11 minute read
Bitmemiş SenfoniEkrem AYYILDIZ
Bitmemiş Senfoni
Ekrem AYYILDIZ
Advertisement
1. Introduction - Allegro moderato (Mazi)
“Evvel zaman içinde ve ne güzel evvel zamanlardı onlar...”
Şimdi Joyce’un bu güzelim cümlesi gibi masal olan 91-92 sezonu. Fakülteli arkadaşların çıkardığı Âvâz dergisinde yayınlanan bir şiirim Dârülfünûn Edebiyat Şubesi’nin uzatmalı yalnızı İslam Ürkmez’in dikkatini çekiyor. Öyle ya, hatırladım, benim de şiir sabıkam var! Son mısrası aklımda: “Düşünce zehirden aş, beynim kaynayan kazan”. İslam Abi’nin o keskin nazarından kaçar mı bu! Tanışıyoruz.
Sonrasında ünlü Hergele salonunda, koridorlarda, merdivenlerde, kümbet büfede ve elbette efsanevi “Hâne-i Kasımpaşa”da Üstad Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’lardan Bergson ve Heidegger’lere uzanan yoğun “sohbet mesaisi”. Bir oda bir sofalık fakirhanede sabaha dek kaynayan çaydanlık. Ve spagetti makarna (Şu spagettiyi usulünce yani en kolay yöntemiyle yemeyi ondan öğrendim). Kedi dostlarımızca ziyaret edilen ve yazın hep açık olan pencerede, 203’lük obüslerle berhava etme hülyaları kurduğumuz “beton yığını” manzarası.
“Sen bitirip gidiyorsun; kiminle konuşuruz bu mevzuları, kimle dertleşiriz?” diyorum. “Nusret Abi” diyor. Peki Nusret Abi nerede? Nüans Ajans’ta. Nüans Ajans nerede? Bâbıâli’de. Tamam, kalkıp gidiyoruz. ***
Dalgalı kır saçlı bir adam. Tarkovski-vâri bir çehre. Hırçın ve sert tabiatlı. Matbaadan gelen bir iş için birisine çıkışıyor. İşi getiren “Ne var abi bunda, 1-2 milim oynamış, olur o kadar” diye savununca “Olmaz!” diyor işaret parmağını kaldırarak, “Benim istediğim gibi yeniden basılacak”. Profesyonel ve mükemmeliyetçi; malum, memleketimizde az bulunur.
İslam Abi beni takdim ediyor; “Bundan sonra sana emanet abi”. Çayları içiyoruz.
Akşamları ve haftasonları Erenler kahvesine gidiyormuş; Küllük ve Marmara gibi eski edebiyat kahvelerinin / mahfillerinin devamı mahiyetinde bir mekân. Bu mahfillere ve hakiki İstanbul’a Nusret Abi’nin delaletiyle daldım vesselam. ***
Bizim İstanbul’umuz Suriçi, Eyüp ve Üsküdar’dan ibaretti. Sonradan ben korsan olarak Beyoğlu ve Beşiktaş’ı da dahil ettim.
O, Yahya Kemal gibi, İstanbul’u medeniyetimizin tâcı olarak görür; aynı zamanda Semerkand’dan Kurtuba’ya, Kırım’dan Hicaz’a bu medeniyetin hamurunu yoğuran bütün mânâ sultanlarını da hürmet ve muhabbetle anar, onlardan beslenir, onlara bağlılık duyardı.
İşte İstanbul, sırdaşımız;
Eyüp Sultan’da dualar, “İstanbulî” camilerde cumalar, Süleymaniye’de bayramlar...
Yani İstanbul, yoldaşımız;
Merkezefendi’de bir akşam, Hüdai’den Tokadi’ye bir selam / Yedi tepeden bakışlar, Şehzade’de nakışlar...
İlle İstanbul, kaderimiz;
Fatih’te hatm-i hâcegânlar, Karagümrük’te devranlar, Ayasofya’da ezanlar ve Hırka-i Saadet’te Kur’anlar...
“O manayı bul da bul İlle İstanbul’da bul.”
Ve o eski zamanlar... Kaç kere dinlediğimiz o “sokak sesleri”... Şu köşede bir simitçi, Sultanahmet’te bir börekçi... (Küt ya da Kürt böreğine “etnik börek” derdi.)
