Mutlulugun Öteki Yüzü - Sere Prince Halverson

Page 1

En hakiki mutluluk ac覺lardan gelendir.


ARKADYA YAYINLARI

MUTLULUĞUN ÖTEKİ YÜZÜ SERÉ PRINCE HALVERSON

Özgün adı: The Underside of Joy Yayın Yönetmeni: Bülent Oktay Çevirmen: Simge Ölmez Editör: Çağla Dirice Çakır Son okuma: Yasemin Büte Sayfa Tasarım: Ayşe Çalışkan Kapak Tasarım: İlknur Muştu OKTAY MATBAACILIK Davutpaşa Kışla Cad. Kale İş Merkezi C Blok No: 55 - 56 Topkapı - Zeytinburnu Cilt: Umut Matbaacılık, İstanbul YAYINEVİ SERTİFİKA NO: 16229 MATBAA SERTİFİKA NO: 16318 1. Baskı: Temmuz 2013 ISBN: 978-975-999-683-3 © Seré Prince Halverson, 2012 Bu kitabın Türkçe yayın hakları Jenny Meyer Literary Agency’den alınmış olup Beyaz Balina Yayın Sanat Dağıtım Paz. San. ve Tic. Ltd. Şirketi’ne aittir. Yayınevinin izni olmaksızın kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. ARKADYA YAYINLARI Maltepe Mah. Davutpaşa Cad. MB İş Merkezi No: 14 Kat: 1 D: 1 Zeytinburnu / İstanbul Tel.: 0212 – 544 41 41 / 544 66 68 / 544 66 69 Faks: 0212 – 544 66 70 info@arkadya.net Genel Dağıtım: YELPAZE DAĞITIM Tel.: 0212 544 46 46 / 544 32 02 – 03 Faks: 0212 544 87 86 E–posta: info@yelpaze.com.tr Arkadya Yayınları, Beyaz Balina Yayınları’nın tescilli markasıdır.


Mutlulugun Öteki Yüzü SERÉ PRINCE HALVERSON

İngilizceden Çeviren Simge Ölmez



Stan iรงin



Birinci Bölüm

G

eçenlerde, insanların sonradan mutlu olmadıklarını iddia eden bir makale okudum. Makaleye göre mutlu olunmaz, mutlu doğulurdu ve bu tamamen genetikti. Yani mutlu bir gen neşeyle gülümseyen bir kuşaktan diğerine geçiyordu. Bir çiçekle bahar gelmez ya da parayla saadet olmaz gibi eski atasözlerini anlayacak kadar hayatı tanıyor olsam da mutluluğunuzun ancak gen havuzunuz kadar derin olabileceği teorisine katılmıyorum. Üç yıl boyunca mutluluk denizinin derinlerinde yüzdüm. Dalgalar kimi zaman güçlü, kimi zamansa Zach’in boynumda hissettiğim süt kokan nefesi, Annie’nin örerken parmaklarıma dolanan saçları ya da ben dişlerimi fırçalarken Joe’nun duşta eski bir Crowded House şarkısını mırıldanışı kadar yumuşacık olurdu. Aynadaki buğunun puslu bir fotoğrafmışçasına gizlediği kırışıklıklarım bile canımı sıkamazdı. Çünkü gülümsemezseniz gözlerinizin etrafı da kırışmazdı ve ben öyle çok gülümsüyordum ki. Ayrıca, yıllar sonra öğrendiğim bir şey daha var, o da gerçek mutluluğun ne fazla saf, ne fazla derinde ne de öyle göz kamaştırıcı bir şey olduğu. 5


