4 minute read

Eğilmiş Kur’an OkuyorFadime ÖZKAN

Next Article
Gazel

Gazel

Eğilmiş Kur’an Okuyor

Fadime ÖZKAN

Advertisement

1.

Pencereden vuran keskin ışık beyaz sakallarını parlatıyor.

Çenesi sürekli oynamakta… Dudakları kıpırdıyor. Kaşlarını kaldırıyor arada bir, anlamlı şekilde.

Okuduğunu birebir anlıyor mu bilmiyorum ama hissederek, hislenerek, etkilenerek okuduğunu görüyor, kendini büsbütün kaptırdığını anlıyorum.

Odanın dibinde, pencere kenarında masası… Eğilmiş, Kur’an okuyor. Mırıltı halinde duyuluyor sesi.

Başının hareketiyle bir iki damla su yuvarlanıyor saçlarından.

Bir başkası yapsa pekâlâ çok tiyatral kaçacak olan, onda aksi iddia edilemeyecek derecede doğal.

Şaşkınlıkla, hayranlıkla ve gülümseyerek onu seyrediyorum.

Yeni Şafak’ta kültür muhabiri olarak daha yenice işe başlamışım, ilk günlerim sayılır, kendi servisimde bana uygun masa olmadığından, bu odada da fazla masa bulunduğundan,

sorduklarında “Orası da olur tabi” dediğimden, oda arkadaşlarım kıdemli Mehmet Şeker’i ve Nusret Özcan’ı az da olsa evvelden de tanıdığımdan, o da “Gel tabii, laflarız ne güzel” dediğinden… şimdi karşısındaki bu masada oturuyorum.

Hemen yanımdaki masadan Mehmet Şeker kısık sesle bilgilendiriyor beni, “Öğleyle ikindi arasında abdest tazeler, her gün Kur’an okur Nusret Abi” diyor.

Sonra odalarımız ayrılıyor ama sohbetimiz hürmetimiz muhabbetimiz eksilmiyor.

“Pencere önünde Kur’an okuyan Nusret Abi fotoğrafı” ise hiç eskimiyor.

Ölümünü kabullenmekte zorlanan ben, o fotoğrafa gömüyorum en sonunda onu.

2.

En sevdiğim Türk filmini soruyor bir gün.

Yeşilçam’ın tadına varmış her normal Türk gibi ben de, hele de o tarihler için en sevdiğim filmin “Selvi Boylum Al Yazmalım” olduğunu söylüyorum. Çok seviniyor. Başlıyoruz coşkuyla, kimbilir kaçıncı kez filmi kritik etmeye.

Filmdeki romantizme övgüyle başlayıp “Emek neydi” repliğiyle hikâyeye sosyalizm bulaştıran Cengiz Aytmatov’dan çıkıyoruz.

Etrafımız dolup boşalıyor, konuşmaya katılanlar, yanımızdan ayrılanlar oluyor ama biz istikrarımızı bozmuyoruz.

Asya’nın adını pek beğeniyoruz. Keçi kadar inatçı olduğu evre yapıp ettiklerinden bolca söz ediyoruz. Hiçbir şey kaçmıyor canım bizden de. Koca kara gözlerinden, koşunca utanınca kızaran yanaklarından, çirkin görünsün diye anasının yüzüne çaldığı kazan karasının ona nasıl da yakıştığından, şehirli şoför İlyas’ın köydeki havasından civasından, kamyonuna olan tutkusundan, kırmızı BMC’nin alnına yazdığı “al yazmalım” hitabının pek güzel bir ilan-ı aşk olduğundan ve dahi her bir şeyden onaylayarak bahsediyoruz.

Velâkin filmde işlerin kötü gittiği evreye geldiğimizde tereddütsüz seçiyoruz safımızı. İkimiz de Asya’yı tutuyor, bu kadar güzel bir aşkı heba eden İlyas’a çok kızıyoruz. Başlıyoruz onu çekiştirmeye.

Final kısmıyla ilgiliyse kimi çelişkilerimiz oluyor tabi. İçimiz kıyılıyor. İlyas’ı affedip ona mı dönsün Asya, yoksa o onu gözünde yaşı kucağında bebeğiyle bırakıp gittiğinde ona sahip çıkan, bir yuva ve huzur veren Cemşit’i mi seçsin? Asya ne yapsın?

