PsiNossa 38 - Mayıs 2018

Page 1


Genel Sekreter Arzu Hamurcu Nuh Naci Yazgan Üniversitesi arzuhamurcu@tpocg.net Editör Emel Emre Hasan Kalyoncu Üniversitesi emelberra1@gmail.com Yazar Büşra Kul Ankara Üniversitesi busrakkul@gmail.com Yazar Zehra Gülser İzmir Katip Çelebi Üniversitesi zehraagulserr@gmail.com Yazar Merve Paltacı Uludağ Üniversitesi merve.paltaci96@gmail.com Yazar Esra Gün Çağ Üniversitesi esragunn18@gmail.com Yazar Burcu Çakmak İstanbul Gelişim Üniversitesi cakmakbburcu@gmail.com Yazar Vecettin Sırlan Lefke Avrupa Üniversitesi Sirlanvecettin@gmail.com Çevirmen - Tartışma Köşesi Öykü Topaloğlu Kadir Has Üniversitesi oyku.topaloglu@hotmail.com

Çevirmen - Tartışma Köşesi Narin Sezen ÖzyeğinÜniversitesi narin.sezen@ozu.edu.tr Röportaj Yazarı Zeynep Doğan İstanbul Şehir Üniversitesi zeynepdogan98@std.sehir.edu.tr STK Yazarı Merve Ulusoy Acıbadem Üniversitesi Merve.ulusoy@live.acibadem.edu.tr Film Köşesi Yazarı Özer Koç Orta Doğu Teknik Üniversitesi koc.ozer.97@gmail.com Kitap Köşesi Yazarı Esra Bayısın İzmir Ekonomi Üniversitesi esraabayisinn@gmail.com Müzik Köşesi Yazarı Fulya Akıncı KTO Karatay Üniversitesi fulyaakinci@hotmail.com Ayın Farkındalıkları Nurullah Talha Aybey Bahçeşehir Üniversitesi naybeyy@gmail.com

Çizer Şeyma Kara Işık Üniversitesi seyma.kara@isik.edu.tr Konuk Yazar Cem Doğan Mezun Köşesi Didem Cengiz


VARLIĞIMIZDAN HABERDAR MIYIZ?

ÖZGÜRCE VAROLUYOR MUYUZ?

ENGELLERİN FARK ETMEDİĞİ – AYIN FARKINDALIKLARI

VAROLUŞÇU YAKLAŞIM VE MASLOW

RÖPORTAJ - DOĞAN KÖKDEMİR

İNSAN ÖZÜNDE İYİ MİDİR KÖTÜ MÜDÜR?

KONUK YAZAR – İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

MEZUN KÖŞESİ – ARADIĞINI BULMAK

KİTAP KÖŞESİ «BULANTI»

FİLM KÖŞESİ «YEDİNCİ MÜHÜR»

MÜZİK KÖŞESİ



Merhaba Sevgili Okur; Bahar mevsiminin getirdiği coşkunun etkisi ile içimizden taşan ne varsa döktük yazılarımıza… Varlığımız bize ne ifade ediyor? Gerçekten var mıyız yoksa tamamen kurguladığımız bir dünyada mı yaşıyoruz? Kendimizi tanıyor muyuz? Var olduğumuzu düşündüğümüz bu dünyada iyi miyiz kötü müyüz? İyilik ve kötülük içinde yaşadığımız bu dünyada kendimizi ne kadar tanıyoruz? Ölmek hiç aklımızdan geçmedi mi? Sahi bütün bu soruları ya da sadece birini en son ne zaman düşündünüz? Siz bu sorulara cevap ararken yazarlarımız birbirinden güzel yazıları ile ışık tuttu yaşamlarımıza. Gelin bizi kendi hayatımızı sorgulatan yazıların içinde beraber gezinelim… İlk editör yazımın heyecanı bana PsiNossa’yı ilk tanıdığım, ilk elime aldığım günü hatırlatıyor. Sayfalarını heyecanla karıştırırken birbirinden güzel yazıların içinde kaybolduğumu hissetmiştim. O kaybolmuşlukla boğuşurken aklımdan geçen en güzel şey “Evet, burada olmalıyım, bu dergide benim de yazım olmalı.” düşüncesiydi. İlk başvuru, ilk yazı, ilk heyecanlar derken yeni bir “ilk”le buradayım. Yazarlık sürecim boyunca harika insanlar kazandım. İlk yazımı yazmam için bana cesaret veren Edanur Tunca’ya, sabırla bildikleri her şeyi, ekip olmayı, kardeşliği bana öğreten, desteklerini esirgemeyen Ayşenur Avcı, Selin Cennet Gülmez, Arzu Hamurcu, Burak Bahadır Akın, Özge Karakaş başta olmak üzere, Merve’ye Zeynep’e Ezgi’ye Büşra’ya Fulya’ya Serap’a Elif’e Vera’ya Ilgın’a Halil’e Sena Ezgi’ye Zehra’ya Özer’e teşekkürü borç bilirim. Kasım 2014’ten itibaren birbirinden özel insanlarla varlığını devam ettiren PsiNossa bu ay yeni ekibi ile tanıştı. Emanetlerine en iyi şekilde bakacağımıza söz veriyoruz.

Emel Emre


VARLIĞIMIZDAN HABERDAR MIYIZ? Esra Gün “Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıp gidiyor içimde; dokunmuyorum, bırakıyorum gitsinler. Sözcüklere bağlı kalamadığım için düşüncelerim çoğu zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde beliriyor, sonra kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.” demiş Jean Paul Sartre(1981). Şimdi çok değil son bir saatinizi düşünün, neler geçti zihninizden ve ne kadarı döküldü kelimelere? Gün içinde kaç kez ‘ben’ diyerek başladınız cümlelere? Sahi ben demişken ‘biz’ aslında kimiz özümüzde. İsimler mi ya da sıfatlar mı bizi tanımlayan? Birilerinin enleri midir bizi biz yapan ya da kimlerin hiçliğindeyiz? Ölümden başka hakikat var mıdır? Ya da durun daha bilindik bir soruyla başlayalım; Yaşadığımız bu hayatın bir anlamı var mı? Tüm bu soruların cevabı hepimizi bilindik bir noktaya çekiyor; Varoluş ve öz kavramlarına. “Varoluş ve öz hakkındaki tartışmalar Antik Yunan idealizminden günümüze kadar yapıla gelmiştir. Tartışmaların yürütüldüğü dönemlere bağlı olarak da, varoluş ve öz kavramları farklı anlamlar kazanmışlardır. Varoluş, olmakta olan somut, bireysel varlıklara karşılık gelirken, öz, bu varoluşlardaki kalıcı değişmez, akılla bilinebilen biçim veya doğa olarak gerçekliği niteleyecek biçimde tarihsel süreçte farklı anlamlar kazanmıştır” (Coşkun, 2013, s. 112). Varoluş ve öz sorunsalı insanın kendini, doğayı ve evreni anlama ve açıklama kaygısı temelinde ortaya çıkar. Bahsi geçen kaygı ise insanın özgür ve sorumluluk sahibi olmasıyla doğru orantılıdır. Varoluşçuluk öğretisine göre evrende kendi varlığını kendi yaratan tek varlık insandır ve insandan başka tüm varlıklar varoluşlarından önce yaratılmışlardır.Daha açık bir deyişle, ağaç ağaçlığını kendisi yapamaz, ama insan insanlığını kendisi yapar (Geçtan, 1974). Yaşamı anlamlı kılan insanın kendisidir. Varoluşçu yaklaşıma göre insana bu doğrultuda yön verecek tek kişi de yine insanın kendisidir. ‘Öyleyse özgürüm’ demek için o kadar da acale etmeyin. Çünkü bahsi geçen özgürlük insanın sorumluluklarını alabildiği kadardır. Sahip olduğumuz sorumluluklar bize beraberinde ‘ Varoluş Anksiyetesi’ ni de getirir. Çünkü kaygı sorumluluk duymaktır. Denir ki insan haricindeki her varlık çevresinden haberdardır, insan ise haberdar olduğundan da haberdardır. Yaşamın bir gün sona ereceğini bilen insan, bu sonun getirdiği hiçlik duygusunda varoluşunun kaygısını yaşar.Eğer bir gün öleceksek hayatımızı ne kadar anlamlı yaşıyoruz? Heidegger felsefesinde, kendisinin farkında olan insanın varoluşu daha anlamlı kılınır hatta Dasein’ın varoluş anlayışı, hakkında kaygı ve endişe duyduğu edimlerde ortaya çıkar. İnsan egzistansı bu kaygı ve endişelerle yaşar; çünkü hayat dayanılması ya da katlanılması güç bir şey olarak önündedir (Karabulut, 2014) . Artık hepimiz dünyada olduğumuza göre ve varolduğumuzdan haberdar olduğumuza göre kendimiz için sonun başlangıcında değil miyiz? Tam da bu noktada değinmek istediğim şey varlığımızın özüyle ilgili kavramaya çalıştığımız anlam. Eğer varsak ve özümüzü bulma çabasındaysak, özümüzü bulduğumuzdan nasıl emin olucaz? Madem insanın biricikliğinden bahsediyoruz o halde özümü bir biz bilebiliriz.Varlığımızın anlam bulduğu noktada elde ettiğimiz doyum da sorumluluklarımız çerçevseinde bizi ilgilendirecektir. Ancak bunu yaparken Heidigger’e göre ‘ Dünyanın içinde olma’ nın berberinde getirdiği ‘ Bir olmak’ kavramını da atlayamayız.


İnsan kendinden sorumludur denildiğinde , amaç onun yalnız öznel kişiliğinden sorumlu olduğu değil, bütün insanlardan sorumlu olduğudur diyen Sartre insanın evren içindeki biçimini belirleyerek varoluş akımının öznellikle suçlanmasına karşı savunmada bulunmuştur (Gençtan, 1974). Ergenlik yıllarımda hepimizin sorduğu bir soruyu hayal edin şimdi ‘ İyi de bu dünyaya gelmeyi ben istemedim ki’. Varoluşçu görüşe göre bu sorunun hiçbir anlamı olmayacaktır. Çünkü dünyaya gelişimiz konusunda kendi isteğimiz sorulmamış olsa bile, varlığımızla ilgili ne yapacağımız bizim sorumluluğumuzdadır. Varlığınızın özünü keşfetmeye çalışıyorsanız o halde bunun için doğru kaynağı size gösterecek birilerini aramayın. Sokrates’in de dediği gibi ‘önemli olan içimizde saklı olan doğru bilgiyi, doğru bir yöntemle açığa çıkarmaktır yani doğurnaktır’. Artık haberdar olduğumuzdan da haberdarsak geriye bir tek soru kalıyor; Özümüzde varolan bilgiyi orataya koyduğumuzdan haberdar mıyız?


ÖZGÜRCE VAR OLUYOR MUYUZ? Burcu Çakmak Kainat varlık ve yokluk üzerine kurulmuş temel bir dengeden ibarettir. Varlığın var olması, bilinebilirliği açıkça ortadayken; yokluğun hiçliği, bilinmezliği, uçsuz bucaksızlığı korkutur belki de insanı. Düşünebilen, üreten, anlayabilen, algılayabilen bir varlık olan insanın içi bilmediklerinden, anlayamadıklarından veya özünde varlığını idrak edemediklerinden ürperir. Bu hepimiz için böyle olmalı. Küçük bir çocukken, öcülerden, büyüdüğümüzde büyülerden ve bir çok metafizik olgusundan korkuyor olmamız da bu sebepten dolayı diye düşünüyorum. Var olan vardır ve bunu hissedebiliriz. Peki varlığına inandığımız fakat bilemediklerimiz ne olacak? 

