Psinossa 18 /Haziran 2016

Page 1

PsiNossa Bir Psikoloji Dergisi

Sayı 18 Haziran 2016 Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma Grubu www.tpocg.org

DAMGALAMA


2 PsiNossa


PsiNossa 2016 TPÖÇG Yayın Ekibi dergi@tpocg.net TPÖÇG Genel Sekreteri Selin Cennet GÜLMEZ Uludağ Üniversitesi selincennetgulmez@tpocg.net Editör Ayşe Nur Avcı Hacettepe Üniversitesi aysenuravciesk@gmail.com Bülten Sorumlusu Burak Bahadır AKIN İst. Kültür Üniversitesi burakbahadirakin@hotmail.com Yazar Edanur Tunca Okan Üniversitesi eedatunca@gmail.com

Dizgi-Tasarım Ulaş BAHAR Işık Üniversitesi mulasbahar@gmail.com Dizgi-Tasarım Melis Alioğlu İst. Kültür Üniversitesi melis.alioglu@gmail.com Film Eleştirmeni

Gökçe Oflu

Uludağ Üniversitesi goflu1@gmail.com

Kitap Eleştirmenleri

Merva ÖKSÜZ Uludağ Üniversitesi

mervaoksuz@gmail.com

Müzik Köşesi Yazarı

Ayça Kapyapar Hacettepe Üniversitesi aycakpypr@gmail.com

Yazar Arzu Hamurcu Melikşah Üniversitesi arzuhamurcu1852@gmail.com Yazar Dicle Ay İst. Maltepe Üniversitesi dicleay01@gmail.com

Konuk Yazarlar Hazal TIRAŞÇI Akdeniz Üniversitesi hazal-77@outlook.com

Yazar Elif Gül Şahin İst. Medipol Üniversitesi elifgulsahin@gmail.com

Röportaj Doç. Dr. Haldun SOYGÜR

Yazar Taner Türker İst. Kültür Üniversitesi taner.turker@outlook.com

Mezun Yazısı Uzman Psikolog Uğur KOÇDEMİR ugur.kocdemir@hotmail.com

Çevirmen Ceren Nur Gürler Işık Üniversitesi cerennur.gurler@gmail.com Çevirmen Özge Karakaş Orta Doğu Teknik Üniversitesi ozgekarakas95@gmail.com

PsiNossa 3


Bu Sayımızda; 6 | Stigmatizasyonun Tarihi ve İçselleştirilmesi 8 | Deliler: Şizofreni ve Stigmatizasyon 10 | LGBTİ Bireylere Yönelik Bir Damgalama Türü: Ayrımcılık 14 | Hangimiz Gerçek Engelli 16 | Bir Çocukluk Manifestosu II 18 | Haber: Damgalamak 20 | Poster Sunum Özeti 22 | Modern Zamanın İcadı 24 | Mezun Köşesi: Uzm. Psk. Uğur Koçdemir 26 | Doç. Dr. Haldun Soygür ile Röportaj 32 | Kaos GL 34 | Ayın Farkındalıkları: Siyah Dağlar 36 | Film: Gia 38 | Kitap: Ali ile Ramazan 40 | Müzik: İsyanın Sahnesi: CBGB 42 | Referanslar

4 PsiNossa


Psi Nossa

Merhabalar,

Damgalama deyince aklınıza ne geliyor? Kimler damgalanıyor, dışlanıyor, hor görülüyor? Peki damgalamanın önüne geçmek için neler yapmak gerekir? Haziran sayımızda bu sorulara cevaplar aradık. Bu ay, bünyesinde şizofreni bireyler çalışan, onlar için adeta bir yaşam merkezi olan Mavi At Kafe’nin kurucusu ve Şizofreni Dernekleri Federasyonu başkanı Doç. Dr. Haldun Soygür’le röportaj yaptık. Mutlaka okuyun, şizofreniye bir de Haldun Soygür’ün penceresinden bakın. Ankara’daysanız bir kahve içmek için Beşevler’deki Mavi At Kafe’ye uğrayıp yapılan etkinlikleri kendi gözlerinizle görmenizi ve oraya gönül vermiş içten insanlarla tanışmanızı öneririm. Ayrıca ilgilenenleri Psişizofreni Grubumuza bekleriz. STK köşemizde ise damgalamaya maruz kalan LGBTİ bireylerin sesi olan Kaos GL’ ye yer verdik. Destekleri için çok teşekkürler. Damgalamayı önlemek için atılacak ilk adımın bilmediğimiz konularda bilinçlenmek olduğunu düşünüyorum. Dergimizi okuyarak damgalamanın önüne geçmek için minik bir adım atabilirsiniz. “Damgalama anla!” diyerek sizi dergimizle baş başbaşa bırakıyorum. Okuyunuz, okutunuz efendim. Sürçülisan ettiysek affola. Ayşe Nur AVCI PsiNossa: Psikoloji biliminin “Psi” si ve Portekizcede “bizim” anlamına gelen “nossa” kelimesinin birleşmesiyle –TPÖÇG ve TPÖÇG’e dair her şeyi can-ı gönülden sahiplenmemize ithafen- ortaya çıkan PsiNossa isimli dergimiz her ay belirlenen bir konu çerçevesinde e-dergi formatında yayınlanmaktadır. PsiNossa Yayın ekibi olarak her ay siz okuyucuların karşısına dopdolu, bilgilendirici ve keyifli vakit geçirmenizi sağlayan içerik sunmak için canla başla çalışıyoruz. 18th EDITION OF ‘PsiNossa’ “Stigma’’ is the selected topic of this month. Content of this month is briefly explained as nether; 1.­Interview with Assoc. Prof. Haldun Soygür, Chairman of Schizophrenia Association Fedaration 2­. “Internalization and History of Stigmatization” ​by Dicle Ay 3­. “Bedlamites: Schizophrenia and Stigmatization’’​by Elif Gül Şahin 4­. “Sort of Stigma towards LGBTI: Discrimination’’​by Edanur Tunca 5­. “Who is really disable?’’​by Arzu Hamurcu 6­. “A Childhood Manifest 2” ​by Taner Türker 7­. “Stigmatize’’​by Ceren Nur Gürler on news section 8­. “Black Mountains’’​about Soma disaster by Burak Bahadır Akın 9­. Inscription of graduate by Uğur Koçdemir

10.­Analysis of the Book by Merva Öksüz: “A Lovestory marginalised: Ali and Ramazan’’​by Perihan Mağden 11­. Analysis of the Movie by Gökçe Lo: “A Fairtyle which doesn’t end by happiness: Gia (Gia)’’ by Michael Cristopher 12.‘’Riot’s Stage:CBGB’’ by Ayça Kapyapar on music section 13­. Inscription of Editor: Ayşe Nur Avcı 14. Awarenesses of Month 15. “Effect of Physical Attractiveness, Respect of Self­-identity and Infidelity Tendency on Marriage Stisfaction” poster presentation at Psifest’16 Ankara by Nurten Özdemir 16. “Modern Time’s Invention” by guest author Hazal Tıraşçı on free time part 17. The section about KAOS_GL (Kaos Gay and Lesbian Cultural Researches and Solidarity Association)

PsiNossa 5


Stigmatizasyonun Tarihi ve İçselleştirilmesi

Sesler duyan insanların korkunç şeyler yaptığını varsayarız; katiller ve psikopatlar sesler duyar, fanatik dincilerle intihar bombacıları da öyle. Oysa geçmişte, sesler saygı uyandırırdı, arzulanırdı. Önsezileri güçlü kişi, peygamber, şaman, bilge kadın. Ve tabii ki şair. Sesler duymak iyi bir şey olabilir. Delirmek bir sürecin başlangıcı. Nihai sonuç olması gerekmiyor. Ronnie Laing, 1960’ların ve 70’lerin gözde gurusu olan bu doktor ve psikoterapist, deliliğin insanı bir yerlere götürebilecek bir süreç olduğunu anlayıp deliliği moda haline getirmişti. Ancak çoğunlukla, tek yolun ilaçlar ya da bir klinik olması, deliliğin içindeki kişi için olduğu kadar etrafındakiler için de alabildiğine korkutucu bir durumdur. Delilik ölçümüz sürekli değişmekte. Muhtemelen şu an deliliğe karşı, tarihte hiç olmadığı kadar hoşgörüsüzüz. Dünyamızda ona yer yok. Daha da önemlisi, ona zaman yok (Winterson, çev., 2015, s.161). Evet,… Daha da önemlisi zaman yok… Gündelik hayatın koşuşturması içinde boğulurken bir de bizim gibi olmayanlarla uğraşacak zamanımız yok. Zamanımız olsa da ne kadar uğraşırdık orası da meçhul. Fakat şu an hiç olmadığı kadar hoşgörüsüz müyüz hakikaten? Bunun cevabını bulmak için “deliliğin” tarihine bakmak lazım. Geçmişte neler yaptık? Neler çektirdik, nasıl damgalayarak ayırdık kendimizden, bizim gibi olmayanları niçin cezalandırmaya kalktık? Ama bütün bunlardan da kötüsü, onları gerçekten öyle olduklarına inandırdık. Normal olmadıklarına ve olamayacaklarına inandırarak bu baskıyı içselleştirmelerine, kendilerine dair tüm inançlarını yitirerek bu durumu kabullenmelerine sebep olduk. Stigmatizasyonun, tarihi süreç içerisinde ele alınması hem psikologların hem de biz adayların yüzleşmesi açısından önemli bir adım... Geçmişe yol gösterici bir ders niteliğinde bakarsak, geleceği de şekillendirmesine vesile oluruz . Bu nedenle yazımı kapsamlı olmasa da bir giriş ya da özet niteliğinde, Foucault’nun Deliliğin Tarihi ve fazlasıyla objektif bir yaklaşıma sahip olduğundan dolayı Eleştirel Psikoloji

6 PsiNossa

Dicle AY

adlı kitaplarla destekledim. İçselleştirilmiş damganın ise bireyin hastalığını kabullenip, iyileşmeye dair tüm ihtimalleri yok saymasına sebep olacak kadar tehlikeli olmasından mütevellit ona da birkaç paragraflık yer hakkı tanıdım. Bu arada alıntıyı akıl hastalıkları için olmasa da çok bağdaştırdığım anormallik damgasının hissedildiği bir kitaptan yaptım: “ Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın?”. Deliliğin Tarihi Foucault’un delilik kavramına ilişkin irdelemelerini “Deliliğin Tarihi” adlı eserinde çarpıcı bir şekilde görmek mümkündür. Foucault deliliği incelerken şu soruları sorar: “Delinin içinde bulunduğu koşullar ortaçağdan günümüze nasıl değişti? Bu değişim için gerekli koşullar nelerdi (Foucault, çev., 2015)?” Foucault’un asıl merak ettiği bir düşüncenin olumlama sistemleri değil, tersine reddedilen, dışlananlarıdır. İlk olarak ilkel toplumlardaki deli statüsünün, ikinci olarak sanayi toplumlarındaki delinin statüsünün, son olarak da 19. yy.’daki değişim üzerinde durdu. Sonucunda ise delinin gelmiş olduğu konumdan bu yana statüsünün değişmediğini kanıtlamaya çalıştı (Foucault, çev., 2015). Peki delinin statüsünün değişmediği sonucuna varmak neyin göstergesiydi? Akıl hastalığının modern toplumların keşfettiği ve daha önce var olmayan bir kavram olduğunu söyler Foucault. Psikiyatriyi inkar etmez ancak bu tıbbileştirmenin bu kadar geç meydana gelmesi, akıl hastalığının iktisadi ve toplumsal nedenlerden türediğini gösterir ona göre. Yani delinin statüsünün değişmemesi ona göre bu tıbbileştirmenin hiçbir işe yaramadığını kanıtlar gibidir. (Foucault, çev., 2015). “Hapishanelerin;fabrikalara,okullara,kışlalara,hastanelerevebütünbunlarındahapishanelerebenzemesi şaşırtıcı değil mi?” (Foucault, çev., 1992, s.285). Foucault’nun belirttiği gibi, ilk önce “deliler” kendi de modern bir icat olan hapishanelere kapatıl-


dılar. Aynı hapishanelere; toplumun ayaktakımı olan tüm diğer kişiler, yani suçlular, borçlular, “habis kadınlar” (seks işçileri, yalnız anneler), yoksullar, fiziksel engelliler ve güçlülerin düşmanları defedildi. Bu diğer “toplumsal sapkınlar” veya istenilmeyenler, görece daha başa çıkılabilir olanlardı. Kendileri yiyip, kendileri giyinebiliyorlardı, mahkumlarla ya da gardiyanlarla uyumlu bir şekilde geçinebiliyorlardı ve en azından tahmin edilebilirlerdi. En ağır akıl hastalarıysa, diğer mahkumlar ve gardiyanlar için en kötü katillerden ve tecavüzcülerden bile daha rahatsız ediciydi. Çığlık atabilir, ağlayabilir, anlamsız sesler çıkararak konuşabilir, diğerlerine saldırabilir, kendilerine zarar verebilirlerdi. Bazen de yemek yemez ya da hijyenleri hapishanenin verdiği en alt seviyede tutabilirlerdi. Yani en ağır durumdaki akıl hastaları toplumdan yalnızca yabancılaştırılmakla kalmadılar, hapishanelerin içinde kelepçelenerek ve yalnızlaştırılarak daha da yabancılaştırıldılar. Bu tabii ki bir “tedavi” değildi. Bu başkalarının kontrolüydü, kendilerinin değil (Fox, Prilleltensy, Austin, 2001). Ruhsal bozukluğu olan insanların sayısı gittikçe artarken, onlara yer tanımayan ve bir gaye atfetmeyen toplumlar, onları daha fazla dışladı. Foucault, erken dönem piyasa toplumlarının ruhsal bozukluğu ele alışlarına dair tarifinde (belki biraz hayal gücü içeriyor ama yine de olgunun özünü yakalıyor); yalnızca kısmen bu dünyaya ait olan bir grup akıl hastasını ve diğer sapkınları kırsal kesimde ve ormanlarda dolanırken resmetmişti. Şehirlere akın ettiklerindeyse ya sanki görünmezlermiş gibi yok sayılmış ya da kovulmuşlardı. Tarihin gelenek sonrası ama modern öncesi bu döneminde, psikolojik rahatsızlığı olanın baskılanması, onların arkasında bilinmeyen bir güç olduğunu düşünmek yerine, onları dışarıya atmayı deneyen toplumlara yüklenilebilir. Foucault psikoloji tarihinde, yalnızca akıl hastasının değil akıl hastalığının da yabancılaştırılmasını anlatır. Foucault “aklı başında” olan dünyanın; “ötekilerin” ve akıl hastalığının neyle ilgili olduğunu kavrayabilmeye dair tüm umutlarını böylelikle kaybettiğini söyler. Akıl hastalığı, tabiatı ge-

reği bizim bir parçamızdır. Onu bizden ayırmak, onu anlamsız ve bilinmez kılmaya neden olur (Fox, Prillentensy ve Austin, 2001). Damgalamayı İçselleştirmek İçselleştirilmiş damgalama ya da öz damgalama, genel halkın inandığı tehlikelilik, yetersizlik gibi damgalayıcı görüşlerin ruhsal hastalığı olan kişi tarafından benimsenmesidir. İçselleştirilmiş damgalama kişinin geliştirdiği ve tutunduğu doğru olmayan ve uyum göstermeyen inançların (başkaları için tehlikeliyim ya da kendi hayatımı yönetmede yetersizim) içeriği olarak kavramlaştırılmaktadır (Yanos, Roe ve Lysaker, 2011). Konuyla ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında; BoydRitsher ve Phelan (2004) psikiyatri hastalarıyla yaptıkları bir çalışmada, hastaların %73.2’sinin içselleştirilmiş damgalama ölçeğinden ortalamanın üzerinde puan aldıklarını saptamışlardır. Ayrıca katılımcıların yarısının, diğerlerinin kendilerine farklı muamele ettiklerine inandıklarını belirlemişlerdir (Boyd-Ritsher ve Phelan, 2004). Werner, Aviv ve Barak (2007) şizofreni hastalarıyla yaptıkları çalışmada, hastalarda içselleştirilmiş damgalamanın orta düzeyde olduğunu, %20-33 arasında katılımcının yüksek düzeyde damgalama bildirdiğini, yaşlı hastalarda içselleştirilmiş damgalamanın gençlerden daha düşük olduğunu, içselleştirilmiş damgalama ile benlik saygısı arasında güçlü bir ilişki olduğunu saptamışlardır (Werner, Aviv ve Barak, 2007). Damgalanma algısının en önemli sonuçlarından biri de hastaların kendilerini toplumda hak ettikleri yerde, hatta topluma ait hissedememelerine neden olmasıdır. Damgalanma algısı nedeni ile hastalar hastalık etkilerinden bağımsız olarak eski toplumsal ve mesleki rollerine tekrar dönememektedir. Damgalanma algısı hastalarda psikolojik nedenlerle kendini toplumdan soyutlamaya ve davranışsal kaçınmaya yol açmaktadır. Toplumda eski işlevselliğine dönemeyen ve toplumsal bağları zayıflayan hastalar daha fazla damgalanmaktadır (Yanos, Roe ve Lysaker, 2011).

