Anadolu’nun bir Türk vatanı olmasında çok önemli rol oynadıkları tarih otoriteleri tarafından da kabul edilen Çepnilerin Anadolu’daki varlıkları 12. yüzyıla kadar gitmektedir. Çepnilerin Anadolu’ya nasıl geldikleri, nerelere yerleştikleri, nasıl yayıldıkları hakkında ise ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. 12. ve 13. yüzyıllara ait belgeler daha çok Çepni varlığından ve onun menşeinden söz etmekte, daha sonraki yüzyıllarda ve özellikle 16.yüzyıldan itibaren tutulmaya başlayan Osmanlı tahrir defterlerinden alde edilen bilgiler, Çepnilerin Anadolu’nun iskanında ve Türkleşmesinde oynadıkları büyük rolü ortaya çıkarmaktadır. ÇEPNİLERİN MENŞEİ VE ÇEPNİ ADININ MANASI Çepnilerden söz eden büyük kaynaklar, onları Oğuz Türklerinin bir boyu olduğunda görüş birliği içindedirler. Çepnilerden söz eden en eski yazılı kaynak Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072-1076 yılları arasında yazılan Divanü Lûgati’t Türk’tür. Türk dili, tarihi ve kültürü yönünden çok zengin bir hazine olan bu eserde Kaşgarlı Mahmud, Oğuz boyları hakkında da bilgi verirken, Oğuzların yirmi iki bölük olduğunu, her bölüğün ayrı bir
belgesi ve hayvanlarına vurulan bir alameti olduğu belirttikten sonra birinci boy olan Kınık’tan başlayarak tek tek bütün bölükleri tanıtır. Çepni boyu Kaşgarlı’nın yirmi iki bölüğe ayırdığı Oğuzların yirmi birincisidir. Çepni adının geçtiği ikinci yazılı kaynak 14. yüzyıla aittir. Reşideddin Fazlullah’ın 1310 tarihinde yazdığı Câmi’üt Tevârih’in ikinci cildinde Târih-i Oğuzân ve Türkân (Oğuzların ve Türklerin Tarihi) adıyla Oğuz Destanı nakledilir. Bu destanda, Oğuz’un daha yaşarken Boz Oklar ve Üç Oklar diye ikiye ayırdığı altı oğlundan yirmi dört torunu olduğunu, Oğuz’un vefatından sonra onun yerine Kül Han geçtiği, Oğuz’un çok değer verdiği bilge bir kişi olan Irkıl Hoca’nın, devletin devamlılığının sağlanması, ileride herhangi bir kargaşaya
meydan verilmemesi için bu yirmi dört oğula birer lakap ve birer ongun ve hayvanlarına
vurmaları için de birer damga tespit edilmesinin gerekli olduğu Kün Han’a söylediği, onun da bu fikri kabul ederek bu işi yapmak üzere Irkıl Hoca’yı görevlendirdiği, Irkıl Hoca’nın da yirmi dört evladın her birine birer lakap, birer damga ve birer ongun tespit ettiği anlatılır. Bu kaynağa göre Çepni, Üç Oklar’ın en büyüğü olan Kök Han’ın dördüncü oğludur. İlk kez bu eserde Çepni’nin manası üzerinde durulmuş ve Çepni, ”Nerede düşman görse durmayıp savaşan”(Kandaki yağı göre, derhal savaşır ve çarpar. Bahadır) şeklinde tanıtılmıştır. Ongununun ”Sunkur: Umay”, Ülüşünün(şölendeki et payı), Sol karı yağrın, sol yanbaş olduğu belirtilmiş ve damgası verilmiştir. 14.yüzyılda Çepni adı, Ebû Hayyan’ın, Kitabul-İdrak li-Lisanil Etrak adlı eserinde “Çepnikabîletün minnet-Türk”şeklinde geçer. Eserde, Türk boylarından sadece Kınıklarla Çepnilerden söz edilmektedir. Bu bilgi 14. yüzyılda Çepnilerin sadece Anadolu’da değil, Mısır’da bile tanındığı göstermesi bakımından çok önemlidir. 15.yüzyılda Yazıcıoğlu Ali, Reşideddin’den bazı değişiklikler yaparak Türkçe’ye çevirdiği ve “Tarih-i Âli Selçuk” adlı eserinin baş tarafına aldığı Oğuzname’de Çepniler hakkında bilgi verir. Bu eserde Çepninin damgası diğerlerinden farklıdır. Tarihlere ”Tarihi yapan ve yazan Han”olarak geçen Ebugazi Bahadır Han’ın 1660’ta tamamladığı Şecere-i Terakime de, tıpkı bundan önce sözünü ettiğimiz Reşideddin’in
Farsça Oğuznamesi gibi Oğuz Kaan Destanı’nın bir başka şekli yani Türkmen rivayetidir. Ebülgazi Bahadır Han, bu eseri yazarken hem Reşideddin’den faydalanmış, hem de canlı Türkmen rivayetlerini toplamıştır. Bu yönüyne müstesna bir yere sahip olan eser Oğuzname’nin Türkmen rivayeti, bir başka değişle Çağataycasıdır. Eserin “Oğuz Han’ın Torunlarının Adlarının Manası ve Damgalan ve Kuşların Zikri” adlı bölümünde Oğuz’un yirmi dört torununun adları, adların anlamları, damgaları ve kuşları belirtilmiştir. Bu kaynakta Çepni Oğuz’un on altıncı torunu olarak gösterilmiş, Çepni’ nin anlamının “cesur”, kuşunun “devlet kuşu”(hümay)olduğu belirtildikten sonra damgasının şekli verilmiştir. 17. yüzyılda Katip Çelebi, Cihannûma adlı coğrafya kitabında Çepnilerden söz ederken dillerinin Türkçe- Farsça karışık bir şey olduğunu söyler. Gyula Nemeth “Çepni” adının Kırgızca “çep”(kalkan) ve Türkçe “çeper”(duvar, çit, parmaklık) kelimeleriyle ilgili olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre Çepni adı kök bakımından “koruyucu(birlik)” ve özellikle “sınır koruyucu(birlik)” anlamına gelmektedir. Çepni adındaki “-ni” eki Beçenek-Beçene-beçe adlarında gördüğümüz –ne,-na,-ni,-nu,-nü ekleriyle
birleştirilebilir.
rastlanmaktadır.