 Her insan bir şeylerin varlığına veya yokluğuna inanmak ister. “Ben şunun böyle olduğuna inanmıyorum’’ cevabı bile aslında bir inançtır. Kimin neye inandığına göre şekillenir varlık, varoluş, özgürlük. Bir yaratıcı olduğuna ve sonunda mükafatlandırılacağına inananlar sıkı sıkıya ölümden sonra hayatın varlığına inanırlar mesela. Çünkü yıllarca yaşamış, varlığını sürdürmüş benliğin yok olacağı düşüncesi korkutur insanı. Yokluğun üstesinden ancak inançlarının varoluşuyla gelebilir. Kimileri sıkı sıkıya bağlanır bir lidere çünkü lider ne derse o olacaktır, olmalıdır. Bundan dolayı bir zümreye, topluluğa, sınıfa ihtiyaç vardır. Her birey yaşamını olağan şekilde sürdürebilmek için bir topluluğa ait olmalıdır. Çünkü ne olursa olsun yaşananlar bir tek onun başına gelmeyecektir. O bir toplumda yer edinmiştir ve eğer yokluk varsa bu herkes için vardır. Herkes yokluğun ne demek olduğunu yaşayacaksa bu olağandır ve korkulacak hiçbir şey yoktur. Yalnızlık tıpkı yokluk gibi varlığı tehdit eder, sinsi sinsi ilerler ve en sonunda varlığı, inançları, insanın özünü yok eder. Tüm bunlar varoluş savaşıdır insanoğlu için. Var olmak, bir varlık olarak yaşamını devam ettirmek. Kimileri buna kendini bulmak, kimileri benliğini yaratmak, kimileri sonsuzluğa kazınmak diyebilir. Aslında tüm bu mücadele varlığın var olduğunu kanıtlamak içindir. Özünü bulmaksa belki de daha kolay gelir. Sartre’a göre “varoluş özden önce gelir”. Buna göre varlık bir şekilde var olursa özü kendiliğinden oluşacaktır. Peki ya tüm yaşamı boyunca varoluş savaşı veren ve prangalarından kurtulmak isteyenler için varoluş özgürlükten önce mi gelmektedir? Bir varlığın özgürlüğü toplumdan ne kadar bağımsız olabilir? İnsanoğlu özgürce var olabilir mi? Belki de varoluş varlığımızın daha farklı yönlerini keşfetmeye çıktığımız uzun bir özgürlük yolculuğudur. Varoluşu itibariyle insanın diğer varlıklardan farklı bir potansiyele sahip olduğu bilinmektedir. İnsanoğlu başta kendisi olmak üzere bütün bir varlıklarla etkileşim içerisinde bulunan ve bu etkileşimsel ilişkiyi tarihsel düzlemde ifade edebilen tek varlıktır (Işık, 2014). ‘‘Varoluşçuluk, genel çizgileriyle bir taraftan bireyin varoluşunu hareket noktası olarak kabul eden bir varlık felsefesi iken, diğer taraftan da bu kişinin dünya içindeki yer alışlarını, başkaları ve toplum karşısındaki yerini ve değerini anlamaya çalışan, onun eylemlerinin temelindeki sorumluluğunu şiddetle hisseden bir etik ve değerler felsefesi (Gürsoy, 1987) olarak görülebilir’’ (akt. Bender, 2009, s.24). Temel sorun, bir anlamda “İnsanoğlu bu dünyada tek başına nasıl benliğini bulabilir ve yaşayabilir?” sorusuna yanıt aranmasıdır. İnsanın varoluşunun özgürleşme süreciyle nasıl bağlantı kurduğu, varoluşun toplumdan soyutlanarak gerçekleştiği veya toplumla şekillendiği gibi düşünce ayrılıkları da bu sorulara bulunan cevaplar üzerinden vücut bulmuş olabilirler. 
 Özgürlük arayışı, kendini gerçekleştirme düşüncesi ilk çağlardan günümüze kadar insanoğlunun üzerine en fazla kafa yorduğu fikir akımlarından olmuştur. Yoksa onca savaş, yeni yerlerin keşfi, uzayda yapılan çalışmalar, Mars’ta su arama telaşı neyden kaynaklanıyor olabilirdi? İnsan, hemcinsleriyle bir arada yaşama çabası içinde olan aynı zamanda tek başına var olmak isteyen bir yapıdadır. Bolay’a göre özgürlük; failin serbest olabilmesi, bağımsız olabilmesi, etki altında kalmaması, seçme gücüne ve imkânına sahip olabilmesi, kendi iradesi ile karar verebilmesi gibi bir fiilini yapma veya yapmama hususunda tam bir özgür iradeye sahip olabilmesi şeklinde tanımlanmıştır (Şimşek, 2014). Özgürlük serbest olma olarak tanımlanmışken bu serbestlik anlayışı kişiden kişiye farklı yorumlanmış olmalı ki çağlar öncesinden itibaren köleler sahiplerinin mülkü haline gelmiştir. Peki bu kuralları sizce kimler koymuş olabilir? Her canlı tek başına doğup öldüğünde tek başına gömülüyorken kimilerine böylesine büyük anlamlar nereden yüklenmiş olmalı dersiniz? Elbette içinde yaşanılan toplumun ta kendisinden.


Özgürlüğün toplumdan ayrışamayacağı her yüzyılda kendisini bir şekilde ortaya koymaktadır. Bir dönem köle-sahip, bir dönem siyahiler-beyazlar, bir dönem lider-halk, bir dönemse halk-halk. Elbette birey için özgürlüğünün başladığı yerde diğer bireyler için sınırlamalar da ister istemez kendini var edecektir ama özgürlük yaşama geçirilirken farklı uygulamalarla birlikte farklı anlamlar da kazanmaktır (Demir, 2017). ‘‘Dostoyevski ‘Yeraltından Notlar’ isimli eserinde insanın varoluş mücadelesinde her şeyi göze alabildiğini ve önüne çıkan bütün engellere kafa tutabilme potansiyeline sahip olduğunu ‘Her kim olursa olsun, insan her zaman ve her yerde çıkan ve aklın emrettiği gibi değil, canının istediği gibi davranmayı ister. Kendi isteklerimizin ve kişisel çıkarlarımızın tümüyle ters yönünde olması da mümkün olabilir. Sınırsız ve özgür bir irade, anlamsız da olsa kendine özgü bir kapris, bazen bir kışkırtmayla çılgınlığa götüren ama yine de yalnızca kendi sahibinin emrinde olan bir düş gücüdür.’ sözüyle ifade etmektedir’’ (Işık, 2014, s. 115). Buradan da anlaşılacağı üzere varoluş mücadelesinde, özgürlüğün çetin savaşlar sonucu kazanıldığını görmemiz mümkündür. Özgürce var olabilmek amiyane bir tabirle her baba yiğidin harcı değildir. 
 Bir fikir, bir hayat, bir kadın, bir çocuk... Meseleye hangi örneklem üzerinden yaklaşırsak yaklaşalım, hiçbirinin varoluşu toplumdan bağımsız değildir. Ortaya atılan bir fikir veya yenilik çürütülmek için binlerce karşıt görüşe maruz kalırken, bir hayat sırf birileri öyle istiyor diye filler tepinirken çimenler gibi solarken, bir kadın iş yerinde sırf terfi alamasın diye mobbinge maruz kalırken veya özgür iradesiyle boşanmak istediği için sokak ortasında katledilirken özgürce var olabilmekten kim bahsedebilir? Peki ya savunmasız, belki de kendini anlayabilmenin, özünü bulabilmenin, var olmak üzerine ilk fikirlerin filizlendiği küçük bedenlere yapılanlar ne kadar toplumdan bağımsız var olabilmeyi destekliyor? Şöyle biraz haber sayfalarında gezindiğinizde, bir kaç istatistik raporu incelediğinizde Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, ‘‘2017 yılında 409 kadın cinayeti işlendi, 387 çocuk cinsel istismara uğradı ve 332 kadına cinsel şiddet uygulandı’’ verilerine hiç zorluk çekmeden ulaşabileceksinizdir. Özgürlük senin adına ne savaşlar veriliyor, belki de çok anlamlı olacaktır burada. Postmodernizmin en önemli temsilcilerinden biri olan Zygmunt Bauman, “Özgürlük” adlı eserine başlarken “Dilediğinizi ifade edebilirsiniz, burası özgürlükler ülkesi.” cümlesini kullanmaktadır. Bauman’a göre bizim için özgürlük, soluduğumuz hava gibidir. Kalabalık bir odada nefes almakta zorluk çektiğimiz durumlar haricinde havanın ne olduğunu anlamlandırmak için zaman harcamayız. Gerisinde yatan mücadeleleri görmezden gelerek, özgürlüğü bir çırpıda kendi dünyamızın soyutlukları içine yerleştiririz. Değiştirilebildiği halde her zaman var olan evrensel bir kavram olarak görürüz. Aslında özgürlük, insanlığın evrensel bir koşulu olmaktan uzak, tarihsel ve toplumsal bir yaratımdır (Orbay, 2018). Tüm bu gerçeklikler yüzünü ayna gibi bize dönmüşken hala varoluşunu özgürce, kendi iradesiyle ve toplumdan soyut bir şekilde gerçekleştirebildiğini iddia eden var mıdır? Var ise onları canı gönülden tebrik ediyorum. Ve biz özgürce var olamayanlar, üzülmenin hiç bir anlamı yok. Yapılan çalışmalara göre Mars’ta su bulundu, Mars’a yolculuk isimli biletler satılmaya başlandı. Burada varoluşumuzu özgürce, hür irademizle gerçekleştiremedik belki ama orada özgürce var olabiliriz. Ne dersiniz? G. Berkely için "Özgürlük; düşlerde değil, kendi kendimize yükselttiğimiz çitlerin ardındadır". Bir gün çitleri geçip özgürce var olabilmek üzere... Ve söylemeden geçemeyeceğim gökyüzüne bakın. Belki varoluş oralarda bir yerlerde saklıdır. Gökyüzü güzeldir. Hür kalın!


ENGELLERİN FARK ETMEDİĞİ Talha Aybey 4,882,841. Bu yılki talihlinin kazanacağı piyango ya da popüler bir müzik videosunun günlük izlenme sayısı değil, Türkiye'de yaşayan engelli birey sayısı neredeyse 5 milyon. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre dünya nüfusunun %15'i yani yaklaşık 1 milyar insan doğuştan, kaza sonucu veya yaşla gelişen engellerle hayatını sürdürüyor.En büyük azınlık olan engelli nüfusun Türkiye'de yaklaşık %57'sini kadınlar ve %43'ünü erkekler oluşturuyor. İstihdam, konutlar, kamu alanları ve alışveriş mekanlarında sayısız sorunlarla karşılaşan engelli bireylerin yüzdeleri de ne yazık ki oldukça fazla. Daha fazla veri ve istatistik sunmadan, cadde ve sokaklarda en son ne zaman engelli bir birey gördüğünüz, bu milyonlarca insanla günlük yaşantımızda neden bu denli az karşılaştığımız üzerine düşünmeliyiz. Bize bu düşünce etkinliğinde yardımcı olacak Dünya Engelliler Haftası her yıl 10-16 Mayıs tarihleri arasında 156 Birleşmiş Milletler üyesi ülke tarafından, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü dışında bütün bir hafta olarak kutlanmaktadır. 10 Mayıs’ta yapılan açılışın ardından diğer günler sırasıyla görme engelliler, işitme ve konuşma engelliler, ortopedik engelliler, zeka engelliler, güçsüz yaşlılar ve muhtaç çocuklar günleri olarak kararlaştırılmış olup son gün 16 Mayıs’ta Dünya Engelliler Haftası genel bakış ile bitirilmektedir. Bu haftada kutlamalar, müzik dinletileri, farkındalık yürüyüşleri gibi sayısız görünürlük ve eğlence etkinlikleri düzenlenmektedir TDK karşılığı ''doğuştan veya sonradan meydana gelen hastalıklar, sakatlıklar (vücudun görsel,işlevsel,zihinsel,ruhsal farklılıkları) öne sürülerek, toplumsal - yönetsel tutum ve tercihler sonucu yaşamın birçok alanında kısıtlanan, engellerle karşılaşan kişi'' tanımıyla belirtilir engelli ifadesi ancak mevcut engelden öte asıl engelin toplum ve yönetim mekanizmalarının tutumu olduğunu görmek çok da zor değil. Başlı başına hayli zor ve kısıtlayıcı olan engeller, birine bağımlı yaşamayı getirmez, getirmemelidir! Bağımlılık belki bilerek belki hiç farkında olmadan ''en büyük azınlığın'' yaşam standartları ve haklarını koruyup gözetemeyen bizlerin kötü bir hediyesidir. Hepimizin bu ağır faturayı her an her yerde ödeyen bireyler adına yapacak bir şeyleri, söyleyecek bir sözü var. Bu Mayıs, Dünya Engelliler Haftası'nda en azından ''Farkındayız, yanınızdayız.'' diyerek dünya genelinde belki de tarih boyunca görmezden gelinen bu güçlü bireylerden kendi adımıza özür dileyebiliriz.İnsanları engellerin ayıramadığı, engellerin fark etmediği bir dünya dileğiyle…


