2018
Çevirmen - Tartışma Köşesi Öykü Topaloğlu Kadir Has Üniversitesi oyku.topaloglu@hotmail.com
Genel Sekreter Arzu Hamurcu Nuh Naci Yazgan Üniversitesi arzuhamurcu@tpocg.net
Çevirmen - Tartışma Köşesi Narin Sezen ÖzyeğinÜniversitesi narin.sezen@ozu.edu.tr
Editör Emel Emre Hasan Kalyoncu Üniversitesi emelberra1@gmail.com
Röportaj Yazarı Zeynep Doğan İstanbul Şehir Üniversitesi zeynepdogan98@std.sehir.edu.tr
Yazar Zeliha Vardi İstanbul Medipol Üniversitesi zelihavardi98@gmail.com
STK Yazarı Merve Ulusoy Acıbadem Üniversitesi Merve.ulusoy@live.acibadem.edu.tr
Yazar Esra Canpolat Işık Üniversitesi esraccanpolat@gmail.com
Film Köşesi Yazarı Kürşat Keşan İstanbul Maltepe Üniversitesi kursatkesan@gmail.com
Yazar Esra Gün Çağ Üniversitesi esragunn18@gmail.com
Kitap Köşesi Yazarı Esra Bayısın İzmir Ekonomi Üniversitesi esraabayisinn@gmail.com
Yazar Burcu Çakmak İstanbul Gelişim Üniversitesi cakmakbburcu@gmail.com
Müzik Köşesi Yazarı Atakan Yücel - Müzik Köşesi Girne Amerikan Üniversitesi atakan0797@gmail.com
Yazar Vecettin Sırlan Lefke Avrupa Üniversitesi Sirlanvecettin@gmail.com
Ayın Farkındalıkları Nurullah Talha Aybey Bahçeşehir Üniversitesi naybeyy@gmail.com
Yazar Merve Paltacı Uludağ Üniversitesi merve.paltaci96@gmail.com
Çizer Şeyma Kara Işık Üniversitesi seyma.kara@isik.edu.tr
Konuk Yazar İpek İber İstanbul Bilgi Üniversitesi
*BEKLENEN KADINLIK *PYGMALİON EFFECT *Ebeveyninin Hayalini Yaşayan Çocuklar *AYIN FARKINDALIKLARI *BEKLEMEKTEN VAZGEÇMELİ Mİ? *BEKLENTİ VE SAĞLIK - DAVRANIŞSAL EKONOMİ VE BEKLENTİ *Beklenti Örüntüsü *YELKOVANSIZ SAATLERİM *BEKLENTİ ÜZERİNE RÖPORTAJ - ÇİFT TERAPİSTİ FİLİZ KAYA *ÇİZİM KÖŞESİ *STK- ALERJİ İLE YAŞAM DERNEĞİ *KİTAP KÖŞESİ - Cesur Yeni Dünya *MÜZİK KÖŞESİ * FİLM KÖŞESİ - AŞKA RUHUNU KAT (SOUL kıTCHEN)
Merhaba Sevgili Okur; PsiNossa, bu ay “Beklenti” konusu ile karşınızda. Ailelerin çocuklarına dair beklentilerinden, kişinin kendisine dair beklentilerine uzanan birbirinden güzel yazılar arasında gezinmeye hazır mısınız? Hayatımızın tam orta yerinde, bazen bizi çıldırtacak kadar çok yer kaplayan beklentilerimiz üzerine düşünmek daha önce aklıma gelmemişti ya da ben düşünmekten kaçmıştım… Bu konu üzerine düşünmeye başladığımda birçoğunuz gibi ben de ilk önce gerçekleşmeyen, sonu olmayan beklentilerimi hatırladım. Çevremdeki insanların benden beklentilerinden bir kez daha rahatsızlık duydum. Bütün bu olumsuz düşünceler arasında boğulurken fark ettim ki suçlayacak birilerini arıyorum. Yaşadığım her başarısızlıkta, her ayrılıkta, her kırgınlıkta benim payım o kadar büyükmüş ki bununla yüzleşmek yerine başkalarını suçlamak daha kolay gelmiş. İşte bu noktada “Beklentiler sadece üzer mi?” “Hiçbir zaman beklentiye girmezsem daha mutlu olur muyum?” “Yüksek beklentilerim beni dibe çeker mi?” gibi uzayıp gidebilecek sorularım arasında sıkışıp kalmışken dergimizin her sayfası için emek veren ekip arkadaşlarım bütün bu sorulara cevap niteliğinde, birbirinden güzel yazılarla umuduma umut kattılar. Umudunuzun her gün yeniden yeşermesi dileklerimle… Keyifli Okumalar.
Emel Emre
BEKLENEN KADINLIK Merve Paltacı
“Her insanın yaşadığı en az iki hayatı vardır; biri bildiğimiz vitrinlik, diğeri bilmediğimiz derinlik…” diyen Oğuz Atay’ın haklılığı üzerine inşa ediyoruz her gün kendimizi. Derinliklerimizdeki cevherlere ulaşmaya kimi zaman fırsat bulamadan etrafımızdaki meraklı gözlerin ve her şey hakkında yegâne hüküm sahibi olan (!) toplumun, vitrinimize neler koyacağımız, neler koymamız gerektiği beklentilerinin baskısı ile açıyoruz her yeni güne gözümüzü. Şüphesiz her kesimin, her yaşın, her kimlik nişanesinin sorumluluğu birbirinden ayrı ve birbiri ile yarıştırılmayacak kadar ağır fakat “kadın” olarak bu gözler karşısında tüm bu kimliklerinin hem dahilinde kalıp hem de tamamen sıyrılarak bir yere konuşlanmaya ve orada tutunmaya, mutlu olmaya çalışmak bel büken cinsten zor. Toplumun içinden gelip geçerken insanlar doğar, büyür ve ölür; iyi de nasıl? “Doğmak” bile daha yolun başında bir beklentiler yumağı. “Sağlıklı mı olacak?”, “Cinsiyeti ne olacak?” “Cinsiyetinin, ailesinin ve toplumunun hakkını verebilecek mi bu çocuk?”…. ve daha niceleri. Geleneksel ataerkil Türk aile yapısını göz önüne alırsak eğer doğacak çocuk erkek ise büyük bir sevinç, adeta soyun devamının müjdesi ve hem fiziksel hem de toplumun sağladığı statüsünün gücüne dayanarak her şeyi yapabilecek, her şeyin altından kalkabilecek yetkin birey olarak köşesine koyulur ve zaten bunu doğal olarak (!) hak ettiği düşünülür. Peki ya “kadın” olacaksa? İşte tam da burada beklentiler ve görevler listesi başlıyor. Çünkü -her ne kadar modernleştik, daha saygılı, eşitlikçi ve empati sahibi toplumlarız desek de- kadın bulunabileceği hatta bulunması gereken konumlar belli olmakla birlikte bunları hak etmek zorunda bırakılmaktadır. Yani Simone de Beauvoir’in deyişiyle “Kadın doğulmaz, kadın olunur!”. Biyolojik cinsiyetiniz doğuştan kadın olsa bile bir kadının gelebileceği sosyal statülere gelebilmeniz için belli aşamalardan geçmeniz, belli şeylerden feragat etmeniz ve pek çok -akla yatkın olmasa da gelenekselleştiği için sizden beklenen- kurallara uymak zorundasınızdır. Bireyler biyolojik yönden dişi veya erkek olarak doğmayı tercih etmemiş olabilirler fakat doğdukları cinsiyete ne kadar ait olduklarını toplumun cinsiyete özgü çizdiği sınırlar içerisinde beklenen davranışları ve rolleri yapıp yapmamayı tercih ederek yetişir ve kadın veya erkek olmayı öğrenirler. Çünkü cinsiyet biyolojik olsa da roller toplum tarafından belirlenmiş sosyal, psikolojik, kültürel ve öğretilere dayalı beklentilerdir (Terzioğlu ve Taşkın, 2008). Bir bebeğin
cinsiyetinin öğrenildiği ilk andan itibaren etrafına kurulan sözel, davranışsal dekor olarak düzenin tamamı bu cinsiyeti benimsetme ve şekillendirme unsurlarına dayanır. Erkeklerden güçlü ve dayanıklı olmaları, aileyi dışarıdan gelecek tehlikelerden korumaları ve ailenin geçimini sağlamaları beklenirken kadından temelde ailenin iç işlerini düzenlemeleri, sabırlı ve her yönden ev idaresinde hamarat olmaları beklenmektedir (İmamoğlu, 1991 akt:Bener ve Günay, 2011). Örneğin bir evin içinde baba olarak erkekten aileyi koruması ve kabaca tabirle “eve ekmek getirmesi” beklenirken anne olarak kadından ev işleri, çocukların bakımı, eğitim durumlarının takibi, geniş aile içinde toplantı yemek gibi davetlerin ve ilişkilerin başarıya sürdürülmesi, en az kaynak kullanarak ev işlerinde ve mutfakta harikalar ortaya koyması beklenmekte üstelik bunların parasal karşılığı olmadığı ve evin içinde gerçekleştiği için azımsanarak kadının emeği değersizleştirilmekte hatta görmezden gelinmektedir. Kadın, anne olarak, eş olarak, ailenin namusunu temsil eden kız evlat olarak, ev kadını olarak, değişen toplum yapısı ile çalışan birey olarak, evde ve toplumda pek çok zor rolün altından sessizce ve sabırla kalkması beklenmektedir (Bener ve Günay, 2011). Geleneksel toplum yapımızı göz önüne aldığımızda kız çocukları ev işlerine yardım eden, ailenin terbiye sisteminin işlenmiş ürünü ve bunu temsil ederek bir gün başka bir aileye dahil olacak şekilde yetiştirilen, sevilen fakat ev içinde işlevsel olması ve aileye daha bağlı olması nedeniyle tercih edilen çocuktur. Erkek çocuk ise ailenin hem soyunu devam ettirmek hem yaşlılık döneminde aileye bakacak kişi olarak bir garantör gibi tercih edilmektedir (Günindi Ersöz, 2010). Kağıtçıbaşı’nın (1982 akt: Günindi Ersöz, 2010) “Çocuğun Değerleri Araştırması” da buna benzer işlevsellik-tercih açıklamalarını içeren bulgular sunmaktadır. Biyolojik cinsiyet ile biyolojik olmayan ama cinsiyet addedilen şey arasındaki fark nedir? Ann Oakley İngilizcede sex kelimesine karşılık gelen biyolojik cinsiyet unsurunu gender kelimesi olan erkeklik ve kadınlık arasındaki toplumsal norm ayrılıkları olarak tarif ettiği “toplumsal cinsiyet”i biyolojik ve kültürel diye ikiye ayırmaktadır (Çiçek ve Çopur, 2018). Toplumsal ve sosyal öğrenme inşasında tüm bu değerlendirmeler ‘cinsiyet kültürü’ olarak tanımlanabilir. Cinsiyet ait tüm nitelikleri ve beklentileri kapsayan bu kültür cinsiyetle ilgili norm, değer ve tutumların neler olması gerektiğini belirleyen, davranış sınırları çizen, öğütleyen ve teşvik eden, uyaran ve cezalandıran ana kültürün alt kümesidir.
Dökmen’e göre kadın ve erkek arasında cinsiyet kromozomu, üreme organları, hormonlar, kas ve vücut yapısı gibi farklılıklar gibi temel birkaç biyolojik “gerçek” gerçek olmayan beklentisel farklar toplumun kalıplarını bireylere dayatması ile ortaya çıkar diyebiliriz. Örneğin “Elinin hamuru ile zor işe kalkışma.” ya da “Erkek adam ağlar mı?” gibi davranışsal pek çok sınır ve kalıp aslında biyolojik yeterliliklere değil “Kadın dediğin şöyle olur.” “Erkek adam böyle olur.” şeklinde basmakalıp otoriter buyruklara dayanır. Erkeklerin duygusal olamayacağı ya da kadınların ev işinde daha iyi olduğu için sadece kadının sorumluluğu olması gerektiği beklentileri örnek olarak gösterilebilir. Toplumsal cinsiyet rolleri toplumun içinde yer edinmede aracı rol oynarken karşı gelinmesi durumunda yaptırımlara yol açan mekanizmalara dönüşebilmektedir. Dışlanmak, daha az kadın/ erkek olmakla itham edilerek aşağılanmak, kısıtlanmak gibi pek çok yaptırıma maruz kalmamak için bireyler, özellikle kadınlar hayattaki pek çok tercihini kişisel ilgi, yetenek ve isteklerine göre değil toplumun uygun gördüğü hayali çit sınırları içinde seçmek zorunda kalmaktadır. Rollerine uygun olduğunu ve diğer rollerini aksatmayacağı mesleki seçimler, düşüncelerini özgürce ifade etmek yerine sessizlikle çekip çeviren ve idare eden olmayı tercih etme gibi genellikle daha az mutlu olduğu ama daha daha güvende hissettiği davranışlara yönelebilmektedir. Yani başka bir deyişle; özellikle kadınlar üzerindeki cinsiyete dayalı toplumsal beklentiler ve eşitsizlikler her zaman güç kullanma yoluyla değil fakat aksi durumda güç kullanılması endişesiyle kadınlar tarafından seçilerek, onaylanarak ve hatta içselleştirilerek devam eder (Dinç Kahraman,2010). Velhasıl erkekler daha modern yollarla hükmetmenin kadınlar daha modern yollarla boyun eğerek güvende kalmanın yollarını aramakta ve geliştirmektedir. Türk toplum yapısında “Kız elin oğlan evin.” sözünden de anlaşılacağı üzere evlilik kadın için ait olduğu bir yer hatta sosyal, ekonomik ve toplumsal güvencedir. “Baba vergisi görümlük, koca vergisi doyumluk.” atasözünün altındaki fikir gibi koca evi baba evine tercih edilerek kadının belli bir yaşa gelince evlenmesi beklenmekte buna karşı gelen kadınlar ise “evde kalmış”, “kız kurusu” gibi dışlama ve rencidasyonlara maruz kalmaktadır. Kadını tek başına zayıf, korunmaya muhtaç olduğu ve bu yüzden dışarıdaki tehlikelere karşı bir erkeğin güvencesine ihtiyaç duyduğu fikri kız çocuğu yetiştirme usulünün özeti ve amacıdır diyebiliriz (Günindi Ersöz, 2010). Kadınlar küçük bir kız çocuğu iken ev
işlerine yardımcı, biraz yetişip genç kız olduklarında tehlikeye açık ailenin namusu, evlendiklerinde iç düzenden sorumlu hamarat kişi, anne olduklarında ise kutsal hürmet mertebesi sayılmakta ve bunlara uygun davranması beklenmektedir (Günindi Ersöz, 2010). Kadın anne kimliği ile saygı görürken soyun devamını sağlayacak erkek çocuk doğurması ile ekstra statü kazanmakta hatta günümüzde bile pek çok kesimde erkek çocuğu olmayan kadın eksik veya daha az kadın olarak görülmektedir. Bebeğin cinsiyeti babadan gelen genetik kodla belirleniyor olmasına rağmen bebek kadın bedeninde geliştiği için kadın bu durumun sorumlusu olarak görülmektedir. Bu nedenle eskisi kadar baskın olmasa da halen toplumda yer yer kadından beklenen asli vazifelerden biri de erkek çocuk doğurmaktır. Kadınlardan erkeklere yardımcı olan, arkalarını çekip çeviren, otorite figürlerini fazla sorgulamayarak pürüz çıkarmayan, kendinden önce başkasını düşünerek vefakâr olan bireyler olması beklenirken yetiştirilme süreçlerinde atılgan olmayan oyunlar ve roller uygun görülerek kendine güvensiz, pasif, ifade gücü zayıf ve çatışmadan kaçınan geleneksel kadın şablonu ortaya konmaktadır (Akın ve Demirel, 2003; Aksu, 2008 akt: Dinç Kahraman 2010). Değişen ve gelişen yaşam şartları ile kadınlar zamanla çalışma yaşamına katılmış ve yeni roller edinmiştir. Para kazanma konusunda erkek önceliğine dayalı kalıpyargılar büyük oranda kırılmış olsa da ev işleri ve kadının asli vazifesi görülen diğer konulardaki beklentiler sabit kaldığı için görev ve sorumlulukların eşit paylaşılmasını gerektiren fakat aslında pek de öyle olmayan yaşam şartları kadının pek çok rolün ve yükün altında ezilmesine neden olmaktadır (İmamoğlu, 1991 akt: Bener ve Günay, 2011; Çiçek ve Çopur, 2018; Cengiz, 2013). Kadının çalışmadığı ailelerde geleneksel roller devam ederken kadının çalıştığı ailelerde de roller değişmemekte ve kadın ev işlerinden, çocukların bakımından asli sorumlu olarak görülmeye devam etmektedir. Ne birey olarak üretkenliğinden ne de eş ve annelik rollerinden ödün vermek istemeyen kadın kaçınılmaz olarak iş-aile çatışmasına düşmektedir (İmamoğlu, 1993; Minibaş, 1998 akt: Çopur, 2018). Bu kadar yoğun ve stresli rolün altında ezilen kadın çoğu zaman depresyona sürüklenmektedir. Dökmen’in araştırmasında ev işi yapma ile depresyon arasında anlamlı ilişki kadınlarda artan ev işi yapma miktarı ile depresyon artışı şeklinde bulunmuştur (Dökmen, 2010 akt: Cengiz, 2013). Hatta ev işlerini tek başına ve sıkça yapan kadınlar ev işlerini eşleri ile paylaşan kadınlarda daha depresif bulunmuştur (Cengiz, 2013). Ev işini kadınların vazifesi
