Figen Keserci – Girdap ……………………………………………………………………… 2 Tugay Özdemir – Sual ………………………………………………………………………. 3 Tugay Özdemir – Beni Bu Güzel Havalar II – III ……………………………………………4 Selahattin Valelî – Karşılığını Bulamamış Sorular’da Darbe Yılları ………………………... 6 Cahit Zarifoğlu – Yaşamak’tan bir kesit ……………………………………………………. 11 Tugay Özdemir – [Nâ-Ser-levhâ] …………………………………………………………… 12 Tugay Özdemir – Bana Gregor Samsa’nın Resmini Çizebilir misin? ……………………… 13 İbrahim Buzlukaya – Kıssa-i Evlad……...…………………………………………………...15 Eray Sarıçam – Soylu Kargış ……………………………………………………………….. 16 Eray Sarıçam – Özür …....………………………………………………………………….. 18
Hezeyan 2
1
Figen Keserci
Girdap Bir kara dönüttür sürüyor hakimiyetinde Sakin bir yüz arıyorum içlerinde haliyle Senli veya sensiz atar bu kalp Senden dolayı,sana rağmen Aklımın kıvrımlarında dans ederiz Güle oynaya terk edilirken Kırmızı bir ruj vardı gamzesinde Aynadaki kırıntılarımı temizlerken. Saçmalamayı iş edinmiştik temiz sokaklarda Çamurlu ayakkabılarla yürürken Derken bir hikaye düştü içimden İçindeki öğretmen bana susmayı tembihlerken Çoktan sürüklenmiştim sürünün girdabına belli belirsiz içindeki o kirli Ama kutsal ganj nehrinde yüzerken. Sanattı edebiyattı aşktı derken hepsi aktı Yok oldu gözlerinde boğulurken Kalemim kurtardı beni esaretinden Beklentisiz yaşamak düştü bana Mezarlarınızda dikenler yükselirken Güller o temiz sokaklarda satılmadan da kokardı Yapraklarından sadakati kucaklarken. Her şeyi ölümle sonlandırmayı seçmiştim Hayallerimin ucundaki hikayeler Bu dönütü tamamlarken.
Hezeyan 2
2
Tugay Özdemir
Sual “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz ki Benim arzım(yeryüzü) geniştir…” Ankebut 29/56 “Şüphesiz bir şehirden başka bir şehre göç etmek de sünnettir.” ama ibadet bilir bir derviş insandan kaçıp dergaha sığınmayı ya bir bebeğe ya da bir ölüye özenir hayatta bir amacı kalmayan adamlar ve marifetidir kapkara bir şiirin gece yarılarında uykuları bölmek nice şairin geçtiği sokaklar insanı ince bir hüzne bırakır güzel olmaz hiçbir şey bir çiçekten bir kadına isim olandan yalnız, bir dizi karakterinin ölümüne ağlayan anneler tutar evlatlarının tuttukları takımları yıllarca hazırlanan gelin çeyizleri içinde bir nebze de hüzün taşır kitapların yazmadıkları “kader” kelimesi olmasa ne yapardık?
Hezeyan 2
3
Tugay Özdemir
“Anneni ilk gördüğümde gözlerinde boğulmuştum.” Acaba böyle bir his miydi? Olduğum yere çöktüm. Artık bana o kadar mavi gelmeyen denize baktım. Ağladım, “Baba” dedim “Nerdesin, nerdesin? Beni şimdi en iyi sen anlardın.”
Beni Bu Güzel Havalar II Beni bu güzel havalar mahvetti böyle havalarda hatırladım babamı. Babamdan sonra balıkları, onları tutmayı ve tekrar bırakmayı… “Küçük balıklara dokunmak yok” demişti, “küçük yoksa büyük de yok” Şimdi her yerde babamın nidaları. Beni bu güzel havalar attı sahile. Böyle havalarda attım denize oltamı. Sonra bir ses “Rastgele” dedi. “Eyvallah” diyerek döndüm. Nereden bilebilirdim şiirlere, masallara, romanlara konu olan biriyle karşılaşacağımı. İster istemez aynı kelimeyi tekrarladım, fakat bu kez çok daha farklı, kekeleyerek. Dünya durmuştu. Sonra bu güzelliğe uygun olmayan sesiyle tekrar konuştu, “Nasıl, derya sana kuzularını feda ediyor mu?” Şaşkındım, düşünmeden, düşünemeden karşılık verdim. “B-biraz. Pek bir şey yok zaten. Benim amacımda tutmak değil ya eğlence. “Doğru ya, eğlence” diye karşılık verdi. Denize döndüm, şimdi ne balıkları istiyordum ne de diğer deniz canlılarını. Denizden babamı istiyordum. Bana denizle konuşmasını öğreten adamı “Baba” diyecektim “bir kez olsun gel ve bu güzellik karşısında yanımda ol” Denize karşı ilk kez bu denli serttim. Babamı alıp götürdüğünde dahi ona bu kadar sert davranmamıştım. Deniz bana ne babamı verdi ne de başka bir şey. Hatta şaşkındı. O da biraz dalgalarını kabarttı. Sonuçta hiçbir şey alamamıştım. Arkamı döndüğümdeyse okyanus gözlü kız gitmişti. Evet okyanus gözlü kız diyorum çünkü en berrak su okyanusta olurmuş. Olurmuş çünkü bunu da babam söylemişti. Okyanus gözden bir “elveda” dahi duyamadım. Duysam belki boğulacaktım. Ardımdaki denizde değil fakat gözlerinde. Babam gibi…. Annem hep babama benzetir beni “Baban gibi, babasının oğlu değil mi?” Bir elveda deseydi belki babam gibi olacaktım. Önce sevdiğim kadının gözlerinde, sonra denizde boğulurdum. Çünkü o bana böyle demişti.
