Sabir Rüstemhanlı - Göktanrı

Page 1



OGUZ HAN BOYUNU ANLATIYOR GÖKTANRI Sabir Rüstemhanlı

Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine aktaran: Hüseyin Adıgüzel ISBN: 975-6288-41-8

İLERİ YAYINLARI No: 51 Birinci Basım: Nisan 2005 ©

2005,

ileri Yayıncılık Reklamcılık Tur. Nak. lnı. Gıda San. ve Tic. Ud. Şti.

Kilobın lüm yayın hakları İleri Yayıncılık Reklamcılık Tur. Nok. İnş. Gıda Son. ve Tic. Lıd. Şli.'ne aiHir. Yoyınevinden yazılı izin olmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz.hiçbir şekilde kopya edilemez, çogoltılomaz ve yayımlanamaz.

İLERİ YAYINLARI YÖNETiM YERi: İstiklôl Cod. 73 00 ANKARA BÜRO GMK

Ayhan Işık Sok. 715 Beyo�lu İSTANBUL TeVFab: (0212) 292 Bulvarı 45/11 Kızılay Tel: (0312) 229 76 87 lzMIR BÜRO Şair Eşref Bulvarı Na: 37/3 Alsoncok Tel: (0232) 464 71 52 ADANA BÜRO Cemal Paşa Mahallesi. 5 Sokak No:42 Daire: 12-13 Seyhan Tel: (0322) 453 48 40 IZMIT BÜRO Karabaş Mahallesi. Şehobettin Bilgisu Cod. No: 22 Kot: 1 Daire: 1 Tel: (0262) 323 47 45 EDiRNE BÜRO Mithatpoşo Moh. Arifpoşo Cod. Selohottin Güreke Apt. Doire:4 Tel: (0284) 21 4 70 16

lnı.rnet: www.ileri2000.org a-posta: ileri2000@hotmoil.com

Baskı: Günaydın

Olseı (02 t 2) 50 t 29 4 5


GÖKTANRI


GÖKTAN RI

İçindekiler

�:::::::::::::::::::::::::::::::::::::·!;

v-1.Y .. v'·'[ü! un Tanrısı . .. .

.

.

.

... .. .... ........... -ı3 .

.

.

__

nur Taşı.......... .. .... .... ... . .

.

.

.

.

.

.

.

31

/�uısağı . . . .. . . ........ . 39 [/ ��;�� Dağı"na Y ürüyüş ........ .............. 45 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

Rüya....

.

.

.

.

.

..... .......... ............ 67 .

.

Oğuz'un Evlenmesi ................... . .

Baba, Oğul.... . .

.

.

.

.

.

.

. ... .

.

.

.

.

.

. 71 .

.. . ....... . 77 .

.

.

Çin Parmağı .... .......................... 91 .

.

Ana Rüyası ... ............................ 95 .

Kanlı Bir Savaş Oldu ..... ............... . 1O1 .

Hakanlığın İlk Y ılları

.

.

.

.

.

. .... .. .. .

.

.

.

..... 105

.

Tabgaç Hiyle Yuvası ........................ l l 1 Çin Seferi ................ .... .. .

.

.

.

.

... . 117

.

.

Oğuz Han Töresi ........................... 127 Tapınak Kaygısı. ........................ Kutluk'un Dönüşü .... .

.

.

. ... .

.

.

.

.

.

.

135

. ......... 163 .

Az Erleriyle Kavuşma ..... ....... .. . .

.

.

.

.

.

.

.

173

Eski Tarihin Sonu .. ......... ............ 177 .

.

.

Büyük Göç................................ 183 Sandık

.

.............. .... .

.

.

.... . . .... 187 .

.

.

Başkurt Seferi .............. .............. 203 .

4\,çılan Sır........ ..... .

.

.

..... . . .. .

.

.

.

.

.

.

. 209

Birinci, Sonuncu Yenilgi ... ... ............. 217 .

.

Yad Elli Kadınların Yardımı . . ... ......... 221 .

.

.

.

Bozkurı'la Sohbet ......................... 231 .

Eski ve Yeni Yurt. ... . . .

.

.

.

.

..

.

.

.

.

.

.

.

.

.

..

.

.

. 239

Savalan'da İlk Yaz.... . ... . ..... .. ... 247 .

Kar Adam . .. . ... .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. .. .

.

.

.

.

.

. . ....... 269 .

.

Asurlularla Savaş ........... ............... 287 .

Kamerlerle Barış .......... ..... . .. .. .

Şam Üzerinden Mısır"a Sefer

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

335

....... 345

Yeni Yurtlar .............. . ... .... ..... 353 .

.

.

Oğuz Han'ın Rüyası ............

.

Oğuz Han'ın Ruhuna....

.

.

.

.

.

... ...... 361 .

...... . .. . .

.

.

.

.

.

.

379



GÖKTAN RI

Önsöz

O ••

mür Kitabı " na Vatan Hakkında Nağme (türkü) adını ver­ miştim... Doğrusun u isterseniz, benim bütün yazılarım vata n hakkı ndadır. Ancak, hepsi nağme değil. Bazısı alkıştır, bazısı ağıttır, bazısı da gözyaşı, hıçkırık . . . Bu kitap da şiir gibi, beklenmedik b i r anda ortaya çıktı. O duygu günlüğümdeki bir kayı tta kendini göstermiş: Bugün 2003 yılının Haziran ayının onunda, soğuk geçen bahardan sonra hala kendine gelememiş bulutlu, rüzgarlı, gönül sıkan, yalnız akşama doğru güneşin çıkmasıyla mevsimi hatırlatan bir yaz gününde, yine de Zuğulba'da, yeterince ısınmamış, insanı ısıtmaktan çok üşüten, hala hiç kimsenin ayağı değmemiş kumların üstünde tek başıma uzanarak Kaspi'den Hazar'a yetmiş iki adı olan büyük Türk denizinin bin yı llarca aynı ahengle devam eden türküsünü dinleye, dinleye, yüzümü göğe Tanrı'ya çevirdiğimde birden bire gönlümd e b u denizin dalgalarına binzer b i r dalganın isyan ettiğini farke ttim.

7


SABİR RÜSTEMHANLI

Aynı anda göklerden gelen hir ışığın, hir günq ışığının içimdeki hir hendi kırdığını, bir sel in yolunun açıldığını, neyinse doğduğunu, daha doğrusu, düşüncelerimde ye ni hir yolun haşladığını ve hütün ruhumu yeri nden oynattığını hissettim . . . Sonra, alelacele, hu mevsimde i l k defa soğuk suya girerek genç­ lik yıllarımda vurgunu old uğum yüzmenin getirdiği gümrahlıkda hu he klenmeyen değişikliğin neden iharet olduğunu aydınlaştır­ maya çalışt ım. Sonra Zuğulha yamaçlarını hürüyen çam, fıstık, dut, erik ağaçlarının arasından kumruların sesini dinleye dinleye, kara dutun daha tatlanmamış, al halının hala tam kızarmamış alakal nüharından tada, tada, yüzüm yukarı olduğunda anladım ki, yüzüm göğe uzandığında gönlüme dolan şey göğün ve Tanrı'nın sevgisinden haşka hir şey değilmiş ve bu haziran akşamında da ruhumu titreten güç o sevgimi ifade etme ihtiyacından geliyormuş. Hala, nereden haşlıyacağımı tam helirlememiş hir şekilde kendi kendime, hayır, dua verirmişçesine "uğur olsu n ! " d iye fısıldadı m. Kendimi yazı masasına ulaştırahilmek için, merdivenleri ik-üç atla­ yarak yüzü yukarı koşmaya başladım. Nerede başlayacağımı, nasıl hitircceğimi hilmiyordum, ama neden yazacağımı hiliyordum. Kitaha haşlamadan önce Tanrı 'ya yüz tuttum: "Ulu Tan rım! B u hoyda yeri göğü yaratan v e kaygısını çeke n Mutlak Hakikatın, hüyük Yaradan'ın karşısında bir karınca yükünce ağrı ve d üşünce taşımak gücü nü sen verdin bana ... "

Ancak, aynı. gün "Söz Önü" nü yazdıktan sonra d urmuştum. Te lefon ederek şehre çağı rmışlard ı. Yine kaygılar, yapıl ması gereken işler günlerimi doldurmaya haşlamışt ı. Kırık kırık yaza­ mıyordum, rahat zamah gerekiyordu . Terslikten de başkanlık seçimleri başlamıştı ve bende cumhurhaşkanlığına adayd ım. Bütün cumhuriyeti gezmek, i nsanl arla görüşmeler, televizyon program­ ları, gezele materyalları, resimler . . . hütün bunlardan dolayı para . . . Gece gündüz, beynim b u işler için çalışmalıyd ı. Ortada hangi sahtekarlıkların, hai nliklerin dolaştığını, hangi oyunların hazır­ landığını hiliyordum. Önü alınmaz bir işti. Bir yandan da n�rn11/arn 8


GÖKTANRI

(kasaba ) ilk seferimiz başarısız olmuştu. Faciadan kurtulmuştuk. Yolda benim arabamı Ka111az ( büyük kamyon) ile sıkıştırmışlardı, ancak hoşhahtlılıktan ölüm olmamıştı. Allah rahm etmişti. Akşamları yazı masasına oturarak ertesi gün için yazı lar yazd ığımda, siyasi konuşmalara hazırlandığımda, gözüm, kenarda çoktandır açılmamış yazı defterine değiyordu ve yüreğim sızlıyor­ du. Seçimlerin çabuk bitmesin i istiyordum ki, yeniden hu sırlı, uzak d ünyama döneyim. Bu yüzden işe, ancak 2004 yılının ocak ayında başlayabildim ve nisan ayının altısındra son nokayı koy­ dum. Ama, iş bununla bitmedi. O yazdıklarımda, baştan sona bir çok dış kelime, Arap'tan, Fars'tan kullanmıştı m. Kahramanları en eski Türkçe ile konuşturmuştum. Yazar tercihi çağdaş d ilimizdi, vatandaşlık kazanmış kullanılan Arap-Fars kökenli kelimelerin yerine arkaik Türkçemizden alın mış sözler ve neologizmler kul­ lanılmıştı. .. Eseri ilk defa okuyan dilcilerimizden biri ağır okunduğunu söy­ leyince, bütün metni bugünkü edebi yazı dilimize uygun hale getirmeyi düşündüm. Eksperimenti kendim için yapmıştım, eser ise okuyucu için yazıl ıyord u. Ancak meraklı bir fakt gibi ve temiz Türkçe nin i mkanlarının büyüklüğünü göstermek bakımı ndan o ilk yazdıklarımı da saklıyorum. Daha doğrusu el yazmayı değiştirmed­ im. Bu kitaba başladığımda halkımızın ilk çağları hakkında sözleri­ mi söyleyeceğimi ve yüreğim i boşaltacağımı, edebi sözle uzak bin yıllıkların birkaç karanlık sayfasına ışık tutacağımı düşünüyordum. Ancak şimdi görüyorum, aslında hiçbir şey söylememişim. Sadece tarihimizin sırlı katlarına götüren bir çığırı bulmuşum. İmkan ol ursa bunun ardından Oğuzların sonraki kaderini, Gün Han'ı, Alper Tonga'yı, Mete 'yi, Çağrı Bey'i, Alparslan'ı yazardım . . . Tarihi romanlar tarihçilik iddiası i l e yazılmıyor. B e n de b u iddi­ adan uzağı m. Yani, hu kitap ilim alem ince iyi bilenen Oğuzname motifleri esasında, lakin edebi esere haz şartlarla yazıldı. Burada 9


SABİR RÜSTEMHANLI

uydurma yoktur ... Oğuzları göçleri de, Azerhaycan"ın ilk çağlardan Türk yurdu olması da, mağaralarda korunan çok çok eski yazılar­ da, o yazıların unutulmuş dili de, Türklerin göğe bağlılıkları ve gökten gelmeleri de, tek Allahlık inancının dünyaya ilk defa onlar tarafından ge tirilmesi de . . . Gerçekten d e "yeryüzünde Türkler kadar şerefli tarihi o l a n halk yoktur." Güzel söylemişler. Belki de yalnız Osmanlı Türklerini dikkate almışlar. Ama, aslında, bütün Türklere aittir hu söz. Teessüf ki, Türkler kadar haksızlığa uğrayan halk ta yoktur. Türk tarihi kadar saldırılara maruz kalan, unutturulan, çalınıp talan edilen tarih te yoktur. Oğuzların geçmişi ise daha sırlı ve anlaşılmazdır, daha koyu dumanda, daha kalın toprak altında kaybolup gitmiş. Bu gizli, uzak dünyayı görüp hissetmek için yalnız tarihçilerin araştırmaları yeterli değil. Oğuzlar hakkında tarihçilerin birkaç değerli kitabı var. Ancak, o kitaplarda esasen son bin yılın tarihi, Türklerin batıya doğru son akınından sonraki dönem araştırılıyor. Orta yüz yıllarda yaratılmış "Oğuznameler" de daha çok o döneme şamil edilir ve ya onlara basit esatir, folklor örnekleri gibi bakılır, onların alt katlarındaki gerçekler, real kökler araştırılmaz. O kadar körü körüne yanaşılır ki, hatta Oğuz Han İslam dininin yayıcısı gihi gösterilir. Güya, o babasını Müslümanlığı kabul etmediği için öldürmüş. Halbuki, haha, oğul ilişkilerinin kökünde Tanrıcılık i nancına olan münasebetin olduğu Oğuznamelerde açık olarak görünür. . . Benim yazar olarak araştırmalarımın sonucu nedir? Birincisi; Oğuz Han hir tarini şahsiyettir. İ kincisi, büyük bir imparatorluk kurmuş ve Çin'den Mısır'a kadar hir çok halkları, kabileleri ram ettirmiş, Oğuznamelerde söylendiği gihi boyun eğdirip, kendine bağlamıştır. Oğuz'un ne zaman yaşadığı tam olarak belli değil. Milattan dört­ heş hin yıl önce yaşadığını söyleyenler de var, bir-iki bin yıl önce 10


GÖKTAN RI

yaşadığını söyleyenler de . . . hu tarihler gökten d üşme, uydurma deği l . Birinci tarih Sümerlerin ( Su he r veya Kengerlerin) Mezopotomya'ya yerleşmeleri ile çakışıyor. İ kinci tari h Gutile rin hölgedeki yükselişi ve Koşa Çay arasındaki yüz yıllık hakimiyetleri ile ilgilidir. Baba, oğul kavgasını esas alarak Oğuz'u H u n impara­ toru Mete ile aynileştirme görüşleri de var. Oğuz'u n milattan önce yedinci yüz yıla bağlanması ise Sakaların akını ve Azerbaycan'da İ şguz Devleti'nin kurulmasıyla uygun geliyor. Oğuz'un efsanevi başlangıc, Göktanrı inancın ı yayan peygamber olduğunu dikkate alırsak şüphesiz daha eskilerede yaşadığı netice­ sine ulaşırız. Ancak hunu tarihçiler araştırmalıdır. Edebiyat için zaman o kadar önemli değildir. Folklorun, el edebiyatının sujeleri bin yıldan bin yıla taşıması basit hir olaydır. Dede Korkut'un da, Köroğlu'nun da bizim ilan ettiğimiz tarihlerden çok çok önce yaşadıklarına dair hiçbir şüphem yoktur. Dede Korkut kitabının hazı boylarından da, hangi çağların mühürü vurulursa vurulsun� en azı iki bin yedi yüz yıllık bir tarihin o yüzünden gelen bir hava çarpar yüzümüze. Bir gerçek daha var ki, halkımızın her yükseliş döneminin l ideri, nhakanı ya da Tanrı elçisi vardır. Oğuz Han onların genelleşmiş ve masala çevrilmiş obrazıdır. Manevi değerlerin yitirildiği, her şeyi n ucuzlaştığı, kitaba, medeniyete itinasızlığın hüküm sürdüğü, Türk düşmanlığının glob­ al şekil aldığı bir zamanda bugünün aktüel konularını bırakarak uza, efsanevi bir tarihe müracaat etmemi anlamayanlar elbette bulunacak. Zaten, bizim tarihimizi, geçmiş gücümüzü ve medeniyetimizi sık sık hatırlamamız bir çokları nı gıcıklandırıyor. "Savaşta Karahağ'ı kaybetmiş hir halkın eski şöhre tinden, kahra­ manlarından konuşmağa ne hakkı var? " diyenler çoktur. Onların mantığını ve acılarını anlıyorum. Öyleleri de var ki, bu tarihi kas­ ten gözden düşürmeye, lekelemeye ve bizim elimizden almaya 1 1


SABİR RÜSTEMHANLI

çalışıyorlar. Halkı mahvetmenin hir yolu da, onun hafızasını elin­ den alarak tarihini unutturmak, köksüz, piç doğmuş hir kütleye çevirmektir. Y üz yıllardır İra n 'd a d a, hurada da hu politika yürütülüyor. Hatta hağımsız olduktan sonra da hu düşmanlığı önl­ eye memişiz. Şimdi de Türk düşmanlığını, ilk nakışta mantıklı, ama maksadı çürük olan Azerbaycancılık, Türkiyecil ik, İrancılık başlıkları ile yürütüyorlar. M illet sevgisini, Türkçülüğü çok açık olarak hedefe çeviren ve bu yolla aslında Azerbaycan'ın destek­ lerini zayıflatan, yabancı unsurlara meydan açmaya çalışan gazete gevezeleri bugün Azerbaycan basın ı nda cezasız bir şekilde faaliyet gösteriyorlar... Başka sorular da çkabilir. Zaten Azerbaycan paramparçadır. . . Toprağımızı, ruhu muzu, kaybede kaybede gidiyoruz. Uzak tarih­ lerin şöhreti ve kahramanlığı ile neyi değiştirir ve neyi geriye getirebilirsin? Ateşi söndürerek gölge ile oynamanın ne anlamı var? Böyle düşünenler ve böyle diyenler de olabilir. . . Böyle düşünenler, milli g ü c ü n nereden kaynaklandığını bilmeyenlerdir. Tarihin felsefesini unutuyorlar. Facia karşısında e l kald ırarak teslim olmak bizim yol umuz değil. Dünyada ruhtan büyük güç, silah yoktur. Edebiyatın işi halkın ruhunu korumak ve yeni lemektir. Ben de, bütün ömrüm boyunca bu işle, milletin göze görün meyen ruh ağacını sulamak ve büyütmekle meşgul oldum. Dünyada tarihten büyük ders kitabı, tarihten büyük üniversite, tarihten büyük öğre tmen yoktur. Arada bir bu dersliği de karıştır­ malıyız . . . Masamın üstünde bir kitap var: "İlk Türklerin İskandinavya Yazıtları" Hayretle karıştırıyorum. Bu kitap daha bir sırlı perdeyi kald ırıyor. İskandinavya ülkelerinde bilim alemince çok önceler­ den bilinen, ancak okunamayan kaya üstü, taş üstü yazıların, kemiğe ve metale kazınmış yazıların hepsi proto Türk dili ndcymiş . . . Bu ahidelcrin sayısı ü ç binden fazladır. Alman alim leri kemik 12


GÖKTAN RI

üstüne yazılmış hir yazının tarihini hclrlcmişlcr. Milattan dört hin yüz elli yıl öncesine aitm i�. İskandinav yazılarının alfahesi, Orhun­ Yenisey alfahesinin henzeridir. Tur Heyerdal Gobustan'a bo� yere ge lmiyordu. O bu yazılar arasındaki hağlantıyı biliyordu . Avrupa bunu itiraf etmek istemiyor. Avrupa Attila'yı da unut­ turmaya çalışıyor ve T ürkiye'yi bu yüzden da Avrupa Birliği'ne almak istemiyor. Hint-Avrupa hcgamonyacılığınun görülmemiş bir sahtekarlıkla her şeyi çiğneyerek geçtiği, İran bir yana, Turan'ı da kendisine mal ettiği , Altay, Orta Asya medeniyetlerini de kendi hanesine yazdığı bir dönemde asıl gerçekleri söyleyenler çok azdır. O gerçek te şudur ki: Bu gün Hint-Avrupa medeniyet ve dil­ lerinin yayıldığı bütün yerlerin altında bir Türk katı bulunmak­ tadır. Burada T ürk sözü semboldür. Oğuz Han "sizi Oğuzladım" diyerek halkına kendi adını vermişti. T ürkler'de ad değiştirme çok zaman siyasi maksat taşır, etnik mensubiyet düşünülmez. İ lginçtir ki, bilim alemince bilinen eski devletlerin dillerinin çoğu, o bölg­ eye onlardan önce gelmiş olan prototürk dillerinin yerini almışlar. Daha eski kat, Türk diline daha yakındır. Roma-Latin dilinin altın­ da Etrüsk, Yunan dilinin altında Pelask, Sami d illerinin altında Sümer... Eski Elam, Dravit dilleri de aglunativ dillerdcndi ve bizim dile çok yakındılar. Şimdi de İskandinavya'nın altından T ürk katı çıkıyor ... ve belli oluyor ki, d ü nya öyle bin yıllardır bizim üstümüze gelmekle, bizim üstümüzü örtmekle uğraşmaktadır. Bunu bildiğimizde Avrupa Birliği'ni de, Kıbrıs'ı Yunanlılara bağışlamak isteyenleri de, bir avuç Ermeni haydutunu destekley­ erek Azerbaycan'ın bir parçasını işgal ettirenleri de anlamak kolaylaşıyor... Tarih, bedeni gösteren öyle bir aynadır ki, orda bir kişi değil, bütün bir millet, geçip gittiği yolları ile birlikte görünür.

13


SABİR RÜSTEMHANLI

Her zaman bu aynaya bakmak gerekir ki, yüzümüzün kırışıklık­ ları açı lsın . . . . Sabir Rüstem.hanlı 15 Ocak 2005

14


Oğuz Han

Boyunu Anlatıyor



GÖKTANRI

Giriş

G

ün doğusundan gün batana kadar yalnız bir yüzü tanınan yerin ortasında Tanrı'nın kendi sevgisinden yarattığı bir ulus yaşıyordu ... Hangi bin yılın, hangi yüz yılıydı? Önemli değil... Ü stünden çağlar atladıktan sonra bin yıl da bir yıl gibi kısa görünür. .. Tarihin defalarca tekrarladığı olaylar gözünde bütün­ leşir; iki hin yedi yüz öncesinin bir yaprağı aynıyla üç bin yedi yüz yılın o yüzünden gelen bir tü rküyü okuyor: bir hin yıldan korunup saklanılan küçük hir levha kendinden çok çok öncelerin uzun zamanlarını aks ettirebilir. . . . Dünya onlarındı. Ancak dünya sözünü kullanmıyorlardı, yer­

/er-sıılar veya ac1111 diyon.lular. Aşılmaz dağları aşmış, sonsuz görü­

nen düzenlerin sonuna varmış, yolları eriş argaç yapmış, soğuk kuzeyin huz dağlarını eritmiş, sıcak güneyin mercan denizlerinde, gün doğusunun güneş anası sularında yıkanmış, gün batımının gider gelmez yolarının sonuna dek yürümüş, sonunda yerin tam

17


SABİR RÜSTEMHANLI

ortasını bularak .. buradan güzeli yoktur, ne reye istesek eli miz uzanır" diyerek orayı yurt tu tmuşlardı. Ye r güneşin başı nda dolaş­ tığı gibi, onlar da yerin başında dolaşmışlardı. Dağ d ağ, ırmak ırmak, göl göl, her gördüklerine ad vere vere, adlanmışlardı. Yara­ d an'ın ilk sözünden ve ilk ışığından geliyorlardı, bu sözü ve ışığı yaya yaya, göğün sevgisini yere, yerin borcunu göğe ulaştıra ulaştıra, gökle yerin birliğinden doğan büyük kutsal bir yolla yürüy­ ordular. Baş olmak, başlangıç olmak, öncelik onların alınyazısıydı. Güneşle ayın, gökle yerin, d ağla ovanın, geceyle gündüzün ikizliği­ ni de, baba ana birliği gibi yaratılışın, var olmanın başlıca şartı say­ dıklarından, yaşamak, ömür sürmek için de bilerekten, ruhlarını bütünleştiren paralel uzanan çayları, paralel uzanan dağları seçmiş, ilk ocaklarını böyle yerlerde kurmuşlardı. Gümbür gümbür d avulları çalındıkça doğa ağzına su alıp hayret içinde dinlemiş, yıldırım kılınçlarının doğramadığı kalkan, ak yelekli, üç köşeli hızlı oklarının ulaşamadığı hedef kalmamıştı. Tanrı'nın büyük çiftçi el iyle en verimli tohum gibi yer yüzüne ser­ pilmişlerdi. Babil Kaleleri'nin yüksekliklerinden tutmuş sakin okyanusa dek uçsuz bucaksız bir evleri vardı. Bu büyüklükte geniş topraklarda yaşayan akraba ulusları, halkları bir bayrağın altında toplamak inanılmaz bir şeydi . Ü lkenin bir başından öbür başına bir ömür yetmiyordu . Her biri kendi yolunu seçmiş, kendi alınyazısını yaşıyorlardı. Bin yıllar boyunca ana kucağı saydıkları ve üstünde yaşadıkları bu genişliğin sınırlarını kim, ne zaman çizmişti? Belli değildi. Biz, onlardan türemeler, onların torunları, sonuçları, kötüceleri, iyiceleri, dalları ve yapraklarıyız . . . Onların dili i l e konuşuyoruz. . . Tanrı hakkı deyip onların andını içiyoruz . . . Onların mavi gökler­ ine bakıyoruz, öldüğümüzde de onların yanına uçup gideceğiz ... Ömür sürmüş, yaşlı başlı dedeler kendilerini yer yüzünün ilk insanlarından olan Olcay Han'dan türeme bil iyor, köklerini yalnız18


GÖKTANR I

ca Ulu Yaradan'a, göğe hağlıyor, ke ndilerini gökten gelen insanlar, yani göğün insanları sanıyordular. Ulu ataları Targıtay'ı da Tanrı'ya benzetiyorlardı. Tanrı'dan ge len yolcuların sayısını, Tanrı'dan başka kimse bilmez. Kaçıncı olduğunu yalnız Tanrı'nın bildiği 11ırgıtay'ın oğlu, kaçıncı olduğunu yine yalnız Tanrı'nın bildiği Dib Yabgu, Dib Yabgu'nun oğlu Kara Han ... Secere zinciri bin yıllıklarla dolup taşıyordu. Elbette ki, bu silsile daha çok simgeseldi, mitolojiye dayanıyordu, yanyana yükselen onlarca zirveden yalnız en yüksekleri seçip adlandırdığı gibi, geçmişten de en büyük kişiler, tarihin düğüm noktalarında doğup yaşamış, daha doğrusu yal nızca kendi mil­ letinin değil, genellikle insanlığın yazgısında yeri doldurulamaya­ cak rol oynamış, tarihin yaratıcısı olan insanlar hatırlanır, onlara dek ve onlardan sonra binlerce el başkanı, hakimler, komutanlar gelip gitse de, hepsinin varlığı, işi, adı, bir büyük insanın gölgesine sığınır. Dib Yabgu, binlerce Dib Yabgu'nun, Kara Han yüzlerce Kara Han'ın toplum adı, onların hepsinin yerini alır, simgesi olur. . . Bunların birinden ötekine kadar sürecin b i n yıllarla sayılması buradan kaynaklanır; tarihin atlama taşı olmuş insanların araların­ daki yollardan yüzlerce boy-bıı_�w11 ( nesil), geçse de, öd-ödlek (zaman) yalnız tek tek büyük adları koruyabilmiş; görünen o ki önemli olan da bunlardı. Onların her birinin binlerce yıl yaşaması hakkında eski inanışlar da gökten düşme değildir. Tanrı, ilk yarat­ tıklarına uzun yaşama hakkı vermişti. Bin yıl, iki bin yıl ... Sümer kitabele rinde devlet başkanlarının yirmi, yirmi beş bin yıl yaşadık­ ları kayıtlıdır. Sonra Tanrı kendi yarattıklarına kızdı ve ömürlerini kısalttı. Bizim andığımız, tasvir ettiğimiz insanlar da uzun yaşıyor­ lardı. . . Hele ki, Tanrı'nın katında yerleri çok yüksekti. Ne zamanın olayıdır bu? Yine Tanrı bilir. . . Yaratılışın çocukluğundan bahsediy­ oruz. . . Yaşadıkları kuşku doğurmayan, ancak zaman geçtikçe, çağlar içinde mitolojiye çevrilmiş bu kişilerin her biri sonsuza kadar yaşayacak elimizin ebedi iftihar taşlarıdır.

19



Birinci Boy



GÖKTAN RI

Türk'ün Tanrısı

O

yıl daha kış bitmeden, Elin başı olan Kara Han'ın ulakları, bütün Türk ellerini dolaşarak ulus beylerini yazın yapılacak kurultaya çağırmışlardı. Yıl uğurlu geldiğinden, eli sıkıntıdan kur­ tardığından, Hakanın gönlü rahattı. İl/11/arı111 (at yavruları) sürüleri­ ni ovalar almıyordu. Dağlar boyu ekinin bir kısmını bile yığıp yığıştırmak mümkün olmuyordu. Gidip şöhretlendirdiği, onur­ landır�ığı yerlerden gelen haraç, yurdunu uzun yıllar giydirip geçindirmeye yeterliydi. Sevincini beylerle bölüşecek, oymaklar hakkında bilgi alacaktı. Bu kurultay için, bir de gizli niyeti vardı. Otuz yıl hakanlık yapan, korku bilmeden düşmanları üstüne yürüyen, ülkeler alan, en zor savaşları alnına ter gelmeden kazanan, yüz kere ölümle yüz yüze gelen, korkusuzluğu ile Büyük Yaradan'ın canalanını korkutan, , yiğit bakışlarıyla onu geri gönderen Kara Han, bu yaz ilk defa, güneşinin dağlara eği ldiğini hissetmiş, uykusu bozulmuştu. Kendi

23


SABİR RÜSTEMHANLI

ye rinde, kan kardeşleriyle, elin haş hilcnleriyle ke11eşip ( konuşup, d anışmak) geçen günlerin unutul maz, hoşhaht anlarını hir daha bölüşmek, şenlenip kaygıdan kurtulmak, öhür dünyaya rahatlayıp gitmek istiyordu. Bunu, beyler hilmeyeceklcrdi. Ke ndi gönül rahatlığı için gerekli görüyordu. Bir de hakanlığın ondan sonra kime kalacağını, iktidarın kimin elinde olacağını bildirmeliydi onlara. Töreye göre, onun yerini kimin alacağı belliydi. Şimdiden genç, ergen çağındaki oğlu Oğuz Han'ın gücünü, aklını beylerinin görmeleri, heyleri cesare tlendiriyor, iktidar uğrunda yapılacak mücadelenin karşısı nı alıyor, elin dayanak noktalarını güçlendiriy­ ordu. Bu yüzden kurultayı bilerek, elin yaylaya göçü öncesine, yaza, Tan rılara kurbanların kesildiği Tapık Bayra1111 ( kurhan bayramı) günlerine bırakmıştı. Şölen bittikten sonra beylerle beraber, belki de, ömrünün son yolculuğuna gidecekti. Ulusunun en büyük tapı­ nağı olan Kutsal Ü nür'e, Ata Mağara'ya uğrayacaklardı. Alaca Dağlar'ın gül çiçek çağıydı. Yaylara bulut parçacıklarına benzeyen binlerce alaçık konmuştu . Karları erimiş, suları çağlayan, göğüsleri binlerce renkle boyanmış dağlar "gel gel" diye adeta bağırıyorlardı. Elin yaylalara, göklerin komşuluğuna yükselme zamanıydı. Güneşin kırmızı yüzü güldüğünde misafirlerin yolu açıldı. Uzak uzak oymaklardan atların bağrını çatlatıp gelen beyler, batkalım kimlerd i? Önce bayraklarını dalgalandıra dalgalandıra kardeşleri, Or Han, Kür Han, Küz Han, başkanlık yaptıkları bölgelerin pay ürüşleri ile geldiler. Bağır basıp, kucaklaşıp hakan kardeşlerinin yanında yer aldılar. Sonra gün batan ülkelerin göz dağı Alper oğlu Muğan Han geldi. Sonra Kenger ulusunun başkanı Tabakhan oğlu Erkin geldi . Sonra Kabil, Sistan Beyi, Halac ulusunun başkanı Erdoğmuş oğlu Töremek Bey ge ldi.

24


GÖKTAN RI

Sonra Tabgaç ve Çinlilere diz çöktüren şanlı Uygur ulusunun başkanı Alunca oğlu Alpdoğan Han geldi. Sonra kuzey kabilelerinin iftiharı, kırk azgın köpekten kızağı, beş geyik derisinden kürkü olan Tobohan oğlu Duman bey geldi. Sonra Kara Kırgızların omuzu kuşlu beyi, Tarduş oğlu Tengiz Han geldi. Sonra, Altay nehirleri gibi köpürüp taşan Bögühan oğlu Enik Bey geldi. Saymakla bitmez. Sonra, Karlık, Dulu, Kuman, Talas beyleri, Alatau, Altay, Hantengri zirvelerinden kartal gibi kopan, ovalar­ dan kasırga gibi esip geçen alp yiğitler geldiler. Savaşa giden orduda, kim hangi cenahta, kiminle beraber yer alıyorsa, gök kubbesine benzeyen çadırda, mecliste ona uygun otu­ ruyordu. Bu birlik içinde bir köke bağlı olan Hanların, el beylerinin sevinci yere göğe sığmıyordu. Davullar vuruldu, kanlar kaynadı, sıınıaylar (zurna) çaldı. Yılan ağzından p kmış Çin kızları, şarap dağıttılar. Kara Han konuklarına söyledi: - Uzak yollar aşıp hoş geldiniz, beyler. Elin yakınından uz;;ığından sorularla iyim izi, kötümüzü bir yerde öğrenelim, gö/iir koy (düşünüp, taşınalım) edelim. Bir yerde dinlenelim, dedi. Yiyip içe­ lim, av avlayıp, kuş kuşlayalım, ondan sonra Ata Ü nür'e gidelim! Tapık verip atamıza baş eğip uğur isteyelim. Ülularımızı sevindire­ lim! dedi. Sofrada, sığır, geyik, koyun eti dağ gibiydi, çay gibi kımız aktı. Sırayla her elbeyi son görüşmelerinden beri başkanlık yaptığı oymaktan bölgeden, ona komşu olan yabancı ellerden değerli say­ dığı, ya da rahatsız edici haberleri, bilgileri veriyor, dediklerine başka el beylerinin ve sonunda Kara Han'ın alakasını duyuyor, elin­ in kaderiyle bağlı her hangi bir meseleye elinin bakışı açığa çıkıyor25


SABİR RÜSTEMHANLI

du. Çok şeylerden konuştular, ancak bu toplantıda üstünde en çok durulan mesele elin gün çıkan ucundan gelebilecek tehlikeydi. Bu tehlikeyi ilk ortaya atan Alınca oğlu Alpdoğan oldu. O, beylerle arada bir görüşmesinin yarattığı sıkıntıları dile getirerek ad ve ad herkesi ayrıca, şatafatlı bir şekilde selamladıktan sonra al için tarih boyunca baş ağrısı olmuş hile yuvası Çin'den gelen bilgi­ leri açıkladı: - Gün çıkanda yıl, yıldan ağır geliyor, beyler, dedi. Kuraklık Çin'i sarstı. Yağmur yağmıyor. Ormanlar, ocak gibi yanıyor. Nehir­ lerdeki sular hızla azalıyor, çevreye yetmiyor. Gemiler işlemez oldu. Gözlerini bize d iktiler. "Nasıl oluyor, bereketli yurdumuz yağmursuz kalıyor, ekinimiz biçinimiz küle dönüyor, ancak büyük ova çiçekleniyor?" diye soruyorlar. Bizdeki bolluk onların canını sıkıyor. Durumu kaygı içinde izliyorlar, güçlendiğimiz zaman onları çiğneyip geçeceğimizden korkuyorlar, dedi. Kara Han kımız dolu ayağı (kadeh) yere koyup düşünceli bir şe­ kilde: - Çin çökerse, biz de çökeriz, dedi. Yeryüzünün öbür başına giden ipek arğışları (kervan) gelmez olursa, yolların gidiş gelişi seyrekleşirse, biz de üzüleceğiz. Bu yol yüz yıllardır bizim elim­ izdedir. Çin'e kazanç getirdiği gibi, bizi de giyindirip geçindirir, altınımız akıp gelir. Onların gün batan tarafta elçiliklerini yapan, birinin sözünü öbürüne getiren ve arada köprü kuran da biziz, başımızın belası olsa da Çin'in çökmesi bize sevinç getirmez, diye devam etti. Alpdoğan Han'ı dinledikten sonra, bir daha söyledi: - Ancak iş bunu nla bitmiyor. İ pek arğışları seyrekleşse de yine gelecek. Bu yerde Tabak Han oğlu Erkin karıştı söze; - Beni de dinleyi n. Bizden geçen arğışların sayısı azaldı. Bunun 26


GÖKTANRI

kuraklıktan kaynaklandığını Alpdoğan'dan duyduk. İpeği kend imiz yapalım, ipek kurdunu kendimiz yetiştirelim, dedim. Çin'e aracı gönderdim, hala bir bilgi yoktur. İpek parça dokumayı öğrenirsek Çin'in batıya uzanan elini keser, ipeği biz kendimiz batıya veririz. Alpdoğan sözünü bağladı : - Sadece, ipekten, parçadan konuşmuyorum, beyler. Kuraklık daha kötü işletin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Yağmur Taşı'nın bilgisi Çin'e de u laştı. "Cadu Taşı" diyorlar ona. "Onları Cadu Taşı kurtarıyor, bu taş onların elindeyken biz susuz kalacağız," d iyorlar. Son söz budur! Buna göre de yurdumuzda yüzlerce Çin casusu dolaşıyor. Belki sizin çadırlarınıza kadar girip çıkmışlardır. Beyler, yerlerinde kaygıyla şöyle bir kıpırd andılar. Kaşları düğümlendi. Yüreklerine dolan şüpheyle önce birbirlerine, sonra arada dolaşan hizmetçilere, kapıda duran uşaklara baktılar. Alpdoğan biraz ara verdikten sonra dedi: -Yağmur Taşı'nı çalmaya, bizden koparıp Çin'e götürmeye çalışıyorlar. İmparatorun taşa ulaşamazsa savaşa kalkışacak. Ulu Hakanımızın, elimizin kısmetine düşen yağmur taşını daha iyi koruması gerekiyor. Kara Han güldü: - Kutsal taş, göklerin bize hediyesidir. Gökten geleni, gök kendisi korur, dedi. Yerler-sular (yerküre) yaratıldığı gün bu taşı bizim ulusumuza göndermişler. O acım beyl(ği11i11 ( dünya iktidarı) simgesi olarak bizim elimizdedir . . . Bu sözler şölcnde kilerin üzerinden bir rüzgar gibi geçip gitti. Meclis uğuldadı. Yerle gök arasında köprü kurabilen, ulusun istek­ lerini yerine getiren, dünya iktidarının anahtarı olan taşı duymayan bilmeyen yoktu. Bu taşın hakanın elinde olması hepsinin yüreğine rahatlık veriyor, onlara gurur getiriyordu. Bununla beraber, yürek­ lerine şeytanın yol bulup girdiği, kendinden razı, gururlu beyler de vardı. İktidarın uzun yıllar boyu Kara Han'ın elinde olması, ondan 27


SABİR RÜSTEMHANLI

sonra da oğu llarına kalacağı onları üzüyor, gizlice hakanı kıskanıy­ or, taşı ele geçirmenin yıllarını arıyorlardı... Çokları, hakanın gücünü orduda ve yönetme usulünde değil, bu taşın kerame tinde görüyorlardı. "Yağmur Taşı bende olsa, komşularımız bize dil çıkaramaz, yeryüzünde haş eğdirmediğimiz ü lke kalmazdı" diye düşünüyorlardı. Hakan şölenlerinin en unutulmaz kısmı yemek içmekten sonra yapılan yarışlardı. Önce güzelliği göz alan, yerle gökle oynayan, çimen çiçekten ayrılmayan atları, sesiyle ruhu gençleştiren savaş surnaylarının sesi altında çektiler ortaya. Ellerini eğerlerin kaşı üzerine koymakla atların beline sıçrayan gençler, yerle gökle oynaşan atlarını kulak kulağa dizdiler; az sonra oradan uzaklaşıp, ilğıma çevrilerek, dağın sırtını aştılar. Yolun o yüzündeki ormana gidip geleceklerdi. Bir müddet sonra çadırın etrafında seyir yerine toplaşanların yeri titreten çığlıklarıyla atların yine aynı yerden yolda görünmeleri bir oldu. Sanki bir deste kuş, yere dokunmadan öylece yolun üstüyle, yerle gök arasında süzüle süzüle yaklaşıyor­ lardı. Önde gelen at toparlanıp açıldıkça güneşin altında renkten renge bürünüyordu. Bir daha hiçbir yerde durmayacakmış gibi, adeta uçuyordu. Ancak Kara Han'ın önüne gelince, birde n bire yere adeta mıhlandı. Saçları rüzgarda dalgalanan ak kıyafetli, ak yüzlü oğlan yere sıçradı. Seyirciler hep bir ağızdan bağırıyorlardı: -Oğuz, Oğuz! Sonra çeşitli elleri n erenleri geldi. E llerin, ulusların gıyımını tanıyanlar, özelliklerini bilenler için onların hangisinin, hangi eli temsil ettiğini ayırt etmek çok zor değildi. Yarış, yeni yeni kızışıyor, atların sağrıları ıslanıp parl ıyor, kulaklarının dibine terler akıyordu. Bu yüzden onları yerlerinde tutmak mümkün değildi. Çadırın arkasında çövke11 (savaş oyunları) başladı. At yarışlarından sonra ok attılar, kargı salladılar, güreştiler, her yarışın sonunda "Oğuz, Oğuz ! " sedaları göklere yükseldi. Ergenlik yaşına yeni basmış, ak giyimli, ak yüzlü Oğuz, yanında 28


GÖKTANRI

yarışların başka galipleri, başarılı olanları, Kara Han'ın önüne gel­ erek bağır bastılar, el büyüklerinin önünde baş eğdiler. Beyler, Hanlar "yaşa!" deyip onları bir ağızdan alkışladılar. Kara Han'ın gözünde yaşlar parlıyordu. Yerinden kalkarak yüzünü oğluna çevirip dedi: - Yarışların galibi sensin ! Bu ödülü er gibi kazandın! dedi. Sonra sağ tarafındaki sağ beylere, sol tarafındaki sol beylere uönerek: - Bu yıl yarışı oğlum Oğuz kazandı beyler, dedi. Ben iki seviniyo­ rum, sizler de bir sevinin. Oğuz'un kolunu büken yoktur. At koştur­ makta, kılınç çalmada, gurşak tutmak da eşsizdir. Söz yarışında da böyledir. . . Elde herkes bilir, tanıktırlar. Savaşlardan hiç vaktim olmadı. O da benimle birlikte çocukluğundan beri ağır yollar geçti. Yurdun bilginlerinden, hocalarından eğitim aldı. Sizin adı nıza yarış ödülünü ona veriyorum, dedi. Üstünde yurdun işareti bulunanaltın nişan elinde pırıl pırıl par­ lıyordu. Onu Oğuz'un boynuna astı. Kurt başlı, mavi-kırmızı süslü tuğ verdi oğluna. Oğuz, bir daha bağır basıp yarış arkadaşlarının, erdeş/eri11i11 (sır­ daş) arkasına geçti. Kara Han söyledi: - Bakın beyler! Ölümden kaçılmaz. Benim i11a/1111 (varis) ortacım Oğuz'dur. Elin tör başı, taç ve taht benden sonra onun olacak. Töremiz böyledir. Tabii ki, elimizin , günümüzün, sizlerin isteğine uyarsa! . . Biz yorulduk, o yorulmaz, biz yanıldık, o yanılmaz! Elimizin adını yeryüzü ne yayar, yenilmez! Gökler onu kendi sevgisinden yaratmış. Buna inanın! Beni sevenler, onu da sevsin. Bana inananlar, ona da inansın! Bir olun, birlikte olun ! Kanımızla kazandığımız toprakları koruyu n ! Yeryüzünün beyleri sizlersiniz ! - Ulu Kağan'a aşk olsun ! Gökler sizi korusun ! Sesleri dışarıda, halk arasında dendiği gibi yabanda, dağda, yankı yapıp geri dönüy­ ordu. 29


SABİR RÜSTEMHANLI

Bu nunu arkasından bütün alan uğuldadı : - Ulusun aslanı Oğuz yaşasın! •

- Yaşası'n, ya.�asın! Oğuz'un ışık saçan yüzüne kızartı çöktü. Gururluydu, yarışı kazandığına seviniyordu, ancak şölende övü lmesinden dolayı sıkılıyordu. Bu meydanda sadece gücünü denemek istemişti. Bıyık yerleri yeni yeni terlemeye haşlamış olsa da sayısız savaşlar görmüş, yaşça kendisinden büyük yiğitlerin bileğini bükmüştü. Bugün, yakın, uzak ellerden gelmiş hahadırlarla bir daha kendini denemiş, eşinin benzerinin olmadığını bütün T ürk Ulusları bilmişti. Bütün hunlara rağmen, bahasının konuklarına, onun inallığını bildireceği­ ni beklemiyordu. Gözleri alacalanmıştı. Üzülüyordu, babasının sözlerine. Yaşamı tükeniyor, ömrü bitiyor muydu babasının? Sağlam, yorulmaz hakan, n iye d i le getirdi ölüm sözünü ? Seve nlerle birlikte, sevmeyenler de var! Çin casusları Çin'e bugün yetiştirirler: "T ürk hakanı yaşamaktan yorulmuş, savaştan bezmiş, ölümü arıyor, gözünüz, kulağınız burada olsun ! " diyecekler. Onun düşündüğünü düşünemiyorum, onun yaptığını ypabilmiyorum . . . Sonra "Tanrım, babama yardım e t ! " diye fısıldadı. Tanrı sözünü yüreğinden geçirdi, fısıltıyla söyledi, çünkü, açık söyleyemezdi. El, ulus, hala onun Tanrısını tanımıyordu. Elin doksan dokuz putu, tanrıcığı vardı. Her şeye tapınıyorlardı. Nehire, göle, dağa, taşa, yola, kurda, geyiğe, yılana, kaplumbağaya . . . Her bölgenin kendi tapınağı ve putu vardı. Her şeyi tanıyorlardı, bir olan Göktanrı'dan başka. Oturanlardan kimse, onun Göktanrı'nın elçisi olduğu nu, Göktanrı'dan başka tanımadığını bilmiyorlardı. Bilseler ulus bozulur, el parçalanır, babası varisliği ona vermez, yerine küçük kardeşlerinden birini hazırlar, onu yurttan kovardı . Hakanın, elin inancından kopmak, hakan ailesinin geleneklerinden ayrılmak ölümle cezalandırılan bir suçtu. Yüreğini açsa iste klerine ulaşması mü mkün olmazd ı . Babasına Tanrı'dan uzun yaşamak dilerken tahta çıkmaya içindeki 30


<iOKTANRI

Yağmur Taşı

Y

azın oğlan çağı, geceyle gündüzün beraberleştiği, yeni yılın bayramının yapıldığı günden yarım ay geçmiş dağlarda put­ ların korunup saklandığına, aynı zamanda T ürk'ün koruyucusu ve kurtarıcısı olduğuna göre kutsal sayılan mağaralara giderek tapık l'emıek, (kurban kesmek) el-obanın yaşı bilinmeyen töresi idi. El büyük kurultayları da, büyük kencşmeleri de aynı günde yapardı. Beyler, el başçıları ülkenin kaygılarını paylaşmak, birbirle riyle fikir alış verişinde bulunmak için, günlerce at sürer, akla sığmaz uzaklık­ hırdan kanatlanıp gelir, görüşmeden, birliktelikten duydukları sev­ inçle bütün acılarını, savaş üzüntülerini unuturlardı. Şenlikler Ata Mağara'ya yürüyüşle sona ererdi. Kara Han ve konukları, toyun sonuncu akşamını sofra başında geçirseler de, hepsi ayak üstündeydi, akın hali eli bürümüştü. Dan erte büyük bir giiç Tanrı Dağın'a doğru yola çıkacaktı. Oğuz, üstadı Uslu Hoca'ya uğrayarak dedi: 31


SABİR RÜSTEMHAN LI

- Babam, beni T ürk büyüklerine tanıttı, ortacım budur, dedi. Uslu Hoca, onu bağrına bastı: - Gözümüz aydın olsu n ! -T öremizdir biliyorum, ancak böyle erken açıklayacağını bek-' !emiyordum! Beceririm mi? - Sen hakan olmak için doğmuşsun! Zamanı geldiğinde babanın yerini tutacaksın! Elin adını göklere kaldıracak, yeryüzünün her yanına yayacaksın ! Alınyazısından kaçılmaz oğul ! Sen yetkin bir yiğitsin. Yaradan, içini ışıkla doldurmuş. Elimiz günümüz sana güveniyor! Baban bunu herkesten iyi bilir! Oğuz kaygılıydı : - Üstümüzü kara bulu tlar kapladı üstadı m ! Ağır günler bekliyor yurdu. Günden güne bu korku büyüyor. Alpdoğan doğru, dedi. Kuraklık Çin'i soldurdu, diz üstedirler. Buna göre de gittikçe azgın­ laşıyorlar! Babam isteseydi bitirirdi onları. Bütün çağlarda olduğu gibi "Yağı da olsa komşudur. Kuraklıkla sınağa çekildikleri gün­ lerde üstlerine saldırsak erlik sayılmaz", diyor Ama, bu durum­ larında bile, hiyleden ellerini çekmiyorlar. Şimdi de Yağmur Taşı'nın peşine düştüler. Casusları karınca gibi kaynıyor. Uslu Hoca yetiştird iğinin düşünme gücünü defalarla yoklamıştı. Onun yanılmadığını iyi bilirdi. Komşularla ilgili, onunda söylemesi gereken sözü çoktu. Çin'i ele alıp kendilerine bağlamak, T ürk hakanları için zor bir iş değildi. Ancak, bu işin başıydı, esas olan, aldığını, önünde eğileni töreye uygun yaşatıp idare etmekti . Kalabalık, adam çokluğu, Çin'i yönetmeyi güçleştiriyordu . T ü rkler, sayıca onlardan az olduğundan, eriyip giderd iler Çin'in içinde. Bunları bir daha dile geti rip, öğre ncisine anlattıktan sonra dedi: - Yağmur Taşı, elin güvencesidir. O korunmalıdır, yağı eline geçmemelidir. Ancak söz açtın, söyleyeyi m ! Taşa, bu inancın nere­ den kaynaklandığını kimse bilmiyor. Karaca Dağlar'ın eteklerinde parlak kara taşlar vardı. İnekler su lmlamadıkları zaman, o taşları 32


GÖKTANRI

ağızlarına alır, tırnaklarıyla yeri cşerlerdi, susuzlukları bi terdi. Olsu n kim. oradan başlamışttr bu cadu taşı kavgası . . . : - Senin her söylenene inanmadığını, he r işin kökünü, doğrusunu aradığını çok gördüm, üstadım. Ancak Yağmur Taşı gerçektir. c:ocukken bir kere gördüm onu babamın elinde. Ü stünde damga var: Sekiz oklu, Tanrı damgası. - O taş, yerler-sular yaratıldığından beri Türk'ün elindedir. Doğru söylüyor Tabgaçlar, Yağmur Taşı değil " Cadu Taşı"dır. (.'ünkü; insanları, elleri yüz yüze getirir, kardqi, kardeşten ayırır ... l lcrkes ona can atar. Bizleri yükselten o taş değil. Savaşlarda akıt­ tı ğımız kanlardır. Doğru luğu sevmemiz, büyük-küçük yeri hi lmeğimiz, töreye uymağımızdır. Oğuz dedi: - O taşın ne olduğunu biliyoru m ! O sayısı bilinmeyen küçük, yapma bayaılarda11 (Tanrı) putlardan, tözlerden biFisi değil. Ne başlangıcı, ne sonu bilinen, yerin, göğün yaratıcısı, Thrk'ün babası olan Göktanrı 'nın taşıdır. Bir olan Tanrı'ya tapantarl n kut taşıdır. Benden önce geldi o, ancak devamı biziz. Benim! On'u n d ilini ben­ den başka bilen yoktur. Gücünü benim elimdeyken gösterecek. O her ulusu mutlu kılmaz! Uslu Hoca ergenlik yaşına yeni gire n öğre ncisinin vergili olduğunu bil iyordu. Bilgisini ona verdikçe, kendisi de ondan oğreniyordu. Öngörme başarısını, ruhunun, usunun yüksekliğini defalarca denemiş, onun göklere bağlılığını hissetmişti. İnancının doğruluğunu anlayarak kabul e tmiş, Tanrıcılık yolunu tuttuğunu ı >ğuz'a sezdirmeden işin yetişmesini beklemişti. Bu yaşlı bilgin, verin, göğün bütün sırlarından haberdar olan e l aksakalı, mutlu ı >ğuz'un yeryüzünde gördüğü e n ışıklı kişiydi. Doğruluktan başka vol tanımazdı . Yüreği hele, ulusa sevgiyle çalıyordu . Onunla yüz vuze oturan, söz kesen ömür boyu onun e tkisinden çıkamazdı. Yıllarca Oğuz'a yerin, göğün sırlarını öğreten, onu bilgilendiren, ı'.l"Cesini gündüzünü onunla birlikte geçiren filozof hoca için, öğren33


SABİR RÜSTEMHANLI

cısının doğrudan doğruya göklere bağlı olduğunu, bir olan Tanrı'dan güç aldığını, doğuştan el başçılığına doğru yol gittiğini sezmek zor değildi. Onunla geçirdiği bütün zamanlara bu işi yakın­ laştırma işi gibi bakıyordu. / T ürk zaten göğe bağlıydı . Gök ata, ök ( Yer) ana deyip, göğü başlangıç, yeri ona bağlı sayardı . Ancak Oğuz, Tanrı'yı gökten de yüksek tutar, onu göklerle, yerlerin yaratıcısı sayardı . Bir Tanrı, bir hakan derdi. Görünün odur ki, başının kimselere bağlı olmasını istemeyen el ulus büyüklerine el vermeyecekti bu ... Bir olan Tanrı'ya taparken kendinden razı han­ ların, hakanların sayısı bilinmeyen tanrıcıkları kimseyi inandır­ mazdı. Buna göre, büyük Tanrı'ya götüren yolun açılmasını, bu yolu herkesin görmesini istemiyorlardı. Yeryüzünü bölük bölük yaptık­ ları gibi, Ulu Yaradan'ı da yüzlerce tanrıcıklara, binlerce burhan­ lara, tözlere, çalaplara, putlara çevirmişlerdi. Kendileri, bir olan Tanrı'nın eliyle yaratılmış bulunan insanların, ağaçtan yaptıkları putlara inanması, insan oğlu nun en büyük u tancı olması gerekirdi. Ye ryüzünün beyi olan ulusunun geçmişini Oğuz iyi biliyordu. Öncelikle, on bin yılın ötesinden gelen " Bir Tanrı" inancını bırakarak komşularının sırıdığı ciciye biciye tapmanın kökünü öğrenmişti ve bundan sıkılıyordu. Yüzlerce tengricik, yüzlerce yol, yüzlerce yöndür; sonunda ulusun paramparça bölün­ mesi demektir. Bu ruh bağlılığı değildir. Saldırıdır, savaştır, ulusu içten parçalamak, işgal e tmek ve d iz çöktürmektir. Oğuz, bunu iyi görüyordu. Yağılar savaşlardaki yenilgilerinin karşılığını bu yolla vermek, öçlerini bu yolla almak istiyorlardı. T ürk Ulusu da, sanki gözleri bağlı gibi bu yolu tuttu. Önce inancını unuttu, onun gök evladı olduğu, gökten geldiği, şimdi, ancak bir avuç kamlarca, alimlerce, bilginlerce bellidir. Ovaları putlarla doldurdular. El anlaşılmaz, kurt-kuş ruhlarının elinde kaldı. Oğuz'un hissettikleri sadece bunlar değildi. Dil açandan Tanrı demiş, yaşıtlarını büyü klerinden habersiz, yüzlerini göğe çevirm­ eye, Yaradanın birliğine tapınmaya çağırmıştı. Yeryüzünü kurtar34


GÖKTANRI

manın tek yolunu tektanrıcılıkta, yeryüzünün bütün insanlarının bu inanç çerçevesinde birleşmesinde görüyord u . Hayatının, düşüncesinin kökü, manası bundan ibaretti. Anasından başlayarak az sayıdaki en yakınlarına, dostlarına, sırdaşlarına gece gündüz söylüyordu bunu . Onlardan en büyüğü Uslu Hoca idi. Ancak, tek tek insanların bilmesi yeterli değildi. Bunu şimdi anlamıştı. İnanç değişimi, ölüm dirim yoluydu. Hakanlar, başlasa bile sonu uçurum­ du. Fakat, başka yol da yoktu ... Oğuz babasının yerini alacağını da < iöktanrı'nin isteği sayıyordu . " Ben hakan olursam, u lusun yüzünü göklere çevirecek, elin bir inancı, bir tapınağı olacak" d iyordu. Han babası yaşarken devletin yönetim işine karışmayı aile, oğuş geleneklerine saygısızlık sayıyordu; T ürk töresinde bu, imkansızdır, ancak ortaç (varis) seçildikten son ra başka yol kalmıyordu. Babasından sonra karşılaşacağı zorlukları bildiğinden, kime arka çevireceğini araştırır, toplantıda duyduklarını inceler, komşuların haşladığı oyunun getirebileceği sonuçları, felaketleri düşünürdü. Göğün gücüne, kutsallığına olan inancın geçmiş çağlardan beri Türklerin ruhuna yabancı olmadığını, bin yıllar boyu u lusun güneşe, göğe bağlı olduğunu, bu inancı önceler de yaymak isteyen­ lerin gelip gittiğini Türklerin içinde bir çoğu bilirdi. Uslu Hoca bu konuda öğrencisi ile çok konuşmuştu. Ancak Oğuz'un Göktanrı inancı, bütündü, insanın içini ümitle, ışıkla dolduruyordu, iki fikirliliğe yer bırakmıyordu. Ya he, ya yok! Birini seçeceksin ! O, içinde uydurma yer inançlarına, taş, ağaç, saksı putlara garip, bazen izah edemediği bir nefret besliyor, onlara iğrenerek bakıyordu.! Meğer dünya görmüyor mu ki, bunlar yaratan olabilmezler, kendi­ leri yaratılmışlard ı r, yöneten olabilmezler, çünkü, kendileri yiinetilenlerdir. Göğün şimşeği. ağacı kurutur, yağmuru, çayları ıawır, yıldızı yol gösterir, güneşi, yazı, kışı doğurur, yeryüzüne can verir. Ağaç, çamur, taş, kum tanınacaklar göğün karşısında güçsüzdür, cılızdır. Bütün ruhların atası, kökü, başlangıcı, kutsal olan Gök'tür. Gökte oturan, yerleri, suları, yıldızları yaratan Ulu llınrı'dır. Yalnız o, ilki, sonu olmayan, insan oğlunun zorundan, 35


SASIR RUSTEMHANLI

pisliğinden yukarıda duran, el ulaşmaz ve görkliidiir (güze ldir). Bütün yaratılmışlar onun, ışığı, kolu, dalı, ayrıntılarıd ır. Sabah­ akşam, yaz kış, iyilik kötülük, doğum ölüm ona bağlıdır. Ağaçtan, taştan te ngricik yapıp on lara tapanlar Ta nrı evladı olan ulusumuzun kökünü inkar etmek, bizi gökten koparıp yer yılanları­ na çevirmek, kısmetim ize düşen tanrı gücünü almak, Türk'ü küçültmek isteyenlerd ir. Ateş olmazsa, duman çıkmaz! Ulusunun göğe bağl ılığını, hayatının her anında damarının giiklcrlc bir attığından, göklerin d urumunu kendi içi gibi hissettiğinden, göğün de onu hissedip, onu duyduğuna inandığından görü rdü. Türk Ulusu doğal olarak güneşçiydi, gökçüydü, Tanrıcı'ydı, "Hınrı'nın tek­ liğine inanırd ı . Fakat, put, burhan simsarları ruh, inanç işini de yerin oyu nbazlığına çevirmişlerd i . Görklü u lusunu, ye niden göğüne, Tanrı'sına, u luluğuna bağlamak gerekird i ! Oğuz h a n gözünü açtığı günden beri içini, b u duyguyla, bu ışıkla dolu görmüştü. Yüzünün aydı n l ığından şaşırıp ona Ak yüz demişlerdi. Kıyık, çekik gözlüler, yuvarlak yüzlüler, onun sivri, ileriye yönelik sert yüzünü oka benzetip ona Ok Yüz de diyorlardı. Yağmür Taşı'nı gördüğünde, onun adi bir çay taşı olmadığını, damgasından ışık saçıldığını, insanların yüzüne güldüğünü de yal­ nız o görmüştü. Çocuk hafızasına düşen ilk bozulmaz izler de Han lıa hasının bu taşa inanmasıydı. Yer yüzünün eşsiz büyüğü saydığı ba basının, taşa yanar gözlerle bakması çocuğun d ikkatinden kaçmamışt ı; onun taşı aziz gibi görmesinde, korumasında bir az da korku vardı; yumruk kadar olan taşı gülerek Oğuz'a uzatmış: - Al, bakayım gücün yeter mi? demişti� Taş ağırdı, ancak Oğuz bu ağırlığı hissetmeden taşı e l i nde oynatıp atıp tutmuş ve o anda taş onu da korkutmuştu. Kara kömüre bcn­ ...ze yen taş kenardan üfürülürmüşçesine içinden kızarıp ışıklanmaya başlamış, iri bir göze dönüp Oğuz'a d ikilmişti. Bu Tanrı'nın gözüy­ dü, onda yeryüzünün en sırlı, en kutsal, en ulu sözü yazı lmıştı. 36


(}ÖKTAN RI

< )ğuz, çocuk aklıyla hu taşın yalnız kendisi için ışıklandığını, yalnız

kendisine baktığını anlamıştı. Bunun Güktanrı·nın binlerce gözün­ den yalnız hiri olduğunu hissetmişti. Taşa dokunduğu o ilk günde, < >ğuz, haşka hiç kimsenin bilmediği bir çok şeyi anlamıştı. Taşın hir anlık ışıklanmasını, babası da görmüş müydü? < iörmüşse d e açığa vu rmamıştı. Olabilsin , taşın yalnız Ta11n .ıavçılam1111 (Tanrı elçisi) elinde ışıklandığını Kara Han'da biliyordu, ı ılabilsin, bu seçilmişliği o yalnız hakanlıkla ilgili görüyordu ve el lıaşçılığından böyle tez ayrılmak istemiyordu. Gördü mü, görmedi mi, sezdirmedi. Oğuz nereden kaynaklandığı kendisi tarafından da lıilinmeyen bir duyguyla taşın onun elinde canlanmasının Tanrı lıuyruğu sayıldığını, Tanrı sözünün onun alınyazısı olduğunu, gele­ ceği ile bağlantısını anlamış, ancak babasının sustuğunu görünce, o da susmuştu. Kara Han taşın güze döndüğünü görmese, üstündeki damganın anlamını bilmese de, taşın gücüne, kutsallığına, gökten geldiğine, yeryüzüne bağlanmanın tek yolu olduğuna inanıyordu. Bu yumru taş yerin benzeriydi, kimin elinde ise, yeryüzü onun­ dur. Demek, mavi göğü, yağız yeri, günü, ayı, geceyi, canlıları, cesu­ nı, ödleği yaratan Tanrı'nın sevgisi onun ulusunadır. Erkli ( Güçlü ) Ma11gii ( Ebedi ) , Başların Başı, övdüğüm Ulu fanrı, Ataların Atası, Han Tanrı, Hakan Tanrı, Türk Tanrı'sı, başım sana kurban olsun! ,

Oğuz'un bütün gençliğini bu duygu, bu güvenç doldurmuştu. Taşı aramasa da onun korunduğunu, yalnız babasının bildiği bir yerde saklandığını biliyordu. Zaten hakan olduktan sonra, taşın nerede korunduğu kendisine de söylenecekti . . . Bu sır yalnız ona açılabilir­ di. Elin töresi böyleydi . .

Başlarının üstünden Göktanrı yarattığı yıldızların güzleri ile < >ğuz'a, çocukluğundan heri ona atabeylik yapmış olan Uslu 1 Ioca'ya bakıyordu . Önlerinde e rtesi günün uzun yolculuğu vard ı.

37



GOKTANRI

Çin Tutsağı

T

ülü alaçığım (çadır) ordanın uzağında kurmuştu. Çin tutsak­ lığından döndüğünden beri ele kaynayıp karışamıyordu, çekiniyordu. Gelişine e l sevinse de, kendisi sevinememişti. Yurda, dokuz yıllık ayrılıktan sonra dönmüştü. Çin'den dönen az olur. Tutsaklıktan kurtulan da çöle gönülsüz döner. Elin kınamasından korkarlar. Savaştan, seferden, çöl yaşamının ağırlığından bezenler de bulunur, ulusa dönmektense bir az daha uzaklaşır, tutsağı olduğu ü lkenin büyük kentlerinin tii11liiğii11dii, (karanlığında) kay­ bolup gözlerden uzak kalmaya çalışır. Kimliğini, yabancı olduğunu saklar, kendi de unutulmak ister. Geri dönmeyişlerinin sebebini anlamak zor değil . " Yabancı eline geçmektense ölümün eline geçeydiler! Neden esir oluyorlar?" soru larını cevaplamak, halkı söylediklerine inandırmak ağır gelir onlara, satılmış görünmek­ tense, kendi yurdunda başı eğik, şüphe altında yaşamaktansa, bir müddet üzülüp yabancı ellerde kalmaya razı olurlar. Mağrurluk yurda dönen yolları kapatıyor ... 39


SABİR RÜSTEMHANLI

Ancak yad elde saklanmak, gözden uzak yaşamak ta kolay olan bir iş değil. Düşımın. savaşta yaralanıp esir düşenler bir tarafa, tesadüfen, yolu şaşırarak tutsak düşenlerden de el çekmiyor, onları rahat bırakm ıyor. Su arklarını kimlere kazdırsın, kaleleri kimlere yaptırsın peki? Karanlık zindanlardan çıkarılanlar köle gibi satılır, sabahtan akşama çalıştırılır, bin yalanla yurda dönmeleri engellenir. Bu yalanlar yıl larca karanlık duvarlar arasından çıkmayanların çoğunu şaşşırtır. Bir de hangi yüzle yurda dönsünler? Lekelenmiş ad, kırılmış gurur. .. Kim bakacak yüzlerine? Ölmüş bilirler, bırakın öyle bilsinler. Alınyazısı böyleymiş. El seni unuttu, kendin de unut! Ancak Tülü dönmüştü. Yalnız kendisi değil, Çin kızı Don Xi ile, yanlarında bir de çocuklarıyla. Esirlikte çektiklerini, Çinlilerin insanlığa yakışmayan zulümleri­ ni hatırlamak istemiyordu. Ü ç yıl baş başa, her gün, soyundan, kökünden olan kişilerin alçaldığını görmüştü. Son altı yıl, kamçı ve dayak altında sabahtan akşama kadar çalışmış, toprak atmış, kale duvarı yükseltmiş, düşman evini süslemiş, her gün de Yaradan'dan ölüm dilemişti. Ölümün yerine Don Xi gelmişti. Kaleye taş taşırken birden düşmüş, ölümcül olarak kaldığı yerden onu, Don Xi çıkar­ mış, karanlık bastırdığında evlerine götürmüş, günlerce yanından ayrılmayarak iyileşmesini sağlamış ve kendisini tutsaklıktan kurtar­ mıştı. Sonra evlenmişlerdi . Yurduna Tülü 'yü Don Xi ge tirmişti. "Sen ovalısın, dağ, vadi adamısın, aklın oralarda, doğrusunu istersen ovanız beni de çekiyor" demişti. Yarı Çinli, yarı Koreli kız, geçmişini sayıyor ve sonunda, damarında Türk kanı olduğunu söylüyordu . - Sen nerdesen, ben de ordayım! diyordu. Tülü 'yü yurduna dön d ü rebilmek için, onun düşüncesinin yetmediği meselelere el atıyordu. "Sen ne birincisin, ne de sonun­ cu olacaksın. Yandan yabancılarla evlenmek sizin eski adetiniz, geleneğinizdir. Az mı kızımız sizin şe hirlerinizde yaşıyor? " 40


< ;QKTAN RI

- Bunun ge lenek olduğunu se n nereden biliyorsu n? diye sordu l'ıi lü. - Çin'de Türklerin her adımı izlenir, her sözleri söylenir. Eski ı,:ağlardan beri böyledir. Ergenekon soylamalarını biz de duymuşuz. rtirk boylarının çoğunda erkek içtendir, ana ise dıştan gelmiştir, d i�i kurttur. Bu yüzden çok zaman evlenmek için dışarıdan kız a ra mışsınız. Mayanız böyle tutulmuş. Kendi nizi tanıdığınız gibi, 'aldırırsınız üstümüze. Çin Hakanlığının başında Türkler olduğu ıaınan da böyle olmuş. Tülü, Don Xi'nin Türk eli günü hakkında bu kadar çok şey lıilmesini, kendisine olan sevgisi ile açıklamış ve onun samimiyetine iııanmıştı. Kızın, özel olarak hazırlandığını, başına gelenleri n bir düzmece iş olduğunu anlaması imkansızdı. Kendi eline, ulusuna kızın bu kadar istekli old uğunu gördüğünde, gururlanıp bunu Don X i " nin ana tarafından Kore l i olması ile i li şk i lendirm iş, onu yeryüzünün en güzel ve samimi kızı saymıştı. Yurtta herkesten kaçıp yalnız kalmaya çalıştığı halde, Don Xi'nin kendi akrabalarına gidip gelmesini, burdan vuru p ordan çıkmasını, 'ora sora ordadaki bütün Çinlilerle ilişki kurmasını kızın becerikli olmasına yoruyor, karşısına böyle bir kızın çıkmasına seviniyordu. Beylerin sarayda toplandıkları gece, Don Xi'nin uykusu kaçmıştı. /\!açığın önündeki ocağın sönmesini önlüyor, kilimin üstüne bağ­ da� kurup gece ilbizlerinin, çeyirtkelerin sesine benzer bir fısıltıyla < .'i nce türküleri zümzüme ederek Tülü'ye çorap örüyordu. •

Gece yarısı, ona benzeyen bir kız, karanlığın içinden çıkıp geldi, ı ıııceden konuşulmuş gibi, hiçbir şey sormadan, ocağın kenarında ı ıııunla yan yana oturdu. Baş başa uzun uzadıya fısıldaştılar. Gelen, Kara Han'ın çadırında yemek-içmek dağıtan kırnak hizmetçilerden l ıi riydi. Gölge gibi gezip dolaştığı sarayda her şeyi görür, her şeyi . l ıil irdi. Çin deki kuraklıktan, kerva nların geçtikleri yollara kadar. . . < .'iıı 'den gelip gü n ba tan topraklarına giden kervanların yolu \'rryüzü nün, en uzun alı� veri�. tanıma, öğrenme yoluyd u . 41


SABİR RÜSTEMHANLI

Doğrudur, kuzeyde Ba§kurt elinden geçip batıya uzanan Hez Yolu da vardı. Ancak o İpek Yolu kadar işlek değildi. İ pek Yolu'nun, yol üstündeki ulusların ya§am ında, düşüncesinde hangi derin izleri bıraktığını olduğu gibi anlayıp değerlendirmek zordur. Çünkü, akın sadece İpek Yolu ile bitmiyordu, bir kervanın durduğu yerden, başkası gidiyordu. İpek Yolu 'nun malları son noktalardan başka yollarla, yeryüzünün en uzak noktalarına kadar yayılıyordu. Ancak, bu yol, algı satkı ile birlikte, aynı zamanda birbirinden bu kadar uzak yaşayan insanların haberleşme, bilgi alıp verme, çeşitli gelişmeleri yerin bu ucundan öbü r ucuna götürme yolu idi. Bu yol, Çin'den çıktı ktan sonra komşu ulusların Pon t dedikleri Karadeniz'i, Gün Batan Denizi denilen Aralık Denizi'ni geçinceye kadar Türk ellerinden geçiyordu. Yolun bin yıllar boyu açık, korkusuz olması, Türklerin hoş görüsüne, doğruluğuna, bütün ellere yardım etmek isteklerine bağlıydı . Diğer uluslar, bu yolu İpek Yolu'ndan daha çok Türk'ün yolu olarak biliyorlardı. Bütün u luslar, gözlerinin önünden geçen bu yolla Çin'den gün batana, gün batandan Çin'e hangi karmakların atıldığını dü§ünmüyorlardı . Yüzyıllardır bir çok ülkeler Çin'den ipek alsalar da ipeğin, neden ve nasıl yapıldığını öğrenemiyorlardı. İpek ticaretine girenler arasında her zaman bu sırrı öğrenmek isteyenler de oluyordu. Çin, bunu iyi bildiği için, dokuma işini onlardan saklıyorlardı. Yalnız Türklerden saklamayı beceremiyorlardı. Onlardan gizli bir şey yoktu. Fakat, bu yakın ve korkulu kom§U, Çin'in bu sırrını kimseye söylemiyordu. Satkınlık, birinin sözünü ba§kasına ula§tırmak Türk düşüncesinde yeri olmayan bir davranı§tı. Bu yüzden, Çin'in komşularıyla iç içe yaşamasının, her ordada, kentte elçi bulundur­ masının bir nedeni de buralardan gün batana giden bilgileri öğren­ mek, Çin'e korku ve recek nesneleri önle mek, böylece, önce Türkler arasında, sonra kom§U ellerde ortaya çıkan bütün yeni sava§ ürü nlerinin çeşitlerini hakanlığa bildirmekti. Bu gizli Çin tuzağının bir ucunun kendi evinde olduğuna Tül ü asla inanmazdı. 42


GÖKTANRI

Ocağın ışığında Don Xin ile saray hizme tçisinin yüzleri başka i�lcrden çok uzak, gök ruhları kadar temiz görünüyordu. Bu görkemle Türk e rlerini değil, Tanrı'yı bile yoldan çıkarmak mümkün olurdu . Konuk, Don Xi'yi kucakladı, sonra karanlığa karışıp gitti.

43



< >ÖKTAN RI

Tanrı Dağı'na Yürüyüş

D

an erte, dağların yaz kış akakkap olan zirveleri daha ışık­ lanmamış, Kara Han konuk ettiği beylerle ordadan ayrıldı. Sanki yer terpendi. Ata Mağara'yı yol tutup orada kurban kesmek her adamın yapabileceği bir iş değildi . . . Elin gününle birlikte olun­ ca bu yolculuğun güzelliği daha da artar. Ata Mağara bir yana, geçilen yollar da kutsallaşır. Türk'ün el başçılarının, adlı, sanlı bey­ lerin bir arada olması bu yolculuğa özel bir ruh ve güzellik veriyor, göçtekiler uzun zaman bu seferin tesirinden çıkamıyorlardı. Seferde Kara Han'ın yanında hakan ailesinden kardeşi Güz Han ve Oğuz vardı. Yurtta kalanların korunması Gür Han'la, Orhan'a tapşırılmıştı, onlar hem de taşınması zor olan malları, yaşları dolduğu için yola çıkmak istemeyenleri, sürüleri, ağılığın, yani hazi­ nenin geride kalanını koruyup yaylaya çıkarmalıydılar.f Gün doğandan gün batana u lusun çeşitli kollarına vatan olan Altay'ın, Hantengri 'nin, Koğman-Sayan Dağları 'nın, Alatau ile 45


SABİR RÜSTEMHANLI

Karataun'un, Tibet-Tangut yaylalarının ku tsal sayılmasının bir sebebi de, belki, altın, taş gaş hazinesi olmalarından çok, buralarda yalnız hakanların bildiği belgelerin, yazıların, halkın malı olan özel m irasların saklanmasıyla ilgiliydi. / Mağaraları her yaz binlerle insanı bir araya getiren, halkı bir­ leştiren sihirli bir tapınak, bir inanç yeri, kutsal bi;- ziyaretgah sayarak koruyanlar onun ulusu n kaderinde oynadığı rolü de unut­ mamışlardı. Ağır gününde soyu, uruğu korumuş, Türk'ün beşiği olmuştular. Buna göre yılın bu çağında bütün beşik ünürlere, tanı­ nan mağaralara gidiler, kurbanlar kesilirdi. Kara Han'ın ulusunun en çok sevdiği, değişmeyen kurban yeri, şimdi gidecekleri Ata Ü nür dedikleri Ata Mağara'ydı . . . Ancak Kara Han başka Türk dağlarındaki mağaralara gidip kurbanlar kestirmişti. Kara Dağ'ın eteklerinden geçip gün çıkana döndüler. Muyun kumu atlayıp gün çıkana doğru yüz yüze iki sıra halinde uzanan, başı bulutlardan seçilmeyen beyaz çalmalı, yamaçları yemyeşil Alatau'nun arasındaki geniş düzlüğe indiler. Giiz alabildiğine uzanan bu düz, hayvan beslemek için eşi olmayan, benzersiz bir yerdi. Göç gide gide yorulmak yerine dinleniyordu. Düzün kuzey yakası ile Büyük Alatau'nun eteklerinden gü r sulu Çu Nehri akıp gidiyor, gitmeye çalıştıkları Issık, yani Sıcak Göl'ün sularını gün batanın susuz topraklarına taşıyıp götürüyordu. Nehrin kıyıları, dağların e tekleri ve aşağı yamaçlar, yerli halkın ak alaçıglı obalarıy­ la bezenmişti. Nehir boyu giden eski kervan yolu, onları dar dereye sıkıştırıyordu. Akı n dereyi: Çu Nehri'nin sağındaki, solundaki yamaçları doldurdu. Yukarı doğru çıkıldıkça dere yatağı genişledi, göç yamaçlardan inip birleşti, bütünleşti. Dağın sırtlarını aşıp lssık Göl'le yüz yüze durdu. Bu, günlerdir beklenen, her yıl tekrar edilse de duygusallığı azalmayan, göçün içinden kasırga gibi geçip giden bir andı. 46


<1ÖKTANRI

Beylerle birlikte olduklarında, savaşa, sefere d eğil, ziyarete git­ ı i kle rinden Kara Han acele etmiyordu, yolun uzağını, ağırını �eçmişti. Gölün kuzeyinden giden eski el yolundan sağa dönerek güneye atladılar. Güney Alatau'nun eteklerinde ordalanarak yol yorgunluğunu çıkardılar; atlarını gölde yıkadılar, sonra gölün karşı sahilleri boyu yükselen, etekleriyle, üzerinde ilerledikleri dağların ikizi olan, onun gibi yüksek, onun gibi başı karlı zirveleri günde kaç kere bulutlara bürünüp açılan, yüz yüze oldukları dağları seyred­ erek yollarına devam ettilcr.1 Atları yormadan, beğendikleri yer­ lerde dinlene, d inlene, yollar boyu yarışarak, av avlayıp kuş kuşla­ yarak, bu savaşsız yazın, bu birlikteliğin hoşbahtlığını canlarına sindirerek gidiyorlardı. Arada bir, çadır kurarak bütün geceyi din­ lenerek geçirdiklerinde, ardanın tongallarım11 (yanan kütükler) ucu hucağı görünmüyordu . Hayvanlar yemleniyor, atlar arpalanıyor, ıongal başında toplananlar yerlere uzanıyor, kımız, boza kaynak suyu gibi akıyor, ay ışığında çocuklar saklanbaç, cengili-mengili oynuyorlardı. Koyun melemesi, camız bağırtısı, keçi beyirtisi, deve hökkürtüsü, at kişnemesi birbirine karışıyordu . Ama, şurda, burda kopuzlar konuşmaya başlayınca, anlaşılmaz bir öğreti ile bütün sesler kesiliyordu. Bakalım ne söylerlerdi, ocakların başında çalıp okuyanlar? Bu ocakta toplananlar savaş erleriydi:

Kalktı kızıl bayrak Giildii kara toprak Uç/// okla nııv·ak Se11i amp savaştım.

Bir başka ocak ayrılıktan söz ediyordu: Niçin ommla buluştum, Kucaklaşıp kavuştum Tiizii11liigi11 kayışımı Bozdu be11i11ı yayımı. 47


SABİR RÜSTEMHANLI

Gizli tııf/11111 seıgiyi. Yandı hagrı111 kavrııld11. Ba[!,/ı 111f/11111 gözii11ıii. Ciözyaşları111 savrııld11. Bir başka ocak öğiil dağıtıyordu: Elde kıl111ç varsa, ca11ala11 da yemindi, Kişi kara ıopra,�a girse. malı ki111i11di? Geceler böylece 11ıay111ıak. ya111aş11ıak (durup di nlenmek) bilme­ den eğlence yerine dönerdi. Sonra yine göç ba§lard ı. Beyler atlanır, erler beıgele11ir (giyinip kuşanır) , gözcüler öne yollanır, sular dağ­ dan dökülür, kanat geren dinleyen kuşlar gökte sayrnşır (kanat çır­ parak ötmek) . El ordadan kopmaktadır. Dağların Issık Göl'e inen etekleri sanki milyonlarca elle boyan­ m ıştı. Göl boyu daha iki gün gittiler. Böylece Şorbulak, Akçay, Kızıltüy, Akterek, Karatala, Kızılsu, Sütlübulak, 'faş Kuyu, Ak Su arkada kaldı. Köpüklü suları dağ ba§ında karışarak göle varmak için acele eden iki çayın arasında, göl yakasının enli bir yerinde, Kara Han'ın beğendiği Taşhulak denilen manzarası güzel bir yerde çadırlarını kurdular. Kara Han birkaç kere burada yurtlanmış, sürülerini yamaçlara sürerek dinlenmişdi. İ lğılarını gölün sularında yıkatır, temizlenmiş atlarının gün altında ışım ışım ışıldadığını gördüğünde gönlü bir hoş olurdu. Şimdi, yurtlukta ayrı bir hava vardı. Hakanın altın başlı çadırının sağında solunda el heyleri kendi çadırlarını kurarak kendi tuğl arın ı d ikmişlerd i . Bayraklar karışmıştı, dağların çiçek denizlerine. Gölün sahilleri şimdiye kadar böyle şenlik görmemişti. Kaşkar, Kırgız, Uygur beyleri, obalarının yiğitleri ile ünlü konukları ağırlamak için sürü, sürü koyun, deve getiriyor, Kara Han başta olmak üzere, kardeş ulusların beylerini bir yerde görünce yürekleri dağa dönüyor, onları ağırlamak adına kendi yurtlarının da gücünü göste riyor, çoklarının yalnız adlarını duydukları kan kardeşleriyle buluşup görüştüklerinden dolayı 48


ı ,QKTANRI

\'a ratanlarına alkışlar ( şükür) söylüyorlardı. Akşamları Kara Han·ın ı;adırına toplansalar da, gün boyu her biri ke ndi halkını n, uruğun un ; ı rasında, iki bir, üç bir eğle niyorlard ı . Oğuz, yaşıtlarıyla birlikte ge nçliklerinin en güzel günlerini yaşıy­ ırdu. Atlarını göl kıyısında gezdiriyorlar, kılınç, kargı, ok a tma varışları ile çok güzel eğleniyorlardı. ı

Bugün av için atlanmışlardı. Kırk yiğit başlarında Oğuz, önce ; ınlıç koruluklarından. sonra seyrek palamut, kayın, çam ağaçları arasından geçip, yalı aştılar. Karlı dağların görkemli zirvelerine çık1 ıl ar. Buraları güzel liği i le, bakanları mest eden yerlerd i . Yoldaşlarından biri, a v arkasından atını sürdü. Oğuz da ceylan 'ıı rüsünün peşinden giderken gözü sürünün pususu nda bekleyen, ak atıp vurmasa sürüye ondan önce yetişecek kurdu gördü, atını 111.erine doğru sürdü, kayaya çıkıp kurdu okladı. Kendisi yetmemiş gibi, yoldaşları da geldi . Kurdun derisini boğazından çıkardılar. Av ak�ama kadar sürdüyse de, Oğuz'un karşısına başka bir hayvan çık­ madı her biri avladıkları hayvanları terkisine alarak yu rtluk yerine ıliindüler. Ceylan, geyik, kuş ne vurdularsa, hakanın çadırının ı ınüne koydular. Kara Han'la, Güz Han kalktılar.

f

Kara Han; - Bakalım Oğuz'un avı hangisiymiş? dedi. Ceylanların, geyiklerin, kuşların arasındaki kurt derisini göster­ ıl ikleri zaman, Kara Han karaldı: - Bozkurt'un ruhu bizi tutar, oğul, dedi. Bir daha ona sakın el kaldırma! Oğuz bozulmadı : - Ormanlar bozkurtla dolu baba! dedi. Ulusumuzu kurtarmıştır, lıiliyorum. Kurt başlı bayraklarımız bütün dünyada d algalandı. Kutsaldır, elin sevimlisidir, sözüm yok. Ceylanların tenini kokutan, koyu nların arkasından saldıra n her kurt kutsal sayılmaz. < ,'oğaldılar, sürülerimize, ilğılarımıza saldı rıyorlar. Vu ru lmazsa 49


SABİR RÜSTEMHANLI

eli mizde mal kalmaz. Hakan oğlunun ge rilmediğini görünce, üstüne gitmedi, yavaşça, dedi: - O da payını, ürüşünü götürüyor. Sürünün bir koyunu, başının sadakası olsun onun ! Doyacak ve gidecek. "Ku rt komşusunu yemez" derler. El gider, töre gitmez. . . Oğuz kaygılandı : - Ağzına sağlık baba ! Senin her sozun bana yarlıktır (emir). Ancak kurdun kutsallığı eski çağlarda kalmış. Bunu ozanlar da söylüyor; Gece kalkıp yiiriiyordıı111, Kara, kızıl börii gördii111 Kaim yay1111 kııra kıırd11111 Beni göriip yalı aştı . Dedelerimiz kurdu gördüklerinde sadaktan ok alıp, yayı çek­ miştiler. Vurma dedin, bundan sonra vurmam! Ancak bütün yaratılmışlar, birbirinin yemidir. Kara Han kurdun öldürülmesinin ona bedbahtlık getireceğini hissetti. Oğlu elin kurtarıcısına, ümit yerine el kaldırmıştı . . . İçi yandı, ama yoldaşlarının yanında ona kıymad ı: - Vurmuşsun, bayrağımıza takılır! Ancak unutma, inancını tutmazsan, el de seni tutmaz! Sonra konuşmanın bittiğini gösteren bir hareketle: - Dinlenin, erkenden kalkacağız, dedi. Dışarıya pek belli e tmedi, ama oğluna kızd ı. Elin inancının ter­ sine iş yapmak, töre yasağıydı. Kara Han'ın sözünü dinlemese, anasına, babasına karşı gelse, bununla arasında bir fark yoktu. Güz Han'la hakanlık çadırının karşısına gittiler. Oğluna kızdığını 50


ı .OKTAN RI

kardcşiden saklamadı : - Günü müz savaşta geçti. Evlatlarımızın işi ok atmak, kılınç çal­ ı ı ı ak olduğundan törelerimizi unuttular. - Anlattın yanlış yaptığını! - Başı yüyen görmemiş küheylana benziyor ... Yanaşırsın arkasını �eviriyor. Biraz da direnirsen nalını alnının ortasına yapıştırır. 1 lı ığazı erken atıp, boğacak, yavaş yavaş öğreteceksin. - Anası becerir bu işi ! - Yok, artık o yaşı değil. Ana kucağından çoktan sıyrıldı. Arayıp l ıaşka bir yol bulmalıyız. Sustu, sonra ne düşündü ise, kardeşinin elinden tutarak ekledi : - Geleneklerden kopamıyoruz. Yüreğimde b i r dileğim var. Srııinle ilgili. Hakan da olsam kapına gelmeliyim. Oğul da senindir, kıı da. Banu'yu ver Oğuz'a, adaklayalım, biraz daha yakınlaşalım, ıı ıylarını yapalım, başı karışsın. Onun ipini Banu yığar. Kızını ıııançlı, inatçı büyüttün, biliyorum. < iüz Han, sözün bu şekle döneceğini beklemiyordu. Önce ·,aşırdı, açığa vurmasa da, büyük kardeşinin onun kızına elçi gelme­ "ı ııc sevindi. Zaten kim e lçi gelirse, Banu'yu büyük kardeşi vere­ ı l· k t i . Ailelerin adeti, gele neği baştan beri böyleyd i . Büyük � ; ı rdeşin olduğu yerde, küçükler kızlarının elçilerine "evet-hayır" ılıycmezlerdi. Emmisi Oğuz'u beğeniyordu. Oğuz'un yaşıtlarına l ır ıızemediğini o da hissetmişti: Günde bir arpa büyüyor, elde, ı ı l ıada akılda, cesarette, yiğitlikte tayı, beraberi olmayan bir :\ l pcren'di. Kolunun gücüne göre karşısına geçen bulunmazdı. En ıvı ıistatlardan, alimlerden ders almıştı. Yüzündeki tan ışığına ben ­ ı ı·ycn aydınlık, temizlik o n u da sevindirirdi. Büyük kardeşinin yeri­ ı ı ı < >ğuz gibi yetkin birisinin alacağına seviniyor, ayağının uğurlu •l;ıcağını biliyordu . Buna da yok, demiyecekti. Bundan bir yıl kadar • ı ı n: karşısına çıkan bir tangut falcısının sözlerini hala unut­ ı ı r ; ı ııııştı. Falcı ona demişti: •

51


SABİR RÜSTEMHANLI

- Evinize güneş düşmüş, bir savçı. yalavaç doğmuş, hisset­ memişsiniz. Bayrağınızı göklere çekecek. başınızı yükselıecek. Güz Han'ın dalağı sancımıştı. Hangi bakıcıdan, falcıdan sor­ duysa, bu sözleri söylediler. Gizlice göz altına alarak, gerçekten kardeşi n i n oğlunun başkalarına benzemediğini, yaşına uygun gelmeyen derecede akıllı, tedbirli, yol iz bilen olduğu nu, sözleriyle dinleyenleri efsunladığın ı görmüştü. Seçilmiş olduğuna şüphesi kalmamıştı. Bakıcıların dediğine yalnız o uygundu. Yaratanların savçılığı yalnız ona yakışırdı. Yüreği yerine gelmişti. Banu'ya ondan güzel adaklı nereden bulacaktı? - Elimizin de, evimizin de büyüğü, ağabeyimiz sensin, dedi. Banu hizmetçisi olsun Oğuz'un. Belekten bir çadırda yatarak bir devenin üstünde büyüdüler. Çocuklukları bir geçti. Kara Han güldü: - Bu al ınyazısıdır! İkisi de bizimdir. Orda yerleştiğinde, geceler, öyle bil, yıldızları salkım, salkım koparıp yere serpiyorlardı. Ocaklar ışık ışığa, okuyanlar ses, sese ... Her boyun kendi çalgısı, kendi türküsü vardı. Bu seslerle hangi obanın nereye yerleştiğini sezmek mümkün olurdu. Kurt ulumasın­ dan, at kişnemesine, gök gürültüsüne kadar yaryüzünün bütün ses­ leri kaynaşıp, karışıp göçün büyük haykı rtısına çevrilmişti. Gözünü yumarak dinlersen, bu okumalarda yıldızların sevgi fısıltılarını, ışığın aydınlırk dilini, uzak bir yıllıkların açar sırlarını duyardın. Kuzeyden gelenlerin ana geyik gibi boğazında kaynattığı melertiye, Altay kartallarının gıy sesi, ovaların sonsuz acıyla dolu kat, kal iniltisi, güneylilerin çıngıllıkla çapan at ayaklarını andıran saz cingiltisi karışıyordu . Simli kopuzlar yüreğe köklenirse, ağız kop­ uzu kimsesiz yaylaların otunu, çiçeğini dillendiren erken tan yeller­ ine köklenir. Hangi ocaktansa kurt uluyuşuna benzeyen bir ses yük­ seliyordu. İsteyi11 koyıı11 olsıı11. 52


ı

·OKTANRI

llo,�azla ıoyıı11 0/51111. lloz börii. lııı! Karı11daşı111, lııı! İ11a111111 /ııı.' Ça,�ır beni yeıyiizii11ii11 so11111ıa. Kı/111cı111. kargı111, Ka11ad1111. 5i/alı1111. Ak atı. lııı! Kır atım, lııı! Götiir beni yeıyiizii11ii11 somı11a. Alım yayımda11 ııça11. Kara demirden geçen. Ötkii11 akımı, lııı! Yeıki11 ok1111ı, lııı! l!çıır be11i yeıyiizii11ii11 5om111a. Başka bir ses, yaşam sevgisiyle dolu, tok ve ötkemdi: Atımı dağa vurdum, Da,� bana geçit verdi. Atımı çaya 5firdii111. Çay ba11a içer verdi. Atımı yurda siiriidiim, Se11de ver payımı kız! Gölün kenarındaki bir ocakta ozan bitmez bir sevgiyle yaratılış­

tan Türk'ün arkası, tapınağı olmuş dağları soyluyordu:

Beyler ko11uk geldi sa11a. Övii11 da,�/ar! Övii11 dağlar! Oza11 ele kopuz a/5111, 53


SABİR RÜSTEMHANLI

Kesi/111esin ıoyı111. dağlar! At oynatsın yollarını. Ycız donaısm çöllerini Bıın (dert) boz111asın ellerini Giilsiin oban. köyfin. dağlar! Orcla gedikler kare/adı, Bıırda ba,�çalar bardadı, Sorsalar cennet lıarc/adı ? Deyin dağlar! Deyin da,�/ar! Gece, beyler, açık havada, gölün kıyısında halı ların üzerinde yiyip içtiler, şenlcndiler. Gökte ay aylanmıştı. Gilz önünde sonu görünmeyen bir gümüş denizi dalgalanıyordu. 1 :rkenden yola çıkılacağını bilen gençler, yılın bu çağında geceleyin de sıcak olan sudan doymamışcasına atlarını göle vurmuşlardı. Gölden çıkan, sudan doğuyordu sanki . . . . Yine kaç gün yol gitti ler. Bu, çağlar boyu yaptıkları göçlerden deği ldi, savaşsız, kayıpsız, yazın verdiği güçt e n doğan bir hoşbahtlılıktı. Bir daha böyle bir yolculuk yapılabilir miydi? Çal­ çağırı, av, yarış, yürüyüşle bir kişinin on yılda bir görebileceği, ya da göremeyeceği benzersiz günlerdi. Türk'ün ulu tapınağına giden büyü k halk Ala lk l'den aştığında, bir anda hapsi birden hayrete düştüler. Onlar tabiatın söze gelmeyen, tasviri mümkün olmayan bir mucizesiyle karşı karşıyay­ dılar. Şimd iye kadar e teklerinden gelip gittikleri, her birinin kendi güzelliği olan dağların en güzeli, en yükseği olan Ta nrı Dağı nehenk bir ok ucu gibi bulutları delmiş, göğe saplanmı�tı. Göç Sancak yakasıyla inerek Tanrı'nın şırım, şırım yamaçlarıyla yüzü yukarı doğru yöneldi. Yol, onları dağın dünya yaratıldığından beri karı, buzu eksik olmayan zirvelerine doğru götürüyordu, ancak, aniden geçilmez kayalarla karşılaştılar. Kara Han ilk defa ge len ve bu yer­ leri bilmeyenlere anlattı: 54


GÖKTANRI

- Kayalar yol verecek, korkmayın. Bu çay nerden geliyor pe ki? Suyu takip ederek ilerlediler. Bundan böyle, el içi gihi dümdüz olan çay yatağı, kend isi yoldu . Kayalıkların arasından, derinlikler­ den akıp gelen su, çıngıllıkta yayılıp geçide dönmüştü . Kayalar, baş üstünde çemberleşerek bitişmişlerd i . Ancak, nerede nse ışık süzülüyor, at tırnaklaklarından sızan su damlaları bu ışıkta yalap va/ap (par par) yanıyor, cıngıllık taş, taş avııllarına (köy) henziyor­ du. Binlerce at ayağından kopan ses kimsenin duymadığı, insanın içine işleyen bir çalgıydı. Geçit önce daraldı, az sonra genişledi ve ışıklandı. Az sonra karşılarında bir ucu dağların karlı başına dire­ nen, her yandan geçilmez kayalarla, dağ düzümleriyle korunan, görünür, bu kovuktan başka yolu olmayan bir genişlik, ağaçlı yamaçları, ırmaklı dereleri, ata boy vermeyen çimenleriyle düpedüz bir uçmak yerini, cenneti andıran bir vadi, o zamanlar dendiği gibi sızra açıldı. Kara Han, atının üstünde d ikeldi: tı.

- Okgay! Güzel Erkon yine görüştük, diyerek atının başını bırak-

Kılavuzların, gözcülerin önde gitmesi gibi Türk ordu töresi, göçün bozulmaz dizilişi unutulmuştu. Görünür, ordu başçıları, erler, buna alışkındılar. Aralanıp yol verdiler ona. Hakan, dölek atını seyridip öne geçti ve tanıdığı yol üzerinde ileriye doğru yürüdü. Derenin ortasında Yed ibulak'ın yan yana kaynadığı yerde eli kalktı: - Burda yurtlanacağız, beyler! Erler, konsun Erkon'a. Türk dağlarının her bitinin bir e rki, Erkon'u var; bu dere yalnız bizim yüzümüze çıktır. Göç burada dinlenecek. El beyleri ise Ata Ü nür'e gidecek . . . Ertesi gün ordadan ayrılan u l u s başçılarının atları süt gibi dağlar­ dan süzülen küçük çayı takip ederek gittiler. Suların erimez buz !aylarının altından kaynadığı yerden güneye dönerek yine kayalar arasından burula, burula ilerlediler. Bir gün önce geçtikleri kovğv 55


SABİR RÜSTEMHANLI

benzer, ancak bir atlının geçebileceği oyuğun önünde a ttan indiler. Dizginleri arkadan ge len at bakıcılarına verdile r. Defalarca geldiği yerde, Kara Han yi ne ilk gelişindeki gibi duyguluydu. Yüreği göğsüne sığmıyordu. Bu rayı ilk defa görenler ise şaşkınlık içindey­ diler. Şimdi onlar elin kutsal ziyaretgahına gireceklerdi. Her birinin ta çocu klukla rından heri duydukları mağara, ul usun beşiği burasıymış. Bu yerin sonuna kadar çılmayan sırları, her Türk'ün yüreğinde yaşıyor, onunla birlikte yeryüzünün dört bir yanına dağılıyordu. Burası başlangıçtı, ama sonda olabilird i. Kara Han: - Boz Börü, bizi ünürde beslemedi, yok! Ata Ü nür dediğimizde bütün hu Çay Yolu Vadisi'ni, geçidin üstünde, dünden heri gördük­ lerimizi düşünüyorlar. Boz Börü, altından geçtiğimiz kayalardan yol açtı. Bakın! Bu geniş vad ide, kaç bin kişi yaşayabilir? Burda, sorgusuz, korkusuz, kimseye hissettirmeden yüz yıl da yaşamak olur. Bu rası ne kadar büyük olsa da bir ev gibi kapalıdır. Tanrıların evidir, tanrı severlerin beşiği, Türk Ulusunun yaratanl arla görüşme yeridir burası ! Beylerin e lleri kalktı. Kurt ulumasına benzeyen bir ses kalarda dalgalanıp çok, çok uzaklara yayıldı. Sese önde Kam Ata, ardınca orta yaşlı kamlar mağaradan çıkarak konukların önünde bağır bastılar. Ata Mağara'da çoktan heri bunca adlı sanlı konuk olmamıştı. Önde giden kamların ardınca geniş bir taş odaya girdiler. Yan yöre, alt üst duvarlar, elle yontulmuş gibi sıvalıydı. Girişten akan ışıkta mağaranın çadır tepesi gibi yumru kubbesi açık görünüyordu. Sol elinde damcı bulağın suyu taşta küçük bir gölmeçe yaratmıştı. Su öylece kayanın altından süzülüp akıyordu. Ne reye baksan, kurt, maral, teke putları sıralanmıştı. Burada yerindeki ünürün taşlarından yapılmışlar da vardı. Bu putların bir kaçı içi hamurla doldurulmuş derilerdi. Beyler odayı dolaştıkça, bağır basıp kutsal putlara ilahi söylüyor, dua ediyorlardı. Birinci odayı dolaştıktan sonra yukarı baştaki yarıktan ikinci odaya geçti!56


( ·ÖKTANRI

Mağaranın derinliğinde konukların konuşmları da kurt uğul­ benzemeye başlamıştı. Görd üklerinin tesiri altında duygu­ lanan beyler, kendileri mi uluyorlardı? Yoksa, sesleri mi benziyor­ du'? Anlamk zordu. Kara Han'ı karşılayan, yanında dolaşan, ke n­ d isi de bir kaya parçasına_ benzeyen ayağı çizmeli, omuzu kepenek­ li, şiş börklü mağara bekçisi Kam Ata, konuklara ata mağarasının din ziyaretgahına çevrilmesinin köklerini anlatıyordu. Burası, ,aJece putların saklandığı bir yer değildi. Burası aynı zamanda bir l ıilgi hazinesiydi. Türk sanatkarlarının tanrısal işlerinin izlerini sak­ lıyordu. Bunu herkes biliyordu. Kam Ata'nın sesi, bin yılların o yüzünden gelirmişçcsine tesirli ve çekiciydi: n.

