Remzi Oğuz Arık - Meseleler

Page 1



Remzi Oğuz Arık M E S E LEL E R KÖY KADINI - TÜRK GENÇLİGİNE - GURBM'


Hareket Yayınları: 84 Remzi Oğuz Arık külliyatı: 2

llu seri Ezel Erverdi tarafından hazırlanmıştır. Yayın hakkı Hareket Yayınlarına aittir.


Remzi Oğuz Arık

MESELELER Köy kadını - Türk gençliğine - Gurbet

HAREKET YAYINLARI P.

K. 1240

-

İSTANBUL


BİRİNCİ BASKJ.: EKİM 1974

�Meseleleu Yaylacık matbaasında dizilip basılmış,

Ergun

ciltevinde

ciltlenmiştir.


SUNUŞ

Hareket Yayınları, l 969'da Türk yayın dünyasına top­ lu olarak ilk defa sunduğu, Remzi Oğuz Ank'ın eserlerini, bu defa daha geniş bir hazırlıkla yayınlamaktadır. Bütün yazılar yeni baştan orjinal kaynakları ile mukayese edile­ rek dil, imla ve üslUp birliğine azami dikkat gösterilmiş, Remzi Oğuz Arık'ın sanat ve arkeoloji üzerine yazdıkla­ rı yazıları da derleyerek, bu seri üç cilt halinde Türk oku­ yucusuna sunulmaktadır. Ayrica; Remzi Oğuz Ank'ın ha­ yatı, fikirleri ve eserleri üzerine yapılan bir inceleme ile merhum hakkında yazılanlar bir arada kitap halinde ya­ yınlanmaktadır. Ömür boyunca Türkiye'nin meseleleri ve Türk insa� üzerine yazılar yazmış olan R.O. Arık'ın külliyatını yayın­ larken, bu serinin ikinci kitabına «Meseleler» başlığını uy­ gun bulduk. Yıllarca köycülük ülküsüne bağlanmış bir in­ sanın kaleminden; köy ve köylümüzün bütün dertleri bi­ ze aktarılıyor. Türk dili, Türk maarifi, Türk gençliği, tu­ rizm ve komünizm, değişen şartların ve zamanın bütün problemleri ile karşımızda. İlim, sanat, siyaset, dostluk ve fikir sahalarında toplum ve insanımızın

silik,

ikiyüzlü,

taklitçi hükümlere, davranışlara kurban edilişi ile, mert,

5


bozulmamış, kahraman, vakur karşı koyuşlarının hikaye­ sini kah «Köy kadını»nda, kah «Bir köy köpeği>>nde, kah «Gurbet» de bulacaksınız. Çocuk, sağlık, dernek meselele­ rinden, «Dostluk üzerine düşüncelere» uzanacak; «Mese­ leler»de Remzi Oğuz Arık'ın Anadolu ve Anadolu insanı üzerine düşüncelerini bulacaksınız. Remzi Oğuz Arık 1899 yılında Kozan'ın Kabaketpe kö­ yünde doğmuştur. Babası Feke sandıkemini Mehmet Ferit Bey, annesi Zekiye Hanımdır. Aile itibariyle Oğuz boyla­ rından Farsak aşiretine mensuptur. Çocukluk yılları Kozan'da geçer, burada mahalle mek­ tebine devam eder, on yaşında annesiyle birlikte Sela­ nik'e ablasının yanına gider. İlkmektebe Seianik'te başlar. Ablasının ölümü üzeri­ ne baba yurduna döner. Bir müddet sonra onu subay olan ağabeysinin yanında· İşkodra'da görüyoruz. Balkan Har­ bi'nden sonra sırası ile İstanbul'da Mercan İdadisine, İz­ mit Lisesine, bilahare İstanbul Muallim Mektebine devam eder ve bitirir. Bu devrede Remzi Oğuz Arık Türk Ocağı çatısı içinde faaliyet gösterir. Birinci Cihan Savaşında gönüllü olarak askere gider. Savaştan sonra İstanbul'da Darüleytam Mektebine, Ada­ na'da Zafer-i Milli Nümune Mektebine ve yine İstanbul'­ da Galatasaray Lisesinin ilk kısmında görev alır. İstan­ bul'da öğretmenlik yaparken bir yandan da Edebiyat Fa­ kültesine devam etmek suretiyle felsefe tahsil eder. 1926 yılında açılan bir imtihanı kazanarak devlet hesabına ih­ tisas yapmak üzere Fransa'ya gider. Paris'te Sorbonne Üniversitesinde sanat tarihi derslerini takip eder. Louvre Arkeoloji Mektebinde ihtisas tahsil yapar. 1931 de yurda döner.

Önce

İstanbul

Müzesinde

arkeoloji

mütehassıs

muavinliğine tayin edilir. Bir ara Maarif Vekaletinde ar­ keolog olarak çalışır. 1943 yılında Ankara Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi idaresine memur edilir.

6

Bir müddet


sonra Etnoğrafya Müzesi müdürü olur. Remzi Oğuz'un Türk müzeciliğine

hizmeti büyük

olmuştur.

ArkeoJog

Remzi Oğuz Arık ihtisasının kudretini daha ziyade kazı­ larda gösterir. Amerika'lılarla Alişar, kendi başına Kara­ lar, Yalova, Göllübağ,

Alacaköy,

Çankırıkapı, Karaoğ­

lan, Hacılar, Alaittintepe, Bitik kazılarını yapar. 1936 da Oslo Arkeoloji Kongresinde, 1938 de Kahire'de Milletler­ arası Kazılar ve Sanat Tarihi Konferansında aynı yıl için­ de Kopenhag Arkeoloji Kongresinde memleketimizi tem­ sil eder. Remzi Oğuz Arık Etnoğrafya Müzesinde çalıştığı sırada Gazi Terbiye Enstitüsünde tarih hocalığı, 1939 da Dil - Tarih ve Coğrafya

Fakültesinde

arkeoloji profesör

vekilliği ve sonra profesörlüğü görevini ifa eder. Bir müd­ det sonra Enstitünün müdürlüğüne tayin olmuş, sanat ta­ rihi ve dinler tarihi derslerini okutmuştur. 1942 de kendi­ sini çevreleyen zihniyet]e uyuşamadığından buradan ay­ rılır. 1949 da İlahiyat Fakültesinde İslam sanatları tarihi okutur. 1950 de siyasete a tılır. D.P.

listesinden

Seyhan'dan

milletvekili seçilir. 1952 de bu partiden ayrılarak Köylü Partisini kurdu. 3 Nisan 1954 de sebebi meçhul kalan bir uçak kazası sonunda ebedi hayata intikal etti. Bu seriyi hazırlarken yardım

ve kolaylık gösteren

Arık ailesine teşekkür ederiz.

EZEL ERVERDİ

7



İçindekiler Köy kadını Köy kadını / 13 Köylü ve keven / 28

Türk gençliği Köylerimiz ve köycüklerimiz / 29 Bilim zihniyeti / 58 Maarifimizin binbir derdi / 63 Türk gençllğine / 67 Türk gençliği / 71 Güzel Türkçemiz / 76 Derneklerimiz / 87 Turizm / 93 Sanki bizim için / 103 Komünizmle savaş / 108 Yeni çağlardaki rolümüzü belirtmeliyiz / 1 H\ Bahtiyar idealist / 120 Mü'min Akif / 123 Ziya Gökalp'in türkçülüğüne dair / 128 Gurbet Gurbet / 139 Usta ve çömezleri / 142 Mahrec-i aklam / 147 Bunlar kim / 149 Alaturka - alafranga / 155 Bir köy köpeği / 160

9


Sokağa düşen ticaret / 167 Hastahaneden sesler / 1 70 Bir İstanbul mektubu / 175 Başka bir İstanbul mektubu J 180 Yokolası ayrılık .' 1 83 İlim, sanat, politika / 187 Tehlike kaçakları / 1 92 Dostluk üzerine düşünceler / 196 Hisar ve insan harabesi / 206 Çocuk / 2 1 0 Bir mektep hatırası / 2 1 3 Eski darülfünundan hatıralar / 219 İnmeyen bayrak / 224

tO


KÖY KADINI



KÖY KADINI Anadolu'yu, bütün haraplığı, geriliği ile beraber başka yurtların üstüne çıkaran asıl mucize nedir bilir misiniz? Köy kadını!. .. Köy kadını. .. Milletimizin höyük yığınının kadını!... Çocukluğunu duymadan kızlığa, kız yaşını tanımadan ka­ dınlığa, kadınlığına doymadan topıağa geçen mahlUk!.. İş­ te bu, bizi bir millete, bir vatana mensup olduğumuzu söylemek gururuna, iftiharına kavuşturan asıl sırdır. Onu sakın gazetelerin, mecmuaların cümleleriyle ta­ nımaya kalkışmayın ... O yazıları yazanlar ne köyü, ne köylüyü, ne köy kadınını tanırlar. Köy, köylü, köy kadını bu milletin hala el dokunulmamış sırlarını, zenginliğini meydana getirmekte devam ediyor. O elmas çekmeceyi açacak anahtarı, geçiş devresi nesillerinde aramak boş­ tur. «Köy kadını» demekle Türk kadınını, yahut asıl Türk kadınını ifade etmiş oluyoruz. Bir kere o, bugünkü mille­ timizin yüzde yetmişbeşini doğurmuştur. Sonra bir mil­ lete millet dedirten unsurların höyük kısmını onun ya­ rattığına, şimdi çoğunu onun koruduğuna, nesilden ne­ sile onun geçirdiğine inanıyoruz. Bundan başka hepimiz biliriz ki, şehir kadını, köyden gelmiş, köyden sivrilerek 13


KÖY KADINI şehrin eksiğini tamamlamaya gelmiş olanlar bir yana bı­ rakılırsa, bu milletin ana benliğini temsil etmekten uzak bir sayı azlığı, bir mana yoksulluğu içindedir. Şehir ka­ dını - hiç olmazsa onlar arasında Türk kadınlığını tem­ sil ettiği zannedilen sözde münevverler - içtimai «foncti­ on»u olmıyan veyahut, çekildiklerinde bu «fonction» za­ rar görmiyecek, hatta bugünkü duruma göre, selamet bi­ le bulacak olan - bir azlıktır. Bugün için, onun devam et­ tirdiği hayırlı bir an'ane, üzerine aldığı müspet bir «mis­ sion - vazife» yoktur. Göreneklerin «müessese» haline gel­ miş eo değerli, vazifelerin en ağırı ve mukaddesi olan «analık» bile; şu veya bu sebeple şehir kadınının kaçındı­ ğı bir mana almıştır. Şimdilik sıfatı, eksik bir okumanın, kötü bir lüksün kibrini gezdiren beynelmilel bir müsrif olmaktır. Halbuki köylü kadını bu milletin kaderine ait tarihi bir «mission»u bulunan, bu milletin varlığı ile ala­ kalı an'aneyi devam ettiren, şehir kadını azlığının çok ke­ re uydurma salonlarda erittiği millet yapısını boyuna ta­ mir eden, tamamlıyan bir çokluktur. Bunun içindir ki, köy kadını sözü ile biz, asıl Türk kadınını doğru bir ifade bulduğumuza inanıyoruz.

(l)

kastediyor;

Bu türlü anladığımız Türk kadını, bizim, bütün mil­ letlerin karşısına hiç korkmadan çıkmamızı temin ede­ cek böyüklüğü nefsinde toplamıştır. Hiçbir millet gös­ teriiemez ki varlığına fiit imkanları, şartları bizimki ka­ dar kendi kadınlığına borçlu olsun!. .. (1) Ankara'da, «Ulus Meydanı»ndaki abidenin bir köşesini süsleyen «Mermi taşıyan kadım heykelinin bü­ tün güzelliği, bu millete ait kurtuluş anıtında yer alan, yer almaya layık olan kadınlığı «köylü kadını» olarak temsil etmesi değil midir ? Ve gine yalnız bu bakımdan, Prof. Matş'ın kadınlığımıza ait Cenevre nutkunu manı\lı, değerli bulmaktayız.

14


MESELELER

Kaç asırdır, sözde metropol olan Anadolu, kendi müstemlekeleri yoluna, doğranan bir damar gibi, boşal­ maktadır. Osmanlı İmparatorluğunun tek endişe, tek merhamet, tek saygı göstermeden her türlü «kumarlara bastığı» Anadolu'nun insan serveti; bugün hfila millete yakışacak kütlede ise bunu yalnız köy kadınına borç­ luyuz! . .. Anadolu'yu, ikiyüz yıla yakın bir akınla yeniden fethedip yeni bir hüviyete sokan en son Türk göçü; bu ülkede Bizans, İran, Arap ve daha başka millet kültür­ lerinin birliğine çarptı. Türkmen kültürünün, yalnız başı­ na çarptığı bu birleşmiş kültürlere, sonraları İmparator­ luğumuzun Enderun müesseseleri de katıldı. Bugün mü­ kemmel bir surette görüyoruz ki Türklerin Anadolu'da böyük «mission»unu durduran Moğal istilası gibi, Haç­ lılar gibi engellerin yanında bu müthiş kültür düşman­ lığı da yeralmış bulunuyor. Fakat, öteki engelleri silip süpüren böyük kudret, kültür imtihanında da yenilme­ miştir. Bu kültür zaferinin asıl kaynağı köy kadınımızın haberi olmadan Allah'ı taşıyan bir Sina ağırlığı ile, yüz yıllardanberi akıp gelen Türk kültürünü, kapalı ruhunda korumasıdır. Türk kültürü gibi, Anadolu'nun iktisadı da, İmpara­ torluğun kumarbazlığına bahşiş verilmişti. Bilhassa yeni deniz yollan bulunması yüzünden Anadolu, transit yeri olma ehemmiyetini kaybedince, bozulan muvazene, Av­ rupa sanayiinin devleştiği devirlerde bizim için bir fela­ ket halini aldı. Anadolu'nun harplerden artakalan van­ yoğu, bu devrin mirasyedi nesillerı ile Türk olmıyan azlıkların elinde Avrupa'nın vahşi, aldatmaya yarayan müstemleke mallarına akıtıldı. Bu eşsiz israfın bitirdiği millet bünyesi «Kurtuluş harbimiz,, de, yıllarca Böyük 15


KÖY KADINI

Millet Davasını zafere götüren bir malzeme, takat kay­ nağı imkanını, vazifesini görebildiyse bunu, ancak, köy­ lüye, onun harikulade tutumlu oluşuna, hatta . . . hatta .. . onun insan ihtiyaçlarının ve seviyesinin aleyhine kullana­ cak kadar sabırlı, kanaatlı oluşuna borçluyuz. Köylü er­ keği şehirle, şehirli ile nispeten çok temastadır; şehrin kötülüklerine, israfına daha çok akışı mümkündür. Am­ ma çocukluğu duymadan kızlaşan, kız yaşını tanımadan kadınlaşan, kadınlığına doymadan topraklaşan köylü ka­ dını; sert bir tahammül dininin bütün merasimine ria­ yeti sayesinde, Anadolıı 'yu tam bir iflastan kurtaran asıl amil olmuştur. Köy kadınının böyüklüğü, eşsiz kıymeti Türkiye için, yalnız onun tarihi «missionu»ndan ileri gelmiyor. Köylü kadın, bugün de dün gibi, memleketin kuvvet aldığı en feyizli pınar olmakta devam ediyor. Nüfus meselesi Türkiye için bir ölüm kalım işidir Bu işte köy kadınmın yükündeki misilsiz ağırlığı anla­ mak için köyün tam bir imkansızlık gösteren manzara­ sını gözönüne getirmek yeter. Bayramdan bayrama et yiyen, zaman zaman şekerin varlığını büsbütün unutaıı gıda yoksulluğundan, her çeşit avadanlığa, her çeşit sıh­ hat vasıtasına kadar coğrafyanın lıitufkarlığı şöyle bir yana durursa tam bir yoksulluk içinde çocuk böyütmek, bir şehirli kafasiyle, bünyesiyle belaların belasıdır. Fakat, evinin, işinin herşeyi olan köy kadını, bu «belayı» dok­ torsuz, ilaçsız, her yıl meydana getirmeyi vazifeden hö­ yük birşey bilm�kte devam ediyor; bir tane bile çocuk yetiştirmemek için her türlü mazereti önesüren şehir kadınının aksine o, «çocuk belası»nı kendi südü 'ile veya kendi kanı ile besliyor. Ordunun kurtaran safları, mu­ kaddes safları, köy k:.ıdınının herşeyini vererek böyüt16


MESELELER

tüğü Mehmetlerle meydana gelir. Sınırların dört yanını kuşatan düşman ve teknik üstünlüğüne Anadolu'nun çı­ kardığı höyük tarihi kalkan; ordu, köy kadının kanı, eseridir. Anadolu'nun çetin nüfus işini biz, işte bu eseri veren köy kadınının böyüklüğü ile halledeceğimize inanı­ yoruz. Ana olarak aldığımız köy kadını, hala ahengini yi­ tirmemiş cemiyetlerdeki feragatın böyüklüğünü taşıyor. Kendi nefsine düşmüş bir kadın örneğinin bozgununu, hakikatta bütün muvazenesini yitirmiş olan köyde daha tamamiyle görmüyorsak bunun sırrı köyde henüz ayakta duran ailedir. Şehirde aile nedir ki? Her çeşit keyfin, hevesin oyun­ cağı!. . . Bazan iki toy çocuğun «sevişiyoruz!.. » demesi, bazan iki ana babanın karşılıklı kibri, arzusu, aile denen millet temelini kurutmaya yeter. Böyle heveslerle kuru­ lan yuvalann aynı kolaylıkla göçmesi, cemiyetimizin in­ tikal devrindeki alametlerinden biridir. (İstatistiklere ve adliye dosyalarına bir gözatmak bu hususta şahit ara­ yanlara yetesi vesika verir. ) Köyde... ailenin temeli toprağın derinliğine girmiş­ tir. Orada yuvayı gelipgeçici hevesler değil, ilk insanı coş­ turan cins ihtirasları; yahut toprağın ancak köy çocu­ ğu tarafından eşitilip anlaşılan esrarlı daveti, emri. . . ku­ rar. Bu iytibarla da köy kadınının gönlünden erkeğini ne ölüm, ne mahşer siler. Köydeki aile yuvasını harbin tır­ panı bile güç devrir. Köy kızı yoldan çıkm�z mı? Şehrin sözgelimi, Anka­ ra'daki Telsizlerin . . . korkunç değirmenine düşmezse; onu yoldan çıkarmak için kocası olmak farzdır. Ve o kıratta bir «Diyana»yı kaçırmak için «Köroğlu» kadar efsane­ leşmiş köy erkeği olmak şarttır. Kızı kaçıran erkek, so17


KÖY KADINI

nunda hayat arkadaşına sahip olmayı ihtiras yapan bir kahramandır; sevdiğiyle kaçan kadın, aşk ihtirasını her türlü riyakarlıkların kabuğundan sıyırmış bir anadır. Onun suçu da kendine yakışacak böyüklüktedir. Ne analık feragatındaki bu tabii böyüklük ne kadın­ lık ihtirasındaki bu temiz, höyük tabiilik .. . , neye inanaca­ ğını bilmiyenlerin, hele gönlü boşalmış süslü mankenlerin karı değildir. Her üstün gördüğü teknik sahibi millete benzemiye yeltenen cemiyetlerin kadıriı, hergün put de­ ğiştiren bir dinsize tıenzer. Onun gözünde feragat da, böyük ihtiraslar da birer apdallıktır. Köy kadınının, inan­ dığı, sevdiği şey bulunan benliği, bugün de kültürümü­ zün zaferini vadeden tek ihtiyat kuvvetimizdir. Asırlar­ dır kültür sahasında deha veremiyoruz. Bütün müesse­ selerimiz havada dönen boş, yeyici bir çarktır; başka m,illetlerin bulduğu, yarattığı şeylerle yaşayan bir tu­ feylidir. Bu durgunluk, bu gerileme, bizde orta sınıfı beslemesi lazımgelen köylünün düşkünlüğüne müvazi bir iniş çizgisi çizmiştir. Bugün yaratan milletlerin kafilesi­ ne katılmak için kendimize dönüyoruz. Bu dönüşte bize cevap, hep köyün bağrından geliyor. İnsanlığın karşısı­ mı Çıkaracağımız herşeyimizi .oradan topluyoruz. Halk dili, Halk edebiyatı, Halk şiiri, Halk zevki, Halk musi­ kisi, Halk oyunu, Halk ahlakı ... dediğimiz manevi mirasın böyüklüğünü hergün biraz daha eyi anlıyoruz. Hakikatta, bu kültürü olanca temizliğiyle, eksiği ve­ ya fazlasiyle saklayıp bize devreden; her çeşit kültür ka­ rışıklığı ile sersemlemiş, hangi yolda ilerliyeceğini şaşır­ mış şehirlerimiz değil, köyümüz, köyümüzde köy kadını­ dır. Ninnisi, ağıdı, türküsü, hikayesi, atalar sözü ile köy kadını nesillere . . . Türk dilinin güzelliklerini, Türk mu­ sikisinin artık beynelmilel olmak yoluna giren melodile18


MESELELER rini nasıl aşil.adı, öğretti, sevdirdi ise; Türk dansını dü­ ğündeki, harman yerindeki, tarladaki halaylan, oyunlari öyle yaşattı. Rengin, renk ahenginin unutulduğu,

Türklerce eri­

şilememiş bir niymet sanıldığı bu nankör zamanlarda, ec­ ne bilerdeki kadar kendi çocuklannın da bilgisizliğine, is­ tihkanna ve iftirasına cevabı, köy kadınının elişinde bul­ duk. Cemiyetimizin bu yoldaki dehasını, tezgahının, kas­ nağının üzerine eğilen Türk kadını korudu ve bu Türk kadınına ırkın orijinal motiflerini,

ve

köy

kadının an'ane

tabiatle beslenen örnekleri verdi. Bütün harpsonu nesilleri gibi bir haşrüneşir geçiren

ahlak bünyemizde eyi, kötü bize, bizim damgamızı vu­ ran ne varsa köyde, köylüde, köy kadınında bulmuyor muyuz? Türk erkeği, Türk kadınına bakınca daha çok ge­ zen, daha çok karışan, daha çok yadırgı tesirlere kapılan bir unsurdur. Halbuki köy kadını, toprak, dam ve ağıl­ la çerçevelenen aleminin sınırlarını taşmıyan muvazeneli varlıktır. Bu iytibarla kültürümüz, onun ağırbaşlı çekme­ cesi içinde bin türlü yadırgı kültür düşmanlıklannı arka­ da bırakarak bizi bulabilmiştir. Dünkü İmparatorluk için bir kumar fişi olan Ana­ dolu 'nun Metropol iktisadında o höyük felaket içinde!... yerli bir iktisat tekniğinin mayasını koruyan: küçük tez­ gahı, çıkrığı, iği, kirmeni, çapası, sabanı, döneği, orağı ile köy kadını olmuştu.

Bugün de

Türkiye iktisadının te­

meli olan ziraatta en esaslı unsur halinde karşımıza gine o çıkıyor. Kendi iktisat muvazenesini yitirmiş olan köy, bugün hala nefes alıyor, hatta bir devlet çerçevesini, bü­ tünlüğü ile ayakta tutan cüz'ü tam gibi muhafaza ediyor­ sa, bunu başka milletlerle nisbet kabul etmiyen ucuz bir

19


KÖY KADINI

elemeği bolluğunun, bütün istihsalde omurga kemiği ol­ masına borçluyuz. Köydeki elemeği! . .. Çalışanların ekmeğini yapan, tan­ dırda veya ocakta pişiren, onu en uzak bucaklara kadar eriştirip dağıtan, dağda sürüyü otlatan, onu köye getiren, sağan, yoğurt, yağ, peynir yapan ve bunları koruma ted­ birleri alan; yahut sürüyü kırpan, kılı yünü temizliyen, eğirerek onu dokuyan yahut hain madde olarak satılacak hale getiren; tarlayı süren, eken, bekliyen, mahsulü bi­ çen, harman eden, anbara taşıyan, satışa çıkaran yahut, bankaya olan borcunu ödemek için şehre döken; borca ve bin mihnetle aldığı hayvanları otlatan, yarasını ve çıkığı­ nı saran, hastalanınca şifa bulan, ölünce eli böğründe, yü­ kün altına kendi giren. . . elemeği! Bunun karşılığı ya bir hiçtir, ya bir yığın borçtur, ya müselsel bir açlıktır. Bir müthiş hiçliğe dökülen bu bedava elemeği, hesabı hiç tutulmamış elemeği: Köylü kadınınındır. Bugün müthiş bir bozgun aleminin arasında, Anado­ lu köylerinde bir tahammül mucizesini görüyoruz. Böy­ lece, beşeriyetin en çetin buhran devrini inanılmaz bir sükun ve emniyet içinde aşmaya çalışıyorsak . . . bunu; yal­ nız köy istahsal.ine elemeğini veren köy kadınının, o ya­ man enerjiyi, çalışmayı hesaba katmıyacak kadar engin bir gönül zenginliğiyle yaradılmış olmasındı ,bir kere bi­ le emeğinin hesabını, kendini işletenlerden aramamasını da bulmalıyız. Bütün bir milletin en bakir ihtiyat kuvveti olan köy kadını acaba bugün nasıl görülmektedir? Millet hayatın­ da ona ayrılan yer nedir? Sıfırdan daha aşağı bir ra­ kam!...

Sıfırdan daha aşağı. . . Çünkü, köy kadını, hesaba gir­ miyen kuvvettir !Onu şehirde: yalancı ve gırtlağına ka20


MESELELER

dar dolandırıcı borca gömülen lüksün pudrası, kızılı ara­ sında topraktan; köyde: toprak rengine girmiş nasipsiz erkeğinden farkeden kimdir? Ona şehirde, şimdi hedefsiz bir süs ömrü geçiren renksiz adaşlarının uşaklığı, lüks hademeliği Iayik görül­ müştür. Yahut barlarda, en sefil iştahların lambasını ta­ şımak, hızını dindirmek vazifesi verilmiştir. Köy kadı­ nının, belki asırlardır içine akıp toplanan, arzularına ka­ vuşması şehrin bu en sefil köşelerinde boğazlanan haya ve iradesi pahasına olurken, köy kadını, elinde olmayan sebeplerle şehre boşalırken, mesela bir Telsizler mahalle­ �inin her bakirliği kazıyan yaman esirlik makinası diş­ lerinden onu koruyan hangi teşkilattır? Buna aldıran .kim­ di? Hakikatta, köylerinden koparılıp şehirlerin kayıtsız ve hor gören bağrında, şeref öğüten değirmenlere dökü­ len Türk kadınını, barların ve allelade yerlerin kirleten ışıkları altında görenler, içtimai vazifesini, tarihi «missi­ on»unu ebediyen kaybeden bu yeni cins lüks ve haz par­ yalarının artmasından dehşete düşmekte haklıdır. Köyün muvazenesi bozulalı, onun kadınını şehirde yalnız bu aki­ bet bekliyor! .. . Aile temelini sarsan kültürlerin bozgunundan hala uzak; kadını kozmopolitleşen kültürlerdeki kısırlıktan şimdilik habersiz; çöküntüye uğrayan cemiyetlerde lüks hayvanına yaklaşan kadın olmaktan hemen tamamiyle münezzeh; takatı tükenmiş millet iktisatlarında israf çar­ kı haline giren kadın olmaktan henüz çok uzak olan köy kadını; erkeğin arkadaşı olarak, ana olarak ailemizin ve milletimizin temelidir. Ondan bizim beklediğimiz: sefa­ letin bekçiliğini yapması değildir. Onun sabrını, iradesini takdis edişimiz, köyün geri ve perişanlığına sonuna kadar 21


KÖY

KADINI

şuursuz bir seyirci olmasından ileri geliyor. Biz onun; ta­ rih felaketlerini, cefaları üstüne yükselen canlılığına; fe­ laketi, kaderi yenen takatına hayranız. Fakat köy kadını tıpkı köy gibi, bu muvazenesiz, borçlu, daima «başkası için kullanılan emek» olmaktan çıkacak; köy çerçevesini doldurduktan,

köy çerçevesin­

de bereketlenip gümrahlaştıktan sonra şehrin yediği, erit­ tiği nüfusu tamire, telafiye akacaktır. Köy kadınını; ka­ dınlığını yitirmiş, unutmuş bir ırgat halinde bırakan; ya­ hut teknik adına, ilerleme adına onu böyle bir ırgat bı­ rakmayı bir keşifmiş, bir hünermiş gibi beyinlere sin­ dirmek isteyen herkesten, her usulden tiksiniyoruz. Köy kadınını yuvasına dönmekten; yuvasında ana, eş, hemşi­ sevgili olmanın imtiyazından ayırıp sözde iş, sözde tek­

re

nik pazannın paryası sefilliğinde hapseden her terbiye­ den, her tahsilden şüphe edeceğiz. Ondan asıl beklediğimiz; bugüne kadar olduğu gibi, bu milletin kendine mahsus nesi varsa, onun haznesi kal­ ması, bu milletin gizli ihtiyat kudreti olmak sırrını ver­ memesidir. Şehrin bugünkü dalgalı, her an değişen bün­ yesi Türkiye'yi beğenilmiyecek karışıklığa uğratırsa, kö­ yün ağır ve uyanık şuuru, an'anenin tartısı ağır basa­ cak; ziraatımız vasıtasıyle millet iktisadımızdaki muva­ zenesi sayesinde şehrin kumara basacağı her kuvveti te­ lafiye o koşacaktır. Her çocuk yeni bir imkan, yeni bir istidat, yeni bir umuttur. Köy kadınından ,yani böyük Türk kadını çok­ luğundan beklediğimiz bu imkanı, bu istidadı, bu umudu bol yetiştirmesi, iyi beslemesi, ·ve onu, bizim olan ruhun, ahlakın en temiz örneği gibi vermesidir. hle bu bizim olan ruh ve ahlak!.. Bunun tek kefili bugün köy kadını­ dır. Şu İstanbul'daki Polones köyü ile bizim köyleri mu-

22


MESELELER

kayese edince duyduğumuz gerilik. ezasını, utancını, köy­ lerimizin morfolojisinden geliyor zannedenler nekadar . . İstanbul'da bize tek kadeh temiz süt içirme­

y a nılıyor ! yen bela,

.

mandıranın hem de asri mandıranın yokluğu

mudur? Yoksa süt denen gıdayı telvis etmekten eza, me­ suliyet duymayan ruhun taş kesilmesi midir? Ankara'nın dibinde Polonez köyünden güzel, asri köylerimiz var. Önun insanı, harap köylerimizin insanından daha verim­ :ıiz,

daha geri ! .. Anadolu'nun köy kadını bizim bu düğü­

ıni.imüzü çözecek tek imkandır. Birgün Anadolu, en ileri bir millete vatan olunca, oııun bu mazhariyetini gören nesiller, köy kadınının yani Türk kadının höyük ve temiz hatırasını yeni Süleyma­ n iyeler, yani anıtlarla anacaktır. (İlk yayımı; Dönüm, aylık dergi, sayı: 25/1934, ikinci yayımı; Çığır, aylık der­ gi, sayı: 92/ Temmuz 1940; üçüncü ya­ yımı, Kalem, aylık dergi, sayı : 1 1-12, Temmuz - Ağustos/1949.)

23


KÖYLÜ VE KEVEN Gözlerinizi, yalnız el ve ayaklarınızı değil, gözleri­ nizi de didikleyen, parçalayan bozkırın çalılariyle yoru­ lunca, bir mucizeye rastlarsınız: Kevenler! Dikenleşen çiçekleri, kabuklaşan ufacık yapraklariy­ le görünmekten ziyade siniyor hissini veren kevenler, bozkınn sert, hüzünlü bağrında açan bir ottur ki ona ka­ buk, toprak, taş diyeceğiniz gelir. O her ot gibi yeşil değildir, yeşermek bozkır otunun sanki nasibi olmamış­ tır. Güdük gövdesi toprağın üstünde yükselemediğinden­ dir ki her yanı boz, esmer bir renge bulanmıştır. Minik, açılmaktan korkan yaprakcıkları, güneşe bakmaya zor ce­ saret eder gibi, hafif yeşilliğini iki büklüm olarak sak­ lar: Üstünde ürediği toprak gibi! Boz, korkunç boşluğun, sert çoraklığın bağrında gözleri biraz aldatan, aldattığı için biraz dinlendiren: onun denmesi caizse esmer yeşil­ liğidir. Bunun içindir ki, ayağınızı dalayan, yırtan keven .. bütün çorak görünüşün€ rağmen ,bozkırın bir mucizesi­ dir. Köylülerin kevenle münasebeti, şehirlininki gibi gö­ züyle değildir. Bozkır köylüsünün, ancak bir günlük ek­ meğine yetirebildiği didişmesi sırasında, zevkinin gıdasına ayıracak vakti yoktur. Onun dikkati bugün, midesile de24


MESELELER

risinin iptidai isteklerine saplanmıştır. Bu istekler ve onu kendine verecek, getirecek vasıtaları: köylünün bundan başka ehemmiyet verdiği şey, yalnız bunları tehlikeye dü­ şürenlerdir. Bu vasıtaların başında köylünün hayvanı gelir. Ke­ venle köylünün münasebeti, işte asıl hayvanı yüzünden­ dir. Kuraklık bozkırın tabii halidir, kıtlık köylünün ka­ deridir. Bu kaderin orağı köylünün mahsulünü biçti mi, onun dilinde «yer dertıir, gök bakır!» çaresizliğini, gözün­ de canından evvel hayvanın açlığını bulursunuz. Mahsu­ lünü böceğe, çürümiye. kuraklığa yem eden kader, hay­ vanının tek yiyeceği olan samanı da elinden çalmıştır. Tarlasında beli bükülen köylü bu sefer bozkırın çakılları arasında dizler. Elinden tutan, daha doğrusu elini ayağını tutup onu yere çökerten yalnız kevendir. O diken diken çiçek, o kabuk kabuk gövdecik köylü­ nün umudu haline yükselir. O zaman kevenin kopma iste­ miyen sapiyle köylünün aç, umutsuz hücumu arasında ya­ man bir döğüş başlamıştır. İnsan koparmak istedikçe ot çelik kadar sert ve las­ tikli liflerini gerer. İnsan onun dibini açık kökünü bul­ mak istedikçe ot yerin metrelerce derinliğine saldığı kol­ larını gömer gibi gizler. Sonunda insan dibini bulamadığı otun gövdesini keser, toplar, döğer; hayvanının ağzında çiğnenecek hale sokar ve ancak o zaman bir nefes alır. Çelikleşen liflerini bir burgu gibi yerleri oymakta kul­ lanarak, bir damla suyu yedi kat yerin dibinde arayan şu bodur, dikenleşmiş otla; kuraklığın, kıtlığın bıçağı aI25


KÖY KADINI tında gözleri dönen, kayalar dibinde, dağlar başinda bir lo�ayı yerden, gökten soran şu insan'ın talihi ne kadar birdir!

(İlk yayınu; Dönüm, aylık dergi, sa71: 38, Şubat 1936, ikinci yayımı; Ç ığır, ay­ lık dergi, sayı: 97, İlkkanun 1940)

26


TÜRK GENÇLİÔİNE



KÖYLERİMİZ VE KÖYCÜKLERİMİZ 1

Türkiye'yi baştanbaşa bir görebilir miyiz?

köyler yığınından ibaret

Yeni bazı görüşlere göre evet! Hayli zamandır gazete, mecmua ve kitap sütunlarına geçirilen bu görüş, Türkiye'deki milletin yalnız köy kura­ bildiğini kabul etmektedir. Bu görüş; (Türkiye'de ancak «iri köy», «ufak köy» gibi taksimler yapılabilir, yoksa bugünkü insanlığın anlayışına uygun şehirler ve köyler diye bir fark yoktur) diyor. Biz bu görüşün hem yanlış, hem neticesi iytibariyle zararlı olduğunu düşünüyoruz, bakınız neden: Türkiye'nin baştanbaşa bir köy yığınından ibaret ol­ duğunu ortaya süren bu görüş bir kere tarih bakımın­ dan asılsızdır. «Mavera-ün-nehir», «Horasan» ve Türkmenlerin ta­ rihine sahne olan bütün yerlerdeki «dehkan» ve «kent» tabirlerinin yanyana kullanıldığını hatırlıyalım. Bu hatır­ lamanın yanında bütün İslam Türk tarihlerini dolduran düzinelerle şehir adını da (Merv, Semerkant, Taşkent, Çi­ zak, Çimkent, Farab, Buhara, Hıyve, Yarkent... gibi) 29


TÜRK GENÇLİGİNE Önasya'-

ıi

medeniyetlerin

·

unutmamak şarttır. Selçuklular devrinde bütün yı ellerinde bulunduran

Türk'lerin, eski

kurduğu şehirieri bir yandan tamir ederek kullandıklan­ ni; öteyandan yeni beldeler kurarak bu kıt'alan iymar et­ tiklerini pekeyi biliyoruz. Bu hususta, şimdi bile

oturup

kullandığımız şehirlerin adını, tarihini, hele bu (Konya, Sivas, Ankara, Kayseri, Niğde, Diyarbakır, Mardin, Kas­ tamonu gibi...) şehirlerdeki anıtlan

gözönüne

getirmek

yeter. Bunlar, şehir hayatını ortaya koyan gerçek vesika­ lardır. Bundan başka; yer yer metinlerde

gördüğümüz

türlü tabirler, ifadeler bize adım başında köy, çiftlik, ka­ saba hayatı ile şehir hayatının ayrı ayrı varlığını,

ayrı

«fonction»lan bulunduğunu açıkça gösterir. Hicret'in 463 ünde yapılan böyük Malazgirt

muharebesinden

sonra,

Anadolu'ya sel. gibi akıp hakim olan Türkmenlerin, mescitleri

çevresinde

(Burgs), hatta yüzyıl

kurdukları

site

ilk

müsvettelerini

sonra beyliklerin,

mesela Daniş­

mend'lilerin yaptığı Malatya, Sivas gibi beldeleri düşüne­ lim. Sonra; Osmanlılar devrinde

yerli, ecnebi seyyahla­

rın; halkı coğrafyaya göre bölen, yayan köy, kasaba, şe­ hir varlığından bahseden seyahatlannı

görmek

Bunlara bakınca, hele zaman zaman yangınlar,

gerek. deprem­

ler veya kazılarla ele geçen şehir izlerini görünce, Türk­ lerin şehir, köy hayatını ayrı ayrı ve çok mükemmel ta­ nıdığını anlıyoruz. Bizans beldeleri üzerine

kurduğumuz

şehirler o devirlerin en yüksek şehir teşkilatını, temizli­ ğini toplamıştı. Köy hayatının varlığı ise,

tarihlerimizin

sayfa1an arasında, her adımda ayn işleyen

bünyesiyle

göze çarpmaktadır. Ancak; Ortaçağ'ın şehir ve kasabası, hemen hemen bütün Doğuda ve Batıda, surları,

kaleleri,

istihkamlanyle ayn bir alemdir. Köyün, çiftliğin rolü de bellidir. Ne Ortaçağ'daki Türklerin, müslümanlann

30

kur-


MESEI.EI.ER

duğu şehirde, kasabada, ne antik devrin höyük medeniye".' tini kurmuş olan Atina'da,

Korent'te, Isparta'da, hatta

Roma'da.. teklerin elindeki evler, devletin, dinin emrin­ deki yapılar gibidir. Berikiler, o çağın medeniyetini mezliğe kavuşturan anıtlardır; ötekiler

öl­

- yani

teklerin

elindeki yapılar- ise, çerden çöpten şeylerdir.

Amma,

devletin ve dinin emrindeki anıtlarla teklerin elinde olup şimdi arkeolojinin pek seyrek olarak temel izlerine veya resimlerine rastladığı yapılara bakarak, antik devirde ve Ortaçağda şehir ve köy aynlığının bulunmadığını mek imkansızdır. Hulasa Anadolu'daki yabancı

söyle­

insanlığı

yıkan veya muhacir eden, yerine yeni bir görüşün,

yeni

bir inanışın mü'minlerine layık vatan kuran fatih

kütle

hem köylü, hem şehirli idiler.

v

Gittikçe artan dikkatimizle, bilgimizle

ortaya konan

yeni vesikalar ,hem miymarlık, hem süsleme, hem giyim, hem musiki noktasından bu tabii ikiliği te'yit etmektedir. Eğer bugünkü realitelere bakarsak, (Türkiye

=

Köy­

ler yığını) formülünü kuran görüş gene asılsızdır: Milletlerin bir harekette olan, değişmekte, karışmak­

ta bulunan kısmı vardır; bir de «sedentaire

=

köklü, top­

rağa bağlı» ve değişmesi, karışması, dalgalanması pek zor olan kısmı vardır. Böyük veya ufak şehirler birinci kısmı barındınr; kökler de ikinci kısmı! Memur, tüccar,

fabrikacı, işçi. . .

gibi

tesadüflerin,

- geçici veya derecesi değişik - ihtiyaçların topladığı kütleler, höyük, küçük şehirlerin dalgalı nüfusunu meyda­ na getirir. Kökleri, höyük bir çoğunlukla, vatanın kuruldu­ ğu devirlere inen; bulunduğu yere köme

halinde gelmiş.

yahut tek asıldan, çiftlik gibi tek bünyeden böyüyerek mü­ tecanis bir köme meydana getirmiş, köme halinde mış;

kal­

«etnique» çehresi hemen hemen bozulmamış; öm-

31


TÜRK GENÇLİGİNE

rünü toprağı işlemekle veya toprağı sorgudan geçirmekle yıpratmış kütleler ise köydedir. Köy Kanununun 87. ve 88. maddelerinde devletin köy için koyduğu kayıtlar, şehirler için pekaz varittir. Realitelerin ancak en açıkta olanına göre yapılan kanun­ ların bir köy, bir şehir taksimi kabul etmesi, Türkiye'yi sadece köyler yığınından ibaret görenlerin yanıldığını - başka bir ağızla - te'yit etmektedir. Türkiye'de köyden başka bir kuruluş biçimi tanıma­ yanlar, bize öyle geliyor ki meseleyi yalnız konfor bakı­ mından görüyorlar. Gerçekten de işe bu gözlükle bakan­ lara hakvermekten başka çare yoktur: Turkiye'nin nere­ sinde bulunursanız bulununuz, konfor tabirinin içine gi­ ren huzura, rahata, kolaylığa - bu ecnebi tabiri koyan milletlerdeki gibi - kavuşmamız imkansızdır. Oralar­ da, mesela İsviçre, Şimal Avrupası gibi yerlerde konfor, bir nevi milliyet şartı haline yük.selmiştir. Amma bize bu konfor hasretini, hayalini veren memleketlerde de, bugünün arzuladığı şehir, onlar hanesini geçmez. Oralar­ da da «höyük şehir», «küçük şehir», «köy» taksimi var­ dır. Paris'in, Havr'ın yanında Fransız Bretanyası'nda yı­ ğınlarla kasaba vardır ki insan, pisliğine ve hurafelere, göreneklere tapışlanna bakınca, kendini Ortaçağ'dan da geriye gitmiş köylerde sanır. Amma fonction bakımından köyler köydür, kasabalar da kasabadır. Görülüyor ki vatanlann kalıbını, yani morfolojisini, yalnız konfor ölçüsüyle şekillendirmek yetmiyor, gerçe­ ği ifade de etmiyor. Devlet, «nüfı1su 2.000 den aşağı yurtlara köy, nüfusu 2.000 ile 20.000 arasında olanlara kasaba, 20.000 den çok olanlara şehir» diyor. Fakat, bu tek cepheden işe bakış, 32


MESELELER lııınunu koyan'a da yetmemiş gibi, ilave ediyor: «Nüfusu

2.000 den aşağı olsa dahi belediye teşkilatı

ıııcvcut olan nahiye, kaza ve vilayet merkezleri

kasaba

addolunur.» Böylece vatanın şekil almasını, içtimai,

ik­

lısadi, siyasi şartlara, «fonction»lara bağlamış bulunuyor. Köyde esaslı vasıf: oturulan bu

yerin,

kendimizin

rı i lemizin ihtiyaçlarına yetmesi; ikinci mühim vasıf: 1.i ıüai münasebetlerden gelen ihtiyaçların

iç-

azlığı, şahsın

:'ıile ihtiyaçları yanında derecede kalmasıdır. Bu

bakım­

ılan köyleri, «yığın köyler», «yol üstüne sıralanmış köy­ ı .. r» gibi cinslere ayırabildiğimiz gibi; asıl kuruluş meka­

nizmasına bakarak, «çiftlikten azma köyler» diye de ayı­ rabiliriz. Şahsın, ailenin ihtiyacına yetmenin örneği ofa'it ı;i ftlik, -

aslına bakarsanız - köyün organik

teşekkü­

l ünde bir konaktır . . .

Dikkate değer ki ,eski böyük kara yollan, :ıınırlarına sanki hörmet etmiştir. Onların

köylerin

içinden değil,

kenarından geçer. Ve köyün dış alemle münasebeti, aza­ ·ıından herbiriyle olmayıp imamı, muhtarı, hocası papazı, ağası iledir.

veya

Bugün bile, askerlik· gibi, vergi gibi

meselelerde, köyün dış alemle, vatanın birliğiyle münase­ beti, muhtan veya hocasıyladır. İnsan, cemiyet hayatında ilerledikçe görenekleri, an'­ ııneleri, şahsiyeti, aileye karşı duygululuğu zayıflıyor. Ce­ miyete, siyasete, iktisada ait münasebetler; şahsına, aile­ �ıine ait

münasebetlere

üstün

geliyor.

İşte o

zaman;

kasaba, ufak şehir, böyük şehir kurulmaya başlamıştır. nu kuruluş tarihin her devrinde insan

münasebetlerin­

dl'n doğmuştur. Ve o münasebetlerle yükselmiştir.

Köyün aksine kasaba, şehir .. hep yol ağızlarında, yol lı:ıvuşaklannda, vadile!'in ağzında, vadilerin

döküldüğü

l'rrlerde; mahsulleri birbirine benzemeyen iki mıntıka sı-

33


TÜRK GENÇLİÖİNE

nırlarında kurulmuştur. İzmit, İznik, Bursa, Kayseri, An kara.. gibi beldeler, eski devirlerden beri, kasaba ve şe hir olmak imtiyazını - yaşamak için havaları, iklimleri ne kadar elverişsiz olursa olsun - işte bu mekanizmay borçludur. İş, siyaset, cemiyet münasebetlerinin gevşediği gün ler yarı ölü bir ömür geçiren kasaba, panayır ve paza günleri, ayrı bir canlılık kazanır. Kasabanın damarlarını besleyen yakın köylerin bir birleriyle münasebeti kasabada olmakla beraber; kasaba nın birbirine bağladığı bölgeler arasındaki münasebetler den ayrılır. Bu son münasebetler, üstün gelmeye başla yınca kasaba, şehirleşmeye başlamış demektir. Şehirde üç vasıf vardır: Mümtaz bir yerleşme yeri mensup bulunulan medeniyetin emrettiği mecburiyetler den hiç olmazsa birazına uygun çerçeve; nihayet tarihin siyasetin, idarenin o mevki ve çerçeve içinde bıraktığ iz, teşkilat. Bazan sadece siyasetten gelme arzularla ku. rulmuş şehirler, yani tek vasıfla yaşatılmak istenen §ehir ler görülür. Bunlar ya ölür, ya yeni şartlar ve vasıflar! ömürlerini devam ettirirler. Berlin, müzeleri, üniversitesi nihayet hökümdar sarayları ile, zooloji parkları ile, «te vasıflı şehir» olmaktan çıktı. Ankara da öyle değil mi? Şehir, insanların birleşmesi için doğmuştu. İnsanla her devirde, ön safa gelen ihtiyaçlarını nerede temi ederlerse orada toplanırlar. Şehir örneklerine bu ihtiyaç lara göre ad koymak lazım. Bu iytibarladır ki kaç türl .. hakim ihtiyaç varsa o kadar türlü şehir örneği vardı denebilir. Gerçekten de Mısır'daki El-Amama beldesi, yeni bi din kuran iV. Amenophis'in mezhep endişesinden doğ muştu. Antik Yunanlığın Olympia beldesi, Yunanlılar ara 34


MESELELER �ı

din münasebetlerinden doğdu.

Nasıl ki bugün, var­

lıklannın hikmeti, gelen geçen gemiyi gözetlemek, §U ve­ ya bu devlete, belli bir geçidi kapamak olan, sadece ka­ yalıktan, istihkamdan ibaret şehirler vardır (Cebel-i Ta­ rık gibi!). Bununla beraber, insanların. birleşmesini dün de, bugün de en iyi geliştiren amil: laylığı, mübadelelerin

mübadelelerin ko­

böyüklüğüdür. Bu

yüzdendir ki

ürtaçağda, tepelere, dağlara çıkan şehirler, emniyet de­ diğimiz höyük faktörü devletler temin eder

etmez vadi­

lere, düzlüklere iniyoriar. Şu noktayı yeniden hatırlatalım: yaşamasında, böyümesinde, siyasetin,

Bugün

şehirlerin

devletin ehemmi­

yeti ve te'siri inkar edilemez. Şehirlerimizin çoğu harp içinde, harplerden sonra müthiş

buhranlar geçirdi. Ora­

larda iktisadi sarsıntıların bir içtimai panik olmamasın­

da en böyük amil, tarihi kıymet;

devlet kadrosunun o

şehirlerdeki devamı, bu kadronun

verdiği

manevi em­

niyet ve ümittir. Şehir, kalkınmak, ilerlemek için, bugün dünden ziyade, hinterlandına olduğu kadar o hinterland­ la kendi arasındaki münasebetleri

latın; devletin müdahalesine

düzelten siyasi teşki­

muhtaçtır:

Köyün tama­

men aksine! Tabii, hatta tarihi bütün meziyetlerine rağ­ men, devletin valisini çekivermesi, zavallı Silifke'yi bu­

gün

gittikçe sönmeye mahkfun bırakmıştı.

Buna muka­

hil Ankara'nın Çankaya'sı kaza merkezi olur olmaz, ka­ saba olmuş, şehir olmuştur. Eskişehir, mesinin naklinden duyduğu matemi,

Temyiz Mahke­ devletin kurduğu

şeker fabrikasıyle unutmayı düşünüyor. Şehir, vatan içindeki dar mıntıkalann

münasebetle­

rine pazar olmaktan çıkarak beynelmilel münasebetlerin, mübadelelerin yapıldığı meydan

haline

girince, böyük

�ehir doğmağa başlar. Böyük şehirlerin geleceği kadar iç

35


TÜRK GENÇLİGİNE

ve dış alemle münakaleye bağlı hiç bir şey yoktur. ts­ tanbul'u, bir Monako, bir Nis yapmak isteyenler, onun ilkin bir İskenderiye, bir Pire, bir Marsilya olabilecek imtiyazını unutmamaya borçludurlar. Binbir iflasın, bin­ bir davanın yerine en höyük bir beldenin tarihte deva­ mını hazırlamak böyle mümkündür. Anlatmak istediğimiz şu: Türkiye ne dün, ne bu­ gün bir köyler yığınından ibaret olmamıştır. Köyü, ka­ sabayı, şehri, höyük şehri meydana getiren amillerin akı­ şına bu vatanın sahipleri de uymuşlar, birleşme, yurt kurma işlerini bu akışların yarattığı şekiller içinde yap­ mışlardır. Türkiye'de 40.000 köy nasıl bir efsane değil­ se, binden fazla kasaba, şehir de efsane değildir. Bunla­ rın biribirinden farklı yaşama, ilerleme şartları, şekille­ ri olduğunu da kabul etmek mecburiyetindeyiz. .. Bu mecburiyetin millet; hayatındaki pratik neticesi ne olacaktır? Bu suale diğer bir sual ile cevap verelim: Türkiye'de varlığını kabule mecbur olduğumuz kö­ yü, varlığını kabule mecbur olduğumuz şehre mi benze­ telim? Yoksa ,onu, kendi kendine yeten alemi içinde, ol'­ ganik bir inkişafa kavuşturmak üzere, köy olarak mı bı­ rakalım? Bu suale cevap verince, (Türkiye = Köyler yığını) formülünün netice iytibariyle niçin zararlı olduğunu da göstermiş bulunacağız.