Seré Prince Halverson

‘99 yazının o ilk şafağında, Joe örtüyü üzerimden çekip beni alnımdan öptü. Tek gözümü açtım. Gri tişörtünü giymiş, fotoğraf makinesinin çantasını da omzuna asmıştı. Diş macunu ve kahve kokan nefesiyle bana dükkânı açmadan önce Bodega’ya gideceğiyle ilgili bir şeyler fısıldıyordu. Sonra bir parmağıyla kolumdaki çilleri adının harflerini oluşturduklarını düşündüğü yere kadar iz sürermişçesine takip etti. Bir keresinde bana, “O kadar çok çilin var ki kolunda sadece Joe’yu değil bütün ismimi okuyabiliyorum,” demişti. “Genç Joseph Anthony Capozzi.” Ve o sabah, “Vay canına, genç sözcüğü bile tam anlamıyla okunabiliyor,” diye ekleyerek battaniyeyi üzerime örttü. “İnanılmazsın.” “Sen de ukalanın tekisin,” dedim yeniden uykuya dalarken ama yine de gülümsüyordum. Harika bir gece geçirmiştik. Bana bir not bıraktığını fısıldadı. Sonra da odanın kapısından çıkıp aşağıdaki verandaya inen ayak seslerini, kamyonet kapısının gıcırdayarak açılışını, ardından da motorunun uzaklaştıkça azalarak kaybolan gürültüsünü işittim. O sabah, çocuklar kıkırdayarak yatağıma geldiler. Zach, güneş desenli çarşafı kaldırarak başının üzerine çekip bir yelkenli yaptı. Annie ise her zamanki gibi kendini kaptan olarak ilan etmişti. Daha kahvaltı bile etmeden içinde yosunlu ve kaygan sırları barındıran, çarşaf gibi bir denizde, keşfedilmemiş diyarlara açılmış, bilinmeyen bir rotada ilerliyorduk. Eski püskü, dağınık yatağın üzerinde birbirimize sımsıkı tutunmuştuk ve her şeyi altüst edecek olan felaketten habersiz gemicilik oynuyorduk. 6


Mutluluğun Öteki Yüzü

Çocukların anonslarına göre denizde tehlikeli bir sabah geçiriyorduk ama benim acilen bir fincan kahveye ihtiyacım vardı. Yerimde doğrularak oturdum ve bir süre onları izledim. Altın sarısı saçları uykudan yeni kalktıkları için darmadağınıktı. “Malzeme almak için Mutfak Adası’na doğru kürek çekiyorum,” dedim en sonunda. “Pusuda bekleyen böylesi bir tehlike varken olmaz,” diye karşı çıktı Annie. Pusuda bekleyen mi? diye düşündüm. Ben altı yaşındayken bu kelimeyi duymuş muydum acaba? Annie, ellerini beline koyup yaylanan yatakta dengesini sağlamaya çalışarak ayağa fırladı. “Seni kaybedebiliriz.” Gece uykuya dalmadan önce iç çamaşırımı ve Joe’nun tişörtünü giymeyi akıl etmiş olmama içten içe sevinerek ayağa kalktım. “Ama tatlım, kurabiyelerimiz olmadan korsanlarla nasıl savaşacağız?” Çocuklar birbirlerine baktılar. Hiç konuşmadan adeta bakışlarıyla soruyorlardı: Kahvaltıdan önce mi? Aklını mı kaçırmış? Kahvaltıdan önce kurabiye… Ah, neden olmasın ki? Haftalardır ilk defa sis olmayan bir sabaha uyanmıştık. Tüm ev cömert güneş ışığıyla aydınlanıyordu ve içimdeki sıkıntı da kaybolmuştu. Tam anlamıyla kutlama havasındaydım. Su bardağımı kaldırıp Joe’nun altına bıraktığı notu aldım. Bazı kelimeler bardaktan sızan su damlaları yüzünden bulanıklaşmıştı: Ella Bella,* Dükkânı açmadan önce sahile gidiyorum. Dün gece harikaydı. A ve Z’yi benim için öp. Geç geleceğim eğer… * İt. Güzel Ella. (Ed. N.)