olarak gören toplum yargılarının aksine araştırma “Kadının yeri evidir madem altından kalkamıyor sonuçları erkeklerde ev işi yapma sıklığının depresçalışmasın otursun” haksız saldırı yon riskini evinde azalttığını ortayaşeklindeki koymaktadır (Dökmen, kadınların bir birey olarak istedikleri işi yapma ve 2010 akt: Cengiz, 2013). Zira ev işi kadın için sürekli kendilerini ortaya koyma, topluma venedenle aileye üretbir parçası yeniden döngüye giren bu bir kenlikle katkıdafakat bulunma, ekonomik gelire türlü bitmeyen göze görünmediği için sahip doyuruolma gibi pek çok hakkını gaspmutsuz edici bir yaklaşım cu olmayan iş yapısı nedeniyle etkilere neden olarak ne yazık toplumumuzda yer edinmektedir. olabilecek bir iş ki yapısındadır. Fakat aynı çözüm bulucu(!) zihniyet kadının rollerinden birini elinden almak yerine diğer rollerinin yükünü yardımcı olarak hafifletmek yoluna gitmeyi ve kadının hayatının her alanında özgürce benliğini ortaya koyuşunu desteklemeyi görmezden gelmektedir. Kaldı ki kadının çalışma yaşamına girmesi her zaman kendi isteği ile olmamakta ekonomik kaygılar ve geçim zorluğu gibi itici güçler nedeniyle yükü artmaktadır. Bu nedenle nedeni ne olursa olsun kadını kısıtlamak, yükünü artırmak yerine anlayışla ve dayanışma ile yükünü hafifletmek hem ikili ilişkiler hem aile hem de toplum refahı için kaçınılmaz gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir yandan tüm bu sorumlulukların ve zorlukların yanında kadından her yönden estetik ve bakımlı olması beklenmektir. Toplumun ve karşı cinsin hatta kadının kadından talep ettiği ve kriter olarak gördüğü estetik olma beklentisi kadınlarda kaygıya, özgüven ve öz sevgi problemlerine, depresyona ve modanın dayattığı vücut formunda kalabilmek için girdiği riskli yeme alışkanlıkları ve yeme bozukluklarıyla kadını başa başa bırakmaktadır (Cengiz, 2013). Kadınlar hem iş hem ile yaşamında dört dörtlük performans sergilerken adeta her an podyuma çıkacakmışçasına fit ve bakımlı olmaları yönünde psikolojik ve toplumsal baskıya maruz kalmaktadır. Tüm bunları yaparken toplumun kadına biçtiği ahlaki normları asla zedelememesi koşuluyla tabi. Bu anlamda Bora ve Üstün’ün (2005) çalışmasında ortaya konduğu gibi kadınlık rolü kadınlar için bolca emek anlamına gelirken erkekler için öncelikli olarak namus ve itaat anlamına gelmektedir (Bora ve Üstün, 2005 akt: Cengiz, 2013). Özetleyecek olursak 21.yy’da dahi halen kadın ifade özgürlüğü kısıtlanan, çalışma şartları rolleri tarafından belirlenen, hem naif hem de onca rolün altından kolaylıkla kalkması beklenen, tartışmadan kaçınan, cinsiyet ayrımını sorgulamadan kabullenen ve kendisine biçilen rollere boyun eğip bu dar çerçevede mutlu olması beklenen kişi olarak toplumda tutunmaya çalışmaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kapsamında yapılan çalışmalardan Arpacı ve Ersoy (2007)’un araştırmasına göre; toplumda söz ve konum sahibi olabilmede
eğitim ve bilgi (%34) sonrasında ekonomik imkân (%27) ve kişilik özelliklerinin (26) etkili olduğunu düşünmektedir. Altıparmak ve Eser (2007) ise araştırmalarında ilkokul mezunu kadınların büyük bir çoğunluğu “Kadın, eşinin isteğine bağlı olarak çalışmalıdır.” görüşünü benimserken yüksek eğitim alan kadınlar bu görüşü kabul etmediği dolayısıyla eğitim oranının özgürlük ve seçim alanında kadın psikolojisinde fark yarattığını tespit etmişlerdir. Eğitim düzeyi düşük olan ve sosyal-ekonomik güvencesi olmayan kadınlara kıyasla eğitim düzeyi ve ekonomik refahı yükselen kadının hem kendisi hem çocukları hem de aile yaşantısı için sağlıksız olan ezici durumlara daha rahat rest çekebilecek özgüvende olduğu göz önüne alınırsa eğitimin ve ekonomik özgürlüğün kadın için sağlığı koruyucu önemli bir unsur olduğu rahatlıkla söylenebilir (Dökmen, 1997; akt: Cengiz, 2013). Bireylerin toplum içinde sosyal süreçlerle davranış ve tutum edindiği ve bu toplumsallaşma basamağında ilk önce aile geldiği göz önüne alınarak cinsiyetler arası adalet ve saygı temellerinin küçük yaşlardan itibaren kazandırılması ve yerleştirilmesi için çocuğa eşitlikçi paylaşım ve yardımlaşma temellerine dayalı anlayışlı bir aile ortamı sunulmalı, akranları arasında cinsiyete dayalı ayrım ve üstünlük kurmaması gerektiğinin öğretilmesi ve hem gençlere hem evlilik öncesindeki bireylere aileye dair sorumlulukların eşit ve paylaşımcı dağılımının kazandırılması yönünde eğitimler verilmesi çekirdekten inşa ve sağlıklı toplum sistemi için izlenebilecek yollardan birkaçı gibi görünmektedir. Cinsiyetlerin değil fikir ve davranışların ön planda tutulduğu, birinin diğerini ezerek kendini tatmin etmediği, saygı ve özgürlük temelli bir toplum dileğiyle …
KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANET – PYGMALİON ETKİSİ Burcu Çakmak
Eminim birçoğumuz bu zamana kadar ne ekersen onu biçersin, iyi düşün iyi olsun, bir şeyi kırk kere söylersen olur sözlerini duymuşuzdur. Peki halkın diline böylesine yerleşen sözlerin gerçeklerle ne kadar etkisi var biliyor musunuz? İşte bu sözlerin çıkış noktası psikoloji ve eğitim biliminde kendine ‘‘Pygmalion Effect (Beklenti Etkisi)’’ olarak yer edinmiştir. Nedir bu Beklenti Etkisi diye şöyle etraflıca bir araştırma yaptığımızda kökeninin Yunan Mitolojisine kadar gittiğini görmüş oluyoruz. Mitolojik bir kahraman olan Pygmalion, kadınlardan nefret eden bir heykeltraştır. Bir gün kendisine bir heykel yapar ve bu heykel Pygmilion’ın kafasındaki ideal kadını yansıtmaktadır. Daha sonra hayalini tasvir ettiği bu heykel kadına aşık olur. Sonunda Tanrıça bu aşkın gerçek olmasına ikna olur ve bu heykeli Galateia adında gerçek bir insana dönüştürür. Galateia, Pygmalion ile evlenir ve mutluluğa ulaşır (Demiralp, 2011). Bu hikayeyi öylesine okur ve geçerseniz yalnızca mutlu sona ulaşan bir aşk hikayesi görebilirsiniz. Ancak hikayenin asıl konusunu göz önünde bulundurduğumuzda aslında yalnızca sıradan mutlu sonla biten bir aşk hikayesi olduğunu söylememiz gerçekten çok zor olur. Burada görülen şey apaçık haliyle Pygmalion gibi kadınlardan nefret eden bir heykeltıraşın beklentilerine uygun bir kadın tasarlaması ve sonunda da beklediği hayatı elde etmesidir. Pygmalion etkisi, ilk olarak sosyolog Robert Merton (1948) tarafından ele alınmıştır. Merton bu sürece “kendini gerçekleştiren kehanet” adını vermiştir (Özan, Gündüzalp, 2017). Merton’a göre etrafımızdaki kişiler hakkında beklentiler geliştirdiğimizde, kendini gerçekleştiren kehanet süreci devreye girmektedir. Yeni tanıştığımız kişilere karşı içten davranma durumumuz, o kişilerin mesafeli ve soğuk olduklarını veya içten ve sıcak olduklarını düşünmemizle ilgilidir. Çoğunlukla, içten bulmadığımız kişilere, beklentilerimiz doğrultusunda uzak davranırız. Böyle olduğunda, onlar da bizim mesafeli duruşumuza alınırlar ve bize bu şekilde karşılık verirler. Böylece, onlara dair beklentimiz, özünde bizim davranışımızla şekillenmiş olsa da kendini doğrulamış bir kehanet olur (Madran, 2004). Görüldüğü gibi beklentilerimizin etkisi karşımızdakilerin davranışlarını şekillendirerek bizlere geri dönüşlerde bulunmaktadır. Birçok kişinin bir konu karşısında şöyle hissediyorum veya bunu yaptım böyle oldu dediklerinde sen psikolojik olarak kendini öyle hazırlamışsın
ondan böyle olmuş cümlelerini duyması da beklenti etkisinin bir parçası diye düşünüyorum. Çünkü yalnızca bizlerin değil, beyinlerimizin de bizden beklentileri var. Mesela; sürekli hastayım, çok rahatsızım diyen bir insanın gerçekten bir süre sonra baş ağrılarının mide bulantılarının arttığını görmek, beynimizin beklentilere inanmış olmasından kaynaklanıyor olabilir demek yanlış olmaz sanırım. Beyin yapımız söylediklerimizle uyumlu çalışmayı tercih eder ki bu yüzden yalan söylemek işlevsellik açısından oldukça komplikedir. Bir konu hakkında düşündüklerimiz, vücudumuzda gerçekleşenler uyumlu olmalıdır ki yaşam kalitemiz bu uyumla doğru orantılı bir şekilde artabilsin. Dolayısıyla sözlerimizin evrende bir yerlerden sekerek daha sonra bize isabet edip etmediğini bilmiyorum ancak bir şeyler söylediğimizde psikolojik olarak beynimizin bizden bu şekilde bir davranış örüntüsü beklediği birçok araştırmayla da ortaya konulmuştur. Psikologlar, utanma duygusu nasıl yüzün kızarmasına neden olarak fiziksel bir etki yaratabiliyorsa, insanın kendi kendine zarar vermesine neden olan olumsuz beklentilerin de sağlığın bozulmasına ve acıya neden olabileceğini düşünüyor (KİGEM). Sözlerimi, yıllar öncesinde işittiğim, her birimize motivasyon olması dileğiyle ve bu konuyu gerçekten özetler nitelikte bulduğum için şu cümle ile sonlandırmak istiyorum. Mevlana (13. yy.) şöyle söylemiş, ‘‘Düşüncen konuşmana, konuşman hareketine, hareketin kaderine yansır. Güzel düşün güzel yaşa!” Güzel beklentilerimizin güzel sonuçlanması dileğiyle. Hepiniz iyi düşünün iyi kalın.
EBEVEYNİNİN HAYALİNİ YAŞAYAN ÇOCUKLAR Zeliha Vardı
Bir bebeğiniz olacak! Acaba kız mı erkek mi? Adı ne olsun? Bu sorular hemen hemen bebek sahibi olacak her insanın ufak ve tatlı heyecanlarıdır. Bebeğin cinsiyetini öğrenmekle başlar bütün hayat planlamaları. Ona göre kıyafetler, oyuncaklar, mobilya seçimleri… Çocuk biraz daha büyüyünce kreş, anaokulu seçimi daha sonra ilkokul, ortaokul, lise ve hatta üniversite… Tüm bunların seçimini yaparken ailemiz bir an olsun bizi yalnız bırakmaz. Daha anne karnına düştüğümüz andan itibaren başlar hayaller. Mesleğimiz, evliliğimiz, çocuklarımız anne babamızın kafasında belirlenir. Doğmamış çocuğundan torun sahibi oluverir birden annelerimiz. Kargaya yavrusu şahin görünür derler ya aynı o misal doğan çocuklarını yere göğe sığdıramaz anne ve babalar. Büyük hayaller büyük beklentiler… “Benim kızım/oğlum doktor olacak!” gibi cümleleri çoğu kişiden duymuşsunuzdur. Çocuğa sorarsınız “Ne olmak istiyorsun?” diye, bir bakmışsınız ki konuştuklarınız anne babanın hayalleri ve isteklerinden ibaret bir gelecek. Çocuğu için her şeyin en iyisini düşünen, özünde çok iyi niyetli ebeveynlerimiz bir süre sonra çocuk yerine düşünen, çocuk yerine konuşan, hayal kuran insanlar oluverirler. Peki bu büyük beklentiler çocuğu nasıl etkiler? Araştırmalara göre aşırı mükemmelliyetçi tutumda olan ve çocuktan beklentileri çok yüksek tutan ebeveynlerin çocukları, kendilerini hiçbir zaman yeterince iyi olmayan ve her zaman başarısız bireyler olarak nitelendirebiliyor, bu doğrultuda cesaretsiz davranışlar sergileyebiliyorlar. Çocuk, ailesinin bu yüksek beklentilerini karşılayamayıp başarısız olduğunda ise karşılaştığı olumsuz ebeveyn tutumuyla beraber var olan yetenek ve algıları da olumsuz etkileniyor ve bu durum öğrenilmiş çaresizliğe neden olabiliyor. Bir de bu durumun tam tersi tutumda olan ebeveynler var. Eğer ebeveynin, kendi eğitim yaşantısı ile ilgili olumsuz yaşantıları varsa kendini yetersiz ve ilgisiz görüyorsa, bu durumu çocuğuna da yansıtabilir. Çocuğunun eğitimine devam etmesinden çok işe girmesini tercih edebilir. Bu şekilde ilgisiz ve olumsuz ebeveyn tutumu çocuğun başarı güdüsünü zedeler ve bu durumda çocuğun kendi eğitimiyle ilgili olumlu gelecek planları yapması da beklenemez. Sonuç olarak anne babanın aşırı ilgisi ve beklentisi ya da ilgisizliği ve düşük beklentisi eğitim açısından bakıldığında çocuğun okula karşı soğumasına ve korku, gerginlik gibi durumlara sebebiyet verebilir (Çelik, 2006). Kişinin yaşamının şekillenmesinde gen-çevre tartışmasını biliyorsunuzdur. Bu tartışmaların sonucunda her ikisinin de gelişimde etkili olduğu, son zamanlarda kabul gören düşünce olarak söylenebilir. Şimdilik genetik altyapıyı bir kenara bırakıp çevrenin etkisini inceleyelim. Çocuğun, yaşamını geçirdiği ilk çevre yani aile, kişilik gelişiminde oldukça önemlidir. Bu durumda ilk çevre olan ailenin otoritedeki yapısı, değer verdiği şeyler, çocuklara yönelik algı ve beklentileri, çocuğun kendine yönelik algısını şekillendirir (Dağgül, 2016) Örneğin; ailenin matematik dersi ile ilgili çocuktan beklentisi düşük ise, çocuk kendini bu konuda yetersiz olarak algılayıp bu dersi başaramayacağına yönelik düşüncelere kapılabilir. Yani ebeveynin beklentilerine göre çocuk da kendini ebeveyninin gözünden algılar ve ebeveyn beklentisine göre hareket eder. Bu durumda ailenin beklentisi, çocuğun benliğini şekillendirmede önemli yere sahiptir diyebiliriz. Bu beklentileri şekillendiren faktörlerden biri de kuşkusuz eğitim. Ebeveyn beklentilerinin ailelerin eğitim düzeyi ile ne kadar ilişkili olduğu araştırıldığında ailenin eğitim düzeyi düştükçe mükemmeliyetçiliğin arttığı sonucuna ulaşılmış, lise ve ortaokul mezunu ebeveynlerin, üniversite mezunu ebeveynlere göre daha fazla mükemmelliyetçi tutumda olduğu bulunmuştur (Özbiler, 2017). Bununla beraber yapılan başka bir araştırmada öğrenim düzeyinin ebeveynlerin empati becerileri puanları üzerinde anlamlı farklılık oluşturduğu bulunmuştur. Günümüzde öğrenim düzeyi yüksek ebeveynlerle beraber empatik ilişkilere verilen önem artmış ve bu da ebeveyn çocuk ilişkisine yansımıştır (Tezel Şahin ve Cevher, 2007). Ebeveynlerin beklentilerinin nasıl olması gerektiğine kısaca değinirsek; öncelikle çocuklarının yetenekle-
ri, ilgileri ve çabaları doğrultusunda olmalıdır. Daha sonra çocuklarıyla beraber gerçekçi hedefler belirlemeli ve süreç içerisinde ebeveyn, çocuğuna destek ve geribildirim sağlamalıdır. Ebeveyn her zaman kabul edici ve destekleyici bir tavır içerisinde olmalıdır (Çelik, 2006). Bu sayede çocuk, herhangi bir başarısızlığında kendini yetersiz, suçlu hissetmemiş olacaktır ve başarı güdüsü kırılmayacaktır.
