4 minute read
Himmet LimanımTuran BOZKURT
Himmet Limanım
Turan BOZKURT
Advertisement
O Eyüplüydü, ben Karagümrüklü; Ben onun “mülteci”, “tufan” adladığı kardeşi, O, köşetaşlık yerini minnetle andığım can ağabeyimdi. Çorlulu’da, Gruplar ve masalarda çok kez, yana yan ve yüze yüz, Kelam ve teatilerdeydik: 84-88 yıllarında mütemadiyen, 94-95 arası yoğun ve münbit, 97 boyunca beş altı defa, Sonrasında da nadiren.. *** 80 İhtilali’nin dört yıl ertesi, O iki yıldır mezun, ben ilk sınıfta olsam da.
Siyasi yelpazenin, en sağdan en sola, sokakta arbede yerine artık masalara ilişip, fikir, eser ve geçmişi muhasebelik, çekingen diyaloglar döneminin gençleriydik.
Ben serazad-meşreplilikle gruplar klikler dolanıp tadımlık temaslardayken…
O, yolunun net haritası elinde, tarafı ve tavrı belli bir dava insanıydı:
Hayata rindane ve humor perteviyle bakmaktan samimiyetimiz kavileşse de,
Felsefi meselelerde kıran kırana eleştirel, karşılıklı perspektif talimindeydik.
Mizah alamet-i farikamızdı bizim:
Başta muhalefet Burhan’ın icadı yahut tetiklediği esprilerle; O, Viyana Alper, Arkeolog Mehmet, Strateji Aydın, Sırım Yakup ve kamber olarak ben, çok güldük, çok güldürdük…
İkimiz evlerimize Yavuz Selim üzerinden yürüyüp, Draman’da ayrılmıştık onlarca kez…
Onlarca kez -başbaşaydık ya artık- kitap, fikir boşlayıp yalnızca aşklarımı konuşmuştuk.
“Bundan maada” girişli cümlelerine bayılıyordum;
Çantasını taşımama asla yanaşmadı, “ölümü gör!” ısrarlarıma rağmen…
Kitaplarını topluca, şahsıma özel, imzalayıp gönderiverecekti bir ara;
Alamadım hiç...
Safranbolu’da zor vakitlerimden birine denk geldi vefat haberi.
İstanbul’a sıla şiirleri okuyagezdiğim günün gecesiydi:
“Kanal”ın: “Yeni Şafak yazarı Nusret Özcan vefat etti” anonsuyla;
“Ağabey, N’aptın?” figanıyla yatağa kapaklandım helallik dileyerek.
Heyhat; önceden-tayin, atama-göçlerle köksüzlükten muzdaripken, şimdi de himmet-liman ağabeyimden öksüzdüm artık…
Hayatımdaki yerini; giryanımı ve kalemimi zapt için epizodlar halinde serdedeceğim:
“BAY MÜLTECİ!”
Sene 84. Darülfünun felsefe ilk yıl. Ekim sonlarıydı herhalde…
Fakültenin 2. kat koridorundaki çay ocağında dört beş gedikli tavırlı öğrenciden birine selam niyetine latife dokundurunca, on kelam, çok adım sonra, ilk defa Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeydim…
Artık müdavim sayıldığım günlerden birinde, bir felsefe bahsini izahlık paragrafımın cümleleri edatlarla uzayıp gına sınırını zorladığında, Burhan, öfke patlamasına ramak, kızaran yüzünde sinirden kahkahaya ayarlı tebessümle:
“Nusret Abi, ya çek fişini şu linguistik delinin!” dediği an, sağıma dönünce ayakta ve hafif dinlemeye eğilmiş Cüneyt Arkın saçları, gözlerinde kor bir şefkat ve muzip-engiz bir edayla: -Kimsin, nesin sen çocuk? -Mülteci, abi… -Nasıl yani, hangi manada? Elinde aşina olduğum kitaplardan yıldırım ilhamla: -“Hayattan muhacir, eşyadan öksüz manasına abi; hem resmi olarak da bunu teyid edebilirim: ata yurdundan atıldım (Atatürk Öğrenci Yurdu), ana yurdunda (dayımların evi) muvakkat kalıyorum..” diyaloğuyla tanışmış olduk…
O günden itibaren mahlasım ve imzam mülteci; O’nun ünleyişiyle: “Bay Mülteci!”
“SADECE KALEMİM”
95 Seçimlerine birkaç ay vardı…
“Turgut Özal Vizyonunu Yaşatma Vakfı” hayalimi Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı civarındaki çay bahçelerinden birinde Erkan Mumcu’ya telmihlediğim günlerde,
Kurucu takım olarak bahsi açtığım ortak dostlarımız içerisinde Nusret Ağabey de vardı..
-“Bunca işlerim arasında bu sorumluluğu yüklenemem, giran gelir” diye itiraza davranan Mumcu’ya: -“Senin maddi gücün ve teşebbüs cesaretinle yapmanı beklediğimiz şey, dağınık bir odayı toplama mesabesindedir; sadece ön ayak ol bize yeter!” izahımla mutabakat ertesi;
Nusret Ağabeyle, İran Konsolosluğu karşısındaki Tabibler Odası’na ait kiralık boş binayı merkez büro tesisi ihtimaliyle ilkten, olmayınca da Beyazıt ve Laleli civarında müsait mekan aramaya başladık..