ı ıısuna

- Bu ünür Tanrılarla, atalarımızın kutsal anılarının, ruhlarının l ıirlikte, yan yana yaşadığı, komşu oldukları yerdir. Neredense ışık yol bulup içeriye süzülüyordu. Sihirli ay ışığına lıcnzer cazibeli bir aydınlık vardı burada. Bu ışık kayaları nasıl deliyordu, nerden kendisine bir yol buluyordu? Bilinmiyordu. Mağaranın taş duvarları, gümbezi demir gibi kızarıyordu. Kam Ata onları üçüncü, dördüncü odalara götürdü. Odalardan ıdalar geçitler labirentlleri andırıyordu; önde Kam Ata olmasa, k ı ı ııuklar bu dolambaçlı yollarda şaşırıp kalırlardı. İç odalar daha l ıüyüktü. Ellerinde yağ kandilleri tutmuş, kendilerine çırak denen vardımcılar, duvarların önüne diziliyorlar, odaları aydınlatıyorlardı. Konuklar, beklemedikleri bu görüntüler karşısında şaşırıp kalmışlardı.

ı

Üstüne binlerce ışıldayan kuş konmuş gibi, içten yıldız-yıldız yanarak parıldayan · granit kaya, yaratanın isteği ile, ya da elle ı ıyulup yumru bir yüreğe benzetilmişti. Burada, yaşı bilinmeyen ıaınanlarda yapılmış resimler, yazılar, üstten aşağıya bütün duvarı kaplamıştı. Kara Han, putlar ağılı adlansa da ulusun büyük sanat giıcünü gösteren, geçmişin sihirl i izlerini, yazılarını koruyan, buna gl lrc de gerçekten kutsal olan, asıl Tanrılık yeri olan bu mağara �chirciğini konuklarına, içine sığmayan bir sevinç gösteriyordu. İlk 57


SABİR RÜSTEMHANLI

önce Oğuz'un görmesini istiyordu. Burada duyduklarının, ata­ larının ulu ruhlarının onu yanlış yoldan koparacağına, babasının inancının büyüklüğüne baş eğeceğine, ola bilsin, dönerken ona yanaşarak " boynum kıldan ince, başımdan büyük konuşmuşum" d iyerek gönlünü alacağına inanıyordu. Ancak Oğuz'un yüzü, kendi ışıklı çevresi ile ne düşündüğünü saklıyordu. Kam Ata, kılavuzluğu nu sürdü_rüyordu . - Bunlar uruğumuzun sonsuz bilgisinin en ulu örnekleri, e l i n kut­ sal taş kitapları, sonsuza dek yaşayacak biti klcridir. Büyük geçmişte, yalnız gök elçilerinin ve kamların anladığı, i nsan oğlunun ortak anlaşma dili olan Senzar dilinde yazılanlar da var, bugün kul­ landığımız dille yazılanlar da. En önemli olanı bud un ağacımızdır. Bu ağaçta milletimizin kökü, kolu, kanadı, yolu, boy ayrıntıları gös­ terilir. Yanında yeryüzünün çizgisi vardı. Tanrıları n bize verdiği yer­ ler, sular, ağaçlar, dağlar, yollar çizilmiştir. Kökümüzü, yurdumuzu unutmayalım diye ... Bakın ne yazılmış hurda? Kara Han dikildi. Sanki uzun yolları sadece bu sözleri d in lemek için geçmişti : "Türk hakanı yer-su yiyesiz kalmasın diye gönderildi. Bu yerler sular ancak Türk hakanlarının elinde olmalıydı. Bunlar Türklerin atalarının da yerleri, sularıydılar.'/ Gözler Kam Ata'ya çevrilmişti. Şimdi onun sesi gökten gelir­ mişçesine yüreklere işliyord u : - Elimizin, töremizin düzenini koruyan yazılardır bunlar. Bunları unutursak, uluları, onların ruhlarını unuturuz. Ata Ü nür'ün sayısı bilinmeyen odalarındaki, sayıları bilinmeyen bitikler, belgeler bizim için bu yüzden değerlidir. Bu yerde Kam Ata ne düşündü ise sustu, sonra gözünü Kara Han'a dikerek yavaş bir sesle ekledi : - Yeryüzünün i l k yazılarını, çizgilerini d e onlar bulmuşlardı. O çizgiler bizim izlcrimizdir. Gün çıkandan gün batana, bütün bildiğimiz topraklara buradan yayılmıştır. O yazıların e n eskileri de 58


GÖKTAN RI

buradadır. Ata Mağara'nın değerini, babasının buraya olan olan bağlılığının neden kaynaklandığını Oğuz şimdi anlamı§tı. Başka sesler olmasa, yüreğinin çarpıntısı, damarının atması duyulabilirdi. "Tanrı'nın bir­ liğini, büyüklüğünü bir daha gördüm" diye düşünüyordu. "Bu put­ lar oyuncaktan başka bir şey değildir. Ye ri göğü yaratan Tanrı'dır. Ey taptığım, sevdiğim, övdüğüm Yüce Tanrım, sen babamın kara gönlünü ışıkla doldur. Yola gelip beni duysun! Yeri uçmak olsun. Babamla aramızdaki bu ayrılığı, ulu Tanrı'm sen çöz. Ak alnı kırış­ masın. Yüreğine kötü düşünceler sızmasın. Bana kızmazın, deve gibi kükremesin. Buyanlışlıklardan kend ini kurtarsın. Bu yontma ağaç oyuncakları, bu yüzülmüş deri uyukları, yoğurma balçık hurhanları tanrı d iye sevmesin. Onların ruhlarının varlığına inan­ ması n ! Sana yorulmadan yükünç yükünerim, Tanrım! Ululardan ulusu n ! Sen anadan doğmadı n ! Sen babadan olmadın ! Kimsenin payını yemedin. Kimseye güçlük çıkarmadın. Aldığını göğe götüren görklü Tanrım! Dediğine sığındım. Bir olan, belli Tanrım." Ata Mağara Oğuz'un fikrini değiştirmektense, onu beylerden koparmıştı. Şimdi, onun yüzü Tanrı'ya dönmüştü. Onunla konuşuy­ or, onu duyuyordu. Tek olan Tanrı'nın savçısı, gücü, kılıncı gibi ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu hissediyordu. Bu duygusu yüzüne vuruyordu. Kara Han, oğlunun çehresinin ışıklandığını gördü. Karanlıkta Oğuz'un gözleri çakmak çakmaktı. Bunu, beyler de sezmemiş değildiler. Bu ışığın tapınağın etkisiyle değil, Oğuz'un içten duygu­ lanmasıyla, başka . bir havadan körüklenmesiyle ilgili olduğunu anlayanlar da vardı . . . Kam Ata'nın kılavuzluğu sona eriyordu: - Atalarımız demiri burada buldular, burada erittiler, yeryüzüne buradan !aldılar. Çin'in İpek Yolu denen Türk'ün demir yoludur, iince burdan başlamıştır . . . Ata mağarayı gezme işi sona erdikten sonra, ongonların top59


SABİR RÜSTEMHANLI

landğı büyük odaların birinde bu yapma çalaplara, ataların, Türk büyüklerinin ruhlarına dualar okudular. Ses, mağaranın taş duvar­ larını davul gibi çalıyor, gümül-gümül gümü ldüyor, buradan bü tün sızraya yayılıyordu : Bu sırada çadırlarını dikerek ocak kuran göç de Yedibulak'ta her Zaman yanlarında taşıdıkları tözler karşısında yal­ varıyorlardı: - Ulu çalaplar budunumuza yar olsun, ulusu korusun . Yolundan sapanı yola getirsin . Doğru olanı görmeyenin gözlerine ışık versin. Ey atalarımız, bizi duyu n ! Bize bir avuç tohum verdiniz, onu yeryüzüne serptik. Bir damlaydık, bir deniz olduk! Adınızı, varlığınızı yeryüzüne tanıttık. Ata adını, ana öğüdünü yüce tuttuk. Yurdumuzu iduk yaptık ! Yerlerin suların tek beyi olduk! Nereye gittiysek doğruluk götürdük! Eğilmeyen başları eydik, bükülmeyen kolları büktü k! Sevinin, bizi de sevindiri n ! Bize ve yurdumuza yardımcı olun! Ata Mağara'dan geri dönerken aydınlığa çıktıkları ilk anda Erkon bütün görkü güzelliği ile gözleri önündeydi. Karlı dağlar dört yandan Erkon'u çevrelemiş, avucuna almıştı. Sızra gün ışığı ile, kar ışığı ile, Ata Ü nür'den akan bilgilerin, sırların ışığıyla, el bir­ liğinden doğan gücün, tapık bayram ının ışığıyla doluydu. Ata Mağara'dan bakıldığı zaman aşağıda, bulak başında, küçük dağ çayları boyu düşen yurt ve burdan derenin çıkışına, sızranın ağzına götüren yol açık olarak görülüyordu. ***

Kara Han'ın altın başlı ak çadırı Erkon Sızrası'nırı tam ortasında, Yedibulak'ın başında kurulmuştu. Erkon'u koruyan, burada sürü­ lerini çoğaltarak oğullarını büyüten sızralıların büyükleri toplanıp geldiler. Uzun saçları küreklerini dövse de sakalsızdılar. Şölene 60


GÖKTANRI

yüzlerce kişi gc lmi�ti. Kurban bayramı elin, ulusun beklediği, herkesin bir d ilek, bir umut la bağlı olduğu bir bayramdı. Bayatların, ataların adına kesilen kurbanların, eli ulusu, tek adım da olsa, kendi isteğine yakınlaştıracağına, kötülüklerin, pisliklerin yolunu kapatacağına, rah�tlık bularak kansız-gadasız mallarına yardım edeceğine inanıyorlardı. Bu bayram, hem güç, erlik sınağıy­ dı, her yıl elin yeni alplerini ortaya çıkararak tanıtırdı / En öneml isi ise, hu bayramın barış gücüydü. Buradan ayrılıp gidenler, burada başlayan söz, sohbetleri düşmanlığa çevirenler de olurdu. Töreye göre, şölen, at yarışları ile başlardı. Bu yarışlar kazananı, kaybedeni göstermekle birlikte, ulusun gücü nü, erlerin savaş ustalıklarını gösterir, yarışanları birbirlerine daha çok yaklaştırırdı. Oğuz'un geçen bayramdan beri, boy attığını, yaşıtlarının başı, isteklisi olduğunu herkes görüyordu . Sızrada kesilecek i l k kurban için at saldılar. Yerleşim yerinden çok da uzak olmayan, yemyeşil yosunla örtülmüş kayaların arasın­ da, adama boy vermeyen çimenlikte geyik sürüsünü bulmak o kadar zor olmadı. Burada da ilk av Oğuz'un kısmeti oldu. Önemli olan da buydu. Ne kadar av, vuru lursa vurulsun, beylerin beklediği birincisiydi. İlk av, bütün el beyleri arasında paylaşılırdı. Bu avdan, kardeş boyların saraya toplanmış başçılarının her birine, küçük de olsa bir kısmet u laşmalıydı. Sonra, yüzlerce hayvan kesilecekti, ancak kurba nlık avdan bir parcça yemeyen el başçısı, yan yöresini de alır, çeke r giderdi. Av eti dağıtıldıktan sonra, dağın güney yamacında yüzü güneşe at, koyun kurbanları kesilirdi. Bundan sonra and içme merasimi başlardı. Beyler, kılınçlarını ani olarak çekecekler, tek tek ortadaki iri sağraka yanaşacaklar, al kırmızı içkiye, her alpın çizilmiş kolundan bir iki damla kan damlatılacak­ tı. Sonra kanlarının karıştığı hu içkiden sırayla, her biri bir yudum içip ellerindeki kılıncı tansuk tutarak el birliğini koruyacaklarına, töreye, ocağa, yurda bağlı olacaklarına yemin ederek bayram andını içeceklerdi.

61


SABİR RÜSTEMHANLI

Ocak töresi gereği, o zamanlar tin denilen ulu ruhlara, tanrılara dualar gün boyu sürerdi. Kişiler yalvarışa geçerek, yükünçlcri, yal­ varmaları bitirdikten sonra yemeğe otururlardı. Yedi bulaktan az aralıda ilğılar, sürüler için kurban kesilme yerleri, daha doğrusu atların tapınağı da vardı. İlğıcılar, çobanlar, sığırtmaçlar da orada kendi kurbanlarını keserlerdi. Gün doğan Türkeş u lusunun başçısı, adı Tabgaç'ın kara bağrını yaran, azman bedenli, bıyıkları kulaklarında düğümlenmiş Gündüz Bey, toy başçısı seçildi. O altın ayağı Kara Han'a verdi. Kara Han dedi: - Bey karındaşlarını, ulusu n büyükleri ! Ulu bayatlar kurban­ larımıza bağışlasın bizi, yurtlarımızı korusun. Gök çadırımız, yer oturma yerimiz oldu. Gön doğan-gün batan arasında ayağımızın değmediği toprak kalmadı. Ancak kökümüzü u nutmadık. Bilgi, bitik sahibi olduk. Seferlerde, savaşlarda önce yollarımızı kay­ betmedik. Yazıda yaşamak bizi, buradaki ana yazılarımızdan koparmadı. Bu yüzden bu tören yerine toplandık. Aylarca geçilme­ si gereken yolların o başında, ulaşılması zor olan uzaklıklarda yaşasak da biriz. Dünya beyliği alın yazımızdır. Az az görüşmemiz bazı sakıncalar yaratıyor. Ancak bir eliz, bir kanın, bir d ilin, bir törenin çocuklarıyız. Bir kişinin belinden gelmişiz. Birliğimiz bozu­ lursa, gün çıkanın, gün batanın adını duymadığımız yabancı ellerinin askerleri bizleri çiğner. Birliğimiz bozulmasın! Bayatlar bizi korusun ! Ortada dağ gibi yığılan, koyun, deve, a t e tleri, uzanan ellerin altında eridi . Kımız tulumları boşaldı. Toy Beyi gülümseyerek dedi: - Kardeşler, Çin Hakanı kızını verip beni kendi tarafına çekmek istiyor. Kızımı alsın, ordumun başına geçsin, diyor. Çölün, arkası kesilmeyen, beklenilmez u rğun akınlarını dursun. Yılda yüz bin metre yalap yalap yanan, güzel ipek parça, pamuk, bez, pirinç vere­ lim, savaş bitsin, diyor. Beyler, birbirlerine bakıştılar. Sessizliği Kara Han'nın gök 62


r

;öKTAN RI

gürültüsüne benzer gülüşü bozdu . - Y iğit Köroğlu 'nun gönlüne Ç i n kızı düşmüş, beyler! Birisi söz attı : - Çin güzeli kimin gönlünden gemez ki? Uygur Hanı Alıncı oğlu Alpdoğan söyledi: - Onlar ev kedileridir. Çölde solar, yok olurlar. Türk kızlarının yükünü çekemezler. Bize dayanacak olan kendimizinkilerdir. . . Gündüz bey, neşesini bozmadı: - Karıştırmayın beyler! Tabgac'ı Çin'e zorla bağlamayalım. Onlar da bizden kopup gidenlerdir. Altaylı Bögü Han oğlu Enik acı acı gülümsedi: - Tabgac'ın Çin'e karışacağı yoktur, doğrudur. Bizden kopup gidenlerdir, bu da doğrudur. Ancak onları Çinli'den ayıran nedir? Anlatırsın m ı bize? Onlar Çinli'yi değiştirip bize yaklaştırmaktansa, hizi Çin'e yamamaya çalışıyorlar. Bizden kopup bize arka çeviren­ ler Çinliden daha katı yağı olurlur. Sadece hayatları değil, yürekleri de değişti onların. Ne biz gibi, bizdendirler ne de Çinli gibi Çinli­ den. Arayı kesmeseler bu savaş şimdiye bitmiş olurdu. Kara Han, hala doyum doyum gülüyordu: - Hanımından korkmuyor musun? - Hanım ne d iyecek? "Ulusuma gerekirse, beş Çin kızını birden al" diyor. - Uğurlu olsun bey! Toylan, bağlan ! Belki Tabgaçların donmuş kanlarını sen harekete geçirirsin. Yine gülüştüler. Bu sözlerin ciddi mi, şaka mı olduğunu hiç kimse sormadı. Ancak Köroğlu tutturmuştu: - Çin komşuluğu ile bayatlar bizi sınağa çekiyor, beyler, dedi. 63


SABİR RÜSTEMHANLI

Bunca verek yerlerde yaşayasan da, hu kadar küçük yürekli, kafasız olasın, akla sığmaz bir şeydir hu ! Erkeğini,dişisini ayırmak olmuy­ or. Biz geyik, kuş avcısıyız, onlar insan avcısı. Biz tapığı hayvanlar­ dan kesiyoruz, onlar insanlardan. Tanrıları da kendi yarattığı insanın kanına susuyor. Üstelik kuşların da en yırtıcısını Tanrı oğlu sayıyorlar. Onlara da tapık kesiyorlar. Kara Han çadırını, yemek içmek kalanlarını Erkonlulara yağ­ malattı. Rahatladı. Ata Mağara gürdüsü sona erdi. Güneşin altında cilvelenen Erkon'un başına dolanmış dağlara, çay kıyılarındaki ormanlara, yamaçlarda iki-bir, üç-bir, mantar gibi dolan alaçıklara son kere göz atarak onları ağırlamaya gelmiş Erkonluları hayatlara ısmarlayıp yola koyuldu. Gelinen yol, gidilmeliydi. Ancak geldikleri yolla dönmediler. Bu kez yolun kestirmesini seçtiler. Issığın gün doğanından atlayıp Uygurlardan gelen el yoluna, kervanları gün doğandan gün batana, gün batandan, gün doğana taşıyan ünlü İpek ya da Türk Yolu'na girdiler. Gölün kuzeyinde ormanlı dağların e tekleriyle iki günde otuz iki dağ çayı geçtiler. Yol işlek olduğunda, çayların üstüne köprüler yapılmıştı. Her birini, hangi beyin, hangi çağda kurduğu da belliydi. Kend ileri ölseler de, yolculara geçit veren köprülerde adları yaşıyordu. Gölün kuzey çevresi daha yeşil­ di, daha görklü, geniş, akar bakarlıydı. Köpüklene köpüklene göle koşan küçük, ancak güçlü taşkın çayların hangisini tutup gitsen gözünün önünde yılan boğazından çıkmış gibi dümdüz çam ağaçlarının, karlı tepelere doğru dikildiğini görür, ormanların ses­ sizliğine dalarsın. Biraz daha çıksan, hu ormanların yerini ardıç ve çay dikenleri alacaktır. Şimdi obaların o kolluklardan yukarıda, adam boyu çimenliklerde, bu çayların kar altından kaynayıp kalk­ tığı yerlerde yayla zamanıydı. Gerçekten, Tanrısal, ilahi güzelliğe sahip yerlerdi. Çu Çayı'nın, derenin sıkıntısından çıkıp Alatau 'nun eteklerine yayıldığı yerde göç durdu. Burası yol ayırımıyd ı. Kara Han birkaç gün buralarda dinlenecekti. Elheyleri, başlarında alperenler, her biri ayrılıp kendi yu rduna saptıkça, Oğuz'un yüreği şimdiye kadar hissetmediği bir acıyla 64


( ;QKTAN RI

dl ıluyon.Iu. Kara Han yurt yerlerinde dinlenerek son haham doğru Sığnağ 'a dllndü, yayladan ye ni ge lmiş ulusa katıldı. Güzle kışı hurada geçire­ n:k, sonra ortalığı tez tez karıştım, uykusu kaçtığı gihi elçi gönder­ nck yağmur taşını isteyen Başkurt Han'ın üstüne yürüyecekti. "Çin 1 la kanı hu taşın peşindedir. Onu anlıyorum. Kuraklıktan kurtul­ mak, yağmur yağdırmak istiyor. Başkurt eline de mi kuraklık geldi ? Y ı l hoyunca haşınıza dökülen, yağmur değil m i ? " Elçi durumı ın hozmadan dinledi "Benim Hanım d iyor k i , o taş, yağmuru hem yağdırır, hem de durdurur." Elbette ki, işin kökünde taşa beslenen ümitleri herkes biliyordu. üşı avucunda tutanı yeryüzünü tutmuş bilin. Bunu düşünüyordu Başkurt Hanı. Kara Han da bunlardan haberdardı. Çu ve İnci nehirleri boyunca, Koşa Çay arasında binlerce yıl ata­ larının olmuş, şimdi miras olarak ona kalmış, elini yedirip doyuran tarlara gidecekti. Yurdu savaştan korumak boynunun borcuydu . Bu verimli, bereketli topraklarda doyasıya oturamamıştı. Tarlalarını \İftçiye, hizlT!etçilere, karı-kocaya ektirir biçtirir, kışın satılacağı 'atar, yiyeceğini yer, u lusa böler, satıştan gelen altını hazineye katardı. Son bahar adaklıların günleri sayarak bekledikleri, toylan­ ıııak, düyünlenmek, evlenmek zamanıydı.

65



ı

;QKTAN RI

Rüya

O

ğuz, Ata Mağaradan dönünce Uslu Hoca'yı buldu.

- Atabeyim, Ata Ü nür'ü gördün mü? - Gördüm, evladım! - O balçık çalapları, içine ot tepilmiş sığır, dağ keçisi derilerini, kokmuş korkulukları, yılan tosbağa "bayatlarımızı" da gördün mü? - Gördüm. Oğuz'un ne demek istediği belliydi. Ancak U slu Hoca öğren­ cisinin geç tez, sözü dolandırarak kendi sağıncına getireceğini biliy­ ı ırdu. -Gördün, ancak " Bunlar yabani, iyi yetişmemiş insanların sırı­ ıııasıdır, ulusumuza yakışmaz, bizim yaradanımız yer altına sığın­ maz, gizlenmez. O, başımızın üstündedir, beşiğimiz oradadır, oradan gelmişiz" demed in öyle mi? Törelik kişi böyle mi olur? 67


SABİR RÜSTEMHANLI

- Sen de diyemezsin yavrum ! Yıllarca önünü alarak hu sözleri söylemene izin vermedim. Bundan sonra da izin vermem! Allah gözle görülmez, anlayışla bulu nur. - Bak üstadım! Söyle bana, bakayım ne diyorlar, yerin altını üstünü bilen insanlar? - Benim düşüncem "elin inancına karşı çıkmak olmaz", diyorlar. Bin yıllardır atalarımız onlara tapmışlar. - Atalarımıza kalsa "doksan dokuz hayım bayatını var" diyecek. Bütün yaratılmışlar, Yaradan'a bağlıdır. Yaratılanla, öldürülenden Tanrı olmaz. Yontulmuş ağaçlara i nananlar, yaratıcıyı kavrayama­ zlar. U l u Tanrı haşı, sonu olmayan, yaratan, ancak yaratılmayan, bugün var olanı, yarın yok edebilen, ancak kendisi yok olmayan, yaşam veren, yaşatandır. Keçi, sığır kemiği mi hecerek hunları? Bu uydurma "tengricikler" ulu yaratanın adına yakışmaz. - Sözünü bil Oğuz. Yontma ağaç dediklerine inanmayabilirsin, ancak hakan babana ve u lusa karşı gidemezsin . İnanç kendiliğinde nedir, ben de anlamam, ancak elin elinde hütün meseleleri kesip doğrayan sağlam bir kılınçtır. Sen elig olacaksın. Böyle düşünürsen, geleceğini kaybedersin. - Babamdan sonra söylesem "Han bahasının tutsugunu bozdu, hakanlığını kullanıp inancımıza saldırdı" diyecekler. Şimdi, kims­ eye bağlanmışlığını, verd iğim söz yoktur. Kuş gibiyim. İnanç seçmek elimdedir. U lusumuzu tek olan Tanrı 'ya inandırmazsam, başka bir şey istemem! Balçık tengriciklere tapan elde hakan olmaktansa, kendi özgür düşüncemin beyi olurum. Uslu Hoca'nın yüzünün görünüşü sık, sık değişiyordu. Gözleri, aniden alevleniyor, hirden sönüyordu. Korku, onur, sevinç bir­ birine karışmıştı. - Ağır yol tuttuğunu, bu yoldan hiç dönmeyeceğini biliyorum, yavrum ! Ben , seni yerin göğün bilgisine kavuşturmaya çalıştım. Törelere dokun, demedim. Atana, babana çık, demedim. Oysa 68


GÖKTAN RI

hundan sonrası alınyazına bağlıdır. Oğuz Han dedi: - O gece, ben Ata Ü nür'ün varlığını görerek korunmasına sevinerek yücel d i m . Babam da içinde, geçmiş büyüklerimle iivündüm. Gece, yeme-içme şöleninden kaçarak geri döndüm. 'Hıngal başında, yıldızların altında kamlarla haşhaşa kaldık. Bögü, bilgin kişilerd i. Ben dedim, onlar dinledi, onlar dedi, ben dinledim. Düşü nce lerini okudum. Yağmur Taşı hakkında söylenenlerin doğruluğunu, yanlışlığını anlamak istedim. Bunlar, benim gelecek­ te ulusun başına geçecek ortac olduğumu biliyor, açık konuşuyor­ lardı. Onlardan çık şeyi öğre ndim. Tan ışığı gözümün acısını azalt­ mak isterken ilginç bir düş gördüm. Düşümde önüme karşı kıyısını görmeye göz yetmeyen bir su çıktı. Tulumları şişirmeye zaman bulamadım. Ak azman atım beni vurdu suya, batmadı, yüzmesi gerekmedi. Su sanki se rtleşti, taşa döndü ayağının altında. Yorğa yürüyüşünü bozmadan, karşıya geçirdi beeni. Tam bu sırada bulut­ lar aralandı. Gökyüzüne bir baca açıldı. Ordan üstüme bir top ışık düştü, ışığın içinden denizlerden derin, gülümseyen bir göz bana dikildi. Bu gözde göğün bir parçası sular gibi dalgalanıyordu. Konuşan da bu göktü. "Öz eliyle süslediği yapılmışlara tapanlar suç işlediler. Seni yer yüzüne, kendi isteğim, yüksek ruhum, yalavaçım gibi gönderdim. Ulusa dön, onları doğru yola çağır. Kendine güven, düşündüğünü yap, yaptığına inan. Başının üstünde ben varken, hana inancını kaybetmedikçe, yerin düzeninin bozmadıkça, seni kimse yok edebilmez ! " Bundan sonra göz kapandı, ben bayrağımın gök yüzünde açıldığını gördüm. Uslu Hoca, düşünüyordu. Handan hana Oğuz'a baktı: - Yorumu güzeldir, ancak bunun bir düş olduğunu unutma, dedi. - Hocam d üşler bitmiyor ... Buna benzer düşler gördüğümü sana söyle miştim. Rüyalara, cadılara önem vermediğini bi liyorum, ancak o sabah başka bir olay daha olunca, ben el arasına çıkarak düşündüklerimi anlatmamın zamanının geldiğini hissettim. 69


SABİR RÜSTEMHANLI

- Başka ne olmuştu? diye Uslu Hoca, sordu . Kam Ata'yı ve çıraklarını incitmekte n korkarak rüyamı onlara anlatmadım. Ancak ilginç olan benimle bir Kam Ata'nın da benzer rüyayı görmesidir. O saklamadı: "Tanrı'nın nişan vurduğu koldan korkmak gerek ! " dedi. "Sen göklerin savçısısın, seçilmişsin. Bunu tan vakti rüyamda gördüm. İnci nehrinin yakınında iki ağaç vardı. Biri fıstık, biri çam. Ancak fıstık ta, çam da soğuk güzde de sol­ mamıştı, yeşildi. Ağaçların arasında küçük bir tepecik vard ı. Baktığında ona gökten bir ışık vurduğunu görüyordu n. Tepecik gözümün önünde ulaldı, yarıldı, üstüne bir ak çadır çıktı. Çadırda, elinde Yağmur Taşı sen oturuyordun, bütün ulus önündeydi". Böyle dedi, Kam Ata. Başka bir söz söylese "yüreğimi alır" düşünürdüm. Ancak bir tan vakti, benzer rüyaları görmemiz ilginçtir. O hakan­ lığımı gördüğünü söylüyor. ancak bu rüyalar sadece hakanlıktan yana değil. Bunu o da biliyor. Tabii ki açamaz! Tanrım, bunu ben­ den bekliyor. Geri dursam, onun yolundan sapmış olurum . . . Uslu Hoca, sözünden dönmezdi : - S e n kamların rüyalarını başkalarına geçirdiklerini bilmiyor musun? Onları dinle de, onlara uyma. Be n de bir kamım. Ye rlerin, suların dilini bilirim! Ancak cadıcılara uymam! Kamlar seni baban­ la yüz yüze getirseler, el uçuruma yuvarlanır. Uslu Hoca Erkon'dan ne zaman ayrıldıklarını sordu. Oğuz'dan duydukları onu şaşırtmıştı, ama bunu, sezdirmemeye çalışıyordu . Gözü yol çekti, düşünce ler bürüdü o n u . Sözü edilen gün, küçük ayrıntılarla, benzer rüyayı o da görmüştü. Oğuz bu kan çayını ayağının altına bakmadan geçmiş, gökten ine n bi r top ışığın içinde yeryüzünün sonuna doğru yürüdükçe yü rümüştü. Uslu Hoca rüyasını öğrencisine söylemedi. "Kaynayan dere geçitsiz olmaz" diye düşündü. Olsun kim, bir çıkış yolu bulunacak ...

70


GÖKTANRI

Oğuz'un Evlenmesi

B

abasının Banu 'ya elçi gitmesi Oğuz'u şa� ırttı. Ü ç emmisinin . üç kızı vardı. Bir yerde büyümüştüler. Uçü de Oğuz·a vur­ gund u . Birbirinden gizli, üçüde Oğuz'un kendilerini seçeceği umudu ile yaşıyorlardı. Oğuz'a bıraksalar küçük emmisinin kızı Aytac'ı seçerdi. Kızların en küçüğü olsa da, en güzeli, en akıllısı da oydu. Ancak seçimi babası yapmıştı. Onu kıramazdı. Oğuz·ıa Banu'nun düğünü Sığnak'ta oldu. Şenlik yedi gün, yedi gece aralaksız sürdü. Ozanlar Oğuz'u övdü. El bahadırlarından soylamalar söylendi. Uzaktan yakından gelen yiğitler at kovup tat aldılar, ok atıp ad aldılar, gürq tutup ipek gömlek aldılar. Sürü sürü koyu n kesildi, tuluk tuluk içki içild i. Açlar kimsesizler doyu­ ruld u. Ayd an arı, sud an duru, dağlar çiçeği, elin göyçeği Banu ok attı, Oğuz beylik çadırının okun saplandığı yere dikti. Gelini bezeyip düzcyip, ap alca (kıpkırmızı) giyiminde, yanında dadısı, yengesi, çalgıyla beyin ak çadırına getirdiler. Oğuz gün gün


SABİR RÜSTEMHANLI

başladıktan atına at ulaştırmadan, oku na ok yetiştirmeden, dizini yere dcğdirmcdin yarışıp güreş tutarak yeleınıe (coşkun düğün dansı) oynadı, sonunda yıkanıp ipek ergenlik giyimini giyerek murat alaçağına girdi. Banu alaçağın ortasında ayakta, ağzı duvak­ lı onu hetl iyordu. Görünce ona doğru yürüdü. Oğuz·un elinin alıp öpmek istedi. Oğuz elini öptürmedi. Emmisi kızının başını kaldırdı, duvağını açtı, c ima çiçeği gibi ak yüzüne bakarak: - Tanrı muradımızı versin kız! dedi. Banu 'yu kollarına alap göğsüne kadar kald ırd ı, yanaklarını başı dumanlı gibi kokladı, dudaklarını köz gihi yakan dudaklarına dayadı, dirilik suyu içcrmişçcsine içti. Banu, e mmisi oğlunun boy­ nuna sarıldı. Sonra kolları boşaldı, güçten düştü " Boz Börü'nün ruhu yardımcım ol" dedi. Oğuz Banu 'yu süslü yatağa uzattı. Yakasının düğmelerini açarak tek, tek üst gömleğini, alt gömleğini, topukları na kadar inen dizliği­ ni çıkardı. Tan vaktine kadar murat alıp murat verdiler. Tan zamanından sonra Banu başını beyinin göğsü ne koyu p kuzu gihi büzüldü. Oğuz arkası üstü uzanıp al açığın dii11/iiyıi11de11 (çadırın içinde göğe açılan haca ) göğe bakıyordu. On hcş günlük ay onları scyrc d iyormuşçasına al açığın d ü nlüyü nün ortasında donup kalmıştı. Gökler, alaçığı dolduran ay ışığı ile birlikte hir elçim ak huludunu da göndermişti; o şimdi Oğuz·un göğsüne başkoyu p, arzusuna ulaşmaktan doğan sevinç ve hoşluk içinde uçuyor, sakin­ leştikçe dili açılıyord u. "Ka nım, haka nım, yiğidim, te ngrilerime bin alkış, seni bana yazmış" Ü ç gün, üç gece alaçıktan çıkmadılar. Sonra karanlık olduğunda Oğuz başının adaml arıyla, yoldaşlarıyla birlikte derede çağlayan suya indi, Banu'nun kaybetmek istemediği kokusunu buz gihi suda yı kadı. Bir gün Oğuz Banu·ya 'Tcngrilcrim deme, Tanrım de! Doksan dokuz hayatımız yok bizim, tek hir Göktanrı'mız var, hen de onun elçisi, yalavaçıyım! Buna inan, kabu l et, başkalarına da anlat ! " dedi. - Başım ayağının altında, ancak inancıma dokunma, Oğuz. 72


GÖKTANRI

Sözünü bil ! Ulusumuzu kurtarmış Boz Börü.ye Tanrı demeyip de ııc diyeceksi n? Göktanrı dediğin nerdcn çıktı? Erim Tanrı'nın elçi­ sid ir desem, döverler beni taşlarlar. Sus, bir daha ağzına alma bu sözü ! - Söylediğimi yapıp be ni desteklc mezsen, yatağımızı ayıracaksın, dedi, Oğuz. Sevgilim, hanımım bana i nanmazsa, el nasıl inanır? O günden sonra Banu 'ya yaklaşmadı. Birkaç gün bekledikten -.onra alaçığını da ayırdı. Banu günden güne eridi . Erinin onunla aynı yastığa baş koymadığını anasına anlattı, nedenini açmadı. Kara Han duyduğunda: - Oğuz düşünmeden bir şey yapmaz! Banu'yu beğenmedi ise, Küz kardeşimin ondan daha ileri kızı var, onu alırız, dedi, öyle o gün ikinci kardeşinin kızını istedi. Kardeşi dedi: - Büyüğümüz sensin. Sözüne bağlıyız. Terçiçek kurban olsun Oğuz'a. Yine düğün oldu, yine Te rçiçek'in attığı okun saplandığı yere dik­ ilen ak alaçıkta Oğuz Terçiçek'le murat alıp murat verdi. Yine geli­ ni tek Tanrı 'ya tapınmaya, onu Tanrı elçisi diye tanımaya çağırdı. lcrçiçek de, onun kafasını oynattığını düşündü. O da Banu'nun yoluyla gitti. Oğuz alaçığında yine yalnız kaldı . Emmilerinin kızlarının onu tutmamaları Oğuz'u kırdı. " Bir daha evlenmem, yeter" diyerek yurttan uzaklaştı. "Alınyazısı böyleymiş, Tanrı beni paylaşmak istemedi, onun yolundan başka yolum yok, ne isterse onu yaparım" diyerek atlarla çöllerin içine daldı. Babası arkasından adam gönderdi, emmisi kızlarını beğenmediyse, başkalarını alırız, dedi, onun yurdundan uzaklaşmasına çok üzüldü. Oğuz: - Babam incimesin, yu rttan kopmadım. erdcşlerimle av avlayıp, al koşturup dinleniyoruz, bir daha evlenmeyi ise aklıma getirmiyo­ rum, hakan babamın gereyi ılacağım, o zaman geri döneceğim, 73


SABİR RÜSTEMHANLI

dedi. Bir gün yiyip içme kten, at koşturmaktan yorulup ormanda fıstık ağacının altında uyumuştu. Yarı uykulu kuşların sesi ni duydu. Hangi kuştu biliyor musun? Yorulmak bilmeden tek bir söz söylüy­ ordu: - Kalk, git ! Kalk git ! Birden fıstık ağacının dalları aralandı, başının üstünde Ermon'da gördüğü gözü, Göktanrı'nın gözünü gördü. Bu gözün gazaplı ola­ cağından korkuyordu . Ancak her şey ilk gördüğü gibiydi. Sonsuz, kaçılmaz, çekip-götüren . . . Tanrı'nın gözü, sanki "üzülme, her işin zamanı, çaresi var, uyan, yurda dön ! " d iyordu . Oğuz gözünü açtığı gibi fıstık ağacının yaz rüzgarı ile yavaş yavaş sallanan dallarına, her yaprağın rengine baktı, ye rinden kalktı, yoldaşlarını çağırarark yurda doğru yola koyuldu. Yolun kestirmesini seçti. Rüyasında gördüklerinin sonucunu bilmek için acele ediyordu . Kente az bir yol kaldığı yerdeki çayda, kızlar paltar yıkıyorlardı. Çay kenarına bir sürü kelebek konmuş gibiydi sanki. Ovaların bütün çiçekleri bit­ mişti burada. Bunlar Kara Han'ın üçüncü kardeşi Orhan'ın kızı Aytac'ın hizmetçileriydi. Oğuz, hu güzelliği seyretmeden geçemedi. Aytac'ın ona gülerek e l salladığını görünce eski hatıralar yüreğini sızlattı, atının başını çekti. Aytac ona yaklaştı: - Hakan hahamın istekli oğlu nereyi geziyor? Burası av yeri değil... - Emmisinin güzel kızını görüyor. . . - Büyük e mmilcrimin kızları görk oldu bana. Onları, yalnız onları değil, cmmilerimi de kırdın. Babamın da kırılmasını istemem! Oğuz sanki uyukluyordu, içindekileri söylemek için birisini arıy­ ordu. Aytac'ın, onun söylediklerini yerine ulaştıracağını biliyordu. - Söz açılmışken dinle ! Suç onlardadır. Benim inancıma taparak sözümü tu tmadılar. Yolumu bilmeyen heni de bilmez. Aytac inanırmışçasına: 14


c ;öKTANRI

- Bundan mı ayrıld ınız? - Başka ne vardı aramızda? "Bir daha evlenmem" dedim ... Kim he ni, söylediğim şekilde anlarsa, olduğum gibi isterse onunla l'Vlenirim. Üçüncü defa okum, taşa deysin istemiyoru m ! - Taşa deymez! Sen bütün kızların gön lündesin . Hangimizin seçe­ ceğini düşünüp, tartışır, dalaşırdık. Onlar büyüktü, yolları da büyüktü. Sıra bana gelirse düşünürü m . . . Oğuz, Aytac'ın açık konuşmasından şaşırmıştı, zaten elin kızları l'Zilip büzülmeden çekinmeden konuşurlardı, ancak emmisinin hala çocuk sandığı kızının böyle yürekli olduğunu bilmiyordu; ilk defa görüyormuşçasına bakıyor, kızlar bulağından su içip erseye gelmiş kızı sevdiğini zamanında babasına bildirmediğine yanıyordu. Birden, fıstık ağacının altındaki rüyayı, bu yolla nereye, neden acele ettiğini anladı! - Sıra sende Aytac! Baştan yanlış oldu. Onların yaptığını sen yap­ mazsın ! . . - Hangi yolunu tutmadılar, anlat bileyim. - Onlara "ben bir olan Göktanrı'nın elçisiyim", dedim, "kafayı bozmuşsun" dediler. Aytac canlandı: - Senin göklerin sevgisinden yaratıldığını, ilimizin günümüzün ı�ığı olduğuna kim sızıkla yanaşabil ir? Kimseye benzemediğini, seçilmişliğini, yalavaç bilgisiyle dolu olduğunu niye görmediler ( ınlar? - Sen gördünse, bana yeter, dedi, Oğuz. Kız gözünü çevirip yavaşça söyledi : - Ben senin bir parçanım. Ne istesen, ona baş eğerim ! Nerdc senin sırğan olsa, orası bana kulak, nerde tarağın varsa, orası bana ha�tır. Taş koyduğun yere baş koyarım ! . . Oğuz hiçbir şey demeden, kıza bileğinden yapıştı, göz açıp 75


SABİR RÜSTEMHANLI

kapayıncaya kadar kucağına aldı. "Düğün gerekmez hize" deyip atını seyirtmck istiyordu. Aytac ne yapacağını hilemeden, attan düşmemek için ona yapışıp kalmıştı. Oğuz'a "seni tutuyorum ! " dedikten sonra geri durabilir miydi? Kızlar su üstünden şaşkın şaşkın onlara bakıyordu. Oğuz beklediğini hulmuştu. Aytac hütün yünlerden onun isteğine uygundu. Varis olduğundan, hahası haşka ailelerden hir kızla evle nmesini istemezd i . Onu, yu rd a geri getirmek için "kimi heğenirse alsın" demiş olsada, içinden huna üzülürdü. Oğuz, hir anlığa heyninde herşeyi d üşündü. Aytac'ın onu anlaması nın, onu tutmasının sevinciyle, yeniden yurda dönüp hahasının üzüntüsünü hitireceğinin rahatlığıyla doluyken öyle şimdi, bunu düşünerek atını ordaya sürehilirdi . . . Ancak gizli bir ses, "sen Tanrı'nın savaşçısısın, yalnız kendini düşünme ! " diyordu ona. Aytac'ı hu şekilde, uğrulamışcasına alarak götürmesi yakışmazdı ona. Ge leceğin hatunu e mmisi kızlarının yanında neden gözü göl­ geli olmalıydı? Bu aceleciliği ile Aytac'ın babası, sevimli emmisi Orhan'ı kırmaz mıydı? Bütün hunları düşünerek attan atladı, Aytac'ı da alıp yere koydu. Gariptir ki, Aytac da önce onu alıp götürmek isteyen Oğuz'un sonra fikrini değiştirmesinin sebebini hissetti ve Oğuz onun gözünde daha da büyüdü. Oğuz gözünü, onun dupduru gözlerine dikerek: - Bırak her şey el adetince, gelecek hatuna yakışacak şekilde olsun, dedi. Aytac ellerini kızarmış yanaklarına tutarak: - Bırak her şey senin istediğin gibi olsun, dedi. Onun kararı Kara Han'ın yüreğini sakinleştird i . Birkaç g ü n sonra Aytac'ı süsleyip, bezeyerek gelinlik çadırına getirdiler. Aytac ilk gece " hir olan Tanrı'ya kurban olayım, onun elçisine de" diyerek ömrü nün sonuna kadar Göktanrı'ya tapacağına ant içti. Güktanrıcıların ilk ocağı köze rdi.

76


( ;ÖKTANRI

Baba, Oğul

O

ğuz, babasıyla yüz yüze oturmuştu. Fil kemiğinden yapılmış geniş el törü, taht iki kişilikti. Büyük meclislerde, dış ülkelerin elçilerinin kabullerinde, el törenlerinde Aybike Hatun da, Kara Han'ın yanında otururd u . Hakan bugün çok düşünceliydi. Nereden başlaycağını kestiremiyordu . - Kulağıma kara kura sözler geliyor oğul ! İnancında sağlam, ardıcı! olmamağın sarstı beni. Bu boyda ülkeye hakan olacak kişi, inancın yardımı olmadan hiçbir şey yapamaz. Yüreğini rahatsız eden nedir? Anlat bana! İki kardeşimi, iki kolumu küstürdün! Kızlarına yüz çevirmez old u n . "Gölgii111iiz (damat) ola ola kızlarımızı yalnız bıraktı, sendedir kabahat, başını boş bırakmışsın. i\z geçmez, üçüncü kardeşimizin kızını da boşar! " diyorlar. .,

- Düşündüğümü saklamamayı bana sen öğre ttin, hakan baba ! ye ryüzünde yaşayan insan evlatları bir yanlışlık içindedirler. Yek/er heytan) bizi aldatıyor. Dünyanın beyi ola ola içimizi kölelik sar77


SABİR RÜSTEMHANLI

mış . . . Komşu larımıza bak! Çin 'e.le, Hint'te, kırmızı yüzlü Tangufta inanç insanın büyü klüğünü öne alıyor, ulusu güçlendiriyor, bir­ leşti riyor. Biz de ise, her boyun kendi �vesi (sahibi) , çamur, ağaç, deri uyugu var. . . Diz bükemiyorum onların karşısınd a ! . . - Ulusun gözü bizdedir, Oğuz! Elimiz günümüz /ak/ayar ( batar) bizden yüz çevirirler. Senin hakanlığını kabul etmezler! - Ben köle ruhlu adamların değil, tek olan Tan rı'nın iradesine bağlıyım! Çünkü o beni kendine sacçı seçti ! Bunu bütün el bilme­ lidir, bilecet te ! - Başsız oğul ! Bayatların gazabından kork. " Elçiyim" d iyen cadıcıları, kamları çok gördüm! Sonunda yok oldular. Yolunu şaşır­ ma! Kolunun gücü, anlayışının keseri varsa, tengrilerimize ver! Bu, bir üstünlüktür. İyiye yaklaştığında iyi büyür, pise yaklaştığında pis! - Benim iyilikten başka yolum yoktur baba ! korku bana yakışmaz. Elimizi bu sonsuz aldanıştan, bu yapma tengrilerden kurtarmak bana düşüyor. Bu, bir alınyazısıdır. Gözümü açtığımdan beri, kendimi bu yükün altında sanıyorum. Bu yoldan ben i geriye çevirmek olmaz ! Şimdiye kadar sana açmadım, sözümü gönlümde sakladım. Seni kırmak istemedim! Tanrı'nın isteğiyle her şeyi ke ndin duyıar, anlar, u lusumuzu bu aldanıştan kurtarırsır, sandım. Artık susmam için bir sebep kalmadı. Bu işin kutsallığını, Göktanrı'ya bağlı olduğunu anlar, benden kırılmazsın. Babası sustu. Konuşmakla, kızmakla Oğuz'un yola gelmeyeceği­ ni anlıyor, soylarının, bütün akrabalarının, hakanlığın talihinin bu inanç meselesine bağlı olduğunu, ona anlatmaya çalışıyordu. - Beni hakan yapan göklerin isteğiyle, kutsal törelerimizdir. Son güne kadar elimiz gii11ii11ıiizii (devlet) korumalıyım. Töremize, düzenimize, kendi oğlum da karşı gelse yenilecek: elin gönlüne, inancına el atsa, eli kesilecek, öldürülecek, yiyici yere gericek. Bunu anla ve unutma ! - Alınyazımız neyse, onu göreceğiz baba. Ben anamdan tektanrılı 78


( 7Ö KTANRI

doğdum. Ondan ba§ka inancım yoktur. Ulu Tanrı yardımcımız ı ılsun ! Kara Han yerinden sıçrad ı. Aybike Hatun onun elinden tutarak a�ağıya doğru çekti: - Kara Han ! Sen e ligsin, töremizi, inancımızı da koruyan sensin ! Bensiz yarbk (hüküm) çıkaramaz v e karar veremezsin . Kızma d a dinle ! Oğuz'u n bilmediği bir sırrını açayım sana! Yirmi yıl içimde sakladı m . O doğduğunda ne kadar üzüldüğümü görmüştün. Nedendir bu diye sordun, bil miyorum dedim. Doğruydu ! Bebek he nden süt emmiyordu. Yüzünü benden çeviriyordu. Göğüslerim §işerek gömleğime sığmıyordu . Yürüdüğümde yakam ıslanıyordu. l\ğlamaktan, bayatlara yalvarmaktan yorulmuştum. Çadırımızdaki ıcngrilere diz çökmekten dizim yara olmuştu. Oğlumun yaşayacağı­ na dair ümidim kalmamıştı. Bir gece yavrum rüyama girdi "sütünü cmmemi istiyorsan, putlardan uzaklaş, tek olan Göktanrı'ya tap, onu tanı" dedi. Üç gece art arda rüyamda bu sözleri söyledi bana. Senden gizli, oğlumun bir Tanrı'sına taptım, ona yükünç kıldım. Söylesem i nanmazdın, beni de, çocuğunu da öldürürdün. Elimi göğe kaldırıp " U lu Tanrım, Göktanrım, sütümü çocuğu mun isteğine uydur, tatlı yap" diyerek yalvardım. Söz ağzımdan çıktığın­ da Oğuz, bana yanaştı, em meye başlad ı. Onun Göktanrı'nın seçilmişi, isteklisi olduğuna i nandım. Bir yaşında, beklenmeyen bir duru mda konuştuğunu unuttun mu? "Ben Göktanrı'nın yere gön­ derdiği ışığım. Onun için adımı Oğuz koyun " dediği kafandan silin­ di mi? Dil açtığının sevinci içinde ne dediğini anlamadan: "Bizim uruk turuğumuzda bundan daha görklü çocuk doğmamıştır" dedin. Seferlerden, savaşlardan, hakanlık kaygılarından nasıl büyüdüğünü hisse tmed i n bile. Oğuz'un gece gündüz, tek Tanrı d iyerek Oöktanrı'yı andığını, yaşıtlarına da böylece anlattığını, rüyalarında sık sık söylediği "bir olan Ulu Yaradana alkışlar olsun" sözleri seni düşündürtmedi. Oğlunun yüzünde Ulu Tanrı'nın ışığını görmüyor musu n ? Bu kadar e rlek, e rk, güç, sonsuz bi lgi neredend ir? Düşünmedin mi? Ok atmakta, gönderi (sü ngü ) ı111/a11ıakta (atmak) , 79


SABİR RÜSTEMHANLI

kılınç çalmakta, bilgide karşısına kim çıkahildi? Bütün hunların Göktanrı 'ya bağlı olduğunu, oğl unun haşka çocuklara ben­ zemediğini dü�ünmen gerekirdi. Oğuz, senden sonra yurdun da, yeryüzünün de desteği olacak. Bunu kamlardan da, Çin caducu­ larından da duydum. Yıllar önce Çinlilerin "Türklerde bir çocuk doğdu, yeryüzünün düzenini değiştirecek" diyerek gezdiklerini, her yana baş vurduklarını unuttun mu? Yal nız hakan sarayına burun­ larını sokamadılar. Aradıkları çocuğun senin evinde doğabileceği akıllarına gelmiyordu . O zamandan çok sular aktı. Oğuz'un yaşın­ dan büyük düşündüğünü, adım attığı yere ışık taşıyan birisi olduğunu çokları gördüler, senden başka. Olsu n ! Seni kınamıyo­ rum . Günlerin savaşlarda geçti, artık ayıl ! Biz bir olan Tanrı'ya tapıyoruz, sen de tap! Kara Han başını tutarak tahtına çöktü. - Altımda törüm çökmüş, hissetmemişim. Döşeğimden hatunum kaçmış, bilgim yok. Kendi oğlum inancımızdan dönmüş, şaşırmış, kendisini yalavaç sanıyor, kandıranım yok! Ulu ruhlar, bütün bun­ lar hangi suçuma göre? Aybike Hatun hakanın bu kısa sakinliğinden, düşünmesinden ümitlendi. Kolu nu hakanın boynuna doladı: - Yazıya bozu yoktur hakanım ! Oğlunla, hatununun i nancını uzun yıllar hissetmemişsin, bundan sonra da hissetme ! Bize kıyarsan, bütün ulusun çöker. Kendi evinin başka inanca bağlılığın­ dan on yıllarca bilgisiz kalmana kimse inanmaz. El dışlar sen i ! Düşman baş kaldırır. Bırak herşeyi, Yaradan! Bırak çözüm ondan gelsin . Ki m bilir, hc lki de Oğuz'u eski yoluna döndürecek . . . Ayhike Hatun yıllarca, uzun boylu düşünerek şimdi söyledik­ lerinden başka bir yol bulamamıştı. Hakan bunu anladı. Görünürde içindeki yangını boğdu, ancak gönlünde hatunu ve Oğuz'u bağışlamadı. " Kendi oğlumun öliitçiisı'i (kati l ) olmak ta benim alımyazımmış ! " d iye düşündü. Töreye göre, el haşkanlığı ile, inanç haşkanlığının bir o lması, 80


GÖKTAN RI

yurd u erkli kılıyor, güven içinde tutuyordu . Ancak, şimdi Kara l lan·ın ayağının altından yer kaçmıştı: '' Baha şe refi oğula kalır" diyorlar. Ha ngi oğu la? İnancından dönene mi? Boynunun o kşadığım, yerimde görmeyi dilediğim, sevgili oğlu m ! Eli sana tapşırmak isterken elimi, dilimi kısalttığın neden? Bir benim oğlum için elin kırılmasını nasıl isteyebilirim? Yağılan üstümüze mi güldürelim? Töre bilmez hakan, başkalarını töreye nasıl uydura­ bilir? Bir yanda budun, el, töre, hakanlık, bir yanda Oğuz . . . Bahasına direnen, onu dinlemeyen, bir sözüyle e l i n düzenini bozarak yerlerimizi yağılara kaptırabilecek olan Oğuz! Hayır, bu siiz ele açılmaz ! Hamanlık elden gider! Olsu n ! " Kara Han, bundan korkmuyordu. Geçip geld iği yolları, e l i için yaptıklarını düşünürken, ölüm korkusunu unutuyordu. Kendini lıilmedcn yurdu için çalışmış, zorlu savaşlardan, ölümlerden geçmişti . Zaten, bugün olmasa da yarın hakanlıktan ayrılacaktı. Onu düşündürten, elin sonraki günleriydi. El yen iden siner, bir l ıayrak altında toparlanmış toprakları yağıların e llerine geçebilirdi. 1 Ji korumak için, kendini de can alana verir, kendi oğlundan da geçerdi. Başkalarından düzen isteyen hakanın kendi sarayındaki inanç satkınlarının varlığı bilinirse atalarının, büyüklerinin bütün emekleri boşa çıkardı. Böyle bir durum olmaktansa, ya ounun, ya da Oğuz'un gitmesi daha doğru yoldu. El mi, oğul mu? Şimdi llçüncü bir yol bulamıyordu . . . " Demek, iş büyümeden Oğuz, ulu dediği Tanrı'sının yanına gitmeliydi. Yeri uçmak olsun! El, oğuldan i leridir." Ancak hunu nasıl yapacaktı? Yıllarca boynunu okşadığı oğluna eli nasıl kalkacaktı? Ondan sonra nasıl yaşayacaktı? Peki, o 1.aman nasıl olsun? Binlerce yurttaşının, soydaşının kanını dökerek baş koyup koruduğu, büyüttüğü el bir caygın oğulun oyunuyla dağılsın mı? " Ulu hayatlar, yardım edin, çözün hu çözülmez işi ! Bırakın oğul ölütçüsü olmayayım!" Güz Han'la, Kür Han kızlarına Oğuz'un yüz vermediğini, küçük kardeşleri Orhan'ın kızını alarak düğünle götürdüğünü, ayrı alaçık81


SABİR RÜSTEMHANLI

ta oturttuğunu, sormadan, gönüllerini almadan onlara soğuk davrandığını acı içinde izliyorlardı. Hakan olacak Oğuz'dan geçme­ seler de, yüzüne vurmasalar da, içten ona kırılmışlardı. Kızl arının öcünü alma zamanı gelecekti. Ancak Kara Han'ın korkusundan seslerini çıkaramıyorlardı. Oğuz'un Aytac·ı alması, onların gözünde küçük kardeşleri Orhan'ı da yabancıya döndürmüştü. Suçu onda ve kızınd a giirüyorlard ı. El yaylaya toplandığı nda, Oğuz babasına dağların avı tüken­ meden, yaylalar yurtlanmadan yoldaşlarıyla Issık Göl'e ava gitmek istediğini hildirdi. Geçen yazın yolculuğunda gönlü o dağlarda kalmıştı. Babasıyla tartıştığından eve sığamıyordu , dalgındı ve yurt­ tan uzaklaşmak istiyordu. Kara Han ''gitsin de geri gelmesin" diye düşünerek "olur" dedi. Oğuz av dedi, fakat ava gitmedi. Zorlu savaşlara götürdüğü erler, başlarında Oğuz, hir yıl önce yavaş yavaş geçtikleri yolu, birkaç günde geçerek Hentengri'nin koynundaki Erkon'a, Ata Mağara'ya ulaştılar. Erkon sızrasında av avladı, kuş kuşladı, yerli vekil beyler­ le, kamlarla güzel günler geçirdi, herkesi bir olan Gök Tanrı'ya tap­ maya çağırdı. Kam Ata 'yı da inandırmaya çalı�tı. Yola burdan çık­ malıydı, her şey burdan başlamalıydı. .. Sonra sözle anlamadıklarını görünce ''bu uyuglardan, yontma ağaçlardan Tanrı olmaz, bunlar ulusu yükselmekten alıkoydular" diyerek kendini çılgılığa verdi, Ata Mağara'daki doksan dokuz pu tu yıkıp dağıttı. " Bakın Göktanrı'nın yüzü gül üyor, sizin putlarınız ise ke ndilerini bile koruyamadılar" diyerek yoldaşlarıyla birlikte çekip gitti. Daha el göçmemişti. Yaylalarda eylene eylene karşısına gelen yerli beyleri Göktanrı'ya tapmaya çağırdı. Keskin, inançlı, inandırıcı sözleri karşısın d a söz hu lamayanların tahta çalaplara olan, kalan inançlarını alt üst etti. "Ata Ünür, hundan sonra oyu ncak uyugların, putların saklandığı ye r değil, Ulu, Görklü Göktanrı'nın ocağı, elin bilgisinin, hitiklerinin hazinesidir" dedi. O yaz Kam At a'nın dünyası d ağılmıştı. Kara Han'la gelecek hakanın arasında kalmıştı. Taptığı putlarına ağlıyordu . Bir yandan 82


< ;ÖKTAN RI

da: "Ata Mağara'nın kutsallığı alındığında onu kim koruyacak, onun eldeki saygısı. değeri ne olacak?" diye düşünüyordu . . . Çapar gönderdi, olanları Kara Han'a ulaştırdı. Herkes, yükünü yüklüklere doldurmuş, evini eşiğini toplamış, kalanlara son tapşırıklar verilmiş, alaçık çığları deste vurulup lıağlanmış, keçeler bükülerek çinlenmiş, aramasınlar diye yiik/eı ( yük atı) atlar, katırlar, yelıe11111ek ( uzun yol) zamanının geldiğini hissederek sahiplerine göz koya koya, acele etmeden göyneşen ıl<ilek (cins) develer, bt(�ralar (erkek deve) hörgüce vurulmuş. ya da kapılardaki ağaçlara, çivilere bağlanmışlardı. Kara Han'ın sayısı l ıilinmeyen savaş donanımı, silah, pusat, hazine, pay-ürüş arabaları, hakanlık çadırının çevresini sarmıştı. Tan zamanı el, yerinden kıpır­ danacaktı. Göç öncesi, büyük hakan sarayında son şöleni düzen­ lemişti. Kardeşlerinden, kardeşlerinin çocu klarından, yeğen­ lerinden, göyenlerden (danışman ) başka kimse çağrılmamıştı. Seferle ilgili keneşme toplantılarında ye tkili terden başka kimse olmazdı. Bunun için bu toplantılar daha uzun, beklenmeyen tartış­ malarla geçerdi. Bu akşam Güz Han'ın kızı Banu'nun evinde başka bir toplantı daha vardı. Güz Han, hakanın toplantısına gitmezden önce, kardeşi Kür Han'ı da yanına alarak kızına gitmişti. Onun gönlünü kırılmış görünce sormuş, kızdan laf alamayınca evden, kardeşinin kızı lcrçiçek'i de çağırtmıştı. Oğuz'un iki ''yarı11ıa11uş" ( boşadığı) kadını lıabalarıyla baş başaydılar. Ne kadar saklasalar da işin böyle üstü ortülü kalabileceğine inanmıyorlardı. Yabgu Hakanın yeğe nleri olarak yollarda, aranda, dağda olsa bile, ulusun törelerine saygılı lıüyümüşlerdi. İnanç bozulursa, babalarının, dedelerinin elin başın­ da duramayacaklarını anlıyorlardı. Boz börüye, putlara, ulu ruhlara gönülden tapmaktan şeref duyuyorlardı. Kuş gibi özgür, sabırlı lıüyümüştüler. Beklenmeyen olaylarla yüz yüze gelerek bunaldık­ la rı zamanlarda kendilerini kaybe tmezler, gönül sözlerini söylcme­ ılerdi. El "hu" diyerek bir ağızla doksan dokuz tengriye yüz tuttuk83


SABİR RÜSTEMHANLI

larında, gözlerinde yaş biriken kızlar Oğuz·a, onları attığından daha çok, ulusun inancına karşı çıktığından kızgındılar. Bir yandan da çocukluklarından hepsi nin gözlerinin ışığı olmuş, erliği, aklı, doğruluğu elden ele yayılmış Oğuz·u içlerinden hala seviyorlardı. Banu daha çok üzü lüyordu. Oğuz·ıa göbek kesme olduğunu herkes biliyordu. Uzun yıllar, büyüyerek Oğuz'un adak­ lısı, sonra kadını olmak arzusu gönlünü sarmıştı. Ona gönül verdiğinde, ok atarak ak beylik çadırı kurduğunda, al düğünlük giy­ iminde o çadırın kapısından girdiğinde, kendini dünyanın e n hoşbahtlı kadını saymıştı. Kızlar direnseler de sonunda olanları babalarına anlatmaktan başka bir yolun kalmadığını gördüler. Gözlerinden yaz yağmuru gibi seller aktı. Anlattılar. Kardeşler "bu bir sevgi işi değil, kara bir bulut, ulusun üstünü sarmış ölümdü, kardeşimize söylemeliyiz" dediler. Oğuzla, babasının soğukluğu, Ata Mağara'daki olaylar, ele u laş­ madan önce Çin sarayın a ulaşmıştı. Daha doğrusu, Çin'den de önce Tabgaç'a u laşmıştı. Tabgaç, Çinle Türk eli arasında bir eldi. Kendilerini Türk'e yakın saysalar da, köklerini unutarak Çinliden daha katı Çin sever olmuşlardı. Türk kökenli olmakla, Türk olun­ muyordu. Aslında, Çin'dc devlet kuranlara, ona bin beş yüz yıl başçılık eden, çqitli, debdebeli Çin adları altında gizlenen Gök oğulları, sülaleleri de Türk soyluydular. Çin'in gür, eğlencel i yaşamı onların kolay olmayan bozkır hayatı anılarını söndürmüş, çağlar içinde kendilerini, izlerini kaybederek (inli olmuşlardı. Doğrusuna bakarsak, bu aşınmaya karşı dirençte yoktu. Çünkü, iktidar, güzel gün yanında, soy kimliğini ufak işlerden sayıyorlardı. İlk önce, Çin'i kend imizin malı yapacağız, düşüncesiyle gelseler de kısa zamanda kendileri Çinli oluyorlardı. Bu durum, kan kardeşi olanların bu yabancı elde izsiz, bilgisiz yok olmalarını önlüyordu. Bozkır ile Çin'i yakınlaştırmak isteği hurdan ileri gel iyordu. Bunu 84


GÖKTAN RI

Çin yanlısı olarak yapanlarla birlikte, bu bağlılıkla Çin'de kendi soylarından olanları güçlendirerek artırmak isteyenler de vardı ve bu yolla Çin'i değiştirerek Türkleştireceklerine inanıyorlardı. Çin'in kuzey batısından gelen Tabgaç elçileri Oğuz'u yolda bul­ dular. Elçi başı açık konuştu: - Ulu Çin İmparatoru size, bayrak, hakanlık veriyor. Savaş erleri, donanımı. .. Ne isterseniz. Bayrağınızı nerede dalgalandırırsanız, biz yanınızda olacağız, sizi koruyacağız . . . dedi. Oğuz birden coştu : - Siz aklınızı kaçırmışsınız ! Bizim bir elimiz var, bayrağı, ordusu, eri, ereni, erki ve görküyle! Onun başında da babam duruyor. Ben hakan değilim! Onun askerlerinden biriyim! . . Oğuz bunu Çin elçisine söyledi. Kendi kendine ise "köpek gibi koku alıyorlar, beni babamla karşı karşıya getirmek istiyorlar. Baham, sağ selamet, ayaktayken, ölüm aşına acele ediyorlar, alçak­ lar" d iye düşündü. İşte, o sırada babasıyla tartışmasına üzüldü. Akınlarda yan yana at sürdüklerini hatırladı, dönerek yurda git­ meyi istedi. Hangi yolla olursa olsun bahasının gönlünü alacaktı. Hakanlık sarayında, aile fertleri nin, Yabgu Han'ın wyundan gelenlerin, subaşı, tarkan ve keneşçilerin katıldığı şölen ' sürüyordu . Kardeşleri i l e gelinlerinin, geç de olsa, yemeğe katılmaları, Kara Han'ın gönlünü açmıştı. Aypike Hatun solu nda üç gelini, yüzlerini ince ipek duvakla örterek oturmuşlardı. Şölenin yarısı geçmiş, yemekler yenmiş, içecekler içilmişti. Ancak Kara Han'ın içki kabı ara vermeksizin dolup, boşalıyordu. Olgunlaşmış çilek renginde kupa suyuyla, içini yıkamak istiyordu sanki. Gelinlerine dönerek dedi : - Kadınlarımız duvağı öğrenmek istemiyorlar. Gelinim gibi değil, kardeşlerim in güzel kızları gibi sıkıntısız oturu n ! . . . Gelinlerin titrek elleri duvaklarına uzandı. Kara H a n sordu: 85


SABİR RÜSTEMHANLI

- Neden önce aldığım gelinle rim Banu ile Te rçiçek'in güzellikte Aytac 'tan geri kalmadıkları, helki üstün olm aları Oğuz'u ilgilendirmedi? Töre mizde hir evlilik var, ancak ona izin verdik, iki kere evlendi. Oysa neden üçüncü evlil iğe gönül verdi, küçük karde�imizin kızına bağlandı, gününü onunla geçirdi? Gelinlerin başfarı yere eğilmişti. Ok yayından çıkmış, söz açılmıştı, Kara Han Oğuz'u sonuna dek anlatmağa, kardeşlerini inciten meseleyi anlamaya çalışıyordu . . Yüzünü onlara çevirdi: - Kolumun gücü, belimin kılıncı, desteğim kardeşlerim! Siz de bilmiyor musunuz bunu? Güz Han, sözü, kendilerinden önce hakanın açmasına sevindi. Ancak kendi söyleyeceklerini sona saklıyordu . Söyledi: - Büyük hakan, izin ver gelinler söylesinler! Onların bildiğini biz bilmiyoruz. Hakan, yüzünü Banu'ya çevirdi: - Sen anlat büyük gelinim! Banu, başını yerden kaldırmadan söyledi: - Sormasanız söylemezdim. Bu, hir beğenip, beğenmemek işi değil. Dilim ağzım kurusun ... Başımızda kara bulutlar dolaşıyor hakanım ! Yalnız �imdi, bu şölende Oğuz'un Aytac'la evlenmesinin bir istek işi olmadığı, inançla bağlılığı, ondan önceki hanımlarını da inanca göre atması ortaya çıktıktan, arada gezen gııvla11ıalamı (dedikodu) fısıltıyla söylenenlerin saraya, tör ayağına getirildiğini gördükten sonra Banu, a�r:ıb�ya11 (aniden) yüreğinde Oğuz'a olan bütün sevgisinin nefrete döndüğünü hisse tti, bu olayın ev içinden, saray­ dan çıkarak yurdu, ulusu bürüdüğünü anlatmakla, hakan babasının yanında Oğuz'un suçunu büyütmeye çalıştı: Ayağında ölüm, han baba. İnançsız el olmaz, elsiz hakan lık. 86


GÖKTANRI

Oğuz'un yolu töreye, ele, size karşıc.lır. Onu, kendimden çok sevsem de, sizi. yurud ondan da çok seviyorum. Oğuz inancımızı atarak bize ''Göktanrı'ya inanın. Benim bir olan Tanrı'mı tanı­ mazsanız, ben de sizi tanımam" dedi. Ben, "Gökte Tanrı olmaz, göğün neresinde oturuyor Tanrı?" dedim. Onun ku tsal putlardan uzaklaşmasına, seni saymamasına kızdık. O d a bizi attı. Aytac, onun buyruğuna boyu n eğdi. Te ktanrıcı oldu. Oğuz da ona bağ­ landı. Oğlu nuzla, sevgili kadını ayrı bir i n a nc a ta pıyorlar. Atalarımızın yolundan çıkmışlar artık . . . Kara H a n küçük gelinine sordu: - Söylenenler doğru mu? Aytac'ın korkusundan ödü patlamıştı : - Doğru değil büyük haka n ! Oğuz be ni, güzelliğime göre beğendi. Büyük gelinler sevilmediklerini şişirerek inanca bağlamasınlar. Kara Han bağırdı: - Şimdi hanginize inanmalıyız sizin? Bağırıyordu . Büyük gelinlerinin doğru söylediklerini bile bile. Aybike'nin sözüne uyarak bu işin üstünden geçip Oğuz'u boş bırak­ makla yan lışlık yaptığını hissetmişti. " Doğru söylüyor gelin! Ulu ruhlar, benim de, elin de üstünden çekildi. Oğlum sadece inancımıza değil, uluğ-turuğumuzun da d üşmanına döndü. Dün, hatunla ben biliyordum. Bugün kardeşlerim, buyruklar, keneşçiler, karavaş/ar (hizmetçiler) öğre ndi. Ya rın bütün el öğre necek. Üstüme sel geliyor. Bugün durdurmazsam, sonra geç olacak" Söze kardeşleri karıştı. Güz Han dedi : - Ulusumuz hu yolda çok kan döktü. Yeryüzünde bayrağımızın yüksekte olduğu yüz yıllar boyunca bütün soylarımız bu yola baş koydular. Bu bir kız sohbeti ola, önemsenmez. Yüz, yüz kız kurban olsun Oğuz'a! Ancak dedelerimizin, ye rin, göğün ru hu incinir biz­ Jen. Yol bul büyük haka n ! Bulmazsan, herkes ayrılarak kenui yol­ una gider. Biilük pürçük olup başkalarının köle leri oluruz. 87


SABİR RÜSTEMHANLI

Kür Han dedi: - O bir ordu başıdır. Savaşa orduyu siz değil, o götürmelidir. İna­ narak gönde rseniz nasıl olacak, i nanmazsanız nasıl? Kara Han·ın baş keneşçisi Ulutürk böyle tartışmaları çok gör­ müştü. Olacakları önceden hissediyordu. Kardeşlerin ağzından kan kokusu geldiğini sezdiğinde, kendinden habersiz, gözlerinden yaş süzüldü. Hakanın eli kalktı: - Oğlum ergenlik çağına gelinceye kdar onu sevdik, okşadık. Soyumuzun geleceği gibi sevdik. Yaşıtlarından farklıydı. Güçlü, anlayışlı, hakanlığa yetenekliydi . Sonra yekler gönlüne yol bulup, yakın olmamışım. Benim yerimde olsaydınız ne yapardınız? Kardeşler durumu anlamışlardı. Yıllarca görüp yaşamışlard ı. Bununla beraber, şimdi hu keneşmede söz söyle mekten kaçınıyor­ lardı. Kür Han dedi: - Bana kalsayd ı, kardeşimin oğlunun affedi lmez suçu n u affedirdim. Ancak sen baba gibi değil, e l , inanç başkanı gibi değer­ lendir. Kara Han "ah, akılsız kardeş!" diye düşündü "kuru bir sözle bile tutmadın Oğuz'u. İnanç bir garmaktır. Be nden sonra tahta çıkma isteğin kuduzlaştırmış se ni. Kendi belinden gelse, böyle cesaretle konuşmazdın" Böyle düşündü, ancak böyle söyleyemedi. Araya Aybike girdi: - Söze karışmak istemiyorum. Ancak bu iş baha ile oğulu karşı karşıya geti rir. Kan dökü l ü r, kurduğumuz hakanlık dağı lır. Oğuz'un ağzını aramadan, yal nız gelinlerin sözüyle yetinmek yan­ lıştır. Oğuz gelsin, onu da di nleyelim. Sanki bu sözü bekliyorlarmış Aybike sözünü bitir bitirmez dışarı­ dan haber verdiler: - Çapar geld i ! .88


(7ÖKTANRI

Aybikc'nin adeta yüreği koptu . Geli)i haber verilen çaparın uğur gcrtrmcyeceğini anladı. "Oğuz'dan ge liyor. Onun sözü gecenin tartışmalarını kesecek." Göz karardı. lahtın arkasına dayandı. Kara Han sordu: - Kimdendir çapar? - Kam Ata'dan. Yüreğine neşe çökmüştü . Yakınlarının yanında d i n lemek istemiyordu çapan. Kam Ata'nın bükülü mühürlü deri bitiğini açtı, şöyle bir göz gezdirdi, yazıyı okumadı, çapara: - Sen anlat, dedi. Çapar anlattı: - Oğuz geldi, Ata Mağara'yı dağıttı, oraya sığınmış olan ulu ruh­ ları incitti, putları, iyeleri ezdi, Kam Ata ile vekil beylere: "Tek · ıanrı'ya tapının" dedi. Kara Han'ın rengi, elinde tuttuğu aşılanmış derinin rengi gibi ağardı: - Şimdi nerdedir Oğuz? - Issık'tan geçerek Alatau Yaylalarına gidiyor. - Kam Ata'ya ulaştır. Oğuz suçunun karşılığını alacak, üzülmesin. Ata mağaradan çıkmasın. Korumalarını çoğaltacağım Erkon'un. Bu gece d inlen, yarın dönersin, Oğuz'la karşı karşıya gelme. Aybike oğlunun bittiğini anladı, bağrının başından bir ağrı koptu. Kara Han kapıcıya bakarak: - Yabgulara, şadlara, tarkanlara söyle, tan zamanı toplansınlar, dedi. Sonra kardeşlerine söyledi: - Oğuz'a haber gitmesin ! Karşısına giderek tepeleriz. Elin inanç 89


SABİR RÜSTEMHANLI

yerini, ziyarctgahını dağıtmak bağışlanamaz ! Oğuz bitmese el bite r! Aybike'nin başı di)ndü. Gelinlerinin i.içi.i de kapadılar yüzlerini . B a n u i l e Terçiçek öç, kısas almak isteseler d e , ölüm beklemiyor­ lardı. Aytac hıçkırarak saraydan kaçtı. Bir zaman sonra gece karanlığında ordadan bir atlı çıktı. O, Aytac'ın sözlerini Oğuz'a ulaştıracaktı: "Gelinler se n i sattı, babaları yağı kesildi, hakan üzerine gelecek. Öldürmeye ... yüz yüze gelme ! Yol bul ! İş soğuyana kadar, kaç kurtul ! "

90


(70KTAN RI

Çin Parmağı

Ç

in elçilerinin biri gid ip biri geliyordu. Burunlarını sokmadık­ ları yer yoktu .

Son gelenler Kara Han'a kuzeylilerin arkası kesilmeyen baskın­ larından, akınlarından şikayet ediyorlar, dolaylı yolla bu işi hakana hağlamağa çalışıyorlardı. Hakan "biz Çin'den uzaktayız. Akınlar bizden değil. Yağılarınızı bulun! Onlardan korunun" d iyordu. Kervanlara saldıranlar artmıştı. "Kendileri çalıyorlar, sonra arayı karıştırmak istiyorlar" d iye düşündü Kara Han, sesini yükseltti: ' - Benim bayrağımın gölgesinin düş�üğü .yerlcrde sizin k� rvan­ l arınız dokunulmazdır. Demir götüren develerimizle birlikte gidiy­ orlar. Erlerimiz koruyor onları. Ne oluyorsa Turan Bozkırı'nı geçtikten sonra oluyor, oraya e l imiz . ulaşmıyor. Afgan Yaylaları'nda, Horasan'ın öbür tarafında sözüne güve ni lmez tay­ falar ayak açmışlar, nereden geldikleri beili dC:ğil! Bizim yerlerim­ ize de sahiplenmek istiyorlar. Kendininki, başkasınınki bilmezler. 91


SABİR RÜSTEMHANLI

Baba kızıyla, kardeş bacısıyla evleniyor. Onlar sizin kervanlara sokularak gizlice sizi n sarayla rınıza kadar giriph çıkıyorlar. İpeğin kendisi bir tarafa, kurdunu da çalıp götürecekler. Çin 'deki kuraklıktan söz açtığında, Kara Han Türk elinde kurak­ lığın olmayışını ulu ruhlara bağlıyordu : - Siz h e r şeyi Yağmur Taşı'nın gücünde görüyorsunuz. Bizler taşı e limize alıp cadılık yapmıyoruz. Bu kamların işidir, hakanın işi değil. Yeryüzü değişiyor. Bizim ovalarımız da yıldan yıla verimsi­ zleşiyor. Bayatlara karşı gelinmez. Biz de tengrilerin, çalapların gözünden düştüğümüzde verimli topraklarımız, ekin biçin yerler­ imiz yüzünü bozardır. Kuraklığı atlatmak, çıkış yolu bulmak olur. Ancak ruhlardan, onların öç, kısas almak çılgınlığından korunmak olmaz. Hakanl a, elçilerin sohbeti uzadığında, Talas, Sayram, Sığnak pazarları gülü mseye gülümseye, herkese baş eğe, eğe gezen Çinlilerin elinden bezmişti. Girmedikleri delik kalmamıştı. Her şey alıyorlar, her şey satıyorlar, her şeyle ilgileniyorlardı. Kara ruhların ülkeyi sardığını duymuşlar mıydı? Yoksa kara ruh­ lar kendileri miydi? Tülü'nün evi bir Çinli evine benziyordu. Don Xi'nin yanına her gün yeni konuklar geliyordu. Kumaş, ilaç, kap, kacak, pirinç, darı satıcıları hizmetçilerin eliyle saraya, ordunun içine kadar girmeye yol buluyorlardı. Ancak alışverişin e n i lginci geceleri yapılıyordu. Erlerin gittikleri bu yerler, kentin yan yörelerinde yapılmış, diğer­ lerinden farklı olmayan evlerdi. Bu evlerde Çin'den ne zaman, hangi yollarla geldikleri bilinmeyen kızlar, erlerle oynaşıyor, tan yeri kızarana kadar onlara Türk kızları nın yapmadıkları sevişme yollarını öğretiyorlar, okşuyor, azizliyor, yüreklerini yerinden oynatarak e llerindekinleri alıp Çin'e gönderiyorlardı. Bu evler altın toplamaktan, erlerin ateşini söndürmekten çok, dedikodu yaymak, Türk e rlerinden söz almak yuvalarıydı. Direkt olarak Çin impara92


< 7ÖKTANRI

torluk sarayına bağlıydı. Bu örümcek ağlarının ipuçları, belki Ata Mağara'ya, gizleme yer­

ine, hazine arabalarının gözetmenlerine kadar gidip çıkıyordu .

Akşamları sarayda hizmetçiler içerek keyiflenmiş beylerin arasından sıyrılarak temiz hava alma, dinlenmek maksadıyla kolluk güçlerinin kucaklarına atılıyor, Çin içkileriyle başlarını döndürerek içlerini söküyorlard ı . Kara Han'ın Oğuz'un üzerine doğru yürüyüşünden birkaç gün önce Tülü ile Don Xi kayboldular. Orda civarındaki evlerinin kapıları kapanmıştı. Pazarlardaki Çinliler, koku almış civcivler gibi birden bire yok olmuşlardı.

93



GÖKTAN RI

Ana Rüyası

G

ece Ayhike 'nin ııkıısıı1111 (uyku ) karıştırdı: Geniş bir derenin ortasında durmuştu. Dört yanı katarlarla doluydu. Elle yontulmuşçasına, imarlı, cilalı, dimdik . . . Beklemediği bir anda, hu kayaların üstünde bir haca açıldı. Kovalanmaktan yorulmuş bir at huradan dışarıya atladı, yarıya kadar bacadan çıkıp öylece hoşlukta asılı kaldı. Ön ayakları havada sallanıyordu. Kayadan, yüzü koyu n, ııe zamansa gür suların çağladığı dereye atılmalıydı. Ama, derenin kuruduğunu, aşağıda, göl yerinde sivri taşların diş ağarlığını gör­ erek çabalıyor, atlayamıyordu . Aybike tanıdı. Oğuz'un ak atıydı. Ak kelebeğe henziyordµ. Sonra birden ak atın sağından, solu ndan başka atlar sıçradılar. Anlaşılan o ki, onlar Oğuz'u kovalayarak ge lmiştiler. Şimdi ona ye tiştiklerinde ke ndilerini tutamadan uçuru­ mun dibine düşüyorlardı. Ulu Tanrı, atlar yuvarlandıktan sonra, doğruca toprağın üstüne düştüler, ayakları, demir çiviler gibi diz­ lerine kadar toprağa hattı. Bir kaçı sivri taşlara değerek paramparça old u. Tanıdı hunları da. Kara Han'ın ve kardqlerin in 95


SABİR RÜSTEMHANLI

atları idi. Öyle hu durumlarıyla da taşa döndüler. Yalnız, hunlardan sonra Oğuz'un atı da duramadı ve uçuruma düştü. O nasılsa öyle, sanki kuş gibi süzülerek aşağıya indi, ancak ondan önce toprağa hatan atlara vardığında birden süzülüşü durdu, onların üstünden, hafif hir şekilde, güzelliğini bozmadan, sanki, kanat açarak kelebek gibi süzülmeye haşladı. Aybike, kan ter içinde uyandı. Yerinden kalktı, tan vakti yola çıkmak için hazırlanmış, Kara Han'ın önünü kesti : ·

- Uykum karıştı. Bu yolda iyi şeyler görmüyorum. Bekle Oğuz'un dönmesini. Ara karıştıranlara uyma! Gitme ! Gidersen heni öldür, ondan sonra git! Kaha başlığın malı durmaz. Bu iş kabalıkla, alel acele çözülmez. Oğluna karşı orduyla n asıl gidebilirsin? Biz olmadığımızda senin yerini tutacak, hakan olacak oğluna okla mı, kılınçla mı saldıracaksın? Kara kanını mı akıtacaksın onun? Başını mı keseceksin ? Kendi elinle, kendi yurdunu mu batıracaksın? Ayıl ! Ayıl! Bilmez misin, onun d a yaşamı gerd1111 (kader) yazana, alın yazısına bağlıdır? İpi kırılmadıysa. Basılmaz ! Sen mi basılacaksın o zaman? Düşündün mü hunu? Tanrı vermeyince, er bay1111az ! ( hay olmaz) Duydun mu? Kara Han dedi: - Senin tanrın, Oğuz'un kabarması için her şeyi yaptı. Giirbiz (kahraman) , erdem diyerek övündüğüm oğul asi kesildi, düş­ manım oldu; bana, ulusa, i nancımıza, töremize . . . Seçim onundur, ya o, ya ulus! Başka seçeneğim mi kaldı? Söyle hana! Şimdi, sütünü suçlu bilmeyeceksin de, heni mi bileceksin? Töre bilmez oğlumu affctsem, e l ne der bana? Hakan oğludur diye, benim varisimdir diye, yurdun törelerine karşı çıkamaz. Sen de anla! Atlandı. Savaş, akın olmadığında, savaşçılar, evlerine gidiyor­ lardı. Hakanlıkta yalnız scçke alplar kalırdı. Onlar silahlanarak hakanın işaretini bekliyorlardı. Borular çaldı, çeri, kıpırdadı.

96


GÖKTANRI

Aytac· ın çapan Oğuz·u birliği ile biıge ( birlikte ). Çu Sızrası'nda buldu. Bahasının üzerine ge ldiğini duyduğunda, hakan ordusu nun en seçme savaşçıları olan yoldaşlarını, atlı haşlarım çağırd ı. Durumu saklamadı: - Baham, emmilcrimle birleşerek üstüme geliyor. Ordu onlara bağlıdır. Sizler de hahama bağlısınız. O hakandır, töreyi koruyor. Ben de inancımı babama vermiyorum. Gerekirse babamla da savaşırım. İstiyorsanız kalın, istemiyorsanız siz de babamı kızdıran­ lara katılın. Ç{(�rt "11111 ( felek) yazdığı alın yazısından kaçılmaz. Erler hep bir ağızdan: - Biz seninlcyiz, Oğuz Han, dediler. Oğuz'un en yakın dostlarından Beyrek Bey: - Biz bu güçle hakana karşı koyamayız, Oğuz, dedi. Elde seni sev­ enler, babandan, kaynatalarından bıkan i nsan çoktur. Haber gön­ derelim, has beyler dara111p (toplanıp) gelsinler. O zamana kadar hakanla karşı karşıya gelmeyiz, yaymınz (çekiliriz). Bu söz Oğuz'un aklına yattı. Yurtlara çaparlar gitti. Birkaç gün sonra, Oğuz'a yürekten bağlı olan, onu seven beylerin ayakları açıldı. Uzaktan, yakından geliyorlardı. Başında olduğu hu yiğitlerle nice savaşlardan çıkmıştı. Hiç biri ölümden korkarak çekinmemişti. Onların yanında güçlüydü, ona el yetmezdi. Ancak şimdi korkuyordu . Canına ter geliyordu. Bozkırda babasıyla karşı karşıya geleceğini aklından çıkaramıyordu. Bunu istemiyordu . Ama, alınyazısının bozulmadığını da biliyordu. Ulu Tanrı'ya bağlıydı. Kısa yaz yağmurundan sonra yalablayan ( par­ layan) güneş, yıkanarak temizlenmiş bozkır, ölüm değil, dirilik havasıyla doluydu. Yalnız hakanlık olsa, uf demeden, her şeyden el çekerdi. Ancak şimdi boynu nda ilahi bir tapşırık vardı. Kaçmak, kendi Tanrı'sından yüz çevirmek olurdu.

97


SABİR RÜSTEMHANLI

Çad ırlar kalkıp kıpırdadı, yollar boyu savaşı özleyen erleri obalardan toplaya toplaya ilerled i . Ancak babasıyla karşı karşıya gelmedi. Gününe gün e klemekle Kara Han'ın yüreğinin yumuşaya­ cağını düşünüyordu. Kara Han gıılağıız (kılavuz) göndererek onun yerini öğrenmiş, ardına düşmüştü . Baba kovaladı, oğul kaçtı. Oğuz'un yiğitleri, Kara Han'ın çerisini dağıtmak için yanıyor­ lardı. Kara Han koca kurttu. Bütün yolları, bozkırı elinin içi gibi biliy­ ordu. Oğuz'un ondan kaçacağını hissetti ve izlemekten vazgeçti. Kılavuzların sözleriyle, Oğuz'u uzaktan göz altında t u t t u . Oğulunun beklemediği, hiçbir yere kaçamayacağı b i r yerde, yerden biter gibi karşısına çıktı. Oğuz önde emmilerini, onların başında şadları, bin başıları, gördü. Arkada, hakanın savaş alanını görmesi için yüksekte yer seçmiş koruyucularının başı üstün, kesinlikle babasının da bulun­ duğu tepede elin bayrağı dalgalanıyordu. Babası kurt gibi pusuday­ dı. Bekliyor, Oğuz yakalanınca kendisi gelecek ve kılıncını oğlunun boğazına koyacaktı. Oğuz, çocukluğundan beri, babası ile birlkte onlarca savaşa gir­ mişti. Hiç birinde böyle ııç1111111a11ııştı (huzursuz olmak). Şimdi atın eğerinde oturamıyordu . Ya onu, ya babasını götürecek bu savaştan kurtulmanın yollarını arıyordu . Son sözü Tanrı'dan bekliyordu ... Savaşa atılmak için acele eden yoldaşları ise onun ağzına bakıyor, ne diyeceğini bekliyorlardı. Bu anda Oğuz'un eli kalktı: - Savaş olmayacak! Haydi arkamdan gelin! Erler, gönülsüzce, babasıyla birlikte Oğuz'un da bildiği dere içi dar yolla uzaklaşan Oğuz'un arkasından koştular. Kara Han'la kardeşleri şaşırıp kalmışlardı. Önce bunun bir tuzak olduğu nu düşündüler, Oğuz'un başka bir yönden döneceğinden korktu lar. Dört tarafa atlılar gönderdiler. Oğuz yoktu, gitmişti, 98


GÖKTAN RI

sanki göğe çekilmişti. Böylece gece gündüz dinlenmeden İnci Nehri'ne kadar geldiler. Oğuz, yalnız babasını yenmekle, emmilerini d iz çöktürmekle, bu işin bitmeyeceğini biliyordu. Yani savaşta birinin ölüp birinin kalmasıyla iş bitmeyece kti. Bu o kadar da zor değildi. Oğuz'a göre incimenin kökünde Tanrı inancı duruyorsa, düğümü de o çözmeliy­ di. Ama, bu işe saraydan değil, elin günün içinden başlamalıydı. İnancını benimseyen, tanrıcılığı yol seçenlerin bir kısmını İnci boyuna, İki çay arası ellere, Aral çevresine gönderdi. Kara kılık (avam halk) denilen, eli işten ayrılmayan halkın içinde yayılacak bir inancın savaşta da korunacağına inanıyordu. İ nsanların almadığı, tutmadığı bir inancı savaya korumak anlamsızdı. U lus içinde tutu­ lan inancı ise savunmak gereksizdi, bu işi ulus kendisi çözecekti. İlk olarak İnci'nin aşağı akarında, büyük kum çölünün komşu­ luğunda, eski kalede bütün halk "biz senin inancının kuluyuz" diy­ erek onu seçtiler. Aylarca süren kovalamacanın sonucunda Oğuz aran yayla bilmeyen yerleşik, çiftçi insanların, budunun, mille tin, halkın yok­ sul kısmının i nanca saraydan farklı baktığını gördü. Onları putu da, Tanrı'sı da topraktı. On yere eğilmektense, bir Ulu Tanrı'ya tapmak yüreklerinde vardı. Zaten başlangıcı ve sonu olmayan yüksek bir toprak bilgisi alan bu insanlar, ağaç, çamur putları yapmak, onları gezdirmek işini beceremiyor, bununla uğraşmıyorlardı. Putlar, daha çok sarayların işine yarıyordu. Çiftçiler kuşlar gibi özgürdüler, yaşamlarını göğün güneşine, bulutuna, yağmuruna, nehrin suyuna borçluydular. Ayak bastığı her yer Oğuz'un sözünün gücü karşısında susuyor, ona inanıyordu. Ona olan saygının, sözünün tutulmasının, onu destekleyenlerin günden güne artmasının bir sebebi de insanların hafızasıyd ı. Sarayların, kamların, gittikçe daha süslü yaptıkları sahipler, anlamını bilmedikleri, ancak tengri adıyla tanıtılan yapma putlar, çalaplar onlara bostan içine koyarak kuş korkuttukları oyuk99


SABİR RÜSTEMHANLI

!art ( korkuluk) ku§ korkutucuları andırıyordu. Eski çağları unut­ mamı§lardı. O çağlar bu put düşkünlüğü böyle yaygın değildi. Bozkırda güneşten, aydan başka bağlı oldukları bir şey yoktu. Yaşam boyu topraktan, ateşten, sudan, aydan, günden güçlü ne görmüşlerdi ki . . . Bölgeden bölgeye putların görünüşleri d e değişiyordu. "Yaratan değişmez ki ! " Böyle düşünenler çoktu. Bir yandan da put olayının yaygınlığına daha çok yurtdışından gelenlerin istekli olduklarını görüyorlardı. Oğuz Han ise gelecek hakandı, sözünden el birliği, i nsanlara saygı havası seziliyordu . . . Oğuz, onlara yeni, yapma, dışardan gelme b i r nesne vermiyordu. U lusun eski, unutturulan i nancını tazeliyor, tek Tanrı'nın tek ulusunu bölmek, parça parça etmek isteyenlere karşı çıkıyor, eprimiş (sönmüş) ruhlara yeni can veriyordu. İnci boyunca, elin içinde, bozkırında da tanrıcıların sayısı akla sığmaz bir hızla artıyordu. Bozkıra alev düştü mü söndürmek olmayacak işti. . . Artık Oğuz'un gönlü rahat tı. Bundan sonra babasının eli i le ölmek, Tanrı'ya kavuşmanın e n güzel yolu, mutlu bir kader olacak­ tı. Bunu hissedince "artık kaçmak yeter" diyerek babası ve emmi­ leriyle karşı karşıya gel me k istedi .

1 00


GÖKTANRI

Kanlı Bir Savaş Oldu

D

üne kadar bir yerde olan, omuz omuza ateşler içinden geçen, düşman bağrı yaran, her biri koyun sürüsüne dalan kurt gibi kaç düşman ordusunu dağıtan, nehirler atlayan, dağlar aşan, ülkeler alan, bir kökten, bir boydan gelen alperenler, akraba, kardeş, bir kısmı babanın, bir kısmı oğulun yanında, elsiz, kolsuz, atsız, arabasız, cansız, cesetsiz kalana kadar dövüştüler. Kara Han savaş alanında ölen yiğitlerini gördükçe : " İt sütü emmiş! Kansız oğu l ! " diyerek sövüyordu. Oğuz göğsünden oklan­ mış yar yQldaşını gördükçe " kudurmuş baba ! " diyor, babasını kınıy­ ordu. Kara Han elinde olsa gökleri de, Oğuz'un tanrısını da yakıp yıkardı. Oğuz yeryüzünün bütün putlarından nefret ed iyor: "kırıp, bitiremedim onları" diye hayıflanıyordu. El parçalanmış, ordu kırılmış, güç tükenmişti. Bu savaşta en çok çalışarak at koşturan Güz Han'la, Kür Han'dı. Orhan gelmemişti, yaylaya giden başındaydı. Eski kaynataları Oğuz'la karşı karşıya 101


SABİR RÜSTEMHANLI

gelmek, her hiri kendi öçünü almak istiyordu. Ancak yenilecekleri­ ni hissedince, kardeşlerini ortada hırakarak kaçtılar. Kara Han bunu görünce, on kat fazla bir hırsla kendisi Oğuz'un üstüne saldırdı. Oğuz savaştan kaçındı: - Bu Ta nrı'nın iradesidir baba! Yeni yolu başlamalıdır ulusu n ! Yeryüzünü h u yanlışlıklardan kurtarmak benim hoynuma düştü . Doğmalarımın, yakınlarımın ölüsünün üstünden geçmek zorunda kalsam hile . . . Göklere karşı koyamazsın. Ben suçsuzum! Kendi savçılığını hana veren var. Tanrı'ya tap! El çek yalancı çamur put­ lardan, dönelim eski güzel günlerimize ! Hatun anamın göz yaşına kıyma! Ben, haha ölütçüsü olmak istemiyorum! Kara Han hağırd ı: - Tanrı seni yurda ölütçü gönderdi. Başını elimle kesmezsem el beni bağışlamaz. Kılıneını sıyırarak bir daha Oğuz'a saldırdı. Oğuz eli kılıneının kabzasında kımıldamadan bekliyor, baba eliyle gelecek ölümün sevi nci içindde gülümsüyordu. Ama, tam bu sırada Oğuz'un erlerinden hiri kargısını Kara Han'ın göğsüne sapladı. Oğuz ona bağırdı : - N e yaptın, alçak herif? Ancak iş işten geçmişti . . . Kara Han'ın ordusu bozuldu, paramparça oldu, dağıldı. Emmisi, çocukları kızlı oğlanlı e lden haş alıp gittiler. Oğuz'a karşı çıkanlar gece gündüz demeyip Karakurum'a doğru yol aldılar. Altay'daki eski yurtlara, Selenge Nehri ve Kadırgan Yaylaları'na doğru çek­ ildiler. Ulusun kara günlerini, soyların soylarının yüzünü kararta­ cak iç savaşın ağrısını hin yılın o tarafında doğanlar da anacak, yanacak, söyleyecek, kınayacaklard ı. ***

Oğuz ordusunu çekerek, savaştan sağ çıkmış yoldaşlarıyla yurda döndü. 1 02


GÖKTAN RI

Baş tarafta, iki atın arasına asılmış keçenin üstü nde lıalıasının ölüsü gidiyordu. Savaşta ayağının ahını görmeyen Oğuz, atını lıalıasının arkasından süre süre gözünün yaşını tutamıyor. onu kay­ lıettiğine yanıyor, anasının karşısına nasıl çıkacağını düşünüyordu. Başka lıi r duygu da ona, alınyazısından kaçıl maz, d iyord u . "Tanrı'nın yazısından, göğün yarlığından kaçılmaz. Babam ömrünü tamamlamak üzereydi. Öylece günlerin lıirinde can alan elinden tutarak götürse, lıen de yorulmadan, kuzu gilıi tahta otursaydım, sonradan lıir olan Tanrı için savaşa kalkmamı kimse anlamazd ı. Şimdi ise lıenim bir i nanç savaşçısı olduğumu, bu yılda babamı bilı;: çiğneyip geçtiğimi herkes biliyor. Babasını dinle meyen Oğuz'un kime ise yumuşayacağı akla sığmaz diyecekler. Bir babanın gitmesi ile Tanrı'nın, ulusun yolu temizlenmişse, ruhu ben i bağışlar." ***

Aybike hanım, dert giymiş, acı bağlamıştı. Bu savaşta barışın olmayacağını biliyordu. Ya er, ya oğul... İkisinden birinin öldüğü haberini bekliyord u. Çin Hakanı'nın kızıyla evlenmeyen, komşu­ nun kızına göz koyan, onu seçen, ondan başka kimsenin yüzüne bakmayan sevgili e ri n i n ölümünü duyduğu nda yandı, şivan kopardı. Ye ri, göğü, Tan rı'yı suçladı. Oğuz'un onu teskin e tmek istediğini gördüğünde, d işi kurt gibi kabardı: - Zehirli yılanlar gibi, sahibini ısıran köpek gibi, vahşi gazabını önleyemeyen aslan gibi, aç kurt gibi, kudurmuş deve gibi kendinizi kırıp tükettiniz. Yazıklar olsun size ! Elimize günümüze yazık!