AYIN FARKIN UYAN
Nurullah Talha Aybey Şıp şıp şıp... Günaydın! Yine delik çatıdan sızan suyun rahatsız edici sesiyle uyandığına göre bugün de dünden çok farklı değil. Üşümüş olmalısın, soba çoktan sönmüştür. Bu mevsimde sabaha karşılar epeyce soğuk olur, öyleyse hemen kalkıp aynı odayı ve hatta yorganı paylaştığın kardeşlerinin üzerlerini örtsen iyi olur. Zira hasta olmak çok masraflıdır. İyi haber “ne giysem” sorunsalın yok! Gardrobu açıp zaten tek olan pantolonunu ve her yerinden yırtılıp sabırla dikilen ceketini üzerine geçir, yoksa en az 12 saatlik mesaine geç başlamak zorunda kalacaksın. Nitekim dönüşte açık market bulmak bazen zor ve evdekilerin temiz su ve ekmeğe ihtiyacı olacak. Şanslıysan artan parayla birkaç kilo yaş odun bile alabilirsin. Şıp şıp şıp... Şimdi Uyan! Kabus bitti. Belki bir çoğumuz için hayal etmesi dahi güç olan bu “kabus” dünya üzerinde bir milyara yakın insanın gerçeği. Düşündüğümüzden çok daha zor yaşam şartları altında hayatta kalma mücadelesi veren bir milyar kadar insan; eğitim, barınma, beslenme ve sağlık gibi temel haklardan dahi payını alamıyor. Gelişmiş ülkeler de dahil olmak üzere tüm dünyada uzun yıllardır çözümlenemeyen, majör bir sorun olan yoksulluk, istatistiklere göre artışta olmasa da insanlık adına büyük bir tehdit.. Nitekim 1990 yılında yoksul popülasyon şu ankinin iki katından fazlaydı. Yani yoksulluk ve sonuçları aslında hiçbirimiz için yabancı veya yeni değil. Dünya Bankası’nın 2017 yılında açıkladığı verilerce günlük 1.90 USD (yaklaşık 12 TRY) altında para ile geçinen bireyler aşırı yoksul olarak tanımlanmaktadır ve dünya genelinde yine Dünya Bankası verilerine göre 760 milyon insan “aşırı yoksul”dur. Yoksulluk ile mücadele alanında sıklıkla adını duyduğumuz Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), bu kabusu sonlandırmak adına faaliyet gösteren yardım kuruluşları, hükümetlerce başlatılan istihdam ve destek girişimleri belki artan popülasyon belki de tükenen kaynaklar nedeniyle tamamen başarısız olmasa da hedeflenenin altında kalıyor. Beklentinin altında kalan çalışmalar ve ancak günü kurtaran yardımların dünya genelinde ki yoksulluğa halen kalıcı bir çare bulamaması çeşitli gerekçe-
lerle desteklense de esas sorun gelir eşitsizlikleri ve bu eşitsizliği gittikçe büyüten çıkar savaşı pek tabii. Canlılar da dahil olmak üzere yeryüzündeki her varlığı rant amaçlı kullanmaktan çekinmeyen bu acımasız “asker”ler tabi ki bu “savaşın” kazananları… Yoksulluk da insanlığı tehdit eden her tehlike gibi zinciri zayıf noktasından koparıyor, topun ağzında henüz yetişkinlerin eline bakan masum çocuklar, hastalar ve yaşlılar yer alıyor. Her gün 22 bin çocuk yoksulluğa bağlı sebeplerle hayatını kaybediyor. Yeni doğan ölümleri, yardım çadırlarında bir kap yemek için harcanan saatler, okul hayali kuran çocuklar ve orta yaşlara kadar gerileyen hastalığa bağlı ölümler yoksulluğun en acı örneklerinden yalnızca birkaçı. BM üye ülkeleri tarafından yoksulluğun gerçekleri, acı sonuçları ve ortadan kaldırılması adına farkındalık oluşturması için belirlenen bu günü, beklentimiz o ki; önemine uygun şekilde hatırlarız. 17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü bu yıl da her zamanki gibi hatırlanacak, neler yaptığımız ve yapabileceğimiz bu sene de önce vicdan terazimizde, sonra her birimizin huzurunda tartışılacak. Bu kabusun sona ereceği, insanlığın ‘’uyanacağı’’ günlere...
NDALIKLARI 7 Ekim
Edgar Allan Poe öldü
9 Ekim
Yusuf Atılgan öldü
10 Ekim
Dünya Ruh Sağlığı Günü
11 Ekim
Metin Eloğlu öldü
15 Ekim
Nietzche’nin doğum günü
17 Ekim
Dünya Yoksullukla Mücadele Günü
27 Ekim
Slyvia Plath’in doğum günü
29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı
BEKLEMEKTEN VAZGEÇMELİ Mİ? Esra Gün Shakespeare der ki “ Kendimi her zaman mutlu hissederim. Neden biliyor musunuz? Çünkü kimseden bir şey ummam. Beklentiler daima yaralar.” ( Ayturan, 2011). Ne kadar doğru bir söz diye düşünürüz ilk duyduğumuzda. Çünkü hepimizin az çok beklentilerimizden doğan hayal kırıklıkları olmuştur. Kimden, neyi, ne kadar beklememiz gerektiğini düşünmek yerine, beklentilerimizin olmayışından sebep yaralar almış ve bir daha hiç kimseden, hiçbir beklentiye girmemek konusunda karar kılmışızdır. Sanki beklenti daima mutluluk vaad ediyormuşcasına, nasıl istediğimiz gibi bir sonuçla karşılaşmadığımız üzerine kafa yormuş, en nihayetinde de hayal kırıklıklarımız bizi buralara, beklentisiz hayatın mutlak mutluluğuna, sürüklemiştir. Neydi adı “sıfır beklenti sonsuz mutluluk” mu? İşte bence beklentilerimiz adına hüküm verdiğimiz tüm bu düşüncelerde yanılıyoruz. Beklediğimiz sonuçlar gerçekleşince adına mutluluk, gerçekleşmeyince de hayal kırıklığı diyoruz. Çünkü insan yaratılışı itibariyle ona vaad edilen hayatta hep mutlu olmayı diler. Ve bu yüzden kendi hazırladığı bir sonda yaşadığı mutsuzluk, onu daha çok mutsuz eder. Nasıl olsa bana bağlı değil mi, beklemezsem böylelikle de mutsuz olmam der. Peki ya sahiden de hiçbir beklentiye girmeden mutlu olmak mümkün müdür? Hiç kimseden, sizi sevenlerden bile bir beklenti duymamak, böylelikle mutlak mutluluğa ulaşmak fikri, kulağa ne kadar inandırıcı geliyor? Tüm bu söylenilenler mutlu olmanın formülü olmaktan çok, hayattan umudumuzu kestiğimizin bir göstergesi bence. Sevmekten, sevilmekten, geleceğe dair kurduğumuz hayallerden, sürpriz doğum günü kutlamalarından, zor zamanlarımızda bize destek olanlardan ve daha bir sürü güzellikten, sırf hayal kırıklığına uğramamak adına ümidi kesmek.. Mutlu olmayı beklemeden de elbet mutlu olunur, ancak beklemeden beklentileri karşılamanın bir yolu var mıdır? Ya körelirse duygularımız, sevdiklerimizden sevgiyi beklemezken, onlara sevgimizi göstermekten de vazgeçersek, ya önümüzde uzanan o yol bize artık bir gelecek vaad etmezse? Beklentilerimiz aslında hayallerimizi barındırır. Sonucu istediğimiz, bizi mutlu edecek olan en iyi ihtimalle hayal eder ve bu yönde inanç geliştiririz. Bu sebeptendir ki olmaması ihtimalini düşünmez, hep daha iyiyi düşleriz. Öyle kapılırız ki bu ihtimale, sonuca ilerlerken, biz bu yönde neler yaptık ya da beklediklerimizin altını ne kadar doldurduk sorularını da tartıya koymak yerine, beklentilerimizin sonuçları için hep iyi olanı hak ettiğimizi savunuruz. Hep düşlediğimiz, beklediğimiz gibi olsun isteriz. Sevdiğimiz gibi sevilmek ister, olmayınca da sevgiden ümidi keseriz. Uğruna emek verdiğimiz işlerin sonucu beklenti duyduğumuz yönde olmayınca emek vermekten de vazgeçeriz .Ve en nihayetinde hayaller kurarız mutlu olmak için, olmayınca bu kez de hayallerimizden vazgeçeriz. Peki ya bizi, beklemek ya da beklememek konusunda ikilemde bırakan bu kavram özünde nedir? Beklenti bir eylemin belirli bir hedefe dönüşmesi ihtimaline yönelik, sahip olduğumuz geçici inanç ve ümit olarak tanımlanmıştır (Arslan, 2018). Kişilerin eylemin sonucuna yönelik geliştirdiği inançlar ise psikoloji dünyasında merak uyandırmış, sonucunda ise “Plasebo etkisi” ve “Pygmalion etkisi” gibi kavramlarla karşılaşılmıştır. Plasebo etkisi dediğimiz kavram çoğunlukla hastalık hastası dediğimiz ya da ilaç düşkünü insanlara uygulanan, ilaç özelliği bulunmayan bir maddenin, hastaya ilaçmış gibi verilmesi ve şikâyetleri gerçekten ortadan kaldırması gücüne verilen isimdir ( Arslan, 2017). İlacı alması sonucu şikayetlerinin ortadan kalkacağını düşünen hastalar üzerinde yapılan deneylerde, hastaların plasebo etkisinde ilaç özelliği olmayan maddelere olumlu yanıt vermesi, beklentilerimizin sonuçları nasıl etkilediğinin en iyi göstergelerinden biridir. Pygmalion etkisi, diğer adıyla “kendini gerçekleştiren kehanet” olarak da bilinir. Temel beklentilerin aşamalı olarak nasıl davranışa dönüştüğünü açıklayan psikolojik bir olgudur (Karakan, 2018). Olacakları düşüncelerle çağırmak, bilinç dışını beklentilerle kaplamak, davranışlarımızı beklentilerimiz yönünde gerçekleştirmemize neden olur. ‘Korktuğum başıma geldi’ şeklinde adlandırdığımız olgular da pygmalion etkisinden gelmektedir. Peki ya beklemek sandığımız gibi bizi her zaman hayak kırıklığına uğratan olumsuz bir şey değilse?
Aslında bizi en başından beklemek kavramı üzerinde olumsuz önyargılara iten faktör, “beklenti” ve “bekleyiş” arasındaki kavram kargaşasıdır. Beklemek olumlu olandır, bir sonuca ulaşmak için geçirilen zamandır. Olumsuz olan ise beklentidir, bir sonucu arzu etmektir, endişe etmek ve korkmaktır (Yağız, 2011). Beklenti hayatın akışı içerisinde ki mucizelere, sınırsızlığa kendimizi kapatmak, daima dizginleri ele almak ihtiyacıdır. Bundandır ki hayatı her daim kontrol etmek, insanları ve olayları olduğu gibi kabul edememek, hayal kırıklıkları yaratacaktır. Belki de Shakespeare beklenti konusunda söylediklerinde haklıydı fakat beklentiden vazgeçmeli, beklemekten değil. İnsan, sevdiği gibi sevilme beklentisinden vazgeçmeli ancak sevilmeyi hep beklemeli. Emek veriyorsa bir şeyler için durup bir daha düşünmeli, olmayınca öyle hemen en iyi olanı beklemekten vazgeçmemeli. Hayatın bizim için başka planları var diye oldurabileceğimiz planlarımızdan vazgeçmemeli. Nazım ustanın dediği gibi “Herhal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri” (Şimşek, 2013). Siz güzel günleri düşlemekten vazgeçmeyin. Toprağa ektiğiniz tohumun bugün mü yoksa yarın mı çiçek açacağına dair beklentinizden vazgeçin de çiçek istediğiniz gibi açmayınca toprağı sulamaktan vazgeçmeyin.
