ISBN 975-7395-<>IM>
AKADEMİ KİTABEVİ
Kazım Dirik Mahallesi
159. Sokak, 6/A BORNOVNİZMİR Tel: 88 45 91
Ege Blllşlm
SABİR RÜSTEMHANLI
�
KARABAG
Hazırlayanlar: , Sabahattin Çağm-Ayşe İlker
İzmir 1993
KARABAG'A DAİR ' Aslım Garabağlıdır Sinem çarpaz dağlıdır Ne gelen var, ne geden Yohsa yollar bağlıdır'! Tarih, Karabağ'da yıllar sonra tekerrür etmektedir. Yıllar önce gözü dönmüş Ermeni'nin, Azerbaycan Türklerine yönelik saldırıları, bugün Karabağ'da tekrarlanmaktadır. Karabağ'ın siyasi, coğrafi ,.e ekonomik önemi Ermeni maşalarını bu güzelim bölgeye yeniden sürmüştür. Küçük Kafkas dağlarından başlayıp Kür ve Aras nehirleri arasındaki araziye admı \'eren Karalııığ, yiizyıllardan heri tarihi olayların yoğun olarak yaşandığı hir bölgedir. Vll. yüzyılda Arap ordularının buraya gelmesiyle Karabağ'ın düzlük kesimleri ile şehirlerde yaşayan halk İslamiyet 1 kabul etti. xı. yüzyıldan itibaren Büyük Selçukluların, XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de İldenizlerin hakimiyetine giren Karabağ'da, XII. yüzyıl sonu ile XIII. yüzyıl başlarında Bu prenslik, sonraki yıllarda
l/cmsc
Ilaçııı Prensliği
kuruldu.
adı verilen beş melikliği
birleştirdi. 1330'Ju yıllarda başlayan Moğol istilası XV. yüzyılın başına kadar sürer. Şin·anşahı 1.
İbrahim,
Karabağ'ın düzlük kısmını
Şin·an'a bağlar. Burası l-H2'de Karakoyunluların, XV. yiizyılın ikinci yarısında da Akkoyunluların yönetimi altına girer. XVIll. yüzyılın ortalarında kurulan hanı
Penahali Han CeYanşir, dış
Karahağ llaıılığı
'nın ilk
hücumlara karşı Bayat, Şahbulag
gibi kaleler kurmuş, Eskeran Kalesi 'ni sağlamlaştırmış, kısa zamanda Azerbaycan ·ın en iinem 1 i ticaret merkezlerinden biri olan Şuşa şehrini kurmuştur. Bu de,·irde
Molla Penah Yakır, Hurşid Hanu
Natevan, M .M. Nevvab
gibi meşhur Karabağ şairleri eeserler
venni§tir.
XIX. yüzyılın başlarında Ruslar tarafından işgal edilen Karabağ'ın esaret hayatı 1918 yılına kadar sürer.
Nuri Paşa
kumandasındaki Osmanlı ordusu Karabağ ile birlikte bütün Azerbaycan'ın hürriyet müjdecisidir. İki yıl süren bu hürriyet devri, Kızılordu'nun Azerbaycan'a girmesiyle sona erer. 25 Maylj'ta Karabağ da tamamen Kızılordu'nun eline geçer. Bu işgalle birlikte Rus ordusu içindeki Enneniler katliama başlarlar. Bu duruma dayanamayan
Nuri Paşa
önderliğindeki Türkler, 5 Temmuz'da
Terler ve Ağdam'da ayaklanır ve kısa sürede Berde ve Şuşa'yı da ele geçirirler. Durumun vehametini gören Ruslar, XI. Kızılordu'yu Karabağ üzerine göndererek bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırırlar. Karabağ 1923 yılında alınan bir kararla Karabağ'ın dağlık kesimi Azerbaycan'a bağlı Dağlrk Karabağ Muhtar Vilayeti olur. Bundan sonra, bir yandan Azerbaycan'ın Türkiye sınırındaki toprakları Ermenilere verilmek suretiyle Türkiye ile Azerbaycan sınır ilişkisine son verilmiş, diğer taraftan da Karabağ'a Ennenilei' yerleştirilerek buradaki Ermeni nüfusu sistemli bir şekilde arttırılmıştır. Aslında bu. yapılan yeni bir uygulama değildir. Rusların Karabağ'ı ilk işgalinden itibaren uygulanan planın bir parçasıdır. Sözgclimi 14 Mayıs 1805'te Karabağ Hanlığı, Rusya'ya tabi olur olmaz, Kafkas birlikleri ko mutanı
Sisiyanov
durumunu
sağlamlaştırmak için çeşitli bölgelere dağılmış Ermenileri Karabağ'a toplamıştır. Yine 1828 Rus-İran savaşında Karabağ ve Azerbaycan'a on bin ailenin göç ettiği bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu'dan göç eden Ermenilerin çoğunluğu.da Karabağ'a ycrleŞtirilmiştir. Bütün bunlar, zamanla bu bölgede Ermeni nüfusunun artmasına
yol açmıştır. Oysa 1832 yılında yapılan ilk resmi Rus sayımında Karabağ nüfusunun % 64.8foi Türkler, % 34. 8'ini Ermeniler teşkil etmektedir. 1897'deki nüfus sayımında Karabağ'da 29.350 Türk ailesine karşılık, 18.616 Ermeni ailesi mevcuttur. 1917'de yapılan sayım sonucuna göre ise Karabağ'da 3 17.681 Türk,243.672 Ermeni vardır. Bu sayımlar açıkça gösteriyor ki,Türkler Karabağ'da uzun yıllar çoğunluğu ellerinde tutmuşlardır. Esaret yıllarında egemen güçlerin oyunlarıyla azınlık durumuna düşürülmek istenmişlerdir. Oysa gerek tarihi gerçekler, gerekse yukarıda saydığımız bu istatistiki rakamlar, Karabağ'ın "kadim" bir Türk yurdu olduğunu çok açık bir şekilde göstermiştir. Bağrından
G. B. Zakir, H. B. Vezirov,
Ekrem Bey Hakver:dm, Feriduh Bey Köçerli, Üzeyir Bey Hacıbeyli, Bülbül gibi edipleri; Hacı Hüsü, Cebbar Karyağdıoğlu, Meşedi İsaoğlu, Keçecioğlu Mehemmed gibi müzisyenleri çıkarmıştır. A z e r b a y c a n ' ı n m e ş h u r ş a i r ve n a s i r l e r i n d e n S a b i r
Rüstemhanlı'nın
1988 yılında yayımladığı Ömür Kitabı adlı eseri,
Azerbaycan'da derin yankılar uyandırdı. Arka arkaya basılan bu eser, adeta kapışıldı.
Rüstemhanlı,
bu e serinde gezip do laştığı
Azerbaycan topraklarındaki gözlemlerini ve intibalarını kaleme almıştır. İşte bu eserin önemli bir kısmı (s. 220-256 arası) "Karabağ"'a ve onun coğrafik devamı olan Kür-Aras bölgesine ayrılmıştır
Sabir Rüstemhanh,
Karaba ğ'ı anlatırken ne bilimsel
açıklamalara girişmek, ne de hamasi ifadelere başvurmak ihtiyacını duymamıştır. Karabağ'ı mutfağıyla,atıyla, musıkisiyle, edebiyatıyla anlatmış, Türklerin buraya kendi mühürlerini nasıl vurduğunu gözler önüne sermiştir. Bir yandan Türklerin Ermenileri himaye eden tavrını verirken, tarihsiz Ermenilerin yaptığı tarih sahtekarlıklarını göstermekten de geri durmamıştır. Karabağ'ı bir şairin dilinden anlatan bu eseri Türkiye'deki
okuyuculara da tanıtmayı kendimize görev saydık. Bu eser, eminiz ki okuyanları Karabağ'a biraz daha yakın, hatta onun ta kendileri olduğunu hissetmelerine yol açacaktır. Sözlerimizi yine bir Karabağ bayatısı ile noktalayacağız:
Gan,bag gar elinde Gülöyşe nar elinde Öldürsen özün öldür Goyma ağyar elinde.
SABİR RÜSTEMHANLI
Sabir Rüstemhanlı, günümüz Azeri edebiyatının önde gelen şair ve münekkitlerindendir. 1946'da Azerbaycan 'ın Yardımlı bölgesine bağlı Hamarkend köyünde dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini Yardımlı'da . tamamladıktan sonra, Azerbaycan Dil Enstitüsü'nün Filoloji Fakültesi'ne 1963 yılında kaydolur. Öğrenciliği esnasında "Kend Yolu" adlı şiiri, "Azerbaycan Gençleri" adlı dergide yayınlanır (1964). Bu şiir, Rüstemhanlı'nın neşredilmiş ilk eseridir. 1967 yılından itibaren de edebi eser \·ermeye faal olarak başlar, şiir, hikaye, edebi tenkid ve gazete makaleleri yazar. 1968 yılında da yüksek öğrenimini tamamlar. Daha sonra, edebi faaliyetlerini "Edebiyat \•e İncesenet" adlı edebi gazetede sürdürür. 1967-1978 yılları arasında burada özel muhabirlik ile tiyatro ve sinema, teııkid ve edebiyatçılık şubelerinde müdürlük yapar. 1980 yılından bu yana da "Yazıçı'' yayınevinde edebiyat kurulunun müdürü, baş redaktör mua\"İni, baş �edaktör olarak çalışmıştır . Rüstemhanlı aynı zamanda Azerbaycan Yazarlar .., Birliği'nin de üyesidir. Yapılan son seçimlerde milletvekili seçilen Sabir Rüstemhaıılı, Azerbaycan Cumhuriyeti hükümetinin Matbuat Bakanı olarak göre\· yapmaktadır. Sabir Rüstemhanlı ayrıca "Celil Memmedgulizade-Molla Nasreddin \'e Folklor" adlı bir tez de hazırlamıştır. Sabir, yazdığı şiirlerde daha çok içtimai konuları ele alırsa da, bunları kendine has sanatkarane bir üslupla vermekte hayli başarılıdır. Şiirlerinde Azerbaycanlıların gele . nek ve göreneklerini, tarihini
2 ustaca işleyen şair, bugün Azerbaycan'da kitapları kapışılan bir sanatkar haline gelmiştir. ESERLERİ: 1- Tanımag İstesen (Şiir),Baku: 1970. 2- Sevgim, Sevincim (Şiir),Baku:l974 3- Heber Gözleyirem (Şiir),Bakıi: 1979 4- Gence Kapısı (Şiir), Bakıl: 9 81. 5- Sağ Ol Ana Dilim (Şiir), Baku: 1983.
6- Gan Yaddaşı (tarih),Baku: 1986. 7- Ömür Kitabı (Seyahat intibaları), Baku: 1988. Bunların dışında şairin "Diderginler" adlı bir manzum hikayesi ile Adam Mitskeviç'den çevirdiği "Kırım Sonetleri" (Bak u:l985) adlı bir tercüme eseri de vardır. Sabir Rüstemh;ınlı 'nın aynca gazete ve dergilere yazdığı hikaye ve denemeleri de vardır.
3
Herkesin yüreğinde bir vatan nağmesi yaşar. Kimi zilden okur, bu nağmeyi, kimi pesten! Bazısı yangıyla, bazısı da başka bir hevesle!.. Herkesin· yüreğinde vatanın canlı bir hatırası var. Ben de kendi yüreğimdeki vatandan bahsetmek istiyorum! Kendimce; duyduğum, kendimce gördüğüm, kendimce tanıdığım, kendimce sevdiğim Azerbaycan'dan. Özümün Azerbaycan'ından! Ne Amerika'yı keşfetmek iddiasındayım, ne de Azerbaycan'ın şöhretini arttırmak niyetinde! Koca yeryüzü bir avuç içi gibi bellidir. Azerbaycan'ın da be'nim sözümle bulabileceği şöhrete ihtiyacı yoktur. İlmi ve tarihi olmak endişesi içinde de değilim. Öyle şeylerden bahsediyorum ki,onlara kalbimle inanıyorum!..
(Ömür Kitabı, s. 50-51).
4
TEPELER DİYARI veya KÜR-ARAS MEDENİYETİ Haritada nehirler, dalları olan ağaçlara benzer! Dal dal, yaprak yaprak bürümüşler. Şehirler de bu dallara "meyve" gibi asılıp kalmışlar. İnsan ateşe sığınmış, suya sığınmış, dağa, denize sığınmış. Mutlaka bu sebepten, medeniyetin ilk meFeleri, bu "ağaç"ların dalında budağında yetişmiş. Orhun ve Yenisey, Han \'e Bayan ırmakları boyunca, Dicle \"C Fırat kıyılarında, Nil boyunda, Sir-Derya ile Amu-Derya arasında, Huanhe, Yantszi, Ganj havzalarında, Volga, Don, Dinyeper \'e Tuna etrafında... Bir Kür-Aras ovasında. .. Sonuncusunu yılın her mevsiminde gezdim. Her defasında da, yılın en güzel rnkti, bu mevsimmiş gibi geldi bana. Güneyde Aras boyunca yükselen Karadağ, doğuya doğru gittikçe alçalır ve nihayet Mugan ovasına ka\'uşur. Kuzey tarafta da Küçük Kafkas silsileleri -Karabağ Dağları- gittikçe alçalır \'e Karabağ O\'asına ulaşır. Kür-Aras o,·ası, Büyük K a fkas, Küçük K a fkas ve Karadağ silsileleri ile çenili Hazar Denizi'ne kadar uzanan geniş bir arazidir. Lakin Kiir-Aras medeniyetinin sınırları daha geniştir ve son sekiz on bin yıl zarfında Kuzey \'e Güney Azerbaycanla beraber Gürcistan \'e Ermcnistan arazisinin büyük bir kısmını da içine almıştır. Bu medeniyetin nişaneleri, daha çok, bu geniş araziye serpilmiş uçsuz bucaksız arazilerde \'e kurganlarda korunmuştur. Yıllar, bu tepelerin yüzünü hin yerden delik deşik etmiş, binlerce el uzanmış, tüneller a':ılmış. Buldozerlerin kepçeleriyle düzeltilmiş bu tepeler. Lakin biz hala bu kurganların ,.e tepelerin sakladığı hiiyiik medeniyeti gereğince tanıyamadık. Ya da taııııııak uğruna eski izlerimizi hunharca silip yok ettik
.
