Birol Öztürk – 14.05.14 Şiiri .…………………..…………………………………………… 2 Muhammed Aydın – Şehrimin Sessizliği ...…………………………………………………. 3 Tugay Özdemir – Münacat ..…………………...……..………………………………………4 Eray Sarıçam – Körsel Şiirler II(Türkiye 2014: Hasılat) …………………………………… 5 Muhammed Aydın – Bir Portre: Bunalım ……..……………………………………………. 6 Tugay Özdemir – Fenomenleştiremediklerimizden misiniz?...……………………………… 8 FatmaNur Aydın – Bu Maviyi İlk Özleyişimdir –II- ……….…………….………………… 9 Ceyda Kömürcü – Gelenek ve Modernlik Kavşağında Bahaeddin Özkişi ……...…………..13 Naciye Dalgıç – Bir Şeyler Eksik ….……...……………………………………………….. 14 Yusuf Hˇāce – Abdallık ve Neşet Ertaş………………………...………………………….. 17
Hezeyan Fanzin 5
1
Birol Öztürk
14.05.14 Şiiri Ne sebebden zülf komazsın didüm ruhsârına Didi kim kandîl-i hurşîde ne lâzımdur fetîl
Muîdî saçların saydam bir ufuk çizgisiyle yıkanmadan önce uyanmalıyım! hurdacılar yılgın gölgelerini sermişken sokağa açlığı ve savaşı yitip giden karanlığın tekerine bağlayıp öyle uyandırmalı saçlarını ve şehri boyna aşk şiiri yazar oldum bu aralar şimdi saçların, onlardan bahsetmeliyim artık hazır uykuluyken ve bilmezken ne dediğimi hazır ateş yağmuruna açmışken demir şemsiyemi buruk bir nostalji kaplasa yüreğimi, gerekir mi? araya girmesi şehirlerin, yeni bir şey değil! -Adada Gece’dir Neruda, -Açlık ve Öfkebitmiş bir şiir kadar sessiz olsam, ne güzel! sessiz kelimesini istemsiz alıyorum şiire her defasında şiir sever sessizliği ve izmarit dolu tablalar yoksa aşktan mı yaratıldı sessizlik? sabah saatleri ne güzel bir nimet ezan ve güneşin insana biçtiği değer ve umudun tazelenebilir bir şey olması ne güzel şey yılın en güzel mevsiminde debisi yükselir nehirlerin arada mızıka sesine rastlaması insanın gün batımları hurma ağaçları, duvar kabartmaları ve kervan çocukları gibi hep giz dolu olması saçlarının belki uzaklardasın, iki üç şehir daha kuzeyde saçların serseri bir ay ışığı kadar özgür duruyorlar gecede saçlarından bahsederken mutlu olmalıyım evet evet! kesinlikle bak, Baudelaire ne söylüyor güzel kız: ‘‘Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir.’’
Hezeyan Fanzin 5
2
Muhammed Aydın Şehrimin Sessizliği
Çığlığımın duygusuzluğunu duy Ki hayatımın kan tutarı ortada Kahırlı ön cephelerin karanlığını anla Duy beni ağaran şafak öncesi! İz aralığında kaybolmuş gönlümü aç İrkiliş halimin geri çağrısını Serzenişteki bedenimin üşümesini ört Ki ben kayboluyorum bu sızıda… Şehrimin sessizliğinde günahların avuca sığdığı kadar Orta Doğu’ya düşen bir bombanın rüzgârı Ya da bir çocuk çığlığı Belki bir hâkim hükmü Hakikat bir mezar taşı kadar Secdelerin cumaya hasrı kadar yalnızım. Kırık dalın sesidir incinmem Ziyadeleşemedim Tanrıma…
Hezeyan Fanzin 5
3
Tugay Özdemir
Münacat Allah'ım alma canımı, canımı alma Allah'ım Ölürsem sana dua da edemem Rabbim alma canımı Aslında biraz da karanlıktan Korkarım, dardır bir de mezarlar Allah'ım alma canımı Henüz yıkanmadı yağmurla Mekke'de sokaklar Benim de bir kurbanım yoktur, Nasıl geçerim sıratından Allah'ım alma canımı yalvarıyorum Yön duygum yoktur benim, bilirsin, Bilemem sana hangi evinden gelirim Allah'ım alma canımı Afrika'da açlık, Ortadoğu'da bombadan ölürken çocuklar Tadamam ölümü rahat rahat bu kadar Allah'ım alma canımı Daha okumadığım yüzlerce kitap, Bir de hatmetmediğim Kur'an'ın var Allah'ım alma canımı Günahlarım çoktur, yapamam ateşler içinde Bronşitim tazelenirse eğer Cehennem bana zindan olur
Hezeyan Fanzin 5
4
Eray Sarıçam
Körsel Şiirler: II (Türkiye 2014: Hasılat)
JAPON
YA!
BAYR
AĞI
Hezeyan Fanzin 5
5
Muhammed Aydın Bir portre: Bunalım Gözlerini kan bürümüş bir adamın hikâyesi bu Silahı belinde, aklı ayakları altında… Her şey bir Perşembe akşamı başlamıştı. Hem mutlu olup hem nefret dolu olmanın ikilemlerini yaşıyordu o akşam. Reddedilmenin bunalımlarını yaşamış olması ve aklını ayaklarının altına alması o gece başlamıştı. Uzun yıllar önceydi ve bugün bu derece şiddetle dolu olması kaçınılmaz bir gerçekti. Evinin orta noktasında yanındaki dostunu göremeyecek kadar gözlerini kan bürümüştü. Duvarlar gözlerinde gelgit yaptıkça o çıldırıyor ve yarın yapacağı katliamın hesaplarını yapıyordu. Bunu bilen tek fani bendim. Evin orta noktasında yarınki cani bile bilmiyordu bu faniyi… Temizlenmekti kendine göre amacı. Bütün pislikleri bütün yok edilmesi gerekenleri yok etmekti amacı. Kendisini temizlememiş birisinin, böyle amaçlarının olması ilginçti. Fakat gerçek şu ki; kendisi ilginç ötesiydi. Evin orta noktasından kalkamıyor; sanki bir el onu orada tutuyordu. Bir işaretti belki bu; fakat onun gözlerini kan bürümüştü, ne işaret görebilirdi ne de bir dost. Sonra gözleri duvardaki bir tabloya takıldı. Anlama çabalarının ötesindeydi tablo… “Hayat verenin kulu” yazıyordu etrafı süslerle çevrili hat yazısı tabloda. Dönüm noktasıydı onun için bu. Vazgeçmeliydi… Gözlerinden birkaç damla gözyaşı damladığında daha da kin doldu içine. Vazgeçmeliydi… Başını yere eğdiğinde hayat vereni görmeliydi… Kendisi hayat almamalıydı… Vazgeçmeliydi… Hayat verenin kulu olmalıydı… Artık geri dönüşü yok, geceyi saniyelere bölüyor ve saniyeler içinde hesap yapıyordu. Tek amacı vardı: Kendine göre temizlenmek… Planlar, krokiler, cinayet hayalleri, insan tipleri aklından geçip gerçeğe dönüşecekti. Şiddet tüm vücudundaydı, artık geri dönüşü yoktu. Sabah erken saatlerde bitirmiş olduğu cinayet hayallerini tatbik için gidiyordu şimdi… Cinayet yeri: Florya tren istasyonu Cinayet saati: Cuma sabahı … Elleri titriyor, gözleri onun gelmesini bekliyordu. Biliyordu geliş saatini uzun zaman takip etmişti ta ki reddedilinceye kadar… Terk edilmenin bedelini masum bir kızdan öteye çıkaracaktı. Gözlerini kan bürümüştü… Tüm bedenini şiddet kaplamıştı…Florya tren istasyonunu onun hatırına kana bulayacaktı..Vakit gelmişti…Cuma sabahı… Eli tetikte gözleri masum bir kuaför kızda. Etraf kalabalık… Zaman Cuma sabahı… Bir duraklama cinayet zanlısında... Gözlerinde yaş yüreğinde ince bir sızı. Son bir bakış atıyor masum kuaför kıza. Aklına gelen tek cümle : “iyi akşamlar”… Gözlerini kapatıyor gözyaşları yüreğine damlıyor. Bütün kuşlar havalanıyor bütün sema kurşun sesi ile irkiliyor bir Cuma sabahı… İnsanlar ölüyor, çocuklar ölüyor, koca çınarlar ölüyor ve masum bir kuaför kız hayata veda ediyor… Kimse bilmiyor cinayet sahibini, hiçbir fani bilmiyor yerini, hiçbir insan görmüyor kurşun yerlerini… Kendine göre temizlenmekti amacı. Hayata veda edebilecek kadar tertemiz… Gazeteler tam sayfa haber veriyor : “Florya tren istasyonunda katliam. Toplam 13 kişinin katili yakalanamadı. Cinayet sebebi hala araştırılıyor. 1 genç kız, 3 erkek çocuk ve orta yaşta 9 insanın ölmesine sebep olan katil nerde? Hiçbir insanın görmediği katil neyin peşinde? Bu kadar profosyenel olmayı nasıl başardı? Henüz