çeviri-tartı BEKLENTİ VE SAĞLIK Narin Sezen
Beklenti, gelecekte neler olabileceğine dair iyi ya da kötü yönde bir inançtır. Çoğunlukla beklentilerimizi negatif yönde oluşturup hayal kırıklığına uğrama riskimizi azalttığımızı düşünsek de kimi zaman pozitif yönde bir beklenti oluşturmak hayatımızı, hatta sağlığımızı bile olumlu yönde değiştirebilir. Beklentiler, bireyin psikolojik ve fizyolojik sağlığına (örneğin, plasebo etkisi, ağrı kontrolü ile ilgili olarak rapor edilen herhangi bir terapötik yararın %55’ine kadar sorumlu olabilir) ve bakım sağlayan sağlık profesyonellerinin çalışmalarına katkıda bulunur. Beklenti kavramı çeşitli yazarlar tarafından tartışılmış ve iş motivasyonundan hipnoza kadar birçok farklı konuya uygulanmıştır. Genel olarak beklentiler, davranışlar ve sonuçların ortaya çıkmasıyla görülen davranışlar arasında bir araya getirilir ve bu da sonraki davranışları yönlendirir (Hohlstein, Smith ve Atlas, 1998). Davranışları yönlendirme, tanıma ve anlama süreci konusunda etkili olmaları nedeniyle beklentiler, insan deneyiminin önemli bir yönüdür. Bununla birlikte hem bilinçli hem de bilinçsiz olarak kolayca tanınmazlar ve kapsamı oldukça sınırlı olandan geniş olana kadar değişebilirler (Kirsch, 2004). Beklentiler, onları tutan bireye özgü kalır; zamanla geliştikçe beklentiler tutarlı davranışlar yaratmaya yardımcı olur. Stewart-Williams’a göre bir beklentinin edinilebileceği üç yol vardır: Bir davranış ve sonuçları ile doğrudan kişisel deneyim yöntemiyle, başkalarının önerisiyle (bu, plasebo etkileri ile gösterilebilir), ya da başkalarını gözlemleyerek (Stewart-Williams, 2004). Beklentiler geliştikçe belirli bir güç kazanırlar ve belirli durumlarda benzer deneyimler meydana geldiğinde, beklentiler daha güçlü ve değişime daha dirençli hale gelir (Rotter). Bu güç, beklentilerin farklı olduğu iki yoldan biri olarak kabul edilir, diğeri de beklenen yanıtın birey için önemi. İyimserlik, gelecekteki sonuçlar hakkında olumlu beklentilerle karakterize psikolojik bir özelliktir. Fiziksel sağlığın önemli bir yordayıcısıdır ve travmatik beyin hasarı, akciğer kanseri, meme kanseri ve kemik iliği transplantasyonu (Carver, Scheier ve Segerstrom, 2010) gibi bir dizi koşul ve prosedürde artmış fiziksel iyileşme ile ilişkilidir. İyimser beklentinin koruyucu etkileri hem ağrıya hem de fiziksel semptom raporlamasına kadar uzanır ve bir dizi kronik hastalıkta iyimserlik ve ağrı arasında negatif ilişki bildirilmiştir (Affleck, ve ark., 2001). Postoperatif ağrı raporlaması da iyimser beklenti oranının daha yüksek olduğu hastalarda daha düşüktür ve bu ilişki meme kanseri ameliyatı geçirmiş hastalarda gösterilmiştir (Bruce ve ark., 2014). Ancak elektif cerrahi geçiren hastaların büyük bir örnekleminde ağrıyı belirlemede iyimser beklenti bulunmamış (Peters, ve ark., 2007) ve bazı vakalarda kötümser beklenti ağrının daha güçlü bir belirleyicisi olarak bulunmuştur (Singh, O’Byrne, Colligan, & Lewallen, 2010). Koroner arter baypas grefti (KABG) cerrahisi, fiziksel olarak önemli bir işlemdir ve hastalar ameliyattan sonraki 6 aya kadar tipik olarak ağrı ve rahatsızlık hissederler. Bazı çalışmalar, KABG cerrahisini takiben iyileşmede iyimserlik rolünü incelemiştir. İyimser beklentilerin, CABG cerrahisini takiben daha düşük yeniden hastaneye yatış oranlarını öngördüğü gösterilmiştir. İyimserlik oranının yüksek olduğu hastalarda, ameliyattan 6 ay ve 8 ay sonra daha hızlı bir fiziksel iyileşme ve daha yüksek bir yaşam kalitesine sahip olduğu bulunmuştur (Ronaldson ve ark., 2014).
tışma köşesi DAVRANIŞSAL EKONOMİ VE BEKLENTİ Öykü Topaloğlu
Geleneksel iktisat kuramına göre insanlar rasyoneldirler (Homo ecenomicus) ve maksimum kar sağlamak isterler. Bu teorilerinin gerçek hayata uygunluğu ve geçerliliği tartışmalıdır çünkü uygulama aşamasına gelindiğinde doğru sonuç vermeyebileceği gözlemlenmiştir ( Jureviciene ve Ivanova, 2013). Dan Ariely, Akıldışı Ama Öngörülebilir: Kararlarınızı Biçimlendiren Gizli Kuvvetler (2008) adlı kitabında “Ekonomi insanların nasıl davranmaları gerektiğine değil, nasıl davrandıklarına bağlı olsaydı daha mantıklı olmaz mıydı?” der. Geleneksel iktisat insanların davranışlarını incelememişti, oysa insan sadece mantığı ile hareket etmiyordu; insanın ekonomik davranışını etkileyen faktörleri anlamak gerekiyordu. Irving Fisher’e göre (1867‐1947) tüketim davranışı sadece ekonomik faktörlere bağlı değil, aynı zamanda kişinin ihtiyatlılığına, alışkanlıklarına, beklentilerine ve dönemin modasına bağlıydı (Thaler, 1997: 439‐ 440). Yani ekonomi biraz da insan psikolojisine bağlıydı. Daniel Kahneman ve Amos Tvorsky’nin çalışmaları sayesinde ekonomi bilimi ile psikoloji bilimini bir araya getiren ve göreceli olarak yeni sayılabilecek bir düşünce okulu doğdu; Davranışsal Ekonomi. Psikolojik, bilişsel, duygusal, kültürel ve sosyal faktörlerin ekonomik kararlar üzerindeki etkisini anlamaya çalışıyordu (Lin,2011). Kahneman, ekonomiye olan katkılarından dolayı 2002 yılında Nobel ekonomi ödülü almıştı. Richard Thaler de insanların her zaman mantıklı davranmadığını öne süren ekonomi modeli ile davranışsal iktisada olan katkılarından dolayı 2017 yılında Nobel Ödülü almıştı. Onların araştırmaları tüketici davranışı, işlem maliyeti ekonomisi, karar verme davranışı ve beklentiler ile ilgili bir dizi teoriyi kapsıyordu (Earl, 1990). Bu yazıda ise spesifik olarak beklentinin davranışsal ekonomideki önemi ele alınacak. Belirsiz veya riskli durumlarda insan davranışı, o anki hislerden ve duygulardan etkilenme eğilimindedir. Risk-duygu modeli göz önünde bulundurulduğunda kişi karar verme süreçlerinde beklentilere odaklanır (Loewenstein, Weber, Hsee, & Welch, 2001). Beklenti teorisi davranışsal ekonomi içinde önemli yer kaplar çünkü bireyler tam anlamıyla rasyonel değildir. Maksimum kar elde eden yolda risk varsa, bu durum belirli bir kayba sebep olabilecek ise kişiler önlerine çıkan fırsatları reddedebilir yani irrasyonel davranabilirler. Karar verme süreçlerine belirli davranış ve duygu kalıpları dahil edilebilir, kişiler beklentilerine göre hareket edebilirler. Rasyonel beklentiler teorisini geliştiren Robert Lucas 1995 yılında ve teori üzerinde büyük katkıları olan Thomas Sargent 2011 yılında Nobel Ekonomi ödülü almıştır. Bu teori özellikle makroekonomik modellerde kullanılır (Lodhia, 2005). Rasyonel bekleyiş teorisine göre; ekonomi yönetimi için bazı önlemler alınır, piyasadaki karar alıcılar ise bu önlemleri tahmin ederler ve beklentilerine göre davranırlar. Örneğin halk, hükümetin yaklaşımının enflasyon yaratacağını düşünüyorsa, ürünleri daha pahalı satmaya kalkar; böylelikle beklenti ile enflasyon yaratılmış olur. (Eğilmez,2014) Kaliforniya Üniversitesi profesörü Robert Rosenthal (1973) “Beklentiler kendi kendini doğrulayan kehanete (self-fulling prophecy) dönüşür.” der. Thaler (2015) “İnsanlar hayatı değişim açısından düşünür. Bu değişiklikler beklentilerden de kaynaklanabilir. Değişikliler ne tür bir form alırlarsa alsınlar ya bizi mutlu eder ya da sefil ederler.” demiştir. Belki de iyi olanı beklemek, buradan çıkaracağımız en büyük ekonomi dersidir. Bu yazıda değindiğim isimlerden Richard Thaler psikoloji konularına ilgi duyan bir ekonomisttir, Kahneman ve Tversky ise iktisat konularına değinen psikologlardır. Bu araştırmacıların disiplinler arası yaklaşımları sayesinde iki ayrı bilim sentezlenmiş ve bu dönüşümün her iki alana da katkıları olmuştur. Michael Lewis henüz Türkçe çevirisi olmayan The Undoing Project (2016) isimli kitabında Daniel Kahneman ve Amos Tversky’den bahsederek davranışsal ekonominin, iki alanın ve iki insanın arasında oluşan bir iş birliği ürünü olduğunu yazmıştır. “Bu iş birliği ilk defa bir psikoloğa Nobel Ekonomi ödülü aldırmıştır.” der.
BEKLENTİ ÖRÜNTÜSÜ Esra Canpolat Beklemek cehennemdir der Shakespeare. Beklemek cehennemi yaşamaktır dünyada; zordur ve ayrı bir meziyet gerektirir. Herkes bekleyemez ve her kalp dayanamaz beklemenin acısına. Beklemek kendi köşene çekilip içinde kasırgaları yaşamak, ruhun bedeninden ayrıyken hayata devam etmeye çalışmak ve bunlar da yetmezmiş gibi beklentilerinin gerçekleşeceğini umut etmekle, çoğu zaman gerçekleşmeyeceğini bilmek arasında gidip gelmektir. Daha sade bir ifadeyle, aslında beklemek eylemi çoğunlukla bir amaca ulaşmak için kullanılan zorlu araçlardan biridir. Beklemek eyleminin zorluğu ile hızla devam ederken hafif bir viraj alarak bu fiilin isim hali olan “beklenti”ye doğru savrulalım. Anlamına hiç yabancı olmadığımız ve “beklemek”ten bile ürkütücü olan bu olgu ile farkında olmasak da daha anne rahmindeyken tanışırız. İçerisine doğduğumuz toplumun en küçük birimi olan aile, bu yapıya katılacak olan her yeni üyeye dair birtakım beklentiler üretir. Anne ve baba adayları çocuklarının olacağını öğrendikleri ilk anda onun sağlıklı, akıllı ve başarılı bir birey olacağına dair beklentiler geliştirir. Daha doğmadan, ebeveynler ve bağlantılı olarak toplum tarafından oluşturulmuş bir beklentiler çemberinin ortasında kalırız. Dünyaya gözlerimizi açtıktan sonra da devam eder bu beklentiler: Ne zaman gülecek bu çocuk, emeklemesi biraz gecikti mi acaba, neden hala yürümüyor, ne zaman konuşacak? Tüm bu gelişim beklentileri geçti derin bir nefes alabiliriz derken akademik beklentiler ortaya çıkar bir anda. Anne babalar kendi hayatlarında gerçekleştiremediği veya eksik kaldığını hissettiği birçok şeyi çocuklarına diretmeye başlarlar ve onlardan bunları başarmalarını beklerler. “En hızlı benim çocuğum okumayı öğrenecek.”, “Çarpım tablosunu nasıl da hemen ezberledi.”, “İleride en iyi mesleği o seçmeli ve çok para kazanmalı.” gibi listeyi daha da uzatabileceğimiz türden cümleler kurar ve çocukların üzerindeki beklenti yükünü artırırlar. Çocuklar ise ses çıkarmadan bir hamal gibi bu yük çuvalıyla bir ömür geçirmeye çalışırlar. Hadi başka bir senaryo üretelim. Eğer sağlıklı bir çocuk olarak doğmazsak veya özel gereksinimli bir çocuk olarak dünyaya gelirsek sistem nasıl ilerleyecek dersiniz? Başta ailenin beklentilerinin karşılanmaması sonucu oluşan büyük bir hayal kırıklığı, çocuğu ve onun sağlıklı olmayışını kabullenememe hali, anne ve babada duygusal bunalım, çocuğun durumunun çevredekilere nasıl anlatılacağına dair kaygılar, durumla başa çıkma yetersizliği ve tüm bunlar sonucunda genellikle ebeveynler, bu çocukla ne yapacağını bilemezler (Çiftçi Tekinarslan, 2010; Metin, 2012; Kırcaali İftar, 1995; alıntılayan İşcan & Malkoç, 2017). Tüm bu zorluklar ve güç duygularla bir kısım aile üyeleri baş etmede sıkıntılar yaşarken, bazıları bu duruma uyum sağlayacak etkili baş etme yöntemleri geliştirebilmekte (Patterson, 2002) ve hatta bu süreçte kendilerini tekrar değerlendirme ve farklı yönlerini keşfetme gibi olumlu kazanımlar elde edebilmektedirler (Akkök, 2003; alıntılayan İşcan & Malkoç, 2017). Etkin baş etme yöntemleri ve olumlu kazanımlar sağlayan ailelerin bu süreçte başarısız olanlara göre farkı ise ilk başta çocukları için ürettikleri güzel, olumlu beklentilerinin aynısını çocuklarının özel gereksinime sahip olduğunu öğrendikten sonrada sürdürebilme yetenekleridir. Geleceğe yönelik olumlu beklentilere sahip olma duygusu olarak adlandırılan umut, aslında beklentinin oluşturduğu yıkımı yine bir çeşit kabul ve beklenti oluşumu ile iyileştirmekte ve aileyi karşılaşılan zorluklara karşı mücadelede motive etmektedir (İşcan, Malkoç, 2017). Hayatımız boyunca deneyimlediğimiz beklemenin zorluğunu anlamak, kişilerin sabretme yeteneklerini artırarak beklentinin ürettiği hayal kırıklığını bir güç haline dönüştürebilme yeteneği kazandırmak açısından oldukça önemlidir. Beklemenin zorluğu üzerinde durmamızın nedeni de budur. Aileler kendi hayal kırıklıkları ve arzuları adına çoçuklarına dayatmalarda bulunmak yerine, sağlıklı veya özel bakım gerektiren olsun, onlara karşı gerçeküstü veya aşırı beklentilerde bulunmaksızın, sabırla onlar hakkında olumlu şeyler düşünerek yalnızca onların kılavuzu olmalı, onların güvertelerini ellerinden almamalılar. Aksi halde bu zincir hiç kırılmayacak ve gelecek nesillerin ayaklarına dolanmaya devam edecektir.