Tasa\'\'ur edin ki, Cehrayıl gibi, aslında (iiiney ,.e Kuzey
5
.:\zerbaycan 'ın ortasında, Karabağ'dan Gence ve Şeki 'den, 3ürcistan'dan Tebriz'e giden bütün yolların gelip birle§tiği ve Hudafcrin'den geçtiği bir yerde, her adımda tarihin benzersiz izlerinin korunduğu bir bölgede şimdiye kadar esaslı, ciddi arkeolojik araştınna yapılmamış. Buna karşılık, mezar kazıcılar, altın arayıcıları her gece bir tepeye köstebek gibi lağım açmış, eski insanlara ait meskenleri bulup talan etmişler ve hala da etmekteler. Diridağ abideleri, uzunluğu yedi sekiz kilometre civarında Dağtumas mağarası ve onlarca sayıdaki pek çok abide keşfedilmeyi bekliyor. Aşık Gurbani gibi büyük halk sanatkarlarının mezarları da yıkık dökük haldedir. Teknik Sanat Okulu 'nun dört küçük odasında kurulan tarih müzesine gelen her insan, bu toprakta ne büyük bir servet, tarih ve etnoğrafya abideleri olduğuna lıayret eder. Ne yazık ki abidelerin çoğu, tarihçilerimizin ve arkeologlarımızın gönlünden ve gözünden ıraktır.
HAŞİYE: Tarih müzesinin direktörü içi yanarak anlatıyor: Özel arabaları \'e kazma edevatı olan kişiler, sık sık gizlice geliyor \'e bizim abideleri kazıyor. Allah bilir n_eler çıkarıyorlar veya neler gömüyorlar. Hiç olmazsa oradan ne çıkarıldığını veya oraya ne gömüldüğünü bilebilseydik. Bunu bilecek gücümüz yok. Tarihi şimdi sadece kazıp aramakla değil, değersiz "hediye"lerle sahteleştiriyorlar. Helikopterle ya da taksiyle gelip herhangi bir dağa taş gömenler, sonra da yer ve abide iddiasında bulunuyorlar. "Burada atalarımızın yadigarı var" diye çığırtkanlık edenlere çok rastladık. Ne yazık ki, ilmi kuruluşlarımız, bu oyunbazlıkları hile bile, bütün bu abideleri koruma altına almak ve tarihini öğrenmek istemiyorlar. Burada büyük Gürcü yazarı İlya Çavçavadze'nin "Taşların
Feryadı" adlı eseri aklıma geliyor. Sakın ş aş ı rmayın, bazı Ermeni "sözde tarihçileri"nin, arkeologlarının bu tür sahtekarlık teşebbüsleri, sadece bugiiniin
meselesi değiJdir. Böyle durumlarla uğraşmak her zaman çok zor olmuştur: "Onlann (Ermenilerin) fikrine göre, kendileri bizim milletimizi sürüklediklerinde biz başımızı kuma gömmeliyiz. Milletimizi hesaba almayan, hor gören bu malum grubun emellerini ortaya döküp kendimizi müdafaa etmeye kalktığımızda ise, hemen şaşırırlar ve şöyle derler: "Siz, bizim bu küçük grubumuz hakkında böyle doğru sözler söyleyemezsiniz. . . Eğer biz, sizin bütün milletinizi tahkir etsek, iftira etsek, lekelesek bile, siz, "yahu ne olacak ki?!" demelisiniz... Hakikat ve liberalizm böyle de olur??" Büyük yazar daha sonra şöyle devam eder: "Onlar bilirler ki, ne kadar uğraşsalar, gerçeği gizleyemeyeceklenlir. Onun için de, gerçek, her vasıta ile mahvedilmeli, tarihi yazılar çizilip karalanmalı, bozulup atılmalı ya da kendi menraatlerine uygun olarak değiştirilmelidir (bkz. İlya Çavçavadze, Seçilmiş Eserleri, Tiflis, 1984)." Çınar Nağmesi. Tarih bugün de yaratılabiJir. Atalarımızın büyük kahramanlık ananelerini sadece müze malı olarak görmek yanlıştır. Kocaman çınar ağacının çevresinde, kocaman dehlizin n�ğmesiyle kendi sakit, temkinli, anlayışlı hayatını yaşayan Cebrayıl'ı (küçük bölge merkezlerimizinden birini) geziyorum. Dilimin ucunda bu bereketli toprağın meydana getirdiği medeniyet koruyucularının, yazar ve aJim dostlarımın adlan ve sohbetleri var. Tanınmış yazarımız
Mirkişiyev, Kuliyev,
Sabir Ahmedov,
kabiliyetli nasir ve gazeteci
dilcilerimiz
tercüman
satranç v e tavla hakkındaki kitapların yazan
Mehdi
Şehriyar
Yasif Nesirli,
meşhur
Tofik Hacıyev, Kamil Veliyev, İsmail Memmedov,
G ez e n fer K a zı m o v , Serhan Abdull ayev, Cebrayilz8de...
birbirinden ışıklı insanlar. ***
ş air
Vagır
7
Ben dağda büyüdüm ve düz yerlerde her nedense bir durgunluk hissederim; sanki boyum küçülüverir, dayanacak bir yer ararım. Küçük bir yükseklik görsem, dünyaya bütün genişliğiyle bakabilmek için, oraya gitmeye can atarım. Bu yüzden Lenkeran ovasının, Mugan'ın, Mil'in, Şirvan ve Karabağ ovalarının kurganları, yumru tepeleri, ilk gördüğümden beri beni hayran bırakmıştır. Bu tepelerin sırrını, kurganlann çoğunun el ile yapıldığını bilmiyordum. Ama anlıyordum ki, bu tepeler benimle konuşuyorlardı ve onlarda bir sıcaklık, bir yakınlık ve yüreğimi çeken bir cazibe vardı. Bir de tepelerin adına hayranım; bu adların her birisi bir tarihe penceredir. Açan görür! Tebriz'de Karatepe tapınakları en modem teknik imkanlarla araştırılmış ve M.Ö.9.-8. bin ·yıllarının yadigarı olduğu anlaşılmış. Urmiya'da (Hesenlü, Delmetepe, Yanıktepe, Göytepe'de) yaşanılan yerler M.Ö. 6.-5. !:,in yı11arının izlerini taşır. Mesela Delmetepe'de M.Ö. 4306 yılından itibaren hayatın başladığı anlaşılmış. Nahçıvan Gültepesi'nde sekiz metre derinlikte açılmış ocaktaki kömürün yaşı 4994'tür. Unniya Göytepesi'ndeki Miskaplann yaşı da bu civardadır. Aynı devirde Cclilabad Göytepesi'nde de hayat vardı. Mugan'da metal imal edilirdi. Şamhor çevresinde Şomutepe'de buğday ve ekinlerin artıkları M.Ö. 6. bin yılına yakındır. Ve bu medeniyetin izleri -özellikle kemik ve boynuzla işlemeler- Mezopotamya medeniyetine çok �akındır. Ağdam 'da (İlanlıtcpe'de, Fuzuli 'de), Garaköpek tepede, Ağrı dağı ,·adisinde, Eçmiedzin'den yedi kilometre uzaklıktaki il. Gültepe'de de, aynı devirde, benzer bir medeniyet inkişaf ediyordu Gazah bölgesinde, Baba Derviş'de metal eritme ocağı altı bin yıl evvel hazırlanmış. Baba Derviş binaları, Güney K.afkasya'daki en
8
eski yapılardandır. Kür-Aras ovasında M.Ö. 6.-5. bin yı llarında ekinciliğin ve hayvancılığın hayli geliştiği tespit edilmiştir. Beştaş, Şomutepe, Toyratepe, Gültepe medeniyetleri, insanın yaratıcı zekasının çok eskiye dayanan köklerini bulup çıkarır ve bu medeniyet, bütün olarak Urmiye ,Güney Azerbaycan ,.e Mezopotamya medeniyeti ile birlikte komşu ve belki de akrabadr. Azerbaycan kurganlarındaki M.Ö. 3. bin yılına ait abideler, Güney Mezopotamya'nın
(Sümer), Ur, Uruk kurganlarından
çıkarılan eşyalara benziyormuş ve ilmi literatürde bu konuda çok şey yazılmış. Bu büyük medeniyet, Ermenistan'ın ve Gürcistan'ı n sınır bölgelerinde de gelişmiştir. Ve ilgi çekicidir ki, oradaki kurgan ve tepelerin hepsinin adı Türkçedir. Bu yerlerde şimdi de Azeriler yaşamaktadır. Mesala Gürcistan 'da Banu Irmağı havzasında Çol medeniyeti. Naçar dağı nda(! ) kurban verme mabedleri de Azerbaycan'daki bu tip abidelere benziyor. Bütün bu abideleri inceleyen tarihçiler, Kür-Aras medeniyetini, Dicle-Fırat medeniyetinden daha yaşlı sayarlar. Lakin incelenen keramik bilgisi gösterir ki, Azerbaycan'da Kür-Aras medeniyetinden daha eski bir medeniyet de vardır. Karabağ'ın küçük bir
bölümünde , Fuzuli bölgesinde
ENEOLİT \'e tunç devri medeniyetinin nişanelerini koruyup saklayan tepelerin adlarını hatırlayalım: Hantepe , Yeditepe, Garaköpektepe, Güneştepe, Uzuntepe, Meynetepe, Zergertepe, Şomutepe, Gültepe \'S. Azıh'ta yaşayan insanlar dünyanın en eski sakinlerindendir. Azıh mağarasının altı salonunun uzunluğu 600 metreden fazladır.
HAŞİYE: Bu tepeler dünyasında, toprağın perde çekip gizlediği eski medeniyetin azametini göstermek için o uzak maziden
9
kalan sulama sistemlerini gözönüne getinnek kafidir. Eski şehirler ve bu şehirlerin içme suyunu temin eden dehlizleri , su kemeri şebekeleri bu anlattıklarımın dışında. Güney Mugan'da (Şehriyar ovasında) Belesuvar'a gittiğimde şimdiye kadar hala arkeolog ayağı değmelJ!i§ Şehriyar şehrine, daha doğrusu yanyana yükselen iki şehir harabesine baktık. Yerlilerden biri hayret ve teessüfle şöyle bir hadise anlattı. Şehriyar'ın etrafında ekskavatörle kanal kazıldığında toprağın altında es�i bir dehlize . rastlamışlar. Uzunluğu tahminen 80 km. Aynı büyüklükte taşlarla örülmüş "taş kemer" den buz gibi su gelmekteymiş. Bu çevrede kaynağı olmadığına göre , belli ki bu sınırın ötesinden, yani Güney Azerbaycan dağlarından geliyordu. Dakın i§te, şehirler dağılıp gitmi§, ama su, göz ya§artan bir sada_katle yüzyıllar boyu akıp gelmi§. Ne yazık ki içme suyupı kadar ihtiyaç duyan Pu§kin, böyle büyük tarihi bir abidenin
i
bilmemi§, onun da suyunu kanala aktannı§lar. Bunun gibi kadirbilmezlikler on mudur, yüz mtJdür? Hangi birini söyleyeceksin...