Hezeyan Fanzin 5
6
Muhammed Aydın katliamı üstlenen örgüt olmadı. Emniyet ekipleri aramalarına devam ediyor” diye. Başka bir gazete şöyle diyor: “Cinayetten öte cinayetin yapıldığı saat gayet manidar. Bir Cuma sabahı…Bir Perşembe akşamının ertesi günü… Ölen şahıslardan sadece birinin genç bir kız olması da göz ardı edilemez. Buradan tüm psikologlara sesleniyoruz. Katilin kişisel özelliklerini lütfen yazıya dökün.” Aradan saniyelere böldüğü geceler geçiyor. Aradan vicdan mesabesinde dakikalar geçiyor. Aradan yıllar ötesi yıllar geçiyor. Evinin köşesinde kulakları uğulduyor. Çığlıklar duyuyor her gece. Masum gözler görüyor her yerde. Masum kuaför kızın son bakışı kalıyor geride. Son tebessümü kalıyor aklında kuaför kızın. Artık daha da ikilemler içinde kalıyor yarınını düşünemeyen... Hayatı ikiye bölüyor : “ Dört duvar arasında uzun yıllar ya da iki metrelik bir çukur” diyor. …Fazla beklemenin anlamı yok diye fısıldıyor yüreğine. Kendi ölümünü seçiyor. İki metrelik zifiri karanlığı seçiyor. Ölümüne sevdiği masum kuaför kızın yanını seçiyor. Son sözlerinde “elveda” diyor ey hayat “elveda” diyor “ey yaşam!”… …Evinin en dar köşesinde ölü bulunuyor yarınını düşünemeyen sevdalı. Tek dileği var elinde bir kâğıtta yazılı: “Beni masum kuaför kızın yanına gömün.” Gözlerinde yaş var dostun. Yüreği acı dolu. Artık yanında kimse yok. Sokaklarda yapayalnız yürümenin acısını duyuyor sadık dost. Sadık dost son görevini yerine getiriyor. Kucaklıyor dostunu aldırmıyor kanlara… Aldırmıyor gözyaşlarına, kucaklıyor… Son görevini yerine getiriyor. Masum kuaför kızın yanına onun yerini hazırlıyor… Gömüyor dostunu toprağa. Toprağı gözyaşlarıyla ıslatıyor; yeniden hayat bulsun dostu diye.Toprağın altında bir dost … Toprağın üstünde bir dost… Mezar taşına “bir sevdalının yeri” yazıyor tırnakları ile dost. Giden bir dostun hikâyesi bu… Kocaman sevdasının ötelere bakması ile sonuçlanan hali… Bir sevdalının gözlerini kan bürümesi ve yüreğini sevda kaplaması hali bu… “Aşk mahkûmuna ne diyet gerekir ne de kısas” fetvasına o masum kuaför kız için “kısas” diyor. Ondan bize kalan bir kara toprak oluyor.
Hezeyan Fanzin 5
7
Tugay Özdemir
Fenomenleştiremediklerimizden misiniz? Hazırladığı resmi Feysbuk’a yükledi. Paylaşılanlar herkesti. Resme bir daha baktı. “Bu dünya belki de başka bir gezegenin cehennemidir” yazıyordu. Yanında Mevlânâ’nın bir resmi vardı. Onun mu değil mi diye düşünmedi. Zaten bu onun için önemli değildi. Önemli olan beğeni ve paylaşım sayısıydı. Belki bu sayede fenomen olabilirdi. Resme bir daha baktı. Gerçekten çok güzel hazırlamışım diye düşündü. Henüz beğeni almamıştı. Kendi beğendi. Bu boş durmasından iyiydi, hem bu kadar güzel bir şeyi beğenmeden olmazdı. Başkası yapsa yine beğenirdi. Beğenir miydi? Bu önemli değildi. Önemli olan bunu başkalarından önce kendisinin düşünmesi ve yapmış olmasıydı. Doğrusu bununla yetinmemeliydi. Otuza yakın sosyal ağ hesabı vardı. Bunlardan en çok kullanılanlara yüklese fenomenliğe adım atabilirdi. Tivitır hesabını açtı. Resmi yükledi. “Tam da günümüz için söylemiş Mevlânâ” dedi. Göndere bastı. Tivit yüklendi. Aslında Mevlânâ’yı fazla bilmezdi. Konya’da yaşamış bir zât-ı muhteremdi. Bunu nereden duymuştu? Hatırlayamadı. Herkes ondan bahsettiğine göre önemli biriydi. Hiçbir kitabını okumamış, bilgi sahibi olmamıştı. Aslında ne diyordu bilmiyordu. Onun için bunlar da önemli değildi. Kendi tivitini fava atmakla yetindi. Feysbuk sayfasına döndü. Üç beğeni, iki paylaşım, bir yorum vardı: “Ne gzl sylemiş” İlk başta okuduğunu anlayamadı. Daha sonra sesli harfleri getirdi. Başını salladı. Yorumu beğendi. Telefonu eline aldı. Resmi telefona attı. Daha çok paylaşım yapmalıydı. İçinden bir ses bunu istiyordu. Paylaş diyordu. Paylaş ve keyfine bak. İnstagram adlı uygulamayı açtı. Resmi yükledi. Göndermeden önce #mevlana #güzelsöz #anlamlı #cehennem #dünya gibi etiketler yaptı. Bu sayede daha çok beğeni ve paylaşım alabilirdi. Gönder tuşuna bastı. Aynı saniye içinde “mevlanasözleri” adlı bir kullanıcı resmi beğendi. Ardından yine kitaplarla ilgili bir sayfadan beğeni gelmişti. İnstagram kullanıcılarını her zaman sevmişti. Tivitıra tekrar döndü. 5 RT, 3 Beğeni vardı. Gülümsedi. Zaten Tivitır’dan her zaman gereken ilgiyi almıştı. Bir de şu sosyal olaylar, kazalar, şehitler olmasaydı. O zaman yalnız bu olaylarla ilgili tivit atıp takipçi kazanıyordu. Doğru düzgün paylaşım yapamıyordu. Biraz bekledi. Tambılır adlı sosyal ağı açtı. Bir iki gönderi beğendi. Feysbuk sekmesi üzerinde (5) yazıyordu. Demek beş yeni bildirim daha vardı. Yaptığı resmi hemen Tambılır’a yükledi. Aynı etiketleri yazdı. Feysbuk sekmesine tıkladı. İki yeni yorum 2 beğeni 1 paylaşım. Yorumlara tıkladı: “dğru”, “eğer Allah’ı seviyorsan bu sayfayı da beğen” İkinci yoruma tıkladı sayfayı beğendi. Bu sayede daha çok kişiye ulaşabilirdi. Takipçi için her şey yapılırdı. Çünkü dünyaya gelmenin tek amacı buydu. Bu gidişle resmim tüm sitelerde yer alır diye düşündü. Resmin üstüne adreslerini yazmakla iyi etmişti. Bu gidişle beş, altı ay içinde fenomenliğe adım atabilirdi. Beş, altı ay çok göründü. Ya ölürsem diye düşündü. Sonra tedirginlik yerini rahat bir gülümsemeye bıraktı. “Ben giderim, paylaşımlarım kalır, takipçilerim beni hatırlasın” Güzel sözdü. Hemen paylaşmalıydı.