11

. Yüzlerce yıl İmparatorluk içeriden, düşmanlar dışa­ rıdan Türkiye'yi yedi. Buna rağmen; tarihimizin dönüm 36


MESELELER noktalarındaki

höyük hareketlere

dayanacak insan, pa­

ra, enerji bulabildiysek ve nihayet bugün siyasi yekpa­

reliği

kazanmiş bir vatan kurabilmişsek

bunun sebebi:

Türkiye'deki halkın yüzde yetmişbeşinin köylü,

Türkiye

topraklannın yüzde yetmişbeşinin köy olmakta devamı­ dır. Lucien Romierin dediği gibi:

«Her cemiyet,

insanı

meydana getirir ve insanı yer». Cemiyetleri ehrama ben­ zetmek müsaadesini verirseniz, köy-şehir XVIII. asırda başlar.

meselesi daha

Kimyadaki keşiflerin çoğu köyün

meydana getirdiği koyuluğu, bolluğu şehirlerde,

kasaba­

larda eritir. Kısaca,

köyü

şehirleştirdik mi,

ehramın

tabanını

yıkmış, biteviye yiyen ve yenen şeyi açıkta, üremek im­ kanından uzak bırakmış ve

onlan besliyeni

yokctmiş

oluruz. Belki

600

yıl bir metropol iken müstemleke

sefaleti,

müstemleke siyaseti gören Anadolu'nun asırlardır yıkıl­ mamasının sebebini bunun için biz nufusunun yayılış ve bölünüş tarzında aradık. Bu sebebi, bir ikisi bir yana ka­ lırsa, diğer bütün milletler için düşünmek mümkündür. Başka memleketlerde, hele Avrupa'nın şimal ve mer­ kezinde, köy-şehir

asırda başlar.

meselesi daha XVIII.

Kimyadaki keşiflerin çokluğu; höyük sanayi

merkezleri­

nin kuruluşu nakliyecilikteki ilerleyiş, belli

memleketle­

rin imtiyazı olan tabii servetleri öteki memleketlerin de kolayca edinmesi, höyük, milletlerarası ticaret yollarının mihverini değiştirmesi; iktisadın ağırlık ğiştirmiştir.

İktisat

merkezini de­

mihverindeki bu değişme ,hatta İn­

giltere'de bile köylerden şehirlere, metropollerden müs-.. temlekelere bir boşanış, bir akış doğurdu. O zamana ka­ dar toprağın feyzi ile hususi imtiyazlarla ovalarda, tepe-

37


TÜRK GENÇLİGİNE lerde kurulan köylerin sahibi, bekçi:>i kalmış halk çoklu­ ğu, bu akışın kolaylık ve zenginlik vadeden

cazibesine

kendilerini kaptırınca !�öy yalnız nüfllsundan olmadı, nis­ bi değerini de, toprak değerini de birden yitirdi. İşte o· zaman, köylerin sıra �ıra eridiği, ayakta ka­ lanlarının tatsız, kısır, pinti bir ömre mahkum

olduğu

görüldü. Aynı zamanda, ufak şehirler ireldi, yenileri çar­ çabuk kurulup böyüdü... Umumi Harbe kadar böyle giden köy-şehir macera­

sı, harpten sonra makinenin, kimyanın aklı

durduracak

ilerleyişi ve çokluğu neticesi hem madde, hem mana yö­ nünden bir tepkiye uğrar gibi oldu. Köyün imtiyazı ge­ ri geliyor zannedildi. Fakat;

Amerika,

Rusya gibi amillerin yeni çehrelerle

Japonya, hele

ortaya

başka milletler için vaziyeti bugün belirsiz

girmeleri, ( = indeter­

mine) bir hale sokmuştur. Türkiye için köy, köylü derdi, ilk belirtilerini Avru­ pa'nın höyük rönesansından biraz sonra yani xvr

-

xvrr

asırda gösterir. O zamana kadar Uzak ve Yakın Şark'la Uzak ve Yakın Garp arasındaki mübadelelerin

hemen

hepsinin geçtiği, döküldüğü transit ülkesi olan Anadolu ve tabilerinin imtiyazı, bu devirde arka arkaya gelen ke­ şiflerle elden gitti. Başımıza gelen bu bela, memleketi­ mize tabiatın verdiği imtiyazları başka

memlek0tlerin

keşifler, fenlerle elde etmesinden doğmuştur; yani bizim başka milletlere göre olan

muvazenesizliğimizin

nelası

idi. Bir tiftik keçisi işinde, imtiyazımız olan bu hayvanın, bu maddenin İngilizler eliyle üretilmesi bizler için ne ya­ man tokat olmuştur! Ankara'nın sofcuları bir anda yok olmuşlardır. Ticaret yollarının bu esaslı

değişikliği,

Anadolu'da

höyük akisler yapmıştır. Bu akislerin te'sirini istila ha-

38


MESEI.EI.ER

silinmedi­

ı· .. ketlerimizde böyük zaferlerin te'siri henüz

l{lnden pek farkedemiyoruz. Fakat bizde köy-köylü faciasının asıl senaryosu XIX. ıı:mda kurulmuştur, ve bu seferki facia yalnız milletlerle lwndi aramızdaki denksizliğin değil, bizzat kendi

mem­

lı•ketimizin içindeki içtimai denksizliğin bir neticesi ol­ ıııuştur. Böyük sanayi, kimyada yeni buluşlar, nakliyecilikteki ilerleyişler, makine

memleketlerinin tarlasını

boşaltıp

köylüyü zanaatçılar gibi, gündelikçi yaparken servet yal­

nız

yerini değiştirmiş fakat hepsi aynı memlekette

kal­

mıştır. Halbuki; XIX.

asırda,

Osmanlı

İmparatorluğunun

-sözde- metropolü olan Anadolu'da

duran» böyük sanayi, ne Türktü, ne ııe de Osmanlıydı. O ilkin ecnebiydi,

«çıkrıklan dur­

Müslümandı,

hatta

sonra düşmandı. Bu

ı·cnebi, bu düşman sanayi Anadolu'da kurulunca; hiç ol­

mazsa

bu kuruluştan doğacak kıt menfaatleri bile

bize

lıırakmıyordu. O, sadece çıkardığı malı kontrollan altın­ daki yakın, böyük merkezlerimize yollayarak

zahmetsiz,

külfetsiz kazanıyordu. Başka memleketlerde XVIII. ve XIX. asır sanayii ve

ınakineciliği

tarlanın,

köyün, küçük

zanaatın mahvolan

mahsullerine karşı, gene o memleketlerin öz çocukların­

ı! an meydana gelen zengin, kudretli, bütün aleme

yayı­

lan bir tüccar neslini irili ufaklı şehirlerde çoğaltmıştı. Osmanlı İmparatorluğunun

olan

- sözde -

metropolü

Anadolu'ya dökülen böyük sanayi mallan, bu mem­

IPkette mahvettiği zanaatçılann

yanında, gene o mem­

ll'ketin öz çocuğundan tüccar, ticarette aracı

miş; yalnız imparatorluğa değil,

yetine de düşman yabancı azlıkların

39

yetiştirme­

metropolün Türk hüvi­ ecnebi

kazancına


TÜRK GENÇLİÖİNE simsarlık vazifesini görmelerini - kazançlı bir tertiple kolaylaştırmıştı. Ecnebi ve düşman böyük sanayi, ardısıra iki bela daha getirdi:

böy" ·

a) Yüksek faizli ve yalnız keyif yolunda eriyip

gi

den yadırgı sermaye: b) Bu yabancı ,ahlaksız sermayenin memlekette ya mağa başladığı demiryolları vesair taşıma vasıtaları. Şehirlerimizde, bütün imparatorluğu idare etmek işi ni üstlerine alanları (yani bir bakıma, ecnebi ve düşma . böyük sanayinin ziynetlerine para yetiştirmek isteyeni ri) mağlUp ola ola müstemlekelerinden çekile çekile arık' laşmış, kötürümlemiş bulunan İmparatorluk hazinesi ar tık doyurmuyordu. Bu sefer; sözde bütün imparatorluğ idare eden şehirlilerin üst tabakası; yüksek faizli ecneb sermayesine vasıta olan azlıklara köle oluyorlardı.

Ecnebi ve düşman böyük sanayinin çıkardığı eşya ise müthiş, koyul

demiryollarının girdiği iç pazarlarımızda

bir zeytinyağı lekesi gibi genişliyordu. Meriç'ten Ağrı dağına kadar uzayan bugünkü yur dumuzdaki köylünün hiçbir memleketinkine benzemeyellj sessiz faciası işte asıl burada başlar:

J

1

ı 11

Bir yandan yenilmelerle kendi içine çekilen impara torluğun _hem en yeyici, ·en işe yaramaz, en tufeyli kı · sımlarının - bütün ağırlığını taşımak gerekiyordu.

Bir yandan, kendini idare edenler (ve hiç de. ken dinden olmayanlar) en aşağılık zevkleri yoluna, ccneb sermayecilere saçtıkları milyonlar ve milyonları bulma , için binbir vasıta ile kendini soyuyordu.

� ü1

Öbür yandan, eşkıyanın, dış ve iç düşmanın köt kastı arasında kökünden şaşıran halk - hele köylü

ne iş tutacağını, kime dert yanacağını, kime inanıp güve�

40


MESELELER

neceğini bilemiyor; bizzat kendisi bir tufeyli haline giri­ yordu. Bu ağır salgınların altından kalkmak için köylü il­ kin mahsulünü, sonra para eden her şeyini sattı. Muha­ rebeler nüflı.su azalttıkça geriye kalanların payına dü­ şen salgın, bir çığ gibi arttı. Satacak ne mahsulü, ne ma­ lı kalmayan köylünün toprağından olması, işte asıl bu za­ mandır. . . Hatta sadece toprağını ekebilmek, hatta sadece bir kara ekmek bulabilmek için «borç para almak», köylü­ nün sarılacağı tek yılandı. Bu parayı kendisine ne dev­ leti, ne de mahvolan soydaşları veremezdi: Kendini, ida­ re etmek bahanesiyle ,bu hale getiren soysuz kütlenin köle olduğu azlıkların eline . köylümüz, işte böyle, kurban­ lık koyun gibi düştü. Sözde bu metropolün sahibi olanla­ rın, dışardan bakınca herşeyleri yerinde, tamam görünen­ lerin toprağı hipotek altına girmiş; kendisiyle birlikte, veresiye alışverişe, hesapsız kitapsız ödeyişe kendini kap­ tıran köylüyü de sürüklemiştir. Victor Berard'ın müthiş bir soğukkanlılıkla. anlattığı üzere, eğer 1908 meşrutiyeti daha on sene gecikse, Türk Anadolu'nun baştanbaşa ya­ bancı azlıklara hipotek edilmesi tamamlanmış buluna­ cakti. «Anadolu Kurtuluş

Savaşları» ile «Lozan

Türk köyünü ve köylüsünü hipotekten kurtaran;

Sulhü»

Türki­

ye Cumhuriyet.i , köy-köylü meselesini · esaslı surette edinen, «Köy Kanunu» ile bu meseleye kadro çizen hi, höyük amiller oldu. Yeni

rejimin miras aldığı köy ve

tari­

köylüyü gördük:

Onun hayatta, siyasette, iktisatta yeri yoktu. Yani onu idare edenlerin kafasında böyle bir kıymet gibi şekillen­ memişti. Onu geri, arıklamış fakat bakir bir

41

şahsiyet


TÜRK GENÇLİÖİNE haznesi halinde bırakan şey, menfi bir amildi: Her yanı­ na, her köyüne tren işlemiyordu; koltuğunun altında

ra­

kı şişesiyle iskambil kağıdını taşıyan bugünün otomobili onun isteplerine çıkamamıştı; kendisinin ne olduğunu bil­ meyen kozmopolit, köle, cıvık şehirli ,onu «irşat ve ten­ vire» yeltenmemiş, mateminin, bilgisizliğinin, iptidaili­ ğinin setleri içinde o, iklimi ile, soyundan getirdiği me­ ziyetlerle, inandığı şeyle bakir kalmıştı. Acaba bugün? Bugün köy-köylü düğümünün en güzel neticeyi

ve­

recek biçimde çözülmesi için bütün talih ve imkanlar eli­ mizde bulunuyor. Bir kere tam müstakil bulunuyoruz. Müstakil bulun­ mak . . . Müstakil bir devletle tam bir hürriyet içinde, kar­ şı karşıya, memleket işlerini birer birer ele almak! Bu emsalsiz mazhariyet, işte bizim neslin ayakta durduğu geniş plate-forme!.. Bu eşsiz niymetin kadrini bilelim. Sonra; ne içerde, ne dışarda, köy-köylü meselesini iktisat ve siyaset bakımından halletınemizin önüne geçe­ cek engeller kalmamıştır. Daha sonra; coğrafyamızın imtiyazları var.

Millet­

lerin hayatında, canlılığında coğrafyayı ya inkar etmek, ya en son safa sokmak bir adet olmuştu. Mesela bir Rus­ ya, bir Fransa bunu ne kadar çabuk yalanladı! Bizim için de vaziyet böyle: köy - köylü düğümünü çözmek için, coğ­ rafyamızın imtiyazları bizim için hem kargı, hem kalkan­ dır. Daha sonra, köylümüzün soyundan lerin bileğisinde bilediği huyu, _içi,

getirip felaket­

özü var: sabır, yum­

şak başlılık, kanaat, uysallık gibi meziyetler, idealist dev­ let adamları elinde, bir milletin en kara imtihanları geç­ mesine yaramıyor mu? En sonra; bugün kollektif vic· 42


MESELELER

dan olan devletimiz, köy - köylü meselesini ortaya koymuş,

iç siyasetinde ona temeltaşı yerini vermiş bulunuyor. Yalnız . . . Bütün bunlar düğümü çözmek için elverişli muhit, elverişli şartların ana çizgileri ! .. Ya düğümü nasıl çöze­ ceğiz? Bu yolda görüşler kıyamet kadar. Biz belli başlıları­ ııı alalım: Bir kere işin laf, roman yüzünü meydana getirenler var! Onlara göre köy - köylü manzarası şöyledir : «Köylümüz açtır, susuzdur; fikir,

güzelden

anlama,

cemiyetle yaşama, sıhhat seviyesi çok aşağıdır; yeme, içme, geyme, bannma ihtiyaçlarını ne suretle temin ede­ ceğini, gelirini nasıl çoğaltıp içeride, dışarda satacağını l ı i lmez». «Köylülerimizin gözü pek kapalıdır; köylerine hiç te hizmet edemiyorlar; muasır değil,

teceddüt

içinde

de­

�ildirler. Hele muasır medeniyetin iycaplarına göre ya­ şamak akıllarında bile değil.» Hemen hemen kullanılan esaslı kelimeleri aynen kul­ l ıınarak ana çizgilerine getirdiğim bu görüşlerin roman­ ı· ı lığı, «COnstructif» mahiyeti, yalnız müşahedelerini bil­ d irirken meydana çıkmıyor: asıl onların bulduğu çareler­ d ir ki işin yalçın çıplaklığı önünde insana çin mürekkebi

i le

kimya laboratuvarında yazılmış roman ürpertisi veri­

yor. Bu saffet dolu olmasını kabUI ettiğimiz mütalaalara l{öre köy, köylü meselesini kuran görüşler çare ve vasıta olarak bakınız ne veriyor: «Köylü bu memleketin

efendisidir. İstiklalimizi yük­ ııek kahramanlığı ile koruyan, uzun zamandan beri sara­ y ı n ve saltanatın rezaletlerine tahammül ederek milli ka43


TÜRK GENÇLİÖİNE rakterimizi içinde saklıyan odur. Şu intibah devrinde himmet ve alaka bekleyen manzarasiy le karşımızda du­ ran bu köy ve köylüyü kurtarmak ve yükseltmek en bö­ yük ülkümüzdür. Bunun için, �erşeyden evvel, milli ter­ biye ve inkılap terbiyesi vereceğiz. Milli şuuru takviye edecek ve inkılabı kökleştireceğiz. Milli vazifelerini, cum­ huriyet kanunlarından kendisine taahik edenleri öğre­ teceğiz. Umumi bir yurt bilgisi ve sevgisi aşılıyacağız. Sağlığı koruma ve tedavi tedbirlerini anlatacağız. Temiz­ liğin ,intizamın sıhhi noktai nazardan lüzum ve ehemmi­ yetini, fazla olarak da bunun zevkini anlatacağız. Köyle­ rimizin ziraat kabiliyetini artıracağız. Bunun için mıntı� kalara göre işaretlerde bulunacağız. Toprak sahasını ma• kine ile birlikte inkişaf ettireceğiz. Göçebelerimizi vaziyetlerden kurtararağız.»

fena

Bütün bu azametli işler, her birı seferberlik lstiyen bu çalışmalar nasıl olacak, ne ile olacak biliyor musunuz? Dört senelik köy mektepleriyle ,orta mektebi bitir­ miş, h1tfen bazı kurslara devam ettirilmiş, 18-20 yaşın­ daki delikanlıların (kendilerine «hakiki saadetin, içtimai mefkurelere hizmetten ve feragatla çalışmaktan başka bir şey olmadığını anlatmak için Goethe'den, Kant'tan parçalar okumuş» delikanlıların!) öğretmenliği ile !.. Ve hepsi : bir zamanlar moda olan «Anadolu'yu irşat! » he­ yetleri veya onların vaız ve nasihat metodlariyle ! .. Köy ve köycülüğü düşüncelerinin mikrakı yapan ba­ zı düşünürler için manzara şöyledir : «Türkiye'de köylü, kendisine gerek ziraat, gerek odunluk, gerek mera için kafi derecede toprak bulamı­ yor. Binaenaleyh, köy ve köylü bakımından Türkiye'de bir toprak meselesi vardır. Köy meselesi bir zirai istih­ sal, bir nüfus ve nihayet bir köy mektebi meselesidir. 44


MESELELER

l lı ı meseleyi vahimleştiren amiller: XIX. asrın höyük sa­ Anadolu'nun bir müstemleke gibi istismarı; lıarp­ lıır, bakımsızlıklar, hastalıklar; menfi bir' mektep terbi;.

ı ı ııy i i ;

ı·ı·ı;idir.»

Çare? Siyasette adfilet ,iktisatta:

köylüyü kapitaliz­ tefek zira­ ııl sanayi kurmak, nihayet köyü sevdiren, istihsali sev­ ıl i ren mektep meydana getirmek. ı ı ı i n te'sirinden kurtarmak, bankalar ve ufak

Köy - köylü meselesini şaka ve laf olmaktan çıkaran l ııışka görüşler de vardır. Bunların en karakteristiği biz­ ı·ı·

şu manzarayı görenidir:

<1Köylü kışın yakmak için ineklerinin gübresini ku­ ı ı luyor. Evinin bir tarafını böyülteceği zaman, kara ker­ p ı ı; yoğuruyor. Avucu ile bulgur yiyor ve ot üstünde ya­ l ı yor.» «Şu kadar milyon Türk çiftçisinin, eğer biz ondan hi rşey istemezsek ,bizi hatıra bile getirmiyeceğine şüphe ı• lmeyenler, bundan memnun olanlar vardır. Bu bizim dertsiz ve tasasız olduğumuzu değil, vatandaşsız olduğtİ­ ınuzu gösterir.» Realiteyi bu mükemmel görüş; olanı gösterdikten rıonra istediği, beklediği şeyi de söylüyor: Anadolu yayla­ "ı nda Avrupa köylerini arıyor: Bu köy «baştanbaşa bir d i namo gibi cihazlanmış, kilovat ışığı ile bakan, dalga uzunluğu ile dinleyen, ocağı başında gazetesinin köy saa­ lı nı okuyan, Hamburg piyasasının zahire fiyatlarını soran köylünün» köyü olacaktır. ı

Bu görüş, bu mucizeyi «köy hocasının yerini tutan INbiyeci ile» köyü «devlet organizmasının içinde atom­ l aştıran köy iktisatçısıımdan bekliyor.

Bu son görüşte kullanılan kelimelerdeki reali.;;tliğe yoktur. O da, 1925 deki görüş gibi güzel, amma

ı IPyecek

45


TÜRK GENÇLİGİNE ikisi de söz götürür:

1 - Köy, artan toprağı ile, istihsali ile, mektebi ile, nihayet ne olacak? Menfi terbiyeden kurtulan, istihsal aşkı veren mektepten çıkanlarla nereye

gidecek? Mille­

tin öteki parçalariyle köyün köylünün münasebeti ne ola­ cak? Anadolu'da bugün ,hatta uzakça bir yann için - meslekteki görüşün anladığı manada - bir «toprak meselesi» yanında hatta ondan önce, bizi haricin istilasın­

2

-

dan bile korkutacak bir nüfus derdi yok mudur? 3 - 1933 görüşünde, olması istenen, köy değil şehir­ dir, ve biz köyün rağmına şehrin, veya şehirleşen köyün ne olduğunu başlarken söyledik. Ocağı başındaki radyo­ sunda Hamburg piyasasını öğrenmeyi böyük merkezlerin ihracatcı tüccarlanna bırakabiliriz; zahiresini kendisin­ den alacak en yakın Anadolu merkeziyle münas�bette bulunmasını temin etmeyi şimdilik yeter görmemiz daha realistçe olmaz mı? 4 - Gerek romantik görüşlerde, gerek ciddi görüş­ lerde istenenler oldu diyelim, iş biter mi? Bu istenEnler rnakinaya, zahireye ait. Bu köyün ruhunu ne ile doldura­ cağız? Bu köye, eski «köy imamı» kadar otoriteyi, ina­ kiminle, hangi ölmez esaslara dayanarak vereceğiz?

5

-

Bir «İsviçre köyünden farklı olmayan, içinde as­

falt yol geçen, elektrik ışığı ahır kapılarına kadar so­ kulan, yeşil tarlalann ortasında demiryolu raylariyle su­ lama kanalları birbirine karışan ..» köyün köylüsü bugün «Van köylüsünden farksız» ise, «Ergazi köyü bu asri kö­ yümüze değil, o eski Ergazi köyüne benziyorsa»; asri ça­ maşırhanesine, asri hamamına uğrayan yoksa, dispanseri­ ne doğum için kadınlar gitmiyorsa, bunun illeti nedir?

O köyün - köylünün

dışında kalan - «constructif»

46


MESELELER

mahiyeti değil mi? O köyün planının herhangi bir ecnebi köyüne göre oluşundan; içindekilerin sorgusuz, cevapsız oraya yerleştirilivermesinden, o köyü yapan maddelerin köy, köylü ile hiç münasebeti olmayan mallar oluşundan:

o köyü kafalarımızdaki hülya yurduna : bir nevi şehir modeline benzetmeye çalışmamızdan ileri gelmiyor mu? 6 - Köy ve köylü için bu kadar çok, bu kadar esas­ lı, höyük dileklerimiz var. Bunların hakikat haline gel­ mesini maariften, şu 18 20 yaşındaki delikanlıdan bek­ lemek - hiç olmazsa - romantizm değil mi?.. O Maa­ rif ki: «halkın en höyük kalabalığı şehirlerde ve kasaba­ lardadır; köylerimiz, çokluk, birbirinden uzaktır. Bir mek­ tebi çocuklarla dolduramıyacak kadar ahalisi azlıktır. Öy­ ıe ise ilk işin ön sırada bulunan toplu halkın okutulma­ sıdır.» diye düşünüyor ve henüz köyler için harekete geç­ mek lazım geldiğine; bu memlekette bir köy köylü buh­ ranı bulunduğuna dikkat etmiye lüzum bile görmüyor. -

-

III

Dünyanın bütün nazariyeleri, bütün

güzel

dilekleri

bizi. kandırmaktan uzaktır. Gözümüzün önünde, köylerden şehirlere doğru uza­ yıp giden boşalışların görünüşleri var. İstanbul'da, An­ kara'da, Antalya'da, Mersin'de, Adana'da, Diyarbakır'­ da, Yozgat'ta, Samsun'da, bu yeni çeşit muhacirliği gör­ dük. Yazın bütün meydanların, cami avlusundan mezar­ lığa kadar bütün ağaç ve taş diplerinin, kışın medreselerin, türbelerin, bunlar teşkil eder.

doğru veya eğri

hanların.

misafirlerini

Bu boşalışın sebepleri, XVIII. ve XIX. asırlarda, bö47


TÜRK GENÇLİGİNE

yük sanayi memleketlerinde tespit edilenlerden ne kadar farklıdır! Oralarda, tarlaları boşaltan esaslı sebepler, şe­ hirlerde kazancın bolluğu, şehir hayatındaki zevk, rahat, konforlu üstünlüktü. Ya bizde? .. Dairelerde odacılık, hastanelerde, müzelerde, mek­ teplerde hizmetçilik yapanlardan tutunuz da yollarda, başka yapı işlerinde, kazılarda . . . gündelikçi olanlara ka­ dar geliniz. Sabanını bırakıp şehir yollarına, şehirlere üşüşenlerin kazandığı, kendilerini doyurmaktan ne ka­ dar uzaktır! Böyle çalışanların, ne yediklerini, nasıl gün geçirdiklerini bizim gibi yakından görenler ve ömürleri­ ni onlarınkine katmış olanlar eyi bilirler. Yozgat'ın «Ak dağmadeni» köylüğünden Ankara'nın 60 km. batısında­ ki bir hafriyat yerine, günde beş-on kuruş almak için - hem de harman vakti - yayan koşup gelen bir kütle­ yi, kazancın bolluğu, şehrin, kasabanın konforu çekti �e­ tirdi denemez. Bizde fabrika hayatının henüz yok denecek kadar az­ lığı, bu yeni çeşit muhacirlere devamlı, emin ,bol günde­ lik umutlarını vermekten çok uzaktır. Mesela.. «İtalya köylüsünün ancak 150 - 160 kilo şeker cevherini taşıyan pancarını İtalyan şeker fabrikatörü 1430 kuruşa alırken, Türk köylüsünün 190 kilo şeker cevherini taşıyan bir ton pancarını 1000 - 1250 kuruşa satın alan yeni fabrikacı!ar­ dan zaten köylünün ve köyün yekinmesi için müdahale beklemek, hiç olmazsa zamansızdır (*) Bizim köylü gibi aza kanaatı, darbımesel hökmüne girmiş, didişmesi (yerleşmiş kanaatlann aksine) ra�atın­ dan bin kere fazla olan, dilsizliği, utangaçlığı adeta ben(*)

Bu

yazının 1933 de yazıldığı göz önünde tutulmalıdır.

E.E

48


MESELELER

l i ı.:inin ana çizgilerini yapmış bulunan bir kütlenin köyü­ ıı i i bırakması için böyük bir mecburiyete düşmesi gerek. l l u mecburiyet: Toprağın artık kendini beslememesinde, kiiylünün - bütün didinmesine rağmen - bu menfi şar­ l ı değiştirememesindedir. Köy niçin artık köylüyü barındıramıyor? . . Acaba top�akta m ı kabahat var? .. Türk köylüsünün h ı yeni çeşit muhacirliğini toprağın kimyevi yetersizli­ ı . ı mi hazırlıyor? .. bunun aksine inan­ ı ı ı ı ş, aksini söylemektedir. Türkiye toprağının; değiı ' böy­ IP 1 4 veya 17 milyonu hatta 50 milyonu ferahça yaşata­ l ' : ı k zindeliğe, imkanlara sahip olduğu, pek belli bir şey �ihidir. Tam tersine; Türkiye'nin dört bucağında, bizim ı ın tiyazımız, inhisarımız olan mahsullerin yetiştiğini , ye­ l ı �tirilebileceğini biliyoruz. Ziraatla, iktisatla alakalı herkes

Bilinen bu ilk şey, Türk köylüsünü bugün şehirlerin ı ınryası haline sokan sebebin, «az istihsal imkanı» olma­ dığı neticesine de kolayca vardırabilir. Uzun istatistikle­ ,.,, lüzum kalmadan, göz yardımiyle bile görüyoruz, bili1,·o ruz: ki dünyada enaz istihsal eden Türkiye, mallarını, d n i zirai mahsul ve maddelerini - hem de dünyada 'l'iirkiye'ye bir monopol verecek kadar hususiliği bulunan ııı:ıllarını - satamamak, kıymetlendirememekle kıvranan ıııilletlerin hiç olmazsa birincisidir. Köyün köylüyü barındıramaması, Türk köylüsünün ı� rfıfından, sefahatinden, netice olarak: kazancıyla nisbe1 i olmıyacak kadar debd,ebeli yaşayışından da ileri gel­ memektedir .Başka türlü söyleyelim: köylü 5 10 ku­ rnş için kendisini şehir yollarına atıyorsa, sebep, onun ı lnha kelli felli, daha lüks, hatta sadece daha rahat ya­ �nmak isteyişinden değiJdir. Bu bakımdan ona: «Bu zor-

49


TÜRK GENÇLİGİNE

lukla dolu devirde sen de kısmetine razı ol.. Daha eyiye, daha fazlaya göz dikme, köyünde kal! . . . » denemez. Türki köylüsü, hayat seviyesi bakımından bugün o bale düşmüş-: tür ki, ona: «Biraz daha dişini sık, biraz daha fedakarlık! et! » demek, her tarafı sarmış gibi görünen "<<Köy .. Köylü .. J, Köycülük.» dilekleri, nazariyeleri olur.. Yemesi ,içmesi,: geymesi bu derecede olan köylü sefaletinin köy muhitin- : den başka bir yeri seçmemesi kadar, adeta «instinctif» birşey olmazdı. İnsanlığın heryanında muhafazakarlığın timsali olan köylü, içinin huzurunu, içinin muvazenesini, gönlünün te­ sellisini de ancak köylünün içinde, damının altında top­ rağıyla karşı karşıya geçirmekle bulabilir. En seçkini bile kendi çaresizliğini bir «Yaban»a değişen, en lfıtufkar ol­ dukları zaman bile kendisine ancak «Hemücük» alayı ile hitabedilen bir şehir cemaatinin içinde kim kendisini an­ lar, dinler ki: köyünü böyle bir ihtiyacla bıraksın da şe­ hir yollarına dökülsün? Demek köylünün toprağını bırakıp gelişinde başka amiller var. Demek köylünün beş-on kuruş kazanmak için parya kesilişinde; toprak sahibi olmanın eşsiz efen­ diliğini gündelikçi, hademe olmıya feda edilişinde başka sebepler var. Toprak sahibi olduğu, fatih nesillerden gel­ diği için esasen efendilikle civanmertliği birleştirmiş olan Türk köylüsünü bugün devleti aldatan, birbirini aldatan, bal gibi en tabii, en taklit edilmez güzel gıdanın bile mumla, şekerle yalancısını yapacak kadar hilekar hale so­ kan .. , başka amillerdir. Biz bu amilleri şu formülde hulasa ediyoruz: Köyün muvazenesi mahvolmuştur! Bu muvazenesizlik, herşeyden evvel; köye giren pa­ ra ile çıkan veya çıkması gereken para yekunlarındadır. 50


MESELELER

Köylü; bütün didinmesine, ilk insanların durumuna katlanmasına, bir bodur istep bitkisinin ömrünü geçir­ mesine rağmen... kendisinin ödemeye borçlu olduğu ye­ kunu köyünden temin edemiyor. İlkin mahsul, kapka­ cak, davar.. gibi nakledilebilir servet kırpıntıları bu mu­ vazenesizliği kaldırmak yolunda eriyor. Sonra kadastro· diıirelerinde biten müthiş macera: köylüyü topraksız bı­ rakan ve parya yapan macera geliyor. Bu denkleştiril­ ınez didinmeye muvazene temini için azaplıktan, (uşak1 ı ktan) tutunuz da hademe, amele olmaya kadar derece derece bütün paryalık merdvenlerin inmek üzere köylü, köyünü bırakmaktan başka çare bulamıyor. Sonra: bu muvazenesizlik köylünün ruhundadır. Köy­ l ünün kafasındadır. Köylü, gönlünden, içinden, kafasın­ dan söküp attığı kıymetlerin yerini dolduramamış bulu­ ı ı uyor. Maddenin köyünden kovduğu köylüyü artık gön­ l ü de ,kafası da oraya bağlayamıyor. Cennetten kovulan Adem'in macerasını, bugün bizim köylülerimiz yirminci asırda, böylece, yeniden yaşıyor ! Köy, yalnız köylü değil, tektek köylüler değil, Tür­ k iye'de köy, iflas etmiştir ve «banqueroute = topatmış» haldedir. İster fantazi, ister böyük endişeler mahsulü olsun; daha evvelki yazılarımızda küçük levhalar gibi çizmeye çalıştığımız görüşler, çare arayışlar gösteriyor ki: Türki­ ye'de köylü meselesi vardır. Demek köy vardır. Gene öğre­ n iyoruz ki bütün ölkemize bir sıfat gibi yapıştırılmak is­ lenen köy kelimesi, konforculann rağmına, şehir, kasaba kelimesiyle aynı manada değildir. Köylerimiz başlı başı­ na bir tefekkür prensibi olabilir. Nasıl ki şehirlerimiz baş­ l ı başına bir düşünce, bir hareket planına zemin olabili­ yor. Türkiye'de orta ve yüksek öğretimin istenen derece51


TÜRK GENÇLİGİNE

de olmadığını görerek «bu memleketin bütün mektepleri ilk tedrisat mektepleridir» hökmünü verenler olsa, üstü­ müzde ne te'sir uyandırır? Bu hökmü verenler, bütün maarif meselesini «ilkmektep meselesi» gibi görüp hal­ letmeye çalışırlarsa bizde uyandıracağı tepki ne olur? Tıpkı bunun gibi: «Türkiye baştanbaşa iri veya ufak, fa­ kat her halde köylerden ibarettir.» hökmü ,bize yalnız yanlış değil, zararlı da görünmüştü. Çünkü gerek mad­ de, gerek mana, gerek iktisat, gerek maarif yönünden alı­ n�cak tedbirlerin bu ana hökme göre olması bir zaruret­ tir. Şaha kalkmış bir makina ve umran aleminin karşı­ sında vatanını böyle iptidai bulmaktan dehşete tutulan memleket çocuklarının, Türkiye'yi baştanbaşa köy gör­ mesi ve bundan ıztırap, hatta hicap duyması, bulmak is­ tedikleri çarelerin neticesiz kalmasını hazırlar. . N i tekim bu görüşler, elektrik ocağının başındaki telsizini Ham­ burg piyasasına göre ayar eden köylü tipini «inşa etmek­ le» kalmamış; tepeden tırnağa geri, perişan olduğunu tasvir ettiği bu köyler aleminin kitaplarını, sadece İstan­ bul, Ankara şehir çocuğuna yazdırmak, bastırmak gibi, asırlardır süren bir inkar ve gafletin devamını da tabiileş­ tirmiştir. Baştanbaşa, kurduğumuz medeniyetlerin ıınıtla­ rıyla dolu çevremizi, yalnız köy kurmuş ve köy bırakmış bir cemiyetin çirkin kalıpları gibi görmek, en değerli sanat vesikalarımızı yoketmeye varıp dayanmıştır. Bu görüşü düzeltip köye göğsümüzü kavuşturup varmadıkça; köyün içini ve asıl bünyesini denkleştirmedikçe Koyun emek denen cevherini hem kendi yurdumuzda, hem dış alemlerde yetesi değerlendirmedikçe; yapacağımız bütün davranmalar, toptan inşa edeceğimiz bütün yapılar.. ya iflasa, ya göçmeye, ya cins bozukluğuna uğrama hökmü­ nü giyecektir. .52


MESELELER

Bugün hiç bir millete nasip olmaz gorunen kinsiz milliyetçilik, bütün insanlara açıktan ve içten dost olarak yekpare bir millet kalmak; nihayet millet coğrafyasının içinde «tezatsız millet» haline girmek mucizesini biz Tür­ kiye'mizde hakikat hfiline sokmak imkaniyle yanyanayız. Sınırlarımıza bakın: biz kimsenin toprağında gözü olma­ yan hemen hemen tek milletiz. Bu bakımdan dış :>iyase­ timiz dünyada en açık yürekli siyasete örnek olabilir. Bu yekpare, bu tezatsız millet mucizesbıi coğrafyamız üstün­ de hakikat haline sokmak için, bugün her zamandan ziya­ de, «kendi kendine yeten» bir iktisat rejimi düşünmek zo­ rundayız. Bütün insanlığı sarsan, yerleşmiş rejimleri sö­ ken dünya buhranı ile bizim, hiçbir alakamız yoktur, bu­ gün de yok denecek kadardır. Bununla, bizim darlık, işsiz­ lik, geçim sıkıntısı çekmediğimizi söylemiyorum. Bizim buhranımız, tamamiyle bize mahsustur ve sebebleri dışı­ mızdan çok içimizdedir, demek istiyorum. Bizim buhra­ nımızın çaresini de dışımızda değil, içimizde bulacağız. Dünya istihsal buhranı, fazla para buhranı, parasına, ada­ mına, malına pazar bulamamak buhraniyle kahroluyor. Rusya gibi her tarafa düşman ve her taraftan düşmanla, boykotajla çevrili, iptidailiklere tıkalı bir alem bütün in­ sanlığın rağmına, içine girdiği açlık, kıtlık, işsizlik bela­ sından kurtulmaya muvaffak olabiliyorsa bunu, hiç şüp­ hesiz, «kendi kendine yetme» iktisadına borçlu olacak­ tır. Çarlık, yeni Rusya'ya bu kadar geniş bir hinterland bırakmak suretiyle, bolşevik rejiminin muvatfak olması ir;in herkesten çok çalışmış gibidir. Diğer milletler, en ileride olmalarına rağmen ,bu buhran çıkmazından çıka­ bilmek için mutlaka başkalarının zararına uğraşmak, zararlanmasına göz yummak, hulasa: müstemleke bulmak, müstemlekelerine XVII. asır işleticiliğine taş çıkartacak 53


TÜRK GENÇLİGİNE

bir usul bulmak çaresizliğindedirler. Bütün insanlığ111 an­ laşmaması ,muhakkaktır ki, ilkin bu zehirli yumağa sarı­ lı bulunuyor. Yeni harp çıkarsa mutlaka bu yumağın çö­ zülmemesinden çıkacak. Halbuki Türkiye'nin coğrafyası, hatta nüfus kesafet­ sizliği gibi meş'um bir yokluğa rağmen, bugün bizi en imtiyazlı milletler arasında bulunduruyor. Bu imtiyaz bir yandan; hiç bir millete düşman olmayan ve bugünkü ça­ resizliğimizden doğan «kendi kendine yetme» iktisadı; öte yandan ,kendimizi yalnız sıhhatlı, tok, muvazeneli millet haline getirmekle kalmayacak; insanlığın içinde - tıpkı Balkanlar'a, Yakın şark'a vaktiyle girdiğimiz gi­ bi - bir rehber gibi yörüyeceğiz. Bu imkanı, bu muvazeneyi ve bunların bütün meka­ nizmasını, ham maddesini bizim köylerimizin hazırladığı­ nı unutmak bizi de - yıkılmakta olan - Garp aleminin bir zavallı peyki haline sokuyor. Türkiye'yi baştanbaşa bir kasaba, bir şehir h�linde «inşa etmek» isteyenler; bi­ zim bu bela namzedi peyk kalmamızı, bizim bütün alem karşısındaki böyük coğrafya imtiyazlarımızın neticesiz kalmasını hazırlıyor demektir. Rahattan, mamurluktan, istihsalden bıkmış makine, fabrika milletlerinin buhranı karşısında Türkiye !le ka­ dar ayrı bir alem meydana getiriyor! Bu alemin nüfusu toprağından çok az. Bu toprağın da eyi dağıtıldığı şüp­ heli. Amma gene bir iç pazardır ki çok istihsali - kuv­ vetlerini bu yolda seferber eden devlet, bu' iç pazarı eyi kullanmasını bilirse - boyuna haykırmakta. «Türk köylüsü açtır» demek nihayet bir dedikodudur. Fakat bu aç ve geyimsiz insanlığı doyurup donatmayı bir istihsal, bir iymar seferberliğine bağlamak, meselenin Jı.t. lididir. Köyü köy olarak bırakmak; milletin ihtiyat kuv54


MESELELER

veti, külfetsiz yaşayıp üremenin haznesi gibi korumak ise

hu kilit taşını tutan kemerdir.

Milli benliğin saf kalan özü yahut «milli benliğin ha­ zırlanması için alınan bütün tedbirlerin kaynağı» denilen köylümüzün ve köylerimizin iç, ruh muvazenesini koru­ ması veya bulması köyün köy kalması ile mümkündür. Onun içindir ki, köyü kendi çerçevesi dışına taşımak is­ teyen her teşebbüsün, her telakkinin, her nazariyenin, her telkinin; memleketin % 75 ini «banqureoute» halinde bı­ rakacağına inanıyoruz. Bununla beraber; «köy kendi ken­ dine yetecek, köy kalacak» demek; köy iymar görmeye­ cek, köy artmayacak, böyümeyecek, köy kalacak demek değildir. «Şehri besleyer, nüfus, şehirleri tazeliyen enerji şehri yaşatan asıl servet köydedir.» derken burasının ar­ tan, büyüyecek olan bir ( organizme) olduğuna, kendisin­ den artan her unsuru şehre vereceğine zaten inanıyoruz. Köyde mahvolan muvazeneye, yahut bu türlü mu­ vazenesizliğe nasıl ve kimlerle çare bulacağız? «Kimlerle çare bulacağız?» sorgusunun karşılığı, bu­ güne kadar , aşağı yukarı - «mektep ve muallimle! » ye varmıştır. «Mektep ve muallim» unsurunun millet ha­ yatındaki rolünü azaltmak, tanımamak bir çocukluk olur. Yalnız: Köyü her ne pahasına olursa olsun yapmacık tarz­ da, adeta zorla şehirleştirmek; Köye kendi «autonomie»sini tattırmak, duyurmak; Köyü, içinde yaşayanları yaşatacak, köyün toprağını köylünün boğazına bir kement gibi sarılmıyacak hale ge­ tirmP.k; Köyde yol, ev, harman, makina, mahsul, satış; Köyde kıtlık, buhran, yardım, sağlık, temizlik; Köyde emniyet ,adalet 55


TÜRK GENÇLİGİNB

meseleleri; zannediyoruz ki 18-20 yaşında, ancak orta mektebi bitirmiş, hatta askerliğini yapmamış, içtimai tek mes'uliyet taşımamış gençlerin işi değildir. Bu meseleyi çözecek olan, bizim bugünkü köycülerimiz de değildir. Bütün programları kendisi !çin hazırladığımız köylünün ruhunu, iç ve dış alemini, köylünün inan alemini yuğur­ mak - ne diyorum? Onun yıkı]an bütün bu alemlerini yeniden kurmak ..- için; daha neye inandığım, niçin ya­ şadığını, niçin öleceğini bilmiyen toyların; bu mes�lenin dayanağı gibi görülmesi bir alaydır, fantazidir diyeceğim geliyor. Bu iş; köyün - manası, iç alemi bakımından da - özelliğine saygı gösterme esasına dayanacak olan devletin işidir. Devletin bütün imkanları ilkin, sağlık ko­ nusu üstünde kullanacağı bir höyük seferberlik işid�r. Ve gene köylü iie, her türlü sağlığına ön planda yer verilmiş köylü ile yörütülüp başarılacaktır. Bizce; bugüne kadar yapılan ve şimdilik yapılması sürüp gidecek gibi görünen köycülük hareketleri ,ister teklerin, ister kurumların olsun, ancak şu bakımdan ge­ reklidir ,faydalıdır: Devletin umumi hizmetleri arasında köyle ilgili olanlarını daha isabetli, daha aydınlık, daha verimli yapacak havayı (atmosferi) , iymanlı, yoJlan bul­ mak ve göstermek! Gerek teklerin, gerek kurumların köycülük işlerini - verim bakımından - bugüne kadar romantik eğlenti­ lerden ileri bulmuyoruz. O hareketler, o hareketleri ya­ panları eğlendirmiş, üstelik manasız bir yığın masrafla milletimizin gelir kısmını yemiştir. Buna karşı, höyük tek eyiliği şudur: memlekette kö­ ye karşı duyulması gereken sevgiyi, ilgiyi ilkin meydana getirmek, sonra artırmak, daha sonra da bir içtimai ha­ reket gücü vererek işin iyman yanını işlemek! 56


MESELELER

Amma, bu hareket artık böyle sürüp gidemez. Çün­ kü bir yandan bu hareket, onun yolunda harcadığımızla nisbetsizdir. Sonra, «dipsiz kile, boş ambar» denecek olan bu hareketler, neticeli devlet işleriyle birlikte yörümedi­ ğinden köycülük - hem ona sarılanlar, hem de köylü­ ler yanında - alay ve kahkaha konusu olmuştur. Ve ta­ bii tek eyiliği olan iyman işini, meselenin atmosferini ya­ ratmak işini de tehlikeye düşürmüştür. Yokarıda söylediğimiz gibi: Köy işini artık bir dev­ let işi olarak ele almak, onun sağlığı, iktisat muvazenesi esasına dayanacak olan devlet programını başa koymak­ tan başka çare kalmamıştır. Burada istenecek şey, dev­ letin, şahsiyet ve iyman sahiplerinin elinde bulunup kal­ masıdır. (İlk yayım ; Dönüm, aylık dergi, sayı : 18-19 Sonteşrin - İlkkanun/1933 ve sa­ yı : 37, Kanunisani 1936, ikinci yayım ; Çığır, aylık dergi, sayı : 86 Sonkanun/ 1939.)

57


BİLİM ZİHNİYETİ Şurası meydandadır ki bugünün anlayışı ile bilim, Türkiye'mize Cumhuriyetle birlikte girmiştir. Gözetleme­ ye, denemeye uygulamaya dayanan müsbet bilim, mem­ leketimizde Cumhuriyetten önce çatışma konusu veya bir hayal idi. Onun bir topluluğu kurtaran aydınlığı, ye­ ni rejimle birlikte şeref, iytibar ve inan kazandı. Müsbet bilimin mensuplarına, onun aramızda yer etmesine çalı­ şanlara daha önceleri verilen ad ya zındıktı, ya geniş mezhepli, yahut düpedüz dinsizdi. Ve bu üç lakaptan han­ gisini bir kimseye takarlarsa, onun cemiyet içinde iyti­ bar görmesi, rahat etmesi imkansızdı. Cumhuriyetle bir­ likte iş tamamiyle tersine dönmüştür: Cemiyet içinde iy­ tibar, rahat ve mevki, ancak müsbet bilimle uğraşanların­ dır. Cemiyetimizde yapılan en höyük inkılap belki de, bu­ dur. Anadolu Kurtuluş Savaşını yapan kahramanlar nes­ linin ,yeni nesillere en böyük hediyesi de budur, yani müsbet bilimin aramızda korkusuz dolaşması, bu bilimle uğraşanların iytibar görmesidir. Amma bilim, hatta şimdiki anlamıyle müsbet bilim, yalnız başına cansız bir alete benzer. Bir ekmek bıçağı, aile babasının elinde çok faydalı bir alettir: Ekmek ke58


MESELELER

ser, amma aynı bıçak bir kaatilin elinde ölüm aracıdır:

Hayat tüketir! Bilim de böyledir. İnsan görürüz ki atelyesinde, kli­ niğinde, deneme masasında, bürosunda eyi işler, eyi ça­ l ışır. Fakat cemiyet içinde kaba bir mahlılk, utanmaz bir riyacı, şu küçük dağları ben yarattım der gibi çevresine böbürlenen bir köy ağası, yahut her türlü yalanı, dolanı meslek edinmiş bir alçaktır. Yalnız başına kaldıkça bilim, bu aşağılık tipleri, temiz ve değerli vatandaşlar haline yükseltmez. Bilimin cemiyet içınde - rahmetli üstad Akil Muh­ tar'ıh güzel bir kitabında yazdığı gibi - bir ahlak daya­ nağı, bir ahlak faktörü olabilmesi için: bilim zihniyetinin cemiyette doğmuş olması gerekir. Cumhuriyetten beri içimizde iytibar gördüğü �üphe­ siz olan müsbet bilim, ne yazıktır ki bu bilim mensupla­ rının kitabında, bürosunda, deneme masasında, müdür­ lük odasında kalmıştır. Müsbet bilimin zihniyeti aramıza henüz girmemiştir. Bilim mensubu, iki türlü şahsiyet yaşamaktadır. Bi­ risi; bildiği, denediği, uyguladığı bilim kolunu okurken okuturken, yaparken taşıdığı şahsiyettir. Ötekisi, cemi­ yet içinde yaşarken taşıdığı şahsiyettir. Dikkatle bakı­ nız: Çok kerre her iki şahsiyet arasında uçurum vardır. Bilim hayatının içinde - kitapta, büroda, atelyede ... bilimin objektif, hür, müstakil kanunlarından başka buy­ ruk tanımayan, insanları bu buyruk karşısında eşit gö­ ren şahsiyeti taşıyan insan ile; cemiyet hayatında, ken­ dinden yukardakine köle, kendinden aşağıdakine karşı eş­ kıya kesilen insan aynıdır. Anadolu'da bu türlü olaylar karşısında: (Hocanın dediğini yap, fakat gittiği yola her zaman gitme ! ) derler Böyük sinema artisti Spencer 59


TÜRK GENÇLİÖİNE

Tracy'nin temsil ettiği (iki yüzlü adam) tipi, aramızda yaşayan iki şahsiyetli bilim adamlarının acıklı halini de gösteren başka misa1dir. Bilim adamının bundan kurtulması için, bilimin böy­ Je başbaşa, bir odada yapılır ve sonra da orada bırakılıp dışarı çıkılır şey olmaktan çıkması için, onun zihniyetinin aramızda yayılması şarttır. Tarih fakültesi salonunda yaptığı bir konu:}mada Prof. Şevket Hatiboğlu, hemen hemen aynı konuyu ele almış ve bilimin, aramızda, bir iki kişi tarafından yapıl­ ması daima mümkün olduğunu, asıl derdin, bilim zihni­ yetinin yerleşmesinde bulunduğunu belirtmişti. Değerli bilginimiz çok haklıdır. Bu zihniyet yerleş­ medikçe Türkiyemizde müsbet bilim, kitapta yazılan, atelyede işlenen, laboratuvarda gerçekleştirilen lüks itha­ lat matahı olmaktan kurtulamaz. Bu zihniyetin yerleştiğinin delilleri şunlar olacaktır. Ailesi yanında, kitabında, bürosunda bir türlü; hayatta, cemiyet içinde başka türlü yaşamıyacaktır. Riyakarlık onun sözlüğünden atılacak ve bilim adamı kayıtsız şart­ sız, yahut ta, yalnız bu memleketin zararına olmamak kaydiyle, hürriyetin ve eşitliğin dostu olacaktır. Bilim adamı kendinden aşağı bulunanlara azraiJ. kesilen, ken­ dinden üst derecelilere bir köpekten, bir köleden de aşa­ ğı inen ve bu üst derecedeki, yerinden düşer düşmez ona hakaret eden iki yüzlü ahlakını bu cemiyetten kovacak­ tır. Bilim zihniyeti yerleşince modaya göre bilim hay­ ranlığı ortadan kalkacaktır. Zamanın siyasetine hoş gö­ rünmek, için belli bir zamandan beri ne varsa, kayıtsız şartsız, göklere çıkarmak, o zamandan önce ne yapıl­ mışsa, yine kayıtsız şartsız, yerlere batırmak modası ar60


MESELELER

l ı k aramızda yaşamıyacaktır. Bilim adamı, bilim işlerini, lıilim belgelerini eski ve yeni, bugünün ve dünün diye ı kiye ayınp yalnız bu zaman ayırımına göre onları de­ �erlendirmeyecektir. O, belgeleri ve olayları doğru veya yanlış, faydalı veya faydasız �ye ayırabilmek; siyasetin, zaman siyasetine hoş görünme telaşının, onun yanında n rtık yeri kalmayacaktı!'. Ancak bu sayededir ki; bir mil­ IPtin, falan adamının iktidar mevkiinde bulunduğu zaman yaptığı her şeye tapmak, o adam iktidardan düştüğü za­ man ise, onun devrinde yapılmış her şeyi küçümsemek, l:"ı netlemek modası yok olacak; bir milletin bütün bilim ,.e medeniyet tarihi bir bütün olarak değerlendirilecektir. l� te o zaman nesiller, kendi tarihlerinin halkalarını par­ �·a lamadan, o tarihe - devre ve şahsa göre hakaret et­ ıııeden veya tapmadan yaşıyabilecekler; medeni milletle­ r i n hepsinde gördüğümüz gibi aile hayatında, millet ha­ yatında devam denen höyük niymet bizde de tadılacak­ l ı r.