10
KARABAG Kür-Aras medeniyetinin ürünlerini verdiği esas bölgelerden biri, ovaları ve dağlarıyla K..rabağ'dır. Bir ucu Mil ovasında , bir ucu Küçük Kafkasya'da, Laçin-Kelbecer dağlarında, Murov, Goşgar ve Delidağ'da olan Karabağ!.. Bu vilayetin ovalarında şöhreti büiiin dünyaya yayılmış Karabağ atları koşturur, dağ yamaçlarında meşhur Karabağ koyunları yayılır. Bu koyunun yününden, halı dokumak için hazırlanan ipin eşi benzeri yoktur. Karabağ toprağı, Azerbaycan medeniyetinin ilk ve büyük beşiklerinden biridir. Ara!J devletinin, Eski Berde'nin, Eskeran ve Şuşa kalelerinin eski Albanya'nın Hristiyan medeniyet inin muhteşem miraslarını sinesinde saklar. Karabağ, Vagırı n ve
Natevan'ın
Zakir' in
ve
Ü zeyi rbey H acıbeyli'n i n
Abdürrahimbey Hakverdiyev'ın, ve
Bülbül 'ün
Yusuf Vez i r
Çemenzeminli'nin ve Cabbar Karyağdıoğlu'nun vatanıdır. DUA . . . Babam , her sabah namazında dua okurdu. Sabahını hayır dileyen, konu- komşuya ve onların arasında kendi evlatlarına da mutluluk isteyen sözlerle açardı. "İlahi, sen merdi namerde muhtaç etme!" Bu sözler, uykulu beynime dolardı. (Söz, bu günün uykuda dua okutmak" deyimini akla getiriyor.) Dabam yarı uykulu ailesinin başı üstünden Allah'a dayandığında, zaman onun bu hayırlı davranışını evlatlarının kulağına fısıldardı. Onun evlatlarına bu iyi, güzel niyetleri bir ninni gibi fısıldamasını, kötü bir şey olarak görmüyorum. Ben de sohbetimin bu kı smına duayla başlamak istiyorum: Benim halkımın göniil musikisi inşallah hiçbir zaman susmaz! Kadir Rüslem ov sohbet lerinden birinde halk türküleri zilden ,
okunmak için yaratılmış, onları ancak zilden okumak lazımdır, demi�.
11 Karabağ, benim zilden okunan türkümdür. Sevgi, bahtiyarlık için söylendiğinde de gözünün yaşı kurumayan türküm. Her
seferinde Karabağ ovalarını geçip dağlara yükseldiğimde sank\ mugamın bamından ziline yükselirim.
•
Karabağ, musıkinin beşiğidir. Vaktiyle Şuşa'ya Kafkasya'nın konservatuvarı denirdi. Kim Karabağ'ın bülbüllerine, Karabağlı çocuklara kulak asmamışsa, o, insanın bütün ruhu ile musıkide eridiğini,bütün ruhu ile m u s ı k i y e k a vuştuğunu, ilkbahar havasına çevrildiğini görmemiş... A z erbaycan musıkisini ilk defa işiten, değişik musıki terbiyesine sahip misafirlerimizin de Karabağ bülbüllerini dinlerken gözyaşlarını saklayamadıklarına defalarca şahit oldum. . Zaman geçer, türkü söyleyen çocuklar büyüyüp gider, ama " Karab� bülbülleri" yerinde kalır. Cılız, karayağız, gözleri ateş bürümüş gibi yanan çocuğun yerini aynen ona benzeyen bir başkası alır. Nesiller değişir, ama o ilahi Karabağ zengüleleri ve "Karabağ şikestesi" hiç değişmez. Bu "bülbülleri" her dinleyişimde, söyleyenin Azerbaycan halkının ruhu olduğunu hissederim. Bu seste binlerce yıldan beri toprak uğruna kurban gitmiş yiğitlerin yürek ateşini, yurdun büyük arzularını, bitip tükenmeyen saadetini, istikbal arayışını ve kısa ömrün çaresiz akıbetini duyarım. Sanki bu ses, dağların, ormanların, milyonlarca renkteki çimenliğin ve sessiz kayaların sesidir. Üstünde yaşadığımız toprağın sesidir, damarımızda, kanımızda dolaşan bir kahramanlık ve ebediyet çığlığıdır. Cebrayıl 'ın Sirik köyünde, musıkinin getirdiği şevki coşkuyla şöyle ifade ederler: "İçinde öleyim, a kara zuma!" Bu söz, tar çalanın sihirli parmaklarının tesirine uyup göğsünü tara çarpan bülbülün çaresiz ve karşılıksız sevgisini hatırlatır. Aze r b aycan için musikinin ne demek olduğunu, Celil
12 Memmedguluzade, küçük hacimli "Kamançe" piyesinde benzersiz bir ustaJıkla anlatır. Ermeni-Müslü man çatışması nda, Taşnakların yap t ı ğ ı vahşiliklere öfkelenen, yere göğe sığmayan, can dostlarını kansızca öldürmüş düşmanın kanını içme)'e hazır kahraman yüzbaşı, eline düşen Enneni Bahşı'nın çaldığı kemençe sesleriyle yumuşar ve onu öldürmeye eli vannaz. Hahşı'nın dillendirdiği Azerba'ycan nağmeleri ("rast" ve "şikeste-i fars"), yüzbaşıyı, kendi esiri karşısında esire çevirir: "A, bala Ermeni, anlat bakalım bizden ne istersiniz?" Kemençede "segah-zabul" çalındığında, artık kahraman yüzbaşı dayanamaz: "Haydi Enneni, tez kemençeni topla ve çekil git buradan! Yoksa babamın mezarı hakkına, yoldaşlarımın başına and olsun, bu kamayla önce seni, sonra da kendimi öldürürüm! Çekil git!'' . . . Musıki insanın ömür yoldaşıdır. Doğumdan ölüme kadar onunla birlikte yaşar. Açılan kapıda ninni sevinci, kapanan kayıda ise acı bir feryat vardır. Sevincin zirvesi ile kederin zirvesi musıkide yanyana gelmiştir. Azerbaycanlılar kendi alemlerine kapılmayı, yürekle, Allahla, dünyayla başbaşa konuşmayı seven bir halktır. Bu konuşmanın değişmeyen, ebedi ve tercümeye ihtiyacı olmayan bir dili var: Musıki! Dağ yollarında geçen yalnız çocukluk yıllarımda nereden yükseldiğini bilmediğim bir şikesteye, bir zengüleye, bu yolların ve dünyanın kendisiyle yaşıt ebedi mucizesiymiş gibi bakardım. Azerhaycan 'ın her vilayetinde, her ilinde musıkimizin kanadına meyil daha fazladır. Bu, haşka bölgelerde musıkinin az sevildiği anlamına gelmez. Hayır! Lakin gelenekle, ruhla, tecrübeyle ve nihayet terbiye ile ilgili öyle bir güç ,·ar ki, umumi akışın içinde de dinleyicinin kalp atışına,
13 söz gücüne ve temsil ettiği vilayetin musıki havasına bağlayabiliriz. Azerbaycan 'ın batısı (Borçah, Karayazı, Gazah-Tovuz, Kelbecer, Gedebey Göyçe çevresi) saz üstünde kökleşip geceli gündüzlü sazın !tavası ile yaşarken, Tebriz'den Şerur'a binlerce yıldan beri Yallı* uzanır. Şeki-Şirvan, kara zurnanın ve balabanın ateşiyle yanar. Bizim taraflarda akşamları saz ve balabanlarla dinlediğimiz aşık hikayelerine kulak verirken gündüzleri de kara zurnanın çığlığına at yarışları kızıştırırdık. Kafkas dağlarına sığınan illerimiz, yüreğini üç telli saza ve tambura açar. Lcnlteran bölgesi halay çeker, Nahçıvan "hahışta" okur, Baku tarı ve nağmeyi daha çok sever. Karabağ'ın payına da mugam düşmüş . . . Aslında bu tam bir ayırım değil, nerenin neyi daha iyi becerdiğine işarettir. Mutfağımız da böyledir. Pilavı yahut dolmayı, dovgayı ya da soyutmayı sevmeyen Azerbaycanlı bulunmaz, lakin pilavın Azerbaycan'da yüze yakın çeşidinin olduğunu ve bunların hepsinin değişik şekillerde pişirildiğini kim biliyor? Uzun sözün kısası , her bölgenin mutfağının kendine has bir güzelliği var. Balığı ve kuşu, levengisi ile birlikte Lenkeranlı gibi pişiren bulunmaz. Buna karşılık Lenkeran'ın iki adım uzağında bizim dağ köylerinin halkı balığa yabancıdır; onlar için dünyanın en güzel yemeği soğutma, kebab, ayran aşı, tavuk çığırtmasıdır. Şeki, pilav ve şirniyyat ustasıdır; Nahçıvan'ın lavaşı, peynir ve terhunu ele düşmez, Zagatala ve Balakend'de sürhüllü, halyar, mahara, balkabak ketesi ve girs sevilir. Derbend'in gahacı, Tebriz'in köf1esi, Gence'nin dolması, Bakü 'nün düşheresi, Ordubad 'ın mürebbe ve tutmaları, dağ otları (baharatları) ile pişirilen ekmeklerinin eşi yoktur. Her yerin, diğer bölgelerden daha güzel pişirilen yemekleri vardır. Ancak hepsini de aynı iştahla yeriz.
*Yallı: El ele tutuşarak oynanan halk oyunu, bar. (Haz.).
14 Yeri Gelmişken.
Güngörmüş bir ihtiyar sık sık söylerdi:
Milletin kadimliği iki şeyde kendini daha açık bir şekilde ortaya çıkarır: Bir musıkisinde, bir de mutfağında. Bizim dilimizden bütün şarkın diline geçmiş türküleri ve mutfağımızdan komşularımızın mutfağına geçen onlarca ekmek çeşidini hatırladığımızda ister istemez kadimliğimizi düşünürüz. Azerbaycan mutfağı tarihi bakımdan daima zengindir ve çok büyük gelenekleri vardır. xvı. yüzyılda Azerbaycan'a gelmiş İngiliz seyyahı Anthony Cenningson, Şirvan hükürıdarı Abdullah Han tarafından kabul edilirken sofraya
290
çeşit ekmek ve çerez
getirildiğini görünce hayrete düşmüştür. Bir çok halkın dilinde tar, kemençe, tütek, balaban,zuma, saz gibi musıki aletlerimizin; dolma, köfte, pilav, kavunna, bozartma, şişlik, lülekebap gibi yemeklerimizin, bizim kelimelerimizle yaşadığını gördüğümde o ihtiyarın arifane sözü aklıma geliyor. Birlik, herkesin aynı sözü söylemesi değil,çeşitli sözlerin aynı manaya yönelmesidir. Zenginlik, herkesin aynı çiçekle bezenmesi değil, güllerden çelenk örebilmektir. Çemene girdiğimizde hepimiz bir çiçeğe, hepimiz bir çiçeğin üstüne atılırız,herkes kelebek gibi bir güle konar; çemenden çıktığımızda kucağımız gökkuşağından daha elvan olur. Dir kuşun nağmesi, her ne kadar güzelse de,yüz kuşun ses sese vermesi daha güçlü ve tesirlidir. Her günün başka bir keyfi, havası olsa da sabahtan akşama kaiJar aynı türküyü dinlemek istemem. Sabahin sabah türküsü var,akşamın akşam... Dereye bam yaraşır, zirveye zil! Kaya mengenesinde çağıldayan çaylar, ovanın düzlüğüne ram olup,seslerini keser. Azerbaycan musıki medeniyeti binlerce gülün, çiçeğin sergilendiği bir gül bahçesine benzer. Belki başka vilayetlerimizde mugamı Karabağlılardan çok isteyen mutlaka vardır. Lakin istemek,
15 becermek ve duygulanmak değil ki... Mugam, Karabağlı'nın havasında ve suyunda, Karabağlı'nın kanındadır. Musıki-şinaslarımızın (bestekar, muganni ve çalgıcılarımızın) çoğu Karabağ'da yetiŞ.111iştir.
" Karabağh olasan, ohuya bilmeyesen?! " Halkın diline yerleşmiş bir sözdür! llu da, az tanınmış bir şai. rin tanınmaya layık sözüdür: "Mugam, Azerbaycan ruhunun aynasıdır; talihin bize verdiği bir hazinedir, bahtiyarlıktır...
"
Mugam, bir okyanustur; ne sonsuza yetişmek mümkündür, ne de derinliğine ulaşmak! Şair
Gabil,
zarif bir şekilde, "pilav kara kostüm gibidir,hayra
da yorulur, şere de, " diyor. Mugam da öyle, hem hayra yaraşır, hem şcre. Sevince müdriklik katar, gözyaşına da sabır. Mugam. yarım işi sevmez. Hiç bir musıki, bana mugam kadar doyurucu gelmemiştir. Başka türküler,yıldırım gibi çakıp bir anda dökülüp geçiyor. .. Mugam, ilkbaharlı, yazlı, sonbaharlı, kışlıdır. Çocukluğ un, gençliğin, olgunluğun ve ihtiyarlığın bütün gelişi, gidişi, duruşu ve dönüşü mugamın ruhundadır. Mugam, anın ebediyetini ve ebediyet gibi sonsuz görünen ömrün aniliğini gösterir: O, zaman ve fasılların toplamıdır. Her türkü bir yaprak nağmesiyse, mugam bütün bir çınar türküsüdür.
HEMİŞE:
Söz dile geldi,ele geldi demişler. Yazımın burasında
telefon çaldı. Denim musıkiyi dinlediğim bu anda telefonda tanımadığım bir ses de, sanki
8 Mart bayramında,kendi kendini
tebrik edermiş gibi tatlı bir sesle söylüyordu. İşte o "gaybdan gelen" türkü.
16 Alton üzük, yaşıl gaş Heyranam men sana. Dur, ey vefah dostum, Gel çıhag seyr.ma. Alton üzük parmagda, Çektim çıhmaz dırnagdan Tövbeliyem, yar tutmam, Gorhum var aynlıgdan. Elimde eli yann, Olmuşam deli yanın. Bu günüm bele keçdi Sabahım geli yanm! Obadan geldi yarım, Üzüme güldü yanın Açtı gulaç golların Hoynoma saldı yanın! Türkü bitti, ses kesildi ... Bu kederli türkünün sözleri ne kadar eskidir?!