7


Seré Prince Halverson

Notun geri kalan kısmındaki kelimeler dağılıp, mürekkep lekeleri haline dönüştüklerinden okunmaz haldeydiler. Önceki gece benim için de harikaydı. Çocukları yatırdıktan sonra mutfak tezgâhına arkamızı yaslayıp saatlerce konuşmuştuk. Joe’nun elleri her zamanki gibi ceplerindeydi. Havadan sudan konuşmaya kararlıydık: Annie ve Zach, pazar günü için planladığımız piknik, dükkânda kulağına çalınan son dedikodular – dükkân hariç her şey. Söylediğim bir şeye kahkahalarla gülerken başını arkaya doğru atmıştı. Ne söylemiştim acaba? Hatırlayamıyordum. Bir önceki gün biraz tartışmıştık. Elli dokuz yıllık bir hizmet hayatından sonra Capozzi Market ayakta kalmak için mücadele eder hale gelmişti. Joe’nun bu konuyu babasına anlatmasını istiyordum ama o her şey yolundaymış gibi davranmaya devam ediyordu. Bırakın babasını, gerçekleri kendine itiraf etmekte bile zorlanıyordu. Kimi zaman son ödeme tarihi geçmiş bir faturadan ya da uzun zamandır mal stoku yapamadığından bahsetmeye cesaret ederdi. Fakat bunun beni ne kadar endişelendirdiğini görünce tekrar sessizliğe bürünürdü. Son birkaç aydır sorunlarımızı tartışabilmek adına kötü bir yol izlediğimizi söyleyebilirdiniz. Joe tezgâhın önünden çekilip yanıma gelerek omuzlarımı ellerinin arasına aldı. “Ciddi konulardan bahsetmenin bir yolunu bulmamız gerek.” Başımla onu onayladım. Son zamanlar hariç hiçbir zaman konuşacak böylesine ciddi konularımız olmadığında hemfikirdik. Ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm. Annie, Zach. Biz… O anda sevimsiz sorunlarımıza çözüm aramak yerine Joe’yu öptüm ve yatak odamıza götürdüm. 8


Mutluluğun Öteki Yüzü

Gözden kaybolana dek Zach’in oyuncak dinozorunun ve yarısı inşa edilmiş Lego kalesinin üzerlerinden atlayarak kürek çekiyormuş gibi yaptım. Mutfağa gelince durup saçımı düzgün bir şekilde örmeye çalıştım. Evimiz, biraz benim kızıl saçlarımı andırıyordu; renkli ve dağınık. Mutfakla oturma odasının arasındaki duvarı yıktırdığımız için bulunduğum yerden tavana dek uzanan, içi tıka basa kitaplarla, bitkilerle ve sanat projeleriyle dolu kitaplığı görebiliyordum. Projelerin arasında sarı ve mor renge boyanmış dondurma çubuklarından yapılan bir gemiyle kilden yapılmış, yana eğik bir vazo da vardı. Vazonun üzerine makarnalarla Anneler Günün Kutlu Olsun yazılmış, A harfiyse uzun zaman önce arkasında belli belirsiz bir iz bırakarak kopmuştu. Joe’nun büyük, siyah-beyaz fotoğraf kolajları gömme dolapların ya da pencerelerin olmadığı az sayıda yere asılmıştı. Devasa Fransız camlar ön veranda ile onun ötesindeki arazimize açılıyordu. Eski cam dayanıksız bir yalıtım malzemesinden yapılmış olsa da ondan vazgeçememiştik. Dalgalı camları verandada üst üste yığılmış olan ortancalara sanki suyun ardından bakıyormuşsunuz izlenimi veriyordu ve buna bayılıyorduk. Hasadı bekleyen lavanta tarlasına, tavuk kümesine, böğürtlen çalılarına, Büyükbaba Sergio araziyi otuzlu yıllarda satın almadan çok önce inşa edilmiş olan eski ahıra, çalılıkların arasında büyüyen sekoya ile meşe ağaçlarına ve gururumuz olan sebze bahçesine bu camlar sayesinde bambaşka bir gözle bakabiliyorduk. Çoğu güneş ışığı alan, eğer doğru noktada durursanız nehri gören ve tamamıyla kıyı kenar çizgisi dışında kalan bir dönüm arazimiz vardı. 9