Hezeyan Fanzin 5
8
FatmaNur Aydın
Bu Maviyi İlk Özleyişimdir –IITenimiz hızla çarpan havanın etkisiyle buz kesmiş, kalbimiz göğüs kafesimizi ağrıtacak kadar hızla atıyor, onun kısa dalgalı saçları rüzgârın etkisiyle dalgalanırken benim uzun saçlarım yerçekimine meydan okurcasına gökyüzüne uzanıyordu. Gittikçe hızlanarak yere yaklaşıyorduk. Ya bu bir rüyaydı uyanacaktım ya da derin bir uykuya dalacaktım. Hala korkmuyordum ama kalbim daha da hızlı atmaya başlamıştı. O kadar donuklaşmıştım ki burada bir yerlerde duygu eksikliği olduğu kesindi. Peki nasıl tarif ederdik düşmeyi? Bir büyük boşlukta bir çığlık kopmuş gibi. Çığlığı atan yokmuş da ses hâlâ çınlıyormuş gibi. Bir felaket manzarası görüp de gördüklerimize inanamayıp öylece hareketsiz kalmış gibi. Dünya aniden bitmiş de bundan sonrası ölüm gibi. Bir avuç altın tozu rüzgârda savrulmuş gibi. Sonra birden yavaşlamaya başladık. Birden ama yumuşakça. Hava ılıktı, yumuşaktı. Okşar gibi, yerküreye meydan okur gibi. Bir çarpış gibi değildi atlayışımız. Bir tüy hafifliğinde yere dokunduk. Ayaklarımız toprağa değdiğinde her şey çok sessizdi. Kalp atışlarımızdan başka bir şey duyulmuyordu. Kahkaha atmak istiyorduk, o kadar güzeldi ki. Bağıra bağıra başardık demek istiyorduk, düşüşümüz çok güzeldi. Hava alacakaranlığındaydı şimdi. Şafak sökmek üzereydi. Karşımızda yüksek ağaçlarla ardı görünmeyen bir orman duruyordu. Belli ki sırada bu ormanı geçmek vardı. Merak içinde ama az önceki mutluluğumuzu gizlemeyerek ormana doğru yürüdük. Ormana yaklaştıkça çiçeklerin kokusu ve kuş ötüşmeleri bizi adeta sarhoş ediyordu. Hangisi daha baskındı; dünya üzerinde duyulabilecek en güzel sesler mi yoksa nefesimizi kesip aklımızı başımızdan alan bu muhteşem kokular mı? Ormana yaklaştıkça her şey daha da yoğunlaşıyordu; duyularımız, duygularımız. Orman bizim için bir bilinmezlikten ibaretken bu sesler, bu kokular o kadar tanıdıktı ki. İşte o an içimi garip bir his kapladı. Peki ya bu mavi gözlü delikanlı? O nasıl bu kadar tanıdıktı? Sanki sesini daha önce defalarca duymuştum. En sevdiğim şarkıyı dinler gibi onun ağzından çıkan her harfi yakalamaya çalışmam bundandı demek. Belki alemlerin yaratıcısı ruhları bedenlere üflemeden tanıyorduk birbirimizi ve dünyanın perdeli yaşantısı unutturmuştu. Belki de zaman ve mekandan önce burada buluşmak üzere sözleşmiştik ve buraya bilerek gelmiştik; ortada tesadüf yoktu. Ben bunları düşünürken ormanın içine kadar yürümüşüz. Mavi gözlü delikanlının heyecanlı sesiyle kendime geldim. "Farsça, Farsça konuşuyorlar! Bu kuşlar ötmüyor farsça konuşuyorlar. Cinci haklıymış. Nasıl da etkileyici geliyor kulağa bülbüllerin ağzından Farsça kelimeler. Sence neyden bahsediyorlardır? Bizi anlıyorlar mıdır? Konuşabildiklerine göre düşünebiliyorlar mıdır? İçgüdüsel mi konuşuyorlardır yoksa bizim gibi irade yetisine sahip midirler?" O kadar heyecanla soruyordu ki hiç bölmedim, sadece gülümseyerek dinlemeyle yetindim. Biraz etrafı inceleyerek biraz da bülbüllerin konuşmalarını anlamasak da dinleyerek iyice ortalamıştık ormanı. Yakınlarda bir yerlerde güzel bir ırmak olmalıydı, sesinden anlaşılıyordu. Etrafta güzel çiçekler vardı, kokularından kendimizi alamıyorduk. Sonra tam adımımızı atacağımız yerde bir bülbülle göz göze geldik. Biz de o da dona kaldı. Birkaç saniye birbirimizle karşılaşmanın şaşkınlığıyla durduktan sonra mavi gözlü delikanlı sessizliği bozdu. "Pardon, isminiz nedir? Ne dediğimi anlayabiliyor musunuz?" Ama bülbül korkmuşçasına koşarak kaçtı. Sanki boz tüylü kanatlarıyla hiç uçmamışçasına kaçtı. Ne olduğunu ve neden olduğunu anlamadık. Onlardan biriyle konuşmayı çok isterdim. Ya da en azından onlar kendi aralarında konuşurken neyden bahsettiklerini anlayabilseydim. Bu orman ikimizi de çok yormuştu. Ben kafamdaki sorulardan yorulmuştum, mavi gözlü delikanlıysa merakından yorulmuştu. Ama son bir sorusu daha vardı öğrenmeden rahat edemeyeceği. “Neyin var? Neden bu kadar durgunlaştın?" "Ah..." dedim sustum. "Zaman..." dedim sustum.