Alton üzük, yaşıl gaş... fiu sözler, mutlaka bin yılın ötesinden geliyor. Tıpkı türküyü dinledikten sonra hafızamda uyanan şu ba)'.atılar gibi:
Alton biz, Yagot sizsiz, alton biz, Gar dağın sed goydolar Çohdan geçdik altın biz Ateşperest, Odperest, ateşperest Hüsnüne baha baha Olmoşam ateşperest!
••
17 Mugam dünyasından bir hevesk3r gibi bahsetmek doğru değildir! Bu yüzden de yalnız hisse, duyguya uyup konuşmaktan kaçınıyoruz. Ama mugamın, doğudaki bir çok millet için umumi olan yönlerini hatırlatmaktan da kendimi alamıyorum. Tanınmış tar ustalarımızdan birinin evinde esas mugamların notaya alındığı bir k i t a p g ö r m ü ş t ü m . Şimdi kitabın a dını, neşredildiği yeri hatırlamıyorum. Ancak kitabın sayfalarının gökkuşağı gibi yedi renkli olduğunu hala hatırlıyorum. Her mugam, kendine, kendi ruhuna uygun bir renkte basılmıştı. Ve tar ustasının bu renkleri, yedi gezegenle, gökJrnşağı ile genellikle de yedi rakamı ile bağlaması, oHun mugam sanatının inceliklerini, fel sefesini bildiğini gösteriyordu.
Nizami-i Gencevi'nin "Yedi
Güzel"inde her güzel bir
masal anlatır. Kızların yaşadığı odalar, haftanın yedi gününe, yedi gezegene uygun düşer ve bu renkler de anlatılan masalların muhtevasını gösterir. Şair, okuyucusunu siyahtan beyaza, şerden hayra, karanlıktan ışığa doğru götürür. Ve bu, gezegenlerin gökyüzündeki durumu ile çok anlamlı bir şekilde ilgilidir. Mugamların kitaptaki düzenlenişinde de
Nizami-i Gencevi
estetiğinin özü korunmuştur (siyahtan beyaza, cahillikten olgunluğa, zulümden adalete, savaş ihtirasları ile çalkalanan bir dünyadan herkesin kendi emeğine uygun mutluluk aradığı, hakimsiz, sınıfsız ve herkesin bir olduğu, hür bahtiyar bir cemiyete doğru!). XII. yüzyılda Azerbaycan'ın dahi şairini rahatsız etmiş ve büyük bir estetik olgunlukla bedii hallini aramıştır. Bu fikir, Azerbaycan güzel sanatlarının da mayası ve edebi fikri olmuştur. Hatta musıkimiz, mugamlarımız da bu öze bağlıdır. Mugamlar da bizi, dünyanın bütün gamını koynuna afan tenha ümitsizlikten savaşa, zafere ve ışıklı sevince doğru götürür. Allah rahmet eylesin
Fuzuli 'ye!
Mugamın ne kadar tonu, ruh
hali ve çağrışımı varsa hepsine uygun sözü o söylemiş. Yani, mugam mucizesi ile
Fuzuli
sözünün mucizesi birleşmiş. Bir milletin manevi
18 hayatı için bundan büyük bahtiyarlık tasavvur edemiyorum! Bu iki kudretin bizim ruhumuzu nasıl parlattığını ve onlara ne kadar borçlu o l d u ğ u m u z u o r t a y a çıkarmak z o r d u r ! . .. Mugam, k omşu halklarımızın da ruhuna yerleşmiş.
Yetim
Gürcü'nün Gürcüce
yazılmış şiirlerini, mugam üstüne söylediklerini kim dinlese ömrü boyunca unutamaz. Karabağ Ermenileri bile mugam zengülesi işittiklerinde kendilerinden geçerler.
AT
..
Karabağ'a şöhret kazandıran nimetlerden biri de attır. Bu
anlayış, Azerbaycan maneviyatının ve yaşayışının ayrılmaz bir parçasıdır. Karabağ atı, dilboz at... Çeşit çeşit adlar taşıyan Azerbaycan atlan ...
Söz Arası:
Bizim bütün köy çocuklarının ilk adımlarını
atmalarıyla ata binmeleri hemen hemen aynı zamana rastlar. İlk defa ata bindiğim günlerin uzak, dumanlı hatırası hala aklımdadır.. Eğersiz, dizginsiz çıplak atın yelesinden tutmuştum. At da başı aşağıda deredeki bulağa gidiyordu. Ne kadar sıkı tutsam da,kendime hakim olamıyordum ve atın boynundan aşağıya doğru kayıyordum. Bulağa geldiğimizde artık atın başına kadar gelmiştim. O zaman yaşım neydi ki? Çok iyi hatırlıyorum, atın kulaklarına sıkı sıkıya yapıştım ve at da istifini bozmadan bulaktan su içiyordu. Doyup geri çekildi. Bulağın yanındaki otluğa geldiğinde, artık ben yere düşmüştüm. Herhalde atın başı kadar boyum vardı. Dostluğumuz, adeta o zamandan başlamış ve bu dostluğun tarihçelerinden i�isini
''At Hakkında İki Hatıra " adlı,benim için çok değerli olan şiirlerimde anlatmıştım.
Ey saadet! Belke ele o keher atsan1, Çoh gaçmışam, yalvarmışam düşüb dalınca2• Demişem ki, cilovuna3 ellerim çatsa" Dincelmerem5 gısasımı6 senden alınca!
• ••
1)Doru at isen, 2) arkası nca, 3) dizginine, 4) ulaşsa, 5) dinlemiyorum, 6) hıncımı
19
At cildinde7, guş cildinde, ağaç cildinde İnamram, heremizin8 bir sehrimiz9 var. Eğer tale10 gısmetse, goymaym ite Demek olmllZ min il 11 sonra gereğim olar
•••
Ruhumuza ana ninnisi ile birlikte yerleşmiş
Köroğlu cengi,
Mısri gılıncı ve Kırat hakkınd1' söylenen türküleri hatırlıyorum. r
O vakitler Kırat bizim için Köroğlu'nun kendisinden daha aziz
idi ve doğrusu, Kırat'ın
Köroğlu'nu
ne kadar �or durumdan
kurtardığını gördükçe ona acıdığımız da olurdu.
"Alma gözlü, gız birçekli Gırat, gel ". Kahramanın atına olan sevgisini bundan kesif, bundan güzel belirtmesi nasıl mümkün olur. At yiğidin gardaşıdır! Bu da "Canım Gırat" diyen Köroğlu'nun sözüdür.
... İgid gerek meydan aça, düz vura Ayaglarm üzengiye berk vura.... At burada toprak yerinedir, ayağı üzengiye sıkı vunnak, toprağın üstünde sağlam dunnak gibi düşünülür! Kırat elden gittiğinde
Köroğlu
nasıl da kahırlanır?! Sanki
kardeşini yitinniştir. Bu kardeşliği
Köroğlu'ndan
çok çok evvel değerlendirenler de
vardır. Köroğlu'nun ozan babası Dede Korkud şöyle demiş:
At yemeyen acı otlar bitmese yey! .. Azerbaycan destanlarında mifik-esatiri kökle, odla, denizle ilgili atlara şiddetli bir sevgi var. Güzel at, destanın kahramanı ile birlikte anılır. Dede Korkut hikayelerinde yiğitlerin serveti içinde at, daima en başta hatırlanır.
7) şeklinde, 8) her birimizin, 9) sihrimiz, 1O) talih, 11) bin yıl.
20 Dede Korkud hikayelerini okuyup da, nallarının sesi yüzyıllar ötesinden gelen a!ları gözi)nüne getinnek zor değildir ve bu atların çeşitliliği insanı hayretler içinde bırakır: Yani bu hikayelerde "boynu uzun bedöy atlarla", "gatlıg atlarla" beraber "gonur at", "tepe) gaşga aygır", "göy bedöy", "ağ bedöy", "boz aygır", "ağ-boz at", "gara aygır", "şahbaz atlar'', "garagoç atlar" da görürüz. İnsanlarımız şöyle der: "Atı yolda, yiğidi zorda sınarlar", "At yürüyüşü�den, yiğit duruşundan tanınır", "Yiğit odur, attan düşüp atlana!" At taliminin binlerce yıllık yaşı var. Tahminen üç bin yıl evvel bir atın on dört metre uzağa sıçradığı�a dair bilgi vardır.
Midiya yiğitleri, yorulmak bilmeyen Nisey atlanna binerlerdi.
Güney Azerbaycan, İran Şahı'nın tavlasına her yıl yirmi bin seçme at gönderirdi. Azerbaycan köylerinde atsız insan bulmak çok zor bir iştir. Azerbaycan'ın ulu ataları olan Oğuzlara bazen ordu-millet de diyorlardı. Yani, gece gündüz yurdunun nöbetini tutan bütün millet at üstündeydi. Onlar, at üstünde doğarlar, at üstünde yaşarlar, at üstünde ölürlerdi.
Sergerde a nalar, yiğit analar Yeherde1 doğublar2 övladlarmı Azerbaycanlı kadınların erkeklerle beraber yiğitlik göstermesi, at sürüp, kılıç kuşanması bu toprağa gelenleri daima hayrette bırakmış. Amazonlar hakkındaki meşhur efsaneleri hatırlayalım. Masal ve destanlarımızın kadın kahramanlarını düşünelim. Azerbaycan'a gelmiş seyyahların yazdığı kitapların sahifelerini çevirelim. XV. asırda Uzun Hasan'ın otağına gelen Venedik diplomatı Ambrocco Kontarini, Azerbaycanlı kadınlar hakkında şunları y azar: "Onlar, sürekli parlak giyinir, ala atlarını emsalsiz 1 )eğerde,
2) doğurmuşlar.
21 1
sürerler."
Uzun Hasan ın baldızının damadı Katerino Seno (Uzun '
Hasan'ın karısı Despina Hatun, Trabzon İmparatoru iV. İohan ın '
kızı idi ve onun kardeşinin dört kızı Venediklen evlenmiştir.) Uzun
Ha san 'ın 300 bin kişilik süvari ordusu olduğunu yazar ve ilave eder: "Bu k ııılrctli hükümdar istese bir milyon savaşçı -toplayabilir." .
·
hıı.ım oralarda kadınlar ata binmede, düğünde, dernekte
erkcJ....lerden geri kalmamışlardı. Yayla, ova yollarında at koşturan ninelerimiz, analarımız mutlaka o neslin son örneklerindendi. Belki de ömürleri at üstünde geçtiği için, Oğuz kahramanlarının ömrü çok kısaydı. Şöhreti dünyayı tutmuş serdarların, hükümdarların yaşını hatırlayın: otuz, kırk ... Bundan fazla yaşayanına çok az rastlanır! Ata sevgisi efsaneleşmiş insanlar da var.
Bir Hatıra: Dağ köylerinin birinde varlıklı bir kişi ölür. Oğluna evin yanındaki tepenin üstüne gömülmeyi vasiyet eder. •
Oğul hocayı çağırır, vasiyeti ona da ulaştırır, ama hocanın
hoşlanmadığını görür, "Babam, onu kabre kadar senin götürmeni rica etti" der. Hoca hoşnutsuzluğunu içine atar; ne de olsa vasiyete uymak gerek. Cenazeyi arkasına almış, kan ter içinde zorla tepenin üzerindeki kabre ulaşmış. Yol boyunca da bunun acısını nasıl çıkaracağını düşünmüş. Cenaze kabre bırakılır. Hoca da adeti üzre aşağı inip, cenazenin yerini düzeltir ve birden kulağını merhumun ağzına dayayıp yüksek sesle, "He, he işitiyorum" der. Yukarıda bekleyen oğul sorar: "Molla emmi, babam ne diyor?" Hoca: "Baban diyor ki, hayattaki (bahçedeki) yüz koyunumun ellisi senindir!" Oğul: "Dabama kurban olayım, o dedikten sonra, koyunlar sana peşkeştir!"
22 Biraz sonra hoca yine seslenir: "He, he işitiyorum!" Oğul sorar: "Molla emmi, babam ne diyor?" Molla: "Baban diyor ki, evdeki yinni halçanın yansı senindir." Oğul: "Babama kurban olayım, rahatsız olmasın, elbette vereceğim." Molla yine seslenir: "İşitiyorum, işitiyorum. Yahşı, yahşı! Atı da diyorum." Oğul sorar: "Molla emmi, babam ne diyor?" Hoca cevap verir:· "Baban diyor ki, atımı da sana vasiyet ediyorum." Oğul, birden bağırır: "Molla emmi, babam işleri şaşırdı, tez ağzını balçıkla!"