Hezeyan 2
III Beni bu güzel havalar, beni bu güzel havalar mahvetti. Böyle havalarda çıkardık parklara. Böyle havalarda gelirdik buraya. Beni bu güzel havalar attı saat kulesinin altına. İlk burada buluşmuştuk, hatırladım. İlk burada el ele tutuşmuş, o deniz gözlerine burada dalmıştım. Sadece yedi yıl oldu. Sadece… Hani derler ya “sensiz her saniye bir ömür.” Onsuz milatlar atlattım. İlk şiirleri burada okudum, ilk hayalleri tam şurada kurdum. Bizi bu güzel havalar atardı buralara. Amber kokulu saçlarına burada asılır kalırdım. Tüm o masallar, şiirler, hikâyeler bizi anlatırdı, bilirdik. Yine şair demiş ya “Ölüm Allah’ın emri, şu ayrılık olmasaydı.” Beni bu güzel havalar getirdi buraya ya da ayaklarım. Sanırım bunun bir önemi yok. Her pazar olduğu gibi yine aynı yere gelmiştim işte, cebimde bir şiir kitabıyla. Yine bir pazar gelmiştik onunla hatırlıyorum. İçinde matematik geçen bir şiir okumuştum. Kim yazmış, kim söylemiş anımsayamıyorum. “Bir daha okuma bu şiiri” demişti “matematikten hiç hoşlanmam” Gayriihtiyarî gülümsemiştim. “Neden?” “Matematikten hoşlanmam, hoşlanamadım. Matematik hayalci insanlar için değil sanırım. Havuz problemleri, hız problemleri, bir tarlanın çevresi falan… Bana hiç problem olarak gelmedi bunlar. Bir tekerleğin dönüşü dendiğinde benim aklıma hep yol gelirdi, seyahat etmek ve onun o güzelliği, hele birde bahar ayıysa, ne güzel olur bilirsin. Havuz problemi derler, iki çeşme bir havuzu doldururken, bir başka çeşme de boşaltır. Oysa neresi
4
Tugay Özdemir Sanıyorum bu onda da rahatsızlık uyandırmış olmalıydı ki uzaklara daldı. O uzaklara daldı, benim aklımdan içinde matematik geçen şiirler okumak geçti. “Mmerhaba” dedim kekeleyerek. “Ben de güvercinleri izliyordum.” Uzaklara bakmaya devam etti. Yoksa onunda mı bu kulenin altında anıları vardı. Neden sonra “Durma göğe bakalım” dedi. “Göğe bakalım” dedi ve ben göğe baktım. Ben göğe baktım ve aklımdan içinde matematik geçen şiirler geçti. Onun güzelliği tekrar nasıl tecelli bulmuştu ya rabbim? Göğe baktım ve dalgınlıkla “hala içinde matematik geçen şiirlerden hoşlanmaz mısınız?” dedim. O yanımda yoktu. Onlar yanımda yoktu. Güvercinler de uçmuş, o yine saçlarıyla güneş, gözleriyle gök olmuştu. Ben yine göğe baktım. “Anlıyorum, hoşlanmazsınız.”
problemlidir havuzun. Ben küçükken köyümüzde, ninemlerin bahçesinde bir pekmez havuzu vardı. İçine üzüm koyar eze eze suyunu çıkarır, sonra kaynatır pekmez yaparlardı. Yaz mevsimi olduğunda ise yarısına kadar su doldururlar, biz de içine girer eğlenirdik. Şimdi kalmadı o havuz da, yıktılar. Her neyse işte biz o havuzun suyu akmasın diye altındaki deliği tıpa olacak bir şeylerle tıkardık. Gelmiş problem bana iki çeşme doldururken birisi boşaltıyor diyor, aklıma o havuz geliyor sinirlerim bozuluyor. Tarla desen kuşları getiriyor aklıma, az kovalamadık mısırların arasında güzelim kuşları. Bu yüzden matematikten hoşlanamadım. Şiiri çok severim ama bilirsin, bu yüzden ne olur matematik şiire müdahale etmesin.”, deyivermişti bir nefeste. Her cümlesini nasıl da aklımda tutmuşum ya rabbim. Kollarımın arasına sarmış “Tamam bir daha müsaade etmem o sayılı şeyin şiirin içinde bulunmasına” demiştim. Gülüşmüştük. Sonra bir şiir daha okumuştum mavi gözlerine bakarak. Üstünden yedi yıl geçmiş olabilir mi bunca güzel şeyin? Hiç bilmiyorum, hiç bilemiyorum. Yalnız tek hatırladığım şey onun gidişiyle çok ağlamamdı. O kadar çok ağladım ki, bir süre sonra neye ağladığımı da unutmuştum. Buralardan gidişine mi, bu dünyaya gelişimize mi, o şiiri okuduğuma mı, kaderi değiştirecek bir gücüm olmayışına mı, onun peşinden çekip gitme cesaretim olmamasına mı, bilmiyorum. Sadece çok ağladığımı biliyorum. Beni bu güzel havalar mahvetti. Böyle havalarda uçuştu güvercinler aklıma. Böyle havalarda eşlik ettim onlara. Sonra bir ses “Merhaba, sıkılmadınız mı yalnızlıktan?” deyiverdi. Sesten ziyade yalnız olduğumu onun beni bu saat kulesinin altında bırakıp gittiğini nasıl, nereden bildiği dikkatimi çekmişti. Sonra yavaşça sesin geldiği yöne doğru döndüm. Aman Tanrım, yoksa bana onu tekrar mı lütfettin, diye geçirdim içimden. Titremeye başlamıştım ama mani olamıyordum.