AYINFARKINDALIKLARI 1 Mayıs

Dünya İşçi Bayramı

7 Mayıs

Haldun Taner’in Ölüm Yıl Dönümü

10-16 Mayıs

Dünya Engelliler Haftası

13 Mayıs

Türk Dil Bayramı

17 Mayıs

Nurullah Ataç’ın Ölüm Yıl Dönümü

18 Mayıs

Faruk Nafız Çamlıbel’in Doğum Yıl Dönümü

19 Mayıs

Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı

28 Mayıs

Edip Cansever’in Ölüm Yıl Dönümü


Varoluşçu Yaklaşım ve Maslow Vecettin Sırlan Varoluşçu yaklaşım insanın özgün ve biricik olma özelliğini hiçe sayıp insanı nesne gibi ele alan öğretilere karşı bir tepki olarak doğmuştur. Varoluşçu yaklaşımın insana bakışı Psikanalitik ve Davranışsal yaklaşımlara göre farklıdır. Bu yaklaşımlara göre insan, bir kişilik kuramı etrafında incelenemez çünkü Varoluşsal psikolojide insan bir masa gibi tanımlanamaz bir varlıktır. İnsanın geçmişi veya dürtüleri Varoluşçu yaklaşımına göre çok önemli değildir. Bu yaklaşıma göre bir insanın sorunları geçmişi ya da biyolojik yapısını kurcalayarak halledilemez. Bireyin yaşam yollarını özgürce seçip sorumluğunu üstlenmesi gerekir. Evrendeki tüm varlıklarda öz varoluştan önce gelir fakat insanda varoluş özden önce gelir. Kendi varlığını yaratan tek varlık insandır. Örnek verecek olursam kalem veya bir silgi kendi varlığını kendisi yapamaz bunlar varoluşlarından önce yaratılmışlardır ama insan insanlığını kendi yaratır ve nasıl yaratırsa öyle yaşamaya devam eder. İnsan tercihlerini kendi seçer ve değerini kendi belirler. İnsana yol gösterecek tek varlık yine insandır. Bu sebeple insan özgürdür ve böylece kendi varoluşunu kendi gerçekleştirir (Topses, 2012). Peki gerçekten özgür müyüz? Gerçekten de tercihlerimizi biz mi belirliyoruz? Bu sorulara cevap aradığım zaman aklıma Andy De Emmony'nin yönettiği God on Trial filmi gelir. Türkçeye çevirisi Ölümün Soluğu diye yapılan film, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Kamplarında bulunan birkaç Yahudi mahkumun hikayesini anlatıyor. Auschwitz'de dökük bir barakada bulunan bu mahkumlar, gaz odalarına götürülüp götürülmeyecekleri belirsizliğini yaşarken aynı zamanda içerisinde bulundukları bu durum onları varoluş amaçlarını da sorgulamaya iter. Yahudi mahkumlarından Lieble'nin anlattığı hikaye savaşlar karşısında insan canının ne kadar önemsiz olduğunu gösterirken özgürlük kavramını bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. Şöyle diyor Lieble: ‘‘İnfaz birlikleri köyümüzü bastı ve çocukları bizden aldılar. Benim üç oğlum vardı yaşasaydı en büyüğü şu an yedi yaşında olacaktı. Çocukları kamyona bindirdiler. Peşlerinden koştum ve bağırdım. Lütfen oğullarımı verin! Oğullarımı verin! Subaylardan biri sesimi duyunca aracı durdurdu hangileri senin diye sordu. Üç oğlumu da gösterdim. Subay sana ne yapacağını söyleyeyim dedi. Çocukları göstererek birini seç, sadece birini seç ve yanına al dedi. Subayı duyan çocuklar öyle korkmuşlardı ki ellerini uzatıp ağlayarak beni seç diye bağırıyorlardı.’’ Varoluşçu yaklaşım, her zaman bir seçimimizin olduğunu söyler. Peki bu durumda Lieble hangi çocuğunu seçmeliydi? Özgür iradesi var mıydı? hangi seçim baba için daha iyi olabilir ki bu durumda. Lieblenin özgür iradesi nerede o halde? Bu subayın bir seçimiydi Lieble’nin değil (God on Trial, 2008). Özgür olabilmek ve özgürce seçimler yapabilmek için bazı ihtiyaçlarımızın giderilmesi gerekiyor fakat 1943 yılında Lieble’nin o güvensizlik ortamında özgürce seçim yapabilmesi mümkün değildi. Abraham Maslow’a göre insan davranışlarına yön veren bazı gereksinimler vardır ve bu gereksinimler karşılanmadığı sürece insan özgür olamaz. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi dünya genelinde en çok tanınan motivasyon kuramıdır. Maslow, bu motivasyonu oluşturan güdülerin kendi içinde bir sistemi olduğunu ve beş gruba ayırdığını söylemiştir. İhtiyaç hiyerarşisini bir piramit gibi düşünürsek bazı ihtiyaçlar diğer ihtiyaçlardan önce giderilmesi gerekir. Bu piramidin en altındaki basamak “fizyolojik’’ ihtiyaçlardır.


Bu; açlık, susuzluk, cinsellik, uyku, oksijen gibi temel ihtiyaçları kapsar ve insanlar bu ihtiyaçlarını karşılamak için hayatı boyunca çalışıp durur. Piramidin ikinci basamağında ise “güvenlik’’ ihtiyacı vardır. Endişenin ve korkunun olmadığı bir ortamda insan kendini huzurlu ve emniyetli hissettiği için kaygı duymadan kararlar alabilmektedir. Böyle bir ortamda insan bir sorun karşısında daha sağlıklı çözümler düşünebilir ve sorunlarla baş edebilir. Güvenli olmayan ortamlarda insan, gelişimsel olarak zarar görür. Çünkü insanlar risk almaktan çekineceği için istemediği tercihlerde bulunabilirler. Fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra “sevme, sevgi ve ait olma’’ ihtiyacı ortaya çıkar. Bu gereksinimi tatmin etmek için bir grup içinde yer edinmeye, eş bulmaya, arkadaş edinmeye ya da sevgili bulmaya çalışırız. Sevgi ihtiyacımızı gidermediğimiz zaman kendimizi yalnız ve terk edilmiş hissederiz. Bu üç aşamayı atlattıktan sonra “saygı’’ ihtiyacını fark ederiz. Bu ihtiyaç kişinin kendisine güvenmesi ve çevresinden saygı görmek istemesiyle doğar. Maslow burada kişinin kendisine duyduğu öz saygı ve benlik durumuna dikkat çekerek sadece çevrenin kişinin kendisine saygı duymasının yeterli olmadığını söyler. Ve dördüncü basamağı atlattıktan sonra zirvede “kendini gerçekleştirme ihtiyacı’’ bulunuyor. Bu aşamada insan, kendi potansiyelinin farkına varıp bunun üzerine hayatını inşa etmekte ve hayattan ne istediğini, neyi amaçladığını, nasıl bir yol izleyeceği konusunda kendine soru sormaktadır. Fakat Maslow herkesin bu üst düzey olan aşamayı bitirip kendini gerçekleştirme noktasına gelemeyeceğini söyler (Ercoşkun ve Nalçalcı, 2005). Kişi, kendini gerçekleştirmesi için fizyolojik, güvenlik, sevgi ve saygı ihtiyacını gidermesi gerekir ve en sonunda birey; demokratik, güvenli, huzurlu ve özgür bir ortamda kaygı duymadan kendini keşfedip özgür iradeleriyle seçimlerini ortaya koyar.


Var Olmayı Yok Etme: İntihar Büşra Kul Varoluş, güncel Türkçe sözlükte “Yaşama, var olma, bir şeyin ne olduğu, nasıl olduğu değil, var olduğu olgusu, mevcudiyet.” şeklinde tanımlanmaktadır (TDK, 2018). Nitekim çağlar boyunca insan bu varoluşuna bir anlam atfetmeye çalışmış ve hayatı boyunca bu anlam arayışının peşinden gitmiştir. Bireyin varoluşunu anlamlandırma sürecinde girdiği çıkmazlar varoluş sancılarına ve artan varoluş sancılarında çözüme ulaşamama bireyde umutsuzluk, karamsarlık, çaresizlik gibi bazı olumsuz duygulanımlara yol açmıştır. Bireyin varoluşundan sıyrılma isteği ve bu isteğe neden olan şeylere yönelik tepkisini kendine yönlendirmesi; kimi zaman intihar düşüncesi, intihar girişimleri veya intihar etme (intihar girişiminin ölümle sonuçlanması) ile sonuçlanabilmektedir. İntihar, kişinin kendi yaşamına kasıtlı olarak son vermesidir. Elbette intihara neden olan tek bir faktörden bahsetmek mümkün değildir. Duygudurum bozuklukları –özellikle depresyon- (Welch 2001), alkol kullanım bozuklukları, şizofreni, sınır (borderline) ve antisosyal kişilik bozuklukları, anksiyete bozuklukları (Işık 2003, Lee ve ark. 2010), bekâr veya boşanmış olmak (Kessler ve ark. 1999, Lee ve ark. 2010), sosyoekonomik yoksunluk, düşük eğitim düzeyi (Schmidtke ve ark. 1996), bedensel bir hastalık varlığı (Stenager ve Stenager 2000), daha önce intihar girişiminde bulunmuş olma (Dieserud ve ark. 2000, Hjelmeland ve Bjerke 1996), kendini yaralama davranışı (Hawton ve ark. 2003, Owens ve ark. 2005), sorun çözme becerisinin düşük/yetersiz olması ve yüksek yaşam stresi yaşanması (Dixon ve ark. 1994, Priester ve Clum 1993, Yang ve Clum 1994) gibi çeşitli faktörler intihar açısından risk faktörleridir (akt. Eskin, Akoğlu, ve Uygur, 2006; Atay, Eren ve Gündoğar, 2012). İntihar kimi zaman toplu intiharlar olarak ya da belirli bir dönem insanı arasında popülerleşen ortak bir nedenden kaynaklı olarak gerçekleştirilebilmektedir. Örneğin, 1774 yılında Goethe tarafından yazılan Genç Werther’in Acıları kısa zamanda geniş okuyucu kitlelerine ulaşırken kitaptaki aşk hikâyesi dönemindeki birçok gencin, kitapta yer alan intihara benzer bir şekilde intihar etmesine (Yayalar, 2016) neden olmuştur. Jim Jones, kurduğu Jonestown kasabasında insanlara cennet vaadinde bulunmuş ve 1978 yılında kendisi de dahil yaklaşık 911 kişinin siyanür içerek toplu intihar etmesine neden olmuştur (Anonim, 2016). Kendisi de intihar ederek yaşamına son veren Rezso Seress’in 1933 yılında yapmış olduğu “Gloomy Sunday (Kasvetli Pazar)” şarkısı döneminde birçok insanı intihara sürüklemiştir (Anonim, 2017). Yapılan çalışmalar, insanların intiharı sorunları çözebilecek bir davranış olarak gördüklerini ortaya koymaktadır (Eskin 1997, Linehan ve ark. 1987; akt. Eskin, Akoğlu ve Uygur, 2006). Bir nevi yardım çağrısı olarak da görülebilecek olan intiharda kişinin sosyal çevresine düşen birey bir intihar girişiminde bulunmadan önce bunun sinyallerini verdiğinde gereken hassasiyeti gösterip bireye destek olmak ve bireyin bir ruh sağlığı uzmanı ile görüşmesini sağlamaktır. Varoluşun yokoluşa dönüşü kendiliğinden gerçekleşene kadar varoluşumuza yükleyeceğimiz anlamları güzelliklerle donatabilmek umuduyla…



RÖPORTAJ DOĞAN KÖKDEMİR Uzun yıllardır Psikoloji’de birçok alanda çalışmalar yaptınız. Bunun yanında Türkiye’de nadiren izlenen bir yol olarak Varoluşçu Psikoterapi’nin Felsefi yönünün öne çıkarıldığı ve sanattaki yansımalarının kullanıldığı bir ders veriyorsunuz. Varoluşçuluk’a farklı alanlardan hakim biri olarak sizi daha yakından tanımak için merak ettiğimiz ilk soru sizin perspektifinizden Varoluşçu Felsefe’nin Varoluşçu Psikoterapi’yi etkilemesi ve böylece yeni bir alan yaratması nasıl gerçekleşmiştir? Bu iki alanın sahip olduğu ortak yönler ve ayrıştıkları noktalar nelerdir? Benim Varoluşçu Felsefe’ye bakış açım doğal olarak sosyal psikoloji penceresindendir. Bu nedenle Varoluşçu Psikoterapi üzerine konuşmam çok doğru olmayabilir. Ancak en azından durduğum yerden bu iki kavrama baktığımda, Varoluşçu Psikoterapi’nin ele aldığı temel kaygıların (ölüm, yalıtım, özgürlük ve hayatın anlamı) çok yerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu kavramları felsefe açısından değerlendirmek / ayırmak çok zor değil ama söz konusu olan psikoterapi olduğunda aynı kavramlar bana daha da iç içe geçmiş gibi geliyor. Ölüm konusunu örneğin ne yalıtımdan ne de hayatın anlamından ayırmak pek mümkün değil gibi. Varoluşçu Psikoterapi, doğal olarak, yaşamsal kaygıların ele alındığı bir iyileştirme süreci ama Varoluşçu Felsefe’de ya da genel olarak Varoluşçu Psikoloji’de ele alınan hayata karşı bir duruş / yaklaşım olarak önümüze çıkıyor. Bu nedenle her ne kadar aynı merkezden beslenseler de Varoluşçu Felsefe’nin zenginliğini anlamada Varoluşçu Psikoterapi’nin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Ek olarak, maalesef sadece psikoloji alanında beslenmeye kalkarken bu alanın önemli isimlerini (Heidegger, Camus, Sartre... vb.) yeterince ele almıyoruz. Varoluşçu Psikoloji, Psikoloji’nin Felsefe’ye yakınlaşarak bilimselliğini kaybettiği gibi söylemlere maruz kaldı. Sizce Felsefe ve Psikoloji arasındaki ilişki nerede durmaktadır? Bilim – felsefe ayrımını oldum olası çok mantıksız bulmuşumdur. Herhangi bir bilimsel çalışmanın çıkış noktası her zaman felsefenin kendisidir zaten. Hangi kavramı çalışırsanız çalışın bu kavramın çıkış noktasına bakmanız gerekir ve bu da sizi felsefeye götürür. Günümüzdeki “son moda” çalışmaların bunu ihmal ettiğini ve bu nedenle de bilimsel olarak çok büyük bir hatanın içine düştüklerini söyleyebilirim. Daha açık bir ifadeyle felsefe ve bilimsel yöntem birbirinin zıttı değildir ve felsefe olmadan bilimsel çalışma olmaz (belki sadece bilgi yığını olur). Tarihte binlerce yıl boyunca toplumda hakim görüş insan “özü”nün insanı insan yapan şey olduğuydu. Varoluşçuluk bu görüşün temellerini sarsarak “Varoluş, özden önce gelir.” önermesini ortaya attı. Varoluşçuluk’un bu önermesi için sizce en büyük dayanak noktası nedir? Bu önermenin dayanak noktası benliğin ta kendisidir. Bizler bu dünyaya kimliklerle (identity) gelmiyoruz. Hatta bir benlikle (self) geldiğimiz bir tartışmaya açıktır. Bizler bu dünyaya çıplak olarak geliyoruz ve üzerimizdeki her şey (gerçekten her şey) içinde bulunduğumuz dünyanın bize yapıştırdıklarından ibarettir. Eğer üzerimizdekileri, rollerimizi, kimliklerimizi, sözde benliklerimizi bir kenara bırakma şansımız olsaydı o zaman özden önce gelen varoluşun ne olduğunu anlayabilirdik. Animasyon filminde Shrek, kendisine “Devler neye benzer?” diye soran Eşek’e “Devler soğana benzer... Kat katız biz.” diye cevap verir. Bizim halimizin de çok farklı bir yanı yok. Varoluşu soğanın cücüğü diye düşünürseniz, onun çevresindeki her yeni halka özümüzdür yani sonradan olandır. Varoluşçu Psikoterapi’ye göre ölüm kaygısı, insanın anlam dünyasında kritik bir nokta teşkil etmektedir. Nitekim birçok insanın hayatının ölümle yüzleştikten sonra büyük oranda değiştiği iddia edilir. Sizce ölüm, varoluşun sonu mudur? İnsanların hayatında ölüm düşüncesi neden bu kadar büyük bir etkiye sahiptir?