Olmuşlardan. Goranbay'da Refibeyler neslinden Hacı Hasan adlı zengin bir adam varmış, İnkılaptan sonra varını yoğunu son çöpüne kadar almışlar. Sadece atı kalmış. At da şöyle böyle atlardan değilmiş, insan gibi dil bilirmiş... Nice yıllık iyi kötü gününün dostundan ayrılmak bu adama ağır gelirmiş, kendi eliyle atın dizginlerini "hükümet adamlarına verememiş... Eyvanda öylece meheccere dayanmış, durduğu yerden "iyi tutun, götürün" demiş. Gelenler bir kaç saat uğraşırlar, atı dağa taşa, tavlaya salarlar, lakin tutamazlar, bir türlü tutamazlar. At hepsinin kolunu kanadını kırar. Hiç kimseyi yanına yaklaştırmaz. Ayağı ile yeri eşe eşe arada da dönüp, alev saçan sorgulu gözlerle incinmiş gibi sahibine bakar. Yani, "azizim, bu ne iştir, görmüyor musun, beni incitiyorlar", der. Atı tutmanın mümkün olmadığını görünce, öfkeyle mermiyi alnına sıkarlar. At kişneyerek yere düşünce, adamın da yüreği dayanmaz ve meheccerden kayıp eyvana yıkılır.
Hatıranın acısı da tatlıdır. Babam bize nadiren kızardı. Kadın ve çocuğa el kaldırdığını hiç hatırlamıyorum. En ağır kabahatimizi sadece asık suratlı bir sükutla karşılardı. Fakat bir defasında bana çok
23 fena kızdı, dövseydi ondan iyiydi. Yaylaya gitmemiz lazımdı. Köyden çıkıp çayı geçtikten sonra, yol eğrilerek uzanır, sonra da korunun arasından dağa dayanır. Çayı geçtiğimiz gibi atın dizginini bıraktılar. Bizim al at da göğe uçacak gibi olurdu. Atımı dehleyip, arkadaşlarımı arkada bırak1un. Döyle yaptım ya, köyün kenarında duran babam bana bakannış. "O ne terbiyesizlikti, kendinden büyük insanların toz duman içinde kalmasına göz yumup, onların önüne geçiyorsun." dedi. O zaman anladım ki, yolun da bir kaidesi var, at yarışının da. O zamandan beri atlı veya yaya, büyüklerin önüne hiç geçmiyorum.
HAŞİYE: Bizim köyde bir at heveslisi var. Bütün çevrede de Hacıbaba'nın bu hastalığını bilirler. Doğrusu oralarda at heveslisi olmayan yoktur. Ancak, onun işi hevesten de öte. Atların en iyisini bulmak için dünyayı evlek evlek 'dolaşır. Arabanın çoğaldığı şu günlerde bile, bir yerden bir yere atla gider. Gözü de hep at görür. At hakkındaki sohbetleri de bir destandır. Dediğine göre, bir defa Lenkeran'a gidip dönene kadar sekiz at değiştinniştir. At hakkındaki bilgilerine de söylenecek söz bulunmaz. "Bir bakışta neredeyse, atın soyunu sopunu görüyorum ... İyi ata binerse � bir kalbin, bin olur!. .. " der.
Dört beş yıl evvel söz arasında fantastik bir rakam söyledi. Güya o zamanlar harasında bin yüz altmış at varmış... Şimdi mutlaka bin beş yüzü geçmiştir. İşin en garip tarafı da atların hepsini tanıyor olmasıdır. "Bir gün elimde kalmışsa bile, beş yıl sonra o atı tanırım!" ... Bütün bu soJıbetlcrin başında Karabağ atı vardır. Onun güzelliği, çok insanın yüreğini yerinden oynatmış! Bu atın üstünde ı;avaşan Karabağ atlılarından Puşkin de bahscdcnniş. .. . Ağdam 'ın meşhur atçılık sovhozuna gidiyorum ve yol Jyunca Karabağ atı ile ilgili masal, efsane gibi şeyleri hatırlıyorum. Napolyon'un sevdiği atlardan biri de Karabağ atıymış. Bu atın
24
ve ona kulluk eden Şinad'ın Mısır'a, oradan da Fransa'ya düşmesi, sonradan Napolyon\:n sevimli yaverlerinden biri olarak ömrünün son dakikalarına kadar onun yanında kalması gar.ib bir hadisedir. Musikişinas Firudin Şuyunsk.i Karabağ'da Şirzad'ın neslinden kalanların resmini bana gösterdi.
�
Karabağ atı ile ilgili en tesirli tarihi hadiselerden biri de Zaman adlı atın İngiltere'deki talihidir. İngiliz kraliçesine bağışlanan
Zaman, yabancı diyarda hiç kimseyi yanına yaklaştırmamış ve dertten içerleyip ölmüştür... ... Yazın ilk günlerinde Karabağ ovaları yemyeşildir ve Sovhozun idman sahasının avuç içi kadar düzgün, tertipli bahçesine bakmak insanın gözünü doyurmuyor. Bir gurup idmancı genç çocuk bizi karşılıyor. Ne derseniz deyin, "At yiğidin kardeşidir!" sözleri büyük tarihi imtihanlardan geçip gelmiş bir sözdür. Şuna da samimiyetle inanıyorum ki, bizim tarihimizin bir bölümü de at üzerine olmalıdır. Kahramanlıklarımızın da bir kısmını onun adına yazmalıyız. Köroğlu destanında beni en çok üzen bölüm, Köroğlu'nun kırkıncı günü beklemeyip, otuz dokuzuncu gün tavlanın üstünü açması olmuştur. Çocukluğumda hiç.şüphe duymadan inanırdım ki, eğer böyle olmasaydı, delikten -sızan ışık Kırat 'ın kanatlarını eritmezdi ve o kanatlı olurdu.. Her zaman fıldır fıldır oynayan gözlerini, şimdi bir noktaya dikmiş atlara bakıyorum. Sanki bunlar da kanatlıdır. Güzel bir tanesinin önünde duruyoruz. Tırnağı ile, başı ile neredeyse tavlanın arakesmesini, kaldığı yeri dağıtmak istiyor. Demir kapıyı döşü ile iteliyor, tırnaklıyor, dişini kapıdaki sürgüye geçiriyor. Kendini yaralamasın diye kapıyı açıyorlar. Bir kaç adım atıp duruyor, elimi boyun ve yelesinde gezdiriyorum. Dostunu tanımış
25
gibi sakinleşiyor ve sonra yeniden eski yerine dönüyor. Temiz kanlı Karabağ atı nadir bir güzelliktedir!.. Atlara bakıyorum ve sanki bu toprakla ilgili şeyleri hatırlayamıyorum...
-
. Şuşa kalesine giden bir yabancı seyyah, Ağdam'ın yanında
yılkıcıların büyük bir yılkısını kan ter içinde kovalayarak mezarın etrafında dolaştırdığını görür. Seyyah, faytonunu durdurur. Bir süre ·seyrettik1en sonra atların niye kovalandığını sorar. Yılkıcı şöyle der: "Du mezarda yatanın vasiyetidir. Kendisi Karabağ'ın meşhur beylerinden idi. Ölürken bize, her yaz başında yılkımı mezarımın başında dolaştırın ki, nal seslerini duyabileyim diye vasiyet etti." Şunu da söyleyeyim ki, şimdi Karabağ atlarının hayatında yeni bir devir başladı. Şah Bulak'ın üstündeki Penahkale yerle bir edildi. Orada atçılık -üzerine bir turizm merkezi kuruluyor. Çok kısa zamanda eski kaleden dağlara yükselen kişnemeler canlanacak ve Karabağ atlarının kişnemesi, dağların kulağındaki eski bir hasreti uyandıracak.
Ekmek Müzesi: Karabağla ilgili bir yazım, "Şahbulaldn Suyu, Kara�ağ in f.7kmeği" başlığını taşır. Şahbulak'ın suyu ile Karabağ'ın ekmeği ara!.ındaki bağlılhk gökten inme değil. Bunu Ağdam'ın ekmek müzesinde bir kere daha hissettim. Çünkü müzede sergilenen nadir örneklerden biri Şahbulak,an getirilen küplerdir ki, bunlarm her biri yarım ton, bir ton tahıl alır. Ülkede benzeri olmayan bu nadir müze, nasıl meydana gelmiş, fikir nereden doğmuş? Bu konuda Ağdam Bölge Parti Komitesi Birinci Sekreteri Sadık Murtazayevıe sohbet ettik. Onu çok önceden tanırım. Edebiyatçı, filoloji ilimleri öğrencisidir. .. Kuruculuğa, abadlığa heveskardır. Ağdam'ın son yıllarda nasıl değiştiğini, meydana getirilen yeni binaları Gülaplı'da, Şelli'de, Şahbulag
26 dağında y apılmış dinlenme t.esislerini g örenler sözünün samimiyetinden şüphe duymazlar. Sekreterle ekmek müzesi hakkında konuşuyoruz... ... Şehrin içinde köhne bir değirmen vardı. Od değirmeni diyorlardı. Uzun zamandır çalışmıyordu, dökülüp gitmişti. Üstünde incir ağacı bitmişti. Lakin halk burayı mukaddes bir yer olarak görüyordu. Çünkü muharebe dönemin�e Ağdam halkını bu değirmen korumuştu (Sıradan bir binaya, taşa, toprağa da minnettarlık). Bunu başaran milletlerin ne büyük ruhu var ... Bu değirmen, şimdi tamamen müzenin bir bölümüne dahil edilmiş. Bu müzede, dünyanın bütün ülke ve kıtalarının tahıl ve başak çeşitleri var. İngiltere, İsviçre, İspanya, Fransa, İskandinav ülkeleri ve başka yerlerin tahıl örnekleri, başak desteleri yanyana dizilmiş. Lakin, bu müzenin insanı hayrette bırakan en kıymetli örneklerinden biri Ağdam'ın Efetli köyünde bulunmuş: Taşlaşmış tahıl ve buğday taneleri... Bu bereketli tanelerin en azından yedi bin yıllık yaşı var! Ve Kür-Aras, Karabağ ekincilik kültürünün büyüklüğünü göstermek için, bu taşa dönüşmüş taneler yeterliydi. Bu köyde bulunan üç oyuklu bir hevengin de yaşı tahminen o taşlaşmış buğdayın yaşı kadardır. Burada M.Ö. lll. bin yılına ait kilden yapılmış saç da muhafaza ediliyor. Nahçıvan'da bulunmuş. Bu müzede, ayrıca, üç tandır ve beş değirmen çeşidi de sergileniyor. Döğme tandır (M.Ö. 111.-11. bin yıllar); badlı tandır (M.Ö. V. asır) ve nihayet kerpiç tandır (III-Vlll. asırlar) Bununla beraber, el değirmeni (M.Ö. III. -il. asırlar), yel değirmeni (Azerbaycan'da XVII. asırdan itibaren yayılmış), su değirmeni (M. S. Vll. asırdan itibaren), goşgu değirmeni (orta asırlardan itibaren) ve nihayet od değirmeni de sergileniyor. Müzede Azerbaycan tahıllarının zengin çeşitlerini ve ekmek kültürümüzün büyük ananelerini gösteren örnekler aslında,
27 Azerbaycan cumhuriyetinin bütün arazisini ihata ediyor. Mesela, ekmeğe şekil vennek için yapılmış gülcebasan'in üç bin yıllık geçmişi var. Gazah bölgesinde bulunmuş. Ne diyor gülcebasan? O bana, "halkını daha derinden duy" diyor. "Her şeyde güzellik aramak arzusu, onun kanında vardır ve binlerce yıldır onunla birlikte yol alır." Bu müze, dilimizin bütün bir devrini meydana getiren ve ne yazık ki, şimdi unutulan, kullanımdan düşen, onlarca yüzlerce kelimeyi hafızamıza geri getirir: Sarı buğday, kara kılçık, kirkire, kirvenke, çanag, god, köyü?,, yarımköşana, yaba, çomak, sünbül, kırmızı sünbül, gırdış buğday, ellaf (tahıl alışverişi yapan kimse), vel
: sineçi, boyunduruk, heşem, hırmak, sovruk, derz, bafa, kolçak, sacayak (müzede X. asırdan kalma sacayak sergileniyor), Şunu da söyleyeyim ki, müzede Vll. asır yadigarı bir kil işi de sergileniyor. Ağdam 'ın Karadağlı köyünde bulunmuş. Müzenin sorumlsu Kamran da eski dünyadan kalma, canlı bir örnek gibi. Ara sıra sohbetimize katıldığında, onunla birlikte unutulmuş bir dünyanın havasının yüzümüze çarptığını hissederiz.
Kamran şöyle diyor: "Ekmek pahalı olduğunda ölüm ucuz olur!" Hayır ve bereket saçan, bütün açlık tehditlerine meydan ok1;1yan buğday çeşitleri: Turan buğdayı, İsfehan perisi, Abşeron çavdarı, Arabistan, Mısır, Lehistan, İran, Mugan buğdayları ... Şar tenli buğday, Kafkas, Sevinç, Azerbaycan... sözün kısası, günümüzün bir çok buğdayı. Ve bunlarla beraber, güneş gibi yüzümüze gülen ekmekler! Azerbaycan ekmeğinin onlarca çeşidini tuıyoniz. Lakin müzede Azerbaycan ekmekleri ile birlikte Semerkand, Dağıstan, Gürcistan, Ural ekmekleri de sergileniyor. Analarımızın yüreğinin yan ı klığını, parmaklarının içini koruyup saklayan ekmekler...