Nusret Ağabey genellikle, rol tevziini bekleyerek az geride duruyordu;. -Tufancım, benim param yok, biline... sadece kalemim... -Ağabey, sen ve ben o kısımdan muafız; bize varlığın ve bittabii kalemin!
E. Mumcu’nun vekil seçilmesinden iki üç ay sonra ben, ailevi meselelerden dolayı İstanbul’dan teması kopup, 96- 97’de derin bir kış kovuğunda askerlik tamamlayıp geldiğimde, fikrim, siyasi atmosferin namüsait olmasından ertelenmiş, akim kalmıştı..
Her karşılaştığımızda projeyi anar, hayıflanır, kızar ve “kısmet değilmiş” der avuturdu..
Ve sonra her birimiz, 28 Şubatı hazırlayan topuk seslerinin zoruyla kendi mecra ve maceralarımıza dağıldık..
KARTALLAR YÜKSEK UÇAR
İkinci sınıftayım;
İşe ihtiyacım var ama kalem sivriltebileceğim bir mevki dileğindeyim:
Bir arkadaşın sadece adres tarifiyle Cağaloğlu’ndayım; bir, iki, üç... sol kapı...
Aaa! Nusret Ağabey!.. -Hayrola Tufancım?
-Redaksiyon işi varmış, Maharishi Mehmet söyledi, arıyormuşsunuz!
Önce çay söyledi. Sonra kelimeleri rikkatle seçip tane tane: -Redaksiyon işi değil, o ayrı, bu sağa sola getir götür işi, sana olmaz! -İyi abi... Bu bana çıraklıktan başlamak... -Yok can kardeşim, başka bak sen, sen git daha oku ve yaz.. -??? -Kartallar yüksek uçmalı Tufan can; taş çakıl basamak sana uymaz.. -Peki ağabey. Evet;
Hemen bir dağ ve bir sema bulmalıydım uçmak için, hemen;
Ama ah şu maişet prangası, bir çözebilseydim…
SAKA, 2.80!
94’teyiz... Mayıs sonları...
Çatalca’nın baharından o kadar çok bahsettim ki herkes “yetti artık!” deyip, bi dünya arkadaşla yola çıktık. Tahminen 20 kişiydik...
Çatalca’dan çok Yalıköy’e yakın bir yerde piknik hazırlığına koyulduk.
Her şey var denecek miktarda ama, eyvah, su yok.
Arabalardan birinden 20 litrelik jerikanı alıp uzak mesafeden, elle çok zor, bagaj lastiklerinden yaptığım sırt askısı ile çok pratik bir şekilde su taşıyorum.
Nusret Ağabey, ben daha âvâzlık mesafedeyken, el kol sallayarak, -Hey saka! İlk bizim tarafa! Yüksek perdeden, arkadaşlarla öncelik şakalaşıyordu...
Izgaraların hazır olmasını boşa beklememek için maç kararı verildi ve altışarlı karşı taraflardayız...
Skor 2’ye 5… 1.65 boya 93 kiloluk o zamanki hımbıl ve löpür cüssemle, maçta topa dokunma fırsatı beklemeye başladım, rakipten seken top bana gelince, karşı kaleye Maradonalaşarak gol hedefledim:
Bir çalım, iki beşlik, üç top açarak koşturuyorum, deyim yerindeyse can havliyle gövdemi top peşinde tutmaya hop zıplıyorum; kaleye iki adımlık şut mesafesinde son nefes, yüzükoyun, dil dışarıda, terden sırıl ve bitik; kollarımı iki yana açıp soluksuz yığılakaldım: herkesler ilkyardımlık müdahale gerekir mi telaşlarındayken;
Nusret Ağabey, çayır inletti kahkahalarla: Saka 2.80, Skor 4.80’e 5!
NİHAYET
Biliyorum,
Ortak tanışlarımız kadar; çok vakitlik sohbetleşemedik, kısmet olmadı:
Aklaşan saçı, karlaşan sakalıyla N. Fazıl’dan ruhani hatıraydı indimizde…
Son zamanlar;
Gözlerindeki o şefkat ve tebessüm, hüzne döneyazdı sanki;
Gönlü, ebediyetin çağrısına ciddiyet kesildiğindendi herhal;
Son gong vârestedir çünkü; yer, uğraş, hâl ve fikirden o anki,
Hem çok kez, irtihal, uyarıyordu kalp morslarıyla: vakit dar!
Vedalaş yeryüzüyle artık, hangi an bilemezsin, belki derhal!
*** Dileklik, ezberimizdeydi hep:
“İki yıldız arası göğe asılı hamak… / Uyku, uyku… Zamansız ve mekânsız, uyumak” istiyorum.
Eminim, Rahmetle karşılandın ötelerde ağabey! İzindeyim, Ben de kalp krizi geçirdim birkaç! Geliyorum, yakın; Hatıralaştığın yaşa da vardım ya bu yıl, Mevsimler tamam, Saatimi bekliyorum...
Erenköy / 17.09.2012