Hezeyan Fanzin 5
9
FatmaNur Aydın Konuşkan biri olmama rağmen her şeyi anlatmayı sevmem. Bazı şeyler bir başkasına namahremdir. Anlatmadım ben de. O da üstelemedi. İyi ki... İlerledikçe gördük ki ormanı geçiyorduk, sonuna geliyorduk. Peki buradan sonra ne vardı? Yeni bir kapı, yeni bir sınav, yeni bir macera?.. Ormanın sonuna geldiğimizde gördük ki bir mağara tüm gizemiyle bizi bekliyordu. Etrafta madem başka hiçbir şey yoktu, yapılacak en mantıklı şey mağaradan ilerlemekti. Artık bütün renkler griydi. Az önceki muhteşem kokulardan geriye sadece nemli, küflü taş kokuları kalmıştı. Duyduklarımızsa sadece sarkıt oluşturmakla meşgul su tanelerinin damlayışlarıydı. Etraf karanlık değildi, loştu. Attığımız her adımı, geçtiğimiz her yeri gayet net seçebiliyorduk. Burayı aydınlatan bir kaynak olmalı diye düşünürken çok geçmeden ışığa gelmiştik. Gözlerimiz kamaşıyordu şimdi. Bir falcı. Evet bir falcı vardı şimdi tam karşımızda ve gözümüzü kamaştıran, her yeri aydınlatan onun küresiydi. Ancak gözlerimiz ışığa alışınca fark edebildik falcının mor renkli tenini, mavi dudaklarını ve boynundaki turuncu renkli lekeyi. "Turuncu renkli leke..." diye geçirirken içimden beklemediğim bir anda falcının bal sarısı renginde gözleri bana dikildi ve "leke değil, yara." diyiverdi. Cinciden sonra korkutmuyordu artık zihnimin böylesine talan edilmesi. Sadece rahatsız ediyordu. Beni korkutan onun bal sarısı gözlerindeki boş derinlikti. Hiçbir şey yoktu sanki, hiçbir şeye bakmıyor gibiydi. İrkilerek mavi gözlü delikanlının koluna yapıştım bir güven duygusu hissetmek için. Mavi gözlü delikanlı elini elimin üstüne koydu bana korkmamamı öğütlercesine. Ürkekçe ilerledik bu vaziyette. Falcının bakışları hala üzerimizdeydi. Küresini kondurduğu masaya doğru gidip karşısındaki sandalyelere oturduk. Falcının küresinde mavi gözlü delikanlının yüzü vardı şimdi. Yavaş yavaş soldu yüzü, gözleri doldu ve başı öne eğildi küredeki yansımanın. Başını yukarı kaldırıp tam bir şey söyleyeceği sırada bir buhar olup kayboldu cam kürede. Mavi gözlü delikanlının hayatını izliyorduk şimdi de baştan sona. Tuhaf bir şeyler vardı ama. Mavi gözlü delikanlının gözlerinde korku, acı; falcının gözlerindeyse sinsi bir gülüş vardı. Onun acı çekmesinden mutlu olur gibi her anını dikkatle gözlemliyor ve onun korkularından haz duyuyordu. İşte beni şu ana kadar en çok bu korkutmuştu. Mavi gözlü çocuk benim duyamadığım bir şeyler duyuyor olmalıydı ki kulaklarını çaresizce elleriyle kapatıp masadan koşarak kalktı ve kürenin ışığının ulaşamayacağı bir yere çöktü. Neredeyse ağlayacaktı, belki de ağlıyordu. Ne yapacağımı bilemez halde mavi gözlü delikanlıyı izliyordum. Onun bu acısı benim bile canımı yakmıştı. Gözlerimi ondan ayırıp falcıya çevirdiğimde sanki falcının o dipsiz, bal sarısı gözlerinin içinde boşluğa düşer gibi hissettim. Kürede aksini görme sırası bendeydi şimdi. Gözlerimde gölge vardı. Niye bu kadar üzgündüm? Küredeki ben ne hissediyorsa ben de onu hissediyordum. Boğazım düğümlendi, kalbim sıkıştı ve bütün kaslarımın kasıldığını hissetim. Falcı şimdi dünyadaki en çirkin sesle kahkahalar atıyor ve bu halimizle eğleniyordu. Allah'ım ne acı. Küredeki üzgün ben yanaklarında gözyaşları süzülürken bir sigara dumanı kadar aciz bir şekilde kayboldu. Kürede hatırladığım ilk andan itibaren başıma gelen ne kadar kötü şey varsa görünmeye başladı. Kavgalar geldi önce tüm çıplaklığıyla, bağrışlar. Canımı yakan ne varsa tekrar duydum bir bir. Falcı özellikle unutmak istediğimiz ne varsa kazıyordu her bir zerremize. Acizliklerim vardı sırada, utançlarım... Yüzümü kızartan, herkesten gizlediklerimi bu hadsiz falcı turkuvaz rengi dudaklarından salyalar akıtarak izliyordu. Yalnızlıklarım vuruldu yüzüme çat diye. Köşeye sıkışmalarım, çaresiz kalmalarım, tek başıma mücadelelerim. Hepsi neyse de, ölümlerdeydi şimdi sıra. Ağlayışlar, çığlıklar, feryatlar, bir daha göremeyecek olmanın bilinciyle bastıran hasretler. Boğazım düğümlendi, nefes almak bile işkenceye dönüştü. Acıdan yutkunamamak neymiş onu öğrendim. Peki nasıl tarif ederdik ölmeyi? Susmak gibi. İçimizde bir yerlerde haykırışlar kulakları deliyor da dışımızda yaprak kımıldamıyor gibi. Açık denizlerde fırtınalar kopuyor da kıyılar sütliman gibi. Hatırlamak gibi. En saf halinle kendini görüyormuşçasına, yalansız hatırlamak gibi. Yaşamak 'ağızda bir tutam sakız', uzadıkça uzuyorken ölüm anlık, hatıra gibi. Amenna ve saddakna, bir son değil
Hezeyan Fanzin 5
10
FatmaNur Aydın başlangıç gibi. Dünya aniden bitmiş de buradan sonrası gerçek gibi. Bir avuç altın tozu rüzgârda savrulmuş gibi. Ben mavi gözlü delikanlı kadar cesur değildim, güçlü hiç değildim. Dizlerimin bağı çözüldü. Kalkamadım masadan. Onun bana acı çektirmesine izin verecek kadar acizdim. Ağlamaya başladım. Sanki hayatımın kalanını ağlayarak geçirecekmişim gibi nefes almadan ağlıyordum. Benim her gözyaşım birer kıvılcım oldu düşerken yere. Sonra gözyaşlarım masa örtüsünü tutuşturdu, halıyı ve falcının çul gibi uzanan siyah eskimiş eteklerini de. Ben olanlara şaşkınlığımdan hareketsiz kalmış bir haldeyken mavi gözlü delikanlının elini omzumda hissetim, verdiği güven hissini de. Kendime getirdi beni bu sıcaklığı omzumdan kalbime sinen duygu. Ayağa kalktık, burada çok bile kalmıştık. Falcı belki hayatında ilk kez korkmuştu. Bir kabulleniş gibi çıkan yangını söndürmek için hiç çaba sarf etmedi. Sadece izledi. O boş, dipsiz, bal sarısı gözleriyle izledi. Koşar adımlarla uzaklaşmaya başladığımızda nedensiz durup arkama döndüm. Eteği yanmış ve mor bacakları açığa çıkmıştı. Bacaklarının üzerinde pek çok turuncu leke, yara vardı. O an, sadece bir saniyeliğine merak ettim falcının hikayesini. Ağlıyordu. "Gözlerimle gördüm, gözyaşları maviydi". Alevlerin sıcağı yüzüme vurunca artık gitme vaktinin geldiğini anladım ve mavi gözlü delikanlıyla yeniden serin hissedene kadar koştuk. Mağaranın derinliklerine gelmiş olacaktık ki etraf tekrar karardı, soğudu ve damla seslerini yine duyar olduk. Ayak seslerimiz bile yankılanıyordu bu git gide soğuyan taş duvarlar arasında. Biraz daha böyle devam edersek klostrofobi olmaktan korktum bir an. Hiç çıkamayacakmışım gibiydi bu eski kitaplara yakışacak mekandan. Zaman zaten kendine yeni yollar çizmiş, tek düzeliğinden sıyrılmış, hoyratça üzerimize geliyordu. Tam korkudan paniğe kapılıp dizlerimin üstüne düşecekken karşıda bize bakan yaşlı bir adam gördük. "O da bizim gibi bu yolu mu deniyor?" dedim gülümseyerek mavi gözlü delikanlıya. "Ama yanlış geldik baksana, yol bitti. Karşısı duvar". Mavi gözlü delikanlı bir süre sustuktan sonra korkudan ve bu kadar maceradan çatlamış dudaklarıyla ama kafasını bana çevirmeden sözüne başladı: "yolun sonu değil, başı; o da ziyaretçi değil, ev sahibi". Hayırdı. Yine sırada ne vardı. Yaklaştıkça nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde yaşlı adam git gide bir ejderhaya dönüşüyordu. Yanına geldiğimizde sadece bir parmağı kadardı boyumuz. O kadar devasa bir ejderhaya dönüşmüştü ki tüm masal anlatıcılarına taş çıkartır cinsten. Mağara griliğini ejderhanın kurşuni, keskin, donuk derisinden mi alıyordu yoksa mağara bu kadar karanlık olduğu için mi cansızdı ejderhanın kaygan derisi? Ejderha... Pek çok inanışa göre bilge olan ejderha... Gözlerinin kırmızı olduğunu fark edince son göreceğim şeyin onun gözleri olacağını sandığım ejderha... Kırmızı gözleri, gri pullu derisi, bir yarasanınki kadar ince ama o koca cüsseyi taşıyabileceği aşikar damarlı kanatları, uzun tırnaklı pençeleri ve tıslayan diliyle fantastik filmleri aratmıyordu karşımızda duran. Uzun, bol eklemli, yaşlı boynu göz hizamıza kadar indi ve ıslak, pütürlü, çirkin pembe dilini çıkarıp önümüzde bir tur attırdı. Bir lokmada yutmaya niyetlense son nefesimizi verecek zamanımız olmazdı. Ama bizi ağzına atmaya tenezzül bile etmiyor gibi bir hali vardı. "Burası hikayenin sonuç bölümü, birazdan bu paragrafın ilk cümleleri olacağız" dedi mavi gözlü delikanlı kulağıma eğilip. Belli ki cincinin bahsettiği soru kısmına gelmiştik. Ya bitecekti bu rüya yada sıkışıp kalacaktık bu 'kırmızı zaman'ın oyunları arasına. Konuşmaya başladığında bir an önce bitsin istedim bu fasıl. Sesi o kadar kulak tırmalayıcıydı ki kör bıçaklarla etimi kesseler daha az acı hissederdim. Bize toprak ve ateş üzerine bir hikaye anlattı önce. Toprağın aslında ateşi söndürmediğini, onu koruduğunu, kavradığını söyledi. "Toprak ve ateş tıpkı vücut ve yaşam gibidir." diye ekledi cümlelerinin arasına. Biz esas duruşta ejderhanın hikayesinin bitmesini beklerken bizim hikayemizin nereye gittiğini merak etmeye başladık. Ejderha bu kadar korkunç görüntüsü ve sesi olmasa hoşsohbete benziyordu. Şaşırtıcı tezatlık.