Aynı
eke
Çağatayca
“tuzni(buzağı)”
kelimesinde
de
Kafesoğlu da “Eski Türk boylarının adları boyun siyasi ve sosyal hususiyetlerini meydana
koymaktadır” dedikten sonra Çepni’yi askeri teşkilat ve unvanlarla ilgili olan Çor, Yula, Kapan, Külbey, Yabuka, Yeney, Taryan, İğdir, Buka, Tarduş vb.isimlerle birlikte bu gruba dahil etmekte ve Çepni adının askeri ve siyasi özellik taşıdığını belirtmektedir. Geybullaev de Azerbaycan’ın Şamaha bölgesinde Çepni kelimesiyla bağlantılı 17 yer adı bulunduğu bildiriyor. Bunlardan Çepli, Cabani, Çapni şeklinde olanlar Zangezur ve Kuba bölgelerindedir. Kazak şehrinin Daşsalahlı Bölgesinde Çepli adlı bir yer bulunmaktadır. Sultanşah Ataniyazov, Şecere adlı eserinde Kaşgarlı, Reşideddin, Yazıcıoğlu ve Ebülgazi’den, bizim de yukarıya aldığımız bilgileri aktardıktan ve bunlara Salar Baba’nın
görüşlerini ekledikten sonra Çepni kelimesinin etimolojisi üzerinde durur ve bilim adamlarının güzel fikirlerini inkar etmediğini, ama, Çepni adını eski Türk sözü olan ve “küçük grup”, “sürü” anlamındaki “çep”, “çöp”sözünden türediğini de bilmemiz gerektiğini söyler. Daha sonra Çepnilerin tarihi hakkında kısaca bilgi vererek, Selçukluların döneminde (11.yy.) Çepnilerin büyük bir bölümünün İran’a, Türkiye’ye, Kafkasya’ya ve Irak’a geçtiklerini Türkmenistan’da Alili, Ata Göklen, Hatap ve Hıdırilli boylarıyla Çepbe, Burgazların Çepbece diyen aşiretlerinin kadim Çepnilerle aynı kökten gelmelerinin mümkün olduğunu belirtir. ÇEPNİLERİN ANADOLU’YA YERLEŞMESİ Buraya kadar verilen bilgiler bize Çepni boyunun, 12. yüzyıldan bu yana Anadolu, İran, Azerbaycan ve Mısır’ı içine alan çok geniş bir coğrafyada tanındığını göstermektedir. Daha öncede belirtildiği gibi. Çepnilerin Anadolu’ya ne zaman geldiklerini, nerelere ve nasıl yerleştikleri hakkında yeterli bilgiye henüz sahip olmamakla birlikte, Faruk Sümer’in, ulaşabildiğimiz diğer araştırmacılar tarafından da kabul gören “Türkiye tarihinin yerli kaynaklarında adı ilk önce ortaya atılan Oğuz boyu muhtemelen Çepnilerdir” şeklindeki görüşü Anadolu’ya ayak basan ilk Türk boyu veya ilk boylardan birisinin de Çepniler olduğunu ortaya koymaktadır. Çepnilerin Anadoluda’ki varlığını incelemeye başladığımızda karşımıza çıkan ilk isim Hacı Bektaş Veli olur. 13.yy da yaşayan Hacı Bektaş Veli’nin hayatını anlatan ve 15.yyın son çeğreğinde kaleme alınan Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli adlı eserden Hacı Bektaş Veli ‘nin Suluca Karahöyük’teki ilk müridlerinin Çepniler olduğu anlaşılmaktadır. “Hacı Bektaş, Kırşehir’e, Sulucahöyük’e(bugünkü Hacı Bektaş İlçesine)gelir. Burada, Çepni boyunda bir oymak oturmaktadır. Uluları Yunus Mukri’dir. Yunus Mukri okumuş yazmış bir insan olup, dört oğlu vardır: İbrahim, Süleyman, İdris ve Saru. İdris ile Saru da
okumuşlardır. İdris’in karısı, Bektaşiler tarafından sonradan kutlu sayılacak olan,
“Kadıncık Ana-Kutlu Melek’tir. ”Kadıncık Ananın çocuğu olmamaktadır. Birgün rüyasında, on dört dolunay koytuna girer. İdris Hoca, bunun çocuğu olacağı manasına geldiği müjdeler. Daha sonra Bektaş Veli çıkagelir. Kadıncık aynı evlat edilir. Onun duası sayesinde ve burunkanı kerametiyle. Kutlu Meleğin çocuğu olur. Doğan çocuğun adı, Timurtaş veya Seyyid Ali Sultan’ dır. Kuvvetli bir ihtimalle Bektaşi Çelebileri de bu Kadıncık Ana ile İdris Hoca’dan gelmişlerdir. Faruk Sümer’e göre, Anadolu’daki dini hareketlerden ekserisinin de Çepni boyu ile yakın ilgisi vardır. Muhtemelen 1240’daki Baba İshak Ayaklanmasına katılan Türkmenler arasında onlar da vardır. Ona göre, İlhanlılar hükümdarı Olcaytu’nun On iki İman Şiiliği’ni kabul etmesinden sonra Anadolu’daki Ulu Yörük, Boz Ok, Yukarı Kelkit ve Canik’te yaşayan göçebe birçok topluluk, Halep Türkmenlerinden bazı oymaklar ile Sivas, Tokat, Amasya, Canik, Malatya, Tunceli-Dersim bölge ve yörelerindeki birçok köy bu mezhebi yani Şiiliği kabul etmişlerdir ve buralarda Şiiliği yayanlarda Barak Baba dervişleri ile diğer şeyh ve dervişlerdir. Aşağıda haklarında detaylı bilgi verilecek olan bu Türkmen topluluklarını içinde Çepni oymaklarıda vardır. Çepnilerle yakından ilgili diğer bir dini olayda Şeyh Cüneyd ile haleflerinin Anadolu’daki faaliyetleridir. Çepnilerin Kardeniz bölgesine yerleşmeleri ve Safevi Devleti’nin kuruluşunda oynadıkları önemli rol ile 16.yy.dan itibaren Osmanlı Devleti’nin Çepni politikasındaki olumsuz değişiklikleri anlayabilmek için bu olayın ana hatlarıyla bilinmesinin gerektiği kanaatindeyiz. Safevi tarikatı 14.yy da Azerbaycan’ın Erdebil şehrinde Safiyeddin İshak adlı bir şeyh tarafından Sünnî-Şafiî ilkelerine göre kurulmuştur. 1429’da tarikatın başına Şeyh İbrahim geçmiş ve onun döneminde tarikat sadece İran’da değil Irak ve Anadolu’da da tanınmaya ve yayılmaya başlamıştır. Şeyh İbrahim’in 1447’de ölmesi üzerine yerine kardeşi Şeyh Cafer geçmiş, babasının yerine tarikatın başına geçmek isteyen Şeyh Cüneyd amcasıyla
yaptığı mücadeleyi kaybedince Anadolu’ya gitmiş, kendine bağlı olanlarla önce Sivas’a gelmiş ve padişah 2.Murat’tan Kurt Beli’ni kendisine mülk olarak vermesini rica etmişse de bu isteği yerine getirilmemiştir. Bunun üzerine Karaman ülkesine giden Cüneyd orada da barınamayınca İçil’deki Varsakların yanına gitmiş, oradan Çukurova’ya geçmiş, oradan da İskenderun yöresine gelip, Ersuz dağındaki harap bir kaleyi Bilal oğlu denilen bir emirden alarak tamir etmiş ve buraya yerleşmiştir. Buradan adamlarını göndederek zaman zaman da kendisi giderek başta Halep Türkmenleri olmak üzere Dulkadirli ve Üçoklu Oymaklarının hemen hemen tamamını kendisine mürid yapmıştır. Şeyh Cüneyd’in bu faaliyetlerini haber alan Memlük devletinin harekete geçmesi üzerine Şeyh Cüneyd