28 Bu ekmeklere bakıyorum ve ellili yıllardan önce, kuraklığın zor imtihanında kocası sayaşta ölen komşumuz kadının, saçta kavurduğu arpayı sofranın arasında ovup t emizledikten sonra, kaşıkla çocuklarına paylaştırmasını hatırlıyorum. O sahne, benim çocukluk hafızama öyle yerleşmiş ki, şimdi bu kelimeleri yazarken bile saçın sıcaklığını duyar, onun alt ındaki közlerin sönmeye yüz tutmuş titrek alevini, alnına anlatılmaz bir azap yazılmış o ananın saçının karasını, arpanın öğütülmüş bağrına bulaşmış titrek ellerini görürüm. Hem de bir saat önce olmuş bir şey gibi, çok canlı olarak görürüm. Bir de Zehrn Uihi (Hala) 'nin pişirdiği yumru Mugan ekmeğinin kokusu gelir burnuma. Çünkü bu kokuyu bizim neslin sevilen gelini, tandır üstünde pişirdiği ekmeklerle güzel yüzünün rengi birbirine karışan Zehr.t Ui bi ' nin Puşkin bölgesindeki bahçelerinden başka hiç bir yerde duymadım. Sl.. merkand'ın ekmek pazarını hatırlıyorum. Tepsi boyunda iri ekmeklerin du,·ar boyunca uzanan sergisini, ekmeklerin üstündeki şekli ve yazıları da hatırlıyorum. Bir de anamın tandır boyunca yaptığı her biri, bir kulaç uzunluğundaki ekmeğin tadını, tandırın üstünde toplanıp ekmekten bir parça kopararak dışan kaçtığımız anların güzelliğini ve o günlerin ebediyyet kadar uzun olacağına olan saf inancımı hatırlanm. Müze den çı kmadan evvel, bir de dönüp duvardaki haritanın önüne geliyorum. Bu haritayı Zagatala'da yapıp göndermişler. Azerbaycan haritasıdır! Buğday, nohut ve çeltik taneleriyle yapılmış! Bu, dünyanın en güzel, en bereketli haritasıdır! Kalbimle düşünüyorum: Daima böyle ol, yurdum! Üstünden ve sofrandan bereket ,.e ekmek eksik olmasın! İnşallah hiç bir zaman ekmek kestiğin, yedirip içirdiğin, mal mülk sahibi ettiğin insanlardan nankörlük görmer-'iin!
Halça. Halça (Küçük boy halı), Azerbaycan'ın en eski sanatlarından biridir. Güney Kafkasya'da bu sanatın ustaları
29 Azerbaycanlıdır ve mütehassısların belirttiği gibi, dünyada Kafkas halçası gibi meşhur halçaların yüzde doksanı Azerbaycan 'a mahsustur. Karabağ 'ın orta asırlarda dokunmuş yünlü Ye yünsüz halçaları Ilerlin, New- York ve dünyadaki çeşitli müzelerde sergilenir. Vaktiyle Karabağ halçası Paris, Viyana, Petersburg Ye Moskova sanat sergilerinin süsü olmuştur. Karabağ bölgelerindeki evlerde, müzelerde gördüğüm halçalar, az bulunur sanat eserleridir. Cebrayıl 'ın küçücük müzesinde halçacılık bilgisi \"e halça dokuyuculuğu ile ilgili eşyaların çeşitliliği, bu zenginliğin köklerini gösterir. Bu müzede, çoktan unutulmuş bir eşyaya da rastladım. Bu, keçe dokumak için, eski arfalara benzer yaylı kirişli garip bir ''mekanizma" idi. Bakfı'da açılan halça müzesinden sonra, bu nadir sanat türüne ilgi daha da arııı. Halça dokumayan topluluklar da halça müzesi açmak aşkına düştüler. Ama, halça örneklerini nereden bulacaklardı? Yine gözlerini Azerbaycan'a v e Azerbaycanlıların yaşadığı Ermenistan
ve
Gürcistan köylerine diktiler. Beş on kat fazla fiyata
ne kadar desenli halça varsa topladılar. Bu yolla meydana getirilen müzelerin, tarihi ne kadar sahtelcştirdiğini, bir halkın sanatının başka bir halk adına yamanması ile hayat tarihinin ne kadar dolaştırıldığını izah etmeye ihtiyaı; \·ar mı? Hiç mızrağı çuvala sokmak mümkün mü? Halçanın kendi dili var.
O, yazıdır, alfabedir, tarihtir!
ı\zerbaycan halçasının da her nakışının kökü, yolu bizce malumdur. ılu halça bizden başka hiç kimseyle konuşmaz !
Masallarımızdan:
Esir düşmüş bir kız, sevgilisine bulunduğu
:eri göstermek için, şehrin hangi tarafında, hangi zindana atıldığını ·e buradan kurtuluş yolunu halçaya dokur. Sevgilisi de halçayı :ördüğü gibi, onun nerede olduğunu anlar. Bu "halça haritası" ona ol gi>stemıiştir. Karabağ halçalarının b i r sırrı da buraya mahsus c i n s
30 koyunlarının yünündendir. Bir defasında yazar Sabir Ahmed.ov, Cebrayıl'da bir çay yatağındaki suyu göstererek, "önceleri burası ip boyama yeriydi. İpleri rengaren k boyayıp kurutmak için buraya asarlardı ve bir anda dünyanın bütün renkleri bu dereye dolardı" dedi. Sonra da bu renkler birer birer taşınıp halçalara ve keçelere yerleşmiş. Demek ki, zamanında Azerbaycan'ın her bölgesinde böyle atölyeler vannış ... Şimdi, nedense, çok azalmış. ***
Bu Karabağ'dır! Henüz çiyi uçmamış kırlarda, köy evlerinin güneşe bakan pencerelerinde, turna kuşu gibi yol kenarlarına sıralanmış kavakların duruşunda öyle bir ·yakınlık var ki, insan farkında olmadan fısıldamak istiyor: "Selam, ey geniş toprağım, helal yolum, bereketli köyüm!" Gözümüzün önünde eşsiz bir kitabın sahifeleri çevrilir. Eski dünyanın bin bir sırrı, burada yaşayan insanların ömür nağmesi, bu kırlara ve başı karlı dağların sinesine yazılmış. Karabağ, dağlı ovalı bir dün yadır. G ü n d o ğ umun dan günbatımına, ovalardan dağlara doğru gidildiğinde, ufukların düzlüğü uzun müddet insanı hayrete düşürür. Sanki çizgiyle çekilmiş gibidir. Bu düzlüğü, ancak köylerin uzak ılgımı, kocaman kavakların yol boyu uzanan sıraları bozar. Sonra bir de bakarsınız ki, ufuk dalgalanır. Bilmeden tepelerin koynuna düşersiniz, eliniz Karabağ dağlarının eteğine vannıştır. Karabağ'ın bütün yolları Şuşa'ya, dağların "Küçük Paris'ine" . doğru gider. Şuşa'dan öbür tarafa Laçın yolu, "dağların inişli çıkışlı yolu" başlar. Karabağ dağlarına bir nefeste çıkmak zordur. Bu sefere başlamadan evvel yosunlu bir taşın üstüne oturup nefesimi toplamak istiyorum...
31
Laçın yolu dedim, dağların insana yol venneyen gülleri, Hekeri çayı, Ilıklı dağı ve bir de "Ay Bülbüller" türküsü aklıma geldi. Laçın'a ilk gelişimdi... Yol arkadaşlarım gecikmişlerdi. İki gün mi safirhanede yalnız kalıp onların
yolunu gözler oldum.
Penceremden dağlar ve Gafan'a, Nahçıvan'a uzanan yollar görünüyordu. Yeni bir yere gittiğinizde, özellikle de yalnız kaldığınızda yüreğinizde garip duygular uyanır. Şimdi ise, arkadaşlarım geciktiği için seviniyorum. Laçın'da da hiç kimseye haber vermeden kendi yüreğimle başbaşa kalmak i stiyordum. Çünkü dostların biri haber alsa ne dinlenmeye ne de düşünmeye vakit kalacak! . Bölgelerimizin çoğunda böyle sayısız meclisler gördüm. Çoğu unutulup g i d i yor. Ama Laçın'da yalnız kal dığım ve bu yalnızlığımdan lezzet aldığım o iki üç gün aklımdan hiç çıkmıyor. Ancak misafirhanede, bu yalnızlığımı derinleştiren, gözümde dağları sihirli bir renge bürüyen ve bana bütün dünyayı unutturan bir nucizevi ses de yaşıyordu. Komşu odada son derece güzel, çekici, ıalnız ve bu yalnızlığın getirdiği gamla yoğrulmuş bir ses, gece �ündüz türkü söylüyordu:
Bu sular baştan geler ay bülbüller Töküler taştan geler, ay bülbüller Yar yaram istese, ay bülbüller Durar obaştan1 geler, ay bülbüller Bu bağı bağ eylerem! .. 1 )tan
yeri ağarmadan
32 ay bülbüller Yanan çırag eylerem ay bülbüller Eşilsem sen gelirsen ay bülbüller Yolunu çırag eylerem ay bülbüller Kendisi de bülbül gibi zar i f ,.e güzel bir kızd ı. K i m i n için söy l ü yord u bu t ü rküyü, kimin yol u n u gözlüyordu o kız! Dağlar arasındaki bu küçücük şehrin m isafirhanesine nereden gelmişti ve yüreğinden taşıp dökülen sonsu;ı: kederin sebebi neydi? G iin lerce dağları gezip dolaşt ık, Hekeri çay ının gür sularında y ı kandık, bir zamanlar Kaçak Nebi ' n i n ''e Hacer'in av yeri olan yerlere hakt ık, Sarı Aşık 'ın m utsuz yüreğinin çığlığını, bir defa daha işittik tıu lakların tıaşında çalınan saz başımıza od yağdırdı. Zengilan bölgesinde dünyanın tek Çınar ormanını gezdik ve ormandan akan çayda tadına doy um olmayan balık tuttuk, ama o sesin kederini bir ıürlü unutamadım. Bir.an, hiç böyle bir tesadüf olmamış, bu kızı da hiç görm em işim sanıyordum. Sanki bu ses,binlerce yılın ötesinden, uzak seferlere ya da yurd u korumaya g i t m iş sevg i l isini gözleye göz leye derci ini dağlara, taşlara, çiçeğe, suya, uçan kuşlara anlatan hir halk güzelinin dudağından kopup gelmişti. Her
tiirkünün hir yaratıcısı ,·e ilk defa doğduğu bir vatanı var.
Benim alemimde " .-\y Uülhüller" , o kızın yüreğinde biçilmişti, onun için yaratı lııı ıştı. Y iireklc, d iinyayla ,.e talih ile sohbete benzeyen Azertıaycan
halk tiirkiilerinin her biri halkın geçm işine ve ruhuna bir
kiiprü ol uyor. Karahağ ·c1a ise, sadece türküler değil, her çığırtı insanı bir y ı l ın iitcsine giitiiriir
,.e
hangi taşı kald ırsan bu toprağm aziz ve
kahraman geçnı iş inden bahseder. Topra k da ,·atan gibi, ana gibi yalana tahammül edem iyor,
33
sadece hakikati seviyor! Benim nazarımda hakikat, işte yüzyüze durduğum Karabağ dağlan gibi ebedi ve değişilmezdir. Uzaklaştıkça daha da büyüyecek. Kitapların arasında onun dalından kopan yaprağını, taşta biten çiçeğini saklamak, birilerine göstermek, hayretle seyretmek mümkün olabilir, ama yeriı:ıden koparıp götünnek kesinlikle mümkün değildir.
34
ŞUŞA Şuşa yolları mugam yollarına benzer. Kalından inceye doğru yükselerek gider. Ancak Eskeran kalesinde mugam birdenbire kırılır. Kale duvarları Azerbaycan 'ın birçok yerinde (Beşparmak ,a, Demirkapı Derbendi'nde, Zagatala-Balakend dağlarının eteklerinde, Aras boyunda)gÖrdüğüm setleri hatırlatır. Bu setler "savaş uğruna" yapılmış. Şuşa yollarının ahengi de bu kahramanlık çığlığı ile kırılır. Bu taş duvarlar kara zurnanın sesiyle, kılıç vuruşması ve at nalından çıkan kıvılcımlarla örülmüş. Penah Han Şuşa'ya giden yolları düşmanın yüzüne kapatan iki duvar çektinniştir. Hangi talihler, hangi sevinç ve hasretler, kimlerin arzusu ve gözyaşı örülmüş bu duvarlara?! Hemen Ali Ağa Gürçayh'nın mısraları aklıma geliyor:
Bu Eskeran galasıdır, Neçe asrm halasıdır Neçe asra galasıdır Sirri menim, sözü menim. Yol üstündeki Hocalı şehridir. Hocalı'nın da "Göy Göl"ü var. Gölde yüzdüğümüz güzel yaz günlerini, bu şehirde doğmuş şair
Alemdar Gulizıide 'yi , onun Karabağ topra ğ ı n ı n aydınlık manzaralarını gösteren şiirlerini hatırlıyorum. Yol, Şuşa'ya doğru gittikçe, sağda AZerbaycan'ın güzel şehirlerinden birinin, eski bir han şehri olan Hankendi'nin güzel manzarası ile karşılaşılır. Rengarenk dağ yamaçlarına kol kanat germiş şehir, Dağlık Karabağ'ın kurucularının istidad ve ilhamını bir çırpıda birleştinnelerinin örneğidir. Küçük han şehri, şimdi vilayet merkezine, büyük sanayi, medeni-maarif ocağına dönüşmüş. Lakin yeni şehirlerin çoğunda olduğu gibi, burada da bir monotonluk var ve bu beni üzüyor. Beni Şuşa çekiyor...