Ancak bu zihniyetin yerleşmesiyledir ki, memlekeşahıslar değil şahsiyetler yaşıyacaktır. Çünkü :.ı ahsiyet; siyaset modasına göre yapılmayan bilim hava­ :ıı nda, hürriyet havasında doğar. İki yüzlülük, siyaset mo­ dasına ayak uydurmak, şahıslara ve devirlere göre bi1 i m yapmak telaşı, şahsiyet olmak niymetini ortadan kal­ dırır. Şahsiyetlerin bulunmadığı, çoğalmadığı, yaşamadı­ J '. I cemiyetlerde, biliniz ki bilim, bir ithalat matahıdır, bir l i ikstür ve bilim zihniyeti orada henüz ya doymuştur, ya da bebektir. Böyle cemiyetlerin ise uzun zaman müstakil, dendi kalması; zamanımızda artık bir hayaldir. 1.i mizde

Yüksek tahsil gençliğini ne zaman düşünsem, gozu­ önüne şu tablo gelir. Aydınlık atelyelerde, Türkiye'-

ı n ün

61


TÜRK GENÇLİGİNE

mızın yarınını kuran, yarınını işleyen bin bir hücr·;?li bir beyin ! Dilerim ki bu öz, b u temiz Türk beyni; Türkiyemiz­ de bilim zihniyetinin yerleşmesini de sağlayan faktör ol­ sun. (İlk yayım, Kalem, aylık dergi, sayı: 13, Kasım/1949, ikinci yayım; Hisar, aylık dergi, sayı : 2, Nisan/1950. )

62


MAARİFİMİZİN BİNBİR DERDİ Evet.. Maarifimizin binbir derdi var. Amma bn, gÖ'r­ mesini bilen gözler, duymasını bilen kulaklar, sızlaması­ nı bilen vicdanlar içindir. Maarifimizi öğrenci sayısı, mektep sayısı, öğretenlerin sayısı halinde gören kupkuru hesap makineleri için ise bu dertler yoktur. Kışla gibi mektepler, onların kör olası gözlerini doyuran ölçüdedir. İspordan nasipsiz, müzikten habersiz ,en basit makineden habersiz, yaşayan ecnebi dillerinden habersiz, sağlık kül­ türü sıfır, dünyadan haberi sıfırın al tında, yan aç, yan tok; müstehaseleşmiş malfımat kumbaraları haline düşmüş öğrenci, o sağır vicdanlar için konu bile değil. Konu oldu­ ğu zaman ise bir rakam böbürlenmesi sınırını aşmaz.

Şu memlekete, bütçeye yük olan kalem efendileri ye­ tiştiren maarifimizden kahr olan hemşeriler! Gelin sizin­ le bugün bu binbir dertten birisini objektifimizin altına koyalım. Bu dert: Şu öğretim yılı başında türlü mekteplerden çıkıp türlü mekteplere girmek için höyük kültür merkez­ lerimize koşuşan yavrularımızın derdidir. İlkmektepleri bitirenler ortamektep peşindedir. Aca­ ba kendi muhitinde, elinin altında var mı? Çoğu için bu i mkansız. O zaman ortamektebi bulunan bir yerin aran63


TÜRK GENÇLİGİNE

masına koyulan aile için, bu yeri bulmak bir türlü, bul­ mamak bir başka türlü ıztırap kaynağıdır. Yakın mıdır? Çocuk nerede kalacak? Aile onun peşinden koşmaya razı­ dır amma bu mümkün mü? Memur iseler naklederler mi? Değilseler, işleri müsaade eder mi? O halde çocuğu kime, nereye emanet edecekler? Hangi akrabaya? Hangi pansi­ yona? Bütün bu sorgulara cevap bulan bahtiyarlar kaçta kaçtır? Bu dert, şu düpedüz ortamektep arayanlar için. Ya çocuğunu teknik bir ortamektebin yetiştirmesine emanet etmek istiyenlerin hali ne olacak? Bu, büsbütün ayrı bir derttir ki çaresini çok kere tesadüfe bırakmaktayız. Ortamektebi bitirenler için dert bitmiş değildir ki. Düpedüz ortamekteple yetinenlerin sonu çok kere sürün­ mektir. Bunu önlemek istiyenler, gayet tabii olarak bir li­ se peşindedirler. Liselerin sayısını biliyoruz: O halde, li­ sesi bulunan yerler için yarış başlaması çaresizdir. Orta­ mektebi olan yerleri arayanların başına gelenler, daha fazlasıyle lise peşinde �oşanlar için hazırdır. Fakat; şu öğretim yılı başında, Türk öğrencisi ve onun ailesi için asıl höy ük dert, liseyi bitirme ve yüksek bir mektep aranmasında ortaya çıkmaktadır. Yüzde yet­ mişi, hatta sekseni liseden çıkan çocuğunu kendi hesabı­ na okutmaktan aciz olanlardan meydana gelen Türk hal­ kı; elinde yüksek öğretim vesikası olmıyan için gelece­ ğin sakladığı tehditlerden yılgındır. Bu korku, bu yılgın­ lıkla çocuk velileri; liseden çıkar.. yavrularını önlerine hangi yatılı ve parasız mektep çıkarsa oraya sokmaya ça­ balamaktadırlar. İşte o zaman, yüksek öğretim imkanı veren ve sayı­ sı üçü geçmiyen kültür merkezlerimizde, dünyanın hiç bir yerinde rastlanmıyan bir katli-am başlamaktadır. 64


MESELELER

Türk gençlerinin istidadına yönelen bu katli-am belki 90 yıl dır, sessizce fakat kimseden perva etmeden yapılmak­ tadır. Lisenin ikinci devresinde boyuna makine mühen­ disliğinin rüyasını gören şu genç işte şimdi Mülkiyededir. Bütün ortaöğretimde, hatta ilkmektepte, müzik için en lıöyük hasreti, sevgiyi, kabiliyeti göstermiş olan şu kim­ sesiz genç, işte Orman Fakültesine sığınmıştır. Toprağın içinde ihtilfil yapacağı kanaatiyle tanınmış şu genç işte bir öğretmen mektebi peşindedir. Hele Hukuk Fakültesi­ ni dolduran ve yakında, Türkiye'nin halk anlayışında ga­ r i p bir dampingi ihtar eden şu akına bakınız! Onun ara­ sı nda bir kum tanesi gibi yuvarlanan Türk gençlerinin kaçta kaçı gerçekten bir yeni hukuk idealiyle buralara yı­ ğılmışlardır? Böylece; Türkte sanatın dehasını aksettirecek olan in­ san bir nahiyede silik bir müdür, yahut, bir kıtada iştah­ sız bir subaydır. Türkiyede felsefeyi, edebiyatı, yahut Türk şiir kabiliyetlerinin feyzini vatanımızda ve insanlığın için­ de temsil edecek insan, Ziraat Fakülteierinde, yahut Sorbonda Biyoloji Enstitüsünün sıralarında silinip gitmek­ tedir. Yani, bu alanda da henüz «atın önünde et, itin önün­ de ot!» bulunmakta, et bir yerde, ot bir yerde çürümekte; hem at, hem it açlıktan ölmektedir. (Burada at ve it ta­ hirlcrini masallardaki geleneğe ve gizli kafiyeye riayet­ te titiz olan başka bir geleneğe sadık olmak için kullan­ dığımı takdir buyurursunuz.) Yeni Türkiye'yi kuracak höyük zihniyetin inkılabının keskin adalet kılıcını, rasg�le bir yüksek tahsil arayanla­ rın eline bırakan Türkiye Devleti !. Yeni Türkiyeyi kura­ cak höyük ve gerçek zihniyet inkılabını hazırlamasını beklediğimiz . öğrenici zümreyi; maaş için, karın doyur­ mak için yüksek tahsilin herhangi parasız ve yatılı şek65


TÜRK GENÇLİGİNE

lini arayanlara açık bırakan Türkiye Devleti! Bütün bir ırkın umudu olan yeni ve müstakil Türkiyeyi, kahraman­ lıklarının böyüklüğüne emanet edeceğimiz ordu için da­ ha titiz, daha dikkatli, daha kıskanç olmasını istediğimiz Türkiyemizin Devleti! Söyle : Bütün bunlar için ne yapıyorsun? Her genci kabiliyetine göre yetiştirmek için oaşka milletlerin başvurduğu çarelere sen ne zaman iltifat ede­ ceksin? Ve siz, ey her köşede kurulduğu umutla, saadetle takip ettiğimiz öğretmen dernekleri ve öğrenci birlikleri! Sizler, çalışma çerçevenizin içine bu konuyu ne zaman ala­ cak; devletle elele bu derdi ortadan kaldırmaya sava�cak­ sınız? Siz, ey Türkiye'nin terbiyecileri, psikolaglan! Bu dert için kafanızı , kaleminizi ne zaman işleteceksiniz? Sonra, siz, ey kurulduğunu sevinerek duyduğumuz öğ­ renci koruma dernekleri! İdare heyetleri seçmek, yılda bir iki kere manasız ziyafetler vermekten ibaret sandığınız vazifeniz içine bu müthiş derdin bütün ağırlığıyle girdiğini ne zaman anlıyacaksımz? (Bizim Türkiye, onbeş günlük sayı : 23, 6 Ekim 1948)

66

dergi,


TÜRK GENÇLiGiNE Liselerin ilk sınıflarında başlıyan ilk gençliğinizin, sorumsuz, hesapsız olarak son sınıflara doğru geliştiği­ ııi ıztırapla görmekteyim. Başka milletlerde, Batı insanlı­ �ına rehberlik yapan olı?un milletlerde, bu sınıflar; bu ilk gençlik devresini nasıl ısıtır ve ışıtır, biliyorum. Güzel sanatların her kolu, faydalı bir makinalar bilgisi, yaşı­ yan yabancı diller öğrenimi, taklit ve özentili olmayan bir ispor hayatı, yurdu ve insanlığı tanıyan sistemli ge­ ı.iler .. Bu devrenin başıboş gençliğini şahsiyetler haline "etirir. Sizin, hatta iki ders arasındaki teneffüsü bile dol,.. ıluramıyan, cumartesi ve pazar tatillerinde, yahut bay­ ram ve sömestir tatillerinde sizin için olduğu kadar aile­ leriniz için de bıktırıcı, hatta bazan utandırıcı bir boşluk­ la, avarelikle sönen genç enerjilerini zin, böyiik tatillerde nasıl havaya savrulduğunu kahrolarak görenlerdenim. Her yaz, Türkiye'nin her yerinde, bu binlerce genç enerjinin l üzumsuz yere yanan bin mumluk elektrik lambalarımız yahut boşuboşuna akıp giden su kuvvetlerimiz gibi, nasıl israf edildiğini, nasıl bulandınldığını döğünerek bilen­ IC'rdenim. En aşağı dört yılınız; Türk şahsiyeti olmazdan, insan­ lığın bir düşünen parçası haline gelmeniz için gereken tek 67


TÜRK GENÇLİGİNE

hazırlık yapılmadan, kötü hazırlanmış kitapların sifon­ lanyle aktarılan malumat yükünden ezilerek, görmesini bilmeden bakarak, tanımasını bilmeden yürüyerek, ken­ dinizle muhitinizle yetişenleriniz ve yetiştirenleriniı:le eğ­ lenerek, tam bir hiçlik bataklığına gömülüp gitmektedir. Belki de yüzde doksanınız beslenme, sağlık bakımından da öğünülecek durumda değildir. Nasıl izciliğiniz bayram - seyran izciliği, isporunuz da şu kopya futbol isporu ise, sağlık kültürünüz de biçaredir. Türkiye'mizin gerçekleri­ ne uygun bir sağlık kültürünüzün olmaması; ömür deni­ len höyük saadeti, ne bugün, ne de yarın duymamaklı­ ğınızın başhca sebebi olmaktadır. Üniversite hayatınızı taçlandıran asıl gençlik dev­ reniz, l ise hayatınızdan da beterdir! Bir insana bütün öm­ rünce lazım olan yetişmeden, malzemeden dörtte ü�ünüz mahrum olarak geldiğiniz şu sözde höyük şehirlerde, za­ ten tesadüflerin eserisiniz. Üniversiteye girmeniz tesadüfle başlar: Hemen he­ men hiç biriniz, istediğiniz ve kabiliyetli olduğunuz yere değil; elinize geçebilen yerlere takılmışsınızdır. Zekanızı kim ölçmüş, temayüllerinizi kim inceJemiş, nerelerde ken­ dinize ve bu memlekete daha verimli olacağınızı kim ara­ yıp sormuştur? Tesadüfle girdiğiniz şu «yüksek öğretim» devrinde, yemeniz, içmeniz, yatmanız, temizlenmeniz, hatta eğlen­ meniz, tabii olarak okumanız, hele düşünmeniz, hele ta­ nışmanız, sevişmeniz tesadüfle olur ve tesadüfle yurur. Derneğiniz yani kulübünüz ya hiç yoktur, ya bir posta kutusundan ibarettir, yahut şunun bunun lütfen müsaa- · de ettiği herhangi bir odadan ibarettir. Orada, ne siz­ den önce gelenlerin hatırası vardır, ne de sizden sonra geleceklere tek iz bırakabileceksiniz! Çöllerdeki kum te68


MESELELER

pf'leri gibi, ömrünüz, enerjiniz, güzel düşünceleriniz, gü­ gürültü orasında sonbahar yapraklan gibi savrulup gidecektir. Kulüp denen eşit, �erbest, şerefden başka müeyyide­ ·ıi olmayan yerlerden mahrum olan sizlere, dedikodudan başka şeye elverişli olmayan kahveler kalmaktadır. Dü­ �iincelerinizi, sanatınızı, planlarınızı serbestçe münakaşa c•demediğiniz bu yerlerde tavla ve iskambil denen zavallı vusıtalann eline düşmektesiniz. Bu yaşta, serbest ve ya'­ ratıcı insanlar olacak yerde, en müptezel, en kopye ip­ lilfı.ların kölesi haline d üşmektesiniz. Sizi gerçek Türk a i lesiyle tanışmaktan, gerçek Türk alemini tanımaktan alıkoyan sokaklarda, kahvelerde gittikçe sinemanın ve ad verilmeyen bir kalabalığın mahluku olmaya mahkum­ sunuz. Okuma ve düşünme yeri olmayanların, oyundan ve şakadan başka birbirine verecek nesi kalır ki? Zl'I planlarınız şu sözde höyük şehir dediğiniz

Sizin de çok kere güzel sanatlardan, isporun halisin­ den, makinenin insanı hizmetçilikten kurtaran cinsinden, yaşayan ve insana birçok imkanların penceresini açan yabancı· dillerden, memleketi ve dünyayı tanımaktan, memleketimizdeki höyük imkanlardan, höyük hazineler­ den haberiniz yoktur. Ne bilgiye, ne bilgisizliğe; ne fakir­ l iğe, ne zenginliğe; ne bekarlığa, ne evliliğe, ne hürri­ yete, ne istibdata; :"\e gençliğe, ne ihtiyarlığa; ne dost­ luğa, ne düşmanlığa; hatta ne vatan severliğe, ne vatan sevmezliğe, ne tenbelliğe, ne çalışkanlığa; ne uşaklığa, ne efendiliğe; ne sağlığa, ne hastalığa .. dair görüşünüz du­ rulmuştur. Çoğu kere, yaşadığınız, içinde dolaştığınız cemiyetin kabuğunu soyamamış onun dışında kalmışı­ nızdır. Bu iytibarla da bir kısmınız tertemiz ruhunuz, şo· valye gibi kahraman düşünceleriniz, tükenmez zevkinize rağmen; sözde büyük şehirlerin kah yıldızlı, kah duman69


TÜRK GENÇLİGİNE

lı inlerinde pusu kurmuş tehlikelerin eline hemen düşü­ verirsiniz. Bu inlerde kirli hastalıklar, kirli alışkanlıklar, ruhu bir ahtapot gibi yakalıyan iptilalar ve bunların hep­ sinden daha tehlikeli komünist ajanlar yer almışlardır. Onlar sizleri, sizlerin bu boşuboşuna akıp giden gençli­ ğinizi gözetmektedirler. Onlarda avını bekliyen pars, si­ neği bekliyen örümcek, peyniri veya tavuğu bekliyen til­ ki kurnazlığı, sabrı, iştihası vardır. Hepinizi bir güneşin ışığı, bir kardeş eli, bir babanın şefkati, sevgisiyle bağrıma basmak istiyorum Türk genç­ leri! Sizin bütün boşa akan ömrünüzü, enerjinizi; hazan bir hastalığın, hazan bir iptilanın, bazan hilenin ve al­ datmanın, hazan kıskançlığın ve öfkenin ağlarına düşü­ recek olan bu sorumsuz, çok kere manasız devrenin or­ tasında size eğiliyor ve sesleniyorum. Bunların hepsi doğrudur, Türk gençliği! Amma unutma ki asıl bahtsız ve şerefsiz nesil, her şeyi, bir mi­ rasyedi, beyzade, paşazade, ağazade gibi hazır bulandır! Bu türlü mirasyediler bir şey yaratmazlar! Onların rolü; bir çiçeği veya fidanı yetiştiren gübre olmaktır! Sen bütün mahrumiyetlere, talihsizliklere rağmen, çevrene bak! Öyle bir vatanın çocuğusun ki, orada daha yüz nesle yetecek çalışma, yüz nesli doyuracak niymet, bir milyon kabına sığmaz hasedciye yetecek şan, şöhret kaynakları, imkanları var. · Sen zekanı, sağlığını, şerefini kurtardığın takdirde, bütün milletlerin takdirle imrene­ rek bakacağı höyük millet çocuğu olmaya namzetsin. (Bizim Türkiye, onbeş günlük dergi, sayı: 25, 17 Kasım 1948)

70


TÜRK GENÇLİGİ Türk gençliği, yatağında ağır ağır akan bir nehir gibi işinin başında bulundukça pek göze çarpmaz. Bir elbiseyi dört beş arkadaşın nöbetleşe giyerek dışarı çık­ tığı, bir sefil odanın yer şiltesine hazan üç kader karde­ şinin sokulduğunu, yıkanma meselesinin, yemek meselesi­ nin bir çile, bir ayıp haline geldiği bu gençlik; yüz binle­ ri aşan, hazan milyonlara varan höyük şehirlerimizin ala­ calı nüfus alemi içinde nedir ki? Türkiye'nin bir iskan enerjisi örneğine dönen Ankara'da, yahut üniversite şeh­ ri denen İstanbul'da okuyan gençliğin kapladığı köşeler ne kadar mütevazidir! Belirsiz veya sefil dememek için mütevazi dediğim bu köşelere girenler, çok kere genç­ liklerini gündüzün içinde hazmetmiş çekik yüzleri, göl­ gelenmiş göz kapaklariyle bir savaştan çıkmışa benzer­ ler. · Bu savaşta her gün giyindikleri zırh, kuşandıkları silah aynıdır! Gençlik! Memleketin dört köşesinden Ankara'ya veya İstan­ bul'a koşup gelen bu gençliğin ruhu taze, bedeni dinçtir. Lise tahsili onları yormuş fakat eskitmemiştir. Hatta iç­ lerinin hiç açılmadık sayfaları ne kadar çoktur! Sağlık kültüründen bir zerre vermiyen bu tahsil, onlan yer yer eritmiştir, amma aile kucağı o beğenmediğimiz - am71


TÜRK GENÇLİÖİNE

prik yollarla bu yıpranmalara çare bulmuş ve onları gur­ bete dinç yollayabilmiştir. Memleketin türlü coğrafyasından, türlü ikliminden, hatta türlü etnoğrafyasından ve folklorundan birer örnek gibi Ankara'ya, İstanbul'a sızıp gelen bu gençlik; Sakar­ ya'nın, yahut Ceyhan'ı, veya Menderes'in toprakta açtı­ ğı yollardan aktığı gibi, yollarını, yataklarını bulurlar. Ne yapacakları, ne yiyecekleri ,ne okuyacakları şey ile ne bu­ laşacakları yer ile uğraşan olmuştur. Onlar, geldikleri yer­ lerle hemen hemen benzerliği olmıyan bu şehirlerimizde, her şeylerini el yardımıyla bulmuşlardır. Bu yüzden de, ömürleri boyunca cezasını çekecekleri yahut minnettar kalacakları tesadüfün eline düşmüşlerdir. Tesadüf onları iyi bir aile yanına yahut bir rezalet yuvasına düşürmüş, tesadüf onları bir imtihana girmeye, onu başarmaya ya­ hut ondan dönmeye zorlamış; tesadüfen onları şu fikirde­ ki, bu endişedeki insanlarla karşılaştırmış, şu huyda, şu soyda bir yaratık ile düşüp kalkmalarını hazırlamıştır. Böylece, tesadüfün kör kuyusundan çıkacak kısmet� lerin, yahut bu tesadüf denen kör Hızır elinden gelecek imkanların karşısına bırakılan Türk gençliği; içinin ve dışının sağlığı bakımından kaza ve kaderle haşhaşa de­ mektir. O höyük şehirlerin yüz binleri arasında sayısı belir­ siz, bu şehirlerin iskan alemi içinde yuvaları belirsiz, bu - sözde - modern beldelerin arasında adımlan tesadüfe bırakılmiş kütle, okuyan ve okunan çevresinde kaldık­ ça kimseyi ilgilendirmez: Tevfik Fikret'in «Kılıç» manzu­ mesindeki çelik gibi, veya köşesinde uyumaya bırakılmış kılıç gibi ! Halbuki, onların memleket köşelerinden taşıyıp getirdiği, hakir benlik, bu el değmemiş benliğe gizlenen tarih ve folklor bile hepimizi ayn ayn üstlerinde durma72


MESELELER

ya, bakmaya, düşünmeye ve işlemeye koşturmalıydı! Hayata alışsınlar diye pansiyonlarını kaldırdığımız ve ken­ dilerini - hiç bir yanı cüzene sokulmamış bulunan - ha­ yata esir bıraktığımız bu kütleyi, düşünmemiz vazifelerin en gereklisi idi. Duraksız bir oluş halinde bizi saran şu hayat içinde, hem bugünü, hem yarını vadedeıi onlar de­ ğil midir? Bugün ve yarın için, içinde ufak sorgu, cevap bulunan ,yahut bugünü elinde tutup da yarınd&n sorumlu olan kim, hangi «Türküm! » diyen bu gençliğin kaderin­ den uzak kalabilir? Memleketin dört köşesinden bize ruhları taze, beden­ leri dinç gelip tesadüflerin eline verdiğimiz, bu tesadüf­ lerin elinden tutarak şu veya bu liseye, şu veya bu fakül­ teye, şu veya bu yüksek okula götürdüğü Türk gençliğinin qi bitmiştir. Bir gün onlardan çoğunu, yine tesadüfle edin­ dikleri mesleklerinin ünvaniyle bir kur'a sepetinin ba­ �ı nda, çekilecek görev yerlerinin peşinde buluruz. Şu mem­ leketle ilgil.i herkes için gençlerin bu görevlerine dağılma devresi bir hazin imtihandır. Kabiliyetler ve kabiliyeto;iz­ likler, höyük hevesler ve aşklarla höyük çekinmeler ve nefretler, memleketin coğrafya ve sosyal durumuyla ihti­ yacı Çok kerre hesaba katılmıyan bu dağılma ve dağıtılma işlemi sırasında, o taze ruhlardan, dinç bedenlerden çoğu­ na değişmiş görürüz. Bu değişikliğe en umumi, en hafif fakat en korkunç iyzahı yapan sıfatı verelim: Konformist (conformiste) ! Bu sefer, bu gençliğe karşı ödevlerinin bir tanesini yapmayanların feryad ve figanı başlar. Hepsi bu l{ençli ği suçlandırmakta, ondan şikayet etmektedir. Ar­ tık, meınleket, birbirlerini anlamayanlarla biraz daha şaş­ kın hale düşecektir. Fakat, bir gün gelir, memleket, cephelerinde tankla­ rın, motörlü kıt'aların homurtusunu işiterek dehşete dü73


TÜRK GENÇLİGİNE

şer. Bu homurtular, dünyayı doldurmakta ve bazen 200 milyonluk, hazan 100 milyonluk kütlelerden gelmektedir. Memleketin kaderini elinde tutanlar; bir bu yüz milyon­ lara onların - tekniklerindeki harikalar.l a -milyarlaşan zorlarına; bir de bizim milyonlara, tekniğin ve sistemin yokluğu ile büsbütün cılızlaşan gücümüze bakar, titrer­ ler. Siyasi konuşmalardan üzülür, notalardan kahrolur, binbir karışık hesapla ümitsiz kalırlar. İşte bu anda, bütün bu iç ve dış hesaplara arka çevi­ ren millet iradesi yavaş yavaş yekinir. Onu besliyen ida­ re eden - hepimizin tek şeyi ile ilgilenmeden tesadüf­ lere bıraktığı - gençliktir. Türk gençliğini daima arasın­ da, hazan başında gördüğümüz bu yekinmeler; çok kere bütün kurulan işlerin, başlanan vazifelerin. hazırlanan yu­ vaların yıkılması, yokolması pahasına cephelere dayanır. O cılızlaşmış bilinen milyonlar, millet şuurunun katılma­ siyle milyarlaşır. O zaman bir Çanakkale, bir Sakarya, bir 26 Ağustos mucizeleri bizimdir. Yahut, memleketin içinde, beklenmedik yerlerde giz­ li, sinsi fakat tehlikeli, affedilmez bir hastalığa benziyen ve düşman istilasında bitmesi mümkün olan kaynaşmalar belirir. Bu gizl i ve tehlikeli çalışmalarla idare mekaniz­ mamız, ilim merkezlerimiz bir nevi baskın tehlikesi geçir­ mektedir. Memleket kaderini elinde tutanlar binbir endişe içinde, binbir siyaset hesabının örgüsünde bunalmışlar, duraklamışlardır. O zaman, bütün bu içten ve dıştan yapılan pazarlık­ ların üstünde gençliğin sesi işitilir: Yasak! Bu sesin ara­ sında, çok kere başında mutlaka Türk gençliğininki du­ yulacaktır. Her şeyini tesadüflere bıraktığımız, memleke­ tin dört yanında bu inkılap merkezlerine koşmuş olan, her şeyinden habersiz bulunduğumuz bu gençlik, ölümle74


MESELELER re gülen cesurluğu, ruhun derinliklerini okuyan seV'gisi, ııçlığın, yokluğun, ihmalin, hulasa hem beyin, bern de ıniğde tahriklerinin çok üstünde, dört köşesinden kopup ı.:eldiği yurdun hayatına, sesine kulak veren eşsiz vefası , anlayışiyle bu gençlik; bütün sinsi çalışmaların yolunu keser, karşısına çıkar, inine girer. Artık gizli kuvvetle­ rin entrikası bitmiştir. Bu gizli kuvvetlere dayanan ec· ııebi iştihalann kurduğu planlar bitmiştir; halkın ve dün­ yanın gözü bu inlerde gizlenen, hesabı verilemez işlerin üstüne çevrilmiştir. Bir rönesansa benziyen bu işleri, �ençliğin gürleyişine borçlu olduğumuzu nasıl unutabili­ riz? Ah! Onun «ben buradayım !» diye gürleyen sesini işitmeyen gafillere acınır. Bu gafiller yanıbaşlarında olup biten ve olacak olan �eylerden habersiz zavallılardır. Sonra bu zavallılar, bir Tanrı sesine benzeyen l::u _gürleyişteki güzelliği tadamıya· cak, yahut bu gürleyişteki muhteşem istikbali farkedemi­ yecek kadar kısırlaşmışlardır. Evet. . . İşinin başında bulundukça Anadolunun ağır akan nehirleri gibi, Türk gençliği göze çarpmaz. Bununla beraber, o, bir Pandore kutusu değildir. Onu bu göze çarp­ mıyan haliyle, Fikret'in «Kılıç»ına benzetmekte israr edi­ yorum! Bırakıldığı tesadüfler köşesinden, vatanının, mil­ letinin kurtuluşu, saadeti için fırlayan Türk gençliğine, milletimizin beyni dendiği gibi kılıcı adını vermek de yersiz olmasa gerektir.

(İlk yayım; Bizim Türkiye, haftalık der­ gi, sayı 1 , 3 Mart/ 1948, ikinci yayım, Oğuz, aylık dergi, sayı : 1, Mart/ 195 2 . )

75


GÜZEL TÜRKÇEMİZ Hapis çilesinin en korkuncu olan esirliği ve bunun kadar yıkıcı olan sürgünü; köklü bir insan için, cezala­ rın cezası yapan nedir, biliyor musunuz? İçimizi, gün geçtikçe kurutan bir yalnızlığa mahkum etmesi! İçimizin pınarı türlü arklarla beslenir. Kulağımızın, gözümüzün, elimizin ve derimizin akıttığı bu arklar ara­ sında hiç biri dilimizinkine benzemez, Yılanı deliğinden çıkardığı söylenen dil; elin, gözün erişemediği alemimizi bulur. Bizi biz yapan bu alemin arkını : sözleri yok edi­ niz; insan ömrü sonu gelmez bir yalnızlığa gömülecektir. Bu iytibarladır ki, vatan içimizin, dışımızın emniye­ tini, kararını, ahengini bulduğu yerse, dil; bütün bu em­ niyetin, kararın, ahengin şuurudur. Bu şuur yoksa insan için en güzel vatan sadece gurbettir. Millet hayatı dedi­ ğimiz ileri topluluk şekli; dilin anlatan ve bağlıyan ara­ cılığı olmadıkça sürünün, bir makine-gövdenin külfetin­ den başka ne olabilir ki? Elimize işlenmiş bir ahenk, bir nizam temeli olarak geçen Türkçemizin kaderi, milletimizin kaderine ne ka­ dar benzer! Önasya'daki ırk (Türk soyu) halinden Ana­ dolu'daki millet haline geliş, hangi imtihanlardan geç­ mek pahasına olabilmiştir!.. 76


MESELELER

Türk varlığı için tarihin höküm vermeye, söyleme­ ye müsait bu!unduğu, İsa'dan önce III. yüzyıldan yürü­ yelim. Birbirini yiyen Yue-şi'lerle Hiung-nu'lardan, Ak­ Hunlar'dan, Tu-kiu'lardan, Uygurlar ve Kırgızlardan, Tür-Keşlerden; Karahanlılar'dan, Samanoğullarından, Ta­ hiroğulları 'ndan, Gazneliler' den... 1200 yıllık çarpışma so­ n unda Türk soyuna kalan nedir? Arap ve Acem kültü­ rüne geniş yer veren İslamlığın, kendini kabul etmiyen Çin nüfuzunu koğması; Batı ve kısmen Önasya'da Müslü­ man-Türk devletçiklerinin görünmesi ! Bu 1200 yılda Avarlar'ın, Hazarlar'ın, Bulgarlar'ın, Peçenekler'in mütemadiyen akıcı, yer değiştiren selinden elimizde kalan nedir? Bir İslav zaferi ! Şamanlık, Buda dini, Zerdüşt dini, Nasturi Hıristi­ yanlığı, Musa dini, Mar,icheisme .. gibi türlü iytikadların rüzgarında savrulan Türk kütleleri ne oldu? Hind'in, Çin'in, Tibet'in, Orta ve Batı Avrupa İslav bataklığının yuttuğu bu kütlelerden milletimiz, hatta soyumuz adı­ na hangi teşebbüsü, hangi şahsiyeti bekleyebiliriz? Türk soyunun düşmanları bir yandan; bir türlü de­ vamlı, böyük devlet kuramıyan, birbirine düşman dev­ letçiklerin didişmesi, öte yandan ... ; bindörtyüz yıHık ta­ rihin emeğini hiçe çevirmek üzere iken, Oğuz boyların­ dan Selçukluların işe karışması kaderimizi değiştirmiş bulunuyor. Arap, Acem, Bizans, Ermeni ve Gürcü kütlelerinden meydana gelen korkunç rakipler içinde; ve çok kere «Eh­ l i Salip» sellerini üstümüze çeviren Avrupa karşısında i lk Türkmen İmparatorluğunu İmran Selçuklular; soyu­ muzun yaptığı bütün o bindörtyüz yıllık cehdi hulasa eden hir neticedir! Onların çok böyük imparatorluğu, soyumuzun Asya77


TÜRK GENÇLİGİNE

daki kalıntılarını, belli bir siyaset çerçevesinde İslamlık­ la damgalıyarak, büsbütün yok olmaktan kurtarmış; onların ufak, tarihi fırsatlarla bugüne erişmesine imkan vermiştir. Uzak-doğu ve Ege arasındaki koca cihan için­ de kalabilen Türk zemininin varlığını biz bu neticeye bağ­ lıyoruz. Bu neticenin doğuşunu o asla, o zemine verdiği­ miz gibi! Selçuk İmparatorluğu'nun dağılıp çökmesi, Türk As­ ya'da, Anadolu'da küçük devletlerin, beyliklerin türeme­ sine vesile vermiş; onların ardından -yeni bir sentez gi­ bi- Osmanlı İmparatorluğu kurulmuştur. Ondan da bu... günkü yekpare millet doğmuş bulunuyor. Bugün bile Türk aleminin umudunu nereye bağladı­ ğını göz önüne getiriniz; bu iki höyük Türkmen İmpara­ torluğu'nun tarihimiz için nasıl bir dökülme yeri ve sen­ tez vazifesi gördüğünü kolayca anlarsınız. Türk dilinin . başına gelenler tarihimizin kaderine ne kadar benzer! Orhun ve Turfan yazılarından, Uygur ya­ zısı ndan ,türlü türlü başka elifbelerden; türlü türlü leh­ çelerden, Göktürkçe veya Doğu Türkçesinden (Uygurca­ dan, Kırgızca ve Başkırtçadan, Çağataycadan) , Batı 'fürk­ çesinden (Oğuzcadan, Türkmen lehçelerinden) ; Orhun hitabelerinden, Turfan ve Yeniçay vesikalarından; Oğuz­ nameden ve Dede Korkut kitabından, Kudatku - bilik'­ ten, Hibat-ül Hakayık'tan, Divan-ı Hikmet'ten, Bakır­ gan kitabından, Codex Comanicus'dan, Nevfil'nin kül­ liyatından gelip geçiniz: Müslümanlıktan önce Türkçenin yarattıklarını, «Bay-ü geda», herkese ait bulabiliyoruz. Ne yazık ki Orhun kitabeleriyle, Oğuznameden istid­ lal yolu ile sezebildiğimiz bu safhanın eserlerini, daha eyi höküm vermek için arkeolojinin çıkarıp getireceklerini bekleyeceğiz! Kim bilir, belki de arkeoloji bir şey getiremi78


MESELELER

yecek çünkü bu devrin Türkçesi kitaplarda, taşlarda, tab­ lada yazılı olduğundan ziyade hafızalarda yaşayıp git­ miştir. Müslümanlıktan sonra, Türkçenin yarattıklarını da - tam olarak - elde bulundurmaktan çok uzağız. Bin­ bir savaşın, binbir felaketin arasından ne kadar az eser kurtulabilmiş bulunuyor! .. Bunların temsil ettiği bu ikin­ ci safhaya bir ad verebilmek için Kaşgar'lı Mahmud'un ebedi kalan Divan-ı Lugat-üt-Türk'ü ile Nevai'nin Muha­ kemet-ül-Lugateyn'ini ibretle gözden geçirmek lazımdır. Türk kütlelerinin siyaset ve idare gibi fikir ve sanat bah­ sinde bütün yarattıklarına varis olan Selçuklular ise ; Türk kalmak, Türk kalmış olanı başında tutmak suretiy­ IP Tü rkçe'nin mirasını da koruyabildiler. Selçuklu İmparatorluğu'nun yerine türeyen beylik­ ler, bizzat bu imparatorluktan daha köklü, daha yerli idi. Bunun için de Osmanlı İmparatorluğu gibi yaman bir ·.cntezin meydana gelmesine imkan yerdiler. Türkçemiz, hiç şüphesiz bu beylikler arasında, !Jizzat Selçuklu İmparatorluğundaki yerinden daha esaslı, daha � crefli bir yer tutmakta idi. Tahiroğullarının resmi dili Türkçedir. Anadolu'daki Selçuk beyleri birinci sınıf 'rürkçe şairi idiler ve resmi yazılarını hemen daima Türk­ çe yazdılar. Karamanoğlu Mehmet Beyin Türkçeye ver­ d iği yer, bütün tarihimizin şeref tepeliğidir. . Bu sayededir ki Osmanlı Beyliği zamanında temiz kalan Türkçe, Osmanlı İmparatorluğunda da hakim ve resmi dil olmakta devam etmiş; bütün katışıklıklan rağ­ ı ııen Kanuni'nin dilinde cihana hitap eden muzaffar va­ ·:ıta olmuştu. Bütün bunlara rağmen Türkçenin Müslümanlıktan ııonraki Türk dünyasında birinci yeri almaktan uzak ol79


TÜRK GENÇLİÖİNE

duğu doğrudur. Aşık Paşa'nın beyitlerini hatırlıyorsunuz değil mi? «Türk diline kimesne bakmaz idi, Türklere hergiz gönül akmaz idi.» Gerçekten de, Türkçe - İslamlığın tesirini yıktığı Çince bir yana bırakılırsa -, üç korkunç rakiple boy ölçülmek zorunda kalmıştır. Bu rakiplerden birisi Arapça idi. Dini neşreden ce­ miyet, yeni bir dinin yayılıp kökleşmesine - tarihi ka­ derin - kaynak yaptığı cemiyet ... , bu dini benimseyen, bu dine girenlere sevgı, riayet yükletsin, bundan tabii ne vardır? Hangimiz, bize yeni bir ufkun yolunu açtığı­ nı zannettiklerimize bu sevgiyi, bu riayeti esirgedii{? Bu iytibarladır ki Müslüman olan Türklerin Arap .diline alışmalarını feryat ve figanla karşılamıya !üzum yoktur. Kendi gönlüyle Müslüman olan Türk kütlesi; kendisine öteki - ve «asıl dünya»nın - kilidini açan «Kitab»ın diline «fevkalbeşer» bir mana verecekti. Bu türlü bir aleme, bir «beynelmileliyete» hökme­ den, kendisini bir Türk Hakanından çok bir İslam İmpa­ ratoru gibi gören Türk Sultanının, bu beynelmileliyete ait sözleri, bu beynelmileliyette müştereken anlaşılacak dille söylemesini çaresi� bulmak gerektir. Arapça, işte böyle, Türk devletlerinin resmi dili pa­ yesine yükseldi. Türkçenin Önasya'daki Türk dünyası veya Türk üs­ tünlüğü sırasında boy ölçmeye zorlandığı ikinci rakip dil, Acemce idi. Türkçe bu hususta geçmişten gelen bir takım usul­ lere boyun eğmiştir. Arap üstünlüğünü derin bir tiksin­ ti ve çaresizlikle tanıyan İran, bilhassa Abbasoğullan ha80


MESELELER

•ıPdanı sırasında öcünün birazını almış,

birazını alacak i mkanlara kavuşmuştu. Emeviler'i deviren asıl fitne oııun başından çıkmış; her türlü entrikaya geçmişinin o v:ıman ,uzun medeniyet hayatı sırasında alışmış bulunan l ranlı «da'i!er» ; höyük Türk kütlelerinin yerleştiği top­ raklarda geniş tahrikler yapmıştı. Abbasoğulları iş ba­ ııı na geçince, bu yapılan hizmete karşılık olarak devletin lıiitün idare işini İranlılara teslim etmekten çekinmedi­ ı ı � r. Farsça bu yollarla daha Araplar zamanında zorlu bir yer temin etti. Türk'ler İslam dünyasının idaresini ellerine alınca bu .. e mr-i vaki»i değiştirmediler: İranlı idare ve memurla b i rlikte Farscayı da muhafaza ettiler. Zaten Müslüman­ l ı ğın yeni beynelmileliyeti , her müslümanı din .kardeşi tanıyor ve onun her yere yükselmesini pek tabii buluyor­ du.

Farsça, tıpkı Arapça gibi, Önasya'nın

en son ve en Hitit­ lerin, Yunanlıların, Hind'in en şuurlu varisine aitti. Sa­ natı, edebiyatı, felsefesi çok kuvvetliydi. Bu kuvveti kinle birleştirince harikulade dinamik, te'sirli bir fikir, şiir d ünyası yaratabiliyordu. Türkler böyle hazır, nüfuzlu, geniş yerlerde manası anlaşılan bir vasıtayı kullanmak­ lan vazgeçemezlerdi. Selçukluların ilk devirlerinde, klasik tahsil yapmış, devlet muamelelerini yürütmeye kabiliyetli idare eleman­ l arını onların şovalyeleri arasında bulmak zordu. Bir «Ni­ zam-ül-Mülk», bir «Amid-ül-Mülk» - İranlı'nın haddin­ den fazla kurnaz, yabancı terbiyesiyle ne kadar kirli ol ursa olsunlar..-, İmparatorluk gibi esasta karışık, koz­ mopolit bir mekanizmaya son derece gerekli unsurlar­ d ı . Arif, şövalye ve ümmi olan ilk Türk İmparatorları bu iistün kültürlü bir cemiyetine; Mezopotamya'nın,

81


TÜRK GENÇLİÖİNE

unsurlardan vazgeçmemişler; bununla beraber onlara, ancak layık oldukları yeri vermişlerdi. Böylece başlayan yakın münasebet, Batıniler gibi - Türk veya İranlı ­ bütün idarecilerin müşterek düşmanı karşısında daha sıklaşmış ve özlüleşmişti. Farsça bütün bu üstünlük şartlarından istifade eden­ lerin elinde, Türk dünyasında hakim olan ikinci resmi dil payesini böylece al<lı. Türk dilinin boy ölçüşmeye mecbur kaldığı üçüncü rakip Rumca idi. Oğuz boylarından müslüman olmıyari­ ların hangisi Bizans'ın sınırları içine girmiş ve hele Or­ todoksluğu tanımışsa ondan bir daha hayır kalmamıştır. Hazer denizinin, Karadenizin şimalinden geçen yolu tu­ tup Ortodoks dininin ve Bizans siyasetinin mihverine tu­ tulan bütün Türklerden bugün ne kalmıştır? İslavların Bizans ve Ortodoksluk te'sirini elifbelerinde, vafti'.7- ad­ larında taşıdıklarını hatırdan çıkarmak mümkün mü? Ma­ carlarla Finler ve Est'ler benliklerini kurtarabilmişlerse bunu, hep bu meş'um çarka düşmemelerine borçludur­ lar. Bununlar beraber bu milletlerin kendi şuurlarına er­ mesi nisbeten çok yeni ve Avrupadaki milliyet cereyan­ larının tesiriyledir; bunu da unutmamak zorundayız. Müslüman olan Türkler için Bizans, ilkin - hayatın hikmeti bilinen Müslümanlığın tam zıddı - bir düşman olduğundan; dil ve din bakımından bir kötülük beklene­ mezdi. Fakat, Selçuklular Anadolu'ya yerleştikten son­ ra Bizansla münasebetleri o kadar çeşitlendi ve arttı ki Türklük ve Türkçe için gerçekten endişe duyulabilirdi. Her iki taraftan da evlenmeler, sığınmalar, askerlik ve siyaset anlaşmalan, ticaret münasebetleri, Hıristiyanlık­ tan Müslümanlığa dönmeler. . . O kadar sıklaşmıştı ki bu çeşit münasebetlerin hayat, idare, sanat ve dil bakımın·

82


MESELELER

dan türlü türlü te'sir imkanları yaratmasını beklemek ça­

resizdi. Bundan başka, Türklerin ve Türkçenin fethettigi ye­ ni vatan: Anadolu; Bizans yani Hıristiyan an'anesine uy­ gun olarak kurulan bir beldeler alemi, bir urbaine alem­ di. Oraya yerleşirken, şöyle veya böyle, Bizans hayatının ve dilinin tesir etmesi beklenebilirdi. Türklük için bazı menfi tesirler gösteren Müslüman­ lık, onu, en tehlikeli düşmanının içinde erimekten koru­ muştur. Görülüyor ki Türkçemiz, Türklüğün o geniş, o çok d inamik yaşamasının gereklerine uygun bir tesirler man­ zumesi ağına sarılmıştı. Bizi Şimdi asıl şaşırtan ve hayran eden şey, Türkçe­ ı ı i n bütün bu eşsiz üstünlükler, rakipler arasında ortadan ·:ilinmemiş olması; bugün elimize, karşımıza tam bir mil­ l l ' t d i li halinde çıkması; ve hele bize en ileri milletlerin ı f:'ı de vasıtası haline gelecek imkanlardan tek şey yitirme­ ı ı ı i ş bir halde erişmesidir. Arap, Acem, Rum dilleri her l ıakımdan üstün siperleri ele geçirdiği, Türkçeye - biz­ w t Türkçenin hükümdarları ve hükumetleri içinde kuyu kazdığı halde; Anadolu'da Türklerin olduğu gibi, Türkçenin de bütün canlılığiyle yaşamasını önleyememiş­ indir. Bize dilimizin bir mucizesi gibi gelen bu eşsiz neti­ ı·Pyi her şeyden önce Türk halkına borçluyuz. Bütün dış �·ı•vre Türkçenin düşmanı iken ona yar olan, onu başına ı ııı:;, gönlüne ilaç yapan Türk halkıdır. XII. yüzyılın eseri olan Divan-ı Lugat-üt-Tü!"k'ten li�treniyoruz ki o çağlarda bütün Orta ve Önasya hiiküm­ ılnrlan Türktü. Bu cihan, Türk adı kar§ısında titriyor; hrr türlü işin yürüyebilmesi Türkle anlaşmaya bağlı ka83


TÜRK GENÇLİGİNE

lıyordu. Bütün yollar Türk akıncıları, Türk göçmenleriy­ le hıncahınçtı ve Türkçe Afrika'dan Japonya'ya kadar konuşulan bir djldi. Öyle iken saraylarda, resmi haber­ leşmelerde, bilgi ve sanat kitaplarında Türkçeden gayri dillerin höküm sürmesi; soy şuurunu, üstünlüklerinin şuurunu gördükleri - höyük, dünya ölçüsünde höyük işlerin şuurunu yitirmeyen Türk düşünürlerini elbette çi­ leden çıkarırdı. Bu bakımdan, muhteşem bir isyan örneği veren .Kaş­ garlı Mahmud, bize, Orta ve Önasya'da, adım başınCia Türkçe konuşan kütleleri sayar döker. Her türlü siyaset ve hanedan değişikliğinin üstünde kalan höyük Türk halkı, Türkçeyi koruyan mucizedir. Bir Ahmed Yesevi'­ nin bizi şaşırtan ebediliği, bu halk mucizesine inanması eserlerini onun diliyle ve onun için vermesi, olmadı mı? Her zaman höyük kalan Mevlana Celftleddin'in, oğlu Sul­ tan Veled'ten ve hele eşsiz Yunus Emre'den az tanınmış kalması; bu sonuncuların halka yönelmesinden ileri gel­ memiş midir? Siyaset, idare, düşünce, örf, an'ane . . . bütün bunları; Orta Asya'daki beşiğimizden beri alıp koruyan, bizlere eriştiren höyük mekanizma, Oğuz boylan ile Türkmen devleti oldu. Bu mekanizmanın başka tesirlere kapıldığı sırada; Anadolu'ya bir döküntü, bir kıran artığı gibi akıp gelen her kültür parçasının sihrini halk buldu ve sak­ ladı. Aşık yolu denen halk musikisi, saz şairleri, derviş­ ler .. gerçekten de bir döküntüye benziyor. Bunlar bir çok kültür cihanlarının yaratıp, olgunlaştırıp -kendileri par­ ça parça yıkıldıktan sonra Anadolu'ya dökülüp gelen­ kahntılandır. Bu cihanlar, Orta ve Önasya'da kurulan Türk devletlerinin halk meclislerinde, medresesinde, aile­ sinde ... o çağın en höyük fikir, din ve sanat hadisesi sa84


MESELELER

yılan müesseselerdi. Bu müesseseleri kuranlar, yörütenler

Türk an'anesine birer kahraman, birer veli birer destan mevzuu olarak geçmişlerdir. B irbirine çarparak göçen bu kültür cihanlarımızm gelip boşaldığı hazne: Anadolu ve mrn vatan yapan Türkmen halkı oldu. Müesseseler yıkı­ lınca çevresindekiler gerçi bir abdal, bir derviş, bir mu­ hacir gibi Anadolu"ya erişmişti; ama başlarında, çevrele­ rinde soyun, an'anenin büğüsünü birlikte getirll'.işlerdi. Kendileri okadar hakir görünen bu insanların gördüğü riayetin, sırrı budur. En son Türkmen göçünü bağrında alıkoyan; siyasetin, devletin an'anesini en küçük beyli­ ğinde bile saklayan Anadolu; Türkmen halkının sayesin­ de dilimizin yarattığı ve Türk kültürünün meydana getir­ digı her şeyin hem sığındığı, hem arındığı pota oldu. Burada artık ağayı! denmiyor, ağıl deniyordu. Yu­ murtka, kat'i olarak yumurta olmuştu; çökürtge yerine çekirge, kulgak yerine kulak; kuğurşun yerine kurşun; yapurgak yerine yaprak; ozan yerine aşık, yahut saz şa­ i r i ; kopuz yerine saz ... geçmişti. Anadolu'nun bir pota gibi koruyan ve arıtan Türk «aklı selimi», dilimizin bü­ tün yadigarlarını hafızasında yeniden yaratırcasına işle­ di. Dünyanın en güçlü, en ünlü, en ileri devletini yaratan bu halk; yediği, giydiğ:, yaptığı, düşündüğü her şeye en Eygun adı, tabiri, ıstılahı vermişti. Hele fikir ve şiir yo­ lunda yarattıkları; Uygurcanın, Çağatayca'nın, diğer Türk lehçelerinin çok budaklı ağızlariyle nisbet edilemez bir inceliğe bir derinliğe varmıştı. İslam dev!etlerinin ucunda, sınırlarında yarayan bi­ rer azlık halinden bu yerlerin sahibi derecesine ve ço­ ğunluğuna yükselen Türkmen halkının; dünyada devam­ lı olarak yarattığı en böyük siyaset mekanizmasını Sel­ çuklular la Osmanlılar verdi. Bu höyük realite; «Ehli sün85


TÜRK GENÇLİGİNE net

»

oldukların dan veya, Arapça ve Farsçayı zaman za­

man devletlerinde hakim kılmalarından dolayı mütefek­

kir, bilgin, hatta şair yetiştiremedikleri söylenen bu iki böyük Türkmen imparatorluğunun soyu için başlı başı­ na bir kudret, kabiliyet vesikasıdır. Türk halkı, her türlü kader oyunlarına karşı Türkçe­ mizi üstün bir canlılıkla bize kadar getişmişse bun:.m da sırrını onun böyük soyunun kudret ve kabiliyetinde ara­ mak Iazımrlır. Bu devam, bu canlılık, ayni zamanda, Türkçemizin üstünde düşünenlere, hangi yolu tutmaları, hangi kaynağa baş vurmaları gerektiğini gösteren bir Ço­ ban Yıldızıdır zannetmekteyiz. (Millet, aylık dergi, sayı: 3, Temmuz/ 1942.)

86


DERNEKLERİMİZ

Bir fikir ve siyaset adamımız vaktiyle «Vakıalar ve Düşünceler» adlı bir kitap çıkarmıştı. Oradaki yazılardan

hiri «makine maşatlığı» adını taşıyordu. Bu ziraatçı fikir ııdamımız, Türkiye'yi baştan başa, ithal edilmiş ve yedek­ � i zlikten,

tamirhanelerin yokluğundan,

kullanılması bi­

l ı ıı mediğinden ötürü yer yer çürümeye bırakılmış maki­ ııl'lerin mezarlığı halinde tasvir etmişti. İşin aslına bakarsanız, Türkiyemiz, yalnız makinele­ r i n değil dergilerin de, derneklerin de mezarlığıdır. «Tan­ ı. i mat»dan, hele İkinci

Meşrutiyetten

(1908 den)

beri,

ıııemleketimizde doğan, batan dergilerle derneklerin sayı­ � ı ıı ı Allah'tan başka bugün kim bilebilir? Ben bu yazıda dernekler üstünde durmak istiyorum. Bir dernek ne demektir? İlkin bunu araştıralım. Bir ıll'fnek umumi olarak, resmi idarelerin, resmi makamla­ ıııı yapmaya yetişemediği, takat bulamadığı, yahut akıl ••demediği halk, memleket, zümre, meslek işlerini gerçek­ lrştirmek istiyenlerin meydana getirdiği topluluktur. Bir devlet ne kadar ileri olursa olsun, milletinin topu­ ııu birden gözönünde bulunduran

kanunların çerçevesi

!�i ndedir. Kanunlar, hemen bütün medeni dünyada, insan­

lıın aynı olarak ele alır. Hepsi aynı takatta, aynı .kafada, 87


TÜRK GENÇLİGİNE aynı imkanda diye düşünür ve hepsinden aynı şeyi ister, yahut hepsine aynı şeyi verebilir. Hele kanunları az olan ve az değişen memleketlerde, kanunun bu toplu ve top­ tan görünüşü daha güçlü, daha derindir. Bu iytibarla da insanıarın inanmaya, sevmeye, özel kabiliyetine, özel ta­ katlerine dayanan binbir arzu, ihtiyaç, iş .. , çok kere dev­ let mekanizmalarının çerçevesinden dışarıda kalır. O za­ man, o milletin çocukları, kendi görüşlerine, inanışlarına, sevgilerine, ihtiyaçlarına göre küçük gruplar halinde bir araya gelirler.