Yitip gitmiş o sokaklarda, mahallelerde “yitik zamanın” ve “donmuş müziğin” peşinde iki Sinan hayranı, iki “peripatetik”, iki “hüzün yolcusu”...
Nietzsche “Wagner’le geçirdiğim saatler, ilâhî saatlerdi” diyor. Benim için de Nusret Abi’yle yaşadığım saatler, yıllar.
Zorlu yıllar; hep sukût-ı hayal, hep sıkıntı, hep umut ve Üstad’ın deyişiyle “devamlı ve aralıksız bir manevi rahatsızlık”.
Yaşadığımız budur. Ustam öldü ben satarım İstanbul sokaklarında.
2. Scherzo – Bewegt, Lebhaft - Trio: Schnell (Hâl)
Nusret Abi’nin dostu, seveni çoktu. Herkesle ayrı bir muhabbeti, herkesle özel bir paylaştığı vardı; her dostunun da onunla. Sohbet halkalarının merkezinde duran birkaç kişiden biriydi. (Diğerleri: Hilmi Abi, Yurdakul Abi, Mehmed Niyazi Abi ve Yusuf Abi’dir.)
Arada bir, geçici de olsa, birine kırıldığı, alındığı ya da kızdığı durumlar olurdu ama kimse ona kolay kolay darılmaz, gücenmezdi. Bu yönüyle rahmetli Hilmi Oflaz abimize benzerdi; bir farkla ki Hilmi Abi neredeyse hiç alınmaz, hiçkimseye darılmazdı.
Bazen de dostlarımız o tatlı, içten ve amansız öfkesini köpürtmek için “orta” yaparlardı. Nusret Abi mizansenin farkına varırsa şu iki şıktan biri olurdu; tartışılan hassas bir konu ise gücenebilir, gırgır bir konuysa (mesela futbol) ya “işinize bakın” gibilerinden başını çevirir ya da “oyunu” keyifle de-
vam ettirirdi. Güzel ve tutkulu konuşur, “Erkeğin süsü, güzel kelamdır” sözünü sık sık hatırlatırdı.
Futbol deyince; bütün zamanların en sıkı Fenerbahçelilerinden biri idi. Muhteşem bir Fenerli. Yine sıkı bir Fenerli olan Mustafa Kutlu ağabeyimiz ile o tanıştırmıştır beni, ve daha nice güzel insanla. 3-0’dan 4-3’ler, 6-0’lar, rekorlar, Lefter’ler, Can’lar ve Rıdvan’lar tantanalı bir resm-i geçit gibi arz-ı endam ederdi, futbol daha doğrusu Fenerbahçe sohbetlerinde.
İslam Çupi’nin o nefis yazılarıyla coşar, Pele’yi Maradona’ya üstün tutar (şimdi eşit tutuyorum), Brezilya ile Fenerbahçe arasında bir “akrabalık” olduğunu düşünürdük. Brezilya yenilirse Fenerbahçe yenilmiş gibi olurdu. (Ben buna Almanya’yı da ekliyordum; Almanlar yenilirse Türkiye de yenik sayılabilir endişesiyle!)
Erenler (Çorlulu Ali Paşa Medresesi) kahvesinden sonra mekân tuttuğumuz İlesam lokalindeyiz.
Rahmetli Dekoder Mustafa Ekrem’in yeri göğü inlettiği, ister akıllı ister deli, hiçbirimizin mantığının ermediği çözümlemelerle ortalığı kırıp geçirdiği günler. Tabii camianın “yıldızı” da herkesin ağabeyi Hilmi Oflaz; Üstad delisi, Üstad yadigârı. Nusret Abi, ortalıkta dolanıp duran, her grubun sohbetine ortak olmaya çalışan Hilmi Abi’yi görünce onun işitebileceği bir sesle söylendi: -Siyah-Beyaz, böyle takım rengi mi olur? Düz, soğuk, donuk, küt renkler! Ne rengi? İlm-i fizikte renk bile sayılmazlar!