KONUK YAZAR KÖŞESİ YELKOVANSIZ SAATLERİM İpek İber
Daha kötüsünün yaşanmadığına neredeyse emin olduğum bir gündü. Koca koca insanlar küçük kalıplara sığmış, sıkışıp kalmıştı. Gökyüzüne takıldı gözüm, bulutlar öylesine gelip geçiyor gibiydi ve ben olduğum yerde sadece duruyordum sanki. Varoluşumu böylesine sorguladığım başka bir zaman olmuş muydu hatırlamıyordum bile. Bütün gün orada dursam fark edilmeyecek kadar görmezden geliniyordum, insanlar hırsla gelip geçiyordu etrafımdan, umurlarında bile değildi gidemeyişim. En beklenmedik anda, gittikçe küçüldüğüm o kalabalıkta bir adam omzuma dokundu, kucakladı beni, beklemiyordum. Yüzü çok tanıdıktı ama çıkaramıyordum. Sahi önceden tanışmış mıydık? Gittikçe kararan havada, rüzgarı iliklerime kadar hissettiğim o esasen güneşli günde beni ayazdan kurtaran adam kimdi? “Neden buradasın?” dedim, “İnsanlar kendi düşüncelerini kulaklarıyla duymadan ikna olmazlar, sen kendini duy diye buradayım.” dedi. Ne demekti şimdi bu? Yanımda olmasının tek sebebi varoluşuma beni ikna etmek miydi? Şüphelendim ancak ikna olmak için onun söylediklerini tekrarladım; “Sen kendini duy diye buradayım.” Her gün önünden geçtiğim ve adını bile bilmediğim sayısız mekandan birine götürdü beni, beklemiyordum. Kendi evimde misafirdim. İki bira söyledi, bir de su; benim için. Anlatmaya başladım, anlattıkça kendime daha çok kulak verir oldum. Başardığı için keyifliydi. Anlattığım hiçbir şey umrunda değildi belli ki ama alışageldik tepkilerle kendi kendime söylenişimi destekliyordu. Git gide kendime dar ettiğim dünyamda sevilmek, kabul görmek ve görülmek istiyordum birileri tarafından, onun her onayı beni yeniden var ediyordu ya da en azından durduğum yerde durmaktan fazlasını yapıyordum artık. İdeal ve gerçek arasında volta atıyordum onun kolları beni sarana kadar. Bir bedenin ötekine böylesine özgürlük sunacağını beklemiyordum. Ondan aldığım güçle kendi idealimi gerçekleştirmek üzere yola koyuldum, orada bir kere daha sarıldı, kendimle sarılmak gibiydi, biraz da kendimle yeniden tanışmaya benziyordu. Bir kere onunla güçlü hissettikten sonra tek başıma yetemedim kendime. Muhtaç değildim belki ama onu istiyordum, üstelik
artık sadece karşımda durması da yetmezdi bana, beni sevsin istiyordum. Beni sevmediği her an gerçekliğim tamamlanıyordu. Beni sevse dünyada bir çocuk bile aç kalmazdı artık, beni sever belki diye bekledim, insanlığından ümitliydim. Onunla ilgili şeyleri düşünmek keyif veriyordu bana, onu kendime defalarca anlattım. Çoğunda anlayamasam da attığı adımları izledim. Beni büyütüyordu, beni olduğu yerden güçlendiriyordu. Üstelik bundan hiçbir zaman haberi olmadı, olmayacaktı. Zamansız fırtınalarında ıslanıyordu ruhum, o bir eser bir gürler yağmursuz ıslatırdı beni. Beklenmedik depremlerinde kurtarılmayı bekledim yine onun tarafından, sadece bekledim, beklentilerim… Beklentilerim artçı depremlerim oldu, durdu durdu yeniden titretti zihnimi. Tüm gerçekler zangır zangır titredi içimde ve bir küçük kız çocuğunun çığlıkları yüreğimi dağladı. Şehirden boğuk sesler yükseliyordu, kimsenin söylediği anlaşılmıyordu, ben de artık konuşmuyordum zaten. Küçük bir kız çocuğunun çaresiz çığlığının üstüne kimseye söz düşmezdi benim nezdimde. Belirsizlik sardı şehri, herkes telaşlıydı; ben hariç. Onun kolları gibiydi bu belirsizlik; o bana depremiyle açtığı her boşlukta yeni bir özgürlük sağladı aslında. Artık dilediğim gibi yazıp çiziyordum onun boşluklarını ve hikayemin ona dokunan yerlerini. Belirsizdi, bir şey söylemiyordu, kuru gürültüde ikimiz konuşmuyorduk yalnızca, o artık yoktu belki de ve ondan tüm beklediklerimi dilediğim gibi gerçekleştiriyordum kafamda, hayal kurmak henüz serbestti. Varoluşu sorguladığım her an kendime dar ettiğim dünyam, artık onun bana öğrettikleriyle kalemime kurşun oluveriyordu. Ancak kalbime değeceğinden daha önce bahsetmemişti. Çoğunlukla anlatmaz, anlamamı beklerdi. Benden bir beklentisi varsa bu olabilirdi: “Ben anlatmayayım ama sen anlıyor ol.” Uzun süre onun depremini anlamlandırmaya çabaladım, merakımın duygularımın önünde olmasını istedim. Beni bulduğu gibiydim yine; gökyüzünden umudumu hiçbir zaman kesmedim. Hem bu sefer bulutlar bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki ve ne vakit bir kuş görsem yamacıma inip ondan bir haber eylesin istiyordum. Zamansız fırtınalarına alışmıştım. Saatleri bilir, dakikaları umursamazdı. Onun
saatinde yelkovan sakat benimkinde ise her dakikaya iki kere çarpardı. Her mutluluk, her üzüntü, her fırtına iki kere yaşanırdı. Bu yüzden ben depremden sonra her şarkıyı iki kere dinledim, her fotoğrafı iki kere gözledim, her seferinde iki damla akıttım gözlerimden, her kavgamda iki kere affettim onu. Bazen kendime verdiğim ikinci şanslar için yine kendime kızıyordum. Aklın sınırsızlığı mı kalbe denk düşmesi mi bilmiyorum ama ondan beklentilerim duygu yüklüydü. Olmayan şeyi istemek ve karşılayamadığında ona kor olmak bencilceydi biliyorum ama beni sevsin istiyordum. Hayalimin kırıkları kalbime bata bata alıştım, acıtmıyordu diyemem ama acıdığını bilseydi yeniden gelemezdi yanıma. Yanıma gelip hep kalsın istiyordum ama korkuyordu, hep kalmak onun için bir felaketin habercisiydi. “Korkak” diye genelleyemeyeceğim ama kendi korkularında boğulduğunda bundan şikayet etmeyip acısının bile keyfini çıkaran bir adamdı. Bu sefer, onu korkutmadan, beni sevsin istedim. Dakikalarla işim bitmiş gibi tüm saatlerimin yelkovanlarını kopardım. Dakikalarla yarışmadan, her saat başı bekledim. Bekledim ki sevsin, sarsın, beni çekip alsın bu öldüresiye soğuklardan. O kız çocuğu da beklentilerini besledi, büyüttü onun yokluğunda. Bir gelse, gelişi bile tüm beklentileri karşılayacaktı sanki ama o geldiğinde bile hiç benimle olmadı. Sanki o adamın sonsuz maviliğinde yüzdüğümüz denize birileri sınırlar çizmiş, “Burası bizim!” diyerek bizi kovmuş gibi hiçliği boyladık; ben, küçük kız, beklentilerim ve hayal kırıklarımla. Emin olduğumuz bir şey vardı: Kimsenin değildi o deniz ama gökyüzünden de almamıştı rengini. Kalbimdeki zehrin koyusuna, gözümün yaşı damlamıştı, bu yüzden mavinin sonsuz tonuydu deniz. Öfkeyle, sevinçle, mutlulukla, aşkla, nefretle harmanlanmış, gözyaşımın tuzuyla dağılmıştı yoğunluğu. Bir denizi doldurmaya yetecek kadar fazla duyguyu barındıran kalbimin kenarından geçecek kadar olamadı hiçbir zaman, ben yine de tüm saatlerimin yelkovanlarını kopardım, bir tanesinin akrebini de. Her an değilse bile saat başı iyi bir insan olma telaşıyla uğrarsa daha bir saat var deyip kalsın benimle diye. Ben yelkovansız saatlerimle ondan sevgi bekledim, tüm insanlığın karşısına geçip beni kör kuyulardan çıkardığında
wdan sevgi beklemek normalleşti bir anda. İşte ben bu yüzden hep onu bekledim. Tüm insanların kanında dolaşan bir bakteri gibi beklenti; fazlası da azı da hasta ediyordu insanı. Etraftan o güne kadar duyulan tüm hikayeler kusursuz ve gerçek gibiydi. Yaşadıklarımız biraz benzediğinde duyduğumuz şeylere, hayal kırıklığımızın gücü ve başkasının hayatının gerçekleriyle dolduruyorduk beklentilerimizin içini ve boşluklarımızın sınırlarını: Ben ve kalbimde çığlıkları yankılanan o küçük kız. Belki de bu yüzden durmadan beklentilerimin yörüngesindeydim. Güvenliydi benim için beklentilerimin kıyısı. Beklentinin iyisi kötüsü olmazdı ancak beklenen olmadığında insanın iyi ya da kötü olmak yerine hiç olduğunu onu tanıdığımda anladım. Sahi ben bu adamı nereden tanıyordum? Kendimi duymak için içimden geçenleri tekrarladım;“Ben bu adamı tanımıyorum, ben bu adamı hiç tanımadım, tanıyamadım.” Ve beklediğim gibi sonlanmamıştı hikayem ama artık “hiç” olmamak için bir sebebim vardı; o hep vardı ama hiçbir zaman tam olmamıştı.
RÖPORTAJ KÖŞESİ ÇİFT TERAPİSTİ FİLİZ KAYA Zeynep Doğan - narin Sezen 1- 1980’den beri Çift Terapisi üzerine çalışmalar yapılan Gottman Institute’de eğitim aldınız ve çift terapisti ilan edildiniz. İlişkilerde beklenti konusunu bir de size sormak istiyoruz. John ve Julia Gottman’ın geliştirdiği “Güçlü İlişki Evi Modeli’nin (The Sound Relationship Model)” ilişkilerde beklentilere nasıl yaklaştığını ve bu tarz sorunları çözmede nasıl yardımcı olduğundan bahsedebilir misiniz? “İlişkilerde beklentinin yüksek tutulması pek çok sorunun yaşanmasına sebep olur; bu nedenle beklentinizi düşük tutun, daha mutlu olursunuz” gibi yaygın ancak hatalı bir önerme var. Önerinin temelinde sunulan motivasyon ise, “hayal kırıklığını önleyin!” Bütünüyle araştırma sonuçlarına dayanan bir yöntemle çalışmanın kolaylığı/güzelliği hemen her soruya araştırma sonuçlarıyla yanıt verebilmekten geliyor; ve araştırmalar diyor ki: Beklentinizi yüksek tutun! North Carolina Üniversitesi’nden Donald Baucom, on yılı aşkın süre boyunca evlilikte beklentiler konusunu araştırdı ve sonunda ulaştığı bilgi, insanların evlilikten ne bekliyorlarsa onu elde ettikleri. Gottman yöntemi araştırmalarla desteklenmeyen herhangi bir önermede bulunmamak temeline dayanır. Dolayısıyla diyoruz ki, ilişkide beklentileriniz ne kadar yüksekse ona ulaşma olasılığınız da o kadar yüksek olacaktır; beklentinizi yüksek tutun. Bir yandan da yine mutlu ilişkilerden elde edilen verilere dayanarak diyoruz ki, hedefiniz “yeterince iyi bir ilişki” olsun. Yani ilişkileri idealize etmeyin. Yeterince iyi bir ilişki hedefleyin ve beklentinizi yüksek tutun. Her ne kadar bu iki önerme kulağa, birbiri ile çelişiyor gibi gelse de, açıklaması Güçlü İlişki Evi Modeli’nde yer alıyor. Güçlü İlişki Evi Modeli, boylamsal çalışmalar sonunda, mutlu ve güçlü ilişkilerden elde edilen verilerin bir özeti olma özelliği taşır. Yani “yeterince iyi ilişki” nedir sorusunun yanıtı buradadır. Öncelikle iyi arkadaşlar, birbirlerini iyi tanıyorlar. Birbirlerini beğeniyor bunu da ifade edebiliyorlar. Tatmin edici bir cinsel yaşamları var. Birbirlerine güveniyor ve bütünüyle bağlılık duyuyorlar. Sorunlar hakkında yapıcı bir biçimde tartışabiliyor, çatışma içinde oldukları problemlerle ilgili diyaloğu sürdürebiliyor,
tartışabiliyorlar. Evet, mutlu ilişkilerde de tartışmalar ve çözülemeyen konular var ama bu konular hakkında birbirlerini anlamaya, uzlaşmaya çalışıyorlar. Birbirlerini kırabiliyor, pişmanlık yaratan durumlar içinde bulabiliyor, ama telafi etmeyi de biliyorlar. Her biri diğerinin hayallerini iyi biliyor ve farklı olsalar da bu hayalleri gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlar. Ortak değerleri var, ortak hedefleri var ve ortak bir anlam sistemi oluşturabiliyorlar. Çocuklarını nasıl yetiştirecekleri, evlerinin nasıl olmasını istedikleri, tatillerini nasıl geçirecekleri gibi sembolik konularda hemfikir olabiliyorlar. Biz diyoruz ki, bu konularda yeterince iyi bir ilişkiyi hedefleyin. Yeterince iyi ilişkilerde insanların kendilerine nasıl davranılmasını istedikleri ile yüksek beklentileri var. Güçlü ilişkilerde partnerler birbirlerinden sevgi, ilgi, saygı, sadakat ve şefkat görebilmeyi, ilişki içinde güvende hissedebilmeyi bekliyorlar. İstismarın herhangi bir şeklini kabul etmiyorlar. Bunlar çiftlerin tartışmayacağı, problem yaşamayacağı anlamına gelmiyor. İki ayrı insanın bir arada olması demek; farklılıklar ve bir dizi çatışmanın da bir arada olması demektir. Tartışmalar sağlıklıdır; kişilerin birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlar. Dan Wile’ın dediği gibi birini partner olarak seçmek, bir dizi problem paketinin de altına “ben varım” imzası atmak demektir. Daha ilişki başlangıcında yaşanan problemlerin (mutlu çiftlerde) üçte ikisinin hiçbir zaman çözümlenmediğini, tekrar tekrar tartışmalara yol açtığını biliyoruz. Bu paket sizin için yeterince iyiyse yola devam. Ama partnerinizin size nasıl davranmasını istediğiniz ile ilgili beklentinizi yüksek tutun. 2- Sorunlu evliliklerde çiftlerden çok sık duyulan “Evlendikten sonra değişir diye düşündüm.” tarzında biraz klişe bir söz vardır. Bu söz belki de “ilişkilerde beklenti” sorununu özetliyor. Partnerlerin birbirinden beklediği ile gerçekte olan kişiler arasındaki fark en çok ne zaman sorun haline geliyor ve kişinin karşındakini değiştireceğine yönelik irrasyonel süper güç inancı ve bu durumun sonuçları nasıl gelişiyor?
Yaşam deneyimleri, travmalar, terapi, yoğun eğitimler hatta zamanın kendisi kişilerde pek çok şeyi değiştirebilir ancak evlilik, atılan bir imza herhangi bir şeyi olumluya değiştirme gücüne sahip değildir. Mutlu ilişkilerle yapılan araştırmalar net olarak gösteriyor ki, daha ilişkinin en başında problem olarak yaşanan sorunların %69’u asla çözümlenmiyor – mutlu ilişkilerde. Sadece yönetilebiliyor. Dahası partnerlerin birbirlerini değiştirmek için taşıdığı beklenti, uyguladığı baskı beraberinde bir dizi problem daha ekleyerek, ilişkileri yıkıma götürüyor. Yoğun eleştirileri ve aşağılamayı ilişkiye toksik maddeler olarak ekliyor kişilerin birbirine yönelmesini sıradan bir konuda bile sohbet etmelerini önler hale getiriyor. Bu nedenle tekrar – bu problem paketine varım diyorsanız yola devam etmeli. 3- Özellikle günümüz popüler medyasında “the one” olarak adlandırılan, romantik ilişkiler için insanların kafasında oluşturdukları potansiyel mükemmel partner tiplemeleri var. Hayaller ve hayatlar örtüşmediğinde ise beklentinin karşılanmaması sonucu çıkan hayal kırıklığı ile çiftler nasıl mücadele edebilir? Hayaller ve gerçekler arasındaki uçurum sıklıkla aşık olmanın doğasından kaynaklanmaktadır. Oksitosinin zirvede olduğu, sinir sisteminin alt üst olduğu, tabiri caizse aptallaşılan ilk evre zaten kolaylıkla hayaller içinde akıp gidilmesine sebep olur. Tüm parçaların ahenk içinde olduğu, o muhteşem kişiyi, bay/bayan mükemmeli bulmak, nörotrasmitterlerin devreye girdiği aşık olma aşaması, mutlu bir ilişkiye giden yolun başlangıcı, en iyi ihtimalle yarısıdır. Sonra-
sında ilişkinin devam edip etmeyeceğini belirleyen aşama birlikte güven ve bağlılığı kurmaktır. Aşık olmak evresinin ardından (ki fizyolojik uyarım halinin maksimum 2 yıl sürdüğü bilinmektedir) güven/bağlılığı kuran ilişkiler devam edebilir. Nasıl ki herkese aşık olunamıyorsa, aşık olunan herkesle de güven ve bağlılık kurulamayabilir. 4- İnsanların ilişki içinde bulundukları kişilerle beklentilerini konuşmaları mı konuşmamaları mı daha çok sorun olur? Beklentilerden çok bahsetmek bencilce gelebilecekken hiç bahsetmemek iletişimsizliğe yol açar mı? Güçlü ilişkilere baktığımızda, birbirlerinden beklentilerini, duygularını, ihtiyaçlarını kesintisiz bir diyalog halinde konuştuklarını görüyoruz. Kişilerin birbirlerini eleştirmeden (sen bozuksun demeden) suçlamadan (bana bunu nasıl yaparsın demeden) salt ihtiyaçlarını anlatmaları hatta şikayet etmelerinde hiçbir sorun yok. “Beni hep ihmal ediyorsun” denmesi eleştiri, savunma gibi ilişkiyi yıkıma götüren iletişim paternlerine sebep olurken, “seninle daha çok vakit geçirmeye ihtiyacım var” denmesi gerçekten ihtiyacı ortaya koyduğundan en kötü ihtimalle vakit geçirmek istemenin önünde bulunan engellerin konuşulmasına fırsat verir. Ancak bu yakınlık ihtiyacından hiç bahsedilmemesi kişilerin birbirinden uzak ve duygusal olarak kopuk bir geleceğe sürüklenmesine sebep olur. İhtiyaçlarınızı, birbirinizden beklentilerinizi dillendirin; duygularınızı paylaşın – olumsuz olsalar da. Her olumsuz duygunun içinde özlemi duyulan konuya ilişkin bilgiler vardır. İlişkinizi bu bilgilerden mahrum bırakmayın.
