2 minute read
Gönlün Mücessem HâliHasan ÜRKMEZ
Gönlün Mücessem Hâli
Hasan ÜRKMEZ
Advertisement
Büyük adamlar büyük fikirleri tartışır, derler. Bu sözü doğru bulmam. Tartışılmaya layık olan yalnızca büyük fikirler değildir. Büyük adamlar da tartışılmalıdır.
Fikrin insanı adam ettiği doğrudur fakat o fikrin bir büyük adamdan neşet ettiğini nasıl unutabiliyoruz ki?
Büyük fikirlerin taşıyıcısı, üreticisi, hayata aktarıcısı, nesilden nesile sürmesini sağlayıcı adamlardır büyük adamlar.
Küçük adamlar küçük fikirleri ve küçük adamları konuşur elbet. Ama küçük adamlar da büyük fikirler ve büyük adamlar üzerine kafa yormalılar ki büyük olabilsinler.
Nusret Özcan’ı konuşmak istiyorsak, kendimi ikinci kategoriden biri olarak görmek ve onu öylece takdim etmek, ondan öylece bahsetmek ve onu bu küçüklüğüm içerisinde anlamaya çalışmak durumundayım. Durumundayım çünkü ancak bunu yaptığım zaman bu büyük adam üzerinden kendimi olgunlaştırma imkânını elde edebileceğime inanıyorum. *** 15 yıla yakın bir dostluk… Her seferinde beni evine misafir ediş ve yer sofrasında yapılan kahvaltılar… Belediye otobüslerinde yolculuk yaptığımız zaman sanki etraftaki in-
sanlar bile onun farklı birisi olduğunu anlıyorlar gibi gelirdi bana. Akşamları evimize giderken Çemberlitaş, Beyazıt, Laleli hattı üzerinden Şehzadebaşı dolmuşlarına kadar yaptığımız yürüyüşler esnasında sürdürdüğümüz konuşmaların hep dinleyicisi oldum. Konuşmazdım. Zira konuşursam birşeyler kaybedeceğim hissi galip gelirdi bende. Dolayısıyla bölmek istemezdim konuşmalarını. Zaman zaman kendimce uyanıklık eder kısa ara sorularla konuşmasını sürdürmek için müdahalelerde bulunurdum.
Sokakta herkesin Nusret abisidir; evde baba, tekkede âkil adam… Edebiyatta Yusuf Abi‘yle yaptığı şiir okumaları ve daima Yusuf Abi‘nin kaybettiği atışmalar… İlesam‘da o konuşunca ortalığı kaplayan sessizlik ve dikkat… Ekrem’in o bitmez tükenmez bilme arzusunun verdiği iştiyakla sorduğu sorular… Çünkü o sorulacak adamdı. Çünkü dinlenecek olan oydu. O yüzden o konuşurdu; o dinlenirdi. Çünkü konuşurken konuşan, dili değil ruhuydu, samimiyetiydi, insanlığıydı, adamlığıydı. Gönül adamı görmek isteyenler keşke görebilmiş olsalardı onu, bu yazdıklarımı daha iyi anlayabilirlerdi. Bilenler biliyor zaten. Bilmeyenler için ne gelir elden.
Hastalığında eski Fatih belediye binasının tam karşısında bir çaycıda oturup çay içmeye ve sohbet etmeye niyetlenmişken gelene geçene selam verip bir iki kelâm etmekten konuşamamıştık birbirimizle. Ama bu hiç önemli değildi. Sanki bütün İstanbul’un tanıdığı bu adamdan ben insanlarla nasıl hasbihal edileceğini öğreniyordum. Birebir yaşayarak, görerek ve duyarak... ***
Herkesin ideolojik saplantıları fikir saydığı bir dönemde bu saplantılardan kendini koruyan adam olarak da tavsif edebilirim Nusret’i. Son iki yüz yılın fikir sapmalarının yarattığı hengâmede fikrin saygıya değer temsilcisi olmak icap eder. Bu temsilciliğin üzerimize yüklediği sorumluluk duygusunu taşıyan insan olmak zor bir sanattır. Onun bu sanatı kıvrak zekası ile, sürüp giden hayatın ince ve çoğumuzun algılayamadığı noktalarını yakalayışı, bazen en küçük bir detaydan
büyük ve —abartmadan söylüyorum— namütenahi derinlikli tahlillere geçişi, bu tahlillerde insanı şaşırtan isabetliliği onu anlatmaya yeter mi bilmem ama vefat ettiği zaman bir hastane odasına kilitlenmiş olmanın verdiği acıyla saatlerce ağladığımı itiraf etmekten zaman zaman gururlandığımı söylemeliyim.
Ben İstanbul’u onunla sevdim. İnsanlara kin gütmemeyi o öğretti. Acımayı, sevmeyi, ağlamayı, anlamayı, düşünmeyi ve belki konuşmayı bile…
O, yalnızca fikrin değil, gönlün de mücessem haliydi… Ruha kendinde yol açan adam… Yürüdüğü yolun taşları aşkla döşenmiş…
Aramızdan erken ayrıldı ve bize ayrılık acısını tattırdı... Damaklarımda hâlâ o acının tadı var.
Şimdi onu rüyalarımda görüyorum. İstanbul’un poyrazında dalgalanan saçlarıyla...
11 Mayıs 2012