PsiNossa 7


Deliler : Şizofreni ve Stigmatizasyon

D

amgalama, kişinin toplumdaki diğer bireylerden farklı olması ve bu diğer bireylerin ‘normal’ stereotipine uymaması nedeniyle toplum tarafından yargılanması, dışlanması ve zarara uğratılmasıdır (Soygür ve Özalp, 2005). Azınlık olarak toplumda yer alan ve farklılığı fark edilmiş insanlar bu etiketlemeye maruz kalırlar . Toplum onları parmaklarıyla işaret ederek onlardan kaçar, onları ve çevresindekileri yalnızlaştırır. Bu damgalamadan en çok nasibini ruhsal hastalığa sahip bireyler alır. Bostancı (2004), ruhsal hastalıkların, toplum tarafından yanlış anlama- anlaşılma, stigma ve korkuyla kuşatıldığını söyler. Damgalamanın bu çeşidine stigmatizasyon denir. Stigmatizasyon, yunanca stigma kökünden gelir. Stigma, hayvanlara ve kölelere süs veya mülkiyet belirtisi olarak yapılmış dövme ya da yakılarak yapılan damga anlamındadır. Bu ifade Hz. İsa’nın çarmıha gerilişi sırasında vücudunda oluşan ve görünmeyen yaralar için de kullanılır (Yılmaz, 2012). Toplumsal damgalar ve etiketler de tıpkı bunun gibi insana saplanır, canını acıtır ve kişi ömür boyu bunu taşımak zorunda kalır. Henüz ilkokul çağındaki çocukların bile birbirine hakaret etmek için kullandığı ‘deli’, ‘tımarhanelik’, ‘kaçık’ gibi yakıştırmalar ruh hastalarının damgalanmasının sonucu ve nedenidir. Tedavi olanaklarının kısıtlı olması, medyada sık sık ‘katil’ olarak sunulması ve toplumun yanlış bilgilendirilmesi gibi nedenlerle sitigmatizasyona en çok uğrayan ruh sağlığı sorunu şizofrenidir. İnsan bir şey

8 PsiNossa

Elif Gül ŞAHİN hakkında ne kadar az bilgiliyse çoğunluğun fikrine o kadar uyma eğilimindedir. Ruhsal bozukluklara yönelik stigma, negatif kalıplaşmış düşüncelerin ve efsanelerin sonucudur (Bostancı, 2014). Bu mitlerden bazılarını Üçok (1999) şöyle sıralamıştır : · Şizofrenler çift kişiliklidir. · Çalışamazlar. · Tehlikelidirler. · Saldırganlardır. · Evlenemezler. · Çocuklarımıza zarar verebilirler. · Mantıklı karar veremezler. · Şizofrenlerle birlikte yaşayanlar da şizofrendir. · Sağı solu belli olmaz kimselerdir. Bu mitlerin oluşmasında ve yerleşmesinde hiç kuşkusuz en büyük rolü medya oynamaktadır. Google’a şizofreni yazıp ‘haberler’ kategorisini seçtiğinizde karşınıza çıkan haberlerin neredeyse hepsi ‘katil şizofrenler’ ile ilgilidir. Uzman Psikolog Nizamettin Aksakal (2014)’ın ‘Şizofreni hastaları tehlike arz eden ve sürekli aramızda yaşayan insanlardır. Bunlar canlı bomba gibi aramızda dolaşıyor” açıklamasından (akt., Atmaca, 2014) sonra Türk Psikologlar Derneği, Türkiye Psikiyatri Derneği ve Şizofreni Dernekleri Federasyonu’nun yaptığı ortak basın açıklamasında (TPD, 2014), cinayetlerin %5-%10’unu şizofrenlerin işlediğini, bu oldukça yüksek bir rakam olsa da bu yüzdede bulunan


şizofrenlerinin çoğunun tedavi görmemiş hastalar olduğunu, hastaların tedaviyi kabul etmemesindeki en büyük etkenin ise toplum tarafından dışlanma korkusu olduğunu belirtmiştir. Görüldüğü gibi stigmatizasyon hastalığın kendinden daha tehlikelidir. Damgalamanın Etkileri “ Şizofreninin en kötü yanı, gerçekle gerçek dışını ayırt edememektir. Bir düşünün: Tanıdığınız kişilerin, bildiğiniz yerlerin, sizin için en önemli anların hiç bir zaman sizi terk etmediğini, ölmediğini fakat zaten hiç bir zaman da var olmadığını aniden öğrendiğinizi hayal edin. Bu nasıl bir cehennem olurdu?” Akıl Oyunları - 2001 Stigmatizasyon şizofreni hastalarını çevresel ve içsel olarak iki şekilde etkiler (Bostancı, 2004). Hastalar çevresel olarak; iş bulamama veya devam ettiği işinden ayrılmak zorunda kalma, evlenememe, eğitim görememe, akrabaları ve yakın çevresi tarafından dışlanma, arkadaşlık ilişkileri kuramama, tutarsız yaşam koşulları, yasal haklara ulaşamama, barınacak yer bulamama gibi sorunlarla karşılaşır. Tedavinin ve rehabilitasyonun önündeki en büyük engellerden biri de damgalamadır. Bilgisizlik, ön yargıya; ön yargı, ayrımcılığa sebep olurken bu ayrımcılık nefrete ve şiddete dönüşür (Bostancı, 2004; Üçok,1999; Soygür ve Özalp, 2005). Bütün bunlar ise içsel etkiyi, kendini damgalamayı doğurur. Hastalar başkalarının kendileri hakkındaki olumsuz düşüncelerini kendileri için hissetmeye başlarlar. Bu da yetersizlik, utanç, sosyal ortamlardan ve ilişkilerden uzak durma, benlik değerinde düşüş, otomatik düşüncelerde ve hastalığın şiddetinde artışa sebep olmaktadır (Çam ve Çuhadar, 2011).

Damgalamanın aile üzerindeki etkisi en az hastanınki kadar büyüktür. Hastanın gördüğü bütün içsel ve dışsal problemlerle karşılaşan aile aynı zamanda çocuklarının hastalığından sorumluluk ve suçluluk duymaktadır. Schene ve ark.(1996)’nın yaptığı bir çalışma, hastanın ailesinin de toplumdan izole olduğunu ve bütün bunlara ek olarak hastalığın tedavisi ve ayrımcılığın getirdiği maddi sorunlarla başa çıkmak zorunda olduklarını ortaya koymuştur (akt., Bostancı, 2004). Stigmatizasyona Nasıl Engel Oluruz? Stigmatizasyonun tek nedeni toplumun bilgisizliği değildir. Fakat topluma doğru bilgilendirilme yapılarak stigmatizasyon azaltılabilir. Burada en büyük görev medyaya düşmektedir. Hastalıkla ilgili yalan-yanlış bilgilendirme yapmadan, hastanın işlediği suçlar hastalığa atfedilmeden verilmelidir. Haldun Soygür ve Elvan Özalp (2005), ‘hastalık yok hasta var’ ilkesinden hareket edilmesi gerektiğini söylüyor. Yine devletin, ruh sağlığı çalışanlarının ve ailenin bu konuda dikkati stigmatizasyonun etkisini azaltabilir. Şizofreni hastalarına eğitim, konaklama ve iş konusunda yardımcı olacak politikalar geliştirilebilir. Bireysel olarak da dilimizi ‘delilik’ üzerinde konuşma konusunda tutmaya dikkat etmeli, ruh hastalığı, akıl hastalığı ve şizofreni sözcüklerinden korkmamalıyız. Şizofreni asla tedavi edilemez değildir. Şizofreni hastaları çalışmaya devam edebilir ve sosyal işlevlerini yerine getirebilirler. Evlenip çocuk yapabilirler. Alışverişe çıkabilirler. Araba kullanabilirler. Okula devam edebilirler.

PsiNossa 9


LGBTİ Bireylere Yönelik Bir Damgalama Türü: Ayrımcılık

A

yrımcılık, herhangi bir gruba üye olan bireyin –sadece bu gruba aidiyeti dolayısıyla- uğradığı eşit olmayan, olumsuz tutum ve davranışlar olarak tanımlanabilir (Aronson, Wilson ve Akert, çev., 2012; Göregenli, 2012). Ayrımcılık, stereotipler ve önyargı damgalamanın temelini oluşturmakta ve damgalanan bireylerin ötekileştirilmesiyle sonuçlanmaktadır. İnsanlık tarihindeki ötekileştirme, çoğu zaman mantıklı bir sebebe dayanmaksızın, insanların zarar görmesi ile sonuçlanmıştır. Bariz bir şekilde görülen zararlarına rağmen ayrımcılık günümüzde de sürmektedir (Çelenk, 2010). Ayrımcılık bugün sıradan bir hal almıştır ancak bunun kader olarak görülmemesi gerekmektedir. Kişilerarası ilişkiler bağlamında insanların kendi oluşturdukları düşüncelerle şekillenen ayrımcılık insani bir problemdir ve yeniden yapılandırılabilmesi söz konusudur (Göregenli, 2012). Bu sebeple ayrımcılığı en aza indirgemek için bu konu hakkında farkındalık yaratacak çalışmalar oldukça önemlidir. Ayrımcılığı toplumumuzda büyük bir tabu olan cinsellik temelinde ele aldığımızda LGBTİ (lezbiyen, gay, biseksüel, transeksüel, interseks) bireylere yönelik olumsuz tutum ve davranışlar dikkat çekmektedir. LGBTİ, “cinsel azınlıklar” olarak bilinen grup ve kimlikleri kapsamaktadır (Kaos GL, 2013). Bireylerin cinsel yönelimleri çok çeşitli olabilmektedir. Cinsiyet kavramı kişinin biyolojik olarak hangi cinse ait olduğunu; cinsel yönelim kavramı ise kişinin hangi cinse ilgi duyduğunu belirtmektedir (Tuzer, 2003, s. 7). Bilinen üç cinsel yönelim kavramına göre; kişi cinsel olarak kendisi ile aynı cinsiyetteki bireylere ilgi duyuyor ise homoseksüel (lezbiyen, gey), bu ilgi karşı cinse yönelik ise heteroseksüel, her iki cinse birden ilgi duyuyor ise biseksüel olarak adlandırılmaktadır (Akalın, 2000). Bunların dışında bir cinsel yönelim olmamasına rağmen homoseksüel yönelimle transseksüellik kavramı sık sık karıştırılmaktadır. Oysaki transseksüellik cinsel bir yönelim değil, cinsel bir kimliktir. Bu cinsel kimlik; bireyin sahip olduğu cinsel organlarından rahatsız olması, kendi biyolojik cinsiyetini reddetmesi ve karşı cinse ait özelliklere sahip olarak yaşamını sürdürebilmesi için cinsiyet değiştirmesiyle açıklanabilir (Tuzer, 2003; Uğurlu-Hakim, 1999, Baird, 2004, akt., Şah, 2011). Bahsedilmesi gereken bir diğer kavram olan

10 PsiNossa

Edanur TUNCA interseks ise araştırmalarda biyolojik cinsiyet farklılığı olarak geçer ve üçüncü bir cinsiyet olarak da kabul edilebilmektedir. İnterseks bireyler kadın ve erkek anatomisinden farklı olan genital organları ve/veya farklı kromozomları olan kişilerin içinde bulunduğu biyolojik durumdur (Tahaoğlu, 2013; Şenel, 2014). LGBTİ bireylere yönelik ayrımcılık ve damgalamanın nasıl ve ne şekillerde yapıldığını ve oluşturulan politik taban ile nasıl normalleştirildiğini anlamak, bu ayrımcılığın önüne geçebilmek için oldukça önemli bir adımdır. Transeksüel ve Homoseksüel Bireylere Yönelik Önyargı ve Ayrımcılığın Temeli Olarak Transfobi ve Homofobi Homoseksüellik, tarih boyunca ortaya çıkan toplumlar tarafından farklı tutum ve görüşlerle karşılanmış olsa da günümüzde, bu kavrama ilişkin genel tepki ve yaklaşımların olumsuz yönde olduğu görülmektedir (Güney ve ark., 2004). Polimeni, Hardie ve Buzwell’e (2000) göre, cinsel yönelimi heteroseksüel olmayan bireylere yönelik önyargı ve ayrımcılığı beraberinde getiren bu durum günümüz toplumlarında önemli sorunlar oluşturmaktadır (akt., Şah, 2012). Bu sorunların kaynağına inildiğinde karşımıza çıkan homofobi kavramı; genel anlamda LGBTİ bireylere yönelik olumsuz duygular, tutumlar ve/veya davranışlar olarak tanımlanabilir (Budak, 2003). Bu tanım Herek’in (1991) aktarımına göre homoerotikfobi, heteroseksizm, homoseksfobi, homoseksizm, homonegavitizm, antihomoseksüellik gibi birden çok kavramla özdeşleştirilse de homofobi kavramı içlerinde en yaygın ve kabul gören kullanıma sahiptir (akt., Ertan, 2010). Bu kavram en basit haliyle, homoseksüel bireylere karşı duyulan korku olarak da tanımlanabilmektedir ancak bu basit tanımda dahi kavramın -korkunun ötesinde- homoseksüel bireylere yönelik ayrımcılık, bundan doğan nefret ve her türlü fiziksel ya da duygusal şiddeti de içermekte olduğu bilinmelidir. Çabuk ve Candansayar’ın (2010) tanımına göre transfobi ise transseksüel bireylere yönelik mantıksız bir şekilde duyulan korku, tiksinme ve nefret anlamına gelmektedir (akt., Yalçınoğlu ve Önal, 2014). Eşcinsellere yönelik homofobik söylemler ve aynı zamanda transeksüellere yönelik transfobik söylemler, heteroseksüelliğin


PsiNossa 11


karşısında hastalık ve suç gibi olumsuz kavramlarla gösterilerek zaman içerisinde yeniden üretilmekte ve ayakta tutulmaktadır (Ertan, 2010). Çeşitli Alanlarda LGBTİ Bireylerin Maruz Kaldığı Ayrımcılıklar LGBTİ bireyler salt cinsel yönelimlerinden dolayı toplumsal yaşantının pek çok alanında çeşitli yollardan damgalanmakta ve ayrımcılığa uğramaktadır. Eşcinsellik, toplum genelinde kabul görmüş erillik ve dişillik rollerine uymayan ve cinsiyet kimliklerini sarsan bir tehdit olarak görülmektedir. Bu tehdit algısı, eşcinsel bireylerin bir “dış grup” olarak konumlandırılıp toplumdan olabildiğince uzaklaştırılmasına ve salt farklı cinsel yönelimlere sahip oldukları için marjinalleştirilmesine sebep olmaktadır (Göregenli, 2004, s. 171-175; Selek, 2001). Bu bireylerin damgalanarak uzaklaştırılması ve marjinalleştirilmesi beraberinde ayrımcılığı, ayrımcılık ise beraberinde LGBTİ bireylere yönelik şiddet uygulamalarını getirebilmektedir. Göregenli’ye göre (2004) olumlu ya da olumsuz herhangi bir portre çizilmemesi de açık bir şiddet türüdür çünkü hiçbir tutuma sahip olmamak da bu bireylere verilen bir “sen yoksun” mesajıdır. Dolayısıyla toplumdan sistematik bir şekilde izole edilen, yok sayılan ya da damgalanan LGBTİ bireylerin intihar ve cinayete kurban gitme oranları arttırılarak yaşama hakları elinden alınmaktadır. LGBTİ bireyler sağlık, eğitim ve emniyet gibi devletin tüm vatandaşlara eşit olarak hizmet etmesi gereken alanlarda eşitsizliklere ve ayrımcılıklara maruz kalmaktadırlar. Toplumdaki heteroseksüel olmayan bireylere yönelik önyargı ve basmakalıp yargıların çokluğu bu durumun sebeplerinin başında gelmektedir. Eğitim süreci ve okulun kendisinin, ayrımcı düşüncelerin oluşumuna ve sosyal onay alma ile heteroseksizmin pekiştirilmesine sebebiyet verdiğini ortaya koyan pek çok çalışma bulunmaktadır (örn, Phoenix, Frosh ve Pattman, 2003). Dolayısıyla çocuklar, okul döneminde cinsel yönelimlere ilişkin ideolojik düşünce dayatmalarıyla eğitimlerini sürdürmektedir. Çocukluktan ergenliğe geçiş ise cinsel yönelim ve kimliklerin oluşmaya başladığı hassas bir dönemdir. Quinn’in (2002) bulgularına göre, bu dönemde cinsel yönelimi heteroseksüelliğin dışında oluşan ergenleri korumak adına kurulmuş sosyal hizmet kurumlarında, çalışanların homofobik tutumları nedeniyle yeterli hizmet verilemediği saptanmıştır. Farklı cinsel yönelimlere ilişkin olumsuz tutum, inanç ve basmakalıp yargılar toplumun her alanında kendini farklı yollar aracılığıyla göstermektedir (akt., Göregenli, 2004, s. 171-175).

12 PsiNossa

Heteroseksüellikten farklı cinsel yönelime sahip kişiler zamanla kendilerine karşı olumsuz duygular geliştirebilmektedirler. Bu noktada sağlık personellerinin yaklaşımı oldukça önem teşkil etmektedir. Buna rağmen yapılan araştırmalar homoseksüel bireylerin sağlık hizmetlerinden faydalanırken eşitsizliklere maruz kaldığını ve sağlık personellerinin homofobik tutumları sebebiyle pek çok durumda memnuniyetsizlik yaşadıklarını göstermektedir (Çelik ve Şahin, 2012). Bunlara ek olarak Dalvi’nin (2004) araştırmalarına göre Türkiye’deki homoseksüel bireyler uğradıkları ayrımcılıklara yönelik herhangi bir yasal hakları ve homoseksüellik kavramına ilişkin yasal bir düzenlemeleri olmadığı için evlilik ve çocuk edinme haklarına da sahip değildirler.. Bu durum Türkiye’de yaşayan eşcinsel bireylerin içinde bulundukları belirsiz ve tehlikeli durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır (akt., Ertan, 2010). Ayrımcılığa uğrayan her grup gibi LGBTİ bireyler de çeşitli alanlarda temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmaktadır. Bu hak ve özgürlüklerin başında gelen barınma hakkından eşit olarak faydalanamamaktadır. Bunun bir örneği 1996 yılında gerçekleşen Habitat II zirvesinden önce Ülker Sokak’ta yaşanan ‘temizlik operasyonu’dur. Travesti ve transseksüeller evlerinden zorla çıkarılmış, başka semtlere göç etmek zorunda bırakılmıştır (Selek, 2007). Bunun bir benzeri Eryaman’daki travesti ve transseksüellerin çalışma yerleri ve evlerinde gördükleri şiddetin linç girişimine dönüşmesi sonucunda yaşanmıştır (Zorcan, 2008). Bu tip haberler eşcinsel ve transseksüel bireylerin damgalanarak toplumun olabildiğince dışına itildiğini göstermektedir. Eşcincellik ve Medya Cinsel kimlik oluşturulurken ait hissedilen ve özdeşleştirilen cinsiyetle toplumun beklediği ve dayattığı roller farklı olduğunda kişiler ‘ötekileştirilme’ tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Yapılan bu ötekileştirmenin etkisi, bugünün teknolojisiyle paralel olarak gelişen ve yaygınlaşan medya algısı ile birlikte artmakta ve ötekileştirmenin meşrulaştırılmasına zemin hazırlamaktadır (Yağlı, 2015). Medya aracılığıyla ortaya çıkan bu durum, nefret söylemlerini de yaygınlaştırmaktadır. Pankowski’nin (2007) bir kişinin herhangi bir özelliği nedeniyle o kişiye yönelik önyargının arttırılmasını ve o kişiyi kışkırtıp yıldırmayı amaçlayan söylemler olarak tanımladığı nefret söylemi, medyanın kolay ulaşılabilirliğinden yararlanmaktadır (akt., Çelenk, 2010). Çeşitli medya kanalları -özellikle herkesin kolaylıkla ulaşabildiği bir iletişim aracı olan televizyonile nefret söylemleri ve ayrımcılık pekiştirilmektedir. Medya kanallarında dezavantajlı olarak adlandırılan


kesimlere yönelik belirli ayrımcılık biçimlerinden söz etmek mümkündür. Bunlar; grubu yok saymak veya sınırlı bir şekilde bahsetmek, olumsuz olaylara konu etmek, ayrımcılığa neden olan durumlarla birlikte bahsetmek ve nefret söylemini geliştirmek şeklinde sıralanabilir (Çelenk, 2010). Ayrımcılıkla karşı karşıya kalan grupların içinde yer alan LGBTİ bireylerin medyada sunulma biçimleri tartışma yaratacak niteliktedir. Gelgeç ve Öktem’e (2008) göre, eşcinseller genellikle seks işçiliği ile bağdaştırılmakta ve heteroseksüelleri “eğlendirmeye yarayan” birer nesne olarak medyada yer almaktadır (akt., Dondurucu ve Ulucay, 2015). Eşcinsel bireylere uygulanan şiddet, zaten bu kişilerin “anormal” olmaları gerekçesiyle kendini maruz göstermektedir (Kılıç, 2011). Söz konusu sıradan durumlar olduğunda bile yapılan haberlerde bireyin cinsel yönelimi ön plana konularak eşcinsellere yönelik nefret söylemleri örtük olsa dahi olumlanmaktadır (Dondurucu ve Uluçay, 2015). Medyadaki bu söylemlerin salt dinleyicisi olan bireyler, sosyal medya alanında aktif olarak yorum yapabilmektedir. İnternet üzerinden yayınlanan haber sitelerindeki kullanıcı yorumlarına baktığımızda toplumun yapı ve düzenini tehdit ettiği yönündeki görüşler, dinin de referans gösterilmesiyle destek bulmakta ve bu şekilde eşcinsellik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. Hatta tartışılan konuyu yok sayacak kadar gereksiz bulan ve küçümseyen yorumlar da bulunmaktadır (Ertan, 2010). Bu bağlamda, sosyal medya kullanımının sınırsızlığı ve kimliksizliğinin kişilerin düşüncelerini uç boyutlara taşıdığı ve nefret söylemlerine kadar varan yorumları arttırdığı görülmektedir. Heteroseksizmin ve Cinsiyetçiliğin Politik Yönü Ülkemizde ilkokul seviyesindeki her çocuğun aklına yerleştirilen ve toplumun temeli olarak anılan çekirdek aile tanımı, bir kadın ve bir erkeğin evliliğine işaret etmektedir. Bu tanımın kendini gösterme biçimi, doğal olanın bu olduğu yönünde olsa da tarihe baktığımızda heteroseksüellik aslında kapitalizm ile birlikte norm haline gelmiştir. Öncesinde iki tarafın da zevk alması temeline dayanan cinsel ilişki tanımının, kadının yalnızca bedeni ile var olmaya başlamasıyla birlikte, üremeye işaret eden yeni bir tanıma dönüştüğünü görmekteyiz (Kaos GL, 2011). Makineleştirilen bedenler üzerinden yürütülen politikalar, bireyleri ve kolektif grupları şekillendirmede ve nüfus kontrolünde devletin önemli bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır (Öztürk, 2012). Foucault’ya (2000) göre bu beden politikası özellikle cinsel hayata müdahale ederek ‘uysallaştırılmış bedenler’i oluşturmaya hizmet eder (akt., Öztürk, 2012). Böylece cinsiyetin, cinsiyet rollerinin ve cinsel yöne-