Seré Prince Halverson

Joe ve ben araziyle ilgilenmekten zevk alıyorduk. Ancak çocuklar da dahil hiçbirimiz evin içi söz konusu olduğunda derli toplu değildik. Bunu dert etmiyordum. Bir önceki evim ve hayatım son derece tertipli ama bir o kadar da boştu, bu yüzden dağınıklığın dolu bir hayatın gerekliliği olduğunu düşünerek omuz silkiyordum. Sütü dolaptan çıkardıktan sonra Joe’nun notunu buzdolabının kapağına mıknatısla tutturdum. Onu neden atmadığımı bilmiyordum; muhtemelen bunun nedeni dün geceki uzlaşmanın tatlılığıydı. Ella Bella… Adım, Ella Beene. Tahmin edeceğiniz üzere hayatım boyunca takma isimlerden ben de payıma düşeni aldım. Ancak hepsinin arasından tamamen sevgiyle andığım sadece Joe’nunkiydi. Fiziksel olarak güzel sayılmazdım – çirkin de değildim ama eğer bu konuda bir görüş belirtecek olsam söyleyeceğim hiçbir şey gerçek görüntümün yanından bile geçmezdi. Evet, kızıl saçlarım ilgi çekiyordu fakat bunun dışında her şeyim oldukça sıradandı. Açık tenli ve çilliydim. Kimilerine göre fazla cılız olsam da düzgün hatlara sahiptim. Kahverengi gözlerim ve makyaj yapmayı hatırladığımda daha güzel göründüğünü düşündüğüm hoş dudaklarım vardı. Ancak esas olan şuydu: Joe bu paketi seviyordu. İçimi, dışımı, arada kalmış yerlerimi ve 1.78’lik boyumu seviyordu. Bütün takma isimlerim belli zamanlarda bana bir şekilde uyduğu için bu seferkinden zevk almaya çalışıyordum: Bella. İtalyanca “güzel” anlamına gelen bir takma isme sahip, otuz beş yaşında, cumartesi sabahı kendine sert bir kahve yaparken çocuklar için kurabiye ve sütten oluşan iştah açıcı bir kahvaltı hazırlayan kadın. İşte bu bendim. “Kurabiye. Kurabiye istiyoruz.” Denizciler gemiden at10


Mutluluğun Öteki Yüzü

lamış, gözlerini aç kurtlar gibi açarak mutfak tezgâhından süt ve kurabiyelerini alıyorlardı. En üzgün ifadesini nasıl kullanacağını bilen sarı Labrador ve Sibirya kurdu kırması köpeğimiz Callie, ona bisküvi verip dışarı çıkmasına müsaade edene kadar oturup kuyruğunu salladı. Kahvemden bir yudum alıp Annie ile Zach’in kurabiyelerini homurdanarak yerken parçaları nasıl etrafa saçtıklarını izledim. Bu, Susam Sokağı’nın onlara öğrettiği, benimse bu alışkanlıkları olmadan idare edebileceğim tek şeydi. Güneş bizi dışarı çağırıyordu, bu nedenle çocuklardan acele edip giyinmelerini istedikten sonra ben de şortumu giymek üzere odama gittim. Ardından da renkli çamaşırları makineye atmaya koyuldum. Tam son pantolonu da makineye atmak üzereyken, Zach çırılçıplak bir halde yanıma gelip pijamasını havaya kaldırarak, “Kendim yaparım,” dedi. Pijamayı yerdeki yığının üzerine bırakmamış olması beni etkilemişti. Makineye yetişebilmesi için onu kucağıma aldım. Koluma değen kalçası buz gibiydi. Çamaşır makinesinin pervanesi köpüklü su içinde dönerek itfaiye arabası desenli mavi kumaşı içine çekene kadar izledik. Zach’i kucağımdan indirdiğimde bir an sendeledi. Zach, öğrenmesi için önünde daha birkaç senesi olan ayakkabı bağlamak dışında kendi kendine yetebilen bir çocuktu. Her ikisi de öyleydi. Ben buna pek hazır olmasam da Annie birinci sınıfa, Zach de anaokuluna başlamaya çoktan hazırdı. Bu yıl tam anlamıyla bir dönüm noktası olacaktı: Joe, batmak üzere olan marketi kurtaracak ve market üç kuşak daha ayakta kalmaya devam edecekti. Ben de sonbaharda Su Altı ve Vahşi Yaşam Parkı’nda rehber olarak yeniden çalışmaya başlayacaktım. Annie ve Zach ise çocukluklarının 11


Seré Prince Halverson

durmaksızın kısalan yolunda dev adımlar atarak, sürekli büyüyen bedenleriyle her sabah kapıdan çıkacaklardı.

