5 minute read

Dostlar Irmak GibidirAlper KANCA

Next Article
Gazel

Gazel

“Dostlar Irmak Gibidir”

Alper KANCA

Advertisement

Dostlar ırmak gibidir Kiminin suyu az, kiminin çok Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya

İnsanlar vardır; derin bir okyanus... İlk anda ürkütür, korkutur sizi. Derinliklerinde saklıdır gizi, Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız; Yanında kendinizi içi boş sanırsınız. Can YÜCEL

İçimizden bazıları Anadolu’nun farklı şehirlerinden üniversite tahsili için İstanbul’a gelmişti: Şadi, Elazığ’dan; Erkan, Isparta’dan; Mustafa, Konya’dan; Yusuf Ağabey, Sivas’tan; Beşir, Aksaray’dan (o zamanlarda hâlâ Niğde –Aksaray deniliyordu). Aileleri taşrada olan bu arkadaşlar bekâr evlerinde kalıyorlardı.

Nusret, Burhan, Yakup, Aydın, ben ve birkaç kişi ise İstanbul’a gelen Anadolu kökenli ailelerin şehirdeki ilk ço-

cuklarını temsil ediyorduk. Bu muazzam şehirdeki ilk Anadolulu kuşak değildik. Hatta ikinci kuşağın da ilk temsilcileri sayılmazdık. Ama İstanbul’a göç etmiş ailelerin çocuklarının artık şehir hayatını ve siyasal hayatı en fazla etkilediği 70’li yıllarda büyümüştük. İstanbul son yüz yıldır ilk defa Anadolu’dan gelen ve kendi kültürünü, siyasi ve ticari hayatını oluşturmaya çalışan bir göç ile karşı karşıyaydı. Farklı şehirlerde büyümüş olsak da hepimizin ortak yanı şehirli olamamışlığımız, İstanbul kültürüne yabancılığımızdı.

Aynı durumda olan mahalle komşularımızın, okul arkadaşlarımızın birçoğu Enver Hoca’dan Mao’ya uzanan yelpaze içinde farklı fraksiyonlara kapılmış; kendilerine devrimci, bizlere ise faşist diyen sol dünyaya bağlanmışlardı.

Bizler ise nasıl olmuşsa akıncı, ülkücü; yani sağcı olmuştuk.

Tam yaşımız gelmiş; artık anne-babamızın ya da öğretmenimizin kontrolünden kurtulmayı, istediğimiz gibi serbestçe dolaşmayı, mitinglere katılmayı, gece yarıları eve gelmeyi hayal ediyor ve bekliyorduk ki… karşımıza bütün dehşeti ile 12 Eylül çıkmıştı.

Ülkede bırakın serbestçe eleştiri yapmanın, gazete haberlerindeki imaların bile tehlikeli sayıldığı, “ihbarların birer sansar gibi” telefon tellerinde oynaştığı bir devirdi.

Bütün bu korku ve baskı ortamına rağmen memlekette nefes alınabilecek, korkmadan konuşulabilecek bazı “vaha”lar da yok değildi. Bunların başında da eski yarımada, özellikle üniversite civarı ve bizi ilgilendiren kısmı ile Beyazıt’taki kahveler geliyordu.

Nusret’i 12 Eylül’ün artık kanıksandığı, kurum ve kurallarının yerleşmeye başladığı ikinci yılında, yani 1982 Ocak veya Şubat ayında, Türkiye’de muhafazakâr düşünce hayatında önemli rol oynamış, eski Küllük’ten mülhem Küllük adı ile meşhur Marmara Kahvesi’nde tanımıştım.

Yıllar sonra Mehmed Niyazi ağabeyin kitaplarında tanıyacağımız birçok kahraman belki de o sıralar hâlâ kahvenin

müdavimi idi. Ama ben, Yeşilyurt gibi ezan sesinin duyulmadığı bir semtten gelen ve İstanbul’u, tarihî yarımadayı yeni tanıyan bir genç olarak, sağımızda solumuzda dolaşan, kendilerine ait bölümde bazen fısıltıyla konuşan, bazen de hiddetle tartışan bu insanların hiçbirini tanımıyordum. Fakat bu kahvenin geçmişten gelen o sihirli ortamında bir şeyler olmalıydı ki Türkiye’nin hiçbir yerinde tartışılamayan meseleler bu mekânda konuşuluyor, bir kısmı istihbarat görevlisi olan müdavimlerin arasında idam ile yargılananlar dolaşıyor, memleketin kültür hayatına damgasını vurmuş veya vuracak gençler bu masalarda 12 Eylül ile ve kendi siyasi geçmişleriyle hesaplaşabiliyordu.