limlerin belirlenmesi aracılığı ile toplumun yönetiminin kolaylaştığı düşünülebilir. Cinsiyet temelli ayrımcılığın sıradanlığını görebilmek açısından bazı kavramları tanımlamak yerinde olacaktır. Herek’e (1990) göre heteroseksizm; heteroseksüelliği norm kabul edip, bunun dışındaki tüm cinsel yönelimleri yok sayan, yok sayamadığı durumlarda ise damgalayan ve ötekileştiren ideolojik bir yapıdır (akt., Yılmaz, 2014). Cinsiyetçilik ise Wittig’in (1981) tanımladığı şekliyle cinsiyet bazındaki ayrımlarla erkeğin yüceltildiği ve diğerlerinin erkeğe göre konumlandırıldığı bir hiyerarşi yapılandırmaktır (akt., Kaos GL, 2011). Erilliğin ve dişilliğin birbirinden ayrıldığı noktaları belirginleştirerek bu iki kavram arasındaki kontrastı arttırma ve heteroseksist düşünce modern siyasete dâhildir (Kaos GL, 2011). Wittig’e (1996) göre heteroseksist bir toplumda “cinsiyet” kategorisi, türün üremesini önceleyerek toplumun devamlılığını kadın bedeni üzerinden sürdürmeye yarayacaktır (akt., Kaos GL, 2011). Böyle bir toplumda heteroseksüellik dışındaki cinsel yönelimler, devletin üreme politikasına hizmet etmeyeceğinden tercih sebebi olmamakta ve bireylerin cinsiyeti ve cinsel yönelimleri bu perspektiften kurgulanmaktadır (Öztunalı, 2015). Sonuç olarak önyargı ve ayrımcılık biçimleri hiyerarşik düzende en üstte bulunan ve gücü elinde tutan iktidarın kendini devamlı kılmasına hizmet eder ve sistemde kökten bir değişiklik olmadıkça tamamen ortadan kalkmayacaktır (Göregenli, 2013). LGBTİ bireylere yönelik ayrımcılığın önüne geçebilmek için çeşitli alanlarda yapılabilecek faaliyetler bulunmaktadır. Günlük yaşantıda farkında olmadan telaffuz ettiğimiz heteroseksist kelimeleri kullanmamaya ve bu hassas konuyu espri malzemesi haline getirmemeye dikkat ederek bir başlangıç yapılabilir. Yine bu hassasiyetler çerçevesinde okullarda cinsellikle ilgili eğitimler verilerek çocuklarda ve gençlerde tutum değişikliğine gidilebilir. LGBTİ bireylere yönelik ayrımcılığın önüne geçmek için atılacak en önemli adım anayasal olarak hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasıdır. Yasalarla belirlenmiş hak ve özgürlükler ile beraber homofobik kişiler, akıllarında ne olursa olsun, bu suçları işlemeye çekineceklerdir. Böylelikle günden güne homofobik kişi suç işlemeye eğilimi olsa da bunu hayata geçiremeyecektir. Zamanla ayrımcılığa uğrayan bu grup hakkında mantıksız bir şekilde kötü düşünmeyi de bırakacak ve bu kişilerde herhangi bir “anormallik” olmadığını görecek ve kabul edecektir (Kaos GL, 2011). Not: Bu yazıda emeği olan Elvan Oğuzlar ve Gülcan Sert’e çok teşekkür ederim.

PsiNossa 13


Hangimiz Gerçek Engelli? Arzu HAMURCU

Engel, vücutta olsun ne olmuş yani düşüncede olmadıktan sonra ? Varsın bir kolu, bir bacağı olmasın, kocaman bir kalbi olduktan sonra ? Asla yürüyemesin, koşamasın ne fark eder duyguları olduktan sonra ? Varsın konuşamasın, fikri güzel olduktan sonra ?

Hepimizin bildiği gibi’’ diyerek çok klişe bir cümleyle başlamak isterdim yazıma. Ama maalesef bundan emin olamıyorum. Beynim olumsuz fikirleri doldurmaya başlıyor bir anda ama neyse belki bir umut diyerek derin bir nefes alıyorum: “Hani belki?’’ Soruyorum sizlere kaçınız 3 Aralık’ın Dünya Engelliler Günü olduğunu biliyordu? Ya da kaçınız 10-16 Mayıs’ın Engelliler’in haftası olduğunu? Muhtemelen çoğunuz şu satırları okurken öğrendiniz. Hatta aranızda “Mayıs’ta değil miydik biz?” diyenleriniz bile olacaktır. Bu suç sizin değil, bu hepimizin, bu insanlığımızın suçu. Onları her gün hatırlamak her gün içlerinde olmak, her gün hep beraber olmak varken, onları, ayrı günlerle sınırlandırıp bir de o günleri unutan, unutturan zihniyetlerimizin suçu. Kimler için mi konuşuyorum? Hadi buyrun onları daha “yakından’’ tanıyalım. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) engelliliği, “kişiden ya da bir bütün olarak vücuttan beklenilen davranışlar, yetenekler ve görevler olarak ifade edilen normal aktivitelerin yerine getirilmesindeki eksiklik ya da sınırlılık” olarak tanımlamaktadır (WHO, 1980, s. 28). Wood (1980)’un belirttiği üzere, Dünya Sağlık Örgütü’nün uzantısı olan ICIDH (International Classification of Impairments, Disabilities and Handicaps) (1980) tarafından genişletilmiş tanıma göre engellilik, “sakatlık sonucu bir insanın normal kabul edilenleri yapabilmesinde ve belli bir tavırda beklenilen aktivitelerini sergilemesinde gerekli olan performansını gösterme yeteneğindeki yoksunluk ve/veya sınırlılıktır.” (akt., Burcu, 2006, s. 63). Engelli kişiler yaygın bir şekilde yardıma muhtaç kurbanlar olarak görülür ve profesyonel yardıma,

14 PsiNossa

bakıma ihtiyaçları olduğu düşünülür. Engelli kişilerin kimlikleri toplum tarafından, kabul edilen yetersizliklerine bağlı olarak inşa edilir. Sadece toplum tarafından değil, kişisel trajedi modeli olarak adlandırılan tıbbi model tarafından da engellilik hâli, psikolojinin de katkılarıyla sıkıntıların kaçınılmaz sebebi ve psikolojik uyumsuzluğun muhtemel sebebi olarak görülür. Günümüzde etkisini kısmen yitirmiş olan bu anlayışa 1960’lı yıllarda engelli aktivistler meydan okumuşlardır. Bu aktivistler, engelli bireylerin yaşamlarını şekillendiren ve onları bağımlı hâle getiren yoksulluk, barınma yetersizliği, düşük istihdam oranları ve eğitim eksikliği gibi etkenlerin biyolojiden değil, engelli kişileri tam bir sosyal katılımdan sistemik bir biçimde dışlayan, toplumsal olarak inşa edilmiş bariyerlerden kaynaklandığını dile getirmişlerdir (Prilleltensky, çev., 2012). Engellilik, yine de hangi tipte olursa olsun bugüne dek ağırlıklı olarak medikal model açısından irdelenmiştir. Medikal model çerçevesinde, engellilik büyük ölçüde bireyin yetersizliğine, patolojisine dayalı olarak açıklanmaktadır. Başka bir deyişle engelli bireyler çeşitli engelleri, yetersizlikleri olması nedeniyle toplumda ‘normal’ bireylerden ayrı bir konumdadırlar. Engelli bireylerin bu şekilde ele alınması, pek çok sorunun oluşumuna yol açmaktadır. Bunların başlıcaları engelli bireylere yönelik ayırımcı, damgalayıcı tutumlar olarak özetlenebilir. Birey, engelli oluşu nedeniyle ‘aciz’, ‘yetersiz’ olarak tanımlandığında bu doğrultuda müdahalelere de hedef olmaktadır. Engelli bireye ‘rağmen’, onun adına çeşitli düzenlemeler yapılmaktadır. Oysa engelliler kendilerini ilgilendiren konularda yine kendilerinin karar vermeleri gerektiğini düşünmekte ve buna ihtiyaç


duymaktadırlar. Bunun tersinin olması, engellilerin kendilerini daha da sınırlandırılmış hissetmelerine neden olmaktadır. Buna bağlı olarak özgüvenleri, özsaygıları sarsılabilmektedir. İntihara kadar giden başta depresyon olmak üzere bir çok çeşitli ruhsal sorun geliştirebilmektedirler (Arıkan, 2002). İşte bu noktada şu sorunun çözülmesi gerekmektedir. Engelli ayrımını kim neye göre belirliyor? Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımı gerçekten insanları bu derece ayrıma sürüklüyor mu? Maalesef evet. Bizi sorun odaklı yapan medikal modeli bir kenara fırlatıp, tüm insanlık olarak ufkumuzu genişletip, onlara daha fazla yaşama şansı tanıyan çözüm odaklı sosyal modele yönelmeliyiz. Medikal model, özürlü bireyi genel olarak tekerlekli sandalyeye ve eve mahkum, merdivenleri çıkamayan, yardıma ve tedaviye ihtiyaç duyan, ellerini kullanamayan, yürüyemeyen veya göremeyen, doktora ya da kurumsal bakıma ihtiyaç duyan insanlar olarak görür. Böyle gördüğü için de özürlü bireye genellikle şunları söyler: (Arıkan, 2002) - “Sen acı çekiyorsun.” - “Sen bir ‘sorun’sun.” - “Özürlülüğünün tedaviye ihtiyacı var.” - “Yaşamına ilişkin kararları veremezsin.” - “Profesyoneller tarafından bakılmaya ihtiyacın var.” - “Asla, özrü olmayan biri ile eşit olamayacaksın.” Tüm bu yaşananlar ne yazık ki özürlü bireyin damgalanmasına ve çoğu zaman bu önyargıları içselleştirmesine de sebep olabilmektedir. (Arıkan, 1995). Hatta bazı özürlü bireyler sosyal baskıların ve içselleştirilen olumsuz değerlendirmelerin etkisiyle intihar noktasına dek gelebilmektedirler (Morris, 1992). Sosyal model, toplum sahnesinde oynanan ‘oyun’da, baş kahramanın özrü bulunmayanlar olmasına karşı çıkar. Modele göre oyunun kahramanları özürlü veya özürsüz olabilir. Ancak sosyal model şuna da dikkat çeker: Filmlerde ‘esas kahraman’lar bugüne

dek hep ‘sağlıklı, ‘özrü olmayanlar’ olmuştur, engelliler genellikle ya kötü rollerde (şeytan, büyücü, vb.) ya da acınacak durumda öne çıkmışlardır. Gerçek yaşamda da beyaz perdedekine benzer bir durum söz konusudur. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi toplumsal yaşamda genel olarak medikal modelin izleri görülebilmektedir. Başka bir deyişle ‘farklılık’ ya da ‘noksanlık’tan hareket edilmektedir. Sonuç olarak, medikal model engelliliğe ‘ayırım’, ‘farklılık’ tarafından bakarken sosyal model ‘bütünleşme’, ‘kaynaşma’ tarafından ele almaktadır (Arıkan, 2002). Peki medikal modeli sadece biz mi yapıyoruz? Elbette hayır, medikal modelin büyük örneklerini bize hoşgörünün en önemli şey olduğunu öğreten atalarımızda görebiliriz. Bundan çağlar öncesine gidelim. Mesela Osmanlı Dönemine... Belki sırf sakat ve kambur olduğu için gözden düşen Şehzade Cihangir tahta geçseydi “aklı başında olan (!)” Sarı Selim’den daha faydalı olacaktı. Belki de Osmanlı, Duraklama Dönemi’ne hiçbir zaman girmeyecekti. Engel zorluk demektir; o halde engelli, zorlukların üstesinden gelemeyenlere deniyor olmalı. Pekala sizce zorluktan kasıt nedir? İki üç adamın birbirinin üzerine çıkarak yaptığı güç gösterisi mi, ağız dalaşı mı, rekabet, hırs, para, açlık, kin mi? Hayır, bunları atlatabilirsiniz. Asıl zorluk nedir biliyor musunuz? İnsanlık sınırlarının dışına çıkmamak? Peki sizce bunu en iyi kim başarıyor? Karşısına çıkan en ufak sorunda hayatının sonu gelmiş gibi davranan, problemin kaynağına inmektense problemin kaynağı olan bizler mi yoksa sırf o tanıma uyuyor diye kocaman hayalleri olan ve her gün hayattan bir adım daha dışlanan onlar mı? Son bir soru sorarak yazımı noktalamak istiyorum. Sizce gözleri olmayanlar mı yoksa gözlerini kapatanlar mı engelli? Lütfen onları değil, onların engellerini görmezden gelelim. Unutmayın, en büyük engel sevgisizliktir. Engelsiz yarınlara.. Hoşçakalın.

PsiNossa 15


Bir Çocukluk Manifestosu II Taner TÜRKER

Z

aman ne kadar hızlı geçiyor değil mi? Çocukluğumu yaşayamadan büyüyüp gideceğim. Mazi kalbimde yaradır deyip duracağım sağda solda. Kalbimde yara olan bir tek mazi değil ki. Özür dilerim sevdiğim, çocuk aklımla sana kalbimde bir yara dedim. Oysa açan tek çiçeğimsin. Büyüyünce sana şiirler yazacağım. Şu an annemin ellerinden yemek yemekle meşgulüm. Babamla bu aralar aramız limoni. Limoni kelimesini kullanan son çocuğum ben. Eski çocuklardan kim kaldı ki? Yerimde durmayı sevmiyorum. Sürekli koşup zıplamak istiyorum. Yuvarlanan taş yosun tutmazmış, bende yuvarlanıp gidiyorum işte. Babam bu durumdan pek memnun değil, oturaklı uslu bir çocuk olmamı istiyor. Komşulara bizim çocuk çok yaramaz diyor, komşularda durur mu yapıştırıyor cevabı, “Hiperaktiftir, hiperaktif olmasa dururdu.” Teşekkür ederim komşularım, üstün patoloji bilginizle bana tanı koydunuz. Baba, uslu durursam kumandayı bana verecek misin? Annemin sevdiği dizi başlayacakmış, sen maçın sonucuna baksan yeter. Peki, ben odama gidiyorum. Yarın sabaha erken kalkıp parka gitmem gerek. Yarın sevdiğimin okulu yok arkadaşlarıyla parka gelecektir. Atacağım bir sonraki adımın hesabını yapıyorum hep. Sabah bayramlıklarım olmasa da en az bayramlıklarım kadar güzel kıyafetlerimi giyeceğim. Babamın alışveriş merkezinden aldığı kot pantolonu ve yeşil tişörtü giyeceğim. Küçük esnafı benim babam bitirdi. Annemden iznimi almıştım, o yüzden rahatça çıkabilirim evden. Parka gidip, sevdiğimin karşısına çıkacağım ve 6 numaralı bakışımı atarak günaydın diyeceğim. Karnımda kelebekler uçuşuyor şu an, acaba benim karnımda uçuşan kelebekler onun karnının guruldamasına sebep oluyor mudur? Kelebek etkisi bu değil miydi? Küçücüğüm her şeyim, ne olur yarın sabah parka gel, gelmezsen çok üzüleceğim. Günaydın anneciğim, günaydın babacığım yine sabah oluyor. Olsun sabahlar, çiçekler de açsın, böcekler de ötsün. Kırlarda sevgililer el ele gezsin. Babam bu sözleri nereden öğrendiğimi soruyor anneme. Radyodan diyor anneciğim radyodan. Yüzümü hızlıca yıkayıp, portakal suyumdan bir yudum alıp kendimi sokağa atıyorum. Kahvaltıda portakal suyu içmenin bana verdiği yetkiye dayanarak parka doğru

16 PsiNossa

yürüyorum. Kedilere, köpeklere selam veriyorum. Bir filmde izlemiştim sokak köpeklerine selam vermek, adam olmaya çeyrek var demekmiş. Adam olmak ne demek bilmiyorum. Mesela, siz adam mısınız? Bu söze göre adam olmama çeyrek kalmış. Ama amcam da sünnet olunca adam olduğumu söylemişti. Of! Kafam karıştı, parka yaklaştım. Daha sakin olmalıyım. Dünyayı kurtaran bir süper kahraman gibi davranmalıyım ama öyle mütevazı bir süper kahramanım ki ailemle kalıyorum. Hava çok sıcak, daha da sıcak olacak mı bilmiyorum. Park çok kalabalık değil, sevdiğim kız arkadaşlarıyla salıncakta sallanıyor. Ben sakince yanlarına yaklaşıyorum. 2 numaralı bakışımı 6 numaraya ayarladıktan sonra sevdiğimin gözlerine bakarak “Oo bütün kızlar toplanmışsınız.” diyorum. Ben ne diyorum? Ben ne dedim? Bu nasıl süper kahraman? Durdurun uçağı lütfen, inecek var. Sakin olmalıyım, düzeltebilirim. “Günaydın kızlar, size az önce bir şarkıdan alıntı yaptım ama anlamadınız.” Güzel toparladım. Kızlar hiç oralı olmadı, sevdiğim gülerek arkadaşını sallamaya devam etti. Çok güzeldi, aşk kaç beden giyiyor bilmiyordum ama kesinlikle çocuk reyonundan giyiniyordu. Sevdiğimin kız arkadaşları beni sevmezlerdi. Ben de bayılmıyorum onlara ama katlanmak zorundaydım. Sakin kalmaya çalıştıkça kalbim küt küt atıyor, elim ayağıma dolanıyor. Sevdiğim dedim, bende seni sallayabilir miyim? Olur dedi, sevinçten öldüm sandım. Süper kahramanlığın vakti gelmişti, tüm gücümle sevdiğimi sallayacaktım. Sevdiğim salıncakta yükselip alçaldıkça saçları dalgalanıyor. Ben böyle saç görmedim ömrümde. Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor. Acaba Süreya benim sevdiğimi görmüş müydü? Tüm gözler üzerimizdeydi. Sevgilim bulutlara dokunup geri geliyordu. Sonra bir kara bulut çıktı ortaya. Dedi, yeter! Ben sallarım, sen bırak. Sinirlendim, sustum. Organize işler bunlar dedim, oturdum kenara. Sevdiğimin yüzü de asılmıştı. Ama herhangi bir tepki vermedi, şaşırdım. Park beni hapsetti, küçük bir banda kaydetti. Parkelerin üstünde dakikalarca oturdum. Sevdiğimin tüm hareketlerini ezberlemiştim, nasıl adım attığını, nasıl güldüğünü, nasıl saçlarını arkaya attığını, her şeyi ama her şeyi hafızamdaydı. İzledim, attım hafızaya, beyin bedava. Sonra kızlar gidelim dediler. Tüm kız-


lar giderken, sevdiğim yanıma geldi. “Bir daha yanıma gelme lütfen.” dedi. Bana dedi, gelme dedi. Şaka mı yapıyordu? Şakaysa komik değil, gerçekse hiç komik değildi. Neden diye sormaya çalışırken, arkasını dönüp gitti. Gitme diyemedim, kollarımı açıp gitme diyemedim. Sanki en sevdiğim tişörtümü annem yer bezi yapmıştı da sevdiğim üstüne basıp gitmişti. Sanki dünyadan çizgi filmleri kaldırmışlardı. Ben ne yapmıştım ki? Ben onu izleyip evci-

lik hayalleri kurmaktan başka ne yapmıştım? Süper kahramanların da canı yanarmış. Anneme söylerim gider annesiyle konuşur gerekirse, sevdiğimden bu kadar çabuk vazgeçecek değilim. Bu yolda gerekirse tüm parkta oynama haklarımı kaybederim ama sevdiğimi asla! Beni izlemeye devam edin ben yolu biliyorum.