Beşiktaşlılığıyla maruf Hilmi Abi birdenbire döndü. Oltaya takılmıştı. -Sen renklerin sembolizasyonundan ne anlarsın! (Sembolizasyon ve bu nevi kelimeleri dolu dolu ve çok şaşaalı telaffuz ederdi. Mesela: Monte Kaaarrlo)
Dersini çalışmış bir öğrenci rolüyle ciddi ve tane tane cevapladı Nusret Abi:
-Anlarım. Siyah geceyi, karanlığı, yokluğu ve küfrü temsil eder; beyaz gündüzü, aydınlığı, varlığı ve imanı.
Hilmi Abi son derece memnun, başını sallayıp gülümseyerek onayladı: -Aferin!
Nusret Abi rakibini gafil avlamış atik bir güreşçi edasıyla atıldı: -Fakat bu ikisinin bir arada bulunması münafıklık alametidir!
Her zaman hazırcevap olan Hilmi Abi bu ani atağa cevap veremedi, sarsıldı ve sağ elini yumruk yapıp ileri tutarak haykırdı: -Naaah! ***
Onun son yıllarındaki tedavi ve istirahat günleri, benim de resmî görevlerim dolayısıyla İstanbul – Ankara hatlı yoğun çalışma günlerim istisna sayılırsa neredeyse her günümüz beraber geçti. Yusuf Abi adımızı “Şerik Bey”e çıkardı haliyle, Nusret Abi de bunu onayladı: “Hakkıyla şerikimizdir”. Şerik lakabı bize yadigâr kaldı. “Seni bana Allah gönderdi, seni hazır buldum”, “Seninle duygumuz, düşüncemiz, dünyamız yüzde doksan dokuz örtüşüyor be kardeşim” derdi.
Birçok durum veya hatıra için şifre ya da fıkra numarası gibi jest-mimik, kelime ya da ifadeler oluşmuştu aramızda.
Türk Ocağı’ndan Çemberlitaş’a yürüyoruz. “Yıllardan kimbilir 993 müdür?” Yanımızdan büyük bir gürültü ve süratle bir motosiklet geçti. Başında korsan bandı, tam siper öne eğilmiş. Bütün adanmışlığıyla ufukta bir noktaya doğru gidiyor, ama sadece gidiyor, Kafka’nın atlısı gibi, hedef yok. Bir an durdum, Nusret Abi’ye baktım ve başımı iki yana sallayıp “Durum vahim!” dedim. Aynı şeyi duymuş, aynı şeyi düşünmüş ve aynı espriyi ortak olarak keşfetmiştik. Yol boyunca ara ara başımızı iki yana sallayıp “Durum vahim!” dedik, bastık kahkahayı.
Ve yıllarca devam etti bu nükte: “Durum vahim!”
Ümit Ajans’ta bir kış günü, hafiften kar başlamış. Kadim dostlarından Mehmet Şahin çıkageldi. Selam kelam, pencereye yöneldi, şöyle bir baktı: “Yok, bu kar tutmaz”. Nusret Abi muzipçe güldü: “Bak, deme böyle”. “Yok yok, bu kar tutmaz”. Kar yaklaşık bir hafta kaldı. Ondan sonra ne zaman kar yağsa Mehmet Şahin’i arayıp “Bu kar tutar mı?” diye sorduk.
Geleneği hâlâ sürdürüyorum; “Mehmet Abi, bu kar tutar mı?” ***
Tercihleri olmak, tercihleriyle yetinmek oturmuş kişiliğin alametlerindendir. Müthiş bir okuyucu olan ve külliyatlar deviren Nusret Abi’nin de daima tercihleri vardı; her alanda. Ondan çok şey öğrendim. Klasiklerden ve yenilerden neleri okuyacağım hususunda hep yol göstermiş, okuduklarımı nasıl bulduğumu sormuştur. “Beni 1 numaralar ilgilendirir” der, büyük eserleri, sevdiği eserleri gerekçelerini belirterek tavsiye eder; beğenmediği, sevmediği önemli eserlerin de değerini inkâr etmezdi. İnsana, hayata, varoluşa dair bir hakikat kıvılcımı, bir güzellik, bir incelik bulmayagörsün o eseri kendi yazmışçasına benimserdi. Bir mânâ avcısı vesselam.