"Elin

***

yakıp yakan ağıtçıları, yodçıılar (yasçı) geld iler, günlerce ağlayıp sızladılar. Ara11la (ova) dağ arasında, elin her yıl yaylaya çık­ tığında, tan vakti hakanın onurla durarak güneşi selamladığı sırtlar­ dan birinde Kara Han'ı toprağa verdiler. Oğuz gelip bir kürek toprak koydu. Her lıiri bir torlıa toprak getirdi, bir tepe oldu. Sonra yolun üstünde atlıların attıkları taşlar yükseldi. "Yı llar geçtikten sonra bu taş tepeciğe de boyun eğecekler" diy­ erek Oğuz acı acı söylendi. 1 03



GÖKTANRI

\,1

Hakanlıgın ilk Yılları

Y

azın ortasında Karacuk Yaylası'nda Oğuz, hakanlığı ele aldı. Önce el başçılarının tanıklığı ile sarayda tahta çıkma �iileni oldu. Hakanlık bayrağı, davul ve damgalar (mühür) verildi. İlk olarak altın başlı al hakanlık bayrağı geldi. Oğuz bayrağı ııpc rek altından geçti. Sonra kurt başlı, altın işlemeli, savay bayrakları geldi. Sonra altın sağanaktı (çerçeveli) hakanlık davulları geldi. Sonra tek tek saklanç ağuluk (hazine) arabalarını, sandıkları glistererek bilgi verdiler. Oğuz Han gelenek üzere kutsal yağmur taşını da görmeli, eline a larak kamların tanıklığı ile onu yalnız iyi amaçlarla, el yolu, el ı ı ı resince kullanacağına and içmeliydi . Şölene gelenlere dedi:

1 05


SABİR RÜSTEMHANLI

- Şimdi de Tanrı Taşı ge tirilecek! Bu kadar büyük insanlard an sadece Oğuz bu taşın, elde silylendiği gibi cadı taşı olmadığını, Ulu Tanrı'nın yere indirdiği kutsal yıldırım taşı, göktaşı olduğunu hiliyordu.

A,�ııcıı (hazineye bakan görevli) gi tti, gelmedi. Az geçmiş onu arabaların arasında bulup getirdiler. Kendinden geçmişti. Yağmur Taşı yoktu . Kaybolmuştu. Çalmışlard ı ! Ağucu ese ese dedi: - Birkaç gün önce kendim kontrol ettim. Sandıkta yerindeydi, hakanım ! Sonra Oğuz'un ayaklarına serildi : - Söyleyin, vursu nlar benim başımı. .. Gönlüme düşmüştü! İğrenç Çinlileri n bir gün oraya el uzatacaklarından korkuyord um. Uğrulayıplar cadı taşını! Yaratan yüz çevirdi bizden ... Bu sözler yala/ayıp (yıldırım) çaktı Hepsi donup kalmışlardı. Kulaklarına i nanmak istemiyorlardı. Bu, ulusun ölümü demekti. Oğuz Han, önce bu sözün şöleni bozmak için söylendiğini düşündü. Ancak, acı da olsa, taş kaybolmuştu, yoka çıkmıştı. Hakanlık şöleni yasa dönmüştü. Oğuz Han, Çin'e giden bu yollara atlı birlikler gönderdi. Ta� bulunmadı. ***

Yazın sonunda Oğuz Han, altın işlemeli kapısı gün doğana açılan, doksan başlı, üç bin kişilik çadırını Karacuğun güllü, çiçekli çimenlerinde açtırdı, uzak, yakın ellerden gelen beylerin, e lçilerin, konukların katıldığı hir kurultay çağırdı. Ele-güne haber verdi. Kırk masa, kırk sıra düzüldü. Bahasından sonra gönlü açılmasa da töreni hozamazdı. Oğuz Han beylere, ele güne kendi düşündüklerini bildirerek şöyle hüküm ve rdi: - Ben sizin üzeri nize hakan old u m ! Okumuzu, yayımızı, 1 06


GÖKTANRI

kılıncımızı cesaretle elimize alalım. Önümüzde hayırlı yollar açıl­ sın. Oklarımız yayından uçtuğunda göğün yüzünü kaplasın. Demir kargılarımız orman gihi olsun. Yu rdu muzun ırmakları, denizleri çağlasın . Güneş hayrağımız, gök çad ırımız olsun . . . Oğuz Han hakalım sonra ne dedi: - Beyler, kandaşlar, kardeşler, konuklar, hili n ! Ben, Oğuz Han, yeryüzüne hüyük yaratıcının elçisi olarak geld im. Yaratan hirdir, hepimiz onun türett ikleriyiz. Onun seçimine, onun savçısının isteğine hoyun eğerseniz, uluslarınız hizim haşım�za toplanırsa, haşkaları da el vererek el olurlarsa, ulu göklerin altında insan oğlu düzen hulur, gelişir, doğrulukta, anlaşma içinde yaşar. Yaratılan, hirhirinin kanını dökmez, herkes kendi yuvasında mutlu olur. He r şey büyük yaratana bağlıdır. Buna karşı çıkanları da yola getirmek ·ıanrı'nın emridir. Bunu da bili n ! Türk'ün Tanrısından büyük yaratan, Türk'ün gücünden büyük güç yoktur! Bunu da anlayı n ! Göğün altında, yerin üstünde bizim düzenimizi kimse bozamaz. Adımızı kimse batıramaz! Kim bu düzeni bozmağa kalkarsa, ona kurtuluş yoktur. Göktanrı yardımcınız olsun! Oğuz Hakan e lçilerle dört bir yana, hütün komşu ülkelere bııyıı­ rıık (ferman) , hildiıge ya21/an ( bilgi yazısı) mektuplar göndirdi. Bu mektuplarda: "Ben Türk Ulusunun, elinin gününün hakanı oldum. Ye ryüzünün dört hir yanının da hakanı olmam gerekir. Bana hağlanmanızı, itaat etmenizi istiyorum. Her kim he nim sözüme hakarak hu nlara uyarsa, emrime boyun eğerse pay ürüşünü, hediyelerini verirse onu dost tutarım. Kim bana kafa tu tarsa, ordu­ mu çeker, başını ezer, onu yok eder, öyle de yaparım! Be n önce gördüğünüz gördüğünüz ye r hakanlarından değilim. Yerleri, gök­ leri yaratan, sizlere, bizlere yaşam veren, hütün yaratılışların haşlangıcı, büyük haba, qi. be nzeri olmayan tek, bir, erkli, görklü, Ulu Tanrı'nın yere, hüt ün insanlığın üzerine gönderdiği yalavaçı m ! Bin yıllar boyu insan oğlunu doğru yoldan saptıran, karşı karşıya getiren yapma töreleri silmek, gözümüzü geldiğimiz göklerden ayıran, adamları küçülten, Tanrı adına gölge yapan putları, tözleri, 1 07


SABİR RÜSTEMHANLI

çalapları, yapma tapınakları yakıp yıkmak, yeryüzünde tanrısal düzen kurmak benim görevimdir. Bu nlar Tanrı'nın bana verdiği tapşırıklardır! İnanan itaat edecek, inanmayanı i taat ettireceğim" diye yazmıştı. Bundan sonrs Oğuz Hakan son savaşta kendisine yardım etmiş olan Uygur, Kayı ellerinin beylerini ayrıca topladı. Bütün savaşlar­ da birlikte olacaklarına söz verdiler. Karışıklıkta parçalanarak dağılmış olan ordu toparlandı. At başılarını yeniden seçti. Ağır günlerde ondan uzaklaşmamış emmisi, aynı zamanda kaynatası olan Orhan ordu başçısı oldu. Kam Ata ile konuşarak o'nu tek tan­ rıcılığa inand ırmağa, Ata Mağara·yı Tanrıcılık ocağına çevirmek ve daha güçlü korumak için, onu ikna etme işini Uslu Hoca'ya tapşırdı ve Uslu Hoca'yı Hantengri'ye gönderdi. Yakın yerlerin tanınmış demircilerini topladı, sofra açıp onlara ziyafet verdi. Türk ellerinde o zamanlar demirciler de çoban ve asker gibi üst kişilerdi. Halk arasında özel yerleri vardı. Demirciler gece gündüz çalışarak orduya gereken kılınç, ok ucu, mızrak, balta ve d iğer savaş araçlarını yenilediler. Ordu yeniden kuruldu. Atlar seçilerek binek ve yük için olanlar göz altına alındı. Arpayla bol bol beslendi. Oğuz Han Çin'in elçisini çağırtarak ona bildirdi: - Ü lkenizin saygı değer imparatoru, değerli komşum ve kardeşim kendini gök insanı sayıyor. Göktanrı, Köktanrı yere benden başka elçi göndermed i. Ağaç, taş, deri, gibi cansız kendinin sahibi sayan insandan gök insanı olmaz. Çin bizim komşumuzdur. Orda kendi soyumuzdan olan sayısız insan var. Hakanlığınızın başında uzun yıl­ lar bizim kandaşlarımız oturmuş. Sizin sınırlarınızrdan başlayarak en uzak gün batan ellerine gibi büyük Gobi'nin, bozkırın beyi olan, tanıdığınız, tanımadığınız ulusları itaat altında tutan el imize üstten aşağı bakmak istediniz. Sizden dışarıda olanları alçaltmaktan, adlarına yalanlar uydurmaktan yorulmadınız. Bizi, yağmacı, akı ncı saydınız. Ye ter! Çin'in yalanları, Türk'ün kılıncından keski ndir. Biz 1 08


GÖKTANRI

yalanla, iki yüzlülük hilmeyiz. Komşı.ımuzun güçlü olmasını isteriz ki, biz de güçlü olalım. Uzun süren kuraklığın Çi n'e getirdiği sıkın­ tı, hizi de üzüyor. Ancak hu, Tanrı"nın işidir. Elimizdeki hilgilcre göre,Türk"e Tanrı·nın gönderdiği Yağmur Taşını, elimizin kutsal taşını Çin imparatorunun giidiikçiileri (casus) çalıp götürmüşler. Uiz, savaş istemiyoruz, ancak taş geri verilmezse, hozkırın düzeni bozulacak, akınların önünü alamayacağız, istesek te, istemesek te, hu akınlar karşısında Çin hatacaktır. Elçi yağlı dilini işe saldı. Tarihten, hugünden, Çin İmparatorunun komşularına hoş münasehetinden uzun uzadıya konuştu. Deriden, kabuğundan çıktı ki, taşın Çin'de olmadığını i nandırsın. Zaten artık (.:in'in taşa ihtiyacı yoktu, çoktan beklenen yağmurlar başlamıştı. Bu haber Oğuz Han'ın bütün şüphelerini dağıttı: "Türk'ün taşı sizin başınıza düşsün ! Elinize geçtiği gibi Tanrı yağ­ murunu gönderdi" Elçi gittiği gibi Oğuz Han Çin üzerine sefer hazırlığı tapşırığını verdi. Oğuz Han'ın Çin imparatoruna mektubu : " Çin Hakanı ! Duy, bil ! Senden önceleri, bize komşu olan baban da, ondan önceki ataların da bize boyun eğdi, i taat etti. Göklerin yerlerin yaratıcısı olan erkli, görklü yüce, bir olan Tanrı bize Türk adını verdi. Bizi yeryüzüne hakan kıldı. Tanrı birine kızdığında, bizi onun üzerine gönderdi. Ancak biz, sizin üstünüze gelmek istemiyoruz. Komşulukla, bin yıllar boyu var olmuş ilişkiler­ imizi korumak istiyoruz. Sizi doğru yola, yüce Tanrı'nın yoluna çağırıyorum. Göktanrı inancına bağlanmaktan başka çıkış yolunuz olmadığını söylüyorum size. Bir olan Tanrı"ya sığınırsanız, ellerimiz sonsuza kadar en iyi 1 09


SABİR RÜSTEMHANLI

komşular olarak birlikte yaşar. Ben Tanrı'nın elçisiyim. Tanrı'yı bilen, beni bilecek, benim büyüklüğümü kabul edecek. Yılda iki kere baç ödeyecek, ha raç verecek. Başka yol arayanlar başlarında keskin kılıncımı görece kler. Sözümü tutarsan, buyruğuma boyun eğersen övdüğüm yüce Tanrı seni de büyütür!"

ı 10


l 3ÖKTAN RI

Tabgaç Hiyle Yuvası

Y

ağmur Taşı'nı hazine arabasındaki sandıktan çalan Çin casusları, Tülü ile Don Xi'den daha çabuk kaçmışlardı ordadan. Don Xi "Tülü bilse iş bozulur, erim de olsa, Türk'tür. Bayat gücünün Çin'e gitmesini istemez" demişti . Ordadan uzaklaştıktan sonra casuslara bir kısım Çinli tüccarlar da karışmıştı. Çeşitli adlarla Türk sarayına, Çin elçisinin yanına !!,İc.lip gelen adamlardı. Önce korku içinde olsalar da, kendi ülkeler­ i ne yaklaştıkça yüzleri gülüyor, sevinçlerini saklayabilmiyorlardı. Yolda gün batandan ge len bir kervana katılarak izlerini oütünlük­ lc kaybettirdiler. Yüzlerce yolcı.mun, seyyahın arasında onları tanıyıp bulan olmazdı. ***

Taşın çalındığı gece Kfım Ata ağır oir rüya gördü, rüyadan kan ter ıçinde uyandı. Diğer kamları başına topladı. "Elin kara günleri 1 1 1


SABİR RÜSTEMHANLI

haşlıyor"' dedi, Korkunç hir rüya gördüm. Gördüm. yıllar hoyu sürı:n hir kuraklık hozkırı küle döndürmüş. Ese n rüzgarlar yeryüzünün o haşından. hu haşına kül savrunt uları taşıyor. Ortada yeşil hir zolak (mera ) kalmış. Onun içinde sonu görünmeyen bir ker­ van gidiyor. Kuraklığın acısı sadece hunlara dokunmuyor. Elimiz günümüz her yerden kaçarak hu kervana katılıp kendilerini kurtar­ maya çalışıyor. Sonunda görüyorum, hu kervan değil, hir yumaktır. Türk ellerinden uzanan rengarenk ipleri sara sara Çin'e doğru yuvarlanıyor. Bu ne idi, hilmiyorum. Ancak iyi rüya değil ! Var mı öyle hir kervan? Kimlerindir? Ne götürüyor bizden? Hissetmedim. Ancak durdurmalıyız onu ! Erkon'un bütün cadılarını toplamamız gerekse de, yolları kapatarak kervanı d urdurmalıyız ! Kamlardan birisi: - Kam Ata, yıldızcı Erkut Baba yetmez mi? Kam Ata, ne düşündü ise: Olsun! yıldızcı Erkut Baba'yı bulun! Az sonra omuzlarına dökülen dalga dalga ak saçları olmasa, yüzünden çocuğa henzeyen, gözlerinin derinliğinden sanki uzak hir dünyaya yollar açılan Erkut Baba geldi. Kam Ata'nın rüyasını ve korkusunu dinledi. "elimizden kurtulam az o m��ış (kervan)" diyerek gülümsedi. Bir yerde, Ata Mağara'ya çekildiler. ***

Kervanhaşı, sanki haşım kaybetmişti. Ne yapacağını, nereye gide­ ceğini bilm iyordu . Bu yollarla yeryüzünün uzak el lerine kaç kere gidip geldiğini çoktan unutmwj olsa da, kend ini hu yolların en iyi bilicisi saysa da, hurda defalarla her türlü zorluğa düşüp çıksa da böylesini görmemişti. Kervanların arabaların, atlı ve yaya yolcuların yüz yıllar hoyu döverek taşlaştırdığı, üç dört arahanın yan yana geçe­ hilcceği el yolu hirden bire yok olmuştu. Dire dövdü oyununda olduğu gibi kimse, hu yolu kayış gihi ayakları altından çalıp götür­ müştü. Günün çıktığı yer de, hattığı yer de göz önünde, ancak ner­ eye gideceğini hilmiyor. Sanki, gökteki yıldızların da yeri değişmişti. Burası. Tanrı Dağları ile Çin arasında, sonsuz hir kum çölüydü. Sağ 1 12


GÖKTANRI

ekle, uzaklarda olsa da ancak her halde görünmesi gereken

'fangut"un karlı tepeleri de bulutlara karışmış, eriyip gitmişlerdi. Peki, yol nerde kaldı? Kervanın düzeni bozulm uş. develer, atlar, katırlar, tüccarlar, yol boyu onlara katılan yolcular ve Yağmur 'faşı'nı çalan hırsızlar birbirlerine girmi§lerdi. Kaç kere, gece yıldı­ zlara bakıp i leri yürümü§, güneş doğduğunda yine, ilk ba§ladıkları yere gelmişlerdi. Sabır da su gibi bitmişti. Artık kervandakilerin her biri yaratanın onlardan yüz çevirdiğini anlıyordu. Kaplardaki son damla sularda içilmiş, insanların dudakları geçtikleri çöller gibi rndar cadar o/111ııştıı ( çatlamaştı). Bedenlerini yaralar sarmıştı. Yaşlı, uzun yollar gitmiş, seferler görmüş kişiler atların, develerin karnın­ da deriye yakın olan damarları delerek ordan süzülen kanla susu­ zluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Ancak bu çabucak yüreklerine vurdu. Kervanı hastalık sardı. Bu azını§ gibi, on, on beş gün sonra kervanının yan yöresini kurtlar sard ı . İ nsanlara, hayvanlara yanaşmıyor, kendileri de art arda sıralanarak sanki, kervanı kasten izliyorlardı ki, bu ölüm çemberinden dı§arıya çıkmasın. Birkaç günden sonra birden bire gök yüzü karardı. "Havaya bulut geldi, yağmur yağacak" diye sevinenler oldu. Ancak göğüslerine düşmüş başlarını zorla kaldırdıklarında göğü kara çadır gibi kaplayan, kervanın üstünde can alanın gölgesi gibi dolanan kara kuzgunlardan ba§ka bir §ey görmediler. Böylece kervan sonsuz kum çölünde dondükçe döndü, döndükçe eridi ve sonra kumlar arasında yavaş yava§ kayboldu, batıp gitti. Yağmur Taşı da, ona sahiplendiklerine sevinenler de kervanla birlik­ le sonsuza kadar daldı bu kum denizinin dibine . . . ***

Çin'e gittikten sonra Don Xi'nin saraya ayak açması Tülü'nün içini karmakarışık duygu ve şüphelerle doldurmuştu. Onların el üstünde tutulmasının öyle, böyle bir iş olmadığını hissediyordu. Biraz geçtikten sonra Don Xi'nin onu acele ettirmesini, ordadan kaçarak ayrılmasını, kendi elinden kutsal taşın çalınmasıyla ilgili 1 13


SABİR RÜSTEMHANLI

olduğun u anladı. Demek, Türk'ün gücünü çalnwitılar. Onun e l iyle ol masa da, yardımıyla olm u�t u hu iş. Sanki, huzlu suya sokup çıkardılar Tül ü'yü. Ayı ldı. ama. ne yapacağını hil mcd i . Si!z açılsa, Çinliler onun meseleyi anladığını hilscler ölümden k u rtulamazd ı . S u s u p hcklcmekten, kendini a nlamazlığa vurmaktan haşka h i r yol görünm üyordu . Bununla hirlikte, Don Xi'yc sezd i rmeden, gizl ice her yanı araştı rıyor, Yağmur Taşı'nın yerini öğrenmeye çalışıyord u . ***

Çin Sarayı'ndaki şenlik yavaş yavaş azalarak üzücü hir heklemeye çevrildi. T<ışı getirecek olan kervan gelip çıkm ıyord u . "Tu t u p geriye mi götürdüler, yoksa yolda öldürdüler mi? Belki taşın çalınması Don Xi ile Tül ü ' n ü n uyd urması m ı ? ! " Ancak, ordadan Çin elçisin­ den gelen çaparlar d a onların dediğini demişlerd i . Oğuz Han'da taşın Çin'e getirildiği n i h i liyor, mektubunda onun geri verilmesini istiyord u . Geli p, u laştı, u laşmadı, artık b u n u n konuşu lması doğru olmazd ı . "Taş bizde değil, kervanla birlikte yok o l d u " dense de, bu doğru kendilerini kurtarmayacak, aksine işin başında olduklarını açığa çıkaracaktı. Yas içinde o l u p, kayholanının acısını çektiklerini göstermekte aynı olaca k t ı . Ke ndilerini hiçbir şey olmamış gibi göstermekten başka yolları kalmamıştı . Yeniden ara kızıştı, İ m para­ tor Sarayı öncek i hayatına döndü. Arkıt Tülü'de tam olarak emindi " taşı getirmişlerd i . " Ancak nerede saklıyorlard ı ? Bunu bilmiyord u . B i r şeyi biliyord u k i , k u tsal Tanrı emaneti çalınan Türklerin korkusundan taşı burada, sarayda saklayamazlardı. B u arada ü l kenin güneyinden ilginç haberler geliyord u . Yıllar boyu beklenen yağm u r yağm ıştı. Ancak o kadar çok yağmıştı ki, nehirler taşmı�. evleri, ekinle ri yu t u p göt ü rüyor d u . " Demek böyle ! Yağm u r Taşı geldiği yerde kendi işini yapıyord u ! " ***

Türk içi nde her hir heyin göz diktiği yağm u r taşının Çin'e kaçırıl­ ması haheriyle, arı pe teğine çomak sok uldu sanki. El karı�t ı . B u işin sonu savaştır. Ancak büyük savaşı beklemeden, he rkes kendi öçünü 1 14


C�ÖKTANRI

Ellerine fırsat geçınİ)t İ . Aralarındaki lıarı11 hozan (in ·c yürümek, a rkası kes il meyen lıaskınlarla onlara d ü nyayı dar e tmek. kutsal ta1ın izini lıularak ona sahiple nmenin a rzusuyla y an ı yo r la r d ı almak n iye t i nc.kyd i .

.

Kuzey, güney yolları lıaskıncıların sayısız saldırılarından karard ı . 1 l e r g ü n lıu yollarla Çin'in üstüne yağmurdan çok daha korkunç seller dökülüp geliyordu. Sald ırıların, haskınların akına henzetilmc­ si, Türk h ücumlarının akın diye anı lması da gökten d üşme değildi. Bütün kuzey yollarını kapatan uzun hir taş d uvar çekme kararına ('in İmparatoru o çağlarda gelmişti. ***

Ancak, kom§usunun yüreğine al atmanın ne demek olduğunu ( >ğuz Han gösterecek, h u gözden kıl çekenlerden yıllar hoyu topladıklarının hepsinin hirden öcünü alacaktı. Hakan önündeki <,'in seferine olanca gücüyle hazırlanırken emmilerinin Altay'dan, Kadırgan'dan, sakin okyanusa kadar ne kadar Türk boyu varsa loplayarak üzerine yürüdüğünün hilgisini aldı. İleri atılmak isterken arkasından vurulmuştu. Oğuz Han onları yurda sokmamak için Çu Nehri'nin solunda ho§ bozkırlardan, Balkaş Göl ü'nün güneyinden geçerek gün çıkana doğru gitti. Altay Dağları eteklerinde ordalandı, az sonra emmileri ile karşılaştı. İki gün süren kanlı savaşta, her iki taraft a n da çok erler kırıldı. Sonunda Oğuz Han·ın heklenmeyen yan saldırıları, emmilerinin kısas alma isteklerini ho§a çıkardı. Büyük l'nımisi öld ürüld ü. Geride kalanlar Kür Han'ın haşçılığı altında Kuzey doğu hozkırlarına, Tuğra S ızrası'na çekildiler. Kür Han lıu ra ­ da d a ellerini kısıp <)turn1adı. Büyük karde§lcrinin kanını almak, kudurgan kardeşi oğlunun hurnunun ovmak yangisi Kür H a n · ı n var­ lığ ı n ı sarmıştı. Bu yüzdens kime desen ağız açmaya, kime desen \·;ırd ı m istemeğe hazırdı. Ancak a ramaya ihtiyaç kalmanı ı1t ı . Zaten < i n elçileri imparatorun gizl i mcktuhunu ona ula§t ırnı ı§lard ı . � k kt u hunda i m parator, güya, yü reği yanarak eski dostu Ka ra kalan

,'

l 15


SABİR RÜSTEMHANLI

Han'ın talihine acıyor, akrabalar arasındaki düşmanlığın derin­ leşmesini istemediğini bildiriyordu. Ancak, tahii'ki, mektubun esas maksadı başkaydı. İ mparator söz arası, Oğuz Han'ın gençliğinden, hunun komşularıyla olan ilişkileri hozahileceğinden endi§elendiğini bildiriyor, ve ustalıkla ona da işaret ed iyordu ki, güya, ülkelerinin çıkarı için Kür Han'a her türlü yardımı yapmaya hazırdı. Aslında Çin İmparatorunun gözünde, hakanlık hakkı onun olmalıydı. . . Mektup böylece arayı daha da kızıştıran ifadelerle doluydu. B u sözler Kür Han'ı daha d a kızdırıyordu. "Kana kan" diyerek ileri atıldığı her sava§ta, kaybettiği yakınlarının, tattığı yenilgilerin acısı onun intikam ve gazap ateşini alevlendiriyor, kendi, kend i içinde kavrul uyordu. Bu çılgınlıkla da o, kuzey halklarından topladığı savaşçılarla, genç hakanın üstüne hir daha saldırdı. Oğuz Han bu sefer onu karşıladı. Kür Han'ın onu nerede arayacağını iyi biliyor­ du. Fakat o yerden ayrılıp sezdirmeden Karakurum'u atladı. Kumlu çöl ün girişinde, bekle nmedik hir yerde Kür Han'ın önünü kesti. Daha bir kanlı karde§ savaşı oldu. Akraba, kardeş dur demeden bir­ birlerini okladılar, kargıladılar, kılınçla böldüler, al kanları ile bozkırları kızarttılar. Kür Han hu sefer de yenilerek gün doğana kaçtı. Bundan sonra Oğuz Han kuzeyde yaşayan Tatarların başçısı Altın Han'la karşılaştı. Yenilginin kaçınılmaz olduğunu gören Altın Han, tedbirli davrandı, elçi gönderdi "zaten birbirimizi e lden sa/111ışız (unutmuşuz) , bırakalım büyük hakan genel düşmanımızla savaşa hazırlansın, hiz ona düşman değiliz, söylediği şartlar içinde ona yardım etmeye hazırız" sözleriyle Oğuz Han'a itaat etmeye hazır olduğunu bildirdi. Görüşüp anlaştılar. Genç hükümdar gücünü toparlamak için yeniden gün hatana doğru çekildi. Bütün kışı Balkaş yöresinde, kalın karla örtülmüş dağların ardında, rüzgar almayan, asıl kışlık, yerleşim yerlerinde geçirdi. Kara Kırgızların küçük baskınlarına sabrederek Çin akınına hazırlandı.

1 16


GÖKTANRI

Çin Seferi

Y

eni yetiştiği yıllarda hu yolu çok geçmiş, Çin'in yılın yedi ayı sular altında kalan, adamların karınca gil"ıi kaynadığı, nemli, gönül sıkıcı iç oymaklarına kadar gidip dönmüştü. Ancak, şimdi olanı haşka yolculuktu. İç savaşlardan, babasıyla, kan akrabalarıyla kanlı döğüşlerden sonra ilk defa böyle güçlü bir d üşmanla karşılaşacaktı. Bu Oğuz'un, dolayısıyla da hakanlığının yaşayıp yaşayamayacağını gösterecek bir yürüyüştü. Bir yandan da Tanrı Taşı aklından çıkmıyordu. Ara sıra bahasının ardınca da söylenirdi. "Aklın putlara karıştı, elin büyük ta11ga/11111 (varlığı nı, zengi nliğini) unuttun. Ulusun gü nünü de adınca karaltın baba ! " Bir ilğı at, bir kaytaba11 (deve sürüsü) deve gitse, Oğuz'u böyle­ sine üzmezdi. Taş geri getirilemezse, yurt dağılacak. . . Bunu düşündükçe öfkesi artıyordu. Yaz geldi, yerler sular uyandı, yollar açıldı. Oğuz göklerden ses bekledi. Ayın bütünleşip dünyayı ışıklarıyla doldurduğu gece, 1 17


SABİR RÜSTEMHANLI

g ü n ü n ilk ı�ığı Jağların karlı ha�m ı dövdüğünJe, Oğuz.un t ü rl ü boy l a rd a n . soylardan d c r i l i p toplannıı� ordusu güneye doğru akt ı . B i r ayl ık ü z ü n l li k rle dolu yolu sabırla,

kamı/ara taş ba,�layarak

(açl ığa susuzl uğa kat lanmak) yürüJülcr. SonunJa Çinlilerin ilk giize t l c me kule leri giirü n J ü . Oğuz, orJuya bir hafta lık dinlenme zamanı verJ i . Bu arada ord u n u n öncü çerilcri, kılavuzlar, diirt bir yanı a ra d ı l a r. kar�ıdaki yolları denetim a l t ma a l ı p ge ldiler. Gözcü kulelerinin her biri bir küçük kale de olsa Oğuz'un yaklaştığını duy­ d u k l a rı n d a

bo�a l ı ı l m ış t ı .

Biiylece

Oğuz

Han

Çin"den

g i ri p

Maçi n " d e n ç ı kt ı . Büyü k Deniz, Dalay Denizi, G ü n Doğan de nizi d e n i l e n sakin okyanusun yak ı n ı n d a d u rd u . Arkadan

çaparlar ( u lak­

lar) ge l d i . Kür Han ye niden toparlanmıştı. S ığınağa girip Oğuz dönmezden önce saraya sald ı rarak, kendisinin hakanlık bildirisini yaymak istiyor. Oğuz Han, her biri kendisini özgü r sayan, bir birini sevmeyen, ancak kuzeyden gelen Türk hücu mlarına karşı çabucak birlqen Çin oymaklarının baş kentinde Tan rı e lçisi gibi karş ı l a n J ı . Ord u n u n görmediği e li a ç ı k l ı k l a ağırland ı . Yüzüne güldü ler, a m a , Yağmur Taşı 'ndan bir h a b e r çıkmad ı . G ü n doğan scferinin sonunda Aytac H a n ı m Oğuz Han'a i l k oğlunu bağışladı . Ad ı n ı

Gii11 (güneş) koydu lar. Hakanla hatun, ana

baba ola rak onu başka isimle de çağırırlardı . Ev içinde başka adı d a vard ı . Ancak G ü n a d ı n d a Tü rk asilzade soyl a rı n ı n g ö k l e ve yaratılışla i lgili d ü şüncelerinden gelen gizli b i r anlamı da vard ı . B i r y a n d a n d a hu a d , çocuğun G ü n doğanda doğduğunu hatırlatacakt ı . İ l k oğl u n u n ad ı n ı Oğuz Han kendisi vermişti. Bu a d ı da rüyasınd a görm ü ş t ü . Ak giyimli b i r koca g ü le güle " A l t ı oğlun olacak, o n lara G ö k ad ları koyacaksın, G ü k t a n rı ' n ı n i s teği, yarlığı böyl e d i r" demişti. Oğuz Han rüyaya inanmıştı, ad koymaya Gök hakimi G ün ' d e n haşlamıştı . Oğl u n u n doğmasıyla, zaten çok sevdiği, bağlı olduğu, uzak, ağır yürüyüşlerde de yanı ndan ayırmad ığı, usuna, sözü n e çok güve n d iği Hatun, Oğuz Han·a d a h a d a yakı nlaşmıştı. O, Aytaç'a da Tan r ı ' n ı n ona sevgisi. armağanı g i b i bakıyord u . Erlerin, alplarin ulaşamaya1 18


GÖKTAN RI

cağı hir sahır, güç. erenlik vardı llalun "da. üste lik Hakan·ın en seçkin, denenmiş ke11eşçisi (danışman ) de oydu. Yıllar boyu. yollar uzunu karşılarına çıkan yüzlerce soru nu, düğümü çözmekle Oğuz"a ondan çok yardım eden olmayacaktı . l lakanı n lııı,�ra ( d işi deve ) gihi, yaz se lleri gibi kü kreyip. he r şeyi ayak allına al mak isted iği zamanlarında da Aytac Hatun tavrını değişt irmez, Oğuz"a uymaz, yüzüne dolmuş ay ışığı na benzeyen çekici. hütün dert ve gamı unut­ turan ışık azalmazd ı. Kan akrabaların düşman ol ması, elden kopmaları Hatun'u üzüy­ ordu. Savaşlarda onların art arda yeni lmesi, vuru lup topraklara karışmasına yanıyordu, ancak o da Oğuz Hakan gihi hu nun kaçınıl­ maz olduğunu, Ta nrı yarl ığını , eli koru m a n ın haşka yolu kal madığını görüyor, hakanı içten hoğan acıları azaltmaya çalışıy­ ordu. Görünüyordu, T<ın rı e lçisini korumak için onun seçilmesi de göklerle ilgili hir işli. Bunu hissediyordu, e rine, elin başkanına, büyüğüne ömür gün yoldaşı olmanın gururuyla heraber, bu yolla Tanrı'nın buyruğunu yerine getirmenin de sevincini yaşıyordu . Ve hu duygu ömrünün sonuna kadar içinden çekilmeyece kti. Günün hayata gi rmesiyle, yeryüzünün ye ni günlerinin başladığı­ na inanırdı. Oğul doğu rmak, Oğuz'un soyu nu yeniden göyertmek, hakana devamcı getirmek demekti. Ana çocuğunu hesler gihi değil. elin yolunu koruyan gihi büyütürdü Gün'ü. Torunun doğması Orhan'ı da sevindirmiş ve gururlandırmıştı. Akının bitmesini ve geri dönü lmesini istemiyord u . Ke ndisine bağlı olan haşka atlı haşılar da "aylarca yol gittik, sonunda Büyük denize varmamak suçumuz olur, hakanım" d iyerek ilerlemek istedi klerini bildirdiler. Oğuz Han kısa kesti: - Karşıdan korkumuz yoktur. Bizi görüyorlar ve duyuyorlar. Elçilerimiz gitse ":;ize itaat ediyoruz, sizinle el oluruz" sözünü alsalar, yeterlidir. Başka söz de beklemiyorum. Çin'e gücü müzü gösterd ik. Yu rdumuz da güvenli ve rahat olarak oturabi li riz. Dönmemiz gerekiyor.

1 19


SABİR RÜSTEMHANLI

Kardeşinin oğlunun uzun süren bu ilk yürüyüşünden böyle güvenli konuşması, her şeyi bitmiş sanması Orhan'ı korkutuyordu . - Hakanım, Çin hala basılmış sayılmaz, bize bilgiler geliyor, toparlanıp yolumuzu kesecekler. Bunların mayası çürüktür. Sahte gülüşlerle başımızın altına yastık koymaları na uymayal ım. Gerçekten de, Oğuz Han'ın ülkelerinin içine girmesine ses çıkar­ mayıp her yerde önüne güler yüzle çıkarak boyun eğen Çin oymak başkanları, bu kendine güvenen, erdi/ (cesur) Türk hakanını, böyle ergenliğinde, hakanlığının başlangıcı nda boğup Tü rklerin korkusundan bir yolluk sıyrılmak, çeliği büküp ellerine almak istiy­ orlardı. Şimdi bunun çağı yetmiş, av kendi ayağı ile gelip tuzağa düşmüştü. Çi nliler birleşmiş ordu larıyla İ pe k Yol u ' nu n bir kanadının Tangıı(a (Tibet) ayrıldığı yerde, dar derede Oğuz Han'ın yolunu kestiler. Savaşın sonunu görmeden başarılarını kutlamaya başladılar. Dereyi görmeden paçayı sıvamışlardı. On binlerce Türk, başlarında hakanları, avuçları nın içindeydi. Gökten övdükleri bir olan Tanrıları da gelse onları buradan çıkaramazdı. Oğuz Han, aldatıldıklarını görünce, ordu başçılarını ke11eş111eye (danışmaya) çağırdı. Söyledi : - Bu toprak kulübe lerde domuzlarıyla, tavuklarıyla birlikte yaşayan Çinliler Tanrı'nın gözü açılandan beri bize yağı (düşman) kesilmişler. Toprağın verimlisi, altının sarısı, gümüşün akı, ipeğin yumuşağı, darının ekimli olanı . . . bunlardadır. Bizleri çöllere itip, orda, kaba topraklarımızda yaşamamıza da izin vermek istemiyor­ lar. Bunları, bizim, özgür düşüncelerimiz ve sabrımız, tükenmez gücümüz korkutuyor. Yaratıldığımızdan beri, elimize karışıklık salıp düze nimizi bozanlar bunlar olmuştur. Tanrı'nın yardımıyla gücümüzü göstermeliyiz. Sözü mün tiikeıi11i ( sonunu) işittiniz. Şimdi siz konuşu n ! Beyleri dinledi ve bir daha söyledi: - Bu yerleri Uygur atlıları daha iyi tanırlar. Onlar önden gitsinler. Kalan gücümüz gizlenecek. Uygur atlı larını göre n Çi nliler 1 20


GÖKTANRI

gücümüzün azlığından sevinip onları izleyecekler. O zaman Uygur okçuları becerilerini gösterirler. Orduyu geriye, derenin çıkışına çekmek, sağ sol yükse kliklere yardımcı ok atanlar göndermek için Oğuz Han'a gün kazanmak gerekiyordu. Bunun için Çi n ordusunun karşısına üç bahadır gön­ derd i . "Teke tek dövüşü kim kazanırsa, o yenmiş sayılacak. Askerlerimizi kırdırmayalım. . . " Teklifi böyleydi . Çinliler, uzun saçları omuzlarına dökülen, çevik çöl atlarının üstünde her biri bir devi andıran erleri görünce, altmış tutam gön derilerine, altın işlemeli yaylarına, her biri adam başı boyda gürz­ lcrine bakınca teke tek dövüşten çekindiler. - Çin'i üç kişi yağmalamadı. Ord unuz yağmaladı. Herkesin kendi suçu var, karşılığını alacak, dediler. Bu defa Oğuz elçilerine başka bir buyruk verdi: - Gidin, yağıya bizim savaş usullerimizi anlatın. Biz kan dökmek istemiyoruz, savaşın yerine yarışlar yapabiliriz. Savaştan önce at, deve yarışları yapmak, alpların gücünü denemek ülkelerimizin eski ıörelerindendir, isterlerse böyle başlayalım . . . Çinliler, Oğuz'un elçilerinin h u sözlerini d e değersiz buldular ve istihzayla karşıladılar. - Atlarımızın kıvraklığını, alplarımızın gücünü savaşta göre­ ceksiniz . . . Elçiler döndü. Artık savaş kaçınılmazdı. Ancak bu kadar zaman Oğuz'un ordusunu yerleştirmesi açısından yeterliydi. Bundan sonra Uygur atlıları ileri yürüdü, Çin ordusunun karşısında at oynatıp, meydan suladılar, savaş haşladı. Çin Hakanı kah kah güldü: - Bununla mı korkutuyor bizi hakan? Oğuz Han'ın atlılarının yüreğinde koyun sürüsüne dalan kurt i nancı olduğu ndan, karşılaştıklarının azlığı çokluğu o nları 121


SABİR RUSTEMHANLI

ilgilendi rmezd i . Ö lüm korkusu ol madığından, savaşa, düğüne gider gihi giderlerd i . Vu nı'iınct, onların hayat tarzıyd ı. Bu yüzden Uygur atl ıları kasırga gibi sald ırdılar Çin ordusuna. Bir uçtan girip öbür uçtan çıktılar. Bir iki kere daha böyle sald ırsalar sayıca kendi­ lerinden kat kat fazla olan Çin atlı larını kırıp atacaklardı, ancak Oğuz Han 'ın 1<111şırı,�ı (emri) ayrıyd ı. Bu yüzde n az sonra kork­ muşçası ııa yüz çe\'ird iler ve ge riye kaçmaya başladılar. Ani bir akındı, derenin derinliğine çekilen. Çin atl ıları ağırd ı. Hafif giyimli Uygu r atl ılarının yanında gülünç görünüyorlardı. Onlara yetişemiy­ orlardı. Bunu gören Uygu rlar, atlarını yavaşlattılar. Çinliler yak­ laştığında, atlarını çapa çapa kmırılıp (eğip) oku yağmur gibi yağd ır­ maya haşladılar. Çin atlıları için bu bir gösteriyd i. Kendi okları yüz, yüz elli adımdan uzağa ulaşmazdı. Ama, şimdi üç defa daha uzak­ tan atılan Uygur okları hoğazlarını deliyor, göğüslerine saplanıyor, atlarının gözünü çıkarıyor, ayaklarını birbirine dolaştırıyordu. Çin atlıları, Türklerin duracağını, onlarla yüz yüze dövüşeceklerini. kılınç, süngü savaşı be kliyorlardı. Böyle süratli at sü rerke n ge riye ok atmak rüyalarına bile girmezdi . Bu ka rgaşa içinde neler olduğun u anlayana dek silkelenen dallardan düşen çürük meyveler gibi dökül üyor, döküldükçe seyrekleşiyorlardı. Derenin en dar yeri nde ok yağışının sadece önden değil, sağdan, soldan da yağd ığını gördükle rinde tuzağa d üştüklerini a nladılar. Saklanıp. geriye dön meye çal ışırlarke n, tek tek vurulup toprağa düşüyorlardı.

Kirp(�e binip sı'imıeyi gözden çalan (çok kolay hile d üzen düşü nen ) Çin Hakanı emindi. Türk ordusu nun gücü atlıları ndaydı. Onlar kaçtılarsa, artık, Oğuz Han'ın gücü bitmişti. Ö nceden düşündüklerine göre, Çin atlıları Tü rk ordusunu derede ye nmeli ve salimen geriye dönme liydi. Atlı ordusunun geci ktiğini gören Çin İ mparatoru, tepeden tı rnağa silahlı piyade aske rlerini onların arkası ndan de reye sürd ü . Onlar, de reye ilk girdiklerinde sahipsiz atları görünce şaşırd ılar. Sonra dere boyunca etrafa dağılmış atların arasında düzenle ri bozuldu. Bu sırada, sağ dan soldan yağan ok yağm u ru altında kendileri de eri meye 1 22


GÖKTAN RI

haşlac.lılar. Sava�rn sonucu nc.la Çin İmpara toru muhafız kıtasıyla b i rl ikte ele geçirildi. Geri kaçmaya, sağa sola gitmeye yol kalmam ı�tı. Ke nc.li kurc.luğu tuzağa, kenc.linc.len emin olmasıııdan d o layı kendis i c.lü�müştü. Oğuz Han, Çin İm paratorunu atıııc.lan inmec.len. ancak ihtiramla, savaşın sonucunu yüzüne vurmac.lan. sanki hiçhir şey olmamış gibi, temki nli, guru rl u bir tavırla karşı lac.l ı . Ku rakl ıkla, Çin'in görmec.l iği c.liğer bölgeleriyle ilgile ndi, sözü Yağmur Taşı'nın üzerine getirdi. Savaş istemec.liğini, amacıııın, yalnız Çin tarafınc.lan çalınc.lığrna emin olc.luğu Yağmur Taşı·nı aramak olc.l uğunu hildirc.l i . Onun bütün sorgu- suallerine rağmen, Yağmur Taşı hakkında bir şey öğre nemedi. Taşın Çin'e getirilmesinin mümkün olduğunu söyleyen imparator, adi hırsızların soru mluluğunu taşımadığını, sarayının ve kendisinin bu işten h aberi olmadığı nı söyled i. Taşın çalıııması nda kasıtta olabilirdi. Belki de iki komşu ülkenin arasını hozmak isteye nlerin parmağı vardı, bu hırsızlık işinde. Taşı impara­ tora ulaşmadığına inandı Oğuz Han. Ancak, imparatorun, taşı ondan az olmayan bir merakla beklediğini veya aramaya hazır olc.luğunu c.l a duydu. İmparator, hürmetli hakanın rızası ve lu tfuyla bağışlanıp kendi ülkesine c.löne bilcceği hale.le, taşı aramayı üzerine aldı . Hakanın taşı aramak üzere göndereceği adamlara yarc.l ım ede­ ceğine ve taşı aramak için ülkesine gelen adamlara izin vereceğine -;iiz verc.li. Oğuz Han·ua, kendisine yenilmiş, karşısında boynu bükük c.luran birisi varken. başkasının Çin tahtına oturmasını da istem iyorc.lu. Bütün bu nları c.l üşünüp imparatorla bir anlaşma yaparak onu özgür kıldı ve ülkesine gönderdi. Çin, Oğuz Han'a yılc.la, otuz bin metre ipek kumaş, altmış bin altın, otuz bin kese pir-' inç ve darı verecekti . ***

Çin sınırından uzaklaştıklarında Tülü, birkaç atl ıyla, arkadan yetişerek orc.luya katıldı. Alıp hakanın karşısına getirdiler. Oğuz, l l l l U , babasının yaşlı keneşçisi, aygıırnsıı (başbakan) Ulu ktürk"lc bir­ likte c.linlcd i. Tü lü, gözü nden yaş süzüle süzüle c.lec.li: 1 23


SABİR RÜSTEMHANLI

- Hakanım! Yalvarırım hana inan ! Kad ınım "yurdumu özledim" diyerek götürdü he ni. Ancak Yağmur Taşı'nın çalınmasında onun da elinin olduğunu anladığımda uyand ım. Duyduğuma göre Taşı Çin'in kuzeyinde hir tapınakta saklıyorlar. İzine düşemedim. İnan­ mazsanız. vu ru n haşımı ! Oğuz, onu öldürtmedi, özgür hıraktı. Gerekirse Çin'e göndere­ cekti. Aynı zamanda Tülü 'yü dinledikçe hirden bire rahatladı, güçlendi. Kam Ata'dan gelen mektubu okuyunca, durumu, hirden hire tamamen değişti. Ulutürk hunun sebebini sorduğunda, hakan : - Ben Tanrı Taşı'nı huldum, dedi . Kam Ata'dan gelen haber sanki onu uykudan uyandırmıştı. Kam Ata Yıldızcı Erkut Baba'yla yolları kapattığını, hırsızların içine katıldıklarından şüphelendikleri kervanının Çin'e varamadığını, yolu şaşırıp kum denizinde boğulup kaldıklarına inanıyordu. Şimdi, Oğuz Han Kam Ata'dan gelen haberle, Çin İmparatoru nun sözünün boşa gittiğini anlamış, kararını buna göre vermişti . U lu türk sordu: - Nasıl huldun? - Benim inancım Tanrı'yadır, taşa deği l ! El içinde Göktanrı'ya tapınanlar günden güne çoğalıyor, bize inananlar artıyor. Bugün Tanrı Taşı'nın elimizde olup olmadığı önemli değil. Çinliler taşı ele geçirip geçirmediklerini her zaman gizli tu tacaklar. Biz " bula­ madık" desek, kendi içimizden beylerin kaçı yağı gibi sevinecek, bizi güçten düşmüş sayacak, üstümüze yürüyenler olacak. " Kutsal Taş bendedi r" d iyerek bir benzerini yapalım! . . Ulusa, komşulara, beylere duyurmadan. Ulutürk, düşünceliydi. Hakanın bilgisi ile, bu çıkmazdan çıkar­ mak için yol bulması onu sevindirmişti. - Anladı m ! Doğru olanı buldun! O taşın gücü se ndedir. Tanrı'nın e lçisi sensi n ! Yağmur Taşı da yalnız senin elinde canlanır. Onu hulan haşkası "güçlerini aldım" diye mutlu bir uykuya dalacak, 1 24


GÖKTANRI

güçten c.lüşecck. Bırak, bu taşın benzeri çok olsu n. Taşa ilgi gösteren he rkesin onu çalmasına izin verelim . . . Bundan sonra, her çalan, taşın kendisinde olduğunu sanacak, ancak kimse "bunu, ben yaptım" demeyecek. Taş çekişmeleri ortadan kalkacak, dedi ve güldü. İşin kalan kısmı Ulutürk'ün üzerindeydi. İnandığı bir taş yontucu buldu, görüştü, anlaştılar. Çin'den taş isteği bir daha gelmedi . Ancak gizli aramalar durdu­ rulmadı. Hakan, geri dönerken Talas ve Salyam Beyleri'nin "Oğuz Çin'­ den dönemeyecek" diyerek itaatsizlik gösterdiklerini, d ik başlılık yaptıklarını duydu. " Oğuz Han, inancımıza el attı. Bizi yolsuz bıraktı. Putlarımıza saygı göstermedi. Atalarımızın töresine tepeden baktı . Bizleri küçülttü ... Tör başı, hakanlık için başından geçen yarın bizleri de tanımayacak. Önceden hareket edelim" diyerek ona karşı çık­ mışlardı. Beylerin baş kaldırması Ortac'a dönüp İnci Suyu boyunca ekip biçmeyi genişletmeyi, buralarda yen i şeh irler kurmayı düşünen hakanın yönünün değişmesine sebep oldu. Talas'la, Salyam'ın üzer­ ine yürüdü. Dik başlı beyleri kolaylıkla ortadan kaldırdı. Vergileri toplamak için kendi baskak1111 (vergi toplayıcı) orada bırakıp geri döndü. Başarılarla dolu Çin akını hakanın adını yeryüzüne yaymıştı. Gün batan ülkelerinin elçileri onun savaştan dönüp diişeıgele1111ıesi11i (yerleşmesini) bekliyorlardı. Yanlarında Türk, Çin, Soğd dillerini bilen di/111aç/arı da ( tercüman) vardı. Elçileri Türk töresi gereğince ateşin içinden geçirip hakanın yanına bırakıyorlardı. Onların, kend i ülkelerinin başçılarından getirdikleri bitik/eri11 (mektup) aşağı yukarı hepsi İpek Yolu'yla ilgiliydi. Türk-Çin savaşlarının bu yolu kapatabileceğinden end işe ediyorlardı. Uzakta yakında yaşamasına bağlı olmayarak hepsinin gözü bu yolun üzerindeydi. Son ra elçiler, 1 25


SABİR RÜSTEMHANLI

gün hatamla eller uluslar ara sındaki duru mlardan, ye ni başçılar­ d a n , ye ni kentlerden konuştu lar. Birbirl e r i n i n topra klarına girmemek, törelere saygı. yakın lık, birlikte iş dileği tl ile ge tirdiler. Kendi ü l ke lerini talayan yağılardan koru nmak için Oğuz Han'dan yardım isteyenler de vardı. Hakan, bütün hu elçi dili hulamalarının arkasınd a nelerin durduğunu iyi bil iyord u . Dolaşık, düğü m l ü konuşmaları sevmiyortlu. Bu yerde e lçilere göstermesi ge reke n hoş görüyü, uluslararası sözleşmeleri unuttu ve oldukça sert hir sözle : - Bana, Asu r'u, Bahil'i, M ısır'ı tanıtmaya kalkmayın. Onları d a yeterince tanıyoruz, zamanında oraya da geleceğiz!

1 26


GÖKTAN R I

Oğuz Han Töresi

ceğ

in akının başarılı olmasından dolayı görülmemiş bir şenlik yapıldı. Sonra Oğuz Han, tektanrı inancının eli birleştireen konuştu, ağır törelerini açıkladı ve şöyle devam etti.

Budunuma, Ulusuma, elim-günüme! Ben Oğuz Han! Bir olan Yüce Tanrı'nın kutuyum! Onun oğlu, sözcüsü ve savcısıyım! Onun isteği ile ondan geldim! Elim-günüm, soyumda gökten indi. Altın ışıktan doğdu. Biz 'fanrı ışığıyız. Gök oğli.ıyuz. Dinimiz, düşüncemiz, işimiz, her şey göklerin ışığına bağlıdır. Bu ışığı yeryüzüne yaymak bize düştü ! Biz Tanrı sözü nün ekincilc riyiz! Onun isteklerini taşıyoruz. Bundan dolayı Tanrı bize kanat germiş . . . Us ve güç vermiş! Ben llınrı'nın yerdeki gülgesiyim ve onun soyuma bağışladığı ululuğun, ı ısun ve gücün koruyucusuyu m ! 1 27


SABİR RÜSTEMHANLI

Beni tutmayan, Tanrı'yı da tutmaz, ona karşı gelir! Gök Tanrı benim ulusumun. soyumun üstünde sonsuza kadar var olacak. Onun düzeni bozu lmadıkça, Tanrı gözü, Ta nrı eli üstümüzde olacak. Elimizin sonsuza kadar ya§aması, budunumuzun ye r yüzünün tek, deği§ilmez büyüğü olması Tanrı'ya sonsuz sevgimizi vermemizi, ona uymamızı ister. Duyun ve bilin ! Ben Ulu Tanrı'nın kılıncıyım! Sevmeyi becerdiğim gibi, kesmeyi de beceririm! Ağaç kökünden su içer, el düzenden. Düzensiz el bozulur, u lus yolunu kaybeder. Tanrı'dan gelen kutu korumak herkesin görevidir. Türk içinde, büyük küçük, a§ağı-yukarı, herkes birdir. Tanrı'nın yarattıkları bir gözle görünür. Tanrı beni, Tör başına getirdi. Elim ulusum yolunda yorulmadan, bunalmadan, eğilmeden, benim se nin, yakın uzak demeden, doğru­ lukla çalışmam için . . .

,/'Elde

herkesin kişisel özgürlüğü hakanın koruması altındadır. Varlıklıyla yoksul ayırımı yoktur! Bir atı olanla, bir ilğısı olanın, bir koyunuyla, bir sürüsü olanın töre kar§ısında yeri birdir. Her ki§i elindir, el her ki§inin! Herkesin acısı da, s11C1ğt (sevinci) da ellikle bölüşülür.

Ulusumuzun gücü Göktanrı inancındadır. Bu inanç e lle ulusu, hakanlıkla çobanlığı bir görür. Kimse başkasına uymaz, kimsenin sözüne eğilmez, bir insanı ba§ka insandan üstün tutmaz, yeryüzünü ve gökyüzünü tekil değil, bütün görür. Bir el, bir inanç! . . Elimizi yücelten doğruluk töresinden, yakın -uzak, benzeyen· benzemeyen bütün uluslara pay dü§er. 1 28


GÖKTANRI

Yeryüzünün tek ha�ı Tanrı'dır. Türk el inde ses hir ağızdan çıkar. Babadan kalan, töremizlc hana ulaşan el, buna göre Oğuz·un ocağı, Oğuz'un elidir. Bu el, hen im ıılıı,�1111ıdıır (kısmet ). Bu ele bağlanan herkes Oğuz olarak ad alacak. Benim bir kesimim olacak. Oğuz e l i sonuna kadar yeryüzünün görkü olacak. Her bir Oğuz Tanrı'nın askeri olacak. Bugünden itibaren Oğuz elinin ağır ve hafif törelerini açıyorum. Oğuz eli, düze nini, birliğini töreyle koruyacak. Bütün işlerimiz töreye bağlanacak. Töre, inançla kardeştir! Törenin başında Tanrı'ya, yaratılışa sevgi durur. Varlığımız sevgi­ den geçer. Varlığımızı el birliğine borçluyuz. O bozulursa, adımız, sanımız yok olur. Yurdun varı, onun u lusudur. Töreni yaratan ulus bengüdür, kutsaldır. Atalarımızdan kalan ve bugünden itibaren Oğuz Türk elinin ola­ cak olan töre, elbirliğimiz için yaratılmıştır. El olmak, elçi olmak, yeryüzüne barış getirmek, büyük yaratanı sevindirmektir. Oğuz elinin ulu ve sonsuz yolu barıştır! Duyun ve bilin! Ben ulu, bengü Tan rı'nın isteği ile, onun gücüyle konuşuyorum. Ancak Tanrı elçisi olmak, hakan olmak, yanlış işime, iyiye kötü dememe hak kazandırmaz! Hakan olarak töreye herkesten çok ben bağlıyım ! Dıştan gelene kılıncım, içten gelene törem var! Ben göklerin ulu oğlu, Oğuz Hakan, e limin isteği ve töresi dışın­ da adım atmam ! Töre mize göre, hakan olarak el büyüklerini, keneş toplantılarını, 1 29


SABİ R RÜSTEMHANLI

huyurukçularımı yüksek tutacak, her işimi ulusun isteğine göre yapacağım, El, devlet hahadır! Bütün türettiklerini bir gözle görmelidir. Yurtlarımız Tanrı'nın yaratılmışa, yaratılmışın Tanrı'ya e n yakın olduğu yerlerdir. Yurt için, insan için çalışan, Tanrı için çalışır. Başka ellerin bu yurtlara sokulduğu çağlar oldu. Bac da verdik. Ancak dilimizi değiştirmedik, uzun saçlarımızı kestirmedik, yabancı elbisesi giymedik, törelerimizi bozmadık, atalarımızın dini nden dönmedik. Bizim gücümüz buradadır! Atalarımızın adın a yıım (şan, şeref) verelim beyler! Gökten inen altın ışık yere dokunduğunda bir dağ yarattı. Ona Kutlu Dağ dedik. Babamızın başında döndüğümüz gibi, onun başında döndük. Onun e telerinde çoğalıp yeryüzüne dağıldık. Kutlu, Tanrısal dağlar var oldukça, biz de varız! Başka türlü olsa, Tanrı kut yiileki11i (inayetini) , kut ululuğunu benden alır. Erdem, bilgi, us, anlayış olmayan yerde Tanrı kutu kalmaz. Elimiz günümüz bu dört ayak üstünde büyüyecek. Ben u lusuma ağır, u l u töreler kazandırıp yürürlüğe koydum. Oğuz elimi, kanımı, yaşamımı böylece, düzen içinde korumak istiyorum. Atalarımızın törelerini korumak kendi adımızı ve Tanrı adını yüce tutmaktır. Biz, şaşkın sinsanların sayılmasını istiyoruz. Töre, doğru yolla yürüsün ve gelişsin. İlğılarımız, sürülerimiz, gaytabanlarımız güdül­ sün. Boyların , obaların, ıiluk-ıurıı,�1111 ( uruk ve boy) kaygıları kalmasın. 1 30


GÖKTAN RI

İnsan töresiz kalırsa, ona yazık olur. Ağır töreye göre atalarımızdan kalan bütün nesneler korunur, öğrenilir ve öğretilir. El içinde her boyun kendi töresi de olabilir. Ağır, baş törelerden başka elin iyi geçinmesi üzerine Tanrı'ya yükümlülük, yemek, soylamak, elçilik, evlenme, bayram, beylere bağlanmak, toy, kurultay, ordu, av, ata bakım, akın, yağma, hakan seçilmesi hakkında töreler de koydum. Güç elden giderse, töre ayaksız kalır. Yürüme.z. Elim, budunum! Duy, bil! Yaşamım at üstündedir. Günüm boşa gitmez. Dinlenme, izin bilmedim. Yazın gölge, kışın ev görmedim. Kı lınç çalıp düşmanları kırdım. Elimde çekişme olmasın, kavga çıkmasın diye, herkesin yerini gösterdim. Adlarını, damgalarını verdim ki, yollarını bilsinler. Ben­ sen dedikodusu olmasın. Yüreğimden tiiziinliik (acıma) eksik olmadı. Gönlümü Tanrı'ya verdim, umudumu ona bağladım. Ordaya düzen verip onu geril i bir yaya çevirdim. Ben sizi oğuzladım. Bu bölgü, bu düzenle Göktanrı'nın altında yeryüzü var oldukça, biz de var olacağız. Ulu Tanrı'ya şükredelim beyler ! " Bundan sonra Oğuz H a n şölendekilere yen i Tanrı deyimlerini sundu. Görelim Oğuz Han ne soyladı : Töresiz elden Tanrı döneı: Töreyi bilse kişi, yiiriiyecek lıer işi. Törenin diizii, ayd111laiif11· yiizii. Er ortaya geldiğinde iııançıza i11ancr111 bildirİI:

131


SABİR RÜSTEMHANLI

Er seviı1111ezse. kı/11ıç k111dmı çık111az. Er elçin. eşek kiilçii11 do/tm: Yiiksekım bakan. a/ça,�a tez i11eı: Y(�idi111 .ıaR ols1111. çıkı/111aya11 da,� ols1111. Hakanın her sözü anında dillere ve bitikçilerin yazı larına düştü . ***

Yazdan bir ay geçmiş, Kür Han yine ordu toplayıp Ortac'a saldırdı. Oğuz Han, onun Ortac'a gelmesini beklemeden, onu Alaıa1111 (Ala Dağ) gü n çıkanında durdurdu. Kür Han'ın, usan­ madan, bıkmadan, akan kanlara yanmadan, yeniden üstüne gelme­ si, bu kadar yolu hiçbir engelle karşılaşmadan geçmesi, için i kemiriyordu. Kendi soyundan gelmelerle sonuncu, fakat e n kanlı savaş burada oldu. Y iğitler dövüşe dövüşe "Ulu Tanrı yolunda"deyip vuruyor, kesiyor, attan indiriyor, ancak yendiklerine baktıklarında, kendi arkadaşlarını, dostlarını görünce gözyaşlarını tutabilmiyorlardı. O savaşta Kür Han'da öldü rü ldü. Onun ordusunun döküntüleri, oğlanları, yeğenleri Gün çıkana doğru çekilselmer de, Oğuz Han bu sefer onların peşini bırakmadı. Arkalarından gitti. Hakanın onlara ye tişip sonuncu kişiye kadar onları kırmadan işin peşini bırakmayacağını gören kandaşları durdular, bilici aksakalları elçi gönderdiler ona. - Biz de sendeniz. Senin kökünden ve soyundanız. Kesilen kol omuzdandır. Neden bizi kırıp yok etmek istiyorsun? Oğuz Han dönüp onur yerine oturdu, görüşmede onun yanında olan kaynatası Orhan'ı göstererek: - Be n, babam yerinde olan aksakallara yağı değildim, dedi. Bakın kaynatam Göktanrı'ya inanıp evini de inandırdı, onun birliğine boyun eğdi. Sizler de Tanrı'ya taparsanız, saldırıları bit irirseniz, savaş biter. Tek olan, ye rlerin, göklerin yaratıcısı olan Ulu Tanrı'ya gönül vermeyenlere kurtuluş olmayacaktır. 1 32


GÖKTANRI

Oğuz, bunları söyleyince, aksakallar birbirle rine baktılar, kendi aralarında uzun uzadıya kcncşip, söylqtiler. Sonra göğe yüz tutup tek Tanrı'nın birliğine ve büyü klüğüne yükünçler söylediler. Oğuz Han " Karaku rum'dan öte, bütün topraklarımız sizin, kan­ daşlarımın olsun" diyerek onlara armağanlar, pay-ürüş verip onları geri gönderdi. Bu anlaşmadan sonra gü n çıkandan elini çekti. Oranın bir daha baş kaldırmayacağına inandı, geri döndü. Ülke içinde babasından sonra ipe sapa gelmeye nleri yerinde oturttu; elde, düzeni sağladı, yeni liinik/er (kurallar) yasalar çıkarıp ulusun gönlünü aldı. Elçiler, Oğuz Han'ın huzuruna geldiklerinde daha bir ilginç olay olmuştu . Oğuz'a inanmayan birinci ve ikinci kadınları Banu ile Terçiçek, arkalarında hizmetçileri ve kii11/eri (cariyeleri) huzura gelmişler "Savaştan, kandan, yakından bıktık. Öldürürsen öldür, sağ bırakırsan bırak" d iyerek Oğuz Han'a boyun eğd iklerini bildirdiler. " Sana inanmadık, Tanrı neslimizi kesti. Babası olan babasız, kardeşi olan kard eşsiz, yurdu olan yurtsuz kaldı. Suçumuzu bağışla, bizi el içine bırak! Yurdumuza dönelim. Senin kanadının altında geçinelim. Ulu dağlarda, kutsal topraklarda bu barış için onlarla tapık (kurban ) kesmiş, saçı/ar (sadaka) dağıt­ mışız" dediler. Orhan, Oğuz Han'ın kızarıp demire dönmüş yüzüne bakınca korktu. Ancak geri durmadı, kardeşinin kızlarını ordaya bırakması, suçlarını affe tmesi için o da yalvardı hakana: - Kardeşlerimden kalan onlardır. Bırak, gelsinler! Gözümüzün iinünde yaşasınlar. Bundan sonra sana ne yapabilirler? Öbü r taratan da Aytac gözleri yaşlı, hakanın ellerindern tutarak: - Affet suçlarını, dedi. Belki böylece bu kırgınlar da sona varır. . . Oğuz on ları kırmadı.

1 33



GÖKTANRI

Tapınak Kaygısı

U

slu Hoca Ata Ünür'den dağınık düşünceler içinde dön­ müştü. Kam Ata, Oğuz Han'la son görüşmesini hatırlayıp "O, Türk'ün yolunu değiştirecek, sesimizi yeryüzüne yayacak ... Göklerin bana söyledikleri, rüyalarımda gördüklerim budur. Elin, budunun kurtuluşu için bir olan Göktanrı'ya taparak inancını dünyaya yayması beklenmez bir şey değildi . B u onun alnına yazılmıştı. Kutsal bitikler de, Tangut, Çin medyumları, bilgili fal­ cılar da yeryüzünü baştan başa kendi bayrağı altına alacak, insanın yüzünü göğe çevirecek bir Türk hakanının geleceğini önceden bild i rmişl e rd i " demişti. Arkasında şunu da bildirmişti ki, "Göktanrı'nın bölünmez olması, onun yarattığı yerin de Tanrı'ya lıenzemesini ister. Yeri, tek bir el olarak görmek istemek arzusu buradan kaynaklanır. Küçük ulusların el olarak onlara bağlan­ masının tanrısallığı, vacipliği buradan gelir. Oğuz hakan inancı, tanrıcılığı yaratana sevgi için değil, kendine sevgi için kullanır. İnanç kutsallığını kaybederek, tahtın, tacın, hakanlığın tu tsağına 1 35


SABİR RÜSTEMHANLI

döner. Bütün çağlarda hüyle olmuştur. Ye ryüzünün hütün büyük i liglcri, hakanları ke ndileri n i yaratan, inanç kaynağı olarak gösterse ler de, inancı ke ndi yanlarına çekerek kutsall ıktan çıkarıp kılıncın, zorun, türün yardımcısına döndürürler. Kara budunun inançlarıyla ona başçılık yapanların inançları da, yaşamları da fark­ lıdır. Beyler, kendilerini yaradanı da varlıklı, hey olarak görürler. Bir parça ekmeğini zorla bulan ekincinin, hiçincinin yaradanı da kendisi gihi gözü gönlü toktur. Onun yaradanı, büyük şölenler, sayısız tapıklar istemez. Köylünün hir avuç darı dağıtması, kansız kurbanı da ona yeterlidir. U l u gün denilen sağıl/(; (kıyamet) günü geldiğinde gönlünün nasıllığı bilinmeyen Tanrı'nın ne karar vere­ ceği, insanlar arasına ne gibi farklar koyacağı, onlardan hangilerini tamuya (cehenneme) hangisini uçmağa götüreceği kimse tarafın­ dan bilinmez. " Kam Ata'nın hu sözleri karşısında Uslu Hoca: "Ye ryüzü yaratıldığında hiçbir insan oğlu kendi inancının daha doğru, yolu­ nun daha düzgün olduğunu ispat edememiş, başkalarından fazla, daha düzgün olduğunu göstermek için bir kum tanesi kadar, bir tel kadar ip ucu verememiştir" dedi. Sonra Kam Ata'nın Oğuz Hanla hirge olmasının kaçınılmaz olduğunu söylemişti: "Bu bir alı nyazısı ise, karşısı alınamaz; hir elin dirçelişi, (uyanması, ayağa kalkması) dünyanın bütünleşmesi içinse "yok" denilmez. Birinci de Tanrı'ya, ikinci de eline karşı çıkarsın. Kam Ata'nın sözünün bittiğin i gördüğünde, fikri ni daha kesinlikle bildirmişti. " Bunu anladığımdan Oğuz Hakanı desteklemekten başka yol bulamıyorum." Kam Ata'da düşüncesini saklamamıştı. " Gönlümdeki sızılar, şüpheler yerinde kalıyor. O, düşüncemle dilim­ i n arasına çeper (duvar) çekiyor. Acı olanı hudur. Bunca ikileşmeni istemezd im." Uslu Hoca'nın Kam Ata'ya güveni sarsılmıştı. Ancak, bunu açık söyleyerek, kamları, onlara bağlı olan falcıları, yıldızcıları, kumcu­ ları, el okuyanları Oğuz Han'ın karşısına çıkarmak istemiyordu. Ata Ünür\i n sadece bir hakanın değil, bütün yaratılmışların 1 36


GÖKTANRI

geçmişini koruyan, geleceğine ışık tutan yeri doldurulamayacak bir saklama gücü, esrarı var ve bunun açan da (anahtarı ) Kam Aıa·da. Sadece onun açacağı, okuyacağı, değe rlend ireceği yüzlerce yazı, bitik korunuyor orada. Kam Ata'yla ayrılmakla, bunlardan da ayrılırsın, eli kör bırakırsın. Ata Ünür'ü göz altında tutmaktan, kamlarla iyi geçinmekten başka bir yol yoktu ortada. Kam Ata da Oğuz Han'ın ona inan­ madığını bilse, Ata Ünür kaybedilirdi. Doğruydu, orası artık, tozlara, ongunlara, ccleplcre yalvarış yeri değildi. Ancak, yerin göğün sırlarının açarı idi. Bunu Kam Ata da biliyordu ve tozların dağılmasıyla Ata Ü nür'ün değerini kaybe ttiği düşüncesinden çok uzaktı. Tapıklar da sadece ölülere, ongunlara kesilmiyordu. Öbür dü nyaya göç edenlerin ruh ları için kesiliyord u . Bu yüzden Erkon"dakilcr kaygısız yaşıyor, dünyadan kopup ayrıldıkları akıl­ larına bile gelmiyordu. Bu yol kapatıldığı zaman, gün elin ışığı kesilir, bilgi yolu bağlanırdı . . . Ata Mağara h e r şeyden önce bilgi tapınağıdır. Orası dağılsa, u lus savaştan, içindeki didişmelerden kurtu lup büyüklerinin yazdık­ larını okuyamayacak, geçmişini unu tacaktı. Kam Ata bunu görüyor ve bunun sancısını çekiyordu. Oğuz Han dedi ki: - Töre değiştirilmiyor, tapığımızı büyük yaratanımıza, bir olan Tanrı'ya vereceğiz. Kurban vermeyen ulus yoktur. Ayağımız ünür­ Jen kesil mezse Kam Ata bizde n uzaklaşmaz. Uslu Hoca hakanın ne demek istediğini anladı. Bu kadar zengin hazinenin ulusun yüzüne bağlı olması onu da üzüyordu. Bu kam­ l arın istediği gibi oluyordu. Onlar, clheylcrini, ulus büyüklerini, hakanları kendilerinin yanında görmek istiyorlardı. Onların bildik­ lerini kimse bilme meliyd i. Uslu Hoca, yüzlerce, binlerce yıl boyunca yığılmış bu bilgi tapı­ nağının yurda, çocuklara açılmasını, onların eski yazıtları ı ığn:nerck okuyup yazahilmclcrini, el içinde açarların çoğalmasını 1 37


SABİR RÜSTEMHANLI

istiyordu. Oğuz Han"da halkın verimli topraklara yerleşmesini, Çin'deki gibi okuma yazma öğrenmelerini istiyordu. Savaşa giden ordu, her defasında en cesur erleri yabancı toprak­ larda bırakıp dönüyor, kırıla kırıla inceliyor, incele-incele kendini kaybediyor, kökünden uzaklaşıp yabancılaşıyordu. Bütün kötülük­ ler de buradan kaynaklanıyordu. Ocağın ocağa, boyun boya, elin ele karşı çıkması, her biri bir ad, bir çatı altına sığınan, kök te ise hepsi aynı olan ulusların birbirini kırıp tüketmeleri artık yeter! Bu bir yabancı tuzağıdır! Uslu Hoca çok şey biliyordu. El ağzında gezen sözlerden başla­ yarak Ata Ü nürde Kamların üstüne örtü çekerek sakladıkları yazıt­ lara kadar, baş vurmadığı bir sır kalmamıştı. Çöllerin açık gören gözü, uzakları duyan kulağıydı. Oğuz Han'a sordu: Çin'de çok mu yitirdik? - Yok, can kaybı azdı, dedi, hakan. Amma göz ve duygu kaybı oldu. Yüz yıllarca bütün askerlerini kul gibi çalıştırıp kendilerine u çmak yeri yaratmışl ar. Ve rimli topraklara, güzel yurtlara yönelmişler. Birleşerek, el e le vermişler, güçlenmişler. - Ancak senin gördüğün yerlerin çoğu eski Türk yurtlarıdır. - Eskide çok şeyin olması neyi ifade ediyor? Bugün her yerde Tabgaçlar var, bak, döndüler, değiştiler, eriyip gittiler, köklerini unuttular, bitti! Halk . bizden, beylik onlardan . . . Çinli'den daha sert yol tutanda bizlerdendi. Dönmeler... Yurttan kopunca yurdun yağısı olurlar. Uslu Hoca dedi: - Biliyor musun Çin Hakanı bunları nasıl kendine çekiyor? Her birine bir yalancı beylik, hanlık veriyor, yurt burada, onlarsa dışarı­ da . . . bayrak kaldı rıyorlar. Kafalarında her biri bir Türk eli kuruyor. 1 38


GÖKTANRI

Sonra onları "gidin Tanrı'nın verdiği yerlerinize dönün " diyerek üstü müze gönderiyorlar. Her hirinin kendi t uğu kalkt ığında Türklüğün ulu hayrağı ayaklar altına düşüyor. Oğuz Kağan dedi: - Çinlileri kılınçla yenmek zor değil. Bir kere yendik. Bundan sonra da yeneriz. Ancak bizimle dövüşmemek, askerlerini, toprak­ larını korumak için, mallarından geçiyorlar, yeterince pamuk, ipek, arpa, pirinç, altın, gümüş veriyorlar. Biz de insan değersizdir, yolun taşı, göğün kuşu gibi . . . Onlar, erler için mallarından geçiyorlar, biz dünya malı için e rlerimizi öldürüyoruz. U lusumuzu bu dertten kur­ tarmak için onları bilgilendirmeliyiz. Komşularla işlerimizi bitirip içimizde bu düzeni kuracağım. ***

Oğuz Han Çin sefe rinden dönerken "Cadu Taşı" bulundu dedikodusu yaysa da, onu aramak için komşularının dillerini bilen erlerden dördünü Çin'in içine göndermişti. Bunlar, e lleri uzandığı her yeri aramış, umutları tükenince geri dönmüşlerdi. Yıllar boyu yağmur beklerken toprakları çatır çatır çatlamış olan Çin bozkır­ larına bu taş, sanki bir damla yağmur gibi düşmüş ve bozkırlarda kaybolup gitmişti. Yağmur Taşı'nın Çin'in güneyinde saklandığı haberini alınca, hakan "sözün doğruluğunu anlamak için yeni kişiler gönderelim" dedi . Uslu Hoca'nın inandıkları ve hakanlığa yakın olan oğlu Kutluğ'a, gizli tapşırığını verdi: "Yağmur Taşı bize gönderilen bir Tanrı sevgisidir. Onu kaybetmekle Ulu Yaradanı i ncittik, yüzünü çevirecek bizden . Onu bulup getirmek elimize bir ordudan daha çok yardım ve rmektir." Bunları dinleyen Uslu Hoca, Oğuz Han'a dedi: - İki oğlum var, ikisi de senin gölgendir. Öl desen ölürler, kal desen kalırlar. İkinci oğlu Erdem orduda yüz atlı başıydı. 1 39


SABİR RÜSTEMHANLI

Ku tluk erleriyle yedi, içti, sonra bin atlı başı Erge n'in evine gitti. Sevip, saydığı Elbilgey'le hclalaştı: -Uzun bir yolum var. İki yıl bekle. Gelmez olursam, elden birini seç, gönül ver, git ! , dedi. Kızın göz yaşları saçıldı. Bıldır bıldır ağlayıp sızlandı: -Ağır haberin gelince, bana da ölüm gelsin, seni bekleyeceğim ! , dedi. ***

Çin Hakanını yenmesi Oğuz Han'ın başını yüceltmişti. Ancak bu başarı onu şımartmadı. Kadırgan Ormanları'ndan, Altaylardan tut­ muş İtil Irmağı'na kadar babasıyla yaptığı seferlerde görüp ta.nıdığı halkın içte aşsız, dışta donsuz, havadan, sudan, yağmurdan medet umması, her yönden sayısız baskılarla karşılaşması onu üzüyordu . B u işin sadece sözlerle düzeleciğine i nanmıyordu. Savaşsız, kansız bitmeyecekti bu iş. Elim bir olsun, dokunulmaz olsun dediğinde, bağrı yanıyordu. Ordasını, başkentini elin ortasına almak istiyordu. "yeryüzünün memeleri" denilen iki ırmak ulusunu emzirecekti. Başkenti için, çoktan bir yer de bel irle mişti. İnci (Sır Derya Nehri) ırmağının sağ yakasında, Aral Gölü ' nün yakınında Çin'de gördüğü şehirlerden geri kalmayan bir yeni yurt kuracaktı. Bırak, ulusu ner­ eye istiyorsa kanat açsın, ama sıcak yuvasını u nu tmasın. Zaten Oğuz'u attan indirmek, savaştan, seferden koparmak mümkün değildi . Onu güçsüz görünce anında başının üstünü alır, elindeki geniş toprakları paramparça ederlerdi. Aşağı yukarı, nereye bak­ san, dişlerin sıkıldığını görürdün. At sırtında yorulmak bilmeden yürüyen ulusunun kendisi kadar görklü sevgiyle dolu yüreğinin olduğunu görmek istemiyorlardı. Yeryüzü bir savaş alanıydı. Ara vermeden vuruşmalısın, kan dökmelisin, kendini korumalısın . Yoksa, başkalarının yemi olacaksın ve seni ezecekler. Şimdi bak, Çin'in ezildiğini gören güneyin Hindu'su ara vermeden saldırıyor, karınca sürüsü gibi akıyorlar onların üstüne, bunlar durdurulmazsa burası da karışacak. Kendi elini, güçlü, bütün görmek istiyorsan, bu 1 40


GÖKTANRI

saldı rgan yıla nın da oaşının ezilmesi gerekir. Sağını, solunu temizle ki. evinde korkusuz, gönül hoşluğu ile oturaoilesin. Yalnız Hakan olduktan sonra Oğuz oaoasının yıllarca ara ver­ meyen sefe rlerinin sebebini anlamıştı. Korun mak, üstelik eli yedirip içirmek, atalarının yurtlarını pusuda yatmış avcılara kaptır­ mamak zor işti. Uyku bilmeden, gün doğandan, gün batana, kuzey­ den, güneye d u rmadan yürüme lisin. Hind eli de kalabalık, geçilmezdi. Dağlar, sık ormanlar onları koruyordu. Karşıda Tangut tarafında henüz keşfedilmemiş bir yol vard ı. Yüksek yaylalardan, dar derelerden geçip gitmek için havaların ısınmasını, gönderdiği elçilerin dönmesini beklerken kurban ayı gelip çattı. Bu geleneğin çok-çok eski çağlara, olsun kim ilk ocaklara, büyük başlangıca oağlı olduğunu bildiğinden töreyi bozmadı. Ordusuyla Ata Ü nür'e gitti. Büyük kapıdan sonra başlayan sızra yine güzeldi. Yine dağ çayının, kaynakların başında kurban tığlama yerleri kuruldu, kurbanlar kesildi, sızranın beyleri, kamlar sorağa akıştılar. Herkesin yüzünde bir soru vardı. Oğuz Kağan bunu anladı ve dedi : -Bir olan Ulu Tanrı yardımcımız olsun beyler. Yaratanın varlığı­ na yaratılan tanık! Tanrı binlerce canlı yarattı. Bizleri de o gönder­ di. ! Yağız yeri, mavi göğü, günü, ayı, geceleri, öğle öteyi yaratan da erkli, oga11, (kadir) Bengü Tanrı'dır. Yaşadığımız sular, yerler, Ulu Tanrı'nın altındadırsa, onun adına bağlıdırsa, bir parça çamurun, bir çöl kaçarının ruhu bize nasıl bayatlık (Tanrı) yapabilir? B u yolu bize, bizi başımızdan asmak isteyenleröğrettiler. Töreyi bilen kişilcn bu na uymaz. Bakın, bu, Tanrı sevgisiyle yapılırsa, niçin bütün ulusa öğretilmiyor? Her parçamızı ayrı bir i nanca bağlamak istiyorlar. Bu, inanç işi değil. Sularımıza, yerlerimize göz dikmek yoludur. Bu düşüncemizle ulusumuza inanıp bir olan Tanrı'mıza güvenmeli, kendi içimizin ışığında, kendi düşüncelerimizle yaşa­ malıyız. Bu ışığı, Türk ruhunun büyüklüğünü yeryüzüne yaymalıyız. Bizim yolumuzdan başka yolların, yolsuzluk olduğunu, bu yolların yaratılmasının bizleri ölüme götürdüğünü herkes görüp bilmeli, 141


SABİR RÜSTEMHANLI

anlamalıdır. Ongonlara düşman değil iz, çünkü, onları da Gök tanrı 'nın yarattıklarından sayıyoruz. Bunları söylemezsem, Tanrı'ma baş kaldırmış sayılırım. Bunlar, . bir hakanın istekleri değildir. Ben, elimizin törcsincc hakan oldum. Hakan olarak her birinizin yaşamını düşünüyorum. Hakan olarak elin bayrağı nı yeryüzünün her yanında dalgalandırmalıyım, dalgalandıracağım da! Hakan olarak yeryüzüne dağılmış boylarımızı, uluslarımızı toparlayıp Türk budunu arasındaki kırgınları bitirmeliyim. Bu işi yapacağım ! Yalancı komşu larımız karşısında Türk'ün büyüklüğünü göstermeliyim, göstereceğim de ! Yoksa, Tanrı'nın yanına yüzü kara giderim. Bilin beyler, daha ana kucağında iken Tanrı'dan elçilik, yalavaclık tapşırığı almışım . . . Anam, babam, sevdiklerim, yüzlerle yoldaşım buna tanıktır, şahittir! Türk yerler-suları, elimiz günümüz Türk Tanrısı'yla kendini bula­ cak. Tan rı gibi yaratılmış Türk insanı yalnız Tanrı'ya taptığında yüzü gülecek, bütünleşecek. Biz, Tanrı'nın sevgisiyle, ilk yaratılan güzel insanlarız. Tanrı bizi, yeryüzünün büyük budunu, beyi olarak yarat­ tı. Yeryüzünün uluslarını e le çevirip ayağa kaldıran, bütün komşu­ larına düzen verenler de bizden olanlardır. Erkli, görklü, başların başı, ulu ların ulusu, bir olan Türk Tanrı'sıdır. Övdüğüm Ulu Tanrı i le, ulu elime-günüme sevgimle bir yol başladım. Yılana zehir veren Çin İmparatorunu ayağımıza kapattırdık. Başka ellere de gide­ ceğiz, yine de Tanrı bizimle olacak. Töremizi ayakta tutmak, yaşat­ mak herkesin görevidir. Ne yaptımsa, Ulu Tan rı'nın isteğiyle yap­ tım. Yontma ağaç, çamur tözleri, ongonları kırmamı anlayın ! Elimi kırmadım, sizi kırmadım, siz de benden kırılmayın... Kamlardan biri sordu: -Peki Ata Ü nür ne olacak? Putlarla birlikte elimizin günümüzün hafızasını, geçip gidenleri dağıtıp atalım, öyle mi? Oradaki bitikler de belgeler de mi dağıtılsın? Oğuz Han dedi: -Ata Ü nür, Türk'ün beşiği, geçmişi ve geleceğidir. Ona el uzatan 1 42


GÖKTANRI

elsiz kalacaktır. Atalarımızın sözlerinin, izlerinin, elden gizli sak­ lanmasını istemiyorum! Herkes savaşçı değil, herkes akına gitmiy­ or. Bilimle ilgilenen gençlerimiz Çin'e gidiyorlar, bilgi aldıktan sonra da geri dönmüyorlar. Bana, hakan çocuklarına öğretilenleri herkes öğrenmelid ir. Eli, bilgiden mahrum bırakmak isteyenler, onu sadece, çoban, demirci ve savaşçı görmek isteyenlerdir. Ne zamana kadar, mezar taşlarımızı, yazılarımızı, bitiklerimizi, bizden kopup Çin'e sığınan yabancı kafalı yazıcılara yazdıracağız? Belki, orda bize sövüyorlar. Biliyor musunuz? Çin'in yılanlı kurbağalı yazısının yanında Türk'ün kutsal yazısını da görün, öğre nin! Kam Ata bir yandan Ata Ü nür'ün kutsallığının biteceğinden, Erkon'un ayak altında kalacağından korkmuş olsa da, bir yandan da bilginlerin övülmesine, çocukların anlayışlı büyüyeceğine seviniyordu . Buna göre de hakanın sözünü tutmaktan, onun söylediklerini yapmaktan başka bir yolu kalmamıştı. Oğuz Han'ın düşünceleri ona yabancı değildi. Gördüğü rüyalar, okuduğu yazılar, inancının biteceğini, yeryüzünde tektanrıcılığın yayılacağını ona bildiriyordu. İnsan nereden başlamışsa oraya dön­ meliydi. Ancak bütün bunların onun çağında olmasını biklemiyor­ du. Göklerin yere elçi göndermesi bilinen işti. Kişi oğlunun dini değişmiş, yerin düzeni bozulmuştu. Ancak bu elçinin Oğuz olacağı­ na inanamıyordu. "Yazıya, bozu yoktur", diyerek dinliyor, öfkelen­ mekle bir yapamayacağını anlıyordu. Bilgili, törelik ki§i, ergenlik çağındaki hakanın dürüstlüğünü, inancını görüyor, gittikçe ona daha çok bağlanıyor, kendi yanıl­ gılarının acısı azalıyor, Oğuz'un yoluna ümidi artıyordu. Yemekler yenilip erlerin ötkü, atkı, baskı yarışları ba§ladığında Kam Ata i le Oğuz Han mağaraya çekildiler. Oğuz Han, yıllar boyu ondan çok şeyler, çok yazıtların okunmasını öğrenmişti. Gün doğan, gün batan arası elleri, çölleri, dağları gezgi nlerden iyi tanıy­ ordu. Ülkeleri, budunları, kentler arasındaki yolların uzunluğunu, yıldızlarla, ayla, güneşle, yerin bağlantılarını biliyordu, çeşitli 1 43


SABİ R RÜSTEMHANLI

ellerin inançlarından, yaşamlarından yeteri:"ıce bilgisi vardı. Ancak Kam Ata'nın yeterince açılmadığını, Ata Ünür'ün bazı sırlarını kendisinden uzak tuttuğunu hissediyor, her geldiğinde de bu sırları arayıp bulmaya çalışıyordu . G ü n batan yürüyüşünde yolların en zorunu geçeceklerdi. Gönlü kanatlanıyordu: - Sen geçmişi, geleceği bilensin, Kam Ata, dedi. Bunca karındaş kanından sonra, savaş ruhları bizden, budunumuzdan el çekecekler mi? Gelecek akınımızdan ne bekliyorsun? Söyle bana ! - Bu akından da zaferle döneceksin. Ancak . . . - Ancak n e ? - Alınyazın sana ayrı yol gösteriyor. Çin, H i n t son olmayacak. Yıllar önce babana da söylemek istedim, sözümü dinlemeyeceğin­ den korktum. Sen yolun başındasın. Erdemli ve korkmazsın. Yıldızlar büyük geleceğinden yanadır. Sana söyleyeceğim. Oğuz Han, beklediği anın geldiğini hissetti. Kam Ata, bu sözlerinden sonra ünürün karanlık ucunda görün­ mez oldu. Orda taş yerinden oynadı. Dönüp Oğuz Han'ı çağırdı: - Gel hakanım, gel de, bak ! Dedi. Açılan yarıktan içeri girdiler. Daha önce gördüğü odalardan daha büyü ktü. Duvarların dibine iri demir sandıklar konulmuştu. Seri/eı: ( raf) deri, papirüs, kil, levhalarla, yazılı belgelerle doluydu. - "yurd un hafızası" dediğim, gizli oda, baş ağuluk hudur, hakanım ! Putlar kırılırsa yenisi yapılır, inançlar da değiştirilir. Ancak bu sakladıklarımız kaybolsa, yaradanın d ili, yaradılışın kökü, bir yolluk unutulur. Kişi oğlunun geçtiği yollar hafızadan çıkar. Buna göre, bu raya "tarihin hafızası" da diyebilirsin. - Bahama da hunları mı gösterecektin? - Bahan ilgilenmedi . Yalnız çelebilerin ruhunun yaşadığı yer gibi haktı Ata Ünür'e. Akınlardan, savaşlardan başını alamadı. ı 44


GÖKTAN RI

Bayatların. (alapların. lc ngrilcrin, hayırla şerrin. hütün inançların kökünün hurada olduğunu hilınedi. Taşla yağmur yağdırılmaz... Bahan o taş için savaştığında, senin Tanrıcılık içi n savaştığını hilmiyordu. O, yağm ur taşını, ruhların taşı sanıyordu. Bir olan Göktanrı"dan geldiğini hilmiyordu. Yağmur Taşı'nın üstüne vurulan Tanrı damgası huradadır. Kam Ata, sandığın hirinden, neden yapıldığı bilinmeyen, yen i cilalanmışcasına parlayan, avuç içine sığan b i r damga çıkardı. - Bak, burada Tanrı yazıyor, bu sekiz oklu araba tekerine be n­ zeyen damga ondan geliyor, onun simgesidir. Bunu Ata Ü nür"de çalışan kamlar, çok eski zamanlardan beri korudular. Hakanlar bile bundan soru soramadılar. Suyu n ve kumların yeri kapladığı, insan oğlunu kovup dünyaya serptiği çağlardan çok çok önce de atam­ larımız Tanrıcı olmuşlar. Ancak onun Türk Budununa yaptıklarına sabretmeyip ondan yüz çevirmişler. - Bizim dağları, ovaları suyu n hastığını hiç duymadım. - Yok, bizim atalarımız hu raya suya küsüp değil, Tanrı'ya küsü p gelmişler. Buranın, nehrine, dağına, ağacına, malına taptık. "hir olan Tanrı'dan intikam alıyoruz" dedik. - Neydi ulu Tanrı'dan gileyi11iz? (şikayetiniz) - Atalarımızın binlerce yıl uğraşarak kurduklarını yıkıp dağıtmak ! . .. Tanrı'nın sırlarına el atıyorlardı. Kuş gibi gökte uçuyor, iklimleri değişti riyor, yerler-suları yönetiyorlardı. Tanrı da bunlara kızdı. Şu anda onlardan hiçbir şey kalmamıştır. Tanrı hizleri unutkan yaratmış. Uzun yıllar, binlerce yıl geçti aradan. Oğuz Han sanki uykudan uyanmıştı. Bu yollar nerden geçip nerede duruyordu. Ulus neleri kaybetmiş, neleri kazanmıştı? Bu sırları kim bil iyordu? Kaybolmuş açarları kim bulacaktı? Bu sandıktaki bitikler eski çağlara uzanan ipuçları ise, bunları kim okuyacak, kim kayhedilmiş geçmişe, kaybedilmiş dünyaya yol aray­ acaktı? 1 45


SABİR RÜSTEMHANLI

Kam Ata konuşuyon.Ju: - Çinliler, Tangutlular, burasını sadece tapınak olarak biliyorlar. Bitiklerin saklandığı yer olduğunu bilseler, çoktan saldırırlardı. En eski kuruculukların, ilk yaratılışın bizim adımızla olmasına dayana­ mazlar. Tanrı'nın yere gönderdiği taşlar da yalnız bizim elimizde, kamların yükünçleriyle güçlüdür. Önemli olan göklerin d ilinin, yazıtların korunmasıdır. Sen hakan olmakla beraber, baban gibi hem de inancın başısın. Bunu bilmelisin. - Bilmek azdır, hem de öğrenmeliyim. - Buna bir ömür yetmez hakanım! Yalnız bir büyüğümüzün yazdıklarını okusanız yeterlidir. Orda her şey var. Yaratılıştan beri geçtiğimiz bütün yolları yazmış baş bitikçimiz. Ulu Han Ata Bitikçi derler ona. Türk'ün en kutsal bitiğini o yazmıştır. Kimliğimizi bilmek istiyorsan, onu oku ! Onu okurken, geçip geldiğimiz yollarla geri yürümek, atalarımızın ilk varlığına kavuşmak isteyeceksiniz. Bunu söyledikten sonra taş bahçada üst üste galaklanmış deri yapraklarını gösterdi. Böylelikle Kam Ata ile hakan mağaraya bağlanıp Ulu Han Ağa Bitikçinin yaranıştan beri u lusun başından gelip geçenleri akla sığ­ maz bir güzellikle, sihirli bir dille anlatan yazılarını okumaya başladılar. Oğuz Hakanlığı da, eli de, Erkon'da onu bekleyenleri de u nut­ mamışt ı. Şimdi anlamıştı ki, o Tanrı elçisi olarak dünyaya tek gelmemişti. Bu dinledikleri sadece geçmiş tarihlerin bilgisi değil, hem de Tanrı'nın sözleridir, yasadır, ömrün ve dünyanın sırl ı kat­ larına götüren yoldur. Ancak, onu hayrete düşüren bir şey daha vardı. Bu bitiğin bazı sayfalarını, sözle rini, bu el yazmasını okumadan önce de biliyordu. El arasında gezen masallardan, atasözleri nden bunları duymuştu. Belki de, atasözü dendiğinde, Ata Bitikçi'yi düşü nüyorlarmış . . . Kam Ata, borcunu ödemiş gibi hafifledi ve dedi: 1 46


GÖKTANRI

- Hakanım! Bu bitik senin bildiklerini bir daha bildirdi sana. "Su gelen arka, bir daha gelir" demiş Ata Bitikçi. Git, eski yurtları dirilt. Eskimiş tapınakları yenileştir. Unutulan kardeşlerimizi bayrağının alytında yükselt. Oğuz Han söyledi: - Doğru dedin. Eski anıları diriltmek için o yurtlara gitmeliyim! Ancak nasıl? Gün batana yürürken, bu yurtlarımı kime bırakayım? Çin'e mi bağışlıyayım? - Yok ! Çin çoktan beri büyük Gobi'nin güneyinden duvar çekmek istiyor. Bizim yerlerin boz yüzüne Çinli katlanmaz. Senin gidişin ulusun gidişi değil, ulus yerinde kalır. Oğuz Han dedi: - Bu işin bir yolu var! Gücümüzden, yarlığımızdan, kılıncımızdan önce, Tan rıcılığımız, bir olan yaradana i nancımız gitmelidir! Tanrıcılığımız yeryüzüne yayılmalıdır. Buna yardımcı olmalısın! Ben bugün Ulu Tanrı'nın Türk'ün üstüne diktiği bir hakanım, onun istediğini hangi yolla olursa olsun yapacağım. Ata Ü nür varken, ben her adımda bir ongu n . evinin kurulmasını istemiyorum. Gök Tanrı ile bizim aramız açıktır. Köprü ç9ktur. Tanrı'nın bana verdiği üstünlüğü paylaşmıyorum. O, elçisi olmasa da u ludur, erklidir. . . Put odaları yapmaya, tapınaklar yükseltmeye gerek yoktur. Yaratık yaratanıyla görüşmek için tapınaklar, ayrıca günler aramıyor, Tanrı her an onun yanında, başının üstünde, gönlündedir. Bütün yaşamı at üstünde, yollarda, seferlerde geçen bir ulusa gerekeni, Tanrı ken­ d isi bizden iyi bilir. Kim olursa olsun, bu yüzden bir olan Tanrı her ulusa bir başka yalavaç gönderir, yaradanıyla i lişkilerini her ulusun kendi yaşamına uygun kurmasını doğru sayar. . . Tan rı adı ile ulusun kanını emen yeni bir tanrıcı sürüsü yetiştirilirse, yanlış olur. Yer yüzünde ne kadar Türk varsa, her biri kendini Tanrı'nın elçisi say­ malıdır. Ata Mağara'ya defalarla gidip gelmiş olan Oğuz Han bugün an lamıştı ki, o, tapınak hakkında bildikleri çok azmış. Mağaranın 147


SABİR RÜSTEMHANLI

sı rları açıldıkça o halden-hale düşüyordu. "Kendi yarattığımızdan, ke ndi başardığı mızdan ke ndimizin habe ri yokmuş" diye düşünüy­ ordu. Hakan, hem de elin i nanç başçısı ise , bu belge lerden niye habe rsiz kalsın? Ancak, bu düşünceler Oğuz Han·a başka bir gerçeği hatırlattı . " şimdi anlıyorum ki, bütün bu nlar, çamur, deri, ağaç te ngriciklcrine tapanlar için deği lmiş. Bunların h e psi Göktanrı ile ilgilidir ve sırları da Kam Ata ke ndi isteğiyle değil, Ulu Tanrı'nın iradesiyle açmaktadır. Kanı Ata, Oğuz Han'ın düşündüklerini hissediyor muydu? Belli değildi. Yalnız memnun olduğu görünüyordu. Acele e tmeden, belgeden belgeye atladıkça, Oğuz Han'ı her defasında hayrete düşürünce kanatlanıyordu. Sanki, Oğuz Han'dan intikam alıyord u . Sanki "görüyor musun neler var burada. B u kutsallığa insanın ile nasıl kalkar?" diyordu ona. Bununla birlikte, içindeki bir başka ses ona "Tereddüt e tme, bu sırlar yalnız bu genç hakana açılmalıdır. O yeni bir yol başlatıyor. Her şeyi anlatmalısın ona. Sonra geç olur" diyordu. O da kendi işini yapıyordu. Bu hevesle sandıktan dikkatli bir şekilde bükülmüş deri belgeyi çıkarıp açtı. Yağ ışığında derinin üstüne kızgın şişle ya da boyayla çizilmiş çizgiler açık olarak görünüyordu. Aslında bu da sekiz köşeli damgaya benziyordu . - Burada, Ulu Tanrı'nın yarattığı yerler, sular çizilmiş. Ekinci, demirci, mal alıp satan atalarımızın kurdukları binlerce uçmak yer­ /eri11i ( mezarlık) burada bulursun. Yerin, göğün sırlarına açar olan bir belgedir. Yer yüzünün u nutulmuş çağlarının, çok çok eski zamanların anısı, belgesidir. Gün batanda, adları u nutulmuş en eski mekanlarda yarattıkları e llerin çöktüğü nü, düzenin bozul­ duğunu görünce, bizimkiler yeniden yüzlerini güneşe çevirip gelmiş, sonra "toprakta kurulana güve nilmez" diye keçe yurtları düşünüp toprakla, suyla, yazla kışla baş başa yaşamışlar. Türk'ü bu boz çöllere, Gobi'nin, Tarım'ın sonu görünmeyen kum denizleri ne bağlayan nedir, düşündün mü? Kimse sordu mu bunu? Yüz yıllar boyu en veri mli topraklarda yaşayan yabancılar dört yandan sokul1 48


GÖKTAN RI

sa da, bu kumları atıp gitmedik. Gitsek de, yeniden ona döndük. Bilen var mı bunun sebebini ? Oğuz Hakan'ın yüzü, yağ ışığından çok, duyduklarından ışık­ lanıyordu. - Be n soruyorum, bana söyle ! - Köpekler, sönmüş, soğumuş ocaklardan ayrılıp gidemedikleri gibi, biz de yerlere gömülmüş yurtlardan, burada yaşamış ataların ruhlarından kopmıyoruz, bundandır. Tangut'la Altay arası, Tarım I rmağı boyu yerler görkünü, yüceliğini göklerden almış tanrısal yer­ lerd i . . . Yazıtlarda böyle yazıyor. İlk çağlarda insan beş bin yıl, on bin yıl yaşıyordu . Sonra ke ndini ölümsüz sandı. Tanrısını unuttu. Gökler kızdı, kum denizini taşırtı ora. Yeryüzünde ikizi olmayan ke ntler, uçmak yerine benzer bağlar, ormanlar, arklar, adım adım kum akınıyla yutuldu. Göklerin, yerlerin bütün sırları Tanrı'nın simge dilinde yazılmıştı, yalnız bilginlerin yüzüne açıktı. Tarım boyu ünürlerde, kovuklarda, elle yapılmış yer altı kentlerinde toplanan bilgiler bütün sırların açarıydı. Onları düşündüğümde, burayı sak­ lama yeri, ağu saymamız gülünçtür. Çok çok eski çağların bilgileri, Tanrı'nın dili kaybolmuştu bir anlık. Bize kalan onların tozudur. .. Ancak buna da sevin ! Yaradan incecik bir ip ucunu Ata Ünür'de saklamış. Tangu ta giden yolda, Kansu Ormanı'nda Danya koğuşlarında da nelerse korunmaktadır. Ancak okun maz oldu, dil unutuldu. Unutulmasa, bü tün örtüler kalkar, bütün başlangıçlar görünürdü. Kazlık Dağı'nın güneyinde yaratılışımız, ardan Tarım'a gelişimiz, Tarım'ın kumlar altında kalması, gün batana doğru çaylar arasında yen i bir düzen kurarak . eski yurtların bütün bilgilerini yeniden d iriltmemiz, sonra oraları da suyun basması, bir daha dünyaya dağılmamız ... yazıtlarda her şey vardı. . . Aral Gölü'ne akan çayların akmaz olması da, Kaspi '11i11 ( Hazar denizi) taşarak Kazılık Dağları'nın yamaçlarına yükselmesi de . . . Göklerden gelen elçiler de . . . Oğuz H a n çok yıllar önce babasıyla beraber yürüdüğü İtil 1 49


SABİ R RÜSTEMHANLI

Irmağını hatırladı. Çayın o yüzündeki yerlerinde Türkler için ana yurtları olduğunu biliyordu. Kam Ata'nın deri belgesi Türk'ün köküyle ilgili düşüncelerini daha da genişletiyor, karanlıkları aydınlatıyordu. Oğuz Han sordu: - Bu belgeyi almak istesem verir misin? - Yok büyük hakan, bu sandıkta korunanlar Ata Ü nür'den çıkarılamaz. Biz Tanrı'nın gölgesindeyiz. Yal nız bizim değil, yeryüzünün geleceği bu belgelere bağlıdır. - Açar tek olursa kaybolması ölümdür, çok olursa hiçbir kasır­ ganın, çal-çapın korkusu kalmaz . . . sırlar budunun bilginlerine, yen i gelenlere açımlmalıdır . . . Benim düşüncem budur. - Doğru söyledin! Kurtuluş yolunu bilgide görmek tanrısal insan­ ların işidir, Türk yolu budur. .. Bilgili kişi de erklik, erkli kişide bilgi olmalıdır. Yalnız kılınçla iş bitmez. Kam Ata sandıkları arayıp başka bir deri bükülüsünü çıkarıp Oğuz Han'a uzattı ve dedi: - Ben bu belgenin ikinci yüzünü veriyorum sana. Gideceğin yol­ lar ve yerler burada çizilmiş. Bizim olan bütün yurtları, toprakları burada bulacaksın. Ulu Tanrı sana bu yurtları birleştirmek ve oralarda yaşayanları yer d idişmelerinden korumak tapşırığı vermiş. Sen onların başını yerden kaldıracak, yüzlerini Göktanrı'ya çevirte­ ceksin ! Tanrı damgasının, Ulu Han Ata Bitikçi'nin hele ki, yalnız bir bölümünü okuyabildikleri "Ulu Bitik"in her biri bir mucizeydi, her biri yüz hakan hazinesine değerdi. Ancak Oğuz Han için en değerlisi son belgeydi. Ruhunu sefer havasının sardığı bir zamanda bu deri çizgi bütün kapıların açarı, bütün yolların kılavuzuydu. Ata Mağara'ya onu çeken neydi? Şimdi hissetmişti! Tan rı'nın iradesiyle buradaki oyuncak putları yıkıp dağıtırken de, mağaranın bu uzak gizli hafıza odasında korunan belgelerin hükmü ve isteği ile, onlara ve dünyanın sırlarına kavuşmak için hareket ediyormuş. Bunu da 1 50


GÖKTANRI

şimdi anlıyordu. Burası sadece hir tapınak değil, Tanrı'ya götüren hir yoldu, hu yolun kaybed ilmesi dünyanın felaketi olurdu. Tanrı'nın elçisi olarak onun en büyük işi, bu hazinenin kapısını eline u lusuna açmaktı. Aslında Oğuz Han için sohbet bitmişti. Ancak, Tanrı'nın yalnız ona verdiği olağanüstü hir hassaslıkla Kam Ata'nın yine de ne ise demek istediğini, " söyliyeyim, söylemeyeyim" ikilemi arasında kaldığını hisse tti. Savaşta zaferin bir yolu, düşmana seçenek imkanı vermemektir. Bu yolla hemen Kam Ata'nın önüne geçti: - Yüreğinde daha bir sırrın var. Neden sözünü sonuna kadar söylemedin? Kam Ata gülümsedi. Onlar birbirlerini iyi anlıyorlardı. - Sakladım mı? Yok. Söyledim her şeyi. Bundan öteye gidemiyo­ rum. Tan rı'nın işlerine karışmandan korkuyorum. - Sen Tanrı'nın elçisi ile konuşuyorsun, dedi, Oğuz Han. Sözünü bitirmediğini hisse ttim. Kam Ata'nın yüzü sandığa döndü. Sanki gözleri ile sandığı araştırıyor, ne ise arıyordu. Sonra gözlerini duvarlardaki anlaşıl­ maz, sihirli resimlerde, işaretlerde gezdirdi. Sonra yavaş yavaş söze başladı: - Biliyor musun büyük hakan! Doğrusunu istersen, bu mağara ile ilgili her şeyi söyledim sana. Daha önceleri de insan oğlunun ve budunumuzun geçip geldiği yollardan çok konuşmuştuk . . . Bugün Tanrı damgasını, Ulu Han Ata Bitikçi'nin kitabını sana gösterdik­ ten ve atalarımızın ilk yurtlarını, geçtikleri yolları gösteren deri bel­ geyi sana verdikten sonra sanki içim boşaldı. Anlaşılmaz bir korku bürüdü beni. Oğuz Han, Kam Ata'nın rahatsızlığının sebebini anlayamıylmdu. Elini Kam Ata'nın elinin üstüne koyup, sakin bir sesle sordu: ısı


SABİR RÜSTEMHANLI

- Seni korkutan ned ir? Ata Ürün'ün kaderini mi düşünüyorsun ? Anlattım artık. Biz varken, hurası korunacak. Çıraklarının, yardım­ cıları nın sayısı çoğalacak. Kam Ata 'nın gözleri yol çekiyordu: - Sana inan ıyoru m. Bu yönden hir endişem yoktur. Be n i düşündüre n insan oğlunun v e yeryüzünün geleceğidir. Görüyor musun, hir savaşın hirini hitirmeden, haşkasına atlıyorsun . İ nsan yaratılıştan birhirine düşman olmuş. Gözünü açıp yumunca ömür hitiyor. Yanımızda, yördemizde, gözümüzün önünde olan hüyük nesne leri görmeden, sırları açmadan, Tanrı bilgile rinin kapısını dövmeden göçüp gidiyoruz. Bu hilgiler de gün geçtikçe u nutuluy­ or. . . - B u ben i d e düşündürtüyor, dedi, Oğuz Han. - Biz, ne kadar hüyük bir yanlışlık yaptığımızı hilmiyoruz, büyük hakan! Yaratık, yani bizler incecik bir iple asılmışız. O koparsa, eski dünyadan ve Tanrı"dan bir anlık üzülürüz. Savaştan, seferden kur­ tulduğunda hunu hiç düşündün mü? Bir gün düşünde sor kendine. - Neyi sorayı m? - Sor ki, hunca hakan içinde Tanrı, niye sen i seçti? Neden bütün Türk Hakanları kendilerin i gökte doğmuş ve gökten gelmiş sayıy­ orlar? Neden kurbanlarımızı Ata Ünür de kesiyoruz, bu işlemeleri duvarlara kimler yapmış? Bu yazıları, simgeleri bize kim öğretmiş? - Sormadım, doğrudur. Sen kendine sordun mu? Peki, bunları sen niye bana daha önce söylemed in? - Kam Ata gülümsedi ve dedi: - Bu da Tanrı'nın isteğine ve hükmüne bağlıdır. Uzun yola gidiyorsu n. Gelimli, gid imli dünyadır. Yeniden görüşmemizi kaç yıl bekleyeceğim? Ne sen biliyorsun, ne de be n. Bu soruların cevapları o ince ipin ucundadır. Eski çağlarla aramızda bir-iki titrek köprü kald ı. Onlar da uçunca Tanrı'dan gelen yollar hüsbütün unutulacak.