Hezeyan 2
5
Selahattin Valelî Haydar Ergülen’in şiiri usul sesli bir şiirdir. “Ben”in olmadığı, “biz” kavramının öne çıktığı; anne, sevgili, dostluk vs. izlekleri ile toplumu bağırıp çağırmadan kucaklayabilen bir şiirdir onun şiiri. Ergülen’de 80 Kuşağı imge şairlerinin hemen hepsi gibi toplumsallıktan uzak kalmakla itham edilmiştir. Ancak onun şiiri toplumsal yaşantıların tam da göbeğinde yerini almıştır. Bunu slogan atarak değil usul bir sesle dile getirerek başarmıştır. Ateşli kalabalıkların önünde okunacak şiirler yazmamıştır o. Yüreğine eğilir sanki kişinin, bir dua gibi içten söyler şiirini. Onun sesine kulak verecekler iyice yaklaşacak ve onun sessiz mırıltısını duyacaklardır(3)
Karşılığı Bulamamış Sorular’da Darbe Yılları Giriş Cumhuriyet tarihinin dönem noktalarındandır 1980. Bu tarih, sosyal ve siyasal hayatımızda ne kadar etkili ve önemliyse, aynı etki ve önem şiir tarihimiz içinde de geçerli olmuştur. Böyle büyük bir yıkım sürecinden şiirin ve şairin etkilenmemesi, hiç şüphesiz, düşünülemez. Ama iyi ama kötü… 1970’lerdeki siyasal gelişmeler ve çalkantılar, bu dönemde önemli eserlerini vermeye devam eden İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Hilmi Yavuz, Behçet Necatigil, Gülten Akın gibi şairlerin olmasına karşın bir slogan şiirinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Askerin yönetime el koyması ile birlikte slogan şiirden uzaklaşılmış ve imgeci bir şiir ortaya çıkmıştır. Bazı yazar ve eleştirmenler, ortaya çıkan bu şiiri apolitik olmakla suçlamış, bunun üzerinden yıllarca çetin tartışmalar yaşanmıştır. Bu şiir, şiirin öz kaynaklarını yine şiirin içerisinde arayan, slogandan uzak bir yapıdaydı ve politik düşünceler usul sesle söylenmeye başlanmıştı. 70’lerde unutulan “edebilik” düşüncesi seksenlerde yeniden hatırlanmıştı. Öyle ki Ahmet Oktay, günümüz şiirinin toplumsal doğum tarihini 12 Eylül olarak belirlemiştir(1)
Yunus cümle sözün sana ferîde Çün iş sanadüşüptür, kim iş ide Beyti ile Yunus Emre, yapılacak birçok işin olduğunu, bu işlerin kendi üzerine düştüğünü ve herkesten önce kendisinin yapması gerektiğini düşünür.(4) Bu düşüncesini pratiğe döken Yunus, işini insanların gönlünü alarak, kimsenin gönlünü kırmayarak yapar. Yunus, yaşadığı çağda meydana gelen acı olaylardan şiirlerinde bahseden bir şair olmuştur; ancak bunu sehl-i mümteni haliyle yapar sanatın. Yunus’un bu “taktiği” bana Haydar Ergülen’in toplumsal konulara yaklaşımını anımsatıyor. Onun da şiiri, sehl-i mümteni özelliği taşır ve toplumsal sorunlara, genellikle, bu taktik ile yaklaşır. Kendisiyle yapılan bir söyleşiye verdiği yanıt söylediklerimi kanıtlar niteliktedir:
80 Kuşağı(2), şairlerinin de dediği gibi, şiirde bir yenilik hareketi olarak ortaya çıkmamıştır. Bir geriye dönüştür. 70’lerin slogan şiirinin unuttuğu edebilik yeninden hatırlanmış, Klasik şiir ve II. Yeni gibi kaynaklara dönülmüştür. Yani bir tür eve dönüş gerçekleşmiştir. Bu eve dönüş’ün, kimilerine göre, belki olumsuzlamak için, en önemli şairi Haydar Ergülen olmuştur. Haydar Ergülen’in kuşak içerisindeki izlekleri, imgeleri, kelime oyunları, girdiği tartışmaları ve tartışmalara verdiği cevapları, şiire ve hayata bakışı hem Türk şiirinin hem de kendi şiirinin gelişimine önemli katkılar sağlamıştır.
Hezeyan 2
“Çok çocuklu ailelerde ‘en büyük çocuk’ olmak ilginç bir olgudur: ya size gösterilen şefkat, özen ve ilginin sonucu ‘sorumlu’ bir insan olursunuz, ya da aynı tavırla şımarıp ‘sorunlu’ bir insan olursunuz, ‘sorumsuz’ demek istemiyorum bu sözcükle. Bende ilki, yani ‘sorumluluk’ duygusu hep ağır bastı, belki de bu yüzden şiir yazmaya başlamış olabilirim, kim bilir?”(5)
6
Selahattin Valelî olan ”çocuk” bu şiirde de karşımıza çıkıyor. Düş ve çocuk arasında bir bağlantı kuruluyor ve düş böylece saf bir hal alıyor. Şair “düş”e sonsuz özlemler besliyor, bıkıp usanmadan bu saf “düş”ü taşıyor yarınlara:
Haydar Ergülen’in 80 darbesinden ve öncesinde yaşananlardan etkilenişi birçok şiirinde ve kitabında söz konusuysa da genel olarak bu etkilenim Karşılığını Bulamamış Sorular’da ve Sırat Şiirleri’nde belirginlik göstermiştir. Benim ele aldığım Karşılığını Bulamamış Sorular, 1981 yılınla yayımlanmıştır. 1978 ve 1981 yılları arasında yazılmış şiirlerden oluşuyor. Eserde, kısa şiirler ile uzun şiirler; yalın şiirler ile imgesel şiirler; toplumsal şiirler ile bireysel şiirler iç içedir. Sözü geçen toplumsallık, en başından beri söylediğim gibi slogan şeklini almamış usul bir sesle söylenmiştir. Ama usul olması, okuyanı etkileme, okuyanda bir yaşantı uyandırma bakımından bir eksikliğe yol açmıyor. Toplumsallık eserin geneline yayılmıştır. Haydar Ergülen Karşılığını Bulamamış Sorular için “İçinde ağıttan ironiye çok farklı duyuşların şiirleri vardır. Bir ‘sorular’ toplamıdır ve benim sesimdir hepsi de. Ama ‘ben’ sesinden çok, kardeşlerimin, arkadaşlarımın yerine söz almış bir gencin sesidir. Oradaki ‘anne’ hepimizin annesidir, ölenler hepimizin yoldaşlarıdır.” diyor.(6) Yine Ergülen’den, Karşılığını Bulamamış Sorular için şu alıntıyı yapabiliriz. “Üniversitelerde pek çok gencin öldürüldüğü yıllardı, cinayetlerin gündelik olduğu ve hesabının tutulmadığı yıllar ve olayların ne kadar dışında kalsanız da, sizin yaşınızda pek çok öğrencinin öldürülmesine tepkisiz, duyarsız kalamazdınız. Benim şiire ilişkin ‘duyarlık eğitim’im, diyebilirim ki ’acı’yla beslenmiş, onunla gelişmiştir. Bilhassa birinci ve ikinci kitaplarım olan “Karşılığını Bulamamış Sorular”(1981) ile “Sırat Şiirleri”(1991) bu acının örnekleriyle doludur.”(7)