Hezeyan Fanzin 5
11
FatmaNur Aydın Hikayesini bitirdikten sonra biraz duraksadı, derin derin nefes aldı ejderha. Sonra ağzından kelimeler dökülmeye başladı. Bunca zamandır beklediğimiz soruyu sordu: "Buraya nasıl geldiniz?" Şaşkınlıktan ağzımın açıldığını, kaşlarımın kalktığını ve yüzümün tüm kaslarının gerildiğini hissettim. Ağır çekimde başımı mavi gözlü delikanlıya doğru çevirdiğimde onda da tanıdık bir ifade gördüm. Bu soru nasıl bu kadar sadeydi? Ne cevap vermeliydi doğruyu bulmak için? Sonra tekrar hatırladım cinciyi. "Doğru cevabı vermek değil, inandığın cevabı vermek" demişti. Öyleyse soru çok basitti. Kelime oyunları, gizli cevaplar, bilmeceler ya da afili sözcüklere gerek yoktu. Derin bir nefes alıp en kendimden emin ses tonumu takınmaya çalıştım. Yaşadıklarım sesimi sabit tutmama engel oldu. Heyecandan titriyordum, sesim de titriyordu. "Buraya nasıl geldiniz?" "Hayal ettik." Ejderha cevabıma gülümsedi, evet ejderha gülümsemişti. Mavi gözlü delikanlı da gülümsedi. Gözlerinde sonsuz gökyüzleri vardı şimdi. Ejderha cevabımı beğenmiş olacak ki tekrar insana dönüştü. Bu sefer boyu belimi ancak geçen, siyah saçlı, beyaz tenli, sevimli bir erkek çocuğuydu karşımızda gördüğümüz. Hiçbir şey söylemeden yüzünü taş duvara çevirdi, eliyle ilerlememizi işaret etti. Biz yürüdükçe yuvarlak bir parça kayadan ayrıldı ve sağa doğru kaymaya başladı. Maviydi ilk gördüğümüz. "Burası gölün dibi, yukarı doğru yüzmelisiniz" dedi küçük erkek çocuğu. Anlamıyordum nasıl oluyordu da su mağaranın içine taşmıyordu? Cam bir yüzeyle ayrılmış gibiydi. Dokundum anlamak için. Hava gibiydi. Hemen buradaydı, hissedilebiliyorduk ama hiç yokmuşçasına bir resimmişçesine hareketsizdi. yerçekimi sanki yeryüzüne paraleldi. Artık yorulmuştum, yorulmuştuk. Bu serüven bitsin istiyordum, bu masa bir nokta konsun. Suya adımımı atmak için yeltendiğimde mavi gözlü delikanlı durdurdu beni. "Bak" dedi, "suya girdikten sonra hiç durmadan yukarı doğru yüzeceksin, korkmadan. Suyun yüzüne çıktığında sakın beni aramakla oyalanma. Suyun yüzü ikimiz içinde farklı sabahlara çıkıyor. Başka zaman dilimlerinde alacağız soluklarımızı. Belki başka evrenlerde. Bir daha birbirimizi görmeyiz, belki ben bir bankta yaşlılığıma kaldığım yerden devam ederim. Beni sakın unutma." Ve ben daha bir şey söylemeden suya girdi. Nasıl olurdu? Daha ona soracağım o kadar şey varken, nasıl bu kadar bencilce bir şey yapıp önden gidebilirdi? Kafamda soru işaretlerim, omuzlarımda tüm yüküyle merakım bıraktım ben de kendimi suya. Şimdi her yer maviydi. Derin mavi. Sonsuz mavi. Burası bir gölden çok bir okyanus dibi gibiydi, o kadar büyük, o kadar mavi. Çocuğun dediğinin aksine yukarı doğru yüzmemize gerek yoktu, su zaten kaldırıyordu bedenimi yukarı. Yükselirken hala mavi gözlü delikanlıyı tekrar görme umutları yeşerttim içimde. Su yüzüne çıkınca hayat bıraktığım yerden devam ediyordu. Saatime baktım, 1 saat geçmişti sadece. Güneş hala tazeydi. Etrafıma bakındım ama kimseyi göremedim, yoktu mavi gözlü delikanlı. Peki ya neydi bunların hepsi? Bir rüyamı? Hayır, üstüm ıslaktı. Gülümsedim ben de. Geriye kalan tek gerçek şeyi yaptım, gülümsedim. Konarıdaydım artık. Dünyanın en güzel turkuvazı işte burada, karşımda duruyordu. Elim sırt çantama gitti. Fotoğraf makinemi aldım elime içgüdüsel. Çantamı açtığımda müzik çalarımın kendiliğinden açıldığını ve bir şarkı çaldığını duydum. Şarkı "Dream on"du. Tüm gerçek sözleriyle çalıyordu. İşte mavi gözlü delikanlıyı ilk kez o zaman özledim.