Hep mesafeli durduğu dâhilerden Balzac’ın Vadideki Zambak ve Eugenie Grandet gibi ünlü şaheserleri yerine Albay Chabert, Meçhul Şaheser ve Sönmüş Hayaller gibi nispeten az bilinen eserlerini sever ve tavsiye ederdi, tabii Goriot Baba’yı da çok beğenirdi.
Istrati, Hamsun gibi “trajik” ustaların ayrı bir yeri olmuştur nazarımızda. Hamsun’un “kuboaa”sına bir anlam bulmaya çalışır, Istrati’nin şu yaman “aman bre!”siyle demlenip, “ehe more ehe”siyle keyiflenirdik. Artık Rihat Okuyan dostumuzla patlatıyoruz nârâyı: “Ehe more ehe... Gördün işte ehe more’yi!”
Sohbetin birinde aynı anda Itrî ve Meragî ile Bach ve Liszt’ten, Armstrong ve Becaud ile Erkin ve Orhan babalardan bahsedilip iki de türkü tutturuluyorsa orada Nusret Abi vardır, başkası değil. Bilhassa “Yazımı Kışa Çevirdin” türkü-
sünü çok sever ve çok da güzel okurdu. Genel dinleyicinin aşina olmadığı Timur Selçuk’u o tanıtmıştır bana. Bu sohbete bir de rock kültürümü borçlu olduğum Arkeolog Mehmet Abi eklenirse ortalık toz duman olmaz mı! Yortsavul!
Sinemada Tarkovski ve Kurosawacı (80’li yıllardaki nadir Tarkovski gösterimlerinden birinde bilet tükendiği için metazori içeri girip filmi merdivenlerden seyretmişliği vardır), romanda Dostoyevskici (en büyük romanımız: Bratya Karamazoff), hikâyede Poe ve Maupassantcı, tiyatroda Goethe ve Shakespeareci, eski şiirde Yunus Emre ve Fuzûlîci, yeni şiirde Baudelaire, Rilke ve Necip Fazılcı idik. Türk romanı yalnız dört isimden ibaretti: Halit Ziya, Peyami, Tanpınar ve Oğuz Atay. Hikâyede Sait Faik, Refik Halit, Ömer Seyfettin ve Sabahattin Ali “babalar”dandı. Mustafa Kutlu yaşayan bir klasik, Bahaeddin Özkişi ise “Türkiye’nin Maupassant’ı” idi. Tarık Buğra’nın Hayat Böyledir İşte’sini adıyla, anlatımıyla ve “yok canım sen de” şeklindeki muammalı bitişiyle “şiir” katında değerlendirirdi. Bir de Rasim Özdenören’in Ocak hikâyesinin onda çok özel bir yeri vardı; hikâyenin sonundaki “hayın” ifadesini yorumlarken gözleri dolardı.
Birçok şairden ezbere şiir okurdu. Ezberinde çok şiiri olan şairlerden biri de Attilâ İlhan. Pia’yı, Mırç’ı, Böyle Bir Sevmek’i, An Gelir’i bir nefeste içerdi! Sezai Karakoç’tan ise Köşe, Monna Rosa, Sürgün Ülkeden, Şehrazat, Yağmur Duası... Orhan Veli’nin İstanbul Türküsü’nün şu son mısrası “kör kuyularda merdivensiz bırakırdı” bizi:
“Tarifsiz kederler içindeyim!”
Yalnız Tevfik Fikret’in Ferda, Necip Fazıl’ın Bacalar ve Ahmet Haşim’in O Belde ve Ölmek şiirleri merhum Ali Uğur ağabeyimizin “uzmanlık alanına” girdiğinden, o varken bunları okumaz, bu şiirleri onun hakim ve dokunaklı sesine tevdi ederdi.
Dostlarının yazdığı “usta işi” şiirlerden heyecan duyar, bunları defterine yazar, hafızasına nakşederdi. Hastane günlerinde, Murat Yoğurtçu’nun gazel tarzı bir şiirini okurken ağladığı vâkidir:
“Bütün yıldızlar gider, gökte bir yağmur kalır, Gelir gelir kalbimin tam ortasına düşer.”
Kendi şiirleri hakkında görüşlerimi alır, benim “karaladığım” şiirleri de titizlikle inceler, eksiğini fazlasını söylerdi.