Ilık bir ses taşırım yorulmadan Sonsuz özlemler büyütürüm yarına Ben mızıka çalarım Siz onu duymazsınız da Mızıkamın içindedir yaşam “Düş” tabii ki “gelecek güzel günler.” Kitap için bize, gelecek güzel günler vaat ettiğini söyleyemeyiz. Söylense de bu, bir vaatten çok umut olur. Bu umut, uyuyup uyanıp hep aynı şarkı halinde yeryüzüne değiyor. Eksilmiyor ya da bitmiyor: Bir çocuğun düşüyüm ben Mızıkamın sesi yeryüzüne değer Uyurum uyanırım hep aynı şarkı Ne sesim eksilir ne umut biter. Bir sonraki şiir Aşk, Ölüm ve Acıdan. 4 parça. 1980’de yazılmış. Kim girer bu ucundan kanayan güne Ölümün çığlıklar taşıyan ses mi Çocuklar mı yoksa Doludizgin türkülere kaptırıp kendilerini Şiir iki kavram üzerinden ilerliyor: Arkadaş ve ölüm. Ölüm ki çığlık çığlığa ölümdür. Yalnız, ölümün çığlık çığlığa olması ona bir korkunçluk yüklüyor. Bu yüzden ölüm, “ölüm” olmaktan çıkıyor ve “cinayet” halini alıyor. Şairin arkadaşları, bu cinayete, şarkılarla ve türkülerle giden insanlardır. Çünkü onlar ölümü “cinayet” olarak değil “dava” olarak görüyorlar. Karşılığını Bulamamış Sorular şiirinden: Serin rüzgârlar taşır Bir dostumun yüzünü yakan mevsim İncelmiş bir hayatın kederiyle Sessizce durur anıların yamacında Renginden su alan resim … Karardı baktıkça gözler Balkon derinliğindeki dağlara
Örnekler Düşler Bir Ses Bulur Bende adlı şiir, kitabın(8) üçüncü şiiri. Adında da geçtiği gibi “düş” eksenli bir şiir bu. Haydar Ergülen’in bolca kullandığı izleklerinden
Hezeyan 2
7
İçin
Selahattin Valelî Heves yollara düştü Tedirginlik korkulara
Güceneksiz ölen arkadaşımın Yıllardır dünyaya bakar gibi Bir resmin önündeyim değişini
Mevsim aynı mevsim. Yıkımın mevsimi, ölümün hep ölümün mevsimi. Dostun yüzünü yakanda yine ölümün mevsimidir. Aslında 70-80’li yıllarda ölüm bir mevsim değildir. Çünkü her mevsimin belli bir zamanı vardır günü gelince çeker gider; ama ölüm bu yıllarda hiç gitmeyen, devamlı tepesinde bekleyen bir gerçektir şairin. Ölüme her an bir adım daha yaklaşılır ve inceldiği yerden kopar hayat. Geriye kalan ise anılardır… Balkonsa yine ölümü çağrıştırıyor. Bizim geleneğimizde bahçe vardır, balkon yoktur. Kapı balkona açılmaz, bahçeye açılır. Balkon daha önce de ölümle eşdeğer işlenmişti, Sezai Karakoç’un ünlü Balkon şiiriyle
Haydar Ergülen, yapılan tüm zulümlere rağmen yolunda olduğu davadan memnundur. Bu yüzden uygulanan muameleye bıkkınlık ve güceniklik göstermiyor. Tersine bundan mutlu olur bir havası var. Sanki tepeye çıkardığı kaya durmadan düşen; ama asla pes etmeden devam eden bir Sisifos gibi. Bir annenin oğul yolunu beklemesini anlatan bir şiir, Issız. Annenin ağzından yazılmış. 70-80 yılların içinde bulunduğu karanlık ortamdan bahsetmiştik. Cinayetler, kavgalar, faili meçhuller… “Issız annesi” seksen annelerinden desek yeridir. Oğlunu ılık yağmurlarla bekleyen bir annedir o. “Modern anlamda” bir mazmun olarak ele alınabilir.
Sayıklama şiiri ise, “dudaklarımı kan sızıyor sevgilimi öpemem//öyle çok gri sabahlara uyandım ve öyle çok/balkonlardan atladım sarı akşamüstleri/alıştım ölümüme yavaşça/kendine kıyan çocuklara alışır gibi-“ Dudaklarından başlıyor insan ölmeye. En doğru haliyle, fikirlerinden. Art arda gelen ölümler karşısında şair, artık ölümü kanıksamış görünüyor. Dostların ölümüne alışan şair, kendi ölümüne de alışmıştır artık. Aynı şiirin 3. Parçasında, rejimin uyguladığı baskıya “nazire” olarak “ağrıyan alnımıza pas tutmuş dilimize” dizesi çıkıyor karşımıza. Bunu 1. Çoğul şahıs ekiyle söylüyor. Nedeni, anlamı güçlendirmek de olabilir. Ancak asıl neden, kendisiyle birlikte, gerçek anlamda, birçok kişinin susturulması. Bu susturulma, birincil anlamda “susturulma” ve artçısı olarak fikirlere kanlı bir ipotektir.
Resmini çıkardım sandığımdan duvara astım Isındım yüzüne yakışan gülüşün inceliğinden … Ocakları şeneldi oğulları dönene evlerin Gelmedin ince bir türküye döküldü özlemim … Vurulmuş bir ceylan indirdiler bu sabah dağdan Yüzünde yorgun bir güzellik yaşıyor gibi Yakamdan düşmeyecek ah bekleyişin kederi Gel artık ömrümü seninle bildimdi oğul Ben seni kimseler beklemezken bekledimdi İncelikle işlenmiş dizelerin sahibi Haydar Ergülen, bir anne titizliği ve bir oğul inceliğiyle dönemi küçük dokunuşlarla anımsatıyor. Ne için götürüldüğünü bilmeden oğlunu son kez gören anneler, belki geri gelen bir oğul mutluluğuyla dolan bir ev ya da gel artık diye ağlayan bir annenin hıçkırığı…
Kimseler bilmez kimin niceyim Yüreğim eskidikçe yorgun bir çerçi Kaçak silahlar taşırım yedeğimde Yaralı bir yaz kırgınıyım son günlerde Nasıl unuturum nasıl unuturum
Hezeyan 2
8
Selahattin Valelî Şiirin sonundaki artık dize ise şiirin ve dönemin özü mahiyetinde:
Portakal Çiçekleriyle Örülmeyen Bir Kar Şiiri, Adnan Azar’a ithaf edilmiş. Toplumsal konuları, belki de, Issız’dan da trajik bir şekilde şu 4’lükle dile getiriyor Ergülen:
- Anne yoksa abim hiç gelmeyecek mi? “İkinci Bir Emre Kadar Özellikle yaz günleri Güneşi bir çiçek gibi Yakalara iliştirmek yasaklanmıştır”
İklimler ne kadar da benziyor Toplumların hâlet-i ruhiyesine Bu kış kar yerine Çocuk ölüleri yağdı gökten.
İkinci Bir Emre Kadar’da, gizliden bir lirizm olmakla beraber, ironik bir şiir çıkıyor karşımıza. Haydar Ergülen’de sıklıkla karşımıza çıkabilecek bir durum bu. İroniden ve oyunlardan bir hayli yararlanır Haydar Ergülen. İkinci Bir Emre Kadar, başlıkla birlikte bir dörtlük oluşturuyor. Şiirde askeri düzene şairin inceden bir “nanik” çıkardığını görüyoruz. Başlıkla birlikte ortaya bir dörtlük çıkması, askeri usulün sıkı “düzen” anlayışına karşı yapılmıştır. Şair düzeni yıkıyor ve nanik burada çıkıyor ortaya. Yaz günleri, güneş, çiçek gibi kelimeler, şairin asla kaybetmediği umut ile ilgilidir. Yine de dediğim gibi gizli bir lirizm vardır şiirde. Bu lirizm askeri yöntimin, yasakçı anlayışıyla alakalıdır. “Sözcükler… Kendine has bir kırgın lirizme ses verir. ” derken de bundan bahseder Şeref Bilsel.
