Jamie McGuire
BELALI DÜĞÜN Çeviren
Boran Evren
Birinci Bölüm Tanık
Abby İçten içe büyüyen ısrarcı, bir türlü yakamı bırakmak bilmeyen bir huzursuzluğun yaklaştığını hissedebiliyordum. Onu görmezden gelmeye çalıştıkça daha da dayanılmaz hale geldi: kaşımadan duramadığım bir yara, her an bağrımdan kopmak üzere olan bir feryat. Babam işler kötüye gitmek üzereyken bir anda beliren acilen kaçma ihtiyacının istemsiz bir hareket gibi olduğunu, bunun Abernathy’lerin atalarından miras aldığı, kanlarına işlemiş bir savunma mekanizması olduğunu söylerdi. Bunu yangın çıkmadan birkaç saniye önce hissetmiştim, şimdi de hissediyordum. Yangından sadece birkaç saat sonra, Travis’in yatak odasında oturuyordum; kalbim hiç sakinleşmeyecekmiş gibi hızla atıyor, kaslarım seğiriyordu. İçgüdülerim beni kapıya itekliyorlar, gitmemi söylüyorlardı; kaçmamı, burası hariç herhangi bir yerde olmamı. Ama hayatımda ilk defa yalnız gitmek istemiyordum. Öylesine sevdiğim o 7
sesin bana, beni kaybetmekten nasıl da korktuğunu ve durup, arkasına dönüp bana doğru koşmaya başlamadan önce, kurtulmaya ne kadar yaklaşmış olduğunu anlatmasına bile dikkatimi zar zor verebiliyordum. Çok fazla insan ölmüştü, bazıları Devlet Üniversitesi’nden gelen yabancılardı ama bazıları kafeteryada, derslerde ve diğer dövüşlerde gördüğüm insanlardı. Bir şekilde kurtulmuştuk ve şimdi de dairesinde oturmuş olan bitene bir anlam vermeye çalışıyorduk. Korkuyorduk, onlar öldüğü ve biz hayatta kaldığımız için… Suçluluk hissediyorduk. Ciğerlerim alevler ve örümcek ağlarıyla doluymuş gibi hissediyordum ve kavrulmuş insan teninin o mide bulandırıcı kokusu bir türlü burnumdan gitmiyordu. Beni fena bunaltıyordu ve her ne kadar duş almış olsam da hâlâ oradaydı, üstümden söküp atmak için tenimi keselerken kullandığım nane ve lavantalı sabunun kokusuyla karışıyordu. Aynı şekilde aklımdan çıkmayan başka bir şey de seslerdi. Sirenler, bağırıp ağlayanlar, kaygılı ve paniğe kapılmış güruhun gürültüsü ve olay yerine gelenlerin bir arkadaşlarının hâlâ içeride olduğunu keşfettiklerinde attıkları çığlıklar. Herkes birbirine benziyordu; baştan aşağı kurumla kaplanmış ve yüzlerde de aynı müthiş şaşkınlık ve çaresizlik ifadesi vardı. Tam bir kâbustu. Odaklanmak için gösterdiğim bütün çabalarıma rağmen, ancak şunu söylediğini duydum: “Korktuğum tek şey sensiz bir hayat, Güvercin.” Şansımız fazla yaver gitmişti. Vegas’ın karanlık bir köşesinde, Benny’nin fedailerinin saldırısına uğradığımızda bile bir şekilde avantajı elimizde tutmayı başarmıştık. Travis yenilmezdi. Ama Çember’e dahil olmak ve güvenli ol8
mayan koşullarda dövüş organize ederek sayısız üniversitelinin ölümüne neden olmak… Bu Travis Maddox’un bile kazanamayacağı bir dövüştü. İlişkimiz çok şeye göğüs germişti, ama şimdi Travis’in hapse girmesi söz konusuydu. Her ne kadar, o henüz bunun farkında olmasa da bizi birbirimizden ayırabilecek tek engel buydu. Üstünde herhangi bir gücümüz olmayan tek engel. “O zaman korkacak hiçbir şeyin yok,” dedim. “Biz sonsuza dek beraber olacağız.” İçini çekip dudaklarını saçlarıma bastırdı. Bir insan için bu kadar çok şey hissetmenin mümkün olabileceğini hiç düşünmemiştim. O beni korumuştu. Şimdi de onu koruma sırası