5- Bir ilişkide taraflardan birinin irrasyonel beklentiler içinde olduğunu nasıl anlayabiliriz? Özellikle hayatındaki diğer ilişkileri –aile,arkadaşlık- yolunda gitmeyen bireylerin, tüm duygusal doyumlarını tek bir kişiden yani romantik partnerlerinden bekledikleri durumlar oluyor mu? Bu durum nasıl çözülebilir? Tekrar, sevgi, ilgi, şefkat, saygı, güven, bağlılık beklentileri güçlü ilişkilerin ortak özellikleri. Bunların düzeyi, şekli kişiden kişiye değişebilir. İhtiyaçlar özneldir. Kişiye özeldir. Dolayısıyla rasyonel-irrasyonel ihtiyaçlar ayrımı yapmak çok zor. Partnerlerin birbirlerini tanımaları, hayallerini bilmeleri ve gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapmaları onları mutlu bir birlikteliğe götürür. Partnerlerin kişilik yapılanması, geçmiş deneyimleri ve benzeri faktörler bu beklentilerin, ihtiyaçların çerçevesini belirlemektedir. Bunların karşılıklı çatışma içinde olması (birinin ihtiyaçlarının diğeri için sorun teşkil etmesi) da az rastlanır bir durum değildir. Mutlu ilişki araştırmaları, rasyonel-irrasyonel ayrım sunmamakla birlikte, bu çatışmalar içinde kalabilen ve diyologu sürdürerek, uzlaşmaya çalışan çiftlerin güçlü ilişkilere sahip olduğunu gösteriyor. Yani “hangi beklentiler sıkıntı yaratır”dan çok bu beklentilerin nasıl karşılandığı mutluluğu belirliyor diyor. 6- 5 Sevgi Dili, ilişkiler açısından çok konuşulan bir konu. Sevgi dilleri farklılığı ilişkiye nasıl yansır? Kişilerin nasıl sevilmek istediği, sevildiğini nasıl hissettiği konusu her bireyde farklı olabilir. Birbirini gerçek anlamda tanımayan çiftler için bir problem oluşturabilir. Ancak çiftlerin birbirini tanıması, birbirlerinin iç dünyasına ilişkin bilgi sahibi olması ile bu farklılıklar bir sorun olmaktan kurtulmaktadır. Nasıl sevilmek istediğimiz, sevildiğimizi nasıl hissettiğimiz, çocukluk öğrenmelerimizle ilgilidir. Mutlu çiftler birbirlerinin geçmişlerini, en güzel, en kötü anılarını, geleceğe ilişkin hayallerini, felaket senaryolarını iyi biliyor ve bu bilgilere göre hareket ediyorlar. Sevgi dilindeki farklılıklar, ya da hastalandığında nasıl bakılmak istediğine ilişkin farklılıklar, ya da bayramları nasıl geçirmek istediğine ilişkin farklıklar… Hepsi ama hepsi herkeste başka. Mutlu ilişkilerde bireyler birbirlerini tanıdıkları ve partnerlerine ulaşmak, iyi hissettirmek istedikleri için bu farklılıkları iyi yönetebiliyorlar.
7-Toplumsal beklentiler –mesela toplumsal cinsiyet rolleri- ilişkide tarafların birbirlerine beklentilerine nasıl yansıyor? Yine araştırma sonuçlarından gidelim. Erkekler çok daha kolay taşma (nabzın tartışma sırasında aniden 100’ün üstüne çıkması) yaşıyorlar, kadınlar ilişki problemlerini çok daha sık ortaya koyuyor ve konu hakkında konuşmak istiyorlar, ve evet kadınlar çok daha fazla ev işi yapıyorlar. Ancak mutlu ve güçlü ilişkilere baktığımızda cinsiyet farklılıklarının çok daha az olduğunu görüyoruz. Güçlü ilişkilerde çiftlerin duygu ifadeleri arasında bir fark yok (erkekler de duygularından en az kadınlar kadar bahsediyor, duygusallaşıyor vb.), ev işleri konusunda cinsiyet farklılığından çok daha başka bir eğilim var (herkes yapmakta sorun yaşamadığı işleri yapıyor, herkes halinden memnun). Hatta erkeklerin ev işlerine dahil olması ile cinselliğin sıklığı arasında bir korelasyon var. Yani görev paylaşımı ne kadar fazla ise, seks sıklığı da o kadar fazla. Bir diğer sonuç, erkeklerin duygusal zekası ne kadar yüksekse, ilişki doyumunun o kadar yüksek olduğu yönünde. İlişki çatışmalarının duygu felsefelerinin çatışmasından kaynaklı pek çok sebebi vardır. John’un “Duygusal Zekası Yüksek Çocuklar Yetiştirmek” kitabını çocuk sahibi olmaktan bağımsız herkesin okumasını tavsiye ederim. Benzer şekilde cinsiyet farklılıkları ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için John’un Türkçeye de çevrilmiş olan “Erkekler İçin Kadın Rehberi” kitabını okuyabilirsiniz. Ancak ülkemizde toplumsal cinsiyet rollerinin ilişkilere getirdiği eşitsizlik açısından yeniden hatırlatmakta fayda var: yeterince iyi ilişki, insanların istismar edildikleri ilişkiler değildir. İyi davranıldığı, saygı gördükleri, sevildikleri ilişkilerdir. 8- Genelde ilişkilerde “beklenti” hep olumsuz düşünülen bir konudur. Beklentinin ilişkiler üzerinde geleceğe umuda ve duygusal doyuma dair ne gibi olumlu dönüşleri vardır? Yeniden, kendinize nasıl davranılmasını istediğiniz ile ilgili beklentilerinizi yüksek tutun. Bu konuda yüksek beklentiler, size nasıl davranıldığını belirliyor ve mutluluk getiriyor. Kendi gerçeğinizi partnerinize açık ve dürüstçe anlatın, ihtiyaçlarınızı belirtin, şikayetlerinizi belirtin (eleştiri, savunma, aşağılamaya girmeden), hayallerinizi anlatın. Partnerinizin hayallerini dinleyin, öğrenin, geçmişini, öğrenmelerini, beklentilerini iyi bilin. Bunları
gerçekleştirmek için de elinizden geleni yapın. Güçlü ilişkilerin olmazsa olmaz özelliklerinden birbirini tanımak, çatışmayı yönetebilmek, hayalleri gerçekleştirebilmek ve ortak anlam yaratabilmek için beklentilerin, ihtiyaçların paylaşılması hayati önem taşır. Ancak ihtiyaçlar bilindiğinde ve karşılandığında kişiler kendilerini güvende hissedebilirler. İyi davranılmak, sevilmek ve güvende hissetmek, herkesin olduğu gibi sizin de hakkınız. Daha azına tamam demiyor olun. Sevgiler
ÇİZİM KÖŞESİ: Şeyma Kara
STK KÖŞESİ Alerji ile Yaşam Derneği Merve Ulusoy Alerjiyi Yanlış Tanıyoruz… Alerji, özellikle son 20 yıllık zaman diliminde görülme sıklığında ciddi bir artış göstererek çağımızın başlıca yaygınlaşan hastalıkları arasına girdi. Ancak toplumumuzda alerji çok basit bir hastalık olarak algılanmakta... “Alerjik bir hasta baharda hapşırır, burnu akar, en fazla kaşınır kabarır. Alerji sadece polene, kedi köpeğe, parfüme, çilek ve çikolataya olur.” gibi yanlış bir kanı söz konusu. Oysa ki alerji belirtileri hastadan hastaya çok değişkenlik göstermekle beraber, bazı hastalarda sadece bahar aylarında burun akıntısı, hapşırık gibi görülmesine karşın bazı hastalarda ise besin alerjisi şeklinde ortaya çıkarak kişinin uzun süreli katı diyetler yapmasına veya astım nedeni ile ciddi solunum sıkıntısı çekmesine neden olabilmekte. Hayat kalitesini önemli ölçüde etkileyen bu hastalık, bazı kişilerde anafilaksi adı verilen ani ve hızlı ilerleyen reaksiyon şeklinde ortaya çıkıp hayati risk dahi taşıyabilir. Sonuçta alerji, bazı kişilerin bağışıklık sisteminin normal dışı çalışarak, aslında zararsız olarak kabul etmesi gereken maddelere karşı aşırı tepki vermesi olarak özetlenebilir. Besin Alerjisi’nde Ciddi Bir Artış Söz Konusu… Son yıllarda ciddi bir artış sergileyen besin alerjisi nedeniyle bazı çocuklar hayatlarının ilk yıllarını süt, yumurta, et, balık, buğday gibi faydalı proteinlerden mahrum geçirmek durumunda kalabiliyor. Bazıları ise literatüre nispeten yeni giren Eozinofilik Gastrointestinal Hastalıklar nedeni ile hiçbir besini tüketemeyip burundan mideye indirilen bir hortum vasıtasıyla özel bir mama ile beslenmek zorunda kalabiliyor. Annesinin sütünden geçen yarı parçalanmış besin proteinlerini dahi tolere edemeyip atopik dermatit, şiddetli kusma, kanlı ishal yaşayan bebekler, öte yandan yanağına bir besinin değmesi ile dahi anafilaksi adı verilen ani, şiddetli, hatta ölümcül olabilen alerjik reaksiyon gösteren çocuklar mevcut. Bu ailelerin her şeyden çok toplumun desteğine ihtiyacı var. Keza beslenmek sadece temel bir ihtiyaç değil, aynı zamanda sosyalleşmek demek. Dernekleşmek bizler için kaçınılmaz oldu… Özlem Ceylan, alerjinin tetiklediği Eozinofilik Özofajit hastalığı nedeni ile sadece 3 besin yiyebilen 8 yaşında bir çocuk annesi. Alerji hastalarının yaşadığı sıkıntıları dile getirip bu konuda toplumda farkındalık yaratabilmek amacıyla 4 yıl önce bir blog yazmaya başlamış. Kısa süre içerisinde blog ve sosyal medya
Annelerle Atölye Çalışmaları aracılığı ile binlerce alerjik çocuk ailesine ulaşan Ceylan, ailelerin bilgi ve deneyimlerini paylaştığı bir platform oluşturmuş. “Sosyal medya üzerinden ulaştığımız binlerce ailenin ortak sıkıntılarını dile getirebilmek ve çözüm yolları üretebilmek için dernekleşmemiz şarttı. Mart 2016’da alerjik çocuk sahibi 16 gönüllü aile olarak Türkiye’nin ilk ve tek alerji hastaları derneği olan Alerji ile Yaşam Derneği’ni kurduk. Kuruluşundan bu yana geçen kısa süre zarfında, derneğimiz 40.000 alerjik çocuk sahibi aileye ulaştı.” şeklinde açıklama yapan Özlem Ceylan derneğin ana amacının hastaların sorunlarına kalıcı çözümler bulunması olduğunu ifade etti.