Hezeyan Fanzin 5
12
Ceyda Kömürcü
Gelenek ve Modernlik Kavşağında Bahaeddin Özkişi Her yeni geçen gün Türk edebiyatında yeni isimler parlar iken edebiyatımızdan geçmiş ancak yaşarken kıymeti bilinmemiş pek çok ismin de var olduğunu görüyoruz. Son zamanlarda Oğuz Atay ve Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında incelemeler yapılması adeta yeniden bir ‘keşfediş’ durumuna getirilmesiyle hayatlarını kaybetmiş yazar ve şairlerin kıymetleri ön plana çıkarılmaya başlanıyor. Bu isimlerden biri de Bahaeddin Özkişi. Bu yazımızda elimizden geldiğince cevheri bilinmemiş yazarımızı tanıtmaya çalışacağız. Bahaeddin Özkişi, 1928 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğar. Babası Manisa’nın Demirci ilçesinin Nakşi şeyhlerinden Hacı Halit Efendi’nin oğlu Ömer Lütfi Efendidir. İlkokulu 20.yıl İlkokulunda, ortaokulu Karagümrük Ortaokulu’nda okur ve daha sonra Sultanahmet Sanat Enstitüsüne devam eder. Enstitüyü bitirdikten sonra Haliç Tersanesinde ustabaşı olur. Yeşilköy Hava alanında çalışır bundan sonra İTÜ’de Makine Kaynak Fakültesi’nde kaynak atölye şefi gibi görevler aldıktan sonra iki yıl Almanya’da yaşar ve orada kaynak öğretmenliğini bitirerek ihtisas yapar. Yurda döndükten sonra Devlet Havayollarında makinist ve ölümüne kadar da İTÜ’de kaynak öğretmeni olarak çalışır. Usta ve öğretmen olmasının yanı sıra tezhip dersleriyle de yakından ilgili olan Özkişi, Süheyl Ünver’den tezhip dersleri alır. 1959'da "Bir Çınar Vardı" adlı kitapçıkta otuz hikayesini bir araya toplar. 1960–1969 yılları arasında yazdığı hikayeleri kitap halinde bastırmaz. Akbaba dergisinde mizah öyküleri yayınlanır (1960–1965). 1969 yılında da evlenir. 1970–1971 yılları arasında “Köse Kadı, Uçtaki Adam, Sokakta” romanlarını yayınlar. Hikayeleri ise ölümünden sonra Göç Zamanı adıyla basılır ve bu eser Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülüne layık görülür 1 10 Kasım 1975 yılında hayata gözlerini yumar. Böylesine teknik anlamda bir hayat geçiren Özkişi asla yazma hevesini kaybetmez. Yeşilköy havaalanında çalıştığı zamanlarda Ahmet Hamdi Tanpınar ile tanışır, onun sohbetlerine katılır. Tanpınar’ın, Özkişi için “Yazmaya devam et sen on Sait Faik edersin” sözü onu yazmaya daha da cesaretlendirir. Hikayelerini genel olarak durum hikayesi tarzında kaleme alır. Durum hikayesinin yapısından ötürü; eylemler azdır, zaman, mekan ve iç dünya tasvirlerini iyi bir şekilde anlatmıştır. Özellikle iç monolog, iç diyalog ve bilinç akışı tekniğini hikayelerinde yoğun bir şekilde kullanır. Vakaları meydana getirirken iç dünyalarını kullanır. Sorgulamalar ile birlikte bireyde çatışma yaratan zaman zaman Freud’un Oidipus kompleksi kavramını hikayelerine işler. Toplumsal vakalarda kimlik vurgusunu ön planda tutan Özkişi bütün eserlerinde gelenek özelliklerine değinir. İnsanların geleneksel kimliklerinden yola çıkarak yazdığı Sokakta romanı bir sokağın içinde yaşayan farklı yapılardaki insanların bir arada olmasıyla meydana gelen olayları anlatır. Bu sokakta meydana gelen olayları inceler insanların inanç sistemlerine de eğilir, Hakikat kavramı onun için önemli bir kavram olur. Belli bir kesme göre muhafazakar sayılabilecek özelliklere sahip olan yazar bu romanda ‘toplumda ayıp’ kavramını ele alır. 1
Çeşitli internet sayfalarından biyografisi hakkında alınan yazılar.
Hezeyan Fanzin 5
13
Ceyda Kömürcü İnanç sistemini ele aldığı kadar metafizik sorgulamalarda da bulunur. Göç Zamanı adlı öyküsünde yer alan “Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses? Bir adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Müdâni, ‘Göç zamanıdır’ diye haykıran?” cümlesi ölüm kavramının sembolleştirme yoluyla anlatılmasına, ayrıca Mevlana’da geçen ‘ney’ metaforuna da değinilmesini işler. Yazarın eserleri İslam’ın boş bıraktığı psikolojik alanı doldurur. 2 Onun başlattığı bu çizgi genç yaşta vefatı ile yarım kalır, bu edebiyatımızda önemli bir alana imza atacak cevherin sönmesi olacaktır. Eşyaları simgeleştirme tekniğiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tekniğine yaklaşır. Tanpınar’ın sohbetlerine katılmasıyla Tanpınar’ın etkilendiği isimlere ve kendisine de vakıf olur. Özellikle Tanpınar’ın edebiyat yolculuğunda büyük önem arz eden Reiner Maria Rilke, Özkişi’de ilginç bir vaka olarak ortaya çıkar. Rilke’nin bir beyefendi olduğunu öğrendikten sonra Rilke’nin Dişiliği Hakkında adlı bir hikaye yazar3 “….Ben içten bir beğenişle, bayılıyorum kadına demiştim. Aman Rabbim nasıl bütünümle Rilke’nin kadın olduğuna inanmıştım. Yazılarını hep bu açıdan okumuş, bu yönden değerlendirmiştim. O, tane tane ve kendine has tok sözlülüğü ile Rilke mi kadın? demişti. Hayır o erkektir. Ben şaşkın, ama isimlerinden biri Maria diye ısrar etmiştim. Direnmemi mânâsız bulmuş ve omuzlarını silkmişti.” cümleleri onun bu durumu hikâyeleştirecek kadar önemli olduğunu gösterir. Hikaye adlarında yer alan İnsanlar ve Saatler, Palto gibi isimler onun yakinen tanıdığı Ahmet Hamdi Tanpınar ve Avrupa’ya gidip öğrendiği Edgar Allan Poe ve Gogol gibi isimlerin kendisi üzerindeki etkisini gösterir. Köse Kadı ve devamı olan Uçtaki Adam romanlarında ise geleneksel ve milli kültüre önem verdiğini belirtir. Köse Kadı da Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş devrinde yapılan savaşı anlatır. Türk-Macar ilişkilerini anlatırken eylemlerden öte Köse Kadı karakteri üzerinden soyluluk, asalet gibi kavramlara değinir. Aynı şekilde bu romanın devamı olarak yazılan Uçtaki Adam romanında ise Belgrad Kalesi’nde kaybolan Köse Kadı ve onun çevresindeki yiğit Osmanlı askerlerini anlatılır. Yaşadığı kısa süreli hayatı boyunca çığır açacak nitelikte eserler veren Bahaeddin Özkişi’yi Avrupa’yı gözleriyle görmüş ve yetiştirildiği doğu kültürüyle bunları harmanlayıp iç dünyayı esas alarak yazdığı eserlerle edebiyatımızda ‘keşfedemeden kaybettiğimiz dev’ olarak nitelendirilebiliriz. *