Mensup oldukları milletin, höyük toplu

menfaatlerini bozmıyacak şekilde, kanunun pek düşünme­ diği ,devletin ve hükumetin pek yetişemediği konularlnı, gerçekleştirmeye çalışırlar. Böylece, bir milletin türlü dü· şüncede, inanışta ,ihtiyaçta bulunan kütleleri boyuna tat­ min edilmiş olur. Tatmin edilen teklerin meydana getir­ diği milletlerde de taşkınlıklar, lüzumsuz dalaşmalar, bir devleti takatsız düşüren ayrılıklar, sabotajlar olmaz de­ miyelim amma nisbeten çok az olur. Bundan başka, bir devletin kanunu kolayca yapılmıyan, kolayca bozulmıyan ana prensipler olduğundan, zamanın şartlarına kolayca uy­ mayabilir, zamanın ihtiyaçları dışında kalabilir. Halbuki derneklerin nizamlan daha kolay değiştirilebilir; zama· nın, insanın ihtiyacına uydurulabilir. Böylece, devlet bün­ yesini sarsmadan gereken ilerlemeler dernekler sayesinde daha çabuk ve ko1ay yapılabilir. Dernekler, böylece, bir milletin fazla gücünü faydalı, dürüst işlere akıtan sosyal kanallar ödevini görmüş olur• !ar. Bir topluluğu ilgilendiren meseleler üzerinde çalış· maya, başarmaya alışan teklerin, lüzumlu zamanlarda o milletin idaresini ele alınca, şaşırmadan, manasız acemi· likler, zararlı emeklemeler yapmadan işe sarılmak gibi höyük kazançları olur. Bu kazançların, milletleri şu dün· .

88


MESELELER yadaki yarışta ne derece besliyeceğini tahmi n etmek zor değildir. Bu sebepledir ki her medeni devlet, menfaatlerine

düşman olmayan,

milletin

toplu

hemşehrileri birbirine

ı:lüşürmiyen, milletin tarihini, canlılığını ve birliğini yık­ mıyan bütün derneklere geniş imkan verirler. Onların ge­ iişmesini, sürüp gitmesini kolaylaştırırlar. Dernek dediğimiz cemiyet mekanizmasının bir takım prensipleri vardır. Bu

prensipler,

derneğin i şlemesini,

yaşamasını gelişmesini sağlar. Bu prensiplerin başında gönüllülük gelir.

Gerçekten

de: bir derneği kuranlar, konu olarak seçtikleri düşünce­ leri, işleri şahsi bir kazanç için, şahsi bir menfaat veya entrika için yapmazlar. Baş tarafta da söylediğimiz gibi, artan zaman, enerji, para ve zekalarını kendi istekleri ile inandıkları, beğendikleri bir maksadın uğruna har::: ama­ yı kararlaştırırlar. Bu türlü harcamaların kazanç, menfaat, entrika yoluna olması bir derneği çabucak çürütür, göçü­ rür, yokeder. Denebilir ki gönüllülük, bir derneğe dernek dedirten baş prensiptir. Bir derneği işleten prensiplerin ikincisi: Eşitliktir. Bir derneği kuranlar aynı maksatla harekete geçmiş olması gereken insanlar olup hepsi de bu maksada gönüllü gir­ diklerinden, aralarında bir barem, bir derece farkı yaşı­ yamaz. Hepsinin eşit hakkı, eşit ödevi vardır. Arala!ında olsa olsa iş bölümü olabilir, bu iş bölümü neticesi, tıpkı bir orkestrada olduğu gibi, gönüllü olarak, geçici olarak iradelerini bir organizatörün, seçilmiş bir dostun eline bı­ rakabilirler. Bir derneği yaşatan prensiplerin

üçüncüsü: Hürri­

yettir. Bir müşterek maksadın çerçevesinde gönüllü ola-

89


TÜRK GENÇLİÖİNE

rak, aynı ödev, aynı hakların eşitliği ile t�plananlar; or­ taklaşa hazırladıkları nizamın ruhu içinde, tamamıyle serbesttirler. Düşünürken ,çalışırken, müşterek maksadın ruhundan, gerçekleşmesinden başka onları tek engelin kösteklememesi şarttır. Söz, düşünce, iş hürriyetinin bu­ lunmadığı veya kalmadığı dernekte ancı:ı.k eşkiya, köle ve ayl!klı memurcuklar kalır. Bunların da bir derneği yürü­ temiyeceği meydandadır. Haremler, re5mi derecelerle ay­ rılan bir devlet teşkilatında bu hürriyet unsuru çok ke­ re bulunamaz. Orada, daha önceden hazırlanan kaidelere, hareketlere, çahşmalara hükmeder. Halbuki dünyanın bu yaman şartlan içinde cemiyetleri başarılara götüren hö­ yük irade, ancak hürriyete dayanan disiplinlerle müm­ kündür. Bir derneği yaşatan prensiplerin dördüncüsü: Yetki­ dir. Derneği kuranlar, o derneğe konu olan maksadın bü­ tün mahiyetini yakından bilmez, onunla ilgili bütün fi­ kirleri, esasları kavramaz; hülasa, o konu ile alakalı il­ min sahibi olamazlarsa, o dernek yaşamaz. Bazan, derne­ ğin kurulmasına sebep olan konu sadece hayır, yardım­ dır. O zaman dahi: pratik olarak edinilmiş cemiyet bilgi­ sine, insan psikolojisini anlamaya, bir derneği nereden alıp nereye götürmek gerektiğine dair toplu bir görüşe sahip olmak şarttır. Bunları bilenlerin elinde dernek ya­ şar; bilmiyen hoyratların elinde de can verir gider. Hele konusu kötü, zararlı cereyanlarla çarpışmak olan dernek­ lerin mensupları; çarpışacakları cereyanları yakından ta­ nımak, sebeplerini iyice araştırmak için hazırlıklı olmaya borçludurlar. Yalnız bağırmak, yalnız korkutmak, yalnız küfretmekle kötü, zararlı cereyanlar önlenemez. Hatta bazan, bu kaba metodla, bu zararlı cereyanlar arttırılır, azaltılamaz. 90


MESELELER

Bir derneği ayakta tutan prensiplerin beşincisi: Doğ­ ruluk ve samimi olmak faziletidir. Aslına bakarsanız, bu prensibi başta yazmamız gerekti. Çünkü: Doğru ve sa­ mimi olmadan, gönüllü tek iş yürümez. Dernekler gibi, işleri gönüllü olarak yapılan mekanizmalarda üç kontro­ lör, üç denetçi vardır. Biri cemiyettir ki ihtilal, inkılap geçiren milletlerde beliren kargaşalık, ekseriyetle onun hökümlerini bildirmesini geciktirir. Ö tekisi derneğin ni­ zamıdır ki bu da çok kere cezalandırmaz, küser, aarılır .. Üçüncü denetçi: her insanın vicdanıdır. Dernek . gibi, gönüllülerin idare ettiği topluluklarda asıl denetçi işte bu. vicdandır. Vicdansız olanların eline düşen der:ıekle­ rin - diğer bütün prensipler var olsa - yaşamasına im­ kan yoktur. Yapmadığı gönüllü işten dolayı, mensup ol­ duğu milletin bir kısmının uğrayacağı zarardan, üzüntü­ den, ıztıraptan acı duymıyan, utanmıyan vicdansıza han­ gi prensip kar eder ki? Bu sebepledir ki, bir derneği yaşatan tek müeyyide: onu kuranların şerefidir. Şerefini kaybedenlerin eline dü­ şen dernekleri, yok olmaktan başka akıbet beklemez. Türk milletine hizmet etmek, hizmet edecek olanla­ rı yetiştirmek, yetişenleri korumak, yetişeceklere temiz örnekler vermek, milletinin iyiliği işinde zümrelerin, par­ tilerin, şahsi kazançların, şahsi menfaatların üstünde kalmak istiyen gençlik dernekleri, bütün bu prensipler­ le birlikte cesur olmaya, sabırlı olmaya borçludurlar. Şahsi, zümre, parti menfaatlerinin üstünde henüz millet menfaatını gütmek hissi aramızda misafir gibidir. Bu hissi köklü düşünce haline getirecek olanlar hürriyet, eşitlik, doğruluk, samimiyet, gönüllülük prensipleri, şe­ ref müeyyidesi ve medeni cesaretle yaşıyan bir kulüp halindeki derneklerini bir ipek böceği gibi işlemeye, şah91


TÜRK GENÇLİÖİNE

si menfaatinin kölesi olan şerirleri yenmeğe borçludur­ lar. Şerirlerle çarpışmıyan, işlemiyen ve işletmiyen der­ nekler; pek yakında korkunun, şahsi endişelerin, entrika­ ların eline geçer. O zaman sözümüz bitmiştir. Çünkü or­ tada artık bir dernek kalmamıştır. Var görünen olsa ol­ sa, kar hırsiyle köpüren şerirlerin ortaklığıdır, dernek değil! (Bizim Türkiye - ikinci çıkış -, onbeş günlük dergi, sayı: 2, 15 Mart/1950.)

92


TURİZM

Turizm, çağımıza damga vuran işlerin şüphesiz en güzeli, en faydalısı, en insancasıdır. Bu iş nasıl doğmuştur? Turizmin aslı olan «gezip tozmak», insanlık kadar es­ kidir. Ama onun bugünkü önemi, değeri; bugünün ihtiyaç­ larından fışkırmıştır. Görüyoruz ki «işadamı» tipi, zamanımızdaki toplu­ lukların yeti�tirmeye en çok özendiği insan, yurttaş ör­ neğidir. Bu akışı beyenmemek neye yarar? Olan, budur. Bu tipin arzulan, hevesleri, modası zamanımız insaniığına söz geçiren üstünlük almıştır. Bu tip insan, türlü bilgilerin el kitaplarını (manu­ els) , sanat tarihi · kitaplarını, hatta sanata, arkeolojiye, tarihe ait yazıları okumaya üşenir. Bu türlü işi beyen­ mez de vakit yitirme olan bu okumalar, onca, bir hafif­ lik bile sayılır. Bu insanlara sinemanın bir kültür terbi­ yesi vereceğini sanmak büyük gaflettir. Onlara başka başka şeyleri, insanları, coğrafya ve ruh iklimlerini tanıt­ mak, böylece zamanımızın hümanizmasına yakışır blr kül­ tür alabi lmele rini sağlamak için bir çare bulunmuştur: Onları gezdirmek! 93


TÜRK GENÇLİGİNE

Bu gezinti bir program altında, yetkisi, zevki olan­ ların elinde akıp giderse «iş adamı» denen ve iki buçuk milyara yaklaşan insanlığın çokluğunu meydana getiren yarı kör kalabalık, hem eğlenir, hem görür, hem düşü­ nür, hem de sever. Böylece, okunması bir zahmet veya hafiflik sayılan kitapların höyük kütlelerde yapamadığını bir gezi, fazlasiyle yapmış olur. Böyle uyanık bir insan­ l�kla ise devletler şu dünya üzerindeki ödevlerini daha iyi yapabilir ve daha insanca yaşayabilirler . . . İşte turizme şimdi önem ve değer verdiren, turizmi devletlerin resmi işleri arasına sokan hatta «Turizm Ba­ kanlığı» diye yeni bir devlet organizması kurdur.tacak kadar iytibar kazanan; «Turizm Bilimi» diye koca kitap­ lar yazdıran baş sebep bu! Kalabalığı hedef bilen bu yetiştirme yolu, elindeki kütleye çabuk ve toplu öğretmeyi; görülecek, bilinecek şeylere bir şekerleme tadı ve kolaylığı sindirmeyi ınetod olarak almıştır. Kalabalığı eğlendirme yoluyla yetiştirme gibi alınan turizm; asıl tesirlerini bugün milletlerin iç aleminde du­ yurmaktadır. Başka milletler bu yolu çok ve eyi kulla­ nıp neticelerini de almışlardır. Bizim için ise mesele ye­ nidir. Halbuki bugün, bu vasıta ile kendimizi yetiştirmeye, başka bütün milletlerden çok muhtacız. Turizmin ikinci bir cephesi milletleri birbirine ta­ nıtmak ve bu yolla ' kütleleri birbirine yaklaştırıp sevdir­ mektir. Kendi yurdunu, kendi milletini, hatta kendi dost­ larını kolayca tanıyamayan bugünkü tuhaf dünyada; mil­ letlerin birbirini yakından tanıması, sevmesi çok müm­ kündür ki anlaşmazlıklan azaltacak; önleyecek bir fak­ tördür. Milletlerde gördüğümüz sanat, bilgi yaratışlan karşılıklı tesirler halinde insanlığı ilerlemeye götüren bü94


MESELELER

yük imkan gibi belirmektedir. Bu iytibarla da turizm, millet!erarası - masum sevimli fakat çok tesirli - bir propaganda mekanizması gibi meydana çıkmaktadır. Turizmin üçüncü bir cephesi: Millet iktisatlanna ge­ tirdiği yardımdır. Bu cephenin de anlaşılması henüz çey­ rek yüz yıllık iştir ve 1929 dan beri de istatistik alanına girebilmiştir. Yunanistan, İtalya, Fransa gibi memleket­ l e r bu cephede tecrübeler yaparak olağanüstü faydalar sağlamıştılar. Bu ikinci ve korkunç dünya savaşının so­ ı ı u nda İngiltere, İtalya, Fransa gibi memleketlerden tu­ r i z m hakkında gelen haberler, iktisat cephesinin önemini :on derece arttırdığını göstermektedir. Turizm, bütün bu cephelerde sağladığı höyük netice­ ler için neler kullanır? Vasıtaları nelerdir?

Kısaca diyeyim ki turizmin vasıtaları sonsuzdur

ve

her milletin coğrafyasına, tarihine, o nisbette de haya­ l i ne, buluşuna, yaratış derecesine bağlıdır. Fakat üç şart va rdır ki turizmi mümkün kılar ve onlarsız, öteki bütün ı ınkanlar işleyemez, işletilemez. Bu üç şarttan birincisi: �:mniyettir. Bir takım romantik, macera arayan, yahut ro­ manının konusunu şu tanıdığımız dünyanın ötesinde bul­ maya koşan teklerin örneğini bir yana bırakmak gerek­ t i r. Asıl gezme, hele turizm anlayışiyle ·gezip tozma an­ ı·nk emniyetle mümkündür. Gezeceğimiz yer cennet da­ lı i olsa orada soyulmak, öldürülmek, kaybolmak, hatta ııdece bir köpek tarafından ısırılmak veya _bir yılan, bir ı ı k rcp tarafından sokulmak tehlikesi bulundukça bir ce­ lıı·nnem azabı içindeyiz demektir. Aklı başında bir in­ �nn da, bile bile cehennemi kendi parasiyle satın almaz. �lnğlığına, kesesine, şerefine riayet göstermiyen yere bir ııısnnın isteyerek, bilerek, dinleneceğim ve eğleneceğim ıl lye gidebilmesi bir hayaldir. Emniyet şartını sağlama-

95


TÜRK GENÇLİGİNE

yan yere harp muhabirleri, hazan da bilginler gider, fa­ kat turistler değil! Turizmi mümkün kılan şartlardan ikincisi: Kolaylık­ tır. Görülmesi canımıza can katacağı söylenen veya bili­ nen bir yere gitmek, bir harp kazanmak kadar çetin, teh­ J ikeli, zor olursa, yani canımıza katılacak olan can yeri­ ne, eldeki canımızı da tehlikeye sokmak bahis konusu ise, oraya gidemeyiz, gitmeyiz. Bir sınırdan geçmek için edineceğimiz pasaport, taşıtacağımız çanta, yatacağımız otel bize haftalar geçirtir, yahut zindan azabı çektirır, ya­ hut bir polis memurunun alabileceği tedbirleri almamızı mecburi kılarsa; seyahat etmemek elbette tercih olunur. Turizmi mümkün kılan üçüncü şart: Tezliktir. Tu­ rist denen insan, gezmeye çıkmak için kısa zamanlar­ dan, izinden ,tatilden, bir işe ayrılan vakitten faydala­ nan yani vakti az olan insandır. Seyahat şartları, bu az vakitten faydalanmasını sağlıyamazsa ,o geziden vazge­ çer.

II Bu vatanı değerleriyle, imkanlanyle ve korkunç yok­ sulluğu, eksiği ile ta iliklerine kadar tanımak, sevmek -saadetini, iç turizm yapacaktır. İnsanlığın edindiği tecrübe şudur: Turizm, emniyet, kolaylık, çabukluk ister. Konfor ve ucuzluk bile bunlar­ dan sonra gelir. Korkmadan dolaşılan memleket, herhan­ gi bir arıza ile yolda bırakmayan, adım başında zorluk çıkarmayan, bir saatlik işi on günde bitirmeyen memle­ ket: İşte turistin can attığı yer! Bununla birlikte; yeni çağın cemiyetlerinde sonsuz bir rağbet gören konfor. 96


MESELELER

ı :örülen ,gezilen, yatılan, konuşulan yerin rahatlığı, ye­ mek yenen yerin iç açan, yediğimizi içimize sindiren dü1.ende olması turizmin şartları arasında sayılmaya baş­ lamıştır. İnsanlığın tabiata ,eşyaya hökmü arttıkça ya­ ı ı i medeniyet seviyesi yükseldikçe bu yaman konfm.- fak­ ıiirü önem kazanmaktadır. Bu şartları ve aşağıda söyliyeceğimiz vasıtaları bu­ l ıınan yer!ere, turist denen kalabalık adeta üşüşmekte, bı­ raktığı höyük para yekunlarıyle, meydana getirdiği bö­ y lik propaganda imkanlarıyle, bir millet için küçiiksen­ ınesi cinayet sayılacak gelir, şeref, güven vesilesi olmak­ ladır. Bu bakımdan, turizme elverişli her millet, zeka­ "ını, san'atını, zanaatını, kabiliyetlerini seferber etmiş­ l ı r.

Türkiye'mizi ve dünyamızı sevmenin, vatana ve ci­ birisinin de bu iki ale­ ı ı ı i gezmeyi, görmeyi ve tanımayı emrettiği kanaatiyle; l ıırizmi, kütleleri yetiştirici, birbirine yaklaştırıcı ve mil­ ld iktisadını besleyici vasıflarıyle ele alıyor ve bu da­ vayı bizim gibi «kendi kendini keşfe mecbur» bir mille­ t i n yaşama davası sayması icabettiğine inanıyoruz. lıana bağlanmanın şartlarından

Turizmin vasıtaları bahsinde, başa geçirilecek ola­ Coğrafya ve iklimdir. Bazı yurtlar, dört mevsimde de l{iirülmesi, gezilmesi sağlık, ferahlık, hatta saadet veren llzellikte, güzelliktedir; dağları ayrı, denizleri ayn, iç göl­ ıı·rı ve nehirleri ayrı, ovalan ayrı imkanlarla doludur; kayacak karlı dağlar, yüzecek geniş plajlı denizler, her ılHde derman bulan ılıcalar, içmeler, ciğerlerimizin sağlı­ � ı na Hızır gib.i. yetişen ormanlar . . . Her yerini kaplamış­ ııı:

l ı r.

Turizmin vasıtaları bahsinde ikinci baş köşeyi tarih,

ı rkeoloji ve müzeye vermek gerektir. Şu dünyada birbi97


TÜRK GENÇLİGİNE

rini yiyen, kıskançlıktan çatlıyan ve en yakınının gozu­ nü oyan, birinin yaptığını öteki bozan veya birinin yap­ tığına öteki kinle, hasetle bakan insanlar; öteki dünyaya göçenlerin bıraktığı eser önünde tarafsızlaşıyor, insan ol­ duklarını adeta yeniden hatırlıyorlar. Müzelerin bir nevi yeni çağ tapınağı kertesine yükselişlerinin psikolojisi bu olmalıdır. Arkeoloji ve tarihin seçme bir köşesi olan müzele­ rin turizm bahsinde kazandığı önem birinci derecededir. Onlar, bir milletin kabiliyet hazinelerini sistemli, çekici bir biçimde tanıtabilen, böylece; tarihin masal tarafını bir nevi sinema ve senaryo ile canlandıran teşkilattır. XX nci yüzyıla kadar zevkin, sanatın, tarihin terbiye merkezi olan müzeler böylece, turizmin de vasıtası, onu çeken mık­ natıs olmuştur. Bu iytibarla da, müzelerin yeni bir mana, yeni bir değer alınası, turizmin anlaşılmasiyle doğmuştur. Zeka, san'at eserleri, anıtlar yalnız müzelerde mi bu­ lunur. İlerlemiş milletlerde höyük beldelerin her yanı bir müze haline konmuştur. Bir İstanbul, bir Konya, bir Ati­ na, Roma insanlığın muhteşem müzeleri halindedirler. Ta­ �"ihin, sanatın böyle roter noktalarını içinde bulunduran memleketler, turizme ezelden hazırlanmış sayılırlar. Mil­ letler, aynca bu eski beldelere yeni anıtlar katarak değe­ rini artırmışlardır. Paris'in operası, onun Cite'sindeki Adalet sarayından veya Notre-Dame katedralinden daha az çekici ve iytibar verici değildir. Her park, her orman her köşe... O milletin zevki, anlayışı, medeniyet kertesi bakımından, herkesin ortak olduğu heyecanlardan doğan eserlerle doludur. Turizmin faydalandığı neşeli alanlar da bunlardır. Coğrafya, iklim, tabiat, arkeoloji, sanat ve bunların arasında yer alan panoramalar, tabiat güzellikleri baş98


MESELELER

tanbaşa korunacak değerlerdir. Bunların içinde :-nüze, muhafaza eder amma onun da ayrıca korunması şarttır. Bütün bu değerlerin meydana çıkartılması, korunması, devletlere pek pahalıya malolur. Onları boş ,fonction'suz olmaktan çıkararak insanlığın ve devletlerin karşılıklı is­ tifadesi önüne koyan sır: Turizm olmuştur. Arkeolojiyi, güzel sanatları müze muhafaza eder; faydalanma ve iş­ letme turizmindir! Bir memleketten bir memlekete toplu halde, kısa za­ man ve yalnız gezmek, tozmak için gelenler olduğu gibi, o memlekette uzun zaman kalmak üzere gelenler de bu1 unur. Bunlar ya sağlık bakımından geri kalırlar ya etüd etmek, kütüphanelerde, müzelerde, ören yerlerinde, eski beldelerde araştırmalar yapmak için geri kalırlar, ya dip­ lomattırlar ve o sebeple yerleşirler; yahut bir memleke­ ti ve halkını severler, orada ömür geçirmek için yerleşip kalırlar. Bu türlü turistlerin sayısı birincilere nisbetle azdır amma bir memlekete, bir millete yapacakları eyi­ lik, ötekilerle karşılaştırılmıyacak kadar höyük olabilir. Paris'te bu türlü yerleşmiş binlerce bilgin, gezgin, sanat­ kar, diplomat görmüştüm. Bundan başka; hangi türlü turist olursa olsun, onu alakoyabilmek için, çekici bir merkezin bulunması yet­ mez. O merkeze bağlı geniş bir gezme, solukalma hinter­ landının bulunması; turistin oraya serbestçe, tezce, em­ niyet içinde ve kolayca gidip dönmesini sağlamak da şarttır. İstanbul yetmez. İzmir'e, Yalova'ya, Bursa'ya, hatta Edirne'ye, hatta Çanakkale'nin Truva'sına onlan ra­ hatça, çabucak götürüp, getirecek imkanlar da bulunma­ lıdır: Bugüne kadar yapılan tarifler turizmi ecnebilerin bir memleketi gezme ve görmesi sanatı olarak anlatır. 99


TÜRK GENÇLİGİN.l!l

Türkler için bu tarifin eksiği pek çoktur. Çünkü Türki­ ye, bugün ecnebilerin değil, asıl kendi çocuklarının ziya­ retine, tanımasına muhtaç hemen tek vatandır. B:..ı iyti­ barladır ki «iç turizm > diyeceğimiz «vatanın, kendi ço­ cukları tarafından tanınması işi>>ni höyük bir dava darak almak şarttır. Bu vatanı bütün değerleriyle, imkanlarıyle ve korkunç yoksulluğu ,eksiği ile ta iliklerine kada� ta­ nımak, sevmek saadetini, iç turizm yayacaktır. Fransızların - bir yargıç iken bir arkeolog olabi­ len - değerli sanat adamı J.A. Brutails; «Fransa Anıt­ larını Tanımak İçin ..» adlı eserinin başlarında şunu söy­ ler: «Turizmin gelişmesi sayesinde Fransızlar nihayet Fransayı keşfetme işini ele aldılar! » Fransa'nın ecnebilerce bile çok tanındığı söz götür­ mez bir gerçektir. Kendi kendini tanıdığına ise - ta XIV. üncü Lui'den beri yarattığı - edebiyatı, coğrafya­ cılığı şahitlik eder. Böyle bir millet için «kendi kendini keşfetme» diye adlandırılan turizm, Türkiye için bir ya­ şama da.vasi gibi alınsa çok değildir. Memleketimizin turizme elverişli olması şimdi kör­ lerin bile kabul ettiği şeydir. Ecnebi turist, kendi geniş aleminde kolayca bulduğu şeyler için başka memleketi aramaz. Deniz havası, plaj .. bunları kendi taşında, tran­ satlantiğinde de bulabilir. Fakat ruhun hava tebdili, bö­ yük mesafeler aşmakla, hele zaman bakımından başka dünyalara gitmekle mümkün oluyor. Bu, başka �ünya­ lara sefer ettiren şey: Tarih, arkeoloji, müzedir. Sanat eserinin bizi bu dünyanın, şu günün, şu saatin dertlerin­ den, «contingenes = zaruretler»inden sıyırıp başka alem­ lere götürdüğü, ruhumuzu yıkadığı bir sır değildir. Tür­ kiye, kendine koşan turistin ruhuna bu hava tebdilini, ruhun bu yıkanmasını, arınmasını vadeden sanat, arke100


MESELELER

oloji, tarih anıtlarıyle dopdoludur. Hatta, bazı milletle­ rin, tarihini, sanatını, arkeolojisini yalnız Türkiye'de ta­ dabilirsiniz. Galatlar'ın ömrü, Fransa ve İtalya'da değil, Anadolu'da tanınır. Friklerin medeniyetini, güzel olan sanatlarını Anadolu'dan başka yerde bulamazsınız. Hur­ riler, Subarlar, Mitanniler, hele Hititler arkeoloji ve sanat beldelerini hemen yalnız Anadolu'da bırakmışlardır. Şimdi Türkiye'nin her köşesini kaplayan müzeler, depo­ lar içinde bu belgeleri seyretmek, nasıl mümkünse; hö­ yük, tümülüsler, örenler üzerinde incelemek o kadar mümkündür. Örenlerin önemlileri şimdi düzene konmuş, yola, depoya kavuşmuş, bekçisi bulunan yerlerdir. (Ber­ gama, Efezos, Hiyarapolis = Pamukkale, Alacahöyük, Ka­ ralar, Truva gibi . . . ) demek ki turist memleketimizde başka dünyaların, başka yüzyılların havasında dolaşmak imkanını her yerden çok bulabilir. Memleketimizin gerçekten güzel tabiatına dayanacak olan turizmin; taşıtlarda, otelcilikte böyük bir faktörü aradığı şüphesizdir. Bu faktör - yokarıda söylediğim konfor'dur. Bunun Türkiye'de hemencecik sağlanma­ sı höyük sermayelere bağlıdır. Ve aslında çok zaman is­ ter. Halbuki misafir severlik geleneğimizle müzelerimize, örenlerimize dayanacak olan turizm - bizim imkanla­ rımız düzene ve sıraya konmak şartıyle - hemen mey­ vasını verebilir. Türkiye boyuna hasretini çektiği iymar işleri arasında zaten anıtlarını korumaya mecburdur. Yalnız bu iş, toptan bir programa bağlanır, turizm bakı­ mından ele alınarak yörütülürse, tesirlerini pek çabuk görebiliriz. Ardından yayın, otelciliğimiz, taşıt işlerimiz ve eyi hesaplanmış bir propaganda ile işi yörütmek müm­ kün olacaktır. Bu bakımdan müzeler ve arkeoloji yurdu101


TÖRK GENÇLİGİNE muz için bir lüks değil, onu ayağa kaldıracak bir mani· veladır. Türkiye'nin turizm; milli gelir kaynağı», «iymar ve kalkınma manivelası»,

«milli propaganda vasıtası»

gibi

görmesi, hiç olmazsa başlamıştır.

onbeş günlük dergi, (Bizim Türkiye, sayı : 17-18-19, 7 Temmuz, 21 Temmuz, 4 Ağustos/ 1 948. )

102


SANKİ BİZİM İÇİN

Bir gün Paris'te Journal gazetesinde bir başyazı oku­ muştum. Bu yazıda bir Fransız, dost bir Amerikalı gez­ ginle konuşuyor. Fransız, Amerikalıya edindiği duygu­ ları soruyor ve ondan neşeli, sevimli karşılıklar bekler­ ken ,kuru, sert, kısa sözler çıkıyor. Fransız şaşırmıştır, üzüntüdedir. O zaman Amerikalı anlatıyor: «Evet.. gördüğün üzere, öfkemden kuduruyorum. Fransa'yı sevmiyorum, buna şüphe yok! O, hala bin çeşit güzelliklerle dolu ;buna da şüphe yok! Amma bu güzel­ likler sanki yokmuş gibidir. Niçin diye mi soruyorsun? Çünkü onların varlığından kimsenin haberi bile yok! «Dostum, her millet bugün, bir ticarethanedir diye­ biliriz. Sizinki en güzel çeşitlerle dolu. Fakat, tabirimi mazur görün: Kapısını penceresini kapalı tutan bir ti­ caret evi için ne düşünürsünüz? Sizde gösterilecek ıyı çeşitler bulunduğundan halkı habersiz bulundurursanız, size kimseler gelir mi sanıyorsunuz? Ne çıkardığınızı söy­ lemez, bildirmezseniz, kimse gelir de sizden mal satın alır mı? «Sonra; ticaret evinizin kapısında ekşi suratlı biri­ si durursa; kendinizin bile değerini bilmediğiniz mallan, ta karanlık, köşelerden bulup çıkarması müşteriden bek103


TÜRK GENÇLİGİNE

/

lenirse . . . Kimsenin semtinize uğrayacağına inanılr mısı.;, nız? «Dostum; kapınızın önünde hatta davul çalacaksı­ nız; ticaret evinizin (yani iktisat bakımından yurdunu­ zun) içini apaydınlık yapacaksınız; çeşitlerinizi anlatıp övüneceksiniz! Reklam gerek, anlıyor musunuz, reklam; Allah bile, bakın, kiliselerinde çana muhtaç! Sizin ilk çanınız: yayındır, yayın! .. «Fakat, sizin yaptığınız gibi, öyle yarımyamalak, pı­ sırık, pintice, her harcadığınız meteliğin ardından, fer­ yad ve figan ederek yapılan yayın değil! Sizin yaptığınız gibi, damla damla neşriyatta bulunmak, bilir misiniz ne demektir? Paranızı boş yere oraya vermek! Amerika'da bizim höyük bir iş adamımız derdi ki: (Her reklam, parasını çıkarır, ama bol yapılmak şar­ tiyle! ) «Sizin utangaçlığınız böyle şeylerden tiksiniyor; öy� leyse ölün azizim! Bugünkü dünyada başka türlü iş ya­ pılmaz!» Fransız bu sitem sağnağından boğulmuş gibidir. Am­ ma memleketinin yaptığı şeyleri sayıp dökmek istiyor. Karşısındaki konuyu bir kere sağlam tutmuş, bırakmı­ yor ki; «Dağınık çabalayışlardan kaçının! «Biliyorum, biliyorum: Sizin banliyo şehirleriniz de ilanlar verir; öteki görülecek kasabalarınızın da reklam­ ları çıkıyor; eğlence yerleriniz davetlerde bulunuyor. Amma bunlar tek kalan çabalayışlar! Bunlarda birlik yok, teşkilat yok ! .. «Fransızlar! Sizde, zerre kadar takım haline geçme zihniyeti yok! Daima tek kalmaya heveslisiniz, toplu ça­ lışmaktan sanki tiksiniyorsunuz. Halbuki kar ve netice 104


MESELELER

veren, işte yalnız bu Çeşit çalışmadır. «Luvr ve Bonmarşe gibi höyük mağzaların, her çe­ şide ait tezgahı ayrı ayrı reklam yapmakta serbest bı­ raktığını bir düşün.. netice ne olur? «Halbuki bugün, müşterinin görmeyi aklından bile geçirmediği malları da ona göstermek için, bütün çeşit­ leri toplama hususunda ne kadar zeka, kurnazlık harcan­ maktadır! Bu yolda, bakarsınız, bugün bir perakende sa­ tış, yarın başka bir «tenzilatlı» satış tertip ederler. Ora­ larda, hatta zararına, mal satarlar, ama müşteriyi de asıl geçirmek istedikleri öteki çeşitlerin önünden geçirmeyi başarırlar. «Gelen gezgine siz bir iki görülecek yer bildiriyor­ sunuz. Pekala. Amma bu bir iki yer arasında başka gö­ rülecek yerler de var, manzaralar var ki kimsenin habe­ ri yok! Ticaret merkezleri var . . . Bütün bu yerlerden gez­ gin, yel gibi geçer, çünkü oraları siz bile bilmezsin;z? «Sizce gezgin, elindeki kitabın, rehberin esiri olan; elindeki rehberin söylemediğini görünce içi rahat eden, gönlü memnun olan bir zavallıdır! Düşünmezsiniz ki o gezgin, hayatta, kendi kendine kendi yerinde kaldığı va­ kit büsbütün başka bir insandır. O, alır, satar. Onun ha­ yatı sadece seyahat yapmak mıdır sanıyorsunuz? «Bana bakın azizim, bana bakın: Şu dünyada her­ kes bir müşteri olabilir. Hiç bunu gözönüne getirdiniz mi? Hiç semtin izden geçen bu insanın ne dereceye kadar alışveriş yapabileceğini düşündünüz mü? Hiç onun mes­ leğini öğrenmeyi, işini yarayacak şeylerin yerini göster­ meyi akıl ettiniz mi? «Daha toprağınıza ayak basınca onu ticaret evınıze gelmeye buyur edin. Gelince, güzel karşılayın. Onu bir, 105


'ı.'ÜRK GENÇLİGİNE

derisi yüzülecek müşteri gibi değil, bir misafir gibi ka­ bul edin! » Fransız burada yüzünü ekşitmiş, acı acı güt�üş .. Bunu Amerikalı dost gözden kaçırmadan çıkışmış: «Evet, biliyorum: Bütün bunlar için para lazım! diye­ ceksiniz. Ah .. Korkak ve eski kafalı Fransız dostum ah! Şu komşunuz ve rakibiniz olan milletlere bak! Oniann ticaret için manevraları ne yamandır! Almanya'da bir propagandaya 300 milyon, İtalyada 25, İspanyada 25 mil­ yon harcanır. «Ya sizde? «Beş milyon! «Şu, ne zaman kafanıza yerleşecek: Bir oteldeki fazla bir müşteri, bütün memlekete kar getiren bir kay­ naktır? Yeni bir otel daha mı yapıldı? Onu idare eden yataklar alacak, iskemleler alacak, · yatak örtüleri ala­ cak, peşkirler alacak . . . Paris'teki bir otelin bu masrafları, Paris'ten 20 saat uzaktaki şehirlerinize, kasabalarınıza fayda verecek: Çünkü bu alınacak şeyler hep oralardan gelir. Daha çok sebze, daha çok et gerekecek; ve o za­ man, Normandiya yahut Pikardiya köylüsü mahsulünü daha fazla ve daha fazlasiyle satacak! «Milletin cihazlanması düşünülürken turizme de bir hisse ayrılacaktır. Şimdiye kadar ona hiç ehemmiyet vermediniz. Eğer her milletvekiliniz, her senatörünüz söylediğim gerçeklerin derinliğine akıl erdirirse, bu ge­ cikmenin kötülüğü önlenebilir. «Hey Fransızlar! Size tavsiye ederim: Köşede, bu­ cakta romancılannızın hazlanıp tasvir ettiği kirli, ufak dükkanlardan kaçın! Sakın onları yeter bulmayın! Ora­ larda vaktiyle karanlık köşelerde dükkan sahipleri çeki­ lir, müşterilerinin gelmesini tenbel tenbel beklerdi! .. Siz, 106


MESELELER dışarıdan geçenleri bekleyeceğiniz yerde içeriye çağırınJ Siz her biriniz zengin olurken ,memleketinizi de zengin­ leteceksiniz. «Eğer akla, vicdana uyan kazançlarla

yetinirseniz,

yetinmeye alışırsanız; kapılarınızı da ardına kadar

aç­

masını bilirseniz ve bu hususta hep gözünüzün önüne hö­ yük bir mağazayı getirirsiniz! .. Nihayet, eğer, bir ecne­ biyi isyana kadar götürecek, milletiniz için

bayağılığa,

küçüklüğe hökmettirecek bir türlü vergi, hesap, zam gi­ bi şeylere tenezzülden kurtulursanız; her gezgin

kendi

memleketine dönünce, sizin beleş bir satıcınız olur gider! «Ya bunu yapın, ya sizden tiksineceğim! » Tek kelime katmaya bilmem lüzum var mı? kalı bunu Fransıza söylüyor; kimbilir

Ameri­

bizim için böyl e

bir dost ecnebi neler söylerdi, diye düşündüm!

(İlk yayım ; Çığır, aylık dergi, sayı: 31, İlkteşrin/ 1 943, ikinci yayım ; Bizim Tür­ kiye, onbeş günlük dergi, sayı : 20, 1 8 Ağustos/ 1948.)

107


KOMÜNİZMLE SAVAŞ Yeni Türk Devleti.nin komünizme karşı durumu, b a­ şından beri açıktır: Bu yurtta komünizm, kanun dışıdır. Baştan beri bu durumu yaratmış ve yaşatmış olanların hiç biri ne kapitalist ne de zengin! Buna rağmen Türki­ yede komünizme devletin ,ilk vakitlerden beri göste:l."diği bu yasak hepimiz için üstünde durulacak ilk önemli nok­ tadır. Yeni rejimi kuranlar, Anadolu Kurtuluş savaşlarını yapan vatan severlerdi. Onlar Türk halkının içinden fış­ kıran öz millet çocukları idi. Bir sırat köprüsüne benze­ yen o savaşları yaparken komünizmle o kadar yüz yü ze, göz göze geldiler ki onun kitap sayfalarındaki naza­ riye değil; yüzlerce yıldır Türklüğün karşılaştığı lslav­ cılığın ta kendisi olduğunda tereddüt etmediler. Türk vatanseverlerinin komünizmi kanun dışı saymalarının asıl sebebi budur. Türkiye'nin İstiklal savaşları gibi ölüm - kalım devrinde edinilen tecrübelerin sonucu olan bu sebebi unutmamak, komünizmle savaşanların ilk va­ zifesidir. Kanun dışı olan bu ideoloji aynı zamanda sınır dı­ şıdır da. Ağırlık merkezi Türkiyenin dışındadır ve ken­ dine inananlardan istediği ilk şart vatanlarını, milletleri­

108


MESELELER

ı ı i bu dışardaki merkeze feda etmeleridir. Halbuki Tür­ kiyede hatta şu yer yüzünde bir Türk devleti her ne za­ man var olmuşsa, kökü dışarda olan ve şartı vatanı, mil­ leti feda etmek olan her ideoloj i, kanun dışı

sayı!mış­

tır. Bu iytibarladır ki, komünizmin yani Islavcılığın em­ savaşmazlar.

rinde çalışanlar, Türkiyede açıktan açığa

Onların her işi gizlidir ve ona - herhangi sebeple olur­ �a olsun - bağlanmış olanlar aramızda

maskeli gezer­

ler. Bugün komünizmin yani Islavcılığın

emrine girmiş

olanlarla serbestçe ne konuşabilir, ne

çekişebilir,

ne

de

onları tanıyabilirsiniz . Türkiye'de komünizmle savaşmak istiyenlerin akıldan �ıkarmıyacağı ikinci gerçek budur. Şunu açıklamaya mecburuz ki bu gizli düşmanla sa­ vaşmayı hiç bırakmadık amma gerektiği gibi, hele onun

im gizli yapısına uyacak surette de uğraşmadık. Bu me­ sele ta başından beri polis işi gibi ele alınmış bu çerçe­ veden dışarı çıkılmamıştır. Bu metoda, zamanla ve ga­

liba 1934 den beri komünizmden vazgeçmiş görünen ya­ hut bu

hastalığa yeni tutulanlarla tutulacağından kuş­

kulananları bir takım ikramlar, lUtuflarla parti, hükumet içinde vazifelendirmek metodu eklenmiştir. Yani kendini gizleyemiyen,

gizlemeyi

karaktersizlik

sayan,

uşaklıktan, alet olmaktan başka şahsi değeri polise bırakılmış iki yüzlülüğü �anat, politika fikir

yahut

olmıyanlar

becerebilenler edebiyat,

aleminde değeri, üiı.ü

bulunanlara

devletin en önemli yeri, en gizli planları teslim olunmuş­

tur. Bu metoddan ikisinin de Türkiyemizde en kötü neti­ l'eyi verdiğini söyliyebiliriz. Birinci metod yani şiddet

109

metodu,

polis

metodu


TÜRK GENÇLİÖİNE - yalnız başına

kaldığı

müddetçe - istenen

neticeyi

vermezdi. Çünkü bir davaya samimi olarak inanmış bu­ lunanları, şiddet ve polis, yollanndan çeviremez, tam ter­ sine o yolda daha şiddetli, daha aktif olmalarını körük­ ler. İki yüzlülüğü becerebilenler bu şiddet ve polis meto­ du karşısında - toprağa, yaşadıkları araziye uyan hay­ vanlar gibi - kılık, düşünce, taktik değiştirirler, (kaleyi içinden almak) için komünistin

tarifini

yapmaktan tu­

tunuz da sanayinin düzenlenmesine iaşe işlerimizin yolu­ na girmesine, güzel sanatlarımızın yayılmasına içerde ve dışarda Türk sergilerinin başarılmasına, politika larımızın biyografyasının

yazılmasına, Rus

dan her türlüsünün aramızda

adam­

edebiyatın­

kökleşmesine kadar

her

alanda ön safa geçerler. Onları tek parti zamanında bil­ hassa laiklik, devletçilik, halkçılık, inkılapçılık

oklarına

yapışmış olarak bulursunuz. Kendilerine mahsus manalar vererek uygulamaya dikkat

ettikleri bu dört

prensibi

maEkeli komünistler, Türk cemiyetini çürütmek, daya­ naksız bırakmak, tekleri olsun, zümreleri

olsun birbiri­

ne düşürmek, bilhassa cemiyette ayakta

kalan, cemiyet

içinde sevginin kaynağı olan herşeyi, her müesseseyi, her örfü, alay konusu yapmak için kullanmışlardır. Kökü dışanda bulunan her türlü

talimatı dışarıda­

ki amirlerinden alan komünistler, maskelerinden lanır. Türk Devletinin korunma,

kendilerini

fayda­

kovalama

tedbirlerini boşa çıkarmak için türlü türlü ve daima ib­ lisce çareleri uygularlar. Bir gün bakarsınız Üniversiteyi ele geçirmek isterler. Orada açık veya kapalı, klasik üma­ nizmadan tamamiyJe ayrı erotik sanat aşkını kamçılayan bir yolda çalışırlar. . O zaman merkezlerden çevrelere doğ­ ru, bütün emir altındakiler, yurtla dünyayı

birbiri için­

de eritmek, garip bir (toprak kokusu) ile genç dimağları 110


MESELELER uyuşturmak, en temiz halk türkümüzü ve Anadolu folk­ lorunu bir nevi (sosyal hakları dava) propagandası yap­ mak, Akdeniz ortasında kurşuna dizilmiş bir İtalyan as­ ker kaçağının matemini_ tutup onun şahsında bütün Türk ordusunu dağıtmaya çabalamak, yahut (Stalingrat)

çar­

pışma] arının destanını yazarak Türk kahramanlarını ka­ ranlığa boğmak; bütün bu herzeleri yerken Türk ruhun­ daki düşmanla çarpışma, düşmanla savaş hatta sadece ve erkekçe savaş duygularını körletme için her şeyi yapmak yolunda bir basın ve yayın salgını yaratırlar. Sözde ilim maskesine bürünerek ve sadece geniş mezhepli, hür dü­ şünceli çömezler yetiştiriyoruz iddiasiyle en basma kalıp,

en sekter bir telkin yolu tutularak K. Marx göklere çıka­ rılır. Dünyanın tek gerçeğini bu yahudi Almancık söyle­ miştir veya, dünyanın saadeti bu Rum peygamberi'nin de­ d i klerine inanmakt�r telkini kızışır. Bir gün bakarsınız ortalığı kendi salgınlarına kapa­ maya uğraşanları yok etme planını

uygulamaktadırlar.

O zaman Meriçten Ağrı dağına kadar her yerde milliyetçilerine saldırırlar; onlar faşisttir, nasyonal yalisttir,

ırkçıdır,

turancıdır,

anadolucudur,

Türk sos­

rejiyona­

listtir, ilim düşmanıdır, örümcekli kafalardır, hatta mür­ tecilerdir. İşte bu her türlü tecavüz ideolojisine müpte­

la olan milliyetçilerin Türk inkılabını yıkacağı, Türk hü­ kumetini devireceği, d�mokrasiyi yok edeceği dasını söylerler, yayarlar. (Yeni Rusya)nın

propagan­ methiyesini

yapanlar onlara yardımcıdır ve hemen, (İnönü-Stalin şef­ lerimizdir ! ) diyen

baş yazılar çıkmaya başlar

(İnkılap

Enstitüsü) gibi, milliyetçilik kaynağı olması beklenen bir Türk araştırma merkezinden

(ırkçılık, turancılık)

adı

altında, bütün milliyetçilere söven neşriyat sökün eder. (Ne hazin kaderdir ki sözde milliyetçiliği yayacak 111

olan


TÜRK GENÇLİGİNE bu merkezin ilk ve son görünen yayını içinde sonradan inkılabın, Türk milletinin, Türk vatanının düşmanı komünist olarak kovuşturduğu, mahkum ettiği

ve

ins1nlara

da geniş söz verilmiştir! ) Bir gün bakarsınız, b u

maskeli

köyünü kurtarmak hasretiyle

komünistler, Türk

benimsediğimiz ideal bir

enstitümüze el atarlar. Şehir çocuklarının dayanamadığı için hizmet edemez göründükleri şu her �eyini bildiğimiz Türk köyünün çocuğunu, Türk köyünün şahsiyetini yesine yaklaştırmaya çabalayan

ga­

vatanseverleri her tür­

lü sabotajla yıldırmaktır. Bu

bakımdan

nerede istidbat varsa orada gerçek

milliyetçilik boğul makta, cemiyetin saadetini.

kurtarmak

amaciyle k urduğumuz bu enstitülerde o zaman garip he­ vesler, ters cereyanlar hız alır; şu bizim lam değişir,

bildiğimiz se­

(tempo) olur. Müslüman Türkler'in en hö­

yük ve devamlı devletini kuran Osmanlılar, küfür ve kü­ çümseme tabiri haline düşer. Sözde iç birikintilerinı (re­ foulement) önlemek, daha sıhhatli bir tip yaratmak için Fröydizm alır yürür. Köy

çocuğuna neşe

vermek için

Meksika şapkalı, omuzu gitarlı bir garip tip yaratılır ve bu tiplerin topluluğu beri benzer üniversitelinin anlayıp hazmedemiyeceği Yunan klasiklerini

temaşaya sevkedi­

lir. Bu temaşa edilen Yunan anıtının Oedipus gibi

ya­

man bir örnek olması başka bir felakettir! Böylece köy çocuğu ve köy kadını, Türk köyünün içinde organik bir gelişmenin öncüsü olacak yerde bir komünist metodu olan konstrüktif metodun, baştan çıkarılmış bir çığırtkanı ha­ line sokulmak istenir. Bu istekte Türkiye kalkınmasının kilit taşı olan Türk köyünün benliği ortadan kaldırılmak, yeni bir (gaynmemnun) sınıf (sosyal haklar dava) eden yeni ve uzlaşmış bir tip yaratmak maksadının gizli

112

ol-


MESELELER duğunu yer yer görmekteyiz. Bu güzel de tarih düşmanlığını size insanlık

müesseselerimiz­

adına

aşılayanlara,

başka maksatla hareket ediyor denebilir · mi? İki yüzlülüğü becerebilen, maskeli komünistlerin Tür­ kiye'ye en höyük kötülüğü; onların yurdumuzda n izmin en tehlikeli iki zihniyetini

dır.

komü­

yaymaya çalışmaları­

Bu zihniyetin birisi yukarıda işaret ettiğimiz kons­

lrüktif zihniyettir. Bir milleti bir ev gibi, bir beton yığı­ nı gibi, istiyenin elinde istenen

zamanda, istenen kalıba

sokulan bir malzeme telakk i eden bu zihniyet; milletimi­ zin bütün temellerini, bütün dayanaklarını yıkan,

onu

bir kum yığını haline koymak istiyen ilim düşmanı, re­

al ite düşmanı insan ve saadet düşmanı zihniyettir. Öte­ kisi gene komünizmin inrnn hürriyetine, insan eşitliği­ ne yani demokrasiye düşman zihniyetidir. Maskeli,

iki

yüzlü komünistin metodu gereğince iş başında kim var­ sa ona yanaşan, onu tutan, onu körükliyen ve

böylece

millet içinde her dediğini Tanrı buyruğu zanneden müs­ tebit tiple her buyrulanı hemen yapmaya mahkum köle

tip yaratmaya savaşan bu zihniyet; Türkiyemizi korkunç bir umutsuzluğa sürüklemek suretiyle yoketmek istemiş­ tir. Sözde insan hürriyetine aşık görünen ve şimdi bütün dünyada ipliği pazara çıkan komünizmin bu hürriyet düş­ manlığı; siyasi haklarda adalet eşitliği

memleket zararı­

na olmıyan her alanda hürriyeti esas alan Türk milliyet­ çiliğini elbette en böyük düşman bilecektir. Bu iytibarladır ki, iki yüzlülüğü beceren ve hatta bu­ nu vazife olarak alan komünistleri taltifte, devlet işine karıştırmakla yatıştırıp milletle barıştırmak istiyen me­ tod, son derece zararlı, tehlikeli olup adeta işbirliği yapmaktır. Bu metod milletin asıl

komfüıizmle çocuklarını

komünizmle savaş yerine birbirine düşürür. Hatta hüku113


TÜRK GENÇLİGİNE metin, devlet kuvvetlerinin savaş istikametlerini değişti­ rerek milliyetçilerle · devleti, düşman durumuna getirir ve bu arada yangınlarını yakar, sabotajını yapar, verici cihaziyle Türkiye'nin en küçük hadiselerini Moskov:ı rad­ yosuna yetiştirir, herkesin gözü önünde

Türk

bayrağını

yırtar, Türk mekteplerine ihtilal beyannameleri asar! . Polis ve şiddet metodu yalnız başına kalınca, bir mil­ letin sosyal eksiklerini

tamamlamadan herkesin

ağzını

kapatmaya varır dayanır. Şurası meydandadır ki bir mil­ letin taze idealist enerjileri cemiyetin içindeki haksızlık­ l arla çarpışmayı yaşamalarının hikmeti bilirler. Bu türlü temiz ve dinamik enerjileri kandırmadan ,inandırmadan yalnızca şiddetle ve polisle susturmak, hiç bir yerde, hiç bir zaman komünizmle savaş değildir. Tam

tersine ko­

münizmin eline düşmüş bu türlü masum ve temiz mem­ leket çocuklarını farkına

varmadan ve

bir nevi kahraman derecesine

lüzum olmadan

yükseltmek suretiyle ko­

münizmi teşviktir. Bu iytibarladır ki, maskeli komünistin başka bir vazifesi; aramızda

içtimai haksızlıklarla çar­

pışmak, sosyal emniyeti sağlamak istiyen, gerçek demok­ rasiyi kurarak Türk mill iyetçiliğini gayesine yaklaştırma­ ya çabalayan vatan severleri her türlü

sabotajla yıldır­

maktır. Bu bakımdan nerede istibdat milliyetçilik

boğulmakta, gizli

varsa orada gerçek

komünizm

yayılmakta,

memleketin yarın yapacağı höyük savaşta içten ve arka­ dan vurulması için bütün noktalar şimdiden düşman ta­ rafından tutuluyor demektir.

(Şafak ; aylık dergi, sayı : 2, Mayıs / 1949.