Psikolog Seminerleri
türetebileceğini herkese göstermek istedik. Yüzlerce başvuru arasından finale kalan 8 alerjik çocuk annesi, jürimiz Çocuk Alerji ve Astım Akademisi Derneği Başkanı Prof. Dr. Nermin Güler, Çocuk Beslenme Uzmanı Prof. Dr. Muazzez Garipağaoğlu, Feriye Palace Mutfak Şefi Aydın Demir ile ünlü oyuncular Boncuk Yılmaz ve Bihter Dinçel tarafından değerlendirildi. Bu proje kapsamında ortaya çıkan yaratıcı ve sağlıklı tarifler bir yemek kitabı ile tüm ailelere ulaştırılacak. Hekim Seminerleri Alerji ile Yaşam Derneği misyonu Başta çocuklar olmak üzere her türlü alerji ve alerji kökenli hastalık sahibi kişilere destek olmak, toplumu bu hastalıklar konusunda bilgilendirmek ve bilinçlendirmek, alerji hastalarının teşhis ve tedavi imkânlarını geliştirmek, hastaların günlük yaşam kalitelerini arttırmak için ilgili özel ve kamu kuruluşları ile işbirliği yapmak ve üyelerine psiko-sosyal destek sağlamayı amaçlamaktadır. Alerji vücudun birçok sistemini etkilediği için üyeleri arasında besin alerjisi nedeni ile çok kısıtlı beslenmeye sahip ve gelişim geriliği yaşayan, ilaç alerjisi nedeni ile en basit grip ilaçlarını dahi kullanamayan, alerjik rinit nedeni ile ciddi uyku bozuklukları çeken, astım kaynaklı solunum sıkıntısı yaşayan çocuklar mevcuttur. Bu çocuklar için daha sağlıklı ve daha güvenli bir yaşam ortamı yaratmak sadece evde ailesinin değil, toplum olarak hepimizin sorumluluğundadır. Bu amaçla dernek, hem hastalara ulaşarak almaları gereken önlemler konusunda yardımcı olmakta, hem hekim desteği ile bilgilendirme seminerleri yapmakta, hem de toplumun bilinçlenmesi için farkındalık projelerine imza atmaktadır. Güncel projelerimiz… 2018 yılı Farkındalık projeleri kapsamında bu yıl Dünya Astım Günü’nde çocuklarımızla beraber İstanbul Uskumruköy’de ağaç dikme etkinliği düzenledik. Hava kirliliğinin yoğun olarak yaşandığı megakent İstanbul’da yeşil alanların korunması ve çoğalmasına çocuklarımızla beraber katkı vermek istedik. 2014 yılından beri kendi çabalarımızla kutladığımız Besin Alerjisi Farkındalık Haftası kapsamında ise bu yıl bir yemek yarışması düzenleyerek sütsüz, yumurtasız, glütensiz, genel alerjen ve rafine şeker içermeyen ama doğal, katkısız ve lezzetli tariflerin de
Bir diğer projemiz Atopi Okulu’nda ise önce hastaların alerjik hastalıklar ve atopik dermatit hakkında rahatça bilgi edinebileceği bir web platformu oluşturmayı hedeflemiştik ancak ihtiyaçlar doğrultusunda projemiz çocukları alerji tanısı alan annelere uygulamalı atölye çalışmaları yapan fiziksel bir okula dönüştü. Bu atölye çalışması ile anneler nebülazatör, inhaler ve adrenalin oto-enjektör kullanımı, anafilaksi acil eylem planı, atopik dermatit cilt bakımı, pişik tedavisi, gıdalarda içerik etiketi okuma, ek gıdaya geçiş, hipoalerjenik mama kullanımı ve ev içi alınabi-
Okul Seminerleri lecek tedbirler konusunda detaylı bilgi alabilecekler. 19 Mayıs 2018’de ise Türkiye’nin ilk ve tek Alerjik Çocuklar için özel olarak inşa edilen Mevhibe İnönü Çocuk Gelişim Merkezi’nin açılışını Kartal Belediyesi Başkanı Op.Dr.Altınok Öz ile gerçekleştirdik. Havalandırmanın filtrelerinden sınıfların iç döşemesine, mutfakta pişirilecek özel diyet yemeklerden bahçeye ekilen en az polene sahip bitkilere kadar her şeyin alerjik çocukların sağlığına uygun şekilde seçildiği bu kreş, çocuklarımızın eğitim kurumlarında sağlıklarının güvence altına alınabilmesi için çok büyük bütçelere gerek olmadığını kanıtlayan örnek bir proje teşkil edecek. Ayrıca kreşte ölümcül olabilecek ani ve şiddetli anafilaktik şok için acil eylem planı, adrenalin oto enjektör dolabı ve eğitimli sağlık personeli bulundurulacak. ”
Yemek Yarışması Gönüllülük… Derneğimizin çalışanları için gönüllülük esastır. Her biri alerjik çocuk sahibi anne-babalar derneğimize ait projelerde gönüllü olarak yer alır. Aynı zamanda dernek projelerimizde gönüllü olarak yer alan hekim ve psikologlar mevcuttur. Kartal’da açılan Çocuk Gelişim Merkezimizde de Psikoloji son sınıf öğrencileri gönüllü staj yapmaktadır. Projelerimizde yer almak isteyen gönüllüler bizlere 08502700565 veya info@ alerji.dernegi.org.tr adresinden ulaşabilir. Psikolog ve Psikolog adaylarına tavsiyelerimiz… Kronik her hastalıkta olduğu gibi alerjik hastalıklarda da bireylerin gerek hastalığın getirdiği fiziksel engeller gerekse toplum içinde karşılaştığı sosyal engeller nedeni ile daha içine kapanık, endişeli, geleceğe dair kaygılı bir tutum sergilemesi mümkündür. Özellikle erken çocukluk döneminde yaşanan ayrımcılık ya da akran zorbalıkları bireylerin ileriki yaşamlarında da sorun yaşamalarına neden olabilmektedir. Bu nedenle sorunları başında yakalamak ve çözmek çok faydalı olacaktır. Bu nedenle kronik hastalık sahibi çocukların/bireylerin bu alanda uzmanlaşmış Psikologlara ihtiyacı söz konusudur. Dernek iletişim bilgileri www.alerjidernegi.org.tr info@alerjidernegi.org.tr 0 850 270 05 65
KİTAP KÖŞESİ
CESUR YENİ DÜNYA Esra Bayisin “Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum.” “Aslında,” dedi Mustafa Mond, “siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.” “Öyle olsun” dedi Vahşi meydan okurcasına, “mutsuz olma hakkımı istiyorum.” Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley’in distopyasıdır. Distopya ise ulaşılması mümkün olmayan, günümüz değer yargılarına göre kötü olarak değerlendirilen gelecek senaryosu anlamına gelmektedir. Kitap Ford’dan sonra 632 yılında geçer. Bu yeni düzende insanlar kuluçka makinelerinde üretilir. “Annelik” ve “babalık” kavramları toplum tarafından kabul edilemez hatta pornografik olarak görülür. İnsanlar ihtiyaç şekline göre üretilir ve hipnopedi yöntemiyle şartlandırılırlar. Genel olarak dört grup insan vardır: alfalar, betalar, gamalar ve epsilonlar. “Alfa çocukları gri giyerler. Bizde çok daha sıkı çalışırlar, çünkü korkulacak kadar zekidirler. Gerçekten de Beta olduğum için öyle mutluyum ki. Çünkü o kadar çok çalışmıyorum. Üstelik biz Gamalar ve Deltalardan çok daha iyiyiz. Gamalar aptaldırlar. Hepsi yeşil giyerler. Delta çocuklar da haki giyerler. Yo, hayır. Delta çocuklarıyla oyun oynamak istemiyorum. Epsilonlar daha da kötüler. Okuyup yazamayacak kadar…” Her insan sınıfına göre şartlandırılır ve herkes sahip olduğu sınıftan son derece mutludur. Zaten şartlandırmanın amacı da budur. Bu Cesur Yeni Dünya’da herkes mutludur. Sahip olduğundan fazlasını hiçbir zaman istemez, başkasının yerinde olmak da istemez. “Herkes, herkes içindir.” anlayışı hakimdir. Bireysellik toplum düzeni için sakıncalıdır, bu yüzden insanlara yasaklanmıştır. “Şartlandırma mutluluk ve erdemin sırrıdır, yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: İnsanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.” Yeni dünya düzeninin dışında yaşayan tek insanlar da çeşitli Vahşi Ayrıbölgeleri’nde yaşayanlardır. Kendilerini çevreleyen Fordgil cehennemden elektrikli tellerle ayrılmışlardır bu yüzden vahşiler hala evlenmekteler, sevişip çocuk doğurmakta ve
eskisi gibi ölmektedirler. İhtiyarlamak, kırışıkların oluşması gibi özellikler insanlar arasında garip karşılanmaktadır. Çünkü her insan 60 yaşına kadar genç tutulur ve ardından ölürler. Ölüm de şartlandırma yoluyla normalleştirilmiştir bu yüzden kimse ölen için üzülmez. Zaten bağ kurma özelliği de toplumda söz konusu değildir. “Ölüme şartlandırma 18 aylıkken başlar. Her yumurcak, haftanın iki sabahını bir Ölecek Hastalar Hastanesi’nde geçirir. En iyi oyuncaklar oradadır ve ölüm günlerinde kendilerine çikolatalı puding verilir. Ölümü olağan bir olgu gibi kabullenmeyi öğrenirler. Bütün diğer fizyolojik süreçlerde olduğu gibi.” 1935’te bir gazeteWWci Huxley’e “Vahşi’nin isteklerinden yana mı, şartlandırılmış istikrardan yana mı?” olduğunu sorar. Huxley’in bu soruyu “İkisinden yana da değil, bence iki ucun arasındaki bir orta hem istemeye değer hem olabilirdir, hem de bizim hedefimizdir.” diye yanıtladığı aktarılır. Herkesin mutlu olduğu, isteklerinin karşılandığı ama şartlandırılma ile köleleştirildiğiniz fakat bunun farkında olmadığınız bir dünya devletinde yaşamak ister miydiniz? Hayattan beklentiniz mutluluk mu? Yoksa özgürlük sizin için daha mı önemli? İşte Cesur Yeni Dünya okurken tüm bunları sorgulayacağınız, altında derin anlamlar barındıran bir kitap. Bu yüzden anlamaya çalışmanızı, sadece hikayeyi okuyup geçmemenizi tavsiye edebilirim. Belki de Cesur Yeni Dünya ile birlikte ütopyaları seversiniz ve ardından Orwell’ın 1984’ünü ve Thomas More’in Ütopya’sını da okursunuz. Keyifli okumalar. En sevdiğim yeri: “Çelik olmadan araba yaratamazsınız; aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan trajedi yaratamazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri asla istemiyorlar. Refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. Herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. Siz de tutup, özgürlük adına pencereden savurdunuz! “Bir de Deltaların,özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de Othello’yu anlamalarını bekliyorsunuz! Vah güzel çocuğum vah!”
MÜZİK KÖŞESİ YOL
Atakan Yücel “Zamanında yönümü aydınlatan yıldızlar sönmeye başladı, gökyüzü griye döndü, bir zamanlar açık olan yol kayboldu gitti...” (Turisas, 2012) Yazıma çok sevdiğim bu grubun “Stand Up And Fight” şarkısından çevirdiğim bu sözlerle başlamak, seninle biraz sohbet etmek istedim sevgili okur. Tahmin edebiliyorum büyük bir beklentin, güzelce bir hedefin var önünde, ona ulaşmanı ve onun için çabalamanı bekleyen. Bir insanın kendine göre hedefleri olmasından daha doğal bir şey olamaz tabii ki değil mi? Fakat sana sormak istiyorum, bu sadece sen ve beklentinden oluşan iki değişkenli bir denklem mi? Yoksa fark etmek için çok geç olana kadar gözümüze batmayan, belki de zaman zaman aklımızdan çıkan üçüncü bir değişken var mı? Bana sorarsan var. Biliyor musun tam olarak şu anda bu yazıyı okumanın sebebi bu: Yol. Beklentine ulaşmak için çaba sarf etmen tabii ki çok güzel sevgili okur ama bu süreç içerisinde seni en çok hırpalayan şey de beklentine ulaşmak için üzerinde kan ter içerisinde koşturduğun yol değil mi aslında? Bu yol bazen o kadar yorucu olabiliyor ki hedefimizden hatta ondan da öte hayatımızdan dahi bezdirebiliyor bizi. “Artık yeter, daha ne kadar çekeceğim ben bunu!..”, “Değer mi bu çektiğim çilelere…” gibi düşünceler çoğu zaman geliyor aklımıza. Bu bıkkınlık bazı durumlarda yolumuzu kaybetmemize de yol açabiliyor hatta. Bütün bunlardan sıyrılmak için bir çare aradığımızda ise pek fazla şey bulamıyoruz. Çünkü ne zaman sağımıza solumuza baksak bizden beklentisi yüksek olan çevremizle ve hatta kendimizle karşılaşıyoruz. Aslında ihtiyacımız olan şey çok basit, sadece biraz dinlenmek. Sonuçta aşırı ısınmış bir motordan doğru düzgün iş bekleyemezsin değil mi... Şimdi gel beraber biraz rahatlayalım, ne dersin? Bu defa bir listeyle öylece baş başa bırakmayacağım seni, bazı arkadaşlarımın kendimce yorumlamalarını dilim döndüğünce sana da aktaracağım. Aslında olacak olan şey sen, ben ve şarkılar oturup sohbet edeceğiz; sen de istersen tabiki :) -Queen- Don’t Try So Hard: Bu yazıyı yazarken en temel taşımdı bu şarkı. Rahmetli Mercury sözlerini
öyle bir şekilde tasarlamış ki gerçek anlamda kendine ne kadar çok yüklendiğinin, artık biraz rahatlaman gerektiğinin farkına varıyorsun. “Sorunların dağ gibi göründüğünde, bazı cevaplar bulmak istediğinde, başka bir güne bırakabilirsin.” -Simon and Garfunkel- The Sound Of The Silence: Dinlediğinde otomatik olarak derin anlamlar yüklemeye başlayabileceğin bir şarkı bu, fakat gel gelelim seninle bunun için paylaşmadım bunu. Müziği görüp görebileceğin en rahatlatıcı müziklerden birisi olabilir, vokallerin tertemiz sesi bir anda gevşetecek seni emin olabilirsin. -Joe Walsh- Life’s Been Good -The Beatles- While My Guitar Gently Weeps -Anonim- Scarborough Fair: Eğer bulabilirsen enstrümantal halini, bulamazsan sözlü halini dinle sevgili okur. “Kulaklığı tak, tekrara ayarla, asla uyanmadan deliksiz bir uyku çek” tipinde bir parça. Dinle, dediğimi anlayacaksın. -Birsen Tezer- Balıkesir -Pentagram- Geçmişin Yükü -Bread- Guitar Man -Kıraç- Eşşeği Saldım -Flört- Bu Havalarda Dönme Bana -Styx- Boat On The River Bu kısmı bitirince bir süre bekle ve - eğer oluşmuşsazihnindeki sakinliği en derinlerine kadar hisset. Şu an buraya kadar okuduğun kısım senin konfor alanındı, biraz zamanı dondurmuş gibi düşün kendini. Şimdi diğer tarafa geçmeye hazırsan başlayalım mı? “Ayağa kalk ve mücadele et! Ayağa kalk ve ışığa bak, bulutları kenara iten. Ayağa kalk ve mücadele et! Ayağa kalk ve gökyüzüne bak, berraklaşan gökyüzüne.” (Turisas, 2012) “Bu sözler aynı şarkıdan mı?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Evet, sevgili okur. Bu sözler, bu şarkı safi cesaretin adına yazılmış. Ne zaman başım yere eğilecek gibi olsa, ne zaman bitkin hissetsem kendimi dinlediğim ilk şarkılardandır. Halihazırda hissettiklerimi ve hissetmek istediklerimi en güzel şekilde açıklar çünkü bana. Halihazırdaki bitkinliğimi çok net ve dürüst bir şekilde yüzüme vurur önce. Hemen ardından hiç beklemediğim bir anda o gaza getirici naka-
ratıyla dürtüsel bir şekilde “ayağa kaldırır beni.” Hani ilk kısımda bahsetmiştim ya “yol” diye, işte o yolu aydınlatmak için seni motive edecek kaynakları gerçekten ararsan öyle veya böyle bir şekilde bulabiliyorsun. Fakat şunu asla unutmaman gerekiyor, bu ışığın yolunu aydınlatabilmesi için önce bulutların çekilmesi gerekli. Buradaki bulutlardan kastım zihninin içerisindeki kasvet sevgili okur. Hani kaybettiğini zannettiğin cüzdanını her yerde arayıp bulamamaktan yakınırsın ama aslında tam da cebinde olduğunu fark etmezsin ya işte tam olarak onun gibi. Sana yolunu hatırlatacak ve beklentin, hedefin için mücadele etmeni sağlayacak güç ve ışık her zaman gözünün önünde sevgili okur. Yeter ki sen onu görebil; o her zaman seni bekliyor olacak. Şayet o gücü hissetmeye hazır hissediyorsan kendini, yolunda bu liste yoldaşlık edecek sana. Kendine çok iyi bak sevgili okur. -Pentagram- Sonsuz -AC/ DC- Let There Be Rock -Linked Horizon- Guren No Yumiya (Attack On Titan) -Yui- Again (Fullmetal Alchemist) -Steve Jablonsky- Autobots Reunite (Transformers) -League of Legends- Legends Never Die -Hans Zimmer- Epilogue (Crysis 2) -Howard Shore- The Ride of The Rohirrim -Tina Guo- The Gael (The Last of The Mohicans) Bu kısımda ne yazacağımı tam olarak karar verdiğim tarih olan 30 Ağustos, bu vatanın kaderini ve yolunu yalnız ve yalnız kendisinin çizebileceğini tescillediği yüce tarihtir. Kendi sıkıntılarını bir hiçe sayıp hayatlarını sırf bizler bugünleri yaşayabilelim diye destansı bir cesaretle süngülerin önüne atan kahraman ecdadıma adıyorum bu yazımı. Ruhları şad olsun... -Sabaton- Cliffs of Gallipoli -Ayten Alpman- Memleketim -Zülfü Livaneli- Yiğidim Aslanım “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” (Atatürk, 1927) Spotify: Atakan Yücel #42- Rahatlama #42- Motivasyon
FİLM KÖŞESİ
SOUL KITCHEN ( AŞKA RUHUNU KAT ) Kürşat Keşan Filmin Künyesi Yönetmen : Fatih Akın Oyuncular : Adam Bousdoukos , Moritz Bleibtreu , Birol Ünel , Anna Bederke Yıl : 1 Ocak 2010 Süre : 99 dk
müşteri çekebileceği anlamına gelmez. İşte Zinos’da bunu farketmiş olacaktı ki restoranında amatör bir grubun ücretsiz prova yapmasına izin verir. Zamanla bu grup ile birlikte onların dinleyicileri de gelir ve restoran ünlenir. Tüm bunlara rağmen Zinos’un zorlanarak yürüttüğü bir ilişkisi ve restoranının bulunduğu bölgeyi yavaş yavaş ele geçiren bir iş adamı vardır. Bir tarafta hedefleri bir tarafta ise hedeflerini tutturmak için atış yapacağı dartta bunların gerçekleşmeme ihtimali ya da başkalarının bu atışa etkisi vardır. Hayatta böyledir aslında karşımızda her daim bir hedef dartı vardır ve belirli bir mesafeden koşulları sağladıktan sonra atış yaparız. Hangi puanı alacağımız beklentimize bağlıdır. Atışı nasıl yapacağımız da ortama. Kendi çapında bir genişleme beklentisi olan biri büyük ihtimalle atış yapacağı mesafeyi kendi belirler ancak hedeflerimizi ve beklentilerimiz büyük ise bu mesafeyi başkaları belirler ve tek atış yapacak da biz olmayız. O ana kadar içinde bulunduğumuz durumda bir önceki beklentilerimizin ürünüdür. Sürekli nokta
“Müzik ruhun gıdasıdır.” Hepimiz bu sözü hayatımızın bir noktasında duymuşuzdur. Hatta bazılarımız daha da merak edip konu ile ilgili araştırmalara göz atmıştır ve sonuç olarak müziğin insanı etkisi altına aldığı, bazen olumlu bazen ise olumsuz duygulanıma aracı olduğu konusunda hem yaşayarak hem de gözlemleyerek fikir edinmiş oluyoruz. Başarılı yönetmen Fatih Akın’ın neredeyse her filminde gördüğümüz temaya bağlı kalarak kara mizah üretmeyi Soul Kitchen’da da görüyoruz. Filmde bu mizahı duyguyu sürekli yüzünüzde bir ifade olarak tutan da tam olarak müzik. Filme , işlettiği restoranda insanlara ucuz ve özensiz yemekler sunan ancak bir yandan da bu durumu hep değiştirmek istemiş Zinos ile merhaba diyoruz.Değişimin ilk adımını ise yeni bir aşçı alarak atıyor ve Shayn karakteri hayatımıza giriyor. Filmin yönetmeni Shayn karakterini ‘’ Dünyayı değiştirmeye çalışan Don Kişot.’’ Olarak tanımlıyor. Bu benzetme büyük ihtimalle Shayn karakterinin film boyunca bize hissettirdiği yemek ve sanatın bir ortak noktası olduğu görüşünden geliyor. Bunu Shayn’ın yemek sunumlarında da çok net görebiliyoruz. Ancak bir zamanlar özensiz ve iyi yemek yapmayan bir restorana iyi bir aşçı getirmeniz oranın artık çok
değiştiririz , koşullara ve mesafemize bağlı olarak. Beklentilerimiz aynı zamanda kimlik de sağlar bize. Çünkü bir beklentinin oluşması için önce hangi noktada durduğumuzu sonra da hangi noktada durmak istediğimizi bilmemiz gerekir. Kendi kimliğimizi tanımadan bir beklenti içine girmemiz zordur. Soul Kitchen , başka bir noktadan bizlere Zinos’un beklentilerinin değişimini anlatıyor. Öyle ya da böyle süren bir hayatın içinde ‘ bu böyle olmamalı ‘ denilişinin ardından gelen hayatın akışı ve bu akışta her noktada bize içinde bulunduğumuz durum ile ilgili duyguyu hissettiren müziğin birleşimi ile de bize her şeyi yaşayabileceğimizi ama her daim bir beklentimizin olması gerektiğini hissettiriyor. Keyifli seyirler diliyorum.