2
‘Bahaeddin Özkişi ve Mesele Etrafındaki Altı Hikâyesi; Cüneyt Issı’ Göç Zamanı, Ötüken Yayınları, 3.Basım, 1975, syf.33 * Bu yazıyı yazmamda araştırmaları ile bana ışık olan Doç. Dr. Ahmet Cüneyt Issı hocama teşekkür ederim. 3
Hezeyan Fanzin 5
14
Naciye Dalgıç Bir Şeyler Eksik
Kapıyı çalmazdım hiç.. Hiç zile basmadım, yanlışlıkla dahi olsa… Sevmezdi kapının çalınmasını. Perihan Teyzeye göre kapıyı çalmak: yabancı olmaktı. O ise yabancı görmezdi kimseyi. Anahtarım vardı, usulca açardım kapıyı. Sallanan sandalyesinde oturup, dizlerinin üstüne yamalı hırkasını örterdi. Hırkasının rengi gri gibiydi, yaması da kıpkırmızı bir kumaş parçasıydı. Bir de radyodan çalan parçalara bildiği kadar eşlik ederdi.. Sonra beni görürdü sanki yıllarca görüşmemişiz gibi halbuki her akşam görüşürdük, uğrardım yanına. Gözlerinin içi güler, cevabını bildiği soruları tekrar tekrar sorardı, bense ilk defa duymuş edasıyla cevaplardım; pek memnun olurdu… Anlardım tebessümünden. Çay demleyip dizinin dibine sokulurdum; kedi misali. Saçlarımı okşardı, pamuk gibi elleriyle ve sonra ‘’eskiden….’’ diye başlayan, leylak kokan cümlelerine. Her kelamı gönlüme ferahlık katardı. Çok severdi sobanın üzerinde ısınan ekmeği ılık çayına banmayı. Bandırır bandırır yerdi………
Hezeyan Fanzin 5
15
Naciye Dalgıç Bazen saatlerce susardık, konuşmazdık. İkimizde bir köşede.. Sonsuza kadar sürecekmiş gibi olan suskunluğumuzu bana seslenişi bozardı. ‘’ Bugün çok sustuk, sıkıldım, bunaldım, nefes alamaz hale geldim..bir şeyler mırıldan bir şeyler… ‘’ derdi. Mırıldanırdım mırıldanır.. Onda görüyordum şiirin hikayeye dönüşmüş halini; kaosun, sevincin, dinginliğin, hüznün, rutinliğin, gergef gibi olan hayatın dantelleşmesini… Her bir anı ayrı bir motif, özenle işlenmiş. Perihan Teyze ve ben… Aramızda bir hakikat vardı ve bir hakikatten geçiyorduk. Dünya hayatında yolları kesiştiren ALLAH’ a hamdolsun. Hayatımız her an başkalarının hayatlarına ekleniyor ya da başkalarının hayatından çıkıyor. Keşke şimdi yanımda olsa dediğimiz insanlar oluyor… Bunca yıl kendimizi oradan oraya taşıyıp duruyoruz. Dümdüz giden yol, dallanıp budaklanıyor.. Ve bizim gibilerin yüreğinde hep fazladan bir tabure olur. Bir gün biri gelir ve oturur..oturur..oturur. Mühim olan ise; Peygamberî duruşa sahip sevenlerimizin olmasıdır. Dua etmeye devam edelim
Hezeyan Fanzin 5
16
Yusuf Hˇāce ABDALLIK VE NEŞET ERTAŞ Anadolu’muzun bu kültürel mirasını genç nesillere anlatmak hepimizin görevidir. Bu görevi yerine getirebilirsem ne mutlu bana. Yazıyı okurken Neşet Ertaş’ın “Dertli Yoldaş” türküsünü dinlerseniz, demek istediklerim daha iyi anlaşılacaktır. “Ey garip gönüllüm dertli yoldaşım Niye belli değil, baharın kışın Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın” “Abdal” sözcüğü ile ilk ilgilenen aydınımız Fuat Köprülü olmuştur. Fuat Köprülü sayesinde “abdal” nedir, “abdallık” nedir öğrenmeye başlamışız. “Abdal” sözcüğü “b-d-l” harflerinden türemiş, “bedel” anlamından gelen bir sözcüktür. XIV. yüzyılda İran’da “derviş” anlamında kullanıldığı görülmektedir. XV. yüzyılda ise “meczup, divane” anlamlarını kazanmıştır. XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda ise “serseri” ve “dilenci derviş” anlamlarındadır (Köprülü 1988:61). Türkler arasında da XIV.yüzyıldan itibaren “abdallar” görülmeye başlar. “Abdallar”, daha çok Alevi-Türkmenler arasında yaygındır. Bugün de bu gelenek devam etmektedir. “Abdal”, bizde “kendi varlığından vazgeçmiş, nefsini öldürmüş, dünyaya önem vermeyen” insandır. Bunun için, Osmanlı Devleti’nde “abdallar”, yırtık giysiler giyer, bazen yarı çıplak şekilde gezer, insanlardan aç kalmayacak şekilde ekmek ve para dilenirlermiş. Sonradan çığrından çıkan abdallar da olmuş. Para versinler diye saatlerce adamın başında bekleyenler de çıkmış aralarından. Ama özlerini kaybetmemişler. İnsanların, kendilerini kınaması, aslında onların nefislerini öldürmek için istedikleri bir durumdur. Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli roller oynadıkları gibi, Selçuklu zamanında Baba İshak’a katılıp Babailik isyanında da rol almışlardır. İsyancı oldukları kadar vatanseverdirler. Anadolu abdalları, Osmanlı Devleti’nin başlangıcında gaziler, ahîler ve Anadolu Bacılarından sonra büyük hizmetler gören dördüncü zümredir (Köprülü: 1988:61). Malda mülkte gözleri yoktur. “Kim onun hâlini sormuş demezler Cahilin gözünde hormuş demezler Gariplere kim iş vermiş demezler” XIV. yüzyılda “abdallık” Anadolu’da başlar demiştik. Aslında, XIV.yüzyılın en ünlü isimleri de birer “abdal” olarak nitelense yeridir. Örneğin; Yunus Emre, Âşık Paşa, Ahi Evrân. Yunus Emre’nin şu mısrası, yukarıdaki mısralara benzemektedir: “Bir garip ölmüş diyeler /Üç gün sonra duyalar/ Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin”. İç Anadolu, ana mekândır. Kırşehir, Yozgat, Çankırı, Ankara, Denizli, Dinar, Sivas, Amasya, Çorum, Osmancık, Merzifon, Konya, “abdallar” için önemli mekanlardır (Köprülü 1988:62). Hâlen varlıklarını buralarda sürdürürler. Gözlerden uzak yaşamayı sevdikleri için midir, bilinmez, yaban olarak karşılanırlar kendi özyurtlarında. Aslında, Orta Asya’da gelen derviş ruhlu kimselerdir. Günümüzde yazın köy düğünlerinde çalgılarını çalarlar, bu çalgılar genellikle davul, zurna ve sazlarıdır. Kışın ise işsizlik nedeniyle Ege’ye gider ve “hurdacılık, işportacılık” gibi çeşitli işlerle geçimlerini sağlarlar. Kent halkının “varoş” diye adlandırdığı yerlerde aileleriyle bir göz odada yaşarlar. Buna rağmen, gözlerindeki o mutluluk ve yaşama sevinci kaybolmaz. Kimse de onlara iyi gözle bakmaz. “Çingene” diye isim takarlar. “Gel yanımda çalış” diyen kimse de bulunmaz. Onlara göre bunlar hırsızdır, arsızdır, ayyaştır. Günümüzde yok olup gitmektedirler ve kimse değerlerini hâlâ anlamamaktadır.