Haydar Ergülen şiirinin ruhunu oluşturan bir hava ile yazılmış Portakal Çiçekleriyle Örülmeyen Bir Kar Şiiri. Şairin hayatının şiire dâhil olduğunu, bir kez daha görüyoruz Ergülen’de. Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın/ne de büsbütün dışında” beytini hatırlatan “gece ne zamandır dışında zamanın/tarih-öncesi bir gök kapanıyor üstümüze/gece ölen çocuklar kış ölüleri/korkulu bir yolcu gibi uğruyorlar düşlerimize” dörtlüğü, yapılan darbeyi ki şiir 1981’de yazılmış, tarih öncesinden bir gök’e benzetiyor. Tarih öncesi çağlardan köpek havlamaları gibi. Hani bu benzetmenin üzerine Nurullah Ataç’ın sözü geliyor aklıma, Fazıl Hüsnü Dağlarca hakkında yazarken kullandığı. “bizi tâ içimizden saran bir şeyler söylüyor… doyamıyorum.” Ataç’ın Dağlarca üzerine izlenimleri, “duygularıma tercüman oluyor” adeta Gece ölen çocuklar, kış ölüleri, korkulu yolculuklar, kentlerde çıkarma top sesleri, çocuklar, kardeşler, dağlılar… diye süren uzun liste de gözlerimizin önünde “o an”ların canlanmasını sağlanıyor.
Bildik: Ak kâğıda ölüm hükmüm düşürsen Uğrun uğrun dönsen başım üstünde Sen bir haydut olsan nem’alacaksın Ölüm gelir bizi bulur gününde
Haydar Ergülen’in Gül Annesi’ne adanmış olan Bir Çocuğun Dönmeyen Abisi İçin, baştan sona, bir çocuğun “meçhul” abisi hakkında annesine seslenişlerini, tekliflerini, sorularını barındırıyor. 1979’da yazıldığına göre darbe daha yaşanmamış. Demek ki götürülüp gelmeyen onlarca gençten birini anlatıyor şiir. Şiirde anne hiç konuşmuyor, konuşan devamlı çocuk. Sorduğu sorular ya cevapsız kalıyor ya da soruları kendisi cevaplıyor.
Hezeyan 2
Ergülen’i, zorluklara karşı yoluna devam eden Sisifos’a benzetmiştik. Bildik’te ise şair topraklarına dönüyor ve bir Köroğlu havası ile cuntanın karşısına dikiliyor, meydan okuyor ona. Ölümü şarkılarla karşılayan o alışkanlık ile: “sen bir haydut olsan nem’alacaksın/ ölüm gelir bizi bulur gününde”
9
Selahattin Valelî 8)Elimde Toplu Şiirler 1’in 2.baskısı var, şiirleri incelerken bu baskıyı dikkate alacağım. 9) Şeref Bilsel, “Bir sarışın haydut: Haydar Ergülen”, Özgür Edebiyat, S:14, Mart-Nisan 2009
Sonuç Haydar Ergülen’in şiirindeki toplumsallıkla ilgili son sözleri Şeref Bilsel’e bırakmak istiyorum. Vesselam. “Ergülen’in ilk kitabı ‘Karşılığını Bulamamış Sorular’ da yer alan hemen her şiir ‘toplumcu şiir’ kategorisinde değerlendirilebilir; fakat burada şöyle bir ayrıma gitmek gerekir zannındayım. Kalabalıkları, alanları, şiirinin öznesine dönüştürerek değil de; bireyin üzerine düşen toplumsal hareketlilikten doğan ‘karanlığı’ ifade etmesiyle başkalaşıyor. Yani, bireydeki toplumun yahut toplumun gündelik hayattaki işleyişinin birey üzerinden ortaya konmasıyla oluşan şiirler. Buradan bakınca Ergülen’in şiir serüveninde –hamasetten uzak- bu toplumcu nabız, bazen aşkla, bazen vefayla, bazen de özlemle atıp durur. Bize sloganlarla indirilmiş ve böyle olduğu için yanlış kanıksanmış ’toplumcu gerçekçi’ anlayış noktasından, Haydar Ergülen’in şiiri “insanî” bir ok çıkarıyor. İnsanî gerçekçilik, toplumun içinde yer alan bireyi, toplumun hemen her kesimini ilgilendiren bir duygu atmosferi içinde ele alabilir. Ve bu örneklere Ergülen şiirinde sıkça rastlarız” (9)
Dipnotlar 1) Bâki Asiltürk, Türk Şiirinde 1980 Kuşağı, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2013, İstanbul 2) 80’lerde yazılan şiir hakkında “kuşak” mı “akım” mı tarzında çeşitli tartışmalar yaşanmıştır. Ben, bu tartışmalara girmeden, yaygın kanı olan kuşak kelimesini kullanacağım. 3) Yusuf Alper, Psikodinamik Açıdan Haydar Ergülen Ve Şiiri(Ateşli Bir Hastalık), Özgür Yayınları, Ekim 2010, İstanbul 4) Ebubekir Eroğlu, Geçmişin İçindeki Geçmiş, Yapı Kredi Yayınları, Nisan 2013, İstanbul 5) Haydar Ergülen, “Şair ki Yetişmekte”, İle, S:4, Mayıs-Haziran 2006 6) Haydar Ergülen, “Şiir dediğimiz şey paylaşmak içindir”, Kitap-lık, S:84, Haziran 2005(Söyleşi: Mehmet Erte) 7) Haydar Ergülen, “Şair ki Yetişmekte”, İle, S:4, Mayıs-Haziran 2006
Hezeyan 2
10
Cahit Zarifoğlu Yaşamak’tan bir kesit. Bu arada kendimle kalınca sakin ol diyorum ama ne zamana kadar. Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum. Geçmiş acılı günlerin tartışmasını yapıyorum. Anlatıyor ve bütün yanlış anlaşılmaları, haksızlıkları düzeltiyorum. Onları yeni baştan yaşanacak bir zamanın önüne getiriyorum. Konuşuyorum onunla. Boş zamanlarımda da değil. Günlük çalışmalar sırasında ama gören olmuyor bu yaptığımı. Dış görünüşüm ele vermiyor beni. Kısa ya da uzun yürüyüşlerde oluyor nedense daha çok. Bir dalgınlığa koyulma gibi başlıyor. Arkadaşlarımı bilmiyorum ama yürüyüşler çok verimli benim için. Hem dışarda görünüyorsun hem içeriye kaybolabiliyorsun. Ayak seslerinin biraz arkasında az bir gayretle bir benzemeden dolayı başka bir ses duyulmaya başlıyor. Adi adıma geçilince bir çözülme, ayak seslerinin birbirine ve oraya buraya çarpması, bir dağınıklık başlıyor. Ama biraz dikkat edilince o dip sesin kaybolmadığını, görünüşte sadece beraberliğin bir parça dağıldığını, zira işin içine sesin sahiplerinin mizaçlarının karıştığını, bir nevi cezbenin başladığını görüyorum. Kendime dair düşüncelerim kayboluyor. Ve bu mizaçların sahiplerine, yüzlerine bakıyorum. Tanıyorum bu insanları. Ve görüyorum ki seslerine sahip çıkıyor değiller. Ve