İşte Nusret ile ilk karşılaşmamız bu mekânda olmuştu. Çevresinde 10-12 kişinin oturduğu bir masada hararetle tartışıyorlardı. Bir tarafta Burhan, diğer tarafta ise Nusret. Uzun bir süre kimin ne dediğini, neyi savunduğunu anlayabilmek için sesimi çıkarmadan, büyük bir dikkatle, hiçbir kelimeyi kaçırmamacasına dinlemek zorunda kalmıştım. Ne kadar çok şey bildiklerine, ne kadar engin bir fıkıh bilgisine sahip olduklarına hayret etmiştim.

Anladığım kadarıyla Burhan ülkücü hareketten geliyordu, Nusret ise Akıncıların içinde bulunmuştu. Her ikisi de imam-hatipli idi. Onların konuştuklarını takip edememekten dolayı hayatımda ilk defa, imam-hatibe değil de bir koleje gitmiş olmaktan dolayı oldukça hayıflandığımı hatırlıyorum.

İslam tarihinin çetrefil meselelerinden biri tartışılıyordu. Burhan kıvrak zekâsı ile Nusret’i sürekli zorluyordu. Nusret ise genç yaşına rağmen irsî olarak beyaza dönük saçlarını elleri ile sürekli düzeltiyor, sinirlendiğini hissettirmemek amacı ile de sigarasından derin nefesler çekiyordu.

Nusret’in gerekçelerinde, kullandığı kelimelerde kendime yakın bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Aklım Burhan’dan, gönlüm ise Nusret’ten yana idi. Yıllar sonra Nusret’in kelimelerinin, ifade tarzının neden bana bu kadar yakın geldiğini anlayacaktım. Çünkü o da Büyük Doğu’la-

rı okumuştu ve ölünceye kadar hiç vazgeçmediği şekilde bir Necip Fazıl hayranı idi.

Masanın etrafındakilerin hepsi ya hukukta ya edebiyatta ya da siyasalda okuyan öğrencilerdi. Çoğunluk Anadolu’dan gelmişti ya da Anadolu’dan gelen ailelerin şehirdeki ilk çocukları idi. Yani aramızda o zamanlar henüz yaygın olmayan terim ile “beyaz Türk” yoktu. Ama konuşmasıyla, seçtiği kelimelerle, rafine zevki ve ilgileriyle aramızdaki en beyaz Türk, Nusret’ti. Sanki birkaç kuşaktır İstanbul’da yaşayan bir ailenin soyluluğu, nezaketi, kibarlığı vardı onda.

Daha sonra 78’liler denilecek bu kuşağın Anadolu’dan başlayan göçebeliği, buluşma mekânları konusunda da devam etti. Marmara-Küllük’teki bir araya gelişlerimiz kısa sürdü. Beyaz Saray’daki kitapçılarda veya Beyaz Saray ile Küllük’ün arasında kalan Dergah’ta ve daha sonra uzun yıllar Çorlulu Ali Paşa/Erenler’de bir araya geldik. Beyazıt meydanından başlayan göçebeliğimiz bizi zamanla sürekli sürgün vaziyetinde İlesam’a, sonra Türk Ocağı’na, sonra da Yazarlar Birliği’ne kadar götürdü. Denize yaklaşmıştık ki artık sürgün edilmemize gerek kalmayacak şekilde iş hayatına girdik ve ancak hafta sonları birbirimizi görebilecek şekilde sabit mekânlara kavuştuk.