burayı terk etmek zorunda kalmış, Canik yöresine giderek buranın hakimi Mehmet Bey ile
buluşmuştur. Bundan sonra bütün müridlerini silahlarıyla birlikte yanına çağırmış ve
Mehmet Bey ile birlikte Trabzon üzerine yürümüştür. Aya Fokas manastırına kadar gelen Trabzon İmparatoru 4.Yuanis’i burada bozguna uğratan Şeyh Cüneyd 1454’te Trabzon’u kuşatmış ancak askerleri surları aşamamıştır. Fatih tarafından da tehdit edilince üç gün sonra kuşatmayı kaldırarak Kelkit vadisine geri dönmüştür. Sivas beylerbeyi Hızır Bey’in üzerine geldiğini duyunca Ak Koyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey’in yanına gitmiştir. Uzun Hasan önce Cüneyd’i tevkif etmişse de daha sonra Şeyh Cüneyd’in kendisine 20.000 askeriyle müttefik olma teklifi üzerine onu sadece serbest bırakmakla kalmamış, kız kardeşi Hatice Begüm’ü de onunla evlendirmiştir. İşte bu evlilikten Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya gelmiştir. Şeyh Cüneyd’in 1460’ta Şirvanşah Halilullah’la yaptığı savaşta ölümü üzerine müridleri Oğlu Haydar büyüyüp dayısı Hasan Han sayesinde Safevi şeyhliği postuna oturunca onun etrafında toplandı ve Cüneyd’in vasiyetine uyarak ona biat ettiler. Şeyh Haydar babası gibi Anadolu’yu
dolaşmadı
ama
Türkiye’den
gelen
kabiliyetli
müridleri
Erdebil’de
yetiştirdikten sonra onları “Halife” unvanı ile Anadolu’ya göndererek orada tarikatını yaydı ve mürid sayısını çoğalttı. Yeterince güç kazandığına inanan Şeyh Haydar Anadolu’dan gelen on bin müridiyle önce 1486’da Demirkapı ötesindeki Kafkas kavimlerine saldırdı ve zengin bir ganimetle geri döndü. İki yıl sonra da hem babasının intikamını almak ve hem de Şirvan’ı ele geçirip orada bir devlet kurmak için doğrudan Şirvan hükümdarının üzerine yürüdü. Onunla başa çıkamayacağını anlayan Şirvan hükümdarı Ak Koyunlu hükümdarı Yakup Bey’den yardım istedi. 1488’de Yakup Bey’le yaptığı savaşta Şeyh Haydar öldü. Bu olaydan sonra da Safevi müridleri dağılıp Haydarın büyük oğlu Suktan Ali’nin etrafında toplandılar. Ak Koyunlularla yapılan ikinci savaşta Suktan Ali’de öldü. Bütün aramalara rağmen küçük kardeşi İsmail bulunamadı. İsmail müritler tarafından kaçırılarak götürüldüğü Gilan ülkesinde altı yıl kaldıktan sonra 1500 ‘de Erzincan’a geldi
ve Türkiye’nin her tarafına haber göndererek müridlerini yanına çağırdı. Erzincan’da başına topladığı Türkiyeli göçebe ve köylü müridlerle İran’a döndü ve Ak Koyunlular’ı yenerek Safevi Devletini kurdu. Böylece dedesi Şeyh Cüneyd’le başlattığı babası Şeyh Haydarın’ın sürdürdüğü ve her aşamada Anadolu Türkmenleri ile Çepnilerin önemli rol oynadığı bu hareket o sırada henüz on beş yaşında olan Şah İsmail tarafından başarıyla tamamlanmış oldu. Bundan sonra Anadolu’dan İran’a doğru on yedinci yüzyılın ortalarına kadar devam eden bir göç başladı. Göç eden Türkmenler arasında sayıları çok olmamakla birlikte Çepnilerde de
vardı. 1576’da Çepnilerin İranda’da Muhammed Bey Mahmut Halife ile Dönmez Sultan
adlı beyler temsil etmekte bu üç dirlik de Kuzey Azerbaycan’daki Karabağ bölgesinde
bulunmaktaydı. İran’daki Çepnilerle ilgili son bilgi Şah Abbas devrinde (1590-1628)aittir. Bu dönemde nüfuslarını giderek kaybettikleri ve hiç istemedikleri Gilan yöresine üstelik başlarında kendilerinden olmayan kul takımından bir emirle göçürüldükleri biliniyor. Şah Abbas’tan sonra İran’daki Çepnilere ait bilgiye rastlanmıyor. Geybullaev’in Azerbeycan’ın Şamaha bölgesinde Çepni kelimesiyle bağlantılı söylediği on yedi adı muhtemelen bu Çepnilere aittir. 16.yüzyıl tahrir defderinden anlaşıldığına göre başta Halep olmak üzere Anadolu’nun bir çok yerinde henüz yerleşik hayata geçmemiş olan Çepni toplulukları bulunmaktaydı. Bu dönemde Anadolu’da Çepnilere ait kırk üç kadar yer adı vardır. 1520 yıllarında Halep Türkmenleri arasında üç kola ayrılmış bir Çepni oymağı görülüyor. Bunlardan 53 vergi evi olan birinci kol Antep’in kuzey doğusundaki Rum Kale yöresinde Donrul (Tuğrul) Kethüda’nın iddia resmindeki ikinci kol Antakya’nın kuzeyindeki Gündüzlü kazasında nüfusu en az olan üçüncü kol ise doğuda bir yerde(Boz Uluslararasında)yaşamaktaydı. 1570 tarihinde yani 50 yıl sonra diğer Türkmen oymakları gibi Çepniler’in de nüfusları çok artmış 1520 yıllarında 53 vergi evi olan birinci kol bu tarihte 397 vergi nüfusuna yükselmiştir. “Başına Kızdılu” yahut “ Başım Kızdılu” Çepni adiyle anılan ikinci ve üçüncü Çepni kollarının ise 29 ve 16 vergi nüfusları vardır. XVII. yüzyılın ortalarında doğru Çepniler’in ana kolu yine Rum Kale yöresinde yaşıyor ve kasabalar(?) Korkmazlu, Sarulu, Karalar, Köseler ve Şuayyıblu obalarına ayrılıyordu. Başım, Kızdılu adını taşıyan diğer iki oymak ise Batı Anadolu’ya göç ederek Saru Han(Manisa) ve Aydın sancaklarında yurt tutmuştu. Diyarbakir bölgesinde yaşayan Boz Ulus kışın Mardin’in epeyce güneyindeki çöl bölgesinde kışlıyor yazın da ErzincanErzurum arasında yaylıyordu. Boz Ulus uğradığı baskılar yüzünden 1613 yılında Orta Anadolu’ya göç etti ve bir daha eski yurduna dönmedi. İşte bu Boz Ulus’un Orta Anadolu’ya göç eden ana kümesi arasında Kantemir Çepnisi
denilen bir Çepni oymağı
da vardı. 1691 yılında bir çok Boz Ulus oymakları
gibi Çepniler de Rakka bölgesine yerleştirildiler. Çepniler bu bölgeden iki defa kaçtılar. 1728 tarihli bir vesikada Kantemir Çepnisi’nin Rakka’daki iskan yerlerine gitmemek için Bergama taraflarına göçtüğü bildirilmektedir. Balıkesir bölgesi ile Manisa ve Aydın vilayetlerindeki Çepniler bu bölgeye on yedinci yüz yıldan sonra gelmiş Halep Türkmenleri ile Boz Ulus’a mensup Çepnilerdir. Tahrir defterlerinden Adana’nın Sarı Çam yöresinde küçük bir Çepni oymağının yaşadığını Dulkadir eli arasında da 34 vergi nüfuslu küçük bir Çepni oymağı ile aynı bölgede Çepni adlı bir de kalenin bulunduğunu öğreniyoruz.