PsiNossa 17


HABER

Damgalamak

M

erhaba değerli PsiNossa okuyucuları! Birçok sayımızda çoğunuzun ilgisini çekecek ve ufkunuzu genişletecek tarzda yazılar yazmaya çalışıyoruz. Çoğunluğumuz psikoloji öğrencileri olarak belli farkındalıklara sahibiz. Dergimizi, psikoloji alanında yer alan kişiler dışında, birçok geniş kitleye açık tutmaktayız. Bu nedenle de bu ayın konusu olan ‘’Damgalama’’ konusu, geniş perspektifte ve geniş kitleler içerisinde farkındalık yaratmaya yöneliktir. Geniş perspektif denilince haliyle yabancı kaynaklı yazıları da derginin bünyesine eklemeyi unutur muyuz? Ünlü İsimlerin Akıl Sağlığına Dair İçtenlikle Söyledikleri Ünlü olmak, onlarca insan tarafından sevilmek diye sığ bir cümleyle açıklanamayacak bir durumdur. Bu sevginin getirdiği birçok sorumluluk da söz konusudur. Ünlü isimler toplumlar tarafından örnek alındığı için birçok şey belki de onların iki dudağının arasından çıkacak sözlere bağlıdır. Bu yüzden farkındalık yaratmak gibi büyük bir sorumluluk, bu ünlü insanlara atfedilebiliyor. Bundan dolayı ilk olarak, başlıca birkaç medyatik anlamda ünlü ismin bütün yüreğiyle ve kişisel deneyimleriyle ortaya koyduğu cümleleri “Fusetv’’ sitesinin “19 Celebs Who Speak Openly About Mental Health’’ başlıklı haberiyle paylaşacağım

Jared Padalecki

“Supernatural’’ dizisindeki rolüyle bilinen aktör Jared Padalecki’ nin geçirdiği depresyona dair anlattıkları oldukça uzun bir geçmişe dayanır. “The star told Variety’’ e verdiği güçlü bir röportajın bir kısmında söylediği sözler şunlardır: ‘’Ben uzunca bir zamandır ruh sağlığına; depresyon, intihar düşünceleri ve bağımlılık gibi sıkıntılara dair sorunlar yaşayan bireylere oldukça ilgi duydum. Kesin olarak söyleyebilirim ki bu tarz durumlarla ilgili yaşanan sıkıntılarda utanacak hiçbir sebep ortada yok. Her gün hem de her gün bu sıkıntılarla savaşmak utanılacak bir şey değildir. Eğer hala bu röportajı duyabilmeni sağlayacak yaşama sahipsen bu, savaşını kazanmaya başladığın anlamına gelir. Buradasın. Her savaşı kazanamayabilirsin. Çok zorluk yaşadığın günler de olacak. Elbette birçok kez zorluk yaşadığın bir gün

18 PsiNossa

Ceren Nur GÜRLER çıka gelecek ama umarım ki bu röportaj bazılarına “Bu kolay değil. Bu bir savaş. Ama ben savaşmaya devam edeceğim!’’ diye düşündürecektir. Eğer bin bir tane savaş varsa bile hatta her dakika intihar, bağımlılık ya da depresyona dair düşünüyor ya da ruhsal problemleriniz ortaya çıkıyorsa bile ben sizlerin ayağa kalkıp harekete geçmenizi istiyorum. Ve savaşı, hayatın o kısmını kazandığınız için kendinizle gurur duymanızı istiyorum .’’

Lady Gaga

Lady Gaga Harper’ Bazaar’a depresyona dair şunları söyledi: ‘’Üzüntümün bana dair harika şeyleri yıkamayacağını anladım. O harika olan yanına bir şekilde geri dönmelisin. Ufak bir ışık tanesiyle bile olsa bunu yapmalısın. Ben saklanmış olan o cılız ışığımı bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum.’’

Panic at the Disco: Brendon Urie

Panic at the Disco’ nun solisti ADHD (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) ile küçüklüğünden beri başa çıkmasının onu nasıl etkilediğini bir video röportajında şu şekilde belirtti: “Annem beni ilk psikoloğa götürdüğünde odanın her yerinde dolanıp duruyordum. Herif yirmi dakika odadan çıkıp geri geldiğinde benim çok yüksek oranda ADHD’ye sahip olduğumu söyledi. Bense ‘Güzel… Ama o da ne?’ diye düşünürken beni bir yıl boyunca süren bir ilaç tedavisinin içine sürüklediler. Bu beni korkutmuştu. Hiç hoşlanmadığım birisine dönüşmüştüm. Herkes için böyle olmasa bile benim için ‘Bu beden bana ait ama kontrolümde olmayan şeyler yapıyorum’ şeklinde olmuştu. Oldukça ürkütücüydü. Altıma s*çıyordum neredeyse. İlaçları müzik grubumuzun şöhreti ilerleyince yani turlara başladığımızda altı ay daha kullandım. Otelde bütün ilaçları kullanacakken ve aynı esnada hepsinin miktarını hesaplarken: ‘Yeter artık. Bu şeyin beni uyuşturmasına daha fazla izin veremem! Bununla kendim başa çıkacağım.’ dedim. Bu sürece gelmem baya uzun sürdü. Gerçekten o ilaçları kullanmam yaptığım her şeyi etkiliyordu. Yaptığım her şeye zarar veriyordu diyemem ama birçoğumuzun odanın içinde dolanmaya ve multi-task (çoklu görev üstlenmek) olmaya zaman zaman ihtiyacı oluyordur.’’


Wentworth Miller

“Prison Break’’ dizisinden de tanıdığımız aktör Wenthworth Miller Facebook’tan depresyonla mücadele etmekte olmasına dair uzunca bir not paylaşır. Bu gönderisini oyunculuktan ayrıldıktan ve oldukça kilo aldığı için sanal zorbalığa maruz kalmasından sonra yayınlamış hatta intihara meyilli olduğunu da itiraf etmiştir : “Bu yıl kendimi bir internet meme’sine meze olarak buldum. İlk kez olmuyordu. Ama bu sefer ki diğerlerinden çok daha farklıydı. 2010 yılında oyunculuğa ara verdiğim zamanlar oldukça düşük bir profilimi birçok sebepten dolayı sergiliyordum. İlk ve en önemlisi intihar eğilimimdi. Bu konuştuğum, yazdığım ve paylaştığım şeylerin genel konusunu oluşturuyor. Ama bunları ortaya çıkartırken aynı zamanda sessiz bir anımda acı çekiyordum. Çektiğim acı çok nadiren bilinir. Utanç ve acı içindeyken kendimi adeta hasar görmüş bir eşya gibi hissediyordum. Ve kafamın içindeki sesler kendimi mahvetmem için bana baskı yapıyordu. Bu ilk değildi. Depresyonla çocukluğumdan beri mücadele ediyorum. Bu birçok ilişkinize, zamanınıza, imkânlarınıza ve binlerce uykusuz geçireceğiniz gecelerinize mal olacak bir mücadele. 2010 yılında yani hayatımın en alt noktasında olduğum evrede çevremde dikkatimi dağıtacak ve beni ayakta tutacak şeyler arıyordum. Yemeği tercih ettim. Başka her şey de olabilirdi. Alkol, uyuşturucu ve seks gibi şeyler. Ama yeme alışkanlığım dört gözle beklediğim bir hale gelmişti. Zorluklarla başa çıkmama eş değerdi. Haftanın bir günü bu kötü anlarıma esneklik getiren başka anlar oluyordu. Favori yemeğim ve favori programım “Top Chef ’’. Bazen bu yetiyordu. Yetmek zorundaydı. Ve kilo aldım. Oldukça lanet olası bir dert! Bir gün bir arkadaşla Los Angeles’da yürüyüş yaparken bir reality şovun çekimlerine denk geldik. Paparazzi her yeri sarmıştı. Fotoğraflarımı çekmişlerdi ve o fotoğraflar kariyerimin bir köşesine yerleşmişti. “Tıknaz avı’’, “Yağ tutmuş’’ vesaire diye damgalanmıştım… Annem her zaman size o kötü haberi ilk getiren “arkadaş’’lardan olmuştur. Arkadaşlarım popüler bir derginin bana dair olumsuz bir yazısını ve fotoğraflarını anneme yollamışlar ve annem bu durumdan dolayı endişelendiğini söyledi. 2010’da akıl sağlığımla ilgili problemlerle uğraşırken duymaya ihtiyaç duyduğum en son şeydi. Özet geçecek olursak, hayatta kaldım. O fotoğraflara gelecek olursak mutluyum. O kırmızı tişörtün içinde, yüzünde zorla oluşan gülücüğe sahip adamı görünce sıkıntılarımla başa çıkmam aklıma geliyor. O suratımda bütün zalimliklere karşı dayanıklılığım ve inadım yansımış bir halde. Bazen o suratımla bazense değilim. Kaldırımda çıkmaya

çalışan karahindiba gibi, direndim. Her şekilde, hala, her şeye rağmen. O meme esprisini ilk gördüğümde itiraf etmeliyim ki nutkum tutuldu. Ama hayatta her zaman olduğu gibi bir anlam çıkarmalıydım. Ve çıkardığım anlam sosyal medyadaki resmimdeki dayanıklılık, iyileşme ve bağışlayıcılık idi. Kendime ve diğerlerine karşı olan. Eğer sen veya bir tanıdığın herhangi bir şekilde mücadele ediyorsa yardım mevcuttur. Ulaş, mesaj ya da e-posta at. Telefonu aç. Bazılarının umurunda. Seni duymayı bekliyorlar. Sevgilerimle. W.M. #koalas #inneractivist #prisonbroken www.afsp.org, www.suicidepreventionlifeline.org, www.afsp.org, www.afsp.org’’ Ünlülerin kendi ruhsal problemlerinden yola çıkarak öğüt veren, bizleri cesaretlendiren ve aslında ruhsal problemleri yaşayan bireylerin ne kadar zorlu yollardan geçtiğini ve bunda utanılacak bir şeyin söz konusu olmadığını ve hatta tam aksine imrenilecek bir durum olduğuna dair sözleri oldukça anlam taşıyor. Birçoğumuza rol modellik yapan ünlü insanların bu tarz düşüncelerini içtenlikle paylaşmaları hem bu sıkıntıyı yaşayan bireyler hem de toplumun bilgilenmesi için büyük bir lütuf. Son olarak; Christopher Columbus; dünyanın yuvarlak olduğunu söylediği için saldırıya uğradı. Giordano Bruno; dünyanın evrenin merkezinde olmadığını iddia edince kazığa bağlanıp yakıldı. Wright kardeşler; makinaların uçabileceğini iddia eden kardeşler alay konusu olup yargılandı. Galileo Galilei; ona göre dünya güneşin etrafında dönüyordu, hapse atıldı. John Forbes Nash; “Akıl Oyunları’’ filmine ilham kaynağı olan Nash, üniversitede deli damgası yemiş Nobel ödül sahibi bir bilim adamıdır. Kendisine paranoid şizofreni teşhisi konmuştur. Andreas Vesalius; modern anatominin kurucularındandır. Onu zamanında kâfir ve dolandırıcı ilan ettiler. William Harvey; fizikçilerin yüz karasıdır. Çünkü ona göre kalp vücuda kan pompalıyordu. Olacak iş mi (!)? Sonuç olarak, herkes bir bireydir ve sonuna kadar birey olmaya hakları vardır. Bireyleri damgalamak yerine onların bir birey olduklarını unutmayıp daha sağlıklı sonuçları hem kendi adınıza hem de mücadele etmekte olan bireyler adına elde edersiniz. Mücadele sırası size geldiğinde aynı şeyleri yaşamamak adına… Ötekileştirmenin olmadığı bir dünya diliyorum!

PsiNossa 19


POSTER SUNUM ÖZETİ Ankara Psifest’16 Poster Sunumu Özeti

FİZİKSEL ÇEKİCİLİK, BENLİK SAYGISI VE ALDATMA EĞİLİMİNİN EVLİLİK DOYUMU ÜZERİNE ETKİSİ

Araştırmanın temel değişkenleri, fiziksel çekicilik, benlik saygısı, aldatma eğilimi ve evlilik doyumudur. Bu değişkenlerin tanımlarına baktığımızda; "evlilik doyumu; evlilik kurumu içinde eşlerin birbirlerine karşı gösterdikleri sevgi biçimi, cinsel doyum, iletişim biçimi gibi kişisel boyutlardan ve verilen kararlarda eşitlik, kazanç, çalışma ve problemleri paylaşma gibi çevresel boyutlardan elde edilen psikolojik tatmin" olarak tanımlanmaktadır (Sokolsi ve Hendrick, akt., Çağ ve Yıldırım, 2013, s.14).

Aldatma, TDK’da “Karı ve kocadan birinin eşine sadakatsizlik etmesi, ihanet etmesi” olarak tanımlanmaktadır ve evliliklerde oldukça sık rastlanan bir problemdir (Polat, 2006, s.18). Benlik Saygısı kavramına gelirsek; Aslan (2006)’a göre benlik saygısı bireyin kendi hakkında nasıl düşündüğü ve hissettiğidir. Literatür incelendiğinde genellikle benlik saygısı ile evlilik doyumu arasında pozitif yönlü anlamlı bir ilişki olduğu bulunmuştur.

Fiziksel çekicilik, sevgi ya da çekimi etkileyen güçlü bir etmendir. Diğer kişinin fiziksel çekiciliği, aşk/sevgi ilişkilerinde, insanların inandığından çok daha önemli bir etkiye sahiptir. Başka her şey eşit olmak koşulu ile fiziksel olarak çekici olduğu düşünülen kişiler, çekici olduğu düşünülmeyenlerden daha fazla sevilmektedirler (Freedman, Sears ve Carlsmith, akt., Tuna, 2004). Bütün bu kuramsal çerçevede görülmektedir ki, fiziksel çekicilik, benlik saygısı, aldatma eğilimi değişkenleri evlilik doyumuyla ilişkili kavramlardır. Bu araştırmada bu değişkenlerin birbirleriyle ve evlilik doyumu ile ilişkisine bakılmış, ne derece yordadığı incelenmiştir.

Araştırmaya 49 kadın, 31 erkek olmak üzere toplamda 80 kişi katılmıştır. Katılımcılara Demografik Bilgi Formu, Aldatma Eğilimi Ölçeği, Evlilik Doyumu Ölçeği, Benlik Saygısı Ölçeği ve Fiziksel Çekicilik Düzeyi Skalası uygulanmıştır. Literatürde fiziksel çekicilik düzeyini ölçen herhangi bir ölçeğe rastlanmadığı için 0-10 arasında bir skala oluşturulmuştur. Toplanan veriler Bağımsız t testi, Tek yönlü ANOVA, Pearson korelasyon analizi ve Regresyon analizi yapılarak sonuçlandırılmıştır.

Yapılan analizler sonucunda aldatma eğilimi düzeyinde cinsiyet farklılığı görülmüştür. Erkek katılımcıların aldatma eğilimleri kadın katılımcıların aldatma eğilimlerinden anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Kubat (2012), bu durumu “Erkeğin aldatması, kadının aldatmasına göre, toplumda daha anlaşılır görülmektedir ve bu da erkeğin aldatma davranışını daha sık gerçekleştirmesini veya kadınların aldatılmayı kabullenmesinin sebeplerini açıklayabilir.” şeklinde yorumlamıştır (Kubat, 2012, s.57).

20 PsiNossa


Pearson korelasyon analizi yapılan araştırmanın sonuçlarına göre aldatma eğilimi ile benlik saygısı arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif ilişki bulunmuştur. Müezzinoğlu (2014), özsaygıyı arttırma isteğini, aldatma nedenleri arasında vermektedir. Diğer bir bulgu, evlilik doyumu ve benlik saygısı arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif ilişki olduğudur. Turanlı (2010) bu bulguyu, “Yüksek benlik saygısı olan kişiler kendilerini olduğu gibi –olumlu ve olumsuz yönleriyle- kabul ederler. Başkaları tarafından kabul edilme ile ilgili endişe taşımazlar. Bu durum, ikili ilişkilerinde düşük benlik saygısı olanlara kıyasla daha başarılı olmalarına etkendir.” şeklinde açıklamaktadır (Turanlı, 2010, s.68).

Evlilik doyumu ve fiziksel çekicilik arasında anlamlı pozitif ilişki, araştırmanın bir diğer bulgusudur. Literatürde evlilik doyumu ile ilgili bir kaynağa rastlanmasa da, Dural’ın (2005) çalışmasında, erkek katılımcıların fiziksel çekicilik düzeyi yüksek olan kadınlarla uzun süreli ilişkiyi tercih ettikleri bulunmuştur.

Benlik saygısı ve fiziksel çekicilik arasında anlamlı pozitif ilişki bulunmuştur. Literatürde bu bulguyu destekleyecek bir kaynağa rastlanmamıştır. Son olarak, Evlilik doyumu düzeyinin Benlik Saygısı, Fiziksel Çekicilik, Aldatma Eğilimi ölçeklerinden Yordanma Düzeyine bakılmış, yapılan regresyon modeli anlamlı çıkmıştır. Benlik saygısı ve fiziksel çekicilik değişkenlerinin evlilik doyumunu yordadığı bulunmuştur.

Anahtar kelimeler: Fiziksel çekicilik, benlik saygısı, aldatma eğilimi, evlilik doyumu.