Erenler kahvesinin “balkon”undayız, 1992 sonları. Bir akşamüstü. Dalmışım. Dilime iki mısra geldi, yüksek sesle söyledim: “Sızıp bu şehrin damarlarından / Bir gün uzaklara gideceğim”. Alarma geçmişçesine bana dönerek “Kimin bu?” dedi. Kendimden kuşkulandım, acaba bir yerden mi aklımda kalmış diye. Düşündüm. Hayır. Çekinerek “Şimdi aklıma geldi, söyledim.” dedim. “Çok güzel, çok güçlü. Tuttum bunu. Gerisini getir.” Gerisi gelmedi ama Nusret Abi bu mısralarla “uğraşmaya” devam etti ve “gideceğim” kelimesini “döküleceğim” şeklinde, daha anlamlı ve isabetli bir kelimeyle değiştirdi.
Doğu ve Batı klasiklerinde, müzikte, resimde, mimaride üzerinde ihtilafa düştüğümüz isim veya eser olmazdı. Yalnız ikili karşılaştırmalarda o, Woolf ’u Joyce’a, Marquez’i Borges’e tercih ederdi; ben ise Joyce ve Borges’i. Bazen gaflet ve dalaletle Bâkî’yi Fuzûlî’ye tercih ettiğim de olurdu! (Su Kasidesi hariç elbet)
Ayvazovski’nin resimleriyle düşler dünyasına dalardık; çık çıkabilirsen.
Fakat büyük isimlerle sınırlı değildi onun için büyüklük. Tıpkı Picasso’nun “Bir lokantanın duvarında da çok iyi bir resim görebilirsiniz” demesi gibi zaman zaman büyük eserlere her yerde rast gelinebileceğini vurgular; kimsenin duymadığı, bilmediği ya da “henüz popüler olmamış” şaheserlere dikkat çekerdi; Uzun Çarşının Uluları, Fıçıdan Hikâyeler ve daha neler neler. Bir kitabı çok önemli buluyorsa şöyle cezbedici bir cümle kurardı, hem de ballandırarak: “Kröyçer Sonat mı? Haa, bak, nefis bir kitaptır.”
Amma velâkin sanatın da bilimin de din konumuna yükseltilmesinden ve “kutsallaştırılmasından” rahatsızlık duyardı, insanlığın sekülerleşmesinden duyduğu rahatsızlık kadar.
Hayatın bizatihi kendisini mucize olarak görür, eseri ona kıyasla değerlendirir, onunla tartardı. Seyahatname, tarih, biyografi, menkıbe ve hatıra türü kitaplara yoğun ilgisi maziye, geleneğe duyarlılığı yanında, yaşanmışlığa verdiği önemle de ilişkiliydi. Sokak Sesleri’nin o nostaljik ve derin etkisi, hayata dikkatin ürünüdür. Ayrıca, alanındaki birkaç “nefis” kitaptan biri olan Salah Birsel’in Kahveler Kitabı’nın bir benzerini, Bâb-ı Erenler’i tasarladı; bazı fragmanlarını yazdığı halde üzerine eğilme fırsatı bulamadı. Bu kitap 80’lerin başlarından itibaren bizim camianın “takıldığı” mekânları, buralarda görülen simaları ve dost sohbetlerini kayda geçirecek, Kahveler Kitabı’nın bir nevi devamı olacaktı.
Fakat “ilim ve sanat uzun, hayat kısadır.” “Söylenmemiş kelimenin hasreti dudaklarda kalır.” Ve “buluşmalar mahşere...”
3. Adagio lamentoso – Sehr feierlich und misterioso – In paradisum (İstikbâl)
“Nusret abimiz yani bizim abimiz” hayatı maddi tatmin illüzyonuna indirgeyip insanı insana, varlık’a ve kendi ürününe “yabancılaştıran” anlayışa; önce ihtiyaç üreten çağdaş kölelik anlayışına ve “kölenin mutluluğu”na şiddetle direnmiş idi. Sistemin, belki de bu çağın kaderi olan sistemin, o hep aynı insan ilişkilerinin karmaşık ve karanlık dünyasının; iktidar ve mülkiyet tutkusunun, hırsın, kibrin, sınır-tanımazlığın, ölçü-bilmezliğin, bencilliğin, sevgisizliğin yani ki “ay’ın karanlık yüzü”nün hakikati/iyiliği nasıl örttüğünü ta başından görmüş ve göstermeye çalışmış idi. Kötülüğün nasıl şeffaflaştığını; iyilikten kötülüğe, kötülükten iyiliğe nasıl gizli geçitler olduğunu ve elbet “tehlikenin belirdiği yerde koruyucu gücün de gelişip serpildiğini” görmüş ve göstermeye çalışmış idi. Sonra birden geri çekildi; büyük soruların, çelişkilerin, ızdırapların ardından ulaşılan o iç genişliği, dinginlik ve arınmışlık hâliyle. Eski-dünyalı, öte-dünyalı idi ve dervişçe oraya döndü. “Ve innâ ileyhi râciûn.”