Sorun sadece insanların ölümlü olması değil, sonunda öleceklerini bildikleri bir yaşamı ne kadar anlamlı yaşayabildikleridir. Ölümün herhangi bir şeyin sonu ya da başlangıcı olduğunu bilmiyorum çünkü daha önce ölmedim ama benim fikrim mutlak bir son olduğudur. Bu nedenle ne kadar yıl sürerse sürsün, mutlaka kısa olarak adlandırabileceğimiz hayatımızı anlamlı bir şekilde var etmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Madem ki bu hata bizim ve madem ki sonunda öleceğiz o zaman şu anı değerlendirmemiz gerekiyor. Varoluşçu Psikoterapi’ye göre her birey kendi sembolik anlam dünyasını oluşturabiliyor ise kolektif bir hafıza / kolektif bilinç dışının yarattığı ortak mitsel bir dünyadan bahsetmek mümkün müdür? Bu düşünce daha önceden beri var. İlk akla gelen örnek Jung’dur ama aslında William James de benzer ifadeler kullanmıştır. Kolektif kavramına itirazım yok ama bilinç dışı kavramından çok emin değilim, ben kişisel olarak kolektif bilinç kavramını tercih ediyorum. Kısaca her şeyin, diğer her şeyin parçası ve aynı zamanda bütünü olduğu bir kolektiflikten bahsediyorum. Bu, bilinç dışı olarak adlandırılamayacak kadar büyük bir kavramdır. Varoluşçuluk ve Varoluşçu Psikoterapi’den etkilenmiş birçok ünlü eser var. Bu eserler bu iki alanın perspektifinden nasıl okunabilir? Eserlerin herhangi bir akım üzerinden okunması tercih etmiyorum. Her bir eser, o eseri deneyimleyen her bir birey için özeldir. Bir yazınızda rock müzikte bütün enstrümanların ve solistin durumunu “Herkes kendi varoluşunu kendine ayrılan zaman-mekan düzleminde icra ederken, çok basit olarak o anda var olurlar.” olarak tasvir ediyorsunuz. Varoluşun mümkünatı sanatın varlığına mı bağlıdır? İnsanlar için bütüncül ve sürekli bir varoluştan söz edebilir miyiz? Buradaki bakış açım aslında romantik. Gerçekten benim dediğim gibi mi oluyordur emin değilim ama bana öyle olması gerekirmiş gibi geliyor. Sanat varoluş deneyimi için harika bir araç ama tam anlamıyla varoluşçu bir sanat ürünü olsa biz bunun farkında bile varır mıyız emin değilim. Çünkü varoluşsal bir sanatın gerçekten ama gerçekten bireye özgü olması gerekir. Ancak yine de hiç değilse varoluşa yakınlık açısından baktığımızda tabii ki rock müzik, caz ya da klasik müzik, sürekli aynı ritmi tekrarlayan pop müzikten farklı olacaktır. Deneyimde bireyselliği vurgulayan Varoluşçuluk ve Varoluşçu Psikoloji, toplumsallığa ve toplumsal değerlere nasıl bakar? Bireyselliğin bilincine varıp varoluşu kavramak, öncesinde toplumsallığı deneyimlemeksizin mümkün müdür? Bu sorunun cevabı nereden baktığınıza göre değişir. Benim kişisel fikrim bu konuda Sartre’ın daha haklı olduğudur. Sadece “Cehennem diğer insanlardır.” dediği için değil ahlak denen kavramın insan icadı olduğunu söylediği için ona hak veriyorum. Toplumsallık benim için her zaman tehlikeli bir kavram oldu, çoğunluğun yaptığı şeyleri doğru olarak kabul etmemiz (en basit tanımı olarak) bile yeterince rahatsız edici. Toplumdan ayrı / kopuk yaşayalım demiyorum ya da insanlardan uzak duralım onları sevmeyelim gibi bir iddiam da yok. Tek söylediğim bunların önemli olmadığı. Siz, birey olarak, tek bir insan olarak kendi varoluşunuza sahip çıkarsanız bu sorunun da önemi kalmayacak. Örneğin, başkalarının hayatını değil de kendi hayatınızı yaşamaya karar verirseniz yaşayacağınız deneyimin toplumsal olup olmamasının önemi kalır mı? Bu hayata yalnız geldik, giderken de yalnız gideceğiz. Bu hayat bizim. Nasıl yaşayacağımıza da biz karar vermeliyiz. Bu kadar basit.


POZİTİF YAŞAM DERNEĞİ Pozitif Yaşam Derneği Kimdir? Pozitif Yaşam Derneğinin Amaçları nelerdir? Pozitif Yaşam Derneği 2005 yılı Haziran ayında Birleşmiş Milletler AIDS Koordinatörlüğünün öncülüğünde hekimler, aktivistler ve HIV ile yaşayan bireylerin bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Derneğin temel amacı HIV ile yaşayan bireylerin sağlık hizmetlerinden ücretsiz, eşit ve adil yararlanmalarının desteklenmesi, toplumsal yaşamlarına ayrımcılığa maruz kalmadan devam etmelerinin sağlanması ve yaşanan hak ihlallerine karşı savunuculuk mekanizmalarının geliştirilip güçlendirilmesidir. Diğer bir yandan hem bireylerin enfeksiyondan korunmaları hem de ön yargıların ortadan kaldırılmasıyla HIV ile yaşayan bireylerin sosyal yaşamlarının standardize edilmesi için farkındalık çalışmalarını yürütmektedir. Bu bağlamda amaçlarımızı HIV/AIDS ile yaşayan kişiler arasında bu konu dahilinde konuşma ve tartışma ortamı yaratmak için bir iletişim ağı kurmak ve bu ağı güçlendirmek, Türkiye'de HIV/AIDS ile yaşayan kişilerin yaşam standartlarını iyileştirmek, Türkiye çapında HIV/AIDS ile yaşayan kişileri temsil eden ve savunuculuk aktiviteleri yapan bir platform görevi görmek ve Türkiye'nin uluslararası platformlarda HIV/AIDS alanında temsiliyetini sağlamak, HIV/AIDS konusunda toplumun bilinçlendirilmesini ve davranış değişikliğini amaçlayan önleme çalışmalarına destekte bulunmak şeklinde sıralayabiliriz.

Derneğin yürüttüğü hizmetler ve projeler nelerdir? Bu hizmetlerden kimler faydalanabilir? 2005 yılından itibaren Pozitif Yaşam Derneği bu alanda çok fazla projeyi hayata geçirmiştir. Bu projeler içerisinde en büyüğü olan Pozitif Yaşam Destek merkezidir. Bu merkez Türkiye’de HIV ile yaşayan bireylerin tüm destek hizmetlerinin geliştirildiği tek merkez olma özelliğini taşımaktadır. Yüz yüze, telefonla veya online olarak hizmet alınan destek merkezimizde aynı zamanda henüz bilinen HIV pozitifliği olmayan bireyler için de test öncesi danışmanlık hizmetleri ülke genelinde verilmektedir. Bir diğer projemiz Suriye iç savaşından sonra ülkemize sığınan mültecilerin korunması ve HIV ile yaşayan mültecilerin sağlık hizmetlerine erişimlerinin kolaylaştırılmasını sağlayan ve birleşmiş milletler Nüfus Fonu tarafından finanse edilen projemizdir. 2015 yılında başladığımız ücretsiz ve kimlik bilgisi alınmayan test projemiz çıktıları değerlendirildiğinde en başarılı olan projelerimizden biridir. Anonim ve ücretsiz HIV testi yapan Gönüllü Test ve Danışmanlık Merkezlerinin yeniden kurulması ve yaygınlaştırılması adına farkındalığı güçlendiren önemli bir projedir ve halen devam etmektedir. Hizmetlerimiz: Sosyal Hizmet Desteği ve Vaka Yönetimi: Sosyal yardımlaşma kurumlarından ne gibi yardımlar alınabileceği konusunda bilgi edinebilirsiniz. Sosyal güvence ve tedaviye erişim ile ilgili konularda destek alabilirsiniz. Kurumlardan (sağlık kurumları, resmi ve özel kurumlar) hizmet alırken karşılaşabileceğiniz olumsuzluklar hakkında danışabilir, sorunun giderilmesi yönünde ne gibi adımlar atabileceğinize ilişkin bilgi alabilirsiniz. Hak ihlalleri ve mağduriyet durumlarında hak arama yollarının belirlenmesi ve mağduriyetinizin giderilmesini sağlamak için başvurabilirsiniz. Sosyal ve kamusal alanda karşılaşılabilen güçlükler ile ilgili sorunların giderilmesine yönelik destek alabilirsiniz. Hukuksal Danışmanlık: HIV/AIDS ile yaşayanlar ve yakınlarına yönelik, temel insan hakları, hasta hakları, hak arama yolları ve diğer temel hukuki konulara dair bilgilendirme, danışma, destek ve eğitim çalışmaları yapılmaktadır.


Diğer Hizmetlerimiz: Gereksinim duyulması durumunda merkezimiz tarafından, derneğimizle ortak çalışmalar yürüten beslenme uzmanı, psikolog ve avukatlara yönlendirme yapılmaktadır. Merkezimizle paylaşılan tüm bilgiler kesinlikle gizli tutulur. Tüm destek merkezi ekibimiz mahremiyet konusunda eğitilmiştir. Psikososyal Destek ve HIV Travması Üzerine Etkileri Projesi Kasım 2016’dan beri devam eden bu projede beden ve ruh sağlığı birbirinden ayrı düşünülemeyecek iki olgudur. Ülkemizde HIV enfeksiyonu tedavisinin çoğunlukla medikal tedavi ile sınırlı kalması, HIV ile yaşayan bireylerin sahip oldukları ön yargılar, uğradıkları damgalama ve ayrımcılıklar nedeniyle tanı travması yaşıyor olmaları ve çoğu zaman bu travmayı kendi başlarına yönetemiyor oluşları, HIV enfeksiyonu hakkında yeterli donanıma sahip psikiyatrist ve psikoterapistin var olmaması projenin temel çıkış noktalarıdır. Proje kapsamında psikososyal desteğin tanı travması üzerindeki etkisi araştırılırken HIV ile yaşayan bireylere destek merkezinde terapi hizmeti verilmektedir. HIV Testi Projesi Mart 2015’den beri devam eden bu projede Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre son 10 yılda %452 artış gösteren HIV enfeksiyonunun yayılımını durdurmaktaki en etkili yöntem HIV ile yaşayan bireylerin tanı alarak tedaviye erişimlerinin sağlanmasıdır. Bu bağlamda ülkemizde damgalama ve ayrımcılığa maruz kalma endişesiyle bireyler test yaptırmaktan kaçınmaktadır. HIV testi yaptırmak için kimlik bilgilerini paylaşmak istemediği için test hizmetine erişemeyen bireylere ücretsiz ve güvenilir test hizmeti sunan projenin çıktıları akademik olarak da incelenmektedir. HIV/AIDS Hepimizi İlgilendirir HIV bugün dünyada ve Türkiye’de tüm din, dil, etnik köken, meslek, yaş, kadın, erkek, çocuk ayrımı yapmadan herkesi etkileyebilir. HIV hepimizi ilgilendirmektedir… HIV ve AIDS Farklıdır HIV (Human Immmunodeficiency Virus), Türkçe’de “İnsan Bağışık Yetmezlik Virüsü” olarak adlandırılır. HIV, tedavi alınmadığı durumda bağışıklık sisteminin zayıflamasına ve etkisiz hale gelmesine neden olur. AIDS (Acquired Immune Deficiency Syndrome) Türkçe’de “Edinilmiş Bağışık Yetmezlik Sendromu” olarak adlandırılan HIV’in neden olduğu hastalıklar bütünüdür. AIDS; HIV pozitif bir kişide, HIV nedeniyle ciddi enfeksiyonlardan veya kanserlerden birinin gelişmiş olmasıdır. Tedavi alınmadığı durumda zamanla bağışıklık sistemi zayıflayan ve savunmasız hale gelen her HIV pozitif kişi; aynı zamanda “AIDS evresine geçmiş kişi” demek değildir. HIV Zannedildiği Kadar Bulaşıcı Değildir… HIV sosyal ilişkilerle, öpüşmekle, sarılmakla, aynı ortamda bulunmakla, aynı çatal – kaşığı, aynı havuzu, aynı tuvaleti kullanmakla, sivrisinek ısırmasıyla, gözle görünür miktarda kan içermedikçe tükürükle, ter ve gözyaşı ile bulaşmaz. HIV’den Korunabilirsin • Her türlü ve her cinsel ilişkide prezervatif kullanarak • Kontrol edilmiş güvenli kan ürünleri kullanarak • Ortak enjektör (şırınga) paylaşmayarak • Bebeğe geçişi önlemek için gebelik öncesi ve sırasında HIV testi yaptırarak • HIV pozitif annenin doğumunda gerekli önlemler alınarak • HIV pozitif anne bebeğini emzirmeyerek geçiş engellenebilir. Gönüllüler sizlere nasıl ulaşabilir? Sitemizde olan gönüllü formunu doldurmaları yeterlidir. Psikolog ve psikolog adaylarına tavsiyeleriniz neler olabilir? HIV enfeksiyonunu yalnızca tıbbi bir durum olarak değerlendirilmemelidir. Tanı sonrası HIV ile yaşayan bireylerde farklı düzeylerde de olsa bir travma süreci yaşanır. Bu yüzden tanı ve tedavi süreçlerinde kişilerin ruh sağlığını iyileştirmek ve korumak, tedavinin bir parçasını oluşturur ve en az tıbbi tedavi kadar önemlidir. HIV ile ilgili kulaktan dolma öğrenilen ve yaygınlaşan yanlış bilgiler, var olan toplumsal dışlanma ve damgalanmayı destekler. Dolayısıyla terapistin HIV’e dair bilgilerinin doğru ve güncel olması şarttır. Aksi takdirde vakada başarılı olması mümkün değildir.