Hezeyan Fanzin 5
17
Yusuf Hˇāce “Sen de bir insansın insanlar gibi Haksız kazancınan sürmedin demi İnsanlığın kuralları böyle mi?” Günümüz modern toplumunun taptığı para ve mabedi bankadır. Ölene dek çalışmayı sürdürürler. Neden? Daha çok para kazanmak için. Bunun için de her yol mubahtır. Kendileri bu duruma uygun bir söz söylerler: “Savaşta her yol mubahtır”. Etrafında yoksul, evsiz, yetim görse dayanamazlar. Dışlamaya çalışırlar. “Abdallar”ı da dışladılar her yerden. Neşet Ertaş ve babası Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali de kovuldu bu yüzden. Neşet Ertaş, TRT’ye ilk çıktığı zamanlarda kendisine “mahallî sanatçı” ünvanı verdi. Niye? Okuma yazması az, konuşması kaba, kıyafeti uygun olmadığı için. Aynen Âşık Veysel’e yaptıkları gibi. Kenttekiler kendilerine sunulan imkânların, her yerde herkese sunulduğunu sandılar. Kendilerinden farklı birini görünce önce şaşırdılar, sonra “bize benzemiyorsun” diye aşağılamaya çalıştılar. Günümüzde, bir türkü TV’de bir dizide söylendiği zaman, hemen telif davası açılıyor, varisleri bu parayla geçimini sağlıyor. Neşet Ertaş’ın türküleri onlarca şarkıcı tarafından seslendirildi ve Neşet Ertaş, büyük bir olgunlukla bundan maddi gelir sağlamadı. Sağlasaydı, çok zengin olur, saray tipi evlerde yaşardı. Daha çok değer görürdü. Ama bunu yapmadı. Çoğu yazdığı türkü hâlâ “anonim” diye geçmektedir. Yani, kendi eserini halka mal etmiştir. Diyecek söz yok. İşte, bu yüzden büyükler ve böyle anılmayı sonuna dek hak etmekteler. “O Hakk’ı tanımaz kul kandıranlar İnsanlığın gıymatını ne anlar O Hakk’ı tanımaz kul kandıranlar İnsanlığın ne olduğunu ne anlar” Tasavvufî bir sözdür: “Kendini bilen Rabbini bilir”. Öncelikle kendimizi tanımalıyız ki Hakk’ı tanıyalım. İnsanları kandıran, onların malını parasını çalan kişilerin ibadeti de kabul olunmaz. Cenneti kazanmak uğruna hileler yapılmaz. Allah, kandırılmaya çalışılmaz. XVII. yüzyılın ünlü şairi Yûsuf Nâbî, bir gazelinde şöyle demektedir: “Vermezdi kimse kimseye nân minnet olmasa/ Bir maslahat görülmez idi rüşvet olmasa”. İnsanlığın ne olduğunu bu özellikteki kişiler bilemez. Onlar için her insanın ayrı bir değeri vardır. Yunus Emre gibi “72 millete tek gözle” bakamazlar. Onlar için “abdallar” da öyledir. Kara kuru insanlardır, paraları yoktur, çalgıcılardır. Sesi olmayanlara “sanatçı” ünvanı verilirken, sazı konuşturan insana “çalgıcı” gözüyle bakarlar. Ufak bir festival, karpuz, çilek, kiraz vs. festivalinde bile o magazinsel figürlere milyonlarca para akıtırken, “abdallar”ın o güzelim nağmelerini dinletmeye çalışmazlar. “Cıstak cıstak” müzik onlar için inleyen bir sazın telinden daha değerlidir. “Abdallar”, sanatlarını icra edecek bir ortama alınmazlar. TV’lerde bayramlarda ve özel günlerde halka hoş vakit geçirecek unsurlardır. “Türkü türkü Türkiyem” gibi programlarda da “hadi gelmişken gösterelim, eğlenelim” denilen sanatçılardır. Üniversite şenliklerinde bile gençlere gösterilmez. En değme DJ bile, şarkıda ne kadar oynama yaparsa yapsın, Neşet Ertaş’ın sazının teline vurduğu sesin ahengini bile çıkartamaz. Kendimizi bilelim, Allah’ı kandırmayalım. Bu miras, her türlü maddi mirastan daha değerlidir. “Boş durmak günahtır çalışmak sevap Çalış ne duruyoñ, sen de bir şey yap Çoğalır yoldaşın, gör nice ahbap” Âşık Veysel de yukarıdaki sözlere benzer mısralar söylemiştir: “Her kim ki olursa bu sırra mazhar/ Dünyaya bırakır ölmez bir eser”. Çalışmak ve daha çok çalışmak, insanlığın vazifesidir. Çalıştığımızda paramız çoğalır, arkadaşımız artar. Paramız azalırsa, arkadaşımız
Hezeyan Fanzin 5
18
Yusuf Hˇāce azalır doğal olarak. Kimse size neden işsiz olduğunu sormaz, paranız varsa, en değerli şahsiyet siz olursunuz. Çalışmak önemlidir de, günümüzde az çalışan ve çok kazanan daha değerlidir. Çok çalışan da az kazanır. Abdalların bir çoğu çalgıcılık, türkücülük ve hikaye anlatıcılığı yapar, bir kısmı da kazancılık, demircilik, sepetçilik gibi işlerle uğraşırlar (Köprülü 1988:62). Ah be abdalım? Bu işler sana ne kazandırdı? Hiçbir şey. Sadece karnını doyurdun. Üstüne sana “çingene” dediler, yeri geldi “aptal” dediler. Sen de gözünü açıp cebini doldursaydın, senin de adın ağa ya da bey olacaktı. Olmadı. “Bir lokma bir hırka” yaşayayım diyen “abdallar”, maalesef “ kırk lokma kırk hırka” diyenlere yenildiler. Fakat, Anadolu’da yenilmek diye bir kavram yoktur. Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’ya da yenildi dediler, sonuç ortadadır. “Garibim engin ol, uyma cahile Şeytanın kazancı nafile hile Sana ad takarlar üzülme bile Zengin isen ya bey derler ya paşa Fukaraysan, abdal derler, ya cingân hâşâ” 1940’lı yıllar... II. Dünya Savaşı patlak vermiş. Her taraf açlıktan ve yoksulluktan kırılmakta. Ölümler artmakta. İşte bu dönemde Türkiye’de de aynı manzara vardır. Zenginlerin yanında yoksullar bulunmaktadır. Yoksullar, karınlarını doyuramıyorlar, hastalıktan inlemekteler, ölümler artmakta. İşte bu durumdaki insan, her şeye başkaldıracaktır. Yoksulluğu görmüştür. Bu dönemde yeni bir akım ortaya çıkar Türk Edebiyatı’nda: “Garipler”. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat Horozcu ekibine “Garip” adı verilmiştir. Şiirde her şeye başkaldırmışlardır. Sıcak köşelerinde şiir yazan ve halktan kopan şairlere inat, sokaktaki adamı şiirlerine yansıtmışlardır. “Nasır” sözcüğünü duyan büyük şairler feryat etmişlerdir. Peki, bu ortamda soğuk Ankara kışında, kıt kanaat geçiren Orhan Veli de mi öyle yapacaktı? Yapmadı. “Garip” akımına bir de bu gözle bakmanızı öneririm. Bir de Anadolu da yıllarca türküleriyle yaşayacak bir “Garip” vardı. Kendisine bu mahlası seçmişti. Babasının tavsiyesine uymuş, kendi türkülerine bile imza atmamıştı. Babası “bize garip derler” demişti. İşte bu garip, Neşet Ertaş’tır, babası da Muharrem Ertaş. Abdallık geleneğinin temsilcisi iki büyük insan. Sanatın hasını yapıp da aç kalan insanlar. Kimselerin yanına uğramadığı insanlar. İşte, günümüzde “abdallık” böyledir. Yeri gelmişken şunu da sorayım ve zihninizi bulandırayım. XIV. yüzyıl şairi Âşık Paşa’da ünlü eserine “Garip-nâme” yani Garipler Kitabı ismini vermişti. O da Neşet Ertaş’ın hemşehrisiydi. Neden bu adı kullandı? Onca şatafatlı isim varken. Yoksa Anadolu, aslında bir Garipler yurdu mu? Abdallık geleneğini var gücümüzle yaşatmalıyız. Orta Anadolu’da bir köyde mutlaka onların çalgılarının o hoş sesini duyarsınız. Kulak verin ne demek istediklerine. Bu toprağa sıkı sıkıya bağlı insanlardır onlar. Bir gün İzmir’de dolaşırsanız ve karşınıza hurdacı geldiyse, o büyük ihtimalle bir “abdal”dır. Zaten, o işini yaparken utana sıkıla yapar. Çekinir insanlardan ve onların aşağılayıcı bakışlarından. Aslında geçimini sağlamaktır amacı. İnsanlar bunu bile utanılacak hâle getirmiştir. Gidin konuşun. Sadece “abdal” olduğu için değil, insan olduğu için de konuşun. Siz şanslı doğdunuz diye, size benzemeyenlere “çingene” demeye hakkınız yok. Köprülü, Orhan F.(1988). “ABDAL”. İstanbul: İslâm (www.islamansiklopedisi.info) adresindeki makalesinden yararlanılmıştır.
Hezeyan Fanzin 5
Ansiklopedisi
19
İletişim
Tugay Özdemir tugayozdemir@hotmail.com.tr twitter.com/tugayozdmr facebook.com/tugayozdmr saatleriayarlamaenstitusubaskani.tumblr.com alimeczuplar.com/tugayozdemir Eray Sarıçam twitter.com/erysrcm facebook.com/eraysrcm ery_srcm@hotmail.com Sertaç Bıçkın twitter.com/sertacbickin sertacbickin@gmail.com Birol Öztürk twitter.com/birolozturk
twitter.com/hezeyanfanzin facebook.com/hezeyanfanzin
Gönderilen ürünlerin yayımlanıp yayımlanmaması tamamıyla hezeyan fanzin’i ırgalar.
Hezeyan Fanzin 5
20