114


YENİ ÇA<iLARDAKİ ROLÜMÜZÜ BELİRTMELİYİZ İstanbul'un fethi herşeyden önce, Batı ile Doğu ara­ !ıındaki anlaşmazlık ocağının yıkılmasıdır. Ya böyük, teşkilatlı kuvveti Batıya

akıtmak; ya

korkunç taassubu Doğuya bela etmek

Doğudaki Batıdaki

sayesinde ayakta

duran, yapma ve gereksiz bir idare kalıntısı, bu vesileyle ortadan kalkmıştır. Bundan sonra Müslüman alemi ile Hıristiyan alemi arasındaki çarpışmalar, eski

çehresini,

Pski manasını yitirmiştir. (Mukaddes Cermen İmparator­ luğu) davası görülmeseydi; İstanbul'a yerleşen Türklerin Fransız Rönesansını kuran birinci Fransuva'nın sembolik yaklaşmasını en eyi devam ettiren amil olacakları şüphe­

sizdi: İstanbul fethinin ikinci höyük neticesi; Doğu

Akde­

niz ' de, Yakın - Doğu'da yarattığı höyük barış ve eyi geçin­

me devridir. Sonsuz denecek kadar parçalanmış bir Ya­

kın-Doğu aleminde bir korsan olmadıkça ticaret yapmak imkansızdı; insanlığın münasebeti kurulamazdı. Türkle­ rin Yakın - Doğu ve Güney - Doğu Avrupa'ya hökmetmesi­

ni

mümkün kılan İstanbul fethi; bu yerlerde tek nüfusun

d isiplinini yürüterek Batı-Doğu insanlığının daha uygun �artlar içinde anlaşmalarına yol açmıştır. Burada da gine uzun müddet (Mukaddes

Cermen

115

İmparatorluğu) nun


TÜRK GENÇLİÖİNE sarkıntılığı, el atmaları olmasa;

Belgrat'a,

Edirne'den

Peşte'ye kadar, yüzbinlerce askeri, tek kötülük yapmadan götüren Türk disiplini, bu barış ve eyi geçinmeyi devam ettirirdi. Dünyanın en güzel beldesi olan İstanbul'un, tan önce beşinci asırdan, Milattan sonra

ufak akropolünü pek az geçmiş görmekteyiz. En da, gelip geçenden baç alan

80

Milat­

1453 yılına kadar sonun­

bin kişilik bir haydut ya­

tağı haline düşen, harabolmuş surların, saraylarının için­ de inanılmaz cinayetlerın akıp gittiği tehlikeli bir in ka­ lan İstanbul; Türklerin eline geçtikten kısa bir

müddet

sonra eşsiz bir belde derecesine yükselmiştir. O zaman, böyle bir merkezin benzerini ancak müslüman aleminde bulabiliyoruz. Şimdi tanıdığımız, hiç olmazsa bizim İmpa­ ratorluğumuzun ömrü kadar bir ömrü olan

devletlerin

merkezleri: Londra, Paris, Roma, Moskova, Viyana, Peş­ te; bizim kurduğumuz beldeye bakınca, ya geri ha�talık­ lı kasabalar; ya ikinci derecede beldelerdi.

İstanbul'un,

ayn bir devlet kadar böyük olan şimdiki ölçüsünü; coğ­ rafyanın, topoğrafyanın ve o vakitki ürbanizmin her in­ celiğini ele alarak meydana getiren Türkler; hangi yan­ dan bakılsa Türk olan bir örnek belde ve

adeta bir anıt

belde kurmuşlardı. Yakın-Doğu'da ve

Balkanlarda

yerleşen

Türkmen

devleti; istanbul'un fethi ile, medeni alemin münasebet­ lerini, insicamlı bir nizamı örgülerinden geçiren kuvvetli amil oldu. Bu amil, Doğunun ve Batının ticaret, fikir mü­ badelerini o kadar leri ve tepkileri

o

genişletti; bu

münasebetlerin etki­

kadar şiddetli oldu ki, bugün Avrupa'­

nın klasik Rönesansını Bizans'ın ortadan kalkmasına bağ­ lamak, (Yeniçağ) ı bu fetih hadisesiyle olmuşdur. İçerde Türk

Osmanlı

116

başlatmak

adet

İmparatorluğunun ku-


MESELELER rulmasını sağlayan İstanbul fethi;

gerek

Balkanlar'da,

gerek Yakın Doğu'da medeniyet aleminin dışında kalan birçok diyarları, birçok kavimleri : o devrin en parlak ve güçlü medeniyeti olan kendi medeniyeti hazırlamıştır. Sonradan Türklerin

içine

almasını

rakibi, düşmanı kesi­

len birçok devletler veya devletçikler, ancak bu yolla me­ deniyet alemine katılmışlardır.

Avrupa'da

olsun Yakın­

Doğu'da olsun, birçok devletler ise, kendi benliklerini ya Türklerin karşısında bulabilmişler, yahut milli çehrelerini Türklerin eliyle kurmuşlardır. Bu bakımdan İstanbul fet­

hi, gerçekden cihan ölçüsünde bir insanlık işi

sayılmalı­

dır. Sanat bakımından İstanbul'un fethi; bir yandan Bi­ zanslılar'ın, Romalılar'ın, Yunanlılar'ı n değeri, ölmez ne­

si

varsa hepsini bugünkü gafil insanlığın bilip anlıyama­

dığı bir anlayışla, saygı ile koruyup ayakta tutmağa im­ kan vermiş; öteyandan

Türklerin

İstanbul'da,

sanatın

her kolunda yeni bir ekol yaratmasına, bu sanat ocakla­ rının en seçme örneklerini burada düzünelerle vermesi­ ne yol açmıştır. Arkeoloji ve san at tarihi yolundaki bil­ gimiz ilerledikçe görüyor ve öğreniyoruz ki klasik alemin sanat ve medeniyet eserleri Türklerin bu son imparator­ luğu sayesindedir; yıkılması da Venedik hırsı ile tur. Ankara'da bir Ogusteum kalmış ise, camiini

olmuş­ onun

yanına kurarak putperestlerin mabedini yıkmayan Türk tesamuhu (tolerans) sayesinde olmuştur. Onun çehresini ilk defa bozan Bizanslı]ar'dır. Yine

öğreniyoruz ki, Bi­

zansı yıkan millet, insanlığı birbirine bağlamak için me­ deniyetin buyurduğu ne kadar vasıta, imkan varsa hepsi­ ni yaratıp, milletlerin emrine vermiştir. Böylece beşeriye­

tin

yeni bir sanat dehasını tanıması mümkün

Bu bakımdan İstanbul'un fethi bir

117

olmuştur.

niymettir. Ve İstan-


TÖRK GENÇLİÖİNE bul bu niymetin gerçek bir toplanma yeridir. Bu iytibarladır ki; Türklerin Avrupadaki höyük ser­ maye ve sanayi gelişmesine iştirak edemediği son iki as­ rı ele alıp Bizansı kaldıran höyük, medeni

amile dudak

bükmek, yahut söğmek sadece gaflettir. Bu iştirak edeme­ mek, türlü dış sebeplerle olmuştur. Bu sebeplerin başın­ da, bütün yahudileri

İspanya'dan

kovduran

Batı 'daki

ruh haleti vardır. Yok.sa, bir Mikel Anjelo'yu baş .:nimar yapmak istiyen Türk hökümdannın; yahut bir

Ürben'e

toplarını emanet eden, Bellini'ye portresini yaptıran Fa­ tih'in; Birinci Fransuv:ı'ya o kadar sıcak karşılık

verip

elini uzatan Kanuni'nin zihniyeti, bu iştiraki geri

dur­

durmamışdır. Bütün bu

düşünceler

hatıra

getirilirse,

Türk kaderinin son beş yüz yıllık olaylarını İstanbul'un hazırladığını, ve bilinen dünyanın dörtte · üçünün kaderi­ ne, İstanbul'u fetheden milletin

hökmettiğini inkar et­

mek imkansızdır. Bu iytibarladır ki, İstanbul fethini bir

milletin

ne

itliğini belirten seyrek deha vesikası gibi ele almak, buna dayanarak nesillere enerji, düşünme, çalışma kaynaklan açmak ne kadar yerinde ise; bütün insanlığa hayn, etkisi dokunan böyle bir hadiseden faydalanarak, arasına bel­ ki en son katıldığımız yeni Batı alemiyle aramızda bir­ çok kaynaşma vesileleri bulmaya, hazırlamaya çalışmak o ka�ar yerindedir. İstanbul'un fethini bu zihniyetle görünce, hem kendi kaderimize, hem cihana bu

kadar sürekli tesir eden fe­

tih işini hadise olarak ele almak, onu doğuşu, oluşu, so­ nuçlariyle ve höyük bir dikkatle incelemek şarttır. Bu yolda bilimin, her imkanına başvurup fetih işini tanımak, tanıtmak vazifemizdir. Sonra; Türk ve cihan kaderine bu derece tesiri olan

118


MESELELER bir beldeyi elimize geçmeden önce ve elimize

geçtikten

sonra niteliği ve niceliği ile kökünden araştırmak, dün­ yaya tanıtmak vazifedir. Bu vesileyle, İstanbul'un coğ­ rafyasını, jeolojyasını da, bilimlerin bu günkü ileriliği ile ölçülü bir incelikle araştırıp vermemiz gerekmektedir.

<Hareket, aylık dergi, sayı : 4-5, Hazi­ ran - Temmuz/1947.)

119


BAHTİYAR İDEALİST Oluş'uma Sabaha karşı birden uyandım. Çubuklu koyu,

geniş­

lemiş, bir acayip havuz olmuş. Çevresinde ışıklardan çiz­ giler. Ortasında yer yer balıkçı kayıklarının (balık iutan amatörlerin .. ) lambaları dev gözleri gibi suya gömülmüş. Havuzun donuk yüzünde Bizans bilyelerini andıran, ke­ sik kesik ışık köşelerinden titrek sütunlar uzanıyor. Her yer bir şey dinler gibi bir hal içinde. Gerçekten de çevre bir şey dinliyor. Bütün Çubuklu uyanık ve hepsi sessiz bekliyor. Pencerelerdeki

aydınlık­

lar, pencerelerden dışarıya vuran gölgeler küçük balko­ numuzdan görülüyor. On1ar sessiz gidiyor, geJiyor,

duru­

yor ve bekliyor. Beklenen şey çınladı. Bu ne güzel bir erkek sesiydi. «Ey Tanrının elçisi Muhammed! Selam sana! Selam

sa­

na ,selam! » diyor, ve bin üç yüz yılın ötesinden, o

hö­

yük insanı selamlıyordu. Ses son derece uygundu. Telaşsız, fakat derinden,

güzeldi, usule

duyarak,

inanarak

yükseliyor; bütün bu dinliyen gönüllere, bekliyen a1eme yayılıyordu. Böyük Muhammed! Ne bahtiyarsın ki şu anda, dün­ yanın her türlü bağları kopardığı anda milyonlar ve mil-

120


MESELELER selamlamakta­

yonlar seni hasretle, heyecanla, tazimle dır!

Olı:ış'um; seninle birlikte dinlediğimiz bu sala ne

zeldi ! Hazret-i Muhammed'in,

insan fakat

..

peygamber

şahsiyeti üzerinde düşüne düşüne dinlediğimiz bu ses ne kadar kandırıcı idi ! Hazret-i Muhammed'i düşündükçe bu ses içime daha çok siniyordu. Kimdi Hazret-i Muhammed? Şu dört niymeti gerçekleştirmek istiyen idealist. Bu niymetlerin birincisi, insanlıgın o zamana

kadar

ermediği bir hürriyetti. Kızlarını gömen, kendinden za­ yıfını köle eden o devir insanlığı; onunla yeni bir riyet anlayışına kavuşuyor; hele

imanında,

hür­

yaşayışında

yeni bir hürriyet beliriyordu. Bu niymetlerden ikincisi, o çağ insanlığının bir tür­ lü ermediği adaletti. Zulmün esas haline

geçtiği o devir

için Muhammed; ancak Allah'ın sayılabilecek bir adaleti temsil etti. Böyük Ömer, ancak bu adaleti devam

ettir­

di ve yaptı, içtimai emniyet haline koydu. Bu niymetlerden üçüncüsü: O çağ insanlığının tama­ miyle yabancı bulunduğu müsavattı (eşitlikti) .

Mı.isavi­

lik o çağ için, elektrikten daha meçhuldü dersem müba­ Jağa etmiş sayılmam. Muhammed'in

gerçekleştirmeye çalıştığı

niymet insanlar arasındaki

dördüncü

kardeşliktir. Dünyanın

türlü farklarla bin bir sınıfa bölündüğü bir çağda

her Mu­

hammed; her renkteki, her sınıftaki insanı ilkin Allah'­ ın huzurunda, sonra şeriat karşısında, sonra insan

ola­

rak bir saydığı için, onları kardeş sayabiliyordu. Hele İs­ lam beynelmilelciliği ile bu kardeşliği yüzde yüz gerçek­ leştirmişti de. Milliyetçilerin, insanlar

arasındaki

121

kardeşliğe düş-


TÖRK GENÇLİGİNE man olduğunu zannetmek tam bir yanlıştır. Türk yetçisi, müslüman dininden dolayı bu bütün tarihini harcamıştır

milli­

kardeşlik yoluna

denebilir ve bu . yüzderı

dünyadaki her cemiyetten daha çok bu

de

niymetten anlar.

Halbuki, bugün, dünyanın en zayıf ve geri milleti ta­ rafından güdülecek böyle bir kardeşlik idealinin, ancak alayla,

küçümseme ile,

hakaretle

çevrede

karşılanacağını

anlamak zor değildir. Bizim böyle bir ideali bayrak yap­ mamız, çevremizdeki ihtirasları körüklemekten başka şe­ ye yaramaz. Bu iytibarladır ki dünya kardeşliği gibi mü­ barek bir niymet, Türklerin birinci sınıf millet haline gel­ diği zaman başa geçirecekleri idealdir. İnsanlara verdiği bu niymetlerden

başka, onun

ör­

nek insan olarak ne güzel şartları vardı! Mesela: kendin­ den önceki bütün peygamberleri, hatta Beni İsrail;in mil­

li peygamberi olan, başka kavimlere pek de uymayan ve bir İsa gibi bütün insanlığa hitap etmeyen Musa'yı bile hak Peygamberi tanımayı Müslümanlığın iman şartı ola­ rak koşmuştu. Oğlum; Muhammed bahtiyar bir idealisttir. gerçekleştirmiş, devam ettirecek dostlar

İdealini

bulmuş, yolun­

da yürüyecek gönüllüler her zaman daha çok olmuştur.

(Hareket, aylık dergi, sayı : 9, Kasım / 1947.)

122


MÜ'MİN AKİF

1873 de Fatih'de, Sarıgüzel'de doğan, 1893 da İpek kasabasına evlenmeğe giden, daha öksüz kalan, baytar ,edebiyat hocası kalmıştır?

Kocaman bir hiç ! Hatta,

yılların­

öğrenci iken

Akif'den şimdi ne cemiyetimizin türlü

görünüşlerini, dertlerini en güzel bir İstanbul Türkçesi­ nin ifadesiyle, bu ifadeyi en pürüzsüz bir nazımla re çizen Akiften çok bir şey kalmış mıdır?

bizle­

Şiiri, sanatı,

cemiyetin işlerini devrimizin anlayışıyla ele alanlar Akif'in bu taraflarında sıkıcı ne kadar çok şey

için

vardır!

Onun tavsiye ettiği şeylerden dolayı, tenkid ettiği

yön­

ler dolayısıyla ve ideolojisi bakımından ise sağlığında baş­ layan ağır çalışmalar, ölümünden sonra da bitmemiştir. Bir Halkevıi başkanı hatırlıyorum ki idaresine nasıJsa geçmiş muhteşem Halkevi binasında Akif'in andırtmadığı için uzun uzun övünmüştü !

hatırasını

Düşman bile

denmeye layık olmayan bu türlü vefa züğürtlerini bir ya­ na bırakıyorum, amma Akif'in şahsı hemen her zaman atışma ve çatışma konusu olmuştur. Muarızlarının

için­

de, sözlerine değer verebilecek, şiirin dostu olanlar onun: «Şiire meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?» mısraından alınmışlar; milliyetçilik dostu olanlar:

123


TÜRK GENÇLİGİNE «Bunu benden sorunuz, ben ki, evet, Arnavudum, «Başka bir şey diyemem : işte perişan yurdum ! ,> beytinden kuşkulanmışlar; inkılapçı1ar: «Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar! » mısraına yıkılan manayı senet gibi almışlar ve rahmetli Akif'e acı, ağır yüklenişlerle onu ayrı ayrı gömmek

is­

temişlerdir. Halbuki Akif, yıllar geçtikçe onu kültürü ile tiren höyük milletin höyük bir çocuğu olarak

yetiş­

anılmaya

başlamıştır. Daha yaşarken, ona ideoloj i bakımından

en

çok aykırı bakan türkçü, onun değerini en açık surette öğmekten çekinmemişti. Şimdi Türk gençl iği, Türk

ay­

dınları onun ölüm yıldönümünü bir millet matemi olarak yaşamayı adet edindiler. Biz buna şaşmıyoruz. Bir kerre Akif, vefalı bir dosttu. Cinsi gittikçe aza­ lan bu mübarek insan çeşidinin bizim milletimiz arasında­ ki değeri çok böyükdür. Balkan harbi, ilk dünya ve Anadolu kurtuluş savaşları gibi üç höyük

harbi

mahşerde

bu millet Akif'i kendi yanında bulmuştur. Dünyaya ye­ nilmiyeceğine inandığı ordusunun Balkanlı tarafından dehşetli bir yenilgiye

devletcikler

uğratıldığını,

yoluna

asırlardır kan, emek, ve feyz döktüğü Rumeli'nin parça parça edilerek alındığını

gören Türk halkı;

geldiğini sanmış, taş kesilmişti. Akif bu

kıyametin

korkunç yeis

zamanında ilkin dindaşları olan halkımızın göz yaşı ol­ muş çağlamış, sonra onu Tanrı'nın sesiyle yeniden kur­ tarmaya çabalamış bir dosttur. İlk Dünya Harbinde, bütün bir müslümanlık alemi­ nin uyanıp birleşmesi idealini

müjdeleyen, Osmanlı İm­

paratorluğunun idealdeki yerini Tanrının

124

müjdesi gibi


MESELELER Türk halkına nakleyleyen ve onu ıztıraplar altında çök­ memeye çağıran; fakat İmparatorluk çöküp herkes cep­ he kahramanlarına söğerken «Asım»ında Türk

varlığı­

1300

m göklere çıkaran dost o olmuştur. (Ne gariptir ki,

yılın insanlarını hepimizde

görmek isteyen Akif'in bu

eseri, inkılap arzusu ve hasretiyle biter! ) Anadolu kurtuluş savaşlarında İnebolu'dan

Ankara­

ya yaya yürüyen, o höyük mahşerde Anadolu

halkıyle

birlikte, «Bülbül» den beter inleyen, sırat köprüsünü ge­ çen, o halkın adına İstiklal marşını yazan, yazan o istiklali «ırkım» diye Türklere müjdeleyen

değil

vefalı dost,

Akif, olmuştu. Sonra Akif, en çok omuz silken sanat

tenkidcisinin

bile hayran kaldığı Türkçesi ile ebediyetlere hediye edi­ len şiirlerin sahibidir. Türk oğlu, ne zaman hayatın tür­ lü imtihanından geçse, mutlaka Akif'den bir parçayı ru­ hunun ifadesi veya istifadesi için önünde bulacaktır. Bunlardan başka Akif, insanı insan eden, insanı

en

muhteşem insan olan hür insan eden feragat gibi, gönül alçaklığı gibi, aza kanaat gibi, yanındakinin derdine

or­

tak olmak gibi niymetlere ermiş bir bahtiyardı. Türk oğ­ lu, bu niymetlere eren insanı kolayca unutmayan karak­ terdedir. Fakat Akif'i asıl unutturmayan, onun imanıdır.

Ne

varlık, ne yokluk, ne makam, ne hapishane, ne gurbet, ne menfaat... Hiç bir şey Akif'i varlığının

hikmeti haline

yükselen imanından ayırmamıştır. Bu iman Akif'deki bü­ tün meziyetlerin bir nevi pınarı, besleyicisi ve çimentosu olmuştur diyebiliriz. Gücünü dinden alan bu iman, onu dünyanın bir bö­ lümüne dost, bir bölümüne düşman kılmıştır. nu

Dostluğu­

400 milyon müslümana ayıran Akif, ona dostlu!{ gös125


TÜRK GENÇLİÖİNE termiyen, tam tersine: Bu müslüman alemini yaman bir şuurla yok etmek isteyen cemiyetlerin düşmanıdır. kın sesine koşanlann meydana getirdiği bu ayakta kalması, Tanrının hak na delildir.

Hak­

400 milyonun

olduğuna, hak kalacağı­

Bu iytibarla da, Tanrının buyruğunu bu mission'a hiyanet edenlerdir ve

getinniyenler,

yerine Akif'­

in onlara düşmanlığı sonsuzdur. Akif'in birçok parçalarını ölmez bir şiir güzelliği canlı bulmak; şimdi, hemen kimseyi ürkütmüyor fahat»ın

ile «Sa­

il nci kitabında «Yenicami>min, «Süleymaniye» iV üncü kitabında «�.,atih Camii>>nin ya­

nin tasvirleri;

hut bir namaz manzarasının tasviri, yahut «Gümülcine»nin düşman elindeki hali;

«Edirne»nin,,

V inci kitalıında­

ki «El-Uksur» hatırası, «Berlin hatıralammın böyük kıs­ mı, hel e Çanakkale'ye ait parçası, «Necit çöllerinden Me­ dine'ye» kısmı, nihayet

VI ncı kitabındaki mısralar, be­

yitler, hele Asım'ın neslimi, Çanakkale müdafaası:u an­ latan o ölmez kısım, o eşsiz dostun ; kurtuluş savaşları sı­ rasında verdiği «Bülbül» hele «İstiklal Marşı» .. Şimdi ne­ silden nesile hediye edilen millet malı oldu. Fakat, be­ yenilmeye gerçekten değen bu

parçalarda, tek

kelime

yoktur ki imanın nurunu aksettinnesin! Akif'in inandı­ ğına şu dünyada herkesi inandırmak imkansız. Amma

o

inanla beslenip gelişen bu sanat eserleri, cemiyete mal olmuştur. İnsanlığa mal olan böyük şeyler, mutlaka böyük

bir

bani olan böyük karakterlerin eşidir. Akif'in, millete mal

olmuş, bilip söylediğimiz herşeyi ,imanından geldiği gi­ bi onu, bütün meziyetleri sarsılmış bir cemiyet içinde ::eyrek bir insan yapan karakteri de imanına dayanır. Ese­ rinde, bu milleti düşüren her şeye karşı kökrer;

iakat

onun dayanamadığı en bayağı şey: Ölüm korkusu ve kı-

126


MESELELER saca: Korkudur. Tenbellikten bile beter bildiği bu

zille­

te karşı onu koruyan kalkan: imandır! Sonra, ona ölmez parçalan yazdıran karakterinin silinmez yanı : Hürriyete olan sonsuz vurgunluğudur: «Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale, Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale. Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum ! » Deyen mü'min insan, bu şanlı niymeti d e imamına borç­ ludur. Şanlı niymet dediğim o hürriyetin silahı, cephane­

si,

karakolu ise, Akif'i dünyaya minnet ettirmiyen fera­

getidir ve bu niymeti de Akif yine imaniyle beslemiştir. inanan

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki inanmak zor,

az ve inandıran yok gibidir.

İnananların başı

beladan

kurtulmadığı içindir ki dünyamız ve bu dünya içinde ce­ miyetimiz dostluktan, dosttan mahrumdur. Dostun dostluğun da bu yokluğu insanoğluna cemiyet

hayatını,

medeniyet hayatını zehir etmekte; bu hayatı bir simler, bir hiçlikler faciasına çevirm�ktedir. Bu lar, bu facia içinde bunalanlar Akirin imanla

da,

mera­ yokluk­

beslediği

dürüst, sade, mert ömrünü ne kadar arasalar, ne

kadar

ansalar, döne, döne ansalaT azdır. < Hareket, aylık dergi, sayı : 1 947.)

127

10, Aralık/


ZİYA GÖKALP'İN TÜRKÇÜLÜGÜNE DAİR

- Merhumun ondördüncü yıldönümü dolayısiyle Ziya Gökalp'ın

(siyaset adamı,

ölüm

ilim adamı, sanat

adamı . . . ) gibi şahsiyetlerinden birincisi daima önde ge­ lir. Denebilir ki ilim ve sanat adamı Gökalp, siyaset ada­ mı Gökalp'ı yetiştiren gıdalardır. Bu iytibarladır ki onun siyasi türkçülüğünden bahset­ memek, o karakteri tanımamaya mahkum olmak demek­ tir. Siyaset, asıl siyaset, yüksek siyaset . . . ,

bir cemiyet

için düşünmek ve o düşündüğümüzü hakikat haline ge­ tirmek için hareket etmek değil midir? Gökalp'ın türkçülüğünü anlamak için türkçülüğün bi­ zim tarihimizdeki yerini tayine çalışmakla işe başlamak lazım. Türkçülüğü bir ideal olarak aldığımız zaman onun do­ ğuş mekanizmasını tetkike çalışmak şarttır. Kısaca diyelim ki: Bütün idealler gibi türkçülüğü de doğuran ıstırap­ tır. İdealler, bir topluluğun kaderi önünde duyulan ilk ıstıraptan doğmamış mıdır? O kaderin önünde kendisini unutan, kendi kaderini topluluğunkine karıştıran: idea­ listin has vasfı bu değil midir? Bundan otuz yıl önceki

camıamızın

içinde doğan

türkçülük, Anadolu'daki, yani Anavatandaki Türk cemi­ yetinin ilk ıstırabı değildi. Ön Asya'nın, Eurasia'nın en

128


l\4ESELELER son mühaceret akınını meydana getirmiş olan Türkmenl<!r, bu muhteşem mühaceret akınını bilhassa müslüman ol­ dukları için yapmışlardı. Bugünkü anavatanımızın men­ şei bu akınlarla başlar. İdealin adını koyan hayattır, hulya değil!

..

İnsan ne­ 1071 de

ye bağlı olduğunu en felaketli anlarında gösterir.

başlayan, Türkmenlerin hatta yanlız Ehlisalibe karşı gös­ terdiği yaman aksülameller bile, o devirde idealin din ol­ duğunu gösteren heygetli bir eldir. Çok sonra bir ideal daha türemiştir. Osmanlıcılık! Dünya iktisadının mihverini değiştirmesi, bizim üst üs­ te Avrupalılara mağlUp oluşumu.Z, reayamızın yekinmesi..;

1836 - 39 «hattıhümayunları» ile Tanzimatı, netice olarak osmanlıcılığı doğuran başlıca vesilelerdir. Bundan

otuz

sene önceki camiamız bilhassa, bu iki cereyanın mü'mi­ ni görünmektedir. Balkan Harbi'nin neticesi bu iki istinadgahın tam if­ lasını gösteren korkunç bir imtihandır. Bu imtihandan çıkan Türk Cemiyeti, her bakımdan altüst olmuştur. İşte bu müthiş darbelerdir ki ilk aksülamel olarak cihan Türklüğünde uyanıklık meydana getirmiştir. Gariptir :

İslamiyet bir ideal olduğu zaman merke­

zi sıkleti · anavatan dışındadır. Osmanlıcılık idealize edil­ -

diği vakit gayenin merkezi sikleti anavatandan başka lerdir. Türklüğün ilk geleyanı, ilk kendine gelişi

yer­ de yine

anavatanın dışında tahammür etmişti. Türkçülüğün ilk safhasında bile, her bakımdan peri­ şan Türk Cemiyetini kendine getirmek; türkçülüğün,

si­ yasi bir görüş hududunu geçemeyen zayıf, mütereddid iddialarını höyük bir millet ideali haline koymak şerefi Gökalp'e nasip olmuştuı·. Mensup olduğu cemiyetin bütün ana vasıflarını topla129


TÜRK GENÇLİÔİNE mış olan Ziya Gökalp, bu devrin - tabir caizse - Fihte'si­ dir. Mistik, engin ve temiz bir ruh, ırkı kucaklıyan mil­ let iddiası. . . Gökalp'te bir imtiyaz gibi parıldar. İşte Gök­ alp «İslam ümmetindenim !

Türk milletindenim!

Garp

medeniyetindenim ! » formülünü o vakit ki şaşırmış ,istinad­ larını yitirmiş Türk Cemiye tine bir ilahi sehpa gibi uzat­ mıştır. Gökalp'ın türkçülüğü, tarihimizin böyük yapısı çatır­ dayıp göçtüğü o kara günlerde, yeni bir millet hayatının temelini kurmaya yarayan mukaddes mihrak olmak vasfı­ nı taşır. Bu mihrak; ne mütareke yıllarında, ne Anadolu İs­ tiklal mücadelelerinde bir an bile kurtarıcı teysirini kay­ betmedi. Mütemadi bir oluşla kendini yoğuran Türkiye'­ nin ;

en

cüretli

hamlelerinde,

içtimai

hareketlerinde,

Gökalp'ın ektiği mukaddes tohumun gelişmesini görmek­ teyiz. Onun bir manzum manifest gibi neşrettiği «Yeni ha­ yat» adlı kitabı bu bakımdan müstesna bir ehemmiyet kazanır. Kıymet hökümleri ni kaybetmiş

camiamız onun

kitabında - ve tabii bütün eserlerinde .. - tesbit ettiği iman şartları sayesi ndedir ki kendini bulmaya yönelebilmiştir. «Seciye» manzumesi . . . olan ülkü adamının

Bütün hayatında içi dışı bir

hökümleri,

görüşüdür. Burada bu

memleketin üzerine olan itimadını sanki kanunlaştırmış­

lır. «Din»,

«Halife ve Müftü», «Meşihat»,

«Dinle ilim»,

«Vakıf» manzumeleri milletimizin dini görüşlerini temiz­ lemeye, birleştirmeye yarayan onun milliyetçiliğindeki iç­ timai unsurlar diyebileceğimiz kanaatlardı ve o devir için birer hidayet nurıydı. «Vatan» manzumesi , Böyük Namık Kemal'den beri,

130


MESELELER

vatan için en canlı, en idealist tasviri yaptı. Nasıl k i «Tu­ ran» manzumesinde vatanı, onun elinde idealleşmiş gö­ rüyoruz. «Kadın>>, «Ev kadını», «Meslek kadını», «Aile» man­ zumeleri . . . Türk kadınına ait tereddütlü, karışık düşünce­ leri tasfiyeyi hedef bilmektedir. «Köy» manzumesi onun halkçı görüşlerinin Türkiye'de ilk sentetik tezahürüdür: Köy darrülmualliminlerinin varlığına rağmen! «Lisan», «Sanat» manzumelerindeki kanaatları . . . bü­ tün o devri temelinden kaynaştırmı�. dil inkılabının esa­ sını kurmuştur.

Yekpare bir milletin doğması için kafasını mütemadi­ yen yoran, sistemli bu ilk memleket çocuğunun, bu yek­ pareliği nerelerde nasıl düşündüğünü «Bütçe birliği», «Da­ rülfünun», «Külliye» adlı manzumelerinde görmekteyiz. Onun, zamanındaki siyaset ve fikir adamlarına rah­ berliği şahsi iddialarla değil, işte böyle, her şeyden önce memleket için düşünmesi ve düşündüğünü yaşaması ile mümkün oldu. Daha sonraki nesillere ilham kaynağı ol­ ması da bundan değil midir? Fakat, Ziya Gökalp'ın türkçülüğünde bütün dikkati çekecek kısım bizce onun samimiyetidir. Gökalp Meşruti­ yet tarihimizin birinci sımf siyasilerini

önünde toplıyan

ve binaenaleyh yüksek manasıyla siyaset yapan insandı. Fakat onun türkçülüğünde, bir zerre bile siyasetçi edası bulunmadı. İdealistti ve türkçülüğü, hatta en mütenakız �ekillerinde bile ideal kaldı. Bunun sebebi : Gökalp'ın türkçülüğünü, Türklük için duyduğu höyük ıstır.aba dayamasıdır. Gökalp, Türklüğün yanlız ıstırabını çekseydi, adı çok­ tan unutulurdu. Istırap bir başlangıçdır. Ondan idealin doğması, bu ıstırabın şuuruna ermekle mümkündür.

131


TÜRK GENÇLlGİNE

Gökalp bu kendini topluluğun kaderi önünde tama· miyle unutmak ve bu topluluğa ait ıstırabın şuuruna var­ mak bakımından muasırlarile ölçülemez bir samimiyet ve derinlik, bir vefa, bir hakikilik zirvesidir. Bu hususta onun cVazife» adlı manzumesini düşünmek yeter. «Benim hakkım, menfaatim, arzum yok, Vazifem var, başka şeye lüzum yok.» «Gözlerimi kaparım, Vazifemi yaparım! » Bugün «gözlerimi kaparım» yerine «gözlerimi açarım, vazifemi yaparım! » demeyi daha doğru bulsak bile, Gök­ alp'ın kendini, topluluğun kaderi önünde unutmak bakı­ mından vardığı seviyeyi, muasırlarıyle ölçülemez bir zirve telakki etmek farzdır. Gökalp'ın türkçülüğünde diğer möhüm bir farika: Osmanlıcılık, İslamcılık cereyanlarıyla bir taraftan; Meş­ rutiyetin iç darbeleriyle ve mağlubiyetlerin dış darbele­ riyle diğer taraftan .. , bütün müvazenesini kaybetmişe ben­ ziyen Türk cemiyetine manevi bir istinadgah vermesidir. Bu iytibarladır ki Gökalp; tarihimizin seyrini parça­ Jayan hadise ve felaketierin ortasında bir nevi hattı va­ sıl, tredünyon işini görmek gibi eşsiz bir vazifeyi görmüş­ tür. Onun türkçülüğünün, bugün bile, ölümünden 14 yıl sonra dahi hepimizi kendisinin üstünde durduran belki en mubarek tarafı işte budur. Gökalp, yalnız fatiha okunup geçilecek fanilerden ol­ saydı, zaten bir millet şuuruna vasıta olamazdı. O ayarda bir insanın hatıraS'lnı anmak istiyenler, onun güttüğü da­ vaya sadakat göstermesini de bilmelidir. 132


MESELELER Bu sadakat, her şeyden önce onu anlamakla mümkün­ dür. Bu vesile ile genç alim Ziyaettin Fahri'yi anmak is­ terim. Bütün bir tahsil hayatının sentezini Gökalp'a ayı­ ran Ziyaettin Fahri, yukarda bahsettiğim sadakata ne hür­ metkar bir misal vermiştir. «Kitapsevenler KurumU>>nun ilk iş olarak onun bir kitabını bastırmış olmasını ayni sa­ dakata diğer bir örnek olarak alıyorum. Göklap'ın güt­ tüğü davaya sadakat, diğer taraftan, o davayı Gökalp'ın bıraktığı yerden almak ve ileri götürmektir. Bunun için; onun binbir zaruretlerle tenakuzlar içinde, compromis'ler içinde bıraktığı ülküyü ele almak onu - tabir caizse - ayık­ lamak ve bu memleketin tarihine ,benliğine, realitesine en uygun formüle bağlıyarak yeni bir aşkın yatağını hazırla­ mak farzdır. Merhum üstadın o devrin korkunç icaplan yüzünden yaptığı «compromu» türkçülüğü, tabir caizse henüz ayık­ lanmamış bir türkçülüktür. İmparatorluğu düşününüz; o karışık alem içinde, yine kendi tabiriyle «elinde kırık bir bir kılıç ve saban»dan gayri şey

kalmamış, şu veya bu

ekalliyete, reaiyesine bekçilik ede ede kendisi reaiye hali­ ne düşmüş bulunan Türklerin milli vicdana kavuşması emeli idi değil mi? Böyle bir emelin hülasa ettiği türkçü­ lüğün, açık surette Türkiye'ci olması icab ederdi. Gökalp'­ ın türkçülüğü siyasette Türkiye'ci ve ırkçı, ilimde tu­ rancı olarak başlıyacak yerde

hem siyasette, hem ilimde

turancı olmuştur. Ancak Anadolu İstiklal mücadeleleri sırasında ve on­ dan sonradır ki Gökalp'ın bu coınpromis'den kurtulmıya çalıştığını görmekteyiz. Mesela «Milli vicdanı kuvvetlen­ dirmek» makalesinde İngiliz milliyetperverliğinin böyük üstünlüğünü izah ederken hep bu hakikati izaha çalışır: i lkin kendi anayurdunda iktiklali, kültürü ve azametiyle

133


TÜRK GENÇLİÖİNE kökleşen İngiliz'in sonra Anglosakson İmparatorluğuna yö­ nelmesi ! Bu «compromis» onun, yukarda söylediğim «Yeni ha­ yat» adlı manzum menefestinde pek bellidir. Gökalp, bu­ rada islamcılık, halifecilik ve türkçülük arasında bir iti­ laf aramakla kahrolur. Nasıl ki «Türk kimdir?» makale­ sinde ayni Gökalp, bu sefer, türkçülük ve bir nevi osman­ lıcılık arasında anlaşma zemini aramakla meşguldür. Ha­ la Türklüğü, Türk olmıyan geçici ve daima değişik olan arzusuna bağlamakta, soy meselesine katiyen ehemmiyet vermez görünmektedir. Münferit hadiseleri havi ve şamil olan hakikatin önüne dikmiş, asıl hakikatin yolunu kes­ miştir. «Kavim» manzumesi bilhassa ele alınabilir. Yine bu türkçülük, yegane müstakil hakikat olan Tür­ kiye cemiyetinin asıl bir iç müstemlekeciliğinden muz­ darip olduğunu kavrayamamış, formüle edememiştir. İç müstemlekeciliği. . . bütün istismar şekillerinin en müthişi, çünkü en gizli, en riyakarı olan iç müstemleke­ ciliği! .. Paris «Ecole des sciences politiques» mektebinde galiba

1910 yılında verdiği uzun ve şaşılacak kadar derin

konferansında V. Berard şunu söylüyor : «Eğer meşruti­ yetin ilanı daha beş on yıl gecikseydi, bütün Türk mülkü; ekalliyetlerin rehine haline giriyordu.» Bu bir ecnebi te­ şebbüsüdür, görüşüdür. Ve iç müstemlekeciliğine esir olan Türk cemiyetinin halin� müthiş bir aydınlıkla aydınlatır. Bu manzara, İmparatoıluk içinde, türkçülük yapanların gozune ' çarpmış,

fakat onları harekete

getirememiştir.

Çünkü buna teşebbüs edenlerin, şu müthiş yafta alınları­ na bir kara yazı gibi hemen yazılırdı: «Milletin birliğini bozuyor! Unsurlar arasına nifak sokuyor! Vatan hainidir! Asınız ! Hapsediniz! Sürünüz.» Bu iytibarladır ki Gökalp, iç müstemlekeciliğini kav-

134


MESELELER rıyamamış, yani i mparatorluğu ilkin yaratan ve sonra, da­ ima ayakta tutan

öz Türk kütlesini, onun kahir ekse­ m etropolü­ nü, inanılmaz bir sinsilikle içinde n yiyen böcekleri temiz­

riyetiyle, manevi hakimiyetiyle hakim olduğu

lemeyi türkçülüğün mihrakı yapamamıştır. Onun türkçülü­ ğündeki ayıklanmamış ve muvazaalı hal bundandır. Fakat Gökalp, bunda mağzurdu. Olamıyacak şeyleri istemek idealistin değil, hulyacının işidir. Bir imparator­ luğun kendi eliyle kendi siyasi parçalarını ayırmak isti­ yeceğini, dağıtacağını düşü n mek tarihi inkardır. Bugünün koyu Cumhuriyetçi olan mütefekkirlerinin o zaman halife­

ci ve saltanatçı olduğunu düşünün ü z! Düşününüz ki o za­ manın bir genç türkçüsü olan ve sultanın marşını yazıp besteleyen bir mütefekkir, bugünün ihtiyarca bir mebus­ dur. (Çığır, aylık dergi, sayı: 96, Sonteşrln/ 1940.)

135



GURBET



GURBET

Gurbet, galiba bizim Orta Asya'dan gelirken edindi­ ğimiz, henüz dindiremediğimiz bir

sızıdır.

Anadolu'ya

gelirken arkada ne kadar çok medeniyet, devlet, yurt, hatıra, sevinç ve eziyet bıraktık ! Gah tabiat afetlerinin, gah aç gözlü komşuların, gah her ikisinin silip süpürdü­ ğü yurtlarımızın hayali gözlerimizde asılı kaldı.

«Gözü

açık gitti» sözü, Anadolu'da galiba bunun için gurbet ka­ dar acı ve yerlidir. Göçebelikten, yerleşmiş milletler ha­ line geçtiğimiz;

çadırlarımızdan saraylara; tabiatın her

yerde hazır, her yerde görünen kuvvetlerine tapmaktan höyük mabedlere geçerken de hep gurbetteydik. Fakat şu altıyüz yıldır yerleşmiş İmparatorluğumu­ zu, yedi iklim dört bucağa tanıttığımız son ve ebedi yur­ dumuzda olsun, gurbetimiz bitmeliydi. Halife Kaaim-bi­ Emrillah'ı hapisten çıkarıp din böyüklüğü yerine geçiren Tuğrul bey, artık Yakın

Doğu'da gurbeti

unutmalıydı.

Malazgirt'in kıyamet gününü yaratan mübarek Alp

As­

lan için gurbet kalmamalıydı. Nizamiye Kolejini kuran Melikşah artık gurbette sayılmamalıydı. Anadolu'yu sa­ natın, bilginin, emniyetin bir bahçesi seviyesine yükselten geniş görüşlü Selçuk beğleriyle bu gurbet faslı kapanma­ lıydı. Hele dünya nizamım altıyüz yıl tesirleri altında

139


GURBET

·bırakan, her bakımdan medeni ve höyük İmparatorluğu­ muz için, hanları, sarayları, çeşmeleri, köprüleri ve Sü­ leymaniye'leriyle bu topraklara Tanrının sapladığı bir anıt olan yeni milletimiz için gurbet, folklorumuzda bile kal­ mamalıydı. Ne gezer! Hökümdarlarımız, beğlerimiz, hanedanlan­ mız, yurtlarımızda daha derin, daha köklü yerleştikçe, bi­ zim gurbetimiz artmışa benziyor. Neyi, arıyor ve özlüyo­ ruz böyle Yarabbi? Dostlarım! Ne yollar, ne kervansaraylar, ne Alanya limanı ve tersanesi, ne ticaret ve �efahın kesilmez dizisi gibi dört bucağa uzanan hanlar, ne saraylar, ne de kay­ naşan iktisad dünyası . . . bir yana bırakalım, unutulan Türk benliğinin yerini tutamaz. Bütün bu saydıklarım, insan içindir, bizim insanımız için! Halbuki yitirdiğimiz işte o idi. Türk halkı, kendisini o eski kozmopolitlikler içinde kaybetmişti. Ne Bizans'a karşı kendini savunmaya çalışan geniş görüşlü Selçuklular; ne bütün bir cihana tesiri unutula­ mıyan Osmanlılar zamanında . . . bu Türk halkı hatırlan­ mıştı. Halk şairinin, saz şairinin, sipahinin, hazan cela­ linin, bazan Simavnalı Bedreddin'in, hazan Bektaşi ba­ basının, hazan mevlevi dervişinin, bazan bilinmeyen sa­ natkarların, hazan esnafların feryadında, isyanında, sezi­ şinde, nefesinde, neyinde, işinde belirmeye çabalayan bi­ zim halkımız, boğulmuş kalmıştı. Hele son qçyüz yıldır ters dönen bahtımız, sürülüp çıkarıldığımız diyarlar, yurt­ lar . . . Oralara gömülen şehitlerde açık giden gözler, biz­ lerde ise sürekli gurbet acısı bıraktı. Bu cemiyet depremlerinden, bu iç yıkılışlarından ye­ ni bir Türk dünyası doğmak «yiğit, düştüğü yerden kalkmak» üzeredir. En az dokuzyüz yıldır süren gurbet, 140


MESELELER

umalım ki, bu yeni doğumla artık bitsin. Kendini bulan, ye­ ni dünyanın kendisine, kendisinin karakterine, yiğitliği:­

Türk nesilleri gurbetin acısını bir yana atsın ve şu

ne, efendiliğine açılan kollanna atılsın. Artık özlemler, ahlar, vahlar, duraklamalar bir

yana gitsin. Yeni nesil­ güvenle, kendisi olma­ dan eksik kalan medeniyet cihazının içinde yerini alsın. Ne kin, ne kıskanma, ne boş (izlemler istemiyoruz, dostlanm. Böyük serbest ufuklarda inanın, güvenin, sev­ leri miz , denemelerin kazandırdığı

ginin ışığı parlıyor. Bu sizin içindir. Hep birlikte oraya!

Haydi ! (Gurbet, aylık dergi, sayı : 1954.)

141

1, Mayıs /


USTA VE ÇÖMEZLERİ Usta Avrupa'dır. Hiç olmazsa üçyüz yıldır insanlığa yol göstermeği, insanları idare etıneği kendi imtiyazı bi­ len Avrupa!.. Zekasının, parasının, makinesinin arkasın­ da vaktiyle Allah'a secde etmeyi düşüklük bilen şeytan, yahut Faust'un çilelerini hazırlayan Mephistoheles gibi... bir zapdedilmez hisar, bir yontulmaz kaya gururu ile, his­ sizliği ile, pervasızlığı ile duran Avrupa ve onun azmanı Amerika. Çömezlerin kim olduğunu izaha lüzum var mı? Bu kayanın, bu hisarın dibinde, bir putperest iptidailiği ile, diz çöken bütün kütleler, Avrupa'nın veya Amerika'nın çömezler kafilesi içindedir. Bu çömezler Mağrip ile Maş­ rık arasında, eski zamanın esir kafileleri hayatını tem­ sil eden bir mahkumiyet ile yürümektedir. Ruhları bir sihirbaz tarafından hapsolunan insanların taşlaşmış ce­ setlerini hatırlatan bir kalıplar kafilesi; birbirine ilmin, Avrupa ilminin, yani kütüphaneler ilminin! . . . korkunç belirliği (=determinisme) ile zincirlenmiş olarak, Mağ­ rip ile Maşnk arasında koşuyor. Herbiri sisphos'un (1) ( 1 ) Sisphos, Yunan efsanesinde, ancak ölümle dine­ bilecek insan ıztırabını temsil eder. Korent Kralı iken Jüpiter onu, mahküm etmişti : Koca bir kayayı tepeye çı­ karır fakat kaya tekrar yuvarlandığından, Sisphos işe yen iden başlard ı. ·

142


MESELELER

işkencesine mahkum bu esirlerin bugün tek imtiyazı : Av­ rupa ve Amerika çömezliğidir! Birgün bir hizmetçi kadından bahsettiler. Çok zen­ gin ve meşhur insanlar olan ev sahiplerinin bu hizmet­ çiye reva gördüğü şiddeti, pintiliği hayretle, nefretle say­ dılar. Sonra da zengin ve meşhur değil, çok iyi yürekli insanlar olan bir bWika ailenin bu hizmetçiyi kurtarmak için dost bulunduğu o zengin aileye müracaatını anlattı­ lar. Zengin aile hizmetçiyi derhal vermeye razı olmuştur. Fakat hizmetçi şimdi orayı bırakmıyor. Tavassut eden­ ler şaşkınlık içindedir. Bu kararın sebebini sordukları za­ man al dıkları cevap yamandır : - Doğru . . . doğru . . . ben burada köpek gibiyim. Kö­ pekten de aşağı ! Ama ev sahiplerim zengin, çok ta ünlü! Bunları nasıl bırakayım? Avrupa ve Amerika'nın çömezleriyle bu hizmetçi ka­ dın birbirine nekadar benzer! Avrupa ve Amerika çömezliği, ustanın şöhretiyle ge­ çinmeğe dayanan bir zihniyetin sahibidir. Derler ki: Vak­ tiyle İngiliz, İtalyan, Fransız Somalisi'nden seçilip Lond­ ra, Roma ve Paris'te yetişen üç Habeş genci; altı yıl son­ ra memleketlerine aynı vapurda dönerler. Bunların her biri mensup olduğu memleketi: Habeşiştan'ı, en eyi tem­ sil ettiğine, memleketin ihtiyaç ve şahsiyetini en eyi mey­ dana çıkardığına kaanidir. Konuşmaları sırasında her biri, tahsil sırasında için­ de yaşadığı Avrupa cemiyetinin meziyetlerini, üstünlüğü­ nü sayıp dökmekte birbirleriyle yarışmaya başlarlar. Bu meddahlık, bu hayranlık yanşı bir dereceye gelir ki, üç «civilise» Afrika genci, birbirlerini incitmeye, nihayet bir­ birini döğmeye, en sonunda birbirinizi denize atmaya ka­ dar varırlar. İngiliz, İtalyan, Fransız· sermayesinin malı 143


GURBET

olan vapur kaptanı, süvarisi, garsonları ve onların alaylı mülahazaları önünde olup biten bu cemiyet faciası, bana daima Avrupa veya Amerika çömezliğinin ruh mekaniz­ masını ve akıbetini vermiştir. Usta, asırlardır Promethee'nin ciğerini yiyen kartal gibi kendi manasını, hüviyetini, iç alemini yemekle ge­ çinmiştir. Merovingiens'lerin, Carolingiens'lerin az bili­ nen ilk rönesanslariyle Onaltıncı ve Onyedinci asrın kla­ sik rönesansı, daha sonraki asırların romantizmi bu iç alemini kurtarmaya bir çabalayışdır. Ve hepsi de, şu meş­ hur Yirminci asırla iflasa uğramıştır. Bütün manevi kıy­ metler mekanik neticeler haline girmiştir. Doğruluk, he­ sap makinesinin doğruluğudur; şeref, ancak hesabın ka­ bul ettirdiği bir muameledir ve gene hesapla o muamele­ den vazgeçilebilir. Adalet, hak: ancak kuvvet barometre­ sinin ibresiyle meydana çıkan bir fizik meselesidir. Yani: Yirminci asrın, şu karışık cemiyetleri gibi kor­ kunç kuvvetleri, ayakta tutacak ne kadar «moral» ve «sprituel» (ahlaki ve ruhi) ölçü varsa hepsi ustanın elin­ de bir hesap, bir fizik işi kalıbına girmiştir.

1938 de Kopenhag'a vardığımız sabah; İstanbul'daki mümessilin mektubu ve daha önceki müracaatımızla, ta­ nınmış bir otelde yerimizi hazırlanmış telakki ediyorduk. Halbuki otel müdürü veya sahibi yerimizi daha fazla kal­ ması muhtemel bir İngiliz ailesine, bizi tamamiyle açık­ ta bırakmak pahasına . . . ayırmakta tereddüt etmemiş, bu husustaki teessüfümüz� de yalnız ticari bir tebessümle ın uka bele göstermişti ! Ne gariptir ki çömezler arasında, ustanın bu sakat iç alemine bakmayı günah saymak bir iytikat haline gel­ miştir. Bu sakatlık hakkında hatta imada bulunanın di144


MESELELER

lini keserler! Bütün günah, bütün ayıp, bütün bozukluk çömezlere göre kendilerinde, kendi iptidailiklerinde, ken­ di geriliklerinde ve bütün bunlara temel olan an'anede­ dir.

Halbuki Mağripten Maşnka kadar kaç cemiyet gör­ dük ki, Avrupa ve Amerika'nın manevi istilasına teslim olduktan sonra, sapından kopmuş kuru yapraklar mah­ şeri halinde döne döne, yükseliyoruz zannettikleri hava­ dan çamura düşüp toprak oldular. Deha yetiştirmiyen, şa­ heser vermiyen cemiyetlere bakın: Bunlar ustaya tapan yeni putperestlerdir ki, kendi benliklerini zincire vurmuş veya boğmuş, bu yeni putperestliği kalın boya tabakalan gibi şuurlannın üstüne kalafatlamışlardır! . . . Usta, asırlar­ dır bunlara bakmış, haz, gurur duymuştu. Fakat usta, bugün memnun değil! Çömezlerin iç ale­ mindeki yıkılış bugün, bir derecededir ki kendi kendile­ rine inanmamak sınırını aşmış bulunuyorlar. Şimdi usta­ nın değeri, ustanın kaderi, tarihi değiştiren unsurlann elinde didikleniyor. Ve çömezler buna iki şeyle mukabele ediyor, laf ve yalan! Usta, kendi yoluna ölmedikleri, kendine yalan söyle­ dikleri için çömezlerden memnun değil: Hiddet ve şid­ det içinde! Kendi kendilerine inanmamak sınırını aşıp, ustaya da inanmazlık göstermekte bulunanlar, bu hidde­ te karşı hayret içindeler: Asırlardır usta, kendilerine laf ve yalandan başka ne getirmiş, ne öğretmişti? Bütün dünya çömezleri, sadece bizim Selçuk, Osmanlı tarihi bo­ yunca akıp gelen Haçlı sellerine baksınlar; Rusya'nın, Avusturya'nın, Venedik'in bize reva gördüğü arkadan vuruşları seyretsinler; 93 seferini, Balkan Harbi'ni, 1914 ii, İstiklal Harbimizin bütün suykastlerini gözönüne getir145


GURBET

sinler: Avrupa veya Amerika'nın ne getirdiğini, ne öğret­ tiğini görürler. Ondan sonra höküm versinler. Fikretin dediği gibi : «Kizbe yalnız riya ve hwnk ağlar! » (İlk yayım.; Çığır, aylık dergi, sayı: 102. Mayıs/1940, ikinci yaymı ; Millet, aylık dergi, sayı: 10, Şubat/1943.)

146


«MAHREC-i AKL�M»

Aslan payı, barbar kavimlerde, iptidai cemiyetlerde fatihindir, şefindir. Mutlakiyetin tasallutu devam ettiği; monarşinin mu­ kaddes bir gasp halinde derinleştiği devirlerde eksik olan ne fütuhattı'r, ne ilimdir, ne sanattır, ne de refahtır! Bütün bunlar, cemiyette bir saadet halinde devam etti­ ği zaman da monarşi, mutlakiyet bir beladır; çünkü söy­ lediğimiz fütuhat, ilim, sanat, refah . . . 1ek kişinin veya o tek kişiye satılmış bir gurubun keyfine, isteğine tabidir. Barbar )tavimlerle iptidai cemiyetlerdeki monarşinin, mutlakiyetin mel'unluğu şuradadır: Bütün cemiyeti bir sürü haline indirmekte ve insan kütlesini idare ettikleri için değer, kudret alanlar bizzat o cemiyette üstün hale gelmektedir. Böyle idarelerde millet, idare edenler için­ d ir. İdare eden, idare ettiği için, ancak iyi idare ettiği zaman ve mekan içinde itaat edilen vasıta olmaktan çık­ mış, gaye haline yükseltilmiştir. Milletin idare edene alet kullanışının siyasi neticesi; teklere, azlıklara, onların keyfine, hevesine mahkı1mluk­ tur. Böyle bir idarenin psikolojik neticesi : cemiyette bir nevi tevekkülün, hususi bir nevi tenbellik halinde kökleş147


GURBET

mesi; herkesin - bir zamanlar Allah'a ısmarladığı - kendi işini, kendi vazifesini.. - kendini idare edenin düşünme­ sine ısmarlıyarak bir makina uygunculuğu ile her yapı­ lana boyun eğmeğe alışması; böylece, cemiyetin fertle­ rinde her türlü mes'uliyet, teşebbüs, her türlü çarpışma kaabiliyetinin kısırlaşıp nihayet.. sönmesidir! Kendini idare edenlerin azmine, seviyesine, kültürü­ ne, insanlığına göre makineleşme, süreleşme derecesi bel­ li olan cemiyetin kendi kendini düşünmesi, şahsiyetler ye­ tiştirmesi bahse girmez. Artık herşey idareyi temsil eden kuvvetin keyfini, zevkini devam ettirecek vasıtalar, yani hökumetin «kalemlerine katipler»· yetiştirecektir. İster · mektep, ister üniversite, ister fabrika, ister hayır ve şefkat müessesesi olsun, herşey artık «kalem = bureau» dir. Böyle bir devlet isterse cihangir olsun, onun sinesinde herşey ,er veya geç, bir «mahreci aklam» olup kalacak­ tır. Böyle bir cemiyette tek hiyerarşi vardır: Eşkiya ve köle hiyerarşisi! Tek hegemonya vardır: Bürokrasi! (Çığır, aylık dergi, sayı: 91, Haziran / 1940.)

148


BUNLAR KİM ?

Dopdolu bir gün geçirmışsımz, ama yemekten sonra çalışmak zorundasınız. Kafanızla geçiniyorsunuz. Onun için gecenin sükünunu sevinçle karşılıyor, yavrulannızı yatır­ dıktan sonra işe başlıyorsunuz. Saat 12 yi geçiyor. Şehrin bu arka sokakları derin derin soluyor; uykuya dalmıştır. Ankara düşünüyor ve din!eniyor dersiniz. Birden sokağınızı garip sesler bürür. Bu ilkin size Si­ cilya'da yaz gecelerini, Sevil sokaklarında harp öncesi ak­ şamlarını hatırlatan bir melez musiki teranesi gibi gelir. El armoniği, akordeon, mandolin sesleri arasında, ecnebi sefarethane şoförlerinin birleşip şu karşınızdaki Bomonti bahçesinden sonra sokağınızı da derbeder keyiflerine, ge­ çici bir sahne yaptılar zannedersiniz. Sesler pencerenizin önünde durur. Kesilen acemi saz­ ların nağmesi yerine, körpe denecek hançerelerden çıkan Türkçe lafızlar kulağınıza gelir. Bunlara lafız diyorum, çünkü manalarını anlayamadığımız, tuhaf bir argodur. Ço­ ğunun uçlan çiğnenmiş, yahut kesilmiştir. Sonra bu la­ fızlar, bu körpe hançerelere verilemiyecek kadar kirlidir, Iaübali imalar serpmektedir! Merakla, hayretle pencereye yaklaşır; gece yansım geçmiş iken uyanık, demek «modern» (!} olan ses sahip149


GURBET

!erine bakarsınız. Bu bakış size ilkin bir opera figüran­ larının levhasını çizer gibidir: Hepsi de genç adamdır. Elektriğin dibinde, durmuş­ lardır. Musiki aletleri boyunlarına asılmıştır. Biry�ntinli olduğunu parlamasından anladığınız saçlar, İspanyol mev­ zulu filimlerin kahramanlarına yakışan şakak zülüfleriyle karakterlenmiştir. Bıyıklar da öyle . . . Çeketler, boğa gü­ reşçisine yakışır bir çepken haline girmiş pantolonlar vak­ tiyle İstanbul sokaklarını tiksintiye boğan tulumbacı su­ luluğu ile aya.kkaplarının tabanını yalamaktadır. Kolların­ da çok nazlı, altın yahu t gümüş zincirlerin halkalandığını elektrik size açıkça aksettirmektedir. Onlar, değil yalnız size, bütün bir şehre kıymet ver­ miyen küstahlıklariyle tekrar garip sesli, orkestramsı yaygaralarına başlar; kelime denmiyecek la fız döküntü­ leriyle sokağınızı ve kulağınızı kirletmekte devam eder. Bu Türk sokağında, herkesin dinlendiği yahut çalış­ tığı bu gece yarılarından sonra, hayatınıza musallat olan; bunun için ne bekçinin, ne polisin, ne belediyenin . . . mü­ dahalesine uğramıyan; Türkçeleri bozuk, kıyafetleri bo­ zuk hangi diyara özendiklerini bilmediğiniz bu garip ve beleş mızıkacı bozuntuları karşısında hayretle, tiksinti ile, kendi kendinize sorarsınız: Bunlar kim? ,

* **

Yolcusunuz. · Bir işle, kendi mesuliyetiniz altında.ki bir vasıtadasmız. Meşhur, yeni mahallelerden birisine mensup bir tanıdığınız çıkar; gideceğiniz �re birlikte götürülmesini rica eder. Arabanız müsaittir, kibar giyili, nazik yüzlü insan hiç de zararlı gözükmemektedir. Alır­ sınız, yola koyulursunuz. Biraz sonra kibar giyili, nazik 150


MESEi.ET.ER

yüzlü misafir, yarı güler, yarı mahçup: «Burasını pek rüz· ğişsek? Lıltfetmiş olursunuz?» Misafiriniz sizin rüzgara dayanmıyan yapıdaki vücu· dunuzun geçirdiği hastane macerasını çoktan biliyor. Fa· kat teklifi yapmaktan çekinmemiştir. E. . . misafirdir, dersiniz, yerinizi verirsiniz. O da enine boyuna oraya yerleşir. Yolda şoförünüze iitifatlar eyler. Aylığını sorar, bu aylıkla böyle bir mahir insanın nasıl çalıştığına şaşar. An· kara'ya dönünce bu aylık işi için kendisini görmesini söy· ler. Şoförünüz iyi adarnciır, ama primitiftir. Bu kibar yüz­ lü misafirinizin alakası, vadi onu büyülemiştir; okadar ki az sonra misafiriniz, reyini almağa lüzum görmeden arabanın dilediği yerde durmasını, sür'atinin kendi arzu­ zusuna göre azaltıp çoğaltmasını emretmeğe başladığı za· gar tutuyor, der, ben de pek hassasım. Acaba yerleri de­ man şoför, kuzu gibi, siz yokmuşsunuz gibi itaat eder. Programınız altüst olmuştur. Yıllardır kurduğunuz disip· lin silinmiştir. İleride bir kasabaya varırsınız. Birden misafiriniz bi· risi ile selamlaşır. Tatlı tatlı konuşurken öğrenir ki re· fikası, yavrusu ile birlikte o zat da, sizin gittiğiniz yere gitmektedir. Hep o meşhur, kibarlar mahallesinde oturan bu zata, misafiriniz reyinizi sormaya lüzum görmeden arabada hemen yer ayırır. Yeni aile sizi biraz daha kö· şeye iterek, gelir, yerleşir. Yeni gelen zatın bakışları ara sıra size çevrilir, sonra ahbabınınki ile birleşir, gülüşür· ler. Bu gülüşme ile size verilen hökmü sezersiniz: «Kon· duk! Aldırma, sessiz zavallının biri!» der gibidirler. Varılacak yere varırsınız. Resmi sıfatınınız bir takım dostların sizi aramasına, yerleşmeniz için hazırlık yapıl· masına sebep olmuştur. Geniş bir «Oh» çekmek üzere· 1 51


GURBET

sınız. Sizi arsızca sömürenlerden kurtuluyorsunuz de­ mektir. Fakat bakarsınız ki misafiriniz, sizi karşılıyan­ larla, - sizin gölgenizde - münasebete girişmiştir. Ken­ disinin de, misafirinin de (maaile) , size ayrılan yerde kal­ ması için, masum ve nazik dostlarınızı tedbir almağa zor­ lamıştır. Hayret ve tiksinti ile ağzınız açıldığı sırada misa­ firiniz, gine yarı güle;·, yarı mahcup edası ile sızlanır: «Dışarıdaki vaziyeti biliyorsun; otelde yatılmaz, ne yapar­ sın, gemisini kurtaran kaptan! Hele şu geceyi geçirelim de, Allah kerim!» Ve sizin cevabınızı bile almadan, karşılıyanları da arabanıza yerleştirerek, şoförünüze hareket emrini verir. İskanda! çıkaramazsınız ya? Herkes ne der? Zavallı dost­ larınızı kötü bir manzaradan korumak için dişinizi sık­ mak şarttır. Varılacak yerde, dostlarınızla iki teşekkür ve minnet kelimesi konuşurken, «gemisini kurtaran kaptan» yukarı­ dan inmiştir. Her şeyi hallettiğini söyler. Sizi karşılıyan­ lar sizi yormadan, her işi halleden bu cana yakın ( ! ) dosta bir nevi saygı ile hayrandır. Yukarı çıkarsınız, görürsü­ nüz ki size ayrılan iyice yeri misafiriniz, kendisiyle öte­ kiler arasında bölmüştür. Eh. . . şimdi, herkesin yanında, kendi nefsiniz için «çoluk çocuğun» rahatını bozamazsınız ya? .. Boyununuzu büker, yerinize sinersiniz. İşte o sırada; yıkanmış, pijjamasının ipekleri içinde, çevresindekilere «kibar insan! cana yakın insan!» dedir­ ten «kaptan» misafiriniz, neşeli neşeli gelir. Kendisine tik­ sinti ile baktığınıza bir cevapmış gibi: «Görüyorsunuz ya, der, ben hiç açıkta kalmam! Açıkgöz olmak, keçesini su­ dan çıkarmak lazım; saygı, sıra, hatır sayma hep boştur. İnsan ekmeğini böyle, benim gibi, taştan çıkarmalı; her­ kesle ahbap görünmeli, çıkarına bakmalı, köprüyü geçin·

152


MESELELER ceye kadar ayıya dayı demeli . . . Unutma iki gözüm: dede­ min Bulgar olması boşuna değildir! Biz her zaman gemi­ mizi kurtaran kaptanlarız.» Kendisine, bu söylediklerinin değersiz, hamalca söy­ lenmiş laflar olduğunu; şimdiye kadar yaptıklarının yal­ nız şu mühim temele: yüzsüzlüğe dayandığını, şeref de­ nen ve insanı hayvandan ayıran farikadan vazgeçtikten sonra, herkesin bu türlü

«mazhariyetlere»

erebileceğini;

bilhassa burada kalmak istemesiyle, sizin adınıza geniş bir «suyistimal yapıp» yaptırdığını, hiddetle söylersiniz. Birden kuzu kurt olmuştur. İnce ve pembe yüz bir tilkinin hain, şerir simasını almıştır. Tanıdığınız pusu­ sundan çıkmıştır: «Ya! Der, demek bir de ahlaksız, va­ tan haini olduk? Suçumuz da şu ilin malı olan arabada bir köşeye sığınıp gelmek; şu, beytülmalin olan yerde ba­ şımızı bir gececik sokacak yer bulmaktır. Tevekkeli se­ nin için geçimsiz, sert, başbelası demiyorlar. İnsan kırk yıllık ahbabına bunu yapınca, başkalarına neler etmez?»

O şerir çekilir gider ve siz kendi kendinize sorarsı­ nız; Bunlar kim? Bir tPk değil, bir düzine değil, kadını, erkeği, çoluk çocuğuyla, birbirine benziyen mahalleler meydana getiren bu tipler kim? . . . Cenazede iskat topla­ yan; ölüde kefen soyan; leşte karga olan; arabanızda tür­ künüzü söyleyen; mesuliyeti size, niymeti kendisine ak­ taran; herşeyi, herkesi kendine hizmet için varedilmiş bi­ len; hazıra konan; başkasının külfetinden, sırtından ge­ çinmeyi zekanın farikası sayan; ince görünüp sellülözden bir iç alemi gezdiren, pembe yüzlü olup kuzguni ruh ta­ şıyan; güzel giyinen, güzel kalan ve muhitini zifire bula­ yıp, ateşe atıp kendisi tarafsız,

sulhçü gözüken; nerede

mesuliyet varsa vebadan kaçar gibi uzaklaşan; vatan, re­ jim, inkıJap

kelimelerini yerine göre

153

yafta, yerine göre


GURBET

pasta yapan; bu kelimelerden yaptığı türlü kıyafeti giyip değiştirerek yere, zamana uymakta eşsiz bir ustalık gös­ teren bu fırsat düşkünü yüzsüzler kim? Nerenin malı? Ne­ renin ithalat matahı? Hayat ölçümüzü, hayat anlayışımızı, yaşama üslubumuzu bulandıran, kendi yaptıklannı zeka­ nın hakkı olarak belirtmek için asıllarını ya Bulgar dölü­ ne, ya Helen kanına, yahut herhangi bir azlığın soyuna çe­ ken bu şeref, haya yankesicileri kimin tebaası, kimin ta­ lebesi, kimin dostu? .. (Millet, aylık dergi, sayı : 7, Sonteşrin/ 1942.)

154


ALATURKA - ALAFRANGA

Bir Garp kozmopolitliği, bir de Şark kozmopolitliği var. Birincisiyle Tanzimattan beri tanışıyoruz; ve onun­ la alay, daha o zamanda başlamıştır. Ahmet Hikmet'in «Yiğenim» monoloğu, Hüseyin Rahmi'nin «Şıpsevdi» ad­ lı romanı bu alayların klasikleşen misalleridir. Garp koz­ mopoliti ilk bakışta bir din düşmanı, hele bir müslüman­ lık düşmanı gibi kendini takdim eder. Bütün hayatı ise, mensup olduğu maşeri inkar etmekle başlıyan bir kayıt­ sızlık, bir kararsızlık sergisidir. Milliyetin, tar�hi imkan­ lar, tarihi mukadderat üstüne temel kuran bir şuuraltı ve bir şuur olduğunu bilmez. Her fırsatta içinden kaçmağa bağlarından kurtulmağa çalıştığı cemaatında o; hazır ara­ yan hazıra konmak istiyen ve her şeyi emeksiz, her şeyi hemşerilerinin aleyhine istismar eden bir böcektir. Onu zamanın karikatürcüleri put kollu, dar pantollu, tek göz­ lüklü, ince uzun bastonlu; İstanbul'un veya İzmir'in şu veya bu salonunda hafif meşrep frenk kadınlarının bi­ rinden öbürüne yüz suyu dökerken gösterdiler. Böylece olgun milletleri yaratan esasların hiç birini bilip yapmaya niyeti olmadan onların dinlenmek, en kuvvetli hamleleri hazırlamak için kıymet verdikleri eğlenceleri hayatın bi155


GURBET

ricik mihveri haline sokan gafillik örneği de meydana gelmiş oldu. Bu örnekler musikiyi öğrenmediler; musiki­ nin ilerlemiş milletlerde nasıl olup da yükselmiş, cemiyet­ leri de beraber yükseltmiş olduğunu araştırmağı akıl bi­ le etmediler. Memleketlerinde arayıp hasret çektikleri garp musikisi, yanlış bellenmiş, yanlışlarla dolu bir iki oy­ nak hava oldu. Ecnebi diller için yaptıkları, bundan başka olmadığı gibi, kadın hakkindaki düşünceleri, kadın için diledikleri de bunlara benzer. Onlar bu vatandaki insanların yansı olan kadının vatandaş derecesine yükselmesi meselesine değil; düpedüz tabiata esir olan bir müptelanın . iştahala­ rına memleketlerinde hasret çektiler. Garp mlletlerinin esasından, mahiyetinden, zayıf ve kötü yerlerinden ga­ afil kalmak imtiyazını da her zaman alıkoydular. Bu derde tutulmamak için çare: Bizdeki garp kozmo­ politinin kendi toprağını, kendi cemiyetini tanıması ; ha­ yattaki istinadı, gayeyi, kuvveti kendi milletinde bulması idi. Osmanlı İmparatorluğu gibi kendi kendinden haber­ siz, kendi özünü kendi yıkan, kozmopolit bir siyasi teşek­ kül içinde böyle bir ümide, böyle bir istinat noktası bul­ mağa kabiliyet yoktu. «İki cami arasında kalmış beynamaz» olan, ne kendi milletine yar, ne başka milletfore ta içinden aşina bulu­ nan garp kozmopolitine Anadolu'da kısaca «alafranga» derler. Bu sebeple de «alafranga» musiki, «alafranga» ye­ mek denince, olgun milletlerin insanını coşturan böyük garp musikisi; temiz bir garp · ailesinin kibar yemek tarzı, aile terbyesi görmüş bir garp insanının zekadan, zevkten doğan geyinişi değil; • bulaşık; renksiz bir şey, bir mefhum 156


MESEi.ELER

kasdedilir. «Alafranga» örnek, hatta bize garp milletlerin­ den birinin millet örneğini veren, tanıtan, benimsetmekten isteyen de olmamıştır. O milletleri hiç bilmediğinden, tanımadığından, «alaf­ ranga»nın hasreti karmakarışık, elle tutulamaz bir şey için olup kalmıştır. «İki cami arasında kalmış» başka bir «beynamaz,. ör­ neğimiz daha vardır. Bize tattırmak istediği çeşni, bizi benzetmek istediği örnek . . . garp kozmopolitininkinden da­ ha az karmakanşık değildir amma bunu ötekinden ayıran esaslı fark meydandadır: «Şark kozmopoliti» deyeceğimiz bu örnek, Avrupa'nın her işte üstün olduğuna, üstün ka­ lacağına «mintarafillah» iytikat etmiş olmakla beraber, o milletlerden hiç bir şey alınamağı, hiç bir işte onlara ben­ zememeği dinin esası zanneder. Garp kozmopolitinin ter­ sine, şark kozmopoliti dinli gömrünmektedir. Fakat mil1etin karşısındaki vaziyeti - tıpkı öteki gibi - bilgisizlik, milletine ait esaslan aşağı görmektir. Rahmetli Vefik Pa­ şa, Türkçeleştirdiği «Zor nikah» piyesinde: «Sağ kulağım ilim dillerine, ecnebi dillerine, höyüklerin dillerine mah­ sustur; sol kulağım ise avama ana dilime mahsustur!» de­ dirttiği «allame»lerle şark kozmopolitinin emsalsiz bir ka­ rikatürünü çizmiştir. Hakikaten - tıpkı garp kozmopoliti gibi - şark kozmo­ politi için, Anadolu'nun konuştuğu Türk dili, hayatlan «mintarafillah» sefil seçmeğe mahkum zavallıların beyan vasıtasıdır. Anadolu'da yaşıyan, hatta en kozmopo1it ta­ rihlerde bile milletlerin en höyüğü kadar iş yaptığı giz­ lenemiyen insanlar, Türk oldukları için ikinci derecede­ dirler. Nasıl «allame» olmak için Arapça, Acemce, Hintçe bilmek şart ise, mümtaz insan olmak için de Arap, Acem 157


GURBET

diyanndan Hint'ten gelmek şarttır (1) . Hindistan, Arabis­ tan veya Acemistan'dan gelen kılıksız dilencilerin bile Anadolu'da nasıl bir «aristokrasi» meydana getirdiğini; şark kozmopoliti olanlar tarafından nasıl himaye ve rağ­ bet gördüğünü yaşı altmışı bulan her memleket çocuğu hatırlar zannederim. Anadolu'nun bağrından fışkıran şi­ irler, musiki parçalan; bizim olduğu, bizim zekamızdan, bizim gönlümüzden doğduğu için şark kozmopolitinin ha­ kir gördüğü şeylerdir. Biliyorsunuz ki «türkü», Türk adı «kaba, obaş bi idrak» hareketleriyle anıldığı devirlerde A­ nadolu'nun musikisine, şiirine verilen sıfat iken «şarkı», Enderun'un, sözde aristoklanmız olan şark kozmopolitle­ rinin musikisi, şiiri olarak imtiyazlıydı. Arapça, Acemce basit bir gazel, sefil bir kaside, bir şaheser gibi payeler almıştır. Şark kozmopoliti bize ne yapmak istemiştir? Ona so­ rarsanız, sorabilseniz, size şu karşılığı verir sanının: «Dev­ ri saadet insanı!» Olup biten işlere gözünü, gönlünü ka­ payan bu örnek, •devri saadet» hulyasile . . . , mi1letinin en temiz saadetlerine ya gem vurmuş, ya kayıtsız kalmış­ tır. Şark kozmopolitine Anadolu'da sadece «alaturka» derler. Bu yüzdendir ki «alaturka» deyince Meriç'ten Ağ­ rı dağına kadar genişleyen topraklardaki Türkün haya­ tı, Türkün zekası, Türkün zevki, Türkün sanatı değil, za­ man zaman Türk İmparatorluklarının tebaası olmuş buluO ) Şair «Lafünin macerasını hepimiz biliriz: Latifi tezkeresinde, 290. sayfada, yazdığı manzume ile uğradığı belaya yanıp yakılan şair, saraya girebilmek için AcemJs­ tan'dan geldiğini söylemiş, ikbale kavuşmuş. Sonra To­ katlı olduğu anlaşılınca ve yalnız bu sebeple, kapı dışa­ rı edilmiştir.

158


MESELELER

nan şark milletlerinin birbirine karıştırılmış adetleri, tel­ kinleri, bulanık zevkleri kasdedilir, «alaturka» kıyafet Türk kıyafeti olmadığı gibi Arap, Acem, Hint kıyafeti de­ ğildir; «alaturka» hareket ne Türk, ne Arap, ne Acem, ne Hint adetine uymayan belki hepsinin en kötü, en laubali en geri kalmış vasıflanna cevap veren muameledir. <Çığır, aylık dergi, sayı : 85, Birincika­ nun/1939.)

159


BİR KÖY KÖPECi Alişar höyüğüne gidiyoruz . . . Otomobil Şefaatlı istasyonundan bizi alıp şimal doğu­ ya götürüyor. Üç vadinin birleştiği noktada kurulan bu istasyon bir emmebasm.a tulumba gibi; içerlerin mahsulü­ nü Anadolu'nun heryanına dağıtıyor. Güneşin akşam ışı­ ğı altında ilerledikçe, uzanan yalnız şu; ağaçsızlık! .. Zahi­ re taşıyan eşekler, kağnılar sıra teşkil etmekte. Benekli koyun sürüleri, tiftik keçileri, otomobilin dev gibi ilerleyi­ şinden, homurtusundan dehşete düşüyor, öteye beriye da­ ğılıyorlar. Kale yerleri, höyükler, kireçli tepeler. . . Yorgun, umutsuz gibi serilen kuru vadiler, onların dibinden uta­ na utana sürünüp kaybolan minik sular. . . Kumlu bir yol halini almış sel yatakları. Nihayet hasta gözler gibi kirli, elemli evl eriyle, yolsuz veya pis yollariyle tektük köy­ ler! .. Bütün bu yalçın t:ıbiat ve onun üstündeki hayat file­ mi, bizim! Orta Anadolu'nun bu ıssızlığı bizim! Onların hepsinde, yetişmemize, bizimle yetişen gönlümüze aşina bir hal var. Ve bizi, işte bu hal sımsıkı sarıyor. Orta Anadolu'nun bu yerlerinde köyler şimdi bir buğ­ day mahşeri . . . Tarlalarda güz hazırlıkları başlıyor. Sürül160


MESELELER

müş toprak, istep yeşilliğinin fışkırdığı kucaktır. Bu ev­ lekler hep yeşillik püskürecek; bu evlekler biraz sonra bozkırlan buğday, arpa, yulaf başaklanndan bir denize çevirecek; insana, bu çorak alemin canlı olduğunu duyu­ racak, yeşilliğe dinlendrrici rengini verecek . . . Şu göçebe sürüleri, göçebelerin kıldan dokunmuş, bö­ yük bir evi andıran köşeli, kalın çadırlan; şimdi bura­ ların ıssızlığı içinde biricik varlıklar gibi duruyor. Son­ ra otomobilimizle yarış eden, onu bir nevi merasimle ko­ valayıp yolcu eden çoban köpekleri, bu evlerin hem bek­ çisi, hem sesi sanılır. Gerçekten; yolların toprağına kanşacak kadar renk­ siz, öiü, seyrek köylerde bizi karşılayan ilk, bazen tek şey: Köpek sesleri ve köpeklerdi. . . Hele güneş battıktan son­ ra otomobilin iki yanında dakikalarca koşan bu gönüllü, köy bekçileri, cemaatin bünyesine yabancı herşeye fır­ layan oklar gibi karanlığı, ıssızlığı parçalıyor gibiydiler. İstebin bu müthiş yalnızlığında, köpekler, mesafelerin bit­ mez yeknesaklığına sanki: «Burada -da yaşayanlar var!» diyor] ardı. Alişar höyüğünün eteklerindeki hafriyat kampına epeyce geç vardık. Burada koşuşan köpeklere aldırma­ dık bile . . . Uykudan uyanan işçilerle kampta bizi karşıla­ yanların arasında köpekleri tabii bir teşrifatçı gibi gö­ rüyorduk. Otomobili kovalarken aç kurtlara benzeyen kö­ pekler makina durunca, şaşınyor, duraklıyor; içinden inenlere dokunmak akıllarına gelmiyor gibi, bekleşiyor­ lardı. Fakat alışmadıkları kıyafet, alışmadıkları koku, ses karşısında bu duraklama birdenbire yeni hücumlara dönüveriyordu. Kamp sahipleri bizi köpeklerin hücumundan kurtar­ dılar. Vazifelerini yapan bu sadık mahluklara danlmak 161


GURBET

aklımızdan geçmedi. Hatta, onlarda, yadırgıyı seçen insi­ yak kuvveti bizi adeta düşündürür gibi oldu. Sağlığı bü­ tün kalan, kendinden olanla kendinden olmıyanı ayırt edebilen insiyak ne eyi şey! .. Yalnız; bizi önliyen mahlUklar arasında kara - beyaz alacası köpek, çok şaşılacak bir hal gösterdi. Orta boy­ lu, eyi beslenmiş, çeneleri de pençeleri gibi kuvvetli olan bu mahluk, öteki köpekler gibi havlayacak yerde yana çekilmiş, inenleri gözden geçiriyordu. Cinsi alelade bir köy köpeği olmakla beraber, halinde, hareketinde tuhaf bir başkalık vardı. Büyük radyom lambalarının ışığıyla gündüze dönen avluda onun alaca fakat kımıldamayan varlığı; ne kadar aykırı düşmekte idi. Öteki köpekler ve misafirleri karşılayan insanların telaşı arasında, bu köpe­ ğin susuşu hemen göze batıyordu. Bizim ona baktığımızı gören kamp reisi gülerek tak­ dim etti: «Aslan, kampın üç senedir en sadık bekçisi..• Amerikalı dostların kılavuzluğu ile biz odalara gir­ mek üzere yürüyünce «Aslan» yerinde kımıldandı, bize yaklaştı. Yanımızda kampın ve köpeğin sahibi bulundu­ ğu için, «Aslan» 'ın hepimizi teker teker koklamasına bir­ şey demedik. Tam hafriyat heyetinin odasına girmek üzere idik ki arkadaşımızda bir haykırma, bir fırlayış oldu. Biraz da şaşırarak arkamıza döndük. Gel diğimizden beri uslu uslu bizleri gözden geçiren alaca «Aslan», şoför muavini işini gören ameleden «Satılmış»'ı bacaklarından dişlemiş, bü­ tün haykırışlara, vurmalara karşı bırakmıyordu. Sakin köpek, yırtıcı bir kurt oluvermişti. Bu hal, bir köpeğin, rastgele bir yadırgıyı ısırmasından çok farklı bir şeydi. Çünkü «Aslan» bizim gibi ilk rasladığı yabancıları değil; hergün birarada bulunduğu bir köylüyü yaral ıyordu. Biz162


MESELELER

zat kamp reisi «Satılmış»'ı kurtardı. «Aslam>ı epiyce döğ­ dü, bizlerden af diledi. İçeri girdik, yemeklerimizi muhitin taşkın neş'esine katılarak yedik. Gece yansından sonra yatak odalanmı­ zı gösteren dostlarımızın ardından avluya çıktığımızda, lambaların ışığında ilk gözüme çarpan «Aslan»ın - bize şimdi çok sinsi görünen - gövdesi oldu. Kamp reisi neş'e ve alay dolu sesiyle : «Korkmayın», dedi. «Bizim Aslan'ın şerri yalnız hem­ şerilerine, yalnız köylüleredir.» O, kampa yabancı olan­ lara ürmek, onlan korkutmak, onlan kaçırmak suretiyle asıl bekçilik vazifesini yapmaktan ziyade, kendi işinde gücünde olan, tanıdığı insanlara, köylülere musallat olu­ yordu. «Aslan» kötülere, mütecavizlere cezalarını veren bir vefalı dosttan ziyade; arkasını zorlu bir derebeyine dayayarak muhitine bela olan bir sonradan görme, fır­ sat düşkünü, ağaya benziyordu. Hafriyat yerinde kaldığımız aylar içinde, gün geçmez­ di ki «Aslan»ın bir vak'ası olmasın. İster yakın, ister uzak köylerden; ister kadın, ıster erkek olsun; kampın içinden, yanından geçmek istiyen köylülerin, işçilerin en kötü düşmanı «Aslan»dı. Onun düşmanlığını gösterişinde tut­ tuğu yol, bizzat o düşmanlıktan daha bayağı idi. Kampın başka köpekleri bütün yadırgalara ürer, açıktan saldırır­ ken, o, bir kenarda uslu uslu durur; gelen veya geçen­ leri süzerdi. Köylü yahut işçi olan yolcular, önünden em­ niyetle geçip ilerleyince bir yıldırım gibi sıçrar - ekseri­ yetle, çıplak, geyimsiz - bacaklarından birini dişlerdi. Ne dayak, ne koğmak on u bu sinsi, bu gaddar suykasttan vazgeçirememişti. «Aslan» bütün o alanlardaki köylerin tiksinerek, korkarak hatırladığı kara bir «hayalet» haline girmişti. Onun dişlerinin yerini hala eyi edemiyenler pek 163


GURBET

çoktu. Her köyde «Aslan»ın suykastına uğrayan bulun­ duğundan nereye gitse.it onun kötü macerasından birisiµi dinlerdik. İşin şaşılacak yanı daima aynı idi: Eyi geyimli, şe­ hirliye benziyen ağalar onun şerrinden kurtuluyordu .. Hele pantolonlu, kıravatlı efendi veya beğleri «Aslan» he­ men tanıyor; tanımakta zorluk çekerse - bize yaptığı gibi onu bir koklama teftişinden geçirip seçiyordu. «Aslan» bunlara kuyruk sallamasını da pekeyi beceriyordu. Biz bunları dinleyip gördükçe şaşırır kalırdık. O za­ man kamp reisi ecnebi, yan türkçesiyle, neşeli neşeli an­ latırdı. Şu da anlattıklarından biridfr : «Geçenlerde höyük bir misafirimiz, muallimler ve bir­ çok dostlarımız gelmişti. Onlarla birlikte yemeğe otur­ muştuk. Ben böyük misafirimizin arzularını yakından anlayabilecek bir yerde idim. Misafirimiz buraya gelmek­ ten çok memnun oldugunu anlatan ufak bir nutuk söy­ lüyordu. Birdenbire sözü kesildi, eğildi, masanın altına baktı. Hemen ben de eğilip baktım. Bir de ne göreyim: Bizim «Aslan» masanın altında gine insanları koklama­ dan geçiriyordu. Dizlerinin arasında iri bir köpek görmek misafirlerimizi tiksindirmiş, ürkütmüştü. Ben «Aslan»ın meşhur aristokratik huyunu anlataraİ{ kendilerini yatıştır­ dım, herkes de gülüştü.» «Hakikaten misafirimiz kaldığı müddetçe «Aslan» on­ lar için tam bir bekçi kesilmişti. Fakat onlara hizmet eden dört zavallı köylüyü sinsi usulü ile yaralamaktan çekin­ memişti. Bu sinsi hayvanı niçin tuttuğunu sorabilirsiniz. Onu çok koğduk, hem de çok uzaklara koğduk. O her de­ fasında buraya gelmek yolunu buldu. Dövdük, ayakları­ mıza süründü. Ne bileyim, bir yere kaçmıyor. Onu öldü­ remem ya! . . . » 164


MESELELER

«- Peki, dedim; onun köylülere düşmanlığını ne ile izah ediyorsunuz?» «- Ben bu düşmanlığı tabii buluyorum. Köylüler köpeklerini o kadar dövüyorlar ki . . . Bizim «Aslan» da vaktiyle köylülerin elinden kimbilir neler çekmiştir. Şim­ di bizim himayemiz altında beslenip kaldıkça, kendine çektirenlerden öc alıyor. Ben başka izah yolu bulamıyo­ rum.» Hafriyat heyeti reisi olan ecnebinin bulamadığı iza­ hı zamanla biz bulmuştuk. «Aslan» ecnebilerin yanında iyi lokma bulmuştu; mi­ desini kolayca, eyice doldurma pahasına, hüviyetini de­ ğiştirmiş, «dejenere» oluvermişti. Bu köy köpeği, yaban­ cılar yanında yabancılar eliyle medrnileşivermişti. Bun­ dan sonra, ilk işi hemşerilerini aşağı görmek, eski efen­ dilerini yadırgamak olmuş; yeni efendilerine benzemiyen­ lere karşı kör, · yaman bir kin beslemiye başlamıştı. Bu kin, bu hor görme kendisi tarafından tecavüz şek­ linde açığa vuruldukça, köylülerin de ondan tiksinmesi, aynı zamanda korkması artmıştı. Köylüler «Aslan»a kar­ şılık verdikçe, «Aslan»ın şerri katmerleşmişti. Eyi geyimliler, daima kamp reisi, kamp adamları ta­ rafından gezdirildiği için «Aslan»ın hücumuna uğramaz­ lardı. Hatta; uzun yıllar sadakat göstermesini sevinerek, övünerek, söyliyen efendileri önünde misafirlerin, köpe­ ğe iltifa tetmesi, onu sevmesi adet olmuştu. «Aslan»ın da onlara, yaltaklanmalarla mukabele edişi pek tabii idi. Bunlara rağmen kamp heyeti «Aslan»ın bir köy köpeği ol­ duğunu, onu bayağı bulduğunu tekrarlamaktan vazgeç­ miyordu. Yani «Aslan», köyüne, köylüsüne hiyanetine, ye­ ni efendilerine yaltaklanmasına rağmen, yabancılara ya­ ranamamış, köy köpeği olduğunu unutturmamıştı. 165


GURBET

Kamptan ayrılmazdan birkaç gün önce, yakındaki köylerin halkı «Aslan»ı bir nevi pusuya düşürmüştü. Öte­ ki köy köpeklerine muamelesi, köylülere yaptığından farksız olan «Aslan»; köylülerin tertibi, kışkırtmasiyle, kendi benzerleri tarafından boğulmuştu. «Aslan>>ın bu akibeti, ecnebi efendilerini pek o kadar düşündürmedi. Fakat köylüler, işçiler; hüviyetini yitirmiş, yabancı eliy­ le yarı medenileşmiş, muhitine düşman kesilmiş olan kö­ peğin bu sonuna sevinmişlerdi. <Birinci yayım ; Dönüm, aylık dergi, sa­ yı: 26, Ağustos/1934, ikinci yayım ; Oğuz, aylık dergi, sayı : 3, 1952.)

166


SOKAÔA DÜŞEN TİCARET Sokağa düşen ticaret. . . Göçebe ticaret. . . Sabahın sa­ at altısından gece yarısına kadar ayakta, sürünen, haykı­ ran, yakanıza sarılan; ne evinizde ne sokakta size dü­ şünme, dinlenme imkanı bıra.lrnn bu sokağa düşmüş ti­ caret! . . Anado] u'da komünizmi kurmak istiyenler, gelsin de memleketin bu en ileride sayılan vilayetinde ticaretin uğ­ radığı bu sefaleti görsünler . . . Sözde kapitalist olan Ana­ dolu tüccarının, bu sokağa düşen, sokakta sürünen serma­ ye macerasına baksın, ve hülyalarının manasızlığını an­ lasınlar! Size, hemşehrilerim, «İstanbul höyük şehirdir . . . » de­ miştim. Herbirinin, toprağı ayrı, halkı ayrı, adetleri ölçü ve dirhemi ayrı olan bu şehirde birbirine benzer tek şey var: Sokak satıcısı! Yani sokağa düşen ticaret! Yani memleketin sözde en ileri vilayetinin bağrında geçen, Türk sermayesinin sürü­ nen macerası! Tüccar gı1ya en refahlı bir serbest meslek sahibidir, değil mi? İstanbul sokaklarında haykıran ve yakanıza sa­ rılarak size zorla mal sc:ıtan; satmak için yalvaran, yemin eden, tehdit eden, yalan söyliyen, aman Yarabbi! .. ille bu 167


GURBET

yalan söyliyen !.. satıcılar gösteriyor ki aldanıyorsunuz. Bu satıcılar İstanbul halkına kolaylık ve ucuzluk ge­ tiriyor zannedersiniz, değil mi? Ne gezer? .. Seyyar satı­ cılık, ayak satıcılığı alana ve satana tenbellik, ihmal, inti­ zamsızlık, yalancılık, nihayet hastalık sirayet ettiren mel' un bir adettir. Evinin önünden her an satıcının geçeceği­ ne emin olan ev hanımının işini bir saat, bir program içind.e yapması nasıl bir hayalse, aynı hanımın veya beyin bu yüzden yemek, çalı�mak, yatmak hususunda ihmalci, intizamsız kalacağı o kadar meydanda! Belediyenin tefti­ şinden tabiatiyle uzak ve azade kalan bu göçebe ticaret nasıl hileye, yalana alışkın ise, bu yalanı, hileyi göre gö­ ren inanma kaabiliyetini yitiren halkın insafsız, pazarlıkçı, sahtekar olması o kadar tabii! Sıhhat ve idare ilminin mürakabesinden korkmıyan bu gemi azıya almış, fakat sürünen ticaretin en çürük, en katkılı, en şüpheli malları satması nasıl zaruri bir haki­ katsa, bu belaya alışan diyarın sefaletten, hastalıktan kur­ tulmıyacağı o kadar kat'i bir netice! Nihayet, vergi sistemi kuran bir hökfı.metin bu sey­ yal, bu renksiz ticaret yüzünden zarara girmesi, aldan­ ması ise bütün bu neticelerin şaheseri ! .. Bu ayak satıcılığını sakın bizim bazı yerlerimizde, Batı Avrupa'nın hemen her beldesindeki hal, pazar usu­ liyle kıyasetmeyiniz. Haller ve pazarlarda ne say, ne ser­ maye, ne satan, ne alan bu çeşit hareketlerle sürünmez. Bu yerler iş bölümünün, intizam ve istikrarın, bir netice­ sidir ki, sade refah, kolaylık getirir. Ayak satıcılığıyle sürünen insanları, sokaklarımızda «eskiler alayım! » diye diye «tekeden teleme çalabilen .. » meşhur tabaka ile de kıyasetmeyiniz . . . Bu maceraya Ana­ dolu'nun en saf, en gürbüz unsuru bir kapana tutulur gi168


MESELELER

bi tutulmaktadır. Senelerce süren bu yalan dolan, bu se­ falet sergüzeştinde haşriineşir olarak köylerine, kasabala­ nna dönen bu cidden çalışkan, sabırlı memleket çocukla­ rı; gerçi kemerlerinde birkaç banknotla dönerler amma, dinç gidenlerin beli bükülmüş, genç gelenler kocamış, ba­ kımsızlıktan, dişlerinin kanını gıda yerine somurmaktan yüzlerinde renk, iliklerinde derman kalmamıştır. Memle­ ketlerinden afif, temiz çıkmışlar, hilekar, yalancı dönmüş­ lerdir. Yeni bir iktisat peygamberi bekliyoruz. Bu peygam­ berin ilk işi millet haline gelen bu me.mleket halkının bir­ liğine layık bir iş ve mal istikrarı kurmak olacak ve şu sokağa düşen, göçebe ticaretini bir yere bağlamak, şüphe­ siz bu peygamberin ilk gazası olacak ! .. Sokak satıcılığı. . . memleketin sıhhatını, şerefini me­ zada çıkaran mel'un adet!.. Hangi memleket çocuğu seni kaldıracak bu gazaya girişmez ki? .. <Türksözü, aylık dergi, 1932.)

169


HASTAHANEDEN SESLER I

Hastahaneyi eyi teftiş ve tetkik etmesini biliniz: Bü­ tün bu milletin mekanizmasını, hüviyetini tanımış olur­ sunuz. Teftiş ve tetkiklerini cemiyet için, insanlık için temiz neticeler almak emeliyle yapanlar hastahaneyi bir hasta gözüyle görebilmelidir. Bilmelidirler ki: Hastahane, has­ talar içindir ve onlar için olan bir şeyin onlara uygun, onlara şifa ve fayda getirir olup olmadığı asıl meseledir. Bir mahpusun bir hasta olduğu herkesçe kabul edil­ miştir. Fakat ne gariptir ki her hastahane bir mahpushane gibi idare edilmekten kurtulmamıştır. Yalnız işret mi «güheri ademi temyize mihenk»tir? İnsanın «çırılçıplak çarmıha gerildiği» hastahane daha az mı insan karakterini meydana çıkarır? İltimas; adaletsizliğin, güler yüz ve tatlı sözle hakkın, hakiki şefkatin yerini gaspetmesidir. Bu basit ahlaksız­ lık hastahanede bir kaatil kadar şeni, tahripçi oluyor. Hastahanede en ufak şahsiyetin bile böyük, nüfuzlu eyi görünmesi de gösterir ki cihanla aranızdaki nisbetler değişmiştir. Radyodaki sanat nağmelerini asansör gürültüsüne kim 170


MESELELER

tercih etmez? ( «makina!aşmak» istiyenler müstesna!) Fa­ kat bir hastahane ki, ameliyat geçiren, kan kusan has­ tasını, ilk devirdeki insanlar gibi zahmetlere sokarak yü­ rütür, nakleder; ve sonra asansör yerine radyo takar! O, yıkılası bir simsar evidir.

il Hastalık, bizi; işliyen, realize eden cemiyetin kad­ rosu dışına atmakla kalmaz; adet, telakki namına neler varsa üstümüzden onları ödünç bir elbise gibi atar. Ve biZ, ilk insanlar gibi, tabiat kanunlariyle başbaşa kalırız: Çırılçıplak! Ayıp kalkar, şefkat manasını kaybeder. Dert... Dert . . . İnsanı hayvan yapar; yalnız kendine bakar, yalnız kendini düşünür. Hastalıkta bir derece vardır ki insan madde halinden çıkmış; yalnız his, şuur kalmış gibidir. Veremlilerin ni­ çin aşkla nefeslerini tükettiğini, onlar gibi kan kusmıyan, nen�den bilecek? Hastanın sinirleri kılıfından çıkan keskin bir hançer gibidir. Onu severseniz gazaplandırmayın. Fakat gazap­ lanırsa sakın kızıp kırılmayın: En geçici gazap hastanın­ kidir. Çünkü esası yoktur. . Her ziyaretçi cemiyetin kadrosu dışında kalan hasta­ ya o höyük teşkilatın bir selamı, bir ihtarıdır. Bu saye­ dedir ki hasta, hayatın ebediyen dışına atılmadığını, bir ihtiyat kuvveti halinde kaldığını, cemiyetin kendisine gi­ ne vazife vermiye hazır bulunduğunu. . . sezer, bilir ve kuvvet bulur. Hastaya çiçek getirin : Bazan yiyeceğe muhtaç veya müsait olamaz; fakat bahan, neşeyi, rengi hulasa eden çiçeğe teşekkür etmiyecek azdır. 171


GURBET

Eleğimsağma efsanesini yalnız şunlar hakikat haline sokarlar: Hastaya çiçek getirenler! Çirkinse güzelleşir, ya­ bancıysa tanışır, düşmansa dost olur, nişanlıysa evlenir­ ler! Paraya düşman olursunuz: hastahanede! Fakat hiçbir yerde paraya oradaki kadar muhtaç değilsiniz! 111

Düşmanların en tehlikelisi hangisidir? Görünmiyen! .. Doktorun böyüklüğü işte burada: Nisbetsiz bir kuvvet önünde, zekasıyle bütün insanlığı müdafaa eylemesinde! Doktor! Düşmanların en müthişi olan görünmez düş­ mana, hastalığa karşı, insanlığın asıl müdafii sensin! Bu vaziyetinle hangi kahraman senden höyüktür? Bu böyüklük siperisaika gibi, en böyük ve tehlikeli mesuli­ yetleri senin yakana tevcih eder, unutma! Ne acı inkisardır ki bir tarzı umumide bugünün te­ lakkisi şudur! Avukatla doktor felaketin ticaretini yap­ makla geçinirler. Doktor hastasına gösterdiği alaka ile karakterini de göstermiş olur. Kibir herzaman boşluğun, hiçliğin kalkanıdır. Fakat doktorun kibrinde aşağılık, tehlikeli bir tecavüz de var­ dır. Şefkatini kime sakiıyorsun doktor? Hastana akıtmadı­ ğın bu pınar kapandıysa sen alelade, makine denen de­ mirden farklı mısın? Simsar kelimesinde tıpkı bezirgan kelimesi gibi bir pespayelik gizlidir. Fakat bu kelimenin bayağılığı hiç bir zaman sıhhat kelimesiyle kullanıldığı zaman kadar tüyler ürpertmemiştir. 1 72


:MESELELER

En bayağı düşmanlık nedir bilir misiniz? Doktorluğu­ nu, şifa dilenen hastasına bir silah gibi kullanan namer­ din hareketi!

iV Hastabakıcısını seçemiyen hastahane, doktorun daha işin başında mahkum etmiş demektir: Pıçağı operatör kul­ lanır, fakat onun zehrini temizliyen hastabakıcıdır. Bir ameliyatta neşteri vuran doktorsa yarayı iyi eden hasta­ bakıcıdır. İç hastalığını hekim anlar, fakat hastanın ölü­ mü hastabakıcının elindedir. Uhut faciasını bilirsiniz; kırk okçu bir boğazda, vak­ tinden önce ayrıldılar ve bütün bir ideal çökmek tehlike­ sine uğradı. Hastabakıcının vaziyeti aynıdır. Harpların en müthişi olan (doktor - hastalık) cidalinde şefinin yaptığı­ nı en ufak bir gafletiyle, cehaletiyle mahvedebilir! Çirkinlik ne fazilettir, ne de fazilet verir. Fakat bir hasta bakıcının güzel olmaktan evvel faziletli olmasını arayan doktor, hastasını mutlaka kurtarmıya azmetmiş­ tir. Aynı derecede hasta bakıcılardan birini tercih etmek lazım gelse, en şefkatlisini seçerdim. Kalbsiz bir hasta­ bakıcı bir makineden farksızdır. Halbuki insan kalbine kadın sezişine (intuition) bir hasta kadar muhtaç kim vardır? v

Hastahane bir vatandan dışanda mıdır? Bir vatanın müessesesi olan bu yerde bir vatan terbiyesini nasıl dü­ şünmezsin doktor? Şefkata istinat ettireceğin bu terbiye­ yi nasıl ihmal edersin? «Personel» inize eyi bakınız. Kendilerinden şefkat, dik1 73


GURBET

kat, fedakarlık beklediğimiz bu unsurlara şefkat, dikkat, fedakarlık göstermiyen hastahane ve doktor boşta dönen yaldızlı bir yalandır. «Personel»in hırsız, gaddar olmaması senin elinde doktor! Onlan aç, çıplak, yatacak yersiz, ilaçsız ve kont­ rolsuz bırakan; hırsızlık ve gadirden başka ne beklemeye haklıdır ki? (İlk yayım; Türksözü, aylık dergi, 1932, ikinci yayım ; Kalem, aylık dergi, sayı 14-15, Şubat-Mart/1950)

1 74


BİR İSTANBUL MEKTUBU İstanbul bir değil bin şehirdir. Ve ben onun İstanbul semtinde oturuyorum. İşim bu tarafta; günümü buraya, bu semtin itiyat­ larına, hayat tarzına uydurmak mecburiyetindeyim. İçti­ mai hayatımızdaki en basit teşkilat yokluğunu derhal an­ lamak için, gelin bu itiyatları, hayat tarzlannı beraber görelim hemşehrilerim. Kaçta mı uyanırım? Bütün normal hayat geçiren!er gibi onbirde uyumak, yedi buçukta uyanmak isterim. Fa­ kat sadece isterim, yoksa bu saatte uyanırım değil! Ben mutlaka saat beş buçukta uyandırılırım. Evimin sahibi, yaramaz komşular.. tarafından değil; satıcılar tarafından! Daha beş buçukta başlayan sokak satıcılan, İstanbul'­ un hakiki bir belasıdır. Bu bela, herkesten önce fikri ile hayatını kazananlann başına musallat 9lur. Sayışı bilin­ miyecek kadar çok bu �eyyar pazarlar, müselsel bir fer­ yat, her telden fışkıran gürültü tufanı ile sizi esaretleri altına almışlardır: İstedikleri sa::: tta uyanmak mecburiye­ tindesiniz. Bari uyanınca okumak, başka bir iş görmek mümkün olsa? Ne gezer! .. Gürültüleri sayılan gibi sayısız, cinsleri gibi çeşitli olan satıcılar, dünyanın en inatçı ısrarlariyle 175


GURBET

kulağınıza ve o ince yoldan beyninize musallat olmuşlar­ dır: Beyninize gerilen milyonlarca notanın titreşmesin­ den doğan bir ağ içindesiniz: sükun mümkün mü? Dü­ şünme mümkün mü? Dinç, çalışmaya iştahlı olması lazım gelen gününüz, daha uyanırken böyle iradenize bela olan bir tecavüzle başlar. Siz de çaresiz bugünü yaşamaya başlarsınız. Yıkanacak, kahvaltı edeceksiniz. Şunu biliyorsunuz ki ben bir talebe vaziyetindeyim. Oturduğum yer bir aile ocağı değil, bir pansiyondur. Bir pansiyon! Bu kelimeyi icat eden ecnebi milletinin dilinde pansiyon, otel odaları­ nın (Necip Fazıl'ın ölmez parçasıyle anlattığı .. ) kimsesiz­ liğini, soğukluğunu, yabancılığını unutturacak bir yer, bir aile muhitidir. Halbuki bu semtte, hatta bütün İstanbul'­ da, pansiyon yalnız azlıkların kurduğu bir tuzaktır, bir ağdır ki boyuna genç Türk avlar. Odanız rüzgarın pervasızca girdiği bir alafcık, bir harman yeri, veya her çeşit böceğin sizden istifade için kurduğu bir yuvadır. Temizlik burada, sokaklarımızdaki temizliğin . benzeri; mobilya, yangından kaçırılmış paçav­ raların para kazanacak �ekle konmuş bir kolleksiyonudur. Ev sahibiniz? Türkten gayri olduğu için selam vermez, selam almaz; iniş, geliş ve gidişinize yiyecek gibi bakar Siz işte bu tehlikenin kanat gerdiği soğuk çatıda uya­ nır ve yıkanmak istersiniz. Sabah hali . . . Bilirsiniz ki her yerde ve herkes için zaruri bir laübalilik içindedir. Bu haliniz kendiniz için -;e kendinizle kaldığınız müddetçe tabiidir, zaruridir. Fakat. . . Odanızın içinde, yani size ay­ rılan hudut içinde .. hiçbir vasıtanız yoktur; dışarı çıka­ caksınız. Sofa böylece en mahrem, en dağınık kıyafetle­ rin birleştiği bir gayri - iradi sahne haline geçer. 1 76


MESELELER

Kahvaltı .. Bunu ev sahibiniz size temin etmez. Eder­ se sizi muhakkak mahveder. Onu siz odanızda hazırlıya­ caksınız. Odanızda hazırlamak .. Bu ne güç bir derttir bi­ lir misiniz? Havayı bozmak, odanızı kirletmek üstünüzü başınızı berbat etmek, okumaktan, fikir hareketinden mahrum kalmak pahasına .. bu derde katlanacaksınız! Fa­ kat bilseniz daha ne kadar engeller var!. Bu engeller herşeyden evvel sizi, size mal satmak için uyandıran, başınıza bela olan satıcılardan başlar. Ne almak istiyorsunuz? Süt mü? Fakat alacağınızın doğru ölçüldüğüne, doğru fiatla verildiğine nasıl emin olacaksı­ nız? .. Dedim ya: İstanbul bir değil, bin şehirdir, ve her birinde ayrı tartı, ayrı fiat vardır. Beş semtte aldığınız müşterek ve dürüst bir tartıdan geçirı:;eniz mutlaka muh­ telif cinste tartılarla karşılaşırsınız. Fakat asıl höyük tehlike bu alacağınız şeyin mahiye­ tindedir. Süt.. Eğer her beyaz renkli akan şeye bu adı veriyorsanız bilmem .. Yoksa buranın satıcıları ömürle-. rinde bir kere olsun hakiki süt satmamışlardır. Mikrop, hastalık tehlikesini hiçe sayarak, bu en kirli kaplarda, en kirli bir tarzda satılan ak renkli cıvık nesneyi aldığınızı farzedelim: Onun bir kere bile içinize sinerek içemezsi­ niz; ya kesilir, ya bulaşık suyu rengi, kokusu ile ağzınıza yapışır. Böylece, emniyetten tamamiyle mahrum, beklediğiniz neticeden tamamiyle mahrum, en ufak bir doğruluk, sıh­ hat imkanından tamamiyle mahrum bir sabahın içinde dünyaya gözünüzü açmış olursu.1Uz. Aç ve neşesiz soka­ ğa fırlarsınız. Sokak, Romalılarpan beri tamir görmemiş hissini ve­ ren bir dağ yolu azmanıdır. Mehmet Akif'in senelerce evvel yazdığı meşhur manzumesinde tarif ettiği uçuruma 1 77


GURBET

benziyen, göle benziyen, adaya benziyen, nehre benziyen bir geçit, bir nevi sırat köprüsü! . Neresinden ve nasıl yü­ rüyeceğinizi şaşırdığınız bir meydan, feraset, kuvvet ve tahammül meydanı !Ayağınıza basarlar, üstünüze toz top­ rak, su dökerler, hatta hatta.. (beni affediniz) yukarı­ dan tükürürler! Bu bela yağmurundan şaşkına dönerek asıl ana cad­ delere çıkarsınız. Size İstanbul'un otomobil ve tramvay­ larından bahsedeyim mi? Yakanıza yapışan, satıcı mıdır, dilenci midir ayırt ediJmiyen gazete satan bedbahtlardan bahsedeyim mi ? Başınız perişan, gönlünüz harap .. işinize başlarsınız. Yegane zevk işte hu: işiniz! Yaratırsınız, insanlığın yarat­ tıklarına kendi kudretinizce ilavelerde bulunursunuz. Bu sizi teselli eder; daha cesur, hatta daha neşeli akşam üstü dışan çıkarsınız. Şimdi saat 5 tir. Havalar kararmıştır. Bereket versin elektriklere!.. Sizi birçok çukurlara düşmekten kurtarmaz amma soyulmaktan kurtarır! Hemen eve dönemezsiniz. Oturacak, yemek zamanına kadar dinlenecek, düşünecek, bekliyecek bir yer ararsınız, fakat bu yer nerede? İçinde yığınlarla tavlacı ve ku­ marcı biriken sinsi, kirli kahvelerde mi bu umduğunuzu bulacaksınız? Size yalnız yorgunluk, yalnız tiksinme sak­ lıyan bu kumar ve sigara yuvasına girmek, koleraya bile bile yaklaşmak değil midir? Fakat çaresizsiniz: ya evinize giderek tekrar yemeğe, buralara ineceksiniz; ya «karşı»ya geçeceksiniz ya bura­ ya, hapise girer gibi gireceksiniz. Buraya gömdüğünüz saatlar iştihanızı da neşeniz gibi yoketmiştir. Yemek bo­ ğazınızdan bir zehir gibi zorla iner. Ve siz, sabahki azap, istihkar bulaştıran maceraya yeniden başlamak üzere, ay178


MESELELER

nı «yol» denen coğrafya efsanesinden, aynı pansiyon de­ nen medeni efsaneye bir esir tevekkülü ile dönersiniz. Böylece, herhangi medeni bir beldede, haklanna sa­ hip vatandaşların tabii haklan, itiyatlan olan yaşama tarzı.. İstanbul Anadolu'nun bu en ileri vilayetinde yal­ nız zenginlerin erdiği bir lüks haline yükselir. İnanınız hemşehrilerim; benim semtimde oturmak bekarlar için hakiki bir Kerbela faciasıdır. Ve Türk'ün çocuğu işte bu sebeple de (Beyoğlu) na taşınmaktadır. fTürksözü, aylık dergi, 193 1 . )

179


BAŞKA BİR İSTANBUL MEKTUBU (Petrograt) pastahanesine evimden yaya geldim. Evimden, yani ta İstanbul semtinin Marmarayla öpüştü­ ğü kıyılardan! Yolum «Tünel»e kadar, çirkin, kötü giyinmiş, kah başıbozuk yığını, kah kavga yapan iki düşman halinde yörüyen insanların aktığı, bir kanal.. Yollar pis, kaldı­ rımlar bozuk, caddeler az, avare insanların geçit yeri. Dükkanlar kapalı; açık bazı dükkanlar boş .. Yalnız kah­ veler ve yalnız bunlar daima açık! Burada insanlar bir duman ve gürültü kasırgasına sarılmış otomatlar gibi gö­ rünüyorlar. Burada sadece oturana, tuhaf gözlerle bakar­ lar. Buraya aile ile, kadınla girilmez.. Burası arkadaşın, dostun, sevdiğin buluştuğu yer değildir; burası birbirine düşmanın, herşeye düşmanın, tefekküre düşmanın, çalış­ mıya düşmanın, ideale düşmanın biriktiği izbedir. Bu iz­ belerin camekanları hasta adam gözleri gibi: bulanık. Ora­ da, bakanların yüzü, bütün milletlerin gümrük memurla­ rı gibi şüpheli! Yolda yürüyen kadının, kadınla erkeğin en süslüsü, en hazırlıklısı bir tarafa doğru akar: Beyoğluna! Tünel­ den çıkınca lavantalı, güzel giyili insanların bollaştığı; mamur, yeni bir beldedesiniz. Burada caddelerin orta180


MESELELER

sından gidenler az. İnsanlar sağ ve sol yaya kaldırımının dar kanalına bölünmüş.. Gerçi burada da insana çarpan­ lar, ayağa basanlar, sokağa tükürenler (ah . . . ille bu sefil, bu sıhhat, bu güzellik düşmanı mahlıiklar.. ) , yaya kaldı­ rımının ortasında durup bağıra bağıra konuşan ve yol kesenler, burada da insanı iliklerine kadar süzenler var.. Fakat nisbeten az ! . Çoğu kendi işinde, kendi düşüncesin­ de, kendi endişesinde.. Herkes kendinin hürriyetini baş­ kasının zararında, rahatsızlığında aramıyor. Niçin Beyoğlunda bu kadar insan var?. Niçin bu ba­ sık, güneş görmez yerler-: memleketin çocukları bu kadar koşuyor da mesela Aksaray semtinin güneşle, açık hava ile cennetleşen yerleri yangın yeri halinde? Niçin kahve dediğimiz sefil birikinti yeri tipi, İstanbul taraflarında pusu kurmuştur da gazino tipi yalnız Beyoğlunda var? .. Niçin Türk çocuğu anası, bacısı, refikası, nişanlısıyla .. dinlenmek, konuşmak isterse Beyoğlundaki yabancı ça­ tıların misafirperverliğine sığınabiliyor da içinden çıktı­ ğı İstanbul semtinin hiçbir köşesinde o sükuneti, o hür­ riyeti bulamıyor?. Çünkü ötede (tesamüh - indulgence) var; insanın, va­ tandaşın kendi gezme, eğlenme ve düşünmesini tanzim etmesinde salahiyet hakkı, hürriyeti orada eski bir an'ane! Evet, bu levanten, bu kozmopolit, bu Batı, Orta Avrupa'­ yı yarım yamalak taklit eden, içinde Türkten çok Türkten gayri bulunan, Türkçeden çok Fransızca konuşulan bu yerlerde tesamüh vardır da Türkün çocuğu buralara ko­ şuyor.. Bu pastahanede size hizmet eden kadın, demin siz kapıdan girerken merdivenin dibinde arkadaşları ile soh­ betini bozmıyan, güzel giyili kadındır. Halinde terbiyesiz­ liğe yakın bir istiğna var. Yer göstermez, sizi derhal ne 181


GURBET

içeceksiniz sualleriyle tedirgin de etmez, masanızı siler, size selam vermez .. Ve size yalnız paranızı alınca teşek­ kür eder. Size yerden temennalar ederek, size bin çeşit unvanlar vererek yolcu etmez. Fakat getirdiği çay nefis­ tir, hakiki çaydır. Siz ı�onuşurken gözünüzü size dikmez. Sözlerinizi dinlemez. Sizi bir nevi göz hapsine almaz. He­ le sizin yanınızda kimse ile kavga etmez. Siz, parasını ve­ receğiniz bu köşede, gidene kadar, evinizdesiniz: Dilediği­ nizi yanınıza kabul eder ,dilediğinizle görüşürdüsünüz. Yahut sadece okur, sadece düşünür, sadece yazarsınız. Si­ zi kimsenin rahatsız etmesine imkan yoktur. Şu hürriyet, bir çay parası mukabilinde satın aldığınız şu sükun ve hususiyet: Bunu İstanbul semtinde yalnız iki yerde bula­ bilirsiniz: Mezarlıkta, cami avlularında!.. Fakat kat'iyen ismine kahve denilen musibet merkezlerinde değil. (Türksözü, aylık dergi, 1932.)

182


YOKOLASI A YRJLIK Karadeniz kıyısındasınız .. Yemyeşil bir fındıklıktan eşsiz bir denize dalmışsınız. Yanıbaşınızda konuşulduğu­ nu işitirsiniz.. Sizden bahsediliyor. «Adana'dan yaban­ cı ! .» dendiğini duyuyorsunuz. Şaşırıyor, irkiliyor ve «Ben mi? Ben mi? Yabancı ? Ben ha? Yahut çıldırdınız mı? Şu , fındıkların dibini eşeleseniz, birkaç yüzyıllık Farsak kemiği bulursunuz .. » diye haykıracağınız geliyor. Fakat neye yarar? Sesiniz dalgaların, fındık hışırtılarının ara­ sında kaybolup gidecektir. Akdenizin doğusunda, Çukurova'nın bir güzel lima­ nındasınız. İskelenin işlek alemini umutlu umutlu gözden geçiriyorsunuz. Daha çeyrek yüzyıl yok ki, burada Türkün yalnız adı vardı. Bugün de işin, sözün hepsini ta özün­ den Türk görmeğe hasretsiniz. Amma dünle bugün ara­ sındaki fark bir uçurum! Bu anda Adanalı bir dostun başını salladığını görürsünüz: «Daha çok ister.. Daha çok ister.. Şu Kayserilileri bir kovabilsek! » dediğini duyarsı­ nız. İliklerinize kadar titresiniz. Boğazınızı çığlıklar yır­ tar. «Ne yapıyorsun dostum, ne yapıyorsun? Mısır'ı, Ye­ men'i, Dürzü dağlarını bizim yapan; Çukurova'da Türk benliğini köklendiren kur'a erlerinin arasında, binler ve binlerce Kayserili şehit bulursun. Yabancı bankaların, 183


GURBET

yabancı firmaların ipotek kemendiyle boğduğu Türk çift­ liklerini şu Kayserili kurtarmadı mı?» demek istersiniz. Neye yarar? Sesiniz iskelenin alış-verişleri, Yüreğir'den gelen koza yelleri arasında kaybolup gidecektir. Orta Anadolu'nun batıda, tiren kavışıt'ında, Eskişe­ hirli dostlarınızla çarşıyı dolaşıyorsunuz. 1914 deki karı­ şık çehresini bildiğiniz bu kıymetli beldenizi gözlerinizle, bir fidanı okşar gibi süzüyorsunuz. Firmalar hep Türk .. «Alaiyeli .. Aksekili .. » adlarını belirterek okursunuz. Dost­ larınız gülümser ve size: «Boyunlarına hacıyağı, misk şi­ şecikleri ile dolu camekancıklarmı asıp memleketten çı­ kan bu yarı çıplak yabancıların ( ! ) şimdi nasıl piyasaya ha­ kim olduğunu .. » üzülerek söyler. Kulaklarınız uğuldar, gözleriniz dumanlanır. Anadolu'nun arıyı, karıncayı, en ileride Avrupalıyı imrendiren bu cehit, sabır, başarı abi­ delerinin nasıl yadırgı sayılabileceğini sormak istersiniz. Dünyanın en böyük ve devamlı İmparatorluğu olan Os­ manlı Türk devletinin ilk hutbesini okuttuğu beldeciğin eşiğindeki bu belde yoluna kaç bin Aiaiyelinin, kaç bin Aksekilinin «Cam-ı şehadeti nuşettiğini» düşünürsünüz. Neye yarar? Uçak pervaneleri, tiren çığlıkları ; hatıraları bir sam yeli gibi alıp gitmiştir. Anadolu'nun şarkında, kahraman bir «serhat», bir sı­ nır beldesindesiniz.. Taşını, toprağını bütün bir milletin kaniyle yuğurduğu, kaç kere istila görmüş ve hepsini de erkek göğsünde boğmtt§ bulunan şehri yarı hayranlıkla, yarı melankoli ile geziyorsunuz. Bir «Sarıkamış»ı ıçın doksan bin Anadolu fidanının doğrandığı bu yerleri her adımda öpmek, derelerine sinen tarihi örselememek için bastığınız duyulmasın istiyorsunuz .. Herşeye rağmen geli­ şen şehri, göğsünüz kabararak gözden geçiriyorsunuz. Fir­ malar arasında Trabzon'un, Rize'nin çocukları böyük yer 184


MESELELER

alıyor. Bunu ne kadar tabii buluyorsunuz! Melikşah'ın Selçuk cengaverleri buraları çiğnediğinden beri, kaç bin, kaç binlerce Karadeniz uşağının kanı öteki Türk aşiret yiğitlerininkiyle buraları sulamıştır! Şu herbirinde bir efsane uçuşan tabyalara ad veren öbek öbek şehit arasın­ da bazen en ön safı Trabzonlu'nun, Rizeli'nin. Samsun­ lu'nun mübarek kemikleri meydana getirmiyor mu? Birden yanınızdaki sevgili ve aydın dadaş'ın söylen­ diğini duyarsınız: «Bu illere kene gibi yapışan şu yaban­ cıları bir atsak!» Yüzüne bakarsınız, bu «yabancılar!>nn ya Rizeli, ya Tranbzonlu olduğunu öğrenirsiniz. Damar­ larınızda kan donar. Bütün tarihimiz boyunca yaptığınız hatıra seyahatinin vebali, bu sözler için ruhunuza çöker. Fakat; Anadolu'nun şarkında ne fındıkların, ne koza­ ların rüzgarı ; ne pervanenin, tirenin gümbürtüsü bu yük­ sek kalelerin, tabyaların eşliğini geçemez. Orada soyun, tarihin, örfün, an'anenin gülbengi bütün naraları sustu­ racak bir yükseklikte akar durur. Burada sınır boyunda­ sınız ve bütün memlekete seslenecek durumdasınız: Bu yokolası ayrılık nereden geliyor? Biz, her köşesin­ de bir beğin, bir paşanın bodur ve kıskanç devleti kös çalan il istemiyoruz artık ! Biz yekpareliğini tarihimizin mühürlediği bir vatan istiyoruz! Ortaçağda, bu illeri par­ ça parça fethedip, aşiret aşiret yerleşen Oğuz boyları el­ bette o devrin icabına uygun bir hökmetme şekli kura­ cak; dağınık beylikler meydana getireceklerdi. Gine el­ bette bu beylikler, başlarındaki insanın mizacına, huyuna göre, birbirine az veya çok yan bakacak, birbirini kıska­ nacak, birbirinden şüphelenecek, tedbirler alacak; sm:­ rını koruyacak, hökmünü belirtecek farklar, ayrılıklar ya­ ratacaktı. Bütün bunlar, Anadolu'nun yer yer, ayrı bir devlet himmeti, rağbeti ile şenlenip gelişmesine inikan 185


GURBET

vermiş böylece höyük ve köküne kadar Türk kalabilen devletlerin kurulmasını kolaylaştırmıştı. Fakat, herşeyin üstünde o beyliklerin ayrılık damga­ sı işte tarihi yırtarak bize kadar gelmiş bulunuyor. Im­ paratorluk devrinde yer yer yapılmış muhacir iskanlan ile, imparatorluğun kalıntısı olan bazı ayrılıklarla yamalı bohça manzarası alan bu höyük coğrafyayı; bir de bu yok­ olası, mahalli ayrılıklarla doğranmış görmek istemiyorm:. Bu yamalı coğrafyayı yekpare vatan yapmak i�1n do­ kuzyüz yıldır, sınır sınır boşanan Oğuz boylartnın kam namına ayağa kalkıyoruz: Hemşeriler! Bu yokolası, mahalli ayrılıkları kaldırı­ nız. Bu memleket, ona layık olanlar elinde yekpare ve müşterek vatan olmazsa müstemleke olacaktır! (İlk yayım ; Millet, aylık dergi, sayı 5, Eylül/ 1942, ikinci yayım, Bizim Türkiye, haftalık dergi, sayı : 6/7 Nisan/1948, üçüncü yayım ; Oğuz, aylık dergi, sayı : 2, Nisan/ 1952)

1 81i


İLİM, SANAT, POLİTİKA

Eski alışkanlıklardır galiba; memleketimizde bir ilim adamı, bir sanat adamı politika hakkında görüşünü, dü­ şündüğünü söyledi mi, her yandan mırıltılar duyulur: «Hiç olur mu efendim? Herkes kendi alanında dolaşsın! İlim adamının siyasetle ne ilgisi var?» Hele bu ilim ve sanat adamı bizzat bir siyasi bir görüşe sahip olursa, belli bir dava adamı gibi yaşar, düşünür, yazarsa; bu mı­ rıltılar açıkça haykırışmaya, korkutmaya kadar varır: «Ne münasebet? Kendi mesleğinde yapacaklan tükendi mi ki? Dünya kadar işi var, kalkmış politika yapıyor! Haris adam ! Asın! Kesin şunu! Atın hapse şunu! » Doğrudur: Bir takım ilim veya sanat adamları vardır ki ilmin, sanatın mensubudur; yoksa ilimde, sanatda kendilerini yaratıcı yapacak bir davanın sahibi değildir­ ler. Bunlar bir kere girdikleri, yolunu yolağını öğrendik­ leri, kısaca; meslek edindikleri bu işlerde kalmış gitmiş­ ler; zamanla, bu işlerin dışında tek ihtiras beslemeyi dü­ şünmemişlerdir. Yahut bu işler, onlara yaşamalarının amacı olan «rahat, kaygısız yaşama»yı bol bol sağlamak­ tadır ve bu kapıya böylece bağlanmışlardır. Bu türlü in­ sanların politika yapması, politik hayata girmesi sadece 187


GlıRBET

felakettir. Bu felaketi anlamak için politika hakkındaki tarifimizi yapalım : Politika nedir? Politikayı kimler yapar? Veya kimler yapmalıdır? Bir insan, mensup olduğu veya bağandığı topluluğun gidişi, yaşayışı için düşündükleri, diledikleri varsa; bu in.; san bu düşündüğünü, bu dilediğini gerçekleştirmek isti­ yorsa, politika yapıyor demektir. Ve ancak bu türlü bir insan politika yapabilir. Bir cemiyetin toplu yaşayışı, se­ viyesi gidişi üzerinde düşünüşü oimıyan, bu yolda gerçek­ leştireceği şeyler bulunmayan insanın bizim anladığımız yüksek manasiyle - politika yapması hem lüzumsuzdur, hem imkan azdır. Bu türlü davası olmayanlar yapsa yap­ sa entrika yapar; şunun bunun yerinde, parasında, işinde gözü kalır ve onlara karşı kötülük yapar. Demek ki mensup olduğu topluluk için davası bulun­ mayan, tatlı canından ve kaygısız yaşamaktan başka der­ di, gayesi olmayan; edindikleri mesleği ve sanatı, geçim vasıtası bilmekten ileri gitmemiş; yahut bu meslek ve bu sanatın dünyasından başka cemiyet ihtirası, mukaddes ihtiras tatmamış olanların politik hayata girmesi boştur, lüzumsuzdur. Hatta zararlıdır. Çünkü bir yandan meslek veya sanatları yetişmiş bir işçisini yitirmektedir ki bu, umumi gidişin selameti aleyhinedir. Öteyandan, bu türlü insanlar, politika gibi hem çok dinamik, hem boyuna top­ luluğun saadetini hedef bilmesi gereken bir höyük uğraş­ ma alanına kendi kaygısızlıklarını, yahut kendilerinin tek kaygısı olan rahat yaşama miskinliğini birlikte getirecek­ lerdir. Böylece höyük millet davalarını gerçekleştirme yo­ lu, alanı olan politik hayat; köksüzlerin, derbederlerin, «mideperveran efendilerin» toplanma yeri haline girecek­ tir. Böyle bir kerteye düşen politik hayatta, yukanda söy188


MESELELER

lendiği gibi, olsa olsa kıskançlıklar olabilir, yapılsa ya­ pılsa entrikalar yapılabilir. Ve asıl topluluğun işi unutu­ lup gider. Bu türlü - yanı topluluk için davası olmıyan - ilim, sanat adamının politikaya girmesi hiçbir yerde, hiç bir zaman felaketten başka birşey getirmemiştir. Bu bakım­ dan yukarıdaki mırıltıları, korkutmaları, bu çeşit «günlük politikacılar» için yerinde bulduk. Fakat, memleketimizde bugün bile; politik goruşu olan, hatta bir ayrı dünya görüşü bulunan ve insanlan bu görüşe göre kahraman - miskin, eyi - kötü, faydalı faydasız, böyük - küçük diye ayırmaktan çekinmeyen bil­ ginlere, sanatkarlara karşı bir şüphe, bir nev'i ittiham havası vardır. Bu bilginin, bu sanatkarın cünya görüşüne, politik görüşünün nev'ine karşı şüph�. itiraz yapılabilir. Amma bu türlü meslek adamının, bir dünya görüşü, bir politik görüş sahip olmasına kcırşı gelmeyi hiç bir zaman doğru bulamıyoruz. Tamamiyle tersine kendi milletlerini temel yapmayan; kendi milletlerini dünya içindeki milletlerin, nizamların karşısında veya arasında, bir düşünce siste­ mine temel yapmayan meslek adamının faydasından şüp­ heleniyoruz. İlim ve meslek hayatı; kendi mahiyetlerin­ den dolayı insanları alabildiğine ayırmaya, insanlar ara­ sında meslek rekabetleri, menfaat çatışmaları . yaratma­ ya doğru gidiyor. İnsanları böyle parçalayan ve aslında son derece zorlu, tesirlı olan meslek ve araştırma haya­ tı içinde; insanları topiayıcı unsurlara höyük önem ver­ mek zorundayız. Meslek hayatı, bir insanı cemiyetin için­ de parazit olmaktan kurtardığı; sistemli düşünüp görme­ ye alıştırdığı için şüphesiz ki örnek adamın vasıfların­ dan biri de meslek adamı olmaktır. Amma dünyadaki 189


GURBET

bütün mesleklerin, bütün çabalamaların gayesi insan, ya­ ni cemiyet insanı olduğunu unutmayanlar için herşeyin üstünde insanları düşünmek bize en gerekli, en verimli yol görünüyor. Bu iytibarladır ki; ilim ve sanat adamlarının arasın­ da, hareket noktası olarak - insanlığın kendine en yakın, en reel parçası bulunan milletini alabilecek, bunu kendi­ ne dava yapabilecek kudrette olanlar (1) pekala siyaset yapabilir, siyaset hayatına girebilir. Fidyas, Perikles'in fırkasından olduğu için hor görül­ memişti; bugün de onu aşağı görmek kimsenin aklından geçmez. Fidyas'ın tek hemşerisi yoktu ki, hocası yoktu ki, Atina'nın böyüklüğünü, üstünlüğünü dava edinmemiş ol­ sun! Rönesans'ın dev sanatkarlarından bir tanesi bile, si­ telerinin üstünlüğünü hedef bilen politik düşünceden, po­ litik görüşten mahrum değildi! Bernar Şov'un dünyada tanınan değeri, onun politik bir dava adamı olmasını önlemiyor. Arkeolojinin bugün en büyük çehrelerinden olan Gordon Çayld İngiltere'nin saadetini, böyüklüğünü hedef almaktan, bu hedefi en sol bir davaya dayamaktan çekinmiyor. Galiba gene bunun içindir ki atom bombasını, bütün milletlerin eline verme­ yen bilginlere kimse kızmıyor. Gene bunun içindir ki Bir­ leşik Amerika Devletleri'nde dış işleri bakanı seçmek ge­ rekince, serbest bir fabrika müdürü bu işe girmekten kork­ muyor. Böyle bir politik sahanlığa, bir siyaset doruğuna çıkamayan ilim ve sanat adamı mutlaka küçük ve kötü ol( 1 ) Kendi milletinden başkasının politikasını yap­ mayı, daha birçok zaman için kendimize gereksiz bir lüks sayab1llriz. Bizden başka m1lletin politikasını yapan, davasını - hem de birinci derecede ..,..- güdenler çoktur ki !

190


MESELELER

maz. Amma, yaşadığımız dünya bu türlü uzmanlannı, ba­ zen «ashab-ı kehf» diye anar; çok kere de «dünya bos­ tanını besleyen gübre» gibi kullanır. «Siyasi terbiye» almış, kendisini bildiğimiz bu türlü yetişkin insanları aramızda çok görmek, bahtiyarlık ola­ caktır. Ancak bu türlü toplayıcı, çünkü topluluğa bağlı, toplumun saadetini hedef bilenlerdir ki milletleri kara­ günde, buhran gününde çözülmekten, «insanlık bostanına gübre» olmaktan kurtanr sanıyoruz. <İleri Yurt, aylık dergi, sayı 4

191

-

5, 1945.)


TEHLİKE KAÇAKLARI Renk renk boy boy insan tanırsınız. ak, kimi dağınık, kimi kirli, kimi paktır. istiklal kazanmadığı çocukluk, ilk gençlik na bırakınız, hayatın ders verdiği, sizin o diğiniz devirlerin bu renk renk, boy boy de, ömrünüzde çeşitli teysir bırakmıştır.

Kimi sarı, kimi Muhakemenizin anlarını bir ya­ dersi anlayabil­ insanı üstünüz­

Bu teysirlerden hepside güzel, uygun olmayabilir. Kimisi kabadır, yanyana geçirdiğiniz zaruri vakitlerden ruhunuzda derin bir tiksinti kalmıştı. Kimisi Türkçeyi perişan eden bir kabalıkta konuşur; hareketleri, sözleri kadar laubalidir, tasasızdır, her yer! kendinin çardağı zanneden küstahlıkla kalbi yıkar. Onlardan kulağınızda - huysuz dört ayaklının çiftesine benzeyen - bir gürültü çınlar durur. Gönlünüzde onların her hatırlanışı bir ök­ süzlük uyandırır. Kimisi paranıza, kimisi sağlığınıza, kimisi herşeyden gerekli vaktinize, kimiııi herşeye bedel şerefinize bela ol­ muştur. Terbiyelisiniz, size alıngan adını takmıştır. Saygı­ lısınız, kibirli diye dedikodunuzu yapmışlar. Vazifenize aşıksınız, onu yapar, yaptırır, bu yolda ileri geri bilmez­ siniz; geçimsiz dikbaşlı iftirası ile muhitınizi zehirlemiş­ tir. Herkesin hakkına hörmetiniz var, kendinizinkine de 192


MESELELER

saygı beklersiniz, gösterilmezse karşılığını yaparsınız, di­ siplinsiz diye adınız çıkmıştır. Kimisini bilirsiniz: «Karnı tok, sırtı pek!» tekerle­ mesiyle önüne gelene saldırır; kendisinden başkasını sır­ tından geçinen tufeyli gibi teşhire çalışır; herkese kıt ze­ kalı, ilimden nasipsiz, tutukları yere layık olmayan kal­ pazanlar gibi bakar; buna karşı kendisinin çantasında do­ laştırdığı tek beynelmilel kitabı yazdığını, beynelmilel ol­ duğunu söyler, hürlük bahsinde Newyork'daki hürriyet heykelini söküp Türkiye'ye dikecek; hümanizm bahsinde Erestetalis hakimle, Eflatun hakimi aramızda doğmadığın­ dan dolayı neredeyse çarmıha gerecek; hümanizm diline kem gözle bakanları bir beşinci kol ağası, yahut, bir nevi Türk Cezvitleri Cemiyetini kuran tehlikeli mürteciler gi­ bi ateşe yakacak sertlikte ve tecavüzdedir. Hele ahlak bahsinde; ne kadar demokrasi ne kadar sosyalizm ayeti varsa hepsini sıralayacak taassuptadır amma ne dünün, ne bugünün, ne yarının cemiyetlerinde hoş görülmeyen bütün iştihalara ilmini, şahsını alabildiğine açmakta ör­ nektir; perversite denilen zaaf, onların geniş hür, insan­ ca, ileri yaradılışlarına delil olarak ilan edilir. Halbuki siz onları sahiden alim, sahiden memleket adamı, sahi­ den feragat örneği zannetmiş idiniz! Kimisini bilirsiniz; yad ideolojilerin satın alınmış ada­ mıdır ve böyle olarak memleketin içinde, dışında ün al­ mıştır; şimdi size milliyet hocalığı yapmaktadır. Kimisini tanımışsınızdır dün birl ikte bolşevik feryadu figanı yap­ tığı arkadaşını ele verdikten sonra şimdi hiyanetin mey­ vasını geğirerek göbeklenen, eski yoldaşını gördükçe ba­ şını çeviren bir fırsat diişknüdür. Halbuki size vefa, insan­ lık, karakter dersi vermekten utanmaz. Anadolu'dan tik­ sinir, ona geri bir müstemleke gibi bakar ama her yazı193


GURBET

sının boş kalıbına maske olan şatafatlı başlık «Toprak! Memleket! Anadolu! Deha! Sanat, enerj i ! » ile başlar! .. Ne bileyim ben, hulasa . . . bu renk renk, boy boy insa­ nın her birinde bir türlü ders almış, kırılmışsınızdır. Fakat, bu cemiyet posalarıııın, bu sonradan görme­ lerin hiç birisi vakit vakit önünüze sokulmuş olan tehli­ ke kaçaklarının ömrünüze, gönlünüze kattığı zehiri kat­ mamış, size şu dünyayı zindan etmemiştir. Tehlike kaçağı korkaktır ama her yerde, her zaman böbürlenirler, atar tutarlar. Tehlike kaçağı tipini mektepte şikayetçi, yahut fit­ verici fakat müdürün kapısı önünde sıvışıp giden olarak; yüksek tahsil hayatında - yani hayatın hürlüğü, efendiliği en çok tattırıp tatbik ettirdiği yaşta ve devrede - numara almaya kavuk sallayan, yahut tecavüzü, küstahlığı şahsi­ yet zanneden hilekar olarak, memurluk hayatında «saat dolduran» ve «yangeldizm»in sırrına ermiş yahut mesu­ liyetten kaçan, mesuliyeti yanındakine yüklemesini bilen, yahut böyük bir değerin ayağına karpuz kabuğu koyan sahtekar olarak; amme hizmetine vakfedilecek mevkide, canbazhane müdürü gibi, çevresini eğlendirmekten başka şey düşünmeyen zevk dellalı, her kalıba giren ( = confor­ miste) olarak ve hepsini; bütün hayatlarınca kendinden yu­ karıdakine karşı köle, kendinden aşağıdakine karşı eşkıya olarak bulacaksınız. Onlar, serbest insanların seçerek edin­ diği dost ve hemşeri tipini dünyadan kaldıran, yerine fır­ sat düşkünü, mide ve kese esiri tipini koyanlardır. Bir cemiyette tehlike kaçaklarının artması yalnız fertle­ rin yaşamasında kırıklıklar, umutsuzluklar yaratan facialar hazırlamakla kalmaz; bütün bir milletin ilerisini belirsizlik (indeterminisme) celladının eline teslim eder. O zaman cemiyette, vefa, şeref,inan, doğruluk, çalışmaya ve iradeyle 194


MESELELER

sebata güven gibi ne kadar müsbet değer varsa hepsi iki şeyle anılmaya başlar: «Budalalık! Gerilik ! » Böyle bir cemiyette ise değerler alt üst olmuştur; eyi, doğru, güzel diye müşterek şey kalmamıştır. Tehlike kaçaklarının höküm sürdüğü cemiyette zeka­ nın, vefanın, sebatın, hakiki çalışmanın . . . ya hicret etmesi, ya yok olması, ya muhite uyması, yahut şu rezilleşen dünyayı sahtekarların başına geçirmesinden başka yol , kalmamıştır. (İlk yayım ; Millet, aylık dergi, sayı : 16, Ağustos/ 1943, ikinci yayım; Kalem, ay­ lık dergi, sayı : 7, Mart/1 949.)

195


DOSTLUK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER Elinizden kaçan, yok olan veya azalan herşeye duy­ duğunuz hasret, şimdi dost ve dostluk içinde varlığınızı kavursa, göğündürse yeridir. Bugün kim yalanlanmadan, gerçek dostum var diyebilir? Dostluk - tıpkı ahlak, hukuk, sanat gibi - cemiyet in­ sanının, cemiyet içinde gerçekleştirdiği realitedir. Yani tek insan için, dostluk bahis mevzuu olamaz. Cemiyet adamında dostluk bir zaafla başlar. Zaten bütün sevgiler bir zaafın ifadesi, değil midir? Seven ile sevileni bağlayan bir zaaf, galiba cemiyetlereki iç disip­ J inin (discipline interinseque de la societe) yaratıcısıdır. Çünkü bu zaaf kendiliğinden bir hiyerarşi, bir sıra kur­ makta, topluluğun kendiliğinden bir nizama kavuşması­ nı sağlamaktadır. Dostluğu meydana getiren zaaf, sanatta gördüğümüz, kendini döküp boşaltma ihtiyacının belirttiği zaaf gibi, insanın yalnızlıktan korkma zaafıdır. «Dostluğa dair » okuduğum bir yazıda, bu korkunun iç yüzü oldukça güzel anlatılmıştı: «Dostluğun bittiği, olmadığı yerde; dış alemin kıymet venneğe değer l:ıir şeyi bulunmadığına inandıran insanlardan nefret ettiren - felsefesinin sının bulunur. Yal­ nızlığa giriş, kıymetleri yıkmakla başlar. Başlangıçta . . .

196


MESELELER

vahşi bir zevk ve gururla giriştiğiniz bu işin sonunda mu­ azzam bir çölün ortasında korkunç ve yıkıcı bir iblisle: Kendinizle başbaşa kalırsınız! Bu yalnızlık çölü, deliliğe pek uzak değildir.» Dost deyince etten kemikten, ihtiraslardan meyda­ na gelmiş insanla, insanın münasebeti anlaşılır. İnsan dostu, çocuk dostu, hayvanlar dostu denen dostluklar as­ lında bir fikrin dostluğudur, bir insanın değil! İlk insanın herşeyden korkan ve herşeye karşı ken­ dini korumaya mecbur eden bitmez endişeleri, cemiyet insanını yıkar. Bütün benliğinizi eriten, bizi arı ve karın­ ca ömrüne indiren bu endişeyle gözümüzü dört yana çe­ vırırız. Dost, bu emniyetsizlik, bu endişeler aleminde rastladığımız höyük kervansaraydır. Bu sığınakta insan, endişelerinden soyunur, almaya mecbur kaldığı tedbirlerin kirinden arınır. Denebilir ki dost, kendisine karşı ruhu­ muzun ve bütün yaradılışımızın çıplaklığı ile, olduğumuz gibi çıkabildiğimiz, karşısında korunmak için tedbire, si­ laha ihtiyaç duymadığımız, sözün kısası: Gerekirse teslim olduğumuz, gerekirse kayıtsızlığın bütün tadını tattığımız insandır. Bu, şu demektir ki dostluğun höyük unsuru, emniyet ve emniyeti doğuran inanç (itimat) dır. Kinle, öfkeyle, minnetdarlıkla hatta nefretle başlayan dostluklar vardır. Fakat hiçbir zaman dostluk kinle, nef­ retle, öfkeyle, minnetle sürüp gitmez. Bundan anlaşılır ki dostluk, sevgiye dayanır. Nefret işinde herkesin bir tek nefreti olabilir ama, sevgi işinde böyle olmuyor. Anamı severim ve bu sevgi bir türlüdür. Karımı severim, bu sevgi apayrı bir çeşittir. Ana sevgisini yok etmek, varetmek pek te elimde değil. Sevgilimin sevgisini kararla, mantıkla ölçerek biçerek edi­ nip bırakamam. Fakat dostun sevgisi aklımın, irademin 197


GURBET

işidir. Ve bu sevgının kaderi üzerinde hürriyetin, zama­ nın, düşüncenin, denemenin payı boydan boyadır. Bu iyti­ barladır ki; cemiyet insanının, yani vazifesi olan, mesu­ liyeti olan, hakkı olan, hesap soran ve hesap veren insanın - bence asıl insanın - yarattığı büyük sevgi : Dostluktur. Söylediğim gibi, dostluk - tıpkı ahlak, adalet, sanat gibi yalnız ve yalnız cemiyet adamının yarattığı şeydir. Dağıl­ mamış, insanlık ailesinde yerini; muvazenesini, saadetini yitirmemiş topluluklar, hemen mutlaka dostluklara da­ yananlardır. Bir cemiyette dost ve dostluk yaşamıyorsa anlayınız ki orada derin, çaresi henüz bulunmamış bir buhran vardır. Ve o topluluk ölesiye hastadır. Dostluğun temeli sevgidir, dedim. Ama sevgi bile dostlukta bir sonuçtur. Bu sonucu kuran unsurlar neler­ dir? İlk böyük unsur yukarıda söyiediğim, emniyet ve iti­ mattır. İkinci böyük unsur: Takdirdir. Hür, eşit insanlar arasındaki dostluk bir seçmedir. Şu kadar yahut şu ka­ dar milyon insan arasında dost dediğim, dost diye bağ­ landığım insan, benim bu kadar kütle arasında beğenip seçtiğim - ve şüphesiz onun tarafından beğenilip seçildi­ ğim . . . - insandır. Beğenmek, insanı insandan ayıran müs­ bet farkları görmek, insandaki meziyetleri, üstün yanlan aklımıza, ruhumuza maletmek demektir. Demek, dost, seçtiğimiz insandır ve takdir unsuruna bağlanır. Fakat bu takdiri kimler yapabilir? Davası, şu dünya için görüşü olmayanlar nasıl takdir edebilir? İki buçuk milyar içinde, dDstluğuna güvenilmez denen insan­ ların çoğu; davası, görüşü ve netice olarak karekteri olmı­ ynlardır. Hayatın bu yolda verdiği höyük nasihat şudur: Değersizlerin, karaktersizlerin dostluğundan çekininiz! Çünkü bu türlü «mahlukattan» dost çıkmaz! Değersizin 198


MESELELER

değersizle münasebeti dostluk değil, sürüdeki insiyak ha­ yatının bir parçasıdır. Dostluğun meydana gelmesinde, dostluğa temel verdi­ diğimiz sevginin doğuşunda nasıl bir takım unsurlar var­ sa, dostluğu sürüp gidebilmesinde de bir takım unsurlar var. Bu ikinci gurup unsurların başında tesamühü ve fe­ ragati buluyoruz. Dostluklar tesadüfle başlayabilir dedik. Doğru. Ama dostluk tesadüfle devam etmez. İnsan irade­ si, insan aklı, insan isteği bu devamı sağlıyabilir. Bu de­ mektir ki dostlukta mutlaka bir tesamüh örgüsü var. Kul kusursuz olmaz! Dostluğu kuranların kusur işle­ miyeceğini düşünmek safdillik olur. Dost da yanılır, dost da suç işler. Dostluğun sürüp gıd.ebilmesi kabahatsizlik­ ten değil tesamühdendir. Birbirini affetmesini bilmeyen­ ler arasında dostluk doğmaz değil fakat yaşayamaz. Bunu demekle, dostluk, bir kötülükler, suçlar alemi­ ne dayanmalıdır kanaatini uyandırmıyorum değil mi? Taktirle sevgi ile başlayan dostluk; meziyetlere, eyilikle­ re, olgunluklara dayanıyor demektir. Gene böyle devam edebilmesi için dosttaki her suçu bir ayrılığın vesilesi yapmamak gerekir, diyorum. O suçu bir ayıp halinde dos­ tumuza yerleşmiş görmek istemiyorsak, tesamühü başa almalıyız. Bir ağacı, sevdiğimiz bir çiçeği yetiştirmek için nelere katlanıyoruz! Dostluk gibi bir niymeti esirge­ mek, daha az sabra, emeğe mi mal olmalıdır? Tesamüh . . . Bu aslında kendi benliğimizden, benliği­ mizin aman bilmez iddialarından, isteklerinden, ısrarla­ rından bir vaz geçmedir. Denebilir ki, hodbinliğin mito­ lojideki Narcisse gibi hep kendini s.?yretmenin, hep ken­ dimize sapmanın esirliğinden, tahakkümünden kurtulma­ dıkça dost olamayız ve pek zor dost ediniriz. Söz buraya gelince, menfaat unsuru ile dostluğu kar199


GURBET

şılaştırmak farz olur. Menfaatin ilk şekli - demesi caızse: İlk mukaddes şekli - kendimizi koruma insiyakının gerek­ lerini bilerek, düşünerek yerine getirdiğimiz işlere varır dayanır. Kendimizi korumak . . . Toplulukların ahlaklılığını ilk kanunlaştıran dinler de ancak bunu gözetmiştir. İslam dinindeki: «Zaruretler, sakınılması, yapılmaması gereken şeyleri mübah kılar!» sözü, bu gözetmenin bir örneği gibi alınabilir. Kendimizi korumak sınırı içinde kaldıkça yap­ tıklarımız, söylediklerimiz haklıdır, meşrudur. Ve dost hiç olmazsa bu hakh, bu meşru sınıra saygı göstermelidir. Te­ samüh yalnız iytikat, yalnız düşünce yalnız adet işlerin­ de değil; elbette kendini koruma sınırı içinde kalan öteki işlerde de hökmünü yürütmelidir. Dosttan bu kendini ko­ ruma sınırının dışında halanı bırakması istenebilir ve dos­ tun bunu vermesi benim feragat dediğim şeydir. Feragat hazan - istenen şeyler, kendini koruma sınırı içindeki iş­ lere kadar genişledikçe - fedakarlık denen fazileti doğurur. Bununla beraber, fedakarlığı, bi.c dostluk temeli yap­ mak, onu fedakarlıktan çıkarmaktır. Bu iytibarladır ki, tesamühün yanında dostluğun devam unsuru olan feragatı buluyoruz. Dosttan, kendini korumaya yarıyan imkanları bırak­ masını istememek, gene en basit dostluktur. Fakat bu sı­ nırın dışında kalan, yaşama için bir çerez olan herşeyden vazgeçmeyi; yahut bir şeylerde müşterek inanlarımızla uyuşan yolu tutmayı isteyebiliriz. Hayat şunu gösteriyor ki, dostluğun ilk faciası bu isteklerimizle başlar. Dostluk ister, ama dost, bir isteneni veremiyecek kadar adetlerine, çevresine düşkünlük içındedir. O zaman, dostumuzla olan münasebetlerimizde muvazilik, benzerlik yokolmuştur. Meslek işinde, evlenmede olduğu gibi dostlukta da taktir ve seçme var deyince bir üç seçme arasında kader 200


MESELELER

birliğini de koruyoruz demektir. Şunu söylemek istiyorum. Meslekte, evlenmede buhran olunca yani falan meslek için, yetişen ve yetiştirilen, hiç beklenmedik bir iş ala­ nında karşımıza çıkınca; yani en normal bir temel olan evlenme durmuşsa veya tesadüfle kuruluyor, hemen bir tesadüfle de ortadan kalkıyorsa . . . bir topluluk normal ya­ şamayı bırakmış sayılır. Bunun gibi dostluktaki buhran da, dostluklardaki süresizlik de topluluğun iç hastalığını öyle meydana vurur. Dostluk yoksa dostluklar sürüp gi­ demiyorsa biliniz ki, o cemiyet hastadır. Devletlerle tek­ lerin iç çatısını bir görmekten uzağım. Ama şunu tesbit­ ten kendimi alamıyorum: Tekler arasında dostluk olma­ yınca nasıl o teklerin cemiyeti buhran içinde ise ; cemi­ yetlerde görülen bu buhran, devletler arasındaki seviş­ mezliği, anlaşmazlığı belirtmiş olur. Buhran zamanların­ da cemiyetlere bakınız: Hepsi birbirine düşmandır. Na­ sıl ki öyle anlarda, bizzat o cemiyetlerde, geniş bir sev­ gi, feragat, dostluk buhranı göze çarpar. Dostluklar, tıpkı bir aşk gibi, ana - evlat sevgisi gibi soy, millet, sınır tanımaz. Ve bu insana çok garip görün­ se yeridir. Aşk,. çocuk - ana sevgisi tabiatımıza dayandı­ ğı için; dostluk aklımızdan ,irademizden kuvvet aldığı için! Dedik ya: Dostluk cemiyet insanının ve yalnız hür, eşit insanın gerçekleştirdiği mefhumdur. Bu iytibarla soy, millet, sınır tanımaz ama, derece tanır. Bu derecelerin en altında menfaate dayananlar bu­ lunur. Köpük dostluklardır. ·En üstünde ise, aynı ideale gönül vermiş olanların dostluğu yer alır. Aynı ideale gönül vermiş olanlar, yani davası olanlar dostluktan ayrılmaz mı? Ve insan dostu hakkında yanıl­ maz mı? Ah . . . hem nasıl ayrılır! Hem nasıl aldanır! Da­ vası olan dost olur, tabii. Fakat o hıyanet de edebilir. 201


GURBET

Hiyanetin sebepleri insan kadar karışıktır. Yalnız hı­ yanetin unsurları, psikolojisi ne olursa olsun, şunu gör­ mekteyiz ki, hürriyetin bulunmadığı cemi yetlerde, yahut cemiyetlerin höyük intikal devirlerinde, yahut eşitliğini, benzerliğini yani tecanüsünü yitirmiş bulunan alacalı ce­ miyetlerde hıyanet boldur. Hürriyetini yitirmiş topluluk­ larda hıyanet, kendi ocağındadır ve sürekli dostluk de­ mek olan vefa, mutlak bir iç hürriyeti, istiklal ister. Hür, eşit insan, kendisi gibi hür, kendisine eşit in­ sanla dost olduğu içindir ki, hıyanet ve vefasızlık karşı­ sında bütün insanlık aynı nefretle, lanetle titremiştir. Bir emir kulunun, bir kölenin ahlaksızlığı da, hıyaneti de bi­ zi hayrete düşürmez. Hür davanın adamı bilir ki, hıyane­ tin mekanizması, ya köle derekesine düşmekle nefsinin menfaatını müşterek davanın, idealin zaferinden üstün tutmakla işlemeye başlar. Bununla beraber davasının ada­ mı kalan dost, vefasızı değil, haini cezalandırır. Çünki vefasızlıkta, nihayet insanın insanı aldatması vardır; bu aldatışı ve bu aldanışı doğuran düşkünlüğü anlayıp ba­ ğışlayabilmek mümkündür. Gene bunun için, böyük dost­ ların çok kere affettiğini görmek bizi şaşırtmaz. Fakat bir davaya hıyanet ederek dostunu arkadan vuranda, dost­ luğu çürüten bir kötü kas t. vardır ki, affetmek çok kere i mkansızdır. Burada aydınlatılması gerekli nokta şudur: Bir dost­ luğa temel olan davanın, ideal sahibinde değişmeler gö­ rülebilir. O da davaya, o ideale karşı ij•tikadı değiştiren ve böylece yeni bir da\; aya bağlanan insan pekala görü­ lebilir. Dost olan bu eski fikir arkadaşını ancak dostlu­ ğun derecesinden çıkarır; yoksa açıkça ideal değiştiren insana hainlik damgası vurmaz. Hain, bir ideali bırakan fakat bunu söylemiye cesaret edemiyen, bu bırakışını giz202


MESELELER

leyen, yeni bir ideale gönül vermeyen yahut bu yeni idealini de dostundan gizliyendir. Böylece yalan ve giz­ leme dostluğun iki korkunç zehiri gibi belirir. Entrika­ dan ileri gidemiyen, böylece yalana ve gizliliğe dayanan zamanımızın politikalarının dostlukları öldürmesi, dost ti­ pini üretmemesi ve insanlığa zerre kadar faydalı olama­ ması bundandır. Ataların «gözden ırak olan gönülden de ırak olur» sözü, dostluk bahsinde ayrı seviyelere işaret ediyor sanı­ yorum. Normal olarak; öğretimin, seyahatlerin, uzun za­ .m an memleket değiştirmenin doğurduğu seviye farkları vardır. Bu farklar bir hıyanet değil bir zayıflama doğu­ rabilir. Yetmemek, kafi gelmemek, doyuramamak gibi se­ beplere dayanan bir seviye değişiklikleri, dostlukta tabii görülebilecek zayıflamayı yaratıyor. Bu türlü zayıflama­ lara hem çare bulunabiliyor, hem de dostun dosta karşı münasebetleri bir hıyanet, bir inkar kertesine varmıyor. «Düşenin dostu olmaz, hele bir yol ciüş de gör» sö­ zünü de atalar boşuna söylememışler. Bu söz, «Dostluğa dair . . . » olan güzel yazıda okuduğum ve benim bil'az önce seviye farkı için söylediklerimi genişletir bulduğum bir fikri, ataların da benimsediğini gösteriyor. Fikir şudur: İki dosttan birinin yaşama şartlarında beliriveren deği­ şiklik, dostluklarına kötü akıbetler hazırlıyor. Bu hususta hayat şu sebepleri ileri sürmektedir: Menfaatleri çarpışanlarda ergeç anlayış, görüş, düşünüş ve nihayet yaşayış ayrılığı doğmaktadır. Anlayış, görüş, düşünüş ve nihayei yaşayıştaki benzerlik yahut muva­ zilik üzerine kurulabilen dostluğun bu ayrılıklara dayan­ ması, tabiata uymaz. Dünyamızla münasebetlerimizde, yaşama şartlarımız;. da meydana gelen değişiklik; karşılıklı talihimize, inan203


GURBET

dığımız prensiplere, geçim şartlarımıza, politik mevkie ait oluyor. Dostluğu yaşatan inanma, görme, yaşama benzer­ liğinden doğan değil, bunlardan güç alan muvazilikleri; servet, talih, inan, politik mevki farkları zehirliyor. Tec­ rübe ile bellidir ki, karaketrli bir insanın kanaatında be­ Jiren samimi değişiklik, dostunu inkisara uğratsa da kor­ kutmaz, tiksindirmez. Bundan başka, çalışarak edinilen meşru bir benzerlik de - dostlukları ne kadar değişik ya­ parsa y�psın - bir dostu ürkütmez. Fakat politik mevki farkı çok kere, gerçekten inanılan prensiplere dayanıl­ maktan ziyade, şahsiyetten kaybetme pahasına elde edil­ diği için olsa gerek - dostluklar üzerinde öldürücü tesir yapmaktadır. Politikayı çok kere, harcı alem olan aşağı manası ile ele alan şu dünyada, politik mevki farkı, pek seyrek olarak dostluğu zedelememiştir. Aynı zamanda hem zenginlikten ileri gelen küçümseme ayıbını, hem müşterek prensiplere inanmamaktan doğan yalanı ve gizlemeyi, hem en yakınına bile hökmetmek ihtirasından fışkıran adiliği birleştirdiği için, politika mevki farkı öteki değişiklikler­ den daha yıkıcı oluyor. İktidar yerinin zevki, insanlığın tanıdığı iptilaların galiba en korkuncudur. Çünkü en şid­ detlisi, en gafili, netice olarak da en adisi olarak görünü­ yor. Politikadaki yer, serbestçe alınmıyor da bir insan ta­ rafından, bir gurup tarafından veriliyorsa bu mevki, ora­ ya erişeni bütün insanca imtiyazlardan vaz geçiriyor. Böy­ lece politika mevki - böyle cemiyetlerde - dostun köleliğe düşmesi, köpekleşmesiyle neticeleniyor. Bu düşkünlüğe rağmen, gene böyle cemiyetlerde politik mevki, yanımız­ da veya karşımızda fakat daha alt rütbelerdeki dostumu­ zu ufak, hafif, zavallı gösterebiliyor. Daha dün fikirlerine taptığımız, görüşlerini başkalarının üstünde bulduğumuz, her duygusunu insanca yüksekliğin pırlantası bildiğimiz 204


MESELELER

dost; politik mevki farkı doğunca gözden düşüyor. Müş­ terek imtiyaz olan fakirlik yahut dostumuzun karakteri­ ne şahitlik ettiği için saygılarla andığımız bütün taham­ müller, feragatlar yanımızda bayağılaşıyor · ve birlikte, dünkü dostu gözünüzde küçültüyor, küçültüyor, nihayet siliyor. Bize, eriştiğimiz yeri veren veya verenler toplu­ luğun övünemiyeceği kadar düşük, kötü bile olsa, o yere varınca artık oradan utanmıyoruz. Tam tersine, bizden farklı bir hayat ve mevkide kalan dostumuzla utanıyor, onun dostluğunu unutmaya çalışıyoruz. Böyle anlarda, politik mevki veren mi, kendiniz mi daha alçalmışsınız­ dır pek belli olmuyor! Bunun içindir ki - çok yanlış olarak - insanlara hökmet­ mek iptilası gibi beliren politik mevki; çok kere dost­ lukları kül eden bir hıyanet olarak karşımıza çıkmakta­ dır. Bizi, başkalarına daha eyi, daha mükemmel hizmet etmeye yükseltecek olan bu imkan, bu yer; ne yapılır ki bütün devirlerde, benliğimize daha çok hizmet etmek, yani benliğimize daha çok esir olmak haline sokuyor ve­ ya düşürüyor. İş, bu kerteye düştü mü, artık, yanından yüksele­ rek, ferahlayarak, dünyayı güzel göstererek ayrıldığınız dost; bizi sıkmaya başlar. Hareketlerini kaba buluruz. Düşüncesi serttir, mutaassıptır. Konuşmaları sıkıcıdır. Onunla buluşmalarımız artık bize huzursuzluk, üzüntü vermektedir. Ve . . . ve . . . bu türlü buluşmadan sonra dos­ tumuz için ilk dedikodu, ilk arkadan söyleyiş, ilk hiçe saymak ·başlamıştır. Artık mevzumuz bitmiştir, çünkü dostluk kalmamıştır! <İlk yayım ; İleri Yurt, aylık dergi, sayı: 7-8, 1945, ikinci yayım, Gurbet, aylık dergi, sayı: 3, Temmuz/1954. )

205


HİSAR VE İNSAN HARABESİ Dün, topal dostumun, «gözlerinin içi gülen» bu ser­ seri şairin, aksak temposuna uyarak şehrin dışına çık­ tım. Batıda, heybetli bir gölge gibi, şehre çöken hisarı gördüm. Beraberce ona tırmandık. Bugün şehirle kırın arasında bir bekçi gibi dikilen hi­ sar, vaktiyle kıralları misafir eden, kırallara kafa tutan bir şövalye imiş. Bugün koyunlarını güden değneksiz bir çoban gibi sakin, korkak duran bu duvarlar vaktiyle dinç kollarda ateş püskürür, kan boşaltırmış. Duvarlar yer yer yenmiş, göçmüş . . . İri bedenlerdeki göçmeler, ihtiyar bir kadının kovuk, morarmış, çürük diş­ leriyle dolu ağzına benziyor: kara ve karanlık!.. Bu çürük ve göçük bedenler, çirkinliklerinden utanı­ yormuş gibi, yeryer sarmaşıklarla sarılmış, kaplanmış. Bu koyu, sık yeşil örtünün saklayamadığı yerler, garip, kan­ lı bir simaya benziyor. Hisarın eteğinden dolanarak çıkıyorduk. Zamanın ke­ mirdiği iki kapı, bir karikatüre dönmüş, içeride geniş bir avlu, solda yıkık odacıklar, karşı ilerimizde iri, dört köşe bir kulenin bize yol veren küçük bağrı . . . O bağrı ağır ağır çiğnedik. Tepemizde kubbe olmaya özenen bir mi­ marlığın çizgileri çömelmiş gibiydi. 206


MESELELER

Geniş diğer bir boşluğa çıktık. Solumuzda bir çan ku� lesinin çatısı: delik deşik bir böğür gibi . . . Kalın gövdeli duvarlar ufukları gösteren kitap sahifeleri gibi, yırtık ve kirli. Hisarın tahta, çürük kapısını ittik. Taştan, dönemeçli merdivenler toz içinde, parça parça olmuş. Her parça ayağımın altında, yassılan bir omuz gibi çöküyor, dönerek yükseliyordum. Bu harap, bu dağılmış basamaklar, seci­ yesiz insanların bedenine, vicdanına ne kadar benziyor! İlk kat, biçimi farkedilmiyen bir oda. . . Ne imiş, ne­ ye yaramış? Bilmem! Bugün ışıktan kaçan vebalı bir yüz gibi çirkin ve harap! Üçüncü kat . . . bir dama dönmüş . . . Diğer katlar çöke­ rek burayı bir taraçaya çevirmişler. Bu yüksek düzlükte birçok ağaçlar bitmiş . . . Onların arasından ilerledik ve uf­ ka bir kere daha baktık: Birçok yeşil renkler, batmaya hazırlanan güneşin yaladığı bir sima gibi, renkten ren­ ge giriyor; çukurlarda güneşin kıvılcımları, tozları ince nur taneleri gibi uzanıyor, titreşiyor. İnip çıkan şu ova­ lar, tarlada çalışıp dinlenen birçok renkli elbise giyen bir kadına benziyorlar. Hisarın dördüncü katında bizzat kule bedenlerini gö­ rebiliyordum. Çiğneye çiğneye tepesine çıktığım bu be­ denler; yeşil elbiseleri, güneşin baygın ışığından süzülmüş maskeleriyle, ne dinç, !'e sağlam, ne heybelti idiler! Her biri, yaralı, civan bir şövalyenin tunçtan beline benziyor­ du. Şu iri, geniş duvarlar, muhakkak o şövalyenin kemik­ lerinden örtülmüştü: Süngere dönmüş, delikdeşik taşla­ rının göğsünde, sanki bir hayal olmuş o cesaretlerin ruhu yaşıyordu! Ova, ayaklarımın altında daha baygın, daha sönük yaklaşıyor; ta uzaklardan deniz göz kırpıyor . . . Şehir ma207


GURBET

nasız kıvrımlariyle, sevimsiz bir yılanın büklümünü, ba­ yağılığını hatırlatıyor. Yalnız muhteşem, kudretli yaşayan: Şu kule harabesi, geçmişin şu artığı! Çok düşünceli indim. Yukarı çıkan genç kızlara bir böcek kadar bile ehemmiyet vermediğimi hayretle düşü­ nüyorum. Kapıda iki büklüm bir cisim; bir değneğin üstünde ilerliyordu. İlkin, şu harabenin perişan, harap ruhunun - cinler, şeytanlar yardımıyla bindiği bir nevi hayvan üs­ tünde - bana musallat oluyor sandım. Baktım ki bu, sa­ kallı, bıyıklı, yüzü sarkık ve lime lime bir ihtiyar kadın­ dır! Ağzı, şu göçük ve karanlık kale bedenlerinden daha boş ve kirli; gözü şu kulelerin ince yarıklı gözlerinden daha fersiz daha karanlık, daha kirpiksiz; dudakları şu duvarların, katı ve sıyınk etlerinden daha cansız, daha kuru; elleri.. - oh! o müthiş elleri.. - şu duvarlarda biten tufeyli değneklerden daha odun ve dikenli ... bir kadın! Bir insan . . . bir insan harabesi! Evet, bir insan harabesi! Sözler ağzından iğrenç bir köpük halinde düşen; elinde dayandığı değnek bir sihir­ baz asası kadar gözlere korkunç görünen; şefkati mana­ sız, lafı kıymetsiz, tenine dokunulamaz, vücudu elbises! gibi kirli, konuşulamaz, sevilemez, hatta hatta acınamaz, güvenilemez bir mahluk, bir mahlUk artığı, bir artıklar harabesi ! Ovaların yaltaklanan taze göğsüne basıp dikelen, kan­ lı mahmuzlu, dev gibi bir şövalyeye benziyen, bana hey­ bet, hatıra, ders veren şu hisar harabesiyle şu insan ha­ rabesinin manasız, kıymetsiz hatırası, manzarası önünde parça parça oldum. Budha; bu müthiş devrin, bu felaketli devrin; ihtiyar208


MESELELER

lığın ıztırabını duyan ilk ve en eyi duyan peygamber ol­ muştu. Beynimde ıztırap; otlara uzandım. Şu yeşil renkler sa­ dece tabiatın zaferini, gençliğini söylüyordu. Şu güneş sa­ dece tabiata vaitler yapıyordu. Şu kuşlann neşesinde an­ cak tabiat vardı. Biz, insanlar hep fani, hep geçici bir süstük. Bu sırada ağaçların arasında birbirine sarılan iki çift kol gördüm: Birbirine yaslanan iki başın, birbirini öpen dudakların muhafızı olan dört kol! Dikkat ettim: Basto­ nunu yere fırlatan benim topal ve heyecanlı dostum, ken­ disini bulan gözlüklü karısiyle öpüşüyordu. Fakat ne is­ tekle, fakat ne arzuyla Yarabbi! Bu dudaklar fanilikten habersiz, bu kollar ölümden habersiz, bu yanaklar ihti­ yarlıktan habersiz, birbirini arıyor, kendilerini birbirine veriyordu. Ne yıkık hisarın perişan bakiyesi, ne insan ha­ rabesinin acıklı encamı . . . hiç birisi, ihtirasla, aşkla birbiri­ !le yapışan şu tene, şu ruha tesir etmiyordu. Demek bizi fanilikten kurtaran gene bizdik? Demek bize bir an içinde ebediyetin zevkini, gururunu gene biz­ den olan şu kadın veriyordu? Ve yıkılan kulenin, eski­ yen insanların peşinden, insan nesline ölmez gençliğini, devamını vadeden kevser - kiminin şehvet, kiminin aşk dediği bu kıymet biçilmez kaynak - işte şu iki kollu, iki bacaklı; biraz şiş karınlı, çift ve olgun memeli kadından fışkırıyordu? Sevgiyi tebcil ettim, izdivacı takdis ettim: Faniliğin en müthiş devresi olan ihtiyarlığı arkama atmıştım, eli­ ne beratı verilen bahtiyarlar gibi gülüyordum. <Yazılış tarihi : 1929, Parls, yayım ; çı:. ğır, aylık derği, sayı : 129.)

209


ÇOCUK . . .

Ne kadar uzun ömürlü olursak olalım ,sonunda ölü­ rüz. Ne sevdiğimize doyacağız, ne yapacağımızı bitirebi­ liyoruz, ne düşündüklerimizin hepsine bir çehre verebi­ liyoruz. Kendimize ne kadar iyi bakarsak bakalım, genç­ liğimiz soluyor, gücümüz tükeniyor. Son nefesimiz gelin­ ce bakıyoruz ki ömrümiiz ne kadar kısa; hasretlerimiz ne kadar çok ve yapacaklarımız meğer ne kadar eksik bıra­ kılmış. Bu herkes için böyle. İçinde hasret, pişmanlık ol­ madan ölen kim var? Tam bu sırada, oğlum haykırdı ve içeri girdi. O ber­ rak ses içimdeki bütün sisleri yırttı. Onun parlak kara gözlerinde cıvıldaşan iştahatan, neş'eden sevinçten titre­ dim: «İşte ölümü, ölümleri, faniliği yenen kuvvet! İşte bu, umut!» dedim. Gerçekten de, bizler çocukla devam ediyoruz. Hepi­ mizin kapısını çalacak faniliği, herşeyden önce çocukla yeniyoruz. Yaptığımız veya yaptırdığımız bir ev, bir ma­ bet, bir saray var mldır ki çocuğumuz kadar bizi akset­ tirsin? İstanbul'daki Beyazıt camisi, Sultan Beyazıt'ın de­ ğil, mimar Hayrettin'indir. Beyazıt'ı devam ettiren Ya­ vuz'dur. Yavuz'u devam ettiren Kanuni olduğu gibi! Yap­ tığı höyük cami Mimar Hayrettin'i bize hatırlatıyor ama 210


MESELELER

onu da devam ettiren çocuklarıdır. Eserinin onunla nis­ beti çocuğunun kendine nisbetini andırdığı içindir. Mabet olsa olsa sanat adamını yaşatır. İnsanı yaşa­ tan ancak, insan ufağı: Çocuktur! Sonra; herkes bir Sinan değildir. Arkasından herkes bir Süleymaniye bırakamaz. Halbuki bir Sinan için dahi, insan olarak devam etmek hasreti ,yaptığı eserlerle de­ ğişmiş değildir. İnsanoğlunun ihtiraslarım asıl gerçekleş­ tiren çocuktur. Çocuk, bizim yani insanın olduğu içindir ki onda biz ihtiraslarımızın ellenip ayaklandığını, dile geldiğini, hatta bizim diyemediklerimizi onun haykırdığı­ nı sanıyoruz. Bu bakımdan aile bizim en insanca yanımı­ zı tamamlıyor. En insanca zaafımıza çare buluyor. Alp Aslan'la birlikte Malazgird'i görenler ne oldu? Ka­ nuni devrinde yaşayanlardan kim kaldı? Üçüncü Selim devrinde yaşayanların hangisi bugüne kadar geldi? Hep­ si şimdi toprak altındadır. Fakat Türk Milleti yaşıyor! Biz kendimizi bin yılın kalın takvimindeki yaprakları açıp gelen i nsanları bi.!iyo­ ruz. Dünle o kadar biriz. Konuşulan dil birdir. Antropo­ loji vasıflarımızda köklü değişikler yoktur. Bir toplulu­ ğu ötekinden ayıran anlayış, seviş, değer veriş dünümüz­ le bugünümüzde, böyük kütlelerde aynlmaz. Dün ve bu­ gün arasındaki bu köpri'i.yü kuran, insan topluluğunu Hı­ zır'ın ölmezlik çeşmesinden içirip ona devam etme, ölü­ mü yenme imkanını veren, kısaca; bir yılın başını sonu­ na bağlayan şu takvim açısı sihirbaz, çocuktur. Bir va­ tanı vatan eden şeyler dünün çocukları tarafından yara­ tılmıştır. Bu vatanı vatan olarak sürüp getiren böyük kud­ reti hatırlama da yine bugünün çocuklariyle mümkün­ dür. 211


GURBE'I'

Bütün anıtlar, saraylar, sanatlar, güzel veya çirkin fakat ölmeyen şeyler ancak onlara sahip olan çocuk, bun­ ları duyan çocuk, bunlara «mirasım» diyen çocuk varsa yaşarlar. İ nsanoğlunun, ölüm karşısındaki derin, değiş­ meyen endişesini, yok olma için duyduğu korkuyu önle­ mek için bulduğu herşey: Dua, hayır, anıt, mezar, yazı, tarih . . . hepsi, onu devam ettiren, ona değer verdiren ne­ sil bulundukça vardır. Nesil. . . Nesil dediğimiz bu ger­ çek, çocuktan başka neyle mümkündür? Bu bilmeceyi insan ,millet denen sürekli, iç ve dış kavramını bulmuş toplulukla çözüyor gibidir! İnsanoğlu, beğendiği, aşık olduğu, üstün bildiği, her türlü bağlar­ la bağlandığı varlıkları barındıran, bu varlıklara şekil ve­ ren, ömür veren imkanı, bütün bunlarla benliğini koru­ ma emniyetini milletle gerçekleşmiş buluyor. Bir bakıma millet devam eden teklerin topluluğudur. Devam etmek . . . İşte bu imkan, teklere verilmeyen ölmezlik hakkını ger­ çekleştiren bu imtiyaz; metafizikten çekinen fakat ölmez­ liğe hasret çeken insanı kandırabilen tek şey. Bu tek şey ise çocuğun varlığına bağlı. Bu iytibarladır ki, çocuğun üstüne titreyen, çocuğuna dünyayı feda eden ana ve ba­ bayı öfkelenmeden seyretmek istiyorum. İnsanı hayvan­ laştıran, insan topluluğunu at karıncaları mahşerinden de aşağı düşüren hodbinlik belasını; ancak çocuğa yöne­ lince bağışlayabilmek mümkün. Çünkü insanoğlu, özledi­ ği ebediliği işte bu mahcuplukda buluyor. (İlk yayını, Çığır, aylık dergi, sayı: 100, Mart/ 1 94 1 , ikinci yayım ; İleri Yurt, aylık dergi, sayı : 3, 1 945.)

212


BİR MEKTEP HATIRASI

İkinci sınıftık, amma heybetli bir sınıftık. Mektep, geniş bir bahçenin kenarına uzanmıştı. «Uzan­ mıştı» diyorum; bir kat yapılması iytibarile camiye; uzun­ luğu, yekpareliğine göre de kışlaya benzeyen, Sis'in (İp­ tidai Mektebi) ne daha yakışıklı iyzah olmuş ki!..

1�24 ten evvelki resmi binaların meşhur rengi hatı­ rınızda mı? Mektebim işte o karantina rengine boyanmış­ tı . Yalnız köşe taşlarının bembeyaz kalması, bu yeni bi­ naya cana yakın bir tazelik, bir revnak veriyordu. 40 metre uzunluğun ortasında ,yegane kapısı açılmış­ tı. Bu cümle kapısından girince küçük ve dört köşe, ze­ mini taş döşeli bir arnlık vardı ki sağlı sollu çivilenen tahtalarla raflar, gözler meydana getirilmiş ve çocukların ayakkabılarını koymaya ayrılmıştı. O zaman, tıpkı cami­ ye girdiğimiz gibi, mektebe de ayakkabımızı çıkararak girerdik. Bu aralığın binaya açılan iri kapısı, daima iri, ka­ lın bir perde ile örtülürdü� Kışın soğuk rüzgar nefeslerin­ den, yazın tozlarından içeriyi kurtarmak için ,yorgana benziyen bu iri, kaba perdenin gördüğü hizmet cidden bö­ yüktü. 2 l.'l


GURBET

Onu ve kapının mandalını kaldırıp içeri girince eni boyu beşer metre olan bir sofa bulurdunuz. Kapının tam karşısına gelen kısmına yerleştirilen süslü, yüksecik se­ dirli bir kerevit; bir dolap, iki rahle, sağlı sollu duvara asılmış, ayrı böyüklükte iki falaka, divitler, hokkalar, maktalar . . . buranın muallimlerin oturduğu divan olduğu­ nu anlatırdı. Kapıdan girince, divanın sağındaki böyük oda ipti­ dai birinci sınıftı. İptidai birinci sınıf dediğime bakma­ yın: Orada, şimdi ana mektebine verdiğimiz çocuklardan, lise altıncı sınıfın höyük çağda talebesine kadar her boy­ da çocuk okurdu. Divanın bulunduğu bu sofa kısmı - ka­ pının sağına soluna konan sıralarla - iptidai üçüncü sı­ nıf haline getirlimşti. Divanın solundaki iri oda, bizim ikinci sınıftı.. Bizim sınıf cidden heybetliydi. Onbeş metre uzunlu­ ğunda, beş metre yük:;ekliğindeki geniş oda, ağzına ka­ dar doluydu. İçimizde yedi sekiz yaşında tabii tahsil ya­ şında memur çocuklarından, köylü, eşraf çocuklarına ka­ dar her yaşta, her biçimde erkek talebeden başka birçok ta kız vardı. Bu, kız- erkek karışıklığının en ufak bir uygunsuzluk bile çıkarmadığını bugün düşününce şaştık­ ça şaşırıyorum. İçeri girince, yüzlerce arı kovanından çıkabilecek bir inilti ortalığı kaplardı. Bu gürültü, sallanmalar, gezinme­ ler hoca girene kadar sürerdi. (Böyük Hoca) dediğimiz başmuallünin yalnız kapıda görünmesi; «Muallimi sarıi» İsmail Efendinin de kürsüsüne oturması her sesi keserdi. Birincisi gülmeyen, aman vermiyen sertliğiyle ödümüzü koparmıştı. İkincisi severdik. Severdik, çünkü o Kur'an hocasıydı. İnci gibi bir ya­ zısı vardı. Kalemlerimizi - kızmadan, daulmadan hep o 214


MESELELER

güzelce açar; san ,sevimli sakalında pürüzlerini giderir­ di. Fakat onun yalnız bizim kalbimizi değil bütün mem­ leketin gönlünü çelen sırrı, «Bilali Habeşi»i gibi yanık, masum bir sesi oluşuydu. Muallim girdi mi, sınıfın çavuşu «Bak!» diye bir ku­ manda verir, bütün talebe ayağa kalkardı. Kur'an hoca­ sı, Girit'li höyük hoca gibi kusur aramaz; ceza verecek, can yakacak açık gözlülük göstermez, hatta gürültü eden­ lere bakmazdı bile!.. Sis'in en sofasi olan rahmetlik babcı.­ sı gibi, sarı sakalını karıştırarak, gülümsiyerek kürsüye yönelirdi. Kürsüye oturdu mu, talebe de yerine oturur. Kur' an'larını açar, beklerdi. Eğer yeniden ders verecekse ça­ vuşun Kelam-ı Kadimini alır, biraz durur, sonra okuma­ ya başlardı. Hepimiz nefes bile almazdık sanıyorum, ki sineklerin uçuşu işitilirdi. Onun sesine bilmem aşık mıy­ dık? Llkin İsmail Efendi'nin okuduğu Kur'an'dan hakika­ ten Allah'ın sözü, Allah'ın sesi, Allah'ın heybet ve rahme­ ti dağılırdı. Onun için de ders vereceği gün dersane ra­ mazan günlerinin camisi gibi, Allah'a yakın olurdu. Kendi bir iki kere okuyup içimize sindirince; aramız­ da sesin en eyi olanlara okuturdu. Yanlışları düzeltir; he­ le tecvit belasını bize şekerli bir hap gibi ,eziyetsiz haz­ mettirirdi. Aramızdaki eyi seslilerden biri 54 Veli'ydi. Çocuklar ona «küçük hafız» derlerdi. Zengin bir manifaturacı olatı babası kafasına, Veli'yi hafız yapmayı koymuştu. Mem­ leketin tanınmış hafızlarından ders aldırır, kendisi arka­ sını bırakmaz, hocalara söyler, beş vakit namazını cami­ de yanında kıldırır, apdestsiz gezerse çekişir, sabahını ih­ malettiğini işitirse kırbaçla canını çıkarırdı. Bu yüzden, yavrusunun böyle eriyip ürkek, korkak sıska oluşuna da215


GURBET

yanamıyarak kendine karşı gelen karısını bile bıraktığı­ nı o zaman söylerlerdi. Bu devamlı gayret neticesi Veli 13 yaşında olduğu halde, ramazanda mukabeleye bile çık­ maya başlamıştı. Kur'an hocamız, diğer eyi sesliler gibi, Veli'yi de se­ ver, ona da «ayrı bir gözle bakardı». Fakat Veli, hafız­ larla çok düşüp kaltığından mıdır nedir; okurken hep dilini eğer büker; gerek okuyan, gerek dinliyen bir Türk'­ ün içini bulandıracak bir Arap gösterişine özenirdi. Hal­ buki İsmail Efendi, gırtlağını bozmıyan, yalancık şive yapmıyan, yapanları hoş görmiyen, Arap gibi okumayı lü zumsuz, sevimsiz bir taklit bilen bir Anadoluluydu. «Ayın»ları çatlatanlara hemen söyler, «zal»ları peltek pel­ tek çıkaranlara ters ters bakardı. Veli'nin okuyacağı za­ man hepimiz meraklanırdık. Sesini beğendiğimiz bu ha­ fız ufağı ile Kur'an hocasının arasında, uzun, hiddetli ay­ nı zamanda gülünç bir mücadele geçmediği olmazdı. ·

Bir Cumartesi'ydi. İlk ders Kur'andı. Perşembe'den ders verdiği için bu gün dinliyecekti. Tatlı tatlı girdi. Eyi seslilerden, Bayram hocanın oğlu, onyedi yaşındaki Hay­ rettin dersi açtı. Çocuk su gibi biliyordu. Kırmızı renk.. li, güzel bir aferin aldı. Sonra Latif Hoca'nın oğlu İdris okudu. Dersi, masum, ilahi bir musiki ahengiyle okuyor..: du. Sıra Veli'ye gelince, İsmail Efendi kürsüden indi; on­ kişilik sıralardan birinin başında oturan küçük hafızın yanına geldi. Biz, adet olduğu üzere, Veli'nin «ayın»ları çatlatan, «Z»leri dilinde kubbe yaptıran, «Şın»lara bir çağ­ lıyan şırıltısı veren o meşhur «euzfülerinden birini bek­ liyor; Kur'an hocasının gine - taklidini yaparak - onu bt1 huyundan vazgeçirmeye çalışacağını gözlüyorduk. Birka·; saniye geçip hiçbir ses çıkmayınca, yüzü geçen bütün ta­ lebenin gözü o sıraya çevrildi. O sı rada şaşılacak bir hal 216


MESELELER

oluyordu: Veli'nin dudakları oynuyor, fakat sesi çıkmıyor­ du. Çocuğun bağırmak için çabaladığını anlıyorduk: Yü­ zü kıpkırmızı kesilmiş, burnunun iki yanında terler biriki­ yor; gırtlağının damarları, mavi şerit gibi kabarıyordu. Sınıfta müthiş bir sükut vardı. Umulmadık, anlaşıl­ madık bu halin karşısında sebebini anlamadığımız bir korkuya tutulmuş gibiydik. Bu moraran beniz, bu titre­ yen, adeta çırpınan dudaklar, kanlı yaşlarla dolan, evin­ den uğnyan ve Kur'an'ın üzerinden ayrılmıyan o gözler; nihayet, taş gibi donup taİebesine bakakalan muallim . . . Bize öyle bir tehlike hissi veriyordu ki neredeyse hep birden odadan kaçacak, deliler, çarpılmışlar gibi çığrışa­ caktık. Tam o sırada hatırlaması hala kanımı donduran bir çığlık koptu. İnsan sesine h:ç bP.m:.emiyen, fakat tanıdı­ ğımız hayvanlardan da hiç ı;:ıırisinın haykırışına uymtyan bu korkunç feryadın arkasından Veli'nin sıra üstüne düş­ tüğünü, etrafındaki çocukların hep birden bağırışarak ka­ pıya koşuştuğunu gördüm. HP.m birbirini kapıdan dışanya itiyor, hem de «Veli'yi cin çarpmı�! Uğramış . . . Amanin .. » feryadını koparıyorlardı. Ne ders, ne dersane, ne İsmail Efendi kalmıştı. He­ pimiz peşimizden yüzlerce cin kr)Valıyormuş gibi. bagı­ rarak, birbirimizi tepeliyerek kapıya, kapıdan kurtulmı­ ya çalışıyorduk. Zannederim, İsmail Efendi hep Veli'yle uğraşıyor, bize bakmıyordu bile ! . Bizim sınıfın b u hücumu, bu fi rarı, b u dehşeti, mu­ allimler divanında yıldırım tesiri yaptı. «Muallim evvel» yani «Girid'li hoca», iri patlak gözleri büsbütün böyümüş; korkudan sedirin üstüne ayağa kalkmış deli gibi bakıyor, elinde kırılmış sedef tesbihin herbiri bir yana yuvarla217


GURBET

nan tanelerinden kalanlarını, farkında olmadan düşürüp duruyordu. «Muallimi evvel»in bulunması adet olan köşeye bak­ mak bizim öyle kökleşmiş bir adetimizdi ki, bizi selam vermek için (bu Girid'li ve patlak gözlü, daha Türkçe ko­ nuşmasını bilmiyen hoca azması) bu adeta öyle alıştır­ mıştı ki, işte bu tehlikeli zamanda bile, bu kaçkaç ara­ sında bile unutmamıştım. Avluya çıkanlar bahçede beklemiyor; ellerinde ayak­ kabıları, evlerine, çarşıya doğru kaçıyorlardı. Üç gün meketbe gidemedim. Çok fena sarsılmıştım. Ailem bu hadisenin aslını öğrenmeye çalışırken ben çok fena nöbetler geçirmiştim. Mektebe korka korka döndüm. Veli sınıfta yoktu. Ço­ cuklar tamamdı. Hemen yanımdaki İdris'e küçük hafızı sordum. Elini dudaklanna götürdü, bir «sus ! » işareti yap­ tı sonra kulağıma yavaşça «Veli deli oldu ! » dedi. Bir ay sonra babam haber verdi : Zavallı Veli'yi cin­ lerden kurtarmak için buradaki hocalar birşey yapama­ dıklarından, Kilis taraflarındaki «Bap» şeyhine götür., müşlerdi. (Türksözü, 1 93 2 )

218


ESKİ DARÜLFÜNUN'DAN HATIRALAR Bazı hatıraları anmak için h atıra ya­ zacak kadar yaşlı, hatırası okunacak kadar meşhur olmak l azım mıdır? He­ le hatırası anılacak müessese, ebedi bir birisini milletin ilim merhalelerinden teşkil ediyorsa, geçmişin - o her şeyi elmaslaştıran - . kucağına arasıra so­ kulmak bir insana ayıb mıdır? Zan­ netmiyorum. R.O.A.

Son höyük harpte Lisenin ikinci devresindeki çocuk­ larda «Talimgaha» gittiği için yüksek tahsile devam, harp sonunda hakiki bir mesele meydana getirmişti. Her mem­ lekette harbe gidenlere karşı bazı minnettarlık hareketle­ ri gösterildiği bir devrede, höyük harbin kıran artıklarına bizde de ufak bir yardım yapıldı. Lisenin onuncu, onbi_­ rinci, onikinci sınıfından olarlarla İstanbul «Darülmualli­ mi>mi bitirmiş olanları imtihanla Darülfünuna kabul et­ meye riza gösterildi. Harbe gitmek üzere talimgaha ko­ şan (bu kelimeyi dikkatle kullanıyorum: 16 17 yaşındaki çocuklardan oraya gönüllerile koşan pek çoktu . . . ) gençler için, üç-dört yıllık askerlik hayatı, o zaman üç-dört asır ka­ dar yıpratıcı idi. Hele imparatorluğun parçalanmasına müncer olan o müdhiş yenilme, yüksek tahsil imkanını -

219


GURBET

onların gözünden silmiş gitmişti. Bu iytibarla, Darülfü­ nuna girmek için müsabaka imtihanı açılmasını taliin bir lutfu bilmişlerdi. Taliin, o zaman Edebiyat Fakültesine gireceklere sak­ ladığı sürprizlerden birisi imtihan heyeti idi. Ali Kemal, Riza Tevfik, Cenap Şebabettin, Ahmet Naim, M. Şemset­ tin, Ahmet Refik beyler - hatırımda kalan - imtihan eden hocalardı. Ecnebi dil imtihanını da Rıza Tevfik ve Cenab Şebabettin beyler yapmıştı. Bu imtihan mı zordu, narh sonunda bize mi öyle gelmişti, bilmem. Fakat mu­ vaffak olanlar çok değildi ve olanların fevkalade sevindiği belli idi. İ mtihan heyetinden bazılarının hislerine kapıl­ diğı meydanda olduğu bir sırada bu sevinç pek haksız ol­ masa gerek. Darülfünun o zamanlar henüz, Veznecilerde «Zeyneb Hanım konağı»nda bulunuyordu. Nehari olan talebelerin arasında ilk haftaların acemiliğini nasıl anlatmalı? O bi­ na, masallarda dinlediğimiz bin bir odalı konaklar gibi azametli birşey görünürdü. Ve sık sık yerini değiştiren dershaneleri bulmak bize ne kadar zor gelirdi ! Alışılma­ yan elbiseye benzeyen yerler! Ya hocalar? Mesela Rıza Tevfik'in dersleri ilkin bir efsane gibi tesir ederken son­ ra nasıl sıkıcı, yavan hale gelmişti ! Ders arasında birden bire kendi yazılarından birine girer, şu kadar «kağıt - li­ ra» verildiğinden bahsetmekle işe başlar, dünyanın dört tarafındaki akislerini saymakla bitiremez, ve ders hava­ da kalırdı. Bir bahsi onunla şöyle dinli imanlı bitirdiği­ mizi hatırlamıyorum. Fakat onun en mükemmel tarafı, ara sıra, nereden ve nasıl yol bulup girdiğini bilmediği­ miz edebiyat bahisleriydi. O zaman okuduğu şiirler cidden lezzetle dinlenilir, hele kendisinin yazdıkları tam meftu­ niyetle karşıJanırdı. Sonra onun canlı kamus olan tarafı 220


MESELELER

az mükemmel değildi. Ve galiba «Filosof»un bütün haya­ tından bize kalan bu iki taraf olmuştur. O zaman dersleri bir nevi korku ile takip edilen Ah­ met Naim Bey, sonuna kadar öyle kaldı. Rahmetlik zat, bir kaya gibi idi. Mahiyetini iyi anlamamakla beraber, onda bir nevi yükseklikten ziyade salabet bize tesir eder­ di. Bu devrede hatıramı süsliyen bir isim daha var: Meh­ met İzzet Bey. O zaman Avrupa'dan yeni gelmişti. Galiba o zaman doçent yerine <'muallim» ünvanını taşıyordu. Ah­ lak derslerine gidenler hayli kalabalıktı. Fakat ilk dev­ rede o kadar garip, soğuk, uzak bir takriri vardı ki az za­ manda kalabalık dağıldı. Bir gün dershanede ona, takriri­ ni anlamadığını söyliyenler bulundu. Bir kere de dersine girilmedi. Bir nevi protesto yapıldı. Kim derdi ki aynı çet­ refil ifadeli genç hoca, ikinci bir safhada eşsiz bir müder­ ris olacak ! Hatıram, mektep ve hocalar için bu ilk safhada daha fazla şey kaydetmemiş. Mütarekenin amansız devresi, ne­ harilerden mühim bir kısmı için tam bir facia idi. İstan­ bul'da o zaman ayakta durabilmek zaten bir mucize idi. Cepheye, Anadolu'ya geçenlerin bıraktığı vazifeleri yapa­ bilmek, ile birleşince bu ayakta durabilmek hele yüksek tahsile devam edebilmek tamamile imkansızlaŞıyordu. Bu iytibarla Darülfünunda bu ilk tedris devresi benim için pek kısa oldu. Buna mukabil, talebe hayatından kalan bazı hatıralar var ki, İlkbaharda, yağmurdan sonra, göğün bir parçasını kaplıyan karabulut sıynlınca altından fışkıran güneş ve mavi gök pırıltısı içindedir. Bunlardan birisini Sultan Ah­ met meydanında yaptığımız toplantı teşkil eder. Ezan­ ların Allah'a kadar dalga dalga yayılan şikayeti, daveti; 221


GURBET

İtilaf ve işgal devletleri tayyarelerinin tehditli uçuşları, Padişah'ın otomobili içinde korkak kontrolü önünde kay­ naşan binlerce Türk'ün ıztırabı Halide Edib'in, Hamdul­ lah Suphi'nin ve diğer memleket çocuklarının dilinde can­ lanmıştı. Darülfünunluların hepsi burada idi ve bir nevi inzibat temin ederek söz söyliyenleri her türlü tecavüz­ den koruyan bir muhafaza kordonu meydana getirmişler­ di. İstanbul un işgalini ve galiba sulh şartlarını protesto eden bu toplantı İstanbul'un ilk ve son büyük toplantısı oldu. Fakat heyecaninı asırların ötesine nakil edecek bir şimşek keskinliği bu toplantıyı hafızamda ebedileştiriyor. Darülfünunda o gün galiba yalnız İ skender adında bir talebeye, (Peyam Sabah) ın muhabiri sıfatile kötü muame­ le yapılmıştı. '

Diğer bir hatıra, bir talebe toplantısına aid. Aksaray'a giderken solda bir apartman veya evc!eyiz. Burasının «Mu­ allim Ahmet Halit» beye ait olduğunu hatırlıyorum. Bu talebe toplantısı ile alakası var, pek bilmeyorum, fakat rna hepimizin bu münasebetle minnettar olduğumuz ak­ lımda kalmıştı . Yer bol değil; fai:rnt ne kadar temiz bir yakınlık içindeyiz !Ne kadar sıcak bir dostluk kaynaşma­ sı var! Bu toplantı, bize birbirimizi tanıtmak fırsatını ve­ riyor. Şimdi her biri bir şahsiyet olan insanlar o zaman, ileriki mesullyetlerinden habersiz gençliğin imtiyazı olan neşe içinde şakrayorlar. İçimizde o gün, belki en höyük muvaffakiyeti Hasan Ali toplamıştı. Kız, erkek herkes bu rind, bu §Air talebe­ nin, odaların her yanında bir bahar yeli gibi dolaşan şar­ kısını mest olarak dinledi: «Sen bezmimize geldiğin ak­ şam neler olmaz! » mısraı hepimize bir masal kahramanı­ nın vecid, neşe ve hayalini veriyordu. Güfte kendisinin idi. efsanevi vecid, besteyi de ona atfediyor; bu ince, rind .

,

222


MESELELER

şair gözümüzde ne kadar böyüyordu ! O günün diğer bir kahramanı, bir erkanıharb binba­ şımızın kızı ve oğlu olan iki minik piyanist idi. Binba­ şımızın adı unutmadı isem Remzi Bey, kız yavrunun adı Ferhunde, erkeğin Necdet idi. Onların, aksamadan çaldığı alafranga parçaları hayranlıkla dinlemiştik. (Çığır, aylık dergi, sayı: 99, Şubat/194 1 >

223


İNMEYEN BAYRAK Bu toprak için toprağa düşen Çukuro­ va'lıların ruhuna.

1919 da, Adana, sıksık soyulan evleri ,silahsız ve şa­ şırmış halkıyle yekpare birşey olmuştu: Yetim! Ömründe ilk defa böyle bir yabancı istila görüyor, ömründe ilk defa Devletinin kendinden - etin tırnaktan ayrılmasından daha müthiş bir azapla - ayrıldığına şahit oluyordu. Anadolu'nun neferleri, asker kuvvetleri çekil­ miş; şehir herhangi bir belaya, hücuma, tecavüze karşı, şaşkınlığı ve endişesiyle yapayalnız kalmıştır. Ermeni ve Fransızdan mürekkep düşman daha girme­ mişti. Yüzyıların nefesı tepelerden şehre, nehre dökülü­ yor, denebilir ki höküm, hakimiyet, efendilik bu nefesler­ de bir eleğimsağma büyüsü gibi renklenerek yetim bel­ deyi sarıyordu. Bu yetimin başındaki bu tarih tacı, ga­ sıplara - bir ehramın önünde mezar hırsızının korkusunu, endişesini veriyordu. Bu şehir unutulmamış, terkedilmişti. Anadolu bura­ daki hakimiyet alametlerinin hepsini ya götürmüş, ya giz­ lemişti. Bilmem Adana çocuğunun, Adana toprağının hiç­ bir alamete hacet bırakmıyacak kadar Türkmen oluşun­ dan mı; yoksa kuvvetle zulmü birleştiren düşmanın mu­ kaddes birşey tanımasına imkan verilmediğinden mi: 224


MESELELER

Adana'nın, başına yekpare siyah örtü geçmiş, hüviyeti be­ lirsizleşmişti. İki gün sonra ehramın önündeki mezar hırsızlan gi­ bi; dün vatanı arkadan bıçaklıyan, bugün ecnebi bir müs­ tevli oluveren komitacılann ardından Fransız kuvvetleri şehre yanaştı. Hüviyeti belirsizleşen beldeye renklerini, arması sökülen tarihe damgalarını vuracaklardı. Dört yıl hep bu günü bekliye bekliye kuduran kaçak azlıkların kini, . Fransız üniformasının altında şaha kalkıyordu. İlk yanaştıkları, dininden çevirmeye koştukları; şeh­ rin dışındaki «Yetimler Yurdu» oldu. İri, yeni binanın yetimlere yuva olan kucağı boşalmış, kendisi bir yetim olmuştu. Kimsesiz yuvaya dört Ermeni, bir Fransız ak­ babalar gibi koştular. Beşbin üniformalı haydut koşan­ ların oynıyacağı oyunu beklediler: Silahlar hazırlandı. Beş çift pençe, karışık renkli bir bayrağı asmak için binanın tepesine çıktılar. O zaman garip bir şey gördü­ ler: Şimdiye kadar nefesi tutulan boşlukta, helecanlı, te­ laşlı gözlere görünmiyen bir Türk bayrağı birdenbire açıl. mış, dalgalanmaya başlamıştı. Beş haydut hayalet görmüş mezar hırsızlarının kor­ kusuyla, ellerini çektiler. Bu bayrağı kim böyle unutmuştu? Onu böyle her çe­ şit zora, tecavüze karşı, çarmıha gerilenin kudretsizliğiy­ le, direğinde kim çivili bırakmış gitmişti? Onu şimdi par­ çalayacaklar; haşmetle süzülen bu serbest ve serbestlik kanadını kim bilir birikmiş kinlerin ayağı alt�nda nasıl çiğniyeceklerdi! Aşağıdaki beşbinlik kütle, sabırsızlıkla haykırdı: «Ne duruyorsunuz? Parçalayın şu bezi! » Yokandakiler, b u haykırışma ile dirildi ,silkindi. İki kasutura kınından çıkıp süzülen bayrağa fırladı; sonra 225


GURBET

bu iki demir tecavüzün sivri dili, ipek kanada dokunma­ dan düştü ve beton zeminde büküldü. Üç tabancanın kısa namlusu kurşunlarını bu çırpınan kanada kustular: Renklerin en manalısıyle kızaran kanat, narin, hür çırpındı ve kurşunlar boşa akan ok yılanları hışmıyla hışırdayıp gitti. Aşağıdan küfre benziyen naralar duyuldu: «Ne ba­ kıyorsunuz? Çıkıp yırtsanıza?ı> Hakikaten direğin gövdesini kuşatan bu beş silahlı, bir nevi korkuyla donmuşa benziyordu. Demire, kine gü­ ler gibi, dudak büker gibi dalgalanan bu bayrak onlara meydan okuyor, canlı harikulade bir çehre gibi görü­ nüyordu. Onların anlaşılmıyan bu bekleyişi, bu tereddü­ dü ... aşağıda bekliyenlerin sabrını tüketti. Safların arasın­ dan on kişi birden fırladı. Gazaplı bir azimle (Yetimler Yurdu) nun beyninde geçen bu beklenilmiyen sahneye koştular. Onbeş düşman, muhasaraya aldıkları nazlı bayrağa baktılar. İçlerinden birisi: «Direğe çıkalım!» dedi. Ve he­ men tırmanmaya başlaôı. Yarı yere kadar varmadan tır­ nakları sökülerek, dizleri bükülerek geri kayıp düştü. Di­ ğer birisi eline saplanan bir kıymık yüzünden inleyerek yuvarlandı. Dört Ermeni komitacı aynı tecrübeyi, aynı eziyetle, netice alamadan tekrarladı. O zaman; uzun, çok uzun, kömürleşmiş bir çam ağa­ cına benziyen birisi; öteki dört iri gövdeliye: «Direği dör­ dünüz kucaklayın; omuzlarınıza basıp çıkayım; şu bezi elimle ben parçalayım.)) teklifini yaptı. Hemen omuzları­ nı onun ayağının altına serdiler, ağır ağır dikeldiler; in­ sandan bir çeşit kule yapmış oldular. Haydut aldanma­ mıştı; bu insan kulesinin omuzunda yükselerek tutmak mümkündü. Elini hışımla uzattı, şimdi daha tez, daha 226


MESELELER

sesli çlrpınan kırmızı kanadı avuçladı. Aşağıdan beşbin gırtlak haykırdı: «Yaşa . . . Parçala, durma! » Uzun, marsık gibi el, kinle ipek kanada asıldı ve müthiş bir feryatla evvela direğin bulunduğu sahanlığın korkuluğu üstüne, sonra tam yere, bir uzun marsık çu­ valı gibi düştü: Ezilen bu insan gövdesi şimdi tam bir yığın bez kesilmişti. Bayrak, kanadının bir iki tüyünü feda eden efsanevi bir anne kuş gibi, bu saldıran azgın ele ancak bir kenarının yırtılan parçasını vermiş; hay­ dut hızını zaptedemiyerek yuvarlanmış gitmişti. Ta ilk zamanlardan beri efsane, tılsım, mucize hıris­ tiyanlığımn - bu yan haydut, yarı ehlisalip artığı - men­ supları artık duramadılar; düşünmeye bile lüzum görme­ den böyük bir korkuyla kendilerini sahanlıktan merdi­ venlere attılar. Yerde, bir ölü soyucunun ortakları gibi bekleşen sürüden artık ses çıkmadı ; hepsi şamar yiyen bir çocuğun şaşkınlığı, perişanlığı ile donup kalmışlardı. Bütün bu düşman kütlesinin vicdanına bu şamarı indiren bayrak, kendini indiremedikleri direğin ucunda - tem­ sil ettiği memleketin, milletin kolu gibi yükselen bu tıl­ sımlı direğin ucunda . . . - süzülüyor, süzülüyordu. «Yetimler Yurdw>'nun öbür tarafında, bir kamışlığ-a sinmiş beş yağız çocuk, bir saattır, bir facia seyreder gi­ bi, herşeyi unutup bakakalmışlardı. Dün vatandaş dedik­ ler, bugün kendilerini - yabancı bir devlet bayrağı · adına köleleştirmeğe koşan· bu sürüye bir şeyler yapmak için, daha her türlü resmi mecburiyetten affedilen bu Adana çocukları, ilkin buradan biraz etrafı gözetlemek istemiş­ lerdi. Onlar da ilkin görmedikleri Türk bayrağının görü­ nüşüne şaşmışlar; ona yapılan hücumun muhakkak neti­ cesini düşünerek donmuşlardı. Düşmanın teslim alamadığı bayrağın çevresinde geçen facia bitip, beşbin haydut ağir 227


GURBET

ağır binanın içinde kaybolunca; hfila gülümsiyen, hala zaferle uçan bayraklanndan gözlerini ayırdılar ve birbir­ lerine baktılar. İçlerinden birisi: «Geri dönek, haber verek . . . » dedi. Hep birden ağır ağır şehre döndüler. «Setbaşı»na gelin­ ce arkalanna bir daha baktılar. Uzun boylulan, «inmeyen bayrağa» baka baka: «Bunda bir Allah işi var» dedi; hepsi imanla başla­ rını salladılar ve şehrin içine girdiler. (Türksözü, aylık dergi, 1930.)

228



HAREKET YAYINLARI NesÜiı;ıiin ruh u/Mehmet

2.

Kaplan/üçüncü baskı 22,5 T.L. G arp lıminin kur'an-ı Kerim hayranlığı/İsmail Hami Da­

5.

Varoluş felsefesi/P. Foulquie'den N. Topçu/ iki nc i bas kı /4

1.

.

nişmend/ikinci baskı/7,5 T.L. T.L. 6. 7.

8. 9. 1 0.

11. 12.

13. 15.

16. 17.

18. 19. 20. 22. 23.

24. 26. 27.

28. 29.

30. 31. 32.

33.

Köy Kadını Memleket parçaları/Remzi Oğuz Arık / 5 T.L. Coğrafyadan Vatana/Remzi Oğuz Arık/4 T.L. İdeal ve ideoloji/Remzi Oğuz Arık/ 4 T.L. İradenin davası/Nurettin Topçu/ikinci baskı/7,5 T.L. Ber gson / Nurettin Topçu/4 T.L. Gurbet - İnmeyen bayrak/R. Oğuz Arık/4 T.L. Büyük fetih/Nurettin Topçu/ikinci baskı/3 T.L. Fransız düşünce tarihçesi/R. Daval'dan M. Ulaş/3 T.L. Türk gençliğine/Remzi Oğuz Arık/4 T.L. Sait Faik'in hikaye dünyası /Mustafa Kutlu/4 T.L. Milli tarihimizin adı/Mükrimin Halil Yın anç / 2 T.L. Beşir Fuad/ Orhan Okay/9 T.L. Celaleddin Harzemşah /Namık Kemal/ 1 2,5 T.L. Bahçıvan / Tagore'dan C. Durukan/7,5 T.L. Beyaz geceler/Dostoyevski'den Y. Dikbaş/4 T.L. İslam ve i nsan/Nurettin Topçu/ikinci baskı/7,5 T.L. Devlet ve demokrasi/Nurettin Topçu/4 T.L. İslam hukukunda devlet yapısı/Hüseyin Hatemi/5 T.L. Ortadaki adam/Mustafa Kutlu/7,5 T.L. Türkiye'nin maarif davası/Nurettin Topçu/ikinci bask ı / 7,5 -

T.L. Hikayeler/Anton Çehov'dan Y. Dikbaş/7,5 T.L. Kültür ve medeniyet/Nurettin Topçu/8 T.L. Ahlak nizamı/Nurettin Topçu/ikinci baskı/15 T.L. Gi tanj ali/Tagore den C. Durukan/6 T.L. Nerede duruyoruz/Gökhan Evliyaoğlu/6 T.L. '

230


Al karısı (hikayeler) /Şevket Bulut/10 T.L. Devlet kuran irade /Emin Işık/6 T.L. Felsefeye giriş /Kari Jalpers'den M. Akalın/7,5 T.L. 37. Egzistansiyalist felsefenin beş klasiği/F. Magil'den V. Mutal/7,5 T.L. 38. Yunus Emre /Muzaffer Civelek/ 1 0 T.L. 39. Ulu�al sinema kavg ası/Halit Refiğ/ 1 2,5 T.L. 40. Dostoyevski/Andre Suares'den V. Bürün/5 T.L. 4 1 . Türk iktisat tarihi /Gökhan Evliyaoğlu/ 1 0 T.L. 42. Sabahattin Ali/Mustafa Kutlu/ 1 5 T.L. 43. İnsan, kainat ve ötesi/ A. C. Morrison'dan Bekir Topaloğlu/ 34. 35. 36.

8 T.L. 44.

İslam kapitalizm uyuşmazlığ ı/Seyyit Kutub'dan A. Nlyazoğlu/10 T.L.

45. 46. 47. 48. 49. 50. 5l. 52. 53. 54. 55. 56. 57. 58. 59. 60. 61. 62. 63. 64.

Türkiye'de sol hareketler/Aclan Sayılgan/30 T.L. Türk dili /Ali Karamanlıoğlu/10 T.L. Akşam gümrükçüleri (şiirler) /H. Hüsrev Hatemi/5 T.L. Seyran (şiirler) /Bahattin Karakoç/7,5 T.L. Sevmek zaman ı ( senaryo) /Metin Erksan/5 T.L. Anadolu'nun yurt edinilmesi/Osman Turan/5 T.L. Kur'an'ın getirdiği /Emin Işık/25 T.L. Mevlana ve tasavvuf/Nurettin Topçu/6 T.L. Mevlana/Ali Nihad Tarlan/ 1 2,5 T.L. Yirminci asırda felsefe/F. Mayer'den V. Mutal/15 T.L. Sarı arabalar (hikayeler) /Şevket Bulut/12,5 T.L. İslam - dünü, bugünü/Cemal Arzu Toprağa doğru /Dursun Özer/7,5 T.L. Tevrat, İncil ve Kur;an.1J. Jomier'den Sakib Yıldız/15 T.L. İslılm sosyalizmi /Mustafa Sibai'den A. Nlyazoilu/20 T.L. Gönül işi (hikayeler) /Mustafa Kutlu/12,5 T.L. Ege denizinde Türk h akları /Mehmet Saka/10 T.L. Görüşlerim/M. Kaddafi/20 T.L. Milllyetçillk/Remzi Oğuz Arık/20 T.L. Meseleler /Remzi Oğuz Ank/20 T.L.

HAREKET YAYINLARI Ankara caddesi No : 54, Kat : 3 Sirkeci - istanbul Posta çeki ne : 20070602 Haberleşme adresi : PK. 1240 İstanbul Telefon : 22 84 77 -

231



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.