bendeydi. “İşte bu,” dedi. “Ne?” “Seninle tanıştığım ilk andan itibaren sende ihtiyacım olan bir şeyin olduğunu anlamıştım. Şu işe bak ki sende olan bir şey değilmiş. Senmişsin.” İçim eridi. Onu seviyordum. Onu seviyordum ve onun güvende olması için elimden gelen her şeyi yapmak zorundaydım. Her ne gerekiyorsa, ne kadar çılgınca olursa olsun. Tek yapmam gereken onu ikna etmekti. Ona yaslanıp yanağımı göğsüne bastırdım. “Önemli olan biziz Trav. Beraber olmadığımız sürece hiçbir şeyin anlamı yok. Bunu fark ettin mi?” “Fark etmek mi? Bir yıldır sana bunu anlatmaya çalışıyorum! Artık resmiyet kazandı. Kaşarlar, kavgalar, ayrılıklar, Parker, Vegas… ve hatta yangınlar… ilişkimiz her şeyin üstesinden gelebilir.” “Vegas’a ne dersin?” O anda aklımda, olabilecek en çılgınca plan şekillendi ama o sıcak, kahverengi gözlerine baktıkça bu fikir daha 9
anlamlı gelmeye başladı. O gözler her şeye anlam veriyorlardı. Yüzü ve boynu hâlâ terle karışık isle kaplıydı, her şeyi kaybetmeye ne kadar yaklaştığımızın bir kanıtı. Aklım bütün hızıyla çalışıyordu. Sadece temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir şeyler almamız gerekiyordu, dolayısıyla beş dakika içinde kapıdan çıkmış olabilirdik. Elbiselerimizi oraya vardığımızda alabilirdik. Ne kadar erken yola çıkarsak o kadar iyi olurdu. Kimse iki kişinin böylesine büyük bir trajedinin ardından uçağa bineceğine inanmazdı. Hiç mantıklı bir şey değildi, dolayısıyla tam olarak yapmamız gereken şeydi. Travis’i yeterince uzağa götürmek için belirli bir neden bulmalıydım… Çılgınca da olsa inanılır bir neden olmalıydı. Neyse ki çılgınca şeyler yapmak Travis ve ben söz konusu olduğumuzda pek de alışılmışın dışında sayılmazdı ve soruşturmayı yürütenlerin, olaydan saatler sonra Vegas’ta evlendiğimizi gösteren bir kanıtları olursa, gece Keaton Hall’un bodrumunda Travis’in dövüştüğünü gören düzinelerce tanığın yanıldıklarını ya da kandırılmış olduklarını düşünmeleri mümkündü. Kesinlikle çılgıncaydı ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Daha iyi bir plan yapacak zamanım yoktu. Çoktan yola çıkmış olmalıydık. Travis beklentiyle bana bakıyor, o çılgın ağzımdan çıkacak her sözü koşulsuzca kabul etmeyi bekliyordu. Onu seviyordum. Kahretsin, onu seviyordum ve onu şimdi kaybedemezdim, bu âna ulaşmak için birlikte mücadele ettiğimiz onca şeyi atlattıktan sonra olmazdı. Kime sorsan evlenmek için fazla genç olduğumuzu, fazla tutarsız olduğumuzu söylerdi. Katettiğimiz onca yol boyunca bir-
10
birimizi kaç defa incitmiştik, kaç defa bir an birbirimize deliler gibi bağırıp, bir an sonra birbirimizin kollarında kendimizi yatağa bırakmıştık? Ama hayatın ne kadar narin bir şey olduğunu daha yeni kendi gözlerimizle görmüştük. Sonun ne zaman geleceğini, kaderin ne zaman birimizi alıp götüreceğini kim bilebilirdi ki? Ona baktım, kararımı vermiştim. O benimdi ve ben de onun. Eğer bu hayatta bir şey öğrendiysem, o da sadece bu iki gerçeğin önemli olduğuydu. Kaşlarını çattı. “Yani?” “Geri dönmeyi düşündün mü?” Kaşlarını kaldırdı. “Bunun benim için iyi bir fikir olacağını düşünmüyorum.” Haftalar önce kalbini kırmıştım. İlişkimizin bittiğini anladığında Travis’in, America’nın arabasının peşinden koşmasının anısı hâlâ tazeydi. Vegas’ta Benny için dövüşecekti ve ben de oraya geri dönmeyecektim. Onun için olsa bile. Ayrı kaldığımız süre içinde cehennemi yaşamıştı. Dizlerinin üstüne çökerek ona dönmem için yalvarmıştı ama ben Nevada’daki hayatıma asla dönmemeye ölümüne kararlı olduğum için, ona aldırmadan yürüyüp gitmiştim. Oraya dönmesini istesem tam bir hıyarlık etmiş olurdum. İçten içe sırf bunun konusunu açtığım için defolup gitmemi istemesini bekliyordum ama elimdeki tek plan buydu ve ben de çaresizdim. “Ya tek geceliğine gidecek olsaydık?” Bütün ihtiyacım olan bir geceydi. Tek ihtiyacımız başka bir yerde olmaktı. Travis karanlık odasında sağa sola bakınarak, duymak istediğim şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Açık sözlü olmayıp, kocaman, aptalca bir yanlış anlamaya neden olan o kızlardan olmak istemiyordum. Ama Travis’e az
11
önce ona önerdiğim şeyin ardındaki gerçeği söyleyemezdim. Gitmeye asla ikna olmazdı. “Bir geceliğine mi?” Ne tepki vereceğini bilemediği çok belliydi. Büyük ihtimalle bunun bir test olduğunu düşünüyordu ama ondan istediğim tek şey evet demesiydi. “Benimle evlen,” deyiverdim bir anda. Ağzı açıldı ve öylece kaldı. Dudaklarının uçları yukarı kıvrılarak gülümsemesini dudaklarımla mühürleyene dek ölüp ölüp dirildim. Öpücüğüyle binlerce farklı duyguyu haykırıyordu. Beynim, rahatlama ve panik duygularının birbiriyle mücadelesinden şişmişti. Bu işe yarayacaktı. Evlenecektik, Travis’in, orada olmadığına dair bir tanığı olacaktı ve her şey yoluna girecekti. Of, Tanrım. Lanet olsun. Kahretsin. Ben evleniyordum.
12
Travis Abby Abernathy bir şeyiyle meşhurdu: Aklından geçeni okumanın hiçbir yolunun olmamasıyla. Suç işlerken dünyanın en sıradan işini yapıyormuş gibi gülümseyebilir, gözünü bir defa bile kırpmadan yüzünüze bakıp yalan söyleyebilirdi. Dünyada onun bir şeyler çevirdiğini anlamayı sağlayacak işaretleri öğrenme şansına tek bir kişi sahip oldu ve o kişi de bunu Abby’yle beraber olabilme şansını yakalayabilmek amacıyla yaptı. O kişi benim. Abby çocukluğunu kaybetmişti, ben de annemi, dolayısıyla iki kişinin aynı noktada buluşması gerektiğinde ikimiz de aynı hikâyeydik. Bu bana bir avantaj sağladı ve geçen aylar boyunca o işaretleri bulmayı amaç edinerek bir yanıta ulaştım: Abby’nin bir şeyler sakladığının işareti, hiçbir işaret olmamasıydı. Çoğu insan için bu anlamsız olabilir ama bana son derece anlaşılır geliyordu. Onu ele veren normalde geri kalan herkesi ele veren işaretlerin eksikliğiydi. Gözlerindeki o huzur, gülümsemesinin yumuşaklığı, omuzlarının gevşemesi bana bir şeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu. Onu daha iyi tanıyor olmasam, bunun sadece mutlu sonumuzdan ibaret olduğunu düşünürdüm ama bir dolap çeviriyordu. Terminalde Abby bana sokulmuş halde oturup Vegas’a giden uçağa binmeyi beklerken bunu yok saymanın kolay olduğunu biliyordum. İkide bir elini kaldırıp ona aldığım yüzüğe bakıp içini çekiyordu. Karşımızda oturan orta yaşlı kadın büyük ihtimalle hayatının daha yeni başladığı yılları hayal ederek taptaze nişanlımı izleyip gülümsüyordu. Kadının o iç çekmelerin ne anla13