NURTEN ÖZDEMİR nrtn3535@gmail.com YILDIRIM BEYAZIT ÜNİVERSİTESİ- PSİKOLOJİ

PsiNossa 21


SERBEST ZAMAN

Modern Zamanın Icadı

E

n doğudan en batıya, insanlığın var olduğu andan itibaren var olmak için yakıp yıkmak vardı. Ele geçirmek, üstün olmak, var olmak, hayatını devam ettirmek toplara ve tüfeklere bağlıydı. Şu anda varlığını devam ettirmek isteyen, kendini bir diğerinden üstün gören ve göstermek isteyen, ülkeleri ve insanları kutuplaştırmak, sınıflara ayırmak isteyen modern zamanın bir icadı var: Etiketlemek, damgalamak, ötekileştirmek… Bu atlıların ve zırhlıların bir savaşı değil. Bu bir zekâ oyunu bu bir içsel savaştır. Bu sevmeme ve sevdirmeme, çok sevme ve sevdirme… Soyut ama derin yaralar açan insanın insanlıkla imtihanı en büyük bilinç savaşıdır. Doğduğumuz andan itibaren gördüklerimiz, duyduklarımız ve maruz kaldığımız her şey bizi biz yapan değerlerin ve önyargı duvarımızın da tuğlaları olan yaşanmışlıklarımızdır. Ama önyargı, sadece görememe, duyumsayamama, saygı eksikliği sorunudur. Önyargılarımızla kaçtığımız, korktuğumuz, damgaladığımız insanları bir kenara bırakın; artık duygular bile dışlanmış, ötekileştirilmiş durumdadır. Buna örnek herkesin aşka sözde bu kadar düşkünken arananın, sınırları çizilmiş kalıplara oturtulmuş bir aşk olmasıdır. İnsanlar maddi duruma, dış görünüşe bakarak ya da dizilerden gördüklerinin normalliğini kabul ederek aşkı; bir duyguyu kalıba sokmuş, yozlaştırmış ve unutmuş durumdadırlar. Sevmenin ne olduğunu bilmeyenlerin aşkı tarif etmeye başlayarak toplum normallerini etkilemesinin bilincimizdeki bir yansımasıdır bu. Bu şekilde insanoğlu sevmeyi, aşkı bile bir kalıba koymuş durumdadır. Kişilikler yok, benlik yok, gerçekten sevmek yok. Bunların olmadığı bir dünyada insanlık yok. İyi birini tanımlamak modern dünyanın etiketleriyle çok kolay olabilmektedir. İyi biri olmak, kabul görmek, saygı görmek için yapılması gereken basit; toplum normallerini giyerseniz, kime ve neye göre olduğunu tanımlamak güç,

22 PsiNossa

Hazal TIRAŞÇI farklı değilseniz tehdit de değilsiniz demektir. Böylece “ötekiler ”den olmaktan kurtulabilirsiniz. Bir ruh hastası, deli, hafif meşrep, kaçık, ayyaş, şişman, dinsiz, kendini beğenmiş, asosyal, iyi, kötü ve daha birçoğundan kurtulabilirsiniz. Ama bunlar kimlerin normalleri, kimlerin etiketleri, yargıları, doğrularıdır ve neye göredir. Biri bir diğerine benzemek zorunda mıdır; diğeri gibi görmek ya da yaşamak… Bakış açılarının önemini hayatın içindeki farklı yaşamların mozaiğini ve ahengini burada göremiyor ve kaçırıyoruz. İnsanın işi yargılamak ve etiketlemek değil anlamak ve anlatabildiği kadar anlatmaktır. Günümüz insanı empati yapmayı unutmuştur. Ve anlayışsızlığın içinde sözler ve tavırlar insanları birbirine yabancılaştırmıştır. Yeni nesil yeni dünya kalabalıklar arasında yalnız, mutsuz ve kendi “ötekilerine” kırgın ve kızgındır. Birey olamamış insan, anlaşılmamanın, dışlanmanın, yalnızlaşmanın korkusuyla kendi perdeleri arkasına saklanmıştır. Damgalanma, birey olma korkusunu da beraberinde getirmiştir. Ve kişi başkasının normali olmayı, kendini kandırmayı seçmiştir. Damgalanmaktan çok daha yıkıcı bir duygudur kendin olamamak. Ve kendi olamayan bu insanlık bir sınıfa, bir düşünceye, bir normale dahil olarak, dahil olmayanları tehdit zannederek konuşmaktan ve paylaşmaktan çekinir olmuştur. Önyargının etiketlemenin tek çaresi konuşmaktan ve anlamaktan geçer oysa. Herkes kendi doğrularını duyabileceği insanlarla konuşmakta, daha kötüsü diğerleri dediklerini sevememekte dinlememekte ne düşündüğünü bile bilmeden sadece karşı çıkabilmektedir. Artık her evde o evin normalinin yansıtıldığı haber bültenleri, diziler, müzikler, kitaplar takip edilmekte ve suni bir rahatlık sağlamaktadır sevme bozukluğu ve empati yoksunu günümüz insanına. Kimse bir diğerini umursamamakta kendi bencilliği ve doğrularıyla damgaladığını merak etmemekte, anlamak istemeyi bir kenara bırakalım gerçekten nasıl


bir insan olduğunu önemsememektedir. Durum öyle vahim ki farklı olanı sevmemek normal ve haklı bir gerçek gibi kabul görebilmektedir. Sevmekten ve anlamaktan yoksun kaldık bulaşıcı bir zehir gibi herkese bulaştı, saf mutluluğun anahtarı anlamak ve sevmekken. Önyargı öfke damgalama kadar sevmek anlamak bir başkasına saygı duymak duyguları da bulaşıcıdır ve nesiller arasında aktarılır. Şimdi yaşadığımız sözde modernlik insanlıktan empatiden dinlemekten ve saygıdan yoksundur. Ölümler, intiharlar, yerle bir olan ülkeler, şehirler, evler, tecavüzler, cinayetler, kırılan umutlar, ben olmaktan korkmak, biz olmayı unutmak… Peki neden? Neden oluyor bunlar? Çünkü damgalanmak sınıflara ayrılmak kızgın ve kırgın bir insanlığa sebep olur ve böyle bir insanlık sevmeyi unutur. İçinde bulunulan bu psikolojik savaş, bilinç savaş sadece ötekiyle, damgalananda görülmemektedir. Artık insanlar içinde bulundukları toplumun doğruları altında o kadar ezilmiş ve kanıksamıştır ki bu durumu kendi kendini damgalamaya, ötekileştirmeye başlamıştır. Kendi hayatlarının kontrolünü ve sorumluluğunu almaktan korkanlar, yaptıklarının sonucunu göze alamayanlar toplumdan kaçarken kendi bilinçlerinin savaşına kurban olmaktadır. Toplum baskısı, önyargılar ve damgalamalar istediği gibi yaşayamayan, hayatın sorumluluğundan kaçan birer kültür robotu haline getirir insanları. Kültür robotları yapamadıklarını yapabilenlere içten içe bir hayranlık ve kızgınlık duyarak desteklemek yerine kolay olanı yani damgalamayı seçer. Düşünmekten, düşündüğünü söylemekten, istediği işi yapmaktan, istediğini sevmekten hatta ve hatta istediği gibi görünmekten alıkoyan damgalanma korkusu, insanları içsel bir yalnızlığa, mutsuzluğa sürüklerken mutsuz bir toplum yaratmaktadır. Mutsuz bir toplum ise öfkeli kızgın yozlaşmış bir tarihin başlangıcı olabilecek kadar ciddi bir sorundur. Bırakın, Ayşe istediği gibi giyinsin damgalanmaktan korkmadan bu Ayşe’yi hafif meşrepli yapamaz; bırakın, Ali saçlarını

uzatsın bu onu daha az erkek yapamaz; bırakın Mehmet istediği kadınla evlensin, ailesinin normali olmaması o kadını yanlış yapmayacak. İnsanların dini, görüşü, düşündükleri, savundukları, hastalıkları, aileleri, doğdukları topraklar onları öteki yapmak için haklı sebepler olamaz. İnsanlık birbirlerini dahil ettikleri sınıflarla, ötekileştirmekle birbirlerinin özüne bakmayı unuttular. İnsanlar doğdukları topraklar, dinleri, cinsiyetleri, görüşleri için yalnız aşksız kalır ölümle yüzleşir oldu. Bedeni kadar ruhu da hastalanır insanların, biri incindiği için ruhu hastalandığı için deli denir oldu mesela. Anlayın, dinsiz dediğiniz sizden daha iyi biri olabilir, mini etek giyen de gidip namaz kılabilir, ayyaş dediğiniz adam da deli dediğiniz de, engelli dediğiniz de sağcı, solcu dediğiniz de zenci, beyaz dediğiniz de “onlar” diyerek ayırdıklarınız en az sizin kadar insan ve saygıyı hak etmektedir. Anlayın duyumsayın ve korkmayın. Bırakın insanlar konuşsunlar, etiketlesinler, yargılasınlar; tüm dünyayı standartlaştırmak için çabalasınlar. Hayat farklılıklarla güzel ve doğru olduğuna inandığını yapmaktan, savunmaktan vazgeçmeyenlerle güzel. Hayatınızın sorumluluğunu almaktan kaçmayın. Bir kültür robotu olmak yerine toplum tarafından damgalanmayı göze almış bir “kendin” olabilmek dolu dolu ve insanca yaşanmış bir hayatın anahtarıdır. Korkunun, önyargının, öteki olmanın baskısından sıyrılarak “ben” olarak bir kimlik kazanıp yaşayarak uygar olunur. Hatırlayın ve yalnız insanlara, kendi bilincine yenilenlere, çocuklara hatırlatın sevmeyi, anlamayı, empati yapmayı, saygı duymayı. Öğretin farklı olandan korkmamayı. Huzurun ve mutluluğun onlar ve ben değil biz olmaktan geçtiğini… Kâğıt kalem unutmaz; tarih unutmaz derler; unutur ama bir neslin insanlığın bilincine yerleşmiş, önyargıdan uzaklaşmış, öğrenilmiş çaresizlikten kurtulmuş bir ruh nesilden nesile aktarılır ve yaşatılır.

PsiNossa 23


MEZUN YAZISI

S

ene 2007 ve bir yaz sabahıydı. Üniversiteye giriş tercihleri açıklandı haberini alır almaz bilgisayar başına geçtim. Hukuk fakültesini kazanacağıma o kadar eminim ki acaba hangi okul geldi heyecanındayım. Ekranda Mersin Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü ilk gördüğümdeki duygum tam olarak hayal kırıklığıydı. Ancak sıkıcı bir hazırlık döneminden sonra “iyi ki psikoloji okuyorum” demiştim. Sanırım bu “iyi ki” dediğim zamanlar, 1. sınıfta aldığım psikoloji derslerinden sonraydı. “Ben yapabiliyorum ve severek çalışabiliyorum, her yeni bilgi beni heyecanlandırıyor, öğrendiklerim karşısında şaşkınlık hissediyorum.” gibi düşüncelerin aklımdan geçtiğini hatırlıyorum. Bu beni psikoloji bilimini sevmeye ve büyük saygı duymaya itti. Birinci sınıftayken zaten var olan psikoloji topluluğuna girdim. Psikoloji topluluğu üyesi olmak ne işe yarar konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ancak 2. sınıftayken TPÖÇG Güz Toplantısı bizim okulda olduğunda önemini anlamıştım sanırım. Bu toplantının düzenlenmesinde görev almıştım. TPÖÇG ile olan tanışıklığımız böyle başlamıştı ve sürekli içinde olmam gereken bir oluşum olarak görüyordum. Bunun sebepleri bölüm adına çok üretken olmak, ilerideki meslektaş adaylarıyla ilişkileri geliştirmek ve bireysel olarak gelişim sağlamaktı. Bu hedeflerin çoğunu gerçekleştirdim ve şu an alanda çalışan, deneyimlerimizi paylaştığımız birden fazla TPÖÇG’den meslektaşım var. Bunun yanında oldukça fazla dost kazanmış oldum ve Türkiye’nin her yerindeler. Mezuniyet yaklaşınca bütün psikoloji öğrencilerinde olduğu gibi bende de “Eeee ne yapacağım ben şimdi?” sorusu kafamı kurcalıyordu. Klinik psikoloji alanında ilerlemeyi istiyordum, yine her psikoloji öğrencisi gibi. Ancak psikolojinin birçok uygulama alanının olduğunun farkındaydım. Ben Kpss denen sınava girip bir hastanede klinik anlamda bir şeyler yapabili-

24 PsiNossa

Uzm. Psk. Uğur KOÇDEMİR rim düşüncesi üzerine yoğunlaştım. Özel sektörün ne kadar çöküş içerisinde olduğunun farkında olmanın yanında, mezun olur olmaz özelde, okuldan aldıklarımla bir şeyler yapamayacağımın da farkındaydım. İngilizce zaten yok, Üds yerlerde, Ales gayet başarılıydı. Devlet üniversitesinde yüksek lisans yapamayacağım belliydi İngilizce yüzünden. Ales ile özel üniversitelere girebilirdim diye düşünüyordum. En azından yüksek lisans ve terapi eğitimlerimi atandığımda alacağım maaşla karşılarım düşüncesi vardı ve öyle de oldu. Okul biter bitmez askerliğe başvurdum ve büyük bir şans ile GATA Haydarpaşa Eğitim Araştırma Hastanesi’nde 1 yıl psikolog olarak görev yaptım. Klinik anlamda ilerlemeyle ilgili fikirlerim tam olarak burada oturdu. Çeşitli vakalarla ve değerli hocalarla çalışma fırsatı buldum. Klinik yönelimli uygulamalı psikoloji yüksek lisansıma askerdeyken başladım ve askerlik bitmeden de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne atandım. Şu anda hala bu hastanede görev yapmaktayım. Bunun yanında birçok psikoterapi eğitimlerine gittim. Klinik anlamda kendimi geliştirmem açısından elimden ne geliyorsa yaptım ve yapmaya da devam ediyorum. Bu eğitim konusu açılmışken belki söyleyebileceğim birkaç cümle olabilir diye düşünüyorum. Mezun olmadan ya da mezun olduktan sonra tek derdimiz eğitim peşinde ve sertifika peşinde koşuyor olmamız. Piyasa çok fazla rant peşinde ve insanları kandırmak gerçekten çok kolay. Eğitim tabi ki de alıyor olacağız (keşke hocalarımız bu eğitimleri bize lisans düzeyinde vermiş olsalar, keşke hastanelerde son 2 yılımızı staj ve süpervizyon alarak geçirsek ve bu eğitimler rant sağlanacak bir şey olmaktan çıksa) ancak alınan eğitim iyi bir şekilde araştırılmalı. “Eğitimi veren kurum kim? Eğitimi veren kişi kim? Lisans ve yüksek lisans derecesi, eğitimi ve alanı ne? Alanda ne kadar duyulmuş ve saygın biri veya ne kadar saygın bir kurum? Eğitimin içeriği ne? Bana ne katacak? Gerçekten bu


eğitime ihtiyacım var mı? Gerçekten bu alan ile çalışmak istiyor muyum?” tarzında kendimize soracağımız sorular olmalı. Bir tavsiye olarak “SERTİFİKA” peşinde olmayalım. Öğrenciyken düşündüğün ve hayal ettiğin çoğu şey alana çıkınca hayal kırıklığı yaratıyor. En başta psikologların birbiriyle olan çekişmeleri ve birlik olamamaları. Aslında bakıldığı zaman belki de birbirimize sahip çıkmamız ve birlik olmamız gereken en önemli meslek gruplarındanız. Alanda o kadar çok haksızlık ve sömürülmeye maruz kalıyoruz ki birbirimizi yemeye harcadığımız enerjiyi, birbirimizi kollamaya ayıramıyoruz. Alandışı birçok kişi bu sayede cirit atıyor ve üzülerek söylemek durumundayım ki mesleğimiz itibar kaybediyor. TPÖÇG ile aslında öğrenciyken bu birlik, dayanışma ve yardımlaşmayı öğreniyoruz. Bu bakımdan çok kıymetli bir oluşum ve alana yeni çıkacaklar için bu ruhtan kopmamalarını diliyorum. Konuşulacak söylenecek çok şey var aslında ama sanırım burası için bu kadar yeterli diye düşünüyorum. Merak ettikleriniz, devam ettirmek istediğiniz bir konu ve aklınıza takılan her şey için çekinmeden soru sorabilirsiniz. Memnuniyetle yanıtlarım. (ugur. kocdemir@hotmail.com adresinden ulaşabilirsiniz). Değerli mezun yazısı davetiniz için teşekkür ederim. Hep birlikte psikoloji bilimini ilerletelim ve güzel işler yapalım umuduyla. Sevgiler ve saygılarımla.. Uzman Psikolog Uğur Koçdemir

PsiNossa 25


RÖPORTAJ

Şizofreni Dernekleri Federasyonu Başkanı Doç. Dr. Haldun Soygür İle Röportaj Ayşe Nur AVCI

26 PsiNossa


1.Şizofreni nedir? Neden şizofreni alanında çalışmayı tercih ettiniz? Şizofreni, düşünce, algılama, duygu ve davranışta bir dizi bozukluğa yol açan; belirti, bulgu, gidiş, sonlanım ve tedavi bakımından çeşitlilikler gösteren, hastalar ve yakınları için ağır yükler oluşturan bir ruhsal hastalıktır. Şizofreni, bireysel ve toplumsal maliyeti yüksek bir hastalık olması nedeniyle, tüm dünyada bir halk sağlığı sorunu olarak kabul edilmektedir. Herhangi birimizin bu hastalığa yakalanma oranı yaklaşık olarak %1’dir. Günümüzde klinik olarak şizofreniye benzeyen hastalıklar, Şizofreni Spektrum Bozuklukları kapsamında tanımlanmaktadır. Bu kapsam içinde yer alan Şizoid Kişilik Bozukluğu, Şizotipal Kişilik Bozukluğu (% 1- 4), Şizoaffektif Bozukluk ve Sanrılı Bozukluğu da katarak bir yaşam boyu yaygınlık oranı verirsek, oran %5’e ulaşmaktadır. Şizofreni hala insan ruhunun en karmaşık ve en gizemli hastalığı olma özelliğini sürdürmektedir. Günümüze dek gerçekleştirilen onca çalışma ve ilerlemeye karşın, şizofreni alanında çalışmak bir tür keşif gezisi yapmak gibidir. Hiçbir kuralı izlemeyen sadece kendi kurallarını izleyen bir hastalıkla ilgilenmek, bir hekim ve bir ruh sağlığı çalışanı için çok çekici geliyor bana. Tüm kuramsal tartışmaların ötesinde, şizofreni hastaları ve yakınları çok ciddi beklentiler içindedir. Herhangi bir şizofreni hastasının gereksinimlerinin karşılanması ve toplumda hak ettiği yeri alabilmesi için atılacak her adım değerlidir. Bir bilim ve sanat olarak psikiyatriye düşen, tanı ölçütlerinin dar sınırları içinde sıkışıp kalmak değil, hasta ve ailesine insan insana bir ilişki içinde ulaşmak ve mevcut tüm tedavi ve iyileştirim olanaklarını sağlamaktır. Geçmişteki ustaların söylediği gibi, şizofreni ile uğraşmak sevgi, bilgi, sabır ve emek gerektiriyor. Fakat tek bir şizofreni hastası için sağladığımız en küçük bir katkı bile bu emeğe değer diye düşünüyorum. 2.Uykusuz Çocuklar: Şizofreni Yazıları kitabınızda yer verdiğiniz, bir yazar arkadaşınızın ‘’Şizofrenisi olan birisi, ıssız bir adada sadece bir insandır.’’ sözüyle ne demek istediğinizi biraz daha açar mısınız? Burada şizofreninin toplumsal boyutu vurgulanıyor. Tek başına bir insan için anlamlılığı ya da anlamsızlığı değerlendirilmeyecek olan bir durumun, toplumsal bir ortamın varlığında nasıl ciddi bir sorun haline gelebileceğine gönderme yapılıyor. Öte yandan unutmamamız gereken şu ki, Edip