Ekrem Ayyıldız, Nusret Özcan, İLESAM, 1993
***
Vefatından bir ay kadar önce Ankara’daydım. Bir akşam telefon etti. “Ara uzadı. Dönüşte şöyle uzun uzun dertleşelim. Konuşacağımız çok şey var” dedi. Birkaç gün sonra Hacı Bayram-ı Veli’ye tekmil verip “İstanbul’a dönüşlerini sevdiğim Ankara”dan döndüm. Hafta sonu Birlik Vakfı’nda, Üstad Necip Fazıl’ı ve Hilmi Oflaz’ı anma toplantısı vardı. Mehmed Niyazi Abi’nin reisliğindeki bu toplantıya Nusret Abi geç geldi, çok durgundu. Sohbete pek iştirak etmedi. Bir gölge gibi arka tarafta kaldı. Çıkışta birbirimize sarıldık, “Abi, Türk Ocağı’na geçiyoruz, gel biraz oturalım, çay içelim” dedim. Ayağındaki rahatsızlık onu zorluyordu. “Yok, ben şuradan bir taksiye binip eve gideyim” dedi. Ayrılırken dönüp üç-dört metrelik bir mesafeden birbirimize bakıp el salladık. Onu son görüşüm böyle oldu.
Herşey yarım kaldı diye düşünüyordum ama değil. Varlığın/varoluşun anlamı nasıl yoklukla/hiçlikle diyalektik ilişkide ortaya çıkıyorsa, bir ömür de ölümde nihai anlamına kavuşur. Schubert ve Bruckner gibi musiki üstadlarının “şeklen yarım kalmış görünen”, gerçekte anlatacağı herşeyi anlatmış, defteri dürmüş ve bu şekliyle sonsuza açılmış, sonsuzu işaret etmiş olan “Bitmemiş Senfoni”leri gibi Nusret Abi’nin de ömrü “tamamlanmıştır”; bizim eksikliğimiz, dar görüşümüz baki kalmıştır. ***
“Allah bizi cennette komşu etsin” diye dua ederdi; şimdi kendimi o kadar uzak gördüğüm cennette. Dilimde dua, içimde dâüssıla gibi şu Baudelaire mısrası: “Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!”
“Bin yıl yaşamış gibi çok hatıra” ve kazandırdığı onca şeyden sonra şimdi bana kalan şey nedir?
Bitimsiz bir hasret, gurbet ve melamet; bir de yakamı hiç bırakmayan ve gittikçe artan o beyhûdelik hissi.
Telefonla acı haberi ilk veren Yusuf Abi idi. Tereddütlü ve endişeli bir ses tonuyla “Yahu bizim Nusret öldü diyorlar,
aslı var mı” diye sorduğu an anladım; o her ânın potansiyel gerçeğini, kendi ölümüm gibi gerçek olan gerçeği. Evet, Nusret Abi öldü, çünkü hepimiz bir gün öleceğiz. İllâ Hû.
4. “Finale” yerine; text von Rainer Maria Rilke:
Ölüm bizden öteye dönük olan bizim aydınlatmadığımız yüzüdür hayatın Gerçek hayat biçimi her iki bölgeye uzanır en büyük kan dolaşımı her ikisi boyunca Yapılması gereken, burada bakılmış ve dokunulmuş olanı o geniş, o en geniş çemberin içine almak ... Bizler “görünmez”in arılarıyız Çılgın gibi topluyoruz “görünür”ün balını “görünmez”in büyük altın kovanında biriktirip saklamak için.