Öykü Topaloğlu

İNSAN İYİ Mİ?

TARTIŞMA KÖŞESİ Hayatta kalabilen tüm hayvanlar içinde bulundukları süreçleri değerlendirebilme yetisine sahiptirler; bazıları “ahlaki prensipler” dediğimiz sosyal davranış kalıplarını öğrenirler ve en azından bazı zamanlarda buna uygun davranırlar. Eğer bir hayvan, değerlendirme yetisinden yoksunsa ömrü daha kısa olur veya değerlendirme yetisi olduğu halde kabul edilmiş davranış kalıplarına uymuyorsa içinde bulunduğu grup tarafından cezalandırılır. Sosyal grubun yapısının belirlediği davranış kalıpları hem birey hem de grup bazında önemsenir (Bunge, 2012). Kişi doğru olanın ne olduğunu biliyorsa, doğal olarak iyi olanı yapar ve mutludur diyordu Sokrates, iyiliğin var olması için kişinin kendini farkında olması gerektiğini savunuyordu (Sahakian, 1966). Antik Yunan’da filozoflar iyi olanın ne olduğunu ahlak felsefesi çerçevesinde tartışıyorlardı (Johnson, 2018). Bazı düşünürler iyiliğin olmadığını, bazıları iyiliğin kötülükten bağımsız olduğunu, bazıları da iyiliğin var olabilmesi için önce kötülüğün olması gerektiğini iddia etti. İyi olanın ne olduğu ile ilgili birbirinden farklı, hatta birbirleriyle çatışan teoriler yazıldı. İnsanın özünde iyi olup olmadığı ise yıllardır düşünülen, araştırmalara konu olan bir soru oldu. Ira Hyman’a göre, hepimiz bazen şeytani işler yapıyoruz. Birine yalan söylemek, hakaret etmek gibi basit eylemlerin dışında, isteyerek veya istemeden birini yaralayabilir hatta öldürebiliriz (Hyman, 2017). Yaptıklarımız, doğamızdan gelen saf kötülükten mi kaynaklanıyor? Milgram’ın soykırımı anlamak için yürüttüğü deneyi ele alalım; günlük hayatta karşılaşsak iyi birer ahlaka sahip olduklarından şüphe etmeyeceğimiz insanlar otorite altındayken karşılarındaki insan için hayati tehlike arz eden seviyede elektrik şoku verebildiler. Deneyin sonucunda gördük ki insanlar etik sorumlulukları olmadığında gerçekten şeytani işler yapabiliyorlardı (Milgram, 1963). Deneye katılan insanlar olayı kontrol edebilir pozisyonda olsalardı aynı şekilde davranırlar mıydı? Bir başkasının etkisi altındayken gösterilen zarar verme davranışı kişinin özünde iyilik olmadığını gösterebilir mi gerçekten? Hümanistik Psikoloji, insanı ve onun yarattığı değerleri merkeze alan bir psikoloji perspektifidir; insanların doğal olarak iyi olduklarını ve daha iyi olmak için çaba gösterdiklerini iddia eder. İnsan; yaratıcı, özgür irade sahibi, olumlu potansiyeli olan bir varlıktır. (Aantoos, Serlin, Greening, 2000) Hümanistik Psikolojinin temsilcilerinden Carl Rogers, yazdığı bir kitapta insanlığa olan hayranlığını ve inancını şu şekilde dile getirmiştir: “Eğer izin verirsen, insanlar gün batımı kadar güzeldirler. Gün batımına baktığımda, kendimi ‘sağ köşedeki turuncuyu biraz yumuşatalım’ derken bulmuyorum, onu kontrol etmeyi denemiyorum, ortaya çıktığında hayranlıkla izliyorum.” (Rogers, 1995) Kişi ,bir veya birden çok dış faktörün kontrolü altında değilken, özünde iyidir ve öyle kabul edilmelidir. Pozitif Psikoloji Hümanizmden etkilenir ve onu araştırmalar ile temellendirir. (Hefferon& Boniwell, 2011) Bu akıma göre; iyi bir insan olmak için mükemmel olmak gerekmiyor, gereken tek şey kendin olman. (Seligman & Csikszentmihalyi, 2000). İyi bildiklerimiz her zaman doğru olmayabilir veya birine iyi gelen başkasına iyi gelmeyebilir. İçinde bulunduğumuz her durum siyah ve beyaz kadar net değildir. İyi olanla kötü olanın sınırı çizilemeyebilir (Bruhn, 2009). Kohlberg, Heinz’ın ikilemini anlatırken bu gri alana işaret eder (Kohlberg, 1971). İkilemde kaldığımızda, iyilik kavramı subjektif bir hale gelebilir. Sahip olduğumuz değerlere göre farklı cevaplar verebiliriz; neyin iyi neyin kötü olduğu bakış açımıza göre değişecektir. Bireysel değerler; toplumsal değerler ve kurallarla çatışabilir, arada kalıp ne yapacağımızı şaşırabiliriz. Bu durumda, insanın özünde iyi veya kötü olduğuna kim karar verebilir? (Copp, 1978) İnsan kendi özünde iyilik olduğunu düşünüyorsa, buna inanma ve savunma özgürlüğüne sahiptir.

Öy


ÖZÜNDE KÖTÜ MÜ?

Narin Sezen

İnsanlık tarihinin en çetrefilli tartışmalarından biri olan “insanın özü” problemi hala merak uyandıran bir konudur. Bazı filozoflar bu kavramı tamamen reddeder ve insanın kendi doğasını oluşturduğunu savunur. Sartre, Heidegger ya da Camus gibi birçok varoluşçu filozofa göre insan, “dünyaya fırlatılmış” bir varlıktır. Buradaki “fırlatılmışlık” kavramı insanın doğasında barındırdığı belirlenmiş temel (iyi veya kötü olmak gibi) niteliklerin yokluğunu ve insanın tamamen sonradan “kazanılmış” niteliklerden oluştuğunu ifade eder (Bonevac, 2014). İnsanın özünde doğuştan belirlenmiş nitelikler taşıdığına inanan kesim için ise başka bir tartışmanın kapıları açılır ve “insanın özü” kavramı filozoflar ve psikologların uzun zamandır üzerine tartıştığı çok önemli bir sorunun altını çizer: “insan özünde iyi midir, kötü müdür?” Hümanist görüşün aksine psikanaliz insanın özünün kötü olduğunu savunur. Disiplin, 1890'ların başında Avusturyalı nörolog Sigmund Freud tarafından kurulmuştur ve dürtülerin insanın doğasının belirleyici parçası olduğunu savunur (Cervone, D., & Pervin, L.A., 2014). Freud’un yapısal teorisine göre ego, süperego ve id zihnin bölümleridir ve her biri belli psikolojik işleyişleri taşıyan mental sistemlerdir (Cervone, D., & Pervin, L.A., 2014). İd tüm dürtüsel enerjinin ana kaynağıdır. Başka bir deyişle, id haz ilkesine göre çalışır ve acıdan kaçınıp haz peşinde koşar. Sosyal normlar ve kurallarla ilgilenmez; “tamamen ahlak dışıdır”. İd bilinçli farkındalığın tamamen dışında çalışır, bilinmeyen ve bilinçsizdir (Freud, 1923, p. 14). Diğer bir deyişle id insanın özündeki hayvansal, ilkel ve ahlak dışı dürtülerini temsil eder. Tersine, süperego sosyal davranışların ahlaki yönünü içerir (Cervone, D., & Pervin, L.A., 2014). Başka bir deyişle, superego dış dünyanın ahlaki kurallarının içsel bir temsilidir. Ego ise gerçeklik ilkesidir ve id’in aksine fanteziyi gerçeklikten ayırabilir (Cervone, D., & Pervin, L.A., 2014). Freud, id'i bilinç dışı ve haz ile yönlendirilen superegoyu ise hem bilinç dışı hem bilinç düzeyinde olan, sosyal kısıtlamaları ve ahlaki zorunlulukları somutlaştıran yapılar olarak kavramsallaştırmıştır (Ryckman,2004). Ego en bilinç düzeyindeki sistem olarak id, süperego ve gerçekliğin talepleri arasındaki sürekli çatışmayı dengeler (Cloninger, 2008). Ego, atın üstün gücünü kontrol etmek zorunda olan at sırtındaki bir adam gibidir (Freud, 1923, s.15). Başka bir deyişle, tüm enerjiyi sağlayan atın kendisidir (id) ve sürücü(ego) onu yönlendirmeye çalışır, ama sonuçta, daha güçlü olan at (id) istediği yere gidebilir. Kişinin davranışları bilinç dışı dürtüler ve kişiliğin alt-kişilik bileşen yapılarının (id, ego ve süperego) dinamik etkileşimi tarafından belirlenir (Eagle, 2016). Başka bir deyişle, bilinçdışı dürtüler insanın özünü ve davranışlarını anlamada belirleyici bir faktördür.