Cansever’in sözleriyle söyleyeyim, “İnsanın insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile, başkalarının varlığıyla anlam kazanıyor”. 3.Şizofreninin belirtileri nelerdir, kısaca açıklar mısınız? Şizofreni tanısı klinik belirtiler ve hastalık süreci ile konulur. Şizofrenideki belirtileri beş ana küme altında toplayabiliriz. Pozitif belirtiler 1-Sanrılar: Gerçek bir temeli olmayan, mantık dışı, alışılmamış, garip inanç ve düşüncelerdir. Sanrıların çok ağır olması durumunda hastanın yaşamı önemli derecede etkilenir, bu durum hasta ve yakınlarının esenliğini ve güvenliğini etkileyecek sorumsuz ve uygunsuz davranışlara neden olabilir. Sanrılar konularına göre aşağıdaki gibi gruplanabilir. Büyüklük sanrıları; Peygamberdir, başbakanlığa adaydır, sonsuz bir gücü vardır, büyük bir buluş yapmıştır vb. Alınma sanrıları: “Benim hakkımda konuşuyorlar.” , “Radyo ve televizyonda bana laf atıyorlar.” , “Evime gizli araçlar yerleştirmişler, beni gözlüyorlar.” vb. Şüphecilik ve kötülük görme sanrıları: Kişi gerçeğe dayanmayan bir biçimde başkalarının kendisine zarar vermeye çalıştığına inanır, savunucu, güvensiz ve kuşkucu bir tutum içine girer. Etkilenme sanrıları: “Düşünce yolu ile gizli güçlerle başkalarının davranışlarını yönetiyorum.” Düşünce sokulması: “Kafama düşüncelerini sokuyorlar.”, “Davranışlarımı yönetiyorlar.”, “ Ben düşüncelerimi başkalarının kafasına aktarıyorum.” gibi. Düşünce okunması: “Düşüncelerimi olduğu gibi okuyorlar.” veya “Den düşünceleri okuyorum.” Düşünce yayılması: Düşüncelerin çevreye, bütün dünyaya yayınlanması Erotamanik sanrılar: “Herkes kendisine aşıktır.” Küçüklük sanrıları: “Ben bir işe yaramam, değersizim, tedavi edilmeye değmem.” gibi. Nihilistik sanrılar: “Ben yokum, ben ölmüşüm, kalbim, midem, bağırsaklarım çürümüş, erimiş yok

PsiNossa 27


olmuşlar.” gibi. Somatik sanrılar: “Bende kanser, AIDS var.” Depersonalizasyon sanrıları: Bedenin ve çevrenin acayip biçimlerde değişmesine ilişkin sanrılardır. Bunlar beden görünümüne ilişkin sanrılardır. “Ben hem erkek, hem kadınım”, “Ellerim ayaklarım büyüyor, değişiyorum.” Derealizasyon sanrıları: “Çevre başkalaşmış, burası benim kasabam değil, çevremdekiler değişmişler, annem babam değişmişler, onları tanımıyorum.” 2-Varsanılar: Bireyin ortada bir dış uyaran yokken beş duyu ile ilgili uyaranlarını algıladığını ifade etmesidir. Genellikle işitme, görme, dokunma, tat ve koku varsanıları olabilmektedir. Şizofrenide daha çok işitme varsanıları olur. Varsanılar ağır ya da çok ağır olduğu durumlarda hastanın günlük yaşamını etkisi altına alabilir. Varsanılara sanrılı yorumlar eşlik edebilir ve kişi bu sanrı ve varsanıların etkisi altında kendisi ya da çevresindekilerinin güvenliğini tehlikeye atabilir. Kimi kez uyaranların yanlış algılanması ve yorumlanması olarak tanımlanan yanılsamalar ortaya çıkabilir.

değişim olmaz. Hasta sürekli boş ya da heykelleşmiş gibi bir ifade içinde olabilir. 2-Anhedoni: Bireyin haz alma, zevk alma yetisini yitirmesi ve bu tür etkinliklerden uzaklaşmasıdır. 3-Toplumdan uzaklaşma: İlişki kurmada güçlük ortaya çıkar; hastanın kişiler arası ilişkilerinde kendisini başkalarının yerine koyamaması, görüştüğü kişiyle yakınlık kuramaması ya da bu kişiye karşı ilgisiz kalmasıdır. Bu bulgunun çok ağır olduğu durumlarda, hasta yanındaki kişiye karşı tamamen ilgisiz kalabilir, tamamen kayıtsız olabilir, sözel ve sözel olmayan iletişim kurmaktan kaçınabilir. 4-Avolüsyon: Bireyin bir işi başlama, sürdürme ve sonlandırma yetisinin ortadan kalkmasıdır. Birey iradesini gösteremediği, enerjisinde azalma olduğu bir edilginlik ve kayıtsızlık içinde olduğu için toplumsal etkileşimlere yönelik ilgi ve girişimleri azalmıştır. Böylece kişiler arası ilişkileri ve günlük aktiviteleri azalır. 5-Aloji: Konuşmanın kendiliğinden ve akıcı olmasının kaybı; bireyin konuşma sürecinde akıcılığı ve üretkenliğinde azalma ortaya çıkar.

3-Düşüncede ve davranışlarda dağınıklık: Bireyin düşünce süreci hedefe yönelik işlememekte, dağılmakta ve bu nedenle düşünce sürecinde çevresel düşünce, teğetsel düşünce çağrışımlarda kopukluk, düşüncelerini bir sonuca bağlayamama, düşüncelerde anlamsızlık veya düşünce blokları ortaya çıkabilmektedir. Hastanın hareket ve davranışlarında aşırı bir hızlanma, çevresel uyaranlara karşı tepkisinde artma, duygu durumunda hızlı değişmeler olabilir. Taşkınlığın çok ağır olması halinde bireyin yemesi ve uyuması ciddi biçimde etkilenir. Kişiler arası ilişki olanağı ortadan kalkar. Hasta bir yandan anlaşılmaz bir tutum sergilerken, bir yandan da çok bitkin düşebilir.

Bilişsel bozukluğa ilişkin belirtiler

Negatif Belirtiler

Şizofrenide, özellikle hastalığın alevlenme döneminde, bireyin kendine ya da başkalarına zarar verme riskini ortaya çıkartan dürtü denetiminde bir sorun gelişebilir. Hasta bu dönemde cinsel taşkınlığı da içeren çeşitli davranışlarda bulunabilir.

1-Duygulanımda küntleşme: Bireyin duygusal yanıtında yüz ifadesinde ve duygularının düzenlenmesindeki azalmayla birlikte iletişim kurma amacıyla kullandığı el kol hareketlerindeki azalmayla kendini gösteren bir bulgudur. Çok ağır olması durumunda bireyin yüz ifadesinde ve iletişim kurmada kullandığı el kol hareketlerinde hiçbir

28 PsiNossa

Şizofreni esas olarak bireyin ana zeka fakültelerindeki bir bozuklukla karakterize edilmeyen bir hastalık olmakla birlikte, hastalığın gidişi sırasında dikkat, bellek, öğrenme gibi bilişsel işlevlerde kimi bozukluklar ortaya çıkabilir. Bunlar arasında dikkati odaklama ve sürdürmede bozulma, akıl yürütmede, sorun çözme becerisinde ve öğrenmede güçlükler ve karışık işlemleri adlandırmada yetersizlikler yer alır. Dikkat, dil, bellek, ve işlem hızı kritik derecede önemlidir ve kötü sosyal ve mesleki sonuçların bir çoğundan sorumludur. Agresif ve hostil belirtiler

Depresyon ve anksiyete belirtileri Şizofreninin gerek başlangıcında gerek gidişinde


hastanın kaygılı olma hali, sinirlilik, endişe, huzursuzluk gibi belirtilerle kendini gösteren anksiyete ve üzüntü, kendine güvende azalma, çaresizlik duygusu, karamsarlık, umutsuzluk ve suçluluk duyguları gibi belirtilerle kendini gösteren depresyon ortaya çıkabilir. 4.Şizofrenisi olan bireye karşı nasıl yaklaşılmalıdır? İlk ve öncelikli amacınız, kişiyle güvenilir, sürekli ve tutarlı bir ilişkiyi başlatabilmektir. Böyle bir çaba, hastayla ilgili bilgi toplamak ya da belirtileri araştırmaktan daha fazla önem taşır. Bir ilişki oluşturmak hastanız için zaman ayırmanızı ve onu dinlemenizi gerektirir. Günlük pratikte, tüm hastalarımızla ilgili genel bir zaman sıkıntısı çekerken, şizofreni hastasına nasıl olup da zaman ayıracağınıza ilişkin bir kaygı yaşamanız anlaşılır ve doğaldır. Ancak görüşmeye zaman telaşına kapılmadan sakin bir şekilde başlamayı başarabilirseniz, hedeflerinize çok daha çabuk ulaşabilirsiniz. Hastanız da sizin zaman ihtiyacınıza saygı gösterecektir. Görüşme sözcüğünü olabildiğince geniş kapsamlı algılayın ve örneğin hastanıza çay ikram etmeyi yadırgamayın. Başlangıçta hastanın sanrılarını, varsanılarını tartışmak, hem sizin hem hastanız için yorucu ve ilişkiyi engelleyici olacaktir. Sanrılar ve varsanıları ele almanın en iyi yolu, onları saygılı bir biçimde dinlemek ve hiç bir zaman hafife almamaktır. Kendinizi hastanızın yerine koyarak, bu belirtilerin onu tedirgin edebileceğini, üzebileceğini ya da rahatsiz edebileceğini anlamaya çalışın. Şizofreniye yıllarını vermiş bir hekim olan E.Fuller Torrey’in şu sözlerini daima aklınızda tutun: "Bu hastalığa yakalanmış olmak başlı başına kötü bir şeydir. Bu hastalığa hiç yakalanmamış olanlarımız kendimize sormalıyız, eğer beynimiz bize oyun oynamaya başlasaydı, eğer başkalarının işitmediği sesler bize bağırsaydı, eğer duyguları hissedebilme ve mantıklı düşünme yetimizi kaybetseydik neler yaşardık? Böyle bir durum herkes için kesinlikle taşınması ağır bir yük olurdu. Üstelik en yakınımızda bulunanlar, bizden uzaklaşıp, bizi gözardı etmeye başlasalardı, söylediklerimizi işitmeseler, yaptıklarımıza önem vermeseler neler hissederdik? En çok sevdiğimiz insanlar hergün yaptığımız davranışlardan utanç duysalardı neler hissederdik?"

Hastanızın fikirleri ya da fantazileri size ne kadar anlamsız gelirse gelsin, onunla iddialaşmayın ve onu ikna etmeye kalkışmayın. İkna çabanız işe yaramaz hatta hastanın yaşamındaki “olumsuz” kişilerden birisi de siz olabilirsiniz. Hastanızın söylemek istediklerini saygıyla ve ona geri yansıtarak dinleyin. Eğer hasta sessiz kalmayı tercih ediyorsa, bunu kabul edin ve hastayı konuşmaya zorlamayın. Eğer hasta ajite, kaygılı ya da endişeli ise, “Ne kadar öfkeli (duruma göre tedirgin,endişeli, kaygılı) olduğunu kesinlikle anlıyorum. Eğer ben de benzer bir durumda olsaydım aynı şeyleri hissederdim.” deyin. Kızmak, bağırmak, müstehzi bir şekilde gülmek, alay etmek gibi davranışlarla ilişki şansınızı yok edeceğinizi unutmayın. Herhangi bir konuda kendi görüşünüzü bildirirken saygıyla izin isteyin. Bu tutum, hastanıza güç vermenizi ve kontrolün onun elinde olduğu hissini edinmesini sağlar ve kendisini küçük düşürülmüş hissetmez. Hastanın kendine olan saygısını arttıracak her etkinliği destekleyin. Başarılı olduğu en küçük bir konuyu bile atlamadan onu yüreklendirme, övme fırsatını kaçırmayın. Hasta ne kadar hostil, saygısız, kayıtsız, haşin davranırsa davransın hiç bir zaman cezalandırmayın ya da reddetmeyin. Ona bir çocuk gibi davranmayın. Hastanın benlik gücünü arttırmak ve benlik sınırlarını güçlendirmek (hastaya ait olanla diğer kişilere ait olanın ayırt edilmesi) için çaba sarfedin. Hastanın stres eşiğini yükseltmek için uğraş verin. Destekleyici bir ortam oluşturun. Sunduğunuz terapötik ortam bir tür “sığınak” olsun. Uzlaşmayı ve ortaklık kurmayı hedefleyin. Yapamayacağınız sözleri vermeyin. Bazı zor sorular karşısında zaman kazanmak için yanıtı erteleyin. İçten ve açık olun. Gerektiğinde özür dileyin. Hastanın ihtiyaçlarını belirliyerek, birlikte yardım alma/verme konusunda nedenler bulmaya çalışın. Onun hayatında önem verdiği şeyler üzerine oturan motive edici etkenlere odaklanın. Hasta hastalığını kabul ediyorsa onun “hasta olma ihtiyacına” saygı duymayı; hasta olduğunu kabul etmiyorsa (içgörü yok) onun gerçekleriyle savaşmamayı ilke edinin. Uzlaşmayı ve ortaklık kurmayı sağlamak için gayret sarfedin. Hastalığın kabul eden ve işbirliği yapan bir hastanız varsa onu hastalık ve tedavisi hakkında eğitin (Hastalığın alevlenmesindeki öncü belirtilerin tanınması, düzenli ilaç kullanımının alevlenmeleri önlemedeki rolü, ilaç yan etkileri vb).

PsiNossa 29


5. Şizofreni tedavisinde ilaçların etkisi nedir? İlaçlar şizofreni tedavisinin en önemli bileşendir. İlaçsız şizofreni tedavisi olmaz. Ancak bu sadece ilaç tedavisinin yeterli olabileceği anlamına da gelmez. Sonuçta hiçbir ilaç insana yaşamla nasıl başa çıkacağını öğretemez ve iki insan arasındaki ilişkinin yerini hiçbir ilaç dolduramaz. Antipsikotik ilaçların ilki olan Klorpromazin’in şizofreni tedavisinde kullanılmaya başlamasından bu yana geçen 60 yıla yakın süre içinde, bu ilaçların özellikle pozitif belirtiler üzerindeki etkisi açık olarak kanıtlanmış olmasına karşın, tipik antipsikotik ilaçlarla tedavinin olguların bir bölümünde yetersiz kalması ve hastaların yaşamlarını kısıtlayabilen önemli yan etkilerinin olması, terapötik etkinliği daha fazla, yan etkisi daha az yeni antipsikotik ilaçların aranmasına yönelik çabaları hızlandırmıştır. Günümüzde antipsikotik ilaçlar, iki ana grup halinde değerlendirilmektedir. Birinci grup, "klasik", "geleneksel" ya da “birinci kuşak” olarak da tanımlanan tipik antipsikotik ilaçlardır. İkinci grup ise "yeni" ya da “ikinci kuşak” olarak da tanımlanan atipik antipsikotik ilaçlardır. Tipik antipsikotik ilaçların ortak özelliği, merkezi sinir sisteminde dopamin D2 reseptörlerini bloke etmeleri ve ekstrapiramidal yan etkilerinin fazla olmasıdır. Atipik antipsikotik ilaçlar ise, etki düzenekleri açısından farklılıklar taşırlar fakat ortak özelikleri ekstrapiramidal yan etkilere neden olmamaları ya da daha az neden olmalarıdır. Tipik antipsikotik ilaçlar şizofeninin hem akut alevlenme döneminin tedavisinde hem de sürdürüm tedavisinde etkilidir. Bu ilaçların uzun süreli kullanımının şizofrenide alevlenme oranını yaklaşık üçte iki oranında azalttığı ve alevlenme ortaya çıksa dahi şiddetinin daha hafif olduğu, tehlikeli davranış ve istem dışı hastaneye yatış oranının azaldığı gösterilmiştir. Tipik antipsikotikler pozitif belirtiler üzerinde belirgin etki göstermelerine karşın negatif belirtiler ve bilişsel yetmezlikler üzerinde etkili bulunmamışlardır. Buna karşılık atipik antipsikotikler pozitif belirtiler üzerinde en az tipikler kadar etkili bulunmuştur. Atipikler negatif belirtiler üzerinde plasebodan etkilidir ve bazı çalışmalarda tipiklerden üstün bulunmuşlardır. Atipiklerin bilişsel yetmezlikler üzerindeki olumlu etkileri araştırılmaktadır. Son yıllarda art arda gerçekleştirilen bazı bağımsız

30 PsiNossa

çalışmalarda klinik etkinlik açısından atipiklerle tipikler arasında fark bulunmadığı bildirilmiştir. Buna karşın tipik antipsikotiklerin atipiklere göre belirgin olarak çok daha fazla ekstrapiramidal belirtilere neden oldukları ve 10 kat fazla tardif disknezi riski taşıdıkları saptanmıştır. Atipik antipsikotiklerin ise endokrin ve metabolik yan etkileri sorun yaratabilmektedir. 6.Şizofreninin sıklık ve yaygınlığı ne orandadır? Sıklık (insidans,), belirli bir toplulukta ve belirli bir zaman içinde belirli bir hastalığın yeni ortaya çıkan olgu oranı olarak tanımlanmaktadır. Bu nedenle sıklık çalışmaları, hastalıkla ilgili risk etmenlerinin araştırılması bakımından önem taşımaktadır. Kullanılan tanı ölçütlerinin, araştırmadan araştırmaya değişmesi; hastaneye ilk yatış, tedaviye ilk başvuru, psikoza ilişkin ilk belirtinin görülmesi gibi dolaylı göstergelerin farklılıklar göstermesi; hastalık başlangıcının nasıl tanımlanacağı konusundaki muğlaklık ve yeni vakaların hepsinin saptanmasındaki güçlükler gibi nedenler sıklık araştırmalarına ilişkin sorun alanlarını oluşturmaktadır. Şizofreninin yıllık sıklığı binde 0.2 olarak hesaplanmaktadır. Yaygınlık (prevalans), belirli bir toplulukta ve belirli bir zaman içinde belirli bir hastalığın eski ve yeni tüm olguların oranıdır. Yaygınlık çalışmaları, hastalığın toplumda oluşturduğu yükün ve hastalıkla ilgili gereksinimlerin araştırılmasına hizmet etmesi nedeniyle önemlidir. Şizofreninin yaşam boyu yaygınlığına ilişkin olarak, öteden beri klasik kitaplarda yer alan yüzde 1 oranı, son yıllarda gerçekleştirilen kapsamlı ve sistematik gözden geçirme yazılarında sorgulanmaya başlamıştır. Bu çalışmaların sonuçlarına göre, şizofreni için nokta yaygınlık oranı için binde 5; yaşam boyu yaygınlık oranı için binde 4-8.2 arasında ortanca değerler bildirilmiştir. Bazı araştırmacılar, şizofreni için yaşam boyu hastalanma riskini yüzde 0.7 olarak hesaplamıştır. Şizofreninin sıklığında bir artış ya da azalma olup olmadığı ve bir değişim varsa bunun yaşanan alanlara göre bir farklılık gösterip göstermediği de henüz tam olarak yanıtlanamamış bir konudur. Her ne kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün 1970’li yıllarda ortak yöntem kullanarak 10 ülkede gerçekleştirdiği çalışmada ülkeler arasında