bilmiyorlar. (.....) Ve daha bir çok günlük olay ve eşyanın hemen arkasında kullanmakta olduğum zamana en yakın bir içimde beraberliklerimizi düşünüyorum. Haşa, "marifet" bu olsaydı derecemle övünürdüm. -Bir gün biri çıkar, insanları ölçmek için meslekleri ne olursa olsun aşık olup olmadıklarını sorarsa, anlamaya muvaffak edildiği bir ince güzelliğin hakkını kullanıyor demektir. Elimizdeki bütün işleri bırakıp, evlerde, parklarda, yollarda öbek öbek toplanıp ve dağ başlarında bir araya gelerek omuz omuza yaslanarak düşünelim. Hiç aşık olduk mu? Neye aşık olduk? Onu nasıl karşıladık? Onun ilk niyetiyle donduk kaldık mı yoksa ilk nimet gözlerimizi onun gizlediği daha büyük bir nimete mi açtı. Ve ikincisi üçüncüsüne ve böylece gide gide gerçek marifetle gelebildik mi içiçe. Oysa ben neler düşünüyorum. Diyorum ki gururumun bu kadar incinmesine dayanmamalıydım. İşte başıma gelen. Daha başlangıçta takılıp kalmışım bile. Böyle olacağına, insan, arkasının gelmeyeceğini bile bile, bir kaç zavallı lirasını ihtiyacı olanlarla bölüşebildiğini düşünüp böbürlensin daha iyi. Niye yazıyorum acaba bunları. İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım. Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim. Ona böyle yazdım. Merhametle bakarak gülümsedim. Görünüşü acımayı da zorlaştırıyor insana. Nereye varacağı belli olmayan kendi sağlığım taşınmaz bir yük oluyor. Hayret o da gülümsüyor. Yine demiyorum. Bakıyor. Fakat bu defa sanki o değil. Peki ben kimim?! *Cahit Zarifoğlu, Yaşamak’tan alıntıdır.
Hezeyan 2
11
Tugay Özdemir [Nâ-Ser-levhâ] *İçinde bulunduğumuz çağdan bilim çağı olarak bahsediyorlar veya teknoloji çağı. Peki, biz teknolojinin ne kadarını kullanıyoruz? Elimizde bulundurduğumuz bilimin ne kadarına hâkimiz? Teknoloji sadece elimizde telefon taşıyıp, bilgisayardan komik video izlemekten mi ibarettir? Teknoloji elbette birçok faydasıyla bize gelmiştir. Ama biz her zamanki gibi faydasından ziyade zararına yönelmişizdir. İngilizcede faydalı bir şey öğrenmek yerine ilk İngilizce küfürleri öğrendiğimiz gibi. İnternetin faydaları belli yine zararlarını ise ziyadesiyle son dönemlerde sosyal ağlarda görüyoruz. Bunlardan ilki gösteriş meraklısı bir toplum olmamızın ortaya çıkışı diye düşünüyorum. İnsanlar yediklerinden içtiklerine, gezdiklerinden giydiklerine kadar her şeyi internet ortamında göstermeye başladılar. Eskiden sokakta oynadığımızda annemiz bizi çağırır, aç aç gezmeyelim diye elimize ekmek verirlerdi. Ekmeği verirken ya gizli yememizi söyler, yanımızda arkadaşımız varsa ona da hazırlayıp verirlerdi. Halkın nadir olarak yediği bir şey varsa can çeker korkusuyla gizli gizli tüketilirdi. Ama şimdi internet ortamına baktığımızda “olan var olmayan var algısı” tamamen çökmüş durumda. İnsanlar “hunharca” bir gösteriş derdinde. Nerede ne yediğinden, ne zaman ne içtiğine kadar her şeyi biliyor durumdayız. Ama hani yani bize ne de diyemiyoruz? Yine internet ortamında alabildiğine Mevlana, Yunus Emre, Cemal Süreya, Oğuz Atay sözleri, dizeleri, alıntıları paylaşılıyor. Acaba bu insanlar gerçekten bunu anlayıp mı paylaşıyor? Ben bunu beğendim, bunun anlamı şöyledir, sizle de paylaşmayı düşündüm, düşüncesi var mıdır? Bilemiyorum. Cemal Süreya’nın bir dizesinin altında Turgut Uyar. Schopenhauer’in sözünün altında en az dört başka isim gördüğümden bu yana böyle olumlu bir bakışla yaklaşamıyorum. *Bizim halkımızda bedavaya inanılmaz bir düşkünlük var diye düşünüyorum. Sen olsan almaz mısın? dediğinizi duyar gibiyim. Ama bu anlatacağım olaya küçüklükten beridir şahit oluyorum. Şüphesiz küçüklükte büyükleriniz size de hangi mesleği yapacaksın veya ne olmak istiyorsun diye sorarlardı. Ben küçükken hep pilot olmak isterdim. Almanya’dan gelen akrabalar sorunun karşılığında bu cevabı alınca artık bizi de bedava getirip götürürsün he he he gibisinden cevaplar verirlerdi. Veya ben doktor olmak istiyorum dediğinizde artık hastalandığımızda sana geliriz gibisinden sözlerle bizleri muallâkta bırakıyorlardı. *İnsanların “hobileriniz nelerdir?”, diye sorduklarında “kitap okumak” cevabını verdiklerinde bu durumda pek hoşnut olmuyorum doğrusu. Schopenhauer’in Okumak, Yazmak ve Yaşamak eserinden öğrendiğim kadarıyla hobi kelimesi çocukların oynadığı oyuncak veya yapılan gereksiz iş anlamına geliyor. Peki, biz neden kitap okumayı hobi olarak görüyoruz. Sanırım bunun nedeni kitabı boş zamanı doldurmak için okuyan bir toplum olmamız. Boş vakitlerde hobi olarak kitap okuyalım ki sadece zaman geçsin, kitap bize bir şey katmasın diye düşünen bir algı var. Ama bu algı değişir mi? Değişebilir. Bu algı değiştiği zaman zaten Türkiye’de değişen bir yer haline gelecektir. Bunun yanında Schopenhauer yine aynı eserinde okumanın tek başına yeterli olmayacağını da söylüyor. Okumanın yanında düşünmenin de gerekliliğinden bahsediyor. Hatta insanların sadece okuyarak bir süre sonra düşünme yetilerini kaybedeceklerini, okurken sadece yazarın düşüncelerine bağlı kalmamaları gerektiğini de söylüyor. *Son olarak size Into the Wild filmini ve buna bağlı olarak Eddie Veder Long Nights parçasını öneriyorum ve İhsan Oktay Anar’ın enfes kitabı Puslu Kıtalar Atlası’ndan bir alıntı ile yazıma son veriyorum: “Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim.”