1 52


GÖKTANRI

Oğuz Han, seferleri de, Erkon Vadisi'ni de, onu bekleyenleri de tamamen unutmuştu. Bütün dikkati Kam Ata'dayd ı. ·

- Sen de köprülerden birisin, değil mi? diye sord u . Kam Ata, b u soruya cevap vermese de yüzündeki ifade Oğuz l lan 'ın hedefe vurduğunu gösteriyordu . - Yalnız b e n değilim. Mısır v e Bahit, Tangut kahinleri, şamanları

da bu sırları halen unutmamışlar. Biz ge rçekten de gökte n,

Tanrı'dan gelmişiz. Tan rı, yerlerin ilk yaratıklarını gökten indirmişti. Bunlar kendilerine "er" diyorlardı. B u beklenmeyen göçün sebebini bilen yoktur. Yeryüzünü insan meskenine çevirmek mi istemişti Tanrı, yoksa fe lakete uğramış başka bir yıldızdan huraya göçmeye mecbur mu olmuşlardı, bilinmiyor. Onların ilk indiği yerler, bu mağaralard ı. Onlar, yere dil, bilgi getirmişlerdi. Kaybettiklerini dünyalarının benzerini burada kurup yarım kalan i�lerini burada devam ettirdiler. Binlerce yıl yaşayan, yeri cennete \eviren, kuş gibi göklerde uçanlar onlardı. Mağaraların kutsallığı ve kurban bayramları o yıllardan kamış. Tanrı Taşı'nı da gökten onlar getirmişler. Oka benzer, yılana benzer uzun gök arabalarıyla gelmişlerdi. Senin adın da onlardan kalmadır. Yılana tapmak da. Kendileriyle birlikte bir canlı getirmişlerdi, o da kurttu. Gökten gelenler, geldikleri yeri çabuk unuttular. Ancak kurt u nutmadı. Kurt, şimdi de yüzünü o uzak dünyalara çivirip uluyor. Kurdun bizi koruyup kollaması da buna bağlıdır. Bu kökten, eski yurtların bir­ liğinden geliyor. Türk'ün kurda kardeş demesi, onu kutsallaştır­ ması da buna bağlıdır. Oğuz birden bire, Issık Göl'ün güneyinde sıkıştırıp okladığı kurdu ve onun bakışlarını hatırladı. Ancak Kam Ata'nın sözlerini kesmedi. Kam Ata diyordu: - Bizim yolumuz gökten gelen adamların ilk yurtları arasındaki yoldur. Altay, Hante ngri, Buzlak Dağları, Mısır, Tangut. Neden l'ürkler bu yerlerden d ışarı doğru akmıyor? Çünkü, gökten gelen1 53


SABİR RÜSTEMHANLI

lerin ilk yerleşim yerleri hurada olmuş ve onlar bu yerleşim yer­ lerinin arasındaki yolların koruyucu larıdır. Sen birinci değilsin hakanım, incinme . Bu yolu çok Oğuz Hanlar geçti . . . Kam Ata sözlerine ara veri p Oğuz Han'a baktı. Onun bu söylediklerini nasıl karşılayacağını merak ediyordu. Ancak Oğuz Han'ın gözleri neredeyse mağara duvarlarından uzağa, meçhul bir noktaya dikilmişti. Kam Ata bildiklerini dile getirmekte zorlanıyordu. En başlı­ calarını zaten söylemişti. Oğuz Han onun sustuğunu görerek hay­ alden uyandı. - Sonra? Sonrası ne oldu? diye sordu. - Sonra yavaş yavaş gökten gelenlerin nesli kesildi. Tanrı mı kızdı onlara? Yoksa kendi aralarında savaş mı haşladı? Belki kendi yurt­ larında başladıkları vuruşmalar devam mı ediyordu? Bilmiyorum. Yazılar hunu açıklamıyor. Ancak, hirden hir felaket bulutu kapladı üstlerini. Bütün bir kıta suyun altında kaldı, kurdukları cennet köşeleri kumların ve buzların istilasına uğradı. İzleri tamamen gidip kaybolmasın diye Tanrı'nın huyruğuyla topraktan bugünün kişilerini yarattılar. Bugün senin yaşadığın Tanrı dini de onlardan kaldı . Bugü nün kişileri topraktan yaratıldılar. Gök adaml arı topraktan kendi benzerlerini yaratmayı becerirdiler. Ancak bunu çok gizli olarak yaparlardı. Erkon da onların gizli i nsan yaratma yerlerinden biriydi. Bu izleri ortadan kaldırmak için sonralar burasını demir eritilen bir yer gibi tanıttılar. Ye ryüzünde Erkon'a benzeyen ana yurtlar kaç tanedir, bilmiyorum. Gökten gelenler bir türdü. Ancak yarattıkları onlardan farklıydı. Belki de toprağın çeşitlerindendir. Bu da Tanrı buyruğudur. Buna göre eski kitaplar, gökten gelenlerin dili, eski kitabeler, hızla mahvedildi, unutturul­ du. Yerde yaratılanlar, gökten gelenlerle aralarındaki ayrılığı silip yok e tmeye çalıştılar. Bu duvarlarda gördüklerin gök adamlarının yazılarıdır ve onların dilindedir. Ben kendimi düşünmüyorum. Bir gün Ata mağara ve Tanrı oğullarının hilylc haşka yerleşim yerleri ı 54


GÖKTANRI

olmasa, bu gerçekler tamamen unutulacak . . . Oğuz H a n masal dinler gibi dalıp gitmişti. Birden bire her şey açığa çıkmıştı. Yıllar boyu bu mağara görüşmelerinde Kam Ata'nın kapalı, kopuk kopuk sözlerinin, gök­ ler ve yıldızlar, ruhlar ve melekler hakkında, insanın Tanrısal gücü, geçmişi ve geleceği görme yeteneği, rüyaların anlamı, uçmayı beceren, yer altı aleme giden insanlar hakkında söylenilenlerin her biri açık bir anlam kazanmıştı. Dünya ve insan tarihi bir düzene gir­ mişti. Şimdi gelecekti seferlere onu çeken duyguların nereden kay­ naklandığını daya iyi anlamıştı ve bu seferlere baskın gibi değil, bir ziyaret gibi bakıyordu . Zaten seçilmiş olmasının, Tanrı elçisi olmasının b i r sebebi d e buydu . Ayrılırken K a m Ata baştan beri gözünü ayırmadığı sandığın dibinden yeni gürz altından çıkmış gibi parıltısı göz kamaştıran bir kılınç çıkardı. Eleri üstünde onu Oğuz Han'a uzatıp, dedi: - Bak, bu da gökten gelen Tanrı demircilerinin işidir. B u kılınçla, Tanrı'nın yüreğine doldurduğu söz birleştiği zaman bunun karşısını kimse alamaz. Tanrı her zaman seninledir. Yolun Açık Olsu n ! Oğuz Han, yarı karanlık mağaradan t a m ışıklanmış olarak çıktı. Aradığını bulmuştu. Yer büyümüş, gökler yakınlaşmıştı. . Yurda dönünce Oğuz Han söylemiş, bakalım ne söylemiş: Bögiileri, bilginleri koru! El gideı; töre gitmez. Yol biteı; bilgi bitmez. Gece giindiiz Tanrı ya tap boyna111agil; (boşa za111an lıarca111a) korkup ondan ey111enip oy11a111agil! (ondan korkarak eğilme)

1 55


SABİR RÜSTEMHANLI

Bilginler bilgisi giyi111le aşı11: bilgisizin kılıncı yararsız arkadaş111: Yine Oğuz Han söylemiş: Dilin görkii söz. kişinin görkii yiiz. yiiziin görkii yiiz. ***

Hind"in kuzeyine gönderilen elçiler Oğuz Han'ı Issık Göl'ün güneyindeki yerleştiği bölgede buldular. Hintliler, onlara baş eğmişler, bağlanmak istemişler. Han ayın bedir haline gelmesi bekledi. Tan yeri ağardığında, bayrağını açtı. Borular çalındı, davullar vuruldu, at ayaklarının nal sesleri gölü dalgalandırdı. Az sonra sessiz ve semirsiz bir düzen içinde herkes göçteki yerini almıştı. ***

Hint elinin kuzeyinde, büyük bir yurtta Oğuz'u destekleyen Uygu rlara dost olan bir ulus yaşıyordu . Başçıları Yağma Han, Oğuz'un gelişini gönülden sevgiyle karşıladı. Yoluna çıktı, ağırladı. Eski düşmanlarından öç alınacağına sevindi . El verip Oğuz Han'la el oldu. Ona bağlandığını, her yıl vergi vereceğini beyan etti. Bundan sonra Oğuz Han, dağ sırtlarından, uçurumların üzerindeki asma köprülerden geçerek zorluklara dolu bir yolu aşarak gün doğan taraftan Uludağ bölgesine gird i . Ü lkedeki başı bozukluktan bıkmış olan halk onların gelişine sevindi. Bir ay kadar dinlenerek yolları öğrendikten sonra ırmakların kuşattığı İkarya'ya yürüdü . Kelekleri, tulu mları üfürtüp yüzdürerek nehri geçtiler. İkaryalılar göz açıp kapayana kadar şehri Oğuzların ellerinde gördüler. Şölenler kuruldu. Oğuz vergi miktarını koyarak geri döndü. ***

Gittikleri yoldan geri dönerken ulaklar gelip yetiştiler. Yağmur, Oğuz'un geri dönmeyeceğini sanıp baş kaldırmış, onun erlerini kovmuştu. 1 56


GÖKTANRI

Hakan kalktı. Eli yayla larda bırakıp bu defa yığcam atlı biilüğüylc geri döndü. Yağmur Han·ın gücünü görmüştü. Oğuz askerle rini zora sokmadan, Yağm ur'un askerlerini kolaylıkla dağıt­ tı. darmadağın etti, Yağmur·u öldürttü. ****

Hind ellerinden dönen Oğuz, yurdun içine daldı. Aylarca lalas'ta, Sığnak'ta, Ortak'ta, Alatua'da dolaştı. İnci boyu yurtlara, savaş erlerinin topraklarına uğradı. Yeni kentin inşaatına başladı. Oraya maddi destek verenleri donatıp bezetti. İç seferlerde Uslu 1 loca onun yanında sözdaşı, keneşçisiydi. Onun oğlu Kutluk daha Çin'den dönmemişti. Bütün bekleme dönemleri geçmiş, ancak gidenlerden bir haber gelmemişti. Tanrı'nın yardımı ile bu kaybın yeri boş kalmamıştı. Bin atlı başı Ergen'in kızı Elbilge yalnız görküyle değil, üstün düşüncelcri lylc de adını duyurmuştu. " Ben Kutluk'un sözlüsüyü m ! " d iyerek nice elçi­ leri geri çevirmişti. Her defa gün ışığıyla Uslu Hoca'nın çadırına girdiğinde, yerin göğün sevincini doldururdu onların yüreğine . . . Çiçekten inceydi, ancak at sürmekte, kılıç çalıp o k atmada erlcr­ Jcn hiç geri kalmazdı. Bayramlarda ak ürgesinin yaraşığına durur­ <lular. Uslu Hoca'nın güven, onur yeriydi Elbilge. Tanrı onu bir evin di reği, yaraşığı yaratmış! " Oğluma oğul doğuracak, sırdaş, çiyi11daşı ( omuzdaş) olacak . . . Bir dönseydi Kutluk! Düğün kurup, dilekleri ne kavuştururduk, yüreğimiz yerine gelirdi. " Kutluk'un, Elbilge'yi tanıyıp gönül vermesi de çok garip olmuştu. Bir gün yaylada Kutluk avdan obaya dönerken kayaların arasından geçen sert yokuşun eteğinde göğsü üstüne uzanarak başını otların arasına sokmuş bir at ve atın yanında daha bıyıkları terlememiş yakışıklı bir genç görmüştü. Tanımıyordu, görünen o ki, komşu ( ıbalardandı . 1 57


SABİR RÜSTEMHANLI

- Atına ne oldu? -diye sordu. Genç, başını kaldırıp Kutluk'a baktı: - Yılan sokmuş, anlamamışım. Birden bire şişmeye başladı, sonra yere düştü. Yazık! İnsanın kanadı, muradı olan at zehire dayanamaz. Anlaşılıyor ki Tanrı, onu yalnız güzel ve hoş alakalar için yaratmış. Aşağıdan yukarıya doğru bakan gencin gözlerinde garip bir ifade, pişmanlık ve acı hissediliyordu. Bu bakışlarda aklın alamay­ acağı bir çekicilik vardı. Ancak Kutluk bunu hissetmedi. Onu bura­ da bırakıp gidemezdi. Sordu: -Sen de mi ava çıkmıştın? - Evet . Sormasaydı d a anlayabilirdi. Yıkılmış atın eğerine birkaç ova kuşu asılmıştı. - Hangi obadansın? - Soğukbulak'ın üstünde yerleşmişiz. - Bize komşusunuz. Atla atın terkisine, götüreyim. Genç, bir an duraladı, ancak teklifi kabul e tmekten başka bir yol­ unun olmadığını biliyordu. - Peki, atın eğeri, palanları ne olacak? Kutluk atından inerek yılan sokmuş atın eğerini, palanını açtı, kuşları gence uzattı, kalanları usulünce toparlayıp yandaki taşların arasına sakladı ve: Yarın gelir, alırsın, dedi. Atın beline sıçradıktan sonra, gencin de ata binmesine yardım etti. Düz yolda genç ona dokunmadan atın çıplak sağrısında oturmuş­ tu, ama yokuş başladıktan sonra düşme korkusundan öne doğru ı �o


GÖKTANRI

yaklaşmış, eğerin içine doğru soku lup Kutluk·a sarılmıştı. Kutluk sert bir sesle : - Yakın otur. Tut belimde n ! Yoksa bu yokuşta atın sırtında kala­ mazsın, dedi. Genç, onun beline iyice yapıştı. - Bak böyle! Kutluk ister istemez oğlanın beline dolanmış kollarına göz gezdirdi ve bu kolların erkek koluna benzemediğini fark etti. Zarif ince parmaklar, i nce bilekler kız koluna benziyordu. Ancak yüreğine başka bir şey gelmedi: " İ nce-mince oğlanlardandır belki, diye düşündü. Yoksa atını yılana çaldırmazdı". Yokuşun ortalarına doğru iyice şaşırdı. Gencin onu sıkıca kucak­ lamasından başka bir yolu kalmamıştı. Ku tluk'un kürek kemikler­ ine iki sert yumruk dayanmıştı sanki. Bu nedir? Ne giymiş bu oğlan içine? - Kimlerdensin obada? Ben hepsini tanıyorum. - Bin atlı başı Ergen'in . . . deyip sustu ve ara verdikten sonra ekledi, oğluyum. Kutluk aldanmadı . Ancak sonra kendini tutamadı: - Benim bildiğim Ergen'in oğlu yoktur. Atın terkisindeki gençten bir cevap gelmedi . Ve bu dakika öyle bil, Kutmuk'u bir yıldırım çarptı. Her şeyi anlamıştı. Ayaklarını atın karnında sıktı ki, at hızlansın, terkideki ona daha kuwetle sarılsın. Bundan sonra hiçbir şey konuşmadılar. Sır açılmıştı. Aradan birkaç gün geçince Kutluk atını Soğukbulak'taki obaya sürmüş ve bulak (kaynak) üstündeki kızlar arasında genç avcıyı bu sefer kız giyiminde görmüş ve bir gönülden bin gönülc ona vurul­ muştu. Bulaktakilerin arasında ne diyecekti ona? Ancak karşılaşan bakışlar ve kızın yüzünde zorla seçilen utangaç tebessüm her şeyi açık söylemişti. " Elbette benim. Senin aradığın avcı genç benim". Oğuz Han 'ın uzak ellere giden elçilerinin çoğu dönmüştü. 1 59


SABİR RÜSTEMHANLI

Gi ttikleri ye rle rde Oğuz eline bağlanmak isteye nler de vardı, sert­ likle "gelirseniz, konuşuruz" diyen lerde . El içinde düzen kurduk­ tan, gün çıkandan, güney yönünden korkusu kalmadıktan, yapma ongonların köleliğinden çı kamayan amca çocuklarını kovup Kadırgan Ormanları"na sürdükten sonra, Oğuz Han'ın i lk arzusu gün batana yürüyüştü. "Kam Ata demiş, eski yurtların kapılarını açalım ! Eli yeryüzünün sonuna dek yayalım. Gün batan- gün doğan arasında bayrağımın gölgesine sığınmayan yer bırakmayalım", diy­ ordu. Ancak tam bu sırada güneyden e lçinin gelişi düşüncelerini değiştirdi. Beş su oymağında elçilerini çok kötü karşılamışlardı. Havalar serinleyip akı n çağı yaklaştığı zaman İnci Vadisi'nde hakan çadırının yanına, yöresine erler toplanıyorlardı. Hakan bu bölgede zaman kaybetmek istemiyordu. Bunun için Gur, Garçi, Afgan tarafl arına daha ağır baskı, korku bitikleriyle yeni elçiler gönderdi. " Bu, büyük hakan tarafından Ulu Tanrı adına verilen buyruktur. Bize bağlanacak, bayrağımızın gölgesine sığınacak ve vergi ödeyeceksiniz. Yok, kabul e tmezseniz, eğilmeyen başlar, uzanan kollar kesilecek. Tanrı'nın isteği yerine getirilecektir". Yola çıkmadan önce, Oğuz Han yine Uslu Hoca ile birlikteydi. Eli geçmişinden, geleceğinden, Türk Uluslarının kaderinden konuşuyorlardı. Yaşamın ağırlığı, sert kış, boz çöller, yağmursuz yer, ulusu sınava çekiyordu . Uslu Hoca: - Ulu hakan, bunlar yaratana bağlıdır. İlleri n de iyisi, kötüsü olur. Ayı, günü, yıldızları hakan yönetemez. Hakanın borcu, eline, ulusunadır. Senin el karşısında iki borcu n var. Hakanlığın aslı-kökü bu iki işin doğru yapılmasına bağlıdır. Bunlardan biri törenin korunmasıdır. Düze nin bozulmaması, kimsenin unutulmaması, birinin malına başkasının saldırmaması, pay-ülüşün kesilmemesi . . . İkincisi, sana kulluk yapanların korun ması, yüksek tutulması, onlara düşen altının, gümüşün geciktirilmeden d ağıtılmasıdır. Töre ile, ulus sevinç içinde yaşamalı, kulluk yapanlar da gereken ücre t ­ lerini alarak, el malına, komşu malına göz dikmeden, a k yüzle çalış­ malıdırlar. Çeri11i11 (asker) ayak teri, çobanın donluğu, te tikçinin 1 60


GÖKTANRI

güçl ülüğü. hizmetçinin. kullu kçunun özlüğü. e lçilerin. ordu haşçılarının yeli mi, kesi111/ikleri (emek hakları ) zamanında, kesinti­ siz verilmelidir. El düzene girerse, yüreğin ve yaşamın da düzem: girer. Elin malını yiyenleri yer yiyecek. Elin malını yemek. onun yüreğini oklamaktır, töreyi bozmaktır. Senin kılıncın. töreyi, hakkı. doğruluğu korumalıdır. Askerini sevindirmezse n, onun kılı ncı kınından çıkmaz. Altını kendin için toplama ! Erlerin için topla ! Altın esirliği, içki esirliğinden daha korkuludur. Yart111ag ( para ) saç. dağıt, yiği tlerin ordundan kaçmasın, dağılıp gitmesinler. Kılıncın elin bekçisi olsun ! . . Buyruğunu göklerin dili gibi, sert bir dille ver". Bu sohbet uzun sürdü. Oğuz Han'ı yakında çıkacakları sefer düşündürtüyordu. Uludağla, İ karya'dan eli birkaç yıl yedirip içire­ cek, giydirecek kadar ganimetle dönmüşlerdi. Gelecek seferin daha iyi olmasını bekliyordu. Goşa (paralel) çaylar arasından Beşsu'ya geçerek oradan, varlıklı, savaş görmemiş hir ele ulaşacaklardı. B u sefer, son yıllar kuraklıktan kavrulan yurdunun yaşamım kolay­ laştıracaktı. Uslu Hoca bu se.feri uğurlamıştı, ancak bugün yalnız seferden değil, Oğuz Han'ın gelecek yollarından, elin kaderinden konuşuy­ orlardı. Hoca diyordu: - Büyük Hakan! Seni üstte gök, altta yer, elin büyüğü seçti. Gök senden yüz çevirmeyince, yer ayağının altından kaçmayınca zafer seninlcdir. Türk Hakanları üç ayak üstünde .d ururlar. Hüküm, kut, alınyazısı ... Üçü da sende var. Tanrı yarlık verip oturdu seni ulu onur yerine. Seni başka kişilerden ayırdı ve kut ile donattı, yardımını da esirgemedi . Yürekli git, zaferle dön !

161



GÖKTAN RI

Kutluk'un Dönüşü

Y

urtta sefer havası vardı. Atlar besleniyor, e rler obalardan taranmış geliyorlar, demirciler gece gündüz bilmeden, yorulduk demeden ateşlerini püskürterek demir dövüyorlar, araba tekeri, ok, mızrak, ıe111rek (mızrak ucu) yapıyorlar, kılınç hazırlıyor­ lardı. Çadırlarda yır yığış devam ediyor, orduda atış dövüş yarışları ara vermiyordu. Akın Türk'ün deli sevdasıydı. Ozana ilham geldiği gibi, gelirdi sefer havası. Bu ruhu ilğılar, sürüler de hissediyordu. At tırnakları yeri 11agara (çalgı türü ) gibi çalıyor, sazlar, kopuzlar, çuhurlar yola çağırmakla beraber, eski yurtlara ağlıyorlardı. Tanrı, Türk'ü, bul­ mak ve kaybetmek için yaratmıştı. Türk'ün bütün yaşamı eskinin ağrısı, yeninin sevinci arasındaydı . Ozanların koşuklarında e l l e sarmaşıp ayrılmak, ocağı Tanrı'ya emanet etmek, gidilecek yollara gün aydın demek, ölümlü, kalımlı akının sonucuna uğur oilemek, Tanrı 'ya yiikii11ç (dua) kılmak gibi 1 63


SABİR RÜSTEMHANLI

gönül çığlıkları, yerle gök arasında insan oğlunun ya�antılarının ilginç duygusallığı, çalın çapraz anılar, sızıltılar kavşağı vardı. Sonsuz uzaklıklardan gelen yellerin soğuk iniltisiyle, ulusun ardından seslenen Bozkurt 'un uluması karışmıştı soylamalara: Tiinle durup (kalkıp) göçelim, Kara sular geçelim, Yağı başın biçelim, Şimdi bizi kim tutm: . . Dölek atlar yortarız, Yollar bağrın yırtarız, Yeıyiiziinii örteriz, Şimdi bizi kim tutar! Bütün seferlerde olduğu gibi yine erkeklerin yüzleri göklere yönelmişti. Tanrı'yı övüyor, zaferi ondan diliyorlardı: Sen ögden (anadan) doğmad111, Sen atadan (babadan) olmad111, Kimse pay111 yemedin, Kimseye giiç etmedin, Vıırduğ111111 umıtmayan Ulu Tanrım lıu! Bastığım belirtmeyen Ulu Tanrmı lııı! Yiicelerden yiicesin, Kimse bilmez nicesin Birliğine sığ111dık Bengıiliik böylecesin... Sen göktesin, sen yerdesin Ulu Ta111mı lı11! Ulıısıım1111 gönliindesin, Görklii Tanrım lııı! 1 A4


GÖKTANRI

Uzaktan, yakından gelen bu çalgıları, alkışları, yalvarı§ları d inleyen Oğuz Han'ın içinde duygular kasırga koparmıştı. Yağmur taşı kaybolduktan sonra, dorudan doğruya, kuraklık Çin'den kuz­ eye geçmiş, Gobi'ye, Go§a çay arasına, Büyük Yazı'ya görülmemiş bir susuzluk çökmü§tü. At sürüleri, deve kaytabanları, koyun, mal sürüleri üzülüyord u . Bu uzu n tü son dönemde el-ulusu Karacüğ'den, Almalı yönünde n İ nci boyuna yöneltiyor, kol kanat açmayı engelliyordu . Bu sıkıntı içinde Kam Ata'nın sözleri bir teskinlik gibi dola§ıyordu beyninin içinde. " Yurt birleştirilmelidir. Tanrı'nın be/giisfi11ti (nişan, iz) taşıyan taş ta bengü değilmi§. Ölüm­ süz olan, sonsuzluğa yol açan ulusun birliğidir. Dilini, kendini, toprağını, yolunu, töresini koruyan el u lus Tanrı sevgisi altında ölümsüzdür". Ozanların sesinde de Kam Ata'nın söylediği bir ölümsüzlük, son­ suzluk havası vardı. Ama, okumalar birden kesildi. Yurda bir ses dağıldı. Uslu Hoca'nın oğlu Kutluk Çin'den dönmüştü. Babasının, anasının ellerini öpmeden saraya koştu. Hakanın önünde bağır hasıp gözleri yaş dolu, eli boş döndüğünü söyledi. Yağmur Taşı bulunamamıştı. Çin'in güney saraylarına yol bulup o yöredeki hütün tapınakları aramışlardı. Yoktu . U lusun Tanrı Taşı dediği, ancak kamların ölmez sanıp bengü, ebedi taş dedikleri taş, aslında ebedi değilmiş, ölmüştü. Bir damla gibi Çin Denizi ' ne katılmış, yok olmuştu. Oğuz Han iki yıldan fazla süren bu arayışların bütün ayrıntılarını, hangi oymaklardan geçtiklerini sordu. Bu sorguda hakanı sevindiren Çin'de savaş sonrası yapılan anlaşmayı, barışı bozma isteğinin olmayışıydı. Kervanlar Türk ellerinden kimse dokunmadan geçip gidiyorlardı . Kuzeyden gelen akınlar durmuştu, ülke sınırlarında, yurt kıyılarında baskınlar yoktu, savaş korkusu k almamıştı. Demek ki, Oğuz'un vergisi, payı zamanında gönderile­ cekti. Üstelik Çin'in kuzey bölgelerinde yaşayan Türklerin gücü a rtıyordu. Birleşebilseler Çin Hakanlığı ye niden Türklerin eline geçecekti. 1 65


SABİR RÜSTEMHANLI

Bu sözleri söyledikten, sorulana cevaplar verdikten sonra Kutluk, bağır basıp kalktı. Oğuz Han: - Bunalma! Sizden sonra taş bulundu, dedi. Dinlenin, önümüzde uzun yol var. Saraydan çıkınca Kutluk atını kentin dışında, ormanların içinde onu hetlcyen yoldaşlarının yanına sürüp söyledi: - Büyük hakana gittim. Gözümüz aydın taş bulunmuş. Şimdi din­ lenebiliriz: Ancak, önce beni evimize götürü n. Birlikte çıkalım anamın, babamın önüne ... Nedeni, Kutluk'un yanında at üstündeki Çin kızı Li Şan idi. Ke ndisini Türk soylu Tabgaç kızı tanıtıp sevdirse de, onda Türklükten eser kalmamıştı. Dilini bilmiyor, Çin töresince yaşıyor, ancak Kutluk'u seviyordu . " İki yıl geçti, Elbilge seni beklemez. Anası, bahası da ' Bak Kutluk gelmedi, evde kalacaksın, e lden biri­ ni bul, evlen' diyerek, onu vermişlerdir" düşüncesiyle Çin kızına gönül vermişti. Alıp getirmesi zordu, ancak hakanın, babasının ümitlerini kırarak, sevdiği kız için Çin'de kalması daha zordu. Elin kınamasını göz altına alarak kızı orada bırakmadı. Şimdi uzun yol­ ları geçtikten sonra, gücünü toparlayıp anasının, bahasının önüne çıkmalıydı. Çin'de huna Tanrı'nın yazısı, haşa gelen bir iş gibi bakıy­ orlardı. Ordaya girip, el içine döndükten, Çin'in kurulu kentleriyle benzetemediği kendi yerlerini, zor şartlar içinde yaşayan u lusunu gördükten sonra bu evlilik ona anlaşılmaz görünüyordu. "Tanrı huyruğudursa da, görü nüyor, Çin Tan rısının buyruğudur." Yoldaşları ona yürük direk vere vere onu evlerine götürdüler. At nallarının seslerine Uslu Hoca'nın yüreği düştü. Kapıya çıkarak her birini tek tek bağrına hastı. Oğlunun yanında Çinli kızı görünce durudu. Kutluk'un kızarıp bozarmasından işi hissetti. Hiçbir şey demeden çadıra döndü. - Yüzü ak olsun oğlunun, al getir gelinini, d iyerek hanımına 1 1.. J..


GÖKTANRI

bozardı. Ancak hanım, gelin derdinde değildi. Oğlunu tuz gibi yaladı: - Öfke kalmadı bizde. Öldünüz mü kaldınız mı, bir haber veren de olmadı. . . Sonra Çinli kızı da kucaklayıp öptü: - Balalarımız döndü Tanrım, dedi. Dışarıdan bir kızla evlenmek Türklerde yasak değildi. Ancak büyük hakanın tapşı rığı ile gönderilen oğlunun gönül maceralarına kalkışması Uslu Hoca'yı üzüyordu . U lus huna nasıl bakacaktı? Peki, hu iki yılda onlara oğul olmuş Elhilge ne olacaktı? "Ata adını yürütmeyen hoyrat oğul ata belinden i nince, inmese daha iyi" diy­ erek çadırına çekildi. ***

Elhilge Kutluk'un döndüğünü duyunca göklere sığmadı. Ancak yanında bir Çinli kız getirdiğini duyunca, gökten yere çarpıldı. Önce ne yapacağını bilemedi . Sonra toprağa düşerek hüngür hüngür ağladı. Kutluk'a olan sevgisi, gün leri saya saya dönüşünü beklemesi, evlerini kendi evi gibi bilmesi bir yana, el içine nasıl çıkacaktı? Kız, ge linin yanında ne diyecekti? "Ulu Tanrım, öldür, al yanına heni" dedi. "Ölüp gelmese, bundan iyi olurdu." Tan kızardığında, ak iiıgesi11i11 ( atının) bel ine sıçrayıp çöllere doğru yüz tuttu. Didergin düştü. Gündüzleri onu gören olmuyordu. Yalnız gece yarısından sonra atasını ve anasını kırmamak için çadırın kapısını kaldırıp, sessiz, ünsüz yerine uzanıyordu. El kına­ ması Uslu Hoca'ya olan saygıya deyip durdu. Söz büyümedi. Sefer havasında ayrıca çadır kurup Li Şan'la yaşayan Kutluk da ı:ınutuldu. ***

Gece bulutlar, şafakta sağılmış gibi kan kırmızıydı. Bu uğur habercisiydi . Elde, "gece bulut kızarırsa, evde çocuk doğmuş gibi olur" derlerdi. 1 67


SABİR RÜSTEMHANLI

llık tan esint isi çadırların arasında fısıltıyla dolaşıyor, bozkurt sesine benzer sesler çıkarıyordu. Yürüyüş boruları herkesi güçteki yerine çağırıyordu. Sessiz, küysüz, öğrenilmiş bir düzen içerisinde herkes yerini· alıyordu. Tan vaktinde Oğuz kağan'ın ordusu yüzü güneye doğru akıp gitti. İnci ne hri nin sol kıyısına geçip eski el yoluyla yalıyı aşınca, önce gün doğandaki uzak Karaca dağların başı kızardı. Sonra tan ışığı tavus kuşunun kuyruğu gibi ufku bürüdü. Göç durdu. Başta Oğuz Han, e rler güneşe döndüler, arabadakiler araba üstünde, atlılar at üstünde, yayalar, piyadeler d izlerini yere koyarak güneşe üç defa bağır bastılar. Gün ışığı, göçün damarlarından geçip gitti. Kılınçları biledi, yolları pamukla döşedi. Göçün içinden kiminse sesi, sabah kuşlarının sesini bastırıyordu. ***

Güney yolları ile Oğuz eli, toya gider gibi yürüdü. Bu arada önce gönderilmiş e lçiler de onlara katıldılar. Gur'da elçiyi saygıyla karşılamışlar "sözleşme yapalım, size bağlanalım" demişler. Birkaç gün sonra Gur bölgesinde az sayıda bir orduyla, beyaz bayrakla onları karşıladılar. Gur başçısı Oğuz Han'a doğru yürüdü, at üstünde selamlaştılar. Konuşup, söz kestiler. Birkaç gün sonra Gur başçısı, yurdunun dört bir yanını yağılarının sardığını, bu yüz­ den yardım dilediğini, anlaşmaları olursa, her yıl gereken vergiyi zamanında ödeyeceğini bildirdi . Oğuz Han, Gur elinin düzenine dokunulmayacağını, törelerine, yasalarına saygıyla yanaşacağını söyled i . Gur başçısı kendine küçüklük saymadan: " Komşularımın dilini, onları yola ge tirmenin yollarını ben bilirim" d iyerek bir bölük seçme Oğuz askerini yanına alarak ayrı ldı, gitti. Oğuz han'ın atların do111111a ( rengine ) göre düzenlenmiş ordusu, yaz bahçelerine benziyor, gönül okşuyor, bu görküyle daha çok korku yaratıyordu. Bu orduyu gören komşular, ta Gazne 'ye, l 6R


GÖKTANRI

Kabil'e kadar, savaş istemediklerini, anlaşarak vergi ödeyecekleri­ ni söyled i le r. Ordu dinlenmek için dağ eteğinde, ırmakların kenarında yerleşti. Gur başçısı, ele katılmaları şerefine bir şölen verdi. El, güney seferinden, savaşsız, kayıpsız, başı göklerde döndü. Döne rken Oğuz Hakan beylerinin yiğitliğinden gururlanarak bakalım, neler söyledi: Aslanlara köpek baş olursa. biitii11 aslanlar köpek gibi olıırlm: Budun bozulursa. beyler diizeltiı: Beyler bozulursa, ki111 diizeltecek? Kılmç bekçi olursa. bey lıuzur bıılw: Kılmç kımıldarsa. yağı kı111ıldaya111az. Giineşte yarık. beyde caymak 'yanlış) yoktw: Yerin başı dağ. elin başı bey. Adı, ünü belli, yüzü ak, görklü beylerim, erlerim, seçkinlerim, yücelerim, yiğitlerim! Değeriniz düşmesin. Elimizin, Tanrımızın karşısında, başınız her zaman dik olsun . ****

Yurdun derdi yurtta kalmıştı. Yal nız Erbilge yanmakta, y�1I ara­ ıııaktaydı. G üney sefe rinde o da attan inmedi, babasının yanından ayrılmadı. Uzaktan uzağa Kutluk'u gördükçe yüreği paralandı. ı ... ıcyip yüz yüze gelmedi. Görse, söz açılsa, yumuşayacağından korkuyordu. Öç almazsa içi soğumazdı. Seferde el kaldırsa, ulusa ,oz düşer, savaşan erlerden biri azaldı diye, herkes onu suçlardı... :\kın zamanları el, yay gibi gerilir, avının üstüne atılmayı bekleyen .!'\lana döner, böyle zamanlarda el içine kan salmak kolları boşaltır, 'l'fcre gölge düşürürdü. Elbilge, bu yüzden bir şey yapmıyor, ,;ıhrediyordu. C iöç yurda döndükten sonra, şöl e nler günlerce sürüdü. I AO


SABİR RÜSTEMHANLI

Ayın dolarak yeri-göğü ışıkla görkle ndirdiği bir gece, kanının nasıl aktığını, yüreğinin nasıl attığını hisse tt iği bir zamanda, Elhilge , çadırların gölgesinden geçerek Ku tluk'un ak çadırına yanaştı. Kalın, keçe kapı yanlardan örtülmemi§ti. İçeriden ses seda gelmediğinden kapıyı kaldırıp içe riye girdi. Yıllardır yüreğinde gezdirdiği ulus eri, gönül verip sevdiği Kutluk, çadırın açık dün­ lüyünden düşen ay ışığında hanımıyla bağır bağıra yatıyordu. Donup kaldı. Bu, onun yeriydi. Şimdi, eline asi olan bir ülkenin deve tüpürceyi gibi ağaran ruhsuz lcçerinin olmu§tU. Doymazmı§casına haktı. Çığlık çığlığa ağlayabilirdi, "sindi" deme­ seydiler. Çinli kız içinden seviniyordu . Kar§ısındakinin kimliğini unutarak ay ı§ığında hu rüyaya benzeyen görüntüye baktıkça, baktı, yüreği ağzına kadar doldu. Güzel, kıyılmaz göriikliiktii (manzaray­ dı). Yüzle rinde donan mutlu gülü§ ay ı§ığında cilveleniyordu. Sanki birbirlerine bakıp seviniyormlardı. Belki de Elhilge'ye gülüyorlardı. Belki, onu görmüşlerdi, ancak hissettirmemek için kendilerine uyu ­ mu§ süsü veriyorlardı. Elhilge, yüreğinde " Tanrım hu sevinci neden bozayım, bu rüyaya nasıl kıyayım? " diye sordu. Sadağından bir ok çıkardı, dö§emeye saplayıp kapıyı açtı, geldiği gibi, çadırların arasında yok oldu . Aradan üç gün geçti : Kutluk oku tanımış, ama, hanımına hiçbi r §CY söylememi§ti. Söylese neyi deği§tirecekti? G idip Elbilge'yı eresin mı? Aradı, buldu. Neler oldu, neden yaptım bu i§i deyecc k miydi? Zaten, Elbilge'nin kendisinin yokluğunda, ana, babasına yaptığı oğulluk, sözünü tutarak onu beklemesi Kutluk'u sarsmı�. içinde Li Şan'a olan duygusunu darmadağınık e tmi§ti. Bütün buıı !ara rağmen nasıl bir adım atması gerektiğini bilemiyordu. Atınııı başını ovalara çevirdi. İlğıların, koyun sürülerinin yanlarında ıı geçti. Meydanı boş gören at, alıp götürüyordu . Gökler, yıkannıı� gibi masmaviydi . Bu maviliğin bir parçası da yaylanın eteğine koıı muştu. At bu suvat gölünü tanıyor, oraya doğru uçuyordu. Tam l ııı sırada yalın arkasından ba§ka bir atlı çıktı. Ak ürge gün ışığında p;ıı par yanıyor, kiilek (rüzgar) Elbilge'nin saçlarını bayrak gibi dalga


GÖKTANRI

!andırıyordu . Arcak Türkler kara hayrak sevmezlerdi. Bu hoş hir görüntü değildi. Elhilge, hüyük hir hırsla geldi : - E y Kutluk bey, erlik yapmad ın! Beni, elimizin h i r kızına dcğişseydi n yüreğim yanmazdı. Varıp, dayılarımın, büyük kardeşimin kanına eli bulaşmış bin dilli, bin yüzlü Çinlilerden biri­ ni getirdin. Beni öldürmek içi n ! Ancak o da yaşayamaz. Erliğin yet­ seydi, sapladığım oku alır bitirirdin onun işin, beceremedin! Şimdi, heni vur! Zaten bir kere vurmuşsun, bir daha vur! . . . Vur! . . Konuştukça gözyaşları saçılıyordu. Kutluk konuşmak, şu anda da, ona herkesten daha yakın olan ilk sevgisini göstennek, el atıp atının dizginlerinden tutarak, onu yanı­ na çekmek istedi. Bunu hisseden Elbilge, atın gemini çekti . Ak ürge yana sıçrayıp şaha kalktı. Elbilge, atını döndürüp biraz uzaklaştı, dağın e teklerinden geri döndü. Dönerken sadağından çıkardığı oku yayına yerleştirdi. - Büyüklerimizin kanını batıramazsın Kutluk Bey! Hanımından doğanlar da Çinli olacak. Doğmalarına dayanamam" dedi . Bu sözlerle yayı göğsüne doğru kaldırdı. Ok vızıltıyla uçtu ! Sakince, boşlukta yürürmüşcesine ... Sanki istese kız, oku yeniden yayına geri getirebilirdi. Kut luk el uzatsa, ok ona deymeden, oku gökte tutar, çöp gibi kırıp atabilirdi. Ne garip ki, ikisi de donup kalmış, gökte uçan oku seyrediyorlardı. Yaşadıkları ömür kadar yol geçti bu ok, uçtu, uçtu, çiçek ekilirmiş gibi Kutluk'un göğs(ine saplandı. Delip, küreğinden çıktı. Elbilge hundan sonrasını, Kutluk'un bükülerek atın boynuna düşmesini, alın sanki düşünerek neyise götür koy edermişçcsine, yavaşça geri diinmesini beklemeden ak ürge nin yalına yattı, ürgc onu uçurarak \iillerin sonsuzluğunda kaybetti. ****


SABİR RÜSTEMHANLI

At yükünü düşürmemek için, yavaş, yavaş ordaya döndü. Herkesi çağırırmışçasına kişnedi . Kutluk yere düşse de, ayağı üzengide asılı kaldı. At, üstündeki incitmekten korkuyormuş gibi donup kaldı. Görenler koşup yetiştiler. Ordaya dert düştü. Ku tluk'u kimin vurduğunu bilemediler. Gören sadece attı, o da tanıklık edemezdi. Uslu Hoca'yla, Erdem birbirlerine söylemeden, bu bekle nmeyen ölümün Elbilge'den uzak ol madığı düşüncesindeydiler. Ancak açıp abartmadılar. Zaten Elbilge, bir parça ak pek olup göğe çekilmişti. Bu işte Çin kızının suçlu olduğun u herkes biliyordu. Her gözden okunuyordu bu. Bunu Li Şan' da anlıyordu . Töreye göre ölen e rkeğin çocukları yetim, kimse­ siz bırakılmaz, hanımı ise ölenin kardeşi alırdı. Kutluk'un çocuğu yoktu, bir yandan da gelin i n ayağı ağır olmuştu. Bu yüzden kimse ona yanaşmadı. Yas biter bitmez, Çin'e giden bir kervana katıldı ve ü lkesine döndü. Ancak, yüreğinin altında, Kutluk'un hiç kimseye bildirmediği üç aylık çocuğunu da götürüyordu. Altı aydan sonra bir oğlu olacaktı. Y irmi yıldan sonra Kutluk'un oğlu, Çin ordusun­ da bölük başçısı olarak Türklerin üstüne gelecekti.


GÖKTAN RI

Az Erleriyle Kavuşma

O

ğuz Han gün batan seferine çıkacak mıydı? Kaç yıl sonra? Belli değildi . İç savaş bitmiyordu. Bir ocak söndürülmeden, bir başkası yanıyordu. Ancak bu güzün bittiği, kışın başladığı gün­ lerde gün batan yakasından bir kara haber geldi. Eski komşuları Kamerler, başka komşularıyla birlikte sözleşmeyi bozmuşlar, İ til'i, Yayık'ı aşarak yeni kurulan Yengi Kent'e kadar gelip ulaşmışlar, yurtları yağmalayıp geri dönmüşler. Kendilerinden sonra oraya bir de elçi bırakmışlar. Yüzü örtülü elçinin gelişi barış için gelenlerin gelişine benzemiy­ ordu. Kamer eligiriden piti (mektup) getirmişti. Buyrukçu alıp okudu. Kamer hakanı yazıyordu: "Ulu hakan, senin doğuda yağılan birer birer ezip, diz çöktünnenden başımız göğe deydi . Yaratanın e l i omzunuzda, taşı elinizde. K i m bata bilir size? Biz kardeşiz! . Aynı atanın çocuklarıyız. Ellerimiz arasında uzun bağlılık var. Gün batanda yağıların size gelen yollarını biz kestik. Kutsal taşı

1 73


SABİR RÜSTEMHANLI

taşımak şimdi bize düşüyor. Yaratan onu Oğuz Han adına değil, Türk adına göndermiştir. Sanıyorum, dört tarafımızda bunca düş­ man varken, gücümüzü birbirimize göstermeli deyiliz. Taşı verirsen, kardeş kırgının önünü alırsın . . . "

Oğuz Han Yağmur Taşı'nın savaş için bir ilişik yeri olduğunu anladı. Seferlerine ayrı bir don biçememişlerdi. Türklerin kara deniz dedikleri Pont denizinin kuzey-doğu çevresi Kamerlerindi. Güçleri, varları tükenmezdi . Boş yere böyle bir işe kalkışmazlardı. Oğuz'u korkutmak istiyorlar, "taşı vermezsen, savaşacağız" diyor­ lardı. Kamcrlerin bu beklenmeyen baskını Oğuz Han'ın gün batana sefer isteğini alevlendirdi. Sefer öncesi yapılacak işlerin tapşırığı önceden zaten verilmişti... ***

Tanrıcılar elden ele, ulustan ulusa dolaşıp döndükçe Oğuz Han'ın dünyayı bir inanca tapan, bir töreye bağlanan, bir bayrak taşıyan bir ülkeye çevirme isteği günden güne güçleniyordu. Bir yandan da Kam Ata'nın, babasının çağından sarayın ba§ kene§çisi, ayıtçısı olmu§, koca olup elden ayaktan dü§se de, düşüncesinin keserini yitirmemiş ulu Türk'ün, çocukken kendisine atabeylik yapmış olan Uslu Hoca'nın verdikleri bilgilerden sonra, onu çeken Kaspi (Hazar) ötesindeki bir dilli, akraba soylara, sonra da Firavunların Mısır'ına kadarki yerlere ulaşmak arzusundan kopamıyordu . Bu uzun, dönüşü o l u p olmayacağı bilinmeyen yolculuğa onunla birlikte on binlerle ev gidecekti. Buna uygun, yetecek kadar araba, at, deve, silah, sıırsaı (mühimmat) toparlanmalıydı. Bu arada Issık'ın öbür tarafından çok ağır bir haber geldi. Oğuz Han'ın en güvenilir koldaşları, yoldaşları olan Uygurların gün doğanda kalını§ bir kanadının Karluklarla olan sava§ları biter bit­ mez, bu defa güneyden Tangutların saldırıları başlamı§tı. Önünde ı 74


GÖKTANRI

birkaç ay zaman vardı. Oğuz Han atları, deve sürülerini besleyip yola çıkmak için İnci nehri kıyılarına inecekti. Arkada bırakacağı Uygur eline yardım etmeden sefere çıkamazdı. Ordu ha�çılarından Uygur beyi, Dolmu�'u beş bin atlıyla Be�balık'a gönderdi. İnci Nehri'ne inen vadilerin başında, arkalarından büyü k bir göç yetişti. Oğuz Han'ın gün batan seferini duyunca, onunla birlikte git­ mek isteyen Az erleri Göymen Dağları 'ndan kopup gelmişlerdi. Oğuz Han Az erlerinin başçısı Alpan Bey'i yanında oturtup ağır­ ladı. Askerin ve kabilelerin başçılarına armağanlar verdi. Seferin ikisine de uğur getirmesini diledi. Alpan Bey dedi : - Bizim ulularımız Kazlık denilen dağlardan geliyorlar. On beş yirmi doğuş önce kuzeyden geçilmez dağları aşıp gelen karınca sürüsü gibi sayısı bilinmeyen, bizi dilimizle konuşmayan bir yırtıcı akın bizi yerimizden kopardı. Yüz yıllardır, yurt diyerek kurt gibi uluyor, yeryüzünü e lek velek ederek dolaşıyor, ancak içimizdeki acıyı kovup çıkarabilmiyoruz. Tanrı seni, bizim öcümüzü almak için göndermiş. Bu büyük yolculukta senin yanında yer almak istiyoruz. Ncrde sen, orada biz . . . Oğuz Han için b u beklenilmez, başını göklere d iken b i r olaydı.

Az erlerini tanıyor ve biliyordu. Dağınık yaşasalar da, erdemleri,

boyları, görkleri, sert dilleri ile başka u luslardan kolay ayrılırlardı. Ancak köklerinin Kazılık Dağları'nın o yüzüne bağlı olduğunu ilk kez duyuyordu. Bu bilgi, onun önündeki sefe rinin doğruluğunun bir göstergesiydi . Şimdi, yalnızca Kamerlerle hesaplaşmaya değil, soydaşların ı n ellerinden alınan yurtların ı geri almaya gidiyordu.

1 75



GÖKTANRI

Eski Tarihin Sonu

D

aha havalar ısınmamış, yılın beş ayı donan İnci Nehri'nin buzları çözülmemişti . Bu, Oğuz Han'ın yolculuğunu kolay­ laştırıyordu. Nehrin aşağısındaki Aral Gölü'nün birkaç günlüğün­ deki yeni başkentine, Yen ikent'e doğru indiler. İnci Nehri'nin sağından, solundan erler akıp geliyorlardı. Oğuz Han, yaşlıların elden kopmasını istemiyordu: " Biz yurtlarımızı atıp gitmiyoruz ! Ye ri birleştirip, ulusumuzu onun beyi kılmaya gidiyoruz! Gün çıkanın kale taşları yükseltilmiştir. Dönüşte o taşları Kadırgan Dağları'nın öbü r yüzüne, büyük denize taşıyacağız. Gün batandan hepsini el yapıp, kudretimizi artırıp döneceğiz" d iyordu. İnci Nehri'nin ekili alanlarına, badem, cima, ayva bahçelerine, taştan, topraktan yapılmış obalarına gururla bakıyordu. Onun budununa yalnız akıncı, savaşçı, çoban gibi bakanlar artık gözlerine su versinler. Türk'ün ordusu saldırdığında korkunçtur, söz yok, aslanlar gibi saldırır. Ancak girdiği elleri duygusallıkla, Tanrısal

1 77


SABİR RÜSTEMHANU.

törelerle yönetir. Yaşayanların insan olduğunu hiçhir zaman unut­ maz. Yaz gelince çayın huz örtüsü lay lay, parça parça akarak Aral Gölü'ne dökülecek. Ordan da Termcz civarlarına dek gemilerle yüzece k. Onun yurdunun gcmilcri . . . Alış-veriş kızışıyor. Harze mliler Çin'den girip Oğuz'un elinden çıkıyorlar. Harezm demiş, Kara kumla ağız ağza olan bu cennet bucağını çok seviyor­ du. Aral gölünün dört yanı onun uluslarının mutlu yaşadığı yerler­ di. Buradan yüklenecekler, Kaspi'nin kuzeyinden aşacaklardı. Şimdiye kadar hiç sir akın onu bu kadar ilgilendirmemişti. Yol uzaktı, ağırdı şüphesiz ! G ideceği ülkeler de karışıktı. Çin, Hint kadar kalabalıktı. Yeryüzünün bütün yollarının birleştiği, çarpışma, birleşip ayrılma, kan kada yerleriydi. Kervanlarla uzun yıllar gidip dönen tanrıcılar gönülsüz konuşuy­ orlardı. İç içe, küçük ellerin de inançları karışıktı, birbirleriyle barışmaz durumdaydılar. Gök Tanrı i nancının yayılmasına karşı çıkanlar kendilerini yer Tanrı'sı sayıyorlardı. Doğu yönündeki gün batandakiler daha geleneksel, daha direnişli, ruh alemine daha çok bağlıydılar. Tan rıcıların Kaspi'in öbür tarafında karşılaştıkları zor­ luklar, çektikleri acılar Oğuz Han'ı acele e tmeye zorluyordu. Onun bu durumu eli bürümüştü. Yollar boyu başlıca düşüncesi, kaygısı akın yır-yığışının bitirilme­ sine yöneltilmişti. Y irmi gün sonra Harezm'in beşkenti Hive'ye vard ı. Orada iki gün dinlenerek kuzeye yöneldi. İnci Nehri'ni geçti, çadırlarını Yengi kentin kapısının önünde kurdu. Sokaklarında adam elinden kıpırdanmayan, bağ bahçeleri göz okşayan, gülcryüz, konakçı! Hive'den sonra Yengi kent boz, yakışıksız görünüyordu . . . Gece i l e gündüzün birleştiği g ü n lssık Göl'e gönderilmiş askerler geri döndüler. Uygur Beyi Dolmuş Oğuz Han'ın önünde dizini yere koyarak bağır bastı.

1 78


GÖKTAN Pt

Tangut ordusu darmadağınık edilmiş, Uygurların uzun sürecek rahatlığı sağlanmıştı. Ancak öyle bir iş olmuştu ki, savaşta yenilsel­ er, ondan daha iyi olurdu. Yağı Erkon'un yolunu bularak sızraya girmiş, mağaraları yağmalamış, dağıtmış, bitikleri alıp gitmiştiler. Oğuz Han, yerinden sıçradı. Kılıncının kabzasını sıkmaktan eli damar damar oldu. Ama, bu kadar uzaklıktan hiçbir şey yapamay­ acağını anlayıp tahtına çöktü;_ e lleriyle başını tuttu: Peki Ata Ü nür'deki, hazinemiz, bitikler ne oldu? - Her şeyi çaldılar. - Peki, Kam Ata? - Öldüğünü, kaydığını bilen yoktur. Onu da tutuklayıp yanlarında götürdüklerini söylüyorlar. Biri, yolda kurtulduğunu, Fergana'ya doğru kaçtığını söyledi. Başkaları da ünürün içine dalarak göğe çekilip gitti d iyorlar. Oğuz Han kendisiyle konuşur gibi "Kutsal taşın çalınması beni hu kadar üzmemişti. Zaten Ata Mağara'da Tanrı damgası korunuy­ ordu. O, bize yeterliydi. Ancak şimdi her şey kaybolup gitti. Yer oğlunu Tanrı'ya, ulu göklere götüren yollar kapandı, geçmişimizin açarım yitirdik. Bu, öyle, başımızın açarım yitirmek demekti. Tanrı'ya ulaştıran dilimiz bağlandı. Her şey bitti. Yazık Türk'e, yazıklar bize ! " dedi.

1 79





GÖKTANRI

Büyük Göç

S

efer öncesi Oğuz Han, ulus beylerinin, asker başçılarının, aksakalların, el bilicilerinin katıldığı bir toplantı yaptı. Gidecekleri yolu çok anlatmıştı. Şimdi son tapşırıklarını veriyordu: - Beyler! Elim günüm, budunum ! Ay doğanda gördüğümüz seferlerin en çeti nine, geçtiğimiz yolların en uzununa çıkacağız. Komşularımız gün batanda bize rahatlık vermiyorlar. Kuraklık topraklarımızı küle çeviriyor. Bu yurtlar bize yetmez oldu. Gideceğimiz yerler de kendi yurtlarımızdır. Çok, çok eski çağlarda biz orada doğmuş, orasını kurmu§, bin yılların izini sözünü koru­ muşuz. Bunun belgeleri Ata Ünür'de korunuyordu . Dilini tekçe kamlar biliyordu. Bize yağı kesilenler orasını da yaktı. Kam Ata kayboldu. Göktanrı, onu da çekti göklere. Gün doğandan, gün batana herkes bizden korkuyor. Öfkelenmeyin beyler! O belgeleri yaratanlar, bir daha yaratacaklar. Bu sefer i nsan oğlunun hafızasın­ da sonuna kadar kalacak ve yeryüzünün görkemini değiştirecek bir

1 83


SABİR RÜSTEMHANLI

seferdir. Biz kılıncımızla kesiyor, aklımızla düzeltiyoruz. Ye ryüzü hir daha tanık olur. Gideceği miz yerlerde hizim soyumuzdan kopan, dağılan, yabancılar arasında yaşayanlar var. Onların kölelik­ lerine son vereceğiz, yüzleri gülecek . . . Bilin, hu bir akın değil, hir­ leşmedir. İnancımızı yeryüzüne yaymaktır, eski yurtlarımızın kut­ sallığına kavuşmaktır. , ona en büyük tapınağa varmaktır. Yaşlıları, üzgün ve hezginleri hırakın kalsın ! Yolda fazla yük olmasınlar. Bir hölük ord umuz da kalacak. Ocağımızı söndürmüyoruz. Gür yan­ ması için gidiyoruz. Gök çadırımız, güneş bayrağımız olsun beyler! . . . Çadır uğuldadı. Akın sevinci, toplantıdan kurt ulumasına be nze r bir sele geçti . Sonra yemekler düzüldü, içe tler geldi, ayaklar, sağraklar paylandı. Şölen kızıştı. Şölenin en güzel yerinde iki bey çepleşti. Dikilip horoz gibi burun buruna geldiler. Bu bağırtı, çağırtı, Oğuz Han'ın damarına dokundu, eli kalktı. Dalaşan bey­ lerin yerine başkaları, güle güle anlattılar. Et paylarını beğen­ mem işler, parçalarını bölememişlerd i . Oğuz'un beyleri hakan şöleninde oturdukları yerlere, verilen yemeğe çok önem verirlerdi. Adlarına, yaşlarına yakışan yer gösterilmezse, yüzlerine soğuk bakılırsa, hakan şöleni olsa bile, kırılıp gider, soylarına yakışan yemek ve rilmezse, ellerini uzatmazlardı. Hakandan olsa bile, hak­ sız söze dayanmaz, minnet e tmezlerdi. Bu, bir sınak yeriydi. Sofraya oturdular mı, beş kişilik yemeden kalkmazlardı. Özel likle, seferden önce de, sonra da bolca yiyip içmemekten hoşlanırlardı. Böyle şölenlerde yer için, karşılarına kon u lan yemek için tartışmak olağan işlerdendi. Fakat bu tartışma Oğuz'u sinirlendirdi, sesi yük­ seldi: - Bu sözü bir defalık keselim! Beylere her korku boğazdan gelir. Yola başlayanda yanımda ergenlik yaşına yeni girmiş yoldaşlarım vardı. Şimdi, her biri bir elbeyi, soy büyüğü oldu. Sürüleri sayılmaz, at ve develeri tükenmez. Bizim soframıza ihtiyaçları yoktur. Hakanlıkla yemek bir töredir. Yoksa kendi çadırlarınızda da tatlı yemekleriniz boldur. Burada, şüphesiz, 11ıa111ııa /okl/lası ( son parça)


GÖKTANRI

yoktur. hakan konaklığıdır. . . Bundan sonra sofralarımızdaki bölgü de tapık etinin bölgüsü gibi olacaktır. Herkes payını bilsin . Yoksa, beyle rimizin karın davaları bitmez. Konuklar kahkaha ile güldüler. Birisi meseleyi aydı nlaştırdı: - Biz karnımız için değil, değerimiz için konuşuyoruz, Ulu Hakan ! Yine gülüştüler. Böylece hakan şöleni oııaı'lh (düzen, intizam) , hakan karşısında, saray toplantılarında herkesin yeri, yiyeceği kesin olarak aydın­ laştırıldı, belirlendi. ***

Alaçıklar sökülüp toplanarak, keçe bükümleri, perdeler, çığlar toparlanarak, atı olanın atına, devesi olanın devesine, katırı olanın katırına bağlanmıştı. Arabalılar geceden toparlanıp öylece ara­ banın üstüne yığılmışlard ı. İt yılında, yazbaşı tan vaktinden sonra, Yengi kent üstünde borular öttü, develer begirdi, atlar kişnedi, koyun -kuzu melemesi insan sesine karıştı, on binlerce insanın göçü, seferi başladı. Bu birkaç bin yıl sürecek gelecek tarihin başlangıcı idi. Eski geleneklerce Türkler, akınlarına kış aylarında başlıyor, vuruşuyor, savaşıyor, yaza doğru toparlanıyor, yazın ortasında kur­ banlar kesiyor, sonra canlı bir yara11g11111111 (yaratık) , i nsanın, çok yakınlarının görüşmesine gider gibi, sevinç içinde yaylaya gidiyor­ lardı. Türk'ün dağa kavuşmasında, dağdan ayrılmasında d ille söylc­ nilemeyeıi, yüreği oyan bir duygusallık, hin yılları aşıp gelen sırlar, acı, yaşamın sonsuzluk kadar süreceğine güven, ani olarak ölüp gideceğine e ndişe, yaratanla can alanın arasında kalmış i nsanın ota, güle, çiçeğe, yaz yağmuruna, çimen çehlimine, göğün dumanına, sırçasına bitmez bir deyinmesi; sığınması vardı. Türk'ün bir tapınağı da dağlardı. Onu koruyup ölümden kur­ ıardığına göre mi, yoksa, yüksekliğine, göklere, Tanrı'ya yakınlığına ı

o r:


SABİR RÜSTEMHANLI

göre mi? Kim bilir? Çok çok eski çağlara dayandığından, örtülü, açılmaz bir sırdı. . . Uzun süren seferlerde, büyük kitleleri göz altında tutmak, yemeğini, içeceğini yetiştirmek, sayrııswııı (hasta) , yaralısını bak­ mak, düzeni, rahatlığı korumak çok zordu . Buna göre, göç, üç-beş bin kişilik oklara ayrılır, herkes kendi u lukturuğu, obası, boyu, yar/11111 ( bir bölümü) içinde yer alırdı. Dünya yaratıldığından beri, hiç kimse, bu büyüklükte bir elin, bir yerden ayrılıp bu kadar bozul­ maz bir düzen içinde, bunca uzak bir yola çıktığını görmemişti . . . Önce hakanlığın altın başlıklı, altın işlemeli, al bayrağı dal­ galanır, göğe d ikilir, ışığı gün doğana düşerdi. Oğuz Han'ın fil kemiklerinden yapılmış, kıymetli taşlarla süslenmiş tör arabası, deve bağlanmış olarak bayrağın altında duruyordu. Göçle birlikte götürülen altın tahta, hakan, yalnız uzun süren yerleşmenin yapıldığı yerlerde çıkardı. Kalan günleri at sırtında geçerdi, yanına gelenleri at üstünde dinler, yarlığını at üstünde keser, ulusa at üstünden seslenirdi.


GÖKTAN RI

Sandık

Y

ine gönlü yazı/a111111ştı (gönlü açılmıştı) , at sırtındaydı. Yüz gulağuz daha bir karavııl böliigii (muhafız kıtası) at sırtında önde duruyorlardı. Beklerken atlan, kendileri kımıldamadıkların­ dan taş ongunlara benziyorlardı. Arkalarından ordu çalgıcıları geliyordu . Altınla, gümüşle işlenmiş borular, davullar, surnaylar tan ışığında gecenin sessiz karanlığını kovuyorlardı. Oğuz Han, sef­ ere çıkarken bindiği sevimli alapaçanın sırtındaydı. Tam on böyle alapaça, on süt renkli at onun binek atlarıydı. Biri yorulduğunda i!bürüne biniyordu. Yol sıkıntılı olacağından hakanlığın hazine ara­ halarına develer koşulmuştu. Sonra, her birinde on bin atlı olan, iki hölük duruyordu. Sağ tarafta, tan ışığı rengine çalan keher atlılardı. Burada bölük şadı Uslu Hoca oğlu Erdem idi. Sol taraftaki, kar gibi dümağ atlı bölüğüne Handemiroğlu Togan başçılık ediyordu. Arkada haleli güçlü atlardan oluşan daha iki bölük vardı. Sonra ulus geliyordu . Göç kıpırdadığında düzene gireceklherdi. Sonda alapaça atlardan Buğra Han'ın başçılığı altında bir bölük daha 1 07


SABİ R RÜSTEMHANLI

vardı. Yürüyüş gecesi, Uslu Hoca oğlu Erdcm'i yanına çağırdı ve dedi: - Oğuz Han yürüyüşte gecikenlere, geride kalanlara dayanamıy­ or, kızıyor. Bu yüzden yaşlılar gelmesin, dedi. Uzun yıllar yanında beş kencşçi olmuş Ulutürk'ü yanına almadı . Bana da "Kal! Uzun yola dayanamazsın. Ku tluk"un ölümü seni üzdü, gözümün önünde ölüp gitmeni istemiyorum" dedi. Ben Kutluk'u bırakıp gidemem. Siz, benim iki kanad ımdınız. Biri kırıldı . Tek kanatlı olarak sizinle uçamam. Ancak en yiğit erler de ölümden kaçamaz, biz de gid iciy­ iz. Akında, yad, bilinmez yollarda size görmüş geçirmiş insanlar gerekir. Çıkılmaz yollarla, açılmaz düğümlerle karşılaşacaksınız. Yaşlı, başlıları arayacaksınız. Kimi bulabileceksiniz? Türk hakan­ ları onurludurlar. Her şeyi bilirmiş gibi konuşurlar. Yeryüzünde bil­ i nmeyen, ya da hakanların da bilmedikleri nesneler çoktur, onlarla karşılaşsalar ne olacak? Kimseyi suçlamıyorum, Tanrımız bilir, ergenlik yaşına gelir gelmez gidip yürüyüşe ya11ıtıldılar (katıldılar) , savaşta bütün soruların bir cevabı var: kolun gücü . . . Ancak kolla, güçle açılamayan düğümler de var ... Düşünce, us, at ayağından daha yıiyiirektir (üstündür). Uçan kuşu tutmak olur, söylenen sözü yok . . . Göçte söz bilen, sözü, sözden seçen, yağılarla konuşmayı becerenler de gerekir. Yolların ayırımında kaçarak/ık ( hız, sürat ) yok, doğru seçim kazanır, doğru gören göz, yolu kısaltır. . . Babası b u sözleriyle Erdem beyi, yaşlıların sefere katılmaları için inandırdı. Ancak Erdem bey, ne yapabilirdi? Oğuz Han'la birlikte büyümüşler, bütün akınlarda birlikte olmuşlardı. Sözünün önünl' söz çıkarmak istemiyordu. Onunla keneşmeden babasını !oma götüremezdi. - Seni götüremem baba, dedi. Bozayım mı yürüyüşün töresini'! - İşin zaferle bitmesini istiyorsan yapmalısın bunu, canına mal olsa bile ! Ben sana yolunu söyleyeyim. Sandıklardan birini hazırlaı . suyumu, kavurmamı, eyirdeyi11ıi (ekmek) koy yanıma, yükle devcyl' . Size gerek olurum . . . Bir d e ki, d ü n gece Kutluk ile anan girdi rüya


GÖKTANRI

ma, " Erdem·i yalnız hırakma, şimdi sen ona gereksin, hizsiz kalmış hoş yurda değil", dediler. Onların hu sözünden sonra, burada nasıl kalayım? Ya heni diri, diri toprağa göm, ya da koy hu sandığa götür. Duyuk diişseler (duysalar) üstüne gelseler, " hahamın ölüsünü götürüyorum" dersin. Son sözler Erdem'i sarstı. En hüyük sandığı hazırlattı. Bahası hunun içinde sıkışmadan uzanahilir, isterse oturnahilir, küçük deliklerden yolları görehilirdi. ***

Eski kervan yolu önce çayın a ltındaki söğütlüklerin, dutlukların arasından geçiyor. Çayın Aral Gölü'ne dökülmesine az kala, sağa dönüyor, yarganların arasıyla ucu bucağı olmayan sonsuz düzlük­ lere, yerlilerin diliyle dersek govuya çıkıyordu . Onlar, Çinden haşlayan, kazlık dağına kadar uzanan, arada dağ silsileleri ile kesilerek doğransa da, yine bütünlük arz eden, yerin bir yüzünü tutan çöllerin, ovaların hepsine "govu" d iyorlardı. Belki de kovmak anlamındaydı bu söz. İnsanın atı, yaşamın insanı, baş yel dedikleri esintilerin her şeyi önüne alarak kovup götürdüğü sonsuz genişliğe bundan daha güzel ne ad bulabilird i ki? Yerin, yaratılışın yeni çağı bu göçle başlamıştı. Tan yeri ağar­ madan el ayaktaydı. Sonsuz düzlükleri sütle dolduran inek yelini (memesi) gibi dolgun ay başlarının üstündeydi. Bulutsuz göklerde, yıldızlar sıra, sıra dizilmiş, gece gündüz üstüne dolanıyor, gün çıkandan esen yumuşak tan yel i yovşa11/ı (kaktüs) çöllerd e yaratılışın başından beri bitmeyen kıvrak b i r türkü okuyordu. Tan yönüne göçün önünde giden beledçilcrden (kılavuz) biri atını sürerek hakanın yanındaki beylerden·ona bir bilgi getirdi: "Ta nrı hizimlcdir. Akınımız zafe rle bitecektir. Boz Börii ( Bozkurt) bize yol gösteriyor. " Oğuz Han, atını muhafız bölüklerinin arasından ileri sürdü. Gerçekten de, giiçün önünde, bir ok boyu aralıkta çölün rengin1 89


SABİR RÜSTEMHANLI

den çok zor seçilen aslan gibi yağ bağlamış, kökhikten (şişman) beli yastılanmış, az kala katır boyunda bir boz börü herkesin görüp seçebileceği bir ötkemliklc, rahatlıkla, şuhlukla yürüyordu . Arkadan gelen b u büyüklükte göç, ordu, yeri silkeleyen el ulus onun umuru nda değildi. Zaten bu anlarda o, ulusun bir parçasıymış gibi öne düşüyor, kılavuzluk yapıyor, ya da onları uğurluyor, "el nerde, ben orda" diyordu. Oğuz Han ellerini kaldırıp Tanrı ya y11111 (dua) etti: '

- Ey biitii11 yaratılmışlara yakın, göniilleıde ıılıı. içimi sevgi ışığıyla, dilimi giizel söz/erle bezeyen, kıp11da11anlamı, canlı var/ıklamı babası olan ıılıı Tanrım! Oğuz Han Mavi göğii süsleyen, 011 binlerce yildızı, kara geceyi, ayd111/ık giindiizii ayd111laıa11 Tanmıı! Seni öviiyorıım, sana giiveniyorı1111! Biitii11 işleı; biitiin bi/gileı; biitii11 yollar. sana bellidir! Biiliin sırları sen açığa çıkarırs111. Biiliin yiiriiyiişlere se11 seslenirsin! Sana taptık, sana inandık, sana sığmdık. Bizi diizyolla, ıığurla götür! Anlayan oğan (kadir) Tanrım.' Bizi tiirete11, egiden (yetiştiren) biiyiile11, bağışlayan ulıı Tanrı '111! Hakanların lıakam, babaların babası Ta11n111! Bu anda Oğuz Han'ın sözlerini duymuş gibi Tanrı, gün doğana ateş vurdu. Bulutlar tutuştu. Göz önünde görünen ne varsa, milyon yıllarca bozulmayan bir bekleme sessizliğine bü rü ndü; çölün uzak kısmından gün çırtladı (güneş doğdu). Oğuz Han atının yüzünü gün doğana çevirdi, üç defa elini göğsüne vurarak baş eğd i güneşe. Bütün ordu da, göç te aynını yaptı. Borular çalındı. Kurt ulumalarına benzer selamlaşma dal­ gaları göçün üstünden yeller gibi geçip gitti. Şimd iye kadar sessiz sedasız giden ulus, günün doğmasıyla can­ land ı . Doğan güneşi karşılamak Oğuz elinin çok eskilerden gelen 1 90


GÖKTANRI

törelerindendi. Göçte, akın çağı üç kere, ordada otururke n dokuz kere, ayakta, at üstünde, ne rdeyse öyle, olduğu durduğu yerde baş eğip, diz çöküp onu karşılar, sonra gür bağırma, çağırmayla yum verirdiler. Ellerinde bir şey yoksa, taşı taşa vurur, elleriyle göğüs­ lerini döver, ge limli, gidimli, ölümlü dünyada her gün yeniden doğan, yenilelcnen günqin mengü, ebedi var oluşuna sevinçlerini bi ldirirlerdi. At ayakları yeri titretiyordu. Sanki bir ulus değil, yerin bir yüzü, öbür yüzüne taşınıyordu. Oturma günlerinin durgunluğu gitmiş, herkesin yüzüne gün ışığı i le kanlarını kaynatan uzak bir duygudan, bin yılların geleneklerinden doğan sevinç te konmuştu. ***

Bitip tükenmeyen savaşlar, seferler, yeryüzünün eriş argaç yolları sezilmeden her şeyi düzene koymuştu . Her soy, her oba kendi yeri­ ni biliyordu. Önde genç kızlar, oğlanlar gidiyor, yorulduklarında çocukların, anaların oturdukları arabalar tırmanıyor, dinlend ikten sonra yine yaşıtlarına karışıyorlardı . Her soy, her oba kendi mal sürüsünü, koyununu sürüp götürüyor, değişecek atlar arabalara koşulmuş şekilde sıraların bekleyerek ilerliyor, beylerin atları hanımların atları ile yan yana gidiyordu. Yoksul evlerin e fi, kendi hanımını atının terkisinde taşıyordu. Böylece binlerle, on binlerce ev, tire, kabile, tayfa, oba-ulus bir yerde, bir ruhta yaşıyordu. Her tirenin (oba-boy) ineği, koyunu, katırı, atı, keçisi, köpeği, kedisi, çocuğu, büyüğü ... Ancak, tamamı söylenmemiş bir buyruğa balıdır­ lar " İ leri ! " Hepsi bu göçün, bu yürüyüşün kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar. Bu yüzden Oğuz göçlerinde akla sığmayan bir düzen, diziliş vardı. Yola çıkmazdan önce herkes kendi işiyle uğraşıyor, kimse kimseye engel olmuyordu. Oğuz'u destekleyen Uygurlarla beraber, Kengerler, Kırgızlar, Karluklar, Kıpçaklar, Kara Tatarlar, i\z erleri ilerideydiler. Bu göç çok uzak geçmişlerde atalarının geldiği yolla geri dönüy­ ordu. Oğuz Han'dan, Uslu Hoca'dan başka, bunu bilin var mıydı? 1 91


SABİR RÜSTEMHAN LI

Önemli olan hu değildi de, çünkü kendileri unutsalar da, kan hafızaları unutmamıştı. Yü rüyü§ havası elde söylenilc meyen, ilginç, kıvrak, ancak dön­ mez lıiri durum yaratıyordu . İ nsanlar lıirlıirlerine daha çok yak­ laşıyorlar, kavga, küsme, darılma u nutuluyordu . * * *

Emmisi çocukları nın suçlarını lıoyunlarına alıp geri dönenler ele katılarak ayrıca lıir olıada yaşıyorlardı. Bu kadar yakınlarını, hakan emmilerini, lıalıalarını kaybettikten sonra putların kırılması, eski i nançların yasaklanarak Göktanrı'ya tapmaları, önceleri olduğu gibi, fazla üzmüyordu onları. Çocukluklarından beri çok sevd ikleri, adıyla, yiğitliğiyle gurur d uydukları Oğuz, ocaklarını söndürmüş, soyun nice nice Alplerini, aksakalını kendi yolu için kurban etmişti. Onları üzen buydu. Büyükleri ile birlikte ölmediklerine yanıyor, el içinde kendilerini yabancı, alçaltılmış sayıyorlardı. Fakat, sabret­ mekten, dayanmaktan bayka çıkış yolu da yoktu. İncinme, kırılma ne kadar büyü k olursa olsun, sabretmenin e n doğru seçim olduğunu anlıyorlardı. Oğuz'a karşı gelemezlerdi. Gel ha geliydi, yükselme çağıydı. Tanrı'nın yükselttiğine, Tanrı'nın yarattığı ne yapabilecekti? Oğuz Han, kanla bağlı olduğu yakı nlarının onunla birge olmalarına sevinse de, bu adımın istekle atılmadığını biliyordu. Onların başka seçenekleri kalmamıştı. Gelseler de, yüzleri gülmüy­ ordu. Oğuz bu kaş kabağın (memnuniyetsizliğin ) sadece baba i tk­ isinden, dökülen kanlardan kaynaklanmadığını, onu çekemedik­ lerini, içten onunla barışmadıklarını kendine bile belli olmayan bir duyguyla hissed iyor, Tan rı'nın ona verdiği gizli gözle, onların yüreğini okuyordu. Ancak elin birliği için bildiklerini içine atarak bekliyordu. Bu beklemenin büyük acılar, itkiler getireceğini bile, bile bekliyordu . . . Koynunda yılan besle meye benzeyen bin işti bu. Her an tetikte olmalı, kendilerini korumalıydılar. Bunu Aytac Hatun'a da süylemişti. Ancak hatun saftı, temiz yürekliydi. Emmisi 1 92


GÖKTAN RI

kızlarını küçüklüklerinden bacı bilmişti. Onların yağı kesilerek sonra yeniden onun üstüne gelmelerini 11ı nrı·nın isteğine bağlı. kaçınılmaz. onunla ilgisi olmayan bir iş olduğu na inanıyor. kendini suçlu saymıyor, hiç kimseyi kınamıyor, kend isinin de kınandığını düşünmüyordu. Üstünden yıllar geçmişti. Emmi kızları şuhluk­ larını, güzelliklerini koruyup saklasalar da, geçen yılların anıları omuzla rının üstündeyd i. Onu atabilmezdilcr. Bu hatıralar ağırdı, eziciydi. Onları unutmadan ye ni kavgaların ortaya çıkacağını bek­ lemiyordu . Bir de, ele döndükten sonra, Banu ile Te rçiçek elini iiperek onları kanadının altına alması, Oğuz'dan koruması için yal­ varmışlardı. Aytac bu sefer onları kıramazdı. Banu ile Terçiçeği din­ ledi. Zate n yollar ve yürüyüşler onu üzüyordu . Oğuz'dan, oğlan­ larından yana yüreği esim esim esiyordu. Kızlarla başını din­ lendiriyor, hafifliyor, rahatlıyordu. İ lk zamanlar Banu ile Te rçiçek onun içten gelen sevgisinden duygulanarak ortaya olmuş kanlı savaşları, itkileri unutarak kalan yıllarını el içinde, ilk ve son erlerinin, şimdiki hakanın gölgesi altında geçirmek, bu dolaylı yolla, belki de, ilk ilişkileri yen ilemek istiyorlardı. Ancak Oğuz l lan·ın gecesi, gündüzü yoktu. Ara vermeyen seferlerde, vuruş­ ınalarda, ayrıldığı eski hanımlarına dönmek düşüncesinden uzak­ taydı. Aytac'ı gönülden seviyordu . Ondan başka, kimseyi düşün­ müyordu. Banu ile Terçiçeğin içini diden (didikleyen) yangın sönmemişti. Bu yangın neydi? Hakanın onları görmezden gelmesi mi, yoksa babalarının kanını almaya çağıran çılgın yırtıcılık m ı ? . . Belli değil­ di ... Belli olan, Banu ile Terçiçek'in içlerinde öç almak isteğinin günden güne körüklcnmesiydi. ***

Çöl, sonu görünmeyen yollar, yürüyüşler, amansız dövüşler, insanlara savaşmayı öğretse de, elde, yaşı gelen, kılıncı yere koyan­ lar arasında demircilerin, silah ve levazımatı yapanların, e111çileri11 ( hekim) , araba ustalarının. eğerci, dokuyucu, keçeci, çekmeci, �alcı. davulcu, ıe11ırekçi (Ok ucu yapan) , derici, açan (öğretmen ) ,


SABİR RÜSTEMHANLI

yadıkçı (yol aletleri yapan ) , tuğulgacı , ıarııgçıları11 (saray davetçisi) . elin gündelik kaygılarını ödemek için gereken işleri görenlerin kendi yerleri vardı. Yol ortaya çıkan zorlukların, çetinliklerin anın­ da ortadan kaldırılmasını istiyor, buna göre her soyun, her obanın kendi ustaları yetişiyordu. Avcılar, sihirbazlar, görümcülcr, bakıcılar ( falcılar) , yıldızcılar, kumcular da ulus arasında ayrıca yeri olan insanlardı. El, yüz, kum bakıcıları, öngöre nler, sihirbazlar, savaşta yağının yolunu kasırga, kar, yağmur, ateşle kesenler, yollarını karıştırarak, kedere salanlar göç, savaş öncesi canlanır, ordu başçılarının, hakan sarayının büyüyen başından el çekmezdilcr. Hatta Oğuz Han da savaş öncesi bakıcıların ağzını arar, yürüyüşün uğurlu, düşerli olup olmayacağını sorard ı. Susuz çöllerde alaçıklara giren, yüklere soku lan yılan ları sihirleyip tutan, daha çok atlarla, çocuklar için korkuya dönen bu çağrılmamış konukları oynatan sihirbaz Güngör Yılanoğlu'nu bir gün Banu'nun yanına ge tirdiler. Alaçık'a yılan falan girmemişti. Banu yılanı alaçıktan az ileride, yuğlu n kollarının dibinde gör­ müştü, gördüğü anda da korku çökmüştü yüreğine. Nedense bu yılanın onun için geldiği düşüncesini başından atamıyordu. Önceki gece hiç yatmamıştı. Yılan, karanlık olur olmaz sürünerek onun yanına girecekti, başka türlü olmazdı, yoksa n iye bu koldan ayrıl­ mak istemiyordu? Gözünü yumduğu gibi, alaçığın gözliigii11de11 (pencere ) , dünlüğünden, çığların arasından yılanlar sallanıyor, bumbuz haç diller yanaklarını yal ıyord u . Bir sözle, alaçığa girmeyen yılan onun beynine girmişti, çıkmak istemiyordu. Sihirbaz onun sözlerini dinledikten sonra güldü: - Bu karabasmadır, herkesin başına gelebilir. Yoksa, sen dokun­ mazsan, dokunmaz yılan, demişti. -Sana inanıyorum, ancak beynimden de çıkaramıyorum onu ... Küçük lükten yılandan korkuyorum. Onun dirisini, ölüsünü görme­ sem toktamam (kurtulamam). 1 94


GÖKTANRI

- Dirisini de, görece ksin, ölüsünü de, dedi, sihirbaz Güngör. Alaçıktan çıkıp yılanın saklandığı yuğlun kolları na doğru gitti, birkaç kere kolların ha�ına doğru yürüdü, dizini yere koyup oralar­ daki bütün dır dcşiğe haktı, sonra görkeminden yürek duran yılanı bir eliyle başından, bir eliyle gövdesinden tutarak alaçığa getirdi. Banu 'nun kar�ısında dişini, cebinden çıkardığı hir kaha sokarak 1.ehirini boşalttırdı: - Bak hunun canı bu ağ11s1111daydı (zehir) ! Şimdi oldu gereksiz, güçsüz bir şey, diyerek boğazını sıktı, yılanı öldürerek alaçığın yan tarafına attı . . . Yalnız hundan sonra Banu kendine geldi, Gü ngör'e bakarak ne dü�ündüyse: - Sihirbaz, bilmediğimiz bir yola çıktık. Karşımıza çıkacak yağılan da tanımıyoruz. Savaşların sonu belli olmaz. Ü stümde taşı­ mağa bu zehiri ver bana, dedi. Sihirbaz, cebinden hatunların koku taşıdıkları küçük altın kaba benzer bir nesne çıkararak ona uzattı, dedi: - Seni anlıyorum bayan! Oktan, kılınçtan daha güçlü bir silah veriyorum sana. Anında bitirsin. ***

Aytac, Banu ile Terçiçek'i yine sevinçle karşıladı. Uzun, çetin yolda az az yakalanan dinlenme zamanında, yiyip içmekten, eğlen­ mekten başka ne iş yapacaklardı? Sözün en tatlı yerinde Aytac'ın e n kuçük oğlu Yıldız Han alaçığa girip anasının elini öptü: - Babam kardeşlerimle birlikte beni ava götürüyor, artık çocuk değilim. Aytac, onu göğsüne bastırdı: - Avın kanlı olsun yavrum, git, dedi: Yıldız, alaçıktan çıktıktan sonra anası:


SABİR RÜSTEMHANLI

- Tanrım, Yıldız da ava giden old u ! diyerek Banu·yu kucakladı. Sanki dün doğurmuşum onu. Nasıl geçti yıllar? Nasıl büyüdü? Banu içindeki kıskançlığı saklayarak: - Tanrı korusu n ! Her biri bir ordu karşılığıdır oğu llarının, dedi. Çocuklarını düşünürken her şeyi u nutan Aytac yıllar öncesine dönmüştü. - Yıldız, doğrudan doğruya, Tanrı'nın bana hediyesidir. Uzun bir sefere çıkacaktık. Kaç ay süreceği bilinmiyord u . Ye ni boylıı ( hamile) kalmıştım. Seferde bu yükü nasıl taşıyacaktım? Oğuz Han'a ağırlık getirmeyecek miydim? Bilmiyordum. Ben boyluğu ağır geçiriyordum. Bunu doğurmak istemiyordum. Saray buyrukçusunun çok bilmiş karısı; "it sütü iç boyun açılsın" dedi. Oy Tanrım ! Neler bilir o. Eski zamanlarda hanımlar çocuk saklamak (çocuğu düşürmek) istediklerinde ayaklarının arasında aslan otu­ nun tohumuna benzeyen bir otun tohumunu yakarlarmış. Adını söyledi, unutmuşum. Onun dumanı ile çocuğu düşürürlermiş. Bir gün sonra i t sütü bulup getirdi. Tanrı'nın işine bak, sanki Oğuz'a birisi söylemişti bunu. Boylu olduğumu da söylememiştim. Ancak yüzüme bakarak "üçüncü oğlumuzun adını Yıldız Han koyacağım, dedi, Tanrı bize üçüncü oğlu da verecek. " Bundan sonra çocuğu düşürmem mümkün müydü ? Şimdi erenlere karıştı, görüyor­ sunuz . . . Yemekler yendi, içkiler içildi. Banu i l e Tc rçiçek ayrılarak gittiler.

Az. sonra alaçığında yalnız kalmış Aytac kıvrılıp yumağa döndü.

Alnına soğuk terler geldi. Rengi ağardı, m idesi bulandı. Yerlere düşerek çabaladı. Hizmetçiler onun sesin i duyup geldiklerinde, yerde yılan gibi kıvrıldığını gördüler, yan ında da ağusunu boşalttık­ tan sonra gevşemiş görünen bir yılan vardı, kendileri kaybetmeden yılanın başını ezdiler, bu işi öyle korkuyla, uzun değneklerle vurarak yaptılar ki, yılanın çok önceden boğulmuş olduğunun farkı­ na varamadılar. Sonra saray e111çisi11i (doktor-hekim) arayarak çağırdılar, ancak onun hiçbir deva dermanı işe yaramad ı. Oğuz


GÖKTANRI

Han·ıa oğulları avd an dönerken kadın lar, saray hizmcı�· ı k ıi saç yolup yüz yırtarak onları karşı ladı lar. Aytac ölmüştü ! . . < > ı ı ı ı vılan sokmuştu . . . B u ölümle yer yerinden oynadı, gök kükredi, yıldırımlaı . ı l nl c r saçarak çakıp gitti, kaygılı. sağmalı, çadır eteği bulutlar oyı ı i ı \ . ı ı a k yaşlarını boşalttı. Babasının ölümünden sarsı lmayan Oğuz Han diz �ııkı· ı ı · k oğullarına sarıldı. Onlarla birlikte hüngür, hüngür ıı)llıı ı l ı Yaşamının en ağır kaybına yanıyor: "Tanrım n e yapayını '.' Y1 1I göster bana ! " diyordu. Yü rüyüş yine durdu. Hatunu uçmak yerine, alıcı yere ( nw ı ı ı ı ) vermeden yola çıkamazdılar. Ağıcılar ulaştı. Kadınlar göğllskı h ı l tırnaklarıyla yardılar. E l ulus akıp geldi. Kadınlar Oğuz Han'ıı yııı tutarak "hatun öldü, acu nu koydu, göçüp gitti. Sen esenlik ve h111111 içinde uzun yaşa ! Tüzünlüğün eksilmesi n ! " dediler. El hatunu seviyord u . Oğuz'un bütün başarıların ı n , d oAı 11 yasalarının bir nedenin de onunla birgc buyruk veren Aytac 1 Iaıiııı olduğunu el-ulus biliyordu. Uğurlu başlanan yürüyüşte lrn ı 111111 yitirdikleri için herkes üzgündü. Bu yaslı, itkili başlangıç 'fanrı'nııı "bu yol size uğur getirmez, vazgeçin bu seferden ! " ifadesi dcAil miydi? Ancak Oğuz Han, yolu ndan dönmeyi aklına bile gctirnı iym du ... Yedi gün yiigçıılaf'llı (yasçılar) , ağıctlaf'llı (ağıt söyleye nler) , sesleri kesilmedi, göz yaşları sel gibi aktı. Yed inci gün hatunu, son rülüro Hatun tepesi denilen bir yerde toprağa verdiler. .. Her hiıi bir avuç, bir torba toprak getirip döktü. Büyük bir kurgan olu�tu . . . Oğuz Han, kurgana dönerek bakalım, ne dedi : Alaca-karaca d<(�litr aş/1111 yorııl11ıadıııı, yardım beni. Kanlı-kanlı savaşlar gördii111. kıı11l11ıad1111. kırdm beni. Giin garsıyan çöller geçti111. ya11111adıı11. yandırd111 beni. Kam kıızeyin soL�ıı.ftuna vardı111. do1111ıadı111. dondurdun beni.