Kritiği bitiriyoruz nihayetinde ama Asya ile İlyas’ın aşkının, acılarının ve zor kararlarının bütün ağırlığını yüklendiğimiz için biz de bitiyoruz.

3.

Bizim servisinden önünden geçerken duraklayıp içeriye uzatıyor kafasını.

“Fadime biliyor musun Divan edebiyatında…” deyip yahut “Bence modern Türk şiirinin en büyük şairi…” deyip ya da “Dostoyevski bir gün…” deyip bir bahis açıyor. Başlıyoruz tatlı tatlı konuşmaya.

Veya koridordan geçerken, bizim servise yaklaşmışken başlıyor ezberden bir şiir okumaya. Necip Fazıl’dan bazen, bazen Edip Cansever’den. Seçtiği şiir Nefî’den de olabilir, Köroğlu dörtlüklerinden de.

Konuşacak o kadar çok şey var ki. Edebiyat, şiir, sinema öncelikli.

Ama değişmeyen mevzu İstanbul. Özellikle Suriçi. Daha da özel olarak Fatih.

Camileri, sokakları, mezarları, çeşmeleri, çınarları… Kapı önü komşulukları…

Nusret Abi o keyifle anlatır da anlatır.

4.

Yeşilçam döneminin “dört yapraklı yoncası” üzerinden yürüyor bir başka sefer sohbetimiz. Hangisi başarılıdır hangisi daha az başarılıdır, hangisi daha güzeldir, hangisi hangi filmde nasıl oynamıştır; uzayıp giden, örneklerle çoğalan, film hikâyeleriyle fırfırlanan bir sohbet.

Salon filmlerinin kırılgan sarışını olarak Filiz Akın’ı alıyor, üzerinde fazla durmadan pamuklara sarıp sarmalayıp bir kenara koyuyoruz.

Fatma Girik’i Yılanı Öldürseler gibi yaşlılığına, Boş Beşik gibi tazeliğine denk gelen bir iki filmi dışında pek beğenmiyor, keskin siyasi kimliği ve yırtıcı televizyon kişiliği nedeniyle eleştiriyor, bir of çekip bırakıyoruz.

“Ama bak, Hülya Koçyiğit hiç öyle değil. Salon filmlerinde de, köy filmlerinde de acayip oynadı kadın” diyoruz. “Kolay mı öyle ilk filminde Altın Ayı almak?” Üstüne bir de “Hülya Koçyiğit koşuşu” denemesi yapıp “esas kızımıza” geçiyoruz.

Tabii ki! İkimiz de her alanda her koşulda Türkan Şoray’ı tek geçiyor, “sultan”ı yere göğe sığdıramıyoruz.

5.

“Sana âşık olduğum kadının fotoğrafını göstereyim mi” diyor şımararak.

Gülüyorum. “Tabii göster” diyorum. Ceketinin koyun cebine uzanıyor.

“Yok artık” diyorum cepten bir Türkan Şoray fotosu çıkacağı korkusuyla, “Gazetelerden kestin de kalbinin üzerinde mi taşıyorsun yoksa Nusret Abi!”

Anlamlı şekilde gülüyor, hareketler ağırlaşıyor, cüzdan çıkarılıyor, gülümseyerek alınan, aşkla bakılan fotoğraf nihayet bana uzatılıyor.

Bakıyorum, evet çok güzel bir genç kadın. Türkan Şoray’dan da güzel.

Fikrimi söylüyorum, “Gerçekten çok güzel değil mi” diyor.

“Valla çok güzel Nusret Abi” diyorum.

Mutlu oluyor, gururla bakıyor fotoğrafa. Başlıyor eşiyle aşklarının nasıl başladığını anlatmaya…

6.

Hacca gitti geldi. Yüzüne haline tavrına temelli bir başkalık sindi. Arkadaşlarla toplanıyoruz etrafına. Anlatıyor bize Kâbe’yi. Kâbe’yi görünce nasıl ağladığını, nelerin nelerin nasıl güzel olduğunu. Ondan, oradan ayrılmanın zorluğunu… Hâlâ o hayalle yaşadığını, çok özlediğini...

Gözleri doluyor. İçimize bir Kâbe aşkı düşürüyor.

Ve sonra, onun ayak izinin üzerinden yıllar geçmişken varıyorum Hicaz’a. Anlattığı gibi buluyorum. Onun için de duaya duruyorum, Nusret Abi’me oradan hediye tavaflar gönderiyorum…

This article is from: