale» deniyor. Çok geniş bir kaide üstünde, birkaç farklı yükseklik gösteren kale, vadinin ortasın dan fışkırır gibidir, tektir. Şimal yanını batıdan doğuya, cenuba kadar Kestel ( Eski Getus ) çevirir. Şimal batısını garptan cenuba kadar Bakırçayı'nın vadisi kucaklar. Bu genişlik ve boşluk içinde heybetle di�ilen kale, haddi zatında bir tabii Ziggurt'a benzer ; ge . niş basamaklı, devlerin kurduğu bir Babil bahçesinin pla . nına benzediği gibi ! Bu tepe, alemle münasebete mani olmadığı halde jadırgının her tecavüzüne müsaade et mez : Kervan için, elçi için, yeşil bir kadife yastık gibi yassılan boynu ; düşman için, katmerli bir aslan ensesi gibidir. Bu tepe Bergama'nın ikinci höyük imkanıdır. Phiretairos kimdir? Bergama'nın imkanlarını bir birine bağlayan tesadüf ! Bu tesadüfün aslı ne idi ? Söy lendiğine göre İzmit'li (Bythinia ) bir burjuva ile Kasta monu'lu ( Paphlagonia ) bir güzel rençber kızının çocu ğu ! Şüphe yok ki Philetairos Bergama'nın tarihi dev rinde görünen ilk tesadüf değildir. Akropolde, yani ka·· lede yapılan oldukça metotlu hafriyattan anlaşıldığım. F. : 7
Yıl
MEMLEKET PARÇALARI .
göre klasik çağda (M.Ö.V. inci asır .. ) ve hatta Arkayik: devirde de yerleşmeler olmuştur. Bergama müzesinin ca mekanlarındaki Post - Mycenien birkaç çanak çömlek _ parçası, herhalde tek kal.mıyacaktır. Fakat bunların bü tün önemi, galiba Bytihinialı'nın tarihine bir nevi bftsa- mak olmaktan öteye geçememiştir. Ön Asya, hele Ana dolu olmasaydı, şu bildiğimiz Yunan medeniyeti kurula mazdı. Bu medeniyet Yunanistanı bir cennet, servet kil besi haline getirmeseydi Makedonyalı Filip orayı siyase tinin bir ideali haline koymazdı. Filip olmasa, belki De · mosten o kadar böyük bir vatanperverlik güneşi haline ·girmez ve İskender doğmazdı. İskender yetişmese, Yu nanlılık bir cihangirlik sevdası peşinden sürüklenmez, ve sonra ön-Asya bir kısım Afrika, bir kısım Balkanlar ve Yunanistan o şaşırtıcı dağınıklığa uğramaz, sanat, fi. kir tarihinde « Hellenistique» devir açılmazdı. Fakat İskender ölmese «Lysimachos» ün almaz, Anadolu'da devlet kurmaz ve Philetairos Bergama kıral· lığının esasını hazırlamazdı. Lysimachos, İskender'in ölümünden sonra mirasına konanlardandır. Bu miras arasında Bergama onun his sesine düşmüştü. Bergama kalesi herhalde o devirden önce de müs tahkem . bir akropol olacak ; çünkü Lysimachos, höyük servetini saklayacak ,veri aradığı zaman orasını seçmişti_ Bergama tarihinin üçüncü imkanını işte bu hazine meydana getirmiş bulwıuyor. Çünkü «Lysimachos» un hazinesini, onun namına Bergama'yı idare eden Phileta iros saklıyordu. Bunun, bir kırallık kurma fikri, şüphe siz ilkin bu hazine ve bu akropol ile başlamıştır. Philetairos, İskender'in mirası üstünde çarpışanla- rın birbirinden farklı olmadığını anlayacak kadar gi1n görmüştü, zekiydi. Bu itibarladır ki Ön-Asya'nın saadet ve şahsiyetini aynı derecede parçahyan generallerin bo-
BERGAMA YOLUNDA
99
ğuştuğu sırada yerli, şahsi bir politika gütmeyi tasarla mış ; ilkin Silifkoslar ( Seleucides) ile anlaşarak Lysi machos'un yenilmesini koylaylaştırmıştı. Onun Suriye' deki harplerde ölmesi üzerine koca (Bytihinialı) nın kendini Bergama kıralı yapması en normal bir hadise gibi kabul olunmuş gitmiştir. Buraya kadar ağır ağır dönerek, sanki bir oluşa ge be kaldığını saklar gibi ihtiyat gösteren zaman, bu an dan itibaren geniş ve tez devirlerle dönmeye başlar. Zamanın sonsuzluğu içinde · Philetairos'un çevirdiği bu höyük tarih filmini anlıyabilmek için, o devrin ka rakteristiğini bilmek çok faydalı olacak. Kanun, akıl, amme menfaatı üzerine kurulan Yuna nistan ; sergüzeştçi, atılgan ( Makedonyalı ) nın hülyasiy le darmadağın olunca, göz açıp yumuncaya kadar yaşa yan dünya imparatorluğunun yerinde birçok beylik. kı rallık türedi. Birbirini yiyen bu t�ekküller arasında Mı sır'daki '< Lagides » veya «Batlamiyoslar - Ptolemes» Surya'daki (Seleucides ) ler, Makedonyadaki ( Antigoni des ) , nihayet Bergama'daki ( Attalides ) lerdir ki devre ye damga vuracak iş ve devam gösterebildiler. Bütün bu kırallıklar herşeyden evvel mutlakiyetc::i idi. Orada yalnız bir kişinin hökmü, yalnız onun dediği olurdu. Yunanistan'da seçilerek yapılan hökfımet reisle ri, artık bitmiştir : Kolunun, zorunun tecavüzile işe yer leşen kıra!, iktidar makamını ancak sülalesine bırakmak tadır. Çevresinde kendinin beğenip seçtiği bir takım emir· kulları vardır ki bütün dikkat ve maharetlerini, efendi lerine hoş görünecek yolda harcamayı ilk iş bilirler. Bu teşekküllerin bünyesi esasen askerce olduğun· dan, onu kuranların bütün dikkati, asker kuvvetinin üze rinde toplamraştır. Boyuna birbirini yedikleri için bu te şekküllerin asker kuvvetine boyuna ehemmiyet vermesi tabiat halini almış ; kıratın parasiyle toplanan, yaşayan ·
100
MEMLEKET PARÇALARI
bu kuvvetler zamanın en müthiş vasıtası haline yiiksd miştir. Bu kuvvette, bir vatan fikri değil, kıratın emri, yasağı yaşamaktadır. Bu müthiş, bu pahalı aleti devam ettirebilmek için çok paraya muhtaç olan bu Helenistik devir kıralları, onu, memleketin bütün gelir kaynaklarını ele alarak, kendilerine sözde bu kaynakları muhafaza ediyor süsü vererek temin eylediler. O zaman bu geliri kontrol etmek, toplamak, beklemek için sürülerle kul yani memur kul landılar. Bunların işlemesi için de uzun, çeşitli kanunlar, nizamlar yaptılar. Denebilir ki Mezopotamya, Anadolu ve Mısırın kadim imparatorluklarından beri unutulan bu çeşit kaideler, asıl Hellenistik devrin icadıdır. Ve bin zahmet, bin şeytanet, bin işkence ile toplanan paranın höyük parçasını, h&rpler yutardı ; bir kısmı sarayların sefahatına giderdi ; ancak minik bir kısmı memlekete ay rılırdı. Böyle bir rejim ise ancak mahdut bir sınıfı zen gin etmiştir. Buna karşı halkı, onun bütün kudret kay naklarını söndürmüş, hele şahsi teşebbüsleri, yaratıcı enerjiyi tamamiyle yemiş, eritmiştir. Bu devrin askeri monarşilerinde belki en korkunç hususiyet : Yunan cumhuriyetlerinde her şey olan halk ın tamamiyle silinmiş olmasıdır. Halk .. Halk.. Onları, günlük ekmeğin temini dağa, kıra, ovaya esir etmiştir. Bu ekmeği, ekseriya vergisini ödiyebilmek için, yemekten vazgeçmektedir. Böyle bir yığın için siyasi terbiye, siya si düşünce artık kalır mı ? Öte yadan, bu köylü halkın, kendilerini doyurmaktan ziyade kendilerine bela olan bu toprakları bırakıp yeni kurulan şehirlere akına başladığı görülüyor. Orada yeni bir alem var ki hem ekmek pa·· rası, hem bu çoraklaşan gönüllere haşmetin hayranlığını veriyor. Bu yeni şehirler Helenistik devrin başka bir husu siyetidir. İskender, zaptettiği yerlerde düzine ile şehir
101
BERGAMA YOLUNDA kurmuş, hep kendi
adını vermişti. Onun mirasçısı olan
generaller de yeni şehirler kurdular veya eskilerini bü yülterek benimsediler. Bu beldeler, hep bu kıralların ve · ya sülalelerinin adını taşıdı. Bu insanlar adlarını toprağa. ebedi olarak kazmak istiyorlardı, denebilir ! .. İşte İsken deriye, işte Antakya, işte . Silifke, işte Bergama, işte Si ragüza. . Bütün bu bel.delerin, imtiyazlı, lfıtuf gören şe hirler olduğunu söylemeğe lüzum
yoktur. Halkın haki
mi orada oturduğu için oraların örnek surette hazırlan· mış olması lazımdı : Binalar, anıtlar, müesseseler, tiyat rolar, mağazalar, yollar, jimnasiar, kütüphaneler, milze ler, saraylar evet daima köşkler ve saraylar .. bütün öte ki kasabalarla, şehirlerle
kıyas edilmiyecek kadar hö
yük, süslü, güzel, parlak, pahalıdır, boldur. Hökümdarın ve çevresinin buralarda rahat etmesi , dostunu, misafirini, rahat ettirmesi esastır.' Ve zamanın ilmi,
tekniği, güzel sanatları hep bu gayeyi temin için
daima seferberdir : mutlak hakimler, daima bir maiyet takımına muhtaçtır. Bu maiyet takımı göz kamaştırıcı olacaktır. Ne yaverler, ne köleler bu hususta kafi gel mez ; bu saray divanlarında, Yunan medeniyetini temsH eden en güzide şairler, tarihçiler, bilginler, sanatkarlar, hatipler kırala yaranacaklar ; onun peşinden gelecek, lfı .. tuf bekliyeceklerdir. Vazifeleri
hökümdarın
şanını,
şe ·
refini söylemek, neşretmektir. Bu yüzden de efendileri, onlar için
akademiler kurmuştur,
müzeler yaratmıştır.
Böylelikledir ki bu yeni şehirler birdenbi re höyük kültüı ocakları haline yükselmiştir. Bu devletlerin başında bulunanlar arasında,
garip
bir imrenme, bir nevi haset höküm sürerdi. Hepsi de kü tüphaneler kurup yazmaları oralarda toplanmayı ; müze ler kurup sanat adamlarının, sonra da sanat eserlerinin birikmesini bir nevi izzet-i nefis işi saymıştır. Mesela İs kenderiye'nin meşhur kütüphanesiyle müzesi, Bergama' -
MEMLEKET PARÇALARI
102
nın gine o kadar zengin olan müzesi, ki.itüphanesi. . hep böyle izzet-i nefis yarışları ile meydana gelmiştir. Bu sa·· yededir ki Yunan edebiyatı, grameri, güzel sanatı, tiyat rosu, hatipliği, felsefesi yaşamış, devam etmiş, tefsir gör müş ; bilhassa geniş mıntıkalara yayılmıştır. Ama, bütün bunlar bir efendiye kul olanların elinden, dilinden, kafa sından çıktığı için, Eşil'lerin, Fidyas'ların, Sokrat'ların, 'l'ukidit veya Ksenofon'ların yaratıcı, hür eserlerine ben zemezler. Fidyas, inandığı mabudu bir kıcal veya cumhurreisi şeklinde yontabilir miydi.
Bir Sokrat,
kabil
midir
ki,
site ve halk varken Lizistirat'ın veya Perikles'in üstün de dursun .. Fakat Helenistik devrin kümdar,
Allah
birdir ;
askeri monarşilerinde hö
hökümdar,
ordu
kumandanı,
zengin, hulasa herşey olması ona yetmemektedir ; o, ma but yerine geçmek,
mabetlerde mabut gibi halkın ken -
disine taptığını istemek zevkini en normal hak bilmekte dir.
Tarihçi, şair, dramcı, sanatkar .. hep ve yalnız onu
gözönünde tutacak ; gönlünün, zekasının, elişinin en seç me eserini ona hediye edecektir. Yakarıda söylediğimiz köy halkının
koştuğu şehir,
böyle bir şehirdir. Orada onu
karşılayan kimlerdir ?
Para mezhebini
ön safa geçirmiş bir zenginlik aristokrasisi ;
herkesten
ileride, ön safta yeralan bir yüksek memur sınıfı ! Bun ların çevresinde yığınlarla köle, sanat sahibi, lafla geçi nen tufeyli, mesleksiz vardı ki
efendilerinin gölgesind�
bir nebat, bir böcek veya bir fil hayatı geçirirlerdi. Bu şehirlerde artık ne zekanın, ne paranın orta hallisine ve . ya kendi
halinde yaşayanına yer kalmamıştır. Bu çeşit
insan vadrsa, mutlaka bir kapıya kul olacaktır ki parası na, kafasına hayat hakkı bulabilsin ! . . Bu şehirlerde oturan höyük kitle n e dinleri, n e mil -
BERGAMA YOLUNDA
103
:!iyetleri bir olan, garip, karışık bir tabakadır : En ufak -<<Civique» endişe anlan birleştiremez. Bunlar anlaşılmaz bir yığındır : Şimdi bakarsınız tam bir «passivite» için dedir ; halbuki biraz sonra en kötü karışıklığı bunlar çı karır. Bununla beraber bu yığının karakteristiği yok değil dir : Birarada hareket edemez, inanmazlar ! Onlarda ve bütün bu Helenistik kıralların höküm sürdüğü toprak ların insanında kaybolan bir şey var ! Bu idealsiz sürü, gittikçe sefih, gittikçe ince, gittikçe zengin, gittikçe aza. metli, gittikçe kültürlüdür. Fakat bütün bu meziyetlec boştur ve onlar, yeni, mert hiç bir şey yarattırmıyacak olan bir mahdut vazifenin, bir memurluğun baskıs1 altın da belkemikleri kınlmış gibidir, devamlı, esaslı bir şey yapmak imkanını kaybetmişlerdir. Ancak o mel'un para dininin adamları olan Aristok rasidir ki bu sürünün elinden tutacak, direktif verecek, onlar da yürüyecek, düşünecek ve sözde höküm vere cek. Bu belkemiği kırılan yığının eksiği : kendilerini, köklerini yitirmiş olmalarıdır. Kendileri .. Ön-Asya'nın o yüzlerce asırlık kültüriinü yaratmış, ona varis olmuş, her noktadan üstün kültürlü kendileri ! Şimdi tek bir ışık görmektedir : Yunanistan'dan, bu yabancı müstevliler, bu yabancı hökümdarlar ve onların daha az yabancı o! mıyan mukallitleri, benzerleri eliyle getirilen medeniyet ! Hepsi kendi dilini artık unutmuş, hepsi aslını unutmuş-· tur. Yunanca konuşmakta ve asıllarını mutlaka Yunan mitolojisinin bir kancasına asmaya çabalamaktadır. İşte böyle beldeler, böyle halk içine Yunan medeni yeti bir ışık gibi değil, bir yıldırım, bir volkan L:'bi gir miştir. Önüne tek mukavemet çıkmadığı için kendisi her şeyin içine girmiş ; ona benzemiş, böylece yerlinin bü tün benliğini tamamiyle emmiştir. Yahudilik o da kıs-·
MEMLEKET PARÇALARI
104
men b tr yana durursa Ön-Asya, b_u yabancı, bu müsteın lekeci · Yunan medeniyetine, kültürüne
böyle esir düş
müştür. Artık vatanperverlik bir laf bile değildir, an'ane ler silinmiştir. Kökü, ırkın ve tarihin derinliğinde besle nen, tek hatıra kalmadığı için, hiçbir kitle, kendi başı na ayakda duracak manevi tesanüde sahip değildir. Ar tık garptan, Yunanistandan ne gelirse, ne getirilirse bu insanlar ona miÜnhasır, ona bakar olmuşlardır. Helenistik devir böylece, Ön-Asya
··
halklarının şah
siyetsizleşerek yabancı müstevlilere köle olduğu, bu ya hancı azlıklann garip bir nüfuzla, hakimiyetle kültürü, medeniyeti kendi nefislerine, kendi çevrelerine tabi tut tuğu devredir.
ÇANAK.KALE
ALANLARINDA
1 Erkenden Sperling ( Turuva'daki loglardan birisi )
ve
Amerikalı arkeo
bekçimiz Ali ile birleştik. Turuva
nın şimal garbındaki sahilde görünen Yenişehir'e yollan dık. Önümüzdeki Menderes ovasını görmiyenlerin bura · lar hakkında fikir edinmesi, buraların tarih ve arkeolo jisi ile uğraşması ne kadar, ne kadar zordur ! Yolumuza ilk çıkan, çok eski bir Osmanlı köprüsü oldu.
Korkuluksuz,
akıntıya doğru
kocaman dirseğini
çıkarmış, hala sağlam olan bu eser, Kalafatlı Azmağı ve ya Kemer şuyu üstüne kurulmuştu. Burayı geçince, ovanın akla durgunluk verecek ka dar gümrah nebatlarının kalın perdesi başladı. Bildiği miz kangallar birer ağaçtı ; fasulyalar bir ağaççıktı ; bin türlü koku, bu kudurmuş, bu azmış bitkiler alemini elle tutulacak bir tül gibi sarmıştı. Otlarda, nebatlarda insanı korkutan bu
azgmhk ;
hiç bir şeye
yaramıyan
yaban
domuzundan tutunuz da her çeşit böceğe ve ha}rvana ka · dar bu korkunçluk, toprağın kimsesizliğindendi. Bu bü
·
yük,
bu otları ağaçlaştıracak kadar feyizli toprak ;
so
·
lunda, yani garbındaki sonsuz sazlık ve bataklıklar, or· tasını saran ve yataksızlıktan bataklığa dönen minik az maklarla, her türlü yılanın, böyünün,
çıyanın, akrebin
serpildiği, gerindiği bir gar;? Sırat köprüsünü, bir « Cen gel »i andırıyor. Buralarda bu
nehre, bu
ırmaklara dayanarak ha-
106
MEMLEKET PARÇALARI
rita yapmak kim bilir ne kadar tehlikelidir ! Elime han gi harita geçtiyse bu batakları, bu akıntıları başka tür lü göstermiş. Menderesi iki koldan geçmek lazımdı. Su, neremize kadar geleceğini bildirmiyecek kadar bulanık ve sinsi idi. Yalnız akışındaki hız insanı uyanık bulunduruyordu Yenişehir'e kadar otluk, yeşillik, çiçeklik beyabanı diyeceğim alanlarda yürüdük. İn yok, cin yoktu. Var olan şeyler karga süıiileri, domuzlar, yılanlardı. BöyUk har· bin gürültüsü çekilince burayı saran bu dondurucu ses sizlik .. her yanda höküm sürüyordu. Burası «bitaraf mıntıka» idi. Yani herkesindi, yani kimsenin olmaktan çı !rnrılf!lış, bir beyaban haline sokulmuştu ! Bu da bir «en ternasyonal» bataktı ve her enternasyonal şey gibi in sana sadece ürperme, tiksinti ve emniyetsizlik veriyordu. Yenişehir'e girince, hala gideremeqiğim derin, müt·· hiş bir ürperme sanki her yanıma saplandı. Yalnız yıkık değil, bu bırakılmış köyün, sahiplerin1n bir daha dönmi·· yeceği bu perişan beldenin başına gelen felaketi her adımda yaşamak, insana soluk almayı işkence yapıyor du. Yollarda ısırganlar, kangallar şahlanmış ; her yere yılanlar yuva kurmuştu. Bazısı gömleğini atmış, bazısı iğrenç, soğuk kirli bir şeffaflıkla insana bulantı veren gömleğine büıiinmüş, çöreklenen bu yılanlar .. demeli bü· tün sahipsizliklerin başına çökmesi mukadder felaketti '? . . Deniz kenarına vard1k. Vaktiyle muhteşem olduğu hala anlaşılan bir villanın bahçesine renk, koku, ferahla tıcı gölge dağıtan ve denizin içine kadar taraçlannı in diren bu güzel saha .. -şimdi sadece korkunçtu. Fakat de· niz, fakat boğaz.. hele şu «Kumköy» plajı, ne vazgeçil mez b1r güzellikle güzeldi ! . Buradaki müşterek aramalarımız neticesinde hem klasik devrin, hem VI ıncı Turuva'ya denk gelen Miken ·devrinin çanaklarını elegeçirdik. Belki de aradığımız ka·
ÇANAKKALE ' ALANLARINDA dim
107
( Sigeion ) beldesini bulmuştur. Epiyce sevindik. Yı
lan, diken, ören derdinden kurtulur gibi oldu.
n Yine Turuva Akropolundan aşağı indik.
Bu sefei·
Menderes ovasında şimal doğuya doğru yürüdük. Düm belek çayını atlıyarak geçtik. « Halilili» köyünden itiba ren şimal batıya ilerledik.
Önümüzde : denize yakın ve
muvazi, nisbeten alçak bir tepecikler
silsilesi,
kalker
den bir yayla meydana getiriyor. Onun ardında, bize ya kın, bir başka silsilenin yaylası uzanmakta. Üçüncü kal .ker silsilesi arkamızda, daha cenuptadır. Bu silsile uzunudur, en
en
cenubunda olanıdır. Garp ucunda da bi
zim meşhur Turuva'mız, bir gemi pupası gibi Menderes ovasına ilerlemiş, saplanmıştır. Garp tarafı, geçende geç tiğimiz Menderes'in azgın nebat, saz alemiyle kaplı gö rünmektedir. Bu topoğrafya basittir
ama görmiyenin,
bunlardan
Turuva'yı anlamasına imkan yoktur. Homeros'un Turu va'sı denizden pek uzak kalıyor ! Aklıma Ch. Hanriot'un Curtius'dan alıp tadil ettiği ( 1885 )
harita geliyor. Bu
rada deniz, taa « Kumköy»e kadar girmiştir ve Mende res şimdiki gibi şimalde delta yaparak değil tam garpta denize dökülmektedir. Haritalarda Rhoeteion diye işaret edilen tepede he
men hiç bir iskan izine rastlamadık. Bin bir çalıya ken dimizi dişleterek, daha doğu şimaldeki Toptepe'ye veya Topçamlara, oldukça yorgun
argın yaklaştık.
Burada
sanki bütün bir tarihin sonunu gördüm .. Toprak
tümeltisine hiç şüphelenmeden varınca
şu
manzara fışkırdı : birkaç yeri zedelenmiş çimento yuva nın ortasında, boğazın tam içine ağzını çevirmiş, boynu
108
MEMLEKET PARÇALARI
kesik bir kartal azametile ucunu yere dayamış bir top r Makanizması alınmış ve kendisi yağmurun, tozun, hula sa yerin ve göğün hakareti altında, bir daha kapanamaz göriinen yarasiyle yapyalnız bırakılmış
bir Türk topu '.
Ötede bir tane daha ! .. Fakat burada istihkamın yanına müthiş bir gülle düşmüş, 20 metreye yakın kuturda bi:·
çukur açılmış .. ötede bir daha .. Fakat bu sefer gülleleı , kazamatları altüst edip devirmiş ve muazzam Türk to punun ucunu parçalamış. Çevrede,
patlamamış
atılamamış, sonradan içleri boşaltılmış
veya
birçok gülleler.
dağınık duruyor. Çamlar, bademler serin rüzgarın kanatlariyle titre şiyor, kokulariyle her yanı bayıltacak
kadar dolduru
yorlar. Boğaz ; efsane, levha güzelliğiyle dalgın, kıvrılı yor. Gökte, yerde kuş uykusundan tamamiyle silkinmiş bir mayıs zindeliği, gülen, parlıyan bir hayat toprağa, s toprağın damarlarına inmekte. Burada gözlerini haya ta kapıyanlar «bu toprak için toprağa düşenler .. » nere de ? Onları eti, kemiği ; üstlerine düşen şu kazamatlarıi-L toprağına, otuna döneli işte yirmi yıl oldu ! Bunlar, tıp kı şu yaralı toplar gibi, toplan ve toprakları gibi parça lanarak,
Anadoluya katışan kahraman
gövdeleri
gibi.
bırakılmış olalı yirmi yıl geçti ! . . Manyetize olmuş gibiyim. Gözüm, gövdem buradan ayrılamıyor. Amerikalı toy
arkadaşım ,
bütün içimden
geçenlere yabancı, resim çekmekle meşgu l. Öyle ya «h� taraf mıntıka» dadır. «Bitaraf mıntıka ! » Herkese ait sa yıldığı iç�n kimı:;enin olamıyan toprak ! Dilimde :
«Ey bu topraklar için toprağa mısraı sanki ağlıyor gibi. Ölümde, için, hepimizin olan
dfü:mıüı,
asker! »
bir umumi maksat
hisler ve düşünceler içir. ölmekte.
hatta Zola'nın inkar edemediği bir kutsilik,
bir höyük-
109
ÇANAKKALE ALANLARINDA
lük varsa ; Çanakkale'de düşenler şüphesiz dünyanın en böyükleri idi.
Onlara yapılacak abidenin göklere değme
si gerekirdi : bugün yerle beraber bırakılmış�ardır !
m Bugün 14.30 da Asırlık Halilili yolunda İntepe tab
yalarının ilerisindeki proto-historik yerleşme yerini gör miye gittik. Amerikalı arkeologlardan ikisi yaya gitmiş ti. Biz otomobilde idik. Böyücek bir taraça olan lntepe' nin tam deniz kenarındaki kısmında
·
I. inci Turuva'dan
klasik çağa kadar muntazam bir seri çanakçömlek topla dık. Burasının adı ne ? İlkin buraya Çobantepe demişler · di. Halbuki rastladığımızın hiçbirisi bu adı bilmiyor. Fa kat nasıl bilsinler ? Onlar öyle bir yerde oturuyor ki on senede yedi kere köylerinin nüfusu dolmuş \l'e boşalmış '. .sıtma burada yerliyi ve yerliliği biçen bir tırpana benzi yor ! Zavallı bir topumuzun paramparça cenazesi, tek ola · rak bu İn tepe taraçasını dolduruyor !
Yalnız bu taraça
mı ? Bütün buranın kimsesiz coğrafyasını ! Şu bizim «Ke .sikbaş» efsanesi gibi, bu dilim dilim doğranmış
·
cesede
dönen Türk topu da yedi kat yerden ve yedi kat gökten buranın coğrafyasına çelik ruhlar sağıyor zannediyorum. Deniz burada, bütün
Çanakkale boğazında olduğu
gibi güzel, çok güzeldi. Onun kıyısındaki yumuşak kaya· dan ibaret proto-historik istasyon 30 metre kadar yük ·
sektir. Alt yanları inler halinde oyulmuş, incelmiş ! Ka · ya, eğilmiş denizi seyrediyo-r zannedersiniz. Şark yanımızda toprak alçalıyor ;
iki
küçük vad�
kıvrılıyor ve bir plaja benziyen kıyıya koşuyor. Kimbi lir, bu plaj dediğim yer, şu proto-histqrik yerleşmedeki insanlara ve belki de Turuva beldesine iskele vazifesini görmüştü !
MEMLEKET PARÇALARI
110
Buradan dönmek gerekiyordu. Ta ileride, Menden: sin döküldüğü, efsaneli mezar
yığmalarının yükseldiği
yerlerde, atlarını otlatan topçu zabitlerimizi ziyaret ede · cektik. Döndük.
Paramparça
ağır bir hüzünle döndük.
bataryalarımızın
arasından
Bu ağır hüzün yalnız benim
içimde idi. Iztırabı uzaklaştırmayı vazife bilen bu yaban cıların ; bu bataryalarla birlikte gömülen, gövdeleri şu rada burada bölük bölük uçtuktan sonra şimdi tabiata dönen Anadolu neferlerinin akıbetiyle ne alakası olabilir ki ? Bir basit arkeoloi gezintisinden dönüyoruz, işte o k:>. dar ! Arkeoloji.. arkeoloji ! . . Hangi zaferin, Çanakkale bo ğazına gerilen bu kolların zaferi kadar Allaha yakın ola bilir ? Şimdi, bir paslı demir ve çelik yığını halinde du ran şu topların madeni kadar bile yaşayıp kalamıyan şe hitler, mutlaka Allah'tan ayrılmış birer nefesdi. Düşmanlarına bile - iç düşmanlarına değil ! Çünki iç düşmanları bu alimlerin yalnız neticesine konan mün kirlerdir. Ebucehillerdir .. - hayranlık
veren bu ümmi
kahramanların soyundan ve milletinden olan insan ! Her kesin yanında ve her zaman göğsünü gererek en böyük insan gibi konuşabilirsin ! Sen de onlara katılmak üzere idin ; sen de o böyi.ik harpte silah başına koşmuştun ; de mek buradaki şehitlerin ruhiyle aranda hiç bir an mti nasebet kesilmemişti ! Ah . .
bütün «Contemplation»ları eriten makine, bizi
süratle Masurluk veya Masırlık veya Mansurluk köyüne iletmişti. Her yeri yeni, yepyeni köy evleri süslüyor. Bu rası adamakıllı medeni bir köy gibi planlı .. Hele ağaçla!' . . burayı cennete çevirmiş. Kim der ki bu cennete benzer köy, hakikatta malarya, ölüm yatağı ? Kim der ki burası en aşağı on defa dolup boşalmıştı r ? Tarihi yapan dostların : zabitlerimizin yanına laştık. Topçu zabitimiz atın üstünde dolaşıyordu.
yak
O
da.
1 1 1'
ÇANAKKALE ALANLARINDA
yanındaki asker de tarihin yonttuğu heykellere benziyor du. Otomobil, heyetten bir kısmı ile köye döndü. Atlara sıra ile binip Menderesi geçecektik. Menderes ! . . İki ince cik kolu arasında dev gibi bir adayı sıkıyor ! Bu cılız kol ları bizler hala bükemedik ve arasında kalan insan, hay..... van, mahsul ne varsa kurtaramadık ! Atta bir tılsım vardır ki ona binmiyenler bu büyü ye tutulamaz. Ev sahibi sıfatiyle ikinci kafileye kalan şu yüzbaşının, dolu dizgin Menderesi geçişine bakın : köpük ler birer eleğimsağma halesi gibi yağız atı kuşattı ve Türk zabiti, gökten iner gibi bir heybetle yanımıza bir soluktıı geldi ! Bitaraf mıntıka ! Bitaraf mıntıka ! Bir tek Türk za biti bile, bütün dünyanın mürekkebi ile bastığın yalancı damgayı, atının tırnaklarından akan sularla siler gibidir ! Halbuki Türk ordusu buraya yalnız Mendereste sulanan atlarının tırnak sularını dökmedi ; burada bütün bir va tanın şahdamarını boşalmış bulmaktayız. Bu mıntıkaya kim bitaraf demiş ? O sadece bizim mıntıkamızdır.
,
'
ERZURUMA ÖVGÜ
Erzurum ! . . Anadolu'nun doğusunda, eşsiz dağlara dişlerini sıkan, gerekirse, · mütecavize bu dişleri gömen bir efsane aslanı gibi dişdiş yükselen Erzurum ! Tarihinin eskiliği ile yerin dibine ayaklarını basan ; gömdüğü şehitleriyle topraklarının iliklerine kadar Türk olan, şehitlerinin göğe yükselen
ruhlariyle başı göklere
değen Erzurum ! Tarihimizin her
devrinde bizim
olan, bizim kalan
ve asıl unutulmaz tarafı : Bizi eşsiz bir böyüklükle, doğ rulukla temsil eden Erzurum ! Verdiği şehitlerin sayısı, bu ülkeyi
ayakta tutmak
için yıkılan yuvalarının sayısı bilinmiyen,
bu kaç
kere
Gazi Erzurum ! Ebedi tek parça bir Türkiye görmeye hasret çeken vatanseverlerinin ayağa kalkmak için, üzerinde bir taht gibi yükseldiği eşsiz, yüksek yaylamız Erzurum ! Soysuzlaşmıyanların, höyük
tarih
macerasını, so
yumuzun sınır ardında kalanlarını höyük bir şuurla göz den geçirmek için tırmandığı, yüksek vatan kulesi Erz·ı rum ! Nihayet .. kadını ayrı ,erkeği ayrı destan yaratan ve dünya ordularının kaçkere,
kaçkere imrendiği Türk or- .
dusunu, Aziziye tabyalarında kendisine yiğit, �rkek Erzurum !
hayran bırakan
BİR İSTANBUL MEKTUBU
İstanbul bir değil bin şehirdir. Ve ben onun İstanbul semtinde oturuyorum. İşim bu tarafta ; günümü buraya, bu semtin itiyat larına, hayat tarzına uydurmak mecburiyetindeyim. · içti mai hayatımızdaki en basit teşkilat yokluğunu derhal an lamak için, gelin bu itiyatları, hayat tarzlarını berabet görelim hemşehrilerim. Kaçta mı uyanırım ? Bütün normal hayat geçirenler. gibi onbirde uyumak, yedi buçukta uyanmak isterim. Fa kat sadece isterim, yoksa bu saatte uyanırım değil ! Ben mutlaka saat beş buçukta uyandırılırım. Evimin sahibi , yaramaz komşular .. tarafından değil : satıcılar tarafın · dan ! Daha beş buçukta başlayan sokak satıcıları, !stan bulun hakiki bir belasıdır. Bu bela, herkesten önce fikri ile hayatını kazananların başına musallat olur. Sayısı bi linmiyecek kadar çok bu seyyar pazarlar, mıüselsel bir feryat, her telden fışkıran gürültü tufanı ile sizi esaret leri altına almışlardır : İstedikleri saatta uyanmak mec buriyetindesiniz. Bari uyanınca okumak, başka bir iş görmek mümkün olsa ? Ne gezer ! . . Gürültüleri sayıları gibi sayısız, cins leri gibi çeşitli olan satıcılar, dünyanın en inatçı ısrariyle kulağınıza ve o ince yoldan beyninize musallat olmuş · lardır : Beyninize gerilen milyonlarca notanın titreşmeF. : 8
114
MEMLEKET PARÇALARI
sinden doğan bir ağ içindesiniz : sükun mümkün mü ? Dü şünme mümkün mü ? Dinç, çalışmaya iştahlı olması lazım gelen gününü;:;, daha uyanırken böyle iradenize bela olan bir tecavüzle başlar. Siz de çaresiz bugünü _ yaşamaya başlarsınız. Yıkanacak, kahvaltı edeceksiniz. Şunu biliyorsunuz ki ben bir talebe vaziyetindeyim. Oturduğum yer bir aile ocağı değil ,bir pansiyondur. Bir pansiyon ! Bu kelimeyi icat eden ecnebi milletinin dilinde pansiyon, otel odaları nın ( Necip Fazıl'ın ölmez parçasiyle anlattığı .. ) kimse sizliğini, soğukluğunu ,yabancılığını unutturacak bir yer, bir aile muhitidir. Halbuki bu semtte, hatta bütün lstan bulda, pansiyon yalnız azlıkların kurduğu bir tuzaktır, bir ağdır ki boyuna genç Türk avlar. Odanız rüzgarın pervasızca girdiği bir alafcık, bir har·man yeri, veya her çeşit böceğin sizden istifade ıçır:. kurduğu bir yuvadır. Temizlik burada, sokaklarımızdaki temizliğin benzeri ; mobilya, yangından kaçırılmış paçav · raların para kazanacak şekle konmuş bir kolleksiyonu dur. Ev sahibiniz ? Türkten gayri olduğu için selam ver mez, selam almaz ; Jniş, geliş ve giciişinize yiyecek gibi bakar bir tehlike ! Siz işte bu tehlikenin kanat gerdiği soğuk �atıda uyanır ve yıkanmak istersiniz. Sabah hali... Bilirsiniz ki her yerde ve herkes için zaruri bir laübalilik içindedir. Bu haliniz kendiniz için ve kendinizle kaldığınız müddet çe tabiidir, zaruridir. Fakat.. Odanızın içinde, yani siz•2 ayrılan hudut içinde.. hiçbir vasıtanız yoktur ; dışarı çı kacaksınız. Sofa böylece en mahrem, en dağınık kıyafet · lerin birleştiği bir gayri - iradi sahne haline geçer. Kahvaltı.. Bunu ev sahibiniz size temin etmez. Eder se sizi muhakkak mahveder. Onu siz odanızda hazırhya · caksınız. Odanızda hazırlamak .. Bu ne güç bir derttir bi litmisiniz ? Havayı bozmak, odanızı kirletmek üstünüzü
BİR İSTNBUL MEKTUBU
1 15
başınızı berbat etmek, okumaktan, fikir hareketinden mahrum kalmnk pahasına.. bu derde katlanacaksınız ! Fakat bilseniz daha ne kadar engeller var ! . Bu engeller herşeyden evvel sizi, size mal satmak için uyandıran, başınıza bela olan satıcılardan başlar. Ne almak istiyorsunuz ? Süt mü ? Fakat alacağınızın doğra ölçüldüğüne ,doğru fiatla verildiğine nasıl emin olacak sınız ? .. Dedim ya : İstanbul bir değil, bin şehirdir, ve he1 birinde ayrı tartı, ayrı fiat vardır. Beş semtte aldığınız . müşterek ve dürüst bir tartıdan geçirseniz mutlaka muh telif cinste tartılarla karşılaşırsınız. Fakat asıl höyük tehlike bu alacağınız şeyin mahi yetindedir. Süt .. Eğer her beyaz renkli akan şeye bu adt veriyorsanız bilmem.. Yoksa buranın satıcıları ömürle · rinde bir kere olsun hakiki süt satmanuşlardır. Mikrop, hastalık tehlikesini hiçe sayarak, bu en kirli kaplarda. en kirli bir tarzda satılan ak renkli cıvık nesneyi aldığı nızı farzedelim : Onun bir kere bile içinize sinerek içemez siniz ; ya kesilir, ya bulaşık suyu rengi, kokusu ile ağzı nıza yapışır. Böylece, emniyetten tamamile mahrum, beklediğiniz neticeden tamamile mahrum, en ufak bir doğruluk, sıh·· hat imkanından tamamile mahrum bir sabahın içind� dünyaya gözünüzü açmış· olursunuz. Aç ve neşesiz soka ğa fırlarsınız. Sokak, Romalılardanberi tamir görmemiş hissini ve · ren bir dağ yolu azrnanıdır. «Mehmet Akif»in senelerce evvel yazdığı meşhur manzumesinde tarif ettiği uçuruma bE:nziyen, göle benziyen, adaya benziyen, nehre benziyen bir geçit, bir nevi ·sırat köprüsü ! . Neresinden ve nasıl yii rüyeceğinizi şaşırdığınız bir m,eydan, feraset, kuvvet v2 tahammül meydanı ! Ayağınıza basarlar, üstünüze toz toprak, su dökerler, hatta hatta .. ( beni affediniz) yuka rıdan tükürürler !
MEMLEKET PARÇALARI
1 16
Bu bela yağmurundan şaşkına dönerek asıl ana cad delere çıkarsınız. Size tstanbul'un otomobil ve tramvay larından bahsedeyim mi? Yakanıza yapı§an, satıcı mıdıı�, dilenci midir ayırt edilmiyen gazete satan bedbahtlardan bahsedeyim mi? Başınız perişan, gönlünüz
harap .. işinize başlarsı
nız. Yegane zevk işte bu : işiniz! Yaratırsınız, insanlığın yarattıklarına kendi
kudretinizce
ilavelerde bulunurnu
nuz. Bu sizi teselli eder; daha cesur, hatta daha neşeli akşam üstü dışarı çıkarsınız.
Ş•imdi saat 5 tir. Havalar kararmıştır. Bereket ver
sin elektriklere! .. Sizi birçok çukurlara düşmekten kur tarmaz amma soyulmaktan kurtarır! Hem.en eve dönemezsiniz. Oturacak, yemek zamanına kadar dinlenecek, düşünecek, bekliyecek bir yer ararsınız, Fakat bu melce nerede? İçinde yığınlarla tavlacı ve lm marcı biriken sinsi, kirli kahvelerde mi bu umduğunuzu bulacaksınız? Size yalnız yorgunluk, yalnız tiksinme sak lıyan bu kumar ve sigara yuvasına girmek, koleraya bi
·
le bile yaklaşmak değil midir? Fakat çaresizsiniz : ya evinize giderek tekrar yeme ğe, buralara ineceksiniz; ya «karş1»ya geçeceksiniz ya bu raya, hapise girer gibi gireceksiniz. Buraya gömdüğiinüz saatıar iştihanızı da neşeniz gibi yoketmiştir. Yemek bo ğazınızdan bir zehir gibi zorla iner. Ve siz, sabahki azap, istihkar bulaştıran maceraya yeniden başlamak
üzere,
aynı «yol» denen coğrafya efsanesinden, aynı pansiyon denen medeni efsaneye bir esir tevekkülü ile dönersiniz. hip
Böylece, herhangi medeni bir beldede, haklanna sa vatandaşların tabii hakları, itiyatları olan yaşama
tarzı.. İstanbul Anadolu'nun bu en ileri vilayetinde yal· nız zenginlerin erdiği bir lüks haline yükselir. İnaninız hemşehrilerim; benim semtimde
oturmak
bekarlar için hakiki bir Kerbela faciasıdır. Ve Türkürı. çocuğu işte bu sebeple de ( Beyoğlu ) na taşınmaktadır.
BAŞKA BİR İSTANBUL MEKTUBU
i Petrograt) pastahanesine evimden yaya geldim. Evimden, yani ta İstanbul semtinin Marmarayla öpüş tiiğü kıyılardan ! Yolum « Tünel»e kadar, çirkin, kötü giyinmiş, kitı başı bozuk yığını, kah kavga yapan iki düşman halin<lr yörüyen insanların aktığı, bir kanal.. Yollar pis, kaldı· P ınlar bozuk, caddeler az ,avare insanların geçit yeri Dükkanlar kapalı ; açık bazı dükkanlar boş .. Yalnız kah vc'er ve yalnız bunlar daima açık ! Burada insanlar bir duman ve gürüitü kasırgasına sarılmış otomatlar gibi görünüyorlar. Burada sadece oturana, tuhaf gözlerle ba karlat·. Buraya aile ile, kadınla girilmez .. Burası arkada şm, dostun, sevdiğin buluştuğu yer değildir ; burası bir birine di.işmanın, herşeye düşmanın, tefekküre dü&manm. çah!3nilya düşmJanın, ideale düşmanın biriktiği izbedir Bu izbeterin camekanları hasta adam gözleri gibi : bula nık. Orada, bakanların yüzü, bütün milletlerin gümriik memurları gibi şüpheli ! Yolda yürüyen kadının, kadınla erkeğin en süsliis ü, en hazırlı khsı bir tarafa doğru akar : Beyoğluna ! T ünel den çıkınca lavantalı, güzel giyili insanların bollaş tığı ; mamur, yeni bir beldedesiniz. Burada caddelerin ort::ı. · smdan gidenler az. İnsanlar sağ ve sol yaya kaldırımım:ı dar kanalına bölünmüş.. Gerçi burada da insana çarpaP.. lar, ayağa basanlar, sokağa tükürenler (ah .. ille bu sefil .
118
MEMLEKET PARÇALARI
bu sıhhat, bu güzellik düşmanı mahluklar .. ) , yaya kaldi rımının ortasında durup bağıra bağıra konuşan ve yol kesenler, burada da insanı iliklerine kadar süzenler var.. Fakat nisbeten az ! . Çoğu kendi işinde, kendi düşüncesin de, kendi endişesinde.. Herkes kendinin hürriyetini baş kasının zararında, rahatsızlığında aramıyor. Niçin Beyoğlunda bu kadar insan var ?. Niçin bu basık, güneş görmez yerlere memleketin çocukları bu ka dar koşuyor da mesela Aksaray semtinin güneşle, açık hava ile cennetleşen yerleri yangın yeri halinde ? Niçin kahve dediğimiz sefil birikinti yeri tipi, İstanbul taraf larında pusu kurmuştur da gazino tipi yalnız Beyoğlun da var ? .. Niçin Türk çocuğu anası, bacısı, refikası, ni şanlısıyla.. dinlenmek, konuşmak isterse Beyoğlundaki yabancı çatıların misafirperverliğine sığınabiliyor da için den çıktığı İstanbul semtinin hiçbir köşesinde o sükuneti o hürriyeti bulamıyor ? .. Çünkü ötede (tesamüh - indulgence) var ; insanın, vatandaşın.kendi gezme, eğlenme ve düşünmesini tanzim etmesinde salahiyet hakkı, hürriyeti orada eski bir an' ane ! Evet, bu levanten, bu kozmopolit, bu Batı, Orta Avnıpa'yı yarım yamalak taklit eden, içinde Türkten çok Türkün gayri bulunan Türkçeden çok Fransızca konu şulan bu yerlerde tesamüh vardır da Türkün çocuğu bu ralara koşuyor .. Bu pastahanede size hizmet eden kadın, demin siz kapıdan girerken merdivenin dibinde arkada.şlarile soh betini bozmıyan, güzel giyili kadındır. Halinde terbiyesiz liğe yakın bir istiğna var. Yer göstermez, sizi derhal ne içeceksiniz sualleriyle tedirgin de etmez, masanızı siler, size selam vermez.. Ve size yalnız paranızı alınca teşek kür eder. Size yerden temennalar ederek, size bin çeş1t unvanlar vererek yolcu etmez. Fakat getirdiği çay nefis tir, hakiki çaydır. Siz konuşurken gözünüzü size dikmez.
BAŞKA BİR İSTANBUL MEKTUBU
119
Sözlerinizi dinlemez. Sizi bir nevi göz hapsine almaz. Hel� sizin yanınızda kimse ile kavga etmez. Siz, parasını vere ceğiniz bu köşede, gidene kadar, evinizdesiniz : Dilediğim zi yanınıza kabul eder, dilediğinizle görüşürsünüz. Yahut sadece okur, sadece düşünür, sadece yazarsınız. Sizi kim senin rahatsız etmesine imkan yoktur. Şu hi.irriyet, bir çay parası mukabilinde satın aldığınız şu sükfm ve hu· susiyet : Bunu İstanbul semtinde yalnız iki yerde bulabi lirsiniz : Mezarlıkta, cami avlularında ! . . Fakat kat'iyen ismine kahve denilen musibet merkezlerinde değil.
YOKOLASI
AYRILIK
y
Karadeniz kıyısındasınız. . Yem eşil bir fındıklıktan eşsiz bir denize dalnuşsınızdır. Yanıbaşınızda
konuşul-·
duğunu işitirsiniz .. Sizden bahsediliyor .. «Adana'dan Ya bancı ! . » dendiğini duyuyorsunuz. Şaşırıyor, irkiliyor ve «Ben mi ? Ben mi ? Yabancı ? - Ben ha ? Yahu çıldırdınız mı ? Şu fındıkların dibini eşelesiniz, birkaç yüzyıllık Far sak kemiği bulursunuz .. » diye haykıracağıruz geliyor. Fa kat neye yarar ? Sesiniz dalgaların, fındık hışırtı!arının arasında kaybolup gidecektir. Akdenizin doğusunda,
Çukurova'run bir
güzel li�
manındasınız. İskelenin işlek alemini umutlu umutlu göz den geçiriyorsunuz. Daha çeyrek yüzyıl yok ki, burada Türkün yalnız adı vardı. Bugün de işin, sözün hepsini ta özünden Türk görmeğe hasretsiniz. Amma dünle bugün arasındaki fark bir uçurum ! Bu anda Adanalı bir dos tun başını salladığını görürsünüz : «Daha çok ister .. Da ha çok ister.. Şu Kayserilileri bir kovabilsek ! »
dediğini
duyarsınız. İliklerinize kadar titrersiniz. Boğazınızı çığ lıklar yırtar. «Ne yapıyorsun Mısır'ı,
dostum,
ne yapıyorsun ?
Yemen'i, Dürzü dağlarını bizim yapan; Çukur
ova'da Türk benliğini köklendiren kur'a erlerinin arasın da, binler ve binlerce Kayserili şehit bulursun. Yabancı bankaların, yabancı firnıalann ipotek kemendiyle boğdu ğu Türk çiftliklerini şu Kayserili kurtarmadı mı ?» de mek istersiniz. Neye yarar ? Sesiniz iskelenin alış-verişle-
121
YOKOLASI AYRILIK
ri, Yüreğir'den gelen koza yelleri arasında kaybolup gi
deçektir. Orta Anadolu'nun batıda, tiren kavışıt'ında, Eskişe
hirli dostlarınızla çarşıyı dolaşıyorsunuz. 1914 deki karı şık çehresini bildiğiniz bu kıymetli beldenizi gözlerinizle, bir fidanı okşar gibi süzüyorsunuz. Firmalar hep Türk . . « Alaiyeli.. Aksekili. . » Dostlarınız
adlarını
gülümser ve size :
belirterek
okursunuz.
«Boyunlarına
hacıyağı,
misk şişecikleri ile dolu camekancıklarını asıp memleket ten çıkan bu yarı çıplak yabanların ! şimdi nasıl piyasaya hakim olduğunu .. » üzülerek söyler. Kulaklarınız uğuldar, gözleriniz dumanlanır. Anadolu'nun
arıyı,
karıncayı, en
ileride Avrupalı'yı imrendiren bu cehit, sabır, başarı abi delerinin nasıl yadırgı sayılabileceğini sormak istersiniz. Dünyanın en höyük ve devamlı İmparatorluğu olan Os manlı Türk Devletinin ilk hutbesini okuttuğu beldeciğin eşiğindeki bu belde yoluna kaç bin Alaiyelinin, kaç bin Ak sekilinin « cam-ı şehadeti nfışettiğini» düşünürsünüz. Ne ye yarar ?ı Uçak pervaneleri, tiren çığlıklan ; hatıraları bir sam yeli gibi alıp gitmiştir. Anadolu'nun şarkında, kahraman bir «Serhat» ,
bir
sınır beldesindesiniz.. Taşını, toprağını bütün bir milletin kaniyle yuğurduğu, kaç kere istila görmüş ve hepsini de erkek göğsünde boğmuş bulunan şehri yarı hayranlıkla. yarı melankoli ile geziyorsunuz . Bir « Sarıkamış»ı için dok· san bin Anadolu fidanının doğrandığı bu yerleri her adım da öpmek, derelerine sinen tarihi örselememek için bastı ğınız duyulmasın istiyorsunuz.. Herşeye rağmen gelişen şehri, göğsünüz kabararak gözden geçiriyorsunuz.
Fir
malar arasında Trabzon'un, Rize'nin çocukları höyük yeı· alıyor. Bunu ne kadar
tabii buluyorsunuz !
Melikşah'ın
Selçuk cengaverleri buraları çiğnediğinden beri, kaç bin,
kaç binlerce Karadeniz uşağının kanı öteki Türk aşiret
1'.IEMLEKET PARÇALARI
122
yiğitlerininkiyle buraları
sulamıştır !
Şu herbirinde bir
efsane uçuşan tabyalara ad veren öbek öbek şehit arasın da bazan en ön safı Trabzonlu'nun, Rizeli'nin, Samsun lunun mübarek kemikleri meydana getirmiyor mu? Birden yanınızdaki sevgili ve aydın dadaş'ın söylen diğini duyarsınız : «Bu illere kene gibi yapışan şu yabarı cılari bir atsak ! » Yüzüne bakarsınız,
bu «yabancılar ! »
ın ya Rizeli, ya Trabzonlu olduğunu öğrenirsiniz. Damar larınızda kan donar. Bütün tarihimiz boyunca yaptığını� hatıra seyahatinin vebali, bu sözler için ruhunuza çöker. Fakat ; _.ı\nadolu'nun şarkında ne fındıkların, ne ko zaların rüzgarı ; ne pervanenin, tirenin gümbürtüsü
bu
yüksek kalelerin, tabyaların eşiğini geçemez. Orada soy' un, tarihin, örfün,
an'anenin gülbengi bütün
naraları
susturacak bir yükseklikte akar durur. Burada sınır bo yundasınız ve bütün memlekete seslenecek durumdasınız : Bu yokolası ayrılık nereden geliyor ? Biz, her köşe sinde bir beğin, bir paşanın bodur ve kıskanç devleti kös çalan il istemiyoruz artık ! Biz yekpareliğini tarihimizin mühürlediği bir vatan istiyoruz ! Ortaçağda, bu illeri par- . ça parça fethedip, aşiret aşiret yerleşen
Oğuz boyları.
elbette o devrin icabına uygun bir hökmetme şekli kura .'.!ak ;
dağınık beylikler meydana getireceklerdi. Gine el ·
bette bu beylikler, başlarındaki insanın mizacına, huyuna göre, birbirine az veya çok yan bakacak, birbirini kıska nacak,
birbirinden şüphelenecek, tedbirler alacak ;
rını koruyacak, hökmünü
sını
belirtecek farklar, ayrılıklar
yaratacaktı. Bütün bunlar, Anadolu'nun yer yer, ayn bir devlet himmeti, rağbeti ile şenlenip gelişmesine imkan vermiş ; böylece höyük ve köküne kadar Türk kalabilen devletlerin kurulmasını kolaylaştırmıştı. Fakat, herşeyin üstünde o beyliklerin ayrılık damga sı işte tarihi yırtarak bize kadar gelmiş bulunuyor. İm paratorluk devrinde yeryer yapılmış
muhacir iskanları
YOKOLASI AYRILIK
123
Le, i:r.ıparatorluğun kalıntısı olan bazı ayrılıklarla yamalı bohça manzarası alan bu böyük coğrafyayı ; bir de bu yokolası, mahalli ayrılıklarla doğranmış görmek istemi yoruz. Bu yamalı coğrafyayı yekpare vatan yapmak için do1
kuzyüz yıldır ,sınır sınır boşanan Oğuz boylarının kanı namına ayağa kalkıyoruz : Hemşeriler ! Bu
yokolası, mahalli ayrılıkları
kaldı ·
rınız. Bu memleket, ona layık olanlar elinde yekpare ve müşterek vatan olmazsa müstemleke olacaktır !
--./
İ Ç İ N D EKİLER Remzi Oğuz Ank ı n Hayatı .
7
Takdim
!t
On Söz
11
Köy Kadını
23
Köylü ve Keven
33
Güzelliklerimizin Fethi
37
Kimsesiz Güzellikler
39
Adana
41
Yağmurdan Sonra Adana
43
Mardin
44
Tarihte Kayseri
61
Bolazköy
84
Aüittin Tepesi
89
Bergama Yolunda
95-
'
Çanakkale Alanlarında
105-
Erzurum'a Övgü
112
Bir İstanbul Mek tubu
113
Başka Bir İstanbul Mektu'bu Yolrnlası Ayrılık
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .....
117 12()
REMZİ OCUZ ARIK'JN BU SERİDE ÇIKACAK E S E R LERİ
1 2
3 4 5
6
-
Köy Kadını - Memleket Parçaları
-
Coğrafyadan Vatana
-
İdeal ve İdeoloji
-
Gurbet - İnmeyen Bayrak
-
Türk Gençliği - Meselelerimiz
-
Türk Medeniyet
-
ve Sanatına Dair
.
Hareket Yay- ınıarı 1
-
NESİLLERİN RUHU Mehmet Kaplan 600 Krş.
2
3
4
-
GARP İLMİNİN KUR'AN-! KERİM HAYRANLICI İsmail Hami Danişmend 300
,.
İSLAM AÇISINDAN SOSYALİZM Hüseyin Hatemi 800
»
- KÖLE
BACASI (Hikayeler) Civelek 200
»
FELSEFESİ < Egzistansiyalizm) Paul Foulqwe'den Nurettin Topçu 250
»
Muzaffer 5
•
6
- VAROLUŞ -
7 -
KÖY KADINI
-
MEMLEKET PARÇALARI Remzi Oğuz Arık 400
»
COÖRAFYADAN VATANA Remzi Oğuz Arık (Basılıyor)
8 - İDEAL ve
!DEOLOJİ Remzi Oğuz Arık (Basılıyor)
:ı ı 1111111111111111111111111111111111111 11111111111111111111111111111111111111111 r:
-
-
=
:
HAREKET YAYINLARI : No.: 148/5
�
Haberleşme Adresi :
Divanyolu Ersoy Han İSTANBUL
P. K. 1240
-
İSTANBUL
=
E §
= 11111111il11il1111111111 11il11il111111il11il111111111111 11111111111111111111111 il =