ma geldiği hakkında bir fikri yoktu ama benim vardı. O kadar ölümün gölgesi hâlâ üstümüzdeyken kısa süre sonra yapacağımız şeyden ötürü mutlu olmak zordu. Aslında üstümüzde olan görüntüsüydü; duvara monte edilmiş bir televizyonda yerel haberler açıktı. Yangından görüntüler ve en son haberler ekrandan geçiyor, yan tarafta da bir muhabir Josh Farney’le röportaj yapıyordu. Josh is içinde kalmıştı ve berbat görünüyordu ama kurtulduğunu gördüğüme sevinmiştim. Onu dövüşten önce gördüğümde kafası epey iyiydi. Çember’in izleyicilerinin çoğu ya sarhoş gelirlerdi ya da rakibimle yumruklaşmaya başlamamı beklerlerken çakırkeyif olacak kadar içerlerdi. Alevler odaya yayılmaya başlayınca herkesin damarlarına yüksek doz adrenalin pompalanmış ve en zil zurna sarhoş olanlar bile bir anda ayılıvermişlerdi. Bunun yaşanmamış olmasını dilerdim. Çok fazla kişiyi kaybetmiştik ve bu düğününüzün hemen öncesinde yaşanmasını isteyeceğiniz tarzda bir olay değildi. Bir trajedinin anılarının başka şeylerin nasıl hatırlandığını etkileyebileceğini kendi tecrübemden biliyordum. Bu tarihi sonraki uzun yıllar boyunca tekrar tekrar kutlayacağımız bir olayla ilişkilendirmek yangını asla aklımızdan çıkartamamamıza neden olacaktı. Kahretsin, binadan hâlâ cesetleri çıkartıyorlardı ve ben de oturmuş canımı sıkan sıradan bir şeymiş gibi bunu izliyordum. Benim gibi bunu izlerken perişan halde çocuklarını bir daha görüp göremeyeceklerini merak eden anne babalar vardı. Bu bencilce düşünce kendimi suçlu hissetmeme neden oldu ve suçluluk duygusu da yalan söylememe. Her neyse, şu anda evlenebiliyor olmamız zaten bir mucizeydi ve Abby’nin evlendiğimiz için havaya girmiş olmam dışında bir şey düşünmesini istemiyordum. Onu tanıdı14
ğım kadarıyla böyle olmamamı yanlış anlayıp fikrini değiştirirdi. Dolayısıyla ona ve yapmakta olduğumuz şeye odaklandım. Son derece normal, lanet-olsun-az-sonraheyecandan-kusabilirim diyen bir damat adayı olmak istiyordum ve o da bundan bir gram azını hak etmiyordu. Bu, aklımdan çıkaramadığım bir şeyi umursamıyormuş numarasını ilk yapışım olmayacaktı. Bunun kanlı canlı kanıtı koynuma sokulmuş, yanımda oturuyordu. Televizyonda Keaton Hall’un dışında duran muhabir mikrofonu iki eliyle tutmuş, kaşlarını çatarak, “… kurbanların aileleri şu soruyla baş başa olacaklar: Bu katliamın sorumlusu kim? Sana dönüyoruz Kent,” dedi. Bir anda farazi bulantım gerçeğe dönüştü. O kadar çok kişi ölmüştü, tabii ki birilerini sorumlu tutacaklardı. Bu Adam’ın hatası mıydı? Hapse mi girecekti? Peki ya ben? Abby’yi kendime çekip saçlarını öptüm. Masalardan birinin arkasında duran bir kadın eline bir mikrofon alıp konuşmaya başlarken dizim kontrol dışı bir şekilde hafifçe sallanmaya başladı. Eğer kısa süre içinde uçağa binmezsek Abby’yi kaptığım gibi Vegas’a doğru koşmaya başlayabilirdim. Oraya uçaktan önce varabilirmiş gibi hissediyordum kendimi. Daha önce muhtemelen milyonlarca kez tekrarladığı hazır metni okuyan yer hostesi uçağa gitmemizi anons ederken, sesi bir alçalıp bir yükseliyordu. Sesi Snoopy’deki öğretmen gibi geliyordu kulağa: sıkılmış, monoton ve anlaşılması imkânsız. Anlamı olan tek şey hiç durmadan kafamın içinde yankılanan düşüncelerdi: Hayatımda sevmiş olduğum ikinci kadının kocası olmak üzereydim. Neredeyse zamanı gelmişti. Lanet olsun, evet! İşte bu! Ben evleniyordum!
15