1 9/


SABİR RÜSTEMHAN LI

Ü ç oğul vererek beni üçleyen, elden kınıldığında, beni suçlayan, e latın hatunu, inancımın gözü, evimin düzeni, soyumun bezeği, kesen kılıncım, uçan okum, açılan bayrağım, kadınım hey! ***

Aytac'ı zehirleyen başı ezilmiş yılanı Oğuz Han'a göstermişlerdi, ancak o, nedense hatununu yılanının soktuğuna inanmıyordu. Aytac korkak değildi, seferlerde çok yılan çiyan görmüştü, kendini koruyabilird i . Ölümünden önce Banu ile Terçiçek'in hatunun yan ında olduğunu öğrendiğinde, düşüncesi biraz daha bulanıklaştı. " Birkaç gün önce Banu'nun alaçığına yılan girmiş, efsuncu tutmuş onu" dediler. Bunda bir karışıklık vardı, ne ise . . . Oğuz, bu beklen­ meyen ölümün nereden geldiğini hissetmişti . . . Ancak, gönlüne gelenle karar veri lmezdi . Banu'yu, Terçiçek'i, efsu ncuyu, hizmetkarları, herkesi dinlemeliydi. Ancak bakıcının sözleri başka arama yeri bırakmamış, onu kendi düşüncesin i n doğruluğuna inandırmıştı: " Hatunu öldüren ağu yılandan gelmedi. Onun yanın­ da bayanlar görüyorum . . . Öldüren yılan değil, insandır, saraya yakın yerlerde arayın onları . . . " Efsuncu ise hatunu sokan yılanı gördüğünde kararmış, daha kestirmeden söylemişt i : "Bu Banu'nun alaçığının yakınında öldürdüğüm yılandır, saraya onun ölüsü getir­ ilmiş . . . " Elde, ölüme, ölüm töresi vardı. Hakan ocağına el uzatanların, o zamanlar yaşayanların dediği gibi, kını, yani cezası daha ağırdı. Bu hükmü Oğuz Han verdi . . . Banu ile Terçiçek önce ötken konuştular: "neden bizi karalıyorsun?" d iye sordular, sonra hakan ocağından gelme bir kurumla: "Suçumuz yokken, bize yüzün ü karatm a ! " diy­ erek bağırıp çağırdılar. Oğuz'un bu sefer de yumuşadığını görünce ayağına kapandılar, boyun larını kaçırmaya yer olmadığından: "Yanlışlık oldu, üstümüzde, dar güne, kendimiz için gezdirdiğimiz ağunun açılıp döküldüğünü fark etmedik" dediler. Konuştukça, karıştırdılar, ö/fifçii (katil) oldukları herkesin gözü önündeydi. Oğuz Han onları dinledikçe, kendini kınadı, onları ordaya yürek yumuşaklığı ile aldığına kızdı, iğrendi onlardan, yıldırım kılıncını 1 98


GÖKTANRI

sıyırarak: "Yılan suçsuzmuş, sizin başınız czilmel iymiş" diyerek ileri doğru iki adım attı, uf hile demeden, hir çalımla ikisinin bird­ en başını vurdu, sonra ayak altında hala da yalvaran başlara mundar leşe bakarcasına bakarak: - Alın, götürün bu yılan başlarını buradan, dedi. Bahaları sağ olsaydı, hu halde kanlı kanlı kızlarının başlarını boynuna asıp ömürleri boyu kendilerine yük ederek taşıttırırdım kancıklarının başların ı ! Çünkü, onlar da ağulu yılandılar, gözlerini bürüyen kanda boğu ldular. .. Ası n hu et parçalarını Aytac Hanım'ın arabasının iki yanından. Bırakın, e l gördükçe tükürsün yüzlerine ! . . Arabanın sağında, solunda asılmış kellelerin saçları uzaktan tuğlara bağlanan at kuyruklarına benziyordu . Oğuz Han, yerde sürünen, arabanın tekerleklerine dolaşan, toza çamura bulandıkça boz, kirli keçe şırı111/an11a (kıl) dönen bu saçlara, içinde son damla yaşı donup kalmış gözlere saktıkça, yolları daha çabuk geçmek, bu ölü anılarından daha çabuk uzaklaşmak istiyordu . . . ***

- Aral Gölü'nün hazı yerlerde yufka gibi yayılarak dayazlaştığı için "Yayık" olarak adlandırılan ulu suya, şimdiki Ural Nehri 'ne, ordan da İ til Nehri'ne susuz, kumlu çöllerden geçen çok zor hir yol uzanıyord u . Beklenmeyen kuzey rüzgarları, kum kasırgaları başladığında beş adım ileriyi görmek olmuyor, kum bedene sıvanıy­ or, göze, kulağa doluyor, ağızda d işlerin dibinde gıcırdıyordu . Bilinmeyen çağlarda, h u yollar boyunca kuyular kazılmış. Kuyular birbirinden iki gün uzaklıktad ır. Ancak, daha bahar yeni yeni ayak açıyordu. Susuz çöller de canlan ıyor, kumluklar yeşil aleve bürünüyor, yovşan, deve otu seher yelinde dalgalandıkça çöl, baş­ tan başa gümüşe boyanıyordu . Yulğunluklar bu çöllere yakışmaya­ cak kadar güzel, incecik, çiçek çehresine bürünmüştü. Başlarının üzerinde tora,�aylar (çöl kuşu ) okuyorlardı. Uslu Hoca yeryüzü nün kendi kadar tanıdığı olan, sonsuzluğa kadar süreceğine inanılan bu sesleri dinliyor, nerde gittiğine bakmayarak bu sefere katıldığına 1 99


SABİR RÜSTEMHANLI

seviniyord u. Şimdi. kendi de gökte sayraşa11 ( uçuşan) tuşlara. torağaylara. gfüc görünmeyen hıld ırcınlara henziyordu. Bu yollar­ dan kaç kere geçti? Yaşam nerde haşladı, nerde sona erecek? Öyle ki, sanki dündü, o da hu ye ni yeı111eler (gençler) gihi çöller hoyu at seyrid ir, ke ndi sesle ri nden uçtuklarını hissetmeyen kuşlar gihi, o da, atın uçuşunu hissetmeden yerle gök arasında, hafifçe, ayağı yere deymcdcn, kanat açıp uçuyordu . Ancak. şimdi hir sandığın içinde saklanarak gid iyordu . Ödlek (hağışlayıcı) Tanrı'nın yarattığı­ na hiç hir şey geçmiyor hanlar da dahil. Yaşın doldu mu, yüz kişinin yaptığını yapmış olsan da, artık hir yüke döne rsi n. Kimse seni, taşı­ maya çalışmaz. Meyveni verdinse, dallarını keserek yere düşüre­ hilirler. Ancak o ne hirincid ir, ne de sonuncu. Bu haline de sevin­ mektedir. Bütün kuşlar uçar, uçan nesne yok, bıldırcın uçunca " havard ı" d iyorlar. - Ye ryüzünün sonuna kadar gidecek olan hu göç, hala gücünü koruyordu . İlk günü, gün ortadan geçene kadar yürüdüler. Sonra karşılarına çıkan ilk suyun üstünde durdular, hüyük haş hayvan­ larını, atlarını sulayıp yemleyerek hiraz dinlenip ye niden yola koyu ldular. Bu çöllerin değişmeyen geleneği idi. Günde toplam iki kere, her birinde de iki-üç saatten çok olmamakla dinleniyor, sonra yeniden yolları ele alıyor, at üstünde yatıyor, yorgunluklarını al üstünde alıyorlardı. Yol Türk'ün diriliği idi. Yol hitti, yaşam hitti, ya da yaşam hiter, yol bitmez d iyorlard ı. Yol uzun ve üzücü olsa da, el u lus hurda da hin yıllar içinde biçimlenmiş adetlerini, geleneklerini yaşatıyor, seviyor, evleniyor, doğuyor, türüyor, çocuklarını büyütüyor, eğitiy­ or, büyük haş hayvanlarını, koyu nunu, kuzusunu helli hir düzen içi nde, sağmalını, kısırı ndan, koyunu kuzusundan ayrı tu tuyor, eğleniyor, küsüyor, harışıyor, av avlıyor, hirhirini konuk ed iyor, atını, devesini döllendiriyor, dünyasını değişenlerini toprağa veriy­ or. Bozulmaz göç türesince, geride kalanlar, güçten düşerek yürümeye takalı kalmayanlar göçü geciktire mezlcrdi . Yorulup kalan, kalırdı, çöller uzunluğunda çeşitli adlar altında, oha oha ser200


GÖKTAN RI

pilip sonsuza dek uzanan hir ayrılığın içinde hu göç, hu geçmişin can lı tarihi, silinmez izler gihi yaşıyordu Yirmi gün höyle gittiler. Çöller kuraklıktan, sıcaktan kavrulmuş­ tu. Suyun hitmesi güçü zora sokmuştu. Çocukların dudakları çat­ lcımış. atların haşı sallanmıştı. Arabalardaki atları çözmüşler, yer­ lerine develeri bağlamışlardı. Hallerini bozmayan sadece onlardı. Suyun varlığını, yokluğunu bilmeden, geviş getire getire, haşı yere eği lmeden, gözleri uzak gün hatanda yolları ölçüyorlard ı. Gece Uslu Hoca, sandığa eği lmiş oğluna fısı ldadı: - Yarın gii11 orta (öğle) sıcaklığın en dayanılmaz zamanında hirkaç ineğin haşın ı hirhirine bağlayarak onları kovun. Elden düşene kadar! . . Sonra hırakın onları ! Tırnaklarını nereye vurarak yeri kaz­ maya çalışacaklarsa, orayı kazın ! Oradan su çıkacak! . . Ertesi gün Erdem bahası nın dediğini yaptı. İneklerin tırnakladığı yeri kazdıklarında, çölün ortasında topraktan huz gihi su çıktı. Yan yana kuyular kazıldı. Göç, asker, hayvanlar dinlendi. Böylece gü n­ lerce yürüyerek sonunda Ulu Nehir'in yeşil yakasına kondular. Nehir hoyu yaşayan aynı soylu insanlar Oğuz Han' ı karşılamaya çıkmışlardı. Göç, ne kadar süreceği helli olmayan bir dinlenme molası için yerleşti, ak çadırlar, ak mantarlar gibi nehir yakası topraklardan kaharıp kalktı.

201



GÖKTANRI

Başkurt Seferi

O

ğuz Han'ın oğulları gençlik yaşlarına girmiş, yaşıtlarıyla at çapmak, ot atmak, kılınç, gönderi oynatmak yarışlarına katılmışlardı. Uzun kollu Beyrek Beyi, onlara talimci olmuştu. Beyrek, ordunun en ünlü ok atanı, kılınç çalanıydı. Yol lar boyu, üç kardeş Gün Han, Dağ Han, Yıldız Han, saray insanlarından daha çok, göçle gelen geyikçi (avcı) , ııdçıı (çoban) erlerin çocuklarıyla birgeyd iler. Hele on, on iki yaşları olsa da, gelecek dövüş yoldaşlarını burada aradıklarını biliyorlardı. Oğuz Han'ın başında toplanmış kişiler arasında, iş, yer, var ayrı seçkiliği yoktu. Yol, zorluk, döcüş hepsini birleştiriyordu. Büyük oğlu Gün Han, babasının ortacı, varisiydi, töreye göre, onun yerine geçecekti. Düşüncelerini, gücünü de buna göre hazır­ lıyordu. El, Ulu su kıyısında yerleştikten sonra hakan çoktan beri dik­ başlık eden, elçilerini kaba karşılayan Başkurt Hakanı Karaşad'la

203


SABİR RÜSTEMHANLI

anlaşmak isted i. Seçme atlı hölüklc riylc Ulu Dağ' ın, Urallar'ın gün hat anında otu ran Başkurtlara akın yaptı. Yarım aylık yoldan sonra Başkurtların Uluhağır Kale si'ne vard ılar. Bu kalede oturan Karaşad 'a sınır hekçileri Oğuz Han'ın hüyük hir güçle Üzerlerine yürüdüğünü iletmişlerdi. O da kalenin alınmazlığına güvenerek dışarıya çıkmadan, hurda gelenleri hekliyordu: -Gelsin Oğuz Han, diyordu. Uluhağır Kalesi çok höyle akınlar gördü. Doğrusunu isterseniz, hakan dövüşmek istem iyordu. Yarım aylık yoldan sonra atlar kuru, susuz çölle rde güçten düşmüş, zayıflamışlardı. Gideceği yoldan sağa, kuzeye dönmek fikri son­ radan ortaya çıkmıştı. Burda, onu dinlemeyen, boyu n eğmeyen komşuyu güçlü bırakıp gitmek, sürüyü kurda teslim etmek gibi bir iş olurdu. Yeniden elçiler gitti, geldi. Karaşad, öğünmesine rağmen, savaşı kazanacağından emin değildi. Kala hureundan beş köşeli yıldız. heş leçekli (yapraklı) gül gibi dizilmiş, Ieçeklerle bir renkte olan Oğuz askerlerini gördüğünde öfkesi kabard ı: - Erlerimiz savaşsın. Üç hizden, üç sizden, dedi . Benden biri yete­ cek sizinkilerin karşısına . . . Söz kesildi, kapılar açıldı. Oğuz'un ordusuyla kale arasındaki çölün ortasına üç Başkurt bahadırı geldi . Görkemleri görenlerin aklını şaşırtırdı. Baştan aşağı demir içi nde, demir göğüslük, demir hilekliklcr, demir dizlikler gün ışığında parıldıyord u . Gözleri gazap içinde yanıyordu. Ü stelik Başkurt atları, Oğuz' u n atlarından daha iriyd i, tüylüydü. Ağır, dik ayakları sanki yeri delip geçecekti . Uzun ye/keleri (yeleleri) bayrak gibi dalgalanıyordu. Oğuz ordusunun eğitimleri başkaydı. Erler, dövüşten önce, alın dizgi nini kısaltır, kılıncına dokunmasın diye kuyruğunu keser, ya da çok sağlam düğümlcrdi. Atın dizgini nin, kuyruğunun kurbanlarını çok görmüşlerdi. Birinci Başkurt bahadırının karşısına Oğuz'dan dövüş kaplanı Karacönge oğlu Azman hey çıktı. Başkurt hahadırı gürzle vurarak onun başı nın üstünde tuttuğu kalkanını haşına 204


GÖKTANRI

geçirdi, kafasını parçaladı. Kan ı yüzüne aktı, yere yığı ldı. kalenin surları uğuldadı. Oğuz Han ağardı. İ kinci olarak Uygur pehlivanı Dib Şensu oğlu Buran Bey mey­ dana gitti. Demir uçlu gönderisiylc Başkurt bahad ırını attan düşürmeye çalı§tı. Gönderi, demir göğüse takıldı, kaldı, bahad ır kargısını bastırdı ve eri, çilik çilik ederek yere serdi. Oğuz"un üçüncü eri de yenilirse, savaş kaybedilmiş olacaktı. Uslu Hoca oğlu Erdem hey, Başkurt yürüyüşü öncesi gece, babasının gizlice söylediklerini hatırladı . " Başkurt erleri güçlüdür. Ancak kendileri de, atları da ağırdır, geç hareketlenirler. Onları yenmek için çöl kedisi gibi çevik olmalı, göz açmalarına fı rsat ver­ memelisin." Erdem atını hakanın önüne sürdü: - Ü çüncü savaşa hen gideyim, Ulu Hakan, dedi. Hakan çocukluk, gençlik sırdaşına haktı, düşündü, hocası olan Uslu Hoca'nın tek kalmış oğlunu, e n yakın arkadaşını " Başkurt ayısının" pençesine vermek istemiyordu. Erdem gibi, Oğuz Han'da savaşta ölümü düşünmezdi, yaşam, eğitim özellikleri onlara ölüm korkusunu çocukluktan unuttururdu. Bu duyguyla Erdem Bey'i kırmadı: "Tanrı'nın isteği böyledir, dedi, kolun bükülmesin, git ! " Erdem kılıncını eline aldı. Başkurt bahadırı güldü, enli, uzunca kılıncına el attı. Göğüs göğse geldiler, kılınçların arasından kıvılcım döküldü. Erdem beyin çevik atı yay gibi gerildi, yedi adım ileriye açıldı, anında geri döndü. Süvarisi ile birlikte sayısız dövüşler gör­ müş olan at, Erdcm'in duygusuyla kıhncının devamıydı. Başkurt bahadırının ağır atı toparlanıp dönene kadar Erdem üstüne atladı, kılınç yandan, haşliğın açık yerinden bahadırın başını top gibi göğe fırlattı. Ulubağur'un ikinci bahadırı da, Erdem beyin alanda kedi gibi çevik atının yardımıyla başsız kaldı. Üçüncü dayanamadı, atını çevirip kale kapısına dayandı. Hakanın ordusu bir ağızdan kahkalarla güldü. 205


SABİ R RÜSTEMHANLI

Oğuz Han söyledi, bakalım ne söyledi: Yiiyiirek meydana geliııce. dinsize dinini bildiriı: Yiiyı"irek aı siivarisini lıakan kılm: Yiiksekıen bakan alçaga tez ineı: Y(�idiı11 sa,� olsun, çıkılıııayan da,� ols1111. Erin bir lıiiııeri. elin bin kaygısı. ***

Kapılar açıldı, Karaşad at bayrakla ve elinin atlılarıyla geldi. El verdi, "El oluyoruz" dedi. Atın üzerinde kesme/ ( anlaşma) kesildi . Yılda b i r kere vergi, a t , mal-kara, maral göndereceklerini bildirdi. Hakanla bir dilde, bir ağızda konuşup anlaştılar. Oğuz Han: -Gök bir, Tanrı birdir. Yer de bir olmalıdır. Biz, bizden olmayan­ ların üstüne gidiyoruz. Sizler kardeşlerimizsiniz! Sizinle savaşmak, kan akıtmak istemiyoruz. Tan rı'nın isteği ile askerimiz yenilmedi, yenilmeyecek, dedi. Karaşad karaldı, ancak: - Tanrı isteğinizi versin, benim bahadırlarım da buyruğundadır, dedi . Sonra asker ordalandı, ye mekler ye nildi, o t u kursağa ulaşan atlar küreklendi. Oğuz dünyanın hiçbir yerinde bu kadar verimli, şiresi daman, kapkara toprak görmemişti. Ulu suyun kollarının birinin üstünde durmuştular. El atarak bir avuç toprak aldı. Sıktı. Sanki yemekti, ağzına götürecekti. Karaşad'a "Ulularımız var olsu n ! Size dünyanın en barlı toprakların ı kazandırmışlar! " dedi. Karaşad'ın yüzü ilk defa açıldı. Gülümsedi: -Başkurt yurdu görklüdür, dedi. Irmakları, gölleri, ormanları, çimenleri. Vardan yok değiliz. Sonra yere ayı derileri döşendi. Karaşad kuzeyden, Oğuz Han ise gittiği ellerden konuşa konuşa geyik, kuş eti yiyerek kımız içtiler. İçkinin dumanında dövüşün acısını u nutan Karaşad, Oğuz'un buralarda bir iki ay kalarak dinlenmesini istiyord u . Avdan, bezin 206


GÖKTANRI

bolluğundan, Başkurt elinden geçen hez yolundan söz açarak Oğuz Han'ı eylendirmek, elinin gücünü göstermekle üç bahadırın yenilmesinin Başkurt elinin adına gölge düşürmed iğini bildirmek istiyordu. Oğuz Han düşünceliydi: - İ pek Yolu, hez yolu . . . Dünyanın bütün büyük yolları elimizde. Ancak kendi yolumuz, düğüm, düğüm ... İ ç savaşlar uruğ turuğu­ muzu tüketiyor. Sizlerle söz kesep kuzeyi kendimize bağlamakla yağı olmaktan çıktık. Yoksa bu sefere gözüm arkada gidecektim. Oğuz Han Erdem Bey'i yanına çağırttı. Atları koşa/anda, (yan yana gelince) eli ile Erdem'in kolundan tutarak " Bu senin savaşın, senin zaferin oldu. Baban Yen i kentte duyup şadlanacak" dedi . Sonra Erdem Bey'e altın başlı tuğu hediye etti. Yazı n güzel çağıyd ı. Oğuz Han süzülmüş atları yeniden sıcak, susuz çöllere götürmek istemedi. Karaşad'ın sözünü dinleyip kaldı. Bütün yazı onunla birge avda, at yarışlarında geçirdi. Başkurtlarla, Oğuz erleri kaynayıp karıştı. Ok, kılı nç. Kargı, at üstü yarışlar bir­ birini takip etti. Oğuz Han carçı saldı. Başkurt elini gezerek seçme, dölek atlar denediler. Sefer giyimleri yenilendi. Yollarda güçten düşüp gitmek istemeyenler ayrıldılar. Yerlerine Başkurt erlerinden katılanlar oldu. Başkurt kızlarına vurulup evlenenler hanımlarını da yanlarına aldı lar. Beslenmiş atların, yere, yer, göğe gök demedikleri, cağdan çöllerin, ormanların üstünden güzün ilk yelİeri esip, sıska, karaçilenti çakal yağmuru başladığında Başkurt elinden ayrıldılar. Karaşad uzun sefere giden Oğuz Han'ın ordu başçıları, beyleri için hez giyim geçimle, yemekle dolu kervanını koşup hakanı uğurladı . ***

Ulu suyun yayılıp derinliğinin azaldığı yerden sürülerini öne sür­ erek geçtiler. Askerin bir kısmı attan i nmedi. Böylece şişirilmiş 207


SABIR RÜSTEMHANLI

tulumları sağdan soldan eğere lıağlayarak atların yüzmesi kolay­ laştırılmış. ya atın üstünde, ya da d izginlerinden tutarak yan yana yüzüp geçtiler. İ til Nehri'ne kadar tam yarım aylık yol vardı.

208


GÖKTANRI

Açılan Sır

S

andıkta giden Uslu Hoca'nın gizli akıl vermeleri Erdem Bey'in diliyle Oğuz Han'ı defalarca zorluklardan kurtarmıştı. Erdem Bey'e eski gençlik arkadaşının güveni günden güne artıyor­ du. Ancak zorluklar daha bitmemişti. İtil Nehrinin kıyılarında yaşayanlar da Oğuz eliyle aynı dilde konuşan, kendilerini onlardan sayan boylardı. Ancak gelenleri sev­ inçle karşılayan, önüne çıkan azdı. Ye rli han ulusunu da alıp kaçmıştı. "Uruk Kıran" geçidine yaklaştıklarında obaları bomboş gördüler. Canlarını alarak kaçmışlardı. Ancak çevre büyük, küçük lıaş hayvanlarla doluydu. İtil karşı kıyısı zor görülen enli bir ırmak­ l ı . Göç, suya yumuldu, Erdem'in atlıları suyun dibinin par par yandığını gördüler. Sanki altınlıktan akıyordu nehir. Fakat, el a ttığında çamurdan başka bir şey gelmiyordu . Erdem bey, yine gizlice sandığa yanaştı. Babasına anlattı bunu. Uslu Hoca: 209


SABİR RÜSTEMHANLI

- Suda yoksa, haşınızın üstüne, ağaçların yaprakları arasına hakı n, dedi . Ge rçekten de, çay hoyu hir çok ağaç sanki al tından meyve ver­ mişti. Kaçarlarken yer hulamadıklarından, altınlarını ağaçların yaprakları arasına saklamışlardı. Ancak nehrin üstünde esen yeller yaprakları oynattıkça, altın nesnelerin aksi suya düşüyor, kendileri­ ni hilici sayanların sırları açılıyordu . Çay kenarındaki heyler, duru ­ mu Hakan'a anlattılar. Oğuz H a n Erdem'i çağırdı: - Erdem hey, hen Tanrı'nın e lçisiyim, karşıda bizi nelerin hek­ lediğini görüyorum. Sen kaçıncı keredir, açılm az bulmacaları açıy­ orsun . Bunu yalnız Uslu Hoca becerirdi. Bütün belgesini verdi mi sana? Erdem bey buraya kadar sabretmişti. Burda dayanamadı: - Şimdiye kadar ulus için yalan söyledim, Ulu Hakan! Bundan sonra söyleyemem. İ stersen vurdur boynu m u . . . Sonra olanları söyledi. Oğuz H a n karaldı. İ ri tüylü pençeleri altında tahtın koltuk altı un gibi dökülecekti sanki. Ateş saçan iri ela gözlerini Erdem Bey'e dikerek uzun uzun baktı, baktı . . . Baktıkça Erdem beyi eritti, küçülttü. Erdem güçsüzce hakanın karşıs ında d iz çöküp gözünü yere dikerek onun keseceği yarlığı bekliyordu. Gizli bir duygu ona daha her şeyin bitmediğini söylüy­ ordu. Tam yerini bulmuştu. Başkasından duysa, hakan yalnız onu değil, babasını da bağışlamazdı. Oğuz Han'ın sesi yıldırım gibi gürledi, başının üstünde: - Kalk, git Uslu Hoca'yı getir! Erdem, hala hangi hükmün çıkacağını kestiremiyordu. Ancak, şunu biliyordu ki, Hakan onu bağışlasa, bundan sonraki bütün yaşa mını ona borçlu olacak. Şimdiye kadar e lde böyle suç işleyen kimse affedilmemişti. Uslu Hoca'yı sandıktan çıkardı. Olanları anlattı. Hoca"nın ö1 üııı den korkusu yoktu. " Doğru yapmışsın" dedi. " Yaptıklarımız da i�ıi 210


GÖKTANRI

Çok olmadı, az oldu. Ancak old u . " Oğuz Han·ın altın başlı sarayına geldi. Ancak tahtında oturmuş Oğuz Han'ı gülerken gördü, sesi yine gürlüyordu . İ ri e lini uzatarak yer gösterd i. - Otur Uslu Hoca ! Otur da suçumdan geç! Şimdi anladım, hakan larımız kocaları, kadınları yurtlarda yalnız bırakıp uslu başları almadan, yalnız erlerin güçlü ellerine güvenmekle ne büyük yanlışlıklara yol veriyorlar! Sonra yüzünü Erdem beye çevird i : -Yalana, göç, sefer töresini bozduğuna göre suçunu bağışlamazdım. Ancak Başkurtlarla savaştaki yiğitliğine bağışlıyorum . O gün, Uslu Hoca'yı kcneşçi buyrukçu olarak yanına aldı. Oğuz Han, nehri geçmezden önce sol kıyıda eline, askerine din­ lenme vermek, atların ete dolmasını beklemek, yol itkilerini say­ mak istiyordu . B u büyüklükteki bir göçü İ til'den geçirmek için çok sayıda sala ihtiyaç vardı . Tulumlara güvenip suya girmek istemiyordu. Yorgun sürüleri böyle geniş ırmağa vurmak korkuluydu. Nehrin bu geçi­ dine boş yere "koyun kıran" denilmiyordu. Çay kenarları ormanlık­ tı, birkaç ay sürüleri, ilğıları iyi besleneceklerdi. " Bekleyip İ til'i su donduktan sonra geçeceğiz" dedi. Doğrusuna bakarsak, gelecek yaza kadar kalacaktılar. Yazın buzlar kırı lmadan önce geçerek karşı kıyıda yurt kurmadan bir başa, yenice yeşilleşen düzlüklerden geçip gidecek, sıcaklar geldiğinde Kamerlerin başının üstünü alacaklardı. İ til kıyısında yeşil bir tepenin üzerinde Oğuz Hakan'ın altın başlı çadırı kurulmuştu. Ordu büyüklerinin alaçıkları da sefcr-orda töre­ sine göre sağdan-sola arkadaki çimenlere doğru konulmuştu. Çadır kentinin ucu bucağı görünmüyordu. Sanki yer yüzünün bütün yarangusu bir nehrin kenarına toplanmıştı.

21 1


SABİ R RÜSTEMHANLI

Akşam Oğuz Han yolların yorup yıpratmadığı güçlü, iri vücuduy­ la yine altın işlemeli fil kemiğinden olan tahtına, onur yerine otur­ muştu. Ona üç oğul vermiş hatunun yeri hoştu. Sağda sağ heyler, solda sol beyler, kapının dışarıya bakan yüzünde dış beyler uzun yoll ar geçme mişler gibi gülerek oturmuşlardı. İ lk gece İ til üzerine çöken. tan zamanı, çevreyi gümüş karlarla örten son bahar soğuğu nda, hir yere toplanarak geçilen yolları anmak. yapılacak işlerle ilgili keneşmeler yapmak herkesi can­ landırmıştı. Gecenin bu vaktinde, Yengi kentten he klenmeyen u laklar ge ldi. Ulaklık Türk el inde büyük hir beceri ile kurulmuş bir işti. Argış duraklarında, köylerde, obalarda atları değişe, eğişe Baykal'dan, Altaylardan ta gün hatana de nize kadar yolu, su yoluna çevirmişler­ di, hu yolla yeni bilgiler sırça şimşek gibi yayılıyordu. İnsansız çöller olmasa yeryüzünün bu başından, o başına en gerekli bilgiler seslen­ me yolu ili daha tez götürülebilirdi. Ancak bu genişlikte, susuz, yaşamsız çöllerde bütün ses yeten mesafelerde yaşayan yoktu. Yalnız yedek atları değişe değişe göçün yirmi günde gittiği yol birkaç günde aşılıyordu. Ulakların getirdiği bilgiler gecenin tadını, tuzunu kaçırdı. Çin Hakanı anlaşmayı bozmamıştı, yok! Onlar böyle işlerde önce bütün piçliklere el atar, dolaylı yolların hepsini kullanıp bitirdikten sonra, başka çıkış yolu bulmadıklarında yüze çıkardılar. Şimdi de gizli yol­ larla, bol pay- ürüşle, armağanlarla kuzeyin uzun kışında yorulan, açlık sınağında karnına taş bağlayıp sabreden u luslara el atar. çöllerde aygıra dönmüş Oğuz beylerine, yılan boğazından çıkını� Çin kızlarını art arda kurbanlık gönderir, onların eliyle el içine çeşitli yalanlar, uydurmalar yayar, Çinli akrabaların git gellcri, eğlence toplantıları insanların e lini işte n soğutur, sonda Çin hakan· )arının kendilerine verdikleri yalap yalap adlarla "göğün oğlunun yarlığıyla" günde bir bey Türk Oğuz elinin hanı kimi tanınır, onlar birbirinin üstüne sa ldırılır. Ge nçleri okutm ak, öğretmek, gezdirmek adına Çin'e götürüp orda yağlı dillerin, ince bedenlerin 212


GÖKTANRI

tu tsağına döndürürler. Bunlar, yüz yıllarca süren, her hir alp erenin, her bir insanı n gördüğü, ancak karşı koyamadığı işlerdi . . . Ara vermeden inanır, gider, aldan ır, hirhirini kırar, hirhirine yenilir, yine de çıkış yolunu bulamazlardı. "Komşun kötüdür, göç kurtu l" deyimi de her halde bundan ortaya çıkmıştı. Ancak, hunsuz da yüz yıllar, hin yıllar hoyu yeryüzünün hu haşından, o haşına, o haşından hu başına göçmüşlerdi. Kore sınırlarından, Mançurya'dan, Huanhe kıyısın­ dan, Tihet-Tangut Yayları 'ndan geri çekile, çekile, Çin'in yerini, yurdunu, alanını genişletmişlerdi. Önceleri, Tekle elinden, Cungar Geçidi'nden, Tanrı Dağların'dan gün hatana doğru hiçbir yol, iz tanımayan Çinliler, Türkleri hirhirleriyle vuruşturarak önce darı­ pirinçle, kızla, kızılla (altın) gelenler, sonra cesaretlenerek askerler­ le gelirler. Şimdi bunları yeniden ortaya getirmek kolay işti. Şimdilik Çin görünürde de olsa sakinleşmişti. Ancak Oğuz H an'ın kovduğu ve Kadırgan'a sıkıştırdığı emmisi çocukları, onların kol-kanadı Çinlil­ erle alışıp verişip Uygurların üstüne geliyor, Oğuz'un acısını onlar­ dan çıkarmak istiyorlardı. Hakanın çocukluk sırdaşı, en zor savaşlarda yanında olmuş, bütün Uygurları ona katmış, onunla bir­ likte hakanlığın özülünü koymuş, Uygur başçısı Eltogan Tutug Bey, başını tutup oturmuştu . Dünyanın bu başından, o başına, eli neye yetişecekti? Oğuz Han'da düşünüyordu. Güçlü Uygur hoylarını ele bağlamak için bilerek kendisini " Uygurların Hakanı" diye tanıtsa da, Uygurlarla babası Kara Han'ın soyundan kalanlar arasında yii11giil ( rahatsız etmeyen) ded ikoduları da görmemiş değildi . Yollar boyu bu söz büyüyebilir­ di. Bu ayrılık ağrısını yeni gideceği yerlere götürmek istemiyordu. Çip'den, Hint elinden, Tangut'tan uzak ocaklarında bir ulusun saf, ayrıntısız yurdu kurulacak, bu yurt, elin gün batanda en güvenli kalesine çevrilecekti. Burada yaşamış, buradan atlanıp gitmiş ata­ larının ruhu sevinece kti. Bunun için de kendi u lusunu, oklarını, boylarını tasasız, kaygısız götürmek istiyordu. Diğer tara ftan da 213


SABİR RÜSTEMHANLI

Hakanlığının gün doğan kısmını ancak inandığı bir kişiye emanet etmek gerekirdi. Dedi: - Eltogan Tu tuk Bey! Sen hakanlığın güvencesi, benim savaş­ taşımsın. Ancak Uygur'un üstünü kara bulutlar aldığında, seni kendime bağlayıp burada tutamam. Tanrı bağışlamaz. Benim dön­ mem gerekirdi. Korktu, döndü derler. İ leriye elçiler gönderdim. Onların uğradığı yerlere ben de gitmeliyim. Bu yüzden senin dön­ men gerekiyor! Uygur'un başına geç ! Elin doğu kısmında sen dur­ dukça, ben cesaretle yürüyeceğim. Karşıda ne bulacağımızı bilme­ den ayrıldığımız yurtları yağılara çiğnetmeyiz. Kazanç için mayayı kaybetmezler. . . Tanrı üstünde gitsi n ! . . Eltogan Tutuk Bey başını kaldırdı. Yüzü ışıklanmış, gözleri ala­ calanmıştı. Oğuz Han'ın en çıkılmaz durumdan, en düzgün yolu bulması onu sevindiriyor, aralarındaki birliğin Türklük için çok önemli olduğuna yeniden inanıyordu. - Bana kalsa sizden ayrılmazdım, ancak, sen en düzgün yolu bul­ dun! Dön diyorsan, döneyim . . . Kış geldi. Düz göğe d irenen dumanları olmasa, alaçıkları karlı ovalardan ayırmak mümkün olmazdı. Ormanlardan odunlar taşın­ mış, ilğılar, sürüler için, ağıllar, daldanacaklar yapılmıştı . On bin­ lerce asker, atlı sanki kaybolmuşlardı . Ancak onlar, hiçbir yere git­ memişlerdi. Alaçıklarda yiyor, içiyor, yedi rüya görecek kadar uyuyor, yazın da acısını çıkarıyor, d inleniyorlardı. Güneşli havalar­ da kardan temizlenmiş küçük alanlarda şıdırgı, aşık, kemer oyu n ­ ları oynuyorlardı. Bunlar gençlerin sevdiği oyu nlardı. Kar olsa da, ok atma, kılıç, kargı çalıştırma işleri ara vermiyor, sık sık yarışlar yapılıyordu . Kı ş ergenlik çağına gelenleri öne çıkarıyordu. Her ünlü savaşçı birkaç genci ya da çocuğu eğitiyor, ona savaş sanatını öğretiyor, sonra da birbirleriyle çarpıştırıyor, karın içinde güreştiriyord u . Ancak en ilginç yer nehrin üstüydü. Burada büyük, küçük birbirine karışıyordu. Nehir kıyısı ndaki tepelerden bırakılan kızaklar nehrin 214


GÖKTANRI

üstünde hir hayli gidiyordu. Kürklere sarınmış balıkçılar, huzu del­ erek hal ık tutuyorlardı. Bu hir eğlence değildi, göçün kış yemek kaynakl arındandı. Balıkçılarla birlikte, avcılar, geyikçi ler her dışarıdayd ılar. Kılavuzlar, keşifçi beyler kaç ağaç uzaklara kadar yürüyerek gidiyor, ön hölümlerin çerilcri atlarını karşı yakaya çıkararak günlerle dört yanı araştırıyor, ya hol yemek-içmekle, ya da ilginç bilgilerle dönüp geliyorlardı. Ancak Kamerlerden hilgi ge tire n yoktu. Göğe çıkmışt ılar, eriyip havaya karışm ışlardı. Böylece Oğuz Han, ordusunu ye ni savaşlara hazırlıyor, İtil'i geçtik­ ten sonra Kamerlerin arkasından yürüyeceği yolları, güneye gitmek yönlerini hesap ediyordu.

215



GÖKTANRI

Birinci, Sonuncu Yenilgi

G

eceyle gündüzün beraberleştiği gün, yazın gelişi kutlandık­ tan sonra göç kıpırdadı, Yengi kentten çıktığından daha gür, muhteşem bir şe kilde İ til'in sağ kıyısına geçti. Birkaç gün sonra araba tekerleklerinin izleri boyunca buzlar çatlad ı, nehrin ak yakasından mavi gök parçalan göründü. Oğuz Han Tanrı 'nın buyruğu ile yaratılmış her şeye bir çocuk merakıyla bakan, yaratılışın, acu nun güzelliğini, gücünü gördüğünde, sanki kendi de içinden silkelenen, güçlenen bir kişiy­ di. Yaz ağzı İ nci'nin, İ rtiş'in, Tarım'ın, Çu'nun, Yeni Siyun yakasın­ da emmisi Orhan'ı gömdüğü, şimdi onun adıyla adlanan nehrin, Selenge'nin buzlarının erimesini çok görmüştü. Şimdi de İ til'in parça parça buzlarını galaklayıp çarpıştıra-çarpıştıra, şıngıltıyla, önü alınmaz bir akınla Kaspi'ye doğru kovmasını seyrediyor, bu akınla kendi göçlerinin arasında ne ise anlaşılmaz bir uygunluk görüyordu . Gençler hala buzd an ayrı lmak istem iyor, buz

21 7


SABİR RÜSTEMHANLI

parçalarının birinden başkasına atlaya, atlaya sanki İ til'in buzlar­ dan temizle nmesine yardım etmek istiyorlard ı. Nehrin açılan aynasmdan gördüğü açık bulutlu gök parçaları yüreğini ümit ve güçle dolduruyor, düşünceleri onu yeniden göğe, Gök Tanrı'ya doğru uçuruyordu. "Bir olan Tanrı neden bu kadar serttir? Onu sevenleri bu kadar berke boşa bırakıyor. Hatta kendi elçisiyle de anlaşmaya gitmiyor" diye düşünüyordu. Sonra göklerden, yahut içinden gelen bir ses ona: "Tanrı elçisi daha dayanıklı, daha sabırlı olmalıdır! Tanrı seninle birdir, kendi de seninle birlikte geçiyor bu zorluklardan. Seninle birlikte o da kendi sabrını deniyor." dedi. Geniş ovalara ve bu ovaların geniş göklerine baktığında ruhunun yerden çok göğe bağlı olduğunu bir daha hissetti. Nehrin yüzüyle birlikte Oğuz Han'ın yüreği de açılıyordu. Hem de anlaşılmaz bir acı vardı içinde . Belki, bir daha bu yolu geri dön­ meyeceği, ya da yaşamının en görklü zamanlarının bu ge niş ırmağın, bu uzun denizin o yüzünde kalması ihtimali onu duygu­ land ırıyordu . Bu görü ntülerin getirdiği d uygusallık gü neye yürüyüşü nedense geciktirdi. Yolda acele etmedi, hakanlığının en büyük yanlışlarından birini de burada yaptı. İ til karanlık ülkeden geliyor, derler. Orada yılın yarısı ışıklı, yarısı karanlık olur. Elçileri de orad an m utsuz dönmüşlerd i . Kıl Barak'tan onlara "Eğer sizden dokuz kişi bizim iki ile dövüşüp onları yenebilirse, biz de baş eğip, kölelik boyunduruğunu takarak vergi veririz; yok eğer yenilirseniz, söz yok, böyle de olacak, o zaman varıp yolunuza gidersiniz ! " Oğuz Han'ın gururlu, dik başlı elçileri ise cevap vermişlerdi : - Dövüşmek istiyorsanız, h e r taraftan i k i kişi çıksın. Bu bilgi Oğuz Han'ı öfkelendirdi, göçün yüzünü karanlık dünyaya, Kıl Barak'a çevirdi. Elçiler, Kıl Barak hakkında kulak tır· malayan şeyler söylüyorlard ı. Sen deme, burada erkekler kara 218


GÖKTANRI

yüzlü, kara kıllı, çirkindiler. Kadınlar ise beyaz yüzlü, çekici, görk­ lüydülcr. Oğuz Han yolları tanımadan, bilmeden : "Tanrım yardım eder" diyerek yürüdü. Ancak Tanrı "bilmediğin yere gitme" diy­ erek onu kırdı. Karşılaştıkları yağılan görünce §aşıp kaldılar. Onların gözlerinden başka bütün bedenleri mumyaya benzer kap­ kara bir nesneyle örtülmüştü. Yalnız yüzleri ağarıyord u. Savaş çok uzun sürdü. Oğuz erlerinin vurduğu darbeler taşa çarmı§çasına üst­ lerine dönüyordu. Kılıncın, kargının hiç biri Kıl Baraklıların duru­ munu bozmuyordu . Kara bedenleri demir gibiydi. Savaşçılarının kanını almaya acele eden Oğuz Han gazaplıydı, bir an önce savaşa atılmak istiyordu. Atıldı da. Heyhat! Yağdırılan oklar, taşa, duvara vurmu§çasına kara Kı l Baraklılara değerek yere dü§üyordu. Silahİ arı, mühimmatları tükendi. Hiçbi r yol bulamıyor­ lardı. Oğuz'un savaşçıları yorularak elden düştüler, çoğu vurularak meydanda kaldılar. Atlıbaşıları Oğuz Han'ın yanına giderek " Bu savaşa devam edemeyiz, biz onların ne giydiğini öğrenmeliyiz" dediler. Orada Oğuz Han'ın ordusu ilk defa yenildi. Gün doğan, gün batan arasında at oynatarak onlarla savaştan çıkını§ yiğitler it suratlı yağıların önünde aciz kaldılar. '

Bu savaş alanı sayısız yiğidin sonu oldu. Ordu bozuldu, Oğuz Han yanıldığını anladı, geri döndü. Nehri geçerek toparlandılar. Kıl Baraklılar onları izlese de nehri geçemediler. Oğuz Han iki nehir arasındaki örüşlerde deste deste, tek tek gelen soydaşlarını toparladı. Araştırınca itkisinin çok olduğunu gördü. Bu savaş onu güney yürüyüşünden alıkoydu. B u güçle uzak yürüyüşe gidemezdi. Bir yandan da Kıl Barak'tan ölenleri n kanını almazsa, el içinde başı dik gezemezdi.

219



GÖKTAN RI

Yad Elli Kadınların Yardımı

D

\

üger Bey gözünü karanlığa açtı. Tanımadığı bir yerdeydi . Seyrek pelit ağaçlarının altında uzun otlarin içinde uzanmıştı. Toprak ıslaktı. Sağ eli, ayakları kıpırdıyordu. Islaklık, kendi kanıymış. Sol omzundan akarak küreğine sızmış, elbisesini ıslat­ mıştı. Kalkmak istedi. Sol omzunun ağrısı bütün vücuduna yayıldı. Sanki taş gibi ağır bir elle, omuzundan bastırıp uzandığı yere yapıştırdılar. İnledi. Yeniden kendinden geçti. Sese mi gelmiştiler, yoksa kend ileri mi görmüştüler, bilemedi. Gözünü açtığında başının üzerinde yarıya bölünmüş e lma gibi birbirine benzeyen iki güzel kadın gördü, görünce de her şeyi anladı. Zor geçen savaş yeniden gözü nün önünde canlandı. Taşa vurulsa, taşı kese n kılınçların Kıl Baraklılara deyerek geri dönmesi, Alperenlerin kılınç, gürz, balta çalmaktan elden düşmelerini, sonra tek-tek yaralanarak atta yı kılmalarını, sora kendinin vurulmasını, boy­ nunun kucaklayarak "götür beni buradan" diye onu anlayan atına fısıldamasını hatırladı. At, onu savaş alanından çıkararak buradaki 221


SABİ R RÜSTEMHANLI

uzun otların arasında üstünden indirir. Kendisi ya vurulmuş, ya sahipsiz ilgılara karışıp gitmiş, ya da neredeyse hu yakınlarda otla­ yarak onun iyileşmesini, seslenmesini bekliyordu. Bu kadınlar Kıl Baraklılardandı. Yakışıksız erkeklerin kadınları, gerçekten de, son derece güzeldiler. Onlar Düger Bey'e, alacalan­ mış iri gözlerle bakıyorlar, ellerini onun yüzüne vuruyorlar, uzun saçlarını okşuyorlar, hir erkeğin hu kadar yakışıklı olabileceğine inanmıyorlardı. Ay ışığında her şey hir rüyaya benziyordu. Bozuk hir d il le ne ise fısıldaşarak Düger'i kaldırdılar. Güçlü kadı nlardı. İki taraftan tutup götürdüler. Düger bu sefer de ağrıdan bayıldı. Bir de gözünü açtığında kendini çıplak, ancak yumuşak ayı derisine sarılmış olarak gördü. Ö nceki kadınlar yine yanındaydılar. Yarası sarılmıştı. Birkaç gün geçti. Birbirinden ayırt edilemeyen kadınlar gün zarfında ondan ayrılmadılar. İyileşip sol kolunu çalıştırmaya, oturmaya haşladığında her gün hu kadı nlara tanımadığı iki-üç kadın daha katılıyordu. Tepeden tırnağa onu gözden geçiriyorlar, kendi aralarında konuşup gülüşerek eğleniyorlar, yiyip içiyor, onu besliyorlardı . İyileştikten sonra onu bulan kadınlar önce biri, sonra ikincisi soyunarak onun yanına yattılar. İ steyip, istemediğini bile sormadılar. Düger Bey, uzun, yorucu yolları, savaşı, seferi u nu t­ turan bir rüyanın içindeydi. Belki yaralanması, yaralarının iyileşme­ si, hepsi hayaldi, o çoktan ölmüş ve uçmak yeri denilen yer burasıdır, diye düşünüyord u . Şenlik toplantılarına haşka kadınlar, en sonunda Kıl Barak'ın e n güzel kadını da katıldı. Bu Kıl Barak İligi "11i11 ( Hakan) kızı idi. Bütün bir gece Düger Bey'den ayrılmadı. Ertesi gün, haşka kad ınların ona yanaşmasını yasak e tti. Her gün gelip, gitti, sonunda kimliğini açıkladı. Gözleri yaşla dolarak Kıl Barak erkeklerinin acı talihinden konuştu : Bizim e rkeklerimizi gökler cezalandırdı, dedi. Ahlaksızlıklarının kurban ı oldu lar. Kendi güzel hanımları olduğu halde, ev, aile bilmediler. Yüzlerine hangi kapı açılsa, oraya sokul­ dular. Doğan çocuklar hahalarını tanımaz oldu. Tanrılar kızarak hir gecede onları öyle hir değiştirdiler ki, yüzlerine hakan olmasın. 222


GÖKTANRI

Sonra gözlerini silip gülü msedi, elini Düger'in elinin üstüne koyarak dedi: - Eğer sizin askerlerin her birisi se nin gibiyse, bir daha savaşın. Kadınlarımız sizlerin kazanmasını, bu topraklarla birlikte bize sahi p olmanızı istiyorlar. Düger Bey, karşısında büyük orduların dayanamadığı Oğuz ordusunun yenilmesinin, Kıl Baraklılara ok, kılınç işlememesinin sebebini öğrenmek istedi. Kız dedi: -Bizim erkeklerimiz sizden güçlü deği l . Düger güldü: - Peki neden bizim kılıncımız onları kesmedi? Kızda güldü: - Onlar savaştan önce ağaçlardan elde edilen ak katranlı, yapışkanlı havuza giriyorlar, sonra yapışkanlı vücutlarıyla ak kumda yuvarlanıyorlar. Kurudukt �n sonra kara katran havuzuna giriyor, sonra yeniden kumda yuvarlanıyorlar. iVücutları kaç kat kumla, yapışkanla örtülüyor. Bu elbiseyi hiçbir şeyle kesmek mümkün değildir. Onları ye nmek istiyorsanız, yapışkana bulaş­ mayan yüzlerine nişan almalı, ayaklarının altına demir d ikenler serpmelisiniz. Düger inanamıyordu: - Kalın çekmeler, deri çarıklar bizi d ikenden korur. Ya atlarımızı? Bizi tuzağa mı düşürmek istiyorsunuz? Kız durumunu hiç bozmadan dedi: -Yok! On gün seninle birlikte olmamı yaşadığım bütün yıllara değişmem . İ nan bana! İ nan, sonra elini de, beni de kurtar. Atlarınızın nallarını değiştireceksiniz. Ben size başka nal vere­ ceğim. Ne kadar isterseniz çektireceğim. Yardımcı olacağım ki, he ni de alıp götüresin . . . Düger, zaten kıza vurulmuştu. B u süzle r gökten düşmeydi. Söz 223


SABİR RÜSTEMHANLI

kestiler, ant içtiler. Bundan sonra Dügcr'i ata hindirerek iki nehrin arasına gön­ derdiler. Gönderdiler ki, kendi elinde kendine henzer erkeklere Kıl Barak'ın yolunu tanı tsın, aradaki düşmanlığı ortadan kaldırsın, istedikleri zaman gidip gelebilsinler, hu güzel kadınlar da sevgi nin tadını tatsınlar. Düger'in dönüşü ele ses saldı, en çok da Oğuz Han'ı sevindirdi. Kı l Barak hakiminin kızı ndan gelen i.rnıarıcı ( teklif) dinledi. Dügcr'in söylediklerinden o da hakan kızın ı n doğruluğuna, samimiyetine veya sevgisine inandı. Sanki, gizli hir tapşırık Oğuz ge nçlerinin yüzünü Kıl Barak'a çevird i . Düger'in sevgilisinin adamları onları karşılıyor, savaş için gereken silah ve malzemeyi toparlayıp Oğuz Han'ın ordusuna gönderiyorlardı. Bu git geller Kıl Barak'ın güzel hanımlarıyla sevgi maceraları ile doluydu. Bekar gençler geri dönerken yağının güzel kızlarını da getirirlerdi. Yeni tanıdıkları kadınlardan çocukları olanlar da vardı. Oğuz Han itkilerin yerini doldurmak, öç almak için İ til'le Ulu su arasında hirkaç yıl kaldı . ***

Hatunun ölümünden sonra Oğuz Han Az. erlerinin hüyüğü Alphan Bey'in kızı Ögdil H anım'la evlendi, ondan daha üç oğlu oldu. Gençlik yaşlarında falcıların ona söyledikleri "altı oğlun ola­ cak" sözü doğru çıktı. Büyü k oğulları ergenlik çağı na geld i. Küçükleri hesi li, tüylü koyu nların sırtında gezdire gezd ire, at bin­ meyi öğrettiler. Şimdi Oğuz Hakan yola çıktığında sağında solunda kanatlı atların üstünde altı oğul hulunuyordu. Koşu ellerden Oğuz'a yardıma gelen, Oğuz kızlarıyla evlenerek onlara hağlanan erler de çoktu. Kervanlarla Oğuzların eski yurt­ larından gelerek gün hatan ellerine alış verişe giden kişilerin hir çoğu Oğuz Han'ın son savaşta yenildiğini duyunca işini hırakıyor, orduya katılıyordu. Boya haşa ulaşan gençler silah kullan mayı öğrenmeye acele ediyorlardı. Bütün hunlara hakmayarak Oğuz'tı ıı 224


GÖKTAN RI

önceki gücünü bulması bir iki yılın işi değildi. Yazlar, kışlar dolanıp geçmeliydi. Bu yıllar. Oğuz'un en ağır, en sarsıcı yılları oldu. Ele katılanlar, elden gidenler, yurt kurup ayrılanlar, Kıl Barak"ın tatlı hanımlarına uyarak elden kaçanlar vardı. On binlerce insanın yemeği ni, içmeğini karşı lamak zor işti. Doğruydu, Yayık'la İ til arasında birkaç yıl kalacaklarından el obalanıp ovalara serpilmişti. Her soy, kendi yaşamını kendisi kurmuştu. Gerektiği anda bir çağırış ile toplanabiliyorlardı. Ancak kervanlar geciktiğinde, Çin'­ den, yengi kentten gelen pirinci n , darı n ı n , gilimin arkası kesildiğinde yalnız koyun, kuzu etine, ağartıya göz dikerek yaşamak sıkıcı idi. Kıl Barak'ın kadınları aklın alamayacağı kadar güvenli çıktılar. Sevdikleri Oğuz beylerinden kopmadılar, onların bütün isteklerini yerine getird iler. Kı l Barak'tan kılınç-kalkan, at nalı, savaş alanına serpilmek için kirpiye benzer oklu örülmüş demir d ikenler de ' getirdiler. Oğuz Han'ın savaşa hazırlandığını bilmeseler de, yenilgiyi kabul etmeyeceğini, çekilip gitmeyeceğini de hissediyorlardı. Bu, onların durumunu değiştirmiyordu. Kendilerine çok güveniyorlardı. Fakat, be klenmeden bir çok kadının, kızın yok olması, kaçarak Oğuz bey­ lerine sığınmaları Kıl Barak'ı sindirmişti. Ü lke ev, ev sökülüyor, savaş alanında onlara yenilenler, şimdi tek tek onların ocaklarını söndürüyorlar, Oğuz kılıncı onların bedenlerini kesmese de, Oğuz erlerinin kadınlarını baştan çıkaran kişilikleri hançer gibi doğrudan yüreklerine işliyordu. Duyulmaz bir sakinlikle bedenlerinin kanı akıp gidiyordu. Güce eğilmeyen ülke, sevgiye eğilmişti. ***

Düger bey Kıl Barak Eligi 'nin kızıyla evlenip ona töreye uygun Oğuz adı koymuşt u: Balcan Bike. Dügerle Balcan Bike'nin iki oğlu olmuştu. Birinin adını Barış Han, diğerinin adını Çuvaş Han koy­ dular. Ancak, çocukluklarından görklerinc, iri kemikli olmalarına bakarak " bu nlar bir efil bu.�raya (cins deve) benziyorlar" diyorlardı. 225


SABİR RÜSTEMHANLI

Balcan Bike, Kıl Barak'la ilişkisini kesme mişti. Neler olup bittiğini izliyor, Düger Bey"le Oğuz Han'a ulaştırıyonl u . Sarayda dolaşan "bu kere Kıl Baraklıları algarlayaa(�ız. (aniden baskın yapacağız) kumla, yapışkanla donlanıp beze nmeleri onları kurtaramayacak" sözlerini de Düger Bey'den duydu, ona ded i: -Algarla, baskınla iş olmaz. Oğuz Han elçi göndersin, babama "savaş için yer söyle" desinler. Kıl Barak töresinde savaş yerini önceden be lirlemek vardır. Babamın seçeceği yeri bil iyoru m . Bırakı n sözünü söylesin, sonrasına bakarız. Düger Bey, bu sözleri anladı, saraya ulaştırdı. Oğuz Han e lçileri­ ni gönderdi. Gerçekten de savaş için Balcan Bike 'nin söylediği ye r seçilmişti. Denilen günden birkaç gün önce Oğuz Han ordusunu İtil'in karşı yakasına geçirdi. Geceler Balcan Bike Oğuz'un yüklü arabalarını gizli yolla savaş alanına sürdü. Kirpi dikenler bütün ova boyunca serpildi. Şafak vakti işlerini bitirip çekilip gittiler. Savaş günü Oğuz Han ovanın d ikensiz, temiz tarafında beş leçe k atlasını dizip bekliyordu. Balcan Bike burada da geride kalmamış, Oğuz Han'a gitmiş, Kıl Barak kadınlarını yerli giyimleriyle, at üstündeki askerin önüne d izmişti. Oğuz Han'a bunu anlatmak zor olmuştu. "Kadınların arkasında yer almak töremize yakışmaz" demişti han. Ancak Uslu Hoca "kadınlarla omuz omuza savaşmak töremizce yasak değilse, onların önde durması da yasak sayılmaz" diyerek onu inandırmıştı. Kıl Barak kadınları erlerine, yakınlarına bağıracaklardı. Bu ses­ leri duyan düşman dayanamayıp savaşın başlamasını beklemeden ovayı geçerek Oğuz ordusunun üstüne saldırmak isteyecekti. Bu ise onların sonu demekti. Demir dikenli ova Kıl Barak atlılarını veya yaya gelen askerleri bitirecekti. Aklın almayacağı işti. Sihirciler, cadıcılar, yıldızcıların yapamay226


GÖKTAN RI

acağı şeyle ri Balcan Bike haşarmıştı. İ lk olarak kendisi iç sızlatan hir sesle hahasına bağırd ı: - Ku rtarın hizi hunların elinden. Baba sana söylüyoru m ! Kurtarın! dedi. Sonra başka kadınlar bu sese katıldılar. Kıl Baraklılar çılgın bir coşkuyla ileri saldırdılar, saldıran da oksuz, kargısız, Oğuzlarla karşılaşamadan çöle gömüldüler. Uğultu, sızıltıdan gözlerini açtık­ larında Oğuz atlılarını haşlarının üstünde gördüler. Onları yere seren dikenler, Oğuz atlarının hafif, bü tün nallarının altında eziliy­ or, toprağa geçiyordu. Yıllarla bu günü bekleyen Oğuz erlerinin hızlı okları, süngüleri Kıl Baraklıların alnına, yüzüne ulaşıyordu. Savaş bitmişti. Ancak Balcan Bike bir yerde duramıyordu. Aralıktan olanları izliyordu . Babasının nerede duracağını bildiğin­ <len onu göz altında tutmuş, savaşa girmemesine sevinmişti. Ancak Oğuz'un seçme Alplcrinin bütün savaşlarda olduğu gibi bir başa Kıl Barak ordusının komuta yerleşim bölgesine doğru gittiğini gördüğünde sabredemedi, Düger Bey'e: - Babamı kurtar, öldürmesinler, dedi. Onunla birge atını seçme Alplerin ardınca koşturdu. Kovma işi uzun sürmedi. Oğuz atlıları yağıya boy vermedi . _ Onları ormana bırakmadan sırtlarda yakaladılar. Kıl Barak Eligi, kendisini kuşatanlar arasında kızını da görünce ne yapacağını bilemedi . Oğuz erleriyle beraber olması, çekinmeden durmasıyla önceki yalvarışı uygun düşmüyordu; kızını kucaklamaya açılan kolları yana düştü. Dişlerini sıkarak ne ise fısıldadı. Ancak Balcan Bike, kendisi, babasına doğru gitti: - Boyun eğmekten başka yolun kal madı baba, dedi. Görmüyor musun, ü lke su gibi akarak Oğuz'un kabına dökülüyor. Bir de ayılıp hcş-on karı-kaltaktan başka bir şey görmeyeceksin . Oğuz Han'la harışmak, söz kesip yakınlaşmak seni de güçlendirecek. Kuzeyden, karanlık e llerden üzerine yürüyen dil bilmezlerin karşısında sarsıl227


SABİR RÜSTEMHANLI

mazsı n. Bir de şunu söyliyeyim, artık kanımız da karıştı. Kıl Barak kızlarmın Oğuzlardan yüzlerce çocuğu var, nasıl ayıracaksın onları? Onlardan ikisi benimdir. Yağı mı bileceksin onları? - Sen ne yüzle diyorsun bunları, satkın, kudurmuş! -Satkm değilim baba! Yaşamımı, erimi, deve balalarına benzer i ki oğlumu, başlıcası Tanrı'mı bulmuşum burda. Bu barış Oğuz Han'dan çok bize gereklidir. Onlar güçlüdür. Tanrıları na tap, barış! Bahasmın kıllı yüzü daha da bakılmaz olmuştu. ***

Oğuz Han, Kıl Barak Eligi 'ni çadırında karşıladı. Acısını, öfkesi­ ni içinde boğmuştu. Savaşı n kayıpsız kazanılmasında Balcan Bike'nin rolünü biliyordu . Elde, Kıl Barak kızlarının Oğuz eline bağlılıklarını, savaşta herkesten çok çalıştıklarını değerlendiriyor­ lardı. Bütün bunlar, onu, karşısındaki yağıyla yumuşak konuşmaya zorluyordu : - Benim söyleyeceklerimi kızın söylemiş sana. Boyun eğmezs­ eniz, eğdiririm demiştim. Dediğimi de yaptım! Ancak, yıllara yazık! Bizi güneye götüren yollardan geciktirdin. Yolumuzdan sapındık. Geçmiş olsun! Bundan sonra alınacak vergileri, barış için gerekenleri aydınlat­ tılar. Belgeye yazıp damgaladılar. Oğuz Han Kıl Barak Eligi'ni yeniden ülkesine başçı koydu, erlerini de yanına koyarak geri gönderdi. Düger, Balcan Bike ve çocukları da gittiler. Ancak geri gelirken Çuvaş Han gelmemişti. Babası " Ortacım, yerimde kalacak, oğlum yoktur. Bırakın torunum kalsın . Ü lke elden, ele geçmesin ! demişti. Balcan Bike çok düşündükten sonra "olsun " dedi. "Oğlum bu iki eli sonsuza kadar birbirine bağlar." Oğuz Han öcünü aldıktan sonra, yüreği soğudu, güneye doğru 228


GÖKTAN RI

döndü. Hakan İtil boylarında oturduğu yıllarda onun sorakçılan (ajan­ ları ) gün doğan dağlarından başlayarak Karadeniz'e kadar her yere sesii11 (haber) yayarak Oğuz Han'ın inancını, kılınç hakimiyetini tanımalarını istemiş, çok yerde bu isteği kabul ettirmiş, anlaşa­ bildikleri uluslarla savaşmadan barış sözü kesmişlerdi. Güneye yürüyüş öncesi Oğuz Han, Uslu Hoca'ya demişti : - Sen bilginsin, Uslu Hoca! Kıl Barak 'ta yenildik, gücümüzü toparlamak için yıllarca İ til boyunda oturduk. Bu yen ilgi nin haberi bütün yeryüzüne yayıldı. İ steyen de duydu, istemeyen de. Son zaferimizi evimize, yurdumuza . ulaştırmazsak içerisi karışır. Son savaşta yağını yenmemizi, geride kalanlar kutlarlarsa, bütün ülke kutlar. Erler bizsiz de yurda sahip çıkacaklar. Yüz yiğit dövüşçü seçip elimizdeki ağırlığı yurda gönderip hafiflemek istiyorum, ne de rsin? Uslu Hoca'nın yüzü güldü: - Ağzına sağlık, Ulu Hakanım ! Yurtta kalanları u nu tmak olmaz. Kazılık Dağı'nın güneyi İ nci Deresi gibi bereketli, verimli yerdir. Ordumuz aç kalmaz. Değirmene unla gidilmez, demişler. Yükünü hafiflet, topladıklarını geri gönder . . . Oğuz Han, onun sözünü tuttu : - Atalarımız güzel söylemişler, dedi, Uslu Hoca ! "Yoldaşın bilgin ise Tanrı yardımcın olsu n ! " Sonra Kenger kabilesini n başçısı Altıparmak oğlu Cocuk Bey'i çağırdı ve tapşırığİnı verdi hakan: Kenger boyundan olan erlerle birlikte geri dönece k, kazancımızı elde doğrulukla pay edip a,�ılı,�ı ( hakan payı) saraya ulaştıracak, ergenlik çağına gelenlerden asker heslc}'.erek iç düzeni sağlayacakdı. - Sığnağa, talasla, Sayrama da hir bak ! Gittiler, battılar demesin­ kr. Kuzeye de belim bağlı değil! Uzakta, ya da ye nilmiş sanıp kiire,�i11ıizde11 (sırtımızdan) vurmasınlar. 229


SABİR RÜSTEMHANLI

Göçten ayrılmak istemeyen Cocuk Bey, hakanın tap�ırığının öne mli olduğunu anladı, bağır basıp büyük bir kervanla geri döndü. Yürüyü§e hafif gitmek, altın olsa bile fazla yük götürme mek, çadırını yağmalattırıp yılda bir kere eski nesnelerden kopmak Oğuzların adetiydi.

230


GÖKTAN RI

Bozkurt'la Sohbet

Y

f

ine ala sabah, Yengi kentten ayrıldıklarından iki kat fazla güçle yeri silkeleyen bir yürüyüşe başladılar. Hakanlığın altın başlı, altın işlemeli al bayrağı gökyüzüne açılmıştı. Atlarının tırnağından yeryüzüne bir elin erlik, yaşam bitiği yazılıyordu. Tan vakti, yelme, kılavuz birliğinin başçısı Oğuz Han'a sevindirici bir bilgi ge tirdi: -Tanrı yine bizimlcdir. Yürüyüşümüz uğurlu başladı . Bozkurt önümüzde, dedi. Oğuz Han eğerin üstünde d ikildi, üst yurttan, Aral Denizi'nden ayrıldıklarından beri bütün yürüyüşleri, savaşları gözü önüne getir­ d i . Bozkurt her yerd e önde yürümüş, onlara yol göstermiş, uğurlamış, gücüyle ruh vermişti. Kamlardan, asker başçılarından öyleleri de vardı ki, "yola çıkmazdan önce ovada kurdu bularak sözleştik, konuştuk, başbaşa anlaştık, akınımızı uğurladı, bize yardımcı olacak" diyorlard ı. Bozkurt, her zaman öndeyd i, yalnız Kıl 23 1


SABİR RÜSTEMHANLI

Barak 'la yapılan ilk savaştan haşka. O savaşta öne düşmemişti. Bunu göze almadılar. Bozkurfun olma ması hiç ki mseyi ilgilendirmedi de. Sonunda yenildiler. Şimdi de kaç yıl öncesinin yallı yamanlı, gizli hir elle heslennıi§, uzaktan az daha katır boyun­ da görünen Bozkurt öndeyd i. Uğursuz sava§tan önce "börüdür, bir gün gelir, bir gün gelmez" demiştiler. Bozkurfun çekilip öne çıkmamasının bir bilgi, kar§ıda gelecek uğursuzl uğu n habercisi, başlangıcı olduğunu hisset­ memişlerdi. Onu anlaınamı§lardı. Kurt sözünü nasıl söylemeliydi? Dil açıp onlara konu§mayacaktı ki! Öne çıkmaması "yoldan çek­ ilin, bu yoldan gitmeyi n ! " demekti. Bunu anlamayanlara yazık! Sonunda da yazık oldular. Oğuz Han bu sırrı şimdi anladı. Kendini kınadı: "Tanrı'nın elçi­ sisin, di gel, göz önünde olan bu açık işi anlamamışsın. Boz Börü'yü de başka ongonlarla bir tuttun. Onun ulusun, ulu anası, doğuranı, koruyucusu, yol göstereni olduğunu unuttun. Ona bak ki, yine seni kırmadı. Y ine önüne düştü, uğurluyor, yol gösteriyor. Gidilen yolun yanlı§ olduğunu, hayır getirmeyeceğini bildiği zaman ise öne düşmemişti. Bunu anlamamana ne ad vermek olur?" Bu d üşünceyle tam ileri doğru seyirtti. Elinin kalkmasıyla, arkad an gelenlere "duru n " dedi. Yalnız gidecekt i . Süt atını Bozkurt'un arkasında sürdü. Sanki, kurtta onu be kliyormuş. Süt atın yaklaştığını görünce ko§masını yavaşlattı. Böylece önde Bozkurt, arkada süt at tepeleri aşıp gittiler. Birden Oğuz'un aklına onu şaşırtan bir fikir geldi. Yalnız şimdi Kıl Barak erkeklerinin baş­ tan ite benzediklerine şakayla değil, ayrı gözle bakmaya başlad ı. Boz Börü 'yü seven insanlar köpek başlı, kıllı adamların kurdu ben­ zediklerini niye görme mi§lcrdi . . . Boz Börü niye yalnız onların üstüne gi ttiklerinde öne düşmemişti? Bu bir tesadüf müydü, ye nil­ giyi önceden görmek mi, yoksa bütünüyle bu savaşın önünü almak isteği miydi? Acaba, Kıl Barak'la Bozkurt'un bir yakınlığı mı vardı? Acaba, Kıl Barak, onun yard ımı ile mi kazanmıştı savaşı? Dur! Diyelim ki her şey h<iylcdir! Boz Börü tamamen küsü p gitmedi ki. 232


GÖKTANRI

Bugün yine senin önündedir! Demek o, senin seferine, savaşına karşı değil. Yalnız bir savaşı, Kıl Barakla karşı karşıya gelmeni istemiyormuş. Onunla barıştığını görünce, yine seninle bir yerdi gidiyor. . . Demek ki, Boz Bürü seni herkesten üstün tutuyor, o da Ulu Tan rı'nın tapşırığını yerine getiriyor . . . Yovşan kollarının büyüyerek ormana benzediği b i r derede Boz kurt yavaşladı. Arkadan gelenin oka, kargıya el atmadığını görünce durdu. Arkasını sık ağaçlığa çevirerek yüzünü Oğuz'a şö11giidii (döndürdü). Bu durumda, neredeyse bir i nsan boyundaydı. Oğuz Han düşüncesinin yetişmediği bir duyguyla, ne yaptığının sonu n u düşnmeden atından indi. Bozkurt'la yüz yüze geldi: - Suçumu affet, Boz Börü ! Ulusumun koruyucusu! Atam, anam, kardeşim, yolum kurt! Bir gün yeri cennet olan babamın karşısında senin arkandan kötü sözler söylemiş, seni bir koyun saldırganı san­ mıştım. Han babam, seni, benden iyi anlamış. air gün de önüme düşmenin anlamını hissetme miş, seni kırmıştım. Soyumuzdan biri olduğunu, atalarımızla gökten gelmen hakkında Kam Ata'nın söylediklerinin doğruluğunu şimdi öğrettin bana! Dilini şimdi anladım. Söylediklerinin, hep söyleyeceklerinin ne kadar değerli olduğunu şimdi hissettim. Bana geç, sen geçersen Tanrı'da geçer! Bu sözleri söylerken Oğuz Han hayrette kaldı. Birden bire ona i!yle geldi ki, karşısındaki kurt, Issık Göl'ün güneyinde kayalara sı kıştırıp öldürdüğü kurdun kendisidir. Bunun da gözlerinde insan giizleri gibi anlaşılmaz bir keder, aynı zamanda çekici bir affetme ve merhamet duygusu var. Bu düşünceyle Oğuz Han'ın yer görmemiş dizleri yere geldi. İ ri, azman gövdesiyle kurlun karşısında diz çöktü. Diz çöktükten sonra kurttan bir baş yüksekti. Şimdi, o kendi de bir bozkurttu. Gözleri onun gözlerinden, saçı yal manı, onun yalmanından ayrılmıyordu. Yqile çalan gözlerinden yıl larca görmediği doğıııas1111 (kardeşini) e n yakının bulmuş bi risi nin sevgisi, sevinci dağılıyordu. Ondan olsa, kol açarak kurda sarılır, onunla yanak yanağa Kıl Barak savaşında 233


SABİR RÜSTEMHANLI

yitirdiği bütün erlerinin, Alplerinin acısına ses çeker, hüngür hüngür ağlardı. Savaşta kaybetti klerinin yerini, nedense yalnız şimdi, uğursuz savaşta onu uğurlamamış Bozku rt'la yüz yüze olduk­ ları zamanda bütü n keski nliği ile hissetti. Ancak bu acıya, Bozkurtun kaçmad an, korkmadan onun önünde durmasının getirdiği bir sevinç, bir grur da karışmıştı. - Gel, konuşalım, anlaşalım seninle ! Bundan sonra uğurla­ madığın yola gitmem ! Seni önümde görmedikçe yü rümem ! Tanrım bana yar oldukça, sen de bana kadeş olacaksın! Kolumun gücü, gözümün ışığı olacaksın! Sonsuza dek diri ol! Soyumdan biri ol! Bozkurt ta benzer gözlerle ona bakıyor, belli ki, söylenenleri duyuyor, adı-sanı yeryüzünü bürüyen bir kurt oğlunun sonunda gel­ erek önünde diz çökmesine seviniyordu . Anlamıştı, onun her sözünü anlamıştı! Bu sözlerdeki üzüntüyü, acıyı, sonsuz sevgiyi anlamıştı. Dil açıp konuşsa, o da Oğuz Han'ın dilinde konuşurdu. Ancak söz söyleyemese de, gözleriyle konuşuyordu. Bu göz dilini Oğuz Han çok iyi biliyor, iyi anlıyordu. Sanki Bozkurt yıllarca bu anlaşmayı bekliyormuş ... Oğuz Han'ı korkutmasın diye önce yere sindi, iri, görklü başını ellerinin üstüne koyup aşağıdan yukarıya karşısındakin i süzdü, sonra çocuk gibi emekleyerek Oğuz Han'a yanaştı. Avını ürkütmemek için yere sinip sürünüyordu sanki. Oğuz Han, Boz Börü'nün ona av gibi bakmadığını zaten sezmişti . Tan zamanı, bu beklenmeyen görüşmenin Tanrı ile bağlı olduğunu biliy­ ordu. Tanrı 'ya yalvarış, yükünç zamanlarındaki kutsal durumun onu bürümesi bundandı. .. Kendini güve nde hissediyordu, içi dop­ doluydu. Bozkurt'un bakışları Oğuz Han'ın gözünde, ellerinde, hiçbir kıpırdanışı güzden kaçırmadan, yavaşça yakınlaştı, çekin­ meden, kılı kı pırdamadan başını Oğuz Han'ın dizine koydu. Hakan'ın gözlerinden yaş geldi. Yavaşça kurdun başını okşad ı, elini, koyun beli gibi enli, tüylü sırtında gezdirdi, sonra başını kald ırarak ufku yaran gözlerine doyuncaya kadar baktı. " Bu kurı derisinin içinde gerçekten de, bir insan oğlu var" diye düşündiı. Gözler, ona benzeyen bir hünerli, korkmaz kişinin gözle riyd i. Biı 234


GÖKTANRI

anda Boz Börü'yle ilgili bü tün sözler, deyimler, Türk Soyu 'nu türetmesi, koruması, çoğaltması dolayısıyla anlatı lanlar bağrını karsıyıp (delip) geçti . Bu duyguyla uzun kolları Bozkurt'un boynuna dolandı . Onu gösünde sıktı, fısıldadı: -Tanrım seni korusun, kardeşim kurt! Bu sanki bir rüyayd ı, geldi geçti ... Bir an sonra Bozkurt bütün görkü, korkunçluğu ile ayakta, Oğuz Han süt atının sırtındaydı. Boz kurt onların izlendiğini hissedince sıçrayarak kalkmıştı. Gerçekten de, hakanın "beni izlemeyi n ! " demesine rağmen, koruyucu alplarınden bir kısmı onu izlemiş, yuğlun pöhreliği arasında Boz kurtla konuşan, kurda sarılan Oğuz Han'ı görünce dilleri tutulmuş, donup kalmışlardı. Onların kalktıklarını görünce aceleyle atlarını geri seyirttiler. Ancak artık iş işten geçmişti. Hakanla Boz Börü'nün görüşmesini yarıda kesmiştiler. Oğuz han dönerken, ordunun öncüleri artık bu işten haberdard­ ılar. "Oğuz Han'la Boz Börü görüştüler, konuştular, birbirlerine sarıldılar! Bilgisi yel olup elin üstünde .t:sti. Oğuz Han yaklaştığında kurt başı gibi eller yumulmuş başların üstündeydi. Oğuz Han gülümsedi: -Boz Börüye yum verelim, beyler! dedi. Bozkurt tepe lerin arkasından bu sözleri dinliyordu. ***

Bu defa güneş soldan çıktı, göç te sola dönerek boruların harayı, köslerin, köbiiıgeleri11 ( nağara) , davulların vuruşuyla Bozkurt'un ulumasına benzer bir sesle güneşi karşıladı. Birkaç günden sonra İtil'in Kaspi'ye döküldüğü yerin sağından geçerek deniz kıyısıyla olmasa da, onunla beraber ilerlediler, sonra karşılarına çıkan nehir lmyu o zaman Kamer Denizi de denilen Karadeniz'e doğru yü rüdüler. Burada, Kamerlcrin eski yurtları nda onlarla işi bitirmeliydiler. Geçtikleri yerler, Aral Gülü çevresi, üst yurt gibi düzlüktü. Gün batana doğru ilerledikçe, uzaktan Kazılık Dağı'nın 235


SABİR RÜSTEMHANLI

bu lutlanl a n seçilmeyen tepelerinin ilğıma benzer çizgileri göründüğü zaman görkem yavaş - yavaş değişiyor, kumlu çöllerin yerini bol ekinler, otu boya kalkan çimenler tutuyordu, sürüler, ilğılar, doyabildikleri kadar yiyor, d inleniyorlardı . •

Oğuz Han yağılarl a savaşırken ona saldırmış, arkadan vurmuş, bir dille konuşsalar da birlikten kaçmış Kamerlerin izini bulmak istiyordu. Karadeniz'e ulaşmadan, altın çadırı kurdurdu, oturdu, el ordalandı. Çocukları, ordu komutanları denize dek gittiler. Kamerler hakkında bilgi veren olmadı. Yurtlarını boşaltmış, kay­ bolmuşlardı. Sordukları herkes "güneye doğru gittiler! " diyordu. Oğuz Han yen iden gün çıkana döndü. Kazılığın kuzey etekleri ile araya araya, yolları belirleye belirleye ilerlediler. Kamerler bu dağlara sığınmış, dere lere dolmuş, gözden uzaklaşmış, kaybolup gidemezdilcr. Güneye gittikleri belli idi. Hangi yolla? Karadeniz kıyılarında iz bırakmamışlard ı . Ancak burada yaşayanlar da Kamerleri görmemişlerdi. Dağların sırtlarından da geçebilird iler. Ancak buralarda yaşayanlar da Kamerleri görmemişlerdi. O halde bir yol kalıyordu. Oğuz Han'ın kılavuzları göçten önce gidecekleri yerler hakkında bilgi getiriyorlardı. Kıl Barak'ın darmadağınık edilmesi, duyanları oldukça korkutmuştu. Ovalarda yaşayanların çoğu anlaşılan bir dille konuşan u luslardı. Göçü sevinç le karşılıyor, at, büyük baş hay­ van, davar bağışlıyorlardı . Yol boyunca sağ tarafta kalan dağlar, göçe yol gösteriyor, Kaspi'ye yaklaştıkça akının yönü güneye çevriliyor, denizle dağlar arasındaki bol otlu, bol sulu düzlükler gittikçe daralıyor, eski yollar Kaspi'nin gömgök sularının göründüğü yamaçlara yükseliyor, derelerden geçiyor, sonra yine düzlüğe iniyor, akapak kurganlar gibi karşıyı kesmiş tepelerin sıralandığı, düzleştiği yere yakınlaşıy­ ordu. Yamaçların göz alan yeşilliğinde ara sıra putları andıran, can­ lılara benzeyen kayalc:ır görünüyordu. Oğuz Han böyle kayaları Selcnge'de, Orhan yörelerinde görmüştü. Bu yüzden ulaştıkları yerler ona çok yakındı . Sanki bir kere ya�adığı, gelip geçtiği yerler236


GÖKTANRI

di. Dar geçit, yahut sonradan gelen halkların Derhend dedikleri, güneye giden hütün yolları göz altında tutan küçük kalenin hilgisi­ ni çok öncelerden almıştı. Kaleye yakınlaştıkça ekin hiçin yerleri de canlanıyordu. Sağ yönde yükselen başı karlı, göğsü ormanlı, etek­ leri yemyeşil çimenliklerlc örtülü dağlar, Oğuz Han ·ın ruhunu yeniden uyandırmıştı. Sanki, hütün göç, hu dağlara kavuşmak için yapılmıştı. Yalnız şimdi, kaç yıldan beri yaylaya gitmediği, kutsal yerlerde kurhan kesmediği aklına geldi. Geçide yaklaştıkça karşı­ daki başı karlı tepeler daha da yükseliyor, hu görkemiyle sanki "heni atlayıp güneye gitmek olmaz" diyordu. Dağ eteklerindeki ekin biçin yerlerinde göçü gören yerliler tarlalarından, hostanların­ dan çekilip gidiyorlardı. Uslu Hoca, Oğuz Han'a: - Dağlılar at seven olurlar, Ulu Hakan. Tapşır, göçü iyi korusun­ lar, dedi. Oğuz Han, dütşünceliydi: - Gelecek yaza kadar burada kalacağız. Savaş istemiyorum. Kendilerinin gelip boyun eğmelerini bekleyeceğim. Ekin biçinlerini toplayamayan kaleliler, bir müddet dayansalar da, sonunda elçilerini göndererek hakanı kaleye çağırmaktan başka bir yol bulamadılar. Yaz öncesi kalenin elçileri beyaz bayrakla Oğuz Hakan'ın yanına geldiler. Çuldu (armağan) olarak dokuz kırat getirdiler. Oğuz Hakan elçilere sordu: - Aylardır burada oturuyoruz, niye yanımıza ge lmediniz? Gücünüzün azlığını hile bile niye dik başlık, saymazlık yolunu tut­ tunuz? Bize karşı durabileceğinizi m i düşündünüz? Elçi başı dedi: - Bizim kalede anlayışlılar olduğu gibi, anlayışsızlar da var. 237


SABİR RÜSTEMHANLI

Onların eğri sözüne uyarak gelmedik. Sonra bilgili kişiler çıktı ortaya, öğüt verdiler, ne yapmamız gerektiğini söylediler. Boyun eğmenin, kansız anlaşmanın doğruluğunu bildik ve kulluğunuza geldik. Oğuz Han sordu: - Bu dağlarda herkes sizin gibi mi konuşuyor? - Dağlarda dillerini anlamadıklarımız da var. Oğuz Hakan dedi: - Şimdi, madem suçunuzu anlamışsınız, ben de affed iyorum ! Kaleden ayrılıp gideceğim. Bu arada ata bakanlardan birisi, Oğuz Han'a, göçten bir iki atın çalındığını bildirdi. İlğıda, Oğuz Han'ın beğendiği atlar da gitmişti. Süt rengi kulanlar ... Oğuz Han "atlar bulunmazsa, kaleyi dağıtacağını" söyledi. Bütün dağları aradılar, sonunda çalınan atları bulup getirdiler. Sonra ordu kıpırdadı. Kalenin kapıları açıldı . Derbentliler bu hiç görmedikleri göçün seyrine daldılar. Hakanın atlı askerleri ve ucu bucağı görünmeyen göçü, Derbentlilerin yüreğini üzdü. Ancak Oğuz Han'ın hoş davranışını gördüklerinde şaşkınlık yarandı. Şehir gençlerinden Oğuz'un atlı başlılarına yaklaşarak orduya katılmak isteyenler, alınıyordular. Oğuz Han kaleye başçılık etmek ve vergi toplamak için baykak seçerek ayrılıp gitti.

238


GÖKTANRI

Eski ve Yeni Yurt

'

B

u Semerkant 'la, Belh arasında defalarca geçtiği Derbent değildi; Kazılık'la Kaspi arasındaki geçitti. Kassu ların, Gutların, M aderlerin, Sümerlerin yurtlarına, Asu riya'ya, Mitinya'ya, Suriye'ye, Libya'ya, Filistin'e, Mısır'a açılan kapıydı. Oğuz Han Karadeniz'in kuzey kıyısından geçen yollardan, Keltlere, Fe nikelilere, Balasaklara, Etrüsklere, Helinlere götüren yollardan da haberdardı. Yeryüzünü rüzgar gibi dolaşıp gelen akıncıların, elin gün batan tarafında yaşayan uluslardan anlattıkları bir yana, bunlar da yeryüzünün her yönümünü tanıyıp bilmeye yeterliydi, üstelik kervanlar da yavaş yavaş, ancak zamanın kendi gibi ara vermeden yeryüzünün o ucundan bu ucuna, bu ucundan o ucuna yürüyor, giyim, geçim, yiyecek, içecek alışverişinden daha çok düşünce, bilgi, bitik taşımakla uğraşıyorlardı. Oğuz Han kendi soyundan olan alperenlerin yeryüzünün en uzak köşelerine kadar yayı lmalarına seviniyordu . Ama, onların her yerde sıkıntı içinde

239


SABİR RÜSTEMHANLI

olmalarına da üzülüyordu. Bunun kökü, onun düşüncesine göre birdi: İnançla el birliğinin olmaması. Uzak yollar, yüreklerini de uzak salmıştı. Tanrı onları kuş gibi özgür yaratsa da, hu özgü rlüğün getirdiği acılar da çoktu. Yeryüzü onların değil, Tanrı'nın isteğine bağlıydı . Gün doğandan, gün hatana bü tün çöller, en ulu dağlar onlarındı. Elbette, hu genişlik te yeterli değildi . Çöllerin yüzü yıl­ dan yıla bozarıyordu. U lusun ekincisiyle askeri, çobanıyla alış ver­ işçisi, çöllüsüyle köylüsü, gittikçe birbirinden uzaklaşıyor, yaşam­ larıyla birlikte ruhları ve konuşmaları da değişiyordu. Tanrı onu, hu uzaklaşmayı du rd urmak, eli günü, ulus ve soyları bir olan Göktanrı'ya bağlamak, onların kendilerini de birbirine bağlamak için yaratmıştı. Oğuz bölgeden bölgeye geçtikçe, yaratanın onun boynuna ne kadar ağır bir yük koyduğunu daha iyi anlıyordu. Belki de Ulu Tanrı öç alıyordu onlardan. Onu unuttukları na, cılız yer nesnelerine, yapma tenriciklere, putlara taptıklarına göre. Belki ulusun Göktanrı'yı tanımasından, Oğuz Han'ı tutmasından sonra göklerin yüzü gülecekti. Bunu Tan rı'nın kendisi biliyordu . Dar geçidi geçerek güneye doğru ilerledikçe sol yanlarında bütün Türk ellerinin sevgilisi Kaspi Denizi'nin yeşil sularını, sağa baktık­ larında Ala yaylaları, Altaylar'ı, Alatau 'yu andıran başı dumanlı dağları gördükçe lssık Göl kenarlarını, Erkon'u, Kam Ata'yı hatır­ ladı. Dünyanın ve bütün yaratılışın geçmişini biliyordu Kam Ata. Onu dinlerken yeryüzün ü n bütün sırları kat kat açılıyor, Oğuz Ulusunun Tanrı tarafından sevilen, seçkin bir ulus olduğunu bir daha hissediyor ve seviniyordu. Buna rağmen hu duygu içindeki acıları silemiyordu. - Göklerle Tanrılar, bizimle oynuyor. Şimdi Tarım Çölleri'ne hakanlar, bir zamanlar buranın dünyanın en görklü bir bölümü olduğunu, insan oğluna gökten göksel bilgilerin geldiğini, o uzak, kutsal çağlarda yaratılmışın yaratanla her gün ilişki kurabildiğini. eliyle, aklıyla bugünün düşüncesi dışında olan nesneler yarattığını, yerin üstü bir yana. altında da süslenmiş kentler kurduğunu nere­ den bilecekti? O uçmak ye rini biz kurduk! . . Kuzeyde Altaylardan, 240


GÖKTANRI

güneyde Tanguttan : Tibetten yüz bin, bin bin arşı n uzunu olan yer altı suları, del hizlcri vardı Ta rım·ın. Dağların göz yaşları gibi sularını, şimdi Taklamakan denilen büyük düzlüğe akıtıyordu. O yer altı nehirlerini kim yapmıştı, ne zaman yapmıştı, bilen yoktu. Yeryüzünün bütün nehirlerinden uzundu o delhizler. Nerden geldiğini, nerden başladığını biz de bilmiyorduk. Ama " bizim ata­ larımız yapmış bu dehlizleri" d iyorlard ı . . . S uların, yerleri n, Tanrıların dilini bilen bir toplumduk. Yaratılıştan beri bütün bilgi­ leri, sırları binlerle, on binlerle bitiklerde, yazıtlarda koruduk. Göklerin ilintisi (merhamet) , a/111 göıgiisii (yazı) , ile yüceldik, adımız, savımız acunu sardı. Peki sonra, sonra neler oldu? Gökler bizi niye sindirdi? Suçumuz neymiş? Kök, başlangıç olmamız mı? İ lkinliğimiz mi? Büyüklüğümüz mü? Selden, sudan, yağmurdan, güneşten koruduklarımızı, çalaplardan koruyabildik mi ? Sularımız akıyord u , akmaz oldu, çiçeklerimiz açıyordu , açmaz oldu, üstümüzdeki ölüm gölgesini hissedince, bunun nedenini aramaya kalktık, binlerce yılda olmuş bitikleri Tarım Nehri boyunda kur­ duğumuz yer altı saraylarına, arı yuvasına benze r ünürlere yer­ leştirdik, ancak kum selleri bastırdı... Göklerin öcünden, alın görgüsünden, çalapların elinden kaçarmışçasına sonuncu denizleri de atladık. Eski yurtlarımızın anılarını oralara taşıdık, yeni uçmak yerleri kurduk. Ama, çalaplar orda da bizden ellerini çekmediler. Nehirler taşarak yurtlarımızı bastı. Günde bir yatağa yöneldi. Ordan güneye, daha geniş yerlere göçtük. Yerli göçebelere karıştık. Orda da ke ntler kurduk, arklar çektik. Yeryüzünün en büyük tapı­ nakların ı yaptık, yazıyı, bilgileri sunduk. Ancak, taban basına (art arda) gelen uğursuzluklar orda da bizi buldu. O kovdu, biz kaçtık. Bu defa, ekin hiçinden koparak kuşlar gibi özgür yaşayacağız, dedik. Ovalara gönül verdik. Döşcğimiz yer, yorganımız gök oldu. Ke ndimizi yaratılışa bıraktık, na yaparsa yapsın. Çalaplar inancımızı kırmak istediler, suyumuzu kestiler, burada da kuraklık kapladı ovalarımızı. Tükenmez bir yarış, bitmez bir sınaktır bu ! Oğuz Han düşünüyordu: " Doğru söylüyordu Kam Ata. Hala da 24 1


SABİR RÜSTEMHANLI

uğursuzluğun içindeydik. ne zaman kurtu lacağım ızı da bilmiyor­ duk!" Kam Ata Jaha nekr söylüyordu ? Diyordu k i , "Biz özgürlük vur­ gunu ol mamızdan dağıldık yeryüzüne. Ye ri birlik içinde görmek istedik. Büyük çölleri, ovaları ayakla geçmenin zorluğundan atla kardeş olduk. Kanadımız oldu at. Öyle, hu kanatlarla da uçtuk, gün doğan gün hatan arası ayağımızın değmediği yer kalmadı. Ovalar yaşanmaz hale geldikten sonra yüz binlerce Türk akıp gittiler Çin'e Hind'e . . . Açlık, soğuk, daldanacağı olmayan, Tanrı'nın yarattığına yüz vermeyen çöllerden kaçtılar. Giderken de, eski yaşamlarına, anılarına, alın görgüsüne, ovaya, kendi köküne, budununa asi oldu­ lar ... Geçmişten kalma ne varsa kesip atmak istediler ... Bizden kopanların bize karşı çı kması daha ağır oluyor." İlk defa ayak bastığı hu yerlerde Kam Ata'nın hu sözleri n iye aklından çıkmıyor, bilmiyordu . Dünyaya gözünü açtığı yerlerden uzaklaştıkça, yeryüzünün büyüklüğünü gördükçe soyunun geçmişi, geleceği daha çok düşündürtüyordu onu. Şimdi gittiği atalarının yoluydu, buradan geçişler hiçbir zaman bir yönlü olmamıştı. Onu da biliyordu. Bu yol Türk'ü n şah damarıy­ dı. Bin yıl öncede hu yol, onun işlek yoluydu, şimdi de ... Kam Ata·nın ona anlatmaya çalıştığı da elin günün geçmişiyle ilgili sırlardı. Bu yollar nerden haşlar, nerden geçer? O uzak çağlar­ da onları koruyup saklayan bir belge, bir yazı var mı? Beşiğimiz olmuş hiçbir yerden kökümüzü tamame n unutup gitme mişiz, ner­ eye doğru gitsek de, yine kendi ulusumuzdan olanlar çıkacak karşımıza, ancak onlar bitip tükenmeye n savaşlar da kırılıp azaldılar, öksüz ve yardımsız kaldılar. Birleşip bütün bir el ola­ hilmiyor, başları üstünde başkasına sabrediyorlar. Gü nlerini, başları üstündekilerin, onlar için daha neler yapacağını beklemek­ le geçiriyorlar. Oğuz Han, ayak bastığı hu bölgede, kaybedilmiş dünyalarını yeniden kuracağına ve ulusun eski görkünü, adını, sanını geri ala242


GÖKTAN RI

cağına inanıyordu. Bu, eski akınlara benzemeyen, kutsal bir yürüyüştü, altın, var, giyim, yiyecek, içecek çılgınlığı değildi, unutulmakta olan, sonuncu belgeleri de Kam Ata ile birlikte kaybolmuş uzak, sırlı dünyanın damarlarından, çağlam çağlam akan kanın, çağırışına koşmaktı. Ne olursa olsun, önlerinde yürüyen Bozkurt öyle bir çağırıştı; İ nci kıyılarından ayrıldığı günden geçen uzun yıllar boyu ondan ayrıl­ mamış, en zor yürüyüşlerde önünde koşmuş, yol göstermiş, onun ve savaş erlerinin ruhunu, düşüncesini uyandırmıştı. Dar geçitten güneye karşılarına çıkan gözetçi bölüklerinin gücü yoktu. Küçük obalarda yaşayanlar ise onları yardım ve rahatlık ümidiyle karşıladırlar. Oğuz Han mal oğrıılamıda11 (hırsız) geri alın rry ş süt atının sırtın­ da olsa da, kendini at sırtında değil, ona da sonuna kadar belli olmayan bir göksel uçuşta, bir onur kanadında, görmediği toprak­ lara değil, bir başa Tanrı'ya varmak yolunda sanıyordu. Ayakları yere bastıktan beri at sırtında olan oğulları da onun yanı başındaydılar. Üç günlük yoldan sonra yaz taşkınlarıyla yatağından çıkmış nehirde d urdu lar. Sel yol üstünde yapılmış eski tahta köprünün bir kanadını alıp götürmüştü. Nehir kıyısındaki orman­ lardan ağaç kırarak iki günde köprüyü arabaların geçeceği duruma getirdiler. Sonra, pelit, fıstık ormanlarından, arpa, buğday tar­ lalarının, elma bağlarının aralarından geçtiler. Yorgun obalardan bir kaçı bu bahçeler arasında yurt salıp orada kaldılar. Bu da bir gelenekti. Onlar Oğuz düzeninin bozulmasına imkan tanımazlar, kendi gecikmeleriyle göçü geciktireceklerse bir yerde kalmalarını yeğ tutarlardı. Denizden doğan günün ışığında yalap-yalap yanan karlı dağ zirveleri Oğuz Han'ın yüreğinde bütün varlığını saran bir bunu, rahatlığı, hafifliği körüklese, anlaşılmaz bir duygu içini göynetse de, ancak onu, kendisine de belli olmayan bir menzile çeken arzu, daha güçlüydü. Elin alınyazısı, göklerden, Tanrı'dan ge len tapşırık onu 243


SABİR RÜSTEMHANLI

ilcıye kovuyordu . B i r dağın eteğinde tapık kese nleri gördüler. Ancak kurbancılan ağzı açılan göçün yaklaştığını görünce atlarını dağlara doğru sürdüler. Önde bir tapınak, kutsal, yalavaçların adıyla bağlı bir yer olduğunu yol gösterenler Oğuz Han'a bildirmişle rd i. Yalavaçlara bağlıdıysa, demek, Oğuz Han'ın ocağıdır. Bu boyda yollardan, ağır savaşlardan sonra ilk kez yü reği ni Erkon'da geçirdiği duygulaüra benzer bir alev sardı. Çok-çok uzaklardan görünen, at yelesi gibi kabararak donup kalmış kayalar onu çekiyor, kurbanların bu kayanın eteğinde, bu kayaya kesildiğini, buradaki eski binaları gördüğünde kayaların onu çekmesininin Tanrı'ya bağlı olduğun u anladı . Eli kalktı. Göç durdu. E l düştü. Az. geçtikleri dağın yeşil yamaçlarından, denize kadar olan bu düzlük, ak alaçıklarla örtü ldü. Oğuz Han çadırını yukarıda, kayaya dayalı diktirdi, sayısız koyun kesi ldi. Bilgisini çoktan ald ıkları, yol göstericilerinin gidip döndük­ leri İsmaha adlı Türk U luslarının yaşadığı kente elçiler gitti: "Dünyaya doğru luk ışığı saça saça gelen Oğuz Han savaş istemiyor, baş eğip bağlanmanızı istiyor. Biz erce dövüşürüz, arkadan vur­ mayız. Karşımızda kimsenin duramadığını biliyorsunuz. Öyle ise kan akıtılması gerekmez. S izler de bizlerdensiniz. Bize bağlanın ki, bizden olmayan yağıların üstüne daha güçlü olarak gidelim . . . "

Oğuz Han'ın elçilerini saygıyla karşıladılar. Güzellikleri göz alan bir deste at verdiler. Oğuz Han'ı kalenin dışında, toy, düğünle karşıladılar. Göç on dört gün şehrin güneyinde yerleşip kaldı. Taştan yapılmış kale, güzel saraylar buranın eski çağlara bağlı, ü nlü, adı olan bir yer olduğu nu gösteriyordu . İsmah soyundan olanlar açık gönüllü, cesurdular. Oğuz Han'ı hoş yüzle karşılasalar da, ba�ı boş kalmış askerle rin şehirdeki saygısızlıklarına tahammül edemediler. Bir kaçını tutukladılar, vergiyi geciktird iler. Oğuz Haıı önündeki çetin savaşları düşünerek savaştan kaçındı. Kapıların önüne odun yığdırarak yaktırdı ve kale nin alınmaz olmadığını güs terd i . Şehrin ak sakalları askerleri tutu klayan delikan lıları azarladılar, anlaşmayı bozduklarına çok üzüldüler. Yeniden elçi 244


GÖKTAN RI

göndererek anlaşmayı yenilediler. Vergileri ödeyerek bir daha aralarının bozulmayacağını bildirdiler. İsmak Beyi kızı Solmaz'ı ya Oğuz Han'ın oğu llarından, ya da saraya yakın ordu başçılarından birine vererek " birleşelim, kanımız da karışsın" demek istiyordu. Uslu Hoca oğlu Erdem, Oğuz Han'la birlikte saraya giderken karşılamaya gelen saray hanım ları içerisinde hepsinden farklı, ilk görüşte özel bir yeri olduğu h issedilen, sonraki yemek şöleninde güzellik Tanrıçası gibi ışık saçan, el beyinin hanımıyla yan yana otu­ ran, az sonra El beyinin kızı olduğu belli olan p ağ çiçeğine benzer Solmaz'ı görüp bir gönülden, bin gönüle vurul muştu ona. İ steğini anlattı babasına. Kutluk'tan sonra soyun u n yalnız Erdem'e bağlı olduğunu bildiğinden onun her adımını izleyen, te k oğlunun yılı, yıla satarak şimdiye kadar bekar kalmasından üzülen, onun evleneceği güne tapıklar adayan Uslu Hoca, sevincinden güleceğini, ağlayacağını u nuttu, sonra Oğuz Han'a gitti. Erde m'in isteği yerli el beyinin isteği ile üst üste düşüyordu . Erdem'le Solmaz orada evlendiler. Bundan sonra Oğuz Han kendi düzenini kurdu, çok sevdiği tan­ rıcılardan Diri Baba'yı bu yerde, elin, daha doğrusu orada söylendiği gibi, "Oğuz'un gözü" olarak buraktı, yerli yol gösteren­ lerin gösterdiği yolla, şehrin dibinden akan nehir boyu Kür-Araz kavşağına indi. Çok sıcak olduğundan burda d urmadı. Nehirleri geçip eski el yoluyla güneyde bulutlardan seçilmeyen dağlara doğru ilerledi. Oğuz'un tanrıcı . babaları yeryüzüne dağılmışlardı, bugün de yeryüzünde onların sayısız izleri, son yerleşimleri, tapınakları korunmakta, saklanmaktadır. . .

