İti̇l suwi aka turur

Page 1


İTİL SUWI AKA TURUR EÜ TDAE Türk Tarihi Anabilim Dalı 25. Yıl Armağanı

Editörler Umut Üren Didem Çatalkılıç İzmir 2017


İTİL SUWI AKA TURUR Editörler:

Arş Gör. Umut Üren Didem Çatalkılıç

Kapak Tasarımı:

Arş. Gör. Ali Balcı - Recep Efe Çoban

Dizgi:

Arş. Gör. Umut Üren Didem Çatalkılıç

Yayına Hazırlayanlar: Arş. Gör. Ali Balcı Recep Efe Çoban

Baskı:

Ege Üniversitesi Basımevi Müdürlüğü T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sertifika No: 18679 ISBN: 978-605-030-369-8

Baskı Tarihi: Mart 2017 Kapak Resmi:

“Lower Reaches of Volga River” (O. Artemyev 2016) Rus Kozmonot Oleg Artemyev tarafından uzaydan çekilen İtil Nehri Fotoğrafı. Kaynak: http://www.artemjew.ru/en/2016/05/01/volga-nikolskoe/


İÇİNDEKİLER Avrasya’da Eski Bir Kültür: Andronovo Hasan Göktürk Erdoğan

1-8

Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar Recep Efe Çoban

9-25

Bozkır Ekonomisi ve Üretim Şekli Olarak Yağma Akınları İbrahim Doğukan Dokur

27-37

Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı Emre Erzincan

39-88

İskitlerin Ölüm Ritüelleri Tansu Tepekule

89-102

Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler Recep Efe Çoban

103-123

İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun Rıdvan Demir

125-139

Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (301-557) Hikmet Emol

141-155

Eftalit-Sasani Münasebetleri Üzerine Belma Dönmez

157-167

Sasani Hükümdarı Anuşirevan-ı Adil (I. Hüsrev) Kazım Uzun

169-182

Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan Hasan Göktürk Erdoğan

183-203

Çin’in Kalbinde İsyan: An- Lu- Şan İsyanının Sebepleri İbrahim Doğukan Dokur

205-215


Karaçay-Malkar Türklerinin Menşei Tartışmalarında Alanlar ve Aslar Umut Üren

217-227

Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serîr Krallığı Didem Çatalkılıç

229-250

Hazarlarda Tımar Sistemi Turgut Demirtaş

251-266

Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir? Osman Karatay - Giorgi Kakhniashvili

267-283

Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri Hakkında Bir İnceleme Haşim Özel

285-302

Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış Haşim Özel

303-320

Bar Hebraeus (İbnü’l-İbrî) ve Makhtebhanuth Zabhne (veya Kronoloji) Kazım Uzun

321-328

İpek Yolu’nun İsim Babası: Ferdinand Freiherr von Richthofen Aybüke Güzay

329-342

Müderris Hafız Salih Efendi (Batı Trakya Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı) Özer Hatip

343-353

Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu Can Kızılkan

355-370

Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme Mertcan Akan

371-382

Sinemanın Toplumsal Tarih Bilincine Etkisi Üzerine Ali Balcı

383-390


SUNUŞ

T

arih deryasına birkaç damla da Ege’nin kalbi İzmir’den katkı yapmak gayesi ile yola çıkan genç tarihçi adaylarının bir araya gelmesiyle oluşan bu kolektif eser, alanında bir ilktir ve nicelerini teşvik ümidi barındırmaktadır. 1992 yılında Ege Üniversitesi bünyesinde Prof. Dr. Fikret Türkmen’in gayretleri ile kurulan Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, kurulduğu günden bu yana Türk Dünyasının tarihi, dili, folkloru, edebiyatı, sanatı, sosyal ve siyasal meseleleri ile yakından ilgilenmektedir. Enstitü bünyesindeki 6 anabilim dalından bir tanesi olan Türk Tarihi anabilim dalı da Türklüğün en erken devirlerden günümüze kadar, Türk tarihinin kapsama alanına giren hemen her konuda çalışmalar yapmaktadır. Orta Asya’dan; Kafkasya, Ortadoğu, Anadolu, Balkanlar ve Orta Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada cereyan etmiş olan Türk tarihini sadece siyasi ve askerî yönden değil, sosyal, kültürel ve ekonomik yönden de derinlemesine incelemeye çalışmaktadır. Bugüne kadar anabilim dalı mezunlarımızdan birçoğu öğretim üyesi kadrolarında Türklüğe ve Türk tarihçiliğine hizmet etmektedir. Bu eserin bir araya getirdiği genç kalemler de bu serüvenin yeni adaylarıdır. Anabilim dalımızdaki lisansüstü öğrencilerinin dönem içerisinde hazırlamış oldukları makalelerden bir kısmı seçilerek bu çalışmada bir araya getirilmiştir. Türk tarihinin farklı dönem ve sahalarından araştırmalar barındıran bu makaleler seçkisinin son olmayacağını şimdiden duyurmak istiyoruz. Bu eserin yüksek lisans ve doktora eğitimleri için ailemize katılan tarihçi adaylarına ayrı bir motivasyon sağlayacağı kanısındayız. Eserin ulaştığı, belki de bu satırları okuyan yeni tarihçi adaylarının bir sonraki çalışmanın mimarı olması halinde amacımıza ulaşmış olacağız.


Marifet iltifata tabi ise genç adaylara bu hüneri gösterebilecekleri akademik zeminler hazırlanmalıdır. Bu yolda, son yıllarda ülkemizde yaygınlık gösteren öğrenci ve genç akademisyen kongreleri ümit vericidir. Bunun yanında sözün uçup yazının kalacağı gerçeği ile bu türden girişimlerin matbu hale getirilmesinin elzem olduğunu düşünüyoruz. Olumlu veya olumsuz her türlü eleştiri imkânı da bu sayede elde edilecek ve kazanılan tecrübeler ile mevcut çalışmalar daha nitelikli bir hale getirilebilecektir. Bu noktada yapmış oldukları araştırmalar ile bu eserin oluşmasına katkı sağlayan arkadaşlarımın cesareti de ayrıca tebriki hak etmektedir. Eser vesilesiyle üzerimizdeki emekleri tartışılamayacak olan bölümümüz öğretim üyelerine eğitimci kişiliklerinin yanında bir aile büyüğü gibi her daim gösterdikleri koruyup kollayıcı tavırlardan ötürü bütün arkadaşlarım adına teşekkür etmek istiyorum. Bir özel teşekkür de bu eserin fikir babası olan bölüm başkanımız Prof. Dr. Osman Karatay’a. Makalelerin toplanması ve dizgilerinin yapılmasına kadar en ayrıntılı işlerle bizatihi ilgilenmiş ve takipçisi olmuştur. Eserin basılması için maddi ve manevi yardımlarını esirgemeyen Zekerya Doğan Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Derneği’ne, ayrıca bizlere sağlamış oldukları çalışma ortamı ve her türlü imkân için enstitü yönetimine, hassaten müdürümüz Prof. Dr. Metin Ekici’ye de teşekkürü bir borç biliriz.

“Zamanı Tanrı yaşasın! ölmek için türemiş bizler geçip giden zamana, cansız hatıralar bırakmaya devam edelim.”

Umut ÜREN Mart 2017/Bornova

VI


AVRASYA’DA ESKİ BİR KÜLTÜR: ANDRONOVO Hasan Göktürk ERDOĞAN ∗

T

ürklerin kökeni üzerine günümüze kadar yapılan araştırmalarda farklı tarihçilerin konuyla ilgili değişik görüşleri ortaya konmuş ve neticede ortak bir karara varılamamış1 tır. Değişik antropolojik tasvirler Proto Türk toplumu mensup2 larının kültürel köklerine; Mongloid, Hint-Avrupa ve hatta İra3 ni halklar ile ilişkilendiren yorumlar getirilmekte ve yurt edindikleri saha olarak da, belki de en çok tercih ettikleri yer olarak 4 da, Moğolistan’ın tamamına yerleştirmekteydiler. Fakat tüm bunlara karşın yine de en erken safha olarak; yukarı Yenisey kıyısındaki Minusinsk bölgesinde Karasuk (MÖ 1200-700) kültür evresine ait kazı çalışmalarında çokça çıkan “brekisefal” kafataslarına dikkat çekilerek, Proto-Türklerin sonraki devirlerde bura5 yı yurt edindikleri görüşü kabul edilmektedir. Antropolojik araştırma sonuçlarından yola çıkılarak; dört büyük beyaz insan

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, gokturker07@hotmail.com. 1 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul, 2014, s.46. 2 Jean Poul Roux, Türklerin Tarihi - Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, çev. Aykut Kazancıgil–Lale Arslan Özcan, Kabalcı Yayınları, İstanbul, s.52; Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, Erken İç Asya Tarihi, der: Denis Sinor, çev. Alaeddin Şenel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.124. 3 Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Karam Yayıncılık, Çorum, s.47. 4 Jean Poul Roux, Türklerin Tarihi - Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, s.53; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.48. 5 Jean Poul Roux, Türklerin Tarihi - Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, s.5354.


Avrasya’da Eski Bir Kültür: Andronovo

6

ırkından “Europid” adı verilen gurubun “Turanid” tipindeki 7 “brekisefal” Türklerin , “dolikosefal” Mongoloid’ler başta olmak üzere diğer ırklardan ayrılmaktadır. Buna göre Minusinsk bölgesindeki Afanas’evo kültürü (MÖ 2500-1700) ile yine aynı bölgedeki Andronovo kültürü (MÖ 1700-1200)’ün temsilcileri olup etraftaki dolikosefal mongolidlerden ve keza dolikosefal “Akdeniz tip” lerinden farklı bulunan “brekisefal tipli, savaşçı beyaz ırk” Türk soyunun ön tipiydi ve Taş devrinin ilk çağlarından beri Altay-Sayan dağlarının güney-batı bölgesinde (Minusinsk-Tuva8 Abakan bozkırları) yaşamaktaydılar. Altay dağlarından batıya doğru uzanan ve Güney doğu Sibirya olan bozkırlar, MÖ 2000’lerden itibaren ilk-Türklerden Hyung-nu ve Hun-Kun kavimlerinin ilk göründükleri topraklardır. Burada yer alan arkeolojik ve antropolojik kanıtlar: Brakisefal olan, fakat diğer özellikleri belirsiz Afanes’evo fosilini (MÖ 30001700) takiben, tam ilk-Türk tipinde ve brakisefal Andronovo 9 fosili hep bu bölgede bulunmuştur. Afanes’evo kültürünün gelişmesi ile daha da belirginleşen Andronovo insanı; “göçebe ve savaşçı” kütleler halinde MÖ 1700’lerden itibaren, etrafa hâkim olmaya başlamış ve iki asır içinde Altayları ve Tanrı dağlarını 6 Günümüzde dört temel insan ırkı kabul edilmektedir. Caucasian (beyaz ırk, ari ya da Europid), Mongloid (sarı ırk, Asyalı), Negroid (siyahi ırk, Afrikalı) ve Australoid (Avustralya yerlileri, ortak bir karara varılamadığından genel olarak Negroid içinde sayılmaktadır) olmak üzere dört ana başlık altında bölümlendirilmektedir. Caucasian ya da beyaz ırk da kendi içinde; arian, semitik ve hamitik olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. http://blog.world-mysteries.com/science/how-many-major-races-are-there-in-the-world/ 7 Coon’a göre üzerinde pek çok tartışma konusunun yer aldığı Türk ve Türk menşeili kavimler, Ural-Altay dil ailesine mensup diğer Moğol kavimlerinden ayrı tutularak, beyaz ırka dâhil olmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Carleton Stevens Coon, The Races of Europe, The MacmillanCompany, New York, 1939, s.237-239. 8 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.47. 9 Reha Oğuz Türkkan, “Türk Tarih Tezleri”, Türkler Ansiklopedisi, I. Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s.606.

2


Hasan Göktürk Erdoğan

kaplamıştır. Bir taraftan da aynı ırkın mensuplarının, ProtoTürklerin, Kazakistan üzerinden Maveraünnehr’e kadar yayılarak oradaki dolikosefal “Akdeniz” ırkları (Ariler) ile temas kurarken, batıya açılan gruplarda Ural (Fin-Ugor) kavimleri ile bağlantı kurmuşlardır. Bu vesileyle; MÖ 1500’lerde gerçekleşen bu ilişki neticesinde bir yandan Ural dilleri, diğer yandan İndo-Avrupa dilleri ile Türkçe arasında kelime alış-verişinin olduğu anlaşılmaktadır. Proto-Türk yayılması veya genişlemesinin yönünü ve zamanını çeşitli yerlerde görülen Andronovo kültürü özellikleri10 ne bakarak takip etmek mümkündür. Orta Asya’nın ve Türk toplum hatlarının biraz daha belirginleştiği ve Andronovo kültürünün üzerinde izlerini bıraktığı Afanes’evo kültürü, MÖ 2500-1700 tarihleri arasında, Altayların 11 kuzeyinde, Yenisey ırmağının yukarı boylarındaki Abakan boz12 kırlarında görülmüştür. Abakan veya en önemli buluntu yeri olan Afanas’evo adıyla tanıtılan bu kültür, sadece Abakan bölgesi ile sınırlı kalmamış, Altay dağlarından İtil (Volga) nehrine kadar 13 uzanan geniş bozkır sahaya yayılmıştır. Çakmaktaşından ok uçları, kemik iğneler, bakır bızlar, bıçaklar, küpeler, kırmızı veya beyaz bantlı basit çömlekler ve çeşitli maden işlemeli aletler, bu kültürün en önemli malzemesini oluşturmaktadır. Bu malzemeler, Afanas’evo insanının Maden Devri’ne girdiğini, avcılık ve hayvancılık yaptığını göstermektedir. Zira eski Türk hayatının temel unsurları olan at ve koyuna ait kemikler, ilk defa Afanas’evo kültürünün kurganlarında yan yana görülmüştür. Afanas’evo insanın kültürel bakımdan elde ettiği en önemli başarı, hayvan yetiştirmenin dışında, ilkel biçimde de olsa ziraat yap14 maya başlamış olduklarını göstermektedir. 10

İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.50. Osman Karatay, İran ile Turan, İstanbul, 2012, s.53. 12 Şevket Koçsoy, “Türk Tarih Kronolojisi”, Türkler Ansiklopedisi, I. Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.34. 13 Şevket Koçsoy, “Türk Tarih Kronolojisi”, s.34. 14 Salim Koca, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, Türkler Ansiklopedisi, I. Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.994. 11

3


Avrasya’da Eski Bir Kültür: Andronovo

Afanas’evo Kültürü, Güney Sibirya’da MÖ III. binyıldan MS XVII. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüştü ve ardından gelen, genetik olarak kurgan kültürüyle bağlantısı olan, Andronovo 15 Kültürü onun yerini almıştı. Afanas’evo kültürünün gelişmiş bir şekli olan bu kültür, MÖ 1700-1200 yılları arasında, Altay dağla16 rının güney-batısından Yenisey’e, Tanrı (Tien-shan) dağlarından Yayık (Ural) nehrine kadar olan bütün bozkır sahayı tama17 men kaplamıştır. Minusinsk bölgesinde Andronova’da MÖ 17001200 arasında görülen bu kültür; Altaylar da MÖ 1200-700 arasında görülür. Bu kültür Batı Sibirya’da Omsk, Novosibirsk ve Tomsk şehirleri civarında yer almaktadır. Batı Türkistan’da Afrasiyab ve Semerkand’da bulunan taş figürlerle tanınan Andronovo kültürü zaman olarak Anav’ın III. tabakalarına tekabül etmekte18 dir. Andronovo kültürü, Altaylar’ın batısından Yenisey’e kadar uzanan bölgelere yayılmış, hatta Kazakistan’ı ve Güney Ural bozkırlarını içine almış olmasına rağmen, en önemli merkezle19 rinden biri Minusinsk Havzası’dır. Andronovo insanının; “brekisefal tipte” atlı-savaşçı beyaz bir kavim olan Türklerin atalarının 20 kurduğu tahmin edilmektedir. Bu kültürün karakteristik özelliği, daha gelişmiş bir sürü yetiştirici ekonomi ve ilkel bir tarımdır. Küçükbaş hayvan sürüleri, yani koyun da önemli olup, giysi için yün ve aynı zamanda belki keçe sağlamış bulunmakla birlikte, boynuzlu büyükbaş hayvan en büyük rolü oynamaktadır. Başta

15 Kazi T. Laypanov-İsmail M. Miziyev, Türk Halklarının Kökeni, çev. Hatice BAĞCI, Selenge Yay., 3. Baskı, İstanbul, s.55. 16 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.54. 17 Salim Koca, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, s.994. 18 Hasan Bahar, “Türkistan’ın Coğrafi konumu ve İlkçağ Kaynaklarına göre Tarihi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: I, Konya, s.238. 19 Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, Erken İç Asya Tarihi, der: Denis Sinor, çev. Alaeddin Şenel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.122-123. 20 Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.54; Koca, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları” s.994; Şevket Koçsoy, “Türk Tarih Kronolojisi” s.34-35.

4


Hasan Göktürk Erdoğan

at, inek ve koyun olmak üzere çok miktarda ehlileştirilmiş hay21 van beslemektedirler. Hayvanlardan elde edilen yün işlenip, bir hayvanın çene ke22 miğinden yapılan “tokaçlar” ile dövülmekteydi. Yün elbiseler, örme ve deriden yapılan şapka ve ayakkabılar giymişlerdi. Giysileri de oldukça motifli olup, kürklerini de koyun postundan ya23 pıyorlardı. Yünlerden geriye kalan kısımlar da, mezarlarda 24 karşılaşılan başlıkların örülmesinde kullanılmıştı. At da yetiştirilmekteydi ve olasılıkla yük taşıma amaçlı kullanılıyordu. Atın binicilikte kullanılıp kullanılmadığına dair kesin bir bilgiye henüz ulaşılamamasına karşın, dört tekerlekli arabaya koşulduğu tah25 min edilmektedir. Toprak, kazma-keser karışımı araçlarla, el ile işlenmektedir. Tahıl, taş kaynaklardan yapılmış öğütücülerle 26 öğütülmektedir. Bunlara ilaveten geniş ağızlı, düztabanlı, kulpsuz ve süslü çömlekler, taş kaşıklar, kemikten ok uçları ve iğneler, kazalı, hançerler, saplı baltalar ile inci ve küpe gibi süs eşya27 ları, bu kültürün en önemli eşyaları arasındadır. Toplumunun ekonomik hayatının en önemli geçim kaynağı hayvancılık ve tarım olduğunu yukarıda değinmiştik. Andronovo insanlarının ekip biçtikleri toprakların ve sürülerini kapattıkları ağılların yakınındaki geçici olmayan barınaklarında, az çok toprağa yerleşik bir yaşam sürmüş olabileceklerini tahmin etmekteyiz. Temelleri toprağın içine atılan barınaklarında döşemelik kalın tahtadan yapılmış yataklar, ocaklar ve yiyeceklerin depolanması için özel çukurlar vardır. Düzenli, toprağa yerleşik yaşam, birçok balçık ve kenarları dışbükey (tencere benzeri) kapları edinmelerini gerektirmiştir. Genelde bu kaplar, tarak benzeri

21

Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, 3. Baskı, Ankara, 2002, s.2.

22

Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.123. Kazi T. Laypanov – İsmail M. Miziyev, Türk Halklarının Kökeni, s.55. 24 Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.123. 25 Kazi T. Laypanov – İsmail M. Miziyev, Türk Halklarının Kökeni, s.53. 26 AlekseyPavloviçOkladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.123. 27 Salim Koca, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, s.994. 23

5


Avrasya’da Eski Bir Kültür: Andronovo

bir araçla yapılmış zikzaklı şekillerle, üçgen ve paralel kenar 28 29 şekillerle süslenmiştir. Meander motifi özellikle yaygındır. Nitekim “Andronovo kültürü” nün üç köşe veya “meander” şeklinde ki basma desenlerle süslenmiş seramiği, MÖ 2 binde yavaş yavaş “Andronovo kültür çevresi” ne giren Harezm’de (Uzboy Kültürü) aynen mevcuttur. Böylece MÖ 1300-1000 sıralarında bir kısım Türklerin Türkistan sahasında bulunduklarına ve bu bölgenin daha sonra Hint-Avrupalılara geçtiğine dair görüş 30 özellikle kuvvet kazanmaktadır. Sürü yetiştiriciliğinin başlıca uğraş durumuna gelecek derecede gelişmesi ve artı ürün birikimi, toplumsal yapıda bir dizi değişikliği getirmiştir. Bu, yaygınlaşan “çifte gömü” uygulama31 32 sında ve dört tekerlekli savaş ve yük arabaları kullanıyor olmalarında da görülebilmektedir. Andronovo döneminde kadınların ve erkeklerin saçları belikli (ince örgülü) idi. Erkekler, tepelerinde saçlarını bırakır ve diğer bölümlerini keserlerdi. Kadınlar ise saçlarını arkalarına doğru uzatıyorlardı. Koca öldüğünde, karısı ve hatta sık sık ikinci karısı da, ona eşlik etmek üzere gömülürdü. Aile içinde yetke 33 (otorite) artık, bir aile reisi (patriark) olan kocaya aitti. Dinde, daha önceki gibi, doğa (güçleri) kültü ve ata kültü en önemli yeri tutmayı sürdürmektedir. Ne var ki, Tunç Çağı çiftçilerinin tarımsal dini, artık daha öncesinden farklı biçimlerde görünmektedir. Bunun işareti, toprağın içine içlerinde süt ve 28

Fret olarak da bilinmektedir. Antik çağda yaygın bir biçimde kullanılan ve ismini Menderes nehrinin yaptığı zikzaklardan alan bezeme. Bir çizgi ya da şeritten oluşan dik açılı ya da eğrisel kıvrımların birbiri içinden geçmesiyle oluşmaktadır. Geç dönemlerde lotus ve gül bezek motifleriyle zenginleştirilmiştir. Meander, ilk çağlardan beri her uygarlıkta yaygın olarak kullanılmıştır. TamayTekçam, Arkeoloji Sözlüğü, Alfa Yay., 1. Baskı, İstanbul, 2007, s.140-141. 29 Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.35 30 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.51. 31 Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.124. 32 Kazi T. Laypanov – İsmail M. Miziyev, Türk Halklarının Kökeni, s.53. 33 AlekseyPavloviçOkladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.124.

6


Hasan Göktürk Erdoğan

bitkisel yiyecekler konmuş 59 kabın yerleştirildiği ve öteki beş özel çukura da toprak ve odun kömürü, saman ve buğday gibi adakların konduğu, Tobol Irmağı kıyısındaki Alekseev gömü 34 yerinde bulunan adak bölgesidir. Maddi kültür alanında en önemli gelişme ise, metalürji de (metal işleme) gerçekleştirilmiştir. Metal, Altaylardan ve kuzey Kazakistan’da ki Kalbin sıradağlarında ki sığ, açık maden ocaklarından sağlanmaktadır. En çok kullanılan maden, toprağın yüzeyinde birikmiş kaynaklardan alınan metal oksit cevheridir. Bu cevher, taş balyozlarla dövüldükten sonra ilkel fırınlarda eritilmektedir. Metal işleyiciler balçıktan yapılmış kalıplar kullandılar; aynı zamanda kompozit (birkaç parçadan oluşan) taş kalıpları da vardı ve çoğu durumda, içine baltabaşlarının, mızrak başlarının ve öteki nesnelerin aynı anda döküldüğü, hem balçıktan, hem taştan kalıplar kullanılmıştır. Ayrıca tunç (bronz) başta olmak üzere, gümüş ve altından yapılmış süs eşyaları da ilk defa And35 ronovo kültüründe görülmüştür. Çinliler, tunç yapmayı And36 ronovo insanından, yani Türklerin atalarından öğrenmişlerdir. Sonuç olarak Andronovo kültürü, az çok yoğun bir nüfusa sahip olmasına ve geniş bir bölgeye yayılmış bulunmasına karşın, varlığını, Batı Sibirya bozkırlarında, Yenisey Irmağı kıyılarında devam ettirmiş ve yerini yeni bir kültür olan, Karasuk kültürü (1200-700); Andronova kültürünün yerini alarak devam ettirmiştir. Bu kültürde yenilik olarak demir madeni bulunmuş ve işlenmesine başlanmıştır. Hatta bakıra arsenik ve kalay karıştırmak suretiyle metalin kalitesi ve değeri son derece yükseltilmiştir. Bundan başka, eski Türk hayatının en önemli unsurlarından olan dört tekerlekli arabalar ve keçeden derme çadırlar (kurulup sökülebilen) ile mezara yiyecek, içecek koyma gibi dinî adetler, 34

Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.124. Kazi T. Laypanov – İsmail M. Miziyev, Türk Halklarının Kökeni, s.56; Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, s.2 36 Aleksey Pavloviç Okladnikov, “Tarihin Şafağında İç Asya”, s.123; Koca, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, s.994. 35

7


Avrasya’da Eski Bir Kültür: Andronovo

ilk defa bu kültürde görülmüştür. Daha önemlisi, Karasuk kültürünün insanı, koyun yapağısı dokuyarak, elbise yapmasını öğ37 renmiştir.

KAYNAKÇA

BAHAR Hasan, “Türkistan’ın Coğrafi konumu ve İlkçağ Kaynaklarına göre Tarihi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya, S. I, 1994, ss. 233-144. COON Carleton Stevens, The Races of Europe, New York: The Macmillan Company, 1939. GOLDEN Peter B., Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman KARATAY, Çorum: Karam Yayıncılık, 2016. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2014. KARATAY Osman, İran ile Turan, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2012. KOCA Salim, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, Türkler Ansiklopedisi, C. 1, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, ss. 9921014. KOÇSOY Şevket, “Türk Tarih Kronolojisi”, Türkler Ansiklopedisi, I. Cilt, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, ss. 34-248. KURAT Akdes Nimet, IV-XVIII Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara: Murat Kitabevi Yay., 3. Baskı, 2002. LAYPANOV Kazi T.–MİZİYEV İsmail M., Türk Halklarının Kökeni, çev. Hatice BAĞCI, İstanbul: Selenge Yay., 3. Baskı, 2014. ROUX Jean Paul, Türklerin Tarihi: Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, çev. Aykut KAZANCIGİL – Lale Arslan ÖZCAN, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2007. TEKÇAM Tamay, Arkeoloji Sözlüğü, İstanbul: Alfa Yay., 1. Baskı, 2007. TÜRKKAN Reha Oğuz, “Türk Tarih Tezleri”, Türkler Ansiklopedisi, C: 1, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002, ss. 591-618. OKLADNİKOV Aleksey Pavloviç, “Tarihin Şafağında İç Asya”, Erken İç Asya Tarihi, der: Denis SİNOR, çev. Alaeddin ŞENEL, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012. http://blog.world-mysteries.com/science/how-many-majorraces-are-there-in-the-world/ 37

8

Salim Koca, “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, s.994-995.


BİLEŞİK YAYIN ORTAYA ÇIKIŞI ÜZERİNE NOTLAR Recep Efe Çoban ∗ nsanoğlu, tarihinin başlangıcından bugüne dek teknik gelişimini sürdürmüş, bu teknik gelişim sayesinde de askerî açıdan kendinden daha zayıf canlılar üzerinde hâkimiyet sağlamayı 1 başarmıştır . Bu hâkimiyet isteği ve teknik gelişim sentezinin ürünü olan silahlar da tarih sahnesinin en önemli değişkenlerinden birini teşkil etmiş, Hamblin’in deyimi ile ‘askerî düşünce öncesi’ ve ‘askerî düşünce sonrası’ dönemsel farklılıklarını ortaya 2 çıkarmıştır . ‘Okçuluk’ faaliyeti ise bu iki dönemin büyük çoğunluğunda önemini korumuş, birçok kavim askerî yapılanmalarını 3 bu minvalde şekillendirmiştir . En yüzeysel tanımıyla ifade edilirse; esnek bir ahşap parçasının gerilmesi ve uçlarının ip ile birbirine tutturulması sonucu imal edilen yay vasıtasıyla silindirik ahşap çubukların fırlatılması 4 işine ‘okçuluk’ adı verilir . Okçuluk sayesinde insanoğlu, düşmanı ile güvenli bir mesafe bırakma şansını yakalamış, bu güvenli mesafe artırımı hususu zamanla silahların menzillerinin arttırıl-

İ

∗ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, recepefecoban@gmail.com. 1 Rivka Gonen,Weapons and Warfare in Ancient Times, Minneapolis: Lerner Publications Company, 1976, s. 8-9. 2 William Hamblin,Warfare in the Ancient Near East to 1600 BC, New York: Routledge Taylor & Francis Group, 1970, s. 16-17. 3 Christopher Longman – Henry Walrond, Archery, Londra: Longmans, Green and Co., 1894, s. 9-10. 4 R. Miller – E. McEwen – C. Bergman, “Experimental Approaches to Ancient Near Eastern Archery”, World Archaelogy, Vol. 18, No. 2, Weaponry and Warfare, 1986, ss. 178-195, s. 180.


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

5

ması yarışını da başlamıştır . Bu düşüncenin ürünü olan bileşik yaylar ise hem silah tarihi hem de askerî yapılanmalar açısından insanlık tarihinin önemli safhalarından birini teşkil eder. Çünkü bileşik yay, birden çok materyali ihtiva eden bir yapısal mimariye 6 sahiptir . Bu da bileşik yayların günümüz silahlarının büyük çoğunluğunun yapısal açıdan atası olduğunu söylememizi mümkün kılar. Biz de bu çalışmamızda hem Türk askerî tarihi hem de insanlık tarihi açısından mühim bir yere sahip olduğunu düşündüğümüz bileşik yayların ortaya çıktığı coğrafyaya dair önerilmiş görüşleri incelemeye ve kendi önerimizi sunmaya çalışacağız. Yay ve Bileşik Yay Üzerine Yay, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, insanlık tarihinin en mühim icatlarından biri olarak kabul edilir. Hatta kimi araştırmacılar yay için, insanlık tarihinin ilk makinesi ifadesini dahi kullanır. Zira bu silah, potansiyel enerjinin kinetik enerjiye dö7 nüşümünü kontrol edebilen bir mimariye sahiptir . Fakat böylesine mühim olan bu silahın, insanlık tarihi minvalinde ortaya çıkışını incelemek birçok açıdan zorluklar içerir. Zira bileşik yayların ortaya çıkışına dek büyük çoğunlukla ahşap malzemelerden imal edilmiş yaylar kullanılmıştır. Ahşap malzemeler, doğal şartlarda oldukça kısa sürede deforme olmaları sebebiyle arkeoloji çalışmalarında bütün bir hâlde korunamamaktadır. Bu da araştırmacıları okçuluk tarihinin başlangıcına dair farklı yöntemler kullanmaya zorlamış ve ortak bir noktada buluşulmasına engel olmuştur. Araştırmacılar arasında en sık görülen yöntem-

5

Gad Rausing, The Bow (Some Notes on Its Origin And Development), Lund: Acta Archaeologica Lundensia, Papers of the Lunds Universitets Historiska Museum Series in 80. No 6. Berlingska Boktryckeriet, 1967, s. 13. 6 Murray Emeneau, “The Composite Bow in India”, Proceedings of the American Philosophical Society, Vol. 97, No. 1, 1953, ss. 77-87, s. 78. 7 R. Miller – E. McEwen – C. Bergman, “Experimental Approaches to Ancient Near Eastern Archery”, s. 180.

10


Recep Efe Çoban

8

ler; 1) Ok ucu buluntuları üzerinden tarihleme , 2) Mağara re9 simleri üzerinden tarihleme , 3) Arkeolojik kazılarda elde edilen 10 ahşap ok ve yay buluntuları üzerinden tarihleme olarak sıralanabilir. Fakat çalışmamızın konusunu doğrudan ilgilendirmemesi sebebiyle, bu konuların müstakil bir araştırmaya bırakılması her açıdan daha isabetli olacaktır. Çalışmamızın asıl konusunu teşkil eden bileşik yaylar ise okçuluk çalışmaları açısından oldukça farklı bir bölümü ihtiva eder. Zira bileşik yayın tanımı ve hatta isimlendirilmesi dahi farklılıklar gösterebilmektedir. Geçmiş çalışmalarda gördüğümüz yanlış anlaşılmaların önüne geçmek amacıyla belirtmek gerekir ki, bizim tanımımıza göre bileşik yay, gövdenin maruz kaldığı ge-

rilme ve sıkıştırma kuvvetlerini dengelemek maksadıyla geliştirilmiş yapısal bir mimarî olup, en az dört farklı malzemeden imal edilmiş olmalıdır. Bu silah teknolojisi, birçok kaynakta ahşap, boynuz, hayvan tendonu ve hayvansal tutkaldan müteşekkil yay 11 mimarisi, bileşik yay olarak tanımlanmaktadır . Fakat farklı coğ-

rafyalarda, eldeki fauna ve flora tabakasının sağladığı ve bu maddelere muadil malzemeler de kullanılabilir. Bu durum, ilgili yayın bileşik olmasına engel teşkil etmez. Bize göre bileşik yaylarda aranacak tek özellik, yayın en az dört farklı materyali ihtiva eden bir yapısal mimariye sahip olmasıdır. Çok farklı şekillerde üretilebilen bileşik yay bölümlerinin isimlendirmeleri de kültürden kültüre farklılıklar gösterebilmektedir. Örneğin Osmanlı okçuluk terminolojisinde bileşik yayın bölümleri, kabza, sal, kasan ve baş gibi sözcüklerle isimlendirilmiştir (Bk. Görsel-1). Bu durum bileşik yayların yapım aşaması için de geçerli olup, inşa süreci, kültürden kültüre, hatta ustadan 8

Lyn Wadley,“A Typological Study of the Final Middle Stone Age Stone Tools from Sibudu Cave, Kwazulu-Natal”, The South African Archaeological Bulletin, Vol. 60, No. 182, 2005, ss. 51-63, s. 51, 53-54. 9 Azar Gat, War in Human Civilization, Oxford: Oxford University Press, 2006, s. 27-28. 10 Gad Rausing, The Bow, s. 35-36. 11 Rivka Gonen, Weapons and Warfare in Ancient Times, s. 58-59.

11


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

ustaya farklılık göstermekte, hususî bir uzmanlık gerektirmekte12 dir . Yani bileşik yay, birçok açıdan oldukça gelişmiş bir silah teknolojisi olup, yüzyıllar boyunca muharebe meydanlarında yerlerini korumuştur. Dolayısıyla bileşik yayların ortaya çıktığı coğrafya üzerine yapılan çalışmalar oldukça mühimdir.

Görsel-1: Paul Klopsteg’in bileşik yay ve katmanları çiziminin tarafımızdan renklendirilmiş hâli [Yeşil kısımlar: baş, Mavi kısımlar: kasan, Kırmızı kısımlar: sal, Sarı kısım: kabza]

Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Görüşler Bileşik yayların ortaya çıktığı coğrafya için yapılan çalışmalar günümüzde de devam etmekte olup, kesin bir yargıya varmak günümüz fizikî şartlarında mümkün değildir. Zira bileşik yayların tarihlendirilmesi, birincil seviyede arkeolojik çalışmalar ile bağıntılı olup, devam eden her kazı yeni teorilerin ortaya çıkmasına imkân verebilir. Fakat günümüze dek yapılmış araştırmaların büyük çoğunluğunun, ‘Orta Asya’ ve ‘Mezopotamya’ coğrafyala-

12

John Keegan, Savaş Sanatı, Çev. Füsun Doruker, İstanbul: Gençlik Yayınları, 1995, s. 126.

12


Recep Efe Çoban

rını ele alan iki farklı teori üzerinde yoğunlaşmış oldukları söylenebilir. Bileşik yayın ortaya çıktığı coğrafyanın Mezopotamya olduğunu iddia eden birçok araştırmacı, savlarını Akkad Kralı Naram Sin’in tasvir edildiği bir dikili taşa dayandırmaktadır (Bk. Şekil-2). ‘Lullabiler’ karşısında Akkad ordularının zaferini temsil etmek amacıyla yapılmış olan bu dikili taş üzerinde alışılagelmişten 13 farklı tipte yaylar kullanan okçular tasvir edilmiştir (Bk. Görsel2). Buna binaen de araştırmacılar, Naram Sin ve askerlerinin elindeki yayların bileşik yapılı olduğunu düşünmüş ve bu düşünceleri doğrultusunda da bileşik yayın kökenini MÖ 3. bine Me14 zopotamya topraklarına yerleştirmişlerdir .

Görsel-2: Naram Sin dikili taşı, Louvre Müzesi, Paris

Yine Mezopotamya coğrafyasını işaret eden bir diğer teorinin kaynağı ise Uruk Antik kenti kazılarında ortaya çıkarılan

13

Veli Sevin, Assur Resim Sanatı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, s. 4. 14 John Keegan, Savaş Sanatı, s. 126.

13


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

‘Aslan Avı’ ve ‘Rahip Kral’ kabartmalarına dayanmaktadır. Bu kabartmalarda yer alan yay tasvirlerinin bileşik yapılı bir yay olduğunu düşünen araştırmacılar, ters bükümlü bileşik yay olarak tanımladıkları bu yayların ortaya çıkış tarihlerini MÖ 330015 3000 civarlarına götürmektedirler . Bu görüşe katılan ve konu ile ilgili müstakil bir makalesi bulunan Christopher Zutterman, Mezopotamya menşeli bir dağılım gösterdiğini düşündüğü bileşik yayların coğrafî tarihlendirmelerini tablolaştırmış (Bk. Tablo1) ve “bileşik yayların verilen örneklerden çok daha uzun sürelerden itibaren insanlık tarihinde var olduğunu fakat yaygınlaş16 masının Akkad dönemine denk geldiğini” ifade etmiştir.

Görsel-3: Solda ‘Aslan Avı’ kabartması, Sağ üstte ‘Rahip Kral’ın Boğa Avı’ kabartması, Sağ altta ‘Rahip Kral’ın Kuşatması’ kabartması 17

15

William Hamblin, Warfare in the Ancient Near East to 1600 BC, s. 90. Christopher Zuttermann, “The Bow in the Ancient Near East, A ReEvaluation of Archery from the Late 2nd Millennium to the End of the Achaemenid Empire”, Iranica Antiqua, Vol. XXXVIII, 2003, ss. 119-165, s. 123-124. 17 John Aruz (Ed), Art of the First Cities, New York: Yale University Press, 2003, s. 22-24. 16

14


Recep Efe Çoban

Mezopotamya İran Mısır Levant

Bileşik yayın ortaya çıkışı MÖ 4. bin MÖ 4. binin ikinci yarısı MÖ 4. binin sonu - 3. binin başı MÖ 4. binin sonu

Ok ucu buluntuları MÖ 6. binin ortası MÖ 5. bin MÖ 7. bin MÖ 11,000 - 8500

Tablo- 1: Zutterman’a göre bileşik yayın farklı coğrafyalarda ortaya çıkış tarihleri 18

Mezopotamya görüşünün dolaylı olarak dayandığı bir diğer nokta ise Tut’ankhamun’un mezarında bulunan 27 adet bileşik 19 yay kalıntısıdır . Zira bazı araştırmacılar bu kalıntıların Mezopotamya üzerinden Mısır coğrafyasına getirildiğini düşünmektedirler. Konunun uzmanlarından olan Wallace Mcleod, yaylarda kullanılan ağaç cinslerinin Mısır florasına oldukça uzak olduğu20 nu belirtmiş , bir başka askerî tarihçi olan Richard Gabriel de ona katılarak, Mısır’da görülen bileşik yay ve atlı savaş arabası kalıntılarının şüphe götürmeyecek şekilde Hiksoslar vasıtasıyla 21 Asya’dan getirilmiş olduğunu ifade etmiştir . Bileşik yayların ortaya çıkışı üzerine önerilen bir diğer görüş ise yukarıda da değindiğimiz üzere Orta Asya coğrafyasını gösterir. Bu görüşün savunucularından biri olan Emeneau’ya göre bileşik yay, Orta Asya’da keşfedildikten sonra Hindistan ve Orta22 doğu’ya doğru bir yayılma göstermiştir . Bir başka önemli araş-

18

Christopher Zutterman, “The Bow in the Ancient Near East….”, s. 124. Wallace Mcleod,“Egyptian Composite Bows in New York”, American Journal of Archaeology, Vol. 66, No. 1, 1962, ss. 13-19, s. 14. 20 Wallace Mcleod, Composite Bows from the Tomb of Tutankhamun, Oxford: Oxford University Press, 1970, s. 35-36. 21 Richard Gabriel,The Military History of Ancient Israel, New York: Praeger Publishers, 2003, s. 18. 22 Murray Emeneau, “The Composite Bow in India”, s. 78. 19

15


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

tırmacı olan Keegan ise MÖ 2. binlerin ortalarında Avrasya’da varlıklarını sürdüren göçebelerin, savaş arabası ve bileşik yayı 23 birlikte kullanmış oldukları ifade etmiştir . Konuyla ilgili belki de ilk kapsamlı çalışmanın sahibi olan Henry Balfour da bu görüşü desteklemiş, Kuzey Amerika’da görülen bileşik yay örneklerini işaret ederek, bileşik yayın coğrafî merkezinin Orta Asya olması 24 gerektiği üzerine bir teori geliştirmiştir (Bk. Görsel-4).

Görsel-4:Balfour’a göre bileşik yayın gelişim çizelgesi 25

Bileşik Yayın Ortaya Çıkışına Dair Veriler Yukarıdaki bahislerde zikrettiğimiz üzere bileşik yayın icadı, insanlığın askerî faaliyetleri açısından düşünüldüğünde çok mühim bir aşamayı teşkil eder. Biz de farklı araştırmacıların görüşlerini genel hatlarıyla da olsa aktardığımıza göre kendi görüşlerimizi ifade edebiliriz.

23 24

John Keegan, Savaş Sanatı, s. 128-129. Henry Balfour, “On the Structure and Affinities of Composite Bow”,

The Journal of the Anthropological Institute of Great Britain and Ireland, Vol. 19, 1890, ss. 220-250, s. 242-243. 25

Henry Balfour, “On the Structure and Affinities of Composite Bow”, s. 244.

16


Recep Efe Çoban

Öncelikle söylememiz gerekir ki, bize göre bileşik yay ile ilgili olduğu düşünülen herhangi bir buluntunun en az dört farklı malzemeden müteşekkil bir mimariye sahip olması elzem bir kıstastır. Dolayısıyla da ‘Mezopotamya’ görüşünü desteklediği düşünülen kabartma buluntularının bileşik yayların varlığına bir kanıt olarak görülmesi kabul edilemez. Zira kabartmalarda benzer bir şekilde tasvir edilmesi muhtemel olan, fakat yekpare ahşap malzemeden imal edilmiş yayların var olduğu bilinmektedir. Bunlara güzel bir örnek olarak Senenmut kazısından çıka26 rılmış ve MÖ 1492-1473’lere tarihlendirilen yatan buluntusu rahatlıkla gösterilebilir (Bk. Görsel-5). Dolayısıyla başta ‘NaramSin dikilitaşı’ olmak üzere, Uruk Antik şehrinde çıkarılmış taş kabartmalar üzerinden bileşik yay tarihlendirilmesi yapılamaz. Dahası, bu gibi görseller üzerinden tarihlendirme yapılacak olursa, İspanya’nın Levante bölgesindeki Minateda kaya resimle27 rinin de incelenmesi gerekir. Eğer bu kaya resimleri bileşik yayın varlığına kanıtlıyorsa, Batı Avrupa’da bileşik yayın tarihlendirilmesi MÖ 10. binden öncelere dek uzanacak, bugüne dek önerilmiş bütün teoriler yalanlanmış olacaktır (Bk. Görsel-6).

Görsel-5:Senenmut kazısından çıkarılmış ters bükümlü yatan 28

26

Bu terim, Dîvânu Lugâti’t-Türk içerisinde “ok atılan tahtadan yay” olarak geçmektedir [Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t-Türk, Haz: Ahmet Bican Ercilasun ve Ziyat Akkoyunlu, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2015, s. 356]. 27 Jean Guilaine – Jean Zammit,The Origins Of War: Violence in Prehistory, Malden: Blackwell Publishing, 2005, s. 108. 28 http://www.metmuseum.org/art/collection/search/549079?sortBy=Relevance&ft=egyptian+bow&offset=0&rp-p=20&pos=2; Erişim Tarihi: 20.01.2016.

17


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

Görsel-6: İspanya Levante bölgesindeki Minateda kayalıklarında okçu tasvirleri 29

Bu durumda, doğru bir yorum yapabilmek için başvurulabilecek tek buluntu, maddî, yani fiziksel yay buluntularıdır. Fakat ilgili maddî buluntuların keşfedildiği coğrafya üzerinden fikir bildirmek de doğru bir yol olamaz. Çünkü Tut’ankhamun mezarında keşfedilen bileşik yay buluntularında olduğu gibi, bulunan bileşik yayların, keşfin yapıldığı bölgeye dışarıdan getirilmiş 30 olma ihtimali bulunmaktadır . Dolayısıyla, ilgili buluntuların, keşfi yapılan coğrafyanın fauna ve florası ile uyumu da önemli bir faktör olarak göz önünde bulundurulmalı, konuyla ilgili yorumlar da bu minvalde yapılmalıdır. Bileşik yay olduğuna kesin bir hüküm verebildiğimiz yayların ilki, İpek yolunun başladığı coğrafya üzerinde bulunan Miran’da keşfedilmiştir. Fakat tespit edilen yayın profesyonel bir kazı ekibi tarafından çıkartılmamış olması, konu ile ilgilenen araştırmacılar arasında şüphelere sebep olmaktadır. MÖ 1500’lere 29

Jean Guilaine–Jean Zammit,The Origins Of War: Violence in Prehis-

tory, s. 108. 30

Wallace Mcleod, Composite Bows from the Tomb of Tutankhamun, s. 35-36.

18


Recep Efe Çoban

tarihlendirilen bu yayları görme ve inceleme fırsatı bulan Andrew Hall ve JackFarrell, bu tarihlendirmenin yüksek ihtimalle yanlış olduğunu, Miran bileşik yaylarının, en erken Piçan krallığı 31 dönemine ait olması gerektiğini düşünmektedirler .

Görsel-7: Miran yayları 32

Yine günümüz Çin’inin Kuzey bölgelerinde (Doğu Türkistan’ın doğusu) çıkarılan bir başka yay kalıntısı ise Guşi kültürü ile ilişkilendirilen Yanghai mezarlarında keşfedilmiştir. Literatürde ‘Yanghai yayı’ olarak geçen bu bileşik yayın MÖ 6. yüzyıl ya da 33 daha geç dönemde imal edilmiş olduğu düşünülmektedir . Bu buluntuların en önemli özelliği, keşfedildikleri coğrafyadan çok

31

Andrew Hall–Jack Farrell,“Bows and Arrows from Miran”, Journal of The Society of Archer Antiquaries, Vol. 51, 2008, ss. 89-98, s. 90. 32 Andrew Hall – Jack Farrell, “Bows and Arrows from Miran”, s. 91. 33 Bede Dwyer, “Scythian-Style Bows Discovered in Xinjiang”, Journal of the Society of Archer-Antiquaries, Vol. 46, 2003, ss. 71-82, s. 73.

19


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

daha uzak bir bölgede ortaya çıkarılmış ve MÖ 4-3. bin arasına tarihlenen Kul-Oba kurganı buluntularında görülen yay tasvirle34 ri ile olan benzerliklerdir . Bize göre bu durum, yani coğrafî olarak birbirinden bu denli uzak bölgelerde maddî kültür unsurlarının açık bir şekilde benzerlik taşıyor olması hususu, özellikle bileşik yayların ortaya çıktığı coğrafyaya dair yapılan öngörüler için temkinli olunması gerektiğini bir kez daha gösteren en önemli emarelerden birisini teşkil eder.

Görsel-8:Yanghai bileşik yayı 35

34

Michael Ivanovitch Rostovtzeff, Iranians and Greeks in South Russia, Oxford: Oxford University Press, 1922, s. 106-107. 35 Bede Dwyer, “Scythian-Style Bows Discovered in Xinjiang”, s. 72.

20


Recep Efe Çoban

Görsel-9: Kul-Oba kurganından çıkarılmış buluntulardaki yay tasvirleri

Avrasya coğrafyasında bulunmuş ve MÖ 1. yüzyıla tarihlendirilen diğer bileşik yay ise günümüz İran topraklarından bulunmuş olup, Yrzi bileşik yayı olarak bilinmektedir. GadRausing bu yay tipinin İran coğrafyasında kullanılan son Hint-Avrupa yayı olduğunu belirtmiş, bölgenin ahalisinin, bu yaydan sonra daha verimli bir yay tasarımı olan İskit yaylarına yöneldiğini 36 ifade etmiştir .

Görsel-10:Yrzi bileşik yayının planı

36

Gad Rausing, The Bow, s. 105.

21


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

Sonuçlar İncelemelerimizde tespit edebildiğimiz erken döneme ait ve kıstaslarımıza uyan bu üç bileşik yay buluntusu, bazı hususları açıklığa kavuşturmaktadır. Öncelikle söylememiz gerekir ki, Mezopotamya üzerinden kurgulanan menşe teorisinin sağlam temellere dayanmamaktadır. Zira eldeki buluntular, hem coğrafî hem de maddî kültürel birikim açısından bu coğrafyanın oldukça uzağındadır. Dahası, başta Mısır’da keşfedilen Tut’ankhamun bileşik yayları olmak üzere savaş arabası ve zırh üretim teknikle37 rinin Hiksoslar vasıtasıyla bölgeye geldiğine dair olan görüş, menşe tartışmalarının Mezopotamya coğrafyasından uzaklaş38 masına sebebiyet vermektedir . Bu durumda elimizdeki veriler, bileşik yayın menşeini doğrudan Mezopotamya’ya bağlama ihtimalini neredeyse sonlandırmaktadır. Diğer taraftan, Miran ve Yanghai yayları, bileşiklikleri açısından tartışılamayacak niteliklere sahiptir. Bulundukları coğrafya üzerinden düşünüldüğünde de, sonraki dönemlerde bileşik 39 yaylar ile özdeşleşmiş askerî yapılanmaya sahip olan Hsien-pi ,

37 Hiksosların menşeine dair tartışmalar devam etmektedir. Konu ile ilgili araştırmaları bulunan William Hayes, Hiksosların Mısırlılar tarafından ‘Hikau-koswet’ yani ‘uzak diyarların hükümdarları’ olarak tanımladıklarını belirtir. Fakat bu isimlendirmenin, Batlamyus dönemi tarihçilerinden Manetho tarafından Hiksos olarak değiştirildiğini ve Hiksosların kendilerini ne şekilde isimlendirdiklerine dair bilgiye sahip olunmadığını ifade eder. Ona göre birçok bilinmeze sahip olan Hiksosların maddî miraslarından çıkarılabilecek tek şey Asyalı göçebe çobanlar olduklarıdır [William Hayes,The Scepter of Egypt-II, New York: Plantin Press, 1990, s. 3-8]. 38 Stefan G. Chrissanthos,Warfare in the Ancient World (From the Bronze Age to the Fall of Rome), Londra: Greenwood Publishing Group, 2008, s. 2. 39 Hsien-pi birliği: Hsiung-nu kavminin ortadan kalkması sonucu Çin’in kuzeyinde ortaya çıkmış olan kabileler birliğidir. Ayrıntılı bilgi için bk. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 82-86.

22


Recep Efe Çoban

40

41

42

Hsiung-nu , Juan-Juan , Göktürk gibi göçebe kavimler, buluntuların keşfedildiği coğrafyalara yakın konumlarda yaşamıştır. Buna rağmen bileşik yayın menşeinin İç Asya olduğuna dair kesin bir yargıya varmak da mümkün değildir. Zira Yanghai bileşik yayına olan benzerliğini ifade ettiğimiz Kul-Oba kurganı buluntuları, İç Asya’dan binlerce kilometre uzaklıktaki Kırım yarımadasında keşfedilmiştir. Dolayısıyla menşe tartışmalarında tek bir yargı yerine, ihtimallerden bahsedilebilir. Bu ihtimallerden ilki bileşik yay teknolojisinin tek bir coğrafyada değil, farklı coğrafyalarda ve birbirinden bağımsız olarak geliştirilmiş olmasıdır. Bir başka ihtimal ise Orta ve Doğu Avrasya civarında keşfedilmiş olan bileşik yayların, ticaret yolları vasıtasıyla yaygınlaşmış olmasıdır. Sonuç olarak denilebilir ki, bileşik yayların ortaya çıktığı coğrafyanın tespiti, üzerinde yaşadığımız gezegenin her karış toprağı arkeolojik çalışmalarla incelenmediği sürece mümkün değildir. Fakat sonraki göçebe kültürlerin maddî mirasları düşünüldüğünde, İpek yolunun kilit noktaları olan İç ve Orta Asya bölgelerinin, bileşik yay teknolojisinin gelişiminde oldukça mühim bir rol oynadığını ifade etmek de elzemdir.

40

Hsiung-nu Ch’an-yülüğü: MÖ 2. yüzyıl ile MS 2. yüzyıl arasında Doğu Avrasya bozkırlarında hâkimiyet sürmüş önemli bir siyasî yapılanmadır. Ayrıntılı bilgi için bk. Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi, Çev. Aykut Kazancıgil ve Lale Arslan-Özcan, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2007, s. 5564. 41 Juan juan (Avar) Kağanlığı: Yönetici uruğunun Moğol dilli olduğu tahmin edilen, asıl adlarına dair kesin bir bilgi sahibi olmadığımız göçebe bir siyasî teşkilattır. Hâkimiyetleri altında bulunan Göktürkler tarafından mağlup edilerek yıkılmışlardır. Ayrıntılı bilgi için bk. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 89-93. 42 Göktürk Kağanlığı: 552 yılı civarında Çin’in kuzeyinde kurulmuş, Türk adını taşıyan ilk göçebe siyasî teşekkülüdür. Ayrıntılı bilgi için bk. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 140-166.

23


Bileşik Yayın Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar

KAYNAKÇA

ARUZ John (Ed), Art of the First Cities, New York: Yale University Press, 2003. BALFOUR Henry, “On the Structure and Affinities of Composite Bow”, The Journal of the Anthropological Institute of Great Britain and Ireland, Vol. 19, 1890, ss. 220-250. CHRISSANTHOS Stefan G,Warfare in the Ancient World (From the Bronze Age to the Fall of Rome), Londra: Greenwood Publishing Group,, 2008. DWYER Bede,“Scythian-Style Bows Discovered in Xinjiang”, Journal of the Society of Archer-Antiquaries, Vol. 46, 2003, ss. 71-82. EMENEAU Murray,“The Composite Bow in India”, Proceedings of the American Philosophical Society, Vol. 97, No. 1, 1953, ss. 77-87. GABRIEL Richard,The MilitaryHistory of Ancient Israel, New York: Praeger Publishers, 2003. GAT Azar,War in Human Civilization, Oxford: Oxford University Press, 2006. GOLDEN Peter, Türk Halkları Tarihine Giriş (Çev: Osman Karatay), İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2013. GONEN Rivka,Weapons and Warfare in Ancient Times, Minneapolis: Lerner Publications Company, 1976. GUILAINE Jean - ZAMMIT Jean,The Origins Of War: Violence in Prehistory, Malden: Blackwell Publishing, 2005. HALL Andrew - FARRELL Jack.,“Bows and Arrows from Miran”, Journal of TheSociety of Archer Antiquaries, Vol. 51, 2008, ss. 89-98. HAMBLIN William,Warfare in the Ancient Near East to 1600 BC, New York: Routledge Taylor & Francis Group, 1970. HAYES William,The Scepter of Egypt-II, New York: Plantin Press, 1990. KÂŞGARLI Mahmud, DîvânuLugâti’t-Türk, Haz: Ahmet Bican Ercilasun ve Ziyat Akkoyunlu, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2015. 24


Recep Efe Çoban

KEEGAN John, Savaş Sanatı, Çev: Füsun Doruker, İstanbul: Gençlik Yayınları, 1995. LONGMAN Christopher - WALROND Henry, Archery, Londra: Longmans, Green and Co., 1894. McLEOD Wallace,“Egyptian Composite Bows in New York”, American Journal of Archaeology, Vol. 66, No. 1, 1962, ss. 1319. McLEOD Wallace, Composite Bows from the Tomb of Tutankhamun, Oxford: Oxford University Press, 1970. MILLER R. - McEWEN E. - BERGMAN C., “Experimental Approaches to Ancient Near Eastern Archery”, World Archaelogy, Vol. 18, No. 2, Weaponry and Warfare, 1986, ss. 178-195. RAUSING Gad, The Bow (Some Notes on Its Origin And Development), Lund: Acta Archaeologica Lundensia, Papers of the Lunds Universitets Historiska Museum Series in 80. No 6. Berlingska Boktryckeriet, 1967. ROSTOVTZEFF Michael Ivanovitch, Iranians and Greeks in South Russia, Oxford: Oxford University Press, 1922. ROUX Jean Paul,Türklerin Tarihi (Çev: Aykut Kazancıgil veLale Arslan-Özcan), İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2007. SEVİN Veli, Assur Resim Sanatı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014. WADLEY Lyn,“A Typological Study of the Final Middle Stone Age Stone Tools from SibuduCave, Kwazulu-Natal”, The South African Archaeological Bulletin, Vol. 60, No. 182, 2005, ss. 51-63. ZUTTERMAN Christopher, “TheBow in the Ancient Near East, A Re-Evaluation of ArcheryfromtheLate 2nd Millennium totheEnd of theAchaemenidEmpire”, Iranica Antiqua, Vol. XXXVIII, 2003, ss. 119-165. http://www.metmuseum.org/art/collection/search/549079?s ortBy=Relevance&ft=egyptian+bow&offset=0&am p;rpp=20&pos=2; Erişim Tarihi: 20.01.2016.

25



BOZKIR EKONOMİSİ VE ÜRETİM ŞEKLİ OLARAK YAĞMA AKINLARI İbrahim Doğukan Dokur ∗

A

sya ve Avrupa kıtalarına baktığımız zaman aslında ayrı iki kıta görmemekteyiz. Avrupa kıtası Asya kıtasının uzayan bir kolu, bir yarımadasıymış gibi görünmektedir. Avrasya doğuda Mançurya'dan başlar, batıda Macaristan ovasına kadar gelir. Kuzeydeki doğal orman sınırı kuzey sınırını belirler. Avrasya'nın güneyinde İran, güney doğusuna doğru gidildikçe Hindistan, Hindikuş ve Tanrı Dağları ön plana çıkarken bunların hemen altında Türkiye büyüklüğünde bir çöl olan Takla-Makan çölü bulunur. Güney sınırını çöller ve uzun sıradağlar oluşturur. Avrasya'nın coğrafi şartları insan hayatı için zorlayıcıdır. Kuzeyinde soğuk karasal iklim hâkim iken, güneyinde hava daha ılımandır. Gece ve gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok keskin olduğundan dolayı çölleşme bozkırın sorunlarından biridir. Uçsuz bucaksız bu kara parçası üzerinde hareket etmek, sanki denizde ilerliyormuşçasına hissettirir. Bozkırın saydığımız bu coğrafi özellikleri insan yaşamı için zordur. Bu yüzden oryantalist bakış açısı bozkır göçebe toplumlarının yerleşiklere kıyasla ilkel olduklarını iddia eder. Bu toplumların sanatsal, kültürel ve iktisadi hayatlarının yerleşiklere nazaran yok denilecek kadar az olduğu görüşünü ortaya atar. Erken dönemlerde insanlar maruz kaldıkları coğrafi koşullara ayak uydurmak zorunda kalmıştır. Tarımla uğraşan yerleşiklerin medeni, hayvancılık ve avcılıkla uğraşan göçebelere barbar ve vahşi gibi sıfatlar verilmesi An-

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, dogukandokur@yahoo.com.


Bozkır Ekonomisi ve Üretim Şekli Olarak Yağma Akınları

1

tik Yunan'dan günümüze kadar gelmiştir. Bu görüş maalesef Batı eksenli tarih yazımının bir parçası olmuştur. Hunları hiç 2 görmemiş olan Ammianus Marcellianus büyük ihtimalle savaş raporlarından aktardığı göçebe Hun tasviri, hem "barbar göçebe" inanışı çerçevesinden tarih yazımını örneklendirmek, hem de göçebelerin bozkır hayatında nasıl yaşadığı hakkında fikir sahibi olmak için güzel bir örnektir:

Asla çatılı evlere sığınmazlar, insanların normalde kullanıma uygun olmayan türbelerden sakındıkları gibi oralardan kaçınırlar. Aralarında sazdan çatılı bir kulübeye sahip olan da yoktur; dağlar ve ormanlar boyunca dolaşır ve beşikten kendilerini soğuğa, açlığa ve susuzluğa dayanmaya alıştırırlar. Yurtlarından uzakta olduklarında bile büyük bir ihtiyaç baskısı olmadıkça hiçbir eve giremezler; ne de çatı altında yaşayan insanların başkaları kadar güvende olduklarını düşünürler. Önlerinde sürülerini otlaklara sürerler ve tüm hayvanlarının ötesinde atlarına özen gösterirler. O ülkede çayırlar her zaman yeşildir ve aralarında meyve ağaçları 3 vardır; böylece nereye giderlerse gitsinler, ne kendileri, ne de hayvanları için ölüm vardır. Bu duruma, topraktaki nem ve bölgeden geçen nehirler neden olmuştur. 4 Heredotos'un İskit ülkesinin iklimiyle ilgili verdiği bilgilerde bozkır coğrafyasının sert koşullarını anlamak bakımından değerlidir:

Ülkede kış mevsimi çok sert geçer. Sekiz ay boyunca soğuk bir hava vardır. Geri kalan dört ay ise yazdır. Ancak yaz mevsim1

Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 33. 322-400 yılları arasında yaşadığı düşünülen Antakya doğumlu Romalı müellif. Uzun dönemler Roma ordusunda askerlik yapmış ve imparatorluğun hem doğu hem de batı cephesinde bulunmuştur. Res Gestae adlı 31 kitaptan oluşan ve Roma tarihini anlatan eserinden sadece 14 31 arası elimize geçmiştir. 3 Bu bahsedilen meyve ağaçları Karadeniz’in kuzeyinde bulunan Kırım bölgesinde ve İsveç'e işaret etmesi muhtemeldir. Golfstream sıcak hava akıntısı İsveç'te meyve üretimine olanak sağlarken Karadeniz'den gelen yumuşak hava akıntısı da Kırım'da meyveye olanak sağlamıştır. 4 Marcellinus, The Roman History of Ammianus Marcellinus, s. 578. 2

28


İbrahim Doğukan Dokur

leri bizim bildiğimizden farklıdır. Örneğin biz de yazları yağmur yağmazken, Skyth ülkesinde kışın yağmur yağmaz ama yazın çok fazla yağar... 5 İşte zorlu coğrafi şartlar altında hayatta kalma mücadelesi veren bozkır insanından bahseden oryantalist düşünce göçebelerin entelektüel hareketlerinin olmadığı iddiasını bu bakış açısına dayandırır. Bu bakış açısının haksız yanları olmadığı gibi abartıldığı kuşkusuzdur. Coğrafyaya bağlı hayat tarzları insanları bambaşka üretkenliklere yöneltmiştir. Mezopotamya, Çin, Mısır, İran gibi bölgelerde yaşamış insanlarla, Avrasya bozkır kuşağında, Sibirya'da yaşamış insanların medeniyet tarihine yaptıkları katkıları tek bir açıdan inceleyerek, bir tarafı yüceltirken diğer tarafı yermek yanlış bir tutumdur. Her kavim kendi ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmış ve bu doğrultuda ilerleme kat etmiştir. Bozkır insanının gelmesiyle kalkındırıp güzelleştirdiği çok fazla toprak bulunmaktadır. Bunun en güzel örneğini Selçuklu eserle6 rinde görülmektedir. Bozkır iktisadi hayatını tek bir üretim şekline dayandırmak yanlış olur. Fakat bozkırın temel geçim kaynağını hayvancılığa 7 dayandırmak yerinde bir tespit olur. Arkeolojik kazılar ve yazılı kaynaklar da bu görüşü destekler niteliktedir. Bozkırdaki hayvan besiciliğinde iki önemli hayvan ön plana çıkmaktadır: at ve koyun. Bu iki hayvanın bozkır yaşamındaki yerlerinin önemli olmasının sebepleri vardır. At bozkırda mesafeleri kısaltan bir araç olarak karşımıza çıkar. At aynı zamanda bozkır ordularının süvari birliklerini oluşturmasında ve dönemin harp teknolojisinde ön plana çıkmalarında önemli bir unsurdur. Atı sadece bir binek hayvanı olarak kullanmayan bozkır insanı onun etinden ve sütünden de yararlanmıştır. Mayalanmış kısrak sütü olan kımız günümüzde hala tüketilmektedir. Atın ve hayvancılığın bozkırdaki değeri hakkında Kazak Hanı Kasım Han'ın şu sözleri dikkate değerdir: “Biz bozkır insanıyız. Bizim en değerli varlığımız atla5

Heredotos, Tarih, s. 308, 309. Karatay, “Göçebe Toplumu ve Türklük”, s. 5. 7 Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 304. 6

29


Bozkır Ekonomisi ve Üretim Şekli Olarak Yağma Akınları

rımızdır, en sevdiğimiz yemek at eti, en sevdiğimiz en sevdiğimiz içecek atlarımızın sütünden yapılan içeceklerdir. Ülkemizde bağ, bahçe ve bina yoktur ve en sevdiğimiz uğraşta sürülerimizi gütmektir.” Koyun ise bozkırda yaşamını sürdürebilen hayvanlardan biridir. Karasal iklime dayanıklı olan bu hayvan çok geniş bir ot tüketim yelpazesine sahip olduğu için tercih edilir. Koyunun 15 8 17 cm’nin altındaki bitkilerle otlayabilmesi önemlidir. Giderinin az olmasının yanında getirisinin çok olması koyunun değerini daha da artırmıştır. Koyunun etinden, sütünden, kılından, kemiklerinden yararlanıldığı gibi binicilik ve süvarilik eğitimine 9 giren ufak yaştaki çocuklar bu işe koyun sırtında başlatılırlardı. Büyükbaş hayvanların göçebe bozkır kavimlerinde tercih edilmemesinin en büyük sebebi onların bu coğrafi koşullara ayak uyduramamasından kaynaklanmaktadır. Sığır tarıma elverişli bölgelerde oturanların tercih ettiği bir hayvandır. Kuzeye doğru Sibirya bölgesine çıkıldıkça ren geyiği sürülerine de rastlamak mümkündür. Domuz ile ilgili olarak kaynaklar şunu aktarır: “… Türkler tarihleri boyunca (Tunguzlar hariç) domuz beslememiş, 10 etini yememişlerdir.” René Grousset bozkır tarihinin tanımını yaparken "En güzel otlakları ele geçirmek için itişip kakışan ve bazı hallerde gezinmeleri asırlar süren hayvan sürülerini yaylak ve kışlaklar arasında getirip götüren Türk-Moğol Kavimlerinin tarihinden ibarettir ve tabiat bu kavimlere bu engin bozkırlarda at sürmek için gerekli her şeyi, fiziki yapıyı ve hayat tarzını vermeyi de ihmal etmemiştir" şeklinde yaparak hayvancılığın bozkır iktisadi yapı11 sındaki yerine vurgu yapmıştır. Bozkırda hayvancılık temel geçim kaynağı idi fakat tek geçim kaynağı değildir. Bozkır iktisadi sisteminde üretim şekillerini önem sırasına koyma gereği duyarsak, birinci sıraya hayvancılığı koyduktan sonra ona yardımcı olarak avcılığı vermek yerinde olacaktır. 8

Khazanov, Göçebeler ve Dış Dünya, s. 134. Onat vd.,Han Hanedanlığı Tarihi Hsiung-Nu (Hun) Monografisi, s. 2 10 Eberhand, “Eski Çin Kültürü ve Türkler”, s. 21. 11 Grousset, Bozkır İmparatorluğu, s. 19. 9

30


İbrahim Doğukan Dokur

Avcılık insanlık tarihi kadar eski olduğundan dolayı onu en eski meslek gruplarından biri yapmaktadır. Tonyukuk yazıtının güney cephesinin ilk cümlesi şu şekildedir: "Kiyik yiyü, tabışgan yiyü olurur irtimiz." "Geyik yiyerek tavşan yiyerek oturuyorduk." 12 Hayvancılık, avcılık ve toplayıcılıktan dolayı bozkırın temel besin kaynağı ettir. Zaten bozkırda ot hayvanlara bile yetecek kadar çok değildir. Avcılık ve hayvancılığın ortak özelliği gezip dolaşmayı öngörür. Biri av peşinde koşarken diğer otlak peşinde koşar. Avcılık için aslında hayvancılığın bir B planı olduğunu söylemek yerinde olur. Çünkü hayvan sürülerinin başına ne gelebileceğini kimse kestiremez. Bir salgın, düşmanın bir baskını, verimli mera bulunamayışı gibi haller hayvancılığın hassas dengesini bozduğu zaman avcılık ön plana çıkar. Avcılık sadece bir üretim şekli değil bozkır insanının savaşçı kimliğini canlı tutmasında önemli bir idman sahası olmuştur. Hükümdarlarında katıldığı büyük sürek avları bunları en önemli ve geniş çaplısıdır. Cengiz yasalarında askerler "tok köpekten kötü av beklenir" 13 diyerek yarı aç bırakılır. el-Cahiz Türklerin avcılıkla ilgili marifetlerini şöyle anlatır:

Türk, vahşi hayvana, kuşa, havadaki hedefe, insana, çömeltilmiş veya yere konmuş hayvandan hedeflere, avının üzerine pike yapan kuşlara ok atar. O, hayvanını hızla sürdüğü halde, öne, arkaya, sağa ve sola, yukarıya ve aşağıya ok atar… 14 Avlanan hayvanlara yapılan muamele beslenenlere yapılandan farksızdır. Avlanan hayvanların sadece etleri kullanılmamış aynı zamanda derileri, hayvanına göre boynuzlarından, kürkünden, kemiğinden değişik aletler yapılmış ve gerek ticarette gerek gündelik hayatta kullanılmıştır. Bu ticari faaliyetler avcılığı bozkırın iktisadi sisteminin bir parçası haline getirmiştir. Bozkır ekonomisinde bir diğer geçim kaynağı ise tarımdır. Bozkır topraklarının çok büyük bir bölümü tarıma elverişsizdir. 12

Ergin, Orhun Abideleri, s. 92. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, s. 324. 14 el-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, s. 79. 13

31


Bozkır Ekonomisi ve Üretim Şekli Olarak Yağma Akınları

Hayvancılık ve avcılığın ön plana çıkmasındaki sebeplerden biride budur. Bozkırda tarım coğrafyanın müsaade ettiği kadar yapılabilmekteydi. Tarımın az yapılması tarımın bilinmediğine işaret etmez. Kaynaklarda bozkırlıların tarım yaptığına dair birçok delil bulunmaktadır. Kıtayların isyanını bastırmada Çinlilere yardım eden ve zafer kazanan Göktürk hükümdarı Kapgan Kagan Çin’in iç işlerine kadar karışmaya başlamıştı. Bu durum dostu Sogdluların tarım yapması ve tarım alanlarının kullanılması için Çinlilerden yüz bin ölçek darı, üç bin takım tarım aleti ve 15 birkaç on bin chin demir istemesine olanak sağlamıştı. Türk dilindeki tarımla ilgili terimlerin bol olması onların tarımı bildiklerine ve tarımla haşır neşir olduklarına örnektir. Dildeki tarımla ilgili kelimelerin bolluğundan dolayı işaret ettiği coğrafyaya baktığımız zaman karşımıza tarıma uygun bir Orta Asya coğrafi 16 bölgesi çıkmaktadır. Heredotos'un tarım yapan bir kavim olarak tanımladığı İskitler büyük ihtimalle ülkelerinin Kuzey bölge17 sinde çavdar ekmişlerdir. Sencer Divitçioğlu Yenisey yazıtlarında sık sık tekrarlanan "kuyda gonçuyımka özide oğlımka adrıldım" yani "su kenarındaki karımdan, koyaklardaki oğlumdan ayrıldım" cümleden yola çıkarak eski Türklerde cinsiyete dayalı bir iş bölümünü olduğuna işaret eder. Kadınların su kenarında tarım yaptığını erkeklerin 18 ise çobanlıkla uğraştığı şeklinde yorumlar. Bozkırın bir diğer geçim kaynağı ise ticarettir. Bozkırlılar ticarete büyük ehemmiyet vermişler ve ticari ilişkiler ülkelere göre farklılıklar göstermiştir. Çin’den ipek, kumaş ürünleri alınırken, Roma’dan diğer ihtiyaç malzemeleri ve tahıl gibi ürünler gelmiştir. Bunun karşılığında ise Bozkır’dan başta at olmak üze19 re, hayvan, deri, kürk, hayvani gıdalar satmışlardır. Ticaret ihtiyaçtan dolayı hayati bir önemde olmuştur. Çünkü bozkırda 15

Taşağıl, Göktürkler I-II-III, s. 324. Karatay, Türklerin Kökeni, s. 154. 17 Grakov, İskitler, s. 94. 18 Divitçioğlu, Kök-Türkler, s. 229. 19 Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.312. 16

32


İbrahim Doğukan Dokur

üretemedikleri malzemelere ya bu yolla sahip olacaklar ya da savaşarak elde edeceklerdi. Göktürklerin yerleşik komşularından ipek, pamuk ürünleri, tahıl, altın ve gümüş mücevher ve tarım 20 aletleri aldığını bilmekteyiz. Köle ticareti ise bozkırın yapısı nedeniyle farklı şekillenmiştir. Bozkır fazla nüfusu kaldırmaz. Bu nedenle esir düşenlere kurtulması için iki seçenek sunulur: ya bize katıl ya da haber gönder fidyeni versinler. Ticaret yolları bu işin kalbinin attığı yerdir. Bu sebepledir ki Türkler Çin’den başlayıp Akdeniz kıyılarına kadar giden meşhur İpek Yolu’nun hâkimiyeti için Çinliler başta olmak üzere birçok kavimle mücadeleye girmiştir. Bu gelir kaynağı için sadece bozkırlılar değil bu yolun yanında olan bütün kavimler birbirleri ile mücadele etmişlerdir. Bu yolları kullanan kervanlardan alınan vergi ve haraç önemli bir gelir kaynağıdır. Cengiz Han'ın Harezm'e gönderdiği Müslüman tüccarları yine bir başka Müslüman olan Otrar valisi tarafından katledilmesi 21 sonucu Cengiz büyük Harezm seferine karar verir. Bu ticarete verine öneme büyük bir örnektir. Çünkü bu pazar yerlerine, yerleşikten ziyade göçebenin ve bozkırlının daha çok ihtiyacı vardır. Ticaret şehirler açıksa barış vardır. Ticaret durduğu zamansa savaş vardır. Atilla'nın Doğu ve Batı Roma ile yaptığı anlaşmaların maddelerinden her biri çoğu zaman ticaret şehirleri 22 ile ilgili olmuştur. Hayvancılık, avcılık, toplayıcılık, tarım ve ticaret bozkırın temel geçim kaynaklarıdır fakat hiçbir zaman yeterli olmamıştır. Bozkırlı hiçbir zaman kendine yetememiştir ve her zaman dışarıdan savaş ya da barış yoluyla bir şekilde ihtiyaçlarını temin etmek zorundadır. Varlık savaşında olan bu insanların kendilerini savaşçı kavimler olarak geliştirmemeleri yanlış olurdu. Doğal olarak savaş bu insanlar için artık bir üretim şekli haline gelmiştir. Bu yüzden eski bozkır kavimlerinin üretim şekli olarak savaş

20

Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 179. Karatay, “Göçebe Toplumu ve Türklük”, s. 5. 22 Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, s. 151. 21

33


Bozkır Ekonomisi ve Üretim Şekli Olarak Yağma Akınları

üst başlığı, alt başlık olarak yağma seferlerini eklemek doğru olacaktır. Geçimi sağlayacak minimum düzeyde üretim maalesef bozkırda her zaman mümkün değildir. Varlıklarını devam ettirebilmek için ek gelirlere ihtiyaçları vardır. Arabalarının üstünde göç eden "barbarlar" yerleşiklere savaş alanında üstünlük sağlarlar. Göçebelerin ordularına karşı başarı sağlayamayan yerleşikler kimi zaman hediye adı altında haraç ödemiş kimi zamanda yağma seferlerine maruz kalmışlardır. Yağmalar bir üretim kaynağı ve bir gelir genişlemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle bozkırlının saldırganlığını tarif edilemez bir vahşilik içgüdüsüne bağlamak yerine bir geçim kaygısı olarak görmek daha makul 23 olacaktır. Yağmaları karşılıksız mal ve mülk olarak betimlemek doğru olmayacaktır. Mutlaka bu yağmalar sırasında can kaybı yaşayan yağmacılarda olmaktadır. Yağmalar birçok farklı yere farklı şekillerde yapılabilmekteydi. Ticaret yollarının kontrolü eldeyken bu yolu kullanan kervanlardan alınan vergi ve haraç önemli bir gelir kaynağı iken savaş zamanlarında bu kervanlara yapılan yağmalar önemli bir gelir kaynağı olarak ön plana çıkmıştır. Ticaret yollarına yapılan yağmaların yanı sıra lokma olarak görülen sınırda tarımla uğraşan savunmasız köylülerde ayrı bir yağma noktasıdır. Çin'de Han Hanedanlığı zamanında Hsiung-nu'ların sınırlarına yaptıkları birçok yağma akınlarından bahsetmiştir. Barış zamanında bile Mo-tun halkının akın yapmasına karşı duramamıştır. Çünkü bu 24 akınlar onlar için bir geçim kaynağı olmuştur. Yağma seferleri özellikle bozkır devletlerinin kuruluş aşamasında hayati önem taşır. Orhun abidelerinde İkinci Kök-Türk Devletinin kuruluş yıllarında halkın ihtiyaçlarını gidermek için yapılan yağma seferlerine, diğer bir adıyla doyumluk seferlere örnek Kültigin Anıtının Doğu yüzünün 28. ve 29. satırında geçer:

Ben kendim kağan oturduğumda, her yere gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak, çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleye23 24

34

Bozdemir, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları, s.12. De Guignes, Büyük Türk Tarihi, Cilt 2, s. 163.


İbrahim Doğukan Dokur

yim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, ... savaştım. Ondan sonra. Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. 25 Atın hayati önem taşıdığı bozkır insanı doğal olarak yerleşiklere nazaran çok daha hızlıdır. Lakin bu hızını kaybettiği zaman yerleşikle arasında çok bir fark kalmaz. İşte bu anı göçebelerin en zayıf olduğu zaman olarak adlandıran Jean Paul Roux durumu şöyle ifade eder:

Göçebelerin tehlikede olduğu anlar, savaş ganimetleriyle yola koyuldukları anlardır. Hareketlerinin esnekliği ve hızlılığından kazandıkları avantajları bu durumda yok olur. Kervanlar yavaştır. Geri çekilirken hiçbir kuvvetin onları durduramadığı doğrudur. Geri çekilirken hiçbir kuvvetin onları durduramadığı doğrudur. Ama eğer bu kadar ağır bir biçimde cezalandırıldıktan sonra bile kendinde hala bir şey yapma ve onların kervanlarını yakalama enerjisi bulan birileri olursa arabalarını çember biçiminde getirip saldırılara bu şekilde karşı koymaktan ve siperlerinin sağlamlığına güvenmekten başka çareleri kalmaz. 26 Yağmala işlemi her zaman safi gelir elde etmek amacıyla yapılmamıştır. Çıkılan büyük seferlerde yapılan yağmalama işlemlerinin farklı fonksiyonları vardır. Bir kalenin veya şehrin ele geçirildikten sonra içindeki mallarının yağmalanması gelir elde etme açısından yağmaların karakterine uymaktadır. Lakin öncü kuvvetlerin bir bölgeye saldırmadan önce bölgeyi savunmasız hale getirmek için çevre köylere ve evlere yaptıkları yağmaların bir numaralı nedeni fethi kolay hale getirmek ve düşmanı erzaksız bırakmaktır. Şehirlerin büyüklüklerine göre yağma süresinde de farklılıklar olmuştur. Moğolların Cend şehrini yağmalamaları

25 26

Ergin, Orhun Abideleri, s. 18. Roux, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, s. 41.

35


Bozkır Ekonomisi ve Üretim Şekli Olarak Yağma Akınları

27

dokuz gün sürmüştür. Bu büyüklük ebat ve zenginlik olarak değişebilir. Eski Türklerin yağma yapmayan ve sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi aksettirmek tarihe ve tarih bilimine ihanettir. Devrin şartlarına göre düşünerek olayları yorumlamak tarihçinin bir numaralı görevidir. 20. yy insanı elinden geldiğince bu dönemin insanını anlamaya gayret etmeli ve bunu neden yaptığı kanıtların ışığında ortaya koymalıdır. Bozkır insanı çok büyük bir keyifle mi göç ediyordu? Bozkırlı keyfinde mi canını hiçe sayarak yağma seferine çıkıyordu? Tabi ki hayır. Oda büyük ihtimalle ailesiyle birlikte huzur bir hayat geçirmek istiyordu. Fakat elinde olanlar hayatını devam ettirmek için yeterli değildi. Sonuç olarak göçebeler, hayvancılık ve avcılık yaparken aslında bir üretim yapmaktadır. Onlar birbiri ile buluşmazsa telef olacak iki farklı kaynağı birleştirerek bir üretim şekli ortaya koymaktadırlar. Eğer koyun ve at bozkırda yetişen otu yemezse telef olacaktır. Hayvanların telef olması sahibinin de telef olması anlamına geleceği için yukarıdaki tanım yerinde fakat eksik bir tanımdır. Örnek vermek gerekirse verimli bir toprakta çiftçi olmasa bile orada yine buğday ya da arpa yetişmeye devam edecektir. Çiftçinin orda yaptığı tek şey bu yetişen mahsullerin daha verimli olması için gerekli bakımı yapmasıdır. Bu açıdan baktığımız zaman yerleşiğin yaptığı bir üretim aslında yoktur. O zaten üretim halinde olan bir bölgeye gelir ve parazit şekilde yaşar. Göçebelerin avcılığını, toplayıcılığını, hayvancılığını ve yağmalarını asalak yaşam olarak gören ve dışa bağımlı asalak bir iktisadi sistem olarak yorumlayan yerleşikler, aslında bir karış toprağa mahkûm kaliteli asalaklardır.

KAYNAKÇA

AHMETBEYOĞLU Ali, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara, 2001. AMMIANUS Marcellinus, The Roman History of Ammianus Marcellinus, Çev. C. D. YONGE, B. A. , Londra, 1984. AVCIOĞLU Doğan, Türklerin Tarihi, 1. Kitap, Ankara, 2006. 27

36

D’Ohsson, Moğol Tarihi, s. 99.


İbrahim Doğukan Dokur

BOZDEMİR Mevlüt, Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları, Ankara, 1982. D’OHSSON A. Konstantin, Moğol Tarihi, Çev. Bahadır Apaydın, İstan-bul, 2008. DE GUİGNES, Joseph, Büyük Türk Tarihi, 2. Cilt, İstanbul, 1976. DİVİTÇİOĞLU Sencer, Kök Türkler, İstanbul, 1987. EBERHARD Wolfram,“Eski Çin Kültürü ve Türkler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi -DTCF Dergisi, Çev. İkbal Berk, Cilt. 1, Sayı. 4, Ankara, 1943, s. 19-29. EL-CAHİZ Ebu Osman Amr b. Bahr, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türkler’in Faziletleri, Çev. Ramazan Şeşen, Ankara, 1988. ERGİN Muharrem, Orhun Abideleri, 45. Basım, İstanbul, 1980. GOLDEN Peter B.,Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. O. Karatay, Ankara, 2012. GRAGKOV B.N., İskitler, Çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2008. GROUSSET Rene, Bozkır İmparatorluğu, Çev. Dr. Reşat Uzmen, İstanbul, 2006. HEREDOTOS, Tarih, 1. Basım İstanbul, 2007. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, 26. Basım, İstanbul, 2005. KARATAY Osman, “Göçebe Toplumu ve Türklük”, Turan, Sayı 15, İstan-bul, 2011, s. 1-9. KARATAY Osman, Türklerin Kökeni, 4. Basım, Ankara, 2012. KHAZANOV Anatoly M., Göçebeler ve Dış Dünya, Çev. Ömer Suveren, İstanbul, 2015. ONAT Ayşe - Orsoy, Sema - Ercilasun, Konuralp, Han Hanedanlığı Ta-rihi Hsiung-Nu (Hun) Monografisi, Ankara, 2004. ROUX Jean-Paul, Türklerin Tarihi, İstanbul, 1997.

37



TÜRK KAYNAKLI ESERLERDE İT BARAK HALKI Emre Erzincan ∗

O

ldukça zengin destan kültürüne sahip Türklerin, çeşitli sahalarda ve zamanlarda meydana getirdikleri destanlar içerisinde en kadim ve en muhteviyatı geniş olan Oğuz Destanı’dır. İslamiyet öncesi ve sonrası birçok nüshaları bulunan Oğuz Han’ın hayatını anlatan Oğuz Destanları; çeşitli zamanlarda çeşitli toplumlarda ortak bir kültür aracı haline gelmiş ve de birçok Oğuzname günümüze kadar ulaşmıştır. Türk Tarihinin karanlık devirlerini bir nevi bizlere aydınlatan, bizlere eski Türk medeniyetlerinin; sosyal hayatını, inanç sistemlerini, düşüncelerini, kültürlerini, törelerini, soyut ve somut tüm imgelerini aktaran Oğuznameler, Türk tarihinin en önemli ögelerinden birinin yerini tutar. Türkler tarihin en eski, en hareketli kavimlerinden biridir. Atı ehlîleştiren Türkler yüzyıllar boyunca; Çin’e, Hint’e, Irak’a, Bizans’a ve Avrupa’ya akın etmişler, buralarda kısa veya uzun, büyük ya da küçük devletler kurmuşlardır. Türkler, denilebilir ki, tarihin en “destani” kavimlerindendir. Oğuz boylarının milattan önce başlayan savaşları, Oğuz Kağan etrafında teşekkül eden, yüzyıllar boyunca sözlü edebiyatta yaşadıktan sonra yazı1 ya geçen çeşitli destanların konusunu teşkil etmiştir. Tarih boyunca bu kadar çok savaşan, iklim şartları ile mücadele eden, yayılım politikası ile konargöçer bir hayat yaşayan Türklerin, doğası gereği anlatacağı çok şey olmuş ve bunlar özellikle Oğuznameler yolu ile eksiği ya da fazlasıyla nesilden nesile aktarıl-

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, emre.erzincan@ege.edu.tr 1 Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, Dergah Yayınları, s 17, İstanbul, 1979.


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

mıştır. Türkler oldukça zengin bir sözlü gelenek ve devlet destanları var etmeleriyle tanınmaktadırlar. Konumuzun başlığından anlaşılacağı üzere tek bir Oğuzname üzerinden bir tahlil yapmak bizi çok disiplinli bir sahada sağlıklı bilgilere ya da önermelere ulaştırmayacaktır. Ancak konuyla ilgili araştırma yapıldığında birçok Oğuzname yazmasının olduğunu görmekteyiz. Türk tarihinde birçok millet ve kültür bu kadim ve değerli mirası kendi dünyasından aktarmış ve sonucunda özellikle Tarih ve Halk bilimin sahasında bu durumun tasnifi için Oğuznamecilik kavramı oluşmuştur. Bu durum çeşitli millet ya da onları temsilen kişilerin Oğuznameleri orta çağda kaleme almasıyla ortaya çıkmıştır. Genel anlamda ortak tema Oğuzların soyunun ortaya çıkışını, yapılan seferleri, uygulanan töreleri, devlet anlayışını, yaşayışlarını, inançlarını ve kahramanlık hikâyelerini anlatsa da her biri birbirinden farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar; içerikte, işaret edilen coğrafyalarda, inanç sistemlerinde ve törelerin uygulanmasında kendini gösterir. Neyse ki bu farklılıklar konumuz itibari ile İt- Baraklar ve bahislerinde pek farklılaşmaz. Türk kaynaklı eserlerde İt-Barakları aradığımızda en önce Oğuznamelerde buluruz. Bu noktada yapılması gereken birçok yazması bulunan Oğuznamelerin hangi yazmasını ya da yazmalarını ele alacağımız hususudur. Oğuznamelere bakıldığında farklı tarih ve coğrafyalardan türemiş yazmalar ile karşılaşırız. Bunlar başlıca şu şekildedir: Uygur harfli Oğuz Kağan destanı (13. asırda yazıldığı tahmine ediliyor), Reşideddin Oğuznamesi (1303’te yazılmıştır), Şecere-yi Terakime (1660’da yazılmıştır) ve Şecere-yi Türkî Oğuznamesi, Tarih-i Cihangüşa Oğuznamesi (Cengiz Han Oğuznamesi), Yazıcıoğlu Oğuznamesi (1436’da yazılmıştır), Manzum Oğuzname (Uzunköprü Oğuznamesi), Kazan Oğuznamesi ve Andalıp Oğuznamesi. Buradan da anlaşılacağı üzere Oğuznameler çeşitli dönemlerde çeşitli Türk menşei olan milletlerden türemiştir. Hepsi ortak unsurlar taşır fakat değişimler görürüz ancak İt-Baraklar unsuru Uygur yazması hariç ortak bir temadır ve değişmeyen ifadeler ile anlatılır. Şimdiye kadar yapılan çalışmalara bakıldığında; Oğuz Han’ın tarihi bir 40


Emre Erzincanlı

şahsiyet olup olmadığı, Oğuznamelerdeki olayların nerede ve ne zaman teşekkül ettiği hususu tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Tam olarak bunu okuyabilmek te oldukça zordur. Faruk Sümer Türklerin en eski yurdu olarak kabul ettiği “Talas” (Taraz) ve “Sayram” bölgeleri ve buna yakın yerler olan Baykal-Aral gölleri arasını kabul ettiğinden, destanda geçen yerlerin buralar oldu2 ğunu öne sürmektedir. Yine bu hususta Fuad Köprülü; Oğuz Yazmalarının, Hunların (Hiung-nu) milattan önceki tarihlerden bakiyeler taşıdığını, Göktürklerden başlayarak Selçuklulara kadar olan tarihi olaylara paralel olarak destanın da gelişmeler olduğunu savunarak, Oğuzname’nin milattan önceki zamanda 3 ortaya çıktığını düşünür. 13. asırda Orta Uygur Türkçesi ile yazıldığı iddia edilen Oğuzname elimizde bulunan en eski Oğuznamedir. Çevirisinin Orta Uygur Türkçesinden günümüz Türkçesine, Reşid Rahmeti Arat tarafından yapılıp, 1936 yılında yayınlanan eser diğer tüm Oğuznamelerin kaynağı konumundadır, tabii bu konuda kesin bir yargı yoktur. Paris Kütüphanesi’nde saklanan el yazmasından çevirisinin yapıldığı eserde başta, ortada ve son bölümlerinde eksikler vardır. Uygur yazması olarak adlandırılan eserin ayrıca İslamiyet öncesi Türk Dünyasını anlatması açısından da oldukça önemlidir. Uygur yazmasında, Oğuz’un İt-Baraklarla olan karşılaşması ve savaşı değinilmemiştir. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan eserlerin tümünde Oğuz Han’ın İt-Barak ya da Kıl-Barak münasebeti anlatılmıştır. Bu temas diğer tüm Oğuznamelerde Oğuz Han’ın ilk seferlerinde anlatılır dolayısı ile Uygur yazmasındaki başta bulunan eksik kısım bazı soru işaretleri doğurmaktadır. Bir asır sonrasında Reşîdüddîn Fazlullah-ı Hemedânî tarafından kaleme alınacak olan eserde bu eksikler mi tamamlanmış olabilir mi? Reşîdüddîn ilk yazmanın tamamına sahip miydi?

2

Faruk Sümer, “Oğuzlara ait Destani Mahiyette Eserler”, AÜDTFC Dergisi, c 17, s 3-4, Ankara, 1959, s361 3 Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyat Tarihi, İstanbul, 1926, s.63-64

41


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

Elbette bu sorular hiçbir zaman kati cevaplar bulamayacak ama bir gerçek yargı var ki Zeki Velidi Togan’a göre Reşîdüddîn kendisinden daha önceki bir yazmaya sahipti ve Tarih-i Oğuzân 4 ve Türkân’ı yazarken bu eserden faydalanmıştı. Reşîdüddîn’in Cami’üt-Tevarih adlı eserinde; Hz. Âdem’den Reşîdüddîn’in yaşadığı döneme kadar olan hadiseler ansiklopedik şekilde ortaya konulur, eserin ikinci cildinde yer alan “Tarihi Oğuzân ve Türkân” bölümünde ortaya sunduğu farsça eser sonraki tüm ortaya çıkan Oğuzname yazmalarıyla oldukça benzerdir. Tezimde üzerinde durduğum İt-Barak bahsi en geniş şekliyle Reşîdüddîn Oğuznamesi’nde mevzu bahis edilir. Kabul görmüş olacak ki Uygur yazmasında olmayan bu İt-Barak ya da Kıl-Barak bölümü, sonra yazıldığı kabul edilen diğer tüm Oğuznamelerde kendisine yer bulur ve hadiseyi değiştirmeyecek şekilde az bir farklılıkla ortaya konulur. Buradan hareketle diğer Oğuznamelere de değinmek kaydı ile İt-Barakların Oğuznamedeki yerini Reşîdüddîn’in “Tarih-i Oğuzân ve Türkân” bölümünden nakledeceğim. Bu bölümü “Oğuz Kağan Destanı” adlı eserinde en kapsamlı şekilde ele alan Zeki Velidi Togan’dan alıntı yaparak aktaracağım.

Kıl-barak dünyanın karanlık tarafında bir ülkedir. Bu kavmin erkekleri kara renkli, çirkin yüzlü ve köpek gibi, kadınları ise temiz yüzlüdürler. Oğuz onların yakınlarına gelince dokuz atlıyı onlara elçi olarak gönderdi. Dedi ki: pek çok şehir ve ülke bize il olup, itaat etmiş, vergi vermeyi kabul etmişlerdir. Eğer siz de illiği ve vergi vermeyi kabul edip söz verirseniz ne ala; aksi halde savaş ve dövüşe hazır olunuz ki hemen geliyoruz. Onlar elçilere şu şekilde cevap verdiler: Siz dokuz kişi eğer bizden iki kişi ile savaşır ve galip gelebilirseniz vergi vermeyi kabul ederiz. Yenilirseniz buradan geri döneceksiniz. Elçiler bu şekilde karşılıklı dövüş teklifini reddettiler ve dediler ki: Mademki dövüşmek istiyorsunuz, bizden iki, sizden de iki kişi dövüşsün. İtBarakların âdeti şöyle idi: dövüş olacağı zaman iki havuzdan 4

Zeki Velidi Togan, Oğuz Kağan Destan Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, s. 117-118, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1982.

42


Emre Erzincanlı

birisini kara birisini de ak tutkalla doldururlardı. Dövüşten önce ak tutkal havuzuna çıplak olarak girerler, bu tutkal onların kıllarına yapışırdı. Bu havuzdan çıkınca beyaz kumda yuvarlanırlardı. Oradan kara tutkal havuzuna girerler ve kara kum üzerinde yuvarlanırlardı. Bu madde üç defa vücutlarında kuruduktan sonra, gövdelerine hiçbir silah tesir etmezdi. Kıl-Baraklardan dövüşe giren bu iki kişi böyle yapıp Oğuz’un iki elçisi ile vuruşmaya başladılar. Silahlarla gövdelerine yapılan vuruşlar hiç tesir etmedi. Sonunda bu iki elçi onların elinde öldüler. Yedi kişi de oradan dönerek durumu Oğuz’a anlattılar. Oğuz buna hiç aldırış etmeyerek Kıl-Baraklara karşı gidip savaştı. Düşmanlar galip geldiler ve Oğuz’un askerlerinden çoğu öldürüldü diğerleri de dağıldılar. Oğuz bu işte savaş ve mücadelenin fayda vermeyeceğini anladı. Döndü ve büyük bir ırmağa geldi. Askeri bir kısmı bunu gemi ve sallara binerek, bir kısmı da yüzerek geçtiler. Kıl-Baraklılar köpekler gibi çıplak ve yaya olduklarından onların bu ırmağı geçmeleri imkânsız idi. Oğuz –iki su arasına- indi ve perişan olup dağılan askerlerini toplamak için orada yerleşti. Oğuz’un adamlarından biri tesadüfen Baraklılar arasında kalmış ve kadınlar arasında gizlenmişti. Bu kadınların kocaları pis vücutlu, çirkin yüzlü ve köpek gibi olduklarından kadınlar onu çok beğendiler ve hepsi yanına toplandılar. Onula münasebeti arzu ettiler ve bir hediye olarak, onların büyüğü olan İt-Barak’ın kadını huzuruna götürdüler. Kadının bu erkekle konuşması ve münasebeti çok hoşuna gitti. Çünkü kendisi kocası ile temasta bulunamadığından çok kederleniyordu. İt Barak’ın karısı bu cinsi arzusu ve sevinci yüzünden Oğuz’un tarafına meyil gösterdi ve gizlice elçi göndererek: Eğer düşmanı yenip ülkesini almak istiyorsanız tutacağınız yol şudur diye haber gönderdi. Demirden dikenli çiviler yaptırınız ve askerlerinizden her biri bu demir dikenlerden bir miktarını terkiye bağlansınlar ve savaşta bunları düşman üzerine serpsinler. Fakat kendi atlarınızın ayaklarına bu dikenli demir parçalarından zarar gelmemesi için uygun nallar yaptırmalısınız. Sonra da düşmanların burunları ve vücutlarının kenarları çıplak ve tutkalsız olduğundan oralarına ok yağdırınız. Oğuz bu durumu öğrenince çok 43


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

sevinip memnun oldu ve bu ki su arasını kendine üs edindi. Gemiler yaptırdı ve yakışıklı kimselerden İt-Barak’ın kadınlarına üst üste elçiler gönderdi. Kadınların çok yardım ettikleri bu elçiler Oğuz’a gerekli tüm alet ve malzemeyi yavaş yavaş temin edip hepsini Oğuz’a gönderdiler. Bazı kadınlar da bu erkeleri çok sevdiklerinden onlarla birlikte döndüler. Bu yolla bu ülke alındı. Oğuz bu yerde 17 yıl kalıp dinlendi. Askerlerini düzene koydu ve silahlarını yeniledi. Bu zaman içerisinde çocuklar ve bebekler delikanlılık ve ergenlik çağına yetiştiler. Oğuz’un da bir hatundan 4 oğlu olmuştu, onlar da büyüdüler. Bu arada Oğuz’un askerlerinden birisinin hamile kalmış, kocası da savaşta öldürülmüştü. Bu savaş yerinde kadının doğum yapması yaklaşmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğun doğurdu. Çocuğu Oğuz’un yanına getirdiklerinde durumu ona anlattılar. Oğuz adını Qıpçaq koydu (ki, Qıpçaq qabuq kelimesinden çıkmıştır. Türk dilinde içi çürümüş, oyulmuş ağaca derler. Diğerlerin fikrince bütün Kıpçak kavimleri bunun neslinden olmuşlardır.) Oğuz Kıl-Barak’ı aldıktan sonra iki yıl daha o ülkede oturdu. Herkesi yasalarla disiplinli bir idare altına aldı. Bir gün bu sınırlara hayli yakın olan Karanlıklar Ülkesi ’ne hareket etti. 5 En kapsamlı halini Togan’dan aktardığımız bu kısım İtBarakları bize anlatır. Kıl-Barak olarak manzum eserde geçse de Togan, Marco Polo ve Carpini’ye atıf yaparak isimlerin “KılBarak” yerine “İt-Barak” olmasını daha uygun görmüş ve kullanmıştır. Oğuznamelerdeki İt-Barak bahsi bu noktada en anlamlı noktaya ulaşır ve beraberinde birçok ucu açık önermeler bırakır. “Kıl-barak dünyanın karanlık tarafında bir ülkedir” cümlesi başlı başına bir belirsizlik taşır ancak bu konunun tam açılımı yapılmamış ve de Togan tarafından da bu cümlede açıklama getirilmemiştir. Ancak Togan, “Oğuz bu durumu öğrenince çok sevinip

memnun oldu ve bu ki su arasını kendine üs edindi. Gemiler yaptırdı ve yakışıklı kimselerden İt-Barak’ın kadınlarına üst üste 5

Zeki Velidi Togan, Oğuz Kağan Destan Reşideddin Oğuznamesi, s. 2526.

44


Emre Erzincanlı

elçiler gönderdi.” ifadesinden sonra bir dipnot düşmüş ve bu iki su arasının Rusya’nın kuzeyinde herhangi bir yer olarak belirtmiştir. Aslında bu husus üzerinde yoğunlaşıldığında bazı ip uçları olay yerinin coğrafi konumu hakkında beraberinde önermeler getirir. Reşîdüddîn Oğuznamesi’nde; “ Oğuz’un İt-Barak Seferi” sonrasında “Oğuz’un Karanlık Ülkesine Seferi” bölümü gelmektedir ve bu bölüm için gerek Togan’ın gerekse diğer Oğuzname yorumlarına bakıldığında Kafkasya’nın kuzeyinde bir yer olarak anlatılır. Buradan hareketle eserin içinde “Oğuz’un İt-Barak Seferi” bölümünden sonra “Oğuz’un Karanlık Ülkesine Seferi” bölümünde Oğuz Kağan doğuya doğru yönelmiştir yargısı var ise; Oğuz’un İt-Baraklar ile münasebeti Kafkasya’nın kuzey batısında bir yerde olmuştur. Oğuznamelerde “deniz” kelimesi de “göl” kelimesi de geçer bu da bize coğrafi mukayeselerin ayrımının yapıldığını göstermektedir ki metindeki “Döndü ve büyük bir ırmağa geldi. Askeri bir kısmı bunu gemi ve sallara binerek, bir kısmı da yüzerek geçtiler. Kıl-Baraklılar köpekler gibi çıplak ve yaya olduklarından onların bu ırmağı geçmeleri imkânsız idi. Oğuz –iki su arasına- indi ve perişan olup dağılan askerlerini toplamak için orada yerleşti.” kısmında açık bir şekilde büyük bir ırmaktan bahsedilir ve gemilerin bunun üzerinde yüzdüğü söylenir. O bölgenin nehir yapılanmasına bakıldığında; arasında adacıklar bırakabilecek ve de üzerinden gemi yüzdürülebilecek Don ve İdil(Volga) nehirleri vardır. Derinlik açısından bakıldığında her ikisi de gemi yüzdürebilecek şartlardadır fakat idil nehri 3 aydan fazla süre donar. Buradaki en iyi ihtimal görünen yer iki nehrin aralarındaki uzaklığın 45 kilometreye kadar düştüğü Rusya’nın güneyindeki Volgograd şehri dolaylarıdır. Bu bölge; hem gemi yüzdürülebilecek kadar büyük nehirlerin ortasındadır hem de iki nehrin de kış aylarında donmadığı bölgededir. Bu bölge Kırım bölgesinin kuzey batısında kalır. Ne ilginçtir ki bundan sonra bahsedeceğimiz İt-Barakların yaşadığı bölgeleri işaret eden hem Türk hem de Yabancı kaynaklarda bu bölge sıkça karşımıza çıkacaktır. 45


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

Elbette destanların efsanevi dünyasında kati gerçekler aramak yanlış olur fakat yüzlerce yıldır birçok milletin ve kültürün ortak mirası olmuş bu denli eserlerin; neler anlattıkları, nasıl anlattıkları ve işaret ettikleri önemlidir. Bunlardan yola çıkarak fikir yürütmekte, konuyu değişik yönlerden okumakta ve analitik çerçeve içerisinde bazı önermeler getirmekte fayda olacağını düşünüyorum. Reşideddin Oğuznamesi’nin Togan tercümesinde de aktarıldığı gibi Oğuz Han’ın İt-Barak akınında 17 yıl kaldığı hususu doğru kabul edilir. Fakat Oğuznamelerin çeşitli yazmalarının çevirisinde bu bazen 7 sene olarak aktarılır. Bu da Farsçanın sayı yazılış ve okunuşlarının benzerliğinden kaynaklıyor olmalı. Farsçada 7 “Haft” , 17 “Hefta” şeklinde okunur. Zaten bakıldığında Oğuz Han’ın seferleri pek uzun sürmez. Bu seferinde Oğuz Han’ın ilk kez geri çekildiğini ve kaçıp, sığındığını görüyoruz. Uygur yazmasında olmayan bu bölüm daha sonraki tüm Oğuznamelere kaynak olacak Reşideddin Oğuznamesi’nde yer alır. İşin sonunda Oğuz Han galip gelecek ve illerine İt-Barakları da katacaktır ama bir mağlubiyet söz konusudur. Bu durum destanlarda pek karşılaşılmayan bir durumdur. Teamül şudur ki; destanlarda, olağanüstü güçlere sahip bir kahraman ya da kahramanlar vardır ve kahramanlar olağanüstü ya da insanüstü güçleri ile başarılı olurlar, bazen bu başarı bir önsezi ile bazen üstün zekâ ile de elde edilebilir. Ancak Oğuz Han’ın İt-Barak seferinde bu durumlardan farklı bir durum vardır; burada zekâ unsuru aranacak ise tutkal ve toprak ile vücutlarını zırhlandıran İt-Baraklar daha ön plana çıkmaktadır. Üstelik Oğuz Han’ın dokuz atlı elçisi gözdağı vermek istemiş dalga geçercesine 2 İt-Barak erkeği ile 9 kişilik Oğuz yiğitlerin karşı karşıya gelmesi gibi bir öneriyle karşılaşılmıştır. Üstelik dövüşten dönen ve durumu anlatan elçilere kulak asmayan Oğuz Han, hikâyede gücüne çok güvenmiş ve onları dinlemeyerek İt-Baraklara saldırmış ve de mağlup olmuştur. Oğuz Han’ın tam 12 tane seferi bulunmaktadır, bu diğer Oğuznamelerde de mutabık kılınmıştır fakat tek yenildiği ve kaçtığı bu sefer olmuştur. Bu noktada Oğuz Han’ın sonunda yenmiş ve 46


Emre Erzincanlı

iline katmış dahi olsa başarısız bir sefer vardır ama bu başarısızlık bir taraftan destanlardaki kahramanların genel duruş teamülünü bozsa da bir taraftan da, kendisinin de hata yapabileceği ya da yanlış kararlar verebileceği hususunda bir algı oluşturur. Ve bu algı hem Oğuz Kağan’ı hem de Oğuzname’yi daha inandırıcı, gerçekçi ve tarafsız kılar. Kahramanı daha beşeri sıfatlara indirger ve bu da onun kişiliğini küçültmez. Burada değinmek istediğim bir başka husus ise Oğuz Kağan’ın bir nevi hileye başvurmasıdır. Togan’dan alıntı yaptığımız Oğuzname’de Oğuz Han elçilerinin anlattıklarına pek te itibar etmemiş ve İt-Barak ülkesine akın etmiş ve mağlup olmuştur. Sonrasında İt-Barakların kadınları ile temasta olan askerleri olduğunu duyunca sevinmiş ve onlarla iş birliği yaparak İt-Barak erkeklerini kabzetmiştir. Oğuz Han’ın düşmanı olduğu ya da savaştığı halkların kadınları ile iş birliği yapması çok ilginçtir. Tarihte Bizans oyunları olarak bildiğimiz ya da Çin’in bazı kadınları kullanarak Türklere yakın görünmek amaçlı yaptığı işlere benzettiğimiz bir durumdur. Burada her ne kadar Oğuz kendi kadınlarını kullanmasa da kendi askerlerini ve savaştığı askerlerin eşlerini kullanmış oluyor. Cenk meydanlarında gördüğümüz Oğuz Han ilk kez yine bu hikâyede diğer hikâyelerinde görünmeyen şekliyle karşımızda durmaktadır. Bu durum son zamanlarda üstünde durulan Andalıp Oğuznamesi’nde de aynı şekilde anlatılır. İt-Baraklar halkının yaşayışları hakkında çalışmamın ilerleyen kısımlarında bazı tarihçilerin değinilerini sizinle paylaşacağım fakat Oğuznamede İt-Barak erkeklerinin nasıl savaştıkları hususunda bilgiler aktarılır ve bu çok önemlidir. “İt-Barakların

âdeti şöyle idi: dövüş olacağı zaman iki havuzdan birisini kara birisini de ak tutkalla doldururlardı. Dövüşten önce ak tutkal havuzuna çıplak olarak girerler, bu tutkal onların kıllarına yapışırdı. Bu havuzdan çıkınca beyaz kumda yuvarlanırlardı. Oradan kara tutkal havuzuna girerler ve kara kum üzerinde yuvarlanırlardı. Bu madde üç defa vücutlarında kuruduktan sonra, gövdelerine hiçbir silah tesir etmezdi.” İlk önce ak tutkal havuzuna ve sonra beyaz toprağa sonra kara tutkal havuzuna ve kara toprağa 47


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

sürünmek ve vücudunu zırhlamak bahsi oldukça ilginçtir. Fiziksel olarak toprağa bulanmak daha çok kamufle olmak için tarihte Amazon kadınlarının bir geleneği olarak anlatılır. Ama burada zırh için bu kullanıldığı aktarılıyor bu da bir taraftan İtBarakların yenilmezliği hususuna açıklama getirirken bir taraftan da bu halkın doğaüstü güçleri olmadığı bu zırhlanmaya dayandırılarak daha beşeri sıfatlara indirgeniyor. Öte yandan Oğuz Han’ın ilk mağlubiyeti bir mantığa dayandırılıyor. Daha önce değindiğim üzere epik yazmalarda ve destanlarda kati gerçekliği aramayız ama ne kadar mantığa yakın olur ne kadar bize yakın olursa o derece ona olan inancımız yükselir. Burada yine manzum bir hikâyeden gerçeklere ulaşma amacı ile tahlil etme çabasında olmak gerekir. Tarihin babası olarak nitelendirilen Herodot’u okurken birçok olağanüstü varlıklar ve durumlarla karşılaşırız, aslında bu hikâyelerin bazılarında gizli anlamlar, mecaz ve metaforlar saklıdır. Yüzyıllar sonra bu üstatların eserleri hala değerini kaybetmiyor ve günümüzde bile Herodot’un eserinden 6 çıkarımlar yapılıyor. Toğan’ın çevirisini aktardığımız bölümde öne çıkan diğer bir husus ise iletişimdir. İt-Barak halkı Oğuznameler dışındaki diğer bahislerde genellikle ıslah edilemeyen, canavarlaştırılan, insani unsurlardan uzak şekilde anlatılır fakat Oğuznamelerdeki İtBarak bahsi sadece erkeklerinin görünüşleri ile birkaç olağandışı betimlemeden öteye gitmez. Diğer tüm tasvirlerde tamamen insani sıfatlar ile anlatılır ki bunlardan bir tanesi de iletişimdir. Togan üstadın çevirisinde şu kısım bunu kanıtlar: Oğuz onların

yakınlarına gelince dokuz atlıyı onlara elçi olarak gönderdi. Dedi ki: pek çok şehir ve ülke bize il olup, itaat etmiş, vergi vermeyi kabul etmişlerdir. Eğer siz de illiği ve vergi vermeyi kabul edip söz verirseniz ne ala; aksi halde savaş ve dövüşe hazır olunuz ki hemen geliyoruz. Onlar elçilere şu şekilde cevap verdiler: Siz dokuz kişi eğer bizden iki kişi ile savaşır ve galip gelebilirseniz vergi vermeyi kabul ederiz. Yenilirseniz buradan geri dönecek6

Herodotos, Herodot Tarihi, çev. Müntekim Ökmen, 3. Baskı, İstanbul, 1991.

48


Emre Erzincanlı

siniz. Elçiler bu şekilde karşılıklı dövüş teklifini reddettiler ve dediler ki: Mademki dövüşmek istiyorsunuz, bizden iki, sizden de iki kişi dövüşsün. Görüleceği üzere İt-Barak halkı uzlaşılmaz, iletişim kurulmaz, barbar bir kavim değildir. Elçileri karşılarlar ve konuşurlar, mutabık kaldıkları eşit dövüşten sonra geriye kalan Oğuz Han’ın yedi atlı elçisini de salarlar. İletişime açık bir politika içerisinde bu münasebet devam eder. Oğuznamlerde anlatılan İt-Baraklar (Köpek-Kafalılar) tasviri ile bilhassa yabancı kaynaklarda anlatılan Köpek-Kafalılar tasviri arasında bu hususta bir farklılık vardır. İt-Baraklar uzlaşılmaz, ehlîleştirilmemiş, vahşi olarak nitelenmez Oğuznamelerde, canavarlaştırma yapılmamış son derece insani sıfatlar ile nitelendirilmiş ve en önemlisi iletişim kurulmuş ve karşılıklı anlaşılmıştır. Üzerinde durulması gereken diğer husus ise İt-Barak kadınlarının, Oğuz Han’ın askerleri ile münasebeti olmalıdır. Togan’ın çevirisinden o kısmı hatırlayalım: Oğuz’un adamlarından biri

tesadüfen Baraklılar arasında kalmış ve kadınlar arasında gizlenmişti. Bu kadınların kocaları pis vücutlu, çirkin yüzlü ve köpek gibi olduklarından kadınlar onu çok beğendiler ve hepsi yanına toplandılar. Onula münasebeti arzu ettiler ve bir hediye olarak, onların büyüğü olan İt-Barak’ın kadını huzuruna götürdüler. Kadının bu erkekle konuşması ve münasebeti çok hoşuna gitti. Çünkü kendisi kocası ile temasta bulunamadığından çok kederleniyordu. İt Barak’ın karısı bu cinsi arzusu ve sevinci yüzünden Oğuz’un tarafına meyil gösterdi ve gizlice elçi göndererek: Eğer düşmanı yenip ülkesini almak istiyorsanız tutacağınız yol şudur diye haber gönderdi. Reşideddin Oğuznamesi’nde bu kısmın olması çok ilginç bir tesadüfü beraberinde getirir. Eski Yunan ve Latin gezgin ve tarihçilerden, Çin yıllıklarına ve Hint kaynaklarına kadar Kafkasya’da, Kırım’da veya Orta Asya’nın kuzeyinde yaşayan “Amazon Kadınlarından” bahsedilir. Bu topluluk tüm bu kaynaklarda yalnız yaşayan vahşi kadınlar olarak anlatılır ve üreme amaçlı yakın bölgelerdeki erkeklerle birlikte olup nesillerini sürdükleri ortaya konur. Rivayet odur ki bu kadınlar kız çocuk doğururlarsa ileride bu topluluğa mensup olur, eğer erkek çocuk doğururlarsa erkekleri çirkin ve köpek 49


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

suratlı olur. Toplumdan dışlanan erkekler Amazon kadınlarına yakın bir yerde yaşarlar ama onlarla herhangi bir münasebete girmezler. Ve bu erkekler çok vahşi ve güçlü olurlar ama suratları köpeğe benzer. Togan’ın bize tercümesini yaptığı kısma bakar isek bu rivayetlerin bir benzer durumu ile karşılaşırız. İt-Barak kadını eşiyle münasebet yaşayamadığından mustariptir. Diğer kadınlar da aynı sıkıntıda olacak ki onlar da Oğuz erkekleriyle yakınlaşırlar, münasebete girerler hatta yardım dahi ederler. Burada İt-Barak kadınlarının asıl amacının cinsel arzularının peşinden gitmekten ve cinsel ihtiyaçlarını gidermekten çok, nesillerinin devamı olacak çocukların babalarını daha nizamlı gördükleri Oğuz erkeklerinden olması isteği olmalıdır diye düşünmekteyim. Bu düşünceye de sadece cinsel münasebetle kalmayıp onlara yardım etmeleri ve de İt-Barak erkeklerini nasıl yeneceklerini dahi Oğuz erkelerine anlatmalarından çıkarım yapıyorum. Bahsini ettiğim eski ve ilk çağ tarihçilerinin ortak paydası olan “Amazonlar” acaba şimdi burada karşımıza çıkmış olabilir mi? Ya da Reşideddin Oğuznamesi’nde bu hikâyeye yer verirken bu önceden nakledilen tarihçileri okumuş muydu? Bu soruların cevaplarını asla veremeyeceğiz fakat bu benzerlikler bir tesadüfün parçası olamaz diye düşünüyorum ki tesadüf değilse de zaten Reşideddin Oğuznamesi’nde bu bahsi dolaylı yönden kendisi onaylamış oluyor. Çalışmamın bu kısmına kadar olan kısmında Oğuznamler bölümünde; İslamiyet öncesi ve sonrası en çok temel alınan iki yazma olan Reşideddin Oğuznamesi ve Uygur harfli Oğuz Kağan destanından bahsettim. Diğer Oğuznamelere de biraz değinmek gerekirse temel anlamda içerikte farklılıklar olsa da benim ilgilendiğim bölüm için aynı tezahürler söz konusudur. Oğuznamelerin diğer yazmalarında da Oğuz Han, İt-Baraklarla savaşa tutuşur ve yenilir sonrasında gücünü toplayarak onları iline katar ve hak dinine sokar. Oğuz’un İt-Barak akını diğer yazmalarda; bazen içerik olarak daha kısa özetlenmiş, bazen işaret edilen coğrafya değişmiş ya da bazı hususlar hiç ele alınmamıştır. Oğuznamelerin diğer yazmalarına baktığımızda Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-yi Türkî Oğuznamesi ön plana çıkmakta50


Emre Erzincanlı

dır. Farklılıklar olsa da Ebulgazi’nin eseri de Oğuz soyunun şeceresini eserin adından da anlaşılacağı üzere ortaya koymuştur. Bahaddin ÖGEL Türk Mitolojisi adlı kitabında Ebulgazi Bahadır Han’ın İt-Barak seferini ve münasebetini şu şekilde aktarıyor: “Oğuz Han durmadan 72 yıl Oğuzlar ve Tatarlar ile vuruştu, 73.

Senede artık hepsini imana getirerek, Hak dinine soktu. Bunların hepsi Oğuz Han’ın buyruğu altına girmişlerdi. Bundan sonra Çin (Hıtay), Cürcet, Taciklerin Tibet adını verdikleri Tangut ülkesi ile Kara Hıtay’ı aldı. Kara Hıtay memleketi çok geniş bir ülkedir. Halkının rengi ise tıpkı Hintlilerin gibi siyahtır. Bunların ülkesi Moğolistan’dan başlar Hindistan ile Çin arasından güneye uzanır. Sınırları ta Okyanus’a kadar dayanır. Bu büyük deniz kenarındaki dağlarda birçok kabileler yaşarlar. Bu kabilelerin adlarına İt-Barak derler. Oğuz Han bir defa İt-Barak Han’ı üzerine yürümüştü. Aralarında büyük bir vuruşma olmuş ve İt-Barak Han’ı galip gelmişti. Bu savaşta Oğuz Han’ın askerleri bozulmuş ve Oğuz Han da kaçmak zorunda kalmıştı. Savaş meydanının ötesinde iki büyük ırmak akıyordu. Oğuz Han bu iki ırmak arasına sığınarak, askerlerini oraya toplamak zorunda kaldı. O çağların hükümdarları uzak yerlere giderken karılarını da beraber götürürlerdi. Beyler ve askerler de böyle yapardı. Oğuz Han’ın beylerinden biri de, karısını yanına alarak akına çıkmıştı. Bey savaşta ölünce karısı da hemen kaçıp Oğuz Han’ın yanına geldi. Kadının doğum günü de geldiğinden doğum ağrıları başladı. Bu sırada hava çok soğukmuş ve sığınacak yerde yokmuş. Kadın başka bir çare göremeyince, hemen gövdesi çürümüş bir ağacın içine girmiş ve bu ağacın kovuğunda doğumunu yapmış. Doğan çocuk ta oğlanmış. Bunu hemen Oğuz Han’a haber vermişler. Oğuz Han bunu duyuca etrafındakilere hemen şöyle bir buyruk vermiş: -Bu çocuğun babası bizim hizmetimizde vuruşurken öldü. Ona bakıp büyütecek kimsesi de yoktur. Bu nedenle bu çocuk benim oğlum olsun. Çocuğun adını da “Kıpçak” koymuş. Kıpçak Oğuz Han’ın yanında büyüdü. Artık bir delikanlı olmuştu. Bu sırada (Güney Rusya’daki) Ruslar, Ulaklar, Macarlar ve Başkurtlar henüz daha Oğuz Han’ın egemenliğine girmemişlerdi. 51


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

Oğuz Han Kıpçak-Bey’in emrine gereği kadar asker verdi ve onu “Ten”yani Don ve İtil ırmaklarının bulunduğu yöne gönderdi. Kıpçak Bey o bölgelerde 300 sene hüküm sürdü. Bu sebeple Kıpçak ilinin hepsi, bu beyin soyundan gelir. Oğuz Han’dan Çingiz Han’a kadar yani 400 sene, İtil ve Don bölgelerinde tek buyruk, Kıpçak Bey idi. Bu ülkelerde onlardan başka bir insan veya halk topluluğu yaşamıyordu. Bunlardan dolayı oralara “Deşt-i Kıpçak”, yani “Kıpçak Çölü” denir. “Oğuz Han önceleri İt-Barak kavmi ile harbetmiş ve onlara karşı mağlup olmuştu. Aradan yedi yıl geçtikten sonra yine İtBaraklara bir akın yaptı ve onları mağlup etti. Ayrıca Hakanlarını da öldürdü, yurdunu ve nesi var nesi yoksa hepsini aldı. Halkını da imana getirip, Hak dinine soktu. Oğuz Han, Müslüman olmayanları kesdi ve çocuklarını da alarak kendi yurduna götürdü.” 7 Görüldüğü üzere Ebulgazi Bahadır Han’ın aktardığı Oğuz Han’ın İt-Barak seferi ile Reşideddin’in aktardığı İt-Barak seferi bazı farklılıklar gösterir. Karşılaştırmalı olarak bakıldığında, ilk olarak İt-Barakların yaşadığı yerler Bahadır Han’ın yazmasında Hint Okyanusuna kadar dayanan güneydoğu Asya bölgesidir. Reşideddin’in eserinde Oğuz Han Karanlıklar ülkesi seferi öncesi Avrasya’nın kuzeyinde İt-Barak akını yapmıştı. Ögel aynı eserinde bu durumu Ebulgazi Bahadır Han için şöyle açıklıyor. “ Yazar aldığı terbiye

ve anane gereğince, Çingiz Han’ın çağındaki olaylardan birçok tesirler almıştır. Oğuz Han’ı tıpkı Çingiz Han çağında yaşamış veyahut da Çingiz Han’ın tam kendisi olarak görmüş ve o çağın coğrafyası ile kavimlerine göre bir dünya kurmuştur. Onu bu yola sürükleyen nedenlerinden biri de Türkmenlere karşı olan kini ve düşmanlığı idi. Yazar İt-Barak ülkesi hakkında yanlış bilgi vermiştir.” 8 Ögel’e göre Ebulgazi Bahadır Han Çingiz Han merkezinde olay örgüsünü anlatıyor ve de kendisinin de mücadele ettiği Türkmenlere karşı bir kin duyuyordu, bu da olayları anla7

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014, s.204-208 8 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s 206.

52


Emre Erzincanlı

tırken bazı taraflı ya da yanlış bilgiler vermesine neden oluyordu. Ögel’in bu bahsi eserler yazılırken bilhassa orta çağın dinin, adetlerin, sosyal yaşamın, düşmanlıkların veya öğretilerin etkisi doğrultusunda yazılması hastalığının ta kendisidir. Fakat burada ilginç bir durum vardır. Çalışmamın daha sonraki kısımlarında büyük çoğunlukla İt Barakları ya da Köpek kafalıları Kuzey Dünyasına yerleştiren eski ve yeniçağ tarihçilerinin ve gezginlerinin bir kısmı da bu kavmi Hindistan’a yakın bölgelerdeki dağlık alanlarda yaşayan kavimler olarak göstermiştir. Kaldı ki Ebulgazi Bahadır Han’ın Türkmenlere olan düşmanlığının İt-Barakların yaşadığı coğrafya ile bir ilgisi yoktur. Ebulgazi İt-Barakları Türkmenleştirmemiştir. Eğer yapsaydı da İt-Baraklar yine Ebulgazi’nin eserinde de yenilmez bir ırk olarak betimlenmiştir, bu da övgüye baki bir yorumlamadır. Yine karşılaştırmalı olarak Oğuznamelere bakıldığında, Ebulgazi Bahadır Han’ın Oğuznamesi’nde, İt-Baraklar tasvir edilirken Hintliler gibi kara tenli (esmer tenli) oldukları söylenmektedir. Kadınlarının güzel olduklarına dair herhangi bir değinim yoktur. Erkeklerinin de köpek suratlı olduklarına dair bir ibare de bulunmaz. Vurgu daha çok İt-Barakların ülkesinin çok geniş olduğu üzerindedir. Oğuz Han’ın bu ülkeye yaptığı akın ve mağlubiyeti aynıdır fakat sonradan kazanacağı galibiyette İtBarak kadınlarının herhangi bir yardımı söz konusu değildir. Reşididdin’in yazmasında bulunan İt-Barak kadınlarının yardımı ve münasebetinden hiç bahsedilmez. Aslında her iki eserde İslamiyet sonrası yazılmıştır. Fakat İslami etkinin yazmalara olan etkisi açısından bakıldığında Reşididdin bu hususta daha yumuşak ya da daha laik bir üslup kullanmıştır. İslam dininde nikâhsız beraberliğin büyük günahlardan olan zina olması Reşididdin’in yazmasında İt-Barak hikâyesinde bir sansür getirmesini gerektirmemiştir. Genel olarak bakıldığında daha sert İslami çizgileri olan Ebulgazi’nin bir sansürlemeye gitmiş olması düşünebilir bir önermedir. Konuyla bağlantılı olarak İt-Barak bahsinde düşman kadınlardan alınacak bir yardımın ve cinsel münasebetin, İslam dışı ve alçaltıcı bir unsur olarak görülmüş ve de Ebulgazi tarafından mevzu bahis edilmemiş olabilir. 53


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

Bu ihtimali daha da kuvvetlendirecek başka bir vakaya da değinmek isterim. Hem Reşididdin’in hem de Ebulgazi’nin kaleme aldıkları Oğuznamlerin İt-Barak akını hikâyesinin sonunda, Oğuz Han İt-Baraklara karşı galip gelir ve onları iline katar. Fakat karşılaştırmalı olarak bakıldığında; Ebulgazi bu seferin sonunda İslamiyet’i kabul etmeyen kâfirlerin Oğuz Han tarafından öldürüldüğünü ve kalanların ise Hak dinine yani İslamiyet’e geçirildiklerine vurgu yapar. Aynı hikâyenin sonu Reşididdin tarafından, Oğuz Han’ın İt-Barakları iline katarak herkesi yasalar ile disiplini altına aldı ibaresi kullanılmıştır. Togan tarafından “yasalar” kısmına bir not düşülmüş ve açıklamasında Oğuz illerindeki devlet töresine ve Oğuz yaşantısına alındığı hususu belirtilmiştir. Görüleceği üzere Reşididdin hikâyenin sonuna “iline katmak” eylemini kendi töresine ve yasalarına katmak olarak yorumlarken, bu durum Ebulgazi’nin eserinde kâfirleri kılıçtan geçirerek İslam dinine sokmasıyla yorumlanır. Buradan hareketle; Reşididdin’in İt-Barak akının sonundaki zaferi Türklerin en kadim ve önemli unsuru “töre” ile bağdaştırması, Ebulgazi’nin ise kâfirlerin öldürülmesine ve Müslüman yapılmasına vurgu yapması, bize Reşididdin’in inançlar hususunda daha nesnel olduğu ve inanç vurgusunu daha az kullandığını gösteren bir sağlamadır. Her iki Oğuzname de İslamiyet sonrası yazılmasına karşın gerek içerik ve konunun işlenişi gerekse coğrafi bakımdan işaret edilen yerler hususunda bariz farklılıklar gösterir. Bu bölümün başında; en çok üzerinde çalışılan, değinilen, tercüme ve tahlili yapılan Oğuznamelerden bahsetmiştim. Bu değişimin ve farklılıkların elle tutulur göstergeleri diğer Oğuzname yazmalarında da görülür. Oğuznamelerin anlattıkları oldukça vahim bir kültür varlığı olsa da kutsal kitap edasında değişmez olması beklenemez. Değişik zamanlardaki değişik zatların ve onların naklettikleri olaylar silsilesi olarak ele alınacak kadar da basit bir hususta değildir. Oğuznamelerde İtBaraklar hususundaki farklılıklar ortak temalardan çok daha azdır. İt-Barak bahsi geçen tüm Oğuznamelerde; Oğuz Han İtBarak seferinde ilk önce yenilir, iki nehir arasına kaçarak sığınır, 54


Emre Erzincanlı

askerinle dinlenip güçlendikten sonra İt-Barakları iline katar. Bu benzerliklerin açılımını, farklılıklardan daha az olmasına karşın önceki satırlarda yapmıştım. Türk Dünyasının çeşitli değerlerini bir vücutta toplayan bu eserler; Oğuz Han’ı merkeze alarak, bu yüce değerleri farklı Türk coğrafyalarında ve farklı zamanlarda, bir şeyler ekleyerek ya da çıkartarak bunun bir parçası olma onuruna nail olmak için sahiplenerek çeşitli yönleriyle ele alınmıştır. Farklılıklar; beraberinde kültürel zenginliği, farklı yorumları, farklı okumaları ve hayat görüşlerini de beraberinde getirir. Ayrıca Oğuznameler’in taşıdığı bu kültür mirası gerek Türk dünyasının kendi içinde, gerek diğer milletler tarafından kendi tarihlerine ve sözlü, yazılı eserlerine taşınmış ve farklı tezahürlerle yer bulmuştur. Bu noktada Oğuznameler’in evrenselliği, taşıdığı birçok evrensel değerlerler den doğmaktadır. Günümüzde Oğuznameler üzerine yapılan araştırmalar ve çalışmalara bakıldığında “farklılıklar” merkeze konularak Oğuznamelerin karşılaştırmalı şekilde ele alındığını görürüz. Tasnif ve tahlil çalışmaları ve bilhassa menşei çalışmaları ön plana çıkmıştır. Tasnifi ve tahlili genel anlamda tüm Oğuznameler üzerinde yapılmış ve büyük ölçüde belirli önermeler yerine oturtulmuştur. Fakat menşei çalışmalarında çok değişik önermelerle karşı karşıya kalıyoruz. Ne zaman yazıldığı ve hangi millet tarafından yazıldığı bir çıkmaz gibi görünse de bir sorunsal değildir. Temelinde bir atası (Oğuz Han veya başkası), bir milleti (Türkler), bir devlet anlayışı ( Dünya devleti olma anlayışı), bir töresi (ilkesi ve ülküsü), bir kültürü (yaşam tarzı) olan Oğuznameler için ne zaman yazılmış olması, böyle yüklü bir mirasın karşısında önemini kaybeder. Dede Korkut Hikâyeleri Büyük ölçüde 9. Yüzyıl eseri olarak kabul edilen, Oğuzların İslamiyet’i kabul etmesinin hemen öncesini anlatan Dede Korkut Hikâyeleri, Türk Dünyası’nda için oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Destansı Oğuz mecmuaları olarak bilinen Dede Korkut Hikâyeleri, son bir buçuk asırdır ortaya çıkmıştır. Türkle55


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

rin yaşadıkları farklı coğrafyalarda ve kültürlerde halk ozanları vasıtası ile birçok neslin dinletisi olduğu düşünülmekte olan bu eser Türk edebiyatının ve tarihinin sözlü geleneğinin en değerli unsuru olarak kabul görmektedir. Bu hususta Fuad Köprülü’nün şu sözü eserin ehemmiyetini açıklar: “Bütün Türk Edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut Destanı’nı öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar”. Vatikan ve Dresden yazmaları bulunan Dede Korkut Hikâyeleri çalışmalarında daha çok Dresden yazmaları üzerine durulmuştur, bunun nedeni Vatikan yazmasının 1950 li yıllardan sonra ortaya çıkmasıdır. Vatikan yazması 6 hikâyeden, Dresden yazması ise 12 hikâyeden oluşur. İlgili araştırmacıların Dresden yazması üzerine yoğunlaşmasının bir başka nedeni de daha geniş bir kapsama sahip olması olarak ta kabul edilebilir. Destansı Oğuz yazmaları olarak bilinen Dede Korkut hikâyelerinde, Oğuz destanının kültürü devam ettirilmiş, gerek kahramanlar gerekse içerdiği kültür olarak Oğuz Destanı’nın bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Dede Korkut Hikâyelerinin, Oğuzname’nin devamı olduğu hususundaki en kapsamlı çalışmayı Ögel ortaya koymuş, herkesin değindiği ama açıklamasını yapmadığı durumu iki eseri karşılaştırmalı olarak ele aldığı bö9 lümde ele almıştır. Bu durumda, Dede Korkut hikâyelerinde İtBarak figürü geçmesi beklenir. Dede Korkut hikâyelerinin birçok bölümünde; köpek, kurt, barak(çoban köpeği) ve tazılara değinilmiştir. Elbette bu kelimelerin geçmesi ve hikâyelerin bir parçası olması beklenen bir durumdur, benim peşinde olduğum ise İt-Barakları anımsatacak ve işaret edecek ifadeler olacaktır. Nitekim telmihli ifadelerde köpek figürü üzerinden İt-Baraklara işaret edildiği görülmektedir. Telmihli ifadeler, ima ve göndermeler üzerinden yola çıkarak İt-Barakların izini sürdüğüm kitap Sayın Mustafa S. Kaçalin’ in “Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun 10 Kitabı” adlı eseridir. Kaçalin, kitabında Dede Korkut hikâyeleri9

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, s.47-68 Mustafa S. Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, Kitapevi, İstanbul, 2006 10

56


Emre Erzincanlı

ni günümüz Türkçesine daha yakın bir biçimde, sözlük kullanmayı gerektirmeyen anlatım özelliği ile ele almış ve muğlak terim ve olaylara açıklık getirmiştir. Konumuz İt-Barak olduğundan karşılaştığım onlarca gönderme ve atıf içerisinden, İt-Barak kavmi mevzu üzerine birçok kaynakla karşılaştırmalı olarak değerlendirmeyi uygun buldum ve de bu yönde en çok benzeşen ve örtüşen söylemleri mevzu bahis edindim. İlk olarak; Dede Korkut hikâyelerinde İt Barakların izini sürdüğümüzde, belirli hikâyelerde Barak soyuna yapılan bazı ithaflarla karşılaşmaktayız. Dede Korkut‘un ilk hikâyelerinde Salur Kazan’ın evinin yağmalandığı hikâyede “kalın tüylü barakların” ve kurtların yurdunu helak ettiğini rüyasında görmüş ve 11 bu it soyu çok güçlü ve zalimdir ibaresi geçmektedir. Oğuzname’de de İt Barakların zalim ve güçlü olduğu hususu anlatılmıştır. Sonrasında yurdunu harap eden Şökli Melik peşinden giderken düşmanın yerini hem bir boz kurda hem de kalın kara tüylü ulu barak köpeğine sormuştur. Her ne kadar “kurt” eserde çok daha fazla saygı duyulan bir kahraman olsa da, “barak” köpeği kaba tüylü siyah köpek te mevzu bahis olmuştur. Cevap vermeyen Köpeği kovalarken çobanı bulmuştur ki hatırlanacağı üzere Cesur Çoban sayesinde eşine ve yurduna kavuşmuştur. Dede Korkuttaki haliyle bu olay şöyle geçer: “Karanlık akşam olunca günü doğan, kar ile yağmur yağar-

ken er gibi duran, Kazağuç (küheylan) atları kişneştiren, kızıl deve görünce bozlaştıran (inleştiren), Akça koyun gördüğünde kuyruk çarpıp (vurup) kampçılyan, Arkasına vurup berk (sağlam) ağılın ardını söken, Karmalayıp (yakalayıp) öğecin (tekenin) semizini alıp tutan, Kanlı kuyruk üzüp (koparıp) çap çap yutan, avazı (sesi) kaba köpeklere kavga salan, Çakmaklıca çobanları dünle (geceleyin) yüğürten (koşturan) Ordumun (yurdumun) haberini bilir misin? De bana, Kara (yalnız) başım kurban olsun sana, 11

Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.30.

57


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

Karanlık akşam olunca vaf vaf üren, Acı ayran dökülünce çap çap içen, Gece gelen hırsızları korkutan, korkutarak şamatasıyla ürküten, Ordumun yurdumun soyu haberini bilir misin? Kara başım iyiliğimde yardım edeyim ulu köpek sana ” 12 Yine Dede Korkutun hikâyelerinden olan Salur Kazan’ın tutsak olup Uruz’un çıkardığı boyu hikâyesi en önemli atıflardan birine sahiptir. Burada işaret edilen millet, yaşadığı coğrafya ve Oğuz’un mağlubiyeti hepsi bir bütün olarak değinilir. Salur Kazan düşman eline giderken düşmanı şu şekilde anlatır: “Ardıç (kuzey) kırda yaykanır (çalkanır) umman denizinde,

sarp yerlerde yapılmış kafir şehri, sağa sola çırpıntı verir yüzgeçleri (yüzücüleri) su dibinde takla döner bahrileri(ördekleri), Tanrı benim benim diye su dibinde (kenarında) çağrışır (ulur, bağırır) asileri, önünü koyup tersini okur(ters ilişki) kızı gelini, altı katla (yolda) Oğuz vardı, alamadı o kaleyi” 13 Ardıç (Kuzey) kırlarında ülkeleri olan (Batı Kuzey Orta Asya İt Barakların yaşadığı yer olarak atfedilir), Oğuz’un bile yenemediği, eşleriyle ters ilişki kuran mahlûklar”, bu da İt-Baraklar hususunda tek ve detaylı kaynak olan David Gordon White’ın kitabında “İt barakların eşlerin tüyle kaplanmış kokan vücutlarına karşın eşlerinin cinsel münasebete girmek istememesi üzerine onları ters ilişkiye zorladıkları” hususundaki betimlemesiyle örtüşür. Oğuz’un 17 sene Oğuznamelerde ele geçiremediği bu İtBarak ülkesi burada aynı şekilde hem coğrafik hem de kültürel şekilde ele alınıyor. Salur Kazan’nın bu dizelerde bahsettiği düşman tasviri ile hem Oğuznamelerdeki İt-Barak düşman tasviri birebir uymaktadır. 10. ve 11. yüzyılın gezgin ve tarihçileri Marco Polo ve Carpini’nin kuzey ve güney Asya gezilerindeki İt Baraklar hususundaki tasvirlere bakıldığında aynı betimlemeler 12 13

58

Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.32-33. Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.171.


Emre Erzincanlı

göze çarpar. İt Barak erkeklerinin bir araya gelerek bağırmaları, İt Barak kadınlarının erkeklerinden uzak durması ve insan suretinde olmaları bu eserlerde de anılmaktadır. Bununla birlikte Evliya Çelebi seyahatnamesinde Kırım bölgesi gezi seyrinde; yalçın kayaların ardında geceleri uluyan bir kavimden de bahseder. Reşiddiddin’in Oğuz yazmasındaki ifadelerden Kırım Bölgesi’nin kuzeyinin olası İt-Barak toplumunun yaşadığı yer olarak düşünülmüştü. Umman denizi ise Ebulgazi Bahadır Han’ın tasvir ettiği İt-Barak coğrafyasına yakın olmasıyla dikkatimizi çeker, bu hususta İt-Baraklar (Köpek Kafalılar) hususunda bazı tarihçilerin ise güneydoğu Asya’yı işaret ettiklerinden de bahsetmiştik. İt-Barakların yaşadıkları yer hususundaki işaret edilen coğrafya hususundaki değişkenlik burada da kendini tam anlamıyla göstermiş oluyor. Ama son tahlilde burada işaret edilen toplum, diğer doğrulayıcı tüm unsurlarıyla birlikte İt-Barak toplumundan başkası olamaz diye düşünüyorum. Yine Dede Korkudun hikâyelerinden olan Salur Kazan’ın tutsak olup Uruz’un çıkardığı boyu hikâyesinde ki en çok kayda değer atıfların yapıldığı bölümdür. Salur Kazan tutsak iken kâfirler ondan kendilerini övmelerini ister, o da bu teklifte bulunan kâfirlere seslenirken şu cümleleri dikkat çeker: “Ardıç Kırda (Kuzey Bozkırında) azılı kurt eniğinde (erkeğinde)

bir köküm (hıncım) var, İt gibi gev gev eden (havlayan, uluyan) çirkin huslu (huylu), kücüçek domuz şölenli (çorbalı), bir torba saman döşekli, yarım kerpiç yastıklı, yanma ağaç tanrılı köpeğim soyu kafir, Oğuz’u görürken seni övmeğim yok, ondan öldürürsen mere kafir öldür beni, öldürmezsen, Kadir koyarsa öldüreyim, kâfir, seni.” 14 Yanma Ağaç Tanrılı söyleminin de önemi Oğuznamalerdeki geçen haliyle Oğuzların İt-Baraklara yenişemediği hikâyeden önce Oguz’un ağaç kavuğundan çıkan bir hanım birlikte olduğu 14

Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.173.

59


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

hususunu göz önünde bulundurmak gerekir diye düşünüyorum. Oğuzname de İt-Barakla yenişemeyen Oğuzların bir adacığa sığındığı ve sonrasında bu soydan bir kadınla birlikte olup doğan çocuğa “Kıpçak” adı verildiği yazar. Reşidüddin yazmasında ise bu ağaç kavuğunda doğum yapan kadın, Oğuz Han’ın İtBaraklarla vuruşan askerlerinden ölen (şehit olan) askerin eşi idi. İt Barakların daha önce mevzu bahis tarihçi ve yazarların tasvirlerinde ağaç kovuklarında yaşadıkları anlatılmaktadır. “Ağaç Tanrılı Köpek” ibaresi bize yine İt Barakları işaret etmektedir. Yine çeşitli eserlerde İt Barakların belli bir dine mensup olmadıkları; Oğuznamelerdeki haliyle Oğuz boylarına bağlandığı, batılı tarihçilere göre ise zamanla Hristiyan dinine geçtikleri ve pagan ve barbar yaşamlarından kurtuldukları hususu bulunur. Ebulgazi Bahadır Han’ın Oğuz yazmasında ise, İt-Baraklar tanrıya inanmaz olarak atfedilir. Oğuz Han İt-Baraklara galip geldikten sonra, Müslümanlığı kabul etmeyenleri kılıçtan geçirir. Bir de ele aldığımız bölümün ilk başında; azılı kurt eniğinde (erkeğinde) hıncım var ibaresi ile başlıyor. Hatırlayacağımız üzere Oğuzlar ile İt-Baraklar karşı karşıya geldiğinde İt-Barak erkekleri ile vuruşmuşlar hatta İt-Barak kadınları Oğuzlara yardım etmiştir. Bu noktaya dikkat etmekte fayda görüyorum. Oğuz Han’ın erkekleriyle İt-Barak kadınlarının kurduğu ittifak, zulme uğrayan İt-Barak kadınlarının bir yardım beklemesi olarak yorumlanabilir. “Barak” kelimesi Dede Korkut Hikâyelerinde özellikle “soylu köpek ya da çoban köpeği anlamında” geçmektedir. Buna somut bir örnek vermek gerekirse, Bay Büre Oğlu Bamsı Beyrek Hikâyesinde, Bamsı Beyrek, Banı Hatun’a ulaşmak için Fatma Hatun’a şöyle Kopuz eşliğinde seslenir: “Ant içeyim bu kez, boğaz (gebe) kısrağa bindiğim yok,

Binince (bineceğine) karavata (kerihhaneye) vardığım yok, Evinizin (çadırınızın) ardı derecik değil miydi? İtinizin adı Barak (uzun tüylü) değil miydi? Senin adın kırk oynaşlı (dostlu) Boğazca Fatma değil miydi?

60


Emre Erzincanlı

Daha ayıbını açarım, belli bil!” 15 Görüldüğü üzere “Barak” kelimesi hem köpek ismi hem de köpek cinsi olarak Dede Korkut hikâyelerinde geçmektedir. Oğuz yazmalarının devamı niteliğinde olan Dede Korkut hikâyelerinde Oğuz’un boylarının ismi geçmesi beklenir, Barak boyu da burada bahis olunur ancak “soylu köpeklere”, “kalın tüylü” köpeklere “barak” isminin takılması ilginç bir noktadır. Bu durum Oğuz’un yenemediği savaşçı İt-Barakların şanının bir yansıması olabilir mi? Ya da vücutlarına tutkalla zırh yapan İt-Baraklar “kalın tüylü” olarak burada karşımıza çıkmış olabilir mi? Her iki kullanımda önceki Oğuz hikâyelerinde geçen İt-Barakların genel tasvirinin bir yansıması olarak Dede Korkut kültürüne geçmiş olabilir. Nihayetinde; önemli noktalara değindiğim üzere beklenen olmuş ve Oğuznamedeki İt-Baraklar, kendisinin devamı niteliğindeki Dede Korkut yazmalarında da kendine yer bulmuştur. Türk diline ve tarihine mal olmuş, eşine rastlayacağımız şekilde benzersiz eserlerdeki mittik görünümlerin( İt-Baraklar) gerek Türk gerek yabancı Dil ve Tarihçilerce ele alınmayışı oldukça ilginç bir durum oluşturur. İt-Baraklar Oğuznamedeki haliyle müstakil ve özel olarak ele alınmamış ve karşılaştırmalı şekilde bir çalışma yapılmamıştır. Buna rağmen İt-Baraklar birçok tarihçi tarafından özel çalışma konusu olmasa da değinilmiş ve üzerine yorumlar yapılmıştır fakat Dede Korkut hikâyelerinde İt-Barak figürü kesinlikle çalışmayı bırakın değinilmemiştir bile. Yaptığım gerek kütüphane ve internet araştırmalarında, bu iki sözcük ve kavramın hiç yan yana gelmediğini fark ettim, bu durum beni hem literatüre yeni bir şeyler katmak adına heyecanlandırdı ama bir taraftan da el değmemiş bir konuda bir şeyler öne sürmek konusunda ise tek kaynağımın eser olması beni sınırlandırdı. Olumlu ve olumsuz şekilde birçok tezahürleri olan “köpek” kelimesi neyse ki Dede Korkut hikâyelerinde çeşitli anlam katmanları içerisinden sıyrılarak “barak” kelimesi ile ön plana çıka15

Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.72.

61


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

rak, beklediğimiz şekillerde anlam kazanmış ve değinilmiştir. “Arkıç kır”; burada kuzey tundrası olarak yine karşımıza çıkmış ve yine sert mevsimi, zorlu coğrafyası ile ulaşılmazlığı vurgulanmıştır. Eski çağdan bu yana ehlileştirilmemiş, imana gelmemiş, vahşi kuzey yine satırlarda yerini almıştır. Elbette bu kuzey coğrafyasının da hem hayvanları hem kahramanları hem de mitolojik görünümlerinin bu sertlikten nasibini almış olması gerekir. Orada yaşayan köpekse en vahşisi, insansa en barbarı olmalı ki kuzeyin çetinliğine yakışsın. Dede Korkut hikâyelerinde de teamül bozulmamış yine İt-Barakları kuzeye, yalçın dağların ardında konumlandırmış, başına buyruk, inançsız ve söz dinlemez olarak tanımlamıştır. Oğuz Han’ın mağlubiyeti de unutulmamış satır aralarına sıkıştırılmıştır. Kadınlarına sadece ilişkisel olarak bir atıf yapılmasına rağmen, İt-Barak kadınlarının mağduriyeti de ortaya konmuş ama bunun müsebbibi olarak erkekleri görülmüş ve onlardan hesap sorulmuştur. Hatırlanacağı üzerine, İt-Barak kadınları erkeklerinden mustarip bir şekilde Oğuz erkekleri ile bir ittifak kurmuşlardır. Bu mağduriyetin açılımı; zorlama, şiddet ya da erkeklerinden fiziksel özellikleri olabilir. Dede Korkut yazmalarında bu durum İt-Barak kadınlarının zorlandığı ve cinsel şiddet gördüğü olarak yorumlanabilir. Bu da yine Oğuznamedeki İt-Barak kadınlarının mağduriyeti ile örtüşür. Kısacası Korkut Dede; küçük atıf ve imalarla, Oğuz Han’ı ve onun eşsiz mirasının bir parçası olan İt-Barakları tekrar hatırlatmıştır. Oğuzların bu kültür mirası ziyadesiyle sonraki önemli kaynaklarda bir şekilde genişletilmiş ya da eksiltilmiş biçimde bir vücut bulmuştur ve bulacaktır. Piri Reis ve Evliya Çelebi Piri Reis ve Evliya Çelebi; Türk Dünyası’nın biri denizde diğeri karada olmak üzere en kapsamlı çalışmaları üreten seyyahlarımız, gezginlerimizdir. Kati suretle Türk Dünyası’nda bahsi geçen isimler kadar değerli birçok üstat vardır ancak konumuz itibari ile bu bölümde Piri Reis ve Evliya Çelebi’nin kaleminden naklettiklerini değerlendireceğim. Bu çalışmaya başladığımda bu büyük isimlerin çalışmamda bir bölüm başlığı olacağını hiç dü62


Emre Erzincanlı

şünmemiştim. Ama yaptığım araştırmalar sonucunda, bu iki büyük üstadın da İt-Baraklar (Köpek Kafalılar) hususunda değinileri olduğunu saptadım. Piri Reis; Osmanlı Bahriyesi ve haritacılığın en büyük ismi, dolayısı ile 1513’te ortaya koyduğu Dünya haritası ile günümüzde dahi anılmaktadır. Piri Reis; Osmanlı donanmasında katıldığı deniz muharebelerini, korsanlarla mücadelelerini ve seyri sefer 16 gezilerini Kitab-ı Bahriye adlı kitabında toplamış, bu eserle denizcilik tarihine ve coğrafyasına, Türk haritacılığına büyük katkı sağlamıştır. Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) döneminde yükselen denizcilik alanında gelişmeler, torunu Kanuni Sultan Süleyman döneminde en parlak dönemini yaşayacak ve Akdeniz ve Karadeniz adeta bir Türk gölü halini alacak, Venedik ve Cenova’ya gözdağı verilecektir. Bölgenin hâkim gücü olan Türkler, deniz sahasında da bu etkinliğini sürdürmek isteyecektir. Türkler denizci bir millet değildir ancak denizin ne olduğunu bilen bir kültüre sahiptir. Bozkır dünyasında konargöçer bir hayat yaşayan Türkler; göl, ırmak veya deniz kenarlarında yaşamışlar dolayısı ile beraberinde bir deniz ya da su kültürü gelişmiştir. Ama genel bakıldığında göl ve ırmak kültürümüz daha ön plana çıkmaktadır. Yayılımcı politikasıyla Dünya Devleti kuran Türkler, denizciliği sonradan ithal etmiştir. Bir başka deyişle; Türk denizciliği ve Türk haritacılığı hususunda önemli eserler ortaya koymuş Svat Sooucek’in sözleriyle: “Rekabet artık denize 17 sıçramıştı ve Osmanlı bu hususta elinden geleni yapacaktı” Seferlerini deniz üzerinde çokça yapmasına rağmen, hem coğrafi olarak hem de yaşam anlayışı olarak denizler, göller ve hatta okyanuslar aşılmış ama genelinde savaşlarımız hep karada tecelli etmiştir. Nitekim Barbaros Hayrettin dönemindeki üstün deniz hâkimiyetimiz ve Piri Reis dönemindeki Türk Deniz haritacılığı ve seyyahlığı, Türk tarihinin en büyük başarıları olarak kabul görür. Bu noktada anlatmaya çalıştığım husus, denizcilik kültü16

Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, T.T.K Yayınları, 1935, İstanbul Svat Soucek, Piri Reis ve Kolomb sonrası Türk Haritacılığı, Boyut Yayıncılık, 2013, İstanbul, s.10 17

63


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

rünün Türklerde sonradan gelişmiş bir kavram olduğudur. Elbette bu Türklerin yaşam kültürüne, yaşadığı coğrafya ile bağlantılıdır. Günümüzde bile üç tarafı denizlerle kaplı bir bölgede yaşamamıza rağmen, bunun nimetlerinden etkili bir şekilde faydalandığımız veya bu doğal hediyeyi layıkıyla kullandığımız söylenemez. XV. asırda bilhassa İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı devleti bir imparatorluk olmuştur. Bu devlet Karadeniz ve Akdeniz’de hâkimiyetini temin için, deniz kuvvetlerine sahip olması icap ediyordu. Buna malik olan Osmanlı Türkleri bilhassa Akdeniz hâkimiyetini elde etmek için Venedik ve Cenevizlerle ve de bunların çok defa müttefiki olmuş Senjan (Saint Jean) şövalyeleriyle ve İspanyollarla mücadele etmişlerdir. Nihayet XVI. Asırda Viyana’ya kadar Avrupa’yı, doğu ve kuzeyde Kafkasya, İran ve Irak’ı, Suriye, Mısır ve Cezayir ile Hicaz ve Yemen’i fethetmeleri neticesinde birçok denizlerle alaka peyda etmişlerdi. Türk donanması, Türk bayrağını Kızıldeniz, Basra ve umman denizleriyle Hindistan sahillerinde dalgalandırmayı başarmıştı. Piri Reis (Muhiddin Piri) XV. Asrın sonunda ve XVI. Asırda, Türk donanmasını zaferden zafere götüren büyük Türk amirallerinden biridir. Muhiddin Piri 14 yıl amcası Kemal Reis’in gemisinde devlet hizmeti yaparken, bir taraftan deniz muharebe tecrübesi ediniyor, bir taraftan korsanlarla mücadele ediyor ama en önemlisi her gittiği yeri koordinatları ile kayıt altına alıyor ve coğrafi tasvirler yapıyor ve küçük haritalara yansıyordu. Beraber sefere çıktığı devlet adamları kendisinden bu yazdıklarını temize çekmesini istemiş, Muhiddin Piri, Kitab-ı Bahriye adlı eserinde bu 18 durumun izahını şu şekilde yapmıştır. “Dillerün cümlesin Ruşen kılasın, Düzesin bu kitabı hut ca-

mii, Ve hem iş bu kitap gayet gerektirir, Tashih edüp getür kılma bahane 18

Afet İnan, Piri Reis’in Amerika Haritası (1513), T.T.K, 1954, Ankara, s.14-17

64


Emre Erzincanlı

Bu kula eyle virdi çünkü ferman, çi ger evvel yapıştım bu makale, Anunla ta kıyamet anılasın, bula çok fayda kim olsa sami, Hazeyinde bulunmak gerekir, Ki teslim edevüz şah-ı cihane Hemendem ciddü cehtettim begayet, Bihamdullah kim ir gördük murada, Umarım ben dahi işbu kitabı, Yazup şerh eyledim bulam sevabı” Görüleceği üzere Piri Reis denizde yaşadığı tüm olayları, yaşadıklarını, gördüklerini duyduklarını kitabında kaydetmiştir. Sonrasında ise gittiği yerlerin küçük haritalarını koordinatlarını belirleyerek hazırlamış, kendisinden daha önceki gezginlerin de harita ve eserlerinden faydalanarak, 1513’te Amerika’yı da haritasına katarak Dünya haritasını tamamlayacaktır. İstanbul’un Ayasofya kütüphanesinde saklanan eseri sonradan bilhassa günümüzde hak ettiği değeri görecektir. Bu eseri günümüz teknolojik gelişmelerle elde edilen sıfıra yakın Dünya haritası ile oldukça örtüşmekte, bu da Piri Reis’in ilmini ne kadar ilerlediğini göstermektedir. Üstadın bu eserinde İt-Baraklar (Köpek Kafalılar) 1513 yılı ile sunulmuş haritada resmedilmiş ve resmedildiği bölge hakkında ve orada yaşayan topluluk hakkında Kitab-ı Bahriye adlı eserinde bilgiler verilmiştir. İşte bu noktada, Piri Reis verdiği bilgiler ile bizi aydınlatmaktadır. İt-Baraklar hususunda ele aldığı kısmı hem kendi gördüklerinden hem de diğer denizci seyyahlardan duyduğu kadarıyla günümüzde “Antiller” olarak anılan “Küba”, “Dominik Cumhuriyeti”, “Haiti” ve “Jamaika” kıyılarıdır ve Piri Reis tarafından bize şu şekilde aktarılmaktadır. “İş bu kenarlara Antilya kıyıları derler. Arap tarihinin 896

(Hicri) yılında bulunmuştur. Amma şöyle rivayet ederler kim Cineviz’den bir kafir adına Kolombo derler imiş, bu yerleri o bulmuştur. Mesela mezbur Kolombonun eline bir kitap girmiş ki; Mağrip Denizi’nin batı tarafında kenarlar ve cezireler ve türlü türlü madenler ve dahi cevahir dağı vardır deyu bu kitapta bulur. Mezbur kitabi tamam mütalea ederek Ceneviz ulularına bu kaziyeleri bir bir şerh edip eydür: gelin, bana iki pare gemi verin, 65


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

varayım, ol yerleri bulayım, der. Bunlar eydürler: ey epter, mağrip deryasının nihayeti payanı ve hatti mi bulunur? Buharı zulmetle doludur derler. Mezbur kolombo görür ki Cenevizlilerden çare yok, sürer, İspanya beyine varır, hikayeti bir bir arz eder. Ver hasıl bunlara kolombo haylı ibram eder. Ahir İspanya beyi iki gemi verip bunun muhkem yarağın görüp eydur: Ey kolombo eğer senin dediğin gibi olursa, seni ol diyara kapudan ideyim, deyip mezbur kolomboyu mağribe gönderdi. Muhiddin Reis’in merhum amcası gazi kemalin bu bölge hakkında rivayet ettiği hikaye vardı: evvel Septe Boğazına vardık, dahi ordan günbatısı lodusunun ikisinin ortasına dört bin mil yürüdükten sonra karşımızda ada gördük; ama gittikçe deryanın mevci köpüklenmez olmuş, yani deniz sakin olup düzelmiş ve şimal yıldızı dahi – bahriler pusulalarında gene yıldız derler- ol yıldız gide gide dolunmuş görünmez olmuş ve dahi eydür ki: bu tertipçe yıldızlar ol diyarda görünmez. Andan evvel karşıda gördükleri adaya demir korlar, ol adanın halkı gelir, bunlara ok vurur, komazlar ki dışarı çıkıp haber soralar. Erkeği ve dişisi el okun atarlarmış. O okun demreni balık süğüğünden; ve cümlesi üryan yürürlermiş. Ve hem gayet… Görürler ki adaya çıkarmazlar, adanın öte yüzüne geçmişler, bir sandal görürler; bunları görünce sandal kaçıp karaya dökülürler. Bunlar sandalı almaya varırlar, görürler ki içinde adam eti var. Meğer bunlar bu tayfa imiş ki adadan adaya çıkıp adam şikar edip yerler imiş. Mezbur kolombo da bir ada dahi görüp ana varırlar, görürler kim ol adada ulu yılanalar var. Ol yere çıkmadan hazer edip bir gayri adaya daha varırlar. Demir korlar, on yedi gün onda yatarlar. Bu adanın halkı görürler ki kendilerine bu gemiden ziyan yok, varırlar, balık avlayıp filkasiyle bunlara getirirler. Bunlar da hoş görüp anlara sırça boncuk verirler. Meğer kim sırça boncuk ol diyarda muteber idiyin kitapta bulmuş imiş. Anlar boncuğu görüp daha ziyade balık getirirler. Bunlar daim onlara sırça boncuk verirler. Bir gün bir avretin kolunda altın görürler, altın alıp boncuk verirler. Bunlar eydür: varın dahi altın getirin, size dahi ziyade boncuk verelim, derler. Anlar varıp dahi vafir altın getirirler. Meğer bunların dağlarında altın madeni varmış. Bir gün dahi birinin elinde inci 66


Emre Erzincanlı

görürler. İnciyi alıp boncuk verirler. Bunlar görürler ki boncuk verirler dahi vafir inci getirirler. İnci bu adanın kenarında bir iki kulaç yerde bulunurmuş ve dahi ol diyardan vafir bakkam ağacını yükledip mezkûr halktan ikisini alıp ol yıl içinde İspanya beyine getiriler. Ama mezkûr Kolombo ol kişilerin dilin bilmeyip işaretlerle alışveriş ederlermiş. Ve bu seferden sonra İspanya beyi papaz ve arpa gönderip ekim biçim öğretip kendi tarikine koymuş; bunların bir veçle mezhepleri yoğmuş, hayvan gibi üryan yürüyüp anda yatarlarmış. Piri Reis bunların ahalisi hakkında da tafsilat vererek, onların yassı yüzlü ve gözlerinin arası bir karış iri ve hatta korkunç kıllı mahlûklar olarak tasvir etmektedir. Bunları rivayet olarak nakleder. 19 Piri Reis burada zikredilen bu olayı iki kişiden nakleder; birincisi kendi kitabında da kendisinden yardım gördüğünü söylediği C.Kolomb diğeri ise amcası Kemal Reis’in bir keresinde engin deniz deryasında kaybolduğu sırada gördüğü adadan naklettiği kısımdır. Burada anlatılanlar, Piri Reis’in haritasında köpek kafalı insanlar olduğundan bu anlatılan hikâyenin üzerinde durmakta fayda görüyorum ki bunu karşılaştırmalı olarak yaparsam daha iyi bir zeminde analiz edebiliriz. Burada madde madde benzerlikleri ortaya koymak istiyorum: -Öncelikle; bu adada ya da kıyıda yaşayan halkın vahşiliğinden bahsediliyor ve ilk karşılaşmada oklarla saldırdıkları söyleniyor. Karşımızda savaşçı ve vahşi bir millet duruyor ki bu Oğuznamedeki İt-Barak tasviri ile birebir örtüşür. -Bir taraftan bu vahşi millet karşı duruyor ama bir şekilde Portekiz ya da İspanyollar ile anlaşmayı başarıyorlar. Bu da Oğuznamedeki İt-Baraklarda olduğu gibi iletişime açık millet olduklarını göstermektedir. Bu diğer faydalandığımız kaynaklardaki Köpek Kafalılar( Cynocephaly) ile de aynı tasvirdedir. -İlk tasvirlerde gözümüze çarpan bu topluluğun çıplak dolaştığıdır ki bu durum da Oğuznamede aynı bu şekilde yer al-

19

Afet İnan, Piri Reis’in Amerika Haritası (1513), s.34-38

67


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

maktadır. İt Barakların çıplak oldukları tasviri Toğan’ın tercümesinde geçmektedir. - Kafaları basık, iri, kıllı ve güçlü mahlûkatlar olarak bu eserde anılan topluluk, Oğuzname ve diğer kaynaklardaki tasvirlerle aynı sıfatları kullanırlar. Bilhassa “kıllı” sıfatı anlam katmanları içerisinde “Kıl-Barak” sözcüğü ile Ebulgazi Bahadır Han’ın Oğuz yazmasını hatırlatır. - Yine Piri Reis’in naklettiği toplulukta, kadınlar ile temasa geçilmiş, değerli mücevherat takası ile kadınlarla iş birliği yapılmıştır. Bu iş birliği, Oğuznamedeki İt-Barak kadınları ile Oğuz Han’ın askerlerinin münasebetini akla getirmektedir. - Herhangi bir dini inanca sahip olmadıkları tezahürü burada karşımıza aynı Türk yazmalarında olduğu gibi anlatılmaktadır. Nakledilen hikâyenin sonunda, İspanya Beyi’nin bir papaz ile tarımı ve dini kişiliği ile onları kendi inanç sistemlerine katma olgusu, Oğuz Han’ın İt-Barakları kendi yasasına ve töresine katması ile örtüşmektedir. -Hikâyede anlatılan bu topluluğun insan eti yediği hususu ise, Türk kaynaklarında olmasa da diğer yabancı kaynaklarda Köpek Kafalılar için zikredilen bir durumdur. Öte yandan bu topluluğun yaşadığı iddia edilen bölge Hint Okyanusu kıyılarıdır bu Ebulgazi Bahadır Han’ın İt-Barakların ülkesi hakkında işaret ettiği coğrafya ile bire bir örtüşür ve çalışmanın ilerleyen kısımlarında değineceğimiz Güneydoğu Asya kaynaklarının da bu husustaki ortak önermesidir. Açık bir şekilde benzerlikleri ortaya koyduğumuz Piri Reis anlatısı, gerek Oğuznamedeki İt-Baraklar gerek diğer kaynaklarda mevzu bahis edilen Köpek-Kafalılar ile büyük benzerlikler göstermektedir. Bu hususta; özellikle Piri Reis’in çalışmalarına ve haritacılık ilmine hayatını adamış, Svat Soucek’in kitabındaki bu konuyla ilgili görüşlerini içeren ve de netleştiren bir bölümü aktarmak isterim. “Piri Reis’in daha önce listelediği yedi denizin; altısıyla sem-

bolize edilen denizler ve kara parçaları anlamına gelen dünyanın ana bölgelerinin tanımlarına adanmıştır. Bunlar Çin ve Doğu Hint Adaları’nı simgeleyen Çin Denizi, Hint Okyanusunu simge68


Emre Erzincanlı

leyen Hint Denizi, Basra Körfezini sembolize eden Umman Denizi, Doğu Afrika kıyılarını ve adalarını sembolize eden Zenc Denizi(Siyahların Denizi) ve Kolomb ve yeni keşfedilen Antiller ’deki bazı ilgi çekici şeylerin hikâyesinin anlatıldığı Atlas Okyanusu’nu simgeleyen Batı Denizidir. Metnin görünürde dengelenmiş ve kavranabilir yapısı içeriğin muntazamsızlığı nedeniyle bir ölçüde bozulmaktadır. Bu, yazarın niyetinden çok kaynakların çeşitliliğine dayandırılabilir. Çin ve Doğu Hint adalarından bahsettiği bölümde anekdot şeklinde herhangi bir bilgi ve ad yoktur. Doğu Hint adaları açıklamasında Köpek Kafalı insanlar gibi yarı insan yarı hayvan hakkında bilgiler bulunur. Bunlar antik çağların Cynocephali’leridir (Köpek Başlılar); Avrupalı Orta çağ Mappamonlarında yeniden görülmüştür.” 20 Aktardığım bu bölümde Soucek; Piri Reis’in Dünya haritasındaki tüm simgelere açıklama getirmiş, Köpek Kafalı insanların resmedildiği bölüm için kendi tasarruflarını ortaya koymuştur. Naklettiğim bölümden de anlaşılacağı üzere Soucek, Köpek Kafalıları antik çağların bir görünümü olarak tanımlamıştır ve bu görünümlerin resmedilişinin Piri Reis sonrasında çizilen bazı haritalarda da görüntülendiğinden bahsetmiştir. 21 Piri Reis’in kendisinin de kitabında belirttiği üzere hem çağdaşlarının eserlerinden hem de önceki eserlerden faydalandığı ortadadır. 13. Yüzyılın sonlarına doğru Kubilay Han’ın gözüne girip, kendisinin himayesinde Çin ve Hindistan’a yaptığı geziler yapan Marco Polo, Büyük Han olarak tasvir ettiği Kubilay’ın o bölgedeki hâkim olduğu bölgelerde dolaşmış ve de Köpek kafalı bir halktan bahsetmiştir. Kolomb’un Marco Polo’nun eserinden faydalandığını biliyoruz. Birbiri ile bağlantılı olarak aktarılan bahisler olarak Köpek Kafalıların aktarıldığını düşünmek, bilhassa o dönem için oldukça zor olmalıdır ki Polo bu gördüğünü iddia ettiği halktan bahsederken sadece birkaç cümleden ibaret bir değinimde bulunur. Kolomb ise Köpek Kafalılar’ın bahsini bile 20

Svat Soucek, Piri Reis ve Kolomb sonrası Türk Haritacılığı, Boyut Yayıncılık, 2013, İstanbul, s.118 21 Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, T.T.K Yayınları, 1935, İstanbul

69


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

açmamıştır. Bu noktada Piri Reis!in bahis ettiği halk çok daha uzun bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu bağlamda, Piri Reis XVI. Yüzyılın başında ortaya koyduğu şaheserinde büyük ölçüde kendi tecrübe ettiği ilmi yansıtmış, kendisinden önce hiçbir kimsenin muktedir olamadığı ve son teknolojiyle çalışan günümüz harita bilimcilerin dahi imrendiği bir eser ortaya koymuştur. Kadim Türk tarihi ve ilminin tüm Dünya’ya ışık tuttuğu bu eseri ortaya koyarken Piri Reis’in büyük ve kapsamlı bir çalışma yaptığı ve işaret ettiği coğrafyalar ve kavramlar üzerinde ehemmiyet gösterdiği bir gerçektir. Böylesi Dünya’ya mal olmuş bir eseri ortaya koyarken Piri Reis’in kati ve ciddi verilerle çalıştığını görmekteyiz. İt-Barakların ya da Köpek Kafalıların, Piri Reis tarafından hem kitabında hem de ortaya koyduğu Dünya haritasında ortaya koyulması ve resmedilmesi bir tesadüf olarak tanımlanamaz. Eski ve ilk çağın mittik görünümleri şeklinde tezahür edilen İt-Barak halkı, ortaçağda da birçok eserde işaret edilmiştir. Dünya tarihine, coğrafyasına ve ilmine yön veren değerli kalemlerin eserlerinde İt-Barakların ve Köpek Kafalıların bir şekilde karşımıza çıkması üzerine düşünülmesi gereken bir husustur. Bu durumun; sadece bir hikâyenin, üstatlar tarafından nesiller ve milletler boyunca nakledildiği şeklinde yorumlamak pek basit bir düsturun önermesi olacaktır. Evliya Çelebi (1611-1682), XVII. yüzyılın ünlü Osmanlı seyyahıdır. Piri Reis’in denizden kat ettiği yolları Çelebi karadan kat etmiş, birçok vilayet ve bölgeye geziler yapmış, Osmanlı dönemindeki bazı savaşlara tanık olmuş ve kendisi de bizzat içinde bulunuş, Seyahatnamesinde de belirttiği üzere gezileri esnasında birçok kez ölümle yüz yüze gelmiştir. Osmanlı’nın saray evkafı ile ticaret yapan varlıklı bir ailenin çocuğu olarak anlatılan Evliya Çelebi, iyi bir eğitim almış, Sultan IV. Murad döneminde sarayda da bulunmuş fakat gezi sevdası onu saraydan alıkoyarak Osmanlı’nın topraklarını gezip görmeye ve de yaşadıklarını anlatmaya itmiştir. Hayatının son demlerinde bile içinde seyahat aşkı bulunduran Evliya Çelebi, her fırsattan istifade ederek gezmekten bıkmamış ve usanmamıştır. 70


Emre Erzincanlı

Türk tarihinin Osmanlı dönemi, zengin yazılı kaynaklara sahip olmakla birlikte, dünya tarihinde daima önemli birer kaynak ola gelmiş seyahatname türü kitaplar açısından zengin değildir. Bundan dolayı XVII. asrın yegâne Türk seyyahı sayılan Evliya Çelebi’nin Seyahatname ’si, diğer kaynaklar arasında ayrı bir özellik ve kıymet taşımaktadır. XIX. Yüzyıla kadar hiçbir bibliyografik esere girmemiş olan Seyahatname ne yazık ki taşıdığı değere ancak 20. Yüzyılda basımının gerçekleşmesi ile kavuşmuştur. Özellikle ilk altı cilt, Osmanlı devletinde sıkı sansürün uygulandığı döneme tesadüf ettiğinden, eserden pek çok parçaların çıkarıldığı, metne müdahale edildiği ve eserin aslından hayli şey kaybettiği bilinmektedir. Birçok dile tercüme edilmiş ve birçok akademik çalışmaya kaynaklık etmiş Seyahatname, Türkiye’de olduğu kadar dünyada da kullanılmıştır. Bu eser Türk ve Dünya tarihi açısından önemli bir kaynak olarak kabul görmek22 tedir. Seyahatname, Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan çok ünlü bir gezi kitabıdır. 10 ciltten oluşur. Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı şekilde deyimler çokça kullanılmıştır. Halk etimolojisi de bolca görülür. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde gezip gördüğü yerleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Evliya Çelebi'nin 10 ciltlik Seyahatnamesi, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Eser bu yönden Türk kültür tarihi, sosyolojisi, gezi ve ede23 biyat ilimleri açısından da önemli bir yere sahip olmuştur. Çelebi’nin yarım asırlık gezi tecrübelerinin getirileri hem Türk Dünyası hem de o dönemde Osmanlı toprağında yaşayan diğer milletler için oldukça önem arz eder. Günümüze çevrilmiş 22 Z. Kurşun, S.A. Kahraman, Y. Dağlı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, “Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini”, Yapı Kredi Yayınları, 1999, 2. Kitap 2. Cilt, s. 7 23 Fatih Kemik, Evliya Çelebi Seyahatnamesindeki Halk Etimolojisi Örnekleri Üzerine, Uluslararası Evliya Çelebi ve Seyahatname Sempozyumu, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, 2008

71


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

haliyle yaklaşık 5 bin sayfalık dev bir gezi günlüğü oluşturan Çelebi, gittiği yerlerde aktif bir şekilde halkın içine karışmış; yaşam tarzlarını, dil aksanlarını, inançlarını, soylarını, ticaretlerini ve hatta ne giyinip ne yediklerine kadar detaylı bir şekilde anlatmıştır. Gidemediği ya da ulaşamadığı yerler hususunda ise yakın çevrelerden işittiği ve duyduğu kadarıyla oralar hakkında da münazaalarda bulunmuştur. 400 yıl önce yazdıkları, ilk yazıldığı haliyle günümüze kadar korunmuştur. Yarım asırlık bir tecrübe ile ortaya konmuş, Osmanlı topraklarının neredeyse tamamına ayak basmış, onları görmüş, dinlemiş ve aktarmış bir üstadın eserinde İt-Baraklar ya da Köpek Kafalıların izini sürmek abese iştigal bir durum olmasa gerek. Evliya Çelebi’nin günümüze uyarlanmış 10 ciltlik eserini incelediğimde, İt-Barak ya da Köpek Kafalıların izlerine birkaç yerde rastladım. Ama tasvir edilenler ve işaret edilenler çok değişken bir yapıda anlatıldığından, Çelebi’nin ima ettiklerinden çok direk olarak İt-Barakları anlattığını düşündüğüm kısma yoğunlaştım. Ve fark ettim ki; Çelebi soylarını Oğuzlara dayandırdığı, köpek lisanı konuşan kuzey doğulu bir halktan bahseder. “Menzil-i nahiye-i Mahmud-abad: Bir sahra-yı azim içre iki

yiiz pare ma'mur [u] abadan ve hıyaban içre kend-i ravza-i rıdvanlardır kim bin deve yükü ibrişim hasıl olur, derler. Her kendi birer şehr-i azime manend kasabalardır. Cami' ve hammamları ve esvak-ı şahileri vardır. Re'aya ve berayaları ciimle Ermeni ve Gokdolag ve Terekeme ve Mogol ve Bogol ve Kumuk ta'ifeleridir. Bir kavmine it-til derler. Ahval-i kabayil-i it-til: Lisan-ı Mogolide it-til demek kopek lisanı demekdir. Ya'ni ceng mahallinde bir gune av'av ve va'va' eder kelb-i akur kavm-i lecucdur. Mesela Mardin kal 'ası kurbunda Melek Ahmed Paşa efendimizle kırdığımız Sincar dagmdaki Saçlı Kürdü gibi yigirmi bin mikdarı kavm-i na-pak ve Hakdan bi-bak bed-mezheb ve bed-meşreb ve cife-har ve harsüvar-ı bi-din, murdar kavmdirler, amma su'al eylesen "Hazret-i Hamza neslindeniz" derler. Savm u salat ve hacc [u] zekât vermezler ve eda-yı ala ma-farazallah nedir bilmezler. Bir avreti yedi sekiz kişi alup tezvic ederler. Ol nisvan-ı sahib-i ussandan 72


Emre Erzincanlı

bir şaki veled-i zinası hasıl olsa yedi sekiz babası bir yire cem' olup haramzadesinin eline sahib-i zina validesi bir elma verüp oğlan elmayı kankı zaniye verirse babası oldur, deyii hükm edüp ba'dehu avret anın hükmünde olup kimesne müdahale edemez ve Acem diyarında mum söndürürler, deyü meşhur olan bu kavm-i habisin içindedir. Yohsa gayrı diyarda görmedik ve istima’ etmedik. Amma her diyarda teberrüken şah pabucundan su içmeleri mukarrerdir kim şahlarına ve hanlarına gayet muti’ kavmlerdir. Evsaf-ı kavm-i kabile-i Kaytak: Ve bu diyarda Kaytak kavmi derler, yigirmi bin kadar kavmdir kim Dagıstan hududundadır. Ba 'zı zaman Aras şehrine ve ba 'zı zaman Şeki şehrine gelüp bazarlık ederler. Bir acıbül-heykel, dabbetül-arz­ misal kazan başlı ve tobra taçlı ve iki parmak enli kaşlı ve omuzlarında birer adem karar edecek kadar vasi' ketefli ve sinesi vasi' ve beli ince ve uylukları semin ve tabanları yassı ve gozleri müdevver ve ahmerü'l-levn vech-i münevver kişilerdir. Amma Şafi'iyyü'lmezheb geçinirler cüssedar ademlerdir. Kaçan Aras ve Şeki kal'ası bazarlarına gelseler cümlesi piyade sahraya inüp Şeki arabalarına süvar olurlar. Zira lahm u şahm sahibi olduklarından anları at ve katır götürmeğe tahammül edemediklerinden arabalara ve mefret camuslara eğer urup camuslara süvar olup başlannda hammam kubbesi kadar destarlarıyla Kırım kadısı gibi şavarıp-tıraş ve zekan-dıraz olup iki canibine muhteşemane selam vererek ubur etdiklerinde guya bir sürü kavm-i Deccal ubur eder. Bir acib ve garib acebe-lika Oğuz ta'ifelerdir. Ciimle Gilan ve Şirvan ve Şamaiki halkının masharalandır. Gayet Oğuz kavmdir.” 24 Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden naklettiğim bu bölümün öncesi ve sonrasını okuduğumda, Çelebi’nin bugünkü Kırım ile Ermenistan taraflarında bir yerde bu anlatıyı yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrı bir sözlük çalışması ile tercüme ve tahlilini yaptığım bu bölümde İt-Barak halkının izlerini bulmak müm24

Z. Kurşun, S.A. Kahraman, Y. Dağlı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, s. 146

73


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

kündür. İşi kolaylamak adına yine yaptığım tahlili maddeleştirerek sunmak isterim. -Evliya Çelebi; İt-til kavmini anlatırken, bu kavmin ehlileşmemiş, herhangi bir inanca veya mezhebine mensup olmayan bir kavim olduğunu anlatır. Burada, Oğuznamedeki İt-Baraklarla batı ilminin Köpek Kafalılar kavminin ortak tezahürü ile karşılaşırız. İnanç sistemi dışında bu kavmin herhangi bir vergiyi kabul etmedikleri vurgulanır ki bu durum Oğuznamedeki durum ile aynıdır. Oğuz Han elçilerini yollayarak İt-Barakları iline katmak ve vergiye bağlamak istemiş ama bu İt-Baraklarca kabul görmemiştir. -Çelebi yine İt-til kavmini anlatırken, birçok erkeğin kadınlara tecavüzde bulunduğunu ve aile kavramlarının olmadığından bahseder. İlerleyen bölümlerde erkeklerinin biçimsizliğine ve tuhaf fiziksel özelliklerine değinir. Bu noktalarda yine Oğuzname’de anlatılan İt-Barak erkeklerinin fiziksel olarak çirkinliğine ve kabalığına, kadınlarının da bu durumdan mustarip olmasına bir atıf görmekteyiz. -Köpek lisanı ile konuştuklarını aktaran Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde bu bölümün sonuna bir tablo eklemiş ve bu kavmin lisanının belli başlı kelimelerini ve karşılıklarını vermiştir. Kuzeydoğu ’da yaşadığı aktarılan bu kavmin köpek lisanı ile konuşması ilginçtir. Asya kıtasına yaptıkları gezilerde hem Marco Polo hem de Carpini, karşılaştıkları Köpek Başlılar kavminin kendilerine ait dilleri olduğunu aktarmaktadırlar. -Evliya Çelebi; İt-il kavmi soyundan olduğunu belirttiği Kaytak kavmini tasvir ederken, “basık kafalı”, “Dabbetül Arz” ve “Deccal görünümünde”, “garip çehreli” gibi sıfatlar kullanmıştır. Dabbetül Arz ve Deccal kelimelerinin anlamlarına baktığımızda “kötü”, “çirkin”, “tuhaf yaratık” ve “kötü huylu hayvan görünümlü insan” karşılıkları vardır ve de görsel olarak değişik hayvanların kafalarına sahip ama insan vücudunda resmedilmiştir. Bu noktada Oğuz yazmalarındaki İt-Barak ve diğer anlatılardaki Köpek Kafalılar tasviri ile büyük ölçüde örtüşmektedir. - Son olarak Çelebi; görünüşlerini ve yaşam tarzlarını garipsediği bu kavim için; “İlginçtir, tuhaftır ve gariptir ama gayet 74


Emre Erzincanlı

Oğuz halkındandır” diyerek Oğuz kavimlerinde daha önce muhtemelen rastlamadığı durumu arz etmiştir. Çelebi’nin durumu bu şekilde nakletmesinin karşılığı da; Oğuzname’de geçen “Karanlık ülkelerde yaşayan, fiziksel özellikleri ile ötekileştirilen, sonrasında Oğuz Han’ın iline ve yasasına(töresine) kattığı İt Barak halkını” aklımıza getirir. Evliya Çelebi’nin tasvirini yaptığı bölgenin günümüz coğrafyasındaki tam olarak yerini bilmesek te Kırım Han’ından bahsetmesi, önceki işaret edilen coğrafyaların da ortak bölgesidir. Muğlak olarak kalsa da bu bölgelere yakın bir bölgenin tasvir edildiği kesindir. Bu da bize İt Barakların yaşadığı yer hususunda daha geçerli bir fikir beyan etmektedir. Maddeleştirerek, karşılaştırmalı olarak ele aldığım Evliya Çelebi’nin aktardığı “İt-İl” ve “Kaytak” kavimleri, izini sürüp peşine düştüğüm İt-Barakları bu anlatısında karşımıza çıkarmaktadır. Türk Dünyası’nın önemli eserlerinde olduğu gibi Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde İt-Baraklar ya da Köpek Kafalılar ile karşılaşmam, muhayyel ya da mücerret olarak yaşamış olarak addettiğimiz bu kavmin varlığı hususunda bize yine yeni bir sağlama ve önerme sunmuştur. Eski çağlardan günümüze kadar bahsi geçen bu topluluğun(İt-Baraklar) çağlar atlayarak günümüze kadar yansımaları; basit, uydurulmuş, sanrılar yoluyla kerhen ortaya konmuş bir millet olmadığının da bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Daha önce de belirttiğim üzere; destanlarda, efsanelerde ve mitolojilerde, sosyal bilimin bir gereği olarak kati ve mutlak gerçekler aramak yanlış bir yöntem olacaktır. Bu noktada yaptığım, ileri sürdüğüm savın doğrultusunda, çeşitli kişiler tarafından kaleme alınmış anlatılardaki bulguların ışığında, genel bir yargıya ulaşmak çabasıdır. Sözlü Kaynaklardaki Değinimler Dünyada birçok milletler ayrı ayrı devletler kurmuşlar ve ayrı devletlere sahip olmuşlardı. Bazı kavimler ise tarih boyunca ancak bir devlet kurabilmişlerdi. Kurulan bu tek devletin tarihi yazılabilmişti; fakat o milletin kalbine ve ananesine devlet kurma ve idare etme mefhumu bir türlü girememişti. Orta Asya, Çin ve Roma gibi büyük devlet ve kavimlerde ise devlet fikri, ilk oluşunu 75


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

ve şeklini aile inanış ve kuruluşlarından gelişmişlerdi. Bu sebeple bir devlet yıkılsa bile, ailenin ve kişilerin iliklerine kadar işlemiş olan bu köklü anane ile yeni bir devletin kuruluşu olağan bir iş haline gelmişti. "Dünya Devleti" düşüncesi ve bu düşüncenin gerçekleştirilmesi, Dünya Tarihinde ancak bir kaç millete nasip olmuştur. Bu tür devlet düşüncesi, Türklerin devlet anlayışının kökünde ve mayasında vardı. Bu anlayış çok eski çağlarda doğmuş ve din düşüncesinin içinde yer almıştı. Sonra da bu düşünce, bir mitoloji olarak Türkler tarafından anlatılmış ve onları gütmüştür. Bu, aile düşüncesinin ve düzeninin içine sızmış, bir anane olmuş, kanun gibi yasaklar koyan bir töre olmuş ve Türk milleti inanır olmuştu, bunun tek doğru yol olduğuna. Ortaya çıkan kuvvetli kişiler, bu yolu tutarak ellerinde bir meşale gibi aynı prensiplerle yürümüşlerdi. Millet de onlara inanmış, şan ve şerefle dolu bir tarih meydana gelmiş. Birçok Türk devletleri 25 batmış ama yine aynı veya benzer düzenlerle ortaya çıkmıştı. Türk Dünyası’nın kadim ve dinamik tarihi beraberinde kapsamlı bir kültür oluşturmuş, bu kültürün ürünleri de hem yazılı hem de sözlü olarak oldukça geniş neşriyat oluşturmuştur. Böylesine köklü kültürün beraberinde yüklü bir miras bırakması beklenir ki nihayetinde öyledir. Çalışmanın önceki bölümlerinde; Türk tarihinde, İt-Baraklar hususuna dolaysız bir şekilde temas eden, birinci elden ya da ağızdan onları bize anlatan eserler üzerine yoğunlaştık. Bu yazılı kaynakların konumuzu daha mücessem kılması önemlidir ancak konumuz gereği İt Barakların ya da Köpek kafalıların izinde karşımıza çıkan her bulgu ve bahis beraberinde kapsamı genişletecek ve konunun ele alınışı için daha etraflı bir zemin hazırlayacaktır. Sözlü kaynakların, inanışların, rivayetlerin ve anonim ürünlerin de bu çalışma içinde hususiyetle ele alınması gerekir. İt-Baraklar ve de Köpek Kafalılar, bilhassa sözlü kültürün yazıya yansımış görünümleridir. Köpek Kafalılar olgusu, Türk Dünyasının ürünlerindeki değinileri taradığımız bu bölümde; Oğuz yazmalarında “İt Barak” ya da “Kıl-Barak” olarak karşımıza çıkmıştı. Sonrasında Oğuz yaz25

76

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s.293-295


Emre Erzincanlı

malarının devamı niteliğinde olan Dede Korkut hikâyelerinde “Barak”, “Ulu Köpek” ve “İt soyu” olarak görünmüş, Piri Reis Antil Adalarında karşılaştığı bu halka “Köpek Benzeyen Savaşçı Toplum” demiş ve Evliya Çelebi ise “İt-İl ve Kaytak” soylarını anlattığı bölümde bu kavim için “Deccal”, “İt lisanlı” gibi benzetmeler yapmıştı. Bu anlatılar en ön plana çıkan öğeler olduğundan bahsini evvel tuttum. Elbette Türk tarihindeki İt-Barak ya da buna benzer inanışlar ve söylemler bunlarla sınırlı değildir. Arzımız gereği; konumuzu sadece İt-Baraklar ve Köpek Kafalılar ile sınırlı tutmayıp, köpek ve aynı hayvan familyasının türevlerini de kapsayacak şekilde tasarladım ancak bu bahislerin konu ile bağlantılı bir bağlamda incelenmesi gerecektir. Burada bu familyanın en baskın iki öğesi olan köpek ve kurt daha geniş mevzu bahis konusu olduğundan birbiriyle bağlantılı fakat ayrı olarak üzerinde durulması gerekecektir. Türk Dünyasında ve iletişimde oldukları milletlerde, bizlere İt-Barakları anımsatacak ya da köpek ve kurt merkezli birçok değinimler vardır. Öncelikle bu bahisler, Oğuz Destanı’nda olduğu, kendini destanlarda bilhassa türeyiş kısmında gösterir. Uygur Türeyiş destanında gökten gelen bir ışık ile gebe kalma durumu ve bu ışığın köpek ya da kurt olduğu inancı yönündedir. Bu inanç Moğollar’a sonradan geçmiş olacak ki onlarda da bu motife rastlanır. Eberhard eserinde duruma şu şekilde değinmiştir. "... Her gece parlayan, sarı bir adam çadırın üst penceresin-

den giriyor, kapının ışığı ile karnımı okşuyordu. Onun parlak ışığı karnıma nüfuz ediyor, giriyor, çıkarken de sarı bir kopek gibi ayın veya güneşin şualarından, tırmanarak geri dönüyordu. Bu, onların, Tanrı’nın oğlu olduklarının açık göstergesidir.” 26 Eberhard eserinde proto-Moğollarda sarı ve kırmızı köpeğin yaygın olarak türeyişte yer aldığından bahseder ki çalışmamın ilerleyen bölümlerinde, Çin devletini müstakil olarak inceleyeceğim bölümde bu inanışların ne kadar yaygın ve ortak öğeler içerdiklerine işaret edeceğim. Özellikle Altay Türklerinin türeyiş destanlarında ya da efsanelerinde Kurt’tan türeyiş oldukça yay26

W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, Ankara, 1942, s.48

77


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

gındır. Bazen bu “Kurt” olarak ta tanımlanır bazense bu “Ulu Köpek” olarak ta yansıtılır. Aynı şekildeki türeyişlerinin bir başka hali Başkurt Türklerinin rivayetlerinde yer alır. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere Atalarının “Kurt” veya “Ulu Köpek” olduğu konusunda değişik önermeler vardır ancak Abdulkadir İnan bir vesikasına ulaştığı Başkurtlar hakkındaki rivayetleri şu şekilde aktarır. “Çingiz Han'ın atası alan Ko'a Hatun halka; kendisine bir ışık

indiğini ve Gök kurt olarak çıktığını söylemişti. Ancak halk buna inanmamıştı. Bunun üzerine bazıları hatunun çadırının yanında pusu kurup, beklediler. Havadan, parlak bir ışık indiğini, gördüler. "Bayağı güneş gibi inen bu ne idi? Diye birbirlerine sordular. Gelin bağıralım; kurt ise çıkar, dediler. Bağırd1lar. Baktılar ki, "at yeleli bir gök kurt" çıka geldi. Arkasına baktı, Çingiz diye bağırdı. Ondan sonra kayboldu...” 27 “Başkurtlara göre Ural dağlarında kurt, Peygamber'in sahabelerine, yol göstermişti. Bazılarına göre ise; Başkurt Türkleri, bir kurdu izleyerek, ormanlık ve güzel bir yere varmışlar ve orada yerleşmişler. Bu kurda da, "Kok cal" yani "Gök yeleli" diyorlarmış”. 28 Görüldüğü üzere Orta ve özellikle Kuzey Asya’da, kurdun veya köpeğin adının geçmediği bir destan ya da efsane bulmak oldukça zordur. Türk Destanları sınıflamasında “Barak Batır” destanı bile mevcuttur. Yazmalarının günümüze ulaşmadığı bu destanın hakkında edinebildiğimiz bilgi Kazan Han’ın Ruslara karşı verdiği mücadeleyi anlatmasıdır. Bu destanın teşekkül ettiği iddia edilen bölge, daha önce de telmihli ifadeler ile işaret edilen Kırım Coğrafyasıdır ki bu bölge İt-Barakların yaşamış olabileceği coğrafyayı bir daha vurgulaması açısından önem arz eder. Yine büyük ölçüde Göktürklere ait olduğu kabul edilen Ergenekon Destanı’nın ilk kısmında yine “yol gösterici kurt” imgesi ile karşılaşırız ve türemeyi sağlayan da yine “dişi kurt” tur. Ergenekon destanı ve Eski Türk anlatıları Liu Mau-Tsai’nin

27 28

78

Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1968, s.72 Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, s.74


Emre Erzincanlı

29

kitabında etraflıca incelenmiştir. Bu kitap, Çinlilerin gözünden Türkleri anlatması açısından önemlidir ve şimdiye kadar ortaya çıkan söylemleri başka bir gözle başka bir ağızdan anlatır. Çin kaynaklarında, Çin devleti merkeze alınmış diğer topluluklar ise bunun etrafında var olmaya çalışan milletler olarak anlatılır. Bu bağlamda, Ögel’in eski Çin devleti hususundaki tespitlerine yer vermek isterim; “Çin kendi kabuğuna çekilmiş, kendi dünyasında

yaşıyordu. Esasen bu çağda Çinliler kendi ülkelerinden başka bir yeri de tanımıyorlardı. Onlara göre yeryüzündeki tek devlet kendi ülkeleri idi. Çin dünyanın ortasında bulunuyor, barbar ve vahşi olan diğer milletler de Çin’i bir halka gibi çeviriyorlardı. Şimdiki Çinliler bile kendi devletlerine Chung-kuo, yani “Orta Memleket” veya “Orta Devlet” derler.” 30 Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeple Türk destanları da tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir. Bu çeşitlilik zenginliği oluşturduğundan farklılaşmayı da bir ölçüde engeller. Türk tarihindeki milletlerin büyük ve ortak değeri Oğuz Han’ın kişiliği ve töresi; Kırgızların yerel anlatısı Manas Destanı’nda da, Farsilerin Şehnamesinde de açık bir şekilde görülür. Zeki Velidi Togan’ın, Oğuz Han destanını merkeze alarak yaptığı çalışmada, Oğuz yazmalarını M.Ö 750 li yıllara, “Hiung-Nu” devletine ve nihayetinde Sakalara dayandırır. Sakaların Türk olup olmadığı hususu ise kanaatimce, “İran ile 31 Turan” kitabıyla Osman Karatay tarafından, kitabın “Sakalar Türk’tür” bölümünde etraflıca ele alınmış ve bir süredir Türk Dünyasını meşgul eden bir silsileyi nihayete ulaştırmıştır.

29

Liu Mau-Tsai, Çin Kayaklarına Göre Doğu Türkleri, İstanbul, 2006, s.13-25 30 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s.3 31 Osman Karatay, İran ile Turan “Eskiçağda Avrasya ve Ortadoğu’yu Hayal Etmek, İstanbul, 2012, s.219-230

79


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

Türklerde bayrak kutsaldır ve taşıdığı değerlerde bununla bağlantılı olarak milletlerin mukaddes varlıklarını sembolize ederler. Milletlerin bayrağındaki semboller tesadüfen ortaya çıkmaz, kadim ve derin bir kültürün ürünleri olarak değerlendirilir. Türklerin kullandıkları bayraklara bakıldığında renk olarak sarı ve mavi hâkimdir. Sarı güneşi ve ışığı sembolize ederken mavi renk ise Gökyüzünü ve Gök Tanrı’yı sembolize eder. Bayrakların üzerindeki semboller değişken olsa da; “yol gösterici” ve “ulu” Kurt ya da Bozkurt ögesi daha ön plana çıkar. Başkurt 32 Türklerinin bayraklarında “Kurt Kafası” olduğu bilinir. Zaten bu ad edindikleri “Kurt” öğesinin bayrağa yansımış halidir. Göktürklerin de bayrakların da “Bozkurt” vardır. Göktürklerin ve bağlı boyların “Kurt Ata” inanışların oldukça ön plana çıktığı aşikârdır. Örneğin Göktürk soyundan olan Tarduş Türklerinin atalarının kurt veya köpek kafalı olduğuna inanılırdı. Tarduş Türklerinin 33 ataları Kurt veya Köpek başlı bir insan imiş. Tarduş Türklerinin bu inancı konumuzla da oldukça ilgili ve ilginçtir fakat bu boyun bu inanca neden sahip olduğu hususuna değinmek gerekecek. En net olarak Tarduş Türklerini okuduğum Faruk Sümer’in Oğuzlar kitabında bu boy şöyle anlatılır. “Türkler ‘in tarihçe

bilinen yurtlarını, çok sonraları Moğolistan denilen ülkenin batı kesimi teşkil ediyordu. Bu kesim aşağı yukarı doğuda Tula ve Tüngelik'in yukarı boylarına, kuzeyde Baykal, Kem ırmağı ve Tannu dağlarına, batıda Altaylara ve güneyde de Gobi çölüne kadar gidiyordu. Türk soyunun en eski temsilcisi Hunlar burada yaşadılar. Onları Sienpiler ve Juan-Juanlar izlediler. Sonra Gök Türkler geldiler. Gök Türkler devrinde, Tokuz-Oğuz, On Uygur, İki Ediz; İzgil, Tarduş ve Tölis gibi Türk budunları da burada oturdular. Gök Türkler, devletlerini kurduktan (551) pek az sonra batıda feth ettikleri yerlerin geniş bir bölümünde de yurt tutmuşlardı. Yeni göçlerle batıdaki Türk yerleşmesinin sınırları genişledi. Öyle ki X. yüzyılda Türklerin ezici çokluğu Doğu Türkistan'dan Hazar Denizine uzanan geniş bölgede yaşıyordu. Gök 32 33

80

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, s.156 Ögel, Türk Mitolojisi II, s.156


Emre Erzincanlı

Türkler devrindeki tarihi Türk yurdunda gördüğümüz Türk budunları da yine ilk yurttan aşağıya inmiş budunlardır. Bu budunlarda olan Tarduşlar batıya doğru ilerleyerek diğer boylarla birlikte hâkimiyet kurdular. 34 Bu bölümde Tarduşlar; köpek başlı bir insandan türediklerine dair inanışlarının konumuzla ilgili önemi ile birlikte yine işaret edilen coğrafya da oldukça önemlidir. Tarduşlar, Göktürklere bağlı olarak, batıya oradan da güneye inmişler, Hazar Denizi’nin batısına Volga nehrine kadar ulaştıkları rivayet edilir. Türgeşlilerin yaşadığı coğrafya ile inanışları dikkat çekicidir. Yine konu ile bağlantılı olacak şekilde Nogay Türkleri karşımıza çıkar. Nogay Türkeri’nin bayrağında “Kanatlı bir Köpek” vardır. Nogay Han; Altınorda Devleti’nde önemli bir devlet adamı idi. Türk boyları arasında ata ismi sistemine örnek bulamayız. Böyle boy ve siyasi/hanedan isimlerinin belirlenmesi sonradandır; Selçuk, Nogay, Osmanlı, Çağatay. Aynı şekilde on35 gun asıllı isim çok az vardır. Peter Golden üstadında bahsettiği üzere Nogay Han’ın isminin birlikte zikredildiği kişilere bakarsak neden birçok Türk boyuna isim verdiği kolay anlaşılacaktır. Ayrıca Nogay Türkleri hakkında Rabia Uçkun’un iddiası da önem arz eder. Ona göre; Ortaçağdan günümüze kadar, Nogay “Kö’ün”, “köpek çocuk” ya da “ köpeğin çocuğu” olduğundan efsanelerde 36 çok sık söz edilmiştir. Bu boylar özellikle Kırım bölgesi ve kuzeyinde yaşadılar. Daha önce birçok kez işaret edildiği üzere Kırım ve Kuzeyi, İtil ve Volga nehirlerinin olduğu bölge kendi tespitimce İt-Barak halkının yaşadığı yer olarak çok kez işaret edilmiştir ve ne tesadüftür ki; türeyişlerinin köpek kafalı bir insandan olduğuna inanan Tarduşlar bu bölgede yaşamış, Oğuz Destanı’nda Oğuz’un bu bölgeyi teslim ettiği Kıpçaklar (Kıpçaklar Nogay Han boyu olarak ta bilinir) bu bölgede yaşamış, son olarak 34

Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ankara, 1967 Peter Golden, Türk Hakları Tarihine Giriş, Çev.Osman Karatay, Karam Yay., 2006, Çorum, s.7 36 Rabia Uçkun, “Gagavuz Halk Kültüründe İstanbul’un Bir Anlatma ve Düşündürdükleri”, 7. Uluslararası Kültür Kongresi (Türk-Dünya Kültüründe İstanbul), 5-10 Ekim, 2009, Ankara 35

81


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

ise Bayrağında kanatlı bir köpek Nogay Türkleri de yine bu bölgede yaşamıştır. Bütün bunların, hepsinin ki bu konudan önce verdiğim Kırım örnekleri de vardır, bir tesadüf olması mümkün değildir. Bu bölgede yaşayan Türklerin; bayraklarına köpeği resmetmesi, köpek kafalı bir insandan türediklerine inanması, Evliya Çelebi’den hatırlanacağı üzere İt-İl kavminin köpek lisanı konuşmaları hep bir tesadüfün eseri olabilir mi? Başka bölgeler de mevzu bahis olunur ama neden hep Kırım, kuzeyi ve nehirler? İt-Baraklar ve Köpek Kafalıların izinde, bulgularım bu coğrafya ve halkları üzerinde yoğunlaşmıştır. Elbette bu bulgular oldukça önemli iddiaları ve önermeleri beraberinde getirir. 37 Ögel Kitabında; Yudahin’in “Kırgız Sözlüğü” adlı eserinden faydalanarak bazı köpek adlarını maddeleştirerek çeşitli görünümlerde Türklerin köpek hususundaki inanışlarına bağlı çeşitli söylemlere değinir. “Oğuz destanları içinde geçen Barak adlı

çoban kopeği hususunda yeterince durmuştuk. Kumayık: Efsanevi bir hayvandır ki, hiç bir yaban hayvanı ondan kurtulamaz: "Kuşların ulu beyi (kuş törösü), buudayık adlı kuş; Kopeklerin ulu beyi (it törösü), Kumayıktır (Kırgız Türklerinde). Kıtmır; Eshab-ı Kehf’in köpeği. Çevik; işini bilen, hilekâr ve kurnaz adam/hayvan. Görülür ki Türkler kendi çoban köpekleri yanında Kıtmır’ı pek hoş bulmazlardı. Sırttan; Köpeklerin Hakanı. Mitolojide azgınlık ve uyanıklık ile kendisini göstermiş bir köpek. Cesur ve yiğit köpek/kişi.(Burada Ögel bu köpeğin Sırtlan olduğunu belirtmiştir) Kancık; Türkmenler köpeğe kancık derlerdi. Ancak çoban köpeklerinin yeri onlarda da ayrıdır. Gök Yeleli Köpek; Bilindiği üzere “gök yeleli” sadece kurtlar için söylenen bir tanıtmadır. Ama bir Kırgız anlatılarında “gök yeleli” köpek kullanılmıştır. Gök Kuyruklu Köpek; Müslüman Türk masallarında görülür. Bu tanıtma da kötü ruhlar ile ilgilidir.” 38 Burada bahsedilmeyen ancak Oğuz yazmalarında sıkça bahsedilen “Tazı” köpeğini de unutmamak gerekir, bu köpekse av köpeği olarak Türk kültüründeki yerini alır. Görüleceği üzere değişik coğrafyalarda 37 38

82

Yudahin, Kırgız Sözlüğü, Çev. A. Taymas, Ankara, 1945, s.520 vd. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, s.153


Emre Erzincanlı

yaşayan Türk milletlerinde bile aynı dil konuşulmasına rağmen en bilinen hayvan bile söylemde farklılaşır. Türk tarihine ve kültürüne baktığımızda hem yazılı hem de sözlü eserlerde kurt ve köpek birbirinden ayrılır. Kurdun vahşiliği, yırtıcılığı ve gizemi her zaman çok daha ön plandadır. Kurt(özellikle Bozkurt) kutsallaştırılmış ve Türk Dünyası’nın ortak manevi bir kültü haline gelmiştir. Köpek figürü kurdun yanında daha sönük kalsa da çoğu durumda köpek sadakati, koruyuculuğu ve dostluğu sembolize eder. Bilhassa çoban köpekleri, Baraklar, kurdun düşmanı olarak anlatılır. Bu noktada Türk menşeili eserlerde kurdun hem yol gösterici ve ulu görünümleri olduğu gibi diğer taraftan saldırgan, hilebaz ve vahşi olarak ta çok tasvir edilir. Bu durum köpek için de geçerlidir. Tasvirler çok değişken olabilir ama şöyle bir gerçek vardır ki hiçbir zaman “Bozkurt” kötü bir tezahürle karşımıza çıkmaz. Bozkurt, Türklerin vazgeçilmez tabusu haline gelmiştir ki bilindiği üzere Cumhuriyet dönemindeki ilk basılan kâğıt paralarda Bozkurt figürleri bulunuyordu. TBMM’nin ilk yıllarında ise bir süre Bozkurtlu Türk Bayrağı kabartması, TBMM’nin konuşma kürsüsünün arkasında büyük bir şekilde gösterilmişti. Ulu Önder Atatürk’ün yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağında; Bozkurt imgesinin olmasını ve Türk Dünyasında göğün rengi olan mavi rengi istediği de rivayet edilir. Konumuz İt-Baraklar, köpek ya da kurt inanışlarının sözlü bahsi olduğundan takdir edileceği üzere geniş bir sözlü geleneğe sahip kadim Türk kültürü bize kapsamlı neşriyat sunar. Dolayısı ile hepsi olmasa da birkaçının nakledilmesi, Türk tarihi ve kültüründeki köpeğin yerini anlama hususunda gereklidir. Köpek konulu Halk inanmalarında mitolojik dönemden gelen bir devamlılık vardır. Altay yaratılış destanlarının birinde köpek motifi de göze çarpar. Ülgen’in sarayına bekçi olarak konulan köpek, Erlik’in saraya girmesine izin verir. Erlik köpeğe kut ve 39 açlık duymayacağı yetenekler vaat etmiştir. Köpekler eski Türklerde Şamanların da dinsel törenlerinde yer alır. Şaman 39

Yaşar Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, Ankara, 2012, s.54

83


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

yeraltı dünyasına yaptığı yolculukta köpekle karşılaşır. Bazı şamanlar kendilerinden geçtiklerinde köpek taklidi de yaparlar. Tatar Türklerinde şamanlar “Baraklara” binip göğe yükselirler40 di. Tatarlar kırmızı bir köpekle prensin birleşmesinden türediklerine inanırlar. Yaradılış mitinde köpeğin yer aldığı başka örneklerde vardır. Moğollar atalarının kırmızı köpek olduğunu 41 düşünürler. Eski Ardanuç (Günümüzde Artvin iline bağlı bir ilçedir) bölgesi hakkında bilgi verilirken Ardanuç’ta Ovacık köyünde, bağlarda toprağın altında evlerin olduğun, ufak ufak kapıları olan bu evlerde gece ışıklar yanar sesler gelirmiş. Burada yaşayanlara “İt-Ağızlılar, İt-Suratlılar” derlermiş. İnsanlarla meskûn olmayan bu çevrede ziraat da yapılmamakta sadece 42 diken bitmekteymiş derler. Moğollarda İt-Barak’ın kutsiyetine inanılır. Moğolların köpekten türediklerine dair efsaneler vardır. Nogay Türklerinde İt-Baraklar yaradılış destanındaki kurdun yerini almıştır. Burada kanatlı köpeğe samur denilmektedir. İnanca göre samur şamanın gök ile ilişkisini sağlıyordu, aynı inanca göre köpek havlarken, kayıp etmiş olduğu kanatlarının 43 acısını dile getirmektedir. Buryatların* bazı boylarında “köpek” ata olarak bilinir. Mesela Ekizler/İkizler boyu köpeği ataları olarak kabul edilir. Buryatlar’ın inancına göre köpek ölen kimseyi ahirete götürüyordu. Evcil hayvanların bu boyda ortak adı Köpek Domuzu ’dur. Böylece köpek; ata, boyun kurucusu, mistik gücün temsilcisi gibi kim44 likleri olan bir varlıktır. Kazaklara ait bir inanca göre de yu40

Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.54. Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.55. 42 Nazmiye Yazıcı, Ardanuç Folkloru Ülkü Ünal Arşivi (eser Y. Kalafat tarafından kaynakça gösterilmiş fakat detaylı kaynakça bilgisi verilmemiştir), Kalafat, a.e, s. 56 43 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.58-59 44 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.61-62 *Buryatlar, Turan halklarının Altay kolundandır. Bugün bir Moğol halkı olarak tanınıyor olsalar da Buryatlar; iki Türk, iki de Moğol boyunun birleşmesinden doğmuş karma bir halktır. Bunlardan güney ve doğu Buryatya'da yaşayan Huri ve Hondogar boyları Moğol karakteri taşırlar 41

84


Emre Erzincanlı

murtalarından köpek yavruları çıkan “Kumay” adını taşıyan bir “İt-Alakaz” vardır. Kumay’ın yumurtalarından köpek yavrusu çıktığına dair bir efsane de Kırgız Türklerinde görülür. Kırgızlar45 daki bu köpek bütün hayvanların koruyucusudur. Özellikle Kuzey Türklerinde “Barak” kelimesi şahıs adı ve unvan olarak kullanılmıştır. Kuzey Türklerinin anlatmalarında; it başlı, sığır 46 ayaklı bir ulusun varlığına dair rivayetler vardır. Barak adı, Barak isimli mitolojik hayvandan gelirken, bu hayvan aynı zamanda ongundu da. Ongunu olduğu topluma ismini vermişti. Tabu oluşturmuş olan diğer varlıklar gibi etrafında kült de oluşturmuştu. Anadolu’da Horasan Eri olarak ismi geçen Barak Baba adını bu mitten alıyordu. Türk kültürünün mitolojik geçmişinde Hayvan Ata miti vardı. Bu tespiti köpekten hareketle de doğrulayabiliyoruz. Barak Baba bu bağlamda mütalaa edilebilir. Keza Kurt, Oğuz Türk coğrafyası mistik folklorunda, hem kendisinden çekinilen hem de desteğinin sağlanması istenilen bir külttür. Adeta ak ve kara 47 iyeleri bir arada bulundurur. Bu teşhis Barak için de geçerlidir. Genel anlamda “Baraklar” ve “Kurt” hakkındaki söylemler oldukça fazladır. Burada nakledilenler bunun küçük bir parçasıdır. Türk coğrafyasındaki çok boyutluluk; Türk kültürüne, inanışlarına, yaşam tarzlarına, söylemlerine, kutsal öğelerine kısacası

ve Budist'tirler. Batıda yaşayan Bulaga ve Ehiriler ise Türk’türler ve Tengri'ye inanırlar. Buryatların toplam nüfusu 600 bin dolayındadır. Bunun 290 bini Buryat Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır. Komşu İrkutsk ve Zabalskaya Oblastarında da 150 binden fazla Buryat bulunmaktadır. Buryatlarda, Türkiye Türkçesindeki kurt, Bortocono olarak bilinir. Börte kelimesi kurt anlamında Türkçe bir sözcüktür. Çono ise Moğolca Kurt demektir. Buryatlar Bortocono/Börtecine’yi ataları, Ala Geyik’i de anaları olarak bilirler. 45 Ahmet Caferoğlu, “Türk Onomastiğinde Köpek Kültü”, TDAY Belleten, S.1, 1961, Ankara, s. 62-63 46 Rabia Uçkun, “Gagavuz Halk Kültüründe İstanbul’un Bir Anlatma ve Düşündürdükleri” 47 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.68.

85


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

hayatlarına yansımış ve bunları da çok boyutlu bir hale büründürmüştür. Bu kadar geniş bir coğrafya beraberinde geniş bir millet kültürü ve hayat tarzını ortaya çıkarmıştır. Buna rağmen bu çeşitlilik ortak ögelerin kaybolmasına neden olmamış sadece çeşitli halklarda bu ortak ögelerin değişik şekilde tezahür etmesiyle vuku bulmuştur. Bu değişimde inanç sistemlerinin ve dinin de etkisi kuşkusuz önemli ve etkilidir. Türk tarihinde tanık olduğumuz kimlik bilinci, sahip olunan söylemleri ve inanışları kutsamıştır. Bunun sayesinde, Mançurya’dan Avrupa’ya, Horasan’dan Anadolu’ya söylemlerin ve inanışların çeşitliği söz konusudur ancak temelindeki ortak ögeler bakidir. Milletler sahip olduklarıyla yaşar ve yâd ederler. Türk Dünyasının sahip oldukları dünya üzerinde hiçbir millete nasip olmayacak kadar kadim ve büyüktür. Türk Dünyasındaki yazılı ve sözlü eserlerin, İt-Barak hususunda tarandığı bu bölümde; birçok coğrafyada birçok millet tarafından hem yazılı hem de sözlü olarak Barakların kendine geniş bir zeminde yer bulduğunu görmekteyiz. Bu husustaki değinimler değişse de, İt-Baraklar Türk tarihi ve kültürüne adını yazdırmıştır. İt-Barakların ve Köpek Kafalıların izlerinin sürüldüğü bu çalışmada Türklerin bu ögeyi; türeyişlerine kattıklarını, inançlarına soktuklarını, kendilerine ata ve onga yaptıklarını, en değerli destanlarına konu ettiklerini, manevi bir değer olarak kabul ettiklerini ve bunları hem tarihlerine hem edebiyatlarına hem de kültürlerine işlediklerini bir gerçektir. Son tahlilde; Değişik coğrafyalarda birçok milletle temas halinde olan Türkler karşılıklı bir alışveriş dinamiği içerisinde, hem kendi kültür ve inanışlarını hem de temasta olduğu milletlerin kültür ve inanışlarını benimsemiştir. Bu doğal bir döngünün gereğidir ki Türkler bu döngüde en çok ismi zikredilen milletlerin başında gelir. Türklerin aktif olarak yürüttüğü bu kültür alışverişi, Türk Dünyası’na yansımış beraberinde büyük bir değer oluşturmuş ve de birçok farklı millete de bu mirasını aktarmıştır. 86


Emre Erzincanlı

KAYNAKÇA CAFEROĞLU Ahmet, “Türk Onomastiğinde Köpek Kültü”, TDAY Belleten, S.1, Ankara: 1961. EBERHARD W., Çin’in Şimal Komşuları, Ankara: 1942. GOLDEN Peter , Türk Hakları Tarihine Giriş, çev.Osman Karatay, Çorum: Karam Yay., 2006. HERODOTOS, Herodot Tarihi, çev. Müntekim Ökmen, İstanbul: 3. Baskı, 1991. İNAN Abdulkadir, Makaleler ve İncelemeler, Ankara: 1968. İNAN Afet, Piri Reis’in Amerika Haritası (1513), Ankara: TTK, 1954. KAÇALİN Mustafa S., Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul: Kitapevi, 2006. KALAFAT Yaşar, Türk Mitolojisinde Kurt, Ankara: 2012. KAPLAN Mehmet, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1979. KARATAY Osman, İran ile Turan “Eskiçağda Avrasya ve Ortado-

ğu’yu Hayal Etmek, İstanbul: 2012. KEMİK Fatih, “Evliya Çelebi Seyahatnamesindeki Halk Etimolojisi Örnekleri Üzerine”, Uluslararası Evliya Çelebi ve Seyahat-

name Sempozyumu, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, 2008. KÖPRÜLÜZADE Mehmed Fuad, Türk Edebiyat Tarihi, İstanbul, 1926. KURŞUN Z., KAHRAMAN S.A., DAĞLI Y., Evliya Çelebi Seyahatnamesi, “Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini”, 2. Kitap. 2. Cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999. ÖGEL Bahaeddin, Türk Mitolojisi I-II, Ankara: TTK, 2014. PİRİ REİS, Kitab-ı Bahriye, TTK Yayınları, İstanbul: TTK, 1935. SOUCEK Svat, Piri Reis ve Kolomb Sonrası Türk Haritacılığı, İstanbul: Boyut Yayıncılık, 2013. SÜMER Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Ankara: 1967.

87


Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı

SÜMER Faruk, “Oğuzlara ait Destani Mahiyette Eserler”,

AÜDTFC Dergisi, c. 17, s. 3-4, Ankara, 1959. TOGAN Zeki Velidi, Oğuz Kağan Destan Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul: Enderun Kitabevi, 1982. TSAİ LiuMau, Çin Kayaklarına Göre Doğu Türkleri, İstanbul: 2006. UÇKUN Rabia, “Gagavuz Halk Kültüründe İstanbul’un Bir Anlatma ve Düşündürdükleri”, 7. Uluslararası Kültür Kongresi (Türk-Dünya Kültüründe İstanbul), 5-10 Ekim, Ankara, 2009. YUDAHİN K., Kırgız Sözlüğü, çev. A. Taymas, Ankara: 1945.

88


İSKİTLERİN ÖLÜM RİTÜELLERİ Tansu Tepekule ∗

E

ski bozkır kavimlerinden biri olan İskitlerin kültür ve inanç dairelerinin çevrelediği bir ölüm algısı bulunmaktadır. Ölüm zaman zaman bir yok oluş zaman zaman ise yeni bir hayatın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Bu cümle, yapısı itibariyle iddialı dursa da insan psikolojisi incelendiğinde bilinç kavramının ‘yitme’ yani ‘varlığın sonlu oluşu’ fikrini kabul etmekte zorlandığı gerçeği kendisini göstermektedir. Günümüz insanlığının teknoloji ve pek çok ilim alanında ivme kaydetmiş olması maddi anlamda bir doyum sağlasa da manen bir doyum gerçekleştirememektedir. Çünkü ölümsüzlük fikri hala tüm ihtişamını korumaktadır. Genellikle içerisinde bulunulan inanç kültürüne paralel uygulamalarla şekillenen ölüm merasimleri ve bu merasimler etrafında gelişen defin, yas ve anma törenleri gibi ritüeller, hemen hemen tüm toplumlarda büyük bir ciddiyetle ele alınmış ve uygulamalarında büyük bir özen gösterilmiştir. Gerek bireyin bilinçaltında gerekse toplumun kültürü seviyesinde ölüm hiç bir zaman basit bir olay olarak algılanmamıştır. Çünkü insanoğlunun tekelinde olmayan her durum beraberinde belirsizlik şuurunu inşa etmiştir. Öyle ki ölüm denilen olgu deneyime tabii tutulamamıştır. Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki ölümü tattıktan sonra tecrübelerinden bahsetsin. Dolayısıyla insanoğlu kendi keyfiyeti dışında gelişen bu olay karşısında dönemsel zihniyetler ve imkânları çerçevesinde bir hazırlık süreci geliştirecekti. Kimi zaman basit bir tören kimi zaman ise görkemli bir tören ile uğurlanan mevtalar için son durak aynı mıydı bilinmese de her ∗

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, tansu.tepekule1993@gmail.com


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

devirde insanoğlu ölümü, ayin ve merasimlerle kuşatarak ona sembolik bir değer atfetmiştir. “Müşahedelerin uzanabildiği en eski zamanlara kadar gidildiğinde karşılaşılan sembolik işaretler, ölümün basitçe bedenin ölümüyle eşzamanlı olmadığı şuurunu ispat etmektedir. Hayatın tabii düzenini aşma şuuru, bütün kültürlerin kendisiyle uğraştıkları temel mesele olmuştur. Ferdi ve kolektif şuur dışında ölümle ilgili sembolik bağlantılar ve anlamlar, ölüm ötesine dönük gizli bir şuurun varlığını ortaya koymaktadır. Burada ölüm saldırma, iğdiş etme, bozma; yola çıkma, yolculuk; istirahat, uyku; ikinci karşılama; yeniden doğuş vb. gibi 1 manalar ifade etmektedir.” İnsanoğlu defin çeşitlerinin işlerliğini kazanmasında etkili olan unsur ise bu toplumların ölü ve ölüm olgusunu ele alış tarzlarında yatmaktadır. Bu ele alış tarzının kökleri de bir anlamda ait oldukları kültür ekseninde filizlenmektedir. Buna ilâveten, bu toplumların oldukça geniş bir coğrafi sahaya yayılmış olması ve çeşitli uygarlıklarla ve çeşitli inançlarla münasebete girmesi kaçınılmaz olarak eski Türk topluluklarında defin merasimlerinde oluşan canlılığın ve renkliliğin temel sebeplerinden kabul edebiliriz. Ölüm ritüellerinin şekillenmesinde ısrarla üzerinde durduğumuz inanç ve kültür dairesinin yanında “ölüm şekli, ölüm sebebi, ölen şahsın toplumsal statüsü, ölümün gerçekleştiği yer, 2 ölümün gerçekleştiği zaman ve ölen kişinin vasiyeti” gibi unsurlarda önem arz etmektedir. Tüm bunların yanı sıra ölüm gerçeğinin bir de psikolojik alt yapısına değinmemiz gerekmektedir. İnsan psikolojisinin iki farklı güdümle hareket ettiğini söylememiz mümkündür. Bunlardan biri hiç şüphesiz kabullenme Godin’in tabiriyle ise ‘ta-

1

Hayati Hökelekli, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Sayı:3, Cilt:3, Yıl: 3, Bursa, 1991, s. 153. 2 Y. Ziya Sümbüllü, “Eski Türklerde Defin Şekilleri Üzerine Bir İnceleme”, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Erzurum, 2004, Sayı: 2, s. 63.

90


Tansu Tepekule

3

mamlanma arzusudur’ Ölümün toplumsal bir olay olmasından mütevellit, bireyin bu tamamlanma süreci eşrafı ile anlam kazanırken diğeri ise reddetme bir anlamda yok sayma ile ilişkilendirilmektedir. Teorik olarak farklı iki durumla karşılaşılmış olsa da değişmeyen hakikat her iki durumunda da ‘insan hayatını kesin4 tiye uğratmaksızın devam ettirme arzusu’ yatmaktadır. Bu hususu Fromm da desteklemektedir. Öyle ki ölüm ve ölümle ilgili bir takım adet ve uygulamaların da aynı arzunun dışa vurumu olduğunu söylemektedir. Çeşitli törenlerde ve inançlarda sergilenen, insan bedenini konserveleyerek saklama fikri, ölümsüz5 leşme arzusunun en belirgin biçimi olarak kabul edilebilir. Ölülerin Mumyalanması

“Hakikati gizleyen şey simülakr değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr hakikatin kendisidir.” 6 Baudrillard’ın deyimi ilk bakışta mumyalama hususu ile alakasız görünse de kanaatimce yapılan bu işlem bir nevi simülakrı andırmaktadır. Simülakr, “bir gerçeklik olarak algılanmak iste7 nen görünüm” şeklinde tanımlanmaktadır. Burada temas etmeye çalıştığımız nokta çalışmamızın ilerleyen safhalarında değinileceği üzere, mumyalama işleminin nereden türediği ile ilişkilidir. Simülakr ise tam bu noktada devreye girmektedir. Bu durumu ruhun, bedenden ayrıldıktan sonraki arayışında, yaşayacağı çetrefilli durumlara bir nevi hazır ve nazır kılınmak istenmesi şeklinde yorumlayabiliriz. Bu şüphesiz bir yorumlamadan ibarettir. Genel yapı itibariyle simülakr ve simülasyon modernizmin nimetleriyle örtüştürülse de eski zamanlarda da bu teorinin

3

Hayati Hökelekli, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, s.163. Hayati Hökelekli, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, s. 163. 5 ErichFroom, Sahip Olmak ya da Olmak, Say Yayınları, İstanbul, 2016, s. 198, 199. 6 Jean Baudrillard, Simülakr ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, DoğuBatı Yayınları, Ankara, 2003, (Kapak Sözü). 7 Jean Baudrillard, Simülakr ve Simülasyon, Kapak sözü. 4

91


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

kendine bir vücut bulduğu yönünde bir bakış açısına sevk ettiği8 ni söylemek mümkündür. Mumyalama denildiğinde ilk akla gelen şüphesiz Mısır uygarlığı olmuştur. Yaygın kanaate göre “Mısır’da mumyalama işlemi insan öldükten sonra ruhun yaşayacağı ve o ruhun kendi bedenini arayacağı inancıyla ortaya çıkmıştır. Bu inanışa göre vücudunu bulamayan ruh perişan bir biçimde dolaşmak zorunda kalacaktır. O dönemde ruhunu bu acıdan kurtarmak isteyen ve bunun için yeterli serveti olan herkes mumyalanıyordu. Ölümsüzlüğün simgesi olarak benimsenen mezarlara konulacak ölülerin, öbür dünyadaki yaşamları için ünleri ve zenginlikleri ölçü9 sünde mumyalar yapılırdı.” İskitler için ise durumun biraz daha farklı olduğunu söylemek mümkündür. İskitlerde ölülerin mumyalanması ile ilgili ilk bilgilere Herodotos’ta rastlanmaktadır denilebilir. O, bu hususta şöyle demektedir: “ Ölen kişinin gövdesi mumla kaplanmıştır; önceden karnı yarılmış, içi boşaltılmış ve maydanoz tohumu, anason ve dövülmüş saparna ve kokulu 10 maddelerle doldurulmuş sonra dikilmiştir.” Bunun yanı sıra bu gelenek hakkında başka bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu, kurganlardan çıkarılan cesetlerde bu geleneğin uygulandığına dair emarelere ulaşılmıştır diyebiliriz. Bir başka değinilecek husus İskitlerde mumyalamanın neden yapıldığı yönündedir. Bilindiği üzere bir canlının ölüm vaktini tam anlamıyla tayin etmek mümkün değildir. Ayrıca ölüm denilen olguyu bizatihi deneyimlemiş herhangi bir canlıya yeryüzün-

8

Açıklamaya çalıştığımız nokta, mumyalanma işleminin nedeninde gizlidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonraki geçireceği ıstıraplı, belirsiz ve bir o kadar yorucu hayata karşı bedeni sağlam tutma onun bozulmasını engelleme fikri hâkimdir. Dolayısıyla simülakr teorisi bizim perspektifimizden bu şekilde yorumlanmıştır. 9 Gülçin Akbaş, “Mumya Sanatı”, Başkent Üniversitesi, PİVOLKA, Sayı: 21, Yıl: 7, Ankara, Mart 2012, s. 12. 10 Herodotos, Herodotos Tarihi, IV, çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1973, s. 71.

92


Tansu Tepekule

de rastlanmamaktadır. Bu belirsizlik hali hiç şüphesiz sıkı bir hazırlık süreci gerektirmekteydi. Bunun yanı sıra Eski Türk toplulukları içerisinde ölü gömme merasimlerinin yılın belli dönemlerinde yapılmakta olduğu gerçeği kendini göstermektedir. Dolayısıyla bu her ölenin anında defnedilmediğine işarettir. Bu konu Çin kaynaklarında, “Onlar (Türkler) yazın veya baharda ölenleri ağaçlar ve bitkiler sararıp kurumaya başladığı zaman; kışın veya sonbaharda ölenleri, yapraklar yeşermeye başladığı 11 zaman gömerler” şeklinde ifade edilmektedir. Bu durumda mumyalama İskitler için, cesedin gömme anına kadar bozulmasını önlemek için başvurulan önemli bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna ek olarak İskit kurganlarının özellikle de hükümdarlarının mezarlarının olabildiğince maddi ve manevi zahmet gerektirmesinden ötürü başvurulduğunu da söyleyebiliriz. Lakin Mısır uygarlığından farklı olarak, İskitlerde hükümdarların, boy ve boylar birliklerinin başlarındaki kişilerin yani sadece unvan olarak önemli şahsiyetlerin mumyalandığını görmekteyiz. Bu durum “kralların tanrıların soyundan gelmesi ve yarı despotik 12 iktidarları” sebebiyle ilişkilendirilmektedir. Aslında bu durumun günümüz itibariyle çok fazla değişmediği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Öyle ki günümüz koşulları göz önünde bulundurulduğunda sıradan bir vatandaş ile herhangi bir devlet yöneticisinin veyahut maddi refaha kavuşmuş bir kimsenin cenaze töreni dini koşulları ayrı tutulmak kaydıyla farklılıklar arz ettiğine şahit olmaktayız. Dolayısıyla geçmiş zamanlarda yaşanan bu durum daha anlamlı kılınabilir. “Kaynaklara göre mumyacılığın ana malzemesi bitumendir (zift, asfalt). Tahnit denilen bu mumyalama yönteminde ayrıca sodyum karbonat, sodyum bikarbonat, demir tozu, kalsiyum ve silikon karışımı tuzlardan ibaret olan natron ve çürümüş mür otu, çeşitli aromatikler, palmiye yağı ve bazı baharatlar da kulla11

İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2008, s. 59. 12 B. N. Grakov, İskitler, çev. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, II. Baskı, İstanbul, 2008, s. 140.

93


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

nılırdı. Ancak yapılan tüm araştırmalara rağmen mumyacılıkta kullanılan ecza ve kimyasal karışımlar henüz tam olarak keşfedi13 lememiştir.” Görülen o ki günümüzde pek çok alanda ivme kaydedilmiş olmasına rağmen bazı konular tüm sırrını korumaktadır. Aslında bu durum bir anlamda zorunluluğun insanları yaratıcılığa ittiğinin de kanıtı sayılabilir. İskit dönemini aydınlatmada önemli bir yere koyabileceğimiz Pazırık, Şibe ve Oglakti Kurganları bize mumyalanan cesetlerle ilgili şaşırtıcı olarak nitelendirebileceğimiz bilgiler sunmuştur. “Ceset mumyaları ilk olarak Şibe’de yapılan kazılardan sonra Altaylıların kurganlarından çıkarılmıştır. Yaşlı ve genç insan cesetleri günümüze kadar kötü bir hâlde kalmalarına rağmen, beyin kafatasından ve bağırsaklar bedenden çıkartıldığından 14 cesetleri tespit etmek mümkündür.” Kazıların sonucunda işlemin yapılırken belli başlı kuralları olduğunu gösteren yani her kurganda ortak olan bazı noktalar mevcuttur. Mesela vücutta kesilerek yarıklar oluşturuluyor olması bu konuda önemli bir örnektir. Buna kanıt olarak hem “Şibe’deki kurgandan çıkartılan adamın bacağındaki yarıklar hem de Pazırık’taki 5. Kurgan’dan çıkartılan adamın bacağındaki yarıkların aynı olması” gösterile15 bilir. Bunun yanı sıra gelenekte aktarımın olduğunu gösteren bir başka husus “İkinci kurganda gömülü kadın ve erkek kafatasları, Şibe’deki kurgandan çıkarılan yaşlı adamın kafatasına uygulanan aynı yöntemle ayrılmış olmasında yatmaktadır. Bu kafataslarının açılıp içinin boşaltılmasının ardından içinin toprak, çam16 ların iğne yaprakları ve karaçam kozalarıyla doldurulması” da yine dikkat çeken başka bir husustur. Mumyalama geleneğinde ivme kaydedildiğini ve dahi kültürel bir aktarım sağlandığını ispat edecek nitelikte bazı hususlar vardır. Kurganlardan elde edilen bilgiler ışığında özellikle 5. kurgandaki cesetlerde farklı yöntemlerin denendiğine şahit 13

Gülçin Akbaş, “Mumya Sanatı” , s. 12. İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s.63. 15 İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s.60 16 İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s. 60. 14

94


Tansu Tepekule

olunmuştur. Bu farklılık “yarıkların at kılı ile çifte kıvrımlar şek17 linde bükülerek dikilmesinde” yatmaktaydı. Buradan varabileceğimiz bir başka nokta da hiç şüphesiz atın bozkır kavimleri arasında yalnızca savaşlarda kullanılmadığı ve günlük yaşamın her alanına sirayet ettiği yönündedir. Mumyalama ile ilgili olarak değinilebilecek bir başka hususta, o dönemin insan prototipi hakkında aşağı yukarı bilgi sahibi olmamızı sağlayacağı noktasında olmuştur. Öyle ki zaman zaman “cesetlerin gövdelerinin dövmeyle kaplanmış olduğu” görülmektedir. Bunun yanı sıra “kurganlardan çıkarılan atların kulaklarına birbirinden farklı enler yapılmıştır. Bu nişanların farklı olmaları, atların değişik boylara mensup kişiler tarafından 18 hediye edildiğini göstermektedir.” Sonuç itibariyle mumyalama geleneğinin İskitlerde yaygın olduğu yönünde bir kabule gidebiliriz. Sürekli vurguladığımız kültür aktarımını mumyacılık geleneğinde de görmekteyiz. Öyle ki İskit sonrası dönemde de varlığını korumuştur. “Göktürk dönemine ait yazıtlarda törene katılanların kokular, mumlar sandal ağacı vb. getirmeleri yine bu dönemde mumya geleneğinin devam ettiğine kanıt sayılabilir. Ve dahi Türkiye Selçukluları’nda I. 19 Keyhüsrev, II. Süleyman Şah, III. Kılıç Arslan mumyalanmıştır.” Defin ve Sonrasında Yapılan Ritüeller Ölü ve ölüm karşısında saygının yanı sıra bilinmezlikten ötürü bir korku hali de kendini gösterir. İskitler de diğer bozkır kavimleri gibi ölüme sebep olan kötü ruhların gazabından sıyrılmak ve dahi inanışlarının önemli zeminini oluşturan atalar ruhunun koruyuculuğu vasfından istifade edebilmek için özellikle defin merasimleri sırasında ölüye hayattaymış gibi bir muamelede bulunmayı gerekli görmüşlerdir. Cesedin toprağa gömülmesi uygulamaları sırasında belirli kalıplar bulunmamakta17

İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s. 60. Abdülkadir İnan “Altay Pazırık Kazısında Defin Törenleri”, Makaleler ve İncelemeler, II, Ankara, TTK Basımevi, 1991, s.263. 19 İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s.61. 18

95


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

dır. Ana hedef ölüyü toprakla bütünleştirmek olurken pratikte farklılıklar arz edebilir. Bu konuda da ölen kişinin sosyal statüsü, ölüm yeri ve zamanı belirleyici olmaktadır. Toprağa defin törenlerinde ilk aşamada uygun bir yer ve zaman tespiti esastır. Yerin belirlenmesi noktasında ön plana çıkan bazı değerler bulunmaktadır. Genellikle, dağlık ve ormanlık alanlarla, akarsu vadileri ve yatakları defin için tercih edilen öncelikli mekânlar olmaktadır. Bu durum Eski Türklerde, mezar yerinin ulaşılabilirliğini düşürmek saygı ögesini ise arttırma fikrini içerisinde barındırır. Bu durumu daha anlamlı bir çerçevede ifade etmemiz gerekiyorsa da atalar ve tabiat kültüne olan bağlılık olarak adlandırabiliriz. Bu şekilde bir diğer ifadeyle ayakaltında olmayan bu ölümsüzlüğün sembolü mezarlarda yatan ataların mezarları olduğu kadar ruhları da tahribat ve her türlü saldırıdan korunmuş olacaktır. Bunun yanı sıra “bu bölgelerin tercih edilmesinde, dağ, ağaç ve su gibi yer – su varlıklarının koruyucu bir ruha sahip olduklarına yönelik inanç da göz önün20 de bulundurulmaktadır.” Defin işleminin tamamlanmasının ardından İskitler belli başlı ritüelleri yerine getirmektedirler. Bu hususta Herodotos “Ölüleri gömdükten sonra kendilerini temizlerler. Başlarını iyice ovarak yıkarlar, gövdelerini temizlemek için bir tören yaparlar, yere üst uçları birbirine eğik üç kazık çakarlar, üzerine çepeçevre keçe sararlar, keçelerin içerisinde ve kazıkların ortasında bir tekne vardır, iyice kızdırılmış birçok taş getirip bu teknenin içine ko21 yarlar.” “İskitler kenevir tohumunu alırlar, keçe örtülerin içerisine girerler ve bu tohumları kızgın taşın üzerine atarlar; tohum taşa değince tütmeye başlar, çıkardığı buğu, Yunanistan’daki hamamlarda bile bu kadar boğucu bir buğu olmaz. İskitler bu buğuyla bayılırlar ve keyiften haykırırlar. Bu onlara yıkanma yerine geçer, çünkü gövdelerine hiç su değdirmezler.” Görüyoruz ki bu bir tür uyuşturma ve meditasyon halidir. Günümüzde 20

Y. Ziya Sümbüllü, “Eski Türklerde Defin Şekilleri Üzerine Bir İnceleme”, s. 66. 21 Herodotos, Herodotos Tarihi, s.74.

96


Tansu Tepekule

dahi kenevirin kullanım sahasının yasalarca güvence altına alınması onun bu yönünden ötürüdür. Herodotos eserinde İskit memleketinde kenevir yetiştiriciliği üzerine de ayrıca bir parantez açmıştır. “İskit topraklarında kenevir yetişir, tıpkı keten gibidir, yalnız daha kalın ve daha büyüktür. Hem insan eliyle ekilir hem kendiliğinden yetişir. Traklar bundan tıpkı ketene benzer giyecekler yaparlar. Hatta bu işten çok iyi anlamayanlar için, bu giyecekler ketenden mi yapılmış yoksa kenevirden mi hiç belli olmaz ve keneviri bilmeyenler, ketendir diye yemin 22 Anlaşıldığı üzere kenevirden yalnızca meditasedebilirler.” yonla ilgili sahada değil, giyim kuşamla ilgili sahada da yararlanılıyor olması dikkat çekici bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Ruhen arınmanın zirveye ulaştığı bu buğulanma esnasında kişi kendinden geçerek bir başka boyuta intikal etmektedir. Bu aşamada bilincini de sağlıklı olarak kullanamadığı için bir kontrol mekanizması geliştirilmiş diyebiliriz. “İskitler tek kişinin girebi23 leceği bir çadırda” bu işlemi gerçekleştiriyorlardı. Bu aslında önemli bir ayrıntı olarak dikkat çekmektedir. Kişinin bu bilincine tahakküm edemediği noktada yalnız kalıyor olması bir tür mah24 remiyet bilincinin de göstergesi kabul edilebilir. İskitlerde kadınların cinsiyetleri gereği farklı bir defin sonrası metot izledikleri görülmektedir. Bu evre “servi, sedir ağacı yongalarını pürtüklü bir taş üzerinde iyice dövüp su katarlar; bu hamuru yüzlerine ve bütün gövdelerine sürürler, koklamaya doyulmaz bir koku kazanmış olurlar ve ertesi günü bu lapayı

22

Herodotos, Herodotos Tarihi, s.74. İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s. 62. 24 Herodot’un kenevir yetiştiriciliğinde sözünü ettiği yer Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda özellikle denizin kuzey ve güney sahillerinde yetiştirilmiştir. Buradaki merkezlerden Kolchis’in kenevirleriyle meşhur olduğu bilinmektedir. Rus arkeologların bu bölgede yaptığı kazılarda buluntular kenevirin varlığını ispatlamıştır. (Detaylı bilgi için bakınız İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s.63). Bu kenevirin bahsedilen keyif verici madde olmadığına dair de bazı söylemler bulunmaktadır. 23

97


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

kaydırdıkları zaman derileri pırıl pırıl ve taze bir renk almış 25 olur” şeklinde özetlenmiştir. Bu işlemlerin yanı sıra bir de feryat etme hususu vardır. İnsanoğlu üzüntülü durumlarda adeta bir rahatlama figürü olarak bu duruma sıkça başvurur. Günümüzde dahi bir klişe olarak “ağla açılırsın” , “avazı çıktığı kadar bağırmak” gibi kalıp sözler yerleşmiştir. Lakin İskitlerin bu ritüel sırasında nasıl bir ses çıkardıkları veyahut ne şekilde feryat ettikleri hususu pek açık değildir. “Tercihen yabancı hayvanların, özellikle de kurtların 26 söz konusu olabilmekteuluması ve insanların çığlık atması” dir. Bu temizlik ve ağıt seremonisiyle matem süresi sona ermektedir. Kral Mezarları Ölüm ritüellerinin belirleyici unsurlarını sayarken ölen kişinin sosyal statüsünün bu yönde çok belirleyici olduğunu söylemiştik. Bir hükümdarın mezarı ve onun ölümünün ardından gerçekleştirilen ritüeller elbette sıradan insanlarınkinden çeşitlilik ve farklılık arz edecektir. Bu hususta yine gerekli bilgileri Herodotos’tan öğrenmekteyiz. Onun bildirdiğine göre; “Kralları öldüğü zaman, o bölgede eni boyu bir, dörtgen, büyük bir mezar kazarlar ve hazır olduğu zaman ölüyü getirirler; Gövde mumla kaplanmıştır; önceden karnı yarılmış, içi boşaltılmış ve maydanoz tohumu, anason ve dövülmüş saparna ve kokulu maddelerle doldurulmuş, sonra dikilmiştir; ölü bir arabaya konur ve başka bir halk topluluğuna götürülür; teslim alanlar ise bir kulaklarının memesini keserler, başlarını çepeçevre kazırlar, kollarının etini çizerler, alınlarını ve burunlarını yırtarlar ve sol ellerine ok saplarlar, sonra arabanın içindeki kral ölüsü yine kendi uyruğundaki bir başka halk topluluğuna götürülür; ilk olarak görüldüğü yerin ahalisi de peşine düşer. Bütün halk toplulukları dolaştırıldıktan 27 sonra ölü imparatorluğun en ücra köşesine götürülür. Burada 25

Herodotos, Herodotos Tarihi, s. 75. İlhami Durmuş, Sakalar/ İskitler, s. 62. 27 Herodotos, Herodotos Tarihi, s. 75. 26

98


Tansu Tepekule

ücra köşe olarak belirtilen yer “Borisfen Çayının gemicilik için 28 yararlı bölümünün sonunda yerleşen Gerr topraklarıdır.” Burada daha evvel bahsettiğimiz durum yinelenmektedir. Burada yine hem ölen kişinin ruhunun rahata ermesi hem de mezarların tahripkâr faaliyetlere karşı korunması fikrini görüyoruz. Mezarların bu denli tahripkâr faaliyetlerden korunması fikrinin temelinde İskitlerin mezarlarının bir o kadar değerli eşya barındırıyor olmasında gizliydi. Şüphesiz İskitler altının değerini çok iyi biliyorlardı, bu yüzden büyük bir iştahla biriktirdikleri altınların bir kısmını kendileriyle birlikte mezara götürüyorlardı. Pek tabii bu durum mezar soyguncularının da türemesine yol açıyordu. Gerçekten de bir hazine niteliğinde olan bu mezarların iç dizaynlarına değinmek faydalı olacaktır. Bu hususta da tarih ilminin disiplinler arası yaklaşımda işbirliği yaptığı arkeoloji ilmi bize yardımcı olacaktır. Arkeolojik veriler ışığında özellikle “1850’li yıllar29 da yaklaşık otuz kadar kral kurganı” ortaya çıkarılmıştır. Bunun yanı sıra pek çok da düzensiz kazı faaliyeti sürdürülmüştür. Bu kazılardan elde edilen bilgilerin çoğu Herodotos ile örtüşmekte30 dir. Kurganın iç dizaynı şu şekilde tarif edilmektedir; “Mezarın içine çimen yayılır, kral üzerine konur; ölü yere saplanmış mızraklarla çevrilir, üzerine ağaçtan bir gölgelik konur, sazlarla örtülür; mezarın içinde boş kalan geniş yerlere karılarından birisi, elinden içki içtiği kimse, bir aşçı, silahtarı, uşaklarından birisi, bir haberci ve atları, boğulup konulur; kullandığı şeylerden birer tane ve altın kupalar konur (gümüş ve bakır kullanmazlar). Bu tören tamamlanınca herkes mezarın üzerine kürekle toprak atar ve en yüksek tümseği yapmak için birbirleriyle yarış eder-

28

ZaurHasanov, Çar İskitler, Aktaran: İlyas Topsakal, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2009, s. 227. (Gerr Bölgesi; “Çar İskitlerin hâkimiyeti altındaki en uzak yerdir.” ZaurHasanov, Çar İskitler, s.227). 29 B. N. Grakov, İskitler, s. 133. 30 Herodot’un dedikleri ile arkeolojik kazılar arasındaki benzerlik ve farklılıklar ile ilgili detaylı bilgiye ulaşmak için bakınız B. N. Grakov, İskitler, s. 140-142.

99


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

31

ler.” Burada ölümden sonra yaşama olan inancın tüm izlerini görmek mümkündür. Çünkü ölüm aynı zamanda yeni bir başlangıçtı dolayısıyla kişi diğer yaşantısına hazırlıklı gitmeliydi. Tüm bu merasimlerin bitmesinin ardından 1 yıl gibi bir zaman diliminin geçmesi ile artık son ritüeller de gerçekleştirilerek maksat hâsıl olurdu. Bu törende krala en çok “hizmet etmiş insanlarboğulur, bağırsakları çıkartılır, içleri temizlenir, saman doldurulup dikilir; iki ağaç desteğin arasına bir tekerleğin yarısı, yuvarlak yanı yere dönük olarak konur; öbür yarı aynı şekilde ve ayrı iki kazığa bağlanmıştır; bunlardan böyle çok sayıda yaparlar. Atlara enseye kadar uzunlamasına birer ağaç kazık geçirirler ve yarım tekerleğin üzerine kaldırırlar. Atı bir kısmı önden, omuzlarının altından tutup kaldırır; öbürleri arkadan, butlarının yanından karnını tutarak kaldırır; atın iki yandan bacakları sarkar, ama yere değmez. Atlara gem ve dizgin vurulur ve dizginin ucu bir ayağa bağlanır. Boğulan delikanlılardan her birini bir atın üzerine çekerler ve şöyle yaparlar: Gövdeye belkemiği boyunca enseye kadar sert bir kazık geçirirler; kazığın alt ucu dışarı çıkar ve atın içinden geçen kazığın üzerinde özel olarak açılmış olan yuvaya oturur. Mezarın çevresine bu görülmemiş atlıları dizdik32 ten sonra, bırakıp giderler.”

31 32

Herodotos,Herodotos Tarihi, s.72. Herodotos, Herodotos Tarihi, s. 72.

100


Tansu Tepekule

Fotoğraf: İskit Kurganı

Sonuç Tarihi süreç göz önünde bulundurulduğunda, var olma ve yok olma arafı insanoğlunun ilgisine mazhar olmuştur. Bunun bir sonucu olarak insanlık asırlardır ölümsüzlüğün peşinde koşmuştur. Lakin bu çabalar her canlının son durağının ölüm olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. Görüyoruz ki varlık denilen olgu bir diğer yandan da yokluğu inşa etmiştir. Bir diğer ifadeyle ise var olmak ölümün soğukluğunda can bulmuştur. Yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu ortaya çıkan kurganlar, ölümün soğukluğunun geçmişin sıcak rüzgârında yeniden anlam kazanmasını sağlamıştır. Defnin şekli ne olursa olsun, nihai hedef ölenkişinin ruhunun rahata kavuşmasından başkası değildi. Ölüsüyle, dirisiyle bütün bir hayatı kucaklayan bu toplulukların defin törenlerindeki canlılık ve çeşitlilik bu bakımdan her zaman ilgiye mazhar olmuştur. Bu çeşitlilik yüzlerce yıllık bir kültürel birikimin yanı sıra inançsal altyapıdaki renkliliğinde bir sonucu kabul edilebilir.

KAYNAKÇA

AKBAŞ Gülçin, “Mumya Sanatı”, Başkent Üniversitesi, PİVOLKA, Sayı: 21, Yıl: 7, Ankara, Mart 2012. BAUDRILLARD Jean, Simülakr ve Simülasyon, çev. Oğuz Adanır, Ankara: Doğu- Batı Yayınları, 2003. DURMUŞ İlhami, Sakalar/ İskitler, Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, 2008. ………., “İskitlerde Ölü Gömme Geleneği”, Milli Folklor Dergisi, Yıl: 16, Sayı: 61, 2004. FROOM Erich, Sahip Olmak ya da Olmak, İstanbul: Say Yayınları, 2016. GRAKOV B.N. , İskitler, çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları, II. Baskı, 2008. HASANOV Zaur, Çar İskitler, Aktaran: İlyas Topsakal, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2009. HÖKELEKLİ Hayati, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, S. 3, C. 3, Yıl 3, Bursa, 1991.

101


İskitlerin Ölüm Ritüelleri

HERODOTOS, Herodotos Tarihi, IV, çev. Müntekim Ökmen, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1973. İNAN Abdülkadir, “Altay Pazırık Kazısında Defin Törenleri”, Makaleler ve İncelemeler, II, Ankara, Ankara: TTK Basımevi, 1991. MEMİŞ Ekrem, İskitlerin Tarihi, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları, 1987. ROUX J.P., Altay Türklerinde Ölüm, çev: A Kazancıgil, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1999. TARHAN Taner, İskitlerin Dini İnanç ve Adetleri, İstanbul: İstanbul Edebiyat Fakültesi Matbaası, 1969. SÜMBÜLLÜ Ziya, “Eski Türklerde Defin Şekilleri Üzerine Bir İnceleme”, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:2, Erzurum, 2004. Fotoğraf Kaynağı: http://turkkazak.com/site/?p=15586

102


HSIUNG-NU ASKERÎ TEŞKİLATLANMASI ÜZERİNE GÖRÜŞLER Recep Efe Çoban ∗

M

Ö 2. yüzyıl civarı Kuzey Avrasya bozkırında kendileri gibi göçebe şekilde yaşayan birçok topluluğu hâkimiyet altına aldıklarına dair haberlerini aldığımız Hsiung1 2 nu başarısı , dönemin yerleşik medeniyetleri ölçütünde düşü3 nüldüğünde şaşırtıcı gelebilir. Oysa Hsien-pi Birliği , Juan-Juan 4 5 (Avar) Kağanlığı , Göktürk Kağanlığı gibi bozkır menşeli öncül

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, recepefecoban@gmail.com 1 Bir resim yazısı olan Çince çok farklı şekillerde okunabilmektedir. Çalışmamızda kullandığımız ‘Hsiung-nu’ okuması Wade-Giles sisteminde geçtiği şekildedir. Aynı isim Hanyu Pinyin sisteminde ‘Xiongnu’, Gwoyeu Romatzyh sisteminde ‘Shiongnu’, Jyutping sisteminde ‘Hungnou’, YaleRomanization sisteminde ‘Hung-nouh’, Tai-lo sisteminde ‘Hing-loo’ olarak okunmaktadır. Hsiung-nu adının okunuşuna dair tartışmaların kısa bir özeti için bakınız: Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2013, s. 7174. 2 Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi, Çev. Aykut Kazancıgil ve Lale ArslanÖzcan, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2007, s. 57-58; İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2013, s. 59-61.; Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 75-76. 3 Hsien-pi birliği: Hsiung-nu kavminin ortadan kalkması sonucu Çin’in kuzeyinde ortaya çıkmış olan kabileler birliğidir. Ayrıntılı bilgi için bk. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 82-86. 4 Juanjuan (Avar) Kağanlığı: Yönetici uruğunun Moğol dilli olduğu tahmin edilen, asıl adlarına dair kesin bir bilgi sahibi olmadığımız göçebe bir siyasî teşkilattır. Hâkimiyetleri altında bulunan Göktürkler tarafından mağlup edilerek yıkılmışlardır. Ayrıntılı bilgi için bk. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 89-93.


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

ve ardıl siyasî teşkilatlanmalar incelendiğinde, Doğu Avrasya’nın kuzeyindeki göçebe kavimlerin benzer bir yaşam döngüsüne sahip olduğu görülür. Zira bu yapılar yerleşiklerin aksine oldukça dinamik bir sistem üzerine kurulmuş, bu minvalde gelişmiş ve yıkılmışlardır. Dolayısıyla, bozkırda tesis olan askerî teşkilat da bu yapıya uygun şekilde teşekkül etmiştir. Hsiung-nu askerî teşkilatı, sadece Türk askerî tarihinin değil, ardından gelen çok sayıdaki bozkır menşeli askerî teşkilatın da temelinde yer alması sebebiyle önemli bir basamağı teşkil eder. Dahası bu teşkilatlanmanın önemli sayılabilecek birçok hususunu, Hsiung-nu kavminin başat muhataplarından olan Han 6 Hanedanı yıllıklarında kayda değer bir şekilde bulabilmek de mümkündür. Biz de bu bahisler yardımıyla çalışmamızda, Hsiung-nu askerî teşkilatlanması hakkındaki düşüncelerimizi ifade etmeye çalışacağız. Hsiung-nu Askerî Teşkilatında Milis ve Nöker Kavramları Üzerine Bozkır kavimlerinin tarihinden bahseden bütün incelemelerde, İskit ve Sarmat gibi göçebe kavimlerin, çoğunluğu hızlı ve mahir atlı okçulardan müteşekkil bir askerî bir kuvvete sahip 7 olduğu bilgisi yer alır . Kültürel açıdan bu kavimlerin devamı olarak görebileceğimiz Hsiung-nu’lar için de aynı yorum geçer8 lidir . Gerçekten de dönemin birincil kaynağı olan Han-shu içerisinde yer alan Hsiung-nu monografisinde, bu kavmin halkı5

Göktürk Kağanlığı: 552 yılı civarında Çin’in kuzeyinde kurulmuş, Türk adını taşıyan ilk göçebe siyasî teşekkülüdür. Ayrıntılı bilgi için bk. Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 140-166. 6 Han Hanedanı: Erken Han ve Sonraki Han olmak üzere iki dönemde incelenen Çin hanedanının adıdır. Han Hanedanı Yıllıkları ya da Hanshu ise Han Hanedanı döneminde kaydedilmiş vakayinamelerin bütünü olarak ifade edilebilir. 7 Robert Drews, Early Riders, The Beginnings of Mounted Warfare in Asia and Europe, New York: Taylor & Francis Group, 2005, s. 51. 8 Bahaeddin Ögel, Büyün Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt-1, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2015, s. 167-168.

104


Recep Efe Çoban

nın güçlü yaylar gerebilen zırhlı süvarilerden oluştuğu ifadesi 9 açık bir şekilde zikredilmiştir . Dahası, bu bahsin hemen ardından, Hsiung-nu toplumunun gündelik hayatını hayvancılık ve avcılık ile geçirdiği, ancak seferberlik hâlinde talim yaparak as10 kere alındığına dair açık bir anlatı da bulunmaktadır . Fakat bu bahisler, Hsiung-nu kavminin daimi, yani profesyonel askerlerden oluşan kuvvetlere sahip olmadığı görüşünü akla getirmemelidir. Eldeki verilere bakıldığında Hsiung-nu halkının, sefer zamanlarında orduya katıldığını söylemek zor değil, bir zorunluluktur. Fakat yukarıda alıntıladığımız bahisler üzerinden, yeknesak yapıda ve tamamen milis güçlerden müteşekkil bir ordu tasvirinin çizilmesi de mümkün olamaz. Zira Hsiung monografisindeki iki bahiste, profesyonel bir askerî birim olması muhtemel, seçkin askerlerden müteşekkil birliklerden bahsedilmektedir:

Başkomutan Ting-hsiang’dan, Çevik Birlikler Generali [de] Tai’dan hareket ederek çölü aşıp Hsiung-nu’lara saldırmak üzere sözleşmişlerdi. Ch’an-yü bunu duyunca, ağırlıklarını uzaklaştırıp

9

“Erkek çocuklar koyuna binerek kuş ve farelere ok atar, biraz büyüyünce tilki ve tavşanları avlayıp [bunların] etini yerlerdi. Askerleri yay çekebilen güçlü, zırhlı süvarilerdi.” [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2015, s. 1 (3743/1)]; Ssu-ma Chien, Re-

cords of the Grand Historian of China, Çev. Burton Watson, New York: Colombia University Press, 1968, s. 155. 10

“Adetlerine göre, normal zamanlarda hayvancılık ile uğraşır, yabanî hayvan avcılığı yaparlardı. Olağanüstü durumlarda ise, savaşmak için talimde bulunurlardı. Bu onların en doğal özelliği idi. Uzun menzilli silahlar yay ve ok, yakın döğüş silahları ise kama ve mızraktı. Kazanacaklarını [anladıklarında] ilerler, kaybedeceklerini [sezdiklerinde] geri çekilirler [ve] kaçmaktan utanmazlardı.” [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 1 (3743/5)].

105


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

seçkin askerleri ile birlikte çölün kuzeyinde beklemeye başlamıştı. 11 [Ancak] Han ordusu sınırdan 600-700 li (~249-291 km) kadar ilerleyip gece vakti Sağ Bilge Beyi’ni kuşatmıştı. Sağ Bilge Beyi, büyük [bir] şaşkınlığa uğrayarak kaçmış, seçkin süvarileri [de] onu takip etmişti. 12 Elbette bu iki bahis üzerinden, Hsiung-nu ordusunda mutlak suretle profesyonel askerlerin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Fakat Hsiung-nu kavminin kültürel halefleri olan ve benzer bir askerî yapıya sahip bozkır menşeli siyasî teşekküller13 de gördüğümüz nöker bahisleri, Hsiung-nu ordusunda profesyonel askerlerin bulunma ihtimalini kuvvetlendirir. Dahası, nöker dediğimiz askerî birlikler sadece göçebe kavimlerde değil, 14 yerleşik kavimlerde de comitatus gibi isimlerle görülebilen 11

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 28 (3769/10). 12 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 28(3769/10), 38 (3778/10). 13

Moğol soylularına hizmet veren ve toplumda imtiyazlı bir konumda olan nökerler profesyonel askerlerdir. Kaynaklar, bu askerlerin maddiyat için hizmet vermediğini ve bozkır kültüründeki milis ordudan farklı bir yapıya sahip olduklarını ifade eder. [Ahmet Caferoğlu, “Türk Tarihinde ‘Nöker’ ve ‘Nöker-zâdeler’ Müessesesi”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1952, ss. 251-261, s. 254-255]. 14 Tacitus, Germanie isimli eserinde Germen kabilelerindeki comitatus sınıfından bahseder. Verdiği bilgilere göre bunlar, yüksek sınıfa mensup ailelerin çocuklarından oluşan ve maddî çıkar beklentisi içinde olmadan kabile reisine tam bir bağlılık gösteren askerlerdir/hizmetlilerdir. [Tacitus, Agricolaand Germany, Çeviren ve Notlandıran: Anthony R. Bidley, Oxford: Oxford University Press, 1999, s. 4445 (Germany, 13-14).]; Comitatus sınıfının bir benzerini Mikhail Psellos, Doğu Roma İmparatorlarının muhafız alayı için zikreder: “Özel muhafızlarına gelince, Muhafız Kıtası’nı yeni askerlerle doldurdu; bir süre önce satın almış olduğu İskit gençlerini etrafına topladı. Bunların her biri hadım edilmişti. Bunlar kendilerinden bekleneni iyi anlıyor ve İmparator’un istekleri doğrultusunda hizmet ediyorlardı. Gerçekten imparator onların sadakatinden hiç şüphe etmedi. Çünkü en yüksek rüt-

106


Recep Efe Çoban

yaygın bir yapılanma tipidir. Dolayısıyla, eser doğru tercüme edildiyse, bahsi geçen seçkin süvarilerin, nöker sınıfının öncüllerini teşkil ettiği ifade edilebilir. Hatta bir adım öteye gidilerek, Hsiung-nu ordusunun büyük çoğunluğunu milis kuvvetlerin oluşturduğunu, fakat önemli konumlardaki kişileri korumak için nöker benzeri seçkin askerlerin yetiştirilip ordu içinde görevlendirildiğini ifade etmek de mümkün hâle gelir. Milis kavramının özellikle Avrupa için farklı bir anlam ihtiva etmesi, Hsiung-nu ordusunun içtimaî yapısını anlamamıza ket vurmaktadır. Çünkü Avrupa’da milis kavramının gelişimi, ‘hizmet’ anlamında kullanılan Latince ‘miles’ kelimesinin, önce ‘Tanrı’ya askerlik yoluyla hizmet eden’ anlamındaki ‘mileschristianus’ biçimini ve sonrasında gelişen ‘atlı asker’ ve ‘her cinsten askerî 15 kuvvet’i kapsayan ‘miles’ terim aşamalarını kapsar . Bu durum, Machiavelli ile birlikte “Cumhuriyetin veya monarkın (kralın) 16 emrinde olan (yani soyluların ve condonttiero ’ların değil), ücreti merkezî iktidar tarafından ödenen, geçici olarak değil, sü17 rekli bir kurumsallığa sahip bir öz ordu” anlamını kazanır . Oysa çalışmamızda kullandığımız ‘milis’ ifadesi bu kavramlardan fark-

belere bizzat onun sayesinde ulaşmışlardı. Bir kısmını bilfiil muhafız olarak, bir kısmını da yapılmasını istediği diğer işlerde kullanıyordu.” [Mikhail Psellos, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Çev. Işın Demirkent, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2014, s. 87]. 15 Niccolo Machiavelli, Askerlik Sanatı, Çev. Nazım Güvenç, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 2008, s. 53. 16 Condittiero (tekil) ya da Condittiere (çoğul), özellikle İtalyan şehir devletlerine hizmet veren paralı asker birliklerinin liderlerine/komutanlarına verilen isimdir. Condittiorolar sadece İtalyan paralı askerlerle değil, başka kavimlere mensup askerleri de birliklerinde barındırmışlardır. Başlangıçta oldukça sınırlı olan bu yapılanma, şehir devletlerinde milis askerî yapılanmanın kaldırılması üzerine zaman içerisinde oldukça güçlenmiş, hata İtalyan gençleri için profesyonel askerlik mesleği önemli bir kariyer yolu hâline dahi gelmiştir [Michael Edward Mallett – Christine Shaw, The Italian Wars, 1494-1559, New York: Routledge Publishing, 2014, s. 304]. 17 Niccolo Machiavelli, Askerlik Sanatı, s. 47.

107


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

lıdır. Bizim ‘milis’imiz genel anlamıyla ‘asıl mesleği askerlik olmayan kişiler’ olarak ifade edilebilir. Milis kavramı ile ilgili bir diğer problem de ‘asıl mesleği askerlik olmayan kişi’ ifadesinin genelliğidir. Zira yüzeysel bir ba18 kışta Hsiung-nu ordusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan 19 milisler ile Halkın Haçlı Seferi ’nde yer alan Avrupalı milisler aynı kategoride yer alacaktır. Oysa yukarıda da belirttiğimiz üzere, farklı kültürlerin etkisinde oluşan milis kavramlarının eşleştirilmemesi gerekir. Zira böyle bir eşleştirme, hem Hsiungnu askerî teşkilatının hem de bozkır menşeli siyasî teşekküllerin askerî yapılarının anlaşılmasını imkânsızlaştırır. Çünkü kaynaklar, Hsiung-nu milislerinin çok küçük yaşlardan itibaren askerî 20 bir eğitime tabi olduklarını açık bir şekilde anlatmaktadır . Hem Hsiung-nu monografisinde hem de SsmaChien’in eserinde, Hsiung-nu kavmine mensup erkek çocukların, küçükbaş hayvanların üzerine binerek kuş, fare, tilki gibi hayvanlar üzerinde atlı 21 okçuluk talimi yaptıklarının bahsi yer alır . Sadece bu ifade dahi Hsiung-nu milisleri ile Avrupalı milislerin birbirinden ne denli 18

Bahaeddin Ögel, De Groot’u referans göstererek ‘Ordu’ teriminin ilk kullanımının benzeri olan “ao-t’ot”, “o-t’ot” şeklindeki Çince işaretlerin bu kayıtlarda görülebildiğini ifade eder. [Bahaeddin Ögel, Büyün Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt-1, s. 162]. 19 1096 yılında, bizzat Papa II. Urban’ın çağrısıyla toplanan Hıristiyan kuvvetlerinin yaptığı sefer ‘Halkın Haçlı Seferi’ olarak bilinmektedir. Çoğunluğu Fransız şövalyeleri tarafından yönetilen, teçhizat ve maddi açıdan oldukça zayıf, her kesimden sivil grupları ihtiva eden bu kuvvet, büyük ikmal sıkıntıları yaşayarak İstanbul’a kadar gelmiş, yağma ihtimaline karşı vakit kaybettirilmeden Bizans gemileri ile karşı kıyıya (İzmit civarına) geçmiştir. Her bakımdan perişan durumda olan bu ordunun İzmit (Nicaea)’i ele geçirme çabaları da başarısız olmuş ve Anadolu Selçuklu ordusu tarafından imha edilmiştir [Jonathan Riley Smith, The Oxford History of the Crusades, Oxford: Oxford University Press, 1999, s. 35-36]. 20 Bahaeddin Ögel, Büyün Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt-1, s. 152. 21 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 1 (3743/1); Ssu-ma Chien, Records of the Grand Historian of China, s. 155.

108


Recep Efe Çoban

farklı olduğunu gösterecek niteliktedir. Dahası, yine Han-shu’da sefer sırasında gereken disiplin ve uyumun pekiştirilmesi amacıyla gerçekleştirilen toplu av bahislerine dair geçen bahisler, göçebe yaşamın getirdiği koordineli hareket kabiliyeti ve kan bağı ilişkilerinin sıkı olması gibi pek çok husus da toplumun günlük yaşamının askerî teşkilatlanmaya ne denli müsait oldu22 ğunu gösteren önemli emareler arasında sayılabilir . Mo-tu’nun sadakat, disiplin ve uyum yetkinliklerini askerlerine benimsettiği 23 avlar, her açıdan kayda değer örneklerdir . Hsiung-nu milisleri22

“Ancak, Ch’an-yü, sonuçta, Han sınırlarına saldırmayı istememiş, [bunun yerine] askerlerini dinlendirip atlılarını besiye çekmiş, ava çıkıp okçuluk talimleri düzenlemiş ve birkaç defa elçi göndererek güzel ve tatlı sözlerle ho-ch’in(:evlilik yoluyla uyum) antlaşması yapma isteğinde bulunmuştu.” [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 30 (3772/1-5)]; “Ertesi yıl [M.Ö. 60], Ch’an-yü emrindeki 100.000’den fazla atlıyla sınır boyunca ava çıktı. Sınırın içlerine girerek yağmalama yapmak istiyordu.” [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 50 (3789/1)]; Bahaeddin Ögel, bu talimleri 1) Tümen eğitim avı, 2) Büyük devlet avı olmak üzere ikiye ayırır. [Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, s. 153-154]. 23 “Bundan sonra, Mo-tu öten oklar yaptırarak atlılarını okçu olarak eğitmiş ve [şöyle] emretmişti: “Öten okumu attığım yere [ok] atmayanların başı kesilecektir.” [Sonra] ava çıkarak öten okunu attığı [yere] nişan almayanların derhal başını uçurmuştu. Bundan sonra, Mo-tu cins atını oklamış, yanındakilerden bazıları [bu hedefe] ok atmaya cesaret edemeyince hemen [onların] başını vurdurmuştu. Kısa bir süre sonra, yeniden öten okunu sevdiği eşine atmış, etrafındakilerin bir kısmı korkup ok atmaya cesaret edemeyince onların da başını vurdurmuştu. Kısa bir zaman sonra, Mo-tu ava çıktığında öten okunu Ch’an-yü’nün cins atına atınca çevresindekilerin hepsi de [aynı hedefi] vurmuştu. Böylece Mo-tu yanındakilere güvenebileceğini kanaat getirmiş ve babası T’ou-man’la birlikte ava çıktığında T’ou-man’a ok atınca çevresindekilerin hepsi de [onu] izleyip T’ou-man’ı hedef alarak öldürmüşlerdi.” [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 6 (3749/5)]; Burada geçen ‘öten ok’ ifadesi farklı kaynaklarda ‘ıslık çalan ok’ olarak da zikredilir. Alman Sinolog Berthold Laufer’a göre bu yeni silahı keşfeden kesin olarak Mo-tu’dur

109


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

nin farklılığı, Çin sarayından Hsiung-nulara gönderilen ChunghangYüeh adındaki Çinli tarafından ise şöyle ifade edilmiştir:

“Ancak [sizin] güçlü olmanızın sebebi yiyecek ve giyeceklerinizin farklılığıdır. 24 [Bu yüzden] Han’a bağımlı değilsiniz. Bugün için Ch’an-yü, alışkanlıklarını değiştirip Han mallarına hayranlık duymaktadır. [Bu durumda] Han [devleti], mallarının onda ikisini bile [harcamadan] Hsiung-nu halkının tamamını kendine bağımlı kılabilir. [Eğer] Han ipeklilerini giyerek at sırtında otların, dikenlerin arasında dolaşırsanız elbise ve pantolonlarınızın hepsi yırtılacaktır ve böylelikle [bunların] keçe ve kürk kadar dayanıklı ve iyi olmadıklarını göstermiş olacaksınız. [Aynı şekilde] Han’dan aldığınız yiyeceklerin hepsini atarak bunların süt ve kımız kadar uygun ve lezzetli olmadığını gösterebilirsiniz.” 25 “Hsiung-nu’lar, adetlerine göre, besledikleri hayvanın etini yer, onun sütünü içer, derisini giyer. Hayvanlarını otlatmak ve onlara su içirmek için zaman zaman yer değiştirirler. Bundan dolayı onlar olağanüstü durumlarda binicilik ve okçuluk taliminde bulunurlar, normal zamanlarında ise halk mutludur ve keyfine bakar.” 26 Yerleşik Kurumlar ve Destek Kuvvetleri Üzerine Önceki bölümde, Hsiung-nu askerî teşkilatının iptidaî olduğuna dair anlayışın hem Hsiung-nu kavmini hem de ardılı olan [Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, s. 170]. Benjamin Wallacker ise buna benzer bir ifadenin ‘ses çıkaran ok’ olarak Chuan-tzu’da geçtiğini ifade eder ve bu teknolojinin benzerinin, en erken üç Japon kaynağından biri olan Kojiki’de (720) ‘sekiz gözlü ve şarkı söyleyen temren’ adıyla yer aldığını belirtir [Benjamin E. Wallacker, “Notes on theHistory of the Whistling Arrow”, Oriens, Vol. 11, No. ½, 1958, ss. 181-182, s. 181-182]. 24 [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 16 (3759/1). 25 [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 16 (3759/5). 26 [Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 18 (3760/5).

110


Recep Efe Çoban

göçebe kavimleri anlamayı imkânsızlaştıracağını belirtmiştik. Bu açıdan bakıldığında, Hsiung-nu kavminin askerî çerçevede yerleşik kurumlara sahip olmadığı algısına kapılmanın da ne denli hatalı olduğu söyleyebiliriz. Zira kaynaklar, Hsiung-nu kavminde, yüksek ihtimalle Çin üzerinden devşirilmiş ve modern askerî terminolojide eğitim kampı olarak ifade edilen yerleşik kurumların benzerlerinin varlığına dair bahisler içermektedir. Örneğin Hsiung-nu monografisinde, Doğu ve Batı kanatlarından toplanan bazı kuvvetlerin, Batı bölgeleri üzerinden akınlar yapabilmek adına askerî çiftlik kurduğunu anlatan açık bir ifade yer almaktadır:

Ertesi yıl [M.Ö. 66], şehir devletlerinin, beraberce Chüshih’ya saldırmalarına kızmış olan Hsiung-nu’lar, Wu-sun’lara ve Batı Bölgeleri’ne akınlar düzenlemek arzusuyla Sol ve Sağ [Kanat] Büyük Generallerinin her birini on binden fazla atlıyla birlikte göndererek Sağ bölgede askerî çiftlikler kurdurdu. İki yıl sonra [M.Ö. 65], Hsiung-nu’lar her biri 6000 atlıya [komutan eden] Sol ve Sağ Yü-chien [Beylerini], Sol [Kanat] Büyük Generali ile birlikte göndererek bu kez Chü-shih’daki tarım yapan Han askerlerine saldırdılar; ancak ele geçiremediler. 27 Doğrusu, sadece bu ifade üzerinden Hsiung-nu askerî teşkilatında yerleşik kurumların bulunduğu söylenemez. Dahası, bu ifadeden ‘askerî çiftlik’ kurumunun ne olduğunu çıkarmak da mümkün değildir. Fakat Han-shu içerisinde, farklı bölümler ve farklı kavimler için kullanılmış ‘askerî çiftlik’ ifadelerinin bütünü, ifadenin muhtevasını oluşturma potansiyeline sahiptir. Örneğin, Batı bölgeleri bahislerinde, MÖ 59 civarı kuzeyli göçebe kavimlerin zayıflaması sonucunda Çin hâkimiyetindeki askerî tarım çiftliklerinin sayısının arttığı ve bu çiftlikleri koruyan Hsiao-wei 28 makamının Genel Valiliğe bağlandığı ifadesi yer almaktadır . Tercüme farklılıklarından mütevellit ‘askerî çiftlik’ ile ‘askerî 27

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 49 (3788/5) 28 Ayşe Onat, Çin Kaynaklarında Türkler (Han Hanedanı Tarihinde “Batı Bölgeleri”, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2015, s. 19-20.

111


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

tarım çiftliği’ kavramlarının birbirini karşıladığı düşünülürse, askerî çiftliklerin Han İmparatorluğu’nun merkezî sistemi içerisinde yer alan bir yapılanma olduğunu ve Hsiung-nu kavminin bu yapılanmayı tesis etmeye çalıştığı söylenebilir. Zira aynı bahis, döneminin Doğu Türkistan bölgesi içerisinde yer alan Ch’üli şehrine dair bahiste de benzer bir şekilde geçmektedir. Buna göre, Ch’u-li şehri ile Çin sarayı arasındaki ilişkilerin yükselmesi sonucunda Hsiao-wei teşkilatı şehir içerisine yerleşmiş ve askerî 29 tarım çiftlikleri kurulmuştur . Yine bir başka ifadede ise Chüshih şehrine askerî tarım çiftliği kurmak isteyen merkezî yönetime karşı çıkıldığı, zira bu durumun kuzeydeki göçebe kavimle30 rin akınlarını arttıracağına yönelik yapılan itirazlar zikredilir . Bize göre Hsiung-nu kavmindeki askerî tarım çiftliği yapılanmasının çözümünde kilit noktayı Hsiao-wei teşkilatı oluşturmaktadır. NicoloDiCosmo bu teşkilatın, Han İmparatorluğunun merkezinden uzaktaki sınır bölgelerinde kurulan ve ziraî üretim bölgesini koruyup kontrol eden askerî bir kurum olduğunu be31 lirtir . Öyleyse Hsiung-nu askerî çiftliği de salt askerî bir yapılanmanın ötesinde, sınır bölgelerindeki merkezî otoriteyi sağlayan ve ziraî üretimi tesis eden bir kurumu ihtiva ediyor olabilir. Bu da Hsiung-nu kavminin coğrafî şartlar elverdiğinde tarım yapma eğiliminde olduğunu bir kez daha gösterir. Dahası, bu tarım bölgelerini korumak maksadıyla Çin merkezî teşkilatlanmasına benzer yerleşik askerî kurumlar tesis ettiğini söylemek de gayet mümkündür. Hsiung-nu askerî teşkilatlanmasında söz edilmesi gereken bir diğer husus da ordu içerisindeki destek ağları ve yardımcı kuvvetlerdir. Zira bilindiği üzere yardımcı kuvvetler, askerî harekâtların etkili bir şekilde gerçekleştirilmesine imkân vermeleri 29

Ayşe Onat, Çin Kaynaklarında Türkler (Han Hanedanı Tarihinde “Batı Bölgeleri”, s. 57. 30 Ayşe Onat, Çin Kaynaklarında Türkler (Han Hanedanı Tarihinde “Batı Bölgeleri”, s. 70-71. 31 Nicolo Di Cosmo, Ancient China and Its Enemies, Cambridge: Cambridge University Press, 2002, s. 246.

112


Recep Efe Çoban

32

bakımdan oldukça kilit bir role sahiplerdir . Bununla ilgili olarak Han-shu’da, MÖ 79 yılı civarında Shou-hsiang kalesine yerleşen 9.000 Hsiung-nu atlısının, Tula nehrini geçebilmek adına bir 33 köprü inşa ettiği bilgisi yer almaktadır . Yabancı bir bölgede köprü inşa etmenin operasyonel açıdan zorluğu düşünülürse Hsiung-nu ordusuna destek veren yapılanmanın ne denli yetkin olduğu görülecektir. Dahası, bu görevi icra eden kişilerin Hsiung-nu dışından olması da muhtemeldir. Zira bilindiği üzere Kubilay Han Siyang-yang-fu kuşatmasında, mancınık inşası için Marco Polo ve beraberindeki Alman-Ortodoks uzmanları ücretli asker/uzmanlardan oluşan bir ekip olarak ordusunda barındır34 mış ve desteklemiştir . Dolayısıyla, Hsiung-nu ordusundaki destek kuvvetlerinin de Kubilay Han’ın ordusunda olduğu gibi dış kökenli olmasının mümkün olduğu söylenebilir. Asker Sayısı ve Muharebe Taktikleri Hsiung-nu askerî teşkilatını incelediğimiz kaynakların başında yer alan Han-shu’da ordu mevcudiyeti ile ilgili çok sayıda veri bulunmaktadır. Bunların başında, Mo-tu’nun yay geren 35 askerlerinin sayısının 300,000’i geçtiğine dair bahis yer alır . Bir başka bahiste ise Hsiung-nu yönetim şemasında yirmi dört liderin bulunduğu, bunların da ‘on bin atlılar’ olarak adlandırıldı36 ğı açık bir şekilde ifade edilir . Buradan çıkarımla, Hsiung-nu 32

Carl von Clausewitz destek ile ilgili bütün kavramları ‘taban’ kavramı ile karşılar. Ona göre gerçek bir strateji ancak düzgün bir taban ile mümkündür. [Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, Çev. Selma Koçak, İstanbul: Doruk Yayınları, 2015, s. 110]. 33 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 43 (3783/1). 34 Marco Polo, Marko Polo Seyahatnamesi II. Cilt, İstanbul: Tercüman Yayınları, 1979, s. 51-55. 35 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 7 (3750/10). 36 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 8 (3751/10); Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, s. 151.

113


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

ordusu mevcudiyetinin asgari 240,000 atlıdan müteşekkil devasa bir kütle olduğu çıkarımı yapılabilir. Dahası, yine aynı eser içerisinde Hsiung-nu hükümdarının 140,000 atlı ile P’eng-yang 37 şehrine dek ulaştığı , 100,000 atlısı ile Wu-chou kalesini fethet38 tiği gibi bilgiler, Mo-tu ile ilgili iddiayı kanıtlar niteliktedir . Fakat özellikle erken dönemlerde neşredilmiş kaynaklarda, düşman kavimlerinin mevcudiyeti ile ilgili bahislerin sıklıkla çarpıtıldığı unutulmamalıdır. Araştırmacılar, kaynakların verdiği bilgileri tetkik etmek zorundadır. Kaynaklardaki mevcudiyet hesaplarının tetkiki için İbn Haldun’un eserinde yer alan ordu mevcudiyetlerinin mümkünlüğü üzerine yapılmış hesaplamalar gerçekten de ilham vericidir. O, tarihçilerin “özellikle hikâyelerde bahiskonu edilen askerlerin ve malların sayılarını sıralarken” yaptıkları hataların, usul ve esaslara göre değerlendirilmesi gerektiğinin şart olduğunu ifade 39 eder ve bazı eserlerde geçen asker sayılarının, en başta gözün görebileceği mesafenin çok üzerinde olduğundan idare etmesi40 nin imkânsızlığından yakınır . Dahası, böylesine büyük orduların gittikleri mesafeler göze alındığında ihtiyaç olan erzak ve 41 yem ihtiyacı da makul miktarların çok üzerindedir . Öyleyse, İbn Haldun’un ‘gözün görebileceği alanın dışında’ yöntemini sistematikleştirip basit birkaç hesap yardımıyla Hsiung-nu ordusunun azamî mevcudiyetini tespit etmenin mümkün olduğu söylenebilir. Bunun için öncelikle, ordunun başındaki komutanın ufuk çizgisi, yani görüş alanı hesaplanmalıdır. Zira komutan, göremediği askerini yönetemediği gibi, göremediği düşmanla da çarpışamaz. Görüş mesafesi ise doğrudan ufuk

37

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 19 (3761/1). 38 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 23 (3765/1). 39 İbn Haldun, Mukaddime, Çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah

Yayınları, 2016, s. 165. İbn Haldun, Mukaddime, s. 166. 41 İbn Haldun, Mukaddime, s. 171. 40

114


Recep Efe Çoban

çizgisi ile iliĹ&#x;kilidir. Hava durumu, topografya, iklim Ĺ&#x;artlarÄą gibi birçok deÄ&#x;iĹ&#x;ken ile ilgili olan ufuk çizgisinin hesaplanmasÄąnda en 42

temel olarak ďż˝(đ?‘… − â„Ž)2 − đ?‘…2 formĂźlĂź kullanÄąlabilir . Bu basit formĂźl, komutanÄąn gĂśrĂźĹ&#x; alanÄąnÄą etkileyecek hiçbir engelin olmadÄąÄ&#x;Äą koĹ&#x;ullarda, azami gĂśrĂźĹ&#x; alanÄąnÄą tespit etmek için yeterli olacaktÄąr. En uygun koĹ&#x;ullarda, atÄąnÄąn Ăźzerinden -komutan bu koĹ&#x;ullarda azami olarak zeminden ortalama 2,5 metre yĂźkseklikte olacaktÄąr- ordusunu yĂśneten komutan için gĂśrĂźĹ&#x; mesafesi; = ďż˝(đ?‘… + â„Ž)2 − đ?‘… 2

= ďż˝(6371 + 0,0025)2 − 63712

= ďż˝40589672,85500625 − 40589641

= ďż˝31,85 = 5,64 đ?‘˜đ?‘šcivarÄąndadÄąr.

Ă–yleyse komutanÄąn gĂśrebileceÄ&#x;i alanÄąn, yaklaĹ&#x;Äąk 5,64 km ya2 rĹçapÄąnda ve 50 km ‘lik bir araziden ibaret olacaÄ&#x;Äą sĂśylenebilir. DĂźĹ&#x;man ordusunun, komutanÄąn yĂśnettiÄ&#x;i ordudan daha zayÄąf olduÄ&#x;unu ve gĂśrĂźlebilir arazinin sadece 1/5’ine sahip olduÄ&#x;unu, gĂśrĂźlebilir arazinin 1/5’inin de iki ordu arasÄąndaki gĂźvenli bĂślgeyi kapsadÄąÄ&#x;ÄąnÄą varsaydÄąÄ&#x;ÄąmÄązda, komutanÄąn ordusunu yerleĹ&#x;tire2 bileceÄ&#x;i arazinin alanÄą 30 km ’ye kadar dĂźĹ&#x;er. Ortalama Ăślçßlere 2 sahip bir bozkÄąr atÄąna binen sĂźvarinin, asgari 2 m yer kapladÄąÄ&#x;ÄąnÄą 43 gĂśz ĂśnĂźne alÄąr , bunlarÄą da komutanÄąn ordusunu yerleĹ&#x;tireceÄ&#x;i alana aralarÄąnda hiçbir boĹ&#x;luk kalmamak koĹ&#x;ulu ile yerleĹ&#x;tirirsek, ordu mevcudiyetinin azami 15,000 atlÄą olabileceÄ&#x;ini sĂśyleyebiliriz. Fakat bĂśyle bir durumda, ne askerlerin ne de komutanÄąn hamle yapacaklarÄą bir mesafenin olmayacaÄ&#x;ÄąnÄą, ordunun bitiĹ&#x;ik bir dĂźzen içinde yekpare bir yapÄąymÄąĹ&#x;çasÄąna hareket etmesi gerekeceÄ&#x;ini unutmamamÄąz gerekir. Yani 15,000 atlÄądan mĂźte42

http://www.math.washington.edu/~conroy/m120-general/horizon.pdf EriĹ&#x;im Tarihi: 23.12. 2016. ; R: DĂźnyanÄąn yarĹçapÄą (6371 km), h: gĂśrĂźĹ&#x; yĂźksekliÄ&#x;i. 43 Lee Boyd-Katherine A. Houpt, Przewalski’s Horse, New York: State University of New York Press, 1994, s. 40.

115


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

şekkil bir ordunun dahi akla yatkın hiçbir tarafı yoktur. Ayrıca Han-shu içerisindeki diğer bahislerde Hsiung-nu ordusunun, Çin toprakları dışında yaptığı seferlere dair bahisler ile Çin topraklarına yapılan seferler arasındaki mevcudiyet tutarsızlıkları da kaynağın güvenirliğini sorgulamamıza sebep olmaktadır. Örneğin bir bahiste Wu-sun gibi savaşçı bir kavime saldıran 44 Hsiung-nu hükümdarı beraberinde 10,000 atlı götürürken , aynı ordu Çin sınırlarına av maksadı ile gittiğinde mevcudiyeti 45 100,000 atlıya çıkmaktadır . Buradan da anlaşılacağı üzere Hsiung-nu döneminin kaynakları, ordu mevcudiyeti söz konusu olduğunda güvenilir olmaktan oldukça uzaktır. Tarihçi ilgili verileri doğru bir sistematik ile tetkik etmeli ve buna göre kullanmalıdır. Askerî teşkilata dair açık şekilde ifade edilen bir diğer bahis de Hsiung-nu askerlerinin vur-kaç taktiklerini sıklıkla gerçek46 leştirdiğidir . Genellikle yağma akınlarının düzenlendiğine dair 47 kayıtların sıklıkla görüldüğü söylenebilse de tahkim edilmiş meskûn noktaları ele geçirip tutmaya çalışılan seferlere rastla48 nıldığı da unutulmamalıdır . Ayrıntılarına vakıf olmadığımız bu bahislerde, Hsiung-nu ordularının nehir gibi doğal engelleri kendi lehleri minvalinde kullandıkları da zikredilmeye değer bir 49 ayrıntıdır .

44

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 47 (3787/1). 45

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 50 (3789/1). 46

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 9 (3752/5). 47

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 22 (3764/5), 19 (3761/1), 25 (3767/5), 38 (3779/1-5), 43 (3783/1), 47 (3787/1), 50 (3789/1), 85 (3824/1). Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 13 (3756/1), 23 (3765/1). 49 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 36 (3777/10), 37 (3778/1). 48

116


Recep Efe Çoban

Görsel-1: Soldan sağa temsili sancaklar; Kuzey sancağı, Güney sancağı, Doğu Sancağı, Batı Sancağı

Görsel-2: Soldan sağa temsili at giyimleri; Kuzey giyimi, Güney giyimi, Doğu giyimi, Batı giyimi

Hsiung-nu ordusunun muharebe taktiklerine dair ilginç bir bilgi ise P’ing-ch’eng savaşında geçmektedir. Kaynağa göre Motu batıdaki askerlerini kır, doğudakileri gök, kuzeydekileri yağız, güneydekileri ise doru atlardan oluşacak şekilde ayırmış ve Çin 50 ordusunu bu düzende kuşatmıştır . Oldukça ilginç olan bu bahsi Bahaeddin Ögel Uygurlarda süregelen ve at rengi ile eşle50

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 9 (3753/5).

117


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

şen mülkiyet sistemi ile bağdaştırmış, bir başka ihtimalin olarak da Akkoyunlu, Karakoyunlu benzeri bir isimlendirme usulünün 51 örneği olabileceğini belirtmiştir . Bize göre burada tasvir edilen at renkleri ordu içerisindeki sancak düzenini ifade ediyor olabilir. Zira kuzeydekilerin siyah, güneydekilerin sarı ya da beyaz, doğudakilerin mavi, batıdakilerin ise gri zeminli fakat üzerinde bir atın tasvir edildiği sancaklarla donatılmış olması koordinasyonun sağlanması açısından akla yatkın bir çözüm yoludur (Bk. Görsel-1). Diğer bir ihtimal ise yine koordinasyonun daha iyi sağlanması amacıyla farklı sancaklar altındaki atların giyimlerinin tek tipleştirilmesidir. Atlar, belli bir renk düzenine göre seçilmek yerine bu renklerden imal edilmiş hafif ya da zırh benzeri kalın kumaşlarla giydirilmiş olabilir (Bk. Görsel-2). Hsiung-nu Ordusunun Yönetim Şeması Hsiung-nu ordusuna dair açık bir şekilde tanımlanmamış bir diğer konu ise askerî teşkilatın idarî şemasıdır. Bu şema Hsiungnu kavminin yönetici hiyerarşisini de göstermesi bakımından oldukça önemli olup, Han-shu içerisinde ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmiştir. Şemanın en tepesinde, Hsiung-nu kavminin idarî ve askerî lideri olan Ch’an-yü unvanlı hükümdar yer almaktadır. Ch’an-yü’den sonra ikiye ayrılan askerî yönetim, Doğu ve Batı ordularından müteşekkildir. Bunların başında ‘Bilge Beyi’ olarak bilinen askerî yetkilerle donatılmış yöneticiler vardır. Altlarında ise sırasıyla Doğu ve Batı Lu-li komutanları, Doğu ve Batı başkomutanları, Doğu ve Batı Merkez komutanları gibi on iki kademe daha bulunur. Kaynak, toplamdaki yirmi dört askerî 52 birliğin her birinde 10,000 asker bulunduğunu söylemesine rağmen yukarıda yaptığımız hesaptan da anlaşılacağı üzere bu bilgiyi doğrudan kabul etmek mümkün değildir. Fakat önemli konumlarda yirmi dört askerî birimin bulunduğunu ve bunların 53 onluk sistem üzerinden idare edildiğini kabul etmemiz gerekir . 51

Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, s. 290. Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, s. 151. 53 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1,, s. 151. 52

118


Recep Efe Çoban

Kuşkusuz bunların arasında yukarıda adı geçmeyen mevkilerin olduğu da unutulmamalıdır (Bk. Şema-1). Hsiung-nu askerî teşkilatında açık olarak ifade edilen bir diğer husus da Doğu ordularının idaresinin veliahtlara ya da hü54 kümdarın yakın akrabalarına tesis edildiğidir . Örneğin Chü-tihouCh’an-yü’nün seferden dönmemesi üzerine, önce büyük oğlu Doğu Bilge Beyi Ch’an-yü ilan edilmek istenmiş, o kabul etmeyince Doğu orduları başkomutanı olan küçük oğlunun adı gündeme gelmiştir. Fakat son tahlilde Doğu Bilge Beyi Hu-lukuCh’an-yü olarak ilan edilerek Doğu orduları teşkilatı hiyerarşi55 si tesis edilmiştir . Buradan çıkarımla Doğu ordularının, Batı ordularına kıyasla daha kalabalık ve daha seçkin askerlerden müteşekkil olduğu yorumu yapılabilir. Çünkü Batı ve Doğu ordularının askerî yönetimdeki terfileri bizzat kendisi yapan Hsiungnu hükümdarının yerine Batı kanadından birisinin geçme girişimine dair bahislere rastlanmamış, genel itibariyle doğal sebeplerle vuku bulan ölümler gerçekleştiğinde Doğu ve Batı ordularının kendilerine ait hiyerarşileri içinde alt kademedeki üst kade56 meye terfi ettirilerek var olan düzen devam ettirilmiştir . Sonuç Bürokrasi ve ordu yönetimini aynı kap içerisinde özdeşleştirmiş bir yapıya sahip olan Hsiung-nu kavmi için ordu-devlet tabirini kullanmamızda bir sakınca yoktur. En üstten en alt kademelere dek hiyerarşik bir şekilde ilerleyen bu sistem, hükümdarın hemen altından Doğu ve Batı olmak üzere iki kola, yani

54

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi

(Hsiung-nu Monografisi), s. 8 (3751/10). 55

Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 37 (3778/1-5); Berthold Laufer, Hsiung-nu komutan zümresinin hanedan soylu ya da kabile liderlerinden oluştuğunu düşünür [Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, s. 172]. Bu yorum bize göre de doğrudur. 56 Ayşe Onat - Sema Orsoy – Konuralp Ercilasun, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), s. 37 (3778/5).

119


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

kolorduya ayrılır. Birbirinin eşleniği olan yapılara sahip olan bu iki kolordu arasında Doğu ordularının hem rütbe hem de asker sayısı bakımından daha önde olduğu söylenebilir. Zira Doğu ordularının en üst kademeleri, hükümdarın veliahdı ve yakın akrabalarına tesis edilmiştir. Bu yapı sayesinde yerleşik kuvvetlerdeki ordu ve bürokrasi arasında gecikmeler azaltılmış, Hsiung-nu askerî teşkilatı her şeyiyle bozkır hayatının uçsuz mesafelerine uygun ve süratle karar alabilecek bir potansiyele kavuşmuştur. Sistemin kalbinde ise çocukluk yaşlarından itibaren bilinçli yahut bilinçsiz askerî talimlere tabi tutulan halk yani milis kuvvetler bulunur. Hsiung-nu milislerinin yetiştirilmesi sürecindeki tarihî birikim ise dönemlik bir uygulamanın ötesine geçmiş, sonraki dönemlerde de süregelen bir kültürel mirasa dönüşerek aktarılmıştır. Milisler üzerine kurulu askerî yapıların en büyük problemlerinden olan disiplinsizlik ve uyum sıkıntıları ise seferler haricindeki vakitlerde düzenlenen büyük avlar ile aşılmaya çalışılmıştır. Dahası, Hsiung-nu ordusunun sadece milis kuvvetlerden oluştuğunu söylemek de mümkün değildir. Kaynaklar doğru okundu ise özellikle üst kademelerde görev alan yetkililerin profesyonel askerlerden müteşekkil birliklere sahip oldukları görülmektedir. Yine askerî teşkilat içerisinde sivil yahut bizzat ordu mensubu zanaatkârların bulunduğu bir destek biriminin ve askerî çiftlik adı verilen yerleşik kurumların bulunuyor olması Hsiung-nu ordusunun iptidai değil, sistemi oturmuş bir yapıda işlediğini gösteren önemli emarelerdir. Bütün bunlara rağmen Hsiung-nu döneminin kaynaklarında zikredilen ordu mevcudiyetlerine dair bilgiler ise güvenilir olmaktan uzak ve sistemli tetkiklere muhtaçtır.

120


Recep Efe Çoban

121


Hsiung-Nu Askerî Teşkilatlanması Üzerine Görüşler

KAYNAKÇA

BOYD Lee - HOUPT Katherine A., Przewalski’s Horse, New York: State University of New York Press, 1994. CAFEROĞLU Ahmet, “Türk Tarihinde ‘Nöker’ ve ‘Nöker-zâdeler’ Müessesesi”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1952, ss. 251-261. SSU-MA CHI’EN, Records of the Grand Historian of China, Çev. Burton Watson, New York: Colombia University Press, 1968. CLAUSEWITZ Carl von, Savaş Üzerine, Çev. Selma Koçak, İstanbul: Doruk Yayınları, 2015. DI COSMO Nicolo, Ancient China and Its Enemies, Cambridge: Cambridge University Press, 2002. DREWS Robert, Early Riders, The Beginnings of Mounted Warfare in Asia and Europe, New York: Taylor & Francis Group, 2005. GOLDEN Peter, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2013. İBN HALDUN, Mukaddime, Çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah Yayınları, 2016. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2013. MACHIAVELLI Niccolo, Askerlik Sanatı, Çev. Nazım Güvenç, İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi, 2008. MALLETT Michael Edward - SHAW Christine, The Italian Wars, 1494-1559, New York: Routledge Publishing, 2014. ONAT Ayşe, Çin Kaynaklarında Türkler (Han Hanedanı Tarihinde “Batı Bölgeleri”), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2015. ONAT Ayşe - ORSOY Sema - ERCİLASUN Konuralp, Han Hanedanı Tarihi (Hsiung-nu Monografisi), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2015. ÖGEL Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi Cilt 1, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2015. POLO Marco, Marko Polo Seyahatnamesi II. Cilt, İstanbul: Tercüman Yayınları, 1979.

122


Recep Efe Çoban

PSELLOS Mikhail, Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Çev. Işın Demirkent, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2014. RILEY SMITH Jonathan, The Oxford History of the Crusades, Oxford: Oxford University Press, 1999. ROUX Jean Paul, Türklerin Tarihi, Çev. Aykut Kazancıgil ve Lale Arslan-Özcan, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2007. TACITUS, Agricolaand Germany, Çeviren ve Notlandıran: Anthony R. Bidley, Oxford: Oxford University Press, 1999. WALLACKER Benjamin E., “Notes on theHistory of theWhistlingArrow”, Oriens, Vol. 11, No. ½, 1958, ss. 181-182. http://www.math.washington.edu/~conroy/m120general/horizon.pdf, Erişim Tarihi: 23.12.2016.

123



İKİ TURAN HÜKÜMDARI: OĞUZ HAN VE MAO-TUN Rıdvan Demir ∗

Ç

alışmamızda Oğuz Han ile Büyük Hun hükümdarı Mao-Tun Han’ı karşılaştırmaya çalışacağız. Mao-Tun Han’ın kesin olarak yaşadığını bildiğimiz için o tarafta pek sorun yoktur. Ama Oğuz Han’ın yaşayıp yaşamadığı meçhuldür. Oğuz Han’ı Türk boylarından olan Oğuzların yaşattığı ve günümüze destan vasıtasıyla getirdiği bilinmektedir. Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk Edebiyatının da ilk örnekleri destanlardır. Bu yüzden onu, Oğuz Kağan Destanı’na bakarak yorumlayacağız. Destanlar her zaman tarihî gerçekleri doğru biçimde nakletmezler. Destan, sosyal tarihle ve sosyal, kültürel düzenle ilgili hassasiyeti ile ön plana çıktığından millî kültürel şuurun oluşumu sürecinde; devletçilik ideolojisinden devlet kurmaya, ekonomik yapıdan onu değiştirmeye, dinî ideolojik aşınmalardan din uğrunda mücadeleye kadar, çok geniş bir alanda aydınlatıcı içeriğe 1 sahiptir. Mitolojinin kısa bir tarifini yapmakta fayda vardır. Aslında “Mitoloji” sözü, belirli bir kavme ait efsaneleri inceleyen bir ilim dalı anlamına gelir. Eski Yunanlılar masala “Mit” derlerdi. Mitoloji deyimi de bu sözden çıkmıştır. Fakat mitoloji, bir kavme ait tek bir efsane veya masalı değil; bütün efsane ve inanışları ele alarak 2 neticelere varmak isteyen bir ilimdir. Destan, halk hikâyesi, masal veya romanın esası, hayalî veya hakiki bir vakanın anlatıl-

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, ridvan.demir48@gmail.com 1 Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası (Oğuznamelerin Tarihî, Mitolojik Kökenleri ve Teşekkülü), İstanbul, 2006, s. 14. 2 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, İstanbul, 1997, s. 7.


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

masıdır. Bunları birbirinden ayıran, anlatılan hikâyenin mahiyeti ve anlatış tarzıdır. Destanlar, manzum veya mensur, sözlü veya yazılı savaş ve kahramanlık hikâyeleridir. Şu halde destanların önemi tarihî hadiseleri aksettirmekten ziyade, eski çağlardaki insanların inançlarını, hayata bakış tarzlarını ve kıymet hükümlerini ihtiva etmesidir. Fakat destanların bir sanat eseri olarak da değeri vardır. Zira onların dil, şekil ve üslubu, tarihî bir kayıttan farklıdır. Bundan dolayı onları bir sanat eseri gibi incelemek icap 3 eder. Alper Toña destanından sonra, eski Türk dairesine mensup en eski parça Oğuz Kağan Destanı’dır. Bu menkıbenin esası, Türklerin hâkimiyet ve saltanatını etrafındaki çeşitli milletler üzerine yayarak pek muazzam fütuhat yapan, Çin, İran ve Kafkasya’yı alan, Hazar Denizi’ni dolaşan, kuzey sahasında Yenisey havalisine kadar uzanan menkıbevi bir hükümdarın fütuhatıdır. Bunun İslâmi tesirlerden uzak eski bir şekli, Paris Milli Kütüpha4 nesi’nde Uygur harfleriyle yazılı bir metinde mevcuttur. Oğuz Han ile Mao-Tun Han’ı karşılaştırmadan önce MaoTun’un siyasi tarihini özet halinde vermek faydalı olacaktır. Hun kağanı Tuman, tahtın varisi olan en büyük oğlu Mao-Tun’u tahttan uzaklaştırmaya başlayınca, Mao-Tun töreyi bozduğu için babasını öldürmeye karar verir ve Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre babası Tuman’ı bir av esnasında öldürür. Daha sonra devletin içinde babasının taraftarlarını temizleyerek kendi otoritesini kurar ve kağanlığını ilan eder. Bahaeddin Ögel, MaoTun’un tahta çıkış yılını M. Ö. 209 ile 206 yılları arasında bir yere 5 yerleştirir. Mao-Tun Han, kendisinden toprak talebinde bulunan Tunghu’ların üzerine yürüyerek büyük bir yenilgiye uğrattı. Böylece hâkimiyetini kuzey Peçili’ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya’da Tanrı Dağları-Kansu havalisindeki Yüeçi’leri M. Ö. 203 yılında mağlup etti. Mao-Tun Han daha sonra, 3 yıllık Çin 3

Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1979, s. 13-14. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1980, s. 48. 5 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Ankara, 1981, s. 216-231. 4

126


Rıdvan Demir

seferinin (201-199) sonucunda Tai-yuan bölgelerini zapt etti ve Çin imparatoruna istediği gibi bir anlaşma yaptırdı. Çin ile ticarî münasebetlerini geliştirirken, Baykal Gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar olan bozkırları ve daha batıdaki Ting-ling’ler, bazı Ogur kolları ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan’ı zapt etti ve oradaki Yüeçi’lerin komşusu Wusun’ları himayesine aldı. Böylece imparatorluk sınırlarını doğuda Kore’ye, kuzeyde Baykal Gölü ve Ob, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral Gölü’ne, güneyde Çin’de Wie ırmağı-Tibet yaylası-Karakurum dağları hattına ulaştırdı. M. Ö. 174 yılında öldükten sonra yerine geçen dirayetsiz hanlar 6 yüzünden imparatorluk dağıldı ve en sonunda da yıkıldı. Biraz da Oğuz Kağan Destanı üzerinde duralım. Oğuzname rivayetleri çok eski zamanlara kadar gider. Fakat maalesef Türk destanlarının büyük bir kısmı tarihî çalkantılar içinde kaybolmuş ve bunların ancak rivayetleri ortada kalmıştır. Oğuz Kağan Destanı zaman içinde Oğuz’un torunlarının ve onların beylerinin maceraları ile genişlemiş ve büyük bir Oğuzname meydana gelmiştir. Uygurca metinde bulunan hareket, dışa dönük insan tipi, atlı-göçebe-akıncı hayat tarzının varlığı, İslamî unsurların yokluğu ve mitolojik simgelerin yoğunluğu diğer metinlere göre daha eski olduğunu göstermektedir. Reşideddin Oğuznamesi, bir yere bağlanıp şehirleşmeden bahsetmesi, taht kavgalarının başlaması, dıştan içe dönüş, İslamî unsurların yer alması nüshanın sonradan oluştuğunu veya eski metne bazı ilavelerin yapıldığını gösterir. Uygurca metin aslına daha uygun bir metindir. Oğuz Kağan Türk milletinin ideal insanının ölçülerini taşımaktadır. Bir mitolojik kahramanda bulunması gereken gök ve yere ait yüceltilmiş unsurları kendisinde toplar. Ayrıca destanda adı geçen hayvanlar eski devir Türk topluluklarının yaşayış biçiminde ol7 dukça önemli bir yere sahiptir. Destanlarda tarif edilen mitolojik Oğuz tipinde zaman temposu son derece süratlidir. O adeta çocukluk yaşamaz. Doğduk6

İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul, 2007, s. 60-61. Mehmet Emin Bars, “Oğuz Kağan Destanı Üzerine Yapılan Çalışmalar”, Turkish Studies, C. 3, S. 4., Yaz 2008, s. 238. 7

127


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

tan sonra anasının sütünü bir kere emer, bir daha emmez. Çiğ et, çorba ve şarap ister. Dile gelir, kırk gün sonra büyür, yürür ve oynar, at sürüleri güder, ata biner ve av avlar. Bu süratin, normal çocukluk zamanını birden bire aşmasının sebebi ise, Oğuz’daki 8 yiğit olma idealidir. Oğuz Han, at sürülerini ve insanları yiyen mutasavver bir canavarı öldürmek suretiyle kuvvetli ve cesur olduğunu ortaya koyar. Bundan sonra destanda Oğuz’un iki kızla karşılaşması anlatılmıştır. Dede Korkut kahramanları da azgın veya vahşi bir hayvan öldürdükten sonra bir kız elde ederler. Öyle anlaşılıyor ki, evlenme ile kuvvetli olma arasında da bir bağlantı vardır. Yaptığı sürekli savaşlar sonunda, her insan gibi Oğuz da yaşlanır. Bu hakikati gören Oğuz, kazandığı toprakları, bir merasimle oğulları arasında bölüştürür ve onların savaşa devam etmesini vesayet eder. Oğuz Han aldığı yerlerden hiçbirinde durmaz. Onun için önemli olan, sahip olmak değil, ele 9 geçirmek, daha doğrusu yenmek ve zafer kazanmaktır. Uygurca metne göre Oğuz Han sağda Altun Han, solda Urum, güneyde Hint ve Tankqut, kuzeyde İt Baraq memleketlerini fethediyor. Ordusu Oğuz kabilelerinden başka Kıpçak, Karluk, Kalaç, Kanglı, Ağaçeri gibi aşiretlerden oluşmaktaydı. Oğuza seferlerinde Boz Kurt rehberlik ediyor. Veziri Uluğ Türk, çok akıllı ve tedbirli bir ihtiyardı. Karargâhı Batı Türkistan’da Talas (yani Evliya Ata) ve Külling (Çu havzasındaki Tartu) şehirleri olup, yazlık karargâhları şimdiki Kazakistan’ın merkez kısmını teşkil eden Urtağ ve Küttağ dağları idi. Uzun yıllar yaşayan Oğuz Han’a kendisi kadar akıllı olan oğlu Gün Han halef olup Irkıl Hoca adlı veziri vardı. O Türk memleketlerini sonraki nesiller 10 için örnek ve ideal olacak bir şekilde idare etti . 8

Gülşen İnci Yılmaz, İslamiyet Öncesi Türk Destanlarının Tarihi Açıdan Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006, s. 23. 9 Mehmet Kaplan, “Oğuz Kağan–Oğuz Han destanı”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 512-513. 10 Zeki Velidi Togan, “Türk Destanının Tasnifi”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 506.

128


Rıdvan Demir

Oğuz Kağan Destanı atlı göçebe şuuruna özgü mitolojik düşüncenin vermiş olduğu devletçilik geleneği ve sosyal düzen hakkında bilgi veren epik bir belgedir. Yeni doğan çocuğun gözlerinin ala, yüzünün mavi, ağzının kırmızı olması Oğuz Han’ı kutsal âleme bağlar. Oğuz Han’ın beli kurt beline, ayakları boğa ayaklarına, sırtı samur sırtına, göğsü ayı göğsüne benzer. Oğuz Han’da Türk boylarının kutsal ve ongun bildikleri hayvanların çizgileri vardır. Diğer taraftan anasının memesini bir kez emip, sonra çiğ et yemesi, şarap içmesi, kırk günden sonra konuşması, yürümesi vs. gibi olağanüstü vasıflar altında bütün ecdat ve kurtarıcı kahramanlar için karakteristiktir. Oğuz Han daha baş11 langıçtan itibaren bu misyonla görevlidir. Oğuz Han aşağı yukarı 50 yıl kadar süren bu büyük cihan fütuhatından sonra yurduna dönüyor. Yurda döner dönmez ulu bir toy veriyor. Bir gün altı oğlu ava gitmişlerdi. Bunlardan üç büyük oğlu olan Gün, Ay ve Yıldız av dönüşü babalarına altın yay; üç küçük oğlu Gök, Dağ ve Deniz de üç altın ok getirdiler. Oğuz Han altın yayı üç büyük oğluna verdi ve onlara Bozok adını koydu ki, bu kelimenin anlamı parçalamak, bozmak demekti. Üç altın oku da üç küçük oğluna verdi ve onlara da Üçok adını koydu. O, Bozoklar’ın orun bakımından Üçoklar’dan üstün olduklarını, onların sağ kolu teşkil edeceklerini, çünkü yayın hükümdar mesafesinde olduğunu, bu sebeple Bozoklar’ın hâkim kol, Üçoklar’ın ise tabi kol olduğunu söylüyor ve en büyük oğlu Gün Han’ı 12 da kendine halef seçiyordu. Oğuz Kağan Destanı’na Uygur çağından sonra, hafif dış tesirler girmeye başladı. Bu dış ilişkiler, Uygurlara birçok yeni görüşler getirmiş ve onlarda, büyük dinlere inanmak ihtiyacını doğurmuştu. Ayrıca Uygurların, güneşten aya geçmiş olmaları, yeni bir düşüncenin başlangıcı sayılabilirdi. Cengiz Han’dan sonra, Oğuz destanlarının yazılması, adeta moda haline gelmişti. 11

Fuzuli Bayat, “Oğuz Kağan Destanı Üzerine Yeni Düşünceler”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 521. 12 Faruk Sümer, “Oğuzlar’a Ait Destanî Mâhiyetde Eserler”, Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, C. 17, S. 3.4, 1959, s. 362.

129


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

Türklerin İslamiyet’e girişi ile kaybolmamış ve yüzyıllar boyunca üç kıta üzerinde, Türkler arasında yaşamıştı. Cengiz Han’ın kendi imparatorluğunu kurmasından sonra, eski Türk mitolojisinin değeri daha çok arttı ve daha çok yayılmaya başladı. Tarihlerini yazarken önce Oğuz destanına değiniyorlar ve bundan sonra esas konularına giriyorlardı. Bu, çok önemli bir başlangıç ve olaydı. Çünkü üç kıta üzerinde kurulmuş olan Cengiz Han İmparatorluğu, kendi köklerini de Oğuz Han’a ve Türk mitolojisine bağlıyordu. Bir de Müslüman olmuş Oğuz Türklerinin destanları da, Türk mitolojisinin en eski motifleri ile doluydu. İslamiyet ile eski Türk dini arasında büyük ayrılıklar olmadığı için Oğuz Kağan destanlarında biraz değişiklik yapılmış ve İslamiyet’e uydu13 rulmuştu. Şimdi asıl konumuza dönüp Oğuz Han ile Mao-Tun Han’ı karşılaştırmadan önce bizden önce bu konu hakkında söylenmiş görüşleri bildireceğiz. Hun hükümdarı Mao-Tun ile Oğuz Han’ı aynı kişi olarak gören ilk kişi, Türkolog N. Biçurin’dir. Onun yararlandığı kaynaklar, Handemir’in Oğuznamesi ve Çin müelliflerinin salnameleri olmuştur. Bu fikre W. Radloff da taraftar olmuştur. İ. Marquart, Oğuz’u Cengiz Han olarak görür. O, Cengiz’in askerî seferlerinin, yönetim sisteminin, Cürcüt ve Altın Kağan’a karşı kavgalarının Oğuz Kağan Destanı’nda yer aldığını yazar. A. Bernştam, “Oğuz Efsanesinde Tarihi Hakikat” adlı makalesinde Oğuzların ve Hunların harp seferlerini tarihî-filolojik paraleller vasıtasıyla araştırır. Oğuz Destanı’nın yalnız Hunların tarihî devrelerini aksettirdiğini kesin olarak ifade eden A. Bernştam, Oğuz Destanı’nda bir sıra eski unsurları araştırmakla böyle bir neticeye ulaşır. Ona göre destandaki bazı elementler o kadar kadimdir ki onları Türk veya Moğol milletine mal etmek mümkün değildir. Oğuz’un mitolojik ve epik bir kahraman gibi şekillenmesinde Mao-Tun’un da rolünü inkâr etmez. Âlime göre her iki kahraman da hususî mülkiyetin ortaya çıkmasından sonra 14 hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. 13 14

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s. 39-41. Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…, s. 41-42.

130


Rıdvan Demir

Oğuz Destanı’nı tarihî-sosyolojik açıdan değerlendiren bilim adamlarından biri de S. Tolstov’dur. Kendisi boğa miti üzerinde özellikle durur. Boğayı totem gibi düşünmüş ve mitolojik varlığın Orta Asya’da geniş bir coğrafyaya yayıldığını göz önünde tutarak epik Oğuz’u Saka mitleriyle karşılaştırmıştır. Tolstov, Oğuzların Amu-Derya kıyılarında en az M. Ö. V. yüzyılda yaşadıklarını bildirir. Saka-Oğuz yakınlığını, her ikisinin Türk menşeli olduğunu düşünerek söylemiştir. Oğuz boyunun zamanla Türkleştiğini vurgular. Fakat bunlara rağmen, epik Oğuz karakterinin temelinde Saka ve Hun mitolojik düşüncelerinin durduğunu bildirir. Ayrıca Tolstov, Kaşgarlı Mahmut’un eserinden bilinen 24 Oğuz boyunun aslında Hunların askerî arazi bölümüne tam uygun bir 15 şekilde oluşturulduğu sonucuna varır. Oğuz destanlarının şecere varyantını tarihî kaynak gibi inceleyen bilim adamlarından biri de Zeki Velidi Togan’dır. Ona göre Oğuznameler İslamiyet’ten önceki tarihî olayları yansıtır. Herhalde ona göre Oğuz Han hikâyesi, bir yandan Sakaların Önasya fütuhatını içine alırken, diğer yandan da birçok bilginlerin zannettiği gibi, Hunların Orta Asya’da geniş bir devlet kurdukları zamanı aksettirmiştir. Oğuz Han ve oğlu Gün’ün, Hunların M. Ö. 209-126 yılları arasında hüküm süren Mao-Tun ile oğlu Kün 16 Yabgu’dan başka biri olamayacağını ifade eder. Oğuzname destanlarını tarihî kaynak gibi araştıran bir diğer tarihçi olan Faruk Sümer, Türk dünyasının, Türk tarihinin destanlarımızda temsil olunduğuna kesin şekilde inanmıştır. Türk memleketlerinin Oğuz Han’ın fetihleri neticesinde genişlediği düşüncesini ortaya atar. Oğuz devletinin, Beşbalık bölgesinden Karadeniz’in kuzeyine kadar, oradan da Adalar Denizi’ne kadar yayıldığını yazar. F. Sümer’in Oğuz evladının ve aynı zamanda Kıpçak, Kanglı, Karluk, Uygur boylarının da Oğuz devrinden kalma yapıya sahip olduğunu belirtmesi şüpheyle bakılacak konulardan birisidir. Ama yine de Türk tarihini sistemli bir şekilde 15

Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…, s. 43. Z. V. Togan, Oğuz Destanı (Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili), İstanbul, 1982, s. 124.

16

131


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

Oğuz destanlarına göre değerlendirmesi, Oğuz kültürünün ka17 lıplaşmış düşüncesini açmaya yardım eder. Orhan Şaik Gökyay, Oğuz Han’a ait hikâyelerde, Türk tarihinin en eski devirlerinden başlamak üzere birtakım tabakalar olduğunu söylemektedir. Oğuz Han’ın fütuhatı Doğu Avrupa’da, Kılbaraklara karşı Karanlık ülkelerde, Mısır, Suriye, Hindistan ve Çin’i içine almaktaydı. Bu savaşları yapan Alper Toña devri, Türk tarihinin Sakalar devridir. Kün Han’dan sonra Dib Yavku’yu ve öteki hükümdarları anlatan hikâyeleri Hunlar dönemiyle ilişki18 lendirir. Sonraki yabgular da Göktürk devrine ait olmalıdır. Bahaeddin Ögel, Alman sinologu F. Hirth’ten faydalanarak Mao-Tun’un asıl adının eski Türkçedeki “bagatur” veya orta Türkçedeki “bahadır” olarak görür ve anlamı da boğadır. Çin tarihlerinde Tuman’ın oğlunun adı Çin işaretleri ile yazılıyordu. 200 sene önce bu işaretler, Mete şeklinde okunmuş ve Türkiye’deki bilim adamları da batıdan Mete olarak almışlardır. Ögel’e göre bu Çince işaretleri “Mao-tun” olarak okumak gerekiyordu. Yani, Mao-Tun ile Oğuz bir mitolojik varlığın iki tarafı gibi ortaya 19 çıkmışlardır. Türk destanları üzerinde çalışan ilk Türk ilim adamı olan Ziya Gökalp da Mao-Tun ile Oğuz Han’ın aynı kişi olabileceğini düşünmüştür. Ayrıca Dede Korkut Kitabı’nın Birinci Oğuznamesi’nin konusunu oluşturan Boğaç Han’ın da Oğuz Han 20 olabileceğini söylemiştir. Saadettin Gömeç, Mao-Tun’un sadece Türk milletinin tarihinde değil, Türklerin dışındaki Orta Asya halkları içinde önemli olduğunu ve böylesi bir şahsın unutulamayacağını dile getirmiştir. Ayrıca Oğuz’un oğlu Gün Han ile Mao-Tun’un oğlu Kün Han’ı

17

Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara, 1980, s. 370-375. Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul, 2000, s. 40. 19 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 14. 20 Ziya Gökalp, Türk Töresi, İstanbul, 1977, s. 97. 18

132


Rıdvan Demir

aynı kişi kabul ederek, Oğuz Han ile Mao-Tun Han’ın aynı kişi 21 olabileceğini göz ardı etmemek gerektiğini savunmuştur. Kaşgarlı Mahmud da tam 10 yerde Alper Tona lafı geçerken buna karşılık kitapta Oğuz Han’ın adının zikredilmemiş olması Osman Karatay’ın dikkatini çekmiştir. Hâlbuki Kaşgarlı Oğuzları çok yakından tanıyor, dillerini en ince ayrıntılarına kadar biliyordu. Hatta kitabın yazıldığı günlerde Oğuzların devleti olan Selçukluların bir vatandaşı olarak yaşıyordu. Ayrıca Oğuz Han Cungar Boğazı ötesindeki Doğu Türk geleneğine aitken, Alper Toña ise Orta Türklerde görülmektedir. Ve birisinin olduğu yerde diğerinin adı kesin olarak geçmez. Bunun açıklaması ise Oğuz Han ile Alper Toña/Afrasiyab adlarıyla aynı kimseden 22 bahsedildiğidir. Zira o, Oğuz Han’ın Büyük Hun hükümdarı Mao-Tun ile hiçbir alakası olamayacağını vurgular. Tek alakalarının babalarıyla yaptıkları taht mücadelesi olduğunu söyler. Oğuz bir cihan fatihiyken Büyük Hun hükümdarının ise etkisinin 23 ancak Orhon Uygur Devleti ile kıyaslanabileceğini söylemiştir. Oğuz destanlarının doğu ve batı varyantları arasında mevcut olan 1500 yıllık zaman mesafesine rağmen Oğuzname motiflerinin esas değerler dizisi değişmeden kalmıştır. Hem Oğuz hem de Mao-Tun hakkında salnamelerdeki bu benzerlik, her şeyden evvel Mete’nin de cihan devleti kurması, Hunların kurtarıcısı gibi takdim edilmesine, Hun kozmogonik ve menşe mitleri ile alakasına ve düzenli Hun askerî teşkilatının kurucusu olarak göste24 rilmesine bağlıdır. Oğuz Han ormanda yaşayan ve insanları yiyen “Kıyat” adlı bir canavarın başına demir bir çıda vurarak öldürür. Feridun ise Zahhâk’ın başına demir bir çomak ile vuruyor. Araplar ve Acem21

Saadettin Gömeç, “Oguz Kaganın Kimliği, Oguzlar ve Oguz Destanları Üzerine Bir-İki Söz”, AÜ DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 22, S. 35, 2004, s. 115. 22 Osman Karatay, “Alper Tona ve Oğuz Han: Turan’da bir Dönem, İki Gelenek”, Turan Dergisi, S. 2, Güz 2003, s. 113-114. 23 Osman Karatay, İran ile Turan, Ankara, 2003, s. 181. 24 Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…, s. 128.

133


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

ler arasında Zülkarneyn ve Feridun halklarının hafızalarında nasıl kahraman kişiler ise, doğuda Türkler arasında da Oğuz Han aynı rolü üstlenen kahraman olarak ortaya çıkar. Bu üç kişi, her biri kendi milletinin ayrı kahramanı olabileceği gibi, aynı kişiler 25 olmaları da mümkündür. İlk defa baş kesip kan dökmek, Oğuz Kağan Destanı’nda kahramanın mitolojik varlık olan Kıyat’ı (tek boynuzu) öldürmesi, başını kesmesi ile gerçekleşir. Baş kesme konusu ise eski Türklerin mitolojik inançlarına göre ruhun barındığı yerin kan, kemik olduğu gibi, aynı zamanda baş olması ile ilgilidir. O nedenle Saka döneminden Türklerin, savaş sırasında kestikleri düşman başlarını atlarının yanına asmaları sadece övünme veya korku yaratma değil, bir inancın sonucudur. Ayrıca kesilmiş kafataslarından içki kupaları yapmak da Saka Türklerinden kalma bir gelenektir ki Hun döneminde, ayrıca Orta Çağda ve Şah İsmail’in Şeybanî’nin kesilen başından içki kupası yapması efsanesinde de 26 korunmuştur. Oğuz Han ile Mao-Tun’un aynı kişi olduğunu savunanlar genelde Büyük Hun hükümdarı Mao-Tun’un bir efsane halinde anlatıldığı gençliğini, Oğuz Han’ın hayatına benzetmişlerdir. Çünkü Mao-Tun’da, Oğuz Han gibi babasını öldürmüş ve onun yerine hükümdar olmuştu. Oğuz Han’ın büyük bir devlet kurması da Mao-Tun’un imparatorluk tesis etmesiyle bağdaşlaştırıl27 mıştır. Oğuz Han’ın babasını tahttan indirmesi olayını incelediğimizde, buna neden olarak babanın kâfir oluşu gösterilmektedir. Doğu izlerini en fazla taşıması beklenen Uygurca nüshada bu taht kavgası görülmemektedir. Sonraki dönemlerde yazılan Oğuznamelerde İslami bakış açısıyla bu olay eklenmiş olabilir.

25

Osman Karatay, Hırvat Ulusunun Oluşumu. Erken Ortaçağ’da TürkHırvat İlişkileri, Ankara, 2000, s. 27-28. 26 Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…, s. 153. 27 Bahaeddin Ögel, a.g.e., s. 13-15.

134


Rıdvan Demir

Zaten eski Türk devletlerinde buna benzer taht kavgaları hiç 28 eksik olmamıştır. Oğuz Han ile Mao-Tun Han’ın ölümünden sonra ülkeyi aynı şekilde oğullarına bölüştürmesi ve 24 boy esası, iki zatın aynı kişi olabileceğini kuvvetlendirecek delillerden biridir. Ancak büyük olasılıkla yirmi dört sancak beyliğine bölünmüş sağ-sollu devlet kuruluşu Saka devrinde de vardır. Bu askeri yönetim tarzı eski 29 çağlardan Moğollar devrine kadar uzanır. Ancak Oğuz Han’ın Büyük Hun hükümdarı Mao-Tun ile aynı kişi olamayacağı açıktır. Tek alakaları babalarıyla olan taht mücadelesidir. Oğuz bir Turan hükümdarıyken, Mao-Tun’un devletinin gücü ise Yedisu’dan batıya geçemiyordu. Batı Sibirya boyları ile Kazak bozkırları onlardan kaçanların sığınak yeriydi. Kazak bozkırına bile hâkim olamayan Mao-Tun’a Oğuz Han rolü 30 vermek tatmin edici değildir. Uygurca Oğuz destanında Oğuz’un hükümdar olduğu memleket Urum Kağan’a yani Bizans’a komşudur. Urum Kağan’ın kardeşi Uruz (Rus) Kağan’dır. Saklap kelimesi Slav’ın Orta Çağ’daki söylenişidir ve burada Türkçe üzerinden bir halk etimoloji yapılmakta, doğrudan Hazar çevresini kastetmektedir. Kısaca Uygur yazarımız açık şekilde Batı Türkleri arasındaki bilgileri kullanmaktadır. Bu yüzden Oğuz Kağan’ın, Mao-Tun’un hakim olduğu bölgelerde değil de Saka hükümdarı Alper Toña’nın egemen olduğu topraklarda bilinmesi şüphe uyandır31 maktadır. Oğuz Han’ın seferleri arasında en dikkati çekeni ve tafsilatlı olarak zikredileni onun Ön Asya’daki fetihleridir. Bu fütuhat, Sakaların batıda Askelan’dan doğuda Çin hududuna kadar uzanan, kuzeyde bu Sakaların enkazı demek olan Abi, Yakutlardan 28

Osman Karatay, "Oğuz Han’ın Kimliği ve Tarihi Kişiliği Üzerine", Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, yay. Ali Rıza Özdemir, Anka-

ra, 2014, s. 23. 29 Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…,, s. 251. 30 Osman Karatay, İran ile Turan, s. 181. 31 Osman Karatay, Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, s. 25.

135


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

güneyde, Kuzey Hindistan’daki İndo-skitlerin Taksila’ya kadar uzanan büyük memlekete sahip oldukları, yani İran’da Ahamenid ve Yunanistan’da da Helen devletlerinin yaşadıkları zamanlarda yaptıkları geniş fütuhatı aksettirmiş olmalıdır. Hunlar çağında, onların hâkim bulunduğu Türk devleti, bu kadar geniş sahalara yayılamamıştı. Yunan kaynaklarında İskit yani Saka’ların Ön Asya’da 28 sene kaldıklarından bahsedilmesi Oğuz destanındaki kayıtlara da uygundur. Zira Oğuz Kağan sadece Antakya’da 18 32 sene kalmış, diğer yerlerde de en az 10 sene kalmıştır. Destan Oğuz’u ile salname Oğuz’u arasındaki yapısal yakınlığa bakılmaksızın onların aynı olduğunu söylemek doğru olmaz. Salname Oğuz’u Çin tarihçilerinin geniş bilgi verdikleri Hun hükümdarı Mao-Tun’a daha yakındır. Bu yakınlık aynı kahramanın çeşitli dillerde salname veya destan şeklinde takdimi değil, 33 onların arasındaki yapısal benzerlikle ilişkilidir. Semantik anlamda Oğuz, arkaik kahraman tipinden zamanla tarihi kahraman tipine geçiş yapmıştır. Yazılı Oğuz destanlarında ve araştırmalarda Oğuz’un Mete, Buğra Han, Cengiz vb. ile aynîleştirilmesi Türk etnik medeni sisteminde bu kahramanın mitoloji ve tarihi durumu ile ilgilidir. Bununla beraber Oğuz’un dönüşüme uğramış şekliyle ayrı ayrı edebi türlerde de karşılaşmak mümkündür. Demek ki Oğuz, bir ecdat, kurucu kahraman olarak Türk kültürünün bütün katmanlarında mevcuttur. Bütün bunlar Oğuz tipi34 nin öğrenilmesinde önemli rol oynamaktadır. Oğuz Kağan Destanı Sakalar, Mete’nin Hun devri, Avrupa Hunları, Göktürk fütuhatı, Selçuklu seferleri, Gaznelilerin Hindistan ve Çin seferleri ve Moğolların yürüyüşleri devrini içine almaktadır. Bütün bu cihan devletleri ile beraber Oğuz Destanı’na Peçenek, Kıpçak olayları da yansımıştır. Destandaki bir kişiyi, gerçek bir cihan devletinin kurucusuna atfetmek doğru değildir. Sonuçta destan, bir milletin hafızasıdır ve bir kişiyle bağdaştırmak doğru değildir. Ancak bütün cihan devletlerinin 32

Z. V. Togan, Oğuz Destanı, s. 122-123. Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…,, s. 50. 34 Fuzuli Bayat, Oğuz Kağan Destanı Üzerine…, s. 521. 33

136


Rıdvan Demir

tarihinin kısa, özet ve genelleştirilmiş şekli olan Oğuz Kağan Destanı’nda esas maksat, cihan devleti kurma ideolojisinin ve35 rilmesidir. Son olarak da Oğuz Han ve Mao-Tun Han konusundan uzaklaşıp, Oğuz Han’ı başka bir Turan hükümdarıyla olan ortak özelliğini vermek istiyoruz. Alper Toña adlı Saka hükümdarı M. Ö. 626-625 yılında Keyeksor (efsanedeki Keyhüsrev) tarafından Urmiye Gölü yakınında (hile ile) öldürülmüştür. Onun zamanında Sakalar, Kimmerlerin peşinden Kuzey Kafkasya’dan Ortadoğu’ya inmişler ve hâkim olmuşlardı. Batı Türkistan’la aralarında sıkı bir bağlantı olduğu anlaşılıyor. Kıpçakeli, Kafkasya, Ortadoğu’nun önemli bir kısmı ve bütün bir Orta Asya’yı içine alan Oğuz Han’ın fütuhatını, dolayısıyla Oğuz Han ile Alper Toña’nın aynı kişi olduğu akla gelmektedir. Nitekim Oğuz Kağan Destanı’nın temelini Alper Toña rivayeti oluşturur. Oğuz Han ile Alper 36 Toña’nın İdil ve Kafkasya’daki faaliyetleri de çok benzeşir. İslam kaynakları Uygur, Karahanlı ve Selçuklu hanedanlarının Alper Toña (Afrasyab)’a mensup olduklarını ifade ederken bu münasebetle onu tarihi ve milli ananeye uygun olarak Oğuz Han ile birleştirmişlerdir. Zira Alper Toña, Oğuz Han gibi hakimiyet hakkı konusunda bir referans olarak görülmektedir. Türk kağanları soylarını Alper Toña (Afrasyab)’a dayandırarak meşruiyet kazanmak istemişlerdir. Bu durum Alper Toña’nın (Afrasyab) toplumun düşünce hayatında ne denli derin iz bıraktığının da bir 37 delilidir. Verdiğimiz bilgiler doğrultusunda Oğuz Han ile Mao-Tun’u aynı kişi olarak görmek şimdilik mantıksız gözüküyor. Tabiî ki de Oğuz Kağan Destanı’nın içinde Mao-Tun’a ait bir takım benzerlikler bulunacaktır. Çünkü destan, bir milletin ortak malıdır. Ancak Mao-Tun, Oğuz Kağan Destanı’nın kurucusu değildir. 35

Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası…, s. 205. Osman Karatay, Hırvat Ulusunun Oluşumu, s. 31-32. 37 İbrahim Onay, “Türk Kültür Tarihi Bakımından Oğuz Kağan Destanı ve Önemi”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 171, Ankara, 2013, s. 40. 36

137


İki Turan Hükümdarı: Oğuz Han ve Mao-Tun

Ondan önce altın çağı yaşayan Saka devletinden bir hükümdar, Oğuz Kağan Destanı’nı başlatmış olmalıdır. Burada önemli olan Oğuz Han’ın Turan’da ilk büyük devleti kuran bir cihangir olması ve yaptığı işler sayesinde halkının gönlünü kazanmasıdır.

KAYNAKÇA

BARS Mehmet Emin, “Oğuz Kağan Destanı Üzerine Yapılan Çalışmalar”, Turkish Stuedies, C.3, S. 4, Yaz 2008, s. 224-240. BAYAT Fuzuli, Oğuz Destan Dünyası (Oğuznamelerin Tarihî, Mitolojik Kökenleri ve Teşekkülü), İstanbul, 2006. ………., “Oğuz Kağan Destanı Üzerine Yeni Düşünceler”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 520-526. GÖKALP Ziya, Türk Töresi, İstanbul, 1977. GÖKYAY Orhan Ş., Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul, 2000. GÖMEÇ Saadettin, “Oguz Kaganın Kimliği, Oguzlar ve Oguz Destanları Üzerine Bir-İki Söz”, AÜ Tarih Araştırmaları Dergisi, C. 22, S. 35, 2004, s. 113-121. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul, 2007. KAPLAN Mehmet, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1979. ………., “Oğuz Kağan–Oğuz Han Destanı”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 511-519. KARATAY Osman, Hırvat Ulusunun Oluşumu. Erken Ortaçağ’da Türk-Hırvat İlişkileri, Ankara, 2000. ……….,İran ile Turan, Ankara, 2003. ………., "Oğuz Han’ın Kimliği ve Tarihi Kişiliği Üzerine", Çağdaş Bilimler Işığında Oğuz Kağan Destanı, yay. Ali Rıza Özdemir, Ankara, 2014. ………., “Alper Toña ve Oğuz Han: Turan’da Bir Dönem, İki Gelenek”, Turan Dergisi, S. 2, Güz 2003, s. 113-117. KÖPRÜLÜ M. Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1980. ONAY İbrahim,"Türk Kültür Tarihi Bakımından Oğuz Kağan Destanı ve Önemi", Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 171, Ankara, 2013, s. 29-44. ÖGEL Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu I, Ankara, 1981. 138


Rıdvan Demir

………., Türk Mitolojisi I, İstanbul, 1977. SÜMER, Faruk, Oğuzlar, Ankara, 1980. ………., “Oğuzlar’a Ait Destanî Mahiyetde Eserler”, Ankara Üniversitesi DTCF Dergisi, C. 17, S. 3.4, 1959, s. 360-455. TOGAN Zeki V., Oğuz Destanı (Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili), İstanbul, 1982. ………., “Türk Destanının Tasnifi”, Türkler Ansiklopedisi, C. 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 502-510. YILMAZ Gülşen İnci, İslamiyetten Önce Türk Destanlarının Tarihî Açıdan Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006.

139



ÇİN’İN KUZEYİNDE KURULAN TÜRK DEVLETLERİ (MS 301-557) Hikmet Emol ∗

T

ürklerin bilinen en eski dönemlerden günümüze pek çok devletleri olmuştur. Bu devletler boy kurucusuna veya kurulduğu yere nispeten farklı isimler almıştır. Bugün burada ele alacağımız konu, Orta Asya’ da Büyük Hun İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Çin’ in kuzeyinde devlet kuran Hun Halefleri olacaktır. Çin tarihinde 16 Devlet Dönemi olarak bilinen bu dönemde, beş tanesi Türk olmak üzere, yirminin üzerinde devlet kurulmuştur. Konuyu daha iyi anlamak için ardılı oldukları Hunlar hakkında kısa bir bilgi vermekte fayda vardır. Hunların tam olarak ne zaman kuruldukları hakkında net bir bilgi yoktur. Fakat MÖ III. yy’ da hükümdarları Mete zamanında güçlü bir imparatorluk halini aldığı ve bunu komşularına kabul ettirdiği bilinmektedir. Aradan geçen zamanda gerek iç çekişmeler, gerekse Çin ve diğer komşularının akınları, bir takım doğal afetler vs. gibi nedenlerle güçsüzleşmiştir. MÖ 58 ve MS 48 yıllarında Büyük Türk Hakanlığı Güney- Doğu ve Kuzey- Batı olarak ikiye bölünmüştür. Her iki kısmının başında da hanedana mensup prensler bulunmuştur. Zamanla Güney Hunları, Çin nüfuzuna girmiş ve gerek Çin gerekse Siyenpi desteğiyle Kuzeydeki kardeşleri ile mücadeleye girişmiştir. Bu mücadele sonrasında daha çok birbirinden uzaklaşan iki devletten Kuzeyde yaşayanlara Siyenpiler hâkim olmuştur (MS 156’ ya doğru). Siyenpilerin başarılı seferleri ülkeyi sarsmış ve konfederasyon dağılma emareleri göstermeye başlamıştır. Bu çözülmeden son-

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, hikmetemol.86@gmail.com


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

1

ra Hunların bir kısmı Batı’ ya göç etmeye başlamıştır. Batı’ya gitmeyenler ise hükümdarlık ailesinden bir prensin idaresi ile Çin’in kuzey sınır bölgelerinde yerleşerek Güney Hun Devleti’ni kurmuştur. Bu devlet MS 216 yılına kadar Çin’e bağlı olarak ayak2 ta kalmıştır. Güney Hunlarının Çin tayınlı Tanhu’sunun topraklarını tamamen Çin’ e verme kararı, öldürülmesine neden olacak ve sonrasında tayin edilen Tanhuların da Hunlarca kabul görmemesi, Hun kabilelerinin tekrar dağınık kabile hayatına dönmelerine neden olacaktır. Çin’in, son Hun Tanhu’sunu tutsak etmesi ve ülkeyi beş bölgeye ayırarak idareciler ataması ile Gü3 ney Hun Devleti’ de tarihe karışmış olur (MS 216). Devletleri yıkılsa da Hunlar, Çin içinde Sağ- Sol- KuzeyGüney ve Orta olmak üzere beş gruba ayrılarak, 19 kabile olarak Çin’e yerleşmiş ve kendi idarecileri tarafından yönetilmiştir. Bunların dışında, Çin sınırları dışında yaşayan bir takım Hun kabileleri de Siyenpilerin baskısına dayanmayıp Çin’in içlerine yerleşmeye başlamışlardır. Çin’ deki nüfuzları gittikçe artan Hun kütleleri MS 249 ve MS 296 yıllarında isyan ettilerse de başarısız olmuştur. Nitekim akrabalarıyla birleşen Hun kabileleri daha 4 sonra bahsedeceğimiz devletlerin nüvesini oluşturmaktadır. Çin’ de Han sülalesinin zayıflaması generaller arasında baş gösteren mücadele Çin’in parçalanmasına neden olurken, bu mücadelelerde taraf olan Güney Hun Başbuğları Çin’in kuzeyin5 de devletler kurmaya yönelmişlerdir. Bu devletlerin siyasi varlıkları uzun sürmese de Türk devlet geleneği ile bir takım adet ve 6 ananeleri devam ettirmiş olmalarından dolayı önemli sayılırlar.

1

Yılmaz Öztuna, Hunlar, Büyük Türkiye Tarihi, c.I, Ötüken yay., İstanbul, 1983, s, 58. 2 Ayşe Onat, Kuzey Çin’de Kurulan Hun Devletleri, Tarihte Türk Devletleri, c.I, Ankara, 1987, s. 31. 3 Türk Tarihi Ansiklopedisi, “Tabgaç Devleti”, Milliyet Gazetesi yay.,1991, s. 58, 59. 4 Ayşe Onat, Kuzey Çin’de Kurulan Hun Devletleri, s.31. 5 Türk Tarihi Ansiklopedisi, “Tabgaç Devleti”, s. 58, 59. 6 Ayşe Onat, Kuzey Çin’de Kurulan Hun Devletleri, s.31.

142


Hikmet Emol

317 yılında Çin imparatoru esir düşünce Çin Devleti ikiye bölünmüş böylece Çin topraklarında artık bir Çin otoritesi olmamasını fırsat bilen yabancı kavimler, güney Çin hariç Çin’in her yerinde irili ufaklı birçok devlet kurarak, Çin’de bir buçuk asır sürecek olan “yabancı kavimler hâkimiyeti” dönemini başlatmışlardır. Yirmiden fazla olan bu devletlerin en güçlü ve önemlilerinin sayısı 16 olduğu için Çin tarihinde bu dönem 16 Devlet Dönemi (MS 304-439) olarak da adlandırılmaktadır. Bu devletler7 den dördü Hun devletidir. Bunları söyleyecek olursak; I. Han veya Ön Chao (MS 304-329) kurucusu; Liu Yüanhai’dir merkezi; Kuzey Çin II. Arka Chao (MS 319-351) kurucusu; Shıh-le’dir merkezi; Kuzey Doğu Çin III. Kuzey Liang (MS 401-439) kurucusu; Chü Ch’ü Meng Hsün’dir, merkezi; Kansu IV. Hsia (MS 407-431) kurucusu; He-lien Popo merkezi; Or8 dos

V. Tabgaç (MS 385-550) Şimdi bunlara daha ayrıntılı bakalım: HUNLARIN KUZEY ÇİNDEKİ HALEFLERİ I. Chao (veya Ön) Devleti (304-329) 266 yılında Çin hükümeti, Hun bölgelerinde yeni düzenlemelere gitmiş fakat Hunların Kuzey kanaat lideri LiuMeng bu müdahaleden hiç memnun kalmamış, 271 ve 272 yıllarında büyük isyanlar çıkararak Çin imparatorunun telaşlanmasına neden olmuştur. Çin devleti derhal bu tehlikeli girişimi bastırmış ve LiuMeng’ın hayatına son vermiştir. Onun ölümünden kısa bir süre sonra yani 279 yılında LiuPao da ölünce oğlu LiuYüan-hai Sol Kanat Komutanı olmuştur. Birkaç yıl sonra 287'de ise“Kuzey Boyunun Lideri” unvanını almıştır. LiuYüan, diğer beş Hun grubuyla da arasını iyi tutuğu için insanları kısa bir sürede etrafında 7

Tilla Deniz Baykuzu, “Kuzey Liang Hun Devleti”, Türkler Ansiklopedisi, cilt I, Ankara, 2002, s. 758. 8 Ayşe Onat, Kuzey Çin’de Kurulan Hun Devletleri, s.31.

143


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

toplamayı başarmıştır. 290 yılında Yüan-hai, Hunların Beş Grubunun Baş Kumandanı ilan edilmiş ve ayrıca kendisi “Chien-wei Bölgesi Başkomutanı” da yapılarak bir Çin unvanı da elde etmiştir. Başa geçer geçmez büyük bir lider olduğunu göstermeye başlayan Yüan-hai, dürüst ve sadık görevlileri el üstünde tutmuş, onları layık olduğu görevlere getirmiş, cinayet işlenmesini yasaklamış ve suçluları adaletli bir şekilde cezalandırmıştır. Tüm bu davranışları onu halkın gözünde yükseltmiş ve zamanla Çin sarayı tarafından ''İktidar Sahibi General'', ''Beş Hun Grubunun Komutanı'' ve ''Kuang-Hsiang Beyi'' unvanlarıyla şereflendiril9 miştir. Çin İmparator Hui-ti'nin otoritesinin zayıflaması ülkenin her yerinde ayaklanmaların baş göstermesine neden olmuştur. Hun grupları toplandıkları mecliste kendilerinin de bağımsızlıkları için harekete geçme zamanının geldiğini düşünerek Hun ileri gelenleri LiuYüan-hai’yi kendilerine Ch’anyü ilan etmişlerdir. LiuYüan-hai bu haberi aldığında Çin sarayına durumunu belli etmeden Hunların yaşadığı bölgeye gelmiş ve Han devletini kurmuştur. LiuYüan-hai tahta kaldığı süre içinde Han devletini askeri olarak oldukça güçlü bir duruma getirmiştir. Zayıflamış olan batı Çin Hanedanlığı topraklarına yaptığı seferlerle tamamen güçten düşmesine neden olmuştur. 310 yılına gelindiğinde hastalanan LiuYüan-hai öleceğini anlamış ve bir takım düzenlemeler gerçekleştirmiştir. Ölümünden önce Ts’ung u “Büyük Ch’anyü” yani başbakan ilan etmiştir. LiuTs’ung (311-318) LiuYüan-hai’nın küçük oğluydu. Abisinin de isteğiyle han ilan edilmişti. Onun döneminde Çin başkenti Lo-yang oldukça güçlenmiş ve kimseden yardım alma ihtiyacı kalmamıştı. LiuTs’ung ilk iş olarak Çin başkentine saldırmış ve içinde İmparator ile beraber şehri ele geçirmiştir (311). İmparatoru beraberinde başkenti P’ing-yang götürmüş ve Çinlilerin isyan planı yaptığı duyulunca imparator Huai-ti’yi öldürtmüştür. 9

Tilla Deniz Baykuzu, “Çin’de kurulan bir hun devleti “ilkChao””, Manas Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 12, Bişkek, 2004.

144


Hikmet Emol

Bu durum üzerine yeni bir imparator ilan edilmiştir. LiuTs’ung 316 yılında Çin tehlikesini uzaklaştırmak için Çin’in diğer başkenti Ch’angan’a da saldırmış, şehir ve yeni imparatoru ele geçirmiştir. Bu olaydan sonra Chin Hanedanlığı Yang-tze Nehrinin güneyine kaçmak zorunda kalarak Doğu Chin Hanedanlığı olarak adlandırılmaya başlanmıştır. LiuYao (319-329), LiuTs’ung ölümünden sonra ülkede başlayan isyanlar neticesinde LiuTs’ung akrabası olan General Lin Yao başa geçmiştir. Uzun süre isyanları bastırılmasıyla uğraşmış ve ülkenin ‘Han’ olan adını ‘Chao’ olarak değiştirmiştir. II. (veya Arka) Chao Devleti (319-351) Liü Yüan devrinde iltihak etmiş bir kişi olarak bütün Çini geçerek Güney Çin’e gelmiş burada Çinli bir prens için yapılan cenaze töreni ile karşılaşmış ve içinde Chin sülalesine mensup 48 prensinde olduğu yüz bin kişiyi öldürtmüştür. Bu olay sonrasında LiüYüan ile ilişkileri daha da gerginleşmiştir. Çünkü Liü Yüan devleti daha çok Çin’lileştirmek ve böylece Çin’e hâkim olmayı düşünürken, ShihLo ise daha çok göçebe geleneklerine bağlı olarak yaşamayı tercih etmiştir. ShihLo’nun bu tutumu, LiüYüan etrafında bulunup da bir memur devletinden yaşamak 10 istemeyen Hsiung-nulara daha cazip gelmiştir. LiuYao’ın başına geçtiği ilk chao devletine isyan ederek başkaldırmıştır. 318 de doğuda ‘Sonraki Chao’ adında bir devlet kuran ShihLo (319-333), hükümdar ailesinden olmayan halktan 11 bir kişidir. İlk Chao sülalesinin hükümdarından daha nüfuzlu olmasına rağmen İmparator unvanını almaya cesaret edememiştir. Bu durum ilk Chao devletinin son imparatorunu bertaraf edene kadar da öyle devam etmiştir (328’e kadar). Bunun en

10

Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, TTK, Ankara, 1995, 3.Baskı, s. 141,142. Tilla Deniz Baykuzu, “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Sayı XX‐2, İzmir, 2005, s. 1‐15. 11

145


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

büyük nedeni ise Hsiung-nu’ların asalet anlayışıdır. Çünkü 12 Shan-yü olmak için Tu-ku kabilesinden olmak gerekmektedir. Saltanatı sırasında halkla iç içe olmuş, onların isteklerini dinlemeye çalışmış, ayrıca yeni reformlarla ülkesini geliştirmeye çalışmıştır. ShihLo daha çok doğuda ve Çin sınırından büyük göç dalgalarıyla girmiş olan Hsien-pi kabileleriyle uğraşmak zorunda 13 kalmıştır. ShihLo büyük bir askerdir, fakat büyük bir kurucu devlet adamı değildir. Bugün ki Kansu eyaletindeki Liang hariç bütün kuzey Çin’e hâkim olmayı başarmışsa da devlet dâhilde sarsıntılı günler geçirmekteydi. Hunlar arasında ‘ihtilalci’ olduğundan yerini sağlam göremiyor ve Liu ailesini hükümdar olma haklarını istemelerinin önüne geçmesini engellemek için yok etmeye çalışmıştır. ShihLo Çinlilerden nefret eden bir kişiliğe sahipti. Bundan dolayı bütün Çine hâkim olma gibi bir niyeti olmadığı gibi Çin’in kuzeyi de onun için bir meradan daha de14 ğerli değildi. ShihLo hapishanede ki suçluların kontrol ve yargılamasından sonra dönüş yolunda soğuk ve yağmurdan etkilenip hastalanmış ve durumu ağırlaşıp 333 yılında ölmüştür. Diğer Hun imparatorları gibi asil bir aileden değil, sıradan halk içinden gelen ve alçak gönüllüğü ile öne çıkan ShihLo, kendisinden beklenilen bir davranışta bulunmuş, cenaze töreninde bile gösteriş15 ten kaçınmıştır. ShihLo ölümünden sonra yerin Shih Hu (334349) ShihLo’dan sonra en önemli hükümdar olarak başa geçmiştir. Karşılarında güçlü bir düşman bulunmadığından tüm gücünü 16 imar faaliyetlerine yönlendirmiştir. Hükümet merkezini Yeh şehrine taşımıştır. Saray hayatına dalıp halktan uzaklaşmaya neden olan Budist rahiplerinin etkisi, zamanla sarayda üst sevi-

12

Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 144, 145. Tilla Deniz Baykuzu, “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, s. 1-15. 14 Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s.144, 145. 15 Tilla Deniz Baykuzu, “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, s. 8. 16 Tilla Deniz Baykuzu, “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, s. 10. 13

146


Hikmet Emol

17

yeye çıkmıştır. Savaş görmemiş, sarayda şaşaa içinde büyümüş, sapkın oğullarından çok çekmiştir. İşbirlikçileri diyebileceğimiz Hsien-pi kabileleri bu dönemde bağımsızlıklarını kazanıp 337’de Yen devleti adında siyasi teşkilatlarını kurmuştur. Shih Hu hastalanıp kısa bir süre sonra ölünce, oğulları arasında büyük katliamlar yaşanmıştır. Ölümünden kısa bir süre önce imparator unvanı alan Shih Hu, Hun tahtında on beş yıl hüküm sürdükten 18 sonra ölmüştür. ShihHu’dan sonra başka bir Hun ailesinden olan Jan Min iktidara geçtiyse de Hsienpi akınları karşısında fazla direnç gösterememiş ve Sonraki Chao devride böylelikle kapanmıştır. Kuzey Liang Devleti (401-439) 397 yılında Çin’in batısında, bugünkü Kansu Eyaletinin kuzey-batısında kurulan Kuzey Liang Hun Devleti (397-439) 16 Devlet Dönemi (304-439)’nin son, Hunların ise bu dönemde kurduğu dördüncü devletidir. Kurucusu Chü-ch’üMeng-hsün, yönetimi sırasında Kansu bölgesini yurt edinmiş, ayrıca Doğu Türkistan’daki sayısız şehir devletlerinin de kendisine bağlanma19 sıyla zenginleşmiştir. Kuzey Liang devleti kurulduğu yer son derece stratejik, güvenli ve ticaret yolununüstünde olmasından dolayı komşularını 20 dikkatini üstüne çekmiştir. Meng-hsün onurlu, yiğit ve savaşçı biri olmanın yanında aynı zamanda kurnaz, günü gününe uymayan, kurnaz savaş taktikleri kurucusu bir insandır. Hunlar arasında büyük etkiye sahiptir. Meng-hsün’ün hayatının büyük ve tek amacı bağımsız ve büyük bir devlet kurmaktır. Bunun için gerekli ikiyüzlü bir siyaseti gütmeyi, başarıya ulaşmakta en uygun metot olarak görmüş ve 17

Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 144, 145. Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 144, 145. 19 Tilla Deniz Baykuzu, “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, s. 12 20 Tilla Deniz Baykuzu, “Kuzey Liang Hun Devleti”, Türkler Ansk.,Cilt I , Ankara, 2002, s. 758‐759. 18

147


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

uygulamıştır. Meng-hsün, doğuda güçlü Tabgaç devleti, güneyde ise Çinlilerin Sung Hanedanlığı ile komşu olması “imparator” 21 unvanı yerine “kral” unvanını kullanmasına neden olmuştur. Meng-hsün’ün ömrünün son yıllarını bilimle uğraşarak geçirmiştir. Sung sarayından Çin edebi eserleri istetmiştir ve karşılığında ise kendi hizmetindeki tarihçilere yazdırmış olduğu “Tunhuang”ve “Liang Tarihleri” ile çeşitli Budizm çevirilerini de Sung sarayına göndermiştir. Budizme büyük ilgi göstermiş bu durum birçok Budist rahibin Liangchou bölgesine gelerek sayısız 22 çeviri yapmalarında teşvik edici bir rol oynamıştır. Meng-hsün, 433 yılında başkenti Ku-tsang’da ölmüştür. Yerine oğlu Mu-Chien’i tahta geçmiştir. Mu-Chien babasının politikasını devam ettirmiş ve bunu komşuları olan Sung ve Tabgaç devletlerine de bildirmiştir. Meng-hsün son yıllarında Tabgaç hükümdarı ülkenin içinde bulunduğu durumu öğrenmek için danışmanlarından LiHsün ‘ü göndermiştir. Bu durum Mu-Chien devrinde de devam etmiştir. Danışmanın getirdiği raporlar sonucunda Kuzey Liang devletini kansız bir şekilde ele geçirme planları yapmıştır. Planını evlilik yoluyla hayata geçirmek için elçiler göndermiştir. İki tarafta evlilik yoluyla akraba olmuştur. Bu durum işe yaramadığından T’aiWu’nun kansız planını gerçekleştirmek için başka bir yol aramıştır. T’aiWu, Mu-Chien’i çeşitli suçlarla suçlayarak Mı-Chien ile akrabalarının teslim olmasını istemiştir. Mu-Chien bu durum karşısında Juan juan’lardan yardım istemiştir. Juan juanlar bu isteğe olumlu cevap verdiyse de T’aiWu bunu önceden düşünmüş ve tedbir almıştır. Mu-Chien’ akrabalarından bir kısmının teslim olup şehir hakkında bilgi 23 vermesi üzerine T’aiWu harekete geçip, şehri almıştır. Böylelikle Kuzey Liang Devleti de tarih sahnesindeki son rolünü oynamıştır (439). Mu-Chien’ın on oğlu vardır. Tabgaçlılar’dan kurtulanlar kendi halkını alarak önce Shan-Shan devletine oradan da Kao21

Tilla Deniz Baykuzu, “Kuzey Liang Hun Devleti”, s. 758-759. Tilla Deniz Baykuzu, “Kuzey Liang Hun Devleti”, s. 758-759. 23 Tilla Deniz Baykuzu, “Kuzey Liang Hun Devleti”, s. 761. 22

148


Hikmet Emol

ch’ang’a yani bugün ki Turfan’a kaçmış ve zamanla buraya hâkim olmuşlardır. 460 yılında Juan juanların hâkimiyetine girinceye kadar burada Liang Devletini devam ettirmişlerdir. Hsia Devleti (407-431) İlk ve sonraki Chao devletlerine ait Hun boyları, devletleri yıkıldıktan sonra Tabgaç hâkimiyetini reddetmiş ve batıya Ordos bölgesine çekilmişlerdi. Çekilmelerden yarım asır sonra Mete ve LiuYüan-hai’nin de geldiği Hunların hükümdarlık soyu olan Tu’ku ailesinden gelen Ho-lien Po-po (381-425) Sarı Irmak’ın doğusunda, batısına doğru seferler başlatarak Sarı Irmak’ın iç havzasında birçok yeri ele geçirmiş, 407 yılında bağımsızlığını ilan ederek Hsia devletini kurmuştur. Ho-lien Po-po, ilk iş olarak 408 yılında Ch’in devletine saldırarak civardaki kavimlere üstünlüğünü ispat ederek topraklarını genişletmiş ve nüfusunu artırmıştır. 417 yılında Ch’in devletinin yıkılmasıyla başkentleri Ch’ang-an’ı ele geçirerek kendisini “Çin imparatoru” ilan etmiş24 tir. Burada değinilmesi gereken bir diğer konu ise Ho-lien Popo’nun kendini Çin imparatoru olarak ilan etmişse de Çinlileşmeye karşı oluşudur. Eberhard; ‘‘Ho-lien Po-po, Mao-

tun’inailesine mensuptu LiuYüan gibi Çinlileşmemiş ‘‘Liu’’soyadını almıştır. Fakat bunu bir Hsiungnu adı şekline sokarak ‘‘Ho-lien’’ soyadını aldı yalnız bundan da anlaşılıyor ki ‘hsia devleti’ Çinliliği red etmiş…’’der. 25 Savaşlardaki başarılarına paralel olarak imar hareketlerine de girmişlerdir ve 413 yılında Ordos bölgesinde kendi başkentini kurmaya girişmiştir. “On Binleri Birleştiren Şehir’’anlamına gelen ve yapımında mimar başı olarak komutanlarından A-li’yi’nin bulunduğu, askeri disiplinle 100 bin işçinin görev aldığı çok gü24

Tilla Deniz Baykuzu, “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, s. 12; Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 164; Tilla Deniz Baykuzu, “Bir Hun Başkenti: T’ung‐WanCh’eng”, Modern Türklük Araş. Dergisi, Cilt 6, sayı 3, Eylül 2009, s. 111‐112. 25 Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, s. 164.

149


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

zel ve güvenli bir şehir inşa ettirmiştir. Şehir daha sonra bölgeye hâkim olan güçler tarafından da merkez olarak kullanılmıştır. Ayrıca şehrin bir diğer önemi ise günümüze kadar ulaşan çok 26 önemli bir hun başkenti oluşudur. Ho-lien Po-po 425 yılında ölmüş ve yerine üçüncü oğlu Ch’ang geçmiştir. Babası kadar etkili olamamıştır. Hsia devletine de Tabgaçlar son vermiş ve onlarda kısa ama etkili dönemlerini kapatmışlardır. Tabgaç (Topa) Devleti Çin ve Türk tarihi açısından çok önemli bir yeri olan Tabgaç Devleti, T’o-pa boyları tarafından kurulduğu için ‘‘T’o-pa Devleti’’ ya da Wei Hanedanlığından esinlenerek ‘‘KuzeyWei Devleti’’ olarak da bilinir. 439 yılında merkezi Kuzey Çin’deki bütün devletleri tek çatı altında toplamayı başarmış olan Tabgaç Devleti, Hunlar ile Göktürkler arasında siyasi ve kültürel geçiş dönemi27 nin temsilcileri olmuştur. Tabgaç ve T’o-pa adlarına baktığımızda Türkçe ‘‘ulu, saygı değer’’ demek olan ‘Tabgaç (Tawgaç)’ın Çince yazılışı hali olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca “Toprak Beyi’’, “köle’’, “sarılmış28 sarmalanmış’’ gibi anlamına geldiğini söyleyenlerde vardır. Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügati Türk’ te ‘Tabgaç’ kelimesini ‘Şin’ 29 yani Çin manasında almıştır. Orhun kitabelerinde sık sık geçen ve Göktürkler aracılığı ile Bizans’a da bu anlamıyla geçmiştir. Kaşgarlı Mahmud’un “Türkler’den bir bölük’’ dediği Tabgaçlar, 26

Tilla Deniz Baykuzu, “Bir Hun Başkenti: T’ung‐WanCh’eng”, s. 110‐126. Tilla Deniz Baykuzu, “Tabgaç Hükümdarları (MS 385‐550) ve hükümdar kurganları”, Mehmet Eröz Armağanı, Ötüken Neşriat, İstanbul, Aralık‐2011, s. 416. 28 Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Karam yay. Ankara, 2002, s. 58, 59; Kürşat Yıldırım, “Erken Tabgaç (T’o‐pa) Tarihinin Ana Hatları (WeıShu’nun İlk Bölümüne Göre)”, Turkish Studies Academic Journal, cilt 7, sayı 3 (Prof. Dr. Sabahattin Küçük Armağanı), Ankara, 2012, s. 2711-2738. 27

150


Hikmet Emol

daha sonra Karahanlı Hükümdarları tarafından bir unvan olarak kullanılmıştır (Tafgaç-Tamgaç olarak). Tabgaç devletinin tarihine girmeden önce; bunların atası sayılan Hsien-pi, Hsien-pei ya da Sienpi diye adlandırılan topluluğa kısaca değinmekte fayda vardır. Bilim adamları Sienpileri, Tunguzların ataları, proto-Moğol olduğunu söylese de Barthold ve Hambis, Sienpilerin proto-Türk 30 olduklarını söyler. Hsien-pi’ler de görülen ren geyiği ve buna benzer hayvanlar, onların Sibirya’nın kuzey bölgelerinden geldikleri görüşü kuvvetlendirmiştir (ren geyiği boynuzundan yay 31 yaptıkları). Bu topluluk ve akrabaları sayılan Wu-huanlar üzerine Hun imparatoru Mete’nin sefer yaptığını ve onları hâkimiyetine aldığını biliyoruz. Hunların zayıflaması üzerine Çin’in de etkisiyle ve Çin ile beraber hareket ederek Hunların batıya kaymasında etkili rol oynamışlardır (M.S 48). Bu sefer sonrasında yüz bin çadır gibi büyük bir Hun kütlesini hâkimiyetlerine almış32 lardır. Hunların ardılları olarak Çin’in kuzeyinde hâkim olmuş33 larsa da hiçbir zaman Hunlar kadar etkili olamamışlardır. T’o-po kabilesi III. yüzyılda büyük kuraklık sonucunda güney Moğolistan’dan Ordos’un kuzey doğusuna gelerek yerleşmişlerdir. Çin ile kurdukları ilişki sonucunda 295’te üç’e bölünmüşler ve bunun sonucunda bir kısmı Sibirya’da Selenge ile Obi arasında ki bölgeye göç etmiş, kuzey doğuda kalanlar 314’te Tai Devletini kurmuş, bir kısmı da II. Chao Devletinin hâkimiyetine gir34 mişlerdir.

30

Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 58,59. Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Cilt 1, Ankara, 1981, s. 258‐302. 32 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, s. 258‐302; Istvan Vasary, Eski İç Asya’nın Tarihi, çev. İsmail Doğan, Ötüken yay, İstanbul, 2007, s. 69-71. 33 Jean Paul Roux, Orta Asya Tarih Ve Uygarlık, çev. Lale Arslan, Kabalcı yay., s. 111. 34 Tilla Deniz Baykuzu, “Tabgaç Hükümdarları (MS 385‐550) ve hükümdar kurganları”, s.416. 31

151


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

Tai Devleti (314-376), Shih Hu ile İlk Yen Devleti kralı MıJungHuang’ın mücadelesinden faydalanarak Çin içlerine inip yerleşme fırsatını bulmuştur. Bu sayede siyasi, askeri tecrübeler elde edip, bölgedeki güç dengelerini tahlil etmeyi, kendi içlerindeki kabilelerarası mücadeleleri de idare edebilmeyi öğrenmişlerdir. Ancak bu devlet çok uzun yaşayamamış ve İlkCh’in devletinin lideri Fu-chien tarafından 376 yılında ele geçirilerek devle35 tin dağılmasına neden olmuştur. Fu-chien, Tai devletini bir birlerini yok etmesi için rakip LiuK’u-jen ve LiuWeich’eng arasında paylaştırmıştır. Uzun mücadelelerin sonucunda T’o-paKui (386-409), LiuWeich’eng ve oğlunun desteğiyle 386 yılında Tai 36 Devletini tekrar kurup başına geçtiğini ilan etmiştir. T’o-paKui, Tai Devletini tekrar kurduktan sonra devletin adını ‘‘Wei’’ olarak değiştirmiştir. Hun devletleri ve Sienpi kütleleri ile mücadeleye girişmiştir. Tibet kökenli Fu-Chien devletinin çökmesiyle mahalli hükümetçikleri (16 kadar) idare altına almaya başlamıştır. Böylelikle Çin tarihinde ‘‘Wei hanedanlığı’’ adını verdikleri Tabgaç Devleti (386-556) güçlü bir şekilde tekrar ortaya çıkmıştır. Sienpi gruplarını zapt ederek 394’te Küçük Ts’in, 37 403’ te Liang’ a hâkim olmuştur. Başkentleri P’ing-ç’eng(Tai) olan Tabgaçlar kuzeydeki Juan juanlarla giriştikleri mücadelede birbirlerine üstünlük sağlayamadığı için uzun süre kuzey yönünde gelişememişlerdir. İmparator T’a-o(T’ai-wu) devrinde (424-452) Çin’in başkentleri Loyang ve Ç’ang-an ele geçirilerek hâkimiyet Sarı Nehir bölgesine kadar yaymıştır. Böylelikle devletin nüfuzu, bir yanda Pekinya-

35

Kürşat Yıldırım, “Erken Tabgaç (T’o‐pa) Tarihinin Ana Hatları (WeıShu’nun İlk Bölümüne Göre)”, s. 2711-2738; Tilla Deniz Baykuzu, “Tabgaç Hükümdarları (MS 385‐550) ve hükümdar kurganları”, s. 416. 36 Tilla Deniz Baykuzu, “Tabgaç Hükümdarları (MS 385‐550) ve hükümdar kurganları”, s. 420. 37 Türk Tarihi Ansiklopedisi, “Tabgaç Devleti”, s. 75-76; Şevket Koçsoy, “Türk Tarih Kronoloji”, Türkler, cilt 1,Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 73-188; Tilla Deniz Baykuzu, “Tabgaç Hükümdarları (MS 385‐550) ve hükümdar kurganları” s.419‐435.

152


Hikmet Emol

kınlarına, bir yandan da Huang-ho Nehri dirseğine kadar uzanmıştır. 417 ‘de İkinci Ts’in devletini, 427’de Hun Hia krallığını almış, 429’da Juan juanları mağlup edip İç Moğolistan’a girerek (436) 435-439 yılları arasında batıya yönelmiş Wu-sun, Yüe-pan ülkelerini ve Kuça, Kaşkar, Karaşar, Turfan gibi 30 kadar şehir devletçiklerini kendine bağlamıştır. 439 da Kansu’daki (Kuzey Liang) Hun Devletini ortadan kaldırarak ipek ticaret yoluna hâkim olmuştur. Budizm’in Türkler arasında yayılmasını önlemeye çalışmış, bunun için Çin’deki Budist Rahiplerinin faaliyetlerini kontrol etmeye çalışmıştır. Tapınaklardaki ayinler dışında dini propaganda yapılmaması için kanunlar çıkarmış (438), 466 yılına gelindiğinde ise bu emre uymayanların şiddetle takibini emretmiştir. T’a-o’nin ölümünden sonra halefleri aynı doğrultuda hareket etmeyip bu sert kanunları önce yumuşatmış daha sonra da Budizm’e destek verir hale gelmişlerdir. İmparator Kao-çung (452-465) ve I. Hong (465-471) zamanında İç Asya da pek çok şehir alınmış, Juan juanlara ağır mağlubiyetler yaşatılmıştır. Güney Çin Devletinde (Liusung) toprak kazanılmıştır. Bu askeri başarılara rağmen ülkede gittikçe yaygınlaşan Budizm, devletin hızlı bir şekilde Çinlileşmesine neden olacaktır. 480’den itibaren gerileyip bir takım topraklarını kaybetmeye başlayan Tabgaçlar, 494’te başkentlerini bozkır bölgesinden Çin merkezi Lo-Yang’ a nakletmiştir. II.Hong (471-499) başkenti taşıdıktan sonra, Türk töresinden uzaklaşmış ve 495’te Türk örfünü, geleneklerini, giyimini, Tabgaç dilini (hatta yazışmalarda Türkçe tabirlerin kullanmayı) tamamen yasaklamıştır. II. Hong’tan sonra yerine K’iao (499-515) geçmiş ondan sonra ise Budizm’e düşkün İmparatoriçe Hu (515-528) geçmiştir. Zamanla daha da güçsüzleşip Tiehle, Juan juan, ve Sien-pi kabileleri isyan etmeye başladı (524-534). Birbirini takip eden olaylar, devleti 534’ e doğru Doğu Wei (534-550) ve Kuzey-Batı Wei’ler (535-

153


Çin’in Kuzeyinde Kurulan Türk Devletleri (MS 301-557)

38

557) adı ile ikiye bölünmesine neden olmuştur. Daha sonra Türk hanedanların yerini Çinli hanedanlar almıştır. Tabgaç’ların güçten düşmesi, düşmanları olan Juan juan’ların öne çıkmasına neden olurken aynı zamanda Juan juan’ların bu yükselişi, Tiehle kabilelerinin isyanına neden olmuştur. Bu dönemde Tabgaçların ardıl devletleri arasında faaliyetlerde bulunan ve kurulacak I.Göktürk İmparatorluğunun kurucusu Bumin, isyanı bastırtırmış ve isyanın bastırılmasından sonra Juan juan hükümdarının kızını istemiş ama bu istek sert bir şekilde geri çevrilmiştir. Bunun üzerine daha önce ticari bir takım ilişki içinde olduğu Batı Wei hükümdarının kızını istemiş ve evlenmiştir. Bumin isteğinin kabul olmamasından dolayı Juan juanlara başkaldırıp onları ortadan kaldırmış ve Göktürk devletini kurmuş39 tur. Sonuç olarak Kuzey Çin’de kurulan bu devletler, Türk Devlet geleneği ile bir takım adet ve ananeleri devam ettirmişlerdir. Çinlilerin uzun süre yıkmak için uğraştığı Büyük Hun İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Kuzey Çin’de yeni devletler meydana getiren Hun ardılları, Çin Han Hanedanlığının yıkılmasındaki en büyük neden olmuşlardır. Hunlar ile Göktürkler arasında birgeçiş döneminde kurulmuş bu devletler Türk tarihi için karanlık bir dönem olarak karşımıza çıkar. Ayrıca bu devletler Çinin İç Asya’ya girmesini engellemiş ve Türk kültürünün Kuzey Çin’de yaygınlaşmasını sağmışlardır. Bıraktıkları pek çok kurgan ve şehir kalıntısıyla dönemleri hakkında çok önemli bilgiler edinmemizi sağlamışlardır.

KAYNAKÇA BAYKUZU Tilla Deniz, “Kuzey Liang Hun Devleti”, Türkler Ansiklopedisi, C. I-İlk Çağ, Ankara, 2002.

38

Tilla Deniz Baykuzu, “Tabgaç Hükümdarları (MS 385‐550) ve hükümdar kurganları”, s. 428‐432; Türk Tarihi Ansiklopedisi, “Tabgaç Devleti”, s. 75-76; Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 58, 59. 39 Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s. 85‐92.

154


Hikmet Emol

………., “Çin’de kurulan bir hun devleti “ilk Chao””, Manas Sosyal Bilimler Dergisi, sayı 12, Bişkek, 2004. ………., “IV. ve V. Yüzyıllarda Çin’deki Birkaç Hun Hükümdar Kurganı ve Türbesi Hakkında”, Ege üniversitesi Tarih İncelemeleri Dergisi Sayı XX-2,İzmir, 2005. ………., “Bir Hun Başkenti: T’ung-WanCh’eng”, Modern Türklük Araş. Dergisi, C. 6, sayı 3, Eylül, 2009. ………., “Tabgaç Hükümdarları (MS 385-550) ve hükümdar kurganları”, Mehmet Eröz Armağanı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, Aralık, 2011. EBERHARD Wolfram, Çin Tarihi, 3.Baskı, TTK, Ankara, 1995. GOLDEN Peter B., Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Karam yay., Ankara, 2002. KOÇSOY Şevket, “Türk Tarih Kronoloji”, Türkler, C. 1,Yeni Türkiye yay., Ankara, 2002. ONAT Ayşe, “Kuzey Çin’de Kurulan Hun Devletleri”, Tarihte Türk Devletleri, C. I, Ankara, 1987. ÖGEL Bahaeddin, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. 1ve II, Ankara, 1981. ÖZTUNA Yılmaz, Büyük Hunlar Türkiye Tarihi, C. I. , Ötüken yay., İstanbul, 1983. ROUX Jean Paul, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, çev. Lale Arslan, Kabalcı yay., 2001. Türk Tarihi Ansiklopedisi, “Tabgaç Devleti”, Milliyet Gazetesi yay.,1991. VASARY Istvan, Eski İç Asya’nın Tarihi, çev. İsmail Doğan, Ötüken yay., İstanbul, 2007. YILDIRIM Kürşat, “Erken Tabgaç (T’o-pa) Tarihinin Ana Hatları (WeıShu’nun İlk Bölümüne Göre)”, Turkish Studies Academic Journal, C. 7, sayı 3 (Prof. Dr. Sabahattin Küçük Armağanı), Ankara, 2012 155



EFTALİT-SASANİ MÜNASEBETLERİ ÜZERİNE Belma DÖNMEZ ∗

T

ürkler tarih boyunca pek çok millet ile ilişki kurmuştu ve bunların başında da İranlılar gelmektedir. IV. yüzyılın ortalarından itibaren Ak Hunlar ile Sâsâniler arasında başlayan ilişki, Türk-İran tarihsel sürecinin önemli noktalarından biri olmuştur. MS IV. yüzyılın ortalarında Fars kaynaklarında Xȋyon/Hyon, Latin kaynaklarında Chionitae olarak zikredilen bir kavim, Sâsâni İmparatorluğunun doğusunda görünmeye başlamıştı. Ahamenî Hanedan geleneğinin devam ettiği İran topraklarında pek çok mahalli idareciler mevcuttu. Bunlardan biri de MS 226 senesinde İran topraklarında, adı Sâsâni İmparatorluğu olarak anılacak olan devletin kurucusu Sâsân idi. Sâsân tarafından kurulan bu devlet kuruluşundan itibaren sürekli gelişim göstererek bölgesel güç konumuna gelmişlerdi. İran coğrafyasında büyük bir imparatorluğun hüküm sürdüğü sıralarda, Kuzey Hun Devleti’nin yıkılmasının ardından Kırgız bozkırlarına yerleşen Hun boyları, MS 350 yıllarında Balamir’in öncülüğünde batıya göç ederek Avrupa’ya ulaşmışken, Altay Dağlarında meskûn bulunan başka bir Hun boyu da aynı tarihlerde yurtlarını terk edip Kazakistan’ın güneyine, oradan da 1 Tohoristan’a gitmişlerdir. Bahsedilen kavim, Eftalitler dir. Soğ2 diyana’yı ele geçirdikten sonra kendilerini bölgede hissettirme∗

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, belma.16donmez@hotmail.com. 1 Umay Türkeş-Günay, Türklerin Tarihi. Geçmişten Geleceğe, 4.Basım, Ankara 2012, s. 87. 2 Klasik kaynaklarda Sougdian, Sougd ve Sougdi˝z şeklinde geçen Soğdiyana, geçmişi MÖ 6. binyıldan, MS 10. yüzyıla kadar uzanan, Orta Asya’nın önemli tarihi bölgesidir. Bu medeniyet, batıda Marginya, kuzeyde Horezmiya ve Kızılkum Çölü, doğuda Fergana, güneyde Baktri-


Eftalit-Sasani Münasebetleri Üzerine

ye başladılar. Bu dönemde Sâsâni İmparatorluğunun başında II. Şapur bulunuyordu (309-379). Ak Hunların Sodiyana’yı ele geçirmelerinden ötürü Sâsâniler onların üzerine ani bir saldırı gerçekleştirmiş ancak başarılı olamamıştır. İki taraf arasındaki Soğdiyana hâkimiyet mücadelesi, imparator II. Şapur’un Ak Hun lideri Grumbates ile yaptığı anlaşma 3 mucibince bölgeyi Ak Hunlara bırakmasıyla nihayete ermiştir. Çünkü Sâsâni imparatorunun bu sıralarda Küçük Asya topraklarında mücadeleye giriştiği başka bir güç vardı; Roma İmparatorluğu. II. Şapur, Roma ile yapacağı savaşta Eftalitlerden yardım istedi ve Grumbates de onun bu isteğini kabul ederek savaşa iştirak etti. 359 senesinde Grumbates, Alban kralı ile birlikte II. Şapur’un Amida ( Diyarbakır) kuşatmasına katıldı. Çetin geçen mücadelenin sonunda müttefikler Roma karşısında ağır bir yenilgi almakla beraber Grumbates oğlunu kaybetti, cesedinin ise düşmanın eline geçmemesi için gecenin karanlığında cesedi 4 kaçırdılar ve beraberlerinde yurtlarına götürdüler. I. Yezdicerd’in oğlu Behram Gôr (420-438) zamanında Eftalitler, Horasan bölgesine yerleşmiş, ardından da Yüeh-chi topraklarını ele geçirerek Sâsâni İmparatorluğu için sorun teşkil

ya-Tohoristan’dan Hisar Sıradağları ile ayrılan, Zerefşan ve Kaşka Derya nehirlerinin oluşturduğu vadi üzerinde gelişmiştir. Bölge önce Pers, ardından İskender, Part, arından da Baktriya hâkimiyeti altına girmişti. Bir müddet bağımsız olarak kalan Soğd halkı, Sâsâni İmparatorluğunun ilk dönemlerinde saldırıya uğramış ve güç kaybetmeye başlamışlardır. Onların ardından ise Ak Hunlar bölgeye gelmeye başlamıştır. Ticaret ile zenginleşmiş bir bölge olan Soğdiyana, diğer Türk devletlerinin yanı sıra Çin ile de ilişki kurmuş, Arapların bölgede kendilerini göstermeleriyle onların egemenliklerine girmeye başlamıştır. Detaylı bilgi için bkz. Matteo Compareti, Soğdiyana Tarihine Giriş, Türkler, C. 1, Ankara 2002, s.269-298. 3 Cihad Cihan, “Türk-Sâsâni Askeri İttifakları ve Sâsâni Ordusunda Türkler”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c.12, sayı. 32, 2015, s.96-97. 4 Cihad Cihan, “Türk-Sâsâni Askeri İttifakları ve Sâsâni Ordusunda Türkler”, s.97.

158


Belma Dönmez

etmeye başlamışlardır. Yaklaşık üç yüz bin kişiden oluşan Eftalitler, Ceyhun Irmağı’nı Tirmiz üzerinden geçtiler ve Sâsâni imparatorunun kendilerine karşı herhangi bir faaliyette bulunmamasından hareketle Horasan’dan ilerleyerek Rey’e kadar geldi5 ler. Bundan sonra yaşananlar hakkında ise farklı görüşler mevcuttur. Birinci görüşe göre, Türkler tarafından ülkelerine yapılan akınlardan korkan ve imparatorlarının zevke dalarak harekete geçmemesinden dolayı panikleyen İran halkı, Eftalit liderine elçi göndererek ona haraç teklif etmeyi planlamışlar. Onların bu planını duyan Eftalit hakanı da hareketini durdurma kararı almış ancak bu esnada Behram Gôr ani bir saldırı düzenleyerek Efta6 litleri yenilgiye uğratıp, hakanlarını öldürmüştür. İkinci görüşe göre ise İran halkı Eftalit hakanına haraç vermeyi vaat etmiş ancak bu teklif Türkler tarafından kabul edilmemiş, hakanlarının öncülüğünde yollarına devam ederek Kuşmuhan bölgesine git7 mişler ve burada karargâh kurmuşlardır. Savaş öncesi yaşananlar hakkında muhtelif bilgiler olmasına karşın sonuç bellidir; Eftalitler Sâsânilerin taarruzu karşısında ağır bir yenilgi alarak liderlerini de kaybetmişlerdir. Geriye kalan halk, Sâsâni imparatorunun gazabından kaçmaya başlamıştı çünkü Behram Gôr hiç kimseye acımıyor, insanları öldürüp mallarına el koyuyordu. Behram Gôr’un bu istila hareketlerini durdurması onun en şöhretli (“kurtarıcı”) İran imparatorları arasında sayılmasına neden 8 olmuştur. Savaşın ardından imparator bölgeyi yeniden şekillendirmeye başladı. Sınırın ötesinde, hakandan alınan araziye yeni vali tayin etti. Ayrıca taraflar arasındaki sınır ihlallerini önlemek için kuleler inşa edilmeye başlandı. Eftalitler bu yenilginin ardından Ceyhun Irmağı’nın öteki yakasına geçtiler ve bir müddet başlarında bir lider olmadan yaşadılar.

5

Anıl Çeçen, Türk Devletleri, Şubat 2003 Ankara, s. 79-80. Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Zakir Kadiri UganAhmet Temür, İstanbul 1991, s.1021. 7 Anıl Çeçen, Türk Devletleri, s.80. 8 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 16.Basım, İstanbul 1997, s.87. 6

159


Eftalit-Sasani Münasebetleri Üzerine

Behram Gôr’un ardından Eftalitlerin bölgede giderek güç kazanmaya başladığını görmekteyiz çünkü onun arından tahta çıkan II. Yezdicerd (438-457) zamanında Eftalitler Belh, Buhara, Semerkand gibi yerleri ele geçirmiş, 460’lara gelindiği zaman 9 hâkimiyet sahalarını Tanrı Dağları’na kadar genişletmişlerdir. Aldıkları yenilginin ardından hızlıca toparlanan Eftalitler tekrar harekete geçmiş, Sâsâni ordusunu yenilgiye uğratarak intikamlarını almakla yetinmeyip önceden kaybettikleri yerleri de geri almayı başarmışlardır. Bu esnada Sâsâni ülkesinde kıpırdanmalar yaşanıyordu. II. Yezdicerd’in ölümünün ardından Sâsâni ülkesinde taht mücadelesi başlamış, Firuz (Peroz) tahtını kardeşi Hürmüz’e kaptırmış ancak Eftalit hakanının desteğini alarak tahtına kavuşabilmiştir. Bu durum, Eftalitlerin Sâsâni İmparatorluğu’nun iç işlerine karışabilecek kadar güçlenmiş olduklarını açıkça göstermektedir. Ancak Sâsâniler ile Eftalitler arasındaki ilişki oldukça dikkat çekici maiyettedir. Göçebe-yarı göçebe halinde yaşayan Eftalitler, zaman zaman Sâsâni ülkesine saldırıyor, bazen başarılı olup ganimet toplayabilirken, bazen yenilgiye uğruyorlardı. Sâsâni imparatorları da tahta geçebilmek için onların yardımlarını alıyor ancak iktidarlarını sağlamlaştır10 dıktan sonra üzerlerine saldırıyorlardı. Sâsânilerin bu tutumunun en güzel örneklerinden biri Firuz olmuştur. II. Yezdigerd’in Sicistan valisi olan oğlu Hürmüz, iktidarı zorla ele geçirince Firuz Eftalitlerin yanına kaçmış, durumunu izah ederek onlardan askeri yardım talep etmiştir. Eftalit hakanı ise hemen yardım etmeyerek olayı iyiden iyiye soruşturmuş, ardından Firuz’a bir miktar asker vermiştir. O da Eftalit hakanından aldığı destekle kardeşini bertaraf etmiş ve İran tahtına geçebilmiştir. Tahtına kavuşan Firuz yapılan yardımların 9

Müslüme Melis Çeliktaş, Akhunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bi-

limler Enstitüsü, Tarih (Genel Türk Tarihi) Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2011,s.60. 10 Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, 2. Baskı, Çorum 2006, s.95.

160


Belma Dönmez

11

mükâfatı olarak Tirmiz ve Vasgirt’i Eftalitlere vermiştir. Ancak hâkimiyetini tesis ettikten sonra Firûz “Lût halkı gibi Lûti bir 12 kavim olan” Eftalitlerin üzerine gitmiş, fakat yapılan savaşta büyük bir yenilgi almanın yanı sıra Türk hakanı ile anlaşma yaparak canını kurtarabilmiştir. Anlaşmaya göre Firuz özür dileyecek, adamları ile ülkesine dönecek, bir daha Eftalitler’e saldırmayacağına dair yemin edecek ve iki ülke arasındaki sınırı ihlal etmeyecekti. Lakin iki lider arasındaki mücadele burada sona ermemiş, Firuz’un yaptığı işlerden dolayı ipler yine gerilmiştir. Firuz, barış 13 görüşmeleri esnasında Eftalit hakanı Aksungur’a kendi kızını ya da kız kardeşini vereceğine dair söz vermiş ancak bir müddet sonra bu kararından vazgeçmiştir. Fakat hakan ile arasını bozmamak için bir şeyler yapması gerekmiştir. O da bir hileye başvurmuş, sarayındaki cariyelerinden birini prenses olarak hazırlatıp, beraberine bir miktar asker verip Aksungur’un yanına yolla14 mıştır. Cariyenin korkup olayı itiraf etmesi üzerine Aksungur doğrudan Firuz’un üzerine yürümedi o da bir hileye başvurmuştur. Sâsâni sarayına elçi göndererek kendilerine asker yardımı yapılmasını istemiş ve hakanın bu isteği üzerine imparator derhal bir miktar askerini Eftalit ülkesine göndermiştir. Ancak askerler hakanın yanına varmadan pusuya düşürülüp bir kısmı 15 öldürülmüş bir kısmı da sakat bırakılarak Firuz’a gönderilmiştir. Bu olayın üzerine sinirlenen Firuz, ordusunu toplayarak hakanın

11

Müslüme Melis Çeliktaş, Akhunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, s.62. 12 Enver Konukçu, Akhunlar, Türkler, c.1, Ankara 2002, , s. 1313. 13 Bu adın Sogdçada kral anlamına gelen khchèvan unvanının bozulmuş bir şekli olan Akşunvar veya Akşunvaz’dan geldiği düşünülmektedir. Bkz. Rene Grousset, Stepler İmparatorluğu Attilâ, Cengiz Han, Timur, 2.Baskı, Ankara 2015, , s.83-84. 14 Müslüme Melis Çeliktaş, Akhunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, s.63. 15 Müslüme Melis Çeliktaş, Akhunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, s.63.

161


Eftalit-Sasani Münasebetleri Üzerine

üzerine yürüyüp Balam’ı ele geçirse de hakanla karşılaşma imkânı bulamadan eli boş bir vaziyette sarayına geri dönmüştür. Ancak Firuz nedeni bilmediğimiz bir sebeple, tekrar hakanın üzerine yürüdü. İran imparatorunun üzerine geldiğini duyan Aksungur, onlarla açık alanda savaşmak yerine Türklerin ünlü savaş taktiği olan Turan taktiğini kullanmayı tercih edip ordusuyla beraber dağlara çekildi. Hiç bir şeyden haberi olmadan gönül rahatlığıyla ilerleyen Firuz hedef noktasına geldiği vakit Eftalit askerlerinin saldırısına uğrayarak pusuya düşürüldü. Herhangi bir kaçış yolu bulamayan Firuz, hakanın önünde diz çöküp özür dileyerek canını kurtarabildi. Gururu kırılan imparator ülkesine döndükten bir müddet sonra devlet adamlarının tüm itirazlarına rağmen Aksungur’un üzerine tekrar yürümeye karar verdi. Hakan bu sefer Firuz’un geçeceği yerlere hendekler kazdırarak üzerlerini ağaç dallarıyla kapattırmış, kendilerinin bildiği bir yolu kullanarak geri çekilmeye başlamışlardır. Onların bu hareketini geri çekilme olarak algılayan Firuz, askeriyle beraber ileriye atıldı ancak hendeğe düşmekten kurtulamadı. Müşkül durumdaki imparatorun daha önceki hatalarını affeden Aksungur, bu sefer aksi yönde hareket ederek onu öldürmüş, mallarına da el koymuştur. Firuz’un sadık adamlarından olan Sicistan valisi Suhra sonradan bölgeye gelerek yaptıklarından ötürü Aksungur’u tehdit etmiş ve kendi yanında bulunan Sâsâni kuvvetleriyle Eftalitler’e saldırmıştır. Fakat bir süre sonra, Aksungur’un diyalog kurmasıyla barış akdetmişlerdir. Firuz b. Yezdicerd’in ölümünün ardından Sâsâni tahtında mücadele başlamış, Belâş’ın galip gelmesi üzerine kardeşi Kubad, Türk Hakanının yanına gitmiştir. Hakanın yanına vardığı zaman Fars hükümdarının oğlu olduğunu, kardeşi ile yaptığı mücadele sonrasında tahtını kaptırdığını, bu yüzden yardım istemeye geldiğini ifade etmiştir. Uzun süre hakanın yanında kaldıktan sonra ondan aldığı askerlerle beraber ülkesine giderek tahtına oturmuştur. Ancak hâkimiyetinin onuncu yılına gelindiğinde (MS 488) ülkede Mazdek adında birinin öncülüğünde bir isyan çıktı ve Kubad tahtını yine kaybetti. 162


Belma Dönmez

Tüm İran toprakları kasıp kavuran isyancı Mazdek’in savunduğu görüşler şöyledir: Tanrı yeryüzündeki bütün malları, insanları eşit bir şekilde bölüşmeleri için yaratmıştır, fakat insanlar birbirlerine zulmederek bu servetleri aralarında bölmemişlerdir. Onlar, yeryüzündeki malları zenginlerin elinden alarak fakirler arasında böleceklerini, serveti çok olan kimselerin malını elinden alarak yoksullara vereceklerini söylüyorlardı. Elinde fazla mal, servet, kadın ve ticaret eşyası bulunan kimse, bu mal, kadın 16 ve eşyalara başkalarından daha müstahak değildir diyorlardı. Görüldüğü gibi Mazdek ve yandaşları kadın dahi her şeyin ortak kullanılması gibi daha önce eşine rastlanılmamış derecede tuhaf görüşleri savunuyorlardı ve işin daha ilginç tarafı geniş bir kitle tarafından da destekleniyorlardı. Taberȋ’nin nakline göre bu fikir fakir halk tarafından benimsendi ve bunlar insanların evlerine zorla girerek mallarına ve kadınlarına zorla sahip olmaya başladılar. İsyancılar, Kubad’a kadınlarının ortak kullanımını mubah gördüğü takdirde günahlarından temizleneceğini söylediler. Yine Taberi’nin aktarımına göre, Kubad isyancıların fikrini kabul ettiği için, halkın önde gelenleri tarafından tahtından indi17 rildi ve yerine kardeşi Camasp (Tahmasp) geçirildi. İran’daki bu tuhaf ama tehlikeli gelişmeleri yakından takip eden Eftalit hakanı, Mazdek harekâtını yok etmek için 30 bin 18 kişilik bir orduyu Kavad ile beraber bölgeye gönderdi. Türklerden aldığı destekle harekete geçen Kavad, isyanı bastırarak (498-499) onun kalıntılarını ortadan kaldırmaya girişti. Ancak bu kısa sürede olacak iş değildi. Ülkede tam anlamıyla nizamın sağlanması Husrev I. Anûşîrvân zamanına tekabül edecekti. Sâsâni- Eftalit ilişkileri sadece bunlarla sınırlı değildi. Sâsâni İmparatorluğu bünyesinde kendisine tabi olan pek çok kavmi barındırıyordu ve bu kavimler, imparatorluğun en müşkül zamanlarında bağımsızlıkları için baş kaldırıyorlardı. Tek başlarına imparatorluk ile baş edemeyeceklerini bildikleri için de kendile16

Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, s.1045. Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, s.1045-1046. 18 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.88. 17

163


Eftalit-Sasani Münasebetleri Üzerine

rine müttefik arıyorlardı. Bu durumun en iyi örneklerinden biri Ermeni-Eftalit ittifakı olmuştur. Ermeniler, Grigor Lusavoriç 19 öncülüğünde Hıristiyanlığa geçmişlerdi. Ancak Mecusi olan Sâsâniler, onların da kendileri gibi inanmaları ve yaşamaları için baskı uyguluyordu. Bu durumdan rahatsız olan Ermeniler, Sâsânilere karşı ayaklanmaya çalıştılar. Onları isyana sevk eden20 lerin başında Vardan Mamikonyan geliyordu. İlk teşebbüslerde aradıkları yardımı bulamamışlarsa da 450-451 tarihleri arasındaki isyanda Eftalitler Ermenileri desteklemiş, Kür ırmağını geçerek kendi ülkelerinin dağlıklarına gelen Ermeniler ile anlaşma 21 imzalamışlar ve mücadelelerine destek vermişlerdir. Sâsâni imparatorları da, kendisine saldıran göçebeleri durdurabilmek 22 için Kafkasya’daki mevcut göçebelerden yardım istiyordu. Fakat Eftalitlerin Sâsânilerin yanında Ermeniler ve Bizans Devle23 ti ile savaştığına dair görüşlerde bulunmaktadır. 19

Mecûsîlik, Zerdüşt’ün tebliğ ettiği, monoteist bir teoloji içeren inanç ve düşüncelerin eski İran inanç ve gelenekleriyle oluşan bir dindir. Bu din, Sâsânîler döneminde yönetici sınıfla da yakından irtibatlı olan rahip sınıfı Mecî’den (Mecûş) hareketle İslâm kaynaklarında Mecûsîlik, Batı kaynaklarında ise Zerdüşt’ün isminden dolayı Zoroastrianism veya Ahura Mazda isminden hareketle Mazdeizm olarak da adlandırılır. Kutsal kitapları Avesta’dır. İnanca göre dünyada iki tane güç vardır. Biri iyiliğin temsilcisi tanrı Ahura Mazda, diğeri kötülüğün temsilcisi Ehrimen’dir. Nihai aşamaya gelindiği zaman, iyilik, kötülük karşısında galip gelecek, insanlar sonsuza değin huzur içerinde yaşayacaklardır. Sâsâni ülkesinde son derece nüfuz etmiş olan bu inanç, İslamiyet’in bölgede yaygınlık kazanmaya başlamasıyla hızla ortadan kalkmaya başlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz; Şinasi Gündüz, Mecusilik, TDVİA, c.28, 2003, s. 279-284. 20 Mehmet Tezcan, “V. Yüzyılda Ermeni-Sasani Savaşları ve Ermenilere Hun Desteği”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı.32, Erzurum 2007, s. 192. 21 Mehmet Tezcan, “V. Yüzyılda Ermeni-Sasani Savaşları ve Ermenilere Hun Desteği”, s.194. 22 Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.95. 23 Müslüme Melis Çeliktaş, Akhunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, s. 83.

164


Belma Dönmez

V. yüzyıla damgasını vuran, koskoca Sâsâni İmparatorluğunun iç işlerine doğrudan müdahale edebilecek kadar güçlenen Eftalitler, yalnızca Horasan bölgesinde değil Pencap, Afganistan, Hindistan, Harezm, Doğu Türkistan’da da varlıklarını göstermişler, bölgenin en güçlü devleti haline gelmişlerdi. Onların böylesine güçlü olduğu dönemlerde, Altay Dağları’nın eteklerinde demircilikle uğraşan, 542 senesinde tarih sahnesine çıkan başka bir Türk kavmi bulunuyordu. Bahsedilen kavim, Kök Türkler idi. Juan Juanlara bağlı olarak yaşayan Kök Türkler, Tölöslerin ayaklanması üzerine Juan Juanlara yardım etmişler, bu yardım sonrası Bumin, Juan Juan kağanının kızını istemişti. Ancak buna çok kızan Anaguey; “Siz benim kölelerimsiniz, demircilerimsiniz, böyle bir talepte bulunmaya nasıl cesaret ediyorsunuz”, diyerek bu teklifi geri çevirmiş, bunu ardından Bumin, Batı Tabgaçlar ile evlilik münasebetiyle ittifak kurmuştur. Böylece Kök Türk siyasi 24 yapısı Orta Asya’da etkin bir güç haline gelmiştir. 552 yılına gelindiğinde Juan-juanları ortadan kaldırarak Gök Türk Devleti'ni kuran Bumin Kağan ülkenin batı kısımlarının idaresini kardeşi İstemi'ye vermişti. İstemi de Yabgu unvanıyla 552-576 yılları arasında devletin batı kanadını, doğudaki Büyük 25 Kağan'a bağlı olarak idare etti. Eftalitlerin sonunu hazırlayacak olan Türk lideri, İstemi Yabgu olacaktır. Batı istikametinde topraklarını genişletmeye çalışan İstemi Yabgu, kısa bir süre içerisinde Batı Türkistan bölgesini eline geçirerek İpek Yolu’na hâkim olmuştur. Şimdi önlerinde bir sorun vardı: Batıya doğru devam etmesi gereken hareketlerin önü, bir başka Türk devleti olan Eftalitler tarafından tutulmuştu. Gök Türklerin kısa zamanda rakip olarak ortaya çıkması her iki Türk devletini hâkimiyet konusunda birbirleriyle mücadeleye sürükledi. Eftalitler, 556 yılında İstemi Yabgu kumandasındaki Gök Türk ordularının baskınlarına maruz kaldı. Gök Türk ordu24

Müslüme Melis Çeliktaş, Akhunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, s.82,83. 25 Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları (Avrasya Bozkırlarında İslam Öncesi Türk Tarihi), 5.Basım, İstanbul, 2015, s.135.

165


Eftalit-Sasani Münasebetleri Üzerine

larının saldırılarından rahatsız olan Eftalitler, daha önceden temas kurdukları Çin'deki Batı Wei imparatoruna 555 ve 558 yıllarında elçilik heyeti göndermişlerdi. Çin' e giden bu iki elçilik heyetinin, İstemi Yabgu’nun baskısına karşı yardım istemek 26 maksadında olduklarını söylemek mümkündür. İstemi Yabgu, Eftalitlerin üzerine yürümeden önce onların rakibi olan bir başka devletle, Sâsânilerle işbirliğine gitti. Bu esnada Ktesifon tahtında Sâsânilere en müreffeh dönemlerini yaşatan Hüsrev I. Anûşîrvân bulunuyordu. İstemi Yabgu kızını imparatora vererek arada akrabalık bağı tesis etti. Müttefikler, 557 senesinde iki koldan saldırarak Eftalitleri kolayca ortadan kaldırdılar. İki güç karşısında direnemeyen Eftalit İmparatorluğu’nun toprakları iki ülke arasında taksim edilirken, Ceyhun Nehri sınır tayin edildi. Neticede, Maveraünnehir, Fergana'nın bir kısmı, Kaşgar, Hoten ve Batı Türkistan'ın önemli şehirleri Gök Türk Devleti'ne bağlandı. Dolayısıyla, meşhur İpek Yolu ve bu yolda ticaret yapan Soğdlular İstemi Yab27 gu'nun hâkimiyetine geçmiş oldular. Gök Türklerin güçlerinin doruklarındayken neden böyle bir anlaşmaya gittiklerinin izahı, yeteri kadar güçlü olmamalarından değil, Sâsâniler tarafından Eftalitlere gelebilecek herhangi bir yardımı önleme maksadının bulunması kuvvetle muhtemeldir. Sonuç olarak, V. asrın önemli bir gücü olan Eftalitlerin, doğudan yükselen başka bir Türk devleti ve sürekli ilişki halinde bulundukları Sâsânilerin ittifakı sonucuyla yıkılması, bölgedeki Eftalit varlığını tümden ortadan kaldırmamış, devletlerini kaybeden insanlar küçük gruplar halinde yaşamlarını idame etmeye devam etmişlerdir. Türk kavmi olan Halaçların Eftalitler ile bağlantılı olması da bunun delilidir. Sâsâni imparatorluğu ise daha önceden Eftalitlere vergi vererek onların tabiliği altında iken şimdi yeni sınır komşuları olan Gök Türklerin tesiri altında yaşamaya başlayacaklardı. Ancak imparatorun bu durumu hazmedememesi üzerine Gök Türk 26 27

Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, s.135. Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, s.136.

166


Belma Dönmez

Devleti, tarihte bir imza atarak Orta Asya’dan Bizans sarayına elçilik heyeti gönderecek, ardından kendi ülkesine gelen Bizans elçileriyle beraber Sâsânilere karşı ittifak anlaşması yapacaktır.

KAYNAKÇA

CİHAN Cihat, “Türk-Sâsâni Askeri İttifakları ve Sâsâni Ordusunda Türkler”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 12, S. 32, 2015, ss.89-107. COMPARETİ “Matteo, Soğdiyana Tarihine Giriş”, Türkler, C.2, Ankara 2002, ss.269-298. ÇEÇEN Anıl, Türk Devletleri, Ankara, 2003. ÇELİKTAŞ Müslüme Melis, Ak Hunlar Tarihi Üzerine Türkiye ve Dünyada Yapılan Çalışmaların Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih (Genel Türk Tarihi) Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2011. GOLDEN Peter B., Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, 2.Baskı, Çorum, 2006. GROUSSET Rene, Stepler İmparatorluğu Attila, Cengiz Han, Timur, Çev. Halil İnalcık, 2.Baskı, Ankara, 2015. GÜNAY Umay Türkeş, Türklerin Tarihi Geçmişten Geleceğe, 4.Basım, Ankara, 2012. GÜNDÜZ Şinasi, “Mecusilik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.28, Ankara, 2003, ss.279-284. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, 16.Basım, İstanbul, 1997. KONUKÇU Enver, “Ak Hunlar”, Türkler, C.1, Ankara, 2002, ss.1310-1318. TABERİ, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Çev. Zakir Kadiri Ugan- Ahmet Temür, C.3, İstanbul, 1991. TAŞAĞIL Ahmet, Kök Tengri’nin Çocukları: Avrasya Bozkırlarında İslam Öncesi Türk Tarihi, 5.Basım, İstanbul, 2015. TEZCAN Mehmet, “V. Yüzyılda Ermeni-Sâsâni Savaşları ve Ermenilere Hun Desteği”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.32, Erzurum, 2007, ss.183-201.

167



SASANİ HÜKÜMDARI ANUŞİREVAN-I ADİL (I. HÜSREV) Kazım UZUN ∗

S

asaniler zamanı, İran tarihinde özel yeri olan ve aynı za1 manda İran’ın ülkeleşmesinin kesin olarak gerçekleştiği, dolayısıyla bir İran ve İranlı kimliğinin tekemmül ettiği dönemdir. Dolayısıyla Sasani Devleti siyaset ve kültür üreten bir aktör olarak kendi dönemi için olduğu kadar, bir kimlik üretebilmiş olması sayesinde bugünkü İran ve İranlılar için de son derece önem arz etmektedir. Söz konusu kimliğin uzun oluşum sürecinde şüphesiz öne çıkan, sivrilen ve diğer benzerlerinden ayırt edilen aktörler vardır ki, bu da oldukça doğaldır. Bu aktörleri İran’ın oluşumunu başlatan ve geliştiren unsurlar olan Persler, Ahamenişler ve bu gelişimin son halkasını teşkil etmekle birlikte tamamlanmasını sağlayan Sasaniler arasında aramak son derece yerinde olacaktır. Bu aktörlerin öne çıkma sebepleri farklı olabilir, örneğin pek çok askeri başarı kazanmış olan bir lider gerek çağdaş insanlar gerekse bugünkü tarihçiler tarafından önemli bir kişi/lider olarak kabul görebilir ve görecektir de. Ancak yalnızca askeri alanla sınırlı kalmayıp farklı alanlarda da iyi bir yönetim sergileyebilen kişi ya da liderler, kültürel ürünlerde (hikâyeler, masallar, efsaneler) de kendilerine yer edinebilmekte ve bu vesileyle hem kendi toplumlarını hem de zamanı aşarak, gerek isimleri gerekse faaliyetleri mekân ve zamanın ötesine geçebilen bir mahiyet arz edebilmektedir. İran ve İranlılar açısından baktığımızda 531-579 yılları arasında hüküm sür∗

Araş. Gör.,Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Doktora Programı, k.kazimuzun@gmail.com. 1 Osman Karatay, İran İle Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Ankara 2003, s. 19.


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

müş olan I. Hüsrev’in bahsettiğimiz özellikleri haiz olan ve bu özellikleri dolayısıyla İran kültürü içinde önemli bir yer edinmeyi başaran bir lider olduğu anlaşılmaktadır. I. Hüsrev’in tüm başarı ve öne çıkan özelliklerinin yanı sıra, hâkimiyetinin çok geniş bir tabana yayılan toplumsal bir kabul görmesi ve karizmatik bir kişilik haline gelmesi şüphesiz, toplumların bugün de son derece hassas olduğu bir konu, yani liderin ya da liderlerin adil ve adaletli olmasıyla yakından ilgilidir. Özelde Sasanilerin genelde ise İranlıların yani Farsların en ünlü hükümdarlarından biri olan I. Hüsrev’in tam olarak ne zaman doğduğu bilinmemekle birlikte 531 yılında babası I. Kavad’ın (488-531) yerine Sasani tahtına çıktığı kesindir. İsminin önüne geçen bir yakıştırmayla I. Hüsrev daha çok Anuşirevan (veya Enuşervan, Nuşirevan, Nuşervan) olarak bilinmektedir. Bu isim aslen Pehlevice olup “ölümsüz ruh” anlamına gelmekte ve Zerdüşt metinlerinde ölüler için övgü sıfatı olarak kullanılan enüşeg-rüva ifadesinin değişik bir şekli olup genellikle Kisra I. Hüsrev’i II. Hüsrev Perviz’den ayırt etmek için kullanılmış ve ayrıca I. Hüsrev Pehlevice eserlerde olduğu gibi Arapça ve Farsça kay2 naklarda da bu unvanla zikredilmiştir . Kendisine yakıştırılan ismin manen “ölümsüz ruh” anlamına gelmesi I. Hüsrev’in milli bir bilincin teşekkülü noktasında taşıdığı değere de işaret ediyor olması bakımından önemlidir. 531 yılında tahta çıktığında I. Hüsrev’in karşı karşıya olduğu en büyük sorunlardan birisi babası I. Kavad zamanında İran’da ortaya çıkan düalist ve gnostik karakterli reformist bir dini hareket olan Mazdeizm idi. Bu hareket en genel anlamda kişisel mülkiyeti yasaklayan ve her şeyin ortak olması gerektiğini vaz eden bir doktrini savunmaktaydı. Hareketin kurucusu olan Mazdek’e göre insanlar yaratılışta eşitti ve bu eşitliği bozan şey sonradan edinilen mal, mülk ve kadın sayısındaki orantısızlıktı. Bu durumu düzeltmek, insanlar arasındaki kıskançlık ve anlaşmazlık sebeplerini ortadan kaldırmak için yapılması gereken şey ise, kişisel mülkiyeti ortadan kaldırmak ve hatta kadınlara varıncaya kadar 2

Ahmed Tefazzülî, “Enûşirvan”, DİA, C. XI, Ankara 1995, s. 255.

170


Kazım Uzun

3

her şeyin paylaşılmasını sağlamaktı . Bu yönüyle Mazdeizm’in aşırıya kaçan komünal bir toplumsal düzeni savunduğu ifade olunabilir. Hareketin yayılmaya başladığı ve sonraki dönemlerinde I. Kavad tarafından desteklendiği bilinmektedir. Hatta I. Kavad’ın bu harekete olan desteğini göstermek adına eşinin Mazdek ile birlikte olmasına izin verdiği rivayet edilmektedir. Bir dönem destek vermiş olmakla birlikte hükümdarlık döneminin sonlarına doğru I. Kavad’ın bu hareketten desteğini çektiği ya da çekmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Zira bu geçen süre zarfında toplum tam bir karmaşa içine düşmüş, yağma hareketleri her tarafı perişan etmiş ve toplumsal düzen tamamen çökmüştü. Bu durum başta asiller ve din adamları olmak üzere kaos içine sürüklenen halkın da yoğun tepkisine neden olduğundan, I. Kavad’ın bu harekete olan desteğini çekmek zorunda kaldığı anlaşılıyor. Nitekim Mazdek’in I. Kavad ya da oğlu Anuşirvan 4 tarafından öldürüldüğü bilinmektedir . Mazdek’in ortadan kaldırılması bu hareketin etkisini bir anda ve tamamen yok etmedi. Dolayısıyla Mazdeizm’in sebep olduğu toplumsal tahribatın giderilmesi I. Hüsrev’e kaldı. Bu sebeple I. Hüsrev Mezdekîleri ikinci bir katliama tabi tuttu ve bu sayede etkilerini azaltmaya çalıştı. İkinci darbe onların tamamen ortadan kaldırılmasını sağlamamışsa bile öyle anlaşılıyor ki, hareketin etkinliğini önemli ölçüde azalttı. Nitekim Mezdekîler artık yer altına çekilmek ve faaliyetlerini gizli bir şekilde sürdürmek zorunda kaldılar. I. Hüsrev’in daha tahta çıkar çıkmaz, toplumu bir keşmekeş içine sürükleyen hareketten kurtarması şüphesiz onun halkın gözündeki değeri ve liderliğine olan saygıyı arttırdı. Bir diğer ifadeyle I. Hüsrev uzun süreden beri devam eden ve toplumun çok büyük bir kesimi tarafından şikâyet edilen bir sorunu tahta geçer geçmez halletmek suretiyle iyi bir başlangıç yapmayı başardı. Mazdeizm’in sebep olduğu toplumsal kaos I. Hüsrev’in Babası I. Kavad zamanında tüm ekonomik faaliyetleri de olumsuz 3 4

Kenan Has, “Mezdekiyye”, DİA, C. XXIX, Ankara 2004, s. 523. Kenan Has, “Mezdekiyye”, s. 524.

171


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

şekilde etkilemişti. Mevcut vergi sisteminin yetersiz ve adaletsiz olmasının yanı sıra, çeşitli sorunlarla malul ancak yine de işleyen bir ekonomik düzenin varlığından bahsetmek mümkün iken, Mazdeizm bu düzeni felç ederek çalışmaz hale getirdi. I. Hüsrev ekonominin düzene girmesi için yeni bir vergilendirme sisteminin zorunlu olduğunun farkındaydı ve nitekim bunu hayata geçirmek için derhal çalışmalara başladı. I. Hüsrev’den önce Sasani halkı işledikleri bölgenin niteliği göze alınmaksızın belirli bir vergi ödemek zorundaydı. I. Kavad bu sorunu düzeltebilmek ve toprak vergisini doğru belirleyebilmek adına toprağın, hem ovanın hem de dağlık bölgenin ölçülmesi emrini vermişti, ancak onun ölümü dolayısıyla bu işin tamamlanması I. Hüsrev tarafın5 dan gerçekleştirildi . Bunun yanı sıra yılda bir kez ve vergi toplayanların nezaretinde gerçekleştirilen vergi toplama işi zaman zaman vergi memurlarının beklenmesi dolayısıyla ürünün tarlada çürümesine neden olabiliyordu. Bu olumsuzlukların giderilmesi adına I. Hüsrev ürün çeşidinin belirlenip vergilendirmenin de buna uygun yapılması ve vergilerin yılda üç taksit halinde 6 toplanması emrini verdi . Bu şekilde hem halkın mağduriyetinin giderilmesi hem de devletin vergi gelirlerinin daha düzenli ve sistemli bir şekilde toplaması amaçlanmış ve nitekim başarılmıştır. Yalnızca tek yönlü bir reform hareketine girişmenin geçici bir çözüm üretmenin ötesine geçemeyeceğinin farkında olan I. Hüsrev idarî ve askerî alanda da yenilikler yaptı. Bu yeniliklere dair Taberî önemli malumatlar vermektedir. Ondan okursak: “Onun [I. Hüsrev] hükümdarlığından önce ordu başkomutanlığı

olan ispehbed’lik görevi bir kişi tarafından görülür ve bu zat 5

Josef Wiesehöfer, Antik Pers Tarihi, çev., Mehmet Ali İnci, İstanbul 2003, s. 271. 6 Richard N. Frye, The History of Ancient Iran, Münih 1983, s. 326-327; Josef Wiesehöfer, Antik Pers Tarihi, s. 271-72; ayrıca bakınız, P. R. L. Brown, “Parthians and Sasanians”, Persia: History and Heritage, ed. John A. Boyle, London 1978, s. 28. Richard N. Frye, The History of Ancient Iran, s. 326-327;

172


Kazım Uzun

bütün memleketin İspehbed’i sayılırdı, Kisra bu görevi dört İspehbed arasında böldü ki, biri Horasan ile ona bitişik olan vilayetlerin İspehbedliğinden ibaret olan doğu bölümü, ikincisi batı İspehbedliği, üçüncüsü Yemen’den ibaret olmak üzere Nemruz İspehbedliği, dördüncüsü Azerbaycan ve ona komşu olan vilayetler İspehbedliği, yani Hazar ülkesidir. Kisra’nın bundan maksadı memleketini nizama sokmaktı” 7. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere I. Hüsrev ülkeyi dört idari bölgeye ayırmak suretiyle daha etkili bir yönetim tesis etmeye çalışmıştır. Söz konusu yeniliğin aynı zamanda daha çabuk organize olabilen ve daha sistematik bir ordunun oluşturulmasında da etkili olduğu bilin8 mektedir . Bu durum ise Bizans ile devam eden sınır savaşlarında daima hazır ve seri bir askeri güce ihtiyaç duyan Sasanilerin işini oldukça kolaylaştırmıştır. Sasani tahtına çıkışının ardından I. Hüsrev 532 yılında Bizans 9 İmparatoru Justinianus ile bir antlaşma yapmıştır . Bu anlaşmanın zamanı manidardır. Zira I. Hüsrev Bizans ve Sasaniler arasında geçmişte olduğu gibi gelecekte de savaşların devam edeceğini, bu halin ise tam anlamıyla sona ermeyeceğinin farkındaydı. 532 yılındaki anlaşma ise kuvvetle muhtemel onun iç işleri yoluna koyma çabası sırasında dışardan bir tehdidin gelmesini engellemeye yönelik bir taktik idi. Nitekim bu taktiğin işe yaradığını söylemek mümkündür. Zikrettiğimiz reformlar sırasında Sasani ülkesi dışardan ciddi bir tehditle karşı karşıya kalmadı. Ancak Bizans ile yapılan antlaşmayı bozan yine I. Hüsrev oldu. Kisra 540 yılında Bizans ile yaptığı antlaşmayı hiçe sayarak Bi-

7

Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev., Zâkir Kadirî Ugan– Ahmet Temir, C. III, İstanbul 1991, s. 1055. 8 Richard N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”, The Cambridge History Of Iran, 3/1, s. 154; Touraj Daryaee, “The Sasanian Empire (224-651 CE)”, The Oxford Handbook of Iranian History, ed. Touraj Daryaee, New York 2011, s. 197. 9 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, çev., Fikret Işıltan, Ankara 2011, s. 65-66; Richard N. Frye, The History., s. 325; Ahmed Tefazzülî, “Enûşirvan”,255.

173


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

zans ülkesine girdi. Birkaç Bizans şehrini zapt edip haraç aldıktan sonra Antakya’ya kadar ilerledi. Kısa süre önce meydana gelen deprem dolayısıyla Antakya’nın surları zarar gördüğünden, şehir fazla direnemeyerek birkaç gün içerisinde Sasanilerin eline 10 geçti . Şehir yağmalandı, yakıldı ve halktan pek çok kimse öldürüldü ya da esir alındı. I. Hüsrev’e karşı koymanın zor olduğunu bilen Justinianus barış talep etmek zorunda kaldı. I. Hüsrev geri döndüyse de 562 yılında yenilenen barış anlaşmasına kadar Bi11 zans ülkesine olan tecavüzleri aralıklarla devam etti . I. Hüsrev Antakya üzerine yaptığı seferinden sonra İran’a geri dönünce Ktesiphon (Medain) yakınlarında Antakya model alınarak yeni bir şehir inşa edilmesi emrini verdi. Anlaşılan o ki, Antakya şehri I. Hüsrev’i çok etkilemişti. Öyle ki, Kisra bu yeni şehre Antakya’dan getirdiği eserleri yerleştirdi ve buraya Veh12 Andıok-Husrev (Antakya’dan daha güzel şehir) adını verdi . Bizans İmparatorluğunun I. Hüsrev’e gerektiği şekilde karşı koyamaması muhtemelen onu yeni seferler için teşvik etti. Antakya’da sonlandırdığı seferinin üzerinden henüz uzun bir süre geçmeden, Kisra 543 yılında yeniden Suriye’ye girdi ve buradan da Urfa üzerine yürüdü. Ancak Urfa önlerinde Antakya’da olduğu kadar şanslı değildi. Urfa’nın büyük ve güçlü surları ona geçit vermedi ve nihayet geri çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Bizans ile yeni bir beş yıllık barış anlaşması imzalandıysa da, bu barışı da dördüncü yılında bozan yine Kisra olacaktı. 562 yılında yaklaşık on yıl kadar sürecek bir barış antlaşması imzalanana kadar Sasaniler her fırsatta Bizans sınırını aştı, baskınlar ve 10

Mesudî, Murûc ez-Zeheb, çev., D. Ahsen Batur, İstanbul 2011, s. 235; Kaveh Farrokh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, New York 2007, s. 232; Richard N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”, s. 155. 11 Beate Dignas – Engelbert Winter, Rome and Persia in Late Antıquity: Neighboursand Rivals, Cambridge 2007, s. 138; V. F. Büncher, “Sasaniler”, İslam Ansiklopedisi, C. X, Eskişehir 1997, s. 245. 12 Touraj Daryaee, Sasanian Persia: The Rise and Fall an Empire, New York 2009, s. 31; M. Morony, “Sasanids”, The Encyclopaedia of Islam, C. IX, Leiden 1997, s. 78.

174


Kazım Uzun

yağmalar yaptılar, “yakaladıkları kadın ve erkeklerden kimini kestiler, kimini götürdüler” ve “geçtikleri her yeri bütünüyle insansız hale getirdiler” 13. Sasanilerin I. Hüsrev zamanında Bizanslılardan farklı olarak mücadele içine giriştiği bir diğer unsur Eftalitler (Akhunlar) oldu. 557-58 yılına gelindiğinde I. Hüsrev doğu komşuları olan Eftalitlerin topraklarının bir kısmını ilhak etti. Eftalitlerin durumu doğudan Göktürklerin de kendilerini sıkıştırmaya başlamasıyla daha da zorlaştı ve nihayet I. Hüsrev ve İstemi Yabgu arasında 14 tesis edilen işbirliği Eftalitlerin sonunu getirdi . I. Hüsrev bu sayede, kısa süreliğine de olsa, doğu sınırını daha ileriye çekmeyi ve hâkim olduğu alanı genişletmeyi başardı. Bu durumun çeşitli neticeleri olmakla birlikte, en karlılarından bir tanesi zaten önemli bir kısmı Sasanilerin elinde bulunan ticaret yolları üze15 rindeki Sasani hâkimiyetinin getirileri oldu . I. Hüsrev zamanında Sasani yayılması doğu ile sınırlı kalmadı. 532 ile 535 yılları arasında, Etiyopyalı bir komutan olan AbrahaHimyeri Krallığı’nda iktidarı ele geçirmiş ve 570 yılında öldüğü zamana değin hüküm sürmüştü. Abraha’nın ölümüyle oğulları arasında güç mücadelesi başladı ve üvey kardeşinden kaçan Karib I. Hüsrev’in desteğiyle tahtı ele geçirmeyi başladı. Bu suretle Sasanilere Güney Arabistan yolu açıldı. Kısa süre sonra Kisra, Vehriz kumandasında küçük bir filoyu ve askeri gücü Aden’e gönderdi. Vehriz komutasındaki ordu iç kesimlere doğru ilerleyerek başkent San’a’ya ulaştı ve burayı ele geçirdi. Bu sayede Sasaniler Güney Arabistan’da bir üs edinmiş oluyorlardı. Bölgenin stratejik önemini düşündüğümüzde bu askeri başarı sıradan bir gelişme değildir. San’a’nın ele geçirilmesi şüphesiz güney denizlerindeki ve doğu ile olan deniz ticareti üzerindeki Sasani 13 Prokopius, Bizans’ın Gizli Tarihi, çev., Orhan Duru, İstanbul 2001, s. 115; Touraj Daryaee, “The Sasanian Empire (224-651 CE)”, s. 197. 14 Ahmet Taşağıl, Göktürkler, I, Ankara 2003, s. 32 vd. 15 Yılmaz Karadeniz, “I. Hüsrev Dönemi’nde İpek Yolu Üzerinde SasaniGöktürk Mücadelesi (531-579)”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4/16 (2011), s. 209 vd.

175


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

16

hâkimiyetini arttırdı . Bu son halde, I. Hüsrev’in başarılı politikaları sayesinde Sasaniler Amuderya’dan Güney Arabistan’a kadar uzayan bir coğrafyada etkin ve hatta uluslararası politikayı belirleyen güçlerden birisi oldu. Söz konusu gelişmelerin politik ve ekonomik boyutu düşünüldüğünde ve bu durum I. Hüsrev’den önce Sasanilerin durumuyla karşılaştırıldığında gelişme ve aradaki fark açıkça kendisini göstermektedir. Bir diğer ifadeyle, I. Hüsrev’den önce Sasaniler iç işlerle meşgul ve birbirine düşmüş bir toplum görüntüsü sergilerken I. Hüsrev’in liderliğiyle birlikte kabuğunu kıran ve “Altın Çağ”ını yeniden yakalayan ve yaşayan bir ülke haline gelmiştir. I. Hüsrev’in siyasi başarıları şüphesiz çok önemli olmakla birlikte sahip olduğu ünün tek kaynağı değildi. Aslında o, Sasani tahtına çıkar çıkmaz bir sosyal reformcu olduğunu kanıtlamıştı. Sonraki yıllarında da yalnızca siyasi ve askeri olaylara önem veren birisi olmadı. Daha 529 yılında Justinianus tarafından kapatılan Atina Okulu’ndan ayrılan pek çok bilim adamı İran’a iltica etti ve I. Hüsrev tarafından oldukça iyi bir şekilde karşılandılar. Bu bilim adamları uzunca bir süre himaye gördü ve tıp ilmiyle ilgili olanlar, I. Hüsrev’in emriyle Huzistan bölgesindeki Cundişapur’da kurulan tıp merkezinde istihdam olundu ve çalışmalarına devam ettiler. Bilindiği üzere Cundişapur İslam’ın ilk dönemlerinde de önemini korumuş ve İslam dünyasının en önemli tıp merkezlerinden biri olmuştur. Atina’dan ayrılarak İran’a iltica eden bilim adamlarının doğu ilmine katkısı yalnızca kendi çalışmaları olmadı. Onların İran’a gelmesinden sonra Yunanca ve Süryanice ilmî eserler Pehlevice’ye tercüme edildi. Bu tercümeler sayesinde doğulu bilim adamları Yunanlıların ilmî birikiminden istifade etme imkânı buldular. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Cundişapur’daki söz konusu çeviri faaliyetleri 800’lü yılların başlarında Bağdat’ta kurulan 16

Richard N. Frye, The History of Ancient Iran, s. 328; ayrıca bakınız, İsrafil Balcı, “Arap-Sasani İlişkileri (M. 500-650) ve Irak’ın Erken Dönem İslamlaşma Süreci”, İkinci Orta Doğu Semineri Dünden Bugüne Irak (Elazığ 27-29 Mayıs 2004), C. I, Elazığ 2006, s. 163.

176


Kazım Uzun

Beytü’l-Hikme için bir model teşkil etmesi bakımından da oldukça önemlidir. Bizzat I. Hüsrev’in emriyle Bürzüye adlı İranlı bir doktor, daha sonra İbnü’l-Mukaffa tarafından Kelile ve Dimne başlığıyla Arapçaya çevrilen Panchatantara’yı Sanskritçe’den Farsça’ya tercüme etmiştir. I. Hüsrev zamanındaki siyasi ve askeri başarılar doğal olarak ülke ekonomisini de olumlu bir şekilde etkiledi. Genişleyen Sasani hâkimiyeti sayesinde ülkenin sahip olduğu ticaret hacmi zaten artmaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra, I. Hüsrev ülke ekonomisinin bir diğer temel dinamiği olan tarımın gelişmesi için de önemli girişimlerde bulundu. Ziraî alanların genişletilmesine yönelik olarak devlet büyük fonlar ayırdı. Özellikle Irak’taki geniş toprakların sulanması için yapılan Nehrevan kanal sistemi bahsi geçen girişimlerden birisidir. Ayrıca, yapılan arkeolojik araştırmalar Sasaniler döneminde, Huzistan bölgesinde yani bugünkü Bağdad’ın kuzey doğusunda uzanan Diyale nehri havzasında önemli sulama çalışmalarının da yapıldığını göstermek17 tedir . Bununla beraber, geliştirme ve iyileştirme çabaları yalnızca bir bölge ile sınırlı kalmadı. Ülkenin ziraata uygun olmayan bölgeleri için de çeşitli planlar yapıldı ve bunlar tatbik edildi. I. Hüsrev tüneller ve kanallar kazılmasını sağlayarak ülkenin daha önce hiç ziraat yapılmamış ya da yapılmışsa bile çeşitli sebepler dolayısıyla uzunca bir süreden beri işlenmeyen topraklarının yeni18 den ziraata açılmasını sağladı . Bu faaliyetler doğal olarak halkın gerek ekonomik gerekse refah düzeyine olumlu katkılar yaptı. Zerdüştlüğe göre toprağın ekilip biçilmesinin saygıdeğer ve övülmeye layık bir faaliyet olması dolayısıyla söz konusu girişimlerin getirisi yalnızca ekonomik değildi. I. Hüsrev ziraata verdiği önem sayesinde bir yandan ülke ekonomisinin düzelmesini sağ17

Richard N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”, s. 160; ayrıca bakınız, Robert Mc C. Adams, Land Behind Baghdad, A History of Settlement on the Diyala Plains, Chicago 1965, s. 69-83. 18 Richard N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”,s. 160-161.

177


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

larken, bir yandan da halk nazarındaki önemini ve halkının kendisine verdiği değeri arttırmaktaydı. I. Hüsrev’in özellikle adaletiyle anılan bir hükümdar olmasında yalnızca siyasi ve ekonomik politikaları değil aynı zamanda takip ettiği hoşgörülü dinî politika da oldukça önemliydi. Bu bağlamda onun tüm dinlere karşı hoşgörülü bir politika takip ettiğini ifade etmek mümkündür. Başlarken bu güçlü Kisra’nın, Mazdeizm taraftarlarına karşı olan faaliyetlerinden ve bu hareketi bastırmaya yönelik çabalarından bahsetmiştik. Ancak bu durum dini hoşgörünün ötesine taşan ve genel anlamda tüm devleti ve toplumu tehdit eden bir hal aldığı için bu harekete karşı alınan tavır dini hoşgörünün olmadığı ya da çok az olduğu şeklinde yorumlanamaz ve yorumlanmamalıdır. Mazdeizmin aldığı son hal olsa olsa devletin varlığını tehdit eden heretik bir hareket olarak değerlendirilebilir. Bunun yanı sıra, Frye’in de belirttiği üzere, I. Hüsrev zamanında bazı azınlıkların aşırıya kaçan inançları hariç tutulursa hiçbir din veya din mensubu süreklilik arz eden ve takibe maruz kalan bir 19 konuma düşmemiş veya düşürülmemiştir . Dolayısıyla I. Hüsrev’in dini inançlara ve bu inançlara mensup olan insanlara, kendi inançlarını yaşayabilme noktasında azami bir özgürlük sağladığını ifade etmek abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. Son olarak belirtilmesi gereken önemli bir nokta I. Hüsrev zamanından sonra özelde Sasani genelde ise (I. Hüsrev’den sonra) tüm İranlı hükümdarlar için kullanılan Kisra unvanıyla ilgilidir. Bu unvan Arapların “Hüsrev” adını kendilerine göre söylerken deforme etmeleri sayesinde ortaya çıkmış ve daha sonra da İran hükümdarları için kullanılan yaygın bir unvan haline gelmiş20 tir . Bu noktada sormak gerekir, Araplar diğer Sasani hükümdarlarını da gayet iyi bilmekle birlikte kalıcı olan neden I. Hüs19

Richard N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”, s. 161. 20 M. Morony, “Kısrâ”, TheEncyclopaedia of Islam, C. V, Leiden 1986, s. 184; H. Massé, “Anûsharwân”, The Encyclopaedia of Islam, C. I, Leiden 1986, s. 522.

178


Kazım Uzun

rev’in adı oldu? Bu soruyla ilgili çeşitli yorumlar yapmak mümkündür ancak gerek uzun hükümdarlık zamanı gerekse bu zaman zarfında takip ettiği çok yönlü ve başarılı politikaların etkisi yadsınamaz. Bunların yanı sıra önemli bir diğer husus halkıyla bütünleşen ve İran ve İranlıları her anlamda ihya etmek için olağanüstü gayret sarf eden bir hükümdar olarak I. Hüsrev’in adının ölümsüzleşmesi oldukça anlaşılırdır. Toplumsal anlamda kabul gören ve liderliği özlenen örnek bir hükümdar olarak I. Hüsrev’in İran kökenli hikâye, menkıbe ve masal gibi kültürel ürünlerde kendine çokça yer bulması İranlıların onu yalnızca zorunluluktan değil, severek ve isteyerek bir lider olarak kabul edip benimsediklerinin kanıtı olarak değerlendirilebilir. Öyle ki, memleketin imarı için durmaksızın çalışan I. Hüsrev’in pek çok kervansaray, yol ve köprüler yaptırdığı vaki olduğu için, bugünkü özellikle yapılarla ilgili bilgi sahibi olmayan 21 İranlı avam pek çok mimari eseri I. Hüsrev’e atfetmektedir . Bu durum ise I. Hüsrev’in toplumun belleğine ne şekilde işlendiği ve kodlandığını göstermesi bakımından son derece manidardır. Buraya kadar I. Hüsrev’in çeşitli faaliyetleri ve dönemimin özelliklerini ele almaya çalıştık. Ortaya çıkan tabloda açıkça görülüyor ki, I. Hüsrev pek çok farklı açıdan ülkesinin ve halkının yararına olacak politikalar üretmiş ve bunları uygulamaya koyarak başarılı olmuştur. Tüm bu çeşitli faktörler ile kapsamlı bir iyileşme ve gelişme halinin genele yayılması dolayısıyla I. Hüsrev zamanının İranlılar’ın tarihinde özel bir yeri olduğunu ifade etmek mümkündür. Siyasi, sosyal, askerî ve ekonomik açıdan yani çok yönlü olarak bir gelişme sağlanması dolayısıyla I. Hüsrev zamanı “Altın Çağ”ın parçalarından birini dolayısıyla bizatihi kendisini teşkil eder. Bugünkü İranlıların “Altın Çağ” olarak toplumsal hafızalarında yer edinen muhteşem dönem şüphesiz tek bir lider tarafından inşa edilmiş bir mefhum değildir. Ancak gerek faaliyetleri gerekse bu çabaların toplumsal olarak karşılığını bulması dolayı21

Richard N. Frye, “The Political History of Iran Under the Sasanians”, s. 160.

179


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

22

sıyla, Altın Çağ’a yakışan ve yakıştırılan adaletin temsilcisinin I. Hüsrev olduğunu ifade etmek mümkündür. Bir diğer ifadeyle İranlıların Altın Çağ’a yakıştırdıkları adaletin kendisinde cisimleşmiş olduğu kişi I. Hüsrev’dir. Bu husus, I. Hüsrev’in, faaliyetlerinin daha çoğunu ve hatta neredeyse tamamını halk odaklı olarak gerçekleştirdiği düşünüldüğünde oldukça anlaşılır bir hal almaktadır. Bir diğer ifadeyle, tüm iyileşme ve gelişmelerin yanı sıra söz konusu dönemin devlet ve halk bütünlüğünün sağlandığı bir zaman dilimi olması ve nitekim İranlıların bu bütünlüğün mimarı olan kişiyi yani hükümdarlarını “Adil Anuşirevan” olarak benimsemek suretiyle nesiller sonra dahi örnek hükümdar olarak zihinlerinde yaşatmaları, onun eylemlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmış bir durum değil, bilakis faaliyetleri neticesinde inşa ettiği karizmatik kişiliğiyle yakından ilgili, hatta doğrudan bu kişiliğin neticesidir. Bu ismin zaman içerisinde adaletiyle ön plana çıkan efsanevî bir mahiyet kazanabilmesinin ise, I. Hüsrev’in ülkesi ve halkı için yapmaya çalıştığı tüm işlerin doğru olduğuna ve karşılık bulduğuna işaret eden bir sağlama işlemi olarak değerlendirmek mümkündür. KAYNAKÇA ADAMS Robert McC., Land Behind Baghdad, A History of Settlement on the Diyala Plains, Chicago, 1965. BALCI İsrafil, “Arap-Sasani İlişkileri (M. 500-650) ve Irak’ın Erken Dönem İslamlaşma Süreci”, İkinci Orta Doğu Semineri Dünden Bugüne Irak (Elazığ 27-29 Mayıs 2004), C. I, Elazığ, 2006, ss. 157-178. BROWN P. R. L., “Parthians and Sasanians”, Persia: History and Heritage, (ed. John A. Boyle), London, 1978, ss. 24-48.

22

I. Hüsrev’in halkına olan düşkünlüğü ve adalet konusundaki taviz vermez kişiliğiyle ilgili olarak bakınız, Mesudî, Murûc ez-Zeheb, s. 237240.

180


Kazım Uzun

BÜNCHER V. F., “Sasaniler”, İslam Ansiklopedisi, C. X, Eskişehir, 1997. DARYAEE Touraj, “The Sasanian Empire (224-651 CE)”, The Oxford Handbook of Iranian History, (ed. Touraj Daryaee), New York, 2011, ss. 187-207. DARYAEE Touraj, Sasanian Persia: The Rise and Fall an Empire, New York, 2009. DIGNAS Beate–WINTER Engelbert, Rome and Persia in Late Antiquity: Neighboursand Rivals, Cambridge, 2007. FARROKH Kaveh, Shadows in the Desert: Ancient Persia at War, New York, 2007. FRYE Richard N., “The Political History of Iran Under the Sasanians”, The Cambridge History Of Iran, 3/1, ss. 116-180. FRYE Richard N., The History of Ancient Iran, Münih, 1983. HAS Kenan, “Mezdekiyye”, DİA, C. XXIX, Ankara, 2004, ss. 523524. KARADENİZ Yılmaz, “I. Hüsrev Dönemi’nde İpek Yolu Üzerinde Sasani-Göktürk Mücadelesi (531-579)”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4/16, 2011, ss. 207-214. KARATAY Osman, İran İle Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Ankara, 2003. MASSÉ H., “Anûsharwân”, The Encyclopaedia of Islam, C. I, Leiden 1986, ss. 522. MESUDÎ, Murûc ez-Zeheb, çev., D. Ahsen Batur, İstanbul, 2011. MORONY M., “Kisrâ”, The Encyclopaedia of Islam, C. V, Leiden, 1986, ss. 184-185. MORONY M., “Sasanids”, The Encyclopaedia of Islam, C. IX, Leiden, 1997, ss. 70-83. OSTROGORSKY Georg, Bizans Devleti Tarihi, çev., Fikret Işıltan, Ankara, 2011. PROKOPİUS, Bizans’ın Gizli Tarihi, çev., Orhan Duru, İstanbul, 2001. TAŞAĞIL Ahmet, Göktürkler-I, Ankara, 2003. TABERÎ, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. III, çev., Zâkir Kadirî Ugan – Ahmet Temir, İstanbul, 1991. 181


Sasani Hükümdarı Anuşirvan-ı Adil (I. Hüsrev)

TEFAZZÜLÎ Ahmed, “Enûşirvan”, DİA, C. XXI, İstanbul, 1995, ss. 255. WIESEHÖFER Josef, Antik Pers Tarihi, çev., Mehmet Ali İnci, İstanbul, 2003.

182


KÖK TÜRK HÜKÜMDARI MUKAN KAĞAN Hasan Göktürk Erdoğan ∗

T

ürk tarihinin bilinen büyük isimlerinden biri olan Mukan Kağan, tahtında oturduğu Kök Türk devletini bir imparatorluk haline getirmiş ve ömrünü, neredeyse tamamını, bitmek bilmez bir enerjiyle adeta bir savaş makinesine çevirmeye harcamıştı. Ne zaman doğduğu veyahut gençliği hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Ancak henüz tahta geçtiği 552 senesinde, devleti yönetmeye uygun bir yaşta olduğunu biliyoruz. Muhtemelen tahta geçmeden önceki yıllarda, tıpkı mensubu 1 olduğu A-şi-na kavmi ve ailesinin diğer fertleri gibi, Juan-juan

∗ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, gokturker07@hotmail.com. 1 “A-şi-na/Açina” kelimesi, Gumilëv’e göre anlamı “kurt” demekti. Türkçe de kurt için “böri, buri” veya “kaşgir/kasgir” kelimeleri kullanılır ama Moğolcada “şomoçino” kurt demektir. “A” ön-takısı Çincede saygı ifadesi için kullanılır. Bu noktadan hareketle “Açina” kelimesi “asil kurt” anlamına gelmekteydi. Bkz. Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, çev. D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, 7. Baskı, İstanbul, s.36; Karatay’a göre bu kelime Soğd kökenli olmalıydı. Çince-Moğolca karışımı “saygın veya asil kurt” kelimesi Soğdça veya Toharca “gökyüzü” anlamını yansıtmaktadır. Çin kaynaklarından başka sadece soğdça yazılı Bugut yazıtında geçen A-şi-na kelimesi diğer yazıtlarda görülememektedir. Yazıtlarda ağırlıklı olarak gök (kök) veya kurt kelimeleri geçmektedir. Dolayısı ile bu kelimeyi Çinliler Soğdlardan öğrenmişlerdi ve muhtemelen anlamı “Mavi Gök/Kök” olmalıydı. Bkz. Osman Karatay, Türklerin Kökeni, Kripto Yayınları, 10. Baskı, İstanbul, 20014, s.57; Ayrıca Kök Türklerin köken meselesi için bkz. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, KaraM Yayıncılık, 2. Baskı, Çorum, 2006, s.136-144.; Ancak bir başka bahiste Kuzey Ch’ou döneminde (MS 556-581) başkent Çangan’da Kök Türk Kağanı onuruna inşa edilen “T’uküe/Türk Tapınağı”nın duvarına şu cümleler işlenmiştir: “Türk Kağanı


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

Başbuğu A-na-kuei’ye asker ve demirci ustaları olarak hizmet vererek geçiriyordu. 550’li yıllarda Juan-Juanlar askeri açıdan çok zayıflamış ve egemenliği altındaki kabileleri zorlukla kontrol 2 ediyorlardı. Bu zor günlerde yönetimden rahatsız olan Töles kavimleri isyan etmişti. Juan-juanlar böyle kalabalık bir toplulu3 ğa karşı zor durumdaydılar. Kendi gücünü kanıtlamak için araMukan, Hiya-hou/hun soyundandır. O, Gök/Kök Tengri (Tanrı) tarafından tayin edildi...” Hia veya Hiya (Kia veya Kiya/Kiye) etnik kimliği ve kültürü tam olarak kanıtlanamayan, MÖ 23-19. Yüzyıllar arasında bugünkü Moğolistan ve Çin’in kuzey bölgelerinde hüküm sürdüğü sanılan efsanevi bir hanedanlıktır. Hia veya Hiya, Çinlilerin bu hanedanlığa verdikleri bir addır. Hunların da bu soydan olduğu belirtilmektedir. Şiki yazıtının 110. bölümünde bu durum şu şekilde ifade ediliyor: “Hung-

no (Hunlar) Onların ilk ataları, Hiya Hanedanlığı soyundan olup adı Sun-ui (Sun-or) idi.” Bkz. Johann Jacob Maria de Groot, 2500 Yıllık Çin İmparatorluk Belgelerinde Hunlar ve Türkistan, çev. Ahmetcan Asena, Pan Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2011, s.34.; Bu durumda Kök Türk hükümdar ailesi Hun hükümdar ailesi ile aynı soya mensup oluyordu. (Yula/Dula hanedanı?) 2 Büyük Hun İmparatorluğunun kuruluşundan I. Kök Türk İmparatorluğunun yıkılışına kadar yani 627 yılına kadar Baykal Gölünün doğusundan Karadeniz’in kuzeyine kadar ulaşan geniş saha da hanedana bağlı diğer Türk boyları yaşıyordu. Bu boylar genel olarak Töles adıyla adlandırılmaktaydılar. Töles ya da T’ie-le (T’ie-lo) olarak kaynaklarda adı geçen bu Türk boyları, Hunların neslinden gelmekteydi. Daha geniş bilgi için bkz. Ahmet Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, TTK Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2013, s. 41-47. 3 Batı Töles kabileleri Juan-juanların boyunduruğu altındaydı ve çok kötü muamele görüyorlardı. 550 yılında sonunda sabırları taştı ve isyan ederek Juan-juanları arkadan vurmak amacıyla Batı Cungarya’dan Halha (Kalka)’ya kıvrıldılar. Yürüyüşün çok kötü organize edilmesinin yanı sıra zamanlamanın da berbat olması, halkın patlama noktasına ne kadar yaklaşmış bulunduğunu, bu yüzden savaş organizasyonunun nazarda bile tutulmadığını göstermektedir. Tölesler daha yolun yarısındayken Gobi-Altay Dağlarının eteklerinde uzun mızraklı Türk süvarileri beliriverdi. Tölesler böyle bir darbe beklemiyorlardı. Çünkü onlar hiçbir kötülük görmedikleri Türklerle savaşmak için yola çıkmamışlardı ve hedefleri nefret ettikleri Juan-juanlardı. Bu yüzden Bumin’e şartsız

184


Hasan Göktürk Erdoğan

dığı fırsatı kaçırmayan Bumin, derhal emrindeki güçle bu isyanı bastırdı. Bumin’in Juan-juan başbuğu için yaptığı müdahalede yanında olasılıkla oğlu Mukan’da yer almıştı. Dolayısıyla Mukan’ın gençlik çağına yönelik tahminlerimiz, devletin kurucu büyük şahsiyetleri olan babası Bumin ve amcası İstemi’nin yanında seferlere katılarak geçiriyor olduğu yönündedir. 4 5 6 Bumin , Juan-Juan hükümdarı A-na-kuei tarafından haka7 rete uğraması üzerine isyan etmişti. Küçük kardeşi İstemi ile itaat ettiler. Bumin onların itaatini kabul etmekle kalmadı, Juanjuanlara karşı ikinci bir adım atmaya da karar verdi. Bkz. Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.42-44. 4 Juan-Juanları yendikten sonra devleti teşkilatlandırarak temellerini atan, Kök-Türklerin ilk kağanıdır. Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.149-150; René Grousset, Stepler İmparatorluğu, der. Ertuğrul TOKDEMİR – Mustafa DÖNMEZ, çev. Halil İNALCIK, TTK Yayınları, 1. Baskı, Ankara, 2011, s.97; Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, 36. Baskı, İstanbul, 2014, s.97; Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi, çev. Aykut KAZANCIGİL - Lale ARSLAN-ÖZCAN, Kabalcı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul. s.98; Denis Sinor, “Kök Türk İmparatorluğu’nın Kuruluş ve Yıkılışı”, Erken İç Asya Tarihi, der: Denis SİNOR, çev. Talat TEKİN, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.400; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, TTK Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2014, s.23; Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, Bilgi Kültür Sanat Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2015, s.128; István Vásary, Eski İç Asya’nın Tarihi, çev. İsmail DOĞAN, Ötüken Neşriyat, 1. Baskı, İstanbul, 2007, s. 102. 5 Ju-ju, Jui-Jui ya da Jou-jan olarak da kaynaklarda geçen aynı halk. Etimolojik olarak anlamı “kaynaşan böcekler, nahoş bir şekilde hareket eden haşarat” demektir. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.88; René Grousset, Stepler İmparatorluğu, s.78; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, çev. Ersel KAYAOĞLU - Deniz BANOĞLU, Selenge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2011, s. 14; István Vasáry, Eski İç Asya’nın Tarihi, s.72. 6 522-552 yılları arasında Juan-Juanlar’ın hüküm sürmüş bir hükümdarıdır. 520’lere doğru doğu kısmı yöneten A-na-kuei; batıdakilere hükmeden amcası P’o-lomen ile birbirlerine düşüren iç savaşa girmiş ve Juan-Juan gücü büyük ölçüde zayıflamıştı. Sonunda tek başına kağanlığa hâkim olan A-na-kuei; bu sefer de kendine tabi Türk boylarının ita-

185


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

birlikte A-na-kuei’ye karşı girdikleri mücadelede Juan-Juanları ağır bir yenilgiye uğratarak etraflarını sarmışlardı. Başbuğ A-nakuei bu ağır hezimeti gururuna yediremeyerek intihar etmek 8 zorunda kalmıştı. Nihayetinde Juan-Juan otoritesine indirdikle9 ri bu darbeden hemen sonra; 552 yılında Bumin, İl-Kağan unvanını alarak Kök-Türk siyasi teşekkülünün temelini atmış ve dev10 letin doğu kanadının merkezini Ötüken yapmıştı. Bumin Kağan ya da İl-Kağan tahta geçtiği 552 yılı sonuna doğru, henüz Juanjuan mücadelesi devam ederken uçmağa vardı. Bumin’in yerine atsizliğine karşı savaşmak mecburiyetinde kaldı. Töles kabilelerinden biri olan ve Altayların güneyinde Urungu nehri taraflarında göçebelik eden Kao-kiulardır. 521 yılında Juan-Juanların demircileri olan Türkler, Bumin önderliğinde Juan-Juanlar için bu isyanı bastıracaklardır. Karşılığında A-na-kuei’nin kızını isteyen Bumin, yanıt olarak hakarete uğrayacak ve bu kez isyan eden Bumin önderliğinde Türkler olacaktır. Bkz.: René Grousset, Stepler İmparatorluğu, s.96-97. 7 Bumin’in küçük kardeşi. 552 yılında Bumin İl Kağan olarak otururken, batıya kardeşi İstemi’yi Yabgu unvanıyla On-Okların yönetimine atayarak; devletin batı meselelerini ona bıraktı. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Edouard Chavannes, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, çev. Mustafa KOÇ, Selenge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2013, s.281; Sencer Divitçioğlu, Orta-Asya Türk İmparatorluğu, İmge Kitabevi, 3. Baskı, Ankara, 2005, s. 39; Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.152-154; Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Türksoy, Ankara, s. 13-14; Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.50-70; Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.96-97; Osman Karatay, Hazarlar, Kripto Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2014, s.21; Denis Sinor, Kök Türk İmparatorluğu’nın Kuruluş ve Yıkılışı, s.401-410; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.38-41; István Vásary, Eski İç Asya’nın Tarihi, s.103. 8 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.18, 54. 9 Çince yazılışı “İli Kohan”dır. “Kavmin Kağanı” anlamına gelmektedir. Çin yıllıkları bu unvanın Hiungnu’lar da (Hunlarda) kullanılan eski “Şanyü” unvanına karşılık geldiğini kaydediyor. Bkz. István Vásary, Eski İç Asya’nın Tarihi, s.101. 10 René Grousset, Stepler İmparatorluğu, s.97; Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.44; Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, s.127-128; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, 21-22; István Vásary, Eski İç Asya’nın Tarihi, s.100-101.

186


Hasan Göktürk Erdoğan

11

geçen büyük oğlu Ko-lo da henüz birkaç aylık kağan iken bilinmeyen bir sebepten öldü. Bir türlü istikrar sağlanamayan boş tahtta, bu seferde varis olarak görülen Ko-lo’nun büyük oğlu 12 She-t’u da 553 yılında amcası Kuçu lehine çekilince, Kuçu da 13 Mukan Kağan adını alarak tahta oturdu. 11

Bumin’in 552 yılında ölümünden sonra yerine büyük oğlu Ko-lo; Kara Issık Kağan (552-553) ünvanı ile tahta geçti. Teng-şu-tse liderliğindeki Juan-Juanları Lai-shan Dağı’nda (Wu-ye’nin kuzeyindeki Mu-lai dağlarında) bir kez daha mağlup etti. 553 yılında Batı Wei İmparator’u Feiti’ye bir elçi ile 50 bin atı hediye gönderdi. Fakat Kara Issık Kağan’ın saltanatı kısa sürdü. Sadece birkaç ay tahtta kalarak aynı yıl içerisinde esrarengiz bir şekilde öldü. Bakınız: Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, s.16; Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.18-19; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.23; Denis Sinor, Kök Türk İmparatorluğu’nın Kuruluş ve Yıkılışı, s.400. 12 Kara Issık Kağan’ın büyük oğlu ve Ch’u-lo-hou’nun da ağabeyidir. Hanımı tarafından “gerçek bir kurt” diye tarif edilen She-t’u ne kadar cesur ve akıllıysa, o kadar da kararlı ve enerjikti. Bu meziyetleri halkın ve beylerin saygısını sağladığı gibi, onu iktidara da getirdi. 581 yılında Taspar (Ta-po) Kağan ölmeden hemen önce ağabeyi Mukan’ın oğlu Talo-pien’i (Töremen) varis göstermişti. Ancak Ta-lo-pien’in annesinin yabancı olmasından ötürü ülüş sistemine göre tahta geçme hakkı yoktu. Bu durumda Taspar’ın büyük oğlu An-lo, She-t’u’nun da desteği ile kağan oldu. Fakat kağanlık sevdasına düşmüş olan Ta-lo-pien kendi kendine A-po Kağan ilan edip sürekli baskı yapması üzerine, zaten zayıf karakterli biri olan An-lo; tahttan kuzeni She-t’u lehine feragat etti. She-t’u; İl-Külüg-şad Baga Işbara Kağan ünvanı alarak bu şekilde tahta oturdu. Ancak kendisi döneminde de iç huzur bir türlü sağlanamamıştı. Kuzeni A-po’nun sürekli baskıları ve zaten hali hazırda Batı Türk Yabgusu İstemi’nin büyük oğlu Tardu’nun ihtiraslı yapısı da eklenince durum iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmişti. Gelecek günlerde bu gerilim iyice artacak ve Doğu Türk Kağanlığı bir iç savaşa sürüklenerek Çin’in hâkimiyetine girme sürecine girecekti. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s. 137-156; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.64-66. 13 Edouard Chavannes, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, s.281-282; Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.149-150; Lev Nikolaye-

187


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

553 yılında Kök-Türk tahtına oturan Mukan Kağan, Ko14 lo’nun küçük kardeşi ve Taspar’ın da ağabeyiydi. Adının anlamı üzerine araştırmacılar tarafından birkaç bahis bulunmaktadır. Gumilëv’e göre bu ad birkaç farklı anlama gelmekteydi. Ona göre yırtıcı kuş olarak “Chu-shu” (Kuşu-kuş); akraba olarak “Shihchin” (yeğen-torun); lakap olarak “Yan-tih” (fatih veya galip) ya viç Gumilëv, Eski Türkler, s.44-45; Osman Karatay, Hazarlar, s.21; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 96-97; Sencer Divitçioğlu, OrtaAsya Türk İmparatorluğu, s. 42; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.18-19; Denis Sinor, “Kök Türk İmparatorluğu’nın Kuruluş ve Yıkılışı”,Erken İç Asya Tarihi, s.399-400; István Vásary, Eski İç Asya’nın Tarihi, s.101. 14 Bumin’in oğlu, Kara Issık Kağan ve Mukan Kağan’ın küçük kardeşidir. Ağabeyi Mukan Kağan ölmeden önce oğlu Ta-lo-pien yerine kardeşi Taspar’ı varis göstermişti. Mukan 572 yılında ölünce yerine Taspar Kağan (572-581) geçti. Taspar bu durumu ölmeden önce oğlu An-lo’ya nasihat içeren şu sözlerle ifade eder: “Baba oğul arasındakinden daha

yakın bir akrabalık bağı olmadığını duydum, fakat büyük erkek kardeşimin (Mukan) kendi oğluna (Ta-lo-pien) bırakacak bir şeyi yoktu ve ülkeyi bana emanet etti. Ben öldükten sonra Ta-lo-pien’e dikkat et!” Liu-Mau Tsai, Doğu Türkleri, s.65-66. Taspar Kağan’ın hükümdarlığı döneminde Kök Türk Kağanlığı gücünün zirvesindeydi. Ağabeyi dönemindeki Çin politikası devam etmiş ve baskı altında tutmuştu. Fakat kaynaklarda varis olarak Mukan’ın gayrı meşru oğlu Ta-lo-pien’i gösterdiği söylenmekte ve buda kendisinden sonra meydana gelecek kavgaların temeli olduğu kabul edilmektedir. Ancak biraz evvel oğlu Anlo’ya söylediği sözlerinden bunun aksini söylemekte ve bilakis Ta-lopien’e dikkat etmesi gerektiği nasihatini vermektedir. Bu durumda ülüş sisteminden kaynaklı bir durum söz konusu olmalıydı. Ona atfedilen ve onun aldığı karar yüzünden kendisinden sonra taht kavgalarının başladığına dair görülen bu husus, aslında Taspar’a ait bir karar belki de değildi. Ancak Batı Wei’den kaçan (sonradan Kuzey Ch’ou) Budist rahiplerini himaye etmesi Budizm’in Türk elinde yayılmasına izin vermesi gibi almış olduğu karar ölümünden sonra Türklerin Çinlileşmesi gibi büyük bir soruna sebebiyet verecekti. Bakınız: Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.48-50. Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.33-38; Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, s.133-134; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 27-28, 48-49, 51-53, 56.

188


Hasan Göktürk Erdoğan

da bir unvan olarak; “Mu-yü” veya “Mu-kan” olduğu yönünde15 16 dir. Bunun dışında Kafesoğlu’na göre “Beğ-han” , Taşağıl’a 17 göre ise “Yen-tou” yani “Kırlangıç kalesi” anlamına geliyordu. 18 Çin kaynaklarında tahta çıkmadan önceki adı; Sse-kin olarak geçmekteydi ve Mukan Kağan adını aldıktan sonra dahi on19 dan bu ad ile bahsetmektedirler. Taşağıl; Mukan’ın kağan ol20 21 madan önceki adlarını; Ssu-chin, Yen-i ve Yen-tou ; Gumülev 22 ise Kuçu olarak vermektedir. Fakat Sse-kin veya Ssu-chin’in 23 Türklerde bir unvan olduğunu ve bu unvanın da “Erkin”e karşı24 lık geldiği görülmektedir. Muhtemelen, Türk Kağanlığı henüz kurulduğu yıllarda Mukan bu unvana sahipti ve gelen Çinli elçiler onun adını Sse-kin olduğunu sanıp böyle bir yanılgıya düşmüş olmalılardı. Neticede Mukan’dan sonraki yıllarda bu unvanın, bey veya reis adlarının yanında beraber kullanıldığını görmekteyiz. Herhalde bir süre sonra bunun bir unvan olduğunun, özel bir ad olmadığının, farkına varmışlardı. Ayrıca buna ilaveten

15

Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.97. 17 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.32. 18 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.19. 19 Bkz. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.19, 24, 25, 26, 27, 36, 42, 44, 88, 516, 590. 20 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.102, 117, 119, 120, 129, 135, 139, 146, 147, 166,171. 21 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 19; Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 32. 22 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s. 45. 23 Sse-kin veya Ssu-chin; her boyun başındaki reislere verilen bir unvandı. Mukan Kağan içinde hem ad olarak hem de adının sonunda bir unvan olarak kullanılmıştır. Erkin anlamında Sse-kin unvanın geçtiği yerler için bkz. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.35,145, 165, 169, 187, 208, 237, 268, 272, 289, 424, 467, 520; ayrıca Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, s.16; Ssu-chin için de bkz. Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.102, 117, 119, 120, 129, 135, 139, 146, 147, 166, 171. 24 Bkz. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 88, dipnot 352. 16

189


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

25

Roux, Mukan Kağan’a Bizanslıların “Dilzibul” adını taktıklarını belirtmektedir. Adının anlamı, kendisinin karakter yapısını da göz önünde bulunduracak olursak eğer, muhtemelen “yırtıcı kuş” yönünde olabileceği akla daha çok yatkın gelmektedir. Sahip olduğu kişiliğiyle kaynaklarda en çok dikkat çeken hükümdarlardan biri olan Mukan Kağan; bilgili, keskin bir zekâya sahip, yönetimde son derece katı ve otoriter, şiddet taraftarı, askeri taktikleri çok iyi bilen ve bunu düşmanlarına karşı çok iyi uygulayan, savaştan 26 başka bir şey düşünmeyen cesur biriydi. Tipi hakkında da geniş bilgiler veren kaynaklara göre; Mukan’ın yüzünün genişliği 30 cm’den fazla, gözleri donuk cam bilyeler gibi parlıyordu ve gri renkteydi. Yüzünün rengi ise çok kızıldı. Vücudu doğuştan güç27 lü, kuvvetli ve kabaydı. Henüz tahta geçtiği 553 yılı sonbaharında Juan-Juanların 28 üzerine yürümüş ve onları kılıçtan geçirmişti. Kaçan düşmanının peşini bırakmak gibi bir niyeti yoktu. Babası zamanında baş25

Roux kitabında bu unvanı Mukan’a ait olduğunu ithaf etse de bunun doğru olmadığını biliyoruz. Kastedilen bu takma ad, Bizanslılar tarafından “Dizavul, Dizabul, Dilzibul, ya da Silzibul”, Taberi’de ise “Sincabul” olarak geçmekte ve aslında Batı Kök-Türk yabgusu İstemi kastedilmektedir. Roux’nun Mukan Kağan’a ithafı olan “Dilzibul” adı için bkz. Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi, s.98. Ayrıca İstemi Yabgu’ya ithaf edilen takma ad: “Dizavul” için bkz. Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.78-79; “Dizabul, Dilzibul Silzibul ve Sincabul ya da Sincabu” takma adları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Vasiliy V. Barthold, Kırgızlar, çev. Ufuk Deniz AŞÇI, Kömen Yayınları, 1. Baskı, Konya, 2002, s.20; Edouard Chavannes, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, s.289-291, 298-299, 301-305, István Vásary, Eski İç Asya’nın Tarihi, s.103. 26 Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, s.17-18; Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.19; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.32; Ahmet Taşağıl; Kök Tengri’nin Çocukları, s.132-133. 27 Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, s.17; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.19; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.32; Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, s.132. 28 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45.

190


Hasan Göktürk Erdoğan

layan bu intikam arzusunu miras alan Mukan Kağan; JuanJuanları yok edene kadar devam etmek amacındaydı. Elbette Bumin Kağan zamanında uğranılan ağır hakaretin bedelini ödetmek isteğiyle vücut bulan bu intikam arzusu, Kök-Türk hanedan mensuplarının hemen hepsinin üzerlerinde mevcuttu. Ancak sırf bu yüzden bütün Juan-Juan halkını yok etmeyi amaç edindikleri yönünde bir düşünce başlangıçta doğru olmayacaktır. Neticede bir önceki otoritenin hanedan mensuplarının ve soylu kesimin ortadan kaldırılması hususu, yeni iktidarlarının meşrulaşması için daha hayati bir önem taşımakta olacağından, bunun akla yatkın bir hareket olması muhtemeldir. Nitekim Batı Kök-Türk Yabgusu ve Mukan’ın amcası olan İstemi’nin de Avar düşmanlığı vardı. Yüksek ihtimalle kendisi Juan-Juanlar’dan kurtulan hanedan mensuplarının Eftalitlere sığındığını da iyi bilmekteydi ve bu gerekçeyle Eftalit hâkimiyetini 2 yıl içerisinde 29 ortadan kaldırmıştı. Bu askeri hareket neticesinde İstemi’nin de niyeti bütün bir halkı tamamen yok etmek olsaydı, muhtemelen otoritesi altında olan ve kendisinden kaçan 20 bin civarında 30 bir Avar topluluğu söz konusu dahi olamazdı. Ancak burada bir ayrıntıya dikkat etmemiz gerekir. Geçmişten gelen bir kin dahi olsa bir halkı tamamen yok etmek amacı ilk etapta yoktu. Fakat Türklerde başkaldıranlar, ihanet edenler ve adam öldürenlerin 31 cezası ölümdü. Dolayısıyla zaten geçmişten gelen bir kine rağmen, İstemi Yabgu tarafından canları bağışlanmış, ancak onun Eftalitler ile olan mücadelesini fırsat bilip kaçan bu 20 bin civarındaki Avarlar’a karşı, artık onları yok etmek pahasına nef32 ret kusmasına da hiç şaşmamak gerekir. Nitekim Mukan Ka-

29

Osman Karatay, Hazarlar, s.21-22. İsmail Mangaltepe, “Avarlar”, Doğu Avrupa Türk Tarihi, ed. Osman Karatay–Serkan Acar, Kitabevi, 1. Baskı, İstanbul, 2013, s.209. 31 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.63. 32 Ayrıntılı bilgi için bakınız: Karatay, Hazarlar, s.20-21; İsmail Mangaltepe, “Avarlar”, Doğu Avrupa Türk Tarihi, s. 209. 30

191


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

ğan, 572 senesinde öldüğünde mezarına yas tutmak için gelen 33 toplumlar arasında Avar adının da sayıldığını görmekteyiz. 552 yılında Juan-juan hükümdarı A-na-kuei, Bumin tarafın34 dan ağır yenilgiye uğratılınca hayatına kıyıp intihar etmişti. Ana-kuei’nin oğlu An-lo-ç’en, kuzeni Teng-çu Sse-li-fa ve TengÇu’nun oğlu K’u-t’i yandaşlarıyla beraber müttefikleri Doğu 35 36 Wei ’lere (549-577) iltica ettiler. Geride hayatta kalan Juanjuanlar; A-na-kuei’nin küçük kardeşi Teng-şu-tse’yi reisleri ya37 parak, kalıp mücadele etmeyi tercih etmişlerdi. Ko-lo zamanında Teng-şu-tse liderliğindeki Juan-juanlar, Kök Türkler tara38 fından ikinci kez bozguna uğradılar. 553 yılında tahta geçen Mukan Kağan yaptığı ilk iş babası ve ağabeyinin hedefi olan Juan-juanları ezmek politikasına devam 39 etmek oldu. 553 yılı sonbaharında ordularıyla A-na-kuei’nin küçük kardeşi Teng-şu-tse üzerine gitti ve Juan-juanları üçüncü 40 kez bozguna uğratarak kılıçtan geçirdi. Bir kez daha yenilen

33

Ahmet Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, s.48. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.54. 35 Kuzey ya da geç Wei’lerden (386-534) iki Wei ortaya çıktı: Batı Wei’ler (535-556) ve Doğu Wei’ler (534-550). Doğu Wei’ler Kuzey Ch’i’ler (Ts’i) (550-577) tarafından yok edildi. Batı Wei’ler kendilerini daha sonra Kuzey Ch’ou/Çov (557-581) olarak adlandırdılar ve 577’de Kuzey Ch’i’yi (Ts’i) ilhak ettiler. Bkz. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 63, dipnot 226. 36 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.32, 54-55. 37 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 18. 38 Kara Issık Kağan tahta geçtikten hemen Teng-şu-tse liderliğindeki Juan-Juanları Lai-shan Dağı’nda (Wu-ye’nin kuzeyinde ki Mu-lai dağlarında) bir kez daha mağlup etti. Bkz: Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s. 45; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 18-19; Ahmet Taşağıl; Gök-Türkler I-II-III, s.23, 39 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 24. 40 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 19; Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s. 45; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 24. 34

192


Hasan Göktürk Erdoğan

Teng-şu-tse ve arda kalanlar 555 yılında Batı Wei İmparatorlu41 ğu’na sığındılar. 552 yılında Bumin tarafından bozguna uğrayan, Doğu Wei’lere kaçan ve artık Kuzey Ch’i (Ts’i) olarak anılan devlete iltica eden Juan-juanları, 553 yılında İmparator Wen-süan-ti dostlukla karşıladı. O sırada Juan-juanların başlarında bulunan K’u-t’i’yi tahtından indirip, yerine A-na-kuei’nin oğlu An-lo-ç’en’i Juan-juanların reisi yaptı. Ona Ma-i nehri kıyısına yerleşmesini söyleyerek, erzak ve ipek kumaş verdi. Sonra da bizzat Türklerin 42 peşine düşerek onları So-fang’a kadar takip etti. Bu esnada Kök Türkler ile Kuzey Ch’i arasında barış yapıldı. Buna göre her iki ülke kendi topraklarında yetişen mallardan yıllık hediye gönderecekti. Kök Türkler, düşmanları Juan-juanların Çin’de yaşamasına razı olurlarken, karşılığında kendileri için iyi sayılabile43 cek bir ticaret anlaşması yapmışlardı. Ancak Juan-juanlar sürülerini ve mallarını yanlarına alamadıkları gibi, çalışmaya da 44 alışamadıklarından yağmacılığa başlamışlardı. 554 yılının 3. Ayında An-lo-ç’en’in başkaldırması üzerine, Kuzey Ch’i İmparatoru Wen-süan-ti ordusuyla üzerlerine yürü45 yerek onları bozguna uğrattı. Davranışlarında bir değişiklik yapmamaları üzerine 555 yılı yazında Ch’i imparatoru Juan46 juanları topraklarından steplere sürdü. Bu defa Türkler ve 47 Kıtanların (Ch’itan) saldırısına uğrayarak mağlup edildiler. Kalanlar yakalanarak Kuzey Ch’i devletinin çeşitli bölgelerine 48 dağıtıldı ve kendilerine bağlı hale getirildiler. Ancak hızla büyüyen Kök Türk tehlikesine karşı Ch’i imparatoru Çin seddini

41

Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 19; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25. 42 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 55. 43 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 24. 44 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45. 45 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.55. 46 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.45. 47 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.55. 48 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25.

193


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

tamir işine koyuldu. Sonbahara doğru bir milyon sekiz yüz bin kişi (imparatora başkaldıran asiler) Yu-Ch’ou eyaletinin kuzeyin49 deki Hsia-k’ou’dan Heng-Ch’ou eyaletine kadar olan kısımdaki 50 900 li (510 km)’lik bir mesafede bulunan seddin tamiri ve yeni51 lerini inşa için toplattırıldı. 556 yılına kadar Kuzey-Ch’iler Si52 ho nehri kıyısındaki Tsung-ts’i-şu sınır kalesinden, doğu da denize kadar uzanan, yapılmasına önceden başlanan Çin Seddi’nin 3 bin li(ykl. 1700 km)’lik mesafedeki surlarını tamamladılar. Duvar boyunca, her 60 li (ykl. 34 km) de bir kale yükseliyordu, stratejik önemi olan bu noktalara da garnizonlar ve valilik ma53 kamlarını yerleştirdiler. 557 yılında Kuzey-Ch’i’ler, Çin Seddi’nin içine, doğuda K’u-lo-pa’dan Wu-ho-şu’ya kadar uzanan, ikinci bir duvar daha inşa ettiler. İkinci duvarın uzunluğu 400 li(ykl. 226 km)’yi aşıyordu. 54 555 yılında Batı Wei’ye kaçan Teng-şu-tse ve beraberindeki 3 bin kişinin peşini ısrarla bırakmayan Mukan, hiç vakit kaybetmeden Batı Wei’ye bir elçi göndererek İmparator Kung-ti’den 55 bunların kendilerine teslim edilmesini istedi. Çünkü herhangi bir durumda Batı Wei’lilerin bunlara destek vererek kendilerine karşı kullanmaları tehlikesi olabilirdi. Böyle bir durum olmaması için derhal yok edilmeliydiler. Bir sonraki imparator Wen-ti, 49

Hia-k’ou, Hiak’ou-çen ile aynı, burası Ho-pei’deki Tung-kuanghien’in kuzeyindeki Wei Nehri. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.33, dipnot 117. 50 Çinlilerin mesafe ölçüm birimidir. 1.000 li = 567 km’dir. Dolayısıyla 1 li = 0,567 km olarak karşılık gelmektedir. Buna binaen 900 x 0,567 = 510,3 km civarında bir sonuç elde edebilmekteyiz. 51 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.33. 52 Tsung-ts’in-şu. Si-ho ile muhtemelen Sarı Nehrin Sui-yüan’daki doğu kıvrımındaki Ts’ing-şui-ho Nehri kastediliyor. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.33, dipnot 118. 53 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 26. 54 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.33. 55 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.33; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 26.

194


Hasan Göktürk Erdoğan

Türklerin isteğini kabul ederek, Juan-juanların hükümdarıyla 3 binin üstündeki yandaşını tutuklayarak, elçiye teslim etti. Tengşu-tse ve maiyetindeki 3 bin Juan-juan; Ts’ing-men (Ch’ingmen) kapısı önünde başları kesilerek idam edildiler. İçlerinden, henüz reşit olmamış (o zaman 18 yaştı) erkek çocuklar bu katliamdan kendilerini kurtarabildiler ve Batı Wei’li soylulara köle 56 olarak verildiler. 554 yılında aralarında yaptıkları anlaşma ile Kök Türk ve Ku57 zey Ch’i devleti yakınlaşmaya başlamışlardı. Ancak Kuzey Ch’i’lerinin Kök Türklere olan bu münasebetlerinden rahatsız olan Batı Wei devleti buna mani olmak için K’Ti-chi adlı bir elçiyi Mukan Kağan’a gönderdi. Mukan Kağan ile yaptığı görüşme herhalde etkili oldu ki, bu görüşme sonrasında Kuzey Ch’i elçile58 ri tutuklandı. 555 yılında artık Juan-juan hesabını kapatan Mukan Kağan; Asya’da ki kabileleri egemenliği altına almak için bir dizi sefere çıktı. Doğu’da kendi aralarında savaşan Çinlilerin Hi dedikleri Tatabılar, Kıtanlar (Ch’i-tanlar) ve Otuz Tatarlar bulunmaktaydı. Tatabılar Kingan’ın batı eteklerinde yaşıyorlar ve Kuzey Ch’ileri ile müttefiklerdi. Kıtanlar Liao-ho şehrinden kuzeye doğru Mançurya’nın bir kısmını işgal etmişlerdi ve Tatabılarla sürekli savaş halinde bulundukları için Kuzey Ch’i ile de savaşıyorlardı. 553’te Kuzey Ch’i İmparatoru Wen-ti onları mağlup ederek büyük kısmını itaat altına almıştı. Kurtulanlar ya Kögüryo (Kore)’ye kaçtı59 lar, ya da Sarı Deniz havzasına doğru gittiler. Mukan ordusuyla doğuya yönelerek topraklarına giren Kıtanlar üzerine yürüdü ve 60 onları topraklarından sürdü. Kıtanların yenilmesinden sonra Baykal Gölü’nün kuzeyindeki Kırgızları (Ch’i-kular) itaat altına

56

Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.55 -56. Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25. 58 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 24. 59 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.47. 60 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 19. 57

195


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

61

62

alıp, Batı’da Hien-ta’ya saldırdı. Mukan büyük ihtimalle bu 63 seferini amcası İstemi Yabgu ile birlikte gerçekleştirmişti. Mukan, gücü sayesinde Çin sınırının dışında kalan bütün devletleri ele geçirmiş; doğuda Liad Denizi (Liao-tung Körfezi)’den, batıda Batı Denizi’ne kadar uzanan 10 bin li(ykl. 5670 km civarı) genişliğindeki mesafeyi; güneyde Gobi Çölü’nün kuzeyinden, kuzeyde Kuzey Denizi (Baykal Gölü)’ne kadar uzanan 5 ya da 6 bin li (ykl. 3402 km civarı) genişliğinde büyük bir coğrafyaya 64 hâkim olmuştu. Kuzey Ch’ou üzerine yağma seferleri yapılmaktaydı. Bu seferleri engellemek ve evlilik yoluyla müttefik olabilmek için Batı Wei imparatoru 100 bin top ipek hediye ile Yüan Hui adlı elçisini Mukan Kağan’a gönderdi. Mukan Kağan ile anlaşmayı sağlayıp Kök Türkler ile Batı Wei arasındaki ilişkileri düzelttiği için Yüan Hui döndüğünde üç makam birden terfi 65 etti. 555 yılı sonunda Mukan’ın bu seferki hedefi Çin değil, Ti66 bet’in kuzey ve kuzey doğusundaki T’u-yü-hunlardı. 556 yılında hazırlıklarını tamamlayan Mukan, Liang-Ch’ou vileyeti üzerinden T’u-yü-hunlara saldırmayı planlıyordu. Batı Wei İmparatoru T’ai-tsu (= Wen-ti) Şi-Ning’e yanına atlılarını alarak Mukan Kağan’a refakat etmesini emretti. Her iki tarafın ordusu Fanho’ya geldiklerinde, karşı tarafın niyetini anlayan T’u-yü-hunlar, Nan-şan Dağı’na kaçtılar. Mukan Kağan, askerlerinin bir bölü61

Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s. 46; Ahmet Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, s.76; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-IIIII, s. 25.

62

Genelde kaynaklarda “Ye-ta” ya da “İ-ta” olarak geçen Eftalit ya da diğer adlarıyla Akhunlar’dır. Hien-te için bkz.: Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.19, dipnot 50; Ye-ta için bkz. Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s.25. 63 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25. 64 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 19. 65 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 25-26. 66 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 26. T’u-yü-hunlar hakkındaki raporlar için bakınız: Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 47-48.

196


Hasan Göktürk Erdoğan

müyle kaçanların peşinden giderken, orduyu da çeşitli kollara ayırdı ve Ts’ing-hai (Kuku-nor)’da toplanmalarını emretti. Bu sırada Çinli komutan Şi-Ning Mukan’a Şu-tun ve Ho-çeng kalelerinin T’u-yü-hunların yuvası konumundaki iki önemli kalesi olduğunu, eğer bunları ele geçirdikleri takdirde T’u-yü-hunların kendiliğinden dağılacağını söyledi. Bu stratejiyi beğenen Mukan, ordusuyla kuzeye doğru yönelip Ho-çeng kalesine yürüyerek, 67 Şi-Ning’de Şu’tun istikametine doğru askerlerini sürdü. Şu’tun kalesini bin kişi ile savunan T’u-yu-hunları’nı kuşatmaya alan ŞiNing, bir hile yaparak kaleyi ele geçirip, kale komutanı Kua-lü’yü 68 öldürdü. T’u-yü-hunları’nın Kralı Çeng-nan’ı, erkekleri ve kadınları tutuklayarak hazinelerini ve ele geçirdiği herşeyi Mukan’a 69 teslim etti. Bu sırada Mukan’da Ho-çeng kalesini ele geçirmiş; T’u-yü-hunların resilerini Kua-lü’nün karısı ve oğlunu tutsak 70 amıştıı. İki ordu Ts’ing-hai (Kuku-nor) da birleşti. Mukan, ŞiNing’in elini sıkarak onun cesaretini ve kararlılığını övdü, kendi güzel atını ona hediye etti. Ayrıca 100 hizmetkâr, hizmetçi kadın, 71 500 at ve 10 bin koyunda armağan etti. T’u-yü-hun’lara yapılan Kök Türk-Batı Wei ortak askeri harekâtından sonra 558 yılına kadar Kök Türkler hakkında gelen elçiler dışında pek bir bilgi yoktur. 557 yılında Batı Wei İmparatorluğu’nda hanedan değişmiş ve yerini Ch’ou hanedanı almıştı. Kaynaklarda Artık Kuzey Ch’ou olarak anılmaya başlayan bu hanedana 558 yılı sonunda Mukan; bir heyetle hediye göndere72 rek bir nevi yeni devleti tanıdığını gösteriyordu. 563 yılında Kuzey Ch’oular ve Kuzey Ch’iler arasında gerilim iyice artmıştı. Bu durumda her iki tarafta Mukan Kağan’ın desteğini alma yarışına girdiler. Kuzey Ch’ou’ları, bir önceki hanedan 67

Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 38. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 48. 69 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 38-39. 70 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 26. 71 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 39; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 26-27. 72 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 27. 68

197


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

zamanında yaptıkları anlaşma ile Mukan’ın kızını prenses olarak Ch’ou’ların kurucusu Wen’a gelin olarak verilmesi sözünü kullanmak istiyorlardı. Çünkü bu evlilik Batı Wei İmparator’u 73 Kung’un ölümüyle yapılamamıştı. Ancak Mukan Kağan’ın evlilik aracılığıyla Kuzey Ch’ou’larla ittifak kuracağını ve kızını imparatora vermeyi vaat ettiği haberini Kuzey Ch’i’leri çoktan haber almışlardı. Kuzey Ch’i’leri, her iki tarafın (Kuzey Ch’ou-Kök Türk) kendilerine karşı birleşip cephe alacağından korktukları için, kendileri de Kök Türklere bir elçi gönderip evlilik tekliflerini ilettiler. Evlilik teklifini kabul etsin diye de göz kamaştıran hediyeleri de elçiyle beraberinde gönderdiler. Kuzey Ch’ou’ları; daha önce evlilik bağıyla dostu olan Juan-juanlar ile Batı-Wei arasına 74 Kuzey Ch’i’lerin nifak soktuğunu unutmamışlardı. Netice de daha fazla hediye gönderilmesine karar verip; Liang eyaleti askeri valisi Yang Tsie’i heyet başkanı, Sol muhafızları generali Wang Ch’ing yardımcısı tayin ederek bir elçilik kafilesiyle Mukan 75 Kağan’a gönderdiler. 563 yılının 9. ayında yola çıkan heyet Kök Türk topraklarına girdiğinde Mukan’ın kardeşi A-shih-na Kutlug Ti-t’ou Kağan ile 76 karşılaştı. O, Mukan’ın en küçük kardeşiydi ve Doğu’da hüküm sürüyordu. Kuzey Ch’i’ler ile dosttu, bu yüzden ağabeyini, kızlarından birini Kuzey Ch’ou’lar ile evlendireceğine dair verdiği sözü bozması için ikna etmişti. Mukan kardeşinin sözünü dinledi ve Yang-Tsien ile heyetini tutuklayarak Kuzey Ch’i’lerine teslim etme emrini verecekti ki, bu esnada durumu anlayan Yang77 Tsien, dokunaklı sözler söyleyerek Mukan’a sitem etti. Hatta 73

Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 27-28. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 41. 75 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 28. 76 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 28. 77 Yang-Tsien Mukan’a sitem etti ve şöyle dedi: “(Kuzey Ch’ou) imparatoru T’ai-tsu eskiden kağanla iyi komşuluk ilişkisi içinde yaşıyordu. Juan-juan güruhlarından birkaç bin adam bağlılıklarını bildirmek için geldiğinde imparator onların hepsini Kağan’a teslim etmiş ve Kağan’ı memnun kılmıştı. Kağan bugün niçin birden merhameti ve görev bilincini görmezden gelmek istiyor? Tanrılardan ve ruhlardan utanmıyor 74

198


Hasan Göktürk Erdoğan

Mukan’ın önünde acı dolu gözyaşları dahi döktü. Bundan sözlerden çok etkilenen Mukan, kendilerinin nezdinde Kuzey Ch’i’lerin 78 ve Kuzey Ch’ou’ların aynı olduğunu söyleyerek elçiye hitaben “Lütfen bu kadar karamsar olmayın! Önce doğudaki haydutları

(Kuzey Ch’i) birlikte mahvedelim. Sonra kızımı size göndereceğim” diyerek avuttu. 79 Fikrini Ch’ou’lardan yana değiştirerek, Kuzey Ch’i elçilerini tutuklattı ve Yang-Tsien aracılığı ile Kuzey Ch’ou İmparatoruna Doğu’ya (Kuzey Ch’i) sefere çıkmayı teklif 80 etti. Aynı yıl Mukan, Ch’ou’lar ile müttefik olup, kardeşleri küçük kağanlar Börü (Pu-li), Ti-t’ou ile 100 bin kişilik ordusuyla 3 kol81 dan harekete geçti. Ordusunun iki kolunu kardeşlerinin komutasına diğerini de kendisi bizzat komutayı alarak hiçbir engelle karşılaşmadan çok hızlı bir şekilde ilerleyerek Chin-yang’a geldiler. Mukan’ın desteğine rağmen Kuzey Ch’i’lerden çekinen Kuzey Ch’ou devlet adamları Sui eyaleti dükü Yang Chung’u başkumandan yapmıştı. Yang Chung’da Ta Hsi-wu’yu piyade ve süvarilerden oluşan 30 bin kişilik bir kuvvet komutasında Kuzey Ch’i’lere ait Hsing-ling kalesine doğru gönderdi. Bu kuvvetler Hsing-ling kalesini ele geçirdikten sonra Chin-yang’a ulaşarak Mukan’ın kuvvetleri ile birleşti. 564 yılında kuşatmaya başlayan iki ordunun planına göre önce Ch’ou’-ların az bir kuvveti saldırıya geçecek ve ardından Kök Türk orduları takip edecekti. Ancak yoğun yağışla bin li(ykl. 567 km)’lik alan karla kaplanmıştı. Üstüne Ch’ou ordusu kalenin 2 bin li(ykl. 1134 km) kadar yakınına geldiğinde Ch’i ordularının 82 aniden taaruzuna maruz kalarak bozguna uğradı. Ch’ou’lar bu

mu acaba?” Bkz. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 44-45, dipnot 167. 78 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 28. 79 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 39-40, 44-45. 80 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 45; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 28. 81 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 33. 82 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 26.

199


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

yenilgiyle geri çekilince Mukan bunu fırsat bilip 700 li(ykl. 400 km)’lik alanı yağma emri verdi. Önlerine çıkan herkesi öldürdü83 ler ve ellerine geçen her şeyi yağmalayarak geri çekildiler. Savaştan asıl karlı çıkan kişi, savaşta ordusunu yormayan ve 84 yağma yaptıran Mukan Kağan oldu. Bu seferden 5 ay sonra Ch’oular tekrar Ch’i’ler üzerine yürümek için Mukan’dan yardım istediler. 100 bin kişi ile Wo-ye’ye gelen Mukan, Ch’ou’ların Ch’i’ler ile anlaştığını gördü ve Ch’ou’ların kendisine ihanet ettiğini düşünerek geri döndü. Bununla da kalmadı, kızını gelin olarak göndermektende vaz geçti. Ch’ou’lar ise daha önce İmparatorlarının dördüncü kız kardeşi ve diğer akrabalarının Ch’i’lerin eline düşmüştü ve Mukan gelene kadar Ch’i’lerin esirleri geri vermeleri karşılığında barış yapma teklifini kabul etmişlerdi. Ancak böylelikle iki Çin devleti anlaşırken, Mukan’ı devre dışı bırakmış ve müttefikliklerini de bozmuş 85 oluyorlardı. Mukan ordusuyla Ch’ou’lardan ayrılarak Ch’i’lerin You eyaletine girdi ve buraları yağmaladı. Bir ay sonra aynı bölgeye bir kez daha akın yaptı. Kendisine saldıracağından korkan Ch’ou imparatoru Mukan’a elçi göndererek ona durumu izah etti. Açıklamalardan memnun kalan kağan, eski anlaşmayı tekrar geçerli kıldığını belirterek kızını göndereceğini bildirdi. Ancak 565 yılında 86 huzuruna kızını almaya gelen heyeti oyalayarak, mani oldu. 87 568 yılına kadar Mukan, kızını vermeye bir türlü yanaşmıyordu. Yine Ch’i meselesini gündeme getiren Mukan, Ch’ou’ları desteklemekten vazgeçtiğini söyleyerek kızını Ch’i’lere vermeyi düşündüğünü belirtti. Ch’ou’lu elçilerin sözünü tutmasına yönelik ısrarlarına Mukan hiç dikkate almıyordu. Tam bu esnada bir kar 83

Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 33. Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 29-30; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.29, 33-34, 42-43, 46-47 85 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 30; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 41-42, 45-46. 86 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 31. 87 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 31. 84

200


Hasan Göktürk Erdoğan

fırtınası koptu ve 10 gün boyunca devam etti. Orada bulunan tüm çadırların hepsi yıkıldı. Bunu Tanrı’nın kendisine verdiği bir ceza zanneden Mukan, sonunda kızını gelin olarak göndermeye 88 razı oldu. Prenses A-shih-na, bir imparatoriçenin yükselebile89 ceği tüm makamlara ulaştı ve 582 yılında hastalıktan öldü. 569 yılında, yani prensesin gönderilmesinden 1 yıl sonra, Mukan bir elçi aracılığıyla hediye olarak bir at gönderdi. Bu tarihten sonra binden fazla Türk, Çin başkentinde oturmaya başladı güzel giysiler giyip, etle besleniyorlardı. Ayrıca Ch’ou’lar her 90 yıl 100 bin top ipeği de vergi olarak Mukan’a gönderiyordu. 569 ve 572 yılı arasında Mukan Kağan hakkında pek fazla bilgiye rastlanmamaktadır. 572 yılında Mukan Kağan ölünce yerine kardeşi Taspar geç91 ti. Mukan’ın nasıl öldüğü hakkında herhangi bir malumatımız yoktur. Ancak Kök-Türk tarihinde adıyla düşmanlarına korku salan ve devleti güçlü yönetimiyle bir savaş makinesi haline getiren Mukan Kağan’ın 553-572 yılları arasında yaklaşık 20 yıl 92 kadar hüküm sürmüştü. Ölümü hakkında aldığımız tek haber de Kuzey Ch’ou’ların cenaze için taziyelerini gönderdiği elçilik heyetidir. Mukan’ın ölümünden yaklaşık 2 ay sonra İmparator Wu-ti’nin taziyelerini iletmek için Ötüken’e elçi olarak gönderilen Wang-K’ing’i karşılayan Türkler; elçinin cenaze usullerine uyması isteyerek ona hitaben şu sözleri söylediler:

“Bugüne kadar bize gelen elçilerden biri tesadüfen hükümdarlarımızdan birinin cenazesine rastlarsa, sadakatini kanıtlamak için bizim yaptığımız gibi, yüzünü bıçakla keserdi. Eğer

88

Ayrıntılı bilgi için bkz. Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu

Türkleri, s. 30. 89

Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 31-32; Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 36, 39-40. 90 Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 32. 91 Lev Nikolayeviç Gumilëv, Eski Türkler, s.48. 92 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.64.

201


Kök Türk Hükümdarı Mukan Kağan

devletlerimiz bu evlilik aracılığıyla birbirleriyle dost olduysa, bunu sizin de yapmanız gerekir.” 93 Fakat Wang-K’ing inat ederek buna karşı çıktı. Türkler onun prensiplerine bağlı olduğunu görünce, onu daha fazla zorlamadılar. Wang-K’ing’in bu davranışı daha sonra İmparator Wu-ti kulağına gidecek ve Wang-K’ing İmparator’un övgülerine nail 94 olacaktı.

KAYNAKÇA

BARTHOLD Vasiliy V., Kırgızlar, çev. Ufuk Deniz AŞÇI, Konya: Kömen Yayınları, 1. Baskı, 2002. CHAVANNES Edouard, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, çev. Mustafa KOÇ, İstanbul: Selenge Yayınları, 2. Baskı, 2013. De GROOT Johann Jacob Maria, 2500 Yıllık Çin İmparatorluk Belgelerinde Hunlar ve Türkistan, çev. G. Ahmetcan ASENA, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2. Baskı, 2011. DİVİTÇİOĞLU Sencer, Orta-Asya Türk İmparatorluğu, Ankara: İmge Kitabevi, 3. Baskı, 2005. GOLDEN Peter B., Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman KARATAY, Çorum: Karam Yayıncılık, 2. Baskı, 2006. GÖMEÇ Saadettin, Kök Türk Tarihi, Ankara: TÜRKSOY, 1997. GROUSSET René, Stepler İmparatorluğu, der. Ertuğrul TOKDEMİR – Mustafa DÖNMEZ, çev. Halil İNALCIK, Ankara: TTK Yayınları, 1. Baskı, 2011. GUMILËV Lev Nikolayeviç, Eski Türkler, çev. D. Ahsen BATUR, İstanbul: Selenge Yayınları, 7. Baskı, 2011. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 36. Baskı, 2014. KARATAY Osman, Hazarlar, İstanbul: Kripto Yayınları, 1. Baskı, 2014. KARATAY Osman, Türklerin Kökeni, İstanbul: Kripto Yayınları, 10. Baskı, 2014. 93

Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.42; Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler I-II-III, s. 32. 94 Liu Mau-Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s.42.

202


Hasan Göktürk Erdoğan

MANGALTEPE İsmail, “Avarlar”, Doğu Avrupa Türk Tarihi, ed. Osman KARATAY – Serkan ACAR, İstanbul: Kitabevi, 1. Baskı, 2013, s. 203-240. MAU-TSAI Liu, Çin Kaynaklarına GöreDoğu Türkleri, çev. Ersel KAYAOĞLU - Deniz BANOĞLU, İstanbul: Selenge Yayınları, 2. Baskı, 2011. ROUX Jean-Paul, Türklerin Tarihi, çev. Aykut KAZANCIGİL Lale ARSLAN-ÖZCAN, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 3. Baskı, 2007. SINOR Denis, “Kök Türk İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Yıkılışı”, Erken İç Asya Tarihi, der: Denis SİNOR (2012), çev. Talat TEKİN, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 383-424. TAŞAĞIL Ahmet, Çin Kaynaklarına Göre Türk Boyları, Ankara: TTK Yayınları, 2. Baskı, 2013. TAŞAĞIL Ahmet, Gök-Türkler I-II-III, Ankara: TTK Yayınları, 2. Baskı, 2014. TAŞAĞIL Ahmet, Kök Tengri’nin Çocukları, İstanbul: Bilgi Kültür Sanat Yayınları, 4. Baskı, 2015. VÁSARY István, Eski İç Asya’nın Tarihi, çev. İsmail DOĞAN, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1. Baskı, 2007.

203



ÇİN’İN KALBİNDE İSYAN: AN LU-ŞAN İSYANININ SEBEPLERİ İbrahim Doğukan Dokur ∗

B

ulunduğu bölgede her zaman etkin bir devlet yapısı olarak varlığı sürdürmüş olan Çin, Orta Asya coğrafyası içinde bulunduğu konum itibariyle önemli bir yere sahip

olmuş, dolayısıyla Orta Asya hâkimiyetinde her zaman belirleyici bir konum üstlenmiştir. Kendini tarih sahnesinde gösterdiğinden beri birçok farklı hanedan tarafından yönetilmiş, devletin üst düzey yönetici kademesi sürekli farklılıklar yaşamıştır. Bu hanedanlardan biri olan T'ang Hanedanlığını ön plana çıkaran kuşkusuz ki dönemin tarihine ve Orta Asya’nın kaderine yön veren olaylar silsilesidir. Bu hanedanlık zamanında ortaya çıkan büyük An Lu-Şan isyanına giriş yapmadan önce T'ang Hanedanlığı hakkında çok ufak bir giriş yapmak uygun olacaktır. Başlattığı isyanda Li Shimin babası olan Tang beyi Li Yuan’ı verdiği destek ve cesaretlendirmesi, kendisini imparator ilan ettirmesiyle isyanın gerçekleşmesinde ve başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. M.S. 618 yılından 920 yılına kadar Çin’de hüküm süren T'ang Hanedanlığı, Su-i Hanedanlığını Li Yuan önderliğin1

deki isyanla ortadan kaldırarak Çin’e egemen olmuştur. On altı yaşından yirmi dört yaşına kadar savaşmış Li Shinim, savaşlara en önde at sürmüş ve ordusunu çoğu zaman kendi yönetmiştir. Halkına karşı her zaman merhametli olmaya özen göstermiş dolayısıyla halkı tarafından da kabul gören bir yönetici olarak benimsenmiştir. Tabi ki oda her devlet yöneticisi gibi kendi

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, dogukandokur@yahoo.com. 1 Charles, Daily Life in Traditional China: The Tang Dynasty, s.1.


Çin’in Kalbinde İsyan: An Lu-Şan İsyanının Sebepleri

iktidarını sağlamlaştırmak için aldığı birtakım önlemler katı ve kanlı olmuştur. Kardeşlerini öldürmekle kalmamış onların çocuklarını da katletmiş, daha sonra babasından da tahtan çekilmesini istemiş ve böylelikle Çin’in tek hükümdarı olmuştur. Li Shimin bu yaptıklarını hiçbir zaman saklamaya çalışmamış aksine bunları haklı bir dayanakla açıklamaya çalışmıştır. Li Shimin’den sonra hükümdarlık görevine oğlu Li Ci gelmiş ve bu dönem Çin tarihiyle ilgilenen pek çoğunun yakından ilgilendiği bir dönem olmuştur. Bunun sebebi Li Ci’nin yaptığı köklü reformlar ya da kazandığı askeri başarılar değil karısı Wu Zetian’ın 2

yaptıklarıyla alakalıdır. 755 yılında imparator olarak tahta bulunan kişi Wu’nun torunu Li Longci idi. Huang Cho isyanı ile T'ang Hanedanlığının sonu geldi. T'ang Hanedanlığı birçok tarihçi tarafından Çin’in Altın hanedanlıklarından biri olarak gösterilirken özellikle Han Hanedanlığından sonra gelmiş en güçlü hanedanlık olarak değerlendirmektedir.

3

T'ang Hanedanlığı devlet

yönetimi ve sosyal yaşantı yönünden en iç açıcı ve görkemli dönemidir. Bu dönemde Çin’in toprak sistemi olan Cuntiyan 4

yenilenmiştir. Tarımın etkin bir şekilde yapılması dolayısıyla bol ürün güven duygusu arttı. Kuzey sınırında bulunan düşmanlarından kurtulmuş olması da T'ang Hanedanlığı döneminin bu kadar parlak geçmesinde de önemli bir etkendir. Tibetlilerle 2

Varlıklı bir ailenin çocuğu olan bu şahsiyet manastır yoluyla tanıştığı Li Ci’nin ilk önce odalığı olarak girmiş daha sonra İmparatoriçeliğe kadar yükselmiştir. Babası Li Shimin’in yanında savaşlara katılmış daha sonra bayındırlık bakanı olarak görev yapmıştır. Kocasının hastalığı süresince 6 yıl boyunca imparator naipliği yapmış ve 690 yılında T'ang Hanedanlığına son verip Cou Hanedanlığı kurmuştur. Ayrıntılı bilgi için: Huang Ryan, Çin Tarihi, Bir Makro Tarih Yaklaşımı, s. 119-124. 3 M.Ö 206 – M.S 220 de İmparator Gazaou olarakta bilinen Liu Bang önderliğinde Çin’de hüküm sürmüş ünlü Çin Hanedanlığı. Han hanedanlığı'nın bugünkü Çin’in Tarihini oluşumunda büyük etkileri olması bakımından Çin tarihindeki etkisi yadırganamaz. 4 Ryan, Çin Tarihi, Bir Makro Tarih Yaklaşımı, s. 111.

206


İbrahim Doğukan Dokur

evlilik yoluyla bağlar kurulmuş, Hindistan ve İran temaslarda bulunulmuştur. En uzun süren savaş Korelilerle olmuş ve bu mücadele 668’de Piyongyang’ın Çin kuvvetleri tarafından ele 5

geçirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ülkenin bu derece bolluk rahatlık kısacası refah içindeyken kendiliğinden gelen bir dini hoşgörü ortamı doğmuştur. T'ang Hanedanlığının kozmopolit yapısı içinde birçok dini grubunun da bulunması doğaldı ve bu hoşgörü ortamı içinde bu gruplara bir müdahale söz konusu değildi. T'ang Hanedanlığı neyi yanlış yaptı ki bu ihtişam ve refah bitti? Devletlerin hatta imparatorlukların yıkılmasındaki sebeplerin benzerleri T'ang Hanedanlığını da yıkmıştır. Devlet yönetimini hakkında bilgi sahibi olmayan, dolayısıyla devlet işleriyle ilgilenmeyen yöneticilerin başa geçmesi yönetimde tembellik ve sorumsuzluk doğurmuş aynı zamanda bu sorumsuzluk ortamında kalabalık Çin bürokrasisi daha kalabalıklaşmış ve ağır işleyen yağlı bir sisteme dönüşmüştür. Devlet yönetiminin bu denli kötü olması dolaylı yoldan ordu sistemini de etkilemiş ve devletin kuruluşundaki başarılardan eser kalmamıştır. Merkezin zayıflaması Tibetlilerin isyanını daha da durdurmaz bir hale getirmiştir. Hitaylar başlarındaki zalim Çinli yöneticilere karşı ayaklanıp bölgedeki Çin güçlerini yok etmişlerdir. Ölmüş askerlerin ceset6

leri şu anki Bejing’in yakınındaki vadiyi doldurmuştur . Bu örneğini verdiğimiz iç eyaletlerde ayaklanmaların patlak vermesi, dini hoşgörü ortamının ortadan kalkması kısacası hanedanlığın kuruluşunda olumlu olan ne var ise yıkılışında bunların aksi yönde gitmesidir. T'ang Hanedanlığını iki döneme ayırırsak eğer An Lu-Şan isyanına kadar olan bölümü hanedanlığın altın çağı olarak adlandırırken isyandan sonraki bölümü de çöküş olarak adlandırabiliriz.

5 6

Ryan, Çin Tarihi, Bir Makro Tarih Yaklaşımı, s.112. Charles, Daily Life in Traditional China: The Tang Dynasty, s. 5.

207


Çin’in Kalbinde İsyan: An Lu-Şan İsyanının Sebepleri

An Lu-Şan Kimdir? An lu-Şan’ın kimliği hakkında birçok farklı görüş ortaya atı7

lırken hepsinin buluştuğu ortak nokta melez oluşudur. Annesinin A-shih-te soyundan gelen Türk bir falcı kadın olduğu görüşü 8

hâkimdir. Pulleybank ise onun babasının Soğdlu bir asker oldu9

ğunu ilave etmiştir. An lu-Şan’ın menşei hakkında farklı yazarların farklı görüşleri olmasının sebebi, parlak T'ang hanedanlığı dönemine rağmen hakkındaki biyografilerin net olmamasından dolayıdır. T'ang Hanedanlığının o görkemine derin bir yara açan An lu-Şan bundan dolayı olacaktır ki barbar ve suçlu olarak ön plana çıkmıştır. An lu-Şan’ın doğumunu Çin kaynakları olağanüstü unsurlarla anlatır. İlk önce An lu-Şan’ın melez barbar olduğundan bahseder ve çocukluk adı Ya-lo-shan’dır. Annesi Ashih-te klanından şamandır. Hiç oğlu olmayan bu kadın tanrıya yalvarır ve tanrı onun yakarışlarına cevap verir. O gece kırmızı bir ışık Ya-lo-shan’ın yanında parıldar ve bütün vahşi hayvanlar ulumaya başlar. Astrologlar bu çadıra düşen ışığı şeytani bir ışık huzmesi olarak algılar. Bu sırada Han dükü Chang askerlerini bu çadırı aramak için gönderir. Burada aradıklarını bulamazlar fakat yaşlı ve gençleri öldürürler Lu-Shan birilerinin yardımıyla oradan kaçmayı başarır. Annesi onun ilahi olduğuna karar verir ve adını Türklerin de savaş tanrılarının ismi olarak kullandığı Ya-loshan adını verdi. Daha sonra annesiyle birlikte Türk topraklarına sığındılar. Annesi daha sonra Geberal An Po-chu’nun büyük kardeşi olan Yen-Yen’le evlendi

10

Eğer Türk destanlarına çok

azda olsa aşikârsak hikâye bize birçok destandan tanıdık gelecektir. Özellikle burada olduğu gibi menşei kökenli efsanelerde ışık fenomeni çok kullanılmaktadır. Işık tanrıyla kahramanlar 7

Gumiliev, Eski Türkler, s.469. Mau Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 363; İzgi , Wang Yen-Te’nin Seyahatnamesi, s. 33. 9 Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s. 19. 10 Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s.8. 8

208


İbrahim Doğukan Dokur

11

arasında bir arabuluculuk görevi üstlenmektedir. Oğuz boylarının oluşumunda mavi ışık içinde inen kızın bozok kolunu kurması, Cengiz Han’ın annesinin karnına giren ışık gibi örnekler verebiliriz. Büyüdüğünde insanların zihnini okuyup onlara göre hareket edebilen hırsız, suçlu, hilekâr biri olmuştur. Altı barbar dili bil12

mesinden dolayı onu Hu-şi-ya-lang olarak atandı.

13

Shou-Kuei

Fan-yang’da askeri yönetici iken Lu-Şan’un çaldığı bir koyun olduğu öğrenilir ve bu suç açığa çıkar. Fakat söylediği sözlerle onu etkiler, affeder ve onu ordunun ön saflarında göreve alır. An-lu Şan ve Shih Ssu-ming

14

orduda keşif subayları olarak gö-

rev yapmakta ve görevlerinde gayet başarılı olmaktadırlar. AnLu Şan’ın emrine ne kadar adam verilirse o her zaman daha fazla düşman adamı tutsak etmiş halde geri dönüyor ve her seferinde iyice göze giriyordu. O kadar göze girdi ki Shou-Kuei onu evlatlık edindi.

15

İmparator’a kendinden söz ettirdi ve kısa sürede

general olarak atandı. An-lu Şan görev yaptığı kuzey-doğu bölgesi sınırların en hareketli olduğu bölüm olarak göze çarpıyor. Bu bölgede barbar kavimler olarak atfedilen Moğol, Türk, Koreli, Tatari gibi kavimler bulunmaktaydı. Çin bu bölgeleri asayişini verdiği ilk barbar General An-lu Şan değildi. Altı dil bilmesi ve insanların zihnini okuması gibi özellikleriyle An-lu Şan bu bölge için biçilmiş kaftandı. Kendisine Şian’da saray yaptırıldı, imparator kendisine baba diye hitap etmesini isterken imparatoriçeye de anne demesini istedi. Doğumundan Çin ordusunun bir gene11

Bayat,Türk Mitolojik Sistemi 1, s. 194.

12

Devlet pazarlamacası. Mau Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 364.

13 14

An-Lu Şan’ın çocukluk arkadaşı ve onu isyanında destekleyen en büyük şahsiyetlerden biri. Ayrıntılı bilgi için14 Mau Tsai, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, s. 405. 15 Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s.8-10. 15 Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s.26.

209


Çin’in Kalbinde İsyan: An Lu-Şan İsyanının Sebepleri

rali olduğu döneme kadar An-Lu Şan’ın hayatına baktığımız zaman geçirdiği zor çocukluk, ölüm tehlikesi ve karakteri onun hayatına vereceği yönde çok etkili olmuştur. İsyanın Sebepleri ve Arka Planı Herhangi bir isyana nasıl tek bir boyuttan bakmak yanlış olursa An-Lu Şan isyanına sadece tek bir boyuttan bakmakta o kadar yanlış olur. Her isyanda olduğu gibi bu isyanında birçok farklı boyutları bulunmakta ve bu boyutların ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu isyan sadece ekonomik, siyasi, askeri ya da politik bir isyan deyip sadece bir açıdan bakmak yanlış olur. İsyanın ekonomik arka planına baktığımız zaman bu isyan kesinlikle açlık ve ümitsizlikten yakınan çiftçi ve köylü kısmının başlattığı bir isyan değildir. Öte yandan halkın ağır vergiler altında olması orduyu mensuplarının da tedirgin olmasına sebep oluyordu. Meseleyi daha derinlemesine incelediğimiz zaman asıl sıkıntının farklı konular olduğunu görüyoruz. Bunlardan biri daha önce hüküm sürmüş olan imparatorların ve imparatoriçenin zamanından kalma kişilerin devletin malını kendi servetlerini doldurmak amacıyla kullanmalarıdır. Özellikle İmparatoriçe Wu zamanında bu olayların hat safhada olduğu görülmüştür. Vergi vermek istemeyen Budist ve taoist rahipleri askere alarak onları vergi derdinden kurtarmak ya da devlet dairelerindeki yerlerini para karşılığında satarak ülke ekonomisinin altını üstüne getiriyorlardı. Li Longji özel ismi olan İmparator Hsüan-tsung başa geçtiğinde ilk olarak bunu ortadan kaldırmaya çalıştı.

16

Finansal

olarak reform yapmaya çalışanların karşılaştığı diğer bir problem ise evlerinden kaçıp göç eden ailelerdi. Bu aileler genellikle sınır kasabalarında yaşayan dolayısıyla Türklerin ve Hitayların baskısından, eğer onları alt etmiş imparatorluk ordusundan birileri varsa bu seferde aynı baskıyı onlardan gördükleri için kaçmış16

Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s.26.

210


İbrahim Doğukan Dokur

lardır. Evlerinden kaçan insanların tarıma dayalı bir toplumda ekonomiye verecekleri zarar oldukça büyüktür. Ekonominin çöküş yaşadığı noktalardan biride taşımacılık noktasındadır. Sui Hanedanlığının yaptığı kanallar büyük önem taşır. Binlerce kilometre suyolları, kanallar herkesin ortak çalışmasıyla yapıldı. Sarı nehri ve Yangtze birbirine bağlayan Pien kanalı yapıldı. Bu nehirlerin yapılmasında kullanılan para ve insan gücü çok fazladır. Bu olaylar İmparatorluğun zayıflıkları göz önüne seriyordu ticaret çok önemliydi ancak tek taraflıydı. Şiandan gelen mallara ödenen para güneydeki çiftçi ailelerine ödenen paradan daha çoktu. İki taraflı ticaret söz konusu değildi. Başkentte askeri bir gücün bulunmadığı gibi Osmanlıdaki geç dönem yeniçerilerine benzetilebilir. Ağır bir askeri bütçe yanında askeri ve sivil bürok17

rasi arasında uyumsuzluk artmaktaydı. Çin’in askeri yapısı fu18

ping olan milita sistemini kullanmaktaydılar. Sınır boylarındaki askerlerde genel olarak o bölgede bulunan barbarlardan alınan askerlerle oluşmaktaydı. Bunun en güzel örneğini An Lu-Şan yapmıştır. Şehirdeki ordu ise Çin’li aristokratların oğullarıyla oluşmuş bir merkez ordusu bulunmaktaydı. Ordu oldukça büyük olmasına rağmen siyasi otoriteye bağlılığı her zaman muallâkta kalmıştır. Saray entrikalarıyla sürekli iç içe olan bu ordu 731 yılında terfi etmelerine izin verilmeyen bir grup subay intihar etme kararı alınca imparatorla ters düşmüşlerdir.

19

Tibetlilerin

saldırılarına karşı çok başarı gösteremeyen bu ordu Kuzey ordusundan yardım istemiş bu ordu bile Tibet ilerleyişini büyük yaralar vererek durdurmuştur. 751 tarihi bu dönem için çok önemlidir.751 yılında yapılan Talas savaşı T'ang Hanedanlığına büyük bir darbe olmuştur. Arap ve Türk birleşik ordusuna bugünkü Kırgızistan’da yenilmişler

17

Ryan, Çin Tarihi, Bir Makro Tarih Yaklaşımı, s.128. Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s.61. 19 Gumiliev, Eski Türkler, s. 466 18

211


Çin’in Kalbinde İsyan: An Lu-Şan İsyanının Sebepleri

Çinli General Kao Hsien-chi birkaç bin savaşçısıyla Orta Asya’yı zor terk etmiştir.

20

Tarım havzası gibi Orta Asya’nın önemli bir

kısmını bin yıl gibi uzun bir süre tekrar elde edememiştir. Zira bildiği altı dil ve kurnazlığı sayesinde kuzey boylarının generalliğine kadar yükselmiş, daha sonda askeri zekâsıyla yerini sağlama alırken aynı zamanda Çin sarayını ve bürokrasisini çözmüş olacak ki verdiği rüşvetlerle, imparatora gönderdiği hediyeler ve iltifatlarla kendini vazgeçilmez biri haline getirmiştir. 754 imparatoru ziyaret ederek Ho-tung ve birkaç yerin kumandanlığı aldı, ayrıca isyan sırasında kullanacağı birçok suba21

yın terfisini sağladı . Merkezden uzak sınır boylarında bulunmaları An-Lu Şan gibi bir ‘barbar’ bu derece yükselip vazgeçilmez olmamalı diyen Yang Coucong gibi eleştiren sesler ise An-lu Şan’ın isyanına başlaması işin haklı sebepler doğurmasında yardımcı oluyordu. İsyanın Başlaması, Gelişimi ve Sonucu Aralık 755 yılında isyan bayrağını açan An-Lu Şan’ın Hopei’den yola çıkması Çin’in işgalinde stratejik olarak çok önemli bir noktaydı. Ch’ang-an’dan uzak olması sayesinde askeri hazırlığı yapmayı daha da kolaylaştırırken, aynı zamanda bu bölgenin tahıl ve arpa bakımından zengin bir bölge olması ordunun lojis22

tik bakımdan desteklenmesine büyük olanak sağlamaktaydı . Ho-pei’den trampetler eşliğinde yola çıkan An-Lu Şan 150.000 askeriyle birlikte yola çıktı. On askeri vilayetin üçünü elinde tutarken An-Lu Şan’ın kuzeni An Ssu-Shun Shou-Fang’ı tutuyor aynı zamanda Ko-shu Han, yarı Türk yarı İranlı Lung-yu ve Hohsi tutmakta ve Pei-t’ing ve An-shi Çinli olmayan yöneticilerin

20

Almas, Uygurlar, s. 136. Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi, s. 72. 22 Pulleybank, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, s.75. 21

212


İbrahim Doğukan Dokur

23

elindeydi. Sınır bölgesinde bulunması hasebiyle topladığı orduda büyük çoğunlukla Türklerden oluşmaktaydı. İmparator bu isyan hareketine karşı olarak An-Lu Şan’ın başkent de ikamet eden oğlu öldürdüler. Bugünki Beijing olan Fanyang’dan yola çıkan An-Lu Şan akın akın ilerliyor ve ilerlerken teslim olan T'ang subaylarına saygılı davranması onun faydasına oldu bu subaylarda sonuç olarak An-Lu Şan’ın ordusuna katıldı. Kurulan iki Çin ordusunu bertaraf edip hızla Lo- yang’ı ele geçirdi.(756) Karmaşadan yararlanan Tibetliler sınır Çin şehirlerini zapt etmeye başladılar. Lo-Yang’dan çekilen T'ang Ordusu Ch’ang-ın doğusunda gelip mevzilendiler. O sırada An-Lu Şan ordusunda çıkan karmaşayı çözdükten sonra İmparator Hsüang-tsung’u mağlup edip Ch’ang-an’ıda ele geçirdi. İmparator sih-ch’uan’a doğru kaçarken yanında bulunan askerler bu olayların sebebinin imparatorun karısının suçu olduğunu söyleyip onu ve başbakan görevindeki Yang Kui- Fei’yi öldürdüler. An-Lu Şan ardı ardına galibiyetler alıyor ve T'ang Hanedanlığı onu durduramıyordu. Bu sırada dış ülkelerden yardım teklifleri geliyor bu teklifler tabii ki Çin’e iyilik yapma amacıyla değil herkes kendi çıkarına yönelik hareket ediyordu. Çin’in içinde yapılacak bir savaş çok iyi ganimet anlamına gelirken aynı zamanda Çin ordusunu da imha edebilme şansı veriyordu.756 yılında harekete geçen Uygurlar ilk önce Tonha Kabilesini imha ettiler. Ardından Moyun-çur’un oğlu Ulug bilge yabgu 757 yılında 50.000 kişilik kuvvetiyle Çin topraklarına girerek An-Lu Şan’ın ordusunu arka arkaya yenilgilere uğrattı. Para karşılığında gelen Arap ve Hintlilerin Türk ordusunda bulunduğundan bahsedilmektedir.

24

Birleşik Türk Çin

ordusu kazandığı zaferler An-Lu Şan’a zor anlar yaşatmaya baş-

23

Pulleyblank, "The An Lu-Shan Rebellion and the Origins of Chronic Militarism in Late T'ang China", in Perry & Smith, Essays on T'ang Society, s. 43. 24 Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi, s. 74.

213


Çin’in Kalbinde İsyan: An Lu-Şan İsyanının Sebepleri

ladı. Etrafında belli bir sebeple toplanmış olan adamları yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Düzen ve disiplini bozulan bu ordunun artık bir zafer kazanması hemen hemen imkânsız hale gelmişti. Dönüm noktası ise An-Lu Şan’ın kendi adamları tarafından öldürülmesidir. Bu olaydan sonra Birleşik Çin ve Türk ordusu kaybetti başkentleri tekrar ele geçirerek isyana son verdiler. Ondan sonra oğlu isyanı sürdürmeye çalıştıysa da başarı elde edemedi Shis sih-min tarafından 759 yılında Lo-yang’ın batısında öldürmüştür. Çıkan iç isyanlar ve karmaşıklıklar nihai olarak 762 sonbaharında sona ermişti. İsyanın bastırılmasında Uygur kuvvetlerinin etkisi çok büyüktür. Birçok farklı kaynakta Çin’in Uygurlara ne kadar saygılı ve onlara muhtaç olarak yaklaştığından bahsederken bazı kaynaklar ise bunun tersinden bahsetmektedir. Bu objektif olmayan bakış açısının bir sonucudur. Biz olağan üstü olaylar ve tarihin magazinsel kısmını attıktan sonra elimizde kalan bilgileri değerlendirmekle mükellefiz. Bir Uygur müdahalesi olmasaydı An-Lu Şan’ın isyanı çok farklı sonuçlarla bitebilir belki de 136 yıl daha fazla yaşamamış T'ang hanedanlığı bu isyanla son bulabilirdi. Uyguların Çin’i bu durumdan kurtarmaları tabii ki Çin’in iyiliği için yapılmış bir durum değil kendi çıkarlarına yönelik bir hareketti. Uygurlar Çin’den her yıl 20.000 top ipek vergi vermeyi kabul etmiş karşılığında da Uygurlar onlara at göndereceklerdi. Uygurlar Çin’e yardımı sadece 20.000 top ipek için yapmamışlardı. Çin’i yağmalayıp yıktılar, ganimet topladılar.754 yılı kayıtlarında 50.000.000’u geçkin Çin Nüfusu varken 764 yılında 17.000.000’a yakın bir sayıya inmişti. Bu isyandan sonra T'ang hanedanlığını yazının başında ayırdığımız ikinci döneme yani çöküş dönemine girmişti.

KAYNAKÇA

ALMAS Turgun, Uygurlar, İstanbul, 2010. BAYAT Fuzuli, Türk Mitolojik Sistemi 1, İstanbul, 2007.

214


İbrahim Doğukan Dokur

BENN Charles, Daily Life in Traditional China: The Tang Dynasty, Westport, Greenwood Press, İngiltere, 2002 GÖMEÇ Saadettin, Uygur Türkleri Tarihi, Ankara, 2011. GUMİLİEV L. N., Eski Türkler, İstanbul, 2002. HUANG Ryan, Çin Tarihi Bir Makro Tarih Yaklaşımı, İstanbul, 2007. İZGİ Özkan, Wang Yen-Te’nin Seyahatnamesi, Ankara, 2000. MAU-TSAİ LİU, Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri, İstanbul, 2006. PULLEYBANK Edwin G, The Background Of The Rebellion Of An Lu-Shan, Oxford University press, 1955. ………., "The An Lu-Shan Rebellion and the Origins of Chronic Militarism in Late T'ang China", in Perry & Smith, Essays on T'ang Society, Leiden: E. J. Brill, 1976.

215



KARAÇAY-BALKAR TÜRKLERİNİN MENŞEİ TARTIŞMALARINDA ALANLAR VE ASLAR Umut Üren ∗

K

araçay-Balkar halkının etnik kökenine dair tartışmalar öncesinde, bu topluluğun birbirinden farklı, iki ayrı halk olmadığını ve kavim adlarının yaşadıkları coğrafi şartlar ekseninde bir gelişim gösterdiğini belirtmemiz gerekmektedir. Aynı etnik kökene, tarihe, dile ve kültüre sahip olan bu halk için komşu kavimler birtakım adlandırma tercihlerinde bulunmuşlardır. Genel bir özetle Karaçaylara AdigelerKaraşey ve Kuşha, AbhazlarKarça, Gürcüler Mukrçay, OsetlerAsi derken, Balkarları Gürcüler Basiyani, AbhazlarAzuho, OsetlerAsson, KabardeylerBalkar ve Kuşha olarak zikretmişlerdir. 1Karaçay-Balkarlar ise kendilerini Tavlu (Dağlı) olarak tanımladıkları gibi bölge tarihinde oldukça mühim bir yeri olan Alan ismini de benimsemektedirler. Bunun yanında Karaçay-Balkarlar, yaşadıkları farklı yörelere göre de Bashanlılar, Çegemliler gibi bölgesel adlandırmaları da kullanmaktadırlar. Kafkasya’nın kadim halklarından birisi olan Alan etnik adının Karaçay-Balkarlar tarafından kullanılmasının haklı tarafları mevcuttur. Günümüze kadar yapılan araştırmaların birçoğunda onların atalarının Alanlar olduğu iddia edilmiştir. Ancak bu halkın etnik temelini yalnızca Alanlara bağlamak için, KaraçayBalkarlara oldukça yakın görünen bir takım eski halkları görmezden gelmek gerekmektedir. Alan bahsi her zaman canlı tu-

Araş. Gör., Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, umuturen@gmail.com 1 Ufuk Tavkul, Karaçay-Balkarlar, (Der. U. Tavkul, Y. Kalafat), Karam Yay., Ankara-2003, s. 48.


Karaçay-Balkar Türklerinin Menşei Tartışmalarında Alanlar ve Aslar

tulmakla birlikte Büyük Bulgar’ın bakiyesi olduğunu düşündüğümüz Kara Bulgarlar ve sık sık Alanlarla karıştırılarak aynı kavim olarak sunulan Asların durumu Karaçay-Balkar halkının etnik kökeni tartışmalarında değerlendirmeye açıktır. Nitekim bugüne kadar Karaçay-Balkar kökenine dair yapılan çalışmalarda sözünü ettiğimiz bu üç etnos da taraftar bulmuş, bunların haricinde bazı âlimler Kıpçak ihtimali üzerinde durmuşlardır. Buradaki kısa incelememizde bizim önerimiz ise Karaçay- Balkarların etnik oluşum sürecinde aslan payına sahip topluluğun Kara Bulgarlar olduğu yönündedir. Kara Bulgar konusuna geçmeden önce Alan-As meselesine değinmemiz şarttır. Günümüze kadar yapılan çalışmaların çoğunluğunda Alan ve Asların aynı kimseler olduğu söylenmiştir. Buna itiraz edenlerin sayısı ise son derece azdır. Bu öneriyi reddedenlerden biri olan Marquart’a göre Aslar, yerleşik Alan hal2 kından farklı olan bozkırlı göçebelerdir. Alan ve Asların bölgeye aynı konfederasyon dâhilinde geldikleri fikrine herhangi bir itiraz bulunmamaktadır. Kaldı ki bu oluşum içerisinde daha başka unsurların da var olduğu bilinmektedir. Bu ilk göçler esnasındaki tablonun tam olarak belirlenmesi oldukça güçtür. Ancak bilinen nokta bir süre sonra topluluğu oluşturan üyelerin müstakil hareket etmeye başlamalarıdır. Alan ve Aslar için bu ayrımın en net görüntüsünün Hazar çağında olduğunu söylemek yanlış olmaz. Aşağıda ayrıntılarına değineceğimiz pek çok kaynak da bu durumu açıkça göstermektedir. Alan ve Asların ayrı halklar olarak izlenebilirliği bölgeye yapılan Moğol seferleri ile sekteye uğramıştır. Bu seferlerde esas darbeyi yiyen Alanlar olmuş ve doğu kaynaklarında (Çin-Moğol) Asut adlandırması başlamıştır. 3Bu tarihlerden sonra bölgeye gelen bazı seyyahların verdikleri bilgiler de iki kavmin birbirine karıştırılmasına vesile olmuştur. Ünlü Moğol seyahatini gerçekleştiren PlanoCarpini, Alan ve Asların aynı kimseler olduklarını

2 3

M. I. Artamanov,Hazar Tarihi, Selenge Yayınları, İstanbul-2004, s. 456. Paul Pelliot, Notes on Marco Polo, Paris-1959, s. 17.

218


Umut Üren

4

söylemiştir. Yine XIII. yüzyılda Moğollarla ilgili haberleri aktaran William Rubruck, eserinde As denilen Alanlarla irtibata geçtiğini 5 kaydetmiştir. Bu kısa haber bazı Alanların sonradan As adını kullanmaya başladığını düşündürmektedir. (Moğol ve Çin topraklarına götürülen Alanların Asut olarak adlandırılmasıyla ilgilidir) Kafkasya’da Alanlara dair haberler milattan önce birinci yüzyıldan itibaren gelmeye başlamaktadır. Eskiçağ yazarlarının birçoğunun belirttiğine göre Alanlar, Sarmat konfederasyonuna dâhil bir kavim idi. Bu üst ismin altında Alan varlığının kesinliğine işaret eden bir takım kayıtlar mevcuttur. 69-96 yılları arasında Roma toplum yapısına dair notlar aktaran kaynak M. ValeriusMartialis’in eserinde “Sarmat atları üzerinde Alanlar” ifadesi 6 geçmektedir. Bu büyük Sarmat birliğin dağılmasının ardından Hazar’ın batısında Kafkas dağlarının eteklerinde hâkimiyetlerini sürdüren Alanlar, Hunların bölgeye gelmesiyle (355-365) birlikte ilk ciddi mağlubiyetlerini almışlardır. Kavim hakkında ayrıntılı bilgileri edindiğimiz Ammianus Marcellinus’un kayıtlarına göre “uşaklığı bilmez, asil kandan 7 gelen Alanlar” kati bir suretle Hun hâkimiyetine girmişlerdir. Balamir idaresindeki Hun ordasına dâhil edilen Alanların önemli bir kısmının Gotlara karşı savaştığı ve Kavimler göçü denilen hareketlenmeler çerçevesinde önce İspanya ardından kuzey Afrika’ya kadar göç ettikleri bilinmektedir. Artamanov, her ne kadar, Hunların bölgeye geldikleri sırada Alanların sayıca az olduğunu belirtmişse de bölgede ciddi bir Alan nüfusunun oldu8 ğunu düşünmekte herhangi bir sakınca yoktur.

4

Zuckerman, Alani i Asi V Rannem Srednevekove, 2005, s. 79. Zuckerman, Alani i Asi V Rannem Srednevekove, s.79. 6 Agusti Alemany, Sources on theAlans A Critical Compilation, Brill, 2000, s. 14. 7 Ammianus Marcellinus, Book III, Londra- 1939, s. 380-391. 8 M. I. Artamanov,Hazar Tarihi s.63. 5

219


Karaçay-Balkar Türklerinin Menşei Tartışmalarında Alanlar ve Aslar

Kaldı ki Moğol çağına kadar Kafkaslarda Alanların isimleri anılmaya devam etmiş, Bizans, İran gibi büyük güçlerin müttefiklik çağrılarına muhatap olacak kadar bölgede söz sahibi olmuşlardır. Özellikle Bulgar ve Hazar hâkimiyetlerinin çökmesinin ardından Alanlar en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Ortaçağ Arap seyyahlarının eserlerinde de bu durum açık bir şekilde görülmektedir. Yakut el-Hamevi, Mucem-ü'l Buldan adlı eserinde Alan kralının otuz bin askerinin olduğundan bah9 setmektedir. Bir diğer kaynağımız İbn’ül Esir’de de "... Moğollar Şirvan

Derbendini aştıktan sonra bu bölgede yollarına devam ettiler... Nihayet kalabalık kitlelerden oluşan Alanlar diyarına ulaşmışlardı” şeklinde bir kayıt mevcuttur. Alanlar için Kafkasya’daki müreffeh günler Moğolların bölgeye düzenledikleri seferler ile kesintiye uğramıştır. Bu seferlerden ilki 1219-1221 yıllarında ikincisi ise Ögeday Han’ın hükümranlığı döneminde gerçekleşmiştir (1229-1241). Moğol akınları karşısında yenik düşen ve Altın Orda hâkimiyetinde iyice zayıflayan Alanlar Macaristan ovalarından, Çin içlerine kadar oldukça uzak coğrafyalara dağılmaktan kurtulamamışlardır. Bu göçlerden geriye kalan Alan bakiyeleri bölgede varlıklarını sürdürmeyi başarmışlar ve yeni oluşumlara etnik kaynak teşkil etmişlerdir. Buna bağlı olarak çağdaş Kafkas halklarından birçoğunun Alanlarla bağlantılı olduğu yönünde iddialar öne sürülmüştür. Bunlar arasında Karaçay-Balkarlılar haricinde özellikle Osetlerin Alanların torunları oldukları üzerinde durul10 maktadır. Aslar bahsine gelecek olursak; sürekli olarak Alanlarla birlikte anılan bu kavmin tarihi serüvenini izlemek nispeten daha güçtür. Alan adına az önce sözünü ettiğimiz gibi I. yüzyıldan

9

Yakut el-Hamavi, Mucem-ü’l-Buldan, Beyrut: Darü's-Sadr, 1977 s. 246. M.,Hon. Rostovtzeff - D. Litt, Iranians-Greeks in South Russia, Oxford-1922, s.114.

10

220


Umut Üren

itibaren rastlanırken As etnik ismi ve varyantları daha erken 11 dönemlere uzanmaktadır. Coğrafi olarak da birbirinden oldukça uzak bölgelerde Aslarla alakalandırılabilecek bazı kavimler karşımıza çıkmaktadır. (Macar ovasında Yaslar, İç Asya’da Azlar) Burada sözünü edeceğimiz Aslar, Kafkasya’da Alan komşuluğunda yaşayan ve birçok araştırmacının Alanlarla aynı halk olarak gösterdiği kimselerdir. Alanların İranîlikleri konusundaki peşin yargı burada da karşımıza çıkar. Konuyu dağıtmama gayesiyle, oldukça çetrefilli bir soru olan Alan ve Asların etnik aidiyeti meselesine değinmeyeceğiz. Ancak her iki grup içinde de ağırlıklı bir Türkî unsurun varlığından emin olduğumuzu söylememiz gerekmektedir. Bunu Çin kaynaklarından da teyit edebilmemiz mümkündür. Sui-shu, Alanlardan bahsederken onların Bizans doğusunda yaşayan göçerler olduklarını ve esas kütlelerinin Türklerden oluştuğunu kaydet12 mektedir. Erken dönemlere ait haberleri ihtiva eden VII. yüzyıl Ermeni coğrafyasında Alan ve Aslar müstakil halklar olarak kaydedilmiş13 lerdir. Kafkasya’da Hun-Bulgar ve Hazar hâkimiyetlerinin yaşandığı günlerde Aslar adeta bir istirahat dönemi geçirirken, Alanlar bölgede daha aktif bir rol oynamışlardır. Nitekim bu durum kaynaklara da yansımış, özellikle Bizans, Ermeni, Gürcü ve İran kaynaklarında As ismine nadir rastlanırken Alanlar sıklıkla kendilerinden söz ettirmişlerdir. Hazar devletinin çöküş sürecine girmesinin ardından ise artık Alanlar en parlak dönemlerini yaşamaya, Aslar da daha müstakil bir biçimde hareket etmeye başlamışlardır. Bu vaziyeti dönemin kaynaklarında rahatça izleyebiliyoruz, eserlerde Alan ve Aslar ayrı halklar olarak kaydedilmişlerdir. 11

Mirfatih Zekiyev, Türklerin ve Tatarların Kökeni, İstanbul: Selenge Yayınları, 2. Baskı, 2007, s. 201. 12 Paul Pelliot, Notes on Marco Polo, s.17. 13 Zuckerman, Alani i Asi V Rannem Srednevekove, s.79.

221


Karaçay-Balkar Türklerinin Menşei Tartışmalarında Alanlar ve Aslar

Biruni, Aslarla Alanların birbirinden farklı halklar olarak belirtirken, vaktiyle Amu Derya’nın aşağı kısımlarında yaşadıkların14 dan söz eder. Bir diğer eser Kitâb el-Coğrafya’da el-Mağribi, “Gürcistan’ın doğusunda Alan ülkesi bulunur. Bunlar Hristiyanlaşan Türklerdir, Alanlardan sonra Türklerden As denen kavim 15 bulunur” demektedir. Ebu’l-Fida’nın Takvim’ül Buldan isimli eserinde Alan kabilesi Hristiyanlaşmış Türklerdir. Bunlar bu bölgede pek çok halktır… Bab el-Ebwab’ın ötesinde As diye adlandırılan ve kendileri ile aynı şartlara ve aynı inanca sahip bir Türk kavmi ile komşudur16 lar” kaydı ile mevcut durumu açıkça göstermektedir. El-Dımaşkî de Karadeniz kıyılarında oturan Türk halklarını anlattığı satırlarda, Kafkaslarda Hristiyan Burcan ve Alanların 17 meskûn olduğunu belirtir. Bunların komşuluğunda al-Azkas adında bir halkın varlığını bildirir. Alemany’nin Batı Çerkezleri olarak düşündüğü bu halkın Aslar olması gerekmektedir. Asların müstakil bir topluluk olarak gösterilmesi yalnızca Ortaçağ Arap coğrafyacılarının eserlerinde rastlanan bir durum değildir. Rus yıllıkları bölgedeki Yaslardan bahsederken onları 18 Alanlardan ayırmaktadır. Cambridge Hazar Belgesi veya Kenize Mektubu olarak anılan ve Hazar tarihi çalışmalarında oldukça önemli bir yeri olan mektuplaşmalar da bu konuda bilgi vermektedir. Yazarı ve muhatabı meçhul bu gizemli mektupta Alanlar ve Aslar açık bir şekilde 14

Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk Tarih Kurumu, 2. Baskı, Ankara 2001, s.201. 15 Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s.208. 16

Géographie D’aboulféda, TexteArabe, Paris-1840, s. 203; Peter Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, Çorum: Karam Yay., 2006, s. 467. 17 Agusti Alemany, Sources on theAlans A Critical Compilation, s. 254255. 18 Osman Karatay – Giorgi Kakhniashvili, “Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?”, III. International Congress of Caucasiologists, Tiflis, 23-26 October, 2013.

222


Umut Üren

ayrılmıştır. Hatta mektubun sonunda Aslar, Hazar’ın düşmanı 19 halklar olarak zikredilmişlerdir.

Bir adım daha ileriye gidecek olursak, bu kadim halklardan, Karaçay-Balkar toplumunun etnik temelinde daha büyük katkı sahibinin Aslar olduğunu söyleyebiliriz. Kaynaklardaki bir takım ifadeler de bunun göstergesi olabilir. Örneğin İbnRusta, X. yy.’da Gürcistan’ın uzak sınır boylarında Tavlu-Asların yaşadıklarını 20 kaydetmiştir. Bu adı Karaçayların kendileri için kullandıklarını biliyoruz. XIV. yüzyıl ve daha sonraki dönemlere ait Gürcü vaka21 yinamelerinde Balkarlar için Basiani kullanımı mevcuttur. Buradaki –ani son eki çoğul manası vermektedir. Hatta bugün Asların torunları oldukları söylenen Osetler dahi Balkarlar için As

19

Osman Karatay, “Hazarların Musevileşmesine Dair Bir Belge: Kenize Mektubu”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı:18, Yaz-2008, s. 14-15. 20 Miziyev, İstoriya Karaçaevo Balkarskogo Naroda s Drevneyşih Vremen Do Prisoedineniya k Rossi, Nalçik, 1994, s. 11. 21 Miziyev, İstoriya Karaçaevo…, s. 13.

223


Karaçay-Balkar Türklerinin Menşei Tartışmalarında Alanlar ve Aslar

adlandırmasını kullanmaktadırlar ve bölgeye Assiag demektedir22 ler. Alanlar gerek Hun çağında gerekse Moğol çağında tam palazlanmaya başladığı dönemlerde büyük göçlere maruz kalıp, ciddi nüfus kayıplarına uğrarken Asların mevcut durumlarını muhafaza edebildikleri anlaşılmaktadır. Karaçay-Balkar halkının etnogenezinde, bizim için asıl üzerinde durulması gereken topluluk, ilk başta da belirttiğimiz gibi Kara- Bulgarlardır. Ortaçağ kaynaklarının önemli bir kısmında Kara Bulgarlar olarak zikredilen bu kavim Kubrat Han’ın öncülüğünde kurulmuş olan Büyük Bulgar Devleti’nin yıkılmasından sonra, Kafkas coğrafyasında mevcudiyetini devam ettiren Bulgar ordasıdır. Bizans kaynaklarından da açık bir şeklide takip edilebildiği üzere, Kubrat öldüğünde geriye beş oğlu kalmış ve çocukları kısa bir süre sonra kendilerine bağlı boylarla birlikte farklı bölgelere göç etmişlerdir. Nikephoros’unanlatımlarına göre “(Kubrat) öldüğünde, kendilerine karşılıklı dostlukları sayesinde mülklerinin korunabilmesi için hiçbir durumda ayrışmamalarını öğütlediği beş oğul bıraktı. Fakat baba nasihatine fazla kulak vermediler ve kısa bir süre sonra her biri halklarından kendi payını alarak 23 lar”. Bu oğullardan Asparuh Tuna civarı, Alzeco İtalya ve KuberPanonya arazisine göçerken Batbayan ve Kotrag yurtlarında kalmıştır. Theophanes, Batbayan ve Kotragla ilgili olarak, “Batbayan adlı en büyük oğul babasının buyruğunu gözetti ve bugüne kadar ata toprağında kaldı. Kotrag adlı ondan küçük kardeşi Don 24 nehrini geçti ve ağabeyinin karşı tarafına yerleşti” demektedir. Bölgede kalarak Hazar hâkimiyetine giren Batbayan ve Kotrag’a bağlı boylar daha sonraları Kara Bulgar olarak anılmışlardır.

22

Miziyev, İstoriya Karaçaevo…, s. 70. Nikephoros, Short History, Ed. Cyril Mango, Washington, 1990, s. 89. 24 Theophanes, The Chronicle of Theophanes the Confessor, Çev. C. Mango - R. Scott, New York, 1997, s. 498. 23

224


Umut Üren

Harita:Kubrat’ın Oğullarının Göç Yönleri

A. Miller, yapmış olduğu kazılar neticesinde bugünkü Karaçay-Balkarların, Kara Bulgarların torunu olduğunu öne sürmüştür. A. Miller’ın buradaki temel dayanağı Bulgar-Balkar adları arasındaki benzerlik olmuştur. 1930’lu yılların başında ileri sürülen bu tezin doğruluğu yönünde başka çalışmalar da mevcuttur. V. Minorsky ve J. Marquart gibi âlimler Miller’in açıklamalarını haklı bulan isimler arasındadır.Artamonov da Kuban’da yaşayan Kara Bulgarların Karaçay-Balkarların atası olduğunu kabul etmektedir. Karaçay-Balkarların önceleri bugünkü Çuvaşlar gibi lr Türkçesi konuştuklarını, ancak XV. yy.’dan önceki bir zaman diliminde ş-z Türkçesini kullanmaya başladıklarını belirten Togan da onların Kara Bulgarların devamı olduğunu söylemiştir. M. F. Kırzıoğlu ve F. A. Nuretdinov, Karaçay-Balkarlar ile Kara Bulgarlar arasındaki etnik bağlantıya atıfta bulunarak, Kırzıoğlu her seferinde bu halkın, Kara Bulgarların torunu olduklarını yinelemiştir. Kuban nehrinin sağ tarafındaki Humara’da yapılan kazılarda gün yüzüne çıkarılan eski Türk yazıtlarında Kara Bulgar ve Karaçay-Balkarlar arasındaki bağlantıya dair bir takım izler mevcut225


Karaçay-Balkar Türklerinin Menşei Tartışmalarında Alanlar ve Aslar

tur. Dilbilimcilere göre bu yazıtlarda kullanılan dil ile Karaçay25 Balkar dilinin fonetiği birbirine oldukça yakındır. Runik harfli yazıtların birinde yıl için kullanılan “cal” kelimesi karşımıza çıkmaktadır. Ana Türkçe kelime başındaki y’nin Bulgar Türkçesinde 26 d ve c seslerine dönüştüğü bilinmektedir. Yine burada M. Habiçev’in okuduğu bir yazıtta geçen elteber unvanı da oldukça önemlidir. İbnFadlan seyahatnamesinde de geçtiği gibi, elteber 27 Bulgarlarda bir yönetici unvanı idi. Aradaki bağlantıyı açıklamaya çalışan araştırmacılardan, İ. Miziyev de yer adlarına dikkat çekerek Bulgaristan ve Karaçay-Balkar coğrafyasındaki bazı isimlerin benzerliği üzerinde durmuştur. Bunlardan başka Karaçay-Balkarlara ait köy isimlerinin bazıları da eski Bulgar boylarının isimlerini taşımaktadır. Bunlardan Çegem vadisinde bulunan Güdürgü köyünün ismi Bulgarlığın oluşumundaki temel dinamiklerden birisi olan Kuturgu/Kutrigur’u akla getirmektedir.

KAYNAKÇA

ALEMANY Agusti, Sources on theAlans A Critical Compilation, Brill, 2000. AMMIANUS Marcellinus, Book III, Londra, 1939. ARTAMANOV M. I.,Hazar Tarihi, İstanbul: Selenge Yayınları, 2004. GÉOGRAPHIE D’ABOUL FÉDA, Texte Arabe, Paris, 1840. Golden Peter, Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. Osman Karatay, Çorum: Karam Yay., 2006. İBN FADLAN SEYAHATNAMESİ, Çev. Ramazan Şeşen, İstanbul: Yeditepe Yay., 2012.

25

Miziyev, İstoriya Karaçaevo…, s. 59. Tavkul, “Karaçay-Balkar Halkının Kökeni”, Türk Yurtları, Yaz-1990, Sayı:3, s. 38. 27 İbn Fadlan Seyahatnamesi, Çev. Ramazan Şeşen, Yeditepe Yay., İstanbul-2012, s. 23. 26

226


Umut Üren

KARATAY Osman, “Hazarların Musevileşmesine Dair Bir Belge: Kenize Mektubu”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı:18, Yaz, 2008. KARATAY Osman- KAKHNIASHVILI Giorgi, “Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?”, III. International Congress of Caucasiologists, Tiflis, 23-26 October, 2013. Miziyev, İstoriya Karaçaevo Balkarskogo Naroda s Drevneyşih Vremen Do Prisoedineniya k Rossi, Nalçik, 1994. NIKEPHOROS, Short History, Washington: Cyril Mango, 1990. PELLİOT Paul, Notes on Marco Polo, Paris, 1959. ROSTOVTZEFF M.,Hon. D. Litt, Iranians-Greeks in South Russia, Oxford, 1922. ŞEŞEN Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2. Baskı, 2001. TAVKUL Ufuk, Karaçay-Balkarlar, (Der. U. Tavkul, Y. Kalafat), Ankara: Karam Yay., 2003. ………., “Karaçay-Balkar Halkının Kökeni”, Türk Yurtları, S. 3, Yaz, 1990. THEOPHANES, The Chronicle of Theophanes the Confessor, Çev. C. Mango - R. Scott, New York, 1997. YAKUT EL-HAMAVİ, Mucem-Ü'l-Buldan, Beyrut: Darü's-Sadır, 1977. ZUCKERMAN, Alani i Asi V Rannem Srednevekove, 2005. ZEKİYEV Mirfatih, Türklerin ve Tatarların Kökeni, İstanbul: Selenge Yayınları, 2. Baskı, 2007.

227



ORTAÇAĞ DAĞISTAN’INDA POLİTİK BİR OLUŞUM: SERÎR KRALLIĞI Didem ÇATALKILIÇ∗

5.

ve 10. yy Dağıstan tarihinde açık olarak 2 faktör gözlemlenmektedir: halkların büyük göçü ve feodalitenin başlangıç evresi. Bu zeminde Dağıstan’ın etnik haritası değişim sürecinden geçmiş ve karmaşık toplumsal katmanlaşmayla önemli bir etno-politik oluşum biçimlenmiştir. Bölge halklarının etno-sosyal gelişimi ise kendine has özelliklere sahiptir. Nispeten büyük olmayan topraklarda iç içe geçmiş halkların kaderi İber-Kafkas, İran, Türk dil aileleri ile temsil edilmektedir. Türk boylarının egemenliği bütün durumu kökten değiştirmiştir. Dağıstan toplumunun tarihsel, kültürel, ekonomik ve sosyal hayatında, Dağıstan’ın İran’ın politik nüfuzuna ve 7. yy’ın ortalarında Arap-Hazar çatışma alanına girişi iç ve dış politikada önemli rol oynamıştır. Sosyal eşitsizliğe götüren iç süreç ile beraber, 5. ve 10. yy’da politik olarak yekvücut olamamış Dağıstan topraklarında, Arap kaynaklarına göre irili ufaklı birkaç devlet var olmuş1 tur. Kafkas Albanyası’nın dağılmasıyla, eski Alban topraklarında yeni kurulan devlet oluşumlarından en önemlisi Avar topraklarındaki Serîr krallığı olmuştur. Oluşumu 6-7. yy’a giden Serîr krallığı eski Kafkas Albanya’sının ekonomik, sosyal ve kültürel kazanımlarını miras almış, önceden Kafkas Albanya’sına bağlı ∗

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, didem.catalkilic@hotmail.com. 1 Gadjiev V. G., İstoriya Dagestana, Tom I, Moskva, 1967; Gadjiev M. G.Şihsaidov A. R.- Gadjiev V. G.- Osmanov A. İ., “Stranitsı İstorii”, S. A. Arutyunov- A. İ. Osmanov- G. A. Sergeeva, Narodı Dagestana, Moskva: 27-36, 2002, Kafkasya’da merkeziyetçi bir devlet kurulamamış, Kafkas devletleri hep federal bir rejime sahip olmuşlardır (Berkok 1958: 260).


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

erken dönem Dağıstan halklarının çoğunu birleştiren önemli 2 feodal devlet oluşumu olarak ortaya çıkmıştır. Dağıstan halkla3 rının genel eğilimi tek devlet yaratma yönündedir. Erken ortaçağ Dağıstan’ın da 5. ve 6. yy’da Avarların yaşadığı, Arap yazarla4 rın adlandırmasıyla büyük politik oluşum Serîr Krallığı’dır. Serîr krallığı belki de ortaçağ kabilelerinin ötesinde kuzey doğu Kaf5 kasya’da kurulmuş ilk birliktir. Avar Adlandırması Dağıstan’ın kadim halklarından Avarlar hakkında var olan bütün rivayetleri özetleyen ünlü araştırmacı M. A. Aglarov; Dağıstan Avarlarını, göçebe Avarların doğrudan bir kalıntısı olarak tanımlanmamış, Dağıstan halklarının etnogenezinde göçebe Avarların sadece bir kısmı yerel etnik çevrede eridiğini söylemiştir. Diğer bir mesele, eğer yerel halk göçebe Avarlar arasında erimiş olsaydı sadece isimlerini değil dillerini de verirlerdi. O zaman göçebe Avarların kalıntılarının Dağıstan’da olduğunu söylemek mümkün olacaktı. Avarlar kendilerine ‘Dağlı’ anlamına gelen ‘Maarulal’ (maar: dağ) adını vermişlerdir. Dağlı Avarlar (Maarulal) kendilerini önceden böyle adlandırmadıkları için Dağıstanlı dağlılara gerçek anlamda göçebe Avarlara isim verip vermedikleri sorusu ortaya çıkmıştır. Tarihte kendilerini komşularından farklı adlandırdıkları pek çok örnek vardır. Bütün bunlar göçebe Avarların yerel halka kendi isimlerini verdiklerini düşündürmektedir, ama bu düşünce sonuçsuzdur. Ne var ki, bugün resmi olarak maarulal (dağlılar) Avarlardır ve bu gerçek bir açıklama talep etmektedir. Fars tarihçi İbn Rustah “Ve yükalü lehüm Avar” ve Gerdizî, Serîr kralının Avar olarak çağırıldığını kaydet2

Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, Mahaçkala, 2005, 78, 79, 80, 83. 3 Gadjiev V. G., İstoriya Dagestana, s.121. 4 İslammagomedov A. İ., “Avartsı”, S. A. Arutyunov- A. İ. Osmanov- G. A. Sergeeva, Narodı Dagestana, Moskva: 115-148, 2002, s.118. 5 Jaımoukha Amjad, The Chechen Handbook, London And New York, 2005, s.32,33.

230


Didem Çatalkılıç

mişlerdir. Bu yüzden, geleneksel literatürde bu isim bir zamanlar Avar kralına bağlı olan halkı ifade için kullanıldı. Böylece Serîr 6 kralının adı olan Avar, Serîr’in sakinlerini için kullanıldı. Minorskiy ise Avar adının komşularının bazıları (Kumuk, Dargi) 7 tarafından onlara verildiğini söylemiştir. M. A. Aglarov ise Serîr kralının adının “Avar” olmasına dikkat çekmiş ve bu durumu bir şahsın adının bir halkın adı olarak kullanılmasının bir örneği olarak göstermiştir. Serîr Krallığı’nın sınırlarının 6. yy’da göçebe Avarların yaşadığı bölgeye komşu olduğunu bu komşuluktan bir isim doğabileceğini dile getirmiş8 tir. J. Markvart ve V. Minorskiy, yaklaşık 600 yılında göçebe Avarlar’ın bir kısmı Asya’dan Avrupa’ya giderken Dağıstan yakınlarından geçtiğini yerli ortamda eridiklerini ve kendi isimlerini verdiklerini söylemektedirler. Macar araştırmacı István Erdélyi, göçebe Avarların batıya doğru gittiklerini, kuzey Dağıstan steplerinde geçici bir süre durduklarını, Serîr krallığının müttefikleri olduklarını ya da politik açıdan itaat altına aldıklarını var saymaktadır. Diğer bir araştırmacı Károly Czeglédy ise Avarlar ve

6

Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s.100,101; Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2001, s.88; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1961, s. 33; Tavkul Ufuk, Kafkasya Gerçeği, Selenge Yayınları, İstanbul, 2007, s.182; Carrere D’encausse H.-Bennıgsen A.,“Avars”, The Encyclopaedia of Islam, V. I, 1960, London: 755-756, s.755. 7 Mınorsky V. F., A History Of Shravan And Darband İn The 10th-11th Centuries, Cambridge, 1958, s.98. 8 Nevruz Yılmaz, Umumî Kafkas Tarihi’ne Giriş Başlangıçtan Moğol İstilasına Kadar, C. I, İstanbul, 2013, s. 357. Etnos adıyla, etnosa mensup insanların benimsedikleri etnonim aynı olmayabilir. Aynı adı taşıyan birkaç değişik etnosa ya da farklı adları taşıyan tek etnosa rastlayabiliriz (Gumilev 2004: 107).

231


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

Dağıstan Avarları arasındaki her bağlantıyı birbirlerinden çok 9 farklı dilleri konuştukları gerekçesiyle reddetmektedir. Serîr Adlandırması Arapça’da taht anlamına gelen, Fars-Arap coğrafya geleneği ile bağlantılı olan Serîr kelimesi altın tahtın kralı olarak açıklan10 maktadır. Bir şehir veya halk adı olmayan Serîr, İstahri’ye göre 11 hem ülkenin hem de devletin ismidir. Artamonov ise Hazarya’da Yahudilerin kutsal kitaplarını sakladıkları “Seir” dağının Dağıstan’ın eski ismi Serîr ile özdeşleş12 tirmektedir. Evliyâ Çelebi’ye göre,“Hazret-i Süleyman, Belkıs Hatun ile ve

yer götürmez ins ü cin ve bütün emrine boyun eğmiş olan yaratıklar ile Elburz Dağı’nı seyretmeye geldiğinde havada uçan tahtını bu şehirde kor. Ondan sonra Elburz Dağı’nı seyredip bu şehir imar eder. Tahtı (seriri) burada kalmadığından Serirü’l-lân şehri diye isimlendirir. Yani serir, Hz. Süleyman tahtıdır. Lân, Farsça’da yuva demektir, bir lügatte serir, seyran edici (gezici)

9

Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s.99, 100; Erdélyi István, “Avarlar”, (Çev. Kürşat Yıldırım), Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XIII/2: 337-346, 2013, s. 340. Avarcada bulunan Türkçe sözcüklerin sayısı, Adigece ve Osetçede bulunan Türkçe sözcüklerden fazla değildir (Baytugan 2000: 14). 10 Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s.79; Karaulov N. A., “Svedeniya Arapskih Pisateley O Kavkaze, Armanii İ Aderbeycane. I. Al-İstahriy”, Sbornik Materilov Dlya Opisaniya Mestnostey İ Plemen Kavkaza, Vıp.29, Tiflis: 1-73, 1901, s.62, 71; Güneş Kadir, Alfabetik Türkçe ArapçaTürkçe Sözlük, Mektep Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 568; Kozubskiy E. İ., İstoriya Goroda Derbenta, Temir-Han-Şura, 1906, s.22. Gadjiev ise “serîr” adlandırmasının Arapça taht kelimesinden gelmediğini, Farsça “sǝr” dağ kelimesinden geldiğini öne sürmüştür (Gadjiev 1967: 123). 11 Mehmetov İsmail, Türk Kafkası’nda Siyasi Ve Etnik Yapı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s.216; Dunlop D. M., Hazar Yahudi Tarihi, (Çev. Zahide Ay), Selenge Yayınları, İstanbul, 2008, s.113. 12 Artamonov M. İ., Hazar Tarihi, (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2004, s. 357.

232


Didem Çatalkılıç

demektir. Yani “Gezici yuva” şehri demek ola. Bundan dolayı Serirüllân şehri derler.” 13 Mesudî’den aldığımız bilgiye göre,“Serîr kralı Behram Gur’un torunlarındandır. Ona sahib-i serîr denir. Bunun nedeni ise son Sâsâni hükümdarı Yezdigirt Araplara mağlup olunca altın tahtını (serîr), hazinelerini ve mallarını Behram Gur’un torunlarından birine teslim etmiş ve bahsedilen ülkeye gitmesini (şimdiki Dağıstan), kendisi gelinceye kadar muhafaza etmesini emretmiştir. Fakat Horasan’a giden Yezdigirt orada öldürülmüştür. Bu olay Hz. Osman zamanında meydana gelmiştir. Sözü edilen kişi bu ülkeye gelerek tahtı ele geçirmiş ve hükümdar olmuştur. Bu yüzden kendisine ‘sahib-i serîr’ adı verilmiştir”. 14 Serîr Coğrafyası Ortaçağ Arap yazarlarının verdikleri bilgilere göre Kafkasya’da değişik dilleri veya birbirlerine yakın lehçeler konuşan 72 ayrı kabile bulunmaktadır. Ve bu dönemde Kafkasya’nın doğu kesiminde Serîr, Maslak, Filan, Lakz, Şabiran, Hamzin, Miran, Tabasaran, Tuman, Zirikiran, Sindan (Mazdan) isimlerini taşıyan on bir krallık ve onları yöneten on bir “Kabh dağları kralları” mevcuttur. Tüm bu krallıkların kuzeyinde ise Serîr krallığı vardır. Bu krallık bugünkü Avarya’nın (Koy-su üzerinde) bir kısmını içine alan kuzey Dağıstan dağlarındadır. Serîr krallığının güneyinde ise Tuman, Zirikiran, Hamzin ve Sindan krallıkları bulun-

13

Çelebi Evliyâ, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahat-Nâmesi: Bursa-Bolu-Trabzon-Erzurum-Azerbaycan-Kafkasya-Kırım-Gi-Rit, (Haz. Yücel Dağlı-Seyit Ali Kahraman), 2. Kitap-2.Cilt, YKY, İstanbul, 2014, s. 361. 14 Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2004, s. 66, 85; Karaulov N. A., “Svedeniya Arapskih Pisateley O Kavkaze, Armanii İ Aderbeycane. I. Al-İstahriy”, s. 71. Aynı bilgi İdrîsî, İbn Havkal ve İstahrî tarafından Behram Çubin olarak verilmiştir (Şeşen 2001: 112, 159, 169). Bu tip fantastik hikâyelere ek olarak, Serîr’de Keyhüsrev’in mezarının bulunduğu da söylenmektedir (Süleymanova 2015: 36).

233


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

15

maktadır. Serîr, Hazarların güney komşusudur ve sağ tarafında 16 Hayzan bölgesi yer alır. Hudûdü'l-Âlem ise Serîr coğrafyasını doğusu ve güneyi Ermeni sınırları, batısı Rum sınırları, kuzeyi Alan ülkesi olarak çizmiş; dağlık, ovalık nimeti bol bir ülke olarak 17 tanımlamıştır. Ramazan Şeşen ise Gerdizî’yi kaynak göstererek “Hazar ül-

kesinden Serîr ülkesine 12 fersah uzaklık bulunmaktadır. Önce bozkırlar, sonra büyük bir dağ ve ırmak gelir. Serîr ülkesinin sağında Cendân denen bir ülke vardır” şeklinde coğrafi bir ta18 19 nımlama yapmıştır. İdrîsî ise Serîr coğrafyasını “Semender şehrinden âmilliklerinin sonuna kadar 30 mildir. Buranın hududunun sonundan Serîr âmilliklerinin hududunun başlangıcına kadar 51 günlük yol” ve “Bâb el-Ebvâb ile Serîr diyarının arası 8 gündür diyerek tarif etmiştir.” 20 Yâkût el-Hamavî ve İstahrî Bâb el-Ebvâb’ın Hazar Denizi limanı olduğunu, kuzeyinde Serîr Krallığının yer aldığını ve aralarında 3 günlük mesafe bulunduğunu 21 nakletmiştir. İbn Havkal ise Serîr hudutlarını Hazar Denizi’nin batısında olarak çizmiş aralarında 2 fersah uzaklık bulunduğunu

15

Artamonov M. İ., Hazar Tarihi, s. 299; Mınorsky V., “The Khazars And The Turks İn The Ākām Al-Marjān”, Bulletin Of The School Of Oriental Studies, Vol. 9, No: 1: 141-150, 1937, s. 145. 16 Mınorsky V., “The Khazars and The Turks İn The Ākām Al-Marjān”, s. 145; Gadlo A. V., Etniçeskaya İstoriya Severnogo Kavkaza Iv-X Vv., Leningrad, 1979, s. 172; Barthold V. V., Orta Asya Tarih Ve Uygarlık, (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2010, s. 359. 17 Mınorsky V., Hudûdü'l-Âlem Mine'l-Merşik İle'l-Magrib, (Çev. Abdullah Dumanlı-Murat Ağarı), Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 122. 18 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 88. 19 Arap yazarlar Hazarların eski başkentine Semender adını vermekteydiler ve şehir Kafkas dağlarının eteklerinde Serîr’e yakın bir yerde bulunmaktaydı (Artamonov 2004: 308). 20 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 112, 121. 21 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 131, 162.

234


Didem Çatalkılıç

22

bunun 3 günlük mesafe olduğunu kaydetmiştir. El-Mağribî ise 23 Serîr (Avar) ülkesini Hazarların güneyine yerleştirmiştir. İbn Rusteh ve El- Bekrî’ye göre ise Serîr coğrafyasını “Hazarlardan

12 gün yürüdükten sonra yüksek bir dağa ve vadilere çıkılır. Bu yerlerde de 3 gün yürüdükten sonra Serîr hükümdarının kalesine varılır” ve “Serîr ülkesinin sağında çıkıp 3 gün dağlar ve çayırlar arasında yürüdükten sonra el-Lân ülkesine varırsın” diyerek 24

tarif etmiştir. İstahrî’ye göre ise Serîr’in sınırları Semender 25 sahil şeridinden 2 fersah mesafeden başlamaktadır. Serîr, Arran’ın kuzey-doğusunda, Arran’dan Alan’a kadar bu26 günkü Çeçen-İnguş sınırlarını da kapsamaktadır.

Serîr Ülkesine ve Sahib’ine Dair

22

Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 166, 169, 172. 23 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 208. 24 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 40, 41; Kozubskiy E. İ., İstoriya Goroda Derbenta, s. 37. 25 Barthold W., “Dağıstan”, Meb İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul, 1988, s. 452. 26 Mehmetov İsmail, Türk Kafkası’nda Siyasi Ve Etnik Yapı, s. 216; Ataev D. M., Nagornıy Dagestan V Rannem Srednevekove, Mahaçkala, 1963, s.106.

235


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

Arap tarihçiler tarafından “Memleket-üs-Serîr” olarak adlandırılan Serîr ülkesi, Mesudî’den aldığımız bilgilere göre Faliğ b. Abir b. Salih b. Efrahşid b. Sâm b. Nuh yeryüzünü Nuh oğulları arasında taksim ettiğinde Amûr b. Tubîl b. Yafes b. Nuh’un çocukları doğunun sol kesimine gitmişler, Argu oğullarından bir grup ise kuzeye giderek etrafa saçılmışlar ve çeşitli ülkeler meydana getirmişlerdir. Serîr (Avar) krallığı da bu şekilde kurulmuş27 tur. Serîr krallığı, Dağıstan’ın dağlık bölgesinde genel olarak da Avar topraklarındadır. Nüfusu yoğun olarak Avarlardır. ElMağribi ise Serîr ülkesinin halkını Arap ve Türk karşımı olarak 28 aktarmıştır. Dağıstan’da kurulmuş bir Avar krallığı olan Serîr krallığı, Arap-Hazar savaşlarının devam ettiği dönemde Dağıstan’da (Hunzah platosu, orta Khindal ve Sulak çevresinde yaşayan) ve Çeçenistan’ın dağlık kesimlerinde Çeçen, Avar, Dargin, Lezgi ve Lak toprakları üzerinde kurulmuş, bu halkların vücuda getirdiği 29 bir devletidir. Serîr hükümdarı ortaçağ İslam kaynaklarında hanedan ismi yerine başka isimlerle anılmıştır; Gerdizî’ye göre Serîr hükümda30 31 rına “Avar”, Mesudî’ye ve Yâkût el-Hamavî’ye göre “Filanşah” , 27

Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), s.39, 40; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.33. 28 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 208; Piotrovskiy B. B., İstoriya Narodov Severnogo Kavkaza S Derevneşih Vremen Do Kontsa Xvııı V., s.126. 29 Jaımoukha Amjad, The Chechen Handbook, s.32, 33; Meskhidze J.İ., “Çeçeno-İnguşetiya”, İslam Na Territorii Bıvşey Rossiyskoy İmperii, Vıp.1, Moskva, 1988, s. 105, 106; Kutlu Tarık Cemal, Çeçen Direniş Tarihi, Anka Yayınları, İstanbul, 2005, s. 87; Mınorsky V. (1964). Khāqāni And Andronicus Comnenus, “İranica Twenty Articles”, Publications of The University of Tehran, 1964, s. 128; Mınorsky V., Studies İn Caucasian History, London, 1953, s.7; Nevruz Yılmaz, Umumî Kafkas Tarihi’ne Giriş…, s. 356. 30 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 88; Karatay Osman, In Search of The Lost Tribe, Karam Yayıncılık,

236


Didem Çatalkılıç

32

Birûni’ye göre ise el-Haccac denir. Ayrıca ülkenin hükümdarı bir başka deyişle “sahip es-Serîr” in, “vahrarzan-şah” ve “Geylan 33 Şah” ünvanıyla anıldığı da görülmektedir. İbn Rusteh, Serîr hükümdarının kendisine Anûşirvân tarafından verilen hazinesini sakladığı Alal ve Gumik adı verilen zapt 34 edilemez bir kalesi olduğunu kaydetmektedir. Kale bir dağın başında, 4x4 fersah genişliğinde, taştan duvarlarla çevrilidir ve kalenin solunda dağ ve ovaların ortasından giden bir yol vardır. Hükümdarın biri altından diğeri gümüşten olmak üzere iki tahtı vardır. Altın taht üzerinde hükümdar, gümüş taht üzerinde nedimleri oturur ve binlerce senedir bu tahtlar Serîr ülkesindedir. Serîr hükümdarı muazzam güce sahiptir. Serîr kralı yılın ilk gününde tahta oturur, vaat verir, yemin eder, antlaşma imzalar. 35 Toplumun ayrıcalıklı sınıfı ise komutanlardan oluşur. Kralın kalesi Humraç şehrindedir ve ülkesinin başkenti etrafı 36 4 fersah uzunluğunda bir sur ile çevrili Hunzah (Khunzakh) 2003, Çorum, s. 39. Avar adının bir Serîr hükümdarının unvanından geldiği düşünülmektedir (Khodarkovsky 2011: 55). 31 Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), s.85; Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 130. 32 Ebû Reyhan El-Birûni, Maziden Kalanlar (El-Âsâr El-Bâkiye), (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2013, s. 148. Serîr hükümdarı kendinden önce gelenler gibi Filanşah unvanını almıştır (D’Ohsson 1828: 21). 33 Artamonov M. İ., Hazar Tarihi, (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2004, s.300, 301; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.33. 34 Artamonov M. İ., Hazar Tarihi, s.301; Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 41. 35 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 88, 198; Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 83; Gadjiev V. G., İstoriya Dagestana, s. 141; Defremery M., “Fragments De Géographes Et D'historiens Arabes Et Persans Inédits, Relatifs Aux Anciens Peuples Du Caucase Et De La Russie Méridional”, Journal Asiatique, Série Quatrième, Tome XIII, Juin, 1849, s. 475. 36 Artamonov Hükümdarlığın başkentini Humraç kalesi olarak aktarmakta ve Andi ve Avarya’daki Koy-Su nehrinin birbirine karıştığı nok-

237


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

adıyla bilinir. Hükümdarın 1200 köyü vardır. Bu köylerden iste37 diğini kendisine köle olarak alabilir. Gerdizi daha sonraki tarih38 te 20.000 köy var demektedir. Yakut Arran’da 4000 köyün büyük kısmının Serîr’e ait olduğunu ve ülkenin toplamda 18 bin 39 köye sahip olduğunu aktarmaktadır. Serîr şehirlerine dair en ayrıntılı bilgiyi Hudûdü’l-Âlem isimli eserde görüyoruz: “Kal’a-i Melik, bir dağın zirvesinde kurulu

aşırı derecede büyük bir kaledir. Melik’in oturduğu yer burasıdır. Bu meliğin kırmızı altından aşırı derecede büyük bir tahta sahip olduğu söylenir. Handân (Haydân?) ülke meliğinin başkomutanlarına ikametgâh olarak hizmet eden bir şehirdir. Rahbas (Zences?) ve Maksat nimeti bol olan 2 şehridir. Bu iki bölgeden İslam ülkelerine çok sayıda köle getirilir” Bu şehirler Serîr krallığının hâkimiyeti altına girmişlerdir. Minorskiy, Serîr ülkesi dağlarında her biri keklik büyüklüğünde sineklerin yaşadığını, beslenmeleri için her zaman büyük miktarda hayvan leşi veya at eti bırakıldığını eğer bırakılmazsa bul40 dukları insan ve hayvanı yediklerini aktarmıştır. 41 Ayrıca Serîr ve Filan topraklarında 250 kale bulunmaktadır. Dağıstan içinde Derbent ve Daryal geçitleri arasında, Buynaks’tan başlayan ve Avar ülkesi üzerinden Kakheti’ye doğru uzanan, Arapların “Bab-ı Sahib-üs Serîr” dedikleri geçit vardır.

tada yer alan Hunzah veya Gimri auluyla özdeşleştirmektedir. Aynı konuyla ilgili Gadjiev, Humraç’ın Hunzah’ın yanlış yazımı olduğunu ileri sürmektedir (Artamonov 2004: 301; Mehmetov 2009: 217; Gadjiev 1967: 124). 37 Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), s.66, 85; Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 81; Erel Şerafeddin, Dağıstan ve Dağıstanlılar, s. 33. 38 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 88, Gerdizî abartılı 20.000 köy rakamını verir. 39 Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 80; Mehmetov İsmail, Türk Kafkası’nda Siyasi Ve Etnik Yapı, s. 216. 40 Mınorsky V., Hudûdü'l-Âlem Mine'l-Merşik İle'l-Magrib, s.122. 41 Kozubskiy E. İ., İstoriya Goroda Derbenta, s. 32.

238


Didem Çatalkılıç

Sert ve müstahkem bir ülke olan Serîr; çok geniş, zengin, dağlık, 42 bozkır topraklara sahiptir ve Derbent iklimine sahiptir. Serîr Krallığında İnanç Hıristiyanlığı yaklaşık olarak 6. yüzyılda kabul eden pagan ortaçağ Avarları için Hıristiyan dininin rolü muazzam olmuştur. 43 Pek çok aul Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Serîr Krallığının inancı ile ilgili bilgilere baktığımızda, Gerdizî kale halkının çoğu Hıristiyan, ülkenin geri kalanını kâfir; İdrîsî hükümdar ve halkını Hıristiyan; İbn Rusteh hükümdarın yüksek dağda bulunan hisarın tebaasının ve kendisinin Hıristiyan olduğunu, diğer tebaasının ise putperest olduğunu kuru kafaya taptıklarını; Tahir el-Makdisî hükümdarın maiyetini Hıristiyan, memleketin geri kalan halkını putperest olarak yazmıştır. İstahrî’ye ve İbn Havkal’a göre ise 44 Serîr halkı (Avarlar) Hıristiyandır. Dağıstan’ın dağlık bölgele45 rindeki ve Hunzah’taki kilise kalıntıları bunu kanıtlamaktadır. Serîr Krallığında uygulanan bir ritüel Gerdizî tarafından bize şöyle aktarılmıştır: “Aralarından biri ölünce onu bir tabutun

içine koyarak meydan da bırakırlar. Cenaze 3 gün orada kalır. Sonraki gün zırhlarını giymiş ve ellerine silahlarını almış olarak gelirler, meydanın bir köşesinde dururlar. Mızrakları doğrultup, yaylara ok koyup ölünün üzerine hamle yaparlar. Fakat vurmazlar. Derler ki, bunun sebebi şudur: Aralarından biri ölünce onu mezara gömmüşler. 3 gün geçtikten sonra, adam mezardan 42

Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), s.85; Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 81; Altınanıt H. İ., Özgürlüğün Görkemli Ülkesi Kafkasya, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, 2014, s. 36; Kocarık Hasan, Hazarlarda Devlet Yönetimi, Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kilis, 2013, s. 9; August F., Tableau Des Provinces Situées Sur La Côte Occidentale De La Mer Caspienne Entre Les Fleuves Terek Et Kour, St. Petersbourg, 1798, s. 43. 43 Karaulov N. A., “Svedeniya Arapskih Pisateley O Kavkaze, Armanii İ Aderbeycane. I. Al-İstahriy”, s. 71; İslammagomedov A. İ., “Avartsı”, s.119. 44 Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 40, 113, 159, 169, 198; Barthold W., “Dağıstan”, s. 452. 45 Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 83.

239


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

kalkmış. Dönünce halini sorduklarında, “Canım bedenimden çıkınca siz beni mezara koydunuz. Mezarda canım yanıma döndü. Kalkıp çıktım” demiş. Şimdi onlardan biri ölürse onu 3 gün mezarın dışında tutarlar. Sonra, mızrak, ok ve kılıçla onun üzerine hamle yaparlar. Canlanırsa kalkar. Canlanmazsa mezara gömerler. Bu husus onlar arasında âdet olarak kalmıştır”. Bu hareketin manasını ise bize İbn Rusteh açıklar: “Onlara bu hareketlerinin manasını sorudum. Bizim yanımızda bir adam vardı. Öldü ve gömüldü. 3 gün geçtikten sonra mezarından bağırdı. Bunun için ölüyü 3 gün bırakırız. 4. gün olunca üzerine silahla hamle yaparız. Ruhu muvakkat ayrıldı ise cesedine döner dediler. Bu onlar arasında 300 sene kadar âdet oldu” 46 Serîr Krallığında Ekonomi Yakın Doğu, Güney Doğu Avrupa ve Kuzey Kafkasya ülkelerini birbirine bağlayan ticaret yolları Serîr toprakları üzerinden geçmektedir. 8. ve 10. yüzyıllar arasında Serîr krallığı için ülkenin sınırlarını genişletme periyodu, ekonomik faaliyetin artışı, tarım ve hayvancılığın gelişimi söz konusu olmuştur. Dış dünya 47 ülkeleriyle ticaretin canlanması gözlenmiştir. V. ve X. yüzyıl yerleşimlerinde çok sayıda taş değirmenler, 48 demir oraklar ve tohum saklamak için kaplar bulunmuştur. Serîr nüfusunun temel ekonomik uğraşı tarım ve hayvancılık olmuş, dağlarda yapılan teras tarımı yoluyla boş arazinin kullanılması öğrenilmiştir. Bağcılık ve bahçecilik gelişmiştir. Yerli halk buğday, arpa, çavdar, bakla, keten yetiştirmiştir. El sanatlarında büyük ilerleme olmuş, çömlekçilik, demircilik, kuyumculuk ve

46

Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s. 41, 88. 47 İslammagomedov A. İ., “Avartsı”, s.118; Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 86. 48 Gadjiev V. G., İstoriya Dagestana, s.131.

240


Didem Çatalkılıç

49

dokumacılıkla ilgilenmişler, Bab el-Ebvâb’a gelerek ticaret yapmışlardır. Serîr topraklarında koyun, deri ve kadın köle tica50 reti yapılmıştır. Serîr-Alan İlişkisi Serîr krallığının Hazarlar’a karşı saldırı düzenlediği esnadaki, Serîr ve Alan yöneticileri arasındaki ilişkiler, Hazar iktidarına karşı politik oluşum olarak anlaşılabilir. Bu politik oluşum Hazarların düşüşünden sonra kuzey sınırlarına yansımış, step bölge51 sindeki Hazarların itibar ve önemini geride bırakmıştır. Serîr kralı ve Alan kralı arasındaki evlilik bağı bu ittifakı güçlendirmiş52 tir. Serîr-Hazar İlişkisi 651 yılında ise Serîr Hazarlara tabii olmuştur. Serîr krallığı Alanlarla beraber Hazarlara karşı beraber hareket etmişler ve 53 Hazar topraklarını sürekli baskı altında tutmuşlardır. Serîr dağlıları Hazarları güneyden sarmışlar, Serîr krallığı dağda Hazarlar ovada yaşadıkları için, Hazarlara karşı başarılı saldırılar gerçekleştirmişlerdir. Hazar tarihinde 737’den sonraki 2-3 yıl

49

Bab el-Ebvâb bir takım kalelerden ibarettir. Bunlardan birisi Serîr sahibinin kapısıdır. Burası Serîr’in Hazar denizindeki iskelesidir (Yörükân 2004: 206, 377). 50 İslammagomedov A. İ., “Avartsı”, s.118; Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 86; Şeşen Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, s.131. 51 Gadlo A. V., Etniçeskaya İstoriya Severnogo Kavkaza IV-X VV., s. 180, 183, 184, 211. 52 Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s. 83; Karaulov N. A., “Svedeniya Arapskih Geografov Ix İ X Vekov P. Hr. O Kavkaze, Armanii İ Aderbeycane”, Sbornik Materilov Dlya Opisaniya Mestnostey İ Plemen Kavkaza, Vıp.38, Tiflis, 1908, s. 53. 53 Jaımoukha Amjad, The Chechen Handbook, s.33; Kafesoğlu İbrahim, Türk Millî Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1988, s. 160.

241


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

54

Serîr Avarlarına karşı saldırılarla geçmiştir. Alan ve Serîr krallıklarının altın ve gümüş madenlerine sahip olduğu bilinen Hazarlar’ın idaresinden çıkışları Hazarları ülkeyi maden kaynakla55 rından mahrum etmiştir. Serîr krallığının sınırları Semender’e 56 kadar ilerlemiştir. Serîr-Sâsâni İlişkisi İran şahı Anuşirvan, Bab el-Ebvâb şehri ile Hazar Denizi arasına İran ve Irak topraklarını korumak için sur çektirmiştir. Denizin içine doğru 1 mil kadar sokulan bu sur, Tabersaran kalesine kadar 40 fersah kadar geçerek Kafkas dağlarına uzanır. Ayrıca bu sur üzerinde her 3 milde bazen de güzergâhın durumuna göre demir kapı yaptırmıştır. Her kapının arkasında, kapıyı ve kapıyı takip eden suru gözeten bir halk yerleştirmiştir. Bütün bunlar Serîr gibi Kafkas dağlarına komşu olan halklara karşı yapılmış57 tır. Serîr-Arap Mücadelesi Emevilerin Kafkaslara hâkim olma çabasının sonucunda, 8. yüzyılın ilk yarısında Serîr halkı Arap istilasına karşı savaşmış58 tır. 735 yılında Mervan 80 bin kişilik ordusu ile Serîr üzerine 59 yürümüştür. Mervan’ın Hazar ülkesine yürüyüşünün ana amacı Serîr topraklarını fethetmek olmuş, burada ısrarlı direniş ve güçlü hisar

54 Gumilev L. N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2003, s. 208; Dunlop D. M., Hazar Yahudi Tarihi, s. 101; Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), s.85 55 Karatay Osman, Hazarlar Yahudi Türkler Türk Yahudiler Ve Ötekiler, Kripto Yayınları, Ankara, 2014, s. 220. 56 Ataev D. M., Nagornıy Dagestan V Rannem Srednevekove, s.106. 57 Mesudî, Murûc Ez-Zeheb (Altın Bozkırlar), s.65, 100. 58 Jaımoukha Amjad, The Chechen Handbook, s. 33; Akıner Shirin, Islamic Peoples Of The Soviet Union, Kegan Paul International, 1983, s. 133. 59 Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.64.

242


Didem Çatalkılıç

(kale) ile karşılaşmış ve bir yıl muhasara etmek zorunda kalmış60 tır. Taberî bize 739/740 yıllarında Mervan’ın Serîr Krallığına bir sefer düzenlediğini bildirmektedir. Artamonov ise bize SerîrArap ilişkilerine dair ayrıntılı bilgi vermektedir: “Mervan Hazar-

lar’la yaptığı savaşı bitirmesinden sonraki yılın ilkbaharında Serîr ülkesine sefere çıkmış ve Şekk şehrine girmiş; şehrin önünde 1 ay kadar oyalandıktan sonra özel kuşatma aletleri yardımıyla bir hamlede şehri ele geçirmiştir. Mervan esir alınanları şehir surunun önünde sıraya dizdirmiş, eline kılıcı alarak her birini öldürmüştür. Kadınları, çocukları ve mallarını askerlerine dağıtmış, sonra da şehrin yağmalanmasını emretmiştir. Ardından GuzniAmi’ye gelir, şehri zapt eder ve yağmalatır. Bu esnada Serîr kralı en güçlü kaleye geçer. Mervan kaleyi fethetmeye ya da uğrunda ölmeye yemin eder. İşler karışınca aşçı kıyafeti giyer, kaleye girer ve kalenin bânisi ile tanışır. Serîr hükümdarı bunu öğrenince korkuya kapılır ve Mervan’la bir anlaşma yapmaya razı olur. Ona bir defa da 500 bin (başka bir versiyonda 10 bin) dirhem, 100 gulam, 100 cariye ve 500 ölçek buğday (diğer bir versiyonda 500 gulam, 500 cariye) verme vaadinde bulunur. Mervan haracı aldıktan sonra Himran kalesine yerleşir”. Burada Himran’ın Serîr’den ayrı bir ülke olduğu görülmekte-

dir.

61

Arap saldırılarının hedefi sadece Serîr ülkesi olmamış, Mervan Tuman, Zirikiran, Kumuk, Hamrin, Sindan bölgelerini de 62 fethetmiştir. 60

Gadlo A. V., Etniçeskaya İstoriya Severnogo Kavkaza Iv-X Vv, s.161. Artamonov M. İ., Hazar Tarihi, s.304, Mehmetov bu sayıyı yılda 1500 köle ve 500 cariye ve Derbent’teki Müslüman askerlerinin ihtiyacı için buraya 100 bin mud (1 mud: 687 gram) buğday; Magomedov her yıl 1000 baş hayvan, 500 sağlam genç, 500 güzel sarışın, karakaşlı kız, hatta 100.000 ton tahıl; Eldarov ise 500 erkek ve 500 cariyeden her yıl 1000 köle olarak vermiştir (Mehmetov 183, 184; Magomedov 2005: 86; Eldarov 2006: 48). 62 Gadlo A. V., Etniçeskaya İstoriya Severnogo Kavkaza IV-X VV, s. 161; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.65. 61

243


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

Emevilerin, Tiflis emiri ve Serîr hükümdarı kızı ile evli olan İshak bin İsmail, Boğa el-Kabir’in 852’deki seferini engellemiştir; Erel ise bu olayda Tiflis Emirinin öldürüldüğünü eşinin serbest 63 bırakıldığını söylemiştir. Serîr-Şirvanşah-El-Bab İlişkisi El-Bab emiri Haşim b. Suraqa b. Salis 876’da sefer düzenleyip halkın arasında büyük bir katliam yaptı. Mallarını yağmaladı, kızlarını ve kadınlarını esir aldı ve zaferle geri döndü. 878’de tekrar sefer düzenledi ve tekrar zafer kazandı. Ölümünden sonra yerine abisi Muhammed bin Haşim geçti. Muhammed ve Serîr’in ilişkisi daha kötü olmuş, Muhammed 905’te El-Bab’ın 10 şefiyle birlikte Serîr’in hükümdarı Baht-ı Yeşu tarafından esir 64 alınmıştır. Daha sonra serbest kalmışlardır. Şirvanşahların ilk hükümdarı Haytham ibn Khalid 9. yy’da Serîr ile savaşmış yerine geçen oğlu Ali b. Haytham b. Muhammed, El-Bab’ın emiri ile anlaşmış Şinzan’a (Şendan) saldırmışlardır. Ali b. Haytham b. Muhammed ve El-Bab’ın emiri 10.000 Müslüman ile birlikte Shandan, Serîr ve Hazar’a esir olmuştur. Serîr’e esir olanlar ve El-Bab emiri ve Şirvan Şahı 3 ay sonra 65 fidyesiz serbest kalmışlardır. Serîr halkı ile El-Bab emiri Amir Ahmad b. Abd al-Malik, Şirvanşahların hâkimiyeti ve yağmasına karşı ayaklandılar. El-Bab’ın kralı Ahmad b. Abd al-Malik uzak bölgelerden ve Serîr’den bir ordu toplayıp Şirvan üstüne yürümüştür ve Şabran’a baskın düzenlemiştir. Dönüş yolunda Serîr halkı emir den bir gün önce 63 Mınorsky V. F., A History Of Shravan And Darband İn The 10th-11th Centuries, s. 19; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.34. 64 Mınorsky V. F., A History of Shravan And Darband İn The 10th-11th Centuries, s. 42; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.68, 69; Madelung W., “The Minor Dynasties of Northern Iran”, R. N. Frye, The Cambridge History of Iran Volume 4: The Period From The Arab Invasion To The Saljuqs, Cambridge University Press, 1975, s.244. 65 Mınorsky V. F., A History of Shravan And Darband İn The 10th-11th Centuries, s. 26; Madelung W., “The Minor Dynasties of Northern Iran”, s. 244; Erel Şerafeddin, Dağıstan Ve Dağıstanlılar, s.69; Mehmetov İsmail, Türk Kafkası’nda Siyasi ve Etnik Yapı, s.217.

244


Didem Çatalkılıç

El-Bab’a girmiş ve bu kasabada rahatsızlığa neden olmuştur. Bu olay sonucunda yerleşimciler askerleri katletmiş, ganimetleri 66 yağmalamış ve Serîr’in 100 şefi ölmüştür. Serîrliler intikam için 971’de Şubatında Jihad gate yakınlarında El-Bab’ın halkına sal67 dırmışlar ve yaklaşık 1000 Müslümanı öldürmüşlerdir. 1032’de Serîr ve Alan halkı bir anlaşma yaptı Şirvan’a saldırdı ve Yazidiya’yı aldı. Şirvan’ın diğer kısımlarında 10.000’den fazla insan öldürdüler ve 10 gün orada kaldılar, yerin altına sakladıkları mallarını ve paralarını aldılar. Müslüman ganimetleri tamamen ellerine geçtiğinde ülkelerine geri dönerken Wooden Gate (Bab el-Khashab)’a geldiklerinde El-Bab’ın sınır halkı onlara saldırdı ve çoğunu öldürdü; Müslümanlardan aldıkları canlı cansız her 68 şeyi ellerinden aldılar. 1065 yılında Şirvanşah Fariburz’un El-Bab’a saldırısından sonra, şeflerin şefi Mufarrij, Serîr hükümdarına yardım için başvurmuş fakat Şirvanşahlar tarafından ağır bir yenilgiye uğratıl69 mışlardır. Serîr Krallığının Yıkılışı Aşağı yukarı XII. yy’ın ikinci yarısında ve 13. yy’ın başında Serîr krallığı bir dizi feodal küçük iktidar olarak parçalanmaya başlamış bunlar Serîr sınırlarında bağımsız olmuşlardır. Serîr krallığının yıkılmasıyla zamanla Arap literatüründeki “Serîr” 70 adlandırması kaybolmuştur.

66

Mınorsky V. F., A History of Shravan And Darband İn The 10th-11th Centuries, s. 29. 67 Mınorsky V. F., A History of Shravan And Darband in the 10th-11th Centuries, s. 45; Madelung W., “The Minor Dynasties of Northern Iran”, s. 246 68 Mınorsky V. F., A History of Shravan and Darband in the 10th-11th Centuries, s. 32. 69 Mınorsky V. F., A History of Shravan And Darband İn The 10th-11th Centuries, s. 35. 70 İslammagomedov A. İ., “Avartsı”, s.119; Jaımoukha Amjad, The Chechen Handbook, s.33.

245


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

Serîr krallığının yıkılışına dair komşu devletlerle herhangi bir askeri çarpışma hakkında bilgi yoktur. Bu nedenle Serîr krallığının yıkılışına dair tek faktör Moğollar olarak ortaya çıkmakta71 dır. Sonuç Dağıstan’ın yerli halkları arasında menşe’ ve dil birliğinin yerini zamanla tarihi kader birlikteliğinin almasıyla, Dağıstan’da 72 Serîr krallığı ortaya çıkmıştır. Serîr, ortaçağ Dağıstan’ının politik oluşumu olarak kuzey doğu Kafkasya halklarının tarihinde önemli rol oynamış ve Dağıstan halkları için yeni bir dönem olmuştur. İslam orduları karşısında Hazarların kuzeye çekilmeleriyle birlikte Dağıstan’da müstakil hale gelen Serîrliler, zamanla aktif bir dış politika izleyerek diğer kavimleri egemenlikleri altına almışlar ve siyasi evlilikler yapmışlardır. Politik olarak yükselmişler, ticarette kavşak noktası olmuşlardır. Dağıstan’ın yerli halkları günümüzde de olduğu gibi Kafkas kimliği etrafında birleşmiştir. Kafkasya Avarlarının ise Türk Avarlar ile bir bağlantısı yoktur. Bu dönemde kuzeydoğu Kafkasya’da 3 dünya dini birlikte var olmuştur. Pek çok farklı etnik grubu uzun süre bir arada tutan söz konusu kader birlikteliği 7., 8. ve 9. yüzyılda ortaçağ İslam dünyasının fetih politikası ile yıpranmış, Moğol istilası ile de yıkılmıştır.

KAYNAKÇA

AKINER Shirin, Islamic Peoples of the Soviet Union, Kegan Paul International, 1983. ALTINANIT H. İ., Özgürlüğün Görkemli Ülkesi Kafkasya, İstanbul: Babıâli Kültür Yayıncılığı, 2014.

71

Magomedov Murad, İstoriya Avartsev, s.95. Gumilev L. N., Halkların Şekillenişi Yükseliş Ve Düşüşleri, (Çev. Ahsen Batur), Selenge Yayınları, İstanbul, 2004, s.107.

72

246


Didem Çatalkılıç

ARTAMONOV M. İ., Hazar Tarihi, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları, 2004. ATAEV D. M., Nagornıy Dagestan v Rannem Srednevekove, Mahaçkala, 1963. AUGUST F., Tableau des Provinces Situées sur la Côte Occidentale de la Mer Caspienne Entre les Fleuves Terek et Kour, St. Petersbourg, 1798. BARTHOLD W., “Dağıstan”, MEB İslam Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul, 1988, ss. 451-456. BARTHOLD V. V. Orta Asya Tarih ve Uygarlık, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları, 2010. BAYTUGAN Barasbi, “Kuzey Karadeniz ve Dağıstanın Eski Ahalisi”, Birleşik Kafkasya, S. 24, 2000, ss.12-16. BERKOK İsmail, Tarihte Kafkasya, İstanbul, 1958. CARRERE D’ENCAUSSE H., BENNIGSEN A., “Avars”, The Encyclopaedia of Islam, V. I, London, 1960, ss.755-756. ÇELEBİ EVLİYÂ, Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahat-

nâmesi: Bursa-Bolu-Trabzon-Erzurum-Azerbaycan Kafkasya-Kırım-Girit, Haz. Yücel Dağlı, Seyit Ali Kahraman, 2.Kitap, 2.Cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014. DEFREMERY M., “Fragments de Géographes et d'Historiens Arabes et Persans Inédits, Relatifs aux Anciens Peuples du Caucase et de la Russie Méridional”, Journal Asiatique, Série

Quatrième, Tome XIII, Juin 1849. D’OHSSON M. C., Des peuples du Caucase et des pays au nord

de la mer Noire et de la mer Caspienne, dans le dixieme siecle, ou voyage d’Abou-El-Cassim, Paris, 1828. DUNLOP D. M., Hazar Yahudi Tarihi, Çev. Zahide Ay, İstanbul: Selenge Yayınları,2008. EBÛ REYHAN el-BİRÛNİ, Maziden Kalanlar: El-Âsâr el-Bâkiye, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları, 2011. ELDAROV Murad, İslamiyet’in Hazarlar Arasında Yayılması, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 2006. ERDÉLYİ István, “Avarlar”, Çev. Kürşat Yıldırım, Türk Dünyası

İncelemeleri Dergisi, C.XIII, S.2, 2013, ss.337-346. 247


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

EREL Şerafeddin, Dağıstan ve Dağıstanlılar, İstanbul: İstanbul Matbaası, 1961. GADJİEV M. G.- ŞİHSAİDOV A. R.- GADJİEV V. G.- OSMANOV A. İ., “Stranitsı İstorii”, S. A. Arutyunov- A. İ. Osmanov- G. A. Sergeeva, Narodı Dagestana, Moskva, 2002, ss.27-36.

GADJİEV V. G., İstoriya Dagestana, T.I, Moskova, 1967. GADLO A. V., Etniçeskaya İstoriya Severnogo Kavkaza IV-X vv., Leningrad, 1979. GUMİLEV L. N., Hazar Çevresinde Bin Yıl, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları, 2003. GUMİLEV L. N., Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları 2004. GÜNEŞ Kadir, Alfabetik Türkçe Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul: Mektep Yayınevi, 2013. İSLAMMAGOMEDOV A. İ., “Avartsı”, S. A. Arutyunov- A. İ. Osmanov- G. A. Sergeeva, Narodı Dagestana, Moskova, 2002, ss.115-148. JAIMOUKHA Amjad, The Chechen Handbook, London & New York, 2005. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1988. KARATAY Osman, In Search of the Lost Tribe, Çorum: Karam Yayıncılık, 2003. KARATAY Osman, Hazarlar Yahudi Türkler Türk Yahudiler ve Ötekiler, Ankara: Kripto Yayınları, 2014. KARAULOV N. A., “Svedeniya Arapskih Pisateley o Kavkaze, Armanii i Aderbeycane. I. Al-İstahriy”, Sbornik Materilov dlya Opisaniya Mestnostey i Plemen Kavkaza, V.29, Tiflis, 1901, ss.1-73. KARAULOV N. A., “Svedeniya Arapskih Geografov IX i X Vekov P. Hr. o Kavkaze, Armanii i Aderbeycane”, Sbornik Materilov dlya Opisaniya Mestnostey i Plemen Kavkaza, V.38, Tiflis, 1908, ss.1-130. 248


Didem Çatalkılıç

KHODARKOVSKY Michael, Bitter Choices: Loyalty and Betrayal in the Russian Conquest of the North Caucasus, Ithaca and London: Cornell University Press, 2011. KOCARIK Hasan, Hazarlarda Devlet Yönetimi, Kilis 7 Aralık Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kilis, 2013. KOZUBSKİY E. İ., İstoriya Goroda Derbenta, Temir-Han-Şura, 1906. KUTLU Tarık Cemal, Çeçen Direniş Tarihi, İstanbul: Anka Yayınları, 2005 MADELUNG W., “The Minor Dynasties of Northern Iran”, R. N.

Frye, The Cambridge History of Iran Volume 4: The Period from the Arab Invasion to the Saljuqs, Cambridge University Press, 1975, ss.198-249. MAGOMEDOV Murad, İstoriya Avartsev, Mahaçkala, 2005. MEHMETOV İsmail, Türk Kafkası’nda Siyasi ve Etnik Yapı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2009. MESKHİDZE J.İ., “Çeçeno-İnguşetiya”, İslam na Territorii Bıvşey Rossiyskoy İmperii, Vıp.1, Moskova, 1998, ss.105-108. MESUDÎ, Murûc Ez-Zeheb: Altın Bozkırlar, Çev. Ahsen Batur, İstanbul: Selenge Yayınları,2004). MINORSKY V., “The Khazars and the Turks in the Ākām alMarjān”, Bulletin of the School of Oriental Studies, Vol. 9, No. 1, 1937, ss.141-150. MINORSKY V., Studies in Caucasian History, London, 1953. MINORSKY V. F., A History of Shravan and Darband in the 10th11th centuries, Cambridge, 1958. MINORSKY V., “Khāqāni and Andronicus Comnenus”, İranica Twenty Articles, Vol. 775, Publications of the University of Tehran, 1964, ss.127-150. MINORSKY V., Hudûdü'l-Âlem Mine'l-Merşik İle'l-Magrib, Çev. Abdullah Dumanlı-Murat Ağarı, İstanbul: Kitabevi Yayınları 2008. NEVRUZ Yılmaz, Umumî Kafkas Tarihi’ne Giriş Başlangıçtan Moğol İstilasına Kadar, C. I, İstanbul, 2013. 249


Ortaçağ Dağıstan’ında Politik Bir Oluşum: Serir Krallığı

PİOTROVSKİY B. B., İstoriya Narodov Severnogo Kavkaza s derevneşih vremen do kontsa XVIII, Moskova, 1988. SÜLEYMANOVA Sevda A., “Kafkasya ve Avarlar”, Yeni Türkiye Kafkaslar Özel Sayısı-XI, S.81, 2015, ss.34-50. ŞEŞEN Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk

Ülkeleri, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2001. YÖRÜKÂN Yusuf Ziya, Müslüman Coğrafyacılar Gözüyle Orta-

çağ’da Türkler, İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2004. TAVKUL Ufuk, Kafkasya Gerçeği, İstanbul: Selenge Yayınları 2007.

250


HAZARLARDA TIMAR SİSTEMİ Turgut Demirtaş ∗

K

1

elime olarak tımarın Farsça acı, ıstırap, sadakat, bakım , 2 hizmet ve düşünce anlamlarına geldiği görülmektedir. Sistem olarak ise büyük bir kısmı aynen mahsul olarak toplanmakta olan vergi gelirlerinin nakli, paraya çevrilmesi, merkezi bir devlet hazinesi halinde toparlanarak oradan vazifelilere dağıtılmasının güçlüğü karşısında, bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nam ve hesaplarına tahsili 3 salahiyeti ile birlikte vergi kaynaklarının tahsis edilmesi demek olan tımar sistemi, Orta Çağ ve Yeni Çağ’da Akdeniz havzası ve Ortadoğu devletlerinin ekonomileri için önemli bir çözüm olmuştur. Çünkü nakit para sıkıntısı adı geçen dönemdeki tüm devletlerin en önemli sorunlarından birisidir. Altın ve gümüş gibi değerli madenlerin azlığı karşısında devlet, özellikle ordunun masraflarını karşılama ve maaşlarını ödemede güçlük çekmiştir. Ayrıca aynı sebeplerin doğurduğu sorunlardan dolayı halk da yetiştirdiği en önemli ürün olan tahıl vergisini de nakit olarak ödeyemediği için aynî olarak ödemiştir. Mezkûr devletler açısından durum bu kez, başka bir sıkıntıya sebep olmuştur. Zira devlet bu ürünü paraya çevirmek için bu gelir kaynağını mültezimlere satma yoluna gitmiştir. Ancak bu da devletin gelir kaybına uğramasına neden olmuştur. Dolayısıyla devletin tarım gelirlerini askerlerine tımar olarak sunması, onun var olduğu müddetçe, görev karşılığında kendisine tahsis edilen vergi kaynağını elinde

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, turgut-demirtas@hotmail.com. 1 Acun, “Klasik Dönem Osmanlı Tımar Sistemi”, s. 899. 2 Kanar, Farsça-Türkçe Sözlük, s. 202. 3 Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, s. 101.


Hazarlarda Tımar Sistemi

bulunduracak tımar sahibini, haliyle yanında bulunduğu vergi kaynağının bakımından ve düzenlenmesinden direkt olarak sorumlu tutmuştur. Dahası tımar sahibinin toprağın ve halkın gü4 venliğinden sorumlu olması, bu sistemin ana özelliklerindendir. Ayrıca herhangi bir aracı olmadığından vergi daha kolay, daha çabuk ve masrafsız olarak toplanacak, merkezi otoriteye zarar 5 verebilecek olası bir grubun da önü kesilmiş olacaktır. Tımar sahibinin görevleri, sorumlu olduğu bölgedeki köylüleri ve onların haklarını korumak ve gerektiğinde orduya katıl6 mak, yani askerliğini devam ettirmekten ibarettir. Fakat bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Sorumlu oldukları görevler açısından tımar sahibi askerler, batının feodalitesi ve lortları ile karşılaştırılamaz. Tımar sahipleri kanunun tanımladığı, kendilerine tahsis edilen yerde güvenlik ve vergi toplama gibi hizmetlerin dışında, toprak ve köylü üzerinde hiçbir tasarrufa sahip değillerdir. Toprak edinmeleri ve ekip biçme7 leri kesinlikle yasaktır. Toprağın rakabe denilen çıplak mülkiyeti devlete, vergisini toplama ve faydalanma hakkı tımar sahibine 8 aittir. Merkezî gücün hâkim olduğu devletlerde vergi, arazi ve nüfusun zaruri olarak tespiti ihtiyacından ötürü çok eski çağlardan beri bazı sayımlar yapılmıştır. Bu sayımlardan günümüze erişenlerinin sayısı son derece azdır ve Hazarlara ait herhangi bir kayıt mevcut değildir. Osmanlılarda “tahrir”, İngiltere’de “domesday book”, Sicilya’da “ceraid”, Mısır’da “revk”, Bizans’ta “pronoia” 9 olarak bilinen bu sayımların bize göre Hazarlar tarafından da

4

İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), s. 111-112. Genç, Osmanlı İmparatorluğunda …, s. 101. 6 İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, s. 157. 7 Yalnızca aile fertleri ve atlarının ihtiyaçlarına karşılık bir çiftlik veya bir bağ ile bir çayır alabilmekte idiler. Daha fazlası yasaklanmıştır. (İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, s. 158). 8 İpşirli, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 239. 9 Çiçek, “Osmanlılar’dan Önce Akdeniz Dünyasında Yapılan Tahrirler Hakkında Bazı Göz-lemler”, s. 52-53. 5

252


Turgut Demirtaş

yapılmamasının imkânı yoktur. Zaten bu konuda bizi doğrular nitelikte bazı ipuçlarına sahibiz. Ancak Hazarlardaki toprak sistemine değinmeden, Hazarlardan önce ve sonra kurulmuş devletlerdeki uygulamalara değineceğiz. Bunların başında dünya tarihini değiştiren köklü birçok reform hareketinin kaynağı olarak bilinen Roma İmparatorluğu gelmektedir. Bu imparatorlukta ilk arazi ve vergi mükellefi nüfusu sayımı IV. yüzyılın başında, 10 imparator Diocletian (285-305) döneminde gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğundan daha evvel bir zamanda (MÖ 1000’den sonra) Mısır’da da revk olarak bilinen muntazam (30 yılda bir) arazi sayımları yapılmıştır. Ancak bu kayıtlardan günümüze erişebilen yoktur. Yine Mısır’da İslam devletleri tarafından yapılan sayımlar da aynı adla anılmaktadır ve ilk revkler 850 yılından sonra başlamaktadır. Bu revkler ile Eyyubîler dönemindeki (XII. yüzyıl) revkler arasında bazı farklılıklar görülmektedir. Zira Abbasîler tarafından reform niteliğinde önemli değişiklikler uygulanmaya konulmuştur. Böylece Eyyubîler döneminde Mısır’da topraklar özellikle ordu masraflarının yükünü azaltmak amaçlı, 11 askerlere “ikta’” olarak verilmeye başlanmıştır. Arapça “kesmek, ayırmak” anlamındaki kat’ (‫ )عطق‬kökünden türetilen iktâ’ benzeri uygulamalar, çeşitli Türk-İslam devletlerinde “nânpâre, ahbâz, suyurgal, tiyûl” gibi adlarla karşımıza çıkmaktadır. İslam medeniyetinde bu uygulama, hükümdar yahut onun yerine yetki sahibi merci tarafından gayrimenkul malların veya kaynakların uygun görülen kimseye verilmesini ifade 12 etmektedir. Eyyubîlerden önceki duruma baktığımızda, mirî arazinin özellikle savaşta üstün başarılar kazanan ve devlete hizmet edenlere dağıtılması milattan öncelere kadar gitmekte13 dir. İslam’dan önce Güney Arabistan’da arazilerin Main Devleti’nde vergisini ödemek şartıyla kabile reislerine, Sebe Devle10

Çiçek, “Osmanlılar’dan Önce…”, s. 55. Çiçek, “Osmanlılar’dan Önce…”, s. 62-63. 12 Demirci, “İktâ’”, 2000, s. 43; Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, s. 80-81. 13 İpşirli, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 239. 11

253


Hazarlarda Tımar Sistemi

ti’nde askeri hizmetleri karşılığında ordu komutanlarına ve Himyerîler’de ele geçirilen toprakların, onları işleyebilecek çiftçilere verildiği, Sasanîler ve Bizans’ta da durumun benzer olduğu bi14 linmektedir. Ancak Bizans Devleti’nin toprak sisteminde zamanla birtakım değişiklikler baş göstermiştir. Bizans ordularının gücünü kaybetmesi ve sınırlarını koruyamamasının da etkisiyle, özellikle 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Selçuklular Anadolu içlerine zorlanmadan girebilmişlerdir. Bu durum, VII. yüzyıldan beri Bizans’ın ana (eyalet) sistemi olan thema sisteminin revize edilmesi ihtiyacını doğurmuştur. 1081 yılında tahtı ele geçiren I. Alexius Komnenos, devlet eliyle feodalleşme yoluna gitmiştir ve otoritesini sağlamlaştırmak için kendisine sadık bir soylu sınıf 15 oluşturma yolunda çaba harcamıştır. Bizans imparatorunun, devlete ve kendisine sadık soylular ve thema sistemi içinde kendisinden önce güçlenmiş olan soylular arasında bir ikilik yaratmak ve merkez haricinde güçleri bölmek için oluşturduğu sisteme pronoia denilmiştir. II. Alexius Komnenos döneminde (1180-1183) asker sıkıntısı çeken devlet, bu sisteme başka bir özellik kazandırmıştır. Kendisine pronoia verilen soylu, bu vergileri toplamaya ve bunun karşılığında orduya, gelirine doğru orantılı olarak asker sağlamaya başlamıştır. Bu sistem ile hükümdara sadık soylular, bu sadakatleri karşılığı belirli topraklar üzerinde ekonomik, hukuki ve askeri haklara sahip olmuşlardır. Komnenoslar zamanında görev süresince geçerli olan pronoia16 lar, Paleologoslar döneminde irsi hale getirilmiştir. İslam’ın ilk devirlerinde gazilere ödül olarak iktâ’lar verilmesi de bahsettiğimiz duruma dâhildir. Bu iktâ’ların mülk olarak dağıtılması, irsî olmaması, “asker besleme ve onları savaşa götürme” sorumluluklarının olmaması farkı ayırt edici temel unsurlardan17 dır.

14

Demirci, “İktâ”, s. 43. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 330-345. 16 Kılıçbay, “Son Dönem Bizans Ekonomisi”, s. 155-156. 17 İpşirli, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 239-240. 15

254


Turgut Demirtaş

Mükâfat olarak arazi yahut iktâ’ vermek hemen her devirde ve her yerde görülmektedir. Ancak bu araziden vergi alınmaz, asker besletilmez ve ordunun maaşı, devlet hazinesinden karşı18 lanırdı. IX. yüzyılda Abbasî ordularının çoğunluğunun Türklerden oluşması ve bunların maliye üzerinde ağırlıklarının fazla olması, bu sistemi etkilediği düşünülen unsurlardandır. Zira bu dönemde iktâ’ edilen arazilerin, hazinenin azalması ve isyanların artması karşısında devlet, bazı büyük memur ve ordu görevlilerine maaş yerine bazı arazilerin vergilerini toplama yetkisini vermiştir. Buna “iktâu’l-istiğlal” denilmiştir. Fakat bu sistem iktâ’ yahut tımar ile değil, “iltizam” ile alakalıdır. Fatımî iktâ’ları da 19 aynı şekildedir. İktâ’ sisteminin gelişiminde Selçukluların yeri fazlasıyla önemlidir. Bu dönemde Nizamü’l-mülk tarafından düzenlenen İktâ’ sistemi, yapılan bazı onarımlar neticesinde neredeyse bütün Ortadoğu ve İslam coğrafyalarında yaygınlaşmıştır. Öyle ki, 20 bu sistem Nizamü’l-mülk ile özdeşleştirilmiştir. Nizamü’l-mülk, devletin içinde bulunduğu zor durumu görünce, araziyi rütbele21 rine göre askerlere iktâ’ etmiştir. Yapılan bu düzenleme ile yaygın bir şekilde uygulandığı bilinen idari iktâ’nın yanına, bir ilk olarak askeri iktâ’ eklenmiş ve iktâ’, iktisadi ve idari işlevlerinin ardından askeri bir işlev de kazanmıştır. Bu yeni iktâ’ sistemi, daha öncekilerden farklı bir mahiyette olup, Büyük Selçuklulardan sonra Atabeylikler, Harzemşahlar, Türkiye Selçukluları, Eyyubiler, Memluklar, Osmanlılar ve hatta Hindistan’da kurulan Müslüman Türk devletlerinin de uyguladığı, toprağa bağlı ordu 22 sisteminin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Nizamü’l-mülk’ün

18

Köprülü, Türkiye Tarihi, s. 199-200. Nizamü’l-mülk’ün geliştirdiği sistemin çekirdeğinin İslam devletlerinde görülen bu uygulamalar (iktâu’l-istiğlâl ve iktâu’l-temlik) olduğunu düşünenler de vardır. Demirci, “İktâ”, s. 44-45; Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, s. 83-84. 20 Göksu, “Türkiye Selçuklularında İktâ’”, s. 141-142. 21 Turan, “İkta”, s. 953. 22 Göksu, “Türkiye Selçuklularında İktâ’, s. 142; Turan, “İkta”, s. 953-954. 19

255


Hazarlarda Tımar Sistemi

Siyasetnamesinde açıkladığı bu yeni sisteme göre, İktâ’ sahipleri, halktan belirli miktarda vergi almakla görevli olup, başka bir hakka sahip değillerdi ve bunu köylüye zarar vermeden yapmak23 la yükümlüydüler. Halk için ise değişen pek fazla bir şey yoktur. Zira onlar devletin vergi toplama görevlisine verecekleri vergiyi iktâ’ sahibine vermekteydiler. Ayrıca hoşnut olmadıkları 24 durumları devlete şikâyet etme hakkına da sahiptiler. Nizamü’l-mülk’ün bu sistemi ile Bizans Devleti’nde pronoia olarak ortaya çıkan yeni sistem aynı döneme rastlamaktadır. Bu yüzdendir ki ikta’ ve tımar sisteminin kaynağı Bizans olarak görülmüştür. İlk olarak Konstantinos Monomakhos (1042-1055) tarafından verilen pronoia, askerlikle mükellef kişilere devleti tarafından vergisini toplamakla görevlendirilerek verilen arazidir. Bu arazilerin bütün gelirleri “pronoiar” denilen kişilerce 25 toplanmaktadır. Tarihçiler arasında pronoia sisteminin Sasanî, Emevî, Abbasî, İlhanlı ve Osmanlı yönünde bir etkileşimin kaynağını teşkil etmiş olabileceğine dair bir kanı vardır. Zira Emevîler Bizans’ın elinden Mısır’ı aldıktan sonra buradaki oturmuş mali düzeni çok az değişiklikle beraber devam ettirmişlerdir. Böylece Bizans mali sistemi Mısır’da uzun bir süre daha yürürlükte kalmıştır. Bu durum yerini “İslam Ekonomik Rejimi” olarak bilinen Abbasîlerin getirdiği yeni düzene bırakmıştır. Fakat bazı iddialara göre Abbasîlerle özdeşleşen söz konusu yeni sistem, Abbasîlerin mucidi olduğu bir sistem değildir. Buna göre ülkenin sınırlarının genişlemesi ile doğru orantılı olarak bazı yeni uygulamalar da yerleşmeye başlamıştır ve özellikle Sasanîlerle alakalandırılan bu uygulamalar, aşamalı olarak Ab26 basîlerin oluşturduğu yeni sistemin kökenini oluşturmuştur. Dolayısıyla dünya üzerinde insanların kullandığı ve faydalı nere23 Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, s. 97-98. 24 Köprülü, Bizans Müesseselerinin …, s. 102. 25 Çiçek, “Osmanlılar’dan Önce…”, s. 64-65. 26 Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, s. 81-84; Çiçek, “Osmanlılar’dan Önce…”, s. 75-78.

256


Turgut Demirtaş

deyse her şey gibi, bu sisteme de İranî bir köken atfedilmiştir. İlhanlılardaki toprak ve vergi sistemi de Sasanîlere dayandırılmaktadır. Ancak buna karşın hâkim görüş, İlhanlılardaki sistemin Abbasîlerden etkilendiği şeklindedir. İlhanlılardaki sistem ilk olarak Gazan Han döneminde şekillenmiştir. Gazan Han’ın paralı askerlik sisteminden yeterince memnun olmaması üzerine ordunun göçebe düzenden yerleşik düzene geçirilmesine karar verilmiştir. Bu amaçla askerler, ikta’ olarak verilen toprakların vergisini toplamakla görevlendirilmiştir. Osmanlılardaki tımar sisteminin kökeninde İlhanlılardaki bu 27 sistemi arayan araştırmacılar da mevcuttur. Ancak bize göre Osmanlılardaki bu sistem İlhanlılar yahut Bizans’tan ziyade, Selçuklular ile alakalıdır. Bu sisteme irsî ve en önemlisi askeri bir nitelik kazandıran Selçuklulardır. Bunun sebebi de bazı zaruri durumlardır. Çünkü Oğuz boylarına dayanarak Horasan’da saltanatlarını kuran Selçuklular, yalnız Oğuz boylarını değil, devamlı surette göç etmekte olan diğer Türk boylarını da iskân etmek ve geçim kaynaklarını temin etmek durumunda kalmışlardır. Selçukluların iktâ sistemine yeni şekil vermeleri, kuvvetli bir göç tazyiki ile karşılaştıkları bu Türk gruplara toprak vermek ve gerektiğinde askeri bir güç olarak faydalanmak fikrinden doğmuştur. Böylece Türk gruplar hem toprağa bağlanarak bir karışıklık öğesi olmaktan çıkartılacak, hem de güçlü bir askeri 28 dayanak teşkil edilecektir. Ayrıca bu iktâ’lar sayesinde Büyük Selçukluların, maaş ödemeden büyük bir orduyu beslemesi, üretimi artırması ve halk ile devlet arasında yeni askeri ve idari bir kadroya sahip olması ve otoritesini de güçlendirmesi müm29 kün olmuştur. Hazarlardan önceki toprak sistemi ile sonrasındaki ikta’ ve tımar sistemi genel olarak bu şekildedir. Görüldüğü üzere toprak sisteminden askeri bir fayda sağlama meselesi belki eş zamanlı sayılabilecek bir şekilde XI. yüzyılın ikinci yarısında Mave27

Çiçek, “Osmanlılar’dan Önce…”, s. 77-79. Köprülü, Bizans Müesseselerinin…, s. 103-105. 29 Turan, Selçuklular Tarihi…, s. 308. 28

257


Hazarlarda Tımar Sistemi

raünnehr civarında Selçuklular ve Anadolu’da Bizans tarafından uygulamaya konulmuştur. Bu iki devletten önce tımar, iktâ’ veya benzer bir sistemin, farklı coğrafyalarda ve devletlerde kullanılmadığını daha önce birçok âlim de söylemiştir ve onların da büyük çoğunluğu, muğlâk olmakla birlikte sadece varsayımsal olarak, Orta Asya Türk devlet geleneğinin etkisinin olabileceğini 30 düşünmüştür. Hazar – Selçuklu Bağlantısı Makalemizin esas konusunu, bu görüşlere ek olarak, Selçuklulardan önce, onların direkt olarak ilişkide olduğu hangi devlette tımar veya benzeri bir sistemin uygulanmış olabileceği fikri oluşturmaktadır. Bu doğrultuda bir Selçuklu-Hazar bağlantısı bulmak, heyecan verici gözüküyor ve esasında da Selçukluların evvelden Hazarlara tabi olduğuna dair birinci el, tatmin edici 31 sayıda kaynak mevcuttur. Ancak buradaki durumu incelerken dikkatli olmak ve Oğuzların iç durumlarını, Selçuk Bey’in ilk günlerini iyi analiz etmek gerekmektedir. Çünkü bölgede, Selçukluların göç yönünün Maveraünnehir üzerine olmasının sebe32 bi Hazarlar olarak görülmüştür. Fakat bu dönemde (950 civarı) Hazarlar, Selçuklular karşısında durabilecek ve onların göç yönünü değiştirecek kadar kuvvetli değillerdir. Selçukluların göç 30

Halaçoğlu, XIV.-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı, s. 84; Köprülü, Bizans Müesseselerinin…, s. 95; Turan, “İktâ’”, s. 955-959; Barkan, “Timar”, s. 287-292. 31 Turan, Selçuklular Tarihi…, s. 58-59. Osman Turan burada, Oğuzların tıpkı Bulgarlar veya Ruslar gibi Hazarların tebaası olduklarını söylüyor. Fakat Hazar Mektuplarını görememiş olması ve Konstantin Porphyrogenitus’un tespitlerini kullanmadığı için mesele çözüme kavuşmuyor. Hazar-Oğuz ilişkisini, Oğuzların Hazarlara askeri hizmette bulunmaları yönünden değerlendirmek daha doğru olacaktır (Karatay, “Hazarın Yıkılışına Oğuz Dahli”, s. 472-473). 32 Hazarlar Oğuz Yabgularının en çok çekindiği komşularıdır ki, Oğuzlar çok sayıda esir vermişledir(İbn Fazlan, Seyahatname, s. 43; Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, s. 15). Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi, s. 273.

258


Turgut Demirtaş

yönünü değiştiren kuvvet Oğuz Yabgu Devletidir. Zaten Selçuk Bey de, Oğuz Yabgu Devletinden ayrılan ve kendi devletini kuran 33 34 bir beydir. Özellikle 941’den sonra Oğuzlar, Hazarlar üzerine saldırılar düzenlemişlerdir. Biz burada bu saldırıların ve siyasi gelişmelerin detayına girmeyeceğiz. Fakat kısaca bahsetmek gerekirse, Selçuk Bey’in babası Dukak Hazarlara yapılacak saldırı 35 36 taraftarı değildir ve bu yüzden de, görevinden azledilmiştir. 33

Karatay, “Hazarların Yıkılışına Oğuz Dahli”, s. 473-474. Rusların Hazarlara saldırdığı tarih 941’dir. Burada Bizans desteğinin ve kışkırtmalarının olduğunu söylemek mümkündür. Hatta, bu saldırının içinde Oğuzlar ve Peçeneklerin de olması ihtimal dâhilindedir. Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi, s. 257-261; Artamonov, Hazar Tarihi, s. 481-483. 35 Köymen, 875-885 dolaylarında gerçekleştiğini tahmin ettiği olayın İslam kaynaklarında yer alan halini şöyle nakleder: Bir gün Yabgu, hila34

fına buyurarak, hiç suçu olmayan bir Türk taifesine karşı sefer tertip etti(Bu taife İslam kaynaklarında “Mirhând” olarak yer almaktadır. Hatta doğal olarak saldırıya uğrayanların Müslüman olduğu geçmektedir. Ancak bu Türk topluluğu zenginliği ile oldukça cazip durumdaki Hazarlar olmalıdır). Bunu duyan Dukak kızdı, yolda Yabgunun karşısına

çıktı ve ona ağır sözler söyledi. Gazaba gelen Yabgu kılıcını çekti ve Dukak’ı yüzünden yaraladı. Dukak karşılık verdi, elindeki gürzü hükümdarın başına vurdu. Yaralanan Yabgu atından düştü. Bu hadise bütün devlet erkânının huzurunda gerçekleşti. Atına tekrar binen Yabgu, Dukak Bey’in yakalanması ve öldürülmesi için emir verdi fakat hiç kimse kılını kıpırdatmadı…” (Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, s. 7-8). 36 Agacanov, Oğuzlar, s. 253. Turan, Selçuklular Tarihi, s. 65. Dukak Bey’in 932 yılında Hazarların Alanlarla yaptığı savaşta müttefik Oğuz kuvvetlerinin önderi olduğunu düşünmekteyiz. Bu dönemde iyice güçten düşmüş Hazar yönetiminin diplomatik yollarla Dukak Bey ile iyi ilişkiler geliştirmiş olması muhtemel. Böylece 941 ve 943 yıllarında Rusların Hazar mülküne saldırmasına rağmen Oğuz tarafında herhangi bir hareketlenme görünmemekte. Oğuz Yabgu Devleti içinde Dukak Bey’in ölümünden bir müddet sonra makamına Selçuk Bey geçmiştir. Hazarların Oğuz tarafından bir saldırıya maruz kalmaması bu komutanlarla kurduğu iyi ilişkilere bağlı olmalıdır. Zira 955’te üzerine oynanan oyunlar neticesinde çareyi kaçmakta bulan Selçuk Bey sonrası dönemde

259


Hazarlarda Tımar Sistemi

Daha sonra yerine geçen kişi de başarılı olamamıştır. Onun yerine geçmeye Selçuk Bey uygun görülmüştür ancak babası gibi onun da, Hazarlara karşı savaş taraftarı olmaması, gözden düş37 mesine sebep olmuştur. Selçuk Bey, üzerine oynanan oyunlar 38 sonrasında çareyi Cend’e göçmekte bulmuştur. Bu göçün ardından tekrar konumuza dönersek, açıkça anlaşılmaktadır ki, Selçuk Bey ve babası Dukak, Hazarlar ile ilişki içindeydiler. Biz 39 onların birer Hazar muhibbi olduklarını düşünmekteyiz ama 40 öyle değilse bile, Hazar ordusunda görev almışlar , hatta bazen Oğuz-Hazar saldırılarında da bulunmuşlardır. Bu da iyi veya kötü bir etkileşim halinde bulunduklarını göstermektedir. Hazarlarda Tımar Sistemi Büyük Selçukluların askeri iktâ’ sisteminin temelini oluşturduklarını, bulundukları koşullar itibarı ile bunu gerçekleştirdiklerini söylemiştik. Fakat bu koşullardan bağımsız olarak Selçuklular, bazı müesseselerde ve özellikle iktâ’ sistemi hususunda Hazar etkisi altında kalmış olabilirler. Sadece Dukak ve Selçuk Bey’in Hazar münasebetlerinden bunu söylemek mümkün olsa bile kesinlikle yeterli değildir. İşte tam bu noktada birçok Arap ve Fars coğrafyacı, Hazar ülkesini gezerken, iktâ’ konusunda Oğuzların bazı tacizleri görülmektedir. Dahası 964’te Kağan Svyatoslav’ın Hazarlara saldırısında Oğuzların ortaklığını göz ardı edemeyiz(Agacanov, Oğuzlar, s. 223). 37 Karatay, “Hazarların Yıkılışına Oğuz Dahli”, s. 474. Selçuk Bey’in çocuklarının isimleri Yunus, Mikail, Musa, İsrail ve Yusuf’tur. Bu isimler Musevîlikle ilgili olsa da, diğer dinlere inanan insanlar tarafından da kullanılmıştır. Zaten Selçuk Bey’in Musevî olduğuna dair herhangi bir kaynağa sahip değiliz. Ancak yine de daha yeni İslam’ı kabul eden bir kuşak içinde bu isimlere rastlamak tesadüf değildir. Aral Gölü civarındaki bir beyin çocuklarına bu isimleri vermesi doğal olarak akla Hazarları getirmektedir. 38 Bu göçün tarihi olarak Kafesoğlu 985 yılını verirken, onun dışında verilen tarihler 955 yılı ve öncesidir. Agacannov, Oğuzlar, s. 261. 39 Dunlop, Hazar Yahudi Tarihi, s. 279-280.. 40 Osman Karatay, “Hazarların Musevileşmesine Dair Bir Belge...”, s. 11.

260


Turgut Demirtaş

bazı ipuçları vermekteler. Öncelikle hemen her yazar, Hazar 41 ülkesini bereketli, zengin ve mamur olarak tanımlamaktadır. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, yani Hazarlarda tımar olma ihtimali, Gerdizî ve İbn Rüsteh’de geçmektedir. Öncelikle İbn Rüsteh şöyle demektedir: “…Hükümdar ilşad, bu ülkenin kudretli ve zenginlerini mallarına ve refah derecelerine göre süvariler beslemekle mükellef tutmuştur… Orduyla sefere ve 42 akına çıkan ilşaddır. Seferlere daimî askerleriyle çıkar… Hükümdar, maaş alan ve kendisine sonsuz bağlı olan on bin süvari ile sefere çıkar. Bu askerler arasında zenginler tarafından besle43 nenler de vardır .” 910 yılı civarında Hazar ülkesini gezen İbn Rüsteh’in bu tespitleri, tımar ve iktâ’ hakkında önemli ayrıntılar içermektedir. Bu tespitler adı geçen sistemlerin ortaya çıktığı tahmin edilen yeri ve tarihi değiştirmektedir. “Ülkenin kudretli ve zenginlerinin mallarına ve refah derecelerine göre süvariler 41

Mesudî, Muruc ez-Zeheb, s. 37; Hududü’l-Âlem, s. 122; Şeşen, İslam Coğrafyacıları…, s. 36 (İbn Rüsteh), s. 83 (Gerdizî), s. 112 (İdrisî), s. 141 (Yakut el-Hamavi), s. 167 (İbn Havkal), s. 176 (Makdisî). Hazarlarda hakandan sonra gelen en geniş hareket alanına ve yetkiye sahip kişinin İbn Rüsteh’te işa (‫)اشيا‬, Gerdizî’de ilşad (‫)داشليا‬, Kazvinî, İstahrî, İbn Havkal, Mesudî, Yakut el-Hamavî, İbn Fazlan’da hakan beğ (‫ ناقاخ كب‬,‫ )ناقاخ هب‬ve Hududu’l-Âlem’de tarhan hakan (‫ )ناخرات ناقاخ‬gibi muhtelif şekillerde nitelendirildiği görülmektedir(Şeşen, İslam Coğrafyacıları…, s. 36 (İbn Rüsteh), s. 46 (Mesudî), s. 70 (Hududu’l-Âlem…), s. 82 (Gerdizî), s. 94 (Avfî), s. 140 (Yakut el-Hamavi), s. 151 (Kazvinî), s. 160 (İstahrî), s. 170 (İbn Havkal). Esasında bu üç şekilde şad, beğ ve tarhan unvanları göze çarpmaktadır. Bu unvanlar Türk devlet geleneğinin bir yansımasıdır ve bu unvanlara sahip hanedan üyeleri kağanlık da dâhil olmak üzere birçok mevkie gelebilmektedir. Hazarlardaki uygulama da kağanlığa yükselebilmek dışında, bu şekilde olabilir. Yani şad, beğ ve tarhan unvanlarına sahip kişiler sadaret benzeri olan ilşad olarak nitelediğimiz makama getirilebilmektedir. İlşad, neredeyse hakan kadar geniş yetkilere sahiptir ve ülkenin bütün işleriyle meşgul olmaktadır. Orduya komuta etmekten ganimet paylaşımına, vergi tahsilâtından ülkenin ve halkın eksiklerinin giderilmesine kadar birçok sorumluluğu vardır. 43 Şeşen, İslam Coğrafyacıları…, s. 36 (İbn Rüsteh). 42

261


Hazarlarda Tımar Sistemi

beslemekle mükellef tutulması” ile kastedilen nedir? Muhtemelen yazar, ilk defa gördüğü, halkın asker beslemesi durumunu, besleyen kişinin kudreti ve refah derecesi ile açıklamıştır. Bu belki de Hazarların mamur ve bereketli ülkelerinde halka asker beslemek üzere verdikleri topraklar, meralar, madenler ve hayvanlar ile yani tımar ile ilgilidir. Bize göre yazarın “zengin ve kudretli” diye bahsettiği kişinin, devletin asker beslemekle görevlendirdiği biri olma ihtimali yüksektir. Burada zenginliğin kaynağı ile ilgili bir çıkarım yapmak da mümkündür. Anlaşılmaktadır ki Hazarlı zenginlerin mülkü ticaret ve hayvancılık ile beraber toprağa dayanmaktadır. Zira daha önce değindiğimiz gibi, Hazar halkı, yazın tarlalarına çıkmakta ve tarımla uğraşmaktadır. Ayrıca İbn Havkal ve İstahrî’nin verdiği bilgiye göre Hazar hakanı 44 ve ailesi fazla mal mülk sahibi değildir . Ancak bu bilgiyi hakan ailesinin fakirliğine yormak doğru olmayacaktır. İstahrî’nin bu gözlemi ticari ve lüks ile ölçülebilecek bir bakış açısıyla gerçekleşmiş olmalıdır. Çünkü devleti elinde tutan ve ticaret yollarından fazlasıyla vergi geliri elde eden hakan ailesi ticari işlerden ziyade bağ bahçe işleri ile meşgul olmayı tercih etmiştir. Bunu Kağan Yusuf’un mektubu da desteklemektedir. Mektupta kağan İstahrî’nin verdiği bilgileri doğrulamakta ve kışı şehirde geçirip Nisan ayında kendi tarla ve bahçelerine gittiklerinden bahset45 mektedir . Diğer yandan İbn Havkal duyduğu bir meseleyi bize aktarmaktadır. Yazar Semender şehrinde iken burada kırk bin kadar asma olduğunu ve Rusların burayı yağmaladığını öğrenmiştir. Öylesine büyük bir tahribat yaşanmış ki, şehirde üzüm kalmamıştır. Ancak bu şehirde oturan Müslüman ve putperestler olarak nitelediği Hazarlar, iyi ziraatçılıkları sebebiyle kısa süre 46 içinde şehri tekrar eski haline döndürmeyi başarmışlardır. Diğer yandan XI. yüzyılda yazdığı Zeyn el-Ahbar adlı eserinde Gerdizî önceki yazarların söylediklerini adeta onaylamakta44

Şeşen, İslam Coğrafyacıları…, s. 161 (İstahrî), s. 170 (İbn Havkal). Duranlı-Karatay, “Hazar Kağanı Yusuf’un Endülüs’e Mektubu”, s. 206; İbn Fazlan, Seyahatname, s. 106-107 (Mervezî). 46 Şeşen, İslam Coğrafyacıları…, , s. 168 (İbn Havkal). 45

262


Turgut Demirtaş

dır: “Hazar hükümdarı atına binince on bin süvari onunla beraber atlarına biner. Bu süvarilerden bir kısmı maaşlıdır. Bir kısmı ise zenginlerin yardımlarıyla geçinirler. Kendi eşya ve silahlarıyla 47 hükümdarın maiyetine katılırlar…” Her iki seyyah da, hatta diğerleri de Hazarların ordusu hakkında benzer şeyleri söylemişlerdir. Hazarların on veya on iki bin kişilik hazır kıta askerleri, süvari birliklerinden oluşmaktadır. Diğer yandan bu süvari birliklerinin bir kısmı zenginlere besletilmektedir. Bunları açık bir şekilde anlıyoruz. Anladıklarımız da aklımıza ister istemez tımar sistemini getirmektedir. Hazar ekonomik sistemi bireysel zenginliğe elverişlidir. Zira önemli miktarda gümrük vergileri alan devlet, ticaret açısından 48 da son derece işlek bir coğrafi konumda bulunmaktaydı. Hazarlarda ticaretten elde edilen gelir sadece devlet tekelinde değildi. Böylece kendi tüccar ve zengin sınıfı oluşan Hazarların ticaret yolları üzerindeki hâkimiyetinde, ticaretten kaynaklı zenginliğinin nimetlerinden yararlanan Hazarlı zenginlerin devletin bekası için ister kağanın emriyle ister gönüllü olarak asker 49 beslemekle mükellef olması beklenir. Ancak orduda, asker sayısında devamlılık esastır. Hazarlar gibi güçlü bir devlet, ordusunu bir takım zenginlerin insafına bırakmış olamaz. Bu kişilerin iflası yahut ölümü ile ordu önemli bir darbe ile karşılaşabilir. Bu önemli bir zaaftır. Ayrıca bu durum, merkez açısından bir risk unsurudur. Beslediği askerlerden güç alacak olan müreffeh kişi, yönetime nüfuz edebilecek hatta yönetimi belirleyecek bir konuma bile gelebilir. Böylece Hazarlarda Avrupa tarzı feodal bir yapı için elverişli bir ortam oluşacaktır. Ancak devrin kaynaklarında böyle bir yapıdan bahsedilmemektedir. Devlet, bu olasılıkları görmüş olmalıdır. Bu yüzden olsa gerek kağan komutası kendisinde, maddi külfeti ise varlıklı kişilerde olan bir ordu sistemine geçmiştir. Bu sistem Osmanlıdaki tımar sisteminin daha az gelişmişi Selçuklulardakinin ise benzeridir. Selçukluların 47

Şeşen, İslam Coğrafyacıları…, s. 83 (Gerdizî). Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, s. 75-76. 49 Karatay, Hazarlar, s. 220. 48

263


Hazarlarda Tımar Sistemi

Hazardaki kadar zengin ve varlıklı bir guruba sahip olmaması sistemin devamını engellemiştir. Sonuç Kökeni konusu çokça tartışılan tımar sistemi, Büyük Selçukluların oluşturdukları askeri iktâ’lar ile alakalıdır. Ortaçağ’da Akdeniz havzası ve Ortadoğu devletlerinin nakit para sıkıntısı çekmeleri ile birlikte, özellikle Selçukluların muazzam derecede Oğuz göçlerine maruz kalmaları dolayısıyla, bu sistem gelişmeye başlamıştır. Devrin koşullarının haricinde Selçuklular devlet müesseseleri konusunda Türk teşkilatçığı dışında bazı etkilere maruz kalmış olabilirler. Ancak bu olası etkiler kesin olmadığı gibi abartılmamalıdır. Sonuçta ortada, teşkilatçılılığı ile meşhur koskoca bir kültür vardır. Her şeyden evvel bu kültür, kendi bünyesinde olan sistemleri, göç ettiği coğrafyalara taşımıştır. Yoksa sürekli farklı coğrafyalara göç etmiş ve devletler kurmuş bu millet, varlığını nasıl sürdürebilirdi ki? Bize göre Selçuklular da kopup geldikleri Oğuz Yabgu Devletinden ve askeri destek sağladıkları Hazarlardan Türk devlet yapısına uygun olarak, kendi sistemleri ile birlikte bir şeyler taşımışlardır. Taşıdıkları sistem ve yapı ile birçok milleti etkiledikleri gibi, onlardan etkilenmişlerdir de. Bize göre Büyük Selçuklular, Maveraünnehir bölgesine gelirken, eski Türk devlet geleneği ile birlikte, geliştirdikleri iktâ’ sistemini de taşımışlardır. Çünkü Hazarlarda bir kısmı zenginlere besletilen ve zenginler tarafından karşılanan on – on iki bin kişilik bir süvari ordusu mevcuttur. Selçuklular bu sistemi yerleştikleri yeni coğrafyada biraz daha farklı bir haliyle uygulamaya koymuşlardır. Aradaki fark Selçukluların Hazarlar kadar zengin bir sınıfa sahip olmaması ve paralı askere ihtiyaç duymamasıdır. Böylece Selçuklular arada varlıklı kişiler olmaksızın askerlerinin masraflarını devlet hazinesine yük olmadan gidermenin yolunu masrafları yine toprağa bağlamakta bulmuşlardır. Bu benzerlik, iktâ’ ve tımar sisteminin menşei hususuna farklı bir bakış açısı kazandırmaktadır. Zira sadece ihtimal dâhilinde sayılan Türklerin kullandıkları birçok sistemdeki eski Türk 264


Turgut Demirtaş

geleneği ve Orta Asya izleri, bu sayede somut bir örnek kazanmaktadır.

KAYNAKÇA

ACUN Fatma, “Klasik Dönem Eyalet İdare Tarzı Olarak Tımar Sistemi ve Uygulanması”, Türkler Ansiklopedisi, C. IX, s. 899-908. AGACANNOV S. G., Oğuzlar, Çev. E. N. Necef - A. Annaberdiyev, İstanbul, 2004. ARTAMONOV M. İ., Hazar Tarihi, Çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2004. BARKAN Ömer Lütfi, “Timar”, İA, C. XII/1, Eskişehir, 2001, s. 286-333. ÇİÇEK Kemal, “Osmanlılar’dan Önce Akdeniz Dünyasında Yapılan Tahrirler Hakkında Bazı Gözlemler”, Ankara Üni-

versitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi(OTAM), Sa. 6, s. 51-89, Ankara, 1995. DEMİRCİ Mustafa, “İkta”, DİA, C. XXII, İstanbul, 2000, s. 43-47. DUNLOP D. M., Hazar Yahudi Tarihi, Çev. Zahide Ay, İstanbul, 2008. GENÇ Mehmet, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul, 2010. GOLDEN Peter B., Hazar Çalışmaları, Çev. Egemen Çağrı Mızrak, İstanbul, 2006, GÖKSU Erkan, Türkiye Selçuklularında Ordu, Ankara, 2010. ………., “Türkiye Selçuklularında İktâ’”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sa. 26, Güz 2009, s. 137-154. HALAÇOĞLU Yusuf, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara, 1991. İBN FAZLAN, Seyahatname, İstanbul, 1995. İNALCIK Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, Çev. Ruşen Sezer, İstanbul, 2008. ………., Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, C.1, İstanbul, 2000.

265


Hazarlarda Tımar Sistemi

İPŞİRLİ Mehmet, Osmanlı Devleti Tarihi, C.1, Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul, 1999. KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul, 2005. KANAR Mehmet, Farsça-Türkçe Sözlük, İstanbul, 1998. KARATAY Osman, Hazarlar, İstanbul, 2014 ………., “Hazarların Musevileşmesine Dair Bir Belge: Kenize Mektubu”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, Sa. 18, Yaz 2008, s. 117. ………., “Hazarların Yıkılışına Oğuz Dahli”, Mehmet Eröz Armağanı, İstanbul, 2011, s. 462-469. KILIÇBAY Mehmet Ali, “Son Dönem Bizans Ekonomisi”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, Sa. 3, 1967, s. 137-168. KÖPRÜLÜ Fuad, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Ankara, 2004. ………., Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara, 2006. ………., Türkiye Tarihi, Ankara, 2005. KÖYMEN Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, C. I, Ankara, 2011. KUZGUN Şaban, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara, 1985. MESUDÎ Muruc ez-Zeheb, Çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2004. MİNORSKY V., Hududü’l-Alem, İstanbul, 2008 OSTROGORSKY Georg, Bizans Devleti Tarihi, Ankara, 2011. ÖZCAN Abdulkadir, Osmanlı Devleti Tarihi, C.1, Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu, İstanbul, 1999. ŞAHİNÖZ Ahmet-Teoman, Özgür, “Osmanlı Tarımında Bir Sistem Tartışması: ‘Tımar’”, Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, 3/2000, s. 67-88. ŞEŞEN Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 2001. TURAN Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul, 2005. ………., “İktâ”, İA, C. V/2, Eskişehir, 2001, s. 949-959. ÜNAL Mehmet Ali, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta, 2008.

266


SVYATOSLAV’IN 965’TE SALDIRDIĞI DOĞUDAKİ BULGARLAR KİMLERDİR? ∗ Osman KARATAY∗∗ – Giorgi KAKHNİASHVİLİ ∗∗∗

H

azar devletinin 969 senesinde Ruslarca yıkıldığını anlatan ve gelişmelerin çağdaşı olan İbn Havkal, bu saldırının kurbanlarını Hazarlarla kısıtlamaz: “Ruslar bu akın-

ları sırasında Hazar, Bulgar ve Burtas’ın hepsini mahvettiler. Ve buraları istila ettiler.” 1 Yazar duyumlarına dayandırdığı bu haberde ısrarcıdır ve ilerleyen sayfalarda tekrar eder: “Ruslar zamanımızda Hazar, Bulgar ve Burtas ülkelerini darmadağın edip içine girmişlerdir. Bunlar Rusların hepsinin hücumu ve komşularının ülkelerinde aşırı tahribat yapmaları neticesinde meydana gelmiştir.” 2 Nihayet Bulgar özelinde haberler verirken Rus saldırısının zaman bilgisine değinir: “Bulgar küçük bir şehirdir. Buranın çok kazası yoktur. Lakin pek meşhurdu. Zira bütün bu sayılan ülkelerin (Slav memleketi) iskelesi idi. Nihayet Ruslar burayı yağma ettiler. 969 senesinde de Hazaran, İtil ve Semender taraf-

Bu makale 23-26 Ekim 2013 tarihlerinde Tiflis’te düzenlenen III International Congress of Caucasiologists toplantısında “Ethnicity in Medieval Caucasus: Who Were the Eastern Bulgars Attacked by Sviatoslav in 965?” başlığıyla bildiri olarak sunulmuştur. ∗∗ Prof. Dr., Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, karatay.osman@gmail.com ∗∗∗ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, giorgi_kakhniashvili@hotmail.com 1 Y. Ziya Yörükân, Müslüman Coğrafyacılar Gözüyle Ortaçağda Türkler, İstanbul, 2004, s.121; Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, 2. baskı, Ankara, 1998, s.167. 2 Y. Ziya Yörükân, Müslüman Coğrafyacılar, s.124; Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları, s.170.


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

larına gittiler.” 3 Yani önce Bulgar’a saldırılıyor, ardından Hazar’a iniliyor. Metin sanki Bulgar’a saldırının aynı sene olmadığını ima etse de, son haberinde ikisini aynı yıla sıkıştırır: “Rusların Bulgar ve Hazârân’ı tahrip ettikleri 969 yılına kadar durum böyleydi.” 4 Buradaki Bulgar’dan İdil boyundaki memleketi anlamama imkânı bulunmuyor. Haberler çok açık bir şekilde, sadece memleketin istilaya uğrayışına değil, başkentin yıkılışına da işaret ediyor. Hazar’a Rus saldırısından bahseden diğer bir İslam yazarı olan Makdisî mağdur olarak sadece Hazarlardan bahseder ve bilgiyi İbn Havkal’dan aldığı neredeyse kesinlik taşısa da, Bulgar’a 5 yer vermez. Yine ondan alıntı yapan iki asır sonrasının ‘Sicilyalı’ yazarı İdrisî ise dikkatsiz ifadeler kullanır ve alıntıyı intihale çevirir: “Bu kitabı telif ettiğimiz sırada Ruslar Burtasları, Bulgar-

ları ve Hazarları hâkimiyetleri altına almışlar ve ülkelerini ele geçirmişlerdir. Bu diyarda Ruslardan başkalarının sadece isimleri kalmıştır”. 6 Acaba olayları 12. yy’da olmuş gibi sunan bu dikkatsiz ifadelerde ünlü coğrafyacı İdrisî’nin bir gerçeği sakladığını düşünebilir miyiz? Zira onun zamanında İdil Bulgar’ın ismi de, kendisi de vardı ve dimdik ayaktaydı. Muhtemel kaynağı olan İbn Havkal’ın aksine o, emin olarak veya olmayarak Rusların başka bir Bulgar memleketini harap ettiğini anlatıyor olabilir mi? Bu diğer Bulgar memleketi Tuna Bulgar da olamaz, çünkü Burtas ve Hazar ile aynı çerçeve içinde sunulan memleket doğuda bir yerde olmalıdır. Vakıa, İbn Havkal yazdığı zaman Tuna Bulgar devleti ortak Rus-Bizans harekâtıyla ortadan kalkmıştı (971). İdrisî’nin yazdığı dönemde ise (1154) henüz bağımsızlığına kavuşmamıştı. Ama İbn Havkal gibi İdrisî de Tuna Bulgar’ın varlığının farkındaydı ve buraya bir Rus saldırısının ayrımına varacak bilgiye sahipti. 3 Y. Ziya Yörükân, Müslüman Coğrafyacılar, s.68; Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları, s.63. 4 Y. Ziya Yörükân, Müslüman Coğrafyacılar, s.120; Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları, s.166. 5 Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları, s.174, 175. 6 Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları, s.120.

268


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

Nitekim saldırıyı gerçekleştiren Rusların kendi kaynakları İbn Havkal’ın aksine bir Bulgar veya Burtas bahsi geçmezler: Yıl 6472 (964): “(Svyatoslav) diğer ülkelere elçiler göndererek şöyle

dedi: “Sizlere geleceğim”. Oka ve İdil’e doğru giderken Vyatiçlere rastladı ve onlara şöyle dedi: “Kime vergi veriyorsunuz?” Onlar da şöyle cevap verdiler: Hazarlara - adam başına bir sincap kürkü veriyoruz.” Yıl 6473 (965): “Svyatoslav Hazarların üzerine gitti. Svyatoslav’ın üzerlerine doğru geldiğini duyan Hazarlar kendi hakanlarının başkanlığında onları karşılamak üzere çıktılar ve savaşmak üzere karşı karşıya geldiler. Svyatoslav Hazarları yenerek onların şehri Bela Veja’yı (Şarkel) 7 aldı. Yas ve Kasogları da yenerek Kiev’e getirdi.” 8 Bu haberler İslam kaynaklarındakilerle birleştirilerek olay kurgulanır ve Kiev knezi Svyatoslav’ın (∼942-972) Vyatiç meselesini hallettikten sonra Oka nehri boyunca ilerleyerek Bulgar’a, sonra İdil boyundaki güney komşusu Burtas’a saldırdığı, oradan da yine İdil boyundaki Hazar başkentini ve Dağıstan’daki Semender’i vurduğu, oradan batıya geçerek Don nehri boyundaki 9 Şarkel’i aldığı söylenir. Vernadsky bu düz okumaya 969 senesinde İbn Havkal’ın bahsettiği ikinci bir sefer daha var diyerek 10 yeni bir öğe ekler. Fakat metni dikkatli okumalıyız. İlk seferin istikameti gerçekten de Orta İdil’i, dolayısıyla Bulgar memleketini gösteriyor ancak bilgi bu kadar. Svyatoslav Bulgarların batısındaki bir Slav 7

Şarkel’in 830’ların sonundaki yeniden kurulması ve Ruslarla mücadele konusunda bkz. Karatay, “Karadenizde İlk Ruslar ve Şarkel’in İnşası”,Belleten, LXXIV/269 (Nisan 2010), s.69-108. 8 Povest’ Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, yay. D. S. Lihaçev - B. A. Romanov, Moskva-Leningrad, 1950, s.244; Mualla U. Yücel, İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, Ankara, 2007, s.92-93. 9 Karamzin, İstoriya Gosudarstva Rossiyskago -I-, s.173-174; M. A. Artamonov, Hazar Tarihi, çev. D. Ahsen Batur, İstanbul, 2004, s.549-550; Jonathan Shepard, “The Origins of Rus (c.900-1015)”, The Cambridge History of Russia -I-, yay. M. Perrie, Cambridge, 2006, s.61. 10 George Vernadsky, A History of Russia II: Kievan Russia, New Haven, 1948, s.43-46.

269


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

kabilesi olan Vyatiçlerle meşgul oluyor, öteye geçtiğinden haberimiz yok. Dahası bu seferin başarılı oluşu da kuşkulu, çünkü bu 11 kabile üzerine daha sonra bir sefer daha yapması gerekiyor. Onları aşıp Bulgar’ı vurduğuna dair Rus ana vakayinamesinden bir bilgi çıkarmak olası gözükmüyor. Takip eden gelişmeler ise İdil Bulgar’ın dimdik ayakta olduğunu gösterdiği gibi, haberler yakın geçmişteki bir Rus galibiyetini de ima etmiyor. 972 senesinde Peçeneklerce öldürülen Svyatoslav’ın yerine geçen oğlu Vladimir (980-1015) durumu toparladıktan sonra 985 yılında İdil Bulgar’a saldırır ama yanında müttefik olarak Oğuzlar vardır. Buna rağmen yılar, Bulgarları çetin ve güçlü görüp, kendisine vergi vermeyeceklerine kani olduktan sonra ‘ebedi’ bir barış yapar. Vladimir’in dayısının ifadeleri bunun Bulgarlarla ilk temas olduğu havasını veriyor: “Ayağı zincirli olan kölelere dik-

katle baktım; onların hepsi çizmeli. Bunlar bize vergi vermezler. Haydi, gidip kendimize keçe ayakkabılı olanları arayalım.” 12 20 yıl önce babasının darmadağın ettiği bir Bulgar’ı hatırlatan en küçük bir ifade yok. Bu durumu göz önüne alarak İbn Havkal’daki Svyatoslav’ın saldırısına dair haberler hakkında tamamen tahmine dayalı iki yorum yapmak mümkün. Ya Svyatoslav İdil Bulgar’ı hedefliyordu ama ulaşamadı veya teğet geçti veya Vyatiç seferinin tekerrürünün gösterdiği üzere başaramadı. Çünkü metin Oka ve İdil güzergâhıyla açıkça Bulgar’ı menzil yapmaktadır, oraya gideceğini söylemektedir ama gittiğini teyit etmiyor. Dolayısıyla gerçekleşmeyen sefer Rus yıllıklarında yer almadı ama bölgedeki gelişmelerle ilgili ‘duyumları’ olan İbn Havkal bu niyeti bir vaka olarak algıladı ve belki de Rusların Tuna Bulgar’a saldırısına dair haberlerin yaptığı parazitle yukarıdaki gibi bir metin oluşturdu. Ya da Rusların vardığı ve vurduğu başka, üçüncü bir Bulgar vardı ve İbn Havkal buranın vuruluşuna dair haberleri alıp İdil’e uyguladı.

11

Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, s.244. Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, s.257; Mualla U. Yücel, İlk Rus Yıllıkları, s.491. 12

270


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

Bu ikinci ihtimali haklı kılacak sebepler var. Bunun için Hazar seferinin haberlerini dikkatli okumak gerekir. İlk Rus vakayinamesi olan Povest’e göre Svyatoslav üç ardışık yıl seferdeydi. 964’te yolda Vyatiçlere takıldığı Oka-İdil (Bulgar?) seferi, 965’te Hazar seferi ve 966’da tekrar Vyatiç seferi. İlk seferinde Kiev’e geçmeksizin Vyatiçlerden güneye dönmüş ve Hazar’a yürümüş olması daha muhtemel. Kiev’den Hazar’a mesafenin büyüklüğünün yanında, sadece Hazarlar değil, As ve Çerkezlerle savaşı ve Kiev’e geri dönüşü de içeren 965 seferi için bir piyade ordusuna çok fazla zaman gerekir. Kiev ordusunun Vyatiç seferinden sonra dönmeyerek Don havzasının kuzeyindeki arazide kışladığını, baharla birlikte Hazar’a yürüdüğünü düşünmek daha makul olabilir. Zira bazı yardımcı Vareng unsurları her zaman sözkonusu olmakla birlikte, gemilerle bir seferden bahsedilmiyor. Ertesi yıl ise ‘kağan’ Svyatoslav Kiev’den Vyatiçlere bir sefer daha yapıyor ve vergiye bağlayıp dönüyor. Yoğunlaşmamız gereken şey iki yıla yayılan ilk sefer. Hazarlarla savaşın Don boylarında veya Şarkel etrafında meydanda gerçekleştiği ve çok sürmediği anlaşılıyor. Buraya muhtemelen baharın erken günlerinde geldiyse, geri kalan tüm vaktini Don ve Kuban boylarında geçirmiş oluyor. Orta Kafkasların kuzeyindeki bölgeye uzanmış gözüküyor. Aşağı Kuban boylarını da ihmal etmiyor. Bu bölgede yaşayan As ve Çerkezlerle savaşıyor. Buna Kırım ve Tamatarhan’daki Hazar kalıntılarıyla mücadeleyi de eklemeliyiz. Peki, Kafkasların kuzey ve kuzeybatısında sadece As ve Çerkezler mi vardı? Svyatoslav’ın seferinden 15 yıl önce yazıp bölgenin beşeri coğrafyasını betimleyen Konstantinos Porphyrogenitus, “Tama-

tarkha’dan sonra, ondan 18 ila 20 mil kadar ötede, Zichia ve Tamatarkha’yı bölen Oukrouch adlı bir nehir vardır ve Oukrouch’dan üzerinde ırmak ile aynı adlı bir şehrin bulunduğu Nikopsis nehrine kadar Zichia ülkesidir; mesafe 300 mildir. Zichia’nın ötesinde Papagia adlı ülke vardır ve Papagia memleketinin ardında Kasakhia adlı ülke bulunur ve Kasakhia’nın ötesinde

271


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

Kafkas dağları vardır ve dağların arkasında Alania ülkesi bulunur.” demektedir. 13 ‘Oukrouch’ büyük ihtimalle Kuban’a işaret etmektedir. ‘Zichia’ Adigeler ve Karadeniz sahil şeridinde yaşayan yakın Çerkez kabilelerini anlatır. ‘Nikopsis’ Abhazya’da, Sukhumi’nin hemen kuzeyinde, şimdi Afon Tshyts “Yeni Afon” adıyla bilinen kenttir. Başka bir yerde geçmeyen ‘Papagia’ bugünkü Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti arazisi ile uyuşmaktadır. ‘Kasakhia’ ise Rus yıllığında da geçen Kasogların memleketidir ve bugünkü KabartayBalkar Cumhuriyeti’ne tekabül eden bölgeyi anlatır. Onun ötesindeki ‘Alania’ Alanların, bugünkü Osetlerin atalarının yurdu14 dur. Rus kaynağındaki ‘Kasog’ ifadesiyle Konstantinos’un aksine Batı Çerkezlerinin de kastedildiğini anlamalıyız, zira daha sonraki olaylarda açıkça Aşağı Kuban boylarında yaşayan Çerkezlerin dâhil olduğu hadiselerde bu isim kullanılıyor. Örneğin 1023 yılında “Mstislav Hazarlar ve Kasoglarla beraber Yaroslav’ın üzerine gitti.” 15 Burada Tamatarhan yarımadasındaki bir mücadeleden bahsediliyor ve Hazarlar ve Kasoglar oranın yerlileri. O zaman Svyatoslav’ın saldırdığı Kasogların Orta Kafkaslardaki Kabartayların atası olan hakiki Kasoglar değil, Batı Çerkezleri olduğu ihtimali artıyor. Belki de Don boylarından güneye, hele dağlık Kafkas’a fazla sarkmadı ve düzlüklerde karşısına çıkanlarla dövüşerek batıya, memleketine doğru ilerledi. Bu durumda Rus yıllıklarındaki ‘Yas’ları da Alanlardan ayırmamız, yine aynı bölgeye koymamız gerekecek.

13

Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio, yay. Gy. Moravcsik - R. J. H. Jenkins, Washington, 1967, s.187. 14 Runciman’ın tespitleri: Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio: Commentary, ed. F. Dvornik - R. J. H. Jenkins - B. Lewis - Gy. Moravcsik - D. Obolensky - S. Runciman, London, s.156. Ayr. bkz. Osman Karatay, “Ziezi ex quo Vulgares”, : Orta Asya’da Bulgar Aramak”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, III/5 (2008), s.49. 15 Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, s.299; Mualla U. Yücel, İlk Rus Yıllıkları, s.96.

272


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

Konstantinos’un verdiği bilgileri haritaya uyguladığımızda Don-Kafkaslar üçgenindeki çok geniş bir arazi boş kalıyor. Svyatoslav’ın savaşacağı kadar önemli bir topluluk olan Asların ismi geçmiyor, buna karşılık başka hiçbir yerde anılmayan tuhaf kabilelerin adı veriliyor. Çağdaş bilimin genel olarak ve tereddüt göstermeden yaptığı Alan-As özdeşleştirmesi burada konuyu çözmediği gibi, karmaşıklaştırıyor. Beşeri coğrafyayı başka kaynaklara da bakarak biraz daha irdelemeliyiz. İslam kaynakları bu bölgedeki halklardan bahsediyor ama sınırlar konusunda bir fikir edinmek çok zor. Yerli iki kaynak, Hazar ülkesinden gönderilmiş iki mektup bu konuda yardımcı olabilir. Konstantinos’la yaklaşık aynı günlerde yazıldığı sanılan Cambridge Hazar Belgesi veya Kenize Mektubu Alan ve Asları açık şekilde ayırır: “Ve savaşmak

için ‘SY ve TWRQ(Y’…) … ve ‘BM ve PYYNYL ve Makedon kralı gittiler. Sadece Alanların kralı (Hazar’ın) desteğindeydi.” 16 As ve Türkler (Oğuzlar) ile muhtemelen Abhaz ve Peçeneklerin de dâhil olduğu bir ittifak Bizans kışkırtması ve öncülüğü ile Hazar’a saldırıyor ve sadece Alanları yanlarında müttefik bulan Hazarlar onları yenmeyi başarıyor. Mektubun sonunda da Aslar Hazar’ın düşmanı milletler arasında sayılıyor. Svyatoslav’ın Hazar’a saldırısından kısa süre önce yazılan Kağan Yusuf’un Endülüs’e mektubunda da Alan ve Kasog ülkeleri komşu gösterilir ve batısına başka memleketler konur, ancak As topluluğu bu 17 ismiyle geçmez. Ortaçağ’ın en önemli coğrafya eserlerinden biri olan Hudûl el-Âlem’de Kasog ülkesi Alanlar dâhilinde göste18 rilir. Bu durumu açıklamak kolaydır. Kağan Yusuf kendine bağlı veya muti toplulukları ve ülkeleri sayar. Babası Harun zamanında

16

Osman Karatay, “Hazarların Musevileşmesine Dair Bir Belge: Kenize Mektupu”, Karadeniz Araştırmaları, 18 (Yaz 2008), s.10. 17 Pavel Kokovtsov, Yevreysko-Hazarskaya Perepiska v X veke, Leningrad, 1932, s.101. 18 V. Minorsky, Hudûdü’l-Âlem, çev. A. Duman - M. Ağarı, İstanbul, 2008, s.121; Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacıları, s. 69.

273


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

19

Hazarlar ile bağlaşan Alanlar böyle olduğu gibi, Alanlara tabi olan ‘hakiki’ Kasoglar da dolaylı olarak Hazar egemenliğinde idi. Buna karşılık Hazar egemenliğinde bulunmayan Kuban havzasındaki Aslar kağanın mektubuna alınmıyorlar. Çünkü onun mektubundan kısa bir süre önce yazılan Kenize Mektubu’na göre, yukarıda geçtiği gibi, Hazar’ın cari ve fiili düşmanları arasındalar. Geniş Kuban havzasına sığdırabileceğimiz, mektuplarda geçmeyen, Rus yıllıklarında ve Konstantinos’ta anılan bir topluluk daha var. Porphyrogenitus’un kitabında tek cümleden oluşan 12. Bölümde “Sözde Kara Bulgar da Hazar’a saldırabilir” denmek20 tedir. Önceki ve sonraki bölümlerde bahsedilen halk ve ülkelerin sıralamasından bir hüküm çıkarmak zordur. Bundan ilk bakışta İdil Bulgar’ı anlamak mantıksız olmayacaktır. Zira 10. bölümde daha ötedeki Oğuzların Hazar’a saldır(tıl)abileceğini söyleyen Konstantinos’un, Hazar’a düşman olduklarını iyi bildiğimiz ve o dönemde Müslüman olan İdil Bulgarlarını da bu kervana 21 katması beklenir. İslam kaynaklarında ‘kara’ tavsifi geçmeyip Tuna ve İdil Bulgar memleketleri birbirinden ‘iç’ ve ‘dış’ olarak ayrıldığı için, oradan buraya bilgi nakli yapamıyoruz. Üstelik Oğuz örneğinden iyi bildiğimiz üzere Türklerde ikili düzen için iç ve dış tavsifleri bulunmakla birlikte, İslam kaynaklarında Tuna’ya iç, İdil’e dış denmesi kafa karıştırıyor. Eğer bunu Türkler-

19

Vakıa Porphyrogenitus Alanları Bizans kışkırtmasıyla Hazar üzerine salınabilecek topluluklar arasında sayar (Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio, s.63, 65), ama 930’ların başından itibaren tahminen 30 yıl boyunca böyle bir şey görülmediği için, Kağan tam bir özgüvenle onları da bağlıları arasına alır. 20 Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio, s.65. 21 Nitekim Macartney’in (C. A. Macartney, “On the Black Bulgars”, Byzantinische und Neugriechishe Jahrbücher, VIII, Berlin, 1930, s.150-158) yorumlarını kabul eden Runciman (Stevan Runciman, The Emperor Romanus Lecapenus and His Reign: A Study of Tenth-Century Byzantium, Cambridge 1988, s.116) ve Moravcsik (Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio: Commentary, s.62) böyle düşünürler.

274


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

den aldı iseler, herhalde Türkler daha yakındaki İdil Bulgar’a iç 22 diyor olmalıydılar. Lakin Konstantinos’un kitabındaki diğer bir ifade buradaki kastın İdil Bulgar olma ihtimalini azaltıyor. 42. Bölüm’de Konstantinos Rusların Dnyeper nehri üzerinden Kara Bulgar, Hazar ve Suriye’ye geldiklerini söylemektedir. İfade şöyledir: “Sonra

Bosporus büyüklüğü dolayısıyla herkesin deniz adladığı Azak gölünün ağzına gelir. Bu aynı Azak denizine pek çok ve büyük ırmaklar akar; kuzey tarafından üzerinden Rusların Kara Bulgar ve Hazar ve Suriye’ye geldikleri Dnyeper nehri akar.” 23 İdil Bulgar’a gitmek için hiçbir şekilde Dnyeper’den geçilmez. Rus vakayinamesi en erken dönemdeki yolları ayrıntılı olarak anlatır ve İdil Bulgar’a giden yolu Baltık denizine bağlantısı olan Lovat nehri üzerinden kısa bir karayolu güzergâhının ardından, şimdi Moskova’nın içinden geçen Oka nehri üzerinden İdil’e geçiliyor 24 şeklinde tanımlar. Don nehri üzerinden şimdi kanalın olduğu 22 İdil Bulgar’a ‘iç’ dendiğini kabul eden Zlatarski, “Dış Bulgar” ile kastın Kara Bulgarlar olduğuna inanır: Vasil Zlatarski, İstoriya na bılgarskata dırjava prez srednite vekove, c.I/1, Sofiya, 1970, s.166. Lakin İslam kaynaklarındaki metinler coğrafi tanımı açık yapar ve İdil ve Tuna’daki iki Bulgar devletinden bahsederler. 23 Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio, s.187. Wozniak’ın dikkat çektiği üzere (A. Frank Wozniak, “The Crimean Question, the Black Bulgarians, and the Russo-Byzantine Treaty of “944”, Journal of Medieval History, V/2 (1979), s.121) Konstantinos burada Rusların Azak’a doğrudan indikleri bir karayolunu kastetmiş olabilir. Öbür türlü, Dnyeper’in Karadeniz’e döküldüğünün farkındaydı. Burada Wozniak’a küçük bir tashihle, karayolunu Kiev’den veya Baltık havzasından Donets’in yukarı boylarına kadar getirip, orada suyoluna çevirdiğimizde Rus kayıkları doğrudan Hazar’a ineceklerdir. Bu yolun işlekliğinin kanıtı ise Donets havzasında bulunan İslam paralarıdır (Roman K. Kovalev, “What Does Historical Numismatics Sugeest about the Monetary History of Khazaria in the Ninth Century? - Question Revisited”, Archivum Eurasiae Medii Aevi, 13 (2004), s.103). 24 Hatta “yüzülerek gidilebilecek” yol Harezm’e kadar uzatılır: Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, s.207-208; Mualla U. Yücel, İlk Rus Yıllıkları, s.480.

275


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

yerden İdil’e geçip, küreklerle çekilen büyükçe teknelerle akıntıya karşı kuzeye doğru yüzlerce km yol almak herhalde Oka-İdil güzergâhında kendini akıntıya bırakmaya göre çok zahmetli ve çekilmez bir yolculuk olacaktır. Macartney bu cümleyi açıklayabilmek için Dnyeper ağzında İdil Bulgarlarının bir ticaret üssü 25 olduğunu önerir ki, Don nehri ağzında bir üs önerse belki daha yerinde olacak ve bu cümlenin coğrafi şerhi ile çelişmeyecekti. Çünkü güzergâhta kastedilen yer Dnyeper boyları değil, Azak’tan sonrasıdır, doğu taraflarıdır. Dolayısıyla 42. Bölümde Azak civarındaki bir Bulgar ülkesinden bahsedildiği açıktır. Buna Rus yıllığındaki bir haber de işaret eder. Tuna ve İdil Bulgar’dan çok yerde bahseden ama ‘Kara Bulgar’ ifadesini bir defa kullanan yıllık 945 senesindeki bir antlaşmanın maddeleri arasında Bizanslıların ağzıyla şunu da verir: “Ülkemize gelip giden ve Korsun ülkesinde savaşan Kara Bulgar-

ları Rus knezlerinden serbest bırakmamalarını, onların ülkelerine de başka zarar-ziyanlara sebebiyet vermemeleri için dikkat etmelerini isteyeceğiz.” 26 Metinden anlamamız gereken şu: Kırım’a Bulgar saldırıları oluyor. Bunları kendi imkânlarıyla önlemekte sıkıntı çeken Bizanslılar, alışıldık bir tedbir olarak yabancı bir gücü diğerine kırdırmak üzere, Dnyeper’den gelip Karadeniz’e inerek Azak ve Don yoluyla Hazar’a ticaret için giden, bu arada da kağanın izniyle arasıra Azerbaycan’a saldıran Rusları Don-Azak bölgesindeki Bulgar akınlarını denetlemek ve durdurmak maksadıyla kullanmak istiyorlar. Rus metnindeki bu haber Konstantinos’un o günlerde başka türlü ismi geçmeyen bu topluluğa neden önem verdiğini ve Hazar’a salınacak güçler arasında saydığını göstermektedir. Antlaşmanın tarihi, Konstantinos’un kitabının yazılışından hemen öncedir. İmparatorluğun idari sorumluluğunun naip ve kayınpeder Romanos Lekapenos’un üzerinde olduğu günlerde gerçekle25

C. A. Macartney, “On the Black Bulgars”, s.158.

26

Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, s.234; Mualla U.

Yücel, İlk Rus Yıllıkları, s.489.

276


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

şen sıcak olayları bir ‘entelektüel’ olarak gözlemleyen Konstantinos, aslında kısa süren tarihi bir ana şahitlik etmiş ve bize aktarmış gözüküyor. Bu anı 10. yy’la birlikte Kuzey-Güney (İslamİskandinav) ticaretinin Hazar yerine İdil Bulgar güzergâhına kaymasıyla Hazar’ın gelir kaybına uğraması ve azalan erkine koşut olarak bağlı toplulukların eşzamanlı özerkleşmesi veya bağımsızlaşması ile 960’larda Rus ve Oğuzların yükselmesinin bir sonucu olarak Hazar’ın ortadan kalkması arasındaki yaklaşık yarım asra işaretlemeliyiz. Hazar’dan kopuşları 910’lardan itibaren İdil Bulgar’da sarih görüyoruz. Kağanın izniyle Hazar denizine girerek Azerbaycan’a saldıran Rusların geri dönüşte 913 senesinde kağanı dinlemeyen Müslüman Hazar askerlerince hırpalanması ve daha kuzeye kaçabilenlerin ise İdil boyundaki Bulgarlarca ortadan kaldırılmasını anlatan kaynaklarda (özellikle Mesudî) bu kopuşu ve din ağırlıklı siyasetin gelişmesini fark ettiğimiz gibi, 922’de Bulgar’a ulaşan Halifelik elçiliğinin tezkiresini yazan İbn Fazlan’a göre bir Müslüman olarak Musevi Hazarlarla savaştığını söyleyen Bulgar hanının ifadelerinden artık durumun sıcak savaşa dönüştüğünü görüyoruz. Kenize Mektubu’ndan yukarıda alıntıladığımız kısım ise artık neredeyse etraftaki hiçbir topluluğun Hazar egemenliğinde kalmadığını göstermektedir. Bu yüzden Konstantinos çevredeki toplulukların Hazar’a saldırabileceklerini söyler. Kalbgahı Hazar denizinin kuzeybatı sahillerinde olan ve Kırım ve Tamatarhan’da müstahkem şehirlerde egemenliğini sürdüren Hazar kağanlığı 10. yy ortalarına doğru iki parçadan ibaret kalmış gibi gözüküyor ve Azak boylarındaki topraklar ile merkez arasındaki bağlantıyı Don nehri üzerindeki Şarkel gibi önemli bir istihkâmın da dâhil olduğu bir şerit üzerinden sağlamış gözüküyor. Don nehrinin güneyindeki bu arazinin halkının kazı çalışma27 larında görüldüğü üzere Bulgar asıllı olduğu anlaşılıyor. Zaten 27

2. Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki ilk kazıları yöneten Artamonov, Bulgarların Don-Kuban arasında olduğu gibi, Aşağı İdil boylarında bile yaşadıklarına inanmakta ve ispatlanmasını beklemektedir: M. A. Artamonov, Hazar Tarihi, s.406.

277


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

o dönemde oraya yerleştirebileceğimiz başka bir topluluk da bulunmuyor. İki ipucu 940’larda bölgede tezahür eden güçlü Hazar askeri varlığının bu Bulgarlara dayandığını ihtar etmektedir. 941’de Kiev knezi Oleg idaresindeki bir Rus filosu Romanos’un telkinleriyle Hazar’a yönlendirilir. Bunun gerisinde bir dinler savaşı vardır. Ancak Hazarlar Kırım’da Rusları rahatça yener ve çaresiz bıra28 kırlar. Etraftaki daha düne kadar kendine bağlı topluluklarla tek başına savaşamayan ve hep ittifak ihtiyacı duyan Hazarların denizden gelen tamamı iyi savaşçı ve kalabalık Rusları yenmesinde yine bir müttefik parmağı arama hakkımız var. Bunlar büyük ihtimalle Don’un güneyindeki kuşakta yaşayan Bulgarlardı. Bu bir. Bunu Kırım’daki savaşları anlatan Rus, Bizans ve Hazar kaynaklarını toplu okuyarak anlıyoruz. İkincisi ise bu hükme dayanak ve destek sağlayan 945’teki bahsedilen Rus-Bizans antlaşması. Bizanslılar Hazar ülkesinin iki kısmını birleştiren DonAzak suyolu üzerindeki Kara Bulgarların Ruslarca denetlenmesini istiyorlar. Bu Bulgarlar açıkça Hazar adına Kırım’daki Bizans topraklarını taciz ediyorlar, önlenemiyorlar ve çare olarak Ruslardan Hazarlara değil, onlara karşı yardım isteniyor. Ruslarla Kırım’daki savaşlar deniz gücünü gerektirdiği ve Hazarların bu bölgede böyle bir deniz gücünün varlığını iyi bilmediğimiz için, Bulgar birliklerinin Hazar zaferinde katkısını tahmin etmekten 29 başka çaremiz gözükmüyor.

28

Alexandru Madgearu, “The Place of Crimea and of the Kerch Strait in the Strategy of the Middle Byzantine Empire (7th-12th Centuries)”, II Mar Nero, V, Roma 2006”, s.199-200. 29 Constantine Zuckerman, “Hazarların Museviliğe Geçiş Tarihi Üzerine” Hazarlar ve Musevîlik, P. B. Golden – C. Zuckerman – A. Zajaczkowski, Çorum, 2005, s.98-99, Hazarların donanmaları olmadığı için Tamatarhan yarımadası tarafında bulunan Şamkarts’ı (Phanagoria, Ruslar Tmutorakan der) işgal eden Rusları takip edemediklerini, karayoluyla Bizans Kırım’ının başkenti Kerson’a giderek orayı kuşatıp intikamı Bizanslılardan aldıklarını söyler. Fakat bunun ardından Şamkarts’ın istirdadı ve Rusların teslim olması vardır. Her tarafın su olduğu bir böl-

278


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

Wozniak bu Bulgarları Don nehrinin batısına, Azak’ın kuze30 yindeki sahillere yerleştiriyor. Buradan da aynı şeyleri yapabilirler; Kırım’daki Bizans mülküne veya Hazar’a saldırabilirler. Fakat iki noktada bu hükme şerh koymamız gerek. Konstantinos Hazar’a saldırabilecek topluluklardan bahsederken, ülkenin kalbgahına saldırabilecekleri kastediyor. Bunlar Oğuzlar ve Alanlar gibi hemen komşuluktaki topluluklardır. Sınırları Şarkel’in tam karşısında başlıyor gösterilen Peçenekler de böyledir. Ama Romanos’un Rusları Şamkarts’a salmalarının gösterdiği üzere, batıdaki Hazar topraklarının da kastedildiği öne sürülebilir. Bu doğru olabilir ama ikinci nokta olarak Azak bozkırları Peçenek hâkimiyet sahasında olduğundan, Kara Bulgarların Peçenek tabileri olmasını düşünmemiz gerekecektir ki, buna dair bir kayıt bulunmuyor. Hâlbuki bir dönem Hazar bağlısı olduklarını iyi biliyoruz. Peki, bundan dört beş yıl sonra kitabını yazan Konstantinos neden Kara Bulgarları Hazar’ın müttefikleri değil de, muktedir düşmanları arasında sayıyor? Bu da herhalde Bulgar ve Hazarların arasının açılmasıyla ilgili olmalıdır. Buna çok sebep olabilir ama birini iyi tespit edebiliriz. Kırım’da Hazar adına Bulgarlarca hırpalanan Ruslar, Hazar yöneticilerince sanki ödüllendirilircesine alınıp deniz üzerinden Azerbaycan’a çapula gönderiliyorlar. Bu çok gücendiricidir. Kara Bulgarların Müslüman olup olmadık31 larını bilmiyoruz. Böyle bir tutuma gücenmek için Müslüman olmalarını ve dini gayretkeşliklerini beklemeye de gerek yoktur.

gede bununu başarılması, hatta sadece Kerç boğazının geçilmesi için dahi iyi bir deniz gücüne ihtiyaç vardır. 30 Frank A. Wozniak, “The Crimean Question”, s.121. 31 Fihrist sahibi Nedim’deki Halife Me’mun ile Bulgar hükümdarı arasındaki bazı dini ve fikri haberleşmeleri içeren bir risaleden haber veren kaydı yorumlayan Pritsak, bu kimsenin Tuna veya İdil değil, Kuban’daki Kara Bulgarların reisi olduğunu öne sürer; dolayısıyla İslam’a geçmeleri sözkonusudur: Omeljan Pritsak, “Türk-Slav Ortak Yaşamı: Güneydoğu Avrupa’nın Türk Göçebeleri”, Türkler II (yay. K. Çiçek vd.), Ankara: Yeni Türkiye”, s.511.

279


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

Neticede Bulgarlar 945 sonrasında Hazar’a el vermekten vazgeçiyorlar ve hatta bunu hissettiriyorlar (ve bu yüzden Konstantinos onları Hazar’ın hasmı sayıyor). Veya Novosel’tsev’in tahminine göre, anladığımız manada bağımsız değillerdi ama 32 isteyince Hazar’a da saldırabilirlerdi. Babası dönemindeki bir gelişmenin sonucu olarak böyle bir müttefikten mahrum olan ardıl Hazar kağanı Yusuf ise 965’teki Rus seferinde Şarkel önlerinde Svyatoslav’ın Ruslarını tek başına karşılıyor. Her şeyini ortaya koyduğu için her şeyini, 300 yıllık bir tarihi kaybediyor ve tek bir savaşta Hazar ortadan kalkıyor. Lakin olup biteni kenardan izleyen Şarkel havalisindeki Bulgarlar da Svyatoslav’ın hışmından kurtulamıyor. İşte, İbn Havkal’ın haberine göre Rusların harap ettiği Bulgarlar bunlar olmalıdır. Şarkel bir Rus kenti olarak kaldığı için, Bulgarların egemenliklerini kaybettiğini anlıyoruz. Rus kaynağı büyük ihtimalle Şarkel zaferi ile aynı bölgede yaşayan Bulgarların yükündürülmesini telif ediyor ve zaten kısa ve öz olan metin ayrıntıya girmiyor. Karadan Tamatarhan yoluna devam eden Rus ordusu o günlerde Hazar bağlısı olduğu anlaşılan As ve Çerkezleri de yükündürdükten sonra Kırım’da tek başına kalan Hazar mülkünü bir lokmada yutuyor. 10. yy’ın ilk yarısında Bünyamin ve Harun kağanlar zamanındaki akıllı ittifaklar sayesinde ayakta kalan, normalde tek başına etraftaki herhangi bir topluluğa gücü yetmeyecekken bütün savaşlardan galip çıkan ve namını sürdüren Hazar’ın bu nazik durumunun son kağan Yusuf’ça iyi anlaşılmadığını düşünebiliriz. Endülüs’e gönderdiği mektupta büyük bir gururla etraftaki 25 ülkenin kendisine bağlı olduğunu anlatan kağanın, 945’ten itibaren 20 yıl boyunca Hazar’a mevsimlik Oğuz akınları dışında ciddi bir tehdit gelmemesinin de verdiği hava ile sağlıklı bir değerlendirme yapamadığını ve 965’teki Rus-Oğuz hücumu karşısında yapayalnız kaldığını görüyoruz. Hazarları yalnız bırakan veya yeterince yardım etmeyen Kara Bulgarlar da sonuçta bundan zararlı çıkmıştır ve aynı darbeyi yemişlerdir. Eğer torunları bu32

A. P. Novosel’tsev, Hazarskoe gosudarstvo gosudarstvo i ego rol’ v istorii vostoçnoy Evropı i Kavkaza, Moskva, 1990, s.219.

280


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

33

günkü Karaçay-Balkarlar ise, Rus saldırısı esnasında güneye çekildiklerini ve daha emin buldukları dağlık alana o zamanlar yerleştiklerini düşünmek mümkündür. Daha doğrusu 1000 yıldan fazladır o bölgede oturan soydaşlarının yanına hicret etmişlerdir. İslam kaynaklarındaki Rus saldırısından sonra Bulgar’da ahali kalmadığı şeklindeki rivayet belki böyle bir göçle Don nehri boylarının boşalmasını anlatıyor olabilir. Bunların aslına gelince, Büyük Bulgar devleti 670’lerde dağılıp halk değişik yerlere göç ettiğinde, göçmeyip Hazar egemenliğinde kalan Bat Bayan’a bağlı Bulgarların işte bu Kara Bulgarların ceddi olduğu düşünülür. ‘Kara’ sıfatı esas ve büyük ülkeyi anlat34 tığı için, ‘Büyük Bulgar’ denklemine tam oturmaktadır.

Svyatoslav’ın doğu seferi ve Hazar’a eşzamanlı Oğuz saldırısı (965)

33 V. V. Gudakov, Severo-zapadnıy Kavkaz v sisteme mejetniçeskih otnoşenii s drevneyşih vremen do 60-h godov XIX veka, Petersburg,

2007, s.64. 34 Vasil Zlatarski, İstoriya na bılgarskata dırjava, s.165-166; Pritsak, “Türk-Slav Ortak Yaşamı”, s.511-512; “Rusların Kökeni”, s.62; Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.257.

281


Svyatoslav’ın 965’te Saldırdığı Doğudaki Bulgarlar Kimlerdir?

KAYNAKÇA

ARTAMONOV M. A., Hazar Tarihi, Çev. D. Ahsen Batur, İstanbul, 2004. CONSTANTİNE PORPHYROGENITUS, De Administrando Imperio. Vol.II: Commentary, Ed. F. Dvornik - R. J. H. Jenkins - B. Lewis - Gy. Moravcsik - D. Obolensky - S. Runciman, Londra, 1962. CONSTANTINE PORPHYROGENITUS, De Administrando Imperio, Ed.. Gy. Moravcsik - R. J. H. Jenkins, Washington, 1967. GOLDEN P. B., Türk Halkları Tarihine Giriş, Çev. O. Karatay, 3. Baskı, İstanbul, 2012. GUDAKOV, V. V., Severo-zapadnıy Kavkaz v sisteme mejetniçeskih otnoşenii s drevneyşih vremen do 60-h godov XIX veka, Petersburg, 2007. KARAMZİN Nikolay, İstoriya Gosudarstva Rossiyskago I, Sanktpeterburg, 1851. KARATAY O., “Hazarların Musevileşmesine Dair Bir Belge: Kenize Mektupu”, Karadeniz Araştırmaları, 18, Yaz 2008, ss.1-18. KARATAY O. “Ziezi ex quo Vulgares: Orta Asya’da Bulgar Aramak”, Orta Asya ve Kafkasya Araştırmaları, III/5, 2008, ss.48-67. KARATAY O., “Karadeniz’de İlk Ruslar ve Şarkel’in İnşası”, Belleten, LXXIV/269, Nisan 2010, ss.69-108. KOKOVTSOV Pavel, Yevreysko-Hazarskaya Perepiska v X veke, Leningrad, 1932. KOVALEV Roman K., “What Does Historical Numismatics Sugeest about the Monetary History of Khazaria in the Ninth Century? - Question Revisited”, Archivum Eurasiae Medii Aevi, 13, 2004, ss.97-129. MACARTNEY C. A., “On the Black Bulgars”, Byzantinische und Neugriechishe Jahrbücher, VIII, Berlin, 1930, ss.150-158. MADGEARU, Alexandru, “The Place of Crimea and of the Kerch Strait in the Strategy of the Middle Byzantine Empire 7th12th Centuries”, II Mar Nero, V, Roma, 2006, ss.193-208. 282


Osman KARATAY – Giorgi Kakhniashvili

MİNORSKY V., Hudûdü’l-Âlem, Çev. A. Duman - M. Ağarı, İstanbul, 2008. NOVOSEL’TSEV A. P., Hazarskoe gosudarstvo i ego rol’ v istorii vostoçnoy Evropı i Kavkaza, Moskova, 1990. Povest’ vremennıx let po Lavrent’evskoy letopisi, Ed. D. S. Lihaçev - B. A. Romanov, Moskova & Leningrad, 1950. PRİTSAK Omeljan, “Türk-Slav Ortak Yaşamı: Güneydoğu Avrupa’nın Türk Göçebeleri”, Türkler II, Yay. K. Çiçek, Ankara: Yeni Türkiye, 2002, ss.509-521. PRİTSAK Omeljan, “Rusların Kökeni”, Omeljan Pritsak Armağanı, Çev. M. B. Çelik, Ed. M. Alpargu - Y. Öztürk, Sakarya, 2007, ss.41-65. RUNCİMAN Steven, The Emperor Romanus Lecapenus and His Reign: A Study of Tenth-Century Byzantium, Cambridge 1988. SHEPARD Jonathan, “The Origins of Rus (c.900-1015)”, The Cambridge History of Russia -I-, yay. M. Perrie, Cambridge, 2006. ŞEŞEN, Ramazan İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, 2. baskı, Ankara, 1998. VERNADSKY George, A History of Russia II: Kievan Russia, New Haven, 1948. WOZNIAK Frank A., “The Crimean Question, the Black Bulgarians, and the Russo-Byzantine Treaty of 944”, Journal of Medieval History, V.2, 1979, ss.115-126. YÖRÜKÂN Y. Ziya, Müslüman Coğrafyacıların Gözüyle Ortaçağda Türkler, İstanbul, 2004. YÜCEL Mualla U., İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, Ankara, 2007. ZLATARSKI Vasil, İstoriya na bılgarskata dırjava prez srednite vekove, C.I/1, Sofya, 1970. ZUCKERMAN Constantine, “Hazarların Museviliğe Geçiş Tarihi Üzerine”, Hazarlar ve Musevîlik, Ed. P. B. Golden – C. Zuckerman – A. Zajaczkowski, Çorum, 2005, ss.65-122.

283



KİMEKLERİN ETNİK OLUŞUMLARI VE SİYASİ TARİHLERİ HAKKINDA BİR İNCELEME Haşim Özel ∗

B

atı Sibirya bozkırlarında ortaya çıkan Kimeklerin devletinin kuruluş tarihi belli değildir. Onlar hakkında ilk bilgileri bize Müslüman yazarların eserleri vermektedir. Bunlardan Halife Mutemid’in (870-892) postabaşısı olan İbni Hurdadbih’in Kitabu’l Mesâlik ve’l Memâlik adlı coğrafya kitabında Kimeklerin VIII. yüzyıla ait tarihleri hakkında bilgiler bulunmaktadır. Söz konusu eserde Türk ülkeleri sıralanırken Kimeklerin adı 1 da geçer. Zuev’e göre Kimekler, Batı Türk Hakanlığı sınırları 2 içinde bulundukları dönemde boylar birliği halinde yaşıyorlardı. Taşağıl onların ortaya çıkış tarihini çok erken bir tarihe, 656 3 yılına bağlar. Kanaatimizce Kimekler’in diğer kabilelerin katılımıyla federasyon oluşturdukları tarih VIII. yüzyıl olmalıdır. J. Marquart da Kimek federasyonunun oluşmaya başladığı zaman 4 olarak VIII. yüzyılı gösteriyor. Bu yüzyılda Kimek boyları hem kuzeybatıya yani Güney Urallar’a (Kıpçakların göçü) hem de güneybatıya, Yedisu bölgesine (Karlukların 766’da boşaltıp git∗

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, szekesfehervar19@hotmail.com 1 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, 185-186. 2 Zuev ve Kumekov, Yen-mo/Yemek etnonimini Kimeklerle özdeşleştirirler. Dolayısıyla Kimekler hem Batı Türk Hakanlığı’na bağlı bir boy hem de bu devletin yıkılmasından sonra (VII. yüzyıl) ortaya çıkan bir siyasi oluşum olarak değerlendirilir. İbn Hurdadbih’in tersine Kimeklerin oluşum tarihini bir yüzyıl erkene alabilmek için öncelikle Yenmo/Yemek ve Yemek/Kimek eşitliğinin delillendirilmesi gerekir. Kumekov, Kimek Devleti, s.49. 3 Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, s.86. 4 Marquart, “Über Das Volkstum Der Komanen”, s.95.


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

tikleri bölge) göç etmişlerdir. Temim İbni Bahr, 821’de Uygur Hakanlığı arazisini ziyaret ettiği sırada Dokuz Oğuzlar ile Ki5 meklerin komşu olarak yaşadığını yazmıştır. Kimekler, IX. yüzyılda boylar birliğinden devletleşmeye doğru adımlar atmaya başlamışlardır. Bu sürecin başlamasında Kimek arazisinin doğusunda vuku bulan olayların etkisi vardır. 840’ta Uygur Hakanlığı yıkıldıktan sonra onlara bağlı olan boyların bir kısmı (Eymür, Bayandur, Tatar) Kimek boy birliğine ek6 lenmişlerdir. Bu dönemde Kimek boylarının hükümdarının “Baygu/Yabgu” unvanını taşıdığı biliniyor. Kısa bir süre sonra Kimek hükümdarları Yabgu yerine “Hakan” (İslam yazarlarında geçtiği şekliyle) unvanını taşıyacaklardır. Hudud el Alem’de ki şu 7 ifade bunu doğrular: “Kimeklerin hükümdarına Hakan denir.” Bu unvanın kullanılmaya başlandığı zaman IX. yüzyıl sonu ile X. yüzyıl başı olmalıdır. Kimeklerin Kökenine Dair Görüşler ve Kimek Boyları Kimeklerin kökeni meselesinde onların Türk halklarına mensubiyeti konusunda şüphe yoktur. Müslüman yazarlar da o dönemde Kimeklerin Türk kökenli oluşundan haberdarlardı: 8 “Kimekler Seyhun’un ötesinde Türkler’den bir cinstir.” Bu arada Kimeklerin hangi Türk kökenli halkın devamı olduğu konusunda tarihçilerin farklı yorumlarının olduğu göze çarpmaktadır. Taşağıl, Kimekler’i Kafesoğlu’nun görüşüne dayanarak Çiklerin bir 9 devamı olarak görür. Bu görüşün temel dayanağında her iki halkın aynı coğrafyada yaşamış olmasının etkisi vardır. Fakat bu iddia Golden tarafından coğrafî örtüşmeye dayalı bir spekülas10 yon olarak görülmüştür. Bir diğer ilginç köken görüşü de Lev Nikolayevic Gumilëv’a aittir. O, Hiung-nuların torunu olarak 5

Minorsky, “Tamim İbn Bahr’s Journey to the Uyghurs”, s.297. Kumekov, Kimek Devleti, s.121. 7 Minorsky, Hudud al Alam, s.100. 8 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.43. 9 Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, s.59. 10 Bk. Golden, Kimek ve Yemekler, s.757. 6

286


Haşim Özel

11

gördüğü Çumugun/Çu-yu kabileleri ile Kimekleri özdeşleştirir. Kazak tarihçi S. Ahincanov, Kimekleri Kuzeydoğu Moğolistan’dan gelen Kaylarla bir görür. Ahincanov’a göre Kimek adı Arap yazarların verdiği bir addır. O, esas olarak bu halkın iç etnik adlandırmasının Kay olduğunu ve Kay adının yanında totemik kökenli Uran etnik adının da Kimekleri tanımlamada kullanıldığı düşüncesindedir. Ayrıca Çinli yazarların onları Moğolistan’da iken Kumo-hsi/Urankay olarak adlandırdıklarını söyler. Yine Ahincanov’a göre bu Kay/Kimekler, IX. yüzyılda Türk dilli Kıpçak (Seyanto), Yemek ve benzeri kabilelerin yaşadıkları İrtiş’in yukarı 12 akımları ve Altay bölgesine gelerek Türkleşmişlerdir. L. Hambis, onları Çin kaynaklarında geçen Yan-mo boyu ile özdeşleştiriyor. Bu görüşün diğer bir takipçisi de Kimekler hakkında müs13 takil araştırmalar yapan Kazak tarihçi Bolat Kumekov’dur. Kimeklerin adı ve kökeni konusuna eğilen âlimlerden Marquart, Kimek adının açık bir şekilde İmek boy adıyla ilgili olduğunu ve onların ikili federasyon (İki İmek/Kimek) halinde yaşadıklarını, köken olarak da Tatarların Türkleşmiş bir kolu olduklarını söy14 ler. Esasında Kimekler’in kökeniyle ilgili en önemli bilgi Gerdizî’nin Zeyn el ahbâr adlı eserinde geçen ve Kimekleri Tatar kabilelerine bağlayan destanî haberdir: “Tatarların büyüğü ölün-

ce iki oğlu kalmıştı. Büyük oğul padişahlığı ele geçirdi. Küçük oğul ağabeyisini kıskandı. Küçüğün adı Şed (Şad) idi. Ağabeyisini öldürmek istediyse de muvaffak olamadı. Hayatından korktu. Sevdiği bir cariyesi vardı. Bu kızı alıp biraderinin önünden kaçtı. Büyük bir suyun, çok ağaçların, bol avın olduğu bir yere vardı. Orada çadır kurup yerleşti. Her gün bu adamla kız iki av avlarlardı. Bu avların etini yerlerdi. Samur, sincab, kakım kürkünden elbise yaparlardı. Nihayet, Tatarların çocuklarından yedi kişi onlarının yanına geldi: Bu yedi kişiden biri İmi, biri İmak, üçün11

Gumilëv, Hazar Çevresinde Bin Yıl, s.275. Ahincanov, Kıpçaklar, s.122-123, 150. 13 Kumekov, Kimek Devleti, s.41. 14 Marquart, “Über Das Volkstum Der Komanen”, s.95-96. 12

287


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

cüsü Tatar, dördüncüsü Balandur, beşincisi Kıpçak, altıncısı Linkaz (Nilkaz), yedincisi Eclad idi. Bu yedi kişi efendilerinin hayvanlarını otlağa götürmüşlerdi. Hayvanların bulunduğu yerde ot kalmamıştı. Bunun üzerine, Şed’in bulunduğu tarafa ot aramağa gitmişlerdi. Kız bunları görünce, dışarı çıkıp “İrtiş, yani inin” dedi. Bu sebepten bu suya İrtiş adını verdiler. Bunlar kızı tanıyınca inip çadrlar kurdular. Şed bol av ile döndü. Gelenleri misafir edindi. Bunlar yaza kadar orada kaldılar. Kar yağınca dönemediler. Orada bol ot vardı. Bütün kış oradaydılar. Havalar hoş olup karlar yağınca, aralarından birini haber getirmesi için Tatarların yurduna gönderdiler. Bu adam oraya varınca her tarafın harap ve kimsesiz olduğunu gördü. Zira, düşman gelmiş her tarafı talan etmiş, insanları öldürmüştü. Kurtulanlar dağdan onun yanına indiler. Bu adam onlara beraber gelmelerini söyledi. Hepsi İrtiş tarafına gittiler. Oraya varınca Şed’e reislik selamı verdiler. Onu büyük tanıdılar. Nihayet, 700 kişi toplandı. Uzun müddet Şed’in başkanlığında kaldılar. Sonra, çoğalınca etraftaki dağlara dağıldılar. Zikrettiğimiz yedi kişinin adını taşıyan yedi kabile oldular.” 15 Gerdizî’nin bu köken hikâyesi Kimekleri Kuzeydoğu Moğolistan’daki Tatar ortamına bağlıyor. Fakat burada gözden kaçmaması gereken yedi Kimek boyunun başlarına gelen bir felaket sonucu Kimek Şad’ına katılması olayıdır. Kanaatimizce bu olay 840’ta Kırgızların Uygur Hakanlığına saldırması ve yıkmasıyla ilgilidir. Kumekov’un da söylediği gibi, bu saldırı sonucu Eymür, Bayındır, Tatar gibi boylar İrtiş’e göç etmişler ve Kimeklerin 16 devlet olarak ortaya çıkmasında önemli pay sahibi olmuşlardır. Şimdi Gerdizî’nin bu hikâyesinde geçen ve Kimekleri oluşturan boylar hakkında biraz bilgi verelim. İmi Yukarıda Uygur Kağanlığı’nın yıkılmasından sonra Eymür, Tatar ve Bayındır’ın Kimek boylar birliğine katıldığını söylemiş15 16

Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.73-74. Kumekov, Kimek Devleti, s.121.

288


Haşim Özel

tik. Gerdizî’de İmi olarak geçen bu boy, sonradan Oğuz birliği arasında karşımıza çıkan Eymür ile ilgili olmalıdır. V. Henning’e göre İmi, Dokuz Uygur boyunun en sonuncusu hi-ie-u (ya da Hi-ye-wou) idi, yani eyëbör veya eyabir. Schlegel’e göre Eyamur. 17 Turgun Almas, Uygurlarla ilgili çalışmasında saydığı On 18 Uygur kabilesi arasında “Ayavir” den bahseder. Hamilton, bu boyu Oğuz birliğinin bir üyesi olan Eymürlere bağlamakta bir 19 sakınca görmez. Marquart da İmür şeklinde bir okuma yaparak 20 İmi’yi Oğuz boyu Eymür’le özdeşleştirir. İmi’nin Eymür’le ayniyeti konusunda âlimlerce bir ittifak olduğunu varsayarsak, Eymür boyunun Uygurlar yıkıldıktan sonra önce Kimeklere, daha sonra da Oğuzlara katıldıkları sonucuna ulaşabiliriz. İmek Gerdizî’de İmek olarak geçen bu ad birliğin kurucu boyu Kimek olmalıdır. Bazı tarihçiler bu İmek/Kimek’i Kaşgarlı’da bahsedilen Yemeklerle özdeşleştiriyorlar. Özellikle Kumekov, Marquart’ın Yemek etnonimi Kimek isminin ortaya çıkışına neden olmuştur görüşüne dayanarak Marquart’ın bu teklifinin hala reddedilemediğini, Kaşgarlı’nın Kimeklerin yaşadığı yere Yemek etnonimini koymasınıda Marquart’ın görüşünün doğru olduğunu 21 göstermek için önemli bir kanıt olduğunu ileri sürüyor. KimekYemek eşitliğini savunan âlimlerden biri de Pelliot’dur. O, Kıpçak dilinde -k harfinin düşerek -y’ye dönüştüğünü, dolayısıyla Kimek adının Yemek şeklini aldığı düşüncesindedir. Pelliot’nun bu görüşüne bir destekte Tibor Halasi-Kun’dan gelir. Ona göre Orta Kıpçakça’da -q (-k) ˃ 0 şeklinde bir ses düşmesi gerçekleşir: Kaya-aya, Kügirçin-ügirçin, Keçki-eçki, Kömüldruk-ömüldruk ve bu kurala bağlı olarak Kimek-(Y)imek. Pritsak’a göre bu ses değişmeleri Kitay/Kitan grubunun Tatabı alt grubuna özgü17

Kumekov, Kimek Devleti, s.39. Almas, Uygurlar, s.133. 19 Hamilton, “Tokuz-Oġuz On-Uyġur”, s.223. 20 Marquart, “Über Das Volkstum Der Komanen”, s.96. 21 Kumekov, Kimek Devleti, s.41-42. 18

289


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

22

dür. Söz konusu bu dilsel verileri göz önünde bulunduran Hasan Eren ve Kumekov gibi araştırmacılar, Yemek/Yimek adının Kimek boy adının başka bir varyantı olduğunu ve Yemeklerle 23 Kimeklerin aslında aynı kavim olduklarını söylemektedirler. Yemek-Kimek eşitliğini kabul etmeyenler de vardır. Kaşgarlı’da Yemekler hakkında verilen bilgileri göz önünde bulunduran Golden, Kimek ile Yemek’i ayırarak onları farklı kavmî yapılar olarak görür; aynı zamanda Yemek asıllı kimselerin IX. yüzyılda Abbasi Halifeliği’nde görev aldıklarını, Kaşgarlı’nın Kimek ismini 24 bilmediğini belirtir. O, Yemeklerin Moğol-Mançu sınır bölgesinden gelen bir kavim olabileceği düşüncesindedir. Bu iddiasıyla ilgili olarak Tunguzların kurduğu Mo-ho birliği kabilelerinden olan ve Korece Yemaek olarak adlandırılan kavmi örnek verir. Ancak Golden yine de bunu Yemek olarak görmekte temkinlidir. Bu konuyla ilgili bir diğer örneği de İbni Haldun’dan verir. İbni Haldun’da Terken Hatun için geçen: “O Khitâ’daki Yemek Türklerinin kollarından biri olan Bayawut boyundandı” ifadesinden hareketle, bunun Yemeklerin çıkış yeri olarak Kitan-Moğol-Çin sınırını gösterdiği düşüncesindedir. Ayrıca o, “Eğer K. Wittfogel ve Feng Chia-Sheng’in gördüğü gibi Liao-shu’nun Yeh-mi-chih’ si Yemekler ise, bunlar açık şekilde Kitan/Liao ile temas halin25 deydiler” diyerek aynı bölgeyi işaret eder. Yemekleri, Çin kaynaklarında geçen ve kuzeybatı Moğolistan (Kobdo)’da yaşayan bir Tiele kavmi olan Yen-mo ile özdeşleştirenler de vardır. Bunlardan L. Hambis, Yen-mo adı ile Yemek 26 Bu özdeşleştirme, İrtiş’teki adının aynı olduğunu savunur. Yuymo toponimini ele alan Zuev tarafından daha detaylı olarak işlenmiştir. Toru Senga’da Yemek adını Yen-mo ile aynı görerek 22

Pritsak, “Polovetsler ve Ruslar”, s.158. Eren, “Kimek ve İmek Boy Adları Hakkında”, s.542-543; Kumekov, Kimek Devleti, s.42. 24 Golden, Kimek ve Yemekler, s.761. 25 Golden, “Kimek ve Yemekler”, s.762-763; Golden, “The Turkic World in Mahmûd al-Kâshgarî”, s.529. 26 Kumekov, Kimek Devleti, s.41. 23

290


Haşim Özel

Yemek ile Kimeki ayırır. Yen-moların Yemekler olduğunu savu27 nanlardan biri de Ahincanov’dur. László Rásonyi ve Faruk Sümer de Yemekleri Kimeklerden farklı görenler arasındadırlar. Ancak hem Rásonyi hem de Sümer diğerlerinin aksine Yen28 mo/Yemek eşitliğinden bahsetmezler. Görüldüğü üzere Yemeklerin bizatihi Kimeklerin kendisi mi yoksa Kimeklerden ayrı müstakil bir kavim mi oldukları konusunda tarihçiler arasında tam bir ittifak yoktur. Tatar 29 Çin kaynaklarında Ta-ta, T’a-t’a-erh, Ta-t’an ve T’an-t’an biçimlerinde geçen Tatarlar’ın ana yurdu Baykal Gölü’nün doğu ve güneydoğusuydu. Tatarlar, Türk ve Moğol etnik çevresinin büyük kavimlerindendir. Tatar adına, Orhun yazıtlarında, “Otuz 30 Tatar” ve “Dokuz Tatar” şekillerinde rastlanır (751). 740-840 yılları arasında Dokuz Tatarlar Uygur Hakanlığı’na bağlı idiler. Onların Kırgızlar tarafından mağlup edilen en son Uygur Kağa31 nının taraftarı oldukları söylenir. Tatarlar, tıpkı Eymürler gibi Kırgızlar tarafından saldırıya uğradıktan sonra Kimeklere katılmışlardır. Gerdizî’nin Kimeklerin köken efsanesinde onlardan bahsetmesi de Tatarların Kimeklere katıldığının bir ispatı olarak karşımıza çıkıyor. Bu aynı zamanda Kimeklerin doğuda Tatar 27

Ahincanov, Kıpçaklar, s.53, 66; Golden, “Kimek ve Yemekler”, s.759. Rásonyi’ye göre Yemek kabilesi, Kıpçaklarla birlikte aslen Kimek federasyonuna bağlıydı. Onun bu ifadesine bakarak Yemek ile Kıpçak’ı, Kimek’ten ayırdığını söyleyebiliriz. Rásonyi, “Tuna Havzasında Kumanlar”, s.132. Sümer ise XI. yüzyılda Kimek adının ortadan kalktığını bildirerek, onların topluluklarından biri olan Yemeklerin adının Kimek adının yerine ikame edildiğini yazar. Sümer, “Kimek”, DİA, s.26. 29 Yıldırım, “Tatar Adının Kökeni Üzerine”, s.175. Marquart, “Tatar” adını Tata-r biçiminde ayırarak sondaki -r’nin Eski Moğolca bir çoğul eki olduğu görüşündedir. O, W. Schott’un da kendisi gibi Tatar adında çoğul anlamını gördüğünü, ancak -r çoğul ekini Tunguzca olarak açıkladığını söyler. Marquart, “Über Das Volkstum Der Komanen”, s.96. 30 Tekin, Orhon Yazıtları, s.25, 63. 31 Kumekov, Kimek Devleti, s.43. 28

291


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

etnik ortamından çıktığına ve kurucu boyun Tatar olabileceğine bir işaret olabilir. Kıpçak Kıpçaklar Kimek federasyonunun belki de en önemli boyu idiler. Kıpçaklar genel olarak Kimeklerden ayrı olarak zikredilmişlerdir. Hudud el Alem’de: “Kimek ülkesinin doğusunda Kır-

gızların bir cinsi yaşar. Güneyinde Artuş ve Etil nehirleri, batısında Kıpçakların bir kısmı, kuzeyinde gayrı meskun arazi arazinin bir kısmı bulunur” 32 ifadesinin yanında bir başka yerde “Kıpçaklar Kimeklerden ayrılmış bir kavimdir. Bu bölgelerde yerleşmişlerdir. Fakat, Kıpçaklar Kimeklerden daha korkaktırlar. Başkanları Kimekler adına tayin olunur” 33 diye bahsedilmesi onların Kimeklere bağlı fakat onlardan olmayan bir halk olduklarını gösterir. Bir diğer İslam kaynağı İbni Hurdadbih de Türk ülkelerini sayarken Kıpçakları, Kimeklerden ayırır ve müstakil bir topluluk olarak görür: “Türk ülkeleri şunlardır: Tokuz Oğuzlar, bunların

ülkesi Türk ülkelerinin en genişidir. Çin ve Tibet’e, Harluhlara, Kimaklara, Oğuzlara, el-Cifr’e, Peçeneklere, Türkişlere, Ezgişlere, Kıpçaklara, Kırgızlara komşudurlar.” 34 Konu üzerine eğilen âlimlerden Marquart, Kıpçakları Kimeklerin batı kolu olarak görürken, Barthold Kıpçakları Kimekler arasından çıkan bir top35 luluk olarak addederek her iki halkı özdeşleştirir. Aslında Kıpçaklar, Kimekler’in batı tarafında, siyasi yönden Kimeklere bağlı olarak Urallar’a kadar olan bölgede oturuyorlardı. Hatta Hudud el Alem’de onlara ait Ender ez-Kıfçâk adlı bir 36 yerleşim yerinden de bahsedilir. XI. yüzyıla gelindiğinde bu defa Kıpçakların Kimekler içinde güçlendiklerini ve siyasi hâkimiyeti ele geçirdiklerini görüyoruz. Bunda o dönemde meydana 32

Minorsky, Hudud al Alam, s.99. Minorsky, Hudud al Alam, s.101. 34 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.186. 35 Marquart, “Über Das Volkstum Der Komanen”, s.99; Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, s.48. 36 Minorsky, Hudud al Alam, s.100. 33

292


Haşim Özel

gelen Kun göçünün de etkisi vardır. Artık Kimek adı kaybolmuş ve bahsedilen bölgelerde Kıpçak adı onun yerini almıştır. Balandur/Bayındır Yazılı kaynaklarda Bayandur/Bayındır etnik adı ilk olarak Gerdizi’nin eserlerinde Kimek boyu olarak geçmektedir. Daha sonra da Kaşgarlı Mahmud’un eserinde geçmektedir, fakat bura37 da Oğuz boyudurlar. Hatta Kaşgarlı’dan bir yüzyıl önce Kaylar, Halaçlar, Çagarlar (Çoğrak?), Çaruklar, Karluklar, Eymürlerle birlikte Oğuz Yabgu Devleti’ne bağlı halklar arasında gösterilir38 ler. Onların bir dönem Kıpçak-Kimek dünyasının bir parçası olduklarını, Macaristan ve Romanya’da etnik adlarının varlığından anlıyoruz. Macaristan’da Kumanların yaşadığı Nagykunság’da hem aile hem de yer adı olarak Bajandor adına rastla39 nır. Rásonyi’nin tespit ettiğine göre, XIV. yüzyılda Güney Transilvanya’da, Hunyad ve Krassószörény’de Ulah ahaliyle birlikte 40 yaşayan Kuman seçkinlerinden birinin adı Paiandur’dur. Anadolu topraklarında Akkoyunlu Devletini kuracak olan bu boy, Eymür ve Tatarlarla birlikte 840’tan sonra Kimeklere katılmıştır. Linkâz/Nilkaz ve Eclâd/İclad Bu iki Kimek boyu Gerdizî’nin eserinde genel olarak yukarı41 daki biçimleriyle okunmuştur. Minorsky, Linkâz’ı Nilkaz olarak okur ve Şahsevenlerin bir alt grubu olan Nilkaz oymağıyla öz42 deşleştirir. Ahincanov, Nilkaz adı eğer doğru ise Reşidüddin’in sözünü ettiği Kara-Korum’daki Kima’da yaşayan ve on oymağa bölünen Celayir kabilelerinden Nilkan’la özdeşleştirilebilir diye-

37

Kumekov, Kimek Devleti, s.46-47. Kazakistan ve Kazaklar, s.99-100. 39 Baski, “On the Ethnic Names of the Cumans of Hungary”, s.47. 40 Rásonyi, “The Old-Hungarian Name Vajk a Note on the Origin of the Hunyadi Family”, s.422. 41 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.74. 42 Minorsky, Hudud al Alam, s.304. 38

293


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

43

rek farklı bir teklif sunar. Lezina ve Superanskaya’nın ortak çalışmasında, Göçebe Özbeklerde Nikuz ve Azerbaycan Türklerinde Nilkaz şeklinde geçen boy adlarının yazılışları, bahsi geçen Kimek boyunu akla getirse de konu tartışmaya ve araştırılmaya 44 açıktır. Gerdizî’nin kaydında geçen bu boy adlarının Arap harflerinin hatalı okunması sonucu karşımıza bu şekilde çıktıkları ihtimalini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Nitekim 45 Linkâz/Nilkaz’ı “Bulgar” olarak okuyan tarihçiler de vardır. Bir diğer Kimek boyu olan Eclâd/İclad hakkında, Gerdizî harici 46 diğer kaynaklarda hiçbir bilgiye rastlayamadık. Kimeklerin Sınırları ve Yerleşim Yerleri Kimeklerin esas olarak yaşadıkları bölge İrtiş ve civarı olup, ilk yerleşim zamanını VIII. yüzyılın sonlarına kadar götürmek mümkündür. Başkentleri ise hakanın oturduğu Yemakiyye/Nemakiyye idi. Aynı dönemde Kıpçaklar, Merkezi Kazakistan bozkırlarını işgal etmişlerdi. Başlangıçta güneyde, daha sonraları batıda Peçenek ve Başkurtlarla sınırdaştılar. Hudud el Alem’-de ise Kimeklerin coğrafyası şu şekilde tasvir edilir: “Kimek ülkesi-

nin doğu tarafında Kırgızların bir cinsi yaşar. Güneyinde Artuş ve Etil nehirleri, batısında Kıpçakların bir bölümü, kuzeyinde gayrı meskun arazinin bir kısmı bulunur. Kuzeyi insanların yaşamadığı kuzey bölgesidir.” 47 VIII. yüzyılın ikinci yarısında Karluklar, Kimek baskısı sonucu Batı Altay ile Tarbagatay arasında yerleştikleri toprakları terk ederek batıya doğru göç ettiler. Onların boşalttıkları bölgeye Kimekler yerleştiler. IX. yüzyılda artık Kimekler Kuzeydoğu Ye-

43

Ahincanov, Kıpçaklar, s.114. Lezina ve Superanskaya, Bütün Türk Halkları, s.430. 45 Bu öneriyi Osman Karatay gündeme getirmiştir. 46 Divitçioğlu, söz konusu boyun adını biraz zorlama bir şekilde eylet (eylem yap) olarak okumuştur. Ancak bu okuma şekli ve anlamı konusunda varılan sonuç izaha muhtaçtır. Divitçioğlu, Sekiz Türk Boyu Üzerine Bazı Gözlemler, s.66. 47 Minorsky, Hudud al Alam, s.99. 44

294


Haşim Özel

disu’ya yerleşmişler, Dokuz Oğuzlar ve Tanrı Dağı Kırgızları ile 48 komşu olmuşlardı. IX. yüzyılın ikinci yarısında Kimeklerin batı sınırında bazı siyasi olaylar olmuş ve bunun bir sonucu olarak Kimekler batıya göç etmişlerdir. Bu dönemde Peçenekler, Oğuz-Kimek-Karluk ittifakı tarafından yenilgiye uğratıldılar. Oğuzlar, Sirderya ve Aral bozkırlarındaki Peçenek yurdunu ele geçirdiler. Bundan sonra Kimekler Oğuzlarla beraber Ural nehri bölgesinde Aral ve Hazar 49 Denizi civarındaki bozkırlarda yaşamaya başlamışlardır. Bunu İstahrî’nin verdiği bilgilerden de anlıyoruz: “Kimakların ülkesi kuzeyde, Karlukların ötesinde, Oğuzlarla Kırgızlar arasında ve Sakalibe’nin arkasında kalan yerlerdir.” 50 Kimeklerin batı sınırını daha da uzatabiliriz. Kimek boylarının bazı grupları Hazar Denizi’nin sahillerine kadar gitmişlerdir. “Şah-name” de Hazar Gö51 lü’nün Kimek Denizi olarak geçmesi bunu ispat ediyor. Hudud el Alem’de Kimeklerin yaşadıkları bölge 3 kısma ayrı52 lır: Yağsun Yasu, Ender ez- Kıfçâk ve Kırkırhan. Savinov, bu şekilde bir taksimatın yapılmasının esas sebebini, X. yüzyılın sonuna doğru Kıpçak bölgesinin Kimeklerden ayrılmasına bağ53 lar. Hudud, bu bölgelerin sınırları ve ahalisi hakkında da bilgiler verir. Buna göre Yağsun Yasu adlı Kimek bölgesi, İtil ile İrtiş 54 arasında bulunuyordu. Burası ılıman iklime sahip, yaşamaya elverişli bir bölge olarak gösterilmiştir. Kırkırhan ise Kimeklerin 48

Kumekov, Kimek Devleti, s.58. Burada, büyük ihtimalle -daha önce bahsettiğimiz- halkının âdetleri Oğuzlara benzeyen Ender ez-Kıfçâk bölgesi bulunuyordu. 50 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.156. 51 Kumekov, Kimek Devleti, s.67. 52 Minorsky, Hudud al Alam, s.100. 53 Savinov, Yenisey Kırgızları ile Kimaklar’ın, s.50. 54 Minorsky, buradaki Yasu kelimesinin İslam kaynaklarının Wisû (diğer bir adlandırmayla Ves ya da Veps) şeklinde bahsettiği Fin kavmiyle olan isimsel benzerliğine dikkat çeker. Yine o, Yasu adının Mesudî’de geçen Kimek-Bigur (kendisi bunu Kimek-Yigur/Yugur olarak düzeltmiştir) terimini de hatırlattığını kaydeder. Minorsky, Hudud al Alam, s.309310. 49

295


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

diğer bir bölgesidir. Burada oturanların gelenekleri Kırgızların55 kine benzer. Kırkırhan bölgesinin ahalisi Yenisey Kırgızları ile ilişkilendirilebilir. Kumekov bu bölgenin yerini tespit etmiştir. Ona göre burası İrtiş’in güneyinde Tarbagatay’dan Kalbin sıradağlarına kadar uzanan (Çingiztau sıradağını içeren) bölgede yer 56 alıyordu. Daha sonra bu bölgede Karkara Kıpçakları adlı bir topluluk ortaya çıkmıştır. Orada Kırgız halkının epik destan kahramanı Manas, Karkara Kıpçakları arasında gösterilmekte57 dir. Kimeklerin diğer bir bölgeside Merkezi Kazakistan’ın batı ve kuzeybatısı ile Aral bozkırlarının kuzey kısmına denk gelen, gelenekleri Oğuzlarınkine benzeyen Ender ez-Kıfçâk bölgesidir. Minorsky, Ender ez-Kıfçâk kelimesinin “İç Kıpçaklar” anlamına geldiğini söyler ve onların Kimek boyları ülkesinin kuzeybatısın58 da yaşadıklarına işaret eder. Bu bölgenin, Kimeklerin ana merkezinin batısında kaldığını ve ahalisinin Kimeklerden ziyade Kıpçaklar olduğunu söyleyebiliriz. Ahincanov’da bura ahalisinin 59 kahir ekseriyetini Kıpçaklar olarak görür. Kimek şehirleri ile ilgili en ayrıntılı bilgiyi İdrisî verir. Ona göre Kimeklerin 16 şehri vardı: “Karantiye şehri Kimeklerin batı-

daki ilk şehridir ve Gagan Gölü yanındadır. Buradan Kimek hükümdarının şehrine 24 konaktır. Gagan gölünün batı kıyısında Gagan şehri bulunur. Gagan’dan Demuriya’ya batı istikametinde 4 günlük mesafe vardır. Demuriya Kimeklerin şehirlerinden mamur ve kalabalık bir şehirdir. Demuriya ve Seraves şehirleri Şerya nehri kıyısındadır. Seraves şehrinden Bencar şehrine doğu istikametinde 10 gündür. Bencar, büyük, çeşitli Kimek Türk sınıflarının oturduğu bir şehirdir… Zehlan kalesi müstahkem bir hisar, yüksek sarp bir mevkidir. Burası Kimeklerin batıdaki ilk amilliklerindendir. Zehlan’dan Hanaviş’e kuzey istikametinde 6 günlük mesafe vardır. Hanaviş Kimeklerin mamur şehirlerinden 55

Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.67. Kumekov, Kimek Devleti, s.70. 57 Kıldıroğlu, Kırgızlar ve Kıpçaklar, s.67. 58 Minorsky, Hudud al Alam, s.309. 59 Ahincanov, Kıpçaklar, s.165. 56

296


Haşim Özel

olup Zehlan kalesinin bulunduğu dağdan çıkan bir nehrin kıyısındadır. Hanaviş’ten Lalan şehrine batı istikametinde 6 konaktır. Demür-nah’tan Lalan şehrine iki yol vardır. Üst yol Demürnah’tan doğudaki Şalunya’ya 4 konaktır. Şalunya’dan yine aynı istikametteki Nağraz şehrine 6 konaktır. Şalunya’dan Cinku şehrine kuzey istikametinde 4 konaktır…” 60 Bu şehirlere ayrıca Astur, Dih-i Çûb ve Benhdah’ı da ekleyebiliriz. Kimeklerin Siyasi Tarihi Kimeklerin ortaya çıkış tarihlerinde olduğu gibi devletlerinin hangi tarihte kurulduğu konusunda da kesin bir bilgi yoktur. İslam yazarlarının verdiği bilgiler sayesinde Kimek devletinin ne zaman ortaya çıktığına dair ancak tahminler yürütülebiliyor. Buna göre IX. yüzyılda Kimekler boylar birliği şeklindeki siyasi yapılarını devlet olarak yeniden şekillendirmişlerdir. Golden, Kimeklerin devlet olarak ortaya çıkmasını onların Sibirya ormanlarının kürkçülük yapan Urallı nüfusu sömürme ihtiyacına 61 bağlar. Ancak 840’ta Uygur Hakanlığı’nın yıkılmasının ve bu devletten gelen Eymür, Tatar, Bayındır gibi boyların varolan siyasi yapıya eklemlenmesi sonucu Kimeklerin bölgelerinde güçlü bir devlet olarak ortaya çıktıklarını söylemek daha doğru olur. Nitekim İdrisî: “En çok Kimakların hükümdarından korkar-

lar. Zira o, etrafındaki kabilelerle muharebe ve düşmanlık halindedir” der. 62 Buna benzer bir kayıt Gerdizî’de de vardır: “Bütün Kimaklar kötü huylu, cimri ve çok düşmandırlar…” 63 Bu kayıtlara istinaden Kimeklerin komşularıyla pekte dostane geçinmediklerini (belki Oğuzlar hariç) söyleyebiliriz. Tabi komşuları da zaman zaman onlara saldırarak yerleşim yerlerini yağmalıyorlardı. Kimeklerin saldırısına uğrayan kavimlerden biri Karluklar idi. 766’da onlar yerleşik bulundukları Batı Altay ve Tarbagatay’dan Kimek baskısı sonucu Yedisu taraflarına doğru göç et60

Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.105-107. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, s.168. 62 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.102. 63 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.74. 61

297


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

mişlerdir. Onlardan boşalan topraklara ise Kimekler yerleşmiştir. Kimekler Dokuz Oğuzlarla da savaşmışlardır. Daha önce Dokuz Oğuzlara ait olan Karantiye şehri Kimeklere geçmiştir. Kimeklerin en dostane geçindikleri kavim Oğuzlar idi. Barış zamanında Kimekler Oğuz ülkesine, Oğuzlarda Kimek ülkesine göç ediyorlardı. Hatta aralarında ittifak bile kurmuşlardı. Oğuzlar, Peçenekleri Aral bozkırlarından atıp batıya göçe zorladıklarında Kar64 luk ve Kimeklerden yardım almışlardı. Bu aynı zamanda Kimeklerin sınırlarını Aral civarına kadar genişlettikleri anlamına da geliyordu. X. yüzyılda yazan Makdisî, 985’te Buhara hükümdarına takdim edilen kitabında Kimeklerden bahsetmekte ve onları Aral ve Sirderya sahillerine yerleştirmektedir. Makdisî, Samanilerce Sirderya boyunda Oğuz ve Kimeklere karşı kurulan 65 sınır kalesi ve şehrine Savran adını vermektedir. Kimeklerin doğusunda bulunan Kırgızların da zaman zaman Kimek saldırılarına uğradığı biliniyor. İdrisî’de geçen şu kayıt bunu destekliyor: “Kırgızların şehirlerinin hepsi 3 konak kadarlık bir saha içinde

toplanmıştır. Bunlar, surları ve müstahkem kaleleri bulunan 4 büyük şehirdir. Halkları silahlı, kuvvetli ve gayretlidir. En çok Kimakların hükümdarından korkarlar.” 66 Fakat Kırgızlar, Kimeklerle savaş halinde bulunsalar bile adet ve gelenek olarak bazı Kırgız gruplarının Kimeklere benzerliği biliniyor. Daha önce bahsettiğimiz Kırgız kahramanı Manas’ın bünyesinden çıktığı Karkara/Kırkırhan Kıpçakları ile Kırgız Kesim (Kuştemi) boyu 67 adet, gelenek ve yaşayış olarak Kimeklere benziyorlardı. Kimeklerin genel olarak siyasi tarihinden bahsettikten sonra neden yıkıldıkları konusuna geçebiliriz. Kimek devleti Hudud el Alem’de geçen bilgilere göre 11 bölgeye ayrılmıştı ve bunların başında da birer vali (amil) bulunuyordu. Valilikler miras yoluyla

64

Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s.143. Barthold’a göre burada bahsedilen Kimekler, Kıpçaklardır. SultanovKlyashtorny, Türkün Üç Bin Yılı, s.143. 66 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.102. 67 Kumekov, Kimek Devleti, s.127. 65

298


Haşim Özel

68

çocuklara geçebiliyordu. Bu durum ileride iç anlaşmazlıklara ve merkezi idare ile kendi bölgelerini yönetenler arasında çekişmelere neden olmuş ve nihayetinde devletin zayıflamasına sebep olmuştur. Devletin batı kanadını oluşturan Kıpçakların yavaş yavaş idareyi ele geçirmesi de Kimeklerin yıkılma sürecini hızlandırmıştır. Fakat burada bahsedilmesi gereken en önemli etken ise XI. yüzyılın başında Uzak Doğu’da, Kitan baskısıyla meydana gelen kavimler göçüdür. Esasında Kimek devletinin temelinden oynatan olayda budur. Bu göç hakkındaki bilgileri Mervezî şöyle naklediyor: “Kunlar da onlara aittir; bunlar Kitâ-

han’dan korkarak Kitây ülkesinden gelmişlerdir. Bunlar Nesturi Hristiyandılar ve otlak için zorlanıp yurtlarından göç ettiler. Harezmşah Ekinci bin Koçkar onlardandır. Kunları, daha kalabalık ve güçlü olarak bu yeni otlaklardan süren Kay adlı bir halk takip etti. Sonra onlar Şari (Sarı) bölgesine göç etti ve Şariler de Türkmenlerin memleketine göçtü ki, bunlar da Oğuz ülkesinin doğu kısımlarına kaydılar. Sonra Oğuz Türkleri Ermeni Denizi (Karadeniz) sahilleri yakınındaki Peçeneklerin bölgesine göç ettiler.” 69 Görüldüğü üzere etkileri Avrupa’da bile hissedilecek bu kavimler göçü bazı halkların ve devletlerin kaderini derinden etkilemiştir. Kaylar ve Kunlar sosyal çekişmeler ve iç kavgalardan dolayı zayıf düşen Kimek devletine saldırmışlar ve Kimek boy birliğini (Kıpçaklar dâhil) bu topraklardan çıkarmışlardır. Sonrasında Oğuz topraklarını işgal eden Kıpçak hanları, Kimeklerin yaşadıkları bölgelerde üstünlüğü ele geçirmişlerdir. Bu olaylar sırasında Kimekler siyasi hâkimiyetlerini kaybetmiş ve Kıpçaklara boyun eğmişlerdir. XI. yüzyıldaki Kun Göçü sonrasında devlet yapılarını kaybeden Kimeklerin bir kısmı eski vatanında kalmış ve öbür kısmı da Kıpçaklarla birlikte Güney Rusya bozkırlarına göç etmişlerdir. Kimeklerin batıya göç etmeyen unsurları, aynı dönemde belirmeye başlayan ve Kıpçakların doğu grubunu oluşturan Kanglılara dâhil olmuşlardır. Yorulmaz’a göre Kanglılar, İrtiş sahillerine 68 69

Minorsky, Hudud al Alam, s.100. Minorsky, Sharaf al-Zaman Tahir Marvazi, s.29-30.

299


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

geldikten sonra burada Yemek/Kimeklerle beraber Aral bozkır70 larına inmişlerdir. Bu yoruma dayanarak onun, Yemekleri Kimeklerle aynı gördüğü sonucunu çıkarmak mümkündür. Şayet Yemek=Kimek ise, Rus kaynaklarının bahsettiği Половци 71 Ємакове/Polovtsı Yemyakoveler, yani Yemek Polovetsleri olarak adlanan bir topluluk da Kıpçak birliği içerisinde Kimekleri temsilen bulunur. Birunî’de geçen bir habere göre, Kimekler içinde bulunan bir başka grubun Kıpçaklarla birlikte batıya gittiği yargısına ulaşabiliriz. Birunî, Kimek ülkesinde bulunan Mankur adlı bir dağdan bahseder ki, ona göre burada bazı Oğuz grupları ikamet ediyorlardı. Yine aynı bölgede bulunan bir göl de Mankur 72 adını taşıyordu. Kumekov buradan hareketle Mankuroğlunun 73 bir Kimek boyu olduğu kanaatindedir. Söz konusu Mankuroğlu boy adı, bundan sonra batıda Kıpçakların büyük boyları arasında 74 gösterilir. Bu arada Gumilëv Kimeklerin akibetleri ile ilgili farklı bir yorumda bulunmuştur. Ona göre Kimeklerin torunları Katvan Çölü savaşında Selçuklulara karşı Karahitaylara yardım etmişlerdir ve en sonunda Moğollara tabi olarak tarih sahnesinden 75 çekilmişlerdir. Netice de iç karışıklıklar nedeniyle devletleri zayıflayan Kimekler, Çungarya’dan Urallar’a kadar olan geniş topraklarını Kitan baskısı sonucu gerçekleşen kavimler göçünün de (Kun göçü) etkisiyle ellerinde tutamamışlar, yerlerini Kıpçaklara bırakarak sessiz sedasız tarih sahnesinden çekilmişlerdir.

70

Yorulmaz, Geçmişten Günümüze Kanglı Türkleri, s.77-78. Golden, “Cumanica IV: The Tribes of the Cuman-Qıpčaqs”, s.117. 72 Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler, s.199; Agacanov, Oğuzlar, s.133. Marquart, bu dağın adını Minkür olarak okur ve aslının Türkçe Min-köl-tag (Bin Göl Dağı) olduğunu, bir süre sonra Mankur/Minkür biçimini alarak Farsçalaştığını söyler. Bk. Marquart, “Über Das Volkstum Der Komanen”, s.101. 73 Kumekov, “Kıpçak Hanlığı”, s.783. 74 Ahincanov, Kıpçaklar, s.264. 75 Gumilëv, Hazar Çevresinde Bin Yıl, s.280-281. 71

300


Haşim Özel

KAYNAKÇA

AGACANOV S.G., Selçuklular, çev. Ekber N. Necef - Ahmet Annaberdiyev, İstanbul, 2006. AHİNCANOV Sercan, Türk Halklarının Katalizör Boyu Kıpçaklar, çev. Kürşat Yıldırım, İstanbul, 2009. ALMAS Turgun, Uygurlar, çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2010. BARTHOLD V. V., Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, yayına haz. Kazım Yaşar Kopraman - İsmail Aka, Ankara, 2006. BASKI Imre, “On the Ethnic Names of the Cumans of Hungary”, Kinship in the Altaic World Proceedings of the 48th PIAC, Moscow, 10-15 July, 2005, ed. E. V. Boikova and R. B. Rybakov, Wiesbaden, 2006, ss. 43-54. DİVİTÇİOĞLU Sencer, Sekiz Türk Boyu Üzerine Bazı Gözlemler, İstanbul, 2016. EREN Hasan, “Kimek ve İmek Boy Adları Hakkında”, Türk Dili Dergisi, IV/45 (Haziran 1955), ss. 541-543. ESKİ DEVİRLERDEN GÜNÜMÜZE KAZAKİSTAN VE KAZAKLAR, çev. Abdulvahap Kara, İstanbul, 2007. GOLDEN Peter B., “Cumanica IV: The Tribes of the CumanQıpčaqs”, AEMA, vol.9 (1995-1997), ss. 99-122. ………., “Kıpçak Kabileleri Üzerine Notlar: Kimek ve Yemekler”, Türkler, yay. K. Çiçek vd., II, Ankara, 2002, ss. 757-766. ………., “The Turkic World in Mahmûd al-Kâshgarî”, Complexity

of İnteraction Along The Eurasian Steppe Zone in the First Millenium CE, ed. J. Bemmann - M. Schmauder, Bonn, 2015,

ss. 503-555. ………., Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Ankara, 2002. GUMİLËV Lev Nikolayeviç, Hazar Çevresinde Bin Yıl, çev. Ahsen Batur, İstanbul. 2003. HAMİLTON James, “Tokuz-Oġuz On-Uyġur”, Türk Dilleri Araştırmaları, çev. Yunus Koç – İsmet Birkan, 7 (1997), ss. 187232. İBN FAZLAN Seyahatnâme, çev. Ramazan Şeşen, İstanbul, 1995. KILDIROĞLU Mehmet, Kırgızlar ve Kıpçaklar, Ankara, 2013. KUMEKOV Bolat E., Arap Kaynaklarına Göre IX-XI.Asırlarda Kimek Devleti, çev. Mehmet Kıldıroğlu - Çingiz Samudinuulu, Ankara, 2013. ………., “Kıpçak Hanlığı”, çev. Aydos Şalbayev, Türkler, yay. K. Çiçek vd., II, Ankara, 2002, ss. 776-784. 301


Kimeklerin Etnik Oluşumları ve Siyasi Tarihleri

LEZİNA L. N. - SUPERANSKAYA, A. V. - BATUR, D. A., Bütün Türk Halkları, İstanbul, 2009. MARQUART Josef, “Über Das Volkstum Der Komanen”, in: W. Bang and J. Marquart, Osttürkische Dialektstudien, Göttingen, 1970, ss. 25-238. MİNORSKY V., Hudūd al-‘Ālam ‘The Regions fo the World’, ed. C. E. Bosworth, Cambridge University Press, London, 1970. ………., Sharaf al-Zaman Tahir Marvazi on China, The Turks and

India Arabic Text (circa A. D. 1142) with an English Translation and Commentary, London, 1942. ………., “Tamim İbn Bahr’s Journey to the Uyghurs”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, vol. 12, No. 2

(1948), ss. 275-305. PRİTSAK Omeljan, “Polovetsler ve Ruslar”, Türk Dünyası Araştırmaları, çev. Eşref Bengi Özbilen, 94 (Şubat 1995), ss. 154169. RÁSONYI László, “The Old-Hungarian Name Vajk a Note on the Origin of the Hunyadi Family”, Acta Orientalia, Vol. 36, No. 1/3 (1982), ss. 419-428. ………., “Tuna Havzasında Kumanlar”, Doğu Avrupa’da Türklük, haz. Yusuf Gedikli, İstanbul, 2006, ss. 113-140. SAVİNOV D. G., “Yenisey Kırgızları ile Kimaklar’ın IX. – X. Yüzyıllardaki Etnik Kültürel Münasebetleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Çev. Mehmet Tezcan, 7 (1997), ss. 35-51. SULTANOV T. İ. - KLYASHTORNY, S. G., Kazakistan Türkün Üç Bin Yılı, çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2004. SÜMER Faruk, “Kimek”, DİA, C. 26, ss. 25-26. ŞEŞEN Ramazan, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 2001. TAŞAĞIL Ahmet, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, Ankara, 2004. TEKİN Talat, Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2008. TOGAN Zeki Velidî, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981. YILDIRIM Kürşat, “Tatar Adının Kökeni Üzerine”, Türkiyat Mecmuası, C. 22, 2 (2012), ss. 171-190. YORULMAZ Osman, Geçmişten Günümüze Kanglı Türkleri, İstanbul, 2012.

302


MACARİSTAN’DAKİ KUMANLARIN TARİHİNE BİR BAKIŞ Haşim Özel ∗

K

umanlar ve Macarlar arasındaki ilişkilen başlangıcını 11. yüzyılın ikinci yarısına götürebiliriz. Macar Kroniği Képes Krónika’da, Macar kralı Solomon’un Transilvanya’ya yapılan akınlar sonrasında, Cserhalom/Kerlés savaşında (1068) mağ1 lup ettiği göçebe grubunun adı pagani Cuni (Kun?) olarak geçer. Ancak, o tarihlerde Kumanların bölgede bulunmadıkları biliniyor. Dolayısıyla Cuni’lerin, Kumanlar gelmeden önce Tuna sınırlarında faaliyet gösteren Peçenekler ya da Uzlar olma ihtimali var. Kossanyi, Macar Kroniği’nde adı geçen kavmin Kuman/Kun olamayacağını çünkü o dönemde Kumanların Dnyeper tarafla2 rında savaştıklarını belirtiyor. Kumanların kesin olarak Macarlarla karşılaştıkları ve savaştıkları tarih 1091 yılıdır. Lebunion/Levonium savaşında Bizans’ın müttefiki olarak Peçenekleri ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra, dönüşte hanları Kopulc idaresinde Macaristan arazisine (Transilvanya ve Tisza bölgeleri ile Bihar ili toprakları) girdiler. Kuman birlikleri daha sonra aldıkları yüklü miktarda ganimetle Aşağı Tuna yönünde ilerlediler ve Becse’de, bugünki Sırbistan içindeki Bečej’de tekrar toplandılar. Kumanların buradan daha fazla ileri gitmeyip ellerine geçen ganimetlerle birlikte Macar Krallığı arazisini terk ettiklerini görüyoruz. Bu sırada Hırvatistan’daki iç karışıklıklarla uğraşan Macar Kralı I. László (1077-1095) buradaki işini hallettikten sonra

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, szekesfehervar19@hotmail.com 1 Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, Ankara, 2014, s.23. 2 Bela Kossanyi, “XI-XII. Asırlarda Uz’lar ve Koman’ların Tarihine Dair”, çev. H. Koşay, Belleten, VII/29 (II. Kânun 1944), s.31.


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

Kumanların peşine düşmüştür. Bu ilk karşılaşma, Temeşvar’ın güneydoğusunda, Temeş nehrine dökülen Poganis çayı yakınlarında, Macar ordusunun Kumanlar üzerinde önemli bir zafer 3 kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Kral I. László bu savaşın hemen ardından, Aşağı Tuna’da bekleyen bir diğer Kuman lideri olan Akuş’un ordusunu da mağlup etmiştir. Bu arada bazı Kuman grupları da 1091’den itibaren Kral László’nun himayesine girerek Macaristan’ın farklı bölgele4 rine yerleştirilmişlerdir. Macarlar ve Kumanların, Rus knezlikleri arasındaki mücadelede de karşı karşıya geldiklerini görüyoruz. Kiev knezi Svyatopolk, Terebovl knezi Vasilko ve Galiçya’daki Volın knezi David İgoreviç’le anlaşmazlığa düşünce, Svyatopolk oğlu Yaroslav’ı Macar kralı Kálmán’a göndermiş ve Vasilko-David ittifakına karşı bir ordu yollaması için yardım istemiştir. Knezin bu talebi kral tarafından olumlu karşılandıktan sonra Macarlar, başlarında kral Kálmán olmak üzere Peremışl’a doğru harekete geçmişlerdir Bu arada David İgoreviç yaklaşan tehlike nedeniyle Kumanlardan yardım istemek için Bonyak’ın yanına gelmiştir. Bu olay Rus yıllığında şu şekilde geçer: “David, hanımını Voldarya’nın yanın-

da bırakarak Polovetslerin yanına gitti. Onu Bonyak karşıladı. O geri dönerken, Polovetsler Vengriler (Macarlar) üzerine gittiler. Yolda geceyi geçirmek için konakladılar. Geceleyin Bonyak uykusundan uyanarak ordusundan uzaklaştı. Kurtlar ulumaya başladı ve bir kurt onun ordusuna doğru uludu ve onunla beraber pek çok kurt da ulumaya başladı. Bonyak geri döndüğünde olanları David’e anlatarak: Yarın Ugrlar (Macarlar) karşısında zafer

3

Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.24, 25; Szilvia Kovács-István Zimonyi, “Besenyők, uzók és kunok a Kárpátmedencében”, Török nyelvű népek a középkori Magyar Királyságban, yay. Kovács Szilvia - Zimonyi İstván - Hatházi, Gábor - Pálóczi Horváth András - Lyublyanovics Kyra - Marcsik Antónia, Szeged, 2016, s.19. 4 Szilvia Kovács- István Zimonyi, “Besenyők, Uzók és kunok a Kárpátmedencében”, s.19.

304


Haşim Özel

bizim olacaktır dedi.” 5 Çarpışma, Kuman liderlerinin en etkilileri arasında yer alan Altunopa’nın öndeki güçleriyle beraber hücum ederek Macarları ok yağmuruna tutmasıyla ve ardından düşmanın önünden aniden çekilmesiyle başlamıştır. Bu şekilde Bonyak’ın cephesinin gerisine çekilen düşman çembere alınarak yok 6 edilmiştir (1099). Kumanların hem XI. yüzyılın sonlarında hem de XII. yüzyılın başlarında Macarlarla çok ciddi çarpışmalara girdiklerini görmüştük. Ancak bu çatışma ortamı süreklilik arzetmiyordu. XII. yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde bazı Kuman-Kıpçak gruplarının Macar Krallığı içinde faaliyet gösterdikleri biliniyor. Bunlardan bir grup Kuman, 1132’de Kutsal Roma Germen imparatoru III. Lothar’ın (1125-1137) İtalya’ya karşı düzenlediği sefere katılıp 7 savaşmışlardır. Çağdaş kaynakların bildirdiğine göre Flavoslar, yani Kumanlar ve yanı sıra Çek savaşçılar, Augsburg’daki ordugâhta yan yana dizilmişlerdi. Kumanların Çek ülkesinde yaşamış olduklarına dair bugüne kadar hiçbir ize rastlanmamıştır, bu yüzden imparatora yardımcı birlik olarak onları oraya yollayan 8 kişi, ancak Macar kralı olabilirdi. Transilvanya’nın (Erdel) güneydoğu ucunda bulunan ve aynı zamanda sınır vazifesi gören Țara Bârsei/Barcaság (Burzenland) bölgesi, düzenli Kuman akınları yüzünden XIII. yüzyıl başlarına kadar nüfus bakımından neredeyse tamamen erimişti. Kral II. András (1205-1235), tehlikelere en açık olan bu bölgeyi, 1211 yılında çıkardığı bir buyrukla Hospital St. Marien, diğer bilinen 9 adıyla Alman Töton Şövalye Tarikatı’na bağışladı. Alman şöval5

Mualla Uydu Yücel, İlk RusYıllıklarına Göre Türkler, Ankara, 2007, s.316. 6 Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.33. 7 Victor Spinei, “The Cuman Bishopric Genesis and Evolution”, The Other Europe in the Middle Ages Avars, Bulgars, Khazars and Cumans, ed. Florin Curta, with assistance of Roman Kovalev, Leiden-Boston, 2008, s.416. 8 Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.37. 9 F. Eckhart’a göre yerleştirilen Almanlar, Sakson ya da Töton olmayıp Ren’in sol sahilindeki Mosel’den gelen, dilsel olarak Kuzey Lorraine-

305


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

yeleri, 1211-1221 yılları arasında toplam beş kale inşa ettiler ve egemenlik alanlarını hızla genişleterek Eflak’ın kuzey bölgelerini, Seret ile Karpatlar arasındaki Boğdan’a bağlı bölgeyi ele geçirdiler. Bu durum aslında onların Kumanlara karşı geçici de olsa bir 10 set vazifesi görmeyi başardıklarının bir göstergesidir. Ayrıca 1224’te, Erdel’i çevreleyen dağlar üzerinde ve Kumanların da zaman zaman kullandıkları bir geçitte bulunan korunaklı bir kaleye düzenlenen Kuman saldırısını geri püskürtmeyi başarmışlardır. Söz konusu çatışmanın hemen sonrasında, teslim olan Kumanlardan bir grup Hristiyanlığı kabul etmiştir. Bu durum, şövalyelerin sadece Kuman akınlarını engellemekle yükümlü olmadıklarını, ayrıca onları Hristiyanlığa kazandırma konusunda da faaliyet yürüttüklerini gösterir. XIII. yüzyılın ilk yarısında Macar-Kuman ilişkileri açısından en önemli olaylardan biri de Macar Kralı II. András’ın Kumanları Katolikleştirmesi olayıdır. Hristiyan dinine çevirme işine Dominiken tarikatı üzerine almıştı. Macaristan Başpiskoposu Robert, 1227’de Kumanya’nın Papalık murahhası olmuştur. Böylece Kumanların Hanı Borç ve oğlunun yanı sıra 15 bin Kuman, Hristiyan dinini kabul etmiştir. Vaftiz olan Kuman hanı Borç’un adı kaynaklarda değişik şekillerde geçer. Dnyeper’in batısında, Eflak ve 11 Boğdan havalisinde faaliyet gösteren bu kişinin adı 1227 tarihli Papalık belgelerinde Bortz şeklinde yazılırken, Emonis Kroniği’nde Boricius olarak geçer. Aynı kişi Galiç-Volın Yıllığı’nda Begovars olarak adlandırılır ki, o daha sonra Macar Kralı olacak Béla’ya, Galiç Knezliği’ne karşı düzenlediği seferde destek vereLuxemburg lehçesini konuşan Orta Franklara mensup Almanlardır. F. Eckhart, Macaristan Tarihi, çev. İbrahim Kafesoğlu, Ankara, 2010, s.45. 10 Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.40-41. Şövalyelerin daha sonra başına buyruk hareketleri, kendilerini Macar Kilise örgütünden ayırıp doğrudan Roma’ya bağlamaları gibi faaliyetleri yüzünden Kral II. András, 1225’te güç kullanarak tarikatı Braşov bölgesi ve Kuman yurdundan kovmuştur. 11

András Pálóczi-Horváth, Pechenegs, Cumans, İasians Steppe Peoples in Medieval Hungary, trans. Timothy Wilkinson, Budapest, 1989, s.48.

306


Haşim Özel

12

cektir. Ayrıca o, Kuman hanları arasındaki siyasi hiyerarşide 13 dördüncü sıradadır. Macar kilise ve devlet yönetiminin ortak çalışmasının bir ürünü olarak 1227’de, Kuman Piskoposluğu veya yönetim merkezi, Güney Boğdan’da Seret nehrine dökülen Milkov ırmağı civarında olması nedeniyle Milkov Piskoposluğu adıyla da bilinen bir kilise dairesi oluşturulmuş, başına da Macaristan’daki Dominiken 14 tarikatının lideri olan Teodoric atanmıştır. Macar Krallığı ve Dominikenlerin çabalarıyla kurulan piskoposluk, 1241’deki Moğol istilasına kadar ayakta kalmış görünüyor. Ancak Moğol istilası öncesinde piskoposluk dairesi içindeki Kumanların Ortodoks etkisine girdiklerini anlıyoruz. Papa IX. Gregoir’ın 1234 yılında Macar Kralına yazdığı mektubu, Ortodokslaşan Kumanların aynı 15 zamanda Ulahlaşmakta olduklarına temas etmektedir. Söz konusu Kumanlar, Ortodokslaşmalarına rağmen yine de Macar Kralı’nın tebaası sayılmışlardır. Zira Kumanların Hristiyanlaşmalarından hemen sonra 1233’te Macar Kral armaları ara12

Szilvia Kovács, “Bortz, A Cuman Chief in the 13th Century” Acta Orientalia, vol. 58, 3 (2005), s.257. Rus yıllığında geçen Begovars adı muhtemelen Memluk Kıpçaklarında rastladığımız Baybars adına tekabül eder. Vásáry de, Begovars ya da Borc/Boricius yerine Baybars’ı tercih eder. István Vásáry, “The Jochid realm”, The Cambridge History of Early Inner Asia, ed. Denis Sinor, Cambridge, 2008, s.69. 13 Victor Spinei, “The Cuman Bishopric Genesis and Evolution”, s.423; Kovács’a göre o dönem Kuman hanları arasındaki siyasi hiyerarşide Bastı Han birinci sıradayken, Köten ikinci ya da üçüncü sırada olmalıdır. Dördüncü sırada ise Borç Han vardır. Szilvia Kovács, “Bortz, A Cuman Chief in the 13th Century”, s.259. 14 Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.48. 15 László Rásonyi, Tuna Köprüleri, çev. Hicran Akın, Ankara, 1984, s.96. Bölgedeki Kumanlar zamanla Ulahlaşırken bazı aile isimlerini koruduklarını görüyoruz. Kuman Piskoposluğu’nun bulunduğu bölgede Coman biçimindeki kişi adına, özellikle Güneybatı Moldova’da, Vrancea civarında çok sık rastlanıyor. Rumen coğrafyacı Ion Conea’ya göre Odobeşti, Focşani ve Mărăşeşti gibi şehirlerin yanı sıra komşu köylerde de Coman aile adı nispeten yaygındır. Bu konuda bkz. Victor Spinei, “The Cuman Bishopric Genesis and Evolution”, s.441.

307


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

16

sında “Rex Cumaniae” arması görülür. Kuman ülkesinin belli bir kısmı böylece Macar Krallığı’na dâhil olmuştur. İlk kez Papalık 17 belgelerinde 1227 yılında Cumania olarak geçen bölgede bir asır sonra, kimi tarihçilerce Kuman kökenli olarak görülen Basaraba 18 tarafından Eflak Prensliği kurulacaktır. Hristiyanlığı kabul ettikten sonra Macar Krallığı hizmetine giren Borc/Begovars’ın Kumanları ile Galiç-Volın’da hüküm süren Daniil Romanoviç’in bağlaşıkları olan Köten Han’ın Kumanları iki ayrı tarafta savaşıyorlardı. Nitekim 1233’teki Peremiy çarpışmasında Köten’in Kumanları ve Rus müttefikleri, Macarlar ve onlara askeri hizmet gören Borc/Begovars’ın Kumanlarını mağlup etmeyi başardılar. Macarlar birçok kez Galiç-Volın’ı ele 19 geçirmeye çabaladılarsa da bunda muvaffak olamadılar. Macaristan’a Kitlesel Göç 1223 Kalka savaşında Ruslarla müttefik olmalarına rağmen Moğollar karşısında tutunamayan Kumanlar bu defa 1237 Batu Han’ın başlattığı Batı seferi ile yine Moğol tehlikesi ile karşı karşıya kaldılar. Rus knezi Mstislav’ın kayınpederi olan Kuman Hanı Köten uzun süre Moğollara direndi. Nihayet Çernigov’un düşmesinden sonra Köten kendinin, akrabalarının ve kavminin kabulü için -daha önce birçok kez savaştığı- Macar Kralı IV. Béla’ya (1235-1270) elçiler gönderdi. Aynı zamanda Katolikliği kabul 16

Bu durum Macar Krallığı’nın yıkılışına kadar devam etmiştir. István Vásáry, Kumanlar ve Tatarlar Osmanlı Öncesi Balkanlarda Doğulu Askerler (1185-1365), çev. Ali Cevat Akkoyunlu, İstanbul, 2008, s.148. 17 Victor Spinei, “The Cuman Bishopric Genesis and Evolution”, s.426; Vásáry’e göre Cumaniae/Kumanya, Doğu Eflak ve Boğdan’ı (bugünkü Moldova) kapsıyordu. István Vásáry, Kumanlar ve Tatarlar Osmanlı Öncesi Balkanlarda Doğulu Askerler (1185-1365), s.148. 18 Vásáry ve Rásonyi gibi âlimler Basaraba’nın Kuman kökleri konusunda hemfikirdirler. Bkz. Vásáry, Kumanlar ve Tatarlar Osmanlı Öncesi Balkanlarda Doğulu Askerler (1185-1365), s.162-163; László Rásonyi, “Tuna Havzasında Kumanlar”, Doğu Avrupa’da Türklük, haz. Yusuf Gedikli, İstanbul, 2006, s.136. 19 Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.58.

308


Haşim Özel

edeceğini de Macar Kral’ına söylemişti. IV. Béla yakın çevresinin itirazlarına rağmen onları Macaristan’a kabul etti. Kral’ın bu kabulünde Kumanların askeri gücünden yararlanma düşüncesininde rolü vardır. En sonunda Kumanlar doğudaki Radna yolundan Macaristan’a girdiler. Onların ülkeye girişleri Nagyvárad rahibi Rogerius’un Carmen Miserable adlı eserinde şu şekilde tasvir edilir: “Kral büyük bir ihtişamla ülkenin sınırına, Köten’i

karşılamaya gitti. Ona ve halkına öyle büyük ayrıcalıklar ve onur bahşetti ki, bu ülkenin vatandaşları böyle bir şeyi görmemiş ve yaşamamışlardır. Bu durumda onlar, bu kalabalığın içinde rahat bir şekilde yaşayamazlardı; çünkü onlar sert ve kabaydılar ve düzen altına girmek nedir bilmiyorlardı. Böylelikle onlar Macarlara rahatsızlık vermesin ve kendileri de yerli halktan mağdur olmasın diye Kral IV. Béla adamlarından birini onların yanına rehberlik etmesi için gönderdi.” 20 IV. Béla, Kumanlara, önce ülkenin değişik bölgelerinde yerleşim alanları verdi; ancak bey ailesini kralın sarayına yakın olan Peşte iline yerleştirdi. Bu dağınık yerleşim tarzı, bir taraftan güvenlik sebepleriyle açıklanabilirken, diğer taraftan ise ülkenin içinde, artık öyle yerleşime uygun, derli toplu, henüz iskân edilmemiş ve Kumanlar için yeterince geniş bir bölge olmamasından 21 kaynaklanıyordu. Macaristan’a gelen Kuman sayısının 40.000 olduğu tahmin edilmektedir. Kral IV. Béla, hiç şüphesiz bu yeni gelen savaşçı kitleyi sadece dış düşmanlarına karşı değil, Macar oligarşisine karşı da kullanmak istiyordu. Bu yüzden Krallık içindeki oligarşi 22 Kumanlara cephe almıştı. Kumanların ülke içinde başına buyruk hareketleri, serbestçe dolaşabilmeleri, halkın tarla, bağ, bahçe ve ekinlerine zarar vermeleri, gerginliğe ve hoşnutsuzluğa yol açtı. Yerli halkın şikâyetlerinin artması üzerine Kral, Kuman 20

András Pálóczi-Horváth, Pechenegs, Cumans, İasians Steppe Peoples

in Medieval Hungary, s.47. 21

István Mándoky Kongur, “Kumanların Tarihi” Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, çev. Günay Karaağaç, 115 (Temmuz 1996), s.17. 22 László Rasonyi, Tuna Köprüleri, s.98.

309


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

soylularını ve devletin ileri gelenlerini konuyu görüşmek üzere ülke meclisinin toplanacağı Szerém ilindeki Kömonostor’a davet etti. Toplantı sonrasında Kumanların Kraliyet yargısı yerine bulundukları bölgedeki valilerin yargı denetiminde olacakları, Kuman soylularının maiyetleriyle birlikte ülkenin çeşitli yerleri23 ne dağıtılması kararı alındı. 1240 yılında Moğolların yaklaştığına dair haberler geldiği zaman, artık Macarlarla Kumanlar arasındaki karşılıklı nefret had safhaya ulaşmıştı. 1241 Mart’ında, Moğollar Galiç’i alarak Macar sınırlarına kadar gelmiş, Batu ve Sübedey tarafından yönetilen esas ordu Verecke Geçidi’ndeki engelleri yıkmış ve Macaristan topraklarına girmiştir. Bu olaydan sonra Moğol ordusuna mensup yakalanan birkaç süvarinin Kumanca konuşmaları onların Macarlar tarafından Moğol casusluğuyla suçlanmalarına neden olmuştur. Bu durum karşısında Kral Béla, Köten ve ailesini sarayında koruma altına almış ve onları kendisinin de ordusuyla birlikte bulunduğu Peşte şehrindeki kraliyet saraylarından birine yerleştirmiştir. Ancak bu içten içe kaynamaları sona erdirmemiş ve Avusturya Dükü Frederick Babenberg ve Almanlar tarafından kışkırtılan Macar halkı saraya hücum etmişlerdir. Bu hücum Kral Bela tarafından zamanında desteklenmeyen ve bu yüzden talihsiz şekilde kendilerini oklarla savunmak zorunda kalan Köten ve 24 ailesini kılıçtan geçirmeleri ile son bulmuştur. Moğollara karşı yapılacak savaşta Macar ordusuna katılmak için ülkenin değişik yerlerinden Peşte’ye gelen Kumanlar, yöneticilerinin öldürüldüğünü burada haber almışlardı. Bu olayın hemen ardından Tuna ile Tisza arasında bir yerde, Csanád piskoposu Bulcsú ve ordusu Kumanlarla karşı karşıya geldi. Aralarında birçok Macar soylusunun da yer aldığı Macar ordusu kılıçtan geçirildi. Öldürülen hanlarının intikamını almak amacıyla hareket eden Kumanlar, bundan sonra Macar ülkesinde fazla 23

Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.63-64. Mualla Uydu Yücel, “Kumanlar (Kıpçaklar)” Doğu Avrupa Türk Tarihi, ed. Osman Karatay – Serkan Acar, İstanbul, 2013, s.564; F. Eckhart, Macaristan Tarihi, s.65. 24

310


Haşim Özel

kalmayarak güneye doğru hareket ettiler. Tuna-Sava arasındaki yerleşim birimlerini yakıp yıkan Kumanlar, Bulgar Devleti arazi25 sine girdiler. Bu seçim Kumanlar açısından gayet mantıklı gözüküyor. Bu sırada Bulgar Devleti’nin başında Köten ve onun Kumanlarıyla sıhrî bağları bulunan II. İvan Asen hüküm sürüyordu. 1241 baharında Moğollarla yapılan Mohi savaşını kaybeden Macarların durumu kritikti. Onları bu zor durumdan büyük Kağan Ögedey’in ani ölümü kurtardı ve Moğol ordusu geri dönmek zorunda kaldı. Moğolların geri dönmesinden sonra Macar Kralı IV. Béla Kumanları geri çağırmıştır. Köten’in bağlı olduğu Terte26 roba boyu hariç diğer Kumanlar buna olumlu bakarak geri 27 dönmüşlerdir. Kral, Kumanları kendine bağlamak ve Macarların sadakatlerinin garantisi için oğlu veliaht V. İstván’ı Kuman önde gelenlerinden Seyhan’ın kızı Erszebet ile evlendirmiştir 28 (1247). Aynı dönemde Kumanların Macarlarla birlikte Avusturya hükümdarı II. Friedrich’e karşı yapılan seferde yer aldıkları biliniyor. Kumanlar o dönemde Macarlarla birlikte yağma seferleri25

Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.69-70. Bazı kaynaklarda Durut olarakta geçen bu Kıpçak kabilesi İkinci Bulgar Krallığı içinde bir hanedan (1280’den itibaren) çıkarmayı başarmıştır. Yine aynı bölgede Vidin’de de bir despotluk kurmuşlardır. Bu konuda bkz. Valeri Stoyanov, “Bulgar Tarihinde Kumanlar (XI-XIV. Yüzyıllar)”, çev. Zeynep Zafer, Türkler, yay. K. Çiçek vd., II, Ankara, 2002, s.805. 27 Mualla Uydu Yücel, “Balkanlarda Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar” Balkanlar El Kitabı, der. Osman Karatay - Bilgehan A. Gökdağ, C. 1, Çorum-Ankara, 2006, s.210. 26

28

András Pálóczi-Horváth, Pechenegs, Cumans, İasians Steppe Peoples in Medieval Hungary, s.52; Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.73-77. Seyhan, o dönemde Macaristan’daki Kuman toplumunun yöneticisi konumundaydı. Köten’in ölümünden sonraki dönemde, yani XIII. yüzyılın ortalarında kaynaklarda dux Cumanorum olarak anılır. Onun Bodrog ilinde yaşadığı ve burayı merkez edindiği biliniyor. Silviu Ota, The Mortuary Archaelogy of the Medieval Banat (10th - 14th Centuries), Leiden-Boston, 2014, s.34.

311


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

ne katılıyorlardı. Avusturya, bilhassa Steiermark bölgesi ve Moldova bu yağma akınlarından büyük zararlar görmüştür. Macarlar bundan sonra da Kumanlarla birlikte Avusturyalılarla savaşmaya devam ettiler. Büyük bir savaş olmadı; ancak saldırılar daha çok yağma ve yakıp yıkma şeklinde cereyan etti. 1250 yılında Kuman Hanı Seyhan’ın da yer aldığı bir akında Maria-Zell bölgesi yakıp yıkılırken, Kumanlar Viyana’nın güney tarafında yer alan Simmering’e kadar olan bölgeyi talan ettiler. Çek Kralı’nın araya girmesiyle Avusturya daha büyük bir yıkıma uğramaktan kurtulmuş oldu. Takip eden yıllarda da akınlar devam etti. 1252’de Macar-Kuman ordusu, Rus knezi Danilo’nun yardımlarını da alarak, Avusturya topraklarına girdi. Macarlar Tulln tarafına doğru ilerlerken, Kumanlar kuzeye yönelip Moravya’ya yağma akınları düzenlediler. Ertesi yıl Moravya tekrar Kuman akınlarına maruz kaldı. Çek Kralı Ottokar’ın Styria’nın bir kısmını işgale niyetlenmesi üzerine 1253’te Macar-Kuman ordusu Moravya’yı yakıp yıktılar. Bir süre sonra iki taraf anlaşarak 29 Styria bölgesini aralarında paylaştılar. V. István’ın hükümdarlığı sırasında (1270-1272) Kuman eşi Erszebet kraliçe olmuş ve sarayda Kumanların ağırlığı daha da artmıştır. Aslında Kumanların Macar Krallığı’ndaki etkinlikleri V. István’ın Erszebet’den doğan oğlu IV. László (1272-1290) zamanında zirveye ulaşmıştır. Bu dönemde Kumanlar Alpra adlı liderleriyle, Macarların Avusturyalılara karşı yaptığı akınlara katıldılar. IV. László, 1276’da Habsburglu I. Rudolf’un Çek kralı Ottokar’a karşı yaptığı bir seferde Kuman askerleri ile yardıma gitmiştir. Fakat esas olarak Kumanların önemli bir rol oynadığı savaş, 28 Ağustos 1278’de Morava Nehri kıyısındaki Dürnkrut Köyü yakınlarında vuku bulan Marchfeld savaşıdır. Kuman okçularının ve Macarların yardımıyla Rudolf, Ottokar’ın ordusunu bozguna uğrattı. Bu arada Çek Kralı’nın hazinesi ve ordunun ağırlıkları Kumanlar tarafından ele geçirildi. Ottokar ve daha birçok Çek soylusunun maktul düştüğü bu savaş sonunda Avus-

29

312

Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.83-84.


Haşim Özel

turya artık Çek hegomonyasını bertaraf ederek Habsburglar 30 liderliğinde yükselişe geçmiştir. Genç kral IV. László’yu sadece annesi Kuman olduğu için değil, Kumanları ve hayat tarzlarını sevdiği için, Kun (Kuman) László diye adlandırmışlardı. Kral Kumanlar gibi giyiniyor, en ziyade Kuman delikanlılarına itimad ediyor ve etrafına bunları 31 topluyordu. Kaynaklarda üç Kuman cariyesinin adı da geçmek32 tedir: Ayduva, Küpçeç ve Mandola. Kendisini bir Kuman gibi gören IV. László, Sicilya kralının kızı eşi Anjoulu İsabella’yı boşayarak cariyelerinden Aydoğa ile evlenmiştir. László’nun bu şekilde Kumanlara bel bağlaması Macar feodallerini rahatsız ettiği kadar Papalık’ı da rahatsız etmişti Papa III. Nicolaus, Macaristan’daki Kumanların tamamen Hristiyanlığa geçirilmesini istiyordu. László’nun onlarla kurduğu yakın ilişkiden de rahatsızdı. 1279 yılında Fermo Piskoposu Philip, tam yetkiyle donatılarak, hem Macar soylularının László ile sorunlarını halletmesi hem de Kumanların durumunu düzenlemek için Macar ülkesine gönderildi. Sorunların çözümü için 23 Temmuz 1278’de kral ile yedi 33 Kuman kabilesi başbuğu , Tétény Diyeti’nde bir araya gelmişlerdir. 10 Ağustos’ta çıkan Kuman Yasası’na göre; Hristiyan olmayan Kumanlara baskı yapılacak, yerleşek hayat kabul edilecek, yasadışı yollardan edindikleri kilise ve baronluğa ait mülkiyetleri terk etmeleri sağlanacak, ellerindeki esirleri serbest bırakacaklar, sahip oldukları topraklar Tuna-Tisza arası, Körös-Maros ve Temes-Maros nehirleri arasında olmak üzere bu toprakların

30

László Rásonyi, Tuna Köprüleri, s.100; Kéza, The Deeds of the Hungarians, s.153. 31 F. Eckhart, Macaristan Tarihi, s.71. 32

Éva Kincses-Nagy, “A Disappeared People and Diasppeared Language: The Cumans and The Cuman Language in Hungary”, Tehlikedeki Diller Dergisi, 2 (2013), s.174. 33 Bu toplantıya katılan yedi kabile liderlerinden sadece Uzur, Alpar ve Tulun’un adları biliniyor.

313


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

mülkiyeti onlarda olacaktı. Sakallarını kesme, saçlarını kazıtma 34 ve giyim tarzları konusunda ise özgür olacaklardı. Alınan kararlar Kumanları memnun etmemişti. Ancak Kral IV. László’nun alınan kararların tatbikinde gevşek davranması, yasanın yürürlüğe konmasını erteledi. Üstüne bir de Kumanların düşmanı gibi hareket eden Papalık elçisini Kumanlara teslim etti. Bunun üzerine baronlar Kral’ı ele geçirmişler ve Papalık elçisinin serbest bırakılmasını istemişlerdir. Nihayet Kral Kumanlar tarafından serbest bırakıldı ve Tétény’de alınan kararların tatbiki için harekete geçti. Tüm olumsuz olayların faturaların kendilerine çıkarılmasını tepkiyle karşılayan Kumanlar, Moldova’daki akrabaları Oldamur’un Kumanları ile birleşip Macaristan’ı istila ettiler. IV. László bunun engellenmesi için isteksiz de olsa Kumanlara karşı bir sefere çıkmıştır. Kuman ordusu Csanád ili sınırların35 da, Hód-tó (Hod Gölü) savaşında bozguna uğratılmıştır (1282). Bu bozgundan sonra Kumanlar ülkeyi hep birlikte terk etmeye karar vermişlerdir. Hod Gölü savaşının en olumsuz sonucu ise Macaristan’daki Kuman nüfusunun oldukça fazla azalmasına sebep olmasıdır. Macarlar savaşta yenilen ve esir alınan Kuman-

34

Mualla Uydu Yücel, “Kumanlar (Kıpçaklar)”, s.568; Erdal Çoban, Orta

Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.112-114. 35

Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.121-124; László Rásonyi, Tuna Köprüleri, s.101; Bu çarpışmanın ayrıntılı bir tasviri için bkz. Simon Kéza, The Deeds of the Hungarians ed. and trans. László Veszprémy and Frank Schaer, with a study by Jenő Szűcs, Budapest, 1999, s.159. Ayrıca savaşın vuku bulduğu yerde Hod adlı bir gölün bulunmadığı, Latince kayıtlarda yer alan Lacum Hood’un (Hod Yeri) yanlışlıkla Lacus Hood (Hod Gölü) olarak okunduğu, gerçekte savaşın Hod Yeri ya da Hod Köyü (bugünki Hódmezővásárhely) adlı bir yerleşim yerinin yakınlarında yapıldığı iddialarına dair Macar âlimler arasındaki tartışmalar için bkz. Kyra Lyublyanovics, The Socio-Economic İntegration of Cumans in Medieval Hungary, An Archaeozoological Approach, Doctoral Dissertation, Central European University, Budapest, 2015, s.276.

314


Haşim Özel

36

ların topraklarını kendi aralarında bölüşmüşlerdir. Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen Macar Krallığı içerisinde Kuman nüfuzu önemini yitirmemiştir. Başlarına gelen olaylardan sorumlu tuttukları IV. László’yu öldürmeleri bunun bir ispatı niteliğindedir. Macar soyluları ve Papalık’a ilaveten bel bağladığı Kumanları da memnun edemeyen Kral, 10 Temmuz 1290’da Körösszeg Kalesi yakınlarında Arbuz, Törtel ve Kemence adlı Kumanlar tarafından katledildi. Kumanların neden böyle bir karar aldıkları tartışma konusudur. En azından böyle bir olayın onların siyasi konumunu tartışmalı hale getireceği çok açıktır. Kimi tarihçilere göre László’nun öldürülmesinde onun siyasi rakiplerinin parma37 ğı vardır ve Kumanlar burada tetikçi olarak kullanılmışlardır. Golden’a göre ise, László’nun Altınorda Tatarlarıyla bir anlaşma noktası bulma çabaları Kumanları endişelendirmiş ve neticede 38 onu ortadan kaldırmışlardır. Kesin olan bir şey vardı; Kumanlar artık bu tarihten itibaren merkezi gücün ana dayanağı olmaktan çıktılar ve ülke içindeki eski nüfuzlarını kaybettiler. Kumanlar, IV. Laszlo’dan sonra tahta geçen Macar hükümdarlarının hâkimiyet dönemlerinde eskiden olduğu gibi ana orduda sevk ve idare görevlerini üstlenmemişler, yalnızca ücretli asker olarak görev almışlardır. Fakat Arpad hanedanın sona ermesinin ardından tahta geçen Anjoulu Károly Robert (1301-

36

Mualla Uydu Yücel, “Kumanlar (Kıpçaklar)”, s.570.

37

Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, s.134; Nora Berend, At the Gate of Christendom Jews, Muslims and ‘Pagans’ in Medieval Hungary C. 1000-C. 1300, Cambridge, 2001, s.197-198; Bir başka iddiaya göre Kralın öldürülmesi işini, yurt tutuş döneminden beri Transilvanya topraklarında ikamet eden Borsa kabilesi organize etmiştir. Adrian Dume, “Sketch of a Portrait The Life of an Typical Monarch Ladislau IV The Cuman (1272-1290)”, Analele Universitătii Dİn Oradea, XVIII (2008), s.23. 38

Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Ankara, 2002, s.246.

315


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

1342) zamanında tekrar eski konumlarını kazanmışlardır. Károly Robert, ülke içinde muhaliflerini temizlemek için giriştiği seferde Kumanların önemli yardımlarını görmüştür. Károly Robert’in Kumanları onun Eflak voyvodası Basaraba’ya karşı yaptığı cezalandırma seferinde de boy gösterdiler. İlginçtir ki Basaraba kendisi Kuman olmakla birlikte ordusunda da hatırı sayılır miktarda Kuman vardı. Kumanlar bu savaşta iki orduda da görev almışlardır. Savaş sonunda Macarların yanında savaşan Kumanların çoğu 39 maktul düşmüştür. XIV. yüzyıldan itibaren Macaristan’daki Kumanlardan eskiye göre daha az söz edilir olmuştur. En azından siyasi olaylarda neredeyse adlarının geçmediğini görüyoruz. 1347 tarihli bir belgede Kumanların keçe çadırda yaşadıkları yazılıdır; ancak sonraki yüzyıllarda göçebe yaşam biçimlerini yavaş yavaş terketmiş40 lerdir. Macaristan’a Kuman göçleri ileriki yıllarda da devam etmiştir. 1470’de Dnyeper’den gelen bazı Kuman gruplarının Macaristan’a gelip Macarlaştıkları biliniyor. Doğu’dan gelen Kumanlar arasında Macar Krallığı’nın kaderini değiştiren önemli bir aile ortaya çıkmıştır: Hunyadiler. Bu aile Muntenya’dan Kral Sigismund’un sarayına görev almak için gelmiş Kuman asıllı bir Rumen knez ailesiydi. Vajk adlı kişi, Macar kralından Hunyad kale41 sini almış ve Hunyadiler ondan türemişlerdir. Özellikle János Hunyadi ve onun oğlu Matthias Corvinus (Corvin Mátyás) savaşçılıkları ve devlet adamlığı kabiliyetleriyle ön plana çıkarak o dönemde Macaristan’ı korkulan ve çekinilen bir güç haline getirmişlerdir. XVI. yüzyıla gelindiğinde Kumanların Macaristan’da henüz Macarlarla tam olarak kaynaşmadıklarını ve dillerini kaybetme39 István Vasary, Kumanlar ve Tatarlar Osmanlı Öncesi Balkanlarda Doğulu Askerler (1185-1365), s.164. 40

Éva Kincses-Nagy, “A Disappeared People and Diasppeared Language: The Cumans and The Cuman Language in Hungary”, s.160. 41 Rásonyi, “The Old-Hungarian Name Vajk a Note on the Origin of the Hunyadi Family”, s.425.

316


Haşim Özel

diklerini Macaristan’ı ziyaret eden Avusturyalı diplomat Sigismund von Herberstein’ın raporundan anlıyoruz. Ona göre Macaristan’da birçok dil konuşulmaktadır. Bunların arasında Ku42 manca’da vardır ve Kumanca bir Tatar lehçesidir. Yine o dönemde Macarca’dan Kumanca’ya çevrilen ‘Bizim Atamız’ adlı Protestan duası da Kuman dilinin o dönemde henüz ölmediğinin bir kanıtıdır. Ancak XVI. yüzyılda, Macaristan üzerinde artan Osman baskıları ve akınlar sonucunda, Kuman nüfusun yaşadığı şehir ve kasabalar boşaltılmış, buralar nüfus olarak ıssız hale gelmiştir. Hiç şüphesiz bu olumsuz durum Kumanların Macarlık 43 içinde erime sürecini hızlandırmıştır. Kumanlar açısından bir diğer olumsuz durumlardan biri de, XVIII. yüzyılın başlarında (1702) hem kendilerinin hem de onlarla birlikte Macaristan’a gelen Asların yaşadıkları tarihi bölge Töton şövalyelerine satılması olayıdır. Bu beklenmedik gelişme, Kumanlar ve Asların önceden sahip oldukları hakları sınırladığı gibi, onları bir nevi şövalyelerin vassali statüsüne düşürmüştür. Bu durum çok sürmemiş, Habsburg Kraliçesi Maria Theresa, 1745’te Kumanlara eski haklarını iade etmiştir. Buna göre Kumanlar ve Aslar artık yüksek vergilerden muaf olacak ve hiçbir baronun 44 emri altında bulunmayacaklardır. Macaristan’da Kuman Yerleşim Birimleri XIV. yüzyıldan itibaren, Kuman topraklarının dağıldığı bölgelerde Latince Sedes, Macarca Szék adını taşıyan yerleşim birimleri oluşturulmuştu. Bu yerleşim birimlerinde onlar Ka42

Éva Kincses-Nagy, “A Disappeared People and Diasppeared Language: The Cumans and The Cuman Language in Hungary”, s.167.

43

Osmanlı fetihlerinin Macar Krallığı’ndaki Kuman yerleşim birimleri ve Kuman nüfusuna olumsuz etkisine dair ayrıntılı bir çalışma için bkz. Edit Sárosi, Landscapes and Settlements in the Kecskemét Region 1300-1700, Doctoral Dissertation, Central European University, Budaspest, 2013. 44

Kyra Lyublyanovics, The Socio-Economic İntegration of Cumans in Medieval Hungary, s.42.

317


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

pitány/Capitaneus ve Dominus adı verilen ve üst tabakadan olan yöneticiler tarafından yönetiliyorlardı. 1279 tarihli İkinci Kuman Yasası’na göre onlar Macar ülkesine yedi boydan müteşekkil olarak gelmişlerdi ve her boy kendi müstakil bölgesinde 45 bulunuyordu. Esas olarak Macaristan’da, Tisza’nın doğusunda Nagykunság (Büyük Kumanistan) ve Tuna ile Tisza arasında Kiskunság (Küçük Kumanistan) vilayetlerinde yerleşmişlerdi. Macar topraklarında yaşayan Kuman boyları ve bulundukları bölgeler şu şekilde tasnif edilebilir: Borcsol/Burçoğlu Maros ve Temes nehirleri arasında, Temes ilinde; Olás/Ulaşoğlu boyu Tisza ve Körös nehirleri arasındaki Heves-Ujvár ve Szolnok ilinde; Csertán/Cordan boyu Tuna-Tisza arasındaki düzlüklerde, Pest, Fejér, Szolnok, Csongrád ve Bodrog illerinden koparılan topraklar üzerinde; Koor ya da Kool adlı boy ise Maros nehrinin 46 güneyinde, Csanád ilinde yerleşikti. Diğer üç boyun hangileri olduğu ya da nereye yerleştikleri konusu belirsizdir; ancak İstván Mándoky Kongur bu boyların dışında İloncsuk adlı bir boyun Csertán/Cordan boyunun yaşadığı Kiskunság’daki Halasszek’te, Jakabszallas adlı bir yerleşim yerinde oturduğunu bildi47 rir. Kumanlarla birlikte bu bölgelere Macarların Jász adını verdiği Aslarda yerleşmişlerdir. Aslarla Kumanlar, bugün Macaristan’da iç içe aynı bölgelerde yaşarlar. Asların yaşadığı JászNagykun-Szolnok vilayeti aynı zamanda Kumanların tarihsel yerleşim bölgesi olan Büyük Kumanistan yani Nagykunság’ı da kapsamaktadır. Bir diğer Kuman tarihsel bölgesi olan Küçük Kumanistan (Kiskunság) ise Bács-Kiskun iline bağlıdır. Orta Macaristan’daki Kuman varlığı bölgedeki yer adlarına da yansımıştır. Kun (Kuman) adıyla yapılmış yer adlarına denk gelmek mümkündür: Kunszentmárton, Kunhegyes, Kuncsorba, Kunma45

István Mándoky Kongur, “Kumanların Tarihi”, s.18. András Pálóczi-Horváth, Pechenegs, Cumans, İasians Steppe Peoples in Medieval Hungary, s.56-58; Erdal Çoban, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, 138-140. 47 István Mándoky Kongur, “Kumanların Tarihi”, s.18. 46

318


Haşim Özel

daras. Kunadacs, Kunágota, Kunbaja, Kunbaracs, Kunfehértó, Kunpeszér, Kunszállás, Kunszentmiklós, Kunsziget. Kumanlar bugün kendi tarihsel bölgelerinde -kısmî bir Macarlaşma dışında- Kuman kimliklerinin bilincinde olarak yaşamaya devam etmektedirler. Çeşitli festival ve kurultaylarda Asya’dan getirdikleri atalarının adet ve geleneklerini sürdürmeleri, henüz onların kökleriyle olan bağlantılarını koparmadıklarının bir delilidir. Kumancayı ise birkaç yüzyıl önce unutmuşlardır ve bugün Macar dili ile konuşmaktadırlar.

KAYNAKÇA

BEREND Nora, At the Gate of Christendom Jews, Muslims and ‘Pagans’ in Medieval Hungary C. 1000-C. 1300, Cambridge, 2001. ÇOBAN Erdal, Orta Çağ’da Kumanlar ve Macarlar, Ankara, 2014. DUME Adrian, “Sketch of a Portrait The Life of an Typical Monarch Ladislau IV The Cuman (1272-1290)”, Analele Universitătii Dİn Oradea, XVIII (2008), ss. 13-24. ECKHART F., Macaristan Tarihi, çev. İbrahim Kafesoğlu, Ankara, 2010. GOLDEN Peter B., Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, Ankara, 2002. KINCSES-Nagy Éva, “A Disappeared People and Diasppeared Language: The Cumans and the Cuman Language in Hungary”, Tehlikedeki Diller Dergisi, 2 (2013), ss. 171-186. KONGUR István Mándoky, “Kumanların Tarihi”, Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, çev. Günay Karaağaç, 115 (Temmuz 1996), ss. 15-20. KOSSANYI Bela, “XI-XII. Asırlarda Uz’lar ve Koman’ların Tarihine Dair”, çev. H. Koşay, Belleten, VII/29 (II. Kânun 1944), ss. 119136. KOVÁCS Szilvia - Zimonyi, István, “Besenyők, Uzók és kunok a Kárpát-medencében”, Török nyelvű népek a középkori Magyar Királyságban, yay. Kovács Szilvia - Zimonyi İstván Hatházi, Gábor - Pálóczi Horváth András - Lyublyanovics Kyra - Marcsik Antónia, Szeged, 2016, ss. 7-34. -----, Szilvia, “Bortz, A Cuman Chief in the 13th Century”, Acta Orientalia, vol. 58, 3 (2005), ss. 255-266.

319


Macaristan’daki Kumanların Tarihine Bir Bakış

LYUBLYANOVICS Kyra, The Socio-Economic İntegration of Cumans in Medieval Hungary, An Archaeozoological Approach, Doctoral Dissertation, Central European University, Budapest, 2015. OTA Silviu, The Mortuary Archaeology of the Medieval Banat (10th - 14th Centuries), Leiden-Boston, 2014. PÁLÓCZI-HORVÁTH, András, Pechenegs, Cumans, Iasians Steppe Peoples in Medieval Hungary, trans. Timothy Wilkinson, Budapest, 1989. RÁSONYI László, “The Old-Hungarian Name Vajk A Note on the Origin of the Hunyadi Family”, Acta Orientalia, vol. 36, 1/3 (1982), ss. 419-428. -----, László, “Tuna Havzasında Kumanlar”, Doğu Avrupa’da Türklük, haz. Yusuf Gedikli, İstanbul, 2006, ss. 113-140. -----, László, Tuna Köprüleri, çev. Hicran Akın, Ankara, 1984. SÁROSI Edit, Landscapes and Settlements in the Kecskemét Region, 1300-1700, Doctoral Dissertation, Central European University, Budaspest, 2013. SIMON of KÉZA, Gesta Hungarorum The Deeds of the Hungarians, ed. and trans. László Veszprémy and Frank Schaer, with a study by Jenő Szűcs, Budapest, 1999. SPINEI Victor, “The Cuman Bishopric Genesis and Evolution”, The Other Europe in the Middle Ages Avars, Bulgars, Khazars and Cumans, ed. Florin Curta, with assistance of Roman Kovalev, Leiden-Boston, 2008, ss. 413-456. STOYANOV Valeri, “Bulgar Tarihinde Kumanlar (XI-XIV. Yüzyıllar)”, çev. Zeynep Zafer, Türkler, yay. K. Çiçek vd., II, Ankara, 2002, ss. 798-809. VÁSÁRY István, Kumanlar ve Tatarlar Osmanlı Öncesi Balkanlarda Doğulu Askerler (1185-1365), çev. Ali Cevat Akkoyunlu, İstanbul, 2008. -----, István, “The Jochid realm”, The Cambridge History of Early Inner Asia, ed. Denis Sinor, Cambridge, 2008. YÜCEL Mualla Uydu, “Balkanlarda Peçenekler, Uzlar ve Kumanlar” Balkanlar El Kitabı, der. Osman Karatay - Bilgehan A. Gökdağ, C. 1, Çorum-Ankara, 2006, ss. 185-214. -----, Mualla Uydu, İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, Ankara, 2007. -----, Mualla Uydu, “Kumanlar (Kıpçaklar)”, Doğu Avrupa Türk Tarihi, ed. Osman Karatay – Serkan Acar, İstanbul, 2013, ss. 541-576. 320


BAR HEBRAEUS (İBNÜ’L-İBRÎ) VE MAKHTEBHANUTH ZABHNE (VEYA KRONOLOJİ) Kâzım Uzun ∗

XII.

yüzyılın ilk çeyreği itibariye Yakın ve Orta Doğu’daki siyasi durum nispeten sakin bir görüntü arz ediyordu. Parçalanmış ya da parçalanmak üzere olan büyük siyasi unsurların uzak hâkimiyet noktalarında yeni siyasi oluşumlar güç kazanmaya çalışıyorsa da uluslararası anlamda bir güç mücadelesi şimdilik yoktu. Ancak tarihi boyunca bu denli sakin dönemlere çok alışık olmayan söz konusu coğrafya için bu zamandaki sükûneti fırtına öncesi sessizliğe benzetmek oldukça mümkündür. Fırtınanın tam anlamıyla 0rta Doğu’ya ulaşması ise çok uzun sürmedi. Önce Azerbaycan bölgesini kaplayan ve 1243 yılında kesin olarak Anadolu’ya ulaşan bu fırtınanın adı Moğol’du. Mezkûr tarihin üzerinden yaklaşık on beş yıl geçmişti ki, Moğollar bu kez, yaklaşık beş yüz yılı aşkın bir süredir Müslüman hükümdarlara hilat ve unvan bağışlayan İslam halifesinin dibinde bitti. Nihayet halife Moğol’un kılıcıyla can verirken, yarım asırdan daha büyük olan devleti de tarihe karışmaktan kurtulamadı. Moğol fatihlerin önce Anadolu’ya ardından da Bağdat’a ulaştığı sırada, ismini Hititlerin koyduğu Anadolu'nun kadim şehirlerinden biri olan Malatya’da dönemin aynalarından olmaya aday bir genç yaşıyordu. Bu genç, aslen Yahudi olan fakat daha sonra Hıristiyanlığı seçmiş bulunan dönemin ünlü hekimi Ehron’un oğluydu. Hekim babası Malatya yakınlarındaki İbra köyünden olduğu veya aslen Yahudi olması dolayısıyla, bu genç, İbnü’l-İbrî

Araş. Gör.,Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Ana Bilim Dalı, Doktora Programı, k.kazimuzun@gmail.com.


Bar Hebraus (İbnü’l-İbrî) ve MakhtebnanuthZabhne (Veya Kronoloji)

1

(İbralı’nın oğlu – İbrani’nin oğlu) lakabıyla anıldı . Günümüzde Süryanilerin Bar İbraya, Batılıların ise Bar Hebraeus diye adlandırdıkları döneminin önemli bir tanığı olan bu gencin, doğduğunda babasının kendisine verdiği asıl ismi ise Yuhanna yahut 2 John idi . İbnü’l-İbrî 1225-1226 tarihinde dönemin büyük ve mamur 3 şehirlerinden olan Malatya’da doğdu. Eğitime son derece önem veren babası daha çocukluğundan itibaren oğlunun iyi yetişmesi için gerekli her şeyi yaptı ve İbranice, Süryanice, Grekçe ve Arapça öğrenmesini sağladı. Erken yaşta çok kapsamlı bir dil eğitimi almasının ardından Abû’l-Farac felsefe ve ilahiyat okudu. Ayrıca hem babasından hem de devrin diğer meşhur tabiplerinden tıp dersleri aldı. Moğol fırtınasının, değindiğimiz üzere, 1243 yılında Anadolu’yu etkisi altına alması Abû’l-Farac ve ailesini de etkiledi. Moğolların geldiğini duyan Malatya halkının önemli bir kısmı şehri terk ederek Halep’e kaçtı. Babası Ehron da şehirden ayrılma 4 planları yaparken tesadüfî bir gelişme dolayısıyla Malatya’da kalmaya karar verdi ve nitekim bu yıl Moğollar Malatya’ya kadar ulaşmayı başaramadı. Fakat bir sonraki yıl engel tanımayan Moğollar Malatya’ya da vardı ve doğunun bu mamur şehrini perişan etti. Moğolların başında Şaver Navin adında bir komutan bulunuyordu ve şehri yağmalamasının ardından tam buradan ayrılacakken birden bire rahatsızlandı. Öyle anlaşılıyor ki, talih bir kez 1

Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-İbrî”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. XXI, İstanbul 2000, s. 92. 2 Theodor Nöldeke, Sketches From Eastern History, İng. çev., John Sutherland Black, London 1982, s. 237. 3 Malatya’nın bu dönemdeki durumuyla ilgili olarak bakınız, Guy Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1905, s. 220; ayrıca bakınız, Tülay Metin, Selçuklular Döneminde Malatya, İstanbul 2013. 4 Tafsilat için bakınız, Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Abû'l-Farac Tarihi, C. I, Süryanice'den İngilizce'ye çeviren, Ernest A. Wallis Budge, Türkçe'ye çeviren, Ömer Rıza Doğrul, Ankara 1999, s. 11-12, (Budge'nin çeviriye yazdığı giriş yazısı).

322


Kâzım Uzun

daha Ehron’un yüzüne gülmüştü. Nitekim Moğol komutanın etrafındakilerin tavsiyesiyle Ehron komutanın tedavisini yapmak üzere yanına gitti. Ehron bir süre komutanın yanında kaldıktan ve nihayet komutan Khartabirt’e (Harput) varınca iyileştikten sonra, hekim Malatya’ya geri döndü. Ancak Moğol tehlikesi tam olarak geçmiş değildi ve onların her an yeni bir hücum ile şehri ve burada yaşayanları mahvetme ihtimali bâki idi. Dolayısıyla bu şartlar altında daha güvenli bir yer bulmak kaçınılmaz olmuştu. Bu sebeple Ehron ailesini de alarak Suriye’ye sığınmak istedi ancak bunu başaramayınca bu sıralarda Frenklerin elinde bulunan Antakya’ya geldi. Moğol tehlikesinden bu şekilde kurtulan İbnü’l-İbrî’yi Suriye’de yeni maceralar beklemekteydi. Burada eğitimine bir süre daha devam eden İbnü’l-İbrî papaz oldu ve manastıra girdi. Bir müddet sonra Şam Trablusu’na geçti ve burada Saliba Vecih isimli bir arkadaşıyla birlikte Nasturîlerden Yakup adlı bir kim5 seden tıp ve belagat dersleri aldı . 1246 yılına gelindiğinde ise İbnü’l-İbrî, Yakubî patriği II. İgnatius tarafından Malatya civarındaki Cubas (Gabos) Yakubî 6 piskoposluğuna tayin olundu ve Grigorius (Grigori) adını aldı . 1252 yılında Patrik İgnatius’un ölümünün ardından, Patrik seçiminde, Madani’ye karşı Diyonisius’u destekledi. Desteklediği adayın patrikliği kazanmasının ardından İbnü’l-İbrî de 1253 yılında Halep metropolitliğine getirildi. Ancak muhaliflerin çabaları dolayısıyla o, Halep’te bir türlü huzur bulamadı ve nitekim Malatya’ya geri döndü. Din adamları arasındaki bu çekişme bir süre daha devam etti ve nihayet İbnü’l-İbrî, el-Melik en-Nasır ve daha sonra da Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’tan (desteklediği aday olan) Diyonisius’un patrikliğiyle ilgili beratlar almayı başardı. İbnü’l-İbrî’nin kendisi ise Tikrit ve Şark Mefriya5

Ebû’l-Ferec İbnü’l-İbrî, Tarih u Muhtasari’d -Düvel, çev. Şerafeddin Yaltkaya, Ankara 2011, s. 1, (Yaltkaya'nın giriş yazısı); Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s. 153. 6 Carl Brockelmann, “İbnü’l-İbrî”, İslam Ansiklopedisi, C.5 /2, Eskişehir 1997, s. 861.

323


Bar Hebraus (İbnü’l-İbrî) ve MakhtebnanuthZabhne (Veya Kronoloji)

7

nı unvanıyla Irak, İran, Azerbaycan gibi eski Sasani topraklarında yaşayan Yakubî Hristiyanlarının Antakya patriğinden sonraki 8 en yüksek din adamı olarak tayin edildi . Bu sayede İbnü’lİbrî’nin makamı yükselmekle birlikte etki ve nüfuzu da son derece arttı. Mefriyanlık sıfatı ile kilisesini güçlendirme gayreti içerisinde olan İbnü’l-İbrî bu zamanda bölgenin kesin hâkimi olan Hülâgü ile de görüşmeyi ve kendi patrikleri için beratlar almayı başardı. Daha sonra 1282 yılında Tebriz’e gitmek ve Hülâgü’nün oğlu Abaka ile görüşmek istediyse de, kendisi yolda olduğu sırada Abaka vefat ettiği için bu görüşme gerçekleşemedi. İbnü’l-İbrî onun yerine tahta geçen TeküderAhmed’in cülus törenlerine katıldı ve kendisiyle görüşme imkânı buldu. Bu görüşme neticesinde ise TeküderAhmed’den de beratlar almaya vakıf olduktan sonra Tebriz’den ayrılarak geri döndü. Nitekim yaklaşık olarak 22 yıl süren Mefriyanlık görevinin ardından İbnü’l-İbrî 1286 yı9 lında Meraga’da bulunduğu sırada vefat etti . Cenazesi Musul’a getirilerek Mar Mettey manastırında toprağa verildi. İbnü’l-İbrî uzun sayılamayacak bir hayat yaşamasına rağmen geride çok sayıda eser bıraktı. Bu eserler çeşitli alanlarla ilgili 10 olmakla birlikte toplamda otuz bir tanedir . Bu eserlerin en önemlilerinden birisi şüphesiz bu yazının da konusunu teşkil eden ve İbnü’l-İbrî’nin dünya tarihi olarak kabul edebileceğimiz eseridir. Eserin Süryanice adı Kethabha Dhe Makhtebhan utha Zabhne olmakla birlikte kısaca Kronoloji olarak da adlandırılmaktadır. Eser, işaret ettiğimiz üzere, bir dünya tarihi olmakla birlikte Süryani kilisesinin de tarihidir ve iki temel bölümden

7

Süryanice olan bu kelime, manası itibariyle “semere veren” anlamına gelmekle birlikte, Yakubîler tarafından patrikten sonraki en büyük unvan olarak da kullanılmaktadır. 8 M. Şemseddin Günaltay, İslam Tarihinin Kaynakları, Tarih ve Müverrihler, haz. Yüksel Kanar, İstanbul 1991, s.197. 9 J. B. Segal, “Ibn AI-Ibrî”, Encyclopaedia of Islam, C. III, Leiden 1986, s. 804-805. 10 Bu eserler için bakınız, Budge, s. 29-34.

324


Kâzım Uzun

mürekkeptir. “Chronicon Syriacum” adını taşıyan birinci bölüm başlıca Süryanice, Arapça, Farsça ve diğer bazı kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınmış bir dünya tarihidir. İkinci kısım ise “Chronicon Ecclesiasticum” adını taşımakla birlikte kilise tarihine ayrılmıştır. Bu bölümde Harun’dan itibaren havariler sonrasına kadar olan dönem kısaca anlatıldıktan sonra Severus’a kadarki Antakya kilisesi patrikleri zikredilmiş, bu kilisenin monofizit 11 kolunun tarihi 1285 yılına kadar getirilmiştir . Ardından Süryani 12 kilisesinin doğu kısımları ele alınmıştır . Bu bölüm müellifin ölümüne kadar gelmekle birlikte, müellifin kardeşi Bar Sauma es-Safi tarafından buraya İbnü’l-İbrî’nin hayat hikâyesi eklenmiş ve olayları 1288 yılına kadar getiren bir zeyil yazılmıştır. Daha sonra yapılan zeyillerle birlikte eserin kapsamı oldukça genişle13 miş ve olaylar 1495-96 yılına kadar getirilmiştir . Eserin yazılış amacı daha çok İbnü’l-İbrî’nin özellikle Süryanilerin tarihini kayıt altına almak istemesi, bunu sonraki nesillere aktarma arzusu ve nihayet unutulup gitmesinin önüne geçmeye çalışmasıyla ilgilidir. Kendisi de gayet veciz cümleleriyle bu duruma işret etmektedir. Ondan okursak; “Seksen seneden beri milletimizden bir kimse de bu meseleyi [tarihin kayıt altına alınıp sonraki nesillere aktarılması meselesini] düşünmemiş ve

bu mesele ile meşgul olmamıştır. Yani büyük tarihi telif eden müteveffa Patrik Mar Mihail’den beri bu işe ehemmiyet veren bulunmadığı gibi Kayseriyeli Ebusebius, iskolastik Socrates, Zachariah, Asyalı Iohn, TaIl Mahre’li Dionysius tarafından verilen eskimiş ve antikalaşmış malumata yeni malumat katan bulunmamıştır. Bizim ve milletimizin bakımından buna benzer bir gedik ve boşluğun doldurulması lazım geldiğini gördüm ve dünyaya ait hadiselerle kiliseye ait olup bizden evvelki devirde vuku bulan hadiselerin kaydedilmediği takdirde unutulacağını ve bir müddet Sonra aranacağını takdir ederek Azerbaycan’daki Mara11

Abdülkerim Özaydın, “İbnü’l-İbrî”, s. 92. Bakınız, William Wright, A Short History of Syriac Literature, London 1894, s. 279 vd. 13 William Wright, A Short History of Syriac Literature, s.279. 12

325


Bar Hebraus (İbnü’l-İbrî) ve MakhtebnanuthZabhne (Veya Kronoloji)

ga kütüphanesine girdiğim zaman Süryanilere, Araplara ve İranlılara ait olup burada bulunan ciltlerden aldığım malumatı bu küçük kitabıma doldurdum” 14. Eserin Chronicon Syriacum adlı ilk bölümünün çeşitli dillerdeki kaynaklar kullanılarak telif edildiğini zikrettik. Bu kaynaklar arasındakilerin en önemlileri Süryani Keşiş Mihail’in Vekayiname’si, Meliknâme, Alaeddin Ata Melik Cüveynî’nin Tarih-i Cihangüşâ adlı eseri önemli bir yer tutar. Özellikle günümüze ulaşmamış olan Melikname’nin Selçuklu devri Türk tarihi açısından haiz olduğu önem göz önüne alındığında Abû’l-Farac’ın bu eserinin değeri daha da artar. Yukarıda da zikrettiğimiz üzere eser hilkatten başlayarak 1286 yılına kadar olan olayları ihtiva etmektedir. Dünyanın ilk dönem tarihiyle ilgili kısımları için bir değerlendirmeden kaçınmakla birlikte, yazarın yaşadığı zamanın yani XIII. yüzyılın tarihi açısından eserin özellikle kıymet arz ettiği ifade edilebilir. Zira eserin müellifi olayların önemli bir kısmına şahit olmuş ya da şahit olan kişilerden dinleyerek eserini telif etmiştir. Yazarın yaşadığı dönemin son derece karışık ve önemli vakaların vuku bulduğu bir zaman dilimi olduğu aşikârdır. Gerek bu bakımdan gerekse söz konusu zamanda yazılmış kaynak eserlerin azlığıyla paralel bir şekilde göz önüne alındığında eserin haiz olduğu değer daha iyi anlaşılacaktır. İbnü’l-İbrî’nin eseri İran Moğollarının tarihi açısından da özel bir öneme sahiptir. Zira müellifin yetişkin bir insan olduğu andan itibaren öldüğü tarihe kadar İran Moğolları en güçlü dönemini yaşamış ve yazar da onlarla irtibat halinde olmuştur. Yukarıda da değindiğimiz üzere, İbnü’l-İbrî hem Hülâgü hem de Teküder Ahmed ile birebir görüşmüştür. Moğolların arasında önemli bir süre bulunmuş ve onlarla birlikte yaşamıştır. İran Moğollarına dair verdiği her bilgi şüphesiz çok değerli olan yazar maalesef Teküdar Ahmed’in cülus töreninde bizzat bulunmasına rağmen bu törenin ayrıntılı bir tasvirini vermemiştir. Ancak yine

14

Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarih..., s. 67-68.

326


Kâzım Uzun

de İbnü’l-İbrî’nin eserinde İlhanlılara dair son derece önemli kayıtlar oldukça çoktur. Yukarıdaki ifadelerden eserin yalnızca İlhanlılar hakkında bilgi verdiği şeklinde bir izlenime kapılmak yanlış olur. Yazarın kendi zamanına kadar olan dönemleri bir kenara bıraktığımızda dahi, eserde hakkında malumat verilen hususlar oldukça çoktur. Abbasîler, Selçuklular, Harizmşahlar, İsmaîliler, Haçlılar, yazarın gerek İlhanlılarla ilişkileri gerekse onlardan bağımsız olarak hakkında malumat verdiği unsurlardır. Genel bir dünya tarihi olduğunu belirtmiş olmakla birlikte eserin, özellikle XIII. yüzyıl Anadolu, Azerbaycan, İran, Irak ve Suriye tarihi ve ayrıca buradaki siyasi teşekküllerin tarihleri açısından son derece önemli bir kaynak eser olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Son olarak eser üzerine yapılan çalışmalara kısaca değinecek olursak; eserin ilk kısmı yani Chronicon Syriacum Paul Jacob Bruns ve G. Kirsch tarafından Latince çevirisiyle birlikte iki cilt halinde yayınlanmış (Leipzig 1789), Süryanice metin ise daha sonra Paul Bedjan tarafından neşredilmiştir (Gregory Barhebraei, Chronicon Syriacum, Paris 1890). Eser, bu iki cilt halindeki neşri esas alınarak Ernest A. Wallis Budge tarafından The Chro-

nography of Gregory Abü’l-Faraj, 1225–1286, the Son of Aaron, the Hebrew Physcian, Commonly Known as Bar Hebraeus, Being the first Part of his Political History of the World adıyla İngilizce’ye çevrilmiş (I-II, London 1932), Ömer Rıza Doğrul da eseri bu İngilizce çevirisinden Abû’l-Farac Tarihi adıyla Türkçe’ye kazandırmıştır (I-II, Ankara 1945-1950). İshak Esmele ise eserin bir bölümünü Arapça’ya tercüme etmiş ve 1949-50 tarihinde yayımlamıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Abû’l-Farac’ın bir diğer eseri olan Tarih u Muhtasari’d-Düvel, müellifin bu yazıda ele aldığımız genel tarihinin bir özeti mahiyetinde olup, arkadaşlarının isteği üzerine bizzat kendisi tarafından Arapçaya çevrilmiş 15 bir özetidir

15

Abû’l-Farac İbnü’l-İbrî, Tarih-u Muhtasari’d-Düvel, çev., Şerafeddin Yaltkaya, Ankara 2011., s. 1-2; Claude Cahen, “Selçuklu Devri Tarih Ya-

327


Bar Hebraus (İbnü’l-İbrî) ve MakhtebnanuthZabhne (Veya Kronoloji)

KAYNAKÇA

ÖZAYDIN Abdülkerim, “İbnü’l-İbrî”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. XXI, İstanbul, 2000, ss. 92-94. ABÛ’L-FARAC İBNÜ’L-İBRÎ, Tarihu Muhtasari’d-Düvel, çev. Şerafeddin Yaltkaya, Ankara, 2011. BROCKELMANN Carl, “İbnü’l-İbrî”, İslam Ansiklopedisi, C. 5/2, Eskişehir, 1997, ss. 861- 862. CAHEN Claude, “Selçuklu Devri Tarih Yazıcılığı”, çev., Nejat Kaymaz, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, S. 12, Ankara, 1969, ss. 193-221. ABÛ’L-FARAC Gregory (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, C. I, Süryanice’den İngilizce’ye çeviren: Ernest A. Wallis Budge, Türkçe’ye çeviren: Ömer Rıza Doğrul, Ankara, 1999. LE STRANGE Guy, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge, 1905. SEGAL J. B., “Ibn AI-Ibrî”, Encyclopaedia of Islam, C. III, Leiden, 1986, ss. 804-805. GÜNALTAY M. Şemseddin, İslam Tarihinin Kaynakları, Tarih ve Müverrihler, haz. Yüksel Kanar, İstanbul, 1991. ŞEŞEN Ramazan, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul, 1998. NÖLDEKE Theodor, Sketches From Eastern History, çev. John Sutherland Black, London, 1982. METİN Tülay, Selçuklular Döneminde Malatya, İstanbul, 2013. WRIGHT William, A Short History of Syriac Literature, London, 1894.

zıcılığı”, çev., Nejat Kaymaz, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi, S. 12, Ankara 1969, s. 201.

328


İPEK YOLU’NUN İSİM BABASI: FERDİNAND FREİHERR VON RİCHTHOFEN Aybüke Güzay ∗

Y

aklaşık olarak iki bin yıllık bir mazisi olan ve ilk kez MÖ II. yüzyılın sonlarında açıldığı bilinen İpek yolu; Doğu’nun, ürettiği ipek ve ipekli mallarına pazar aradığı; Batı’nın da, Doğu’daki ipek ve diğer kıymetli malları elde etmek için açtığı bir yollar ağıdır. İpek yolu tabirinin ilk kullanılışı iki bin yıllık geçmişine rağmen oldukça yeni bir kavram olup ilk kez 1877 yılında Alman bilgini Ferdinand von Richthofen (1833-1905) tarafından kullanılmış, (Die Seidenstraße) daha sonra Batı’da ve 1 Doğu’da yaygınlaşmıştır. Çinliler ise bu yolu hiçbir zaman bu 2 adla anmamışlardır. İpek yolu, zengin metaların taşınması ve canlı ticaret ağının sağlamış olduğu şöhret ile devletlerarasında daima mücadelelere sahne olmuş, yüzyıllar boyunca cazibesini sürdürmüştür. Bu yolun, XVI. yüzyıldan sonra yeni ticaret yollarının keşfedilmesi ile canlılığını yitirmesine rağmen, “İpek Yolu ve zengin Doğu Asya” merak uyandırmaya devam etmiştir. İpek yolunun tarihi dokusu, zengin birikimi, kültürel mirası araştırma konusu olmuş; batılı seyyahların ve coğrafyacıların yolculukları ile gözlemlerinin sonucu olarak önemli eserler meydana gelmiştir. Bu coğrafyanın zenginliklerine ulaşma isteği Batıyı, çeşitli coğrafyacı ve seyyahlar aracılığı ile bölgeyi keşfetme amacına

∗ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, aybukeguzay@hotmail.com. 1 Mehmet Tezcan, “İpek Yolu’nun İran Güzergâhı ve İpek Yolu Ticaretine İran Engellemesi”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, 3/1, 2014, s.97. 2 Güray Kırpık, “Haçlılar ve İpek Yolu”, Bilig, Bahar 2012, Sayı 61, s. 174.


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

yöneltmiş; doğuya gönderilen misyonerler vasıtasıyla bilgi edinme ve doğunun zenginliklerinden pay alabilme hedefi daima canlı tutulmuştur. Bölgeyi tanımak ve bunun sonucunda çeşitli antlaşmalar yapmak amacıyla yürütülen faaliyetlerde elbette ki iyi eğitim görmüş, tahsilli ve alanında uzman kişiler görevlendirilmiştir. Söz konusu bu uzman kişilerden bir tanesi de coğrafyacı Ferdinand Freiherr von Richthofen’dır. Alman coğrafyacı ve araştırmacı olan Ferdinand Paul Wilhelm Dieprand Freiherr von Richthofen, 5 Mayıs 1833 tarihinde Silezya’da soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Breslau üniversitesinde fen bilimleri okuyan Ferdinand, jeoloji alanında uzmanlık kazanmış, 1856 yılında “Doktor” ünvanını alarak mezun olmuştur. Onun en önemli hocaları jeolog Heinrich Ernst Beyrich, maden uzmanı Gustav Rose, fizikçi Heinrich Gustav Magnus ve coğrafyacı Carl Ritter idi. Richthofen, üniversiteyi bitirdikten sonra dört yıl boyunca Viyana’daki devlet jeoloji kurumunda çalışmış, Hükümdarlık içerisinde belirlenen farklı bölgelerde görevlendirilmiştir. 1860 yılında Friedrich Graf zu 3 4 Eulenburg’un idaresi altında Prusya Doğu Asya Seferi ’ne katıl-

3

Bugünkü Almanya’nın doğu kesiminde kurulmuş Berlin merkezli Alman Krallığı. 1713-1867 yıllarında etkili bir siyasi teşekkül olan Prusya Krallığı başlangıçta Hohenzollern hanedanı idaresindeki Brandenburg prensliği olarak mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’nun bir parçası iken Brandenburg Dükalığı’nın krallık statüsü kazanmasıyla ortaya çıkmış, 1871’den sonra Alman İmparatorluğu’na dönüşmüştür. (Kemal Beydilli, “Prusya” , Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 34, 2007, s. 354-358.) 4 Prusya Kralı IV. Friedrich, Prusya için ticaret anlaşmaları yapmak üzere 1860 yılında Doğu Asya’da Çin, Japonya ve Siam’a bir sefer düzenlemiştir. Bu sefere sadece diplomatik elçiler katılmamış; aynı zamanda Ferdinand von Richthofen’ın da içerisinde olduğu bilimsel bir ekibin katılımı da gerçekleşmiştir. Bilim adamları Çin, Japonya ve Siam’da araştırmalar yapmak ve bu ülkelerin genel görünümlerini incelemekle vazifeliydiler.

330


Aybüke Güzay

mış, zengin araştırma sonuçlarıyla birlikte 1872 yılında Alman5 ya’ya dönmüştür. İngiltere ve Fransa’nın kısa süre önce Çin İmparatorluğu’na 6 ikinci afyon savaşında üstünlük elde etmesiyle, Prusya ve diğer Alman eyaletlerinin özel haklarını emniyete alabilmek amacıyla, Prusya elçiliğinin Uzak Doğu’daki bir jeoloji görevlisi olan Ferdinand von Richthofen, 1860’da, Prusya İçişleri Bakanı olan (18621889) Graf Friedrich Albrecht zu Eulenburg’un yönetimi altında Çin’e ulaşmıştır. Çin, Siam ve Japonya ile diplomatik ilişkiler 7 kurulmuş ve bu ülkelerle ticaret antlaşmaları yapılmıştır. Ferdinand von Richthofen, bu vazife üzerine ülkesinden ayrılmasını kendi eserinde şöyle vurgulamaktadır: “Mayıs 1860 5 Birgit Salomon, Sven Hedin im Auftrag der chinesischen Zentralregierung, Die Seidenstraßenexpeditionen 1933-1935, s. 24-25. 6

1800’lerden itibaren Çin, ticaretteki aşırı artış ile beraber ülkesindeki afyon kullanımının arttığını görünce afyon ticaretini yasaklamıştır. Bu yasaklamayla beraber yabancılara karşı da bir tepkinin oluştuğu görülmüştür. İngiltere ve Çin arasında görülen I. Afyon Savaşı’nda Çin yenilmiş ve iki ülke arasında 1842’de Nanjing Anlaşması imzalanmıştır. 1843’te yapılan ek bir ticaret anlaşmasıyla İngilizler’e verilen ayrıcalıklar genişletilmiş, 1844 yılında da Amerika ve Fransa ile de anlaşmalar imzalanmıştır. 1856 yılındaki II. Afyon Savaşı ise İngilizler’e ait “Arrow” isimli bir teknenin Çinliler tarafından ele geçirilmesiyle başlamıştır. I. Afyon Savaşında sadece İngilizler yer almışken, bu savaşta İngilizlerin yanında Fransa da savaşa dâhil olmuştur. Bu savaş sonucunda 1858’de İngiltere, Fransa, Rusya ve Amerika ile Tianin Anlaşması imzalanmış ve on yedi liman daha yabancılara açılmış, yabancılara Çin’de seyahat hakkının verilmesi ile de Batılı devletler Çin’de rahatlıkla yer edinebilmişlerdir. II. Afyon Savaşının da Çin’in yenilgisiyle sonuçlanmasının üzerine, Batılı devletler tarafından Çin’in bölünmesi planları hız kazanmış ve Çin birçok ülkeye imtiyazlar vermeye başlamıştır. (Yasemin Davarcı, 19041905 Rus-Japon Savaşı’nın Japon Manga Kitaplarına Yansıması, Ankara Üniversitesi, SBE, Doğu Dilleri Edebiyatları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2015, s.28-29.) 7 Jürgen Osterhammel, “Forschungreise und Kolonial Programm: Ferdinand von Richthofen und die Erschliessung Chinas im 19. Jahrhundert”, Archiv für Kültürgeschichte 69, s. 168, 1987.

331


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

tarihinde Avrupa’yı terk ettim. Seferi duyduğumda mutlu olmuştum, Prusya kralının emri üzerine, olağanüstü elçi ve yetkili bakan (şuanki içişleri bakanı) Friedrich Graf zu Eulenburg’un katılımıyla dört savaş gemisinden oluşan bir filoyla Doğu Asya sularına Prusya adına Çin, Siam ve Japonya ile ticaret antlaşması yapmak üzere gönderildik. Onlar, mükemmel tarihsel anlatımları ve yüksek sanat değeri olan yapıtları ile tanınırdı.” 8 Richthofen, Siam’da seferi terk etmiş, 1862 yılında Kaliforni9 ya’ya gitmiştir. “Comstock Lode ” (1866) ve “Volkanik Kayaların Doğal Sistemi” (1868) adlı eserleri, Kaliforniya’daki çalışmalarının 10 bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 1862-1868 yılları arasında Kaliforniya’da altın madenlerindeki maden üretimini araştırdıktan sonra, onun şöhretini devamlı kılacak olan bir emir alan Richthofen, Amerika-Avrupa ticaret şirketinin hizmetinde 1868-1872 yılları arasında Çin’e toplam yedi seyahat gerçekleştirmiştir. Sonuçları, “Çin: Seyahat Sonuçları ve Bunların Üzerine Çalışmalar” başlığı altında beş cilt olarak yayınlanmıştır. Günlüğünde not ettiği gibi Çin’de bir Almanın, Prusyalının üssünün olması gerektiğinin anlamını erkenden anlayan Richthofen, sömürge hayallerini bırakmamış, Çin’den 11 Kuzey Alman eyaletinin başbakanına, Otto von Bismark’a bu 12 üssün gerekliliğini göstermek için rapor yazmıştır. 8

Ferdinand von Richthofen, “China: Eigener Reisen und Darauf Gegründeter Studien”, Bd. I, Vol I, Berlin Verlag von Dietrich Reimer,

1877, s.27. Comstock Lode, Amerika tarihinde madencilik alanındaki en önemli keşif. http://www. legendsofamerica.com/nv-comstocklode.html 10 R. A. Dally, “Ferdinand Freiherr von Richthofen (1833-1905)”, Proceedings of the American Akademy of Arts and Sciences, Vol 51, No 14, December 1916, s. 922. 11 Bismark’ın siyasi hayatı, 1847 yılında Prusya Meclisi’ne seçilmesiyle başlamıştır. 1851-1859 yılları arasında Frankfurt’taki Germen Konfederasyonu Diet’inde Prusya temsilcisi olarak görev almıştır. Daha sonra Petersburg ve Paris’te elçi olarak görev yapan Bismark, bu görevleri esnasında çok şey öğrenmiş, 8 Ekim 1862’de Başbakan ve Dışişleri Bakanı olarak hükümetin başına geçmiştir. (Sevilay Özer, “Devlet Adamı 9

332


Aybüke Güzay

Bu durum da onların asıl amaçlarının, bölgenin yollarını, zenginliklerini keşfetmek ve rahatça ticaret yapma imkânı sağlayıp, ekonomik açıdan yüksek gelirler elde etmek olduğunu göstermektedir. Bu zenginlik siyasi açıdan da güçlenmelerini sağlayacak, bölgede söz sahibi olma avantajını da elde edebileceklerdi. Zira Ferdinand’ın altın madenlerini araştırması ve bütün araştırmalarının sonuçlarını ülkesine rapor etmesi, onun bu seferdeki misyonunu açıkça ortaya koymuş olduğu gibi, amacı şu ifadelerden de anlaşılmaktadır: “Prusya gibi bir gücün elindeki ser-

best bir liman olarak Chusan, komuta edici bir konuma gelecektir. Liman kolaylıkla güçlendirilebilir, donanma ise kuzey Çin ve Japonya trafiğine hakim olacaktır. Yüksek önem taşıyan bir ticaret yeridir.“ 13 Çin’deki dört yıllık ikametgâhı sırasında ilmi malzemeler toplayan Ferdinand Freiherr von Richthofen, döndükten sonra öncelikle seyahati esnasında büyük bir özen ve fedakârlıkla bölgeye ve durumuna dair hacimli bir şekilde yazmış olduğu günlükleri ile bölge krokileri ve ailesine yazmış olduğu mektupları üzerine bir değerlendirme yapmıştır. Onun hedefi, Çin üzerine popüler bir seyahatname hazırlamaktı. Duyguları, yaşantıları ve gözlemlerini ifade ettiği yedi seyahatten dört tanesinin sonuçlarını bir araya getirmiş; çalışmasına ara vermesiyle beraber, bu 14 isteği onun ölümünden sonra öğrencisi Ernst Thiessen tarafınOlarak Mustafa Kemal Atatürk ve Otto von Bismark”, İnternational Jorunal of Social Science, Number:27, Autumn I, 2014, s.439.) 12

Jürgen Zimmerer, “Im Dienste des Imperiums: Die Geographen der Berliner Universität zwischen Kolonialwissenschaften und Ostforschung”, Jahrbuch für Universitätsgeschichte 7, (2004) , s. 83-84. 13 Jürgen Zimmerer, “Im Dienste des Imperiums: Die Geographen der Berliner Universität zwischen Kolonialwissenschaften und Ostforschung, s.12. 14 Ferdinand von Richthofen’ın bir öğrencisi olan Ernst Tiessen, Çin eserinin üçüncü cildini onun ölümünden sonra yayınlamıştır. Güney Çin üzerine eksik olan ve Richthofen’ın da dileği olan ciltlerin yayını da Tiessen tarafından yapılmıştır. (Birgit Salomon, Sven Hedin im Auftrag

der chinesischen Zentralregierung, Die Seidenstraßenexpeditionen

333


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

dan sonuçlandırılmıştır. Yazmış olduğu eseri; coğrafi yapı, iklim, nüfus, bölgenin kültürü ve yerleşmesi üzerine değerlendirmelerini içermekle beraber; bunun dışında betimlemeler ve bölge 15 krokisi ile günlük durumları da tasvir etmektedir. Richthofen’in araştırmalarının ağırlık noktası coğrafi bölgelerdi. Onun ilgisinin ön planında da, gözlemleri ve yerleşim bölgelerini içeren analizleri, ulaşım ve ekonomik tutumları olmak üzere ülkelerin coğrafi özellikleri yer almaktaydı. Toplumun fiziksel yapısı üzerine belirli amaçları için araştırmalarını icra eden Richthofen, yabancı kapital sistemi Çin’de kolay bir şekilde nüfuz ettirmeyi mümkün kılmak amacıyla Almanların saldırgan çıkarlarını temsil etmişti. Richthofen’ın önemli sonuçlar doğuran seyahati; Çin’in farklı bölgelerindeki kömür madenlerini inceleme, gözlem ve betimlemeleri, ayrıca Çin’in sömürgeci yayılmasının keşfi ve açılımına dair belirli politik, ekonomik, askeri, coğra-

1933-1935, s.26) Richthofen’ın “Çin” eserinin ilk cildi 1877 yılında yayınlanmıştır. Bu ilk kitap, diğer dört cilt için bir giriş niteliğindeydi. O, burada “Merkez-Asya” kavramını tanımlamış, Çin’in bölgelerini, tuz yatakları ve dağları gibi coğrafi özelliklerini betimlemiştir. 1882 tarihinde yayınlanan ikinci cildi, Richthofen’in Çin’in kuzeyindeki araştırmalarına ve bunun sonuçlarına ayrılmıştır. Üçüncü cildi, Çin’in güneyi ve güneybatısı, Tibet’in kuzeydoğu sıradağlarını içermektedir. Dört ve beşinci kısımları ise Richthofen’ın kendi kaleminden çıkmamış, 1883 ve 1911 tarihlerinde diğer bilim adamları tarafından yayınlanmıştır. Dördüncü kısmının yayınlanması için, Dr. August Schenk, Dr. Emanuel Kayser, Dr. Wilhelm Dames, Dr. Conrad Schwager ve Dr. Gustaf Lindström birlikte çalışmışlardır. Dr. Fritz Frech ise Richthofen’ın ölümünden sonra beşinci kısmını yayınlamıştır. Her iki kısmı da Richthofen’ın Çin seyahatinin sonuçlarını kapsamaktadır. (Birgit Salamon, Sven Hedin im Auftrag

der chinesischen Zentralregierung, Die Seidenstraßenexpeditionen 1933-1935, s.25.) 15 Liu Jing, Wahrnehmung des Fremden: China in Deutschen und Deutschland in chinesischen Reiseberichten Vom Opiumkrieg bis zum Ersten Weltkrieg, Inaugural Dissertation zur Erlangug der Doktorwürde der Philosophischen Fakültat der Albert-Ludwigs Üniversitat zu Freiburg, 2000-2001, s. 255.

334


Aybüke Güzay

fi ve bölgesel bilgileri içermekteydi. Richthofen, hedefini aşağıdaki gibi adlandırıyordu:

“Çin’in bilinen ülkelere göre genel şartlarının daha az araştırılmış olduğu ve aynı zamanda da çok geniş nüfusu, zengin üretimi ve dünya trafiğindeki artan öneminden ötürü pratik ilişkilerindeki gibi bilimsel alandaki büyüme sonucunda da Çin'in son derece dikkate değer olduğu sonucuna vardık. Büyük güçlerin bir vazifesi vardı ve ben bir kaç sene için gücümü buna adamaya karar verdim.” 16 Richthofen’ın araştırmaları “Çin: Seyahat Notları Sonuçları ve Bunların Üzerine Çalışmalar” adlı mühim eserinde beş cilt halinde ortaya çıkmıştır. Sınıflandırılan iki atlas cildi ise 1885 ve 1916 yıllarında yayınlanmıştır. 1907 yılında Berlinli coğrafyacı Ernst Tiessen, Rich-thofen’ın Çin’de yazdığı ve bir kısmını yayın 17 için hazırlamış olduğu gezi günlüklerini de yayınlamıştır. Ferdinand von Richthofen’ın ismi, sadece coğrafya alanında gelişmelerini sağlayan çalışmalarla ilgili değil, aynı zamanda hem haritalar hem de tarih biliminde kullanılan “ipek yolu” kavramıyla da ilgilidir. Richthofen, Antik çağdan beri Doğu Asya’dan Akdeniz bölgesine giden ticaret yoluna 1876/1877’de bugün bilinen ismini veren ve bilimsel dilde kullanımının yerleşmesini sağlayan 18 kişidir. “İpek Yolu” teriminin kullanılmasının, bu yolun önemini kaybetmesinden sonra olsa da, milattan önceki devirlerden itibaren canlılığı başlamış olan bu yolda taşınan en değerli mallardan biri olan ipeğin çok önemli rol oynamasının etkisinin olduğu açıktır.

16

Liu Jing, Wahrnehmung des Fremden: China in Deutschen und Deutschland in chinesischen Reiseberichten Vom Opiumkrieg bis zum Ersten Weltkrieg, s.100.

17

Jürgen Osterhammel, “Forschungreise und Kolonial Programm: Ferdinand von Richthofen und die Erschliessung Chinas im 19. Jahrhundert”, s.152. 18 Birgit Salomon, Sven Hedin im Auftrag der chinesischen Zentralregierung, Die Seidenstraßenexpeditionen 1933-1935, s. 26-27.

335


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

Zira İpek, Orta Asya diplomasisinde mühim rol oynamış ve milletlerarasında para birimi olarak kullanmış bir ürün olmasıyla 19 birlikte, siyasi bir sermayeye de dönüşmüştür. Çin ipeğinin ayrıcalığı, sadece dokunuş tarzından değil, aynı zamanda kulla20 nılan ipliklerin kaliteli oluşundan da ileri gelmektedir. Ferdinand von Richthofen’ın, sadece araştırma yapmış olduğu dönemdeki coğrafi, askeri, siyasi ve kültürel gelişmelerden ziyade, bölgenin tarihi ile ilgilenmiş ve tarihi geçmişine dair analizler yapmış olduğu da görülmektedir. Ünlü araştırmacı Alexander von Humboldt dışında hiç kimse, harita araştırmalarında beyaz bir sayfa bırakmamakla birlikte, Çin’de günümüzde “Qilian Shan” adıyla bilinen dağlar, “Richtho21 fen Dağları” olarak anılmaktadır. 22 1872’de Almanya’ya döndüğünde, Çin’de Marco Polo’dan beri en geniş seyahati yapan Batı-Avrupalı olan Richthofen, 19

Peter Golden, Dünya Tarihinde Orta Asya, çev. Yahya Kemal Taştan, Ötüken Yayınları, İstanbul 2015, s.70. 20 Hans Wilhelm Haussig, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, çev. Müjdat Kayayerli, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, s.106. 21 Marc von Lüpkeschwarz, “Wie die Seidenstrasse zu ıhrem Namen kam”, DW Akademie, Made for Minds, 01.08.2013. 22 1254’te Venedik’te doğduğu ve tüccar bir aileye mensup olduğu belirtilir. Babası ve amcası İstanbul, Kırım, Volga civarı, Bulgar ve Saray şehirleri ile İran’dan Çin’e uzanan kesimde ticari faaliyetlerde bulunmuşlardır. Burada Kubilay Han ile görüşmüşler, ülkelerine döndükten sonra Papa Gregorio tarafından ikinci kez (1271) Pekin’e gönderilmişlerdir. Bu seyahatlerine yanlarına Marco Polo ile iki misyoneri de almışlardı. Marco Polo burada mahalli dilleri öğrenmiş ve 1295 yılında Venedik şehrine dönmüşlerdir. Venedikliler ile Cenovalılar arasında 1298'de savaş patlak verince Marco Polo askere alınmıştır. Curzola savaşı denilen çarpışma sonucunda yenilen donanması ile birlikte esir edilip zindana atılmış, aynı koğuşta bulunan Pisalı Rustichello adındaki bir esir, ondan dinlediklerini 1299 yılında beraberce tahliye olmalarının ardından kaleme almıştır. Marco Polo'nun kitabı bir seyahatname özelliği taşımaktadır. Seyahatnamede özellikle Türk ve İslam âlemi hakkında yer alan özlü bilgiler dikkat çekicidir. (Mahmut H. Şakiroğlu, “Marco Polo”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 28, 2004, s. 41-43.)

336


Aybüke Güzay

yaşam süresi boyunca Çin’in coğrafya ve jeoloji alanındaki en ileri gelen yabancı otoritesi olarak kalmıştır. Bununla birlikte O, Batı dillerindeki mevcut literatürde sadece coğrafya alanında değil, Çin kültürü ve tarihi alanında da ileri gelen bir uzmandı. Geri döndüğünde de Uzak Doğu’daki politik olayları takip etme23 ye devam etmişti. 1873’de Berlin Coğrafya Derneği’nin başkanı olarak seçilen Richthofen, 1879-1883 yıllarında Bonn Üniversitesi Jeoloji bölümünde Profesörlük yaptıktan sonra, 1883’ten 1886’ya kadar Leipzig Üniversitesinde jeoloji ve fiziki coğrafya bölümünde Profesörlük görevini yürütmüş ve 1886’da Berlin Üniversitesi’ne Profesör olmuştur. Coğrafya Enstitüsünün ve Oseonagrafi müzesinin müdürlüğünü yapmış; 1903 ve 1904’te Berlin Üniversitesi’nde rektörlük görevini yürütmüştür. Bilimsel çalışmaları yarım yüzyıl süren Richthofen, hiçbir zaman durağan olmamıştı, bilakis ilerlemeciydi; yeni gerçekleri ve taze fikirleri keşfetmeye açıktı. Ölümünden kısa bir süre önceki bir belgede şu ifadeleri kaleme almıştı: “Die Anschauungen wandeln sich; die Art, die Dinge zu

sehen und zu beurteilen wird eine andere, bei der Allgemeinheit und bei dem Einzelnen.” (Fikirler, bireysel olarak ve toplum içerisindeki tutumları ve meseleleri fark ederek ve değerlendirerek 24 değişecektir). Berlin’de 1887 yılında Coğrafya Enstitüsünü kuran ve 1901 ile 1905 yılları arasında okyanus bilgisi enstitüsünü oluşturan 25 Richthofen, 6 Ekim 1905’te hayatını kaybetmiştir.

23

Jürgen Osterhammel, “Forschungreise und Kolonial Programm: Ferdinand von Richthofen und die Erschliessung Chinas im 19. Jahrhundert”, s.151. 24 Bailey Willis, “Ferdinand Freiherr Von Richthofen”, The Journal of Geology, The Universty of Chicago Press Journall, Vol 13, No 7, (Oct.Nov. 1905), s. 564-565. 25 Liu Jing, Wahrnehmung des Fremden: China in Deutschen und De-

utschland in chinesischen Reiseberichten Vom Opiumkrieg bis zum Ersten Weltkrieg, s. 255-256.

337


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

Almanya’daki coğrafi gelişmelerin devamlılığı için Richthofen’ın öğrencilerinden bazı önemli bilginler sayılacak olursa, özellikle 1898’de ondan doçentliğini veren ve Bonn ile Leipzig’de onun yakınında olan Erich von Drygalski, bundan başka Küçük Asya araştırmaları boyunca göze çarpan Alfred Philippson, Tibet 26 araştırmacısı Sven Hedin, jeomorfolog Friedrich Machatchek, insanların coğrafyası üzerine bilgi veren Otto Schlüter’dir 27 Richthofen’in son doktora öğrencisi ise Alfred Rühl idi. Onun öğrencilerinden biri olan Sven Hedin; 1889, 1890 ve 1892 yıllarında Berlin’de Ferdinand von Richthofen’in yanında öğrenim görmüş ve orada onun en sevdiği öğrencilerinden biri olmuştur. Richthofen, Hedin’in seyahat planları ile ilgilenmiş ve neleri okumasının önemli olduğunu ya da Asya’da hangi bilimsel problemlerle meşgul olabileceğine dair değerli öğütler vermiştir. Richthofen’ın ölümüne kadar, öğretmenin öğrencisini motive etmesi, desteklemesi ve Berlin’de coğrafya enstitüsündeki olaylar hakkında bilgi vermesi devam etmekle beraber; meslektaşının kariyerinin devamlılığı için Sven Hedin’in her iki Asya seferinde de mektuplaşmayı sürdürmüşlerdir. Ferdinand von Richthofen, Sven Hedin’in hayatında sadece bir öğretmen ve akıl hocası rolünde olmamış, aynı zamanda onun için modern bir fonksiyon ifade etmiş ve Hedin’in danışmanlığını üstlenmiştir. Berlin’de okuduğu esnada Hedin sık sık akşam yemeğine (Kur26

Eserinde, Tibet’i “Çöllerin, denizlerin, vadilerin ve dağların arkasındaki Uzak Doğu, büyük kıtanın kalbine uzanan ve şimdiye kadar sadece az sayıda araştırmacının ziyaret etmiş olduğu bir ülke” olarak tanımlamaktadır. Kendisi henüz ilkokul öğrencisiyken bunun üzerine hayaller kurmuş, Marco Polo’nun cesaretini takip ettiğini ifade etmiştir. Asya’ya gerçekleştirmiş olduğu seferinde Tibet, onun için esrarengiz ve yüksek bir hedefti. (Sven Hedin, Abenteuer in Tibet, F. A. Brockhaus Wiesbaden Verlag, 1965, s.5.) 27 Gerhard von Kortum, Zur 150. Jahrigen Wiederkehr des Geburtsjah-

res: Ferdinand von Richthofen (1833-1905) und die Kunde vom Meer, Ein Beitrag zur Disziplingeschichte der Geographie, Schriften Naturwissenschaftlichen Vereins Schleswig Holstein, Band 53, Kiel, Dezember 1983, s.8.

338


Aybüke Güzay

fürsten Caddesi 117’ye) Richthofen’in evine, birçok ünlü coğrafyacı, jeolog ve diğer alanlardan tanınmış bilim adamlarıyla birlikte davet edilmişti. Profesör, öğrencilerine sadece coğrafya problemleri ve metodlarını vermiyor, aynı zamanda Berlin toplumunun uluslararası muhitteki bilimsel durumunu da tanıtıyordu. O, Sven Hedin’in Viyana’daki ünlü coğrafyacı ve jeologlarla tanışmasına aracılık etmiş ve 1890’daki İran seferinden önce Hedin’e birtakım tavsiyelerde bulunmuştu. Ferdinand von Richthofen’ın halefi olduğu kanıtlayan Hedin, ona hürmet göstermiş ve kariyeri için muhteşem bir hoca olduğunu ifade etmişti:

Yıllar geçtikçe rütbeli, burslu ve şöhretli bir çok seçkin kişilikle tanıştım. Ancak hiçbiri Ferdinand von Richthofen'den daha derin, daha güçlü ve kalıcı bir izlenim bırakmadı ve başka hiç kimse beni daha küçük ve daha önemsiz hissettirmedi. 28 Ferdinand von Richthofen’ın öğrencisi tarafından kaleme alınan bu görüşler, onun kendi muhitinde ne kadar saygın bir konumda olduğunun kanıtıdır. Coğrafya ve jeoloji alanında tahsil görmüş ve alanında uzman olan Ferdinand von Richthofen, yapmış olduğu seyahat ve araştırmalarıyla, ülkesinin çıkarlarına hizmette bulunmuş, bu alanda hizmetinin kalıcı olmasını sağlayarak önemli eserler de meydana getirmiştir. Ayrıca ipek yoluna ismini vermekle ve bu ismin kalıcı olmasını sağlamakla da üne kavuşan Richthofen, üniversitedeki hizmetleriyle önemli bir yer edinmekle beraber, yetiştirmiş olduğu öğrencilerle de başarılı bir coğrafyacı olduğunu ispat etmiştir. Milattan önceki devirlerden itibaren ticari canlılığı başlamış olan tarihi İpek Yolu’nun mevcut misyonu sadece ekonomik anlamda devletlerarasındaki ilişkilerin yönünü belirlemekle kalmamış; bu yolda kültürler de taşınmıştır. Güzergâh üzerinde bulunan devletlerin bu yolun gelirlerini elde etmek amacıyla mücadele ettikleri bilinmekle beraber, Batı da ticaret gelirlerinden yararlanmak amacıyla faaliyetlerde bulunmuştur. Doğu-batı eksenindeki ticari, kültürel, siyasi ve ekonomik ilişkilere yön 28

Birgit Salamon, Sven Hedin im Auftrag der chinesischen Zentralregierung, Die Seidenstraßenexpeditionen 1933-1935, s. 27-29.