35 Bir yaprak hatıra: Talebelik yıllarımızdan bir günü hatırlıyorum. Folklor malzemesi toplamak içiıi Ağdam'a gitmiştik. Yatılı okulun yatakhanesinde kalıyorduk. Bir tatil günüydü ve biz Hankendi 'nin karşısındaki koruluğa gitmiştik. Akşam üstü dereyi geçip Hankendi'ne geldik. Dere boyunca bostan sıralanmıştı. Yolun kenarındaki patates tarlasında iki üç Enneni kızı çalışıyordu. Onlara soru sorduk, konuştuk. Bizimle ilgilendiler: "Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz?" Sonra da güle güle bana yaklaştılar ve, "yakışıklı delikanlısın, bizimle kal, bırak bu ihtiyarlar gitsinler" dediler. (Aslında "ihtiyar" diyerek sataştıkları yanımızdaki kızlardan en fazla üç dört yaş küçük olabilirlerdi). "İyi buldunuz, dı:dim. Ben de eski patatesçilerdenim." Yıllar geçmiş, fakat ne olmuşsa, şimdi muhakkak her biri bir r:vin kadını, bir kaç çocuk anası o güzel kızların şuh ve dostane '.crafetlcri hatıraların ağır yığınları altında s.ararıp solmadan, lokunulmadan kalmış. Çünkü bu zariflikte bu dağların kendisi gibi saf ve bizim milletlerin münasebetlerinin bakir çağlarından gelen bir yürek açıklığı vardı. Hankendi'nde yaşayan dostlarımı hatırlıyorum: Bir kolunu il. Dünya Savaşı cephelerinde kaybetmiş, şimdi ise muharebe :•ıllarındaki edebiyatımız hakkında değerli eserler yazan filoloji idarecisi Necef Guluyev, aynı enstitünün profesörü, Karabağ'ın geçmişini ve bugününü iyi bilen Nazım Ahundov, okuduğum ilk ı.uihi romanı ile beni yürekten sevindirmiş tarihçi-alinı Şahlar
Hasanoğlu, şair Enver Ahmed. Üniversiteyi bizimle birlikte Azerbaycan 'da bitinniş Enneni dostumuz Ararat ve başkaları. Tek tek insanları düşünüyorum, ama gözümün önünde birbirine benzemeyen insan talihleri canlanıyor. ***
Yolun sonunda mermer fabrikası var. Her ne kadar kıymetli inşaat malzemeleri üretiyorsa da fabrikaya hiç bir zaman dostça
36
bakm ıyorum. Sanki dağın canına kurt düşmüş. Sanki üstündeŞuşa gibi kızıl e lması olan bir ağacın gövdesini, gece gündüz bir testere dişi kemirir. Şuşa 'ya yaklaşt ıkça , kale duvarlarının ve açık bir göz gibi Karabağ ovalarına dikilmiş "Gence Kapıları"nın çizgileri netleştikçe, gözler iinüne serilen Karabağ dünyasının ufukları genişledikçe, yü rek garip bir şeki lde burkuluyor. Bu genişlik, bu yücelik ve bu güzel lik insanı bi raz da vehimlendiriyor: Öyle ki , insan kolaylıkla gelip cennete düştüğüne bir müddet inanamıyor. Her seferinde Şuşa'nın viraj l ı yollarında giderken elimde olmadan Nebi Hez ri nin şiirine söylenmiş bir şarkıyı terennüm ediyorum: Gör neçe uzanır dağlara yollar, Bağçalara yollar, bağlara yollar. Lakin bu dönemeçlerin birinde diz çökiip, nefes toplamak ister gibi omuz om uza verm iş dağların ı lgıma bürünmüş si lsilclerine, dipsiz derelere \'e gözümüzün önüne serilen genişliğe baktığımızda Karabağ 'ın ''Nerme-nazik'' bayatısı aklımıza gelir: Gızaran dan yeridi 1 Garabağ Han yeridi. İki düşün ar.ısı Yatmağa can yeridi. '
Evleri Terter üste, Ter yorgan örter üste Varımlı men gcn·uşam2 Garışsın ter-ter üste... Garab-.ığı Günümün gara bağı. Korbagor olsun cellad Ko.-J goydu Gar.ıbağı 1 ) Kızaran tan yeridir, 2) kavuşayım, 3)
kör
37 Erim geldi galası: Şuşa 'nın sunaya benzeyen güzel l eri, bu �ayanın üstünden dolana dolana giden yollara bakıp uzak seferlere '� ;ada
ekip biçmeye
ya da kanlı savaşlara- giden yakınlarını
gözlüyormuş. En son dönemeçten çıkanlar arasında artık yiğidini, erini
tanıyanlar "erim geldi" �ermiş. Bu sözlerde kadim bir sadakat, vefa mührü \/ar! Ve Memmed
Araz bu sadakati çok güzel ifade etmiş ... Şuşa'n ın neyinden bahsedeceksin? ! Güzel l iğinden m i ? ! İlkbahar, yaz insana yol vermeyen gül ve çiçek denizinden mi?! Kışın gökte n yere düşen pelte pelte , · "yorgan parçası" karından mı'! Abidelerden ve yitirdiği büyük şahsiyetlerden mi? Neşeli, şuh sohbetlerinden mi, yoksa bulak başında toplanan ve daima yadımıza Vagıf'ın koşmalarını, ''yeşil başlı sunalar" ını getiren güzellerinden m i ? C ı d ı r ovas ı n d an, i n-s a n ı ·çe ken Daşaltı deresi n d e n m i Çanagga} a 'dan m ı yoksa ormanların sükutundan mı? Hangisinden bahsedesin? Molla Penah Vagıf'ı n "Durııa/ar" ı d a , Han kızt '
Natevaıı ' ı n g ö z y a ş ı i l e y a z ı l m ı ş gaze l l e r i d e , Üzeyirbey
Hacıbeyli 'n i n
"Köroğlu "su
da,
N . B. V e z i ro v ' u n ,
E.
Hakverdiyev'in halk hayatının en derin tabakalarına nüfuz eden piyesleri de, Yusuf Vezir Çemenzeminli'nin Gan İçinde ve Gızlar !Ju/ağı romanları da, Bülbül'ün ve Han Şuşinski 'nin bülbülleri sessiz
bırakan zengüleleri de mayasını Şuşa'nın kaynayan göğsünden almış. Sanki Tanrı bu şehri istidad meydana getirmek, her birisi Azerbaycan maneviyatında yeni bir merhale olan büyük sanat koruyucularını kanatlandırmak için yaratmış. ŞUŞA. Burayı Karabağ hanlığının merkezi seçen Penah Han ın '
sa,·aş istidad ını ve maharetini göstermesi bakımından e§Sizdir. Şehri omuzuna alan Clağlar, sanki onu bütün dünyaya göstermek istiyor gibidir. Üç taraftan dümdüz duvar gibi kalkan ve yüksekliği 200-300 metreden az olmayan sert kayalar şehri çevrelixor. Şüphesiz, §Chrin adı da hu "şuş" "şiş" kayalardan alınmış. Karabağ ovalarına açılan
38 doğu taraftan ise dik yokuşun başında, kayaların devamı olan duvarlar yükseltilmişti. Şimdi bir kısmı yeniden yapılmış. Bu şehrin bizim için aziz olma sebeplerinden biri de, onun mimarisinde büyük ş3irimiz Molla Penah Vagıfın ( 1 7 1 7-1 797) da mühendislik fikirlerinin izlerini taşımasıdır. Vaktiyle Şuşa'daki bir çok sosyal ve askeri bina onun rehberliğinde yapılmıştı.
Gamlı Mukayese. Şuşa'ya bakınca, nedense aklıma Petro ve onun azametli Petersburg\ı geliyor. Rusya gelişme yolundaydı. Büyük bir imparatorluğun başında duran Petro, Rusya'yı okyanuslara doğru genişletip, dünyaya hükmetmek istiyordu. Bu yüzden de başkenti deniz kıyısına, Baltık körfezine çıkan yordu. Buna karşılık Azerbaycan'ın aşağılanması, parçalanması devam ediyordu. Küçük bir hanlığı korumak için sayısız kurbanlar veren
Penah Han, her gün düşmanın yeni hamlelerini bekliyordu. Ilu yüzden de payitahtını dağların zirvelerine, el uzanmayan yüksekliklere çıkanyordu. Garip bir mukayese! Lakin ince düşünürsek görürüz ki, bu tezad tarihi şartları aksettirir. Her iki halde de şahısların, devrin havasına ve meydana gelen şartlara uygun hareketi; kendi halkı karşısındaki tarihi borcunu liyakatle yerine getirmenin bir örneğidir. Şuşa 'nın tarihi de yolları g ibi dolambaçlıdır. Şehir, bir çok muharebe alevinden geçmiş, gıcırdayan bir çok dişi kırmıştır. Geçen yüzyılda Şuşa, Güney Kafkasya'nın en büyük ticaret ve medeniyet merkezlerinden biriydi. Ilu asrın başlangıcında şehir ahalisinin sayısı elli bine ulaşmıştı. (Mukayese için şimdi tahminen on bin kişidir diyebiliriz). Şehirde beş bine yakın mesken ve sosyal bina vardı. Buraya demiryolu çekilmesi de planlanmıştı. Şıişa'nın, geçen asrın ikinci yarısında çekilmiş bir fotoğrafı var. B u f ot o ğ r a f ı görmezs e n i z , onun " Kü ç ü k P a r is" d i y e adlandırılmasının yanlış olmadığını anlayamazsınız.
39 Cıdır pvasında, Daşaltı çayına açılan derin bir uçurumun kenarına oturmuş, karşıda yükselen yalçın kayalara ve bu kayalann bağrında bir bütün olarak kalan binalara -İbrahim Han sığınaklanna bakıyorum. Gerçekten de o devrin yüz ordusunun ulaşamayacağı bir yer. Uçuriıma, Topgapı korusuna bakıyorum ve Şuşa'yı alamayan Kaçar'ın Daşaltı deresini atların, ulakların eyeri ve palanı ile doldurmak emrinin fantastikliğine hayret ediyorum. Sonra da Kaçar'ın ordusunun sayısını tasavvur etmeye çalışıyorum. Etrafa şöyle bir bakıp, ancak Şuşa'ya mahsus cana can katan temiz havayı sineme çektiğimde şehrin bu kadar büyük kabiliyetler_ yetiştirmesinin, asıl sanatkarlar beşiği olmasının sebebi olduğunu anlayabiliyorum. Çünkü onların büyük sanatı, bu tabiatın devamıdır.
HAŞİYE: Bütün hükümdarları ve istilacıları Azerbaycan'a hayran bırakan bir bereket, Şuşa 'nın taşına toprağına sinmiş. Her yıl pazar ve meydan1 ardan, sanatkar imalathanelerinden Azerbaycanlıları zorla götüren, "Usta Alileri" yurdundan koparanlar, mutad yağmalarına geldiklerinde hayrete düşerler, çünkü viran ettikleri bu yurdu, yine mamur görmüşlerdir. Zorla götürdükleri ustanın yerinde, ondan geri kalmayacak başka bir Usta Ali'nin oturması onları hayrette bırakıyordu. Böyle bir " kabiliyet bolluğu", orta asır Azerbaycanı'nın bütün şehirlerine has bir hususiyetti. İsa Bulağı başında bülbül gibi şakıyan halk sanatkarlarını her di nleyişimde, yaşları yetmiş sekseni geçmiş zengüle vuran Şuşa-Karabağ mugannilerini her görüşümde kurumayan bu memleket çeşmesi karşısında baş eğiyorum.. Cıdır Ovasında Düşünceler. Cıdır ovasına ilk geldiğimde geniş bir düzlük göreceğimi zannediyordum. Ancak Cıdır (at yarışı anlamına gelir. Haz.) adıyla münasip olmayan avuç içi kadar bir yer gördüm. Kayaların arasında at oynatmaya buradan daha uygun bir yer bulamamışlar.
40
Bir kayanın üstüne oturdum. Aşağıda, herkesin inemeyeceği yerde mutlu bir günümüzün nişanesi var: Zamanında dostlarımızla birlikte isimlerim izi yazmışız.· Yıllar geçip _gidiyor isimler bir türlü silinip gitmiyor. Şimdiki yaşımda olsa muhatlak ki yazmazdım. Daşa ltı ça y ı n ın sesi sanki zamanın ötes i n d e n gel iyor. Yüreğimde bir hafiflik var. Tıpkı Şıışa'n!n havası gibi... Cıdır ovası b i r çok şey i n şah i d i olmuş: Şen l i klerin, de matemlerin de ... Samed Vu rgu n ' un "Vagıf" piyesinde Kaçar'ın mektubunu ve Vagırın ona yazdığı cevabı hatırlıyorum. Öyle tahmin ediyorum ki, Vagıf o mektubu burada yazmış. Kaçar ise mektubu, karşısındaki kayaların üstünde okumuş, gazab ından bu Daşaltı deresini lanetlemiş. Çünkü bu geçilmezliğin karşısında aciz idi. Bu ova, Vagırın kanatlı, tatlı m ısralarını da d in le m iş, "önce beni öldürün, oğlumun ölümünü görmeyeyim" feryadını da. Büyük şairin ateşli yüreği toprağın göğsünü parçalayıp çıkmış; o feryad ın yerinde şimdi Vagırın mugam zengülesine benzeyen kabri yükselir. Kabre bakı yoru m , burada her yaz geçirdiğimiz coşkulu şiir bayramlarını hatırl ıyorum ve hayalimde Azerbaycan'ın Şuşa gibi küçük şeh i rlerine, büyük şöhret kazand ırm ış dahi şahsiyetler ve halkın ist idat m ü h ürleri gibi toprağın muhtel if sayfalarında kalan mezarlar, abideler canlanıyor. Tebriz'de Hakani, Gence'de Nizami-i Gencevi, E rdebil'de Hatayi, Gazah 'da Vidadi, Şamahı 'da Seyyid Azim Şirvani v e Sabir, Gutgaşe n 'de İsmailbey Gutgaşınlı, Ağdam 'da Natevan, Nahçıvan'da Neimi
.•.