Onlarla ilk tanıştığımda Annie üç yaşındaydı, Zach ise altı aylıktı. Her ne kadar olacaklardan emin olmasam da yeni bir hayata başlamak üzere San Diago’ya doğru yola çıkmıştım. California’nın kuzeyinde, Redwoods Nehri boyunca uzanan küçük ve şık bir kasaba olan Elbow’da durmuştum. Kasabaya bu isim nehre olan kırk beş derecelik konumu yüzünden verilmişti. Fakat kasabanın yerlileri, bu ismi dirsek şeklindeki makarnadan aldığını çünkü burada çok sayıda İtalyan yaşadığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Bir sandviç ve buzlu çay almayı planlamıştım, daha sonra belki bacaklarımı açmak için patikadan aşağı, nehrin kenarındaki güneşli kumsala da inerdim ama koyu renk saçları olan bir adam marketi kapatıyordu. Bir eliyle anahtarı kilide yerleştirip bir yandan da diğer kolundaki bebeği dengede tutmaya çalışırken, sıkı sıkıya kavramış olduğu küçük bir kız elinden kurtulmuş, koşarak gelip bacaklarıma yapışmıştı. Sarı saçlarla kaplı başı dizlerime geliyordu ve gülerek kollarını bana doğru uzatmıştı. “Beni kucağına al.” “Annie!” diye seslenmişti adam. Oldukça zayıftı, biraz pejmürde ve endişeli bir görüntüsü vardı ama gözlerinden huzurlu olduğu belliydi. “Sorun olur mu?” diye sormuştum. Tavrım karşısında rahatlayarak gülümsemeye başlamıştı. “Sizin için sakıncası yoksa?” Sakınca mı? Küçük kızı kollarımın arasına alınca o da benim saç örgümle oynamaya başlamıştı. “Bu çocuğun hiçbir şeyden utanması yok,” demişti adam. Küçük kızın kalçalarıma dolanan tombul ba12


Mutluluğun Öteki Yüzü

caklarını hissedebiliyor, bebek şampuanının, yeni biçilmiş çimlerin, yanmış odunun ve çamurun kokusunu alabiliyordum. Üzüm suyu kokan nefesi yanağımı okşamıştı. Saç örgümü hiç çekiştirmeden avcunda sımsıkı tutmuştu.

Callie havlamaya başlayınca mutfak camından Frank Civiletti’nin polis aracını gördüm. Bu tuhaftı. Frank, Joe’nun evde olmadığını biliyordu. İlkokuldan beri yakın arkadaştılar ve her sabah dükkânda beraber kahve içerlerdi. Frank’in geldiğini duymamıştım ama o çakıltaşlarını etrafa sıçratarak arabayı yavaşça evin önüne çekmişti bile. Bu da tuhaftı. Frank asla arabayı yavaş sürmezdi ve anayoldan bize doğru gelirken daima sirenlerini çalıştırırdı. Bu, çocuklar sevdiği için yaptığı bir alışkanlıktı. Mikrodalga fırının saatine baktım; 8:53. O kadar olmuş muydu? Telefonu elime alıp baktıktan sonra yerine koydum. Joe dükkâna gittiğinde aramamıştı. Oysa her zaman arardı. “İşte.” Yumurta sepetlerini alıp çocuklara verdim. “Kızları kontrol edip bize biraz kahvaltı getirin.” Mutfak kapısını açtım ve çocukların el sallayıp Frank’e seslenerek kümese gidişlerini izledim. “Frank Amca! Sirenlerini çalıştır.” Fakat Frank sirenleri çalıştırmak yerine yalnızca arabayı park etmişti. Mutfakta dikiliyordum. Tezgâhın üzerindeki çöp kovasına baktım. İçinde Joe’nun o sabah içtiği kahvenin kalıntıları ve kahvaltı olarak yediği muzun kabuğu vardı. Mutluluğumun uzak kıyıları bir anda kararmaya, sonra da dalgalanmaya başladı. Frank’in arabasının kapısını açıp kapattığını ve önce çakıltaşları sonra da veranda üzerinde yankılanan ayak sesle13