Hayatımızda iz bırakan öğretmenler, okul veya askerlik arkadaşları, dava yoldaşları vardır. Bunlar ya eylemleri ile ya gönüldaşlıkları ile ya da öğrettikleri ile bütün ömrümüz boyunca bizde derin izler bırakır. Bu etkinin, izlerin neler olduğunun farkında olmazsınız; bildiklerinizin, öğrendiklerinizin seyir defterini tutmazsınız. Buna ihtiyaç da duymazsınız. Çünkü yemekteki tuz, çaydaki şeker kadar içinizdedir, sizindir bunlar. Sonra birden hayatınızdan bir lezzet kalkıp göç eder ve bu eksiklik üzerine düşünmeye başlarsınız. “Sevdiklerinizin“ size neler bıraktığını düşündükçe, derin bir sigara nefesi gibi içinizde bir sızı hissetmeye başlarsınız.

Sol bir şairi sevmenin ihanet olduğuna inandırılmış bir kuşaktan geldiğim için, Nusret’in ilk defa Attilâ İlhan’dan sitayişle bahsetmiş olmasını çok garipsemiştim. Nusret

gibi dostunu dost, düşmanını da hayatı boyunca düşman bilen birinin Attilâ İlhan muhabbeti bende merak uyandırmıştı. 1982 ve 1983 yıllarında Çorlulu’dan artık ajanların bile kimseyi dinlemeye mecali kalmadığı saatlerde çıkıp Beyazıt üzerinden Laleli’ye ve oradan da Aksaray’a inişlerimizde koluma girip okuduğu şiirlerle, bu şiirler hakkında kulağıma fısıldadığı “meraklısına notlar”la sanki caddelerde korku, endişe kalmaz; yanmayan sokak lambaları aydınlanır gibi olurdu. Pia’yı okurken ikimiz de sanki aynı kadına âşıktık ve ikimiz de kısa bir süre sonra uzun bir yolculuğa çıkacakmışçasına hüzünlüydük.

Aksaray’a geldiğimizde o, Balat’ın çamurlu sokaklarına dalmak, biz de Erkan’ın Küçük Langa’daki bekar evinde sohbete devam etmek üzere ayrılır ve sanki yarın buluşamayacakmışız gibi, bu sefer Üstad’dan birkaç dize ile ayrılırdık… Bir sonraki ikindiye kadar.

Gruptaki herkes, evlerine gittikten sonra, gazetelerin, televizyonun vs. afyonuna kapılmadan, bir sonraki günün münazarasına hazırlanan öğrenciler gibi Lermontov’u, Ali Şeriati’yi, Sorokin’i vs. okuyup kafasında yeni bir dünya kurarak ikindi saatlerinde Çorlulu Ali Paşa medresesindeki “büyük buluşma” için hazırlık yapardı.

Bizi bir araya getiren ne ortak siyasi geçmişimizdi ne de Anadolu kökenliliğimiz. Bizi bir araya getiren şey okumaya, öğrenmeye, dünyayı ve ahireti kavramaya, kısacası “hakikat”e yönelik açlığımızdı. Bu yüzden de kısa zamanda aramıza eski dev-solcular, aydınlıkçılar, nur talebeleri veya Türkçüler de dahil olacaktı.

Nusret bu kadar farklı politik görüşlerden ve inançlardan gelen insanlar arasında birleştirici ve bazen de hiddeti ile ayrıştırıcı unsurdu. Hoşgörülüydü, neşeliydi, sakindi ama akait ile ilgili bir meselede birdenbire hırçınlaşan, keskinleşen bir yapıya da sahipti.

Klasik öğretiye ters bir şey söylendiğinde önce sükûnetle izah etmeye başlar, yetmezse o üstün belagati ile hırçınlaşır,

sonra da avurtlarını şişirerek bağırmaya başlardı. Yine de haklı olduğunu kabul ettirememişse bir sonraki gün Nusret’i, siyah poşetler içine doldurup getirdiği, sayfaları tek tek işaretlenmiş eski fıkıh kitaplarından, bir önceki günün konusuna ait delilleri sıralarken görmek mümkündü.

O elbette sadece bize bıraktıkları ve kazandırdıkları ile değil, samimiyetiyle, onurlu ve tavizsiz duruşuyla da hatırlanacaktır; daima.

This article is from: