VATAN İÇİN KoĢuyor… KoĢuyor… Sadece koĢuyordu. Gözü uzaklarda, aklı düĢmanı yakalamakta, kalbi vatan sevgisiyle durmadan, inadına çarpıyordu. Rüzgarı, karı, donmak üzere olduğunu … Hiç bir Ģey hissetmiyordu. Sakalları kardan bembeyaz olmuĢtu, üĢüyordu… Ama o bunların hiç birine aldırmıyordu. Vatan sevgisiyle yoğrulmuĢ bu adam uzun boyluydu, güçlüydü ve gözleriyle çözülmemiĢleri çözerdi. Tuttuğunu dövmesi gerekmiyordu, bakması yeterdi. 93 Harbinin en çalkantılı günleriydi. Hayrettin çavuĢ mangasıyla birlikte KeĢif gözcüsü olarak görevlendirilmiĢti. Yürürken sorun çıkmasın diye Hayrettin çavuĢa geçecekleri yerdeki köyü kontrol emri verildi. Hayrettin çavuĢ yüzbaĢının sözünü bitirmesine izin vermeden fırladı. Mangası da alıĢmıĢtı onun bu hızlığına. Kendisine görev verildi mi düĢünmeye bile fırsat bulamadan fırlardı. Hayrettin çavuĢ ve mangası hep alıĢık oldukları manzarayla yine karĢılaĢtılar. Hayrettin çavuĢ yumruğunu sıktı ve “elbet bir gün bunun hesabını ödeyeceksiniz.” Dedi. Bütün köy yağmalanmıĢtı. TaĢ taĢ üstüne kalmamıĢ, evler harap olmuĢtu. Hayrettin çavuĢ mangasına etrafı arama emri verdi. Kendiside dolanmaya baĢladı. DolaĢırken gördüğü evin kapılarında çarpı iĢareti vardı. Bu iĢaret “Artık siz bittiniz, yok olmaya mahkumsunuz.” Anlamına geliyordu. Bir an yerde bir ceset gördü. Tabi buna ceset denilirse… Cesedin her tarafı paramparça edilmiĢti. Üstünde de kanlı bir kağıt parçası vardı. “Ey Türkler sizin sonunuzda bunun gibi olacaktır.” kanlı sözleri yazılıydı. Hayrettin çavuĢ “görücez.” diye mırıldandı. Mangasını topladı ve geri döndüler. AkĢam olmuĢtu. AteĢ yakılmamak Ģartıyla dinlenilmeye izin verildi. Hayrettin çavuĢ yine uzaklara dalıp gitmiĢti. Yanına oturan kan kardeĢini bile fark etmedi. Zahid çavuĢu bir iki kere dürttü. DeğiĢen bir Ģey olmadı. Üçüncüsünde Hayrettin çavuĢ sanki uykudan uyanır gibi ürktü. Yanında Zahid’i görünce tebessüm etti: -Sen miydin Zahid? -Dalıp gittin yine Hayrettin çavuĢ. -Sorma be kardeĢim sorma. Bu günleri göreceğime… -Sus çavuĢ sus. Ağzından yel alsın. -Susmak bana haram be Zahid. Ġçimde öyle fırtınalar kopuyor ki bağırmak, haykırmak istiyorum -Ne yaparsın çavuĢ. ĠĢte bu günlerde vatanın bize ihtiyacı var. -Evet Zahid’im evet doğru söyledin. ġehit olmak bize farz oldu. Hayrettin ÇavuĢ ile Zahid çocukluk arkadaĢıydı. Birbirlerinden farklıydılar ama hayat felsefeleri aynıydı. Zahid kısa boylu, kara gözlü, kara kaĢlıydı. Çok iyi niĢancıydı. Attığı hiçbir mermi hedefinden ĢaĢmazdı. Gece boyu birbirlerine sarılarak uyudular. AteĢ yakmak yasaklanmıĢtı. Çünkü ateĢin verdiği ıĢıkla Ruslar yerlerini tespit edebilirlerdi. Sabah olmuĢtu. GüneĢ tepeden sanki onlara “Haydi aslanlarım durmayın, kurtarın bu vatanı.” Diyordu. Bütün hazırlıklar bitmiĢ yıla çıkma zamanı gelmiĢti. Erzurum’a gideceklerdi. Orada yiyecek, giyecek, kaput vardı. Yürümeye baĢladılar. Hava o kadar soğuktu ki iliklerine kadar üĢüyorlardı. Erzurum’a gitmeleri ümitlerini canlandırıyor ve yürümeye daha çok gayret ediyorlardı. Hayrettin çavuĢ ise sanki çölde yürüyordu. Ne titriyor, ne de üĢüyordu.Onun gönlü, yüreği titriyordu. Bir ara Zahid’e: -Zahid. -Efendim çavuĢum. -Sokakta oyun oynarken, okul sıralarında yazı yazarken hiç aklıma gelmezdi bir gün vatanı kurtarmak uğruna yollara düĢeceğimiz. -Kimin aklına gelirdi çavuĢum. Biz vatan için okurken yine vatan için yollara düĢtük.Ne farkı var? -Yok tabi Zahid’im Hatırlıyor musun eskiden ne hayaller kurardık? -Hatırlamaz mıyım. Bunlar hayallerdi belki ama onları bir gün yapacağına inanıyordum. -Hayaller… Okuyup yüksek mertebelere çıkacaktık. Vatanı temsil edecektik. Bak Ģimdi de vatan uğruna öleceğiz. Bundan büyük mutluluk, saadet var mı? -Hatırlar mısın? Bizim çok sevdiğimiz bir Ģiirimiz vardı. O güzel sesinle hep söylerdin. -Hatırlamaz mıyım. Hatırladım tabii. “Yetim idim, beni anam büyüttü, Evimizde kara baykuĢlar öttü. Kulübemiz viran kaldı inledik, Mezarcığın nerededir bilmedik. Türk oğlunuın ölüm okĢar baĢını, Akıtmadan babası için yaĢını.” -Vay be! Ne günlerdi o günler derken birden silah sesleri duyuldu. Herkes hemen yere yattı ve siper aldılar. Hayrettin çavuĢ ĢaĢkındı.Beklemiyordu böyle bir baskını. -KardeĢim, iĢte Ģimdi vatana faydalı olma zamanı... Zahid: -Evet çavuĢum, hadi gayret, dedi. O sakin Zahid gitmiĢ, yerine canavar Zahid gelmiĢti. Her attığı mermi yerini fazlasıyla buluyordu. Hayrettin ÇavuĢ hiç korkmuyor, düĢman üzerine yürüyordu. Bazen omuzlarından kurĢun sıyrılsa da o bunlara aldırmıyordu. Bir an etrafına baktı. Zahid’i göremedi. Çok korktu. Yoksa o… Tüyleri diken diken oldu. BaĢı dönüyor, etrafından yüzlerce kurĢun geçiyor, ama onların hiçbirinin farkında olmuyordu. DüĢecek gibi oldu, ama düĢmedi, düĢmemeliydi. Ağaca tutundu. O an ağacın altında bir kol gördü. “Bu Zahid olamazdı, olmamalıydı” diye içinden geçirdi. Biraz daha ilerledi. Ġçinde bir korku vardı. Sanki kim olduğunu öğrenmek istemezcesine yavaĢ yürüyordu. ĠĢte o an, iĢte o yüz… Hayır, hayır… O Zahid değildi. Bu Zahid değilse, Zahid neredeydi. Yürümeye devam etti. Arasıra ateĢ ediyor, ama hedefi görmediği için isabet ettiremiyordu. ĠĢte o kör kurĢunlardan biri Hayrettin ÇavuĢ’un kalbini parçalamak istercesine hızla kalbine saplandı. Hayrettin ÇavuĢ, o an biraz sendeledi. Ayakta durmaya çalıĢıyordu, ama olmadı. O küçük zalim demir parçasına yenilmiĢti. Yere düĢtü. Bütün gücünü kaybetmiĢti. BaĢını yana çevirdi, ve… ve…. ve…. O tanıdık yüz, o kaĢlar, o gözler, o gülümseme…. Evet bu, Zahid’den baĢkası değildi. Kader onları hayatta birlikte kıldığı gibi ölümde de birlikte kılıyordu. Hayrettin ÇavuĢ da gülümsedi: -“Biz görevimizi yaptık Zahid’im” dedi. Gözleri bu güzel vatanı bir daha görmeyecekmiĢçesine yavaĢça kapandı. Zeynep KÖKTAġ
A 10/B
YOLCULUK Bahar gelmiĢti… YeĢil en güzel hallerine bürünüyordu. Duygularla birlikte açıyordu çiçekler… Ama bazıları için hiçbir önemi yoktu baharın. Çünkü bazılarının baharı çoktan geçmiĢti… Yolculuğu bitmiĢti ve yeni baĢlayacak ikinci bir yolculuğu bekliyordu. Bahar gelmese de olurdu onun için. Ġkinci yolculuğunun bileti olan hastalığı onu günden güne bitiriyordu. Hastaydı hem de çok hasta… Kendisi de durumun ciddiyetinin farkındaydı. Nasıl ki örümcek ağına yapıĢmıĢ bir karıncanın kurtuluĢu yoksa onun da ölüm ağından kurtuluĢu yoktu. Bunu biliyordu ama keĢke bilmeseydi. KeĢke aniden yakalasaydı onu ölüm. En azından her zaman saniyeleri, dakikaları saymazdı. Acaba bir gün daha yaĢar mıyım umuduyla dolup, belki de biraz sonra öleceğim korkusuyla çarpmazdı yüreği…Belkilerle geçirmezdi zamanını. Artık yolun sonunda ve sanki uçurumun kenarındaydı. Hatta uçurumdan çoktan düĢmüĢ ve yere çakılmak üzereydi. Dünya yolculuğu bitmek üzereydi. Ölümden çok korkuyordu. Peki neden? Yunus Emre’nin bu kadar can attığı Ģey onu neden ürkütüyordu? Belki ikinci bir yolculuk için çok hazırlıksız yakalanmıĢtı. Ġkinci bir yolculuk hiç aklına gelmemiĢti ki ilk yolculuğundan elinde iĢe yarar bir Ģey olsun… Bu düĢünceler beyninde dolanıyordu. Umut kelimesi lügatinden silinmiĢti. Dört bir yanında karamsarlık dolaĢıyordu. Bahçeye baktığında herkesin ilgisini çeken rengârenk çiçekler, ağaçlardaki kıpkırmızı elmalar ve daha birçok Ģey onun hiç de umurunda değildi. Gözüne batan Ģeyler ise o çiçekler arasında kurumuĢ olanları, o elmalar arasında çürük olanlarıydı… Doğru bahar gelmiĢ soğuk günler yerini sıcak günlere bırakmıĢtı. Ama ne yazık ki bu sıcaklık yalnızlığın soğuğunu gidermeye yetmiyordu. Yalnızdı… GözyaĢı gizli, korkusu gizli… Artık birbirine kenetlenerek akan gözyaĢlarını bile kıskanıyordu… Bin bir emekle dokuduğu hayallerinin anahtarını bulmayı çok isterdi. Ama keĢke kapkara sayfaları, keĢkelerle dolu anları, karaçalılarla ve dikenlerle kaplanmıĢ yolları çelik kapı ardına defalarca kilitleyebilse… AkĢam olmuĢ hava iyice kararmıĢtı. Yatsı ezanının sesi beynine iĢliyor, yakında oradan selasının okunacağını düĢünmek onu ölmekten beter ediyordu. BaĢını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Gökyüzünde parlayan yıldızların muhteĢemliği insanı büyülüyordu. Yüzündeki ifade değiĢti, bambaĢka oldu. Nedeni parlayan yıldızların muhteĢemliği değil, gökyüzünün savurduğu korkunç karanlıktı. O karanlık bundan sonra yakasını hiç bırakmayacaktı çünkü ikinci yolculuğuna çıkmak üzere gözlerini kapadı… Kübra Nur BALTACIOĞLU
A 10/B
DOSTUM Masanın üzerinde bitmeyi bekleyen bir yapbozum var. Her seferinde bitirmeyi ertelediğim bir yapboz. Belki bitirmek istemediğimdendir, ertelemem. Belki de ertelediğimdendir, bitirememem. Ve sıkılmıĢımdır bitirememekten ve belki o da sıkılmıĢtır bitirilememekten. Dünya üzerinde ölmeyi bekleyen binlerce can var. Hesabı kesilecek, yerleri belirlenecek binlerce ruh ve beden. Bazıları ertelerken ölümün, sıyrılırken kenarından köĢesinden, bazılarıysa Azrail’i geç gelmekle suçlamıĢ ve tavana astığı iple kendi hayatlarına son vermiĢlerdir. Kim bilir belki Azrail’in iĢine gelmemiĢtir onları öldürmek belki de onların iĢine gelmemiĢtir Azrail tarafında öldürülmek. Ve sıkılmıĢtır canları bu ibadetlerden ve belki onlar da sıkmıĢtır Rabbim’in canını itaatsizlikten. Hayat tablomun üzerinde bir ben var ve milyonlarca bir baĢkası. Orada tanıyabildiğin bir ben var ve yüzlerce bir baĢkası. Aralarında beni tanıyan bir ben var ve dört tane bir baĢkası. Tablomu parçalardan oluĢturdum. Her iki parçanın arasına bir detay ekledim, her detayda bir anım var ve her anımda o dört kiĢi. Her zaman yanımda olan o dört kiĢi, eksik bıraktığım tablomun son parçasını yerleĢtiren o dört kiĢi. Tabutumu taĢıyan o dört kiĢi ve arkada olan o milyonlarca insan yok Ģimdi. Ağlayan tek biri, iki hece dilindeki; “dostum!” dedi ve yandı dostumun içi. Ve sizler; geç olmadan yanında olun dostum dediklerinizle. Ve belki geç olmadan yetiĢebilirsiniz son birlikteliğinize. Hayrunnisa SAFĠ
OKUMAK ÖZGÜRLÜĞE UÇMAKTIR (Aliya İZZETBEGOVİÇ)
A 11/A
OKULUMUZDAN HABERLER
OKU:
Kutlu Doğum haftası etkinlikleri kapsamında 30 Nisan’da program düzenlendi. Şiirlerin ve mevlidin okunduğu, ilahilerin söylendiği programın sonunda okulumuzda Okulumuz 11. Sınıf öğrencilerine 2 Mayıs tarihinde daha önce yedi dalda düzenlenmiş olan yarışmaların ödül üniversite tanıtım gezisi düzenlendi Gezi çerçevesinde töreni yapıldı. KTÜ yerleşkesi ve Fatih Eğitim Fakültesi gezildikten sonra Sera Gölü’nde yemek, Boztepe’de Trabzon manzarasına karşı dondurma yenilerek hoş saatler geçirildi.
BİR DERDİM VAR ARTIK! “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar.’’ sözü her insanın ayrı bir sevdiğinin, arzusunun, talebinin ve elde etmek istediği bir şeyin var olduğunu ifade eder. Herkesin kendine göre bir ülküsü, bir ideali, bir mefküresi vardır. Bende kendime yıllar öncesinden bir hedef belirlemiş o hedefe ulaşmak için çırpınan öğrencilerdenim. Yıllarca suya susamış toprak gibi hem bilimi hem de ilimi aklımıza ve kalbimize yerleştirdik. İMAM HATİP LİSESİNDE… Her başlangıcın bir sonu, her sonun bir başlangıcı vardır. Kendime yeni bir başlangıcın mücadelesindeyken aslında bir şeylerinde sonunda olduğumu, geride bana yıllarını vermiş, sevgi ve iman dolu yürekler bırakacağımın acısını yavaş yavaş hissetmekteyim. Gitmek ve kalmak arasında mekik dokurken aslında gitmek dışında başka bir seçeneğimin olmadığını da görmekteyim. Günler günleri kovalarken, her günün bitimin de ayrılığa daha yaklaştığımı fark ediyor ve bir şeyler boğazımda düğüm düğüm oluyor. Artık bana yıllarını vermiş hocalarımın gözlerine hüzünle bakar oldum. Dinlediğim şarkılar bile artık daha hüzünlü. Zamanın da gülüp, eğlenerek söylediklerimiz ‘’Ah bir mezun olsak!’’ diye başlayan cümlelerimiz artık acıtır oldu. Okulun her köşesindeki acı-tatlı onca hatırayı geride bırakmak, o sevgi dolu hocalarımı geride bırakmak göz bulutlandırıyor. İçimde dört yılı yaşatan bir derdim var artık. Bu dert acabaları sıralıyor beynimde. Acaba yıllar yılları kovalasa da hocalarımızın kalbin de aynı sevgide, unutulmadan kalabilecek miyiz? Bir derdim var artık, bir derdim var! Acaba bu yıldan sonra’’ eski öğrenci’’ olarak mı? Yoksa ‘’eskimeyen öğrenci’’ olarak mı? Hatırlanacağım. Ya da acaba hatırlanabilecek miyim? Hayatımız bile dönem dönem. Bir dönem bitiyor, bir dönem başlıyor. İnsanlarda böyle gelip gidiyor. ‘’Gidenin yeri dolar ‘’diye bir söz vardır. Umarım bize emeğini, sevgisini yıllarca eksiksiz veren hocalarımız ömür boyu o sevgiyi yüreklerinde taşıyarak bu sözü doğrulamış olmazlar. Bende onlardan aldığım meşaleyi ömrüm boyunca taşıyacak ve onlara vefa borcumun olduğunu unutmayacağım. Semanur YAMAN A-12/B
SÜKUN-U KÜBRA Güneş sabah için, ay gece için, sevgi kalp için neyse; su da hayat için odur. Bazen damla olup akarken gökyüzünden, bazen de şarıl şarıl akar derelerden. Ama en güzeli şelalelerdir… Metrelerce yükseklikten aşağıya tüm asaletiyle, kıvrıla kıvrıla iner su… Rüzgar ile dans edercesine şekilden şekle girer… Bazen gözyaşı olup akar; süzülür yanaklarımızdan. Eğer bir silenimiz yoksa gözyaşlarımızı o zaman bir şelaleyi de andırabilir. Tek farkları bunun acıyla harmanlanması. Akmasına hüznün yol açmasıdır! Nadiren de olsa sevinçten de ağlar insan. Mesela bir anne çocuğunun ilk adımlarını görünce sevinçten ne yapacağını şaşırıp ağlarken bir baba da oğlu askere giderken aynı tepkiyi verir… Hem bir çocuk okula ilk başlarken hem de bir üniversite mezununun atanması gerçekleşince de aynı tepkiyi veriyor… Bazen de elimizde olur suyun akışı. İstediğimiz zaman izin veririz buna. Bazılarına zevkli geliyordur belki de bir şeylerin yaşamına yön vermek. Kim bilir belki de üzüyordur bazılarını… Mesela bir padişah zevk alıyordur bundan. Alışmıştır zaten başkalarının hayatına yön vermeye. Ama bir kölenin içini acıtır musluğa dokunmak! Aklına kendi yaşadıkları gelir belki de… Sonra vazgeçer musluğu açmaktan! Şelalenin altına girmek ister! Doya doya çocuklar gibi; eğlenmek, hoplayıp zıplamak; top oynayıp su sıçratmak gelir içinden… Sonra aklına köle olduğu gelir! Şelalenin altında değildir. Ama başından aşağıya kaynar sular dökülüyordur! Sadece sessizlikle cevap veriyordur kaderine! Tıpkı suyun sükun-u Kübra’ sı gibi…
Hanife TARLACI 11/B
Mustafa Kutlu bu eseriyle hikâyenin içine sosyal eleştiriyi yerleştirmiş. Memleketin gidişatına dair bir yerinde sızısı olanlara hemdert bir kitap… Yıl 2075 ve kendini modern sayan insanoğlu Darwin’in teorisinin terse döndüğünü kanıtlamaya çalışır. Atalarının insan olduğunu unutmayan bir grup hariç….
Yazmak bazen soluk almaktır, Sait Faik haklı; kaleme kelama alışmış insan yazmasa çıldırabilir. Yazıyı dert edinenlere bir kitap…
ÜSTAD DEMİŞ Kİ: Nehrin kenarında olduğunu sanıyorsun ama kenarı yok nehrin. "Çıkarın kâğıtları!" denmesini bekliyorsun ama kağıttan bir gemidesin. Dürbünle karayı arıyorsun ama bir gözün "Yakın"da diğer gözün "Uzak"ta yalpalıyor. Cevherinle ilgili bir fikrin olmadığı için ateşten kaçıyorsun. Oysa kıymetli madenler nasıl da atıyorlar kendilerini alevlerin kucağına.Saflıklarını ispat edebilmek için nasıl da eriyorlar!..... ......Bela nehirleri geziyor semada; gam, musibet, sıkıntı, darlık...Puanı yüksek sorular.... .....İmtihan bitti sanıyorsun ama omzundaki "yazarlar" sürekli yazıyor. bu öyle bir imtihan ki "Kitap"a bakmak serbest. Gökyüzünden, denizlerden, dağlardan kopya çekmek de. bu öyle bir imtihan ki yer yüzünün her köşesinde başında gözetmenler olmadan girebilirsin. her dilde yazabilirsin cevaplarını. İsmini yazmayı bile unutsan imtihanın geçerli.Bu öyle bir imtihan ki dört yanlış bir doğruyu götürmüyor, bir doğru on yanlışı siliyor.İptal edilmesi mümkün olmayan bir sınav bu, gizli sorularının çalınması mümkün olmayan! Üç saat on beş dakika sürmüyor sınav, son nefesine kadar soruları cevaplayabilirsin. Sınavdan çıkmak yok hemen, hep sınav içindesin. Katı kuralları yok. Sınav esnasında konuşabilirsin, yemek yiyebilirsin, bilenlere sorabilirsin cevapları. En önemlisi beş seçenek içinde saklanmıyor "Doğru". İki seçenek var yalnız önünde. Siyah ve beyaz. Bütün yapacağın teslim olmak aydınlığa... (Tek Kelimelik Sözlük, Ali URAL, “İmtihan Nehri”, s.80)