245



GÖKTAN RI

/

Savalan'da İlk Yaz

A

ltı gün sonra seyrek ormanlı ovalardan, ekin yerlerinin yanından geçerek Savalan yaylalarına çıktı. Ova bulutsuz olduğunda buradan, Kaspi'nin suları görü nüyordu. Göçün geldiği yaylalardan denize i nen dağ katarlar, ormana bürünmüş sırtlar yol­ suz, izsiz, geçilmezdi. Yaylanın ortasından Savalan'nın kavun gibi şırım şırım, karlı tepesi görünüyordu. Göç, Hazara'a doğru inen ormanlardan tutmuş, Savalan'ın yazın ve kışın e rimeyen buz örtüsüne kadar, bıılaklan11 ( kaynak) çağladığı, küçük çayların şırıltıyla güneye ve kuzeye acele ettiği, çimenlerin i nsana boy ver­ mediği bütün yaylalara dağılmıştı. Oğuz Han'ın altın başlı çadırı yaylanın deve hörgücü gibi dalgalı bir yerinde kuru lmuştu. Çadırın arkası nın üstünde kartalların dolaştığı sal kayalar vardı. Karşıda uzak gediklere kadar uzanan gömgök çiçek deniziydi. Bu çiçeklik­ lerin arasında göğün bulu tlarından ayırt edilemeyen ak alaçıklar kurulmuştu. Oğuz Han'ın çadırının sol tarafındaki yamaçlarda eski çağların putlarını hatırlatan taş kaya görklüğü ile yüzü gün çıkana 24 7


SABİR RÜSTEMHANLI

doğru uzanıyordu. Sanki yer yüzünün hütün canlıları hu raya topla­ narak taşa dönüp kalmışlardı. El yolundan ayrılan bir cı,�ır ( patika) sola, gün çıkana doğru bükülüyor, Ötüken ormanlarını hatırlatan seyre k uruğ ağaçlarının arasından geçerek yayla nın Savalan 'dan sonra en yüksek tepesine yöneliyor, onun üzeri nden aşıp gün çıkan yamaçlarındaki yurtlara gidiyordu. Söylendiğine göre, hu yolla iki­ üç güne Kaspi'ye ulaşmak olurdu. Ordan da sola kıvrılsan yine Mugan Düzlüğü'ne çıkardın. Uzun yol, Mugan'ın sıcağı Oğuz Han'ı yormuştu. Soğuklar düşene kadar hurada dinle necekti. Gün ortadan geçmiş el heylerini ve saray adamlarını şölene çağırdı. huradan ucu hucağı görünmeyen ordasına hakınca yüreği hüyüyor­ du. Oğuz Han dedi: - Beyler! Tanrı Dağları'nın, Ala Dağlar'ın ikizi olan Savalan'a ulaştık. Burada yer yüzünün yolları kesişiyor. Bütün uluslar huradan kutsallık buluyor, buraya can atıyor, buraya yürüyor. Tanrı'nın isteğiyle bayrağımız burada dalgalandı, budunumuz bu gönül açan yerlerde rahatlık hulacak. Yol yorgunluğunu çıkarın, güz yürüyüşüne hazırlanın! Sonra hüyük bir şişe geçirilerek bütün olarak kızartılmış maral eti geldi ortaya. Oğuz beylerinin şuh şöle ni başladı. O yaz Oğuz Han büyük oğlanlarını ve ordu başçılarını, her birinin başında bir tümen atlı, gün batana, Gökçe Gölü'nün o tarafına, Karadeniz'de Koluhların yaşadığı bölgeye, güneye, Hazar Gölü'nün gün batan kıyılarına gönderdi. Onlar Oğuz Han'ın yarlık­ larını bu ellere götürmekle oralarda yaşayan boyları bir araya getirmeye çalışacaklardı. Kamerler de aranacaktı. Son bahara doğru Dargeçit'ten Karadeniz'e kadar bütün eller, savaşsız, vuruşsuz, gönüllü olarak Oğuz Han'ın bayrağı altında bir­ leşmeye razı olmuştu. Bu yürüyüşlerde Oğuz Han büyük oğlan­ larının ordu yönetmekteki başarılarını kontrol e tti. Her birinin yanına inandığı kişileri veriyor, sonra savaşların, konuşmaların 248


GÖKTANRI

nasıl yapıldığını soruyor, en ince ayrıntılarına kadar öğreniyordu. ***

Yazın ilk ayında Oğuz Han seçme beyleri ve vekilleriyle atını Savalan'a sürdü. Söz alanı, yahut su kalan ... Nerden geliyor bu ad? Söz vermişti. Atını Savalan'ın başındaki gölden sulamalıydı. Bir yandan da Ata Ü nür'ün benzerin i arıyordu. Ata babasından ilk insana beşik olmuş, tapınak dağlar arasında Savalan'ın adını da duymuştu. Ü ç günlük yol sonunda atlar onları kutsal dağa çıkardı. Dağın başında kırık dişlere benzeyen kayalıkların arasında çiçek gözündeki şeh gibi tertemiz gölün suyundan içti. Alaçık kuru p gündüz yandıran, gece donduran dağda serinleyerek birkaç gün dinlenip uzak yurtların dokuz ay süren soğuğunu andı. Bu buz sularının komşuluğunda kaynayıp çıkan sıcak bulaklar dağın yanan bağrından akıp gelen 11"/ar (türkü) dı. Burda sabahtan akşama kadar erleri taşta, toprakta yapılmış gölmecelerde, kaynar sularda uzanarak canlarının ağrılarını çıkarıyorlardı. Sonra dağın gün batan yamacıyla aşağıya indiler. Çobanlardan, ilğıçılardan kaha, ünür sordular. Gördüm, d iyen olmadı. Ü mitleri kesil miş, yenide n güneye, kendi yerleşim yerlerine döndüklerinde, devrilmiş bir ağacın közeren kütüğünün yanında sırtını taşa dayamış tiitek ( kaval) çalan bir kocaya rastladılar. Oğuz Han: - Savalan'da ünür yok mu koca? Koca tüteği torbasına koyarken : - Savalan büyüktür, hakanım. Kim bilecek? S e n bizim yaylalara konan Oğuz Han'sın anlaşılan. Bizi ayak/ayan ( arayan) az idi ... Oğuz Han durdu: - Biz ayaklamıyoruz, koca, ayağa kaldırıyoruz. Koca tavrını bozmadı : 249


SABİR RÜSTEMHANLI

_ Ayağa kaldırmanızı istemiyoruz, ayaklarımızı kesmeyin yeter! Oğuz Han, kıs kıs güldü: - Se n bu dağlara yakışan kişisin. Koca ne düşü ndüyse, konuşmasının yönünü deyişti: - Savalan'da her adımda bir saray uçuğu, bir kurgan var. Öyle bir ucdan kurulur, uçu rulur. Yaşanılanı arıyorsanız, yerleştiğiniz yerin ötesinde, dağın sırtındaki kaleye bakın. Oğuz Han atını seyridip geçti. Ertesi gün ardanın içinden geçti, dağın 111ili11de ( dibinde) atların başını bıraktılar, cıdır için, at nallarının sesi için yaranmış bu bel, atlar sanki, bulutların üstünde uçuyordular. Böylece uça uça üç tarafı uçurum olan bir sırtın üzerinde papak (şapka) d ikilen kalaye kondular. Buraya ancak gedikten ayrılarak kol gibi uzanan, uçuru­ mun üstünde donup kalan sivrinin ağzıyla gelmek olurdu. Kalenin üstündeki kaya dalga gibi kabarıp dalgalanacak "göç yeri" yarat­ mıştı. Göç yerinin, kalenin eteklerinden süzülüyordu . Ancak burası yaşanılacak bir yer değildi. Kalenin gün çıkanında tanrı'nın yarat­ tığı, yahut sonradan yontulmuş adam boyunda yarıklar vardı. Yerden çok yüksekteydiler. Kale, kayalarla bütünleşmiş gibiydi, sanki elle yapılmamıştı. Sırttan dolaşarak yarıktan içeri giren boru, uzaktan ince bir kemere benziyordu. Dibi görünmeyen uçuru mun üstünde, kalenin el u laşmaz göğsünde bu novalça yeri, bu ark nasıl açıl mış, kil borular oraya nasıl dizilmiş, su buraya nerden, nasıl getirilmiş, bunları anlamak ve anlatmak çok zordu. Kalenin açık göz gibi gün çıkana bakan girişlerinin birinden, uçlarına taş bağlan­ mış, ayak geçirmeye ilgekleri (üzengi) olan yan yana iki kalın ip sal­ lanmıştı. Demek, onun gelişinden çekinmiyorlyar ya da ge lişini bekliyorlarmış. Yarıkta ak saçları sakalına karışmış, ancak güçlü, uzun boylu bir kişi duruyordu . Oğuz Han'a doğru: - Buyrun büyük haka n ! Geleceğinizi biliyordum, dedi. 250


GÖKTAN RI

- Sen kimsin? - Ben de senin gibi Tanrı'nın kuluyum . - Ancak benim gün doğandan, g ü n batana uzanan b i r e l i m var. Yeryüzü bayrağımın gölgesine sığınıyor. - Benim bu karanlık kaleden başka hiçbir şeyim yt1ktur. Onunla aynı dilde, böyle diri diri konuşan bu insan, hakana Kam Ata'yı hatırlatıyordu . Önce iki karavu/11 (hizmetçi) çıktı. Sonra ke ndi bir kaplan gibi onların arkasından yukarı tırmandı. İçeriye girmeden önce kalenin dibinde kalmış biylerine göz gezdirdi. Yan yana durmuşlardı, yerden bir kulaç yükselmiş güneşe doğru baktık­ larında, d ikkatle bakan olsaydı, bu kahanın yiyesi ile yeryüzünün hakanının benzerliğine şaşırırdı. Yan yana bir çok yarığın olması onu ilgilendirmişti, "bir eve bir giriş yetmez mi? Bunlar neden yapılmış?" diye düşündü. Ancak, şimdi, yukarı çıktıktan sonra bu yan yana girişlerin bir yere çık­ madığını, her yarığın bir odaya bağlandığını gördü, hemen de bunun Yaradan'ın işi olmadığın ı anladı. Bu odalar elle yontulmuş­ tu, ancak, anlaşılıyor ki, bu iş o kadar eski çağlarda yapılmıştı ki, taşları yontanın elinin izi kaybolmuş, duvarlar kararak dışarıdaki kayalardan seçilmez olmuşlardı. Sol yandaki girişten odanın içine girdiler. Ayak sesleri, Ata Mağarada'ki gibi neredeyse derinliklerde yankılanıyord u. İçeriden su sesine benzer bir şırıltı duyuluyordu. Yel çekendi (rüzgar alıyor­ du) , ışık sızan bir yer olmasa da, mağaranın uzaklığı yakınlığı belli olmayan d ibinden hoş, göğsü genişleten bir esinti geliyordu. İ çeride ocak yanıyordu . Oğuz Han'ın gözü karanlığa alıştıktan sonra, taşların üskünde anlaşılmaz çizgileri, damgaları, belgüleri gördü. Ev sahibi ona yer gösterdi . Ü zerine koyun derisi atılmış bir taştı. Gülümsedi: - Beğenmezsen suç sayma! Bizim tahtımız, tör yerimiz yumuşak değil. 251


SABİR RÜSTEMHANLI

Oğuz Han dedi: - Benim tahtım eğerdir, ordan yumuşaktır burası. .. Sanki ünürün alt katı ya da katları varmış gibi ses, derinliklere yayılıyor, yankılanıyordu. Oğuz Han: - Bizim dili iyi öğren mişsin, dedi. - Dedelerimizin dilidir, d iye gülümsedi. - Bizim ulustan mısın? - Azerlerdenim. - Onlarda bizim eldendir. Buraya birge geldik. - Ellere, uluslara hakanların adını vermek eski bir töredir. Seninle gelenlerin hepsine burada Oğuz eli, yani senin elin d iyor­ lar. - Anlaşılan töredir. Yarlığı ben verdim. Yani ben elin büyüğüy­ sem, el benimdir. Herkes benim oğlum, kızım, sevgilimdir. Azerler de öyled ir. - Gerçekten az kaldık. Böyle ağır yollu, dolaşık yazıtlı el bula­ mazsın. Yüz defa toparlanmış, yine dağılmışız. Eğer sizin Tanrı onları yeniden Muğan'a, yurdumuza, hala adını koruyup saklayan Azer Gölü'nün yakınlığına getirirse, ona şükürler olsu n ! - Bir olan görklü Tanrı'mız seçimini kendi yapar. Son ra Oğuz Han, gözlerini karşısındakine dikerek: - Kimden saklanıyorsun burada? diye sordu. - Kendimden. - Beni nerden tanıyorsun ? - Yeryüzünün büyüğünü kim kanımaz? - Sen kimsin ? - B e n bir makamım. Ateşe taparım, yaratana taparım .

252


GÖKTAN RI

- Biz de yaratana tapıyoruz. Ya ratan Tanrı'dır. Ulu, tek, görklü, Göktanrı, yani Köktanrı. - Sizin tanrıcı olduğunuzu biliyorumve yeryüzünü bir olan Tanrı yoluna getirmek istediğinizi de duymuşum. Oğuz Han'ın sesi, duvarlara gürz gibi çarpıyordu: - Bu tekce istek değil ! Tanrı buyruğudur. Anamın altın işlemeli yiiyriiğii11de11 (çadır) ilk defa gök yüzünü gördüm, beynim uyandı. Çad ırın açık düğümlüğünden gökyüzünün yalnız bir kesimi görünüyordu. Oradan bir top ışığın süt gibi çadıra süzüldüğünü gördüm. Bu ışığın içinden bütün varlığımı saran bir göz dikilmişti bana. Bir bakışıyla yaratılışın bütün sırlarını açtı. Sonra hakanlık sarayında beslenen putları gördüğümde yeki, sizlerin sözüyle desek, şeytanı görmüş gibi oldum, bunlar bana insanın kendi kendine sataşmasını hatırlattı. Her şey urdan başladı. Mak dedi : - İ lginç iştir. Düşümde se nin buraya geleceğini gördüm. Oğuz Han güldü: - Bizim kamlar başkasının rüyalarına girebilir. Ağır savaşlarda yağıların karşısını, ateş, su, kasırga ile keserler, o nları şaşırtırlar, ayrı yollara götürmeyi de becerirler. -Nil'in, Mezopotamya'nın kahinleri, bizim maklar, sizin kamlar, şamanlar, hepsi bir bulaktan su içmişlerdir. İzi kaybolmuş eski çağların son fısıltılarıdır bunlar. Göklerin dilini yalnız onlar biliyor­ du. Yazık, insanoğlu kabalığından, dağıtıcıl ığından ayrılamadı . Y ıkıyor, uçuruyor. B i r yandan da kasırgalar, yangın lar, yen sarsın­ tıları geçmişin bütün izle rini siliyor, götürüyor. Oğuz Han hayretler içindeydi. Mak, sanki onun düşüncelerini okuyordu. Yıllarca onu düşündüren, sefe rle re çağıran, duygularını te krarlıyordu ona. "Demek ki fikir adamlarının derdi her yerde aynıdır, hepsi i nsanın dağıtıcılığından, eski çağların dilini, düzeninin unutmasından endişelidir", diye düşündü ... Bu düşünce 253


SABİR RÜSTEMHANLI

içinde Mak·a dedi: - İ nancınızı bilm iyorum. Bilmem gerekir. Duyduğum yanlış değilse, sizin dininiz şunu diyor; hayır kurar, şer yıkar. Bu yolla şere hak veriyorsunuz, ona yaşam veriyorsunuz. Mak ta tiksi nir gibi oldu, konuğunu dikkatle süzdü, yüzünü sezilmez bir tebessüm bürüdü. - Bu bizim isteğimize bağlı değil. Geceyle gündüz, doğumla ölüm, iyilikle kötülük ... Her şeyin iki yüzü var. Oğuz Han'ın da dudaklarına acı bir gülüş kondu: - Birinin yarattığına öbürünün gücü yeterse, iki er gibi savaşları sonuna dek sürecekse, demek ki bu savaşta yenin olmayacak. Bu, tanrı'nın işi değil, onun kulları n ı n oyunudur. - Yok, hayır! Bu yeryüzünün düzeninin koruma yoludur. Biz de tek ayak üstünde duramıyoruz. - Buna sözüm yok. Ancak onlara Tanrı denmez! Tanrı d üzeni korumak için onlara hu tapşırıkları veren, onları karşı karşıya getiren, onları hayırlı savaşa, sonsuz çalışma yoluna iteleyendir. Tanrı tektir. - Ama senin Tan rı'nı n varlığı ile yokluğu bilinmez. - Benim Tanrım tek olsa da, sayısız gözü, sayısız eli var. Güneş te, ay da, onun yoluna gidiyor, onun tapşırığını yerine getiriyor. - Siz de güneşe i nanıyorsunuz, biz de. Siz de ateşe inanıyorsunuz, biz de. - Doğrudur, biz ateşi temizleyici güç biliriz, yabancı ellerden gelenleri atqten geçirmeden yanım ıza sokmayız. Biz de güneşe tapıyoruz. Ancak, biz ateşe, güneşe, yere, Ulu Tanrı'nın gözü, eli. ayağı gibi bakıyor, onları yaratandan ileriye geçmiyoruz. Ulu Yaradan'ı unutsan, atqe i nancının çamur, taş putlardan bir farkı kalmaz Mak, konuğunun düşüncesinin derinl iği, sözünün hütünlüğiı 254


GÖKTAN RI

karşısında ke ndini kayhetmişti. Savaşçı(, sözden çok kılıncına güve­ nen, kaba birisini hcklcrken karşısına, dünyanın altını üstünü bilen, büyük hir fikir adamı çıkmıştı. Böyle olsun deyip, başka bir yola el attı. - Söylediklerin bu taşlara deyiyor ve kayboluyor. Bizim dedikler­ imiz yazılıyor ve kalıyor. - İncime, bu da lanrı'nın seçimidir. Sizler gizlice deriye yazıyor­ sunuz, bizler i nsanların gönüllerine yazıyoruz. - O gönüllere güvenme, bir yandan alır, bir yandan satar. - Bu yüzden Tanrı bana kılınç verdi. Bak, bu gördüğün kılınç gökten ge ldi. Yıldırım taşından çekilmiş. Gökten gelenin hükmü, yarlığı da Tanrı·ya hağlıdır. Yaratılmışın kanını akıtmak ağır şeydir. Ancak Tanrı tapşırığı olduğunda, bu iş yapılmalıdır. Benim yaşan­ maz, soğuk, kurak kuzey çöl lerine kovulmuş, yazıta eli varmayan ulusuma, o yazıtları anlatmak uzun yıllar gerektirir. Bunun için de hen, kılıncımı, yalavaçlığıma kalkan ettim. Ülkeler alıyorum . Gönülleri, bakışları, haşları alıyorum. Gözler göğe dikilsin, Tanrı'yı görsün diye. Yazık hir çoğunun gözleri, başları bedenlerinden ayrıldıktan sonra gökleri görüyor. Ben yağma etmeye değil, Tanrı'yı tanıtmaya geldim. - Tanrı'nın ne çok savaşçısı var ulu hakan! - Hepimiz onun savaşçısıyız. . . Burada sohbete ara verdi. Görünüde saygılı, içte sert, söz kapış­ ması sona ermişti. Sona varmıştı değil, asıl şimdi başlıyordu. Mak, sanki odasında oturanın konuğu olduğunu unutmuştu. l lafifçe baş eğerek kalktı. Yavaş, yavaş odanın uzak köşesine gitti. lahtaçadan dolça ve sığırak getirdi. Tarasıııı (şarap) koyarak Oğuz 1 lan'ın önüne bıraktı . - Konuğumsun, i ç ! Törelerimiz değişmezd i r ! Ne rde, n asıl yaşadığımız önemli değil.

255


SABİR RÜSTEMHANLI

Sonra ütülmüş ağaç parçasıyla külü kurcaladı. Ordan çıkarttığı könıbeyi ( közde pişirilen ekmek) sil keleyi p külünü döktü. Karşısındaki keteni taşın üstüne çekt i. Elleri yana yana kömbeyi böldü, buğulanan iri parçayı Oğuz Han'ın karşısına koydu . - Sizi, istediğim gibi ağırlaya mıyoru m. Bunu kabahat saymayın. olanım budur. - Varını veriyorsun. Atalarımız bunu değerlendirmişler. - Doğrudur büyük hakan. " Bol vermektense yol versin, az veren candan, çok veren maldan verir." Bu da atalarımız sözleridir. Oğuz Han göz ucu ile kapıda duran bekçilere baktı. Sonra köm­ beyi alıp bir parça kesti ve buğulana buğulana ağzına attı. Mak da parçasını yemeğe başladı. Av eti, koyun şişi, pirinç sıyığı, kıyma, erişte, tutmaç Oğuz Han'ın sevdiği yemeklerdi. Mayası ağartıdan tutulmuştu. Yarı karanlık ünürde, ocağın kenarında yediği, hakanlıkla bir araya sığışmayaıı bu sıcak, şit kömbe yeryüzünün en tatlı yemği gibi geldi ona. Acek etmeden, bu mağara erinin söylediklerini götür-koy yapa-yapa payını yiyerek tarasunu içti, sonra gülerek: - Ellerine sağlık! Hakan konukluklarının gözü kalır bu tatlı ye mekte. Mak'ın taş rengine çalan yüzü ışıklandı. İ ri, kaygılı gözle rinden bir parıltı geçti. - Ben on yıldır bu tür yaşıyorum . - On y ı l mı? - On yıl. - Ben de otuz yıldır at sırtındayım. - Duymuşum. Gücün, yarlığın, düzenin olmasa, eli, Çin'dcıı buralara getiremezdin. - Ancak seni aramamın nedenini sormadın. 2 56


GÖKTANRI

- Hakanlar o kadar işsiz değiller ki, soydan ayrı, yalnız bir kişiyi aramaya çıksın. Sözü de ok gibi doğru attığını gördüm. Bil iyorum, demek istediğini kendinle götürmeyeceksin . - Birkaç soru m var. - Buyur. - Zerd üştlük bir kişi adıyla bağlıdır mı? - He, evet. - Yaşıyor mu? - Yaşayacak . . . - Niye yakınç, yalvarış v e yazıtlarınız yabancı d illedir? - Yabancı dilde olduğunu nerden bildin? Ortaya ç ıkan budur. Ö nce yolsuzu, yola getirmek gerekir. -İnancın gücüne inanıyor musun? - İnancım �z bi.zimle doup bizimle ölecek. - Öyle ise, bu gücü niye yabancının eline veriyorsunuz? - O sahiplendiği gücü kendine karşı çevirecek. - Hele ki bize karşıdır. Mak durakladı. Konuğun sözünü geri çevirmek istem iyormuş gibi, ded i : - Büyük h akan, sen kendi i nancınla insan oğlunun gözünü Turan ovalarına çevirdin. Biz de yeryüzünün gözlerini Azerlerin yurduna çevirmek istiyoruz. Ova yaşamı kişiye doğruluk öğretir. Çok söze, övdüye dövdüye gerekleri kalmıyor. Siz Tanrı ' nın doğru yolun­ dasınız. Biz eğrileri de bu yola getirmek istiyoruz. Kendi dilleriyle. Başka yol bulamadık. Topluma üç şey öğretmek istiyoruz. Düşünce doğruluğu, söz doğruluğu, iş düzeni. Üçü de Oğuzların yüzüdür. Başka bir isteğimiz de insanları toprağa, ekine hiçine, kente bağla­ maktır.

257


SABİR RÜSTEMHANLI

Oğuz Han, onun sözünü kesti: - Bizim ekinci biçinci, yerleşmiş boyları mız çoktur. Onlar yer­ lerindedir. Yu rtlarımızı boş bırakıp gelmed ik. Mak düşünceliydi: - Her budunun kendi alınyazısı var. Nereyi beğenirsen oraya konmak, sürülerini kışlakta, yaylada çoğaltmak, yaratılışla iç içe yaşamaktır. Kalelere, tarlalara bağlanmakla siz küçültmelerinden korkuyoru m. - Bizi kapalı kaleler küçültür, ekin-biçin değil. Oğuz Han sözlerine ara vererek gözlerini Mak'ın gözlerine dikti. Onun gözlerinde de Boz Börün'ün gözlerinde hissettiği bir çekici­ lik vardı; aralarından bakan olsaydı, ikisinin de birbirine kurt göz­ leri ile baktığını görürdü. Bu sezgi, onun gözlerine bir dalgınlık getirdi : - Çin'in bir başından öbür başına yol gittim, gördüm, düşündüm. Biz, dünyanın ilk ekincileriyiz. Atalarımız büyük kentler kurmuşlar. Uçmak yerine benzer görklü yurtlar yaratmışlar. Kum basmış, sel yutmuş. Bunlar Tanrı'yı incitmektendi. Bin yıl önce Azer Gölü kıyısında Kü r-Araz arasında ekinciydik. Seferden kalanlarımıza Türük dediler. Yani, baktı, durdu. Hele o durmak, Azcrlcri felakete sürükledi . Kırıldı, tükendi, yurdundan ayrı düştü. Göz, gördüğünden korkar. Kime taptığını bilmediğindendi. Tanrı gaza­ planmıştı. Bunun çıkış yolu birdir: Bir Tanrı, bir hakan, bir e l ! . . . Bir olan Tanrı'ya tapana kadar hcryerde ölüm başımızın üstündedir. Bizim konar göçer ulusu muzun, belli yurdu, toprakları, tarlaları, kışlığı, yaylası var. Günü savaşta geçen erlerin toprağına hiç kimse göz dikemez. Biz çevikliğimizlc, nerede bulunacağımızı, ne zaman kaybolup ne zaman ortaya çıkacağımızı bir sır olarak koruduğu­ muzdan herkesten güçlü olmuş, kendimizi korumuşuz. Büyük yur­ dumuz var. Onun bir tarafına konsak, bu yurdu koruyakazdık. Oturmakla elin günün kanad ını kesemeyiz. Bu bizim yaşam, düşünce geriliğimiz değil, gücümüzdür, yoldur, töredir. Tanrı 'ya 258


GÖKTAN RI

yakınlaşmak, onunla hergün yüz yüze konu ş m a k ' ' d ı ı ı l ı ı ı . İnancımız gökten geld i, diyoruz. Ancak sizin inanç ha.ı •. ı � l . ı d ı ı • ı ı ı ı ı . töresiz, yolsuz, bozuk uluslar var. Ana bilmezler, kaıı ı ı ı l . ı ·1 l ı ı l ı ı ı ı · zlcr, baba kızına, oğul anasına, kardeş bacısına göz d i k l' I . ' ı ı , 1 1 1 1 Kendi töresizliklerini, başkalarına da yaymak isıl· ı lı ı 1 1 ııı inancınızı kör benliklerinin silahı yapacaklar. Siz zate n ı a p ı ı ı . ı h ' · ' I ' tıran, Tanrı evi yükse lten değilsiniz. · ,

- Tanrı evi bizim gönlümüzdedir. Bir büyük ta pııı a /'. 1 1 1 1 1 1 ı . 1 1 Örtüyü gök, ay, yıldız, göz işledikçe, bütün yerler-su lar. l lı ı ı ı ı � ı ı ı mezlik, bengülük sonsuzluğun inancıdır. Tanrıcılıktır. Koruyabilir mi sizi Tanrı'nız? Oğuz Han kaygılandı: - Bu bir alınyazısıdır ... Her yerde bize kuyular kazı l s a ı l . ı . l ı 1 1 yeryüzüne beylik yapan b i r ulusuz. Zor yaşam bizi Tanrı yo l 1 1 ı ıı l . 1 1 1 döndüremez. Bizi saldırgan, savaşçı! sananlar Ta n rı v1 1 l 1 1 v l a yürüdüğümüzü, yeryüzüne düzen getirdiğimizi, içi göksel d ı ı y1•. 1 1 L ı ı l a dolu olan, her yerde doğruluk arayan, Tanrısallık k ı ı ı a ı ı l ı ı ı budun olduğumuzu bilmiyorlar mı? Bitikten m i ko n ıı � ı ı y u ı ,1 1 1 1 " Yazıt, bitiği d e biz öğrettik onlara ... Taş demedik, ağa<; d rn ı n l ı k , yazdık. Deri, kağıt yanar, taş yanmaz diye kayaları ' " ' k ı l ı k . Bundan büyük, bundan görklü bitik olamaz. Tanrı bilmeye n. k l' l l ı l ı sine yüz çalap uyduran u lusların içi, düşüncesi d e yı ı ı ync parçalanır. - Çin'le anlaştığınızı duymuşu m ! - Çin'le beraber yaşayıp uzun süren yakınlığa güvenmek o l ı ı ı a1.. Yakınlık, Çinlinin gözünde ona boyun eğmek demektir. Bıı l ı i 1. i ı ı ı töremize, Tanrı'nın isteğine karşıdır. Söz yerine çekti. Be n s a ı ı a l ı ı ı yaşadığın mağaraya benzer ünürlerden, elin büyük kfımıııııı lkdik­ lerinden bahsetmek istiyorum. Belki, neyse buldum ... Sonra Oğuz Han elinin, konar göçerliğinin sebe pleri n i Kfım Ata'nın sözleri i le bir daha anlattı. Bütün yapılanların belgelerde 259


SABİR RÜSTEMHANLI

koru nduğundan, Ata Ü nür.ün yıkılıp talan edil mesinden, Kam Ata 'nın kaybolmasından söz açt ı. Mak büyük bir üzüntüyle: - Görüyor musun hakanım, yalnız bir ocağa ve bir dile dayanıldığında, bilgi taşıyanların helini kırıyorlar. Gerek yu ndun her evi bir ocağa dönsü n. Oğuz Han dedi: - Kam Ata benim gibi düşünmüyordu. Ye ryüzündeki göçlerim­ izin ne reden haşladığını biliyordu. Tekce bir kere, hu yerlere can attığımı gördüğünde "orayla buranın kökü birdir" demişti. Bengü yazıtların beni şaşırtmasına acı acı gülmüş ve " neleri kaybettiğini bilsen çıldırırsın" demişti. Görklü bir yaşam içinde iki yüz bin, üç yüz bin yıllık bir geçmişin yüzü nü, sözünü koruyan büyük yaların, hazinenin bekçisiydi atalarımız. Eski ye r altı sarayları arı peteği gibi insan oğlunun ııs (akıl) şırasıyla doluydu . Bu büyük ağıılıığıı (hazine) yaratanlar beş yüz, bin yıl yaşamakla kendilerini ölümsüz bilmiştiler, a ncak onların ölümü unutmaları, gönüllerinin kapan­ ması, yaratana arka çevirmeleri, kendilerini yer yüzünün sahibi say­ maları bir olan Tanrı'yı gazaplandırmış, onları önü alınmaz kum sellerinin, denizlerin, taşkınların altında bırakmıştı. Vahşi yaratık­ lar saldırmıştı onlara, Tanrı'nın en büyük bilgileri, belgeleri de kumla, suyun altında kalmıştı. . . Ordadır, ilk yazıt da, ilk söz de, ilk bitik te, bütün sırların anahtarı da ... Yeryüzünün en büyük göçlerin yüzden başlamıştı. Ulularımız kaybettiklerinin çok az bir kısmını, hafızalarda kalanları ancak diriltebilmişler. Eski dünyanın sırları ise şimdilik kayboldu . Tanrı'nın bize armağanı olan kutsal yağmur taşını da 11,�nı/ayıp (çalmak) götürdüler. Mak ne ise düşünüp dedi: - Savalan'ın eteğinde bir ke nt var. Orda da gökten indirilmiş bir taş vardı . Gençlik yıllarımda ben de görmüştüm onu. Bir kümeste saklıyorlardı. Kurak havalarda çekiyorlardı meydana. Devresinde yallı gidip dua okuyorlard ı. Gökler de yağmurunu gönderirdi. 260


GÖKTANRI

Mağaraya çekild im. Sonrasından halıerim olmadı. Oğuz Han gülümsedi: - Bu da lıirliğimizin lıir örneğidir ... Mak·ın yüzünde gölgeler dolaşıyordu. O, Oğuz Han'ın üzün­ tüsüne ortak oluyor. Tacik, Asur akınlarının Azerlerin yurdunda ne varsa, hepsini yok ederek onları d üşünce kölesine, karanguş (Kırlangıç) yavrusuna çevirmek için nice tuzaklar kurduklarından, her şeyi kendi adlarına yazdıklarından, onlardan öğrenerek sonra oklarını göğüslerine sapladıklarından söz açtı. Koruduklarımı, el ulaşmaz yerlere taşımışlar, dağa götürmüşler, toprağa gömmüşler, yine de gözden saklayamamışlar. En ilginci Oğuz Han'ı inandırmak için gösterdiği kanıtlardı: - Bak, dedi. Zerdüşt'ün açtığı yol, yarattığı bilim şimdiye kadar ortala çıkmış bütün inançların, düşüncelerin en iyi yönlerini bir­ leştirir. Zerdüşt kendi kökünden olanlara ayrı gözle bakar mıydı? Ancak onun sözlerini her biri ayrı bir şekilde yayıyor. Onun adı ile kendi bozgunculuklarını örtmeye, şehir dışlarında yaşayan Türkleri yırtıcı, yara11g11da11 (yaratıcı ) uzak göstermeye can atıyorlar. Birbirinden uzak farklı düşünceleri, çeşitli u lusların be nlik savaşlarını bu inanca lıürüyerek saklamaya, kuduz istekleri ni yalavaç sözü gibi yaymaya çalışıyorlar. Bu bizim birbirimizi anla­ mamızı güçleştiriyor. Ze rdüşt'ün sarayların tozuna bile bulaşmamış düşünceleri ile senin düşüncelerin arasında ayrılık görmedim. Bizi kendinden ayrı tutma! . . Oğuz Han Tanrı Dağları'nda kaybettiklerinin izlerini Savalan'da, yeryüzü yaratıldığından beri kutsal sayılan, ilginç bir geçmişi olan lıu dağlarda bulamadığında, birdenbire nice yıllık yolların yükü indi omuzlarına. Ne zamandan beri ışıklanan ocağı seyrederek kendine ge ldi, d ikildi, dedi: - Sen de bi l ! Bizle bir kökten olanlarla savaş yok, onları yağıların ellerinden almağa. di lsiz e llerimize dil, sessiz uluslarımıza ses olmaya ge lmişim. Buralar sonsuza kadar Aze rlerin ve henim alp 261


SABİR RÜSTEMHAN LI

erleri m i n e l i-günü olacak. Bunu, sizinkileri söyle, üzerime gelmesinler, bana yardımcı olsunlar. . . Mak: - Ay bir daha bedirlenen de, inandığın bir beyi gönder, sözünü keneşeceğim . Oğuz H a n ünürden indiği zaman güneş kalenin arkasına geçmiş ve kalenin gölgesi gün çıkanda, gittikçe tünleşen gölge sonsuzluğu­ na karışıp gitmişti. Tütsü gibi, duman gibi . . . Belki yol gibi. ***

Akşam Oğuz Han Mak'la yaptığı görüşmeyi baştan sona Uslu Hoca'ya anlattı, onun sorularına cevap verdi. Bu sonbetler birkaç gün sürdü. Yaylaya çıktıktan sonra her gün tan vakti Oğuz han Uslu Hoca ile birge atını dağın en yüksek yerine sürüyor, güneşi orada karşılıyor­ lardı. - Buradan baktığımda Tanrı Dağları'nı hatırlıyoru m, diyordu Uslu Hoca. İçi sıkılırdı. Oğuz Han'ın sakinliğine bakmayarak anlaşılmaz üzüntüden kendisini kurtaramıyordu. Oğuz Han'ın Mak'la görüşmesinden ve bu görüşme hakkındaki konuşmalarını dinledikten sonra, Uslu Hoca sanki değişmişti. Bir gün yine ala sabahta tepeye çıkmışlardı. Bağır basıp güneşi karşıladıktan sonra, Kaspi'yi kadar inen dereleri, ormanlı vadileri dolduran süt gibi akpak dumana baktılar. Bu dumanlı dağların o tarafından onların yüzüne doğan güneşle aralarında bir yakınlık. doğmalık duyuyor, güneşin onların içinden geçeni, bütün yaşan­ tılarını okuduğuna inanıyorlardı. Uslu Hoca gün doğana baka baka: - Bana öyle geliyor ki, söyleyebileceğim her şeyi söylemişim sana. Yolum da Tanrı-Savalan arasıymış. Sefere gitsen de beni buradan ayırma. Yerleşim yerimi buldum . . . Sana yük olduğum yeter! 262


GÖKTANRI

- Bundan sonra seçim senindir, dedi, Oğuz Han. Anlaşılmaz, sıkıntılı bir duyguyla atının başını geriye, ordaya doğru çevirdi. Yalnız erik ağaçlarının erkenden ak çadırlara kadar uzayıp giden gölgelerine vardığında, baş keneşçisinin, buyrukçusunun geciktiği­ ni, onun arkasından gelmediğini fark etti. Atın başını çekti. Onun ne yapmak istediğini anlayan beyler de geriye döndüler. Güneşi karşıladıkları yerde Uslu Hoca atının bonuna düşmüştü, kalbi dayanmamıştı. Oğuz Han sevgili kencşçisini yolun ormanlar arasındaki obalara doğru döndüğü yerde, eskiden yaylada dünyasını değişenlerin gömüldüğü yerde toprağa verdi. Ü stünde küçük bir kurgan oldu. O zamandan beri o sırtın adı " Hoca Dönge" olarak kaldı . Oğlu Erdem Oğuz Han'la sonuna kadar beraber oldu. Ama bir kısım yakınları, başta, yaşı dolan, yürüyemez olmuş Ulu baba olmakla birlikte Erdemliler ayrılıp Hoca Dönge'nin eteklerinde yurt saldılar. Her yaz Oğuz Han'ın oturduğu yaylalara çıkacaklar, Uslu Hoca'nın ruhunu sevindireceklcrdi. Elçiler döndüler. Kazılık Dağı'nın o tarafında, bu tarafında Azer Gölüyle Göğçe göl arasında küçük küçük eller, ufak beylikler, boy­ lar, birbirle riyle çarpışıyorlard ı . Başlı başınalıktı. Aze rler, Kengerler, Sabirler, Kaspiler, Ablanlar onların gelişini kutluyor, akın akın Oğuz Han'ın başına toplanıyorlardı. Kaspi'nin o tarafına girmezden önce, bu tarafında yerli halklara rahatlık vermeyen Kamcrlerden onlarda çekmişlerdi. Ancak şimdi deveden büyük fil gel mişti, deve kaybolmuştu. Yarım ay geçtikten sonra Mak kend isi bilgi gönderd i . "Yabancıların ıapda,�ı (emri ) altından çıkmamıza yardım edeceks­ eniz, biz de size bağlanacağız" demişti . Güze doğru Oğuz han, eli korumak için güçlü bir atlı destesi bırakarak kalan askerlerini çekti, Savalan'ın eteğindeki küçük şehre gitti. Burada Mancr elçileri ile görüştü. Elçiler ona "Ulu Tanrı'nın yalavacı" diye yüksek sözlerle yazılmış bir bitik getir263


SABİR RÜSTEMHANLI

mişlcnl i. Man Eligi askerlerle yola g itmediği nden endişeleniyor, _ Asurluları, Vanlıları, U rartuları, Persleri hayasız ve yalancı olarak adland ırıyor, elini onlardan koru mak için yard ım istiyor ve büyük hakanın o yanlara ge lmesinden duyduğu sevinci bildi riyord u . " Bu yaylalar, bu ovalar, haştaı1 haşa senindir. Bizim yabancılar karşısın­ da ezilme mizden se n de üzülüyorsu n. Bin yıllarla kapılarım ızda hizmetçi olanlar şimdi baş kald ırarak bize boynuzların ı gösteriyor­ lar. Çü nkü, Tanrı onları u nut kan yaratmış. Yemeğimizi yiyor, giyim­ imizi giyiyor, ancak eğri liklerinden el çekmiyorlar, yan yöre mizde bulu nan halkları bize karşı kışkırtıyorlar, kılıncı sırtımıza saplıyor­ lar." Bitiğin sonunda elig en kısa zamanda görüşme arzusunu bild iriyor, üstelik oğlunu ve yeğenlerini Oğuz'un yan ı na gönder­ erek at sürmeyi, ok atmayı, kılınç çalmayı, süngü işletmeyi onlara öğretmelerini ist iyordu . Onlar elçilerle birlikte gelmişlerdi. Bu bitik Oğuz Han'ın yüzünü güldürdü. Mana taç ve tahtının gelecek sahib­ ine atabeylik yapmayı Erdem·e ve onun yanındaki erlere tapşırd ı . Sonra clige şöyle yazd ırd ı : " Yeryüzünün bütün ülkeleri, bize baş eğip, el oluyorlar. Eği lmek istemeyeni eğdik! . . Elimizin üstünde el, kılıncımızın üstünde kılınç yoktur. Bu yurtları senli de, sensiz de temizleyeceğiz. Yanımızda seni görürsek kolu muzun gücü artar. Senin yağı dediklerinin dilini kesmeyi bizden iyi beceren olmaz. Oğlun, yeğenlerin Tanrı'nın izniyle Oğuz erlerinin yan ı nda savaşın bütün sırlarını öğrenir, eşi benzeri olmayan savaş erleri, ordu başçısı olarak dönerler. Yüreğinde sıkıntı kalmasın d iye, oğlum Y ıldız Han'ı, Ulu Tanrı'nın bize verdiği savaş bilgilerini ordunuza öğretmek için göndeririyorum. Tanrı'nın isteği ile görüşür, kalan bütün işleri yüz yüze konuşuruz." Y ıldız Han elçilere katılarak Üç Kaya'ya gitti. ***

Maner Eligi, Oğuz Han'ın oğlunu büyük bir şölenle karşılad ı, dedi: - Ye ryüzünde Oğuz erleri gibi al sürerek ok atmayı beceren 26�


c;ÖKTAN RI

kimse yoktur. Sen, Oğuz"tın oğlu, hu sırları ordumuza öğreteceksin. Yıldız Han Manerlerin askerine baktıktan sonra : - Bu askerle savaşa girilmez, dedi. Elig tutuld u : - B u ordunun kazandığı savaşların sayısı bilinmiyor. Yıldız Han: - Savaşçılarınız güçlü, huna sozum yok, ama, ordu yeniden düzenlenmelid ir. Bu karışıklıkta kendi el ve ayaklarınızı bağlıyor­ sunuz. Atlı, atsızdan ayrılmıyor. Ok, kılınç, gönderi bölümleri hir­ lıirine karışmış. Ayrılmalıd ırlar. Bu söz Elig'in hoşuna gitti: - Bildiğini yap, hakan oğlu, dedi. Oğuz için nasıl çalışıyordunsa, lıurada da üyle çalış. Bu ordu da sizin vuran e liniz olacak. Yıldız Han, aylarca Maner ordusunu yeniden düzenleyerek savaş ''ı natını öretti. Onları Oğuz ordusuna benzer hölmelere ayırdı. Manerler, Oğuz Han'ın dünyayı korkuya salan ordusunun gücünü �imdi anladılar. Bu ordu kuruculuğu onların gözünü açtı . Sanki, damarlarına yeni kan vurulmuş, gözlerine ışık gelmişti. Ordu can­ lanmış, atların hile rengi değişmişti. Birkaç ay sonra Yıldız Han hüyük hed iyelerle, yanında Maner �ahı'nın kızı Minsu ile geri döndü. Manerlerin Eligi Oğuz Han'la yakınlaşmanın yolunu arıyordu . Bunun en uygun yolu kızını Oğuz ordasına göndermekti. Böyle düşü nerek korkunç komşuya gönder­ mek için kızından uygun çulgu, armağan hulamamıştı. Kızlarını hir­ lıirine verip kanla bağlanmak, hu yolla savaşların karşısını almak, dolaylı yolla komşu ellerde yerlerini sonsuza kadar koruyup sakla­ mak içi n, evlatlarını feda etmek hölge büyüklerinin eski adet­ lerindendi. Ke ndi kanları karışırsa ellerini de kaynayıp karışmış, vakınlaşmış sayıyorlardı. Bu saray incilerinin kime gideceğini düşünmeden gönüllerinin parçasını hakanlığa, tahta, ülkeye kur265


SABİR RÜSTEMHANLI

han olarak veriyorlard ı . Dişleri dökülmüş koca yırtıcılar hu armağanları gördükleri gibi canlanıyor, gözlerine ışık geliyordu. Ancak hu defa Tanrı kendisi yol açmıştı. Minsu, Hakan oğlu Yıldız'ı gördüğünde aklını yitirm işti. Yıldız Han da sarayın hu ben­ zersiz çiçeğine vurulmuştu. Yed i gün, yedi gece toy yaptılar, Minsu ile Yıldız Han'ı evle ndirdiler. Maner erleri de savaş sanatının bütün sırlarını öğrenene kadar Oğuz ordusundan ayrılmadılar. ***

Yerleşim yeri kalabalıktı. Büyük denizler arasındaki yaylalarla, yan yana akan nehirler arasına dağılmış yarı göçer u lusların heyleri, başkalarına eğilmekten, aşağılanmaktan, ara vermeyen iç savaşlar­ dan bıkmış durumdu " Manerler bağlandı ise, biz de bağlandık" d iy­ erek Oğuz Han'la görüşmeye geliyorlardı. O zamanlar, Buzlu Dağlar da denilen, Kazılı-Kafkas dağlarının güneyine aşmazdan önce, Oğuz Han'ın adı, bilgisi yeryüzüne yayıl mış, gün doğandan kasırga gibi esip gelen, adıyla sarayları yerinden oynatan, hüküm­ darların başından tacını alan hakanla iş birliği yapmak, araya köprü kurmak isteyenlerin sayısı bilinmiyordu. Gün Batan Denizi, Adalar Denizi, Karadeniz kıyılarındaki irili ufaklı ü lkelerden elçiler geliy­ ordu. Herkes ona gitmek, onu kendi yanına çekmek, onun gölge­ sine sığınmak yollarını arıyor, bunu kendine şan, üstünlük olarak görüyordu. Güze doğru geçilmez kara ormanları de nize kadar i nerek dağların eteklerinde göm gök çimenleri atların dizine kalkan. rahatlık veren, bu rahatlığı ile yüreği bulandıran kimsesiz ovalan.la, iç beyler ile Kazılık Dağları'nın hu tarafında yaşayan boy beyleri biı araya geldiler. Oğuz Han sözünü kısa söyledi: - Beyler, Çin'den hu tarafa bütün uluslar bize bağlandı, hoyuıı eğdi ve el oldu. Yeryüzünün başı olan, Ulu Tanrı'nın seçkin w sevgilisi olan yeryüzüne hakan olmak, düzen kurmak için gönde r ilen bizler, kul olamayız. Ancak Kaspi"nin h u tarafında yaşayanlaı ı 266


GÖKTANRI

kul yaptılar. Bir araya gelemediniz! Birliğiniz olmad ığından ye nil­ diniz, ezildiniz. Biz bu bölgen in tek eli olacağız. Tek Tanrı, tek hakan, tek el! Bizi tutanları biz de tutacağız! Her biri bir dağın başında, bir taş kale yükselterek kendini yeryüzünün büyüğü sayan­ ları yerlerini göstereceğiz. Olsa olsa bir derenin, bir tepenin beyi olduklarını anlatacağız onlar! Tanrı yeryüzünün bü tün topraklarını, sularını bize verdi . " Gelenler, inanç sözünü duyduklarında duraklad ılar. " İ nanç değiştirilmez" deyip incidiler, bazıları toplantıyı te rk ettiler. Oğuz Han inancını kuru sözlerle söylemiyordu. Göksel güçle beraber Tanrı'dan sonsuz bir bilgi de gelmişti ona. Onunla söz savaşına gir­ işenlerin içini, boş yerlerini anında görürdü: - Sizi kırmak istemiyorum, beyler, dedi. Ancak ağzınızın boyunu alın. İ nanç işi sizlerden önce yapılmış törelere bağlıdır. Bakın neler olmuş? B izler, yaşamı savaş olan kişiler böyle şaşırd ı k bu yaratılm ışa, yaradan yaraşmayan işlerden. İ nsan oğlu da tapık kesilir mi? Bu kurbanlarla yer doymaz. İ nand ıklarınız çoktur, göz­ leri doymaz. Yaratılmışı yalnız yaratan alıp götürebilir. Siz, elin en görklü oğu llarını, kızlarını kendileri istemeden koyun gibi keserek kemiklerini kuşlara d idiklettiriyorsunuz. Bu kana susamışlıktır. Böyle inanç olmaz. Tanrı beni bu canavarlıklara karşı gönderd i. Dille anmazsanız, kılınçla anlarsınız. Gözüm oktan dönmez, sözüm yoktan! Oğuz Han'ın gözlerinde yıl dırım çakıyordu . Şimdi ona söz demek m ü mkün değildi. Gerçekten de, Kazı l ı k Dağı'nın güneyinde, e n seçme insanların, kızların diri diri kurban edildiğini gördüğünde göğsünden ateş püskürmüştü. Bu uzun yolculuğa onu gönderen tanrı'ya bir daha yum vermiş "insan oğlunu bu canavar­ lıktan ben kurtarmazsam, kim ku rtaracak?" demişti. Bu toplantıda Kazılık Dağları'nın güneyinde bütün yakın ulusları bir araya toplayan büyük güç ve söz sah ibi, yağılardan öç alabile­ cek, elle, kılınç görü ndü. Oğuz eli bayrağının bu bölgede sonsuza 267


SABİR RÜSTEMHANLI

kadar yükse ltildiği he rkese bildirildi. Oğuz Han bu birliğe düzen ve rdi. Manerk r, onlardan daha güneyde yaşayan Maderler, Azer Gölü çevresinde, Erbil yöresinde yaşayan on yerli soy On Ok adıy­ la Oğuz eline katıldı.

268


GÖKTANRI

Kar Adam

Oğuz'un kendi gitmeden sözü gidiyord u . Ye rl i beylerle görüşmesinin bilgisi tezlikle bölgeye yayıldı ve Azer Gölü"nün güneyine de ulaştı. Yüz yıllardır rahatlık bilmeyen yerlerdi. Koşa Çay arasından başlayarak Nil Nehri'ne kadarki ellerin başında bulunan Gu tlar, Ulubeyler, Kassular, Elamlar geçmişteki güçlerini kaybederek Asurluların ayakları altında inlemekteydiler. Çeşitli adlar altında elleri, büyükleri, orduları da vardı. Keşke olmasayd ı ! Her kale, her kent kendini el sanıyordu . Hepsi de birbi riyle kavgalıyd ı. Asurluların çok bilmişlikte Çinlilerden geri kalmayan, yedi ip üstünde oynayan kcşfiyatçıları, elçileri, dil/ileri (casus) için korku ve geri dönme yoktu. buradan vuruyor, ordan çıkıyorlardı. Evlerde 'yapılan konuşmalara kadar her şeyi biliyor, gece gündüz komşu elleri karıştırıyor, dikilen başları kesiyor, yılda birkaç defa vergi adına ülkeleri talan edip gidiyorlardı. Kuzeyin ağzı böyle bir zamanda açılmıştı. Manerlcrle anlaşıp 269


SABİR RÜSTEMHANLI

sonra kasırga gihi Asur'u diz çöktürerek geçen Kamerler, kısa süre de olsa, durgunluk getirmişlerdi. Mısır'a kadar herkese yerini göstermişlerdi. Ancak önce Kamer atlıları karşısında d iz çökse de, Asurlular, onların burada kalmayacaklarını hissetmiş, onlarla anlaşmak için mallarını, altınlarını esirgememiş, sonunda söz kesip a nl aşmışlard ı . Bu anlaşma Kamerleri parçalamıştı. Kamer savaşçılarının hir bölümü bu anlaşmanın arkasında duran yalanı görerek, savaşa devam etmiş, sayıca az olduklarından kaybetmişler­ di. Bundan sonra onların hir kolu Azer Gölü'nün gün çıkanından yönü güneye dönük olarak Mader topraklarına, bir kolu da Karadeniz, Adalar Deniz'i boyu yaylalara yayılmıştı. Savaş alan­ larında yenilgi bilmeden, uzun yıllar boyu yan yörenin tek sözü, tek gücü, tek başı olmuştular. Ancak sonradan Azar gölünün güneyin­ deki Kamerler onlarla aynı kökten olan yerli u luslarla savaşın son­ suza kadar süremeyeceğini anlayarak sakinleşmişler, kaynayıp karışmışlardı. Kamerlerin tokmağından kurtulan Asurlular, belleri­ ni düzelttikleri gihi yeniden eski yırtıcılıkları ile komşularının göğüslerine konmuştular. Manerlerin hu kale kentleri bir araya toplama isteklerini, bir yandan Asur baskınları, bir yandan da Mader Uluslarının " kendi yurdum, kendi hakanım" istekleri boşa çıkarıyordu. Oğuz Han böyle hir durumda gelmişti. Atlı göçerlerin gözleri toktu. Az çok bilmezdiler. Günlük nafakalarıyla yetinmesini bilir­ lerdi. Asur, Mana, Mader vergilerinin yanında onların vergisi çok küçüktü. Önlerini kesmeyen kimseye dokunmazlardı. Bu defe da onların gelişiyle adlarının,sanlarının geri geleceğine, bozuk, güçsüz başçılardan yakalarını kurtaracaklarına inanıyor, Oğuzlarla yakın­ laşmanın yollarını arıyorlardı. Oğuzlarla Kamerlerin yakın olduklarını, bir kökten ayrıldıklarını duyduktan sonra, Azer Gölü çevresinde yaşayan ulusların çoğu kendine gelmiş, Asurlulardan kurtulmanın yollarını arayanların sayısı artmıştı. Yabancı ellerden gelmiş olanları sık sık kovuyorlar, yurtlarından çıkarıyorlardı. Bu işin başında d uran, aslen Kassu 2 70


GÖKTANRI

Ulusundan olan "Kar Ad am" denilen birisiyd i. Anasının, babasının verdiği adın Tu tuk olduğunu herkes unutmuştu. Bölgenin köklü soylarındandı. Ancak, ayağı yer tutar tutmaz, yaşamanın tadını bile alamadan yurdu dağıtılmış, kentleri ateşe verilmiş, binlerce kişi, çoluk çocuğuyla at sırtında sürülmüş, başka yerlere götürülmüştü. Kişes Su'ya varıncaya kadar yolda ölenlerin, öldürülenlerin sayısı bilinmiyordu . Onları da, yıllarca, daha önce götürülmüş tutsakların içine atmışlar, kale yapmakta, ark kazmada çalıştırmışlardı. Babası el beyi olduğundan taş taşımayı reddettiği için, kaleden sivri kay­ aların üstüne atmışlardı. Anası bu acıya katlanamamış, gözünü dünyaya yummuş, kız kardeşini de saraya götürmüşlerdi. Çocuk­ ların göz altında tutulmadığını hisseden Tutuk, bir gün iki yaşıtıyla Kişes Su'dan kaçmış, aç, susuz yol giderek sonunda yurduna ulaşmıştı. Ana, baba derdi bir tarafa, kız kardeşinin yağı elinde kalması uzun yıllar onu üzmüş, ezmiş, yemek yedirmemiş, su içirmemiş, aklında başka bir düşünceye yer bırakmamıştı. O zamandan Asur sözünü duyduğunda gözünü yumar, kulaklarını kapatırdı. Bundan dolayı da yoldaşları acı acı Kar (sağır) adam derlerdi ona. Şimdi artık büyümüş, adlı sanlı bir yiğit olmuştu. Daha çocukken babasından duyduğu, hafızasına takılıp kalan bir söz, onun yolu, yol göstereni olmuştu. "Bir nal bir atı, bir at bir yiği­ di, bir yiğit bir eli kurtarır." "Babamı koruyamadım, eli korumalıyım" diyerek bütün gençlik yıllarında kendini, savaş sanatını öğrenmeye vermişti. Kamer seferleri biter bitmez, Tutuk, Asur işgalcilerine sezdirme­ den, erdeşlerini, yaşıtlarını toplamaya başladı. Asurya tarafındaki kentler birden isyana başlyacaklardı. Bu gizli çalışmalar, ezilen Maderlilerin belini doğru ltu. Uzak geçmişlerin anıları uyanmış, bölük pörçük oldukları zaman, boy, soy, oba savaşlarından başları kurtulmayan uluslar, üstlerinde ölümün kanat gerdiğini hisset­ mişlerdi. Bir güçlü el, gün batandan, bir güçlü el gün çıkandan yavaş-yavaş onları boğmaktayd ı. Ancak Asur sarayı uyumuyordu. Maderlerin ayaklanma hazırlıkları içinde olduklarını sezmişlerdi. 271


SABİ R RÜSTEMHANLI

İşin haşında Tu tuk Bcy'in olduğunu bil iyorlardı ve önce onu ortadan kaldırmayı düşünüyorlardı. Gün sansıııda ( a kşam) avdan eve dönerke n Tu tuk izlendiğini fark etti. Arkasından üç atlı yaklaşmaktaydı. Gele nlerin Asur askerleri okluğu nu anlayınca, işi anladı ve atının başını hıraktı. Yağı okuyla ölseydi kim bilecekti. Kente de hayli uzun yol vardı. Kovalamaca haşladı. Dereler, tepeler arkada kaldı. Atını saptırdı, ancak yoldan kaçtığının görülmesini islemiyordu. Ke nti çevreleyen bahçelere vardığında eğerden yere atladı. İlk oku, ona yaklaşanlar­ dan birinin göğsüne saplandı. Sonra, diğer Asur askerleri de atlarından atladılar. Elleri kılınçlı iki yağı ile baş haşa kaldı. Bu Tutuk'un ilk savaşıyd ı. Ancak üstüne doğru yürüye n, demir içinde, gözlerinden kan damlayan Asur askerlerini gördüğünde, hirden hahasının elinden, ayağı ndan tutularak it kustu kale stırlarından atılması, sanki şimdi olmuş gibi beyninde canlandı. Sanki, aradan yıllar geçmemişti. Bunlar, hahasının öldürenlerdi, şimdi de kendisi­ ni de haklayacaklardı. Bu anda Tutuk, kolunda habasının da gücünü hissetti. Aslana döndü. Kolları uzadı, topuzu değirmen dönd ürmeye haşladı. Asur savaşçılarını yerlerinde döndüre döndüre başlarına çöktü . Bütün saldırılarını hoşa çıkarttı. Asurlular tek hir erin karşısında aciz duruma düştükleri içir kız­ maya haşladılar. Bu durumda Tutuk cesaretlendi, sonunda onların ikisini de kana boyayarak yere serdi. Yağıyla bu ilk savaşa kendini kaptırmış olan Tutuk, şehrin surlarından bu savaşı görüp sessizce y·an.aşan ye rlilerin onları çevre lediğini, soluk almadan onları izlediğini fark etmemişti. Kılıncını son çalışıyla kalanı yere serme­ siyle hirlikte seslerin yükselmesi bir oldu. Onu e llerinin üstünde götürdüler. Öldürülen öldürüldü, kaçan kaçtı. Yurtlarını düşman­ lardan temizlemek isteye nler Tutuk'un başına toplanmaya başladı. ***

Manlarla anlaştıktan sonra Oğuz Han, bitiklerini u luştırmak için Gün Han'ı atlı bölüğü ile güneye, Maderlerin arasına gönderdi. Gün Han'ın gelmesi, Tutuk'un Asurluları kendi topraklarından 2 72


GÖKTANRI

kovd uğu günlere rast lamıştı. Oğuzların yaklaştığın ı d uyan Made rlc r atlandılar ve Gün Han·ı karşılamaya çıktılar. Önce elçil­ er gittiler, geldiler. Sonra bir tepe üzerinde at üstünde görüştüler. Bu tepeden o taraf. bu taraf yamaçlar açık görünüyordu. Gün Han·ın on binden fazla ordusu, karşısında ise birkaç yüz kişilik yarı atlı, yarı piyade Madcr ordusu . Gün Han·ın kurt başlı bayrağı ile, Tutuk.un yılan başlı bayrağı karşı karşıyayd ı. Maderlcr azman gövdeli Oğuzları görü nce, onların yeryüzünün alt üst etmesinin sebebini buldular. Bunlar, ikisini bir del iğe soktukları Asurlulara benzemiyorlardı. Bin yıl kendini, yeryüzü nün en güçlü, yenilmez ordusu sayan Asurluların savaş bece rilerine söz olmazdı. Ancak Oğuzlar başkaydı. Kendileri de, atları da, bezek düzeksiz, savaşa deği l, sanki gezmeye gider­ mişçesine hafif, eğer üstünde çok dinç ve güvenli . . . Sanki öyle doğ­ muştular. Asurluların sakalı üzerinde iğrenç bir ıoklıık ( kendini beğenmişlik), saymazlık vardı, herkese yukardan bakıyordular. Bunların karalmış, traşlı yüzlerinde çekici bir çocuk saflığı vardı. Gün çıkandan, gün batana yeryüzüne sahiplenmiş bu atlı Alplcr, canavara, öliitçiiye (katil) benzemiyorlardı. Ancak Tu tuk bu ışıklı yüzlerdeki kararlığın da farkındaydı. Bir yandan da arkada gerili yay gibi duran on bin atlının öyle uzaktan uzağa görünüşü de yeryüzünün bunlara boyun eğmesinin kaçınılmaz olduğunu göster­ meye yeterliydi. Töreye göre önce Tu tuk d illendi: - Büyük hakan yurdumuza hoş gelmiş. Gün Han dedi: - Yaşa ! Ancak ben hakan değilim, onun oğluyum. - Oğuz Han değil misin? - Bizim her birimiz Oğuz'dur. Ancak Oğuz Hakan'ın benim gibi altı oğlu var. Tutuk şaşırdı:

"Oğluymu§! Bu ordu bir tek oğl unun mu? Allı 2 73


SABİR RÜSTEMHANLI

oğul topland ığında güçleri ne boyda olur acaba?" Sözlerinin uzun süreceği anlaşıldı. Fazla bir söz söylemeden atlarından indiler. Konuşmaları uzun sürdü. Gün Han atayurtların­ dan, Çin'dcn, gün doğandan heri bütün yeryüzünün onların olmasından, bahasının Tanrı yalavaçlığından, yayd ığı Göktanrı inancından, sefe re çıktıklarından heri yaptıkları savaşlardan, Mantarla anlaşmalarından, bölgedeki kendilerine yakın boylara yardım isteklerinden söz açtı. Gün Han yan yörede yaşayan ulus­ ların durumunu öğrenmişti. Ancak şimdi Tutuk'tan dinled ikleri onu sarstı. Yüz yıllardır süren, Asurluların kan içenliği, ulusları eğip kırmak, yok etmek yolunda çekilmez acılar saçması, onu siitii dökii/111iiş kanya (çok üzülen, üzüntüden kendini kaybeden) , avının üstüne atılmaya hazır aslana çevirdi. Uzun yollar geçerek buralara gelen bahasının düşüncelerine bir daha hayran kaldı. Bu insanları Asurlulardan kurtarmanın Tanrı'ya en güzel yiikii11r; (armağan) olduğunu anladı. - Bundan sonra sabret meyeceğiz, Maderlerin he psi böyle düşünüyor, dedi, Tutuk - Asur tığrakları (casus) uyanıktır. Kulakları iyi duyar. Gözlerinden hiçbir şey kaçmaz, dedi, Gün Han. - Onlardan korktuğumuz zamanlar geçti. El ulus her yerde yağılan kovuyor, yurd umuzdan çıkarıyoruz. Birinin. İkisinin karşısını alabiliyoruz. Ancak bu boyda selin karşısına geçmek olmaz. - Biz, bu işe yardım edebiliriz. - Şimdi yardım edemezsiniz. Parça, parçayız. Küçük bir bölgede yirmi sekiz küçük beylik var. Hangisiyle konuşacaksın bunların? İlk önce hu kolları birlqtirmeliyiz ki, elimiz bü tün olsun, yağılarııı karşısında durabilsin. - Bu isteğinizi hakana bildirmeliyiz, dedi, Gün Han. Sonra babasına ulak gönderip, Tutuk'la tanıştığı nı, konu� 2 74


GÖKTANRI

ınalarını aktardı. Babasından yarlık, emir gelene kadar Gün Han'la Tutuk günlerini birlikte geçird iler. Tutuk'un yakın yoldaşları ndan Karataş ve Kadaş'ı bu yörenin ünlü atçılarının yanlarına gönderildi. Gün Han için, dölek 11isey (soylu ve hızlı) atları seçildi ve alındı. At yarıştırdılar, ok attılar. Tutuk'un başına toplananların gözünde Gün Han bir savaş tanrısıy­ dı. Onun bu üstün savaş nite liklerini öğrene öğrene kaynayıp karıştılar. Günlerce süren konuşmalarda Gün Han, yeni tanıştığı Tutuk'un yaşadığı faciaları, yurdundan sürülmesini, babasının kaleden atıl­ masını, kızkardeşinin şimdi de yağıların elinde kalmasını duydu, duydukça ona yandı, onu sevdi; gelecekte ki savaşlarda beraber olacaklarına söz kestiler. Kurt başlı bayrakla, yılan başlı bayarak sabahtan akşama kadar yan yanaydılar. - Yılan başı nereden gelmiş bayrağınıza? d iye sordu Gün Han. - Bizim soyumuz yılana tapar. Zehirli değiliz, yok. Yılan gibi, bize dokunmayana dokunmayız. İ yiye iyiyiz, ona ağzımızla altın taşırız, kötü olanla yaşayamayız . . . G ü n Han'ın bilgi sevgisini görerek sözünü genişletti: - Babam, bilim adamlarını severdi. Elimizde, eski bitikçiler vardı, yaşlı başlı kişiler gelirdi yanına. Geçmiş çağlardan konuşurlardı. Onların sözlerini şimdi anlıyorum. Babam Tanrı'nın kutudur, diyor­ sun. Çok eski çağlarda buralarında Koşa Çay arasının ya11sıısıı ( hakanı) olmuş atalarımız da kendilerine kutlu diyorlardı. Onlar da kendilerini göğün kutu sayıyorlardı. Sonra bu güne kadar yörenin en büyük ulusu olan Ulubcylcre de, başka uluslar, lullu, yani yırtıcı, yabancı, yandan gelme, göçebe diyorlardı. Gün Han'ın gözleri yol çekti: - Akınımız ne birincidir, ne de sonuncu. Bunu hakan babam söyledi . Biz atalarımızı ya111sılaya11 (dinleyen) çocuklarız. Onların 2 7 'J


SABİR RÜSTEMHANLI

yolundan haşka yolumuz yoktur. Bu sözler onların görüşmesinden iki-üç bin yıl iincesinin üstüne ışık veriyor, hu ışıktan kişiler doğuyordu. Fa kat, eski çağların şanlı tarihleri kaç yüz yıllık Asur tutsaklığına geldiğinde kırıl ıyor ve eski beylikle şimdiki kulluk arasındaki uçu­ rum gönülleri yakıyordu. Asurluların Madları, Urartu ve Alaroitlcri art arda ezerek kale leri yıkması. insanları kılınçtan geçirmesi, ohaların hoşalttırıl­ ması, hin hin hüyi.iğün, küçüğün sürülerek götürülmesi, aralıksız devam ed iyordu. Ve Tu tuk hunları anlattıkça üzülüyordu. Elçiler döndü. Oğuz Han hu hağlantıyı uğurlamış, Gün Han·a Tutuk'a yardım etme tapşırığı vermişti. Özellikle, Maderlerin bayrağındada yılan resminin olduğunu duyduğunda da Kam Ata"nın sözlerini hir daha hatırlamış, göklere hağlı olan iki ulusun yakınlaşmasını da Tanrı iradesine hağlamıştı. Gün Han, hir orduya karşı dayanahilecek atlı hü lüklerinden hiri­ ni hırakarak ayrı ldı. ***

Güneyde Manlardan eli hağlı olan, Madlarla birleşen Oğuz Han Acı Çay boyu Azer Gölü'ne ge ldi, oradan Çaldıran Düzlüğü"ne geldi. Başı karlı olan Ağrı Han Te ngriye benzerliği ile uzaktan onu çağırıyordu . Ancak oraya gitmem iş, sağdan soldan dağlarla sınır­ lanmış ge niş çökükte heklemediği bir anda Urartu ordusu ile karşılaştı. Bu, Oğuz Han'ın Kazılık Dağları'nı gü neye doğru aşmasından sonra ilk büyük savaşıydı. Ö nlerini kesenler yabancı soydandılar. Kardq savaşında eli boşalan Oğuz, "kolumuz güçten düştü, kılınçlarımız paslandı, erlere bu kadar oturmak yakışmaz" dedi. Savaş öncesi orduyu hürüyen eğlence ruhunu ordusuna yap­ tığı bir çağın ile değiştirdi. Birden bire her atlı hir aslana döndü. Ke ndisi öndeydi. Başında her hiri on yağının gözünü korkutan, muhafız kıtası olmasa, haşka suhaşılardan, tarkanlardan ayrıl2 76


GÖKTANRI

mazdı. Zaten o, başka hakanlar gibi ıa.}kaş/ı ( taşlarla süslü) hakan başlığını ancak şölenlerde giye rdi. Seferlerde, baskınlarda kendi atlılarından farklı olmaktan hoşlanmayan Oğuz bugün başma zari f bir deri börk geçirmişti. Uzun gür saçlarını ipek kaytanlarla bağlamıştı. Oğuz atlılarıyla baş ede meyeceklerini bilen, ağır silahlı, zırhlı yağı düzlüğün ortasında demir kalkanlarını başlarına çekerek karşılaştıkları rakiplerinin yanı lacağını, onların üstüne hücum ede­ ceklerini bekliyord u. Atlı ların ok yağdırması, tosbağa gibi kın ına çekilmiş yağıya ne yapacaktı? Yanlardan onlara saldıran atlılar, sanki bunu hissetmiş gibi, birden yönlerini değiştirip hu yağı topağının açılmaz düğü münün başında dönmeye haşladılar. Atlılar aklın alamayacağı bir hızla, kulakları sağır eden naralarla ara ver­ meden düşmanın başında dolaşıyorlardı Başka bir iş yapmadan, kılınç çekmeden, ok atmadan sadece dolaşıyorlardı. Yağı askerleri başlarını sakladıkları kalkanların altından bu delicesine kasırgaya bakıyor, baktıkça yer, gök başlarında dönüyordu . Ayak üstünde duramaz oldular, sanki dönen kendileriydi. Onları hava hortumu gibi alıp şimdicc göğe kaldıracak bu kasırgaya dayanamadılar, kalkanını başından çekerek e llerini oklarına atanlar bir anda şaşırıp kaldılar. Yaydan çıkan ok gibi atlılar da atların sırtından ara vermeden uçuyor, yağıların arasına düşüyorlardı. Bir de gözlerini açtıklarında, Oğuz atlılarını kendi aralarında, sıraları bıçak gibi keserken gördüle r. Bu bir üli.im buru lganıydı , kaçılmaz talihti. Birkaç saat sonra, güçlü kalkanlarıyla korunabileceğini zanneden yağı ordusu aslan pençesi altında didiklenmiş tilki gibi kan içinde çabalıyordu . Ancak Oğuz rahatlayamıyordu. Bu Tanrı tanımaz, inançsız, yıllar boyu yardımsız ellerin kanını içmiş, katil düşmanın el beyi ile yüz yüze gelmek istiyordu. Ama bu gerçekleşmedi . Oğuz atlıları yağı savaşçılarının cesetle ri arasında yel etme oyu nuna kalk­ mışçasına oynuyor, kaçmaya, yol bulmaya çalışan paramparça bölükleri araya alıp eziyorlard ı. Yağı ordusunun küçük bir bölümü önceden yarlığı verilmiş, alınyazısı okunmuş bu savaşın sonunu beklemeden ıa11/ııılamıı ( hakan) aralarına alıp kaçtılar. Günhan

277


SABİR RÜSTEMHANLI

Alpleriyle onları izledi . Çaldıran'la Van Gölü arasındaki sırtlarda durdu . Ne zamansa sel gihi akıp gelmiş kapkara kayalar, taş yağmu­ ru, dağ yamaçlarını kaplamıştı. Onların arasından geçip gitmek zordu. Çıngıl ( taş yığını) atların ayaklarını kırahilirdi. Döndü. Savaştan sonra Van Elheyi'nin elinde, ancak gölü n kıyısında küçük hir kale kaldı. Ye nilmiş el heyi Oğuz Han'a hitik gönderdi. "Büyük hakan hizi düşman hilmesin. Urartular Azerler'e dost oldular. Savaşan uluslar değil, ulus hüyükleriyd i . Büyük hakan suçumuzu affetse, hütün zamanlarda onun yanında, buyruğu altın­ da olacağız. " Oğuz Han, ona "boyun eğip, vergini geciktirmeden gönderirsen, suçu nu affederim" diye bitik gönderdi. Araz karşısındaki geniş, verimli vadide hir ay dinlenerek Göyçe Denizi'ne doğru yürüdüler, son hahara doğru Koluklar tarafından Kür hoyunca Aran'a geldiler. Savalan'dan kışlığa inmiş, geride kalanları ile görüşüp sııgovıışmıda11 (helalleşmek) gün hatana, başı karlı, yüksek dağlara doğru uzanan ovalarda yerleşip kış boyunca sürülerini ilğılarını hesledilcr. Onun baskınlarını, seferini korkuyla izleyen, ne diyeceğini, ne yapacağını bilmeyen komşuların beklemekten başka yolları kalmamıştı. Koluk tarafları da Oğuz'un e lçilerine sert cevap vermiş, vergiden kaçınmış, "savaşırız" demişlerdi. Kür-Araz arasında geçirdiği kış Oğuz'un, kim ne derse desin en güzel, en rahat zamanıydı. Başka komşularıyla anlaşması uzun zaman almadı. Kolukların dik haşlılığı da onu öfkelendirebilen öyle bir elim yandı iş değildi, yoluna koyulacaktı. Ancak, onu mutlu eden yalnız ayak bastığı yer­ lerde onu durdurabilecek hir gücün olmayışı değildi, hem de ilk kez hunca verimli, münhit, karsız, hol sulu, yumuşak havalı hir yerde 2 78


GÖKTANRI

kışlaması, ulusun yemek derdinin olmamasıydı. Koyun sürüleri, at ilğıları, deve kaytahanları bir yılda iki defa artmıştı. Orduyu koru­ mak, askerlerin ücretlerini geciktirmeden vermek için atın, mal­ karanın, davarın fazlasını satıyor, yiyecek ,giyecek ile değişiyor­ lardı. Yaz ge ldi. Oğuz Han hu kadar yumuşak kış görmediği gibi, böyle beklenmeyen ve sıcak yaza da alışamamıştı. Elçilerine kendini say­ maz cevap verenlerle kurbana kadar işi bitirmek istiyordu . On gün­ lük yürüyüşten sonra Koluk eline ulaştılar. Elçileri, haber vermek için kend in önce gitmişlerd i . " Oğuz Han bize bildirmeden üstümüze saldırdı, demeyin. Savaş yerini belirleyin, geliyorum. " Koluklar onları yurtlarının dışında karşılamak istiyorlardı. Ancak Oğuz Han onlardan önce hareket etmişti. Onları kendi toprak­ larından çıkartmadı. Gün ortaya kadar süren savaşta Koluklar dar­ madağınık edildiler, ormanlara, dağlara dağıldılar. Ancak birkaç gün sonra toparlanarak bir daha Oğuzların üstüne gelmek istedil­ erse de, sonra karşı koyamayacaklarını hissederek hakanın yer­ leştiği yere, barış için elçiler gönderdiler. Elçileri çadırın karşısın­ daki ateşin içinden geçirerek hakanın odasına getirdiler. Bu barış teklifini kabul eden hakan koltukların üstüne baskal koyup ordusuna ay yarım kadar dinlenme verdikten sonra Göçle kıyısın­ dan geçerek yazı Aladağ Yaylası'nda geçirdi. Bundan sonra Koluklar, birkaç defa anlaşmayı bozdular. Oğuz alnını kırıştırmadı, Gün Han'ı bir bölük seçme atlının başında onların üstüne göndererek dedi: - Ben yarım ayda bunları iyice tanıdım. Güçlerine uygun konuş­ muyorlar. Oraya büyük ordu göndermek gerekmez. Yerlerinde oturtmaya sizler de yeterlisiniz. Gün Han, çabucak Kolukları yerlerine oturtarak geriye döndü. ***

Arası kesilmeyen seferler, gençliğinden beri yaşamının büyük bir 279


SABİ R RÜSTEMHANLI

kesimini at sırtında, eğerde geçirmesi, artık onu ağı rlaştırmışt ı. Yalnız şimdi, bu kadar yollardan geçtikten sonra, yeryüzünü hir ele, bir ül keye çevirerek bir bayrak altına toplamanın , küt, aç gözlü, gözü yiyeceklerden ayrılmayan. bir parça ekmek, beş adım ekin yeri. hir baş keçi için birbirine yağı kesilip kan döken, yurtlar dağı­ tan kişilerin gözlerini göklere, Ulu Tanrı"ya çevirmenin ne kadar zor hir iş olduğunu anlam ıştı. Hatta, hin yılların o yüzünden başlayan bir düzen. sayısız bitikler, töreler hile yeterli değildi. Kaç yıldan beri süren göçte gördükleri de birer örne kti. Böyle yürüyüşlere al ışkın eli-günü çoğaldıkça onun kolunu, kanadını toplamak zorlaşıyordu. Göçü dört-beş bin kişilik bölümlere ayır­ masa, yemeğini, içmesini, yetiştirmek olmuyordu. Bütün bunlar Oğuz'u düşündürüyor, yurdunun sonraki gü nleri, geleceği için yeni yollar aramasını gerekti riyordu. ***

. . . Ve rimli kışlak, gü lü, çiçeği adama boy vermeyen yaylalar, el­ obaya düğün durumu getirmişti. Tanrı bereke tini gökten döküyor­ du. Sürüler doğup türeyerek dağlara, düzlere sığmıyordu. Yağmaya, baca göz diken çok azdı . Yaşa dolanlar oba oba ayrılıp yaylak-kışlak arası yurtlara iniyor, "ulus arttı türedi, hir göçe sığmıyoruz" diyorlardı. Azer Gölü kıyısında Yengi kentten de görk­ lü baş kentini kurarak hu verimli topraklarda devamlı yaşayabilird i. Ama, her gün tan zamanı güneşi karşılarken, Tanrı ışığı ile dolu gönlünde gök, yalavaç adından türetilen bunca inanç oyu nlarına son veri lmesinin de bir hakanlık kurmak kadar zor olduğunu hissediyordu. Ondan ayrılmamış, bütün geçen yıllarda ona omuz­ daş, yoldaş heylcr, dün at sırtına sıçrayarak çıkan erler gözünün önünde ağırlaşıyor, yere inmek, toprakla uğraşmak, gönlünü ekine­ hiçine vermek isteyenlerin sayısı artıyord u. Yaşlılar değişilmez ocaklara gözleri yaş dolu bakıyorlar, "ömrümün sonunda böyle bir sıcak yuvam olsun" diyorlardı. Yıllar boyu ayrı lıp kalan yaşlıların oğu llarının gözü arkada kal ıyordu. "Sonu ne oldu, anamın hahamın" diye araştı rıyor, belli bir zaman sonra onlar da, onların 280


GÖKTANRI

arkasından gidiyorlardı. Düşü ndükleriyle eli ışıklandıran, her biri bir bilim de nizi olan Uslu Hoca gibi el babalarının düşüp kaldıkları yerler sonradan ocaklara dönüyordu . Bin yıllar sonra da hu ·nınrıcı kişilerin sığınacakları Diri Babalar, Baha Dağlar, Baha Pirler gibi yerler tapınak olarak kalacaktı. Her el uzanmaz d ağın sırtında. son­ ralar alınmazlığına göre Kız Kalesi denilecek bir Oğuz kalesi yüks­ elecekti. O Alatau'dan, hu Ala Dağ'a. Hantengri'den Savalan'a, İnciden Kür-Araz boyu na, ovalar boyu na, savaşlardan, saymlarda11 ( hastalık) ölen beylerin, el haşçılarının son yerleşim yerleri, ulusun sayısız yadigarı gibi yükselip kalan kurganların, han tepelerinin her biri yüreğinde düğüme dönüyordu. Yollarda ne kadar kaybı olsa da el büyüyor, göçten ka lmanın yasaklanmasına bakm ayarak keneşerek-keneşmeyerek kopu p kalanların sayısı artıyor, gençler yollar boyunca karşılarına çıkanlarla sevip seviliyor, gönüllerinin sesini di nleyerek gidiyor, yeryüzüne d ağılıyorlardı. Tanrı'nın elçisi olsa d a, Tanrı'dan ona da ölmezlik verilmemişti, başkaları gibi yaşa dolması, ağrıdan, kayıplardan, ölüm ve kanlardan korunamaması onu eziyordu. Gönlünde karışık d uygular isyan ediyordu . Onu ezen ve yelpe11dire11 ( rahatsız eden) başka şeyler de vardı. Ulusuna yakın olan soyların, Kenge rlerin, Sabi rlcrin, Azerlerin, Basillerin, Kassuların, Manerlerin birbirileriylc anlaşamamaları yüzünden başkalarının yemi olacakları düşüncesi, onu üzüyordu . Doğruydu, onu sömürenlerin hakanlığı hakanlık değildi, kuruca sözdü. Yılda bir defa her soyun vergi, ya pay gibi yüz koyu n, on at vermesi onların durumunu değiştirmiyor, onları devletten soğutmuyordu. Yine de dağlarında, düzlüklerinde özgürdüler, törelcrince yaşıyor­ lardı. Ancak Tanrı'nın seçilmiş ulusunun el kurmadan, düzensiz, haşçısız yaşaması, yan yöreleri nde olanlardan uzakta kalması geçtiği yollara yakışmayan bir işti. Halkının karşısında nice zor bir yolun durduğunu görüyor, hu kanların, savaşların tezlikle bitmeye­ ceği, kabarmaların, çekilmelerin, birleşip ayrılmaların uzun süre­ ceği gönlünü ağrıyla dolduruyo rdu . 28 1


SABİR RÜSTEMHANLI

Oğuz Han son zamanlarda seferlere sık sık oğullarını gön­ derirke n bunun Tanrı ile baş başa kalmak, onun sözünü yaymak isteği olduğunu söylese de, başka şeyleri de düşünüyordu. Acı olsa da böyleydi . Onlara inanıyordu, kendi yerine yapılan, ancak ken­ disinin katılmadığı seferlerin coşkusu azalıyordu . Kanları kay­ nadığında rahat insanları kıran, Tanrı elçisinden döndüren yersiz yağmadan, talandan, kol zorluğundan, uyumsuzluktan elini ayrı tutabilmemesi, onu gözden düşürüyordu . Komşu ülkeler arasında sürüp giden kanlı savaşların onlardan yana ol mayacağı ye11dekti ( kesindi). Şimd iye kadar yeni lgiye uğratt ığı ordu lara güre, buradakilerin orduları daha güçlüydü. Tangahları çoktu, asker sayısı bakımından sıkıntı çekmiyorlardı. Kul pazarları ucuz kişiler­ le doluydu. Ne kadar isterlerse, parayla asker tutabilirlerdi. Bir gün bu beklemelerin sona ereceği ve birer birer bütün komşularıyla karşı karşıya geleceği de beklenilen bir şeydi. Yaz aylarında atlıları özgürdü. Onları göz altında tutabilmedik­ lerine göre gizli, açık yağmalar durmuyor, elin adına gölge düşürüy­ ordu. Yılda bir kere vergisini aldıktan sonra başka hangi bahaneyk obalardan çapulculuk yapacaksın? Bu Tanrı inancı ile uyuşmayan bir işti. İ ki çay arasında bu korkusu ortaya çıktı. Ayrı ayrı askerlerin ekin biçin yerlerini yağmalaması, hakanın adını kullanarak alışverişçileri aldatmaları, onların gelişine sevinenlerin düşüncelerini alt üst ediy­ ordu. Bu i nsanları ya/11ıgıç (korumasız) bırakmak, onların düşünce lerini alt üst etmek olmazdı. Yıllık baç belli olduktan w zamanında verildikten sonra bu yağmalar Oğuz'un uruğu -turuğu­ na, Tanrı'dan gelen sözüne gölge düşürüyor, ona olan sevgiyi azaltıyordu. Gelen bilgiler, yerli beylerin şikayetleri Oğuz'un içinl' dolan, onu" yaptığın her iş doğru mu? " düşüncesine götüren duygularını körüklüyordu . B u düşünceyle Oğuz, yen i yarlığını verd i. Halkın yağmalanması ı ı ı yasaklad ı.

282


GÖKTANRI

Oğuz Han'a baş eğmeye gelen boy beyleri, onun Babil'e, M ı " ' ' . ı sefer yapacağını duyunca, ona gereken zamanda uzun ayaklı !'. ; t \ . ı ·1 atı, istediği kadar asker göndereceklerini söylüyorlardı. Tapıı l a ı ı ı ı ı bilen, atalarının adıyla guru r duyan, yerin altından, üstünden h i l )•. ı l ı ııdlıı (sayılan-sevile n) insanlardı. Koyun ağıllarına benzer çqw ı lcrin içine sıkışan şehirlilere, orda kendilerini yerin büyüğü saya ı ı adlı-sanlı, taclı-maclı başçılara laf ediyorlardı. " Korkularınd a n çeperlerden (sur) çıkamıyorlar. Orda ne öğütüp ne dokuyorla r, l l l' kuruyor, ne uçuruyorlar, anlamıyoruz. Zaten gördüğü nüz lııı dağlar, yaylasıyla, kışlığıyla bizimdir." Soyuyla, budu n uyla yeryüzünün o başından bu başın a yürüdüğüne seviniyordu. Ancak, şimdi Altayları, Han Tengrilcri, düzlükleri, İnci Vadisi'ni, Ü st yurdu andıran bu eski ve ye ni yurtta çocukları, kadınları kendi arkalarında gezdirmeyi fazla sayıyord u. Ulu Tapık bayramı öncesi ellerinde olan toprakları beyleri arasında böldü. Bundan sonra kuzeye doğru yürüdü. Buzlak Dağı 'nın eteğinde, ormanların içinde, iki gür dağ çayı arasında çadırını kurdu. "Bir kalemiz burası olacak ! Savaşa giderken, kadınları, çocukl arı kend imizle birlikte götürmeyeceğiz", dedi. Komşu obalardan, ellerden de ustalar getirdi ve görülmemiş bu hızla yeni ke ntin duvarları yükseldi. Sonralar bu kale Gebele adıyla Oğuz /\iplerinin baş kentlerinden biri olacaktı. Nehirler taşsa bile, tek eline dokunamazdı. Evlerini böyle bir Tanrısal ve dokunulmaz yere kuran beyler cesaretle savaşa girebilirlerdi. Boy beylerine Kaspi sahilinde, kuzeyden gelen yolların üstünde, yolların ormanlardan çıktığı yerde başka bir kale daha yapılmasını emretti. Şabran, Oğuz Han'dan sonra Kafkas Türkistan'ının esas merkezlerinden biri oldu. Talas boyları Kaspi boyunca güneyden gelen yolları kapatarak hu t oprakları kendilerine yurt edindiler. Gök insanlarının ilk sığınakları ve sonra hazineleri olmuş, Ata Mağara'yı hatırlatan yerler birer birer araştırılıyor, tapınaklara, kurban gahlara döndürülüyord u . Aze rlerin kendi yurtların a 283


SABİR RÜSTEMHANLI

dönüşü, Oğuzların yerlqik hayata dönmesi ile ke ntlerin yeni, gür hayatı başlamıştı. Fakat, Oğuz'un istediği olmad ı. Beylere verilen yerlerde, yalnız yaşlılar, e lden, ayaktan düşenler, sakatlar kaldı. Hanımlar erlerinden ayrılmak istemed iler. Canlarını korku sar­ mıştı. Oğuzlar buralarda ye rleştikten sonra, yerli kabilelerin kızlarına sarılan, onlarla evlenen, giderek günlerce dönmeyenlerin sayısı çoğal mıştı. El. töresini hozmaz, özge (yabancı) ellerin geleneklerine aldan mazdı, ancak, Tanrım, hu dağ boyunda erkek­ ler. güzel kızları gördükleri gihi nasıl yumuşuyor, gelenekler, bitik mitik akıldan çıkıyordu . . . Bundan sonra Oğuz H a n Gence Yazı denilen yerde, güneyde Acı Çay üstünde, Araz açıklarında eskiden kalma birkaç obayı, etraflarını surlarla çevirterek kalelere çevirttirdi . . . ***

Oğuz Han, adını bilmediği makla görüştüğünden beri, elçilerin getirdiği yazı-pitilerlc bilgilendiği, hoyun eğerek vergi verdiğine ve kendi soyundan olduğuna göre, hala savaşmak istemediği Man Beyi Akışe r'le Elat topraklarının başla ngıcında buluştular. Manlara kökten yağı kesilmiş Van Tanyusu'nun burnu sürtüldük­ ten, kuzeyden, gün batandan Man topraklarına sık sık saldıranlar ortadan kaldırıldıktan sonra, Akışer, ke ndini Oğuz Han'a borçlu hissediyordu. Kendi soyundan olanların bir bayrak altında toplanmasından başka büyük isteği olmayan, yaşam boyu hu düşüncesinden ayrıl­ mayan Oğuz Han, kendine de belli olmayan bir d uyguyla, Mantarı, onlardan daha güneyde olan Maderleri başkalarından ayırıyor, onların topraklarına sefer yapmak istemiyordu. Olsa da bunu en sona bırakmak istiyordu. Ke ndi gönülleri ile yaklaşanları, kul yaparak ezmek doğru deği ldi. Gücümüzü görd üklerinde, zaten kendi leri geri çekilece kler. Şimdi ise, bırakalım büyüsünler, güçlensinler; arkalarında bizi görerek yağılarından öç alsınlar. . . Kendilerine güvenleri, öze llikleri geri dönsün. Komşuları arasında 284


GÖKTAN RI

lıaşlarını elik tutsunlar. Bu d ü1ü ncelerini Akı1er ile lıöl üşerek onu kırmak, üzerine nl İn­ net koymak iste med i. Gücünden konuşması da gereksizd i. Ordusu gözün önü ndeydi, o da görüyord u. Mantarla Oğuzların birleştiğini duyan Babil }e11.ıııs11 ( haka n ) ordularını çekerek onları, Dicle Nehri'nin g ü n doğusunda Erbil yolunda karşıladı. Azer Gölü çevresinden ge lerek Oğuz'dan çok önceleri Sümer topraklarından ve Koşa Nehir arasınd an kasırga gilıi geçip lıuraları yüz yıl eli nde tutmuş olan Gut savaşçı ları ndan sonra; Balıil oralardan lıi r tehlike lıeklemiyordu. " Kafaları, kendi aralarındaki iç savaşlarla karışık . . . Korku lıütün çağlarda Asur, Matienna, Hitit, Alaroid, Kamer e l lerinden, kuzeyden geliyor." Bu savaşa kolay kazanacaklarını düşü nerek katıl ıyorlardı. İ lk vu ruşmada Mantar ezilecekti. Ancak savaş haşladıktan az sonra Babil Yensusu yanıldığını , Yaratanların onlardan yüz çevird iğini anladı. Bu durum ancak Tanrıların işi olabilirdi. Sağına baktığında bir at bulutun yaklaş­ makta olduğunu gördü, sola baktığında kara bir bulut üstlerini kapladı. Kahinlerini topladı. Yerden, gökten gelen ölüm olsa bile, karşısını almak onlar içir zor deği l d i . Savaşlarda onların gücüyle çok beklenmeyen işlerin, uğursuzlukların önü alınmıştı. Ancak lıurada kahinlerin de güçsüz oldukları anlaşıldı. Çünkü, üstlerini kaplayan bulut deği ldi. Ak ve göste rişli atlıların bölüklc riyd i. O lıölüklcr savaş alanını çevreleyen tepe ler arasından şimd iye kadar duymadıkl arı bir sesle geçi p gidiyor, yaylarından çıkan vızıltılı ötkün oklar yağıların göğsünü delere k sırtlarından çıkıyordu. Balıil ordusu şaşkınlık içindeydi. Savaşın sonunda yüksek bir tepeden altı at koşulmuş aralıasından savaşı izleye n Babil yensusu esir edildi. O tanıdığı Mana el beyinin yanında, alp e ren leriyle dört yanı sarmış, hepsinden iki baş yüksekte duran, kaya parçasına benzer Oğuz·u görd üğünde, şa�ırdı ve yen il mesinin sebebini anlad ı . Ancak Oğuz Han'la A kışe r, ona yumuşak, el beyl e ri ne yakışaı1 lıiçimde 285


SABİR RÜSTEMHANLI

davrandılar. Babil Ye nsusu'nun dudak altı ne ise fısıldadığını görd üğünde, Oğuz Han Akışe r'in tercümanından tu tsağın ne dediğini sordu: - Allahlarının adını anarak yalvarıyor. Oğuz güldü: - Bu zavallılar Allahlarının hepsinin adını söyleseler, kaç gün sürer biliyor musun? Bu yüzden savaşmayı öğrenmeye zaman bulamıyorlar. Sonra tercümana, her sözünü olduğu gibi çevirmesini tapşırdı. Söyledi: - Anlat ona dediklerimi! Oturdukları Koşa Nehir arası, kuzey dağlardan denize kadar, u l ularımızın eski ata yurtlarıdır. Ok sadağına döner. Sen beyliğine devam et, ancak vergimizi vererek yenilgi kemerini beline bağlamalısın. Biz bozan değiliz, yapanız. Seni yen iden kendi ülkene yensu gönderiyorum. Başını dik tut, kay­ betsen de, barıştım, d e ! Babil büyüğü için, bunlar beklenmeyen sözlerdi , beklediği ölüm­ den bu tür kurtulacağı aklına bile gelmezdi. Yalnız öldürülmesin, ne isteseler, yapar. Oğuzların kurt başlı altın kemerini beline bağladı, söz kestiler, Oğuz bir bölük atlısının arasında, onu Babil'e gönderdi.

286


GÖKTANRI

Asurlularla Savaş

A

zer Gölü 'nün gün doğanında bol çimenli dağ yamaçla rın­ da atlarını besledikten sonra kurban ayın d a gün batana yöneldiler. Bu sefer Akışer'in gönülden katıldığı bir sefer değildi. Oğuz Han, onu, uzun yıllar ye n i lmek bilmeyen, kendini yaratanın yerdeki gölgesi, acu nun, başka sözle, dünyanı n tek büyüğü, tek başı sayan, sekiz yüz yıldan beri yenilmeden Asya dedikleri bu bölgede herkese kan yutturan, askerlerinin sayısı bilinmeyen, askerleri en tesirli silahlarla donanmış, k u d u rgan As u r Şarrosıı '111111 ( ş a h ) üzerin e götürüyord u . O ş a h k i , yazdırdığı bitik­ I erde, kaya yazılarında yeryüzünün bütün şatafatlı sözleri ile büyüklüğünü, gücünü, kökünü, soyunu, yenilmezliğini, erliği ni, sonunda d ayanamayarak hanımlara olan düşkünlüğünü bile vur­ gulamaktan bıkmıyordu . Şarro, Man el beyin i n vergi lerini ödemeyeceğini, işgal edilmiş toprakların, önceki baskınlarda esir edilerek götürülenlerin geri

287


SABİR RÜSTEMHANLI

veri lmesin i talep eden bitiğini atadıktan sonra töre üzre tanınmış falcıl arı topladı: "Tanrılarıma sorun. Bize köle olmaktan onur d uyan Akışer neden baş kaldırdı? B u savaşa gideyim mi? Dü n e kadar elime bakanlar elimi kesebilir mi? B u gücü nereden buldu­ lar? Göçeri atlılar onlara yard ı m ed iyor mu? Bu savaşta yenile­ cek miyi m ? Hanımlarım, çocuklarım tutsak edilip götürülecek mi? topraklarım yad atlıların ayakları altında ezilecek mi? Sorun Şamas tanrımdan, beni ölüme mi götürüyor? Falcılar geceleri yıldız falından, gündüzleri k u m falına kadar, bütün hünerlerini ortaya döktüler. Kil ve papi rus bilgileri i ncilin­ di. " B u savaşta yensu ölecek. Ancak o sen değilsin. B u savaşa, gün doğandan gelen, kendini Tanrı'nın yalavacı sayan , seni küçük gören, kudurm uş Oğuz Han' da katılacak. O var oldukça, bizim ve tanrı larımızın varlığı ve geleceği kara n lı ktır. Onun ortadan kaldırılması gerekir" dediler. Sonra yatçılar çağrıldı. Onlar göklerin bütün cadılarını, melek­ leri ni toplayarak savaş zamanı M a nt arın elini kol u n u bağlayacak, gözlerini kapatacak, karşılarına uçurum açacak, Asur ordusunun yardımcısı olacaklardı. Oğuz beyleri bu savaşı kazanmak, Asu rl uların yenilmezlik masalını tezlikle bitirmek, yeryüzünün tek ve sona kadar tek kalacak gücünün Asu rlular değil, Oğuzlar olduğunu göstererek, b u alış verişi bir seferde bitirmek istiyorlardı. Buna e mindiler, erdem liklerine ortak çıkmasına izin vermezlerdi. Hakan ise, bu savaşta Man ordusuna bakarak kendi oğullarının ne yapacak­ larını da a nlamak istiyord u . B u yüzde n Akışer'i öne çıkardı. Asu rlular Oğuz ordusunun bölgede olduğunu bilseler de, ona karşı hareket ederek güçle rini bölmedilcr. Man ordusunu tanıy­ orlardı. Savaşlarda çok karşı karşıya gelmişlerdi. Man eli yüz yıl­ lardır, Asurlulardan çekiniyor, çıkış yolunu onlarla anlaşmada, onlara bağlı olmakta görüyorlardı. Ancak Kamer ve Oğuzların ortaya çıkması ile bu bağl ılığa son verere k vergi vermeyi reddet288


GÖKTANRI

mişlcrdi . Bugün artık eski köleliğin öcünü almak i stiyorlardı ve hir daha yenil mez Asur ordusunun üstüne gidiyorlardı. Asur Şarrosu yandaşları olan Oğuzlar gelene kadar Akışer'i kırıp parça parça ederek geriye atacağına ve hu coşkuyla, çağrıl mamış konuğu karşılayıp yeneceğine emindi. Onun yenilmezleri daha yeni lgi acısı tatmamışlardı. Yaydan çıkan ok gibi ayaktaydılar. Şarronun savaş ustalığın a söz olabilmezdi. Yalnız bir yanlışl ığı vardı; Oğuz atlısının hızını ve çevikliğini bilmiyor, taşın kayaya direndiğini anlamıyordu. Önünde yalnız gün d oğanın değil, hütün yeryüzünün e n güçlü ordusunun durduğu n a i n anmak istemiyordu . Oğuz Han Asurluların göremeyeceği uzak tepelerd e n savaş hatlarının yay gibi gerilip açıldığını izledikçe, çağlardan beri denenmiş bir d uyguyla M a nların gücühün tükenmek üzere olduğunu gördü, atlı bölükleri n i n başçısı Erdem Bey'i yanına çağırttı. Oğuz atları kenarlardan yaklaşıp kendileri görünmeden Asurluların göklerin i karartmalıydı l ar. Erdem Bey, e mri alsa d a ayrılıp gitmek iste m iyordu . Oğuz çoculuğundan beri her adımını, yüzünün her kırışığının arkasın­ da nelerin durduğunu bildiği, ruhunu uzaktan okuduğu, acılı, sıkıntılı günleri n i n ayrılmaz yoldaşı olan bu yen i l me z savaş erinin ayak sürümesin i n neye bağlı olduğunu anlayamadı. . . Korkaklık mı? Yok, bu olacak şey değild i . . . Türk'e korkaklık sözü yazıl­ mamıştı. Savaştan korkmaz, savaşta ölmeyi şan sayar, ancak yenilmekten, yalandan, aldanmaktan, eğri sözde n korkard ı . Şimdi Erdem'i sıkan neydi? Neyi saklıyordu kendisinden? - Sözünü saklama Erdem ! Söyle bana! Neden ayağın sürünüy­ or? Neden buyruğuma göre hemen atlanmadın? - Oğuz ... Uzun yıllardan beri ilk defa o hakana "hakanım" demeyerek eski, gençlik çağlarındaki gibi kendi adıyla, onu i nciteceğinden , savaş öncesi araya acılık katacağından çekin­ meden ona kendi adıyla sesleniyordu . 289


SABİR RÜSTEMHANLI

Ancak bu, hakanın durumunu değiştirmedi. Erdem'e çok yakın olan ışıklı, göksel, ilahi bir kırışıklık yüzünü bürüdü . . . - Açık konuş Erdem! Nedir seni sıkan? - Bu, bizim şimdiye kadar yaptığımız savaşların e n ağırı olacak hakanım! . . . Gönlümde şüpheler dolanıyor. Kılavuzlar d a her gün i lginç bilgiler getiriyorlar. Asurlular bizim gücümüzün sende olduğunu biliyorlar. Bizlerin bi lmediklerini de biliyor onlar. Yerin altından, üstünden bilgi veren falcıları var. Sen var iken, sen Asura yüz vermedikçe, gün görmeyeceklerini anlatmışlar büyüklerine . . . " Savaş alanında ne olacaksa olsun; yalnız Oğuz han öldürül ürse yeter" demiş, o . . . Yeryüzünün benzeri olmayan, yenilmez ordusu saydıkları seçme birliklerini savaşa sürmeden, yalnız senin adımlarını izlemek, seni öldü rmek tapşırığını vermiş onlara . . . Oğuz han, yürekten b i r kahkaha attı: - Bu mu Oğuz'un güvendiği ordu başçısının kaygısı? - Bundan büyük kaygım yok! Saklamıyorum, rüyamda seni iyi görmedim . . . At sırtındaydın, ancak şimdiki atlarından değildi . . . Çoktan, Kıl Barak'la i l k savaşımızda vurulmuş bir atın sırtınday­ dın. " Benim atım yaralanmış, kendi atını bana ver" dedin. Verdim! Yendik yağıyı ... Ancak bir uçurumun başında atım, senin altından fırladı, uçuruma yuvarlandı. Tanrım, hakanımın yıldızı aktı mı, benim atım öldürdü mü onu diye sordum. Tanrı "elini uzat" dedi; uzattım, sanki, üç arşın, beş arşın kolların vardı, benim el ime yetti, at gitti, ancak sen uçurumun başında kaldın, atı yutan uçuruma bakarak gülüyordun ... Baş Kam Eren Ata yanıma geldi. "Göktanrım, Oğuz Han ile seni yanına çağırıyor. Biriniz gideceksiniz. Kayıpsız geçmeyecek savaş. Bir olu n ! Biz Tanrıya yalvaracğız, belki bağışlar. Sana söyledim, hakana söyleyebilmiyorum" dedi. - Şimdi ne yapmamızı söylüyorsun?

290


GÖKTANRI

Keneşçilerden sor! Bana kalsa, sen Asurluların arayacağı yer­ lerde, hakanlık sarayı nda falan olmamalısın . . . Savaş alanının tam ortasında olmalısın ... Ancak . . . - N e ancak? - Ancak, orda senin giyiminde bir başkası olacak. Yağı bütün gücün ü onun üstüne gönderd iğinde sen arkadan bakarak ordu­ muzu yönlendireceksin . . . Oğuz Han "düşünüp sana bildireceğim" d iyerek Erdem'i gön ­ derdi ve baş keneşçisi ile buyrukçusun u çağırtırttı: - Bu savaştan n e bekliyorsunuz, diye sordu? Keneşçi dilini buladı, Ökdil H atuna baka baka ne söyleyeceği­ ni bilemedi. Oğuz Han'ın her sözün ü gökte tutan, dediklerini yazıta aldırıp koruyan, elin acısını, sıkıntısını böl üşen, bunun için de el arasında Oğuz'un ilk hanımı Aytaç gibi yüksek tutulan hatun bugün sözlüydü, ancak düşündüğünü söylemiyordu . Buna rağmen, keneşçinin n e söyleyeceğin i bekliyordu. Onun hakanla açık konuştuğunu biliyordu, aldatmayacaktı, hakanı i ncitmekten korkmayacaktı. Bir taraftan d a yeryüzünün bütün sırlarını bilen, bilgili bir kişiyd i . Şimdi sözünü söyle mezden önce n e söyleyeceği­ ni düşünerek ona bakıyorsa, demek iş karışıktır, içindeki çek çevir açık konuşmasına i mkan vermiyordu. Bunu h isseden Ögd i l Hatun onu cesaretlendird i : - Söyle, Bilge Hezer! Bu savaş beni de üzdü. Bir yandan d a falcılar. . . B ilge Hezer kendi sözünü sonraya bıraktı: - Ne diyor falcılar? Ögdil H atun, gözü hakanın yüzünde dedi: - Falcılar " hakan bu savaşta korunmalıdır, Asurlular ona tuzak kurmuşlar" dediler. Sonra, doğru anlaşılmayacağından korkarak güle, güle sözünü 291


SABİ R RÜSTEMHANLI

açıkladı : - Can alan korkusu yoktur, d iyorlar. Bunu ben de biliyorum. Yeryüzünün en güçlü falcılarına sordum. Sorduğum herkes "O, Tanrı'nın kanadı altındadır, yüz on altı yıl yaşayacak" dediler. O nl ara inanıyorum. Sen uzun yaşayacaksın . Ancak ö lümden kur­ tulmak işin bir yüzüdür. Adına gölge düşürecek kurmalardan korkuyorum. El başsız kalır, ayağa düşeriz . . . Bu savaşta orduya sen başçılık yapma . . . Oğuz H a n , hatunun doğru sözlerini yapmayı öğrenmişti. Şimdi de üzülmesini istemiyordu . Ancak Asurlularla savaşın önceki savaşlara benzemediğini hatunu da bilmeliyd i . Bu sefer çocuk­ larını ateşe atamazdı. Savaş a lanında beklenmeyen zorluklar ola­ caktı, Asurlul ar yüzlerce yıl kazandıkları savaş h ünerlerin i ortaya koyacaklardı. - Bu savaş başka savaşlara benzemiyor, dışında kalamam, dedi, Oğuz Han. " Dediyse, sözünden dönmeyecek" diye düşündü hatun. Bu defa ümit keneşçiye kalmıştı, Oğuz H an'ı inandırabilirse, o inandırırdı. . . B ilge Hezer ise, hakanı inandırmayı d üşünmüyordu, savaşın n asıl biteceğini de b ilemezdi . O da bu günlerde türlü, bil­ gili kişilerle görüşmüş, savaşın n asıl biteceğini sormuş, ne düşündüklerini öğrenmeye çalışmıştı. Sonunda onların söyledik­ lerinden daha çok rüyasında gördüklerinden korkmuştu, o nları hakandan saklayamazdı . Oğuz Han'ı irkilten, derinden düşünm­ eye mecbur eden B ilge Hezer'le, Erdem'in rüyalarının hemen, hemen aynı olmasıydı. O da, Erdem'in dediklerini dedi, hakana . Üstcl.ik bu sözün tam gizli kalması için savaş alanına Oğuz Han giysisi ile gidecek kişi n in yalnız Erdem Bey olabileceğini de o söylemişti . . . . Ögdil Hatun, o güne kadar ilk defa Oğuz'u n karşısında d i z cök­ erek onun ayaklarını kucakladı:

292


GÖKTAN RI

- Hakanım, dedi, savaş güç ile birlikte aldatmak ta ister. Yal a ncılıkta adları çıkmış Asu r l u l arın üstüne senin yerin e Erdem'in gitmesi onlara uygun bir iş olur. . . Arkada kalsan, gücümüz iki kat fazl a olacak . . . Oğuz Han, hatunun kolundan tutarak yerde n kaldırdı "olsun" dedi. Sonra Erdem'i çağırarak uzun uzadıya baş başa konuşup anlaştılar. Erdem, · hakan i ç i n k u ru l an tuzağa başkasının düşmesinin Tan rı yazıtlarına uygun gelmediği ni, bu yüzde n savaş­ ta kendisine hiçbir şey olmayacağını hakana inandırmağa, Oğuz Han'ın içine sızanları kovmağa çalışıyordu . Sonra o atlı başlarına emirlerini vererek yeniden saraya döndü. ***

Oğuz'un uzakta olduğuna, Akışer'i n yen ilmesin i n kaçınılma­ zlığına sevinen Asur ordusunun ilk baskıları karşısı alınamayacak kadar ağırdı. Ağır zırhlı yaya, piyade ordusunun yürüyüşünden yer titriyordu, onların yalnız görkemi yeterliydi ki, savaşta pişmemiş ordular silahlarını bırakarak savaş alanından kaçardılar. B u gün de Mantarı n yenileceğine başlarının üstünde­ ki güneşin varlığına i nandıkları gibi i nanıyorlardı. Akışer'c öyle geliyordu ki, Oğuz Han onu aldatarak savaşa iteledikten sonra, onları yaln ız bırakıyor, ya da neredeyse durup Asurluların Man e l beyini ezmesin i seyrediyordu. Ancak birde n bire durum değişti. Asurlular göğün kararması­ na şaşırdılar. Savaş alanındakiler giin (güneş) tutuluyor sandılar. Tepelerin arkasından atılan Oğuz okları Asur çerilerini yere seriyordu. Bu görülmemiş bir şeydi . Kendini yeryüzünün e n büyüğü sayan Asur Şarrosu gözlerine inanamıyordu. O anda savaşın bittiğini hissetti. Uzun yılların deneyimi ile alanda durup savaşan Asur erleri yalnız yaratanları nın yardımına bel bağlaya­ bi lirdiler, ama, bugü n, sanki yaratan l arı yüzünü onlardan döndürmüştü. Ancak, aynı anda savaş alanından beklenmeyen 293


SABİR RÜSTEMHANLI

bir esinti geçti . Uzaktan uçup gelen okların arkasından Oğuz atlılarının kendileri d e yeli/le yeriş/e (çok hızlı) savaş meydanına atılmışlardı, önlerinde de son zamanlarda savaşlarda az görül e n Oğuz H a n . . . O n u n b u savaşa katılması bekleniyordu, çünkü b u savaş, on yılda, yüz yılda bir defa olan, çok zorlu b i r savaştı. Ordunun başında hakanın olması, Akışer'in korkusunu dağıttı, Oğuz erleri n i n gücün ü bire beş artırdı. . . Oğuz Han 'ın savaş alanında görünmesi Asur Şarrosu 'nu üzse de, falcıların sözlerin i aklına getird i : "yenilsek de hiç olmazsa b u Tan rı elçisi n i öldürelim" d iyerek bütün kalan gücün ü hakanın üstüne gönderdi . . . B u anlarda Erdem Bey, gerçekten kendini hakan sayıyordu . Her yönden kendi tarafına yönelen baskılar, Asurluların bütün güçlerini harcayarak ona yakınlaşmaya çalışmaları, onun yanıl­ madığı n ı gösteriyordu . Hakanını belki de sonuncu savaştan dışarıda tutabilmesi, gerekirse, onun yolunda ölümü de gül e güle karşılayacağı duygusu onu gönülden sevindiriyordu . Oğuz Han ise, savaş alanından uzak bir yerde, sık orman l arın içindeki kay­ alıkların üstünden olanları izliyor " bu nlar benim işim değil, tek olan U l u Tanrı'nın işidir, savaşı biz değil, Tan rımız kazanacak ... " d iye düşünüyordu . Oğuz atlıları nın ilk baskınından şaşıran, kendini kaybeden Asur ordusu toparlanıyordu . O nl arın ağır, demir giyimli piyade ordusun u n ok yağmuru ndan korunabilen kısımları karşılarındak­ ileri yakın savaşa çekmek istiyorlardı. Oğuz Han'ın ortada cesaretlend irmişt i .

" o nların

elinde"

olması

onl arı

Önceden veri len buyrukla O ğ u z ordusunun G ü n H a n ' ı n başçılığında o l a n güçlü bir bölüğü uzakta dar b i r yerde saklan­ mıştı. İşin iç yüzün ü bilmeyen G ü n Han , babasının d a savaşa katıldığın ı görünce erleri n i savaşın en zorl u yerine sürdü. Karşılarındakilerin bağırlarını yaran bir sesle "Vur ha!" nar294


GÖKTANRI

alarıyla, elde kılınç Asur piyadelerini biçerek geçti. Bu, Gün Han'ın sevdiği savaş türüydü . Yağı yapışkan gibi sana yapışmasın! Yel gibi esip geç üstü nden . Nereden geleceğini ayıra­ mayanı bir daha biçerek geç. Sıralarını seyrelttikten sonra kaçıra­ caksın. Bu biçme savaşından korunmak Asurlu lar içir zor değildi. Ağır kalka n ve süngülerle atların önünü keserek o nları kargıya geçirmek olurdu. Fakat, Gün Han, onların akıllarını başlarından o kadar beklenmez bir şekilde aldı ki, toparlanamadılar. Bu sıra­ da tepenin arkası ndan Asurluların son ümidi, bugüne kadar "ülkenin kanadı" saydıkları atlıları çıktı. Doğrudan Gün Han'ın atlıları n ın üstüne geliyorlardı. Onların beklenmeyen bu baskın ı yüzünden G ü n Han, savaş hattını yarıp bahasının yanına ulaşa­ madı. Bir n arasıyla, zorlu savaşlarda öğrenilmiş bir taktikle yüzünü yeni gelen Asur süvarilerine karşı çevi rdi, ancak tam bu sırada neredense sesler yükseldi: - H akan vuruld u ! Oğuz H a n vuru l d u ! Bu sesler Asurluların kanatlarını d a h a geniş açtığı gibi, G ü n Han'ı sarstı, bir an ne yapması gerektiğin i düşündü. Kılıncını kınına koyarak babasının ölüsünü aramak ordunun, Oğuz elinin sonu demekti. Yüz yüze yaklaştıkları bir anda birden Gün Han'ın atlıları yönlerin i sağa çevirdiler. Asuri ular " Hakan vu - .Juktan sonra kaçıyorlar" d iyerek onl arı izlediler, bunun için büyük bir dönüş yaptılar, bu anda Gün Han'ın okçuları kendi işlerini iyi gördüler. Ancak bu kayıplar Asur a tlılarının sayısına bakıldığın ­ da önemsiz bir kayıptı. Gün Han'ın bu dönüşünü y ü z yüze gelmekten korku sayan Asurlular arkasından kovalayarak ona çabuk yetişmek istiyorlardı. Eski tuzağa onlar da düşmüştü. Onlar, kaçanlara ulaşmadan, Gün H a n ' ı n erlerin i n okları onlara ulaşıyordu . Sonunda Asur atlı ları yaklaştıkça uzaklaşıyor, seyrek­ lcşiyorlardı. Sağdan, soldan o nları izleyerek akıp giden, önce kendilerini göstermeyen, sonra beklenmedik a nda ortaya çıkan iki rengi, iki kanadı gördüklerinde yağı, boğazı nın h alkaya alındığını hissetti ve atlarının başını geriye çevirdi . Gün Han, 295


SABİ R RÜSTEMHANLI

onları kovalayarak Şarro'nun yerleştiği komuta merkezini bul­ mak, babasının öcünü almak, savaşı orada bitirmek istiyordu . Yağın ı n arka yerleşim bölgesi bir tane değildi. Tepelerin üstünde, uzaktan savaş alanını izleyen bölükler görünüyordu . Şarro hu yerlerin h angisindeyd i , belli değildi. Yana döndüğünde kardeşi Ay Han'ı n atını kendi atıyla kulak kulağa gördü . Gönlü, gözleri­ ni yaşartan bir sevinçle doldu . Gücü bire yüz arttı. Atılan oklar, yağın ı n uçar kanatlarını kırıp döküyordu. Fakat, önde ak bir atın sırtında uçan birisine yetişmek mümkün olmuyordu . Kıyılmaz bir attı. Oğuz Han'ın süt atını hatırlatıyordu . Gün Han, elinin bir işaretiyle erlerine, atı vurmayın, diyerek kendi atının başını sıktı. Karşısı ndaki at gençti . Gün Han savaşta kaç a t değiştird iğini unutmuştu. Şimdi üzerinde olduğu at ta yorulmuştu. Ancak atların da kendi gu rurl arı var, savaş havasını onlar da hisseder, sezdirmeden sahihine uyar, onun bir parçası olur. Şimdi d e Gün Han'ın atı, b u kovalamacaya girince, sanki derisini d eğiştirdi . Teri, köpüğü u ç u p gitti. Yeni bir kanat taktı, her toparlanıp açılışında süt ata yaklaşmaya başladı. Hangi bir d uyguysa Gün Han'ın yayını gererek ok atmasına, önde kaçan atlıyı vurmasına izin vermiyordu . Arkadan gelen yoldaşları, onu anlayamıyorlardı . Süt a t a kement boyu yakınlaştığında, Gün H a n gıyya çekip kemendi fırlattı, kemendin halkası süt atın üstünde açıldı, atlıyı eli, ayakl ı bağlayarak yere indird i . Gün Han bir anda atından atladı, babasının ölümündeki suçluyu bulmuşçasına onun üstüne çullandı, ancak bird enbire kolu boşaldı. Karşısın d aki, başlığı düşmüş, altın saçları çimenliğe açılmış, kemen tten kurtulmaya çalışan, bu hal iyle yaralı geyiği hatırlatan bir yeryüzü güzel iydi . Süt at sah ibini bırakıp gitmemişti. Çevrede dolan arak geldi. Yeri ayaklarıyla eşmeye başladı. Gün Han elini u zattı, kız elini verme­ di. Kol undan t uttuğu gibi kaldırdı. Kız elini, belindeki kılınca götürmeye çalışıyord u . Ancak, onu saran kement buna imkan vermiyord u . Uzun boyluydu ama, karşısındaki de ondan iki ha� daha uzun bir devdi. Kız Oğuz Han ve erleri hakkında çok şeyle r 296


GÖKTANRI

duymuştu. Ancak ilk defa onlardan biriyle yüz yüze geliyordu. H angi bir duyguysa, ona savaşı u nu tturmuştu . İlk anda karşısın­ daki alpin kendi saçları gibi uzun, sırtında d algalanan saçları, sakalsız yüzü kızı çekti. Şimdiye kadar gördüğü yiğitlerin hiç birinde görmediği, ok gibi delip geçen d uru, ela gözleri, ova havasının her bir yüz adalesini sertleştirdiği, korkmazlık, yiğitlik saçan bir yüzü vardı . Anlaşılan yaşamı at sırtında geçtiğinden, alnına d üşen saçları da, hatta kaşları d a yanlara çekilmiş gibiydi . Yaya girmiş ok gibi her an i leri atıl acak, u ç u p gidecekti sanki. Gün Han n e söyleyeceğin i b i l m iyord u ; daha yüksek Asur ailelerinde Kamerlerin, Oğuzların d i llerini öğrendiklerini duy­ mamıştı. - Kimliğini sor! Biraz uzakta duran yoldaşlarından birinin sesiydi bu. Gün Han güldü. - Dilimi bilir mi bu dilbilmez? Nasıl soracağım ? Başka bir yoldaşı : - O zaman al götür onu, dedi. - Hakan babamın ruhu n e der? Demez mi, savaşa, benim öcümü almağa mı geldin, yoksa yağı kızının nazını çekmeye mi? Kızın yüzünden sezilmez b i r d al ga geçti . Gün H a n : "bakanımızın ölümünü bu d a d uymuş olsun . . . O n a gülümsüyor" diye düşündü, içi yandı , bu savaştaki kayıpların ı n ne kadar büyük olduğunu sanki, o anda anladı. Karşısındaki erkek olsa, kılıncını sıyırır, ona çalardı. Ancak tutsak düşmüş, çaresiz birine el kaldır­ mak onların töresine uygun değildi . Babasının kaybı, tutsağını alıp ordaya götürmesine de imkan vermiyordu . Kızı saran kemendi açtı, yere düşen başlığını kaldırıp o n a uzat­ tı. Kız saçın ı topladı, er giyimi onun güzelliğini daha d a arttır­ mıştı. Gün onun kolundan tutarak süt atı gösterd i . Elinin bir i�aretiylc "git, özgürsü n " dedi. 297


SABİR RÜSTEMHANLI

Kız atına yanaşarak eğere sıçradı, dönüp Gün Han'a baktı. Bu bakışta çok şey vardı. Kin, gazap, öç alma isteği, bunlarla birlik­ te, söze gelmeyen gizli bir razı almalık. Atının başını döndürdü, ayaklarını vurarak gözden kayboldu. ***

Asu r ordusu ord usunun ülke n i n kuzeyine doğru i lerlemesi, yakın zamanda çok zorl u bir savaşı n o lacağ ı Tutuk'u cesaretlendirdi. Öç almanın vakti gelmişti . Mader elinin her tarafından toplanmış erlerin başın d a Azer Gölü'nün güneyinden yabancı toprakların a gird i . Arka arkaya bir çok kaleyi aldı. Kişersu 'da Asurlular daha büyük d irenç gösterseler de, zorlu bir savaştan sonra burasını da aldı. E n çok d irenen kentin ortasında­ ki kale saraydı. Tutuk'un gü nden güne artan savaş başarısı saray için yapılan çarpışmalarda halledici oldu. Elde kılınç, savaşın önündeydi, yağı sıralarını keserek ilerl iyord u . Her surun, her kapı n ı n önü bir kan gölüyd ü. Elden d üşene kadar dövüştüler. Tutuk'un son hamlesiyle Asur birliklerinin başçısı taşları n üstüne d üştüğü nde, kapı açıldı, bir kadın kendini ölünün üstüne att ı . Anlamadığı b i r duygu Tutuk'u dondurd u . Savaşçın ı n donup kaldığını gören kadı n bir çığlık kopararak kapıya doğru giderken döndü, acıyarak Tutuk'a baktı, bakınca da donup kald ı . Kimd i bu? Karşısında d uran yabancıydı, ancak Maderlerdendi. Giyi m i . kuşamı tanıdıktı, Kassularınki. Öyl e , yüzü de yakın v e çekiciyd i . Doğruya doğru, bu haliyle hafızasında kalan babasına benziyor d u . Tutuk'un da eli yana d üşmüştü. Kız kardeşini arıyord u . Ancak nerede bulacaktı, n asıl t anıyacaktı? Arad a n yıllar geçmişti, büyüyüp ne reye atılmıştı? B u kadar büyük kentin hangi evinde arayacaktı onu? Kad ın kendinde olmadan Tutuk'un ana dilinde: - Sen benim erimi öldürd ü n . Ben d e sizlerdenim, dedi. Bu yeterliydi; - Kız kardqimi arıyoru m ! Sen misin? Güzlcrin be nziyor. Scıı 298


GÖKTANRI

kız kardeşim misin? Kadı n onun sözünü bitirmesini beklemeden : - Sun Tutuk musun? Kardeşim ! diyerek onun boynu n a sarıldı. Ağlasın mı, gülsün mü? Bir yanda öldürülmüş koca, d iğer tarafta onu öldüren kardeşi . . . . Birkaç gün sonra Tutuk kız kardeşi Durusu da yanında geri döndü. Küçük oğlu Durusu ile birlikteyd i . Büyüğünü almamıştı. Daha doğrusu, büyük oğlu ölen babasının yerine geçmişti. Kardeşler: "Yaratanlar bizi, savaşta karşı karşıya getirmesin ! " diyerek ayrıl mışlardı. * * *

Oğuz H a n ortaya çıkmak için acele e tmiyordu, bu yeni durum onu ilginç düşüncelere götürmüş, uzaktan bakarken Tanrı'dan gelen sözleri n , elinin kılınctan, korkudan uzak anlarında yüreği­ ni bürüyen yaratılış sevgisinin yanında savaş ona gereksiz bir şey gibi görün m üştü; bir yandan da, ilk günden Akışer'de sessizlik hissetmişti, şimdi bu ölüm sınavından sonra onun ken d i n i nasıl göstereceğini, yalnız onun değil, kendi şadlarının, Tarkanlarının da hangi yön e döneceklerini izlemek istiyord u. Ancak evlat­ larının bu oyundan bilgilerinin olmayışı, babalarını, gerçekten ölmüş sanmaları, bu duru mdan üzülecekleri, onu da üzüyord u. Onlara bunu anlat mak mümkün olmamıştı. Bununla birlikte, sağken ölmek te i lginç bir işti; bu çocukları için de bir sınavdı. Ölüm Tanrı 'ya kavuşmaksa, geçi,tczi var, o kaçılmaz gün zaten neredeyse oğullarını yakalayacaktı sanki. Şu a n ölümün en uygun zamanıydı, savaştaki başarı dert leri azaltıyor, doğru, ölüm, uğur­ suzluk, acıların, kayıpların üst üste yığıldığı bir günde de gelebilirdi. Peki o zaman ne olurdu? Bu birbiriyle çelişen d uygu­ lar içinde sapsağlam kendi gizli yerinde dinlenen hakan, her şeyi Tan rı'nın yarlığına bağlıyor, acele etmeden çözümü de ondan bekliyordu ... Tek bir üzüntüsü vardı . . . Bu da ölüm bilgisinin 299


SABİR RÜSTEMHANLI

arkasında neyin d urduğunu bilmesinden ileri geliyordu . "hakan öldü" diyorlar. . . Belki, gerçekten de ölmü§üm, hu zor gününde eli ba§sız bırakarak yalnız kendini koruyup arkada durmak §İmdi, birden bire ölüm kadar ağır geldi Oğuz'a. . . Erdem'in sözünü tut­ ması, §İmdi, ݧ ݧten geçtikten sonra üzüyordu onu, ölüm ondan yan geçse de, Erdem'den yan geçemezdi, onun ölüm payını Erdem almı§tı, sanki b iliyormu§ bu sonu, sanki uzaktan yakla§an ölümü görüyormu§, bilerekten kendi bağrını verdi öne. Bununla beraber, kendinin diri olması, akla sığmaz bir sızıya, §üpheyi de get iriyordu beraberinde, belki, Erd e m de ö l m emi§tİ, belki yaratanını§, attan d ü§IDܧtü. Yere dü§mesini öldü sanını§ olabilir­ lerd i . Tezlikle bunu öğren meliydi. ***

B u yapılanlard a n bilgisi o l m ayan G ü n H a n , ba§ı alevli, babasının ölüsünü arıyordu, hiç kimseyi yanına almadan, yalnız ba§ına . . . Babasının ölüsünü kimsenin görmesini istemiyordu . Ölü n e _kadar çok olsa da, hakanın sava§ giyimini seçmek zor değildi. Onun e n yakını olan, gözünü açtığında gördüğü, güç, ölümsü­ zlük, büyüklük simgesi saydığı hakanlık giyimini, sava§ta giydiği börkü, sava§ kaftanını son u ncusuna kadar vurulup yerlere dü§mܧ alpere nleri n cesetleri arasında görünce atını sürdü, acele etti, ancak hakan giyiminde vurulup dü§enin babası olmadığını, Erdem Bey olduğunu görünce donup kaldı. Ağlasın mı, gülsün mü bilmiyordu . "Tanrım, babam sağ, alkı§lar olsun sana! " Ancak babasının çocukluk yolda§ı, yüzü de babasına benzeyen, evin en yakını olarak çok sevdiği, ordunun gözü sayılan Erd e m Bey'in ölümü de ağırdı , çok ağırd ı . . . Bir yandan d a hu ölüm, Erdem\'. hakanlık giyiminde, hakanlık havasında, onun yüksek makamın ­ da gclmi§tİ, sanki hu hakanın ölümüydü . . . Atından indi, diı çöktü. Bu giyimde alpan görkü d aha da açık fark edilen Erdem'in önünde, kılınç tutmaktan sonuna kadar açılmayan uzun pamak !arıyla kapattı yüzünü, içten, hüngür hüngür ağladı. Uzaktan hıı görklüyü izleyen ordu başçıları da ses verip ağla§tılar: "Elin hw'jı 300


GÖKTANRI

kesilmişti, el başsız kalmıştı . " Kimsenin yüreğinden başka bir söz geçmiyordu . Yalnız baba ölüsüne bile ağlamak olurd u . G ü n Han gönlünü boşaltıp elini yüzünden çektiğinde, sanki b i r yıldırım çarptı o n u , al kanların içinde o l a n Erdem Bey gözlerin i açarak ilginç ve a k l a sığmayacak bir şekilde güzel , sanki mutlu bir dudak gülüşüyle ona bakıyord u . Sonra bu gülüşün içinde dudak­ ları kıpırdadı, d iri bir sesl e : - Alkış sana Tanrım, b e n i kırmad ı n ! dedi, hakanım yaşıyor! Sonra birden bu işlerin Gün Han'ın bilgisi olmadan, ondan gizli tutulması n ı n üzüntüsünü azaltmak, hakan oğlu n u n ondan kırılmasını önlemek isteğiyle: - Böyle gerekiyordu ! El için ... dedi: Oğuz Han'ın yerin e b u s avaşa giderken Erde m k e n d i n i dünyanının e n k u t l u i nsanı sayıyordu . Hakan onu kırmamıştı. Ona i nanmıştı . Bir yandan d a e l i n en yaşlı-başlı, görüp geçirmiş, yol yolak bilen kişileri n i n seçimiydi. Ne kadar çekeceği bilin­ meyen bir süre içerisinde Tanrı'nın yalavacının yerinde olacaktı. Bu yerde ölmek te olurd u . Yılların o yüzünde Oğuz H an 'dan sor­ madan, sefer töresini bozarak babası Uslu Hoca'yı sandıkta sak­ layarak kendisiyle beraber götürmesini hatırladı. Töreye göre ömrü o zaman da bitebilird i . Ancak Oğuz Han, affetmişti onu . . . Zaten, hakana bir c a n borcu vardı, onu d a verm e n i n yeriydi . . . Ancak Erdem savaşta vurulacağın ı beklemiyord u . Koluna v e gücüne güveniyordu . Falcılar hakanın başındaki ölüm gölgesini görmüş olsalar da, onun bu gölge altından çıkarılması Erdem'in oraya düşmesi demek değildi. H akan saklanılacaksa, gölge de yitecekti. Can alan Erdem için gelmedi. Alpler, erenler, demir başlık altında, savay giyim i içinde o n u tanımasalar da, can alan tanıyacak, varıp çekip gidecekti . Vurulacağını beklemese de, Erdem'in varlığında kederin bu payına sevinç düşüyordu . Savaş meydanında vurulup düşse de, bu 301


SABİ R RÜSTEMHANLI

ölüm yaşamak kadar güzel olacaktı ona. Savaşlarda n ice yakınını kaybetmişti, bir gün kendisi de gidecekti ... Ulu, kutsal Tanrı'nın yalavacını kurtaran bir ölüm ne güzel olurdu. Bu duygul arını şimdi başı üstünde duran Gün Han'a anlatmak istiyordu. Bunu arzul uyordu . Ancak, ona bakıp gözlerini yumdu, kuş gibi uçup gitti . Onun ölümüyle, Gün Han her şeyi anladı. Babasını bulmad an bu işi açmanın gereksizliğini anladı . " Düşmanların babamı ölmüş saymaları daha iyi" d üşüncesiyle Erdem'in yüzün ü örttü, h akan­ lık giyimiyle iyice sardı ki, açan olmasın, sonra onu kollarına alarak kalktı . . . ***

Hakanlar öldükleri gibi toprağa veril m ezlerdi, u lus ulus gezdirilir ki, elin her tarafı son defa görsün onu, ona ağlasın, ondan sonra toprağa verilsin . . . Akışer birkaç gün yas töreninde kaldı, sonra e l olup, Oğuzlara bağlandığını üstüne basa basa söyleyerek ayrıldı. Ama göğsüm: kara sir taş asılmıştı. Tanrı yukarıdan bakarak gülümsüyordu . O nlar bir daha hiç görüşmeyeceklerd i . Oğuzlar yıllar sürecek Babil; Şam; Mısır seferlerinden döndüklerinde, Maderleri canlanmış, güçlenmi� görecek, Asurlularla sonraki bir savaşta Akışer'in öldüğünü duy­ acaklardı. Ancak şu anda Asurlular ezilmişlerd i . Ye n i l m i � ordusunun kalıntılarını toplayan Şarro sarsıntıdan çıkamıyord u. Yüz yıllar boyu bölgenin tek gücü olmak onları gururlandırmıştı . Yen i lgiyle barışamıyorlardı, ancak her şey ortadayd ı . Karşılarındakilerin gücünü görmüşlerd i. Şarro, yeniden saldırsa ordusunun kalanını d a kaybedeceğinden korkuyordu , geri çek­ ilmeliydi, fakat, h u durumda çekilip gitmeleri, yurtlarına böyle dönmeleri onların sonu demek olurdu. Hangi baskı altında olur · sa olsun barış yapmalıydılar. Bunun yollarını arıyordu, sonunda buldu. Dünkü savaşta karşı karşıya savaşmış olsalar bile, büyük el 302


GÖKTAN RI

haşçılarının toprağa verilme merasimine katılmamak olmazdı. . . Asurlular büyük b i r kalabalıkla, kara giyinip kara bağlayarak geldiler yasa . . . Yas ı n b u zamanında O ğ u z H a n yanından ayrılmayan hizmetkarlarından birini Gün'ün yanına gönderdi, ormanın e l yetmez, akıl yetmez b i r yerinde görüştüler. Gün Han yeniden, bu sefer sevincinden h ü ngür- h ü ngür ağladı. Erd e m ' i n G ü n 'e söylediği son sözleri duyd uğunda Oğuz Han'da ağladı. Eski dos­ tunu gerçek hakan gibi, büyük bir törenle, babasını toprağa veriy­ ormuş gibi, gömmesini tapşırdı oğluna. Şunu da ekledi, hakanın öldüğü haberi n e kadar çok yayıl ı rsa, o kadar iyi olacaktır. İşin sonu için böyle davranmak gerekir. .. G ü n Han, yasa büyük, ancak gizli , sezilmez bir sevinç içinde döndü . Hakan hayli sonra, ordu Azer Göl ü ' n ü n g ü n doğan tarafına geçtikten, yağı elinden uzaklaştıktan sonra aniden, gökten inmişçesine ortaya çıkacaktı. Şimdi ise tapşırıklarını veriyordu . * * *

Asurluların tam olarak devreden çıkmasını Oğuz Han istemiy­ ord u . Onlar gitse ler, yenileri baş kaldıracaklardı. Ezdiğinin büyüklüğün ü , gücünü görüntü için korumak, seni daha d a büyütür, o n u istediğin a n d a yerine oturtabilirsin . Oğuz H a n Mantarla anlaşsa d a , Asurlularla ilişkileri korumayı da önemli sayıyordu; bölgede yaşayan yakın boyların geleceği için böyle gerekiyordu . Bunları düşünen Oğuz Han barıştan kaçınma­ malarını tapşırdı. Asurlular, Man e liyle savaşmayacak, Oğuz eline yıllık baç verecekti. Üstelik, yakınlaşıp akraba olmak için Şarro kızını tezlikle tör başına geçecek varise vermek istiyordu . B u yolla hakanın ölümünü, bu işte kendi suçlarını unutt urmaya çalışıyordu . Şah kızı da kan bahasıyd ı . . . Bu, uzaktan olayl arı izleyen Oğuz Han'ın da gön l ü ndeydi. " Kızlarımızı isteyenler çoğalıyor. Komşu ülkelerin adlı sanlıları Oğuz kızlarıyla evlen­ mekten mutlu oluyorlar, elçilerin ardı arkası kesilmiyor. Şimdi 303


SABİR RÜSTEMHANLI

sıra bize geldi. Bu da bölgenin büyük güçlerini kendimize bağla­ manın bir yoludur. " Bi r yandan da Gün Han'ın solsuz kalmasını istemiyord u . İ lk evli liği ona çocuk getirmemişti. Şarro'nun kızıy­ la evlenmesini oğlunun önüne bir şart olarak getirmeyi istemiy­ ordu ve bu kolay da değildi. Ancak gelecek hakan, elin isteğine karşı çıkamazdı. Oğuzlar gitmek için hazırlanırlarken, Asurlulardan ilk elçiler geldi. Şahın al giyimli, yaşmaklı kızı d a onların arasındaydı. Savaş alanından ayrılarak yurt topraklarına girdikleri gibi, Oğuz Han ortaya çıktı. Ordu , görülmemiş bir şaşkınlık içinde yerleşti. Erd e m toprağa verildi. Ay iki defa dolunay olup inceldikten sonra oğlunun yedi günlük düğünü başladı. Gün Han gönlünde olmayan b u evlilikten kaçamadı . Çocuğu olmasa da Selcan'ı seviyordu. Onun gönlüne dokunmak istem iy­ ord u . Ancak hanımının gönlü genişti: " Bana bakma, bu bir töredi r, ü lkeler arasında barış işidir. Kaçılmaz" diyerek Gün Han'a destek veriyordu . Çocuğunun olmayışı gözünün ilk avı olan Selcan'ın suçu değildi, Tanrı işiydi . Ancak küçük kardeş­ lerinin ayak tutan çocuklarını gvrdüğünde gönl ü buru l uyrdu . "Bu d a bir alınyazısıdır" d iyerek babasının sözlerini geriye çevirmemişti. Yed i gün, savaş yoldaşlarından ayrıl madan yedi, içti, şenlend i . Oğuz geleneğince gerdeğe düğünün sonunda gire­ cekti. Gerdek, hala yüzünü görmediği, ayrıca alaçıkta hakan kızı adına layık, kendi hizmetçileri tarafı ndan beslenerek düğünü bekleyen Asu r Şarrosu'nun kızı onu çekmiyord u . Ancak nedense bu günlerde tez tez süt atın sırtında ondan kaçan, kement atarak attan düşürdüğü yabancı kızını, onun giderken dönere k bak­ masını h atırlıyor, parmakları kızın kolunu sanki şimdi tutuyor gibi kamaşıyord u . Düğünün sonunda G ü n Han beylik çadırına gitti. G e l i n adc ı üzere, çadırın ortasında, ayakta, yüzü duvaklı onu bekliyordu . Gelinin d u rduğu yerde titrediği, az daha düşeceği G ü n Han 'ın 304


GÖKTAN RI

gözünden kaçmadı. Buna olağan bir şey gibi baktı. Ancak duvağın altında gelinin gözleri, nedense, çok açılmış, yuvalarına sığmıyordu . Bey yanaşıp yavaşça onun i nce tül d uvağını kaldırdı, öylece donup kaldı. Bu kementle avladığı kızd ı . . . İkisi de halsizce yere çöktüler, Gün Han Asur kızın ı n onların dilinde söylediği sözlerden ateşe battı. Kız gözünden yaşlar süzülerek fısıldıyordu . " Hakan oğlu senmişsin! Hoş geld i n ! " G ü n H a n kızardı. Savaş alan ın d ak i konuşmalarını anlıyormuş gelecek hanımı. Tan rı'nın yazısı onu dondurmuştu. Demek, o savaşta, o kovalamaca da bir yazıymış, kemendle yakaladığı Şarro'nun kızı, ömür boyu onun kemendiyle bağlı olacakmış, daha doğrusu , her zaman o n u n kemen d i n d e o lması için gelmeliymiş: - Adı n nedir? d iye sordu Gün H a n . - Sumire, d e d i kız. - Bizim d il imizi nereden öğrendin? - Bu sizin Asur dediğiniz biz Aturların saray d ilidir. Kızın söyledikleri G ü n H a n için yeniydi, onun bilgilerinin d ışında bir işt i . Bunu duyan Sumire , kendisi anlattı: - Asur yazıtlarının, kah i n lerin a nlattıklarına göre, bizim eli kuranlar çok eskiden yaşamış olan Sümerlermiş. Onlar, ayne n sana benziyorlarmış, kendilerine de Turger, Türk eri yan i , büyük i nsan d iyorlarmış. Atalarımız Sümerlerin d i l i ni gökten gelmiş, kutsal d i l sayıyor, bu d i l d e konuşabildiklerinden gurur duyurlardı. Asur elini kuran ulu atalarımız da Sümer idi. Ancak el, ondan çok tanrılarımızın ona bağışladığı Büyük Hatun'a bağlıymış. Bütün çağların e n büyük hatunu olan Sumeramida gün çıkan yöresinden, sizlerden gelen bir hakan kızıymış ... Çocuk­ luğunu geçirdiği dağlar için o k<ıdar hasret çekermiş ki, sonunda hakim Babil'de sevgil i hatununun doğduğu yere be nzer bir dağ saray yaptırmış, eyvanlarına sayısız ağaç d i ktirmiş ... Onun art 305


SABİR RÜSTEMHANLI

arda kırk beş nesli altı yüz yıl Atur elinin başında oldular ve hepsi de onun adını taşıdı. Atur hanımları o çağın hatırasını ulu tutarak onun diliyle konuşurlar. Ancak, sonraları şe hirl erimiz bozuldu. Yabancı e llerden gelenlerin baskı n l a rı , ara ve rmeden getirdiğimiz köleler, eli içinden d eğiştirdi, kölcmizin kölesine döndürüldük . . . Gün Han i r i v e çok açılmış gözleri ile ona bakıyordu . Babasın ı yendiğine göre, onu görmeye gözü olmayan, yad, yabani ruhlu bir Şarro kızıyla yüzleşeceğin i bekliyord u. Ancak karşısında tatlı bir d i l l e konuşan, kendisini o n lardan, Oğuzlar'dan ayı rmayan, istikanlı, çekici, Tanrı payı bir güzel duruyordu . B u yerde G ü n Han bird e n bire anladı k i , d a h a ilk gördüğünden beri, kendi his­ setmed e n , kol u n u n sıcakl ığı pa rmakları n ı sızl atan, yere düştüğünde d e durumunu bozmayan, atına a t yetişmeyen o esir kızın, yani bugün hanımı olacak Asur güzelinin hasretini çekiyor­ muş. Gönlünde Ulu Tanrı'ya yükünç kıla kıla S u mire'ye yaklaştı, başı nın örpeğini atarak kalın parmaklarıyla gördüğü günden beri gözünden gitmeyen altın saçlarını okşayarak başını göğsüne dayadı, bu altın çiçekleri kokladıkça koklad ı. Sumire ' n in gözün­ den sessiz göz yaşları süzülüyord u . Tan rılar onu, yağı olsa da, ilk gördüğü anda sevdiği, vurulduğu, adı e lleri silkeleyen Gün Han'a göndermişti. ***

Bir yıl sonra bu evlilikten, aynı yüz yılı n ikinci yarısında İ nci nehrinden Babil'c kadar, Asya'yı yerinden oynatan, ad ıyla Oğuz adını biraz d a h a büyü t e n , korkul arı ndan tüy çıkaranların Efrasiyap gibi tanıttıkları Alper Tonga doğacaktı . Sumirc'nin gelişi Oğuz eline görülmemiş bir kaynaşma ge tirdi. Bu olay bölgenin durumunu değiştirdi. Oğuz Han hiçbir savaşta almadığı bir yara a ld ı . Onun omuzdaşı, silahdaşı, G ü n Han'ın kayn atası Kıpçak Beyi Erdoğan G ün Han'ın ikinci evli liğine kızd ı : 306


GÖKTAN RI

- Tanrı çocuk vermedi d iyerek Selcan'ı kırmak, beni el gözünde aşağılamaktır. Tanrı elçisi, h angi yürekle yaptı bunu? Kendi Tanrı'sına söylesin! Elden birin i alsaydı ya ! Kılınç çalıp yendiğin yağının kızını benim kızımdan yukarıda mı oturtacak? Gün Han'ın kanı coşabil i r, peki yaşlı başlı babası döndükten sonra niye bunu önlemedi? Ölmüştü, ölü kalaydı keşke . . . Erdoğan Bey, kendi soyu ve e rleriyle çekip gitti. Selcan'ı d a a l ı p götürdü . Bir de bilgisi Asur sarayından geldi. Onun atlıları­ na Türk'ün savaş yollarını öğre tiyormuş. Şarro Erdoğan'ın gelişiyle, yen ilgiyi unuttu, yeryüzüne: "Oğuz e liyle birlikiz" diye teskinlik ve övgü dolu biler yayıyordu. Oğuz Han'la birlikte Akışer'i n d e Asurlularla barıştığını duyan Mader ulusları ona karşı gelerek "Kendi e l imiz, kendi başımız ! " dediler v e Tutuk Bey'i, M ader Beyi seçtiler. Önceden aldıkları Oğuz kızları aracılığı ile, Oğuz boylarıyla gizli konuşmalar yapıl­ maya başlandı. Bu bekle nmeyen durum, babayla kızı, kardeşle kardeşi, oğulla babayı karşı karşıya getirmemek için Maderler, Mantar ve Asu rlular arasında bir a nlaşma yapmaktan başka yol kalmamıştı. Oğuz Han, bu ağır yükü kendi omuzlarına almalıydı. Asur'un güçten d üştüğü bir zamanda bu yol komşuların üçünün de işine geliyordu ve gönülleriyle anlaşma oldu. Ancak ortada bir Kamer gücü n ü n olduğunu da u n u tmamışlardı. B ilgiler, Suriye'den, Mısır yörelerinden geliyordu. Oğuz Han, çevresinde olanları gördükten sonra Kamerlerle savaşmak fikri nden uzak­ laşmıştı, onları da kendine yakınlaştırmak, aradaki çekişmelere son koymak i stiyordu. Eski yurtlarında onları karşı karşıya ge tiren durum şimdi yoktu, barışı engelleyecek d üşmanlıklar uza­ kta kalmış, unutulmuştu. Bu barış aynı kökten gele nleri bölge nin tek büyüğü yapabi lird i . ***

Yen ilmez, yeryüzünün dört yöresinin başçısı sayılan Asur Şarro'su sarsılmıştı. Man-Oğuz birliği onun ordusunu dağıtmak307


SABİR RÜSTEMHANLI

la, bütün rahatlığını, ü mitlerini de d ağıtmıştı. Üstelik, on yıllar boyu komşu uluslara kan yutturmasına, kız-gelin, oğul-uşak demeden alıp getirmesine, obalarını yakıp küle döndürmesine bakmayarak onu bağışlamış, savaş alanında bırakmış, bu bir yana, kız verip kız almaya hayır dememiş, onun bölgeden yok olup gitmesini önlemişdiler. Bundan sonra ne yapacağını hala bilmiyordu. G üneyde Maderlerin saldırı ları ve Asur kentleri n i dağıttıkları haberlerini almıştı. B u , savaşı kaybetmesinden de ağırdı. Korktuğu başına gelmişti. Çağlar boyu birleşmeyen küçük kale evleri Tutuk birleştirmiş, Mader, Kassu, Elam; U l ubey, Kenger, Suber uluslarını başına toplamış, Maderlerin kend i devletlerini n kuruld uğun u d ünyaya ilan etmişti. Ortaya yeni bir güç çıkmıştı. Çevre daralıyor, başında kara bulutlar sıklaşıyordu. Falcıların söyledikleri doğru çıkmıştı. G ü n çıkandan bir s e l geliyordu . Önce Oğuz Han'ın öldürü lmesiyle, Oğuzlarla barışmakla bu selin önünün alınacağını düşünüyordu . Yanılmış. Oğuzlarla arasında derin uçurum yoktu, yenice karşı karşıya geliyorlardı. Ancak komşularına yıllar boyu kan kustur­ muştu. Gücünün karşısına güç, sözünün önüne söz, kılıncının önüne kılıç çıkaran olmamıştı. Dolu kentleri, sulu, verimli toprakları olan u lusların Mantarla, Kamerlerle, Oğuzlarla bir­ leşerek ona karşı gelmesi yeni felaketleri, uzur sürecek savaşların habercisi gibiydi . . . El kuzusu gibi dii11-lii11 (gece-gündüz) onun yanında olan Mantar d a Kamerlerlc, Oğuzları göre rek değişmişlerd i . Şimdi aynı iş güneyde oluyordu. Şarro ' n u n durumunu hisseden büyü k buyrukçusu daha serinkanlı olarak: "Bundan daha zor günlerimiz oldu.' Bir yol bulunur. . . " Aynı günün akşamı, sanki bu sözleri duymuşçasına bir konuk geldi. Kendi söylediğine göre Aggey adlı bu insan tüc­ cardı. Kervanları yeryüzünün o başından, bu başına gidiyormuş. Şarro'dan başka kimseye söyleyemeyeceği bir sözü olduğunu bildirmişlerdi. Orta boylu, yapılı bedenli, yüzünden görmüş geçirmiş birine benzeyen Aggey baş eğerek karşısında durdu. 30 8


GOKTAN RI

Şarro e liyle oturması için yer gösterd i : - Buyur, d i nliyorum, dedi. Konuk nereden başlayacağını düşünüyordu . Şarro'nun söz­ lerinden sonra konuşmaya haşladı. - Söyleyeceklerime göre kızmayın. Ben bir d eveyim, ü lkeden, ü lkeye yük taşıyorum. Yeryüzün ü n neresinde, n e olduğunu biliy­ orum . M aderlerin haş kaldırması ben i korkutuyor. Manların isyanını da yatıştırmak yıldan yıla zorlaşacak. O Kar kişi denilen isyancı, işsiz, bir parça çörek için gezen kişilerin d amarını tutmuş. Kuzeyden beli bağlıdır. Sizin göykü (damat) Gün Han'la ant içerek onunla söz kesmiştir. Bugün birkaç kenti dağıttılar. Beş-on gün sonra bütün Asur'un tümüne göz dikecekler. - Sen, falcılık yapma. Geleceğin işini gelecek bilir! Ne istediği­ n i söyle ! - Size karşı birleşenler önünde tek başınıza zor olacak. Kime e l uzatacaksınız, kimden yardı m isteyeceksiniz? Savaşmadığınız komşu kalmadı. - Bu doğru ! - Ancak adın büyüktür. Yağı olsalar da senin e l uzattığını gördüklerinde elini, iki e lleri i l e t utacaklardır. Bir şartla ki, biriyle konuştuğunu, diğeri duymamalıdır. Asu r'un hakimi " bu hizim eski yol umuzdur" d iye düşünüyor­ du. Dil de ise : - Peki, sonra? d iye sordu . - Sonrasın ı d a söyleyeyim ! Maderleri d a h a beşikteyken boğmalısın. Oğuzlarla, Kamerlerle yakın oldukl arından savaşa girmek doğru olmaz. Orayı . içten yıkab ilirsin . Bunun yolunu söylemeye geldim . - Söyle o yolu ! - Ken tlerinizde henim otuz bine yakın yerdeşim var. Kul olarak 309


SABİ R RÜSTEMHANLI

getird iğiniz Yahud ileri, İ srailoğu lların ı diyorum . Biliyorum ki, onları geri bırakmayacaksın. Gidip, geride kalanları körükley­ erek üstüne gelmelerinden korkuyorsun. Sanki Şarro'nun düşüncelerini okumuştu. Şarro: - Yok, dedi. Burada köle olanların, bizim içimizi, gücümüzü bilenlerin üstümüze geleceğine inan mıyorum. Ancak, burna, içimizde geç-tez kazan kaldıracakların ı , başkalarını da bu yola itece klerin i iyi b iliyorum. - Öyle olacağını bildiğinden, dedi konuk, onları geriye, yurtları­ na bırakmayacaksın . İçeride da ortalığı karıştırıyorlar. Öyleyse onlardan k u rtulman için bir yol kalıyor, onları i leriye götürmek . Çekindiğin komşularının arasına. Bu işinize yarayacak. - Savaşa m ı ? - Evet, savaşa! Ancak o savaş şimdi olmayacak. O n yıl, belki de yirmi yıl sonra olacak. Midiya'yı e n güçlü zamanında içinden çök­ ertecek. - Otuz b i n kişi, bir ulusun içinde ne yapabilir? - Otuz b i n olmayacağız. Maderleiin iktidar olmasını istemeyen komşuları i l e birleştiğimizde, başka u l usları da ileri sürdüğümüzde o n kat çoğalırız. O yanlardan sonsuza kadar korku çekmezsin. Aggey'e i nanıp i nanmamak, söyledikleri n i n arkasında d uran­ ları belirlemek için Şarro, sözü genişletti: - Bu bir söz ticareti mi? - İsterseniz, bunu ticaret te sayabilirsiniz. Onların hepsini satın almaya gücüm yetmez. En büyük kazancımız daha sonra olacak. - Savaş saray ağ11/11lıığ111111 (hazine) boşalttı. - Ben i nsan ticareti yapmıyorum . Ancak, evet, d erseniz, onları özgür tırakmanızın karşılığı olarak altın para toplayarak size verebilirim. Buralarda benim tanıdığım varlıklı Yahudi alı111çılar 310


GÖKTANRI

( tüccar) çoktur. Bu işi birlikte yaparız. Asur Şahı, yedi ip üzerinde oynamayı iyi beceri rdi . Tuzakları bozmak eski işiydi. Ancak İsrailoğullarının sezdirilmeden taşı­ narak M id iya'nın çeşitli bölgelerine, en çok ta komşu Elam kent­ lerine, Maderlere boyun eğmek istemeyen Tacikler arasına yer­ leştirilmesi, onları ayaklandı rma h akkında derin düşünme li, gün­ lerce iyi hesap yapmalıydı. Aggey'in söyledikleri ona çıkış yol u göstermişti. Köle yapılarak getirilmiş on binlerce tutsak zor işlerde çalıştırılıyor, göz altında tutuluyor olsalar da, yavaş yavaş duru mlarını düzel tiyorlar, yerlilerle yakınlaşıyorlar, sezdirmeden elin iç işlerine parmak sokarak Asur'un yüzünü, dilini, yaşamını değiştiriyorlardı. Şarro, sanki uykudan uyandı. Ü lkesindeki dirlik, düzenlik neden bozulmuştu? Bu, sadece savaştaki yenilgiye bağlı ola­ mazdı. Kaybedilen birinci savaş değildi. Köle olarak getirilen­ lerin şer, kötülük kaynağına döndüklerini şimdi anladı. Şimdiye kadar bunu niye görmemişti? Ü lke içindeki düzenin bozul­ masının kökünü neden dışarıda a rıyord u ? Konuk doğru söylemiyşti. Sürülerek getirilenlerin suyu sıkılıyordu. Bundan sonra gitmeleri, kalmalarından iyidir. Ü stelik, altın olarak karşıl ıkları da gelecek. Köle olarak getirilenler artık dayanıl­ mazdı. Ne tutmalıdı rlar, ne de atılmalı. Başımızı fazla ağrıt­ madan değerine, değmezine satmalıyım onları ... Birkaç gün sonra Aggey saraya çağrıldı. Anlaşma yapıldı. Aggey söyled iği gihi Asur'daki Yahudi alımçılarla, t utsakların kahile başkanl arı ile görüşerek özgürlük karşı lığı veri lecek altını toplad ı , gidecekleri yerl erde yapacakları işleri, sürü l ecek adamların kahile başka nlarına anla ttı . B u d a hir yoldu . . . Bununla, gün doğanda ikinci hir Yahudi yurd u kuruldu. Gün doğana, Midiya'ya giden tutsakl arın sayısı artmıştı. On binlerce Ya hudi sezdiril mede n, elin en güzel yerlerine yerleşt iril­ d i . Orada güçlenecekler, Maderlere karşı olan güçleri toparlaya31 1


SABİR RÜSTEMHANLI

caklar, hangi adla olursa olsun, kendi devletlerini kuracaklardı. Görünürd e özgür, içte Asurlulara, dolaysıyla İ srail'e bağlı bir devlet. Kim ne de rse desin, bu, sürgünler için göklerin ve Aggey'in en büyük armağanıydı. Her yandan elleri baskı için deyken , yüzler­ ine gün doğmuş, özgür olmuşlardı. Böylece M id iya birleşmiş e l olarak ayağa kalkmak istediğinde, onun kuyusu d a kazılıyordu . Ü lke içindeki karışıklıklardan sürülenlerin nasıl gelip yerleştiklerini görmediler bile. Bunun sıkıntılarını, M i d iya sarayında didişmeler d evam ettiğinde, uydu rma rüyü yorumlarıyla kan düşmanlıkları körük­ lendiğinde, kendi bellerinden düşe n kızlarının, çocuklarının satılarak Fars adı altında, Farslardan çok Yahudilere hizmet eden bir imparatorluk kurdukları zaman göreceklerdi . Ehameniş, dost demekti. Onlar Oğuzlara, Maderlere dostçasın a yanaşmışlar, M idiya el beyin i n Oğuz kızından olan torununu kübar dedikleri ailelerden biri n i n oğluna almışlar, sonra da bıçağı akrabalarının sırtına saplamışlard ı . B ü t ü n bu nlar, önceden planlanmıştı. Ki ml iği bilinmeyen Pers asıllı birisi, kendine uydurma kök, nesil yaratarak Azra'dan kalkarak Astiak'ın kızıyla evlenir. O nlardan dünyaya gelen Kir, dedesi Astiak'a karşı çıkar, ordu içine yer­ leştird ikleri Yahudi ve Taciklerin e lleri ile orduyu kendi tarafına çeker, dedesini yener, ülkeyi ele geçirir. O çağa kadar tanın­ mayan bir soy Ehemeniler adıyla bütün komşularına düşman olan yeni bir i mparatorluğun temelini kurar. O zamana kadar adı dilenci anlamında kullanılan bir tayfa birden bire kendini Midiya gibi bir elin başında görür. Tanrı'nın gülünç işlerinden birisidir, değil mi? Süratle Ki r, Yahu d ileri Babil ' i n elinden k urtarır, ilk kez Tevratı, Yahudilerin töre bitiği ilan eder. Midiya'da ve Babildeki Yahudileri özgür k ılarak yurtlarına gönderir, Yeruselim'i kurdu­ rur. 312


GÖKTANRI

Ancak Kir'in ana tarafından akrabası olan Tomris, kendi ulu­ l arının ve Asti ak'ın intikamını ondan alacak, başını keserek kan dolu bur tulumun içine atacaktır. Fars, Tacik uluslarını ari ırk d iye adlandırarak yakın komşu­ larından ayırmak bu tuzağın bir parçasıydı. Midiya'nın şöhretli el beyine, kendi akrabası, dostu Alper Tunga'ya yemekte zehir vererek sonsuza kadar lanet kazanmağa, bölgede iki büyük gücü parçalayıp bin yıllarla sürecek bir İran­ Turan ayrılığı yaratmağa sarayda kök salan bu yabancı fitnesiyle düşeceklerdi . ***

Babil 'e gönderdiği elçi, Oğuz Han'ın onun topraklarından geçerek bedevi göçerlerin yaşadığı çöllere, oradan da Filistin'e, Mısır'a geçmek istediğini bildirmişt i . Az e r Gölü'nün güneyinden Babil'c giden yollar önce sık ormanlardan, ordunun geçmesini zorlaştıran dar derelerden, kayalı dağ yamaçlarından geçiyordu . Burası Araz boyu dağlardan çok farklı değildi. Sonra yol, hurma ormanlarıyla dolu düzlüklere çıkar, dayanılmaz sıcak başlar. Oğuzlar, kendileri için yeni olan hurma ormanlığında mola verd iler. Bilmedikleri bir yerd i . Uzaktan sık görünen hurmalık serin değildi, güneşten koruyan kalın gölgesi yoktu. Sadece su dolu göletler vardı. Y ir m i günde eski Ur, U r u k kentlerini geçerek adı-ünü yeryüzünü kaplamış Babi l ' i görecekler, sonra sağa dönerek Fırat'ı atlayacaklar, çölden, Filistin kıyılarından Mısır'a varacak­ l ardı. "Gelsin görelim kimdir Oğuz Han! Sonra anlaşalım" d iyen Mısır firavununa kimliğini gösterecekt i . Çöller, n e h i r kıyılarında ekilen ekin yerle ri, doğduğu yerlerden uzak olsa da, yabancı değildi. Peki, hani, çok eski çağlarda bilgi­ leri yeryüzünü bürüyen ünlü kaleler; şehirler nerde? Onların kuruc u l arının son sözleri, ıtıtsuklan (vasiyet) n e olmuştu ? 313


SABİR RÜSTEMHANLI

Onlardan kalan bilgiler, belgeler kimlerin elinde? Göz dağı gibi yükselen yöndemsiz kurganlardan, yastı-yapalak çamur dikinti­ lerinden başka bir şey yoktu . Bu ne durumdur Tanrı m ! Ad ını babasından duyduğu Babil'e yaklaşt ığı nda Oğuz'un ruhu yerinden oynadı. Bu sözle kendi uruğ-turuğu nun arasında gizli, anlaşılmaz bağlılık, sonuna kadar açılmayan, ancak bir sızık, kuşku doğurmayan kök birliği, içinden kasırga gibi geçip gidiyor­ du. ***

Şehir yakınlarında Babil Yensusu, etrafında küçük bir koruma bölüğü ile, onları karşılad ı . Oğuz ordusu çöle kondu ve ye rleşti. Şah, Oğuz Han'ı kendi sarayında ağırlamak, ona eski Babil'i göstermek istiyordu . ·

İnsanoğlunun, bilgisi yeryüzüne yayılan ilk irfan ocağından, kerpiç yapılardan başka bir şey kalmamıştı. Binlerce yıl burayı dünyanın gözü sayan herkes gözünü ayırmamış, buradan ne ise koparmaya çalışmıştı. K u t lar, Hititler, Mısırlılar, Akatlar, Asu rlular ... Ya savaşla, ya barışla, buraya gelmeyi, kendilerine bir şeref sayıyorlardı. Her defasında yakılıp yıkılan şehir, kül altın­ dan yeniden çıkıyor, canlanıyor, d iriliyor, kurul uyor, güzelleşiy­ ordu. Son defa baltayı kökten vuran Asu rlular olmuştu. Şimdiki viranelikler onların eseriydi . Bir d efayla gözleri doymamış, kül üstüne kül doldurmuşlard ı . Oğuz H a n d e r i n d üşünceler içindeydi. Arını n hala toplandığı gibi herkes bu t atlıya toplanır, hu topraklara gelmeye can atardı. Biri kurarsa, yüzü yı kard ı . B u ağuluğa, zenginliğe yüz e l birden uzanırd ı . Atalarının sonu n d a şehrin dışını seçmelerinin bir nedeni de bu muydu yoksa? Neyi ni uçurucaklardı keçe yurtların? Hangi dağın üstünde istiyorsan, oraya dik. Hangi kaynak başı . hangi ağaç gölgesi, hangi göl kenarı ruhunu çekiyorsa, oraya yer­ leş. Göz kırpma kadar kısa bir zamanda yükselt bu hafif, ancak ölümsüz saraylarını. Kuş gibi hafifsin, nereye istersen uçabilirsin. 314


GÖKTANRI

Nereye istersen yeniden dönebilirsin. Başın uçmayacak, toprağa düşmeyecek, yerinde, yurd u nda tepe tepe taş yığınları olmaya­ cak, ağaçlar kesilmeyecek, kaya toplamayacak, kil yoğrul maya­ cak, sıva yapılmayacak. Yeryüzünde yaşayanlar hala bizim ruhu­ muzun tanrısallığını, doğrudan doğruya göğe bağlı, kanatlı i nsan­ lar olduğumuzu bilmiyorlar. Bir çamur örgüsü yaparak bir yere muhlanmakla, yazın, kışın adımlarına uygun adım atmanın, yer­ lerle, göklerle birlikte köks ötürmenin, onların parçası gibi yaşa­ manın farkını görmüyor mu hunlar? Yaşamak Tanrı payıdır . . . Bize ayrı yol verirse, bu bizim suçumuz, kolumuzun güçsüzlüğü değil. Bu uçuklar yerin göğsünde yaradır, dağdır. Ne kürüyerek bir tarafa dökmek oluyor, ne kayayı, taşı birbirine yapıştırmak. Temizlense, yerin e çimen, çiçek gelirdi. Ancak uçuklar kangal yetiştiriyor. Birden görüntü değişti, harabeler arasından gözü yuvarlak alaçıkları gören Oğuz Han için, düz kesimleriyle, yerlerin, gök­ lerin çizgilerini bozmuş gibi görünen, bir yanı uçsa da, bakanın aklını yerinden oynatan iri ala kapı ve onun arkasın d aki tapınak görünüyordu . Oğuz Han, keneşçisi, veziri, koruyucu Alpleri n i n arasında Manalı tercüman da yan larında, çok uzak bir geçmişe dönüyor­ muşçasına bu merd ivenlerle tapınağın geniş kapılarına doğru yürüdü. İçinde Ata ü nüre ilk girdiği günleri n d uygul arına benzer, d uygular vardı . Öyle sanıyordu ki, karanlıktan sanu n a kadar gidemediği mağaradan bu mabede yer altından uzun bir yol var, orada kaybolanlar, Savalan'da bulunamayanlar, burada bulu­ nacaktı. "Şimdi önüne Kam Ata çıkacak " deselerdi, ona da inanırdı. Babil Şahı "Asurl uların yerle bir e ttiği şehirden yalnız bu zig­ gurat, bir de saray kaldı" dedi. Onların dağıl masına Marduk Yaratan, izin vermedi, onları korudu. Bir de az önce gördüğü nüz, bizi göğün belalarından koruyan sevgi ve savaş ilahesinin adına yükseltilen ve Sümerlerin İnan dedikleri İştar kapıları kaldı, 315


SABİR RÜSTEMHANLI

onların da yarısı uçmuş durumda. Oğuz Han kendi kendine "sevgiyle savaşın da ayrıca Tanrısı olursa sonu böyle olur!" diye düşündü. Ulu Tanrı, kendi yolundan sapanlara bela gönderir. Mabedin d uvarları üzerinde Ata ünürde gördüğü putlara benzer, taş, mermer, ağaç yapılar vardı . Şah o nları tanıtıyordu . Tapınaktan sonra saraya gittiler. Şahın zigguratlarla ilgili söz­ leri bitmemişti. Onun dilinde Oğuz Han'a önceden duyduğu bazı sözler ulaşıyord u . En çok duyduğu da Tanrı sözüyd ü . Onlarda da yaratanın adıydı. Tercümanın anlattığın a göre Babil'de tengri­ lerin adları değişmişti. Sümerlerde onların sayısı bilinmiyord u . Enki, i ç m e sularının, kuruculuğun ve sihirbazlığın tengrisiyd i . Onun hanımı Ninhu rsak göklerin tengrisiydi. O nların oğlu Enlil, ay tengrisiydi. Ay tengrisinin oğlu Ut, güneş tengrisiydi . İştar denilen onun kızıdır ve eski adı İnan' dır. Dumuzun . . . Oğuz H a n o n u n sözünü kesti: - Yansuya anlat: Biz bir yaratan tanıyoruz. O da Tanrı'dır, Göktanrı. Bu yerin de, ayın da, yıldızların da, sevginin ve savaşların d a, bollukla, bereketin de yaratıcısı ve yöneticisi odur. Sizin bütün küçük tengriciklerinizin işini bizim Ulu Tanrımız görür. Güneşe öyle, biz de ateş diyoruz. Babil Şahı yerli töreye göre, hem de baş kahindi, Oğuz Han ' ın Göktanrıya taptığını, elini putpereslikten kurtardığını biliyordu . , ancak şimdi kimin doğru yolda olduğunu tartışmanın zamanı değildi. Onu dinleyerek " büyük hakanın i nancını biliyorum" dedi, sonra zigguratların S ümer-Akat kentlerihdeki yerlerini açıklamaya devam etti: "Doğrusunu isterseniz kentler, şehirler, mabetler ile başlar veya mabetlerin her biri bir kenttir. Burada yüzlerce , binlerce insan çalışır. Kahinler, yazarlar, biti-pili, papirus ve eski kitapların, kil levchaların, çivi yazılarının koruyu­ cuları, hakimleri, hizmetçi leridir" . . . Şehrin kenarları, i nsanda a c ı d uygular uyandırıyordu . Hiç kim316


GÖKTAN RI

senin aklına gelmezdi ki, aradan yüz yıl geçmeden, bu yerler yeniden kurulacak, canlanacaktı. Bugün Babil'e diz çöktüren Manlar, onun gücüyle karşılaşacaktı. Şimdi ise Babil Şahı, eski­ den kalanlarla övü nüyor, büyük hakana daha çok o günlerin kalıntılarından, zigguratların hangi çağda yazıldığı bel l i olmayan kitaplarından, piticilerden, yurd u n u n geçmiş günlerinden konuşuyordu. Tan rı'dan Koşa Çay arasının son başçısına buyruk gel mişti. "Sarciya ayın ı n on beşinde, yeri göğü su basacak. İlk, orta ve yeni devrin bütün sırlarını, i nsanın kökün ü , şimdisini, geleceğini, sonunu gösteren, bütün d ü nya sırların a açar olan eserleri güneş kentinin yanındaki Sippar'da göm . " İnsan oğlunun başına gelen b u felaketler yeryüzünün her tarafında birbirine benziyordu. İster eski türk mağaraları olsun, ister Babil çölleri. İnsanlar kendi yarattıklarını korumak için akla sığmaz yol l a r arıyorlar. Ama Tanrı i nsan h afızasın ı n uzun olmasını istemiyor. Beş-altı bin yıl öncesini bilmesini yeterli buluyor. Çok şeyi bilse, gökten gel e nlerin peşine düşecek, Tanrı'ya el atacak. Zaten eski bitikler ve yazılar sadece Tanrı'nın kendi diliyle, onun gönderdiği simgelerle yazılıyordu. Tanrı, yüzünü, sözün ü i nsandan gizli tutmayı üstünlük bilmişti. Oğuz Han sordu: - Burada kasırgadan önceki yazıtlar d a var m ı ? Şah, yaralı yerine dokunulmuş gibi : - Yok ! Bütün yollar birkaç bin yıl öncesinin çıkıl m azlarında kesiliyor. Biz tengrileri n dilini unuttuk ve bunun cezasını çekiy­ oruz. Oğuz H a n yine sordu: - En eski bitiklerinizde neler yazıyor? Şah, hakana dikkatle baktı. Uzak kuzeyden, belli olmayan yer­ lerden gelmiş bu yabancı hakan ondan başka şahları ilgilendi rmeyen şeyler soruyordu. 31 7


SABİR RÜSTEMHANLI

- Te ngriler halimize acıyarak bize büyük atamlarımızın elin düze n i n i koru mak için yazılmış kanunları saklamışlar. Oğuz Han dedi: - Örnek gösterebilir misin ? Şah: - Çok eski bitikler kil levhalarda, papirrusta, deride birl i kte korunuyor. Biri kayboluyor, biri kalıyor. En eski belge bin beş yüz yıl önce Sümer'in e n ünlü kentlerinden olmuş Ur'da yazılan "Ur-namiye"kanunudur. Asur yağmalarından kalan budur. Oğuz Han dedi: - Tan rı bizi buraya getirmişse, bin beş yüz yıl ö nce e l başkanı olmuş kişilerin sesini duymadan gidersek, suç olur. Şah güldü: - Onu yazdıran devletçiliği ile övünür: "Ben yetimi varlıklıya bırakmadım, dulu zorluya vermedim. Bir silkesi (bir ağı rl ık ölçüsü. 8. 4 gr) olan adamı, bir minası ( Eski Sümerde ağı rlık ölçüsü. 505 gr. ) olan adama vermedim. Bir koyunu olan i nsanı, bir sürüsü olan insana verme d i m . Kendi ordu başçılarımı, analarımı, kardeşlerimi, onların aile lerini ayırdım. Onlara her şeyi verdi m : Ancak onların nazıyla hareket etmedim. Ben gad ­ darlığa uymadım. Kırgını, zorakiliği . . . pisliğe, kötülüğe çağırışları toprağa gömdüm. Ü lkede doğrulu ben kurdum : " Şah, hakanın dinlediğini görerek devam etti: "Daha sonra kanunda yazılıyor: Birinci, eğer i nsan katillik yaparsa o öldürülmelidir. İkinci: eğer insan haydutluk yaparsa, o, öldürülmel idir. Üçüncü : eğer i nsan başka bir i nsanı özgürlüğü nden mahrum ederse, o tutuklanmalı, hapsed ilmeli ve on beş silke gümü� ödemelidir . . . Altıncı, eğe r genç adam ı n karısını başka b i r adam zorlayıp ona tecavüz etse, o adanı öldürülmelidir. 318


GÖKTAN RI

Yed i nci, eğer oğu l babasına vurursa, eli kesilmelidir." Şah, sanki kanunları görüyormuşçasına okuyarak arcbcıl (bir biri arkasın a ) söylüyordu. - Eski çağların haki mlerinin böyle çok kanunları vardır, söyle­ mekle bitmez. Oğuz han güldü: -Demek istiyorsun ki, yazılan yeri nde kalıyor, ulusları yöneten ayrı kanunlardır. Şah ded i : - Yok, öyle demek istemiyorum. Bu kanunlar olmasa, Sümer yükselemez ve tari h i n başlangıcı olamazdı. Sonra ne düşündüyse tekrar konuştu: - Burada cemiyeti yönetmenin bütün yol ları, komşularımızla ilişkilerimizin tam tarihi var. Sizin karşınızdan kaçan Asurluların şahı yazdırmış: " Ben büyük Şarro, muhteşem Şarro, dünyanın Şarrosu, Asurluların Şarrosu, yeryüzü nün dört ülkesin i n Şarrosu, büyük Allahların sözüne bakan, müdrik, gerçeğin taşıyıcısı, adalet aşığı, iyilik timsali, ezilenlerin desteği, büyük kahraman, yorulmaz erkek . . . " Sonra yine yazar "Azi, Amadana, Mikani, Alaya. Tepurzi, Turulimzi ülkelerin i n bütün topraklarını kendi ülkeme kattım. " Oğuz H a n güldü ve tercümana dedi: - Şaha anlat, bunları yazdıranlar dünya dediklerinde Manlarla, Mısırlılar aras ı n ı d üşünmüşler. Bunlar d ünyayı ne bilir? Ye ryüzünün gecesin i . gündüzüne katan, e n uzak gün çıkan denizinden, Çin ' i n kuzeyinden başını alıp gelen benim. Benim bayrağı mın altında yüz Asur ülkesi gibi ülke var. Bırak, şah bitikçi lere bunu da yazdırsın. Oğuz Han, şaha bir top Çin ipeği ve dölek bir a t hediye etti, ordasına döndü. 319


SABİR RÜSTEMHANLI

Bütün gece, şaha söylediği sözleri düşündü. Gerçekten de, ne Kazılık Dağı 'nın küçük beyleri, ne savaştığı el başçıları Oğuz d ü nyasının yüzde yirmisini bile görmemiştiler . . . Ancak tapınağın bitik saklanılan yeri onu kaygılandırmıştı. Burada bizim hiçbir izimiz yok. Sümerce'den kalma tengri, ot, gür, gibi beş on sözden başka. Hoş, hiç Sümerce'de korunmamış. Akat, Asur onu mahvetmişler. Ata Ü nür'ün soyulan belge sakla­ ma yerinden ve Kam Ata' d a n sonra e sk i bağları, tarihin başlangıcına giden yolları kim gösterecek ve buna kim inanacak? Bu otuz çeşit tengrisi olan şahı, sahip olduğu her şeyin , bu dilin, yazının, yapıların , halkların anası Sümer'in onlara bağlı olduğuna i nandıran bulunabilecek miyd i ? Gören bu tabaka tabaka papirus ve deri yazılar, bu sayısız kil levhalar, orda, Tarım boyunda belki on bin, belki yirmi bin yıl önceki amansızlıkla yola koyulan, dünyanın bütün sırları n ı n korunduğu şehirleri ejderha gibi emerek yutan, asıl cennetin üstünde sonu görünmeyen bir kum denizi yaratan fel aketler hakkında, hiç olmazsa, birkaç kelimelik söz koru n muş mu? O kum okyanusu altında bile kitap dünyası, yazılar, Tanrı diliyle söylenmiş, dünyanı n başından sonuna bütün olanları ve olacakları koruyan hazineler öylece katları açılmadan kal mışlar. Kimbilir, belki bir zaman başka bir kazırga gelecek ve kumların ağzını geriye çevirecek. Kam Ata, orasını acun bilgilerinin açarı sayıyordu. Burada da ne zamansa bulunur diye, her şeyi toprağa göm­ müşler. Bir yandan kum, bir yandan su, bizi kovarak çöllere bıraktı. Şimdi bu çamur ayıklayan kahinler dünyanın ilk sırların­ dan konuşuyorlar . . . Oğuz H a n b u duygularını bölüşecek birini arıyor ve h e r zaman olduğu gibi yalnız buyrukçu-keneşçisindcn başkasını bulamıyor­ du. - Kamların bildiği bilgileri korumalı, kendimizi kendimiz tanı t 320


GOKTANRI

malıyız. Bırak bu seferler bitsin , kimliğimizi dünyaya göstere­ ceğim. Bu ziggu ratlar yalan o lacak. Bilge Hezer söyledi: - Büyük hakan, e l d iyorlar, ama ben bu yerlerde e l görmedim. Her kent kendisi için yaşıyor. B u rada kaleler var, kentler var, ancak bizdeki gibi ucu bucağı görü nmeyen ülke yok. Yeri, yurd u , toprağı yok. Kader ne yazarsa yazsın. Sonra çökecekler. Oğuz H an dedi: - Beni üzen de budur. Asur Şahı'nın yazdıkları beni ayılttı. Bunlar dil bahadırıdır. Ellerinden bir iş gelmez. Ama her biri bir yazan bularak dan d u n kendini övdürüyor ve övgüleri taşa, duvara yazdırıyor. "ben Tanrı'nın yerdeki gölgesi . . . " kafasızlıktır! Yenenle, yenilenin yazdıkları arasında fark yok. İ kisi de kendi­ lerini büyük sanıyorlar. Onlar, i nsanoğlunun geçmişine öyle düğümler atıyorlar, o nl arı öyle kuyulara salıyorlar ki, gelecekte kimse bu işi çözemeyecek. Kendi yaşamlarını bir yana bırakarak öyrüt koşmakla uğraşıyorlar. Birbirine bir tavuk veriyor, sonra onu da kile yazdırıyorlar. Yazık değil mi, kafaların ı bu çöplükle niye dolduruyorlar? Tavuğu veriyor, yarın geri alıyor ve bununla iş bitiyor. İ nsan d a birbirine bu kadar saygısız olabilir m i ? Biz doğru yoldayız. Büyük Tanrı'mız, bizi doğru yola götürüyor, gide­ bilirsek! ... ***

Babil'de gezergi kadmlamı (fahişe) çokluğu Oğuz ordusu için beklenmeyen sorunlar yarattı. Akşamları askerleri hayat kadın­ larının toplandığı sikertulardan, yani hayat kadınlarının oyun , eğlence yerlerinden ayırmak çok zor oluyordu . Böyle yerler çoktu . Törelerine göre, kim isterse böyle bir açabilirdi. Kıvırcık saçlı ve bu saçlarıyla başkalarından kolaylıkla ayırt edilen gezcri adlandırılan kadınlar akşamları bu yerlerde toplanıyor, kamışla arpa suyu içiyorlard ı . Yol larda gulu denen, çoğu da köleler arasından çıkan homolar d a geziyordu . 32 1


SABİR RÜSTEMHANLI

Çocuklarının d i n ocaklarını yağmalaması bir tarafa, bu kad ın oyunlarına d a bulaşmasını duyduğunda, Oğuz kızdı ve bu uğur­ suz yerden acele ayrılmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. Ordu dinlenirken hakanın oğulları yine dört bir yana saldırmı§, kentin çevresini dolaşmış, keçiden keçi, koyundan koyun, altın­ dan altın, ne bulurlarsa yağmalamışlard ı . Y i n e Ö kd i l h a t u n oğl anlarında Oğuz'a şikayetçi oldu : - Seni dü§ünmüyor bunlar! Tanrı'ya hoş gelmez! Bizi çalıp çapana eşit tutmasınlar. .. Oğlanlarının, askerlerinin yerli kişilerin malına-varına el uzatması hakanı öfkelendird i . Çocuklarını topladı: - Töre lerimize neden uymuyorsunuz? Beni anladınız mı? Gün Han sordu: - Han babam ! Töreyi nerede bozduk? Kardeşler birbirlerin i n yüzlerine bakıyor, neler olduğunu anlayamıyorlardı . Hakan oturduğu yerden sıçradı: - Yeryüzü n ü n o başı ndan, bu başına geldik. Önümüzde eğilmeyen olmadı. Babil'de eğildi, baç veriyor. Biliyorsunuz bun u ! Buna rağmen at koşup Babillilerin gönlünü kırmak, araya gölge koymak, evleri yağmalamak hangi geleneğimize uyuyor? Benim gittiğim yerlerde, i nsanları incitmemek, Oğuz'un adını korumak yarlığım yok mu? Tanrı elçisinin belinden gelenle r dü§ünüyorlar m ı hunu? Size bakan bana güvenir mi? Gün Han: - Düşünüyoruz, d iyerek babasının gazabını yatıştırmak içiıı uygun sözler aramaya başladı. Ancak hakan onu dinlemedi: - Bana bakın ! Düşünmediniz. Burada, bin be§ yüz önce yaşayanlar bile, töre ve bitikler yazmışlar, onlara uymuşlar. 322


GÖKTAN RI

Haydutluk yapan, başkaların ı n özgürlüğüne saldıran suçlanmış, eli kesilmiş, öldürülmüş. Elin düzeni başka türlü korunmaz. Töreye e ğilmeyen boyun lar vurulacak, kendi oğl u m olsa bile ! Çocukları diz çöktüler: - Suçluyuz baba, affet! Son olacak! Hakanı n sözü bitmemişti: - Bu seferlerden öğrendiklerinizi unutmayın. Tanrı savçısı n ı kendi oğlu da dinlemezse, kim d i n ler? Bizim gücümüz, ruhu­ muzun büyüklüğünde, doğru luğundadır! - Yağmaladı klarımızı geri veririz, affet bizi, baba! Oğuz Han'ın gözündeki gazap yavaş-yavaş yumuşadı, içinde esintiler dolaştı. Görelim oğu llarına neler söyledi: " Kartala ok saplanmış, kartal, okun sapını görünce "bana, benden oldu'', demiş. " Töresini bilse kişi, yürüyecek her işi. Töresiz kişilerden kendini koru. Yalan kapıdan girince, töre bacadan kaçar. Kan ile töre korunmaz. Beylere her korku boğazlarından gelir. Doğruya sakış, eyriye kıyık vardır. Yemek solunda, akıl sağındadır, her birisi kendi yasağındadır. Bir kına iki kılınç girmez, bir atı iki erkek alıp oturmaz, bir otağa iki onur yeri sığmaz. Töre bir olur, unutmayı n ! Töre bilmez, görksüz olmayı n ! Varlığın , altının esirliği, şarap esirliğinden kötü olur! Oğulları dinlediler, hakan babalarının gönl ü rahatlayınca,

323


SABİR RÜSTEMHANLI

otaktan ayrıldıl ar. ****

Babil'de birkaç gün dinlendikten sonra ordu, Fırat boyunca güneye doğru yöneldi. Her tarafta görüntü aynıydı. Her kent küçük bir eldi. Karşı koymaya gücü yok, ancak şişinmekten deri­ lerine sığınıyorlardı. Yollar boyu eski sarayların, kaleleri n yıkın­ tıları gön ü l sıkıyor, yükselme döneminde yeryüzünün e n yüksek yarangusu-insanı olanlar, şimdi sinmiş, boğulmuş bir haldeydiler. Tapı nakların önünde el açanların sayısı bilinmiyor, nehir boyu ekin-biçin, sanki kendi kendine işleniyordu. Köylü topraktan soğumuş, toprağa küsmüş gibiydi. Ü stlerine deri sarılmış kamış kayıklar nehird e üzgün-üzgün dolanıyor, ilk bakışta, aşağıya ya da yukarıya doğru yüzdüğü anlaşılmıyordu. Çin'dekine benzer gürültülü, kalabalık şehirler göreceği n i bekleyen Oğuz Han d üşünceliydi . Bu düşüncelerini y o l boyunca yalnız keneşçilerinden B i lge Hazar'la bölüşüyordu. Babil'den sonra B ilge Hazar, hakan oğu l larına gizli takipçi koymayı, yerlil­ erle n asıl i l işki kurduklarını izlettirmeyi uygun görmüştü. Gidilen bütün yerlerde onlara karşı çıkmada n baç verip ağırlıy­ orlardı. Basra'ya varmadan gün batana dönere k Mısır'a gideceklerin i söylediği zaman, bataklıklardan, sonra sahrad a n geçmen i n zor­ luğundan, yılın şimdiki zamanında orduyu yorgun d üşüreceğin­ den bahsederek onu, yolundan ayırdılar. M an t ardan o nlara katılan kılavuzlar başka bir yol gösterdiler. Oğuz Han, oluşan yen i durumu, beyleriyle ve ordu başçılarıyla tartıştıktan sonra geri döndü, Dicle ile Fırat'ın birleştiği yerden yukarı, Dicle'nin sol sahiline geçti . Eski Elam yolu ile Samire'nin gün çıkanından yürüdü, Erbil yoluyla dağlara çıkarak kışa kadar orada kaldı. Bu 324


GÖKTANRI

yolla gel mekte olan Akışer'le karşı laşmadı. Ü l k e içinde Maderlerin ayaklanması Akışer'i yolunda bekletmiş, geri dönm­ eye hile kalkmıştı. Daha sonra, M usul yöresinde kışlamış, yaz öncesi, yaylalardan geçerek Rakka'ya gelmişti. Yerli uluslar bütün komşu ülkeleri titrete n, adı d i llerde gezen Oğuz ordusunu gördüklerinde, yollara dökülüyor, onları tansuklarla, armağan­ larla karşılıyorlardı. Oğuz Han'ı asıl sevindiren bu kadar uzaklar­ d a olmasına rağmen, çöllerde, gel i p geçtiği yaylalarda onları karşılayanların onlarla bir d i lli olmalarıydı. " Tanrım, her yerde biz varız" diye düşünüyordu . Fırat'ı geçtiler, eski kervan yol u ile i lerleyerek Halep Kalesi 'ni kuşattı. Karşısına kimsenin çık­ madığı nı, kale kapıları n ı n açıldığını görünce, kaledekilere yumuşak davrandı. Ancak sıcaklar, onları burada da rahat bırak­ madı. Güneye, Demeşke'ye doğru yürüyüşün orduyu yoracağını anlayarak o akını son bahara bıraktı "Gün doğan denizine gide­ lim! Atlarımızı serinletelim" diyerek o zamanlar, karışık ulusların elinde olan Antakya Kalesine doğru yüzün ü çevirdi. Ona "şehrin sayısız kapısı olsa da, şehir alınmaz" d emişlerdi. Onların teslim olun çağırısına, şehir başçısı "eğer atlarınızın kanadı varsa, uçarak konuk gelebil irsiniz" diyerek gülmüştü. İ l k baskı v e kapıları kırma uğraşı netice vermedi . Oğuz, kaleden biraz uzakta ordalandı. Altın başlı çadırını bin­ lerce alaçık çevreledi. G ü n hatandan sonra Oğuz H a n ordu şad­ l arını ve bütün el beylerini keneşmeye çağırdı . - Beyler! d e d i , yeryüz ü n ü n s o n u n a geldik. Karşı ta raf, Keltlcrin, Frenklerin, Ellinlerin ü lkesidir. Onlara da boyun eğdi­ receğiz ve gün çıkandan, gü n batana bayrağımızın gölgesi düşmeyen yer kalmayacak. Yol hu kentten geçiyor. Yenilirse k bütün dü nya duyacak ve geri dönüş yollarımız kapanacaktır. Beyler çok düşündüler. Biri dedi: - Bunları kaleden dışarıya çıkarmalıyız. Başkası sord u : 325


SABİR RÜSTEMHANLI

- Çıkmazlarsa ne yapacağız? Bir başkası da dedi: - Lağım kazalım ! Oğuz'un sesi gürledi: - Solucan yoluna Oğuz sığmaz! B i lge Hazar dedi: - B i r tek b u rca tırmansanız yeterlidir. Oğuz H akan bunu beğendi: - Karan lıkta kale d işlerine kemet atarak bir suru alsak, ordan kente yayıl ırız. Duyup yetişseler, yanar oklarla başlarını birbirine katarız. Erkesi gün Oğuz, okçularının yardımıyla sol kanattaki burç temezlense de, örkenle ( m erdiven ) yukarı çıkamadılar. Komşu surlar birbirlerini koruyabilecek şekilde düzenlenmişti. Oğuz han savaşı izliyord u . Sonra dayanamadı, atını i leri sürd ü : - Ehey, beyler! Yüksek, yüksek dağları aşarak b u taş yığınında mı durdunuz? B u anda kaleden atılan bir ok, onun ileri sıçrayan ak atının göğsüne saplandı, Oğuz Han attan düştü. Koruyucu alpleri, hemen etrafını çevirdiler ve onu geriye götürdüler. At d üşerken hakan omzundan yaralanmıştı. Nice yıllık savaşlarda ilk defa dizi yere değmişti. Altı oğlunun, altısı da zar zar ağladı. Oğuz Han: - Hanım gibi ne bağlayıp duruyorsunuz? Bana bir şey olmadı ! Olsaydı da yerime siz varsınız ! , dedi. Bi lge Hazar söyledi: - Büyük hakan senin düştüğünü yağılar da gördü. Bu gece 326


GÖKTANRI

orduyu toparlayıp gitmeliyiz. Bı rakı n , güçleri yetmedi, geri döndüler, ya d a sana bir şey olduğunu düşünsünler. Ertesi gün küçük bir birlik şehir önünde görün ü p uzaklaşırsa "ellerini toplayıp kaçtıl ar" diyerek arkamızdan koşacaklar. O zaman pusudan çıkan ord umuz, işi bitirir. Oğuz Han bu sözleri beğendi. Söylenenler aynen yapıldı. Ertesi gün, kaledekiler gerçekten de bu tuzağa düştüler. Kaleden çıkarak Oğuz askerlerini izlerlerken , dört taraftan akıp gelen atlılar onl arı çırpıp yumağa çevirerek ezdi . Oğuz Han'ın arabası şehrin baş kapılarından birin d e n girerek n e h r i n kıyısın d a yapılmış süslü sarayın önünde durdu. Tam orada, açık havada altın tahtı kuruldu. Doksan binlik ordu ve yol boyu o nlara katılmış kadı nlar, erler şehri doldurdu. Ancak ordunun büyük kısmı yine dışarıda, ardada, çadırlarda kaldı. Birkaç gün sonra Oğuz Han elçilerini her birinin yanında yüz atlı ile Şam'a, Mısır'a gönderd i . Elçileri yerli haki mlere onun istek ve taleplerini ilete­ ceklerdi. Onun savaş töresini anlayamıyorlardı. Bu bölgelerde savaş öncesi haber göndermek görülmemiş bir işti. Yağı olan komşu ülkeyi, habersiz talan ederler, dağıtırlar, alınan kentleri yakıp küle çevirirler, caduları, yatçıları i leri gönderirler, onların dili ile yağıyı l anetlerler, o kentlerin bir daha gün yüzü görmeme­ si için tanrılarına dualar ederlerdi . Oğuz Han, bastığını kesme mişti. Erce d avran mıştı . Savaş önce­ si e lçiler gönderiyor, konuşmalarla karşısındakine boyun eğdiriy­ or, vergisini alıyor, cezadan kaçanları geri istiyordu. Vermeseler, ikinci bitiki gönderir, olanları hatırlatır, yağıya hatasını gösterir, sonra savaş zamanını bildirir: "gücünüzü toplayın, geliyoru m" derd i . Ara sıra savaş öncesi, yağılar arasında at yarışları, ok, kılınç ötküleri (yarışma) geçiril ir, seçiler erlerin, ordu başçıları nın vuruşmaları ile iş biterse, ordu savaşa katılmazdı. Onun elçilerini saygıyla karşı layan, şartlarını kabul eden ulus başçılarını bağışlar ve çok zaman yeniden kendi tahtlarına otur­ turd u. Onun güçlü olduğunu kabul e de nlerle işi yoktu. Bacı n 327


SABİ R RÜSTEMHANLI

zamanıda, arkası kesilmeden verilmesi yeterliyd i . Yenileni küçül tmez, gönlüne uyarsa, kan karıştırıp akraba bile olurdu. * * *

Oğuzların , onlara katılıp gelen akraba ulusların, h ızla artarak çoğalması, bölgede en büyük güce çevri l mesi, Kaspi ile Karadeniz arasına yerleşmesi, gün batanda Adalar Denizi sahil­ lerine kadar yayılması, Manian, Maderleri, U rartuları, bağımlı duruma getirmesi, Babil'i, Asur elini darmadağınık edere k onl ar­ dan öç alarak barışması, her iki ülkeden geçip gitme yeteneğini kazan m ası, komşu ü l ke leri oldukça korkutmuş, canlarının korkusuna düşmelerine sebep olmuştu . Oğuz Han Antakya'ya yerleştikten sonra, bayrağı altına aldığı yerlerin yönetim şekillerini düşünüyordu. Kendi düzenlerini boz­ mak istemiyordu . Kendi ord usunda yüz yıllar boyu şekillenmiş, aşağıdan yukarıya her kesin yerini gösteren bir d üzen , d eğiştirile­ mez töre intizamı vardı . Ulusun kabile, tayfa, beylik bölümleri sonda geliyor ve belli boylarda toplanıyordu. Bir ünle, yarlıkla elini gününü kaldırıp dünyanı n bu başından öbür başına götüre­ bilirdi. Yeni aldığı yerler ise d üzensizdi. Çeşitli kurumların adı vardı, kendi yoktu. Sayısız küçük kent toplumları kendilerini el sayarak arkası kesilm eyen savaşların içinde çabalıyorlardı . Parlak isimlerle kendilerini devlet sayanların çoğu bir kentin surların­ dan dışarıya çıkamıyordu . Bu surlar içinde yaz-kış işsiz oturuyor, kurgu kuruyor, yalan üretiyorlardı. Her birinin kendi yazarı, her birine ulu bir kök uydurmuştu . . Bu soy kütüğü gelecekte kimin eline geçse, o, bunun karşısında şaşırıp kalacaktı. Bir yeri, o nlar­ ca bey ve hakan arasından nasıl bölcceklcrdi? Zaten her biri, kendini yeryüzünün sahibi sayıyord u. Anlamıyorlardı ki, yerin Tanrısal sahibi şimdi gelmişti . Gün doğan, gün batan arası benim elimdeyken küçük kaleciklerinde kendini büyük sayanl arın vay haline ! Kör ve sağırlar sürüsü büyle acundan habersiz gelip gidiy­ orlardı. Bu nları düşü nürken, Oğuz Han ulusunu bekleyen acı gü n lerin esintilerini de hissediyord u. Kaspi'den Karadenize, 328


GÖKTAN RI

Kazı lık Dağı'ndan, Koşa çay arasına, n ereye at sürdüyse, ovaları ve yaylaları eli ile dolu gürdü. Fakat, bunların birlikleri yoktu. İ ş bilmez, şehirlileri n karn ı n ı d oyuruyorlard ı . Ke n d i lerini yeryüzünün sahibi sayanlar sanki onları görmüyorlar ya da i nsan saymıyorlardı. Yüz yıl larca, bin yıllarca böyle yaşayıp izsiz, sessiz çekip gitmişler. Rutubetli tapınaklarda, bitikçilerin, piç saray tar­ ihçileri n i n gelecek için hangi uydurmaları hazırladıklarından bil­ gileri yoktu. Varlıkları inkar e dilecek. Ancak, kim ne yazarsa yazsın , onlar vardı, bu gerçekti! Oğuz Han, şimdi, geçen çağın, alınyazısının, hakanları n ve can alanların bile bilemedikleri Ata Ünür hazinesinin değerini daha güzel a nlıyordu. Yeryüzünün yarısına beylik eden ulusunun buralardaki duru­ m u onu üzüyord u . ***

Nereden geldikleri belli o lmayan, çok sayılı, lıikkeli (hilekar) , dalaşkan bir toplumun içindeki kaynaşma göz ö n ü n d eyd i . Bölgede onların yarattığı hava, birilerinin d illeriyle bilerekten körükleniyordu . Durup oturup, i pe sapa gelmeyen , yasalara, törelere sığmayan bu kütleden konuşuyorlardı. Oturduğu bu kentten, gün batana doğru deniz kıyıları, adalar­ dan aralıksız gelen göçlerle doluyord u. Hellinler yeni gelseler de, d e nizin görkl ü yerle rine yerleşiyorlardı . Hitit, Asur, Lidya, Frigya, M ısır. . . Bir değil, iki d eğil. B u sıklıkta, kendine yer bulup yaşamak için yaylak-kışlak hayatı yeterli değildi. Fakat, yer bulup şehi rlere yerleşince, hu akın da d u racak, dilekleri yarıda kalacak­ tı. Duygularını kiminle bölüşsün? Diyerek erlerin kolunu boşalt­ mak istemiyordu. Hele, Hitit, Frigya, Huri ve U rartular arası nda­ ki gizli konuşmalardan, çaparların ara vermeden, aşağı Asya denen hu bölgeyi karış karış tarayarak ona tuzak kurmalarından habersizdi. Şehirde karışıktı. Oğuz eli, yerlilere saygılı d avranıyor, kutsal 329


SABİR RÜSTEMHANLI

yerleri koruyor, mal mülk dokunulmazlığı herkesi rahatlatıyordu. Ancak gözü doymayanlar da sayısızdı. Böylelerine acımasızdı . Bir gün şehrin gün batanı tarafında Oğuz Han'ın oturduğu çadırdan sağ tarafta yaşayan Yahudilerden çerilerinin koyun, keçi çaldıklarını duydu : - Hemen sahibini bulup, malları geri versinler, dedi. Bir gün sonra çadıra bir Yahudi getird iler. Karşısında diz çöktü : - Büyük hakanım, dedi ve gözü yaşardı. Bu şehir göklerin l an ­ etlediği b i r şehirdir. Adı n ı duyduğumuz hakanlard a n burayı almayı d üşünmeyen olmamıştır. Her gelen yamalar, d ağıtır ve gider. Bir yandan da yerin ara vermeyen si/kele11111eleri (deprem). Her gelen, kendi kimliğini gösterir. Size kadar, hiç kimse, çaldığını geri vermedi. Bugün geri verilen mallarım sana kur­ bandır. Bu doğruluk ve töreyle, yeryüzü sizi ndir. Karşınızı kesen olmayacak. Oğuz Han sordu : - S e n kimsin ? - B e n b i r Yahudi tüccarıyım. - Benim erlerimden şikayet eden çok mudur buralarda? - Hayır, büyük hakan ! Bu gözü toklukla senin erlerin d ü nyanın efendileridir. Ancak işiniz i berk (sıkı) tutun. Komşular topar­ lanıyor, size karşı gelecekler. - Bırak ge lsi nler. Ayrı ayrı , her birin i n üstüne gi tmeye zamanımız yok. Hepsini birlikte ezeriz. Ancak, bana, bu bilgiyi nereden aldığını söyle . Yahudi dedi: - Biz tüccarların bilmediği şey yoktur. - Çok yerler mi gördün? 330


GÖKTANRI

- Dünyanın yarısını. - Çin'e de gittin mi? - Yok, Öküz Nehri'nden, Beş Su'dan geri döndüm. - Çin tarafında da Beş Su var, Beş Balık d iyorlar. - Yok, ben İ nci Nehri'ne bile ulaşamadım. - Bizim dilimizi nereden öğrendin? - B u dili bilmesem iş yapamazdım. Tüccar, Oğuz Han'ın ilgisini çekmişti. Bunca yerleri gezmişse, bilgisi de çoktu, demek ki. - Şehrinizi aldığım için , beni kınıyor musun? - Hayır desem, korktu sanacaksın. Evet desem, kendimi aldatacağım. Burası yel çekendir. Kimin olduğu da belli değil. Kim güçlü ve doğruysa, onun olacak. Oğuz Han, tüccarın gözünün içine baktı. Gözüne ok gibi giren bu bakışlar karşısında tüccar eridi. Uzun saçlı, beyaz, temiz yüzü bu yaşta ışık saçan, oturduğu yerde de böyle iriliği ile herkesi korku tan hakanın yanına geldiğine şimdi pişman olmuştu. - Çapulcu, yağmacı, yabancı topraklarına göz diken değiliz biz! Çin'den buralara kadar yeryüzünün yarısı bizimdir. Kimi işgal etmişiz? Zaten bizden başka, kimse yaşamıyor gördüğümüz yer­ lerde. Kimsenin malını zorla elinden almadık. En büyük yağma, ruhların yağmalanmasıdır. Biz, insanların ruhlarını kendilerine geri vermekle, Göktanrı'yı tanıtmakla, sizleri küçük, oyuncak tapınaklardan kurtarmak istedik. Bu yolda herkese bağımsızlık verdik. Yahudi, gözünü ova, ova: - Sizi anlıyorum, dedi. Oğuz Han, ilk defa gördüğü bir tüccarla, böyle içten konuş­ masın ı n sebebini bilmiyord u . Ke n d i lerinden birisine değil, 33 1


SABİR RÜSTEMHANLI

konukla konuşmak istemesi gaript i . - O n bi nlerce kişiyi yerinden kopararak yeryüzünün o başın­ dan, hu başına ge tiren ned ir, bilir misin? Yaşamak dersin, öyle mi? "ekmek kazanmak" dersi n, doğru mu? Hayır! Bunların hiç biri değil. Yaşamak için daha büyük yerlerimiz var, şimdi de orada yaşıyoruz. Yemekten içmekten hiç şikayetimiz olmamış. El boşluğa gi tmez. Bunun anlamını düşün ! Biz doğru l uk ve düzen geti riyoruz. Görd üğünüz töreler, ata, baba töresidir, bizim töremizdir, yarın da evlatlarımızın töresi olacak. Onu sizlere sun­ muyoruz. Biz Tan rı ' nı n ışığıyız. D ü n ya n ı n k u rtuluşu Tanrıcılıktadır! Gerçekten mi, sizler, bu sayısı bilinmeyen yapma tengrilerden bıkmadınız? Çamurdan, ağaçtan, samandan, deri­ den, köpekten, horozdan t engricik yaparak cansız putl ara karamığ ve karamat ruhlara tapanlar yeryüzünün yüksek serveti olan bizleri aşağıladıklarını düşünmüyorlar mı? Benim işim, bir ruhsal savaştır. Toprak, mal, altın savaşı değil, bunu bil ! Konuğun gözü alacalanmıştı. Karşısındakinin sıradan bir hakan, bir e l başçısı olmadığını hissetmişti. Çekinerek dedi: - Sen İsrailoğul larının yaralı yerine dokundun, ulu hakan ! Zaten biz, ezelden bir olan Allah'a tapmanın taraftarıyız. - O zaman, bizim yollarımızın birliğini ulaştır Filistin'e, Mısır'a, dedi, Oğuz Han. Yahudi tüccar kendisine verilen hediyeleri görünce şaşırdı . Ama, almamanın doğru olmadığını d a hissetti. Son olarak Oğuz Han: - Komşul arımızın hazırladıklarından yeni bilgiler olursa, bize getir, dedi. Yahudi, başı nı eğerek çadırdan çıktı. Kucağı doluyd u . Konuğu uğurl ayan öğrendi ler.

332

güdükçüler onun

n e r e d e olduğunu


GÖKTANRI

Hakanın emriyle söylenenleri araştırmak üzere keşfiyatçı Öner­ ler bölgeye yayıldılar.

333



GÖKTANRI

Kamerlerle Barış

B

ölgenin çeşitli yerlerinden, her gün yeni yeni bilgiler geliyor­ du. Tuşladan Huri orduları kalkmış ilerliyorlardı. Gün batandan Hititler de yola çıkmışlardı. Güneydeki komşular da kıpırdıyorlardı. Nerede buluşacakları hala belli değildi. Belli olan Oğuzları şehirden kovma istekleriydi. "Onlar kale savaşını becere­ mezler. Dışarıya çıkarmadan sularını keserek ellerini kollarını bağlayıp öylece mahvedeceğiz" diyorlardı. Oğuz Han Antakya'yı boşaltarak ordusunu Saman Dağ'ına çekti. Orduyu üçe böldü. Bir bölümü, Gün Han'ın başçılığı altında Hititle re, öyle yolda, hala toparlanamadan, beklenmeyen bir yerde saldırmalarını emretti. Ay Han'ın başçılığı altındaki ikinci bölüm gün çıkana gitti. Hurileri Fırat'a ulaşmadan büyük ovada karşılayarak dağlardan akıp saklanmaya yer bulamadan oklayacaklardı. Ü çüncü bölüm ile, Oğuz Han Saman Dağı'nda, bu savaşların 335


SABİR RÜSTEMHANLI

sonucunu bekleyecekti. İlk çarpışma on gün sonra oldu. Gün Han düşmanı karşılamaya acele etm iş, onların Toros derelerine girmesini beklemiş, arkası ova olan küçük tepeliklcrin arasında beklemedikleri hir yerde onlarla karşı karşıya gelmişti. Her iki tarafta savaşı kolaylıkla kazanacağını düşünüyor ve hu istekle hirhirinin üzerine sçılgılar gihi saldırıyor­ lardı. Ancak ilk hücümda Gün Han geri döndürülmüştü. Yağı, Oğuz erlerinin özell iklerini öğrenmişti. Atlı birlikleri savaşa girme­ den geri çekilmiş, ağır piyade birlikleri tosbağa gihi zırnha bürünerek ok yağmuru ndan kayıpsız çıkmıştı. Karşılığında zırhların öhür tarafından atılan oklar Oğuz atlı larının kayıplarını gittikçe artırıyordu. Gün Han durumu değerlendirmek için atlıların çekti, yüksek tepelerin arkasına gitti. Hititler de kendi yerlerini korudular. Savaşın uzun süreceği, kansız bitmeyeceği göz önündey­ di. Gün Han: - Bayrakları tuğları kaldırın, göhürgeler ara vermeden çalınsın. Davullar gümbürdesin, dedi. Bu yağı öfkesini artıran hir sesti. Ordu başçıları toplandı. Durumu herkes görüyo rd u . Tanımadıkları yerlerde savaş zorlaşmıştı. H ititlerin başka saklı asker bölüklerinin olup olmadıkları da belli değildi. Keneşme uzun sürdü. Eski yollardan başka yol bulamadılar. Gece yarısı yerleşim yerinin sesi kesildi, tongalar söndürüldü, ordu sanki, gizlice göçüp gitti, ancak gün çıkana değil, yağıların tarafına. Atlılar, tepeler arasında saklandılar. Düşman gözünü açtığında, karşısını boş gördü ve etrafa yayıldı. Aynı anda Gün Han'ın atlıları her yandan onların üstüne saldırdı, ok yağmaya başladı, ancak H i titlerin topar­ landığını görünce kaçıyormuşçasına ovaya doğru yüz tuttular. Onları izleyen H itit atlıları sanki ölümden kaçıyormuşçasına Anadolu'nun içlerine doğru uçan Oğuz atlılarını zevkle kovalıyor­ lardı. Bir tepe aşıldı, beş tepe aşıldı. Sonra sezdirmeden Oğuz atlıları yavaşlamaya haşladı. Hitit atlıları "düşmanımız yoruldu" diyerek sevinçle Oğuzların kuyruğuna düğü mlendiler. Kovalamacanın hu yerinde yağı atlılarının büyük hir bölümü sonda 336


GÖKTAN RI

ne olacağını hissetmiş gibi ayrılarak tepenin arkasında kaldılar. Oğuz atlılarının kimsenin beceremediği geri atışları haşlad ı. Yarım saat sonra Hititlerin atlı ord u su ovanın kanlı yaral ılarına çevrilmişti. Canını kurtaranlar kaçarak dağılıyordu. Atlılarının yok olduğunu gören düşman piyadelerinin de parça parça düşeceği bel­ liydi. Gün Han geriye, yağı yerleşim yerine geldiğinde, beklemediği bir anda, başka bir atlı ordu önünü kesti. Ama savaşana benzemiy­ orlardı. At üstünde yan pörtü oturmuşlardı. Ok sadaklarına el atan yoktu. Karşıda ak bayrak ve en önemlisi, Oğuz erlerine doğma olan tanıdık zurna sesi. Savaşın bittiğini bildiren ses! Gün Han ·'dur" d iye elini kaldırdı. Karşıdan da "dur" dediler. Ak bayrağın yanında başka bir bayrak daha açıld ı. "Tanrım! Bu ki, uzun yıllardır aradığımız Kamerlcrin bayrağıdır ! " diye düşündü Gün Han. Kamer el heyi, yanında bayraklar ve iki er, atını ileri sürdü. Gün Han'da iki beyle atını kıpırdattı. " Yağının birini bitirmeden, başkasını bulduk" diye düşünse de, içinde garip bir sevinç vardı. Ne ise beklemedikleri bir iş olacaktı. Yüz yüze geldiler. Sözsüz, semirsiz, sessiz. Birici, karşıdaki atlı dillendi: - Ben Kamer başçısı Toktamış'ım. - Ben Oğuz Hakan oğlu Gün Han'ım. - Bizi arıyorsunuz, biliyorum. Ancak, babanın öcü oğuldan alınmaz. Gece davulların sesini duyunca uykum kaçtı, yağılar arasında özümüzle savaşmak, ar geldi bana. Aramızda kan olsa bile, burada karşı karşıya gelsek, Tan rı bağışlamaz bizleri, dedi. - Tanrı sana yar olsu n ! - Bugün Hititleri tuzağa düşürdüğünüzü görünce ruhum yen ilendi. Eski günleri düşündüm. Atlılarıma "duru n" dedim. Oğuz Hakan'la barışma zamanı geldi. Sözümü alırlarsa. - Hakan haham da bunu söyledi. Bu yabancılar arasında neyi bölüşeceğiz? 337


SABİR RÜSTEMHANLI

Her iki taraftan da haray sesleri yükse ldi. Toktamış hey, atınm terkisindeki hurcundan bir kap çıkardı, tulumdan şarap doldurdu. Gün Han aldı, sonra Toktamış ne düşündüyse, şarabı yere döktü. - Sen koy, dedi. Gün Han: - Sana inanıyorum, sen koy, dedi. Kap doldu. lhktamış hançerini çıkardı, ani bir hareketle kolunu çekti, Gün Han'da aynısını yaptı. Kollarını birleştirdiler ve şarap kabının üstünde tuttular. Her iki koldan da kan şaraba damladı. Önce Toktamış aldı, "birliğimize, zaferlerimize'', sonra Gün Han aldı: "Oğuz ve Kamer ellerinin birliğine" sonra ikisi birden "anı içtik" dediler. Bölümler hirle§ip sarma§tılar, sonra savaş olmadı. Toktamış Hitit ordusuna elçi gönderdi, ne anlattıysa, Hititler çekilip gittiler. Sonra Gün Han bahasına savaşı ve Kamerlerle olan barışı anlatmak için çapar (ulak) gönderdi. Gün Han Saman Dağı'na dönmeden önce üst yolla karde§inin yardımına gitmek istiyordu. Ancak yolda Ay Han'ın Hurileri dar­ madağınık ettiğini ve geri döndüğünü duydu. Şimdi Saman Dağı 'nda görülmemi§ bir §ölen kurulacaktı. ***

Kamer eli ile Oğuz elinin uzun süren savaşına son verilmi§ti. Oğuz Han sevinç içindeydi. Ne olursa olsun, barı§tan çok Gün Han'ın zaferi nden onurlanmış, başı göklere u la§mıştı. Çok çileler çekmişlerdi, birbirlerini kovalamaktan. Sonunda iki el de kazan­ mıştı. Toktamış: - Sizden kaçmasak, buralara gelmezdik, dedi. Oğuz Han güldü: - Biz de sizi izlemesek buraları yurt yapamazdık, d edi.

338


GÖKTANRI

Geçen, geçmişti. Doğrusunu isterseniz, bu bir mutluluktu. Bu kovalamaca ara sözüydü. Bu iki elin, uzun yıllar geçtikten sonra bölgeye yerleşmesinde, aralarındaki soğu kluğun etkisi az olmuştu. Önemli olan bu değild i . Önemli olan hafızalarda kalanlardı, kan hafızası, bu bölgedeki yakın boylara el uzatmak, onları sıkıntıdan kurtarmaktı. Tarih bu seferleri hatırlasa da, buna benzer seferler bin yıl önce de olmuştu. Bunu Oğuz Han'da, genç konuğu da biliy­ ordu. Kapanmış yaralara dokunmadan bu barışın sevdası içinde konuşuyorlardı. Kökü bilinmeyen kardeş kırgınları, geçilen yollar, yiğitler, çekilen acılar şimdi, düne kadar yağı sayılmış el ve ordu başçılarının baş başa oturdukları bu şölende anlaşılmaz bir oyun gibi görünüyordu . Kamerler Atıl, Yayık nehirlerini atlayarak U l u Su'ya kadar çok seferler yapmışlardı. Şimdi anlaşılıyordu ki, onların amacı ve istek­ leri ayrı i miş. Sonunda her şey bir inanç seçimine dayanıyormuş. Toktamış ile Gün Han yaşıttılar. Babası yerinde olan Oğuz Han'ın yanında yerini biliyor, daha çok dinliyordu. Ancak bu kısa konuşmanın getirdiği aydınlık onun da yüzüne bir ötkemlik ver­ mişti: İ çindekileri Oğuz Han'a açık yürekle söylüyordu . - Babam sizin yiğitliğinize v e zaferlerinize saygılıydı. Ancak "inancımıza el uzatmasın" diyordu. Kızıyordu bu sözlere. Sonunda buralardaki tengri oyunlarını görünce değişmişti bence. Ü stüne varmadı. Yalnız bir kere "sanki Oğuz Han'ın dedikleriymiş" fısıltısını duymuştum. Yaşamının sonuydu. Beni, size babamın ruhu getirdi. - Baban, tanıdığım erlerin en üstünü idi. - Ben, babamın neden değiştiğini hissettim . . Babil seferinden sonra "yüzlerle, binlerle tengri mi olur?" demişti, çekine çekine . . . Bu tanrı işinden çok, yerdekilerin işine benziyor, demişti. Ne ise hatırladı ve gülümsedi: - Özelli kle Babil tapınaklarında geceler tcngrilerin karşısına 339


SABİ R RÜSTEMHANLI

yemek koyulması, onların yedirilmesi bozmuştu kafasını . Herkes, bu yemekleri kimlerin yediğini biliyor, ama kend ini ayrı bir şeye inandırıyor. "Bir tengri yüz kişinin payını yiyor. Öyle aç gözlü yaratan olur mu? Onların tek birinin, yalnız bir kere önlerine konu­ lan yemeklere dokunduğunu gören oldu mu? Tanrı'nın payını tapı­ nak hizmetçileri, kahinler yiyor. Tanrı ocaklarını kıvırcık saçlı gezer kadınların sikirtusuna döndü rüyorlar" diyordu. Ben de gördüm bunları. Ve senin gibi Göktanrı'ya yüzümü çevirdim. Çadır, şadlık sesinden uğuldad ı. To ktamış içten, samimi konuşuyordu: - Yolumu buldum, ruhum d inlendi, rahatladı. Ancak u lusumuz parçalandı. Eli yeryüzünün bu başından o başına götürmek oluyor, ancak bir ağaç putundan koparmak olmuyor. O, Oğuz Han'ın yaralı yerine dokunmuştu. - Beni de üzdü bu. İnancımı değiştirmem diyerek yağılara katılanların sayısını bile unuttum. Savaşta onlarla omuz omuza bize karşı savaşıyorlar. Yabancı kadınların sıcak kucaklarında uyuyarak gidenler de oldu. Çin'deki durum. Bu ulusu her şeyden koruduk, ama kadınlardan koruyamadık. Toktamış güldü: - Benim de Eltin kızıyla evlendiğimi bilirmişçesine konuşuyor­ sunuz, dedi. Oğuz Han kahkaha ile gülerek tahta yayıldı. O gece şölen tan vaktine kadar uzadı. Toktamış'ı tanıyarak söyleyeceklerinin onun gönlünü kırmayacağına inandıktan sonra, elini, onun elinin üstüne koyarak sordu: - İlginç bir sorum kald ı. Birden bire nereye uçtunuz? İtil boyun­ dan sonra kayboldunuz. Bunu anlat bana. Gelip geçen olaylar artık Toktamış'ı incitmiyordu. Hakan sözleri öğüt gibiydi.

340


GÖKTAN RI

- Biz Karadeniz'in kuzeyinde n dolanıp geldik. Eskiden bild iğimiz ve geçtiğimiz yoldu. Denizin gün batan kıyısı ile gelenlerimiz az oldu. Sonra uzun saçlarını omuzlarından arkaya toplayıp ela gözlerini Oğuz Han'ın, açık havanın kurutarak tunca döndürdüğü yüzüne çevirdi: - Bizi kaybetmeniz iyi oldu. Yurdumuzu bırakarak gelmemiz siz­ den kaçmak için değildi. İç savaş bozdu bizi. Atalarım barış istiyor­ lardı. Bir olsak, yeryüzü birleşir, karşımızda güç kalmaz, diyordular. Kamer Hakanı olmak için her zaman atalarımla çekişen bir u ruk başkanı onlara karşı çıktı. "Bu denizi, kentlerimizi, gün batana açılan yollarımızı, görklü yurtlarımızı, çölden gelenlere mi vere­ ceğiz" dedi. "Çölden gelenler de bizdendir" dedi atalarım. " Onlar olmasa, Çin bütün yeryüzünü alır, bizi de kölesi yapar" dediler. O zaman ben çocuktum. . Duyduklarım bunlardı. Kamer ikiye bölündü. Elin onur yerini, tahtını ele geçirmek için beyler karşı karşıya geldiler. Bu savaşta atalarım da, onlara karşı çıkanlar da öldüler. Ulus başsız kaldı. Zaten sizin gücünüzü bilen, savaş iste­ meyen Kamerler, karşı karşıya gelip kırılmaktansa, barışa kadar güneye gittiler. El-ulus göçtükten sonra, çevresinde sadece yoldaşları kalmış olan babam da, han atalarımızın kurganlarını sahipsiz bırakarak güneye doğru yürüdü ve göçe yetişti . Hitit yakasında kuru ltay çağırd ılar, babam hakan seçil d i . Sonra Kamerler bütünlükle bu bölgeye sahiplendiler. Asya'nın beyi oldu­ lar, ancak ikilik aradan kalkmadı. Bir kanadımız yağı olarak Lidya'ya katıldı. Oğuz Han, onun sözünü kesti : -Biz d e buralara sizi kovalamak için gelmedik. Sizinle yüz yüze gelmek istemedik. Kaspi boyunca indik güneye. Toktamış için bu yeni sözdü, sanki ağır bir yükü atmış gibi dedi: - Sizden önce gelerek yollarımızı temizledik. Önceki güçleri olsa, buraya yerleşmemiz zor olurdu. Tek, tek hepsini ezdik. Şimdi 34 1


SABİ R RÜSTEMHANLI

önümüzdeki denizi de geçerek gün batandaki dağınık, yırtıcı tay­ faları n üstüne gidebilirsiniz. Asurl uları, Manian, Urartuları, Lidyalıları da diz çöktürmüştük. Parçalanıp dağılmamız ayağa kaldırdı onları size kadar. Van Satrapı (başçısı) kızıyla bir kervan armağanla geldi babama. Babam bağışladı onu. Beni görevlendirdi "götür bunu yeniden kendi tahtına otu rt" dedi. Babamın büyük­ lüğü öldürmüştü onu. Yolda can alan aldı canını. Yüzü kara, geri dönmektense, ölüm yeydi . . . Oğuz Han: - Ama sizin yardımızdan yararlananların her biri bin yıldır buralarda, eski yurtlarında yaşayan soylara zulüm yapıyorlar. Evlerini ateşe veriyorlar, nesillerini kurutuyorlar. Siz kendinizi düşünürken, kendi kökünüzden olanları unuttunuz. Ancak siz Kazılık Dağları'nı aştıktan sonra soyumuzdan olanların öcünü aldık, düşmanlarını ezdik. Şimdi birliğimizi gördüklerinde, daha da ezilecekler. Bizlere, bozkır insanlarına benzemez bunlar. Al diller­ ine aldanmak olmaz. Oğuz elinde, toyların, şöle nlerin bezeği ozanlardı. Bugün onlar da iki elin barışını övüyorlardı. Çal-çağır ordayı sarmıştı . Sonunda el büyüklerinden Koca Dede aldı sazı. Görelim bakalım ne dedi:

Seçtim kutsal deyimleri Başta gelen sözii111. e/leı: Gökten bakan göziim giindii. Yerden bakan göziik. elleı: Koptu Tanrı Da,�/arı 'ndan. Geçti İnci ba,�larından, Kaldı eski çağlarından. Ye!yiiziinde, izim el/eı: Hayda Tanrı. vayda Tanrı 342


GÖKTAN RI

Yasta Tanrı. toyda Tanrı. Taptı,�ıın gökte Tanrı Yeıyiiziinde bizinı elleı: ***

Oğuz Han geldiği yerleri beğendi. Nehri, denizi, yaylaları, gün­ eye ve gün batana kısa yo lları . . . Kame rlcrle barıştan sonra Toktamı{ın ayrı lıp gitmesini istemedi. Sonra da dört deniz boyu, Asya'yı enine, uzununa yürüdüler. O zaman, Asya yalnız Anadolu'nun Adalar denizi sahiline diyorlardı. Oğuz eli kılıncının ve sözü nün karşısında kimse baş kaldıramadı. Çaparları, istihbaratçıları ara vermeden yeryüzünün her bucağın­ dan bilgi topluyorlar, bilgi getiriyorlardı. Dünyanın atardamarı, Oğuz Han'ın çadırında atıyordu.

343



GÖKTAN RI

Şam Üzerinden Mısır' a Sefer

üneye akın, yeni yıla iki ay kala başladı. Daha, dağlar kar

Galtından çıkmamıştı. Ancak Livan Dağla rı'nın gün çıkan

etekleriyle Şam'a doğru uzanan yeşil dereler sıcaktı. Gündüzleri dinleniyor, geceler gök yol göstereneni (yıldızlar) izleyerek gidiyor­ lardı. Toktamış Şam bölgesinde ve orayla Mısır arasındaki yerlerde yaşayan halkların, tayfaların hemen her birini tanıyordu. Yol boyunca bu bilgisini Oğuz Han'la paylaştı. Şam'a bir başa saldırmamak da onun keneşmesiydi. Şehre girmediler. Ancak tan vakti, çöllerin karanlığı dağılmadan, gökteki elma boyundaki yıldızlar daha parlaklığını kaybetmeden, şehrin gün çıkanındaki dağa çıktılar. Daha doğrusu, ordunun ön bölüm­ leri ve hakan dağın yassı yamacında yerleşti. Ancak, ordunun büyük bölümü dağ eteklerine yerleştirildi . Şam halkı gözlerini açtıklarında, Oğuz bayrağının başları üstünde, kutsal sayd ıkları dağın üzerinde dalgalandığını gördüler. Yaz demeden, kış demeden, yıllar boyu sürdürdüğü bir öğre11ceyle 345


SABİR RÜSTEMHANLI

(gelenek) günqi at sırtında karşıladı hakan. Ot hitirtmeyen Kara Dağ, gün ışığında yanmış, kararmış, hüyük hir kömü r tepesine ben­ ziyon.l u. Bu karaca dağın gölgesinde kendi kara karınca yuvasına, yassı evlerinin arasında düğüm düğüm yolları daralmış köşeye ben­ zeyen Şam mürgüleniyordu. Dünyanın karını, buzunu, karşı tarafı görünmeyen nehirlerini, günlerce gitse n gölgesinden çıkamadığın ormanlarını, ucu, hucağı olmayan çimenlerini görmüş Oğuz Han, Tanrı evladını bu boş çöllere, canlı izi olmayan dağlara bağlayan gücün sırrını bulmaya çalışıyordu. Tanrı büyüktür. Bu dağı, onun eteğine sığınmış yaşı hilinmeyen kendi koruyarak yaşatmak için, hu raya hir tanrısal ruh vermiş. İnsanları doğru yola çağıran yalavaçlar, elçiler, bögüler göndermiş. Tanrı·nın i lk evlatlarından mı kalmıştı bu kutsallık? Bu yerlerin onun adına hağlı olduğunu söylemediler mi? Peki, ilk kadının suç işlediği ııçnıak yeri (cennet) nerdedir? Buraya, "uçmak yeri" değil, ıanııık (cehe nnem) desek daha doğru olmaz mı? Yal nız, ye rlileri n Adem dediği ilk insan m ı yaşadı burada? Tanrı'nın başka b i r elçisi Davu t'un da evi hurada diyorlar. Günün doğan zamanı, Oğuz Han, gönlünü Tanrı'nın elçile rine sevgiyle dolu gördü. Damarından Türk kanı akıyordu şüphesiz, ancak bu anda hütün Tanrı elçilerinin, kan harici yüzlerce ayrı bağlarla, ayrı kaygılarla, düşüncelerle de bağlı olduğunu hissetti. Kim olurlarsa olsunlar, güneşten akıp gelen ışık telleri, ya da ona benzer başka tanrısal bağlar bağlıyordu onları . Tanrı e lçileri, Tanrı'nın eliyle yaratılmış canlıların göklerin ulu tapşırıklarından, saf duygulardan, doğru luktan, ne kadar uzak olduklarını görünce şaşırıyorlar: "Tanrım, bize zor iş buyurdun, bizi zor yola bıraktın" diyorlar. Elçiler tek tek, düzeni bozarak şere, şeytana tapanlar bin bin. Ulu Tanrım, kendi elinle, kendi düzenini hozanları da yarat­ manı anlamıyorum. Bunlar bir yanlışlık mı? Sen de yanlış iş yaptın­ sa, o zaman ölümlü yaratılmışlar hangi yolu seçsin, ne yapsınlar? Bu anda Oğuz Han, gelmiş geçmiş bütün Yaradan elçilerinin onun­ la yan yana. omuz omuza durd u kları, onun duygularını okudukları 346


GÖKTANRI

düşüncesindeydi. Oğuz Han'ın gönlü Ulu Tunrı'ya alkışla doluydu. Onu da büyük insanların yolunda yarattığına göre, yüz binlerce insana ışık, yemek, toprak, ev verd iğine, geçitsiz yollarda geçit gös­ terdiğine, elleri bir olan Tanrı'nın yoluna getirdiğine göre. Bu yolda Oğuz'a boyun eğmeyenleri suçlu saymıyordu . Savaş yeryüzünün ağır törelerindendir ve anlaşılır. Ancak Tanrı'ya tapmayanları bağışlamak Tanrı'nın yarlığından kaçmaktı . . . Bunu anlamak olmuy­ ord u ! B u duygularla tan yönüne yüz tutarak söyledi Oğuz Han. Görelim ne söyledi : Görklii Tmımıı. yağız yeri, mavi göğii, ay ve gii11ii, karanlık ile ayd111lrğı. yoksııl ile varlıklıyı se11 yara/1111. Sayısız ca11/ıları sen tiirellin. dirlik vefflin. Sana sılt111d1111. 1111ıııdıı111 sendediı: Adımı da, ru/ı1111111 da, yo/1111111 da sen verdin. Yalımdan çıktı111sa, kı/11ıcı111a doğranay1111. Gii11 do,�andan giin batana senin ışığ111/a geçtim. S11çsıızları11 ka111111 akıllımsa, can11111 al. Töre veren kişi, se11 yiiriillii11 bu işi. Kapı111ızda11 ve kafa111ızda11 yala11 geç111esi11. Bize ııs. akıl yoks1111/11ğıı gösterme. Bizi. yiice kapma. /ıesap gii11ii11e kara yiizle götiimıe. Sevdiği11 ima11/arı yatağ111da öldiirme. Çağ/anı sularımız seri11. ya11ar ocağımız sıcak, ekile11 topraklarımız veri111/i o/s1111. Yarallı,�1111 11111tl11 kıl. Erkli. görk/fi, başların başı, övdiiğiim ulu Tanrım! ***

Tanrı'dan Oğuz Han'ın düşüncesi ışıklandı: "Bu kutsal yerde savaş yapmayacağım", dedi. Ordu başçılarına emrini götürdüler. " Yolumuz Mısır'adır, bu kente savaş açmıyorum. Gücümüzü görünce gelecekler!" Böylece üç gün beklediler. Ancak bu, öyle böyle, sessiz semirsiz 347


SABİ R RÜSTEMHANLI

oturup beklemek değildi. Oğuz atlıları bölük bölük olarak çölleri karış karış geziyorlar, Şam'ın önünde dönüyorlar, geceleri dağın üzerinde Şamlıları kızdıran, korkuya salan binlerce tongal yakıyor­ lar, gün çıkana kadar zurnalar aralıksız öttürülüyor, davullar dur­ madan çalınıyor, atlar kişniyor, develer bağırıyordu. Sayısız ordu lar görmüş, seferler, savaşlar yaşamış, bunları geçiştirmiş olan Şam, böylesini ilk defa görüyordu. Başlarının üstünü almış bu kasırga onların yüreğine korku salıyor, direnmenin anlamsız olduğunu görüyorlardı. Kente girmek, Şamlılarla görüşmek, konuşmak, yağma yapmak yasaktı. Ü ç gün geçtikten sonra, kent beyleri toplandılar, Oğuz'a elçi gönderdiler. Uzaktan ata benzeyen on ak katır ok ve yayla yük­ lenmişti. Şam yayı adıyla anılırdı. Ok-yay göndermek barış istemek­ ti. " Yardım ediyorlarsa, demek, savaş istemiyorlardı." Şamlılar bunu söylüyorlardı. Oğuz Han Şam yaylarını beğendi. Elçilere dedi: - Büyüklerinize söyleyin, sizinle savaşmak istemiyorum . Gücümüz gözünüzün önündedir. Böyle bir orduya karşı koymak Şam'ın işi değil. Biz, sesleri dünyayı bürüyenleri de diz çöktürdük. Kutsal Tanrı savçılarının kurganlarını, tapınakları ziyaret ederek Mısır'a gideceğiz. Şam'dan vergi de almıyorum. İsterseniz, yay verirsin iz. Sözü güvenli olsun diye, Gün Han'ı da bir bölük alple birlikte elçilerin yanında Şam'a gönderdi. Oğlunun, onunla giden erlerin Şam'da nasıl bir intiba bırakacağını, yüreklere korku salacaklarını biliyordu. Ancak bu yolla barış isteğini hoş karşıladığını onlara gös­ teriyordu. Oğuz Han'ın elçilere dediklerini Gün Han'da Şam başçısına söyledi. Babasının Tanrı elçisi olduğunu, yeryüzünde yaşanların hepsini tek olan Ulu Gök Tanrı'ya tapmalarını sağlamak için sefer yaptığını, buna göre de kendinden önce yaşamış yalavaçların adı ile bağlı olan bu kente dokunmadığını, bütün tapınakları kutsal tut348


GÖKTAN RI

tuğunu bildird i . Babam gök inançlarını anlıyor, ancak türemişlerin eli ile türetilen putların, tözlerin, bayat sayılıp kutsal laştırılması onu çıldırtıyor, dedi. Gün Han'ın, babası hakkında verdiği bilgi, Oğuzları önceden Şam'da anlatan, tanıtan bilgilere uygun gelmiyordu. Onları, yırtıcı, inançsız, töresiz, bozkırlı olarak anlatmışlardı. Onun kazanmasın­ dan korkuya düşen, yenileceklerini bilen, küçük, ancak kendini yeryüzünün büyüğü sayan bölge hükümdarları acizliklerini gizle­ mek için, ona yüz çeşit iftira atıyorlardı. Ancak Oğuz'un savaşta bile doğrulukla, göksel, Tanrısal töreleri korud uğunu gördük­ lerinde şaşırıyor, onun karşısında sarsılıyorlardı. Oğuz Han'ın kut­ sal yerleri ziyaret etmek, kurban kesmek isteği Şamlıları birbirine vurdu. Yine yüz yük ok, on tane dölek bedevi atı gönde rdiler. Oğuz Han " Bu yayları birer birer verseniz bile, askerlerime yet­ mez. Bu hele ordunun bütünü değil. Biz burada ordumuzun gerisi­ ni bekleyeceğiz. Şam büyüğü hakanı kutsal tapınaklara, Tanrı savçılarının uyudukları yerlere davet etti. Hakan Şamlılara hoş davrandı, hoş konuştu, kurbanlar kstirip dağıttı. Yerlilerin gönlünü kazanmak için ye terli işler yapıldı. At sırtında başı göklerde giden uzun saçlı, yüzlerine yeryüzüne sahiplenmenin onuru yayılmış azman boylu Oğuz askerlerini gördüklerinde, onların yeryüzünün o başından, bu başına ye nilgi bilmeden gelişlerinin nedenlerini anladılar. Şam başçısı Oğuz Han'a boyun eğdiğini bildirdi, yıllık vergi kestiler. Bundan sonra keneşerck Şam başçısı adından Mısır Firavunu'na bilgi gönderdiler: - Savaşıp ordunu kırdırma. Karşılarında durulmaz. Silahla yapa­ mayacaklarınızı, tatlı dille, pay-ürüşle yapabilirsiniz. Şam hakimi, Oğuz Han'a Mısır Firavunu ile olan ilişkilerinden, firavunun dirayetli insan olduğundan konuştu, onunla sava�sız anlaşacaklarına, Oğuz Han'ı, inandırdı. Atların, alplcrin yorgunlukları çıktıktan sonra, Oğuz Han Mısır'a 349


SABİR RÜSTEMHANLI

yöneldi. Gün Han'ın başçılığı altında dokuz bin askeri öncü olarak gönderd i . Ordudan önce Mısır'a bi r elçi gurubu daha gitti. " Ü stünüze oğlumun başçılığı altında küçük bir ordu birliğimiz geliyor. Kendim yoldayım. Ya boyun eğ, ya savaşa kalk! . . . "

Oğuz Han istihbaratçıların getirdikleri bilgilerden, Şam hakimi ile olan konuşmalardan, firavun ordusunun güçlü olduğunu öğren­ mişti. Buna göre de kendi ordusunu olduğundan büyük göstermek istiyordu. Mısır"ın ilişkileri güçlüydü. Yakın-uzak ellerde olanları, kuzey­ den gelmiş bu atlı ordunun seferlerini izliyordular. Firavun atlı göçe belerin ülkesine daha önceki seferini de unutmuyordu. Bunlar da aynı soydansalar önlerinin alınması mümkün olamazdı. Dil bul­ maktan başka bir yol görünmüyordu. Şam hakiminin Oğuz'a anlat­ tığı gibi, fi ravun savaş yerik/isi ( taraftarı) değildi. Bilim ve bitik delisiydi. Mısır kahinleri ile kaybolup gitmiş eski sırları araştırıyor, ehramlarda, taşta, kilde, papiruslarda korunan sayısız yazıları okut­ turmaya çalışıyor, yaradılışın, dirliğin, ellerin, dillerin kökünü, hangi çağda, nerede yaratıldığını öğrenmeye çalışıyordu. Bir bakıy­ orsun, Nil Nehri'nin başlangıcını araştırtıyor, bir de bakıyorsun, koşu budunların töre ve geleneklerini öğreniyordu . Şam başçısının komşusu hakkında söylediği b i r şey Oğuz Han'ın hafızasına takılıp kalmıştı. Firavun Mısır'ı yeryüzünün ortası, Mısırlıları en eski budun, dillerini de tüm dillerin anası sayıyormuş. Ancak Frigya lıl arı gördükten sonra düşüncesi değişmiş. Şam başçısı gülerek konuğuna i lginç bir olayı daha anlatmıştı. Fi ravu nun Mısır ya da Frigya dillerinin hangisinin daha eski, kök olduğunu öğre nmek için daha konuşmayı bilmeyen bir Mısırlı ve bir Frigyalı çocuğu, kimsenin bilmediği bir yerde saklatır. Günün birinde bunların yüzüne kapıyı açarak hangisinin ne diye­ ceğini öğrenmek istediğinde, çocukların ikisi de aynı anda, aynı dille "çörek" (ekmek) diye bağırırlar. Oğuz Han: "Bunların bizden, bizim dilimizin geçmişinden hiçbir 3 50


GÖKTANRI

haberleri, bilgileri yok. Bizi unutmuşlar, ya da kendilerine öyle kapılmışlar ki, çevrelerini görmüyorlar. Mısır'dan daha e ski olan Sümerceyi unutmuşlar. Bizim gökten gelen ilk insanlar olduğu­ muzu, gök dili ile konuştuğumuzu da bilmiyorlar. Bizim gök ışığın­ dan doğduğumuzdan da habersizler. Zavallılar, kilden putlar yapa­ yapa, kendilerin de öyle, bu tür yaratıldıklarını düşünüyorlar. Yaradan da onları böylece atları mın, koyunlarımın ayağı altındaki topraktan yaratmış. Yazık sizlere, yazık! . . Büyük Tanrım, ışıklat bunların kafasını" diye düşündü. Firavunun düşünceleri yeterince açıktı. Kiminle karşılaşacağını biliyordu. Oğuzların bu topraklarda kök salmayacaklarını, kalmay­ acaklarını anl ıyordu . Doğrusunu isterseniz, kendisi de Mısır'ın sır­ larını öğrendikçe, göklere tapmaktan başka bir yol bulamamıştı. Saklı olarak o da yaradanın tek olanına tapıyordu . Dil, bilgi sevdası onu çağrılmamış konuklarla dostluğa çağırıyordu . Sanki karşılaya­ cağı yağı değildi. Buna güre de büyük pay-ürüşle, eski Mısır nes­ neleriyle dolu sandıklarla kendisi Gün Han'ın karşısına çıktı. Onu Mısır'ın saray geleneklerine, hakan oğlu gibi değil, hakan gibi karşıladı. Bununla, baba-oğul arasında inciklik yaratma isteği kendi yerinde, bir yandan da önce gelenleri yeterince ağırlamakla ordunun arkasının yaklaşmasının önünü almak, Mısırlıların bu yabancı ordunun düzenini, gücünü görerek onu kınamasını önle­ mek istiyordu. Firavun, Gün Han'ı uzun süre d inledi. Geldikleri yollarla ilgilen­ di. Tercüman kendi yerinde, Gün Han'ın dilinden duyduğu sözler onun en eski dil arayışını biraz da zora soktu. Gün Han çaparla durumu babasına iletti. Oğuz Han Mısır'a gitmedi. Oğlu üç yılın vergisini birden alarak erlerin bir kaç yıllık hizmet haklarına yetecek kadar bol mal ve armağanlarla geri döndü. Bu seferden Oğuz Han anl aşılmaz duygu larla dönüyordu . Gerçekten yol mu bitti? Yoksa karşıda gidilecek yer mi kalmadı? 351


SABİR RÜSTEMHANLI

Adı, sanı yeryüzüne yayılmış Asu rluların, Mısırın gücü bu muydu? Bu güçle mi bin yıllar boyu bütün komşuları korku içinde, ellerinin altında nasıl tutmuşlardı? Bütün bu ülkeleri kendine bağlamsın­ dan, Türkün kılıncının altı ndan geçirmesinden gurur duyuyordu. Bütün bunlara rağmen içinde bir boşluk hissediyordu. Yol bitti mi, yaşam da bitecek sanıyordu. Göktanrı adını yeryüzüne yaydıktan, yapma putların, puthanelerin insanın kendini aldatmasından başka bir şey olmadığını anlattıktan sonra, yapacağı bir iş kalmamıştı.

352


GÖKTAN RI

Yeni Yurtlar

B

aalbek Dağları'ndan aşarak Hazar Gölü'nün sahi llerine indiği zaman, birden bire Oğuz Han'ın aklına Yağmur Taşı geldi. Kam Ata'nın kumlu sahrada yolunu şaşırttığı kervanla birlik­ te ebedi yok olmuş taş niye, şimdi, bu gölün sularını seyrederken aklına gelmişti? Bütün seferlerin sonunda buraya döndüğünden mi? Bölgenin bütün devletlerinin, halklarının deli bir ihtirasla bu göle ve onun çevresine sahiplenmek uğruna çarpıştıklarını gördüğünden mi? Bu sorulara Oğuz Han kendisi de cevap veremiy­ ordu. Ancak, ona öyle geliyordu ki, yalnız bu komşu ellerin değil, bütün yeryüzü tarihinin yolları bu gölün başına geliyor, onun akla sığmaz uzaklıklardan, akla sığmaz uzun yolları geçerek sonunda burada yerleşmesi de sanki, Hazar gölünün anlaşılmaz çekiciliği ile bağlıymış . . . Hayır, bu sadece çekicilik işi olamazdı. Tanrı elçisi, ken­ disinden sonra gelecek çağlarda da tarihin en büyük yollarının buralarda kesişeceğini anlıyordu . Buna göre de elin ağırlığını bu göl çevresine çekmeyi düşünüyordu . Yeniden eski yurtlarına 353


SABİ R RÜSTEMHANLI

dönüşleri Azerlerin beynine uzun yı llar yollarda çektikleri acıları unutturmuştu. Ulustan sezd irmeden kopan koca kadınlar, savaşa gidemeyenler, Alpan, Azer, Kenger, Tolos boylarından kopanlar Kazılık e teklerine, Hazar Gölü 'ylc Kaspi arasındaki topraklarda obalanıyorlardı. Yerleşim yeri güzel seçilmişti. Tepelerin üzerinden Azer Gölü, içindeki adalar, gün arkadan düştüğü zaman ise, gölün öbür yüzündeki dağların kara çizgileri görünüyordu . Yayla, baştan başa Oğuz'un ulusu, eli-günüydü. Kazılık Dağları'nın eteklerinde yaptırdığı Alp Kalesi, çeşitli böl­ gelerde yapılan kentler normal yerlerdeydi, ancak komşuları göz altında tutmaya uygun yer burasıydı . " iç ellerin başkenti . . . " Oğuz Han'ın çadırından az uzaklıkta yeni kalenin inşaatı başladı. "Ben zaten toprak evde kalamıyorum. Toprakta çok yatacağız. Taş kafese de sokulsam, içinde bir keçe alaçık kurar otururum. Başımın üstünde göğe benzer altın başlı çadırımı, onun damar gibi ak çığlarını, ayağımın altında yayla çimenlerine benzeyen kalın, yün halıları görmediğimde düşüncem dağılıyor. Ancak buralar sonsuz değil. Komşular beklenmedik bir zamanda başımın üstünü alırlar. Yaşa dolmuş erkeklere, çocuklara, güvenli sığınaklar kurmadan, sefere gitmeyeceğiz. El töresi, kendi yerinde, ancak yaşamın da kendi töresi var. Alpler de yaşa doluyor, sefere gidemez olurlar. Uzun yıllar göçten ayrı kaldığına göre bir erkekle kad ın kınandı. Yeni doğmuş bebeklerini önüme getirdiler. Boylu kadının başka yolu kalmamışmış. Göçlen ayrılarak doğum yapmış, sonra ele yetişmişti. Bunun için bir kale, gerekirse bq kale yapılmalı, düş­ manın göz diktiği kadınlarımızı, kızlarımızı, yaşa dolmuş bey ve hatunları o kalelerde korumalıyız" Sanki bu sözü bekliyorlarmış. Yaylalarda, Oğuz'un geçtiği yollar üstünde el ulaşmayan kaya sırtlarında Oğuz kaleleri bir ipe geçir­ ilmiş mercan taneleri gibi sıralandı. Savaşsız geçen birkaç yı lda Oğuz eli arttı, büyüdü. , bölgenin en 354


GÖKTANRI

büyük gücü oldu. Mısır'dan, Hititlere kadar her yerden vergiler geliyor, yıldan yıla artarak yaylara sığmayan büyük baş hayvan sürüleri, at ilğıları, komşu ellerin alış veriş yerlerini dolduruyordu. Eli her ne kadar birlik bütünlük içinde tutmak istese de, kopup gidenler de çoğalıyordu. Uç beyleri, veri dm��a/arı (vergi toplayan görevli) , baskallar, e lçil­ er, ekin biçinle uğraşanlar, tüccarlar arttıkça, akıncı el toprağa daha bir kuwctle bağlanıyordu. Bu o zamanlardı ki, artık bütün komşular ona bağlı olan insanları da onun adıyla çağırıyorlar, hep­ sine Oğuz d iyorlardı. ***

Bu arada gün doğanda Midiya ve Manna'da ilginç olaylar oluy­ ordu. Asurlularla savaştan sonra Manna görünürde onlara bağlı olsa da, gizli çalışmalarla bu bağlılığı kırmayı düşünüyordu. Savaşta onlarla bir olan Mader tayfaları da şimdiye kadar ona boyun eğsel­ er de, devlet olarak nasıl hareket edecekleri hala be lli değildi. Oğuz Han'ın yanına Mader e lçilerinin biri gidiyor, biri geliyor, ondan yardım istiyorlardı. Savaşsız kal amayan erle r kaparak Maderlere, başka komşuların ordularına talim veriyorlar, bir yıl sonra ders verdiklerinin dönerek kendilerine yağı olacaklarını düşü nmüyor­ lardı. Asurlular, Oğuzlarla baş edemeyeceklerini anladıktan sonra, Mantarla, Maderlerin güçlenmesine umutla bakıyor "kükreseler, birbirlerine saldırır, bizi unuturlar" diyordular. Her adımda Oğuz Han'dan yana olanlar aynı zamanda dünyaya ona bağlı olmadık­ larını göstermek hiylesinden de vaz geçmiyorlardı. Buna rağmen, kö klü Türk boyl arının karşısında acizd iler. . . Maderler de, Manna'nın yoluna gidiyor, e rgenlik çağına gelenleri Oğuz eline kovalıyor "gidin, savaş ve ordu başçılığını öğre nin, Oğuz güzel­ leriyle evlenip gelin" diyordular. Tabii ki, bu öğre nme işi sadece ordu yönetimini öğrenmek değildi. Saf, açık gönüllü Oğuz bey355


SABİR RÜSTEMHANLI

lcrinin gönlüne girerek içlerini öğrenmek yağılar içim daha önem­ liydi. Geliyorlar, alışıyor, ayrılmak istemiyorlar, Oğuz'a katılanları da oluyordu. Giderken, bir gönülden bin gönüle vuruldukları Oğuz'un çiçek burunlu kızlarıyla evlenerek onları götüre nler de oluyordu. Böylece Oğuz eli ile Mana ve M idiya arasında el-ulus akra­ balığından başka, yüzlerce, binlerce evin kan akrabalığı da ortaya çıkıyordu . Midiya şahlarının çoğunun Oğuz sütü emmesi, Oğuz elinin ağzıyla konuşması da bundandı. ***

El geleneğince, seferlerde yabancıyı, kanlı düşmanı da kese d ib­ inin bittiği zamanda yakalamak istemiyorlardı. Son bahar vergilerin toplandığı zamandı. Oğuz Han'ın vergileri hafifti . Vergi, aslında onun üstünlüğünü gösterme geleneği idi. Asurlulardan başlayarak, Hitit, Filistin, Mısır, Babil... Bölgenin bütün büyük emleri ona vergi veriyordu. Bu, Oğuz Han'ın bölge nin büyüğü olduğunun gösterge­ siydi. Önemli olan buydu. Yalnız bir at, bir deve de olsa verilmeliy­ di. Kesilse, kesenin günü kararacaktı. Büyük savaşlar bir yana, Oğuz beylerinin küçük baskıları, seferleri, yağmaları onların acun­ la bağlarını koparacak, göklerini karartacaktı. Çokları, ele gelen bolluğu inanca bağlıyor "Tek Tanrı'ya tapmak, eli sıkıntıdan kurtardı, yurda çörek gökten dökülüyor" diyorlardı. Savaşa, yağmaya göz dikenler yıldan yıla azalıyordu . ***

Savaşsız yıllarda, hakanın kışlığı Kür-Araz boyu, yaylası Göyçe Göl'den başlayarak Karadeniz'e, Adalar Denizi'ne kadar olan yay­ lalardı. Savaş için kaynayan kanlarını, ovalarda soğutuyorlardı. Kargı, kılınç, ak yarışları ara vermeden devam ediyordu. Sürü lerin, ilğıların, kaytabanların döl zamanı, sefere benzer binr sevinç yaratıyordu. Yaylada attan iniyorlardı, çiçek denizine konmuş binlerce alaçık 356


GÖKTANRI

dağların yüzünü güldürüyordu. Ocaklar tütsülenir, çimenlerde sofralar açılır, halı, kilim dokuyanlar gök kuşağına benzer iplikleri­ ni çimenlere serer, keçe yapanların dağın karından ayrılmayan yün harmanları çadırların karşısında açılan sofralara benziyordu. Ormanlarda çığlar ütülür, ergenler eğer görmemiş atları, kantarga görmemiş develeri, boyunduruk görmemiş boğaları eğitirlerdi. Dölek atların seçilerek çoğaltılması, komşulardan at almak ve değişmek da her zamanki işlerde ndi. Hakanlık yaşamı bütün kural­ larıyla devam ediyordu. Demirci çadırları lii11/iiktii, (karanlık) atlar nallanmalı, ıemrekleri11 (mızrak ucu ) , kılınç kabzanın dökülmesi, eli ayakta tutan işlerdi, mutlaka yapılmalıydı. Oğuz eli, yarı göçer yaşamı içinde ekin biçine de yer veriyordu. Her işin kendi yefi ve zamanı vardı. ***

Oğuz Hakan'ın varisi, gelecek devlet başı, elin, vuran eli Gün Han'dı. Babas111111 tökdiiyii11ii yığmıştı (Aynen babası gibiydi. ). Oğuz Han'ın gençlik yıllarında olduğu gibi atının önüne at geçemez, kılıncının önünde kılınç duramazdı. Mısır seferinden sonra babasının yaşa dolduğunu, ağırlaştığını görünce: "altı oğul yetiştirdin ki, kolunun silahı olsun lar" d iyerek hakanlık yükünün ağırlığını omzun a almıştı. Orduya başçılık yapıyor, elin d üzenine bakıyor, yurt kıyılarının dokunulmazlığını koruyordu. Asur Şahı'nın kızı ona birbiri ardınca üç oğul doğurdu. Büyük oğluna Alper Tonga adını vermişti . Oğuz Han'ın sevgili torunu günde bir arpa boyu büyürerek ergenlik çağına geldi . Ulu Tanrı onu gönlünün hoş çağında yaratmıştı. Erdemi, aklı, gönlünün açıklığıy­ la daha gençlik yıllarında elde adı çıkmıştı . Kılınç, ok, kargı yarış­ malarını ordularına gelmiş Midiya ve Manna gençleri ile bir olarak yapar, hakan dedesi, babasıyla birlikte onun adı-sanı da komşu ellere yayılırdı.

357


SABİR RÜSTEMHANLI

***

Elin baş bögüsü, bilgini, geçmişten ve gelecekten haber veren, herkesin işine yarayan, herkesin sevgilisi, yerin göğün ve canlıların dilini bilen Ulutürk oğlu Korkut'tu. Korkut, Gün Hanla birlikte büyümü§tÜ. Gençlik yıllarında elin ünlü delikanlı larından biriydi. Gittikçe, eli kılınca uzanması gerekirken, kopuza uzandı. Söz göğsünü deliyordu. Söz deyip saz çalmak, ır ( türkü) koşmak ru hunu sardı. Ulu Han Ata Bitikçi'nin kitaplarını söylüyor, koşuklarını okuyordu. Sonra kendisi de hitikçi oldu. Sözüyle, çalgısıyla gökleri, yerleri ışıklandırırdı. İnsanların gönüllerine girerdi. Yüzüne bakar, başına gelecekleri söylerdi. Göğe bakıp, alınyazısını, yere bakıp, toprağın verimini derdi. Adlandı güvenç kazandı. Acısı olan ondan yardım istedi. Sevinci olan onunla hölü§tü. Yan ve yöresine ho§ duygular dağıta dağıta, elin bilicisi, bakıcısı olarak ad kazandı. Savaştan başka günler, Gün Han, zamanının çoğunu Korkut'la geçirir, onun sözünün tutsağı olmaya can atardı. Oğuz Han hunu görmüş ve duymuş, Gün Han'a "henden sonra Korkut'u saraya alır baş aygucu yaparsın" diye vasiyet etmiş, "eğer ı11ıs11ğı111111 (vasiye t) tu tmazsan Tanrı affetmez" demişti. Korkut Tanrı'yı seven, Tanrı'nın sevdiği, adında Yaradan anlamı taşıyan kutsal Bayat soyundandı, otların, ağaçların, çiçeklerin dilini bilirdi. Elin hem kamı, hem şamanı, hem enıçisi ( hekim) idi. Ancak, şaman değildi, hayır. El insanlarını ilaçla, emizle değcl, sözle iyileştirirdi. Sözünü, kopuzunu di nlemeye uzaktan, yakından gelir­ lerdi. Oğuz yiğitlerinin erdemlerinden söz soylar, koşuklar koşardı. Oğuz Hakan'ın Göktanrı'dan gelen sözlerini her toplantıda söyler, ele o yayardı. Doğruluğuna, usuna göre gençlik yıllarından el keneşçisine dönmüştü. El toplantıları Korkut'suz olmazdı. Saz çalar, uğur verirdi: Uğurlamaları dilden dile geziyordu :

358


GÖKTANRI

Yerli kara d<(�lamı yıkıl111as111.1 Gölgeli kara a,�ar;:ların kesil111esi11.1 Ka111111 akan görklii s11y1111 kesil111esin.1 Kmıatlam1111 11cıı kırılı11asın! Çapar iken. ak. boz atın biidre111esin! (tökezlemesin) Salışa11da kara polat yfiz kıluıcın kedilınesin! Diirtfişfir iken ala gön derin ııfak111111as111.1 Ak börr;:ekli anmı yeri ıır;:111ak olsıın! Ak sakallı baban yeri 11r;:111ak olsıı11.1 Hak yandıran r;:erağuı yana dıırsıı11.' Yaşa doldukça Korkut birine dede oldu, birine ata. Kervanların yoluyla sesi, sözü, adı geri döndü. Gün çıkandan, gün hatana yayıldı. Kendi yaşaya yaşaya Korkut Ata sözü hin yılların o yüzün­ den gelen kutsal, törelik sözlere çevrildi. Doğan çocuklara da adı o veriyord u, küsleri de o barıştırıyordu. Oha, boy heyleri onun uğurlaması olmasa, işe başlamıyordu.

359



GÖKTAN RI

Oğuz Han'ın Rüyası

G

ünlerin birinde Oğuz Han bir rüya gördü. Bir altın yaydı, yere serilm işti. Bir ucu görünmediği gibi, öbür ucu da görünmüyordu. Yayın kirişi enlenip bir yola dönmüştü. Oğuz Han atını bu yola sürüyordu. Ancak yolun sonuna varmak mümkün olmuyordu. Yay gün doğandan, gün batana kadar uzamıştı. Yayın kirişine yan yana üç gümüş ok takılmıştı. Onlar kuzeye çevrilmişti, göz baktıkça uzayıp gidiyordu, onların da sonu görünmüyordu. Uykudan uyandı, aradan geçen yıllar zarfında ilk kez buna benzer bir rüyayı çok çok yıllar önce Ulutürk'ten duyduğunu hatırladı. O zaman savaşların yoğun olduğu zamandı ve nedense U lu türk'ün Kara Han'a söyled iği bu rüyanın yorumuna kalamamıştı. Ancak büyük keneşçinin bazı sözlerini hala hatırlıyordu . " Hakanım ! Rüyam sizin için uğurlu olsun. Düşte ne verilirse öyle getirsin . Yay hakanlığın, ok gücün göstergesidir. Tanrı yeryüzünü sizin soyunuza, uruğunuza vermiş: "

361


SABİR RÜSTEMHANLI

Niye Ulu türk'ün hu rüyası unutulmuştu? Belki. öyle huna göre hu akşam rüyasında yayın kirişi boyu at çaparken kenarda ak akın sırtında, ak giyimli oturup gülü mseyen koca Ulutürk'ü de gör­ müştü. Onun bakışlarında hem kınama, hem de sonunda gösterdiği yolun doğruluğuna inanmış hir adamın güvenliliği vardı. Oğuz Han keneşçilerini ve huyrukçularını topladı. Rüyasını onl ara anlattı, onların sözle rini dinledi. Söz, söz Ulutürk'ün söylediklerini hunların da söylediklerini duyunca şaşırdı. Eski günlerde Ulutürk, elin düzeninden yanayd ı. Törelerin doğru koyulmasını, herkesin kendi yerini bilmesini istiyordu. Yeryüzünü saran hir elde her boyun, her soyun hu oklar gibi be lli yeri olmalıydı. O zamandan haşlayarak Oğuz Han'ın yolları çok, çok uzamış ve Ulutürk'ün ad getiremeyeceği yurtlar, uluslar ele bağlanmıştı. O rüyasında gördüğü hu yay ve oku, elin bütün geleceğinin, kaderinin açarı olarak görüyordu. Bunun için oğullarına söyleme­ den, yollar üstünde bir altın yay, üç altın ok saklattırdı. Sonra oğullarını yanına çağırarak onlara, dedi: - Gidin, av avlayın, kuş kuşlayın, bizi de payımızı getirin. Büyük çocukları av peşinde koşarken bir ucu topraktan çıkmış yayı gördüler, onu çemcrek yerden çıkardılar, babalarına getirdiler. Küçük olanlarda bolca av vurduktan sonra dönerlerken üç oku buldular. Oğuz Han, çocuklarının bulduklarını eline alarak onlara "Tanrı böyle buyurmuş, sizin aranızda seçim yapmak hana düşmezdi. Bu büyük işi Tanrımız yaptı" dedi. Sonra Oğuz elini uzun yıllar yönetecek bir töreyi söyledi: - Yay hir hakanlık, başçılık simgesidir. Hangi yöne gönderirse ok o yöne düşer. Yay gönderendir, ok elçi. Yay buyruk verendir, ot atılan; yay yönetendir, ok dinleye n.

362


GÖKTANRI

Altın yayı üç hüyük oğluna vererek onlara "oğullarım, bugünden siz Bozok adını aldınız. Bu altın yay gibi olun. Okları gereken yer­ lere fırlatın. Ordunun sağ kolunu yönetmek size düşüyor. Sarayda henim sağ tarafımda oturacaksınız." Ü ç altın oku, üç küçük oğluna verdi. Onları " Üç Ok" olarak adlandırdı. "Siz de hu oklar gihi olun" dedi. Sol kolun yönetimini onlara vererek solunda oturttu. Böylece küçük oğullarını hüyük oğullarının kanadı altına koydu. "Sizin çocuklarınız da hu bölüşm­ eye uyacak ve herkes kendi yerini bilecek" dedi. Oğuz Han söyledi, görelim daha ne söyledi: Siz bir olıırswıız. el de bakar bir olı11: Bir elin nesi vm: iki elin sesi var Yaşam biteı: yağı bitmez. Kardeş e,�erli akta benze,: Ycı va kılma gönliin, Tanrı versin giinii11. Töre sııdw: kör giiç, od. Töreyle ağu1111 kazan. 1111ıııdıı1111 Tanrı 'ya tut. Üç şey i11sa11111 bilgisini eli11de11 a/11: Birisi acele etmek. birisi saran. iiçii11ciisii bıısulıık (ki11J Yağıda11, utan11ıaz kaçm: Dil sözii11ii bilmezse, 111avi gökte olsan da, seni yere indiril: Ödii yava!tkla <yaşamı laklakla) geçirirsen. so111111da ze/ıir içersin. Yazm katla11, kışm sevin. Yiğitlik geçerse. dirilik ııçm: Kısa tutsa (serbest bıraksa) o,�lu11u baba. oğul arzııswıa ulaşır Alkışın alkış. kmgışm kmgış ulsu11. Us baştad11; yaşta d(�il. Çiçekten yılan zelıir çekeı: arı bal. Yiikiin ağırı 11eri11 (/ıa11ıa/) . işin ağırı erin. Ateş tiiliinsiiz. y(�it yazıksız (giinalısız) olmaz. Yezmez (/ıaıasız) aı1111 (ok atışı), ya111/maz bilgi olmaz. Doğru giden. çabuk gideı: Ağaç eMdi kırıldı, y(�it e,�ildi öldii. Nenle birlik, onla dirlik. ..

363


SABİR RÜSTEMHANLI

Ben sizi töre/edim. ulu Tannm yard1111rn11z olsun.'. . . ***

Oğuzların Kafkasın güneyinde ortaya çıkmaları, büyüklü, küçük­ lü ülkeleri birbirinin arkasından diz çöktürmeleri, Mısır'a kadar, bölgenin en büyük gücü ve devletine sahip olmaları o kadar beklen­ mez ve süratli olmuştu ki, hatta en tecrübeli, hilekar hükümdarlar bile bunun sebebini araştırmaya zaman ve güç bulamamışlardı. Oğuz kılıncının parıltısı şimşek gibi hepsinin gözünü kamaştır­ mıştı, gözlerini yumup açtıklarında ise artık çok geç idi: Bütün şöhretli ordular dağıtılmış, bütün yenilen ülkeler bu yıldırım hızlı akınları bir daha görmemek için fazlasıyla vergilerini veriyor, Oğuzlularla yakınlaşmaya, akraba olmaya, onların içine girebilmek için yol bulmaya can atıyorlardı. Ne zaman ki Oğuz, at sırtında, yollarda, seferlerdeydi, düşman­ larının başının taşıydı, kimse onun yakınana gelemiyordu . Ne ordusunun sayısını bilen vardı, ne de yöneticilik metotlarını. O yal­ nız bir efsaneydi ve bu efsane yeni boyalar ve yeni yakıştırmalar kazanarak ü lkeden, ülkeye yayılıyordu . En çok ta gökkuşağı gibi her bölüğü bir renge koyan atlıları hakkında sohbetler dillerden düşmüyordu. Bu sözleri dinleyenlerin çoğu, Oğuz atlılarını gerçek­ ten kanatlı sanıyorlardı . Bu atlar, sivri kayalara tırmanıyor, dağdan dağa uçuyor, nehirlerin üstünden atlıyorlardı. "Oğuz erlerinin okları ise, tam bir mucizeymiş." Söz geziyordu ki, güya onların okları sihirliymiş, hangi uzaklıktan isterlerse bu okla vurabilirler­ miş. Bir sözle, Oğuzlar, herkes için bir sırdı. Bu sırrı çözmek zor bir işti. Çünkü, on ları bir yerde bulmak, yakınlarına sokulmak mümkün değildi. Bundan dolayı, Oğuz'un kanatlarını toplayarak yuvasına ya da her hangi bir yuvaya dönmesini bekliyorlardı. Bu dönüşü de, av bekleyen avcı sabrıyla bekliyorladı.

364


GÖKTAN RI

Gariptir, Oğuzlar bölgeye hakim olarak komşularıyla düşmanlığa son verdikten sonra kendileri, kendi düşmanların a döndüler. Çöllere, ovalara, yollara, savaşlara verilen yürek sertleşerek taşa dönüyordu. Sefer, savaş hasreti üzüyordu alplcri. İyi savaşçılar, iyi çiftçi, iyi taş yontucu olamıyorlardı. Eli bir durgunluk sarıyordu . . . Düşmanlarının beklediği d e buydu ... İlk saldırı Oğuz'dan koparak Asurlulara sığınmış olan Kıpçak Beyi Erdoğan'dan geld i . . . ***

Erdoğan gençliğinden Oğuz Han'a katılmıştı, onun askeri, sonra silah taşı olmasından gurur duyuyordu . Sonra Gün Han'ın onun kızı Selcan'ı seçmesi, akraba olmaları, onları daha da yakınlaştırmıştı. İ stese, Oğuz Han için başını bile verirdi. Ancak yedi oğlunun tek bacısı olan Selcan'ın aşağılanması onu kızd ırmıştı. Asur kızı Sumire'nin hakan tarafından kabul edilmesini a nlıyordu. Ancak neden Gün Han? Neden bu düşman kızı Oğuz'un silahtaşlarından birinin tek kızından üstün tutulmalıydı? Bekar çocuklarından birine alamaz mıydı onu? Düşman kendi kızını varise vermek istiy­ or, açıktır, ancak ağzınla düşman diyorsun, o, sen i n iyiliğini isteye­ cek mi? Varisin evli olduğunu bilmiyorlar mıydı onlar? Şüphesiz biliyorlardı. Bilerek, onu seçtiler ki, Oğuz'u bölsün ler, araya kan girsin. Peki, o zaman Oğuz Han, yeni yendiği düşmanının ağzına n iye vurmadı? " Sen şart kesemezsin, yenlmişsen, benim şartlarım­ la oturumalısın " demedi. Erdoğan'ın aklından çıkmayan, gece gündüz onu ezen sorulardı bunlar. Kinli adamdı. Uzun seferler, savaşlar gönlünü taşa çevir­ mişti. Ancak onu, devlet başçılarının el verip akraba olmalarından daha çok, kızının çocuğu olmayışı üzmüştü. "Tanrı elçisi, Tanrı'nın işine karışır mı? Gerçekten Tanrı'nın elçisiyse, söyleseydi, Yaradan ona bir torun verseyd i. Vermed iyse bunda benim kızımıh günahı ne?" diyordu. Boyunun askerlerini ve yakınlarını da alarak çekip gitinişti. Oğuz Han kısas alacağı günü bekliyordu. Bir yandan Asur 365


SABİR RÜSTEMHANLI

atlılarına talim veriyor, diğer yandan Oğuz'dan incinenleri başına toplamaya çalışıyordu . Aradan yıllar geçti. Oğuz H a n ülkeden ülkeye geçti, şöhreti arttı, başı göklere değdi, ona yaklaşmak imkansız bir iş haline geldi. Bir de ki, Erdoğan'ın, kendisinin rahatsızlığına rağmen, Oğuzlarla, Asurluların arasına girmek şimdilik mümkün değildi. Hala bu devle tler birbirine gerekiyordu . Savaşlar bitti. Bölgede barış kuruldu ktan sonra Sumire'nin tek oğlu Alper Tonga ile birlikte babasını ziyaret etmeye geldiğini duy­ duğunda Erdoğan'ın yüreği sakinleşti. Tanrı bu çocuğu Selcan'a vermediyse, neden Sumire'ye verd i? Neden Oğuz'un bir kanadını da artırdı? Kısas yolunu bulmuştu. Oğuz'un torununu aradan kaldırmakla, Tanrı'ya yanlış iş gördüğünü, haksızlık yaptığını gösterecekti Erdoğan. Yaylaya çıkmazdan iki ay önce Sumire, yanında oğlu ve bir grup koruma ile birlikte ye n iden babasını ziyarete geldi . Babasıyla has­ ret giderip bayramlaştıktan sonra geri dönüyordu . Erdoğan'ın onların yollarını keserek yabancı kızının gözünün önünde, oğlunu kanlar içinde bırakmasına kimse mani olamazdı ... Azer Gölü'nün kuzey batısında Asu r'd a n Oğuz eline geçen yolun, taşların yard ımıyla geçilen dar bir ye rinde Erdoğan birkaç savaşçısıyla onların yolunu kesti. Oğuz'un on askerine tek başına kaşı çıkabilen bir cengaverdi Erdoğan. Koyu n sürüsü gibi ürküterek boğazlıya­ bilirdi onları. Alper Tonga daha yen i yetmelik yaşındaydı. Savaş görmemişti. Ancak gözünü açtığından beri Gün Han'la beraberd i. Kılınç çal­ mayı, ok atmayı babasının en seçme yiğitlerinden öğrenmişti. Tanımadığı birisinin kaya parçası gibi yollarını kestiğini görünce şaşırdı. - Ey Oğuz'un torunu, dedi, ona Erdoğan. Düşmanı olan böyle güvenliksiz yola çıkar mı? Alper lhnga gururluydu. Ölüm olsa geri çekilmezdi. 366


GÖKTAN RI

- Dedemin düşmanları, dedemle konuşur, dedi. Benim düş­ manım yoktur. Bir taraf anamın yurdudur, diğer taraf hahamın - Beni anlatmadılar mı sana? Yalnız dedenin değil, onun hütün neslinin düşmanı olan Erdoğan ! - Hayır, anlatmadılar. Görünen o ki, seni düşmandan say­ mamışlar. Ancak sen, kendini nasıl sayıyorsan öyle ol. Dedem yok, ben varım. Anamı davaya katma. Sen benimle dövüş. Erdoğan yürekten bir kahkaha attı. - Çocukla ne dövüşeceğim? Buna dövüş denmez. Oğuz Han'a acı çektirmek için hoğacağım se ni. - O lsun, dedi, genç delikanlı. Ataları m demiş "Tanrı ' nı n emrinden çıkmak olmaz ! " Sumire hatun bağırdı: - Ne diyorsun oğul? Savaş m ı gördün sen? Düşmanla mı karşılaştın? Gerekirse hepimiz vuruşacağız. - Hayır, ana! Dedi, Alper Tonga, rüyamda görmüştüm. Bu savaş benim yollarımın başlangıcı olacaktır. Hakan atamın Tanrı·sı beni koruyacaktır. Sumire Hatun oğlunu enge lleyemeyeceğini anladı, ağlaınağa başladı. Her iki tarataki askerlerin uzakta durarak onları seyretmekten başka yapacak işleri kalmamıştı. Bu erlerin çoğu birbirlerini tanıy­ orlardı. Bir yerde at sürmüşler, kılınç çalmışlar, çörek kesmişlerdi. Karşı karşıya gelmek istemiyorlardı, ancak Erdoğan'ı inadından döndüremiyorlardı. Koca aslanla, genç kurt karşı karşıya geldiler. Kılınçlar sıyrıldı ve ilk çarpışmadan anlaşıldı ki, çocuk gözü ile bak­ tıkları Alper T<.mga kırılan ceviz değil, asıl savaşçı talimi görmüş bir erdi. Genç olması da ikinci silahı idi. Erdoğan bir iki darbe ile karşısındaki yeni yetmeyi yere sere­ ceğinden emindi. Bir yandan da kızgındı. Kızgınlığı onu azgın367


SABİR RÜSTEMHANLI

laştırıyordu. Her vurduğu darbeye, bütün gücünü koyuyordu ve darbesi boşa gittiğinde, içinde ne ise kırılıyor, daha da çılgınlaşıyor­ du. Alper Tonga içinse bu bir oyundu, seviniyordu, bayram yapıyor­ du içinden, kendi gücünü tartmaya imkan bulmuştu. Aynı zamanda babasına, dedesine hakaret eden, Asurlular gibi sakal bırakmasıy­ la, yeleli koca bir aslana benzeyen bu herzeyi susturmak ihtirasıyla tutuşup yanıyor, ona Tanrı elçisinin torunuyla ba tür konuşmasının ne remek olduğunu göstermek istiyordu. Altındaki at da sevgili sahibinin bu coçkusunu adeta hissetmişti, kaynaşıp onunla bir can gibi olmuştu. Sahibinin işaretine be kleme­ den meydanda süzülüyor, Alper Tonga'yı derbelerden koruyor, sonra aniden rakibinin üstüne saldırıyordu. Saatlerce kılınç çaldığı halde yorulmayan Erdoğan, beklemediği bu mukave me t karşısında yoruldu ve yorulduğu aklına geldiği anda, Alper Tonga'nın uzun güçlü kolunun çaldığı kılınç gözünün önünde parlayarak omzundan göğsüne doğru girdi. Kolu yanına düştü. İ kinci darbe onu atının ayakları dibine düşürüd. Her iki taraftan gayri ihtiyari "ah" nidası yükseldi. Kimisinin sev­ inç, kimisinin üzüntü nisasıydı bunlar. Sumire Hatun ağlamağa devam ediyordu. Alper Tonga'nın bu ilk dövüş galibiyeti yıldırım süratiyle bütün ele yayıldı. Oğuz Han, sanki şimdi ayılmış, yen i yetme torununu yabancı bir ele bu tür göndermenin ne kadar yanlış bir iş olduğunu anlamıştı. Bu karşılaşmanın başka türlü biteceğini düşünce onu ter basıyordu. Yüreğinde "başladı" diye düşündü . Bu neyin başlangıcıydı. Oğuz'un, Oğuz'a el kaldırmasının mı, yoksa Alper Tonga'nın gele­ cekteki yollarının mı? Bilen olmadı. Bundan sonra Azer Gölü sahilleri nde, Aladağ ve Savalan'ın yay­ lalarında yaşayan yarı göçebe beyliklerin razı olmama durumları 368


GOKTAN RI

görünmeye başladı. Bir soydandılar, Oğuzların ge lişi onları sevin­ dirmiş, ezilmekten kurtarmıştı. Ancak insan unutkandır. Eski gün­ lerinin felaketlerini düşü nmüyorlar, Oğuzların ye rleşmesinden dolayı daralan yerleri için şikayetleniyorlardı. Oğuzların kendi aralarında da zıtlıklar başlamış ve durmadan derinleşiyordu. Seferlerde olan bir ulus çiftçiye, yarı göçebe çobana, hayvan sahihine, orduya ve üst zümreye bölündükten sonra, durum değişmişti. Ordu ele hakan durumuna düşmüştü. Ordu başçılarıyla, yurt, toprak sahihi olan beyler ve onlarla da çiftçiler arasında kırgırlıklar hızla artıyordu. Toprak, mal, mülk iştahı artırıyordu. Herkes daha fazlasına sahip olmak istiyor, sonuçta durumdan hoşnut olmayanlar, bütün suçu hakanda görüyorlard ı. Bu hava gittikçe hakan ailesine de giriyordu. Oğuz Han'ın kend i oğulları ve torunları, hakanın eline bakmaktansa, veraset ile onlara neyin geleceğini bilmek istilyorlardı. Bu boyda büyük ülkeydi, hep­ sine pay düşerdi. Neden bölünme olmasındı? Hepsi hakan mı ola­ caktı? Zaten Gün Han'ın arkasından oğlu Alper Tonga yetişiyordu. Oğuz Han bu durumu görüyor ve biliyordu. Onun yanında oğulları ağızlarını açıp bir şey söyleye mezlerdi. Ondan sonra ne olacaktı? Kurduğunun, büyü ttüğünün korunacağına umut var mıydı? İçini bu ağrıl ar didiklerken Oğuz Han sık sık Kam Ata ile yaptığı sohbetleri hatırlıyordu, " Evet, gerçekten gökten gelenlerin nesli kesildi. Bunlar topraktan yararlananlardır. Yıllar boyu kanatlı atların sırtında uçurdum bunları. Tanrı'nın gönderdiği kanatlı sözlerle ruhlarını yükseltmeye çalıştım. Ama, bir yerde durarak bir parça toprak buldukları anda dizlenine kadar battılar çamura. Ke ndilerine kavuştular. Daha hiç kimse onları bu topraktan koparamaz." Doğru söylüyormuş Kam Ata " hala i nsan oğlunun aşağıya doğru i nmesi bitmemiştir." Ömrü kısalmış, Tanrı'nın dilini 369


SABİR RÜSTEMHANLI

unutmuş, eski dünyaları dağı lmış, geçm işine.len gele n yollar kapan­ mış. Küçü lüp Tan rı·c.Jan uzaklaşm ı�. Ne kad ar sürecek hu ? Bin yıl, iki hin yıl . . . Ancak gü nleri n birine.le kesinlikle geriye c.Jönü�. yükseliş ba�layacak. Suyun dibine vardıktan sonra, ayakları nı d i be vurarak yıkan yükse lecekler. Beni, süzümü, o zaman anlayacaklar. Tan rı 'yı o zaman h issedece kler ve llınrı'ya doğru önü alın maz hir yürüyüş haşlayacak. Bu düşünce lerini oğu l larıyla paylaşa mıyor d u . Esas kaygısı onların birliğini koru maktı. Dünya malının, galibiye t sevinçlerinin onları karşı karışıya getirmesini istemiyordu. Ancak kare.leşler arasındaki gergi nlik güne.len güne artıyordu. Onları üzen neyd i? Babalarından sonraki kaderleri m i ? Baba, ha bac.J ı r, hepsine aynı giizlc bakar. Gün Han c.Ja hunu becerecek mi? Bu noktada ayrı analardan doğmuş büyü k kare.leşlerle, küçük kan.lc�lerin tartışması sü rüyord u . Oğuz H a n ace le ed iyordu. Kaspi'nin kuzeyinde e l bütünl eşse c.Je, güney karmakarışıktı. Ö kçü Nehri'nden gü n batana doğru uzanan ho� ovalar, Kaspi 'nin güneyi güve ni lmez hir bölgeydi. " Bu boyda yerler ye tmedi m i sana?" diye soruyorlar hana, diye düşünüyordu Oğuz Han. Yal n ız kendi soylarımıza sahiple nmek, ellerimizin dokunulmazlığını korumak, Tanrı'nın sözü nü yaymak ist iyoruz, D ışarılarda özgür, ka lesiz, duvarsız yaşıyoruz d iye, he rkes üstüküze kalkmasın ! Onlara ye rlerini gösterdi k ! Şimdi bıraktık, ya�ası nlar, yolumuzu kesmesinler. Bu dilekle Oğuz han son seferinin yolunu çiziyord u . Bu sefer Midiyadan geçerek Kaspi 'nin güneyindeki kentleri ele bağlamalı Oğuz dünyası çevrelenmcl iydi . Ancak yaz geçtikte n sonra beklen­ med ik bir şekilde sözünü değiştirdi. Sefere Gün Han'ı gönderd i . Bu karar gökten dü�me, ani alınmış hir karar değild i. Oğuz Han'ın sefer hazırlığının e n sıkı�ık zamanında oğul ları arasında tartı�malar yeniden kızı�t ı . Babal arıyla kim gidecek, kim kalacaktı, bilinmiyor­ du. Ordunun hangi bö lümü kalıyordu? Soru, sorular doğuyordu. 370


GÖKTAN RI

Böl üşümüyle, oğullarını ebedi olarak birbirine bağl adığın ı, onların ve onl ara bağlı olan akrabaların yerin i b i r d e fa l ı k be lirlediğini düşünen Oğuz H a n , b u haberden sarsıldı. Oğu llarını çağırttırdı. Hakan çadırına giren kardeşler, babalarını önce, kendi a l t ın tahtında oturu rken görünce şaşı rd ı lar. Son zamanlarda Oğuz Han tahtında çok az otururdu. Çad ırın üstüne halılar ve aşılanmış koyu n; ayı derileri serilmiş, sıcak, yu muşak keçe döşemesinde kend ini daha rahat h issediyordu. Tahtta oturuyorsa, demek ki, ne ise, onları ciddi bir sebep için çağırtmıştı. Kardqlerin her biri korkuyla babalarının ne d iyeceğini, ne karar vereceğini bik­ liyord u. Oğuz Han yaşa dolmuş, her biri çocuk sahibi olan, elin dayakl arı sayılan, yüz, yüz dövüşlerden yüzleri ak çıkmış oğullarına yer göstermedi, "oturun" demedi. Yıldırımlar çakan gözlerini sırayla her birinin gözlerine d i kerek bir hayl i baktı. Sonra anide n bağırd ı : - Ne istiyorsunuz? Derdiniz nedir sizin ? Evde, aile içinde Oğuz Han çok az sinirlenirdi. Ö ze lli kle son zamanlar onun böyle bağırdığı n ı duyan olmamıştı. Karde1ler başlarını üne eğmiş d u ruyorlard ı . Hiç kimse sesini çıkarmak istemiyordu. Oğuz Han, bir daha bağırarak onların tartışmalarını n sebebini sordu. Gün Han, sefer öncesinde babası ile kardeşleri arasındaki ilişki­ lerin soğu masını iste miyordu. Bu şartlar içinde yola çıkılmazdı. Bu yüzden h iç sir şeyi saklamadan, saki nce : - Be n h içbir şey iste miyorum. Ancak kardeşlerim bakanlıktan paylarını istiyorlar. "Bu boyda eli bir yere toplayıp yöne tmek olmaz. Babamız her birimizin yerini göstersin çeke l i m gidelim orada oturalım. Babam ızın d a işi hafiflesin" diyorlar. Oğuz Han, tartışmanın neden başladığını biliyor, bu sözleri bek371


SABİR RÜSTEMHAN LI

liyordu. Hiçbir şey demeden, tahtın yanına koyduğu aşılanmış ak deriyi aldı, açtı. .. Bu Ata mağarada Kam Ata'nın ona verdiği deri hari taydı. Deriye kazınmış çizgilere, işaretlere hir hayli haktı. Bu yolanlı sonuna kadar geçmiş, burada gösterilen ellerin hepsine el koymuştu. Burada, haşka yer kaydedilmemişt i. Oğuz Han hunun anlamını deri belgeyi gördüğü ilk anlarda da anlamışıtı ve şimdi de yanılmadığına emindi. Bu haritaya, yalnız onların yerler- suları işlenmişti. Tanrı'nın hükmü ve payı böyleymiş. Gazapla sıçrayarak ayağa kalktı. Yaşına uygun düşmeyen çevik adımlarla oğullarının önüne geld i . Hançerini çıkararak deri hari­ tayı altı yere höldü ve onların önüne attı. - Alın, dedi, isteğiniz huydu! Siz eli hu şekilde parça parça görmek istiyorsanız, olsu n ! Bel irleyin, alın her biriniz kendi parçanızı. Bu halinizi gören düşman sizi tek, tek sıra ile ezecek! Tanrı elçisinin oğulları hu aılla yaşıyorlarsa bakalım, henim ordu haşçılarım, beylerim ne durumdadır! Alın hu parçaları. Ancak Tanrı huna göre cezalandıracak sizleri. Benim birleştirdiğimi kend i belimden gelenler parçalarsa hu el, ulus birlerce yıl başını dikerek kendine gelemeyecek! İyi ki, henim inancımı ve gök yüzünü parçalayamayacaksınız ! Sonra onları hiddetli bakışlarla hir daha süzerek çadırdan çıktı. Gün Han'ın sefere çıkmasını beklemeden saray adamları ve koruma bölüğü ile yerleşim ye rinden ayrıldı. Kışı Mugan'da geçire­ cek, hundan sonra yapacağı işleri belirleyecekti. Sonra nehir hoyu Savalan'a doğru giden yolla, yaylaya çıkacaktı. Gün Han'ın yaylalardan, Ak Taban'dan geçecek yolu uzun ve zorlu hir yoldu. Oğuz Han oğullarına kızgın da olsa varisinin son derece yüksek savaş duygusuna ve dönmezliğine güven iyordu. Gün Han'ın Ak Tahan'dan, Horasan ve Kahil ellerine kadar yurt­ ları ram ederek hakanlığa bağlaması dört yıl sürdü. Ancak hu ülkelerin hiç birinde son sözü kendisi söylemedi: Önce onların elçi­ lerini bahasının yanına gönderiyordu "hırak yarlığı kendisi kessin" 3 72


GÖKTANRI

diyordu. Gün Han'ın karşısında duramayan yağılar geri çekildikçe, İ nci boyundan, Yengi kentten Oğuz Han'a birbirine uymayan bil­ giler geliyordu. Elin düzenini koruması için, onun geri dönmesini istiyorlardı. Oğlundan ardıcı) bilgiler alabilmek için Oğuz, hu yıl da yazı Savalan'la Demavend arasındaki yaylalarda geçiriyordu. Ayrı ayrı kalelerde savaşlar olsa da, Midiya bütünlükle Gün Han'ın askerine karşı çıkmamış, aralarında savaş olmamıştı. Öyle görünüyordu ki, sefer Mader uluslarının yüreğine doğrudur. Sonraki olaylar da Gün Han'la Tutuk arasındaki dostluğun kalıcı olmadığını gösterdi, Gün Han'ın seferinin sonucunda Maderler kendi ülke sınırlarını gün batana çekerek topraklarını genişlet­ mişlerdi. Bu sefer de Oğuz ordusu İnci nehrine doğru giden yolları açmıştı. Ordusunun başarılı akınları ve Gün Han'ın büyük zaferlerle dönüşü büyük bir şölenle kutlandı. Şölen bittikten sonra Oğuz Han, ordu başçılarına ve beylere dedi: - Biz isteğimize ulaştık. Mısır'a kadar bütün ülkeler bize beç veriyorlar. Soyumuzdan olanları kölelikten kurtardık. Şimdi Çin' den Gün Batan Denizi'ne kadar uzanan bir elimiz var. Ancak biz­ den kaçanlar İ nci boyundaki yurtlarımıza saldınyorlar. Oraları yal­ nız bırakamayız. Yurtlarımızı korumak ve bütün tutmak çok zor olacak. Karşıda binlerce yıl sürecek uzun bir savaş ve kuruculuk yolumuz var. . . Sonra Oğuz H a n görelim neler dedi:

Eken biçeı; konan göçeı: Elin attığı tay 11zağa gideı: Bin aşçı, bir başçı. Adlı kişi ad111dan kork01; adsız kişi Tanrı "dan korkmaz. Ard amm; ad arınmaz. İnançsıza ina11rn11 bildirmek. öksüze don giydirmek gibidil: Al (itile) ile aslan 1111111111; güç ile köpek ı11111l111az. 373


SABİ R RÜSTEMHAN LI

A1111e baha11111 verd(�i gfi11filde11. Tanrı '11ın verd({?i doyıı111/ııdıır Alçak yeJ'(/e tepecik. ke11disi11i dag san11: }'(J/ gide11in. at binenin. kılıç kıışmıan111d11: El in kese111ed(�ini dil keseı: Tcınrı '11111 gösterd({?i yol do,�nıdı11: Bfiyii,�iinfi bi/111eye11. Taıırı 's1111 bi/111ez. Elini seven. Tanrı 'sını sereı: Tc111rı seze yar olsun. Görk/fi Tmım11.1 Se�gini ıılıısıı11ıda11. eli111den esiıge11ıe.1 Bu sözlerden sonra hakan Gün Han'ın oğlu Alper Tonga'yı, büyük atlı ordusu ile Horasan üstünden Ye ngi kente, iki nehir arasına gönderdi . Bu o Alper Tonga idi ki, sonralar bütün Türk ellerinde tanınacaktı. Fars-Tacik birliklerinin gün çıkana yürüyüş­ lerini durduracak, Efrasiyab kentinin temelini atacak, babasının yaşlılığında İç Oğuz'a dönerek uzun müddet yine bu bölgenin en büyük devleti gibi, devletini koruyup geliştirecekti. Gence'nin ve sonralar tanınmış bir sıra Azerbaycan şehirlerinin kurulmasını da ona bağlıyorlar. Kazvin 'de onun kızının yadigarıdır. Alper Tonga hakanlığın en güçlü çağında damarında Oğuz kanı aksa da, zamanında Babi l'den gelerek bu ralara yerleşmiş bulunan yabancıların fetvasına uyan Midiya Şahı'nın dönekliği yüzünden bir misafirlikte zehirle necek, Aze r Gölü yakınında gözlerini yumacak, gidişi ile bütün Türk-Oğuz dünyasını sarsacak, adı bin yılları aşarak bir erdemlik simgesine dönecekti. Şimdi ise, henüz hakanlığının bahar çağındaydı ve erleri, yoldaşları, atlı ordusuyla İç Oğuz'dan koparak adını yalnız büyüklerinden duyduğu ata yurtlarına doğru yürüyordu. Oğuz Han ele yeniden düzen verdi, aralarında kavga çıkmasın, toprakları, sürüleri birbirine karışmasın diye, yirmi dört torununun ad ına damgalar yaptırttı. "Bu sizlere tutsuğum olsun, sonu kadar unutmayın" dedi. "Söz de, büyük de, bir pay-ürüştür, unu tmayın, yukarıda Tanrı, aşağıda yer bulunduğu için kendim tahta oturdum, yer yüzünün dürt köşesindeki ulusları düzenledim, onarıp kurdum; 374


GÖKTANRI

koruyup yükseltmek, törelerimizi hozmamak, Tanrı'yı, el imizi­ gunumuzu, budunumuzu sevmek boynumuzun horcudur! Unutmayın. hiz Tanrı·nın ordusuyuz. Türk Tanrısı yerler-suları yarattığında, bizi onun düze nini koruyan beyler olarak gönder­ miştir. Siz bir olursanız, acun da bir olacak, birliğiniz bozulursa, elimizin ve yeryüzünün de düzeni bozulacak" dedi. ***

Yaza doru Oğuz Han özlem çekmeye başlad ı. Erkon, Ata Ü nür, Hantengri, akıldan, fikrinden, rüyalarından çıkmıyordu. Yaylaya çıkarken Savalan'da ilk yerleştiği yerde eski kutsal mağaraları andıran kaleye gitmeyi, orda kurban kestirmeyi düşünüyordu. "Hantengri uzakta kaldı. Kurban yerimiz bundan böyle Savalan olsu n ! " diyordu. Tör başına Gün Han'ı getirerek Tanrı'ya dönme zamanı gelmişti : "Alper Tonga'nın yerine keşke kendim gitseydim" diyordu. Yaz başlangıcı Oğuz Han Savalan'a gideceklerini bildirerek hazırlığa başlanmasını istedi. Neden Savalan'ı seçmişti? Kazılık Dağları'nı aştıktan sonra ilk yaylaya çıktığı yer olduğu için mi? Ne farkı vardı, hu dağlarda çad ır kurarak dinlenmed iği yayla kalmış mıydı? En yüksek dağ olduğundan mı? Araz boyunda yüce zirvesi olan Ağrı da yüksekti. Ancak Ağrı Dağı yaylalarında hiç kalmamıştı. Beğenmemişti. Kara taşlardan başka bir şey yoktu . Ama Göyçe, Aladağlar, Savalan ayrıydı . . . Ormanları, kaynakları, nehirleri, adam boyu çimenleri ... Bu yüzden mi beğenmişti Savalan'ı? Birden bire, kale, mağarada konuğu olduğu makı, onun Savalan eteğindeki kentte gördüğü kut­ sal taş hakkında söylediklerini hatırladı. Birden anladı ki, onu Savalan'a çeken, ömrü nün guru bunda bir daha Mak'la görüşme isteğiydi. " Bakalım yaşıyor mu? Bizim zaferlerimizden bilgisi var mı? Zate n onun isteklerini yerine getirdik. Yakın ulusları ezilmek­ ten kurtararak birleştirdik, düşmanlarını diz çöktürdük . . . Duymuş mu acaba?" Bu arzu ile Oğuz Han Savalan'a çapar gönderdi. 3 75


SABİR RÜSTEMHANLI

Toplantılar, ozanların söylemesi, uzak düzlüklerin havasını geri getirse de, kurt u lumasına benzeyen ırlar, okular, gönlünü bürüyen bulutları aralasa da, içindeki sızıltı bir türlü kesilmiyordu. O Tanrı'nın elçilik görevin i yerine getirmiş, "Tek Tanrı, tek el, tek hakan" buyruğunu bütün yeryüzüne yaymış, her yere duyurmuştu . Bütün seferlerinde Tanrı yardımcısı olmuştu ... Bu düşüncelerle Kür-Araz kavşağından geçerek güneye doğru ilerlerken çapar Savalan'dan, eli eteğinden uzun döndü . Kale­ mağara boştu . Daha doğrusu birkaç genç mak yaşıyordu orada. Oğuz'un görüştüğü yaşlı Mak ise çıkıp gitmişti. - Ne olmuş? Ölmüş mü? Diye sordu Oğuz Han. - Hayır büyük hakan! - Peki neredeymiş? - Mağarayı terk ederek gitmiş, gün çıkana doğru, Kaspi'nin o tarafına" dediler. Bu haben Oğuz Han'ın yolunu değiştirmesine sebep oldu. Yüzünü sola, denize doğru çevirdi, sonra deniz kıyısı ile güneye doğru ilerledi ... Niye, uzun yıllar Mak'ı aklına getirmemiş, ondan haber sor­ mamış, onunla görüşmemişti. Uzun yıllar önce Kam Ata'nın söylediği o göksel yerlerden biri de o mağaraydı. Anlaşılıyor ki, Kam Ata'nın bildiklerini o da biliyormuş. Neden, ondan insanın yaratılışı hakkında bildiklerin i ondan sormamıştı? Şimdi, Kam Ata ile birlikte onu da kaybetmişti. Yalnız şimdi, üzerinden yıllar geçtikten sonra Oğuz Han içinde, bir defa görüştüğü o adama karşı garip bir yakı nlık, i stek d uydu. Yeryüzünde görd üklerini ve dünyanın, ulusunun geleceği ile ilgili düşüncelerin i paylaşabileceği bir insan arıyordu. Bunun için en uygun olan çıkıp gitmişti. Gün doğana gitmişti. Oğuz Han gülümsedi. "Bu ne yer değiştirme görüyor musun ? Bana kırıldı mı? Yoksa buralardaki işini bitmiş mi saydı? Belki, bu tarlanın ekincisi gel ince başka tarla aramaya mı 3 76


GÖKTAN RI

gitmişti? Tanrı elçisi! Belki, öyle Tan rı ekincisi değilse, iyi olurdu. Elçi olarak getirdiğim nedir? Söz, Tanrı'nın hikmeti. Doğruluk. İnanç, Tanrı'ya ve yaratılmışa bağlılık ... Bütün ömrüm boyu bu tohumu insanların beynine serptim. Ancak, sanki, Tanrı bize o kadar bereketli toprak vermemiş. Bütün gün at sürdü. Öyle ki, dağlar göründü, gönlü yerine geldi . Yüzü denize, gün çıkana dönüktü. Göz uzadıkça uzanarak mavi gökle birleşen, rüzgar vurdukça dalgalanan yeşil çimenlikti önün­ deki alan. Küçük çay pelit ağaçlarının arasından kıvrıla, kıvrıla denize doğru akıyordu. Elini çayın sol kıyısındaki yüksekliğe doğru uzatarak son sözlerini söyledi: - Çadırımı burada kurun. Yaşam bitiyor, yol kalıyor ... Beni öyle burada toprağa verirsiniz. Kurganımı üstünden deniz görülünceye kadar yükseltiniz. Bu topraklarda sona kadar yaşayacak damgamız olsun! Buraya her tan zamanı, denizin o tarafından, Aral Gölü 'nün, Hantengri'nin esintisi vuracak . . . Bu sözleri söylerken Oğuz Han, üstünde yükseltilecek kurganın atalarının ruh u n u çeki p geti receğine, onlarl a görüşeceğine, buradan uçarak Tanrı'nın yanına gideceğine inanıyordu . Birden bire Oğuz Han, Ata Mağara'dan başlayarak dünya boyu her gittiği yerde gördüğü, tapınakları, mabetleri hatırladı. Bütün bunlan ne içinmiş? Hangi sırları arıyormuş? Taptıkları, bildikleri ömrünü uzattı mı? O sırların ebedi yaşamasını isteseydi Tanrı ken­ disi korurdu onları. Belki, tapınakları Tanrı'ya daha yakın yerler bilmişim! Yok, yanlış düşünceymiş. Gök Tanrı, göklerin altında her yerdeymiş. Ona yaklaşmak için mabetlere toplanmak gerek­ mezmiş. Aksine, mabetler insanı Tanrı'dan uzaklaştırıyormuş. Tanrı insanın içindedir. Ama istemiş, istememiş, üzerinde yükselen kurgan da bir gün insan oğlunun tapınaklarına dönecek. Bu düşüncelerini oğullarıyla, yakınlarıyla paylaşan Oğuz Han içini ışık­ la ve dinçlikle dolmuş gördü ve: - Son olarak d inleyin, dedi. Artık Tanrı çağırıyor. 377


SABİR RÜSTEMHANLI

Kılınç kıışmıanın. at binenin. yol geçenin. yaraııl1111ş T<ınn 'n111d11: Tanrı yı öv. gönliinii dııy. Gelmişiz ok gibi. gidiyorııs yok gibi. Do,�an erenleı: 11ıengii ol11ıazlm: Tanrı tören işi bo,�acak. giineşle yıldızlar yine doğacak. Söyledi, göklerle dolu gözlerini yumdu. 1 16 yıl yaşayarak göçtü, gitti.

3 78


GÖKTANRI

Oğuz Han'ın Ruhuna

A

radan binlerce yıl geçti. Sözün dilimizde, kanın damarımız­ da, gücün ruhumuzda . . . Yaşıyoruz! Senin açtğın yollar bir daha kapanmadı. O yollar her zaman senin soydaşlarının, kanını ve ruhunu taşıyan büyük milletinindir. Bu yoldan kimler geçmedi? Alper Tonga, Mete, Atilla, Çağrı Bey, Tuğrul Bey, Alparlan Bey, Cengiz Han, Emir Timur, Fatih Sultan Mehmet, Şah İsmail Hatayi, Şah Abbas, Nadir Şah, Atatürk . . . Onların olmadığı b i r dünya tarihi n e olurdu biliyor musun? Biz yine yaşıyoruz . . . Ancak öyle, se nin gördüğün gibi . . . Gün çıkanda Çin'in yok etmek eritmek politikası içinde, kuzeyde Kıl Barak çirkin liğine bu laşmış, gü neyde uydurma "ari" h ilekarlığının dolaplarında, gün batanda ruh hırsızlarıyla yumruk-yumruğa ... Biz dünyayı kurduk, ancak dünya bizi bırakmıyor ... Bin yıllardır ruhu­ muzu çalmaktan, bizi öldürmekten yorulmuyor dünya. . . Biz de 379


SABİR RÜSTEMHANLI

tüken miyoruz, t ükenmeyeceği z ! . . . Ye niden ver bize o birlik ruhunu! Geri ver bize o gökten gelen Tanrısallığımızı! Nerdesin Tanrı'nın büyükelçisi? Son:

Türklük, görklük, doğruluk yolunda, Yaradan ve yaratılana sevgi yolunda düşünmüş, bayrak tutmuş, kılınç çalmış, yazı yazmış, söz söylemiş bütün kişileri Ulu Tanrı onların emeğine ve kendi büyük­ lüğüne bağışlasın! 6 Şubat 2005 Bakü

380


N ERiMAN OV

Nerimanov k i m d i r'? Gal iyev'in yakın çalışına arkadaşı. Meşh u r Do ğu l la l kları Kurullayı'n ııı ev sahibi ve açış konuşmasın ı yapan a d a m . Azerbaycan Sovyeı C u ın h u riyet i ' n i n d e v l e t başka n ı . Sovyel Devlet i ' n i n ..

Yakındoğ u işleri komisyonu Başka n ı . Me rkez Komitesi üyesi b i r Türk.

O l ü m ü n ü n a r d ı n d a n t ü m Sovyet topra kları nda yas tu t u ld u . Bu yasa Türkiye de dahil olmak üzere tüm Türk d ü nyası da dahil o l d u . Bolşevik l iderler o n d a n "Do ğ u n u n devrimci l i d e r i " d i y e ba h se t ı iler.

370 sayfa, 10 YTL


Sosya l i s t i\zc rlıayca n ' ı ı ı i l k l kvk ı llaş k a ı ı ı ve Azerlıayca n ' d a k i M i l l i Ko m ü n i s t a k ı m ı ı ı k u ru c u l a r ı ı ı d a n

1 89() 1 92 S y ı l ın a kadar <;eş i t l i

Neri m a n N e r i ııı a nov'uıı y ı l ı nd a n

gaze l e VL' d e rg i l e rde yayın l a n a n m a ka lelerinden b i r seçme i l e T ü r k o k u r u n u Nerima nov'la lıu l u ş ı u ruyoruz. Nerinı a nov'un kendi m a kaleleriyle b i rl i kle Türk t a r i h i n i n g i z l i ka l a n b i r diineııı i a yd ı ıı l a n nı ı ş o l u yor. Azerlıayca n ' da Sovycı l kv r i ın i ' n i n g l' l i ş m e s i , Türk K u r t u l u ş Savaşı 'yla ı\ze rlıaycan a ra s ı n d a k i i l i ş k i ler, Sovycı Bolşevik P a r t i s i i\· e r i s i n d e k i T ü rk\·ü ı n u l ı a ldc l , Le n i n v e S ı a l i n ' i n de d a h i l olduğu m i l l i mesele ı a r l ı ş m a s ı , Ermeni -,\ıeri ıııesl'lesi, Orta ı\sy a ' d a l ı ıg i l i z e m e l l e ri ve benzeri pek \'l>k ko n u d a N e r i n ı a ı ı o v ' u n ken d i giiriış k r i n i b u k i t a p l a lıulacaksıııız.

352 sayfa, 1 O YTL N e r i m a ı ı o v ' u n az l ı i l i n e ıı b i r ya ı ı ı , K u r t u l u ş Sava ş ı ' n a verd i ğ i lıü y ü k desl d ; l i r. Sovye ı l er B i rl i ğ i ' ıı i n ı\nkara l l ü klı ml' l i i le a n laşma i mza l a m a s ı d a , y a p t ı ğ ı yard ı ı n d a a s l ı n d a N e r i nı a nov'ıın ö n c r i k r i i l l' ve Le n i n ' i n t a kd i ri i l e gcrçc k kş ı ı ı i ş l i r. Vc \·ok a z lıi l i n i r a ma , Sovye ı k r l\i rliği ' n i n i\ n kara'ya y a p t ı ğ ı yard ı m , a s l ı n d a lıa ş ı a ı\lcrlıaycan o l m a k üzc rL' T ü r k C : u ın l ı u r i ye ı leri 'ndcn ıopla ııııı ı ş l ı r. B i r lıa kı ıııa T ü r k ' ü ıı Türk'e yard ı m ıd ı r. l'akaı Len i n ' i ı ı ö l ü m ü nden sonra Moskova'ya \·ağ r ı l a n Ncri ı ııanov, t ı pkı d iğn Türk kom ü n i s t k r i gihi o r t a d a n kaybo l u r. Vc l a ri l ı l c n a d ı s i l i n i r.

160 sayfa, 5 YTL


"'

.

ORTA ASYA GERÇEGI Hüseyin Adıgüzel

l l ü scyi n ı\d ıgüzel, Sovyc l ll'r Bi r l i ğ i dağı l ma d a n önce öğre t m e n o l a r a k llakii'ye

g i t t i . IO y ı l boyunca t ii ııı Tiirk D ü n ya s ı ü l ke l e r i n i gezd i ve a ra ş t ı rma y;ı p t ı . ı\dıgüzl'I tıu k i t a lı ı ı ıd a , lıl'ın < l r l a ı\sya ü l kl'll'rindeki a n ı la r ı ı ı ı a k t a rıyor, l ı l'ııı dl' o g ü nd e n lıugüm· ( ı r ı a ı\�ya 'da k i poli t ik gl' l i ş ıııl' l l' r i a k t a rıyor. \O\')'l' t l e r l l i rl i ğ i ' ı ı i ıı d a ğ ı l m a sii rl'ci i le başlayan d ü ı ı L· ı ıı d l' O r t a ı\sya ü l keleri ı ı i ı ı ı ı a s ı l Rusya v e ı\1\1 ı a r ;ı s ı ı ıda b i r payla ş ı m salıasın;ı d ö n ü ş t üğ ü n ü , lıülgc ii l ke l e r i ııdl'ki pol i t i k lıa rL'kL·t Vl' l i d e r l e r i , lıi1.1.a ı kişisel t a n ı kl ı klara daya na r a k a ı ı l a ı ıyor. \on düm·ıııdc l< ı rg ı z i s t a n 'da baş l aya n o l a y l a r ı a n l a m a k i sleye n l e r ve olayla r ı ı ı l ı a ı ıg i yiiııde gl' l i�L'LTği ı ı i m e r a k eden ler i ç i n lıu l u ı ı ma 1. b i r kay n a k l'scr.

280 sayfa, 10 YTL


A

ATTi LA

A L L i la , 1 l u n ları ve Türk boy l a r ı n ı birleş t i rip, Avru pa'nı n içlerine yürü m üş t ü . T ü m ı\vrupa'da a d ı büyük b i r korkuyla a n ı l ıyord u . ı\ l l i la , Türk'ün yt• n i l mez ve d u rd u ru la maz gücü n ü n s i m gesiyd i . O ' n a Ta ıı r ı ' n ı n kırbacı d i yorlard ı . l'raıısız yazar M a rcel Brio n ' u n ı\ t ı ila a d l ı eseri, o d ö n e m t a r i h i ne ı ş ı k t u t uyor.

1 9 3 1 yılında yayı n la n a n k i t a p , ı\ l a t ürk'ün ı\ t t i l a 'ya olan özel ilgi ve hayra n l ığ ı n ı n da bir göstergesi.

Büyük bir hükümdar, büyük bir komu t a n , büyük bir s t ra t e j i s i o l a n ı\ l l i la 'yı t a n ı m a k isteyenler için . . .

288 sayfa, 10 YTL



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.