Hüseyin Cal·id...
Sonra düşüncem Azerbaycan 'dan uzaklara gid iyor: Konya'da Şems-i Tebrizi, Haleb'de Nesimi, Bağdad'da Fuzuli... Bir çoğu da Hadi gibi yanm ış kül olmuş. Mezarları bile kalmamış. Çoğunun şanı ise Sitıirya sonsuzluklarına yazılmış ... Abşeron
41
kuyularıdır, Hazar 'ı n d i bid ir, y ı l an lardan başka bir can l ının tnı lunmadığı adalarda, şimdiye kalan kemiklerdir onların kabirleri... · Bir zamanlar Azerbaycan şeh irleri, oymakları kabiliyet :· e t i ş t i r m e k t e b i r b i r l e r i y l e y a r ı ş a g i r m i ş t i : M e rag a l ı , '. ience l i,Şin·anlı, Bakiı 1ü, Beyi egan l ı, Nahç ı"anl ı, Ordubad lı, Zencanlı, Hemedanlı, Erh·anlı. Bu imzaların, soyadlarının her birinin arkasında nesil nesil birbirinden üstün şıiirler, alimler, sanatkarlar, tabib \'e filozoflar ,·ard ır. Şimdi ise bereketimiz gitgide aza . . yor. Hepsi Bakiı 'ye yığılıyor... Sonra da... Sonra da Bakiı'da oturan muasır "istidad"ların hükmü)•lc bazen Şuşa gihi şehirlerin tabiatıyla uyuşmayan ''yenilikler" icad ediliyor. Gerçekten de Cıdır ovasının yukarı tarafında sayfiye evleri yapılıyor. Zaten küçük olan Cıdır o,·asının hir parçası da herhangi bir güçlü idarenin ihtiyarına veriliyor. Bu cesarete ve halkın düşüncesine uymayan davranışa hayret ediyorsunuz. Başka hir şeye daha hayret edersiniz. Günümüzde mescidler dağılıp giderken, Şuşa 'ıı ın batı mahallelerinde geceli gündüzlü kil iseler inşa edil iyor, ayrıca mevcut kil iselere de ek binalar yapıl ıyor. " D i n baykuşları" için yüz binler, m ilyonlar harcanıyor, halkın yarasına tuz serpen macera heveslileri için yeni bir ikametgah meydana getiril iyor. Kayanın üstünde oturuyorum. Büyük şahsiyetlerimiz hakkında, Şu�a 'ıı ın büyük şahsiyetleri hakkında, tarih in amansızl ığı hakkında düşiiııcelere dal ıyorum. Üzeyir H acıbeyli'ııin siizlcri kulaklarımda çınl ıyor: "Aksilik olarak her yerde istidad sahipleri, geçimleri temin edilmemiş bir halde bulunuyorlar... Zaten bu kişiler, kendileri için doğ m a m ışlard ır. Belki de bütün bir m i l lete, hatta bütün insanlığa hayır getirmek ve gelişmelerine sebep olmak için doğmuşlardır. . . . Bizlerde m il letin i lerleme ,.e gelişmesine büyük ihtiyaç olan bu zamanda ilerleme
\'C
medenileşme kaynağı olan şahıslarına kadir
,. e kıymet gösteren yoktur. Bilakis kabiliyet sahibini başından
·
vururlar, he,·esini söm.liirürler, incitirler, arkasmdan hazmed ilmesi m ü m k ü n o l m ayan bir sürü iş görürler. Evet, herhalde iyi bağban olabilecek bir cem iyete ihtiyacımız çok hüyük." Bu " hağhan",
1 2.
asırda hakanını Şirrnn'dan uzaklaştırdı,
ı ..ı .
asın.la Naimi'yi at kuyruğunda ikiye höldü, Nesimi'nin derisini diri diri yiizdü,
16.
haşını kest i.
asırda fuzuli'nin selamını almadı,
1 9.
1 8.
asırda Vagıf'ın
asırda Mirza Fethali Ahund-zıide'yi tahkir ta�ına
tuttu, Seyyid Azim 'i kapı arasında hoğdu, 20. asırda Sabir'i acını �.ı ı öldürd ü , kendi süslerini yaprak yaprak satan Hadi'yi kiile çevirdi, Mirza Celil'i kendi elyaznıaların ı yakmaya mecbur kıldı, H üseyin CaYid 'i, M i kayil Müşlik'i, Ali Hazim'i ,.e onların bir çok meslektaşmı diiniilmez yollara hıraklı. Sonra da . . . Sonra da ... Vagıf'ın mermer sütunlarla süslenmiş güzel kabri Şuşa 'n ın şöhret bayrağı olarak yükselir. Cıdır ovasında oturup da zamanın amansız rüzgarları ile gelip Karahağ dağları nın yamaçlarında hize sığınm ış, hizimlc od ocak komşusu olmuş Ermenileri düşünüyorum. Bu kardeşlik tari hiyle insanı biitünleştiren, yücelten ne kadar parlak sahife ler yazılmış . . . Dar günde birbirim ize ne kadar dayanak olmuşuz, birbirim izin yolunda ne kadar çok ölümlere gitmişiz . . , ' "Din ayrı 1:anlaşlar ". Zamanın derinliklerinden çıkan bu ifade .
bugün d e yaş ıyor. Cafer
C ahharlı ' nın
./
Tuğun 'da da, D�ğlık
Karabağ'ın başka şeh irlerinde de. Halk kendi duygu ve inancında itibarlıdır. Mahnı Kardeşliği. Hankendi 'nde Yazarlar Birl iği 'nin gezici toplantısından sonra, Madrake rt bölgesine -eski Ağdere'ye-Scrscnk denizine bakmaya gid iyorduk Şair Fikret Sadık ve bir Ermeni şairi yol boyunca türkü, şarkı söylüyördu. Holavar'dan başlamışlar, halk türkü lerine kadar değişik şeyler. . . Karabağ Azerileri ile Ennenilerin maned birliğini göstermek için onlara kulak vermek yete rl i deği l. Ermeni dostumuz diyordu ki, "Ben bu holavarları Azorbaycanlı
43
çiftçilerden d inleyip öğrendim. Her iki millete mahsus ne kadar çok halk türk.ü sü ,·ar! .. Dünyada böy le a ralarında bizdeki gibi hususi bir akrabalık şe k l i n i n b u l u n d uğ u i k i ayrı halk b u l u n maz: n u k i n·c l i k müessesesidir... Kin·e-dost, çocukların bütün hayırlı işlerinde ilk önce koşan yakın akraba ! Dağlık Karabağ'da yaşayan Azeriler'in kin·esi çoğu zaman E rmenilerden olurdu. Har- ı bülbül. Karahağ 'dan, Şuşa'dan bahsedip har- ı bülbülü u n u t m a k g ii n a h t ı r . Ç ü n k ü hu ç i ç e k d ü n y a n ı n en g ü z e l hakikatlerinden hiri ile ilgilidir. Şimdi h u hakikat masal olarak anlatılır. Ağabeyim Ağa 'n ın talihini Azeri aycan 'da b i l meyen zor bulunur. Şahın gelini olara k İ ran saray ına götürülen bu Karahağ güzeli, orada günden giine sararıp solar. "Vatan, ,·atan" deyip bülbül gibi inler. Çaresiz kalan şah, Karahağ'da yet işen ağaçlardan, gül lerden, çiçeklerden getirtip sarayda bir " Karabağ Cenneti" yapar. Lakin Ağabeyim Ağa kafesteki hülhiil gihi çırpınrlaya devam eder. Çii nkü o cennette Şuşa'nın har-ı hülhülü yoktur. Çünkü har-ı bülbül (çiçeklerin bülbülü) yalnız Şuşa 'da yetişir. Bana öyle geliyor ki, Şuşa da Azerhaycan bahçesinin har-ı hülbii liidür. Onu giirnıediğinı, onun tatlı ha,·asını teneffüs etmediğim zaman "vatan cenneti" hana eksik gelir.
SON SÖZ Y ERİNE Dedelerim iyi kiitü yaşayıp gitm işler. Varis ben i m ! Şöhretleri b i z i m o l d uğu g i h i , yan l ışlar ı n ı n d a azab ı n ı b iz ç e k i yoruz Kahraman l ı klarıyla öğündüğü m üz gibi, mace ra, y u m uşak l ı � bakım ından "kazand ıkları" acı da bize ulaşmış. Biz görsek de, görmesek de ,·atan ı m ızın edatları tıu gaııı ken·a n ı n ı hir se,· inç adresine ulaştıracaklar.Ul ularıınızın dökiilcn kanları, akan gözyaşları lxışa gitmeyecek! Ah u zard an, giizyaş ından, kendim:zi günah landırmaktan bezginim. Bir gam ker\'anına koşulmuş gid iyorum ! ! " Bu dünya, iilüm lii d ünyad ır". Ancak hana öyle gel iyor ki, ömrümüz \'atan se,·gisiyle yoğru lduğunda h iç tıitın i yor; hatta · ecel geld iğinde de "Ömür Kitabı " m ızın bizden sonra yazı lac.ık yeni hir faslı tıaşlayacaktır... (Ömür Kitabı, s . 362-363).
.+5
NOTLAR VE AÇIKLAMALAR A l b a n y a : Eskiden Kafkas Azerbaycan ı ' n ı n güneyindeki
bölgeye verilen ad.
Arfa: Üzeri simlerle bezenmiş parmakla (mızrapsız) çalınan bir
musıki aleti. Arsen : Kolay ezilen , gri veya sarı renkli metal olmayan kimyevi element (muhtemelen aliminyum)_. Ayran aşı: Yoğurt ile yapılan bir yemek çeşidi. Balaban: Nefesle çalınan, kamıştan ve ağaçtan yapı lan sade bir çalgı aleti ; kavalın bir türü. Balgabag ketesi: Balkabağıyla yapılan bir çörek. Çığırtma: Y u m u rta ile dolduru l m uş tavuk veya tavuk etiyle
yapılan bir yemek.
Dovg a : Bir ekmek çeşididir. Etli dovga, nohutlu dovga gibi türleri vardı r. Düşbere: Küçük parçalar halinde kesilmiş açma hamurunun parçaları arası na kıyma konularak yapılan yemek; mantı. Gargıdalı : Nohuda benzer taneleri olan, ince uzun yapraklarla örtülü bostan bitkisi. Gahac: Güneşte veya başka bir şekilde kurutulmuş et. G l rs: Küçük ham u r parçaları içine hamur sar ı larak yapı lan yiyecek. ·
Gutab: İ çerisine doğran m ı ş et, yeşillik vs. katı larak yapılan yarı m daire şeklindeki ekmek H a h ı şta: Nevruz bayramı nda k ı zların oynad ı ğ ı oyun ve bu oyun sırasında okunan bir türkü. Lavaş: Yufka ekmeği. M ü rebbe: Şeker şerbetinde piŞirilen meyve; reçel. Soyutma: Suda pişirilmiş et veya tavuk. Şirniyyat: Şekerle ya�ılan her çeşit tatlıya verilen genel ad. Yallı: El ele tutuşarak grup halinde oynanan Azerbaycan halk oyunu; bar. Ze n g ü l e : A z e r b a y c a n k l a s i k m u s ı k is i n d e k i 1 2 esas
mugamdan biri.
AKADEMİ KİTABEVİ YAYIN LİSTESİ 1- Osma n l ı larda Medeniyet Kavramı Prof. Dr. Tuncer Baykara, 194s., 1. Hamur 2- Heyet-i Nasiha
Mevlüt Çelebi, 94s . , 1. Hamur � Dü n kü Karagöz Uğut Göktaş, 132s. , 50 Renkli resim, kuşe kağıt 4- Türk H a l k Edebiyatı n ı n Ermeni Kültürüne Etkisi
Prof. Dr. Fikret Türkmen, BBs. 5- Tanzimat Edebiyatı
Yard. Doç. fJr. Hüseyin Tuncer, 393s. 6- Servet-i F ü n u n Edebiyatı
Yard. Doç. Dr. Hüseyin Tuncer, 324s.
7- Kadı n Parmağı Fazıl Bayraktar, Öyküler
8- Harran G üzellemesi Fazıl Bayraktar, Şiirler