16.yüz yılda Boz ok(Yozgat)ta 42 vergi nüfuslu Çepni adlı küçük bir oymak yaşıyordu. Yine
orada varlığını bu güne kadar sürdüren Çepni adlı bir köy vardı. Yine 16.yüz yılda Çorum’a bağlı Alp Oğuz köyünde Çepni Özü adı bir cemaat yani bir oymakla Hamid sancağının(Isparta vilayeti) Göl Hisar kazasında da 70 vergi nüfuslu bir oymak görülmekte idi. Eski İl Koş(Koç) Hisar Gölü’ne Dökülen İn Suyu’ndan başlayıp Güneydoğu’ya doğru Ereğli’nin batısındaki Akçaşehir’e kadar uzanan topraklardan meydana gelmişti. Koç Hisar Gölü’nün güney ucuna çok yakın olan Eski İl köyünün bu kazanın merkezi olduğu anlaşılıyor. Eski İl’de yaşayan Çepnilerin büyük bir kısmı Yavuz Selim devrinde(1512-1520) yedi köyde yerleşmiş olup ancak 27 evlik bir oba ile eski yaşayışını sürdürüyordu. Bu oba asrın sonlarına doğru henüz yerlesik hayata geçmemişti. Turgut yöresindeki Çepni oymağı I.Selim devrinde 44 vergi nüfuslu küçük bir oymak idi. Adana’nın Saru Çam nahiyesinden gelip Ankara’ya bağlı Şerefli Koç Hisar kazasına yerleşen yaşayan Orun-Guş oymağının arasında da 133 nüfulu bir Çepni obası vardı. Sivas yöresinden Ankara yöresine kadar yayılan ve 27 oymaktan meydana gelen Ulu Yörük veya Ulu Yörük Türkleri denilen büyük topluluğunun oymakları arasıda da birkaç Oğuz boyuna mensup teşekküller de vardı. İşte bunlardan biri de Çepniler’di. Çepniler’in yurtlarının Ak Dağ Madeni’nin kuzeyinde Zile’nin güneyinde meşhur Çamlı Bel’in batısında bulunduğu anlaşılıyor. 1520 tarihinde Çepniler’in 17 kışlakları vardı. Onlar bu kışlakların da çiftçilik yapmakta idiler. 1575 yılında ise 32 kışlakta oturmakta nüfusları da dört misli artmış bulunmakta idi. 19.yüzyılın ikinci yarısının başlarında Çepniler’in oymak geleneğini korudukları görülüyor. O ymaklarda Çepni oymağı ile Kara Hisar-ı Behramşah Boz Ok sancağına bağlı idari yörelerden birini teşkil etmekte idi. 1720 tarihli bir fermanda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde içlerinde 50 hanelik bir Çepni topluluğunun da bulunduğu Türkmen boyları bölgeyi Arap eşkiyasının saldırılarından korumak ve tarımla uğraşmak üzere Harran Ovasına yerleştirilmişlerdi. Daha önce belirtildiği gibi Vilayetname’den anlaşıldığına göre Kırşehir’in Suluca KaraÜyük(Hacı Bektaş) sakinleri de Çepniler’den idiler. Tahrir defterine göre Kırşehir bölgesinde Çepni adını taşıyan bir köyde vardı. ÇEPNİLERİN DOĞU KARADENİZ BÖLGESİNİN TÜRKLEŞTİRİLMESİNDEKİ ROLLERİ Selçuklu Devleti’nin 1040 yılında Horasan’da kurulması ve daha sonra Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan’ın 1071 yılında Malazgirt savaşının kazanmasından sonra Anadolu kapıları Türklere açılmış ve batıya doğru göç eden Türkler Anadolu’da yurt edinmeye başlamışlardır. Yerleştikleri her yere Türkçe ad veren bu Türkmen boyları en yoğun olarak Antalya-Eskişehir Bölgesi (30,000çadır), Kastamonu Bölgesi(100,000çadır), İçel
Bölgesi, Malatya-Maraş Bölgesi, Kuzey Suriye, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yurt
tutmuşlardır. Bizim konumuz olan Çepniler ise Sinop bölgesine yerleşmişlerdir. Tarihi kayıtlardan Karadeniz Çepnilerin bu bölgeye ne zaman geldiklerini tam olarak öğrenememekle birlikte 13.yy da bu bölgeye hakim olduklarını ve Trabzon Rum Devleti hükümdarı Giorgi’yi mağlup edebilecek kadar da güçlü olduklarını biliyoruz. Moğolların Anadolu’yu istilası ile ortaya çıkan bunalımlardan istifade etmek isteyen Giorgi, Karadeniz ticareti için çok büyük önem taşıyan bir limana sahip olan Sinop’u almak istemiş ve bir donanma ile 1277’de Sinop’a saldırmışsa da, kendisini gemilerle denizde karşılayan (Türkân-ı Çepni)Çepni Türkleri tarafından mağlup edilerek geri püskürtülmüştür. Bu olayı İbn Bibi El Evamirü’l-Ala’iye Fi’Umuri’l-Ala’iye (Selcuk Name) Adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: “O sırada Sinop tutgavulu (muhafız kuvvetleri komutanı)Tayuğa gelerek “Canik hükümdarı(Caniti) asker ve cephane(zeredhane) dolu kadırgalarla Sinop’a saldırmak için geldi.
Çepni Türkleri ile o diyarı korumak için görevlendirilmiş olan
komutanlar (server) onlara karşı koyarak onları ateş ve su arasında sıkıştırıp canlarına ve evlerine darbe indirdiler. Her tarafı yerle bir ettiler. Onları kahrederek her şeyden mahrum, mahzun ve ümitsiz bıraktılar” dedi. Düzenli bir orduya karşı kazandıkları bu zafer, Çepnilerin o dönemde hem kalabalık hem de teşkilatlı bir topluluk olduklarının bir göstergesidir. Bu Çepnilerin Sinop bölgesine yerleştikleriyle ilgili herhangi bir delil yoktur ama, bu dönemle ilgili belgelerden Türklerin sürekli olarak doğuya doğru ilerledikleri anlaşılmaktadır. Brjer’in verdiği bilgilere göre, Trabzon Rum
İmparatoru
2.
Jean
(Yuannis)
zamanında
(1280-1297)
Türkler
Ünye(Halibia) yöresini fethetmişlerdir. Bu Türklerin Sinop Çepnileri olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Trabzon Rum İmparatorluğun saray tarihçisi Panaretos’a göre İmparator Giorgi (12601280)hükümdarlığının 14. yılında yani 1280 yılında Toresion dağında Türkmenler’e esir düşmüştür. Panaretos, 2. Jean’ın 1297 yılında öldüğünü, onun zamanında Türklerin Halibia (Ünye yöresi) yöresini ellerine geçirdiklerini söyledikten sonra Trabzon dolaylarına kadar uzanan büyük bir istilâ hareketinde bulunduklarını yazar. Öyle ki çok yerler gayr-i meskun bir duruma gelmiştir. Yukarıda da söylendiği gibi, bu Türkler veya onların çoğu büyük bir ihtimalle Çepniler ve başlarındakiler de Bayram Bey ailesidir. İmparator 2.Aleksios(1297-1330) 1301 Eylül’ünde Giresun’a gelip oradaki Türk
beylerinden Küçük Ağa’yı ağır bir yeniliye uğratmıştır. Yine Panaretos da Bayram Bey’in
bir pazarı ele geçirdiği bildiriliyor. Bu, Ordu vilayetini fetheden ve orada beylik kuran
(Bayramlu beyliği)Bayram Bey’e dair ilk haberdir. Bu esnada batı ucundaki Türkmenlerde geniş çapta fetihlere girişmişlerdir. Bayram Bey 1332 yılında da çok sayıda asker ile Hamsi köye gelmiş ise de ağır kayıplar vererek geri dönmüştür. 1355 yılında Haldia dükü Kabasisika harekete geçip Şiran’ı zaptettiği gibi, Suriyana kalesi de boşaltıldığı için Trabzon İmparatorluğunun sınırları içine alınmıştı. Bundan çok memnun kalan İmparator 3.Aleksios elden çıkmış olan Şiran’a gelmiş, tahribatta bulunmuş ve orayı kuşatmış, tutsak almış ise de dönerken az sayıda bir Türk’ün takip etmesi üzerine imparatorun kuvvetleri panik halinde kaçmışlar, birçok kimse öldürülmüş ve Haldia Dükü de tutsak alınmış, imparator ve bu hadiseleri yazan müverrih Panaretos güçlükle Trabzon’a gelebilmişlerdir. İmparatoru mağlup ve kaçmaya mecbur eden Türkler şüphesiz Çepnilerdir. Ertesi yıl(1356) imparator ve müverrih Panaretos batıya giderek noeli Giresun’da geçirmişler ve Yasun Burnu’nda “Epifani” kutlanmış ve orada 18 Türk öldürüldükten sonra geriye dönülmüştü. Ertesi yıl(1357)Bayram Bey’in oğlu Hacı Emir Bey kalabalık bir asker ile Maçka yöresine kadar gelerek oraya yağma ve talan ettikten sonra geri dönmüştür. Bu ilerleme sırasında Çepnilerin Ordu bölgesine yerleştikleri ve Bayram Bey’in idaresinde bir beylik kurulduğu sanılmaktadır. İmparator 3. Aleksios, 1380’de Tirebolu yöresine gelerek (Mart), Harşit çayının sağ kıyısına çok yakın yerde ve denize 5 km mesafede bulunan Bedroma kalesinden 600 kadar yayayı uzak yerlere gönderdikten sonra, yayanın kalabalık kısmı ve atlı askerle Harşit’in yukarı kısmına yürüyüp Çepnilerin kışlağına kadar gitmiş ve onların çadırlarını yıkmış, yakmış, öldürmüş ve Çepniler’in elindeki tuzakları kurtardıktan sonra geri dönüp Vakfıkebir’deki Büyük Liman’da birkaç gün kalmıştır. Daha önce gönderilen 600 kadar yaya askere gelince onlar, Kotzanta (Kürtün yöresi, Suma Kalesi) yöresine bir akın düzenleyip yakıp yıkmışlar ve adam öldürmüşler, dönüşte
kendilerini kovalayan Türklerle de kıyıya varıncaya kadar dövüşmüşler ve bu çatışmada Türklerden birçoğu ölmüştür. Onlardan 42 kişi ölmüş Türklerden ise erkek, kadın ve çocuk olmak üzere 100’den fazla insan hayatını kaybetmiştir. Görüldüğü üzere imparator Çepnilere karşı bir öç alma seferi düzenlemiş ve onların elindeki bazı tutsakları kurtarmıştır. Anlaşılacağı gibi Çepniler muhtemelen 14.yy da kuzeye doğru ilerleyerek Kürtün yöresine ve ona komşu yerlere gelip oraları kışlak yapmışlar, yazın da kuzeydeki yeşil dağlara çıkmışlardır. Onlar ertesi yy.da kuzey ve kuzey batıya doğru ilerlemelerini sürdüreceklerdir.
Ordu bölgesini fethederek Bayramlı Beyliği’ni kuran Bayram Bey’in torunu ve Hacı Emir
Bey’in oğlu Süleyman Bey’de 1397’lerde Giresun’u fethetmişlerdir. 15. yy başlarında kuvvetli olan bu beyliğin ne zaman ve nasıl ortadan kalktığı bilinmemektedir. Çepniler 14. yüzyıldan itibaren bu yöreye gelip orayı yurt edinmişlerdir. Bu yurtları Kuzey Karadeniz’e kadar ulaşmıştır. Çepniler Kürtün’den hareket ederek Hurşit vadisi yolu ile Karadeniz’e erişmişler ve bu vadinin iki yanındaki toprakları yurt edinmişlerdir. Doğu Karadeniz bölgesine yaylalardan geçitlerden ve Harşit vadisinden inen Türkmenlerin olduğunu belirten Osman Turan da Şarki Karadeniz bölgesine yaylalardan geçitlerden ve Harşit vadisinden inen Türkmenler mevcut olmakla beraber bu havali daha ziyade Samsun’dan itibaren sahili takip eden Oğuz Çepni boyu tarafından Türkleştirilmiş Canik bölgesine adını veren Hıristiyan Çan kavmi tedricen kaybolmuştur. Türkmenler 1302’de Giresun’a kadar ilerlemiş ve bir takım küçük beylikler kurmuşlardır. 14.yüzyılın ilk yarısında Yukarı Kelkit vadisinde de kalabalık bir Çepni topluluğunun yaşadığı ve bu Çepnilerin 1348 yılında Erzincan hakimi Ahi Ayna Bey, Bayburt Valisi Mehmed, Akkoyunlu Tur Ali Bey, Doğu Suriye Türkmen reislerinden Bozdoğan Bey’in Trabzon’a düzenledikleri sefere katıldıkları ve şehri üç gün kuşattıktan sonra alamayarak geri döndükleri görülmektedir. 1404
yılında
Trabzon’dan
Erzincan’a
giden
İspanyol
Elçisi
Ruy
Gonzalesde
Clavijo(Klaviyo) ve Zegan(Zıgana) kalesi ile buradan Erzincan Türk Beyliği arasındaki yerlerin “Kabasitan”lı derebeyler elinde olduğunu “Çabanlı(Çepni) Türklerinin bunlarla savaşıp yıldırdığı bilinmektedir. “Yine Klaviyo’nun “Bu dağların ve kalelerin hakimi olan Kabasika bize nasıl yaşadığını anlatmaya
başladı.
Kendisi
bu
çıplak
yerlerde
ömür
sürermiş.
Bu
havali
şimdilik(Tümer’ün korkusundan) sükûn içinde yaşamakta ise de daima (Bayburt-Ovası batısında Sinür köyünde ocakları bulunan Bayundulu/Akkoyunlu ve Kelkit başları ile Kürtün bölgesi kuzeyinde ve Alucra’daki (Çepnülü)Türklerin taarruzuna uğramış, Ertesi
(2Mayıs) gün öğleden sonra yine Kabasika’ya ait bir kaleye vardık. Buradakiler de gelip bizden para aldılar(Zegana’dan beri dört yerde)Yolumuza devam ettik. Öğleden sonra bir vadiye vardık. Orada Çabanlı(Çepnilü)Türklerine ait bir kale (Gümüşhane ile Kelkit ilçe merkezi arasında ve tam orta yerde Ulu Kal’a bulunduğunu anladık.” “Kabasika ve bu Türkler arasında harp vaziyeti devam ettiğinden Kabasika’nın adamları bize bir müddet duraklamayı ihtar ederek keşfe çıktılar” şeklindeki açıklamaları dan da anlaşıldığı gibi 1405 tarihinde Çepni nüfus bölgesi Gümüşhane’ye kadar uzanmaktadır.
14. yüzyılın ortalarına doğru ise Çepnilerin kuzeye doğru ilerleyerek Harşit çayı çevresinde
yurt tuttukları kışlaklarını yukarı Harşit’te kurmuş oldukları görülüyor. 15.yüzyıldaki Bizans tarihçilerinden Halkokondil Trabzon’un doğusundan Amasra’ya kadar bütün Karadeniz kıyılarında Çepnilerin oturduğu bildiriyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461’de Trabzon alındıktan sonra, Görele, Tirebolu, Bedreme ve Giresun kaleleri de fethedilerek Canik yolu ile Tokat’a ulaşılmıştır. Daha sonraki yılarda da doğuda Gürcistan sınırındaki kalelerle Gümüşhane-Trabzon arasındaki Torul yöresi alınmış ve Trabzon’un fethi tamamlanmıştır. Osmanlıların Trabzon’u fetihleriyle bölgedeki Türkleştirme hareketinin hız kazandığı kesindir. Ayrıca Osmanlılardan çok önce Kürtün-Dereli–Giresun-Tirebolu-Eynesil arasıdaki kırsal kesime hakim olan Çepni beylerinin fetihte Osmanlılara yardım ettikleri elde edilen başarılarda rol oynadıkları fetihten sonra Osmanlı Devleti’nin bunların hemen hepsine
zeamet
ve
tımar
gibi
dirlikler
vererek
onları
hizmetine
almasından
anlaşılmaktadır. Ayrıca Çepni halkının büyük bir kısmı müsellem(savaşçı asker) olarak hizmete alınmış, cami ve zaviyelerde görevlendirerek vergiden muaf olmuşlardır. Halkın geri kalanının ekseriyeti de muafin(vergiden affolunmuşlar)sayılmıştır. 15. yüzyılın ikinci yarısında tamamen yerleşik hayata gecen Çepniler köylerde oturmaktadırlar. Bu bölge deki köyler arasında hiçbir Hıristiyan köyü yoktur. Hıristiyanlar kıyılardaki Giresun-Tirebolu-ve Görele kalelerinde yaşamaktadırlar. Bu yüzyılda köylerde oturan Çepnilerin darı ektikleri bal
istihsal ettikleri meyve
yetiştirdikleri köylerin çoğunda doğan, şahin, atmaca yuvalarının bulunduğu palazlanan yavruların satılması suretiyle gelir elde edildiği ve bu gelirlerden devlete vergi ödendiği ilk zamanlarda köylerde fazla koyun bulunmadığı ancak sonraları bir çok köyün koyun vergisi de ödediği, otuz yıl kadar sonra buğday ekilmeye başlandığı verilen bilgiler arasındadır. Mahmut Goloğlu ise Trabzon Tarihi adlı eserinde Laz-Çepni çatışmasının asıl sebebinin ayanlar olduğunu, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında şehir kasaba ve köylerde halka baskı
yaparak devlet otoritesini kıran ve derebeyi durumuna gelen birbirlerini çekemeyip aralarındaki yarışmayı silahlı çatışma derecesine çeviren ayanlardan bazılarının Trabzon bölgesinde bulunduğunu ve Trabzon’un doğusundaki bu tür ayanların, Lazlara batısındakilerin de Çepnilere dayandırdıklarını her ikisi de aynı boyun çocukları olan bu iki zümreyi birbirine karşı kullandıklarını belirtiyor ve bunun sona erdirilişini şöyle anlatıyor: “Lazlarla Çepniler arasındaki geçimsizlik oldukça eski idi. Gerek Çepni gerekse Laz ağaları bölgelerinde bağımsız gibi yaşarlardı. Onlardan yana olanlar da ağalarından başka
devlet adamı ve ağa konaklarından başka hükümet dairesi tanımazlardı. Derebeylerinin
özel askeri birlikleri bile vardı. Meselâ Tirebolu’daki bir derebeyi, silahlı adamlarını
Trabzon Hükümetinin gözü önünde şehirden geçirip Rize’de Tuzcuzade ya da Lazistan’da Pansazade ailelerine karşı savaşa götürürdü. Ve ağaların hükümet gözündeki değerleri, bu çatışmalardaki başarı derecelerine göre idi. Gücünü ıspatlayan ağayı hükümet kendine kazanmak ister ve ona mesela (kapıcıbaşılık) gibi rütbe ve görevler verilirdi. İşte Trabzon bu durumda iken, yaklaşık olarak 1938’de (Çeteci Abdullah Paşa) Trabzon Valiliğine getirildi. Trabzon’a gelir gelmez Laz-Çepni mücadelesine el koydu ve kısa sürede taraflar arasındaki çatışmayı bastırdı. Tirebolu’lu (Hüseyin Avni)Alpaslan “Trabzon Eli Laz mı? Türk mü?” adı eserinin ”Trabzon Tigresindeki Türkler Nice Türedi” adlı bölümünde Şakir Şevketin Trabzon tarihinden şu bilgileri aktarıyor: “İkinci Mehmet Han Trabzon tigresini ülkesine kattıktan sonra ovadan yüzbin Çepni Türkü geldi ve Trabzon tigresine yerleşti. Bu Çepniler, ilk önce Türkeli’nden (Türkistandan) İran toprağına göçmüş! Kızılbaşlığı öğrenmiş! Bunlar, İran’da tek durmamış! Uslu oturmamış!? Bundan ötürü Hanları, bunları kendi yurdunda istememiş! Bunlarda, Anadolu’ya geçmiş.” “Anadolu’ya geçen Çepnilerden yüzbin kişi daha çoğu Giresun, Tirebolu, Görele, Büyük Liman’da bulunmak üzere, Trabzon tigresine yerleşmiş!? Birtakımı da batıya doğru yürümiş! Balıkesir, İzmir, yanlarına yayılmış! İzmit’tekiler yerli Türklere karışmış, Çepnilikden
çıkmış! Ancak Balıkesir, İzmir tigresindeki Çepniler, Çepniliklerini
korumuş!? Trabzon tigresinde, pek çok hoca yetişmiş derebeyleri Sünni olmuş da, bunları gitgide Sünni yapmış, Kızılbaşlık kalmamış! böyle. Ancak Giresun'un, Tirebolu'nun Görele'nin yüksek köylerinde, Kürtünde bugün bile Kızılbaşlık göze çarparmış!? Kürtün’iin Şeybli köylülerine ne türlü and versen, kopmaz! Ancak” Abıl Baba, Pabıl Baba, Güvende Şeybi, Vazalak Şeyb, Tur Eri, Horuz Evliyası ocağına güm güm dabanca sıksun mu!”der isen korkar, işin doğrusunu söyler imiş!!! İşte Kızılbaşlı
izleri!” Faruk Sümerin konuya bakışı bunlardan farklıdır. O da, Çepniler ve diğer Türk boyları arasında Alevi olanların olabileceğini kabul eder. Hatta Kanuninin Nahcivan seferinden akçelik ve daha fazla gelir getiren dirliklerin kapı-kullarına verilmesinin kanun haline geldiğini, bunun Türk sipahilerinin gelişme imkanını ortadan kaldırdığını, ancak kapıkulları ve oğulları tarafından doldurulamayan dirliklerin verilmesinde Anadolu Çepnilerinin diğer bütün kavmi unsurlara tercih edildiğini ve özellikle Laz, Tat, Şartlı gibi unsurların askeri hizmetlere kabul edilmediklerini, ayrıca Kızılbaş oldukları için
Çepnilerin askere
alınmalarının yasaklandığını ve evvelce alınmış olanların da
çıkarılmasının emredildiğini kaydeder. Ama bu uygulamaya maruz kalan Çepnilerin
Trabzon Çepnileri olamayacağı kanaatindedir: “Bir ilim adamı olarak vazifemiz gerçeği bulmaktır. Değil ise bizim için Sünni ve Alevi vatandaşlarımız arasında asla bir fark yoktur. Türk kültürünü almış her vatandaşımız ilmen yani gerçek olarak Türk'tür. Bu insana mensubiyeti, o insanın almış olduğu kültürü belirler, kanın hiç bir rolü yoktur. Yani bir insana, ”ben Türküm, ben Arabım, ben Fransız'ım, sözünü kanı değil kültürü söyletir. Bu söylediklerimiz ilmin sözüdür. İlmin sözü ise gerçeğin ifadesidir. Arap ülkelerinde pek çok insan dedelerinin Türk asıllı olduğu söylerler. ”Sen nesin?” diye sorunca “ben Mısırlıyım, Cezayirliyim, Arabım, der ve bunu söylemekte de Haklıdır. Çünkü o Arap kültüründe yetişmiştir ve Türk kültürüne yabancıdır. Dedesinin Türk asılllı olması ona Türküm dedirmiyor. Fakat içinde büyüdüğü Arap kültürü ona ”ben Arabım” dedirtebiliyor. Bir de şu hususu belirtmeliyim. Türkiye Türkleri Orta Asya da yaşarken de Mongol yüzlü değil düz yüzlü idiler. Bu hususu pek açık bir şekilde gösteren vesikayı Oğuzlarla yayımlamıştır.(s.48,haşiye194). Türkiye Türklerinin gerçek tipini Toros dağlarında yaylaya çıkan Yörükler temsil eder. Mukayese yapmak isteyenler onlar ile yapmalıdır. Sonra, Orta Asya’dakilerin saf olduğu da nasıl söylenebilir.” 16.ve daha sonraki yüzyıllarda dahi gerek Çepniler arasında, gerek komşuları olan Türkler arasında Alevi inancını taşıyanlar buluna bilirler. Fakat Ömer, Osman, Bekir isimlerine sahip olmaları, onlardan pek çoğunun Sünni olduğuna asla şüphe bırakmıyor. Diğer taraftan yukarıda belirttiğim üzere, 5-10 haneli Çepni köylerinde camiler bulunuyor ve camilerinin imam, hatip, müezzin, muhasıl gibi vazifelileri görülüyor, fakirlere ve müderrislere de sık sık rast geliniyor. Kısaca onlar asla karaca bil bil topluluk değildir. Çünkü din adamlarından müteşekkil aydınları var. 15. Yüzyılın ikinci yarısı ile 16. yüzyılın birinci yarısında
Aşık'ın dediği gibi “bidin” dinsiz insanlar değil bilakis dindar
topluluktur. Bir taraftan
Osmanlının Anadolu'nun her tarafında yaptıkları gibi,
tımarlarını ellerinden kendi kullarına ve kul oğullarına (yani devşirme zümresine
mensup olanlara) vermeleri yüzünden aralarında Alevilik belki daha az yayılmış olabilir. Çepnilerin Alevi sayılmasının başka nedenleri de vardır. Onların Safevi Şeyhi Cüneyd ve onun torunu ve Safevi Devletinin kurucusu olan Şah İsmail'e olan yakınlıkları bilinmek dedir. 14. Yüzyılda Azerbeycan'ın Erdebil şehrinde Safeyeddin Şafii ülkelerine göre kurulan Safevi tarikatının başına geçemeyince Anadolu'ya gelen ve burada başka Halep Türkmenleri, Dulkadirli ve Üçoklu Oymaklarının hemen hemen tamamı olmak üzere diğer Türkmenlerin de bir çoğunun kendisine mürid yapan Şeyh Cüneyd'in bu mürütleri arasında Çepniler olduğu gibi, Anadolu'dan topladığı Türkiyeli göçebe ve köylü müritleri
ile İran'a giden ve Akkoyunluları yenerek 1501 yılında Safevi devletini kuran torunu Şah
İsmail'in de yanında Çepniler vardır. Şah İsmail’in Safevi Devleti’ni kurmasından sonra
Anadolu’dan İran’a göç eden Türkler arasıda Çepniler de vardır ve bunların büyük bir kısmı veya tamamı Doğu Karadeniz Çepnileridir. Çenilerin İran’dan çıkarıldıktan ve Doğu Karadeniz Bölgesine geldikten sonra burada Tirebolu Görele ve Vakfıkebir yörelerine yerleştikleri ve sayılarının da 100,000 civarında olduğu rivayet edilmektedir. Osman Turan’da da bu bölgede Çepnilerin önceleri Alevi olduklarını daha sonra ise Sünnileştiklerini belirtiyor. Mehmet Aşıki(21.Asır) memleketi hakkında güzel bilgiler verirken batı ve güney taraflarının Çepni Türkleri ile meskûn olduğunu ve bu sebeple bu havalideki dağlara “Çepni Dağları” denildiğini henüz basılmamış olan “Menazır’ül Avalim” adlı eserinde yazar. Trabzon’un güzelliklerini ve meziyetlerini tasvir eder ve överken batıda Rafizi(Alevi) Çepniler doğuda da kısmen Müslüman olmamış Lazlar arasında kaldığından dolayı üzüntülerini belirttikten sonra, Bir çok göçebeler gibi Alevi olan bu Çepniler zamanla Sünnileşmiş ve Lazlar da tamamen Müslüman olmuştur. Sürmene ve Araklı kazalarında yaşayan “Çebi” adını taşıyan kalabalık ailelerin de Çepnilerden olduğu anlaşılıyor. Yavuz Sultan Selim devrinde yazılmış olan Trabzon Sancağı Tahrir defterinde “1515-1516” Çepnilerin yoğun bir şekilde yaşadığı yer “Vilayet-i Çepni” (Çeni yöresi-Çepni yurdu) olarak gösterilmiştir. Faruk Sümer defderdeki yer adlarından hareket ederek bu bölgenin Giresun-Torul ve Görele arasıdaki saha olduğunu ve bilhassa Kürtün’ün tamamen Çepniler’le meskün olduğunu Trabzon-Torul ve Şalpazarı, Vakfıkebir bölgesinde de Çepnilerin yaşadığını belirtiyor. Coğrafyacı Mehmet Aşık yazdığı “Meazirul-Evalim” adlı eserde Çepnilerin yoğun olarak yaşadıkları Trabzon’un batı ve güneybatı yöresindeki dağlara Çepni Dağları denildiğini kaydediyor. Fetihten sonra bu bölgedeki dirliklerin tamamına yakını Çepni beylerine ve onların oğullarına verilmiştir. Beylerin bu nüfusunun daha sonraki devirlerde de devam ettiği görülür.
16. yüzyılın başlarında ekserisi veya tamamı “muaf ve müsellem” yani Türk köylerinden oluşan savaş zamanında atı ve silahı ile savaşa katılan buna karşılık her türlü vergiden muaf olarak toprağını ekip-biçen köylü atlı asker olan Trabzon Çepnilerinin daha sonraAnadolu’nun pek çok yöresinde olduğu gibi-müsellemliklerine son verilip “raiyet” yani vergi veren köylü durumuna düşürüldükleri görülmektedir. F. Sümer’e göre bunun sebebi “Devletin bu esnada (1515) geniş ölçüde askere ihtiyaç duymasıyla ilgilidir. Fakat bereket versin ki, dirlikler yani tımar ve zeametler eskiden olduğu gibi Çepni bey aileleri ile onların hizmetlerinde bulunmuş sipahilerin ellerinde kalmıştır. Bu değişim bunu takip eden yıllarda
da
devam
etmiştir.
Bu
uygulamada
aynı
dönemde
Safevilerin
Şeyh
Cüneyd’le başlayan oğlu Haydar ve torunu Şah İsmail ile devam eden hatta uzantıları
günümüze kadar gelmiş olan Anadolu üzerindeki emellerinin de önemli payı olmalıdır.
Anadolu üzerinde uygulanan mevcut devlet politikasının da bu noktada önemli rol oynadığını söylemek te mümkündür. F. Kırzıoğlu ‘nun B. Kütükoğlu’nudan naklettiği bilgilerden bu yüzyılda Anadolu’da oynanan bu oyunu daha iyi anlayabiliyoruz. Devri için bir nevi beşinci kol diye çok yerinde tanıttığı bu gibi Kızılbaşlık propagandaları için, Mühime kayıklarına işaret ettiği çok mühim ikisinin de suretini vermiştir ve(27 Ekim 1577 tarihli 1.ve 2.Belge) Amasya’dan Musul’a ve Teke’den (Antalya) Trabzon’daki Çepni yurdu Kürtün’e değin Anadolu’yu saran bu gibi Safevi/Kızılbaş dostluğu propagandası İran’a yapılan at silah ve mal kaçakçılığı ile Erbil’e taşınan servetler korkunç sayılardı. 18.yüzyılda uğranılan büyük mağlubiyetler sonucunda devlet otoritesi son derecede zayıfladığı için yörelerin idaresi oraların yerlisi olan güçlü şahısların ellerine geçer. Devlet ilk önce “mütegalibe” ve ”derebeyi” deyip bunları tanımışsa da sonra ayan adını vererek varlıklarını kabul etmiştir. Böylece Türkiye’nin birçok bölgelerinde olduğu gibi Karadeniz kıyılarındaki şehir ve kalelerde de ayanlar ortaya çıktı. Bu ayanlardan bazıları veya çoğu Çepnilerden idi. Batı’daki ayanlardan ve Tirebolu, Görele ve Vakfıkebir derebeyleri ile Trabzon’un doğu yörelerindeki derebeyleri arasında kesin ve sürekli mücadeleler vuku bulmuştur. Bu mücadeleler sonucu da kalabalık Çepni toplulukları Sürmene, Of ve Rize yörelerine yerleştiler. Bu yerleşmeler yerleştikleri yörelerden başka yerlere kayda değer göçlerin yapılmasına sebep oldu. Geçen yüzyılda Sürmene kazasının ”sağ tarafındaki” köylerde Çepniler oturuyor ve vakit vakit komşularını rahatsız ediyorlardı. Bu yüzyılda Of’un ileri gelenlerinin kendilerini Çepnilerden saydıkları bildiriliyor. Rize yöresindeki Kara Dere ile diğer üç nahiye Çepniler ile meskundur. Ünlü haydut “Çepni Ali” Rize Çepnilerinden olup en sonunda 300 kişi toplayarak Rus harbine katılmıştır. Şimdi dahi Rize yöresindeki köyleri ziyaret edenler Çepni adının hala bu köylerde unutulmadığını görürler. Görülüyor ki, on sekizinci yüzyılda Trabzon’un batısındaki Çepnilerle doğusundaki Lazlar
arasında uzun süren kavgalar olmuş. 1738’de Çeteci Abdullah Paşa’nın Trabzon valisi olmasına kadar da bu kavgalar devam etmiştir. Çeteleri bastırmaktaki ustalığından ötürü kendisine “Çeteci” lakabı verilen Abdullah Paşa Trabzon’a gelir gelmez Laz-Çepni meselesine el koymuş ve kısa sürede taraflar arasındaki çatışmayı sona erdirmiştir. Bu ayanlar halk ile hükümet arasındaki işlerde bir nevi aracılık yapar, asayişin sağlanması vergilerin alınması, askerlerin toplanarak eğitilmesi, yiyecek ve donatımın tamamlanarak gönderilmesi gibi işleri yürütürlerdi. Yukarıdaki açıklamalar buların daha sonra bir nevi derebeyi durumuna geldiğini ve birbirleriyle kavgaya tutuştuklarını göstermektedir.