Seré Prince Halverson

rini duydum. Annie ile Zach kümeste yumurta toplamakla meşguldü. Zach bir dizi kahkaha patlattı ve ben tam orada durup o kahkahayı hayatımızın etrafına sarmayı, böylece her şeyi olduğu gibi hiç zarar görmeden saklayabilmeyi istedim. Güçlükle mutfaktan çıktım, hâlâ yerde duran oyuncakların üzerinden atlayarak kapıya doğru ilerledim ve buğulu camın arkasından Frank’i üniformasındaki bir düğmeye bakarken gördüm. Bana bak ve yine Jim Carrey gibi sırıt. Her zamanki gibi içeri gir, seni pislik. Bir selam bile vermeden hemen buzdolabına git. Şimdi aramızda kapı, orada öylece dikiliyorduk. Bana kan çanağına dönmüş gözlerle baktı. Arkamı dönüp koridor boyunca ilerlemeye başladım. Kapıyı açtığını duydum. “Ella,” dedi arkamdan. “Biraz oturalım.” “Hayır.” Ayak sesleri beni takip ediyordu. Ona dönüp bakmadan elimi olumsuz anlamda salladım. “Hayır.” “Ella. Beklenmedik bir dalgaymış, Bodega Tepesi’nin orada,” diye konuşmaya devam etti. “Aniden çıkmış.” Frank, bana Joe’nun tepenin üzerinden kıyının fotoğ­ raflarını çektiğini söyledi. Görgü tanıkları onu uyarmak üzere seslenmiş ama Joe rüzgâr ve okyanus yüzünden onları duyamamıştı. Dalga gelip onu da sürükleyerek beraberinde götürmüş ve Joe hiç kimsenin yardım etmesine fırsat kalmadan ortadan kaybolmuştu. “O nerede?” Frank’e doğru döndüm ama bana cevap vermedi. Yakasına yapıştım. “Nerede?” Bakışlarını yeniden yere indirdikten sonra gözlerini güçbela kaldırıp bana baktı. “Bilmiyoruz. Henüz ortaya çıkmadı.” İçimde küçük bir umudun yükselmeye başladığını hissettim. “Hâlâ hayatta. Öyle! Oraya gitmem gerek. Gitme14


Mutluluğun Öteki Yüzü

miz gerekiyor. Marcella’yı arayacağım. Telefon nerede? Ayakkabılarım nerede?” “Lizzie çocukları almak için çoktan yola çıktı bile.” Oyuncak dinozorun üzerinden atlayarak yatak odamıza doğru koşarken dizlerimin bağı çözülünce neredeyse düşecektim. Ancak Frank’in bana yardım etmesine fırsat vermeden toparlandım. “Dinle, El. Eğer onun hayatta olduğuna dair bir inancım olsaydı bunların hiçbirini sana anlatmazdım. Birisi olay sırasında kan gördüğünü söyledi. Başını çarpmış olduğunu düşünüyoruz. Hiç su yüzüne çıkmamış.” Frank, sanki ben ve Joe o kasabada yaşamıyormuşuz gibi her yıl böyle olayların olduğundan bahsetti. “Bu, Joe’ya olmuş olamaz.” Joe, kilometrelerce yüzebilirdi. Ona ihtiyacı olan iki çocuğu vardı, ben vardım. Yürüyüş botlarımı almak için dolabın altını üstüne getirdim. Joe hayattaydı ve ben onu bulmak zorundaydım. “Biraz kan mı? Muhtemelen kolunu sıyırmıştır.” Botlarımı buldum ve yatağın üzerindeki battaniyeyi çektim. Soğuktan donmuş olmalıydı. Portmantodan dürbünü kaptığım gibi kapıyı açarak verandaya çıktım. Battaniyeyi arkamdan çekiştiriyordum. “Arabayı ben mi süreyim? Yoksa geliyor musun?” diye arkamdan Frank’e seslendim. Frank’in karısı Lizzie, Zach’i kızı Molly ile birlikte üstü açık oyuncak arabaya bindiriyordu. Bu sırada Annie de iki eliyle kapının koluna yapışmış, “Kayığı sahile götürüyoruz. Korsanlara dikkat edin,” diye bağırıyordu. Sesimin neşeli çıkmasına gayret ederek onlara el salladıktan sonra Lizzie’ye döndüm. “Teşekkürler, Lizzie.” Va15


Seré Prince Halverson

kur bir tavırla başını sorun yok anlamında salladı. Lizzie Civiletti arkadaşım değildi. Bunu, ben kasabaya geldikten kısa bir süre sonra söylemişti. Ama yine de düşüncesiz biri sayılmazdı. Çocukların yalan yanlış şeyler duyup üzülmelerini önleyecekti. Her ne kadar Zach ve Annie’ye doğru koşup onlara sımsıkı sarılmak istesem de sadece gülümsedim, yeniden el salladım ve onlara öpücük yolladım.

16


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.