KONUK YAZAR Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir. Nietzsche

İnsanın Anlam Arayışı Victor E. Frankl “İnsanın Anlam Arayışı” kitabının 1.bölümünde hapsedildiği Nazi kampı deneyimlerini yazmıştır. Aslında neredeyse 100 sayfa süren bu deneyimin kitapta bu kadar uzun yer alması şaşırtıcıdır. Çünkü kitabı almamızdaki önemli sebeplerden biri “Logoterapi”nin ne olduğunu anlamaktır. (Logos Yunanca’da anlam manasına gelmektedir.) Ve tam da burada aslında Frankl’ın deneyimlerden öylesine bahsetmediğini, tam tersine onu Logoterapi’yi geliştirmesine sebebiyet veren olaylar zincirini anlattığını görürüz. Bu olaylar ile Logoterapi’nin doğrudan bağlantısı vardır. (Frankl, 1991) 1943 yılında diğer pek çok Viyanalı Yahudi gibi Frankl da karısı, babası, annesi ve kardeşi ile birlikte Nazi SS subaylarınca tutuklanarak ölüm kampları olarak anılan Auschwitz ve Dachau toplama kamplarına nakledilmişti. Frankl bu kampta 3 yıl kalmış ve çıktığında sadece kız kardeşinin yaşadığını öğrenmiştir. Yazdığı kitabı (İnsanın Anlam Arayışı) isimsiz (anonim) olarak yazmayı düşünmüş ve kitapta kendisinden, ona kampta verilmiş olan numara (111,104) olarak bahsetmek istemiş ancak kitabının isimsiz bir yayın olarak değerinin düşeceğinden ve inançlarını açıkça dile getirme isteğinden dolayı bundan vazgeçmiştir (s.18). İnsanın olabilecek en kötü şartlara dahi adapte olabileceğini belirten Frankl (s.28), yine aynı insan için en kritik durumun geleceğe karşı olan “inancının” yitimi olduğunu belirtir. Eğer tutsaklardan birisi inancını yitirmişse bir sabah aniden giyinip yıkanmayı ya da toplanma alanına gitmeyi reddediyor, bir süre sonra kımıldamadan yatıyor ve kendisi için olan bütün yardımları reddediyordu (s.76). Eğer birey anlam açısından boşluğa düşmüşse, koşulların ne olduğundan bağımsız olarak, o birey artık ölmeye başlamaktaydı. Konuyla alakalı başka bir anısında ünlü bir besteci ile olan diyaloğunu yazar: “(Besteci) Sana bir şey anlatmak istiyorum, doktor. Garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses, bir şey isteyebileceğimi, bilmek istediğim şeyi söylememin yeterli olduğunu, ne sorarsam sorayım yanıt verebileceğini söyledi. Ne sordum dersin? Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Ne dediğimi anlıyorsun: benim için! Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağını, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istedim.” (s.76-77) Yazının devamında Frankl adama rüyayı ne zaman gördüğünü sorar. 1945 Şubatında olduğunu öğrenir. Ardından rüyasındaki sesin ona ne yanıt verdiğini sorar. Otuz mart yanıtını alır. Adam geçen bir yıl boyunca umut doludur ancak zaman daraldıkça aslında hiçbir şeyin yolunda gitmediğini anlar ve otuz mart günü hezeyana girer, bilincini yitirir. Otuz bir Mart günü artık ölmüştür. Dışarıdan bakıldığında ölüm nedeni tifüstür. Ancak bu Frankl için sadece biyolojik bir durum değil, umudun yitiminin insana olan gözle görülür etkisidir (s.77). Umudun (ya da yaşam amacının) yitimi sonucunda insan bedeninin yaşam istenci kaybı kimi insanlara kabul edilemez gelebilir. Neticede insan da bütün canlılar gibi evrimsel bir canlıdır ve asıl amacı yaşama tutunmak ve üremek olmalıdır! Ancak kendi yaşamına son verme sadece insana özgü değildir. Doğada yakalanıp dar kafese hapsedilen kurtlar kendilerini parçalayabilirler, sahibi ölen kimi köpekler başkalarının verdiği yemeyi reddedebilir ve açlıktan ölebilirler, aşırı strese girmiş balinalar kendilerini kıyıya vurabilirler. Benzer şekilde 2011 yılında Çin’de kafeste yaşayan bir anne ayının önce yavrusunu sonra da kendisini öldürmesi hadisesi de yaşanmıştır. Hayvanların yaşamlarına son vermeleri ile insanların son vermesi arasında bir fark olması kuvvetle muhtemeldir. En nihayetinde yaşam ve ölüm kavramlarına sahip olmadığı düşünülen canlıların kendi canlarına bilinçli olarak kıyması pek de beklendik bir durum değildir. (Bakırcı, 2016) Ne olursa olsun insan intiharı ve hayvanların kendilerini öldürmelerinde temelde gözüken durumun benzer bir noktası vardır: “Canlı doğasına aykırılık”. Gerçekten de doğasına uygun yaşayan bir canlının yaşamak ve üremek dışına çıkması (yani kendi yaşamına son vermesi) pek de mantıklı gözükmemektedir. (Bakırcı, 2012)


Ancak yine de düşündüğünün üstüne düşünebilen insan (Homo sapiens sapiens, R. Descartes) sadece yaşayan değil aynı zamanda var olmak isteyebilen -bilinen- tek canlıdır. İnsanın varoluş sancısı nasıl ona özgüyse düşünsel hastalıkları da ona özgüdür. Örneğin dissosiyatif kimlik bozukluğuna (çoklu kişilik bozukluğu) yakalanabilmeniz için öncelikle bir kimliğinizin / kişiliğinizin olması gerekir. (Küçük, 2017) Esasında “anlam’’ konusu her ne kadar felsefe metinlerinin konusuymuş gibi dursa da anlamın yokluğu biyolojik olarak fiziki varlığımızda da kendisini gösterebilir. Zaten son fiziksel çıktısı, bütün bu katlanılmaz düşünceleri yaratan bedenin (ya da beynin) yok edilmesi, yani intihardır. Bugün dünyada her 40 saniyede 1 kişi intihar etmektedir. (WHO, 2015) Medeniyetimiz yaptığı her yenilikte insanın “konforunu ve daha çok mutlu olmasını” amaçlarken geçmiş zamanlara nazaran en büyük konforu sağlamış olan insan soyu, sayısı her geçen gün artan bir şekilde intihar etmeye devam ediyor. Bu benim aklımda bir analoji canlandırıyor; koşan, zıplayan, bulduğu her deliğe giren ve sürekli merak eden bir çocuk düşünelim. Bu çocuğun anne ve babası onun bu kadar yorulmasını mantıksız bulsun, onu çok rahat bir koltuğa oturtsun ve bilgisayar ile istediği kadar istediği oyunları oynayabileceğini söylesin. Nihayetinde anne babaları olarak artık çocuğun can güvenliğinden emin olabileceklerini düşüneceklerdir. Ancak uzun vadede bu “konforlu” yaşam çocuğu bağımlılığı ile başlayan ve onu yaşamdan kopmaya kadar götürebilecek pek çok olumsuz sonuç ile karşı karşıya bırakacaktır (Horzum, Ayas, Balta, 2008). Buna benzer şekilde kendini koruma yöntemlerini iyi ayarlayamayan insan aynı yöntemle kendisine zarar da verebilecektir. Bunun için Frankl şu şekilde öneri vermektedir: “Anlamsızlık duygusunun nedenine gelince, aşırı basitleştirme de olsa, insanların yaşamalarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığı söylenebilir; insanlar araçlara sahip, ama amaçları yok. ...hastaları; gençlik dernekleri, kamu kütüphaneleri ve benzeri işlerde gönüllü çalışma konusunda ikna etmeyi başardığımda, bolca sahip oldukları boş zamanlarını ücretsiz, ancak anlamlı bir uğraşla doldurdukları an, ekonomik durumlarının değişmemesine ve duydukları açlık aynı olmasına karşın, yaşadıkları depresyon ortadan kalkıyordu.” (s130) Bu yazıyı yazarken aklıma Cervantes’in Don Kişot’u geldi. Don Kişot kendisini şövalye zanneden cılız, yaşlı bir adamdır. Bindiği zavallı atı (Rosinenta), muhteşem bir at olarak görür. Köylü bir kadın olan Dulcinea’yı soylu biri olarak kabul edip onu sevgilisi ilan eder. Yel değirmenlerini insanlara kötülük yapan devler sanarak onlarla dövüşür. Bu kavganın sonucunda yaralar içinde kalacaktır. Don Kişot pek çoklarına göre bir akıl hastasıdır ama bu kurgusal yaşamı Don Kişot’a inanılmaz bir yaşama enerjisi de verir. Amacı sayesinde o artık sadece bir yaşayan değil aynı zamanda bir var olandır! Yaşamının katlanılmaz oluşuna çözümü “delirmek” ile bulmuş ve pek çok yaşayan insandan daha fazla var olabilmeyi başarmıştır. Öyle ki bugün İspanya’nın en güzel meydanlarının birisinde (Plaza de Espana) el sallayan Don Kişot, adeta yaşamak ve var olmak arasındaki farkı bize anlatır gibidir.

Cem DOĞAN Çukurova Üniversitesi Psikoloji Bölümü


Mezun Köşesi ARADIĞINI BULMAK Herkese merhaba, Ben Psikolog Psikoterapist Didem Cengiz. 2017 Hasan Halyoncu Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. Aynı yıl Klinik Psikoloji Yüksek Lisansıma yine Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nde başladım. Psikoloji bilimi benim için bir şeyler üretebildiğim potansiyelimi gerçekleştirebildiğim ve hayata dair doyum aldığım çok keyifli bir alan. Pek çok mesleğe göre bizim alanımızda pek çok alt alan var. Benim alan arayışım üniversitenin ilk yılında başladı. Çocuklarla yapılan çalışmalarda sahip olduğum iki çocuğum dolayısıyla duygusal olarak çok etkileniyordum. Bu sebeple çocukla çalışmayı seçeneklerimden elemiştim. Yetişkinle çalışmayı belirledikten sonra ekol arayışına giriştim. Üzerine araştırmalar yaptığım ilk alan hipnoterapiydi. Mesleğe dair ilk eğitimimi Üsküdar Üniversitesi’nde Tıbbi Hipnoz üzerine aldım. Hipnozun Türkiye’de uygulama alanının istismara çok açık olması, yasalarla korunmuyor olması ve yapılan etik dışı uygulamaların insanlarda yarattığı etkileri nedeniyle hipnozu bir ekol olarak değil terapi tekniği olarak kullanmaya karar verdim. İsrail Tel Aviv Üniversitesi öğretim görevlisi Dünya Hipnoz Birliği Başkanı Gaby Golan’dan hipnoanalitik teknikler eğitimi aldım ancak hiçbir danışmanlık sürecinde baştan sona hipnoterapi yapmadım. Bazı dirençli vakalarda ya da cinsel tedavilerde ağrı indüksiyonunda bir teknik olarak kullanmaya devam etmekteyim. Üniversite ikinci sınıfta psikopatoloji dersinde cinsel işlev bozukluklarından çok kısıtlı bahsedildiğini fark ettim ve buna dair bir arayışa giriştim. Dikkatimi çekmişti ve Gaziantep’te de bu alanda çalışan pek de kimseler yoktu. Bunun üzerine Türkiye’nin önde gelen cinsel sağlık örgütlenmelerinin birinden cinsel tedaviler eğitimi aldım. Güneydoğuda bir şehirde bir kadın olarak bu alanda çalışmanın zorluklarına dair sürekli bir şeyler duysam da niyetim Gaziantep’te bu alanı işler hale getirmekti. Evet, bazı sorular duyuyordum fakat çalışmaya başladığımdan beri hiçbir zorluk yaşamadım. Şimdilerde bazı rehabilitasyon merkezlerinde, kreş ve anaokullarında çocuklarda cinsel gelişim ve mahremiyet eğitimi, özel gereksinimli çocuklarda cinsel gelişim eğitimleri vermekteyim. Aynı zamanda hem kadın hem erkek cinsel işlev bozuklukları, cinsel kimlik ve yönelim bozukluklarıyla çalışmalarıma devam etmekteyım. Cinsel tedaviler eğitimimi tamamladığımda bunu evlilik ve çift terapisi eğitimiyle desteklemek gerektiğini fark ettim. Bana göre çalışılması en zor alan çift terapisi. Teoride ne kadar bilgi edinirsek edinelim çiftle odada olmak farklı bir atmosferi beraberinde getiriyor. O odada iki neslin fertleri tüm katmanlarıyla oradalar ve sizin dikkatiniz hem süreçte hem çiftte hem ifadelerinde hem sürede hem dinamiklerinde hem duruşlarında hem terapistle diyaloglarında olmalı. Bu epey meşakkatli ve beceri isteyen bir alan. Bu alanda çalışacak kişilere önerim kendilerine çok iyi bir evlilik ve çift terapisi ustası seçmeleri ve eğitim süpervizyon sürecini birlikte sürdürmeleridir.


Çalışmaktan çok haz aldığım bir başka alan bireysel psikoterapi. Bireysel psikoterapiye ilgim lisans ikinci sınıfta başladı ve yine bir eğitim arayışına girmiştim ki yolum çok kıymetli hocam Ferhat Jak İçöz’le kesişti. Varoluşçulukla tanışmam da yıne Ferhat hocanın dersleriyle olmuştu. Bu alana kadar bir türlü içime sinen bir ekol bulamamıştım. Bu ekolü bir yaşama şekli olarak kabul edebileceğimi de hissettim. Böylece Ferhat hocanın verdiği Temel Varoluşçu Analiz Eğitimine kaydoldum. İki senelik bir psikoterapi eğitimiydi ve gercek bir adanmışlık istiyordu. Bu eğitim bana sadece psikoterapi yapma becerisi kazandırmadı. Gerçek bir dönüşüm de yaşattı. Eğitimle birlikte kendi analiz sürecimi de başlattım ve analizde ikici senemi doldurmaktayım. İyi bir psikoterapist olmanın kendi analizimizden geçtiğini, bence yaptığımız işin bir yanının bunu gerektirdiğini söylemeliyim. Ruh sağlığı çalışanları olarak her birimiz kendi sürecimizi sahiplenmeliyiz. Böylece bir diğerine temas etmek çok daha anlamlı olacaktır. Ekol seçme sürecimde önyargılarımı aşmak için bilişsel davranışçı terapi ekolünü de öğrendim. Buna dair uzun soluklu eğitimler de aldım. Çok kıymetli ve etkili bir terapi ekolü olmasına ragmen tek başına kullanacağım bir ekol olmaz diye düşünüyorum. Psikoterapist olma sürecinde yolum çok kıymetli hocalarla kesişti. Bunlardan biri de rehberim Mehmet Teber oldu. Ondan edindiğim terapistlik becerilerim çocuklarla çalışmıyor olmamama rağmen yolumu aydınlatmıştır. Bu süreçte önemli dersler edindim. İyi bir psikoterapist olmak istiyorsak bir ekol ve rehber seçmek ilk hedefimiz olmalı. Bir usta çırak ilişkisiyle psikoterapi yapma becerisi kazanmak önemli. Öğrendiğim önemli bir başka deneyim de kendi yolumuzu çizme gerekliliği. Bedenimiz, ihtiyaçlarımız, duygularımız, niyetimiz bizler için kendi yolumuzu bulmakta önemli bir rehber. Neden bu mesleği yapıyorum? Birini kurtarmak için mi? Kendimi kurtarmak için mi? Birilerine tavsiye verme ihtiyacı mı? Birilerini iyileştirme isteği mi? Ya da üretmek mi? Psikoterapi süreçlerinde insana ve insan olma haline dair anlamlar bulmak mı? Bu sorular çok önemli ve cevap bulmaya değer sorular. Umarım sizlerin yolu da insana çıkar. Herkese kocaman sevgiler.

Psk. Didem Cengiz


KİTAP KÖŞESİ

Esra Bayısın

Özgün Adı: La Nausée Çevirmen: Selahattin Hilay Tür: Roman Sayfa Sayısı: 264 Yayımlanma Tarihi : 1938


Varoluşçuluğun temel kitabı olarak kabul gören Bulantı, varoluşçuluğu bir fikir olarak değil de başkahramanın yaşamsal ve zihinsel deneyimi olarak okuyucuya sunan bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Günlük türünde yazılmış olan kitapta kahramanımızın hayatına dahil olduğumuz andan itibaren kitap çelik gibi sert duvarları olan klostrofobik bir odaya dönüşüyor ve Sartre amacına ulaşıyor yani var olduğumuza utanmadan içinden çıkamıyoruz. Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin, hayatının uzun dönemini sevgilisi Anny ile birlikte macera peşinde geçirmiş, ardından Anny onu bırakınca her şeyden uzaklaşarak Bouville’ye yerleşmiş bir tarih yazarıdır. Tüm hayatının koca bir delikten ibaret olduğuna inanan, anılarının ölmüş kuru yapraklara benzediğini düşünen Antoine, “ben” deyince boşluk duygusuna kapılan otuz yaşında genç bir adamdır. Hayatını kaldığı otel odası, kütüphane ve Kafe Mably üçgeninde geçirir. Hiçbir nedeni olmayan soyut düşünce birikimleri, günün birinde ortaya çıkıp Antoine üzerinde bir devrim yaratırlar. “İçimdeki tutku ölmüştü. Bu tutku ki, beni içine alıp yıllarca sürüklemişti. Kendimi boş hissediyordum. Fakat hepsi bu değildi. Karşımda gevşeklikle yoğrulmuş, yavan, koskocaman bir düşünce vardı. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama beni öylesine bulandırıyordu ki ona bakamıyordum.” Sartre, aslında hepimizin aklına gelen ama üzerine düşünmediğimiz, düşünsek bile içinden çıkamadığımız fikirleri bir bir yüzümüze vuruyor ve mantıklı sütunlar üzerine inşa ediyor. Kitap boyunca biz de Antoine ile birlikte hiç beklemediğimiz anlarda gelen bulantının nedenini arıyoruz. “Bekleyip duran şey uyarıldı, üzerime atıldı. Benliğime akıyor, onla doluyum. Korkulacak bir şey değilmiş. Şey dediğim, kendimmiş. Varoluş, kurtulup üzerime atlayan varoluş, özgür kalıyor. Varoluşmaktayım.” Hiç neden dünyada olduğunuzu ve burada bir göreviniz olup olmadığını düşündünüz mü? Neden varsınız? Eğer düşünmediyseniz kitabı okurken kendinizi bunu sorgularken bulabilirsiniz. Antoine ise içinde sıkıştığı fikirsel cendereden çıktığında bu sorunun cevabını şöyle veriyor: “Burada bulunmamız için hiçbir neden yoktu, hiçbirimiz böyle bir neden öne süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz tedirginlik duyan her var olan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık olarak hissediyordu. Fazlalık. Bu ağaçlar, bu kapılar, bu çakıl taşları arasında kurabildiğim tek bağlantı işte buydu.” Ağır bir içeriğe sahip olmasına rağmen sayfaların akıp gittiği, okuyucuda her cümlenin altını çizme hissi uyandıran bir kitap Bulantı. Zihnin açılmasıyla başlamasına rağmen zihnin kapanmasıyla son bulmayacak bir yolculuğa çıkmaya hazır olun çünkü bu kitap sizi de bulandıracak. Kitabı bitirdiğinizde ya o klostrofobik mekandan "çıkmış" olmanın orgazmını yaşayanlardan ya da "kalmış" olmanın derinliğinde kaybolanlardan olacaksınız. Bir Sartre sorusuyla birlikte sizlere keyifli okumalar diliyorum. “Kendi kendini aldatmak gerçekten kaçınılmaz bir şey mi?” En sevdiğim yeri: “Anılarım şeytanın kesesindeki altınlara benziyor. Hani şeytan kesesinin altın paralarla dolu olduğunu zannediyormuş da keseyi açınca ölü yapraklar bulmuş.” “Biliyorum. Tutkudan nefesimi kesecek hiçbir şeyle, hiç kimseyle karşılaşmayacağımı biliyorum. Biliyorsun, birini sevmek, başlı başına bir girişim. Güç ister, yürek ister, körlük ister… Hele ilk başta bir an var ki uçurumdan atlaması gerekir insanın. Bir an bile düşünülse bu yapılamaz. Artık asla atlamayacağımı biliyorum.”


MÜZİK KÖŞESİ Varlığı Okunmasına Bağlı Olan Yazı Duyguların notalara, notaların seslere, seslerin tekrar yüreğe yansımasıdır müzik. Mutluluktur gözyaşlarını gizlediğimiz. İnsandır müzik, insanlığımızı hatırlatan ve sorgulatandır. Kalpleri yumuşatan ve alevlendiren şeydir. Özünü özümüzden alan ve bizi yine özümüze götüren sihirli bir anahtardır. Savaşın tam ortasında, bir hava saldırısında şehre bombalar yağarken fısıldanarak söylenen bir şarkı gelir kulaklarımıza. Amsterdam’da küçücük çatı katında saklanan iki Yahudi aile her şeyi bir an olsun unutmak için şarkı söyler. Cesaretleri yoktur seslerini çıkarmaya, öyle ki gökyüzünün mavisine hasret kalmışlardır. Henüz o zamanlar 14 yaşında bir çocuk olan Anne Frank hayallerini, umutlarını o şarkılara sığdırmıştı var olduğunu anlamak ve tutunmak için. Tam o sıralarda başka bir adam açlıktan ve soğuktan ölmek üzereyken, sırf varlığını kaybetmemek adına parmaklarını piyanosunun tuşlarında gezdirerek notaları duyar yüreğinin en derinlerinde. Yine korkmaktadır piyanosunun sesini çıkarmaktan, bu yüzden iki karış yukarıdan basar gibi yapar tuşlara. Belki savaşın yıktığı boş sokaklarda yankılanmasından korkmaktadır fakat yüreğinde hissetmek ve duymak diğer tüm seslerden daha gürdür zaten. O sese tutunur ve o sese yükler tüm benliğini. Son bir çırpınıştır onun için bu ses, belki… Belki müziği sayesinde bu savaşı durdurabilir bile hatta. “Piyanist” filminde Szpilman adlı genç ve ürkek piyanistin varoluş sancısıdır bu. Üzerinden yıllar geçer ve aynı naif şarkı duyulur dünyanın iki farklı ucundan. Birisi sürekli tekrardadır, bunu dinleyen genç adam her tekrarda içinden bir şeylerin kopup gittiğini ve bunun ona gözyaşı olarak geri döndüğünün farkındadır ve aslında bu yüzden dinlemektedir. Hissetmek için. Var oluşun en güzel kanıtıdır çünkü hissetmek ve hislerin saklandığı hazinelerdir şarkılar. Bu yüzden sürekli dinlemektedir. Belki o zaman içindeki boşluğu doldurabilir ve bu uçsuz bucaksız yoklukta var olabilir. O zaman tekrar yaşamaya bağlanabilir, belki bir umut olur ona. Belki de artık umut istememektedir. Dünyanın diğer bir ucunda bir ressam, şehrinin en kalabalık meydanında yere çökmüştür ve elinde bir tabanca tutmaktadır. Yapayalnızdır, bu yalnızlığı öylesine büyüktür ki siz bile okurken hissedip ürperebilirsiniz. Yapacak bir şeyi kalmamıştır, tanıdığı herkes tarafından reddedilmiş ve görmezden gelinmiştir. Dört bir yanı insanlarla çevrilidir, her kafadan farklı bir ses çıkmaktadır. Yaşadığından emin bile olmayan ressam dünyanın öbür ucundaki genç adamın tekrara alıp sürekli dinlediği şarkıyı mırıldanmaktadır. Çünkü bilir ki yüreğinin en derinindeki acıdan beslenen bu notalar yükselecek, tüm evrene yayılacak ve asla kaybolmamak üzere varlığını sürdürecektir. Ruhu ve bedeni birazdan yok olacak olsa bile pek bir önemi yoktur çünkü zaten varlığını sürdürebileceği küçücük bir notası vardır evrende. Bu dünyadan yok olup gitmek isterken bile varlığını sürdürmek niyetindedir ve bu yüzden son bir çırpınışla mırıldanır şarkıyı. Hepimizin dinlediği ve kendi varlığını hissettiği şarkılar olmuştur. Üzse de bıkmadan üst üste dinlediğimiz şarkılar, bize bir şeyleri anımsatanlar ve aslında anımsamamızla birlikte bizi hayatta tutanlar… Nazım Hikmet kendi varoluş hikayesinde şu dizeleri kağıda dökmüştür: “Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey, dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey... Fakat artık ümit yetmiyor bana, ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum…” Lütfen… Lütfen kendi şarkınızı söylemekten çekinmeyin. Sesinizi yayabildiğiniz tüm alanlara yayın ve ne kadar paylaşabilirseniz paylaşın bildiklerinizi! Çünkü duyduğumuz ve dinlediğimiz sürece varız. Duyan birileri olduğu sürece var olacağız.


Varlığı Mırıldanılmasına Bağlı Olan Liste Bugün "İçinde kötü bir his mi var?" diye sorsam söylemez ama Benim hayali olmadığımın farkında değil galiba’’ -Rahatsız Vals, Son Feci Bisiklet.

Seni Düşünmek Güzel Şey- Ezginin Günlüğü

Je pars à l'autre bout du monde- Beyries Wicked Game- Chris Isaak I Forget Where We Were- Ben Howard Where Is My Mind?- Pixies Rahatsız Vals- Son Feci Bisiklet Mystery of Love- Sufjan Stevens Sober- Tom Grennan Walking All Day- Graham Coxon Dört Mevsim- Fazıl Say, Serenad Bağcan The Boy With the Thorn In His Side- The Smiths


FİLM KÖŞESİ

Yedinci Mühür (Seventh Seal) Filmin Künyesi Yönetmen: Ingmar Bergman Oyuncular: Gunnar Björnstrand, Bengt Ekerot, Bibi Andersson Yıl: 1957 Süre: 96 dk

“Ve Kuzu yedinci mührü açınca göğü bir sessizlik bürüdü. Bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerindeki yedi borazanı çalmaya hazırlandılar. Birinci melek borazanını çaldı. Kanla karışık dolu ve ateş oluştu. Ve yeryüzüne yağdı. Yerin üçte biri yandı, ağaçların üçte biri yandı ve bütün yeşil otlar yandı. Sonra İkinci melek borazanını çaldı. Ve alev alev yanan koca bir dağ denize düştü. Denizin üçte biri kanla doldu. Üçüncü melek borazanını çaldı. Gökten büyük bir yıldız düştü. Meşale gibi yanıyordu...Ve yıldızın adı Pelin'di” (Yedinci Mühür, dk. 89). Bir kıyamet tasviri. Yedinci Mühür açılır. Otuz dakika sessizlik. Şşşş… Bu kadar sessizlik hayra alamet değil. Nitekim sessizliği bozan tahmin edildiği gibi en çok korktuğumuz, kaçtığımız şey oluyor. Tüm o sessizlik anının sonunda onunla karşılaşacağımızı bilerek geçirdiğimiz o sessiz dakikalar, saatler, günler, yıllar... Film Yuhanna İncil'inden alıntılanan kıyamet tasviri gibi başlar. Sessiz bir açılış sahnesi. Kıyıya tüm gücüyle vuran dalgaların bile sesi yok. Hayata gelip giden her insan gibi hiç bir iz bırakmadan kıyıya gelip gidiyorlar. Tüm o sessizliğin içinde ölüm bir anda çıkageliyor. Vahiydeki borazan gibi sessizliği bozuyor. Geleceğini bilen hatta geç bile kaldığını düşünen şövalye hazır bir şekilde onu beklemektedir. Haçlı seferlerinde on yıl boyunca gördüğü onca ölümden sonra ölüme hazırdır. Bu on yıl onu ölüme hazırlamıştır ama Tanrı'ya olan inancını kaybetmesine neden olmuştur. Boşa geçtiğini düşündüğü kutsal topraklarda geçen on yıldan sonra ölümle karşılaşması hayatının bir hiç uğruna geçtiğini anlamasına neden olur. Şövalye hayatının amacı Tanrı'ya hizmet etmek olan şövalye bu on yıl içerisinde önce Tanrı'sını, hemen onunla birlikte amacını da kaybetmiştir. Bunu ölümle yüzleşince fark eder. Tıpkı Camus'nun, sonunda ölerek bir hiçliğe karışacağımızı ve yaptığımız her şeyin anlamsız olduğunu söylemesi gibi şövalye de ölümle karşılaştığı anda hayatında bu zamana kadar yaptığı her şeyin anlamsız olduğunu düşünür.


Camus'a göre hayatın bir anlamı yok ise insanın önünde intihar etmemesi için hiç bir neden yoktur. Ancak Camus, insanın önünde iki yol olduğunu söyler; birincisi hayatın anlamsız olduğunun farkında olup intihar etmesi, ikincisi ise insanın varoluşunu gerçekleştirmesi için hayatın anlamsızlığına karşı durup bir anlam bulabilmek için yaşamaya devam etmesidir. Bu hayatın absürtlüğüne karşı bir “isyandır” (Camus, 2018). Şövalye de bu absürtlüğe isyan ederek ölüme bir satranç oyununda meydan okur. Ona meydan okuyarak aslında yaşadığı anlamsız hayata karşı geliştir. Ölüm’den, hayatla görülecek olan hesabı için zaman ister. Şimdi önünde kendi “özgürlüğünü” kullanarak “tutkusunu” bulmak için bir satranç maçı kadar süre vardır. Şövalye, Haçlı Seferi patlak verdiğinde kalesinde mutlu bir hayat sürmekte olan bir efendidir. İnsanları Haçlı Seferleri'ne katılmaya ikna etmek için rahipler önemli etkiye sahiptir. Nitekim şövalyeyi de sefere katılmaya ikna eden bir rahip olur. Bu rahibin veba baş gösterdiğinde ölü insanları soyması, babası da bir din adamı olan Bergman'ın bir din adamları taşlamasıdır. Ancak Bergman'ın hayatının, eserlerine yansımasına bu yazıda yer verilmeyecektir. Şövalyeye hayatının amacı bir başkası tarafından verilmeye çalışılmıştır. Şövalye ilk başlarda bunun kendi hayatının amacı olduğunu düşünür. Ancak on yıl sonra ülkesine döndüğünde bunun hayatının amacı olmadığının farkına varır. Ölümle karşılaşana kadar başkalarının belirlediği amaçları kendi amacı zannetmiştir. Şövalye kendi amacını kendi “özgür” iradesi ile bulmak için biraz süreye ihtiyaç duymaktadır ve satranç teklifi ile bu süreyi kazanır. Satranç, şövalyenin kalesine yolculuğu boyunca devam edecektir. Bu yolculuk onun amacını bulması için son şansıdır. Yolculuğa başladığında ilk gördükleri kişi ölü biridir. Bu ölümün yani başta söylediğimiz kıyametin bu topraklara geldiğinin habercisidir. Şövalye yıllarca başka bir ülkede savaşmış, ülkesine geri dönmüştür. Ancak bulduğu kıyametin ta kendisidir. Milyonlarca Avrupalının ölümüne neden olacak veba tüm ülkeye yayılmaktadır. Filmdeki veba Camus'nun aynı isimli Veba romanını çağrıştırır hemen (Camus, 2018). Ölümün yani insanın kıyametinin simgesi olabilecek en büyük hastalık olmasının bunda büyük bir payı vardır. Şövalye kıyamet alanına dönen, tıpkı Camus'nun Veba romanında olduğu gibi din adamlarının insanlara bunun bir ceza olduğunun vaazlarını veren din adamlarının cirit attığı bir ülkede yolculuğuna koyulur. Nitekim on yıl boyunca Kutsal Topraklar'da Tanrı'sına hizmet ederek bulacağını sandığı hayatının amacını köy köy dolaşıp oyunlar sergileyen ufak bir ailede bulur. Ailenin sanatçı olması bir rastlantı değildir elbette. Şövalye ile sanatçı bir zıtlık göstergesidir. Şövalye Tanrı var olup olmadığının 'bilgisini' ister. Bunun için Ölüm'e, rahiplere hatta şeytan ile konuştuğu düşünülerek yakılacak olan bir cadıya bile sorular sorar. Asla edinemeyeceği bu bilgiye sanatçı hayaller ile çoktan ulaşmıştır. Sanatçı gündüzleri de hayaller görendir. Bu hayaller ona “gerçeği” göstermektedir. Şövalyenin arayıp bulamadığı gerçeği. Şövalye sanatçı aileyle tanıştıktan sonra bulduğu kendince hayatının anlamını şu sözlerle dile getirir; “İnanç taşıması zor bir yüktür. Ne kadar yüksek sesle çağırırsan çağır...Karanlıktan sıyrılıp hiç gelmeyen birini sevmek gibi. Burada sen ve kocanla otururken,tüm bunlar gerçekliğini kaybediyor. Aniden önemsizleşiyor. Artık o kadar ciddi değilsiniz. Bu anı hep hatırlayacağım. ...Ve benim için yeterli bir işaret olacak” (Yedinci Mühür, dk. 54). Artık hayatının bir anlamı vardır; o da bu aileyi canı pahasına korumaktır. Tüm “tutkusu” bu aile olmuştur artık. Ölüm'le yaptığı satranç düellosunda taşları dağıtarak Ölüm'ün dikkatini dağıtır ve ailenin kurtulmasını sağlar. Artık huzur içinde ölebilecektir. Çünkü artık kendince varlığını tamamlamıştır. Ingmar Bergman'ın varoluşçuluk ekseni etrafında yazıp yönettiği Yedinci Mühür vebadan kırılan ülkesine on yıl sonra dönen bir şövalyenin Ölüm'le olan karşılaşmasının ardından evine dönene kadar yaşadıklarını anlatan film... İyi seyirler dilerim...


KAYNAKÇA VARLIĞIMIZDAN HABERDAR MIYIZ? COŞKUN, S. (2013). İnsansal varoluş ve özün belirlenimi olarak yabancılaşma ve özgürleşme. Kaygı. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, (20), 111126. Geçtan, E. (1974). Varoluşçu Psikolojinin Temel İlkeleri. Erişim Tarihi: 8 Nisan 2018, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/40/494/5806.pdf Karabulut, D. (2014). Heidegger felsefesinde" kaygı" nın yeri (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi) Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın. Sartre J. (1981). Bulantı. İstanbul: Can Yayınları ÖZGÜRCE VAR OLUYOR MUYUZ? Bender, M. T. (2009). Varoluşçuluk ve Jean Paul Sartre örneklemi. Sanat ve Tasarım Dergisi, Cilt(4), ss. 23-24.

Demir, A. (2017). Panopticon ve Synopticon geriliminde özgürlük paradoksu. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, s. 57. Doi: 10.20981/kaygi.307940 

Işık, M. F. (2014, aralık). Dostoyevski’nin romanlarında varoluşçu temalar. Muş Alparslan Ünı̇ versı̇ tesi̇ Sosyal Bı̇ lı̇ mler Dergisi, Cilt(2), Sayı (2), s. 115. 
Orbay, S. (2018). Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hukukunda düşünce özgürlüğünün kapsamı ve sınırları. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt(67), Sayı (1) ss.2380. Şimşek, İ. (2014). Tanrı’nın mükemmelliği ve özgürlük problemi. Ekev Akademi Dergisi, Sayı (59), s. 414. VAROLUŞÇU YAKLAŞIM VE MASLOW Andy, E. (Yönetmen). (2008). God on Trial [Film]. Birleşik Krallık: Şapka Trick. Ercoşkun, M. H., & Nalçacı, A. (2005). Öğretimde psikolojik ihtiyaçlarin yeri ve önemi. Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, (11).


Topses, G. (2012). Davranışçı ve varoluşçu – hümanistik psikolojik danışma kuramlarının ayırtedici ve örtüşen nitelikleri. International Journal of New Trends in Arts, Sports & Science Education (IJTASE), 1(3), 67-75. VAR OLMAYI YOK ETME: İNTİHAR 
Atay, İ. M., Eren, İ. ve Gündoğar, D. (2012). Isparta il merkezinde intihar girişimi, ölüm düşünceleri yaygınlığı ve risk faktörleri. Türk Psikiyatri Dergisi, 23(2), 89-98. 
Bestecisini bile intihar ettiren şarkı: Gloomy sunday. (2017) https://www.wannart.com/bestecisini-bile-intihar-ettiren-sarki-gloomy-sunday (9 Nisan 2018) 
Eskin, M., Akoğlu, A. ve Uygur, B. (2006). Ayaktan tedavi edilen psikiyatri hastalarında travmatik yaşam olayları ve sorun çözme becerileri: İntihar davranışıyla ilişkisi. Türk Psikiyatri Dergisi, 17(4), 266-275. 
Tarihin en büyük toplu intiharı Jonestown katliamı ve katliamın öncüsü Jim Jones. (2016) https://listelist.com/jonestown-katliami (9 Nisan 2018)

Yayalar, C. N. (2016). Bir dönemin gençlerini intiharla sürükleyen kitap: Genç Werther’in acıları. https://listelist.com/genc-wertherin-acilari (9 Nisan 2018) İNSAN ÖZÜNDE KÖTÜDÜR Bonevac, D. (2014). Heidegger’s Map. Academic Questions, 27(2), 165-184. doi:10.1007/s12129-014-9417-4

Cervone, D. & Pervin, L.A. (2014). Personality psychology. New Jersey: Wiley.

Cloninger, S. (2008). Theories of personality: Understanding persons. Upper Saddle River, NJ: Pearson/Prentice Hall.

Eagle, M. N. (2016). Psychoanalysis and the law. International Journal of Law and Psychiatry, 48, 57-61. doi:10.1016/j.ijlp.2016.06.005 Freud, S. (1923). The Ego and the İd. Vienna: W. W. Norton & Company Ryckman, R. M. (2004). Theories of personality. Belmont, CA: Thomson-Wadsworth. İNSAN ÖZÜNDE İYİDİR Referanslar: Bunge, M. (2012). Treatise on Basic Philosophy: Ethics: The Good and The Right (Vol. 8). Springer Science & Business Media. Sahakian, W. S., & Sahakian, M. L. (1966). The Ideas of Great Philosophers, Barnes and Noble. Inc., New York. Johnson, C. E. (2018). Organizational ethics: A practical approach. Sage Publications. Milgram, S. (1963). Behavioral study of obedience. The Journal of abnormal and social psychology, 67(4), 371.


Aanstoos, C., Serlin, I., & Greening, T. (2000). History of Division 32 (humanistic psychology) of the American Psychological Association. Unification through division: Histories of the divisions of the American Psychological Association, 5, 85-112. Rogers, C. (1995). A way of being. Houghton Mifflin Harcourt. Hefferon, K., & Boniwell, I. (2011). Positive psychology: Theory, research and applications. McGraw-Hill Education (UK). Seligman, M. E. (2004). Authentic happiness: Using the new positive psychology to realize your potential for lasting fulfillment. Simon and Schuster. Bruhn, J. G. (2009). The functionality of gray area ethics in organizations. Journal of Business Ethics, 89(2), 205. Kohlberg, L. (1971). Stages of moral development. Moral education, 1, 23-92. Copp, D. (Ed.). (2005). The Oxford handbook of ethical theory. Oxford University Press.

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI Frankl, V.E. (1991). İnsanın anlam arayışı (S. Budak, Çev.) Ankara, Edesos. Bakırcı, Ç.M. (2012). Bütün canlıların ortak amacı neden ''hayatta kalmak'' ve ''üremek''tir? Erişim tarihi: (18 Nisan 2018) https://evrimagaci.org/article/tr/abiyogenez-10-butun-canlilarin-ortak-amaci-nedenhayatta-kalmak-ve-uremektir) Bakırcı, Ç.M. (2016). Hayvanlar intihar eder mi? (Erişim tarihi: 18 Nisan 2018) https://evrimagaci.org/photo/tr/hayvanlar-intihar-eder-mi) Küçük, G. (2017). Disosiyatif kimlik bozukluğu (çoklu kişilik bozukluğu) (Erişim Tarihi: 18 Nisan 2018) http://www.libidodergisi.com/disosiyatif-kimlik-bozuklugu-coklu-kisilikbozuklugu/ Horzum, M.B., Ayas, T., Balta Ö.Ç., (2008) Çocuklar için bilgisayar oyun bağımlılığı ölçeği, Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi,3 (30), 78. dergisi2008http://dergipark.ulakbim.gov.tr/tpdrd/article/view/1058000051/1058000053 WHO, 2015. (Erişim tarihi: 19 Nisan 2018) http://www.who.int/mental_health/prevention/suicide/suicideprevent/en/ YEDİNCİ MÜHÜR ( SEVENTH SEAL)

Camus, A.(2018). Sisifos Söyleni. (T. Yücel, Çev.) İstanbul: Can Yayınları Camus, A.(2018). Veba. (N. T. Öztokat, Çev.) İstanbul: Can Yayınları


ÇİZİM KÖŞESİ ŞEYMA KARA



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.