339


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

vermiş olan bu hareketlilik, zengin kaynaklarıyla dikkat çeken Uzak Doğu’nun hedef seçilmesinde de etkili olmuştur. Yeni ticaret yollarının bulunması ve teknolojik gelişmelerin artmasıyla birlikte ipek yolu önemini yitirmiş olsa da, Doğu’nun zenginliklerine ulaşma isteği ve merakı Batı’nın daima gündeminde kalmıştır. Çin ve batı arasındaki Afyon savaşları İngiltere, Fransa, Rusya ve Amerika’nın Çin’de pek çok ekonomik imtiyazlar elde etmesiyle sonuçlanmış; Prusya da bu paydan hissesini almak ve araştırma yapmak amacıyla faaliyete geçmiştir. Prusya Kralı IV. Wilhelm, ticari imtiyazlar elde etmek amacıyla diplomatik bir heyeti Uzak Doğu’ya göndermiş, bu heyetin içerisinde ipek yoluna ismini veren Ferdinand von Richthofen’ın bulunduğu bilimsel bir heyet de yer almıştır. Ferdinand von Richthofen, Uzak Doğu’daki yapmış olduğu araştırmalar ve ortaya koymuş olduğu eserlerle ülkesinin çıkarlarına hizmet etmekle kalmamış; coğrafi gelişmelerde devamlılık sağlaması açısından kendisinden sonra hizmet edecek birçok öğrenci de yetiştirmiştir. Özellikle milattan önceki devirlerden itibaren doğu-batı ticaretinde önem kazanmış ve canlılığını XVI. yüzyılın sonlarına kadar sürdürmüş olan İpek Yolu’na ismini vermiş olmasıyla da anılmaktadır. Bölgenin coğrafi özelliklerini kapsamlı bir şekilde kaleme alan Richthofen’ın, kaynaklar hususunda da detaylı araştırmalar yapması ve ülkesine rapor etmesi, devletleri adına sistemli bir şekilde çalıştığını göstermektedir. Bu çalışmaların devamlılığını ve ortaya çıkan sonuçlarını da mecburi devlet hizmeti olarak görmemek gerekmektedir. Zira Ferdinand von Richthofen’ın hizmetleri, gönüllü olarak ortaya çıkarmış olduğu kapsamlı eserlerinden ve ülkesine döndükten sonra dahi Uzak Doğu’daki siyasi gelişmeleri takip etmesinden açıkça anlaşılmaktadır.

KAYNAKÇA BEYDİLLİ Kemal, “Prusya” , Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 34, İstanbul, 2007, ss.354-358. 340


Aybüke Güzay

DALLY R. A., “Ferdinand Freiherr von Richthofen (1833-1905)”,

Proceedings of the American Akademy of Arts and Sciences, Vol. 51, No. 14, 1916. DAVARCI Yasemin, 1904-1905 Rus-Japon Savaşı’nın Japon Manga Kitaplarına Yansıması, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doğu Dilleri Edebiyatları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2015. GOLDEN Peter, Dünya Tarihinde Orta Asya, Çev. Yahya Kemal Taştan, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2015. HAUSSIG Hans Wilhelm, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, Çev. Müjdat Kayayerli, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2001. HEDIN Sven, Abenteuer in Tibet, F. A. Brockhaus Wiesbaden Verlag, 1965. JING Liu, Wahrnehmung des Fremden: Chine in Deutschen und

Deutschland in chinesischen Reiseberichten Vom Opiumkrieg bis zum Ersten Weltkrieg, Inaugural Dissertation zur Erlangug der Doktorwürde der Philosophischen Fakültat der Albert-Ludwigs Üniversitat zu Freiburg, 20002001. KIRPIK Güray, “Haçlılar ve İpek Yolu”, Bilig, Sayı 61, Bahar 2012, ss. 173-200. KORTUM Gerhard von, “Zur 150. Jahrigen Wiederkehr des Geburtsjahres: Ferdinand von Richthofen (1833-1905) und die Kunde vom Meer”, Ein Beitrag zur Disziplingeschichte der Geographie, Schriften Naturwissenschaftlichen Vereins Schleswig Holstein, Band 53, ss.1-32. LÜPKESCHWARZ Marc von, “Wie die Seidenstrasse zu ıhrem Namen kam”, DW Akademie, Made for Minds, 2013. OSTERHAMMEL Jürgen, “Forschungreise und Kolonial Programm: Ferdinand von Richthofen und die Erschliessung Chinas im 19. Jahrhundert”, Archiv für Kültürgeschichte 69, 1987, sw. 150-195. ÖZER Sevilay, “Devlet Adamı Olarak Mustafa Kemal Atatürk ve Otto von Bismark”, İnternational Jorunal of Social Science, No. 27, Autumn I, 2014, sw. 437-455. 341


İpek Yolunun İsim Babası: Ferdinand Freiherr Von Richthofen

RICHTHOFEN Ferdinand von, China: Erlebnissen Eigener Reisen und Darauf Gegründeter Studien, Bd. I, Vol I, Berlin Verlag von Dietrich Reimer, 1877. SALOMON Birgit, Sven Hedin im Auftrag der chinesischen Zentralregierung. Die Seidenstrassenexpeditionen 1933-1935, Üniversitat Wien: Diplomarbeit, 2013. ŞAKİROĞLU Mahmut H., “Marco Polo”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt 28, 2004. ss.41-43. TEZCAN Mehmet, “İpek Yolu’nun İran Güzergâhı ve İpek Yolu Ticaretine İran Engellemesi”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, Sayı 3/1, 2014, ss. 96-123. ZIMMERER Jürgen, “Im Dienste des Imperiums”, Jahrbuch für Üniversitatgeschichte Bd. 7, 2004, ss.73-100. WILLIS Bailey, “Ferdinand Freiherr Von Richthofen”, The Journal of Geology, The Universty of Chicago Press Journall, Vol. 13, No. 7, 1905, ss. 561-567. http://www.legendsofamerica.com/nv-comstocklode2.html

342


MÜDERRİS HAFIZ SALİH EFENDİ

(BATI TRAKYA CUMHURİYETİ CUMHURBAŞKANI) Özer Hatip ∗

B

irçok tarih araştırmacısının ortaya koyduğu tez; 1913, Batı Trakya Bağımsız Hükümeti’nin organizasyon ve temsil açısından kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin esaslı bir provası olduğu ve Türk tarihinin ilk Cumhuriyeti olduğu yönün1 dedir. Eğer Batı Trakya Cumhuriyeti tarihin ilk Türk Cumhuriyeti ise, Müderris Hafız Salih Efendi de Türk tarihinin ilk Cumhurbaşkanıdır. Mete Han’dan Fatih Sultan Mehmet’e, Mustafa Kemal Atatürk’ten günümüze çok sayıda kudretli devlet başkanı yetiştirmiş olan Türk tarihini araştıranların, ömrü ancak 56 gün 2 (31 Ağustos 1913 – 25 Ekim 1913) sürebilmiş bir devletin başkanlığını üstlenmiş bu tarihi şahsiyeti daha yakından tanıması ve tetkik etmesi gerekir. Birinci Balkan Savaşı ve devamında yapılan 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Barış Konferansı neticesi Osmanlı batı kanadında yer alan önemli toprak parçalarını Balkanlı müttefiklere terk etmek zorunda kalmış ve Batı Trakya, Bulgarlar tarafından işgal ∗

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, ozerhatip@hotmail.com 1 Bkz. Cemal Kutay, 1913 de Garbi Trakya’da İlk Türk Cumhuriyeti, İstanbul: Ercan Matbaası, 1962; Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Milli Mücadele, c. 1, Ankara: TTK, 1992, ss. 62-93; Hikmet Öksüz, Batı Trakya Türkleri, Çorum: Karam Yayınları, 2006, s:3; Ali Balkan Metel, Balkan Savaşı ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, İstanbul: Kuşak Ofset; Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Ankara: Bilgi Yayınları, 1991, ss. 28-29; Ümit Kurtuluş, Batı Trakya’nın Dünü Bugünü, Ankara: Sincan Matbaası, 1979, ss. 8-9. 2 Bıyıklıoğlu, Trakya’da Milli Mücadele, s.76, 85, 89; Metel, Balkan Savaşı ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, ss. 142-151.


Müderris Hafız Salih Efendi

edilmiştir. Balkanlarda kalan toprak paylaşımlarında kendi aralarında anlaşmazlığa düşen müttefikler 29 Haziran’da ikinci bir savaşa tutuşmuşlar ve bundan istifade eden Osmanlı güçleri Edirne’yi kurtarmayı ve batı sınırını Meriç’e kadar geri almayı başarmıştır. Osmanlı yönetimi Batılı güçlere bu sınırın aşılmayacağı konusunda ilanda bulunmuş ancak Batı Trakya sahasında Bulgar çetelerin Türklere karşı giriştikleri yok etme faaliyetlerine Enver Paşa ve başında Kuşçubaşı Eşref Bey’in bulunduğu bir grup Türk askeri kayıtsız kalmamıştır. Eşref Bey’in yanı sıra; Süleyman Askeri Bey ve Fuat Balkan gibi askerlerin katılımıyla Batı Trakya sahası bir ay gibi bir sürede çetecilerden temizlenmiş ve 31 Ağustos Pazar günü Gümülcine (Komotini) kurtarılarak aynı gün tüm Batı Trakya’yı kapsayan bağımsız bir hükümet ilan edilmiştir. Kurulan bu yeni yönetim sahası Sofya’da olduğu kadar İstanbul’da da heyecan yaratmış ve feshedilme yönündeki isteklere karşı kendi bağımsızlığını ilan ederek Türklerin Cumhuriyet 3 idaresi ile teşekkül edilmiş ilk devleti böylece ortaya çıkmıştır. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kendine ait bayrağı, milli marşı, postanesi, haber ajansı, bütçesi, ordusu ve hükümeti bulunuyordu ancak Babıâli ve büyük devletlerin baskısı ayrıca 29 Eylül’de Bulgarlarla imzalanan İstanbul Antlaşması bu bağımsız devleti kendini feshetmeye zorlamış ve resmi olarak 25 Ekim 1913’te Batı Trakya Cumhuriyeti tarih sahnesinden çekilmiştir. Bu sürede her ne kadar başında Süleyman Askeri Bey’in bulunduğu bir kuvvet şemsiyesi altında varlığını sürdürmüş olsa da siyasi olarak bağımsız bir hükümete sahip olan devletin başında Cumhurbaşkanı olarak Müderris Hafız Salih Efendi yer almıştır. Disiplinli karakteri ve muhafazakâr yapısıyla tanınan Salih Efendi; müderrislik, cemaat başkanlığı, Bulgar ve Yunan parlamentolarında milletvekilliği, Yunan Ayan Meclisi’nde senatörlük ve 1913 yılında kurulan Batı Trakya Cumhuriyeti’nde Cumhur3

Karşıt tez için bkz.: Özcan Mert, “Batı Trakya Bağımsız Hükümeti”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Cumhuriyetin 80. Yılına Armağan, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 2004, ss. 277299.

344


Özer Hatip

başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Bugün Bulgaristan sınırları içerisinde yer alan Ahi Çelebi (Smolyan) kazasında dünyaya gel4 miştir ve babasının ismi Mehmet’tir. 1919 yılında Bulgar Sobranyası’nda temsilci olarak görev yaptığı esnada adına düzenlenmiş resmi pasaporttan 1869 yılında doğduğu anlaşılmaktadır.

4

Kaynak Kişi: Muzaffer Salihoğlu, (1942 Gümülcine doğumlu, Kadri oğlu, Hafız Salih Efendi’nin torunu) 25-26 Ağustos 2013, Gümülcine.

345


Müderris Hafız Salih Efendi

Hafız Salih Efendi, Paşmaklılı Nevzat Hoca ve Kırcaali Müftüsü Hacı Ahmet Efendi’den dersler almış ve Terziören Medre5 sesi’ne devam etmiştir. Tam senesi bilinmemekle birlikte daha sonra Gümülcine’ye gelerek dönemin önde gelen eğitim kurumlarından Kayalı Medresesi’nde müderrisliğe başlamıştır. İlmi ve hizmetleriyle Gümülcine eşrafının takdirini kazanan Salih Efendi, müderrisliğin yanı sıra Gümülcine cemaat ve vakıf idaresi başkanlığı görevini de üstlenmiştir. 1913 yılında Batı Trakya sahası Edirne üzerinden gelen Eşref Bey ve gönüllü arkadaşları tarafında Bulgar çetelerden temizlenince kaza ve bucaklardan halkın reyleriyle seçilen bir temsilciler meclisi oluşturulmuştur ve bu meclis ilan edilen devletin 6 adını Batı Trakya Türk Cumhuriyeti olarak belirlemiştir. Bu devletin siyasi kanadının önderleri; 1920 Mayıs ayında kurulacak bir diğer Batı Trakya Hükümeti’ne reislik yapacak olan Peştereli Tevfik, Batı Trakya siyasi hayatının simge isimlerinden Hafız Ali Galip ve devletin reisi seçilen Müderris Hafız Salih Efendilerdir. Ömrü 56 gün süren bu devletin bu kadar kısa sürede çok büyük işlerin üstesinden geldiğine bakacak olunursa, Batı Trakya siyasi önderlerinin tam bir dayanışma ve bütünlük içerisinde hareket ettikleri görülecektir. Batı Trakya’da bunlar olurken Babıâli bu oluşuma baştan beri sıcak bakmamış, 29 Eylül’de Bulgarlarla imzalanan İstanbul Antlaşması icabı bölgeyi tüm kazanımlara rağmen güçsüz durumda bulunan Bulgarlara teslim etmiştir. Bu karar gerek askeri kanadı gerekse siyasi önderleri şaşkınlık içerisinde bırakmıştır. Antlaşmanın tatbikine ilişkin karara itiraz için Edirne’de Talat ve Cemal Paşalar ile bir araya gelen Hafız Salih ve Batı Trakya heyeti, ısrarlı tutumlarına karşı istediklerini alamamış ve geriye gözleri yaşlı bir biçimde dönüp bu devleti

5

Rıza Kırlıdökme, “İki Ölüm Yıldönümü”, Gündem Gazetesi, sayı: 84 (28 Nisan 1998) Gümülcine. 6 Metel, Balkan Savaşı ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, ss. 116-118.

346


Özer Hatip

7

feshetmek zorunda kalmışlardır. Bu vakanın tarihçiler tarafından değişik açılardan ele alınması ve yorumlanması mümkündür ancak kanla ve üstün emeklerle kurulmuş bu devletin bir kalemde üstünün çizilmesi Hafız Salih Efendi açısından hayatındaki önemli bir kırılma noktasını teşkil ettiği muhtemeldir. Bu dönemde Batı Trakya siyasi önderlerinde tanık olduğumuz dayanışma ve birlik ruhu bundan sonra pek görülmeyeceği gibi Hafız Salih Efendi’de ekseri siyasete karşı muhalif tutumuyla dikkat çekecektir. Bölge ekim sonunda Bulgarların siyasi kontrolü altına girmiş ve bu sırada bölgeyi Bulgar Sobranyası’nda temsil edenler arasında Müderris Hafız Salih Efendi’de yer almıştır (1915-1918). Ekim 1920’ye kadar süren Bulgar yönetimi esnasında bölge Türklerinin çeşitli zorluklara maruz kaldıkları ve Anadolu’ya göç ettikleri bilinir. Batı Trakya’nın önde gelen siyasi kişilerinden biri haline gelmiş olan Salih Efendi’de Türklere karşı yapılan olumsuz muamelelerle baş etmeye çalışmış ancak bir ara o da Anadolu’ya göç etmek istemiştir. İrtibatta olduğu önde gelen kimseler tarafında “sen bu bölgenin reisliğini yapmış bir kişi olarak buradan göç ederse bu topraklarda hiçbir Türk kalmaz” cevabı üzerine 8 bir daha Batı Trakya’dan ayrılmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan Neully Antlaşması ve San-Remo Konferansı neticesi Bulgarların Kuzeybatı Trakya hariç, Batı Trakya’yı bo9 şaltma kararı verilmiştir. Bu kararı uygulamaya yanaşmayan Bulgar yönetimi bölgede bir plebisit düzenlemiş ancak bu plebisit Türkler tarafından protesto edilmiş ve Bulgarların bu hamlesi neticesiz kalmıştır. Bu protestoyu organize edenler arasında yer 10 alan Hafız Salih, Hafız Galip ve Peştereli Tevfik, Bulgar yöneti7

Bkz. Kemal Şevket Batıbey, Batı Trakya Türk Devleti (1919-1920), İstanbul: Boğaziçi Yayınları 1979; Kutay 1913 de Garbi Trakya’da İlk Türk Cumhuriyeti; Metel, Balkan Savaşı ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti. 8 Kaynak Kişi: Muzaffer Salihoğlu. 9 Bkz: Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, s. 30. 10 Rıza Kırlıdökme, “Geçmişten Anılar, Batı Trakya Müslüman Türkleri’nde Tarihi Simalar”, Ortam Gazetesi, S. 7 (22 Aralık 1992) Gümülcine.

347


Müderris Hafız Salih Efendi

mi tarafından tutuklanmış ve bölgeden ayrılmadan son bir icraat 11 olarak önce Filibe’ye oradan da Sofya’ya sürgün edilmişlerdir. 1918 yılının Sobranya mebusları, hain olarak sürgüne gönderilirken yolda idamlarına karar verilmiş ancak Fuat Balkan’ın Kuzey Batı Trakya ahalisini organize etmesiyle bu önemli siyasetçilere her hangi bir zarar verilmemiştir. Batı Trakya’da Müttefikler Arası Trakya Hükümeti kurulunca da Fransız yönetiminin yaptığı ilk icraatlardan biri, bu sürgünleri geri getirmek olmuştur. Böy12 lece Hafız Salih Efendi de Gümülcine’ye geri dönebilmiştir. 1919 yılında bölge Bulgarlar tarafından boşaltılınca yerine müttefikler adına Fransa temsili yönetimi kurulmuştur. Bu yönetimi bir fırsata çevirip bölgede yeniden bağımsız bir devlet kurmayı amaçlayan bir grup genç Türk ise çalışmalara başlamış ve aralarında eski devletin reisi Hafız Salih Efendinin de bulunduğu önde gelen siyasetçilerden bu yönde faaliyetler beklemişlerdir. Bu noktada Hafız Salih Efendi’nin bu çalışmaların gerisinde durduğu gözlemlenir, çünkü bölge büyük devletler tarafından çok13 tan Yunanistan’a vaat edilmiş ancak bu gidişatı öngörebilen kişi sayısı çok az olmuştur. Fransız yönetiminin bölgenin yönetimine dair bir plebisit yapılacağını ilan etmesi zamanın hızlı inkılâpçılarını heyecanlandırsa da sonucun Türklerin aleyhine ve Yunan14 lıların lehine çıkması aslında planların çok önceden büyük devletlerce tertiplendiği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bugün bile içeriği tam olarak bilinmeyen bu plebisit ve neticesi zaten siyasi önderler arasında var olan siyası çekişmelerin içine halkıda çekmiştir. Bu plebisit neticesinden dolayı Müderris Hafız Salih Efendi sorumlu tutulmuş ve mesele iç çekişmeler neticesi hain ilan edilmeye kadar varmıştır. Benzer bir muameleye sonraki zamanlarda Hafız Galip Efendinin de maruz kaldığı görülür. Her 11

Kaynak Kişi, Rıza Kırlıdökme, (1935 İskeçe doğumlu, araştırmacı – yazar) 13-28 Ağustos ve 16 Eylül 2013, İskeçe. 12 Rıza Kırlıdökme, “Geçmişten Anılar, Batı Trakya Müslüman Türkleri’nde Tarihi Simalar”. 13 Bıyıklıoğlu, Trakya’da Milli Mücadele, ss. 182-184. 14 Batıbey, Batı Trakya Türk Devleti (1919-1920)

348


Özer Hatip

ne kadar siyasi düşünce farklılıkları olsa da zamanında zorlukları birlikte göğüslemiş, sürgünler ve işkenceler yaşamış bu önemli şahsiyetlerin gündelik çekişmelerle içine çekildikleri durum sanırız zamanın siyasi atmosferinin aşırılığını göstermesinden başka bir şey ifade etmemektedir. Nitekim bölge siyasetinin sonrasına bakıldığında rekabetin vahim boyutlara ulaştığı görülür. Ayrıca bu söylemlerin karşılığı da olmamış, Hafız Salih ve diğer istenmeyen kişi olarak ilan edilmiş siyasi karakterler gir15 dikleri seçimlerden halkın desteğiyle çıkmışlardır. 1919 sonrası Batı Trakya, Yunan yönetimi altına girmiş ve 1920 Kasım ayında yapılan genel seçimlerle Türkler ilk defa Yunan siyasi hayatına katılmışlardır. Bu seçimler neticesi Müderris Hafız Salih Efendi diğer 3 Türk mebusla birlikte Batı Trakya 16 Türkleri tarafından milletvekili seçilmiştir. Tüm ayrıştırıcı söylemlere güzel bir cevap teşkil eden bu seçim neticesi ayrıca bu dört Türk milletvekilinin Liberal Parti’den seçilmelerine rağmen 17 parlamentoda Anti-Venizelist Gunaris’i desteklemeleri, Türklerin particilik değil görev icra ettiklerini göstermekte ve siyasi dedikoduları çürütmektedir. 1922 yılına kadar milletvekilliği yapan Müderris Hafız Salih Efendi, 1929 yılında halk tarafından senatör seçilene kadar Kayalı Medresesi müderrisliği ve Gümülcine cemaat idaresi reisliği 18 yapmıştır. Batı Trakya’da Yunan idaresi altında yaşayan Türkler, 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşmasıyla resmi azınlık olarak tanımlanmışlar, vatandaş olarak çoğunlukla eşit, topluluk 15

Bkz. Özer Hatip, Yunan Parlamentosu’nda Görev Yapmış Batı Trakya Türk Milletvekilleri, Gümülcine: BAKEŞ Yayınları, 2015. 16 Yunan Parlamentosu Kayıt Defteri II., Βουλή των Ελλήνων, Μητρώον Γερουσιαστών και Βουλευτών 1929-1974. (Vuli Ton Ellinon, Mitroon Gerusiaston ke Vuleuton 1929-1974 / Yunan Parlamentosu, 1929-1974 Senatör ve Milletvekili Kayıtları), Atina: Milletvekilleri Kayıt Birimi Müdürlüğü, Yunan Parlamentosu, 1977, s. 272. Vemund Aarbakke, The Muslim Minority of Greek Thrace, Doktora Tezi, Bergen Üniversitesi, 2000, s. 72. 18 Hüseyin Mustafa, Işık Tutanlar, Yayınlayan: Hasan Paçaman, 2010 Gümülcine. ss. 31-32. 17

349


Müderris Hafız Salih Efendi

19

olarak ise özerk haklara sahip olmuşlardır. Bu doğrultuda 21 Nisan 1929 yılında yapılan senato seçimlerine Batı Trakya Türk Azınlığını temsilen bir sandalye ayrılmış ve Türkler kendi aralarında gerçekleştirdikleri seçim ile bu mevkie eski Cumhurbaş20 kanları Salih Efendiyi seçmişlerdir. 21 Hafız Salih Efendi, senatörlük görevini sürdürürken 1934 yılında Gümülcine’de kurulan İttihat-ı İslam Cemiyetinin kuru22 cuları arasında yer almış ve bu cemiyetin ilk başkanı olmuştur. Bu cemiyetin, İslam öğretileri temelinde anti-Kemalist bir hüvi23 yete sahip olduğu iddia edilir. Halit Eren ve Adil Özgüç bu cemiyetin esas gayesinin; Türk Gençler Birliği’nin çalışmalarını baltalamak olduğunu ve Yunanlılar tarafından kurdurulan bu cemiyetin isminde yer alan İslam kelimesinin, Türk milletinin mensup olduğu dinden ziyade, Türklüğün karşısında kullanılan 24 değişik bir terim ve bir paravan olarak kullanıldığını söylerler. Rıza Kırlıdökme ise Hafız Salih Efendi’nin en ciddi hatasının bu cemiyetin kurulmasına ve yayınladığı Türkiye aleyhindeki be25 yannameye verdiği imza olduğunu söyler. Bu cemiyet ile olan

19

Bkz. Turgay Cin, Yunanistan’daki Türk Azınlığın Hukuki Özerkliği, Ankara: Orion Kitapevi. 20 Yunan Parlamentosu Kayıt Defteri II., a.g.e., s. 30. 21 Bazı kaynaklarda (Özgüç, Tsioumis, Minayidis) cemiyetin kuruluş yılı 1933 olarak geçer. 22 Rıza Kırlıdökme, a.g.m.:“Geçmişten Anılar, Batı Trakya Müslüman Türkleri’nde Tarihi Simalar”. 23 Stiliani N. Lepida / Στυλιάνη Ν. Λεπίδα, "Η Μουσουλμανική Μειονότητα της Δυτικής Θράκης Μετά τη Συνθήκη της Λωζάνης. (İ Mousoulmaniki Meionotita Tis Ditikis Thrakis Meta Ti Sinthiki Tis Lozanis / Lozan Antlaşması Sonrası Batı Trakya Müslüman Azınlığı)", Selanik Aristotelis Üniversitesi, Tarih ve Arkeoloji Bölümü, Doktora Tezi, 2011, s. 127. 24 Halit Eren, “Gümülcine’li Hafız Galip Efendi (1880-1948)” Bildirisi, BAL-TAM, 1. Uluslararası Balkan Türkolojisi Sempozyumu, 28-31 Eylül 2001, 1. Oturum, 28 Eylül 2001 Prizren, s. 91; Adil Özgüç, Batı Trakya Türkleri, İstanbul: Kutluğ Yayınları, 1974, ss. 75-77. 25 Kaynak Kişi, Rıza Kırlıdökme.

350


Özer Hatip

münasebeti Müderris Hafız Salih Efendi aleyhinde olan kişilerin başlıca dayanağı olmuştur. Müderris Hafız Salih Efendi, Ahi Çelebi’den Gümülcine’ye geldiğinde Hacı Karagöz Mahallesi’nde (Hamam) oturmuş ve görevli olduğu Kayalı Medresesinin kurucusu Zekeriya Efendinin torunu Ayşe Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten: Şevket Kayalı, Hasibe Hafız Hasan, Fatma Hanım, Kadri Hafız Salihoğlu ve Hamdi Kayalık isimlerinde beş evladı dünyaya gelmiştir. 1916 yılında eşi vefat edince iki evlilik daha yapmış ancak bu evliliklerinden çocuğu dünyaya gelmemiştir. Hafız Salih Efendi’nin ölümünün ardından aile üyelerine maddi bir miras bırakmadığı, tutumlu ve maddiyattan uzak bir kişi olduğu bilinir.

Resim: Müderris Hafız Salih Efendi’nin Gümülcine’de bulunan kabrine ait başucu mezar taşı. (Fotoğraf: Özer Hatip, 2013)

Etrafında disiplini ve çalışkanlığı ile tanınan Müderris Hafız Salih Efendi hakkında bu güne kadar yazılanlar pek azdır. Balkan ve Türk tarihinin önemli hadiselerinden biri olan 1913 Batı Trakya Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığını üstlenmiş, milletvekilliği, 351


Müderris Hafız Salih Efendi

senatörlük ve cemaat başkanlığı gibi görevlerde bulunmuş bu tarihi şahsiyeti daha kapsamlı bir araştırmayla ele almak gerekmektedir. Zamanın siyasi çekişmelerinin üretimi olarak değerlendirdiğimiz dedikodular bir tarafa bırakıldığında karşımıza hayatını Batı Trakya’ya adamış başarılı bir devlet adamı çıkmaktadır. Müderris Salih Efendi, 1934 yılında, Batı Trakya Türklerinin seçtiği bir senatör olarak görevi başında iken vefat etmiş ve PoşPoş (Postuboş) mezarlığına defnedilmiştir. Kabrindeki başucu mezar taşında şunlar yazmaktadır. Hüvel Hayyul Baki Alim, fazıl, hem idi Hafız-ı Kuran Mecaz ile muhayyer olup, eylerdi her ilmi beyan Neşr-i ulumundan istifade ederdi nice ehl-i irfan Millete hizmetle ömrünü ifna eyledi heman Reis ve mebus oldu, hem idi ayan, Ne çaredir ki, fanidir bu cihan Nihayet “irci” emr-i celili oldu, zahir-u nümayan Ona nişan tarih oldu: “Gaferehullahü” ey ihran Hem rahmetiyle eyleye idhal-i dar-ı cinan Gümülcine Kayalı Medresesi müderrisi Ayan Hafız Salih Efendi ruhuna Fatiha han 1353 (1933)

KAYNAKÇA

YUNAN PARLAMENTOSU II., Βουλή των Ελλήνων, Μητρώον Γερουσιαστών και Βουλευτών 1929-1974, Διεύθυνση Διοικητικού Τμήμα Μητρώου Βουλευτών, Βουλή των Ελλήνων 1977 Αθήνα. (Vuli Ton Ellinon, Mitroon Gerusiaston ke Vuleuton 1929-1974, Diefthinsi Diikitiku Tmima Mitrou Vuleuton, Vuli Ton Ellinon 1977 Athina. / Yunan Parlamentosu, 1929-1974 Senatör ve Milletvekili Kayıtları, Milletvekilleri Kayıt Birimi Müdürlüğü, Yunan Parlamentosu 1977 Atina.) AARBAKKE Vemund. The Muslim Minority of Greek Thrace. Ph.D., Bergen Üniversitesi, 2000. 352


Özer Hatip

BATIBEY Kemal Şevket, Batı Trakya Türk Devleti (1919-1920), İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1979. BIYIKLIOĞLU Tevfik, Trakya'da Milli Mücadele, C. I ve II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay., 1992. CİN Turgay, Yunanistan’daki Türk Azınlığın Hukuki Özerkliği, T.Y., Ankara: Orion Kitapevi. EREN Halit, “Gümülcine’li Hafız Galip Efendi (1880-1948)” Bildirisi, BAL-TAM, 1. Uluslararası Balkan Türkolojisi Sempozyumu, 28-31 Eylül 2001, 1. Oturum, 28 Eylül 2001 Prizren. HATİP Özer, Yunan Parlamentosu’nda Görev Yapmış Batı Trakya Türk Milletvekilleri, Gümülcine: BAKEŞ Yayınları, 2015. KURTULUŞ Ümit, Batı Trakya’nın Dünü Bugünü, Ankara: Sincan Matbaası, 1979. KUTAY Cemal, 1913 de Garbi Trakya’da İlk Türk Cumhuriyeti, İstanbul: Ercan Matbaası, 1962. LEPİDA Stiliani N. / ΛΕΠΙΔΑ, Στυλιάνη Ν., Η Μουσουλμανική Μειονότη-τα της Δυτικής Θράκης Μετά τη Συνθήκη της Λωζάνης. (İ Mousoulmaniki Meionotita Tis Ditikis Thrakis Meta Ti Sinthiki Tis Lozanis / Lozan Antlaşması Sonrası Batı Trakya Müslüman Azınlığı), Selanik Aristotelis Üniversitesi, Tarih ve Arkeoloji Bölümü P.hD., 2011. MERT Özcan, “Batı Trakya Bağımsız Hükümeti”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Cumhuriyetin 80. Yılına Armağan, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara: 2004. METEL Ali Balkan, Balkan Savaşı ve Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, T.Y., İstanbul: Kuşak Ofset. MUSTAFA Hüseyin, Işık Tutanlar, Yayına Hazırlayan: Hasan Paçaman, Gümülcine 2010. ORAN Baskın, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Ankara: Bilgi Yay., 1991. ÖKSÜZ Hikmet, Batı Trakya Türkleri, Çorum: Karam Yay., 2006. ÖZGÜÇ Adil, Batı Trakya Türkleri, İstanbul: Kutluğ Yay., 1974.

353



TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİNDE EGE SORUNU Can Kızılkan ∗

Y

unanlıların çoğu Türk-Yunan ilişkilerini sonsuz bir karşıtlık gibi görürler. Türkler ‘Doğu’dan gelen tehlike’ ve ‘ezeli düşman’dır. Tehdit edici, her fırsatta saldırmaya hazır, bize zarar vermeye hazır, diye görülmektedir. Bu koşullar altında Yunanlılar ‘Türk tehdidinden’ ve saldırganlığından korunabilmek için sürekli uyanık bulunmak zorundadır. Bu bakış açısı, Yunan milli bilincinde derin yer etmiştir. Bugünün fobilerini geçmişe yansıtmaktadır. Hala bu korkunun izlerini gelen hükümetler bizzat yaşamakta ve politikalarında derin bir iz bırakmaktadır. Bu düşünceler iki ülkenin tarihsel ilişkilerini seçmeli ve önyargılı biçimde yorumlar. Bu ilişkilerin geçmişte, 19. ve 20. yüzyılda, yalnız düşmanlık ve karşıtlık içinde olmadığını, zaman zaman normale dönüştüğünü, hatta Yunanistan için tehlikeli ‘öteki’ nin ‘Kuzey’den gelen tehlike’ olduğu yıllarda, yani Slavlar’ın, Ruslar’ın, Bulgarlar’ın ya da soğuk savaşın ilk yıllarında Sovyetler Birliği’nin ve onun Balkanlar’daki uydularının tehlike sayıldığı dönemlerde, olumlu bile olduğunu göz ardı eder ve unutmayı yeğler. Bu algı özellikle ateşli vatansever yetiştirmek için Yunan eğitim sistemi aracılığı ile kuşaktan kuşağa geçmiştir. Türk-Yunan ilişkileri 1930-1954 yılları arasında normale dönmüş, yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca iyi olmuştur. Bu gelişme 20. yüzyılın büyük devlet adamlarından Elefterıos Venizelos ve Mustafa Kemal’in damgasını taşır. Ancak iki komşu arasındaki şiddetli çatışmaların anıları (1897, 1912, 1917-1922) hala canlı olduğundan ve hayatta kalan savaşçılar ve göçmenlerin sayısı her iki tarafta milyonlara vardığından, karşılıklı güvensizlik ve anti∗

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Programı, cankzlkn@gmail.com.


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

patiler yok olmamıştır. Yunanistan için yeni karşıtlık yavaş yavaş 1950’li yıllarda, Kıbrıs problem nedeniyle yüzeye çıkmaya başlamıştır. Ancak ilişkiler bozulmasına rağmen Yunanistan, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na dek kendisi için asıl tehlikenin yalnız ‘Kuzey’den’ geldiğine inanmıştır. Üstelik 1959-1963 yılları arasında, Kıbrıs sorunu için Türk- Yunan inisiyatifiyle iki ülke ilişkileri yeniden normale dönmüş, 1970’li yılların başına dek anlaşabilmeyi denemişlerdir. Köklü bir değişim yaratan ve iki ülkeyi yeminli düşman durumuna getiren belirleyici darbe, Yunanlılara göre diğer büyük milli felaket, Çanakkale Zaferi (Küçük Asya Felaketi) 1922’yi anımsatan, 1974 Kıbrıs olayı ve bunun Yunanlılara verdiği yaralayıcı deneyim olmuştur. Bu olaydan sonra Yunan dış politikasında ‘Doğu’dan gelen tehlike’ veri sayılmış ve bu görüş tartışılmaz bir kural haline gelmiştir. Günümüze kadar gelen hükümetlerin bu dönem sonrası tüm dış politikaları Türkiye üzerine olmuş ve bu korkularını da saklayamamışlardır. Elektronik ve yazılı basında gerçekleştirilen ve sokaktaki kişiye yönelik tartışmalarda Türkiye’ye karşı etkili savunma gereksinimi dile getirilmiştir. Yunanlıların gözünde Türk-Yunan ilişkileri, özellikle son yirmi beş yıllık devrede gittikçe artan, kültürel ve varoluşlu bir boyut kazanmıştır. Bu anlayışların ele alınmasında ve meşrulaşmasında Yunan aydınlarının ve akademisyenlerinin hatırı sayılır bir kesiminin etkisi olmuştur. Bu konuda dört eğilim görülür: a) katıksız milliyetçilik, b) dinsel-kültürel milliyetçilik, c) savaş jeopolitiği görüşü ve d) güç stratejisi. Her dört eğilimde kendilerini ‘millet hizmetine’ hareketler olarak görmüşlerdir. Yunanistan ile Yunanlılar konusunda karanlık, kötümser öngörüş bulunmakla beraber her biri ayrı yollardan geçip, hemen hemen aynı ‘milli strateji’ önerilerine gelip dayanmaktadır. Ege Sorunu Günümüzde Türkiye ile Yunanistan arasında Ege sorunu, iki ülke arasındaki en önemli anlaşmazlık noktalarından birini oluş356


Can Kızılkan

1

turmaya devam etmektedir. Burada sorunun iki temel unsuru vardır: Ege’de iki ülke arasındaki sorunlar nelerdir ve hangi yöntem ile çözümlenebilir. Türkiye açısından bakıldığında Ege’deki sorunlar: karasularının genişliği, kıta sahanlığının genişliği, hava sahası, FIR hattı sorunları, Doğu Ege Adaları’nın silahlandırılması sorunu ve Ege’de statüsü tam olarak belirlenmemiş adacık ve kayalıkların durumu sorun teşkil etmektedir. Türkiye bu sorunların iki ülke arasında, diplomatik yollar ile çözüme kavuşmasından yanadır. Türkiye’ye göre iki ülke Ege Denizi’nin kıyıdaşları olarak bu sular üzerinde benzer haklara sahiptirler. Bu durum 1923 Lozan 2 statükosu ile de onaylanmıştır. Buna göre her iki kıyıdaş ülkeye de sınırlı bir alanda karasuları egemenliği tanınmış, bunun dışındaki alan ortak kullanıma ayrılmıştır. Karasularının genişletilmesi bu denge anlayışına ters düşecektir. Doğal olarak o dönemde oluşturulan bu denge anlayışında kıta sahanlığı konusu özel olarak yer almamıştır. Ayrıca bu sorun da benzer bir bakış açısı ile ele alınmalıdır. Türkiye’ye göre Ege iki ülke arasında ortak bir denizdir. Gerek kıyıdaş devletler gerekse diğerleri tarafından açık denizlerden ve bunların üzerindeki hava sahasından yararlanma engellenmemelidir. Bu denize ilişkin kıyıdaş devletler tarafından kazanılması ancak hakça ve karşılıklı onaya dayalı bir biçimde söz konusu olabilir. Ege bir Yunan denizi değildir. Yunanistan’a göre ise bu kapsamda bir Ege sorunu yoktur. (Son dönemde yeni hükümet ile böyle bir sorunun çözümü için Türk yetkilerle bir toplantı yapılacağı ve bundan sonra diplomatik yöntemlerle ve iki ülke arasında bir çözüm arayışı bulunacağı açıklanmıştır. Fakat yine bu görüşmelerde AB’ninde yer alacak olması tekrar iki ülke arasında bir toplantıdan ziyade görüşmenin yapılabilmesi ve sorun gösterilen konuların tartışılacağı 1

Ege’de Deniz Sorunları, Vaner, der.., Türk Yunan Uyuşmazlığı : Wilson, ‘The Aeagean Dispute…’ 2 Ege’ye ilişkili olarak iki ülke arasındaki denge Lozan Antlaşması’nın 6, 12-16. Maddeleri ile düzenlenmiştir. Bkz. Lozan Barış Konferansı, s.4-7

357


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

anlamı taşımaktadır). Tartışmalar Türkiye’nin haksız taleplerinden kaynaklanmaktadır diye bakılmaktaydı. Yunanistan, Ege’de sadece tarafların kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesi ile ilgili bir sorundan söz edilebilir diye bakmaktadırlar. Bunun dışında kalan konularda Yunanistan açısından Türkiye ile görüşülecek bir şey yoktur. Sadece kıta sahanlığı konusunda, o da konunun ikili diplomasi yolu ile çözümü açısından değil Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesi için gerekli olan ön çalışmaların yapılabilmesi açısından ikili görüşmeler söz konusudur. Ege’deki anlaşmazlıkların ele alınışında Yunan dış politikası 1974’ten bu yana hükümet düzeyinde özellikle iki politika izlemiştir: bu konularda herhangi bir görüşmeyi reddetmek ve sorunları mahkeme yoluyla barışçı yoldan çözümlemek. 1980’li yıllarda egemen olan görüşü reddetme tutumu Andreas Papandreu’nun damgasını taşır. Bu ortada çözümlenmesi gereken herhangi bir sorunun bulunmadığı tezine dayanır. Kullanılan mantık, herhangi bir çözüm arama prosedürünün hatta mahkeme yolunun bile zararlı olacağıdır, çünkü Yunanistan Ege’de Türkiye’den herhangi bir talepte bulunmamaktadır. Ege’de değişiklik isteyen Türkiye’dir, Yunanistan’ın ise değişiklik istediği konu Kıbrıs’tır. Anlaşmazlıklar var olduğu sürece ve bu anlaşmazlıklar iki devletin ilişkilerini bozmaktadır. 1970’li ve 1990’lı yıllarda, Yeni Demokrasi Partisi’nin yaklaşımı ve daha sonra Simitis hükümetleri döneminde egemen olan hukuksal yaklaşım, Ege’deki anlaşmazlıkların hukuksal bir karakterde olduğunu ve özellikle kıta sahanlığını ilgilendirdiğini savunur. Aslında buradaki düşünce var olan hukuksal yolların, yani geçerli olan uluslararası hukukun ve Lahey Adalet Divanı prosedürünün Ege’deki Yunan çıkarlarıyla egemenlik haklarını en iyi biçimde koruduğu yolun3 dadır. Yunan tarafının hukuki argümanı inanıldığı kadar sarsılmaz olmamasına karşın bir ‘ilk savunma hattı’ olarak anlaşılır. Ege konularında varolan rejiminden yana olduğu göz önüne alınınca (bu konuda deniz hukukunun sağladığı karasularını 12 mile çıkarma, adalara kıta sahanlığı tanıma gibi durumdan da 3

Bkz: ilgili hukuksal incemeler için Rozakes 1989. Oikonomides 1989

358


Can Kızılkan

4

yararlanma olanaklarını da kullanarak) Konstantinos Karamanlis hükümetinin 1975 yılında Lahey Adalet Divanı yoluna yöneldiğini hatta Prof. Sadi Irmak hükümetinden politik olmayan olumlu bir karşılık bulduğunu da hatırlatmakta fayda vardır. Ancak Irmak hükümetinin kısa ömürlü olması nedeniyle ve tüm siyasal taraftan gelen eleştirilerle bu yönde yol alınamamıştır. Daha sonra Karamanlis hükümeti ile yeni Türk başbakanı Süleyman Demirel, Adalet Divanı’na bu konuyu havale etmeyi kabul ettikleri, kıta sahanlığı konusu dışında; Türk-Yunan anlaşmazlıklarını barışçı görüşmelerle çözümlemede anlaştılar (1976). Bu kez Bülent Ecevit olmak üzere muhalefetin şiddetli eleştirisine hedef olma sırası Süleyman Demirel’indi. Yunanistan tek taraflı olarak Lahey Adalet Divanı’na başvurdu. O süre zarfından itibaren Yunanistan tarafı soruna mahkeme yoluyla çözüm bulma çizgisini izlemektedir. Türkiye ise her zamankinden daha çok siyasal çözüm gerektiği düşüncesinde kararlı görünmektedir. Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu Çözüm Arayışları Türk-Yunan anlaşmazlıklarını barışçı ve güvenlik problematiğinde çeşitli eğilimler ile çözümlenebilmesi mümkündür. Ege konusunda, bir yanda geleneksel hukuk (mahkeme) anlayışı diğer yanda ise üstünde daha az çalışılmış olan geniş anlamıyla dikkatli bir diyalogdan yana olduğunu çekinmeden savunan hukuki (diplomatik) bir yol vardır. Daha iyi bilinen hukuksal yolu temelde neorealizm (ılımlı gerçekçilik) mantığı çizgisindedir. Barışçı çözüm yalnız kıta sahanlığı ya da kayalıklar-adalar konusu gibi uluslararası antlaşmalar kapsamına giren açık hukuksal belirsizlikleri olan konuları kapsamaktadır. Hukuksal görüşe göre Ege konularının çoğu birbirine bağımlı olduğu için uluslararası mahkeme yoluyla başka konular da ele alınabilir. Uluslararası Lahey Divanı’nda yalnız Yunanistan’ın isteyeceği konuların görüşülmesi pek gerçekçi bir tutum değildir. Belli konularda Adalet Divanı’na başvuru için zemin hazırla4

Bkz: bu konuda Groom 1986 s.147-148

359


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

nabilecek ve Türk-Yunan ilişkilerinin normalleştirilmesi yolunda, Yunanistan’ın bu konuyu fazlaca bir problem olarak görmeyip Ege adalarında bazı kayalıklar gibi bütünü ele alan konularda ele alınabilecektir. Bu çerçevede, Ege’nin ne salt Yunan denizi ne de ortadan ikiye ayrılmış bir deniz olamayacağı gibi görüşler savunulmakta ve kalıcı bir çözümde hangi çıkarların zarara uğ5 radığı gibi sorular ortaya atılmaktadır. Hukuksal, diplomatik tez çerçevesinde Kıbrıs konusunda kesin çözüm için görüşmeler ve uluslararası arabuluculuk desteklenmektedir. Kıbrıs sorunu Türk- Yunan ilişkilerinde egemen olacak olumlu bir siyasal iklimde, barışçı yöntemlerle, krize neden olmadan yalnız Rum kesimini memnun edecek çözüm getirecek seçenekler uzak kalarak halledilebilir. Adada Türkiye’nin hiçbir askeri gücünün geri çekilmesi söz konusu olmadan ki zaten böyle bir şeyi ne yapmak ister ne de yapabilir bu bakış açısı çerçevesinde iyimser görüş vardır. İyimser eğilim, federasyon yönündeki resmi Yunan ve Kıbrıs Rum tezini tekrarlamakta ancak biraz daha ileri giderek özellikle esnek bir federasyondan söz etmekten kaçınılmaktadır. Bu iki soruna biraz daha detaylı ve güçler dengesi ve de büyük devletlerin etkisi altında bakmakta yarar vardır. Türk- Yunan İlişkilerinde Uluslararası İlişkiler Kuramları Uluslararası ilişkilerde, dünyayı pratik olarak etkilemiş olan politikalar temelde iki tanedir: Liberalizm ve realizm. Liberalizm uluslararası ilişkiler anlayışı en başta Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonrasında ‘Büyük Savaş’ın son savaş olması amacıyla yaratılan yeni düşünce akımında kendini kabul ettirdi. Bu akım felsefi kökeni stoacı filozoflardan, Kant’tan, Bentham’dan ve Adam Smith’ten, 20. yy’ın ilk yarısında ise ABD’nin siyasal bilimci Başkanı Woodrow Wilson’dan, filozof Bertrant Russel’den, tarihçi Arnold Toynbee’den, Hans Kelsen’den vb. hukukçu kişilerden gelmektedir. Çeşitli liberal felsefi 5

Theodoropoulos 1988. Theodoropoulos, Lagakos, Papoulias, 1995, s.61-70. Kouloumbes 1992

360


Can Kızılkan

ve bilimsel geleneğin ana noktaları, kişi özgürlüğünün korunması, temsili yönetim, rasyonalizme inanç, insanların ve devletin gerçek çıkarı için devletlerarası ilişkilerin barışçı olması, serbest ticaretin fonksiyonel rolü, eğitimin barışta etkili olması, uluslararası ilişkilerin uluslararası anarşinin belirsizliğinden ve çatışmalarından kurtulması için etkili uluslararası kurum ve ilkelerin yaratılmasıdır. Pratik düzeyde bu ekol devletlerarası ilişkilerde şiddetin yasaklanması, tamamen ya da kısmen silahsızlanma yolunda çaba gösterilmesi, uluslararası hukukun ve uluslararası kurumların gelişmesi, insanlık haklarıyla ilgili rejimin geliştiril6 mesi gibi eylemlerle ilişkilidir. Gelenek olarak realizm daha eskidir çünkü insanlık tarihinde şiddet ve anarşizm daha eskidir. Antik yıllardan Aydınlanma dönemine dek bu alanda en etkili kimseler ve daha sonra realizm olarak nitelenecek olan teorinin kurucuları Thukidides, Machiavelli, Hobbes, Spinoza ve Rousseau olmuştur. Bu büyük düşünürler kendi dönemindeki uluslararası yaşamın anarşisini saptayarak onu yönlendirmeye çalışmışlardır, ancak bu zorunlu olarak durumu onayladıkları anlamına gelmemektedir. Ağır travmatik dönemlerinde eşzamanlı olarak savaşı ya da savaş tehdidi, günden güne ‘realist’ bir biçimde yaşamaktaydılar. Oysa peşinde koştukları barış ve anlaşmazlıkların barışçı yöntemlerle çözümlenebileceği bir ilişki biçimiydi. İki dünya savaşı arası dönemdeki ve Soğuk Savaş’ın ilk yıllarındaki çağdaş klasik realizmin, örneğin Nuebuhr, Carr, Morgenthau, Herz, Aron vb. gibi tutumları da benzer olmuştur. Devletlerin milli çıkarı, devletlerin egosu üstün sayılmış egemen olmuştur. Anarşist uluslararası toplumda savaşılmayan dönemlerde bile karşıtlığın etkili olduğu ve savaşın gerçekçi bir olasılık olarak ufukta kendisini belli ettiği oranda, 7 ‘savaş durumu’ egemendir. Bugün gerek uluslararası ilişkiler çağdaş teorisinde gerekse dış politika ve diplomasi pratiğinde, hem realizm hem de liberalizmde değişik akımlar saptanabilir. Özellikle realizmle ilgili 6 7

M.J Smith 1992, s. 201-224. Burchill 1996, s. 28-66 Forde 1992, s. 62-64. Burchill 1996

361


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

olarak ki, diğer ileri ülkelerin aksine Yunanistan’da hala modadır, uluslararası akademik çevrelerde yapılan ayırım katı realizm ılımlı realizm arasındadır. Sonuç olarak karışıklık yaratılmakta ve realizm kavramından beklenmeyecek biçimde, realizm terimiyle de ne demek istendiği hemen anlaşılmamaktadır. Ayrımın ana noktası realist kuramın temel öğeleridir: güç ve uluslararası 8 anarşi. Yunanistan’daki tartışmalarda, ülkenin ana güvenlik sorununu oluşturduğuna inanılan ‘Doğu’dan gelen tehlikenin ele alınan farklı ekollerine bakmakta yarar vardır. Türk-Yunan ilişkilerinde Neorealizm Yunanistan’da 1980’li yılların sonuna kadar realizmin bilimsel ekolü ya da somut olarak, uluslararası akademik toplum çerçe9 vesinde gelişen ılımlı realizmin karşıtı olan bir eğilim egemendi. Yunanistan’da uluslararası ilişkiler alanında ılımlı realizmin taraftarlarının en önemli temsilcilerinden olan Teodoros Kulumbis’in de savunduğu gibi, Yunanistan 1974’ten sonra ‘heroik’ irredentist ve Megali İdea’cı düşünceden daha çok mevcut ‘durumu sürdürme’ ve varolan sınırlar ‘status quo’sunu kabul etme dönemine geçmiştir. Her ne kadar bu dönemde ‘Üsküp’ ve ‘Arnavutluk (Kuzey Epir)’ sorunlarının ve zaman zaman ‘milliyetçi ihanet ifadelerinin’ yarattığı fiyaskolar yaşanmışsa da bu status quo durumunu, var olan sınırları sürdürme politikası içinde 10 bulunmuştur. Ilımlı realizmin Yunan ekolü gücü ve güç dengesini ciddi olarak dikkate almakta ve dış politikada sağ görülü ve realizmin benimsenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Siyasi ve ekonomik açıdan Yunanistan Batı’nın gelişmiş ülkeleri arasına yerleştirilmektedir. Yunan stratejisinin ‘temel taşı’ ülkenin hem şeklen hem de özde Avrupa Birliği’yle bütünleşmesidir. Yunanistan dış 8

Heraklides 1994, s 26., Heraklides 2000 Th. Kouloumbes, Kyriakatike Eleuphterotypia 1995, Eksoterike politike kai diethnes dikaio 1995 10 Kouloumbes, Kyriakatike Eleutherotypia 1995 9

362


Can Kızılkan

politikada toprak taleplerini, irredantizmin ve kontrolsüz milliyetçilik politikalarının tamamen terk edilmiş olduğu bir bölgede, 11 istikrar ve demoktasi kuşağında bulunma avantajına sahiptir. Yunanistan, Türkiye’nin ‘revizyonist tahriki’ ve ‘tehdidi’ diye özellikle 1974’ten sonra tartışılmaz kabul etmektedir. Fakat katı realizm bu ekolü Türk tehlikesini göz önüne almamakla haksız olarak ‘suçlanmaktadır’. Ve bu görüşünün devamında dile getirdikleri bir diğer ekol ise, ülkenin yeterli askeri güçle birlikte, özellikle güçlü ekonomiden, modern devlet sisteminden, modern politikadan, sosyal dengeden ve bölge ile ilgili yapıcı uluslararası insiyatiflerden kaynaklanan, ancak daha güçlü Türkiye’ye karşı kuru laflardan ve kaba tehditlere başvurmadan, (burada Kulumbis bu noktanın altını çizerek aktarmıştır) caydırıcı güce sahip olması gerektiği görülmektedir. Histerik davranışlar, milliyetçi büyük hesaplar, kuru laflar ve (Yunan ekonomisini, yani ülkenin dayandığı temel güçlerden birini yaralayan) ölçüsüz silahlanmalar dışlanmaktadır. Yunanistan, Türkiye’ye karşı saldırgan inisiyatiflerde bulunacak bahaneyi vermemek için, ona karşı ‘hazırlıklı’ (dolayısıyla kışkırtıcı’ görünümde değil caydırıcı 12 görünümde) olmalıdır. Zor ve iyi silahlanmış bir ülkeye karşı kimseye hesap vermeden şiddet kullanmak onun için sorun değilse ‘bela aranmaz’ diye nitelendirilmektedir. Göründüğü gibi Yunanistan’ın önde gelen realistlerinden Kulumbis ülke durumunun bilincinde olmakla birlikte güçler dengesi adına silahlanmaların aslında Yunanistan için ekonomik bir buhran getireceğini ve buna ek olarak Türkiye’nin gücünün ne kadar iyi olduğunu da gelişmekte olan bir ülke diye nitelendirdiği ve bir güç oluşturmak adına yapılacak bir hareketin kışkırtıcı olacağından bahsetmektedir. Buna parallel olarak aktarılan bir diğer düşünce ise, yakın geçmişte ‘Üsküp’ sorunu ve Arnavutluk’la ilişkiler konusunda izlenen yersiz politika nedeniyle olduğu gibi, çok cepheli bir çatışma olasılığı karşısında kalmaması için, Kuzey’deki tüm Bal11 12

Beremes ve Kouloumbes 1994, Kouloumbes 1999, Theodoropoulos. Kouloumbes 1994

363


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

kan komşuları ile iyi ilişkiler ve daha geniş bir işbirliği gerekli ve kaçınılmaz görülmekte ve gerçek tek tehlike olan Türkiye’yi göğüsleyebilme durumunda olacaktır diye aktarmaktadır. Burada Türkiye’ye tehdit edici ve revizyonist diye bakılmasının sebebini açıklar iken söylenen noktalar yıllar süren siyasal dengesizliği, demokrasisindeki yetersizlik, insan haklarına gösterilmesi gereken saygıda kusurlar, sosyal adalet yokluğu şeklinde Yunan kaynaklarından açıklanmaktadır. Bu ekol temsilcilerinin vardığı sonuca göre ise, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Avrupalılaşma (AB üyeliği) yolunda desteklenmesi, Yunanistan’ın milli çıkarlarının yararına olacağı ve de Yunanistan’ın Türkiye’nin Avrupalılaşma yolunu engellemesi Türkiye kaynaklı tehlikeyi güçlendirecek ciddi bir yanlıştır diye ayrıca vurgulanmaktadır. 1990’lı yılların sonundan bu yana ılımlı realizm ekolü diğer bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, yurtiçinde kendisine rakip olarak karşısında bulduğu liberalizm ya da diğer ekollerin çeşitli akımları değil, sanki Yunanistan gelişme sürecinde bir ülkeymiş gibi katı realizm ve onunla ilgili stratejik öğrenimlerin düşünce ekolüdür. Türk-Yunan İlişkilerinde Klasik Realizm Güç stratejisi ekolü bugünkü Türk-Yunan soğuk savaşını tamamen doğal, iki ülkenin birbirine yaklaşmasını ve ilişkilerini normale dönüştürmesini ise doğa dışı saymaktadır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, bir an için Türkiye’nin stratejik önemi azalmış gibi görünse de sonradan (özellikle Körfez savaşından sonra) aksine artmıştır. Bunun sonucunda Türkiye’nin politikası ABD’nin bölgedeki çıkarlarına ve hedeflerine uydurmasıyla, Türkiye Balkanlarda, Ortadoğu’da, Karadeniz’de ve Orta Asya’da önem kazanmış ve Washington’un bölgedeki vekili olarak rolü güçlenmiştir. Bu gelişmelerden sonra Yunanistan’a göre, Türkiye’nin tartışılmaz aşırı saldırganlığı ile egemenlik haklarından vazgeçme ya da Türkiye’nin uydusu durumuna düşme tehlike13 siyle karşı karşıya olduğu dile getirilmektedir. 13

Platias 1994, Giallourides 1993, s. 436-440

364


Can Kızılkan

Yunanistan’ın bu dönem politikası ise bir ekole göre, Yunanistan ve Yunanlılar sürekli olarak tehlikeyle ve ‘Ankara’nın tahrikleriyle’ yaşamaya alışmalı ve her an savaşa hazır olmalıdır. Ayrıca değinilen diğer bir nokta, ABD’nin SSCB’ye karşı yaptığı gibi Türkiye’yi ‘engelleme’ politikasına yatırım yapmalıdır diye savunulmaktadır. Sonuç sağlayacak bir karşı saldırı stratejisi için Yunanistan’ın bu ekolde (katı realist düşünceyi savunup, karar alma süreçlerinde etkili olan gurup ve kuruluşlar) Türkiye’yle askeri ve jeopolitik güç dengesinin sağlanması için bazı noktaları 14 önermektedir, kısaca değinmek gerekirse, ‘Dışta dengeleme’ Türkiye ile sorunu olan ya da olması olanaklı olan Sırbistan, Bulgaristan, Rusya, Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve hatta Hindistan gibi ülkeleri ve güçleri bir araya getirerek özellikle Balkanlar’da, Ortadoğu’da anti-Türk eksenleri yaratılması, Büyük Güçlerin ve özellikle ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın çıkarlarına karşı Türkiye’nin girişimciliğinden dönemde yarattığı hoşnutsuzluktan yararlanmak, ‘İçte dengeleme’: Türkiye’nin askeri üstünlüğünü nicelik açısından küçültme, nitelik açısından ise dengeyi sağlamak amacıyla askeri harcamaların ve silahlanmanın arttırılması. Klasik Realizm ’de Güç Dengesi Eşitlik sağlama üzerindeki klasik realizme göre, zayıf olanın güçlüyle gücünü dengelemesi, yani güç dengesi başarması, savaş olasılığını etkili bir biçimde kısıtlayan karşılıklı bir caydırma durumu yaratmaktadır. Bu strateji barışın korunması için en etkili reçete sayılmaktadır. Görüldüğü gibi, bu yaklaşım uluslararası yaşamı özellikle kötümser bir biçimde algılamaktadır. ‘Savaşa hayır’ı hedeflemektedir, çünkü varolan uluslararası sistem içerisinde bir tek bu hedefi realist saymaktadır. Basit mantığa dayanan buradaki gerekçe şudur: iki güç askeri yönden aşağı yukarı eşit olduğuna göre bir savaş tehlikesini göze almayacakladır. Çünkü eşit güçler arasın14

Platias 1998, s. 305

365


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

daki çatışmalarda, askeri zafere ulaşmak hem zordur hem de kesin değildir. Bu tip çatışmalar özellikle şiddetli ve serttir, vardıkları sonuçlarsa çok seyrek durumlarda fedakârlıklara değerdir. Aksine, belli bir güç farkı bulunması durumunda güçlü olan saldırabilir, gücüne dayanarak hatta isteğini tehditle ve şiddet kullanarak, ya da kullanmasına gerek bile kalmadan kabul ettirebilir. Bu düşünceye karşı çıkan tez, yalnız eşit güçler arasındaki çatışmaların sertliği konusunda anlaşmakta, bunun dışında tamamen değişik sonuçlara varmaktadır. Güç farkı bulunduğunda zayıf tarafın saldırıya geçmediğini çünkü aksinin çılgınlık olduğunu savunur. Diğer yönden, güçlü olanın tehdit ya da şiddet kullanmasına gerek yoktur. Yalnız gücünün etkisi ve uygun diplomasi ile isteklerini büyük oranda kabul ettirebilir. Zayıf taraf güç olarak ona ulaşmaya hatta geçmeye çalıştığının farkına varacak olursa, o zaman bu tehlikenin önüne geçmek için tehdit edici olabilir, bu noktada devamlı güçlenen Atina’ya Spartalıların saldırmasına Thukidides’in yaptığı yorum gündeme gelmektedir. Güç dengesi ya da eşit güçte olma, barışı ve istikrarı sağlamamakta, tersi bir duruma yol açmaktadır. Yani Yunanistan’la Türkiye gibi iki devletin, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek üzere savaşa ve şiddete başvurma olasılıkları, iki tarafın askeri yönden eşit veya hemen hemen eşit olması durumunda daha çoktur. Eşitlik söz konusu olunca, tehditler karşı tehditlerle, güç ise güçle göğüslenmekte ve sonuçta savaş olasılığı artmaktadır. Ege Anlaşmazlıklarına Çözüm Arayışları Ege sorunlarıyla ilgili Türk-Yunan anlaşmazlıklarına ciddi olarak çözüm arayışların tümü, ele alınış biçimiyle özellikle kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası ve adaların silahsızlandırılması gibi konuların temel milli çıkarları ilgilendirdiğini kabul edilmektedir. Aslına bakıldığında, çözüm bulma zorluğunun anlaşmazlıkların özünde değil, ‘sıfır toplam’ anlaşmazlıkların söz konusu olduğu kanısını yaratan başka nedenlerde bulunduğunu vurgulamak gerekmektedir. Ayrıca sorunların sürüncemede kalmasının so366


Can Kızılkan

rumluluğunun büyük oranda ülkelerin çeşitli dönemlerdeki siyasal liderliklerine ve ülke içinde meydana gelecek tepkinin kaygısına bağlamak gerekir. Özellikle anlaşmazlıkların tırmanmasında (K. Karamanlis’in aksine) A. Papandreu’nun büyük so15 rumluluğu vardır. Bir çözüm karşılıklı olarak kabul edilmeli, tarafların temel korkularına ve itirazlarına tatmin edici cevaplar vermelidir. Aynı zamanda ileride Türk-Yunan ilişkilerinde herhangi bir biçimde şiddetin ya da şiddet tehdidinin kullanılmasını olanaksız kılmalıdır. Yunan tarafı için olmazsa olmaz olan Ege’nin yarı yarıya taksimi anlamına gelecek olan bir orta çizginin benimsenerek Doğu Ege adalarının Türk kıta sahanlığına bırakılması ve böylece adalara engelsiz ulaşmanın tehlikeye girmesidir ( Bu görüşün günümüz Yunan dış politikasında da hala benimsendiği ve tutunulduğu gözlemlenmektedir). Türkiye için ise, Ege’nin hukuksal olarak veya pratikte bir ‘Yunan gölü’ olması asla kabul edilemezdir. Yunanistan için Ege anlaşmazlıklarının temel ekseni kıta sahanlığıdır, çünkü denizin taksimiyle adaların tehlikede olduğu sanılmaktadır. Bu görüşün eski Yunan tarihçileri arasında revaçta olan bir görüş olduğu, aksine ada sakinlerinin bu konuda böyle bir düşüncede olmadıkları hatta gençlerin bu Yunanistan’ın 1974’ten itibaren takip ettiği Türkiye’nin bir tehdit olduğu politikası asla kabul görmemekte bununda üzerinde asıl tehdidin AB’den ve Almanya’dan ve hatta ABD’den geldiği düşünülmektedir. Türk tarafı için Ege anlaşmazlıklarında en önemli sorun ise Ege’nin bir Yunan gölüne dönüşmesi anlamına gelecek olan, Yunanistan’ın karasularını on (hava sahasının olduğu kadar) ya da on iki mile çıkarmak istemesidir. Kıta sahanlığı konusunda pazarlıkta koz olsun diye ileri sürülen maksimalist tutumların terk edilmesi -Yunanistan’ın Ege’yi de facto Yunan gölü olarak görmeyi (on iki mil ile)- konusu hukuksal bir çözüm için uygundur. Üstünde anlaşmaya varılmayacak durumlarda Uluslararası Mahkeme, deniz hukuku uzmanlarından oluşacak bir hakemlik ya da AGİK hukuk prosedürlerin15

Theodoropoulos 1988, s. 324-325. Kouloumbes 1992, s. 30.

367


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

den biri uygun olabilir. Özde çözüm kıta sahanlığının bölünmesi ve ortak kullanımdır. Bu ortak kullanım iki nedenden dolayı Yunanistan için tehlikeli görülmektedir. Birincisi katılma oranı önceden saptanmamışsa böyle bir durum ister istemez kıta sahanlığının başka bir yoldan ikiye bölünmesi anlamına gelecektir. İkincisi, bölüşme rahat ilişkilerin korunması için daha uygundur durumu aksine çatışmalara ve anlaşmazlıklara yol açılabilir diye görülmektedir. Sorunun aslında en gerçekçi tarafı, belli bir çözüm bulunmadıkça ne bir tarafın ne de öteki tarafın kıta sahanlığından yararlanamayacağıdır. Bu noktada ortak yararlanma görüşü yine üste çıkmaktadır. Sonuç Analiz düzeylerinde gerçekleştirilen çatışmaların incelenmesinden ortaya çıkan sonuçlara göre, bu durumlarda iki rakip hedefe ulaşabilmek için zorlanarak da olsa işbirliğinde bulunmayı başarırsa bunun sonucu karşılıklı güvensizliğin azalması ve karşıtlığın yumuşaması yolunun açılmasıdır. Savunulan nokta aslında Neorealizm kuramı ile iki ülkenin tüm bahsedilen anlaşmazlıkları aşağı görüşüdür. Daha yapıcı olmak, özellikle Yunanistan’daki realizm ekolünün hala gerçekçi bir şekilde savunulduğu varsayılacak olunursa ılımlı yani neorealism tutumunun daha yapıcı olacağıdır. Bununla ilgili olarak bakıldığında bahsedilen sorunlardan aslında yapıcı çözümler elde edinilmesi kaçınılmazdır. Bu sorunlarla alakalı çözümlere birde bu taraftan (neorealism) olarak bakılıcak olunursa: karasularının genişletilmesinin Türk milli çıkarlarına zarar verdiği tartışılamazdır, genişletme Karadeniz bölgesi ülkelerinin, en başta Rusya’nın, ABD’nin, Avrupa ülkelerinin ve bölgede yoğun denizcilik faaliyeti olan başla ülkelerin şiddetli itirazlarına da neden olmaktadır. Diğer bir sorun olan nokta ise hava sahasıdır. Yunanistan belki de dünyada hava sahası karasularından geniş olan tek ülkedir. Sorulması gereken, Yunanistan’ın bu alışılmamış hatta her fırsatta atıfta bulunduğu bugünkü uluslararası hukukla çatışan on millik hava sahasıyla altı millik karasuları statüsünde ısrar 368


Can Kızılkan

edip etmeyeceğidir. Yunanistan’ın tatminkâr ödünler vermesiyle denizde de çıkarmak istediği genişlemesinden vazgeçmesidir. Fakat Atina için sorun böyle bir uzlaşmayı Yunan kamuoyuna karşı (egemenlikten feragat olarak algılayacak olan şu anda muhalefet cephesi tarafı) nasıl savunacağıdır. Ege adalarının yeniden askerleştirilmesiyle ilgili temel çözüm aslında bulunulabilir. Tüm adaların silahsızlandırılması ve bunun karşılığında güven arttırıcı önlemlerle bölgeden saldırı silahlarının ve çıkartma gemilerinin uzaklaştırılması ve bunların sonucunda saldırmazlık paktı imzalanması. Bölgede asker ve silahın yığılması durumu kritik ve gergin kılmaktadır. Diğer bir sorun, çözüm prosedürlerinin hangi konulardan başlayacağıdır. Kıta sahanlığı ile ilgili Lahey Adalet Divanı’na ortak başvuru Yunan tercihi, hemen ardından veya paralel olarak karasuları konusunun yapıcı bir biçimde inceleneceği çok daha gerçekçi bir öneri görünümü kazanacaktır. Her şeyden önce karasuları konusunun halledildiği durumda Ege’deki tüm anlaşmazlıkların çözüm prosedürünün ‘önü açılmış’ olacaktır. Bu konuda Yunanistan tarafının bir taahhüdü ‘havayı değiştirecek’ ve Ege ile ilgili tüm sorunları tatmin edici bir çözüme ulaştırabilecektir. Ege yalnız bir ülkeye ait değildir, bu durumda Yunanistan tutumunu taksim konusunda biraz daha hafifletmeli ve öngörülebilir çözüm arayışlarında önemli bir yol kat edilebilir.

KAYNAKÇA

BEİKOS Theophilos, Eirine kai Polemos: Merika epikaira philosophika erotemata (Atina, 1987) BEİKOS Theophilos, En polemo (Atina 1993) BURCHİLL Scott ve Andrew Linklater, Theories of International Relations (Macmillian, 1996) BURCHİLL Scott, ‘Realism and Neo-realism’, Theories of International Relations (Macmillian, 1996) GİALLOURİDES Khristodoulos, He Tourkia se metabase ( Atina 1997)

369


Türk-Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

GİANNARAS Khrestos, Na apodektoume tin proklisi, K. Zouraris, G. Karampelias (Atina 1998) GİLMAZ Mesout, Hellenotourkikes skiheseis( Ellinotourkikes sheseis), Epikentra 1995 GROOM A. J. R. ‘Strategy’, International Relations (Londra, 1995) HERACLİDES Alexis, He diethnes koinania kai hoi theories ton Diethnon Sheseon (Atina 2000) HERACLİDES, Alexis, Hellenotourkikos polemos: mia kritike proseggise 1998 GİALLOURİDES Khristodoulos, ‘Ho eksoterikos politikos prosanatolismos tes Kypriakes Demokratias’ (Atina, 1993) GÖNLÜBOL Mehmet, Olaylarla Türk Dış Politikası (Ankara 1974) GÜREL Şükrü S, Turkey and Greece: A Difficult Aegean RelationsHİP (LONDRA 1993) GÜREL Şükrü, Tarihsel Boyut İçerisinde Türk-Yunan İlişkileri (Ankara 1993) KOULOUMPES Theodoros, Hellanika eksoterike politike: esoterikes kai diethneis parametroi (Atina, 1994) KOULOUMPES Theodoros, Eksoterike politike: Dialogoi mias krisimes epokhes (Atina, 1999) MİLLAS Hercules, History Textbooks of Greek in Turkish Literature (Hanover 1996) ROZAKES Khrestos, ‘Hoi hellenotourkikes skhseis: he nomike diastase’ (Atina, 1989) ROZAKİS Christos L., ‘The International Protection of Minorities in Greece’ (Manchester 1996) THEODOROPOULOS Byron, Hoi Tourkoi kai emeis (Atina, 1988) THEODOROPOULOS Byron, ‘Hyparkoun tropoi beltioses ton hellenotourkikon skhseon’ (Atina, 1995) TOYNBEE Arnold J., The Western Question in Greece and Turkey: A Study in the Contact of Civilisations, yeni baskı 1970 (New York 1923) TZOUNİS John, Greek-Turkish Relations European Security in the ‘90s (Atina 1990) WİLSON Andrew, ‘The Aegean Dispute’, The International Institute for Strategic Studies (Londra 1980) 370


SOSYALİST GERÇEKÇİLİK ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME Mertcan AKAN ∗ Bir erkeğin yüksek benliğini bulmasına yardım etmekle ilgili yanlış olan nedir? Saf Sosyalist Gerçekçilik bu… A. Solzhenitsyn

S

osyalist gerçekçilik, 1920’li yıllardan başlayarak 1960’lı yıllarda popülaritesinin azalmasına değin Sovyetler Birliği içerisinde gelişen ve sonrasında diğer sosyalist ülkelerde de baskın bir hal alan, temel olarak proletaryanın yükselişini ve devrimci ruhu vurgulayan, sosyalist ideolojinin idealizmini ortaya çıkarmayı amaçlayan Marksist ve Leninist ideoloji temelli 1 sanat anlayışıdır. Bu bağlamda toplumsal gerçekçilik ile karıştırılmamalıdır ki sosyalist gerçekçilik insan unsurunu temel alan, kendini içinde bulunduğu toplumdan bağımsız düşünemeyen ve kendisini topluma karşı sorumlu hisseden, onun sorunlarını dile getirmeye çalışan toplumcu gerçekçilik akımının Rus devriminden sonra aldığı biçimdir. 1932 yılında Sovyetler Birliği Komünist 2 Partisinin kararıyla kurulan “Yazarlar Birliği” himayesinde devlet politikası ile tüm kültürel ve toplumsal alanlarda hakim olan sosyalist realizm, zamanla resmî ideoloji için propaganda ama∗

Araş. Gör., Ege Üniversitesi, Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi ABD., Doktora programı, mertcanakan@gmail.com. 1 PavelKorin, “Thoughts on Art”,Socialist Realism in Literature and Art, Moskova: Progress Publishers, 1971, s.95. 2 Andrew Ellis, Socialist Realisms: Soviet Painting 1920-1970, Milano: Skira Editore S.p.A., 2012, s.35.


Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

cıyla sekter bir anlayış ile çarpıtılmış, özellikle Stalin yönetiminde proletaryayı, köylüleri ve sosyalizmi yüceltme amacı gütmeyen bütün sanatsal faaliyetlerin yasaklanması ile birlikte, aslında sosyalist ideolojiye inanan, devrimi destekleyen ve hatta devrim için savaşanların da dahil olduğu Rusya’ya özgü konstrüktivizmin, avangart ve soyut sanatın mimarları niteliğinde olan birçok sanatçının yurtdışına sürülmesine veya kaçmasına sebebiyet 3 vermiştir. Gerçekçilik en genel anlamıyla nesneleri ve olayları göründükleri biçimleriyle, içtenlikleriyle kabul etme durumudur ki modern felsefede gerçekçilik, zihnimizden ya da kendilerine ilişkin duyu-deneyi ya da bilgimizden bağımsız olarak var olan hiçbir maddî nesne bulunmadığını, bütün bu evrenin zihnimize bağlı olduğunu, ya da zihinsel bir yapıda olduğunu öne süren idealizmin ve maddi nesnelerin, yalnızca mümkün ya da aktüel duyum ya da zihin hali öbekleri olarak var olduklarını öne süren fenomenalizmin karşısında yer alan epistemolojik ve metafizik bir öğreti olarak; genelde gerçekliğin insan zihninden ve ‘ben’den bağımsız olduğunu, bilgide zihne sunuluşundan ayrı ve bağımsız biçimde var olduğunu, maddi nesnelerin bizim dışımızda ve duyu deneyinden bağımsız olarak var olduklarını iddia eden anlayışı ifade eder. Sanat felsefesinde ya da estetikteyse gerçekçilik, doğalcılığa karşı gerçekliği olduğu gibi yansıtırken ideal görünümlerini bozmamak koşulu ile belli ölçülerde yorumlar katarak betimlemenin doğruluğunu savunan, sanat yapıtının özünde gerçekliğin yansıtılması olduğunu ileri süren özgül yak4 laşıma karşılık gelmektedir. Sanat felsefesindeki anlamıyla gerçekçiliği doğalcılıktan ayıran en temel nokta, doğalcılığın özneyi ortadan kaldırmak adına gerçeğin kendisine sonuna dek bağlılıktan ödün verilmemesi iken, gerçekçilikte bu durumun en iyi yorum getirilerek yansıtılabileceğinin düşünülmesidir. Yine 3

Gamze Öksüz (Ed.), Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması, İstanbul: Çeviribilim Yayınları, 2014, s.10. 4 Abdülbaki Güçlü, “Gerçekçilik”, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2008, s.594-595.

372


Mertcan Akan

gerçekçiliğin duyguların önceliğini savunan “duyumsayışçılık”a karşı bir konumla, daha çok maddi dış dünyanın gerçekliğini temele koyan maddeciliğe yaklaştığı gözlemlenmektedir. Felsefedeki bu anlamların dışında, gerçekçilik terimi gündelik dilde bütün konuları yararlarına ya da getirilerine bakarak değerlendirmek anlamında pragmatik yönü ağır basan bir bağlamda da 5 kullanılmaktadır. Rus ya da Sovyet felsefesini diğer ülke felsefelerinden ayıran en önemli nokta, felsefenin perennial doğası ile klişeleşmiş yargıların ile sağlıklı bir şekilde incelenemeyecek oluşu, birçok durumda Rus felsefesinin kendine özgü yapısının Alman, İngiliz veya Fransız düşünce yapısı ile karşılaştırıldığında derin farklılıklar gösteriyor olması ve sergilenen yaklaşımlar bakımından da 6 “ölçüştürülemez” olduğudur. Bu bağlamda yaşanan büyük ekonomik çalkantılar, siyasal ve toplumsal değişimlerin, Rus felsefesinin en başından beri kurumsal bir disiplin olarak istenen ölçülerde yapılanmasına engel oluşturduğunun da göz önünde tutulması gerekmektedir. Büyük Petro’nun başlattığı batılılaşma hareketleriyle birlikte Rus felsefesi gerek ideallerini gerekse değerlerini genellikle Avrupalı kaynaklardan ithal etmiş, önemli oranda etik, toplum kuramı ve tarih felsefesi konularına yoğunlaşan yazarların ve eleştirmenlerin doğmasına zemin oluşturmuş, bu tutkulu toplumsal seferberlik hareketi pek çok öğretiye abartılı bir değer kazandırarak “değerlerin yeni baştan değerlendirilmesi izlencesi” gibi putkırıcı bir felsefe eğiliminin doğmasına en büyük esin kaynağı olmuştur. Bu anlamda Rus düşünürlerin dünya kültürüne başlıca katkıları Batılı felsefe dizgeleri türünden arayışlarda değil, daha çok insanın aydınlanmasını amaçlayan pratik yaşama alanına yoğunlaşan düşüncelerde kendilerini göstermektedirler. Bu düşüncelerden kimileri Rus Devrimi’nin gerçekleşmesine zemin oluştururken, kimileri de gücün

5

Abdülbaki Güçlü, “Gerçekçilik”, s.595. Abdülbaki Güçlü, “Rus/Sovyet Felsefesi”, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2008, s.1225.

6

373


Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

kullanımına yönelik ütopyaların doğasıyla ilgili oldukça kayda 7 değer öndeyişlerde bulunulmasının önünü açmıştır. Rus düşün dünyasının başından beri temel devinimi, ister 1860’lı yılların sol düşüncesinin sıkça kullandığı ve sonrasında 1917 Ekim Devrimi ile birlikte başına “Sovyet” sıfatı eklenen “yeni insan”ın özellikleri ortaya konurken olsun, ister Slavofiller ile Yeni Rus İdealistlerinin insanoğlunun gelişmesine engel olan ahlaksal sorunlardan bütünüyle sıyrılmış bireyi betimlerken başvurdukları “kişilik sağlamlığı” teriminde olsun, hep “gelecek” 8 yönünde olmuştur. Rusya’da “gelecekçilik” birbirine karşıt felsefe akımlarının değişmez tartışma konusu olmayı sürdürmüş, bu bağlamda özellikle yoksayıcıların değişmez hayali olan “olabildiğince az usçu olan insan” anlayışından tutun da, önce Lenin ve Plehanov tarafından sözü edilen daha sonra ise Bakunin tarafından geliştirilen özgürlük ruhunun kendiliğinden yeşerdiği, yerleşik düzen ve otoriteye “sonsuz başkaldıran insan” anlayışına dek, “yeni insan”dan ne anlaşılması gerektiğine yönelik bir çok görüş ortaya atılmıştır. XIX. yüzyılın sonlarında, Batı’da usçuluğun egemen olduğu birey ve toplum modellerine karşıt bir akım su yüzüne çıkmış, Nietzsche’nin “değerlerin yeni baştan değerlendirilmesi izlencesi”ni yaşama geçireceğini düşünerek ortaya getirdiği “üstinsan” tasarımı, özellikle insan yaratıcılığının çok yönlülüğünü kurcalayarak ahlaksal ve toplumsal değerlerin oluşturulması bağlamında Rus düşünürleri üzerinde son derece 9 büyük etkiler yaratmıştır. Berdyaev ve Frank gibi birtakım radikal felsefeciler Marksçılıktan Yeni İdealizm’e geçiş sürecinde, Nietzsche’nin estetik ahlakdışıcılık anlayışı ile Hıristiyan ahlakını bağdaştırmaya çalışırlarken, buna karşı bir grup “deneycieleştirici” Bolşevik, Nietzsche’nin “kendini olurlama” düşüncesi ile olgucu felsefeci ErnstMach’ınpragmacı yaklaşımı arasında bir birleşime gitmek yoluyla, Rus Marksçı felsefesine “gönüllü kahramanlık” öğesi ile yani bir tür istenççilik aşılamaya çalışmışlar7

Abdülbaki Güçlü, “Rus/Sovyet Felsefesi”, s.1225. Abdülbaki Güçlü, “Rus/Sovyet Felsefesi”, s.1228. 9 Abdülbaki Güçlü, “Rus/Sovyet Felsefesi”, s.1228. 8

374


Mertcan Akan

dır. Çok geçmeden Nietzsche’nin Rus düşün dünyası üzerindeki önü alınamaz etkilerinin, bir yanda Sovyet Marksçılığının “bilimsellik” anlayışı, diğer yanda Sovyet modeli “yeni insan” tasarımı 10 içerisinde eritildiği görülmektedir. 1890’lara dek burjuva-kapitalist toplumdaki derinleşen kriz, gerçekçiliğin ve modernist okulların gerilemesine, bu sayede de kitleler ile sanatçı arasındaki uçurum açılmasına yol açtı. Ancak Batı’da B. Shaw ve A. France gibi yazarlar, Rusya’da da edebiyatta Bünin, Karpin, resimde Serov, müzikte Rahmaninov, tiyatroda Stanislavsky gibi şahıslar sayesinde bu gelenek devam ettirilmiş11 tir. Ekim 1917’de Lenin önderliğinde iktidarı ele geçiren Bolşevikler, yeni bir dünya ve yeni bir insan yaratma çabasıyla özel mülkiyetin kamusallaştırıldığı, sanayinin ve tarımın modernleştirildiği, Sovyet insanının eğitim ve bilinç seviyesini yükseltmeyi hedefleyen bir takım reformlar gerçekleştirirler. Rusya’da gerçekleşen büyük iki devrimin ardından Rus entelijansiyası, Çarlığın yıkılışı ve Devrimin ilk yılları arasındaki süreci sanatsal keşif yılları olarak değerlendirirler. Ancak olağanüstü komisyon “Çe12 ka” ve “İç güvenlik Bölükleri”nin (NKVD) baskıcı düzeninden 13 yukarıda da belirttiğimiz gibi değişik reaksiyonlar verir. Bolşevikler kontrolü ele aldıktan sonra Halk Eğitim Komiserliği Narkompros görevine Anatoly Lunacharsky getirilir. 14 Yeni oluşturulan Sovyet sisteminin sanat ve insan mühendisliği görevine getirilen Lunacharsky, yıllarca sosyalist ideoloji ile biçimlendirilmiş sosyalist gerçekçiliğin temel bileşeni niteliğinde olan sağlıklı bir vücut, akıllı bir sima ve güler yüze sahip bir insana daya-

10

Abdülbaki Güçlü, “Rus/Sovyet Felsefesi”, s.1229. C. Vaughan James, Soviet Socialist Realism: Origins and Theory, Londra: The Macmillan Press, 1973, s.85. 12 Moshe Lewin, Sovyet Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s.135. 13 Gamze Öksüz, Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması, s.10. 14 Ali Artun, Sanatın İktidarı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015, s.174. 11

375


Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

15

nan estetik bir sistem yarattı. Amaç, kapitalizmin silahı konumundaki sanatın uygun koşullar altında ve doğru kullanıldığında insan organizması üzerindeki etkisinden faydalanarak yaratılmak istenen mükemmel yeni insana –Aleksandr Zinovyev’in tabiriyle homosovyeticus – ulaşmak ve onu sosyalizmin silahı 16 haline dönüştürmektir. Rusya’da Sovyet sanatının geleceğini tartışan fütüristler, idealistler, gelenekçiler, avangardlar gibi birçok grup bulunmak17 tadır. Bu gruplardan bazıları yeni oluşturulacak olan Sovyet sanatının geçmişinden kopuk olması gerektiğini, kimi günlük hayatın gerçekçi temsillerinin mutlak değer taşıdığını, kimi ise komünizmin de kapitalizmin bilimsel ticari ve kültürel mirasını sahip çıkılması gerektiğini savunuyordu. Vladimir Lenin, sanatla ilgisinin sınırlı olduğunu kabullenerek sanatın yönetimini tamamıyla Lunacharsky’e emanet etmiştir. Ona göre bu zorlu yıllar boyunca esas önemli olan siyasi iktisadın ve emeğin verimliliği18 nin arttırılmasıdır. Ancak önemli olan bir diğer nokta da fütüristlerin, idealistlerin ve diğer burjuva grupların ve entelektüellerin amacı temel eğitime ihtiyacı olan halkı ve işçi sınıfını yükseltmek olmalıdır ki bunun için de bu grupların dâhil olduğu Proletkült örgütünün de Halk Eğitim Komiserliğine bağlanması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Lunacharsky’de Devrimden sonraki yıllarda, yeterli güce ve yetkiye sahip olduktan sonra devrimin eğittiği halka uzaklaşmış, anlaşılmaz hale gelmiş grupların ve destekçilerin bertaraf edilmesi üzerinde durmuştur. 1932 yılında Parti’nin yayımladığı “Edebî ve Sanatsal Örgütlerin Yeniden Düzenlenmesi” yolundaki kararname ile bütün cemiyetlerin kapatılarak “Yazarlar Birliği” adı altında birleştirildiğini belirtmiştik. 1932 yılında ilk defa terim olarak kullanılan 15 David Mac Kenzie, Micheal W. Curran, A History of Russia and the Soviet Union, Illinois: The Dorsey Press, 1982,s.537. 16 Andrew Ellis, Socialist Realisms: Soviet Painting 1920-1970, s.21. 17 Eric Hobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, İs-

tanbul: Everest Yayınları, 2007, s.240. 18 Ali Artun, Sanatın İktidarı, s.149.

376


Mertcan Akan

sosyalist gerçekçilik, Gorki’nin 1933 yılında yayımladığı makalenin ardından, Stalin’in de katıldığı toplantılarda ele alındıktan sonra nihayet 1934 yılında gerçekleştirilen “Sovyetler Birliği 19 Yazarlarının Birinci Kurultayı”nda sosyalist gerçekçilik, işçiler ile alakalı ve anlaşılabilir, inşaların gündelik hayat sahnelerini içeren, temsil niteliği yüksek, devletin ve partinin amaçlarını destekleyen bir metod olarak devletin resmî sanat akımı olarak 20 kabul görmüştür. Bu kongre ile sosyalist gerçekçilik, sosyalizm ruhundaki emekçi kitlelerin eğitimi düsturu ile sanatçının devrimi algıladığı gibi değil de gerektiği gibi geleceğe yansıtması 21 şeklinde fonksiyonel bir hal alarak uygulanmaya başlanmıştır. Sovyet anlayışıyla sanat, sadece insanın entelektüel algısı olarak düşünülmemeli yeni bir toplum inşasında toplumun örgütlenmesinde ve bilinçlenmesinde başlıca etkenlerden biri 22 olarak devlet hizmetinde olmalıydı. Basit anlamda sıralayacak olursak sosyalist realizmin temel özellikleri, partiinost (parti fikrinin yüceltilmesi), ideinost (fikir birliğinin yüceltilmesi), classovost (sınıf bilinci ve birliği) ve pravdivost (doğruluk) olarak sıralanabilir. Yeni anlayış içerisinde Plehanov gibi bir sıra aydının ortaya koymaya çalıştıkları gerçeğe dayalı toplumsal gelişim hedefleri, kahramanların yüceltilmesi, eğitimde sosyalizm ideo23 lojisi, geleceğe dair tasarımlar ve yeni Rönesans mücadelesidir. Bu sanat akımında vurgulanan unsurların başında, günün ve geleceğin sürekli putlaştırılmasından kaynaklanan ve sonraları devrimci romantizm olarak adlandırılacak olan iyimserlik duygusu gelmektedir. Fabrika ve tarım alanları gibi kolektif çalışma 19

Marrgeret M. Bullitt, “Toward a Marxist Theory of Aesthetics: The Development of Socialist Realism in the Soviet Union”, The Russian View, Vol.35, No.1, 1976, , s.53. 20 Leyla Tagızade, “Sosyalist Realizm: Kökeni, Oluşum Süreci ve Kavramı”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, C.3, S.4, Ankara 2006, s.18. 21 Paul Sjeklocha, Igor Mead, Unofficial Art in the Soviet Union, Berkeley & Los Angeles: University of California Press, 1967, s.34. 22 Paul Sjeklocha, Unofficial Art in the Soviet Union, s.33. 23 Erdoğan Uygur, “Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, C.9, No.1-2, 2005, s.27.

377


Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

hayatı yüceltilerek, devrimin getirdiği yenilikler ile yaşam kalitesinin artışı vurgulanmış ve kullanılan çiçek, güneş ışığı, sağlıklı vücut, gençlik, endüstri, teknoloji gibi kimi şiirsel imgeler ile de yaratılmak istenilen homosovyeticusun idealleştirilmesi amaçlanmıştır. Stalin, iyice işlevsel bir hal alan sosyalist gerçekçi sanatçıları “ruh mühendisi” olarak adlandırıyordu. Georgi Plehanov ise “sanat, önemli eylemleri, duyguları ve olayları tasvir ettiği, aktardığı, topluma hizmet ettiği takdirde daha da önem 24 kazanmaktadır” ifadesi ile sosyalist gerçekçiliğin önemini vurgulamıştır. Sosyalist gerçekçilikte yaratıcılık hiçbir zaman önemli bir etken olmamıştır. Çünkü sistem gereği, keskin bir şekilde iyi veya kötü olmayan bir şey karakterize edilemezdi. Ressamlar, sürekli olarak sağlık ve mutluluk dolu, fabrikalarda ve çiftliklerde çalışan kaslı, düzgün vücutlu insanları tasvir ediyor, sanatsal bütünlük göz ardı edilerek parti öğretisi ön plana çıkarılıyordu.

G. Korzhev, Komünist Üçlemesi: Bayrağı Yükseltmek, 1957-1960

Sovyetler Birliğinin ilk dönemlerinden itibaren Sosyalist gerçekçilik hızlı bir şekilde edebiyat, resim, heykel, tiyatro, müzik, sinema, mimari gibi güzel ve görsel olmak üzere sanatın birçok türüne nüfuz etmiştir. Örneğin resim sanatında devrimin 24

Lawrence H. Schwartz, Marxism and Culture: The Cpusa and Aesthetics in the1930s, Kennikat Press, 1980, s.110.

378


Mertcan Akan

ardından avangarda karşı NOZhYeni Ressamlar Cemiyeti kurulmuş ancak bu grup sonraları sanattan uzaklaştıklarını açıklayarak, gerçekçilik sahnesindeki yerini OST Şövale Ressamları Cemiyeti’ne bırakmışlardır. Gerçekçilik akımındaki en sert ve sekter temsil grubu ise AKhRR Devrimci Rusya Sanatçıları Birliği olmuştur. Neredeyse bütün sanat akımlarını imparatorluğun ve kapitalizmin hizmetinde görerek, devrimin heroik realizminin sosyalist realizme evrilmesini sağlayan bu grup, popülist propagandaya önem veren devlet kuruluşlarının gözdesi halini alır. Bu sayede sosyalist gerçekçilik Stalin otokrasinin resmî sanat akımı 25 halini alır. Edebiyat alanında Maksim Gorki’nin Ana isimli eseri bazılarınca sosyalist realizmin ilk yansıması olarak görülmektedir. Yine Gorki Sosyalist Gerçekçilik Üzerine isimli eserinde de Sovyet sanatının ihtiyaçlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Fyodor Gladkov’un Çimento’su, Nikolay Ostrovskiy’in Ve Çeliğe Su Verildi’si, Mihail Şolohov’un adeta epikleşmişVe Durgun Akardı Don, Aleksandr Herzen’in Suçlu Kim? gibi eserleri bu akımın başyapıtları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu eserlerin tahmin edilebileceği gibi temel anlatısı bozulmuş olan sistemin, düzenin, gericiliğin ve kapitalizmin ancak devrim ile çözümlenebileceği, kademeli eğitim ve toplumsal ilerleme ile geleceğin sosyalizminin ve dünya düzeninin tek yol olan devrim ile inşa edilebi26 leceğidir. Yine devrimin ve doğal olarak sosyalist gerçekçiliğin en önemli propaganda araçlarından biri de müzik olmuştur. Özellikle Hanns Eisler’in kompozitörlüğünde düzenlenen birçok marş niteliğindeki şarkı ile devrimci ruha sahip senfonik müzik sade ve anlaşılır bir şekilde kitlelere aktarılmaya çalışılıyordu. Dunaevsky, Blanter, Novikov gibi sanatçıların sosyalizm ruhunu canlandırmak amacıyla ortaya koydukları eserlerin en önemlilerinden olan Varşavyanka, Enternasyonal, Katyuşa ve Vatan Şar-

25 26

Ali Artun, Sanatın İktidarı, s.151-152. Gamze Öksüz, Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması, s.24.

379


Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

kısı sadece Rusya ile kalmayıp zamanla tüm dünya sosyalistleri27 ne hitap eder bir hal almıştır. Sovyet sineması ve film yapımcıları da bu dönem içerisinde sosyalist gerçekçiliği yapıtlarında işlemişlerdir. Yine örnek olarak tarihin yönlendirilmesinde devrimci halkın görevi hususunda Chapaev’in yapıtları, sonrasında devrim tarihi açısından G. Kozintsev ve L. Trauberg’in The Youth of Maxim, Dovzhenko’nun Schors, E. Dzigan’ın We are from Kronstadt isimli eserleri, yine yeni insanın oluşturulması teması ile N. Ekk’in A Start Life, Dovzhenko’nun Ivan, M. Kalatozov’unValerii Chkalov, Sovyetlerin yabancı istilaya karşı duruşunu konu alan Eisenstein’in Aleksandr Nevsky, Pudvokin’in Minin ve Pozharsky isimli eserleri sosyalist gerçekçiliğin etkisi altındaki yapıtlar olarak sıralana28 bilmektedir. Sosyalist gerçekçilik, Sovyetler Birliği’nin dışarısında da Anatole Fransa, Barbusse, Rolland, Léger, Picasso, Neruda, Nezval, Amado, N. Hikmet, Anersen Nexö, Pratolini, Gutuzzo, Bidstrup, Gullien, Becker, Eisler, Busch gibi uzun uzadıya listeler 29 halinde isimlerini sıralayabileceğimiz aydınları da etkilemiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nde özgüven ile birlikte sistem karşıtı her faaliyet devletin sert müdahalesi ile karşılaştı. 1940’lı ve 50’li yıllarda Rusya’da hayat bu baskı ile devam ederken, 60’lı yıllar ile beraber yeni yeni düşünceler ve eğilimler oluşmaya başlamış, sonrasındaki yıllarda ise bu 30 kıstaslardaki eser sayıları giderek artmıştır. Rejimin bu eserleri dışlaması, Sovyet edebiyatının çöküşünü beraberinde getireceği için sosyalist gerçekçiliğin kapsamının genişletilmesinde karar 27

Stanley D. Krebs, Soviet Composers and the Development od Soviet Music, New York: W.W. Norton, 1970, s. 49-55. 28 Richard Taylor, “A ‘Cinema for the Millions’: Soviet Socialist Realism and the Problem of Film Comedy”, Journal of Contemporary History, Vol. 18, No. 3, Sage Publications, 1983, s.441-445. 29 C. Vaughan James, Soviet Socialist Realism: Origins and Theory, s.86. 30 Leyla Tagızade, “Sosyalist Realizm: Kökeni, Oluşum Süreci ve Kavramı”, s.22.

380


Mertcan Akan

kılındı. Böylece 80’li yıllara gelindiğinde “sınırsız sosyalist realizm” ilan edildi. Bu kararla sosyalist gerçekçiliğin Sovyetler dâhilindeki eserleri kapsayıcılığı sürdürülmüş ve bu sayede bu akım varlığını Sovyetler dağılıncaya kadar sürdürebilmiştir. 1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra devlet destekli sosyalist gerçekçilik akımı her ne kadar etkisini kaybetmeye başlasa da Sovyetler Birliği’nin dağılım sürecine kadar –ve hatta sonrasında bile– etkilerini hissettirmiştir. Sonraki yıllarda ise sanatçılar elde ettikleri kısmi özgürlük ile sosyalist gerçekçilik hareketinden hızlı bir kopma yaşadı. Sonuç olarak kuramsal çerçevede proleter idealizme hizmet amacıyla belirli ilkeler doğrultusunda gelişme gösteren bu sanatsal akım, yeşerdiği ortamın ideolojik yapısıyla örtüşen bir görünüm izleyerek, sanat toplum içindir düsturu ile yeni insan ve toplumun oluşturulmasında biçim, içerik ve sosyal işlevler bakımından geniş kitleleri etkisi altında tutmuştur.

KAYNAKÇA

ARTUN Ali, Sanatın İktidarı: 1917 Devrimi, Avangard Sanat ve Müzecilik, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015. BULLITT Margaret M., “Toward a Marxist Theory of Aesthetics: The Development of Socialist Realism in the Soviet Union”, The Russian Review, Vol. 35, No. 1, 1976, ss. 53-76. ELLIS Andrew, Socialist Realisms: Soviet Painting 1920-1970, Milano: Skira Editore S.p.A., 2012. GÜÇLÜ Abdülbaki - UZUN Erkan, Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2008. HOBSBAWN Eric, Kısa 20. Yüzyıl Tarihi: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, İstanbul: Everest Yayınları, 2007. JAMES C. Vaughan, Soviet Socialist Realism: Origins and Theory, Londra: TheMacmillanPress, 1973. KORIN Pavel, “Thoughts on Art”, Socialist Realism in Literatureand Art, Moskova: Progress Publishers, 1971. KREBS Stanley D., Soviet Composers and the Development od Soviet Music, New York: W.W. Norton, 1970. 381


Sosyalist Gerçekçilik Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

LEWIN Moshe, Sovyet Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008. MACKENZIE David - CURRAN Micheal W., A History of Russia and the Soviet Union, Illinois: The Dorsey Press, 1982. ÖKSÜZ Gamze (Ed.), Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması, İstanbul: Çeviribilim Yayınları, 2014. SCHWARTZ Lawrence H., Marxism and Culture: The Cpusa and Aesthetics in the 1930s, Kennikat Press, 1980. SJEKLOCHA Paul, MEAD Igor, Unofficial Art in the Soviet Union, Berkeley & Los Angeles: Univertiy of California Press, 1967, TAGIZADE Leyla, “Sosyalist Realizm: Kökeni, Oluşum Süreci ve Kavramı”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, C.3, S.4, Ankara, 2006, ss.7-24. TAYLOR Richard, “A ‘Cinema for the Millions’: Soviet Socialist Realism and the Problem of Film Comedy”, Journal of Contemporary History, Vol. 18, No. 3, Sage Publications, 1983, ss. 439-461. UYGUR Erdoğan, “Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, C. 9, N. 1-2, 2005, ss. 23-30. ⃰ Metin içerisindeki resim Bkz.: KORZHEV Gely, “Komünist” Üçlemesinin orta kısmı oluşturan ‘Bayrağı Yükseltmek’ isimli tablosu, 1957-1960.

382


SİNEMANIN TOPLUMSAL TARİH BİLİNCİNE ETKİSİ ÜZERİNE Ali Balcı ∗

“Fotoğraf gerçektir, Sinema ise saniyede yirmi dört kere gerçektir” Jean-luc Godard

S

inema, gerçekte yaşanmış ya da yaşanmamış kesitleri, kendi tekniği ve disiplini çerçevesinde parça parça ya da tek bir bütün halinde hazırlayarak, zamandan ve mekândan bağımsız olarak içinde bulunulan ana adapte edebilme yetisine sahip olan tek sanattır. Tarih ise, en sade tanımıyla, olayları sebep-sonuç ilişkisi ve kronolojik tutarlılık çerçevesinde yer, zaman ve belge göstererek inceleyen bir bilim dalıdır. Olayların tekrarlanma olanağının bulunmaması, tarihi gözlemlenebilir olmaktan çıkarmış olsa da kendine özgü olan araştırma, değerlendirme ve sağlama yöntemleri, tarih bilimini güçlü bir disiplin haline getirmiştir. Ancak burada sözü edilen modern tanımlama, özellikle 20. yüzyıl başlarından itibaren Sinemanın gerek sanatsal, gerekse politik olarak farklı bir işlev kazanması ve bu işlevin zaman içerisinde teknik ilerlemelerle de beslenerek gelişip kendi akımlarını yaratır hale gelmesiyle birlikte sarsılmıştır. Sinema, daha açık bir ifadeyle bilinen tarih yaklaşımının en savunmasız noktasına, deney ve gözlem yapamama hususuna getirmiş olduğu yorumla günümüz tarih anlayışına farklı bir vurgu yapmayı, hatta daha cüretkâr bir deyimle, tespit edilen bu ∗

Araş. Gör. Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, balci.ali@windowslive.com


Sinema'nın Toplumsal Tarih Bilincine Etkisi Üzerine

açığı kapatma iddiasıyla dışarıdan bir güç olarak “tarihe” ve “tarihçiliğe“ müdahil olmayı başarmıştır. Sinemanın, kendi doğası içinde gerçekleştirmiş olduğu bu değişim, sıradan geçmiş bilgisinin tarihçi nazarındaki konumu üzerinde ciddi bir etki gösterememiş olsa da, toplumun bu ham veriye erişmesini kolaylaştırarak tarihçi faktörünün zayıflamasına yol açmıştır. Bu suretle, tarihçi tarafından gözden geçirilip teyit edilmesi gereken verinin, bu işlemden sıyrılarak yalnızca kurgusal olarak istenilen şekle sokulması ile henüz olgunlaşmadan beyaz perde yoluyla servis edilmesi, sinemanın, tarih, tarihçi ve tarih bilgisini talep eden kitle arasındaki zincire eklenmek yerine yeni ve çok dikkat çekici bir zincir yaratmasına olanak sağlamıştır. Ancak bu tip çalışmaların gerek kendi içinde gerekse tarihsel bütünlük çerçevesinde tutarlılık gösterememesi, sinema ile tarihin ayrı yollardan seyretmek yerine gerekli zamanlarda kesişim kümeleri yaratıp birlikte çalışarak daha istikrarlı çalışmaların doğmasına zemin hazırlamıştır. Tarihçinin, ham bilgi üzerinden kendi disiplininin imkanları ve sınırlılıkları çerçevesinde inşa etmiş olduğu tarih verisi; sanat ve sanatçı üzerinden, sinema disiplininin imkanları ve dayanakları ışığında işlenen geçmiş bilgisi ile bir araya gelmiş ve multidisipliner bir çalışma alanı yaratmıştır. Tarihin yetersiz kaldığı, geçmişte kalanı, görünür kılma imkânı sayesinde sinema, sinemanın zayıf kaldığı tarihsel bilginin işlenmesi noktasında da tarih bilimi devreye girerek önemli bir birliktelik yakalanmıştır. Okumak, kuşkusuz ki tarihi öğrenmenin en iyi yoludur ancak tek yolu değildir. Zira temsile ya da salt anlatıya dayalı olarak kendisini ortaya koyan iletişim araçlarından farklı olan, “kaydetme ve kayıttan yürütme” özelliğine sahip iletişim araçlarının ortaya çıkışı ve gelişimi, tarihsel açıdan, en az binlerce yıl öncesindeki 1 yazının icadı kadar önemlidir. Tarih, her ne kadar ispatlanabilirlik noktasında diğer bilim dallarından ayrılsa da, kendi kurallarıyla ve prensipleriyle kendi1

James Monaco, Bir Film Nasıl Okunur, İstanbul, Oğlak Yayınları, 2001, s. 30.

384


Ali Balcı

ne özgü bir tutarlılık dairesi yaratabilmiştir. Ancak tarihin, olayları bir laboratuvar ortamında yeniden canlandırma imkânından tamamen yoksun olması; sinemanın ise teknik ve kurgu bakımdan bu eksikliği kapatabilme noktasında son derece hevesli ve cüretkâr davranması, bir sanatla bir bilim dalını kesiştirerek farklı bir tarih algısının yaratılmasına olanak sağlamıştır. Daha doğru bir ifadeyle “yol açmıştır”. Bu yol üzerinden de, sinema ve sinema teknolojileri, tarih bilimine yeni ve benzeriz bir modül daha eklemiştir. Ticari olarak farklı amaçlarla ve kaygılarla üretilmiş olan filmleri ayrı tutmak üzere, özellikle belgesel odaklı, yani bilimsel veriler üzerinde kurulan sinema filmlerinin “gerçekliği yeniden yaratmak” gibi bir kaygı üzerine inşa edilmesi, tarihe ve tarih yazımına da kuşkusuz ki önemli bir katkı sağlamıştır. Zira filmler yalnızca öykü anlatmazlar, bunu yaparken eş zamanlı olarak 2 anlam da yaratırlar. Bu da onları pek çok sanat eserinden ve bilimsel çalışmadan daha etkili kılar. Burada dikkat edilmesi ve üzerinde durulması gereken nokta ise tarihin ve tarihçinin “anlam çıkarma” çabasına karşılık olarak, sinemanın ve sinemacının “anlam yaratabilme” iktidarıdır. Bu temel farkı yaratan ise sinemanın yalnızca göstererek değil, olayları ve kişileri gizleyerek ya da küçük bir ışık oyunuyla arka plana iterek de izleyici algısını manipüle edebilmesidir. Biraz daha açıklık getirmek gerekirse, senaristin bir oyuncuyu konuşturması kadar susturması; yönetmenin alan derinliğiyle oynaması, negatif alanı farklı şekillerde kullanması, duruma göre derin odak, difüzyon ya da flu odaklı çekim yapması, açıları geniş dar ya da çok dar/sıkışık tutması, anlatıda yalın ya da paralel kurgu tercih etmesi; sıradan bir ses düzeni yerine diegetik ses algısını seçmesi, doygunluğunu belirgin ya da soluk, renk paletini kısır ya da zengin tutması, yahut gölgeli çoklu ışık yerine tam ve gölgesiz ışık tercih etmesi bile, bir filmin tek bir sahne üzerinde, yalnızca tek bir sekansta bile hem anlatarak hem susarak, 2

Michael Ryan, Melissa Lenos, Film Çözümlemesine Giriş - Anlatı Sinemasında Teknik ve Anlam, İstanbul, De Ki Basım ve Yayın, 2012, s. 1.

385


Sinema'nın Toplumsal Tarih Bilincine Etkisi Üzerine

hem saklayarak, hem de bulanıklaştırıp arada bırakarak “anlam yaratmasını”, ve elindeki bu erkle izleyiciye oyun içinde oyun oynamasını sağlar. Sinemanın bu durumu göz önünde tutulduğunda, Peter Burke'nin, tarihçinin gözlem yetenekleri hakkında söylediği, “neyin orada olmadığını, bir başka deyişle belirli bir eksikliğin anlam ve önemini, ancak karşılaştırma sayesinde görebiliriz” ifadesi çok daha anlamlı hale gelmektedir. Zira buradan da anlaşılabileceği üzere, görüneni ve görünmeyeni aynı anda ortaya koyabilme becerisi, hedef kitlenin karşılaştırma yapabilme olanaklarını da kolaylaştırarak muhakeme bilincini güçlendirmektedir. Çünkü kurgu, salt bir kurmaca değildir. Kurgu, gerçek dünyaya karşıt olan hayali bir dünyanın yaratılması da değildir. Kurgu, uyuşmazlıklar meydana getirme; duyumsanabilir sunum tarzlarını değiştirme; çerçeveleri, ölçüleri veya ritimleri değiştirerek böylece ifade biçimlerini değiştirme; görünüşle gerçeklik, biricikle genel; görünür olanla görünürün anlamı arasında yeni 3 bağlar kurma çalışmasıdır. Bu doğrultuda, sinemanın, kendisini meydana getiren teknolojik buluşlarla birlikte dünya literatürüne girmesini, kaya resimleriyle ve nihayetinde yazının icadıyla ilişkilendirmek ve hatta doğrudan doğruya paralellik kurmak da kesinlikle yanlış olmayacaktır. Jan Assmann'ın da “Kültürel Bellek” adlı çalışmasında sıklıkla üzerinde durduğu üzere, herhangi bir gerçeğin, bir toplumun ya da grubun belleğinde yer etmesi için belirli bir zaman ve mekân kimliğinde yaşanmış, icra edilmiş olması ge4 rekmektedir. Ancak diğer yandan, bellekte yer etmesi de kâfi değildir. Bu verinin toplumsal belleğin bir parçası olarak zihinlere kalıcı bir şekilde kazınması için, anlamlı bir şekilde yeniden kodlanması ve zihinde, istenildiğinde bellekten geri çağrılabilecek şekilde programlanması gerekmektedir. İnsanlığın kaya resimleriyle başlayan bu kodlama serüveninin ikinci aşaması müzik, üçüncü aşaması yazı ve bugün itibariy3 4

Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, İstanbul, Metis Yayıncılık, s. 62. Jann Assmann, Kültürel Bellek, İstanbul, Ayrıntı Yayınları s. 46.

386


Ali Balcı

le son aşaması da sinema olmuştur. Sinemayı tamamından üstün ve benzersiz kılan şey ise, içinde hem resmi/fotoğrafı, hem sesi/müziği, hem yazıyı, hem de hareketi barındırabilmesi ve aynı anda eş zamanlı olarak insan belleğine dört koldan birden nüfuz edebilmesidir. Modern sinemanın, sektörel olarak koku ve dokunma hissi başta olmak üzere, işin içine diğer duyuları da katmaya çalıştığı şu dönemi daha dikkatli bir şekilde gözlemlediğimizde, geçmişe ve geleceğe dair tüm belleticilerin, unutturucuların ve haber vericilerin çok daha sistemli ve güçlü bir şekilde insanlık için hazırlandığını görebiliriz. Schacter'in: “Tarih kuşakların gereksinimlerine göre yeniden kurgulanabilir. Bu açıdan baktığımızda toplumsal bellek bir kurgudur. Bu da mutlak bir hakikatin taşıyıcısı olmadığını bize anlatır. Toplumsal bellek, yanılsamalarla, öznelliklerle ve sapmalarla doludur. Hatırlama, bir yeniden tanımlama sürecidir. Geçmiş yeniden yapılır, bellek, geçmişi icat etmenin bir yoludur” 5.

şeklinde ifade ettiği üzere, zihin, bellek ve tarihin, dışarıdan yapılabilecek her türlü olumlu ve olumsuz etkiye açık olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Bu bağlamda Sinema da, bu etkiyi yaratabilecek en etkin araç olarak kendisini göstermektedir. Öyle ki sinema yalnızca bir vakit geçirme aktivitesi değildir. Sinema entelektüel bir kendini geliştirme ağı da değildir. Sinema, bir icat olarak insanlık tarihine girdiği zaman dilimi itibariyle, okuma yazma oranlarının son derece düşük olduğu, hatta bazı bölgelerde neredeyse %1 gibi oranlarda seyrettiği bir zamanda hayatımıza girmiştir ve dönem koşulları düşünüldüğünde, sinema, öğrenmenin neredeyse “tek yolu” olarak kendisini göstermiştir. Bu bağlamda sinema, iyi niyetli olunmadığında hakikati eğip bükebilir. Kendi teknikleri ile mavi bir bardak gösterip, izleyiciyi onun yeşil olduğuna inandırabilir. Bir yandan gerçekleri en güçlü şekilde ortaya koyarken bir yandan “sandı5

D. L. Schacter, Belleğin İzinde, Beyin, Zihin ve Geçmiş, 2008, İstanbul, YKY, s. 146.

387


Sinema'nın Toplumsal Tarih Bilincine Etkisi Üzerine

rabilir”. Gerçeği yanlış, zannı gerçek kılabilir. Anılarımızı doğru bir şekilde hatırlamamızla, hatırladıklarımızın doğruluğundan emin olmamız noktasında bulunan ince çizgiyi yitirip anılarımızı ve yaşanmışlıklarımızı biz farkında olmadan sonsuza dek değişti6 rebilir. Zira bellek kilitli, salt okunur bir yapıda değildir. Bellek açık kaynaklıdır ve yazıma açıktır. Daha farklı bir ifadeyle, toplumsal bellek, verili değil, sosyal olarak inşa edilen bir nosyon7 dur. Bunu, Göle'nin, “Hayat hikâyem çoğu kez aslına uymasa da, bir anlamda sık tekrarlanmış, edit edilmiş bir hikâyedir. Hayat hikâyemi bir anlatı olarak kurarken, var olan izleklere yeni deneyimleri katabilirim, eskiden anımsadıklarımı unutabilir, unuttuğum olguları hatırlayabilir, belleğimde kalanları değiştirebilir, asla yaşanmamışları ekleyebilirim. Yanılsamalarımız, düşlerimiz ve imal edilmiş anılarımız da gerçek, nesnel, aslına uygun anılarımız kadar benliğimizin bir parçasıdır” 8.

ifadesinde görebilmek de mümkündür. Tarih, en azından resmi tanımları çerçevesinde bakıldığında, insanların veya toplulukların birtakım çıkarımlar ve eklentiler yaparak öznelleştirebilecekleri, kendi istek ve arzularına göre yorumlayıp yeniden şekillendirebilecekleri bir hayal dünyası değildir. Ancak bununla birlikte tarih, konu alanı, toplumsal pozisyonu ve işlevsel yönü itibarıyla insanların ve toplumların “şahsen” içinde oldukları; bizzat yarattıkları, yaratılmış olanı doğrudan etkileyebildikleri ve ondan etkilenebildikleri; bu yüzden de herkesin kendini söz sahibi olarak gördüğü zorlu bir çalışma sahasıdır. Dolayısıyla geçmiş hakkında yorum yapmak, olayları ve kişileri gerektiğinde yerip gerektiğinde savunmak, 6 D. L. Schacter, Belleğin İzinde, Beyin, Zihin ve Geçmiş, 2008, İstanbul, YKY, s. 57. 7 Sevcan Sönmez, Filmlerde Hatırlamak, toplumsal Travmaların Sinemada temsil edilişi, İstanbul, 201as1112ts Yayınları, s. 19 8 Münir Göle, “Doğru Olmadığını Biliyorum ama Öyle Hatırlıyorum” , Cogito: Bellek, Öncesiz, Sonrasız, YKY 2007, s. 27.

388


Ali Balcı

çıkarımlarda ve eleştirilerde bulunmak son derece doğal olarak, insani bir görev halini almıştır. Bu bağlamda sinema ise, binlerce yıllık insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir mucize sunmaktadır. Son yüz yılın ürünü olarak, insana, insanlığa bütün geçmişini görüntülü ve sesli olarak sunabilmektedir. Bu da insanda mitolojik bir kahraman olan Narkissos'un yaşadığına benzer bir spiritüel tesir yaratmaktadır ki sinemanın büyüsü de buradan gelmektedir. Tarih ve kültürel bellek, sinema üzerinden geçmişin yankısını görebilmekte, işitebilmekte ve daha da ilgi çekici olanı, yankısı ancak gelecekte duyulabilecek olan etkiler bırakabilmektedir. İnsan belleğinin nörolojik olarak etkiye ve değişime açık olduğu gerçeği de hesaba katıldığında, sinema yalnızca tarihin değil, tarih üzerinden hazırlanabilecek olan geleceğin de bir numunesini hazırlayarak gelecek tahayyülüne, gelecekte yazılacak tarihe de dokunabilmektedir. Buradan hareketle, belleğin yalnızca bir kayıt deposu olmadığını, bilgiyi kodlayarak biriktirdiğini ve aynı bilgiyi şimdiki zamanın stratejilerine uygun olarak değiştirip yine şimdiki zamanın ve geleceğin stratejilerine uygun olarak geri çağırdığını 9 söyleyebiliriz. Dolayısıyla, geride bıraktığımız yüzyılın en etkili icatlarından birisi olan sinemanın, geçmişin ayıklanmasından zenginleştirilmesine kadar pek çok noktada doğrudan doğruya belleğe ve tarih bilincine etki edebiliyor olması, sinema-tarih birlikteliğini hem anlamlı ve kıymetli bir birliktelik; hem de politik ve tehlikeli bir silah haline getirmektedir.

KAYNAKÇA

ASSMANN Jann, Kültürel Bellek, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. BURKE Peter, Tarih ve Toplumsal Kuram, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010. MONACO James, Bir Film Nasıl Okunur, İstanbul: Oğlak Yayınları, 2001. 9

Asuman Susam, Toplumsal Bellek ve Sinema, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015, s. 33.

389


Sinema'nın Toplumsal Tarih Bilincine Etkisi Üzerine

GÖLE Münir, “Doğru Olmadığını Biliyorum ama Öyle Hatırlıyorum”, Cogito: Bellek, Öncesiz, Sonrasız, İstanbul: YKY, 2007. RANCİERE Jacques, Özgürleşen Seyirci, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2015. RYAN Michael, LENOS Melissa, Film Çözümlemesine GirişAnlatı Sinemasında Teknik ve Anlam, İstanbul: De Ki Basım ve Yayın, 2012 SCHACTER D. L., Belleğin İzinde, Beyin, Zihin ve Geçmiş, İstanbul: YKY, 2008. SÖNMEZ Sevcan, Filmlerde Hatırlamak, Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi, İstanbul: Metis Yayınları, 2015. SUSAM Asuman, Toplumsal Bellek ve Sinema, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.

390


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.