Bugüne kadar yapılan araştırmalarda Çepnilerle ilgili benzer olayları konu alan bir çok
vesikaya rastlanmıştır. Bunların biri de Görele’deki Çepnilerin yerlerini bırakıp kara ve deniz yollarını kullanarak Trabzon-Giresun arasıdaki bölgede halkın malına ve canına zarar verdikleri belirtildikten sonra bunların tekrar eski yerlerine gönderilmelerini bu tür davranışlarına son verilmesini, suçluların da cezalandırılmasını emreden 1145(1732) tarihli fermandır. Görele’deki bu Çepniler 1732’de Espiye madeni civarında yerleştiler ve sonra tekrar eski yerlerine döndürüldüler. Çeşitli Türk boylarıyla birlikte Receplü Avşarı’na bağlı Çepniler de Arap eşkiyasına karşı bölgeyi korumak ve zıraatle uğraşmak üzere 1720 de padişah emri ile Harran Ovasına yerleştirilmişlerdir. Trabzon’da Hıristiyan sipahiler ve onlara tabi olanlar da Anadolu’nun mutelif yerlerine sürülerek yerlerine Tokat, Samsun, Bafra, Çorum, Amasya gibi bölgeler den getirilen ahaliler yerleştirilmiştir. Bunlara benzer daha yüzlerce belgenin tarihi kaynaklarda bulunduğu kesindir. Bunların tespitinden sonra tarihi ve sosyolojik açıdan meselenin daha da aydınlanması mümkün olacaktır. Bir döneme ait bütün belgelerin ele geçirmeden sadece bir-iki belgeden yola çıkarak o devir hakkında karar vermeye çalışmanın doğru bir davranış olmayacağı ve tarihi kaynaklarda rastladığımız bir çoğu Çepni Ali’de olduğu gibi şahıslarla ilgili olan bu tür belgelerin
araştırmamıza
fazla
bir
katkı
sağlayamayacağı
da
düşünülerek
değerlendirilmelidir. Sayıları çok olmasa da Cumhuriyet döneminde yapılan bazı çalışmalarda da konumuzla ilgili bilgilere rastlanılmıştır. Bunların birincisi araştırma alanımızdaki köy sayısıyla ilgilidir. Vakfıkebir’de(Trabzon) yirmi dokuz köy Çepni vardır. Çepnilerin işgal ettiği mıntıka Akhisar Deresinden başlar ve garba doğru uzanır. İkincisi 1978-1979 yılarında Brent Brendemoen’in Trabzon ağızları üzerine yaptığı çalışmadan elde edilmiştir. Brendemeon, bizim de araştırma yaptığımız bu sahaya gitmiş ve Sayfançatak köyünden Tepegöz hikayesinin bir varyantını derlemiştir. Brendemeon’un “Batı Anadolu’da yaşayan az sayıda ve dağılmış vaziyette bulunan
Çepnilerin kaynaşmış
ağız
özellikleri
görünmekte
ve
folklor
iken,
Doğu
yönünden Karadeniz
diğer
yöre
bölgesinde
halkı
ile
özellikle
Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Şalpazarı yöresinde oturan Çepnilerin hem ağız hem folklor
itibarı
ile
komşularından
dikkat
çekici nitelikte
büyük
farklılıklar
bulunmaktadır.” şeklindeki tespitine katılmak mümkün değildir. Ama aynı yazarın Dil verilerimizin Çepnilerin Trabzon yöresinin Türkleştirilmesinde önemli bir rol oynadıkları yolundaki iddiayı destekleyeceğini söylemek doğru olmaz. Çepni ağzı ile diğer Trabzon ağızları arasında farklılıkların benzerliklerden çok olması tam aksine bu iddiayı çürütür şeklindeki kanaatine katılmak ise mümkün değildir. Aslında ağızların farklılığı
konusundaki tespit doğrudur. Yörenin diğer yörelerle gösterdiği ağız fakları hemen
herkesin anlayabileceği kadar belirgindir. Ama bu veri tek başına Çepnilerin bu bölgedeki
Türkleştirme hareketinde önemli rol oynadıkları şeklindeki görüşü çürütmez. Bize göre “Türkleştirme” den kasıt buraların Türk yurdu haline getirilmesidir ki Çepniler bunu bu çalışmanın başından beri ortaya konulan yerli ve yabancı belgelerden de rahatça anlaşılacağı gibi bölgede Osmanlı hakimiyeti kurulmasından çok önce önemli ölçüde başarmışlardır. İkinci husus ise Osmalıların bu bölgeyi fetihlerinden sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Trabzon havalisine değişik Türk toplulukları göndermiş ve iskan etmiş olmasıdır. Aynı veya birbirine yakın yerlere yerleştirilen bu boyların zamanla birbirleriyle kaynaştıklarını düşünmek mümkündür. Ama onların çok önce bu bölgeye gelip yerleşmiş kendilerine has bir yaşama şekli olan Çepnilerin hem bu özellikleri hem de coğrafi ve idari yapı sebebiyle yani gelenekle pek fazla bir alışverişleri olduğu söylenemez. Ayrıca buraya gelenlerin de değişik Türk boylarından oldukları unutulmamalıdır. Çepni ağzının bütün bölgeye hakim olması ancak Çepnilerin diğer Türk boylarından çok üstün olmaları ve onlarla birlikte yaşamalarıyla mümkün olabilirdi. Halbuki kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler ve bizim tespitlerimiz Çepnilerin cesur savaşçı ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir topluluk olduğunu gösteriyor. Bunlara son derece engebeli olan coğrafi yapının ve çalışma şartlarının bu tür ilişkileri engelleyici özelliklerini de eklersek Çepnilerin neden diğer boyları etkileyemediğini anlayabiliriz. Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da etkileşmenin iki yanlı olacağıdır. Eğer bugün hiç değilse bazı bölgelerde bozulmamış ya da az bozulmuş bir Çepni kültürü bulabiliyorsak bunu yukarıda sayılan şartlara borçluyuz. Nitekim Çepnilerin daha sonra yerleştikleri Trabzon’un doğu tarafında Araklı, Sürmene, Of ve Rize gibi yerlerde homojen bir Çepni nüfusuna ve saf bir Çepni kültürüne rastlamamız mümkün değildir. Bu bölgelerde Çepniler diğer Türk boylarıyla kaynaşmışlardır. Belki bu iddiayı şu şekilde düzeltmek daha
doğru olacaktır: Doğu Karadeniz bölgesinin Türkleşmesinde Çepniler çok önemli rol oynamışlardır. Ama kendileri gibi Türk olan diğer boyları Çepnileştirmişlerdir. Aksini düşünmek “Türkü Türkleştirmek” demek olur ki, bu da geçerli bir görüş olamaz. Sonuç olarak bütün bu bilgilerden Çepni boyunun Anadolu’ya gelen ilk Türk boyu olduğu Çepnilerin Anadolu’nun Türkleşmesine çok büyük katkılarda bulundukları hatta Safevi Devleti’nin kuruluşunda önemli rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Batı Anadolu’da İzmir, İzmit, Adapazarı ve Balıkesir’e gitmelerine rağmen en yoğun olarak yerleştikleri yaklaşık 700 yıldan beri varlıklarını devam ettirdikleri ve kültür mirasını en iyi muhafaza
ettikleri bölge Doğu Karadeniz bölgesi bu bölgede de Asar/Ağasar/Akhisar yöresi
olmuştur. Bugün Doğu Karadeniz bölgesine coğrafi olmayan ikinci bir isim verilmesi
gerekseydi eskiden “Çepni Vilayeti” denilen bölgenin sınırlarını Ordu’dan Batum’a kadar genişletip bu bölgeye “Çepni Yurdu” veya “Çepni Bölgesi” demek doğru olurdu. Doğu Karadeniz bölgesiyle ilgili resmi kayıtlar 16.yüzyıldan itibaren tutulmaya başlanmıştır.Bu kayıtların büyük bir kısmı henüz incelenmediği için konumuz olan Çepniler hakkında da çok detaylı ve yeterli tarihi bilgiye sahip olmak mümkün olamamıştır. Ancak mühimmeler hatt-ı humayunlar kadı sicilleri tahrir defteri ve diğer arşiv vesikaları incelendikçe Çepnilerle ilgili daha doyurucu bilgilere sahip olacağımız kesindir.