Beklenti Temalı İzlenebilecek Film Önerileri My Own Private Idaho : Gus Van Sant’ın yönetmenliğini yaparken Shakespeare’in 4. Henry ve 5. Henry oyunlarından esinlendiği devrik , tiyatral cümleler duyduğumuz film, Portland’ta sokaklarda yaşayan iki erkek seks işçisinin hayatlarına ve aralarındaki ilişkiye odaklanıyor. Mike , ailesi tarafından terk edilmiş ,narkolepsi (uyku) hastalığı olan sakin bir gençtir. Scott ise varlıklı bir ailenin oğludur. Ancak hayattan hiçbir beklentisi olmamasına rağmen Mike’ın ve sokakta beraber kaldığı insanların hayatını etkileyen biridir. Yönetmen: Gus Van Sant Oyuncular : River Phoenix , Keanu Reeves Yıl: 1991 Süre: 105 dk.
The Help : Eugenia Phelan, bir genç kadın olarak iyi eğitim aldığı okuldan mezun olmuştur ve diğer arkadaşları gibi evlenip, çocuk yapmak yerine kendine meslek edinmek ister. Bir yazar olmayı kafasına koyan genç kadın, yerel bir gazetede küçük bir köşe sahibi olur ancak ailesinin kendisinden beklentisi hiç de bu yönde değildir. Ev işlerinde püf noktalarını yazdığı bu minik köşe için en yakın arkadaşının hizmetçisi Aibileen’dan yardım ister ve böylece kendisini sıra dışı bir projeye başlarken bulur. Kitaptan uyarlanan film özellikle siyahi bireylere yönelik ayrımcılığın çok da öncede kalmadığını izleyiciye hatırlatıyor. Yönetmen : Tate Taylor Oyuncular: Viola Davis , Emma Stone , Jessica Chastain Yıl: 2011 Süre: 146 dk.
As Good As It Gets: Dışarıdan bakıldığında hayattan pek de bir beklentisi olmayan , yalnız ve obsesif bir yazar olan Melvin Udall’ın hayatı bir gün komşusu Simon’un saldırıya uğrayıp hastaneye kaldırılması ile değişir. Yalnız yaşayan bu adamın hayatına artık bir de komşusunun köpeği girmiştir ve Udall kendisi dışında mümkün olduğunca her şeyden nefret eden ayrımcı bir adamdır. Siyahi bireylerden , Yahudilerden , eşcinsellerden nefret eden bu adam bir anda kendini tüm bu insanların içinde bulur ve bir de aşık olur. Jack Nicholson ve Helen Hunt’a Oscar kazandıran film dönemin toplum yapısına da ışık tutmuyor değil. Yönetmen : James L. Brooks Oyuncular : Jack Nicholson , Helen Hunt , Greg Kinnear Yıl: 1997 Süre: 139 dk.
KAYNAKÇA “BEKLENEN” KADINLIK Akın, A., ve Demirel, S. (2003). Toplumsal cinsiyet kavramı ve sağlığa etkileri. C. Ü. Tıp Fakültesi Dergisi, 25 (4), Özel Eki, 73-83. Altıparmak, S., ve Eser, V. (2007). 15-49 yaş grubu evli kadınlarda yaşam kalitesi. Aile ve Toplum. Eğitim-Kültür ve Araştırma Dergisi, 3 (11), 29-33. Arpacı, F., ve Ersoy, A. F. (2007). Kadının çalışmasının ailenin yaşam kalitesine etkisinin incelenmesi. Aile ve Toplum. Eğitim-Kültür ve Araştırma Dergisi, 3 (11), 41-46. Bener, Ö., Günay, G. (2011). Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Aile İçi Yaşamı Algılama Biçimleri. TSA / Yıl: 15 S: 3, Aralık Günindi Ersöz, A. (2010). Türk Atasözleri ve Deyimlerinde Kadına Yönelik Toplumsal Cinsiyet Rolleri. Gazi Türkiyat Bahar 2010 / Sayı 6 Dinç Kahraman, S. (2010). Kadınların Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğine Yönelik Görüşlerinin Belirlenmesi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi, 3 (1), 30-35 Cengiz, A. (2013). Kadın Ruh Sağlığı ve Cinsiyet. Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi Antalya, 2013 AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Çiçek, B. ve Çopur, Z. (2018). Bireylerin Kadınların Çalışmasına ve Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Tutumları, International Journal of Eurasian Education and Culture, Issue: 4, pp. (1-21). İmamoğlu, O. (1993). “Değişen Dünyada Değişen Aile İçi Roller.” Kadın Araştırmaları Dergisi,1: 58-68. Terzioğlu, F. ve Taşkın, L. (2008). Kadının Toplumsal Cinsiyet Rolünün Liderlik Davranışlarına ve Hemşirelik Mesleğine Yansımaları. C.Ü. Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi. 12,2,62-67. KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN KEHANET – PYGMALİON ETKİSİ Demiralp, D. (2011). Söylenceden düşünebilme, Kıbrıs’lı Afrodit-Hesiodos’tan Proklos’a bir aşk ve güzellik tanrıçasının öyküsü. Laü sosyal bilimler dergisi 2 (2). Madran, H. A. D., (2004). Sosyal Sınıflandırma, Kişilerarası Beklentiler ve Kendini Doğrulayan Kehanet, İletişim Araştırmaları, 2(2), s. 3353. Özan, B., Gündüzalp, S. (2017). Pygmalion Etkisi ve liderlik. Munzur üniversitesi sosyal bilimler dergisi cilt 5, s. 9 ss. 69. http://www.kigem.com/negatif-dusunceleri-pozitife-cevirin.html Erişim Tarihi:14.09.2018 Saat: 15:24
EBEVEYNİNİN HAYALİNİ YAŞAYAN ÇOCUKLAR Çelik, Z. (2006). İlköğretim öğrencilerinin başarı güdüleri ve ana baba beklentilerine ilişkin algıları. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. Dağgül, H. C. (2016). Okul Öncesi Dönem Çocuklarının Öz Düzenleme Becerileri İle Ebeveynlerin Çocuk Yetiştirme Stilleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi (Master’s thesis, Eastern Mediterranean University (EMU)-Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ)). Tezel Şahin, F. ve Cevher, F. N. (2007). Türk toplumunda aile-çocuk ilişkilerine genel bir bakış. ICANAS 38 (38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara. Özbiler, Ş. (2018). Annelerin çocuklarına ilişkin akılcı olmayan inançlarının incelenmesi Turkish International Journal of Special Education and Guidance & Counselling (TIJSEG) ISSN: 1300-7432, 6(2). BEKLEMEKTEN VAZGEÇMELİ Mİ? Ayturan, A. (Nisan, 2011). William Shakespeare / Kendimi her zaman mutlu hissederim. Erişim Tarihi: 6 Eylül 2018, https://bilgiotu.com/william-shakespeare-kendimi-her-zaman-mutlu-hissederim/. Arslan, E. (Temmuz, 2018). Beklenti psikolojisi. Erişim Tarihi: 8 Eylül 2018, http://www.newspdr.com/yazarlar/psk-dan-engin-arslan/beklenti-psikolojisi/107/. Karakan, B. (2018). Olacakları düşüncelerle çağırmak: Pygmalion etkisi. Erişim Tarihi: 6 Eylül 2018, https:// www.guncelpsikoloji.net/sosyal-psikoloji/olacaklari-dusuncelerle-cagirmak-pygmalion-etkisi-h6236. html. Yağız, C. (Kasım, 2011). Beklentisizliğin mucizevi gücü. Erişim Tarihi: 5 Eylül 2018, http://www.gayet. net/magazin/yazi/100/Beklentisizligin-Mucizevi-Gucu-. Şimşek, H. (Mayıs, 2013). Ceviz ağacı ile Yunus’un hikâyesi. Erişim Tarihi: 9 Eylül 2018, http://benimbencerem.blogspot.com/2013/05/ceviz-agac-ile-yunusun-hikayesi.html. BEKLENTİ VE SAĞLIK ÜZERİNE Affleck, G., Tennen, H., Zautra, A., Urrows, S., Abeles, M., & Karoly, P. (2001). Womens pursuit of personal goals in daily life with fibromyalgia: A value-expectancy analysis. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 69(4), 587-596. doi:10.1037//0022-006x.69.4.587 Bruce, J., Thornton, A. J., Powell, R., Johnston, M., Wells, M., Heys, S. D., . . . Scott, N. W. (2014). Psychological, surgical, and sociodemographic predictors of pain outcomes after breast cancer surgery: A population-based cohort study. Pain, 155(2), 232-243. do-
i:10.1016/j.pain.2013.09.028 Carver, C. S., Scheier, M. F., & Segerstrom, S. C. (2010). Optimism. Clinical Psychology Review,30(7), 879-889. doi:10.1016/j.cpr.2010.01.006 Hohlstein, L. A., Smith, G. T., & Atlas, J. G. (1998). An application of expectancy theory to eating disorders: Development and validation of measures of eating and dieting expectancies. Psychological Assessment, 10(1), 49-58. doi:10.1037/1040-3590.10.1.49 Janzen, J. A., Silvius, J., Jacobs, S., Slaughter, S., Dalziel, W., & Drummond, N. (2006). What is a health expectation? Developing a pragmatic conceptual model from psychological theory. Health Expectations, 9(1), 37-48. doi:10.1111/j.1369-7625.2006.00363.x Kirsch, I. (2004). Conditioning, Expectancy, and the Placebo Effect: Comment on Stewart-Williams and Podd (2004). Psychological Bulletin, 130(2), 341-343. doi:10.1037/0033-2909.130.2.341 Kirsch I. (1999). Response expectancy: an introduction. In: Kirsch I (ed.) How Expectancies Shape Experience. Washington, DC: American Psychological Association, 3–13. doi:10.1037/10332-000 Peters, M. L., Sommer, M., Rijke, J. M., Kessels, F., Heineman, E., Patijn, J., . . . Kleef, M. V. (2007). Somatic and Psychologic Predictors of Long-term Unfavorable Outcome After Surgical Intervention. Annals of Surgery, 245(3), 487-494. doi:10.1097/01. sla.0000245495.79781.65 Ronaldson, A., Poole, L., Kidd, T., Leigh, E., Jahangiri, M., & Steptoe, A. (2014). Optimism measured pre-operatively is associated with reduced pain intensity and physical symptom reporting after coronary artery bypass graft surgery. Journal of Psychosomatic Research, 77(4), 278-282. doi:10.1016/j.jpsychores.2014.07.018 Rotter, J. B. (n.d.). The Clinical Measurement of Personality. Social Learning and Clinical Psychology., 243-334. doi:10.1037/10788-008 Singh, J. A., O’Byrne, M. M., Colligan, R. C., & Lewallen, D. G. (2010). Pessimistic explanatory style. The Journal of Bone and Joint Surgery. British Volume, 92-B(6), 799-806. doi:10.1302/0301-620x.92b6.23114 Stewart-Williams, S. (2004). The Placebo Puzzle: Putting Together the Pieces. Health Psychology,23(2), 198-206. doi:10.1037/0278-6133.23.2.198 DAVRANIŞSAL EKONOMİ VE BEKLENTİ Jureviciene, D., & Ivanova, O. (2013). Behavioural finance: theory and survey. Mokslas: Lietuvos Ateitis, 5(1), 53. Ariely, D. (2008). Predictably irrational: The hidden forces that shape our decisions. New York, NY: Har-
per Collins. Thaler, R. H. (1997). Irving Fisher: modern behavioral economist. The American economic review, 87(2), 439-441. Lin, T. C. (2010). A Behavioral Framework for Securities Risk. Seattle UL Rev., 34, 325. Earl, P. (1990). Behavioural economics. Edward Elgar Publishing. Loewenstein, G. F., Weber, E. U., Hsee, C. K., & Welch, N. (2001). Risk as feelings. Psychological bulletin, 127(2), 267. Hanish C. Lodhia (2005) “The Irrationality of Rational Expectations – An Exploration into Economic Fallacy”. 1st Edition, Warwick University Press, UK Kahneman, D., & Tversky, A. (2013). Choices, values, and frames. In Handbook of the Fundamentals of Financial Decision Making: Part I (pp. 269-278). Eğilmez, M. (2014, Haziran 3 ) İrrasyonel Beklentiler Teorisi [Blog yazısı] http://www.mahfiegilmez. com/2014/06/irrasyonel-beklentiler-teorisi.html Rosenthal, R. (1973). On the Social Psychology of the Self-fulfilling Prophecy. Further Evidence for Pygmallaneffect and Their Mediating Mechanisms. MSS Modular Publications. Thaler, R. H., & Ganser, L. J. (2015). Misbehaving: The making of behavioral economics (p. 358). New York, NY: WW Norton. Lewis, M. (2016). The undoing project: A friendship that changed our minds. WW Norton & Company. BEKLENTİ ÖRÜNTÜSÜ Çetrez İşcan, G., Malkoç, A. (2017). Özel gereksinimli çocuğa sahip ailelerin umut düzeylerinin başa çıkma yeterliği ve yılmazlık açısından incelenmesi. Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 7 (1), 0-0. Retrieved from http://dergipark. gov.tr/trkefd/issue/27304/287426 Çiftçi Tekinarslan, İ. (2010). Aile eğitimi. Özel Eğitim, 91-109. Patterson, J. M. (2002). Integrating family resilience and family stress theory. Journal of marriage and family, 64(2), 349-360.