kayda değer bir fark olmadığı saptanmışsa da, günümüzde özellikle sosyal sınıf, kentleşme, göç gibi etmenlerle şizofreni sıklığı arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir. 7.Bu konuda yaptığınız mükemmel bir çalışma olan ‘’Mavi At Hep Koşsun’’ projesiyle yola çıktığınız, şizofreni hastalarının çalıştığı Mavi At Kafe’yi açtınız. Bunun için gerçekten örnek olarak gösterilecek bir insansınız. Bize biraz Mavi At Kafe’yi anlatır mısınız? İsmi neden Mavi At? Müşterilerinize neler sunuyorsunuz? Mavi At Kafe/Kültür Yaşam Ortamı, iki temel hedefle yola çıkmıştır: 1-Şizofreni hastalarına iş ve ruhsal iyileştirim olanağı sağlamak, 2- Sunulan hizmetler aracılığıyla genel toplumu oluşturan insanların şizofreni hastalarıyla doğrudan temas etmelerini sağlayarak ve şizofreni kavramını merkeze alan bir kaynaşma ortamı yaratarak, damgalama ve ayrımcılığa meydan okumak. Mavi At Kafe’de bir kafede sunulan hizmetlerin hemen hepsi bir hasta yakını ve bir hizmet sektörü işçisi eşgüdümünde hastalar tarafından sunulmaktadır. Bu hizmetler arasında sunulan yiyecek ve içeceklerin hazırlanması, rezervasyon, masalara servis, bulaşık, temizlik, toplantı organizasyonları bulunmaktadır. Mavi At bağımsız bir kuruluştur, devletten hiçbir destek görmemektedir, ancak gücünü ve gerektiğinde yardımı Şizofreni Dernekleri Federasyonu’ndan almaktadır. Hastaların dörder saatlik vardiyalarla hizmet verdiği Mavi At Kafe, Ankara Beşevler’de bulunmaktadır. Kafede olağan akışın dışında düzenlenen çeşitli faaliyetler (söyleşi, dinleti, film gösterimi, kurs, panel, konferans, çalışma grubu vb.) ile ikinci el eşya satışı da yapılmaktadır. Gerçekleşmesinde kafede çalışan hastaların aktif rol aldığı bu faaliyetler de ortamın toplumsal etkileşime daha da açık olmasını sağlamaktadır. Sağaltıcı topluluk kavramının temel ilkeleriyle çalışılan kafede; hastalar, yakınları, gönüllüler, ruh sağlığı çalışanları, hekimler ve “müşteriler” eşit ve demokratik bir ortamı paylaşmaktadır. “Mavi At” adının öyküsü şöyle: Yetmişli yılların başında İtalya’da büyük akıl hastanelerinin kapatılmasını ve toplum içinde tedavi anlayışını yerleştirmeyi amaçlayan bir hareket başlatılmıştı. O dönemde Trieste’deki akıl hastanesinde 1200 hasta bulunmaktaydı. Reformla birlikte ruh sağlığı bütçesinin %94’ü toplum odaklı merkezlerin

kurulmasına, sağlık ve sosyal hizmetlerin entegre edilmesine ayrıldı. 1974 yılında, hastanenin kilitli kapıları açılmış ve hastaların diledikleri zaman dışarı çıkmalarına fırsat verildi. Geçmişte hastane faaliyetteyken hastane çalışanlarından başka hiç kimsenin dışarı çıkma hakkı olmadığı kurumdan çıkmasına izin verilen tek canlı çamaşırhaneden kirli çamaşırları dışarı götüren bir attı. Hastane yıkıldıktan sonra, hastane çalışanları ile halk ele ele vererek iki buçuk metre yüksekliğinde, ahşaptan mavi bir at yaparak hastanenin girişine yerleştirdiler. Köklü değişiklikle birlikte bu at bir bakıma özgürlüğün ve toplumdan kopmamanın bir sembolü haline gelmiştir. Bizim kafenin adı da buradan geliyor işte... 8.Mavi At Kafe' nin başka şubeleri açılacak mı? Ekonomik olarak destek görüyor musunuz? Şu anda Balıkesir’de şizofreni hastalarının çalıştığı bir Mavi At Kafe daha açıldı. Psikiyatri uzmanı Dr. Umut Karasu’nun özverili çabalarıyla hasta dostlarımız hem kafe hizmeti veriyor hem de cam işleri üretiyor. Mavi At Kafe bağımsız, sivil ve gönüllü bir kuruluş. İmece ile çalışıyor. Ama işte öyle böyle 7 yaşına basıyor. Mavi At Kafe deneyiminden çok şey öğrendi. Şu sıra toplum ruh sağlığı merkezlerine örnek olabilecek bir model üzerinde çalışıyoruz. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Nöropsikiyatri Arşivi Dergisinde yayımlanan “Türkiye’de Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri: Quo Vadis?” başlıklı yazıma başvurulabilir. (http://www.noropsikiyatriarsivi.com/ sayilar/433/buyuk/1-3.pdf). 9. Biz psikoloji öğrencileri olarak şizofreniye yapılan damgalamayı önlemek için neler yapabiliriz? Yapılacak çok şey var. Bence bunu kafede toplanarak konuşalım. Bizi bir araya getiren şey, dünyayı bulduğumuzdan daha iyi bir yer haline getirme isteği. Böyle düşünen herkesi Mavi At’a bekliyoruz. *Şizofreni Dernekleri Federasyonu, Mavi At Kafe ve Psişizofreni Grubunun etkinliklerini aşağıdaki adreslerden takip edebilirsiniz: http://sizofrenifederasyonu.org/ https://www.facebook.com/ groups/84022504633/?fref=ts https://www.facebook.com/psisizofreni15/

PsiNossa 31


KAOS GL K

aos GL, 1994’ün Eylül ayında Türkiyeli eşcinsellerin bir araya gelerek ve maruz bırakıldıkları ayrımcılığa karşı mücadele ederek özgürleşmek amacıyla Ankara’da kurulmuş, eşcinsellerin kurtuluşunun heteroseksüelleri de özgürleştireceği fikrini şiar edinmiş bir örgüttür. Kaos GL grubu kurulduğundan itibaren Kaos GL dergisini çıkarmaktadır. Eylül 2000 tarihinden beri de Kaos Kültür Merkezi’nde kültürel etkinlikler, toplantılar, film gösterimleri düzenlemekte olup ilk LGBT kütüphanesini de oluşturmuştur. Ayrıca sosyal hizmetlerden psikolojiye, hukuktan mülteci alanına kadar birçok konuda danışmanlık ve hizmet vermektedir. 2006 yılından beri Ululararası Homofobi Karşıtı Buluşmayı organize eden Kaos GL Balkan, Kafkas ve Orta Doğu ülkelerinde çalışma yürüten yerel homofobi karşıtı örgütlerin tecrübe paylaşımı ve bir arada mücadele çatısı Homofobiye Karşı Bölgesel Ağ çalışmasının da kurucusu ve örgütleyicisidir.

32 PsiNossa

1994’ün yazında İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi’nde bir Gey ve Lezbiyen Hakları Komisyonu’nda yer alan eşcinsel aktivistler sonradan Kaos GL’nin oluşmasına katkıda bulundular. 20 Eylül 1994’te Kaos GL Dergisi’nin ilk sayısı yayınlandı. Kaos Gey ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği (Kaos GL) dernekleşmek için resmi başvuruda bulundu ve 15 Temmuz 2005 tarihinde tüzel kişilik kazandı. Ancak Ankara Valiliği “4721 sayılı Türk Medeni Kanunu”nun 56. Maddesinde yer alan “Hukuka ve ahlaka aykırı dernek kurulamaz.” hükmüne dayanarak derneğin tüzüğünün ve isminin ahlaka aykırı olduğu gerekçesiyle kapatılması için Cumhuriyet Savcılığına başvurdu. Valiliğin başvurusunu inceleyen Basın Savcısı ise dava açılmasına gerek görmedi. Böylelikle Kaos GL Türkiye’de tüzel kişilik kazanan ilk LGBT derneği oldu.


PsiNossa 33


Ayın Farkındalıkları: Haziran 2 Haziran

3 Haziran

Ahmet Arif ’in Vefatı

Nazım Hikmet’in Vefatı

5 Haziran

Dünya Çevre Günü

15 Haziran

15 Haziran

Yörük Ali Efe’nin Malgaç Baskını

Mina Urgan’ın Vefatı

18 Haziran

Maksim Gorki’nin Vefatı

34 PsiNossa


Siyah Dağlar “Yüz karası değil kömür karası”

İ

Burak Bahadır AKIN

eden vatandaşa tekme atan bürokratı? Anlatamazsın. Sedye kirlenmesin diye çizmesini çıkartmak isteyen işçi ile “abi beni bırakın Mahmut’un karısı hamile” diyen işçi ile bütün akrabalarını kaybeden işçi ile sigortasının yattığı ilk gün ölen işçi ile geçti günlerimiz. Sonra yavaş yavaş unuttuk her zamanki gibi. Siyah mezar taşları diktik başuçlarına… O otuz santimetrelik taşlar simsiyah dağlar gibi dizildi kabristana. Onları simsiyah geçen bir ömre gark edenler mezar taşlarında da “işçisin sen, işçi kal” mı dedi acaba? Emeğe saygının olmadığı, işçinin fıtratında huzurun değil ölümün olduğu topraklar buralar. Zonguldak’ta ilk kömürü bulan Mehmet’ten beri bu böyle. Ve yoktur madenciden başka kendi mezarını kazan. Yoktur madenciden başka dağ başında açan gülde terinin izleri olan. Yoktur üç kuruş daha fazla kazanmak için güvenlik sistemlerini 40 sene öncesinin seviyesinde tutan maden sahibi. Ülke olarak hep kendimizi överiz ya hani. “Biz şöyleyiz, biz böyleyiz” diye. Biz aslında hiçbir şeyiz. Biz Soma’da, Mecidiyeköy’deki asansör kazasında işçileri suçlu çıkaran bir adalet sistemine sahip olduğumuzdan beri hiçbir şeyiz.

nsanlık için Güneş hayatın kaynağı, yaşamın anlamıdır. Tarih boyunca bazı dinlere ilham olmuş, mitolojilerde Tanrı olarak yer bulmuş Güneş’i göremeyen insanlar var bu dünyada. Sanayi Devrimi ile birlikte başlayan süreçte dünyadan uzaklaşan insanlığın bir kısmı uzaya, bir kısmı yeraltına gitti. Madenlere inen insanların güneşi artık kandiller, gaz lambaları, zamanla da ampuller oldu. Onlar hep vardı, yanı başımızda iken geçen sene fark ettik ne kadar yakın olduğumuzu. 13 Mayıs günü kaybettiğimiz 301 madenci yüzümüzü yeraltına dönmemize neden oldu. Keşke bahtı kara yüzü kara o emekçi insanların farkına bu elim olay olmadan varabilseydik. Keşke hemen hemen her gün ölen, iş kazasına değil cinayete kurban giden işçilerin hakkını yeterince savunabilseydik. Keşke bir zamk gibi üzerimize yapışan keşke sözcüğünden kurtulabilseydik. Nasıl anlatırsın geride kalan 432 yetime babasının öldüğünü? Nasıl anlatırsın o cenazelerin bekletildiği Kırkağaç Soğuk Hava Deposu’nun babasının adını bile söyleyemeyecek kadar küçük olan çocuğa ne anlam ifade ettiğini? Nasıl anlatırsın kömürü değil yüreği yandığı için isyan “Böyle kazanılır ekmek parası”

*Mayıs ayı içerisinde birbirinden acı fakat parmak basılması gereken olaylar vardı. Geçen sayıda bunlardan birini yazmaya çalıştım fakat size Soma’dan bahsetmesem içim rahat etmezdi. Haziran sayısında Mayıs farkındalığı yazmama izin veren editörüme çok teşekkür ediyorum.

PsiNossa 35


FİLM

Mutlu Sonla Bitmeyen Bir Peri Masalı: Gia

Gökçe OFLU

“Evvel zaman içinde, uzaklardaki krallıkta saçları altından yapılmış genç bir kız yaşardı. Köydeki insanlar onu gördüklerinde ‘Oh, ne kadar da güzel.’ derlerdi. Ona Mars gezegeninde güzel bir ev gösterdiler ve ‘Gel ve burada sonsuza dek yaşa’ dediler. Genç kız dedi ki: ‘Oh, Mars hayatın farklı olduğu bir gezegen. Güvenli, temiz ve hoş. Fakat oraya nasıl giderim? Taksi nereden bulunur? Hangi otobüse binilir? Ve oraya gittiğimde orada olduğumu nasıl bilirim?’ Kız, güzel evde yaşamaya gitti. Ve herkes onu sevdi, o çok ama çok mutluydu. Fakat köydeki insanlar çok fakirdiler. Her gece, kız uyuduğunda eve doğru süzülüp kızın altın saçlarından bir parça keserlerdi ve bunları para için satarlardı. ‘Kız asla farkına varmaz.’ derlerdi. Böylece, saçındaki tüm altın gitmişti. Ve insanlar dedi ki: ‘Oh, aslında hiç de güzel değil.’ Ve onu o güzel evden alıp sokağa attılar. Kız uzaklaştı ve asla geri gelmedi. Bir süre sonra insanlar tekrar acıktı ve tekrar güzel eve gittiler, altın aramaya, ama orda kimse yoktu. ‘Biliyordu’ dediler.”

G

ia, yönetmenliğini Michael Cristofer’ın yaptığı 1998 yapımı bir televizyon filmi. Angelina Jolie, Gia rolüyle 1999 yılında Mini Dizi veya Televizyon Filminde En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre ödülü kazanmış. Wilhelmina Cooper rolünde izlediğimiz Faye Dunaway ise Mini Dizi veya Televizyon Filminde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Altın Küre ödülünü Camryn Manheim’la paylaşmış. Film 1970’lerin sonunda, 17 yaşında başladığı modellik kariyerinin basamaklarını hızla tırmanan ve bir o kadar da hızla düşen Gia Marie Carangi’nin hayatını anlatıyor. Gia Carangi pek çok yerde ilk süper modellerden biri olarak anılıyor. Kadının sadece görsel bir obje olarak yer aldığı, “konuşmasının pek gerekmediği, hatta teşvik edilmediği” bir sektörde küçük yaşlarda çalışmaya başlayan Gia’nın kimlik arayışında, moda sektöründe çalışmasının etkisi yadsınamaz. 20. yüzyılda yaşayan bir kadının deneyimlerini anlatan bu filmde, ne yazık ki hala 18. yüzyılda yaşamış kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft’in değiştirmek için uğraştığı kadınlık algısı gözler önüne seriliyor. Sadece fiziksel görü-

36 PsiNossa

nüşü ve çekiciliğiyle var olan bir kadın, duygu ve düşüncelerinin kimse için önemi yok. Konuşmasına, fikrini beyan etmesine gerek yok, zira alıcının böyle bir talebi yok. İyi bir model olmak istiyorsa yapması gereken çok basit: çenesini kapalı tutmak ve bakışlarıyla, fiziksel görünüşüyle pazarlanmak istenen ürünü pazarlamak. “Moda, sanat değildir. Moda, kültür bile değildir. Moda reklamdır ve reklam paradır. Ve kazandığınız her dolar için birileri ödeme yapmak zorundadır.” Filmin başındaki bu replik aslında moda sektöründe yaşananların güzel bir özeti. Moda endüstrisi topluma kısıtlı bir güzellik algısı dayatarak uyguladığı algı yönetimiyle varlığını ve gücünü koruyor. Kafamızı çevirdiğimiz her yerde karşımıza sahip olmamız gereken bedenler, bu bedenle elde edebileceklerimiz ve bunun için yapmamız gerekenler çıkıyor. İronik bir şekilde, çoğu zaman bir obje gibi sunulan bu bedenlerin esas sahipleri de vaat edilenlere yakın değil. Film boyunca Gia’nın bir yere ait olma çabasını, kimlik arayışını izliyoruz. Ancak kalıpları bu kadar net olan bir toplumda Gia ne yazık ki aradığı, aslında olmak istediği kimliği tam


Gia Yönetmen: Michael Cristofer Yapım yılı: 1998 Süre: 126 dakika

anlamıyla bulamıyor ya da bulduğu kimlik, makbul kimlikler sınıfına dahil olmuyor ve bu arayış/kabul görmeme süreci düşüşünü hızlandırıyor. Moda dünyasının kendisine uygun olmadığını düşündüğü her zaman, birileri ona “tavsiye”lerde bulunuyor: Zirvedeyken bırakma, “Şimdi çalış, daha sonra yaşayabilirsin.” Belki iyi niyetle, belki de günü kurtarmak için yapılmış bu tavsiyeler Gia’nın sıkışıp kaldığı bu hayata biraz daha gömülmesine yol açıyor. Kurduğu ilişkilerde ve yaşadığı hayatta beklediği tatmini bulamayan Gia ise bir kaçış olarak uyuşturucuyu buluyor. Gia’nın annesiyle kurduğu ilişkiye bakacak olursak samimi ve yakın görünmelerine rağmen aslında bir o kadar da uzaklar. Örneğin; Gia annesine lezbiyen olarak açılmaya çalıştığında annesi bunu bir şaka gibi algılayıp üzerinde durmuyor. Gia’nın annesi Kathleen’in kendi hayatının sınırlarını belirlediğini ve bu sınırları her durumda koruduğunu film boyunca görüyoruz. Gia eve geri dönmek istediğinde onu “kibarca” reddetmesi, HIV tanısı konduktan sonra eşinin hastalık ve işini kaybetme korkusunun arkasına sığınarak Gia’yı evlerine değil,

bir motele yerleştirmesi Kathleen’in sınırlarını aştırmadığını gösteriyor. Ancak, Kathleen’i bu hale sokan şeyin ne olduğuna dair bir ipucu yok, bu eksiklik izleyicinin Kathleen’in varoluşsal olarak böyle olduğu yargısına varmasına neden oluyor. Gia’nın filmdeki diğer karakterlerle kurduğu bütün ilişkilerin aslında annesiyle yaşadıklarından miras kalan bir terk edilme korkusuyla dolu olduğunu söyleyebiliriz. Filmdeki pek çok sahnede ve diyalogda bunun izlerini bulmak mümkün. Gia bize halen ulaşılması gereken bir ideal olarak sunulan göz kamaştırıcı hayata ve güzelliğe tekrar bakmamız için bir fırsat sağlıyor. Toplumsal dayatmalara ve sunulan ideal hayatlara karşı çıkıp kendi kimliğimizi sahiplenmemizin önemini bize bir kez daha hatırlatıyor. Meraklısına okuma önerisi: http://www.5harfliler.com/supermodel-gia-carangi/

PsiNossa 37


KİTAP

Ötekileştirilmiş Bir Aşkın Hikayesi: Ali İle Ramazan

Merva ÖKSÜZ

1

992 aralığında bir sabah, altıncı katın balkonuna bağlanmış anten kablosu kopar. Kablonun diğer ucundaki adam üzerinde iki mont, iki pantolon ve büyük bir aşk bırakır, gider. Gazetelere atılan manşetler Ali ile Ramazan’ın hikayesini yaratır. ‘Çarpık’ zihniyetlerin kurbanı olan iki gencin aşkını öğreniriz böylece. Ramazan, Ali ile ilk defa yetimhanenin bahçesinde karşılaşır. Bahçe dendiğine bakmayın; buz gibi bir betondur aslında medreseden bozma yetimhanenin tek oyun alanı. Ramazan boyuna misket oynar burada, karşısına kimse çıkamaz. Kendisini sadece misket oynadığı zamanlarda başarılı hisseder. Diğer zamanlarda ise hayallerle kurduğu dünyada yaşar. Aslında zengin bir ailesi olduğunu, bir gün onu bu yetimhaneden kurtardıklarını hayal eder. Ramazan’ın aslında hayallerle kurduğu dünya, onu gerçek hayata bağlamaktadır. Karşısına Ali çıktığında ise artık sadece o vardır hayatında. Hayal dünyasının başkahramanı Ali’dir. Ali’ye olan sevgisi ve bağlılığı ile tutunmaya çalışır hayata. Ali de aynı şekilde Ramazan’dan başkasını düşünemez. Sadece Ramazan’la geçirdiği saatlerde aklına gelmez kaybettiği ailesi. Birbirlerine olan sevgileri toplumda ‘öteki’ olmalarına neden olur. Onları ayakta tutan tek şey aşklarıdır ancak el ele tutuşup yürümelerine bile geçit yoktur. ‘Normal’ olandan uzaktırlar çünkü. Oysaki aslolan aşktır gerisinin ne önemi vardır ki? Başkalarının gözünden aşkları kirlidir. Ramazan, hayatında tek temiz ve saf şey olarak Ali’yi görür. Onun sevgisiyle yıkanmaya ihtiyacı vardır. Yetimhaneden sonra işsizlik onların eski yetimhane günlerine bile özlem duymalarına neden olur. Ramazan İstanbul’dan en çok soğuk kış günlerinde nefret eder. Köprü altında ısınmaya çalışırlar ancak o bile ‘iyi aile babalarının’ gözüne batar. Sokaklar bile onların tekelindedir çünkü. Polisten ilk işkenceyi o zaman görür Ramazan. Köprü altında hayatta kalmaya çalıştığı için ensesinde sigara söndürülür. O zaman yemin eder bir daha asla bu du-

38 PsiNossa

ruma düşmeyeceğine. İyi aile babalarına, polislere rezil olmayacağına. Böylece kendini birden fuhuş piyasası içinde bulur. Parasızlık Ramazan’ı seks işçiliğine zorlar. Nefret eder bunu yapmaktan, Ali’ye ihanet etmekten. Ama başka seçeneği de yoktur. Para biriktirip Ali ile beraber İstanbul’dan kaçıp gitmek, ona istemediklerini yaptıran bu hayattan kurtulmak için gün sayar. Bu kaçışın hayaliyle yaşar ve amacına ulaşmaya kısa bir süre kalmışken gazetelerin üçüncü sayfalarında çıkar karşımıza. Yaşadığı son saatlere ‘çarpık gece’ denir. Ali İle Ramazan, Perihan Mağden’in bir gazete haberinden yola çıkarak kurguladığı dördüncü romanı. Kitap kurgu olsa da okurken yer yer gerçeklik hissine kapıldığınızı düşünebilirsiniz. Eşcinsel ilişkileri neden görmezden geliriz, bir erkeğin ya da kadının hemcinsine olan aşkı toplumda neden ayıplanacak bir durum olarak görülür? Kitap, aşkın sadece karşı cinsle var olmadığını, aşkın kutsallığının, saflığının cinsiyete bağlı olmadığını gösteriyor okuyucuya. Özgürce yaşanan, yargılanmayan aşklar yaşayabilmemiz dileğiyle...

Kitabın Adı: Ali ile Ramazan Kitabın Yazarı: Perihan Mağden


PsiNossa 39


MÜZİK

isyanın sahnesi: cbgb

P

unk’ın efsane isimlerinden Patti Smith konserinden önce, müzik akımına ve felsefesine doğru kısa bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. İngiltere’de yetmişlerin başında doğsa da beni en çok etkileyen New York kısmı ve CBGB barı oldu. Hilly Kristal tarafından 1973 yılında açılan CBGB; aslen country, blues gibi müzik türlerini sahnelemeyi amaçlayan bir bardı. Fakat sonradan kurdukları küçük sahnede, diğer mekanlarda yer bulamayan, yeraltı müziği olarak da geçen değişik gruplara yer vermeye başladı. Kimsenin uğramadığı bir bardan, yeraltı dünyasının mabedi haline gelmesi de bu kararından sonra oldu. Minimal sisteme isyan niteliğinde ortaya çıkan Punk gerek kendine ait yapısıyla gerekse alternatif müzik tarzıyla gençler arasında yaygınlaşmaya başlamıştı. Dayatılan tüm toplumsal sınıflamalara ve politik kurallara karşı gelmeyi amaçlayan akım hem davranışlarında hem de kıyafetlerinde bunu yansıtıyordu. Düzene karşı çıkmak, onu eleştirmek ve kendi aralarında iletişimi sağlamak için fanzinler yayınlamaya başladılar.

40 PsiNossa

Ayça KAPYAPAR

CBGB de bu fanzinlerin yayılma yerlerinden biriydi. Bar gittikçe kalabalıklaşmaya başladı. Hatta artık kapıda bekleseniz bile yoğunluktan içeri giremiyordunuz. Sahneye çıkan gruplar tek tek plak şirketleriyle anlaşma yapıp, ünlü olmaya başlamışlardı. Seksenlerin ortalarına doğru iyice popüler olan akım, artık temelini kaybetmeye ve eleştirdiği popüler kavramlardan biri haline gelmeye başlamıştı. 2000’li yıllara geldiğinde ise vergi işlemlerinden dolayı barın kapatılması gerekti ve 2006 yılında Patti Smith’in verdiği son bir konserle vedasını duyurdu. The Sex Pistols, Ramones, Patti Smith Group, Blondie, Beastie Boys, Misfits, Dead Boys ve Talking Heads gibi dönemin büyük isimleri ilk olarak bu barda sahne alıp ünlü olmuşlardır. Ötekilerin ve isyanın sesi olarak doğan punk akımının tarihinde küçük de olsa önemli bir kesite göz attık. Meraklıları için CBGB’nin filmini izlemesini ve Patti Smith konserine gitmesini önererek yazımı burada sonlandırıyorum.


Yeni Çıkan Albümler: Band of Horses – Why Are You OK – 10 Haziran

Red Hot Chili Peppers – The Getaway: Uzun bir aradan sonra yeniden stüdyoya giren grup albümlerinin piyasaya çıkış tarihini 17 Haziran olarak duyurdu. Albümden tadımlık olarak da “Dark Necessities” adlı parçalarını dijital platformlarda yayınladılar. Iggy Azalea – Digital Distortion – 24 Haziran

Train – Train Does Led Zeppeliin II – Efsanevi rock grubun coverlarından oluşacak albüm 4 Haziran’da dinleyiciyle buluşacak.

The Kills – Ash&Ice – 3 Haziran Nick Jonas – Last Year Was Complicated – 10 Haziran Peter Bjorn and John – Breakin’ Point Neil Young – Earth – 17 Haziran

Etkinlik Köşesi Dropout Festival – Die Antwoord: Modestep, Ceza, Lust, Furkan Kurt, Orkun Bozdemir, Boys N The Hood, The Fuck is Back gibi isimlerin ünlü gruba eşlik edeceği festival, 5 Haziran’da Küçükçiftlik Park’ta gerçekleşecek. Patti Smith Konseri – 23 Haziran: Punk’ın efsane ismi Smith, Horses albümünün 40. yılını kutlamak için çıktığı turnesinde 23 Nisan’da Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde olacak. Maroon 5 Konseri - Amerikalı ünlü rock grubu Maroon 5, Türkiye’deki hayranlarıyla buluşmak için 9 Haziran’da Expo 2016 Antalya’da sahne alacak. PJ Harvey Konseri – Zorlu Performans Sanatları Merkezi – 8 Haziran

Color Sky Ankara 5K Renkli Koşusu – Watercity Aquapark – 5 Haziran Tedxİstanbul – Volkswagen Arena İstanbul – 11 Haziran Postmodern Jukebox Konseri – ODTÜ MD Vişnelik – 04 Haziran Sıla Konseri – İzmir Arena – 3 Haziran Viyana Senfoni Efes’te – Efes Antik Tiyatrosu, İzmir – 25 Haziran Africa Express presents: The Orchestra of Syrian Musicians + Damon Albarn – Harbiye Cemil Topuzlu Sahnesi, İstanbul – 27 Haziran

PsiNossa 41


REFERANSLAR Stigmatizasyonun Tarihi ve İçselleştirilmesi Austin S., Fox D., & Prilleltensky I. (2001). Critical psychology an introduction. London: Sage Publications. Boyd-Ritsher J., & Phelan JC. (2004). Internalized stigma predicts erosion of morale among psychiatric outpatients. Psychiatry Research, 129, 257-65. Foucault, M. (2015). Deliliğin tarihi (M. Kılıçbay, Çev.). İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları. (Orijinal eser 1961). Foucault, M. (1992). Hapishanenin doğuşu (M. Kılıçbay, Çev.). İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları. (Orijina1 eser 1975 ). Werner P., Aviv A., & Barak Y. (2007). Self-stigma, self esteem and age in persons with schzophrenia. International Psychogeriatrics, 1-15. Winterson, J. (2015). Normal olmak varken neden mutlu olasın? (P. Özgören, Çev.). İstanbul: Sel Yayıncılık. (Orijinal eser 2011). Yanos PT., Roe D., & Lysaker PH. (2001). Narrative enhancement and cognitive therapy: a new group based treatment for internalized stigma among persons with severe mental illness. Journal of International Group Psychotherapy, 61, 576-95.

Deliler : Şizofreni ve Stigmatizasyon Atmaca, A. (12 Aralık 2014). Büyük tehlike. Gaziantep Güneş Gazetesi. http://gaziantepgunes.com/haberdetay.asp?haber=39440 adresinden alınmıştır. Bostancı, N. (2004). Şizofreni hastalarına yönelik stigma ve bunun azalmasına ilişkin girişimler. Florence Nightingale Hemşirelik Dergisi, 13(53), 199-209. Çam, O. ve Çuhadar, D. (2011). Ruhsal hastalığa sahip bireylerde damgalama süreci ve içselleştirilmiş damgalama. Journal of Psychiatric Nursing, 2(3), 136-140.

Howard, R., ve Grazer B. (Yapımcı), Howard R. (Yönetmen). (2001). Akıl Oyunları. ABD: Imagine Entertainmen. Üçok, Alp. (1999). Şizofreni: Damga, mitler ve gerçekler. Psikiyatri Dünyası, 3, 67-71. Soygür, H. ve Özalp E. (2005). Şizofreni ve damgalanma sorunu. Turkiye Klinikleri Journal of Internal Medical Sciences, 1(12), 74-80. Yaşar, Y. (2012, 18 Mart). Stigma ve metafizik. http://mitolojivemetafizik.blogspot.com.tr/2012/03/ stigmata- metafizik.html adresinden alınmıştır. TPD. (16 Aralık 2014) TPD ortak basın açıklaması: Şizofreni hastaların damgalanması, insan hakları ihlalidir, suçtur. http://www.psikiyatri.org.tr/presses.aspx?press=397 adresinden alınmıştır.

42 PsiNossa


LGBTİ Bireylere Yönelik Bir Damgalama Türü: Ayrımcılık Akalın, A. (2000). Cinsel kimlik gelişimi (Cinsel sağlık bilgileri eğitimi öğretmen el kitabı). İstanbul: İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı. Aronson, E., Wilson, T. D., Akert, R. M., & Gündüz, O. (2012). Sosyal psikoloji. (Çev. Gündüz, O.). İstanbul: Kaknüs. (Orijinal eser 2010). Budak, S. (2003). Psikoloji sözlüğü. Ankara: Bilim ve Sanat. Çelik, D. B. ve Şahin, N. H. (2012). Cinsel yönelimler: sağlık personelinin yaklaşımı. Literatür Sempozyum Dergisi, 1, 15-23. Çelenk, S. (2010). Ayrımcılık ve medya. B. Çaplı, H. Tuncel (Ed.), Televizyon haberciliğinde etik içinde (s. 211-228). Ankara: AÜ İLEF. Dondurucu, Z.B. ve Uluçay, A.P. (2015). Yeni medya ortamlarında nefret söylemi: eşcinsellere yönelik nefret söylemi içeren videoların youtube üzerinden incelenmesi. International Journal Of Social Sciences And Education Research, 1(3), 1057-1091. Ertan, C. (2010). Homofobi: İnternet gazetelerinde okuyucu yorumlarindaki eşcinsellere yönelik tutumlar ve söylemler (Homophobia: the attitudes and discourses on internet newspapers in the comments of readers). ETHOS FELSEFE: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, 3(2), 1-17. Göregenli, M. (2004). Gruplar arası ilişki ideolojisi olarak homofobi. A. Erol (Başkan), Kaos GL Sempozyumu: Lezbiyen ve geylerin sorunları ve toplumsal barış için çözüm arayışları. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılan sempozyum, Ankara. Göregenli, M. (2012). Temel kavramlar: Önyargı, kalıpyargı ve ayrımcılık. K. Çayır, M. Ayan-Ceyhan (Ed.), Ayrımcılık çok boyutlu yaklaşımlar içinde (s. 17-27). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi. Göregenli, M. (2013). Ayrımcılığın meşrulaştırılması. M. Çınar (Ed.), Medya ve nefret söylemi: Kavramlar, mecralar, tartışmalar içinde (s. 39-56). İstanbul: Hrant Dink Vakfı. Güney, N., Kargı, E. ve Çorbacı-Oruç, A. (2004). Üniversite öğrencilerinin eşcinsellik konusundaki görüşlerinin incelenmesi. Turkish Journal of HIV/AIDS, 7, 131-137. Kaos GL, (2011). Anti-homofobi kitabı 3 [e-kitap sürümü] http://www.kaosgldernegi.org/resim/kutuphane/ dl/antihomofobikitabi3.pdf adresinden edinilmiştir. Kaos GL, (2013). Heteronormatif olmayan bir sosyal hizmet için [e-kitap sürümü] http://www.fes-tuerkei. org/media/pdf/Publikationen%20Archiv/Ortak%20Yay%C4%B1nlar/2013/heteronormatif%20 olmayan%20bir%20sosyal%20hizmet%20icin.pdf adresinden edinilmiştir. Kılıç, D. (2011). Bir ötekileştirme pratiği olarak basında eşcinselliğin sunumu: Hürriyet ve Sabah örneği (2008-2009). Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 1, 143-169. http:// egifder.gumushane.edu.tr/article/view/5000006438/5000006867 adresinden edinilmiştir. Öztunalı, K. G. (2015). Sosyolojik değerlendirme: LGBT bireyler açısından cinsiyet kimlikleri meselesi. Eğitim Bilim Toplum, 13(51), 73-97. Öztürk, A. (2012). Eril bedenleşme: hegemonik erkek bedeninin inşası. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (FLSF), (13), 39-53. Phoenix A., Frosh S. ve Pattman R. (2003). Producing contradictory masculine subject positions: Narratives of threat, homophobia and bullying in 11-14 year old boys. Journal of Social Issues, 59(1), 179-195. Selek, P. (2001). Ülker sokak: Bir alt kültürün dışlanma mekanı (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul. Selek, P. (2007). Maskeler, süvariler, gacılar. İstanbul: İstiklal.

PsiNossa 43

Şah, U. (2011). Türkiye’deki gençlerin cinsel yönelimlere ilişkin sosyal temsilleri. Türk Psikoloji Yazıları,


14(27), 88-99. Şah, U. (2012). Eşcinselliğe, Biseksüelliğe ve Transseksüelliğe İlişkin Tanımlamaların Homofobi ve LGBT Bireylerle Tanışıklık Düzeyi ile İlişkisi. Psikoloji Çalışmaları Dergisi, 32(2), 23-48. Şenel, B. (2014). Cinsel yönelim ayrımcılığının gündelik hayat yansımaları (Yüksek lisans tezi). Yükseköğretim Kurulu Ulusal Tez Merkezi’nden edinilmiştir. (Tez No. 365045) Tahaoğlu, Ç. (2013, Ekim). İnterseksin “İ”si. http://bianet.org/biamag/lgbti/150659interseksin-i-si adresinden edinilmiştir. Tuzer, V. (2003, Mayıs). Eşcinsellik, travestilik, transeksüellik. A. Erol (Başkan), Kaos GL Sempozyumu: Lezbiyen ve geylerin sorunları ve toplumsal barış için çözüm arayışları. Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde yapılan sempozyum, Ankara. Yağlı, S. (2015). Bir anlatı mecrası olarak yeni medyanın söyleminde trans bireyler. Uşak Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21, 267-284. Yalçınoğlu, N., ve Önal, A. E. (2014). Escinsel ve biseksüel erkeklerin icselleştirilmis homofobi düzeyi ve sağlık üzerine etkileri. Turkish Journal of Public Health, 12(2), 100-112. Yılmaz, V. (2014). Heteroseksizm ve devlet. Türkiye Biyoetik Dergisi, 1(4), 215-216. Zorcan, Ö. (2008, Kasım). Eryaman tanığı inci öldürüldü. http://www.birgun.net/haberdetay/eryamantanigi-inci-olduruldu-43567.html adresinden edinilmiştir.

Hangimiz Gerçek Engelli? Arıkan, Ç. (1995). Fiziksel sakatlığı olanların gözüyle Türkiye'de sakatlık sorunu: Değerlendirmeleröneriler. 1. Sistem Mühendisliği ve Savunma Uygulamaları Sempozyumu. Bildiriler II. Ankara: Kara Harp Okulu Yayını. Arıkan, Ç. (2002). Sosyal model çerçevesinde özürlülüğe yaklaşım. Ufkun Ötesi Bilim Dergisi, 2(1), 11-25. Burcu, E. (2006). Özürlülük kimliği ve etiketlemenin kişisel ve sosyal söylemleri. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 23(2), 61-83. Morris, J. (1992). Disabled lives (15. Baskı.). London: BBC Education P. Austin, D. Fox, I. ve Prilleltensky, O. (2012). Eleştirel psikoloji ve engelli çalışmaları: Anaakımı eleştirmek, eleştiriyi eleştirmek. Eleştirel psikoloji (E. Erdener, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları. WHO. (1980). International classification of impairments, disabilities and handicaps. Geneva: World Health Organisation.

Haber Köşesi Maria, S. (3 Mayıs 2016). 19 celebs who speak openly about mental health. http://www.fuse.tv/2015/10/ celebs-mental-health. adresinden alınmıştır. (3 Kasım 2015). Deli diye yaftalanmış ünlü sanatçı ve bilim adamları. http://ogrencikariyeri.com/deli-diyeyaftalanmis-unlu-sanatci-ve-bilim-adamlari(2015) adresinden alınmıştır.

44 PsiNossa


Ankara Psifest’16 Poster Sunumu Özeti: FİZİKSEL ÇEKİCİLİK, BENLİK SAYGISI VE ALDATMA EĞİLİMİNİN EVLİLİK DOYUMU ÜZERİNE ETKİSİ Çağ, P. ve Yıldırım, İ. (2013). Evlilik doyumunu yordayan ilişkisel ve kişisel değişkenler. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 4(39), 13-23. Dural ve ark. (2005). Çekiciliğin değerlendirilmesinde yüz ve vücut şeklinin kritik rolü. Muğla Üniversitesi. Kubat, D., E. (2012). Evli bireylere aldatma eğilimi ve evlilik doyumu ilişkisinin incelenmesi. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Haliç Üniversitesi. Müezzinoğlu, S. (2014). Romantik ilişkilerde aldatma: Bağlanma boyutları, kişilik özellikleri ve ilişki bağlamı. Yayımlanmamış Doktora tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Tuna, G. (2004). Yakın ilişkilerde fiziksel çekiciliğin ve kişilik özelliklerinin rolü. Yüksek lisans tezi, Maltepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Turanlı, P. (2010). Orta yetişkinlikte evlilik uyumu ile benlik saygısı ve bağlanma stilleri arasındaki ilişkinin saptanması. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Maltepe Üniversitesi. Polat, D. (2006). Evli bireylerin, evlilik uyumları, aldatma eğilimleri ve çatışma eğilimleri arasındaki ilişkilerin bazı değişkenler açısından incelenmesi. Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.

PsiNossa 45


Psinossa 19. Say覺 Temmuz BEDEN dergi@tpocg.net

46 PsiNossa


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.