Hezeyan 2
12
Tugay Özdemir
Bana Gregor Samsa’nın Resmini Çizebilir misin? Sanırım Franz Kafka Dönüşüm eserinin içinde bir yerlere şu soruyu saklamış. “Bana Gregor Samsa’nın resmini çizebilir misiniz?” Daha önce bir yazı da yazarların veya sanatçıların birbiri arasında gizli mesajları olduğunu okumuştum. Tetsuya Ishida bu mesajı almış olmalı ki sadece Gregor Samsa’nın resmini çizmekle kalmamış, sanki adeta onun hayatını anlatan, onun bir böceğe dönüşmesini sağlayan sistemin de resimlerini çizmiş. Tetsuya Ishida’yı “trenin önüne atlayarak intihar eden Japon ressamın 24 rahatsız edici tablosu” başlıklı bir haberle tanıdım. Yaptığı resimlere baktıktan sonra ise araştırmaya başladım. Doğrusu ressam hakkında fazla bir bilgi yoktu. Tetsuya Ishida 1974 yılında dünyaya gelmiştir. (Bazı bilgilere göre 1973) Shizuoka çiftinin dört oğlundan en küçüğüdür. Annesi ev hanımı, babası ise parlamento üyesi bir politikacıdır. Ailesi onun temel bir öğreti alanında veya kimya alanında kariyerini geliştirmesini ister. Fakat Tetsuya bunu yapmaz. Rivayetlere göre Tetsuya 2 yaşında resim çizmeye başlar. Ailesi onun akademik alanda gelişmesi için baskı uygular. Tetsuya 11 yaşında çizdiği bir resimle birincilik kazanmış ve adını duyurmayı başarmıştır. Tetsuya girdiği Musashino Sanat Üniversitesi’nin Görsel İletişim Bölümü’nden 1996 yılında, 22 yaşında, mezun olmuştur. Bu bölümden mezun olduktan sonra ailesi onun bu kariyerini desteklememiş ve hiçbir maddi yardımda bulunmamıştır. Tetsuya bundan sonra üniversiteden arkadaş olduğu Isamu Hirabayashi ile film projelerinde ortak olarak bir multimedya şirketi kurmuştur. Ishida daha sonra kendi kariyerini geliştirmek için bu işini bırakmıştır. Tetsuya’nın resimlerine bakıldığında bir eleştiri göze çarpar. Bunun genel olarak Japon toplumunun eleştirisi olduğu söylenmiştir. Fakat benim düşünceme göre yalnız Japon toplumu değil genel olarak dünya ve kapitalist toplumlar eleştirilmiştir. O çalışan toplumun artık makineleşmeye başladığını, sosyal hayatın bittiğini, çocukların bundan
Hezeyan 2
etkilenişini anlatmıştır. Tetsuya’nın resimlerine bakıldığında kendi suratını kullandığı söylenmiş. -Ben herhangi bir fotoğrafını bulamadığım için bu konu hakkında yorum yapamayacağım.-Bunun nedenini de kendi çocukluğundan etkiler olduğu söylenmiş. Ishida ise buna şiddetle karşı çıkmıştır. Yaptığı resimlerin kimisinde böceklere veya böceğe dönüşmüş insanlara da rastlarız. Ekşisözlük’te bir kişi “onun resimlerini görünce Silent Hill karakterleri aklıma geldi”, diye yazmış. Aynı şeyi resimleri ilk gördüğümde benim de aklıma geldi. Yalnız Ishida resimlerini korkutmak için değil aksine gerçeğin korkunç yönünü göstermek amacıyla yapmıştır. En azından ben böyle olduğunu düşünüyorum. Ishida’nın Kafka’yı okuyup okumadığını bilmiyoruz ama başta da belirttiğim gibi Kafka’yla ruhsal açıdan bağlantıları olduğunu anlayabiliyoruz. O Kafka gibi çalışan toplumun ne kadar küçük duruma düştüğünü görsel yönden eleştirmiştir. Yine Tetsuya eserlerinin bazılarında çöp poşetini veya alışveriş torbasını bol şekilde kullanmıştır. Bunun nedenini ise açıklamamıştır. Tetsuya Ishida yaşamı boyunca eserleriyle olumlu eleştiriler almıştır. Belki de o 21. yy’ın anlaşılamayan sanatçıları arasına girmeye hak kazanmıştır. Ishida 2005 senesinin 23 Mayıs günü Tokyo’da bir hemzemin geçitte trenin önüne atlayarak intihar etmiştir. Bazı görüşler bunun intihar değil de bir kaza olduğunu, Ishida’nın karşıya geçmek için vakti olduğunu sandığını ve trenin hızını yanlış hesapladığı söylenmektedir. Benim düşünceme göre toplumu böyle gözlemleyen ve eserlerine yansıtan birisinin intihar etmesi de garip karşılanmaz.
13
İbrahim Buzlukaya
Hezeyan 2
14
İbrahim Buzlukaya
Kıssa-i Evlad* Dedim baba alma yorgadır yorga Bağlasan çimene devrilir arıkta Sekiz bin saksağan yüz binde karga Koy yesinler leşini bu atın baba Baba sen zannettin yedidir yaşı Baktın mı ağzına kalmış mı dişi Dua et çıkara belki bu kışı Boz atın haline ağlarım baba Boz atın tarifi şimdilik bitmez Sürerim sürerim menzile gitmez Ne kadar bol versem arpa hiç yetmez Ne temiz huyu var boz atın baba Boz atı sorarsan ala kırmızı Herhalde geberirse yandırırsın bizi Nerede yürürse görünmez izi Bu kadar şeytandır bu atın baba
*Gelecek sayılarda da halk şiiri ürünlerini yayımlamaya devam edeceğiz.
Hezeyan 2
15
Eray Sarıçam
Soylu Kargış Birileri çıkıp her gece Mehdi’nin geleceğinden bahsediyorlar Çıkıp çıkıp geleceğinden bir yerlerden Biz görecek miyiz bilmiyorum ama gelecek diyor birisi Diğeri şuan aramızda diyor Mehdi Çoktan öldüğünden dem vuruyor öteki Birileri pür-dikkat izliyor ekranları başında birilerini(70 Milyon) Birileri şimdi bir besmeleBirileri gülüyor mu ne- ha ha ha Birileri gür saçlarıylaBirileri iri göğüslerBirileri al dudaklarıylaBirileri kim harun yahya vü cemaatı -harun yahya. Ne güzel bir isim, halkların kardeşliği adınaAh pardon! Cemaatı mı dedim ben yoksa Lütfen bağışlayın beni lütfen ama Hatunları diyecektim çıtırları diyecektim güzelleri diyecektim diyecektim de cemaatı dedim Aptal kafam! Cemaat ve bu kadınlar arasında nasıl bir bağ kurabildim böyle? Ama düşünün bir, bu kadınların ekrana çıkma sebebini? Bu soruyu cevaplamak için şair olmaya gerek yok biliyorum ya da zeki Biraz erkek olmak kâfidir biraz uçkur sahibi olmak Bir soru: cemaatler ülkemin, cem olmasını mı sağlıyorlar yoksa parçalanması mı?
Hezeyan 2
16
Eray Sarıçam Birileri her gece aaabiiiler aslan belgeseliBirileri kim ehl-i gülen vel-cemaat Aslanların ve kedi soyunun geleceğinden bahsediyorlar (şu an Filistin’e bir kurşun…) Dişi aslanın erkek aslanı nasıl dehlediğinden bahsediyorlar (şu an Mısır’da bir darbe…) Erkek aslanın av maceralarından… (şu an adam kayırmaktan bir adam…) Ulan biraz Allah’tan! Kuldan utanmıyorsunuz Allah’tan! Biz her gece oturup cemaat oluyoruz Annem, babam, ben ve ablam Ablam mı? Ablam yok artık, evlendi Başka evlerde cemaat oluyor ablam Biz bir başımıza cemaat oluyoruz akşamları Ben, annem ve babam Biz üç kişi bir başımıza Babam adalet diyor ilkin onu öğretiyor bize Adı gibi bir adamdır babam Annem ibadetlerden bahsediyor Annem ne zaman ibadetlerden bahsetse Bembeyaz bir kadın oluyor, upuzun bir yol oluyor annem Elini alnıma koyuyor sonra, ellerine alıyor ellerimi Kalbine koyuyor, kalbini hissediyorum İlk defa bir kadının kalbini hissediyorum Ben babamın değil annemim müridiyim Ne televizyona çıkıyoruz biz ne adamlarımız var kalem odalarında Babamı, bıyıklarından da tanıyamazsınız üstelik Bir bıyık nasıl olur hah işte öyle bıyıkları babamın Adil Ümmetkan Esnaf. Bir kere baba dememiş devlete Devletin kışı dendi mi Soğumuş bir cesedin bile tekrar soğuduğunu soğuduğunu soğuduğunu* görmüştür çünkü babam Annemin bir kere görmedim topuklu ayakkabılar giydiğini Görmedim pembe ve mor ve sarı ve yeşil ve mavi türbanlar taktığını Türbanından ayakkabısının topuğuna kadar anneydi Müslüman’dı annem Müslüman! Bir soru daha: cemaat mi dostlar, yoksa kamu mu? KAMU! KAMU! KAMU! * Hakan Arslanbenzer’in Halkın Ölümü adlı şiirinden
Hezeyan 2
17
Eray Sarıçam
Özür Anmam adını anmam adını anmam A Arabesk olur -ne güzel olur- anarsam adını Anmam adını anmam adını anmam A A yazarım baş harf olur post modern olur (Orhan Pamuk, şair Ka.) A olur a “a” bazen bir kadındır Esmer ve öğretmen Şeytan görmüşe döner beni görünce Sanki tembel bir öğrenci, hem dersini bilmiyor hemi de haylaz herkesten Tüm a’lar üzerime yürür bazen Uygun adım marş, ileri! A! A! A! Toplama saçlarını A Bırak böyle dalgalı kalsın ve siyah Daha beş dakika önce çıkmışız gibi bir büyük dalaşmadan Öyle yorgun ve öyle neşeli kalsın gözlerin Sen bana bakma A böyle konuştuğuma Bir şehrin tüm kütüphanelerinden bir kitap vardır benim üzerimde Bir şehrin kaç kütüphanesi vardır Bir Gebze’nin kaç kütüphanesi Kaç kitap verilir tek seferde kaç okumak gelişmektir
Hezeyan 2
18
Eray Sarıçam Bana en güzel hırkanı giyip gelmeni istiyorum Düğmelerini ilikleyip gelmeni Bak, annemin kendi elleriyle ördüğü hırka bu (nerdesin bak) Giydiği hırkadan belli olur kadınlığı bir kadının Ördüğü hırkadan Şimdi tutup A-ah desem, Sevgilim! çok bi fena solcu olur biliyorum Kadınım desem alabildiğine sağcı Belki Meryem Suresi’nden bahsedebilirim sana O da belki A sana bu satırları sabah ezanında yazıyorum (az önce uyudun) Hoca Hayye ale`l-Felâh diye bağırıyor Tesadüf olmaz ya, seninle benim için, Hayye ale`l-Felâh Saygısızlığımdan değil, Türkçesi bağırmak ezanın Dede Korkut diyor Ben bu şiiri yazdım nebiçimbişiirbu çeşidi İstedim ki A görsün yazdıklarımı Görsün duysun hissetsin yansın “yansın” Ne eski bir kelime Ama A’da yeni değil ki Tüm aşklardan tüm âşıklardan önce A yazdıklarımı okursa yıkılmaz bu kent Bir adam alıp başını gitmez ötelere Yerel seçimlere girer ülkem en fazla Gebze meydana çıkar Hepsi bu
Hezeyan 2
19
İletişim
Tugay Özdemir tugayozdemir@hotmail.com.tr twitter.com/tugayozdmr facebook.com/tugayozdmr saatleriayarlamaenstitusubaskani.tumblr.com Eray Sarıçam twitter.com/erysrcm facebook.com/eraysrcm ery_srcm@hotmail.com Sertaç Bıçkın twitter.com/sertacbickin sertacbickin@gmail.com
twitter.com/hezeyanfanzin facebook.com/hezeyanfanzin
Gönderilen ürünlerin yayımlanıp yayımlanmaması tamamıyla hezeyan fanzin’i ırgalar.
Hezeyan 2
20